17. Haziran 1953 Yazar: Dr. Ulrich Mählert (Türkische Fassung des Beitrags „17. Juni 1953“ von Dr. Ulrich Mählert) Berlin, 17. Haziran 1953. İkinci Dünya Savaşının bitmesinden tam sekız yıl sonra, Berlin’in doğu kısmında savaşa hazır tanklar mobilize ediliyor, yollara çıkıp kavşakları kontrol altına alıyordu. Üstelik bu durum yalnız Berlin için geçerli değildi. Doğu Almanya’nın her yeri bu durumla karşı karşıya gelmekteydi. Sovyet ordusu Doğu Almanya’nın her bögesinde koğuşlarından dışarıya çıkıyor ve meydanları tutuyordu, yol kavşaklarını kontrolünün altına alıyordu. Olağanüstü hal ilan edilmişti. Acaba yeni bir savaş tehtidi mi vardı? Hayır, bu harekât ülke dışında bir düşmanı hedef almamıştı. Sovyet işgal ordusu İkinci Dünya Savaşı sonrasında bölünmüş olan Almanya’nın doğu bölgesinde ortaya çıkan, komünist diktatör rejimine karşı bir halk ayaklanmasını hedef almaktaydı ve bastırmakta da kararlıydı. Almanya 1949 yılından beri ikiye bölünmüştü. Almanya’yı ikiye bölen sınır aynı zamanda dünyayı iki bloka ayıran soğuk şavaşın da sınırı durumunda, daha doğrusu cephe konumundaydı. Üstelik bu sınır yalnız Almanya ve Avrupa’yı ayırmıyor, aynı zamanda Berlin’in de ortasından geçiyordu. Batıdaki Federal Almanya Cumhuriyeti demokratik bir rejimdi. İktisadi modeli ise sosyal pazar ekonomisi sistemiydi. Doğudaki Alman Demokratik Cumhuriyeti (DDR) Sovyet hakimiyeti altındaki bölgelerin bir parçası haline gelmişti. Kişisel özgürlük hakları esirgeniyor, seçimler yalnız göstermelik yapılıyor, ve siyasi muhalefet şiddet kullanılarak baskı altında tutuluyordu. 1948’den beri Doğu Almanya’da serbest piyasa sistemi adım adım ortadan kaldırılıyor, yerine “Volkseigene Betriebe” (halka ait işletmeler) denilen işletmeler getiriliyordu. Orta sınıf, çiftçiler, esnaf ve zanaatkarlar tabakası zamanla kooperatif birliklerine girmeye zorlanıyordu. Batı Almanya’da “Wirtschaftswunder” denilen mucizevi ekonomik gelişmeler meydana çıkarken ve halkın refahı yavaş yavaş artarken, komünist DDR’de savaş sonrası kıtlık durumu hâlâ hüküm sürüyordu. 1952’de ilan edilen “sosyalizmin planlı inşa edilişi” garantisi sadece hıristiyanlara, farklı politik fikirleri olanlara vede çiftçi ve esnafa karşı yürütülen bir teröre dayanmıyordu. aynı zamanda mal ve hizmet tedariki 1952/53 döneminde dramatik bir durum almıştı. Ancak bu durum halk arasında bir sıkıntı yaratıyordu. Diktatörlüğün partisi SED (Sozialistische Einheitspartei Deutschlands, Almanya Sosyalist Birliği Partisi), kendini herşeye tamamen hakim görüyordu. Aslında SED Almanya Komünist Partisi (KPD) geleneğinden gelmekteydi. KPD sovyet işgalcıların yardımı ile sosyal demokrat partisi ile zorunlu bir birleşme gerçekleştirerek her iki partiyi de yok etmeyi başarmıştı. Ve o günden beri gizli bir emir geçerliydi. Bunu meşhur bir Alman komünist bu sözlerle ifade etti: „Demokratik görünmek zorundayız, fakat herşeyi elimizde tutmamız gerekiyor.“ 1953’te komünistler gerçekten de herşeyi ellerinde tutuyor: polis örgütünü, istihbarat örgütünü, siyaseti ve yönetimi. Bütün toplumsal organizasyonlar SED kadrosu tarafından kontrol ediliyor, öncelikle de sendikalar ve devletin kurduğu gençlik organizasyonu (FDJ), ve tabii tüm medyalar da. Doğu Almanya’nın hiçbir yerinde siyasi muhalefet mevcut değildi. 1953 yılının Mart ayının başında Sovyet diktatörü Josef Stalin ölür. Ancak yaşamının son aylarında Sovyetlerde ve bütün Bundesstiftung zur Aufarbeitung der SED-Diktatur | www.bundesstiftung-aufarbeitung.de doğu bloku ülkelerinde yeni bir terör ve bir „temizleme“ harekâtı başlatmıştı. Halefleri ise bu temizleme harekâtının hızını kesti, ve akıbetinde de SED yönetimini rapor vermek üzere Moskova’ya çağırdı. Moskova’ya gelen kargaşa ve asayişsizlik haberleri, Doğu Berlin yönetiminin yaptığının tersine, çok ciddiye alınıyordu. Moskova’da SED yönetimine, kendi ülkesinde halkına uyguladığı baskının azaltılması, hıristiyanlara vede özel girişimcilere ve çiftçilere karşı uygulanan terörün durdurulması emri verildi. Kurallara uygun olarak da partinin bu yeni rotası 9. Haziran 1953 tarihinde resmi olarak da açıklandı. Komünist partisi SED ağır hatalar yapıldığını ilk defa resmen açıklamak zorunda kaldı ve buna mütakip savunma pozisiyonuna girdi. Ama bu gelişmelere rağmen SED yine de büyük bir hata yapmaya devam etti: Mayıs ayında belirlenen inşaat ve sanayi sektöründe çalışanların ücretlerinin aynı seviyede kalacağını, fakat aynı zamanda „Arbeitsnorm“’un, yani iş hacminin arttırılmasının planlandığını, bu uygulamanın da sürdürülmesine devasm edileceğini, buna karşın toplumun bütün diğer kesitlerine daha iyi şartlar getirileceğini açıkladılar. Bir başka deyişle, inşaat ve sanayi sektörlerinde çalışanlar aynı para karşılıgında yüzde on oranında daha fazla iş yapacaklardı. Bu durum fabrikalarda ve büyük inşaat projelerinde çalışan işçiler arasında ciddi bir huzurluk yarattı. Hani SED Doğu Almanya’daki işçilerin öncüsü rolünü üstlenmemiş miydi? SED’nin hakimiyeti neden tam da işçilerin sırtına yük olsun ve bu diktatörlük neden böyle devam etsinmiş? Demokratik Alman Cumhuriyeti ilk defa ülkenin her bir yanında iş bırakma eylemleri ve protesto yürüyüşleri ile karşı karşıya geldi. Ama Doğu Berlin’li devlet ve parti yönemtimi inatla yeni iş hacmı uygulamasında direniyor, geri adım atmıyordu. 15. Haziran 1953’te Doğu Berlin Friedrichshain hastanesi yapımında çalışan inşaat işçilerinin birlikte kaleme aldıkları bir mektubu bizzat kendiler Demokratik Almanya Cumhuriyeti başbakanı makamına götürerek teslim ettiler. Talep ettikleri şunlardı: normlar hemen ertesi gün geri alınacaktı. Ancak ültimatum ciddiye alınmadı. Yüksek rütbeli sendika temsilcilerinin 16. Haziran’da inşaat alanına gelerek hazır bulunduklarına rağmen, normlardan ödün verilmeyeceğinden başka bir şey de söylenmedi. Bunun üzerine etraftaki inşaatlardan iki bin inşaat işçisi DDR hükümeti merkez binası olan „Bakanlıklar Binasına“ gitmek üzere gösteri yürüyüşü düzenledi. Yürüyüşte işçiler hep bir ağızdan: „Arkadaşlar, siz de bize katılın, özgür insan olalım!“, diye slogan atıyorlardı. Binlerce Berlinli bu yürüyüşe katılmıştı. Göstericiler bakanlık binasına vardıktan sonra hemen bir hükümet temsilcisi ile görüşmek istediler. Düşük kıdemli birileri ile görüşmeyi kabul etmeyeceklerdi. Nihayet bir inşaat işçisi kürsüye çıkıp genel grev çağrısında bulundu. Bu çağrı yangın hızıyla bütün Doğu Berlin’de yayıldı. Akşam haberlerinde batılı radyolar, nerdeise bütün Doğu Almanya’da dinlenilen yayınlarında, Doğu sektöründeki bu gelişmeleri vermeye başladı. Çığ gibi büyüyen bu hareketin önüne geçilemiyordu. 17. Haziran 1953’te Doğu Almanya’nın 700 kasabasında nerdeise bir milyon insan cadde ve sokaklara çıkmaya başladı. İşçilerin sosyal protestosu olarak başlayan bu olaylar bir saat gibi kısa bir süre içinde bir halk ayaklanması niteliğine büründü. Hürriyet, demokrasi ve en nihayet iki Almanya’nın birleşmesi isteniyordu. Göstericiler hapishanelere girip siyasi tutukluların serbest bırakılmasını başarı ile gerçekleştidi. SED büroları, nefret edilen emniyet teşkilatı ve belediye binaları işgal edildi. Grev sözcüleri tayin edildi. Protestolar hemen hemen her yerde kaba kuvvet kullanılmadan gerçekleşiyordu. Yalnızca birkaç yerde az sayıda kavga da çıktı. Öğle saatlerinde SED gerçekte artık iktidara hakim değildi. Devlet otoritesi her yerde geri çekiliyordu. Dev- Bundesstiftung zur Aufarbeitung der SED-Diktatur | www.bundesstiftung-aufarbeitung.de let ve parti yöneticileri toptan Sovyet işgal ordusunun Doğu Berlin’deki ana karargâhına sığındı. Ve ayaklanmayı bastırmayı sovyet işgal kuvvetleri üstlendi. Tankları ve askeri birliklerini meydanlara göndererek sokağa çıkma yasağı ve sıkıyönetim ilan ettiler. Ancak ayaklanmanın gücünü bu çok ağır olan ordu mevcudiyeti kırdı. Ölümle sonuçalanan olayların haberi ise yangın hızıyla yayıldı. Ölenlerin çoğu serseri mermilere kurban gitmiş. Ancak birçok idam da gerçekleşmiş. Ve insanlar ayaklanmanın Sovyet işgal ordusuna karşı bir başarı şansı olmadığını hemen kavradılar. Batıdan yardım beklemekse nafileydi. Amerika Birleşik Devletleri, Büyük Britanya ve Fransa gelişmeleri Sovyetlerin bir iç sorunu olarak değerlendiriyordu. Batı Almanya’daki insanlar ise kızgın ve şaşkındı. Hemen 17. Haziran akşamı Batı Berlin’de Kreuzberg semtinde, Oranien meydanında çok büyük bir dayanışma mitingi düzenlendi. Çaresiz bir kızgınlık havası hakimdi ortalıkta. 17. Haziran’ı takip eden günlerde ise Doğu Almanya’nın birçok yerinde önceden planlanmamış, ani iş bırakma eylemleri ve protesto gösterileri gerçekleşti. Fakat kısa bir zaman sonar herşey mezarlık sessizliğine bürünecek ve diktatorya tekrar işler hale gelecekti. Ayaklanmanın bilançosu 50 ölü, sayısız yaralı, 15.000 kişi ise tutuklandı, bunlardan iki kişi ölüme, 1.500 kişi de kısmen uzun süreli hapis cezasına mahkum olacaktı. Devlet ve parti yöneticileri bu olayların batıdan yönlendirildiğini ileriye sürebilmek için, emniyet teşkilatlarını ve istihbarat birimlerini bu yönde delil tedarikine odaklandıracaktı. Ancak böyle deliller bulunamayacaktı. Çünkü 17. Haziran 1953 halk ayaklanması gerçekten aniden ve kendiliğınden ortaya çıkan bir kitle hareketiydi. Hâttâ tersine, bu kitle hareketinin ne merkezi yönetecileri vardı, nede gizli örgüt kurmuşlardı. Teşfikçiler daha çok il ve ilçelerdeki eski sendikacılar ve sosyal demokratlardı. Onlar Sovyet komünist rejimini kesinlikle kabul etmiyorlardı. Daha Hitler rejiminden önce siyasi teşkilatlandırmayı öğrenmişlerdi. SED yönetimi bu halk ayaklanmasını gelecek onyıllarda, olayları doğru değerlendiremediği nedeniyle, “faşist bir hükümet darbesi” olarak yanlış adlandırdı ve karaladı. Fakat bu ayaklanma uzun süren bir şok etkisi yaratmıştı. Ve hükümet için bu olaylardan iki somut sonuç çıktı: Bir yandan bundan sonraki dönemlerde gözetim devletini devamlı de çok daha sıkı bir biçimde geliştirme isteği. Böylece mümküm olabilecek bir ayaklanmayı gelecekte henüz ilk başgösterdiği zaman bastırmak mümkün olacaktı. Diğer taraftan işçilere karşı güdülen bir politikanın uygulanmamasına ve yaşam şartlarının kötüleşmemesine dikkatli ve bu alanlarda çok daha itinalı olmaları gerektiğini anladılar. Bundan sonraki politikanın parolası ve yöntemi „biraz şeker, biraz dayak” cümlesi ile ifade edilebilir. Peki, ya insanlar? Onlar bu ayaklanmadan hangi sonuçları çıkardı? İnsanların herşeyden önce anlaması gereken oydu ki, SED diktatoryasını Sovyetlerin izni olmadan ortadan kaldıramayacaklardı. Bunun sonucu olarak 1950’li senelerde 150.000 ila 300.000’e varan sayıda insan kişisel bir kurtuluş yolu olarak Batı Berlin üzerinden Batıya kaçmayı yeğleyerek özgürlüğü seçecekti. Çünkü 1952’den sonra iki Almanya arasındaki sınır gittikçe daha sıkı kapandı ve böylece Berlin özgürlüğe giden tek kaçış yolu olarak kalmıştı. 13. Auğustos 1961 tarihinde gerçekleşen „duvar örülmesi“’ne kadar bu durum böyle devam edecekti. Fakat bu başka bir hikâyedir. Bundesstiftung zur Aufarbeitung der SED-Diktatur | www.bundesstiftung-aufarbeitung.de Der Historiker Dr. Ulrich Mählert ist Leiter der Abteilung Wissenschaft bei der Bundesstiftung zur Aufarbeitung der SED-Diktatur in Berlin www.bundesstiftung-aufarbeitung.de Bundesstiftung zur Aufarbeitung der SED-Diktatur | www.bundesstiftung-aufarbeitung.de