Burhan 43:Burhan.qxd

advertisement
editör’den
Selam ile
Sünneti hayatımızdan çıkardıktan sonra buna değişik bahaneler
bulmaya başladık. Neymiş “sünnet resulun beşerî tarafıymış, Kur’an
yetermiş vs.” gibi aklımızca sığınmalar aradık. Hâlbuki sünnete
sarılmamızı bizden bizzat Kur’an’ın kendisi istemesine rağmen
sünnete uymaktansa nefislerimize uymayı daha güzel daha hoş
gördük. Bu anlayışın ürünü olarak hayatlarımız Allah’ın resulünün
hayatına benzemek yerine “ortak hevanın aklına- uygulamalarına”
benzemeye başladı. Bu benzeyiş her geçen gün gittikçe bizi
sarmalıyor. Ferdî ve toplumsal hayatta artık “Kur’an’ın pratiği olan
sünnet” yerine başka şeylere uymaya başladık. Diyeceksiniz ki
uydukta ne oldu: Uydukta başımız göğe erdi!!!
Fert hayatımızı perişan ettik. Kalplerimiz eğrildi. Aile hayatımızı
perişan ettik. Yetişen nesil perişan oldu. Çünkü gençlere nebevî bir
hayatın örnekliğini sunamadık. Toplumsal hayatımızı perişan ettik. Her
gün yayın organlarından izleyip dinlediklerimiz toplum olarak felaketin
eşiğinde olduğumuzu haykırıyor. Allah’ın Resulünün hayatını
hayatlarımıza örnek olarak almadığımız müddetçe bu korkunç
tablodan kurtulmamız da asla mümkün olamayacaktır. Bütün
dünyadaki bu kokuşmuşluk, bu manevî buhran, bu doyumsuz
ihtiraslar ve onların esaretindeki bu nefisler “asrısaadet iklimine” ne
kadar da muhtaç… Dünya “insanı” arıyor. Aradığı insan mutlaka
“âlemlere rahmet” olarak gönderilen efendimiz aleyhissalatü
vesselamdır. Bizler O’nun (s.a.v) hayatıyla nurlanıp, zulmetlerle
boğulan nefes alamayan bu dünyayı aydınlatmak zorundayız.
Kutlu doğum dediğimiz olay bir şenlik, kuru kuruya anma,
programlar düzenleme vs. olmamalı sadece… Bu güzel toplantılar bir
“içe bakış” toplantıları, “sünneti yaşamada nerede duruyorum”
muhasebelerine dönmeli. Gecemizde, gündüzümüze, evimizde
işyerimize Allah’ın resulüyle (s.a.v) adeta iç içe yaşamadığımız
müddetçe kurtuluşumuzun olmayacağını hepimizin çok iyi bilmesi
gerekir. Bir an önce sünnete sarılarak onunla dirilebiliriz. Çünkü bu
ümmetin bundan başka bir kurtuluşu asla yoktur. Hakikaten sünnet
hayatımızın neresinde?
UMRE SEYAHATİ
Dergimize “mayıs ayının yirmisine kadar üç abone yapın umre
çekilişine katılın” kampanyamız devam ediyor. Kutlu yolculuk için “bir
imkân olsa da gidebilsem” diyen okurlarımız için çok güzel bir fırsattır
bu… Her hangi üç kişiyi dergimize abone yaptığınızda çekilişle bu
imkândan yararlanmış olacaksınız inşallah… Bu talihli okurlarımızdan
biri neden siz olmayasınız? Bu konuda gayret göstereceğinizi umarak
sizleri Allah’a emanet ediyorum.
içindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 4 Sayı: 43
Nisan 2009
SAHİBİ
4 Hz. PEYGAMBER’İN EBÛ ZERR’E
37 Acıtan Yanım
ÖĞÜTLERİ
Halil ATİK
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Burhan Basın Yayın
38 HASEN ve SAHİH HADİSLERDEN
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
7 Necid Çöllerinde
M.Akif ERSOY
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
8 “HZ. PEYGAMBER (S.A.V)’İN
YAŞANTISIN-DAN KARELER”
12 en-NEBİYYU’L-UMMÎ KİMDİR?
Dr. Mustafa KAYA
GRAFİK TASARIM
Burhan Ajans
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
SEBEPLERİ
Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK
44 Bir Rahmet Olarak Fatiha Sûresi
Aydın BAŞAR
Umut BULUT
40 MEZHEPLERİN ORTAYA ÇIKIŞ
Kamil ABDULLAHOĞLU
Ramazan ÇAKIR
Mustafa ÖZKAYA
SEÇMELER 24
Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
Aydın BAŞAR
47 Sultanım Efendim
Ali Ulvi KURUCU
15 O’NA UYMAK SAADET KARŞI
ÇIKMAK FELÂKET
48 KUR’AN-I KERİM AHLÂKI
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
Mehmet TALU
16 KUTLU DOĞUM HAFTASI
54 Muhabbet Bahçesi
Mehmet TALU
Yusuf ELİBOL
Tek Sayı: 6 YTL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL
Öğrenci Abone: 50 YTL
6 Aylık Abone: 36 YTL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
20 KUTLU DOĞUM, İNSANLIĞIN
Hesap No: 291928-1
DOĞUMUDUR
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Ersan BİLGİN
56 KÖROĞLU GERÇEKTEN HALK
KAHRAMANI MIDIR?
Hasan BAŞAR
Hesap No: 1673–44165588
59 Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
23 “KİM RASUL’E İTAAT EDERSE,
Sultanbeyli / İST.
ALLAH’A İTAAT ETMİŞTİR.”
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Doç. Dr. Nedim URHAN
Yunus Emre
Faks: +9 (0216) 498 94 00
60 İLAHÎ ADALETİN AHİRETİ
İNTERNET ADRESİ
GEREKTİRMESİ
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
[email protected]
24 SÜNNET TESTİ
[email protected]
Sezgin ÇAKIR
[email protected]
www.burhandergisi.com
64 Kalbin Halleri
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
30 SÜNNET IŞIĞINDA SÜNNET
YAYIN TÜRÜ
TADINDA YAŞAMAK
Aylık Süreli Yayın
Ayşe BAĞCİVAN
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden
66 BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
34 Röportaj
68 İslami Davet Neden Siyasallaştı?
Dr. Ebubekir SİFİL
Raşid GANNUŞİ
Hz. Peygamber’in Ebû Zerr’e Öğütleri
4
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Hz. Peygamber (s.a.v)’in
yaşantısından kareler
8
Kamil ABDULLAHOĞLU
Kutlu Doğum Haftası
16
Mehmet TALU
Sünnet Testi
24
Sezgin ÇAKIR
34
Bir Rahmet Olarak Fatiha Sûresi
Aydın BAŞAR
68
Röportaj
Ebubekir SİFİL
44
İslami Davet Neden Siyasallaştı?
Raşid GANNUŞİ
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
[email protected]
Hz.
PEYGAMBER’İN
EBÛ ZERR’E
ÖĞÜTLERİ
Sahâbe-i kiramdan Ebû Zer hazretleri, Ğifar kabilesine mensup olduğu
için Ebû Zer el-Ğifârî diye meşhur olmuştur. İlk Müslümanlardan olan Ebû
Zer (r.a.), uzun boylu, esmer tenli ve
geniş omuzluydu. Zühd, takva, kanaat
ve istiğna sahibiydi. Bu güzel özelliklerin sahibi olmasını, devamlı Hz. Peygamber’in yanında bulunma ve ondan
âzamî derecede istifade etmesine
borçludur. Öğrenme konusunda büyük
arzu ve iştiyak sahibiydi. Bilmediği her
şeyi Hz. Peygamber’e sorardı. Bu sebepten dolayı Hz. Ali ona “ilim dağarcığı” derdi.
Ebû Zer (r.a), Hz. Peygamber’e
karşı son derece saygı ve muhabbet
duyardı. Hz. Peygamberden bahsederken “halîlî=dostum” diye bahsederdi. Kendisi hak yanlısı ve hakkı sever bir insandı. Bu sebepten dolayı
ashâb-ı kiram arasındaki ihtilaflara taraf olmadı. Fetihlerden sonra ümmetin
Nisan 2009
4
zengin olması, idarecilerin şatafat ve
saltanata meyletmeleri, mal biriktirmeleri onun hoşuna gitmedi ve böyle yapanları sert bir dille tenkit etti. Şehir hayatını
terk
ederek
Mekke
yakınlarındaki Rebeze’de hayatını devam ettirdi. 32/653 yılında Rebeze’de
vefat etti ve oraya defnedildi.
Hz. Ebû Zer (r.a.), zaman zaman
Hz. Peygamber’in dizinin dibine oturur
ve “Ey Allah’ın elçisi bana nasihat et!”
derdi. Hz. Peygamber de ona ve onun
şahsında ümmetine nasihat ederdi.
İşte o nasihatlerden birkaçını can kulağı ile dinleyelim:
1-) “Ey Ebû Zer! Nerede ve nasıl olursan ol, Allah’tan kork. Kötülük işlersen, hemen arkasından iyilik yap ki, o kötülüğü silip götürsün.
Bir de insanlarla güzel geçin!” (Tirmizî,
Birr 55)
BAŞYAZI
2-) “Ey Ebû Zer! Çorba pişirdiğin zaman
suyunu çok koy. Sonra da komşularını gözden
geçir ve gerekli gördüklerine güzel bir şekilde
ikram et!” (Müslim, Birr 143)
"(Bir gün)Ey Allah'ın elçisi! Beni vâli tayin etmez misin?" demiştim. O da mübârek eliyle omuzuma vurarak şöyle buyurmuştu:
3-) Hz. Peygamber’den özel olarak nasihat istemesini ve Hz. Peygamber’in de kendisine yaptığı
nasihatı Hz. Ebû Zer (r.a) şöyle anlatır:
"Ebû Zer! Sen zayıf bir adamsın. İstediğin
görev ise bir emânettir. Bu emâneti ehil olarak
alan ve üzerine düşeni yapanlar müstesna, aslında bu görev kıyâmet gününde bir rezillik ve
pişmanlıktır." (Müslim, İmâre 16)
“Allah’ın Rasûlü’ne (s.a.v) geldim ve şöylece
ricada bulundum: “Ya Rasûlallah! Bana biraz öğüt
veriniz!” O da bana şunları söyledi:
“Ey Ebû Zer! Sana, Allah’ın emirleri ve yasaklarına uyarak yaşamanı öğütlerim. Zira böylesine takva üzerinde yaşamak senin bütün işlerini güzelleştiricidir.”
Aynı hadisin değişik bir rivâyeti şöyledir: "Ebû
Zer! Senin gerçekten zayıf olduğunu görüyorum. Kendim için ne istiyorsam senin için de
onu isterim. İki kişiye bile olsa sakın başkan
olma. Yetim malına da yöneticilik yapma!..." (Müs-
“Benim için öğütlerinizi biraz artır(sanız ya
Rasûlallah!)” dedim. Şöyle devam etti:
“Kur’an oku ve Allah’ı (çokça) an. Zira,
Kur’an okuyup zikir yapman senin göklerde yücelmene, yeryüzünde nurlanmana sebeptir.”
Bunun üzerine şöyle dedim:
“Bana(verdiğiniz öğütleri) biraz daha artır(sanız yâ Rasûlallah!)” O da şunları ilave etti:
“Çok az konuşmaya bak. Zira az konuşmak, Şeytan’ı kovmak ve ciddî bir Müslüman
olarak yaşamak için nefsine yardımcı olmaktır.”
“Bana biraz daha (öğüt verir misiniz?)” dedim.
Şunları söyledi:
“Ey Ebû Zer! Çok gülmekten sakın. Çünkü
o kalbi(n manevi hayatını) öldürür.Yüzün de nurunu giderir.”
“Benim için biraz daha…(Yâ Rasûlallah!)” dedim.
“(Nefsin için) acı da olsa dosdoğru olanı
söyle!” dedi.
“Biraz daha (öğüt verseniz…)” diye ısrar ettim.
“Allah’ın emirleri ve yasakları doğrultusunda yaşarken yericinin kınamasından
korkma!” diye buyurdu.
lim, İmare 17; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 4; Nesâî, Vesâyâ 10)
Hz. Peygamber efendimiz, Ebû Zer el-Ğıfarî’yi çok severdi. Bir defasında onun hakkında "Şu
gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde
Ebû Zer'den daha doğru sözlü kimse yoktur."
buyurmuştu. (Tirmizî, Menâkıb 35; İbn Mâce, Mukaddime 11).
Hz. Peygamber efendimiz, Ebû Zerr'i çok sevdiği halde ve zaman zaman kendisine ismiyle hitap
ederek nasihatlerde bulunduğu halde idareci olmasını tavsiye etmemiş ve kendisine böyle bir görev vermemiştir. İdareciliğin, altından kalkılması zor
ilâhî bir emânet olduğunu, onu ancak idareciliğe
yatkın insanların başarabileceğini söylemiş, üstesinden gelemeyecekler için idareciliğin kıyâmet
günü bir rezillik, pişmanlık ve perişanlık olacağını
bildirmiştir.
Hz. Peygamber Efendimiz, Ebû Zerr'in huyunu, karakterini daha açık bir ifadeyle onun aşırı
zühdünü ve takvâsını, dünyaya hiç değer vermemesini çok iyi biliyordu. Ona "Sen zayıf bir adamsın" diye buyururken, valiliğin gerektirdiği bazı özelliklerin onda bulunmadığına işaret ediyordu.
Hz. Peygamber efendimiz, kendisini çok sevdiği Ebû Zerr'i kırmadan ve incitmeden ona "Kendim için ne istiyorsam senin için de onu isterim."
diye buyurarak bu hizmeti yapamayacağını tatlı bir
üslupla hatırlattı.
“Bana biraz daha, (evet, biraz daha nasihat
eder misiniz?)” diye ısrarımı tekrarladım. Şunları
söyledi:
“Nefsin(in kusurlarını) bilmen insanların
kusurlarını araştırmana engel olsun.”
Hz. Peygamber efendimizin idarecilik ve devlet memurluğu konusunda geri çevirdiği insan sadece Ebû Zer değildir. O, kendisinde idarecilik vasfı
görmediği kişilere tatlı dille nasihat eder ve onları bu
işten vazgeçirirdi. Abdurrahman b. Semure'ye şöyle
demişti:
4-) Ebû Zer (r.a.), Hz. Peygamber efendimiz
ile olan bir hâtırasını da şöyle anlatır:
"Abdurrahman b. Semure! Kimseden idarecilik görevi isteme! Zira bu görev sen iste-
5
Nisan 2009
meden verilirse, Allah yardımcın olur. Eğer sen istediğin için verilirse, Allah'tan yardım göremezsin."
(Buhârî, Ahkam 5; Müslim, Eyman 19; Ebû Dâvûd, İmare 2; Tirmizî, Nüzûr 5)
Ebû Mûsâ el-Eş'arî de şöyle bir olay anlatır:
"Amcamın oğullarından ikisiyle Rasûlullah (s.a.v)'in
huzuruna girmiştim. Onlardan biri:
"Ey Allah'ın elçisi! Yüce Allah'ın sana verdiği görevlerden birine bizi idareci tayin et!” dedi. Diğer amcaoğlu da buna benzer şeyler söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Vallahi biz, isteyeni veya görev hırsı bulananı
idareci yapmıyoruz. (Buhârî, Ahkam 7; Müslim, İmâre 15)
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber görev isteyeni, hırsı
olanı veya idarecilik yapamayacak derecede zayıf olanı
idareci yapmıyor. Hz. Peygamber efendimizin tayin ettiği
idarecilere ve komutanlara baktığımız zaman, onun bu
konuda nasıl kılı kırka yararcasına ince eleyip sık dokuduğunu görürüz. Tayin ettiği idarecilerin ve komutanların
her birinin başarısı ortadadır.
Son bölümdeki hadis-i şeriflerden şunları anlıyoruz:
1-) İnsanlar, yapamayacakları işlere talip olmasınlar. Hele idarecilik gibi zor başarılabilecek işleri istemesinler. Herkes yapabileceği işlerin peşine düşsün.
2-) İdareci tayin etme konumunda bulunan yetkililer de çok dikkatli olsun ve Yüce Allah'ın emânetini zâyi
etmesinler. İdarecilikleri ve devlet imkanlarını kendi çevrelerine peşkeş çekerlerse âhirette rezil ve zelil olacaklarını şimdiden çok iyi bilsinler.
İyi ve âdil bir idarecinin kıyâmet gününde Yüce Allah'ın arşının gölgesinde barınacak yedi bahtiyardan biri
olacağı da unutulmamalıdır. Üstesinden gelip gelemeyeceğini düşünmeden idarecilik hırsıyla yanıp tutuşan
kimselerin bulunduğu bir zamanda, görevini mükemmel
bir şekilde yapacağı bilinenlerin idarecilikten kaçınmaları
doğru değildir. Hatta kendisine teklif edilen böyle bir görevi almak, yerine göre bir zarûrettir.
Biz, her nedense Hz. Peygamber efendimizin sünnetini hep ibâdetlere, yeme -içmeye ve bir de giyim – kuşama hasrederiz. Halbuki sünnet, Hz. Peygamber'in İslam'ı anlayış, kavrayış ve yaşayış biçimidir. Hayatının her
bölümünde ve ömrünün her saniyesinde ve işlerinin tümünde (ibâdet ve dünya işleri) O'na uyan ve O'nun yolundan gidenler sünnete uymuş demektir. Müslümanlar
olarak sürünmemizin ve bir türlü ayağa kalkamayışımızın sebebi, o Yüce Rasûlü tam manasıyla anlamadığımızdır. Rabbim bizi O'nu anlayanlardan ve O'nun sünnetine uyanlardan eylesin! (Âmin!)
Nisan 2009
6
Necid Çöllerinde
Ya Nebi! Şu halime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca sahranın
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!
Harim-i pakine can atmak istedim durdum
Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum
"Tahammül et" dediler… Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var.
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak
Önümde durmadı artık, ne hanuman ne ocak
Yıkıldı hepsi. Ben aştım diyar-ı Sudan'ı
Üç ay "Tihame!" deyip çiğnedim beyabanı
Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada
Yetişmeyeydin eğer, ya Muhammed, imdada
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin
Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin
İradem olduğu gündür senin iradene ram
Bir an için bana yollarda durmak haram
Bütün heyakili hilkatle hasbihal ettim
Leyale derdimi döktüm, cibali söylettim
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü
Nucuma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azabı hecrine katlandım elli üç senedir
Sonunda alnıma çarpan bu zalim örtü nedir?
Beş-altı sineyi hicran içinde inleterek
Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek?
Demir nikaabını kaldır mezar-ı pakinden!
Bu hasta ruhumu artık kayırma hakinden!
Nedir o meşale? Nurun mu? Ya Resulallah!
Mehmet Akif ARSOY
7
Nisan 2009
Kamil ABDULLAHOĞLU
Hırka-i Şerif
“HZ.
PEYGAMBER
(S.A.V)’İN
YAŞANTISINDAN
KARELER”
Hz. Peygamber (s.a.v) tüm insanlık için gönderilmiş bir rahmet, kurtarıcı ve rehberdir. İnanalar O’nu
kendilerine hayat düsturu olarak kabul
ederler. “Ey peygamber; Biz, seni
muhakkak şahid, müjdeci ve uyarıcı
olarak gönderdik. Allah'ın izniyle,
bir davetçi ve nûr saçan bir kandil
olarak (gönderdik).”1 Ayetleri O yücenin İlahi bir görevle kıyamete kadar
gelecek tüm insanlık için yolunu aydınlatan bir nur ve yegâne yol gösterici ve rehber olduğu tescillenmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v)in yaşantısı içerisine giren tüm davranışları bizler için
birer örnek olduğu kaçınılmazdır. Zira
vahi ile desteklenmiş ve kusurlardan
arınmış bir Peygamber uyulmaya ve
taklid edilmeye layık olur. O’nun haricinde bulunan herkes ne kadar büyük
olursa olsun mutlak manada kusurlu
ve her davranışının örnek alınmayacağı bilinmelidir. “Andolsun ki, ReNisan 2009
8
sûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret
gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir
örnektir.” 2 Ayeti de bu gerçeği bizlere
vurgulamaktadır.
Bu yazımızda Efendimiz (s.a.v)in
günlük yaşantısından bizlere örneklik
teşkil edecek bazı örneklerle O’nun
sünnetini bir nebze olsun hatırlamaya
ve yaşantımıza yön verme ümidiyle bu
satırları karalamaya çalışalım.
Peygamberimiz (s.a.v)’in dış kıyafeti:
Peygamberimiz’in dış kıyafetleri
iki çeşittir. Birincisine “Kamis” (gömlek) adı verilir. Kamis tek parçalı olup,
boydan boya entari biçimindedir. Sadece yakası açık olup, önü tamamen
kapalıdır. Kol uzunluğu bileklere, etek
uzunluğu da bacaklarının yarısına
O’nun sofrası ne acem şahlarının ne Bizans krallarının ve nede
müşrik Arap aristokratların sofrasına benzerdi. O isteseydi Süleyman (a.s) gibi bir kral peygamber
teklifini kabul ederdi. Ancak O bunu
kabul etmediğini şöyle ifade etmişlerdi: “Ya Aişe, eğer ben istesem,
altın dağları arkamdan benimle
birlikte yürür gelir. Nitekim bir
melek bana gelerek: “Rabbinin
sana selamı var. Diyor ki: “Hükümdar- peygamber olarak mı,
yoksa kul-peygamber olarak mı
yaşamak istersin.”Melek’in yanında buluna Cebrail, mütevazi
(alçak gönüllü) olmayı tercih etmemi işaret etti. Ben de, kul-peygamber olarak yaşamayı tercih
ettiğimi söyledim.”
kadar sarkmaktadır. Bu Hz. Peygamber’in en çok
sevdiği ve normal zamanlarda giydiği bir kıyafettir.
İkincisi ise Çift parçalıdır, yani takımdır. Bu
çift parçalı kıyafetin belden aşağı giyilenine “izar”
belden yukarı giyilenine de “rida” denir.3 Günümüzde Pakistan ve Afganistan yörelerinde giyilen
kıyafetler bu ikinci elbise türüne uymaktadır.
Peygamberimiz (s.a.v)in Yürüyüş Tarzı:
Hz. Peygamber (s.a.v) yürürken ayaklarını
sürümezler, adımlarını atarlarken yerden sertçe
kaldırırlardı. Hareket halinde iken sağa sola sallanmazlar, inişli yokuşlu engebeli bir arazide yürürcesine hafifçe önlerine eğilirlerdi. Dimdik durup
göğüslerini kabartarak yürümedikleri gibi, koşar
adımlarla yürürcesine hızlı da yürümezlerdi. Fakat,
Allah’ın kendilerine bir lütuf olarak, uzun mesafeleri
kısa zamanda katederlerdi.4 Hz. Peygamber (s.a.v)
giyim, yürüyüş ve diğer hareketlerde kadınlara
benzemekten şiddetle sakınırlar ve inananları da
sakındırırlardı. Bir hadiste: “Kadınlara benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye kalkışan kadınlara lanet olsun” 5
Peygamberimiz (s.a.v)in Oturuş Tarzı:
Peygamberimiz (s.a.v)in birden fazla oturma
şekilleri olmuştur. Şöyle ki; Oturağı üzerine oturarak, dizlerini karnına doğru iyice çekip kolları arasına aldıktan sonra ellerini önden bağlaması,
bağdaş kurarak oturması, yemek yerken çömelerek tek ayak üzerine oturması, açık arazide bir taş
vb. üzerinde otururken ayağını sarkıtarak oturması, diz çökerek oturması (namaz kılarken ve
yemek yerken) gibi zat-ı Risaletleri oturma şekillerini kullanmışlardır.
Peygamberimiz (s.a.v)in Yemek yeyiş Tarzı:
Peygamberimiz (s.a.v) çok sade bir hayat yaşamıştır. O’nun sofrası ne acem şahlarının ne Bizans krallarının ve nede müşrik Arap aristokratların
sofrasına benzerdi. O isteseydi Süleyman (a.s) gibi
bir kral peygamber teklifini kabul ederdi. Ancak O
bunu kabul etmediğini şöyle ifade etmişlerdi: “Ya
Aişe, eğer ben istesem, altın dağları arkamdan
benimle birlikte yürür gelir. Nitekim bir melek
bana gelerek: “Rabbinin sana selamı var. Diyor
9
Nisan 2009
ki: “Hükümdar- peygamber olarak mı, yoksa
kul-peygamber
olarak
mı
yaşamak
istersin.”Melek’in yanında buluna Cebrail, mütevazi (alçak gönüllü) olmayı tercih etmemi işaret etti. Ben de, kul-peygamber olarak yaşamayı
tercih ettiğimi söyledim.” Hz. Aişe der ki: artık o
günden sonra, bir daha, bağdaş kurup sofraya
iyice yerleşerek yemek yemediler ve şöyle buyurdular:
rım; o, insanı hareketsiz bırakan ne kötü bir haldir!” dua ederek aç kalmanın ne kadar kötü olduğunu ifade etmişlerdir.7 İbn Abbas (r.a) anlatıyor:
“Peygamber Efendimiz’in, arka arkaya birkaç
gece hiçbir şey yemeden yattığı olurdu da; O
ve hane halkı, akşam sofrasında yiyecek bir
şey bulamazlardı. Yedikleri ekmek ise arpa ekmeği idi.”
Peygamberimiz (s.a.v)in Katıkları:
“Ben, sıradan bir insanın yediği gibi yer
ve sıradan bir kulun oturduğu gibi otururum.”6
Hz. Peygamber (s.a.v) yemek yerken bir
şeye dayanmazlardı ve kolunun altına yastık koyup
yaslanmazlardı. Yemekten önce ellerini yıkar, besmele çeker ve sağ elleri ile yerlerdi. Resulullah yemeklerinde sağ elinin üç parmağını kullanırlar ve
tabaklarında asla yemek bırakmazlar ve tabağı
mübarek parmakları ile temizce silerlerdi. Sofra
olarak yer sofrası kullanırlar ve tek tabaktan tek tür
yemek yerlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v) ekmek olarak daima arpa ununda yapılmış ekmeği yerlerdi.
Kepeği iyice ayıklanmış “has undan” mamül
ekmek yememişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v)
sabah ve akşam olmak üzere iki öğün yemek yerlerdi ve kendileri: “Yarabbi, açlıktan sana sığını-
Resulullah Efendimiz’in yemekte aradığı başlıca özellik, onların, helal ve temiz oluşu ile, vücuda
yarayışlı olup olmayışıdır. Yemek seçme ve yemeğe kusur bulma gibi adetleri ise asla yoktur. Ebu
Hureyre (r.a) Şöyle demiştir: “Peygamber Efendimiz, hiçbir yemeği katiyen seçmezlerdi. Önüne
konan yemeği, eğer iştahı varsa yer yoksa yemezlerdi.”8 Efendimiz (s.a.v) herhangi bir yemek
için “keşke olsa da yesek” şeklinde herhangi bir talepleri olmamıştır. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in
kol ve sırt etini çok severdi diyenlere Hz. Aişe Validemizin cevabı şöyledir: “Kol eti, Resulullah’ın
hiç de çok sevdiği bir et değildi. Ne var ki, diğerlerine göre, gerek pişeğen oluşu, gerekse
sofrada fazla oyalanmayışı dolayısıyla, etin kol
kısmını tercih ederlerdi. Bu yüzden de, onu çok
sevdiği zannedilirdi.”9
Peygamberimiz (s.a.v)’in
Yemekde Ellerini Yıkaması:
“Elindeki yemek bulaşığını yıkamadan yatan kimse, şayet gece
başına bir musibet gelirse, bu durumda, kabahati başkasında değil,
bizzat kendisinde arasın!.”10
Nisan 2009
Peygamberimiz (s.a.v) yemekten önce ve
sonra ellerini yıkarlardı. Bu davranışlar başlı başına bir eğitim işidir. Özellikle yemekten sonra elleri
yıkamanın ne kadar önemli olduğunu peygamberimiz (s.a.v)in şu sözlerinden öğreniyoruz: “Elindeki
yemek bulaşığını yıkamadan yatan kimse,
şayet gece başına bir musibet gelirse, bu durumda, kabahati başkasında değil, bizzat kendisinde arasın!.”10 Yemekten önce el yıkamak bir
nezaket kuralı olsa da, yemekten sonra yıkamak
temizlikten başka bir şey değildir. Ayrıca peygamberimiz (s.a.v) yıkandıktan veya abdest aldıktan
sonra ellerini mendil veya havlu ile kurularlardı. Tirmizi’nin rivayet ettiği bir bilgide: “Peygamber
Efendimiz’in bir mendili (peşkiri) vardı; abdest
aldığı veya elini yıkadığı zaman, onunla kurulanırdı.”11
10
Peygamberimiz (s.a.v)’in
İçecekleri ve İçiş tarzları:
Efendimiz (s.a.v) döneminde meşrubat çeşitleri; bal şerbeti, hurma ve kuru üzüm şırası ve süt
gibi içeceklerden oluşmaktadır. Bazı alimler o devirde on beş civarında içecekten bahsetmişlerdir.
Enes b. Malik (r.a) titizlilikle sakladığı Peygamber
Efendimiz (s.a.v)in su bardağını insanlara tanıtırken: “Ben, Resulullah Efendimiz’in bütün içeceklerini; bal şerbetini, hurma ve üzüm şırasını,
suyu ve sütü, O’na hep şu bardakla içirirdim”
derdi.12 Sahabe-i Kiram efendilerimiz (r.a) Medine
içerisinde ve dışında bulunan tatlı su kuyularından
Efendimiz (s.a.v)e özel olarak su getirirlerdi. Getirilen bu suları da zamanın şartlarına göre soğutur
ve Efendimiz (s.a.v)e ikram ederlerdi.
Peygamberimiz (s.a.v) su içme konusunda
da diğer hususlarda olduğu gibi zarif ve ölçülü davranışlar sergilemiş ve bize örnek olmuşlardır. Su
içme konusunda herhangi bir engel yoksa oturarak
içmemizi öğütlemiştir. Bir hadiste: “Hiç biriniz
ayakta içmesin. Eğer unutarak ayakta içen
olursa, onu geri çıkarsın!.”13 Bu hadis karşısında
rivayet edilen bir başka hadis ise Abdullah b. Amr
İnun’l-As (r.a) rivayet etmiştir: “Ben, Peygamber
Efendimiz’in, suyu hem ayakta iken, hem de
otururken içtiklerini bizzat gördüm.” Peygamberimiz (s.a.v.) in özel durumlar hariç suyu oturarak
içtiği kaynaklarda ifade edilir. Ayakta içtiği durumlar
ise; a)Zemzem suyunu, b) Abdest aldığı sudan arta
kalanını, c) Duvarda asılı bulunan bir su kabından
içmiştir.14
Ayrıca Efendimiz (s.a.v.) Suyu yudum yudum,
dinlene dinlene içerler ve suya üflememeyi tavsiye
ederlerdi. Bir hadiste: “Suyu devenin içtiği gibi,
hiç dinlenmeden bir içişte içmeyiniz; iki veya
üç defa dinlenerek içiniz. İçmeye besmele ile
başlayınız; bardağı dudağınızdan ayırınca Elhamdulillah deyiniz.” 15
....................................................................................................
1 - Ahzab, 33/45,46, 2 - Ahzab, 33/21, 3 - Prof. Dr. Ali Yardım; Peygamberimiz’in şemaili, 177, 4 - Yardım, 181, 5 - Buhari, Libas, 62; Ebu Davud, Libas, 28, 6 - İbn Sa’d,
Tabakat, 1/381 (Şemailden Naklen, 201,202), 7 - Yardım A, Şemail, 209,212, 8 - Mislim, Eşribe, 188, 9 - Şemail, 225, 10 - Ebu davud, 3/1658; Hd. No:38552, 11 - Tirmizi,
Sünen, 1/142; Hd. No: 53, 12 - Yardım, Şemail, 255, 13 Müsli, Eşribe, 14, 14 - Yardım, 264, 15 - Tirmizi, Sünen, 4/302; Hd. No: 1885
11
Nisan 2009
Dr. Mustafa KAYA
enNEBİYYU’LUMMÎ
KİMDİR?
Allah Teâlâ’nın, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Muhammed’den bahsederken kullandığı belirleyici genel
niteliklerden birisi de “el-Ummî”dir.
Ümmîlik, ayetlerde Hz. Peygamber’in nebîliği bağlamında, o
Nebînin bir özelliği olarak verilmektedir. Bu yazımızda Allah (CC.)’ın,
Hz. Peygamberimize neden Ümmî
Nebî dediği?, bu sıfatı taşıyan
Peygamberimizin görevinin ne
olduğu?
üzerinde
duracağız.
Kur’ân’da “el-Ummî” ve çoğulu “elUmmiyyûn” toplam altı ayette
geçmektedir. İki yerde tekil, dört
yerde ise çoğul şekliyle yer almıştır.
Art arda gelen iki ayette tekil lafızla
ve Hz. Muhammed’in bir sıfatı
olarak kullanılmıştır. Biz sadece kelimenin tekil olarak geçtiği ve Hz.
Peygamberle alâkalı bu iki ayetten
Nisan 2009
12
yola çıkarak bu sorulara cevap
vereceğiz. Bunlar A‘râf 157 ve 158.
ayetlerdir:
“Onlar
ki
yanlarındaki
Tevrat ve İncil’de (vasıfları) yazılı
Peygambere, o Ümmî Nebîye tâbi
olurlar. O Peygamber ki kendilerine meşrû şeyleri emreder,
kötülükleri yasaklar, kendilerine
güzel ve hoş şeyleri mübah, murdar şeyleri ise haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki
zincirleri kaldırıp atar. Ona iman
eden, onu destekleyen, ona
yardımcı olan ve onunla beraber
indirilen nûra tâbi olanlar var ya,
işte felâha erenler onlardır (A‘râf-7,
157).
De ki: Ey insanlar! Ben sizin
hepinize Allah tarafından gönder-
ilen Peygamberim. O ki, göklerin ve yerin
hâkimiyeti O’na aittir. O’ndan başka ilâh yoktur.
Hayatı veren de, ölümü yaratan da O’dur. Öyleyse siz de Allah’a ve O’nun bütün kelimelerini
tasdik eden Peygambere, o Ümmî Nebîye
inanın. Ona tâbi olun ki doğru yolu bulasınız”
(A‘râf-7, 158).“el-Ummî”nin çoğulu ise sırasıyla şu
ayetlerde geçmektedir: Bakara-2, 78; Âl-i ‘İmrân3, 20 ve 75; Cum‘a-62, 2.
Kelimenin tekil formunun kullanıldığı iki
ayette geçen “en-Nebiyyu’l-Ummî” kavramı, çeşitli
kaynaklarda kısaca şu şekillerde izah edilmiştir:
a) “el-Ummî”, “Umm” (anne) köküne nisbetle annesinden doğduğu hâl üzere devam etmiş, fıtratı ve yaratılıştan getirdiği saflığı kaybetmemiş,
değişikliğe ve bozulmaya uğramamış olmayı anlatmaktadır.
bir insan olarak seçmiş, onun toplumunu da felsefî
doktrinlerden, derin çekişmelerle tahrife uğramış
dinlerden beslenmemiş, basit bir yaşayışa sahip bir
toplum olmasından dolayı, vahyin ilk muhatapları
olarak tercih etmiştir. Sonuçta bu çekirdek nesil
(sahabe) ve önderi Hz Muhammed, ilâhî vahyi
bütün insanlığa başka öğretilerle karıştırmadan
ulaştırabilmiştir.
Hz. Muhammed’in okuma-yazma bilip
bilmediği ve sonradan bunu öğrenip öğrenmediği
tartışılmıştır. Yaygın kanaat onun okuma-yazma
bilmediği yönündedir. Bu kanaatleri şu şekilde
özetleyebiliriz:
- Rasûlullâh hayatı boyunca asla yazı yazmamış ve bakarak hiç bir kitabı okumamıştır.
- Peygamber Efendimiz bir mucize olarak
Hudeybiye Musâlahası esnasında ismini yazmış
ve yine mucize olarak bazı şeyleri okumuştur.
Rasûlullâh hayatı boyunca asla yazı yazmamış ve bakarak
hiç bir kitabı okumamıştır.
Peygamber Efendimiz bir mucize olarak Hudeybiye
Musâlahası esnasında ismini yazmış ve yine mucize olarak
bazı şeyleri okumuştur.
b) “el-Ummet” (millet, halk) köküne nisbetle
Arap ümmetine, milletine mensup olmayı ifade etmektedir.
- Hayatının son dönemlerinde “okur-yazar”
denmeyecek kadar, bazı şeyleri yazmış ve okumuştur.
c) “Ummu’l-Kurâ”ya (şehirlerin anası) nisbetle Mekkeli olmak anlamındadır.
- İslâm’ın ilme verdiği önem sebebiyle ve
öğrenmek hakkındaki ilâhî işarete itaat etmiş
olmak için bir dereceye kadar öğrenmiştir.
Bu üç ifadeden hareketle; annesinden doğduğu hâl üzere kaldığı ve o çağda ve coğrafyada
yaşayan Arap halkının büyük kısmının okumayazma bilmeyenlerden teşekkülünün tabiî bir
sonucu olarak, Nebî’nin, onların içinden çıkan,
kendileri gibi okuma-yazma bilmeyen, yaşadığı
toplumu yansıtan ve temsil eden bir birey olduğu
öngörüsüne ulaşılmıştır. Böylece Ümmî Nebî’nin
anlamı; ‘okuma-yazma bilmeyen Nebî’ demektir.
Bu bağlamda, ümmîlik yani okuma-yazma
bilmemek bir eksiklikken Hz. Peygamber için bir
üstünlük ve mucize olmaktadır. Allah Teâlâ, son
elçisini bir hikmete binaen okuma-yazma bilmeyen
- Bir mucize olarak peygamberlikle beraber
Cebrail (a.s.), O (sav)’na okuma ve yazmayı öğretmişti.
- Okumasını biliyordu, ama yazamıyordu.
- Okumayı da, yazmayı da biliyordu.
“el-Ummî”nin “el-Ummet” kelimesinden
türediğini varsayarak yapılan başka bir yorum daha
vardır. Bu yoruma göre Ümmî Nebî demek, Yahudî
ve Hıristiyanlar tarafından da bilinen, beklenen onların dışında bir peygamber anlamındadır. İsrail
13
Nisan 2009
oğulları zaten insanlığı Yahudî ve Yahudî olmayanlar diye ayırmış, kendi dışındakilere değer
vermemiştir. İnançlarına göre; onlar Allah tarafından özel olarak yaratılmış, ayrıcalıklı ve üstün bir
ırktır. Bunun sonucu olarak kendilerinden olmayan
bir peygamberin gelme ihtimali söz konusu değildir.
Halbuki Allah (CC.), Hz. Muhammed’i İsrail
oğullarından değil, Hz. İsmail’in soyundan bir nebî,
bir peygamber olarak göndermiştir. Kur’ân da bu
durumu anlatmak, İsrail oğullarının bu inançlarının
yanlış olduğunu ve özellikle Hz. Muhammed’in
sadece Yahudî ve Hıristiyanlara değil bütün insanlığa gönderildiğini vurgulamak amacıyla, art arda
gelen işte bu iki ayete yer verilmiştir.
Demek ki Hz. Peygamberimiz, ümmîliğin ilk
anlamını dikkate aldığımızda, Ümmî olmakla hem
önceki kutsal kitapları kopya ve taklit etmekten korunmuş, hem de ikinci anlamıyla İsrail oğullarının
başkalarını küçük gören, kendilerini seçilmiş üstün
kimseler sayan tekelci dinî anlayışlarının yanlışlığını anlatmakla görevlendirilmiştir. Kısacası o
sadece İsrail oğullarının değil bütün halkların
peygamberidir. Söz konusu iki ayeti bu açıdan
tekrar okursak, Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in ko-
runmuşluğunun yanı sıra onların ilahî davetin
evrenselliğini ifade ettiğini yakından görürüz.
“Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de
(vasıfları) yazılı Resûle, (böylece artık sadece
Yahudî ve onların devamı niteliğindeki Hıristiyanları değil, onların dışındaki bütün halkları
muhatap kabul eden) o Ümmî Peygambere tâbi
olurlar. O Peygamber ki kendilerine meşrû şeyleri emreder, kötülükleri yasaklar, kendilerine
güzel ve hoş şeyleri mübah, murdar şeyleri ise
haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona iman eden, onu
destekleyen, ona yardımcı olan ve onunla beraber indirilen nûra tâbi olanlar var ya, işte
felâha erenler onlardır.
De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize
Allah tarafından gönderilen bir elçiyim. O ki,
göklerin ve yerin hâkimiyeti O’na aittir. O’ndan
başka ilâh yoktur. Hayatı veren de, ölümü
yaratan da O’dur. Öyleyse siz de Allah’a ve
O’nun bütün kelimelerini (ilahî şeriatlarını) tasdik eden Resûle, o Ümmî Peygambere inanın.
Ona tâbi olun ki doğru yolu bulasınız.” (A‘râf-7, 157158).
Kaynakça
Kaya, Remzi (1994), “Ehl-i Kitap”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, X, 516-
‘Abdussabûr Şâhîn (1973), “Hz. Muhammed Okuma ve Yazma Biliyor muydu?”, çev.
519, İstanbul.
Tayyar Altıkulaç, Diyanet Dergisi, XII/4, 199 vd., Ankara.
Kitâb-ı Mukaddes (1997), “Tesniye”, İstanbul.
Adam, Baki (2002), Yahudilik ve Hıristiyanlık Açısından Diğer Dinler, İstanbul.
el-Kurtubî, Ebû ‘Abdillâh Muhammed b. Ahmed (1372/1955), el-Câmi‘ li-Ahkâmi’l-
el-‘Akkād, ‘Abbâs Mahmûd (1986), “el-İslâm, Da‘ve ‘Âlemiyye”, el-Mecmû‘atu’l-Kâmile
Kur’ân, I-XX, nşr. Ahmed ‘Abdul‘alîm el-Berdûnî, Kahire.
li-Mu’ellefâti’l-‘Akkād, el-İslâmiyyât-2, VI, 1-219, Beyrut.
Kutluay, Yaşar (2004), İslâm ve Yahudi Mezhepleri, İstanbul.
Aktepe, Orhan (1997), Hz. Muhammed’in Risaletinin Evrenselliği, Basılmamış Yük-
Önkal, Ahmet (1986), “Hz. Peygamber’in Ümmîliği”, Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakül-
sek Lisans Tezi, Erzurum.
tesi Dergisi, 2, 249-262.
el-Bâcî, Ebu’l-Velîd Suleymân b. Halef (1983), Tahkīku’l-Mezheb, nşr. Ebû ‘Ab-
Özsoy, Ömer-Güler, İlhami (1997), Konularına Göre Kur’an, Ankara.
dirrahmân b. ‘Ukeyl ez-Zâhirî, Riyad.
er-Râgıb el-İsfahânî (1412/1992), Mufredâtu Elfâzi’l-Kur’ân, nşr. Safvân ‘Adnân
Balcı, İsrafil (2006), “Erken Dönem Arap Kültüründe Peygamberlik Tasavvuru”, EKEV
Dâvûdî, Dimaşk-Beyrut.
Akademi Dergisi, 29, 111-134.
Reissner, H. G. (1949), “The Ummī Prophet and the Banu Israil of the Qur'ān ”, Mus-
Besalel, Yusuf (2001), Yahudilik Ansiklopedisi, I-III, İstanbul.
lim World, 39, 276-281.
Bozdağ, Bekir (1991), İlâhî Dinlerin Kutsal Kitaplarında Peygamberlik Anlayışı, Basıl-
Sîbeveyh, Ebû Bişr ‘Amr (1316), el-Kitâb, I-II, Bulak.
mamış Yüksek Lisans Tezi, Bursa.
Soysaldı, Mehmet-Şimşek, Songül (2003), “Kur’an’da Ümmî Kavramının Semantik
el-Câbirî, Muhammed ‘Âbid (2006), “en-Nebiyyu’l-Ummî Hel Kâne Yekra’ ve Yek-
Analizi ve Bu Bağlamda Hz. Peygamber’in Ümmîliği Meselesi”, EKEV Akademi Der-
tub…”, Medhal ile’l-Kur’âni’l-Kerîm, el-Cuz’u’l-Evvel fi’t-Ta‘rîf bi’l-Kur’ân, 77-98, Beyrut.
gisi, 16, 85-102.
Çetin, Nihad M. (1986), “Ümmî”, İslâm Ansiklopedisi, XIII, 104-106, İstanbul.
Steingass, F. (1989), A Learner’s Arabic-English Dictionary, Beirut.
Ebû Zeyd, Nasr Hâmid (2007), “Hıristiyan Teolojisi Perspektifinden Kurân’ın Okunuşu
Şen, Ziya (2006), “Kur’an’da Ümmî Kavramı ve Hz. Peygamber’in Ümmîliği”, İslâmî
ve Bunun İslâm Kelâm’ının Gelişmesine Etkisi”, çev. Sadık Kılıç, Atatürk Üniversitesi
İlimler Dergisi, 2, 203-218.
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 28, 271-303.
Şenocak, İhsan (2008), “Risaletin Büyük Şahidi Ümmîlik”, İnkişaf, 9, 12-21.
Fahruddîn er-Râzî, (t.y.), et-Tefsîru’l-Kebîr, I-XXXII, Tahran.
Türcan, Selim (2007), İlk Dönem Kur’an Tasavvuru ve Dönüşümü -Kimlik ve Kitâb İl-
Gilchrist, John (1986), Muhammad and the Religion of Islam, Benoni.
işkisi Bağlamında-, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara.
Goldfeld, Isaiah (1980), “The Illiterate Prophet (Nabî Ummî), An Inquiry into the De-
Yavuz, Yusuf Şevki (2007), “Peygamber”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
velopment of a Dogma in Islamic Tradition”, Der Islam, 57, 58-67.
XXXIV, 257-262, İstanbul.
Hamidullah, Muhammed (2003), İslâm Peygamberi, I-II, çev. Salih Tuğ, Ankara.
Yazır, Elmalılı M. Hamdi (1979), Hak Dini Kur’ân Dili, I-X, İstanbul.
Hıdır, Özcan (2006), Yahudi Kültürü ve Hadisler, İstanbul.
Yörük, İsmail-Şık, İsmail (2004), “Kelâm Açısından Hz. Peygamberin Ümmîliği”, Dinî
İbn Manzûr, Cemâluddîn Muhammed (1408/1988), Lisânu’l-‘Arab, I-XVIII, nşr. ‘Alî
Araştırmalar Dergisi, 19, 173-190.
Şîrî, Beyrut.
ez-Zeccâc, Ebû İshâk İbrâhîm (1988), Me‘âni’l-Kur’ân ve İ‘râbuh, nşr. ‘Abdulcelîl
İbn Teymiyye, Ahmed b. ‘Abdulhalîm (1414), el-Cevâbu’s-Sahîh li-Men Beddele
‘Abduh Şelebî, I-V, Beyrut.
Dîne’l-Mesîh, I-IV, nşr. ‘Alî b. Hasan b. Nasr v.dğr., Riyad.
ez-Zemahşerî, Ebu’l-Kāsım Cârullâh Mahmûd b. ‘Omer (t.y.), el-Keşşâf, I-IV, Beyrut.
Nisan 2009
14
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
O’NA UYMAK
SAADET
KARŞI
ÇIKMAK
FELÂKET
Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim;
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim!
Necip Fazıl KISAKÜREK
Peygamberlik, çok mühim ve çok çok özel müessese,
Peygamber çok çok müstesnâ bir şahsiyet. Bu itibarla; “O’na
itaat eden ve uyan Allah’a itaat etmiştir.” (Nisa (4) / 80) sayılır. Allah’ı sevdiklerini iddia edenlerin Peygamberimize uymaları ise;
bir kaçınılmazlıktır. Allah’ın bizleri sevmesi ve günahlarımızı
bağışlaması da O’na uyum sağlamanın bir sonucudur. (Âli İmrân (3)
/ 31) .Muhâlefet ve karşı gelmenin cezası ise; amellerimizin boşa
çıkması ( Muhammed (47) / 33) sonucu Cehennemdir.( Nisa (4) /115).
Peygamberimize karşı geliş bir isyan ve savaş haline gelirse bunun dünyalık cezası da Kur’an-ı Kerim’de mevcut olup,
çok da ağırdır. (Mâide (84) /33)
Peygamberimiz’in getirdiği dine yani İslâmiyet’e yani
Kur’an ve Sünnet’e savaş ilan etmenin hükmü de böyledir.
“İsyan” ve “savaş” kelimelerinin; O’na hakaret, Sünnet’ini
hor görme ve getirdiklerine düşmanlık gibi manalara geldiğini
hatırdan uzakta tutmamak lazım.
15
Nisan 2009
Mehmet TALU
KUTLU
DOĞUM
HAFTASI
İlahi vahyin son ve tamamlayıcı halkası İslâm’ın
ve O’nun peygamberi Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimizin insanlığa çağrısını doğru ve etkin bir şekilde tanıtmak, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sevgisi
etrafında toplumumuza birlik ve beraberlik mesajları
sunmak amacıyla ülkemizde ve yurt dışında 1989 yılından bu yana Kutlu Doğum Haftası programları düzenlenmektedir.
Kutlu Doğum haftası denildiğinde, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi anmak, daha da önemlisi
O’nu anlamak, O’nun temsil ettiği aşkın değerler bütününü tanımak ve hayatımıza ışık tutan bir meşale yapabilmek çabası akla gelir. Kur’an-ı Kerim’in evrensel
mesajı, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin örnek
şahsiyeti ve ahlakı bu değerler bütününün temel öğeleridir.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi örnek almak demek tarihe gitmek ve gömülmek değil, O büyük şahsiyeti tanımak ve sevmek, O’nun insanlığın huzur ve mutluluğu için yaptığı çağrıyı güncelleştirerek
hayatımıza yansıtmak, O’nun ahlakını ve çizgisini davranışlarımızın mihveri ve rehberi yapabilmek demektir.
Bir ölçüde tarihteki kutlama faaliyetlerinin canlandırılması, günümüzle Hz. Peygamber (S.A.V.) EfenNisan 2009
dimizin dönemi, Selçuklu, Osmanlı dönemleriyle bir
köprü kurulması, geçmişle geleceğin bütünleştirilmesi
şeklinde de anlatılabilecek Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri bugün özellikle dinî ve kültürel hayatımızda
meydana getirdiği canlılık ile ayrı bir önem arz etmektedir.
İlk yıllardan itibaren toplumun bütün kesimleri tarafından coşku ile kutlanan Kutlu Doğum Haftası, artık ülkemizin beklenen bir kültür faaliyeti, güzel bir geleneği oldu.
Bu vesile ile Kutlu Doğum Haftalarını Türk toplumunun seviyesine ve seciyesine uygun olarak ihdas
eden, bunu güzel bir gelenek hâline getiren, Mevlid-i
Nebileri birer anma toplantılarından anlama toplantılarına dönüştüren bütün büyüklerimize, hocalarımıza
şükran borçlu olduğumuzu ifade etmek isterim. Bu hocalarımızdan vefat edenlere ALLAH’tan rahmet, hayatta olanlara sağlık ve selâmet temenni ediyorum.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin, bir hafta
boyunca ülkemizin her köşesinde ilim adamlarımız
tarafından halkımıza anlatılacak olması gerçekten heyecan vericidir. Rabbimden dileğim bu heyecanın, bu
ülke insanının yüreğinden hiçbir zaman eksik olmamasıdır. Abdullah b. Mesud (R.A.)den rivayete göre
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “Kişi, sevdiği
16
kimse ile beraberdir” buyurmuşlardır.1 Söz ve düşünce âleminde bir miktar O’nunla olmak istiyoruz.
Buna hazırsanız ki gönülleriniz ve gözleriniz buna hazır olduğunu gösteriyor, buyurun O’nunla birlikte olmaya gidelim.
Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri bugün özellikle
dinî ve kültürel hayatımızda meydana getirdiği canlılık ile ayrı bir önem arz etmektedir.
Bu kutlamaların özellikle günümüzde ayrı bir
anlam ve fonksiyon taşıdığı inkâr edilemez. Ancak bu
kutlamaların içine mezmum bidat karıştırmadan,
meşru ölçüler içinde olmasında çok büyük fayda ve
maslahatlar vardır.
Özellikle toplumumuzun bin bir yöntemle değerlerinden uzaklaştırılmaya ve sekülerleştirilmeye
çalışıldığı bir dönemde, kendi kimlik ve aidiyet motiflerimizin her vesileyle vurgulanması, gündemde tutulması ve yaygınlaştırılması her bakımdan önem arz etmektedir. Bu kutlamaların da bu bakımdan toplumsal
kimliğimizin muhafazasında önemli bir yer tuttuğu inkâr edilemez.
Dolayısıyla ülkemizde 1989’dan beri “Kutlu Doğum” adıyla yapıla gelen etkinliklere aktif olarak katılmak, bu kutlu zaman dilimini bireysel ve toplumsal
arınmamızın önemli bir vesilesi olarak değerlendirmek konusunda hassas davranmak durumundayız.
KUTLU DOĞUM
HAFTALARININ FONKSİYONU
Cahiliye karanlığındaki insanlığın üzerine bir nur
gibi doğan Rahmet Peygamberi Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin doğum yıldönümü tüm dünyada
Müslümanlar tarafından coşkuyla kutlanıyor. O’nun
çağları delen evrensel mesajı insanlığa, var oluşunun
nihai manasını anlatıyor.
Kutlu Doğum Haftası, Hz. Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz sevme ve anlama haftasıdır. O’nun getirdiği
kuşatıcı rahmeti içimizde hissetme dönemidir. Kendini
tanımayan Rabbini tanıyamaz, niçin var olduğunu fark
edemez. Sıradan bir canlı olarak yaşar gider.
südeki hocadan almanın vakti geçmiştir. Bu bakımdan
yayınlanan birçok eser önem taşımaktadır. Ama bunun
amacına ulaşması için bunların sizin evine, kitaplığınıza girmesine ihtiyaç var. Okuma oranımızı da artırmalıyız. Komşularımızdan çok geriyiz. Okumalı ve
doğru bilgileri almalıyız. Dinimizi doğru öğrenmeliyiz.
Eğer biz dinimizi doğru bir şekilde öğrenirsek İslam’ı da doğru temsil etmiş oluruz. Maalesef bugün
batı dünyası hem İslam’ı hem de Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimizi doğru anlama imkânından yoksun bulunuyor. Bunun çok sebebi var ama biz de üzerimize düşen görevi yapmalı, O’nun o sevgisini insanlığa sunmalıyız. Başkalarını kınamak yerine kendi
ödevimizi iyi yapmak gerekir. Enes b. Malik (R.A.)
den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“Sizden hiçbiriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe
gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” 2 buyurmuştur.
Ne büyük bir ideal, ne yüksek bir çıta…
Ülke olarak, dünya olarak barış içinde bir arada
yaşamaya ihtiyacımız var. Ne pahasına olsun bir
arada yaşamak değil ama barış, sevgi ve huzur içinde
bir arada yaşamaya ihtiyacımız var. Açıp Kur’an-ı Kerim ve sünnete bakıyoruz, baştan sona hoşgörü ve
sevgiyi işliyor. Biz hak dinin temsilcileri olarak Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bize bildirdiği dini bilgiyi
insanlara anlatırız. Sonrası insanların kendi tercihidir.
Bizim medeniyetimiz hoşgörü medeniyetidir. Tarihte
sahip olduğumuz hoşgörünün en açık belgesi Anadolu’dur. Anadolu’da yıllarca farklı din ve inanç mensupları bir arada barış içinde yaşamışlardır. Öyle olduğu için bizim Anadolu medeniyeti adeta sevgi ve
hoşgörü medeniyeti olmuştur. Biz dünyaya bu hoşgörü
ve sevginin altın sayfalarını sunmuş bir medeniyete
mensubuz.
KUTLU DOĞUM HAFTASINA
ELEŞTİRİLER
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz bize varlığımızın nihai manasını kavratıyor. Biz de sıradan bir
canlı olmadığımızı Allah’ın yeryüzündeki iyilikleri doğrulukları yapmaya vazifeli bir halifesi olduğumuzu kavrıyoruz. Her insan kutsaldır ve Allah’ın yeryüzüne gönderdiği, güzellikler yapmakla memur kıldığı bir insandır.
Bunun için dinimizin özünde insan sevgisi var. Herkesi
böyle bir sevgiyle sevebilmeyi bize Efendimiz Muhammed Mustafa öğretti.
Her Peygamberin ümmeti, kendi Peygamberinin
doğum gününü bayram yapmıştır. Hz.Muhammed
(S.A.V.) Efendimizin doğum günü de, Müslümanların
bayramıdır. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz nübüvvetten sonra, her yıl, bu geceye önem verirdi. Bu
gecede, Eshabı Kiram, bir yere toplanıp, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin doğum öncesi ve sonrası
mucizelerini okurlar, anlatırlardı. Bunun için dünyanın
her tarafındaki Müslümanlar, her sene, bu geceyi,
mevlid kandili olarak kutlayarak, her yerde “Mevlid
kasideleri” okunarak Resûlullah (S.A.V.) Efendimizi
hatırlatılmaktadır.
Bu hafta vesilesiyle herkes Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin hayatı ile ilgili mutlaka bir kitap
okumalıdır. Camilerimiz bu anlamda okuma evlerine
dönüşmelidir. Artık dini bilgiyi sadece minberdeki, kür-
Diyanet İşleri Başkanlığı da, bu maksatla,
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin doğumunu, Kameri Takvime göre Rebi’ül Evvel ayının 12. gecesinde
camilerde mevlit, Cuma günü de hutbe okunarak ve
17
Nisan 2009
vaazlarda konu halkımıza anlatılarak Mevlid Kandili’nin kutlanmasının yanı sıra, Peygamberimiz Hz.
Muhammed (S.A.V.) Efendimizin Miladi doğum günü
kabul edilen 20 Nisan’ı içine alan haftada, 1989 yılından beri Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet
Vakfı tarafından müştereken düzenlenen “Kutlu Doğum Haftası” adı altında değişik etkinlikler ile kutlanmaktadır.
Diyanet’in iyi niyetle de olsa yaptığı bu yeni,
geçmişte örneği olmayan uygulama; bazı karışıklıkları,
yanlışlıklara hatta Müslümanlara bir takım eleştirilerin
yöneltilmesine sebep olmaktadır. Şöyle ki:
istemez insanın aklına şu endişeyi getiriyor: Ya zamanla, gerçek doğum günü olan, Mevlit Kandili unutulur, bunun yerini Kutlu Doğum Haftası alırsa ne olacak?
4- Bu konuda şöyle bir orta yol bulunabilir: Ya bu
Kutlu Doğum Haftası, hicri yıla göre olan doğum gününü yani mevlid kandilini içine alacak şekilde yapılır,
ya da Miladi doğum gününe denk gelmeyecek bir haftada, doğum günü değil de “Anma Haftası” şeklinde
düzenlenir. Bu hafta da, konserli, eğlenceli değil, Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin şanına yakışır bir anma
programı ile yapılmalıdır.
1- “Kutlu Doğum Haftası” ile ilgili, yazılarında
bazı İslam karşıtı yazarlar, “Hz.Peygamber (S.A.V.)
Efendimizin bir sene içinde iki doğum kutlamasının yapılması akla uygun değildir. Kutlama yapılacaksa hicri
yıla göre mi yoksa miladi yıla göre mi kutlayacaklar
önce buna karar versinler. Dünyanın hiçbir yerinde,
aynı şahıs için iki doğum günü kutlama yapılmaz!” türü
ifadelere yer verdiler.
Maksat, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizi,
onun büyüklüğünü, yüceliğini, son peygamber olduğunu hatırlatmak ise zorlama “Kutlu Doğum Haftasına”
lüzum yoktur. Yılın herhangi bir haftasında bu pekâlâ
yapılabilir. Böylece kimsenin kafası da karışmamış
olur. Hem de yapılan iş dine uygun olur!
Ayrıca, pek çok sade Müslümanın da kafası karışmış durumdadır. “Biz kendimizi bildiğimizden beri,
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin doğum gününü,
Mevlid Kandili’nde kutlarız. Kutlu Doğum Haftası da
nereden çıktı. Eski köye yeni adet mi getiriliyor” diyorlar. Çünkü dini günler ve gecelerin sadece hicri yıla
göre yapıldığını biliyorlar.
İstanbul ilçelerinden birinde “Kutlu Doğum Haftası” münasebetiyle etkinlikler yapılmış ve İslâm dinine
ve Şeriatına aykırı işler sergilenmiştir. Birkaç örnek veriyorum:
2- Buna rağmen eğer, Kutlu Doğum Haftası,
miladi yıla göre yapılacaksa, bu kutlamaların Resûlullah (S.A.V.) Efendimizi anmanın şanına, ve sünnetine
uygun bir şekilde olması gerekmektedir. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizi övmek ibadet olduğuna göre,
kutlamaların ibadet sınırları içinde olması gerekir. Diyanet İşleri başkanlığının kutlama programının 9. maddesinde, “Başkanlığımız Türk Tasavvuf Musikisi Korosu hafta içinde konserler verecektir” denilmektedir.
Yine, programda; tiyatro gösterileri sergileneceği, Nasreddin Hoca’dan fıkralar anlatılacağı bildirilmektedir. 14
maddelik etkinlik sıralamasında “ibadet” kapsamında
değerlendirebileceğimiz etkinlik sayısı çok azdır. İl
müftülükleri daha da renklendirmişler; bir ilimizde, davullu zurnalı yağlı güreşler, mehter ve folklor gösterileri de eklenmiş programa. Şimdi bu etkinlikleri, ibadet
kapsamında mı, eğlence kapsamında mı değerlendireceğiz? Yoksa ikisinin karışımında mı, yoksa niyete
göre mi değerlendirilmesi istenecek?
3- Dikkati çeken başka bir husus da; gerçek doğum günü olan Mevlid Kandili kutlamaları; kandil gecesi mevlit okutmak, Cuma hutbelerinde ve vaazlarda
bahsetmekle sınırlı iken; Kutlu Doğum’un, bir hafta
süre ile Mevlid Kandili programı ile mukayese edilemeyecek zenginlikte kutlanmasıdır. Bu uygulama ister
Nisan 2009
KUTLU DOĞUM BÖYLE KUTLANMAZ
Mevlevî semazenlerle birlikte sahneye hanımlardan kurulu bir Semah ekibi çıkartılmış ve her iki grup
birlikte döndürülmüştür.
Böyle bir şeye din izin vermez. İslâm dini ve Şeriatı, kadınlara gösterdiği büyük hürmet dolayısıyla
birtakım sınırlandırmalar koymuştur.
Yüce Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin doğumunu kutlamak için sahnelere hanımların çıkartılmasını dinimiz kesinlikle kabul etmez ve böyle bir şeyi
saygısızlık ve sınırları çiğnemek olarak görür.
Filân televole ilâhiyat profesörü buna fetva vermiş... Böyle bir fetva makbul ve muteber olmaz. Mevlevilikteki semalar tekke ve zaviyelerde yapılabilir.
Sadece usulüne, erkânına, şartlarına, adabına
uyularak yapılabilir.
İstanbul’un, ismini vermeyeceğimiz ilçesinde yapılan Kutlu Doğum etkinliklerinde Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin ismi her defasında çıplak olarak
kullanılmıştır. Ne “Hazret-i” denilmiştir, ne de bir kere
bile olsun Salat-u selam getirilmiştir. Bu da büyük bir
saygısızlıktır.
Yine bu toplantıya, Diyalog taraftarı bir cemaate
mensup kız öğrenciler, Yüce İslâm dininin kabul etmediği bir kıyafetle sahneye çıkartılmıştır. Başları açık,
etekleri kısa, tuvalete benzeyen beyaz elbiseler içinde.
18
Bırakın İslâm’ı, geleneksel Yahudilik bile kadın
erkek birlikte böyle karışık dinî merasimler yapılmasına
izin vermez.
Böyle şeyler, daha ziyade protestan kiliselerinin
etkinlikleri meyanındadır.
Birtakım din görevlilerine, ilahiyatçılara, İslâmcılara, diyalogculara hitap ediyorum:
İslâm’a, Kur’ân-ı Kerim’e, Şeriat’a, Sünnet’e aykırı etkinliklerle dine hizmet edilmez. Bu gibi ölçüsüz,
saygısız, sınır aşıcı etkinlikler sonunda tokatlar gelebilir. Tokat ne demektir, bilir misiniz?
Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin anılacaksa, O’nun doğum yıldönümü kutlanacaksa; bunun mutlaka mevrid-i nassa, şer’î ölçülere ve hükümlere, Sünnet’e, İslâm dininin temel kurallarına uygun
olması gerekir.
Bu gibi etkinlikler öncelikle camilerde yapılmalıdır.
Başka mekânlarda yapılacaksa, İslâm dinine ve
şeriatine uygun olarak yapılmalıdır.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin doğum
günü kutlanıyor ve Resûl-i Kibriya, Fahr-i Kâinat aleyhi
ekmelüttahiyyat Efendimizin isminin başına Hazret-i
getirilmiyor ve ona bütün toplantı esnasında bir kere
bile salat ü selam okunmuyor... Böyle bir şey İslâm terbiyesine, Türkiye terbiyesine yakışır mı?
“Efendimize, Diyalog yaptığımız sevgili Nasranî
kardeşlerimiz hazret mazret demiyorlar, sadece Jesus
diyorlar, biz de onları taklit ediyoruz...” diyenler çıkacaktır.
Onların bu mazereti makbul değildir. Özürleri
kabahatlerinden büyüktür. Abdullah b. Ömer (R.A.)dan
rivayete edilen Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin:
“Kim bir millete benzemeye çalışırsa, o da
onlardandır.” 3 hadîs-i şerifini kendilerine hatırlatırız.
Kutlu Doğum kutlamalarına evet... Bu kutlamalardaki
dine aykırı şeylere hayır...
Tekrar ediyorum: İlahî Tokat yersiniz ve perişan
olursunuz...
DAVUL ZURNAYLA KUTLU DOĞUM
OLUR MU?!
Diyanet ve müftülüklerin bu tür programlarda
halka hangi mesajı ne tür etkinliklerle vermesi gerektiğini çok iyi tespit etmesi gerekir. Ata sporu olan güreş,
ülke genelinde oldukça yaygın bir spordur. Ama davul
ve zurnanın, kutlanılan mana ile çok fazla uyuştuğunu düşünmüyorum. Özellikle müftülüğün bu konudaki önder vasfını düşünecek olursak, yarın birileri çıkıp başka şeyleri ben böyle anlıyorum, böyle
kutluyorum deme hakkını vermiş olabilir. Yanlış birtakım girişimlere de ön ayak olmuş olabilir.
Müftülüğün önder ve örnek olma konumunda olduğu için bu tür faaliyetlerde hassas olması gerekir.
Hele konu Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ise, bir
değil bin kez düşünerek hareket etmek gerekir. Kutlu
Doğum ile zurna ve davulu yan yana getiremedik. Bir
takım yarışmalar düzenlenebilir. Ama bu, milletimiz
tarafından çok da benimsenecek bir davranış olmamıştır. Müftülüğün öncülük yaparak nasıl kutlama yapılması gerekiyorsa öyle kutlanması hususunda azami
dikkat göstermesi gerekir. Yetkililer bu konuyu yeniden
ciddi bir şekilde düşünmelidir.
Peygamber aşığı bir millet olarak Hz.Peygamber
(S.A.V.) Efendimizi tanımak, anlamak yaşamak en
doğal vazifemizdir. İslam dini haktır, Peygamberi de
Haktır. İslam Dini ve Peygamberi bir zümreye, bir millete ve bir kavme gelmemiştir. Dini evrensel olmakla
beraber Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de bütün
insanlığa gelmiştir.
Asırlardır Müslümanlar, Yüce Yaratıcının son
mesajını insanlara duyurmak, öğretmek ve mesajın
içerdiği konularda insanlara örneklik etmekle görevlendirilen Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin hayatını araştırmaya ve öğrenmeye büyük önem vermişler,
bu amaçla O’nun doğumunu, miracını ve irtihalini anlatan şiirler, naatlar, mersiyeler kaleme almışlar ve
ciltler dolusu kitaplar yazmışlardır.
1989 yılına kadar ülkemizde Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin doğumu, Kameri Takvime göre
Rebi’ül Evvel ayının 12. gecesinde camilerde mevlit,
Cuma günü de hutbe okunarak ve vaazlarda konu halkımıza anlatılarak Mevlid Kandili adı altında kutlanmıştır.
Kutlu Doğum Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi anmaya ve anlamaya vesile olmalıdır.
.............................................................................................................
1 Buhari, Edeb: 96; Müslim, Biir: 165; Tirmizi, Zühd: 50; Darimi, Rikak: 71; Ahmed b. Hanbel,
1/392, 3/104, 110, 159.
Bir İl Müftülüğü, Kutlu Doğum Haftası’nı davullu,
zurnalı yağlı güreş şampiyonası ile kutlayacağını ilan
etti.
2 Buhari, İman:6, Müslim, İman:71-72, Tirmizi, Kıyamet 59: Nesai İman, 19.33. İbn-i Mace,
Mukaddime 9
3 Ebu Davud Libas:5
19
Nisan 2009
Ersan BİLGİN
KUTLU
DOĞUM,
İNSANLIĞIN
DOĞUMUDUR
“(Resûlüm) Biz seni ancak
âlemlere rahmet olarak gönderdik.”
şantısıyla “Örnek” olarak tüm insanlığa dünya-ahiret saadeti sunmuştur.
(Enbiya,107)
İnsanlığın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’in dünyaya gelişleri yani KUTLU
DOĞUM, insanlığın doğumudur. Hiçbir değeri olmayan, atılan, satılan, horlanan, kullanılan insan İslam Diniyle
tekrar doğmuş, olması gereken değerini bulmuştur.
Ebu Cehl, Ebu Leheb gibi her
devirde olan zalimler insanları kendilerine çağırıp, kul-köle olarak kullanırken Rasulullah aleyhisselam insanlığı
bir olan Allah’a imana ve kulluğa-ebedi
özgürlüğe çağırmış, sözleriyle ve ya-
Nisan 2009
20
Rasulullah’ın bu kutlu mücadelesinde yanında daima gençler oldu ve
bir mübarek sözlerinde Rasulullah
(a.s) buyurdular; “Gençlerle yardım
olundum.” Asr-ı Saadet’te olduğu gibi
bugün de dünya ve ahiret saadetini
gaye edinen genç müminler ve tüm
Müslümanlar, imanlarıyla, ahlaklarıyla,
salih amelleriyle, tebliğ ve cihad aşklarıyla hiç şüphesiz Rasulullah’ın yanındadır ve böyle olmalıdır. Örneğimiz
ve Önderimiz Rasulullah’ın yanında
olmak, Yüce Rabbimiz’in yolunda olmak’tır, Kur’an’a ve Sünnet’e sımsıkı
sarılmak ve İslam’ı tümüyle hayatımıza taşımaktır.
Hayat rehberimiz Kur’an-ı Kerim’i ve
Sünnet’i en iyi şekilde okumamız, anlamamız
ve yaşamamız temennisiyle Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in dünyaya
teşriflerinin yıldönümü İslam Alemi’ne ve Tüm
İnsanlığa hayırlar getirsin. Şuurlanmamıza ve
kendimize gelmemize vesile olsun.
- “Geçmiş peygamberlerin sözlerinden insanlara ulaşan haberlerden biri de;
“Utanmadıktan sonra dilediğini yap!”
sözüdür.” (Buhari)
“O, Allah’ın emriyle Kainat Efendisi;
Varlığın tacı, varlık nurunun ta kendisi…
Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim:
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim!…
Sende insan ve toplum, sende temel ve bina;
Ne getirdin, götürdün, bildirdinse: âmennâ!…”
Necip Fazıl KISAKÜREK
-“(Rasûlum!) Şüphesiz Sen, büyük bir
ahlâk sahibisin.” (el-Kalem, 4)
ALLAH SEVGİSİ
İbn Abbas (ra) der ki: Bir gün Rasulullah’ın (sav) terkisine binmiştim. Bana şunları
söyledi: “Ey yavrucuk, sana bazı şeyleri öğreteyim; Allah’ı sev ki, O da seni sevsin. Allah’ı seversen O’nu her zaman karşında
bulursun. Bir şey istersen Allah’tan iste…”
(Tirmizi)
“Nerede olursan Allah’tan kork. Kötülüğün (günahın) arkasından iyilik (sevap)
işle ki onu silsin. İnsanlarla güzel geçin.”
(Tirmizi)
EDEB YA HU
- Sahabe’den Ebu Said el-Hudri (ra),
Peygamberimiz (sav) hakkında şöyle demektedir:
“Rasulullah (sav) örtülerinin arasındaki bakire bir kızdan daha çok haya sahibi
idi. Hoşuna gitmeyen bir şey görünce, biz
bunu O’nun mübarek yüzünden anlardık.”
- “Allah Teala’nın ahlakı ile ahlaklanınız.” (Münavi)
- Hz. Aişe’ye Rasûlullah’ın ahlâkı sorulmuş, “Rasulullah’ın ahlâkı, Kur’an idi” demiştir. (Müslim)
- Nebi (as) buyuruyor:
“ Sizin bana en sevgiliniz ve kıyamette
bana en yakınınız, ahlakı en güzel olanınızdır. Sizin hayırlılarınız da kadınlarına karşı
ahlakça hayırlı olanınızdır.” (Buhari)
“Allah’ım! Yaratılışımı güzel kıldığın
gibi ahlakımı da güzelleştir!” (Amin)
“MUHAMMED’ÜL EMİN”
Hayber Savaşı esnasında, Yahudiler’in
safından Yesar isimli bir çoban, Sevgili Peygamberimiz’in (sav) yanına gelerek, bazı sorular sordu ve sohbet ettiler. Görüşmenin
sonunda ikna olan Yesar, iman etti ve Müslümanlara katıldı. Ancak Rasulullah (sav), ona
önce koyunlarını sahiplerine vermesini ve
sonra da kendilerine katılmasını emir buyurdu.
Üstelik savaşın uzadığı ve Müslümanların yiyecek sıkıntısı çektiği bir anda…
İşte Şahsiyet, işte İzzet ve Şeref! Evet,
Efendimiz aleyhisselatü vesselam’ın “Muhammed’ül Emin” (elinden ve dilinden herkesin
emniyet ve huzur bulduğu, güvenilir kişi) olduğuna müşrikler dahil herkes şahittir.
TEVAZU’DA ZİRVE !
(Buhari)
- “Utanmak ve zararlı (ve boş sözden)
uzak durmak imanın iki kısmıdır. Çirkin-küfürlü söz ve boş söze dalmak da münafıklığın iki şubesidir.” (Tirmizi)
Allah Teala’nın “Sana tabi olan müminlere alçak gönüllü davran!” (Şuara,215) emrini
alan Sevgili Peygamberimiz (sav): “Rabbimiz
bana, -O kadar mütevazı olun ki kimse kim-
21
Nisan 2009
seye böbürlenmesin (büyüklenmesin), ve zulmetmesin!- diye emretti”, buyurmuştur. (Müslim)
Allah Rasulü’ne imanı, itaatı ve sevgisi tamdır. Hayatının merkezini Kur’an ve Sünnet oluşturur.
HER AN GÜLERYÜZLÜ
- İyi niyetlidir, Allah ve Rasulü’ne teslimiyeti
tamdır, samimi ve ihlaslıdır, duyarlıdır ve dengelidir,
uyanıktır.
Abdullah b. Haris (ra) diyor ki: “Rasululllah
sallallahu aleyhi ve sellem’den daha çok tebessüm eden (güleryüzlü) bir kimse görmedim.” (Tirmizi)
Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: “Rasulullah’ın (as) küçük dili görünecek şekilde kahkahayla güldüğünü hiç görmedim. O (sav),
tebessüm ederdi.” (Buhari)
YA ALİ, GİR DÜŞMAN SAFLARINA
- Mümin kardeşlerini ve tüm canlıları sever,
kul hakkını daima gözetir. Diğer insanların hayrı,
iyiliği ve hidayeti için çalışır.
- Namazlarını dosdoğru kılar, gücü oranında
malından Allah yolunda İnfak eder, verir. Cömerttir.
- İmanda, İbadette, Hayırda ve Hizmette devamlıdır. Sabırlı ve azimlidir.
Çarşı ve Panayırlarda iki dünya saadeti İslam’ı anlatmak için koşuşturan, Taif’te tebliğ aşkına
taşlanan, Risalet Pınarı Sevgili Peygamberimiz
(sav), “Ya Ali, Düşman saflarına gir, onlara İslam’ı anlat. Senin vesilenle bir kişinin hidayete
erişmesi, kızıl develere (yer altı ve yer üstü zenginliklerine) malik olmaktan daha hayırlıdır.” (Buhari) buyurmuştur.
- Üstün ahlaklıdır. Edebli ve hayalıdır. İffetlidir.
Dürüsttür. Güleryüzlü ve tatlı sözlüdür.
İsyan bataklığına gidenlerin acısını kalbinde
duyan Peygamberimiz (a.s), “Benimle sizin aranızdaki durum aynen şuna benzer. Adamın biri
ateş yakmıştır. Çekirge ve kelebekler bu ateşe
atılmaya koyulurlar. Adam da onları, ateşten
uzaklaştırmaya çalışıyor. Ben ateşe düşmeyesiniz diye eteklerinizden yakalamışım, siz ise
elimden kurtulup ateşe girmeye uğraşıyorsunuz”, buyuruyorlar.
- İmanın, salih amelin, doğru ilmin, güzel-iyi
ahlakın, adil yönetimin, faydalı iktisadın kısacası
Hakk’ın hakimiyeti için koşturur. Hakkın yanında ve
emrinde, batılın daima karşısındadır.
Alemlerin Rabbi (c.c) buyuruyor:
“Andolsun size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, O gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir, üstünüze
titrer, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir.” (Tevbe,128)
- Tevazu sahibidir, kibirli değildir. Merhamet-
ALLAH RASULÜ’NÜN
SEVDİĞİ MÜSLÜMAN
- Vaktinin ve sağlığının kıymetini bilir.
- Hayatta en büyük arzusu daima Müslümanca Düşünmek, Müslümanca Yaşamak ve Müslümanca Ölmektir.
- Kolaylaştıran ve müjdeleyendir. Faydalıdır,
zararsızdır.
- Çalışkandır. Üretkendir. İşini sağlam yapar.
Hatasında ısrar etmez.
lidir.
- Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan ve cimrilikten uzaktır. Etkilidir.
- Malayani (Boş Söz ve İşle) vakit geçirmez.
Hurafe ve Batıl İnançlardan uzaktır.
- Mazlumun yanında, zalimin karşısındadır.
Şuur ve duruş sahibidir. Şefkatlidir ve cesurdur.
- Her şeyden evvel ve her şeyden çok Allah’a
iman ve itaat eder ve Allah’ı sever. Daha sonra da
Nisan 2009
Hamd olsun Alemlerin Rabbi olan Allah’a.
22
Doç. Dr. Nedim URHAN
“KİM RASUL’E
İTAAT EDERSE,
ALLAH’A İTAAT
ETMİŞTİR.”
Kur’an’ın 6666 ayeti neyi emrediyorsa bütününe iman, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e imandır. Bir kimse Hz. Peygamber (s.a.v)’e
inanıyorum diyorsa Kur’an’ı gündeminin başına alması zaruridir. Mümin bir kimse bir ayeti bile rafa
kaldıramaz.
Hz. Aişe Validemizin ifadesiyle “Rasulullah’ın ahlakı, Kur’an’dır.” Rasulullah (s.a.v),
Kur’an’ın emirlerinden bir zerre eksiklik veya dönüş
yapmamıştır. Müşriklerin bütün dünyaları önüne
koymalarına, her şeyi temin edeceklerini vaad etmelerine rağmen O (s.a.v); “Benim davamın zerresi bu sizin tekliflerinizin tamamına bile
tekabül etmez” diyerek reddetmiştir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud, 12) istikametinden asla şaşmamış ve bize bu noktada eşsiz bir
örnek olmuştur.
Peygamber (s.a.v) bütün insaniyetin peygamberidir. Rabbimiz, “(Resûlüm) Biz seni ancak
âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya,107) buyuruyor.
Bir başka ayette “Rasul, size neyi getirdiyse alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının.”
(Haşr, 7) buyurarak, müminin Rasulullah’ın söz ve
davranışlarına nasıl bakacağını, sünnetin değerini
ve konumunu belirtiyor, Rabbimiz.
Bir Rasulullah (a.s), Hz. Ömer (r.a)’a; -“Ya
Ömer, benimle senin arandaki durum nasıldır ?”
diye sorunca, -“Ya Rasulallah, seni malımdan ve
ailemden çok seviyorum” dedi. Bunun üzerine –
“Ya Ömer, olmadı” buyurdu, Efendimiz (s.a.v). O
an Hz. Ömer radıyallahu anh beyninden vurulmuşa
döndü. Hemen Rasulullah’a koşarak –“Seni nefsimden (canımdan) da çok seviyorum” deyince,
Peygamberimiz (s.a.v); -“Evet, şimdi kamil iman
sahibi oldun, ya Ömer” buyuruyor.
“(Resûlüm! ) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece
bağışlayıcı ve esirgeyicidir. De ki: Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler
ki Allah kâfirleri sevmez.” (Al-i İmran 31, 32) buyuran Rabbimiz, Necm 3 ve 4. ayetlerde de “O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri)
vahyedilenden başkası değildir.” fermanıyla Rasulullah’ın kendiliğinden bir şey söylemediğini vurguluyor.
Ve Rabbimiz, Kur’an ve Sünnet’e sımsıkı sarılan müminlere dünyada huzur ve saadet vaat ettiği gibi asıl yurdumuz olan ahirette de bakınız ne
müjdeliyor: “…Kim Allah'a ve Peygamberine
itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan
cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa, onu acı
bir azaba uğratır.” (Fetih, 17)
Sonuç itibariyle Rasulullah’ın en büyük sünneti, tavizsiz İslami yaşantısı idi. Vesselam.
...............................................................
*(M.Ü. İlahiyat Fak. Hadis Ana Bilim Dalı Emekli Öğretim Üyesi)
23
Nisan 2009
Sezgin ÇAKIR
[email protected]
SÜNNET
TESTİ
Sünneti ihya hususunda efendimiz
aleyhisselatü vesselam şöyle buyuruyor:
“Kim ümmetimin bozulduğu zamanda
benim sünnetime sarılırsa onun için şehid
sevabı vardır.” (Tirmizi) Hepimiz sünnete
bağlılıktan bahsediyoruz, anlatıyoruz, sünnete bağlı olmayı arzuluyoruz. Peki sünnete
ittiba etme konusunda hangi noktadayız? Hayatlarımızı efendimiz aleyhisselatü vesselamın
sünnetine
uygun
olarak
düzene
koyabiliyor muyuz? Aşağıdaki sorulara uygun
cevaplar vererek kendimizi sünnete uyma konusunda teste tabi tutabiliriz. Ulaşabildiğim
kadarıyla bir test hazırladım. Kendime uyguladım. Faydasını gördüm. Size de tavsiyemdir. Buyurun
Nisan 2009
24
25
Nisan 2009
Nisan 2009
26
27
Nisan 2009
Nisan 2009
28
29
Nisan 2009
Ayşe BAĞCİVAN
SÜNNET
IŞIĞINDA
SÜNNET
TADINDA
YAŞAMAK
Allah’ı ve resulü’nü dil ile
ikrar kalp ile tasdik eden Müslümanlar olarak Allah Resulü’nü anlamalı ve anlatmalıyız. Bu her
müslümanın görevidir. Peki, bu
görevimize ne kadar sadığız? Nebiler sultanını nasıl anlatıyor ve
yaptıklarını günlük hayatımızda
ne kadar uyguluyoruz?
Gelin hayatı hakkında kulaktan dolma bilgilerle, mübarek
aylardan mübarek aylara Müslümanlaşan kanallarda izlediğimiz
programlarla değil; O’nu daha yakından tanıyabilmek için O’nun
gibi yaşayabilmek için sünnet-i
seniyyelerini uygulayalım…
Allah’ın Resulü, bir insanın
yatıp kalkmasından uyumasına,
hangi tarafı üzerine yatacağına,
nasıl yiyeceğine, ibadetlerini nasıl
yapacağına, yolda nasıl yürüneNisan 2009
30
ceğine, etrafındakiler ile nasıl konuşulacağına yani hayatın her yönüne dair tüm güzellikleri
göstermiş ve bu güzellikler neticesinde de tüm insanlığa örnek
bir toplum yetiştirmiştir. Efendiler
efendisinin gösterdikleriyle yetişen sahabe-i kiram örnek bir
hayat yaşamışlardır. O’nlar Efendimize, Efendimiz de onlara layıktı. Allah rızası için birbirlerini
seviyorlar, Allah rızası için zorluklara gönül huzuruyla katlanabiliyorlardı. O kutlu sahabeler küfrün
bütün ürperticiliğini görmüşler ve
bütün parlaklığı bütün nuruyla
Efendimizi görünce islamiyeti
kabul edip yaşamışlardır. O kutlu
sahabeler küfür bataklığından
çıkıp iman halkasına girmişlerdi.
Batını, yalanı, iffetsizlikleri ellerinin tersiyle itip Allah Resulü’nü
kendilerine rehber edinmişlerdi.
Allah
resulü’nün
arkasında
namaz kılıyor ve Efendimizin hıçkırıklarına şahit
oluyorlardı. O kutlu sahabe insanların en faziletlisinin yanında islamiyeti öğreniyor, Allah’ın kelamının indirilişine ve hatta Efendimizin beşeriyetinin
üstünde harikulade hallerine şahit oluyorlardı. Bizzat Âlemler sultanından ders alıyorlardı O mübarek yüzü göre göre mübarek sözlerini işite işite.
Âlemler sultanını her şeyden çok seviyor “anam
babam sana feda olsun ya Resulallah! ”diyorlardı.
Kendilerini müşrikler tarafından gelecek ezalara
karşı efendimiz için feda etmekten çekinmiyor
“anam babam sana feda olsun ya Resulallah! “diyorlardı. O’na değil bir zarar, kılına bile zarar gelmesi halinde canları olsa vermeye hazırdılar.
Onların peygamber sevgisi küçük çocuklarda bile
aynıydı.
Müslümanlığın yavaş yavaş yayıldığı günlerden birinde ensardan genç bir çocuk olan Talha,
Efendimizin huzuruna gelip “Ben de biat ediyorum
ya Resulallah “dedi. Nazar-ı gayb binisiyle onun
kalbini yoklayıp, samimi olduğunu gören Allah Resulü oradaki sahabelere de göstermek için “Eğer
sen, bana hakikaten sadık bir biat edeceksen, git
babanı öldür gel” dedi. Küçük Talha’nın peygamber aşkı o kadar büyük ve her şeyini verecek kadar
da çok du. Talha bir an bile düşünmeden kılıcı eline
aldığı gibi koşunca Allah Resulü ona engel olarak
“Gel! Ben sıla-i rahimi katletmek için gönderilmiş
bir insan değilim. Ben, Rahmetenlil âleminim…
Rahmet için gönderildim. Fakat senin sadakatini
görmek istedim” der bir taraftan da küçük Talha’yı
kucaklar yanaklarını öper başını okşar…
Küçük Talha kısa zaman sonra yatağa düştü,
ölümcül hasta oldu. Küçük Talha Efendiler Efendisi’ni öyle çok özlemişti ki onu görmek istedi. Allah’ın
Resulü küçük Talha’nın yanına gidip onu gördüğünde ölümünün yakın olduğunu anladı. Müteessir
olarak sadece “Talha gidiyor “diyebildi. Peygamber
efendimiz her gün namazdan sonra yanına uğruyor, hatırını sorup gönlünü alıyordu küçük Talha’sının. Vefat edeceği günde “ Bir şey olursa çağırın,
namazında bulunayım .”demişti. Küçük Talha ise
ölüm anı geldiğinde bile büyük düşünerek “Bizim
mahallemiz uzak bir mahalle. Ben öldüğümde Resulü Ekrem’i cenazeme çağırmayın. Korkarım ki,
Yahudiler bir fenalık yaparlar, yılan, akrep, çıyan
gibi haşereler zarar verirler. O’na zarar gelmesin.
Beni gömün, gündüz haber verirsiniz.”diyordu. O
küçük kutlu sahabe böyle şeyler düşünüyor ve söylüyordu. Vefat edince de dediği gibi yaptılar. Gece
namazını kılıp gömdüler. Sabah namazında da
Efendimize haber verdiler. Efendimiz müteessir
oldu. Küçük Talha’yı defnettiklere yere gitti. Ellerini
kaldırıp “Allah’ım sen Talha’yı, o sana gülüyor, sen
de ona gülüyor bir şekilde karşıla. Huzuruna geldiği an mütebessim ol Allah’ım.”diye dua etti.
Onlar Efendimize gönülden bağlı idiler. Onun
için her şeyden geçmeye ve her şeylerini de bu
yolda adamaya hazır bir sevgi ile yürekten bağlı idiler. Zeyd b.Desinne’ye müşrikler :”Sen şuanda
idam edileceksin. Yerinde Muhammed’in bulunmasını, kendinin çoluk-çocuğunla birlikte olmanı arzu
edermiydin?” denildiğinde, Zeyd b.Dessine kükreyip “Ben bin defa ölsem bile Resul-ü Ekrem’in zülfünün dağılmasını istemem! “diyerek. İdam edilip,
parçalanırken bile sadakatini bağlılığını göstermiştir. Efendimizin getirdiği hak yol için canını feda
etmiş etmekten kaçınmamış binlerce sadık kahraman vardır.
Gelin bizde âlemlerin övünç kaynağı Peygamber Efendimizi gönüllerimize hâkim kılmanın
yollarını arayalım gelin o kutlu sahabeler gibi Efendimizle birlikte yaşıyormuşuz gibi yaşayalım. Gelin
31
Nisan 2009
yaşaran gözlerimizle davet edelim o âlemler sultanını kalp sarayımıza…
* Elbisesini sağdan giyerdi: Elbise giyerken sağdan başlayıp, soldan çıkarırdı.
Gelin günlük hayatımızda yapılmasında hiç
de zorluk olmayan aksine yapıldığı takdirde bize
100 şehit sevabı kazandıracak olan sünneti seniyyelere uyalım. Hepsini yapamasak da yapabildiğimiz kadarıyla Allah Resulü’ne yakınlığımızı
sunalım. İşte ruh dünyamızı aydınlatan yaşamımızı
daha yaşanılır hale getiren ve bizi Allah Resulü’ne
yakınlaştıran sünneti seniyyelerden bazıları:
* Alış-verişte sağ elini kullanırdı: Peygamberimiz. İnsanlardan bir şey alırken ve onlara
bir şey verirken sağ elini kullanırdı.
* İnsanlara hep hayrı düşünürdü: Peygamberimiz, yolda insanlara zarar verme ihtimali olan bir cismi kaldırmayı imanın belirtisi
olarak görüyordu.
*Yemekten önce ve sonra ellerini yıkardı:
Allah Resulü, yemekten önce ellerini, yemekten
sonra hem ellerini hem de ağzını yıkardı. Âlemler sultanı yemeğe besmele ile başlar, kendi
önüne gelen yerden yer ve sonunda verdiği
bütün nimetler için Allah’a şükrünü ifade etmek
üzere “Elhamdülillah” derdi.
Nisan 2009
* Ölmüş insanların hayırla yâd edilmesini
isterdi: Allah Resulü, vefat etmiş insanların hep
hayırla yâd edilmesini isterdi.
* İnsanlara hediye verir ve alırdı: Âlemler
sultanı insanlara hediyeler verir, onların hediyelerini kabul eder ve hediyelerine ya aynıyla
ya da çok daha iyisiyle karşılık verirdi.
* İnsanların en mütebessimiydi: Kahkahayla güldüğüne rastlanmayan Efendimiz insanların en mütebessimi olanıydı.
* Evlenecek çiftlere yardım ederdi: Efendimiz, evlenecek olan çiftlere imkânları ölçüsünde yardım ederdi. İyi insanlarla evlenme
32
hususunda teşvikleri ve arabuluculukları vardır.
* Ondan asla kaba bir söz duyulmamıştı:
Allah Resulü bir hak zayi olmadıkça halimselim bir insandı. O’ndan asla kötü bir söz,
kaba bir ifade ve hakaret duyulmamıştır.
* İnsanlara şaka yapardı: Efendimiz’de
tüm beşer gibi şaka yapardı. Ancak yaptığı şakalarda asla yalan olmaz, gerçeğin farklı tonda
bir ışıltısı görünürdü.
* Emeğin karşılığını hemen verirdi: İnsanlara emeklerinin karşılığını hemen verirdi. Bunu
etik olarak Müslümanlara da tavsiye ederdi. “İşçinin ücretini alnının teri kurumadan veriniz”
derdi.
* Esnaflara dürüst olmayı tavsiye ederdi:
0Peygamberimiz sık sık çarşıya ve pazara çıkıp
dükkânlara uğrardı. Esnafa tartıyı nasıl yapacaklarını gösterir ve dürüst olmalarını tavsiye
ederdi.
* Toplulukta gizli konuşmazdı.
* Sıla-i rahim yapardı: Akraba ziyaretini sık
sık yapar ve herkesin yapmasını tavsiye ederdi.
* Kimsesiz ve fakirlere karşı merhametliydi: Kimsesiz ve fakirlere karşı çok merhametli olan efendimiz, mescidinin bir bölümünde
evi barkı olmayan, fakir ve öksüz insanları barındırırdı.
* Misafire hürmet ederdi: Âlemlerin övünç
kaynağı evine gelen her misafirini en iyi şekilde
ağırlamaya çalışırdı. Hatta Efendiler Efendisi
misafirlerinin oturması için çok kere hırkasını
yere sererdi. Bazen de altındaki minderi misafire verirdi.
ğüne güler üzüldüklerine üzülürdü. Nefsini münakaşa, mübalağa ve gereksiz konuşmalardan
men etmişti.
Asırlar öncesinden bize tavsiye edilen ve
Efendimizin de “Kim sünnetime sarılırsa ona yüz
şehit sevabı vardır !”diye buyurduğu sünnet-i seniyyeleri yapmak zor değil aksine kazançlı. Evet,
ömrünün her gününde birkaç şehit sevabı yakalayanlar hiçte az değildir. Aslında uygulayacağımız
her sünnetin amacı sağlığımıza ve maneviyatımıza
eklediği katkıdır. Âlemler sultanı asırlar önce “Az
yiyiniz, az uyuyunuz ve az gülünüz “diye nasihat
etmişti. Zaten Efendimizin her uyguladığı ve tavsiye ettiği hareketlerinde mutlak bir fayda vardır. Bu
sünnet doğrultusunda günümüze baktığımız da:
Bütün diyetisyenler az uyumayı ve az yemeği tavsiye ediyorlar. Dermatologlar ise cildin erken kırışmaması için az gülmeyi tavsiye ediyor. Yine asırlar
öncesinden Efendimiz sabah namazının öneminin
altını çizmişti ve günün ilk ışıklarında uyuyarak
değil uyanık bir şekilde geçirmemizi tavsiye etmişti.
Bu doğrultuda, psikologlar ruh bunalımı gibi psikolojik hastalıkların iyileşmesinde sabah güneşi doğmadan en az on dakika önce uyanık olmayı tavsiye
ediyor. Çünkü sabahın ilk ışıkları insan bedeni ve
zihni için faydalı olan ışınlar ihtiva ediyor. Psikologlar bu tip ruhi bunalımlarda en az yedi gün
sabah güneşi alınmasını tavsiye ediyor. Kısacası
bunlar bilinen sünnetler. Herkesin uyguladığı, asırlar öncesinden gelen tavsiyeler. Şimdilerde de diyette oruç modası başladı. Âlemler sultanı zaten
asırlar öncesinden bize nafile oruçlarıyla beden ve
nefis terbiyesi olarak ışık tutuyor.
Gelin O’nun sünnetlerinin ışığı altında aydınlatalım dünyamızı...
Ümmetî ümmetî diye ağlayan bir peygambere layık olmaya çalışalım.
* Kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı: Son
derece hayâ sahibi olan Efendimiz kimseye
hoşlanmadığı şekilde hitap etmezdi. Kimsenin
ayıbını yüzüne vurmaz, hoşlanmadığı bir şeyi
bir kimsede gördüğü zaman, kibar bir şekilde
onun giderilmesini isterdi.
Kendimizi zorlamadan bilakis maddi ve manevi dünyamıza çok faydalı şeyler katan sünnetleri
uygulayalım geç olmadan bugünden başlayalım.
* Âlemler sultanı gereksiz sözlerden ve
abartmalardan kaçınırdı: Sahabelerinin güldü-
Rabbimize O'nu âlemlere rahmet bizi de O'na
ümmet yaptığı için şükredelim.
Her şeyden öte sünnetleri rızası kazanma bilinci ile yapalım…
33
Nisan 2009
Röportaj: Ahmet HALİLOĞLU
Dr. Ebubekir
SİFİL:
“Öncelikle buradaki bir yanlışlığı düzeltelim: Ehl-i Sünnet şemsiye kavramı, birtakım "görüşler"den değil, "itikadî umdeler"den oluşur. Herhangi bir Ehl-i Sünnet Akaidi
kitabında görülebilecek olan bu umdelerin bugün için turnusol kâğıdı işlevi görenleri, Sünnet'e/hadislere bakış ile
Sahabe hakkındaki düşüncelerdir. Günümüzü geçmişten
farklı kılan önemli kırılma alanları bunlardır. Geçmişte
bid'at fırka mensupları, hadisle sabit olan itikadî hususlar
hakkında hiçbir kapalılığa yer vermeksizin, "Biz bunlara
inanmıyoruz" diyorlardı. Günümüzde ise bir kısım insanlar bir yandan Ehl-i Sünnet olduklarını söyleyip dururken,
diğer yandan gözümüzün içine baka baka hadislerle sabit
itikadiyyatı inkâr ediyor. Hz. İsa (a.s)'ın nüzulünü, kabir
azabını, şefaati… inkâr ederken nasıl Ehl-i Sünnet kalınabiliyor, anlayan beri gelsin!”
Nisan 2009
34
1. Sünnetin ; muradullahın anlaşılmasındaki rolü nedir ? Sünnet olmadan muradullahın anlaşılabilmesi mümkün müdür?
3. Ehl-i Sünnet mezhebinin tepkisel bir
fırka olduğu (diğer fırkalar gibi) ve Şia’ya tepki
olarak doğduğunu söyleyenler var. Bu tespit
doğrumudur ?
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Sünnet olmadan muradullah anlaşılabilecek
olsaydı Kur'an Efendimiz (s.a.v)'e sadece "tebliğ"
görevi verir, ayrıca "beyan/açıklama" görevi vermezdi. Temel ibadetlerin nasıl yapılacağına ilişkin
olarak Kur'an'da herhangi bir detay verilmemiş olması, Kur'an'ın hayata intikalinde Efendimiz
(s.a.v)'in tuttuğu merkezî rolün en açık ifadesidir.
Fazlasöze hacet yoktur.
2. Sünnetin/hadislerin tahrip edilmeye
müsait bir alan olduğunu söylemek Müslümanların zihinlerinde veya tasavvurlarında ne gibi
algılara yol açar ? Bu algıların yapacağı tahribatın boyutu ne olur ?
Sünnet'in/hadislerin nakli meselesi üzerinde
şüpheler oluşturarak Kur'an'ı "şahsî görüşlere açık"
hale getirmek ahir zamanda müptela olduğumuz
bir hastalık. "Hadislerin naklinde beşer unsuru yer
almıştır" gerekçesiyle Sünnet/Hadis alanını "tekinsiz" ilan edenler, Kur'an'ın da aynı beşer unsuru vasıtasıyla nakledildiğini nedense hep görmezden
gelir. Burada denebilir ki, "Kur'an ilahî koruma altındadır; ancak Sünnet/hadisler için böyle bir garanti yoktur." Biz de buna karşılık deriz ki, Kur'an'ın
ilahî garanti altında olması, mesela melekler vasıtasıyla korunması gibi bir durumu anlatmaz. Yüce
Allah Kur'an'ı bu Ümmet eliyle korumuştur ve bu
durum kıyamete kadar da böyle devam edecektir.
Kur'an'ı koruyan Ümmet Sünnet'i niçin tahrif eder?!
Bu noktada ikinci bir itiraz da, Kur'an'ın tevatüren nakledildiği, hadislerin büyük çoğunluğunun
naklinde ise böyle bir durumun söz konusu olmadığı şeklinde ileri sürülebilir. Buna mukabelemiz de
şöyle olacaktır: Yukarıda sözünü ettiğimiz temel
ibadetlerle ilgili hadisler büyük ölçüde tevatür seviyesine ulaşmamış rivayetlerden oluşmaktadır. Bu
şu demektir: Bu rivayetleri "güvenilmez" ilan ettiğiniz zaman İslam'ın temel ibadetlerini bile yerine getirmeniz imkânsızlaşır. Bu durumu, Din'in bireysel
ve sosyal bütün boyutlarına teşmil edebilirsiniz.
Böyle bir iddianın kimden sadır olduğunu bilmiyorum. Ama ciddiye alınır yanı yoktur. Ehl-i Sünnet, Efendimiz (s.a.v)'in Sahabe'ye, onların da
kendilerinden sonraki kuşağa aktardığı çizgidir.
Sünnet'i Kur'an'la birlikte Din'de merkezî bir konumda görmekle diğerlerinden ayrılan Ehl-i Sünnet, bir "fırka" değildir ki, sonradan/tepkisel olarak
ortaya çıktığı söylenebilsin! Sahabe bu dini Efendimiz (s.a.v)'den nasıl grdüyse öyle yaşadı, anlattı.
Tabiun da Sahabe'den gördüğünü Din olarak aldı,
anladı, yaşadı ve anlattı. Haricîler'le birlikte tarih
sahnesine çıkmaya başlayan fırkalar ise bu ana
gövdeden şu veya bu sebeple/ölçüde ayrılan arızî
yapılardır.
Soruyu şöyle anlarsak doğruluk payı taşıdığını söyleyebiliriz: "Ehl-i Sünnet kelamı sonradan
ortaya çıkmıştır." Evet, doğru olan budur. Yani sonradan ortaya çıkan "Ehl-i Sünnet mezhebi" değil,
"Ehl-i Sünnet kelamı"dır. Bunda şaşılacak bir nokta
yoktur. Zira Ehl-i Sünnet kelamı, sonradan ortaya
çıkan fırkalara karşı Sahabe'den devralınan sahih
İslam çizgisini, yani Ehl-i Sünnet'i aklî delillerle müdafaa etmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla
sonradan ortaya çıkan "mezhep" değil, "metot"tur.
4. Bir makalenizde Ehl-i Sünnetin bir şemsiye olduğu tespitini dile getirmiştiniz. Bu şemsiyenin altına giren genel görüşler yani
turnusol kağıdı görevi yapacak görüşler nelerdir ?
Öncelikle buradaki bir yanlışlığı düzeltelim:
Ehl-i Sünnet şemsiye kavramı, birtakım "görüşler"den değil, "itikadî umdeler"den oluşur. Herhangi
bir Ehl-i Sünnet Akaidi kitabında görülebilecek olan
bu umdelerin bugün için turnusol kâğıdı işlevi görenleri, Sünnet'e/hadislere bakış ile Sahabe hakkındaki düşüncelerdir. Günümüzü geçmişten farklı
kılan önemli kırılma alanları bunlardır. Geçmişte
bid'at fırka mensupları, hadisle sabit olan itikadî hususlar hakkında hiçbir kapalılığa yer vermeksizin,
"Biz bunlara inanmıyoruz" diyorlardı. Günümüzde
ise bir kısım insanlar bir yandan Ehl-i Sünnet olduklarını söyleyip dururken, diğer yandan gözü35
Nisan 2009
6. Ehl-i Sünneti anlama da Osmanlı örneğinin yeri neresidir ?
Ehl-i Sünnet Osmanlı'nın en temel kimlik kodudur. Temel Akaid/Kelam kitaplarına Osmanlı uleması tarafından gösterilen ehemmiyet, medrese
müfredatında yer almalarından ve üzerlerine çok
sayıda şerh, haşiye… tarzı çalışmalar yapılmış olmasından kolayca anlaşılabilir. Sadece ilmî alanda
değil, siyasî alanda da bu hassasiyet yaşatılmıştır.
Şah İsmail'den başlayarak Şia ile mücadele bunun
kristalize olduğu süreçlerden birisidir.
7. Osmanlı Medreseleri ile bugün İlahiyat
Fakültelerini bir kıyas edersek İslami İlimler açısından durum nedir ? Bugünkü İlahiyat Fakültelerinin tedrisatı yeterli midir ?
Ali Fuat Başgil'in, Ankara İlahiyat için söylediği, "Buradan din alimi değil, din münekkidi yetişir" tesbiti bu soruya cevap olarak yeterli olsa
gerektir. Medrese ile fakülteyi mukayese etmek,
medreseye yapılabilecek en büyük hakaret olur.
Okuduğu Arapça metni doğru dürüst anlamayan
ilahiyat hocalarına bolca rastlandığı günümüz Türkiyesi, medresenin kıymetinin/öneminin anlaşılması için yeterli manzarayı vermektedir.
müzün içine baka baka hadislerle sabit itikadiyyatı
inkâr ediyor. Hz. İsa (a.s)'ın nüzulünü, kabir azabını, şefaati… inkâr ederken nasıl Ehl-i Sünnet kalınabiliyor, anlayan beri gelsin!
8. Ehl-i Sünnet açısından Zahidül Kevseriyi nereye koymalıyız ? Muhammed Ebu Zehra
dışında O’nu müceddid olarak gören İslam
Alimleri kimlerdir ?
5. Günümüzde özellikle Şiar niteliği olan
sünnetlerin terk edildiğini hatta sarık ve sakal
başta olmak üzere pek çoğunun adet olarak nitelendiğini müşahade ediyoruz. Şiar Sünnetlere
bakış Ehl-i Sünnete göre nedir ?
Zahid el-Kevserî merhumun Ehl-i Sünnet itikadına gerçekten büyük hizmetleri olmuştur. Matbuat dünyasında, sadece çeşitli dergilerde yazdığı
makalelerle değil, tahkik ve neşrettiği ve neşrine
önayak olduğu son derece kıymetli eserlerle de
geçtiğimiz yüzyıla damgasını vurmuştur. Etkilerinin
bugün bile son derece canlı bir şekilde yaşıyor olması da bunun bir diğer göstergesidir. Tercümelerinin neşri müyesser olduğunda ne demek
istediğim rahatlıkla anlaşılacaktır.
Ehl-i Sünnet, Sünnet-i Seniyye ile sabit olan
hususlara hassasiyet göstermenin addır. Bu anlamda temel olarak itikadî sahada kendisini gösteren bir duruştur. Sakal, sarık vb. sünnetleri hafife
alma tavrına gelince, sadece Ehl-i Sünnet'e değil,
bütünüyle İslamî geçmişe karşı hastalıklı bir tavrın
ifüadesidir. Zira bugün bilmeyen yoktur ki, Şia gibi
bid'at mezhep mensupları dahi sakal, sarık vb. şiarlar konusunda hayli hassastır. Dolayısıyla bu şiarlar konusundaki aymazlık, itikadî zaaf yanında,
aynı zamanda bir kimlik erozyonunu ve yabancılaşmayı da ifade etmektedir.
Nisan 2009
İmam el-Kevserî'yi "imam", "müceddid" gibi
vasıflarla anan sadece Ebu Zehra merhum değildir. Muhammed Yusuf el-Bennûrî, Yusuf ed-Dicvî,
Selâme el-Azzâmî, Abdülvehhâb Abdüllatîf, Abdurrahman Halîfe, Ahmed Hayrî, Abdülfettâh Ebû
Gudde onu mezkûr sıfatlarla ve benzeri ifadelerle
ananlar arasında ilk akla gelenlerdir.
36
Halil ATİK
Acıtan Yanım
Utanacak son yüzümü kullanarak yazıyorum
Bu acıtan yanım günahlarımın kefareti
Son olsun dedim
Anladım
Sen olmadan
Son olmuyormuş...
Adını unuttuğum bir sevdaydı
İçimde ölüm ürpertisi gibi
Sevmek kadar zoru
Sonsuzluğun sihri gibi
Yüzüme karanlık çalıyorum şimdi gecenden
Yanık bir gönlün ince çığlığı bu derinden
Duysan çağırmandan korkarım
Bu yüz kaybetti aslını
Korkarım kendimden...
Elimi uzattığım yerde ölüm
Anladım kandırıldım
Biliyordum oyundu
Ama oyuncak mıydım?
Üşürken bu soğuk yerde
Tenimi yırtarcasına aralarken sahteliklerimi
Çok mu geçti
Doğruyu çok mu geçtim?
Ne kadar yarılandım?
Süsümü vermez geri bilirim zaman
Kendiside emanetti
Ki ona emanetken can
Şimdi en tenha yerde/kendimde
Düşüncelerimde kanayan
Bir yara
Bu sefer sarmaz bunu zaman
Boş bir beşikte
Umarsız bir hayat
Her yarayla kendini yamayan
İşte açıldı dünya
Doğdu güneş
Bu ateş
Zamanıdır şimdi yan...
İki elim bir yangında
Öldüm unuttuğum anda
Sızımdandır sönük bakışım
Günahlarım boynumu paylaşır
Aldandıklarım bu yanda
Bak biten benmişim oyunda
Ya Rab!
Ben ne yalanlar beslemişim bu koyunda...
Sessiz sona yaklaşırken bu beden
Anladım ruhumu satmışım dünyaya
Paylaşanlar paylaştı
Bu şiirmiş beni dostlarıma miras eden
Şimdi her şey kuru gürültü
Kervan menzilde
Ben yaya...
Son halkada kopan ben
Düşüşümde arkamdaki eller
Bu son vakit
Beni nereye yolcu eder?
Yâr tut elimden
Giden gitti
Bir sen kaldın
Anlar dilimden...
Bu koca çığlığa karşılık bir susuş
Anladım sende son
Anladım sende kurtuluş...
...
Utanacak son yüzümü kullanarak yazdım sana
Bu acıtan yanım sensizliğimin kefareti
kefareti
Son olsun dedim
Yandım
Sen olmadan
Son olmuyormuş...
37
Nisan 2009
Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
HASEN ve SAHİH
HADİSLERDEN SEÇMELER 24
Sevap, Ceza ve İman
134- Ebu Umâme’den nakledilmiştir. O
dedi ki: Bir aralık Resulullah mescidde, biz
de onunla birlikte oturuyorduk. Bir adam
geldi, dedi ki: Ya Resulallah, ben had cezasını hakettim, onu bana tatbik et. Resulullah
sustu. Üçüncü kez geldi, aynı sözü söyledi.
Ne zaman ki namaz kılındı, Resulullah yüzünü cemaate döndü. Ebu Umame dedi ki:
O adam Resulullah’ın arkasından gitti, ben
de takip ettim, Resulullah’ın ne gibi muamele yapacağına baktım. O adam Resulullah’a yetişti. Dedi ki: Ya Resulallah ben had
cezasını hakettim, onu bana tatbik et. (Had
cezası umuma, halka tatbik edilen amme
cezası olup ferdin affetmesiyle düşmez.)
Ebu Umame dedi ki: Resulullah ona dedi ki:
“Ne dersin, evinden çıktığın zaman abdest almadın mı? Abdestini güzel yapmadın mı?” Adam: Evet ya Resulallah.
Resulullah dedi ki: “Sonra bizimle namaz
kılmadın mı?” Adam, evet dedi. Resulullah ona dedi ki: “Allah senin haddini gerektiren günahını mağfiret etti.” veya
“günahını affetti.” Hadisi Müslim kitabında
zikretmiştir. (Resulullah, ikrar sayısının
dörde ulaşmamasından dolayı haddi uygulamamıştır. Eğer dört kere ikrarda bulunsaydı, dört ikrar dört şahit yerine
geçeceğinden haddi uygulayacaktı.)
Nisan 2009
38
(devam)
135- Hz.Ömer, Resulullah’tan nakletmiştir. Resulullah buyurdu ki: “Bir kimse
kardeşini küfre nisbet ederse (yani
mümin kardeşine kafir derse) onlardan
birisi kafir olarak dönmüş olur.” (Yani
kafir dediği kimse kafir değilse, ona kafir
diyen, kafir olur.) Hadisi, Müslim kitabında
zikretmiştir.
136- Ebu Hureyre’nin Hz.Peygamber’den naklettiği bir hadiste Hz.Peygamber
buyurdular ki: “Kıyamet gününde her hak,
sahibine verilecektir. Hatta boynuzsuz
koyun, boynuzludan hakkını alacaktır.”
Hadis müttefakun aleyhtir.
137- Cabir ve Hüzeyfe’den nakledilmiştir. Resulullah: “Her marufu (yani dine
ve akla uygun şeyi) yapmak, sadaka vermek demektir.” Hadis müttefakun aleyhtir.
138- Ebu Zerr’den nakledilmiştir. O
Resulullah’ın şöyle dediğini bildirmiştir: “Her
tesbih (subhanellah) sadakadır. Her tekbir (Allahuekber) sadakadır. Her tehlil
(lailaheillallah) sadakadır. Her münkeri
nehyetmek ve marufu emretmek sadakadır. Sizden birinin nikahlanmak suretiyle
iffetini koruması da sadakadır.” Dediler ki:
Ya Resulallah, bizden birinin iffetini korumasında nasıl bir sevap olur? Dedi ki: “Haramlarla hayatı sürdürmek günah oluyor,
işte bunun gibi helal olarak iffetli yaşamakta da sevap vardır.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
139- İbn Abbas’tan nakledilmiştir.
Hz.Peygamber buyurdular: “Allahu Teala
iyilikleri, kötülükleri yazdırmıştır. Sonra
da bunları açıklamıştır. Bir kimse bir iyilik yapmaya yeltenir de onu yapmazsa,
Allahu Teala tam bir iyilik yazar, bir
kimse bir iyiliği yapmaya teşebbüs eder
de yaparsa, Allahu Teala ondan yediyüze
kadar hatta daha da fazla iyilikleri katkat
ederek yazar. Eğer kötülüğe teşebbüs
eder de yapmazsa, Allahu Teala tam bir
iyilik yazar, şayet teşebbüs eder de kötülüğü yaparsa bir günah yazar. Helak olan
kendini helak etmiştir.” Hadisi Şeyhan
(Buhari, Müslim) rivayet etmiştir.
140- İmran İbn Huseyn’den nakledilmiştir. İmran dedi ki: Bir defasında Resulullah bir sefere çıkmıştı. Ensar’dan bir kadın
da devesinin üzerinde idi. Deve sıkıntı verdi.
Kadın da ona lanet etti. Resulullah bunu
işitti ve dedi ki: “O devenin üzerinde olan
eşyayı indirin,deveyi serbest bırakın. Zira
o lanete uğramıştır.” İmran dedi ki: Sanki
ben şu anda o deveyi görüyorum. İnsanların
arasında yürüyor, hiç kimse ona bir şey yüklemiyor. (Kadının bu tasarrufu, Hz.Peygamber’in tepkisiyle sonuçlanmış ve bir daha
böyle bir hataya düşülmemesi için devenin
başıboş ve işe yaramaz bir şekilde bırakılmasına sebep olmuştur.) Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
141- Enes’ten rivayet edilmiştir.
Hz.Peygamber buyurdular ki: “Kim kasten
bana yalan nisbet ederse cehennemdeki
yerine hazırlansın.” Hadis müttefakun
aleyhdir.
142- Cabir’den rivayet edilmiştir. Cabir
dedi ki: Resulullah’ın şöyle dediğini duydum:
“Bir kimse ne haldeyken ölürse o hal
üzere diriltilir.” Müslim rivayet etmiştir.
143- Ebu Said el-Hudri’den nakledilmiştir. Resulullah buyurdular ki: “Siz daha
önceki ümmetlerin yoluna gireceksiniz.
Öyle ki karış karış, zira zira yakınında
olmak üzere tabi olacaksınız. Hatta onlar
bir büyük kertenkelenin veya benzeri bir
hayvanın deliğine girse sizde onlara tabi
olarak oraya gireceksiniz.” Sorduk ki: Ya
Resulallah o tabi olduğumuz kimseler yahudiler, hristiyanlar mıdır? Hz.Peygamber buyurdu ki: -Ya kim olabilir?” Hadisi Buhari
rivayet etmiştir.
144- Ömer İbnül Hattap’tan rivayet
edilmiştir. O dedi ki: Resululah’a esirler getirildi. İşte o sırada bir kadın esirler arasında
araştırıyor, bir çocuk bulduğu zaman onu
alıyor, bağrına basıyor ve emziriyordu. Resulullah bize dedi ki: “Şu kadını görüyorsunuz. O çocuğunu ateşe atar mı?” Biz
dedik ki: Hayır. Allah’a yemin olsun ki onu
atmamaya imkan bulursa atmaz. Resulullah
buyurdu ki: “Allah kullarına o kadından
çok daha merhametlidir. Onları ateşe
atmaz.” Hadisi Buhari, Müslim rivayet etmiştir.
145- Ebu Hureyre rivayet etmiştir. Resulullah buyurdular ki “Kim cennete girerse onun nimetlerinden istifade eder.
Ümitsizliğe düşmez, Elbisesi eskimez.
Gençliği yok olmaz.” Hadisi Müslim kitabına almıştır.
39
Nisan 2009
Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK
Sümeyra MENGENE
MEZHEPLERİN
ORTAYA ÇIKIŞ
SEBEPLERİ
Sözlükte, “gitmek, takip etmek ve gidilen yol” anlamlarına gelen mezhep kelimesi, terim olarak, “dinin
inanç esaslarını veya amelî hükümlerini anlama ve
yorumlama konusunda kendine özgü yaklaşımlara
sahip düşünce sistemi ve bu yaklaşımlar etrafında
meydana gelen ekolleşmenin ürünü olan ilmî ve fikrî
birikim” anlamına gelmektedir. Ayrıca terim olarak,
“dinin aslî veya fer’î hükümlerinin dayandığı delilleri
bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta
otorite sayılan âlimlerin ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem” anlamına da gelmektedir. Asli hükümlerden kasıt, dinin temel inanç
esaslarını; fer’i hükümlerden kasıt ise, ibadetler ve insanlararası münasebetleri içeren konulardır
Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde mezhep kelimesine değil, “fırka” kelimesine rastlanır. (Tevbe, 9/122;
En’am, 5/159) İslam coğrafyasının genişlemesi ve
diğer dinlere ait inanç grupları ile karşılaması sonucunda, dinler ve mezhepler anlamına gelen “Milel ve
Nihal” kelimeleri ortaya çıkmıştır. Daha yaygın olduğu
için Mezhep kelimesi kullanıla gelmiştir.
Mezhep bir veya birkaç meselede kendine has
bir anlayış getirip başkalarına muhalefet edenlerin
oluşturduğu basit bir olgu olarak algılanmamalıdır.
Çünkü mezhep, İslam’ı benimseyen bir zümrenin fikir
Nisan 2009
ve amel tarzları ile töre, adalet ve geleneklerin bütününü ifade eder.
Mezhepler, yerel bir din olarak da algılanmamalıdır. Aksine bir dini benimseyen toplumların özellikleri sonucu oluşur. Zaten mezhepte sosyal çevrenin
siyasi olayların, bazı inanç ve kültürlerin izleri görülür.
Sosyal çevre ve siyasi olaylar mezheplerin çıkma sebebidir.
Dinî İhtilaflarla İlgili Genel Durum
Mezheplerin ortaya çıkmasını, imamların görüş
ayrılıkları yaşamalarını, kimi insanlar dine sokulan
şahsi görüşler olarak algılamış, kimi insanlar da daha
ileri giderek yeni bir din çıkarıldığını söylemişlerdir.
Buna sebep kendi tezini doğru kabul edip diğerlerini
reddedenlerin mevcut olmasıdır. Oysa âlimlerin kitap
ve sünnet üzerinde titiz bir çalışma yaparak şer’i deliller çerçevesindeki açıklamaları mevcuttur. (Şer’î: İslamiyet’e uygun). Yani bir takım görüş ayrılıkları vardır,
ama temelleri kitap ve sünnete dayalıdır. Bu ihtilaflar
Müslümanların bölünmesine sebep olmamış, sadece
görüş ayrılığında kalmıştır. Kitap ve sünnet, bir meyve
ağacı, ağacın dalları şer’î deliller, meyveleri de ihtilafa
düşülen fıkhı hükümlerdir. İhtilaf kitap ve sünnetin iyice
anlamaya vesile olmuştur.
40
Yine şu bir gerçektir ki, insanların düşünceleri
değişiktir ve kâinata farklı açılardan bakarlar. Bu farklılığın sebebi, insanların hayalleri, gördükleri ve ilgilerini çeken şeylerin farklı oluşundandır. Medeniyet ve
ilerleme yolunda gelişmeler oldukça ihtilaflar da artmış ve bu ihtilaflar çeşitli felsefî, sosyal ve ekonomik
doktrinler meydana getirmiştir.
düğü gibi bunlar sadece gerçeğin bir kısmını idrak
edebilmiş diğer arkadaşlarını yalanlamış ve filin yaratılışını anlatımda hata ettiklerini göstermişlerdir. Zaten
ihtilaflar meselenin kapalı veya zor oluşundan değil,
ihtilaf eden taraflardan her birinin diğerinin görüşünü
bilmeyişinden doğmaktadır.
İhtilaf hiçbir zaman dinin temel prensiplerinde olmamıştır. Mesela;
• Allah Teâlâ’nın birliği,
• Hz. Muhammed’in (sas) Peygamber olduğu,
• Kur’ân-ı Kerimin Allah tarafından gönderildiği ve
mütevatir yoluyla nesilden nesile aktarıldığı,
• Namaz, zekat, hac ve oruç gibi ibadetler ve yerine getirme şekilleri,
• İçki’nin domuz etinin, leşin haram oluşu gibi
kesin olarak bilinen hususlar ihtilaf konusu olmamıştır. Sadece ibadetlerin detaylarında ve insanlar arası
münasebetler gibi fer’i meselelerde ihtilaf edilmiştir.
Kişilerin arzuları, hevesleri ve mizaçları birbirinden farklıdır. Herkes meseleleri kendi istek ve eğilimlerine göre kavrar. Bu konuda Spinoza, “Bize eşyayı
gösteren basiretimiz değil, arzu ve meyillerimizdir” der.
Yani insanların ilgi alanını oluşturan şeylerin farkından
kaynaklanan bir duruma işaret etmiştir.
MEZHEPLERİN ORTAYA
ÇIKIŞ SEBEPLERİ
Mezheplerin ortaya çıkışı birçok sebeple yakından ilgili görülmektedir:
• Ele alınan konuların anlaşılmasının zor olması,
• Bu meselelerle ilgilenen kişilerin isteklerinin değişik olması,
• Eğitim düzeyi ve ilgi alanının farklılığı
• Geleneksel sosyal yapının sorgulanmaksızın
benimsenmesi,
• Bazı insanlarda olan liderlik hırsı.
Bu hususlar açık göründüğü için, bunları açıklayarak sözü uzatmak yerine, aşağıda ele almayı düşündüğümüz konular hakkında açıklamayı yapmayı
uygun görmekteyiz.
İhtilaf Konusu Meselelerin Açık Olmayıp
Kapalı Oluşu
Eskiden beri felsefeciler, bazı kapalı konuları
açıklamaya çalışmışlardır. Felsefecilerin açıklamaya
çalıştıkları bu konuları idrak etmek zor ve anlama yolları da değişiktir. Bu sebeple de her felsefeci kendi gözünün gördüğü, idrak edebileceği hususları anlamaya
çalışmıştır ve her birinin tek başına görüşü ise gerçeğin ancak bir kısmını yansıtabilir. Eflatun şöyle der;
“İnsanlar her yönüyle bir yönü idrak eder.” Mesela birkaç kör bir filin yanına varırlar her biri onun organını
tutar, eliyle kontrol eder ve onun ne olduğunu kendine
göre hayal eder. Onun ayağını yakalayan, filin ağaç
gövdesine benzeyen uzun ve yuvarlak bir yaratık olduğunu, sırtına ulaşan onun yüksek tepelere benzeyen bir yaratık olduğunu, kulağını tutan onun düz ince
katlanan ve açılan bir yaratık olduğunu söyler. Görül-
Arzu, Mizaç, Heves ve İlgilerin Değişik Oluşu
İnsanın mesleklerinin değişik olması onların
kendi mesleğine uygun bir şekilde düşünmesine ve
görüşlerinin o yönde olmasına sebep olur.
Ayrıca sanat ve bilimin de kendine göre bir ölçüsünün olduğu ve insanları şekillendirdiği de bir hakikattir.
Sosyo-Kültürel Sebepler
Müslümanların, eski din ve kültür mensuplarından birçoğuna komşu olmaları ve eski din sahiplerinden bir kısmının İslam’a girmeleri de mezheplerin
çıkışında etkilidir İslam’ın gelmesiyle birçok Yahudi,
Hıristiyan ve Mecusiler Müslüman oldular. Fakat Müslüman olsalar da eski inançlarından kalma düşüncelerinden tamamen kurtulamamışlardır. Bu yüzden
onlar İslami meseleleri kendi görüşlerine uydurarak
bunları İslam’ın getirdiği şeyler olarak yaymışlardır.
Bunun yanında samimi olarak İslam’ı kabul edenler
olduğu gibi, gerçekte Müslüman olmayıp Müslüman’mış gibi görünenler de olmuştur. Bunların amacı,
insanları şaşırtmak, sapık fikirler yaymak ve Müslümanların ayrılığa düşmesini sağlamak olmuştur. Mesela bunlar çeşitli hikâyeler ortaya çıkarmışlardır. Bu
hikâyeciler bir mezhep sahibinin, düşünce liderlerinin, bir hükümdarın taraftarı olunca, hikâye halk tabakasında daha çok yayılmıştır. Tefsir ve İslam tarihi
kitaplarına İsrailiyatın girme sebeplerinden biri de bu
hikâyelerdir.
Kabile Asabiyeti ve Arap Irkçılığı
İslam ümmetini parçalayan ihtilafların temelini
teşkil etmektedir. Gerek Peygamber Efendimiz (sas)
gerekse halifeler döneminde ırkçılık tasvip edilen bir
durum olmamıştır. Bir Hadis-i Şerifte, “Ey insanlar biliniz ki Rabbiniz birdir, Babanız birdir. İyi bilin ki Arap’ın
Arap olmayana, Arap olmayanın Araba hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.” buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz (sas) devrinde ırkçılık
kaybolmuş, Halife Hz. Osman’ın devrine kadar su yüzüne çıkmamıştır. Peygamberimiz döneminde ya41
Nisan 2009
şama imkânı bulamayan Emevî-Haşimî mücadelesi
o zaman tekrar alevlenmiş, yani asabiyet yeniden
sahneye çıkmıştır. Irkçılığın en baskın şekli Emeviler
döneminde görülmüştür. Bu, halkın genelde isyanına
ve yönetimden hoşnutsuzluğuna sebep olmuştur ki,
Emevilerin yıkılma sebeplerinin en büyük nedeni de
bu tutumlarıdır.
Kader Problemi
Kader, Allahın her şeyi belli bir ölçüye göre planlanması, yaratması, hükmetmesi ve tabiî ve sosyal
olayların cereyan edeceği kuralları koymasıdır.
Kaderin anlaşılması konusunda meydana gelen
ihtilaflardan dolayı da, itikadî mezhepler ortaya çıkmıştır.
Nassların Özelliği
Nass, ayet-i kerimeler veya hadis-i şerifler anlamına gelir. Kur’ân ve sünnetteki ana ilkeler genel
hatlarıyla anlaşılır olmasına rağmen, bunun ayrıntılarıyla ilgili hususlar naslarda her zaman açık şekilde
yer almamıştır. Bu yüzden Ehl-i Sünnet âlimleri de
nasların açık olan manalarını vermişler, zaruret olmadıkça onları yorumlamamışlardır. Kendi bilgileri ve görüşleri doğrultusunda keyfi olarak değişiklik
yapmamışlardır. Çünkü Kur’ân-ı Kerimde muhkem ve
müteşâbih ayetler bulunmaktadır. (Müteşâbih: Manası
açık olmayan ayetler. Muhkem: Manası açık olan
ayetler) ve bu ayetler ancak ilimde derinlik kazanabilenler tarafından anlaşılabilmiştir. (Al-i İmran 7)
Naslara inanmayan veya şüphe eden imansız
olur. Fakat nasları yanlış anladığı için inanmamak
bid’at olur. (Bid’at: Sonradan ortaya çıkan dinî şey; ilk
defa benzersiz bir şey ortaya koymak.) Nass ile bildirilmiş olan hükümler hiçbir zaman değişmez. Örf ve
adetlerin hüküm ifade edebilmesi için, bunların naslara muhalif olmaması ve ilk devir Müslümanlarından
gelmiş olması lazımdır. Hz. Ömer’in vebadan kaçış
örneğini verebiliriz.
Nebi (sas) Hendek gününde, çok hızlı bir şekilde Kurayza oğullarının yurduna gidilmesini emretti.
Bunun için de, “Beni Kurayza’ya varmadan ikindi namazını kılmayın!“ buyurdu. Gidenlerden bazıları oraya
ulaşmadan, “ikindi namazının vakti girdiği için, namazlarını kılarken; diğer bazıları da Resulullah'ın emrine binâen namazlarını kılmamışlar. Konaklama
esnasında Hz. Peygamber’e (sas) durumu anlatmışlar. O da hiçbirine haksız olduğunu söylememiştir.
(Buharî ve Müslim)
Hz. Peygamber (sas) zamanında da insanlar
çeşitli ihtilafa düşmüşler ve bu ihtilafa çözüm bulmak
için içtihada gerek duymuşlardır. Çünkü Peygamber
Efendimizin (sas) varlığı ve gerektiğinde vahyin indirilmesi söz konusudur.
Eğer Allah isteseydi insanları düşünme ve anlama hususunda tek bir ümmet yapardı. Kitabı tüm
ayrıntılarıyla, ihtilafı önleyecek şekilde açık ve seçik
bir halde indirir, onda ihtimalli kısımlara yer vermezdi
ve yine dileseydi insanları ihtilaf ettikleri dini hükümler
üzerinde anlayış ve görüşlerini birleştirirdi. Sanki Allah
bununla yeni görüşlerin ve anlayışların çoğalmasında
insanlara bir genişlik murat etmiş, Allah ve Resulü’nün
(sas) kelamlarından istinbat ve amel için insan aklı için
çeşitli olanaklar sunmuş diyebiliriz. (İstinbat = Bir söz
veya işten gizli bir manayı çıkarmak, içtihat etmek.)
Ömer b. Abdulaziz, “Resulullah (sas)’ın ashabının ihtilaf etmemeleri bence hoş olmazdı. Çünkü onlar
tek bir görüş üzerine birleşmiş olsalardı, insanlar zor
durumda kalırlardı. Sahabe-i Kiram, kendilerine uyulan önderlerdir. Bir kimse onlardan herhangi birinin sözünü alırsa, o söz kişi için sünnet gibidir.” demiştir.
(Şatıbî, el-İ’tisam)
İÇTİHAD
İçtihad: Bir şeye nüfuz etmek veya bir şeyin
kemal noktasına ulaşmak için çaba sarf etmek anlamındadır.
Resulullah (sas) Hayattayken Meydana Gelen
İhtilaflara Örnek:
Fıkıh terimi olarak: Fakîhin tafsilî delillerden
amelî hükümleri çıkarmak için bütün gücünü harcaması demektir. İçtihat yapan kişiye müçtehit denir.
Ebu Said el-Hudrî (ra) rivayet eder:
İki kişi sefere çıkmıştı. Derken namaz vakti girdi,
ama yanlarında su yoktu. İkisi de teyemmümle namazlarını kıldılar. Daha sonra da henüz vakit dolmadan su buldular. Onlardan biri bu suyla abdest aldı ve
namaz kıldı, diğeri ise bunu yapmadı. Daha sonra Resulullah’a (sas) gelerek durumu anlatmışlar, Peygamber efendimiz (sas) namazını tekrar etmeyene,
“sünnete uygun hareket ettin, namazın mükâfatını alacaksın” demiş. Namazı iade edene de, “Sana da iki
mükâfat vardır“ diye buyurmuştur. (Cem’u’l-Fevaid)
Herkes içtihat yapamaz, içtihat yapabilmesi için
müçtehidin bazı şartlara sahip olması gerekir. Mesela
Arap dilini çok iyi bilmesi gerekir. Çünkü Kur’ân-ı
Kerim Arap dili ile nazil olmuş ve onun tefsiri durumunda olan sünnet de aynı dil ile ifade edilmiştir. Bu
yüzden de Arapçadaki kelimelerin zahiri ve mücmel
manalarını gerçek ve mecaz anlamlarını, kesin ve kapalı ifadeleri, doğru ve yanlış olanları, kelimelere yüklenen geleneksel anlamları müctehidin bilmesi gerekir.
Kısaca müctehidin ilmi, Arap dilinin inceliklerini kapsamak mecburiyetindedir.
Nisan 2009
42
Müctehidin Kur’ân-ı Kerim’i ve sünneti bilmesi
gerekir.
Müctehidin doğru bir anlayış ve takdir gücüne
sahip olması gerekir.
Müctehidin üzerinde icma hâsıl olan konularla
ihtilaflı konuları bilmesi gerekir.
Müctehidin kıyası da bilmesi gerekir.
Müctehidin iyi niyetli ve sağlam itikad sahibi olması
gerekir.
REY
Rey, lügatte “görüş ve hüküm” anlamındadır.
Terim olarak da, “İslam alimlerinin, açıkça bildirilmeyen bir mesele hakkında dinî delillerden yararlanarak
çıkardıkları hüküm” anlamına gelmektedir. Peygamberimiz, vahiyle emredilmediği meselelerde sahabeye
danıştığı istişare ettiği ve onların görüşlerini kabul ettiğine dair görüşler vardır. Kur’ân’ın farklı meselelerde
sahabeyi istişareye teşvik ettiği, problemleri hükme
bağlamada kişisel görüşün uygulanmasını uygun gördüğü açıktır.
Mesela Bedir savaşı için Peygamber Efendimiz
(sas) Müslüman güçlerin ordugâhı olarak belli bir yer
tespit eder. Sahabelerden Hubab b. Munzir Peygamber’e, “bu yeri kendi görüşüne dayanarak mı, yoksa
vahiy üzerine mi seçtiğini” sorar. Peygamber Efendimiz (sas) de, “kendi görüşlerine dayanarak seçtiğini”
söyler. Sahabe daha uygun bir yer önerir ve Hz. Peygamber (sas) ona, “Sen doğru görüş belirttin” diyerek,
sahabenin gösterdiği yeri ordugâh olarak benimser.
(İb Hişam, Siretün Nebi)
• Rey üzerindeki ihtilaf, reyin aslı ve metodu hakkındadır. Rey kabul edenler, onun metodunda ihtilafa
düşmüşleridir. Bazıları, ‘rey ile içtihadın metodu, kıyastır’ demişlerdir. (Kıyas: Hakkında nass bulunmayan bir meseleyi hakkında hükmün sebebi olan ortak
illetlerden dolayı hakkında nass bulunan bir meseleye
göre halletmektir.) Mesela Şâfiîler şer’î bir hükmün ya
nass ile yada nass üzerine kıyas yoluyla olduğunu düşünürler. Hanifiler de Şâfiîlerle bu konuda aynı görüştedir, fakat Hanefiler Rey ile içtihat kapısını daha çok
genişletmişlerdir ve istihsan prensibini kullanmışlarıdır. (İstihsan: Örf zaruret veya sabit bir nassa bağlanabilen maslahat gibi hususlardan dolayı kıyas
kaidelerine muhalif olarak hüküm vermek.)
• Rey konusunda ihtilaf konularından biri de, nass
bulunan bir yerde reyin değeri meselesidir. Hakkında
delalet bakımından kesin olan mütevatir bir nass bulunan herhangi bir meselede reyin yeri yoktur. Bu konuda ittifak edilmiştir fakat nass ahat hadisler gibi
zanni olduğu zaman, kıyasla bu naslardan hangisinin
tercih edileceği tartışma konusu olmuştur.
İCMA
İcma: Kıyas ile içtihadın kullanımı sonucu ortaya
çıkan hukuk külliyatının geçerliliğini garantiye almak
için konulmuş bir esastır. Aslında icma kıyasın yanlış
olabilirliliğinin karşısında bir denetimdir.
Bir kısım icma vardır ki, onu inkâr etmek bir Müslüman için imkânsızdır. İslam’ın esasları, namazın rekâtları ve rukünleri, farz namazlarının sayısı, ramazan
orucu ve zekatın farz oluşu gibi hususlar, bu tür icmalara dâhildir. Bu gibi icmaların inkârı bu esaslardan birini inkâr etmek olduğundan böyle bir inkâra sapan
kimse İslamiyet’in dışına çıkmış olur.
İttifak edilen bazı konular icma sayılmış olmasına rağmen, yine de bu konularda ihtilafa düşüldüğü de olmuştur. Mesela:
• Belirli bir mesele hakkında müctehidler arasında
bir görüş ileri sürülür ve bu görüşün ilan edilmesinden
sonra bütün müctehidler susarlarsa bu konuyu inceleyecek bir zaman geçtikten sonra bu icma sayılır mı?
Bazı mezhep imamları bunu kesin olarak hüküm ifade
eden bir icma saymışlardır. Bazısı zanni hüküm ifade
eden bir delil olarak kabul etmiştir. Bir kısmı onu delil
kabul ettiği halde icma saymamıştır. Diğer bir kısmı
da ona hiç itibar etmemiş ve onun dayandığı delilide
itibara almamıştır.
• Herhangi bir asırda bir konu üzerinde bilginler
iki veya üç türlü görüş ileri sürerlerse bu bir icma olur
mu? Daha sonrakiler için dördüncü bir görüşü ortaya
atmak caiz midir? Bu dördüncü görüş de bir icma sayılmaz mı? Bilginlerin bir kısmı bunun icma olmayacağını söylemiştir. Çünkü burada müctehidlerin ittifak
ettiği bir görüş mevcut olamayıp birçok görüş vardır.
Bir kısmına göre bu, icmadır. Çünkü öncekilerden ayrı
bir görüş ortaya atmak onların görüşünü kabul etmemektir. Böylece son görüşün bulunduğu asra göre
icma sayılır. Bazıları da bir meselede görüş biriliğine
varamamış fakat, umumi olarak meselenin bir yönünde ititifak hasıl olmuşsa, bu bir icma sayılacağını;
ve buna muhalif davranışta bulunmanı doğru olmayacağını söylemişlerdir.
• Müctehidlerin ekserisi bir görüş üzerinde ittifak
ederlerse bu bir icma sayılır mı? Müctehidlerin bir
kısmı bunu icma saymamıştır, çünkü icmanın manası,
bütün müctehidlerin bir hüküm üzerinde birleşmesidir.
Burada ise, böyle bir durum söz konusu değildir. Diğer
bir kısmı da, birkaç kişinin muhalefetinin icmayı bozmayacağını söylemiştir.
..............................................................................................................
*
Doç.
Dr., Atatürk
Üniversitesi
İlahiyat
Fakültesi
([email protected],
[email protected])
** Araştırmacı
43
Nisan 2009
Aydın BAŞAR
[email protected]
Bir
Rahmet
Olarak
Fatiha
Sûresi
Basit bir akıl yürütmeyle yola çıkarak çok önemli bir sonuca varalım.
Daha doğrusu elimizin altındaki çözümü fark ederek çıkartıp orta yere
koyalım: Rabbi’miz bizden gün içerisinde defalarca kez Fatiha Suresi’ni
tekrarlamamızı istediğine göre, demek
ki bu sure bizim için çok önemlidir ve
her gün tekrar ettiğimiz bu suredeki
prensipler de aslında insanlık için bir
kurtuluş reçetesidir.
Savaş hallerinde bile namazın
terkine dinen cevaz verilmemesi, bize
yaşadığımız sıkıntıların çözümü noktasında ciddi bir ipucu verir. Şöyle ki
namazın merkezinde olan Fatiha Suresi savaş halleri gibi huzursuz zamanlarda bile sürekli tekrar edildiğine
göre, bu gösterir ki toplumları her türlü
sosyal bunalımlardan ve -ekonomik
krizler de dahil- her türlü krizlerden
kurtaracak olan çözümler bu surede
Nisan 2009
44
mevcuttur. Eğer böyle olmasaydı,
Kur’an’da müminlerin savaş zamanı
nöbetleşerek namaz kılmaları emredilmez ve zor zamanlarda namaza bu
denli önem verilmezdi.
“Her kim namaz kılar da Fatiha
Sûresi’ni okumazsa o kıldığı namaz
eksiktir.” (Ebu Davud, Salat, 134)
hadis-i şerifine göre namazın olmazsa
olmazlarından bir tanesi de Fatiha Suresi’dir. Bu durumda gerek ferdi gerekse toplumsal her türlü problemler
karşısında Fatiha Suresi başlı başına
bir çözüm ve kurtuluş reçetesi olarak
elimizin altında durmaktadır. Bu aynı
zamanda, bu surenin büyük bir “rahmet” olması demektir.
En başta bu suredeki “Yalnız
sana kulluk eder ve yalnız senden
yardım dilerim” ayeti, bizim için tek
çare ve tek kurtuluşun yalnızca Yüce
Allah’a kulluk etmek ve yalnızca O’ndan yardım istemek olduğu hakikatini izhar etmektedir. Buna
göre insanlığın kurtuluşu, Yüce Allah’a kulluk düzeyi ile orantılı bir konudur. Bu durumda insanlık
ancak kulluğunun idrakine vardığı takdirde dünyasını ve ahiretini cennete dönüştürebilir. Bütün dertlerinin dermanına kavuşması da buna bağlıdır.
İkinci olarak bu sure; Müslümanlar için bir
dua örneği olması yönüyle bir rahmettir. Zira Yüce
Allah’ın kabul etmeyeceği duayı kullarına öğretmesi düşünülemez. Kuşkusuz ki en güzel dua
Yüce Allah’ın öğrettiği dua olduğuna göre, bu sûrenin okunması rahmet kapılarının açılmasında en
güzel bir vesile olsa gerektir. Usulünce yardım istenilmesi, yardımı celbeden bir durum olduğuna
göre, burada Fatiha Sûresi gibi müstcap bir dua örneğinin öğretilmesi, bizim için çok önemli bir tüyodur.
Üçüncü olarak Fatiha Suresi, bize yaratılış
gayesine uygun bir yaşamın prensiplerini sunması
yönüyle de ayrıca bir rahmettir. Dünyada Yüce Allah’ın rızasına muvafık yaşayabilmek ve neticesinde cennettin kazanılabilmesi için surede
zikredilen bu hususların bilinmesi zaruret derecesinde önemlidir. Zihinlere Yüce Allah’ın Rahman,
Rahim ve Rab olduğu gerçeğinin kazınması,
“hamd”in yalnızca alemlerin düzen koyucusu olan
“Rabbül Alemin”e yapılması zorunluluğu, din günü
gerçeği ile birlikte yaşama olgusu, kulluğun yalnızca O’na yapılması ve yalnızca O’ndan medet
beklemenin şart oluşu, sırat-ı mustekîme vasıl olabilmek için irade ortaya koymanın ve dalalete düşürücü her türlü sapkın yollardan kaçınmanın
lüzumu; bu hususlardan bazılarıdır.
Ferdi ve toplumsal kurtuluşun reçetesi ile birlikte toplumsal refaha kavuşmanın yollarını da yine
bu surede bulabiliriz. Yüce Allah bir ayet-i kerimede
şöyle buyurmaktadır: “Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım…” (İbrahim, 7) Demek ki dünya ve
ahiret saadetini kazanmada hamt ve şükür olgusunun önemli bir payı vardır. Fatiha Suresi’nde “elhamdülillah” ve “enamte aleyhim” ifadelerinde
hamt ve nimet bir arada zikredilerek bu ikisinin birbirini celbettiğine işaret edilir. Yani nimet hamdı,
hamt da nimeti bereketlendirir. Nimet denildiği
zaman ise iman, sağlık, zenginlik, mutluluk, huzur
ve refahı da içerisine alabilecek her türlü nimetin
anlaşılmasında bir mahzur yoktur. Bu büyük nimetlere kavuşmayı arzu edenler Fatiha Sûresi’ni,
namazın edası suretiyle hayatlarının içine dâhil etmelidirler.
Kur’an mushafının ilk sûresi olması yönü de
Fatiha Sûresi’nin bir başka açıdan önemine işaret
etmektedir. Bu surenin ilk ayeti olan besmele yani
“Bismillah’ir Rahman’ir Rahim” ifadesi, aynı zaman
da Kur’an’ın da ilk ayetidir. Besmele adeta insanı
dünyevi işlerin huzursuzluğundan kurtaran ve kutsal olanla irtibatın huzuruna kavuşturan sihirli bir
parola gibidir.
Bütün işlerine besmele getirerek başlayan
Müslümanlar, Yüce Allah’ın şefkat ve Merhameti ile
ilgili olan Rahman ve Rahim isimlerini zikrederek
hayatın merkezine rahmeti her şeyi çepeçevre kuşatan Yüce Allah’ı koyarlar. Bu aynı zamanda insanın dünya ile ilgili tüm işlerini Yüce Allah ile
irtibatlandırması anlamına gelmektedir. Bu bir bakıma Yüce Allah’ı hayatın her alanından çıkartmaya çalışan sekülerizmi reddetmek demektir.
Besmele, günlük hayatın meşgaleleri ile boğuşan
insanın her işinde Rabbi’ni hatırlaması için bir vesile olması itibariyle O’nunla irtibatını sağlayan bir
bağdır. Otururken, kalkarken, adım atarken, uykuya veya yemeğe başlarken sürekli besmele çekmenin esprisi de bu olsa gerektir.
Kur’an’da bir istisna hariç tüm surelere besmele ile başlanılır. Bu durum bütün surelerin Yüce
Allah’ın Rahman ve Rahim isimleri bağlamında
yani rahmet ekseninde tefsir edilmesi gerekliliğine
işaret eder. Her sûrenin başında esma-i hünsadan
başka isimler değil de bu isimler zikredildiğine göre
Araf Sûresi 156’daki “Rahmetim her şeyi çepeçevre kuşatmıştır” ayeti gereğince Kur’an’ı anlamada rahmet merkezli bir anlayışın benimsenmesi
gerektiği söylenilebilir. Bu bakış açısıyla baktığımızda Kuran’ın insan öldürmeye, hırsızlığa ve iffetsizliğe verdiği ağır cezaların arka planında bile
bir rahmetin olduğu görülecektir. Bu tip cezalar
suçlu açısından bir azap gibi görünse de genel olarak baktığımızda toplumun mal, can ve namus güvenliği veya ahlaki tekâmülünü tamamlama
özgürlüğü açısından bu cezaların bir rahmet olduğu ortadadır. Besmelenin bu yönü toplumun
doğrultulmasında rahmet merkezli anlayışların
önemine işaret eder.
45
Nisan 2009
dosdoğru bir yaşantı ikame ettirmeye çalışan bu
toplum, dünya üzerindeki her türlü faaliyetlerinde
doğruluğu ilke edinmiştir. Bu bağlamda Rahman
Sûresi’nde geçen “Egîmul vezn” ifadesi ile emredilen; her zaman teraziyi dosdoğru tutmak, dengeli
olmak ve her konuda doğru tartmak “sırat-ı müstakîm”de olmanın bir gereğidir. Müslüman’ın doğru
olması gereken alanlarda kullanılan bu ifade “egîmu’s salah” yani “namazı gereği gibi dosdoğru
kılın” ayetinde de kullanılmıştır. Demek ki Müslüman alış verişten ibadete kadar hayatın her alanında bir istikamet insanıdır.
Suredeki gazaba uğrayanlar ve dalalete düşenler ifadesine gelince bu ifadeler klasik tefsir kitaplarımızda bir hadis-i şerife dayanılarak, Yahudi
ve Hıristiyanlar olarak tefsir edilmiştir. Nitekim
Kur’an Ehl-i Kitab’ın gazabı gerektiren hallerinin
anlatıldığı kıssalar ile doludur. Bu konuda Mehmed
Akif Ersoy da kısa tefsirinde, Hz Peygamber’in
vahiy almazdan önce sürekli müşriklerin ve Ehl-i
Kitab’ın sapkın anlayışlarını gözlemlediğini ve onları bu batıl anlayışlardan kurtarmak istediğini anlatmıştır. (Bkz. Sebilürreşad, VIII, ad.184, s.33, 34)
Bu ayetler İslamî çizgiden saparak gazaba müstehak olan ve Yahudi ve Hıristiyanlara benzemeye
çalışanlar veya onları dost olarak kabul edenler için
önemli bir uyarı mahiyetindedir. (Bkz. Maide, 51)
Surede toplumsal yöne işaret eden bir diğer
husus da şudur. “İyya kena’budü” derken ayette
mütekellim cemi sîgası kullanılmıştır. Yani “Sana
kulluk ederim” değil “Sana kulluk ederiz” anlamına
gelen bir ifadedir. Bu durum İslamiyet’in bir toplum,
bir cemaat ve bir millet dini olduğunu gösterir. “Millet” kelimesi ise, Müslümanlara göre belli sınırlar
arasında kalan insanları veya belli bir ırkı ifade
eden bir anlama delalet etmemektedir. Bu kelime
Rızay-ı Bari uğrunda halka halka kenetlenmiş olan
ve namazlarında birlikte saf tutarak “yalnızca sana
kulluk ederiz” beyanında bulunan bir toplumu ifade
etmektedir. Bu toplumu oluşturan fertlerin her birisi
dünyanın farklı yerlerinde de olsalar, büyük bir bütünün parçalarını teşkil ederler. Ve bu toplum her
konuda imanını önceleyen bir konumdadır.
Bu toplumun en bariz vasfı ise sırat-ı müstakîm üzerinde olmasıdır. Sosyal, ferdî, ahlakî, siyasî, ticari, iktisadî yönlerden ve diğer yönlerden
Nisan 2009
Bununla birlikte gazaba uğrayan ve dalalete
düşenler İslamiyet’in insanlar için uygun gördüğü
yaşam tarzını, terbiye sistemini, ahlak ve hukuk kanunlarını -yani hükümlerini- kabul etmeyenler veya
bunları kısmen kabul edenlerdir. Sırat-ı müstekîm
üzere olanlar ise İslam’ın künhünden razı olarak
bütüncül bir tarzda İslam’ı algılayan ve yaşayan
müminlerdir.
Bu durumda sırat-ı mustekîm üzere dosdoğru olmak isteyen ve “bizi doğru yola ilet” diyerek doğrudan tarafta olma isteğini beyan eden bir
mümin, Yahudi ve Hıristiyanların bozuk hayat tarzlarını benimsememeli ve onlardan neşet eden zararlı felsefelerin dalaletine karşı da sapasağlam
durmalıdır.
Bu surenin ferdi ve toplumsal sıkıntılarımızı
çözmede üzerimize bir rahmet olarak tecelli edebilmesi için, surenin anlamına işaret eden bu hususların önemli olduğunu düşünüyoruz.
46
Sultanım Efendim
Rûhum sana, varlık sana hayrandır Efendim!
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim!..
Ecrâm ü felek, levh ü kalem mest-i nigâhın,
Dîdârına âşık Ulu Yezdan'dır Efendim!..
Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere Rahman'dır Efendim!..
Tâ Arş'a çıkar her gece âşıkların âhı,
Metheyliyen ahlâkını Kur'ân'dır Efendim!..
(Ulvi) de senin bağrı yanık âşık-ı zârın
Feryâdı bütün âteş-i sûzandır Efendim!..
Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim,
Sensiz bana Cennet bile hicrandır Efendim!..
Doğ kalbime bir lâhzacık ey Nûr-i dilârâ
Nûrun ki gönül derdime dermandır Efendim!..
Kıtmîrinim Ey Şâh-ı Resûl, kovma kapından,
Âsilere lûtfun yüce fermanıdır Efendim!..
Ali Ulvi KURUCU
47
Nisan 2009
Mehmet TALU
KUR’AN-I
KERİM
AHLÂKI
Kur’an-ı Kerim de Resûlullah
(S.A.V.) Efendimizin yüksek bir ahlâka
sahip bulunduğu ve O'nun insanlar
için güzel bir örnek ve model olduğu
beyan ediliyor. ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz sen, yüce bir ahlak
üzeresin.” 1
“Ândolsunki ALLAH Teâlâ'nın
Resûlünde, sizin için, ALLAH'a ve
ahiret gününe kavuşmayı umanlar
ve ALLAH'ı çokca zikredenler için
güzel bir numune vardır.” 2
Âyet-i kerimede, Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin, ALLAH Teâlâ'nın
rızasını kazandıracak davranışlarda
bulunmak isteyenler için mükemmel
ve canlı bir örnek, en büyük fazilet numunesi olduğu anlatılmaktadır. Bugün
İslâm dünyası başta olmak üzere insanlık âlemi dehşetli krizler içindedir.
Şunlardan kurtulmanın tek çaresi
Nisan 2009
48
ALLAH Teâlâ'ya itaat etmek, O'nun
emir ve yasaklarını hayata uygulamaktır. ALLAH Teâlâ'ya itaat etmek,
Son Peygamber Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimize itaat ile olur.
Said b. Hişam diyor ki: Hz. Aişe
(R.Anha)ya:
- Ey Mü’minlerin annesi! Bana,
Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin ahlâkını anlat! dedim. Hz. Aişe (R.Anha):
- Sen, Kur’an-ı Kerim okuyorsun
değil mi? dedi.
- Evet okuyorum! dedim.
- İşte Hz. Peygamber (S.A.V.)
Efendimizin ahlâkı, Kur'an-ı Kerim idi,
dedi.
Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz yaşayan bir Kur’an-ı Kerîm
idi. İslâm’ın nasıl yaşanacağını gösteren canlı bir örnekti. Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin hayatı canlı bir
Kur’an’dır. Hz. Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz, davranışları ve üstün kişi-
liği ile en güzel örnektir. Esasen Kur'an-ı Kerim tek
örnek kişi kabul etmektedir ki, o da Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizdir. Kur’an-ı Kerim’de anlatılan bütün ahlâkî değerlerin hepsi O’nda vardı.
Bugünkü İslâm dünyası Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimize gereği gibi uymakta mıdır? Bu
soruya evet cevabını vermek mümkün değildir.
Çünkü Müslümanlar O'na gereği gibi uymuş, dinini
ve Sünnetini hakkıyla anlamış ve hayata tatbik
etmiş olsalardı şu perişan, zelil, feci durumda bulunmazlardı.
İslâm Dini; ahlâka pek büyük bir kıymet, bir
ehemmiyet vermiştir. Zaten İslâm Dini; bir ahlâk,
bir fazilet, bir hikmet dinidir. Ebû Hureyre (R.A.) den
rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
“Ben ancak güzel ahlâkı, ahlâkî faziletleri
tamamlamak için gönderildim”3 buyurmuştur.
İslam dininde insanların manevî kıymetleri,
sahip oldukları ahlâk ile ölçülüdür. Ebû Hüreyre
(R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
"Mü'minlerin imanca en mükemmel olanı,
ahlâkça en güzel olanıdır.”4 buyurmuştur.
İnsanların ahlâkı değişebilir. Çirkin huyları
güzel huylara değiştirmeye “tehzibi ahlâk” denir. Bu
değiştirme, mümkündür. Mümkün olmasaydı, Nebiyyi Zişan Efendimiz: “ Ahlâkınızı güzelleştiriniz.” diye emretmezdi.
Nefisleriyle mücadele eden bir nice zatların
ne güzel huylar kazandıkları daima görülmektedir.
Riyazet, terbiye; hayvanlara, otlara, çiçeklere, hatta
taşlara tesir edip dururken insanlara tesir etmez
mi?. “Huy canın altındadır, can çıkmadıkça huy çıkmaz” sözü her yönüyle doğru değildir. Gerçi bazı
huyları değiştirmek güçtür. Fakat imkansız değildir.
Tedavi sayesinde bazı hastalıklar, tesirsiz bir hale
geldiği gibi, terbiye ve mücadele sayesinde de bazı
huylar, hiç olmazsa tesirini gösteremez bir hale
gelir, güzel huyların karşısında siner, kalır.
Ebu Zer (R.A.) der ki: Resûlullah (S.A.V.)
efendimiz bana şöyle buyurdu:
“Nerede ve nasıl olursan ol, ALLAH Teâlâ’dan kork, takva sahibi ol! İşlediğin kötülüğün, haramın hemen arkasından iyilik yap,
tevbe-istiğfar et ki, o kötülüğü yoketsin, silip
süpürsün! İnsanlarla da güzel geçin, insanlara
iyi ahlakla muamele et.”5
Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimizin özlü
sözlerinden biri olan bu hadis-i şerifte üç önemli
hususa tenbih ve ikaz buyrulmaktadır.
1- Her yerde ve her halde takva üzere olmak.
ALLAH Teâlâ’nın azabından korkup, bütün emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmak suretiyle kişi,
ancak muttaki olabilir.
2- İşlenen haramların ardından hemen tevbeistiğfar etmek, iyilik yapmak.
Takva, günah işlemeye, günah işlemek takva
sahibi olmaya engel olmadığı için, insanlık gereği
işlenecek günahların peşinden iyilik yapmak, o
hata ve günahın sonuçlarını ve hatta bizzat günahın kendisini ortadan kaldırmak gerekmektedir.
3- İnsanlarla güzel geçinmek: İnsanlara güzel
ahlâkla muamele çok farklı şekillerde olabilir, yerine göre tatlı dil, güler yüz, müsamaha, bağışlama,
kusurlarını görmeme, hatasını yüzüne vurmama,
ayıbını teşhir etmeme, eza ve cefasına katlanma,
iltifat, hediye vs. Bunu yapabilen, hem dünyada
hem ahirette mükafaatını görecektir. Dünyada
felah, başarı, sıhhat, takdir ve sevgi, ahirette
Cenâb-ı Hakk'ın mağfiretine mazhariyetle necat ve
kurtuluş.
Evet, olgun bir Müslüman başkalarının mallarına, canlarına ve namuslarına tecavüz edemez.
Herkesin emniyet ve huzur içerisinde yaşamasını
ister. Hâlbuki ALLAH Teâlâ’yı inkâr eden birisi,
kendi nefsinin isteklerine uyar, bu sebeple de her
türlü kötülüğü mübah görür, insanların malına, canına ve mukaddesatına el uzatmaktan geri kalmaz,
kendi alçak duygularını tatmin etmek için her türlü
ahlaksızlığı meşrulaştırır. Çevrenin saadet ve selametini düşünmez. Onun yegane gayesi kendisinin hayvanca yaşamıdır.
İnsan güzel inanca ve güzel ahlaka sahip olmalıdır ki, hem dünyada hem de ahirette felaha ve
kurtuluşa erişebilsin. Bu da kuru laf ile değil, dinin
talimatı gereğince ciddi bir şekilde çalışmakla elde
edilir. Gerekeni yapmak ve doğru yolu takip etmek
lazımdır. Dolayısıyla selamet ve saadet sahiline kavuşmak isteyenler, hak dine, üstün ahlaka sarılmalı
ve bunların gösterdiği yoldan ayrılmamalıdır.
49
Nisan 2009
İşte İslam esaslarını ve insanî olgunlukları ihtiva eden ayet-i kerimelerden bazıları. ALLAH
Teâlâ şöyle buyurdu:
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, ALLAH Teâlâ'ya, ahiret gününe,
meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır.
ALLAH Teâlâ'nın rızasını gözeterek yakınlara,
yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar,
namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı
zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık
ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru
olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler
ancak onlardır.”6
Bu âyet-i kerime, islamın en mühim hakikatlerini öğretmektedir. Ayet-i kerimeden anlaşılıyor ki;
bir insan yalnız abdest almak, yalnız şöyle-böyle
bir namazı kılmak ve oruç tutmakla imânını kemâle
erdirmiş, tam Müslüman olmuş sayılmaz. Tam ve
hakikî bir Müslüman olmak, imânın ve insanlığın
kemâline ermek için her şeyden önce sahih ve sağlam bir imâna, mükemmel ve sarsılmaz bir i'tikada
sahip olacak, bütün itikad esaslarına imân edip inanacak. ALLAH Teâlâ nasıl emretmiş, Resûlullah
(S.A.V.) Efendimiz ne suretle kılmış ise namazını
öylece kılacak, orucunu tutacak, varsa malının zekâtını verecek, daha sonra ahlâkî vazifelerini de tamâmıyla yapacak. İşte bu suretledir ki, bir insan
tam Müslüman sayılır. En büyük İslâm düşmanlarının da i'tirâf ettikleri gibi bu ayet-i kerime beşeri
ve insanî bütün olgunlukları toplayıcıdır. Çünkü insanlığın kemâli, özetle üç şey ile kaimdir: Sahih ve
sağlam bir i'tikad, nefsini güzel ahlâk ile güzelleştirmek, insanlarla güzel geçinmek. İşte bu âyet-i kerime sarahatiyle, delâletiyle, işaretiyle bunları ihtiva
etmekledir. Bunun içindir ki Ebu Meysere (R.A.)
den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
“Her kim bu âyet-i kerime ile amel eder,
bunun gösterdiği gibi olursa imânını kemâle erdirmiş olur”7 buyurmuşlardır.
“ALLAH Teâlâ ile birlikte bir ilah daha tanıma! Sonra kınanmış ve kendi başına terkedilmiş olarak kalırsın.
Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi,
ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin
yanında yaşlanırsa, kendilerine “Of!” bile
deme, onları azarlama; ikisine de güzel söz
söyle.
Nisan 2009
Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle
üzerlerine kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi
de sen onlara öyle rahmet et!” diyerek dua et.
Rabbiniz sizin kalplerinizdekini çok iyi
bilir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki ALLAH
Teâlâ, kötülükten yüz çevirerek tövbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.
Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını
ver. Gereksiz yere de saçıp savurma.
Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok
nankördür.
Eğer Rabbinden umduğun, beklemek durumunda olduğun bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine
gönül alıcı bir söz söyle.”
Rivayete göre Bilâl, Suheyb, Salim, Mehca'
ve Habbab gibi yoksul sahâbîler, Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin yardımı ile geçinirlerdi. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz onlara verilecek bir şeyleri olmadığı zaman, mahcubiyetinden ötürü
söyleyecek bir söz bulamaz, yüzünü başka tarafa
çevirir, fakat onların ihtiyaçlarını gidermek için
Cenab-ı Hakk'ın kendisine imkân vermesini dilerdi,
işte bu âyet-i kerimede, Resûlullah (S.A.V.) Efendimize bu gibi insanlara bir şeyler veremeyecek
bile olsa, hiç olmazsa: “ALLAH Teâlâ, bize de, size
de bol rızık versin”, “ALLAH Teâlâ sizleri mesut ve
müreffeh kılsın” gibi sözlerle onların gönüllerini alması gerektiği hatırlatılmaktadır.
“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma.
Sonra kınanır, kaybettiklerinin hasretini çeker durursun.
Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine
daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları çok iyi görür.
Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur.
Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır
ve çok kötü bir yoldur.”
Bu âyet-i kerimede “zina etmeyin” denilmeyip
de “zinaya yaklaşmayın” buyrulması ilgi çekicidir.
50
Buna göre yalnız zina değil, kişiyi zina etmeye sevk
eden yollar da yasaklanmıştır. Esasen bir kere bu
yollara tevessül edildikten, yani insanı zina etmeye
zorlayan ve cinsî arzuları kabartan bir ortama girdikten sonra, artık, bu arzuların ağır baskısı karşısında iradenin gücü oldukça yetersiz kalır ve
zinadan korunmak son derece güçleşir, insanın bu
psikolojik zaafını dikkate alan Kur'an-ı Kerim, prensip olarak insanı kötülüklere sevk edici sebepleri
ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Buna sedd-i zerîa
prensibi denir.
“Haklı bir sebep olmadıkça ALLAH Teâlâ'nın muhterem kıldığı cana kıymayın. Bir
kimse zulmen öldürülürse, onun velîsine hakkını alması için yetki verdik. Ancak bu veli de
kısasta ileri gitmesin. Zaten kendisine bu yetki
verilmekle o, alacağını almıştır.
Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar,
ancak en güzel bir niyetle yaklaşın. Verdiğiniz
sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.
Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve
doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem
de neticesi bakımından daha güzeldir.
Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına
düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların
hepsi ondan sorumludur.
Yeryüzünde
böbürlenerek
dolaşma.
Çünkü sen ağırlık ve azametinle ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.
Bütün bu sayılanların kötü olanları, Rabbinin nezdinde sevimsizdir.”8
“De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram
kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların
da rızkını biz veririz; kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve ALLAH Teâlâ'nın yasakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte
bunlar ALLAH Teâlâ'nın size emrettikleridir.
Umulur ki düşünüp anlarsınız.
Rüşd çağına erişinceye kadar, yetimin malına, sadece en iyi tutumla yaklaşın; ölçü ve tartıyı adaletle yapın. Biz herkese ancak gücünün
yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz
zaman, yakınlarınız dahi olsa adaletli olun,
ALLAH Teâlâ'ya verdiğiniz sözü tutun. İşte
ALLAH Teâlâ size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti.
“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur.
Buna uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi ALLAH Teâlâ'nın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için ALLAH Teâlâ size bunları
emretti.”9
Enam sûresinin bu 152, 153 ve 154. âyet-i
kerimelerindeki bu on vasiyet, emirler ve nehiyler
bütün peygamberlerin şeriatlarında muhkem olarak vardır. Bu teklif ve vasiyetlerin beşi emir, diğer
beşi de yasak şeklindedir.
Bakara, İsrâ ve En'am sûrelerindeki bu âyeti kerimeler, ahlâkî faziletlere teşvik ve bedene,
mala, ırza, akla ve dîne zararı olan her türlü kötülüklerden meneden âyetlerin en büyüklerinden ve
en kapsamlılarındandır. Hatta bu âyet-i kerimeleri
rehber edinenler, hiç şüphe yok ki, dünyâ ve âhirette saadet ve selâmete erişeceklerdir. Nasıl ki,
Allâh Teâlâ şu âyet-i kerîmede bunu va'd buyurmuşlardır:
“Ey mü'minler! Allâh'dan korkarsanız O,
size hayır ve şerri, faydalı ve zararlı şeyleri ayırt
eden bir nur verir, kötülüklerinizi de örter, sizi
de bağışlar, muhakkak ki, ALLAH Teâlâ büyük
bir inayet sahibidir.”10
Bu âyet-i kerime, takva ile olan emirlerin en
şümullüsüdür. Çünkü mühim esasları bulunduran
bir asıldır. Buradaki Furkan kelimesi, takvâ kelimesi
gibi pek geniş ma'nâları ihtiva eden bir kelimedir.
Âyet-i kerimenin manâsı şu demektir: “Ey mü'minler! Eğer siz, ALLAH Teâlâ'nın koymuş olduğu din
ve şeriatın, kâinatta var olan ilahi kanunların gereğine göre sakınılması vâcib olan şeylerin hepsinde
ALLAH Teâlâ'dan korunur ve takva üzerinde bulunursanız, nefsinize ve kendi cinsiniz olan insanlara
zararı olan şeylerden sakınır, kemal mertebesine
yükselmenize, dünya ve ahiret saadetine mani
olan her türlü sebeplerden çekinir, küçük-büyük
bütün günahlardan sakınır ve gücünüzün yettiği
kadar ibadet ve taatla meşgul olursanız, bu takvanız ve bu korunmanız ile ALLAH Teâlâ sizde ilim
ve hikmetten oluşan bir nur, bir meleke yaratır; siz
o nurun aydınlığı ile hakkı batıldan, zararlı olanı
faydalı olandan, nuru zulmetten ayırt edersiniz.
Böylelikle dâima haktan ayrılmazsınız; ALLAH
Teâlâ da yapmış olduğunuz kötülükleri siler, o
nurun tesiriyle böyle kötülük yapmak sevdası ge51
Nisan 2009
lemez, yaptıklarınızdan ötürü de ALLAH Teâlâ size
azap etmeyip fazl u keremiyle onları örter.” Demek
oluyor ki, insan sahih ve sağlam bir itikatla dini ve
ahlâkî vazifelerini devamlı bir surette yaptıkça
rûhen yükselecek, ALLAH Teâlâ'nın inayeti ile onun
kalbi parlayacak ve bu parlak kalb ki, vicdan dediğimiz işte asıl budur, mıknatısî bir ibre gibi ona
dâima doğruyu gösterecek ve böylelikle bu insan
haktan ayrılmayacaktır. İşte bu son âyet de bize bu
yüksek hakikati göstermiş bulunuyor
Bu ve Kur'an-ı Kerîm'in diğer ayet-i kerimelerinden öğrendiğimize göre hakikî ve Kur'an-ı Kerim
ahlâkı ile tam ahlâklanmış bir Müslümanın başlıca
vasıfları şunlardır:
1- ALLAH Teâlâ'nın birliğine ve O'ndan başka
ilah olmadığına, ALLAH Teâlâ'nın Meleklerine,
Peygamber-lerine, Hz. Muhammed (S.A.V.) efendimizin ALLAH Teâlâ'nın kulu ve Peygamberi olduğuna, peygamberlere kitap gönderildiğine, Âhiret
gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, hayır ve
şerrin ALLAH Teâlâ'nın yaratması ile olduğuna
şüphesiz surette inanır, kalbi ile tasdik ve dili ile de
bunları ikrar eder.
2- ALLAH Teâlâ'nın emrettiği ve Resûlullah
(S.A.V.) Efendimizin gösterdiği şekilde namazını
kılar, orucunu tutar, malının zekâtını verir, bundan
başka olarak yetimlere, yoksullara, muhtaçlara,
hısım ve akrabalarına, yolda kalmışlara mal ile
seve seve yardımda bulunur.
3- Mühim ve tehlikeli vaziyetlerde asla sarsılmaz, gevşeklik göstermez. ALLAH Teâlâ'ya tevekkül eder.
4- Felâketleri metanetle karşılar, bunları muvaffakiyetle atlatabilmek için bütün kudretini sarf
eder ve nihayet çaresizliğe karşı sabır ve tahammül gösterir. ALLAH Teâlâ'dan ümidini kesmez.
5- Ana ve babaya itaat eder, onların kalplerini kıracak en ufak sözlerde ve işlerde bulunmaz.
kalbini fena huylardan, dilini çirkin ve kaba sözlerden temizler. Cismen ve rûhen temizliğiyle herkese
örnek olmaya çalışır.
10- ALLAH Teâlâ'nın ve Resûlullah (S.A.V.)
Efendimizin emirlerine itaat eder ve ahlâkî vazifelerini eksiksiz olarak yapar.
11- İnsanlar arasında fitne-fesat çıkarmaz, insanları birbirine düşürecek sözlerden ve işlerden
sakınır.
12- Kimsenin ayıplarını, gizli hallerini araştırmaz ve ortaya dökmez.
13- Kumarcı, içkici, düzenci, oyuncu, atlatıcı,
dalkavuk ve hilekâr değildir.
14- Bilmediği bir şey hakkında hüküm vermez.
15- Başkalarına karşı kibirlenmez, büyüklük
satmaz.
16- Kötülüğün, hayâsızlığın her türlüsünden,
gizlisinden ve açığından, büyüğünden, küçüğünden sakınır. Halkın iyiliğine çalışır.
17- Özü sözüne, içi dışına uygun ve dosdoğru olur.
18- Her nerede olursa olsun, hatta kendi
aleyhinde bile olsa, hak ve adaletten ayrılmaz.
19- Düşmanlarına karşı da adaleti, insafı bırakmaz, onların düşmanlıkları dolayısıyla adaleti
çiğnemez.
20- Yalan söylemez, yalan yere yemin etmez,
yalan şahitliği yapmaz. Haksızlığa karşı nefret
duyar.
21- Alçak ve süfli arzulara uyarak doğru yoldan sapmaz, kötülerle düşüp kalkmaz.
6- Sözünde durur, ahdinde sadık kalır.
22- İsraftan ve cimrilikten sakınır.
7- Her ne suretle olursa olsun emanete hıyanet etmez,
23- Ne eliyle, ne diliyle hiçbir kimseyi incitmez.
8- Üzerine aldığı her türlü vazifelerini en iyi
bir surette yapmaya çalışır.
24- Komşularını çok sayar ve onları hiçbir suretle gücendirmez.
9- Üstünü, başını, oturup yattığı yeri, kabınıkacağını kirden-pastan, kafasını kötü fikirlerden,
Nisan 2009
25- Varlık zamanında da, darlık zamanında
52
da başkalarına elinden geldiği kadar yardımda bulunur.
26- Öfkelerini yenerek kusur ve kabahatleri
affeder, intikam sevdasına düşmez.
27- Bir kötülük işlemek ister veya bir haksızlık yapacak olursa, hemen ALLAH Teâlâ'yı hatırlayarak O'ndan af ve mağfiret diler, yaptığına pişman
olur.
28- Her iyi işe arka çıkar, maddî ve manevî
yardımda bulunur, insanlara iyiliği tavsiye eder, fenalığa ve zulme asla yardımcı olmaz, kötüleri korumaz ve herkesi kötülükten çevirmeğe çalışır.
29- Dargınları barıştırmak için çalışmayı vazife bilir, kin gütmez, kimseye haset etmez, umuma
faydalı bir insan olmağa özenir.
30- Başka milletlerin nasıl yükseldiklerini,
nasıl gerilediklerini ve nasıl düştüklerini, ahlâkî düşkünlüğün doğuracağı elim akıbetleri tetkik ederek
onlardan ibret alır ve bu suretle başkalarının düştükleri hatalara düşmemeye çalışır.
31- Kim söylerse söylesin, hakkı kabul eder,
ilim ve hüneri, hikmet ve hakikati nerede bulursa
alır ve bunda taassup göstermez.
32- Müslüman tembel değildir. Dünyâ için hiç
ölmeyecekmiş gibi çalışır, yarın ölecekmiş gibi de
âhirete hazırlanır; her iki vazifesini eksiksiz yapar.
33- ALLAH Teâlâ'nın yolunda, millet ve memleket uğrunda elinden gelen fedakârlıktan, yerine
göre canını feda etmekten çekinmez.
34- Yapacağı bir işin önünü sonunu düşünmeden hatırına gelir gelmez hemen yapmaya kalkışmaz, ibâdetinde acele ederek eksik bırakmaz,
hayırlı işlerde geriye kalmayıp dâima ileri koşar.
35- Müslümanların derdini kendisine derd edinir ve
onların iyiliğine çalışır. Hastalarını arayıp sorar, sıkıntılarını gidermeye özenir, cenazelerine gider,
kendisinden büyük olanları, hele ihtiyarları sayar,
küçüklere acır ve her canlıya karşı şefkatli olur,
azamet ve kibir göstermez.
36- Müminleri ve bütün insanları kardeş bilir
ve başkalarının hayatlarını, haklarını kendisininki
gibi muhterem tutar.
37- Kimse ile alay etmez. Başkalarına kötü
bir lâkab takmaz. Dilini gıybetten, iftira etmekten,
yalan söylemekten ve her türlü kaba ve çirkin sözlerden muhafaza eder.
38- Herkesle hoş geçinir, dargınları barıştırmaya çalışır; üç günden fazla dargın durmaz.
39- Sevdiğini ALLAH Teâlâ için yâni bir karşılık beklemeyerek sever, sevmediğini de ALLAH
Teâlâ için sevmez.
40- İşlerinde tereddütlü ve evhamlı olmaz, bir
işin meydana gelmesi için zaruri olan her türlü sebeplerine yapıştıktan sonra ALLAH Teâlâ'ya tevekkül eder.
41- ALLAH Teâlâ ve Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin sevgisini her şeyden üstün tutar. ALLAH
Teâlâ sevgisi ve ALLAH Teâlâ korkusu onun bütün
vücûdunu kaplar.
42- Her ne suretle olursa olsun, şüpheli şeylerden sakınır.
43- Bir Müslüman için en büyük gaye hakikî
bir Müslüman olmaya çalışmak, Müslümanlığın
tayin ye telkin eylediği faziletleri yaşamak ve yaşatmak ve bu suretle bütün insanlara örnek olmaktır.
Tevfîk yani başarı ALLAH Teâlâ'dandır.
ALLAH Teâlâ'nın tevfikini kazanmak için de Kur'anı Kerim ahlâkına, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Sünneti-ne, İslâm ilkelerine, neyin iyi
olduğunu ve neyin kötü olduğunu bildiren şer’i ahkâma tâbi olmak gerekir.
Ya Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize uyarak ahlâklı ve faziletli olacağız yahut zillet ve rezalet içinde sürünmeye devam edeceğiz. Seçim bize
aittir.
.....................................................................................................
1 Kalem sûresi:4, 2 Ahzab sûresi:21, 3 Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 15/252
No:21379; Malik, Muvatta, Husnul-Huluk:8, No:1723, 2/404;, 4 Tirmizî, Radâ:11,
No:1162, 3/457; Ebu Dâvud, Sünnet:16, No:4682, 5 Tirmizi, Birr: 55, No: 1987, 6 Bakara Suresi:177, 7 Suyutî, Ed-Dürrül-Mensûr, 1/342,8 İsra sûresi:22-38, 9 En’am sûresi:152-154, 10 Enfal sûresi:29
53
Nisan 2009
Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
1- Erzurum'un büyük velîsi İbrahim Hakkı (k.s.)
hazretlerini çocukken İsmâil Fakîrullah (k.s.) hazretlerine
teslim ederler. İyi bir terbiye alması için çocukluğunun
mühim bir devresini Fakîrullah hazretlerinin yanında geçiren İbrahim Hakkı hazretleri, bir gün eline aldığı bir testiyle çeşmeye gider, doldururken oraya gelen bir atlı:
-Çekil bakayım önümden be çocuk! diye İbrahim
Hakkı hazretlerini azarlayarak atını çeşmeye sürer. O da
testisini alıp bir kenara çekilmeye uğraşırken atını mahmuzlayan adam, onu bir köşeye sıkıştırır. Testisini bırakıp kendisini kurtarmak zorunda kalır İbrahim Hakkı
hazretleri... Bu esnada at da üzerine basıp testiyi kırar.
Ağlayarak hocasının huzuruna gelir ve:
-Çeşmeden su alırken atını koşturarak gelen biri,
atını üzerime sürdü. Can havliyle kendimi kurtarmaya
çalışırken testimi de tepeletip kırdı! der. Hocası sorar:
-Testini kıran atlıya sen bir şey söyledin mi?
-Hayır, der, hiçbir şey söylemedim.
-Çabuk git ve o adama bir-iki laf söyle, der.
İbrahim Hakkı hazretleri gider, çeşmenin başında
atını tımar etmeye başlayan adamın yanına varıp bekler.
Fakat bir türlü terbiyesini bozup da:
-Benim testimi niye kırdın zâlim adam?! diyemez.
Dönüp geldiğinde hocası Fakîrullah hazretleri
sorar:
-Ona bir şeyler söyleyebildin mi?
-Söyleyemedim efendim; niyetlendim, lâkin bir
türlü dilimi çevirip de ağır bir söz sarf edemedim! Hocası
bağırır:
-Sana diyorum, çabuk git ve o adama bir şeyler
söyle, mukabele et! Yoksa sonu felâket!..
İbrahim Hakkı hazretleri bu defa kararlı olarak
koşup çeşmenin başına gelir. Bir de bakar ki, testisini
kıran adamı, kendi atı, attığı çiftelerle çeşmenin havuzuna yuvarlamış, ölüsü yatmaktadır! Koşarak gelip, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerine bu vahim vaziyeti
anlatır. Hocası bu hâle üzülür:
-Vah vah! Bir testiye bir adam! Üzüldüm buna doğrusu! der. Huzurundakiler bundan bir şey anlamadıklarını
söyleyince, büyük velî şöyle îzah eder: 'O atlı adam, İbrahim Hakkı'ya zulmetti. Zulme uğrayan da tek kelimeyle
olsun mukabelede bulunmadı, zâlimi Allâh'a havâle etti.
Allâh Teâlâ'nın da gayretine dokunup zâlimi cezâlandırdı.
Şayet İbrahim Hakkı da onun zulmüne karşılık verip, ona
bir şeyler söyleseydi, ödeşeceklerdi. Fakat İbrahim, büsbütün mazlum oldu. Bense ödeştirmek için uğraşıyordum, maalesef muvaffak olamadım!'
2- Ebû Abdullah Merrakûşî hazretleri, Resûlullah
efendimizi vesîle ederek Allahü teâlâdan bir şey istemek,
Nisan 2009
Resûlullah efendimizin yardım ve şefâatlerine kavuşmak
husûsunda bir eser yazdığı esnâda başından geçen bir
hâdiseyi şöyle nakletti:
"1239 senesinde Sader kalesinden seçkin bir cemâatle berâber çıktık. Yanımızda bize kılavuzluk eden
biri vardı. Bir müddet gittikten sonra suyumuz tükendi.
Durup su aramaya çıktık. Ben de bu arada ihtiyâcımı
görmek için gittim. Bu sırada müthiş bir şekilde uykum
geldi. Nasıl olsa giderken beni uyandırırlar deyip, başımı
yere koydum. Uyandığımda kendimi çölün ortasında yapayalnız buldum. Arkadaşlarım beni unutup gitmişlerdi.
Yalnızlıktan büyük bir korkuya kapıldım. Çölde sağa sola
yürümeye başladım. Nerede bulunduğumu, nereye gideceğimi bilemiyordum. Her taraf dümdüz kumdu. Az
sonra hava karardı. Yolculuk yaptığımız kâfileden hiçbir
iz yoktu. Ben, gece karanlığında yapayalnızdım. Korkum
daha da şiddetlendi. Telâşla daha süratli yürümeye başladım. Bir müddet gittikten sonra, çok susamış ve yorulmuş bir hâlde yere düştüm. Artık hayâtımdan ümîdimi
kesmiş, ölümümün yaklaştığını hissetmeye başlamıştım.
Susuzluk ve yorgunluktan, ızdırap ve elemim son haddine varmıştı. Birden aklıma geldi. Gece karanlığında:
"Yâ Resûlallah! Yetiş! Senden Allahü teâlânın
izniyle yardım etmeni istiyorum!" diye inledim.
Sözümü bitirir bitirmez, birinin bana seslendiğini
duydum. Sesin geldiği tarafa baktığımda; gece karanlığında, etrâfına ışıklar saçan, bembeyaz elbiseler giyinmiş, o zamâna kadar hiç görmediğim bir kimsenin beni
çağırdığını gördüm. Bana yaklaşıp, elimi tuttu. O ânda
bütün yorgunluğum ve susuzluğum kayboldu. Yeniden
doğmuş gibi oldum. Ona canım birden ısınıverdi. Elele
bir müddet yürüdük. Hayâtımın en tatlı anlarından birini
yaşadığımı hissettim. Bir kum tepeciğini aşınca, berâber
yolculuk yaptığım kâfilenin ışıklarını görüp, arkadaşlarımın seslerini duydum. Onların yanlarına doğru yaklaştık. Benim bindiğim hayvan en arkada onları tâkib
ediyordu. Birden gelip önümde durdu. Bineğimi önümde
görünce, sevinç çığlıkları attım. Ben bağırınca, benimle
gelen zât elini elimden çekti. Daha sonra elimden tutup
bineğime bindirdi.
Sonra da;
"Bizden bir şey isteyeni ve yardım talebinde
bulunanı boş çevirmeyiz." diyerek geri dönüp gitti. O
zaman onun Resûlullah efendimiz olduğunu anladım. O,
geri dönüp giderken, çevresine yaydığı nûrların gece karanlığında göğe doğru yükseldiği görülüyordu. O, gözümden kaybolunca, birden aklım başıma geldi;
54
"Nasıl olup da ben, Resûlullah efendimizin elini
ayağını öpmedim." diye çırpındım. Ama iş işten geçmiş,
fırsat elden kaçmıştı.
3- Eline aldığı kuru bir hurma dalına dayanarak
Resûlüllah’ın kapısına kadar gelmiş olan yaşlı bir kadın,
içeri girmek arzusunu izhar etmesi üzerine;
– Yâ Resûlâllah, kim olduğunu bilmediğimiz bir ihtiyare kadın, zâtınızı görmek istiyor,” dediler.
Resûl-i Ekrem Hazretleri:
– Müsaade edin, gelsin,” buyurdular.
İhtiyarlıktan âdeta rükû eder halde duran kadın,
hurma dalından edindiği asâsına dayana dayana Resûlüllah’ın kapısından içeri girdi, bir-iki adım ilerledikten
sonra, kendisini tanıyan Resûlüllah hemen ayağa kalktılar; altlarındaki içi hurma lifi dolu minderlerini göstererek
oturmasını istediler.
Resûlüllah’ın bu kadına gösterdiği hürmet ve
alâka, orada hazır bulunan Hazret-i Ömer’in dikkatini
çekti; hattâ kim olduğunu merak ettiği bu ihtiyareye gösterilen bu ikramı, biraz da fazla gibi bulduğu içindir ki, ihtiyare kalkıp gittikten sonra: – Yâ Resûlâllah, bu kadın
kimdi ki, kendisine ayağa kalkacak kadar hürmet ettiniz,
minderinizi verecek kadar alâka gösteriniz?” dedi.
Resûlüllah’ın cevabı tek cümleden ibaretti:
– Bu kadın, bizim Hatîce’nin dostlarındandı!”
Burada aklımıza şöyle bir sual geliyor:
– Resûlüllah Hazretleri, senelerce evvel vefat etmiş
olan Hatice Validemize, neden bu kadar alâkâ duyuyordu ki, O’nun dostlarına bile ayağa kalkıyor, minderlerini vermek kadirşinâslığında bulunuyorlardı? Hatîce
Validemizin kendisini bu derece sevdiren hususiyeti ne
idi?
Bu sualin cevabını da, Hazret-i Âişe Validemizin
hazır bulunduğu bir mecliste cereyan eden şu hatırada
bulmak mümkündür. Fahr-i Kâinat Efendimiz, bir aile
sohbetinde, Hazret-i Hatîce Validemizi uzun uzun yâdetmiş; bazı hatıraları yeniden anlatarak, geçmiş günlerini dile getirmişti.
Hazret-i Âişe Validemiz:
– Yâ Resûlâllah, senelerce evvel ölüp gitmiş olan bir
yaşlı kadını, bu kadar hatırlayıp yâdetmekte ne fayda
var? Allahü Zülcelâl, size, O’ndan daha genç ve güzelini
ihsan etmiş; ağzında dişi bile kalmamış bir ihtiyare yerine
daha gencini vermiştir,” dedi. Âişe Validemizin bu sözlerine karşı Resûlüllah Hazretleri’nin, Hz. Hatîce Validemizi niçin unutmadığını bildiren şu cevaplarını, dikkat ve
ibretle okumaktayız:
– Yâ Âişe! Seneler geçtiği halde Hatîce’yi unutmayışım, O’nun dış güzelliğinden değildir.
Herkes beni red ve inkâr ettiği zaman, Hatîce bana
inandı ve tasdik etti.
Etrafımdakiler bana, yalancısın, dediği zaman;
Hatîce bana, doğru söylüyorsun, asla çekinme, dedi.
İnsanlar benden bir pulu esirgediği zaman, Hatîce,
bütün servetini önüme sürerek bunların hepsi emrindedir, istediğin kadar harcayabilirsin, dedi.
Dünyada yalnız kaldığım günlerde, Hatîce, benden asla geri kalmadı; bunların hepsi geçicidir, üzülme,
ileride bu güçlükleri kolaylıklar takip edecektir, dedi.
İşte ben, Hatîce’yi, bu fedakârlıkları için unutmuyorum!”
Hz. Hatîce’yi seneler geçtiği halde unutturmayan
meziyetleri, Resûlüllah nezdinde, kadın arkadaşına oturduğu minderini verdirecek kadar kazanmış olduğu itibar
ve kıymeti; hanımların dikkatlerini çekmelidir.
Mü’mine hanımlar, İslâm dâvası uğrunda fedakârca çalışan kocalarına engel olmamalı. Hatîce annemiz gibi, bütün kuvvet ve imkânlarıyla dâva uğrunda
çalışan beylerini takviye ile yardımcı olmalıdırlar.
4- Cemâleddîn-i Aksarâyî hazretleri anlatır:
Tâbiînden Hasan-ı Basrî hazretleri bir gün dergâhta otururken ihtiyar bir kadın gelir ve;
- Efendi hazretleri, benim bir kızım vardı öldü. Hasretine dayanamıyorum. Bana bir duâ öğret de rüyâmda
görüp hasretimi gidereyim, der. Hasan-ı Basrî hazretleri
gerekeni yaptıktan sonra kadın gider. Fakat kadın, ertesi
gün gözleri kan çanağı gibi olduğu hâlde ağlayarak tekrar dergâha gelir. Hasan-ı Basrî hazretleri kadına;
- Niçin ağlıyorsun? diye sorunca kadın;
- Kızımı rüyâda gördüm, ama üzerine katrandan bir
elbise giydirmişler cayır cayır yanıyor, cevabını verir.
Hasan-ı Basrî hazretleri ve yanında bulunanlar
kendi sonlarının nasıl olacağını düşünerek ağlaşmaya
başlarlar.
Aradan bir müddet geçtikten sonra Hasan-ı Basrî
hazretleri, rüyâsında kendinin vefât ettiğini ve cennete
girdiğini görür. Cennette gezerken muhteşem bir köşk ve
önünde bir kadın görür.
O kadına;
- Yavrum sen hangi peygamberin hanımı veya kızısın? diye sorar.
Kadın;
- Efendim ben, bir peygamberin hanımı veya kızı
değilim. Geçen gün size gelip de sizden rüyâsında kızını
görmek isteyen kadının kızıyım, cevabını verir.
Hasan-ı Basrî hazretleri;
- Kızım annen senin Cehennemde yandığını söylemişti. Hâlbuki sen yüksek makamlardasın. Bu makâma
nasıl ulaştın? diye sorar.
Kadın;
- Efendim biz kabir hayâtında beş yüz elli kişi azâb
görüyorduk. Bir mümin kabristana gelip on bir İhlâs, on
bir Felak, on bir Nâs sûresini okudu. Kabristanda yatan
müminlerin ruhlarına bağışladı. Allahü teâlâ bize azâb
eden meleğe; “Benim âyetlerim ve adım hürmetine burada bulunan ve azâb görenleri affettim. Onlara azâb etmeyin ve birer makam verin” buyurdu. Onun için bu
makâma geldim cevabını verir...”
Netice olarak, ölen yakınlarımızı seviyorsak, onları üzecek kötü amellerden sakınmamız ve onlara dua
etmemiz, sadaka vererek, hayır, hasenât yaparak imdatlarına koşmamız lazımdır...
55
Nisan 2009
Hasan BAŞAR
KÖROĞLU
GERÇEKTEN
HALK
KAHRAMANI
MIDIR?
“Köroğlu yaşamamış olsaydı bile
halk onu yaratmak gereksinimini duyacaktı. Gerçektende Köroğlu –bu
günün anlayışına göre- yozlaşmış kimi
eylem ve anlayışlar bir yana bırakılırsa- gerçek bir kahramandır: yiğittir,
merttir, hayırseverdir, özellikle dostluk
ve arkadaşlığa çok değer verir.” Anadolu insanımızın gözünde Köroğlu bir
halk kahramandır. Ve yüzyıllar boyunca ondan övgüyle bahsedilmiştir.
Köroğlu bir halk kahramanı, zenginden alıp fakirlere dağıtan, Kıratı ile
Bolu Beyi gibi bir zalime karşı gelip
hattini bildiren, mazlumların yardımcısıdır Köroğlu. Peki, halkın bu kadar
sevgisini kazanmış bir kahramanın
menşei nedir? Köroğlu’nun kimliği
üzerine yapılan araştırmalardan elde
edilen sonuçlara göre Köroğlu’nun
kimliği ilgili olarak çok farklı yorumlar
yapılmaktadır.
Nisan 2009
56
Köroğlu’nun kimliği hakkında ilk
bilgi veren Köroğlu anlatımlarını ilk
defa derleyen ve yazıya geçiren kişi
Chodzko’dur. 1842 yılında kaleme aldığı eserinde Chodzko Köroğlu’yla ilgili olarak şöyle yazmıştır: “Bizim
eserimizde anlatılanların kahramanı
Kurroğlou’dur ve kendisi “Tuka” Türkmenlerinden olup Kuzey Horasan’ın
yerlilerindendir ve de 17. yüzyılın ikinci
yarısında yaşamıştır. Kurroğlou, Khoi(
Hoy) ile Erzerum (Erzurum) şehirleri
arasında bulunan İran’dan Türkiye’ye
uzanan büyük ticaret yolundan ( ipek
yol) geçen kervanları yağmalamak ve
bu sırada irticalen şiirler söylemek suretiyle adını meşhur etmiştir.”
Mirza Velizade, Köroğlu’nu Kafkasya hanlarına isyan eden biri olarak
kabul eder, Evliya Çelebi’de Köroğlu’ndan Çerkeş tarafında yaşamış
bir haydut olarak bahseder.
Boratav’a göre de Köroğlu Celali isyanlarına
karışmış bir Celali reisidir. Hatta Boratav bununla ilgili olarak kanıtlar dahi sunmuştur.
A. Haydar Avcı da Köroğlu’nu bir Celali lideri
olarak göstermiştir. Hatta Avcı biraz daha ileri giderek Köroğlu’nu Sovyet dönemi yazar ve araştırmacılarının üslubuyla sosyalist bir isyancı olarak
gösterme gayretlerine de dikkatleri çekmiştir.
Araştırmacıların büyük çoğunluğu onun eşkıya olduğu hususunda birleşirken bunun yanında
onu eşkıya değil de bir Gazneli Mahmut, bir Mete
gibi devlet adamı olduğunu söyleyenlerde bulunmaktadır.
Zeki Velidi Toğan; Köroğlu’nu “624 yılında
Medyalılarla olan muharebelerde hıyanet yoluyla
ele geçirilerek öldürülen tarihi “Saka” kahramanıyla
birleştirmektedir. Ayrıca Oğuz rivayetinde “Mete” ile
birleştirmektedir.
Ziya Gökalp’ göre de Köroğlu karakterinin
prototipi Gazneli Mahmut’tur.
Bu ve buna benzer yorumlardan anlaşılacağı
üzere Köroğlu’nun menşei ile ilgili kesin bir kanıya
sahip değiliz. Ama menşei ne olursa olsun Köroğlu
günümüzde bir eşkıyaya dönüşmüştür. Onu değerlendirirken bu yönü hep ağır basacaktır. Benim kanaatime göre de Köroğlu bir eşkıyadır. Eşkıya
olmadığını iddia edenler onun şahsiyetini kurtarmak
için zorlama yorumlar yapmışlardır. Köroğlu gibi yiğit,
mert, cesur bir halk kahramanın itibarını kurtarmak
için olsa gerek bu zorlama yorumlar. Sonuç olarak
en nihayetinde Köroğlu, yol kesip zenginlerin malını
zorla ellerinden alan, babasının gözlerini kör eden
beyden intikam almaya çalışan bir eşkıyadır.
Köroğlu’nun her yöre ve ülkede değişik versiyonları vardır. Ama benim için asıl önemli olan
Anadolu ki ağzında anlatılan Bolu Beyi ile girdiği
mücadeledeki versiyonudur. Anadolu versiyonunda
Köroğlu tipini haklı göstermek için hem devlet
adamları, hem zenginleri, hem de adalet mekanizması karalanmıştır. Yani Köroğlu kurtarılırken bu
saydıklarımız feda edilmiştir.
Köroğlu’nun yaşadığı varsayılan dönemle
Köroğlu’nun başından geçen olaylar ve karakterler
karşılaştırıldığında Köroğlu Destanı çağın ve dö57
Nisan 2009
nemin anlayışına göre sürekli olarak yorumlandığını göstermektedir. Olayların 15. 16. yy. geçtiği
varsayılırsa bu devirde Bolu Beyi gibi bir bey profili mümkün gözükmemektedir. Zaten yazılı kaynaklarda da Bolu Beyi ile ilgili bir belgeye
rastlanmamıştır. Osmanlının en iyi olduğu bir dönemde Bolu Beyi gibi acımasız, zalim bir beyin olabileceğini düşünmek mümkün müdür bilemiyorum?
Ayrıca orada sadece bolu beyi değil tüm beyler
ağalar ve zenginler de yozlaşmış tiplerdir. Adalet
dağıtması gereken kadılar rüşvet batağında yüzmektedirler.
Köroğlu’nun menşei itibari ile değişik rivayetler( Gazneli Mahmut ya da Mete gibi tarihi karakterler) olsa da bizim bildiğimiz anlamda bir eşkıya
karakterine nasıl ve niçin dönüşmüştür ya da dönüştürümlesin de bir kasıt var mıdır? Destana ideolojik bir görev yüklenmiş midir? Yapılan derleme ve
çalışmalar ideolojik olma eğiliminde olabilir. Destanlar zaman içerisinde gelişen tarihi olayları da
içine alarak yeni yorumlamalar katılabilir. Bu yorumlara ideolojik eklemelerde katılabilir. Nitekim
eklenmiş gibi de.
Köroğlu destanlarında zengin olmak suç. Köroğlu zenginden zorla alıp fakire fukaraya dağıtır.
Zengin malı fakire fukaraya vermeyince suç işliyormuş gibi bir izlenim uyandırılmaktadır. Oysa
zenginin malını fakir fukaraya dağıtmak gibi bir
mecburiyeti yok. Zengin vergisini verip, zekâtını veriyorsa sorumluluğunu yerine getiriyor demektir.
Bundan sonrası onun cömertliğine kalmıştır. Fakire
ne kadar çok dağıtırsa o onun isteğine kalmış demektir. Ama asla suçlu değildir. Ha bu arada bu efsanelerde zenginler hep hırsız, acımasız ve yol
keserek zengin olmuş karakterler olarak karşımıza
çıkmıştır. Yani Köroğlu’nun mücadele ettiği kişiler
hep zalim ya da adaletsiz kişilerdir. Sanıyorum bu
da Köroğlu’nun yaptığı mücadelenin meşru hale
getirilmeye çalışılmasından kaynaklanıyor. Ama
sonuçta Köroğlu da çok masum değildir. M. Kaplan Köroğlu tiplemesi için alp tipinin bozulmuş ve
yozlaşmış bir şekli olarak bakılması gerektiğini savunmuştur.
Köroğlu silah icat oldu mertlik bozuldu diyerek mertlik anlayışından da yanlış yorumlamıştır.
Mertlik sadece kılıçla gösterilen bir şey midir?
Hayır. Kurşuna topa tüfeğe karşı koymak kılıca
karşı koymaktan daha çok mertlik ister. Köroğlu baNisan 2009
basına karşı yapılan haksızlığa cezayı kendisi vermiştir. Bu anlamda en az bolu beyi kadar suçludur.
Bu anlamda toplum için kötü bir örnektir. Herkes
Köroğlu gibi haksızlığa uğradığında kendi işini
kendi görmeye başlarsa vay halimize. Devlet
çöker, topluma kargaşa hâkim olur. Ve sapla
saman birbirine girer. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna kim karar verecek? Kişinin kendi adalet
duygu ve anlayışı.
Mesela Köroğlu destanlarına Bolu Beyi’nden
daha büyük hükümdarlar varken Köroğlu hiçbir
zaman hükümdarla Bolu Beyi’nin durumu hakkında
görüşmez. Yapılan haksızlıklarla ilgili olarak hükümdara bilgi vermez ona başvurmaz. Adalet dağıtıcı olarak devlet hiçbir zaman ortada yoktur.
Buradan iki sonuç çıkabilir. Ya devlete olan güven
yok ki bu da dönem düşünülürse mümkün değildir
ya da Köroğlu’nun eşkıyalık tarafı ağır basmaktadır.
Anadolu’daki eşkıya kültürünün bu kadar
yaygın olmasının altında yatan nedenlerde bir tanesidir Köroğlu destanları. Çünkü Köroğlu destanı
ile yetişen insanımız kendilerine örnek olarak bu
tipi seçmişlerdir. Bir insanın haksızlığa uğraması
ona silah alıp dağa çıkma hakkı tanımaz. Ayrıca bir
insanın mert, cesur, arkadaş canlısı olması da onu
iyi insan yapmaz. Önemli olan toplumsal düzenin
devam etmesi ve o düzenin devamını sağlayan kurumların ayakta kalmasıdır. İşte bu anlamda Köroğlu tipi kişiler toplumsal düzen için tehlike arz
etmektedir.
Çocuklarımız gençlerimiz hep Köroğlu destanları ile yetişmiş ve hala yetişmektedir. Kendilerini Köroğlu yerine koyuyorlar ve haksızlığa
kendilerince karşı koymaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de kendilerini bir kahraman gibi görüyorlar.
Hafızamızı şöyle bir zorlayalım. Kendisine Köroğlu
tipi çizen kişilerle karşılaşırız. Bir Deniz Gezmiş, bir
Abdullah Çatlı, bir “Kurtlar Vadisi’ndeki Polat tipleri
dikkatlice incelendiğinde hep o Köroğlu tiplemesi
ile karşılaşırız. Bir başkaldırı ve kendi doğruları peşinde koşan tipler. Hep kahraman olarak görürler
kendilerini mücadeleyi kendi sahalarına çekerler.
Doğruya yanlış yol izleyerek gitmeye çalışırlar.
Yaptıklarına kendilerince meşru sebepler ararlar.
Ama bu onların yaptıklarını hiçbir zaman meşru
göstermez.
58
Adı Güzel Kendi Güzel
Muhammed
Canım kurban olsun senin yoluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed,
Şefâat eyle bu kemter kuluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed
Mü'min olanların çoktur cefâsı,
Ahirette olur zevk-u sefâsı,
On sekiz bin âlemin Mustafâ'sı,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed
Yedi kat gökleri seyrân eyleyen,
Kûrsûn üstünde cevlân eyleyen.
Mi'râcda ümmetin Hak’dan dileyen,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed
Ol çâriyâr anın gökler yâridir,
Anı seven günahlardan beridir,
On sekiz bin âlemin serveridir,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed
Aşık Yunus neyler iki cihânı sensiz,
Sen Hak Peygambersin şeksiz, gümânsız
Sana uymayanlar gider imânsız,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed
Yunus Emre
59
Nisan 2009
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
İLAHÎ
ADALETİN
AHİRETİ
GEREKTİRMESİ
Kâinâtta Cenab-ı Hakk'ın adâlet
ve mîzânla iş gördüğünün delîli, her
şeye hassas mîzânlarla, husûsi ölçülerle sûret giydirmesi, her şeyi yerli yerine koymasıdır. Bu durum Adil-i
Mutlak olan Allah'ın, nihayetsiz bir
adalet ve mîzân ile iş gördüğünü gösteriyor. Hem, her hak sahibine istidâdı
nisbetinde hakkını vermek, yani vücûdunun bütün ihtiyaçlarını, hayatını sürdürmesi için gerekli bütün cihazları en
münasip bir tarzda vermek, nihayetsiz
bir adâleti gösteriyor1.
Allah'ın mutlak âdil olduğunu,
zerre kadar zulüm ve haksızlığa razı
olmadığını ifade eden Adl ismi, âhireti,
mücâzat ve mükâfatı iktizâ eden isimlerin başında gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de,
"Kötülükleri işleyenler kendilerini
imân edenlerle bir tutacağımızı mı
zannediyorlar..." (Câsiye, 21) âyetinde olduğu gibi, muhsin ve musî (iyi ve
kötü), sâlih ve fâcir...' in bir tutulmayaNisan 2009
60
cağına, başka bir âlemde, yaptıklarının karşılığını mutlaka göreceklerine
dâir pek çok âyet-i kerîme vardır2.
Bütün bu âyetler müminlerle kâfirlerin,
sâlihlerle fâcirlerin, zâlimlerle mazlûmların... bir tutulmayacağını, birincilerin
mükafât, ikincilerin ise, ceza göreceğini, Allah'ın adâletinin bunu iktizâ ettiğini ifâde etmektedir. Bu ceza ve
mükâfât, çok kere bu dünyada verilmediğine göre, başka bir âlemde mutlaka verilecek ve Adl ismi tam tecellî
edecektir. Akl-ı selim ve sahîh fıtrat bu
hakikati göstermektedir. Çünkü, bu
dünya hayatında çok kere zâlim, hiç
bir cezâ ve musîbete düçar olmadan
zulmünde devam ederken, mazlûm
ise, perişan vaziyette hayatını sürdürüp, sonra her ikisi de ölüp mezara giriyorlar. Dolayısıyla mazlûmun hakkını
zâlimden almak için öte âlemde bir
mahkeme gereklidir. Adil olan Allah
birbirinden çok farklı ve zıt istikâmetlerde olan bu grupları bir tutup, eşit
saymaz. "Yaşamaları da ölümleri de bir (!), ne
kötü hükmediyorlar!" (Câsiye, 21) Beşere hayır ve
şerri, adalet ve zulmü tefrîk etme kâbiliyetini veren
Zât, şer ve zulmü cezâsız, adâlet ve hayrı mükâfâtsız bırakmaz3.
İbn-i Abbas Hazretleri, aşırı derecede zâlim
birisinin, ne ehline, ne malına ne de sıhhat ve bedenine bir bela ilişmeden, hiç bir musîbete marûz
kalmadan öldüğünü görünce, "Şehâdet ederim ki,
insanlar için zalimden mazlûmun hakkının alınacağı bir hesap günü vardır" buyurarak, bu delîli mülâhaza etmiş ve bu hakîkâte işârette bulunmuştur4
İnsanlarda adalet sevgisi, adaleti araştırma
ve gerçekleştirme arzusu fıtrîdir. Ehl-i fikr'in dediği
gibi, suya susamak suyun varlığına delâlet ettiği
gibi, adalete susamak da, adâletin varlığına delâlet eder... Bu dünyada tam olarak mevcut olmadığına göre, mutlaka bir gün, bir vakitte bu adâletin
tahakkuku için mizânlar nasbolunacaktır.
Fransız hâkimlerinden biri,
Fransa'daki kazâ tarihini ele alıp bu
mevzuda bir kitap yayınlayarak,
hakkında idâm veya para cezası
gibi hükümler verilmiş ancak sonradan suçsuz oldukları ortaya çıkmış zanlılara dâir pek çok olay, yine
zanlıların suçsuz görülüp de daha
sonra suçlu oldukları ispatlanan
pek çok hâdise sıralamış, neticede
şöyle demiştir: "İnsanların, bu dünyadaki kazâ (hüküm) hatalarının
karşılığını görmeleri için, hükmü
mazlumlara insâf, suçlulara men
yoluyla gerçekleşecek, kendisine
hiç bir şeyin gizli kalmayacağı, her
şeyi bilen bir başka Hâkim'in huzurunda, bir başka âlemde mücâzât
ve hesap görmeleri, gerekli ve
kat'idir"9
Bazı âyetlerde ise, zâlim ve mücrim kâvimlerin kötü akibetleri, helâk edilmeleri nakledilerek,
böylelerinin âhirette de cezâya marûz kalacaklarına işârette bulunulmuştur. Nitekim, Alûsî'nin
beyan ettiği üzere, "Zâlim memleketleri yakaladığında Rabbin'in yakalaması işte böyledir!
O'nun yakalaması çok elem verici ve çok çetindir. İşte bunda âhiret azabından korkanlar için
şüphesiz, bir ibret vardır..." (Hûd, 102-103) âyetinden
maksat, dünyada mücrimlerin başına gelen elîm
azâbı gören kimsenin, âhirette va'd olunan azâbı
düşünerek ibret almasıdır, dendiği gibi, bu âyetten
muradın, âhirette mücrimlerin azâba marûz kalacaklarına dâir bir delîl olduğu da söylenmiştir.
Çünkü, mücrimler cürümleri sebebiyle daru'l-amel
olan bu dünyada cezâ gördüklerine göre, dâru'lcezâ olan âhirette azâp görmeleri daha evlâdır.
Yine bu âyette diriliş ve mücazâta dâir delil
bulunduğu da söylenmiştir. Şöyle ki, peygamberler kendilerini yalanlayanların ve Allah'a şirk koşanların helâk edileceğini haber vermişler ve haber
verdikleri şey aynen gerçekleşmiştir. Bu durum,
peygamberlerin sâdık olduğunu gösteren delîllerdendir. Öyleyse onlar diriliş, mücazât gibi mevzulara dâir verdikleri haberlerde de doğrudurlar. O
halde diriliş ve mücâzâtın gerçekleşmesi kesindir5.
Mevdudî de, "Fecre, on geceye, çifte ve
teke, karanlığıyla bürüyen geceye yemin ede61
Nisan 2009
rim ki, bunlarda akıl sâhipleri için bir yemin vardır. Bak! Rabbin Ad kavmine ne yaptı..." (Fecr, 1-7)
âyetinde böyle bir mananın olduğuna dikkât çekerek, dünya hayatında zâlim kavimlerin helâk edilmesinin ilâhî adâletin bir tecellisi olduğu gibi,
cezâsı bu dünyada verilmeyenlerin veya cezâsı bu
dünya hayatına sığmayanların cezâsının da âhirette verileceğinin ilâhî adâletin bir gereği olduğuna
işâret ediyor6.
leşeceği bildirildikten sonra, "Semûd ve Ad kavimleri kıyameti yalanladılar..." âyetleriyle dünyadaki kâfir ve fâsık kavimlerin cezâlandırılmaları
âhirete delîl sadedinde zikredilmiştir. Yani mâdem
Allah bu dünyada onları böyle bir cezâya çarpmıştır, o halde başkalarını da başı boş bırakmayacak,
cezâlarını vererek ilahî adâletini tahakkuk ettirecektir.
"Yevmu'l-fasl'ın ne olduğunu nereden bileceksin! O gün vay haline yalanlayanların! Biz
öncekileri helâk etmedik mi? sonra diğerlerini
de onlara tabi kılacağız. Mücrimlere böyle yaparız! O gün vay haline yalanlayanların!.." (Murselât, 14-19) âyetlerinde de, önceki kavimlerin ve onların
ardından daha başkalarının helâk edilmesinin, yevmu'l-fasl olan âhiret günü için delîl sadedinde zikrolunduğu açıktır.
Tarih boyunca milyonlarca insana zulmetmiş,
çoluk çocuğu katletmiş, namuslara tecâvüz etmiş,
hayatını zulüm, kan günah... içinde geçirmiş pek
çok zâlim kimseler, hükümdarlar var. Bunlar cezâ
görmeden, pek çoğu safâ içinde bu dünyadan
çekip gittiler... Acaba, onlar mezara girdiklerinde
her şey bitecek mi? İlahî adâlet onların yakasına
yapışmayacak mı, mazlumların haklarını onlardan
almayacak mı!? Elbetteki alacak, mazlûmların âh
ve efgânını yerde bırakmayacaktır...
Yine, "Vuku bulacak olan; nedir o vuku bulacak olan? Vuku bulacak olan şeyin ne olduğunu nereden bileceksin!" (Hâkka, 1-3) âyetlerinde
de, âhiretin hak olduğu kıyametin mutlaka gerçek-
Böyle zâlimlerin aksine, hayatını Allah'ın
emirlerini yerine getirmeye adamış, devamlı iyi işlerle meşgûl olmuş, buna rağmen dünya hayatında
hakaret ve eziyetten başka bir şey görmemiş in-
Nisan 2009
62
sanların da, kabre girip yok olmaları, iyiliklerinin
karşılığını görmemeleri düşünülemez.
Zalimin zulmunü gördüğü halde, onu engellemeyip, cezalandırmayan ya aczinden, ya cehlinden, ya da zulme rızasından dolayı böyle davranır.
Bu üç vasıf da Allah hakkında muhaldir. O halde,
Allah mazlûmun hakkını zâlimden alacaktır. Bu
durum dünya hayatında gerçekleşmediğine göre,
bu hayattan sonra gelen diğer bir âlemde hasıl olması gerekir. İşte, "mücâzât gününün sâhibi" (Bakara, 4) âyetinden ve "kim zerre kadar hayır işlerse
onu görür, kim de zerre kadar şer işlerse onu
görür" (Zilzâl, 7-8) âyetlerinden murad da budur7.
Vahiduddin Han bu mevzuda şöyle diyor: "Bu
dünya hayatının bütün sahneleri elîm bir trajediyle
bitmek için mi kurulmuştur!? Fıtratımız hayır! diyor.
İnsan vicdanındaki adâlet ve insâf dâileri, böyle bir
ihtimalin olmayacağını iktizâ ediyor. O halde hak
ve bâtılın birbirinden ayrılacağı bir gün lazımdır.
Zâlim ve mazlûmun yaptıklarının semerelerini görmeleri gerekir. Bu mesele, tarihî gerçekler açısından ve insan fıtratı açısından gözden uzak
tutulmayacak bir meseledir... Olmuş olanla, olması
gereken arasındaki korkunç mesâfe, yeni bir hayat
için başka bir sahnenin hazırlandığına delâlet ediyor. Bu büyük boşluk, hayatın tekmîlini gerekli kılıyor..."8
Fransız hâkimlerinden biri, Fransa'daki kazâ
tarihini ele alıp bu mevzuda bir kitap yayınlayarak,
hakkında idâm veya para cezası gibi hükümler verilmiş ancak sonradan suçsuz oldukları ortaya çıkmış zanlılara dâir pek çok olay, yine zanlıların
suçsuz görülüp de daha sonra suçlu oldukları ispatlanan pek çok hâdise sıralamış, neticede şöyle
demiştir: "İnsanların, bu dünyadaki kazâ (hüküm)
hatalarının karşılığını görmeleri için, hükmü mazlumlara insâf, suçlulara men yoluyla gerçekleşecek, kendisine hiç bir şeyin gizli kalmayacağı, her
şeyi bilen bir başka Hâkim'in huzurunda, bir başka
âlemde mücâzât ve hesap görmeleri, gerekli ve
kat'idir"9.
hadsen onu gösteriyor. Masiyetin ekseriya dünyada olan akibeti, bir emâre-i hadsiyedir ki, cezâsında bir ikâb vardır. Çünkü herkes husûsî bir
tecrübe ile hadsen görüyor ki, hiç bir münasebet-i
tabiiyye olmadığı halde, masiyet bir netice-i seyyie'ye müncer olur (kötü bir sonuçla biter). Bu
kadar kesret ve vüs'atle tesâdüf olmaz. Eğer şu
umum muhtelif hususî tecrübeler nazara alınsa görünür ki, nokta-i iştirak (ortak nokta) yalnız tabiat-ı
masiyettir ki, cezâyı istilzâm ediyor. Demek cezâ
masiyetin lâzım-ı zâtisidir. Madem ki, dünyada fi'lcümle (kısmen) bu lâzım, sırf tabiat-ı masiyet için
terettüp ediyor, elbette bu dâr'da terettüb etmeyen
başka dâr'da terettüb edecektir. Acaba kim var ki,
küçücük bir tecrübe geçirmemiş ve dememiş ki,
falan adam fenalık etti, belâsını buldu" 10.
Adl İsmi'ne işâretle âhiretin, hesâp ve mücazât gününün vuku bulacağını gösteren âyetlerden
diğer bir kısmı ise, insanların, hakkında ihtilafa düştükleri, birbirlerini yalanladıkları mevzuların, aydınlığa kavuşturulması için, hesâp gününün geleceğini
haber veren âyetlerdir. Bu hakikate işâret eden bir
âyet-i kerimede şöyle buyruluyor: "Onlara hakkında ihtilaf ettikleri şeyleri açıklığa kavuştursun ve kâfirler yalancı olduklarını bilsinler
diye..." (Nahl, 39)
Çünkü insanlar bu dünya hayatında pek çok
mevzuda ihtilafa düşerler, kim haklı, kim haksız;
kim doğru, kim yalancı; kim zâlim kim mazlûm belli
olmayabilir. İşte ilâhî adâlet bu ihtilafları çözüp, zâlimi mazlumdan, yalancıyı doğrudan, haklıyı haksızdan ayırdetmeyi iktizâ eder. O halde âhiret ve
hesap günü gereklidir. Böylece gerçekler gözler
önüne serilecek... İlahi adâletin tecellîsiyle müminler cennete, kâfirler de cehenneme girerek kim
doğru, kim yalancı açık bir şekilde ortaya çıkacaktır. "Kıyamet günü için adalet terazilerini kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez. (İnsanın
yaptığı iş) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa,
onu getiririz. Hesap gören olarak biz yeteriz" (Enbiyâ, 47).
........................................................................................
*. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı
ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır.
Değil sadece geçmiş mücrim kavimlerin helâki , pek çok günahkâr insanın başlarına gelen
belâ ve musîbetler de, günahın cezâyı, cezânın da
ahireti gerektirdiğinin bir delilidir. Nursî, "fâcirler
de cehennemdedir" (İnfitâr, 14) âyetini tefsîr sadedinde bu manâda şöyle diyor: "Akibet ikâba delildir,
1. Nursî, Sözler, s. 66., 2. Misâl için bkz. Casiye, 21-26; Sâd, 28; Secde,18; Ğâfir, 51;
Kalem, 36. , 3. Bkz. Cevherî,V,1.cüz, s.110; İbn Aşûr, XI, 92; Merağî, XXIII,115-116;
Kutub, fî Zılâl, III,1764-; Tabatabaî, XI,10-11; XXV,356; Han, el-İslâmu Yetehaddâ,
s.99-100; Cisr, Hüseyn, Risâletu'l-Hâmidiyye, s. 291-293; Mevdudî, Mebadiu'l-İslâm,
s. 123., 4. Süleyman b. Abdulkâvî et-Tûfî. Tefsîru Suver, thk. Ali Huseyn el-Bevvâb,
Riyad, 1992, s.73., 5. Alusî, XII;138., 6. Bkz. Mevdudî, VII,113-115., 7. Razî, I,192.,
8. Han, el-İslâmu Yetehaddâ, s. 96., 9. Şehâte, I, 83-84., 10. Nursî, Sünûhat, s.1213. Kezâ bkz. Asar-ı Bediiyye, s. 553.
63
Nisan 2009
T a k d i r’ e Rı z a
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden
Mus’ab bin Sa’d (r.a), babasının “Rasulullah (s.a.v)’in Allah’a sığındığı keyfiyetlerden siz de Allah’a
sığınınız!” dediğini ve Efendimiz
(s.a.v)’den şu duayı rivayet ettiğini
söylemektedir:
“Allah’ım!
Korkaklıktan
sana sığınırım. Cimrilikten sana
sığınırım. Başkalarına yük olacak derecede ihtiyarlamaktan
sana sığınırım. Dünya musibetinden sana sığınırım, kabir azabından sana sığınırım.”
Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz, kendisini Hak Teâlâ’dan koparan şeylerden Allah’a sığınırdı.
Muhakkak ki korkaklık, Hak sözünü
söylemekten alıkoyar. Cimrilik,
Hakk’ı talep etmeyi engeller.
Ömrün bunaklık zamanı, insanı
Hak yolunda gayret etmekten
uzaklaştırır. Dünya fitnesi, Hak’la
kul arasındaki irtibatı koparır. Kabir
azabı ise işte bütün bunların sonucudur. Allah korusun!
Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu
sığınmasının içerisinde, korkaklık
ve cimrilikten kurtulmak için gayret
göstermeye ve Allah’tan başka her
şeyden uzaklaşmaya teşvik vardır.
Âriflerden arzusu da budur.
Ey oğul!
Bil ki kul, Allah’ın hükmettiği
şeyler üzerinde hâkim, emir ve takdir ettiği şeyleri bilen ve onlara güç
yetiren olduğunu ve Allah’ın sevdiği
ve nefret ettiği şeyleri bilmediğini
anladığı zaman, Hakk’ın hikmetine
ve kaderine razı olur.
Rıza her şeye hâkim olan Allah’a teslim olarak, kendi ihtiyarını
terk etmek ve kalbin huzur bulmasıdır. Hakk’ın hükmüne ve takdirine
razı olmak kadar nefse ağır gelen
bir şey yoktur. Çünkü takdire razı
olma, nefsin ve arzuların hoşuna
giden şeylerin zıddınadır. Ne mutlu
Allah’ın rızasını, nefsinin rızasına
tercih eden kimseye!
Musa (a.s)’ın, bir münacatında şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
“İlahî! Daha önce hiçbir beşerle konuşmamışken, konuşmak için beni seçtin. Senin rızanı
kazandıracak ameli bana göster”. Bunun üzerine Allah Teâlâ
şöyle vahyetti: “Ey Musa! Benim
senden razı olmam, senin benim
takdirime razı olmanla mümkündür”.
Dârânî (r.a) rıza hakkında der
ki:
Ey iyileri ıslah eden, ey senden korkanların dostu, ey cemâline
hayran olanların delili, ey âriflerin
can yoldaşı, ey merhametlilerin en
merhametlisi olan Rabbimiz! Bizi
sevdiklerinden ve râzı olduklarından eyle.
64
“Bir parçacık da olsa rızadan
nasip almak dilerim. İşte bu yüzden, Hak Teâlâ beni ateşe atsa
dahi buna razı olurum. Rıza hususunda, insanların en üstünü irfân
sahipleridir. Rıza, Allah’ın en yüce
ve şerefli kapısıdır”.
Bir kitapta rivayet edildiğine
göre, Cebrail (a.s) bir gün yeryüzüne indiğinde üzerinde sekinet
hâli olan bir adam görünce; “Ya
Rabbi, ne kadar güzel bir adam!”
der. Allah Teâlâ, “Ey Cebrail,
levh-i mahfuza bir bak! Onun ismini cehennemliklerin arasında
göreceksin” diye buyurur. Bunun
üzerine Cebrail (a.s) bunun sebebini sorar. Allah, “Benim yaptıklarımdan hesap sorulmaz!
Kullarım hakkındaki bilgiyi ancak
dilediğime veririm” diye buyurur.
Cebrail (a.s) gördüklerini o
adama bildirmek için, Allah’tan
izin isteyince Allah ona izin verir.
Cebrail (a.s) hemen yeryüzüne
inerek, adama durumu bildirir.
Bunun üzerine adam, secdeye
kapanarak şöyle yalvarır: “Ey
Mevlâm! Senin hükmüne ve takdirine hamd olsun. Bütün hamd
edenlerin hamdlerinin en yücesiyle sana hamd ederim. Bütün
şükredenlerin şükürlerinin en ziyadesiyle sana şükrederim.
Adamın bu şükrü karşısında, Cebrail (a.s) söylediği şeyi,
adamın duymadığını zanneder.
Adama “Ey Allah’ın kulu! Sen
benim ne söylediğimi duymuyor
musun?” diye sorunca adam,
“Tamam anladım, sen bana ismimin levh-i mahfuzda kayıtlı olan
cehennemliklerin isimleri arasında bulunduğunu bildirdin” deyince, Cebrail (a.s) şaşırarak,
adama neden hamd ve şükrettiğini sorar. Adam, “Hayret doğrusu! Allah, bütün ilminin,
rahmetinin, hilminin, Rabbanî inceliklerinin ve hikmetinin hakikatlerini
kemâliyle
bir
şeyi
emredecek ve ben de O’ndan
razı olmayacağım! Allah koru-
sun!” diyerek tekrar secdeye kapanır, Allah’ı tesbih ve O’na hamd etmeye
başlar.
Bu
manzara
karşısında Cebrail (a.s) Allah’ın katına geri döner. Allah; “Levh-i mahfuza tekrar bir bak, ne göreceksin?”
diye buyurunca, Cebrail (a.s) o
adamın ismini cennetliklerin isimleri arasında gördü. Bunun üzerine
Allah, “Ey Cebrail, gördüğün üzere
benim yaptıklarımdan hesap sorulmaz” buyurur. Cebrail (a.s) yine
olanı biteni adama haber vermek
için Allah’tan izin alır ve adamın yanına gider. Ona gördüklerini anlatınca adam şöyle diyerek şükreder:
“Ey Mevlâm ve sahibim!
Senin hükmüne ve takdirine hamd
olsun. Bütün hamd edenlerin
hamdlerinin en yücesiyle sana
hamd ederim. Bütün şükredenlerin
şükürlerinin en ziyadesiyle sana
şükrederim”.
Cebrail (a.s) adamın Hakk’a
ve O’nun hükmüne rızasının derecesine hayret ederek makâmına
geri döner.
Allah, peygamberlerinden birine, falanca adama giderek, kendisinin
cehennemliklerden
olduğunu bildirmesini buyurur. Peygamber, bu mesajı adama ulaştırdığı vakit adam şöyle diyerek
Allah’a hamd eder: “Allah’ın takdirine hamd olsun. O’nun emri,
başım üstüne! Hükmü karşısında
boynum kıldan incedir”. Bunun
üzerine Allah Teâlâ peygamberine,
ikinci kez adamın yanına varıp takdirine razı olması sebebiyle onu affettiğini kendisine haber vermesini
ister. Af fermanıi adama ulaşınca,
iç çekerek yere yığılır ve ruhunu
teslim eder.
65
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
[email protected]
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V) VE ŞAKA
Arkadaşlar, peygamber efendimizin nasıl şakalar yaptığını biliyor musunuz? Tabi ki onun
yaptığı şakalar kendi aramızda yaptığımız şakalar gibi değilmiş. Herkes gibi Peygamberimiz de
şaka yapar, lâtifeli konuşur, ama hiçbir zaman yalan söylemezmiş. Çünkü şaka yollu da olsa, yalan
yalandır. Peygamber Efendimiz bir yandan yeri geldikçe şaka yaparken, diğer yandan da
Sahabîlerin yersiz şaka yapmamaları konusunda uyarıda bulunurlarmış. Etrafındakiler: "Yâ
Resulallah, siz de şaka yapıyorsunuz." Diye sorduklarında, Peygamberimiz şöyle cevaplarmış:
"Evet, ben de şaka yaparım, fakat şaka yaparken bile sadece hakikati söylerim."
Bunun yanında, Peygamberimiz insanlarla alay etmez, hafife almaz, dalga geçmez, küçük
düşürmez, mahcup etmez, zor durumda bırakmaz, "işletme" gibi olumsuz tavırları hoş
karşılamazmış. Peygamberimizin yaptığı şakalar yerli yerinde ve mesaj doluymuş. Lüzumsuz ve
yersiz değil, daha çok gönül alıcı ve sevindirici şakalar yaparmış. Bizde şaka yaparken bu ölçülere
dikkat etmemiz gerekir.
Şimdi efendimizin yapmış olduğu şakalardan bir kaçına bakalım mı? Ne dersiniz?
"Bir gün adamın biri Peygamber Efendimizin huzuruna gelmiş ve kendisinden bir binek
hayvanı istemiş. "Peygamberimiz ona, Peki, sana bir dişi deve yavrusu vereyim mi? diye takılmış.
"Adamcağız, Yâ Rasulallah, ben sizden bir binek istiyorum, dişi deve yavrusunu ne yapayım?"
demiş. "Peygamber Efendimiz gülerek: "Bütün develer dişi deve yavrusu değil midir? buyurmuşlar."
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Hz. Ali ile beraber kahvaltı etmektedirler, Hz Muhammed (s.a.v)'in
yüzünde muzip bir gülümseme belirir ve yediği zeytinlerin çekirdeklerini Hz. Ali'nin önüne yığar.
Sonrada Ali'ye zeytin çekirdeklerini göstererek: "Ey Ali ne kadar çok zeytin yemişsin". der.
Hz. Ali görünümü gayet ciddi bir şekilde cevap verir. "Ey Allah'ın elçisi ,sizde çekirdekleri ile
birlikte yemişsiniz,baksanıza önünüzde hiç çekirdek yok" der. İkisi tebessümle birlikte gönül
sofrasında doyar.
KIZ ÇOCUKLARINDAN EFENDİSİNE SELAM
Efendim! sen gelmeden önce; "Cahiliyye
Araplarında bir çirkin âdet yaygınmış. Kız çocuklarının canına kıyarlarmış." Şayet bir kadın
bebek bekliyorsa, doğum sancıları başladığında çöle götürülüp kendisine o haliyle bir
çukur kazdırılırmış. Sonrasında orada doğum
yapması beklenilir ve şayet bebek kız ise o çukura diri diri gömülerek doğan kız çocuğundan
kimse haberdar olmadan öldürülürmüş. Durumu soranlara da ölü doğduğu söylenilerek
olay örtbas edilirmiş.
Bazı babalarsa yine evladını rızık endişesiyle veyahut cimrilik nedeniyle, öldürdü
denmesin diye kız çocuklarını 4-5 yaşına
Nisan 2009
kadar büyütür daha sonra kararlaştırılan bir
gün en güzel kıyafetleri giydirilip, dayına gidiyoruz denilerek daha evvel kazılmış olan çukurun yanına götürüp diri diri toprağa
gömülürmüş.
Efendim! Evladını diri diri toprağa gömecek kadar canavarlaşan bu topluma kız-erkek
ayrımını ortadan kaldırıp, onlara eşit davranılmasını sağladın. Eğer bu cahilliği ortadan kaldırmasaydın, belki bugün bizde yaşamıyor
olacaktık. Seni ve bizleri yaratan yüce Allah’ı
tanımadan, suçsuz bir şekilde öldürülecektik.
Minnettarız sana efendim! salat ve selam üzerine olsun, kevserde buluşmak üzere.
66
ASR-I SAADET ÇOCUKLARININ DİLİNDEN EFENDİMİZ
Asr-ı Saadet Çocuklarının Dilinden Efendimiz
Sevgili arkadaşlar size asr-ı saadetten yani peygamberimizin yaşadığı dönemden sesleniyorum.
Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) biz çocuklara nasıl davrandığını merak ediyor
musunuz? O zaman hemen söyleyeyim: Arkadaşlar, Peygamberimiz (s.a.s.) biz çocuklara olan şefkati
ve sevgisi bambaşkaydı. Biz çocuklardan birini gördüğü zaman mübarek yüzünü neşe ve sevinç
kaplardı. Bizi kollarının arasına alır, kucaklar, okşar, sever ve öperdi.
Bizi gördüğü zaman selâm verir, halimizi hatırımızı sorardı. Binekli bulunduğu zaman bizleri
bineğinin arkasına alır, gidecekleri yere kadar götürürdü. Biz çocuklarla arkadaşça konuşur, bizimle
şakalaşır, sohbet eder, öğütler verirdi. Bizlerle oyun bile oynardı. Bir defasında yarış yapan çocukları
görmüştü de, onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu.
Bizde onu çok severdik. Büyükler ve küçükler hepimiz çok mutluyduk. İşte bunun için O’nun
yaşadığı zamana “ Mutluluk Çağı” denmektedir.
BULMACA
7- İBRAHİM
4- RUKAYYE, 5- ABDULLAH, 6- ZEYNEB
Sorular
1- ÜMMÜ GÜLSÜM, 2- FATIMA, 3- KASIM,
BULMACANIN CEVABI
1- Peygamber efendimiz (s.a.v) üçüncü kızı
2- Peygamber efendimiz (s.a.v) dördüncü ve son
kızı
3- Peygamber efendimiz (s.a.v) birinci oğlu
4- Peygamber efendimiz (s.a.v) ikinci kızı
5- Peygamber
efendimiz
(s.a.v)
Hadice-tül-
Kübra'dan olan son çocuğu
6- Peygamber efendimiz (s.a.v) birinci kızı
7-
Peygamber efendimiz (s.a.v) oğullarının
üçüncüsü ve çocuklarının sonuncusu
67
Nisan 2009
Raşid GANNUŞİ
İslami Davet
Neden
Siyasallaştı?
İslami hareketler kitap, sünnet ve
icma bakımından İslamı kaynak alsa
bile bu hareketler ortaya çıkış şartlarının farklı olması hasebiyle muhtelif görünümlere sahiptir.
Yabancı işgaline boyun eğmiş bir
ülkede en büyük dert bağımsızlık olurken, kültürel saldırı ve İslam ülkesi
kimliğine baskın gelen laikliğin etkilerini yaşayan bir ülkede ise İslami hareketlerin en büyük kaygısı, İslami
kimliğin temel unsurlarını savunmak
ve fikri, inanç ve eğitim alanında hakim
laik darbelere karşı koymaktır. Bu, Tunus’un 60’ların sonunda içinde bulunduğu durumdur. Fikri, davetsel
hareketin siyasallaşmadan devam etmesi mümkündü. Ama bu neden gerçekleşmedi?
1- Bağımsızlığın üzerinden 15
sene geçmeden Burgiba modernliğiNisan 2009
68
nin tohumları meyvesini vermeye başladı. Burada aşırı merkeziyetçi, modern devletin kurumları inanç,
değerler, ritüeller ve kuruluşlar bazında İslamı parçalamak için kullanıldı.
Öne sürülen gerekçe, İslamın Burgiba’nın benimsediği “modern devletler
kafilesine katılmak” sloganının özetlediği devletin yüce çıkarları için en
büyük engeli teşkil etmesiydi.
Bağımsızlık kararlarının ilk görüntüsü: Tunus’un Arap-İslam kimliğinin temel unsurlarını koruyan,
Afrika’da İslam medeniyetinin en
büyük kalesi, o vakit farklı seviyelerde
27 bin öğrencinin eğitim gördüğü,
ıslah yolunda çok büyük yol kat etmiş,
İslam ve Arapça çerçevesinde modern
eğitim de veren Zeytuniye kurumunu
dağıtmak oldu. Bu kurumun ortadan
kaldırılması binanın temeline balyoz
indirmek, ülkenin kimliğini sarsmak,
dil, din ve ahlakı hedef almakla eş değerdi.
Darbeler peş peşe gelmeye devam etti.
Şeriat mahkemelerinin kapatılması, zirai gayri
menkullerin yaklaşık üçte birinde tasarruf
hakkı olan ve bunu eğitim gibi sivil toplum kuruluşlarının hizmetinde kullanan vakıfların müsadere edilmesi bu darbeler arasındadır. Hatta
dini ritüeller bile bu saldırıdan kurtulamadı.
Bizzat devlet başkanı tarafından 1961 Ramazan ayının ilk günü Ramazan’ın kutsallığına
resmi olarak halel getirildi. Devlet başkanı geri
kalmışlıkla cihat fetvası vererek öğle vakti halk
önünde alenen bir bardak meyve suyu içti.
Hatta İslamın ilahlık, nübüvvet, cennet,
cehennem, peygamber mucizeleri ve Kur’an
gibi temel büyük akideleri bile saldırıya maruz
kaldı. Bütün bu akideler başkanın söylevlerinde bombardımana uğradılar. Bu duru, İslam
alemindeki büyük imamların onun tövbe etmesini istemesine sebep oldu. Bağımsızlık
devleti kadını özgürleştirme adıyla doğum
kontrol, kürtaj, zinanın mubahlığı –karşılıklı anlaşma olması şartıyla- ve başörtünün yasaklanması gibi kapsamlı stratejiler benimsedi.
Bütün bunlar 40 sene içinde neslin kuruması,
ailenin parçalanması, toplumsal yapının tamamının çözülmesi ve onun içine kapanık, genç
nüfusu olmayan, yok olmaya yüz tutmuş bir
hale gelmesine sebep olup, nüfusun artmasından şikayet eden 3. dünya ve İslam dünyası ülkelerinde bir ilki teşkil etti. Bu sayede
ülkenin ihtiyacı daha fazla okul açmak değil
kaynakların kuruması için yüzlerce okulun kapısını kapatmak oldu.
Buradan, 2009’da lise diplomasını alanların sayısı geçen seneye oranla 17 bin azalmıştır. Buna ek olarak evlilik oranı düşmüş,
boşanma, evlenmeme ve suç oranında artış
olmuştur. Bunların hepsi Faşist, laik, radikal bir
rejimin meyvesidir. Bağımsızlık döneminde
devlet gücüyle bunlar yerleştirilmiş ve “sahte”
modernleşme adıyla pazarlanmıştır.
2- İslamın temellerinde yenilik ve ritüellerine bağlı kalma çağrısıyla İslami hareket
70’lerin başında doğdu. İslami hareketlerin
günlük siyasetle ilişkisi hassastır. Bu ilişki,
Tunus halkının kimlik değerleri, Batı dünyasının küçük bir bağımlısı değil Arap, Müslüman
69
Nisan 2009
ve ümmetin bir parçası olarak varlığı ve devamını
savunan önemli savunma kalkanlarından biri olmasından kaynaklanmaktadır.
Tehlike hissinin artması sebebiyle kimlik değerleri üzerindeki güçlü talep süratle gelişti. Ve Allah’ın yardımıyla camiler, yüce kitap, ibadetler ve
İslami değerler yeniden hayat buldu. İslami kimlikle
enstitü ve üniversitelerdeki modern dünya arasında
köprü kuruldu. Ve İslam, müminleri bütün faaliyet
ve tuttukları yolda dini sadece Allah’a has kılarak,
bütün benlikleriyle tek ona kulluk etmeye çağıran
bir bakıştan hareketle toplumun bütün sendikal,
kültürel ve siyasi kurumlarına yayıldı.
3- Vatandaşın, kanun hakimiyetinin olduğu
demokratik bir rejimin gölgesinde istediği faaliyeti
seçme özgürlüğü vardır. Bu faaliyetleri yürüten örgüte katılır. Bu, siyasi olabileceği gibi bununla
uzaktan yakında ilişkisi olmayan bir örgüt de olabilir. Siyasetle çatışmadan istediği faaliyeti en yüksek düzeyde gerçekleştirebilir. Fakat monarşist,
merkeziyetçi bir rejimde atıl ve ılımlı bir yaşamı
seçmediğin sürece siyasetin seni her zaman takip
ettiğini ve neye yönelsen seni kuşattığını görürsün.
Başkanın her yere dağılmış olan resimleri;
her şeye hakim, her yerde var olan, onun yolundan
farklı bir yol tutmayı isteyen herkesi tehdit eden ve
insanların zihinlerinde Allah’a ait olan yeri kapmaya
çalışan bir yönetimin sembolüdür. Bu yüzden
sabah namazından sonra futbol oynamayı adet
edinmiş birçok genç tutuklandı ve önceden izin almamakla suçlandılar. Polisler ahlaksız, bayağı ve
günah kaynağı şarkılar yerine dini müziklerin çalındığı düğün törenlerini muhafazakar hareketler olması itibarıyla bastı ve düğünler mateme döndü.
4- Böyle bir rejimin gölgesinde İslami davetin
normal olarak gelişmesi için kendi haline bırakılacağı düşünülemez. Hatta “Tebliğ Cemaati” gibi siyasetten uzak bile olsalar tutuklanırlar. İlk çatışma
rejimin kendi mülkü olarak gördüğü, imamlarını iktidar partisinden hatta çoğu zaman emekli polislerden seçtiği, davetçilerin de –İslam medeniyet
tarihinde olduğu gibi- onu Allah’ın mülkü olarak gördüğü, alimleri, cemiyetleri, mezhepleri ve yollarıyla
sivil toplumun ettiği camilerde oldu. Çatışma üniversite ve enstitülere taşındı. Sokak ve bazı hallerde de dağlarda son buldu. Otokrat bir toplumda
Nisan 2009
alternatifin yoktur. Baskıcı zebaniler her yolun başını tutmuştur onlarla çarpışmaktan kaçamazsın.
Siyaset riskini göze alır, kanunlarından başlayıp bu
kanunları yapanları ya da kanun hükmüne ve insan
iradesine boyun eğenleri tasfiye ederek istibdat ile
yüzleşirsin.
Bu yüzden İslami hareketler her yerde kültürel davet hareketi olarak doğmuş olsa bile biraz gelişme kaydedince diktatör devletin dikkatini çekmiş
ve bütün toplar ona çevrilmiştir. Hala İslami hareketlere ve uysal bir muhalif olmayı reddeden diğerlerine bu şekilde davranılmaktadır.
Böyle bir devlette istibdat yönetimiyle çatışmaya götüren siyasetten kaçış yoktur. Demokratik
rejimlerdeki muhalefet ve onun otoriteyle rekabet
etme ve hatta onun yerine geçme hakkı otokrasinin
olduğu yerde söz konusu değildir. Çatışma işgalciden daha kötü hatta onun vekiliyle olmaktadır. Bu,
istibdat yönetiminde sivil bir toplumdan bahsetmeyi
işgalciyle barış yapmaktan bahsetmeye benzeyen
bir düş haline getirmektedir.
5- Modern, monarşist, aşırı merkeziyetçi ve
kapsamlı böyle bir rejimin; ister kendi partisinden
olsun (İbn Yusuf Cemaati, el-Mestiri ve İbn Salih)
ister dışardan olsun (solcular, komünistler, sendikacılar, liberaller, Arapçılar, İslamcılar, hukukçular…) muhaliflerinin her türlü eğilimine baskı
uygulaması kaçınılmazdır. Bu çeşit bir rejim kültürel, siyasi ve hatta sportif hiçbir aktivistin kendi sistemi dışında ortaya çıkmasına olanak sağlamaz ve
ondan bağımsız gelişmesine fırsat vermez. Bu rejimin dışındaki her şey onunla değişmez bir varlık
mücadelesi içindedir. Mücadeleyi kazanamayan ya
yok olur ya kuşatılır. Bu sebeple bağımsızlık devletinin tarihini siyasi akımlar arasında otorite değişimi değil hegemonya, hapis, işkence, deri yüzmek
ve sürgün tarihi olarak kabul etmek mümkündür.
Hapishaneler bir an bile boş kalmadı. Solcular hapishanede Yusufçuların yerini aldı, sendikacılar solcuların. 1981’den bu yana da İslamcılar bu
kişilerin yerini almış durumdadır. O vakit 500 İslamcı hapsedildi, 1987’de on binlercesi, 1992’de
de 30 bin kişi. Son dönemde hareketin eski başkanı tıp fakültesi hocası Sadık Şuru çoğunluğunu
hücre hapsinde ve işkence altında geçirdiği 18 yıldan sonra tekrar hapse atıldı.
70
Çünkü Şuru bazı basın organlarına hala
Nahda hareketine bağlı olmaktan gurur duyduğu
açıklamasını yapmaya cüret etmiş ve yasal eylem
yapmasına izin verilmesini istemişti. Bunun üzerine
yeniden tutuklandı ve 1 sene hapis cezasına mahkum edildi. 1989 seçimlerinde hareketini ezici bir
galibiyete taşıması kabul edilmedi ve seçimleri yalanlamaya, kazananları da ortadan kaldırmaya kara
verdiler.
6- Kurumsal teori açısından ise; siyaset İslamın bir ilavesi ya da ona yabancı bir şey değil aksine onun temelidir. Eğer herkes İslamı ve siyaseti
gerçek manasıyla anlarsa –siyasetin, aralarında
adaleti sağlayıp, birlikte yaşama, mutluluğu sağlama ve birbirlerine düşmelerine engel olmayla insanların işlerini yürütme sanatı olması itibarıylainsanların rablerini, yaratılış amaçlarını, eşitliği ve
er ya da geç onlara saadeti getirecek ritüelleri tanımalarına engel teşkil edecek tümsekler oluşmaz.
Bu İslamı yapısal olarak siyasi kılar. İslam, yapısının temelini oluşturan tevhitten hareketle ister
inanç, ister ferdi davranışlar ya da toplumsal düzeyde olsun Allah’ın şeriatından kaynaklanmayan
yasa koyucu kaynaklara boyun eğilerek yapılan
hiçbir şirk çeşidini kabul etmez. “O gökte de ilahtır
yerde de ilahtır.” Müslüman toplumda demokratik
rejimin enstrümanları bu bağlantı için en iyi yolu
temsil eder.
7- Tarihi olarak; Mekke döneminden bu yana
–Müslüman toplum cahiliye geleneklerinin gölgesi
altında yaşıyor olsa bile- Müslüman toplumu İslam
hükümlerinin eğitimini almıştır. Mesela namaz ve
zekat beraber zikredilmiştir. Resulullah zayıflara
hükmeden Mekke ileri gelenlerinin reddetmesinden
sonra cihat ederek davetine bir sığınak aramış
Hayber’de bunu elde edince tafsilatlı hükümler ihtiyaca göre peş peşe inmeye başlamıştır. Müslümanların tarihleri ve medeniyetleri boyunca her
alanda hayatlarını düzenleyecek yasalar bu metot,
onun takip edilmesi, onun üzerinden kıyas yapılması üzerine temellendirildi.
Ümmet Batı işgaline maruz kalana kadar bu
durum böyle devam etti. Daha sonra İslami hayat
metodu, bunun üzerine bina edilen yasalar ve hatta
değerler süratle kaldırıldı onun yerini İslam’ı hayattan, yönetimden uzaklaştıran, ve tamamen def
etmek için de onu en dar çerçevelere hapseden felsefi, fikri bakış açısıyla laik yasalar aldı.
8- Tunus’taki İslami hareketin, lider Burgiba’nın devletin mekanizmalarıyla uyguladığı ve
ondan daha zalim halefinin devam ettirdiği hakim
laik radikallikle karşılaşmış olmasına rağmen İslamın tevhidi görüşünü zafere taşımak için rejimi çürütmekten başka seçeneği yoktu. Ancak İslami
hareket Tunus sahasında İslami devlet gibi, hareketler nezdinde bilindik sloganlar atmadı. Hareket
bugünkü sorunun, şer’i kanunun uygulamadaki kanunla değiştirilmesi sorunu değil –bu da önemli olmakla birlikte- kanun fikrinin, kanun devletinin ve
halihazırdaki rejimde kanun egemenliğinin olmayışı olduğunu ifade ediyor. Sen buna hürriyetin olmaması, halk egemenliğinin diktatör yönetimin
çıkarına işlemesi, devletin halkın bütün işlerine
hükmetmesi olarak bakabilirsin. İslami hareketin
çalışmasının merkezinde şeriat değil –amaçlarının
içinde olsa da- kimlik, hürriyet ve adalet yer almaktadır. Hareket kuruluş beyannamesinden başlayarak Nahda hareketi nizamnamesine kadar hep
bunu ifade etmiştir. Özellikle Tunus’taki İslami hareketin söyleminin gelişmesinde önemli payı olduğu kabul edilen semboller üretilmiş ve insanlık
deneyiminin ulaştığı en iyi yöntem olması hasebiyle yönetimde, muhalefette, onun tesisinde, kökleştirilmesinde İslami temellere göre izah
edilmesinde demokratik sistem benimsenmiştir. İnsanlık deneyiminin ulaştığı en iyi yöntem (demokrasi) şura yönteminin uygulanması ve haksızlıkla
(istibdat) mücadele… Bu tabiiki en yol değildir. Ama
varolan yöntemlerin en iyisi, bakış ve uygulama
açısından geliştirilmeye en yatkın olanıdır. Hatta
demokrasinin en çok övüldüğü iyi yanı diğer rejimlerden daha az kötü oluşudur.
Demokrasinin önemi ancak onun alternatifi
olabilecek yöntemlerle karşılaştırıldığında ortaya
çıkar. Bu akıllı bir kişiyi, en ferdi ve vahşi rejimleri
sağlamlaştıran Marksist eleştiriyi demokrasiye de
yapmaktan alıkoyar.
9- Bu bağlamda; kendisinin de demokrasinin
olmayışının kurbanı olduğuna ve fark etmeden diktatörlüğün ekmeğine yağ sürdüğüne dikkat etmeden, anlamadan demokrasiyi küfürle itham eden
İslami akımlara karşı dikkatli olmak gerekir. Fakat
bu cemaatler herkes gibi diktatörlükle mücadele etmeye çalışan, kapsamlı orta hareket içinde yer almazlar. Bu hareketlerin büründüğü en tehlikeli örtü
İslam’dır. Bu yüzden İslami slogan taşıyan rejimle71
Nisan 2009
rin takibe aldığı muhaliflerle dolu hapishanelere ve
sürgünlere şaşırmıyoruz. Bütün diktatörlüklere ve
özellikle muhaliflerine karşı İslam kılıcını çekenlere
karşı Allah bizi korusun.
10- Son olarak; çöküş devrelerinin peşi sıra
dünyadan el etek çekip ruhlar alemine ve öte dünyaya yönelmek Müslümanların suçudur. Hatta reformistler dünyanın bilincinde olmayı, ona önem
vermeyi ve onun imar edilmesinin dinin ve ahiret
yolunun amaçlarından olduğunu tekrarla vurgulamayı temel hedefleri arasına almışlardır. Bağımsızlık hareketi liderleri devrimi teşvik edip
Müslümanı mücadele ve çabaya çağırarak Sufi harekete karşı çıkıyorlar ve onu insanların bilincini bulandırmak olarak itham ediyorlardı. Ancak
amaçlarına ulaşır ulaşmaz var güçleriyle insanları
yeniden siyasi hayatın olmadığı bir hayata sürüklediler. Siyasallaşmayı her alanda özellikle de üniversitelerde takibe aldılar. Bu siyasallaşmanın
ürettiği yeni nesil liderler, insanları şahsi küçük istekleri ve özel hedeflerine gömülmeye sevk ediyor
ve dervişlik yollarını teşvik ediyor. Siyasallaşamaya
ihtiyaç olduğu zaman dervişlikle mücadele ediyor
dinin siyasallaşması suçlamasıyla da İslamcılara
kılıç çekiyorlar.
Nisan 2009
Onların siyasallaşmaya ve hatta terörizme
yönlendirmelerinden ötürü Tebliğ Cemaati gibi siyasetten uzak gruplar bile onların baskısından kurtulamamıştır. İslam’da siyaset – söylemleri ve
metotları incelendiğinde- kusurlu değildir. Onlar dini
sivil topluma bırakan gerçek laikler değildir. Asla.
Bilakis onlar, dinin sadece ona ait olması, hizmet
eden değil edilen olması ve kralın değil sadece Allah’ın mabud olması gibi dinin asıl amaçlarına tezat
teşkil eden başarılarının dile getirilmesi için sivil
toplumun kendi otoritelerine hizmet edecek tek bir
yönde siyasallaşmasını isterler. “Ben insanları ve
cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
Zariyat
11- Allah bu dine bakiliği yazdığı, ona olan ihtiyaç ve istek arttığı, onu marjinalleştirme ve ona
hakim olma planları suya düştüğü için bu din günbegün biraz daha özgürleşiyor ve özellikle de ümmetin kalkınması ve savunulmasında onun
alternatifi olarak sunulan projelerin başarısızlığı
karşısında zulme ve çürümüşlüğe galebe çalıyor.
Filistin davasının seyri şairin de ifade ettiği bu gerçeği vurguluyor:
Kavmim başlarına musibet gelince beni hatırlayacak
Zira karanlık gecede ayın yokluğu hissedilir.
(İsra Haber Sitesinden alıntıdır.)
72
Download