editör’den Selam ile Sünneti hayatımızdan çıkardıktan sonra buna değişik bahaneler bulmaya başladık. Neymiş “sünnet resulun beşerî tarafıymış, Kur’an yetermiş vs.” gibi aklımızca sığınmalar aradık. Hâlbuki sünnete sarılmamızı bizden bizzat Kur’an’ın kendisi istemesine rağmen sünnete uymaktansa nefislerimize uymayı daha güzel daha hoş gördük. Bu anlayışın ürünü olarak hayatlarımız Allah’ın resulünün hayatına benzemek yerine “ortak hevanın aklına- uygulamalarına” benzemeye başladı. Bu benzeyiş her geçen gün gittikçe bizi sarmalıyor. Ferdî ve toplumsal hayatta artık “Kur’an’ın pratiği olan sünnet” yerine başka şeylere uymaya başladık. Diyeceksiniz ki uydukta ne oldu: Uydukta başımız göğe erdi!!! Fert hayatımızı perişan ettik. Kalplerimiz eğrildi. Aile hayatımızı perişan ettik. Yetişen nesil perişan oldu. Çünkü gençlere nebevî bir hayatın örnekliğini sunamadık. Toplumsal hayatımızı perişan ettik. Her gün yayın organlarından izleyip dinlediklerimiz toplum olarak felaketin eşiğinde olduğumuzu haykırıyor. Allah’ın Resulünün hayatını hayatlarımıza örnek olarak almadığımız müddetçe bu korkunç tablodan kurtulmamız da asla mümkün olamayacaktır. Bütün dünyadaki bu kokuşmuşluk, bu manevî buhran, bu doyumsuz ihtiraslar ve onların esaretindeki bu nefisler “asrısaadet iklimine” ne kadar da muhtaç… Dünya “insanı” arıyor. Aradığı insan mutlaka “âlemlere rahmet” olarak gönderilen efendimiz aleyhissalatü vesselamdır. Bizler O’nun (s.a.v) hayatıyla nurlanıp, zulmetlerle boğulan nefes alamayan bu dünyayı aydınlatmak zorundayız. Kutlu doğum dediğimiz olay bir şenlik, kuru kuruya anma, programlar düzenleme vs. olmamalı sadece… Bu güzel toplantılar bir “içe bakış” toplantıları, “sünneti yaşamada nerede duruyorum” muhasebelerine dönmeli. Gecemizde, gündüzümüze, evimizde işyerimize Allah’ın resulüyle (s.a.v) adeta iç içe yaşamadığımız müddetçe kurtuluşumuzun olmayacağını hepimizin çok iyi bilmesi gerekir. Bir an önce sünnete sarılarak onunla dirilebiliriz. Çünkü bu ümmetin bundan başka bir kurtuluşu asla yoktur. Hakikaten sünnet hayatımızın neresinde? UMRE SEYAHATİ Dergimize “mayıs ayının yirmisine kadar üç abone yapın umre çekilişine katılın” kampanyamız devam ediyor. Kutlu yolculuk için “bir imkân olsa da gidebilsem” diyen okurlarımız için çok güzel bir fırsattır bu… Her hangi üç kişiyi dergimize abone yaptığınızda çekilişle bu imkândan yararlanmış olacaksınız inşallah… Bu talihli okurlarımızdan biri neden siz olmayasınız? Bu konuda gayret göstereceğinizi umarak sizleri Allah’a emanet ediyorum. içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 4 Sayı: 43 Nisan 2009 SAHİBİ 4 Hz. PEYGAMBER’İN EBÛ ZERR’E 37 Acıtan Yanım ÖĞÜTLERİ Halil ATİK Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Burhan Basın Yayın 38 HASEN ve SAHİH HADİSLERDEN Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR 7 Necid Çöllerinde M.Akif ERSOY YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL 8 “HZ. PEYGAMBER (S.A.V)’İN YAŞANTISIN-DAN KARELER” 12 en-NEBİYYU’L-UMMÎ KİMDİR? Dr. Mustafa KAYA GRAFİK TASARIM Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı SEBEPLERİ Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK 44 Bir Rahmet Olarak Fatiha Sûresi Aydın BAŞAR Umut BULUT 40 MEZHEPLERİN ORTAYA ÇIKIŞ Kamil ABDULLAHOĞLU Ramazan ÇAKIR Mustafa ÖZKAYA SEÇMELER 24 Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR Aydın BAŞAR 47 Sultanım Efendim Ali Ulvi KURUCU 15 O’NA UYMAK SAADET KARŞI ÇIKMAK FELÂKET 48 KUR’AN-I KERİM AHLÂKI Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK Mehmet TALU 16 KUTLU DOĞUM HAFTASI 54 Muhabbet Bahçesi Mehmet TALU Yusuf ELİBOL Tek Sayı: 6 YTL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL Öğrenci Abone: 50 YTL 6 Aylık Abone: 36 YTL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi 20 KUTLU DOĞUM, İNSANLIĞIN Hesap No: 291928-1 DOĞUMUDUR Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Ersan BİLGİN 56 KÖROĞLU GERÇEKTEN HALK KAHRAMANI MIDIR? Hasan BAŞAR Hesap No: 1673–44165588 59 Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 23 “KİM RASUL’E İTAAT EDERSE, Sultanbeyli / İST. ALLAH’A İTAAT ETMİŞTİR.” Tel: +9 (0216) 498 94 00 Doç. Dr. Nedim URHAN Yunus Emre Faks: +9 (0216) 498 94 00 60 İLAHÎ ADALETİN AHİRETİ İNTERNET ADRESİ GEREKTİRMESİ Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE [email protected] 24 SÜNNET TESTİ [email protected] Sezgin ÇAKIR [email protected] www.burhandergisi.com 64 Kalbin Halleri BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 30 SÜNNET IŞIĞINDA SÜNNET YAYIN TÜRÜ TADINDA YAŞAMAK Aylık Süreli Yayın Ayşe BAĞCİVAN Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden 66 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA 34 Röportaj 68 İslami Davet Neden Siyasallaştı? Dr. Ebubekir SİFİL Raşid GANNUŞİ Hz. Peygamber’in Ebû Zerr’e Öğütleri 4 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Hz. Peygamber (s.a.v)’in yaşantısından kareler 8 Kamil ABDULLAHOĞLU Kutlu Doğum Haftası 16 Mehmet TALU Sünnet Testi 24 Sezgin ÇAKIR 34 Bir Rahmet Olarak Fatiha Sûresi Aydın BAŞAR 68 Röportaj Ebubekir SİFİL 44 İslami Davet Neden Siyasallaştı? Raşid GANNUŞİ Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN [email protected] Hz. PEYGAMBER’İN EBÛ ZERR’E ÖĞÜTLERİ Sahâbe-i kiramdan Ebû Zer hazretleri, Ğifar kabilesine mensup olduğu için Ebû Zer el-Ğifârî diye meşhur olmuştur. İlk Müslümanlardan olan Ebû Zer (r.a.), uzun boylu, esmer tenli ve geniş omuzluydu. Zühd, takva, kanaat ve istiğna sahibiydi. Bu güzel özelliklerin sahibi olmasını, devamlı Hz. Peygamber’in yanında bulunma ve ondan âzamî derecede istifade etmesine borçludur. Öğrenme konusunda büyük arzu ve iştiyak sahibiydi. Bilmediği her şeyi Hz. Peygamber’e sorardı. Bu sebepten dolayı Hz. Ali ona “ilim dağarcığı” derdi. Ebû Zer (r.a), Hz. Peygamber’e karşı son derece saygı ve muhabbet duyardı. Hz. Peygamberden bahsederken “halîlî=dostum” diye bahsederdi. Kendisi hak yanlısı ve hakkı sever bir insandı. Bu sebepten dolayı ashâb-ı kiram arasındaki ihtilaflara taraf olmadı. Fetihlerden sonra ümmetin Nisan 2009 4 zengin olması, idarecilerin şatafat ve saltanata meyletmeleri, mal biriktirmeleri onun hoşuna gitmedi ve böyle yapanları sert bir dille tenkit etti. Şehir hayatını terk ederek Mekke yakınlarındaki Rebeze’de hayatını devam ettirdi. 32/653 yılında Rebeze’de vefat etti ve oraya defnedildi. Hz. Ebû Zer (r.a.), zaman zaman Hz. Peygamber’in dizinin dibine oturur ve “Ey Allah’ın elçisi bana nasihat et!” derdi. Hz. Peygamber de ona ve onun şahsında ümmetine nasihat ederdi. İşte o nasihatlerden birkaçını can kulağı ile dinleyelim: 1-) “Ey Ebû Zer! Nerede ve nasıl olursan ol, Allah’tan kork. Kötülük işlersen, hemen arkasından iyilik yap ki, o kötülüğü silip götürsün. Bir de insanlarla güzel geçin!” (Tirmizî, Birr 55) BAŞYAZI 2-) “Ey Ebû Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy. Sonra da komşularını gözden geçir ve gerekli gördüklerine güzel bir şekilde ikram et!” (Müslim, Birr 143) "(Bir gün)Ey Allah'ın elçisi! Beni vâli tayin etmez misin?" demiştim. O da mübârek eliyle omuzuma vurarak şöyle buyurmuştu: 3-) Hz. Peygamber’den özel olarak nasihat istemesini ve Hz. Peygamber’in de kendisine yaptığı nasihatı Hz. Ebû Zer (r.a) şöyle anlatır: "Ebû Zer! Sen zayıf bir adamsın. İstediğin görev ise bir emânettir. Bu emâneti ehil olarak alan ve üzerine düşeni yapanlar müstesna, aslında bu görev kıyâmet gününde bir rezillik ve pişmanlıktır." (Müslim, İmâre 16) “Allah’ın Rasûlü’ne (s.a.v) geldim ve şöylece ricada bulundum: “Ya Rasûlallah! Bana biraz öğüt veriniz!” O da bana şunları söyledi: “Ey Ebû Zer! Sana, Allah’ın emirleri ve yasaklarına uyarak yaşamanı öğütlerim. Zira böylesine takva üzerinde yaşamak senin bütün işlerini güzelleştiricidir.” Aynı hadisin değişik bir rivâyeti şöyledir: "Ebû Zer! Senin gerçekten zayıf olduğunu görüyorum. Kendim için ne istiyorsam senin için de onu isterim. İki kişiye bile olsa sakın başkan olma. Yetim malına da yöneticilik yapma!..." (Müs- “Benim için öğütlerinizi biraz artır(sanız ya Rasûlallah!)” dedim. Şöyle devam etti: “Kur’an oku ve Allah’ı (çokça) an. Zira, Kur’an okuyup zikir yapman senin göklerde yücelmene, yeryüzünde nurlanmana sebeptir.” Bunun üzerine şöyle dedim: “Bana(verdiğiniz öğütleri) biraz daha artır(sanız yâ Rasûlallah!)” O da şunları ilave etti: “Çok az konuşmaya bak. Zira az konuşmak, Şeytan’ı kovmak ve ciddî bir Müslüman olarak yaşamak için nefsine yardımcı olmaktır.” “Bana biraz daha (öğüt verir misiniz?)” dedim. Şunları söyledi: “Ey Ebû Zer! Çok gülmekten sakın. Çünkü o kalbi(n manevi hayatını) öldürür.Yüzün de nurunu giderir.” “Benim için biraz daha…(Yâ Rasûlallah!)” dedim. “(Nefsin için) acı da olsa dosdoğru olanı söyle!” dedi. “Biraz daha (öğüt verseniz…)” diye ısrar ettim. “Allah’ın emirleri ve yasakları doğrultusunda yaşarken yericinin kınamasından korkma!” diye buyurdu. lim, İmare 17; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 4; Nesâî, Vesâyâ 10) Hz. Peygamber efendimiz, Ebû Zer el-Ğıfarî’yi çok severdi. Bir defasında onun hakkında "Şu gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebû Zer'den daha doğru sözlü kimse yoktur." buyurmuştu. (Tirmizî, Menâkıb 35; İbn Mâce, Mukaddime 11). Hz. Peygamber efendimiz, Ebû Zerr'i çok sevdiği halde ve zaman zaman kendisine ismiyle hitap ederek nasihatlerde bulunduğu halde idareci olmasını tavsiye etmemiş ve kendisine böyle bir görev vermemiştir. İdareciliğin, altından kalkılması zor ilâhî bir emânet olduğunu, onu ancak idareciliğe yatkın insanların başarabileceğini söylemiş, üstesinden gelemeyecekler için idareciliğin kıyâmet günü bir rezillik, pişmanlık ve perişanlık olacağını bildirmiştir. Hz. Peygamber Efendimiz, Ebû Zerr'in huyunu, karakterini daha açık bir ifadeyle onun aşırı zühdünü ve takvâsını, dünyaya hiç değer vermemesini çok iyi biliyordu. Ona "Sen zayıf bir adamsın" diye buyururken, valiliğin gerektirdiği bazı özelliklerin onda bulunmadığına işaret ediyordu. Hz. Peygamber efendimiz, kendisini çok sevdiği Ebû Zerr'i kırmadan ve incitmeden ona "Kendim için ne istiyorsam senin için de onu isterim." diye buyurarak bu hizmeti yapamayacağını tatlı bir üslupla hatırlattı. “Bana biraz daha, (evet, biraz daha nasihat eder misiniz?)” diye ısrarımı tekrarladım. Şunları söyledi: “Nefsin(in kusurlarını) bilmen insanların kusurlarını araştırmana engel olsun.” Hz. Peygamber efendimizin idarecilik ve devlet memurluğu konusunda geri çevirdiği insan sadece Ebû Zer değildir. O, kendisinde idarecilik vasfı görmediği kişilere tatlı dille nasihat eder ve onları bu işten vazgeçirirdi. Abdurrahman b. Semure'ye şöyle demişti: 4-) Ebû Zer (r.a.), Hz. Peygamber efendimiz ile olan bir hâtırasını da şöyle anlatır: "Abdurrahman b. Semure! Kimseden idarecilik görevi isteme! Zira bu görev sen iste- 5 Nisan 2009 meden verilirse, Allah yardımcın olur. Eğer sen istediğin için verilirse, Allah'tan yardım göremezsin." (Buhârî, Ahkam 5; Müslim, Eyman 19; Ebû Dâvûd, İmare 2; Tirmizî, Nüzûr 5) Ebû Mûsâ el-Eş'arî de şöyle bir olay anlatır: "Amcamın oğullarından ikisiyle Rasûlullah (s.a.v)'in huzuruna girmiştim. Onlardan biri: "Ey Allah'ın elçisi! Yüce Allah'ın sana verdiği görevlerden birine bizi idareci tayin et!” dedi. Diğer amcaoğlu da buna benzer şeyler söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Vallahi biz, isteyeni veya görev hırsı bulananı idareci yapmıyoruz. (Buhârî, Ahkam 7; Müslim, İmâre 15) Görüldüğü gibi Hz. Peygamber görev isteyeni, hırsı olanı veya idarecilik yapamayacak derecede zayıf olanı idareci yapmıyor. Hz. Peygamber efendimizin tayin ettiği idarecilere ve komutanlara baktığımız zaman, onun bu konuda nasıl kılı kırka yararcasına ince eleyip sık dokuduğunu görürüz. Tayin ettiği idarecilerin ve komutanların her birinin başarısı ortadadır. Son bölümdeki hadis-i şeriflerden şunları anlıyoruz: 1-) İnsanlar, yapamayacakları işlere talip olmasınlar. Hele idarecilik gibi zor başarılabilecek işleri istemesinler. Herkes yapabileceği işlerin peşine düşsün. 2-) İdareci tayin etme konumunda bulunan yetkililer de çok dikkatli olsun ve Yüce Allah'ın emânetini zâyi etmesinler. İdarecilikleri ve devlet imkanlarını kendi çevrelerine peşkeş çekerlerse âhirette rezil ve zelil olacaklarını şimdiden çok iyi bilsinler. İyi ve âdil bir idarecinin kıyâmet gününde Yüce Allah'ın arşının gölgesinde barınacak yedi bahtiyardan biri olacağı da unutulmamalıdır. Üstesinden gelip gelemeyeceğini düşünmeden idarecilik hırsıyla yanıp tutuşan kimselerin bulunduğu bir zamanda, görevini mükemmel bir şekilde yapacağı bilinenlerin idarecilikten kaçınmaları doğru değildir. Hatta kendisine teklif edilen böyle bir görevi almak, yerine göre bir zarûrettir. Biz, her nedense Hz. Peygamber efendimizin sünnetini hep ibâdetlere, yeme -içmeye ve bir de giyim – kuşama hasrederiz. Halbuki sünnet, Hz. Peygamber'in İslam'ı anlayış, kavrayış ve yaşayış biçimidir. Hayatının her bölümünde ve ömrünün her saniyesinde ve işlerinin tümünde (ibâdet ve dünya işleri) O'na uyan ve O'nun yolundan gidenler sünnete uymuş demektir. Müslümanlar olarak sürünmemizin ve bir türlü ayağa kalkamayışımızın sebebi, o Yüce Rasûlü tam manasıyla anlamadığımızdır. Rabbim bizi O'nu anlayanlardan ve O'nun sünnetine uyanlardan eylesin! (Âmin!) Nisan 2009 6 Necid Çöllerinde Ya Nebi! Şu halime bak! Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca sahranın Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın! Harim-i pakine can atmak istedim durdum Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum "Tahammül et" dediler… Hangi bir zamana kadar? Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var. Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak Önümde durmadı artık, ne hanuman ne ocak Yıkıldı hepsi. Ben aştım diyar-ı Sudan'ı Üç ay "Tihame!" deyip çiğnedim beyabanı Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada Yetişmeyeydin eğer, ya Muhammed, imdada Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin İradem olduğu gündür senin iradene ram Bir an için bana yollarda durmak haram Bütün heyakili hilkatle hasbihal ettim Leyale derdimi döktüm, cibali söylettim Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü Nucuma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü? Azabı hecrine katlandım elli üç senedir Sonunda alnıma çarpan bu zalim örtü nedir? Beş-altı sineyi hicran içinde inleterek Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek? Demir nikaabını kaldır mezar-ı pakinden! Bu hasta ruhumu artık kayırma hakinden! Nedir o meşale? Nurun mu? Ya Resulallah! Mehmet Akif ARSOY 7 Nisan 2009 Kamil ABDULLAHOĞLU Hırka-i Şerif “HZ. PEYGAMBER (S.A.V)’İN YAŞANTISINDAN KARELER” Hz. Peygamber (s.a.v) tüm insanlık için gönderilmiş bir rahmet, kurtarıcı ve rehberdir. İnanalar O’nu kendilerine hayat düsturu olarak kabul ederler. “Ey peygamber; Biz, seni muhakkak şahid, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Allah'ın izniyle, bir davetçi ve nûr saçan bir kandil olarak (gönderdik).”1 Ayetleri O yücenin İlahi bir görevle kıyamete kadar gelecek tüm insanlık için yolunu aydınlatan bir nur ve yegâne yol gösterici ve rehber olduğu tescillenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v)in yaşantısı içerisine giren tüm davranışları bizler için birer örnek olduğu kaçınılmazdır. Zira vahi ile desteklenmiş ve kusurlardan arınmış bir Peygamber uyulmaya ve taklid edilmeye layık olur. O’nun haricinde bulunan herkes ne kadar büyük olursa olsun mutlak manada kusurlu ve her davranışının örnek alınmayacağı bilinmelidir. “Andolsun ki, ReNisan 2009 8 sûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” 2 Ayeti de bu gerçeği bizlere vurgulamaktadır. Bu yazımızda Efendimiz (s.a.v)in günlük yaşantısından bizlere örneklik teşkil edecek bazı örneklerle O’nun sünnetini bir nebze olsun hatırlamaya ve yaşantımıza yön verme ümidiyle bu satırları karalamaya çalışalım. Peygamberimiz (s.a.v)’in dış kıyafeti: Peygamberimiz’in dış kıyafetleri iki çeşittir. Birincisine “Kamis” (gömlek) adı verilir. Kamis tek parçalı olup, boydan boya entari biçimindedir. Sadece yakası açık olup, önü tamamen kapalıdır. Kol uzunluğu bileklere, etek uzunluğu da bacaklarının yarısına O’nun sofrası ne acem şahlarının ne Bizans krallarının ve nede müşrik Arap aristokratların sofrasına benzerdi. O isteseydi Süleyman (a.s) gibi bir kral peygamber teklifini kabul ederdi. Ancak O bunu kabul etmediğini şöyle ifade etmişlerdi: “Ya Aişe, eğer ben istesem, altın dağları arkamdan benimle birlikte yürür gelir. Nitekim bir melek bana gelerek: “Rabbinin sana selamı var. Diyor ki: “Hükümdar- peygamber olarak mı, yoksa kul-peygamber olarak mı yaşamak istersin.”Melek’in yanında buluna Cebrail, mütevazi (alçak gönüllü) olmayı tercih etmemi işaret etti. Ben de, kul-peygamber olarak yaşamayı tercih ettiğimi söyledim.” kadar sarkmaktadır. Bu Hz. Peygamber’in en çok sevdiği ve normal zamanlarda giydiği bir kıyafettir. İkincisi ise Çift parçalıdır, yani takımdır. Bu çift parçalı kıyafetin belden aşağı giyilenine “izar” belden yukarı giyilenine de “rida” denir.3 Günümüzde Pakistan ve Afganistan yörelerinde giyilen kıyafetler bu ikinci elbise türüne uymaktadır. Peygamberimiz (s.a.v)in Yürüyüş Tarzı: Hz. Peygamber (s.a.v) yürürken ayaklarını sürümezler, adımlarını atarlarken yerden sertçe kaldırırlardı. Hareket halinde iken sağa sola sallanmazlar, inişli yokuşlu engebeli bir arazide yürürcesine hafifçe önlerine eğilirlerdi. Dimdik durup göğüslerini kabartarak yürümedikleri gibi, koşar adımlarla yürürcesine hızlı da yürümezlerdi. Fakat, Allah’ın kendilerine bir lütuf olarak, uzun mesafeleri kısa zamanda katederlerdi.4 Hz. Peygamber (s.a.v) giyim, yürüyüş ve diğer hareketlerde kadınlara benzemekten şiddetle sakınırlar ve inananları da sakındırırlardı. Bir hadiste: “Kadınlara benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye kalkışan kadınlara lanet olsun” 5 Peygamberimiz (s.a.v)in Oturuş Tarzı: Peygamberimiz (s.a.v)in birden fazla oturma şekilleri olmuştur. Şöyle ki; Oturağı üzerine oturarak, dizlerini karnına doğru iyice çekip kolları arasına aldıktan sonra ellerini önden bağlaması, bağdaş kurarak oturması, yemek yerken çömelerek tek ayak üzerine oturması, açık arazide bir taş vb. üzerinde otururken ayağını sarkıtarak oturması, diz çökerek oturması (namaz kılarken ve yemek yerken) gibi zat-ı Risaletleri oturma şekillerini kullanmışlardır. Peygamberimiz (s.a.v)in Yemek yeyiş Tarzı: Peygamberimiz (s.a.v) çok sade bir hayat yaşamıştır. O’nun sofrası ne acem şahlarının ne Bizans krallarının ve nede müşrik Arap aristokratların sofrasına benzerdi. O isteseydi Süleyman (a.s) gibi bir kral peygamber teklifini kabul ederdi. Ancak O bunu kabul etmediğini şöyle ifade etmişlerdi: “Ya Aişe, eğer ben istesem, altın dağları arkamdan benimle birlikte yürür gelir. Nitekim bir melek bana gelerek: “Rabbinin sana selamı var. Diyor 9 Nisan 2009 ki: “Hükümdar- peygamber olarak mı, yoksa kul-peygamber olarak mı yaşamak istersin.”Melek’in yanında buluna Cebrail, mütevazi (alçak gönüllü) olmayı tercih etmemi işaret etti. Ben de, kul-peygamber olarak yaşamayı tercih ettiğimi söyledim.” Hz. Aişe der ki: artık o günden sonra, bir daha, bağdaş kurup sofraya iyice yerleşerek yemek yemediler ve şöyle buyurdular: rım; o, insanı hareketsiz bırakan ne kötü bir haldir!” dua ederek aç kalmanın ne kadar kötü olduğunu ifade etmişlerdir.7 İbn Abbas (r.a) anlatıyor: “Peygamber Efendimiz’in, arka arkaya birkaç gece hiçbir şey yemeden yattığı olurdu da; O ve hane halkı, akşam sofrasında yiyecek bir şey bulamazlardı. Yedikleri ekmek ise arpa ekmeği idi.” Peygamberimiz (s.a.v)in Katıkları: “Ben, sıradan bir insanın yediği gibi yer ve sıradan bir kulun oturduğu gibi otururum.”6 Hz. Peygamber (s.a.v) yemek yerken bir şeye dayanmazlardı ve kolunun altına yastık koyup yaslanmazlardı. Yemekten önce ellerini yıkar, besmele çeker ve sağ elleri ile yerlerdi. Resulullah yemeklerinde sağ elinin üç parmağını kullanırlar ve tabaklarında asla yemek bırakmazlar ve tabağı mübarek parmakları ile temizce silerlerdi. Sofra olarak yer sofrası kullanırlar ve tek tabaktan tek tür yemek yerlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v) ekmek olarak daima arpa ununda yapılmış ekmeği yerlerdi. Kepeği iyice ayıklanmış “has undan” mamül ekmek yememişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v) sabah ve akşam olmak üzere iki öğün yemek yerlerdi ve kendileri: “Yarabbi, açlıktan sana sığını- Resulullah Efendimiz’in yemekte aradığı başlıca özellik, onların, helal ve temiz oluşu ile, vücuda yarayışlı olup olmayışıdır. Yemek seçme ve yemeğe kusur bulma gibi adetleri ise asla yoktur. Ebu Hureyre (r.a) Şöyle demiştir: “Peygamber Efendimiz, hiçbir yemeği katiyen seçmezlerdi. Önüne konan yemeği, eğer iştahı varsa yer yoksa yemezlerdi.”8 Efendimiz (s.a.v) herhangi bir yemek için “keşke olsa da yesek” şeklinde herhangi bir talepleri olmamıştır. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in kol ve sırt etini çok severdi diyenlere Hz. Aişe Validemizin cevabı şöyledir: “Kol eti, Resulullah’ın hiç de çok sevdiği bir et değildi. Ne var ki, diğerlerine göre, gerek pişeğen oluşu, gerekse sofrada fazla oyalanmayışı dolayısıyla, etin kol kısmını tercih ederlerdi. Bu yüzden de, onu çok sevdiği zannedilirdi.”9 Peygamberimiz (s.a.v)’in Yemekde Ellerini Yıkaması: “Elindeki yemek bulaşığını yıkamadan yatan kimse, şayet gece başına bir musibet gelirse, bu durumda, kabahati başkasında değil, bizzat kendisinde arasın!.”10 Nisan 2009 Peygamberimiz (s.a.v) yemekten önce ve sonra ellerini yıkarlardı. Bu davranışlar başlı başına bir eğitim işidir. Özellikle yemekten sonra elleri yıkamanın ne kadar önemli olduğunu peygamberimiz (s.a.v)in şu sözlerinden öğreniyoruz: “Elindeki yemek bulaşığını yıkamadan yatan kimse, şayet gece başına bir musibet gelirse, bu durumda, kabahati başkasında değil, bizzat kendisinde arasın!.”10 Yemekten önce el yıkamak bir nezaket kuralı olsa da, yemekten sonra yıkamak temizlikten başka bir şey değildir. Ayrıca peygamberimiz (s.a.v) yıkandıktan veya abdest aldıktan sonra ellerini mendil veya havlu ile kurularlardı. Tirmizi’nin rivayet ettiği bir bilgide: “Peygamber Efendimiz’in bir mendili (peşkiri) vardı; abdest aldığı veya elini yıkadığı zaman, onunla kurulanırdı.”11 10 Peygamberimiz (s.a.v)’in İçecekleri ve İçiş tarzları: Efendimiz (s.a.v) döneminde meşrubat çeşitleri; bal şerbeti, hurma ve kuru üzüm şırası ve süt gibi içeceklerden oluşmaktadır. Bazı alimler o devirde on beş civarında içecekten bahsetmişlerdir. Enes b. Malik (r.a) titizlilikle sakladığı Peygamber Efendimiz (s.a.v)in su bardağını insanlara tanıtırken: “Ben, Resulullah Efendimiz’in bütün içeceklerini; bal şerbetini, hurma ve üzüm şırasını, suyu ve sütü, O’na hep şu bardakla içirirdim” derdi.12 Sahabe-i Kiram efendilerimiz (r.a) Medine içerisinde ve dışında bulunan tatlı su kuyularından Efendimiz (s.a.v)e özel olarak su getirirlerdi. Getirilen bu suları da zamanın şartlarına göre soğutur ve Efendimiz (s.a.v)e ikram ederlerdi. Peygamberimiz (s.a.v) su içme konusunda da diğer hususlarda olduğu gibi zarif ve ölçülü davranışlar sergilemiş ve bize örnek olmuşlardır. Su içme konusunda herhangi bir engel yoksa oturarak içmemizi öğütlemiştir. Bir hadiste: “Hiç biriniz ayakta içmesin. Eğer unutarak ayakta içen olursa, onu geri çıkarsın!.”13 Bu hadis karşısında rivayet edilen bir başka hadis ise Abdullah b. Amr İnun’l-As (r.a) rivayet etmiştir: “Ben, Peygamber Efendimiz’in, suyu hem ayakta iken, hem de otururken içtiklerini bizzat gördüm.” Peygamberimiz (s.a.v.) in özel durumlar hariç suyu oturarak içtiği kaynaklarda ifade edilir. Ayakta içtiği durumlar ise; a)Zemzem suyunu, b) Abdest aldığı sudan arta kalanını, c) Duvarda asılı bulunan bir su kabından içmiştir.14 Ayrıca Efendimiz (s.a.v.) Suyu yudum yudum, dinlene dinlene içerler ve suya üflememeyi tavsiye ederlerdi. Bir hadiste: “Suyu devenin içtiği gibi, hiç dinlenmeden bir içişte içmeyiniz; iki veya üç defa dinlenerek içiniz. İçmeye besmele ile başlayınız; bardağı dudağınızdan ayırınca Elhamdulillah deyiniz.” 15 .................................................................................................... 1 - Ahzab, 33/45,46, 2 - Ahzab, 33/21, 3 - Prof. Dr. Ali Yardım; Peygamberimiz’in şemaili, 177, 4 - Yardım, 181, 5 - Buhari, Libas, 62; Ebu Davud, Libas, 28, 6 - İbn Sa’d, Tabakat, 1/381 (Şemailden Naklen, 201,202), 7 - Yardım A, Şemail, 209,212, 8 - Mislim, Eşribe, 188, 9 - Şemail, 225, 10 - Ebu davud, 3/1658; Hd. No:38552, 11 - Tirmizi, Sünen, 1/142; Hd. No: 53, 12 - Yardım, Şemail, 255, 13 Müsli, Eşribe, 14, 14 - Yardım, 264, 15 - Tirmizi, Sünen, 4/302; Hd. No: 1885 11 Nisan 2009 Dr. Mustafa KAYA enNEBİYYU’LUMMÎ KİMDİR? Allah Teâlâ’nın, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Muhammed’den bahsederken kullandığı belirleyici genel niteliklerden birisi de “el-Ummî”dir. Ümmîlik, ayetlerde Hz. Peygamber’in nebîliği bağlamında, o Nebînin bir özelliği olarak verilmektedir. Bu yazımızda Allah (CC.)’ın, Hz. Peygamberimize neden Ümmî Nebî dediği?, bu sıfatı taşıyan Peygamberimizin görevinin ne olduğu? üzerinde duracağız. Kur’ân’da “el-Ummî” ve çoğulu “elUmmiyyûn” toplam altı ayette geçmektedir. İki yerde tekil, dört yerde ise çoğul şekliyle yer almıştır. Art arda gelen iki ayette tekil lafızla ve Hz. Muhammed’in bir sıfatı olarak kullanılmıştır. Biz sadece kelimenin tekil olarak geçtiği ve Hz. Peygamberle alâkalı bu iki ayetten Nisan 2009 12 yola çıkarak bu sorulara cevap vereceğiz. Bunlar A‘râf 157 ve 158. ayetlerdir: “Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de (vasıfları) yazılı Peygambere, o Ümmî Nebîye tâbi olurlar. O Peygamber ki kendilerine meşrû şeyleri emreder, kötülükleri yasaklar, kendilerine güzel ve hoş şeyleri mübah, murdar şeyleri ise haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona iman eden, onu destekleyen, ona yardımcı olan ve onunla beraber indirilen nûra tâbi olanlar var ya, işte felâha erenler onlardır (A‘râf-7, 157). De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönder- ilen Peygamberim. O ki, göklerin ve yerin hâkimiyeti O’na aittir. O’ndan başka ilâh yoktur. Hayatı veren de, ölümü yaratan da O’dur. Öyleyse siz de Allah’a ve O’nun bütün kelimelerini tasdik eden Peygambere, o Ümmî Nebîye inanın. Ona tâbi olun ki doğru yolu bulasınız” (A‘râf-7, 158).“el-Ummî”nin çoğulu ise sırasıyla şu ayetlerde geçmektedir: Bakara-2, 78; Âl-i ‘İmrân3, 20 ve 75; Cum‘a-62, 2. Kelimenin tekil formunun kullanıldığı iki ayette geçen “en-Nebiyyu’l-Ummî” kavramı, çeşitli kaynaklarda kısaca şu şekillerde izah edilmiştir: a) “el-Ummî”, “Umm” (anne) köküne nisbetle annesinden doğduğu hâl üzere devam etmiş, fıtratı ve yaratılıştan getirdiği saflığı kaybetmemiş, değişikliğe ve bozulmaya uğramamış olmayı anlatmaktadır. bir insan olarak seçmiş, onun toplumunu da felsefî doktrinlerden, derin çekişmelerle tahrife uğramış dinlerden beslenmemiş, basit bir yaşayışa sahip bir toplum olmasından dolayı, vahyin ilk muhatapları olarak tercih etmiştir. Sonuçta bu çekirdek nesil (sahabe) ve önderi Hz Muhammed, ilâhî vahyi bütün insanlığa başka öğretilerle karıştırmadan ulaştırabilmiştir. Hz. Muhammed’in okuma-yazma bilip bilmediği ve sonradan bunu öğrenip öğrenmediği tartışılmıştır. Yaygın kanaat onun okuma-yazma bilmediği yönündedir. Bu kanaatleri şu şekilde özetleyebiliriz: - Rasûlullâh hayatı boyunca asla yazı yazmamış ve bakarak hiç bir kitabı okumamıştır. - Peygamber Efendimiz bir mucize olarak Hudeybiye Musâlahası esnasında ismini yazmış ve yine mucize olarak bazı şeyleri okumuştur. Rasûlullâh hayatı boyunca asla yazı yazmamış ve bakarak hiç bir kitabı okumamıştır. Peygamber Efendimiz bir mucize olarak Hudeybiye Musâlahası esnasında ismini yazmış ve yine mucize olarak bazı şeyleri okumuştur. b) “el-Ummet” (millet, halk) köküne nisbetle Arap ümmetine, milletine mensup olmayı ifade etmektedir. - Hayatının son dönemlerinde “okur-yazar” denmeyecek kadar, bazı şeyleri yazmış ve okumuştur. c) “Ummu’l-Kurâ”ya (şehirlerin anası) nisbetle Mekkeli olmak anlamındadır. - İslâm’ın ilme verdiği önem sebebiyle ve öğrenmek hakkındaki ilâhî işarete itaat etmiş olmak için bir dereceye kadar öğrenmiştir. Bu üç ifadeden hareketle; annesinden doğduğu hâl üzere kaldığı ve o çağda ve coğrafyada yaşayan Arap halkının büyük kısmının okumayazma bilmeyenlerden teşekkülünün tabiî bir sonucu olarak, Nebî’nin, onların içinden çıkan, kendileri gibi okuma-yazma bilmeyen, yaşadığı toplumu yansıtan ve temsil eden bir birey olduğu öngörüsüne ulaşılmıştır. Böylece Ümmî Nebî’nin anlamı; ‘okuma-yazma bilmeyen Nebî’ demektir. Bu bağlamda, ümmîlik yani okuma-yazma bilmemek bir eksiklikken Hz. Peygamber için bir üstünlük ve mucize olmaktadır. Allah Teâlâ, son elçisini bir hikmete binaen okuma-yazma bilmeyen - Bir mucize olarak peygamberlikle beraber Cebrail (a.s.), O (sav)’na okuma ve yazmayı öğretmişti. - Okumasını biliyordu, ama yazamıyordu. - Okumayı da, yazmayı da biliyordu. “el-Ummî”nin “el-Ummet” kelimesinden türediğini varsayarak yapılan başka bir yorum daha vardır. Bu yoruma göre Ümmî Nebî demek, Yahudî ve Hıristiyanlar tarafından da bilinen, beklenen onların dışında bir peygamber anlamındadır. İsrail 13 Nisan 2009 oğulları zaten insanlığı Yahudî ve Yahudî olmayanlar diye ayırmış, kendi dışındakilere değer vermemiştir. İnançlarına göre; onlar Allah tarafından özel olarak yaratılmış, ayrıcalıklı ve üstün bir ırktır. Bunun sonucu olarak kendilerinden olmayan bir peygamberin gelme ihtimali söz konusu değildir. Halbuki Allah (CC.), Hz. Muhammed’i İsrail oğullarından değil, Hz. İsmail’in soyundan bir nebî, bir peygamber olarak göndermiştir. Kur’ân da bu durumu anlatmak, İsrail oğullarının bu inançlarının yanlış olduğunu ve özellikle Hz. Muhammed’in sadece Yahudî ve Hıristiyanlara değil bütün insanlığa gönderildiğini vurgulamak amacıyla, art arda gelen işte bu iki ayete yer verilmiştir. Demek ki Hz. Peygamberimiz, ümmîliğin ilk anlamını dikkate aldığımızda, Ümmî olmakla hem önceki kutsal kitapları kopya ve taklit etmekten korunmuş, hem de ikinci anlamıyla İsrail oğullarının başkalarını küçük gören, kendilerini seçilmiş üstün kimseler sayan tekelci dinî anlayışlarının yanlışlığını anlatmakla görevlendirilmiştir. Kısacası o sadece İsrail oğullarının değil bütün halkların peygamberidir. Söz konusu iki ayeti bu açıdan tekrar okursak, Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in ko- runmuşluğunun yanı sıra onların ilahî davetin evrenselliğini ifade ettiğini yakından görürüz. “Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de (vasıfları) yazılı Resûle, (böylece artık sadece Yahudî ve onların devamı niteliğindeki Hıristiyanları değil, onların dışındaki bütün halkları muhatap kabul eden) o Ümmî Peygambere tâbi olurlar. O Peygamber ki kendilerine meşrû şeyleri emreder, kötülükleri yasaklar, kendilerine güzel ve hoş şeyleri mübah, murdar şeyleri ise haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona iman eden, onu destekleyen, ona yardımcı olan ve onunla beraber indirilen nûra tâbi olanlar var ya, işte felâha erenler onlardır. De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen bir elçiyim. O ki, göklerin ve yerin hâkimiyeti O’na aittir. O’ndan başka ilâh yoktur. Hayatı veren de, ölümü yaratan da O’dur. Öyleyse siz de Allah’a ve O’nun bütün kelimelerini (ilahî şeriatlarını) tasdik eden Resûle, o Ümmî Peygambere inanın. Ona tâbi olun ki doğru yolu bulasınız.” (A‘râf-7, 157158). Kaynakça Kaya, Remzi (1994), “Ehl-i Kitap”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, X, 516- ‘Abdussabûr Şâhîn (1973), “Hz. Muhammed Okuma ve Yazma Biliyor muydu?”, çev. 519, İstanbul. Tayyar Altıkulaç, Diyanet Dergisi, XII/4, 199 vd., Ankara. Kitâb-ı Mukaddes (1997), “Tesniye”, İstanbul. Adam, Baki (2002), Yahudilik ve Hıristiyanlık Açısından Diğer Dinler, İstanbul. el-Kurtubî, Ebû ‘Abdillâh Muhammed b. Ahmed (1372/1955), el-Câmi‘ li-Ahkâmi’l- el-‘Akkād, ‘Abbâs Mahmûd (1986), “el-İslâm, Da‘ve ‘Âlemiyye”, el-Mecmû‘atu’l-Kâmile Kur’ân, I-XX, nşr. Ahmed ‘Abdul‘alîm el-Berdûnî, Kahire. li-Mu’ellefâti’l-‘Akkād, el-İslâmiyyât-2, VI, 1-219, Beyrut. Kutluay, Yaşar (2004), İslâm ve Yahudi Mezhepleri, İstanbul. Aktepe, Orhan (1997), Hz. Muhammed’in Risaletinin Evrenselliği, Basılmamış Yük- Önkal, Ahmet (1986), “Hz. Peygamber’in Ümmîliği”, Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakül- sek Lisans Tezi, Erzurum. tesi Dergisi, 2, 249-262. el-Bâcî, Ebu’l-Velîd Suleymân b. Halef (1983), Tahkīku’l-Mezheb, nşr. Ebû ‘Ab- Özsoy, Ömer-Güler, İlhami (1997), Konularına Göre Kur’an, Ankara. dirrahmân b. ‘Ukeyl ez-Zâhirî, Riyad. er-Râgıb el-İsfahânî (1412/1992), Mufredâtu Elfâzi’l-Kur’ân, nşr. Safvân ‘Adnân Balcı, İsrafil (2006), “Erken Dönem Arap Kültüründe Peygamberlik Tasavvuru”, EKEV Dâvûdî, Dimaşk-Beyrut. Akademi Dergisi, 29, 111-134. Reissner, H. G. (1949), “The Ummī Prophet and the Banu Israil of the Qur'ān ”, Mus- Besalel, Yusuf (2001), Yahudilik Ansiklopedisi, I-III, İstanbul. lim World, 39, 276-281. Bozdağ, Bekir (1991), İlâhî Dinlerin Kutsal Kitaplarında Peygamberlik Anlayışı, Basıl- Sîbeveyh, Ebû Bişr ‘Amr (1316), el-Kitâb, I-II, Bulak. mamış Yüksek Lisans Tezi, Bursa. Soysaldı, Mehmet-Şimşek, Songül (2003), “Kur’an’da Ümmî Kavramının Semantik el-Câbirî, Muhammed ‘Âbid (2006), “en-Nebiyyu’l-Ummî Hel Kâne Yekra’ ve Yek- Analizi ve Bu Bağlamda Hz. Peygamber’in Ümmîliği Meselesi”, EKEV Akademi Der- tub…”, Medhal ile’l-Kur’âni’l-Kerîm, el-Cuz’u’l-Evvel fi’t-Ta‘rîf bi’l-Kur’ân, 77-98, Beyrut. gisi, 16, 85-102. Çetin, Nihad M. (1986), “Ümmî”, İslâm Ansiklopedisi, XIII, 104-106, İstanbul. Steingass, F. (1989), A Learner’s Arabic-English Dictionary, Beirut. Ebû Zeyd, Nasr Hâmid (2007), “Hıristiyan Teolojisi Perspektifinden Kurân’ın Okunuşu Şen, Ziya (2006), “Kur’an’da Ümmî Kavramı ve Hz. Peygamber’in Ümmîliği”, İslâmî ve Bunun İslâm Kelâm’ının Gelişmesine Etkisi”, çev. Sadık Kılıç, Atatürk Üniversitesi İlimler Dergisi, 2, 203-218. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 28, 271-303. Şenocak, İhsan (2008), “Risaletin Büyük Şahidi Ümmîlik”, İnkişaf, 9, 12-21. Fahruddîn er-Râzî, (t.y.), et-Tefsîru’l-Kebîr, I-XXXII, Tahran. Türcan, Selim (2007), İlk Dönem Kur’an Tasavvuru ve Dönüşümü -Kimlik ve Kitâb İl- Gilchrist, John (1986), Muhammad and the Religion of Islam, Benoni. işkisi Bağlamında-, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara. Goldfeld, Isaiah (1980), “The Illiterate Prophet (Nabî Ummî), An Inquiry into the De- Yavuz, Yusuf Şevki (2007), “Peygamber”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, velopment of a Dogma in Islamic Tradition”, Der Islam, 57, 58-67. XXXIV, 257-262, İstanbul. Hamidullah, Muhammed (2003), İslâm Peygamberi, I-II, çev. Salih Tuğ, Ankara. Yazır, Elmalılı M. Hamdi (1979), Hak Dini Kur’ân Dili, I-X, İstanbul. Hıdır, Özcan (2006), Yahudi Kültürü ve Hadisler, İstanbul. Yörük, İsmail-Şık, İsmail (2004), “Kelâm Açısından Hz. Peygamberin Ümmîliği”, Dinî İbn Manzûr, Cemâluddîn Muhammed (1408/1988), Lisânu’l-‘Arab, I-XVIII, nşr. ‘Alî Araştırmalar Dergisi, 19, 173-190. Şîrî, Beyrut. ez-Zeccâc, Ebû İshâk İbrâhîm (1988), Me‘âni’l-Kur’ân ve İ‘râbuh, nşr. ‘Abdulcelîl İbn Teymiyye, Ahmed b. ‘Abdulhalîm (1414), el-Cevâbu’s-Sahîh li-Men Beddele ‘Abduh Şelebî, I-V, Beyrut. Dîne’l-Mesîh, I-IV, nşr. ‘Alî b. Hasan b. Nasr v.dğr., Riyad. ez-Zemahşerî, Ebu’l-Kāsım Cârullâh Mahmûd b. ‘Omer (t.y.), el-Keşşâf, I-IV, Beyrut. Nisan 2009 14 Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK O’NA UYMAK SAADET KARŞI ÇIKMAK FELÂKET Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim; Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim! Necip Fazıl KISAKÜREK Peygamberlik, çok mühim ve çok çok özel müessese, Peygamber çok çok müstesnâ bir şahsiyet. Bu itibarla; “O’na itaat eden ve uyan Allah’a itaat etmiştir.” (Nisa (4) / 80) sayılır. Allah’ı sevdiklerini iddia edenlerin Peygamberimize uymaları ise; bir kaçınılmazlıktır. Allah’ın bizleri sevmesi ve günahlarımızı bağışlaması da O’na uyum sağlamanın bir sonucudur. (Âli İmrân (3) / 31) .Muhâlefet ve karşı gelmenin cezası ise; amellerimizin boşa çıkması ( Muhammed (47) / 33) sonucu Cehennemdir.( Nisa (4) /115). Peygamberimize karşı geliş bir isyan ve savaş haline gelirse bunun dünyalık cezası da Kur’an-ı Kerim’de mevcut olup, çok da ağırdır. (Mâide (84) /33) Peygamberimiz’in getirdiği dine yani İslâmiyet’e yani Kur’an ve Sünnet’e savaş ilan etmenin hükmü de böyledir. “İsyan” ve “savaş” kelimelerinin; O’na hakaret, Sünnet’ini hor görme ve getirdiklerine düşmanlık gibi manalara geldiğini hatırdan uzakta tutmamak lazım. 15 Nisan 2009 Mehmet TALU KUTLU DOĞUM HAFTASI İlahi vahyin son ve tamamlayıcı halkası İslâm’ın ve O’nun peygamberi Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimizin insanlığa çağrısını doğru ve etkin bir şekilde tanıtmak, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin sevgisi etrafında toplumumuza birlik ve beraberlik mesajları sunmak amacıyla ülkemizde ve yurt dışında 1989 yılından bu yana Kutlu Doğum Haftası programları düzenlenmektedir. Kutlu Doğum haftası denildiğinde, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi anmak, daha da önemlisi O’nu anlamak, O’nun temsil ettiği aşkın değerler bütününü tanımak ve hayatımıza ışık tutan bir meşale yapabilmek çabası akla gelir. Kur’an-ı Kerim’in evrensel mesajı, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin örnek şahsiyeti ve ahlakı bu değerler bütününün temel öğeleridir. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi örnek almak demek tarihe gitmek ve gömülmek değil, O büyük şahsiyeti tanımak ve sevmek, O’nun insanlığın huzur ve mutluluğu için yaptığı çağrıyı güncelleştirerek hayatımıza yansıtmak, O’nun ahlakını ve çizgisini davranışlarımızın mihveri ve rehberi yapabilmek demektir. Bir ölçüde tarihteki kutlama faaliyetlerinin canlandırılması, günümüzle Hz. Peygamber (S.A.V.) EfenNisan 2009 dimizin dönemi, Selçuklu, Osmanlı dönemleriyle bir köprü kurulması, geçmişle geleceğin bütünleştirilmesi şeklinde de anlatılabilecek Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri bugün özellikle dinî ve kültürel hayatımızda meydana getirdiği canlılık ile ayrı bir önem arz etmektedir. İlk yıllardan itibaren toplumun bütün kesimleri tarafından coşku ile kutlanan Kutlu Doğum Haftası, artık ülkemizin beklenen bir kültür faaliyeti, güzel bir geleneği oldu. Bu vesile ile Kutlu Doğum Haftalarını Türk toplumunun seviyesine ve seciyesine uygun olarak ihdas eden, bunu güzel bir gelenek hâline getiren, Mevlid-i Nebileri birer anma toplantılarından anlama toplantılarına dönüştüren bütün büyüklerimize, hocalarımıza şükran borçlu olduğumuzu ifade etmek isterim. Bu hocalarımızdan vefat edenlere ALLAH’tan rahmet, hayatta olanlara sağlık ve selâmet temenni ediyorum. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin, bir hafta boyunca ülkemizin her köşesinde ilim adamlarımız tarafından halkımıza anlatılacak olması gerçekten heyecan vericidir. Rabbimden dileğim bu heyecanın, bu ülke insanının yüreğinden hiçbir zaman eksik olmamasıdır. Abdullah b. Mesud (R.A.)den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “Kişi, sevdiği 16 kimse ile beraberdir” buyurmuşlardır.1 Söz ve düşünce âleminde bir miktar O’nunla olmak istiyoruz. Buna hazırsanız ki gönülleriniz ve gözleriniz buna hazır olduğunu gösteriyor, buyurun O’nunla birlikte olmaya gidelim. Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri bugün özellikle dinî ve kültürel hayatımızda meydana getirdiği canlılık ile ayrı bir önem arz etmektedir. Bu kutlamaların özellikle günümüzde ayrı bir anlam ve fonksiyon taşıdığı inkâr edilemez. Ancak bu kutlamaların içine mezmum bidat karıştırmadan, meşru ölçüler içinde olmasında çok büyük fayda ve maslahatlar vardır. Özellikle toplumumuzun bin bir yöntemle değerlerinden uzaklaştırılmaya ve sekülerleştirilmeye çalışıldığı bir dönemde, kendi kimlik ve aidiyet motiflerimizin her vesileyle vurgulanması, gündemde tutulması ve yaygınlaştırılması her bakımdan önem arz etmektedir. Bu kutlamaların da bu bakımdan toplumsal kimliğimizin muhafazasında önemli bir yer tuttuğu inkâr edilemez. Dolayısıyla ülkemizde 1989’dan beri “Kutlu Doğum” adıyla yapıla gelen etkinliklere aktif olarak katılmak, bu kutlu zaman dilimini bireysel ve toplumsal arınmamızın önemli bir vesilesi olarak değerlendirmek konusunda hassas davranmak durumundayız. KUTLU DOĞUM HAFTALARININ FONKSİYONU Cahiliye karanlığındaki insanlığın üzerine bir nur gibi doğan Rahmet Peygamberi Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin doğum yıldönümü tüm dünyada Müslümanlar tarafından coşkuyla kutlanıyor. O’nun çağları delen evrensel mesajı insanlığa, var oluşunun nihai manasını anlatıyor. Kutlu Doğum Haftası, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz sevme ve anlama haftasıdır. O’nun getirdiği kuşatıcı rahmeti içimizde hissetme dönemidir. Kendini tanımayan Rabbini tanıyamaz, niçin var olduğunu fark edemez. Sıradan bir canlı olarak yaşar gider. südeki hocadan almanın vakti geçmiştir. Bu bakımdan yayınlanan birçok eser önem taşımaktadır. Ama bunun amacına ulaşması için bunların sizin evine, kitaplığınıza girmesine ihtiyaç var. Okuma oranımızı da artırmalıyız. Komşularımızdan çok geriyiz. Okumalı ve doğru bilgileri almalıyız. Dinimizi doğru öğrenmeliyiz. Eğer biz dinimizi doğru bir şekilde öğrenirsek İslam’ı da doğru temsil etmiş oluruz. Maalesef bugün batı dünyası hem İslam’ı hem de Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi doğru anlama imkânından yoksun bulunuyor. Bunun çok sebebi var ama biz de üzerimize düşen görevi yapmalı, O’nun o sevgisini insanlığa sunmalıyız. Başkalarını kınamak yerine kendi ödevimizi iyi yapmak gerekir. Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Sizden hiçbiriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” 2 buyurmuştur. Ne büyük bir ideal, ne yüksek bir çıta… Ülke olarak, dünya olarak barış içinde bir arada yaşamaya ihtiyacımız var. Ne pahasına olsun bir arada yaşamak değil ama barış, sevgi ve huzur içinde bir arada yaşamaya ihtiyacımız var. Açıp Kur’an-ı Kerim ve sünnete bakıyoruz, baştan sona hoşgörü ve sevgiyi işliyor. Biz hak dinin temsilcileri olarak Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bize bildirdiği dini bilgiyi insanlara anlatırız. Sonrası insanların kendi tercihidir. Bizim medeniyetimiz hoşgörü medeniyetidir. Tarihte sahip olduğumuz hoşgörünün en açık belgesi Anadolu’dur. Anadolu’da yıllarca farklı din ve inanç mensupları bir arada barış içinde yaşamışlardır. Öyle olduğu için bizim Anadolu medeniyeti adeta sevgi ve hoşgörü medeniyeti olmuştur. Biz dünyaya bu hoşgörü ve sevginin altın sayfalarını sunmuş bir medeniyete mensubuz. KUTLU DOĞUM HAFTASINA ELEŞTİRİLER Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz bize varlığımızın nihai manasını kavratıyor. Biz de sıradan bir canlı olmadığımızı Allah’ın yeryüzündeki iyilikleri doğrulukları yapmaya vazifeli bir halifesi olduğumuzu kavrıyoruz. Her insan kutsaldır ve Allah’ın yeryüzüne gönderdiği, güzellikler yapmakla memur kıldığı bir insandır. Bunun için dinimizin özünde insan sevgisi var. Herkesi böyle bir sevgiyle sevebilmeyi bize Efendimiz Muhammed Mustafa öğretti. Her Peygamberin ümmeti, kendi Peygamberinin doğum gününü bayram yapmıştır. Hz.Muhammed (S.A.V.) Efendimizin doğum günü de, Müslümanların bayramıdır. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz nübüvvetten sonra, her yıl, bu geceye önem verirdi. Bu gecede, Eshabı Kiram, bir yere toplanıp, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin doğum öncesi ve sonrası mucizelerini okurlar, anlatırlardı. Bunun için dünyanın her tarafındaki Müslümanlar, her sene, bu geceyi, mevlid kandili olarak kutlayarak, her yerde “Mevlid kasideleri” okunarak Resûlullah (S.A.V.) Efendimizi hatırlatılmaktadır. Bu hafta vesilesiyle herkes Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin hayatı ile ilgili mutlaka bir kitap okumalıdır. Camilerimiz bu anlamda okuma evlerine dönüşmelidir. Artık dini bilgiyi sadece minberdeki, kür- Diyanet İşleri Başkanlığı da, bu maksatla, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin doğumunu, Kameri Takvime göre Rebi’ül Evvel ayının 12. gecesinde camilerde mevlit, Cuma günü de hutbe okunarak ve 17 Nisan 2009 vaazlarda konu halkımıza anlatılarak Mevlid Kandili’nin kutlanmasının yanı sıra, Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimizin Miladi doğum günü kabul edilen 20 Nisan’ı içine alan haftada, 1989 yılından beri Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından müştereken düzenlenen “Kutlu Doğum Haftası” adı altında değişik etkinlikler ile kutlanmaktadır. Diyanet’in iyi niyetle de olsa yaptığı bu yeni, geçmişte örneği olmayan uygulama; bazı karışıklıkları, yanlışlıklara hatta Müslümanlara bir takım eleştirilerin yöneltilmesine sebep olmaktadır. Şöyle ki: istemez insanın aklına şu endişeyi getiriyor: Ya zamanla, gerçek doğum günü olan, Mevlit Kandili unutulur, bunun yerini Kutlu Doğum Haftası alırsa ne olacak? 4- Bu konuda şöyle bir orta yol bulunabilir: Ya bu Kutlu Doğum Haftası, hicri yıla göre olan doğum gününü yani mevlid kandilini içine alacak şekilde yapılır, ya da Miladi doğum gününe denk gelmeyecek bir haftada, doğum günü değil de “Anma Haftası” şeklinde düzenlenir. Bu hafta da, konserli, eğlenceli değil, Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin şanına yakışır bir anma programı ile yapılmalıdır. 1- “Kutlu Doğum Haftası” ile ilgili, yazılarında bazı İslam karşıtı yazarlar, “Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bir sene içinde iki doğum kutlamasının yapılması akla uygun değildir. Kutlama yapılacaksa hicri yıla göre mi yoksa miladi yıla göre mi kutlayacaklar önce buna karar versinler. Dünyanın hiçbir yerinde, aynı şahıs için iki doğum günü kutlama yapılmaz!” türü ifadelere yer verdiler. Maksat, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizi, onun büyüklüğünü, yüceliğini, son peygamber olduğunu hatırlatmak ise zorlama “Kutlu Doğum Haftasına” lüzum yoktur. Yılın herhangi bir haftasında bu pekâlâ yapılabilir. Böylece kimsenin kafası da karışmamış olur. Hem de yapılan iş dine uygun olur! Ayrıca, pek çok sade Müslümanın da kafası karışmış durumdadır. “Biz kendimizi bildiğimizden beri, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin doğum gününü, Mevlid Kandili’nde kutlarız. Kutlu Doğum Haftası da nereden çıktı. Eski köye yeni adet mi getiriliyor” diyorlar. Çünkü dini günler ve gecelerin sadece hicri yıla göre yapıldığını biliyorlar. İstanbul ilçelerinden birinde “Kutlu Doğum Haftası” münasebetiyle etkinlikler yapılmış ve İslâm dinine ve Şeriatına aykırı işler sergilenmiştir. Birkaç örnek veriyorum: 2- Buna rağmen eğer, Kutlu Doğum Haftası, miladi yıla göre yapılacaksa, bu kutlamaların Resûlullah (S.A.V.) Efendimizi anmanın şanına, ve sünnetine uygun bir şekilde olması gerekmektedir. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizi övmek ibadet olduğuna göre, kutlamaların ibadet sınırları içinde olması gerekir. Diyanet İşleri başkanlığının kutlama programının 9. maddesinde, “Başkanlığımız Türk Tasavvuf Musikisi Korosu hafta içinde konserler verecektir” denilmektedir. Yine, programda; tiyatro gösterileri sergileneceği, Nasreddin Hoca’dan fıkralar anlatılacağı bildirilmektedir. 14 maddelik etkinlik sıralamasında “ibadet” kapsamında değerlendirebileceğimiz etkinlik sayısı çok azdır. İl müftülükleri daha da renklendirmişler; bir ilimizde, davullu zurnalı yağlı güreşler, mehter ve folklor gösterileri de eklenmiş programa. Şimdi bu etkinlikleri, ibadet kapsamında mı, eğlence kapsamında mı değerlendireceğiz? Yoksa ikisinin karışımında mı, yoksa niyete göre mi değerlendirilmesi istenecek? 3- Dikkati çeken başka bir husus da; gerçek doğum günü olan Mevlid Kandili kutlamaları; kandil gecesi mevlit okutmak, Cuma hutbelerinde ve vaazlarda bahsetmekle sınırlı iken; Kutlu Doğum’un, bir hafta süre ile Mevlid Kandili programı ile mukayese edilemeyecek zenginlikte kutlanmasıdır. Bu uygulama ister Nisan 2009 KUTLU DOĞUM BÖYLE KUTLANMAZ Mevlevî semazenlerle birlikte sahneye hanımlardan kurulu bir Semah ekibi çıkartılmış ve her iki grup birlikte döndürülmüştür. Böyle bir şeye din izin vermez. İslâm dini ve Şeriatı, kadınlara gösterdiği büyük hürmet dolayısıyla birtakım sınırlandırmalar koymuştur. Yüce Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin doğumunu kutlamak için sahnelere hanımların çıkartılmasını dinimiz kesinlikle kabul etmez ve böyle bir şeyi saygısızlık ve sınırları çiğnemek olarak görür. Filân televole ilâhiyat profesörü buna fetva vermiş... Böyle bir fetva makbul ve muteber olmaz. Mevlevilikteki semalar tekke ve zaviyelerde yapılabilir. Sadece usulüne, erkânına, şartlarına, adabına uyularak yapılabilir. İstanbul’un, ismini vermeyeceğimiz ilçesinde yapılan Kutlu Doğum etkinliklerinde Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin ismi her defasında çıplak olarak kullanılmıştır. Ne “Hazret-i” denilmiştir, ne de bir kere bile olsun Salat-u selam getirilmiştir. Bu da büyük bir saygısızlıktır. Yine bu toplantıya, Diyalog taraftarı bir cemaate mensup kız öğrenciler, Yüce İslâm dininin kabul etmediği bir kıyafetle sahneye çıkartılmıştır. Başları açık, etekleri kısa, tuvalete benzeyen beyaz elbiseler içinde. 18 Bırakın İslâm’ı, geleneksel Yahudilik bile kadın erkek birlikte böyle karışık dinî merasimler yapılmasına izin vermez. Böyle şeyler, daha ziyade protestan kiliselerinin etkinlikleri meyanındadır. Birtakım din görevlilerine, ilahiyatçılara, İslâmcılara, diyalogculara hitap ediyorum: İslâm’a, Kur’ân-ı Kerim’e, Şeriat’a, Sünnet’e aykırı etkinliklerle dine hizmet edilmez. Bu gibi ölçüsüz, saygısız, sınır aşıcı etkinlikler sonunda tokatlar gelebilir. Tokat ne demektir, bilir misiniz? Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin anılacaksa, O’nun doğum yıldönümü kutlanacaksa; bunun mutlaka mevrid-i nassa, şer’î ölçülere ve hükümlere, Sünnet’e, İslâm dininin temel kurallarına uygun olması gerekir. Bu gibi etkinlikler öncelikle camilerde yapılmalıdır. Başka mekânlarda yapılacaksa, İslâm dinine ve şeriatine uygun olarak yapılmalıdır. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin doğum günü kutlanıyor ve Resûl-i Kibriya, Fahr-i Kâinat aleyhi ekmelüttahiyyat Efendimizin isminin başına Hazret-i getirilmiyor ve ona bütün toplantı esnasında bir kere bile salat ü selam okunmuyor... Böyle bir şey İslâm terbiyesine, Türkiye terbiyesine yakışır mı? “Efendimize, Diyalog yaptığımız sevgili Nasranî kardeşlerimiz hazret mazret demiyorlar, sadece Jesus diyorlar, biz de onları taklit ediyoruz...” diyenler çıkacaktır. Onların bu mazereti makbul değildir. Özürleri kabahatlerinden büyüktür. Abdullah b. Ömer (R.A.)dan rivayete edilen Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin: “Kim bir millete benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” 3 hadîs-i şerifini kendilerine hatırlatırız. Kutlu Doğum kutlamalarına evet... Bu kutlamalardaki dine aykırı şeylere hayır... Tekrar ediyorum: İlahî Tokat yersiniz ve perişan olursunuz... DAVUL ZURNAYLA KUTLU DOĞUM OLUR MU?! Diyanet ve müftülüklerin bu tür programlarda halka hangi mesajı ne tür etkinliklerle vermesi gerektiğini çok iyi tespit etmesi gerekir. Ata sporu olan güreş, ülke genelinde oldukça yaygın bir spordur. Ama davul ve zurnanın, kutlanılan mana ile çok fazla uyuştuğunu düşünmüyorum. Özellikle müftülüğün bu konudaki önder vasfını düşünecek olursak, yarın birileri çıkıp başka şeyleri ben böyle anlıyorum, böyle kutluyorum deme hakkını vermiş olabilir. Yanlış birtakım girişimlere de ön ayak olmuş olabilir. Müftülüğün önder ve örnek olma konumunda olduğu için bu tür faaliyetlerde hassas olması gerekir. Hele konu Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ise, bir değil bin kez düşünerek hareket etmek gerekir. Kutlu Doğum ile zurna ve davulu yan yana getiremedik. Bir takım yarışmalar düzenlenebilir. Ama bu, milletimiz tarafından çok da benimsenecek bir davranış olmamıştır. Müftülüğün öncülük yaparak nasıl kutlama yapılması gerekiyorsa öyle kutlanması hususunda azami dikkat göstermesi gerekir. Yetkililer bu konuyu yeniden ciddi bir şekilde düşünmelidir. Peygamber aşığı bir millet olarak Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizi tanımak, anlamak yaşamak en doğal vazifemizdir. İslam dini haktır, Peygamberi de Haktır. İslam Dini ve Peygamberi bir zümreye, bir millete ve bir kavme gelmemiştir. Dini evrensel olmakla beraber Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de bütün insanlığa gelmiştir. Asırlardır Müslümanlar, Yüce Yaratıcının son mesajını insanlara duyurmak, öğretmek ve mesajın içerdiği konularda insanlara örneklik etmekle görevlendirilen Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin hayatını araştırmaya ve öğrenmeye büyük önem vermişler, bu amaçla O’nun doğumunu, miracını ve irtihalini anlatan şiirler, naatlar, mersiyeler kaleme almışlar ve ciltler dolusu kitaplar yazmışlardır. 1989 yılına kadar ülkemizde Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin doğumu, Kameri Takvime göre Rebi’ül Evvel ayının 12. gecesinde camilerde mevlit, Cuma günü de hutbe okunarak ve vaazlarda konu halkımıza anlatılarak Mevlid Kandili adı altında kutlanmıştır. Kutlu Doğum Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi anmaya ve anlamaya vesile olmalıdır. ............................................................................................................. 1 Buhari, Edeb: 96; Müslim, Biir: 165; Tirmizi, Zühd: 50; Darimi, Rikak: 71; Ahmed b. Hanbel, 1/392, 3/104, 110, 159. Bir İl Müftülüğü, Kutlu Doğum Haftası’nı davullu, zurnalı yağlı güreş şampiyonası ile kutlayacağını ilan etti. 2 Buhari, İman:6, Müslim, İman:71-72, Tirmizi, Kıyamet 59: Nesai İman, 19.33. İbn-i Mace, Mukaddime 9 3 Ebu Davud Libas:5 19 Nisan 2009 Ersan BİLGİN KUTLU DOĞUM, İNSANLIĞIN DOĞUMUDUR “(Resûlüm) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” şantısıyla “Örnek” olarak tüm insanlığa dünya-ahiret saadeti sunmuştur. (Enbiya,107) İnsanlığın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’in dünyaya gelişleri yani KUTLU DOĞUM, insanlığın doğumudur. Hiçbir değeri olmayan, atılan, satılan, horlanan, kullanılan insan İslam Diniyle tekrar doğmuş, olması gereken değerini bulmuştur. Ebu Cehl, Ebu Leheb gibi her devirde olan zalimler insanları kendilerine çağırıp, kul-köle olarak kullanırken Rasulullah aleyhisselam insanlığı bir olan Allah’a imana ve kulluğa-ebedi özgürlüğe çağırmış, sözleriyle ve ya- Nisan 2009 20 Rasulullah’ın bu kutlu mücadelesinde yanında daima gençler oldu ve bir mübarek sözlerinde Rasulullah (a.s) buyurdular; “Gençlerle yardım olundum.” Asr-ı Saadet’te olduğu gibi bugün de dünya ve ahiret saadetini gaye edinen genç müminler ve tüm Müslümanlar, imanlarıyla, ahlaklarıyla, salih amelleriyle, tebliğ ve cihad aşklarıyla hiç şüphesiz Rasulullah’ın yanındadır ve böyle olmalıdır. Örneğimiz ve Önderimiz Rasulullah’ın yanında olmak, Yüce Rabbimiz’in yolunda olmak’tır, Kur’an’a ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak ve İslam’ı tümüyle hayatımıza taşımaktır. Hayat rehberimiz Kur’an-ı Kerim’i ve Sünnet’i en iyi şekilde okumamız, anlamamız ve yaşamamız temennisiyle Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in dünyaya teşriflerinin yıldönümü İslam Alemi’ne ve Tüm İnsanlığa hayırlar getirsin. Şuurlanmamıza ve kendimize gelmemize vesile olsun. - “Geçmiş peygamberlerin sözlerinden insanlara ulaşan haberlerden biri de; “Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” sözüdür.” (Buhari) “O, Allah’ın emriyle Kainat Efendisi; Varlığın tacı, varlık nurunun ta kendisi… Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim: Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim!… Sende insan ve toplum, sende temel ve bina; Ne getirdin, götürdün, bildirdinse: âmennâ!…” Necip Fazıl KISAKÜREK -“(Rasûlum!) Şüphesiz Sen, büyük bir ahlâk sahibisin.” (el-Kalem, 4) ALLAH SEVGİSİ İbn Abbas (ra) der ki: Bir gün Rasulullah’ın (sav) terkisine binmiştim. Bana şunları söyledi: “Ey yavrucuk, sana bazı şeyleri öğreteyim; Allah’ı sev ki, O da seni sevsin. Allah’ı seversen O’nu her zaman karşında bulursun. Bir şey istersen Allah’tan iste…” (Tirmizi) “Nerede olursan Allah’tan kork. Kötülüğün (günahın) arkasından iyilik (sevap) işle ki onu silsin. İnsanlarla güzel geçin.” (Tirmizi) EDEB YA HU - Sahabe’den Ebu Said el-Hudri (ra), Peygamberimiz (sav) hakkında şöyle demektedir: “Rasulullah (sav) örtülerinin arasındaki bakire bir kızdan daha çok haya sahibi idi. Hoşuna gitmeyen bir şey görünce, biz bunu O’nun mübarek yüzünden anlardık.” - “Allah Teala’nın ahlakı ile ahlaklanınız.” (Münavi) - Hz. Aişe’ye Rasûlullah’ın ahlâkı sorulmuş, “Rasulullah’ın ahlâkı, Kur’an idi” demiştir. (Müslim) - Nebi (as) buyuruyor: “ Sizin bana en sevgiliniz ve kıyamette bana en yakınınız, ahlakı en güzel olanınızdır. Sizin hayırlılarınız da kadınlarına karşı ahlakça hayırlı olanınızdır.” (Buhari) “Allah’ım! Yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlakımı da güzelleştir!” (Amin) “MUHAMMED’ÜL EMİN” Hayber Savaşı esnasında, Yahudiler’in safından Yesar isimli bir çoban, Sevgili Peygamberimiz’in (sav) yanına gelerek, bazı sorular sordu ve sohbet ettiler. Görüşmenin sonunda ikna olan Yesar, iman etti ve Müslümanlara katıldı. Ancak Rasulullah (sav), ona önce koyunlarını sahiplerine vermesini ve sonra da kendilerine katılmasını emir buyurdu. Üstelik savaşın uzadığı ve Müslümanların yiyecek sıkıntısı çektiği bir anda… İşte Şahsiyet, işte İzzet ve Şeref! Evet, Efendimiz aleyhisselatü vesselam’ın “Muhammed’ül Emin” (elinden ve dilinden herkesin emniyet ve huzur bulduğu, güvenilir kişi) olduğuna müşrikler dahil herkes şahittir. TEVAZU’DA ZİRVE ! (Buhari) - “Utanmak ve zararlı (ve boş sözden) uzak durmak imanın iki kısmıdır. Çirkin-küfürlü söz ve boş söze dalmak da münafıklığın iki şubesidir.” (Tirmizi) Allah Teala’nın “Sana tabi olan müminlere alçak gönüllü davran!” (Şuara,215) emrini alan Sevgili Peygamberimiz (sav): “Rabbimiz bana, -O kadar mütevazı olun ki kimse kim- 21 Nisan 2009 seye böbürlenmesin (büyüklenmesin), ve zulmetmesin!- diye emretti”, buyurmuştur. (Müslim) Allah Rasulü’ne imanı, itaatı ve sevgisi tamdır. Hayatının merkezini Kur’an ve Sünnet oluşturur. HER AN GÜLERYÜZLÜ - İyi niyetlidir, Allah ve Rasulü’ne teslimiyeti tamdır, samimi ve ihlaslıdır, duyarlıdır ve dengelidir, uyanıktır. Abdullah b. Haris (ra) diyor ki: “Rasululllah sallallahu aleyhi ve sellem’den daha çok tebessüm eden (güleryüzlü) bir kimse görmedim.” (Tirmizi) Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: “Rasulullah’ın (as) küçük dili görünecek şekilde kahkahayla güldüğünü hiç görmedim. O (sav), tebessüm ederdi.” (Buhari) YA ALİ, GİR DÜŞMAN SAFLARINA - Mümin kardeşlerini ve tüm canlıları sever, kul hakkını daima gözetir. Diğer insanların hayrı, iyiliği ve hidayeti için çalışır. - Namazlarını dosdoğru kılar, gücü oranında malından Allah yolunda İnfak eder, verir. Cömerttir. - İmanda, İbadette, Hayırda ve Hizmette devamlıdır. Sabırlı ve azimlidir. Çarşı ve Panayırlarda iki dünya saadeti İslam’ı anlatmak için koşuşturan, Taif’te tebliğ aşkına taşlanan, Risalet Pınarı Sevgili Peygamberimiz (sav), “Ya Ali, Düşman saflarına gir, onlara İslam’ı anlat. Senin vesilenle bir kişinin hidayete erişmesi, kızıl develere (yer altı ve yer üstü zenginliklerine) malik olmaktan daha hayırlıdır.” (Buhari) buyurmuştur. - Üstün ahlaklıdır. Edebli ve hayalıdır. İffetlidir. Dürüsttür. Güleryüzlü ve tatlı sözlüdür. İsyan bataklığına gidenlerin acısını kalbinde duyan Peygamberimiz (a.s), “Benimle sizin aranızdaki durum aynen şuna benzer. Adamın biri ateş yakmıştır. Çekirge ve kelebekler bu ateşe atılmaya koyulurlar. Adam da onları, ateşten uzaklaştırmaya çalışıyor. Ben ateşe düşmeyesiniz diye eteklerinizden yakalamışım, siz ise elimden kurtulup ateşe girmeye uğraşıyorsunuz”, buyuruyorlar. - İmanın, salih amelin, doğru ilmin, güzel-iyi ahlakın, adil yönetimin, faydalı iktisadın kısacası Hakk’ın hakimiyeti için koşturur. Hakkın yanında ve emrinde, batılın daima karşısındadır. Alemlerin Rabbi (c.c) buyuruyor: “Andolsun size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, O gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir, üstünüze titrer, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir.” (Tevbe,128) - Tevazu sahibidir, kibirli değildir. Merhamet- ALLAH RASULÜ’NÜN SEVDİĞİ MÜSLÜMAN - Vaktinin ve sağlığının kıymetini bilir. - Hayatta en büyük arzusu daima Müslümanca Düşünmek, Müslümanca Yaşamak ve Müslümanca Ölmektir. - Kolaylaştıran ve müjdeleyendir. Faydalıdır, zararsızdır. - Çalışkandır. Üretkendir. İşini sağlam yapar. Hatasında ısrar etmez. lidir. - Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan ve cimrilikten uzaktır. Etkilidir. - Malayani (Boş Söz ve İşle) vakit geçirmez. Hurafe ve Batıl İnançlardan uzaktır. - Mazlumun yanında, zalimin karşısındadır. Şuur ve duruş sahibidir. Şefkatlidir ve cesurdur. - Her şeyden evvel ve her şeyden çok Allah’a iman ve itaat eder ve Allah’ı sever. Daha sonra da Nisan 2009 Hamd olsun Alemlerin Rabbi olan Allah’a. 22 Doç. Dr. Nedim URHAN “KİM RASUL’E İTAAT EDERSE, ALLAH’A İTAAT ETMİŞTİR.” Kur’an’ın 6666 ayeti neyi emrediyorsa bütününe iman, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e imandır. Bir kimse Hz. Peygamber (s.a.v)’e inanıyorum diyorsa Kur’an’ı gündeminin başına alması zaruridir. Mümin bir kimse bir ayeti bile rafa kaldıramaz. Hz. Aişe Validemizin ifadesiyle “Rasulullah’ın ahlakı, Kur’an’dır.” Rasulullah (s.a.v), Kur’an’ın emirlerinden bir zerre eksiklik veya dönüş yapmamıştır. Müşriklerin bütün dünyaları önüne koymalarına, her şeyi temin edeceklerini vaad etmelerine rağmen O (s.a.v); “Benim davamın zerresi bu sizin tekliflerinizin tamamına bile tekabül etmez” diyerek reddetmiştir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud, 12) istikametinden asla şaşmamış ve bize bu noktada eşsiz bir örnek olmuştur. Peygamber (s.a.v) bütün insaniyetin peygamberidir. Rabbimiz, “(Resûlüm) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya,107) buyuruyor. Bir başka ayette “Rasul, size neyi getirdiyse alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının.” (Haşr, 7) buyurarak, müminin Rasulullah’ın söz ve davranışlarına nasıl bakacağını, sünnetin değerini ve konumunu belirtiyor, Rabbimiz. Bir Rasulullah (a.s), Hz. Ömer (r.a)’a; -“Ya Ömer, benimle senin arandaki durum nasıldır ?” diye sorunca, -“Ya Rasulallah, seni malımdan ve ailemden çok seviyorum” dedi. Bunun üzerine – “Ya Ömer, olmadı” buyurdu, Efendimiz (s.a.v). O an Hz. Ömer radıyallahu anh beyninden vurulmuşa döndü. Hemen Rasulullah’a koşarak –“Seni nefsimden (canımdan) da çok seviyorum” deyince, Peygamberimiz (s.a.v); -“Evet, şimdi kamil iman sahibi oldun, ya Ömer” buyuruyor. “(Resûlüm! ) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir. De ki: Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Al-i İmran 31, 32) buyuran Rabbimiz, Necm 3 ve 4. ayetlerde de “O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.” fermanıyla Rasulullah’ın kendiliğinden bir şey söylemediğini vurguluyor. Ve Rabbimiz, Kur’an ve Sünnet’e sımsıkı sarılan müminlere dünyada huzur ve saadet vaat ettiği gibi asıl yurdumuz olan ahirette de bakınız ne müjdeliyor: “…Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa, onu acı bir azaba uğratır.” (Fetih, 17) Sonuç itibariyle Rasulullah’ın en büyük sünneti, tavizsiz İslami yaşantısı idi. Vesselam. ............................................................... *(M.Ü. İlahiyat Fak. Hadis Ana Bilim Dalı Emekli Öğretim Üyesi) 23 Nisan 2009 Sezgin ÇAKIR [email protected] SÜNNET TESTİ Sünneti ihya hususunda efendimiz aleyhisselatü vesselam şöyle buyuruyor: “Kim ümmetimin bozulduğu zamanda benim sünnetime sarılırsa onun için şehid sevabı vardır.” (Tirmizi) Hepimiz sünnete bağlılıktan bahsediyoruz, anlatıyoruz, sünnete bağlı olmayı arzuluyoruz. Peki sünnete ittiba etme konusunda hangi noktadayız? Hayatlarımızı efendimiz aleyhisselatü vesselamın sünnetine uygun olarak düzene koyabiliyor muyuz? Aşağıdaki sorulara uygun cevaplar vererek kendimizi sünnete uyma konusunda teste tabi tutabiliriz. Ulaşabildiğim kadarıyla bir test hazırladım. Kendime uyguladım. Faydasını gördüm. Size de tavsiyemdir. Buyurun Nisan 2009 24 25 Nisan 2009 Nisan 2009 26 27 Nisan 2009 Nisan 2009 28 29 Nisan 2009 Ayşe BAĞCİVAN SÜNNET IŞIĞINDA SÜNNET TADINDA YAŞAMAK Allah’ı ve resulü’nü dil ile ikrar kalp ile tasdik eden Müslümanlar olarak Allah Resulü’nü anlamalı ve anlatmalıyız. Bu her müslümanın görevidir. Peki, bu görevimize ne kadar sadığız? Nebiler sultanını nasıl anlatıyor ve yaptıklarını günlük hayatımızda ne kadar uyguluyoruz? Gelin hayatı hakkında kulaktan dolma bilgilerle, mübarek aylardan mübarek aylara Müslümanlaşan kanallarda izlediğimiz programlarla değil; O’nu daha yakından tanıyabilmek için O’nun gibi yaşayabilmek için sünnet-i seniyyelerini uygulayalım… Allah’ın Resulü, bir insanın yatıp kalkmasından uyumasına, hangi tarafı üzerine yatacağına, nasıl yiyeceğine, ibadetlerini nasıl yapacağına, yolda nasıl yürüneNisan 2009 30 ceğine, etrafındakiler ile nasıl konuşulacağına yani hayatın her yönüne dair tüm güzellikleri göstermiş ve bu güzellikler neticesinde de tüm insanlığa örnek bir toplum yetiştirmiştir. Efendiler efendisinin gösterdikleriyle yetişen sahabe-i kiram örnek bir hayat yaşamışlardır. O’nlar Efendimize, Efendimiz de onlara layıktı. Allah rızası için birbirlerini seviyorlar, Allah rızası için zorluklara gönül huzuruyla katlanabiliyorlardı. O kutlu sahabeler küfrün bütün ürperticiliğini görmüşler ve bütün parlaklığı bütün nuruyla Efendimizi görünce islamiyeti kabul edip yaşamışlardır. O kutlu sahabeler küfür bataklığından çıkıp iman halkasına girmişlerdi. Batını, yalanı, iffetsizlikleri ellerinin tersiyle itip Allah Resulü’nü kendilerine rehber edinmişlerdi. Allah resulü’nün arkasında namaz kılıyor ve Efendimizin hıçkırıklarına şahit oluyorlardı. O kutlu sahabe insanların en faziletlisinin yanında islamiyeti öğreniyor, Allah’ın kelamının indirilişine ve hatta Efendimizin beşeriyetinin üstünde harikulade hallerine şahit oluyorlardı. Bizzat Âlemler sultanından ders alıyorlardı O mübarek yüzü göre göre mübarek sözlerini işite işite. Âlemler sultanını her şeyden çok seviyor “anam babam sana feda olsun ya Resulallah! ”diyorlardı. Kendilerini müşrikler tarafından gelecek ezalara karşı efendimiz için feda etmekten çekinmiyor “anam babam sana feda olsun ya Resulallah! “diyorlardı. O’na değil bir zarar, kılına bile zarar gelmesi halinde canları olsa vermeye hazırdılar. Onların peygamber sevgisi küçük çocuklarda bile aynıydı. Müslümanlığın yavaş yavaş yayıldığı günlerden birinde ensardan genç bir çocuk olan Talha, Efendimizin huzuruna gelip “Ben de biat ediyorum ya Resulallah “dedi. Nazar-ı gayb binisiyle onun kalbini yoklayıp, samimi olduğunu gören Allah Resulü oradaki sahabelere de göstermek için “Eğer sen, bana hakikaten sadık bir biat edeceksen, git babanı öldür gel” dedi. Küçük Talha’nın peygamber aşkı o kadar büyük ve her şeyini verecek kadar da çok du. Talha bir an bile düşünmeden kılıcı eline aldığı gibi koşunca Allah Resulü ona engel olarak “Gel! Ben sıla-i rahimi katletmek için gönderilmiş bir insan değilim. Ben, Rahmetenlil âleminim… Rahmet için gönderildim. Fakat senin sadakatini görmek istedim” der bir taraftan da küçük Talha’yı kucaklar yanaklarını öper başını okşar… Küçük Talha kısa zaman sonra yatağa düştü, ölümcül hasta oldu. Küçük Talha Efendiler Efendisi’ni öyle çok özlemişti ki onu görmek istedi. Allah’ın Resulü küçük Talha’nın yanına gidip onu gördüğünde ölümünün yakın olduğunu anladı. Müteessir olarak sadece “Talha gidiyor “diyebildi. Peygamber efendimiz her gün namazdan sonra yanına uğruyor, hatırını sorup gönlünü alıyordu küçük Talha’sının. Vefat edeceği günde “ Bir şey olursa çağırın, namazında bulunayım .”demişti. Küçük Talha ise ölüm anı geldiğinde bile büyük düşünerek “Bizim mahallemiz uzak bir mahalle. Ben öldüğümde Resulü Ekrem’i cenazeme çağırmayın. Korkarım ki, Yahudiler bir fenalık yaparlar, yılan, akrep, çıyan gibi haşereler zarar verirler. O’na zarar gelmesin. Beni gömün, gündüz haber verirsiniz.”diyordu. O küçük kutlu sahabe böyle şeyler düşünüyor ve söylüyordu. Vefat edince de dediği gibi yaptılar. Gece namazını kılıp gömdüler. Sabah namazında da Efendimize haber verdiler. Efendimiz müteessir oldu. Küçük Talha’yı defnettiklere yere gitti. Ellerini kaldırıp “Allah’ım sen Talha’yı, o sana gülüyor, sen de ona gülüyor bir şekilde karşıla. Huzuruna geldiği an mütebessim ol Allah’ım.”diye dua etti. Onlar Efendimize gönülden bağlı idiler. Onun için her şeyden geçmeye ve her şeylerini de bu yolda adamaya hazır bir sevgi ile yürekten bağlı idiler. Zeyd b.Desinne’ye müşrikler :”Sen şuanda idam edileceksin. Yerinde Muhammed’in bulunmasını, kendinin çoluk-çocuğunla birlikte olmanı arzu edermiydin?” denildiğinde, Zeyd b.Dessine kükreyip “Ben bin defa ölsem bile Resul-ü Ekrem’in zülfünün dağılmasını istemem! “diyerek. İdam edilip, parçalanırken bile sadakatini bağlılığını göstermiştir. Efendimizin getirdiği hak yol için canını feda etmiş etmekten kaçınmamış binlerce sadık kahraman vardır. Gelin bizde âlemlerin övünç kaynağı Peygamber Efendimizi gönüllerimize hâkim kılmanın yollarını arayalım gelin o kutlu sahabeler gibi Efendimizle birlikte yaşıyormuşuz gibi yaşayalım. Gelin 31 Nisan 2009 yaşaran gözlerimizle davet edelim o âlemler sultanını kalp sarayımıza… * Elbisesini sağdan giyerdi: Elbise giyerken sağdan başlayıp, soldan çıkarırdı. Gelin günlük hayatımızda yapılmasında hiç de zorluk olmayan aksine yapıldığı takdirde bize 100 şehit sevabı kazandıracak olan sünneti seniyyelere uyalım. Hepsini yapamasak da yapabildiğimiz kadarıyla Allah Resulü’ne yakınlığımızı sunalım. İşte ruh dünyamızı aydınlatan yaşamımızı daha yaşanılır hale getiren ve bizi Allah Resulü’ne yakınlaştıran sünneti seniyyelerden bazıları: * Alış-verişte sağ elini kullanırdı: Peygamberimiz. İnsanlardan bir şey alırken ve onlara bir şey verirken sağ elini kullanırdı. * İnsanlara hep hayrı düşünürdü: Peygamberimiz, yolda insanlara zarar verme ihtimali olan bir cismi kaldırmayı imanın belirtisi olarak görüyordu. *Yemekten önce ve sonra ellerini yıkardı: Allah Resulü, yemekten önce ellerini, yemekten sonra hem ellerini hem de ağzını yıkardı. Âlemler sultanı yemeğe besmele ile başlar, kendi önüne gelen yerden yer ve sonunda verdiği bütün nimetler için Allah’a şükrünü ifade etmek üzere “Elhamdülillah” derdi. Nisan 2009 * Ölmüş insanların hayırla yâd edilmesini isterdi: Allah Resulü, vefat etmiş insanların hep hayırla yâd edilmesini isterdi. * İnsanlara hediye verir ve alırdı: Âlemler sultanı insanlara hediyeler verir, onların hediyelerini kabul eder ve hediyelerine ya aynıyla ya da çok daha iyisiyle karşılık verirdi. * İnsanların en mütebessimiydi: Kahkahayla güldüğüne rastlanmayan Efendimiz insanların en mütebessimi olanıydı. * Evlenecek çiftlere yardım ederdi: Efendimiz, evlenecek olan çiftlere imkânları ölçüsünde yardım ederdi. İyi insanlarla evlenme 32 hususunda teşvikleri ve arabuluculukları vardır. * Ondan asla kaba bir söz duyulmamıştı: Allah Resulü bir hak zayi olmadıkça halimselim bir insandı. O’ndan asla kötü bir söz, kaba bir ifade ve hakaret duyulmamıştır. * İnsanlara şaka yapardı: Efendimiz’de tüm beşer gibi şaka yapardı. Ancak yaptığı şakalarda asla yalan olmaz, gerçeğin farklı tonda bir ışıltısı görünürdü. * Emeğin karşılığını hemen verirdi: İnsanlara emeklerinin karşılığını hemen verirdi. Bunu etik olarak Müslümanlara da tavsiye ederdi. “İşçinin ücretini alnının teri kurumadan veriniz” derdi. * Esnaflara dürüst olmayı tavsiye ederdi: 0Peygamberimiz sık sık çarşıya ve pazara çıkıp dükkânlara uğrardı. Esnafa tartıyı nasıl yapacaklarını gösterir ve dürüst olmalarını tavsiye ederdi. * Toplulukta gizli konuşmazdı. * Sıla-i rahim yapardı: Akraba ziyaretini sık sık yapar ve herkesin yapmasını tavsiye ederdi. * Kimsesiz ve fakirlere karşı merhametliydi: Kimsesiz ve fakirlere karşı çok merhametli olan efendimiz, mescidinin bir bölümünde evi barkı olmayan, fakir ve öksüz insanları barındırırdı. * Misafire hürmet ederdi: Âlemlerin övünç kaynağı evine gelen her misafirini en iyi şekilde ağırlamaya çalışırdı. Hatta Efendiler Efendisi misafirlerinin oturması için çok kere hırkasını yere sererdi. Bazen de altındaki minderi misafire verirdi. ğüne güler üzüldüklerine üzülürdü. Nefsini münakaşa, mübalağa ve gereksiz konuşmalardan men etmişti. Asırlar öncesinden bize tavsiye edilen ve Efendimizin de “Kim sünnetime sarılırsa ona yüz şehit sevabı vardır !”diye buyurduğu sünnet-i seniyyeleri yapmak zor değil aksine kazançlı. Evet, ömrünün her gününde birkaç şehit sevabı yakalayanlar hiçte az değildir. Aslında uygulayacağımız her sünnetin amacı sağlığımıza ve maneviyatımıza eklediği katkıdır. Âlemler sultanı asırlar önce “Az yiyiniz, az uyuyunuz ve az gülünüz “diye nasihat etmişti. Zaten Efendimizin her uyguladığı ve tavsiye ettiği hareketlerinde mutlak bir fayda vardır. Bu sünnet doğrultusunda günümüze baktığımız da: Bütün diyetisyenler az uyumayı ve az yemeği tavsiye ediyorlar. Dermatologlar ise cildin erken kırışmaması için az gülmeyi tavsiye ediyor. Yine asırlar öncesinden Efendimiz sabah namazının öneminin altını çizmişti ve günün ilk ışıklarında uyuyarak değil uyanık bir şekilde geçirmemizi tavsiye etmişti. Bu doğrultuda, psikologlar ruh bunalımı gibi psikolojik hastalıkların iyileşmesinde sabah güneşi doğmadan en az on dakika önce uyanık olmayı tavsiye ediyor. Çünkü sabahın ilk ışıkları insan bedeni ve zihni için faydalı olan ışınlar ihtiva ediyor. Psikologlar bu tip ruhi bunalımlarda en az yedi gün sabah güneşi alınmasını tavsiye ediyor. Kısacası bunlar bilinen sünnetler. Herkesin uyguladığı, asırlar öncesinden gelen tavsiyeler. Şimdilerde de diyette oruç modası başladı. Âlemler sultanı zaten asırlar öncesinden bize nafile oruçlarıyla beden ve nefis terbiyesi olarak ışık tutuyor. Gelin O’nun sünnetlerinin ışığı altında aydınlatalım dünyamızı... Ümmetî ümmetî diye ağlayan bir peygambere layık olmaya çalışalım. * Kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı: Son derece hayâ sahibi olan Efendimiz kimseye hoşlanmadığı şekilde hitap etmezdi. Kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz, hoşlanmadığı bir şeyi bir kimsede gördüğü zaman, kibar bir şekilde onun giderilmesini isterdi. Kendimizi zorlamadan bilakis maddi ve manevi dünyamıza çok faydalı şeyler katan sünnetleri uygulayalım geç olmadan bugünden başlayalım. * Âlemler sultanı gereksiz sözlerden ve abartmalardan kaçınırdı: Sahabelerinin güldü- Rabbimize O'nu âlemlere rahmet bizi de O'na ümmet yaptığı için şükredelim. Her şeyden öte sünnetleri rızası kazanma bilinci ile yapalım… 33 Nisan 2009 Röportaj: Ahmet HALİLOĞLU Dr. Ebubekir SİFİL: “Öncelikle buradaki bir yanlışlığı düzeltelim: Ehl-i Sünnet şemsiye kavramı, birtakım "görüşler"den değil, "itikadî umdeler"den oluşur. Herhangi bir Ehl-i Sünnet Akaidi kitabında görülebilecek olan bu umdelerin bugün için turnusol kâğıdı işlevi görenleri, Sünnet'e/hadislere bakış ile Sahabe hakkındaki düşüncelerdir. Günümüzü geçmişten farklı kılan önemli kırılma alanları bunlardır. Geçmişte bid'at fırka mensupları, hadisle sabit olan itikadî hususlar hakkında hiçbir kapalılığa yer vermeksizin, "Biz bunlara inanmıyoruz" diyorlardı. Günümüzde ise bir kısım insanlar bir yandan Ehl-i Sünnet olduklarını söyleyip dururken, diğer yandan gözümüzün içine baka baka hadislerle sabit itikadiyyatı inkâr ediyor. Hz. İsa (a.s)'ın nüzulünü, kabir azabını, şefaati… inkâr ederken nasıl Ehl-i Sünnet kalınabiliyor, anlayan beri gelsin!” Nisan 2009 34 1. Sünnetin ; muradullahın anlaşılmasındaki rolü nedir ? Sünnet olmadan muradullahın anlaşılabilmesi mümkün müdür? 3. Ehl-i Sünnet mezhebinin tepkisel bir fırka olduğu (diğer fırkalar gibi) ve Şia’ya tepki olarak doğduğunu söyleyenler var. Bu tespit doğrumudur ? Bismillâhirrahmânirrahîm. Sünnet olmadan muradullah anlaşılabilecek olsaydı Kur'an Efendimiz (s.a.v)'e sadece "tebliğ" görevi verir, ayrıca "beyan/açıklama" görevi vermezdi. Temel ibadetlerin nasıl yapılacağına ilişkin olarak Kur'an'da herhangi bir detay verilmemiş olması, Kur'an'ın hayata intikalinde Efendimiz (s.a.v)'in tuttuğu merkezî rolün en açık ifadesidir. Fazlasöze hacet yoktur. 2. Sünnetin/hadislerin tahrip edilmeye müsait bir alan olduğunu söylemek Müslümanların zihinlerinde veya tasavvurlarında ne gibi algılara yol açar ? Bu algıların yapacağı tahribatın boyutu ne olur ? Sünnet'in/hadislerin nakli meselesi üzerinde şüpheler oluşturarak Kur'an'ı "şahsî görüşlere açık" hale getirmek ahir zamanda müptela olduğumuz bir hastalık. "Hadislerin naklinde beşer unsuru yer almıştır" gerekçesiyle Sünnet/Hadis alanını "tekinsiz" ilan edenler, Kur'an'ın da aynı beşer unsuru vasıtasıyla nakledildiğini nedense hep görmezden gelir. Burada denebilir ki, "Kur'an ilahî koruma altındadır; ancak Sünnet/hadisler için böyle bir garanti yoktur." Biz de buna karşılık deriz ki, Kur'an'ın ilahî garanti altında olması, mesela melekler vasıtasıyla korunması gibi bir durumu anlatmaz. Yüce Allah Kur'an'ı bu Ümmet eliyle korumuştur ve bu durum kıyamete kadar da böyle devam edecektir. Kur'an'ı koruyan Ümmet Sünnet'i niçin tahrif eder?! Bu noktada ikinci bir itiraz da, Kur'an'ın tevatüren nakledildiği, hadislerin büyük çoğunluğunun naklinde ise böyle bir durumun söz konusu olmadığı şeklinde ileri sürülebilir. Buna mukabelemiz de şöyle olacaktır: Yukarıda sözünü ettiğimiz temel ibadetlerle ilgili hadisler büyük ölçüde tevatür seviyesine ulaşmamış rivayetlerden oluşmaktadır. Bu şu demektir: Bu rivayetleri "güvenilmez" ilan ettiğiniz zaman İslam'ın temel ibadetlerini bile yerine getirmeniz imkânsızlaşır. Bu durumu, Din'in bireysel ve sosyal bütün boyutlarına teşmil edebilirsiniz. Böyle bir iddianın kimden sadır olduğunu bilmiyorum. Ama ciddiye alınır yanı yoktur. Ehl-i Sünnet, Efendimiz (s.a.v)'in Sahabe'ye, onların da kendilerinden sonraki kuşağa aktardığı çizgidir. Sünnet'i Kur'an'la birlikte Din'de merkezî bir konumda görmekle diğerlerinden ayrılan Ehl-i Sünnet, bir "fırka" değildir ki, sonradan/tepkisel olarak ortaya çıktığı söylenebilsin! Sahabe bu dini Efendimiz (s.a.v)'den nasıl grdüyse öyle yaşadı, anlattı. Tabiun da Sahabe'den gördüğünü Din olarak aldı, anladı, yaşadı ve anlattı. Haricîler'le birlikte tarih sahnesine çıkmaya başlayan fırkalar ise bu ana gövdeden şu veya bu sebeple/ölçüde ayrılan arızî yapılardır. Soruyu şöyle anlarsak doğruluk payı taşıdığını söyleyebiliriz: "Ehl-i Sünnet kelamı sonradan ortaya çıkmıştır." Evet, doğru olan budur. Yani sonradan ortaya çıkan "Ehl-i Sünnet mezhebi" değil, "Ehl-i Sünnet kelamı"dır. Bunda şaşılacak bir nokta yoktur. Zira Ehl-i Sünnet kelamı, sonradan ortaya çıkan fırkalara karşı Sahabe'den devralınan sahih İslam çizgisini, yani Ehl-i Sünnet'i aklî delillerle müdafaa etmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla sonradan ortaya çıkan "mezhep" değil, "metot"tur. 4. Bir makalenizde Ehl-i Sünnetin bir şemsiye olduğu tespitini dile getirmiştiniz. Bu şemsiyenin altına giren genel görüşler yani turnusol kağıdı görevi yapacak görüşler nelerdir ? Öncelikle buradaki bir yanlışlığı düzeltelim: Ehl-i Sünnet şemsiye kavramı, birtakım "görüşler"den değil, "itikadî umdeler"den oluşur. Herhangi bir Ehl-i Sünnet Akaidi kitabında görülebilecek olan bu umdelerin bugün için turnusol kâğıdı işlevi görenleri, Sünnet'e/hadislere bakış ile Sahabe hakkındaki düşüncelerdir. Günümüzü geçmişten farklı kılan önemli kırılma alanları bunlardır. Geçmişte bid'at fırka mensupları, hadisle sabit olan itikadî hususlar hakkında hiçbir kapalılığa yer vermeksizin, "Biz bunlara inanmıyoruz" diyorlardı. Günümüzde ise bir kısım insanlar bir yandan Ehl-i Sünnet olduklarını söyleyip dururken, diğer yandan gözü35 Nisan 2009 6. Ehl-i Sünneti anlama da Osmanlı örneğinin yeri neresidir ? Ehl-i Sünnet Osmanlı'nın en temel kimlik kodudur. Temel Akaid/Kelam kitaplarına Osmanlı uleması tarafından gösterilen ehemmiyet, medrese müfredatında yer almalarından ve üzerlerine çok sayıda şerh, haşiye… tarzı çalışmalar yapılmış olmasından kolayca anlaşılabilir. Sadece ilmî alanda değil, siyasî alanda da bu hassasiyet yaşatılmıştır. Şah İsmail'den başlayarak Şia ile mücadele bunun kristalize olduğu süreçlerden birisidir. 7. Osmanlı Medreseleri ile bugün İlahiyat Fakültelerini bir kıyas edersek İslami İlimler açısından durum nedir ? Bugünkü İlahiyat Fakültelerinin tedrisatı yeterli midir ? Ali Fuat Başgil'in, Ankara İlahiyat için söylediği, "Buradan din alimi değil, din münekkidi yetişir" tesbiti bu soruya cevap olarak yeterli olsa gerektir. Medrese ile fakülteyi mukayese etmek, medreseye yapılabilecek en büyük hakaret olur. Okuduğu Arapça metni doğru dürüst anlamayan ilahiyat hocalarına bolca rastlandığı günümüz Türkiyesi, medresenin kıymetinin/öneminin anlaşılması için yeterli manzarayı vermektedir. müzün içine baka baka hadislerle sabit itikadiyyatı inkâr ediyor. Hz. İsa (a.s)'ın nüzulünü, kabir azabını, şefaati… inkâr ederken nasıl Ehl-i Sünnet kalınabiliyor, anlayan beri gelsin! 8. Ehl-i Sünnet açısından Zahidül Kevseriyi nereye koymalıyız ? Muhammed Ebu Zehra dışında O’nu müceddid olarak gören İslam Alimleri kimlerdir ? 5. Günümüzde özellikle Şiar niteliği olan sünnetlerin terk edildiğini hatta sarık ve sakal başta olmak üzere pek çoğunun adet olarak nitelendiğini müşahade ediyoruz. Şiar Sünnetlere bakış Ehl-i Sünnete göre nedir ? Zahid el-Kevserî merhumun Ehl-i Sünnet itikadına gerçekten büyük hizmetleri olmuştur. Matbuat dünyasında, sadece çeşitli dergilerde yazdığı makalelerle değil, tahkik ve neşrettiği ve neşrine önayak olduğu son derece kıymetli eserlerle de geçtiğimiz yüzyıla damgasını vurmuştur. Etkilerinin bugün bile son derece canlı bir şekilde yaşıyor olması da bunun bir diğer göstergesidir. Tercümelerinin neşri müyesser olduğunda ne demek istediğim rahatlıkla anlaşılacaktır. Ehl-i Sünnet, Sünnet-i Seniyye ile sabit olan hususlara hassasiyet göstermenin addır. Bu anlamda temel olarak itikadî sahada kendisini gösteren bir duruştur. Sakal, sarık vb. sünnetleri hafife alma tavrına gelince, sadece Ehl-i Sünnet'e değil, bütünüyle İslamî geçmişe karşı hastalıklı bir tavrın ifüadesidir. Zira bugün bilmeyen yoktur ki, Şia gibi bid'at mezhep mensupları dahi sakal, sarık vb. şiarlar konusunda hayli hassastır. Dolayısıyla bu şiarlar konusundaki aymazlık, itikadî zaaf yanında, aynı zamanda bir kimlik erozyonunu ve yabancılaşmayı da ifade etmektedir. Nisan 2009 İmam el-Kevserî'yi "imam", "müceddid" gibi vasıflarla anan sadece Ebu Zehra merhum değildir. Muhammed Yusuf el-Bennûrî, Yusuf ed-Dicvî, Selâme el-Azzâmî, Abdülvehhâb Abdüllatîf, Abdurrahman Halîfe, Ahmed Hayrî, Abdülfettâh Ebû Gudde onu mezkûr sıfatlarla ve benzeri ifadelerle ananlar arasında ilk akla gelenlerdir. 36 Halil ATİK Acıtan Yanım Utanacak son yüzümü kullanarak yazıyorum Bu acıtan yanım günahlarımın kefareti Son olsun dedim Anladım Sen olmadan Son olmuyormuş... Adını unuttuğum bir sevdaydı İçimde ölüm ürpertisi gibi Sevmek kadar zoru Sonsuzluğun sihri gibi Yüzüme karanlık çalıyorum şimdi gecenden Yanık bir gönlün ince çığlığı bu derinden Duysan çağırmandan korkarım Bu yüz kaybetti aslını Korkarım kendimden... Elimi uzattığım yerde ölüm Anladım kandırıldım Biliyordum oyundu Ama oyuncak mıydım? Üşürken bu soğuk yerde Tenimi yırtarcasına aralarken sahteliklerimi Çok mu geçti Doğruyu çok mu geçtim? Ne kadar yarılandım? Süsümü vermez geri bilirim zaman Kendiside emanetti Ki ona emanetken can Şimdi en tenha yerde/kendimde Düşüncelerimde kanayan Bir yara Bu sefer sarmaz bunu zaman Boş bir beşikte Umarsız bir hayat Her yarayla kendini yamayan İşte açıldı dünya Doğdu güneş Bu ateş Zamanıdır şimdi yan... İki elim bir yangında Öldüm unuttuğum anda Sızımdandır sönük bakışım Günahlarım boynumu paylaşır Aldandıklarım bu yanda Bak biten benmişim oyunda Ya Rab! Ben ne yalanlar beslemişim bu koyunda... Sessiz sona yaklaşırken bu beden Anladım ruhumu satmışım dünyaya Paylaşanlar paylaştı Bu şiirmiş beni dostlarıma miras eden Şimdi her şey kuru gürültü Kervan menzilde Ben yaya... Son halkada kopan ben Düşüşümde arkamdaki eller Bu son vakit Beni nereye yolcu eder? Yâr tut elimden Giden gitti Bir sen kaldın Anlar dilimden... Bu koca çığlığa karşılık bir susuş Anladım sende son Anladım sende kurtuluş... ... Utanacak son yüzümü kullanarak yazdım sana Bu acıtan yanım sensizliğimin kefareti kefareti Son olsun dedim Yandım Sen olmadan Son olmuyormuş... 37 Nisan 2009 Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR HASEN ve SAHİH HADİSLERDEN SEÇMELER 24 Sevap, Ceza ve İman 134- Ebu Umâme’den nakledilmiştir. O dedi ki: Bir aralık Resulullah mescidde, biz de onunla birlikte oturuyorduk. Bir adam geldi, dedi ki: Ya Resulallah, ben had cezasını hakettim, onu bana tatbik et. Resulullah sustu. Üçüncü kez geldi, aynı sözü söyledi. Ne zaman ki namaz kılındı, Resulullah yüzünü cemaate döndü. Ebu Umame dedi ki: O adam Resulullah’ın arkasından gitti, ben de takip ettim, Resulullah’ın ne gibi muamele yapacağına baktım. O adam Resulullah’a yetişti. Dedi ki: Ya Resulallah ben had cezasını hakettim, onu bana tatbik et. (Had cezası umuma, halka tatbik edilen amme cezası olup ferdin affetmesiyle düşmez.) Ebu Umame dedi ki: Resulullah ona dedi ki: “Ne dersin, evinden çıktığın zaman abdest almadın mı? Abdestini güzel yapmadın mı?” Adam: Evet ya Resulallah. Resulullah dedi ki: “Sonra bizimle namaz kılmadın mı?” Adam, evet dedi. Resulullah ona dedi ki: “Allah senin haddini gerektiren günahını mağfiret etti.” veya “günahını affetti.” Hadisi Müslim kitabında zikretmiştir. (Resulullah, ikrar sayısının dörde ulaşmamasından dolayı haddi uygulamamıştır. Eğer dört kere ikrarda bulunsaydı, dört ikrar dört şahit yerine geçeceğinden haddi uygulayacaktı.) Nisan 2009 38 (devam) 135- Hz.Ömer, Resulullah’tan nakletmiştir. Resulullah buyurdu ki: “Bir kimse kardeşini küfre nisbet ederse (yani mümin kardeşine kafir derse) onlardan birisi kafir olarak dönmüş olur.” (Yani kafir dediği kimse kafir değilse, ona kafir diyen, kafir olur.) Hadisi, Müslim kitabında zikretmiştir. 136- Ebu Hureyre’nin Hz.Peygamber’den naklettiği bir hadiste Hz.Peygamber buyurdular ki: “Kıyamet gününde her hak, sahibine verilecektir. Hatta boynuzsuz koyun, boynuzludan hakkını alacaktır.” Hadis müttefakun aleyhtir. 137- Cabir ve Hüzeyfe’den nakledilmiştir. Resulullah: “Her marufu (yani dine ve akla uygun şeyi) yapmak, sadaka vermek demektir.” Hadis müttefakun aleyhtir. 138- Ebu Zerr’den nakledilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini bildirmiştir: “Her tesbih (subhanellah) sadakadır. Her tekbir (Allahuekber) sadakadır. Her tehlil (lailaheillallah) sadakadır. Her münkeri nehyetmek ve marufu emretmek sadakadır. Sizden birinin nikahlanmak suretiyle iffetini koruması da sadakadır.” Dediler ki: Ya Resulallah, bizden birinin iffetini korumasında nasıl bir sevap olur? Dedi ki: “Haramlarla hayatı sürdürmek günah oluyor, işte bunun gibi helal olarak iffetli yaşamakta da sevap vardır.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 139- İbn Abbas’tan nakledilmiştir. Hz.Peygamber buyurdular: “Allahu Teala iyilikleri, kötülükleri yazdırmıştır. Sonra da bunları açıklamıştır. Bir kimse bir iyilik yapmaya yeltenir de onu yapmazsa, Allahu Teala tam bir iyilik yazar, bir kimse bir iyiliği yapmaya teşebbüs eder de yaparsa, Allahu Teala ondan yediyüze kadar hatta daha da fazla iyilikleri katkat ederek yazar. Eğer kötülüğe teşebbüs eder de yapmazsa, Allahu Teala tam bir iyilik yazar, şayet teşebbüs eder de kötülüğü yaparsa bir günah yazar. Helak olan kendini helak etmiştir.” Hadisi Şeyhan (Buhari, Müslim) rivayet etmiştir. 140- İmran İbn Huseyn’den nakledilmiştir. İmran dedi ki: Bir defasında Resulullah bir sefere çıkmıştı. Ensar’dan bir kadın da devesinin üzerinde idi. Deve sıkıntı verdi. Kadın da ona lanet etti. Resulullah bunu işitti ve dedi ki: “O devenin üzerinde olan eşyayı indirin,deveyi serbest bırakın. Zira o lanete uğramıştır.” İmran dedi ki: Sanki ben şu anda o deveyi görüyorum. İnsanların arasında yürüyor, hiç kimse ona bir şey yüklemiyor. (Kadının bu tasarrufu, Hz.Peygamber’in tepkisiyle sonuçlanmış ve bir daha böyle bir hataya düşülmemesi için devenin başıboş ve işe yaramaz bir şekilde bırakılmasına sebep olmuştur.) Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 141- Enes’ten rivayet edilmiştir. Hz.Peygamber buyurdular ki: “Kim kasten bana yalan nisbet ederse cehennemdeki yerine hazırlansın.” Hadis müttefakun aleyhdir. 142- Cabir’den rivayet edilmiştir. Cabir dedi ki: Resulullah’ın şöyle dediğini duydum: “Bir kimse ne haldeyken ölürse o hal üzere diriltilir.” Müslim rivayet etmiştir. 143- Ebu Said el-Hudri’den nakledilmiştir. Resulullah buyurdular ki: “Siz daha önceki ümmetlerin yoluna gireceksiniz. Öyle ki karış karış, zira zira yakınında olmak üzere tabi olacaksınız. Hatta onlar bir büyük kertenkelenin veya benzeri bir hayvanın deliğine girse sizde onlara tabi olarak oraya gireceksiniz.” Sorduk ki: Ya Resulallah o tabi olduğumuz kimseler yahudiler, hristiyanlar mıdır? Hz.Peygamber buyurdu ki: -Ya kim olabilir?” Hadisi Buhari rivayet etmiştir. 144- Ömer İbnül Hattap’tan rivayet edilmiştir. O dedi ki: Resululah’a esirler getirildi. İşte o sırada bir kadın esirler arasında araştırıyor, bir çocuk bulduğu zaman onu alıyor, bağrına basıyor ve emziriyordu. Resulullah bize dedi ki: “Şu kadını görüyorsunuz. O çocuğunu ateşe atar mı?” Biz dedik ki: Hayır. Allah’a yemin olsun ki onu atmamaya imkan bulursa atmaz. Resulullah buyurdu ki: “Allah kullarına o kadından çok daha merhametlidir. Onları ateşe atmaz.” Hadisi Buhari, Müslim rivayet etmiştir. 145- Ebu Hureyre rivayet etmiştir. Resulullah buyurdular ki “Kim cennete girerse onun nimetlerinden istifade eder. Ümitsizliğe düşmez, Elbisesi eskimez. Gençliği yok olmaz.” Hadisi Müslim kitabına almıştır. 39 Nisan 2009 Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK Sümeyra MENGENE MEZHEPLERİN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ Sözlükte, “gitmek, takip etmek ve gidilen yol” anlamlarına gelen mezhep kelimesi, terim olarak, “dinin inanç esaslarını veya amelî hükümlerini anlama ve yorumlama konusunda kendine özgü yaklaşımlara sahip düşünce sistemi ve bu yaklaşımlar etrafında meydana gelen ekolleşmenin ürünü olan ilmî ve fikrî birikim” anlamına gelmektedir. Ayrıca terim olarak, “dinin aslî veya fer’î hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan âlimlerin ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem” anlamına da gelmektedir. Asli hükümlerden kasıt, dinin temel inanç esaslarını; fer’i hükümlerden kasıt ise, ibadetler ve insanlararası münasebetleri içeren konulardır Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde mezhep kelimesine değil, “fırka” kelimesine rastlanır. (Tevbe, 9/122; En’am, 5/159) İslam coğrafyasının genişlemesi ve diğer dinlere ait inanç grupları ile karşılaması sonucunda, dinler ve mezhepler anlamına gelen “Milel ve Nihal” kelimeleri ortaya çıkmıştır. Daha yaygın olduğu için Mezhep kelimesi kullanıla gelmiştir. Mezhep bir veya birkaç meselede kendine has bir anlayış getirip başkalarına muhalefet edenlerin oluşturduğu basit bir olgu olarak algılanmamalıdır. Çünkü mezhep, İslam’ı benimseyen bir zümrenin fikir Nisan 2009 ve amel tarzları ile töre, adalet ve geleneklerin bütününü ifade eder. Mezhepler, yerel bir din olarak da algılanmamalıdır. Aksine bir dini benimseyen toplumların özellikleri sonucu oluşur. Zaten mezhepte sosyal çevrenin siyasi olayların, bazı inanç ve kültürlerin izleri görülür. Sosyal çevre ve siyasi olaylar mezheplerin çıkma sebebidir. Dinî İhtilaflarla İlgili Genel Durum Mezheplerin ortaya çıkmasını, imamların görüş ayrılıkları yaşamalarını, kimi insanlar dine sokulan şahsi görüşler olarak algılamış, kimi insanlar da daha ileri giderek yeni bir din çıkarıldığını söylemişlerdir. Buna sebep kendi tezini doğru kabul edip diğerlerini reddedenlerin mevcut olmasıdır. Oysa âlimlerin kitap ve sünnet üzerinde titiz bir çalışma yaparak şer’i deliller çerçevesindeki açıklamaları mevcuttur. (Şer’î: İslamiyet’e uygun). Yani bir takım görüş ayrılıkları vardır, ama temelleri kitap ve sünnete dayalıdır. Bu ihtilaflar Müslümanların bölünmesine sebep olmamış, sadece görüş ayrılığında kalmıştır. Kitap ve sünnet, bir meyve ağacı, ağacın dalları şer’î deliller, meyveleri de ihtilafa düşülen fıkhı hükümlerdir. İhtilaf kitap ve sünnetin iyice anlamaya vesile olmuştur. 40 Yine şu bir gerçektir ki, insanların düşünceleri değişiktir ve kâinata farklı açılardan bakarlar. Bu farklılığın sebebi, insanların hayalleri, gördükleri ve ilgilerini çeken şeylerin farklı oluşundandır. Medeniyet ve ilerleme yolunda gelişmeler oldukça ihtilaflar da artmış ve bu ihtilaflar çeşitli felsefî, sosyal ve ekonomik doktrinler meydana getirmiştir. düğü gibi bunlar sadece gerçeğin bir kısmını idrak edebilmiş diğer arkadaşlarını yalanlamış ve filin yaratılışını anlatımda hata ettiklerini göstermişlerdir. Zaten ihtilaflar meselenin kapalı veya zor oluşundan değil, ihtilaf eden taraflardan her birinin diğerinin görüşünü bilmeyişinden doğmaktadır. İhtilaf hiçbir zaman dinin temel prensiplerinde olmamıştır. Mesela; • Allah Teâlâ’nın birliği, • Hz. Muhammed’in (sas) Peygamber olduğu, • Kur’ân-ı Kerimin Allah tarafından gönderildiği ve mütevatir yoluyla nesilden nesile aktarıldığı, • Namaz, zekat, hac ve oruç gibi ibadetler ve yerine getirme şekilleri, • İçki’nin domuz etinin, leşin haram oluşu gibi kesin olarak bilinen hususlar ihtilaf konusu olmamıştır. Sadece ibadetlerin detaylarında ve insanlar arası münasebetler gibi fer’i meselelerde ihtilaf edilmiştir. Kişilerin arzuları, hevesleri ve mizaçları birbirinden farklıdır. Herkes meseleleri kendi istek ve eğilimlerine göre kavrar. Bu konuda Spinoza, “Bize eşyayı gösteren basiretimiz değil, arzu ve meyillerimizdir” der. Yani insanların ilgi alanını oluşturan şeylerin farkından kaynaklanan bir duruma işaret etmiştir. MEZHEPLERİN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ Mezheplerin ortaya çıkışı birçok sebeple yakından ilgili görülmektedir: • Ele alınan konuların anlaşılmasının zor olması, • Bu meselelerle ilgilenen kişilerin isteklerinin değişik olması, • Eğitim düzeyi ve ilgi alanının farklılığı • Geleneksel sosyal yapının sorgulanmaksızın benimsenmesi, • Bazı insanlarda olan liderlik hırsı. Bu hususlar açık göründüğü için, bunları açıklayarak sözü uzatmak yerine, aşağıda ele almayı düşündüğümüz konular hakkında açıklamayı yapmayı uygun görmekteyiz. İhtilaf Konusu Meselelerin Açık Olmayıp Kapalı Oluşu Eskiden beri felsefeciler, bazı kapalı konuları açıklamaya çalışmışlardır. Felsefecilerin açıklamaya çalıştıkları bu konuları idrak etmek zor ve anlama yolları da değişiktir. Bu sebeple de her felsefeci kendi gözünün gördüğü, idrak edebileceği hususları anlamaya çalışmıştır ve her birinin tek başına görüşü ise gerçeğin ancak bir kısmını yansıtabilir. Eflatun şöyle der; “İnsanlar her yönüyle bir yönü idrak eder.” Mesela birkaç kör bir filin yanına varırlar her biri onun organını tutar, eliyle kontrol eder ve onun ne olduğunu kendine göre hayal eder. Onun ayağını yakalayan, filin ağaç gövdesine benzeyen uzun ve yuvarlak bir yaratık olduğunu, sırtına ulaşan onun yüksek tepelere benzeyen bir yaratık olduğunu, kulağını tutan onun düz ince katlanan ve açılan bir yaratık olduğunu söyler. Görül- Arzu, Mizaç, Heves ve İlgilerin Değişik Oluşu İnsanın mesleklerinin değişik olması onların kendi mesleğine uygun bir şekilde düşünmesine ve görüşlerinin o yönde olmasına sebep olur. Ayrıca sanat ve bilimin de kendine göre bir ölçüsünün olduğu ve insanları şekillendirdiği de bir hakikattir. Sosyo-Kültürel Sebepler Müslümanların, eski din ve kültür mensuplarından birçoğuna komşu olmaları ve eski din sahiplerinden bir kısmının İslam’a girmeleri de mezheplerin çıkışında etkilidir İslam’ın gelmesiyle birçok Yahudi, Hıristiyan ve Mecusiler Müslüman oldular. Fakat Müslüman olsalar da eski inançlarından kalma düşüncelerinden tamamen kurtulamamışlardır. Bu yüzden onlar İslami meseleleri kendi görüşlerine uydurarak bunları İslam’ın getirdiği şeyler olarak yaymışlardır. Bunun yanında samimi olarak İslam’ı kabul edenler olduğu gibi, gerçekte Müslüman olmayıp Müslüman’mış gibi görünenler de olmuştur. Bunların amacı, insanları şaşırtmak, sapık fikirler yaymak ve Müslümanların ayrılığa düşmesini sağlamak olmuştur. Mesela bunlar çeşitli hikâyeler ortaya çıkarmışlardır. Bu hikâyeciler bir mezhep sahibinin, düşünce liderlerinin, bir hükümdarın taraftarı olunca, hikâye halk tabakasında daha çok yayılmıştır. Tefsir ve İslam tarihi kitaplarına İsrailiyatın girme sebeplerinden biri de bu hikâyelerdir. Kabile Asabiyeti ve Arap Irkçılığı İslam ümmetini parçalayan ihtilafların temelini teşkil etmektedir. Gerek Peygamber Efendimiz (sas) gerekse halifeler döneminde ırkçılık tasvip edilen bir durum olmamıştır. Bir Hadis-i Şerifte, “Ey insanlar biliniz ki Rabbiniz birdir, Babanız birdir. İyi bilin ki Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Araba hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (sas) devrinde ırkçılık kaybolmuş, Halife Hz. Osman’ın devrine kadar su yüzüne çıkmamıştır. Peygamberimiz döneminde ya41 Nisan 2009 şama imkânı bulamayan Emevî-Haşimî mücadelesi o zaman tekrar alevlenmiş, yani asabiyet yeniden sahneye çıkmıştır. Irkçılığın en baskın şekli Emeviler döneminde görülmüştür. Bu, halkın genelde isyanına ve yönetimden hoşnutsuzluğuna sebep olmuştur ki, Emevilerin yıkılma sebeplerinin en büyük nedeni de bu tutumlarıdır. Kader Problemi Kader, Allahın her şeyi belli bir ölçüye göre planlanması, yaratması, hükmetmesi ve tabiî ve sosyal olayların cereyan edeceği kuralları koymasıdır. Kaderin anlaşılması konusunda meydana gelen ihtilaflardan dolayı da, itikadî mezhepler ortaya çıkmıştır. Nassların Özelliği Nass, ayet-i kerimeler veya hadis-i şerifler anlamına gelir. Kur’ân ve sünnetteki ana ilkeler genel hatlarıyla anlaşılır olmasına rağmen, bunun ayrıntılarıyla ilgili hususlar naslarda her zaman açık şekilde yer almamıştır. Bu yüzden Ehl-i Sünnet âlimleri de nasların açık olan manalarını vermişler, zaruret olmadıkça onları yorumlamamışlardır. Kendi bilgileri ve görüşleri doğrultusunda keyfi olarak değişiklik yapmamışlardır. Çünkü Kur’ân-ı Kerimde muhkem ve müteşâbih ayetler bulunmaktadır. (Müteşâbih: Manası açık olmayan ayetler. Muhkem: Manası açık olan ayetler) ve bu ayetler ancak ilimde derinlik kazanabilenler tarafından anlaşılabilmiştir. (Al-i İmran 7) Naslara inanmayan veya şüphe eden imansız olur. Fakat nasları yanlış anladığı için inanmamak bid’at olur. (Bid’at: Sonradan ortaya çıkan dinî şey; ilk defa benzersiz bir şey ortaya koymak.) Nass ile bildirilmiş olan hükümler hiçbir zaman değişmez. Örf ve adetlerin hüküm ifade edebilmesi için, bunların naslara muhalif olmaması ve ilk devir Müslümanlarından gelmiş olması lazımdır. Hz. Ömer’in vebadan kaçış örneğini verebiliriz. Nebi (sas) Hendek gününde, çok hızlı bir şekilde Kurayza oğullarının yurduna gidilmesini emretti. Bunun için de, “Beni Kurayza’ya varmadan ikindi namazını kılmayın!“ buyurdu. Gidenlerden bazıları oraya ulaşmadan, “ikindi namazının vakti girdiği için, namazlarını kılarken; diğer bazıları da Resulullah'ın emrine binâen namazlarını kılmamışlar. Konaklama esnasında Hz. Peygamber’e (sas) durumu anlatmışlar. O da hiçbirine haksız olduğunu söylememiştir. (Buharî ve Müslim) Hz. Peygamber (sas) zamanında da insanlar çeşitli ihtilafa düşmüşler ve bu ihtilafa çözüm bulmak için içtihada gerek duymuşlardır. Çünkü Peygamber Efendimizin (sas) varlığı ve gerektiğinde vahyin indirilmesi söz konusudur. Eğer Allah isteseydi insanları düşünme ve anlama hususunda tek bir ümmet yapardı. Kitabı tüm ayrıntılarıyla, ihtilafı önleyecek şekilde açık ve seçik bir halde indirir, onda ihtimalli kısımlara yer vermezdi ve yine dileseydi insanları ihtilaf ettikleri dini hükümler üzerinde anlayış ve görüşlerini birleştirirdi. Sanki Allah bununla yeni görüşlerin ve anlayışların çoğalmasında insanlara bir genişlik murat etmiş, Allah ve Resulü’nün (sas) kelamlarından istinbat ve amel için insan aklı için çeşitli olanaklar sunmuş diyebiliriz. (İstinbat = Bir söz veya işten gizli bir manayı çıkarmak, içtihat etmek.) Ömer b. Abdulaziz, “Resulullah (sas)’ın ashabının ihtilaf etmemeleri bence hoş olmazdı. Çünkü onlar tek bir görüş üzerine birleşmiş olsalardı, insanlar zor durumda kalırlardı. Sahabe-i Kiram, kendilerine uyulan önderlerdir. Bir kimse onlardan herhangi birinin sözünü alırsa, o söz kişi için sünnet gibidir.” demiştir. (Şatıbî, el-İ’tisam) İÇTİHAD İçtihad: Bir şeye nüfuz etmek veya bir şeyin kemal noktasına ulaşmak için çaba sarf etmek anlamındadır. Resulullah (sas) Hayattayken Meydana Gelen İhtilaflara Örnek: Fıkıh terimi olarak: Fakîhin tafsilî delillerden amelî hükümleri çıkarmak için bütün gücünü harcaması demektir. İçtihat yapan kişiye müçtehit denir. Ebu Said el-Hudrî (ra) rivayet eder: İki kişi sefere çıkmıştı. Derken namaz vakti girdi, ama yanlarında su yoktu. İkisi de teyemmümle namazlarını kıldılar. Daha sonra da henüz vakit dolmadan su buldular. Onlardan biri bu suyla abdest aldı ve namaz kıldı, diğeri ise bunu yapmadı. Daha sonra Resulullah’a (sas) gelerek durumu anlatmışlar, Peygamber efendimiz (sas) namazını tekrar etmeyene, “sünnete uygun hareket ettin, namazın mükâfatını alacaksın” demiş. Namazı iade edene de, “Sana da iki mükâfat vardır“ diye buyurmuştur. (Cem’u’l-Fevaid) Herkes içtihat yapamaz, içtihat yapabilmesi için müçtehidin bazı şartlara sahip olması gerekir. Mesela Arap dilini çok iyi bilmesi gerekir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim Arap dili ile nazil olmuş ve onun tefsiri durumunda olan sünnet de aynı dil ile ifade edilmiştir. Bu yüzden de Arapçadaki kelimelerin zahiri ve mücmel manalarını gerçek ve mecaz anlamlarını, kesin ve kapalı ifadeleri, doğru ve yanlış olanları, kelimelere yüklenen geleneksel anlamları müctehidin bilmesi gerekir. Kısaca müctehidin ilmi, Arap dilinin inceliklerini kapsamak mecburiyetindedir. Nisan 2009 42 Müctehidin Kur’ân-ı Kerim’i ve sünneti bilmesi gerekir. Müctehidin doğru bir anlayış ve takdir gücüne sahip olması gerekir. Müctehidin üzerinde icma hâsıl olan konularla ihtilaflı konuları bilmesi gerekir. Müctehidin kıyası da bilmesi gerekir. Müctehidin iyi niyetli ve sağlam itikad sahibi olması gerekir. REY Rey, lügatte “görüş ve hüküm” anlamındadır. Terim olarak da, “İslam alimlerinin, açıkça bildirilmeyen bir mesele hakkında dinî delillerden yararlanarak çıkardıkları hüküm” anlamına gelmektedir. Peygamberimiz, vahiyle emredilmediği meselelerde sahabeye danıştığı istişare ettiği ve onların görüşlerini kabul ettiğine dair görüşler vardır. Kur’ân’ın farklı meselelerde sahabeyi istişareye teşvik ettiği, problemleri hükme bağlamada kişisel görüşün uygulanmasını uygun gördüğü açıktır. Mesela Bedir savaşı için Peygamber Efendimiz (sas) Müslüman güçlerin ordugâhı olarak belli bir yer tespit eder. Sahabelerden Hubab b. Munzir Peygamber’e, “bu yeri kendi görüşüne dayanarak mı, yoksa vahiy üzerine mi seçtiğini” sorar. Peygamber Efendimiz (sas) de, “kendi görüşlerine dayanarak seçtiğini” söyler. Sahabe daha uygun bir yer önerir ve Hz. Peygamber (sas) ona, “Sen doğru görüş belirttin” diyerek, sahabenin gösterdiği yeri ordugâh olarak benimser. (İb Hişam, Siretün Nebi) • Rey üzerindeki ihtilaf, reyin aslı ve metodu hakkındadır. Rey kabul edenler, onun metodunda ihtilafa düşmüşleridir. Bazıları, ‘rey ile içtihadın metodu, kıyastır’ demişlerdir. (Kıyas: Hakkında nass bulunmayan bir meseleyi hakkında hükmün sebebi olan ortak illetlerden dolayı hakkında nass bulunan bir meseleye göre halletmektir.) Mesela Şâfiîler şer’î bir hükmün ya nass ile yada nass üzerine kıyas yoluyla olduğunu düşünürler. Hanifiler de Şâfiîlerle bu konuda aynı görüştedir, fakat Hanefiler Rey ile içtihat kapısını daha çok genişletmişlerdir ve istihsan prensibini kullanmışlarıdır. (İstihsan: Örf zaruret veya sabit bir nassa bağlanabilen maslahat gibi hususlardan dolayı kıyas kaidelerine muhalif olarak hüküm vermek.) • Rey konusunda ihtilaf konularından biri de, nass bulunan bir yerde reyin değeri meselesidir. Hakkında delalet bakımından kesin olan mütevatir bir nass bulunan herhangi bir meselede reyin yeri yoktur. Bu konuda ittifak edilmiştir fakat nass ahat hadisler gibi zanni olduğu zaman, kıyasla bu naslardan hangisinin tercih edileceği tartışma konusu olmuştur. İCMA İcma: Kıyas ile içtihadın kullanımı sonucu ortaya çıkan hukuk külliyatının geçerliliğini garantiye almak için konulmuş bir esastır. Aslında icma kıyasın yanlış olabilirliliğinin karşısında bir denetimdir. Bir kısım icma vardır ki, onu inkâr etmek bir Müslüman için imkânsızdır. İslam’ın esasları, namazın rekâtları ve rukünleri, farz namazlarının sayısı, ramazan orucu ve zekatın farz oluşu gibi hususlar, bu tür icmalara dâhildir. Bu gibi icmaların inkârı bu esaslardan birini inkâr etmek olduğundan böyle bir inkâra sapan kimse İslamiyet’in dışına çıkmış olur. İttifak edilen bazı konular icma sayılmış olmasına rağmen, yine de bu konularda ihtilafa düşüldüğü de olmuştur. Mesela: • Belirli bir mesele hakkında müctehidler arasında bir görüş ileri sürülür ve bu görüşün ilan edilmesinden sonra bütün müctehidler susarlarsa bu konuyu inceleyecek bir zaman geçtikten sonra bu icma sayılır mı? Bazı mezhep imamları bunu kesin olarak hüküm ifade eden bir icma saymışlardır. Bazısı zanni hüküm ifade eden bir delil olarak kabul etmiştir. Bir kısmı onu delil kabul ettiği halde icma saymamıştır. Diğer bir kısmı da ona hiç itibar etmemiş ve onun dayandığı delilide itibara almamıştır. • Herhangi bir asırda bir konu üzerinde bilginler iki veya üç türlü görüş ileri sürerlerse bu bir icma olur mu? Daha sonrakiler için dördüncü bir görüşü ortaya atmak caiz midir? Bu dördüncü görüş de bir icma sayılmaz mı? Bilginlerin bir kısmı bunun icma olmayacağını söylemiştir. Çünkü burada müctehidlerin ittifak ettiği bir görüş mevcut olamayıp birçok görüş vardır. Bir kısmına göre bu, icmadır. Çünkü öncekilerden ayrı bir görüş ortaya atmak onların görüşünü kabul etmemektir. Böylece son görüşün bulunduğu asra göre icma sayılır. Bazıları da bir meselede görüş biriliğine varamamış fakat, umumi olarak meselenin bir yönünde ititifak hasıl olmuşsa, bu bir icma sayılacağını; ve buna muhalif davranışta bulunmanı doğru olmayacağını söylemişlerdir. • Müctehidlerin ekserisi bir görüş üzerinde ittifak ederlerse bu bir icma sayılır mı? Müctehidlerin bir kısmı bunu icma saymamıştır, çünkü icmanın manası, bütün müctehidlerin bir hüküm üzerinde birleşmesidir. Burada ise, böyle bir durum söz konusu değildir. Diğer bir kısmı da, birkaç kişinin muhalefetinin icmayı bozmayacağını söylemiştir. .............................................................................................................. * Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ([email protected], [email protected]) ** Araştırmacı 43 Nisan 2009 Aydın BAŞAR [email protected] Bir Rahmet Olarak Fatiha Sûresi Basit bir akıl yürütmeyle yola çıkarak çok önemli bir sonuca varalım. Daha doğrusu elimizin altındaki çözümü fark ederek çıkartıp orta yere koyalım: Rabbi’miz bizden gün içerisinde defalarca kez Fatiha Suresi’ni tekrarlamamızı istediğine göre, demek ki bu sure bizim için çok önemlidir ve her gün tekrar ettiğimiz bu suredeki prensipler de aslında insanlık için bir kurtuluş reçetesidir. Savaş hallerinde bile namazın terkine dinen cevaz verilmemesi, bize yaşadığımız sıkıntıların çözümü noktasında ciddi bir ipucu verir. Şöyle ki namazın merkezinde olan Fatiha Suresi savaş halleri gibi huzursuz zamanlarda bile sürekli tekrar edildiğine göre, bu gösterir ki toplumları her türlü sosyal bunalımlardan ve -ekonomik krizler de dahil- her türlü krizlerden kurtaracak olan çözümler bu surede Nisan 2009 44 mevcuttur. Eğer böyle olmasaydı, Kur’an’da müminlerin savaş zamanı nöbetleşerek namaz kılmaları emredilmez ve zor zamanlarda namaza bu denli önem verilmezdi. “Her kim namaz kılar da Fatiha Sûresi’ni okumazsa o kıldığı namaz eksiktir.” (Ebu Davud, Salat, 134) hadis-i şerifine göre namazın olmazsa olmazlarından bir tanesi de Fatiha Suresi’dir. Bu durumda gerek ferdi gerekse toplumsal her türlü problemler karşısında Fatiha Suresi başlı başına bir çözüm ve kurtuluş reçetesi olarak elimizin altında durmaktadır. Bu aynı zamanda, bu surenin büyük bir “rahmet” olması demektir. En başta bu suredeki “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dilerim” ayeti, bizim için tek çare ve tek kurtuluşun yalnızca Yüce Allah’a kulluk etmek ve yalnızca O’ndan yardım istemek olduğu hakikatini izhar etmektedir. Buna göre insanlığın kurtuluşu, Yüce Allah’a kulluk düzeyi ile orantılı bir konudur. Bu durumda insanlık ancak kulluğunun idrakine vardığı takdirde dünyasını ve ahiretini cennete dönüştürebilir. Bütün dertlerinin dermanına kavuşması da buna bağlıdır. İkinci olarak bu sure; Müslümanlar için bir dua örneği olması yönüyle bir rahmettir. Zira Yüce Allah’ın kabul etmeyeceği duayı kullarına öğretmesi düşünülemez. Kuşkusuz ki en güzel dua Yüce Allah’ın öğrettiği dua olduğuna göre, bu sûrenin okunması rahmet kapılarının açılmasında en güzel bir vesile olsa gerektir. Usulünce yardım istenilmesi, yardımı celbeden bir durum olduğuna göre, burada Fatiha Sûresi gibi müstcap bir dua örneğinin öğretilmesi, bizim için çok önemli bir tüyodur. Üçüncü olarak Fatiha Suresi, bize yaratılış gayesine uygun bir yaşamın prensiplerini sunması yönüyle de ayrıca bir rahmettir. Dünyada Yüce Allah’ın rızasına muvafık yaşayabilmek ve neticesinde cennettin kazanılabilmesi için surede zikredilen bu hususların bilinmesi zaruret derecesinde önemlidir. Zihinlere Yüce Allah’ın Rahman, Rahim ve Rab olduğu gerçeğinin kazınması, “hamd”in yalnızca alemlerin düzen koyucusu olan “Rabbül Alemin”e yapılması zorunluluğu, din günü gerçeği ile birlikte yaşama olgusu, kulluğun yalnızca O’na yapılması ve yalnızca O’ndan medet beklemenin şart oluşu, sırat-ı mustekîme vasıl olabilmek için irade ortaya koymanın ve dalalete düşürücü her türlü sapkın yollardan kaçınmanın lüzumu; bu hususlardan bazılarıdır. Ferdi ve toplumsal kurtuluşun reçetesi ile birlikte toplumsal refaha kavuşmanın yollarını da yine bu surede bulabiliriz. Yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım…” (İbrahim, 7) Demek ki dünya ve ahiret saadetini kazanmada hamt ve şükür olgusunun önemli bir payı vardır. Fatiha Suresi’nde “elhamdülillah” ve “enamte aleyhim” ifadelerinde hamt ve nimet bir arada zikredilerek bu ikisinin birbirini celbettiğine işaret edilir. Yani nimet hamdı, hamt da nimeti bereketlendirir. Nimet denildiği zaman ise iman, sağlık, zenginlik, mutluluk, huzur ve refahı da içerisine alabilecek her türlü nimetin anlaşılmasında bir mahzur yoktur. Bu büyük nimetlere kavuşmayı arzu edenler Fatiha Sûresi’ni, namazın edası suretiyle hayatlarının içine dâhil etmelidirler. Kur’an mushafının ilk sûresi olması yönü de Fatiha Sûresi’nin bir başka açıdan önemine işaret etmektedir. Bu surenin ilk ayeti olan besmele yani “Bismillah’ir Rahman’ir Rahim” ifadesi, aynı zaman da Kur’an’ın da ilk ayetidir. Besmele adeta insanı dünyevi işlerin huzursuzluğundan kurtaran ve kutsal olanla irtibatın huzuruna kavuşturan sihirli bir parola gibidir. Bütün işlerine besmele getirerek başlayan Müslümanlar, Yüce Allah’ın şefkat ve Merhameti ile ilgili olan Rahman ve Rahim isimlerini zikrederek hayatın merkezine rahmeti her şeyi çepeçevre kuşatan Yüce Allah’ı koyarlar. Bu aynı zamanda insanın dünya ile ilgili tüm işlerini Yüce Allah ile irtibatlandırması anlamına gelmektedir. Bu bir bakıma Yüce Allah’ı hayatın her alanından çıkartmaya çalışan sekülerizmi reddetmek demektir. Besmele, günlük hayatın meşgaleleri ile boğuşan insanın her işinde Rabbi’ni hatırlaması için bir vesile olması itibariyle O’nunla irtibatını sağlayan bir bağdır. Otururken, kalkarken, adım atarken, uykuya veya yemeğe başlarken sürekli besmele çekmenin esprisi de bu olsa gerektir. Kur’an’da bir istisna hariç tüm surelere besmele ile başlanılır. Bu durum bütün surelerin Yüce Allah’ın Rahman ve Rahim isimleri bağlamında yani rahmet ekseninde tefsir edilmesi gerekliliğine işaret eder. Her sûrenin başında esma-i hünsadan başka isimler değil de bu isimler zikredildiğine göre Araf Sûresi 156’daki “Rahmetim her şeyi çepeçevre kuşatmıştır” ayeti gereğince Kur’an’ı anlamada rahmet merkezli bir anlayışın benimsenmesi gerektiği söylenilebilir. Bu bakış açısıyla baktığımızda Kuran’ın insan öldürmeye, hırsızlığa ve iffetsizliğe verdiği ağır cezaların arka planında bile bir rahmetin olduğu görülecektir. Bu tip cezalar suçlu açısından bir azap gibi görünse de genel olarak baktığımızda toplumun mal, can ve namus güvenliği veya ahlaki tekâmülünü tamamlama özgürlüğü açısından bu cezaların bir rahmet olduğu ortadadır. Besmelenin bu yönü toplumun doğrultulmasında rahmet merkezli anlayışların önemine işaret eder. 45 Nisan 2009 dosdoğru bir yaşantı ikame ettirmeye çalışan bu toplum, dünya üzerindeki her türlü faaliyetlerinde doğruluğu ilke edinmiştir. Bu bağlamda Rahman Sûresi’nde geçen “Egîmul vezn” ifadesi ile emredilen; her zaman teraziyi dosdoğru tutmak, dengeli olmak ve her konuda doğru tartmak “sırat-ı müstakîm”de olmanın bir gereğidir. Müslüman’ın doğru olması gereken alanlarda kullanılan bu ifade “egîmu’s salah” yani “namazı gereği gibi dosdoğru kılın” ayetinde de kullanılmıştır. Demek ki Müslüman alış verişten ibadete kadar hayatın her alanında bir istikamet insanıdır. Suredeki gazaba uğrayanlar ve dalalete düşenler ifadesine gelince bu ifadeler klasik tefsir kitaplarımızda bir hadis-i şerife dayanılarak, Yahudi ve Hıristiyanlar olarak tefsir edilmiştir. Nitekim Kur’an Ehl-i Kitab’ın gazabı gerektiren hallerinin anlatıldığı kıssalar ile doludur. Bu konuda Mehmed Akif Ersoy da kısa tefsirinde, Hz Peygamber’in vahiy almazdan önce sürekli müşriklerin ve Ehl-i Kitab’ın sapkın anlayışlarını gözlemlediğini ve onları bu batıl anlayışlardan kurtarmak istediğini anlatmıştır. (Bkz. Sebilürreşad, VIII, ad.184, s.33, 34) Bu ayetler İslamî çizgiden saparak gazaba müstehak olan ve Yahudi ve Hıristiyanlara benzemeye çalışanlar veya onları dost olarak kabul edenler için önemli bir uyarı mahiyetindedir. (Bkz. Maide, 51) Surede toplumsal yöne işaret eden bir diğer husus da şudur. “İyya kena’budü” derken ayette mütekellim cemi sîgası kullanılmıştır. Yani “Sana kulluk ederim” değil “Sana kulluk ederiz” anlamına gelen bir ifadedir. Bu durum İslamiyet’in bir toplum, bir cemaat ve bir millet dini olduğunu gösterir. “Millet” kelimesi ise, Müslümanlara göre belli sınırlar arasında kalan insanları veya belli bir ırkı ifade eden bir anlama delalet etmemektedir. Bu kelime Rızay-ı Bari uğrunda halka halka kenetlenmiş olan ve namazlarında birlikte saf tutarak “yalnızca sana kulluk ederiz” beyanında bulunan bir toplumu ifade etmektedir. Bu toplumu oluşturan fertlerin her birisi dünyanın farklı yerlerinde de olsalar, büyük bir bütünün parçalarını teşkil ederler. Ve bu toplum her konuda imanını önceleyen bir konumdadır. Bu toplumun en bariz vasfı ise sırat-ı müstakîm üzerinde olmasıdır. Sosyal, ferdî, ahlakî, siyasî, ticari, iktisadî yönlerden ve diğer yönlerden Nisan 2009 Bununla birlikte gazaba uğrayan ve dalalete düşenler İslamiyet’in insanlar için uygun gördüğü yaşam tarzını, terbiye sistemini, ahlak ve hukuk kanunlarını -yani hükümlerini- kabul etmeyenler veya bunları kısmen kabul edenlerdir. Sırat-ı müstekîm üzere olanlar ise İslam’ın künhünden razı olarak bütüncül bir tarzda İslam’ı algılayan ve yaşayan müminlerdir. Bu durumda sırat-ı mustekîm üzere dosdoğru olmak isteyen ve “bizi doğru yola ilet” diyerek doğrudan tarafta olma isteğini beyan eden bir mümin, Yahudi ve Hıristiyanların bozuk hayat tarzlarını benimsememeli ve onlardan neşet eden zararlı felsefelerin dalaletine karşı da sapasağlam durmalıdır. Bu surenin ferdi ve toplumsal sıkıntılarımızı çözmede üzerimize bir rahmet olarak tecelli edebilmesi için, surenin anlamına işaret eden bu hususların önemli olduğunu düşünüyoruz. 46 Sultanım Efendim Rûhum sana, varlık sana hayrandır Efendim! Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim!.. Ecrâm ü felek, levh ü kalem mest-i nigâhın, Dîdârına âşık Ulu Yezdan'dır Efendim!.. Mahşerde nebîler bile senden medet ister, Rahmet, diyen âlemlere Rahman'dır Efendim!.. Tâ Arş'a çıkar her gece âşıkların âhı, Metheyliyen ahlâkını Kur'ân'dır Efendim!.. (Ulvi) de senin bağrı yanık âşık-ı zârın Feryâdı bütün âteş-i sûzandır Efendim!.. Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim, Sensiz bana Cennet bile hicrandır Efendim!.. Doğ kalbime bir lâhzacık ey Nûr-i dilârâ Nûrun ki gönül derdime dermandır Efendim!.. Kıtmîrinim Ey Şâh-ı Resûl, kovma kapından, Âsilere lûtfun yüce fermanıdır Efendim!.. Ali Ulvi KURUCU 47 Nisan 2009 Mehmet TALU KUR’AN-I KERİM AHLÂKI Kur’an-ı Kerim de Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin yüksek bir ahlâka sahip bulunduğu ve O'nun insanlar için güzel bir örnek ve model olduğu beyan ediliyor. ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor: “Şüphesiz sen, yüce bir ahlak üzeresin.” 1 “Ândolsunki ALLAH Teâlâ'nın Resûlünde, sizin için, ALLAH'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve ALLAH'ı çokca zikredenler için güzel bir numune vardır.” 2 Âyet-i kerimede, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin, ALLAH Teâlâ'nın rızasını kazandıracak davranışlarda bulunmak isteyenler için mükemmel ve canlı bir örnek, en büyük fazilet numunesi olduğu anlatılmaktadır. Bugün İslâm dünyası başta olmak üzere insanlık âlemi dehşetli krizler içindedir. Şunlardan kurtulmanın tek çaresi Nisan 2009 48 ALLAH Teâlâ'ya itaat etmek, O'nun emir ve yasaklarını hayata uygulamaktır. ALLAH Teâlâ'ya itaat etmek, Son Peygamber Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize itaat ile olur. Said b. Hişam diyor ki: Hz. Aişe (R.Anha)ya: - Ey Mü’minlerin annesi! Bana, Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin ahlâkını anlat! dedim. Hz. Aişe (R.Anha): - Sen, Kur’an-ı Kerim okuyorsun değil mi? dedi. - Evet okuyorum! dedim. - İşte Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin ahlâkı, Kur'an-ı Kerim idi, dedi. Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz yaşayan bir Kur’an-ı Kerîm idi. İslâm’ın nasıl yaşanacağını gösteren canlı bir örnekti. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin hayatı canlı bir Kur’an’dır. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, davranışları ve üstün kişi- liği ile en güzel örnektir. Esasen Kur'an-ı Kerim tek örnek kişi kabul etmektedir ki, o da Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizdir. Kur’an-ı Kerim’de anlatılan bütün ahlâkî değerlerin hepsi O’nda vardı. Bugünkü İslâm dünyası Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize gereği gibi uymakta mıdır? Bu soruya evet cevabını vermek mümkün değildir. Çünkü Müslümanlar O'na gereği gibi uymuş, dinini ve Sünnetini hakkıyla anlamış ve hayata tatbik etmiş olsalardı şu perişan, zelil, feci durumda bulunmazlardı. İslâm Dini; ahlâka pek büyük bir kıymet, bir ehemmiyet vermiştir. Zaten İslâm Dini; bir ahlâk, bir fazilet, bir hikmet dinidir. Ebû Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Ben ancak güzel ahlâkı, ahlâkî faziletleri tamamlamak için gönderildim”3 buyurmuştur. İslam dininde insanların manevî kıymetleri, sahip oldukları ahlâk ile ölçülüdür. Ebû Hüreyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: "Mü'minlerin imanca en mükemmel olanı, ahlâkça en güzel olanıdır.”4 buyurmuştur. İnsanların ahlâkı değişebilir. Çirkin huyları güzel huylara değiştirmeye “tehzibi ahlâk” denir. Bu değiştirme, mümkündür. Mümkün olmasaydı, Nebiyyi Zişan Efendimiz: “ Ahlâkınızı güzelleştiriniz.” diye emretmezdi. Nefisleriyle mücadele eden bir nice zatların ne güzel huylar kazandıkları daima görülmektedir. Riyazet, terbiye; hayvanlara, otlara, çiçeklere, hatta taşlara tesir edip dururken insanlara tesir etmez mi?. “Huy canın altındadır, can çıkmadıkça huy çıkmaz” sözü her yönüyle doğru değildir. Gerçi bazı huyları değiştirmek güçtür. Fakat imkansız değildir. Tedavi sayesinde bazı hastalıklar, tesirsiz bir hale geldiği gibi, terbiye ve mücadele sayesinde de bazı huylar, hiç olmazsa tesirini gösteremez bir hale gelir, güzel huyların karşısında siner, kalır. Ebu Zer (R.A.) der ki: Resûlullah (S.A.V.) efendimiz bana şöyle buyurdu: “Nerede ve nasıl olursan ol, ALLAH Teâlâ’dan kork, takva sahibi ol! İşlediğin kötülüğün, haramın hemen arkasından iyilik yap, tevbe-istiğfar et ki, o kötülüğü yoketsin, silip süpürsün! İnsanlarla da güzel geçin, insanlara iyi ahlakla muamele et.”5 Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimizin özlü sözlerinden biri olan bu hadis-i şerifte üç önemli hususa tenbih ve ikaz buyrulmaktadır. 1- Her yerde ve her halde takva üzere olmak. ALLAH Teâlâ’nın azabından korkup, bütün emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmak suretiyle kişi, ancak muttaki olabilir. 2- İşlenen haramların ardından hemen tevbeistiğfar etmek, iyilik yapmak. Takva, günah işlemeye, günah işlemek takva sahibi olmaya engel olmadığı için, insanlık gereği işlenecek günahların peşinden iyilik yapmak, o hata ve günahın sonuçlarını ve hatta bizzat günahın kendisini ortadan kaldırmak gerekmektedir. 3- İnsanlarla güzel geçinmek: İnsanlara güzel ahlâkla muamele çok farklı şekillerde olabilir, yerine göre tatlı dil, güler yüz, müsamaha, bağışlama, kusurlarını görmeme, hatasını yüzüne vurmama, ayıbını teşhir etmeme, eza ve cefasına katlanma, iltifat, hediye vs. Bunu yapabilen, hem dünyada hem ahirette mükafaatını görecektir. Dünyada felah, başarı, sıhhat, takdir ve sevgi, ahirette Cenâb-ı Hakk'ın mağfiretine mazhariyetle necat ve kurtuluş. Evet, olgun bir Müslüman başkalarının mallarına, canlarına ve namuslarına tecavüz edemez. Herkesin emniyet ve huzur içerisinde yaşamasını ister. Hâlbuki ALLAH Teâlâ’yı inkâr eden birisi, kendi nefsinin isteklerine uyar, bu sebeple de her türlü kötülüğü mübah görür, insanların malına, canına ve mukaddesatına el uzatmaktan geri kalmaz, kendi alçak duygularını tatmin etmek için her türlü ahlaksızlığı meşrulaştırır. Çevrenin saadet ve selametini düşünmez. Onun yegane gayesi kendisinin hayvanca yaşamıdır. İnsan güzel inanca ve güzel ahlaka sahip olmalıdır ki, hem dünyada hem de ahirette felaha ve kurtuluşa erişebilsin. Bu da kuru laf ile değil, dinin talimatı gereğince ciddi bir şekilde çalışmakla elde edilir. Gerekeni yapmak ve doğru yolu takip etmek lazımdır. Dolayısıyla selamet ve saadet sahiline kavuşmak isteyenler, hak dine, üstün ahlaka sarılmalı ve bunların gösterdiği yoldan ayrılmamalıdır. 49 Nisan 2009 İşte İslam esaslarını ve insanî olgunlukları ihtiva eden ayet-i kerimelerden bazıları. ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu: “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, ALLAH Teâlâ'ya, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. ALLAH Teâlâ'nın rızasını gözeterek yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır.”6 Bu âyet-i kerime, islamın en mühim hakikatlerini öğretmektedir. Ayet-i kerimeden anlaşılıyor ki; bir insan yalnız abdest almak, yalnız şöyle-böyle bir namazı kılmak ve oruç tutmakla imânını kemâle erdirmiş, tam Müslüman olmuş sayılmaz. Tam ve hakikî bir Müslüman olmak, imânın ve insanlığın kemâline ermek için her şeyden önce sahih ve sağlam bir imâna, mükemmel ve sarsılmaz bir i'tikada sahip olacak, bütün itikad esaslarına imân edip inanacak. ALLAH Teâlâ nasıl emretmiş, Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz ne suretle kılmış ise namazını öylece kılacak, orucunu tutacak, varsa malının zekâtını verecek, daha sonra ahlâkî vazifelerini de tamâmıyla yapacak. İşte bu suretledir ki, bir insan tam Müslüman sayılır. En büyük İslâm düşmanlarının da i'tirâf ettikleri gibi bu ayet-i kerime beşeri ve insanî bütün olgunlukları toplayıcıdır. Çünkü insanlığın kemâli, özetle üç şey ile kaimdir: Sahih ve sağlam bir i'tikad, nefsini güzel ahlâk ile güzelleştirmek, insanlarla güzel geçinmek. İşte bu âyet-i kerime sarahatiyle, delâletiyle, işaretiyle bunları ihtiva etmekledir. Bunun içindir ki Ebu Meysere (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Her kim bu âyet-i kerime ile amel eder, bunun gösterdiği gibi olursa imânını kemâle erdirmiş olur”7 buyurmuşlardır. “ALLAH Teâlâ ile birlikte bir ilah daha tanıma! Sonra kınanmış ve kendi başına terkedilmiş olarak kalırsın. Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “Of!” bile deme, onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Nisan 2009 Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara öyle rahmet et!” diyerek dua et. Rabbiniz sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki ALLAH Teâlâ, kötülükten yüz çevirerek tövbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır. Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. Eğer Rabbinden umduğun, beklemek durumunda olduğun bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.” Rivayete göre Bilâl, Suheyb, Salim, Mehca' ve Habbab gibi yoksul sahâbîler, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin yardımı ile geçinirlerdi. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz onlara verilecek bir şeyleri olmadığı zaman, mahcubiyetinden ötürü söyleyecek bir söz bulamaz, yüzünü başka tarafa çevirir, fakat onların ihtiyaçlarını gidermek için Cenab-ı Hakk'ın kendisine imkân vermesini dilerdi, işte bu âyet-i kerimede, Resûlullah (S.A.V.) Efendimize bu gibi insanlara bir şeyler veremeyecek bile olsa, hiç olmazsa: “ALLAH Teâlâ, bize de, size de bol rızık versin”, “ALLAH Teâlâ sizleri mesut ve müreffeh kılsın” gibi sözlerle onların gönüllerini alması gerektiği hatırlatılmaktadır. “Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, kaybettiklerinin hasretini çeker durursun. Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları çok iyi görür. Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur. Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” Bu âyet-i kerimede “zina etmeyin” denilmeyip de “zinaya yaklaşmayın” buyrulması ilgi çekicidir. 50 Buna göre yalnız zina değil, kişiyi zina etmeye sevk eden yollar da yasaklanmıştır. Esasen bir kere bu yollara tevessül edildikten, yani insanı zina etmeye zorlayan ve cinsî arzuları kabartan bir ortama girdikten sonra, artık, bu arzuların ağır baskısı karşısında iradenin gücü oldukça yetersiz kalır ve zinadan korunmak son derece güçleşir, insanın bu psikolojik zaafını dikkate alan Kur'an-ı Kerim, prensip olarak insanı kötülüklere sevk edici sebepleri ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Buna sedd-i zerîa prensibi denir. “Haklı bir sebep olmadıkça ALLAH Teâlâ'nın muhterem kıldığı cana kıymayın. Bir kimse zulmen öldürülürse, onun velîsine hakkını alması için yetki verdik. Ancak bu veli de kısasta ileri gitmesin. Zaten kendisine bu yetki verilmekle o, alacağını almıştır. Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, ancak en güzel bir niyetle yaklaşın. Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir. Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir. Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur. Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen ağırlık ve azametinle ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin. Bütün bu sayılanların kötü olanları, Rabbinin nezdinde sevimsizdir.”8 “De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların da rızkını biz veririz; kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve ALLAH Teâlâ'nın yasakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar ALLAH Teâlâ'nın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız. Rüşd çağına erişinceye kadar, yetimin malına, sadece en iyi tutumla yaklaşın; ölçü ve tartıyı adaletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaletli olun, ALLAH Teâlâ'ya verdiğiniz sözü tutun. İşte ALLAH Teâlâ size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti. “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi ALLAH Teâlâ'nın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için ALLAH Teâlâ size bunları emretti.”9 Enam sûresinin bu 152, 153 ve 154. âyet-i kerimelerindeki bu on vasiyet, emirler ve nehiyler bütün peygamberlerin şeriatlarında muhkem olarak vardır. Bu teklif ve vasiyetlerin beşi emir, diğer beşi de yasak şeklindedir. Bakara, İsrâ ve En'am sûrelerindeki bu âyeti kerimeler, ahlâkî faziletlere teşvik ve bedene, mala, ırza, akla ve dîne zararı olan her türlü kötülüklerden meneden âyetlerin en büyüklerinden ve en kapsamlılarındandır. Hatta bu âyet-i kerimeleri rehber edinenler, hiç şüphe yok ki, dünyâ ve âhirette saadet ve selâmete erişeceklerdir. Nasıl ki, Allâh Teâlâ şu âyet-i kerîmede bunu va'd buyurmuşlardır: “Ey mü'minler! Allâh'dan korkarsanız O, size hayır ve şerri, faydalı ve zararlı şeyleri ayırt eden bir nur verir, kötülüklerinizi de örter, sizi de bağışlar, muhakkak ki, ALLAH Teâlâ büyük bir inayet sahibidir.”10 Bu âyet-i kerime, takva ile olan emirlerin en şümullüsüdür. Çünkü mühim esasları bulunduran bir asıldır. Buradaki Furkan kelimesi, takvâ kelimesi gibi pek geniş ma'nâları ihtiva eden bir kelimedir. Âyet-i kerimenin manâsı şu demektir: “Ey mü'minler! Eğer siz, ALLAH Teâlâ'nın koymuş olduğu din ve şeriatın, kâinatta var olan ilahi kanunların gereğine göre sakınılması vâcib olan şeylerin hepsinde ALLAH Teâlâ'dan korunur ve takva üzerinde bulunursanız, nefsinize ve kendi cinsiniz olan insanlara zararı olan şeylerden sakınır, kemal mertebesine yükselmenize, dünya ve ahiret saadetine mani olan her türlü sebeplerden çekinir, küçük-büyük bütün günahlardan sakınır ve gücünüzün yettiği kadar ibadet ve taatla meşgul olursanız, bu takvanız ve bu korunmanız ile ALLAH Teâlâ sizde ilim ve hikmetten oluşan bir nur, bir meleke yaratır; siz o nurun aydınlığı ile hakkı batıldan, zararlı olanı faydalı olandan, nuru zulmetten ayırt edersiniz. Böylelikle dâima haktan ayrılmazsınız; ALLAH Teâlâ da yapmış olduğunuz kötülükleri siler, o nurun tesiriyle böyle kötülük yapmak sevdası ge51 Nisan 2009 lemez, yaptıklarınızdan ötürü de ALLAH Teâlâ size azap etmeyip fazl u keremiyle onları örter.” Demek oluyor ki, insan sahih ve sağlam bir itikatla dini ve ahlâkî vazifelerini devamlı bir surette yaptıkça rûhen yükselecek, ALLAH Teâlâ'nın inayeti ile onun kalbi parlayacak ve bu parlak kalb ki, vicdan dediğimiz işte asıl budur, mıknatısî bir ibre gibi ona dâima doğruyu gösterecek ve böylelikle bu insan haktan ayrılmayacaktır. İşte bu son âyet de bize bu yüksek hakikati göstermiş bulunuyor Bu ve Kur'an-ı Kerîm'in diğer ayet-i kerimelerinden öğrendiğimize göre hakikî ve Kur'an-ı Kerim ahlâkı ile tam ahlâklanmış bir Müslümanın başlıca vasıfları şunlardır: 1- ALLAH Teâlâ'nın birliğine ve O'ndan başka ilah olmadığına, ALLAH Teâlâ'nın Meleklerine, Peygamber-lerine, Hz. Muhammed (S.A.V.) efendimizin ALLAH Teâlâ'nın kulu ve Peygamberi olduğuna, peygamberlere kitap gönderildiğine, Âhiret gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, hayır ve şerrin ALLAH Teâlâ'nın yaratması ile olduğuna şüphesiz surette inanır, kalbi ile tasdik ve dili ile de bunları ikrar eder. 2- ALLAH Teâlâ'nın emrettiği ve Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin gösterdiği şekilde namazını kılar, orucunu tutar, malının zekâtını verir, bundan başka olarak yetimlere, yoksullara, muhtaçlara, hısım ve akrabalarına, yolda kalmışlara mal ile seve seve yardımda bulunur. 3- Mühim ve tehlikeli vaziyetlerde asla sarsılmaz, gevşeklik göstermez. ALLAH Teâlâ'ya tevekkül eder. 4- Felâketleri metanetle karşılar, bunları muvaffakiyetle atlatabilmek için bütün kudretini sarf eder ve nihayet çaresizliğe karşı sabır ve tahammül gösterir. ALLAH Teâlâ'dan ümidini kesmez. 5- Ana ve babaya itaat eder, onların kalplerini kıracak en ufak sözlerde ve işlerde bulunmaz. kalbini fena huylardan, dilini çirkin ve kaba sözlerden temizler. Cismen ve rûhen temizliğiyle herkese örnek olmaya çalışır. 10- ALLAH Teâlâ'nın ve Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin emirlerine itaat eder ve ahlâkî vazifelerini eksiksiz olarak yapar. 11- İnsanlar arasında fitne-fesat çıkarmaz, insanları birbirine düşürecek sözlerden ve işlerden sakınır. 12- Kimsenin ayıplarını, gizli hallerini araştırmaz ve ortaya dökmez. 13- Kumarcı, içkici, düzenci, oyuncu, atlatıcı, dalkavuk ve hilekâr değildir. 14- Bilmediği bir şey hakkında hüküm vermez. 15- Başkalarına karşı kibirlenmez, büyüklük satmaz. 16- Kötülüğün, hayâsızlığın her türlüsünden, gizlisinden ve açığından, büyüğünden, küçüğünden sakınır. Halkın iyiliğine çalışır. 17- Özü sözüne, içi dışına uygun ve dosdoğru olur. 18- Her nerede olursa olsun, hatta kendi aleyhinde bile olsa, hak ve adaletten ayrılmaz. 19- Düşmanlarına karşı da adaleti, insafı bırakmaz, onların düşmanlıkları dolayısıyla adaleti çiğnemez. 20- Yalan söylemez, yalan yere yemin etmez, yalan şahitliği yapmaz. Haksızlığa karşı nefret duyar. 21- Alçak ve süfli arzulara uyarak doğru yoldan sapmaz, kötülerle düşüp kalkmaz. 6- Sözünde durur, ahdinde sadık kalır. 22- İsraftan ve cimrilikten sakınır. 7- Her ne suretle olursa olsun emanete hıyanet etmez, 23- Ne eliyle, ne diliyle hiçbir kimseyi incitmez. 8- Üzerine aldığı her türlü vazifelerini en iyi bir surette yapmaya çalışır. 24- Komşularını çok sayar ve onları hiçbir suretle gücendirmez. 9- Üstünü, başını, oturup yattığı yeri, kabınıkacağını kirden-pastan, kafasını kötü fikirlerden, Nisan 2009 25- Varlık zamanında da, darlık zamanında 52 da başkalarına elinden geldiği kadar yardımda bulunur. 26- Öfkelerini yenerek kusur ve kabahatleri affeder, intikam sevdasına düşmez. 27- Bir kötülük işlemek ister veya bir haksızlık yapacak olursa, hemen ALLAH Teâlâ'yı hatırlayarak O'ndan af ve mağfiret diler, yaptığına pişman olur. 28- Her iyi işe arka çıkar, maddî ve manevî yardımda bulunur, insanlara iyiliği tavsiye eder, fenalığa ve zulme asla yardımcı olmaz, kötüleri korumaz ve herkesi kötülükten çevirmeğe çalışır. 29- Dargınları barıştırmak için çalışmayı vazife bilir, kin gütmez, kimseye haset etmez, umuma faydalı bir insan olmağa özenir. 30- Başka milletlerin nasıl yükseldiklerini, nasıl gerilediklerini ve nasıl düştüklerini, ahlâkî düşkünlüğün doğuracağı elim akıbetleri tetkik ederek onlardan ibret alır ve bu suretle başkalarının düştükleri hatalara düşmemeye çalışır. 31- Kim söylerse söylesin, hakkı kabul eder, ilim ve hüneri, hikmet ve hakikati nerede bulursa alır ve bunda taassup göstermez. 32- Müslüman tembel değildir. Dünyâ için hiç ölmeyecekmiş gibi çalışır, yarın ölecekmiş gibi de âhirete hazırlanır; her iki vazifesini eksiksiz yapar. 33- ALLAH Teâlâ'nın yolunda, millet ve memleket uğrunda elinden gelen fedakârlıktan, yerine göre canını feda etmekten çekinmez. 34- Yapacağı bir işin önünü sonunu düşünmeden hatırına gelir gelmez hemen yapmaya kalkışmaz, ibâdetinde acele ederek eksik bırakmaz, hayırlı işlerde geriye kalmayıp dâima ileri koşar. 35- Müslümanların derdini kendisine derd edinir ve onların iyiliğine çalışır. Hastalarını arayıp sorar, sıkıntılarını gidermeye özenir, cenazelerine gider, kendisinden büyük olanları, hele ihtiyarları sayar, küçüklere acır ve her canlıya karşı şefkatli olur, azamet ve kibir göstermez. 36- Müminleri ve bütün insanları kardeş bilir ve başkalarının hayatlarını, haklarını kendisininki gibi muhterem tutar. 37- Kimse ile alay etmez. Başkalarına kötü bir lâkab takmaz. Dilini gıybetten, iftira etmekten, yalan söylemekten ve her türlü kaba ve çirkin sözlerden muhafaza eder. 38- Herkesle hoş geçinir, dargınları barıştırmaya çalışır; üç günden fazla dargın durmaz. 39- Sevdiğini ALLAH Teâlâ için yâni bir karşılık beklemeyerek sever, sevmediğini de ALLAH Teâlâ için sevmez. 40- İşlerinde tereddütlü ve evhamlı olmaz, bir işin meydana gelmesi için zaruri olan her türlü sebeplerine yapıştıktan sonra ALLAH Teâlâ'ya tevekkül eder. 41- ALLAH Teâlâ ve Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin sevgisini her şeyden üstün tutar. ALLAH Teâlâ sevgisi ve ALLAH Teâlâ korkusu onun bütün vücûdunu kaplar. 42- Her ne suretle olursa olsun, şüpheli şeylerden sakınır. 43- Bir Müslüman için en büyük gaye hakikî bir Müslüman olmaya çalışmak, Müslümanlığın tayin ye telkin eylediği faziletleri yaşamak ve yaşatmak ve bu suretle bütün insanlara örnek olmaktır. Tevfîk yani başarı ALLAH Teâlâ'dandır. ALLAH Teâlâ'nın tevfikini kazanmak için de Kur'anı Kerim ahlâkına, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Sünneti-ne, İslâm ilkelerine, neyin iyi olduğunu ve neyin kötü olduğunu bildiren şer’i ahkâma tâbi olmak gerekir. Ya Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize uyarak ahlâklı ve faziletli olacağız yahut zillet ve rezalet içinde sürünmeye devam edeceğiz. Seçim bize aittir. ..................................................................................................... 1 Kalem sûresi:4, 2 Ahzab sûresi:21, 3 Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 15/252 No:21379; Malik, Muvatta, Husnul-Huluk:8, No:1723, 2/404;, 4 Tirmizî, Radâ:11, No:1162, 3/457; Ebu Dâvud, Sünnet:16, No:4682, 5 Tirmizi, Birr: 55, No: 1987, 6 Bakara Suresi:177, 7 Suyutî, Ed-Dürrül-Mensûr, 1/342,8 İsra sûresi:22-38, 9 En’am sûresi:152-154, 10 Enfal sûresi:29 53 Nisan 2009 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL 1- Erzurum'un büyük velîsi İbrahim Hakkı (k.s.) hazretlerini çocukken İsmâil Fakîrullah (k.s.) hazretlerine teslim ederler. İyi bir terbiye alması için çocukluğunun mühim bir devresini Fakîrullah hazretlerinin yanında geçiren İbrahim Hakkı hazretleri, bir gün eline aldığı bir testiyle çeşmeye gider, doldururken oraya gelen bir atlı: -Çekil bakayım önümden be çocuk! diye İbrahim Hakkı hazretlerini azarlayarak atını çeşmeye sürer. O da testisini alıp bir kenara çekilmeye uğraşırken atını mahmuzlayan adam, onu bir köşeye sıkıştırır. Testisini bırakıp kendisini kurtarmak zorunda kalır İbrahim Hakkı hazretleri... Bu esnada at da üzerine basıp testiyi kırar. Ağlayarak hocasının huzuruna gelir ve: -Çeşmeden su alırken atını koşturarak gelen biri, atını üzerime sürdü. Can havliyle kendimi kurtarmaya çalışırken testimi de tepeletip kırdı! der. Hocası sorar: -Testini kıran atlıya sen bir şey söyledin mi? -Hayır, der, hiçbir şey söylemedim. -Çabuk git ve o adama bir-iki laf söyle, der. İbrahim Hakkı hazretleri gider, çeşmenin başında atını tımar etmeye başlayan adamın yanına varıp bekler. Fakat bir türlü terbiyesini bozup da: -Benim testimi niye kırdın zâlim adam?! diyemez. Dönüp geldiğinde hocası Fakîrullah hazretleri sorar: -Ona bir şeyler söyleyebildin mi? -Söyleyemedim efendim; niyetlendim, lâkin bir türlü dilimi çevirip de ağır bir söz sarf edemedim! Hocası bağırır: -Sana diyorum, çabuk git ve o adama bir şeyler söyle, mukabele et! Yoksa sonu felâket!.. İbrahim Hakkı hazretleri bu defa kararlı olarak koşup çeşmenin başına gelir. Bir de bakar ki, testisini kıran adamı, kendi atı, attığı çiftelerle çeşmenin havuzuna yuvarlamış, ölüsü yatmaktadır! Koşarak gelip, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerine bu vahim vaziyeti anlatır. Hocası bu hâle üzülür: -Vah vah! Bir testiye bir adam! Üzüldüm buna doğrusu! der. Huzurundakiler bundan bir şey anlamadıklarını söyleyince, büyük velî şöyle îzah eder: 'O atlı adam, İbrahim Hakkı'ya zulmetti. Zulme uğrayan da tek kelimeyle olsun mukabelede bulunmadı, zâlimi Allâh'a havâle etti. Allâh Teâlâ'nın da gayretine dokunup zâlimi cezâlandırdı. Şayet İbrahim Hakkı da onun zulmüne karşılık verip, ona bir şeyler söyleseydi, ödeşeceklerdi. Fakat İbrahim, büsbütün mazlum oldu. Bense ödeştirmek için uğraşıyordum, maalesef muvaffak olamadım!' 2- Ebû Abdullah Merrakûşî hazretleri, Resûlullah efendimizi vesîle ederek Allahü teâlâdan bir şey istemek, Nisan 2009 Resûlullah efendimizin yardım ve şefâatlerine kavuşmak husûsunda bir eser yazdığı esnâda başından geçen bir hâdiseyi şöyle nakletti: "1239 senesinde Sader kalesinden seçkin bir cemâatle berâber çıktık. Yanımızda bize kılavuzluk eden biri vardı. Bir müddet gittikten sonra suyumuz tükendi. Durup su aramaya çıktık. Ben de bu arada ihtiyâcımı görmek için gittim. Bu sırada müthiş bir şekilde uykum geldi. Nasıl olsa giderken beni uyandırırlar deyip, başımı yere koydum. Uyandığımda kendimi çölün ortasında yapayalnız buldum. Arkadaşlarım beni unutup gitmişlerdi. Yalnızlıktan büyük bir korkuya kapıldım. Çölde sağa sola yürümeye başladım. Nerede bulunduğumu, nereye gideceğimi bilemiyordum. Her taraf dümdüz kumdu. Az sonra hava karardı. Yolculuk yaptığımız kâfileden hiçbir iz yoktu. Ben, gece karanlığında yapayalnızdım. Korkum daha da şiddetlendi. Telâşla daha süratli yürümeye başladım. Bir müddet gittikten sonra, çok susamış ve yorulmuş bir hâlde yere düştüm. Artık hayâtımdan ümîdimi kesmiş, ölümümün yaklaştığını hissetmeye başlamıştım. Susuzluk ve yorgunluktan, ızdırap ve elemim son haddine varmıştı. Birden aklıma geldi. Gece karanlığında: "Yâ Resûlallah! Yetiş! Senden Allahü teâlânın izniyle yardım etmeni istiyorum!" diye inledim. Sözümü bitirir bitirmez, birinin bana seslendiğini duydum. Sesin geldiği tarafa baktığımda; gece karanlığında, etrâfına ışıklar saçan, bembeyaz elbiseler giyinmiş, o zamâna kadar hiç görmediğim bir kimsenin beni çağırdığını gördüm. Bana yaklaşıp, elimi tuttu. O ânda bütün yorgunluğum ve susuzluğum kayboldu. Yeniden doğmuş gibi oldum. Ona canım birden ısınıverdi. Elele bir müddet yürüdük. Hayâtımın en tatlı anlarından birini yaşadığımı hissettim. Bir kum tepeciğini aşınca, berâber yolculuk yaptığım kâfilenin ışıklarını görüp, arkadaşlarımın seslerini duydum. Onların yanlarına doğru yaklaştık. Benim bindiğim hayvan en arkada onları tâkib ediyordu. Birden gelip önümde durdu. Bineğimi önümde görünce, sevinç çığlıkları attım. Ben bağırınca, benimle gelen zât elini elimden çekti. Daha sonra elimden tutup bineğime bindirdi. Sonra da; "Bizden bir şey isteyeni ve yardım talebinde bulunanı boş çevirmeyiz." diyerek geri dönüp gitti. O zaman onun Resûlullah efendimiz olduğunu anladım. O, geri dönüp giderken, çevresine yaydığı nûrların gece karanlığında göğe doğru yükseldiği görülüyordu. O, gözümden kaybolunca, birden aklım başıma geldi; 54 "Nasıl olup da ben, Resûlullah efendimizin elini ayağını öpmedim." diye çırpındım. Ama iş işten geçmiş, fırsat elden kaçmıştı. 3- Eline aldığı kuru bir hurma dalına dayanarak Resûlüllah’ın kapısına kadar gelmiş olan yaşlı bir kadın, içeri girmek arzusunu izhar etmesi üzerine; – Yâ Resûlâllah, kim olduğunu bilmediğimiz bir ihtiyare kadın, zâtınızı görmek istiyor,” dediler. Resûl-i Ekrem Hazretleri: – Müsaade edin, gelsin,” buyurdular. İhtiyarlıktan âdeta rükû eder halde duran kadın, hurma dalından edindiği asâsına dayana dayana Resûlüllah’ın kapısından içeri girdi, bir-iki adım ilerledikten sonra, kendisini tanıyan Resûlüllah hemen ayağa kalktılar; altlarındaki içi hurma lifi dolu minderlerini göstererek oturmasını istediler. Resûlüllah’ın bu kadına gösterdiği hürmet ve alâka, orada hazır bulunan Hazret-i Ömer’in dikkatini çekti; hattâ kim olduğunu merak ettiği bu ihtiyareye gösterilen bu ikramı, biraz da fazla gibi bulduğu içindir ki, ihtiyare kalkıp gittikten sonra: – Yâ Resûlâllah, bu kadın kimdi ki, kendisine ayağa kalkacak kadar hürmet ettiniz, minderinizi verecek kadar alâka gösteriniz?” dedi. Resûlüllah’ın cevabı tek cümleden ibaretti: – Bu kadın, bizim Hatîce’nin dostlarındandı!” Burada aklımıza şöyle bir sual geliyor: – Resûlüllah Hazretleri, senelerce evvel vefat etmiş olan Hatice Validemize, neden bu kadar alâkâ duyuyordu ki, O’nun dostlarına bile ayağa kalkıyor, minderlerini vermek kadirşinâslığında bulunuyorlardı? Hatîce Validemizin kendisini bu derece sevdiren hususiyeti ne idi? Bu sualin cevabını da, Hazret-i Âişe Validemizin hazır bulunduğu bir mecliste cereyan eden şu hatırada bulmak mümkündür. Fahr-i Kâinat Efendimiz, bir aile sohbetinde, Hazret-i Hatîce Validemizi uzun uzun yâdetmiş; bazı hatıraları yeniden anlatarak, geçmiş günlerini dile getirmişti. Hazret-i Âişe Validemiz: – Yâ Resûlâllah, senelerce evvel ölüp gitmiş olan bir yaşlı kadını, bu kadar hatırlayıp yâdetmekte ne fayda var? Allahü Zülcelâl, size, O’ndan daha genç ve güzelini ihsan etmiş; ağzında dişi bile kalmamış bir ihtiyare yerine daha gencini vermiştir,” dedi. Âişe Validemizin bu sözlerine karşı Resûlüllah Hazretleri’nin, Hz. Hatîce Validemizi niçin unutmadığını bildiren şu cevaplarını, dikkat ve ibretle okumaktayız: – Yâ Âişe! Seneler geçtiği halde Hatîce’yi unutmayışım, O’nun dış güzelliğinden değildir. Herkes beni red ve inkâr ettiği zaman, Hatîce bana inandı ve tasdik etti. Etrafımdakiler bana, yalancısın, dediği zaman; Hatîce bana, doğru söylüyorsun, asla çekinme, dedi. İnsanlar benden bir pulu esirgediği zaman, Hatîce, bütün servetini önüme sürerek bunların hepsi emrindedir, istediğin kadar harcayabilirsin, dedi. Dünyada yalnız kaldığım günlerde, Hatîce, benden asla geri kalmadı; bunların hepsi geçicidir, üzülme, ileride bu güçlükleri kolaylıklar takip edecektir, dedi. İşte ben, Hatîce’yi, bu fedakârlıkları için unutmuyorum!” Hz. Hatîce’yi seneler geçtiği halde unutturmayan meziyetleri, Resûlüllah nezdinde, kadın arkadaşına oturduğu minderini verdirecek kadar kazanmış olduğu itibar ve kıymeti; hanımların dikkatlerini çekmelidir. Mü’mine hanımlar, İslâm dâvası uğrunda fedakârca çalışan kocalarına engel olmamalı. Hatîce annemiz gibi, bütün kuvvet ve imkânlarıyla dâva uğrunda çalışan beylerini takviye ile yardımcı olmalıdırlar. 4- Cemâleddîn-i Aksarâyî hazretleri anlatır: Tâbiînden Hasan-ı Basrî hazretleri bir gün dergâhta otururken ihtiyar bir kadın gelir ve; - Efendi hazretleri, benim bir kızım vardı öldü. Hasretine dayanamıyorum. Bana bir duâ öğret de rüyâmda görüp hasretimi gidereyim, der. Hasan-ı Basrî hazretleri gerekeni yaptıktan sonra kadın gider. Fakat kadın, ertesi gün gözleri kan çanağı gibi olduğu hâlde ağlayarak tekrar dergâha gelir. Hasan-ı Basrî hazretleri kadına; - Niçin ağlıyorsun? diye sorunca kadın; - Kızımı rüyâda gördüm, ama üzerine katrandan bir elbise giydirmişler cayır cayır yanıyor, cevabını verir. Hasan-ı Basrî hazretleri ve yanında bulunanlar kendi sonlarının nasıl olacağını düşünerek ağlaşmaya başlarlar. Aradan bir müddet geçtikten sonra Hasan-ı Basrî hazretleri, rüyâsında kendinin vefât ettiğini ve cennete girdiğini görür. Cennette gezerken muhteşem bir köşk ve önünde bir kadın görür. O kadına; - Yavrum sen hangi peygamberin hanımı veya kızısın? diye sorar. Kadın; - Efendim ben, bir peygamberin hanımı veya kızı değilim. Geçen gün size gelip de sizden rüyâsında kızını görmek isteyen kadının kızıyım, cevabını verir. Hasan-ı Basrî hazretleri; - Kızım annen senin Cehennemde yandığını söylemişti. Hâlbuki sen yüksek makamlardasın. Bu makâma nasıl ulaştın? diye sorar. Kadın; - Efendim biz kabir hayâtında beş yüz elli kişi azâb görüyorduk. Bir mümin kabristana gelip on bir İhlâs, on bir Felak, on bir Nâs sûresini okudu. Kabristanda yatan müminlerin ruhlarına bağışladı. Allahü teâlâ bize azâb eden meleğe; “Benim âyetlerim ve adım hürmetine burada bulunan ve azâb görenleri affettim. Onlara azâb etmeyin ve birer makam verin” buyurdu. Onun için bu makâma geldim cevabını verir...” Netice olarak, ölen yakınlarımızı seviyorsak, onları üzecek kötü amellerden sakınmamız ve onlara dua etmemiz, sadaka vererek, hayır, hasenât yaparak imdatlarına koşmamız lazımdır... 55 Nisan 2009 Hasan BAŞAR KÖROĞLU GERÇEKTEN HALK KAHRAMANI MIDIR? “Köroğlu yaşamamış olsaydı bile halk onu yaratmak gereksinimini duyacaktı. Gerçektende Köroğlu –bu günün anlayışına göre- yozlaşmış kimi eylem ve anlayışlar bir yana bırakılırsa- gerçek bir kahramandır: yiğittir, merttir, hayırseverdir, özellikle dostluk ve arkadaşlığa çok değer verir.” Anadolu insanımızın gözünde Köroğlu bir halk kahramandır. Ve yüzyıllar boyunca ondan övgüyle bahsedilmiştir. Köroğlu bir halk kahramanı, zenginden alıp fakirlere dağıtan, Kıratı ile Bolu Beyi gibi bir zalime karşı gelip hattini bildiren, mazlumların yardımcısıdır Köroğlu. Peki, halkın bu kadar sevgisini kazanmış bir kahramanın menşei nedir? Köroğlu’nun kimliği üzerine yapılan araştırmalardan elde edilen sonuçlara göre Köroğlu’nun kimliği ilgili olarak çok farklı yorumlar yapılmaktadır. Nisan 2009 56 Köroğlu’nun kimliği hakkında ilk bilgi veren Köroğlu anlatımlarını ilk defa derleyen ve yazıya geçiren kişi Chodzko’dur. 1842 yılında kaleme aldığı eserinde Chodzko Köroğlu’yla ilgili olarak şöyle yazmıştır: “Bizim eserimizde anlatılanların kahramanı Kurroğlou’dur ve kendisi “Tuka” Türkmenlerinden olup Kuzey Horasan’ın yerlilerindendir ve de 17. yüzyılın ikinci yarısında yaşamıştır. Kurroğlou, Khoi( Hoy) ile Erzerum (Erzurum) şehirleri arasında bulunan İran’dan Türkiye’ye uzanan büyük ticaret yolundan ( ipek yol) geçen kervanları yağmalamak ve bu sırada irticalen şiirler söylemek suretiyle adını meşhur etmiştir.” Mirza Velizade, Köroğlu’nu Kafkasya hanlarına isyan eden biri olarak kabul eder, Evliya Çelebi’de Köroğlu’ndan Çerkeş tarafında yaşamış bir haydut olarak bahseder. Boratav’a göre de Köroğlu Celali isyanlarına karışmış bir Celali reisidir. Hatta Boratav bununla ilgili olarak kanıtlar dahi sunmuştur. A. Haydar Avcı da Köroğlu’nu bir Celali lideri olarak göstermiştir. Hatta Avcı biraz daha ileri giderek Köroğlu’nu Sovyet dönemi yazar ve araştırmacılarının üslubuyla sosyalist bir isyancı olarak gösterme gayretlerine de dikkatleri çekmiştir. Araştırmacıların büyük çoğunluğu onun eşkıya olduğu hususunda birleşirken bunun yanında onu eşkıya değil de bir Gazneli Mahmut, bir Mete gibi devlet adamı olduğunu söyleyenlerde bulunmaktadır. Zeki Velidi Toğan; Köroğlu’nu “624 yılında Medyalılarla olan muharebelerde hıyanet yoluyla ele geçirilerek öldürülen tarihi “Saka” kahramanıyla birleştirmektedir. Ayrıca Oğuz rivayetinde “Mete” ile birleştirmektedir. Ziya Gökalp’ göre de Köroğlu karakterinin prototipi Gazneli Mahmut’tur. Bu ve buna benzer yorumlardan anlaşılacağı üzere Köroğlu’nun menşei ile ilgili kesin bir kanıya sahip değiliz. Ama menşei ne olursa olsun Köroğlu günümüzde bir eşkıyaya dönüşmüştür. Onu değerlendirirken bu yönü hep ağır basacaktır. Benim kanaatime göre de Köroğlu bir eşkıyadır. Eşkıya olmadığını iddia edenler onun şahsiyetini kurtarmak için zorlama yorumlar yapmışlardır. Köroğlu gibi yiğit, mert, cesur bir halk kahramanın itibarını kurtarmak için olsa gerek bu zorlama yorumlar. Sonuç olarak en nihayetinde Köroğlu, yol kesip zenginlerin malını zorla ellerinden alan, babasının gözlerini kör eden beyden intikam almaya çalışan bir eşkıyadır. Köroğlu’nun her yöre ve ülkede değişik versiyonları vardır. Ama benim için asıl önemli olan Anadolu ki ağzında anlatılan Bolu Beyi ile girdiği mücadeledeki versiyonudur. Anadolu versiyonunda Köroğlu tipini haklı göstermek için hem devlet adamları, hem zenginleri, hem de adalet mekanizması karalanmıştır. Yani Köroğlu kurtarılırken bu saydıklarımız feda edilmiştir. Köroğlu’nun yaşadığı varsayılan dönemle Köroğlu’nun başından geçen olaylar ve karakterler karşılaştırıldığında Köroğlu Destanı çağın ve dö57 Nisan 2009 nemin anlayışına göre sürekli olarak yorumlandığını göstermektedir. Olayların 15. 16. yy. geçtiği varsayılırsa bu devirde Bolu Beyi gibi bir bey profili mümkün gözükmemektedir. Zaten yazılı kaynaklarda da Bolu Beyi ile ilgili bir belgeye rastlanmamıştır. Osmanlının en iyi olduğu bir dönemde Bolu Beyi gibi acımasız, zalim bir beyin olabileceğini düşünmek mümkün müdür bilemiyorum? Ayrıca orada sadece bolu beyi değil tüm beyler ağalar ve zenginler de yozlaşmış tiplerdir. Adalet dağıtması gereken kadılar rüşvet batağında yüzmektedirler. Köroğlu’nun menşei itibari ile değişik rivayetler( Gazneli Mahmut ya da Mete gibi tarihi karakterler) olsa da bizim bildiğimiz anlamda bir eşkıya karakterine nasıl ve niçin dönüşmüştür ya da dönüştürümlesin de bir kasıt var mıdır? Destana ideolojik bir görev yüklenmiş midir? Yapılan derleme ve çalışmalar ideolojik olma eğiliminde olabilir. Destanlar zaman içerisinde gelişen tarihi olayları da içine alarak yeni yorumlamalar katılabilir. Bu yorumlara ideolojik eklemelerde katılabilir. Nitekim eklenmiş gibi de. Köroğlu destanlarında zengin olmak suç. Köroğlu zenginden zorla alıp fakire fukaraya dağıtır. Zengin malı fakire fukaraya vermeyince suç işliyormuş gibi bir izlenim uyandırılmaktadır. Oysa zenginin malını fakir fukaraya dağıtmak gibi bir mecburiyeti yok. Zengin vergisini verip, zekâtını veriyorsa sorumluluğunu yerine getiriyor demektir. Bundan sonrası onun cömertliğine kalmıştır. Fakire ne kadar çok dağıtırsa o onun isteğine kalmış demektir. Ama asla suçlu değildir. Ha bu arada bu efsanelerde zenginler hep hırsız, acımasız ve yol keserek zengin olmuş karakterler olarak karşımıza çıkmıştır. Yani Köroğlu’nun mücadele ettiği kişiler hep zalim ya da adaletsiz kişilerdir. Sanıyorum bu da Köroğlu’nun yaptığı mücadelenin meşru hale getirilmeye çalışılmasından kaynaklanıyor. Ama sonuçta Köroğlu da çok masum değildir. M. Kaplan Köroğlu tiplemesi için alp tipinin bozulmuş ve yozlaşmış bir şekli olarak bakılması gerektiğini savunmuştur. Köroğlu silah icat oldu mertlik bozuldu diyerek mertlik anlayışından da yanlış yorumlamıştır. Mertlik sadece kılıçla gösterilen bir şey midir? Hayır. Kurşuna topa tüfeğe karşı koymak kılıca karşı koymaktan daha çok mertlik ister. Köroğlu baNisan 2009 basına karşı yapılan haksızlığa cezayı kendisi vermiştir. Bu anlamda en az bolu beyi kadar suçludur. Bu anlamda toplum için kötü bir örnektir. Herkes Köroğlu gibi haksızlığa uğradığında kendi işini kendi görmeye başlarsa vay halimize. Devlet çöker, topluma kargaşa hâkim olur. Ve sapla saman birbirine girer. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna kim karar verecek? Kişinin kendi adalet duygu ve anlayışı. Mesela Köroğlu destanlarına Bolu Beyi’nden daha büyük hükümdarlar varken Köroğlu hiçbir zaman hükümdarla Bolu Beyi’nin durumu hakkında görüşmez. Yapılan haksızlıklarla ilgili olarak hükümdara bilgi vermez ona başvurmaz. Adalet dağıtıcı olarak devlet hiçbir zaman ortada yoktur. Buradan iki sonuç çıkabilir. Ya devlete olan güven yok ki bu da dönem düşünülürse mümkün değildir ya da Köroğlu’nun eşkıyalık tarafı ağır basmaktadır. Anadolu’daki eşkıya kültürünün bu kadar yaygın olmasının altında yatan nedenlerde bir tanesidir Köroğlu destanları. Çünkü Köroğlu destanı ile yetişen insanımız kendilerine örnek olarak bu tipi seçmişlerdir. Bir insanın haksızlığa uğraması ona silah alıp dağa çıkma hakkı tanımaz. Ayrıca bir insanın mert, cesur, arkadaş canlısı olması da onu iyi insan yapmaz. Önemli olan toplumsal düzenin devam etmesi ve o düzenin devamını sağlayan kurumların ayakta kalmasıdır. İşte bu anlamda Köroğlu tipi kişiler toplumsal düzen için tehlike arz etmektedir. Çocuklarımız gençlerimiz hep Köroğlu destanları ile yetişmiş ve hala yetişmektedir. Kendilerini Köroğlu yerine koyuyorlar ve haksızlığa kendilerince karşı koymaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de kendilerini bir kahraman gibi görüyorlar. Hafızamızı şöyle bir zorlayalım. Kendisine Köroğlu tipi çizen kişilerle karşılaşırız. Bir Deniz Gezmiş, bir Abdullah Çatlı, bir “Kurtlar Vadisi’ndeki Polat tipleri dikkatlice incelendiğinde hep o Köroğlu tiplemesi ile karşılaşırız. Bir başkaldırı ve kendi doğruları peşinde koşan tipler. Hep kahraman olarak görürler kendilerini mücadeleyi kendi sahalarına çekerler. Doğruya yanlış yol izleyerek gitmeye çalışırlar. Yaptıklarına kendilerince meşru sebepler ararlar. Ama bu onların yaptıklarını hiçbir zaman meşru göstermez. 58 Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed Canım kurban olsun senin yoluna, Adı güzel, kendi güzel Muhammed, Şefâat eyle bu kemter kuluna, Adı güzel, kendi güzel Muhammed Mü'min olanların çoktur cefâsı, Ahirette olur zevk-u sefâsı, On sekiz bin âlemin Mustafâ'sı, Adı güzel, kendi güzel Muhammed Yedi kat gökleri seyrân eyleyen, Kûrsûn üstünde cevlân eyleyen. Mi'râcda ümmetin Hak’dan dileyen, Adı güzel, kendi güzel Muhammed Ol çâriyâr anın gökler yâridir, Anı seven günahlardan beridir, On sekiz bin âlemin serveridir, Adı güzel, kendi güzel Muhammed Aşık Yunus neyler iki cihânı sensiz, Sen Hak Peygambersin şeksiz, gümânsız Sana uymayanlar gider imânsız, Adı güzel, kendi güzel Muhammed Yunus Emre 59 Nisan 2009 Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE İLAHÎ ADALETİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ Kâinâtta Cenab-ı Hakk'ın adâlet ve mîzânla iş gördüğünün delîli, her şeye hassas mîzânlarla, husûsi ölçülerle sûret giydirmesi, her şeyi yerli yerine koymasıdır. Bu durum Adil-i Mutlak olan Allah'ın, nihayetsiz bir adalet ve mîzân ile iş gördüğünü gösteriyor. Hem, her hak sahibine istidâdı nisbetinde hakkını vermek, yani vücûdunun bütün ihtiyaçlarını, hayatını sürdürmesi için gerekli bütün cihazları en münasip bir tarzda vermek, nihayetsiz bir adâleti gösteriyor1. Allah'ın mutlak âdil olduğunu, zerre kadar zulüm ve haksızlığa razı olmadığını ifade eden Adl ismi, âhireti, mücâzat ve mükâfatı iktizâ eden isimlerin başında gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de, "Kötülükleri işleyenler kendilerini imân edenlerle bir tutacağımızı mı zannediyorlar..." (Câsiye, 21) âyetinde olduğu gibi, muhsin ve musî (iyi ve kötü), sâlih ve fâcir...' in bir tutulmayaNisan 2009 60 cağına, başka bir âlemde, yaptıklarının karşılığını mutlaka göreceklerine dâir pek çok âyet-i kerîme vardır2. Bütün bu âyetler müminlerle kâfirlerin, sâlihlerle fâcirlerin, zâlimlerle mazlûmların... bir tutulmayacağını, birincilerin mükafât, ikincilerin ise, ceza göreceğini, Allah'ın adâletinin bunu iktizâ ettiğini ifâde etmektedir. Bu ceza ve mükâfât, çok kere bu dünyada verilmediğine göre, başka bir âlemde mutlaka verilecek ve Adl ismi tam tecellî edecektir. Akl-ı selim ve sahîh fıtrat bu hakikati göstermektedir. Çünkü, bu dünya hayatında çok kere zâlim, hiç bir cezâ ve musîbete düçar olmadan zulmünde devam ederken, mazlûm ise, perişan vaziyette hayatını sürdürüp, sonra her ikisi de ölüp mezara giriyorlar. Dolayısıyla mazlûmun hakkını zâlimden almak için öte âlemde bir mahkeme gereklidir. Adil olan Allah birbirinden çok farklı ve zıt istikâmetlerde olan bu grupları bir tutup, eşit saymaz. "Yaşamaları da ölümleri de bir (!), ne kötü hükmediyorlar!" (Câsiye, 21) Beşere hayır ve şerri, adalet ve zulmü tefrîk etme kâbiliyetini veren Zât, şer ve zulmü cezâsız, adâlet ve hayrı mükâfâtsız bırakmaz3. İbn-i Abbas Hazretleri, aşırı derecede zâlim birisinin, ne ehline, ne malına ne de sıhhat ve bedenine bir bela ilişmeden, hiç bir musîbete marûz kalmadan öldüğünü görünce, "Şehâdet ederim ki, insanlar için zalimden mazlûmun hakkının alınacağı bir hesap günü vardır" buyurarak, bu delîli mülâhaza etmiş ve bu hakîkâte işârette bulunmuştur4 İnsanlarda adalet sevgisi, adaleti araştırma ve gerçekleştirme arzusu fıtrîdir. Ehl-i fikr'in dediği gibi, suya susamak suyun varlığına delâlet ettiği gibi, adalete susamak da, adâletin varlığına delâlet eder... Bu dünyada tam olarak mevcut olmadığına göre, mutlaka bir gün, bir vakitte bu adâletin tahakkuku için mizânlar nasbolunacaktır. Fransız hâkimlerinden biri, Fransa'daki kazâ tarihini ele alıp bu mevzuda bir kitap yayınlayarak, hakkında idâm veya para cezası gibi hükümler verilmiş ancak sonradan suçsuz oldukları ortaya çıkmış zanlılara dâir pek çok olay, yine zanlıların suçsuz görülüp de daha sonra suçlu oldukları ispatlanan pek çok hâdise sıralamış, neticede şöyle demiştir: "İnsanların, bu dünyadaki kazâ (hüküm) hatalarının karşılığını görmeleri için, hükmü mazlumlara insâf, suçlulara men yoluyla gerçekleşecek, kendisine hiç bir şeyin gizli kalmayacağı, her şeyi bilen bir başka Hâkim'in huzurunda, bir başka âlemde mücâzât ve hesap görmeleri, gerekli ve kat'idir"9 Bazı âyetlerde ise, zâlim ve mücrim kâvimlerin kötü akibetleri, helâk edilmeleri nakledilerek, böylelerinin âhirette de cezâya marûz kalacaklarına işârette bulunulmuştur. Nitekim, Alûsî'nin beyan ettiği üzere, "Zâlim memleketleri yakaladığında Rabbin'in yakalaması işte böyledir! O'nun yakalaması çok elem verici ve çok çetindir. İşte bunda âhiret azabından korkanlar için şüphesiz, bir ibret vardır..." (Hûd, 102-103) âyetinden maksat, dünyada mücrimlerin başına gelen elîm azâbı gören kimsenin, âhirette va'd olunan azâbı düşünerek ibret almasıdır, dendiği gibi, bu âyetten muradın, âhirette mücrimlerin azâba marûz kalacaklarına dâir bir delîl olduğu da söylenmiştir. Çünkü, mücrimler cürümleri sebebiyle daru'l-amel olan bu dünyada cezâ gördüklerine göre, dâru'lcezâ olan âhirette azâp görmeleri daha evlâdır. Yine bu âyette diriliş ve mücazâta dâir delil bulunduğu da söylenmiştir. Şöyle ki, peygamberler kendilerini yalanlayanların ve Allah'a şirk koşanların helâk edileceğini haber vermişler ve haber verdikleri şey aynen gerçekleşmiştir. Bu durum, peygamberlerin sâdık olduğunu gösteren delîllerdendir. Öyleyse onlar diriliş, mücazât gibi mevzulara dâir verdikleri haberlerde de doğrudurlar. O halde diriliş ve mücâzâtın gerçekleşmesi kesindir5. Mevdudî de, "Fecre, on geceye, çifte ve teke, karanlığıyla bürüyen geceye yemin ede61 Nisan 2009 rim ki, bunlarda akıl sâhipleri için bir yemin vardır. Bak! Rabbin Ad kavmine ne yaptı..." (Fecr, 1-7) âyetinde böyle bir mananın olduğuna dikkât çekerek, dünya hayatında zâlim kavimlerin helâk edilmesinin ilâhî adâletin bir tecellisi olduğu gibi, cezâsı bu dünyada verilmeyenlerin veya cezâsı bu dünya hayatına sığmayanların cezâsının da âhirette verileceğinin ilâhî adâletin bir gereği olduğuna işâret ediyor6. leşeceği bildirildikten sonra, "Semûd ve Ad kavimleri kıyameti yalanladılar..." âyetleriyle dünyadaki kâfir ve fâsık kavimlerin cezâlandırılmaları âhirete delîl sadedinde zikredilmiştir. Yani mâdem Allah bu dünyada onları böyle bir cezâya çarpmıştır, o halde başkalarını da başı boş bırakmayacak, cezâlarını vererek ilahî adâletini tahakkuk ettirecektir. "Yevmu'l-fasl'ın ne olduğunu nereden bileceksin! O gün vay haline yalanlayanların! Biz öncekileri helâk etmedik mi? sonra diğerlerini de onlara tabi kılacağız. Mücrimlere böyle yaparız! O gün vay haline yalanlayanların!.." (Murselât, 14-19) âyetlerinde de, önceki kavimlerin ve onların ardından daha başkalarının helâk edilmesinin, yevmu'l-fasl olan âhiret günü için delîl sadedinde zikrolunduğu açıktır. Tarih boyunca milyonlarca insana zulmetmiş, çoluk çocuğu katletmiş, namuslara tecâvüz etmiş, hayatını zulüm, kan günah... içinde geçirmiş pek çok zâlim kimseler, hükümdarlar var. Bunlar cezâ görmeden, pek çoğu safâ içinde bu dünyadan çekip gittiler... Acaba, onlar mezara girdiklerinde her şey bitecek mi? İlahî adâlet onların yakasına yapışmayacak mı, mazlumların haklarını onlardan almayacak mı!? Elbetteki alacak, mazlûmların âh ve efgânını yerde bırakmayacaktır... Yine, "Vuku bulacak olan; nedir o vuku bulacak olan? Vuku bulacak olan şeyin ne olduğunu nereden bileceksin!" (Hâkka, 1-3) âyetlerinde de, âhiretin hak olduğu kıyametin mutlaka gerçek- Böyle zâlimlerin aksine, hayatını Allah'ın emirlerini yerine getirmeye adamış, devamlı iyi işlerle meşgûl olmuş, buna rağmen dünya hayatında hakaret ve eziyetten başka bir şey görmemiş in- Nisan 2009 62 sanların da, kabre girip yok olmaları, iyiliklerinin karşılığını görmemeleri düşünülemez. Zalimin zulmunü gördüğü halde, onu engellemeyip, cezalandırmayan ya aczinden, ya cehlinden, ya da zulme rızasından dolayı böyle davranır. Bu üç vasıf da Allah hakkında muhaldir. O halde, Allah mazlûmun hakkını zâlimden alacaktır. Bu durum dünya hayatında gerçekleşmediğine göre, bu hayattan sonra gelen diğer bir âlemde hasıl olması gerekir. İşte, "mücâzât gününün sâhibi" (Bakara, 4) âyetinden ve "kim zerre kadar hayır işlerse onu görür, kim de zerre kadar şer işlerse onu görür" (Zilzâl, 7-8) âyetlerinden murad da budur7. Vahiduddin Han bu mevzuda şöyle diyor: "Bu dünya hayatının bütün sahneleri elîm bir trajediyle bitmek için mi kurulmuştur!? Fıtratımız hayır! diyor. İnsan vicdanındaki adâlet ve insâf dâileri, böyle bir ihtimalin olmayacağını iktizâ ediyor. O halde hak ve bâtılın birbirinden ayrılacağı bir gün lazımdır. Zâlim ve mazlûmun yaptıklarının semerelerini görmeleri gerekir. Bu mesele, tarihî gerçekler açısından ve insan fıtratı açısından gözden uzak tutulmayacak bir meseledir... Olmuş olanla, olması gereken arasındaki korkunç mesâfe, yeni bir hayat için başka bir sahnenin hazırlandığına delâlet ediyor. Bu büyük boşluk, hayatın tekmîlini gerekli kılıyor..."8 Fransız hâkimlerinden biri, Fransa'daki kazâ tarihini ele alıp bu mevzuda bir kitap yayınlayarak, hakkında idâm veya para cezası gibi hükümler verilmiş ancak sonradan suçsuz oldukları ortaya çıkmış zanlılara dâir pek çok olay, yine zanlıların suçsuz görülüp de daha sonra suçlu oldukları ispatlanan pek çok hâdise sıralamış, neticede şöyle demiştir: "İnsanların, bu dünyadaki kazâ (hüküm) hatalarının karşılığını görmeleri için, hükmü mazlumlara insâf, suçlulara men yoluyla gerçekleşecek, kendisine hiç bir şeyin gizli kalmayacağı, her şeyi bilen bir başka Hâkim'in huzurunda, bir başka âlemde mücâzât ve hesap görmeleri, gerekli ve kat'idir"9. hadsen onu gösteriyor. Masiyetin ekseriya dünyada olan akibeti, bir emâre-i hadsiyedir ki, cezâsında bir ikâb vardır. Çünkü herkes husûsî bir tecrübe ile hadsen görüyor ki, hiç bir münasebet-i tabiiyye olmadığı halde, masiyet bir netice-i seyyie'ye müncer olur (kötü bir sonuçla biter). Bu kadar kesret ve vüs'atle tesâdüf olmaz. Eğer şu umum muhtelif hususî tecrübeler nazara alınsa görünür ki, nokta-i iştirak (ortak nokta) yalnız tabiat-ı masiyettir ki, cezâyı istilzâm ediyor. Demek cezâ masiyetin lâzım-ı zâtisidir. Madem ki, dünyada fi'lcümle (kısmen) bu lâzım, sırf tabiat-ı masiyet için terettüp ediyor, elbette bu dâr'da terettüb etmeyen başka dâr'da terettüb edecektir. Acaba kim var ki, küçücük bir tecrübe geçirmemiş ve dememiş ki, falan adam fenalık etti, belâsını buldu" 10. Adl İsmi'ne işâretle âhiretin, hesâp ve mücazât gününün vuku bulacağını gösteren âyetlerden diğer bir kısmı ise, insanların, hakkında ihtilafa düştükleri, birbirlerini yalanladıkları mevzuların, aydınlığa kavuşturulması için, hesâp gününün geleceğini haber veren âyetlerdir. Bu hakikate işâret eden bir âyet-i kerimede şöyle buyruluyor: "Onlara hakkında ihtilaf ettikleri şeyleri açıklığa kavuştursun ve kâfirler yalancı olduklarını bilsinler diye..." (Nahl, 39) Çünkü insanlar bu dünya hayatında pek çok mevzuda ihtilafa düşerler, kim haklı, kim haksız; kim doğru, kim yalancı; kim zâlim kim mazlûm belli olmayabilir. İşte ilâhî adâlet bu ihtilafları çözüp, zâlimi mazlumdan, yalancıyı doğrudan, haklıyı haksızdan ayırdetmeyi iktizâ eder. O halde âhiret ve hesap günü gereklidir. Böylece gerçekler gözler önüne serilecek... İlahi adâletin tecellîsiyle müminler cennete, kâfirler de cehenneme girerek kim doğru, kim yalancı açık bir şekilde ortaya çıkacaktır. "Kıyamet günü için adalet terazilerini kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez. (İnsanın yaptığı iş) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Hesap gören olarak biz yeteriz" (Enbiyâ, 47). ........................................................................................ *. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. Değil sadece geçmiş mücrim kavimlerin helâki , pek çok günahkâr insanın başlarına gelen belâ ve musîbetler de, günahın cezâyı, cezânın da ahireti gerektirdiğinin bir delilidir. Nursî, "fâcirler de cehennemdedir" (İnfitâr, 14) âyetini tefsîr sadedinde bu manâda şöyle diyor: "Akibet ikâba delildir, 1. Nursî, Sözler, s. 66., 2. Misâl için bkz. Casiye, 21-26; Sâd, 28; Secde,18; Ğâfir, 51; Kalem, 36. , 3. Bkz. Cevherî,V,1.cüz, s.110; İbn Aşûr, XI, 92; Merağî, XXIII,115-116; Kutub, fî Zılâl, III,1764-; Tabatabaî, XI,10-11; XXV,356; Han, el-İslâmu Yetehaddâ, s.99-100; Cisr, Hüseyn, Risâletu'l-Hâmidiyye, s. 291-293; Mevdudî, Mebadiu'l-İslâm, s. 123., 4. Süleyman b. Abdulkâvî et-Tûfî. Tefsîru Suver, thk. Ali Huseyn el-Bevvâb, Riyad, 1992, s.73., 5. Alusî, XII;138., 6. Bkz. Mevdudî, VII,113-115., 7. Razî, I,192., 8. Han, el-İslâmu Yetehaddâ, s. 96., 9. Şehâte, I, 83-84., 10. Nursî, Sünûhat, s.1213. Kezâ bkz. Asar-ı Bediiyye, s. 553. 63 Nisan 2009 T a k d i r’ e Rı z a Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden Mus’ab bin Sa’d (r.a), babasının “Rasulullah (s.a.v)’in Allah’a sığındığı keyfiyetlerden siz de Allah’a sığınınız!” dediğini ve Efendimiz (s.a.v)’den şu duayı rivayet ettiğini söylemektedir: “Allah’ım! Korkaklıktan sana sığınırım. Cimrilikten sana sığınırım. Başkalarına yük olacak derecede ihtiyarlamaktan sana sığınırım. Dünya musibetinden sana sığınırım, kabir azabından sana sığınırım.” Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz, kendisini Hak Teâlâ’dan koparan şeylerden Allah’a sığınırdı. Muhakkak ki korkaklık, Hak sözünü söylemekten alıkoyar. Cimrilik, Hakk’ı talep etmeyi engeller. Ömrün bunaklık zamanı, insanı Hak yolunda gayret etmekten uzaklaştırır. Dünya fitnesi, Hak’la kul arasındaki irtibatı koparır. Kabir azabı ise işte bütün bunların sonucudur. Allah korusun! Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu sığınmasının içerisinde, korkaklık ve cimrilikten kurtulmak için gayret göstermeye ve Allah’tan başka her şeyden uzaklaşmaya teşvik vardır. Âriflerden arzusu da budur. Ey oğul! Bil ki kul, Allah’ın hükmettiği şeyler üzerinde hâkim, emir ve takdir ettiği şeyleri bilen ve onlara güç yetiren olduğunu ve Allah’ın sevdiği ve nefret ettiği şeyleri bilmediğini anladığı zaman, Hakk’ın hikmetine ve kaderine razı olur. Rıza her şeye hâkim olan Allah’a teslim olarak, kendi ihtiyarını terk etmek ve kalbin huzur bulmasıdır. Hakk’ın hükmüne ve takdirine razı olmak kadar nefse ağır gelen bir şey yoktur. Çünkü takdire razı olma, nefsin ve arzuların hoşuna giden şeylerin zıddınadır. Ne mutlu Allah’ın rızasını, nefsinin rızasına tercih eden kimseye! Musa (a.s)’ın, bir münacatında şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “İlahî! Daha önce hiçbir beşerle konuşmamışken, konuşmak için beni seçtin. Senin rızanı kazandıracak ameli bana göster”. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle vahyetti: “Ey Musa! Benim senden razı olmam, senin benim takdirime razı olmanla mümkündür”. Dârânî (r.a) rıza hakkında der ki: Ey iyileri ıslah eden, ey senden korkanların dostu, ey cemâline hayran olanların delili, ey âriflerin can yoldaşı, ey merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbimiz! Bizi sevdiklerinden ve râzı olduklarından eyle. 64 “Bir parçacık da olsa rızadan nasip almak dilerim. İşte bu yüzden, Hak Teâlâ beni ateşe atsa dahi buna razı olurum. Rıza hususunda, insanların en üstünü irfân sahipleridir. Rıza, Allah’ın en yüce ve şerefli kapısıdır”. Bir kitapta rivayet edildiğine göre, Cebrail (a.s) bir gün yeryüzüne indiğinde üzerinde sekinet hâli olan bir adam görünce; “Ya Rabbi, ne kadar güzel bir adam!” der. Allah Teâlâ, “Ey Cebrail, levh-i mahfuza bir bak! Onun ismini cehennemliklerin arasında göreceksin” diye buyurur. Bunun üzerine Cebrail (a.s) bunun sebebini sorar. Allah, “Benim yaptıklarımdan hesap sorulmaz! Kullarım hakkındaki bilgiyi ancak dilediğime veririm” diye buyurur. Cebrail (a.s) gördüklerini o adama bildirmek için, Allah’tan izin isteyince Allah ona izin verir. Cebrail (a.s) hemen yeryüzüne inerek, adama durumu bildirir. Bunun üzerine adam, secdeye kapanarak şöyle yalvarır: “Ey Mevlâm! Senin hükmüne ve takdirine hamd olsun. Bütün hamd edenlerin hamdlerinin en yücesiyle sana hamd ederim. Bütün şükredenlerin şükürlerinin en ziyadesiyle sana şükrederim. Adamın bu şükrü karşısında, Cebrail (a.s) söylediği şeyi, adamın duymadığını zanneder. Adama “Ey Allah’ın kulu! Sen benim ne söylediğimi duymuyor musun?” diye sorunca adam, “Tamam anladım, sen bana ismimin levh-i mahfuzda kayıtlı olan cehennemliklerin isimleri arasında bulunduğunu bildirdin” deyince, Cebrail (a.s) şaşırarak, adama neden hamd ve şükrettiğini sorar. Adam, “Hayret doğrusu! Allah, bütün ilminin, rahmetinin, hilminin, Rabbanî inceliklerinin ve hikmetinin hakikatlerini kemâliyle bir şeyi emredecek ve ben de O’ndan razı olmayacağım! Allah koru- sun!” diyerek tekrar secdeye kapanır, Allah’ı tesbih ve O’na hamd etmeye başlar. Bu manzara karşısında Cebrail (a.s) Allah’ın katına geri döner. Allah; “Levh-i mahfuza tekrar bir bak, ne göreceksin?” diye buyurunca, Cebrail (a.s) o adamın ismini cennetliklerin isimleri arasında gördü. Bunun üzerine Allah, “Ey Cebrail, gördüğün üzere benim yaptıklarımdan hesap sorulmaz” buyurur. Cebrail (a.s) yine olanı biteni adama haber vermek için Allah’tan izin alır ve adamın yanına gider. Ona gördüklerini anlatınca adam şöyle diyerek şükreder: “Ey Mevlâm ve sahibim! Senin hükmüne ve takdirine hamd olsun. Bütün hamd edenlerin hamdlerinin en yücesiyle sana hamd ederim. Bütün şükredenlerin şükürlerinin en ziyadesiyle sana şükrederim”. Cebrail (a.s) adamın Hakk’a ve O’nun hükmüne rızasının derecesine hayret ederek makâmına geri döner. Allah, peygamberlerinden birine, falanca adama giderek, kendisinin cehennemliklerden olduğunu bildirmesini buyurur. Peygamber, bu mesajı adama ulaştırdığı vakit adam şöyle diyerek Allah’a hamd eder: “Allah’ın takdirine hamd olsun. O’nun emri, başım üstüne! Hükmü karşısında boynum kıldan incedir”. Bunun üzerine Allah Teâlâ peygamberine, ikinci kez adamın yanına varıp takdirine razı olması sebebiyle onu affettiğini kendisine haber vermesini ister. Af fermanıi adama ulaşınca, iç çekerek yere yığılır ve ruhunu teslim eder. 65 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA [email protected] PEYGAMBERİMİZ (S.A.V) VE ŞAKA Arkadaşlar, peygamber efendimizin nasıl şakalar yaptığını biliyor musunuz? Tabi ki onun yaptığı şakalar kendi aramızda yaptığımız şakalar gibi değilmiş. Herkes gibi Peygamberimiz de şaka yapar, lâtifeli konuşur, ama hiçbir zaman yalan söylemezmiş. Çünkü şaka yollu da olsa, yalan yalandır. Peygamber Efendimiz bir yandan yeri geldikçe şaka yaparken, diğer yandan da Sahabîlerin yersiz şaka yapmamaları konusunda uyarıda bulunurlarmış. Etrafındakiler: "Yâ Resulallah, siz de şaka yapıyorsunuz." Diye sorduklarında, Peygamberimiz şöyle cevaplarmış: "Evet, ben de şaka yaparım, fakat şaka yaparken bile sadece hakikati söylerim." Bunun yanında, Peygamberimiz insanlarla alay etmez, hafife almaz, dalga geçmez, küçük düşürmez, mahcup etmez, zor durumda bırakmaz, "işletme" gibi olumsuz tavırları hoş karşılamazmış. Peygamberimizin yaptığı şakalar yerli yerinde ve mesaj doluymuş. Lüzumsuz ve yersiz değil, daha çok gönül alıcı ve sevindirici şakalar yaparmış. Bizde şaka yaparken bu ölçülere dikkat etmemiz gerekir. Şimdi efendimizin yapmış olduğu şakalardan bir kaçına bakalım mı? Ne dersiniz? "Bir gün adamın biri Peygamber Efendimizin huzuruna gelmiş ve kendisinden bir binek hayvanı istemiş. "Peygamberimiz ona, Peki, sana bir dişi deve yavrusu vereyim mi? diye takılmış. "Adamcağız, Yâ Rasulallah, ben sizden bir binek istiyorum, dişi deve yavrusunu ne yapayım?" demiş. "Peygamber Efendimiz gülerek: "Bütün develer dişi deve yavrusu değil midir? buyurmuşlar." Peygamber Efendimiz (s.a.v) Hz. Ali ile beraber kahvaltı etmektedirler, Hz Muhammed (s.a.v)'in yüzünde muzip bir gülümseme belirir ve yediği zeytinlerin çekirdeklerini Hz. Ali'nin önüne yığar. Sonrada Ali'ye zeytin çekirdeklerini göstererek: "Ey Ali ne kadar çok zeytin yemişsin". der. Hz. Ali görünümü gayet ciddi bir şekilde cevap verir. "Ey Allah'ın elçisi ,sizde çekirdekleri ile birlikte yemişsiniz,baksanıza önünüzde hiç çekirdek yok" der. İkisi tebessümle birlikte gönül sofrasında doyar. KIZ ÇOCUKLARINDAN EFENDİSİNE SELAM Efendim! sen gelmeden önce; "Cahiliyye Araplarında bir çirkin âdet yaygınmış. Kız çocuklarının canına kıyarlarmış." Şayet bir kadın bebek bekliyorsa, doğum sancıları başladığında çöle götürülüp kendisine o haliyle bir çukur kazdırılırmış. Sonrasında orada doğum yapması beklenilir ve şayet bebek kız ise o çukura diri diri gömülerek doğan kız çocuğundan kimse haberdar olmadan öldürülürmüş. Durumu soranlara da ölü doğduğu söylenilerek olay örtbas edilirmiş. Bazı babalarsa yine evladını rızık endişesiyle veyahut cimrilik nedeniyle, öldürdü denmesin diye kız çocuklarını 4-5 yaşına Nisan 2009 kadar büyütür daha sonra kararlaştırılan bir gün en güzel kıyafetleri giydirilip, dayına gidiyoruz denilerek daha evvel kazılmış olan çukurun yanına götürüp diri diri toprağa gömülürmüş. Efendim! Evladını diri diri toprağa gömecek kadar canavarlaşan bu topluma kız-erkek ayrımını ortadan kaldırıp, onlara eşit davranılmasını sağladın. Eğer bu cahilliği ortadan kaldırmasaydın, belki bugün bizde yaşamıyor olacaktık. Seni ve bizleri yaratan yüce Allah’ı tanımadan, suçsuz bir şekilde öldürülecektik. Minnettarız sana efendim! salat ve selam üzerine olsun, kevserde buluşmak üzere. 66 ASR-I SAADET ÇOCUKLARININ DİLİNDEN EFENDİMİZ Asr-ı Saadet Çocuklarının Dilinden Efendimiz Sevgili arkadaşlar size asr-ı saadetten yani peygamberimizin yaşadığı dönemden sesleniyorum. Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) biz çocuklara nasıl davrandığını merak ediyor musunuz? O zaman hemen söyleyeyim: Arkadaşlar, Peygamberimiz (s.a.s.) biz çocuklara olan şefkati ve sevgisi bambaşkaydı. Biz çocuklardan birini gördüğü zaman mübarek yüzünü neşe ve sevinç kaplardı. Bizi kollarının arasına alır, kucaklar, okşar, sever ve öperdi. Bizi gördüğü zaman selâm verir, halimizi hatırımızı sorardı. Binekli bulunduğu zaman bizleri bineğinin arkasına alır, gidecekleri yere kadar götürürdü. Biz çocuklarla arkadaşça konuşur, bizimle şakalaşır, sohbet eder, öğütler verirdi. Bizlerle oyun bile oynardı. Bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu. Bizde onu çok severdik. Büyükler ve küçükler hepimiz çok mutluyduk. İşte bunun için O’nun yaşadığı zamana “ Mutluluk Çağı” denmektedir. BULMACA 7- İBRAHİM 4- RUKAYYE, 5- ABDULLAH, 6- ZEYNEB Sorular 1- ÜMMÜ GÜLSÜM, 2- FATIMA, 3- KASIM, BULMACANIN CEVABI 1- Peygamber efendimiz (s.a.v) üçüncü kızı 2- Peygamber efendimiz (s.a.v) dördüncü ve son kızı 3- Peygamber efendimiz (s.a.v) birinci oğlu 4- Peygamber efendimiz (s.a.v) ikinci kızı 5- Peygamber efendimiz (s.a.v) Hadice-tül- Kübra'dan olan son çocuğu 6- Peygamber efendimiz (s.a.v) birinci kızı 7- Peygamber efendimiz (s.a.v) oğullarının üçüncüsü ve çocuklarının sonuncusu 67 Nisan 2009 Raşid GANNUŞİ İslami Davet Neden Siyasallaştı? İslami hareketler kitap, sünnet ve icma bakımından İslamı kaynak alsa bile bu hareketler ortaya çıkış şartlarının farklı olması hasebiyle muhtelif görünümlere sahiptir. Yabancı işgaline boyun eğmiş bir ülkede en büyük dert bağımsızlık olurken, kültürel saldırı ve İslam ülkesi kimliğine baskın gelen laikliğin etkilerini yaşayan bir ülkede ise İslami hareketlerin en büyük kaygısı, İslami kimliğin temel unsurlarını savunmak ve fikri, inanç ve eğitim alanında hakim laik darbelere karşı koymaktır. Bu, Tunus’un 60’ların sonunda içinde bulunduğu durumdur. Fikri, davetsel hareketin siyasallaşmadan devam etmesi mümkündü. Ama bu neden gerçekleşmedi? 1- Bağımsızlığın üzerinden 15 sene geçmeden Burgiba modernliğiNisan 2009 68 nin tohumları meyvesini vermeye başladı. Burada aşırı merkeziyetçi, modern devletin kurumları inanç, değerler, ritüeller ve kuruluşlar bazında İslamı parçalamak için kullanıldı. Öne sürülen gerekçe, İslamın Burgiba’nın benimsediği “modern devletler kafilesine katılmak” sloganının özetlediği devletin yüce çıkarları için en büyük engeli teşkil etmesiydi. Bağımsızlık kararlarının ilk görüntüsü: Tunus’un Arap-İslam kimliğinin temel unsurlarını koruyan, Afrika’da İslam medeniyetinin en büyük kalesi, o vakit farklı seviyelerde 27 bin öğrencinin eğitim gördüğü, ıslah yolunda çok büyük yol kat etmiş, İslam ve Arapça çerçevesinde modern eğitim de veren Zeytuniye kurumunu dağıtmak oldu. Bu kurumun ortadan kaldırılması binanın temeline balyoz indirmek, ülkenin kimliğini sarsmak, dil, din ve ahlakı hedef almakla eş değerdi. Darbeler peş peşe gelmeye devam etti. Şeriat mahkemelerinin kapatılması, zirai gayri menkullerin yaklaşık üçte birinde tasarruf hakkı olan ve bunu eğitim gibi sivil toplum kuruluşlarının hizmetinde kullanan vakıfların müsadere edilmesi bu darbeler arasındadır. Hatta dini ritüeller bile bu saldırıdan kurtulamadı. Bizzat devlet başkanı tarafından 1961 Ramazan ayının ilk günü Ramazan’ın kutsallığına resmi olarak halel getirildi. Devlet başkanı geri kalmışlıkla cihat fetvası vererek öğle vakti halk önünde alenen bir bardak meyve suyu içti. Hatta İslamın ilahlık, nübüvvet, cennet, cehennem, peygamber mucizeleri ve Kur’an gibi temel büyük akideleri bile saldırıya maruz kaldı. Bütün bu akideler başkanın söylevlerinde bombardımana uğradılar. Bu duru, İslam alemindeki büyük imamların onun tövbe etmesini istemesine sebep oldu. Bağımsızlık devleti kadını özgürleştirme adıyla doğum kontrol, kürtaj, zinanın mubahlığı –karşılıklı anlaşma olması şartıyla- ve başörtünün yasaklanması gibi kapsamlı stratejiler benimsedi. Bütün bunlar 40 sene içinde neslin kuruması, ailenin parçalanması, toplumsal yapının tamamının çözülmesi ve onun içine kapanık, genç nüfusu olmayan, yok olmaya yüz tutmuş bir hale gelmesine sebep olup, nüfusun artmasından şikayet eden 3. dünya ve İslam dünyası ülkelerinde bir ilki teşkil etti. Bu sayede ülkenin ihtiyacı daha fazla okul açmak değil kaynakların kuruması için yüzlerce okulun kapısını kapatmak oldu. Buradan, 2009’da lise diplomasını alanların sayısı geçen seneye oranla 17 bin azalmıştır. Buna ek olarak evlilik oranı düşmüş, boşanma, evlenmeme ve suç oranında artış olmuştur. Bunların hepsi Faşist, laik, radikal bir rejimin meyvesidir. Bağımsızlık döneminde devlet gücüyle bunlar yerleştirilmiş ve “sahte” modernleşme adıyla pazarlanmıştır. 2- İslamın temellerinde yenilik ve ritüellerine bağlı kalma çağrısıyla İslami hareket 70’lerin başında doğdu. İslami hareketlerin günlük siyasetle ilişkisi hassastır. Bu ilişki, Tunus halkının kimlik değerleri, Batı dünyasının küçük bir bağımlısı değil Arap, Müslüman 69 Nisan 2009 ve ümmetin bir parçası olarak varlığı ve devamını savunan önemli savunma kalkanlarından biri olmasından kaynaklanmaktadır. Tehlike hissinin artması sebebiyle kimlik değerleri üzerindeki güçlü talep süratle gelişti. Ve Allah’ın yardımıyla camiler, yüce kitap, ibadetler ve İslami değerler yeniden hayat buldu. İslami kimlikle enstitü ve üniversitelerdeki modern dünya arasında köprü kuruldu. Ve İslam, müminleri bütün faaliyet ve tuttukları yolda dini sadece Allah’a has kılarak, bütün benlikleriyle tek ona kulluk etmeye çağıran bir bakıştan hareketle toplumun bütün sendikal, kültürel ve siyasi kurumlarına yayıldı. 3- Vatandaşın, kanun hakimiyetinin olduğu demokratik bir rejimin gölgesinde istediği faaliyeti seçme özgürlüğü vardır. Bu faaliyetleri yürüten örgüte katılır. Bu, siyasi olabileceği gibi bununla uzaktan yakında ilişkisi olmayan bir örgüt de olabilir. Siyasetle çatışmadan istediği faaliyeti en yüksek düzeyde gerçekleştirebilir. Fakat monarşist, merkeziyetçi bir rejimde atıl ve ılımlı bir yaşamı seçmediğin sürece siyasetin seni her zaman takip ettiğini ve neye yönelsen seni kuşattığını görürsün. Başkanın her yere dağılmış olan resimleri; her şeye hakim, her yerde var olan, onun yolundan farklı bir yol tutmayı isteyen herkesi tehdit eden ve insanların zihinlerinde Allah’a ait olan yeri kapmaya çalışan bir yönetimin sembolüdür. Bu yüzden sabah namazından sonra futbol oynamayı adet edinmiş birçok genç tutuklandı ve önceden izin almamakla suçlandılar. Polisler ahlaksız, bayağı ve günah kaynağı şarkılar yerine dini müziklerin çalındığı düğün törenlerini muhafazakar hareketler olması itibarıyla bastı ve düğünler mateme döndü. 4- Böyle bir rejimin gölgesinde İslami davetin normal olarak gelişmesi için kendi haline bırakılacağı düşünülemez. Hatta “Tebliğ Cemaati” gibi siyasetten uzak bile olsalar tutuklanırlar. İlk çatışma rejimin kendi mülkü olarak gördüğü, imamlarını iktidar partisinden hatta çoğu zaman emekli polislerden seçtiği, davetçilerin de –İslam medeniyet tarihinde olduğu gibi- onu Allah’ın mülkü olarak gördüğü, alimleri, cemiyetleri, mezhepleri ve yollarıyla sivil toplumun ettiği camilerde oldu. Çatışma üniversite ve enstitülere taşındı. Sokak ve bazı hallerde de dağlarda son buldu. Otokrat bir toplumda Nisan 2009 alternatifin yoktur. Baskıcı zebaniler her yolun başını tutmuştur onlarla çarpışmaktan kaçamazsın. Siyaset riskini göze alır, kanunlarından başlayıp bu kanunları yapanları ya da kanun hükmüne ve insan iradesine boyun eğenleri tasfiye ederek istibdat ile yüzleşirsin. Bu yüzden İslami hareketler her yerde kültürel davet hareketi olarak doğmuş olsa bile biraz gelişme kaydedince diktatör devletin dikkatini çekmiş ve bütün toplar ona çevrilmiştir. Hala İslami hareketlere ve uysal bir muhalif olmayı reddeden diğerlerine bu şekilde davranılmaktadır. Böyle bir devlette istibdat yönetimiyle çatışmaya götüren siyasetten kaçış yoktur. Demokratik rejimlerdeki muhalefet ve onun otoriteyle rekabet etme ve hatta onun yerine geçme hakkı otokrasinin olduğu yerde söz konusu değildir. Çatışma işgalciden daha kötü hatta onun vekiliyle olmaktadır. Bu, istibdat yönetiminde sivil bir toplumdan bahsetmeyi işgalciyle barış yapmaktan bahsetmeye benzeyen bir düş haline getirmektedir. 5- Modern, monarşist, aşırı merkeziyetçi ve kapsamlı böyle bir rejimin; ister kendi partisinden olsun (İbn Yusuf Cemaati, el-Mestiri ve İbn Salih) ister dışardan olsun (solcular, komünistler, sendikacılar, liberaller, Arapçılar, İslamcılar, hukukçular…) muhaliflerinin her türlü eğilimine baskı uygulaması kaçınılmazdır. Bu çeşit bir rejim kültürel, siyasi ve hatta sportif hiçbir aktivistin kendi sistemi dışında ortaya çıkmasına olanak sağlamaz ve ondan bağımsız gelişmesine fırsat vermez. Bu rejimin dışındaki her şey onunla değişmez bir varlık mücadelesi içindedir. Mücadeleyi kazanamayan ya yok olur ya kuşatılır. Bu sebeple bağımsızlık devletinin tarihini siyasi akımlar arasında otorite değişimi değil hegemonya, hapis, işkence, deri yüzmek ve sürgün tarihi olarak kabul etmek mümkündür. Hapishaneler bir an bile boş kalmadı. Solcular hapishanede Yusufçuların yerini aldı, sendikacılar solcuların. 1981’den bu yana da İslamcılar bu kişilerin yerini almış durumdadır. O vakit 500 İslamcı hapsedildi, 1987’de on binlercesi, 1992’de de 30 bin kişi. Son dönemde hareketin eski başkanı tıp fakültesi hocası Sadık Şuru çoğunluğunu hücre hapsinde ve işkence altında geçirdiği 18 yıldan sonra tekrar hapse atıldı. 70 Çünkü Şuru bazı basın organlarına hala Nahda hareketine bağlı olmaktan gurur duyduğu açıklamasını yapmaya cüret etmiş ve yasal eylem yapmasına izin verilmesini istemişti. Bunun üzerine yeniden tutuklandı ve 1 sene hapis cezasına mahkum edildi. 1989 seçimlerinde hareketini ezici bir galibiyete taşıması kabul edilmedi ve seçimleri yalanlamaya, kazananları da ortadan kaldırmaya kara verdiler. 6- Kurumsal teori açısından ise; siyaset İslamın bir ilavesi ya da ona yabancı bir şey değil aksine onun temelidir. Eğer herkes İslamı ve siyaseti gerçek manasıyla anlarsa –siyasetin, aralarında adaleti sağlayıp, birlikte yaşama, mutluluğu sağlama ve birbirlerine düşmelerine engel olmayla insanların işlerini yürütme sanatı olması itibarıylainsanların rablerini, yaratılış amaçlarını, eşitliği ve er ya da geç onlara saadeti getirecek ritüelleri tanımalarına engel teşkil edecek tümsekler oluşmaz. Bu İslamı yapısal olarak siyasi kılar. İslam, yapısının temelini oluşturan tevhitten hareketle ister inanç, ister ferdi davranışlar ya da toplumsal düzeyde olsun Allah’ın şeriatından kaynaklanmayan yasa koyucu kaynaklara boyun eğilerek yapılan hiçbir şirk çeşidini kabul etmez. “O gökte de ilahtır yerde de ilahtır.” Müslüman toplumda demokratik rejimin enstrümanları bu bağlantı için en iyi yolu temsil eder. 7- Tarihi olarak; Mekke döneminden bu yana –Müslüman toplum cahiliye geleneklerinin gölgesi altında yaşıyor olsa bile- Müslüman toplumu İslam hükümlerinin eğitimini almıştır. Mesela namaz ve zekat beraber zikredilmiştir. Resulullah zayıflara hükmeden Mekke ileri gelenlerinin reddetmesinden sonra cihat ederek davetine bir sığınak aramış Hayber’de bunu elde edince tafsilatlı hükümler ihtiyaca göre peş peşe inmeye başlamıştır. Müslümanların tarihleri ve medeniyetleri boyunca her alanda hayatlarını düzenleyecek yasalar bu metot, onun takip edilmesi, onun üzerinden kıyas yapılması üzerine temellendirildi. Ümmet Batı işgaline maruz kalana kadar bu durum böyle devam etti. Daha sonra İslami hayat metodu, bunun üzerine bina edilen yasalar ve hatta değerler süratle kaldırıldı onun yerini İslam’ı hayattan, yönetimden uzaklaştıran, ve tamamen def etmek için de onu en dar çerçevelere hapseden felsefi, fikri bakış açısıyla laik yasalar aldı. 8- Tunus’taki İslami hareketin, lider Burgiba’nın devletin mekanizmalarıyla uyguladığı ve ondan daha zalim halefinin devam ettirdiği hakim laik radikallikle karşılaşmış olmasına rağmen İslamın tevhidi görüşünü zafere taşımak için rejimi çürütmekten başka seçeneği yoktu. Ancak İslami hareket Tunus sahasında İslami devlet gibi, hareketler nezdinde bilindik sloganlar atmadı. Hareket bugünkü sorunun, şer’i kanunun uygulamadaki kanunla değiştirilmesi sorunu değil –bu da önemli olmakla birlikte- kanun fikrinin, kanun devletinin ve halihazırdaki rejimde kanun egemenliğinin olmayışı olduğunu ifade ediyor. Sen buna hürriyetin olmaması, halk egemenliğinin diktatör yönetimin çıkarına işlemesi, devletin halkın bütün işlerine hükmetmesi olarak bakabilirsin. İslami hareketin çalışmasının merkezinde şeriat değil –amaçlarının içinde olsa da- kimlik, hürriyet ve adalet yer almaktadır. Hareket kuruluş beyannamesinden başlayarak Nahda hareketi nizamnamesine kadar hep bunu ifade etmiştir. Özellikle Tunus’taki İslami hareketin söyleminin gelişmesinde önemli payı olduğu kabul edilen semboller üretilmiş ve insanlık deneyiminin ulaştığı en iyi yöntem olması hasebiyle yönetimde, muhalefette, onun tesisinde, kökleştirilmesinde İslami temellere göre izah edilmesinde demokratik sistem benimsenmiştir. İnsanlık deneyiminin ulaştığı en iyi yöntem (demokrasi) şura yönteminin uygulanması ve haksızlıkla (istibdat) mücadele… Bu tabiiki en yol değildir. Ama varolan yöntemlerin en iyisi, bakış ve uygulama açısından geliştirilmeye en yatkın olanıdır. Hatta demokrasinin en çok övüldüğü iyi yanı diğer rejimlerden daha az kötü oluşudur. Demokrasinin önemi ancak onun alternatifi olabilecek yöntemlerle karşılaştırıldığında ortaya çıkar. Bu akıllı bir kişiyi, en ferdi ve vahşi rejimleri sağlamlaştıran Marksist eleştiriyi demokrasiye de yapmaktan alıkoyar. 9- Bu bağlamda; kendisinin de demokrasinin olmayışının kurbanı olduğuna ve fark etmeden diktatörlüğün ekmeğine yağ sürdüğüne dikkat etmeden, anlamadan demokrasiyi küfürle itham eden İslami akımlara karşı dikkatli olmak gerekir. Fakat bu cemaatler herkes gibi diktatörlükle mücadele etmeye çalışan, kapsamlı orta hareket içinde yer almazlar. Bu hareketlerin büründüğü en tehlikeli örtü İslam’dır. Bu yüzden İslami slogan taşıyan rejimle71 Nisan 2009 rin takibe aldığı muhaliflerle dolu hapishanelere ve sürgünlere şaşırmıyoruz. Bütün diktatörlüklere ve özellikle muhaliflerine karşı İslam kılıcını çekenlere karşı Allah bizi korusun. 10- Son olarak; çöküş devrelerinin peşi sıra dünyadan el etek çekip ruhlar alemine ve öte dünyaya yönelmek Müslümanların suçudur. Hatta reformistler dünyanın bilincinde olmayı, ona önem vermeyi ve onun imar edilmesinin dinin ve ahiret yolunun amaçlarından olduğunu tekrarla vurgulamayı temel hedefleri arasına almışlardır. Bağımsızlık hareketi liderleri devrimi teşvik edip Müslümanı mücadele ve çabaya çağırarak Sufi harekete karşı çıkıyorlar ve onu insanların bilincini bulandırmak olarak itham ediyorlardı. Ancak amaçlarına ulaşır ulaşmaz var güçleriyle insanları yeniden siyasi hayatın olmadığı bir hayata sürüklediler. Siyasallaşmayı her alanda özellikle de üniversitelerde takibe aldılar. Bu siyasallaşmanın ürettiği yeni nesil liderler, insanları şahsi küçük istekleri ve özel hedeflerine gömülmeye sevk ediyor ve dervişlik yollarını teşvik ediyor. Siyasallaşamaya ihtiyaç olduğu zaman dervişlikle mücadele ediyor dinin siyasallaşması suçlamasıyla da İslamcılara kılıç çekiyorlar. Nisan 2009 Onların siyasallaşmaya ve hatta terörizme yönlendirmelerinden ötürü Tebliğ Cemaati gibi siyasetten uzak gruplar bile onların baskısından kurtulamamıştır. İslam’da siyaset – söylemleri ve metotları incelendiğinde- kusurlu değildir. Onlar dini sivil topluma bırakan gerçek laikler değildir. Asla. Bilakis onlar, dinin sadece ona ait olması, hizmet eden değil edilen olması ve kralın değil sadece Allah’ın mabud olması gibi dinin asıl amaçlarına tezat teşkil eden başarılarının dile getirilmesi için sivil toplumun kendi otoritelerine hizmet edecek tek bir yönde siyasallaşmasını isterler. “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” Zariyat 11- Allah bu dine bakiliği yazdığı, ona olan ihtiyaç ve istek arttığı, onu marjinalleştirme ve ona hakim olma planları suya düştüğü için bu din günbegün biraz daha özgürleşiyor ve özellikle de ümmetin kalkınması ve savunulmasında onun alternatifi olarak sunulan projelerin başarısızlığı karşısında zulme ve çürümüşlüğe galebe çalıyor. Filistin davasının seyri şairin de ifade ettiği bu gerçeği vurguluyor: Kavmim başlarına musibet gelince beni hatırlayacak Zira karanlık gecede ayın yokluğu hissedilir. (İsra Haber Sitesinden alıntıdır.) 72