ABD ve dünyanın geri kalanı YVES LACOSTE 2003 baharında Irak'ta meydana gelen olayların jeopolitik açıdan çok büyük bir öneme sahip olduğunu söylemeye gerek var mı? Bunların doğrudan ya da dolaylı sonuçları şüphesiz kayda değer olacak ve bunlar Ortadoğu ile sınırlı kalmayacaktır. Şu anda önemli olan, bu olayların nedenlerinin ve anlamının karmaşıklığına dikkat çekmektir. Bu, ABD ve petrol zenginlikleri herkesçe tanınan bir Arap devleti arasındaki anlaşmazlıktan ibarettir. Fakat medyada konu hakkında ne denmiş olursa olsun, bu savaşın amacı petrolün kontrolüyle sınırlı kalmamaktadır. Bu anlaşmazlık, savaşın çıkmasından ve Amerikan zaferinin belirginleşmesinden çok daha önce, dünya çapında karşıt jeopolitik tasarımlar arasındaki çatışmaların şiddetlenmesine sebep olmuştur: bir yanda Amerika'nın dünyadaki yönetici ve olumlu rolünü kolaylıkla savunan ya da kabul edenler, diğer yanda Amerikan karşıtlığını çeşitli biçimlerde ifade edenler, ki bu ülkeler sayıca diğerlerinden üstündür. Anlaşmazlıkların objektif ya da maddi amaçlarının analizine, tarafların ve kamuoylarının sundukları yorumlar kadar önem verilmesi gerekmektedir. AMERİKAN KARŞITLIĞINA ÇEŞİTLİ BAKIŞ AÇILARI Ortadoğu'daki Amerika politikasına karşı duyulan düşmanlık, esas olarak Arap ve Müslüman ülkelerinde olmakla birlikte, Rusya ve özellikle Batı Avrupa'da dile getirildi. Amerika'nın İrak'a karşı yaptığı askerî hazırlıklar Avrupa Birliği'nde, NATO'da geleneksel olarak ABD'nin müttefiki olan Avrupa devletlerinin başkanları arasında ciddi bir krize yol açtı. Amerika'nın yanında Irak'a karşı savaşa girişen İngiltere'nin, daha doğrusu İngiliz hükümetinin tersine, Fransa ve Almanya'nın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde, Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak'ta belki de stoklanmış olan toplu yıkım silahlarını yok etme amacıyla (ya da bahanesiyle) Irak'a karşı askerî saldırıda bulunmasına şiddetle karşı çıktıklarını biliyoruz. ABD başkanı, arkasında Amerikan kamuoyunun büyük bir bölümü de bulunmak üzere, Amerika'ya veya başka devletlere (özellikle İsrail'e) karşı 11 Eylül 2001'dekiyle eşdeğerde eylemler düzenleyebilecek olan İslamcı terörist gruplara, bu tip silahların er ya da geç temin edileceğine ikna olmuştu. Amerika'nın Irak'a karşı yaptığı savaş hazırlıklarını teşhir etmek amacıyla aylardır ve birçok ülkede düzenlenen kamuoyu kampanyaları, ABD dışında büyük çoğunlukla medyalar tarafından ortaya konulan genel Amerikan karşıtı duygulara yeni gerekçeler sağladı. Böylece Amerika, kapitalizmin ve doların hâkimiyeti sayesinde ekonomik ve askerî bir süper güç olarak görülmekle kalmadı, küreselleşmenin baş çıkarcısı olarak da değerlendi. ABD, yerkürenin kaynaklarını kendi çıkarınca talan ederek ve tüm milletlerin emekçi sınıflarını sömürerek zenginliğine zenginlik katmaktadır. Komünist grupların bir ölçüde başını çektikleri halkçı eylemlere karşı çıkmak için, despot rejimlere (özellikle Latin Amerika'da) onlarca yıl destek verdikten sonra, bugün Amerika -bazı yorumcuların vurguladığı üzere- müdahale etme bahanesine sahip olma amacıyla bazı ülkelerde kaosun yerleşmesine izin vermekte ya da bunu kışkırtmaktadır.1 ABD demokrasiye olan eğilimini ve özellikle de gücünü göstermek için, Sovyetler Birliği yok olduğundan beri boy ölçüşebileceği bir rakibi olmadığından, daha önce silah satmış olduğu diktatörlere çatmaktadır; yirmi yıl önce bu durum, İrak'la İran savaşırken gerçekleşmiştir, ki Humeyni Amerika'yı "Büyük Şeytan" olarak adlandıran ilk kişidir. Avrupa'da ve özellikle de Fransa'da, sağcı çevrelerde olduğu gibi solcu çevrelerde de, en çok da aşırı sağcılar ve aşırı solcular arasında Amerika, kendi benimsediği uygarlık ve tüketim modelini dünyaya zorla kabul ettirmek istemekle suçlanmaktadır. Tüm dünya olmasa da, en azından belli bir alım gücü olan ülkeleri hedef almaktadır. Büyük sayıda Çinlinin ve daha mütevazı biçimde Japonların paylaştıkları bu yerme duygusuna, Müslümanlar da kendi gözlerinde en büyük suçlama olan şu görüşü ilave ediyorlar: "Amerika 'Yahudi-Hıristiyan' dünyasının silâhlı koludur." Müslümanlara göre, Amerika İslama hâkim olmak ve temel sayılan toprakları onlardan alıp İsrail'e vermek istiyor. ABD ve Suudi Arabistan'ın, iki taraf için de pek kazançlı olan elli yıldan uzun bir zamandır sürdürdükleri ilişkilerinin yakınlığı, Suudi Arabistanlı ileri gelenlerin Bin Ladin'le işbirliği yapmalarını ve 11 Eylül eyleminde rol alan kamikazelerin çoğunluğunu Suudi Arabistanlıların oluşturmasını engellemedi. Buna karşılık İsraillilerin ve Amerikalı Yahudilerin büyük bir çoğunluğu, ABD'nin Irak'a karşı uyguladığı politikayı destekliyor. Fransa'da ise bu duruşu sağcı Siyonist hareketler veya aşın dinci Yahudiler sergilerken, özellikle de solcu olan Yahudi entellektüellerin büyük bir kısmı genel Amerikan karşıtlığı duygusunu az çok paylaşıyor. AMERİKA'NIN MANİFEST DESTlNYSl2 Geleneksel olarak dışişleriyle ilgilenmeyen Amerikalıların çoğunluğu, ülkelerinin dünya çapında edindiği negatif imajdan habersizler. Fakat şu son aylarda, "pislik Fransızların" kalleşliklerinden ve petrol konusunda çıkarcılıklarından dolayı BM'de Saddam Hüseyin'i savundukları (Almanların duruşlarının Amerikan basınında hiç yorum konusu olmadığının altını çizmek gerekir) Amerikalılara sık sık hatırlatıldı. Buna karşılık dünya haberlerini izleyen birçok Amerikalı, Amerikan karşıtlığının özellikle de Batı Avrupa'da artan yaygınlığının, sosyal açıdan "Soğuk Savaş" sırasında olduğundan çok daha önemli boyutlar aldığını biliyor. Ülkelerinin bu şekilde yerilmesine karşılık olarak Amerikalılar, "özgür dünya"nın savunmasında totaliter Sovyet sistemine karşı oynadıkları temel rolü hatırlatıyorlar. Fakat bu, giderek geçmişe ait bir hatırlatma olmakta. Bugün birçok Amerikalının gözünde, ülkelerini temel anlamda temize çıkaran şey, güç ve zenginliktir. Gerçekten de dinî düşüncelere -bunları öğreten hangi kilise veya mezhep olursa olsun- hâlâ çok büyük önem veren bir milletin bünyesinde, Amerika'nın dünyanın geri kalanı üzerinde uyguladığı mutlak gücün kesinlikle meşru olduğuna inanılır, çünkü bu, Tanrı tarafından tedricen kurulmuştur. Burada kendilerinin manifest destiny adı verdikleri olgu söz konusudur. Özgürlük, adalet ve ilerleme değerlerini geliştirme, bunları mümkün olduğunca yayma ve her türlü despotluğa karşı savunma görevini Tanrı'nın açıkça Amerika'ya verdiğine, bunun bir kader olduğuna inanışı ifade eder. Amerika'nın manifest destinysi fikri 1845'te, tamamen jeopolitik bir proje esnasında, yani Teksas'ın Amerika Birleşik Devletleri'ne bağlanması sırasında ortaya atıldı. Dinî düşünceler, Mayflower'la müstakbel Massachusetts kıyılarına 1620'de çıkan Püritenlerin ve gezgin rahiplerin kuşkusuz içlerine işlemişti, "Tanrı'nın zaferi ve Hıristiyanlığın yayılması" amacıyla hareket ettiklerine derinden inanıyorlardı. Aynı duyguyu bir asır önce İspanya kralını yücelten Meksika'nın ilk conquistador ları da paylaşıyorlardı. Oysa bu düşünceler New England'ın sömürgelerinde inanç konusu olmaya devam edecektir. 18. yüzyılda, Tanrı'nın Amerika'yı adanmış topraklar ve insanlığın yeniden doğduğu ışık ülkesi olarak seçtiğine dair fikri yayan "İncil'in büyük uyanışı" meydana geldi. Eski Dünya'nın bozulmuş krallıklarının tersine, Yeni Dünya yenilenmeyi temsil etmekteydi. George Washington, "Millî bağımsızlık yolunda bizi ilerleten her adım, Tanrısal müdahalenin izini taşıyor sanki" diyordu. Amerika'nın Tanrı tarafından dünyada özel bir mukadderat için seçilmiş olduğu inancı, Bağımsızlık Bildirisi, Bill of Rights, Federal Anayasa gibi hâlâ Amerikalıların esas aldıkları birçok metne nüfuz etti. Bu "aşikâr mukadderat" yüceltmeleri, resmî kişiliklerin bildirileri ile sınırlı kalmamıştır. Böylece, çok daha sonra en büyük Amerikan romancılarından birisi olarak değerlendirilecek olan Moby Dick'in yazan Herman Melville, 19. yüzyılda şunları söyleyecektir: "Biz Amerikalılar seçilmiş ulusuz, günümüzün Israil'iyiz, dünya özgürlüklerinin sandığını taşıyoruz" . 1. Dünya Savaşı'nın sonunda Başkan Wilson: "Amerika dünyadaki tek ideal ulustur [...]. Amerika kaderine sadık kalmanın sonsuz ayrıcalığına sahip olmuş ve dünyayı kurtarmıştır [...]. Biz dünyaya özgürlük ve adalet vererek onu kurtarmak için geldik."3 diye açıklamada bulunuyordu. Bu tür düşünceler, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra da, bir ateist imparatorluğu olan Sovyetler Birliği'yle ortaya çıkan sorunlar esnasında sürüp gitti. 1965te Başkan Johnson, ABD'nin Vietnam'da ilk çatışmalara giriştiği sıralarda, "tarih ve kendi marifetlerimiz, bize dünyadaki özgürlüğü korumamız için temel bir sorumluluk verdi" diyordu. Ronald Reagan ise, 1982'de Sovyetler Afganistan'ın kontrolünü eline geçirdikten sonra, Amerika hakkında şunları söyledi: "Bu kutsanmış toprak, özel bir biçimde ayrıcalıklı kılınmıştır. Tanrısal bir plan, dünyanın dört bir yanından içlerinde imana ve özgürlüğe karşı özel bir tutku besleyen milletlerin gelip bu toprağı keşfetmesi için kıtayı iki okyanus arasına yerleştirmiştir." 1991'de diğer süper güç olan ve ateizm ile despotluğun sembolü olarak değerlendirilen Sovyetler Birliği'nin kendiliğinden parçalanması, sanki bu tanrısal sürprizle Amerika'nın gerçekten de insanlığın tamamını yönetmekle yükümlü tek ve gerçek süper güç olduğunu tasdik ediyordu. Başkan Clinton 1 Ocak 2000'de halka yaptığı konuşmayı evrensel görevini onaylayarak noktaladı: "Eğer Amerika ideallerine ve sorumluluklarına sadık kalırsa, bu yeni yüzyılı milletimiz için olduğu gibi, tüm dünya vatandaşları için de eşsiz bir barış, özgürlük ve refah devri haline getirebiliriz." Amerika'nın "aşikâr mukadderatı" hakkındaki bu görkemli sözler, Avrupalı uluslann çoğunluğunun aksine dinî duyguları çok güçlü kalmış bir millete hitaben sarf edilmektedir. Özellikle Batı Avrupa'da, Eski Rejim'den kalma politik mücadelelere din az veya çok karışmışken -bu özellikle Fransa'da oldu-, Ingiliz soylularının ayrıcalıklarının Bağımsızlık Savaşı ile yok olduğu Amerika'da, bu tür mücadelelerin hiçbir anlamı yoktur. Ayrıca, 11 Eylül 2001'de meydana gelen felaketin ardından George W. Bush'un aşırı dinî bir hava içerisinde "Şer eksenine" karşı Haçlı zihniyetine çağrı yapmasına şaşırmamak gerekir. Avrupa'da tumturaklı bir saçmalık olarak değerlendirilen bu çağrı, Amerika'da hem dinî hem de politik söylemlerin kalıplarına uygundur. Dinî fikirlerin benimsenme oranı arasındaki farklılık, kuşkusuz Amerikalılar ile Avrupalılar arasındaki en derin kültürel farktır. Bu açıdan bakıldığında, Amerikalıların Müslümanlara, özellikle de Araplara daha yakın oldukları söylenebilir. Aralarındaki fark, Araplar İslâm adına Ortaçağ'da kurdukları parlak imparatorluğun hâlâ yasını tutarken, Amerikalılar'ın Tanrı tarafından dünya meselelerini yönetmekle görevlendirilen Amerika'nın gittikçe daha da aşikâr olan mukadderatını yüceltmeleridir. Tabiî ki, bu bir tasarımdır, fakat büyük bir ağırlığı ve kayda değer jeopolitik sonuçlan vardır. AMERİKA'NIN NEDEN GİTGİDE BİR SÜPER GÜÇ HALİNE GELDİĞİNİ AÇIKLAMAK Bir yorumu dikkate almak, buna bel bağlamayı ve kesinmiş gibi değerlendirmeyi gerektirmez. Çok sayıda Amerikalının, bundan 25 yıl önce Vietnam'da yaptıkları savaş sonucunda inancı sarsıldı. Buna daha sonra "Vietnam Sendromu" adı verildi. Kuşku yok ki, bazılarının yaptığı gibi, "dinin politik amaçlara alet edilmesini" kınamak bir işe yaramıyor, çünkü Amerikalılar jeopolitik anlamda kendilerini tanımlamak için dinî ifadelerle düşünüyorlar. Fakat, Tanrı'nın Amerika'yı bir süper güç yaptığını savunan "aşikâr mukadderat"ınkinden başka bir yorum getirmek, gelecek için yararlı olabilir. ABD'nin neden ve nasıl yavaş yavaş bir süper güç haline geldiğini, coğrafya ve tarih coğrafyası ifadeleriyle, kısacası jeopolitik anlamda açıklamak, aynı zamanda Eski Dünya, Avrupa ve Arap dünyasındaki bir o kadar tehlike teşkil eden yorumların da önüne geçmenin bir yoludur. Bunların amaçları Amerika'yı şeytansı bir görünüme sokmaktır: Amerika, küreselleşme karşıtlarının söyledikleri gibi gezegenin sömürücüsü, çevrecilerin söyledikleri gibi en çok kirleten ulus, kaosu kışkırtan imparatorluk, aşırılığa ulaşmış emperyalizm, kısacası İslamcıların sloganlarından alıntı yapmak gerekirse, "Büyük Şeytan" olarak nitelendiriliyor. Hıristiyanların veya Müslümanların Tanrı'sını jeopolitiğin büyük karar yetkilileri olarak tasarlamak son derece tehlikelidir. Bunun yanında, günümüzdeki Irak savaşı ve "uygarlıkların çatışması" çerçevesinde, ABD'nin gücünü yavaş yavaş oluşturan coğrafi koşulları ve art arda gelen tarihî-coğrafî fırsatlarını açıklamak yersiz değil. Amerikalılar iki asır önce terk etmiş oldukları İngiltere'nin yönetiminden 1783 yılında tamamen koptuktan sonra, kıyılardaki ovaların ardında, ormanların ve Appalachian Dağı'nın batısında çayırlarla kaplı uçsuz bucaksız ovalar keşfetme şansına sahip oldular: buradaki toprak çok verimli olmakla kalmıyor, aynı zamanda da kabileler genellikle toplayıcılık ve avcılık ile geçindikleri için çok az insan barındırıyordu. Eski Dünya'da bu tür zengin topraklar çiftçiler tarafından zaten işgal edilmiş olurdu, bu da fethetmek amacıyla gelen bir topluluğun yayılabilme şansını sınırlardı. Neredeyse tamamen boş olan Sibirya ormanlarında ilerleyen Ruslar da, yine balık ve hayvan avıyla yaşayan kabilelerin hiçbir direnişiyle karşılaşmamışlardı. Fakat onların fethettikleri uçsuz bucaksız topraklar, verimsiz ve çok uzun kışlara maruz kalan bölgelerdeydi. Buna karşılık Amerikalılar, çok daha güneyde bulunan araziler elde etme şansına sahip oldular. Kendi aralannda az çok rakip olan kabilelerin sürülmeleri ve bunların çoğunluğunun katledilmesi, Amerikalılara yavaş yavaş önemli sayıda Avrupalı göçmeni buralara yerleştirme ve onlara bir hayli geniş toprakları bedava dağıtma fırsatını verdi. Bu da çok verimli bir tahıl tarımcılığı geliştirmelerini sağladı: 19. yüzyılın ortalarından itibaren, Amerika'da ilk tarım makinaları ve at taburları tarafından çekilen biçerdöverler ortaya çıktı. Batıda ise, Uzak Batı altın yataklarına ve büyük sürüler için geniş otlaklara sahipti. Amerikalılar Meksika'daki siyasî sorunlardan yararlanarak, Birlik'e Texas'tan Kaliforniya'ya kadar uzanan arazileri de katıp, topraklarını üçte bir oranında genişlettiler. Böylece ABD, Doğu'dakinden 4000 km uzaklıktaki kıyılara da ulaşarak, Pasifik Okyanusu'na açıldı. ABD'nin dönencealtı bölümünde, 17. yüzyıldan beri yetiştirilen pamuk ve tütünün verimliliği devam ediyordu, fakat köle sahibi Güneyli çiftçiler ve Kuzeyli sanayiciler arasındaki gittikçe belirginleşen çıkar ve politik görüş farklılıkları Ayrılık Savaşı (1861-1865) adıyla anılan iç felakete yol açtı. Güneyliler yeni bir eyalet kurmak istiyorlardı. Sayıca Güneylilerden çok daha üstün olan Kuzeylilerin zaferi, bu pek büyük eyaletin birliğini korumasını sağladı. Amerika'nın diğer bir talihi, nispeten basit ve toplu bir sanayi gelişimine elverişli olan jeolojik koşullardır: Appalachian'ların büyük demir madeni yatakları ve pek derinde olmayan önemli petrol yatakları gibi ocak biçiminde işletilebilecek uçsuz bucaksız havzası. Fakat bütün bunları değerlendirmek ve fabrikalarla demiryolları inşâ edebilmek için, çok büyük miktarda sermaye gerekiyordu. Patlamakta olan bu geniş pazarın sunduğu kâr olasılıklarından yararlanmak isteyen İngiliz bankaları toplu yatırımlarda bulundular. Çünkü Amerika gittikçe artan sayıda göçmen çekiyordu: sadece işçiler değil, sanatçılar, teknisyenler, mühendisler ve bilimadamları bu topraklara geliyorlardı. Aralarından birçoğu Avrupa'yı Yahudi düşmanı baskılardan dolayı terk etmekteydi. Almanlar'ın Avrupa'yı 1. Dünya Savaşı'nın içine sürüklemeleri, Amerika için yeni ve önemli bir şans oldu. Bu sayede İngiltere'ye borcu olan ülke konumundan kurtularak, savaştan dolayı batmış olan Avrupa ülkelerinden alacaklı hale geldi. Amerika'nın Avrupa'ya yaptığı petrol ve tahıl ihracatı, Bolşevik olmuş Rusya ihracatının yerini aldı. Rockefeller'ın petrol şirketleri Irak'a ve özellikle de Arabistan'a yerleşti. Amerikan kamuoyu iki okyanusun ortasındaki izolasyonizmini korumak ve Avrupa veya Asya'nın sorunlarına müdahale etmemek istemesine rağmen, Japonların Hawai Adaları'nda Pearl Harbour'a saldırmaları (7 Aralık 1941) ve hemen ardından Hitler'in şaşırtıcı bir stratejik hata yaparak Amerika'ya savaş ilân etmesi (11 Aralık 1941), Amerikalıları Avrupa'da ve Pasifik'te savaşmaya zorladı. 2. Dünya Savaşı'nm ardından, bütün sınaî ülkeler batmıştı. Sovyetler Birliği dışında hepsi, Amerika'dan yardım istediler. Böylece dolar, dünya çapındaki üstünlüğünü kabul ettirdi. Rusların komünizmi Yalta Antlaşması'nda belirlenen sınırların ötesine yayma isteği (1948'den itibaren Çekoslovakya'da olduğu gibi), Amerikalıların Kore ve Japonya'da olduğu gibi, Batı Avrupa da kalmalarını sağladı,. Bundan sonra Amerikalılar "özgür dünya"nın liderleri konumuna geldiler. İki süper güç kırk yıl boyunca Soğuk Savaşı sürdürdü. Amerika'nın sonuçta ciddi yenilgiye uğradığı Vietnam'dakinin tersine, birbirleriyle sadece dolaylı yollardan çatışmaya dikkat ettiler. Amerika'nın Hindiçin'de yolunu şaşırmasının nedenlerini burada açıklamak yerinde olacaktır. GÜNÜMÜZDE IRAK SAVAŞI'NIN OLASI SONUÇLARINI ÇAĞRIŞTIRAN VİETNAM Bugün bazı yorumcuların Amerika'ya aynı yenilgilerin tekrarlanabileceğinı haber vermek için Irak Savaşı'nın sonuçlarıyla kıyasladıkları Vietnam Savaşı, Amerika'nın daha önce saldırıya uğramamış olmasına rağmen açtığı ilk savaştır. Bu durum Irak Savaşı için de geçerlidir çünkü Amerikalı yöneticiler, Saddam Hüseyin'in 11 Eylül suikastlarındaki sorumluluğunu gerçek anlamda kanıtlayamamışlardır. Fakat kendileri buna inanmaktadırlar. Yoğun bir biçimde başlayan Irak Savaşı'nın tersine, Amerikan birliklerinin Vietnam'a gönderilmesi, 1963'teki "özel kuvvetler"in birkaç düzine askeriyle başlamış ve yavaş yavaş gerçekleşmiştir. Oysa bu, Küba'da yaşanan ünlü füze krizinden bir yıl sonraydı. Bu kriz ve Vietnam Savaşı arasında, en azından tasarım düzeyinde bir nedensellik bağı olduğu düşünülebilir: Fidel Çastro'nun 1961'de Sovyetler Birliği'nin yanında yer alması, Rusların bu büyük adaya ABD'nin güney kıyılarını doğrudan tehdit altına alan orta menzilli füzeler yerleştirebilmelerini sağlamıştı. Sovyetler Birliği ile doğrudan bir çatışmayı önlemek ve füzelerin Küba'dan kaldırılmasını sağlamak amacıyla, John Kennedy, Fidel Castro'ya karşı hiçbir saldırıda bulunulmayacağına ve Amerikan çıkarlarının burada çok önemli ve Florida'nın da çok yakın olmasına rağmen, komünizmin Küba'ya yerleşmesine göz yumulacağına dair söz verdi. Ruslar ise Latin Amerika'daki Kastrist hareketleri frenleyeceklerine dair garanti verdiler. Küba'daki devrimin nispeten kolay bir biçimde başarıya ulaşması, Çinli komünistleri (SSCB ile yarışmak için) ve özellikle de o zamanlar Mao'nun halefi olan Lin Piao'yu, dünyada başka devrimci hareketleri de kışkırtmak amacıyla, emperyalizmin "kağıttan bir kaplan"dan ibaret olduğunu haykırmaya itti. Bu durum Amerikalı yöneticilerin, bir daha asla Küba'da olduğu gibi yeni bir ülkenin komünist olmasına izin vermeme kararı almalarına yol açtı. Oysa 1954'ten beri (Fransız yenilgisinden sonra) ikiye bölünmüş olan Vietnam'da, Komünist Kuzey Vietnam'ın temin ettiği gerillanın artan etkinlikleri yüzünden, ülkenin güney yarısı benzer bir durum ile karşı karşıyaymış gibi görünmekteydi. Güney Vietnam'ı askerî anlamda desteklemeye karar veren Amerikalılar, Kuzey Vietnam tarafından gittikçe daha da kuvvetlendirilen gerillalara karşı direnişlere gün geçtikçe daha da çok bulaştılar. Öyle ki, 196O'lı yılların sonlarında, yaklaşık 500 bin Amerikan askeri Vietnam'da savaşmaktaydı. Bu ordunun büyük bir çoğunluğu Ulusal Muhafız Birliği'nin askerlerinden (ki bunlar normal şartlarda barış dönemlerinde profesyonel askerî birliklerin zayıflıklarını telafi ederler) ve acemi erlerden oluşuyordu. Milyonlarca Amerikan vatandaşı, gururla 1917'de Avrupa'ya ve 194l'de yine Avrupa'ya ve aynı zamanda da Asya'ya savaşmaya gitmişlerdi, çünkü Amerika'nın doğrudan saldırıya uğradığına inanıyorlardı. Fakat Vietnamlılar arasındaki acımasız ve bitmek bilmeyen bu savaş için seferber edilmiş ve aldatılmış Amerikalı gençlerin morallerinin bozulması uzun zaman almadı. Amerika'da kamuoyunun artan rahatsızlığı, hükümeti Amerikan ordusunu 19711972'de yavaş yavaş geri çekme kararını almaya zorladı. Bunun ardından, 1975 yılında Güney Vietnam ordusu çöktü ve Saygon'u Kuzey Vietnamlı komünistler ele geçirdiler. Bütün bunlar Amerika'da derin bir rahatsızlık hissi bıraktı. Bunun sürekli sonuçlarından biri, halkın dikkate değer bir bölümünün uyuşturucu kullanmasıdır. Gerçekten de Vietnam'daki bu zor savaş esnasında, önemli sayıda Amerikan genci, C1A ile ilişkide olan Asyalı uyuşturucu satıcıları tarafından temin edilen eroine bağımlı hale geldiler. "YILDIZLAR SAVAŞI" VE SSCB'NlN SONUNDAN "ASKERÎ ALANDA DEVRİME" Kıtalararası büyük füzelerin ve füze yüklü nükleer denizaltılarm geliştirilmesi, Amerika'nın etrafını saran okyanuslara rağmen dayanıklılığını yitirmesine sebep oldu. Bundan böyle Amerika'nın, nükleer silah taşıyıcısı rakip füzeler Amerikan şehirlerinin üzerinde patlamadan önce, yüksekte bulunan füzelerle bunları saptaması ve yok etmesi söz konusuydu. Buna, gelecekteki "yıldız savaşları" tekniklerinin ismi verildi, iki süper güç arasındaki bu muhteşem silahlanma yarışı devasa miktarlar harcanmasına yol açtı, Amerikan askerî-sınai ve bilimsel kompleksinin teknolojik gücünü artırdı ve sonuçta, Sovyetler Birliği'nin çökmesine neden oldu. İç tıkanma ve bozuklukları ve Afganistan Savaşı'ndaki sıkıntıları bir yana, SSCB'nin rakibi kadar büyük bir finans gücü yoktu. Perestroika'nın çelişkilerine saplanıp kalan Sovyetler, Kuveyt'i kendi topraklarına katacağını ilân eden Saddam Hüseyin'in ordusu karşısında, 1990 yazından itibaren Ortadoğu'da Amerikalıların aldıkları tedbirlere karşı çıkmaya kalkışmadı. Geniş bir koalisyonun (ki bunun içinde bazı Arap ülkeleri de yer alıyordu) başında bulunan ve Birleşmiş Milletler'in himayesi altında uluslararası hukuku yeniden sağlamaya kararlı olan Amerika, Saddam Hüseyin'in birliklerini 1991 Şubat'ında Kuveyt'te ezip geçerek Körfez Savaşı'nı çabucak bitirdi. Buna karşılık, ne Irak ordusunu kuzeye kadar izlemeye, ne de Saddam Hüseyin'in uyguladığı rejime zarar vermeye kalkıştı. Sıkı bir gözetleme ve stratejik ürünlerdeki ambargo rejimine maruz kalan Irak, Kuveyt'e verilen zararların bedelini ödemek zorunda kaldı. Kısacası bu, uluslararası yasallığı yeniden sağlamak ve petro-monarşileri korumakla sınırlı kalmış bir savaştı. Yeni Ekonomi'yi oluşturan yeni sektörlerin açılması sayesinde, 19901ı yıllar ABD için güçlü bir ekonomik gelişim (yıllık %6) ve büyük malî vurgunlar dönemi oldu. Amerika ödemeler dengesinin açığının artmasını ve kamu borcunun boyutlarını görmesine rağmen, doların dünya çapındaki üstünlüğünden ve Avrupa ve Japonya'dan gelen sermaye akışından yararlandı. Japonya son on beş yıldır ciddi bir malî durgunluk geçiriyor. Oysa daha önceki onyıllarda yaşadığı hızlı gelişim, 21. yüzyılın başında ekonomik anlamda Amerika'nın yerini alacağı hissini vermekteydi. Almanya, yeniden birleşmenin getirdiği malî yükten dolayı kısıtlı bir durumda, ve bu, Amerikan ekonomisine bir rakip gibi görülen Avrupa Birliği'nin ekonomik gelişimini frenliyor. 2000 yılının başından beri, Amerikan ekonomisinin gelişimi net bir biçimde yavaşladı. Bunun temel nedeni "yeni ekonomi"nin olumsuz yanlarının yol açtığı iflaslar ve ortaya çıkardığı vurgunculuk akımının sonudur. Bazıları burada "Amerikan sisteminin çöküşü"nün ve bu imparatorluğun sonunun işaretini görüyor.4 Fakat son onyıllar süresince Amerika, gelişiminin yavaşladığı başka dönemler de geçirdi. Şurası bir gerçektir ki, ABD'nin ekonomik ağırlığı hâlâ kayda değerdir. ABD'nin gayrisafi millî hasılatı 10 trilyon dolarken (kişi başına 35.000 dolar) Japonya'nınki 4 trilyon (kişi başına 25.000 dolar), Almanya'nınki 2 trilyon (kişi başına 23.000 dolar), Ingiltere'nin ki 1.6 trilyon (kişi başına 23.000 dolar) ve Fransa'nınki de 1.5 trilyon dolardır (kişi başına 22.000 dolar). Soğuk Savaş'ın sonundan beri, diğer süper gücün yok olmasına rağmen, Amerika yeni askerî teknolojiler alanındaki bilimsel çabalarını sürdürüyor. Bunun sayesinde "yıldızlar savaşı" tekniklerini ilerletmekte ve müstakbel süper güçlerin (Çin daha şimdiden olası bir rakip olarak değerlendirilmektedir) saldırılarına gelecekte karşılık verebilmek için "anti-füze kalkanlar" geliştiriyor. Bu malî ve bilimsel çabalar, aynı zamanda, Amerikalıların dedikleri gibi, "askerî işlerde devrim"in gerçekleşmesini sağladı. S. HÜSEYİN'İN YENİLGİSİNİN ARDINDAN IRAK'IN ARAP DÜNYASINDAKİ ROLÜ Amerikan ordusunun sahip olduğu, karmaşık çevrelerde gizlenmiş ya da hareket halindeki hedefleri saptayarak yok eden yeni tekniklerin, Irak şehirlerinin ve özellikle de Bağdat'ın ele geçirilmesinde yapılması gereken sokak çatışmalarında pek etkili olabileceği düşünülmüyordu. Başarılı bombardımanlar, Irak'a gönderilen US Army kuvvetlerinin ve deniz piyade erlerinin taktik yetenekleri ya da Iraklı birliklerin cesaretlerinin kırılması, "askerî işlerde devrim"in yeni imkânları mıdır? Şu bir gerçektir ki, Amerikalıların çıkmaza gireceklerinin düşünüldüğü Irak Savaşı, tahmin edildiğinden çok daha kısa sürdü. Yoksa bu sadece ilk etap mı? Irak halkı kontrol altına alınmadığı gibi, daha şimdiden gönüllü Arap ve islamcıların kaçak olarak geldikleri Irak, Cihad'ın anavatanı olma tehlikesi altındadır. Amerikalılar Şii halkın vereceği desteğe güvenirlerken, bunlar yoğun bir biçimde Amerikalıların bir an önce Irak topraklarını terk etmelerini istiyorlar. Üstelik Irak'ta bulunan ve İran'dan gelen mollalar, yeni bir islâm cumhuriyeti kurmak amacıyla hazırlıklara başladılar. Diğer yandan, Amerikalıların Irak'ın petrol kaynaklarını ele geçirme istekleri, ciddi hukuki zorluklarla karşı karşıya kalmakta. Nihayet Irak hükümetinin daha önce yabancı petrol şirketleriyle imzaladığı sözleşmelerin iptali, pek kutsal "iş hukuku"na ve petrol pazanndaki itibannı azaltacağı için Suudi Arabistan'ın da malî alandaki çıkarlarına ters düşmekte. Amerikalı yöneticilerin Irak'la savaşma kararı, 11 Eylül kurbanlarının intikamını alma isteği ve terörist şebekelere de temin edilme tehlikesini taşıyan olası toplu yıkım silâhlarını yok etme amacıyla açıklanabiliyorsa ve petrol konusundaki çıkarlar gün gibi ortadaysa da, George W Bush ve danışmanlarının Ortadoğu'nun bütününü hedefledikleri kesindir ve hâttâ ilân edilmiştir. Bunların, dünyanın bu bölgesinde nihayet demokrasiyi kurmayı söz konusu eden söylevlerini deşifre edersek ve Baas (Birlik) Partisi ile Saddam Hüseyin'in Arap dünyasının bütünü ya da bir bölümü için gerçekleştirmeye kalkıştıkları jeopolitik projeleri de dikkate alırsak, Irak'a yapılan Amerikan saldırısının petrol konusundaki çıkarlardan çok daha derin nedenler içerdiği sonucuna varabiliriz. Nasır'm yolunu izleyen Baasçılar, onlarca yıldır Arap dünyasını gerekirse zorla birleştirme isteklerini savundular ve 1990'da Kuveyt'i işgal ederek bu isteklerinin ilk evresini gerçekleştirmeye çalıştılar. Eğer bu girişimleri başarıya ulaşsaydı, daha sonraki hedefleri, İran körfe-zi'ndeki Arap kıyılarında bulunan diğer petrol ülkelerini fethetmekti. Suudi Arabistan'ın Amerika'ya yaptığı çağn ve Amerikalıların yönetimindeki koalisyonun müdahalesi, kısacası Körfez Savaşı, bu ilk girişime çabucak son verdi. Eğer Sovyetler Birliği diğer süper güçle bir kuvvet çatışmasına girme riskini alarak, Amerikan kararlarına karşı gelecek bir durumda olsaydı, bu girişim başarıyla sonuçlanabilirdi. Fakat bir rejim krizinin tam ortasında bulunan Gorbaçov, Amerikalılara karışmamayı tercih etti. Kuveyt'teki ağır yenilgisine rağmen, Saddam Hüseyin klasik kuvvetlerini yeniden yapılandırmaya devam etti. Irak ise, ABD'ye tek kafa tutanve on yıldan uzun bir süredir kendisine uygulanan ambargodan dolayı Avrupa'nın gittikçe artan sempatisini kazanan Arap ülkesi haline geldi. Amerika'nın himayesi altında imzalanan Oslo Antlaşması'nı dikkate almadan topraklarını genişleten İsrailli aşırı dinci sağcıların Filistin'de yarattıkları jeopolitik skandala seslerini çıkarmaya cesaret edemeyen ve bundan böyle Beyaz Saray'ın kararlarına boyun eğen diğer Arap ülkeleri göz önünde bulundurulursa, birçok Arabın onlarca yıldır hayalini kurduğu büyük Arap gücünü etrafında yavaş yavaş toplayabilecek tek ülke İrak gibi görünmekteydi. Irak, pek sınırlı imkânlara, ciddi yenilgilere, ve diğer bir Alman rakip olan Avusturya İmparatorluğu'na rağmen Almanya'yı birleştirmeyi başaran Prusya'ya benziyor. Irak'ın Arap dünyasındaki coğrafi konumuyla Prusya'nın Alman dünyasına uzaklığı karşılaştmlabi-lir. İkisi de aynı politik, bilimsel ve askerî bir örgüt kurma kaygısını gösteriyorlardı. Buna karşılık, gerçek silahlara bile sahip olmayan Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri için böyle bir kaygı söz konusu değildir. Irak'ın malî imkânlarına gelince, bunlar günümüzde petrolün sağladığı gelirler sayesinde, 19. yüzyılda vasat bir tarım ülkesi olan Prusya'nmkilerden tartışılmaz biçimde üstündür. Doruk noktasındaki Napoleon imparatorluğunun 1806'da lena'da Prusya'ya (Prusya topraklan işgal edilmiş ve parçalanmıştır) yaşattığı korkunç yenilgi, aslında Prusya'nın ve Prusya halkının derinden değişiminin (feodalizmin yıkılışı, yeni bir eğitim sisteminin oturtuluşu, Berlin Üniversite'si-nin kuruluşu) ve Almanların birlik bilincine varmalarının başlangıcını temsil eder. Ve böylece Prusya, 1815'ten 1870'e kadar Alman birliğini yavaş yavaş gerçekleştirmiştir. Eğer Iraklı Şii, Sünni ve Kürtler, Iran, Türkiye ve Arabistan tarafından kışkırtılan din savaşlarına girmezlerse, Saddam Hüseyin ve hizbinin saf dışı bırakılması, Irak için Arap birliği projesinin gerçekleştirilmesindeki ilk evre olabilir. Saddam Hüseyin'in yenilgisi, İslamcılar için bir şans teşkil etmekle kalmamakta, aynı zamanda da gerçek çıkarlar ve jeopolitik güç ilişkileri üzerine Arap dünyasının ciddi bir şekilde düşünmesini sağlayabilecek bir fırsat oluşturmaktadır. Arap dünyasının doğudan batıya 8000 km boyundaki toprakları dikkate alınırsa, Filistin topraklan (80 km) orantısız bir amaç değil midir? AMERİKA, KÜRESELLEŞME VE DÜNYANIN GERİ KALANI Günümüzdeki Irak Savaşı'nın, er ya da geç etrafında büyük bir Arap gücünü toplayabilecek bir ülkeyi parçalama isteğini gizliden gizliye besleyen jeostratejik bir amaç taşıdığını düşünebiliriz. Arapların Ortaçağ'da kurdukları ve zamanında Avrupa, Hindistan ve Çin'le olan temaslarıyla gerçek bir dünya ekonomisi haline gelen imparatorluk hakkındaki hatıralarını anımsatmakta yarar var. Özellikle buna dil ve din birliği eklenirse, taraflar büyük birer jeopolitik güç oluşturmaktadır. Küreselleşme devrine girdiğimizin söylendiği günümüzde, bu konunun olumlu ve olumsuz etkileri Amerika, Avrupa ve Arap dünyasında hissedilmektedir. Buna karşılık, yerel üretimleri kayda değer olan Hindistan ve Çin, bu çok büyük para akışlarından ve özellikle de Batılılaşmadan, yani küreselleşmenin yol açtığı kültürel değişimlerden daha az etkilenmektedirler. Arap dünyası, şirketler tarafından petrol ülkelerine sağlanan devasa gelirlerden dolayı, küreselleşmeye yoğun bir biçimde maruz kalmaktadır. Gerçekten de bu gelirlerin önemli bir kısmı yabancı bankalara aktarılsa da, israf edilse ya da endüstriyel ülkelerden gelen her çeşit ithal mal için harcansa da, diğer bir kısmı Arap ülkelerinin her birinde harcanmaktadır. Petrolden elde edilen kâr, petrol yatağı olmayan ülkelere değişik biçimlerde yayılmaktadır. Fakat bir çeşit jeolojik irat olan petrol geliri, nispeten düşük sayıda işçi gerektirdiğinden, gerçek bir ekonomik gelişim olasılığını sınırlandırmaktadır, ithal mallanndan dolayı yerel üretim durgunlaşmış, hâttâ azalmıştır. Üstelik, Batılılaşma olarak nitelendirebileceğimiz bir kültürel değişimler bütünüyle birlikte gelen küreselleşme, karşımıza Arap dünyasının kültürel ve dinî temellerinin bir inkârı gibi çıkmaktadır. Arap dünyasına özgün olan bu çelişkiler bütünü, birliğe, Batı'ya karşı direnişe ve az çok bulanık bir biçimde değişime karşı duyulan özlemle beraber var olmaktadır.Saddam Hüseyin'in yenilgisi, büyük bir Arap kuvveti oluşturma yolundaki projenin yarı yolda kalmasına sebep oldu. Fakat savaşın sonuçları ne olursa olsun, bu proje yeniden gün yüzü görecektir, çünkü Arap dünyasının kültürel bütünlüğü ve petrolden elde ettiği gelir, er ya da geç başka anlaşmazlıklar esnasında bunu gündeme getirecektir. Demek ki, Amerika'nın en çatışık, ama aynı zamanda da petrolden dolayı en gerekli ilişkileri Arap dünyasıyladır. Bunun yanında Avrupa, coğrafi açıdan Arap dünyasına çok daha yakındır ve çatışmaların Akdeniz'in öbür tarafında Avrupa'ya yansıma riski büyüktür. Amerika'yla askerî ittifakı çok güçlü bir hale gelen İngiltere haricinde, Avrupa Birliği'ni oluşturan çeşitli ülkeler ve özellikle de bunların Amerikan" karşıtlığının her zamankinden daha yoğun olduğu kamuoyları, İrak Savaşı'na itiraz etmeleriyle Amerika ile aralarındaki farkın altını çizdiler. Fakat Avrupa Birliği'nin sahip olduğu askerî kuvvetler, Akdeniz'in diğer tarafından gelen bir saldırıya karşılık veremeyecek kadar zayıfladı. Amerikan hegemonyasını eleştiren küreselleşme karşıtı hareketler, Irak Savaşı aracılığıyla süper güce olan antipatilerini ifade etmek için yeni nedenler edindiler. Bunlar, George W. Bush'un savaşının bir fiyaskoya dönüşeceğini umuyorlardı. Oysa bu, şimdilik hızlı bir askerî zaferden ibaret. İrak batağında gerçekleşecek savaş sonrası sorunlu gelişimler ve Filistin dramının patlaması, Avrupa için coğrafi yakınlığından ve Fransa'da yaşayan yüksek sayıdaki Yahudi ve Araplardan dolayı çok tehlikeli olabilir. Duruma üzülmek ya da tarihin coğrafi adaletsizliğini suçlamak, Amerika'nın dünya sisteminin üstün merkezi olduğu gerçeğini değiştirmez. Hiçbir ekonomi asla bu kadar egemen olmadı. Bunun sebebi tanrısal bir inayet değil, öncelikle harikulade elverişli doğa koşulları ve tarihsel coğrafyasının sunduğu şanslardır. Diğer sebepler ise Avrupa kökenli sermayelerin, bilimadamlarının ve mühendislerin katkıları, Amerikan halkının göç sayesinde halen devam eden nüfus artışı (1930'da 120 milyon, 2000'de 284 milyon Amerikalı), ve nihayet bu ülkenin maddi hegemonyası ve askerî alandaki büyük rakibinin bir anda yok olmasıdır. Amerika'nın Avrupalılara borcu büyüktür ve 2. Dünya Savaşı'ndan beri onları desteklemiştir. Fakat Amerika'nın tehlikeli girişimlerinin sonuçlarını göğüsleyebilmek için, Avrupalıların artık kendilerine politik ve askerî imkânlar yaratmaya başlamaları gerekmektedir. Irak sınırlarıyla Kudüs'ün arasında sadece 400 km'lik bir çöl bulunmaktadır. Hârodote, sayı: 109, 2003 Çeviren: HEVAL BUCAK