Zulmün Doğurduğu Soru | Hanımlar.com

advertisement
Zulmün Doğurduğu Soru
Aug 26, 2013
Sızlayan her vicdan, düşünen her akıl, yaralanan her kalp
ve yaşaran her göz soruyor; “Ne yapabiliriz?” diye.
Her ne isim altında olursa olsun her türlü zulmün, inanan insanların iç alemlerine bütün
ağırlığıyla yerleştirdiği dehşetli bir sorudur bu.
Haklı öfkesini söndürmek için silaha sarılmak ve cepheye koşmak isteyenlerin karşısına bir
başka soru çıkıyor: Bombalara karşı sapan taşlarıyla, tanklara karşı sopalarla nasıl karşı
koyabiliriz?
Coşan hamiyet duygusu bu haklı soruyu düşünmek bile istemiyor ve “Olsun, yine de bir şeyler
yapmamız lazım.” diyor.
Biz de aynı kanaatteyiz. Bir şeyler yapmamız lazım; ama çok düşünerek ve ileriye dönük planlar
yaparak bir şeyler yapmamız lazım, hatta çok şeyler yapmamız lazım.
Maziyi irdelemenin ve yarayı kaşımanın bir fayda sağlamayacağını biliyoruz. Şu var ki, hastalığa
doğru teşhis koymadan da tedavinin mümkün olmayacağı inancındayız.
Akıl için yol birdir: Bombaya daha güçlü bombalarla, tanka daha donanımlı ve modern tanklarla
karşı koyacak seviyeye gelmek. Biz bu uzun yola girmedikçe harbi uzatmaktan, zulmü her geçen
gün daha da artırmaktan ve yeni beldelere sıçratmaktan öte bir şey yapmış olmayız.
Bize bu hamiyetli insanların ölmesi değil, belli bir hedefe doğru büyük bir himmet ve gayretle
yılmadan yürümeleri lazım. Ölümün bir şey halledeceğine inansak elbette en önce yapılması
gereken “canı feda etmek”tir. Ama bu feda, cephemizi zayıflatmaktan öte bir işe yaramayacaksa
bunu çare olarak görmemiz mümkün değil. İleri hedeflerimizi iyi tayin etmeli ve bu gün için de
yapılması gereken her türlü maddî yardımı yapmakta gecikmemeliyiz. Haneleri viran olan,
yakınlarını kaybedip ortada kalan, hastalıktan inleyen, çaresizlik içinde kıvranan mazlumlara her
türlü mali yardımı yapmak, gıda ve ilaç sevkıyatına gecikmeden başlamak hem iman
kardeşliğimizin hem de insanlığımızın bize yüklediği bir mükellefiyettir.
Şimdi hastalığın teşhisi için halimize kısaca bir göz atarak konuya devam edelim: Şu anda
Müslüman Dünyasının özellikle de Arap Aleminin sermayesi Hıristiyan bankalarında faize
yatırılmış değil mi? Darül harp olan ülkelerden faiz almanın caiz olduğunu biliyoruz. Ama
burada aldandığımız çok önemli bir nokta var, o da şu: O ülkelerde yaşayan işçiler gibi, paramızı
onların bankalarına yatırmaya mecbur isek, paramızın faizini almamamız onlara bir bakıma
yardım hesabına geçeceği için faiz almamız gerekiyor. Ama böyle bir mecburiyet olmadan sırf
kâr gayesiyle yabancı bankalara para yatırmak kesinlikle doğru değil. Çünkü paramıza, mesela,
on lira faiz veriyorlarsa bundan otuz lira kadar kazanç elde ediyorlar; bizim paramızla
besleniyor, bizim paramızla silahlanıyor ve bizim paramızla bizi vuruyorlar. Bu kadar basit bir
muhakemeyi Müslüman Dünyasının petrol ağaları ve kraliyet mensupları yapamıyorlarsa,
İsrail’den önce onları uyarmak ve ikaz etmek durumundayız.
“Komşusu aç iken kendi tok olan bizden değildir.” diyen bir Peygamberin (ASM) ümmeti
olarak, komşumuz olan İslam ülkeleri yahudi zulmü altında inlerken biz batı ülkelerinde tatil
sarayları yaptırıyor, hamamlarımıza altın burmalardan sular akıtıyorsak önce kendimizi hesaba
çekmeli ve kendimize gelmeliyiz.
Putlara insanları kurban etmenin ne kadar saçma olduğunu her insan bilir. Ama bir kişi buna
iman etmişse bu zulmü seve seve yapar. Yahudilerin kafalarında bir inanç putu vardır. Onlar
dünyada yaşama hakkına sahip tek ırkın Yahudiler olduğuna inanır, diğer milletlere köle
nazarıyla bakar, hatta onları öldürmeyi sevap sayarlar. Kafası bu derece katılaşmış, kalbi bu
kadar kararmış insanlardan insaf ve merhamet beklememiz mümkün değil. Tek yol, onlara
yenilmeyecek kadar güçlenmekten geçiyor.
Orta doğuda yahudiye “Dur!” diyecek bir süper gücün yahut güçlerin teşekkül etmesi herkes için
hayatî bir zaruret haline gelmiştir. Bu gücün öncelikle Arap âleminde ve Arap birliğinde
tahakkuk etmesi beklenir. Faize yatırılan sermayelerin yönü vakit kaybedilmeden bu ülkelerin
kalkınmasına çevrilmeli, sefalet ve işsizliğe son verilmeli, komşu ülkeler arasındaki gelir
uçurumu mümkün olduğu kadar kapatılmaya çalışılmalı, bunun yanında düşmana karşı da en az
onlar kadar güçlü olunmalı ve tecavüzlerine böylece set çekilmelidir. Temel hedef; savaşmak
değil barış içinde yaşamak ve Müslümanların da ileri ülkelerdeki hayat seviyesini yakalamaları
için gayret göstermek olmalıdır.
Bu vazife yukarıda da belirttiğimiz gibi, öncelikle Arap ülkelerine düşer. Şu var ki, onlar artık
isteseler de sermayelerinin tümünü batı bankalarından çekemezler. Bunun yeni bir harbin
başlangıcı olacağını iyi bilirler ve bu harbe de hiç hazırlıklı olmadıklarının farkındadırlar. Ama
hiç olmazsa bundan sonrası için akıllıca bir plan çizmek ve kalkınma yolunda hızlı yürümek
zorundadırlar.
Biz bütün kalbimizle bunu beklemekteyiz. Arap âlemi süper güç olma yoluna girmezlerse bu
konuda büyük ilerlemeler kaydetmiş olan Türkiye ile çok daha sıkı bir işbirliğine girmelidirler.
Türkiye’de yatırım yapmalı, onunla ticari yönden bütünleşmeli ve iktisadi yönden büyük bir
ortak güç sergilemelidirler.
Bu yol uzundur, ama tek çıkar yoldur.
Çalışmadan başarmak, ekmeden biçmek Allah’ın âdetullah denilen ilahi kanunlarına göre
mümkün değildir. Bu gayretlerimiz fiilî bir dua olacaktır ve bu duanın kabulüyle, inşallah,
ümidimizin çok fevkinde bir başarıyı yakalamamız mümkün olabilecektir.
Sulh mutlak manada hayırdır. İslam’ı bütün müesseseleriyle yaşamamız, ilim tahsil etmemiz,
ticaret yapmamız, zengin olup zekât vermemiz, başka dinden olanlara İslam’ı tebliğ etmemiz
ancak sulh ortamında gerçekleşecek hayırlı neticelerdir. Bununla birlikte harbe mecbur
kaldığımız takdirde de bunu yine İslam’ın koyduğu esaslara uygun olarak yapmamız üzerimize
bir vecibe olur. İslam’da harp hukuku çok önemlidir. Düşmanın çoluk çocuğuna, hayvanlarına,
ekinlerine, harbe iştirak etmeyip ibadetiyle meşgul olan din adamlarına zarar vermek
yasaklanmıştır. Bunlara uymayan kimse zalim olur, onların zulmünü hoş görmek de zulme
iştirak etmek manasına gelir. Bu noktada kalbimizi kontrol altında tutmaya azamî derecede
dikkat etmek durumundayız.
“Dünya ahiretin tarlasıdır.” Düşmanlarımız zulümleriyle bu tarladan kendileri için ebedî bir
cehennem mahsulü alıyorlar ve sonunda kendilerini kabir âlemiyle başlayacak bir ceza
silsilesinin içinde bulacaklar. Biz de İslam’ın harp hukukuna aykırı hareket etmekle kendimiz
için günah ve azap devşirmekten hassasiyetle kaçınmak durumundayız. Hissiyatımız aklımıza
galip gelerek bizi istikamet yolundan saptırmamalı, kalbimiz nefsimize galip gelmelidir. Bu da
hamiyetli insanlar için çetin bir imtihandır.
Burada dinimizin bize öğrettiği çok önemli bir gerçeği de vurgulamak isteriz:
Allah’ın birçok isimlerinin tecellileri umumîdir ve bazı şartlara bağlanmıştır. Bu şartlara kim
riayet ederse o tecellilerden nasiplenir.
Hakîm ismine uygun hareket ederek işlerini hikmetle icra eden kimse bunun karşılığını “başarı”
olarak alır.
Şafi isminin tecellisi de yine bir takım şarlara bağlıdır. Bu dünyada her derdin devası vardır. O
devayı kim bulur ve istimal ederse şifaya o mazhar olur. Burada da mümin-kâfir farkı
gözetilmez.
Allah Resulü, rızkın onda dokuzunun ticarette olduğunu haber verirler. Ticarette başarılı olmanın
değişmez kuralları vardır. Bunlara kim riayet ederse o başarıya ulaşır, bunda da yine din- mezhep
farkı gözetilmez.
Son olarak konunun çok önemli bir yönüne de kısaca işaret edelim:
“Allah Ganiyy-i Mutlak ve Müstağni-yi alelıtlak”tır. Yani, hiçbir şeye hiçbir surette ihtiyacı
yoktur. Müslümanların çalışıp yeryüzünde galip gelmelerinden razı olur, fakat bu başarıya Onun
hiç mi hiç ihtiyacı yoktur. Mahlûkat âleminden bir misal vermek gerekirse, gözlerin görmesine
güneşin değil insanların ihtiyacı vardır. Bütün insanlar gözlerini kapasalar güneş bundan zerre
kadar zarar görmez ve müteessir olmaz. Hepsi gözlerini açsalar ve görme nimetine kavuşsalar
güneşin ışığında bir artma olacağı düşünülemez. Her iki halde de kazanan ve kaybeden ancak
insandır. İman da kalp gözünün açılmasıdır. İnsanların imana gelmeleri ve iman nurundan
istifade etmeleri onlar için büyük bir kazançtır, Cenab-ı Hakkın buna ihtiyacı yok, ancak rızası
vardır. Bu nokta çok iyi bilinmeli ve İslam âleminin düştüğü perişanlıktan kurtulması için
gereken her türlü gayret en ince teferruatına kadar gösterilmelidir. Biz bunu yapmadığımız
sürece Allah’ın rahmetini ve inayetini beklememiz kuru kumdan meyve beklememize benzer.
Canavarlara rahmet okutan İsrail zulümleri Allah Resulünün(a.s.m) Yahudilerin akıbeti hakkında
verdiği haberin gerçekleşmesini hızlandırıyor. İstanbul’un fetih müjdesi gibi dünyadaki Yahudi
varlığının sona ermesi müjdesi de şüphesiz tahakkuk edecektir. Şu var ki, bu işi ebabil kuşları
değil Yahudilerden daha güçlü ordular gerçekleştirecektir.
Sonuç olarak, bu zulüm ateşi karşısında bize düşen görevleri iki maddede özetleyebiliriz.
1- “Allah hiçbir nefse gücünün yetmediği yükü yüklemez.” ayetinden aldığımız dersle
gücümüzün neye yettiğini iyi tespit etmeli, mazlumlara yapmamız gereken her türlü yardımı
eksiksiz yapmaya çalışmalıyız.
2- Bu yardımların geçici bir tedbir olduğunu bilip, gerçek tedbirin “düşman karşısında ondan
daha güçlü olmaktan geçtiğinin” şuuru içinde tembelliği, meskeneti, eğlence ve sefahati, israfı,
gayr-ı müslimleri kendi sermayemizle besleme gafletini terk ederek kalkınmamıza hız
kazandırmalıyız. Sadece zengin olmak için değil güçlü olmak, zalimlere “dur” demek ve
mazlumları kurtarmak için bütün gücümüzle çalışmalıyız.
Bu iki noktada bütün Müslümanları gayrete davet ediyor ve başarılı olmamızı Cenab-ı Haktan
niyaz ediyoruz.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Download