YENİ TÜRKİYE`DE MAKALEM YAYINLANDI

advertisement
YENİ TÜRKİYE’DE MAKALEM YAYINLANDI...
Türkiye’nin yakından tanıdığı siyaset ve kültür adamı Hasan Celal Güzel bir gün aniden telefonla aradı.
Yeni Türkiye Dergisi’nin son sayısında konunun “Türk Dünyası” olduğunu ve bir makale yazmamı
istedi. Ben de seve seve kabul ettim. “Güneydoğu Avrupa’(Balkanlar)da Türk İzleri” konulu bir makale
yazdım. Ortaya iki cilt, 288 yazı ve 3000 sayfadan oluşan muhteşem bir yayın ortaya çıkmış. Mutlaka
alın ve okuyun, kütüphanenizde bulunsun. Emeği geçenlere sonsuz teşekkürler...
MAKALEM
GÜNEYDOĞU AVRUPA’DA (BALKANLAR) TÜRK İZLERİ
BALKAN ALGISI
Günümüzde Güney Doğu Avrupa olarak adlandırılan ancak uluslararası terminolojide halen öztürkçe
bir isim olan “Balkan” adı ile adlandırılan bu coğrafyanın sınırlarını öncelikle belirlemek gerekir.
Balkan, sarp ve ormanlık sıra dağları anlamını taşıyan Türkçe bir kelimedir. Balkan kelimesi literatürde
ilk kez 1809 yılında Alman coğrafyacısı A. Zevne tarafından kullanılmıştır.
Balkan Yarımadası’nı Avrupa Kıtası’ndan ayıran sınır dağları yoktur. Yarımadanın doğal ve etnik
bütünlüğü de bu sebeple bulunmamaktadır. Bu yüzden yarımadanın günümüze kadar kuzey hududu
çizilememiştir. Bazı müellifler adı geçen yarımadanın kuzey hududunu Tuna – Sava – Kupa ırmakları
üzerinden geçen ve batıda Riyeka, doğuda Karadeniz’e kadar uzanan 1183 km’lik çizgiyi kabul
etmektedir. Doğal kuzey hududun söz konusu ırmakların veya daha kuzeyde Doğu Karpatlar ve
Transilvanya Alpleri olduğu söylenebilirse de, etnoğrafya bakımından yarımada; Balkan milletlerinin
meydana getirdikleri bir etnik müze veya konglomeradır. Bu topraklarda Türklerin dışında Arnavutlar,
Ulahlar, Boşnaklar, Bulgarlar, Makedonlar, Sırplar, Hırvatlar, Yunanlar, Slovenler, Macarlar, Romenler
ve diğer milletler yaşamaktadır. Yarımadanın Tuna, Sava ve Kupa ırmaklarının güneyinde bulunan
toprakların yüzölçümü 490, kuzeyindeki topraklarla birlikte ise 800 bin km2’dir.
Balkan Yarımadası’nın doğal zenginlikleri ve çok önemli bir siyasi ve stratejik konumu vardır.
Yarımada’da Avrupa’dan Anadolu’ya, Yakın Doğu, Akdeniz ve diğer yerlere uzanan yollar geçmekte
veya kesişmektedir. Bu yüzden tarih boyunca söz konusu yarımadaya hakim olmak için çok büyük
savaşlar yürütüldü.
Balkanlar, güneybatıda Adriyatik Denizi ve İyon Denizi, güneyde Akdeniz, güneydoğuda Ege Denizi,
Marmara Denizi, doğuda Karadeniz ile çevrili bir yarımadadır. Kuzey sınırlarını Tuna, Sava ve Kupa
nehirleri oluşturur. Kuzeybatıdan (Trieste Körfezi) güneye ve doğuya dek olan bölge sınırları denizlerle
çevrilidir. Karadeniz kıyılarında ise bölge sınırları denizlerle çevrilidir. Karadeniz kıyılarında Tuna’nın
döküldüğü yerden Tuna boyunca kuzey sınır Belgrad’a ulaşır. Burada Sava boyunca devam edip
Hırvatistan – Bosna Hersek hattından batıya ilerleyen kuzey sınırı Slovenya’ya gider. Catez ob Savi
köyünde Krka nehrinde devam eden kuzeybatı sınırı, nehrin ağzı Gradicek’in batısından Vipava nehri
üzerinden ilerleyip İtalya’ya geçer. Gorizia yakınlarından Soca nehri ile birleşen sınır, Trieste Körfezi
kıyısındaki Manfalcone yakınlarındaki Adriyatik’e bağlanır.
Gördüğünüz gibi bir çoğumuzun bu güne kadar duymadığı denizler, nehirler, körfezler, köyler Balkan
coğrafyasının içinde yer alıyor. Benim düşünceme ve iddialarıma göre bu coğrafyanın içine Ege’de
bugün Yunan hükümranlığında olan başta Girit ve Rodos olmak üzere bütün adalarıda katmak
gerekiyor.
Balkan coğrafyasının yukarıda sınırlarını çizdiğimiz topraklarının yüz ölçümü ortalama 550.000
kilometrekare’nin üzerinde... Balkanlarda 50 – 55 milyon civarında insan yaşıyor. Nüfusa dair net
rakamların verilememesinin en önemli nedeni siyasal nedenlerle sağlıklı nüfus sayımının
yapılamamasıdır. Ancak toplam nüfusun % 25’inin Türk, Arnavut, Boşnak, Goralı, Pomak, Torbeş ve
Çingenelerden oluşan müslümanlardan müteşekkil olduğunu söyleyebiliriz.
Türkler açısından bakacak olursak, sayısı net olarak belirlenemesede 2 milyon Müslüman Türkün
Balkanlarda değişik ülkelerde yaşadığını söyleyebiliriz. Bu sayıya hristiyan Türkler olan Gagavuzlar
dahil değildir. Gagavuzlar Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Makedonya başta olmak üzere
dağınık bir şekilde Balkan ülkelerinde yaşamaktadır.
Bu gün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşadığı farz edilen 76 milyon vatandaşımızın önemli bir
bölümü ki; bazılarına göre bu nüfusun % 50’sini karşılamaktadır. Ya ecdadı ya da kendisi Balkan
topraklarından “anavatan” tabir edilen ülkemize gelmiştir.
Bu insanların ve Anadolu insanlarının veya halen Balkan ülkelerinde yaşayan Türk ve Akraba
Topluluklarının her birinin bilgi eksikliği ve dezenfarmasyon nedeni ile düşüncelerine etkili olan bir
“Balkan Algısı” vardır.
Aslında yukarıda bahsettiğimiz bu büyük coğrafya “Balkan”olarak anlaşılmalı, tarihi ve sosyolojisine
bir bütünlük içinde bakılmalıdır.
Günümüzde Balkan devletlerine (Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Kosova, Arnavutluk,
Romanya, Karadağ, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna Hersek, Slovenya) bakarak farklı bir “Balkan
Algısı”na sahip olmak, Balkan coğrafyasının tarihi, sosyolojisi, jeopolitik ve jeostratejisi açısından bizi
yanlış sonuçlara götürür.
Balkan coğrafyası, tek ve bütün bir coğrafyadır. Devletler tarihinden bakınca belirlenmiş sınırlar
sunidir. Bu suni sınırlar arasında halklara, kültürlere, geleneklere ve dillere dayalı kuvvetli geçişler
vardır. Örneğin Türkçe ile bütün Balkan coğrafyasını gezebilir veya Slav kökenli dillerle çoğu Balkan
halkı ile anlaşabilirsiniz.
Türkler açısından bakılıncada Balkanlar tek ve bütün bir coğrafyadır. Mesela Rodopların bir eteği
Bulgaristan sınırları içinde diğer eteğide Yunanistan’dadır. Ancak Türkler açısından Rodopların bir ve
bütün bir coğrafi alan olduğu tartışılmaz bir gerçektir.
Türkiyemizde Balkanlar, bize oralardan Anadolu’ya göç etmiş insanların geldiği yer ile bir anlam ifade
etmektedir. Örneğin çok yanlış bir şekilde Balkanlardan gelenlerin tümünü Batı Trakyalı veya Arnavut
ya da Boşnak farz etmek gibi. Halbuki biz Türkler için Balkanlar denince 550.000 kilometrelik bir
toprağı ve 55 milyon civarında insanı ve de bu toprakların Girit ve Rodos ile tüm Ege Adalarını
kapsadığını, Marmara Denizinde yer alan kıyılarımızdaki Doğu Trakya’dan başlayıp ecdadın gidip
yerleştiği en son nokta olan Estergon Kalesi’nde bittiğini, bilmemiz ve idrak etmemiz gerekiyor.
BALKANLARDA TÜRK VARLIĞI
Saka ve İskit Türkleri’nin M.Ö. 700 yılında kurdukları Bozkır İmparatorluğu veya Konfederasyonun
sınırları içerisinde Makedonya dahil bütün Balkan Yarımadası, Macaristan, Bohemya, Ukrayna ve
diğer bölgeler ve ülkeler bulunuyordu.
Çin sınırından Tuna Irmağı’na kadar uzanan bu imparatorluk veya Konfederasyonda; kültür
bakımından Türk atlı ve yarı göçebe kültürünü benimsemiş toplulukların yaşayışları, kıyafetleri, adet
ve inançları tek bir kültürü yani Türk kültürünü ifade etmektedir.
Bu nedenle H. Triedler ve bazı tarihçiler Saka, İskit ve Bozkır İmparatorluğu veya Konfederasyonu’na
egemen zümrenin Türk olduğu kanısına vardılar.
Büyük İskender İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonraki dönemde bölgede kurulan Greco – Baktria
Devleti’nin sınırları, kuzeyde Hun Türkleri ile komşuydu. M.Ö. 140 yıllarında ise kuzey ve
kuzeydoğudan Hun Türklerinden kaçan kavimlerin ki; bunlar; Yunan kaynaklarına göre Türk olan
Peçenek, Saka ve Yüeçilerin Balkanları istila ettiklerini görüyoruz.
Böylece tarihi belgeler açısından M.Ö. VI. yüzyılda başlayan Balkanlardaki Türk varlığı, Büyük Hun
kültürü ve onun bütün Avrupa’yı titreten, büyük yayılış ve atılımı kendini göstermeye başlamış oldu.
Tarih, arkeoloji, dil, edebiyat, sosyoloji ve diğer bilim dallarının tespit ettiği gerçekler ise, müşahhas
bir Türk varlığının bu bölgede M.S. IV. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hun Türklerinin eliyle
yerleşmeye başladığını gösteriyor. Balkanlardaki Türk varlığı ve kültürü Hun Türklerinden sonra bu
coğrafyaya gelen Avar, Proto Bulgar, Peçenek, Oğuz, Kuman, Selçuklu ve Osmanlı Türkleri’yle devam
etti.
Bu sebeple Balkanlarda Türk varlığını üç ayrı dönemde incelemek daha doğru olacaktır.
1. Birinci dönem 372 – 1370 yılları arasında geçmiştir.
2. İkinci dönem 1371 – 1912 yılları arasında Osmanlı – Türk Hükümranlığı altında geçen dönem
3. Üçüncü dönem ise 1912 – 2013 yılları arasında Türk hakimiyetinin sona ermesinden
günümüze kadar geçen süredir.
Balkan Yarımadası en büyük etnik değişikliklere Hun, Avar ve diğer Türk kavimleri ile Slavlar ve
Osmanlı Türklerinin yerleşmesiyle uğradı.
Hun ve Avar Türkleri 372 ile 803 yılları arasındaki dönemde Balkan Yarımadası’nda ve Avrupa’da
büyük devletler kurdular. Devletleri tasfiye edildikten sonra bir kesimi diğer kavimler ve dinler
tarafından eritildi. Bir kesimi ise Göktanrı’ya inanmaya ve Türkçe konuşmaya devam etti. 679 yılından
sonraki dönemde Hun ve Avar Türklerinden geriye kalan Proto Bulgar, Oğuz, Peçenek ve Kuman
Türkleri’nin önemli bir kısmı İslam Dini’ne geçti. Bunlar 1352 yılından sonra Anadolu’dan gelen
Türklerle Balkan topraklarının fetihlerine katıldı.
Yine 679 yılında Tuna Nehri’nin sağ tarafında bulunan Mizya’ya veya bugün Kuzey Bulgaristan
dediğimiz bölgeye geçen Asparuh Han komutasındaki Proto Bulgar Türkleri, Balkanlarda
imparatorluklar kurdular. Onların müslüman olmayan kesimi IX. yüzyılın ikinci yarısında Doğu Roma
İmparatorluğu tarafından yapılan baskının neticesinde önce Ortodoks Hristiyanlığı daha sonra Slavlığı
ve Slavca’yı kabul etti. Slavlar, Hun ve Avar Türkleri’nin köleleri olmasına rağmen, bu Türk
kavimlerinden Balkan topraklarında kalan Türk grupları, İlirleri, Trakları, Antik Makedonları,
Romalıları ve Peonları göçe zorladıktan sonra Balkan Yarımadası’na yerleştiler.
Balkanlardaki coğrafi ortam; tarihin akışını ve yönünü, kültürlerin dağılımını, göçleri, etnik farklılıkları,
yerleşim yerlerinin durumunu ve tipini etkilediği kadar, oralarda yaşayan milletlerin manevi nitelik ve
değerlerini de etkiledi. Bu sebeple Balkan Yarımadası’nın tarih boyunca çok karışık etnik ve dini bir
yapısı vardır. Günümüzde de bu durum devam etmektedir.
Ayrıca burada belirtilmesi gereken diğer bir önemli hususda; Balkanlarda Osmanlı Türkleri öncesi
dönemden bu yana yaşamını sürdüren Goralı, Pomak, Torbeş gibi toplulukların tamamının Hun, Avar,
Peçenek, Kıpçak, Kuman, Uz, Oğuz gibi Türk boylarının torunları olduklarıdır. Ancak Türk bilim
adamları bu konunun üzerine yeterince eğilmedikleri için özellikle Yunan, Makedon, Bulgar ve Sırp
tarihçiler başta olmak üzere neredeyse tüm batılı tarihçilerin, bu grupları, farklı ırk ve etnisitelere
bağlama çabaları vardır.
Osmanlı – Türk İmparatorluğu’nun, Balkanlara hakim olduğu dönemde, Balkanlar’da yaşayan
Türklerin yanında, Türk’e benzemeye çalışan “reaya” denilen bir topluluk bulunuyordu. Bunlar Türk
gibi giyiniyor, başına kırmızı fes takıyor, Türklerin hareketlerini taklit ediyor, Türkçe konuşuyor,
çarşıda ve diğer yerlerde Türkler’den fark edilmiyordu. Reaya’nın bu dış görünüşü, onu her türlü dış
taarruzdan koruyarak, İslam’ı kabul etmeye ve Türkleşmeye kadar gitmiştir.
Osmanlı – Türk Devleti’nin 1699 Karlofça Anlaşması’nın imzalanmasına kadar süren Yükseliş
Devri’nde, Türk göçleri doğudan batıya ve güneyden kuzeye doğru gerçekleşti. Devlet, yeni feth
edilen Balkan topraklarına Anadolu’nun değişik yerlerinden onbinlerce Türk ailesi yerleştirdi.
Yerleşme oldukça planlı ve düzenli bir şekilde yapıldı.
Anadolu’dan getirilen Türk aileleri en çok Sava ve Tuna ırmaklarının güneyinde ve Drina Irmağı’nın
doğusunda bulunan topraklara yerleştirildi. Belirlenen sınırların dışında kalan topraklara sadece ordu
birlikleri, akıncılar ve memurlar gitti. Osmanlı Devleti’nin duraklama, gerileme ve dağılma devirlerini
ihtiva eden son 200 yılda Türk ve diğer Müslüman göçü, kuzeyden güneye ve batıdan doğuya doğru
gerçekleşti. Bu göç genelde elden çıkan Macaristan, Hırvatistan, Dalmaçya, Lika, Krayina, Bosna,
Banat, Baçka, Sirem, Slavonya, Eflak, Boğdan, Moldova, Kırım ve diğer bölgelerden yapıldı.
Osmanlı Devleti, Deliorman civarında kalan eski Türk gruplarını ve Anadolu’dan getirdiği Türkleri,
Makedonya, Sırbistan, Hırvatistan, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Arnavutluk’un
değişik bölgelerine iskân ettirdi. XIV. – XVII. yüzyılların arasındaki bu dönemde Balkan Yarımadası’na
kitleler halinde gelen Anadolu Türkleri, bu yarımadanın Sava ve Tuna ırmaklarının güneyinde ve Drina
Irmağı’nın doğusunda bulunan topraklarda nüfus çoğunluğunu oluşturdu. Türk yerleşmesi genelde
Anadolu ve Akdeniz ikliminin olduğu güney ve güneydoğu Balkan bölgesinde yapıldı. Oraların etnik ve
din yapısı Türklerin ve İslâm’ın lehine değiştirildi.
Türklerin, Balkanlarda makus talihinin oluşmaya başladığı hadisenin, 1683 yılında gerçekleştirilen 2.
Viyana Kuşatması olduğunu söyleyebiliriz. Başarısızlıkla sonuçlanan bu muhasaradan sonra, Türkler
ve Türk gibi görünenler halen Balkanlardan, Türkiye’ye veya dünyanın her hangi bir köşesine göç
hüznünü yaşadılar ve yaşamaya devam ediyorlar. Bu durum 2013 yılı itibarı ile benzerlikler içerir bir
şekilde sürmektedir.
Türklerin başına Balkanlarda meydana gelen bu olayların sadece siyasi ve insani boyutu yoktur.
Bunların yanında dil, kültür, tarihi eserler Türklere ait her türlü arkeolojik ve etnografik argümanlar,
Balkan coğrafyasından silinmye çalışılmaktadır.
Bütün bunlara rağmen Balkanlar o kadar Türktür ki; ICOMOS’un üyesi Nikos Agriatonis’in 2005
yılında İstanbul’da söylediği bir sözden bunu bir kez daha anlıyoruz: “Yunanistan’da 1830 tarihini
esas alarak 2300’e yakın tarihi eserin envanterini çıkarttık. Bunlardan bir kısmı kamuya ait yapılar,
bir kısmı da ticaret ve sosyal amaçlı binalar. Yani imaretler, medreseler, camiler, köprüler,
minareler, evler, kaleler, limanlar, hisarlar ve su sistemleri Osmanlı dönemine kaydedildi. Bu
envantere aynı dönemde inşa edilen kiliseleri, manastırları kısaca Hristiyanlıkla ilgili yapıları dahil
etmiyoruz. Ayrıca, 8500’e yakın, Osmanlılar zamanında kullanılmış içinde şimdi kimsenin
yaşamadığı ve yıkılmamış ev tespit ettik”...
Düşünün bir kere; bu sadece Yunanistan açısından saptanan bir durum... Yunanistan’da böyleyse
acaba öteki Balkan ülkelerinde ayakta kalan Türk izleri nelerdir?
BALKANLARI YAKIN TARİHTEN GÜNÜMÜZE GETİREN BAŞLICA OLAYLAR :
1699 Karlofça Anlaşması, Balkan Yarımadasının modern tarihinin başlangıcı için bir dönüm noktası
teşkil eder. Bu anlaşma ile Osmanlı-Türk İmparotorluğu önemli bölgeleri kalıcı olarak Hıristiyan
güçlere bıraktı. Bu dönemde Habsburg İmparotorluğu Erdel, Hırvatistan,Slavonya ve başka toprakları
ele geçirirken; Venedik’te Dalmaçya ve Mora’yı aldı.
Osmanlı – Türk Devleti 18.yüzyıl boyunca Avrupalı güçlerle, özelliklede bu güçlerle genelde ittifak
içinde olan Rusya ve Habsburg İmparotorluğu ile sürekli savaştı. Fransız Devrimi ve Napolyon’un
mücadelelerine Balkan toprakları da dahil oldu.
1775 yılında Habsburg İmparotorluğu Bukovina’yı ele geçirdi. 1797’de de Dalmaçya ve İstriya’yı elde
etti. Bu ilhaklar 1815 Viyana Anlaşması ile teyit edildi.
Rusya 1812 Bükreş Anlaşması ile Besarabya’yı yani bugünkü Moldovya ve Romanya topraklarının
büyük bir bölümünü aldı. 1815’te İngiltere, günümüzde Yunan Adaları olarak adlandırılan adaların
hakimiyetini ele geçirdi ve bu hakimiyetini 1863 yılına kadar sürdürdü.
Yakın Doğu’daki hadiselere Avrupalı büyük güçlerin yani İngiltere, Fransa, Rusya, Habsburg
İmparotorluğu ve bazı konularda Prusya’nın karışmasının Balkanlara da olumsuz sonuçları oldu. Bu
devletler zaman zaman ortak hareket ederken birçok kez de aralarında büyük menfaat çatışmaları
yaşıyordu. Bir çoğu Osmanlı – Türk İmparotorluğu’nun geniş toprakları üzerinde çok şiddetli bir nüfuz
rekabeti halindeydi…
İstanbul yani Osmanlı – Türk İmparatorluğu’nun merkez yönetiminin zayıfladığı 18.yüzyılın sonu ve
19.yüzyılın başlarında, Balkanlarda anarşi ve kanunsuzluk hüküm sürüyordu. Bu nedenle özellikle
Balkanlardaki nüfuzunu artırmak için Avrupalı devletler tarafından devamlı tahrik edilen hıristiyan
nüfus; diğer nedenler sebebiyle de, Fransız Devrimi ile özdeşleştirilen pek çok fikir ve bilhassa
liberalizm ve milliyetçilik Balkanları adeta bir kan gölüne çeviriyordu…
Osmanlı – Türk İmparotorluğu’nun karşı karşıya kaldığı ilk isyan 1804’te gerçekleşen ve devletin
bölgedeki karışıklıkları dizginleyememesinden kaynaklanan Sırp isyanıdır.
İkinci isyan ise 1821’de Hrıstiyan alemi ve Avrupalı devletlerce de büyük çapta desteklenen Mora
İsyanı’dır. Bu güçlerin müdahalesinden sonra 1829’da bağımsız bir Yunan devleti kuruldu. Ancak ne
gariptir ki; bu devlete tahsis edilen bölge Rumların meskun olduğu toprakların sadece dörtte birini
oluşturuyordu. Yunanistan, Ortodoks Hristiyanlığın bağlı olduğu kiliseler tarafından Avrupalı
devletlerin desteği ile kurulmuştur. Yunanistan’ın kurulmasında bir devlet geleneğinden ve millet
yapısından söz edilemez. Öyle ki; bu devletin kurulmasına destek olanlar, devletin yönetim biçimini
de monarşi olarak belirlemiş ve dışarıdan Bavyera Kralının ikinci oğlu Otto’yu kral olarak başa
geçirmiştir.
Üçüncü önemli isyan ise Eflak ve Boğdan’daki Rumen hareketidir. Diğer Balkan topraklarında görülen
dışarıdan müdahaleler burada da görülmüştür. Zamanın hiçbir büyük gücü, kontrollerine almak
istedikleri bu toprakları başıboş bırakmak istememişlerdir. Yine Eflak ve Boğdan’da 1866 yılında Orta
Avrupalı Prusya Kraliyet ailesinin Katolik koluna mensup Hohenzollern – Sigmaringenli Carol’un
hükümdar seçildiğini daha doğrusu hakim güçler tarafından atandığını görüyoruz…
Bu süreçte içeriden direniş ve ayaklanmayla, büyük güçlerden de saldırılar ve müdahaleyle karşı
karşıya kalan Osmanlı-Türk İmparotorluğu, devletin daha fazla parçalanmasını ve Balkanlardaki
isyanları önlemeye yönelik kararlı girişimlerde bulundu. Sened-i İttifak’la başlayan bu süreç Tanzimat
Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1856), Kanun-i Esasi ve 1.Meşrutiyet (1878) nihayetinde de
2.Meşrutiyet (1908)ile devam etti.
Balkanları bugüne taşıyan en önemli olaylardan biri de; 1875’te Bosna – Hersek’te çıkan isyandı. Bu
isyan bastırılamadı. Akabinde 1876 yılında Sırbistan ve Karadağ bu isyandan faydalanarak OsmanlıTürk İmparotorluğu’na karşı savaş açtı. Büyük bir uluslararası kriz çıktı. Balkanlara inmek, Boğazları
ele geçirmek ve de Akdeniz’e Ege yoluyla çıkmak isteyen Ruslar bunu fırsat bilerek 1877 yılında
tarihimizde “93 Harbi” olarak bilinen savaşı Osmanlı – Türk Devletine karşı ilan etti. Savaş;
Balkanlarda büyük güçler arasındaki dengeyi alt üst eden Ayastefanos Anlaşması (1878) ile
nihayetlendi. Ancak büyük güçler buna çok şiddetli bir tepki gösterdi. Bunun üzerine aynı yıl Berlin
Kongresi toplandı.
Berlin Kongresi, Balkan Devletlerinin kurulmasında bir dönüm noktasıdır. Daha önce bağımsızlığını
kabul ettirmiş olan Yunanistan’a; bu kongrede alınan kararlarla Romanya, Sırbistan ve Karadağ
eklenmiştir. Avusturya – Macaristan İmparotorluğu’da Bosna – Hersek’i ve Yeni Pazar Sancağı’nı ilhak
etti. Ayrıca bu sonuçlar, Müslüman ve Hrıstiyan Arnavutlar arasında da ayrılık düşüncesinin
başlangıcına neden teşkil etti.
18. ve 19. Yüzyıllarda dikkatini Balkanlara toplayan büyük güçler, 1887’den sonra dünyanın diğer
bölgeleri ile daha fazla ilgilenir oldular. Bu sırada, bu güçlerin hiç biri bir Balkan krizi çıkmasını
istemiyordu. Bu sessizlik 1912 yılında patlak veren Balkan Savaşları’na kadar sürdü. Günümüzde de
benzer olaylar ve uygulamalar; Türk ve Türk gibi görülen Müslümanlara uygulanan zorunlu göçler,
asimilasyon hareketleri ve Çamerya, Makedonya, Kosova ve Bosna – Hersek’te meydana gelen ve
soykırım niteliği taşıyan katliamlarla sürüyor.
Balkanlarda meydana gelen olayların, toprakla ilgili hedefleri olmasına rağmen, aciliyet gerektiren en
önemli husus iç ekonomik kalkınma gerekliliği ve halkların yaşam koşullarının iyileştirilmesi ile de
ilgiliydi. Bölge siyasetçileri, geri kalmışlığı çok iyi idrak ediyor ve köklü değişikliklerin olması
gerektiğini savunuyorlardı. Ancak ne gariptir ki; Balkanlarda yaşanan bu olayların üzerinden uzun
yıllar geçmiş olmasına rağmen benzer sorunlar artarak bu coğrafyada devam etmektedir.
BALKANLARDA TÜRK KİMLİĞİNİN
AYRILMAZ BİR PARÇASI: SOYKIRIM
Günümüzde Balkanlara nasıl bakıldığını anlamak için Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın “… 1912 felaketinden
sonra Anadolu’ya gelen Balkanlılar, Rumeli göçmenleri dediğimiz kesimdir. Bir toplantıda Türkkaya
Ataöv tarihi meselelere hep “ileriye bak, geçmişi unut, kimseye kin tutma” felsefesi ile
yaklaştığımızı söylemişti. Aslında bizden başka kimsenin geçmişini unuttuğu yok ve bu şekilde
geçmişi unutarak ileriye yürünmesi de mümkün değildir. Nitekim bu savaş ne mektep kitaplarında
ne matbuatta, ne de filmlerde yer alıyor ve Balkan Savaşı nedir, nasıl bir faciadır bilmiyoruz.
Vaktiyle büyük anneler olanları anlatırmış bir müddet sonra ise mesele “Ne diyor bu ihtiyar ?”
yakınmasına dönüşmüştür. Halbuki Balkan Savaşı yakın Türk tarihinde bir faciadır ve bu faciayı
yaşayanlar da bazı Türklerdir.” diyerek belirttiği görüşleri üzerinde düşünmek gerekir.
Balkanların 1800’lü yılların başından itibaren yazılı tarihi; Türklerin ve Türk olarak görülenlerin başına
gelen, milyonlarca ölümle sonuçlanan soykırımların ve zorla göç ettirilmelerin tarihi niteliğindedir.
Balkanlarda 1821 ile 1922 yılları arasında beş milyondan fazla Müslüman Türk, ülkelerinden sürülüp
atılmıştır. Beş buçuk milyon Müslüman Türk’te kimi savaşlarda öldürülerek, kimi de sığıntı
durumunda iken açlıktan ve hastalıklardan canını yitirerek ölmüştür.
Balkanlarda uğranılan bu soykırımlar neticesinde Türk nüfusu önemli bir kayba uğramıştır. Bu
sebeble Balkanların tarihi, Türklerin uğradığı soykırımlar göz önüne alınmaksızın gereği gibi
anlaşılamaz.
Osmanlı – Türk İmparatorluğu; kendini yenilemek ve çağdaş bir devlet kimliğiyle varlığını sürdürmek
için çabaladığı bir dönemde, önce sınırlı kaynaklarını, Müslüman Türk nüfusun düşmanlarınca
kıyımdan geçirilmesini önlemek; sonra da bu düşmanlar üstüne geldiğinde, İmparatorluk merkezine
akın akın gelen göçmenlerin gereksinmelerini karşılamak için harcamak zorunda bırakılmıştır.
Türkler, Balkanlardaki bu badireden yok edilemeden çıktı ama Türk Milleti Balkanlarda başına gelen
olaylardan derinlemesine etkilendi ve bu etkiler günümüzde de sürmektedir.
Türklerin Balkanlarda uğradığı bu kayıplar, Türk tarihi açısından büyük önem taşımasına rağmen
bu kayıplara ders kitaplarında değinilmez. Bulgarların, Sırpların, Rumların uğradığı kıyımları
anlatan ders ve tarih kitapları, Türklerin uğradığı kıyımları anmamıştır. Bu durum Türklerin başına
gelen ölüm ve sürgünlerin, tarihsel önemini anlamamızı engellemiştir.
Balkanlarda Türklerin uğradığı ilk toplu soykırım 1821 Mora İsyanı olarak tarihe geçen Yunan
ayaklanmasıyla gerçekleşmiştir. Yunan ayaklanması, Balkanlarda Türklerin topluca öldürülmesi ve
sürülmesi ile ilgili süreci başlatan ilk harekettir. Burada izlenen yöntem, daha sonra yapılacak
olanlara bir model olarak ortaya çıkmıştır.
Tarihçi George Finlay 1861 yılında “1821 Nisanında, 20000 kişiye yakın bir Müslüman Türk nüfus
Yunanistan’da (Finlay, burada Yunanistan derken bu günkü Yunanistan’ın anakarasındaki güney
kısmını yani Mora’yı kast ediyor. Çünkü 1861’de Yunanistan krallığının toprağı o kadardı. Yunanistan
kurulduğu tarihten bu yana Türk topraklarını işgal ede ede Türkiye’nin aleyhine olmak üzere üç misli
büyümüştür.) dağınık olarak yaşıyor ve tarımda çalışıyordu. Ayaklanmanın üzerinden iki ay
geçmeden bunların çoğu kıyımdan geçirildiler. Adamlar, kadınlar, çocuklar, hiç acımadan ve sonra
da pişmanlık duyulmadan öldürüldüler.” demektedir.
Mora İsyanında Yunanlı çeteciler ve köylüler, buldukları her Türkü öldürmüşlerdir. Hatta Kalavryta ve
Kalamata’dakiler kendilerine öldürülmeyecekleri sözü verilen Yunanlılara teslim oldu ancak bunlarda
öldürüldü. Yunanlılar yarımadanın her bölümünde Türklere saldırdı ve hepsini öldürdü. Kalelere
sığınanların geriye dönüş umudunu yıkmak için Türklerin evleri yakıldı. İsyanın başladığı Mart’ın
26’sından Nisan’ın 22’sindeki paskalya Pazar’ına kadar göz kırpmadan 15000 Türk can verdi.
Yunanlı Başpiskopos Germanos “Hristiyanlara huzur, Konsoloslara saygı, Türklere ölüm” diye emir
veriyordu. Yunanlılar yakaladıkları Türkleri erkeği, kadını ve çocuklarıyla kıyımdan geçirmek suretiyle
“Hiçbir Türk kalmayacak / Ne Mora’da, ne dünya da !” şarkısını da ağızdan ağıza yayarak soykırımı
adeta alay edercesine tamamlamışlardı. Ayaklanmanın başlamasından itibaren üç hafta içinde
Mora’da bir tek Türk bırakılmamıştı.
Tripolitza’daki olay ise vahşetin boyutunu çok iyi anlatmaktadır. Kolokotrones isimli birinin
anlatımına göre kasabaya girdiğinden itibaren “yukarı hisar kapısından başlayarak atımın ayağı hiç
yere değmedi. İlerlediğim zafer kutlama töreni yolu cesetlerden bir örtüyle döşenmişti.”
demektedir.
Bu soykırım değilde nedir? Mora’da başımıza gelenler Türk Milletine anlatılmışmıdır? Soykırımın
hesabı sorulmuşmudur? Bunlar tarihçiler ve siyasetçiler tarafından cevaplanması gereken önemli
sorulardır.
Balkanlarda 1821 Mora ayaklanması ile başlayan Türk soykırımları; Balkanlardan Türk nüfusu
arındırmak politikasına dayanıyordu. Bu politika Avrupa devletleri ve Rusya ile haçlı zihniyetinin bir
eseriydi. Bu durum 1877 – 1878 Osmanlı – Rus, 1912 – 1913 Balkan ve 1919 – 1923 Kurtuluş
Savaşlarında kendini yeniden göstermiştir.
Bir Bulgar devletinin yaratılmasıyla ve Bulgaristan Türklerinin soykırım ve yurtlarından sürülmesiyle
sonuçlanan Bulgar ayaklanması hareketi, Osmanlı – Türk İmparatorluğuna karşı birbirleri ile
bağlantısız eylemlerle başladı. Küçük Bulgar grupları, Sırp ve Yunan ayaklanmalarında Osmanlıya karşı
savaştılar. Ruslar; 1806,1811 ve 1829’da Balkanları istila ettiklerinde Bulgar gönüllüleri Ruslara
katılarak onların yanında yer aldı.
Tarihe 93 Harbi olarakta geçen 1877 – 1878 Osmanlı – Rus savaşının, Bulgaristan Türklerinin
kıyımdan geçirilmesi ile yaşanan dehşet olaylar üzerine başladığı söylenebilir.
Ayaklanmanın elebaşlarından Benkovski’nin konuşmalarında “Türklerin ele geçirilebilen her yerde
öldürülmeleri” emrediliyordu. Bunun üzerine hemen 1000 civarında Türk köylüsü katledilmiştir.
1877 – 1878 Osmanlı – Rus savaşında Türklerin ölümleri dört sınıfa ayrılabilir:
a) Taraflar arasındaki çatışmalarda meydana gelen ölümler
b) Bulgar ve Ruslar tarafından öldürülmeler
c) Yaşam içim zorunlu gereksinmelerin sağlanmasının engellenmesiyle açlıktan ve hastalıktan
ölümler
d) Bulgaristan Türklerinin sığıntı durumda yaşadıkları koşullardan kaynaklanan ölümler
Savaşın korkunç bilançosu sonucunda Müslüman Türklere ait nüfusun %17’sine tekabül eden
261.937 kişinin katledildiği görülmektedir.
Bu savaşa ilişkin bir belge henüz ortaya konamamış olsada, olayların gelişmesine bakılarak
çıkarılabilecek en mantıklı sonuç, Rus askerlerin yaptığı insan öldürmelerinin, yıkımın ve ırza
geçmelerin, Rus askeri komutanlığının emirleri çerçevesinde gerçekleştiğidir.
Rusların sivil halkı kıyımdan geçirmeye girişmelerinin altında yatan temel amaç; Türk köylüler
arasında dehşet salmak ve ilerleyen Rus ordularının önünde onları kovalayarak Osmanlı ordusunu
harp dışı konularla ilgilenmeye itmekti. Nitekim Ruslar bunu gerçekleştirmekte başarılı oldular.
Sürüler halinde Osmanlı – Türk İmparatorluğu’nun merkezine doğru kaçan Türkler, yolları kapadılar,
cepheye asker ve malzeme taşınmasında kullanılabilecek tren vagonlarını doldurdular.
Bu savaş döneminde Bulgaristan’da Türklerin varlığına son vermek için kullanılan yöntemler yani
cinayet ve dehşet saçmanın kullanılması binlerce yıl önce keşfedilmişti. Bu yöntemler çerçevesinde
Türkler ya hemen öldürülecek ya da öldürülme korkusu içinde yurdundan kaçırılacaktı. Eski Zağra
Müftüsü Hüseyin Raci Efendi’nin yayınlanmış hatıralarından bu planların nasıl yaşama geçirildiği
çok iyi anlaşılmaktadır.
Bu savaş sonucu; ülkenin yani Bulgaristan’ın Türklerden temizlenmesi ve ezici çoğunluğu Slavlaşmış
Bulgarlardan oluşan bir Bulgaristan’ın ortaya çıkması sağlandı. Bulgaristan Türklerine saldırılması,
Rusların askeri politikasının pratik, bilinçli ve acımasız bir amacı idi.
Ruslar, amaçlarını tahakkuk ettirmek için kirli savaşlarda usta ve uzman olan Don – Volga / Rus
Kazaklarından faydalandılar. Kazaklar, kimse kaçmasın diye köyleri kuşatmaya alıyor, sonra da
Bulgarlar köye dalıp talana ve kıyımdan geçirmeye girişiyorlardı. Örneğin Hıdır Bey köyünde Rus
Kazakları Türklerin elindeki silahları toplayıp Bulgarlara verdiler. Bulgarlarda köyün 70 erkeğinden
55’ini orada öldürdüler. Yine Büklümbük’te aynı yöntemle silahsızlaştırdıkları köyün erkeklerini bir
saman ambarına, kadınları ve çocukları evlere yerleştirdikten sonra ateşe verdiler. Kaçmaya
çalışanlara da Bulgarlar ateş ettiler. Kaçabilenler bunu diğer Türklere anlattılar zaten Ruslarda korku
yaratmak için bunu istiyordu. Bunun gibi bir çok olay Müderrisli, Yeni Mahalle, Usturumca, Kadisle,
Binpınar gibi Türk yerleşim birimlerinde yaşanmıştır.
Filibe ve Edirne’de İngiltere’nin konsolos yardımcısı olarak görev yapan Edmund Calvert yazdığı 16
Eylül 1878 tarihli raporda “… bu yörenin Türk erkek nüfusunun toptan ve duygusuz kıyımdan
geçirmelerle kökünden kazımak amacını güden hesaplı ve kısmen de başarılı olmuş girişimler…”
diye ifade edilen soykırım 1990’lı yıllarda Haçlı zihniyeti tarafından Türk olarak görülen Boşnaklara’da
çoğunlukla erkekleri öldürmek sureti ile uygulanmıştır.
Avrupa eğer böyle utanç verici işleri Türkler yapmış olsaydı, bütün Türkleri kolayca lanetlerdi. Ancak
aksine bu soykırımlar diplomatik raporların varlığına rağmen gizlenmiş ve planlı olarak olayların üstü
örtülmüştür.
Balkan Savaşı öncesindeki soykırım ve göçlerin önemli bir bölümünün Girit ve Oniki Ada olarak
bilinen Türk adalarında olduğu görülür. Başta Girit olmak üzere Türk egemenliğindeki adalar
uluslararası ayak oyunları ile Yunanistan’a verilmiştir. Sadece Girit Adasındaki Nüfus oranları takip
edildiğinde Rumlar tarafından gerçekleştirilen katliamların korkunç boyutu ortaya çıkar. Girit
Adasından 1878 – 1898 yılları arasında 175.900 müslüman Türk’ün göç etmek zorunda kaldığı göz
önüne alınırsa Türklerin Girit’te hangi akibetle karşılaştıkları pek fazla tartışılır bir konu olmaktan
çıkar.
Birinci Balkan Savaşında, Osmanlı – Türk İmparatorluğu 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşından çok
daha hızlı bir yenilgiye uğradı. Sadece iki ay süren çatışmalar sonunda hemen hemen bütün Avrupa
Türkiye’si yitirilmişti. Çatalca savunma çizgisi, Bulgarların saldırısına karşı direnmiş ve başkent
İstanbul kurtulmuştur. İkinci Balkan Savaşı da yitirilen toprakların küçük bir bölümünü kurtarmaya
neden olmuştur.
Balkan Savaşlarında 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşında görülenlere benzer tablolar yaşanmıştır.
Öldürme, ırza geçme ve soygunlar, Türkleri evlerinden barklarından söküp ayırmış, Osmanlı’nın
merkezine yani elde kalan Türk topraklarına göç etme sonucunu doğurmuştur.
Balkan Savaşlarında Türklere karşı ön saldırıları yapma işlevini Sırp, Bulgar, Makedon, Rum çeteleri
üstlenmiş ve bunlar kendilerini himaye eden devletlerden destek görmüşlerdir.
Balkan Savaşları sırasında işlenen cinayetler; bir ırkı yani Türkleri yok etmeye yönelik türden
cinayetlerdir.
Yapılan soykırımlar Balkanlarda daha önce yapılmış olanlara çok benziyordu. Nüfus çoğalmasının
önüne geçilmesi yolu ile demografik dengelerin bozulmasına yönelik katliamların yapıldığı rahatlıkla
söylenebilir. Örneğin diplomatik misyon üyesi Morgan adlı birinin 28.12.1912 tarihinde Kavala’da
yazdığı bir raporda “Kavala bölgesinde Kavala Türklerinin komitacılar tarafından daha önceki
raporlarda bildirildiği üzere, öldürülmelerinin yanı sıra Pravista’da yaklaşık 200 Türkün ve Sarı
Şaban’da bir o kadarının kıyımdan geçirildiği haber alınmıştır. Drama bölgesinde, Çatalca, Doksat
ve Kırlık Ova’da Türkler öldürülmüşlerdir.” demektedir.
Yabancı misyon şefleri ve görevlileri ile ticaret için bölgede bulunan yabancıların buna benzer rapor
ve mektupları Batı ülkelerinin arşivlerinde bulunmaktadır. Batılı gözlemciler haksız ve hukuksuz bir
şekilde katledilen Türk sayısını 200.000’in üzerinde olarak hesaplamışlardır. Bu soykırım değil de
nedir ?
Türk Milletinin başına gelen kötü şeyleri anlatmakta zorluk çektiği ve bu konularda bir ketumiyet
içinde bulunduğu genelde kabul gören bir anlayıştır. Bu nedenle Balkanlarda meydana gelen
soykırım ve karşılaşılan kötü muameleler bir türlü Türk toplumuna yansıtılamamıştır.
Selanik’te görevli olan İngiliz Konsolosu Lamb “Kılkış, Doyran ve Gevgili ilçelerinin tamamında
bütün ileri gelen Türkler öldürülmüş, malları talan edilmiş ya da kullanılmaz hale getirilmiş,
çiftlikleri ve evleri yakılmış, hanımları pek çok olayda aşağılanmış ve hatta çoğu kez daha beter
davranışa uğramışlardır” diye Türklerin başına gelenlerin bir kısmını rapor etmiştir. Hatta olaylar
daha da ileri gitmiş ve Müslüman Türklerin zorla din değiştirmesi için çeşitli ağır baskılar
uygulanmıştır.
Amerikalı araştırmacı yazar Justin McCarthy; Balkan Savaşları ve sonrasında ölen Müslüman Türk
sayısını 632.408 kişi olarak veriyor.Bu bir insanlık dramıdır.
Bu katliamlar ve soykırımlar Yunanlıların Anadolu’yu işgalinde de sürmüştür. Örneğin 1919 yılında
3000 nüfuslu Menemen halkının 1300’ ü Yunanlılar tarafından iki üç gün içinde öldürülmüştür.
Günümüzde Menemen halkı 1919 yılının Mayıs ayı içersinde gerçekleştirilen bu katliamdan halen
habersizdir. En azından soykırım niteliği taşıyan bu katliam bir anıt dikilmek sureti ile hatırlanmalı ve
gelecek nesiller soykırımdan bu şekilde haberdar edilmelidir. İngiliz, Fransız, İtalyan İşgal Güçleri ve
Kızılhaç tarafından kurulan Soruşturma Komisyonları incelemelerine ve Bab-ı Ali raporlarına göre
Yunanlıların Anadolu’da yaptıkları soykırım; bunları Fransızcadan çeviren Dr. Necdet Ekinci’nin
“Türkiye’de Yunan Vahşeti” isimli kitabında çok iyi bir şekilde resmi belgelere dayanılarak
anlatılmaktadır.
Yunanlıların 1919 – 1922 yılları arasındaki Anadolu işgalinde yaptıkları, Haçlı zihniyetinin Balkanları
Türklerden arındırma planının, Anadoluyu Türklerden arındırma haline dönüşmüş şeklidir.
Bu katliamlar Balkanlarda günümüze kadar süregelmiştir. Kronolojik sıraya göre de bunlardan biri de
Yunanlılar tarafından yapılan Çamerya katliamıdır.
Almanlarla işbirliğine giden Yunanlı General Napoleon Zervas, daha sonra İngilizler tarafından
desteklenmiş ve Haziran 1944’de ayında Çamerya’da geniş çaplı bir katliam ve etnik temizlik hareketi
gerçekleştirmiştir. Bu olay aynı zamanda, Yunanistan tarihinde ilki 1821 İsyanı’nda, sonrada Balkan
Savaşları ile Anadolu işgalinde yaşanan ve Yunanlıların giriştiği çeşitli katliam hareketlerinden biri
olarak anılmaktadır.
Çamerya bölgesindeki Müslüman Arnavut halka karşı katliam hareketi 27 Haziran 1944'de başladı.
İnsanların çeşitli uzuvlarının kesilip parçalandığı, hamile kadınların, bebeklerin katledildiği bir
vahşetin söz konusu olduğu kayıtlara geçmiştir. Göz çıkarma, burun, kulak kesme ve benzeri vahşet
sonucunda ilk 24 saat içinde sadece Paramiti’de 600'den fazla insan katledilmişti. 27 Haziran 1944 ile
Mart 1945 arasında Filat’ta 1286 kişi, Gümenice ve çevresinde 192 kişi, Margelliç ve Parga’da ise 626
kişi öldürülmüş, meçhul kayıplar ve başka vakalarda ise yüzlerce insan daha yok olmuştu. Belgelere
göre, Haziran 1944 – Mart 1945 arasında Yunanlılar bütün Çamerya’da sivil halktan 3242 kişiyi
katletmişlerdir. Ayrıca 745 kadına tecavüz edilmiş, 76 kadın kaçırılmış, 3 yaşından büyük 32 bebek
katledilmiş, 68 köy yerle bir edilmiş, 5800 ev ve ibadethane (camiler dahil) yakılmış ve tahrip edilmiş,
evler talan edilmişitir.
Bütün bu vahşetin ardından, hayatta kalabilen Müslüman Arnavutlar Mart 1945’den sonra
anayurtlarını terk etmek zorunda kalmışlardır. Çoğu Arnavutluğa,bir kısmı da Türkiye’ye
göçmüşlerdir.
SON SOYKIRIM ÖRNEKLERİ VE TÜRK VURGUSU
20. yüzyılın son dönemecinde dünya çok büyük bir soykırıma daha sahne oldu. 1992 yılında Bosna’da
başlayan bu soykırım boyunca yüzbinlerce insan topraklarından sürüldü, hayatını kaybetti, toplama
kamplarına kapatıldı, insanlık dışı işkencelere maruz kaldı. Önce Bosna sonra da Kosova’da yürütülen
bu büyük soykırımın özelliği ise, Balkanlarda 1821’den beri süre gelen önceki katliamlar gibi tüm
dünyanın gözleri önünde, Avrupa ülkelerinin hemen yanıbaşında ve onların da desteğiyle 1992 –
1995 yılları arasında devam etmesiydi.
Sırplar tarafından Türk olarak görüldükleri için öldürülen Bosnalı müslüman sayısı 200 bini aştı, 2
milyon insan evlerinden sürüldü, 50 bine yakın müslüman kadına tecevüz edildi. Benzer olaylar
Makedonya ve Kosova’da da tekrarlanarak yaşandı.
Balkanlar da soykırım, sadece Türklerin değil soykırımcılar tarafından Türk olarak görülen Boşnak ve
Arnavutlarında Sırp General Karadziç Srebrenica’da soykırım emrini verirken “Tek Türk
kalmayıncaya kadar öldürün” ifadesinden de anlaşılacağı üzere makus talihi olmuştur.
Yüzyıllardır soykırımlarla sahneye konulan oyun Türkler üzerinde ve daha sonra da Türk gibi görülen
müslüman topluluklar için uygulanmaya başlamıştır.
Her ne kadar Balkanlarda soykırım denilince akla Türkler gelse de, Türklerin yaşadığı her coğrafyada
neredeyse benzer bir durum karşımıza çıkmaktadır.
Büyük bir sürgüne ve soykırıma uğrayan Kırım ve Ahıska Türkleri, Irak Türkleri, Kıbrıs Türkleri ve
nihayetinde Hocalı’da Azerbaycan Türkleri değişik metod ve yöntemlerle aynı akibete
uğratılmışlardır.
Milli Şair Mehmet Akif Ersoy;
“İlahi, altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı…
Yanan can, yırtılan İsmet, akan seller bütün kaldı
Ne mâsum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı !
Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı”
derken aslında soykırımın şiir diliyle tarifini yapıyordu.
İfade ettiklerimizden görülmektedir ki, Müslüman Türkler Balkanlarda soykırıma uğramıştır. 1821 –
1923 arası katledilen ve tek çare olarak ölüme zorlanan Türk sayısı 5.5 milyonun üzerindedir. Bu
nedenle Balkanlarda Türk denilince akla hemen soykırım gelmekte ve ölüm duygusu çağrışım
yapmaktadır.
Türklere ve Türk gibi görünenlere yüzyıllardır insanlık suçu olan bu muameleyi reva görenlerin
değişmez amacı Balkanlardan Türk ve Müslüman varlığını arındırmak ve Balkanlardan Türk izlerini
silmektir.
İnsanlık aleminin üzerine düşen; yine bir insanlık ayıbı olan bu soykırımların üzerindeki karanlık
perdeyi kaldırmak, suçlularını deşifre etmek ve imkan varsa cezalandırmaktır. Türk milleti de
Balkanlarda başına gelen bu soykırımdan ders almalı ve bir nasihat şeklinde bu olayları gelecek
nesillere objektif olmak kaydıyla aktarmalıdır.
GÜNÜMÜZDE BALKANLAR VE BALKANLARIN TÜRKİYE AÇISINDAN ÖNEMİ :
Balkan bölgesi geçmişte olduğu gibi günümüzde de Türkiye açısından büyük önem arz etmektedir. Bu
durum hem jeopolitik hem de jeostratejik açıdan böyledir. Balkanları Türkiye açısından bu kadar
önemli kılan pek çok tarihsel, sosyal, ekonomik ve politik neden mevcuttur. Hatta daha da ileri
giderek modern Türkiye Cumhuriyeti devletinin doğuşunda ve kuruluşunda Balkanların ve
Balkanlardan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmış insanların dolaylı etkisi vardır diyebiliriz.
Türkiye sadece coğrafi açıdan değil, aynı zamanda tarihsel ve sosyokültürel anlamda bir Balkan
ülkesidir. Bu nedenle de Türkiye, Osmanlı – Türk İmparotorluğu’nun mirasçısı olarak bu coğrafyada
yaşayan Türkler ve diğer milletlerle derin tarihi ve sosyokültürel bağlara sahiptir. Dolayısıyla, Türkiye
ile Balkan ülkeleri arasında yaşayan Türk ve Akraba Toplulukları arasında sıkı ilişkiler mevcuttur. Bu
ilişkiler günümüzde de hızla artan bir şekilde devam etmektedir.
Balkanlar, ekonomik ve bunun getirdiği politik ilişkiler bakımından da Türkiye için göz ardı
edilemeyecek önemde bir bölgedir. Özellikle soğuk savaşın sona ermesi ile birlikte eskiden
sosyalizmle yönetilen Balkan ülkeleri ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişkiler büyük bir hızla
gelişmiştir. Bölge ülkeleri ile karşılıklı ilişkiler artmış ve anlaşmalar yapılmıştır. Türk özel sektörünün
de yakın pazar niteliği taşıyan Balkanlara yönelmiş olması, doğrudan sermaye yatırımlarını ve karşılıklı
ticareti geliştirmiştir.
Ancak karşılıklı ticaretin henüz istenilen seviyeye ulaştığını söylemek mümkün değildir. Bunu
gerçekleştirebilmek için gerçekçi ve uygulanabilir stratejilerin varlığına ihtiyaç vardır.
Balkanlar, Türkiye’nin Avrupa ile olan ilişkileri bağlamında da büyük bir önem arz eder. Balkanlar
Türkiye’nin Avrupa’ya açılan yoludur. Türkiye ile Avrupa arasındaki bağlantıyı sağlayan karayolları bu
bölgeden geçer. O sebeple Türkiye’nin kara ticaretinde Balkan coğrafyasının çok özel bir yeri vardır.
Balkanlarda barış ve istikrar ortamının sürekliliği, hem Türkiye’nin güvenliği hem de Türkiye’nin
Avrupa ile olan ekonomik ve politik ilişkilerin aksamadan devamı açısından önem taşır. Bu nedenle
Türkiye son yıllar hariç 1923’ten bu yana Balkan coğrafyasının istikrar ve barış içinde olmasına yönelik
bir dış politika izlemiştir.
Balkanlarda son yıllarda görülen diğer bir önemli gelişme; Avrupa Birliği ile bir entegrasyon sürecine
girilmiş olmasıdır. Slovenya 2004’te, Bulgaristan ve Romanya 2007’de şimdi de Hırvatistan Avrupa
Birliği’ne tam üye olarak katıldılar. Türkiye ise halen sonu belirsiz de olsa AB’ye girme çalışmalarını
sürdürmektedir. Bunun yanında Arnavutluk, Sırbistan, Makedonya, Karadağ, Bosna – Hersek ve
Kosova ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler “İstikrar ve Ortaklık Anlaşmaları” çerçevesinde
yürütülmektedir. AB’ye 1981 yılında tam üye olan Yunanistan’ın, bu konuda diğer Balkan devletleri ile
paylaşabileceği önemli tecrübeleri bulunmaktadır.
Balkanların son iki yüzyıllık tarihinde yaşanmış ve ardından gözyaşı ve acı bırakan kanlı savaşların
kötü anıları halen yaşanmaya devam ediyor. Bu durumda mevcut sorunların çözümünü zorlaştırıyor.
Daha doğrusu “Büyük Güçler” ellerini halen Balkanlardan çekmediği için huzur ve mutluluk getirici
istikrar için samimi gelişmeler sağlanamamaktadır.
Bu sorunu çözmek ve potansiyeli iyi değerlendirebilmek için Balkan ülkeleri arasında sosyo –
ekonomik işbirliğini geliştirmek ve kalkınma sürecini sağlıklı bir biçimde sürdürmek gerekir. Sosyo –
ekonomik işbirliği ve kalkınma; Balkanlarda sürdürülebilir barış, demokrasi ve istikrarın temel
önkoşuludur.
Son günlerde daha belirginleşen bir durum da; Balkan ülkelerinde yatırım ve üretim azlığı, üretim
teknolojisinde gerilik, sermaye yetersizliği, alt yapı eksikliği, işsizlik, yoksulluk ve beyin göçü gibi artan
ekonomik ve sosyal durumlardır. Bu sebeple Balkan ülkelerinden önemli bir nüfus göçü söz
konusudur.
Balkanların huzuru bulmasında ve sosyo – ekonomik gelişmeleri sağlamasında etkili olan negatif
faktörler; politik istikrarsızlık, yolsuzluklar, organize suç örgütleri, demokrasi eksikliği, azınlık
meseleleri, ülkeler arasındaki anlaşmazlıklar, bölge dışı aktörlerin bölgeye hakim olma çabaları ve
benzerleridir…
Bütün bu yazdığımız küçük özetin yanı sıra önemli olanın, Balkan coğrafyasını tanıma ve anlama
yönünde gösterilecek objektif çabalar yanında, Balkanlara bir Türk tarafından “Türk Bakış Açısı” ile
bakmayı başarabilmenin, gelecek açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Av. Özcan PEHLİVANOĞLU
Rumeli Balkan Stratejik Araştırmalar Merkezi (RUBASAM)
KAYNAKÇA
:
Balkan Türklüğü 1. Cilt, Yusuf Hamzaoğlu, Logos-A, Üsküp – 2010
Balkan Türklüğü 2. Cilt, Yusuf Hamzaoğlu, Logos-A, Üsküp – 2010
Balkan Türklüğü 3. Cilt, Yusuf Hamzaoğlu, Logos-A, Üsküp – 2010
20.Yıl Kocaeli Uluslararası Rumeli – Balkan Sempozyumu, Kocaeli – 2011
2. Uluslararası Balkan Kongresi, TASAM Yayınları, İstanbul – 2010
Yunanistan’da Osmanlı Mimarisi – 1, Neval Konuk, Stratejik Araştırmalar Merkezi(SAM), Ankara –
2010
Balkan Tarihi 20.Yüzyıl 1. Cilt, Barbara JELAVICH, Küre Yayınları, İstanbul – 2009
Balkan Tarihi 20.Yüzyıl 2. Cilt, Barbara JELAVICH, Küre Yayınları, İstanbul – 2009
Avrupa Türkiyesini Kaybımız, Yılmaz Öztuna, BKY yayınları, İstanbul – 2006
Balkanlarda İsyan, Mithat Aydın,Yeditepe Yayıncılık, İstanbul – 2005
Balkanlara Veda, Haluk Harun Duman, Duyap Yayıncılık, İstanbul – 2005
Bir Mübadilin Anıları, Kobakizade İsmail Hakkı, YKY, İstanbul – 2008
İstip ve Köprülü Hatıraları, Burhaneddin Zaim, Şehir Yayınları, İstanbul – 2005
Kartpostallarla Balkan Savaşı, Güney Dinç, YKY, İstanbul – 2008
Osmanlı Mirası ,Taha Akyol – İlber Ortaylı, Timaş, 2010
Ölüm ve Sürgün, Justin McCarthy, İnkilap, İstanbul – 1998
Paylaşılamayan Balkanlar, Halil Akman, IQ Yayıncılık, İstanbul – 2006
Türkiye’de Yunan Vahşeti, Dr. Necdet Ekinci, Yeniden Anadolu ve Müdafai Hukuk Yayınları, İstanbul –
2006
Yunan Mezalimi, Murat Özcan, IQ Yayıncılık, İstanbul – 2003
Zağra Müftüsünün Anıları, Hüseyin Raci Efendi, Tercüman 1001 Temel Eser,
Download