Dosyayı indirmek için tıklayın... - Gelecek İstanbul

advertisement
İSTANBUL’UN GELECEĞİ İÇİN ALTERNATİF ÖNERİLER
EKO-KİMLİĞE UYGUN İSTANBUL REHABİLİTASYONU
Eko-Kimlik Tanımı ve Mevcut Sorunlar
Sanayi Devriminden günümüze, güncel medya başlıkları ve tartışmaların
odağında çevresel sorunların bulunduğunu görülmektedir. Gelişen insanlık,
yaşadığı coğrafyayı değiştirmiş, her geçen gün artan nüfus ve talepler
karşısında sürdürülebilirlik ilkesini sorgulamaya neden olmuştur.
Sürdürülebilirliğin temelinde, gelecek kuşakların da aynı imkanlardanolanaklardan
yararlanabilmesi
hedeflenmektedir.
Sürdürülebilirlik
tartışmasında, "doğal dengelerin bozulmadan insan ihtiyaçlarının
karşılanabilmesi" kavramı üzerinde durulmaktadır. Kavramın detaylarına
inildiğinde; doğanın kendi kendini temizleyebilmesi mekanizmasının
kullanılması gerekliliği (kentsel atıklar), doğayla barışık ve zarar vermeyen
enerji alternatiflerinin tercihi (sıfır emisyon) ve doğal alanları tahrip etmeden
mikro alanlardan makro verimi elde etmek (GDO’lu tarım sanayi) konularının
önem kazandığı görülmektedir. Detayların doğru yanları bulunduğu gibi
insanı doğadan soyutlayan ve "zararsızdır" etiketini üzerine yapıştıran yanları
da bulunmaktadır.
"Doğa İçin Zararsızdır" etiketi, insanın gerçekten de bu Dünya’nın bir varlığı
olup olmadığı sorusunu akıllara getirmektedir. İnsanın doğadan kopuk olması
ve doğal döngülerin içinde kendine yer bulamaması kritik bir sorundur. Kapalı
devre bir sistemde yaşamak, pencerenin arkasından hayata bakmak gibi bir
"robotlaşma" devrinin başladığı konusuna akıllara getirmektedir. İnsan;
doğadan uzak değil, aksine doğaya adapte olabilmiş, sahip olduğu becerileri
kullanarak "doğal parametreleri yükselten" sıfatına sahip olmalıdır. Örneğin
sahip olduğu becerilerle insanlık; rüzgardan enerji elde ederken havadaki
bağıl nemi yoğunlaştırıp suya dönüştürmeli ve derin zeminlerdeki taban
suyunu yükseltmeli, derin göllerin yaşadığı H 2 S sıkıntısına yük olacak
kanalizasyon deşarjı gerçekleştirmemeli ve kanalizasyon ile yüzeysel akıştan
elde edilecek suyu kullanabilmeli, sanayisi-tarımı doğal dengeleri korumalı ve
hatta doğa olmadan varlığını sürdüremeyeceği öngörülmelidir.
Tüm bu düşüncelere paralel olarak, ekosistemin varlığını "bütünüyle"
sürdürebilmesi ve coğrafik tanımına uygun parametrelerini yükseltebilmesi
son derece önemlidir. Victor Hugo’nun sivil mimarlık örneği ve tarihi mirasın
korunmasındaki temel nedenini, her eserin mimarlık dili için bir harf niteliğini
taşıması, insanın siyasi-dini yaptırımlarından etkilenmeden yaşam mekanını
geliştirmesi olarak dile getirmiştir. Dünden bugüne, eserin korunarak varlığını
sürdürdüğü müddetçe mimarlık dilinin "anlamlı" olarak gelişeceği
anlaşılmaktadır. Eserler yok oldukça, bu dilin harflerinden parçalar yitirilecek
ve sonuç olarak doğadan-kimlikten kopuk, insanlığı yansıtmayan eserlerin
sayısı artacaktır. Eserlerin yok olması ve kültürel mirasla beraber kültürel
alışkanlıklarımızın da erozyona uğrayacağı gerçektir. Bu sebeple, tarihi
mirasın tüm detaylarıyla ve çevresiyle korunması gerekliliği anlaşılmaktadır.
Tarihi mirasın çevresiyle kastedilen bir kent ve kentin adapte olduğu doğa
parçasıdır. İstanbul; çevresindeki denizleri ve nehirleriyle, gölleriyle ve
ormanlarıyla çok farklı türden doğa parçalarının birleştiği, doğal transferin
yoğun olduğu bir coğrafyadır. Tarihsel süreçten günümüze kadar bir dizi
olayın meydana gelerek şekillendirdiği coğrafik alanlar, insan faktörüyle
mevcut evrimsel yöneliminden farklı ve çok daha hızlı şekilde değişime
uğramaktadır. Değişim pozitif yönün aksine, insanı ve doğayı negatif yönde
etkileyecek şekilde gerçekleşmektedir. Evrimsel yönelim sonucu nehirlerden
haliçlere, deltalara ve dalyanlara dönüşmüş araziler kimliklerini
kaybetmektedir. Ormanlar endemik yapısını kaybetmekte, göller ve barajlar
eskisi gibi dolmamakta, doğal afetlerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır.
İnsanlık, bu gibi tehditlerle beraber güncel medya ve sempozyumlarda sıkça
tartışılan çevre konusuna eğilim göstermiştir. Çevreyle uyumlu geliştirilen
projeler, yeşil alanlarıyla öne çıkan kentsel dönüşümler, yeşil enerji
alternatifleri ve uyumlu cihaz-araçlar; ekolojik restorasyonu hedefleyen
çalışmaların temel odağı "çevreyi korumak ve geliştirmek" üzerine olmuştur.
Çalışmaların detaylarına inildiğinde ise bunların birer "slogan" olarak kaldığı
ve multi-ekosistem analizleri gerçekleştirilmemiş, geleceğe yön vermeyen
hedefleri sorgulanmaya başlanmıştır.
Eko-kimlik analizleri; kentin veya kent parçasının çevresinin tarihten gelen
coğrafik özelliklerini, fizyolojik-kimyevi yapısını, parametrelerini, çevreyle
kurduğu transfer ilişkilerini, sahip olduğu inorganik-organik yapıları
araştırmayı kapsamaktadır. Örneğin bir halicin eko-kimlik tanımlaması
ışığında ilk olarak çevre ekosistemleri ve evrimlerini incelemek, takibinde
halicin bu verilerle entegre olmuş özgün yapısını ele almamız gerekecektir.
Halicin coğrafik tanımlamasında "tatlı suyun itelediği tuzlu su alanı" olarak ele
alınması son derece yetersizdir. Tatlı suyun nasıl limnolojik özellikleri olduğu,
tuzlu suyun nasıl oşinografik özellikleri olduğu tartışılmalı ve aralarında
kurdukları denge modellenmelidir. İstanbul Haliç’i, Dünya’nın diğer coğrafik
noktalarında bulunan haliçlerden farklı, kendine özgü yapısı bulunan ve
yapısındaki bu farklılıktan dolayı bize ve gelecek nesillere bırakılmış bir miras
olarak değerlendirilmelidir. Üretilen projelerde, bu doğal mirası korumayı ve
geliştirmeyi hedeflenmeli, insanı doğa için "etkisiz eleman" gibi göstermeden
bir bütünün parçası olarak algılanmalıdır.
Doğal alanların miras olarak kabul edildiği ve kimliklerini muhafaza ederek
korunduğu sistemlerde üç temel husus öne çıkmaktadır. Mevcut yapının
muhafazası için koruma projeleri, mevcut yapının tahrip olmuş alanları için
geliştirme projeleri ve mevcut yapıya destek verecek-parametreleri
yükseltecek yenileme projeleri çalışmanın üç temel hedefidir. Koruma
amacıyla oluşturulan projelerde temel amaç, doğal parametreleri dengede
tutan veya yükselten mevcut sistemlerin korunması olarak düşünülmelidir.
Geliştirme amacıyla oluşturulan projelerde ise temel amaç, tahrip olmuş ve
insan baskısıyla hasara uğramış alanların geri kazanılması üzerine olmalıdır.
Yenileme projeleri ise geliştirme projelerine destek olan ve tüm ekosistemin
doğal parametrelerini yükselten, teknolojik olanaklardan yararlanan ve bu
avantajlar ile kentin doğaya tam anlamıyla entegrasyonunu gerçekleştiren
çalışmalar olmalıdır.
Güncel medyadan yansıyan çalışmalardan bazıları, *eko-kimlik tanımına ters
düşecek ve geleceği riske edebilecek özelliklere sahiptir. Analizlerin doğru
okunmadığı, sadece slogan olarak kalacak çevresel projelerin tüm bilim
insanlarıyla eşgüdümlü çalışmanın ürünü olması gerekliliği henüz
anlaşılamamıştır. Mimari bir eserde çevresel duyarlılığı ortaya koymada, bir
ekoloji uzmanının değerlendirmeleri ve analizleri son derece önemlidir. Alana
özgü çevresel duyarlılık, mimarideki özgünlüğü de besleyecektir. Örneğin su
toplanma havzası içinde inşa edilecek bir mimari eserin, yeşil enerjiye ihtiyaç
duyduğu kadar, tabansuyunu besleyecek ve yüzeysel akışı engellemeyecek
sistemlere de sahip olması son derece önemlidir. Güncel medyadan
yansıyan "ekolojik" projelerde hedeflenen, kısa sürede sonuca ulaşabilmek
ve maliyet açısından yük getirmeyecek detaylar içermesi olarak
düşünülmüştür. Hiçbir ekosistem, kendini bir anda oluşturmadığı gibi bir anda
da yenilenmemektedir. Binlerce senenin sonucu olarak oluşmuş ekolojik
coğrafya, sadece bazı parametrelerinde birkaç yılda, bütününde ise binlerce
yılda kendini yenileyebilir veya evrimsel olarak başka bir basamağa
geçebilmektedir. Coğrafik renovasyon; bölgeden bölgeye farklılık
göstermekte, hemen hemen aynı coğrafik tanımda bile olsalar, iklimsel ve
çevresel faktörlerden ötürü daha fazla veya daha az sürede oluşabilmektedir.
Ekosistemin evrimsel sürecinde gelinen nokta coğrafik koşulların; geçmişten
bugüne az miktarda değişmiş yapısının insanın kültürel davranışlarını
biçimlendirmesi ve özellikler kazandırması dikkate alınmalıdır. İnsan bu
anlamıyla, bulunduğu bölgenin eko-kimliğine uygun yaşayış modelleri
geliştirmiş bir varlıktır. Örneğin Norveç insanı balıkçılık ile uğraş verirken yanı
başındaki Finlandiya insanı ormancılıkta kendini geliştirmiştir. Ülkesel
ölçeklerdeki farklılıkların yanı sıra bir şehrin birimleri arasındaki farklılıklarda
coğrafik imkanların insan yaşayışına etkisi olarak açıklanmaktadır. Örneğin
İstanbul’un Samatya mahalinde yaşayan bir insanın doğayla kurduğu irtibat
ile çok uzakta olmayan Galata mahalinde ki insanın doğayla kurduğu irtibat
birbirinden çok farklı olduğu görülmektedir. Coğrafik model, insanın yaşamına
etki etmektedir ve farklı kültürlerin oluşmasında çok önemli bir referans
oluşturmaktadır. İnsan gibi canlılarda da, coğrafik modelin etkisinde özgün
"yaşam kutusu" modellerini oluşturmuşlardır. Kimyevi-fizyolojik üst ve alt
sınırların oluşturduğu bu kutunun içinde, her canlı özgün yapısına uygun
sınırlarını çizmektedir. Üst ve alt sınırlara yakın türler ise kesişim
coğrafyalarında yaşayan dayanıklı, evrimsel süreçte fazla değişime
uğramamış canlılar olarak görülmektedir. Yaşam kutusu, coğrafik bir alanın
eko-kimlik tanımlamasında kritik öneme sahiptir. Yaşam kutusu
modellemesiyle oluşturulmuş eko-kimlik, canlı ve canlı türleri ile sahip
oldukları özgün coğrafik koşulların korunmasında ve yenilenmesinde üst
başlık olarak düşünülmelidir.
İstanbul ve Çevresinin Tarihten Günümüze Eko-Kimliği
Son Yenikapı kazılarıyla beraber İstanbul’un insan yaşamı tarihinde 8800
yıllık eser ve bulgulara rastlanmıştır. İstanbul’un insan yaşamındaki 8800
yıllık bir süreci işaret ettiği halde, mevcut coğrafyanın canlı yaşamı için
önceliği daha uzun bir periyodu kapsamaktadır. Arazinin şekillenmesinde
iklimsel faktörler, aktif tektonizma ve çevre coğrafyanın faktörleri etkin
olmuştur. Arazi tarihinin analizleri genel olarak bentik foraminifer çökellerinin
kimyevi ve fiziksel analizlerinden, fosil kayıtlarından, jeolojik kesitlerden
oluşmaktadır. Bazı fosil kayıtları, coğrafik alanın geçmişte çok farklı kimliğe
sahip olduğunu işaret etmektedir. Jeolojik kesitlerdeki farklılıklar ise tektonik
hareketlerin potansiyellerini ve evrimsel süreçteki etkin rolünü
göstermektedir. Günümüz mevcut ortamın evrimsel sürecindeki geldiği son
nokta, insan ve canlı yaşamı için oldukça uygun coğrafik bir model
oluşturduğu görülmektedir. İstanbul’un uygun doğal koşulları ve bütünüyle bir
transfer merkezi olması, nüfusunun demografik yapısıyla da, yoğunluğuyla
da birebir örtüşmektedir. Bu yönden baktığımızda İstanbul’un insan habitatı
için "biyoçeşitlilik" alanı olduğu yadsınamaz bir gerçektir.
İstanbul’un eko-kimlik tanımlamasında beş temel alan ve bu alanların
birbiriyle ilişkisi detaylı olarak incelenmelidir. Tuzlu su kütlesi, tatlı su kütlesi,
ormanlar ve toprak, rüzgarlar ve yağışlar, kent üzerinde duracağımız beş
temel alanın üst kimliğini oluşturmaktadır.
Tuzlu su kütlesi olarak ele alacağımız alanlar: Marmara Denizi, Karadeniz ve
Haliç
Tatlı su kütlesi olarak ele alacağımız alanlar: Kağıthane Deresi, Alibeyköy
Deresi, Küçükçekmece Gölü ve Çevresi, Ömerli ve Çevresi, Riva ve Çevresi,
Kuzey Sahil Bandı
Ormanlar ve toprak olarak ele alacağımız alanlar: Euxine-Colchic Deciduous
ormanları
Rüzgarlar ve yağış (iklim): poyraz, yıldız karayel ve lodos ile kıble
Kent alanıyla ilgili detaylar ise: atık yönetimi, ulaşım sorunları, kentsel mimari
ve yeşil enerji olacaktır.
İstanbul’un tuzlu su kütleleri
İstanbul, Boğaziçi ile ayrılmış her iki yakası da yarımada olarak üç tarafı
denizler ile çevrilmiştir. Kuzeyde Karadeniz, Güneyde ise Marmara Denizi ve
bu iki denizin buluştuğu Boğaziçi ile Haliç alanı İstanbul’un tuzlu su kütlelerini
oluşturmaktadır. Bundan yaklaşık 10.000 yıl önce Karadeniz ve Marmara
Denizi’nin tatlı su kütlesi olduklarını biliyoruz. Bentik foraminifer fosilleri
detaylı incelendiğinde tatlı su canlısı özellikleri taşıdıkları görülmektedir.
Göllerin kapasitesini, çevresindeki tatlı su girdileri ve çıktıları oluşturmaktaydı.
İklimsel koşulların ağırlaştığı ve yağışların arttığı dönemlerde Karadeniz’in
taşarak Marmara’ya döküldüğü ve oradan da Ege Denizi’ne bu suların
ulaştığı bilinmektedir. Akdeniz Transgresiyonu süreciyle beraber Dünya’mız
buzul çağından çıkarak ısınma sürecine girmiştir. Yükselen deniz suyu ve
aktif tektonizma ile beraber Karadeniz ve Marmara Denizi tuzlanma sürecine
girmişlerdir. Aktif tektonizma ile Asya ve Avrupa yakalarına ayrılan
İstanbul’da, Boğaziçi çöküntü alanının oluşmasıyla beraber bu iki farklı su
kütlesi birleşmesini gerçekleştirmiştir. Çanakkale Boğazı geçişinin
oluşmasıyla da Dünya denizleriyle tam bağlantı kurulmuştur. Bu olaylardan
günümüze kadar yoğun bir su transferi gerçekleşmiştir ve gerçekleşmeye de
devam etmektedir. Gerçekleşen bu su transferi ile beraber Marmara Denizi
ve Karadeniz’in tuzluluğu binlerce yıldır olduğu gibi yavaş yavaş artmaya
devam etmektedir.
Dünya’daki denizlerin çevrelerindeki doğal yapılarla olan dinamik ilişkisi ne
kadar fazla olursa, kendilerini yenileyebilme zamanları da o denli hızlı
olmaktadır. Örneğin Baltık Denizi, İsveç ve Danimarka tarafından kısıtlanmış
havzasıyla tuzlu su dip akıntısının az, tatlı su girdilerinin ise fazla olduğu,
fakat yine bu coğrafik modelindeki farklılık yüzünden sağlıklı deşarj akıntısı
yapamadığından dolayı kendini 2500 yılda yenileyebildiği tespit edilmiştir.
Aynı şekilde Karadeniz’de, sadece Boğaziçi kanalı yoluyla dış denizlerle
bağlantısını kurabildiğinden kendini 900 yılda yenileyebilmektedir. Oysa
Marmara Denizi ve Haliç gibi dinamiğin çok yüksek olduğu sularımızda
yenilenebilme zamanı 6-7 yıl gibi kısa bir dönemi kapsamaktadır.
Yenilenebilme zamanlarından kasıt; sadece su kütleleri anlamında olup,
bentik flora-fauna’nın kendini yenileyebilmesi çok daha uzun zamanlarda
gerçekleşmektedir. Kendini kısa sürede yenileyebilen ekosistemler; biyolojik
aktivitenin yüksek olduğu, canlılık kartelasının geniş ve çevre
ekosistemlerden yoğun biçimde etkilenen yapılar olduğu bilinmektedir. Bu tip
sistemler, geçiş alanı olması sebebiyle "ekoton" terimiyle anılmakta, flora ve
faunadaki canlı toplulukları ise "lisier etkisine" maruz kalmaktadır. Lisier
canlılar bu tipte ki ekosistemleri üremek, korunaklı alan-yuva, göç yolları
sebebiyle tercih etmektedirler. Marmara Denizi ve Haliç, sahip olduğu
özellikler bakımından ekoton alanlarıdır ve canlıları ise lisier özellik gösteren
"özgün" türler ve alttürlerden oluşmaktadır.
Karadeniz’in binde 11-14 arası tuzluluk gösteren yapısı ve Akdeniz’in binde
35-38 arası tuzluluk yapısı arasında, kesişim bölgesinde bulunan Marmara
Denizi her iki su kütlesi ve karışım tabakası sebebiyle bu iki su kütlesinin de
özelliklerine sahiptir. Akdeniz su kütlesi Çanakkale Boğazı kanalıyla giriş
yapmakta, Karadeniz kökenli sular ise Boğaziçi kanalı yoluyla giriş
yapmaktadır. Her iki su kütlesi de, Marmara Denizi boyunca yoluna devam
etmektedirler. Akdeniz kökenli su, Marmara Denizi’nde doğuya doğru
ilerledikçe, taşıdığı yoğun miktardaki oksijeni (yaklaşık 10 mg/l), atmosfere
temassızlık ve floradan beslenemediği için (fotosentetik üretimden uzak)
kaybetmektedir. Derin göllerin ortak kaderi olan dip suyunun oksijensizliği,
Marmara Denizi’nde sanayi atılımları öncesi daima 5 mg/l civarında
seyretmiş olsa da, gelişen Dünya ve artan şehir yükü karşısında canlılar için
kritik eşik 2 mg/l’den daha az seviyeye, 0.2 mg/l seviyesine sadece birkaç
yılda ulaşmıştır. Üst su kütlesi olan Karadeniz kökenli sular; Tuna, Dinyeper,
Dinyester, Kızılırmak, Yeşilırmak ve daha birçok irili ufaklı tatlı su kütlesi ile
beslenmektedir. Ormanlık alanlardan ve buzul vadilerden gelen bu suların
ortak özellikleri besin ve mineraller açısından zengin olmasıdır. Erozyon ve
askıdaki maddelerin fazla olması, bu suların Karadeniz’e dökülürken
oksijence çok zengin olmamasına sebebiyet vermektedir. Orman zemininin
filtre görevini tam yerine getirdiği ve toprağın dereye taşınamadığı
havzalarda, suyun hem mineraller ve besin açısından hem de oksijen
açısından yoğun olabileceği bilinmektedir. Karadeniz, oksijence fakir su
yapısı, Boğaziçi alanından giriş yapan Akdeniz kökenli alt akıntının da
eskisinden çok daha fakir oksijenli yapısıyla beraber anoksik koşulların
oluşması yolunda hızla ilerlemektedir.
Küçük Karadeniz olarak tanımlanabilecek Haliç alanı ise, Marmara
Denizi’nden Boğaziçi alanına giriş yapan oksijensiz ve yoğun tuzluluğa sahip
Akdeniz kökenli suların baskısı altındadır. Haliç’in su kütlesini; kuzey
ormanlarının geliştirdiği dere yapıları (Alibeyköy ve Kağıthane Dereleri),
karışım tabakası, Akdeniz kökenli dip akıntısı oluşturmaktadır. Kağıthane
Deresi’nin en kuzey damarlarında, yapılan ölçümler neticesinde 9.5 mg/l gibi
çok yüksek seviyede oksijenin varlığı tespit edilmiştir. Geçmiş dönemlerde,
bu derelerin her noktasında benzer seviyelerin bulunduğu bilinmektedir.
Sanayi atılımları, yoğun kentleşme ve uygun olmayan tarım aktivitesi
sebebiyle dereler sadece insandan uzak, atıl alanlarında eski sistemlerini
sürdürebilmekte, insan aktivitesinin yoğun olduğu bölgelerde ise zengin
biyolojik yapısını kaybetmiş bulunmaktadır. Arazideki ağaçların tahribatı ve
uygunsuz tarım aktivitesi sebebiyle yüzeysel erozyonu Haliç’e taşıyan bu
dereler, Haliç’in dolmasına sebebiyet veren temel unsurlardır. Dere
alanından taşınan askıdaki maddeler ile Haliç’in yüzey suları, bir örtüyle
örtülmekte, güneş ışığı derinlere nüfuz etme yeteneğini kaybetmekte ve
fotosentetik üretim durma noktasına gelmektedir. Fotosentetik üretimin
düşmesiyle beraber anoksik koşulların oluşum süreci tetiklenmektedir ve
zaten dere alanından 0.4 mg/l oksijenle giriş yapan tatlı su kütlesi ile 0.2 mg/l
oksijenle giriş yapan dip akıntısı sebebiyle Haliç’in yoğun canlılık aktivitesi
tamamen kaybolma noktasına gelmiştir. Haliç’in oksijen kaynağı, Boğaziçi
alanından gelen, Sarayburnu’na çarparak Haliç’e yönelen ve yoğun
atmosferik ilişki sebebiyle oksijeni zenginleşen su kütlesi sebebiyle
olmaktadır. Bunun harici Haliç’in sularını oksijence zenginleştiren hiçbir su
girdisi bulunmamaktadır.
Haliç ve Boğaziçi’nde ki üst akıntı, kıyılara çarparak dönen akıntı modeli olan
orkoz akıntılardan oluşmaktadır. Son derece lineer harekete sahip bu
akıntının aksine dip akıntısı, jeomorfolojik yapıya uygun hareketler
geliştirerek, dikey ve yatay yönde karışımlara sebebiyet vermektedir. Haliç ve
Boğaziçi alanının engebeli dip yapısının, tamamıyla aktif tektonizma ile
oluştuğunu ve birbirlerinden çok farklı kotlarda bulunan büyük dip alanları
oluşturduğunu bilmekteyiz. Boğaziçi alanındaki üst suyun lineer hareketliliği,
Sarayburnu’nda kesintiye uğramakta, Salacak-Kabataş kesitinden yükselen
dip akıntısı ile hızını ve karışım oranlarını arttırmaktadır. Sarayburnu’na hızla
çarpan sular, Haliç’e doğru yönelmekte, köprü gözlerini (gemilerin geçit
yaptığı) aşabilirlerse Halıcıoğlu’na kadar yavaşlayarak devam etmekte ve
Silahtarağa civarından gelen üst akıntıyla beraber Haliç’in yüzey sularında
birikmiş askıdaki materyali sürükleyerek girdiği yerden çıkmakta ve Boğaziçi
sularına dahil olmaktadır. Köprüler yapılmadan önce bu "doğal süpürme
hareketi", Haliç’in doğal kaderi olan dolma ve fotosentetik üretimin düşmesi
ihtimalini ortadan kaldırmaktaydı. Yapısı sebebiyle Dünya’daki diğer
haliçlerden ayrılan bu özelliği sebebiyle sadece "tatlı suyun itelediği tuzlu su
alanı" genel tanımının İstanbul Haliç’i için çok yetersiz kalacağı
düşünülmelidir.
İstanbul’un tatlı su kütleleri
Tuzlu su kütlesine deşarj olan İstanbul’un tatlı su kütlelerinin başlıcaları;
Kağıthane Deresi, Alibeyköy Deresi, Küçükçekmece Gölü ve çevresi, Ömerli
barajı ve çevresi, Riva alanı ve çevresi, Kuzey sahil bandında yer alan irili
ufaklı dereler yer almaktadır. Kağıthane Deresi ve Alibeyköy Deresi ortak bir
su toplama havzasına sahiptir ve Haliç alanına deşarj olmaktadırlar.
Kağıthane Deresi’nin kuzey damarlarında oksijen seviyesinin 9.5 mg/l
civarlarında olduğunu, Alibeyköy ve Kağıthane Dereleri’nin birleştiği
Silahtarağa bölgesinde oksijen seviyelerinin 0.4 mg/l seviyelerine düştüğü
görülmektedir. Özellikle Kağıthane Deresi, sanayi atılımlarından oldukça
fazla etkilenmiş, dere kenarına santraller ve sanayi tesisleri kurulmuştur. Bu
sanayi tesislerinin atıklarının cinslerini, Haliç’teki çökellerin analizlerinden
anlaşılabilmektedir. Zamanında tesis edilen bu yapıların Haliç’in ağır metaller
ile kirlenmesindeki rolü oldukça büyük olmuştur. Yoğun ağır metal kirliliğine
ek olarak, mezbaha gibi bir tatlı su kaynağının yanında asla açılması
düşünülmeyecek sistemlerin kurulması sebebiyle Haliç’te organik yığışımdan
kaynaklı yoğun bir kirliliğin oluşmasına sebebiyet verilmiştir. Organik atıkları
çürütebilmek için mevcut oksijeninin büyük kısmını harcayan Haliç
Ekosistem’inde, ötrifikasyon faaliyetleri bugüne kadar sürmüş ve halen
sürmeye devam etmektedir. Ötrofikasyonun maksimum olduğu dönemlerde
Haliç’teki çürük yumurta kokusunun (H 2 S gazı) oluştuğu hatırlanmaktadır.
Alibeyköy Deresi analizlerinde, Kağıthane Deresi’ne göre farklı bir durum
tespiti yapılmıştır. Dereye kurulan baraj sebebiyle Haliç’e taşınan
materyallerin önüne geçilebilmiştir. Günümüzde tartışma konusu olan
barajların, ekosistem için belli zararları olduğu bilinmektedir. Canlı
transferlerini engelleyen, sucul kuşların yaşam koşullarını zorlaştıran ve çok
derin kıyıların oluşmasına sebebiyet veren, suyun akış dinamiğini
yavaşlatarak entegre ekosistemleri zora sokan yapısı bulunmaktadır. baraj
mühendisliği ve uygulamalarının tekrar düşünüldüğü bir aşamada; kıyı
alanlarının sucul kara canlıları için yeniden ve akıllıca tahsisi, uygun iklimsel
koşullarda uygulanması (yağışların olduğu ve bu sebeple suyun akmasına
devam edebileceği, biriktirilmeyeceği), canlı transferine imkan verebilecek
kesitlere sahip olması gerekliliği yeniden hesaplanmalıdır. Barajların kullanım
amacının enerji elde etmek olduğu, kısa süreli kurak zamanlarda su temini
gerçekleştirebilecekleri ama uzun süreli kuraklıklar için asla planlanmaması
ve tarımsal faaliyet için hayata geçirilmemesi gerekliliği unutulmamalıdır.
Alibeyköy Deresi ve deşarj noktası dikkate alındığında, bütünüyle kirlenme
sorunu yaşadığı ve oksijen seviyesinin çok düşük olduğu görülmektedir.
Kağıthane Deresi, Alibeyköy Deresi ve bu derelere bağlanan diğer su
yollarının tamamı kuzey ormanlarının bağıl nemi yoğunlaştırması sonucu
ortaya çıkmış vadilerdir. Hidrolik sistemin tamamı "su toplanma havzası"
olarak değerlendirilerek, arazi eğiminin su yollarına doğru olan yamaçlarında
"su koruma ormanının" yapısı kadar "toprak koruma ormanının" yapısı da
son derece önemlidir. Orman zemininin filtre ve çalı gruplarının erozyon
önleme yapısı olarak değerlendirildiği tarif edilen tüm sistemler bütününde;
Haliç’in yaşadığı dolma sorununun önüne geçilebilecek ve suyunun kalite
parametrelerini arttıracak yaklaşımlar olarak değerlendirilmelidir.
Küçükçekmece Gölü ve göle su taşıyan Sazlı Dere, Haliç kadar önemli bir
başka ekosistem alanıdır. Haliçlerin, canlılar tarafından tercih edilmesindeki
başlıca sebep, iklimsel sert koşullara karşı korunaklı olmaları, gel-git ve
dalgalanma seviyelerinin düşük olması, besin ve minerallerce zengin içerikli
olmasıdır. Haliçler kadar bir başka önemli coğrafik model olan dalyanlarda
aynı özelliklere sahiptir. Tatlı suların sürüklediği kumul tepeler veya
aşındırdığı delta zemini ile göletleşen kıyı alanı, iki taraftan burunla denize
açılması sınırlanmış, ortaya yakın dar bir alandan ise tatlı suyun deniz
suyuna karıştığı bir alan oluşmuştur. Deltalar bu yapıları itibariyle haliçlere
oranlar çok daha tatlı su özelliği gösterirler ve diplerinde durgun, yenilenmesi
güç olan az miktarda tuzlu su kütlesi barındırırlar. Bu sebeple dalyanların
tuzluluk oranları en fazla binde 10 civarına ulaşabilmektedir. Lisier etkisi
canlıların güvenle yavrulayacağı ve yuva kurabileceği alanlardır. Büyük deniz
canlıların osmotik değişime hassas olmaları sebebiyle bu türden yüksek
oranda farklılık gösteren bir su kütlesine giriş yapmaları yaşamları için risk
oluşturur. Sazlı Dere, Alibeyköy ve Kağıthane Dereleri ile birebir özellik
gösteren yapıdadır ve kuzey ormanlarından beslendiği için hemen hemen
aynı kimyevi-fizyolojik değerlere sahiptir. Küçükçekmece Gölü’nün zemininde
ise Sazlı Dere’den farklı, Marmara kökenli az miktarda tuzlu su kütlesi
bulunmaktadır. Fakat bu su kütlesinin yenilenmesi imkansız denecek
derecede kısıtlanmıştır. Küçükçekmece Gölü, güneydoğusundan ufak bir
geçiş ile Marmara Denizi’ne bağlanmış, Asıl bağ kurduğu orta cephesi dolgu
alan olarak uygulanmıştır. Dolgu alan imara açılarak inşaat faaliyetleri
gerçekleştirildiği gibi şehrin en önemli arteri çevreyolu’da bu arazi parçası
üzerinden geçmektedir. Tüm bunlarla beraber gölün çevresi inşaat arazisine
dönmüş, kentsel ölçekte toplu konut projeleri uygulanmış, geçmiş
dönemlerde kentin atık yükü göle deşarj edilmiştir. Son zamanlarda yoğun
olarak gölün korunması ve rehabilitasyonu açısından birçok öneri dile
getirilmiştir fakat uygulamanın kuzey ormanları ve Sazlı Dere kapsamında
büyük bir yeşil koridoru kapsadığı, etki alanının buna göre hesaplanması
gerekliliği anlaşılmalıdır.
Anadolu Yakası, Avrupa Yakası’ndan farklı olarak karasal yönde ve deniz
yönünde iki eğimli yamaçlara sahiptir. Karasal yöndeki yamaçlar, çukurlaşan
alanlarda gölleşmeye-barajların oluşmasına, denize bakan yamaçlarda ise su
yolları Avrupa Yakası’nda olduğu gibi denize doğru gelişmiştir. Yine Avrupa
Yakası’nda olduğu gibi kentleşme bu su yolları çevresinde ve doğrultusunda
gelişmiştir. Su yollarının ve göllerin oluşmasında kuzey ormanlarının rolü
Avrupa Yakası’ndaki gibi etkindir. Anadolu Yakası’nda denize bakan yönde
güney rüzgarlarının etkin rolüyle ve bağıl nemin yoğunlaşmasıyla oluşmuş
Kurbağalı Dere, Göksu Deresi ve Başıbüyük Deresi ile kuzey rüzgarlarının
etkin rolüyle oluşmuş su yolları (damarlaşma) ve Ömerli Barajı’nın batı kolları
ortak bir jeolojik yükseltinin iki farklı sathında bulunmaktadır. Bu alan tek
başına ve parçalı yeşil koridorlar oluşturarak kuzey ormanları olan ana yeşil
sisteme bağlanmaktadır. Anadolu Yakası’nda, Avrupa Yakası’ndan farklı
olarak dere ağızları yoğun bir şekilde marina hizmeti amacıyla kullanılmakta
ve küçük boyutlu teknelerin parklanma alanlarını oluşturmaktadır. Anadolu’da
yerleşen kentliler, dereleri Kağıthane (Sa’dabad) mesire alanı gibi kullanmış,
tarihi köşkler ve bahçelerinin bulunduğu, kültürel mirasın yoğunlaştığı dokuya
sahip olmuştur. Anadolu Yakası’nda birçok dere. Kentleşmenin ağır baskısı
altında yok olmuş, doldurularak ya ulaşım için ya da yapılaşma amacıyla
dönüşüme uğramıştır.
Anadolu Yakası’nın ikinci en önemli jeolojik yükseltisi Riva bölgesi’nde
bulunmaktadır. Ömerli yükseltisinde olduğu gibi bu alanda da güney-kuzey
rüzgarlarının şekillendirdiği su yolları bulunmaktadır. Kuzey rüzgarının
şekillendirdiği su yolu Karadeniz’e, güney rüzgarlarının şekillendirdiği su yolu
ise Boğaziçi alanına deşarj olmaktadır. Karadeniz’e dökülen Riva Deresi,
İstanbul’un ekosistem deformasyonuna en az uğramış ve günümüze en
sağlıklı ulaşmış su yoludur. İstanbul’un diğer su yollarının ekolojik
parametrelerine ışık tutacak kimyevi-fizyolojik detaylara sahiptir. Florafaunasında bozulma olmamış ve halen yerli halkın dereden geçimini
sağlayacak,
balıkçılığı
gerçekleştirebilecek
kadar
potansiyeller
barındırmaktadır. Son zamanlarda kentsel büyümenin baskısı altına girmiş,
hedef projelerin alanlarının kapsamına dahil edilmiştir. Beykoz ilçesinde
bulunan Validesuyu Deresi ise, Anadolu Yakası’nın diğer dereleri gibi tarihi
mirasın yoğunlaştığı ve mesire alanı-kayıkçılığın yoğun olduğu kent parçası
olmuştur. Validesuyu Deresi ve Anadolu Yakası’nın diğer dereleri de
kentleşmenin ağır baskısı altında ekolojik deformasyona uğramış ve
parametreleri düşmüştür. Avrupa Yakası’ndaki derelere göre avantajları, yeşil
sistemlere yakınlığı ve mevcut yeşil dokularının bir kısmını muhafaza
edebilmeleridir.
Anadolu Yakası’nda bölgesel yükseltilerin çevresinde oluşmuş olan su
yollarının aksine Avrupa Yakası’nın İstanbul İlini içeren yarımadasının kuzey
sahil bandına bakan yamaçlarında birçok irili ufaklı dere bulunmaktadır. Bağıl
nemi yoğunlaştırarak zemine indiren ormanların içinde erozyon ile açılmış su
yollarından Karadeniz’e sürekli bir deşarj hakimdir. Bu derelerin tamamına
yakını kuzey yönünden gelen rüzgarların etkisi ile oluşmuştur. Kumsal alanda
gelişmiş vejetasyona çarpan rüzgarlar yükselerek orman çatısı ile
buluşmakta ve bu durumun doğmasına sebebiyet vermektedir. Son
zamanlarda kuzey sahil bandında tahrip olan kumsal vejetasyon sebebiyle
kumul erozyon karasal yönde hızla ilerlemektedir. Terkos Gölü’nün dolması
tehdidi, kumul erozyonun varlığını ortaya koymaktadır. Küresel ısınma
sebebiyle, transprisyonun artacağı düşünülürse, bu derelerin kumsal ve
çevre vejetasyonlarını kendi kendine rehabilite edebileceği dikkate
alınmalıdır.
Dere Alanında Riparyan Flora ve Tabansuyu
Euxine-Colchic Deciduous: Kuzey Ormanları
İstanbul’un tatlı su kaynaklarının üretim mekanizması olan kuzey ormanları
Euxine-Colchic Deciduous, Bulgaristan’ın güneydoğu cephesinden
Gürcistan’ın güneybatısına kadar Karadeniz’in güneyini boydan boya geçen
ormanlardır. Ormanların oluşum süreci, Karadeniz-Hazar-Ege’nin birleşik bir
göl olduğu dönemlere kadar uzanmaktadır. Sonrasında göl özelliği bozulmuş,
Ege Denizi ve Akdeniz ile birleşerek deniz özelliği kazanmıştır. Ege’deki
bentik yapının analizi ile ortaya çıkan sonuçlar, Karadeniz ile ortak limnolojik
özellikleri taşıdığını ortaya koymaktadır. Karadeniz’in göl olmasıyla beraber
kuzey ormanlarının oluşmaya başladığını söylememiz mümkündür.
Ormanların oluşmasında en önemli unsur ise rüzgarlardır. Yoğun kuzey
rüzgarları ile göl üzerinden buharlaşan su ve arazide çiçeklenme-döllenmenin
gerçekleşmesiyle ormanların bugün ki durumuna ulaştığını söyleyebiliriz.
Kuzey ormanları, farklı plato satıhlarına göre farklı ve özgün (endemik) türler
geliştirmiştir. Karayel rüzgarına bakan plato sathı ile poyraz rüzgarına bakan
plato sathı aynı tür kompozisyonu veya yoğunluluğunu barındırmamaktadır.
Genel anlamda yaprağını döken türlerin oluşturduğu kuzey ormanlarında, su
koruma ormanı yapısının yanında toprak koruma yapısını da ortaya koyan
ibreli türler bulunmaktadır. Kuzey ormanlarının yaprağını döken türleri ve
çalıları, orman zeminini oluşturan ve ona filtrasyon özelliği sağlayan güçlü bir
sisteme sahiptir. Orman çatısına çarpan rüzgarlar, sürtünmenin fazlalaşması
sebebiyle içinde taşıdıkları nemi serbest bırakırlar. Yoğunlaşan nem, orman
çatısından zemine doğru süzülür ve orman zemininin gözeneklis yüzeyinde
bir süre yüzeysel akıntıya uğrar. Uygun bulunan boşluklardan derinlere doğru
akan su, sürüklenme sürecinde bir nevi arıtıma uğrar. Yoğun su hareketliliği
nedeniyle orman alanında yüksek oranda gece-gündüz nem bulunmaktadır.
Toprak koruma ormanı olarak ibreli türlerin, kentsel sisteme yakınlaştıkça
havadaki zehirli gazları yakalayarak suyun bünyesine karıştırma gibi uygun
olmayan yanları bulunmaktadır. İbreli türlerin, Sibirya tundura sisteminde
olduğu gibi popülasyondaki baskın bireyler olduğunu dikkate alırsak,
yaprağını döken türlerin İstanbul’un kuzey ormanlarındaki hakimiyeti dikkate
alınarak koruma önlemleri alınmalıdır. Geçmişte su sıkıntısı çekmiş bir kent
olan İstanbul için özellikle evrimini bu yönde geliştirmiş "membanın" temel
karakterini analiz etmek oldukça kritik bir konudur.
Rüzgarlar ve Yağış
İstanbul’un hakim rüzgar yönleri poyraz, karayel, lodos, yıldız ve kıbledir.
Hakim rüzgar yönlerinden en güçlüleri poyraz ve lodos’tur. Poyraz rüzgarı,
Karadeniz’in üzerinden buharlaşan suyu kuzey ormanlarına taşırken Lodos
rüzgarı Marmara Denizi üzerinden buharlaşan suyu ormanlık alana
taşımaktadır. Birbiri ile çakışan bu iki rüzgarın bir diğer ortak özelliği ise Tarihi
Yarımada’da kendini yoğun biçimde göstermektedir. Hakim rüzgar yönlerinde
kurulmuş sokaklar, rüzgarın nüfus etmesi ve daralan alanda ki türbülanslı
hareket etmesi sebebiyle hava kirliliği düzeyini azaltmaktadır. Rüzgarların
doğadaki temel görevleri, maddeler arası iletişimi mümkün kılmak ve
heterojenleşmiş atmosfer ortamını dağıtmaktır. Kıyısal alandaki kara-deniz
arası yaşanan organik-inorganik transferlerin, karasal yönde ilerlemesine
imkan verebilmektedir. Rüzgar yönlerini bloklayacak veya akım yönlerini
değiştirecek her türlü kentsel yapı-donatı, sürekli işleyen bu transferi sekteye
uğratarak doğal sistemleri deforme etmektedir. Kent arazisinde, yükselen
tepeler rüzgarları keserek ayırırken, vadileşen araziler rüzgar koridorlarını
oluşturmaktadır. İstanbul’da rüzgarların güçlü olduğu arazilerde yeşil
dokunun yoğunlaştığını görmek şaşırtıcı olmamalıdır. İstanbul için rüzgarın
güçlendiği arazilerin başında Küçükçekmece Gölü ve çevresi, Büyükçekmece
Gölü ve çevresi, Haliç toplanma havzası, Riva toplanma havzası ve Avrupa
Yakası kuzey sahil bandı yer almaktadır. Belirtilen bölgelerde rüzgarı
setleyecek binalar ve yapılar, yeşil dokunun tahribatına neden olmaktadır. Bu
durumun en vahim sonucu olarak da İstanbul’un su sorunu çekebildiği ve
doğanın kendi içinde kurduğu transfer mekanizmasının bozulduğu
dikkatlerden kaçmamalıdır. Son zamanlarda uzak bölgelerden suyun
taşınmasını hedefleyen (Melen Çayı Projesi) projeler, su sıkıntısı çekmediği
belirtilen İstanbul’un aslında büyük bir riskle karşı karşıya kaldığını ortaya
koymaktadır.
Kent ve Sistemleri
Kanalizasyon sistemi
İstanbul Kanalizasyon Projesi; 15.000 km uzunlukta ve kıyı kenarı kolektör
hatlarıyla oluşturulmuş atık su toplama sistemidir. Atık sular bu kolektörler ile
toplanarak arıtma tesisine yönlendirilir. Konvansiyonel arıtma tesislerinde
işlemden geçen atık sular, Marmara Denizi’nin Ahır Kapı açıklarına ve Balta
Limanı’na deşarj edilmektedir. Proje ilk ortaya atılmadan önce gerçekleştirilen
ölçümler ile Akdeniz kökenli dip akıntısının varlığı ortaya konmuştur. Dip
akıntısına karışan atık su, Karadeniz’e doğru yönelerek, Karadeniz’in ölü dip
sularına "ODTÜ Kanalı" denilen bölgeden geçerek karışacağı hesaplanmıştır.
Analizler uzun soluklu yapılmadığından yıllara sari sonuçları ortaya
konmayan dip akıntısı ile ilgili Marmaray Projesi kapsamında gerçekleştirilen
çalışmalarda, bu akıntının zaman zaman durduğu ve tamamıyla iklimsel
koşullara bağlı olduğu vurgulanmıştır. Sürdürülebilirlik ilkesinin sorgulandığı
günümüzde, kentin doğanın parçası olması ve doğanın özümseme
yeteneğinden fazlasını içerecek atık deşarjını gerçekleştirmemesi
gerekmektedir.
Konvansiyonel arıtma ile ilgili gerçekleştirilen projede; 1.derece arıtımın
yapıldığı, sadece iri taneciklerin tutulduğu, ön arıtma harici arıtılmış su elde
etme amacıyla hiçbir arıtma yapılmadığı tespit edilmiştir. Organik içerikli tüm
atıklar, derin sulara deşarj edilmekte ve derin suların mevcut oksijenini
kullanarak oksitlenmektedir. Bununla beraber atık su ve dip akıntısı arasında
karışım gerçekleşerek yükselmekte, geçirimsiz bir tabaka oluşmaktadır. Özet
olarak mevcut durum:1 birim özkütleye yakın bir değere sahip üst akıntı su
kütlesi, 1 birimden daha ağır sayılabilecek özkütleye sahip alt akıntı su
kütlesiyle toplanma havzası veya deniz gibi coğrafik model alanlarda bir
araya gelmektedir. Deşarj edilen atık suyun özkütle ağırlığı değişkenlik
gösterse de, her iki su kütlesinin arasında bir değere sahiptir. Değer vererek
tanım güçlendirildiğinde: 1.00 özkütle değeri üst akıntı, 1.20 özkütle değeri alt
akıntı, 1.10 özkütle değeri karışım (acı su) tabakası için düşünülmelidir ve
1.10 ile 1.20 özkütle değeri arasında atık su kütlesi geçirimsiz tabakayı
meydana getirmektedir. Bu sebeple dip akıntısı, karışım tabakası ve atık
sudaki organik maddelerin oksitlenmesi sebebiyle zamanla oksijenini yitirerek
0.2 mg/l çözünmüş oksijen seviyesine kadar düşmüştür. Canlılar için uygun
çözünmüş oksijen seviyesi 5 mg/l düzeyindedir ve 2 mg/l düzeyi minimum
risk düzeyidir. Sahip olduğu 0.2 mg/l çözünmüş oksijen düzeyi ile hiçbir
canlılık belirtisi göstermeyen dip akıntısı, hacmini gün geçtikçe arttırarak üst
akıntının hacmini daraltmaktadır. Canlılık aktivitesi, çok dar bir alana
sıkışmış, balık boğulmalarının sayısı gün geçtikçe artmıştır. Atık su
akıntısının ulaştığı Karadeniz suları da, Marmara Denizi ile aynı kaderi
paylaşmakta ve canlılık aktivitesi-yuvalama alanı özelliğini hızlanarak
yitirmektedir. Karadeniz, sadece Türkiye değil, çevresindeki tüm ülkelerin ve
nehirlerinin organik atık yükünü taşımakta ve diplerinde bulunan H 2 S
yoğunluğunu
arttırarak
karışım
tabakasının
geçirimsiz
özelliğini
güçlendirmekte, tabakayı "Mangan Tabakası" ismiyle anılan ekosistem için
son derece riskli geçirimsiz siyah jelatine benzer bir yapıya kavuşmasına
neden olmaktadır.
Ulaşım konstrüksiyonlarının ekosistem açısından riskleri
Ulaşım konstrüksiyon problemleri son zamanlarda oldukça sık dile getirilmiş
ve Haliç Metro Köprüsü Projesi’nde gündeme getirilmiştir. Birçok kez Haliç
alanı için üzerinde yoğunlaşılan ama maliyet veya teknik aksaklıklardan ötürü
çelik-kazıklı taşıyıcılı sistemde imalatı gerçekleştirilemeyen dubalı Haliç
köprüleri, ekosistem açısından sorunlu yapılar olarak görülmektedir. Haliç
köprüleri doğal süpürme hareketini; Boğaziçi’nden giriş yapan yüksek hızlı ve
yüksek oksijen içerikli suyun girişini engellemektedir. Aynı zamanda askıdaki
partiküllerle dolu üst akıntının çıkışını engelleyerek çökelimin artmasını
sağlamaktadır. Böyle bir riskin oluştuğu su kütlesinde zamanla adalar
(Bahariye Adaları-Haliç Adaları) kendini göstermiş, kayıkların bile
geçemeyeceği sığlıkların oluşmasına sebebiyet vermiştir. Dubalı Haliç
köprüleri kadar, kıyıya dik yanaşan teknelerin karinaları da, dubalı köprülerin
yarattığı sorununun birebir benzerini yaratmaktadır. Suyun çıkışının
engellendiği Haliç’te, ekosistemin kendi kendini onarabileceği bir süreçten
bahsetmek ilk aşamada zor gözükmektedir. Haliç köprülerinde stratejik hedef
olarak kazıklı konstrüksiyonun önceliği dikkate alınmalı, bununla beraber
İstanbul Silüetini bozacak temalardan uzak tutulmalıdır. Son derece mütevazı
yapılaşmaların mekanı olan Haliç’in, çevrelerindeki tepeleri mühürleyen
mabetlerle yarışacak ve silueti bozacak köprünün imalatı düşünülmemelidir.
Köprünün ayaklı olmasının ekosistem için yararlı olacağı söylense de,
ayakların su hareketlerinde türbülansa sebebiyet vereceği de
hesaplanmalıdır. Haliç alanında imal edilecek köprülerin, mesleklerarası
eşgüdüm mekanizmasıyla projelendirilmesi ve Dünya Mirasına sunulması
gerekmektedir.
Köprülerle alakalı bir diğer sorun ise Küçükçekmece Gölü için
yaşanmaktadır. Dalyan özelliğini gösteren Küçükçekmece Gölü’nün ön
cephesini kapatan dolgu zemini, gölün denizle bağlantısını sınırlandırmıştır
ve su transferi; çok dar olan güneydoğusundaki dar kanaldan
gerçekleşmektedir. Gölün bağlantısı kesildikten sonra kirlenme süreci
hızlanmış ve hiçbir canlı türünün yaşayamayacağı anoksik koşullara
kavuşmuştur. Aynı şekilde kentleşmenin baskısının arttığı Büyükçekmece
gölü de aynı riskler ile karşı karşıyadır. Büyükçekmece gölü her ne kadar
derelerin döküldüğü bir koy olarak düşünülse de (haliçler ile benzerlik), büyük
bir körfez yapısına daha çok yakındır. Büyükçekmece Gölü-Küçükçekmece
Gölü ve kuzeydeki Duru Göl, İstanbul’un Haliç alanından sonraki 2.büyük
hidrolik sistemidir. Büyükçekmece Gölü’nü, Küçükçekmece Gölü’ndeki gibi
güçlü tatlı su kaynakları beslememektedir. Bu bağlamda su kütlesinin, kendi
kendini revize edebileceği süreç oldukça uzundur. Kentsel atık yükünün, göl
toplanma havzasından uzak tutulması ve doğa koruma-geliştirme planlarıyla
su kütlesinin veriminin arttırılması dahilinde Büyükçekmece Gölü’nde
Marmara Denizi ile bağlantısı zorunlu değildir. Büyükçekmece Gölü’nün
Marmara Denizi ile birleştirilmesi; hidrolojik dinamiğin artmasına neden
olacağından, ekolojik parametrelerin yükselebilmesi amacıyla ve kent
yükünün sorun yaratan hususlarından ekosistemin zarar görmemesi adına
düşünülmesi gereken detaylar içermektedir.
Ulaşım alt yapı problemlerinde ekosisteme yararlılık ilkesi
İstanbul’un ulaşım yollarının başka bir problemi ise kentsel alt yapı
sistemlerinin yetersizliğidir. Yollarda drenaj hattı bulunmamakta,
kanalizasyon kentin yükünü taşıyamamakta ve detaylarında teknik sorunlar
bulunmaktadır. Kent ulaşımının alt yapı yetersizliği, ortalama her beş yılda bir
kendini göstermekte, alt yapı çalışmaları güncellenmektedir. Yeniden
kazılarak yeniden imalat yapılan kent içi yollarda, maliyet her defasında hem
artmakta hem de gereksiz bir sarfiyata sebep olmaktadır. Bu bağlamda kalıcı
üst yapı inşaatlarının yapılmasında kentsel alt yapıyı güçlendirmek ve
modern zamanın küresel sorunlarına değinmek oldukça önemlidir. Modern
zamanın sorunlarından küresel ısınmayla artan yağış yükünden
yararlanmanın önceliği, tarih boyunca susuzluk sorunu yaşamış bir kentte
pek ala düşünülmesi gereken durumlardan biridir. Kentin alt yapı
sistemlerinin, kentin ileriki yıllarda gelebileceği maksimum seviyeleri
karşılayabilir nitelikte olmalıdır. Alt yapı sistemlerinin mühendisliğinde,
optimum
düzeylerin
aranması,
gelecek
planlar
açısından
risk
oluşturacağından mühendisliğin bu projelerde maksimum risk düzeylerini
dikkate alması zaruridir. Kentsel alt yapının gelişiminde temel hedefte ilk
olarak ekosisteme zararlı kentsel yükün, ekosistem alanlarına nüfuz etmeden
yalıtılmış şekilde toplanması, yararlı içeriğinin (su ve mineraller) ekosisteme
geri kazandırılması, proses ürünlerinin ise ekosisteme "yararlı" potansiyeller
taşıması düşünülmelidir. Yüzeysel suyun ise toplanarak kısmi kullanımı ve
uygun alanlara deşarjı (kentsel alanlarda park sulama gibi) planlanmalıdır.
Yol alt yapısının bir diğer önemli hususu ise planlamayı ilgilendiren
kısımlarıdır. Kentin park alanı ihtiyacı, ulaşım aksları ve alternatifleri, ulaşım
koordinasyon şartları ve erişilebilirliği son derece önemli hususlardır.
İstanbul’un ulaşım sistemlerinde en önemli problemin başında toplu ulaşım
ve park alanı gelmektedir. Sosyal deneylerin yetersiz olduğu ve yerel
yönetimlerin anlık kararlarıyla ortaya çıkan projelerin isabetli olması
tartışılmalıdır. Ulaşım entegrasyonlarında ve insani standartlarda erişilebilirlik
ile transfer kolaylığı, tüm detaylarıyla projelendirilmelidir. Son dönemde
gerçekleştirilen erişilebilirlik detayları yetersiz kalmış, göstermelik
uygulamalar olarak kent alanında sahnelenmeye başlanmıştır. Yol içi ve
tretuar olarak, İstanbul ulaşım akslarında "kent rehberi" oluşturulması
zorunluluğu, hem ilçe düzeyinde hem de il düzeyinde yerel yönetimlere
uygulatılması gerekmektedir. Yol kenarı parklanmalardan ötürü İstanbul
sokakları, yangın ve sel baskını gibi müdahale gerektiren durumlarda, içinden
çıkılamaz bir soruna sebebiyet vermektedir. Kent rehberi kapsamında
tartışılacak konuların içinde; İstanbul sokaklarının tarihsel-kültürel karakterini
bozmayacak sistemler geliştirilmelidir. İlçe belediyelerin, son dönemlerde
geliştirdikleri kent rehberleri, standartları açısından sadece "malzeme
detayları" üzerine yoğunlaşmakta, insani ölçeğin ve erişilebilirliğin
çalışmalarını içermemektedir. Yapılan çalışmaların sahasında uygulanması
ise yeterli düzeyde olmamakta, halkın taleplerine göre siyasi yaklaşımlar
geliştirilmektedir. Kişisel kararların ötesinde ulaşım planlama ve analiz
çalışmaları, toplumsal ölçekte olmalı ve tek bir noktada yapılacak çalışmanın,
kentin her noktası için benzer özelliklere sahip olması düşünülmelidir.
İstanbul için enerji kaynakları
İstanbul’da yeşil enerjiden yararlanma, sadece gündemde olarak kalmış ve
çalışmalar yeterli düzeyde tutulmamıştır. Tarihi Yarımada’da ve yer yer
Beyoğlu’nda sobalı ısıtma halen varlığını sürdürmekte ve bazı zamanlar,
ekonomik durumun yetersizliğinde kullanıcılar sobalı ısıtmaya geri
dönmektedirler. Kentin bir başka enerji kaynağı ise doğalgazdır. Doğalgazın
kente ulaşması, boru nakil hatlarıyla gerçekleşmektedir. Doğalgaz üretimi,
kentin güncel yükü kadarını karşılayabilmekte ve talep edildiği takdirde hat
çekilmektedir. Kentin kömürden enerji sağlaması Silahtarağa Santrali’nden
günümüze kadar ulaşmaktadır. Kentte kullanılan bir diğer önemli enerji
kaynağı ise petroldür. Son zamanlarda elektrikli araçlar için hamleler
geliştirilse de, Dünya’nın birçok gelişmiş ülkesine oranla oldukça geride
olduğumuz açıktır. Kentin enerjisini elde edebileceği birçok alternatif
mevcutken, diğer kentlere bağımlı şekilde varlığını sürdürmektedir. Enerji
alternatiflerinin sayısının azlığı dikkate alındığında, sistemin çökmesi
durumunda sorunların oluşacağı kaçınılamaz gerçektir. Kentin rüzgar enerjisi
potansiyeli ve sahaları, dalga enerjisi ve sahaları, teknolojik imkanların
sağladığı yeni nesil enerji sistemleri, kent içi ulaşımda yeşil enerjinin teşviki
ve buna benzer birçok enerji kaynağı, kentin gereksiniminin maksimumu
analiz edilerek projelendirilmesi gerekmektedir.
İstanbul ve İnsanı
İstanbul’da yaşayan insanların tercihleri, yaşam şekilleri ve kültürleri,
yaşadıkları şehrin özellikleriyle biçimlenmiştir. Kültürel erozyona ve gelişen
Dünya’nın isteklerine rağmen kimliğini koruyan özellikler halen
bulunmaktadır. Ulaşım modelinden örneklendiğinde; deniz yolunun
kullanılması durumu İstanbul’da yaşayan halk için kültürel tarihin izleri olarak
devam ettiği düşünülmektedir. Zorunluluk veya ulaşım kolaylılığından öte,
karasal ulaşımın %90’dan daha fazla tercih edildiği ve bu yönde gelişimlerin
devam ettiği bir şehirde deniz yolunun varlığını sürdürübilmesi, yoğun Boğaz
trafiğine rağmen devam ettirebilmesi, tarihten gelen bir iz olarak
değerlendirilmelidir. Haliç Dersaadet Vapurları, böyle bir gelişime
dayanamayarak, Alibeyköy-Eyüp otobüslerinin gelişimi altında varlığını
sürdürememiş ve kapatılmıştır. Son dönemlerde gündeme gelen Marmaray
Banliyö geçişi ve Avrasya Tüneli gibi projeler ile deniz yolunun erozyona
uğrayacağı ve tamamıyla şehri seyir amaçlı kullanılacağı düşünülmektedir.
2012 yıllarının yaz aylarında yaşanılan köprü onarımlarından kaynaklı ulaşım
sorunlarında, deniz ulaşımı can simidi görevini üstlenmiş ve geçmiş
potansiyelini önemli ölçüde arttırmıştır.
Şehrin ulaşımı ile alakalı bilgiye ek olarak şehrin insanının aktarımı; insan
canlısını biyoçeşitlilik konusu içine çekmede ve tüm kültürel-tarihsel
gelişimiyle beraber değerlendirmede önemli yer arz etmektedir. Tarihi
Yarımada ve Galata, tarihten günümüze evrimleşen yaşam şartlarına rağmen
kültürel devamlılığı göstermesi açısından son derece önemli kentsel
alanlardır. Tarihi Yarımada, tepelerini mühürleyen mabetler ve çevresinde
radyo-konsantrik gelişimi ile mahalli birimlerin bir araya gelmesinden
oluşmuştur. Mühür özelliği taşıyan bu eserler ile mahallenin özelliği arasında
çok yakın olmasa da bir ilişki bulunmaktadır. Surp Kevok Kilisesi (7.tepe),
Mihrimah Camii (6.tepe), Yavuz Sultan Selim Camii (5.tepe), Fatih Camii
(4.tepe), Süleymaniye Camii (3.tepe), Beyazıt Camii (2.tepe) ve Ayasofya
Camii (1.tepe) birer mahali birimin merkezi odağını oluşturmaktaydılar.
Sayılan her yapı ve çevresinin tarihinden günümüze belirli yaşayış
karakterleri bulunmaktadır. Örneğin Samatya halkı balıkçılık ile geçimini
sağlarken, Esnaf Lonca halkı geçimini mobilyacılık ve müzik aletleri gibi el
sanatları üzerine yoğunlaştırmıştır. Beyazıt esnafı ise depolama, tekstil,
dericilik ve kuyumculuk gibi çok çeşitlilik gösteren yapıdadır. Tarihi surlar
içinde kalan ve Galata’yı kapsayan bu alanlar gibi İstanbul’un çeşitli
bölgelerine dağılmış kültürel farklılıklarda bulunmaktadır. Artan iletişim ve
ulaşım ile farklılıklar azalmış, şehrin kültürel yapısı büyük değişimlere
uğramıştır. Sadece mahalle olarak varlıklarını sürdüren halklar, gelecek
nesillere kültürlerini taşıyabilmiş, mesire alanlarında ve köylerde oluşan
topluluklar kültürel dejenerasyon ile hemen hemen yok olmuşlardır.
Geliştirilen projelerde hedefler; şehrin yükünü hafifletebilmek, depreme
hazırlayabilmek, teknolojiye ayak uydurmak ve standartlarını yükseltmek
olarak düşünüldüğü kadar insan ölçekli ve insana dair gelişimleri de içinde
barındırması son derece önemlidir ve kültürel mirasın devamlılığı açısından
zorunludur.
İstanbul Rehabilitasyonu
1911 tarihli L.Corbusier’in doğu gezisi, İstanbulu’da kapsayan geniş ölçekli
analizleri içermekteydi. İstanbul değerlendirmelerinde; yapıların yeşille
kucaklaştığını, kentin doğayla barışık olduğunu, morfolojik yapısının ve
özellikle kubbeli yapılarının bu bütünleşmeyi gerçekleştirdiğine değinmiştir.
İstanbul, çoğu kez yaşadığı doğal afetler ve yangınlar ile tahrip olmuştur ama
ekonomik gücü dolayısıyla üstesinden gelebilmiş, kentin zarar gören
parçalarını yenileyebilmiştir. Ekonomik zorluklar yaşandıkça ve Osmanlı
İmparatorluğu gücünü kaybettikçe yenilenebilme ve gelişme avantajları
ortadan kalkmaya başlamış, insanlar ahşap yapılara göre daha kolay
uygulanabilen ve yangına-depreme dayanıklı betonarme yapıları tercih
etmeye başlamıştır. Betonarme binaların bir diğer özelliği ise aynı metrekare
alan üzerinde daha fazla insanın yaşabilmesini sağlaması ve böylelikle
ekonomik avantajlar yaratmasıydı. Tarihi Yarımada, değişimi en hızlı
yaşayan kent parçası olmuş, sivil mimarlık örneklerinin büyük bir kısmını
yitirmiştir. Şehircilik anlayışında ise devlet birikimlerini geleceğe
aktaramamış, başka şehirlerin doğrularını veya işleyen sistemlerini İstanbul’a
uygun olacağı kararlarına varmıştır. İstanbul’un şehircilik karakteri, AvrupaAsya kültürlerinin arasında kendine has ve L.Corbusier’in tanımladığı gibi
yeşil dokuyla barışık özgün sistemlere sahiptir. Mabetlerin çevresinde
doğudaki mahalle kavramı ve komşuluk ilişkileri nedeniyle radio-konsantrik
gelişen şehir parçaları, batısal planlama karakterleriyle birbirine entegre
edilmeye çalışılmıştır. Şehrin planında görülen bu karmaşık sistem harici,
küçük ölçeklerde de batı-doğu entegrasyonları kendini her daim göstermiştir.
Şehrin sembolü Sultanahmed ve Ayasofya gibi iki mabet, farklı kültürlerin
entegrasyonlarını gösteren en önemli yapılardır.
Son yıllarda İstanbul için tartışılan proje ve uygulamalarda; kültürel mirasınsilüetin yok olmaya başladığı, kıyısal gelişimini tamamlamış şehrin nüfusu
arttıkça kuzey ormanlarına doğru gelişerek doğayı tahribata neden olduğu,
şehrin denizle olan insansı bağın karayolları ile kesildiği ve denizlerin
kirletildiği konularına oldukça fazla değinilmiştir. Tartışmaların temelinde;
proje ve uygulamalarda çok kısıtlı bir "projecilik" anlayışının yattığı, öngörülen
projenin çevresi ile kurduğu bağlamın eksikliği, içinde bulunduğu ortama
yapacağı katkının belirsizliği gibi konular yer almaktadır. Kenti geliştiren ve
önemli mekansal müdahalelerde bulunan "kentsel projeler" olgusu ile kentin
sosyal, ekonomik ve çevresel boyutları ile ele alındığı stratejik bir mekansal
planlama arasında olması gereken ilişkilerin azlığı ve hatta yokluğu, bu
tartışmaları daha da arttırtmaktadır. "Yer" bağlamından kopuk, çevresi ile
ilişkileri kurulmamış, bir stratejik vizyon ve planlama kararları çerçevesinde
geliştirilmemiş mekansal düzenlemeler, özellikle korunması gerekli doğal,
tarihi, arkeolojik alanlarda geri dönülmez başka sorunlara da yol
açabilmektedir.
Güncel tartışılan projelerden bazıları şunlar olarak belirtilmektedir:
Faaliyete Girmek Üzere Olan veya Tartışılan Kentsel Ölçekli Projeler:
3.Köprü Projesi: İstanbul’un kuzey ormanlarının içinden geçen ve AsyaAvrupa’yı birbirine bağlayan yeni bir köprü. Garipçe-Poyrazköy arası
kurulacak köprünün transit geçişler amacıyla kullanılacağı belirtilmiştir.
Melen Çayı’ndan Transfer Projesi: Melen Çayı’ndan İstanbul’a içme suyu
taşımayı amaçlayan yeni bir sistem. İstanbul’un su sorunu için çözüm
amacıyla geliştirilmiştir.
Kanal İstanbul Projesi: Boğaziçi gemi trafiğini sonlandıracağı söylenen ve
yeni kent alanlarının oluşmasını sağlayarak kentsel dönüşüme hizmet
verebilecek yeni bir sistem. Su kütleleri ve ekolojiye etkisi ile ilgili analiz, proje
kapsamında değerlendirilmemiştir.
Haliç’e Boğaz Sularını Taşıma Projesi: Büyükdere kanalı açılarak Boğaz’ın
suları Kağıthane Deresi’ne bağlanacak ve Haliç’in su kütlesinin
temizlenmesini kapsayan yeni bir sistem. Tuzlu suyun karasal vejetasyonun
içine nüfuz etmesinin yaratacağı problemler değerlendirilmemiştir ve ekolojik
kimlik ile alakalı değerlendirmelerde bulunulmamıştır.
Ulaşım sirkülasyon projelerinden geliştirilenler ve uygulanmış olanlar:
Ulaşım Açısından Geliştirilen Projeler:
Marmaray Banliyö Projesi: Anadolu ve Avrupa Yakası’ndaki banliyö hatlarını
birbirine bağlayan yeni demiryolu hattı projesi. Boğaziçi’nden geçişi SalacakSirkeci yönünden gerçekleşecektir ve demiryolu hattında hızlı tren de
işleyecektir.
Avrasya Tüneli: Marmaray Projesi kapsamında indirilen tünellerin yanına
(güneyine) indirilecek karayolu tünelleridir. İki katlı yapının katları farklı
yönlerde, tek yön olarak işleyecektir. Tünel çıkışları 4’er şeritli yollar olarak
planlanmıştır ve kentin trafiğini rahatlatmada çok büyük öneme sahip olduğu
belirtilmiştir.
Üsküdar-Ümraniye Metrosu: Haziran 2012’de temeli atılan ve Anadolu
Yakası’nın trafik sorunlarını azaltacak ve toplu ulaşıma hizmet verebilecek
yeni metro hattıdır.
Şişhane-Yenikapı Metrosu: Haliç’e kurulacak ayaklı köprü ile geçişinin
yapılacağı ve Ana Transfer Noktası Yenikapı İstasyonu’na bağlanan sistem
ile Avrupa Yakası içinde ki en aktif otobanların trafik yükünün azaltılması ve
toplu ulaşımın arttırılması hedeflenmektedir.
Mevcut Raylı Sistemler:
Havaalanı-Aksaray Hafif Metrosu, Hacıosman-Şişhane Metrosu, HabiblerTopkapı Hafif Metrosu, Bağcılar-Kabataş Tramvayı, Kadıköy-Moda Tramvayı,
Taksim-Kabataş Funiküler, Maçka-Taşkışla ve Eyüp-Pierre Loti Teleferikleri.
Raylı Sistemler ile Entegre Lastik Tekerlekli Ulaşım Ağları:
İ.E.T.T. Otobüs Hatları, Avcılar-Söğütlüçeşme Metrobüs Hattı, Dolmuşlar,
Kıyı Alanı Bisiklet Hatları (Avrupa ve Anadolu Yakası Kıyısı), Taksiler
Denizyolu Ulaşım Ağları:
Sirkeci-Harem Arabalı Vapur, İstinye-Emirgan-Çengelköy-Arnavutköy-BebekKandilli-Küçüksu-Anadolu
Hisarı-Anadolu
Kavağı-Kanlıca
İskeleleri,
Eminönü-Karaköy-Kadıköy-Üsküdar Vapurları, Beykoz-Bostancı-AdalarMaltepe-Kartal-Pendik-Avcılar-Bakırköy-Kabataş-Beşiktaş-İstinye-Sarıyer
Deniz Otobüsü İskeleleri
İstanbul Kara-Deniz Ulaşımları, paftasında ayrıntılı olarak gösterilmiştir. Yeni
getirilecek sistemler ve mevcut sistemler ile İstanbul Ulaşım Ağı başarılı
mühendislik çalışmalarını barındırmaktadır. Çalışmaların belli başlı sorunları
ve geliştirmeye dönük hususları bulunmaktadır. İstanbul Ulaşım Ağı, kentsel
dokuyla uyumlu yönleri kadar, tartışılması gereken mimari detayları da
barındırmaktadır.
Kentsel dönüşüm konularında ise hem yerel yönetimler bazında hem de ülke
çapında bir hareketlenme gözlemlenmektedir. Kentsel dönüşümde hedefin;
depreme dayanıklı binaların inşa edilmesi olarak gösterilirken, yeşil alanların
oluşturulmasında da alandan tasarruf ve akıllı kent sistemleri (site tarzı
yapılaşma)
gündeme
oturmuştur.
Globalleşen
Dünya’da,
farklı
lokalizasyonlarda başarı sağlamış mühendislik hizmetlerinin, İstanbul gibi bir
şehirde de başarılı olacağının düşünülmesi doğru olmayacaktır. İstanbul’un
kent dokusu ve insanı, özgün şehirleşme modeli ve mahali komşuluk
ilişkisiyle, gündemdeki projelerin ve kentsel dönüşümün tamamen uzağında
bir karaktere sahiptir. Binaların uygun teknolojiyle donatılması ve
standartlarının yükseltilmesi zaruriyetken, kültürel doku ve mahali sistemin
temel birimi olan "yuvanın" değiştirilmemesi de düşünülmelidir. Dünya’nın
şehirlerinden farklı olarak İstanbul; evleri ve kentiyle daha insani ölçülere
sahip ve insanın doğası kent ile ekosistemin kaynaştığı ender özellikler
bütünüdür. Bu bağlamda, bir bölgede gerçekleştirilecek renovasyon,
rekonstrüksiyon veya restorasyon çalışmalarının bütününde "insan ve
komşuları" konusunun gözlerden kaçmaması ve insani ölçeğin sınırlarının
zorlanmaması gerekmektedir.
Yarışma konusunun İstanbul’un geleceği olması, birçok tartışma konusunu
da beraberinde getirmektedir. Fakat biyoloji ve ekosistemin korunmasının
sınırları olarak sadece belli bir kapsam, sunum anlamında ele alınmıştır.
Sunum kapsamında üst başlık olarak İstanbul Ekosistemi ve sistemler
bütünü, alt başlık olarak da insanının ve doğasının özgünlüğüyle
"biyoçeşitlilik" ilkeleri dikkate alınmıştır. İstanbul İnsanı ve Canlısı ile insanınn
yuvası-yuvaların oluşturduğu kent dokuları ve canlı doğası; sadece "kısmi"
olarak dikkate alınmıştır. Bu bağlamda İstanbul Ekosistemi 6 ana bölgeye
ayrılmıştır: Büyükçekmece Koridoru, Küçükçekmece Koridoru, Haliç
Koridoru, Boğaz Koridoru, Riva Koridoru ve Marmara Kıyıları Alanı. Bu
ekosistemlerin oluşturdukları doğal ortamlar, canlılık faaliyeti ve çeşitliliği
üzerinde de oldukça etkin bir rol oynamaktadır. İstanbul İnsanı bazındaki
değerlendirme ise mahalle ölçeğinde olduğundan, geniş ölçekte
tanımlamanın sunum aşaması için yeterli olacağı düşünülmüştür. Mahali
ölçekte insan ve doğasının tanımlaması, planlamanın detayları ve korumayenileme projelerinin konsepti açısından oldukça önemlidir. Analizler ve
değerlendirmeler ışığında, İstanbul’un geleceğine ışık tutabilecek belli başlı
projeler ve planlama kararları paftalarda sunulmuştur. Tasarı proje ve
planlama kararlarında amaçlanan; ekosistem parametrelerini yükseltecek bir
doğaya entegrasyon sürecinin hedeflenmesidir. İstanbul, doğasıyla barışık
olması veya ona etkisiz eleman olarak yakınlık kurması şeklinde planlanması
gereken bir şehir değildir. İstanbul; doğasıyla iç içe ve ondan yararlanan,
parametrelerine etkisiz kalmadan sürekli yükselten ve canlılar için cazibe
ortamına dönüşen bir kimliğe bürünmelidir. İstanbul Biyosistem Mühendisliği
kapsamında ele alınan bu üst başlıklarla oluşturulmuş planlama, koruma ve
yenileme kararları; tasarımlanarak ifade edilmiş ve gelecek vizyona ışık
tutabilecek detayları içermektedir. Sunum çalışmaları, raporda belirtilen
analizlerin ışığında ortaya çıkmış olmasına rağmen her türlü mesleklerarası
eşgüdümlü değerlendirmeye tabii olmalı, detaylarıyla araştırılmalı, kendini
bahse geçmeyen konularda da geliştirerek ilerleyebilmelidir. Doğa, ilerleyen
süreçle kendini değiştirmekte ve yenileyebilmekteyken şehrin ondan ayrı
tutularak "güncel" durumundan hareketle oluşturulmuş fikirlerden ilerlemesi
asla hedeflenmemelidir. Bu bağlamda İstanbul Biyosistem Mühendisliği
çalışması üst ölçekte bağlayıcı fakat alt ölçekte kendini yenileyebilen ve
gelişimlere ayak uydurabilen bir dinamiğe sahiptir.
İstanbul Biyosistem Mühendisliği’nde Örnek Detay Proje
Ekosistem
Koridoru:
Rehabilitasyonu
ve
Restorasyonu
Kapsamında
Haliç
Haliç ekosistem koridoru Kuzey Ormanlarının Alibeyköy ve Kağırhane
Dereleri toplanma havzası kısmı ile Haliç Koyu ve Koya bakan plato satıhları
şeklinde ele alınmalıdır. Kuzey Ormanları, sistemin birincil üreticisi
konumundadır ve tatlı su kütlesinin çıkış noktasıdır. Boğaziçi Alanı
Sarayburnu ise sistemin deşarj noktasıdır ve tuzlu su ile buluşma bu alanda
gerçekleşmektedir. Haliç, birbirinden farklı su kütlesi ve ekosistemlerin bir
araya geldiği "kesişim" bölgesidir. Ekosistem tanımlamasında, ekosistemler
arası kesişim bölgesi "ekoton" olarak tanımlanmaktadır. İçinde barındırdığı
canlı türleri ise "lisier" özellik gösteren ve evrimleşme sürecinde en güçlü
konuma erişmiş (bir çok ekosistemin kesişim noktası olmasından dolayı
geniş "*yaşam kutusu" parametrelerine sahip olmak) bireylerdir. Tüm
bunların paralelinde, İstanbul Haliç’i için Haliç Ekoton Ekosistem Alanı
tanımlaması yerinde olacaktır. Bu tanımlama, İstanbul Haliç’inin özgün kimle
sahip olduğu ve Dünya’daki diğer örneklerinden farklı olarak korunması
gerekliliğini sunmaktadır.
Bölgesel korumada, ilk olarak sistemin birincil üreticisi Kuzey Ormanları
(Euxine-Colchis D.); orman çatısı, orman zemini ve su yolu ile riparyan alanı
olarak 4 farklı tipte koruma-yenileme planı geliştirilmelidir. Orman çatısının
korunmasında temel öncelik olarak yaprağını döken endemik türlerden
oluşan Kuzey Ormanlarının "tür haritası" oluşturulmalıdır. Bu tür haritasında,
popülasyonların yoğunluk gösterdikleri bölgelerde, popülasyonu oluşturan
bireylerinin aynısının dikimi gerçekleltirilmelidir. Farklı türler ile özgün Kuzey
Ormanlarının yapısını yeniden inşa etmek veya onarmak; Haliç Havzası ve
İstanbul Genelinde ekosistemler bütünü içindeki fonksiyonunu yitirmesine
sebebiyet verecektir. Orman zemini korumasında ki yaklaşım olarak tarım
faaliyetlerinin yasaklanması ve rekonstrüktif-inşa gerektiren, zemini bozacak
imalatlardan kaçınılmalıdır. Orman zemini ve zeminaltı akiferler ile tabansuyu
bölgeleri, su ekonomisi (su bütçesinin mevsimlere göre dengelenmesi) ve
suyun filtrasyonunun gerçekleşmesi (partiküllerinden temizlenmesi)
bakımından oldukça önemlidir. Su yolu ve riparyan alan korumayenilemesinde ki yaklaşımların başında inşaat faaliyetlerinin kesinlikle
yasaklanması gelmektedir. Bu alanların "sulak alanın gerçek sınırı-su etki
alanı" şeklinde algılanması, bilimsel açıdan doğru olacaktır. Mevcut analizler,
Kağıthane Deresi’nin doğal yapısını günümüze kadar koruyabildiği
bölgelerinde, suyun çözünmüş oksijence 9.8 mg/l gibi değerlere yaklaştığı
tespit edilmiştir. Canlılık faaliyetleri açısından, toplanma havzasının
genelinde bu sonuçların alınması, tatlı su kütlesinin parametrik olarak kalite
standartlarını yükseltecektir.
Haliç Koyu’nda tatlı suyun parametreleri kadar tuzlu su kütlesi ve akıntı
parametrelerinin önemi de oldukça fazladır. Tuzlu su kütlesinin
parametrelerini oluşturan temel etken Marmara Denizi’nin Akdeniz kökenli dip
akıntısıdır. Belirtildiği üzere bu akıntı, İstanbul ve çevre şehirlerin derin deşarj
sistemlerine maruz kalması ve seki disk ölçümlerinin neticesinde anlaşılan
güneş ışığından yoksun kalması sebebiyle kalite parametreleri oldukça
düşüktür. 0.2 mg/l çözünmüş oksijen seviyelerine ulaşmış ve hidrojen sülfür
üretimi hızlanmış, anoksik koşulların arttığı dip akıntının tüm Marmara Denizi
için risk oluşturduğu gerçektir. Hacmini genişleten sistem, üst akıntının ve
yaşam alanları ile koridorlarının mesafelerini daraltmaktadır. Marmara
Denizi’ne Ahırkapı’dan ve Baltalimanı’dan boşalan kentsel atık yükü, akıntılar
sebebiyle Haliç Ekoton Ekosistemi’ne nüfuz etmektedir. 1975 yılı
ölçümlerinde üst su kütlesinin tespit edilen tuzluluk oranlarının 2001 yılı
ölçümlerinde artmış olması; yoğun tuzluluğa sahip alt akıntının Haliç’i yoğun
anlamda etkilediği olarak anlaşılmalıdır. Bu bağlamda alınacak kararların
başında kentsel kanalizasyon sisteminin deşarjının durdurulması ve yeni
teknolojilerle beraber yüksek parametreli, arıtılmış, oksijen içeriği yüksek
suyun derin deşarjı yapılması zaruri görünmektedir.
Bu kapsamda kanalizasyon sistemlerinde alternatif tasarımlar düşünülebilir.
Kanalizasyonun prosesinin kullanılabilir ve ekolojik sürdürülebilirliğe yarar
sağlaması gerekmektedir. Günümüzde kanalizasyon sistemlerinin prosesiyle
yarar sağlandığı kadar, kanalizasyondan enerji de sağlanmaktadır.
Kanalizasyon enerjisi, bakteriyel faaliyet sebebiyle çürüyen atıklardan
sağlanan biogaz ve biosıvı üretimini gerçekleştirmektedir. Kanalizasyon
enerjisi harici, alternatif enerji kaynakları, kentsel yükün hafifletilmesi veya
tamamen ortadan kaldırılması amacıyla "doğa koridorları" sınırları içinde
mecburi düşünülmelidir. Haliç koridorunun kuzey satıhları rüzgar enerjisi
açısından olumlu durumdayken, Sarayburnu (Haliç’in en güney sınırları)
akıntı enerjisi açısından pozitif neticelere sahiptir. Kentsel alan, farklı
bölgelerinde farklı enerji sistemleriyle desteklenmeli ve doğaya uygunluk
şartları dikkate alınmalıdır.
Haliç Koyu’nun parametrelerinin yükselmesinde, kentsel atık ve kanalizasyon
sistemleri kadar, mimari detaylarında dikkate alınması gerekliliği
anlaşılmaktadır. Mimari detaylarda, evin mikroklima koşullarına uygun olması
ve doğal olanaklardan maksimum yararlanması (güneş ışığı, ısıma ve
soğuma için bakı) gerekmektedir. Haliç köprüleri de mimari detaylarında
ekolojik çözümler sunmalıdır. Dip akıntıları dikkate alındığında, oksijen
yetersizliği ve atık yükü ile stres altındaki su kütlesinin Haliç alanına
sızmasının önlenmesi ve Bütünleşik Yaya Alanının (Sirkeci – Karaköy
Alanları) sağlanması amacıyla "deniz altı tüp geçiş" sistemleriyle Avrasya
Tüneli’ne entegrasyonu düşünülebilir. Araç trafiği sirkülasyonu’nun,
Tophane’den Kazlıçeşme’ye ve Ragıp Gümüşpala Caddesi bütününde "yer
altından" devam etmesi düşünülebilir. 35 metre derinlikten denizaltı tüp geçiş
sistemleriyle alt su kütlesinin, hem Boğaziçi Alanı’ndan sürüklenen hacmi
hem de Marmara Denizi’nden sızan hacmi; Haliç Koyu ağzında bloklanarak,
ekosistem alanına girişi engellenmiş olacaktır. Ekositem açısından, zaruri
görülen bu sistem harici köprülerin yeni teknoloji kullanılarak "kazıklı" imal
edilmesi, dubalı sistemden vazgeçilmesi de düşünülebilir. Bu imar kararları
harici, deniz ulaşım hizmetleri dahilinde liman yapıları da oşinografik
göstergelerle uyum göstermeli, akış diyagramlarını bozmamalıdır. Haliç koyu
dahilinde, tekne karinalarının boyutları ve limana yaklaşma metodları da,
fiziksel oşinografi açısından gözden geçirilmesi gereken temel hususlardır.
Biyoçeşitliliğin korunması konusunda Haliç Ekoton Ekosistem Alanı, canlı
türleri açısından Marmara Denizi ve Boğazların transfer (göç yolları)
karakterinin aksine "yuvalama" alanı görevini üstlenmektedir. Yaşam kutusu
modellemesinde, oldukça güçlü gen varyasyonlarına sahip bireylerin tercih
ettiği Haliç Ekoton Ekosistem Alanı’nda, yuvalama ve geçici barınma
fonksiyonlarını gerçekleştiren canlı türleri tespit edilmelidir. Denizaltı
yaşamının özgün yapısı haricinde karasal alanda da insan unsuru
dikkatlerden kaçmamalıdır. Haliç kıyıları ve mesire alanı (KağıthaneSa’dabad Mimarisi) yapılaşma, geleneksel insan davranışları ve alan
kullanımları kayda alınmalıdır. İstanbul İnsanı tanımının alt başlıkları olan
Balat Müzisyeni, Sarayburnu Balıkçısı, Sa’dabad Kayıkçısı, Galata Tüccarı
veya Kasımpaşa’daki Romeni koruyan ve geleneksel birikimin devamlılığını
sağlayan yapıya sahip olmalıdır. Geleneksel birikim, örneğin olta
balıkçılığının incelikleri olarak tariflenen detaylar, yüzyıllar ile ifade
edilebilecek tecrübelerin aktarımından gelmektedir. Genetik varyasyon ve
seleksiyon ile güçlenen, yaşamına devam eden canlı metabolizması;
kazanılmış tecrübelerinin insan yaşamındaki etkilerini, globalleşen Dünya
kapsamında silinmesiyle tek düzeliğe dönüşmesi, kültürel yozlaşmayı
beraberinde getirmesine neden olmaktadır. Kentlerin değişen yüzünün
sorgulanması konusu kapsamında; taklit standardizasyona sahip olması ve
mimari detaylarının yöreselliği barındırmaması eleştiri konusu olmuştur. Bu
bağlamda kültürel mirasın korunması kapsamında, kültürel yaşam
kazanımlarının da aktarımını teşvik etmek düşünülmelidir ve biyoçeşitlilik
kapsamında ele alınmalıdır.
Hipotez: Collatz Sanısı ve Şehircilik
Haliç Ekoton Ekosistem Alanı’nda, deniz ve kara bağlamında canlılar arası
nüfus dengesi, popülasyonların sürekliliği açısından gereklidir. Kesişim
ekosistemleri olan ekoton alanlarında, adaptasyonu en iyi gerçekleştirebilen
canlılar, ortam değişimlerine ayak uydurabilenler varlığını sürdürmekte ve
diğer türlere karşı üstünlük kurarak yok olmalarına sebebiyet vermektedir.
İnsan canlısı, kutuplardan çöle kadar çok geniş yaşam kutusu modellemesine
sahip olduğundan, doğanın hemen hemen her noktasında üstünlük
kurabilmiştir. Alet kullanabilme ve çözüm geliştirebilme yetenekleri, diğer
canlılara göre insanı üstün kılmıştır. Bu bağlamda, Haliç gibi canlılık
aktivitesinin yüksek olduğu ve yaşam açısından insana uygun koşullar sunan
ekosistemlerde; nüfus ve şehircilik planlaması dahilinde "sınırlarının"
belirlenmesi önemli bir husustur. İnsan nüfusu, sanayi devriminden bu yana
çok hızlı gelişim göstermiş ve 7 kat gibi bir artış yaşamıştır. Nüfusun bu denli
kontrolsüz artışı sebebiyle tarımda yeni düşünceler gelişmiş ve kentsel
mimari de Z koordinatında yükselmenin alan kazanımı açısından doğru
olacağı tartışmaya sunulmuştur. Sınırı olmayan bu sürecin, sınırlarının
belirlenmesi bu bağlamda zaruridir. Nüfusun kontrol edilebilmesi amacıyla
İstanbul Biyosistem Mühendisliği konusu kapsamında yeni bir metod
belirtilmiştir. Metoda göre, kentsel yapılaşmanın imar planındaki
geometrisinin izleri takip edilerek, bu izlere denk düşen binalardaki yaşayan
sayıları toplanmakta ve izin vardığı kırsal alanda tüm yaşayanlar "1" kişi
olarak kalmaktadır. Collatz sanısının kullanıldığı şehir hipotezinde, tarihsel bir
alanda yaşayan kişiler toplamı, kentin binalarının ve yollarının geometrik izini
takip ederek gelişim göstermekte, uygun yaşam sınırları arasında gelişimini
tamamlayarak şehrin sınırlarını oluşturmaktadır. Hipotezi oluşturan formüle
göre:
X tarihi nüfus toplamı; eğer tek rakamı oluşturursa 3X + 1, çift rakam
oluşturursa X / 2 formülüne maruz kalmaktadır. Örneğin toplam nüfusu 7 olan
kıyısal bir noktadan, şehrin yollarının ve binalarının çizgisel izleri takibi
boyunca 7-22-11-34-17-52-26-13-40-20-10-5-16-8-4-2-1 olmalıdır. 1 sayısı
kırsal alanda, mesire yapılaşmasına benzer 1 nüfuslu birimlerdir. Bu
bakımdan; 7 nüfuslu tarihsel yaşam alanının, karasal alan boyunca
gelişebileceği sınırlar kapsamında alabileceği nüfus büyüklüğü toplamda 288
maksimum sınırına sahip olması gerekmektedir. Tarihsel noktanın referans
alınmasının nedeni, şehrin bu noktadan sonra gelişimini gerçekleştirdiği ve
bozulması düşünülemeyecek envantere sahip olması şeklinde açıklanabilir.
Kabaca 210 bin metre sahil şeridi olan İstanbul’da, bina parselinin ön yüzü 30
metre alındığında 7000 adet binanın çıktığı görülecektir. Her binada 3 kişinin
yaşadığı ve ortalama bina kat sayısının 5 olduğunu dile getirirsek, yaklaşık
olarak sahil nüfusu 105 bin kişi olacaktır. Kıyı nüfusunu yaklaşık olarak 100
bin olarak kabul ettiğimizde, Collatz sanısının sonucu olarak şehrin tüm
nüfusunun 215 bin seviyelerinde olacağı hesaplanacaktır. Kıyı çizgisi
boyunca nüfusun toplanmasıyla çıkan bu sonuca göre, kıyı çizgisi boyunca
şehrin en fazla 2 katı kadar gelişme gösterebileceği belirtilebilir. Şehrin
sınırları, doğanın kritik sınırlarını hedef almalıdır ve kritik sınırları aşmadan
gelişen nüfus planlamasının yapılması şarttır. Bu zorunluluğa çözüm
arayışıyla geliştirilmiş çalışma, sadece bir fikir ürünüdür ve şehrin
matematiksel anlamda da sınırlandırılabileceği ifadesini söyleyebilmek
amaçlıdır. Collatz sanısı ile yapılacak detaylı analizler ışında, İstanbul
Nüfusu’nun ortaya çıkacak maksimum kapasitesi, karasal alanda doğal
sınırlamalar kapsamında değerlendirilmelidir. Tüm analizlerin odak noktası,
matematiksel ifadelerden daha çok, "doğal sınırlar ve bölgeler" şeklinde
olmalıdır.
Collatz Sanısı ile Kırsal Yerleşimde Nüfus Planlama
Collatz Sanısı ile Kıyısal Alanda Nüfus Planlama
Konu ekosistem olduğunda, parametreler artmaktadır. İnsan, deniz canlıları,
kara canlıları, denizin oşinografisi, derelerin ve göllerin limnolojisi, ormanlar,
insan yapıları, yapıların bütünü kent dokuları ve kent, kentin atıkları, kentin
enerji ihtiyacı ve alternatifleri gibi birçok ilişkiler ağı göze çarpmaktadır.
Parametrelerin birbirinden bağımsız düşünülmesi, ekosistemin bütüncül
yaklaşımına aykırı bir tutumdur. Alınacak nokta kararlarda dahil, ölçeğin
büyültülerek etkilerinin araştırılması gerekmektedir. Ekosisteme yapılan
müdahalelerin hepsinde, hiçbir etki anında tepki göstermemiştir. Asırlar
boyunca evrimleşerek güncel konumuna sürüklenmiş doğa parçasından,
etkinin tepkiye dönüşmesi bir günde veya kısa zamanda beklenmemelidir.
Geçmiş dönemde seçimlerle gelmiş yönetimlerin anlık kararları, kendisinden
sonra gelen siyasi dönemleri etkilemiş ve yaşayan insanlar sorunu güncel
yönetimlerden bilmişlerdir. Bu bağlamda alınacak her kararda
sürdürülebilirliğin siyasi boyutu ve doğa-kent entegrasyonu boyutu
sorgulanmalıdır.
Download