2 233 BATIDAKİ İSLAM ÇALIŞMALARINDA “RESMİ VE POPÜLER İSL

advertisement
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi III (2003), Sayı: 2
233
BATIDAKİ İSLAM ÇALIŞMALARINDA “RESMİ VE POPÜLER İSLAM”
AYRIMINA GÖSTERİLEN İLGİNİN NEDENLERİ ÜZERİNE*
J. D. Jacques Waardenburg
Çev. Mustafa ARSLAN**
Batıdaki İslam çalışmalarının odaklandıkları konulara ve kullandıkları bazı kavramlara
göz atıldığında belli ortak noktalar dikkati çekmektedir. Bunlardan birisi de burada
sunulan çevirinin konusunu oluşturan “resmi ve popüler (folk) İslam” ayrımıdır. Dinsel
merkezin ortodoks formu olarak “resmi İslam”, nitelikli bir din eğitimine sahip
bilginlerin oluşturduğu din anlayışını ifade etmektedir. Resmi İslam kavramıyla,
kurumsal dinsel organizasyonlar, İslamın temel öğretileri ve dini hükümleri de
kastedilmektedir. “Popüler İslam” ise dinsel çevrenin hetorodoks formudur. O, belli bir
düşünce seviyesinin altındaki geniş halk kesimi tarafından gündelik hayat içerisinde
pratize edilir. Öğretiden çok büyüsel ya da mistik uygulamalara, şer’î hükümlerden çok
dini coşkuya vurgu yapar.1
Bu kavramsal ayrım Batılı çalışmalarda, İslam ya da İslam toplumlarının analizinde
çokça kullanılan belli başlı yöntemlerden birisini oluşturmuştur. Bu yöntem, Batıda
belli bir dönemde (özellikle on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın ilk yarılarına
kadar) İslam konulu çalışmalarda yaygın olarak kullanılmış, günümüzde de zaman
zaman kullanılmaktadır. Burada kullanılan kavramlar analitik birer aygıt olarak
kullanıldıklarından, bulgular bu anahtar kavramlara göre yapılmaktadır. Dolayısıyla
da bu kavramların, değerlendirme ve sonuçlar üzerinde belirleyici etkileri olmaktadır.
Analiz tekniği olarak bazı faydaları bulunmakla birlikte, yanlış ve normatif tarzda
kullanıldığı takdirde bu ayrım, bazı yanlış sonuç ve değerlendirmelere de sebebiyet
verebilmektedir.
Çevirisini sunduğumuz özlü çalışmasında Waardenburg, bu akademik kurgunun tarihsel
ve sosyo-politik nedenleri üzerinde durmaktadır. Ayrıca Batılı bir akademisyen olarak
Waardenburg, Batılı çalışmalarda, İslam ve İslam toplumlarını incelerken alınan
pozisyon ve arka plan konusunda da içten bir bakışla kritik yapmaktadır. Dolayısıyla bu
çeviride, özelde Batıdaki İslam çalışmalarında kullanılan ayrımların arka planı,
genelde ise Batıdaki İslam çalışmalarının gelişim seyri, Batılı bilim adamlarının İslam
konusuna yaklaşımlarının tarihsel ve sosyo-politik nedenleri, sömürge idarecilerinin
İslam çalışmalarına olan olumsuz etkileri vb. bir çok konu hakkında içten bakışla özlü
tespitlerde bulunulmaktadır.
* J. D. Jacques Waardenburg, “A Note on Earlier Research on Official and Popular Islam”, Official and
Popular Religion. Analysis of a Theme for Religious Study, (Ed. H. Vrijhof and J. D. J. Waardenburg),
New York 1979, s. 372-379.
** Dr., İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi Anabilim Dalı.
1
İslamın bu tarz ikili kavramsal analizi hakkında geniş bilgi için bkz. J. D. Jacques Waardenburg,
“İslami Çalışmalarda Bir Problem Olarak Resmi ve Popüler İslam”, Çev. Mustafa Arslan, Tabula
Rasa, Ocak-Nisan 2003, S. 5, s. 137-160.
234
J. D. Jacques Waardenburg
İslami çalışmalarda resmi ve popüler İslam arasında yapılan ayrımın izleri, en
azından, Avrupa’daki bir grup bilim adamının on dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar
uzanan bilgi birikiminde bulunabilir. Bir din olarak İslam’a olan ilgi, çeşitli şekillerde
yaygınlaşmış ve akademik İslam çalışması, daha yöntemsel ve disipliner bir yaklaşımla,
alan olarak genişletilip nitelik olarak da geliştirilmişti. İslami çalışmaların bu gelişimine
katkıda bulunan önemli bir faktör, bilginlerin, az bilinen metinsel materyallerin
keşfedilmesi ve basımı, yine İslam’ın kültür bölgeleriyle daha direkt bağlantılar
aracılığıyla yeni kaynaklara ulaşmayı başarmış olmalarıydı. Burada üzerinde durulması
gereken husus, mevcut kaynakların doğasından ayrı olarak, resmi ve popüler İslam
arasındaki ayrım üzerinde o kadar fazla durulmasının nedenlerinin olup olmadığıdır.
1. Belki de ne önemli şey, o zamanki akademik araştırmanın konumu idi. İslam
konulu çalışmalar çeşitli disiplinlerin içerisinde gerçekleşti. Müslümanlarca on üç
buçuk asrı aşkın bir sürede yazılan, dinsel veya başka türdeki muazzam bir literatürden
bahseden, oldukça çabuk bir tarzda gelişmiş metinsel bir inceleme söz konusu idi. Bu
metinsel inceleme, İslamın büyük dilleri ile alakalı kesin bir bilgiyi gerektirir ki,
bunlarla özellikle Arapça, Farsça ve Türkçe kastedilmektedir ve günümüzde buna
Urduca da eklenmelidir. Tabii ki ilk planda ilgi, Kur’an başta olmak üzere İslamın ilk
yüzyıllarında muteber dinsel vesika olduğu düşünülen metinlere yöneltildi. Bu metinler
bütün bir tarih boyunca güvenilirliğini sürdürdü. İnananların yaşaması için gerekli ilke
ve hakikatlere uygun olması koşuluyla, bu metinlerin yazılı haliyle resmi İslamın bir
çeşit temsilcisi oldukları kolaylıkla kabul edilebilirdi.
Tarihsel inceleme, örneğin doktrinlerin ekollere, zaman ve mekanlara göre
değiştiğini ve bütün metinlerin aynı döneme haiz olmadığını göstermek suretiyle bu
düşünceye bir düzeltmede bulunacaktı. Bir din olarak İslamın tarihinin, onun dinsel
literatür tarihinden daha fazla bir şey olduğu açıkça ifade edildi. İslam üzerine yapılan
tarihsel bir inceleme, bir dizi tarihsel metni içeren tarihsel realitelerle, bu metinlerin
otoritesini ret ya da kabul eden ekollerle ve (bu metinlerin) farklı durumlarda
kullanımının söz konusu olduğu farklı tarzlarla ilişkilidir. Tarihçiler ayrıca, İslam
tarihinde farklı grupların “resmi İslam”ı farklı biçimlerde tanımladıklarını, neyin
ortodoks ve neyin mezhep/fırka (sect) olduğunun başlangıçta görülemediğini
gösterebilmişlerdi. Ayrıca onlar, özel fikir ve doktrinlerin “resmi olarak” tanınmalarına
235
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi III (2003), Sayı: 2
neden olan tarihsel gelişmeleri de incelediler. Böylelikle tarihsel inceleme, dinsel
metinlerde açıklandığı şekliyle, tarihsel realiteyi resmi İslamın karşısına koyabildi.
“Resmi İslam”ın oldukça literal bir biçimde kavramlaştırılmasına bir diğer
düzeltme de, belli İslam topluluklarına yönelik antropolojik ve sosyolojik alan
araştırmalarınca yapıldı. Burada aktüel olarak tespit edildiği ve gözlemlendiği kadarıyla
din üzerinde, mevcut ve gerçek anlamda geçerli normlar ve idealler üzerine ve bu
yaşanan din ve insanların parçası oldukları İslam toplumlarının farklı unsurları
arasındaki ilişkiler üzerine oldukça fazla duruldu. Burada, sosyal bilimcilerin, İslamın
muteber metinleri ve onun hukuk ve doktrininin tarihsel gelişimi hakkında az bilgi
sahibi olmaları sebebiyle tek yanlı başka bir görüş ortaya çıktı. Bu görüştekiler popüler
İslama, tamamen onun “ilkel” unsurlarını buldukları haliyle atıfta bulunma, en azından
Batılı bir gözlemci gözüyle olaya yaklaşma, gerektiği gibi açıkça uygulanmayan resmi
İslamın doktrinlerini göz ardı etme eğilimine girdiler. Şu halde, antropologlara göre,
popüler İslam halkın gerçek İslamıydı ve resmi İslam, az sayıdaki bir takım kelamcı ve
hukukçunun din ekolü olarak tanımlandı.
Aynı zamanda resmi ve popüler İslam problemi de dahil, İslam konusunda
gerçek akademik bir çalışmayı olumsuz yönde etkileyen başka bir takım nedenler de
vardı. Bu nedenler, gözlemcilerin içerisinde bulundukları konumla ve bu konum
sebebiyle
araştırmanın
daha
derindeki
eğilimleriyle
alakalıdır.
Bu
durumda
gözlemcilerin ancak belli durumlarda uyanık olmaları gerekmektedir.
2. İlk planda, bilginlerin aynı zamanda içerisinde çalışmak zorunda oldukları
politik durum, teorinin (akademik bilgi) pratikten (uygulama) şiddetli bir ayrımı
gerektirdi. Üniversitedeki bilim adamları, İslam konusundaki çalışmalarını çoğunlukla
metinsel ve tarihsel araştırmaya yöneltti. İslam ülkelerine çok nadir gittiler ve geniş
çapta da el yazması eserlere müracaat ettiler. Öte yandan, bu alanda araştırma yapmış
olup çağdaş İslam gerçekleri üzerinde çalışan bilim adamları, dolaylı ya da dolaysız
çoğunlukla hükümetin emrindeydiler. Dahası onlar Batılı sömürgecilerle ve idarecilerle
hemencecik çok yakın ilişki içerisine girdiler. Yine de, İslamın “pratik” açıdan
incelenmesi Batılı devletlere karşı tam bir kayıtsızlık demek değildi ve gerçekte bu tip
çalışmalar, müslüman nüfus hakkında ister Fas, Libya, Hindistan, ister Java adalarında
236
J. D. Jacques Waardenburg
olsun ilgili yönetim için çok faydalı olan hatırı sayılır miktarda pek çok gerçek bilgi
sağlayabildi.
Bu araştırmaların çoğunda, belli bir İslam ülkesi ile anavatan (sömürge ülke)
arasındaki bağlantıların varoldukları şekilde sürdürülmesi gerektiği, ki bunun
anavatanın politikalarına yararının olacağı ya da en azından zararının olmayacağı
konusunda örtük bir zan veya prensip vardı. Sonuç olarak, sadece yönetim değil ayrıca
onunla ilişkili bilginler de batılı anavatana bizzat muhalefet eden her İslami hareket
hakkında ve aslında bu batılı anavatanın nüfuzuna bir tehdit oluşturan İslamın bütün
biçimleri hakkında çoğunlukla olumsuz bir fikre sahiptiler. Bu yüzden İslam ve modern
medeniyet arasında bir karşıtlık oluşturmaya, İslamın kaba (primitive) ve egzotik
yönlerine vurgu yapmaya ve bu “gerçek” ve yaşanılan İslamla kitaplardaki resmi
normatif İslam arasında çelişki var gibi göstermeye belli bir ilgi vardı. Müslümanlar
arasında görülen isyanlar ya da Panislamist hareket, aynı şekilde idareciler arasında ve
yine İslam bilimcilerin alanı içerisinde bir gerginliğe yol açtı ve İslami özgüven
batıcıların canını sıktı. Çoğu şekilleri içerisinde, bir durağanlık faktörü olarak basit
insanların folk dinine, yaşam ve gerçekler konusunda öte dünyaya önem verici ve
masumane bir bakış açısı olarak mistik İslama destek verildi. Resmi ya da normatif
İslamın gittikçe artan şekillerde meydan okuyan talepleri, eski metinlerde geçen ve
ortaçağ geleneğinden kaynaklanmış uygulanamayan normlar olarak düşünüldü. Tabii ki
şeriatın tamamıyla uygulanamadığı ve aktüel dinin emredilen normlardan büyük orada
farklı olduğu gerçekti. Batılı bilim adamları bu gerçeklerden haklı olarak bir takım
izlenimler elde ettiler. Bununla beraber onların hatası, neredeyse sürekli biçimde
yorumlarının hareket noktası olarak statükoyu almaları ve böyle açık bir çelişkinin daha
derin nedenleri veya resmi ve popüler İslam arasında yüzeysel olarak görülebilenden
daha karmaşık ilişkilerin olup olmadığı konusunda bir araştırmada bulunmamaları idi.
Gerçekte kendi dinamik ve ilham kaynağına sahip yaşayan resmi bir İslamın
olabileceğini, bu normatif resmi İslam ve yaşayan popüler İslam arasında bir etkileşimin
olabileceğini ve yine İslam toplumlarındaki İslamın farklı biçimleri ve yaşanan fakat
kendisini açık bir biçimde ifade edemeyen bir yaşam biçimi arasında yapısal bir ilişkiler
ağının mevcut olabileceğini fark etmek bundan altmış yıl öncesinde hemen hemen
imkansız görünüyordu. Aynı zamanda bu bilim adamlarının, İslamı büyük oranda bir
“yeraltı dini” olmaya sevk eden şeyin kesin olarak sömürge ya da yarı sömürge durumu
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi III (2003), Sayı: 2
237
olduğunu, onun kurumları, yapıları ve içsel mekanizmalarının bir dereceye kadar bu
durumla ve hızlı modernleşme süreciyle paralellik arz ettiğini çok nadir olarak fark
ettikleri görülüyor. Bir takım İslam bilimciler, yapı ile doğrudan ilgisi olan İslam
hukuku ve örfler (âdat) hukuku alanında uzmanlaşmıştı. Aynı zamanda İslam hakkında
çalışan antropologlardan daha fazla hukukçunun olduğu haklı olarak gözlemlenebilir.
Ancak sömürge idarecilerinin çıkarlarının, aynı zamanda akademik olarak görülen
araştırmaları şart koşması şeklindeki görece bir mesafe ve İslamın “teori ve pratiği”
arasında, normatif ve popüler İslam arasında yapılan neredeyse mutlak bir karşıtlık
uygun bir durum gibi görülebilir. İslam konusunda çalışanların, artık Batının İslam
ülkelerindeki iç siyasal gelişmelere eskisinden daha fazla doğrudan karışmaması
sebebiyle, günümüzdeki gelişmeleri daha objektif değerlendirdikleri gözlemleniyor.
3. İkinci aşamada kişi, bilginlerin üzerinde çalışmak zorunda oldukları bir din
olan İslam konusunda ilgilendikleri dini durumu hesaba katmak zorundadır. Bu durum,
Hıristiyanlığın misyoner faaliyetleri aracılığıyla yayılmasında belirginleşti. Yani,
insanlar İslam gibi bir din ve inancı bir dereceye kadar sosyal gerçekliğinden ayırmaya
yöneldiler. Yoksa dinsel değişim ya da dönüşüm güçlükle tahmin edilebilecekti. Batıda,
dinin çoğunlukla bizzat kendisinde mevcut norm ve ideallerden müteşekkil bir sistem
olarak düşünüldüğü gerçeği, İslamın da aynı şekilde görülmesine katkıda bulunmuş
olabilir.
Bu sömürgeci önyargıya paralel olarak, İslam konulu çalışmalarda şaşırtıcı bir
dinsel önyargı vardı ve zamanın çoğu çalışmalarında bir din olarak İslam negatif bir
(yan) anlama sahipti. İslamın bir din olarak analizinde çoğunlukla örtülü bir zan ya da
ilke vardı ki, bunların Hristiyan bakış açısından olumlu görülen yönlerinin dikkatle
çalışılması gerekli idi ve olumsuz görülen yönleri ise İslama karşı bir argüman olarak ve
Hristiyanlık lehine kullanılabilirdi. Mümkünse bu dinsel gelişmeler, misyoner
faaliyetlere yardımcı olacak veya en azından Hıristiyanlığa zararı olmayacak şekilde
desteklenmeliydi. Bazen de Hıristiyanlığın yayılmasına gizli ya da açıktan tehdit
oluşturan İslamın bu tarz biçimlerine karşı bir çeşit düşmanlık mevcuttu. Çoğu
durumlarda bu, pratikte uygulanamayacağı gösterilen normatif İslamın prensip ve
normlarının değerinin azalması ve onun basit (primitive) yönlerini ve kendisinin (yani
normatif İslamın) neden olduğu düşünülen halkın ızdıraplarını vurgulayan popüler
İslamın rolünün daha aza indirgenmesi anlamına geldi.
238
J. D. Jacques Waardenburg
Sömürgeci tutum, Batı (burada sömürgeci anavatan) ile açıklayıcı bir şema
olarak İslam arasında bir karşıtlık addederken, misyonerci tutum da Hıristiyanlık ve
İslam arasındaki karşıtlığı aynen kullandı. Her iki şema da İslamın, sönük bir kriz
içerisinde ya da modernleşen dünyada sonunun geldiği şeklinde telakki edildiği,
normatif ve popüler İslam arasındaki ilişkinin karmaşıklığının hemen hemen hiç
görülmediği ve İslamın “pratiğinin” hangi “teori” ya da emredilen doktrinle
uyuşmadığının gösterildiği izlenimini veriyordu. Bir bakıma İslamla bir din olarak
ilgilenen
okulların
başarısızlığı,
hükümetin
çıkarlarını
dikkate
alanların
başarısızlığından daha trajikti. Bu sonuncusu, dışsal, çoğunlukla politik koşullar
nedeniyle gerçek bilgiye ulaşamadı. Fakat daha önceki (yani İslamla bir din olarak
ilgilenen okullar) dindar müslümanlarla hiçbir temas kuramadılar ve kendi dinlerinin
misyonerlik çalışmalarıyla olan taahhüt ve bağlantıları sebebiyle, müslümanların din ve
inançları hakkında söyleyecekleri şeyleri dinlemediler. Hiçbir örnekte, yaşayan
insanların bir dini olarak İslama, resmi ve popüler İslam problemine ve Müslüman
topluluklarda gerçekte olagelen şeylerin hakkıyla ele alınması konusuna adilane bir
şekilde yaklaşılmadı. Aynı zamanda çeşitli şekillerdeki siyasal ve dinsel durum, bu
toplulukları tarafsız bilimsel araştırma açısından anlaşılmaz kıldı.
4. Bu siyasal ve dinsel durumdan muzdarip olan bilimsel araştırmanın
handikapları, bizzat müslüman olan bilim adamları tarafından üzerinde hiçbir
düzeltmede bulunulmaması sebebiyle, daha da büyüktü. Aynı zamanda, Batılı bilimsel
metotları öğrenme, tartışma veya sonuç olarak İslama ilişkin Batılı değerlendirmeleri
tekzip etme ve bu konuda Batılı bilim adamları tarafından ciddiye alınma konumunda
olan birkaç müslüman da vardı. Müslüman bilim adamları, bizzat İslamın normatif
sistemi içerisinde din alimleri olarak çalışıyorlardı. Onların batılı değerlendirmelere
karşı protestoları, batılı bilim anlayışından daha farklı bir düzeyde ve bu sonuncusu
(batılı bilim adamları) tarafından kolaylıkla İslami savunmalar olarak muamele
görebilecek şekillerde ifade edildi. Batılı bilim anlayışı içerisinde yetişmiş olan bu
müslüman bilginler, neredeyse sürekli biçimde İslami metinleri ve İslam tarihini etüt
ettiler. Onlar, modern dünyaya tamamıyla yabancı olan ve kendilerinden hem
müslümanların ve hem de eğitimli bilim adamlarının uzak durmalarının istendiği
İslamın popüler, az çok “basit (primitive)” biçimlerine nerdeyse hiç ilgi duymadılar. O
zamanın koşulları içerisinde bu tip bilim adamlarının İslam konusunda ve popüler
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi III (2003), Sayı: 2
239
İslam’dan ayırmada bizzat hayati bir ilgiye sahip oldukları normatif İslam olayında da
savunmacı bir eğilime sahip olmamaları mümkün değildi. Şayet gerçekleri gerçek
olarak etüt etmiş olsalardı bile onlar, konumları itibarı ile resmi ve popüler İslam
arasındaki ilişki problemine ve muhtemelen de çağdaş İslami realitelere karşı adilane bir
tavır takınmaları pratikte kendileri için imkansızdı.
Bu çeşitli faktörler, özel bir takım çalışmaların özellikle ikinci dünya savaşı
öncesinde, İslama ilişkin o kadar çok bilgiyi niçin bir araya getirebildiği, buna karşılık
resmi ve popüler İslamın ve karşılıklı ilişkilerinin daha derin bir şekilde anlaşılmasına
sadece çok basit bir katkıda bulunabildiğini belki bir dereceye kadar açıklayabilir.
Download