GELENEK

advertisement
GELENEK
Ağustos 1997
ORTADOĞU;
UMUT KAPISI...
Selim Denizci
Gelenek 55. Sayı
90'lı yılların ve aynı anlama gelmek üzere 1900'lü yılların sonuna gelinirken Türkiye'nin
dünya kapitalizmi içindeki yeri epeyce belirginleşti; Avrupa kapitalizminin kıyısı... Üstelik
Amerika'nın da itelemesiyle. Oysa, çok daha büyük umutların ve beklentilerin ortalığı sardığı
bir dönemin sıcaklığı hala geçmiş değil...
Gene de Ortadoğu, Türki Cumhuriyetler, Müslüman dünya, Balkanlar gibi konularda abartılı
gerici kampanyalarla içeride yaratılan beklentilerin varlığı, Türkiye burjuvazisinin iddiasını
kaybettiği bu konularda bundan sonra da kimi gösteriler yapmasını, bu yaratılmış
kamuoyunun önüne kimi başarılar koymasını şart koşuyor. Bir şeyler bulacaklardır, kimse
merak etmesin...
D-8, bu türden bir girişim olarak en güncel olanı... Türkiye'de dış politikanın kimin tarafından
yürütüldüğünün bile tartışmalı olduğu zamanda, bu girişim gösteri olmaktan öte ne anlam
taşımaktadır? Ancak bu tür gösterilere bundan sonra da ihtiyaç duyulacaktır. Sadece Refah
tarafından da değil; Refah gerçekten de, dış politika söz konusu olduğunda her hükümet
programında yazılı olan işleri yapmaktadır.
Avrupa'nın kıyısındaki Türkiye'nin Ortadoğu'dan uzakta durabilmesi ise mümkün değil;
Türkiye kaçsa bile Ortadoğu üzerine gelecektir.
Ortadoğu gibi çok sayıda siyasi aktörün hareket ettiği karmaşık bir coğrafyanın ve tarihin
kapsamlı bir sunumu, bir dergi yazısı formatında mümkün olmadığı gibi bu yazının da böyle
bir iddiası ve amacı yok. Ancak kaçınılmaz olarak, güncel olarak iş gören belli siyasal/tarihsel
oluşumların izini sürmek için, zaman ve mekan içinde dolaşmak zorunda kalacağız.
Ortadoğu, Türkiye kapitalizminin gelişme sıçrama arayışları için bazen artan bazen de azalan
bir umut kapısının adı oldu. Bu kapıdan bir yere hala çıkılamamış olması dolayısı ile söz
konusu umut oldukça zayıflamıştır, ama tümüyle yok olduğu da söylenemez. Bu umudun
niteliği de kabaca şöyle özetlenebilir; "tarihi bağlarımız sayesinde Batı ile müslüman
kardeşlerimiz arasındaki mal ve sermaye hareketlerinde köprü işlevi görerek aradan
sıyrılabiliriz."
Zamanın gösterdiği şey, elbette bu tarihsel bağların olmadığı değildir. Ancak bu bağlar ne
emperyalist ülkeleri Türkiye'nin bu aracılığına mahkum kılacak niteliktedir, ne de
Ortadoğu'nun petrol zengini ülkelerine "şu Türkiye'nin elinden tutalım" dedirtecek türdendir.
O tarihin bugüne devrettiği yakınlıklar ve benzerlikler kadar, farklılıklar ve düşmanlıklar da
var... Türkiye, Ortadoğu ülkelerine Yunanistan'dan daha mı fazla mal satmaktadır? Ya da, bu
ülkelerden Türkiye'ye mi yoksa İspanya'ya daha fazla sermaye girişi olmaktadır?
Yine de, elde olanlar sıfırdan büyüktür. Türkiye, Ortadoğu ülkelerine mal satmaktadır.
Ortadoğu ülkelerinden Türkiye'ye bir sermaye girişi olmaktadır. Türkiye, Irak petrol boru
hattımn ileride canlanacağını ummakta, Ortadoğu ülkelerine su satmak üzere boru hattı
planları pazarlamaktadır. Hala Ortadoğu'da iş yapan Türk şirketleri ve bu ülkelerde çalışan
Türk işçileri vardır. Ancak, bunlar coğrafi yakınlığın doğurduğu olağan fonksiyonlardır; oysa,
Türkiye kapitalizminin umduğu şey genel bir yeniden yapılanma içinde merkezi bir rol
edinmekti.
Türk dış politikasını beğenen neden bu kadar azdır?
"Bildiğin gibi, Türkler, Birleşmiş Milletler'de sürekli ve tutarlı olarak hep bizi ve diğer Batılı
güçleri desteklemişlerdir ve Filistin, Anglo-Sakson uyuşmazlığı, Süveyş kanalı sorunu Tunus
vb. gibi konular buna örnektir. Bu destek, elbette Arap devletlerinde Türklere karşı belirgin
olumsuz tepkiler yaratmış olmalıdır. Türkler, Ortadoğu'daki Fransız temsilcilerin ve bazı
durumlarda İngiliz temsilcilerin de (Paris ve Londra'daki hükümetlerden ayrı olarak) Arap
ülkelerinde Türkler aleyhinde çabalar gösterdiği böylelikle kendi etki alanlarını korumaya
çalıştıkları kanısındadırlar" (1) . [McGHEE, George]
Bu satırlar, Türkiye'de Büyükelçilik yapmış bir Amerikalı diplomat tarafından 1950li yıllarda
Ortadoğu'da görev yapan Amerikalı diplomatlara yazılmıştır. Komünist tehdide karşı
mücadelenin bölgedeki öznelerinin arandığı bir güvenlik kuşağının oluşturulmaya çalışıldığı,
Türkiye'nin bu kapsamda ne türden bir işlev üstlenebileceğinin sorgulandığı sıralarda...
Türkiye’nin emperyalist politikalarla uyumunun kendisi bile, emperyalist politikanın
açılımları açısından bir sorun olabilmektedir; emperyalizm etkinliğini sevimliliğine borçlu
değil, ama onun adına iş göreceklerde bir sevimlilik şartı aranmaktadır.
Düzen cephesinde Hariciye'nin becerisini tartışanların önemlice kısmı yaramaz çocukların
daha fazla sevileceği ve aynı anlama gelmek üzere daha işe yarar olacakları demeye
getirmektedirler. Belki de öyledir, ne dersiniz?
Türkiye burjuva devleti, anti-komünist mücadeledeki görevini varlık nedeni yapacak kadar
önemsedi. İşin doğrusu, Türkiye, birliklerini ülke dışına çıkarmadan bölgeye hızla müdahale
edebilecek durumda olan tek NATO üyesi olarak önemli bir konuma sahip görünüyordu.
Ancak Ortadoğu'da bu görevin başka isteklileri ve taşeronları da hep oldu. Şah'ın İran'ı, sonra
Mısır... Suudlar, anti-emperyalist bir çizgi mi izliyorlardı? Bu durum Türkiye'nin pozisyonunu
bölge jandarmalığı bağlamında abartmayı gereksiz kılmaktadır.
İran Şahı, marksist-leninist ve Arap milliyetçisi öğelerin içinde bulunduğu Dofar gerillalarına
karşı verdiği sıcak ve Sovyet tehdidine karşı verdiği soğuk mücadelenin içinde terlerken
Newsweek muhabirinin insan hakları ihlallerine karşı duyarlılığına şu tepkiyi veriyordu:
"Soruyorum size, eğer kendini koruyabildiği gibi, bölgenin hatta gerektiğinde Hint
Okyanusu'nun güvenliğini sağlayan İran olmasaydı ne yapardınız? Bölgenin herhangi bir
yerine bir milyon Amerikan askerini yığıp yeni Vietnamları göze alabilir miydiniz?
Ayrıca, İran'daki insan hakları ihlali sorunu, bölgede Sovyet etkinliği ve komünizme karşı
açılan savaşın yanında küçük bir sorundur" (2) . [GRESH Alain - VİDAL Dominique]
Yukardaki alıntı, jandarmalık misyonunun kendisinin de abartılmaması gerektiğim göstermesi
açısından da değerlidir. Vietnam yenilgisi, Amerika'nın uluslararası harekâtlara girişme
konusunda bir süre tutuk davranmasına yol açtı, ancak Körfez Savaşının da gösterdiği gibi
Ortadoğu bölgesindeki en büyük güç bölgesel olmayan bir güçtür. Amerika, peşine taktığı çok
sayıda ortağı ile birlikte tam da Şah'ın göze alınamayacağını söylediği şeyi yapmıştır.
Bölgesel jandarmalık ihaleleri döneminin bitmesi, Amerika'nın Vietnam şokunu atlatmış
olmasının yanında ihaleyi üstlenenlerin de başlı başına bir tehlike potansiyeli olmasından
kaynaklanmaktadır. Silah satışı karlı bir iştir, ancak Ortadoğu'daki silahlanma, kimi bölge
ülkelerine emperyalist politikalarla karşı karşıya gelebilecek bir güç sağlayacak boyutlardadır.
Oysa, bölgede, emperyalist politikalara meydan okuyacak bir bölgesel güç olmamalıdır!
Bu durum aynı zamanda Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra da emperyalizmin bölgede
değneksiz gezememesinin nedenidir de... Birbirlerine karşı silahlanan bölge ülkelerinin
bazıları ciddi ve denetimsiz bir askeri güce sahip olmuştur. Bu durum, düzensizliğin sınırlarını
zorlayan bölgesel güç aranışlarına da imkan vermektedir.
Şah, jandarmalık misyonunun altında kaldı ve rahmetli Batı'nın göze alabildiği şeyleri
göremedi. İran'a karşı Irak'ı silahlandırarak uzun bir savaşın içine iten emperyalizm de daha
sonra olacakları öngöremedi. Irak kendisine temin edilen savaş kabiliyetini Kuveyt'i işgal için
kullandığında, problem yine aynı şeydi; Irak büyük bir bölgesel güç elde ediyordu.
Yani Türkiye burjuvazisinin önem saplantısının jandarmalık ayağı da kırıktır! Özal'ın Körfez
krizi esnasındaki ataklığının, durumun pekala da farkında olan birinin, pas geçilmeme gayreti
olarak değerlendirilmesi mümkündür.
Anti-komünist güvenlik kuşağı meselesi sadece askeri bir problem de değildi. Ortadoğu'da
anti-komünist mücadelenin yeşil bir tona çalınma stratejisi herhalde merkeze Türkiye'yi
yönetenleri oturtmuyordu. Ancak Türkiye burjuvazisi komünizme karşı bu tarz mücadeleyi de
ciddiye almıştır.
Bugün Ortadoğu'da ve bu arada Türkiye'de islami fundamentalizm tehdidi diye bir şey varsa,
çorbanın içinde "komünizme karşı mücadele"de kaydedilen başarıların da ciddi payı vardır.
Sovyet varlığı Türkiye burjuvazisi için meseleyi oldukça sadeleştiriyordu. Paradoksal bir
şekilde, Türkiye'nin emperyalizme belli dayatmalarda bulunmasına imkan sağlayan şey de
Sovyetlerin varlığı idi. Ama bu durum bölgedeki hemen herkes için böyleydi. Genel bir güç
dengesi içinde herkes boşluklara oynadı.
Sovyet faktörü aradan çekildikten sonra mı?
"...Şu anda Arapların Birleşmiş Milletler'de gücü yok. Biliyorsunuz Sovyetler Birliği
çöktükten sonra Birleşmiş Milletler denilen örgüt Amerika'nın emir kulu şeklinde istediği
kararı alıyor, istediği ülkeyi vuruyor, istediğine yardım ediyor, istediğini getiriyor, Bosna'ya
müdahale ediyor, etmiyor, ne isterse yapıyor. Bunlar böyle bir örgüt haline dönüşmüş
durumda. Antrenman olsun diye bir hukuk var ama, devletler hukuku ayıp olmasın diye var.
1990'dan sonra ne Birleşmiş Milletler kalmıştır, ne de insancıl hukuk.
Zayıf olduğumuz için uyar görüneceğiz, mecburuz. Orta boy bir devlet olarak hukuka uymak
zorundasınız, zayıfın koruyucusudur hukuk , ama öte taraftan diğer çevrilen dolaplara göre
davranmak zorundasınız. "Bugün İsrail'e iyi davrandığınız zaman Avrupa kaynakları size
açılacaktır. Avrupa, Amerika kaynakları size açılacaktır. Laik bir devlet sistematiğine bir
koruma boyutu katılacaktır. Hatta İsrail ile barış , PKK sorununu azaltan bir boyut içine
sokacaktır. Çünkü o da işin içinde... Bütün bu boyutları düşünerek devlet bol su iyi gıda
aktaracaktır İsrail'e -Araplara selam olsun..." (3) . [KÖNİ Hasan]
Evet, Araplara selam olsun! Ortadoğu kumarında Türkiye burjuvazisinin eli bellidir;
Hariciye'nin becerisi üzerine konuşmanın bir yerden sonra anlamı da kalmıyor; küçük
kağıtlarla büyük kazançlar elde etmek parlak bir fikir ama Ortadoğu söz konusu olduğunda
masadaki diğer oyuncuların da kumardan anlamadıklarım söylemek güçtür.
Türkiye'nin komşuları ile geçimsizliği sadece yönetiminin paranoyası ile ilgili değil... Bu
paranoyanın olmadığını söylemek istemiyorum ama bölgede bir istikrar problemi hep vardır
ve açıkçası kendini sürekli tehdit altında hisseden tek devlet Türkiye'nin burjuva devleti
değildir. Ortadoğu söz konusu olduğunda hangi ülkenin hangi diğer ülkeyle arası iyidir?
"Emperyalizmin Ortadoğu politikası, mutlak bir düzen aranışma değil sınırları çizilmiş bir
düzensizliğin korunmasına dönüktür. Petrol fiyatlarının kontrol edilebilmesi ve silah
satışlarının sürdürülebilmesi için, bölge halkları arasındaki düşmanlıkların ve çatışmaların
süreklileştirilmesi gerekir" (4) . [ARMAĞAN Dünya]
Hasan Köni'nin çizdiği tabloda Yalnızca Araplara değil, Kürtlere de selam verilmektedir. Bu
selamın ne anlama geldiğini yazının sonunda ele alacağız, ama önce Ortadoğu'da iş gören
kimi dinamiklere bir göz atalım.
Petrolün bugünü...
Ortadoğu; Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları arasında bir geçiş bölgesi olarak, petrol öncesi
zamanlarda da ilgi çekici bir yerdi ve 19. yüzyılda Avrupa devletlerinin ana sömürge
bölgelerinden biri haline gelmişti. Emperyalizmin bölgeye yönelik yüzyılımızda da devam
eden ilgisinin merkezi konusu ise tartışmasız petrol oldu.
Bölgedeki büyük petrol üreticileri küçük petrol tüketicileridir; bu petrolün alıcısı durumunda
olan büyük tüketiciler için temel sorun bu petrolün ucuza elde edilmesidir. Daha az önemli
olmayan diğer sorun da petrolün sadece alıcısı, kullanıcısı olarak değil, çıkartma, işleme,
sevkiyat... kalemlerinden elde edilen gelirden pay almak noktasında düğümlenmektedir.
Bölgedeki petrolün ilk "üreticileri", yabancılardı. Bu yabancıların toprağın sahiplerine
verdikleri komik paylardan, Ortadoğu'nun petrol üreten ülkelerinin petrol üzerinde onu dünya
politikasında etkili bir silah olarak kullanabildikleri 70'lere kadar geçen süre içinde bölge bir
çok ulus-devletin kuruluşuna, bir dizi bağımsızlık mücadelesine ve savaşa sahne oldu.
Ancak bugün Ortadoğu petrolünün bu tarz bir kapışma konusu haline getirilmesi o kadar
kolay değildir. Bir çok nedenle... Birincisi, petrol alıcısı ülkeler, artık ciddi petrol stokları
bulundurmaktadır. İkincisi, Ortadoğu hala dünyanın en önemli petrol yataklarına sahip
olmakla birlikte dünya petrol üretimi içindeki göreli payı azalmıştır. Hazar petrolünün dünya
pazarına açılması bu durumu pekiştirmiştir.Üçüncüsü, petrol piyasalarının değişen yapısı
siyasi pazarlıkları güçleştirmektedir. Dördüncüsü, bizzat petrol üreticisi ülkelerle ilgilidir; bu
ülkeler arasındaki iç eşitsizlikler ve rekabet, özellikle kalkınma sorunu daha yakıcı olan
ülkelerin petrol fiyatları ya da üretim kotaları üzerindeki sınırlamalara uyulmaması sonucunu
doğurmaktadır. Beşincisi, bu ülkelerin petrol gelirlerini nasıl kullandıkları ile ilgilidir. Bu
gelirin bir bölümü iyi kötü içeride tüketilmektedir elbette ancak önemli bir kısmı emperyalist
merkezlerde yatırım için kullanıl-maktadır. Bu durum, bir siyasal çatışma açısından
düşünüldüğünde, petrol üreticisi ülkelerin ellerinin serbest olmaması anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla petrol başlığı altında Ortadoğu'nun 70'lerden bu yana epeyce terbiye edildiği
söylenebilir.
Dünya kapitalizminin kullanımına açılan Hazar petrolleri, bölgeye yakınlığı nedeniyle, işin
içine yine tarihsel-kültürel bağların girdiği "genişletilmiş tek bir enerji bölgesi" olarak
Ortadoğu ile birlikte tek bir bütün olarak ele alınabilir ancak bu durumun Ortadoğu'daki petrol
üreten ülkelerin ellerini zayıflatan bir faktör olduğu açıktır.
Türkiye yakınındaki bu petrol zenginliğinden nasibini alamamış bir ülkedir. Bu zenginlikle
borular yoluyla bağlantı kurmayı denemektedir, ancak şu ana kadar kayda değer tek sonucu
olan Irak boru hattı çalışmamakta, ilerde çalışabileceği de şüpheli görünmektedir.
Arap milliyetçiliği
Ancak, Ortadoğu'da petrol, büyük devlet çatışmalarının temel nedeni ise, bu çatışmayı
şiddetlendiren unsur da çatışan Arap ve İsrail milliyetçiliğidir. Arap milliyetçiliğinin patlayıcı
bir güç olduğu bölgede İsrail'in var olma mücadelesi, 1945 yılından beri dört savaşın
çıkmasına yol açmış ve ABD ile Sovyetler Birliğini savaşın eşiğine getirmiştir (5) .
Filistin/İsrail sorunu, hem Arap/İslam Birliği sorununu sürekli ayakta tuttuğu ve bu nedenle
parçalanmış Arap/İslam dünyasının iç dengelerini sürekli sarstığı, hem de radikal aranışların
güdüleyicisi/sınama tahtası olarak kritik bir öneme sahip olmuştur.
Sovyetler, bölgede etkin olmalarını sağlayacak yol arkadaşlarını Arap milliyetçiliği
bağlamında edindiler. Nasır'ın Mısır'ı, Baas Suriye'si ve Irak'ı, Kaddafi Libya'sı... Filistin
hareketinin bütünü ve unsurları üzerindeki etkiler... Fazlası da vardı elbette; Güney Yemen ve
Ortadoğu'daki komünist partiler; TUDEH bir ara İran'da büyük bir güçtü. Ama bu fazlası
Sovyet etkinliğinin ana gündemini oluşturmadı.
Bu yol arkadaşları, genel olarak anti-komünistti, ancak sosyalizmle kalkınmacılık bağlamında
bir ideolojik bağları vardı. Sovyetlerin varlığı onlar açısından siyasal bir hareket alanı
sağlıyordu, ama bu yönetimlerin Sovyetlere karşı da bir hareket alanları olduğu açıktır; Sovyet
dostu Nasır'ın ülkesinde Komünist Parti yer altında idi.
Öte yandan bu tarz bir Arap milliyetçiliği tüm Arap dünyasını birleştirmiş ve yönlendirmiş
değildir. Arap dünyası her şeye rağmen emperyalizmin elinde kaldı. Sovyetlerin sahneden
çekilmesinden önce de, bu milliyetçilerin Sovyetlerin desteğinin İsrail'e karşı mücadelelerinde
kendilerine ne sağladığını sormuş olmaları gerekir; silah, siyasi destek, emperyalizmin
sınırlandırılması, tüm bunlara evet, ama İsrail yerli yerinde, ve gitgide büyüyerek durmaktadır.
Öte yandan, Amerika en azından İsrail üzerinde baskı kurma, onu sınırlandırma şansına
sahiptir. Apaçık değil mi?
Ancak, Ortadoğu'nun istikrarsız yapısı, Arap milliyetçiliği sorununu oldukça karmaşık hale
sokmaktadır. Arap ülkelerinin tümü petrol zengini değildir; petrol zengini ülkelerdeki halkın
da topyekun petrol zengini olmadığı açıktır. Ülkeler arası eşitsizliğin ve Arap ülkeleri arasında
dolaşan Arap işgücünün (Kuveyt'te Filistinliler, Suudi Arabistan'da Yemenliler vs...) varlığı
Arap milliyetçiliğim "sokaktaki adamın doymamış beklentileri" olarak da önemli bir mesele
haline getirmektedir.
Saddam'ın Kuveyt'i işgali, Arap yönetimlerin çoğu için bir tehdit idi, ama "yoksul Arap" için
birikmiş yenilgileri ve eşitsizlikleri ve yenilgilerinin sonunu müjdeleyen bir umut demek oldu;
Arap Birliği, Arap dünyasının yeniden yapılanması... Filistinlilerin Irak'ı desteklemeden
edememelerinin nedeni nedir?
Saddam, bu sempatiyi hak edip etmemesinden bağımsız olarak, yutulamayacak kadar büyük
bir lokma haline gelme riski taşıdığı için problem oluşturuyordu; kendisine yönelik sempatinin
de, düşmanlığın da nedeni tam da buydu.
Biraz tarih...
Yirminci yüzyılın başlarında bölgenin hakimi İngiltere, Ortadoğu hakimiyeti için esas olarak
Fransa ile çekişmekte iken, iki önemli rakibi daha vardı; Rusya ve Almanya... Kuzey
Afrika'daki varlığı dolayısıyla İtalya da işin içine girmektedir.
Bu kapışmada, konumuz açısından ilginç olan şudur; Almanya, devreye geç giren emperyalist
ülke olarak, stratejisini önemli ölçüde Osmanlı İmparatorluğu'nun varlığını sürdürmesine
olanak veren, hatta gerekli kılan bir zemine yaslandırmıştı: Berlin'den Bağdat'a, oradan da
Kuveyt'e uzanan demiryolu (ya da demiryolu suyolu) bağlantısı. Böylece kapıdan girmekte
geç kaldığı bölgeye pencereden girme imkanı bulabilecekti. Bu aranış doğunun hasta adamı
Osmanlı İmparatorluğu'nun hayatta kalma projelerinin belki de en gerçekçisinin temelini
oluşturuyordu; bu hattın bir bütün olarak güvenliği nasıl sağlanabilirdi? İkincisi, Osmanlı
İmparatorluğu, bütün güçsüzlüğüne karşı bir meşruiyete sahipti (İslamın birliğini temsil eden
Halife İstanbul'da idi) ve bu meşruiyet siyasi olarak faydalı bir şey olabiliyordu.
Ne var ki, bu durum Osmanlı İmparatorluğu'nun ömrünü Birinci Paylaşım Savaşma kadar
uzatabildi ve düğüm bu savaşla, yerini başka düğümlere bırakmak üzere çözüldü. Osmanlı
İmparatorluğu'nu Birinci Paylaşım Savaşına Almanya'nın yanında sokan şey ise bir oldubittiden daha fazla bir şeydi.
Doğu sorunu, ya da Osmanlı İmparatorluğu'nun nasıl dağılacağı sorunu, yalnızca bu
dağılmanın zamanlaması ve biçimini tayin konusunda gerçekten de olağanüstü bir gayret
göstermiş olan emperyalist güçlerin (Batılıların) zihinlerini yormakla kalmadı; meselenin
doğulu ilgilileri de vardı; milliyetçi akımlar.
Osmanlı İmparatorluğu, bu sorunu doğal olarak milliyetçiliği karşısına alarak göğüslemeye
çalıştı.
"Kısıtlı ve kontrollü bir Pan-İslamizm resmi Osmanlı politikası oldu. Bu içerde sultanın çeşitli
ihanetlere karşı Müslüman tebasına yaptığı sadakat çağrılarında yardımcı oldu. İkincisi resmi
olarak desteklenen Pan-İslamizm, biçiminden daha radikal bir Pan-İslamizm biçimiydi. Bu da
kimi önemli etkileri olan bir dizi lider tarafından sağlanıyordu. Ancak Pan-İslamizm bu
dönemde zamanın radikal seçkinlerinin politik programlarının başlıca unsurlarından biri
değildi ve onların Avrupa'dan aldıkları liberal ideolojilerin ve yeni bir fikrin -bir ülke ve millet
fikrinin- gölgesinde kalıyordu" (6) [LEWIS Bernard]
Arap milliyetçiliği, Ortadoğu'da bugünkü ulus devletlerin çoğunun var olmadığı bir zamanda
ortaya çıktı. Bu ilk kuşak milliyetçilerin hedefi, büyük ve tek bir Arap devleti kurmak (ya da
kurulması) idi. Bu hedef ile İngilizlerin politikası arasında belli bir uygunluk da var
görünüyordu.
"Londra, inananların komutanı ve Osmanlı Sultan’nın açacağı cihada Arapların ne cevap
vereceği konusunda endişeliydi. Uzun bir yazışma sonucu, Henry McMahon -Kahire'de
görevli İngiliz Yüksek Komiseri- 24 Ekim 1915'te Şerif Haşimi Hüseyin'e -Peygamberin
soyundan gelen, Mekke ve Medine'nin koruyucusu, Hicaz derebeyi ve en önemlisi Arap
milliyetçilerinin en güvendiği kişi- Arapların bağımsızlığını tanımayı ve desteklemeyi"
taahhüt ediyordu. Aynı şekilde İngiliz-Hıristiyan yönetimi Sir Percy-Cox'un kişiliğinde İbn-i
Suud'un rakibi Necit Valisine 26 Aralık 1915'te aynı sözleri veriyordu. Bunun neticesi İngiliz
desteğinde Arap krallığına güvenen Bedeviler İstanbul'a karşı ilk ayaklanmayı başlattılar" (7) .
[GRESH Alain - VIDAL Dominique]
Buradaki önemli problem, İngilizlerin iki rakip girişime aynı anda destek vermesi değildir.
Çok ata birden oynamanın yerli bir icat olduğunu kimse düşünmesin! Asıl mesele, Arap
milliyetçilerinin büyük beklentilerine karşın ne İngilizlerin, ne de Fransızların projeİerinin
içinde Büyük Arap Krallığının en ufak bir yer bile almamış olmasıdır.
Ortaya çıkan şey, küçük "manda" Arap devletleri olmuştur. Arap milliyetçiliği için elbette
büyük bir hayal kırıklığı...
"Verdiği sözler ve yaptığı girişimlerle Arap başkaldırısında büyük rolü olan Thomas Edward
Lawrence -diğer adıyla Arabistanlı Lawrence- 'kazanmak ve yalan sözler vermek,
kaybetmekten daha iyidir' demişti" (8) . [GRESH Alain - VIDAL Dominique]
Fakat bu "yapılmış" devletler, siyasi bağımsızlık mücadeleleri içinde zamanla "kararlı" ulusdevlet milliyetçilikleri oluşturabilmişlerdir. Öyle ki, bugün artık "büyük" Arap milliyetçiliği
bu "küçük" Arap milliyetçilikleri karşısında, İsrail bağlamında ve daha çok liderlik
mücadeleleri formunda varlığını sürdürmektedir.
Hicaz Şerifi Haşimi Hüseyin'i Arabistan'a, iki oğlundan birini Irak'a, diğerini de Ürdün'e kral
olarak yerleştiren güç, Filistin'de bir Yahudi devleti kuruluşu için gerekli adımları atacak kadar
fantezi ve daha önemlisi imkan sahibi idi. Haşimi üçlemesinin yalnızca Ürdün'deki ayağı
iktidarını koruyabilmiştir, ama hem Arabistan (Suudi Arabistan) ,hem Irak hem de Ürdün
varlığını korumaktadır. İsrail ise, Batının bölgedeki müttefiki olmaktan çok, bölgedeki Batı
olarak, İkinci Paylaşım Savaşından sonraki kuruluşunun ardından Arap milliyetçiliği üzerinde
hem birleştirici hem de çözücü bir etkiye sahip olmuştur.
Birleştirici, çünkü Araplar İsrail'in varlığına itiraz konusunda birleşmişlerdir ve İsrail'e karşı
birlikte savaşmışlardır. Çözücü olmuştur, çünkü bu süreç, Arap dünyasının parçalanmışlığım
açığa çıkartarak bir bütün olarak bir dizi yenilgi ile sonuçlanmıştır.
Ancak parçalı olan yalnızca Arap dünyası değildir; İslam dünyası da bir dizi birleştirme
gayretinin ardından milli parçalanmayla bağlantılı bir şekilde geleneksel bölünmüşlüğünü
yenilemiş ve parçalı bir haldedir.
İslamiyet, islamcılık...
Batılılarla Ortadoğu'nun müslüman halklarının tanışıklığı elbette oldukça eskidir ve
Ortadoğuluların belli bir üstünlük duygusunu yaşadıkları bir dönemden de geçilmiştir. Ancak
bu ilişki son yüzyıllarda bilinen nedenlerle Ortadoğulular'ın aleyhine bir biçim almıştır. İşgalci
yabancılar ve yabancı fikirlerin işgali... İşgal edenlerin üstünlüğünün ve aynı anlama gelmek
üzere işgale uğrayanların geri kalmışlığının ayırdına varma...
"...Ancak çok geçmeden yabancı fikirler ve dahası, yabancı devletlerin müdahalesi çok güçlü
bir tepki uyandırdı.
"Bu tepki ilk başlarda dini bir kisveye hüründü. 18. yüzyılda iki önemli yeni hareket, ayrı ayrı
yollarla, İslamın Batının giderek artan gücüne karşı tepkisini ortaya koymuştu. Başlangıçta
bunların her ikisi de İslamiyetin iç çöküşü, dinin saflığından uzaklaşma olarak görülen sürece
karşı protestolardı; her ikisi de kaçınılmaz olarak yabancıların ülkeye girmeleri ile ilgiliydi.
"Bu hareketlerden birincisi olan Nakşibendi dervişleri tarikatı Sofi kökenliydi. Hindistan'dan
Ortadoğu'ya giren Nakşibendilik önce Arap ülkelerine, sonra Osmanlı İmparatorluğu'na ve en
sonunda Kafkasya topraklarına yayıldı.
"Mısır'da Hintli bir Nakşibendi bilim adamı Arapça öğrenmenin yayılmasına ve bir Mısır
rönesansının başlamasına ön ayak olduysa da, Fransız istilasıyla bu girişim terk edildi.
Arabistan'da bir başka Nakşibendi, eski arapların büyüklükleri ve onların özgün İslamiyetinin
sonradan yapılanlar-la çarpıtılan saflığını yaymaya başladı. Bu fikir Orta Arabistan'da zamanın
ikinci büyük hareketi olan Vuhubilerin ortaya çıkmasında rol oynamış olabilir. Ancak
Vahabiler, dinin bozulması ve çürümesinin bir parçası olarak gördükleri Sofi mistikliğine de
karşıydılar. Kavramda safiyetçi, uygulamada militan olan Vahabiler, Arap yarımadasının
büyük bölümünü fethettiler ve 18. yüzyıl sonrasında Mezopotamya sınırlarında Osmanlı
İmparatorluğu’na meydan okumaya başladılar. Güçleri 1818'de kırıldıysa da Vahabilik ayakta
kaldı. Arabistan'da bir kaç kere canlandı ve diğer müslüman ülkelerde dolaylı yoldan etkili
oldu. Vahabi doktrini Ortadoğu'da fazla bir taraftar bulamadıysa da, temsil ettiği dini
canlanma pek çok ülkedeki Müslümanı etkiledi ve onlara Avrupalı istilacılara karşı yapılacak
mücadelede yeni bir militan ruh aşıladı" (9) . [LEWIS Bernard]
Bu uzun alıntı Nakşibendiliğin ya da daha sonra Suudi Arabistan krallığında vücut bulan
Vahabiliğin kökeninden daha başka problemlere de değinme fırsat vermektedir.
Birinci mesele, "Batı" karşısında bir kendinin farkına varma ve ayırdetme biçimi olarak, "biz
neyiz kimiz?" sorusuna verilen cevabın zemini olarak İslamın, milliyetçilikle olan ilişkisine
dairdir. Bu ilişki İslamcılık-milliyetçilik ilişkisi olarak ortaya konduğunda ortaya kavramsal
bir uzlaşmazlık çıktığı açıktır. Ancak müslüman olma bilinci, "bir tür milliyetçilik olarak"
kimi durumlarda milliyetçilikle birlikte iş görebilmiştir.
Öyle ki, kimi durumlarda miliyetçilik ve İslamcılığın etkisini ayrıştırmak oldukça güç
olmaktadır. Arap milliyetçiliğinin en popüler lideri Nasır'ın, oldukça İslami bir söylemi vardı.
Ve bu güçlük sadece Arap milliyetçiliği için söz konusu olan bir güçlük de değildir. İstiklal
Marşı'nın söz yazarı Mehmet Akif bir İslamcı olarak milliyetçilikten ne kadar bağışıktı, ya da
örneğin Namık Kemal İslamcı mıdır, milliyetçi midir? Kürt isyanlarındaki İslami yön onları
milliyetçi değil de gerici bir hareket mi yapmaktadır, yoksa İslam, milliyetçilik için bir tür
yola çıkış noktası mı olmuştur?
Bu güçlük kavramsal/teorik düzlemde kolay çözülebilen bir sorundur; milliyetçilik ve
İslamcılık aynı şeyler olmadıkları gibi kendi mantıksal sınırlarına taşındığında uzlaşabilir
şeyler de değildirler. Ama birincisi, İslam ve İslamcılık aynı şey değildir, ikincisi de tarihselsiyasal akımlardan söz ediyoruz; bu akımları oluşturan, harekete geçiren şeyler arasında
mantık tartışmaları çok az yer tutmaktadır, tutarlı olmayan bileşimlerin "iş görmesi" pekala
mümkündür.
İkincisi, İslam'da yenilenme tartışmalarının güncelliği içinde gözden kaçabileceğini
düşündüğüm bir husus; cemaatin değişen dış dünyaya uyum sağlaması, bir iç dönüşüm
anlamına gelmektedir evet ama bunun daha yüksek bir adaptasyon düzeyi olması itibarı ile
daha yüksek bir muhafazakarlık demek olabileceği dolayısıyla aydınlanma, ilerleme
çağrışımlı kavramlarla açıklanmasının mümkün olmadığıdır. Yeni olan daha tutucu olabilir,
çünkü eskinin, yeni koşullarda ayakta kalma becerisini göstermiş bir türevidir.
Arap milliyetçiliği ve İslam
Arap milliyetçiliğinin oluştuğu ideolojik zemin ve karşılaştığı sorunlar tanıdıktır. İlk elden
muhatabı-düşmanın doğal olarak Osmanlılar/ Türklerdi. Bu konudaki çıkışlar, İslam dünyası
içindeki Araplar aleyhine /Türkler lehine olan eşitsizliğin giderilmesi şeklindeki "İslam ve
Osmanlı içi" taleple, Türkleri gelişkin Arap/İslam uygarlığının barbar yokedicileri olarak
gören ve Arap rönesansı ile İslamın/Doğunun kurtuluşunu birleştiren bir çizgi arasında salındı.
Bu "İslam dünyası içinde Türklere karşı Araplar" teması, Arap milliyetçiliğini daha yola
çıkarken İslamcılıkla kader ortağı yapmaktadır.
Ancak, Arap milliyetçiliğinin siyasi düşmanı Osmanlı olmakla birlikte, elbette asıl muhatabı
Batıdır. Hem bu tarz bir algılama batıdan edinildiği, hem de karşılaştırma nesnesi Batı olduğu
için. Arapların Osmanlıya başkaldırmak için bugünkü anlamıyla milliyetçiliğe ihtiyaçları
olduğu tartışmalıdır; İngilizlerin Mekke Şerifi Hüseyin'e duydukları ilgi, Şerifin hem
İstanbul'daki Halife'nin meşruiyetini sorgulamak, hem de kendi adına Halifelik iddiasında
bulunmak için meşru sebeplere sahip olmasından da kaynaklanıyordu. Ancak durum tam da
bu değildir, çünkü Arap milliyetçiliği ile İslam/İslamcılık arasında ciddi bir tamamlayıcılık
ilişkisi de olmuştur ve hala da vardır. Ayrıca, Ortadoğu'daki müslümanların Osmanlı
idaresinden kurtulduktan sonra da emperyalizmle dolaysız olarak temas ettiklerini hatırlatmak
bile gereksiz.
İkincisi, her iki eğilim de kendi birleştirici ve yenilenmeci tasarımlarının karşısında,
geleneklerle bölünmüş ve bütünleştirilmesi zor toplumlar bulmuşlardır. Daha doğrusu bu
tasarımlarını bu bölünmüş dünyaya karşı tepki olarak geliştirmişlerdir. Her iki
ideolojik/siyasal oluşum da kendi varlığım dayandırdığı geçmiş ve geleneğin yaşayan halini
karşılarına almak durumunda kalmışlar bu anlamda ikisi de benzer "modernist" unsurlar
içerirler.
Ortada bir milliyet duygusunun olmadığı yerde milliyetçiliğin bir yenilik olduğu açıktır.
Ancak bir yenilik olarak, milliyetçiliğin geleneksel toplumla arasındaki gerilim göreli olarak
kolay çözülebilir bir ideolojik sorundur. Çünkü, milliyetçiliğin geçmişle kurduğu bağlantının
gerçekçi olması şart olmadığı gibi, kendisini temellendirdiği geçmiş tasarımının mitolojik
özellikler taşıması, bu mitolojinin genelliği, soyutluğu, karşı karşıya kaldığı toplumda yaşayan
geleneklerle çatışırken kestirip atmasını mümkün kılmaktadır.
Ancak, yaşayan gelenekten tümüyle kopmak da mümkün değildir. Arap milliyetçiliğinin
Hıristiyan ideologları bile Arap kimliğinin oluşmasında İslamın özel bir rol oynadığını teslim
etmişlerdir. İslam, Arap kimliğinin belirleyici, oluşturucu bir parçası ise, milliyetçilik İslam
karşısında nasıl bir tavır alacaktır?, Bu aslına bakılırsa yalnız Araplara özgü bir sorun değildir.
İranlıların da, Türklerin de böyle bir problemi vardır. Türk milliyetçilerinin İslam karşısındaki
konumları oluşum döneminden bu yana sıkıntılı ve tartışmalı olmuştur. Biraz daha ileri
giderek Yunan Yahudi... milliyetçiliklerinin de dinle ilişkisinin benzer unsurlar içerdiği
söylenebilir.
İslam: Gelenek ve reformasyon
Öte yandan İslami hareketler de, Batıyla yaşanan konfrontasyon, kalkınma, modernizm gibi
başlıklar altında bakıldığında, milliyetçi hareketleri andırmaktadırlar. İslam, Nakşilik ve
Vahabilik dışında da pek çok etkili-etkisiz yenilenme operasyonu ile karşılaştı. Müslüman
dünya, bu dünyayı birleştirmek, düştüğü yerden kaldırmak isteyen biri için çok fazla
bölünmüştü(r) ve bu bölünmüşlüğün ortadan kaldırılması için İslamın da, öze dönme ve/veya
döneme ayak uydurma yoluyla yenilenmesi gerektiği düşüncesi çok sayıda müslüman
düşünürü belirlemiştir.
Dinsel ideolojilerin ve bu arada İslami ideolojilerin oluşumunda ilk bakışta
düşünülebileceğinden çok daha fazla sınıfsal/siyasal girdi bulunuyor. Kaçınılmaz olarak...
İslamın toplumsal yaşamın her alanını, bu arada siyasal iktidar alanım da kuşatan bir ideolojik
bütünlük taşıdığı yanlış değildir. Kemalizmin dini bireysel vicdan sorunu olarak bireyle Allah
arasına sıkıştırması böyle bakıldığında gerçekçi bulunmayabilir. Ama dikkatli
düşünüldüğünde, kemalizmin bu problemin üzerinden atlamadığını, okul kitaplarındaki
terimlerle "dini devlet işlerinden ayırmadığını", dini "devlet işi" olarak elde tuttuğunu fark
etmek güç değildir. Ortada basbayağı bir İslam anlayışı ,İslamın özel bir yorumu vardır ve bu
devlet dışında "sivil toplum" işi bir oluşum değildir. Kemalizm, başka açılardan evet, ama bu
açıdan sıra dışı değildir.
Ortadoğu'daki hemen her ciddi siyasi girişimin arka planında etkili ya da etkisiz bir İslami
uyarlama girişimi olmuştur. Arap milliyetçiliğinin, emperyalizmle kapışması içinde
sosyalizmle kurduğu ilişki sırasında bile, sosyalizan bir İslami yorum orkestranın bir parçası
olarak yerini almıştı. İslamın devlet alanını kapsayan bir bütünselliği, evet, vardır. Ancak bu
bütünselliğin tamamlayıcı bir parçası, devletin de İslami kuşatmasıdır.
Bu durumun İslamın ve müslüman toplumların yapısı ve tarihinden kaynaklanan nedenleri de
var. Birincisi, şeriat kelimesi ile ifade edilen siyasal bütünlük aslında başlangıç noktası olarak
devleti değil de cemaati almaktadır; cemaatin nasıl yapılanacağına ilişkin ayrıntılı bir
"mevzuat" şeriatın asıl anlamını oluşturmakta, devlet cemaatin düzenleyicisi olarak işin içine
dolaylı olarak girmektedir. Buradaki devlet, bugünün devletinin ağırlığına ve fonksiyonlarına
sahip değildir, dolayısıyla şer'i devlet konusunda islami bir doktrin her durumda sonraki
uygulama ve geleneklere dayanacaktır ve/veya bir yenilik, bir ek olacaktır.
Uygulama söz konusu olduğunda, cemaatin bekasını sağlayan devlet her zaman belli bir
serbestliğe sahip olmuştur. İslam'da ruhban sınıfı yoktur (Şiilikte vardır ve bu nedenle ayrı
tutulmalıdırlar) sözünü sık sık duymamızın nedeni büyük ölçüde kemalist yorumun bireysel
vicdanla Allah'ın arasım boşaltma gayretidir ama, bir gerçekliğe de denk düşmektedir;
Kilisenin Hıristiyanlığın sürekliliğini sağlama konusunda sahip olduğu fonksiyonların önemli
bir bölümünü şeriata karşı bir eli hep boşta kalabilen devlet üstlenmiştir.
Bu durumda, bugün siyasal İslam, İslami radikalizm, fundamentalizm denilen şeylerin bizzat
kendileri bile İslami gelenek söz konusu olduğunda "yeni" şeylerdir ve İslamın bugünün
dünyasında iş görmek üzere geçirdiği iç dönüşümlerin güncel biçimleri arasında görülmeleri
gerekir. İslamda yenilenme dendiğinde çelişik unsurlar işin içine girmektedir; İslama uygun
yaşama aranışının bir yanı geleneksel cemaati canlandırma ise öbür yanı cemaati bugünün
dünyasında yaşayabilir hale getirmektir. Bugünün dünyasını da cemaatin yaşayabileceği
biçime dönüştürme fikri ise işin radikal yanı...
Bunun İslam tarihinde hiç varolmamış öğeler içermek zorunda olduğuna ilginç bir örnek,
Erbakan'ın İslam Dinarı'dır.
Tekrarlamak durumundayım; yeni olan daha gerici olabilir, ya da "reforme olmuş" din daha
tutucu olabilir. Protestanlık kapitalizm karşısında Katolikliğe göre daha yüksek bir
adaptasyonu gerçekleştirdi, ancak bunun daha yüksek bir tutuculuk üretmediği nasıl
söylenebilir ?Hele Katolik kilisesinin evrim kuramını kabul edilebilir bulduğu günümüz
dünyasında! Dolayısıyla, İslamın yenilenme girişimleri adaptasyon girişimleri olarak
görülmeli; orada durulmalıdır. İkincisi, İslam'da sınıflar olmayabilir, ama müslümanlar
arasında sınıf farklılıkları vardır. İlahiyat açısından tutarlı olsun ya da olmasın, bu sınıf
farklılıkları İslamın farklı yorumlanışlarına da kapı aralamaktadır. Örnekleri yok değildir, ama
bugün karşı karşıya kalınan durum bunun tam tersidir. Ancak, sosyalizmin güçlü olduğu bir
dünyada olabilecek bir şey için bizim yapabileceğimiz tek şey, bu gücü bildiğimiz yoldan elde
etmektir.
İslami tehdit!?
Bugün gelinen noktadan bakıldığında, Arap dünyasında hem milliyetçiliğin hem de
İslamcılığın büyük hayalleri küçük karşılıklar bulmuş ve doymamış durumdadır. Büyük Arap
milliyetçiliği küçük Arap milliyetçiliklerinin üstesinden gelememiş, İslami rönesans umutları
geleneksel müslüman topluluğun mikrokozmoslarında (ve ilginç bir şekilde milliyetçilikle
bulaşık bir halde) çözülmüş görünmektedir. Bugünkü İslami hareketlerin gelişimi, İslam
içinde bir canlanma olmaktan çok, geleneksel farklılaşmaların üzerine oturmaktadır. Ortada
bir radikalizm vardır ancak bu radikalizmin hakim rengi bütün olup bitenlere rağmen
muhafazakarlıktır.
İslam radikalizmi denince bugün ilk akla gelen İran oluyor. Ama İran'ın İslam dünyası
üzerindeki etkisi, İslami hareketler üzerindeki belirleyiciliği ne kadardır? Mutlaka bir uyarıcı
ve ilham verici etkisi oldu ve elbette İran'ın etkisinde kimi hareketler var... Ama İran'ın İslam
dünyasının liderliğini ele geçirmesi, dünyadaki müslümanların çoğunluğunun İran tarzı bir
müslümanlığı bir sapma, hatta dinsizlik olarak kabul ettikleri veri iken ne kadar mümkündür
Daha da önemlisi, İran İslami hareketle üzerinde fiilen etkili olabilecek maddi güce sahip
midir?
Serinkanlı bir akıl yürütme İslami gericiliğin arkasındaki kaynağın başında müslüman
dünyanın muhafazakar güçlerinin olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Bu bir sır değildir,
üstelik yeni bir şey de değildir.
Müslüman Kardeşler örgütü, 1920'lerin sonunda Mısır'da kurulduğunda, Suudi hayranlığı,
milliyetçiliğin reddi ve İslama uygun yaşama aranışı ile birlikte kurucu unsurlardan biri idi.
Burada hayran olunan güç (Suudiler/Vahabilik), bir tür öze dönme yoluyla İslami yeniden
canlandırmayı vaad ediyordu. Bu ilginin karşılıksız olmadığı kesindir. Bugün "Faizsiz İslam
Bankacılığı" pratiklerinin arkasındaki sermaye kimin sermayesidir?
Suudilerin de Arap dünyasının liderliğine oynama anlamında milliyetçi sorunsal içinde yer
aldığı söylenebilir, ancak Arap milliyetçiliğinin radikal eğilimlerine karşı istikrarlı bir şekilde
muhafazakar/İslami bir çizgiden sapmamıştır. Aslına bakılırsa bugün, yeşil kuşağın kimi
unsurları denetim dışına çıksa da, İslam radikalizminin hakim tonunu hala bu muhafazakarlık
belirlemektedir.
Ortadoğu'nun Türkiye üzerindeki etkisi
Buraya kadarı, bugün Türkiye'deki burjuva devletin karşı karşıya kaldığı problemleri,
sıkışıklıkları tarif etmek için gerekli idi. Türkiye burjuvazisi, Ortadoğu'nun İslam ve
milliyetçilik arasında sıkışmış yapılanması karşısında, "modernizm"in temsilcisi olarak bir
örnek teşkil ettiği avuntusuyla oyalanadur-sun Ortadoğu, Türkiye'ye kendi gündemini dayatma
konusunda daha başarılı oldu; İslamcılık...
Türkiye'deki İslamcı dalganın önünde sonunda Türkiye'deki bir İslami dalga olduğu doğru
bunun tartışılması bile yersiz olur. Ama bu dalganın Ortadoğu bağlantısı da önemsiz olmaktan
uzaktır. Halihazırda Türkiye'nin Ortadoğu'da bir inisiyatif sahibi olmasını engelleyen
faktörlerden biri budur.
Ancak, bunu Genel Kurmay'ın tehdit değerlendirmesinde, İslami gericiliğin PKK ile bağlantılı
bir şekilde birinci sıraya yükselmesi ile bağlantılandırmak ve bu değerlendirme ile
Ortadoğu'nun Arap/Müslüman ülkeleri ile arayı açmak anlamına gelen İsrail-Türkiye işbirliği
arasında doğrusal bir bağlantı kurmakta o kadar acele edilmemelidir.
Türkiye'de laiklik/şeriatçılık gerginliği pek de yapay bir gerilim olmamakla birlikte, şeriat
yanlısı kitlelerin harekete geçtiği bir iç savaş konjonktüründe de değiliz. Düzenin restorasyonu
sürecinde önderliği ele geçiren Genel Kurmay'ın Refah karşıtlığının bile, bir harcama
niyetinden çok, daha önemsiz ve etkisiz bir alan sıkıştırma niyetinden öteye gittiğini söylemek
o kadar kolay değil... "Balans ayarı" bu açıdan uygun bir benzetmedir. Düzenin restorasyonun
bu keskin laikliğinin," müslümanları" rahatlatacak karşı tedbirlerle dengelenmesi şaşırtıcı
olmamalıdır.
Kısaca, İslami tehdit ve "laik sistematiğe bir destek aranışı", İsrail'le bu denli yakınlaşmak için
.yeterli gerekçeler değillerdir.
Kürt sorunu, bu noktada daha merkezi bir rol oynamaktadır. Türkiye'deki burjuva devletin
sıkıştığı yerde, emperyalizme bir dayatmada bulunmak mecburiyetinde ve niyetinde olduğu
tek konu Kürt sorununun "çözüm" biçimi haline gelmiştir.
Asıl Kürtlere selam!
Türkiye burjuvazisi açısından ortada her şeyden önce ciddi bir güvenlik sorunu var; boruların
güvenliği tehlikedeyse, Türkiye dışında kim borunun ucundan tutup döşemeye istekli olur?
Türkiye'nin elini kolunu bağlayan temel sorun kabaca şöyle özetlenebilir; Türkiye
Cumhuriyeti, uzunca bir süredir isyan bastırmakla meşgul bir devlettir.
Bu isyanı bastırmakla uğraşanlar açısından durum aşağı yukarı şöyledir: İş çok uzamıştır, her
taraftan "bir an önce çözün" sinyalleri gelmektedir, ortada çok sayıda çözüm senaryosu
dolaşmaktadır, dolayısıyla "ehveni şer" bir senaryoyu diğer aktörlere dayatmak gerekmektedir,
kabul edilebilir bir senaryonun hayata geçmesi için eldeki kozları artırmak gerekmektedir,
bunun için de Kuzey Irak'taki Kürt bölgesinin "düzenlenmesi" de şarttır.
Türkiye'nin dış politikası, "bir son operasyon" beklentisi içinde, Kürt sorununa doğrudan
müdahil ülkelerin elini zayıflatacak emperyalizmin maksimum desteğini sağlayacak bir
konumlanış içindedir. Bunun bir son operasyon olamayacağı açıktır, ama Türkiye burjuvazisi
meselenin askeri terimlerin ötesine geçmesini temenni etmekte, bunun için de optimum
noktanın maksimum askeri üstünlük durumu olduğunu düşünmektedir.
Kürt sorunu ülkeler arası bir sorundur; hem Kürt nüfusun ülkeler arasında dağılmış olması
itibarı ile, hem de ulusal bir hareketin muhatabının devletler olması nedeniyle... Kürt
hareketlerinin devletler arası çatışma ve gerilimler içinde bir konuma sahip olması anlaşılmaz
bir şey değildir. Bütün sorun, ilgili devletlerin karşılıklı konumlanışlarının ortaya kaypak bir
zemin çıkarması, Kürt kareketlerine bir hareket serbestliği sağlayan gerilimin aynı anda Kürt
hareketlerini şu ya da bu düzeyde belirleme riski taşımasındandır. Bir devlet, devletlerl
arasında var olur, ulusal bir harekette kendisini devletler arasında potansiyel bir devlet tasarlar.
Barzani'nin temsil ettiği hareketin türk silahlı kuvvetlerini bölgeye gerçekten çağırıp
çağırmadığı tali bir sorundur,çağırmamış olsa da türkiyenin temsil ettiği konumlanışın içinde
iş görmesi pekala mümkündür. Kürt sorunu için aranan çözüm, Flistin için bulunan çözüme
benziyor görünmektedir; az şey verip çoktan vazgeçirme... Bunun Filistin'de neyi çözdüğü
gözler önünde, Kürdistan'da ise bu bile zor.
Daha fazlasını yazmak için henüz erken... Ancak, meselenin emperyalizmin elini rahatlatacak
tarzda bir çözümünün önündeki en büyük engelin, Kürt hareketine kan veren yoksul köylüemekçi dinamiği olduğu bilinmelidir. Kürt hareketinin Türkiye'nin devrimci-sosyalist
dinamikleiyle olan bağlantısına rağmen toplumsal tabandaki geri geleneklere teslim
olmamasını mümkün hale getiren bu dinamiğin beklentilerinin "çözüm"'e kavuşturulması
okadar kolay olmayacaktır.
Dipnotlar
1) McCHEE George, ABD-TÜRKİYE-NATO-ORTADOĞU, Bilgi Yayınları, Aralık 1992, s.
329.
2) GRESH Alain, VIDAL Dominique, Ortadoğu "Mezopotamya'dan Körfez Savaşı'na", Alan
Yayıncılık, Kasım 1991, İstanbul, s. 69.
3) KÖNİ Hasan, Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, TESAV Yayınları, 1994, s. 90-91.
4) ARMAĞAN Dünya, İktidar Kimin Elinde, Gelenek 54, s. 76.
5) SANDER Oral, Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Yayınları, 5.Baskı, 1996, s. 265-266.
6) LEWIS Bernard, Ortadoğu, Sabah Kitapları, Çeviren: Mahmut Harmancı, İstanbul, 1996, s.
245.
7) GRESH Alain, VIDAL Dominique, agy., s. 33.
8) GRESH Alain, VIDAL Dominique, agy., s. 33.
9) LEWIS Bernard, agy., s. 242.
Download