Haftalık Bülten 10 Aralık 2010 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Allah katında en düşük isim Melikü'l-emlak ismidir, anlamına gelen hadise göre, sadece Melik ismi de buna girer mi?.......................................................................................................... 3 Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, anlamındaki rivayetin güvenilir olmadığı iddiasına cevap verir misiniz?......................................................................................................................... 4 Peygamberimiz (asv) kızına, ey Fâtıma, seni ben bile kurtaramam, dediği halde, bazı hadislerde şefaatten bahsedilmesi nasıl açıklanabilir?.................................................................. 6 İnsanların kaçınması gereken nefsin istek ve arzuları nelerdir? Evlenmek, kariyer edinmek ve bazı istekleri diğerlerine tercih etmek nefsin dizginlenmesi için gerekli midir? .........................7 Yaptığı hatalardan dolayı, başına gelen musibetlerden ders alıp hayatını dine göre düzenleyenler için, bu musibet bir hidayet vesilesi olarak görülebilir mi? ..................................8 Nelere sabredilmez, nelere rıza gösterilmez? ................................................................................. 9 Fatih Sultan Mehmet'in, bir Rum ustasının elini kestirdiği, buna karşılık Fatih'in de elinin kesilmesine karar verildiği doğru mudur?................................................................................... 10 Hz. Adem ve Hz. Havva'ya neden bu isimler verilmiştir? .......................................................... 11 Behlül-i Dânâ Hazretleri hakkında bilgi verir misiniz? ............................................................. 12 Siyer kitaplarında, neden Peygamberimizin (a.s.m.) nesebinin üstünlüğünden bahsedilmektedir? Soyunun üstün olması Peygamberimizin (a.s.m.) üstünlüğüne bir yarar sağlar mı?........................................................................................................................................ 13 "Cenab-ı Hak", "Hak Teâlâ" kavramları ne anlama geliyor?................................................... 14 Peygamberimiz (asv)'in haram kılma yetkisi var mıdır? "Peygamberin haram kıldığını, Allah da haram kılmıştır." sözü hadis midir?........................................................................................ 15 Hidayet Nedir? Kimler Hidayettedir? Hidayete kim ulaştırır? Şeytan hidayete çağırır mı? Hidayet ayetlerine yanlış meal verildiği ve insanların yanlış yönlendirildiği iddialarına ne dersiniz? Bu ayetleri tek tek açıklar mısınız? .............................................................................. 16 Ülkemizin kalkınması için yerli mallarını mı tercih etmeliyiz? Bu durum yabancı ülkelerle dostluk bağlarımızı koparıp ırkçılık yapmamız anlamına gelir mi? ..........................................28 Kur’an’da “müşriklerin çoğu fasıktır” (Tevbe, 9/8) ifadesi geçiyor. Buna göre, fasık olmayan müşrik mi var? Şirkin kendisi bir fasıklık değil midir? .............................................................. 29 Namazda tekbir getirirken "Allah" lafzındaki "A" harfini ve Ekber kelimesindeki "B" harfini uzatmak namazı bozar mı?............................................................................................... 31 Bu yaratılış sistemi neden? İnsanların yaratılıp imtihana tabi tutulmasının nedeni nedir? ....32 Hz. Nuh (as) 950 sene yaşamasına rağmen, kavmi bu kadar açık bir mucizeyi neden fark edemedi?......................................................................................................................................... 33 Analitik düşünce, tümevarım, tümdengelim, riyazi düşüncelerin anlamları nedir? Bunlardan hangileri daha önemlidir?.............................................................................................................. 34 2 Allah katında en düşük isim Melikü'l-emlak ismidir, anlamına gelen hadise göre, sadece Melik ismi de buna girer mi? İlgili hadisin meali şöyledir: "Allah katında en sevilmeyen isim, kişiye verilen "Melikü'l-emlak” ismidir.” (Buhari, Edeb 114; Ebu Davud, Edeb 62; Tirmizi Edeb, 66; Ahmed, 2/244) “Melku’l-emlak / Meliku’l-müluk”, sultanlar sultanı manasına gelir. Bu ise, Sultan-ı ezelî olan Allah’ı çağrıştırdığı için, bu unvanı taşımanın yanlışlığına dikkat çekilmiştir. Melik kelimesi ise sadece sultan, kral manasına geldiği için aynı konumda değerlendirilmemelidir. Rahim, Kerim, Rauf isimleri gibi Melik ismi de kullanılabilir. Ancak bu gibi isimlerin başına “Abd” kelimesinin kullanılması en uygun olanıdır. İlave bilgi için tıklayınız: İsim koyma ve isim koyarken dikkat edilmesi gerekenler nelerdir? 3 Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, anlamındaki rivayetin güvenilir olmadığı iddiasına cevap verir misiniz? Diğer bir hadis rivayetinde ise şu ifadelere yer verilmiştir: “Ümmetim yetmiş iki fırkaya ayrılır, onlardan sadece biri kurtuluş ehlidir.” diye buyurdu. Bunların kimler olduğu sorusuna, “Bunlar cemaatte olanlardır.” buyurdu.(Ahmed b. Hanbel, 3/145; Zevaid, 6/226). Diğer bir rivayette “Bunlar benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu yolda olan kimselerdir.” manasındaki ifadeye yer verilmiştir. Bu konuda farklı rivayetler farklı senetlerle gelmiştir. Bunlardan bazıları zayıf, bazıları sahihtir. Bu konudaki hadisleri inceleyen alimlerin zayıf dediği rivayetler sahih olan rivayetlerden farklıdır. Bu sahih rivayetlerden biri şöyledir: “Yahudiler yetmiş bir (71) fırkaya ayrıldılar, biri hariç diğerlerin hepsi cehenneme girer. Hristiyanlar yetmiş iki (72) fırkaya ayrıldılar, biri hariç diğerlerin hepsi cehenneme girer. Bu ümmet de yetmiş üç (73) fırkaya ayrılacak, biri hariç hepsi cehennem girer.”(Ebu Davud, Sünnet, 1; Tirmizî, İman,18; İbn Mace,Fiten, 17; İbn Hanbel, 2/332). Tirmizî, Ebu Hureyre’den rivayet ettiği bu hadisin sahih olduğunu bildirmiştir.(bk. Trimizî, a.g.e). el-Münzirî de Tirmizî’nin bu tashihine dikkat çekmiştir.(bk. Tuhfetu’l-ahvezî, ilgili hadisin şerhi). Ancak Tirmizî’nin bu rivayetinde “Biri hariç diğerlerin hepsi cehenneme girer.” ziyadesi yoktur. Tirmizî, bu ziyadenin bulunduğu rivayet için “hasen, garip, müfesser (ravi tarafından yorumlanan)" ifadesini kullanmıştır.(a.g.e). Hadisleri incelemede titizliğiyle bilinen İbn Teymiye de bu hadisin sahih olarak değerlendirmiş ve konusuna delil olarak getirmiştir.(bk. Mecumu’l-fetavî-şamile-1/285). Hâkim de bu hadisi “Ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacak, en büyüğü kendi keyiflerine göre işler yapar, helalı haram, haramı helal kılarlar.” şeklinde çok kısa olarak rivayet etmiş ve sahih olduğunu bildirmiştir.(Müstedrek,4/430). Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, bu hadis için mevzu demek mümkün değildir. Zayıf olan rivayetler varsa da pek çok alim tarafından sahih olduğu kabul edilen rivayetler de vardır. Hadiste geçen fırkaların tayini konusu ise güç bir meseledir. Hz. Peygamber (a.s.m) fırka-i Naciyeyi “Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu yolda olanlar.” olarak tarif etmiştir. Bu hususu nazara alarak, bu gün meşrep itibariyle yüzü geçkin fırkaları ötekiler deyip dışlamak isabetli olmasa gerek. Şüphesiz, İslam dininin iman esaslarıyla doğrudan çelişen gruplar da olabilir. Eskiden beri alimlerimiz, kendileri gibi düşünmeyenleri mümkün oldukça tekfir etmemeye gayret göstermişlerdir. Kendisini Ehl-i sünnet olarak gören bizlerin kusurları yok mu? Bu asırda Kur’an’ın ön gördüğü “İman kardeşliği”, her asırdan daha önem arz etmektedir. Bunu zedeleyecek tavırlardan şiddetle kaçmak, ihtilaflı konuları münakaşa yapmamak gerekir. Biz Suud’daki Vehhabileri de İran’daki Şiileri de Müslüman olarak kabul ediyoruz, varsa kusurlarını Allah’a havale ediyoruz. 4 Dinsizlik akımlarının omuz omuza vererek, bütün semavî dinlerin ortak inanç esaslarına hücum ettiği bir devirde, Müslümanların değil sadece kendi aralarındaki birliği sağlamak, küfr-ü mutlaka ve sefahate karşı mücadele etmek için semavî dinlerin samimî dindar kesimiyle bile el ele verip, hak dinin temel esaslarını müdafaa etmek boyunlarının borcudur. Ateist, materyalist bir felsefenin etrafında yüzlerce akım -sırf hak dinin esaslarını silmek, yerine her türlü ahlaksızlığı yapmak adına- deyim yerindeyse, dinsizlik dini etrafında ittifak edip kenetlenmişken, ehl-i hakkın hak dinin hakikatlerini savunma adına, Allah’ın rızası adına birleşmeleri, birbirinin kusurlarını görmemeleri lazım ve elzemdir. Yoksa, saldırmakta olan ejderhaları, göz ardı edip, sivrisineğin ısırmasına karşı mücadele etmek gibi komik bir manzara ortaya çıkar. İlave bilgiler için tıklayınız: "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunların içinden bir fırkası ehl-i necat olacaktır" hadisi.. 73 Fırka konusu... 5 Peygamberimiz (asv) kızına, ey Fâtıma, seni ben bile kurtaramam, dediği halde, bazı hadislerde şefaatten bahsedilmesi nasıl açıklanabilir? Hz. Peygamber (asv)'in şefaatinin varlığı pek çok sahih hadislerde geçmektedir. Örneğin bir hadiste “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir.” buyurmuştur. (bk. Ebu Davud, Sünnet, 23; Tirmizî, Kıyame, 11). “Ey Resulullah’ın kızı Fatıma! Sen de kendini Allah’tan satın almaya çalış; zira senin için de bir şey yapamam.” manasındaki hadis için bk. Buharî, Vesâyâ 11; Tefsir (26) 2; Müslim, İman 348-352. Şefaat hadisleri, İslam ümmetini ümitsizlikten kurtaran ve hakikaten tahakkuk edecek bir gerçeğin ifadesidir. İslam ümmeti bu konuda ittifak halindedir. Sadece peygamberlerin değil, alimlerin, velilerin, şehitlerin de şefaatlerinin olacağına dair sahih hadis rivayetleri vardır. Kendi akrabasına, halasına, kızı Fatıma, eşi Aişe’ye hitaben söylediği buna benzer ifadelerin hikmeti ise; Allah’a karşı bir hüsnü edebin ifadesi olduğu gibi, şımarıklığı önlemek, bazı veli makamındaki yakınlarına güvenenlere ders vermek, kendini şefaat makamında gören ve sağasola şefaat dağıtan bazı saf-dil kimselerin bu yanlışlarına gönderme yamak, son sözün Allah’a ait olduğuna işaret etmek, başkalarına güvenerek ibadette gevşeklik yapmanın sakıncasına dikkat çekmek gibi hakikatleri ders vermeye yöneliktir, diye düşünüyoruz. 6 İnsanların kaçınması gereken nefsin istek ve arzuları nelerdir? Evlenmek, kariyer edinmek ve bazı istekleri diğerlerine tercih etmek nefsin dizginlenmesi için gerekli midir? Nefis derken, çoğu zaman nefs-i emmareyi kastederiz. Kur'ân'da nefis, cimrilik, vesvese, fücur, emmâre gibi nahoş sıfatlarla ittihâm olunmakladır. Kur'an-ı Kerim ve hadisi şeriflerde helal ve haramlar belirtilmiştir. Bunları tek tek saymamız mümkün değildir. Bir kaç misal vermek gerekirse içki, kumar, zina, helal haram demeden mal edinme hırsı, hakkı ve adaleti dikkate almadan makam elde etme isteği nefsin arzuladığı şeylerdendir. Kötülüğü emreden bu nefis, zamanla terbiye göre göre, günahlardan uzaklaşa uzaklaşa safiyet kazanır. Sonunda Allah’ın razı olduğu bir nefis olma makamına kadar çıkar. Bu imtihan dünyasında, insanlar nefislerinden ve şeytandan gelen kötü telkinlerle, İlâhî fermandan gelen hidayet haberleri arasında bir mücadele verirler. Kazanılan her mücadele, yani yapılan her ibadet, vazgeçilen her kötülük, uzak durulan her haram nefis için bir terakki basamağı ve bir temizlenme ameliyesi olur. Yükselme yoluna giren bu nefsin son durağı rıza makamıdır; Allah’ın taktir ettiği her şeyi rıza ile karşılayan ve böylece Allah’ın da kendisinden razı olduğu bir nefis olma makamı. Bu makama eren nefse, Cenab-ı Hak şu hitapta bulunur: “Ey mutmainne nefis (Güvenceye kavuşmuş ruh)! Sen Ondan O da senden razı olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına karış (dahil ol) ve cennetime gir.”( Fecr Sûresi, 89/27-30) Nefis, zinanın günah boyutunu düşünmeden buna mübtela olmak ister. İnsan, arzu ve şehvetinin esiri olup, sırf zevki için yaşar hale gelmemelidir. Bu, ondaki hayvanî güçleri geliştirir, melekî güçleri zayıflatır ve insanı alçaltır. Halbuki, bütün zevkler gibi cinsel ilişki zevki de bir gaye değildir; bir gaye için yaratılmış insana Allah'ın bir hediyesidir. İnsandan, neslini sürdürmesini istemiş ve bunu Allah'ın istediği doğrultuda yapması halinde kendisine cennet vadedilmiştir. Nikah ile helal kılınan evlilik ile hem nefsin bu istekleri kontrol altına alınmış olur, hem de Allah'ın razı olduğu evlilik ve nesillerin devamı ile sevap kazanmasına da vesile olmuş olur. Bulunduğu makamdan daha üst mevkilere çıkmayı vatana ve millete daha çok hizmet edebilme vesilesi olarak görme şuuruna erişmişse, bu istekleği nefsi emmarenin makam ve mevki arzusundan çıkmış ilahi rızanın içerisine girmiştir. Bu niyet, sahibine sevap kazanma kapısı haline gelmiştir. Evet, bunu başarmak zor olarak görülebilir. Ancak her şeyini Allah'ın rızası üzerine kuran insanlar için bu zorluk da Allah'ın inayeti ile rahatlıkla aşılacak bir engeldir. Sabırla başarılacaktır. Nefis terbiyesini "nefsi öldürmek" şeklinde uygulayanlar, nefsin hoşuna giden her şeyden uzak kalırlar. Bunun neticesinde; dünyayı sevmez, hırs göstermez, inat etmez, hiç öfkelenmez bir hale gelebilirler. Bunun da bir nefis terbiyesi olduğunu kabulle beraber, nefsi öldürmek yerine, onu hayra yönlendirmenin daha iyi olacağı kanaatindeyiz. Birincisi, atın yemini kısıp, onu zayıflatarak ona hakim olmaya; ikincisi ise, yemini normal verip, ama onu iyi bir terbiyeden geçirerek güçlü bir atla hedefe daha kısa zamanda varmaya benzer. İşte, nefsin mahiyetinde yer alan duyguların, arzuların hayra yönlendirilmesi, nefsin öldürülmesinden, yani büsbütün sesini kesmekten çok daha faydalıdır. Bu ise, nefsin arzu ve isteklerine iyi bir mecra bulmak, onu hayırlı şeylere sevk etmekle olur; coşarak çevreye zarar veren bir nehrin önüne baraj yapmak ve onunla çevreyi sulamak gibi. 7 Yaptığı hatalardan dolayı, başına gelen musibetlerden ders alıp hayatını dine göre düzenleyenler için, bu musibet bir hidayet vesilesi olarak görülebilir mi? Evet musibetler hidayet vesilesi olur. Nitekim dünyaya dalan kimseler vardır ki başına bir musibet geldiğinde hemen kendini toparlar ve var olma sebebini hatırlayıp hayatını buna göre düzenler. Musibetler çeşitlidir. Bazı musibetler insanların kendi yaptıkları fiillerinden dolayı başlarına geldiği Kur'an-ı Kerim'de buyurulmaktadır. "Kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musîbet geldiğinde nice olur halleri..."(Nisa, 4/62). Yüce Allah: "İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır..." (Yunus, 10/12) buyurarak insanların musibet anında Allah'a döndüğünü belirtir. Ancak kimisi bunda sebat etmeyip musibet geçince yine eski haline döner. Nitekim ayetin devamında "...ama biz onun sıkıntısını giderince, sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir." (Yunus, 10/12) buyrularak bu gerçek ifade edilmiştir. Başka bir ayeti kerime de ise şöyle buyurulur: "(Denizde) onları gölgeler gibi dalgalar sardığı zaman dîni yalnız kendisine has kılarak Allah'a yalvarırlar. Fakat o, onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir kısmı orta yolu tutar, (birçoğu da inkâr eder)... " (Lokman, 31/32) Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor ve ders veriyorlar. Nur Külliyatından konumuza ışık tutacak cümle: “Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi’ geniş bir âyine olsun.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, s.321) İbadet ve marifet için yaratılan insan, bu vadide mertebe kat edebilmek için aczini ve fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve Ondan medet dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya çalışacaktır. Bunlar ise dünya hayatında insanı, medet dilemeye ve sığınmaya götüren her türlü musibet, hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla mümkün. Çaresizlik içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını kazanma noktasında müspet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat ve saadet gibi tecellilerde insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara meftun olup, kul olduğunu unutup, gaflete dalabiliyor. 8 Nelere sabredilmez, nelere rıza gösterilmez? Sözlükte "dayanma, dayanıklılık" gibi anlamlara gelen sabır, ahlâkî bir kavram olarak, başa gelen musibetlerden dolayı Allah'tan başka kimseye şikayetçi olmamak, yakınmamak, sızlanmamak; nefse ağır gelen ve hoşa gitmeyen şeyler karşısında dünya ve âhiret yararını düşünerek, ruhi dengeyi bozmamak için insanın kalbinde bulunmakta olan sükûnet ve dayanma gücü demektir. Sabır, kulun 'elinden geleni' yaptıktan sonradır. Sözlükte "hoşnud ve memnun olma, kabul etme, seçme" gibi anlamlara gelen rıza da, tasavvufta; kaderin acı tecellileri karşısında kalbin huzur ve sükun halinde bulunması demektir. Genelde rıza, hüküm ve kazaya itirazda bulunmamayı ifade eder. Bâtıl bir şeye rıza göstermek gerekmez. Zira zulme rıza zulüm, küfre rıza da küfürdür. Zülme / haksızlığa, tedavi yollarına baş vurmadan hastalığa, çalışıp çabalamadan fakirliğe ve kurtulmaya çalışmadan benzeri sıkıntılara sabredilmez ve rıza gösterilmez. 9 Fatih Sultan Mehmet'in, bir Rum ustasının elini kestirdiği, buna karşılık Fatih'in de elinin kesilmesine karar verildiği doğru mudur? Olaya göre Fatih, iki mermer sütunu üçer arşın kesip kısaltan mimarbaşının ellerini kestirmiş ve bunun üzerine mimarbaşı kendisi hakkında davacı olmuştur. Dava üzerine, Fatih Sultan Mehmet davacı ile birlikte İstanbul kadısı huzurunda mahkeme olmuştur. İstanbul kadısı mahkemede hüküm olarak Sultan Fatih’in de ellerinin kesilmesi gerektiği hükmüne varmıştır. Fakat mimarbaşı kısas istememiş ve Fatih'in her gün kendisine on akçe ödemesi talebinde bulunmuştur. Fatih Sultan Mehmet ise bunu kendi isteğiyle günlük yirmi akçeye çıkarmıştır. Kaynak: Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Koleksiyonu, I/36; Abdurrahman Adil, Hadisat-ı Hukukiyye, İstanbul, 1932, s. 185-186; İsmail Hami Danişmend, Fetih ve Fatih, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008, s. 116- 117. 10 Hz. Adem ve Hz. Havva'ya neden bu isimler verilmiştir? Havvâ ismi, bütün yaşayanların annesi olduğu için "canlı, yaşayan" anlamında Hz. Âdem tarafından verilmiştir. Bu konuda İbn-i Kesîr'in tefsirine aldığı rivayet aşağı yukarı şu mealdedir: İblis (malum suçundan dolayı) Cennet' ten çıkarıldıktan sonra, Âdem (a.s) Cennete yerleştirilir. Kendisiyle teselli olacağı bir eşi olmaksızın, yalnız başına bir müddet orada dolaşır. Bir ara uykuya dalıp uyanınca başucunda, Allah'ın, kaburga kemiğinden yarattığı bir kadın görür. "Sen nesin?" diye sorar. Kadın: "bir kadın" diye cevap verir. Daha sonra kadına niçin yaratıldığını sorar. Kadın, "benimle teselli olman için" diye cevap verir. Bu arada melekler onları görür ve Âdem'in bilgisini ölçmek için kadının kim olduğunu sorarlar. Âdem (a.s), onun Havva olduğunu söyler. Neden O'na bu ismi verdiğini sorduklarında; "çünkü o, canlı bir şeyden yaratıldı" diye cevap verir (İbn-u Kesîr, "Tefsîru'l-Kur'âni'lAzîm", I, 112). Âdem kelimesi, bir şeyin dış yüzü "edimetü'l arz" yeryüzü manasında kullanılmıştır. Hz. Âdem (as)’in yaratıldığı toprak, yeryüzünün değişik yerlerinden alındığı için bu isim verilmiştir. Nitekim genellikle sahih kabul edilen bir rivayete göre Allah, Âdem'i yeryüzünün her tarafından alınan toprak örneklerinin birleşiminden yaratmıştır. Bu toprağın çeşitliliğinden dolayı da Âdem'in nesli değişik karakterler taşır. (bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Tirmizî, Tefsîr, 2/955; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 400) Adem alyhisselama bu isim, Allah tarafından verilmiştir. (bk. Bakara, 2/31-37) 11 Behlül-i Dânâ Hazretleri hakkında bilgi verir misiniz? Ebû Vüheyb b. Amr b. el-Muğîre el-Kûf î es - Sayrafî (ö.183/799 [?]) Şahsiyeti meçhul bir sûfî ve hakîm. Ukalâ-yi mecânînden (deli görünüşlü akıllılar) olan Behlûl-i Dânâ Behlûl-i Dîvâne, Sultânü'I-meczûbîn ve Abbasî halifesi Hârûnürreşîd (788-809] ile olan münasebeti dolayısıyla Behlûl er-Reşîd diye de anılır. Hakkındaki bilgilerin büyük bir kısmı menkıbe mahiyetindedir. Diğer behlûllere ve meczuplara ait söz ve hikâyeler çoğunlukla ona bağlandığı gibi birtakım halk fıkraları da kendisine mal edilmiştir. Rivayetler Behlûl'ün aslen Kûfeli olduğunu ve Bağdat'ta yaşadığını göstermektedir. Kaynakların verdiği bilgilere göre Behlûl başlangıçta saf ve deli değildi. Sonradan ilâhî cezbeye tutularak kendinden geçtiğine, bir daha kendine gelemediğine ve nefsinin tamamıyla silinip gittiğine inanılan Behlûl'ün bundan sonraki hal ve hareketleri oldukça gariptir. Yarı deli haline gelmesine rağmen sözleri nükteli ve iğneleyici, davranışları anlamlı ve uyarıcıdır. Hakkındaki menkıbelere göre mezarlarda ve harabelerde dolaşır, yalnızlığı sever, zaman zaman çocukların maskarası olur, onlar tarafından taşlanır, ama o bunları hep hoş karşılardı. Behlûle atfedilen fıkra ve hikâyeler hem güldürücü hem düşündürücüdür. Bazı menkıbeler onu Hârûnürreşîd'in kardeşi, bazıları yeğeni, bazıları da nedimi olarak gösterir. Hârünürreşîd'e gerçekleri hiç çekinmeden söylediği, hatalarını çeşitli biçimlerde yüzüne vurarak onu doğru yola getirmeye ve uyarmaya çalıştığı, bunun için de eline geçen fırsatları kaçırmadığı rivayet edilir. Behlûl-i Dânâ diğer behlûller gibi gülmesi ve kahkahasıyla da meşhurdur. Sorulan sorulara ekseriya gülerek, bazan kahkaha atarak cevap verir, ancak bu alaycı tavırları genellikle bir uyarı ve öğüt anlamı taşırdı. Behlül-i Dânâ'nın vefatı bazı kaynaklarda 190 (806) olarak da belirtilmektedir. Behlûl tasavvufî eserlerde Allah âşığı bir sûfî ve velî olarak gösterilmiştir. Muhyiddin İbnü'lArabî, Abdülvehhâb eş-Şa'rânî, Abdürraüf el-Münâvî ve hatta İbnü'l-Cevzinin eserlerinde onun Hak âşığı bir meczup olduğu önemle belirtilmiştir. Attâr'ın İlâhînâme'sinde, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevisinde, Yâfiî'nin er-Ravzü'r-reyahin'inde ona ait fıkra ve menkıbeler anlatılmıştır. Nefzâvî, er-Ravzü'l-âtır'da Behlûl'ü âşıkane hikâyelerin kahramanı olarak göstermiştir. İbn Kuteybe'nin Uyûnü'l-ahbar'ında, İbn Abdürabbih'in el-İkdü'lferîd'inde, Lâmiî Çelebi'nin Letâifnâme'sinde Behlûl-i Dânâ menkıbelerine yer verilmesi, bu fıkraların halk arasında geniş çapta yayıldığını göstermesi bakımından önemlidir. Behlûl-i Dânâ'nın menkıbe ve fıkraları Arap ve İran edebiyatında olduğu gibi Türk halk edebiyatında da önemli bir yer tutmaktadır. Şiî kaynakları Behlûl'ün İmam Ca'fer es-Sâdık'ın (ö. 148/765) talebesi olduğunu, aslında Şiî olduğu halde takıyye gereği Sünnî göründüğünü, hatta baskı görmemek ve fikirlerini serbestçe ifade etmek için deli olmadığı halde deliliğe vurarak kendini korumaya çalıştığını kaydederler. Tarih bakımından bu husus mümkün olmadığı için onu on iki imamdan Mûsâ elKâzım'ın veya Ali er-Rızâ'nın talebesi sayanlar da vardır. Ancak onun Şiî olduğunu gösteren hiçbir ilmî delil yoktur. Behlûl'e ait olduğu ileri sürülen ve bazı kütüphanelerde nüshalarına rastlanan el-Kaşîdetü'IBühlûliyye sonraki devirlerde derlenmiştir. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, Behlül-i Dana md.) 12 Siyer kitaplarında, neden Peygamberimizin (a.s.m.) nesebinin üstünlüğünden bahsedilmektedir? Soyunun üstün olması Peygamberimizin (a.s.m.) üstünlüğüne bir yarar sağlar mı? Peygamberimiz (a.s.m.)'in atasının durumu elbetteki büyüklüğüne bir engel teşkil etmezdi. Bu ifadeler, bir soyla övünmek değil, Allah’ın ezelî program içerisindeki seçkin yerini belirleyen ve hakkındaki lütfunu seslendiren bir hadis-i şeriftir. Çünkü, burada -dar çerçevede bir ırkın övülmesi değil- önce bütün varlıklardan insanların seçkin yerlerine işaret edilmekte, sonra Hz. Adem (as)’den itibaren kendisinin yer aldığı bütün ailelerin iyi huylu, Allah’a kulluk eden, takva sahibi insanlar olduğu vurgulanmaktadır. Bu bir tahdis-i nimettir, Allah’ın lütfunu ilan etmek ve manevî şükrünü eda etmektir. Milliyetçilik daha çok ulusunun -ırkının- dünyevi üstünlüğü ile alakalıdır. Ancak Peygamberimiz (asv)'in nesebinin üstünlüğü zikredilirken, daha çok manevi yönden pak ve temiz olmasına vurgu yapılır ki bu da bir fazilet yönü olarak değerlendirilir. Konuyla ilgili hadislerden de anlaşılacağı üzere Peygamberimiz (a.s.m.) özellikle inanç ve iffet yönüyle nesebinin üstün olmasına vurgu yapmıştır. "Allah, İbrâhimoğullarından İsmâil'i, İsmâiloğullarından Kinâneoğullarını, Kinâneoğullarından da Kureyş'i, Kureyş'ten de Beni Hâşim'i, Benî Hâşim'den de beni seçmiştir."(İbni Sa'd, Tabakât: 1/20. Müslim: 7/58) "Ben devirden devire, (nesilden nesile, âileden âileye) seçilerek intikal eden Âdemoğulları soylarının en temizinden naklolundum, sonunda içinde bulunduğum 'Hâşimoğulları' âilesinden neş'et ettim." buyurmuştur. (Buharî, Menâkıb 23.) Hadîste Âdemoğullarının teşkil ettikleri soylar batından batına, aileden aileye temiz bir intikal ile süzüleceği ve Rasûlullah (asv)'ın zâtı da aralarına hiç sifâh (zina) karışmayarak temiz babaların sulbünden, halâl anaların pâkize rahmine intikal ettiği ve en sonu bütün kabilelerin hürmet ettiği en temiz Hâşimî soyundan meydana geldiği bildirilmiş oluyor. "Allah beni, dâima helâl babaların sulbünden, temiz anaların rahmine naklederek, sonunda babamla annemden ızhâr etti. Âdem'den, anne-babama gelinceye kadarki nesebim içinde nikâhsız birleşen olmamıştır."(bk. İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2/255-256, Tecrid Tercemesi, 10/44) Ayrıca Peygamberimiz (asv)'in bu konudaki hadislerinin olması, alimlerin bu yöndeki çalışma yapmasına kaynaklık etmiştir. 13 "Cenab-ı Hak", "Hak Teâlâ" kavramları ne anlama geliyor? "Cenab-ı Hak", "Hak Teâlâ" ifadelerinde kullanılan "cenab" ve "teala" ifadeleri Allah için kullanılan yüceltme ifadeleridir. CENAB: Büyüklük ifade etmek için, hürmet maksadı ile söylenir. Cenab-ı Hak, Cenab-ı Resül-i Kibriya (A.S.M.)... gibi. TEALA: "Nâmı büyük" meâlinde olup. Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) kudsiyet ve büyüklüğü için hürmeten söylenir. İlave bilgi için tıklayınız: Cenab kelimesi ne anlama gelmektedir?.. EL-HAKK... 14 Peygamberimiz (asv)'in haram kılma yetkisi var mıdır? "Peygamberin haram kıldığını, Allah da haram kılmıştır." sözü hadis midir? Hadisin meali şöyledir: "Bana, Kur’ân-ı Kerim ve onun bir misli (hüccet olmada eş değer bir benzeri) daha verilmiştir. Karnı tok vaziyette koltuğunda oturarak, "Sadece şu Kur’ân'a sarılınız; içinde helal olarak gördüğünüz şeyleri helal sayın, haram olarak gördüğünüzü de haram kabul edin." diyecek bazı kimselerin gelmesi yakınlaşmıştır. Şüphesiz Allah Resûlünün haram kıldığı şey, Allah’ın haram kılması demektir." (Musned:4/130-133, Tirmizi, İlm, 2660 nolu hadis.) Aynı muhtevaya sahip bir başka hadis de Mikdâm b. Ma'dîkerib (radıyallahu anh) tarafından rivayet edilmiştir. (Ebu Dâvud, Sünne, 6, (4604); Tirmizî, İlm, 60, (2666); İbnu Mace, Mukaddime 2, (12).) “Onlar ki, ellerindeki Tevrat ve İncil’de yazılı bulunan o elçiye, o ümmi peygambere uyarlar. O ki kendilerine iyiliği emreder, onları kötülükten men eder; onlara temiz ve hoş şeyleri helal, pis ve çirkin şeyleri haram kılar….” (A’raf, 7/157) “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve Ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlerle, ezilip büzülüp kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe, 9/29) Bu ayetlerde Peygamberimiz'in (a.s.m.) haram kılma yetkisi açıkça görülmektedir. İkinci ayette "Allah’ın haram kıldığı..." denildikten sonra, Resülünün haram kıldığı da ayrıca belirtilmiştir. Bu nedenle her ikisini de sadece Allah’ın haram kıldığı ayetler olarak sınırlamak yanlış olur. Allah’ın haram kılması ayetlerle olduğuna göre, Resülünün haram kılması bundan ayrı olmalıdır. Ancak Resülünün haram kılması da Allah’ın izni iledir. İlave bilgi için tıklayınız: Sünnetin bağlayıcılığı, örnek alınması ve kaynağının vahiy olup olmadığı konusu... 15 Hidayet Nedir? Kimler Hidayettedir? Hidayete kim ulaştırır? Şeytan hidayete çağırır mı? Hidayet ayetlerine yanlış meal verildiği ve insanların yanlış yönlendirildiği iddialarına ne dersiniz? Bu ayetleri tek tek açıklar mısınız? Hidayette olup olmadığımız, Kur’an ve sünnet çizgisinde olup olmadığımızla ilgilidir. İslam’ın bu iki temel kaynağına uygun bir çizgide olanlar hidayette, bu çizginin dışında olanlar ise dalalettedir. Hidayetin iman ve amel olmak üzere iki boyutu vardır. Yoldan çıkmak, yoldan sapmak, yanlış yola sapmak manasına gelen dalalet İslam literatüründe farklılık arz eder. İslam’ın bu iki temel kaynağının öngördüğü iman boyutundan mahrum olanın dalaleti küfür, amel boyutu olmayanın dalaleti ise fasıklık olarak adlandırılır. Ehl-i sünnet alimlerinin ittifakıyla iman ve amel çizgisinin manevî pusulası olan HİDAYET de, doğru yol rotasını şaşırmak anlamına gelen DALALET de Allah’ın yaratmasıyla meydana gelir. “(Resulum!) Onları hidayete / hak yola getirmek senin görevin değil, lâkin Allah dilediğini hidayete / doğru yola getirir.”(Bakara, 2/272), “Bu müminler hâlâ öğrenmediler mi ki Allah dileseydi bütün insanları hidâyet eder, doğru yola koyardı.”(Rad, 13/31); “Hiç kötü işleri kendisine güzel görünen kimse, iyilik edip dürüst işler işleyen kimse gibi olur mu? Allah dilediğini dalalete / sapıklığa, dilediğini hidayete / doğru yola iletir. O halde o insanlardan ötürü üzülüp kendini mahvetme! Çünkü Allah onların bütün yaptıklarını bilir.”(Fatır, 35/8) mealindeki ayetler gibi, daha pek çok ayette hidayet ve dalaletin varlığı, Allah’ın yaratmasına bağlı olduğu vurgulanmıştır. Hidayetin iman boyutunun özellikle vurgulandığı şu ayetler de bize konumuzla ilgili açık bir mesaj vermektedir: “Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. (Ama bunu irade etmedi). Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın? Allah’ın izni olmadıkça hiç bir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.”(Yunus, 10/99-100), “(Resulüm!) Sen dilediğin kimseyi hidayete / doğru yola eriştiremezsin, lâkin ancak Allah dilediğini hidayete / doğruya ulaştırır.”(Kasas, 28/56). Bu ve benzeri ayetlerden anlaşılıyor ki, HİDAYET Allah tarafından insanlara verilen, yani dışarıdan telkin edilip yaratılan bir ilahî nimettir. İnsanın hidayet ve dalalette bir kesbi, bir vesilelik boyutunun olduğu, yine Ehl-i sünnet alimlerinin kabul ettiği bir gerçektir. “De ki: “İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”(Kehf, 18/29) 16 mealindeki ayet ve benzeri bir çok ayette, insanın özgür iradesinin -kesb, vesilelik bakımından- rolüne işaret edilmiştir. Şunu açık olarak belirtelim ki, hidayetin yalnız Allah’ın elinde olması, onun yegâne yaratıcı olmasının bir gereği olduğu gibi, kesb / vesilelik cihetiyle insanın özgür iradesinin söz konusu olması da ilahî adaletin olmazsa olmaz şartıdır. Ehl-i sünnet alimlerinin -hidayetin öncelikli boyutu olan- iman tanımları da bu yöndedir. Bediüzzaman Hazretlerinin şu tanımı -insan kesbini de içine alan- çok açıklayıcı, efradını cami, ağyarını mani bir kapsama sahiptir: “Şu kelime-i şahadetteki cevher-i iman bir nurdur, Allah (onu) istediğinin kalbine atar / bırakır. Keyyumu (imanı kalpte tutan) Hidayet-i ilahiyedir. Burhanı ise bir mücahittir (ki), düşmanını tart eder, bir süpürgecidir ki, evhamdan tezhip eder.”(Asar- ı Bediiye, Nokta, s. 21). “İman, Sa'd-ı Taftazanî'nin tefsirine göre; "Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur." denilmiştir.”(İşaratu’l-İ’caz, s.42). Demek ki iman ve hidayetin iki yönü vardır. Bir tarafı vesilelik cihetidir ki, insanın vicdan hürriyetine bakar, diğeri ilahî hükümranlığın istiklali cihetidir ki Allah’ın birliği ve tevhit cihetine bakar. Kulun kesp / özgür irade tarafı yüzde bir ise, Allah’ın müdahalesi yüzde doksan dokuzdur. Şeytanın görevi insanları hidayete çağırmak değil, hidayete girmelerini engellemek, onları hidayetten uzaklaştırmaktır. “(Şeytan) Öyle ise” dedi, “Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları gözetlemek üzere Senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, Sen de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.” (Araf, 7/16-17) mealindeki ayet ve benzerlerinde bu husus açıkça ifade edilmiştir. Bu kısa açıklamadan sonra konuyla ilgili ileri bazı ayetleri bahane ederek hidayet konusunda ileri sürülen iddialara cevap vermeye çalışacağız: İddia: “Kur'ân'daki hidayet" insan ruhunun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasıdır. Bugün İslâm âleminin önündeki en büyük tuzaklardan biri, "Ruh insana hayat verir. Ruh vücuttan çıkarsa kişi ölür." anlayışıdır. Bu anlayış, dînimize sonradan sokulmuş, Kur'ân-ı Kerim'e tamamen aykırı bir bid'attir. Öyle ki bu korkunç bid'at sebebiyle Kur'ân'daki hidayetin üzeri örtülmüş, insanlar Allah Tealâ'nın teslim emirlerinden bîhaber bırakılmışlardır. Cevap: “Kur'ân'daki hidayet" insan ruhunun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasıdır.” sözünden maksat, insanın ölmeden evvel Allah’ı tanıması, ona kul olması, ona teslim olması ise, bu doğrudur. Eğer bundan maksat, ruhun gerçek anlamda Allah ile bir şekilde buluşmak, onun yanına varmak, Allah’ın la-mekân ve la-zaman olan ezelî nezdine gitmek ise bu açık bir 17 küfürdür. "Ruh insana hayat verir. Ruh vücuttan çıkarsa kişi ölür." anlayışının Kur’an’a aykırılığını iddia etmek bütün Ehl-i sünnet alimlerinin görüşlerini reddetmek anlamına gelir. Tabii ki bu ifadelerden ne kastedildiği pek açık değildir. Eğer bundan maksat ruhun bedenden çıkmasıyla kişinin bedeni yine de ölmez ise, bu gözle görülen realiteye aykırıdır. Eğer maksat ölümden sonra da yine ruhun baki olduğunu vurgulamak ise bu doğrudur. Fakat bu muğlak ifade -bilerek- bir demagojinin yapılmasına yöneliktir. İslam alimlerine göre, Ruh, başına şuur takılmış, -bağımsız bir varlık olarak- vücud-u haricî giydirilmiş, hem alem-i emir hem irade vasfından gelen bir kanun-u emrîdir.(bk. Sözler, Lemaat, s.702), “Ruh; zîhayat, zîşuur, nurânî, vücud-u haricî giydirilmiş, cami, hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdır”(Sözler, s.6-517). İddia: Bugünkü İslâmî tatbikatta hidayeti bilerek veya farkına varmaksızın gizleyenlerin Kur'ân-ı Kerim'e aykırı olmasına rağmen dayandığı iki tez vardır. 1. bid'at: Ruh insana hayat verir, ruh vücuttan ayrılırsa kişi ölür. 2. bid'at: 1400 yıl boyunca İslâm'da ruhun Allah'a ulaşması yer almamıştır. Bu iki kavram da ne yazık ki dîne sonradan dahil edilmiş hurafelerdir; İslâm âleminin önüne çekilmiş iki karanlık settir. İşte bu iki karanlık setin Kur'ân âyetleri ışığında bir an evvel yok edilmesi gerekmektedir. Bid'atlerle örülmüş bir dîn tatbikatının insanlığı kurtuluşa erdirmesi asla mümkün değildir. Asrın insanı, Allah'ın dînini yegâne Furkan olan Kur'ân-ı Kerim'den öğrenmeli ve bir an evvel hayatına geçirmelidir. Cevap: Herkesin hidayeti doğrudan Kur’an’dan öğrenmeyi öngörüne yukarıdaki son cümle, Kur’an dili olan Arapçayı ve bu dilde yazılmış milyonlarca tefsiri ve diğer kaynakları öğrenme ümitlerini kaybetmelerinden kaynaklanan bir şaşkınlık içerisinde kalanların -bozuk plak gibisık sık tekrarladıkları bir cehalet ürünüdür. Dünya ve ahiret alemiyle ilgili ilimleri ihtiva eden Kur’an gibi bir semavî kitabı, sadece mealine bakarak öğrenmek mümkün müdür? Değişik ilim dallarına ait milyonlarca eserlere kaynaklık eden Kur’an’ı -başka eserlere ihtiyaç duymadan- tek başına anlayacağını iddia eden kimsenin halet-i ruhiyesi gerçekten büyük önem arz eder. İddia: "Ruh vücuttan ayrılırsa kişi ölür." anlayışı, dînimize sonradan girmiş bir büyük hurafedir, iblisin insanlığa bir büyük tuzağıdır. Allah Tealâ Kur'ân-ı Kerim'inde "Hayatı veren de öldüren de biziz." buyurmaktadır (Hicr, 15/23; Mülk, 67/2). Ruhun insana hayat verdiğine dair tek bir âyet-i kerime mevcut değildir. Kaldı ki, ruh insanda Allah'ın bir emanetidir. Allah Tealâ'nın insanı eşref-i mahlûkat kılması da, sadece ve sadece Allah'ın ona üfürdüğü ruh sebebiyledir. İnsandan başka hiç bir varlık, Allah'ın ruhunu bünyesinde taşıma yetkisinin sahibi değildir. (Secde, 32/9). Cevap. Aşağıda da arz edeceğimiz üzere, “Allah’ın ruhu” ifadesi İslam inancına aykırıdır. Çünkü, ruhun varlığı başka bir vücudu gerektirir. İnsan ve diğer bütün canlılarda ruh-cesed ikilisi 18 vardır. Ruh sahibi cin taifesinin “ateş”ten, melek taifesinin “nur”dan yaratıldığı Kur’an’la sabittir. Demek onlarda da ruhun dışında başka bir madde vardır. Allah’a ruh isnat edersek -ki ne bir ayette ne de sahih bir hadiste böyle bir şey söz konusu değildir- o takdirde Allah’a parçaları atfetmiş oluruz ki, bu özellik tamamen yaratılmışların özelliğidir. Bu konuyu bir sonraki konuda daha detaylı ele alcağız. İddia: "Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem'î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz."(Secde, 32/9) Cevap: Anlaşılan bu ifadelerin sahibi, insanların ruhunu Allah’ın ruhunun bir parçası kabul etmektedir. Delil olarak da Secde suresinin 9. ayetinde geçen “fîhi min rûhihî = ruhundan üfledi” ayetini göstermektedir. Evvela şunu söyleyelim ki, bu ayette ruhun Allah’a izafe edilmesi, teşrif / şereflendirmek içindir. Bu sebeple -mealen- “ruhumdan” ifadesi, “özel yarattığı o güzel insanî / sultanî ruh” demektir. Nasıl ki, bir insana verdiğimiz bir kalemi güzel ve özel bir hediye olduğunu göstermek için “şu kalemi size veriyorum” yerine “şu kalemimi size hediye ediyorum” demeyi tercih ederiz. Bunun gibi Allah da insana verdiği değeri belirtmek için “Ona /Adem’e ruh üfledim” yerine “Ruhumdan üfledim” ifadesini tercih buyurmuştur. “Kalemim” dediğim zaman onun benim bir parçam olduğu anlamına gelmediği gibi, ayetteki “ruhum” ifadesinden de ruhun -hâşa- “Allah’ın bir parçası” olduğunu da anlamamak gerekir. Eğer insandaki ruhu Allah’ın ruhundan alınmış olduğunu savunursak, bu takdirde “Onun hiç bir benzeri yoktur.”(Şura, 42/11) mealindeki ayete ters bir yola girmiş oluruz. Çünkü, bu takdirde insanda olan ruh, Allah’ın ruhunun bir parçası olduğuna göre, onun ruhu ile insan ruhu -sadece benzer değil- birbirinin aynısı olmuş olur. Kaldı ki, “(Meryem) onlarla (ailesi ile) kendi arasına bir perde çekmişti. Ona ruhumuzu (Cebrail’i) gönderdik. O da ona düzgün bir insan şeklinde göründü.”(Meryem, 19/17) mealindeki ayette de Hz. Cebrail “ruh” olarak değil, “ruhumuz” şeklinde ifade edilmiştir. Hangi akıl sahibi, Hz. Cebrail’in Allah’ın bir parçası olduğunu söyleyebilir!? Gerçek şudur ki, burada da Cebrail’e şeref bahşeden bir üslup kullanılmıştır. Kur’an’da “Beyt” kelimesi “Beytî / Benim evim” (Bakara,2/125; Hac, 22/26) ve “naket” kelimesi Naketellahi / Allah’ın devesi, (Şems,91/13) kelimeleri de Allah’a izafe edilmiştir. Bunlar da yalnız teşrif içindir. (bk. Alusî, Secde, 9. ayetin tefsiri) Yoksa “ev” ve “deve”nin Allah’ın bir parçası olduğunu iddia etmek gibi en büyük bidat bataklığına düşülür. İbnu’l-Cevzî, Beydavî ve Şevkanî de bu izafenin teşrif ve tekrim / şereflendirmek, onurlandırmak ve değer vermek için olduğunu belirtmiştir. (Zadu’l-mesîr,(Hicr, 29); Beydavî, Fethu’l-kadîr, Secde suresi, ilgili ayetin tefsiri) Ebu Hayan’a göre, Ruh’un Allah’a izafe edilmesi, mülkün malike, muhlukun Halık’a izafesidir. (el-Bahru’l-muhît, ilgili ayetin tefsiri) 19 Özetle, daha onlarca kaynak verebiliriz ki, hiç birinde “ruhumuz” ifadesini Allah’ın ruhu manasına anlamamıştır. Hepsi de bir şekilde “onun teşrifi, acip bir yaratık olduğuna” işaret etmek için Allah’a izafe edildiğini belirtmişlerdir. (bk. Nesefî, Maverdî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri) İddia: Ruhumuz Allah'tan gelmiştir ve mutlaka Allah'a geri dönecektir. Allah Tealâ bizlere emanet olarak verdiği ruhu, insandan başka hiç bir yaratılmışın üstlenmediğini de Kur'ân-ı Kerim'inde açıkça ifade etmektedir. "İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insân(insânu), innehu kâne zalûmen cehûlâ(cehûlen)." "Muhakkak ki Biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik (sunduk, teklif ettik). Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi. Muhakkak ki o (nefs), çok zalimdir, çok cahildir."(Ahzab, 33/72) Cevap: İnsanın bu emaneti (Allah’ı tanıma emaneti) yüklenmesi sadece ruhtan dolayı değil, aynı zamanda nebatî ve hayvanî yanlarıyla birlikte bir kompozisyon oluşturduğu içindir. Yoksa, meleklerde de ruh vardır, cinlerde de ruh vardır. Fakat bu kompleks fıtratları olmadığı için bir vahid-i kıyasî olamamışlardır. Kaldı ki, bu emaneti yüklenme özelliği sadece ruha ait olsa bile, bu ruhun Allah’ın ruhundan geldiği anlamına gelmez. Kur’an’da Allah’ın hayatından bahsedilir, fakat ruhundan hiçbir yerde bahsedilmemiştir. Eğer olsaydı, Hay ismi gibi ruhu ifade eden bir ismi de olurdu. İddia: Allah Tealâ emanet olarak verdiği ruhunu, biz bu dünya hayatını yaşarken geri istemektedir. "İnnallâhe ye'murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil adl(adli), innallâhe niımmâ yeızukum bih(bihî), innallâhe kâne semîan basîrâ(basîran)." "Muhakkak ki Allah, emanetleri sahibine teslim etmenizi ve insanlar arasında hakemlik yaptığınız zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Muhakkak ki Allah, onunla (bununla) size ne güzel öğüt veriyor. Ve muhakkak ki Allah, en iyi işiten ve en iyi görendir."(Nisa, 4/58). Kur'ân-ı Kerim'e göre bütün insanlık "İrciî" emrinin muhatabıdır. Cevap: Nisa suresinin 58. ayetinin meali şöyledir: “Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hüküm vermenizi emreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah semî ve basîrdir (sözlerinizi de, hükümlerinizi de hakkıyla işitir, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görür).” 20 Ayette geçen “Allah size emanetleri ehline vermenizi… emreder” mealindeki ifadesinden “Allah Tealâ emanet olarak verdiği ruhunu biz bu dünya hayatını yaşarken geri istemektedir.” yargısına varmak gerçekten akla ziyandır. İddia: "İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten)." "Rabbine dön (Allah'tan) razı olarak ve Allah'ın rızasını kazanmış olarak!"(Fecr, 89/28) Fecr Suresinin 28.âyet-i kerimesinde Allah Tealâ ruha seslenerek, "İrciî ilâ rabbiki; Rabbine geri dön." emrini vermektedir. Ölüm halinde ruhu Allah'a ulaştıracak olan vazifeli ölüm melekleri vardır. Kur'ân'ı Kerim intiharı yasak kıldığı cihetle, Allah Tealâ'nın insana "öl" emri vermesi de mümkün değildir. Her kim kendi eliyle hayatına son verirse onun gideceği yer cehennemdir. Buradaki "İrciî" emri ruhun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasını ihtiva etmektedir. Ruhun Allah'a geri dönüşü, kişinin Allah'a ulaşmayı dileyerek Allah'ın vazifeli kıldığı hidayetçiye tâbiiyetiyle başlayan ve yedi tane gök katı aşarak Allah'ın Zat'ına ulaşması ile gerçekleşen bir vetiredir. Cevap: İbn Abbas, İbn Mesud, Zeyd b. Harise ve Ubey b. Kâb gibi büyük sahabelere göre, ayette yer alan “Ey nefs-i mutmaine, rabbine dön” emri yeniden dirilişten sonra, ruhların cesetlerin içine girmeleri için yapılan bir çağrıdır.”(bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri). İmam Maverdî, “Nefs-i mutmainne!” kavramı hakkında yedi görüş beyan edildiğini ifade etmiştir. İbn Abbas’a gör, bundan maksat “mümin nefis”, Mücahid’de göre “icabet eden nefis”; Katade’ye göre “Allah’ın vaadine hakkıyla inanan nefis”; Ubey b. Kâb’a göre, “Emin olan nefis”; Mukatil’e göre, “Razı olan nefis”, bazı işaret ehline göre, “dünya ile tatmin olan nefis”, Hasan-ı Basri’ye göre, “Allah ile itminana kavuşan nefis” demektir. (Maverdî, ilgili ayetin tefsiri). “Rrabbine dön” çağrısı da üç şekilde yorumlanmıştır. İbn Abbas’a göre bu çağrı, “kıyamet günü ruhların cesetlerin içine girmeleri için yapılan bir çağrıdır”. Ebu Salih’e göre bu çağrı, “Ey nefs-i mutmainne, dünyadaki ölüm anında Rabbine dön” manasına gelir. Diğer bazı alimlere göre bu çağrı, “Ey nefs-i mutmainne, artık Rabbinin senin için hazırladığı ahiretteki mükâfata dön” manasına gelir.(a.g.e,). İddia: Dînin yegâne kaynağı Kur'ân-ı Kerim'e göre dünya hayatını yaşarken ruhun Allah'a ulaşması farzdır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de; "Ölmeden evvel ölünüz." hadîs-i şerifiyle ruhun Allah'a ulaşmasının farziyetini dile getirmiştir. 14 asır evvel bütün sahâbe bu emri yerine getirerek hidayete ulaşmışlardır (Zumer-17,18). Cevap: Bir önceki açıklamada belirtildiği üzere, tefsir kaynaklarında “Rabbine dön!” çağrısını “dünya hayatını yaşarken ruhun Allah'a ulaşması...” manasında değerlendiren hiçbir tefsirci yoktur. Zaten bunu aklen anlamak da mümkün değildir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, eğer bundan maksat Allah’ı tanıma şerefine nail olmak ise, bu hususu zaten her mümin için -derecesine göre- söz konusudur. Eğer bundan maksat yaşarken Allah’ın katına çıkmak ise, bu takdirde her müminin her gün gerçek bir miraç 21 yaşaması gerekir. İslam inancına göre, Hz. Muhammed (a.s.m)’den başka böyle bir miraca çıkan kimse olmamıştır. Bir de diyelim ki, soruda söz konusu olan makale sahibi böyle bir miraca çıksın. Kur’an’da farz olduğu iddia edilen böyle yükselme, bir yücelme -Hz. Peygamber (asv)'den başka- sadece bir kişiye mi mahsus kalmış? Bu takdirde Hz. Ebu Bekir (r.a)’den tutun ta bu güne kadar gelmiş, geçmiş bütün alimler, veliler, şehitler ve diğer salihlerin hepsi de günahların deryasında yüzmüşlerdir. Çünkü, bunlardan hiçbiri “Dînin yegâne kaynağı Kur'ân-ı Kerim'e göre dünya hayatını yaşarken ruhun Allah'a ulaşması farzdır.” demediği gibi, kendisinin böyle bir yüce mertebeye ulaştığını da söylememiştir. Bundan da anlaşılıyor ki, bu iddia tamamen indî bir vesvesenin ürünüdür. Bunu iddia eden kişinin bilerek yalan uydurduğunu söylemiyoruz, hüsnüzan ediyoruz. Dediğimiz şudur ki; bu kişi böyle bir vesveseye maruz kalmış, bu telkinî doğru sanmış ve bu sebeple de bu kuruntunun esiri olmuştur. İddia: "Vellezînectenebût tâgûte en ya'budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi)." "Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah'a yöneldiler (Allah'a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!" "Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi)." "Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah'ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl'elbabtır (daimî zikrin sahipleri)."(Zümer, 39/17, 18) Cevap: İlgili ayetlerin doğru mealleri şöyledir: “Tağuta ibadet etmekten kaçınıp gönülden Allah’a yönelenlere müjdeler var! O halde sözü dinleyip sonra da en güzelini tatbik eden kullarımı müjdele! İşte onlardır Allah’ın hidâyetine mazhar olanlar ve işte onlardır akl-ı selim sahibi olanlar.i”(Zümer, 39/17-18). Görüldüğü gibi, bu ayetlerde var olduğu iddia edilen “Allah’a ulaşmak” diye bir şey söz konusu değildir. Ayette bu konudaki anahtar kelime “ENABÛ ” fiilidir. İddia sahibinin de meal verirken bu kelimeye “Allah’a yöneldiler” mealini vermesi doğru bir tespittir. Ancak kendi düşüncesini dayatmak için “parantez içerisinde gösterdiği “Allah’a ulaşmayı istediler” ilavesi indî ve keyfî bir yorumdur. Çünkü, ayette yer alan “ENABÛ” fiilî “NEVB” kökünden geliyor ve “bir yere tekrar, tekrar dönmek, yönelmek manasına geliyor. “Enabe ilellah” ise, -tövbe etmek ve halis amel yapmak suretiyle Allah’a dönmek, O’na yönelmek” manasına gelir.(bk. Rağıb, “N-V-B” maddesi). Demek ki, inabe, yaşarken -hâşâ- bir şekilde bizzat Allah’a ulaşmak değil, amel yaparak, tövbe ederek, Allah’ın emirlerine boyun eğerek samimî kul olmak manasına gelir. 22 Nitekim ayette hidayete ermiş olanlar -maddî bir ulaşım yolu bulanlar olarak değil-, “sözü dinleyip sonra da en güzelini tatbik eden kullar” olarak vasıflandırılmıştır. Demek ki, hidayet tamamen manevî bir kavramdır, sırat-ı müstakîmi ifade eder. Sırat-ı müstakîm ise, Allah’ın kendilerine iman, istikamet nimetini verdiği nebîler, sıddîkler, şehitler ve salihlerin yolu olduğu Nisa suresinin 68-69. ayetlerinde açıkça ifade edilmiştir. Bu büyüklerden hiç kimse, Allah’a kavuşmak için “kulluk etme” dışında bir ulaşım yolunu bulduğunu iddia etmemiştir. İddia: Bütün bu âyet-i kerimelerden de anlaşılıyor ki; "İrciî" emri bir ölüm emri değildir. Cevap: Daha önce detaylı bir şekilde açıklandığı gibi, bu ayet-i kerimelerden hiçbirinde "İrciî" emrinin bir ölüm emri olmadığı anlaşılmıştır. Yaşarken bir yolunu bulup Allah’a kavuşma emri olduğuna delalet eden en ufak bir sözcük bile söz konusu değildir. İddia: Ne yazık ki Peygamber Efendimiz (S.A.V)'den on dört asır sonra bugün İslâm katledilmiş, ruhun Allah'a ulaşma farziyeti yok edilmiştir. Sevgili kardeşlerimiz! Dünya hayatında ruhun Allah'a ulaşması yoktur, iddiası, dînimize sonradan girmiş bir büyük hurafedir. İblisin insanlığa bir büyük tuzağıdır. Cevap: Daha önce de ifade edildiği gibi, eğer bu ifadelerle “ruh’un Allah’ı tanıyarak, ona kulluk ederek, onu sevip sayarak, manevî ubudiyet irtibatıyla irtibat kurmak” kast ediliyorsa, bu gerçek on dört asırdan beri Müslümanların anladığı ve kabul ettiği bir hakikattir. Yok eğer maksat, bunları dışında ruhun ulaşımından söz ediliyorsa, bu yeni çıkma hurafe ne bu gün ne de on dört asır önce İslam düşüncesinde yer almıştır. İddia: Allahû Tealâ'nın Şûrâ suresinin 13., R'ad suresinin 21., Bakara suresinin 120. ve Al-i İmran suresinin 73. âyet-i kerimelerinde Allah Tealâ'nın ne dediğine dikkatlice bakalım! "... Allah dilediğini Kendisine seçer. Ve seçtiklerinden kim Allah'a ulaşmayı dilerse, onları Kendisine ulaştırır." Cevap: İlgili ayetin meali şöyledir: “O, ‘Dini doğru anlayıp hükümlerini uygulayın ve o hususta tefrikaya düşmeyin!’ diye, din esasları olarak Nuh’a emrettiğini, hem sana vahyettiğimizi, keza İbrâhim’e, Mûsâ’ya, Îsâ’ya emrettiğimizi sizin için de din kıldı. Senin insanları dâvet ettiğin esaslar, müşriklere çok ağır gelmektedir. Halbuki Allah dilediği kullarını bu din için seçer ve gönülden Kendine yöneleni hidayete erdirir / doğru yola iletir.”(Şura, 42/13). Ayetin tamamının mealine bakınca konunun, “Dini doğru anlayıp hükümlerini uygulamanın” ifade edildiği anlaşılacaktır. 23 İddia: "... Onlar, Allah'ın Kendisine ulaştırmasını istedikleri şeyi, O'na ulaştırırlar."(Rad, 13/21) Cevap: Bu ayetin meali şöyledir: “Allah’ın ulaştırılmasını / gözetilmesini emrettiği şeyleri ulaştırırlar/gözetirler. Rab’lerinden çekinir ve pek çetin bir hesaptan endişe ederler.”(Rad, 13/21). Bu ayette “gözetilmesi” olarak tercüme edilen kelime “Vesale” fiilinin müzari kalıbıdır; vuslat, ulaşmak manasına gelir. Meallerdeki “gözetilme” ifadesi bu kelimenin Türkçe’de iyi anlaşılmasını sağladığı için tercih edilmiştir. Çünkü, buradaki “ulaştırılması" emredilen şeyden maksat, ilahî emrin konusu olan şeyin yerine getirilmesidir ve o emrin hakkının gözetilmesidir. İddiacının ilave olarak eklediği (Allah’ın) “kendisine” (ulaştırmasını..) sözcüğü ayette yoktur. İlgili fiil meçhul kalıbıdır: “en-Yûsale” şeklinde gelmiştir. Ayetteki konumu itibariyle “yerine ulaştırılması istenen şey” demektir ki Allah ile bir ilgisi yoktur. İddia: 2/Bakara-120: ...Muhakkak ki Allah'a ulaşmak (Allah'ın kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir... Cevap: Bakar suresinin 120. ayetinde “Allah’a ulaşmak.. “diye bir şey söz konusu değildir. İlgili ayetin meali şöyledir: “Ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar, sen onların dinlerine tâbi olmadıkça asla senden razı olmazlar. Sen de ki: “Allah’ın hidâyet yolu olan İslâm, hidayet/doğru yolun ta kendisidir.” İddia: 3/Ali İmran-73: ... Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah'a ulaşmasıdır.)... Cevap: Bu ayette de dikkatlerini çeken cümle “Allah’ın hidâyet yolu olan İslâm, hidayet / doğru yolun ta kendisidir.” mealindeki cümledir. Bu her iki ayette de yer alan anahtar kelime “Huda”dır ki, hidayet, rehberlik, yol gösterici gibi manalarına gelir. Söz konusu cümle “Asıl hüda Allah’ın hüdasıdır / asıl hidayet Allah’ın hidayetidir / asıl rehberlik Allah’ın rehberliğidir / asıl doğru yol Allah’ın gösterdiği yoldur.” manasına gelir. Şayet hidayeti "ulaşma" olarak tercüme etsek bile, yine de iddiacının nereye varacağı belli olmayan meçhul bir manaya yorumladığı gibi değildir. Bilakis şöyle tercüme edilebilir: 24 “Muhakkak ki hidayet /doğru yol Allah’ın yoludur / Allah’ın rızasına ulaştıran yoldur.” İddia: Acaba Allah'ın Kendisine ulaştırılmasını istediği şey nedir? O Allah ki, en sevgili mahlûkunu sadece ve sadece Kendi Zat'ına davet etmektedir. Ve O Allah ki Kur'ân-ı Kerim'inde "Her şey aslına rücû eder." buyurmaktadır. Cevap: Allah ile kulları arasında “yaratan-yaratılan, Mabud-âbid, Rezzak-rızıklanan” gibi bağlardır. Yoksa “ASIL-FER” ilişkisi değildir. İhlas suresi baştan sona Allah’ı bir şeyin aslı, herhangi bir mahluku O’nun bir parçası gibi görenlerin bu görüşlerini reddetmeyi öngörmektedir. Bu sebeple, “Her şey aslına rücû eder." ifadesini, insanların Allah’ın bir parçası olduğuna delil getirmek çirkin bir saçmalıktır. İddia: Ne buyuruyordu 13. asrın müceddidi Said-i Nursi Hazretleri? Toplatılan ve gizlenen Tılsımlar mecmuası adlı eserinde buyuruyordu ki: "Fâniyim fâni olanı istemem Acizim aciz olanı istemem Ruhumu Rahmân'a teslim eyledim Gayrısını istemem." (Tls:93) Cevap: İslam teslimiyeti gerektirir. Allah’a iman eden ona güvenir, ona güvenen tevekkül eder, ona tevekkül eden kendisine teslim olur. Bu teslimiyet, beden veya ruh cevherinin bir şekilde yolunu bulup kendini Allah’ın katına çıkarıp ona bizzat telsim olmak manasına asla gelmez. Bu teslimiyet, tahkîkî imanın, takvalı İslam’ın, samimî kulluğun manevî bir tezahürüdür. Bu ifadelerin sahibi olan Bediüzzaman'ın eserlerine şöyle bir göz gezdiren kimse, şu sözleri bulacaktır: "Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı İmân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz."(Sözler, On Üçüncü Söz) "Ve o tâlim ve tâlimât ise (başta namaz) ibâdettir. O iki nefer ise, biri ferâiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebâiri terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücâhede eden müttakî Müslümandır. Diğeri, Rezzâk-ı Hakikiyi ittiham etmek derecesinde derd-i maîşete dalıp, ferâizi terk ve maîşet yolunda rast gelen günahları işleyen fâsık-ı hasîrdir. Ve o harb ise; nefis ve hevâ, cin ve ins şeytanlarına karşı mücâhede edip günahlardan ve ahlâk-ı rezîleden, kalb ve ruhunu, helâket-i ebediyeden kurtarmaktır." (Sözler, Beşinciz Söz) "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." (Al-i İmrân, 3/31) âyet-i azîmesi, ittibâ-ı sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat'î bir surette ilân ediyor. Evet, şu âyet-i kerime, kıyâsât-ı mantıkıye içinde, kıyas-ı istisnâî kısmının en kuvvetli ve kat'î bir kıyasıdır. Şöyle ki:" 25 "Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnâî misali olarak deniliyor: "Eğer güneş çıksa gündüz olacak." Müsbet netice için denilir: "Güneş çıktı. Öyleyse netice veriyor ki, şimdi gündüzdür." Menfi netice için deniliyor: "Gündüz yok. Öyleyse netice veriyor ki, güneş çıkmamış." Mantıkça, bu müsbet ve menfi iki netice katîdirler." "Aynen böyle de, şu âyet-i kerime der ki: Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa, Habibullaha ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah'a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habibullahın Sünnet-i Seniyyesine ittibâı intaç eder." "Evet, Cenâb-ı Hakka İmân eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur." (Lem'alar, On Birinci Lem'a) Ayrıca, bu ifadeler iddia edildiği gibi saklı değildir. Sözler isimli kitabın, 17. Söz'ünde ve 26. Söz'ün Hatime'sinde de geçmketedir. İddia: Öyleyse sizlere sormaz mıyız ki; Ruh hayat veriyor olsaydı eğer; "Beddiüzzaman, ölmeden evvel ruhunu Rahmân'a teslim edebilir miydi?" sevgili kardeşlerimiz? Peki ya; Zübdetül Hakayık kitabında, Aynül Küzâti Hemadanî'nin, "Eğer mezhebi bir kişiyi Hakk'a ulaştırmıyorsa, o kişi Müslüman değildir. Ben beni Hakk'a götürmeyen mezhebi ateşe verir yakarım. Benim arzum ne dîndir, ne de mezheb, ben senin yolunu, seni istiyorum." sözleri size bir şeyler söylemiyor mu? Cevap: Bunu söyleyen kimse şunu kastediyor: Din, Allah’a götüren bir yol olduğu için önemlidir. Allah’ın marifetine ulaşmak, onun rızasını tahsil etmek için din ve mezhep önemlidir. Şayet insanı Allah’a ulaştırmayan bir din söz konusu ise, ben öyle bir dinde yokum, demek istiyor. Yoksa, eğer din olmadan da bir şekilde insanı Allah’a ulaştıran, yani onun rızasını kazandıran bir yol olduğu düşünen kimsenin imanını yenilemesi gerekir. “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki bu din asla ondan kabul edilmeyecek Ve o âhirette ziyan edenlerden olacaktır.”(Ali İman, 3/85) mealindeki ayetin ifadesi bu konuda çok açıktır. İddia: Peki ya Lâ mekâna kavm olan Yunus? Yunus nasıl teslim etti ruhunu Allah'a; ne diyorsunuz? Cevap: “Peki ya Lâ mekâna kavm olan Yunus” tan kastedilen Allah’ın kavmi ise yanlıştır. Eğer maksat Yunus’ın kavmi ise, yine yanlıştır. Çünkü onların mekânı NİNOVA’dır. Kur’an bize Yunus kavminin bir yolunu bulup kendisine ulaştığını söylemiyor; iman ettikleri için azaptan kurtulduklarını bildiriyor.(Yunus,10/98). Yunus, bütün sebeplerin bir şeye yaramadığını görüp hakikî tevhit inancının bir gereği olarak 26 vahidiyet içinde sırr-ı ahadiyeti hakka’l-yakîn derecede gördüğü için duası bir anda kabul olup o ölümcül tehlikeden kurtarılmıştır. Bunun yeni bir icat ile bidatkâr bir kavram olan “ruhun cevheri ile Allah’a ulaşmak” la ne alakası vardır? Öyle anlaşılıyor ki, bu iddialar sahibi, Mehdiliğe soyunmuş olduğundan Kur’an’da yer alan “Hidayet” kavramını da kendisiyle ilgili olduğunu savunmaktadır. Kendisini Mehdi olarak tanımayanları “Hidayet”i inkâr etmekle suçlama talisizliğine düşmektedir. Çünkü, gerçek anlamda hidayeti gizleyen veya inkâr eden kimse yoktur. Hidayet Kur’an yoludur. Müslüman bir ilim adamının hidayeti gizlemesi söz konusu olabilir mi? Demek ki bu iddiaları seslendiren kişi, hidayeti gizlemelerinden değil, güya kendi mehdiyetini gizlemelerinden ötürü hocaları şikayet etmektedir. İlave bilgi için tıklayınız: Bakara Suresi 2. ayeti neden "Huden li'l-muttekîn" "Takva sahipleri için tarifsiz bir hidayettir." diye biter? Muttakiler için hidayet sözünün anlamı nedir? Allah her an her yerde hazırdır ve bize şah damarımızdan daha yakındır. O halde Kur’an’da “Allaha döndürüleceksiniz” gibi ayetlerde geçen “rücu”, yani “Allah’a dönme” ne demektir? "Ölmeden önce ölünüz!" hadis-i şerifi nasıl anlaşılmalıdır? “Ruhumuzu Allah’a ulaştırmayı dilemeyen, ölümü isteyip de bir an önce ahirete gitmek istemeyen cennete giremez” sözü doğru mudur? Hidayet Allah'tandır, sözü nasıl anlaşılmalıdır? 27 Ülkemizin kalkınması için yerli mallarını mı tercih etmeliyiz? Bu durum yabancı ülkelerle dostluk bağlarımızı koparıp ırkçılık yapmamız anlamına gelir mi? Bu konu bir uzmanlık işidir. Yerli malı kullanmak elbette çok önemlidir. Fakat, dünyanın özellikle ekonomi alanında âdeta bir tek ülke haline geldiği günümüzde, milliyetçilik yaparak yerli mala endeksli bir ekonomi politikasını sürdürmek menfaat yerine, zarar getirir. Sizin de işaret ettiğiniz gibi, yerli mala bağlı bir politika izlememiz, içine kapanmış, her an kısa devre yapabilen kapalı devre bir sisteme geçmek anlamına gelebilir. Önemli olan, milletimizin menfaatini ön planda tutmak ise, bunun meşru yolu ne ise onu kullanmak gerekir. Bildiğimiz kadarıyla bu gün ekonomistlerin büyük çoğunluğu, dışa açık bir ekonomik politikanın izlenmesinin gereğine işaret ediyorlar. Bizim de kanaatimize göre, yerli malı kullanmayı kolaylaştıracak olan yerli mal üretmeye, yerli pazarlar açmaya, yerli sanayi kurmaya çok önem vermemiz gerekir. Ancak, günümüzde kapalı ekonomiye prim vermek anlamına gelen ölçüsüz, faydasız, zararlı bir şekilde millilik yapmak suretiyle millete zarar vermek, milliyetçilik anlayışıyla da bağdaşmaz. Yeryüzünün Allah’ın mülkü olduğunu düşünerek, uygun olan her yere gidip rızkı aramak, uygun olan her yerden mal almak, uygun olan her yere mal satmak İslam’ın da kabul ettiği, hatta teşvik ettiği bir husustur. “Namaz tamamlanınca yeryüzüne yayılın, işinize gücünüze gidin, Allah'ın lütfundan nasibinizi arayın. Felaha ermenizi ümid ederek Allah'ı çok zikrediniz.” (Cuma, 62/10) “...Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyi işler yapanlar, mutlaka iyilik bulurlar. Allah'ın arzı / yeryüzü geniştir...” (Zümer, 39/10) Özel haller elbette istisna teşkil edecektir. 28 Kur’an’da “müşriklerin çoğu fasıktır” (Tevbe, 9/8) ifadesi geçiyor. Buna göre, fasık olmayan müşrik mi var? Şirkin kendisi bir fasıklık değil midir? Bu konuda farklı görüşler vardır. Benzer ve farklı görüşleri birkaç madde halinde özetleyerek takdim etmeye çalışacağız. Önce ilgili ayetin mealini vermenin -konunun anlaşılmasına katkı sağlaması bakımından- faydalı olacağını düşünüyoruz: “Onların / o müşriklerin nasıl ahitleri olabilir ki, eğer size galip gelecek olurlarsa sizin hakkınızda ne ahit, ne yemin, ne hukuk, hiç bir şey gözetmezler. Ağızlarıyla güya sizin gönlünüzü alırlar, kalpleri ise -sizdennefret duyup kaçınır. Çünkü onların ekserisi / çoğu fâsıktır.”(Tevbe, 9/8). a. Önce “FISK” kavramının anlamına işaret edelim: “FISK” kelimesinin lügat anlamı; bir yerden çıkmak, sıyrılmaktır. Arapça’da “Feseka’r-rutebu” ifadesi, “hurma kabuğundan çıktı / sıyrıldı” manasına gelir. Fare, -ininden sıyrılıp insanların yanına çıktığı- için “Fuveysik = fasıkcık” unvanı kullanılır. Terim olarak, hak yoldan çıkmak, Allah’ın emrinden çıkmak, isyan etmek, zulüm yapmak manasına gelir. Kehf suresinin 50. ayetinde, şeytanın Allah’ın emrinden çıkması “feseka an emri rabbih = Rabbinin emrinin dışına çıktı” şeklinde ifade edilmiştir. Fasık insan; hayır yolundan, doğru yoldan, hak yoldan, iyi yoldan ayrılan kimse demektir.(bk. el-Kamusu’l-Muhît, Lisanu’l-Arab, “FSK” maddesi). b. “Onların çoğu fasık kimselerdir” mealindeki ifadede maksat, onların çoğu hak dini kabul etmediği gibi, insan olarak da herhangi bir insanî değere saygıları da yoktur. Bazı inkârcılar var ki, hak dine karşı olmakla beraber, sözlerinde durur, sözleşmelerine sadık kalır, insanlık şereflerini korumaya çalışır, düşmanları da olsa haklı mazeretlerini kabul eder, kötü insan olarak anılmaktan utanırlar. Bu müşriklerin çoğu, bu tür insanî meziyetlerden de mahrumdur. Ne onları yalan söylemekten alı koyan bir onurları, ne de yaptıkları sözleşmelerine bağlı kalmalarını sağlayan bir haysiyetleri vardır.(bk. Zemahşerî, Beydavî, Nesefî, Alusî, ilgili ayetin tefsiri). c. Buradaki “fasıklık”tan maksat dinden çıkma, inkârcı olmak değildir. Çünkü bu, bütün inkarcıların ortak özelliğidir. Buradaki fasıklıktan maksat, örfî olan fasıklıktır. Yani bunların çoğu dine sadık kalmadığı gibi, toplumdaki örf-âdetlere de bağlı kalmazlar. Bunlar dinî hayatın prensiplerinin dışına çıktıkları gibi, insanlık camiasında toplumsal hayatın değerlerinin de dışına çıkmışlardır. Ne dinî hassasiyet açısından, ne de insanî onur bakımından bir meziyetleri vardır. Bunlar -bu yüzden- hem din hem de insanlık suçunu işlemiş ahlaksız kimselerdir.(bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri). “Onların çoğu fasık kimselerdir” mealindeki ifade iki yönden değerlendirilebilir: Birincisi: Buradaki fasıklar, özellikle “anlaşma / sözleşmeleri bozmak manasında, verdikleri sözlerinin dışına çıkmak suretiyle fasık oldukları manasına gelir. Bütün müşrikler şirkten dolayı fasık olmakla beraber, bunların çoğu anlaşmalara bağlı kalmamakla ayrıcalıklı fasık olmuşlardır. İkincisi: Bütün müşriklerin bağlı bulunduğu dinleri fasıklık ise de, bazıları kendi dinlerinin bazı insanî örf-âdetlerine da bağlı kalmamakla ayrıca fasık olmuşlardır. Bu çoğunluk, âdeta hem -İslam dini gibi- hak bir dinin, hem de -kendilerinin edindiği şirk gibi- batıl bir dinin fasıklarıdır.(bk. Maverdî, Razî, ilgili ayetin tefsiri). d. İbn Abbas’a göre de bu ayette yer alan fasıklardan maksat (dinden çıkanlar değil), doğruluktan çıkan ve sözleşmelerini bozanlardır. Demek ki, şirkte kaldıkları için hepsi 29 fasıktır. Fakat çoğu bu fasıklığın yanında bir de yalancı ve bozgunculuktan da sabıkalı olan fasıklardır.(bk. İbn’l-Cevzî-Zadu’l-Mesîr, Semarkandî, ilgili ayetin tefsiri). e. Yine rivayet edildiğine göre, İbn Abbas başta olmak üzere bazı alimlere göre, ayette meal olarak yer alan “bunların çoğu fasıklardır” ifadesi, daha sonra tövbe edip Müslüman olanları bu hükmün dışında tutmaya yönelik olabilir.(bk. Razî, İbn Atiye, ilgili ayetin tefsiri). f. Bazı alimlere göre, buradaki fasıklardan maksat, Müslümanları hoşnut etmek için dilleriyle onları razı edecek sözler söyledikleri halde, fiilleriyle bu sözlerini yalanlayan kimselerdir. Dilleriyle söyledikleri sözlerinden çıkmaları, bir fasıklıktır. Bu tür sözleri ve fiilleri ayrı olanlar, çoğunluğu oluşturanlardır. Çok az bir kısmı -korkudan veya başka sebepten dolayısarf ettikleri sözlerine bağlı kalıyor veya fasıklıktan çıkıp gerçekten iman ediyorlardı. Ayrıca, fasıklık yapan genellikle gücü elinde tutan kesimdir ki, bunlar müşriklerin çoğunluğunu teşkil ediyordu. Bu güçlü çoğunluk fasık olunca, zayıf azınlık da bunlara uymak zorunda kalıyordu. Bu sebeple ayette özellikle fasıklığın harcını koyan, güçlü olan elit tabakaya dikkat çekilmiştir.(bk. Bukaî, Seyyid Tantavî, ilgili ayetin tefsiri)... 30 Namazda tekbir getirirken "Allah" lafzındaki "A" harfini ve Ekber kelimesindeki "B" harfini uzatmak namazı bozar mı? Kıraat sırasında okunan ayetlere yanlışlıkla bir kelime ilâve etmek, yahut okunan ayetlerden bir kelime veya bir harf eksiltmek, yahut bir kelime veya harfi öne almak yahut sonraya bırakmak yahut başka bir kelime vaya harfe çevirerek okumakla mana bozulmuyorsa, namaz da bozulmaz. Fakat ilave edilen kelime, Kur’an’da bulunmakla birlikte, manayı küfrü gerektirecek şekilde değiştirirse, namazı bozar. Ekber yerine “ekbâr” veya Allah yerine “Âllah” şeklinde uzatarak okumak mânâyı bozacağı için bununla namaza başlanmış olmaz. Allahu Ekber lafzında dikkat edilecek husus "A" harfiinin uzatılarak "AAA" şeklinde okunursa namaz bozulur. Bunun sebebi de; "Allahu ekber" sözü , "Allah en büyüktür" anlamına geldiği halde bu söz "Aaallahu ekber" şeklinde okunduğu takdirde anlam "Allah gerçekten büyük müdür?" şekline dönüşmektedir. B harfinin uzatılması da anlamı bozduğu için namazı bozar. Çünkü ekbãr diye uzatıldığında büyük lafzı yerine "davul" manasına gelecek bir anlam ortaya çıkar. Bir elifin ziyadesiyle B harfini uzatmak, “Allahu Ekbeeer / Ekbaaar” demek ifitah tekbirinin yerine gelmesine engeldir. Namaz içerisinde böyle bir okuyuş -sahih olan görüşe göre- namazın bozulmasına sebeptir. Bu görüş esastır. Muhammed İbni Mukatil’e göre, eğer kişi med ile medsizliği (bir harfi çekme ile çekmeme) arasındaki farkı anlamıyorsa bir şey olmaz.(bk. Ö Nasuhî Bilmen, Büyük İslam İlmihali, İftitah tekbiri konusu, s.125). İbn Abidîn, el-Cezerî gibi alimlerin de bildirdiğine göre, Hanefî mezhebinde, iftitah tekbirinin sıhhat şartlarından biri de “Ekber” lafzındaki “B” harfini uzatmamaktır. Eğer birisi “Ekbaar” veya “İkbaar” dese tekbiri yerine gelmiş olmaz, namaz içinde söylese namazı bozulur.(bk. Reddu’l-Muhtar, 1/453; el-Cezarî, el-Fıkhu ala’l-meazhibi’l-arbaa, 1/223). Malikî mezhebi dışındaki üç mezhebe göre, “B” harfini uzatarak “Ekbaar” diyenin namazı sahih olmaz.(bk. el-Cezarî, a.g.e, 1/225). Buna göre, bu işin tek çaresi namaz kıldığımız zaman imam olacağı belli olan kimselere gizlice bu telaffuzun doğru olmadığını hatırlatmak ve verdiğimiz kaynaklarda bununla namazın bozulacağını seslendirmektir. Şayet böyle bir tekaffuz olduysa, arkasında namaza durmamak gerekir. Çünkü namazı sahih olmayan birinin arkasında namaza durmak da doğru değildir. “Ekbaar” kelimesi “KBR” kelimesinin çoğulu olup “Davul”, "hayız / aybaşı" veya "şeytan" manasına gelir.(bk. İbn Abıdîn, a.g.y). Bazılarına göre, “Ekbaar” davul, “İkbaar” ise hayız manasına gelir.(el-Cezerî, a.g.y). 31 Bu yaratılış sistemi neden? İnsanların yaratılıp imtihana tabi tutulmasının nedeni nedir? Kâinatın ve insanların yaratılmasındaki hikmetlerin %99’u Allah’a bakar. Allah, isim ve sıfatlarının tecellilerini görmek ve göstermek istediği için bu kâinatı yaratmıştır. Tabir caizse, kendi sonsuz maharetini uygulamaya koymak için, canlı, yarı canlı, cansız, melek, cin, ruhanî ve insanoğlu gibi milyarlarca varlık türlerini, ilim, kudret, merhamet, hikmet gibi yüzlerce isim ve sıfatlarının değişik tecellilerini, farklı tezahürlerini bu harika sanat estetiklerine yansıtmıştır. Bu tecellilerin önemli bir kısmı ise, hâkimiyet-i mutlaka mertebesindeki rububiyetiyle alakalıdır. Hâkimiyet; infirad, istiklal ve men-i müşarekeyi / ortaklığı kabul etmemeyi esas alır. Görmek ve göstermek istediği en önemli husus bu vahdaniyet ve birliğin görülmesidir. Bunun Allah’ın nezd-i uluhiyetinde ne kadar önemli olduğunu “Şu muhakkak ki Allah Kendisine şirk koşulmasını affetmez, ama bunun altındaki diğer günahları dilediği kimse hakkında affeder. Kim Allah’a ortak icad ederse müthiş bir iftira etmiş, çok büyük bir günah işlemiştir.”(Nisa, 4/48) mealindeki ayetten de açıkça anlamak mümkündür. Rububiyetin en açık iki özelliği vardır. Bunlardan biri, hâkimiyeti kabul edip itaat edenlere mükâfat vermek, bu hâkimiyeti kabul etmeyip isyan edenlere ceza vermek. Böylece hâkimiyetin inayet ve merhamet cenahını -itaat edenlere- mükâfatla, haysiyet ve izzet cenahını da isyan eden terbiyesiz eşkıyaları cezalandırmakla gösterir. Fatiha suresinde, “Rabbi’l-âlemîn” sıfatından sonra, Rezzak manasına gelen “Rahman” isminin zikredilmesi, rububiyetin inayet, merhamet, ihsan, ikram kısmını, Ğaffar manasına gelen “Rahîm” isminin zikredilmesi ise, zarardan korumak, cezadan affetmek kısmını ifade etmek içindir. Yani Allah’ın kullarına menfaat sağlaması ve onları zararlardan koruması onun mutlak hâkimiyetinin bir gereği ve mutlak rububiyetinin bir lazımıdır. Madem Allah, kullarını kötülükten korumak ister, buna rağmen kötülüğe kalkışan, Ona isyan edenlere bu koruma zırhını kaldırması ve gereken cezayı vermesi bu hakimiyet ve rububiyetin haysiyetini, izzet ve azametinin bir gereğidir ve mutlak adaletinin bir yansımasıdır. Bu iki vasıftan sonra gelen “Maliki yevmiddin = Din / ceza ve mükâfat günün sahibi / hâkimi, yegâne yetkilisi” isminin zikredilmesi, Rahman ve Rahîm sıfatlarının bir nevi açıklanmış özeti gibidir. Ayrıca kâinatta en mükemmel, en güzel kıvamda , yeryüzü halifesi olarak yarattığı, maddîmanevî pek çok donanımlarla donattığı insanoğlunun fıtratındaki kabiliyet ve istidatlarının inkişaf etmesi için, imtihan ateşiyle teste tabi tutmuştur. Bir madene ateş verilip içindeki elmas ile kömür, altın ile bakır ayrıştırıldığı gibi, Allah da insanlık madenindeki farklı cevherlerin, meziyet ve kabiliyetlerin ortaya çıkması için imtihan ateşine tabi tutmuştur. Hz. Muhammed (asv) ile Ebu Cehlin, Müseleme-i kezzab ile Ebu Bekir Sıddık (ra)'ın, Hz. Ömer ile As b.Vail’in, Hz. Ali ile Velid b. Muğire’nin aynı muameleye tabi tutulmasına hangi vicdan razı olur, hangi adalet ölçüsüne sığar? Allah’ın böyle bir şeye izin vermesi ne adaletinin, ne merhametinin, ne kereminin, ne de inayetinin şanına yakışır. İlave bilgi için tıklayınız: Yaratılışımız bizim tercihimiz olmamasına rağmen, bu dünyaya gönderilip imtihan olmamızın sebebi nedir? 32 Hz. Nuh (as) 950 sene yaşamasına rağmen, kavmi bu kadar açık bir mucizeyi neden fark edemedi? Ön yargı fanatizminden ötürü hakikatleri göremediler. Ön yargıyla Hz. Nuh (as)’ı baştan deli, söylediklerini de deli saçması olarak görmeye çalıştılar. Bu ön yargı basiretlerini kapattı. Şimdi, bizim gerçekten deli olduğunu bildiğimiz bir adamın sözlerine vereceğimiz bir kıymet olur mu? İlk günde kıymet vermediğimiz gibi, sittîn sene sonraki sözlerine de aynı şekilde değer vermeyiz. Hz. Muhammed (a.s.m)’e şair, mecnun nazarıyla bakanların durumu ayni idi. Eğer bunlar Bedir'de ölmeseydi, hayatlarının sonuna kadar bunu böyle sürdürmeye devam edeceklerdi. Hatta denilebilir ki, zaman uzadıkça ön yargı hastalığı daha fazlalaşır. Bir de “Cennet adam istediği gibi, cehennem de adam ister.” gerçeği vardır. Ayrıca, dünyadaki din imtihanında esas olan insanların özgür iradelerine hitap etmektir. Akla kapı açmak, fakat onu zorunlu istikamete zorlamamaktır. Yoksa, Veliler ile deliler aynı seviyede kalır ve imtihan esprisi kaybolurdu. Bu gözle bakıldığında Hz. Nuh (as)’ın gösterdiği bazı mucizeler akıllarını zorlamıyordu, sadece bir “nur penceresi” açıyordu. Yarasa kuşu timsali olanların bu hakikat güneşinin ışığından rahatsız olduğu için küfrün karanlığını tercih ediyordu. Nitekim gemi gibi çok harika bir mucize sayılan bir sanat eserini ortaya koymaya çalışırken, yine yanına uğrayanlar bu işi deli saçması olarak görüyorlardı. İşin sonucunu görmeden inanmak istemiyorlardı. Hani şimdi de ateistler “gözümüzle görmediğimize inanmayız” derler ya, işte aynı şey onlar için de geçerlidir. 33 Analitik düşünce, tümevarım, tümdengelim, riyazi düşüncelerin anlamları nedir? Bunlardan hangileri daha önemlidir? Analitik düşünme; sorun çözme, kavramsal düşünme, çözüm bulmaya yönelik ve problem çözmeye yönelik düşünme anlamlarına gelmektedir. Tümevarım; bir bütünün parçalarından hareketle -o fertler için geçerli olan bir hükmü- bütün için de söz konusu olduğu yargısına varmaktır. Örneğin, insan kavramı bir bütündür. Bu bütünün fertleri için geçerli olan düşünme, konuşma, gülme özelliğinden hareketle “bütün insanlar düşünür, konuşur, güler” yargısına varmak bir “tümevarım”dır. Tümdengelim ise, tümevarımın aksine, bir bütünde / bir küllîde bulunan özelliklerden hareketle bunların bütün fertlerine de teşmil etmek manasına gelir. Örneğin, “Evren sonradan yaratılmış bir varlıktır; öyleyse Evrenin parçaları olan güneş, ay, yıldızlar, yerküresi de sonradan yaratılmıştır.” şeklideki istidlal metodu, tümdengelim bir metottur. Riyazî / matematiksel düşünme, insanların olaylara karşı sistematik ve hızlı yaklaşmasıdır. Eğer ortada bir sorun varsa muhakkak bir çözümü vardır, bu düşünce üzerine çözüm arayışı içerisine girmek matematiksel bir düşünce ürünüdür. Matematik sanıldığı gibi sayı ve rakamlardan ibaret değil, aynı zamanda matematik analiz, problem çözmeye yönelik, soyut düşünebilme yeteneğidir. Bütün bu metotların her birisi, kendi konumunda önem arz etmektedir. Diğer taraftan sanatkardan esere, eserden de sanatkara intikal etme metodunu da kullanmak mümkündür. Örneğin Mimar Sinan ve Süleymaniye, ikisi de birbirine delildir. Önce, Sinan’ın o yüksek dehasını, mimarlıktaki fevkalâde maharetini, sanat inceliklerine harikulâde vukufiyetini inceliyor ve onu bu yönüyle tanıdıktan sonra, “Elbette böyle bir ruhtan, şöyle bir eser çıkar,” diyerek Süleymaniye’yi gösteriyoruz. Burada müessirden esere, bir başka ifade ile sebepten neticeye bir istidlâl söz konusudur. İşte bu istidlale “bürhan-ı limmî” denilir. Yahut, önce Süleymaniye’yi bütün yönleriyle inceliyor, ondaki sanata hayran kalıyor ve sonunda şu hükme varıyoruz: “Böyle muhteşem bir eserin mimarı elbette büyük bir dahi, eşsiz bir sanatkârdır.” Bu defa eserden müessire, neticeden sebebe bir istidlâl söz konusu olmuştur. Bu istidlale ise “bürhan-ı innî” denilmektedir. Bir zâtın merhametinden, rikkatinden, şefkatinden, cömertliğinden söz ediyoruz ve “Böyle bir zât elbette fakirlere ve düşkünlere yardım elini uzatacaktır.” diyoruz. Burada da müessirden esere intikal etmiş oluyoruz. Öte yandan, bir gurup fakirin her gün beslendiklerine, barınma, giyecek ve yakacak gibi her türlü ihtiyaçlarının aksatılmadan yerine getirildiğine şahit oluyoruz. Ve “Bu yardımları yapan mutlaka çok merhametli ve şefkatli bir zâttır.” diye hükmediyoruz. Böylece, eserden müessire intikal etmiş oluyoruz. “Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlâle “bürhan-ı limmî” denildiği gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlâle de “bürhan-ı innî” denir. Bürhan-ı innî, şübhelerden daha sâlimdir.” (İşârât-ül İ’caz) Kur’ân-ı Kerim’de her iki istidlâlin de misâlleri vardır. Fâtiha Sûresi`nin hemen başında her iki delile de işaret edilmiştir. “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” buyrulmakla önce âlemlerin harika terbiyesi nazara verilmiş ve “bu terbiyeyi yapan zâtın her türlü hamde ve senaya lâyık olduğu” hükmü getirilmiştir. Burada eserden müessire istidlâl vardır. 34 Daha sonra Rahman ve Rahîm isimleri zikredilerek, Allah’ın “din gününün sahibi olduğu” nazara verilmiştir. “Mademki Allah, Rahman ve Rahim’dir, elbette din gününü getirecek ve bu rahmet ve inayetini ahirette de devam ettirecektir.” mânâsı ders verilmekle, müessirden esere, sebeplerden neticeye bir istidlâl yapılmıştır. Nur Külliyatından “Onuncu Söz'de” her iki istidlâlin çok misâlleri yer almıştır. Bu harika risalede, Allah’ın isimlerinden hareketle ahiretin varlığı ispat edilmektedir. Bu, bir bürhan-ı limmîdir. Meselâ, Hakîm isminden hareketle. “Mademki Allah Hakîm’dir, öyleyse ahiret vardır,” şeklinde bir hükme varılmıştır. Ancak iş bu kadarla bırakılmamış, Allah’ın Hakîm olduğunun delilleri zikredilerek “her şeyi hikmetle yapan, her icraatında nice faydalar, maslahatlar bulunan Cenâb-ı Hakk’ın o sonsuz hikmetinin, ahireti getirmemek gibi bir hikmetsizliğe müsaade etmeyeceği,” değişik açılardan izah edilmiştir. Böylece, önce âlemdeki hikmet cilvelerinden hareketle Allah’ın Hakîm olduğu ispat edilmiş (bürhan-ı innî), sonra Hakîm ismi ahiretin varlığına delil getirilmiştir (bürhan-ı limmi). Öte yandan, Dokuzuncu Söz’de “Şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar makul ve lâzım ve kat’î ise, haşrin sabahı da, Berzahın baharı da o kat’iyyettedir” buyrulmakla, bürhan-ı innî çok veciz bir şekilde aklın nazarına sunulmuştur. Geceden sonra sabahın, kıştan sonra baharın gelmesinden istidlâl edilerek dünyadan sonra ahiretin geleceği ispat edilmiştir. Burada da eserden müessire istidlâl vardır. Yani bu eserleri yapan zât, ahireti de getirebilir. Bu kısa açıklamadan sonra Üstadımızın şu mükemmel tespitine bakalım: “Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahiddir. Birincisi ikincisine bürhanı limmîdir; ikincisi birincisine bürhan-ı innîdir.” (Mektûbat) Birinciye bir açıklama olarak “ulûhiyet risâletsiz olamaz” hükmü getirilir. Yani, madem Allah vardır, öyleyse peygamber gönderecek ve insanlara kendini tanıtacak, onlara hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, kısacası, razı olduğu ve olmadığı şeyleri bildirecektir. Burada, ulûhiyet, risâlete delil getirilmiştir. Öte yandan, Peygamber Efendimizin (asm) güzel ahlâk üzere olması, kendisine emin denilmesi, elinde hiçbir beşerin güç yetiremeyeceği bin mucizenin zuhur etmesi de O’nun (asm) Allah Elçisi olduğuna delildir. Burada eserden müessire istidlâl söz konusudur. Nur Külliyatında hem bürhan-ı limmî hem de bürhan-ı innî için de birçok misâl verilmekle birlikte şu noktaya, özellikle, dikkat çekilir: “Bürhan-ı innî, şübhelerden daha sâlimdir.” Allah kelâmında insanın yaratılışına, defalarca yer verilmesi, arz ve semanın terbiyelerine ve mükemmelliklerine dikkat çekilmesi, deveden arıya kadar nice hayvanların yaratılışlarının nazara verilmesi, hep bürhan-ı innî kısmına girer. Bunlar, selim akılları doyurur, sönmemiş kalplere ve bozulmamış vicdanlara birer hidayet vesilesi olurlar. Allah Resulünün (asm) tefekkür üzerinde önemle durması da bu sırdandır. 35