Çiçekler ve Kitaplar BİRİNCİ BÖLÜM ALİŞER Yeryüzünü duman

advertisement
Çiçekler ve Kitaplar
BİRİNCİ BÖLÜM
ALİŞER
Yeryüzünü duman kapladı. Bundan sonra gökyüzü aşağı düştü. Başını dik tutarak
yürümesine imkân yoktu, insanlar vücutlarını dik tutarak yürüyemediklerinden yerde
sürünerek emeklemeye başladılar. Bunun en zor yanı kamburlaşan sırtı açarak dik
yürüyememekmiş. Yerde sürünürken toprağın kokusunu tanıdı; topraktan kitap kokusu
yükseliyordu. Hepimizin bildiği tozlu topraklı sararmış kâğıdın kendine has kokusu tam
çenesinin altından geliyordu.
Gök ile yerin arasını yoğun boz bir sis kaplamıştı. Bu nasıl bir zamandı? Kimse ne
olduğunu anlayamadan felaket aniden ortaya çıkıp her şeyin üstüne çökmüştü. Sis gri
bulutlarla birlikte yayılarak, yavaşça süzülerek geliyordu. Etrafına dikkatlice, sessizce ve
usulca bakındı, halk telaş içinde koşuşturuyordu; herkesi bir korku sarmıştı. Böyle bir günün
doğmasından kim sorumluydu? Bunu bilen birisi var mıydı? Alişer kendi sorusuna kendisi
cevap verirken uykusundan uyandı. Yorganı üstünden attı ve yataktan kalktı. Pencereden
yavaş yavaş doğmakta olan ilk şafak göründü. Evin bitişiğinde bulunan direğin tepesindeki
lamba belli belirsiz ışıldıyor ve rüzgârın etkisiyle hafifçe sallanıyordu. Dünya sanki tamamen
harap olmuş gibiydi. Şafak aydınlığında yanmakta olan tek lambanın ışığı da aniden zayıfladı
ve alacakaranlıkta tamamen söndü.
Alişer lavaboda yüzünü yıkarken gördüğü rüyayı tekrar hatırladı. Gök çöküp yeryüzü
ile birleşmeye başladığı sırada, kurtların uluma sesiyle tekrar yükselmesine dair bir efsaneydi
bu. Su musluktan şarıldayarak akıyordu. Nasıl yorumlanabilirdi bu anlamsız rüya? Topraktan
kitap kokusu geliyor. Yaradan Allah nasıl bir işaret gönderiyordu? Hangi konuda hata
yaptım? Bunu bilemiyorum. Yine de hayra alamet değil. Yoksa, ben yanlış mı yorumluyorum.
Çünkü, toprağın kağıt kokması hayra da işaret edebilir. Alişer tekrar yüzünü yıkamaya
başladı. Daha önceleri çabuk bitirmeye niyetlendiği ettiği kitabı aklına geldi. Fakat bir türlü
eli varmadı. Kendine güveni olmasına rağmen, tereddütlüydü. Haftada kaç sayfa yazabildiğini
anlayabilmek için yazılara harcadığı zamanı hesapladı, bir haftada üç sayfa yazabiliyordu.
Alişer lacivert yumuşak havluyu alarak boynunu sildi; aynaya baktı. Yüzündeki su
damlaları aşağı doğru yavaşça süzülüyordu. Hepsini tekrar sildi. Belki de hiçbir zaman kitap
yazmamalıydı. Ne de olsa kitap yazarak mutluluk, servet, şan ve şöhret kazanamayacaktı. Bu
geçici hevesle yaptığı bir şeydi. Bununla umutları gerçekleşmeyecek; günlük yaşantısında
olumlu bir değişiklik olmayacak; akıl ve düşünceyle çözülmeyecek bu bilmece hayatın bitmek
tükenmek bilmeyen sorularına hiçbir cevap vermeyecekti. En önemlisi – onunla hayatın
doğası değişmeyecekti, problemlerin hepsi aynen kalacaktı. Aydınlık dünya dediğimiz,
tebessümün ardındaki bir hüzün değil miydi? Kitap sadece hayatın ulaşılamayan isteklerine
sahte anlam yükleyen aldatıcı bir araçtı. Alişer aynaya adeta delercesine bakıyordu.
Havluyu yerine astı. Mutfağa geçti, çay koydu, sonra bakır ibriğe su doldurdu ve
odalarda sırayla dizili bitkilerine birer birer su dökmeye başladı. Menekşe, sardunya, kauçuk
ağacı, mısır çiçeği, renkli gül, şakayık, beşparmakotu, civanperçemi, üç renkli menekşe, iki
diş, Çin gülü. Buradaki bitkiler genel olarak diken yapraklılar ile güneşi seven çiçeklerdi.
Kaktüs, sütleğen, kanaryaotu, lithops bella, faucaria, kaşık çiçeği, agave striatus, paşakılıcı,
zonium, nergis zambağı güzelavrat otu, yasemin, clivia, kum zambağı.
Alişer çiçeklerin adını olağan bir şekilde söylüyordu. Sardunya, kolyoz yaprak güzeli,
kroton altın yıldız, cetcreasia, cordyline terminalis kunth, strobilanthes dyerianus, kuşkonmaz,
begonya rex hybrids, bardak menekşe, cenpolium, fuchsie, eucharis, üç renkli maranta. Her
biriyle hafif sesle konuşuyor, avuçlarıyla yapraklarını okşuyor, üzerlerine yavaşça su
döküyordu. Çiçekler başları eğik bir şekilde sessizce duruyorlardı.
Chkalateya, stromanthe, ctenanthe, fittonia, bromelia, farn, deve tabanı, philodendron
melanochrysum, fil kulağı, pothos sarmaşığı, spathiphyllum blandum schott, ruellia,
aspidistra, winde, tradescantia virginiana, zebrina, sarcococca. O pencerenin önünde duran
peperomia, anthurium amigo, aglaonema pattaya beauty, diffenbachia schott, syngonium,
cordyline terminalis kunth, dracaena, gesneria cardinalis, chlorophytum capense, fatsia
japonica, defne ve dikenli mühlenbeckiyanın kurumuş yapraklarını temizledi.
Tahta döşemeye yayılarak büyüyen helxine ile pilea çiçeklerini yerlerinden oynatarak
uzun saplarını düzeltti. Alişer birbirine yakın bir biçimde dikilmiş olan eğrelti otu, asplenium
nidus, scindapsus pictus, peperomia, chamaecereus, echinopsis multipleks, oscularia deltoides
ve glottiphylluma, eğri ağzına küçük bir boru uç takılan ibrikle su döküp nemlendirdi.
Palmiyenin ağaç saksısını değiştirmesi gerektiğini düşündü. Yoksa, kökleri iyice kalınlaşmış
olan bitkinin topraklarını gevşetip havalandırmak için yeterli alan olmayacaktı. Monstera ile
draceana sararmış mı ne?
Sarmaşıklar da solmuş. Kaztaban da yapraklarını dökmüş. Hepsi ölüyor diye düşündü.
Sıkıntılı bir biçimde mutfağa döndü. Saatin akrebi yediyi geçmişti. Alişer kaynayan çaydan
bardağına doldurdu ve girişteki dar koridordan oturma odasına geçti. İki odalı dairenin içi
gerçekten de çok mütevazıydı. “Fakat kitaplarım var ya”, – dedi Alişer sesini yükselterek.
Yazdıklarını çıkardı. Romanı dikkatlice okumaya başladı. Okudukça hüzünlendi. Acıklı
olaylarla yüklü hikâyeler, sıkıntıyla dolu dertler… Bu kitap kime yardım edebilir? Aksine
insanın şevkini söndürür, hayallerini yıkar, ümitlerini yerle bir eder. Sanatın amacı dertlerden
muzdarip olan insanı ecelin pençesinden kurtarmak değil midir? Veyahut uykusuz gecelerde
alınan kararlarla sabahlayan günahkârı ölümden uzaklaştırmalı değil mi? Kitabın olduğu
yerde ölüm olmamalı. Bu roman dertleri katmerleştiriyor. Yoksa, insanların kederlerini
hafifletip, acılarını azaltabilecek mi? O okumaya devam etti. Kutu, Üken, Bataçı, Börü, Buka,
Çılbı neslinden Korı, Oğul, Maral ortaya çıkar. Bu Tanrı‟nın sevgili elçisi Hz. İsa zamanından
sonra, Hz. Muhammed Peygambere Allah‟tan kutsal Kur‟an-ı Kerim ayetlerinin indiği asr-ı
saadettir. Maral‟dan Kogay, Kogay‟dan Batun, Karşı, Ögüz, Botı, Otçı, Tav, Batıgay,
Sembeki, Bökütey ve Borılday nesli devam etti. Alişer okumasını bıraktı. Aklına rüyası geldi.
Rüyanın tüm sebebi romanda yer alan kişilerden biri olabilirdi. Fakat, Amerika‟nın çağdaş
edebiyatında da “Tanrı‟nın Şehri” isimli bir kitap var ya. Yani bunda hiçbir suç yoktur.
Bununla birlikte sakın aranan sebep burada olmasın. Alişer bu düşüncelerle uzun süre oturdu.
Saat dokuz olmuştu. Alişer kitap taslağını tekrar eline aldı. Son satırına kadar
tamamen okudu. Ondan sonra yazmaya başladı. Türklerin kağanlık kurduğu Göktürkler
dönemine geldi. Bozkurt başı işlenmiş, gök renkli, çatal yırtmaçlı bayrağı, seferde üzengisinin
tabanına dik yerleştirerek tutan savaşçı konargöçer halk çevre ülkelere durmaksızın seferler
düzenlemişti. Fakat, eski tarihi kayıtlarda kalan bu olaylar yeni nesillerin bilgisinin dışında
kaldı. Roman olayları kendi akışında devam etti. Şiirden şiir doğdu. Tanrı‟ya büyük inancı
olan Borılday Dede akrabalardan oluşan kalabalık kabilesini peşine takarak cenneti aramaya
karar vermişti. Bu karar kabile şeflerinin hoşuna gitmemiş olsa gerek. Yaşadıkları bölge çok
eskiden Kutu, Üken ve Bataçı dönemlerinden beri bilinen gelen kutlu bir mekândı. Nereye
gideceğiz? Savaşarak aldığımız yeni kışlakta ne bulacağız? Sonra terk edilen anavatan yarın
ona göz diken düşmanların eline geçmez mi? Alişer akan söz dizisini birden durdurdu.
Yazmayı tamamen bırakıp yerinden kalktı. İleri geri yürüdü, yürüdü, yürüdü.
Tanrı ismini yücelten eser kalemine ağır geldi. Romanın hacmi iki yüz otuz veya iki
yüz elli sayfa kadar olabilirdi. Fakat dört yüz sayfayı aşması mümkün değildi. Bu halde küçük
iki cilt kitap olacaktı. Her cilt ince ve küçük bölümlerden oluşacak. Bölümler şiirlere
bölünecek. Şiirlerin uzunluğu, en fazla üç sayfa olacak, aksi halde ortalama yarım sayfa.
Kitapta bulunan şiirlerin hem manası, hem de mısra sonlarındaki kafiyeler korunmalıdır.
Şiirlerde ya sadece bir olay anlatılacak, ya da hadise diğer şiire de taşacaktır.
Romanı iki kitap halinde olacaktı, böyle yapmaktaki maksadı muhteva ve üslubun
birbirinden farklı olmasını değil, ortaya koyduğu yeni konuyu ve anlatılan olayların
yoğunluğunu göstermekti. Alişer‟in düşüncesine göre, farklılık burada olmalıydı. Her kitap
yüz sayfayı biraz geçecekti ve birkaç bölümden oluşacaktı. Tam olarak söylemek gerekirse,
iki kitap, on iki bölüm, yedi yüz yirmi şiir olacaktı. Bir kitapta – altı bölüm, bir bölümde –
altmış şiir. Her bir kısa şiirde somut bir düşünce ortaya koyulacaktı. Kazaklar bir yaş diye
altmışı söylerler, altmışa gelmeden dünyadan göçen kimse için iki yaşın birine gelmeden vefat
etti diyerek üzüntülerini dile getirirler. Bu yüzden, Alişer bir insanın normal yaşı olarak altmış
seneyi alıyordu. Ortalama olarak alınan zaman, kesin ölçülerle altmış – bir nesil, bir nesil
Kazakların 12 hayvanlı takvimiyle beş devir yaşıdır. Altmışı yedi nesil ile çarparsan, bir
kabilenin ortalama yaşı ortaya çıkar; bu da dört yüz yirmi yıl yapar. Onun yaptığı hesap şu:
günümüze nesilden nesile aktarılarak ulaşan Türk şeceresine göre, insanlık iki yüz altmış
dokuzuncu yılda bulunmaktadır; iki yüz yetmiş yıla yaklaşmaktadır. İsa Peygamberin
doğumundan sonraki iki bin altmış ikinci yılda Türk vakayinamesine göre, iki yüz yetmiş yıl
dolacaktır. Onu bugünkü kullanılan Gregoryen takvimine çevirmek için iki yüz yetmişi
altmışla çarpmak gerekir. O zaman on altı bin iki yüz neticesine ulaşılır.
Türk takviminin M.S. iki bin altmış iki senesinde on altı bin iki yüze ulaşacağı
doğrudur; şimdi – iki bin iki yılı – iki yüz altmış dokuzu oluşturur; bu hesapla otuz dokuzuncu
kabile tarihten göçtüğünde on altı bin yüz kırk veya iki yüz altmış dokuzuncu yıl olur; bu –
otuz dokuzuncu kabilenin ilk dalgasının peşinden gelen üçüncü neslinin içinde bulunduğu
yaşıdır; otuz dokuzuncu kabilenin evladına ulaşmak için iki bin ikiden yüz sekseni çıkarırız; o
bizi bin sekiz yüz yirmi iki veya iki yüz altmışaltı, yani on beş bin dokuz yüz altmışa getirir.
Fakat yedi kabilenin tarihini kapsamak için Alişer İsa Peygamberin dünyaya geldiği
zamandan önceki iki yüz yetmiş sekiz seneden, yani otuz üçüncü kabilenin veya bir şecerede
gösterilen yedi nesil geçmişindeki ilk neslin tamamlanıp otuz dördüncü kabile tarihi anlatılan
dönemden başlayarak kesin olarak hesaplamayı uygun gördü. Yazar dört yüz yirmiyi – bir
kabile yaşı – beşle çarptı, bu da beş kabile veya iki bin yüz senedir. Mantığa uymayan başı ile
sonundaki iki kabile karşı karşıya gelen taraflar, çift taraftan doğrudan katarak, dışından
bağlayarak, hikâyesini zenginleştirerek şecereyi devam ettirdi. O zaman İsa Peygamberin
doğumuna kadar altı yüz doksan sekiz ve iki yüz yetmiş sekizinci yılları otuz üçüncü ve otuz
dördüncü kabile, yüz kırk ikincide – otuz beşinci kabile, beş yüz altmış ikide – otuz altıncı
kabile kabile, dokuz yüz seksen ikide, otuz yedinci kabile, bin dört yüz ikide, otuz sekizinci
kabile, bin sekiz yüz yirmi ikinci yılı – otuz dokuzuncu kabile başlamaktadır. Kitap olayı
Gregoryen takvimine göre, M.Ö. iki yüz yetmiş sekizin ilkbaharında nevruzdan
başlamaktadır; bu da, Türk takvimini temel alırsak, iki yüz otuz birinci yıl veya altmışla
çarparsak, on üç bin sekiz yüz altmış yıl olur. Şimdi on altı bin üç yüz seksene ulaşmak için
ondan on üç bin dört yüz kırk yılı çıkartırsınız, o da iki bin dokuz yüz kırka denk gelir, ona
lazım olan bu iki bin dokuz yüz kırk seneyi kapsayan yedi kabilenin dönemi, yani birinci nesil
– otuz üçüncü kabilenin bitip, ikinci nesil – otuz dördüncü kabilenin başlaması, sonra, iki bin
yüz yıl veya beş kabile ve bir kabile – yedinci nesil veya iki bin ikinci yılı – yüz seksen ile iki
bin iki yüz kırk ikinci yılı – iki yüz kırk yıl, hesabı sonuca ulaştırıp neticeye varırsak: dört yüz
yirmi yıl, yani bir kabile diyerek düşüncesini sonuçlandırdı. Yedinci nesil veya otuz
dokuzuncu kabile iki yüz yetmiş üçüncü yılı, yani Gregoryen takvimine göre, iki bin iki yüz
kırk ikinci yılı, yani Gregoryen takvimine göre, iki bin iki yüz kırk ikinci yılı dünyadan geçti.
Buradaki hesap iki bin iki yüz sekseni çıkarmak, Gregoryen takvimi tablosundan Hz. İsa
Peygamberin doğumuna kadar olan iki yüz yetmiş sekizinci yılı çıkartırsak, sonuçta bugünkü
iki bin ikinci yılını buluruz.
Hesabımızı gözden geçirirsek, bu seneki ölçü – insanlık tarihinden iki bin iki yüz
sekseni çıkartırsak, Gregoryen takvimine göre, M.Ö. iki yüz yetmiş sekizinci yıla götürür. O
zaman, kitapta olay şöyle başlar: otuz üçüncü kabilenin yedinci son nesli ölüm döşeğinde
yatarken Tanrı vasiyetini ulaştırır, bundan sonra ona beş kabile tarihini – iki bin yüz seneyi –
birleştirdi, yani on üç bin sekiz yüz altmışa ilave etti, sonucu on beş bin dokuz yüz altmış yıl,
bu – bin sekiz yüz yirmi ikinci yıl, on altı bin iki yüzü bulmak için hala iki yüz kırk yıl lazım.
Bu iki yüz kırk yıl dediğimiz dört yüz yirmiye giden yedinci neslin dördüncü evladının
yaşıdır. İki bin iki yüz kırk ikinci yılı Türk takvimi on altı bin üç yüz seksen yıla ulaşır: bu
otuz dokuzuncu kabilenin yaşadığı keşmekeş hayatını tamamlayan yaşıdır. Daha ileri doğru –
kırkıncı kabile. Otuz sekizinci kabile, dönemini bir kere daha tespit edersek, bin sekiz yüz
yirmi ikinci yılı sona erer, bu, bir nesil ileri gidince, otuz dokuzuncu temel ata, kalabalık
kabilenin başı olduğu bir gerçektir. Elbette, kitapta bunların hepsi sadece Tanrı‟nın vasiyeti
söylendiği zaman hatırlanır; aksi halde okuyucuya bunları teker teker saymanın de gereği de
yoktur; dinamik bir topluma olayların ana fikrinin hoşuna gitmesi yeterlidir. Alişer kendisi
için böyle demir gibi katı bir disiplin uyguladı. Dikkate alınması gereken nokta, iki cildin de
ortak konulu roman içinde olacağı ve bir kitap çerçevesinde bütünlüğünü korumasıdır.
Kitabın her tarafında kudreti yüce ve bir olan Tanrı‟ya hamd ve senalar yinelenir.
Bununla birlikte, yüksek yaylalara, engin bozkırlara kutsal misyonerlik görevlerini yapmak
üzere gelen Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ve Budist temsilcileriyle tartışmaya giren Tanrı
inancındaki sofistlerin de dini tartışmaları anlatılır. Buradaki amacı – tüm halkların taptığı
Tanrı‟nın bir olduğu, üstelik tüm insanların öz kardeş olduğu, tüm din sistemlerinin temelinde
sadece iyilik bulunduğunu göstermektir.
Dünya ve hayat bir döngü içindedir, romanı da bu bakımdan onlara benzemektedir.
Yaradan Tanrı yarattığı varlığın yapısına benzetmeye çalışmıştır, bu yüzden roman döngüsel
bir daire gibi kurgulandı. Olayın dairesel bir gelişimi var. Okuyucu peşinden sürüklendiği
nice karmaşık olayın ardında saklı duran ve söylenmek istenen ifadenin ardına düşer.
Hangisinin ilginç olduğunu okuyucunun kendisi bulacaktır. Ne olursa olsun, sonuçta olayın
uzun bir zaman sürecinde büyük bir olguya dönüşmesi şaşırtıcı değildir. Yine de burada
edebiyatın amacı hakkında bir tartışma doğması da mümkündür. Fakat, bu konuda kim kesin
yargıya ulaşabilir, diye düşündü. İnsanın niçin yaşadığını da tam olarak söylemek mümkün
müdür?
Çekişme, romanın orta kısmında, büyük neslin iki gruba ayrılıp birbirlerine karşı
çıkması ve düşman olmasıyla başlamaktadır. Böylece, yönetimi eline almak isteyen kurnaz
grup felaketle karşılaşır; ikinci dinamik grup ise kendisinin yok oluşuna doğru adım atar. Yok
oluşa giderken yol üstünde yine iki gruba ayrılır. Daha sonra ölümün peşlerinde olduğu
topluluk parçalanıp tekrar iki gruba ayrılırlar. Onlar da yolunu kaybederler, evlatları
dağılırlar, yüz parçaya bölünürler, birbirlerine çok acı çektirirler, sömürülürler, daha sonraki
torunlar birbirlerinden koparlar. Böylece nesiller parça parça olup kırk kabileye bölünürler.
Böyle devam eder gider. Tanrı‟nın kanunlarına karşı çıkarlar, halk azgınlaşır, küçülürler, yedi
atadan öteye kız alıp vermeme geleneği bozulur; kavgalar durmaz, toplumda huzur kalmaz,
böylelikle iki yakaları hiçbir zaman bir araya gelmez. Bu kıyamet günü müdür? Bir insanın
azması, bir âlemin yok olması ise, o zaman bu kıyamet günüdür. Bugünkü gün mü, yoksa
dünün olumsuz etkisi olan felaket mi? Ne olursa olsun, bir şey kesindir ki – halk Tanrı‟nın
yolundan şaşmıştır. Ağır günahlara batmışlardır. Alişer pencerenin yanına giderek duvara
yaslandı, dışarıya dalgın bir bakış fırlattı ve durdu.
Kitabını nasıl sonuçlandıracaktı? Parası bitmişti; çok yakın dostları yoktu; artık acı
çekiyor, gayret ve cesareti azalmıştı. Dünya boştu. Marfuva gittikten sonra kitap yazmak ona
hiç ilginç gelmiyordu. “Bana, – dedi o, – Mahambet* değil, önce – para lazım.” Evet, para
gerçekten de lazımdı. Fakat kabahat Alişer‟de miydi? Uzun süren bu romanın zor şartlara
dayanamayacağı da aşikârdı. Hükümet tarafından oluşturulan edebiyat komisyonu ona
Mahambet‟i Fransızca‟ya çevirtmeyecekti. Böylece çeviri ücretinden mahrum kalacaktı.
Yetkililer yukarıdan sert bir biçimde uyarılmıştı, çünkü o hükümetle uyumsuz bur adamdı.
Eğer Fransa‟da bir dergide büyük şair Ömer‟i eleştiren bir yazı yayınlamış olsaydı, şimdiye
kadar çoktan devlet ödülünü almıştı. Fakat, bu değerli şairi nasıl eleştirebilirdi? Hayır, büyük
şair Ömer‟e ilişemezdi.
Yatak odasına giderek dışarı çıkmak için hazırlanmaya başladı. Üzerine mavi kazak,
altına siyah pantolonunu giydi. Sonra mutfağa yöneldi. Buzdolabını açtı, dünden kalan
konyağı gördü. Duraksadı, sonra yapmak istediğinden vaz geçti. Geri dönüp girişe doğru
yöneldi. Eşikte biraz oturduktan sonra, ayakkabısını aldı.
Sonra, başına siyah şapkasını giydi, askıdaki şemsiyesini aldı ve hızlı adımlarla dışarı
çıktı. Alişer sokakta yürürken büyük şair Ömer‟e ilişmek olmaz diye tekrar düşündü. Bir
dükkâna girdi, bir somun ekmek aldı, kalan parasını itinayla cebine koydu. Eve geri
döndüğünde içi hüzünle doldu.
HZ. MUSA, HZ. İSA VE HZ. MUHAMMED
Alişer yazı masasına tekrar geldi. Tanrı‟nın hükmü odur ki, Türk nesli yeryüzünden
yok olmamalıdır. Fakat dinine sahip çıkmayan bir milletin milli geleneklerini de kaybettiği bir
gerçektir. Başka inançlar bulan bir millet bir süre sonra yabancı bir millete dönüşür. Ancak,
geleneklerine sahip çıkan bir millet ansızın gelen saldırılara göğüs gerebilir. Yine de gelenek
çeşitlenip cemaat büyüyemez mi? Türkleri doğuran bozkurt, peşinden gelen bin kabileye nasıl
bir vasiyet bırakmıştı? Marifetin büyüğü – Tanrı‟da, küçüğü – hızlı atlara ustaca binen
Türklerde. Börtü böcek de insanın akrabasıdır. Göklerin rızasını almadan hayvanları
öldürmeyiniz, o size ihtiyaç gördüğünüz hallerde nimet olmak üzere verilmiştir. Günah –
insanlığın en büyük alameti, lanet – cezanın en ağırıdır. Birisinin zevaline sebep olan adam
yarın onun lanetine duçar olur. Lanet bırakmaz, lanetlenen perişan olur. Tüm malları ve
hayvanları bir felaketle yok olur, ondan sonra nesilleriniz tamamıyla mahvolur. Türklerin
hangi kabilesi Tanrı‟nın vasiyetini tuttu? Alişer dikkatini bu sefer Batıgay, Sembeki ve
Bökütey kabilelerine verdi. Bökütey‟in tüm halkı tüm dinlere yol açtı, ancak Tanrı‟dan öteye
gidemedi. Önce asasını sürükleyerek ala sarıklı derviş geldi. Dünyayı dolaşan aziz dervişi
görmek için etraftan birçok kişi toplandı. O bozkır halkına mükemmel bir gizemli dans
sergiledi. Dervişin gizemli dans hareketini beğenen kabilenin lideri Engüdey köyün dışında,
kuyuya yakın düzlüğün bir kenarına büyük bir keçe çadır kurdurdu, kısrak kestirdi, tulum
tulum kımız getirtti, İslam hakkında önemli vaazlar dinledi.
- İslam‟da zorlama yoktur, – dedi derviş başköşeye kurulduktan sonra.
- Yahudilik ile Hristiyanlıkta nasıl? – diye sordu Enügey.
- Biz mızrak kullanan düşmana kılıç ile cevap veririz, fakat kılıçlar konuşurken söz
etkili olmaz.
- Bozkırlar birçok derviş gördü, buna rağmen niçin Buda, Musa ve İsa İslam‟a
aykırıdır?
- Genel olarak, Allahü Teala insanlığa yüz yirmi dört bin peygamber göndermiş, hepsi
hatırımda yok. Hz. Musa ve Hz. İsa hakkında kesin bilgiler var, Müslümanlar ikisini de Hz.
Muhammed (S.A.V.) gibi Allah‟ın elçisi olarak kabul ederler.
- Eski Ahit varken, Yeni Ahit dünyaya geldi, o zaman Kur‟an-ı Kerim‟e niçin ihtiyaç
hasıl oldu?
- Allahü Teala halk azgınlaşıp yolunu şaşırınca, yeryüzüne elçisini gönderir. Fakat,
elçi gökten inmez, yaratıcı Tanrı onu insanlar arasından seçer ve kutsal metinlerini gönderip,
özel görevini yükler. “Sıkıntı ve azabı yarattıklarım içinde dayanabilecek faniye yüklerim,” –
demiş Allahü Teala.
-Soruma cevap alamadım, – dedi Enügey.
-İslam‟da Allah ile kul arasına giren hiçbir aracı yoktur, Hıristiyanlıkta Tanrı‟nın oğlu İsa var.
Hıristiyanlar sadece Yaradan‟a değil, İsa Mesih‟e de taparlar.
- Ya Müslümanlar?
- Sadece Allah‟tan yardım ve medet umarlar.
- Tanrı‟nın sizin ifade ettiğiniz Allah‟tan ne farkı var?
- İkisi de bir.
- Niçin?
- Tanrı bir, ancak ona giden yol çok çeşitlidir.
- Temel şartı kaç tanedir?
- Beştir. Fakat, Kur‟an‟da ifade edilen âlemlerin hükümdarının emirleri, farzları,
haramları ve yaratılış süreci yüz on dört süre, altı bin iki yüz otuz altı ayette bulunmaktadır.
- Az mı, çok mu?
- Niyet edene az, yolunu şaşırana çok.
- Doğru.
- Yüksek efendim, eğer yeni sorularınız bekleyebilirse, öğle namazını eda etmek
isterdim.
- Tamam.
Derviş bir ay kaldı. Bozkırlılar yıldızlı gecelerde durmaksızın eski kıssaları dinledi.
Kutu, Üken, Bataçı, Börü, Buka ve Çılbı gibi büyük ataların yiğitlikleri, kahramanlıkları
övüldü, düşmanlara karşı gösterdikleri kahramanlıkları uzun uzun anlatıldı. Toplanan halk
ozanların hikâyelerini işitip, memnun bir şekilde fısıldaştıklarında, keçe yurt sarsılıyordu.
Heybetli savaşçı halk İslam‟ı anladı, fakat kabul etmedi. Batıgay, Sembeki ve Bökütey
kabileleri Akyıldız doğunca değerli konuğu hediyelerle doğuya doğru uğurladı. Bundan sonra
kendileri çadırlarını söküp başka taraflara göç ettiler.
Aradan yıllar geçtikten sonra Engüdey‟in köyü tekrar telaşlandı. Keçe yurdun
“şanırak” denilen kubbesine uygun bir şekilde takılmış bir sembolü tutarak Hıristiyan denilen
uzaktaki bir ülkeden ayağını sürüyerek sık sakallı, nur yüzlü yaşlı bir ihtiyar gelmişti. Çuvalı
sırtında olan ihtiyar derviş gölün kıyısındaki yaylaya ulaştı. Onu ilk olarak tezek toplamakta
olan çoban Böbü fark etti. Elindeki kabı attı ve can havliyle bağırarak köye doğru koştu.
Böbü‟yü gören nöbetteki asker bozkırı inletecek şekilde tokmağını vurarak davul çaldı. Her
evden zırh giyinmiş bahadırlar çıktı ve çevrede koşuşturmalar başladı. Telaş çok geçmeden
duruldu. Hızlı küheylanına binmiş zırhlı Erbek Batur yaşlı ihtiyarı önüne katarak getirdi.
Engüdey ayaklarının dibine yuvarlanan ihtiyarı askerlerine işaret ederek ayağa kaldırttı.
- Esir değilsiniz, – dedi Engüdey, – fakat, yabancısınız, yüzünüz sıcak, samimi
gözleriniz şüphe doğurmuyor.
- Tanrı‟nın oğlu İsa sizlere merhamet etsin, – dedi nur yüzlü ihtiyar sağ eliyle üç kere
haç çıkararak.
- Nereye gidiyorsunuz?
- Ben Tanrı‟nın haberlerini yayıyorum.
- Hangi haberlerini?
- 1:4; 1:5; 1:6 (Vahiy) Ben Yuhanna‟dan, Asya İli‟ndeki yedi kiliseye selam! Var olan, var olmuş ve
gelecek olandan, O`nun tahtının önünde bulunan yedi ruhtan ve ölüler arasından ilk doğan,
dünya krallarına egemen olan güvenilir tanık İsa Mesih‟ten sizlere lütuf ve esenlik olsun.
Yücelik ve güç sonsuza dek, bizi seven, kanıyla bizi günahlarımızdan özgür kılmış ve bizi bir
krallık haline getirip Babası Tanrı‟nın hizmetinde kâhinler yapmış olan Mesih‟in olsun!
Amin.
- Yaradan‟ın hâkimiyeti ne olacak?
- 1:8 (Vahiy) Var olan, var olmuş ve gelecek olan, her şeye gücü yeten Rab Tanrı, “Alfa
ve Omega Ben‟im” diyor.
- Bilge, geleceği bilen, iyiliksever ihtiyar İsa niçin Tanrı‟nın oğlu? – diye sordu
İlteber.
- “1:18(Matta) İsa Mesih‟in doğumu şöyle oldu: Annesi Meryem, Yusuf‟la nişanlıydı.
Ama birlikte olmalarından önce Meryem‟in Kutsal Ruh‟tan gebe olduğu anlaşıldı. 1:19
(Matta)
Nişanlısı Yusuf, doğru bir adam olduğu ve onu herkesin önünde utandırmak istemediği
için ondan sessizce ayrılmak niyetindeydi. 1:20 (Matta) Ama böyle düşünmesi üzerine Rabb‟in bir
meleği rüyada ona görünerek şöyle dedi:
“Davut oğlu Yusuf, Meryem‟i kendine eş olarak almaktan korkma. Çünkü onun
rahminde oluşan, Kutsal Ruh‟tandır. 1:21 (Matta) Meryem bir oğul doğuracak. Adını İsa
koyacaksın. Çünkü halkını günahlarından O kurtaracak.”
1:22 (Matta)
Bütün bunlar, Rabb‟in peygamber aracılığıyla bildirdiği şu söz yerine gelsin
diye oldu: 1:23 (Matta) “İşte, kız gebe kalıp bir oğul doğuracak; adını İmmanuel koyacaklar.»
İmmanuel, Tanrı bizimle demektir.” 1:24 (Matta) Yusuf uyanınca Rabb‟in meleğinin buyruğuna
uydu ve Meryem‟i eş olarak yanına aldı. 1:25 (Matta) Ama oğlunu doğuruncaya dek Yusuf ona
dokunmadı. Doğan çocuğun adını İsa koydu.
Engüdey düşünceye daldı. Nur yüzlü ihtiyarın söylediklerine inanıp inanmamakta
kararsızdı.
- “1:1 (Yuhanna) Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı‟yla birlikteydi ve Söz Tanrı‟ydı”, – dedi
yaşlı adam.
Sonra ihtiyar Tevrat, Zebur, Peygamber Mushafları ve İncil-i Şerif hakkında konuştu.
- Allah atalarımıza Tevrat yasalarını Musa peygamber aracılığıyla gönderdi, rahmet ve
gerçek ise bize İsa Mesih aracılığıyla ulaştı. Aziz Petrus Allah‟ı öven birinci mektubunda: “1:34 (Petrus‟un Birinci Mektubu)
Rabbimiz İsa Mesih‟in Tanrısı ve Babası‟na övgüler olsun. Çünkü O
büyük merhametiyle yeniden doğmamızı sağladı. İsa Mesih‟i ölümden diriltmekle bizi
yaşayan bir umuda, çürümez, lekesiz, solmaz bir mirasa kavuşturdu. Bu miras sizin için
göklerde saklıdır. 1:5 (Petrus‟un Birinci Mektubu) Zaman sona ererken açığa çıkarılmaya hazır olan
kurtuluşa kavuşasınız diye iman sayesinde Tanrı‟nın gücüyle korunuyorsunuz. 1:6 (Petrus‟un Birinci
Mektubu)
Bu nedenle şimdi kısa bir süre çeşitli denemeler sonucu acı çekmeniz gerekiyorsa da,
sevinçle coşmaktasınız. 1:7(Petrus‟un Birinci Mektubu) Böylelikle içtenliği kanıtlanan imanınız, İsa
Mesih göründüğünde size övgü, yücelik, onur kazandıracak. İmanınız, ateşle arıtıldığı halde
yok olup giden altından daha değerlidir. 1:8 (Petrus‟un Birinci Mektubu) Mesih‟i görmemiş olsanız da
O‟nu seviyorsunuz. Şu anda O‟nu görmediğiniz halde O‟na iman ediyor, sözle anlatılmaz
yüce bir sevinçle coşuyorsunuz. 1:9 (Petrus‟un Birinci Mektubu)Çünkü imanınızın sonucu olarak
canlarınızın kurtuluşuna erişiyorsunuz” demektedir.
- Bizler azap çekmekte değiliz, – dedi Engüdey, – Tanrı sizleri kutsasın, fakat Türk
milleti zenginliği gökte değil, yerde arar. Tanrı bize zenginlik vermiştir. Sadece onu israf
etmeden, bereketini kaçırmadan, ihtiyaçlar için kullanabilirsek, zenginliğimizin
tükenmeyeceği aşikârdır.
- Yakup‟un halka gönderdiği öğütlerini içeren mektubunda şunlar ifade edilmektedir:
“5:19-20 (Yakup‟un Mektubu) Kardeşlerim, içinizden biri gerçeğin yolundan sapar da başka biri onu
yine gerçeğe döndürürse, bilsin ki, günahkârı sapık yolundan döndüren, ruhunu kurtarmış, bir
sürü günahı örtmüş olur.”
- İhtiyara kımız veriniz, – dedi Engüdey.
Topluluk dağılmaya başladı. Ertesi günü yaşlı derviş Boyla Batur‟un getirdiği benekli
boz ata binip doğuya doğru hareket etti.
Çok geçmeden Batıgay, Sembeki ve Bökütey kabileleri başka taraflara göç etti. Fakat
yolda gitmekte olan uzun göç kafilesi başına küçücük bir takke giymiş olan bir yolcuyla
karşılaştı. Edigen Bahadur ve Toğıkun Bahadur atlarını hızlandırdılar ve tepeye yalnız çıkan
meçhul gezgini esir aldılar.
- Kimsiniz? – dedi Engüdey.
- Ülke gezen kedoşimin biriyim.
- Ne?
- Takva, – diye açıklamaya çalıştı Erbek Batur bu kelimeyi ilk defa duymuş olsa da.
- Nereye gidiyorsunuz?
- Kiduş Ha-Şem.
- Bozkırın dilini rahat konuşabiliyor musunuz?
- Evet.
- Konuşunuz.
- Azaplı ölümümle Tanrı‟nın ismini duyurmak istiyorum.
- Göğsünüzdekinin anlamı ne?
- Magen David.
- Ya şu küçük kâğıt?
- Mezuzah. Kapı kenarına kıstırılan buzağının derisinden yapılmış rulokağıt. Üstünde
kutsal Tora‟dan alıntılar yazılıdır.
- Ne için gereklidir?
- Minhag.
- Ne diyorsunuz?
- “1:1 (Tevrat, Dünyanın Yaratılışı) Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı.1:2 (Tevrat, Dünyanın
Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı‟nın Ruhu suların
üzerinde dalgalanıyordu.”
Yaratılışı)
- Biz bunları biliyoruz, – dedi Erbek Batur, – kendi inancınız hakkında bilgi veriniz.
- İşaya Peygamberin yazılarında Tanrı hakkında şunlar bildirilir: “44:1 (Yeşaya) Şimdi, ey
kulum Yakup soyu, seçtiğim İsrail halkı, dinle! 44:2 (Yeşaya) Seni yaratan, rahimde sana biçim
veren, sana yardım edecek olan Rab şöyle diyor: „Korkma, ey kulum Yakup soyu, Ey
seçtiğim Yeşurun! 44:3 (Yeşaya) “Susamış toprağı sulayacak, kurumuş toprakta dereler
akıtacağım. Çocuklarının üzerine Ruhum‟u dökecek, soyunu kutsayacağım. 44:4 (Yeşaya) Akarsu
kıyısında otlar arasında yükselen kavaklar gibi boy atacaklar. 44:5 (Yeşaya) “Kimi, „Ben Rabb‟e
aitim‟ diyecek, kimi Yakup adını alacak, kimi de eline „Rabb‟e ait‟ yazıp İsrail adını
benimseyecek.”
44:6 (Yeşaya)
Rab, İsrail‟in kralı ve kurtarıcısı, her şeye egemen Rab diyor ki:“İlk ve son
benim, Benden başka Tanrı yoktur. 44:7 (Yeşaya) Benim gibi olan var mı? Haber versin. Ezeli
halkımı var ettiğimden beri olup bitenleri, Bundan sonra olacakları söyleyip sıralasın, Evet,
gelecek olayları bildirsin!
- Biz Tanrı‟ya inanıyoruz, – dedi Erbek Bahadur.
Yaşlı adam durmadı:
- Kardeşim, Yeşaya‟nın bildirdiği bir başka söze daha kulak verelim: 44:24 (Yeşaya) Sizi
fidyeyle kurtaran, size rahimde biçim veren Rab diyor ki:
- Her şeyi yaratan, gökleri yalnız başına geren, yeryüzünü tek başına seren benim. 44:25
Yalancı peygamberlerin belirtilerini boşa çıkarırım, falcılarla alay ederim, bilgeleri geri
çevirir, bilgilerini saçmalığa dönüştürürüm! 44:26 (Yeşaya) Fakat, kullarımın sözlerini yerine
getirir, ulaklarının peygamberlik sözlerini gerçekleştiririm. Yeruşalim için, „içinde tekrar
oturulacak‟, Yahuda kentleri için, „yeniden kurulacak, yıkıntılarını onaracağım‟ diyorum! 44:27
(Yeşaya)
Bir zamanlar engin denize, „Kuru! Sularını kurutacağım‟ diye emir veren de benim. 44:28
(Yeşaya)
(Yeşaya)
Koreş için, „O çobanımdır, Bütün isteklerimi yerine getirecek‟, Yeruşalim için, yeniden
kurulacak, tapınak için, „temeli atılacak‟ diyen Rab benim.”
- Tanrı haktır, – dedi Engüdey Başkan, – ondan şüphe etmek olmaz.
- Biliyorum, – dedi o.
- Sizin nizamınız milletler arasında eşitsizlik yapıyor gibi.
- Hayır, yanılıyorsunuz.
- Biz canlıların Tanrı‟nın ruhundan yaratıldığına inanıyoruz.
- Yeşaya Peygamberin mektuplarında Tanrı‟nın varlığı somut ve açık bir şekilde ifade
edilmektedir: 56:3 (Yeşaya) Rabb‟e bağlanan hiçbir yabancı: “Kuşkusuz, Rab beni halkından
ayırır,” hiçbir hadım da, “Ben kuru bir ağacım” demesin. 56:4 (Yeşaya) Çünkü Rab diyor ki:
“Şabat günlerimi tutan, Beni hoşnut edeni seçen, antlaşmama sımsıkı bağlı kalan hadıma 56:5
(Yeşaya)
Evimde, evimin dört duvarı arasında oğullardan da kızlardan da daha iyi bir anıt ve ad
vereceğim; yok edilemez, ebedi bir ad olacak bu. 56:6 (Yeşaya) “Rabb‟e hizmet etmek, O‟nun
adını sevmek, kulu olmak için O‟na bağlanan yabancıları, Şabat Günü‟nü tutan,
bayağılaştırmayan, antlaşmama sımsıkı bağlı kalan herkesi, 56:7 (Yeşaya) Kutsal dağıma getirip
dua evimde sevindireceğim. Yakmalık sunularıyla kurbanları sunağımda kabul edilecek,
çünkü evime „bütün ulusların dua evi‟ denecek.”
- Bu ne demek?
- Midraş Raba.
- Okursanız, ne olur?
- Bazı duaları okumak için minyan gereklidir. Yani insan sayısı ona ulaşmalıdır.
- Niçin?
- Mişna, gelenek.
- Ustura‟nın ne lüzumu var?
- Ben – Mogelim. Sünnet yaparım.
- Mumu ne yapıyorsunuz?
- Bu Ner tamid denilen sinagogda her zaman yanan kandil.
- O zaman kutlu olan ne?
- Biz hepimiz Olam Ha-Ba‟ya gideceğiz.
- Madem ki Tanrı‟ya inanıyorsunuz, bize misafir olunuz. Koyun keseceğiz.
- Parev bulamadım, bana sütsüz ve etsiz yemek gereklidir.
- Öyle yemek bizde olmaz.
- Birçok yıl soyfer oldum. Tanrı kanunlarını ifa etmeye alışmışım.
- Lakabınız ne?
- Sefer Tora.
- Bizimle birlikte göç ediniz.
- Düşüneyim.
Kadınlar yemek getirdi.
- Trefa, trefa, – dedi o korkarak.
- Kendiniz bilirsiniz, – dedi Erbek Batur.
- Devamlı teşuva istiyorum Tanrı‟dan.
- Bizim göçümüz yaslı göç, bir yaşlı büyüğümüz vefat etmişti. Mevtayı üç gün evinde
gecelettik, şimdi yedisini vereceğiz, güze doğru kırkını vereceğiz.
- Evet, önce Şiva, sonra Şeloşim gelir. Ben ruhuna atfen Şema okumak istiyorum.
- Teşekkürler, – dedi Engüdey, – Tanrı bir olsa da, dinlerimiz farklı.
- En önemlisi – Emuna.
- Na‟şını göbek bağının kesildiği ata topraklarına götürüp defnettik.
- Ben de daha sonra Eretz-İsrail‟e gidip öleceğim.
Konargöçer topluluk kiminle konuştuklarını bilmediler, yine de gezgin yolcu kendi
dinini vaaz etmedi. Alişer yazdıklarının sonuna yuvarlak bir nokta koydu ve kitap taslağının
bitmiş tam nüshasına daha önceden hazırlamış olduğu Zaratuştra, Tao, Budizm, Konfüçyüs ve
Tasavvuf şiir bölümlerine ilave etti.
ZARATUŞTRA
Şafak attı. Evin içi alacakaranlık, boğucu hava genizleri yakıyor. Divanda sırtüstü
yatmakta olan buğday tenli kadın hafifçe inledi. Yanında genç bir kız ve bir yaşlı kadın
oturuyor. Yatağın baş tarafına konan büyük mumun ışığı pencereden giren zayıf esintiyle belli
belirsiz kımıldıyor.
- Sıcak su hazır mı? – diye sordu yaşlı ihtiyar.
- Hazır.
- Yima, – dedi ihtiyar kadın.
- O uyuyor, – dedi kız.
- Çağırınız.
Genç kız eteklerini toplayarak dışarıya koşarak çıktı.
- Sabrediniz, Tanrılar size yardım edecek, Anahita.
Anahita başını kaldırdı.
- Hepsi ne zaman bitecek, Ardvisur?
- Artık az kaldı.
- Çekecek azabım hala çok mu?
- Hayır, çok değil.
Eşikten Yima göründü.
- Zamanı geldi mi?
- Evet, şimdi doğum sancısının başlaması gerekir.
- Sıcak su nerede?
- Aban getiriyor.
- Genç kız suyu elinden düşürüp dökmesin.
Hamile kadın tekrar inledi.
- Çok canı yandı, – dedi Ardvisur ihtiyar.
- Aban gecikti.
- Dışarı çıkıp bakınız.
Yima dışarı çıktıktan sonra yanında Aban olduğu halde hemen döndü.
- Navan kapıyı açamadan bekliyormuş.
- Bıçağı kolay bir yere koyun, lazım olduğunda aramayalım. Bizim için hızlı hareket
etmek lazım, Anahita‟nın doğurması zor olacak gibi.
- Tamam.
- Aban, siz dışarıda bekleyiniz, sonra çağıracağız.
- Ben hiçbir şeyden korkmam.
- Kendiniz biliniz.
- Olur.
Yaşlı kadın hamile kadının eteğini kaldırdı.
- İpek örtüyü getiriniz.
- Buyur.
- Yima, öbür taraftan geliniz.
- Bıçağı alayım mı?
- Hayır, daha erken.
Hepsi hazırdı. Karşı taraftan kerevete parça parça güneş ışınları düştü. Işık hamile
kadının yüzüne vurduğunda sancılar başladı.
- Ah, Tanrılar bizlere yardımcı olunuz! – dedi ihtiyar kadın.
İçinden uzunca mırıldandı. Anahita ağır hareketlerle yorganı topladı.
- Başı çıktı, – diye bağırdı Yima.
O esnada bebeğin gülmesi duyuldu.
TAO, BUDA VE KONFÜÇYÜS
Bu gülme tüm Doğu‟yu uyandırdı. Önce bozkırda Tanrısına huzur içinde ibadet eden
topluma Tao geldi, ondan sonra Buda ve Konfüçyüs fırtınası ulaştı.
Engüdey obaya tozu dumana katarak dörtnala gelen haberciyi yanına çağırttı.
Kısraklar kesildi, üç yerde ateş yakmak için toprak kazıldı. Kazanlar hazırlandı, etler pişirildi.
Bundan sonra otlakta bulunan kısrakların tulum tulum tobılgı* kokan kımızları peş peşe
gelmeye başladı. Konuşma uzun sürecek oldu. Fakat, engin bozkırları dolaşan üçünün
niyetlerini iyi bilmek gerek, bu yüzden Engüdey büyük bir meclis topladı.
- Tao, – dedi bir yolcu, – uzun yol.
Sonra sessiz uzun süre durdu.
- Yani hayatın devenin çektiği uzun bir göçü.
- Amaç?
- Evet. Sizin sınırsız yolculukta iyi hayat yaşayabilme kabiliyetiniz.
- Ne?
- Bununla birlikte, bundan kastımız hayat, dağ, orman, engin bozkır, refah ve mutlu bir
ömür. Dünya var ile yoktan meydana gelmiş, mümkün olan ile olmayanı içeren hayat uzun ile
kısadan biçimlenmiş. Alçak tepeler yüksek zirvelere bağımlıdır. Havalara yükselen ses
aşağılara inen sese katılarak ahenk oluşturur, geçmişe kendisinden sonraki boyun eğdirir.
Eksik olgudan kâmil bir şey doğar. Eğriden – doğru, eksikten – bütün, eskiden – yeni.
- Bu yüzden?
- Yeniliğin anası – eskidir. Yoğun şey gerilimden güç alıp tekrar büyür. Zayıflayan
güçlenir. Mahvolan tekrar ortaya çıkar. Zıtlıklar birbiriyle mücadele etmez, aksine buluşurlar.
Kim ki, her hangi bir bilgiden bağımsız yaşarsa, onu hiçbir zaman dert bulmaz. Kendi
bilgisinin derinliğini bilen ve cahil halde kalan tüm âleme örnek olur. Bilgi diye bir şey
yoktur, bu sebeple ben hiçbir şey bilmiyorum. Hiçbir şey yapmadığınız zaman, ülke kalkınır,
huzurlu dönemlerde halk arasında adalet meydana gelir, eğer padişah yeni girişimler
başlatmazsa, halk zenginleşir. Tao oğlu, toprak oğlu, gök oğlu ve han oğlu. Göğe hizmet edip,
ülkeyi yönetmek için sabırlı olmak gerek. Sabır – hayırların ilk basamağı, insan-ı kâmilin
başlangıcıdır. Tao‟ya yönelen, kervanı götüren yolcu müneccim, falcı, kâhin ve dinî
geleneklerin koruyucusudur. Tao oğlu, toprak oğlu, gök oğlu ve han oğlu. Göğe hizmet edip,
ülkeyi yönetmek için kanaat gereklidir. Kanaat – iyiliklerin başı, büyük insanlığın alametidir.
Bizim mabedimiz var. Ben güney – doğuda uzakta bulunan güzel ülkede, zengin bölgede
büyük bir rahibim, fal açarım, bilinmeyen geleceği tahmin ederim.
- Şimdi siz konuşunuz, – dedi Engüdey.
Budist konuk konuşmaya başladı:
- Dinimizin temel iki kaynağı mevcuttur: Therevada ve Mahayana. Hakikat, kanun ve
ilim lugatı Pali dilinde dhamma, Sanskrit dilinde dharma şeklindedir. Klasik eski Tripitaka
tüzüğünde Siddhartha Gautama, Sanskrit metinleri Gautama olarak adlandırır. Budistler –
dünyaya Buda‟nın gözüyle bakanlardır. Buda – Tanrı değildir. O Tanrı‟yı tanıma yolunu
değişmeyen kural olarak görmez. “Benim öğütlerime inanmayınız, ancak sözlerimi anlamaya
çalışınız, o zaman söylediklerimde mana var mı, yok mu görebilirsiniz. Eğer mana yoksa,
ilgilenmeyiniz. Fakat mana bulursanız – akılda tutunuz”, – demiştir aziz.
- Fazilete nasıl ulaşılır?
- Budistler dhamma ile dharma geleneklerine uyarlar. Dharma dediğimiz hakikat,
kanun ve ilimdir. Eğer biz Buda yolunu seçip öğütlerini tutarsak ve sangha toplumuna
ulaşırsak, o zaman Budist oluruz. Üç değer – Buda, dharma ve sangha – her budistin dinî
farzıdır. İyiliğe yol açmanız, hiçbir zaman kötülük yapmamanız ve akıl ve düşüncenizi temiz
tutmanız gerekir.
- Yasakları nasıldır?
- Üç zehir vardır: cimrilik veya açgözlülük, intikam veya öç alma, yolunu şaşırma
veya cehalet.
- Buda‟ya götüren ilk yol nedir?
- Budist olmak için şunu üç kere tekrarlamak farzların büyüğüdür: “Ben koruyucu
bulmak için Buda‟ya gidiyorum. Ben koruyucu bulmak için dharmaya gidiyorum. Ben
koruyucu bulmak için sanghaya gidiyorum.”
- Vasiyeti nedir?
- Buda‟nın düşüncesine göre, vasiyetin tartışmalı olan en temel konusu – burada ve
tam şimdi geçmekte olan durum. “Ben hayat sahiplerine hiçbir zaman zarar vermemeyi görev
biliyorum. Ben eğer kendi isteğiyle vermezse, başkasından hiçbir şey almamayı görev
biliyorum. Ben sevdiğime sadık olmayı görev biliyorum. Ben, aklımı kaybetmemek için, içki
ve uyuşturucu kullanmamayı görev biliyorum,” – şeklinde öğütleri geride bırakmıştır hakim
öğretmen.
- İbretli sözlerinde mutlak günahsızlık var mı?
- Bizim normal hayatımızda ne olacağımız bugünkü yaşantımızdaki hareketlerimize
bağlıdır. Her insanın kendisindeki yeni manevi tekâmüle ulaştıracak imkânları
faydalanabilmesi genel olarak evrenin gelişmesine hizmet eder. Halk dharma yolunu takip
ederse, dünyanın huzuru artar, eğer dharma yolundan şaşarsa, dünyanın huzuru kaçar. Karuna,
birine merhamet etmek, prajna bilgeliğiyle mücehhez olmak gerekir. Yoga – iletişim kurmak
– bilgeliğe ulaşmanın yoludur. Dünyaya dıştan bakıp neler olduğunu anlarsınız ve
vipassanaya ulaşırsınız, gözünüz açılır.
- Derviş engin ülkeme hangi tavsiyelerde bulunabilir?
- Bir gün Kisagotama uzun saçları rüzgârla dalgalanan genç oğlu bu yalan dünyadan
erkenden göç ettiğinde, üzüntüden kahrolmuş, siyahlara bürünmüş olduğu halde Buda‟ya
gelir. Üzüntüsünü unutamaz. Bilge Buda onu hardal taneleri bulmaya gönderir. Fakat, sizin
hardal tanelerini alacağınız ailede hiçbir şekilde matem ve dert olmasın der Buda. Fakat,
Kisagotama dertsiz hayat süren ve yüzü devamlı gülen bir aile bulamaz ve uzun süre yorgun
bir biçimde diyar diyar dolaşır. Bir ailenin reisi yok, ikincisinin evlatları yok, diğerleri akraba
veya kardeşlerini ağlayarak inleyerek toprağın koynuna vermiştir. O zaman Kisagotama anlar,
evet etrafa başka gözle bakmak gerekir.
- Buda mutluluğu gördü mü?
- Gördü. Mutluluk, bize göre, nirvanadır. Tabiatı tanımanın en yüksek zirvesidir. Bilge
yüksek zirveye Hindistan‟ın kuzey-doğusunda, jambu ağacının dibinde ulaşmıştır. Buda
halkın verdiği bir isimdir. O birkaç sene nefsini öldürmüştür. Buda‟nın sözü vardır: “Ben
yaksa veya gandharva, deva veya insana kendini şeklini veren özellikler ile ruhani halleri
tamamen yok ettim. Yani, ben – Buda‟yım”. O başını sağ tarafına eğdiği halde meditasyon
yaparken öldü. Bu – parinirvana – saf nirvana, bundan sonra Buda tekrar dünyaya gelmedi.
Bundan sonra, söz Konfüçyüs mücevherini dağıtan haberciye geldi.
- Konfüçyüs ülkesinde bilge yok, – dedi o, – eski Çin geleneklerini iyi bir şekilde
uygulamak din kuralının esasına girer. Büyüklere saygı, aileye saygı.
- Tanrı‟ya sığınan ülkenin geleneklerine benziyormuş.
- Ruhlara büyük saygı gösteririz.
- Doğru!
- Her bir şi – kabile – kendi ataları için myao inşa eder, ibadethane inşa eder. O zaman
fani dünyadan göçüp ahirete giden ataların simasını tasvir eden heykel büst hong-bo inşa
edilir. Kara tahtaya – Zhu – kızıl hiyerogliflerle ölen akrabalarının adları yazılır. Dini
merasim yapılıp, dua okunduğunda, Zhu dirilir. Zhu kuzey duvarda başköşeye, masa
üstündeki yüksek sandığın içine konur. Konfüçyüs ülkesinde ölen kardeşine ağıt yakıp Zhu
tahtasına yazmak – değişmez kuraldır. Genç erkekler evlendiklerinde mabede girip ruhlardan
izin isterler. Her bir dört mevsimin orta ayında kurbanlar kesilir.
- Yüce lider Konfüçyüs nasıl bir vasiyet bıraktı?
- Konfüçyüs şöyle der: “Eğer hissediyor dersem, halk yeryüzündeki işlerini bir kenara
koyup, ruhlara gece gündüz hizmet etmeye başlarlar mı diye endişe ediyorum, hissetmiyor
dersem, anne ve babalarını çocuklarını gömmeden bırakırlar mı diye korkuyorum. Zamanı
geldiğinde, kendiniz her şeyi görüp, bileceksiniz”.
Engüdey öğüt veren üç gezgin azizi büyük ak keçe çadırında bırakıp dışarı çıktı.
MUTASAVVIF
Önce kalabalık halk toplanıp obanın kıyısında yüksek tepeye darağacını yerleştirdi.
Bundan sonra direklere yeni eğrilmiş halatı sıkıca düğümleyip bağladı ve aşağı sarkan ucuna
ilmek yaptı. Peşinden kalabalık halktan ayrı duran bir şahbaz ortaya doğru gelerek halatı
ilmekli kısmından kaldırdı ve siyah yağ ile sıvadı.
- Sortay‟ı getiriniz, – dedi lider buzağı dişli kalın kamçı ile oba tarafını göstererek.
İki görevli en kenardaki keçe çadırdan yalın ayak Sortay‟ı alıp çıktı.
- Beriye, – dedi lider tekrardan.
- Halk sessizce geri çekilerek üçüne yol açtı. Sortay tabanlarını yakan sıcak sarı kumda
ayaklarını sürüyerek yavaşça yürüyordu. Lider tobılgı saplı kamçısıyla göz alıcı çizmesine
vurarak sabırsızlanıyordu. Hava boğucu sıcak, yakın yerdeki gölün nemi kalabalık halka
ulaşmıyor gibiydi, kulaklara durmaksızın vıraklayan kurbağaların acıklı sesleri geliyordu.
Tutuklu darağacına yaklaştığında durdu. Arkasından gelen iki askerin biri ensesinden vurdu.
Tutuklu neredeyse öne doğru düşüyordu, ancak kendini toparladı. Başını kaldırdı, öğle
vaktinde tam tepesinde duran sıcak güneşe baktı.
- Tam önüme gelsin, – dedi kabile şefi.
Sortay onun önüne geldi. Ondan sonra gövdesini dikleştirdi ve yüzünü şefe döndü.
Buğday tenli yüzünde kaygı yoktu, sadece güneşin sıcaklığından rahatsız olduğu görülüyordu.
Düşünceli gözleri kabile şefini uzun uzun inceledi. Dikkatlice gözden geçirdi ve delercesine
gözlerini ona dikti.
- Çevremizdeki insanların tümüyle Tanrı dininde olduğunu biliyoruz, – dedi kabile
şefi, – bir zamanlar, bizim de kudretli ulu Tanrı‟ya sadakatimizde herhangi bir eksiklik
oldu mu?
- Eksiklik olmadı.
- Doğduğumda Tanrıcıydım, şimdi ise dini bütün bir Hristiyan‟ım.
- Biliyorum.
- Bundan böyle benim obamda Tanrı öğütlenmemelidir.
- Peki.
- Öyleyse, siz niçin Tanrı dinine ibadet ediyorsunuz?
- İsa Peygamber sevdiği kuludur O‟nun.
- Gerçek mi?
Lider soran gözlerle halka baktı.
- Yalan, – diye kestirip attı biri at üstünde istavroz çıkararak.
- Evet, yalan, – dedi grup içinde alaca kaftan giyen uzun boylu biri.
Büyük kalabalık uğuldadı, hareketlenmeye başladı. Asabi ve öfkeli bu insanlar kabile
şefinden ağır ceza vermesini istedi, ceza yapılan suça uygun, aynı oranda olmalıydı.
- Gördünüz mü? – dedi beklediği cevabı alan lider, Sortay‟a sırıtık ve sevinçli bir ifade
bakarak, – siz günaha battınız, halkın dileği – ölümdür.
- Fakat yüce bozkırlara Tanrı‟yı kabul eden kudretli bir başka din daha geliyor.
- O nasıl bir dindir?
- Bilmiyorum.
- Bu saçmalıyor.
- Evet, bir zamanlar dinsizliğini de gizlemişti.
Halk bağırarak ölüm cezası istemeye başladı. Halk içine fitne fesat sokan bozguncular
bu eylemleri yüzünden ölmeliydi.
- Biz sizi Tanrı‟ya inanıyor diye biliyorduk.
- Ben davulumu işitiyorum, onun ışığı uzak diyarlardan buralara uçarak gelip göğsüme
dolmuş gibi.
- O nedir?
- Kendim de anlamıyorum, fakat İsa Peygamber gibi hepimiz de Tanrı‟nın yarattığı
kullarmışız.
- Durdurunuz! – dedi lider bağırarak.
- Çünkü, İsa Peygamber tam sizin gibi bir insandır, o – Tanrı‟nın oğlu değil, sevdiği
bir kuludur.
- Öldürünüz! – diye buyruk verdi kabile şefi.
İki asker onu hemen darağacının altına ite kaka getirdiler.
- Durun! – dedi Sortay, – son bir çift lafım var söyleyecek.
Lider konuşmasına izin verdi.
- Halkım! Tüm insanlar kardeştir, Tanrı birdir. Suç her peygamberin ümmetinde değil,
hepimizin davranışlarında mevcuttur. Tüm milletlerin ve topluluklarının benim kardeşim
olduğunu biliniz!
Cellatlar Sortay‟ı hemen yere yıktılar, iki kolunu arkasına getirip çapraz bir şekilde
bağladılar. Sonra kaldırdılar ve yüksekte tutarak ilmeği boynuna geçirdiler. Bıraktıklarında
onun vücudu aşağı doğru hızla kayarak düştü ve halat gerildiğinde birden durdu. Aziz
boynundan asılı olduğu halde ileri geri biraz sallandıktan sonra ahirete göçtü.
Ertesi günü, Sortay‟ın havadisi bozkırlara tamamen yayıldı. Bazı obadaşlarının
kalabalık dağıldıktan sonra, ilmeği çıkardıkları ve onu dağa doğru gizlice kaçırdıkları
söyleniyor. Halkın arasında efsane ve rivayetler bunu daha da zenginleştirip uzun zaman
devam ettirdiler. Sortay büyük davulu bekleyip dağ başında uzun bir süre tek başına gezmiş
olmalıdır. İlk haber obaya ulaştığında, toplumdan önce Allah‟ın doksan dokuz güzel ismini
işiten o, rivayette söylenildiğine göre, ölümün pençesinde çok sıkıntı çekip can çekişmiş.
Fakat ovadaki halka gerçeğin ulaşması onun azabını hafifletmiş. Sortay bunu işittiği andan
itibaren hiç pişman olmamış büyük bir huzur içinde ruhunu teslim etmiş.
DÜŞÜNCE
Alişer yazmayı bıraktı ve kalemini masanın üstüne fırlattı. Romandaki olayların
etkisinde kalarak biraz oturdu. Belki, Tanrı yok da olabilir diye düşündü, fakat yaratıcı bir güç
gerekliydi. Oturduğu yerden kalkıp pencerenin önüne gitti. Dışarıda atıştıran beyaz kar
deminden beri durmaksızın yağıyordu. İnsan hayatının manasızlığını anlamak için önce onun
iki elini boş bırakmak lazım, o zaman insan sorumluluklarından ve dünyevi problemlerinden
kaçtığını fark eder. Binlerce topluluk bu dünyadan arkalarında hiçbir iz bırakmadan gelip
geçti. Onlar hakkında hiç kimse düşündü mü? İnsanoğlu kendisinin düşünerek keşfettiği yüce
anlayışlar, kompleks düşüncenin – ilerlemenin – şuursuz araçları gibidir. Alişer yatak odasına
doğru yürüdü. Toplanmamış yatağa sanki birisi yüzükoyun yatıyor gibiydi. O girdiğinde
yüzünü çevirip sırt üstü döndü. Alişer korkarak geri çekildi.
- Özür dilerim, – dedi, – yatacak bir yer arıyordum. Burası iyiymiş.
- Burası benim yatağım, – dedi Alişer.
- Sizin olsun, fakat şimdilik boş, biraz dinleneyim.
Alişer‟in kalbi hala çarpıyordu.
- Kimsiniz? diye sordu.
- Ben sizin düşüncenizim. Bugün beni çok rahatsız ettiniz. Çok yorulmuşum.
- Siz nasıl benim düşüncem oluyorsunuz?
- Düşüncenin de bir şahsiyeti vardır.
- Normal canlı bir insan gibi mi?
- Sizin düşünceniz şeytan imiş. Aynı o şekilde gelmiş bulunuyorum.
- Çıkınız evimden.
- İnsan düşüncesinden kurtulabilir mi? Kendiniz çağırıyorsunuz.
- Bana hiçbir şey lazım değil.
- Size Tanrı lazım, fakat demin şüphe ettiniz, günaha batmış ve şüphe suretinde suçlu
olarak gelen şeytanî düşünce bendim.
- Yoruldum, – dedi Alişer.
- İşte, yine aradınız, şimdi kendiniz için ölüm istiyorsunuz.
- Ne şekilde ölmek iyidir?
- İpe asılarak.
- Onu nereden bulacağım.
- Balkona bakın.
- Bakayım.
Alişer balkona yöneldi. Gözü çamaşır ipine takıldı. Bir makas getirip iki tarafından
kesti. Sonra salona geçip lambanın dibinden bağladı. Bir ucunu kement yapıp düğümledi.
İskemleyi getirip ölçtü, ilmek boynuna tam gelmişti. Önce yazdığı kitap taslağını ve
kitaplarını yakmayı düşündü. İskemleden indi ve kibrit aramak için mutfağa girdi. Köşede
dikine duvara dayadığı süpürge hareket ederek oynuyor gibi göründü. Korkmaya başladı.
Şeytan tekrar ortaya çıktı.
- Niçin korktunuz? – diye sordu o, – nasıl olsa iki dünya da yalan.
- O zaman ben kimin düşüncesiyim?
- Siz şimdilik serserice gezinen bir düşüncesiniz.
- Bu ne demek oluyor, âlem dediğimiz sadece düşünce mi?
- Âlem, huzursuzca dolaşan hayallerin toplamıdır. Hatta âlemin kendisi de yoktur.
- Fakat düşüncenin ağırlığı var, değil mi?
- Korku akıl ve şuurun düşmanı olsa da, utanmanın habercisidir.
- Allah hak mıdır?
- Sözü ölçtünüz mü?
- Hayır.
- O zaman siz düşüncenin ağırlığını bilemezsiniz.
- Ben öbür dünya ile yüzleşmek istiyorum.
- Düşünceniz dağılıp kaybolsa da mı?
- Nereye kaybolabilirim?
- Hiçbir yere.
- Kendimi bulamama ihtimalim var mı?
- Birisinin rüyasına girersiniz.
- Var mıyım?
- Yoksunuz.
- Anlamadım.
- Bundan sonraki durağınız hiçlik olacaktır.
- Ölmeyeceğim, – dedi Alişer.
- Siz şimdi de yaşamıyorsunuz.
- Rüya mıyım?
- Var olduğuna kesinlikle inanan birini gördünüz mü?
- Doğru, bazen şüpheleniyorum, başka insanlar da benim gibi yaşadığını hissediyor
mu diye düşünüyorum.
- Öncelikle, siz kendiniz bu aydınlık dünyada nafaka peşinde koştuğunuzun farkına
vardınız mı?
- O zaman gerçek ne?
- Söz.
- Fakat, harflere dökülen söz maddeye dönüşmez mi?
- Maddeyi parçalara ayırırsanız, sonuçta sözden başka hiçbir şey bulamazsanız.
- Söz düşünceye eşitse, siz niçin görünüyorsunuz?
- Her bir kelimenin ortaya koyduğu bir düşünce vardır, düşünce sözlerden çıkarak
şahsiyetleşir, ancak gördüğünüz bir şeyin içindeki öz sizin gözbebeğinize hiçbir zaman
yansımayan bir parça sözdür.
- Ben ölmeye gidiyorum, – dedi Alişer.
- Siz deminden beri ona gidiyor değil miydiniz?
Alişer mutfağa gitti, iskemleye çıktı, ilmeği boynuna geçirdi. Dünya, her şeye rağmen,
aydınlık, – dedi o, pencereden dışarıya uzun süre bakarak. Yağmur bardaktan boşanırcasına
yağıyor. İskemleyi tam tekmeleyeceği sırada kapının zili çaldı. Bu bir bahane, dedi aşağı
inerken, yoksa içeriden kilitli kapıyı açmasa da olurdu. Alişer dar koridordan geçip kapıya
vardı ve kapının deliğinden dışarı baktı. Eşikte uzun pardösü giymiş Marfuva şemsiyesini
silkelemekte idi. Yanında köpeği vardı. O gözü kapı deliğinde olduğu halde kilidi açtı,
ölmediğim ne kadar iyi oldu diye geri çekilip eliyle kapının kolunu çevirdi. Marfuva nura
gark olmuş gibi güzelleşmişti. Yüzüne kan gelmişti. Bu, onun yüzeye vuran düşünceleriydi.
Alişer birden endişelendi, düşünce hayatın şeklini belirliyordu.
- Sizden ayrılamayacağımı anladım, – dedi kapıdaki konuk.
- Niçin?
- Bilmiyorum.
- Bektaş da mı?
- Hoşlanmıyorum.
- Gir içeri.
- Bu, – dedi Marfuva, – Alıpsok*.
Alişer eğilerek Alıpsok‟un başını okşadı. Alıpsok iki-üç defa hafifçe havladı.
- Kitabınızı yazıyor musunuz?
- Evet.
- Çayınızı ben hazırlayacağım.
O konuşarak içeriye doğru ilerledi ve tavana asılı ilmeği gördü, duvara sırtını dayadı
ve içini çekerek, yavaşça ağlayarak döşemeye oturdu.
- Ben yokken siz bir gün öleceksiniz, – dedi.
- Belki, – diyerek onaylayan Alişer ne söyleyeceğini bilmez bir haldeydi.
- Öleceksiniz, biliyorum, – dedi Marfuva.
İkisi de sessiz kaldılar. Alişer Marfuva‟nın yanında diz çöktü. Kurtulmam lazım diye
düşündü o, benim hayatımın ağır olduğu bir gerçek, çiçek gibi narin bu insan ağır tavırlarıma
tahammül edemeyecektir. Daha mutlu bir hayat yaşasın, günlük geçim derdinden başka hiçbir
şeye aldırış etmeyen insanlar olur ya. Hayatın manası hakkında düşüncelere dalmak,
yaratılıştan manalar çıkarmak normal insanların yapacağı şeyler değil.
- Siz beni “Ldinka” kafesinde bekleyiniz, – dedi Alişer, – evi toplayıp peşinizden
geleceğim.
- Tamam.
- Bir şeyler yiyip içip sohbet ederiz.
Marfuva yerinden kalkarak kapıya doğru ilerledi. Alıpsok eşikte kuyruğunu sallayarak
tekrar havladı.
- Onu bırakıp gidiniz, – dedi Alişer, – bana arkadaşlık etsin.
- Ne yapacaksınız?
- Evi beklesin istedim.
- Benimle yürüsün.
- O da akıl sahibi.
- Elbette.
- Bırakınız lütfen.
- Peki.
Marfuva eşikten geçtikten sonra sol tarafa döndü. Alişer yeniden yalnız kaldı.
MARFUVA
Jandasov caddesinde bir taksiye binen Alişer Panfilov ile Bögenbay caddelerinin
kesiştiği yere geldi. “Ldinka” cafesine girdi, içeride beklemekte olan Marfuva‟dan iki yüz elli
tenge para alıp geri dönene kadar taksici onu otomobili çalışır vaziyette bekledi. Alişer tekrar
içeri girdiğinde, Marfuva garson ile konuşuyordu:
- Evet, konyaktan üç yüz gram, – dedi Marfuva.
- Neler yapıyorsunuz şimdi? – diye sordu Alişer.
- Dönmeme hiç kimse itiraz etmedi.
- Çok iyi olmuş.
- Sizi sordu.
- Kim?
- Annem.
- Bugün hava yağmurluydu.
- Bu sene sonbahar yağışlı olacak demişlerdi ya.
- Öylesine mi çağırdınız?
- Evet, öylesine.
- Geçen sene sonbaharda Abay‟ı çeviriyordum.
- Fakat Paris‟e gidemediniz.
-Gitmedim.
- Fransızların sizi aradığı doğru mu?
- Doğru. Çevirmeni aramışlar.
- Kazak temsilciler ne cevap vermişler acaba?
- Mutlaka bir yalan uydurmuşlardır.
Garson yemek getirdi. Pilav üstüne iki pirzola, iki bardak şeftali suyu ve üç yüz gram
konyak. Sonra tepside kalan iki kadehi birer birer masaya bıraktı, saygılı bir şekilde dönerek
uzaklaştı.
- Millete ayıp oldu, – dedi Marfuva, – Bektaş ikimiz hiç olmazsa bir sene birlikte
yaşamadık.
- Ayıp oldu, – diye cevapladı Alişer onun sözlerine hiç önem vermiyormuş gibi
öylesine konuşarak.
Her şeye boş vermişti. Güzellik bir rüyadır diye düşündü Alişer. Varlığı da yokluğu da
belli değildi. Fakat, bulanık hayali gözünün önüne gelerek aklınızdan bir türlü çıkmaz.
Kandırarak yanında götürdüğü mutluluk karşınıza dert olarak çıkar. Duygular alt üst olur,
endişeler ortaya çıkar ve güzelliğin egemenliği terbiyesizliğe dönüşür. Yıllar geçtikçe
hafızanızdan silinir. Daha sonra unutulan simasını tekrar hatırlamakta zorlanıp sıkıntıya
düşersiniz. Marfuva ona bakıyordu.
- Yemeğe başlayalım.
Niçin geldim? Alişer geldiğine pişman oldu. Şişeyi eline aldı, iki kadehe doldurdu.
- Kötü bir kâbus gördüm, – dedi Marfuva, – kitaplar topluca saldırıp sizi yiyormuş.
- Bu ne anlama geliyor? Normalde kitabı insanların yemesi gerekir.
- Kazaklar rüyayı nasıl yorumlarsan, öyle çıkar derler. Ben korkuyla uykumdan
uyandım, hemen acele ile kötüye yorumlamış ve endişelendiğim için size telefon
etmiştim.
- O zaman kitaplar yüzünden öleceğim.
- Belki, sizin bu kitabı yazmamanız gerekir.
- Bilmiyorum.
- Birçok yazar kitap taslaklarını yakmıştır, değil mi?
- Şimdi ben yazılmakta olan kitabımla sadece konuşuyorum. İkimiz çok iyi arkadaş
olduk. Önce okuyorum, sonra düşüncelerimi kâğıda döküyorum.
- Çiçekleriniz nasıllar?
- Her gün sabah onlarla konuşuyorum.
- Onların öldüklerini işittim.
- Biz aynı yolda yürüyoruz.
- Bana darılmayınız.
- Darılmam.
- Nasıl olsa, herkes sizi sonunda tanıyacak.
- Belki.
- İçelim.
İkisi birer yudum aldılar. Alişer önündeki pirzolayı küçük küçük doğradı, çatal ile alıp
ağzına götürerek çiğnemeye başladı.
- Planınız nasıl?
- Romanı bitirmek istiyorum.
- Gücünüz yetecek mi?
- Yeter. Yıllarca sürdü.
- Bir yazarın siyasetle uğraşması doğru mudur?
-Kim bilebilir, neyin yanlış doğru olduğunu?
- Bence, bugünkü yazarlar iktidarların uşakları gibidir.
Tanrı‟nın da uşakları olması ihtimal diye düşündü Alişer. Sohbetten sıkıldı. Galiba,
Marfuva gün boyu evde oturmaktan bıkmış olmalıydı.
- Teşekkürler Marfuva. Rüya hakkında söyledikleriniz iyi oldu. Şimdi ben gideyim,
işlerim vardı, – dedi.
Marfuva şaşırmış bir vaziyette bakıyordu.
- Vaktim az.
- Tamam.
- Allahaısmarladık. Yine görüşürüz.
Peçete ile ağzını sildikten sonra yerinden kalktı ve kapıya doğru gitti. Marfuva ikinci
kadehi yalnız içti. Alişer dışarıda nereye gideceğini bilemeden biraz durdu. Hayatı sona ermiş
gibiydi. İçini sıkıntı bastı. Bögenbay Batur caddesinde yolun karşı tarafına geçti. Parkın içine
girdi. Orada sendeleyerek bir süre yürüdü. Sonra önüne çıkan banka oturdu. Etraf kızıllı
yeşilli çok güzel yapraklarla doluydu. Yoksa, her şeyi bir kenara bırakıp basit ve
vurdumduymaz bir felsefe öğretmeni mi olmalıydı? Birden park içinde patika yoldan
gelmekte olan Marfuva‟yı fark etti. Keyfi yok, başını öne eğmiş ağır adımlarla yürüyordu.
Derin düşüncelere dalmıştı. Alişer ona acıdı. Özel olarak çağırdığında bile sabırsız yazar onu
dinlememişti.
- Marfuva, – diye seslendi Alişer.
Marfuva başını kaldırdı. Gözlerinde yaş vardı.
- Tekrar dönmek istiyordum ben.
Bu sefer sesli ağlamaya başladı.
- Yürü gidelim.
İki birlikte Abılay Han caddesine çıktılar. Orada bir taksiye binerek asfalt yol üzerinde
hızla yol aldılar. Otomobil kısa bir süre sonra “Tavgül” semtine getirdi. Taksiden indiler,
Marfuva ücretini ödedi. Alişer eve doğru gelirken bir daha hiçbir zaman yoksul olmayacağım
diye düşündü. İkisi ikinci kata çıkıp daireye doğru yöneldiklerinde kapının zilini çalmakta
olan bir kızı gördüler. İçeride Alıpsok havlamaktaydı.
- Merhabalar, – diye selam veren genç kız, – Alişer Taymasoğlu‟nu arıyordum.
- Benim, dur kapıyı açayım, – dedi Alişer.
- Gazete muhabiriyim.
- Hayırdır?
- Röportaj için gönderdiler.
- Nasıl bir röportaj? – diye sordu Alişer kapının kilidini açarken.
- Sanat hakkında.
- Siz eve girip oturunuz, – dedi Alişer, – biz dışarıya çıkıp röportaj yapıp gelelim.
- Tamam, – dedi Marfuva.
Onu yanımdan hemen uzaklaştırmam lazım diye düşündü. Kalbini kırıp ne yapacağım.
DOSTLAR VE KADINLAR
Kadınların erkek milletine can yoldaşı olduğu eski devirlerden beri bilinir. Fakat, kısa
saçlı ile uzun saçlı hiçbir zaman arkadaş değildirler, ayrıca karıları bile kocalarına fedakar
sadık bir dost olamaz. Erkeklerden de dost bulmak zordur. En samimi arkadaşlarınız bile çok
genç yaşta evlenmiş bir kız gibi her şeyi isterler, devamlı onlarla ilgilenmek gerekir, her
zaman onlar için her şeyinizi feda etmelisiniz. Yine de, dostlar da kadınlar gibi, kendi
menfaatleri uğruna, sizi kolayca satarlar. En ilginci, onlar ihanetlerini başkalarının hiçbir
zaman fark etmediğini zannederler.
- İsmim, – Cemile, – dedi gazeteci kız.
- Alişer.
- Konuşmadan yürüyorsunuz.
- Siz dostluk ile aşkı birbirinden ayırt edebilir misiniz?
- Evet.
- Soruların hepsine cevap hazırlamış gibisiniz.
- Çünkü, her zaman düşünürüm, – dedi Cemile.
- Parlağa düşkünlük ve aşırılığa yatkınlığın ikisinde de bir sahte duyguyu görüyorum.
Bu yüzden midir, bilmiyorum, benim için birbirinden hiç farkları yokmuş gibi geliyor.
- Nasıl?
- Bu iki duygu da menfaat peşinde koşan art niyetliler gibi, nafaka gibi insanlardan
çıkarlarını almak ister.
Cemile onu anlamadı. Manasız gözlerle baktı.
- Şahsen ben aşksız yaşayamam.
- Öyleyse sevgilileriniz çok olmuş olmalı.
Tekrar sessizlik oldu.
- Ne dediniz?
- Gençliğinizden beri kaç kişiye âşık oldunuz?
- Bilmiyorum.
- İnsan istikrarlı değildir.
- Hayatta kötüler çoktur.
- Bu manada hepimiz kötüyüz.
- Niçin?
- Siz sadece bir kişiyi mi sevdiniz?
- Evet.
- Yani, belirli bir dönemde sırılsıklam âşık oldunuz.
- Hâlen de aşığım.
- Fakat, bu aşktan sonra, başkasını da sevmediniz mi?
- Sevdim.
- Şimdi bakınız, sadece siz değil, o da bugün bir başkasını seviyor. O zaman istikrar
nerede?
- Hayat böyle.
- İşte, hepimiz kötüyüz.
- Belki, bu da doğrudur.
- Evet, insan doğasına değil, sadece vicdana aykırıdır.
- İlginç.
- Herkes ayıp hakkında konuşur, fakat gözlerden ırakta başka türlü davranır.
- Hayat böyle.
- Her insan değil, toplum kendi kendisiyle açık konuşamıyor, korkuyor. Korkuyor
çünkü ikiyüzlü olduğunu kabul etmek istemiyor.
- Öyleyse ne yapılmalı?
- Vicdanların değişme zamanı geldi.
- Bu mümkün müdür?
- Mümkündür.
- Toplum bozulmaz mı?
- Hayır.
- Halk aklına ne eserse, onu yapmaz mı?
- Hayır. Herkes bütün adım ve davranışlarından gerçek manada sorumlu olacaktır.
- Evet.
- Her insana toplumun taleplerinin dışında tercih hakkı verilirse, bu durum halkın
sorumluluğunu arttırır.
- Sizin düşüncenize göre, ayıbı doğuran sorumluluk nedir?
- Önceleri utancın kaynağı Tanrı‟nın vasiyetindedir diye düşünüyordum. Daha sonra
Yaratıcıyı inkâr eden bir dönem geldi, halk öğütlerle yaşadı, fakat geleceğe olan inanç,
cenneti vaat eden dinin inançlarıyla alakalıydı. Günümüzde insanlar ideolojilerden
kurtuldu, fakat insanlık vasıflarını kaybetmedi. O zaman insanı insan yapan nedir?
- Bilmiyorum.
- Göğüs kafesinde durmaksızın çarpan yürek.
- Yürek hayvanlarda da var, değil mi?
- Ben insan yüreğini söylüyorum. Eğer meçhul ve korkunç bir güç insan medeniyetini
tamamen yok etse, fakat uzak diyarlarda ormanlar içinde veya uzak adaların birinde
vahşi kabileler varlıklarını devam ettirmiş olsalar, biz yine yüzlerce yıl sonra, tekrar
kitap okuruz, uzaya çıkmaya başlarız.
- Dostluk hakkında hiç konuşmadık.
- Bu, günlük faaliyetlerimizden doğan karşılıklı ilişkilerdir. Birbirlerinden uzak iki
şehirde uzun iki farklı hayat yaşayınız, siz zaman içinde, farklı ortama uyum
sağlarsınız, o zaman sizin çok değer verdiğiniz o eski dostluk yavaş yavaş kaybolmaya
başlar, sonunda ondan sadece tatlı hatıralar kalır.
- Doğru.
- Yaya olarak bayağı yol kat ettik, şimdi buradan bir taksiye binsek, ne dersiniz.
- Olur.
HİÇBİR ŞEY
Onlar bir taksiye binerek aşağıya doğru gittiler ve Timiryazev sokağının Esentay nehri
ile buluştuğu kısımda indiler. Sonra dağa doğru yöneldiler. İkisi coşkulu bir biçimde akmakta
olan Esentay nehri boyunca ağır adımlarla yürüyorlardı. Uzun bir yürüyüşten sonra El-Farabi
caddesine çıktılar. Etraf sonbaharın hüzün verici sarı renklerine boyanmıştı.
- Siz edebiyatın zamanının geçtiğini düşünüyor musunuz? – diye sordu Cemile.
- Evet, – dedi Alişer.
- Öyleyse niçin yazıyorsunuz?
- Çünkü, edebiyat bazı insanların yüreğinden hala çıkmadı. Benim de gönlümde onun
hala kaybolmayan yansımaları var.
- Sanatı, genelde, ne doğurur?
- Yalnızlık.
- Heves değil midir?
- Heves ilme mahsustur, fakat heves de yalnızlık ile sonuçlanır. Heves gençlik çağının
bir özelliğidir, yalnızlık, yaşlandığınızda Tanrı‟ya götüren bir yoldur.
- O zaman edebiyat ölmez mi?
- Evet, o toplumda ölse bile, bazılarının yüreğinde yaşamaya devam eder.
- Nasıl?
- O bahsettiğiniz yazar basit bir evde oturup ucuz içki içerek üstün bir edebi eser
oluşturacaktır.
Konuşarak El-Farabi‟den geçip aşağıya inip yola devam ettiler. Hava hala bulutluydu.
- Tüm insanlık tarihindeki en yüce edebi eser hangisidir?
- “Bin Bir Gece Masalları”, – dedi Alişer.
- Melville‟in “Moby Dick” veya “Beyaz Balina” romanı nasıl?
- O da, hatta “Don Kişot”u da bunların arasına katabiliriz.
- Evet.
- Dostoyevski‟nin “Cinler” romanı da müthiş.
- Tolstoy‟un hangi eseri iyidir.
- “Hacımurat”, “Savaş ve Barış” ve “Anna Karenina”.
- Edebiyat tekrarlanır mı?
- Tarihin tekerrür etmesi komik ve yersiz bir şaka sayılsa da, edebiyatın tekerrür
etmesi yeni alışkanlıklar doğurur. Mesele, ne söylendiğinde değil, nasıl
söylendiğindedir.
Cemile yoğun sisin nemlendirdiği düz yolda yavaş yürüyordu. Bazen öne geçiyor,
sonra geri dönüp ilginç bir soru bulmaya çalışıyordu. Yavaş yavaş yağmur azalmaya
başlamıştı. Hava son derece temiz ve saftı, fakat etraf grinin tonlarındaydı.
- Yalnızlığa ne sebep olur?
- O, insanın doğasındadır, düşünen insan yalnızlığa ulaşır.
- Öyleyse, düşünmemeliyiz mi?
- Bilmiyorum, ama her nasılsa düşünmeyen insan yalnızlık çekmez, öte yandan
düşüncenin kendisi yalnızken ortaya çıkar.
- Eğer insanlar yüce bütünlüğe erişirse, yalnızlık kaybolup, sanat ortadan kalkmaz mı?
- Siz kendiniz buna inanıyor musunuz? – diye sordu Alişer.
- Hayır, – dedi Cemile.
- Hayatta hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir şeyin sorusu da hiçbir zaman cevabını
bulamaz.
- Sizin yazmakta olduğunuz Tanrı‟yı yücelten kitap, bir taraftan, Tanrı‟nın yokluğunu
esas alan bir eser değil midir?
- Niçin?
- Bir fani Tanrı‟nın kitabını yazabilir mi?
- Esasen, ben gelecekte yazılacak olan geniş hacimli esere Tanrı‟nın adını kattığımda,
kökleri eskiye dayanan konargöçer Kazaklar kendi dini bilincinde Yaratıcı Güç olarak
kabul ettiği Allah ile eş anlamlı olan Tanrı‟yı kast etmiyorum.
- Peki, Kim‟i kast ediyorsunuz?
- Benim düşüncemdeki ve yazmak istediğim Tanrı savaşçı konargöçer Türk boylarının
asırlar boyu taptığı, savaşa çıkarken, püsküllü mızraklarına taktıkları gök bayraklara yüce
sembollerinin resmini koydukları, günümüzde bazı bilim adamlarının puta tapınma dini
olarak gördükleri, bazı düşünür gruplarının ise tüm tek tanrılı dinlerin atası olarak
değerlendirdikleri Yaratıcıdır. Bununla birlikte bazı bilimsel yorumlara bakılırsa,
peygamberler devrinde, çok eski zamanlarda Tanrı dininin de keçe kaplı kendi kutsal kitabı
varmış. O kitabın konargöçer halkların günlük hayatını, geleneklerini düzenleyen, düşünce ve
inançlarını şekillendiren belirli bir düşünce-inanç toplamasından oluştuğu söyleniyor. Kitapta
ifade edilen sözler hayattaki katı disiplin, katı talep, gelenek, görenek, bozulmaz yasaya
dönüşmüş olmalı. Belki de böyle kutsal bir kitap hiçbir zaman var olmadı. Bu belki de kırsal
kesimlerin unutulmuş uzak köylerinde, sade evlerde anlatılan, ya da akıcı dile sahip ozanların
terennüm ettiği uzun destanlarda şekillenen olağanüstü efsanelerdi, kim bilir?
- Gerçekten de, bu sadece kehanet mi?
- Ben böyle bir içeriğe sahip bir kitabın gökyüzünden inip inmediğiyle
ilgilenmiyorum. Böylesine muhteşem efsanede ortaya konan kutsal övgü kitabının siluetinin
halk şuurunda yaşamakta olması beni çeşitli ilginç ve karmaşık olaylara, sınırsız düşünce ve
emellere, ulaşılması imkânsız ülkülere götürüyor, hayal gücü kıvrak kalemimin özgürce
koşturmasına yardımcı oluyor. Tanrı‟yı yücelten kitap – savaş zamanlarında kahramanlıklarla
dolu bir hayat geçiren, sonra dinini de, geleneklerin de, Türklük bilincini de kaybeden, tarih
sahnesindeki yüksek mevkiini yitiren Türk insanının uzun efsanevi tarihidir.
- Günümüzde bu eski dini tekrar canlandırmak mümkün müdür?
- Beni orası ilgilendirmiyor, tek bildiğim – gökteki Tanrı‟yı kaybettikten sonra
Türklerin birliğini kaybettiğidir. Çeşitli dinlere girince, uyumlu halkın paramparça olarak
dağılacakları şüphesizdir. Böylece yok olurlar. Ortak amaç, ortak menfaat, ortak ülkü
kaybolur. İnanç anlayışındaki çeşitliliğin de halkın birliğine zarar vereceği muhakkaktır.
- Sözlerinizde pişmanlık çok.
- Kitabım değişik bir açıdan bakıldığında, Tanrı‟ya ulaşmada yolunu kaybeden yüce
Türk milletinin ölümü hakkında bir mersiyedir. Ağıt. Tanrı‟nın oğlu Türk‟e ağıt yakıp
ağlayan yetimin feryadı. Kahramanlıklarla dolu çalkantılı hayatın sonu hakkında yaslı şiir.
- Tarihi kitapların zamanı geçmedi mi?
RİSALE – TÜRKLER – OLAY
- Genel olarak dünya XXI. yüzyıl eşiğini her yerde büyük başarılar göstermiş, çeşitli
alanlara yayılmış karmaşık edebiyatıyla aşıyor. Ancak, hangi konuda yazınızı nasıl yazarsanız
yazınız, günümüzde kimseyi hayretler içerisinde bırakamazsınız. Tüm olağanüstü başarılı
olmuş kitaplar okuyucuya sadece diğer kitaplardan bahsediyor gibidir ve arayış içindeki
yazarın kaleminden çıkan her kitabın içeriği diğer kitapların içeriklerinden oluşuyor gibidir.
Hatta kitapların kıyamet gününe gelmiş gibiyiz. Artık yazmak için yenilik ortaya koyacak ele
alınmamış konular, yeni biçim, olağandışı örnek, farklı bir dil ve üslup kalmamış gibi sanki.
Ancak yeniden düzenleyip bozarak ve yeni semboller kullanarak farklı bir şeyler ortaya
konabilir. Bu yüzden mesele aranılan popüler bir kitap yazmada değil, yazdığınız şeylerde
doğru bir karara varıp varmadığınızdadır.
- Bu kitabın sonu mu?
- Hayır, aksine planladığımız eser dünyadaki tüm kitapların toplamı gibi yeni bir eser.
- Sonuncusu mu?
Alişer güldü.
- Fakat, kitabın aynı şekildeki diğer kitaplardan oluşacağı ve diğer içerikleri bahis
konusu edineceği eskiden beri bilinen bir şeydir, sadece insanoğlu bu kutsal kanunu geç
öğrendi, şekli geliştirmek hususunda yapılan münferit bağımsız çalışmalar en sonunda önce
rezil, sonra değersiz oldu. Romanımın gizli konusu budur.
- Kitap yaşama yeteneğini kaybetmedi mi?
- Yine de, Yaratıcı İye her faninin ömrünü önceden tahmin edip bilecek kudreti
insanın kendisine vermiş olsaydı, felaket o zaman başlardı. Bu sebeple, kitabın ömrü
de önceden belli olsaydı, o zaman o kitabın daha yazılmadan önce ihtiyarlamış olacağı
tartışma götürmez. Tanrı‟yı öven kitabım bir labirenttir.
- Labirent?
- Evet. Yaratıcıya duyulan sonsuz aşkla yazılmış gazel, methiye-i şerif.
- Tercüme etmek lazım, – dedi Cemile.
- Günümüzde söz doğal saf özelliklerini kaybetti. Şehrin hâkimi günümüzde sözü
zorluyor. Fakat söz zorlamayı kaldırmaz. Zorlanan yüzlerce söz içinden, her nasılsa, bir melek
hakikatleri sırtlayarak cepheyi yarıp çıkar. Haram yoldan yenen yemek mideyi bozar. Ziyanı
karaciğerlere olur, akciğerlere de sirayet eder, adamı iki büklüm hâle sokar.
- Tercüme lazım, – dedi Cemile tekrar.
- Ben, – dedi Alişer, – mütercim değilim.
- Tamam.
- Hâlâ kendi tarihinden uzaklaştırılmış durumda olan Türk halklarının tarihsel ruhunu
muhteşem hayal diliyle tasvir etmek, masal şekli ve efsane konusu profesyonel tarihçilerin
tartışmalarından kurtarır ve birçok şeyi özgür ve masal gibi açık bir şekilde ifade etmeye
imkân verir. Ayrıca olayların kronolojisi ve tarihi gerçekliğinden kaçmaya sebep olur. Yani
edebi eser açısından önemini korur.
- Sonuç olarak?
- Önümüze koyduğumuz hedefimiz üçtür: Kitap dediğimiz nedir; bugünkü gün ve
tarih dediğimiz nedir; Türk dediğimiz kimlerdir?
- Karmaşık bir planmış.
- Belki. Fakat, elbette, daha söylediğimiz, irdelenmiş, hayal edilen şeylerin hepsinin
sonuçta şekli oluşturduğunu biliyoruz. Yine de, ortaya konması gereken birçok konuların
varlığı da tartışmasızdır. Şekil her şiirin sembolik görünüşüdür, yani mimarisidir. Tasvirlerin
özelliği, olayın gelişimi, sözlü anlatımın kompozisyonunun tamamen tarafsız yazma
kanunlarına temellendirilmesi şarttır. Kelimeleri tasarruflu kullanmalı, ilk sırada aksiyon
olmalıdır. Mesele okuyucuyu seyirciye dönüştürüp dönüştüremediğinizdedir. Özgür yolun
tekrar gelmesinde demir gibi katı bir disiplin olması gereklidir. Genel olarak, her insan onu
okuduktan sonra düşüncelerini görüyorsa, bu da güzeldir.
- Doğru.
- İki ciltlik eserin küçük ciltteki on iki küçük bölümün sistemli yerleşiminin de
kendine göre sağlam bir tertibe boyun eğdiği muhakkaktır. Kitapları ayrı ayrı ele alıp
bağımsız birer küçük hikâye olarak da okuma imkânı olmalıdır. Yani, bu romanda birkaç
küçük roman veya öykülere bölünme özelliği olacaktır.
- Her devir kendi dil özelliklerini doğurmaz mı?
- Yine de, üslup tasvir diliyle yakından alakalıdır. Bir süre sonra, elbette kelime
kullanılışı, kısa cümle mi, yoksa uzun cümle mi kullanılacağı tercih konusu olur; bu ölçüt
olayın gidişatına etki ederek üslubun kalıbını ortaya koyacağı muhakkaktır. Bununla beraber,
metne geldiğimizde, yapısı hakkında uzun uzun bilgi vermek uygun olur. Metnin mimarisinde
kullanılan yol, özellikle şiirlerdeki kısaltılmış bediî anlatım her şeyi yerli yerine koyar. Yeni
hikâyenin nerede başlayıp biteceği açıkça görülür. Mimariyi ayakta tutan esas direk, temel
kısım iyi olursa, bu işin iyi bir başlangıcı olur.
- Küçük bölümler nasıl devam eder?
- Kitabın esası ise konu, dil ve düşünceden oluşur.
- O zaman romanda anlatılan şeyler nasıl dille ifade edilecek?
- Tasvir dilinin nasıl olması gerektiği o eserin hedefi ile konusunu ortaya koyacak
gibidir. Masalın dili nasıldır, efsanenin dili nasıldır, kutsal kitapların dili nasıldır! Masalınki
de…
- Dünya edebiyatında iletişimsel dili kullanarak efsane anlatan ünlü yazarlar da az
değildir, değil mi?
- Evet. Fakat, her dil ancak belirli amaçlara yönelik kullanılabilir.
- Doğru.
- Bunu böyle yaratılışa uygun bir dil ile sadece kendim ifade edebilirim şeklindeki
kurala dayanarak bir birlik sağlayabiliriz. Avezov‟un akıcı zengin dilinin geniş bozkırlardaki
hayatı aynen zenginleştirerek yansıtmaya yeterli yeteneği vardı. Kabileler arası çekişmeler,
suyu bol kuyular çevresinde yerleşim yeri arayan uzun göçler, kavga döğüş, bozkır
hayatındaki ilginç, çekici gelenekler sadece böyle bir dil ile tasvir edilebilirdi. Avezov tasvir
yapabildi. Veyahut Tolstoy‟un “Anna Karenina” eseri başka, “Hacımurat” ise bambaşka bir
dile sahiptir.
- Latin Amerikalıların sihirli dili konusunda ne diyorsunuz?
- Muhteşem. Genel olarak, tasvir konusundaki edebi yazılarda şahsiyetlere yönelik
farklılıklar çoktur. Faulkner ve Hemingway‟in ikiz kıbledeki çok farklı çift dilini ele alalım.
- Benzer değildirler.
- Ben kısa cümleleri virgül ile ayıran uzun cümlelerden oluşan dili seçmek istiyorum.
O zaman, her kısa cümle, bir taraftan bağımsız bir dereceye sahip olur, ikinci taraftan uzun
cümle tutarak onu bağımlı hale sokar. En önemli şey, mevcut kelimenin boşuna
söylenmemesi ve sırtladığı bir yükünün olmasıdır. Ondan sonra mutlaka uyumlu olması
gerekir.
- Evet.
- Şimdi geri dönelim mi?
- Tamam.
- Evde Marfuva‟yı çok beklettim.
- Doğru.
- Burada mı kalıyorsunuz?
- Evet.
İkisi acele bir biçimde vedalaştılar, Alişer yol ağzında bir taksi tutarak bindi. Bu kadar
niye acele etti diye düşündü Cemile, aklından geçenleri hızlı bir biçimde söyledi ve taksiye
binerek hızla hareket etti.
Marfuva uyuya kalmıştı. Kapı önünde yatan Alıpsok durmadan havlayınca, tembel
tembel uykudan kalkıp kapıyı açtı.
- Saat kaç oldu? – diye sordu Marfuva.
- Bilmiyorum.
- Uyuya kalmışım.
- Dönecek misin?
- Evet.
- Arıyorlardır beni.
- Akşam ben haber veririm.
Alişer yazı masasına geçti.
ŞECERE
Kitap dünyayı değiştirmez. Fakat, yetim yürek yalnızlıkta onu kendisine yardımcı
görür.
Canlıların tüm türleri kitaba girmek için yaratılmıştır, demiştir güzelliğe aşık
Mallarme. Bir kitabın en büyük hedefi halka tanınmak ise, o zaman kalemi yazdıran
düşüncenin önümüze sürdüğü yorumlarında temiz bir niyet yoktur.
Evet, kitap düşüncedir. Ancak, okuyucuya rastgele sunulan bir olay değildir. Olayın
konusu gerçek bir yazarın samimi düşüncesini gizleyen aldatıcı büyük bir bahanedir. Yine de
düşünceyi açık, doğrudan ortaya koymadan olaylar aracılığıyla ifade etmekten edebiyat doğar.
Büyük kitap, önce, şahsiyetin bir göstergesidir. Eski devir ve mutlu zamanların
geleneklerine göre, tarihi çok okuyan insanlar feraseti yüksek bilge kişilerden sayılırlar.
Bugünün ölçütünde, farkındalığı olmayan yazarlar da yazabilir, hatta zayıf eserlerin de
zamanla mücadele ederek uzun yaşamaları ihtimali vardır, demek ki, kitap bilmece tılsımı ile
başlangıçtaki kutsallığını kaybeder, o insana ar ve vicdan duygusu veren gücünü yitirmiştir,
şimdi kitap bir çalışma değil, sıradan bir meşgaledir. Ağır şartlar altında fedakârca yapılan
çalışma vicdanı ortaya koyar, meşgalenin amacı nefsin istekleridir, anne çocuğunu sadece
sancılarla doğurmaz, aynı zamanda acılar içinde doğan çocuk vicdanı ve utanmayı çalışmayla
kazanır.
Hayâ sahibi olmak için devamlı acı çekmek gerekir. Acı insanı cennete, nefis
cehenneme götürür. Fakat, günümüzde Yaratıcı‟yı yok sayan İblis‟in döneminde, acı ve nefis
eşitlendi, değil mi? Siz altmış sene rahat bir hayat geçirdikten sonra ölseniz de, altmış yıl acı
çekerek ölseniz de, değeriniz aynı, böylece ikiniz de fani ve yalan dünyada aynı şekilde altmış
sene yaşadınız.
Buna rağmen, nefse düşkünlük sınırlanmasa, o zorunlu olarak gözü açık gelişmiş insan
nesline gafletle yolunu şaşırtıp kıyamet gününe götürür, vahşi nefsin altında vahşi bencillik
yatmaktadır. Bencillik, kalabalık topluma bağımlı olan sizi durup dururken azdırıp toplumun
düzenine karşı çıkan bir bozguncu yapar. Bu durum doğallığınıza yabancı sayılan bir olgudur
ve tüm insanlara karşı durmaksızın uzlaşmaz bir mücadele yürütmektir.
Eskiden kitap kamışlarla yazıldı, elde ciltlendi. Bugün ise bilgisayarda yazılıp
makinelerle ciltleniyor. Eskiden birer adet üretilirken, artık milyonlarca yayınlanıyor.
Kitap nereden geldi. İlk kitap nüshasını kim yazdı? Önce pişirilmiş killerin satıhları
düzleştirilip metni yakarak bastılar, sonra ağaçlara yazıldı, çok geçmeden papirüsten rulo
yapıldı, ağaçların alacalı kabuklarından istifade edildi, sonra buzağının derisi kullanılmaya
başlandı, en sonunda insan uygarlığını, sonsuza dek yüce dereceli beyaz ipek gibi asil kâğıt
tamamen ele geçirdi.
Yaratıcı tarihi kitap süsleme sanatını anmamak olmaz, el yazmalarının hâkim olduğu
zamanda harflere büyük önem verildi. Basımevlerinin çok geliştiği dönemde format, münferit
bağımsız sayfalara, risale kapağına özel bir önem verilip harflerin kalıplara dökülmesiydi.
Elbette, kâğıda düşen kelimeler konuşma dilinin ahengi ve duygularının gücünü tam
manasıyla veremez, ancak metin soyut düşünceyi geliştirdi. Sözcükler sistematize edildi, dilin
yapısı ve gramerinin çatısı düzenlendi.
Önceleri şahsi mektuplar ortaya çıktı. Savaş ilan edildiğinde, karşı tarafa eğri kılıç,
sivri mızrak veya keskin hançer gönderilirdi. Yeşil ağaç dalı yapıcı barışı simgeliyordu.
Kuzey Amerika Kızılderilileri iyi niyet dileklerini tütün dolu bir torba hediye ederek
gösteriyorlardı. Herodot‟ta ders alınacak ibretli bir hikâye vardır. Savaşçı Sakaların acilen
gönderdiği elçi Pers ülkesinin kralına bir kuş, bir sıçan, bir kurbağa ve beş ok götürüp teslim
etti. Bunlarla kökleri eskilere dayanan savaşçı konargöçer halkın söylemek istediği şuydu:
Persler, eğer sizler kuş gibi yüksek semalara uçup gitmezseniz veya sıçan gibi topraktan çukur
kazıp derinlere girip gitmezseniz veya kurbağa gibi çamurlara dalıp gitmezseniz, o zaman
bozkırlardan geri çekilip evlerinize dönemeyeceksiniz. Sizleri yaylarımızdan atılan sivri
demir uçlu oklarımız yok edecektir.
Bundan sonra, resimlerle yazı yazma zamanı geldi. O logografiyaya ulaştı. Çin
hiyerogliflerinin sayısı günümüzde ortalama elli bine yaklaşmaktadır. Eski Sümer, Mısır,
Aztek ve Maya halkları da pişirilmiş tabletlere, papirüs kâğıtlarına, yüzeyleri düzlenmiş
ağaçlara veya taşların düz satıhlarına yazı yazdıklarında süslü ve kendilerine özgü
hiyerogliflerini kullandılar.
Zaman içinde diklemesine yazılan karmaşık hiyeroglifler yerini fonetik yazı sürecine
bıraktı. Böylece, alfabe dünyaya geldi. Onu ilk olarak bulan Fenikeliler idi. Fenikelilerin
alfabesi yirmi iki harften oluşuyordu. Harflerle sembolize edilen ses sistemi insan uygarlığını
ileri götüren müthiş bir değişimdi. İşaretlerle ifade edilen ünlü sesler ilk başta yoktu. Sadece
ünsüz ve yarı ünlü sesler gösteriliyordu. Bunlar sağdan sola doğru yazılıyordu. Fenikelilerin
sistemi M.Ö. XI. yüzyılda zeki Yunanlılara geçti. Bu sistemi getiren fedakâr Fenikeli tüccar
Kadmos idi.
Okumaya meraklı, Kadmos‟un adı yerli Fenikelilerin dilinde “doğu” manasına
gelmektedir. Bu tüccar her bölgede ticaret yaparak sonunda beyaz yelkenli, siyah burunlu
gemisiyle Feros adasına ulaştı. Daha sonra buradan Yunan yazı örnekleri bulundu. Kitap eski
Yunan dilinde “biblion” olarak söylenir. Bu terim Fenike topraklarındaki “Bybios” isimli
şehir ile yakından alakalı olmalıdır.
Alfabeyi Etrüskler Yunanlılardan aldılar. Böylece Latin alfabesi ortaya çıktı. Latin
alfabesi temel alınarak IX. yüzyılda Glagolitik ve Kiril alfabeleri oluşturuldu. Bunun
öncesinde ise IV. yüzyılda Ermeni eğitimcisi Mesrop Maştots Ermeni alfabesini oluşturdu.
VI. yüzyılda Ermeni yazısına benzer bir şekilde Gürcü alfabesi dünyaya geldi. Fenikelilerin
harfleri esas alınarak Arap, Arami ve İbrani alfabeleri oluşturuldu. Brahmi ve Kharoşti heceli
alfabelerinin kökeninin de Fenike alfabesi olduğu hususunda tahminler bulunmaktadır.
Brahmi Hindistan‟ı boydan boya geçerek Seylan, Burneo, Java, Tayland, Laos, Nepal, Tibet
ve Burma ülkelerinin hepsine yayıldı. Fakat Hindistanlılar milli harflerinin ortaya çıkışını
bundan bağımsız olarak ele almak istemektedirler. Belki, onlar Sami alfabesinin somut grafik
unsurlarını değil, sadece kurallarını almış olabilirler, alfabeyi ise ana dillerinin fonetik
yapısına uygun hale getirip kendilerinin oluşturma ihtimal de vardır.
M.Ö. V. yüzyılda Çin‟de Tsai Lun‟un kâğıdı icat ettiği hususunda somut bilgiler
mevcuttur. Yazıyı sathı düzeltilmiş taş plakaya kazıyarak önce bir kaç nemli kâğıdı yapıştırıp
üstünden yavaşça çekiçle vurarak harflerin oyuklarına girilir. Sonra en üstteki kâğıdın yüzüne
siyah boya sürülür, fakat dizgicinin önüne kabartmalı oyulan kısımların temiz yüzü konur.
Daha sonra IX. yüzyılda ağaç plakaya metni tersinden yazarak harflerin arasını oyarak kesip
aldılar, satıhtan çıkıntı gibi duran harf kabartmalarına sıvı boya sürüp kâğıt yüzüne bastılar.
Ancak bir tarafı el değmemiş alacalı olarak bıraktılar. İlk defa “Almas Sutra” isimli Buda
metninin bu şekilde basıldığı söylenir. Önceleri yazı yazılan kâğıtları enli şeritler gibi
birbirine ekleyerek yapıştırırlarmış. Daha sonra bunu kendi etrafında sararak rulo şeklinde
toplamışlardır.
Aziz usta Pi Sheng 1040 yılında dizginin düzenli bir şeklini, yüce maksadını, asil
emelini gerçekleştirdi. Dört asır geçtikten sonra neşriyatı Avrupa tekrar açtı. Pi Sheng
yapışkan sazlı çamurdan ince kabartmalı matbaa harflerini keserek aldı. Kesilerek alınan her
hiyeroglifin kendi işareti oldu. Sanatkar usta litera – matbaa harflerini – sertleştirmek için
ateşte pişiriyordu. Sonra bunlardan gerekli metinleri oluşturuyordu. Bunun için literayı demir
ağın içine yerleştirdi. Sonra metal tabakaya sakız, mumya ve kâğıdın külünü sürdü. Onu
ateşte kızdırdı ve dizdiği birleşik metin harflerine yapıştırdı. Tabaka soğuduğu vakit litera enli
tabakaya sağlam bir şekilde yapışmış oluyordu. Birleşik harfleri birkaç kere bastıktan sonra,
metni tekrar bozup kesilip alınan harfleri başka metinler oluşturmak için kullanmak
mümkündü.
XIV. yüzyılda Çin‟de çeşitli matbaalar ortaya çıktı. Ansiklopedi ve süreli yayını da ilk
defa bu büyük imparatorluk bulmuştu. X. yüzyılda Çinliler ilk ansiklopediyi oluşturdu. XV.
yüzyılda ise nüfusu kalabalık, dünyanın en uzun seddine sahip Çin‟de dünyanın en büyük ve
hacimli ansiklopedisi yayınlandı. Bu ansiklopedi on bir bin dokuz yüz on beş cilt, yirmi iki
bin dokuz yüz yirmi yedi bölümden oluşmaktaydı. Onu hazırlamak için iki bin yüz altmış
dokuz adam çalıştı. VII. yüzyıldan itibaren “Tsing Pao” veya “Tching Pao” isimli gazete
devamlı surette yayınlandı.
Elbette bugünkü basın sanayi kısa süreli ve bir kişinin çalışmasının ürünü değildir.
Demirden dökülen toplamalı harf fikri ksilografi sürecinde ortaya çıkmış olmalıdır. Takmalı
çıkarmalı harf sistemini ilk defa kimin kullandığı meselesinde birçok Avrupalı ülke bu buluşu
kendilerine mal etmekte ve aralarında tartışmaktadır.
Avingon şehrinde 1446‟ta Praglı Rahip Procopius Waldvogel isimli gümüş ustası
sarraf çalışmıştı. Onun kırk sekiz metal literası varmış. Fakat, devamlı mekan değiştiren,
sonunda Fransa‟nın Provence eyaletinde ikamet etmeye başlayan bu çok yönlü ustanın kitap
basma sanayine nasıl bir katkı yaptığı konusu hâlâ meçhuldür. Flandra‟nın Brugge şehrinde
yaşamış Jan Brito hakkında da çok az bilgi vardır. Ayrıca Feltre şehrinde dünyaya gelmiş –
İtalyan Panfilo Castaldi – hukukçu, şair ve hekim ilk matbaacı unvanını aldı. Hatta
hemşerileri onun adına bir anıt da diktiler. Bazı tarihçiler matbaayı bulan kişinin Hollanda‟nın
Haarlem şehrinin sakini Laurens Janszoon Coster olduğuna işaret ederek yanlış bir bilgiyi öne
sürerler.
Gerçi XVI. yüzyılda yaşamış olan Junius isimli bir tarihçinin bildirdiğine göre, zeki
Coster genç torunlarına kuru ağaçtan oyuncak harfler keserken böylesine muhteşem bir
düşünce aklına gelmiş. Sonra onun Johann isimli bir yardımcısının matbaa araç gereçleri ve
tüm literalarını çaldığı ve hemen oradan uzaklaşarak Mainz kentine ustasından gizlice
yerleşmiş olduğu şeklinde doğruluğu şüpheli bilgiler verilmektedir. Bazı kaynaklara bakılırsa,
gerçekten de, Coster takma ismi olan – Laurens Janszoon isimli çalışkan, yaşlı bir tüccar
varmış, fakat o kiliselerde kullanılan zeytinyağı, mumya ve sabun yapıp satarak geçimini
sağlıyormuş. Daha sonra ticaretini genişletip şarap işiyle uğraşmış, ancak mala düşkün
tüccarın matbaa işleriyle de meşgul olduğu konusunda elimizde kesin bir bilgi yok.
Küçük, kurnaz Johann Kolhoff 1499‟da yayınlanan “Köln Tarihi” isimli kitabında
halk arasındaki rivayetlerde matbaayı icat ettiği söylenen Nicola Johnson‟un Paris ve
Venedik‟te hiçbir zaman matbaa kurmamış olduğunu yazar. Kitap basma sanatını ortaya
koyan, temelini atan ve düzene sokan Mainz şehrinin sakini Johann Gutenberg bilge bir
sanayici idi. Daha sonra onun matbaanın gelişmesine sebep olduğu bilinmektedir. Gutenberg
serveti çoğalan, şanı artan, soyu köklü, asilzade Patriciler ailesinde dünyaya geldi. O
Strasburg‟da toplamalı harflerle metin basma hayali kuruyordu ve Mainz‟da geleneksel süslü
kitap basma işine bütün gücüyle girişti, bu işi sürekli devam ettirdi. Literayı dökme
teknolojisini bu sanayici birçok uğraşlardan sonra kendisi buldu. Belki Gutenberg burada
sikke basma metodundan ilham almış olmalıdır. O birçok denemeler sonucunda kurşun, kalay
ve sürmeden oluşan bileşimi buldu.
Matbaa mürekkebini siyah is ile keten yağından hazırlayan Gutenberg 1445‟te ilk
kitabını yayınladı. Büyük kitapların parlak dönemi başladığında ise yazar bu dünyadan
göçmüştü.
KİTAPLAR
“Moby Dick veya Beyaz Balina”, “Anna Karenina”, “Desolation of Angels”,
“Karamazov Kardeşler”, “Kırmızı ve Siyah”, “Yusuf ve Kardeşleri”, “Suç ve Ceza”, “Güzel
Dost”, “İhtiyar Balıkçı”, “Cinler”, “Hacı Murat”, “Duman”, “Martin Eden”, “Altın Buzağı”,
“Karınca”, “Abay Yolu”, “Binbir Gece Masalları”, “Usta ile Margarita”, “Akboz At”,
“Cennetin Doğuşu”, “Öğle”, “Dersu Uzala”, “Elveda Gülsarı”, “Şato”, “Savaş ve Barış”,
“Büyük Gatsby”, “Arsenyev‟in Yaşamı”, “Veba”, “Yabancı”, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor?”,
“Madam Bovary”, “Yargı”, “Sahil”, “Dava”, “Lutynia‟daki Değirmen”, “Yarasa”,
“Kökserek”, “Volga Sessiz Akarken”, “On İki Sandalye”, “Sessizlik”, “Budala”, “Tiyatro”,
“Ulpan”, “Adaskak”, “Tulum”, “Tender is the Night”, “Beyaz Muhafız”, “Buddenbrock
Ailesi”, “Silahlara Veda”, “Altıncı Koğuş”, “Kasabamız”, “Jan Christoph”, “Gizemler”,
“Otomatik Piyano”, “Karnaval Devam Etsin”, “Bir Babanın Çocukları”, “Washington, D.C”,
“Keşmekeş”, “Neredesin Alnı Ak Tayım”, “Ay ve Altıpara”, “Go Down Moses”, “Aelita”,
“Paris‟te”, “Yüzyıllık Yalnızlık”, “Ya Hep Ya Hiç”, “Otobüs”, “Yarış Atı”, “Tazının Ölümü”,
“Bambu Kesicisinin Hikâyesi”, “İstanbul Hatıralar ve Şehir”, “Penguenler Adası”,
“Köylüler”, “Doktor Faustus”, “Kral Kanı”, “The Forsyte Saga”, “Thibault‟la”, “Kara Kitap”,
“Boncuk Oyunu”, “Köy”, “Şehir”, “Sessiz Ev”, “The Cavanaugh Quest”, “Efsanenin Sonu”,
“Drina Köprüsü”, “Nefret”, “Duvar”, “İnsanın Kaderi”, “Vatan İçin Döğüştüler”, “Mısır
İnsanları”, “Dağın Sesi”, “Hazar Sözlüğü”, “Gülün Adı”, “Saray Yürüyüşü”, “The Sun Also
Rises”, “Bizim Sokağın Çocukları”, “Hırsız ve Köpek”, “Oyuncu”, “Yabani Elma”, “Dişi
Kurdun Rüyaları”, “Beyaz Gemi”, “Sefiller”, “Deli Ressam”, “Yaprak Fırtınası”, “Başkan
Babamızın Sonbaharı”, “Sihirli Dağ”, “Josephus”, “Malina”, “Ölüm Çeşitleri”, “Molloy”,
“Watt”, “Murphy”, “Malone Ölüyor”, “Yabancı Diyarda”, “Ne Zaman Gitti Tren”, “Borges
ve Ben”, “Kum Kitabı”, “Babil Kitaplığı”, “Suçsuzlar”, “Virgilius′un Ölümü”, “Jacob‟un
Odası”, “Bayan Dalloway”, “Açlık”, “Aşk ve Öbür Cinler”, “Pisi Balığı”, “Sıçanlar”,
“Teneke Trampet”, “Finnegans Wake”, “Ulysses”, “Ayağın Sahibi”, “Moskat Ailesi”, “Köle”,
“İzu‟lu Dansöz”, “Bin Beyaz Turna”, “Kış Kirazı”, “Uyuyan Güzel”, “Sağ Kol”, “Cesur
Kadın”, “Bu Dünyanın Krallığı”, “Kaybolan İzler”, “Aydınlanma Asrı”, “Hindistan Kampı”,
“Lord Jim”, “Nostromo”, “Gizli Casus”, “The Sound and the Fury”, “Nefretli Yıllar”, “Tonio
Kröger”, “İşgalciler”, “Venedik‟te Ölüm”, “Goya”, “Sula”, “Şarkıların Şarkısı”, “Jazz Asrı”,
“Öğle Vakti”, “Üç Kadın”, “Sebastian Knight‟ın Gerçek Yaşam”, “It Can‟t Happen Here”,
“İdama Davet”, “Öfkenin Kabarması”, “Arlekinlere Bakın!”, “Hayvan Çiftliği”, “1984”,
“Doktor Jivago”, “Entropi”, “V.”, “The Crying Of Lot 49”, “Yerçekiminin Gökkuşağı”,
“Vanity of Duluoz”, “İmparatorun Mezarı”, “Vineland”, “Kahar”, “Zirve”, “Kader Köprüsü”,
“Abşalom, Abşalom!”, “Bir Rahibe İçin Ağıt”, “Nisanda Paris”, “Atın Ölümü”, “Zavreş”,
“Çift Göl”, “Pazar Günkü Aydınlık”, “Yaslı Güzel”, “Beyaz Eyer”, “Elveda Boulogne
Ormanı”, “Renkli Peçe”, “Rastlanılmayan Bir Sima”, “On the Road”, “Balinaların Tanrısı”,
“Nikâh Sarayı”, “Macera”, “In Our Time”, “Katiller”, “İzar”, “Runaway”, “Ayna”, “Teddy”,
“Aralık Ayındaki İkili”, “Sahildeki Kadın”, “Reed in the Wind”, “Kutu Adam”, “Strider”,
“Rüyanda Hıçkıra Hıçkıra Ağladın”, “Tren İstasyonunda”, “Sartoris”, “Ağustos Işığı”,
“Sonbahardaki Kıvrık Yol”, “Şuğa‟nın İşareti”, “FrancisMakomber‟in Kısa Mutlu Hayatı”,
“Çılgın Palmiyeler”, “Korkunun Bütün Sesleri”, “Mexico Blues”.
YAZAR
Yazar öldü. Eski dönemlerde kitap yazarları ortalıkta görünmezdi. Örnek gösterilen
klasik dönemde ise el yazmalarının ardından yazarlar ortaya çıkmaya başladılar. Artık bugün
yazar tekrar öldü.
Tarihte iz bırakan yazarların hiçbiri, elbette, hiçbir zaman mükemmel bir yazar
olmamıştır. İnsanlığın bütün söz hazinesini sırtında büyük yük olarak taşıyan ve geldiği yer
belli olmayan ilk yazar kendi adını tamamen kaldırdıktan sonra, daha sonraki nesiller, –
gerçeği söylersek – sadece onu tekrarladılar.
Her metin, özgürlüğü isteyen, tırnak işaretlerini atmış olan başkalarının huzursuz
karma karışık düşünceleridir.
Yine de en eski kelime ile ilk harf ne zaman buluştu? Tüm isim ve tüm harfler o
zaman Tanrı tarafından biliniyordu, öyleyse, iki tarafta yolunu şaşırıp gezen çift eser
tesadüfen hangi devirde ortaya çıktı.
Metin sahipsiz kendiliğinden yaşayabilir. İnsanın elinden çıkan her bir özgün metin,
birbirine hem benzemez, hem tarihte daha önce de söylenmiş, eskiden beri kopya edilen
bilindik düşüncelerden oluşur.
Yoksa, yazı metodu tamamen öğrenilip ustaca alışkanlığa dönüştükten sonra, yazı
yazmak yazarın nafakası olmaktan çıkıp herkesin yaptığı bir şey olabilir.
Yazı kabiliyeti önemini kaybedip derleme teknolojisi dünyaya geldi. Teknolojiyi bilim
doğurdu, bu sistem kendi kendini olgunlaştırıp kendi kendisini öne çıkarttı. Yani teknoloji
ilericiliğin gizli sırlarını açtı, gelişmeye tamamıyla vakıf olup kendisine tabi kıldı. Artık
edebiyat eser üretme fabrikasına dönüştü.
Fakat, böyle bir edebiyat dünyaya hiçbir zaman gerçekliği getiremez. Bu yüzden, onda
kan dolaşımı olmaz, gövdesinde canlılık yoktur, zaman içerisinde sararmış eski gazeteler gibi
kimsenin ilgisini çekemez.
Edebiyat geçici bir buhrana kapıldı. Ona yönelen tehlikenin doğası tespit edildikten
sonra, o tarihî yeni bir gelişme yoluna girecektir. Roman ve hikâyenin yepyeni türleri ortaya
çıkacaktır. Elbette kalın kitapların zamanı geçti ve bunun gibi eserleri artık hiç kimse hiçbir
zaman yazamaz, onu günümüzde hiç kimse okumaz da, çünkü, toplumda ona ihtiyaç,
yazarlarda da bu tarz eserleri yazmaya niyet yoktur.
Kalın kitapları sadece önceki nesillerin tecrübeli yaşlı yazarları yazabilir, genç yazarlar
böyle eserleri kaleme almaz. Eserin uzun soluklu bir destan sayılması için çok hacimli olması
gerekmez. Kısa hikâyenin de soluğu geniş olabilir. Şimdilik lengüistik oyunlar, doğayı uzun
uzadıya tasvir, karakteri tüm yönleriyle enine boyuna anlatma, iç dünyasındaki çalkantıları
ayrıntılarıyla ifade önemini kaybetti. Olayın uzun, sözün kısa olması tercih ediliyor.
İyi bir yazar olayın gelişimine müdahale etmez. Sadece yalın bilgileri edebi bir şekilde
ifade etmek gerekir. Metinde yazar görünmemelidir. Yazar tarafından hiçbir duygusallık esere
katılmamalıdır. Yüksek metin kendi halinde bağımsız yaşar. Hatta yazarı kaybolsa da, kitabın
hiçbir zaman yetim kalmadığı bir gerçektir. Çünkü, metin onu himaye eden sahibine her
zaman ihtiyaç duymaz.
Metin kendi kendine eşit saf bir dünya olsa da, ön plana yazarın unvanı değil, yetenekleri
çıkar ve eserin güçlü yeteneği, ustaca bilgeliği ölçülür, açıkgöz yazarı kitabın açık bir şekilde
anlaşılması ve tam manasıyla değerlendirilmesine engel teşkil eden şahsiyet olarak her zaman
ölüm bekler. Yazarda eserden dolayı alınganlık çoktur, hayat boyu evladına hükmetmek
isteyen katı baba gibi, ona bağımsızlık vermek istemez, eser ise özgürlüğü özler. İster
eleştirilsin, ister övülsün, isterse kayıtlardan adı silinsin, ne olursa olsun eser alnına yazılan
kaderi kendisi yüklenmelidir. Bazen parlak ülküsünü arayan yazarın belirli amaçlarla
yazdıklarının yıllar geçtikten sonra başka manalara gelmesi de mümkündür. Rasgele söylenen
yorumların tekrar okunduğunda başka bir düşünceyi yansıtması şaşırtıcı değildir.
Yazarın eserini özgürlüğüne bırakacağı zaman geldi.
ÇİÇEKLER
Alişer yazmaktadır. Bazen soğukkanlı tavrını bırakıp ham düşüncenin etkisinde
kalarak cevaplanmamış sorularına tekrar dönüyordu. Bir dert yüz derdi ortaya çıkarır, düşünce
ve kalem birlikte yarışarak hareket eder. Önce, büyük yarışta dizginsiz koşturan uçarı düşünce
karşısına çıkan karmaşık şüpheleri alarak kaçar, gözden kaybolmak üzere önde giderken hızlı
kalem uzaktan koşturarak güçlükle ona yetişir, sonra o her nasılsa cevabı bulmakta
gecikmeyen değerli güvenini tekrar deri torbasına atar, bir mızrak boyu öne geçer.
O çiçekler hakkında uzun uzadıya dikkatlice düşündü. Kopan saf altın kolyenin
boncukları gibi yüksek zirvelerden saçılan güneşin huzmeleri damlıyor, damlayan
huzmelerden meleğe dönüşen ışığın nazı dünyaya kucağını açarak utangaç bir yüzle eğilerek
baktı. Etraf bakır kanatlı sülünün harikulade gülüşüyle masal ülkesi gibi bayındır hale geliyor.
Eski zamanlarda şairler kızın güzelliğini çiçeklere benzetirlerdi. Şimdi o faziletin sembolüne
dönüştü. Zulüm görüp kederlendiğinizde, gerçekleri görüp mutlu olduğunuzda yanınızda her
zaman bir çiçek bulunur. Derdinize ortak olur, mutluluğunuzu paylaşır, yalnızlığınıza arkadaş
olur.
Işık hayatın kaynağıdır. Kıraç bozkır mı, engebeli tepeler mi, verimli topraklar mı, peri
çiçek semaya bakarak ellerini açar. Ta yükseklerden aşağılara doğru düşen bir günlük ışık
bolca dökülerek titreyen çanak yaprağın içine dolar. Yayladan bulunmuş altın çakmak taşı
gibi parlayarak gelip püsküllü sepette rasgele yansıyıp etrafa dağılır. Rengi solmuş topraklara
kutsal şefaati dokunur. Işık, gerçekten de hayatın kaynağıdır. Kısa boylu kaktüsler,
dulavratotu veya kalın sapları nem yutan diğer meçhul bitkiler, belki, sütleğen veya senecio,
kim bilir, kuşkonmaz mı, lithops bela mı, faucaria tigrina mı, hangi bölgede yetişirse yetişsin,
başından dökülen sıcaklığa boynunu uzatarak güneşin sıcak ışınlarını püskülleri dalgalanarak
öpüyor.
Biz safran, lale, inciçiçeği, nergis, zambak, şakayık, beşparmakotu, eğreltiotu,
civanperçemi ve üç renkli menekşeyi severiz. Güzel bir çiçek her zaman narin yaradılışa layık
bir hediyedir. Baharda toprağı delip çıkan karanfil, sinirotu, ravent, papatya, beşparmakotu,
pamukotu, cumırşak, ısırgan, çayırotı, karakafes, sarıyonca ve fasulye birçok hastalığa şifadır.
Dünya yazın ortalarında büyük bir değişime uğrar. Haziran, Temmuz ve Ağustos mücadele
içindeki hayatın asil zamanlarıdır. Dağların eteklerindeki Kazak obaları öğle vakti
yeşilliklerde kımıza doyarak yatar. Çevrede kahverengi kızıl tobılgı yakarlar, uzun zaman
islenen kayın, küp meşe ağacından yapılan keçe çadırın çıtalarının dibinde bağlı dururlar.
Küpteki kımızdan binlerce çiçeğin binlerce farklı ekşimsi kokusu gelir. Almatı‟da işte tam bu
sırada Abay caddesi boyunca yol kenarlarında dizilmiş tahta sandıklarda saçlarını ak tülbent
ile bağlamış bir grup Karakalpak, İnguş, Koreli, Rus, Kazak ve Döngen kadınlar edebli bir
şekilde gülümseyerek çiçek satarlar. Siz çiçeğin hangi türünden hoşlanırsınız? Kalanchoe,
Saintpaulia, fuchsia, amaryllis belladonna, Cleve, pankratsium, jasmine, pelargonium. Daha
yeni çiçek açmış, çok güzel bir gül veren singoniumı istemez misiniz, sansevieriyanın nesi
kötü, içeri giren herkesin gözü takılan altın şaçaklı zoniumı ne yapacaksınız? Bunlar hepsi
güneş ve toprağın istedikleri, dünyaya getirdikleri çocuklarıdır. Eve varmadan, serpilerek
çiçek açarlar. Karanlıkta ve gölgede rengini değiştiren lekeli yapraklı coleus kong mozaic,
kroton gold star, setkreaziya, cordyline terminalis kunth, dyerianus strobilanthes nasıl? Acele
etmeden seçiniz, uzaktaki yıldızın aşkına tapan harikulade bir hayatın sahipleridir bunlar.
Her zaman saplarına ışığın saçılarak düşmesini Tanrı‟dan isteyen kuşkonmaz, begonya
rex melezleri, gloksinya, euharis, peperomiyanın kendisi nasıldır? Güzel, hoş kokulu ve
sadıktırlar. Sıcak Güney Amerika ormanlarında yetişen kısa boylu ararot otlar, hkalateya,
stromante, ktenante, bromeliad, fittonia ne güzeldir, eve yorgun girdiğinizde, vücudunuza
kuvvet, hastalığınıza şifa, yağmurlu gecede kötülüklerden sıkıntı basan gönle ferahlık verirler.
Geliniz, alınız, sonbaharın ruellesi sadık yar sözünden döndüğünde, yalnızlıktan kurtaran tek
dosttur, alınız, geliniz.
Tamam, gölgeye dayanabilen sivri yapraklı monstera, singonium, eğreltiotu,
scindapsus pictus, philodendron melanochrysum, spathiphyllum blandum schott, aspidistra,
sarmaşık, tradescantia virginiana, zebrina, sarkokokka ve ficus hakkında size biraz bilgi
vereyin. Dikenli muelenbecia, peperomiya, antoryum amigo, aglaonema pattaya, diffenbachia
schott, singonium, cordyline terminalis kunth, dracaena, gesneria cardinalis, chlorophytum
capense, fatsia japonica ve defne hakkında uzun hikâyeleri siz anlatınız. Hepsi sıcağı severler,
fakat rahat ev sahibinin niyeti bozulursa, çiçeklerini esirger ve sararıp solarlar.
Narin çiçeklerin huzurlu savunmasızlığı hafif uykuda yatan tek gözlü devi uyandırır.
Yayılarak büyüyen çalı bitkileri saksılarına renklerine göre uyumlu bir biçimde
ekilmiştir. Çok farklı çiçekler topluluğuna güzel yapraklı helksina ile pileayı kattığım iyi
olmuş diye düşündü Alişer birden yazmayı bırakarak. Eğreltiotu, asplenium nidus, scindapsus
pictus, peperomiya, hametsereus, sütleğen, echinopsis multipleks, oscularia deltoides ve
glottifillyum her zaman birlikte büyümeleri doğrudur. Fakat, palmiye, monstera, ficus
vedracaenayı kaideye oturtulmuş ağaç saksılara koymak lazım.
Evet, çeşitli bitkiler grubu farklı toprakları isterler. Alişer odada çiçek büyütürken
çürümüş koyun gübresi, saman tezeği ve kum karıştırılmış toprakları kullanırdı. Suladığında,
koyacağı suyu oda sıcaklığı civarında azıcık ısıtırdı, bazen ondan beş veya yedi derece daha
fazla sıcak da yapardı. Çeşme suyunu her zaman klorundan arıtmak için ibriğe koyar, bir
günden fazla dinlendirirdi. Bitkilere bakır ibrikten su döktüğünde, berrak su ibriğin
derinliklerinden musluktan akarcasına dışarı çıkıp kahverengi toprakları yumuşatıverirdi.
Normalde dar kaplardaki toprağı yoğun çiçeklerin suyunu yarım veya bir saatten sonra
dökerdi. Fakat, nemli toprakları seven bazı bitki türlerinin dibinde her zaman su olmalıdır,
dedi kendi kendine.
Çiçeklerin yapraklarını devamlı pamuk ile temizlerdi. Geniş yapraklı ve saçaklı
çiçekleri boya fırçalarıyla silerdi. Begonia rex hybrids ile gloksinianın tüylü yapraklarını su
ile yıkamak olmaz. Alişer “böyle yaprakların tozu at kılından yapılmış fırça veya normal fırça
ile temizlenir”, – diye mırıldandı. Tüm bitkileri haftada bir suyla temizlemek şarttır, yoksa
yaprakların gözeneklerini toz kaplar ve hastalıklara çabuk yakalanırlar. Ayrıca zararlı
böcekler bu zaman zarfında hepsini tamamen yaralar ve rahat bir şekilde büyümelerine engel
olurlar.
Esasen, çiçekleri toprak saksıda büyütmek büyük bir ayrıcalıktır diye düşündü Alişer,
çünkü oksijen süngerimsi bitkinin köklerine daha çabuk ve kolay ulaşır. Metal ve sırlı
saksıları kullanmamalıdır, kaktüs ve diğer etli yapraklı bitkileri büyütmek için plastik kap
veya kutuları kullanırsanız istediğiniz şekilde büyütemezsiniz. Ama, – dedi Alişer tekrar derin
düşüncelere dalıp, – doymak bilmeyen bu çiçekler besinleri olan suyu kökleri aracılığıyla
bünyesine alır, zamanla toprakları verimsizleşir, bu sebeple onların ara sıra yerlerini ve
topraklarını değiştirmelidir.
Eritilmiş gübrelerle çiçekleri yeşillendiği veya gül açtığı dönemlerde sulamak yerinde
olur. İki saat öncesinden su dökersin. Alişer genellikle potasyum tuzu ile superfosfatı gübre
olarak kullanırdı. Büyüyüp serpilmeye başladığı sırada körpe bitkiye on iki litre suya iki
yarım yemek kaşığı amonyum nitrat bileşiğini, bir yemek kaşığı superfosfat, yarım yemek
kaşığı potasyum nitratı eritip dökmek gerekir.
Narin çiçeklerin huzurlu savunmasızlığı uyuyan tek gözlü devi uyandırır diyerek
başlangıçtaki düşüncesine geri döndü Alişer. Genel olarak, titreyen günahsız savunmasızlık
karşısında her hangi bir kendini beğenmiş kibirli düşünce daimi olarak kendini sorumsuz
hisseder, sorumluluğu doğuran güçlülerin güçlüsü Yüce Tanrı‟dır ancak. O yoksa, gafil ve tok
dünyanın bir ayağı daima aksaktır. Gerçekten de, işaret ettiği husus doğrudur, nazik çiçeklerin
rahat ve huzurlu savunmasızlığı hafif uykuda yatan tek gözlü devi uyandırır.
Yaralı ruhu mutlaka kara iblis yönetir. Çünkü, dert ve sıkıntıdan ömür boyu gözünü
açamayan azimsiz ve sabırsız fani en sonunda öfkelenir, kendisinin yüce mevki saydığı ve her
zaman övündüğü şahsiyetinin yüksek erdemine birden karşı çıkar ve kendisindeki insanlık
özelliklerinden vazgeçer. O zaman, onu niçin Yüce Yaradan uzun bir imtihana tabi tuttu? diye
bir soru akla gelir, adaletin ak yolundan gaflette erken ve açık olarak kaysın diye mi? Genel
olarak, işleri devamlı rast giden, her zaman adil olan insan ile uzun zaman sıkıntı çeken ve
sonunda hakikatlerden vaz geçip milletine ihanet eden insan tekrar başarıda, iyiliğe
yönelmede birbirleriyle denk olabilir mi? Yoksa, Yüce Yaradan‟ın herhangi bir kulunun
derdi, farklılığı, imkanları daha başlangıçta başkalarıyla mukayese edildiğinde denk değil mi?
Alişer bunları düşünerek çiçeklerine göz attı. Çiçek, – dedi o, – evvela bir melodidir.
Bulunduğu yere uyum sağlayan güzel, gururlu ve asil çiçek güneşin ışıklarının düştüğü
aydınlık odada muazzam bir ahenk oluşturur. Saf güzelliğin ölçüsü, çiçektir. Çiçek hediye
eden insanın niyetine çiçeği alan insanın düşüncesi eşittir.
Vücuda kuvvet, gönle yardım, hastalığınıza şifa çiçekleri her zaman çoğaltmak lazım
diyerek düşüncesine nokta koydu Alişer. Eline keskin bıçağı aldı ve iyi bir şekilde serpilmiş
bitkileri yaprakların saplara birleştiği yerden eşkinler kesip aldı. Kesilip alınan eşkinlerin
yaprağı bir, iki veya üçten fazla olmamalıdır.
O eşkinlerin tazeliğini koruması için su doldurulmuş seramik kaplara koyup
pencerenin altına koydu. Ona günde üç defa su püskürtülmelidir dedi o, fakat şimdi su
püskürtecek kim var? Eşkinlerin üç gün ile iki ay gibi bir zaman içinde köklenmesi gerekir.
Evet, mutluluğun büyüğü yeşillenmekte olan çiçeklerdedir. Bende değil.
Alişer, dedi o sözü kendisine getirerek, yine de çiçek her halükarda, özgürlük ve
yalnızlığın bayrağıdır. Özgürlüğü arayan yalnızlığa mahkûm olur. Çiçeklerde böyle gizli bir
dert vardır, bu gizli dert onlara yorulmaksızın uzun süre baktıktan sonra, size geçer, daha
sonra ne kadar mutlu olsanız da, sizden gelen gülümseme derinlerdeki hüznü gizleyemez,
yüzünüzde beliren gülümseme izi bir şekilde bir taraftan da sıkıntılı gönlün işaretlerini ifşa
etmekten geri durmaz.
Çelişki de buradadır, çiçek bakan insan kendisine arkadaş arar.
PUDRA VE RUJ
Sanki birisi kapıyı çalıyordu. O yazısını bitirip iskemlesinden kalktı. Yürürken romanı
hiçbir zaman bitiremeyeceğim diye düşündü. İki kere çevirerek kapının kilidini açtı. Eşikte
buğday tenli güzel bir Kazak kadını duruyordu. Elinde büyük bir bavulu var.
- Siz evli misiniz?
- Hayır.
- Çok yazık, – dedi Kazak kadın.
- Niçin?
Sırıtarak güldü. Gülüşü sahteydi.
- Pudra ve ruj satıyorum.
- Onu şimdi kim satın alır?
- Elbette, halk artık dükkânlardan alış veriş yapıyor.
Çekingen tavırlarla biraz bekledi.
- Peki, Allahaısmarladık.
- Bana kendir ip lazımdı.
- Evet, artık çamaşır asacak ipler kayboldu.
- Nereden bulabilirim acaba?
- Ben size getireyim.
- Fakat, eldekiler de yetebilir.
- Siz çamaşırları ikiye bölerek yıkayınız, o zaman ip yeterli olur.
- Belki.
- Siz bir şeylerden endişe mi ediyorsunuz?
- Hayır, öylesine.
- Yoksa, hanımınız sizi terk etti mi?
- Hiçbir zaman evlenmedim.
- O zaman kızınız mı terk etti?
- Siz Tanrı‟ya inanıyor musunuz? – diye sordu Alişer.
Kazak kadın böyle bir soru beklemiyor olsa gerek, şaşkın bir vaziyette birden cevap
veremedi.
- Tamam, Allahaısmarladık.
O yazı masası üstündeki kitap taslağını yırtıp ikiye bölüp demir sobanın içine attıktan
sonra kibritle tutuşturup yaktı. Biraz sonra geride evi saran kara duman ve soba içindeki kara
küller kaldı. Daha sonra tekrar ilk bölümü yazmayı denedi. Aklına kutsal kitapların yapısı
geldi. M.Ö. 278 senesinden önceki dönemi kapsayan birinci cildin birinci bölümü. Yine
durdu. Artık şecereye baştan başlamak gerekliydi. Alişer bıkmaya başladığını hissetti. Fakat,
kalemi yazmaya başlamıştı.
İKİNCİ BÖLÜM
ROMAN
Birinci şiir
diye yazdı yeni defterin sayfasına, engin sahrada savaş yıllarında devenin yüklüğünde
saklanan kutsal keçe kitabın son nüshasının yanmasından bir sene sonra Keyik‟in üç göbekten
akrabası Anakay, kalabalık ordusunu peşine takarak etrafına ışık saçarak mızrak boyu dik
yükselen güneşe yüzünü döndü. Keyik Kagan Türk milleti kutsal yazıları kaybettiği andan
itibaren o kitapta yazılı olan başından geçen tüm olayların yeniden tekrarlandığını okumuştu.
Birçok kimse son sayfadaki düğümün son satırına fazla dikkat etmemişti, fakat Tanrı‟nın gök
bayraklı Türk uluslarına atfettiği bu seslenişinde gelecekle ilgili olduğu tahmin edilen bir ikaz
vardı.
İkinci şiir
Keyik yakın akrabası Anakay‟ın ne niyetle gelmekte olduğunu biliyordu, fakat
Tanrı‟nın sözlerine inanmış olması gerçekti, neslinin sonsuza dek devam edeceği konusunda
sözü vardı, Anakay gölün kıyısında yerleşmiş obaya öğleye doğru ulaştı, uzun sivri mızrakla
silahlanmış ilk grup keçe evlerin direklerini tepelerinden vurarak kırdı, keçe çadırların
“şanırak” denilen kubbelerini yıktılar, ikinci grup çadırların yan çeperlerini oluşturan
“kerege” denilen çıtaları ateşe verdi, yangın hemen yayıldı etrafını yok etmeye başladı, Keyik
keçe yurttan çıkmadı, o bozkırda kaçmak değil, kendi evinde ecelini beklemek istiyordu,
beşikte kundaklanmış bir halde yatan Alaşa hayatının Tanrı‟nın elinde olduğunu anladı,
Üçüncü şiir
geyik derisinden takılmış kirişi iyice gerilerek çekilen yakın çevredeki yaydan
gönderilen demir uçlu ve kuş tüyü takılmış oklar çadırı deldi ve çökmüş bir vaziyette oturarak
çocuğunu sallamakta olan kadının göğsüne saplandı, kadın önce gözleri yuvasından
fırlayacakmış gibi büyüyerek Keyik‟e korku dolu hızlı bir bakış fırlattı, ardından ıkınarak bir
parça ses çıkardı, sonra ince dudaklarını ısırmış bir halde sallanarak öne doğru kalkmaya
çalışırken son nefesini verdi, cansız bedeni sırtı üstü düşerken tam arkasındaki “keregeye”
doğru devrildi, elleri yüklüğün üstünde duran eski kazana çarptı, kazan aşağı düştü ve
yuvarlanarak Keyik‟in önüne geldi,
Dördüncü şiir
Küçük bebek sessiz bir şekilde göğe bakarak yatıyor, gökte gökkuşağı görünüyordu,
Keyik kendi halkının hayatının kundaktaki bebekle süreceğini düşündü, binlerce yıl ömür
süren Hz. Adem Peygamber nesli, eğer asil nesil, soylu atalardan gelen Alaşa ile devam
ederse, onun bir başka halka rahat vermeyeceğini tahmin etti, o hayatın manasını keçe kitapta
arayıp okumuştu, ezbere bildiği sözleri yavaş yavaş unutuyordu, okuma bilen insanların sayısı
azalıyordu, öyleyse Alaşa nesli iyi ve kötüyü ayırt etmeyi nereden bileceklerdi, belki,
Tanrı‟nın gizlemiş olduğu başka bir yolu olabilirdi, çadırı tekrar sivri uçlu demir bir kızıl ok
delerek geçti, ikinci ok uçarak gelirken orta yerde durdu, Keyik o anda Tanrı‟nın sözünü işitti,
sesi net bir şekilde çıktı, ondan sonra kuş tüyü takılı ok tekrar hareket edip onun boğazını
kesti, göz açtırmayan korkunç katliam otuz gün devam etti,
Beşinci şiir
Bahadır otuzuncu günü obaya geldiğinde, bir grup halk tamamen kırılmıştı, yerleşim
alanında hareketli bir canlı görünse, o zaman Anakay kumandanlarını sıraya dizip hepsinin
başlarını baltayla kestirirdi, fakat onlar Keyik‟in ölüsünün bulunduğu keçe yurdun tavanından
gökbörünün indiğini görmediler, dişi kurt çocuğu ensesinden dişledi, kapı eşiğinden fırlayarak
dışarıya usulca çıktı, o güneş ışıklarının parladığı doğuya yöneldi, onu fark eden Anakay
çocuğun mızrakla vurulmasını emretti, kalabalık asker naralar atarak peşine düştü, içindeki
ördek ve kazların kaçıştığı büyük göl tam ortadan ikiye bölündü, iki tarafta berrak sudan
duvarlar oluşup bir koridor açtı, işte bu sırada gökbörü öte tarafa sağ salim geçti, zırhlı
Anakay ordusu kalabalık bir şekilde geldiğinde, biraz önceki dev bir ayna gibi parlayan göl
tekrar eski haline döndü, tüm savaşçılar derin, dipsiz kuyuya battı, tamamen boğulup yok
oldular.
Altıncı şiir
yolda onlar ne kadar hızlı gitse de kumun büyük tepesine batıp zorlanan iki karıncayı
özgür bıraktılar, karıncalar sahrada kendilerine yapılan bu yardıma memnun olup, sefere çıkan
askerlere kanatlarını koparıp hediye ettiler, onlar da kanatları alıp gittiler, ondan sonra
kayanın altına bağlanıp kalan bir çift yılana yardım ettiler, yılanlar da memnuniyetlerini
bildirdiler, bıyıklarını kopararak gökbörüye sundular, vahşi hayvan sahra kuşundan, çeşitli
bitkilerden başak, kanat, bıyık, kılçık, kabuk gibi şeyleri aldı, bunların hepsi çiftti, altı gün
geçtikten sonra, gökbörü hızla ilerleyerek Altay dağının ormanlık tepelerine ulaştı, yedinci
gün o, çocuğu yüksek bir tepeye çıkardı, bir mağaranın içine sakladı, emanet aldığı tüm
şeyleri bir yere topladı, bir kenarından ateşe verip yaktı, o sırada Altay dağının eteği hayvan
çiftleriyle doldu, çeşitli bitkiler etrafta büyüdüler.
TUFAN
Yedinci şiir
çok çeşitli hayvanlar yukarı çıkarken, ufukta şimşek çaktı bozkırı korkutarak gök
gürledi, altmış gün boyunca yağmur bardaktan boşanırcasına yağdı, yeryüzünü su kaplayıp
tufan meydana geldi, su Altay dağının bulutlara değen zirvelerine kadar yükseldi, tüm canlılar
dağın tepesindeki bir mağaranın çevresinde toplandı, sonu kara dönüşen sağanak yağmur
dindikten sonra, havalar birden soğudu, lapa lapa kar yağdı, insanın kanını donduran ayaz
oldu, toprağın üstü buz tuttu, altmış gün geçtikten sonra, havalar çabucak ısındı, buzlar
erimeye başladı, canlılar ovalara indi, dişi kurt diğer yabani hayvanlarla birlikte hareket etti,
etrafı iyice inceledi, yeryüzünde tek bir insan kalmıştı, o da Alaşa, fakat açgözlü kancık geri
döndüğünde, mağaranın tepesine bir baykuş konmuştu, yine de dişi kurt bir kötülüğün işareti
olarak yorumladığı bu durum hakkında hiç kimseye bir şey söylememeye karar verdi.
Sekizinci şiir
Kıssadan hisse koca başlı, hassas kulaklı, kalın kuyruklu ve koyu renkli tüyleri
kılçıklanmaya başlayan aç kurt gece zirvelerin en yükseğine çıktı, Tanrı‟nın tüm çocuklarına
ağıt yaktı, ay altında çöküp uzun uzun uludu, o zaman onun feryadını duyan Keyik‟in ruhu
komşu tepeye alevli kızıl ateş olarak yanarak düştü. “Hey gökbörü, – diyerek seslendi
durmadan yanan kızıl ateş, – insanoğlu av hayvanlarını tamamen israf etti, kardeşlerine
akrabalarına el kaldırdı, kanlarında can taşıdıkları unutuldu, can Tanrı‟nın bir parçası değil
mi, sahrada insan kanı nehir gibi aktı, yasaksız gelin arsız kaynatasıyla evlendirildi, arsız anne
görgüsüz dünürüyle oldu, zengin ülkeden bereket kayboldu, ölüm isteyen kan dökücü kabile
şefleri çoğaldı, cenazeyi menfaat kapısı gören imansız din liderleri çoğaldı, bu yüzden Tanrı
hepsini mahvetti, en temiz fedakâr halk olarak benim soy sopumu korudu, neslimi siz büyütüp
yetiştiriniz, sizin baktığınız Alaşa‟dan on sekiz oğlan doğacak, her bir on sekiz oğlundan biner
çocukları olacak, fakat ilk aziz atalardan önce altı atanın izi yok olacak, sonra diğer altı atanın
da nesilleri kuruyacak, sonunda sonuncu dolgun neslin kavminden doğan, savaş döneminden
büyük sıkıntılar sonunda her nasılsa sağ salim çıkan eski görgülü aziz halkım yabancıların
öğütlerini kabul edip Tanrı‟yı tamamen unutacak, böylece, on sekiz bin âlemden hiçbir şey
kalmayacak, ruhlarla ilişkiler duracak, ecel din değiştiren fanileri bularak öldürecek, çünkü
kapısının kancasını Umay devamlı açık bırakacak.” Gökbörü ateşin göklere uçtuğunu gördü,
fakat bir daha tekrar ulumadı,
Dokuzuncu şiir
böylece, dişi kurt mağaraya gelip çok acıkan asil bebeğe taş gibi sert memesini verdi,
bebek gözü kapalı yatarak kurdun sem sert olmuş memelerini yumuşattı, uzun müddet emdi,
kurdun ağız sütüne iyice doyduktan sonra, Alaşa kapalı kirpiklerini açtı, emekleyerek hareket
etti, mağaranın ağzına kadar gitti, yüzüne güneşin ışıkları değince, karnını yerden kaldırdı iki
ayağı üzerine kalktı, titreyerek ileri doğru atladı, bu dünyada tek diri kalan insanoğlunun ilk
adım atışıydı, Alaşa dışarı çıktı, dağ taşı özgürce gezdi, sınırsızca dolaştı, bir ara öğlen
vaktinde ine geri döndü, açgözlülük ederek gökbörüyü emdi, böylece Alaşa yaşı on üçe
geldiğinde, bir gece aniden uyandı, yanında sırtı üstü derin uykuda yatmakta olan kurdun
dişiliğini sezdi, vücudunu yabani bir ihtiras kapladı, ileri doğru yuvarlanıp uzunlamasına
kurdun üstüne çıktı, kurt da bunu hissetmiş olsa gerek, kaderine sessizce razı oldu, karşı
koymadan yattı, böylece Alaşa dişi kurt ile ilk defa yakınlaştı, vücudu bir ısındı, bir soğudu,
kurt bazen hırıldadı, dişini gösterdi, bazen huzur bulup, sessizce inledi, daha sonra rahatlayan
Alaşa üstü başını silkeledi, dışarıya doğru yöneldi, yavaş yavaş güneş doğuyordu, o yakın
çevrede otlamakta olan ceylanı fark etti, karnının acıktığını hissetti, dağ otları ile çalı çırpıyı
birbiriyle eğirip kement yaptı, dikkatlice yaklaşıp ceylanı yakaladığı anda, dişi kurt atlayarak
kızılca sırtı olan ceylanı azı dişleriyle boğazından ısırarak hayvanı boğazladı, böylece Alaşa
hayvanların kanını akıtarak yemeyi öğrendi,
Onuncu şiir
esasen bu andan itibaren o memeden çıkmıştı, dokuz ay sonra Alaşa‟nın dört çocuğu
dünyaya geldi, en büyüğü erkek, ortadaki ikisi kız, sonuncusu oğlan, dişi kurt bir sene sonra
yine dört çocuk doğurdu, daha sonra alnı parlayan buğday tenli ikiz çocuklar dünyaya getirdi,
dişi kurttan toplam on sekiz kabile çıktı, her on sekiz atanın torunları Altay dağı çevresindeki
geniş bozkırlarda çoğalıp bine ulaştı, Alaşa dişi gökbörüye sonsuz saygı duydu, bir gün
yağmurların peşinden gökyüzünde çeşitli renkleriyle gökkuşağı oluştuğunda, nesli, mağarada
endişesiz uyuyan dişi kurdu öldürdü, Alaşa‟nın önüne getirdi,
On birinci şiir
yüreğini ağır endişe saran Alaşa üzüntüyle konuştu: “Tanrı‟nın buyruğudur belki, ne
hikmeti olduğunu kim bilir, sizler ilk defa eceli görüyorsunuz, bu yeryüzünde katliam sona
erdikten sonraki ilk ölüm oldu”, dedi. On sekiz çocuk dişi kurdun etlerini parçalara ayırıp
kazanlara koyup hemen yediler, onların bedenlerine lider dişi kurdun yüksek ruhu doldu,
sadece Alaşa bu yemeğe el uzatmadı, o arta kalan et ve kemirilmiş kemikleri ateşe atıp yaktı,
On ikinci şiir
o gece Alaşa bir rüya gördü, rüyasındaki dişi kurdun ruhu idi, gökbörü şu düşüncesini
ifade etti: “Alaşa, siz dokuz yüz doksan dokuz sene hayat süreceksiniz, annenizin dar rahmi
genişleyip bir yıl kadar yattığınızı sayarsak, yeryüzünde yaşamanıza bin seneyi bulacak,
nesilleriniz siz bu dünyadan göçene kadar kesintiye uğramadan çoğalacak, o dünyaya
göçtükten sonra, Tanrı ile dünyayı ilişkilendiren siz olacaksınız, mağaraya baykuşun niçin
konduğunu anlamadım, dağın tepesindeki eski yuvanıza tekrar gidip görünüz, baykuş hala
orada mı, yoksa uçup gitti mi?” Alaşa mağaraya gittiğinde, baykuş artık tepesinde değildi,
mağaranın ağzında tek başına oturuyordu, o hayal kırıklığına uğrayarak dağ eteklerindeki
mekânına döndü, aradan yıllar geçti, nesli çoğalıp on sekiz atadan fazla olunca, Alaşa
kendisini öbür dünyadaki yerine hazırladı, yumuşak güzel bir yerden mezar kazdırdı, sonra
evine gitti, dışarı çıkmadan yattı, ecel ona uzak yoldan yorgun sürünerek geldi, tecrübesi az
bir genç imiş, elinden tutarak hemen alıp gidemedi, duasında sıklıkla şaşırdı, Alaşa büyük
ağaç kerevetin üstünde canı çıkamadan uzun süre acı çekti, bir çok insan vedalaşmak için
kuytu bir yere dikilen çadırını durmaksızın ziyaret etti, bir gün on altılardaki güzel bir kız gün
batımına yakın bilge ata ile vedalaşmaya geldi, “E, bunu bekliyormuşum” diye konuştu bilge
aksakal, o kız gittikten sonra da ölemedi, çok azap çekti, torunlarımın işlediği günah beni
bırakmıyor diye yorumladı, sadece kız helalleşip gittikten ve akşam kızıllığı geçtikten 60 gün
sonra, tan ağarırken – herkes derin uykuda yatarken – büyük yüreği durdu, gözünü sonsuza
dek kapadı, ecel meleği sadece işte bu anda duasından şaşırmamıştı, böylece yaratılışın
yeniden tekerrür etti,
AZAP
On üçüncü şiir
ertesi günü lidere ağıt yakılıp yaslı şiirler okundu, üçüncü günü cenaze toprağa verildi,
ilk defa yeryüzünde tekrar mezar meydana geldi, kendi ölümünden yedi gün geçtikten sonra
yüreği tekrar çarptı, Alaşa mezarda yatarken uyandı, yerinden kalktı, mezarın yan tarafını
kazdı, dışarı çıktı, yığılmış toprağın üstünde oturup yüzünü ışığa döndü, fakat kendisinin fani
dünyaya nasıl ve niçin tekrar geldiğini anlayamadı, beni Tanrı‟nın geri göndermesi nedendir
diye dertlendi, aklına ağaç döşekte ölmek üzereyken gördüğü on altılardaki güzel kız geldi,
onu tekrar bir görüp geleyim diye karar verdi, böylece günün batmasını bekledi, sonra sabahın
erken saatlerinde Hızır olup obaları gezmeye başladı, yerleşimler verimli ülkenin göl ve
nehirleri boyunca Altay dağlarından uzaklaşmaya başlamıştı, otuz üç gün yürüyüp kendisinin
kırkının verildiği yaslı obada birden özleyerek aradığı güzel on altı yaşlarındaki kızı gördü,
bir an gözlerini dikti, artık gideyim dediği sırada, hemen kıyıp gidemeyeceğini anladı, akşam
olduğunda, hareket ederim diye beklediğinde, o kızın yüzünü elbisesi ile örterek obanın dışına
çıkmakta olduğunu fark etti, Alaşa ben ona duygularımı anlatayım diye düşündü, dünyada
hiçbir kadına yaklaşmamışım, ilk gördüğüm kadının temiz olması yeğdir, o kestirme yol ile
aşağı kır eteğine gittiğinde, narin belli sevdiğinin çalılar arasında çiçek bozuğu yüzlü çirkin
biriyle uygunsuz ilişkiye girdiğini gördü, açgözlü nefis güzel kızlara da musallat oluyor diye
yorumladı, Alaşa durduğu yerde diz çöktü, oturup kahroldu, kırmızı kahverengi tobılgıların
arasında kendini yalnız hissetti, gönlü kırık bir hâlde patika yoluyla mezarlığa doğru yöneldi,
yolda onu geniş bozkırda kendini kaybolmuş gibi hissettiren tanıdık bir duygu sardı,
On dördüncü şiir
sonra, Alaşa kırk gün yürüdü, sahrada tek başına duran mezarına tekrar geldi, içinden
çıktığı yarıktan mezara girdi, eski yerine yattı, toprak nemli ve çok serindi, etrafı da
kapkaranlık, toprağın çürük ve tiksindirici kokusu burnunu yakıyordu, o on sekiz bine kadar
saysam, ölürüm diye düşündü, saymaya başladı, fakat kirpikleri bir türlü kapanmadı,
beklenmedik bir şekilde tam üstüne ışık düştü, ışık huzmesiyle göğe doğru bir yol açıldı,
Alaşa şimdi sarı ala kazın sazlı kanadı oluşup, göğe uçup gideceğim diye ümit etti, fakat ışık
saçan güzel nur yavaş yavaş kaybolmaya başladı, sonunda ip kadar inceldi, Alaşa o yana bu
yana dönerek çok yattı, etrafında dönmekten sıkılmaya başladı, başını kaldırdı, ip kadar ışığı
avuçlarına doldurdu, iki dünyanın ortası ne kadar boş diye üzüntüye boğuldu, avucuna dolan
bol ışık yavaş yavaş kararmaya başladı, sonra tamamen yok oldu, beni bir şey tutuyor diye
düşündü Alaşa, sırtına batan küçük taşları elleriyle temizledi, kenarlara bırakılmış çalı
çırpıların yumuşak yapraklarını altına dikkatlice yerleştirdi, uygun bir şekilde yattı, vakit bir
türlü geçmedi, sonra on sekiz bine kadar saymaya tekrar başladı, onu hiç kimse alıp gitmedi,
zaman manasını kaybetti, sıradaki sayıyı şaşırdı, saymasında hata yaptı, sonra tekrar birden
başladı, aniden dışarıda yürüyen birisinin ayak sesini işitti,
On beşinci şiir
Alaşa başını çıkardı, dışarıya baktı, on altı yaşlarındaki güzel kız mezarının başında
diz çöküp gökyüzünden hayır diliyormuş, uzun saçlı kısa boylu genç melek kız, pişman bir
şekilde aşağı baktığında, mezardan kabilenin eski lideri çıktı, Alaşa‟nın iki avurdu çökmüş,
zayıflamış, rengi solmuştu, “Tanrı geri almadı, yoruldum, - dedi, – iki dünyada da bahtım
olmadı, acaba atalarım bir günaha mı battı, onu öğreniniz?” buğday tenli genç kızın dili
bağlandı, büyük gözleri yuvalarından fırladı, elini göğe açmış vaziyette şaşakaldı, bilge
aksakal mezardan çıkmış konuşuyor, sonra endamlı kız birden şuurunu kaybetti, Alaşa
yalnızlıktan kurtulmak amacıyla kızı sürükleyerek mezara soktu, onu yanına yatırdı, göğsüne
bastırıp kucakladı, o sırada büyük gözlü melek kız dile geldi ve bağırarak yerinden fırladı,
kafalarını mezarını üstünü kapatan sıra sıra dizilmiş kalaslara çarptılar, Alaşa “kendiniz
bilirsiniz, – dedi, – gitmek istiyorsanız, gidiniz, fakat ben yalnızlıktan iyice bıktım, artık
mezarımı kendim kapatıp, sonra yine kazmaktan başka, vakit geçirecek bir meşgale kalmadı,
on sekiz bine kadar devamlı saymaya başladığımda zaman başlayacak ve durduğu vakitte,
kaybolup gidecek, âlemde manası olmayan bir sonsuzluk oluşacak”, güzel kız konuştu: “Peki
ben bu dünyadaki torunlarınızdan soracağım, affedilmez nasıl bir ağır günah işlenmiş”,
On altıncı şiir
yüzüne kan gelen buğday tenli endamlı kız obaya aniden dönünce, Türkler yeni bir
lider seçmişti, yeni lider genç kızı kabul etti, arzusunu sordu, uzun saçlı kısa boylu bozkır
atasının emanetini tereddüt etmeden hemen söyledi, “Alaşa dedemiz iki dünyanın arasında,
karanlık mezar içinde azapla acı çekiyor, onu bir günah tutuyormuş, onu öğrenip bildirmemi
istedi, o günahın bedelini tamamen ödeyip gitsem diye dileği var”, yeni lider “ben onu
biliyorum”, dedi, kızın güzelliğine ilgi duydu, “benimle birlikte olursanız, söylerim” diye şart
koydu, güzel kız teklifi kabul etmedi, fakat büyük atasına verdiği söz aklına geldi, sonra yeni
liderin alçakça teklifini kabul etti, fakat sonra hamile kalırım, gayri meşru çocukta asalet
olmaz diye dertlendi, yeni lider bozkırın eteğine özel olarak bir keçe yurt kurdurdu, içini ev
eşyaları ve yemeklerle doldurdu, genç kızı oraya çağırdı, otuz gün kapandı, halka hiç
görünmedi, toplum güzel kızın inlemesini günde yirmi dört kez işitti, otuz gün geçtikten sonra
peri kız keçe evden yaşlanmış olarak çıktı, kırışıklıklarla dolu yüzünü halktan gizleyerek,
obaların etrafını dolaşarak mezarın başına geldi,
On yedinci şiir
yüzü kırışmış güzel kız mezara geldiğinde, Alaşa eskisinden beter zayıflamıştı, eski
mezarı daha derince kazıyormuş, “ben mezarı günde yirmi dört kez topraklarla ağzına kadar
doldurdum, yirmi dört kez dibine kadar boşalttım”, dedi, sümbül saçlı güzel kız konuştu:
“buldum, sizin halkınız şimdilik Tanrı‟nın rahmetini kazandı, fakat, Tanrı sizden nesillerinizin
gelecekte işleyecekleri günahları için de sorumluluk alacak mı, almayacak mı, onu bilmek
istiyormuş, ikinci sebep siz kadın kısmına hiçbir zaman el uzatmamışsınız, merhametli yüce
Tanrı tercih hakkını size vermiş olsa gerek, ya o hâlinde devam etsin veya son gördüğü
kadınla yatsın demiş”, lider endişesini dile getirdi: “yarı yarıya çürüdüm, siz beni koynunuza
alır mısınız”, “ben, – dedi güzel kız, – Tanrı‟nın ruhundan, sizin soyunuzdan çıkan biriyim,
bu yüzden gökten gelen söze karşı duramam”, “fakat, – dedi lider, – bu sülalenin atası idim,
sizinle birlikte olsam, o zaman bu dünyaya günah tohumlarını serpmiş olacağım, yere dökülen
bu günah yarın kök salıp bir çok felaket ve yanlışlığın başlangıcına dönüşmez mi?”,
On sekizinci şiir
kız: “insan nasıl günahsız bir hayat yaşayabilir, aslında darbe yiyen günahtan
Tanrı‟nın aradığı utanç doğar, iyiliğin başlangıcı kötülükte”, dedi, lider mezarı tekrar kazdı,
içini temizledi, altına kalın çam yaprakları döşedi, göğüslerinden gelincik kokusu gelen peri
kızı kucaklayarak otuz gün yattı, sonra güzel kalktı, mezardan gençleşerek çıktı, Alaşa
peşinden gitti, “tüm insanlığa keder getiren günahı bir insan tek başına temizleyebilir mi”,
diye sordu o mezardan başını çıkararak, “tüm insanlığa yük olan karma karışık vakitsiz
günahın bedelini bir insan tamamen ödeyebilir miymiş?”, diye tekrar sordu güzel kız,
“sorumluluktan kaçıyor değilim, – diye cevapladı Alaşa, – fakat neslim ömür boyu günah
işliyorsa, o zaman ben iki dünya arasında sonsuza dek kalacak mıyım?”, narin belli, uzun saçlı
güzel kız kabuğu açılmış yumurta gibi bembeyaz iki omuzlarını kaldırdı, çaresizlik gösterdi,
sonra çiçeklerle dolu bozkırın eteklerinden uzaklaştı, Alaşa mezarın ağzında dururken kendini
yalnız hissetti, yedi ay sonra büyük gözlü genç güzel iki oğlan doğurdu, büyüğü avcunda bir
avuç kan pıhtısı ile doğdu, ikincisinin alnında parlayan yıldızı vardı,
OBA
On dokuzuncu şiir
alnında parlayan yıldız olan çocuk çabuk büyüdü, normalde alaca karanlık, aylı gecelerde
veya gökyüzündeki güneşle karşılaştığında, yıldızı çevresine ışık saçarak açıkça görülüyordu,
yabancılar bazı insanlar şeytana benzetip bir an evvel kurtulmak lazım diye konuşmaya
başladılar, yine de ulu atanın insandan doğan ilk çocuğu olduğundan, hiç kimse buna cesaret
edemedi, gürbüzleşip büyüdükten sonra, her geçen gün ağırlığı arttı, çabuk büyüyen yıldızlı
çocuk sıhhatli bir şekilde hayatını sürdürüyordu, doğduktan sonra ikinci bebek tahminen bir
ay geçtikten sonra öldü, bazı insanlar o bebek zamanından önce doğdu, o yüzden bir süre
geçtikten sonra aramıza geri dönecek düşüncesindeydi, o dönemdeki bazı yorumlar avucunda
kan tutarak doğan çocuk bin yıl kadar sonra tekrar dönecek şeklindeki tahminlere dönüştü,
kıyıda köşede kalmış basit bir obada yalnız yaşayan ihtiyar bir kadının kehaneti doğru çıktı
diye bebeğin toprağa verildiği günün ertesinde sokaklarda ilan edildi, ihtiyar ana rüyasında
mızrak tutmuş bir halde o çocuğu görmüş, yüzünü tam seçememişti, yine de savaşçı yiğit:
“ben o çocuğum, ben o çocuğum!” – diye bağırmış görünüyor,
Yirminci şiir
o sene obaya uzak yolculuktan yorgun argın ulaşan gezgin bir dilenci geldi, halk onun
arkasına astığı torbasını aldılar, başka insanlara göstermediler, ona kimseyi yaklaştırmadılar,
dilenci bolca verdikleri etlerden yedi, kemikleri kemirdiği sırada bile herkesin her hareketini
gözledi, bir şey çalıp gidecekmiş gibi diken üstünde oturdu, endişeli oturdu diye dedikodu
yayıldı, gerçi, oba kıyısındaki kuytu evden yemek yiyen ihtiyar önündeki yemeğini bitirir
bitirmez başını torbasına yaslayıp uyumuştu, halk bunu garipsedi, yorgun zavallı ihtiyar
dinlenip uyanana kadar hiçbir yere çıkmadan evlerinde saklanıp oturdular, gezgin yolcu ertesi
günü ancak uyandı, kalkar kalkmaz torbasına koştu, kapıya doğru yuvarlanan torbasını acele
ile açtı, içini karıştırdı, eşyasının tamam olduğuna kanaat getirdikten sonra ancak içi rahatladı,
ondan sonra derviş birkaç ay geçip Nisan ayı geldiğinde, hali vakti yerinde otuz ailenin
etrafında toplanması için işaret etti, halkın hepsi toplandı, küçük evin önünde oturdular,
gezgin yolcu dışarı çıktı, halkın anlamadığı kuş sesine benzer ahenkli bir dilde durmaksızın
bülbül gibi şakıdı, nasihatler etti, akşam olup, yıldızlar görününce tekrar küçük eve girdi,
hazır olan yemeği yedi, uykuya daldı, gezgin yolcu ertesi günü halkı bir daha topladı, gün
boyunca konuştu, böylece bir hafta vaaz etti,
Yirmi birinci şiir
toplum yabancı dilde konuşan adamın nasihatini anlamadı, fakat samimi kalple, temiz
yürekle içtenlikle konuştuğuna şüphe getirmedi, bir keresinde o içeri girdi, çadırın kubbesini
tutan çapraz çubukları gösterdi, o zaman da topluluk hiçbir şey anlamadı, bunun üzerine
tekrar dışarı çıktı, eline değnek aldı, ilk önce yere “T” işaretini, sonra çaprazlamasına sakalı
uzun bir azizin siluetini acele etmeden çizdi, sonra göğü işaret etti, yine sesli bir biçimde
uzunca mırıldandı, bundan da bir sonuç alamayınca, torbasını aldı, obadan uzaklaştı,
Yirmi ikinci şiir
aradan bir yıl geçtikten sonra gezgin yolcu baharda obaya tekrar uğradı, bu sefer onun
görünüşü çok acıklı idi, yüzü solmuş, eski elbisesi her tarafından yırtılmış, bazı yerlerine
yama yapılmış, derin düşünceli gözleri yıpranmış yüzünde belirginleşmişti, o daha önce
konuk olduğu eve geldi, bindiği küheylan durmaksızın yapılan yolculuktan zorlanmış, iyice
yorulmuştu, gezgin yolcu daha önce olduğu gibi vaaz etmedi, çadırın çıta duvarına arkasını
yaslamış olarak sessizce eliyle ağzını kapatarak sık sık öksürdü, vaaz etmeyi artık canı
istemiyor gibiydi, komşu obadan dini lider gelerek onunla görüştü, on ok eski Türk dilinde
uzaktan at koşturup gelen yolcuya büyük saygı göstererek kendi Tanrısı hakkında anlatmaya
başladı, Tanrı‟nın kudreti, sonsuz merhameti, yüceliği, cömertliği, hoşgörüsü ve adaletini
açıkladı, Yaratıcı Gücün iyiliklerinden bahsetti,
Yirmi üçüncü şiir
sonunda Tanrı dinini kabul etmesini istedi, hasta konuk, esasen, din başkanının ne
anlattığını, ne istediğini anladı mı bilinmez, yerinden fırladı, kendi dilinde acıklı acıklı
konuştu, elini silkti, bazen göğü işaret etti, yavaş yavaş ilk hızından düştü, yorulmaya başladı,
öksürüğü güçlendi, sesi boğuklaştı, eli ve ayakları titredi, çenesi kapandı, sonunda oturduğu
yerde devrildi, din başkanı yanına yaklaştı, kollarını sıvadı, şah damarını tuttu, onun nefes
almadığını kesin olarak anladı, hiç kimse bu gezgin misafirin nereden geldiğini, kim
olduğunu, ne yaptığını bilmedi, cenazesini üç gün evde tuttular, ertesi günü güneş tam ortaya
geldiğinde en uzak tepenin eteğine götürüp gömdüler, bundan sonra uzaklardaki tüm
yerleşimler onu bir daha hatırlamadı, hiçbir zaman yaşamamış gibi halk arasında çabucak
unutulup gitti,
Yirmi dördüncü şiir
fakat, ertesi sene Keyik ulusu yaylada otururken bozkırdaki topluma aniden iki gezgin
derviş geldi, birinci derviş beş altı gün önce, ondan sonra gelen ikincisi birinci vaaz
söylemeye giriştiği sırada obaya geldi, ikisi kalabalık halka düşüncelerini ayrı ayrı anlattılar,
ikincisi sanki buraya misafir olup gelip naaşı bu diyarda kalan dervişe benziyordu, o da “T”
işaretini çizdi, ona sırtı üstü yatırdığı bir adamı çakıştırdı, yine de, dili anlaşılmaz olduğu için,
kalabalık topluluk hiçbir şey anlamadı, fakat o uzun süre kalacağını belirtti, ayrı bir küçük ev
yaptı, halkla birlikte yaşadı, yaza doğru peşinden tam kendisi gibi bir başka dertli, orta yaşlı
bir adam geldi, o çok yorgun ve bitkin olduğu halde obanın bir kenarına ulaştı, yolda
hırsızlara mı rastlamış, hayır, yoksa, özgür hayat süren bozkır obaları vaazlarını
beğenmeyerek köpeklerle mi kovaladılar, bilinmez, fakat, zavallı adam amacına ulaşamamış
ümitsiz, miskin, bahtsız, garip ve derdi çok bir biçare imiş, obada biraz kaldı, toplum ondan
korkmaya başlamıştı,
Yirmi beşinci şiir
kışa doğru sığıntı üç yolcu yerel dilde konuşmaya başladı, bazen onlar sefere çıkmak
üzere olan kalabalık askerleri seyretmeye gitti, grubun önünde dalgalanan bayraklardaki haç
işaretini görerek çok şaşırıp döndüler, üçü bir hafta bir evde kalıp çeşitli yorumlarda
bulundular, akla gelen sorulara uygun cevaplar bulamadılar, sonuca ulaşacak hiçbir karara
varamayınca, şaşkın vaziyette dışarı çıktılar, ondan sonra yerel halkla uzun sohbetler yapmaya
başladılar.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KAZAK OZANLARI
Sanki kapı çalındı. Alişer kapıyı açtığında, eve Jarkın, Toktar ve Madiyar girdiler. Üçü
de çakır keyifti. Hepsinin yüzü kızarmıştı. Toktar‟ın elinde yarısı boşalmış, bildiğimiz orta
kalite “Parliament” içkisi.
- Öylesine geçerken uğradık, – dedi Madiyar, – kusurumuza bakmazsın.
- Gerçek şairler böyle yapar, – dedi Alişer, – hiç kimsenin durumuna bakmazlar.
- Jarkın şiir kitabını yayınladı, onu esaslı bir şekilde kutluyoruz.
Fakat, onu kim okuyacak diye düşündü Alişer, şiir artık sadece şairin kendisi için
yazdığı bir günlük hatıra defteri gibi. Jarkın ayakkabısını herkesten önce çıkardı,
salona geçti.
- Ne yazıyoruz, – dedi masadaki kitap taslaklarına göz gezdirerek.
Alişer hızlı adımlarla yanına gitti ve defterini kapattı.
- Okumanızı istemiyorum, – dedi.
Jarkın durakladı. Alişer‟i önce öfke basmıştı, şimdi ise huzursuz olduğunu hissetti.
- Tamamen yazıp bitirmeden eserimi okutmam, çünkü düşünceler korkup kaçabilir, –
dedi.
Odaya Toktar ve Madiyar girdi. Alişer mutfaktan üç kadeh getirdi.
- Kendim içmeyeceğim, – dedi.
Alişer ölüm öncesinde dünya berrak olmalı diye düşündü. Dumanlanmış bilinç hiçbir
şeyin farkına varamaz. Yalnız bir kere görülecek geçidi hafızada saklamak için hepsini tam
görmüş olmanız gerekir. Bununla birlikte, kim bilir, ecelden sonra hiçbir şey olmayabilir.
Çıkıp giden canın, sönüp giden bilinciyle bundan sonra hiçbir zaman karşılaşmaması da
mümkündü. Bir günlük aydınlık, kaynağından ayrılıp koyu karanlığa dönüşür ve sonsuzluğa
karanlık dipsiz uzayın kopuk kopuk seyrek tozu, tozlanmış küçük parçaları olarak çıkar,
böylece birbirlerinin etraflarında manasızca dönen on sekiz bin âlemin rast gele bir
buluşmasının peşinden gider. Burada nasıl bir mana var, kim sonsuzluğun ne olduğunu
açıklayabilir, dünyanın sınırının olması mümkün müdür, öyleyse zaman ile boşluk dediğimiz
bizim yüklediğimiz anlamlar olmaz mı? O zaman Tanrının var veya yok olduğunu
ispatlasınlar.
Şairler içki içiyorlar. Onlar yalan dünyaya mana arıyorlar, yaşadıkları hayat bu,
kitaptan kitaba sıçrıyorlar, ondan sonra kutluyorlar, sonunda kendi yüceliklerine kendileri
inanıp ölüyorlar, onlar benim cevabını aradığım sorularla hiçbir zaman uğraşmayacaklardır,
bilinç doğdu, bilinç yok oldu, başka hiçbir şey yok, bu ne kadar ağır bir dert, hepsini açık bir
şekilde görmek çok daha güzel değil mi, yoksa hiçbir şey anlamadan bu hayattan göçmek mi
mutluluk, kafiye peşinde giderken düşüncenin bir kısmı aşınır, tam düşüncede ancak iç kafiye
olabilir.
Bu sanki karınızın sizi başkalarıyla aldattığının farkına varmadan hayattan göçüp
gitmek gibi bir şeydir. Mutlusunuz, çünkü siz her zaman sadece sadık bir kadını
görüyorsunuz, fakat mutluluğunuzun tüm değeri de buradadır, onun her yerde karşınıza
çıkabilecek umulmadık gelişimlerini bilmiyorsunuz. Hangisi doğru, hangisi üstündür.
Gerçekleri bilmek değerli midir, yoksa gözü gerçeklere kapayıp gitmek mi iyidir?
- Alişer siz bugün niçin neşesizsiniz?
Mesele insanın neşesinde mi? sorusuna daldı Alişer. Mesele düşüncenin
samimiyetinde değil midir? Dünyayı düşüncenin samimiyeti yönetir. Samimiyetsiz düşünce
hiçbir zaman sıcak ilgi uyandırmaz, hüzün onun doğasında vardır.
- Belki, dertle dolu şu kadehi içersiniz.
- Hayır, – dedi Alişer, – o bir anlık kandırmaca.
Şairlerin hepsi sarhoş oldu. Sonra hepsi sürünerek dışarı çıktılar.
ÇİNGENELER
Alişer yine yazıyordu. Aniden kapıda duran iki çingeneye gözü ilişti. Önce o kendisini
rüya görüyor sandı. Ürperdi, fakat kendini çabuk toparladı. İki genç kadın birbirleriyle
yarışarak konuşuyor ve yavaş adımlarla kendisine doğru yürüyorlardı.
- Sizin geleceğinizi söylemek istiyoruz, – dedi şişmancası, – yüzünüzde büyük bir
talihi görüyorum, yakın zamanda başınıza bir talih kuşu konacağını kesin bir şekilde fark
ediyorum, avcunuza bir bakalım, bakınız hayat çizginiz hiçbir yere dönmeden doğru kazanç
ve mutluluğa doğru ilerliyor, evli misiniz?
- Hayır.
- Fakat, sevdiğiniz biri var görünüyor.
- Elbette.
- Çok ilgi göstermiyorsunuz, elinizden kaçırmanız mümkün.
- Evet, ayrılmak istediğim doğru.
- Dur, dur, evladım şu yönden ölüm bekliyor, birisini incitmiş gibisiniz, onun size bir
kötülük yapma niyeti var.
- Olsun.
- Yine bir rast gele kalın çizgi. Allah sizi ikaz ediyor, amacınızdan saptınız, yoksa
hayatınıza büyük bir tehlike geliyor.
- Böyle bir şüphe bende eskiden beri var.
- Öyleyse, bırakınız.
- Fakat, konargöçer Türklerin Tanrısı hakkında yazı yazmıştım.
- Sizin elinizi bağlayan da O.
- Hayır, kitabı yazıp bitirmeyi görev edindim.
Zayıf yüzlü çingene salondan çıkıp geliyordu.
- Siz neredeydiniz?
Elinde düğümlemiş olduğu ağır siyahlı beyazlı bohça.
- Tamam, biz gidiyoruz, – dedi şişman olanı, – vaktimiz az.
- Hayır, – diye durdurdu Alişer, – hepsini alıp gidiniz.
- Başka ne var? – diye sordu ince yüzlü.
- Bir soru sorabilir miyim? – dedi iki çingenenin konuşmasını keserek, – kitabımın
kaderini tahmin edebilir misiniz?
İnce yüzlü şişmana baktı:
- Siz söyleyiniz, – dedi yaşlısı.
Yaşı küçük ince yüzlü çingene Alişer‟in avcuna göz attı.
- Kitabınızı ağır bir kader bekliyor.
- Bunu açıklar mısınız?
- Acele gelen derdin hareket halindeki darbesi güçlü çarpar.
İki çingene kapıya doğru ilerlediler.
PARTİ
Çingeneler dışarı çıkarken, o kapının öbür tarafında orta yaşlarda iki kişiyi gördü.
- Biz partiye üye yapıyorduk, – dedi gözlüklü olanı.
- Benim partiyle ne alakam var? – diye sordu Alişer.
- Biz muhalefetiz, – dedi ikincisi, – halkın hepsi Cumhurbaşkanı‟na karşı, biz ise onun
yanındayız.
- Beni bu dünyanın çıkar ilişkileri ilgilendirmiyor, – dedi Alişer, – öbür dünyanın
insanıyım ben.
- Şurayı imzalayınız, bu üyelik evrakı, nasıl olsa öleceksiniz, sizin için hiç bir şey fark
etmez.
- Mesele burada, benim için her şey fark ediyor.
- Bir kişi de olsa çoğalsın.
- O zaman Kazak topraklarında idam cezasına hükmedilen tüm suçluları üye yapınız.
Onların öleceği, benimkinden daha kesindir.
İkisi de düşünceye daldı.
- Diğer partiler mücevher gibi kıymetli düşüncemi çalana kadar, benzeri yok teklifimi
hayata geçirmek istemez misiniz?
- Gerçek mi söylüyorsunuz?
- Gerçek.
- İçeri girip konuşalım mı?
- Tamam.
Alişer kitabını hiçbir zaman bitiremeyeceğine kanaat getirdi. İkisi içeri girdi.
- Salona geçin.
Kapıdan girip salona geçtiler.
- Size çay ikram edemem. Darılsanız da fark etmez, öldükten sonra sizlerin
dargınlıklarınız bana ne ifade eder ki?
- Gerçekten de bu teklif iyiymiş, parti sözünde durmazsa, ölen üyeler bizi şikâyet
edemez, peşimize de düşmezler.
- İktidara da karışmazlar.
- Ah, Kazakların hepsi niçin kırılmazlar, iktidar ve servetin hepsi bize kalırdı.
- O zaman “halkın iyiliği için” şeklindeki sloganlarınız manasını kaybetmiş olmadı
mı? – dedi Alişer.
- Şaka yapıyoruz, – dedi gözlüklü.
- Ben şaka yapmıyorum, – dedi Alişer yerinden kalkarak, – Sizler Tanrı‟ya inanıyor
musunuz?
- Hayır.
- Çünkü, Yaradan‟ı yok saymak şuurunuza iyice yerleşmiş.
- Dini inancımız olmasaydı, parti kurmazdık.
- O zaman nasıl, İblisin dolaştığı yer partiler mi?
- Bilmiyoruz.
- Şeytan yalanı destekler, – dedi Alişer. – Boş vaatler vermeden siyaset amacına
ulaşabilir mi?
- Ulaşır.
- Mümkün değil.
- Artık imza atacak mısınız?
- Hayır.
- Niçin?
- Öbür dünyanın insanıyım.
İkisi de korkuyordu.
- Ben şimdi ikinizin de yüzlerinize ömür boyu unutamayacağınız bir biçimde
tüküreyim mi?
- Mahkemeye veririz, – dedi gözlüklü olanı.
- Benim için fark etmez, ondan sonra tabancayı şakağıma dayayıp, intihar edeceğim
ya!
- Allah korusun! – dedi o gözlüğünü düzelterek.
- Öyleyse, şahit tutayım, Allah var mı, yok mu?
- Var, – dedi deminden beri sessiz duran.
- Kendi kendimi vursam, benim iradem, vurdurmazsa, Allah‟ın iradesi.
- Görelim.
- Belki, size bunları söyleten Yaratıcı Güç‟tür.
- İrade kimin elindedir?
- Sizin.
- O zaman suratlarınıza tüküreceğim.
- Hepsi Allah‟ın iradesi! – dedi gözlüklü.
Alişer düşünceye daldı. Onu kendim de arıyorum diye düşündü. Dostoyevski sadece
soruları çoğalttı, okudukça mahvoluş derinleşir.
- Ben partiden ayrılıyorum, – dedi ikincisi, – kitap yazacağım, onun bu kadar ilginç
olacağını düşünmemiştim.
Onlar dışarıya doğru yöneldi. Alişer Allah‟ın sevgili elçisi Hz. İsa zamanından geçip,
Hz. Muhammed (S.A.V.) Peygambere Allah‟tan kutsal Kur‟an-ı Kerim ayetlerinin gökten
indiği asr-ı saadet döneminde yaşayan ceddi Kutu, Üken, Bataçı, Börü, Buka ve Çılbı
neslinden doğan Korı, Oğul ve Maral nesli hakkında yazmaya başladı. Maral‟dan Kogay,
Kogay‟dan Batun, Karşı, Ögüz, Botı, Otçı, Tav, Batıgay, Sembeki, Bökütey ve Borılday nesli
devam ettirdi. Borılday‟ın bugüne kadar kesilmeden devam eden kolu Şamakay idi.
DERVİŞ
Şamakay‟ı sabaha karşı getirdiler. Onu salonda namaz okurken yakalamışlar.
Birilerinin kapıyı uzun süre çalmasına bakmaksızın, soylu Şamakay namazını devam ettirmiş
olsa gerek. Dışarıdakiler kapıyı kırıp içeri girmişler. Yanlarında köpekleri var. Üçü de
kapıdan hızla içeri girip başını secdeye koyan Şamakay‟ı hırpalamış görünüyorlar. O bu
durumda bile yerinden kıpırdamamış. Uzun siyah palto giyen üç adam Hacı‟ya el
kaldırmışlar. Sonra ensesinden tutup dışarıya çıkarmak istemişler. Ne kadar çekiştirseler de,
iri vücutlu, iri kemikli, geniş omuzlu adamı yerinden kıpırdatamamış olsalar gerek. O sırada
birisi tam sırtından vurmuş. Katillerin güçlüsü can çekişen ağır adamı kaldırıp arabaya
bindirmiş.
Şamakay hapishanenin hastanesinde baygın halde uzun süre yattı. Kendine geldiğinde,
onu niçin hapishaneye attıklarını açıkladılar. Şamakay bundan tam iki ay önce sokakta soylu
bir akrabasını öldürmüş. Fakat o böyle bir şeyi hatırlayamadı. İki ay önce halkın önde
gelenlerinden birini büyük bir toplantı sırasında beddua edip lanetlemişti. Masal hayat değil,
yaşam mutluluktan uzaktır. Sözün kıymeti, işin utancı yok. Sizin de soyunuzun iki yakası bir
araya gelmesin.
Şamakay çabucak iyileşti. Önce Hacı‟yı bir hücreye kapattılar. Sorgulayıcı günde bir
kere gelip gitti. Basılı birkaç evrak getirdi, onun söylediğine göre, Şamakay‟ın hepsini
imzalaması gerekiyordu. Fakat Şamakay işlemediği bir suçu nasıl üstlenecekti,
anlayamıyordu.
Çok geçmeden, ona kendisi farkında olmadan öldürdüğü adamın resmi ve nüfus kâğıdı
gösterildi. Esmer tenli bir Kazak genciydi. Ezan çağrılarak konan ismi Jandos Kaynaroğlu.
Şamakay merhumun yüzüne uzun süre baktı, onu hiçbir zaman görmediğini söyledi. O zaman
Şamakay‟ı hapishanede ilk defa dövdüler. Sorgulayıcı gitti.
Gizli mahkeme uzun sürdü. Şamakay‟ın suçu ispatlandı. Ona ölüm cezası verdiler.
Suçluyu kurşuna dizmek için sabaha karşı getirdiler. Hacı ölüme giderken kendisinin
bir zamanlar hayatta olduğuna inanamadı. Silahın namlusu kalbine nişan aldığında Şamakay
Allah‟a yalvarmaya başladı. Eğer ben ölümden kurtulursam, o zaman Allah‟ın varlığına
inanacağım diye düşündü. Çünkü, benim hiçbir suçum olmadığını O‟nun bilmesi gerekir.
Allah böyle bir adaletsizliğe izin veriyorsa, inancıma gölge düşeceği muhakkaktır.
Tetik çekildiğinde, Şamakay hiçbir zaman ölmeyeceğini düşündü. Fakat, o hayatta
kaldı mı, yoksa yokluğa mı dönüştü, bunu bugüne kadar kimse bilmiyor. Bunu kim kesin
olarak bilebilir?
Daha sonra Jandos Kaynaroğlu isimli adamın bu dünyada hiçbir zaman yaşamadığı
tespit edildi. O halde, halkın önde gelen kişisi Şamakay‟ı hiçbir suçu olmaksızın idamına
sebep olmuştu, yani Hacı hayatta olmayan bir adamı öldürdüğü için ölmüştü.
Öyleyse, ölüm bir alın yazısı ve değiştirilemez kaderdir. Alın yazısı dediğimiz rast
gele hayatımıza katılan ani, tesadüfi bir olay değil midir? Kaderimizde olan şeylerin hepsi,
yorumları temel aldığımızda, öne çıkan alın yazılarından sadece biri değil midir?
Telefon çaldı, Alişer oturduğu yerden kalktı.
POLİTİKA
Telefonu eline aldığında, Orınbay‟ın sesini hemen tanıdı.
- Görevinize tekrar geliniz, – dedi o.
- Teşekkür ederim, şimdi büyük bir eser yazıyorum, pek vaktim olmayacak, – diye
cevap verdi.
- Duyduğuma göre, siz onu yazamıyormuşsunuz.
- Doğru.
- Şimdilik bizim yanımızda bir süre çalışsanız, olmaz mı?
- Ben artık bu grupta çalışamam, – dedi Alişer, – grubun tüm çalışmalarının hepsi
yalan bilgiler ve tehditlerden oluşuyor.
- Nasıl?
- Sorunuz bile yalan.
- Gerçekten de, yirmi-otuz sene sonra maaşınızı yükselteceğiz.
- Geçim o zaman iyi olacak mı?
- Elbette.
- Niçin bugün değil?
- Şimdi gelişme üstündeyiz.
- Sizi yalan söylemeye iten ne?
- Hiçbir şey.
- O zaman niçin yalan söylüyorsunuz?
- Ben sadece gerçekleri söylüyorum.
- Grubunuzda görevli olanlar halkı aldatmanın ortak bir ideoloji olduğunu söylüyorlar
ve halktan gerçekleri gizlemenin zamanın bir gereği olduğunu ifade ediyorlar.
- Bizim somut kazançlarımız var.
- Ne yani, her politikacı hep yalan söylemek zorunda mıdır?
- Ben sadece gerçeği söyledim.
- Politika dediğimizin ne olduğunu ben anladım, o küçük ticaretin bir çeşididir.
- Kutsal kavramı pazar anlayışına indirgemeyiniz.
- Sizlerin yönetimindeki halka ben acıyorum.
- İşe gelecek misiniz?
- Hayır, – dedi o, – bizim yollarımız artık ayrıldı.
Bundan sonra Orınbay telefonun ahizesini kapattı. Görevinden kendi isteğiyle aniden
ayrılan Alişer‟i başkan dört kere geri gelmeye davet etti. Alişer kurnazlığında sınır olmayan
Orınbay‟ın haksız uygulamaları hakkında bir dergide yazı da yayınlamıştı.
Orınbay sözlerini inkâr etti. Hatta onu yalan iddialar ortaya attı diyerek mahkemeye de
verecekti. İnsanın art niyetinde, kötülüğünde sınır yok diye düşündü o. Fakat politikaya boş
yere girmişti. Sanatın her zaman söyleyecek bir şeyleri vardır. Elbette, kendi zamanına değil,
başkalarının geleceğine. Belki de, her sanat faydası olmayan heveslerden doğan sıradan bir
meşguliyettir. Hiçbir şeyi değiştirmiyor, hiçbir kimseyi eğitmiyor. İnsanca tavır, politikayı
olgunlaştıran araç değil, insanın kendi kendisini mahveden bir adımdır. Kim bilir, fani hiçbir
zaman düzelmeyecek şuurlu bir mahlûk mu, yoksa insanlarda ne kadar iyilik varsa, o kadar
kötülük de olacak mıdır? Uygarlığın dili – kronolojik vakayinameler ve hamasi tarih – saçma
sapan konuşan değersiz bir ihtiyara dönüştü, bir söylediğini bin kere tekrar ediyor.
EV KİRASI
Herhangi bir şehrin herhangi bir evinin herhangi bir odasında herhangi bir ailenin rast
gele karşılaştığı acı bir olayla kederleniyor olması mümkündür.
Evin başköşesine geçip yazı masasına oturdu. Heybetli konargöçer halkın kahraman
lideri Bökütey‟in son nesli Şamakay iki bin sene kadar sonra Tanrı‟nın büyük değer verdiği
kutsal kabilenin devamına sonsuza dek engel oldu. Kapının zili çaldı. O masadan kalktı ve
içeriden kilidi açtı.
- Alişer Taymasoğlu‟nu arıyordum, – diye konuştu orta boylu bir Rus kadın.
- Benim.
Meçhul misafir ev kirası evrakını gösterdi.
- Borcunuz bayağı birikmiş, – dedi o, – Yarın ödemezseniz, mahkemeye vereceğiz.
- Veriniz, – dedi Alişer.
- Evden zorla çıkaracağız.
- Çıkarınız.
- Hiçbir şekilde af olmayacak.
- Olmasın.
Rus kadının hızı kesildi.
- Fakat, yine de borçlarınızı ödemeniz gerekir.
- Tamam.
- Ne zaman ödeyeceksiniz?
- Belki, hiçbir zaman.
- Niçin?
- Çünkü, yarın ben başka işlerle meşgul olacağım.
- Nasıl?
- Öbür dünyada işler çok.
- Ne?
- Mahşer sorgulamasından geçmem lazım. Benim gibi ruhların cezası ağır olur.
- Öleceğinizi nereden bildiniz?
- Çünkü bu, benim isteğim.
- Eğer siz intihar edecek olursanız, günahkâr sayılırsınız.
- O yüzden, benim gibi ruhların cezası ağır olur.
Rus kadın koynundan İsa aleyhisselamın resmi işlenmiş haçı çıkardı.
- Bunu size vereyim, – dedi o, – acı çekerseniz, gerçekten yardımcı olur.
Alişer haçı eline alıp uzun süre baktı. Var mısınız, yok musunuz diye düşünceye daldı
o. Hz. İsa Peygamber haça iki elinden çivilenmiş, boynu aşağı düşmüş, uzunlamasına
asılı duruyordu. Rus kadın Alişer‟i kendisini bütün insanlığın günahını üzerine alan bu
yüce zata benzetti.
- Bugün benim geldiğimi hiç kimseye söylemeyiniz, – dedi.
- Peki.
- Öyleyse, ev kirası evrakını posta ile göndereceğim.
- Gönderiniz.
Zamansız gelen misafir arkasını dönüp merdivenlerden sakin bir şekilde inmeye
başladı. Dönemece gelince başını kaldırıp ona bakarak:
- Allaha ısmarladık, – dedi.
Artık bu sözün benimle hiçbir ilgisi yok diye düşündü Alişer. Salona geçti ve masasına
geldi. İskemleye çöktü, pencereden dışarı baktı. Akşamın alacakaranlığında kendini yalnız
hissetti. İçini sıkıntı bastı. Çiseleyen yağmur altındaki sokakların her tarafından belirsiz bir
şekilde yanan, dermansız bir şekilde sallanan ampulün ışıkları görünüyordu. Dünyada sonsuz
hiçbir şey yok, belki kitaplar bizi kandırıyordur. O aklına gelen isimleri düzensiz bir şekilde
yazmaya başladı.
YAZARLAR
Jonathan Swift, Lu Xun, Miguel de Cervantes Saavedra, Herman Melville, Leo
Tolstoy, Franz Kafka, Samuel Yosef Agnon, Necip Mahfouz, Gabriel Garcia Marquez, Victor
Hugo, Mukhtar Avezov, Mikhail Bulgakov, Orhan Pamuk, Milorad Pavic, Fyodor
Dostoyevski, Yasunari Kawabata, Jack London, Herman Hesse, James Joyce, Friedrich
Dürrenmatt, Ernest Hemingway, Sherwood Anderson, Abiş Kekilbayev, Jerome David
Salinger, Alain Robbe-Grillet, Andrei Platonov, Andre Maurois, Stefan Zweig, Albert Camus,
Jean-Paul Sartre, Stendhal, Askar Süleymanov, Jorge Luis Borges, Honore de Balzac,
Vladimir Nabokov, Edgar Allan Poe, Marcel Proust, Thomas Mann, Anton Çehov, İvan
Turgenyev, Jerome Jerome, Simone de Beauvoir, Margaret Mitchell, Colleen McCullough,
İvan Bunin, Lion Feuchtwanger, Yuri Kazakov, George Orwell, William Faulkner, Guy de
Maupassant, F. Scott Fitzgerald, Gustave Flaubert, James Fenimore Cooper, Mark Twain,
Edgar Lawrence Doctorow, Julio Cortazar, Cengiz Aytmatov, Beyimbet Maylin, Isaac Babel,
Somerset Maugham, Agatha Christie, Lewis Sinclair, H. G. Wells, Soren Kierkegaard Aabe,
Arthur Conan Doyle, Jules Verne, Upton Sinclair, John Galsworthy, Saul Bellow, John Ernst
Steinbeck, Mukhtar Magavin, Gertrude Stein, Carlos Fuentes, Jorge Amado, Emile Zola,
Andrew Bits, Alberto Moravia, Jose Soler Puig, Mario Benedetti, Boris Vian, Tonino Guerra,
Nodar Dumbadze, Fazıl İskender, Sergei Dovlatov, Oralhan Bökeyev, Henry James, Şamşad
Abdullayev, Alexandre Dumas, Francoise Sagan, Maurice Druon, Tınımbay Nurmaganbetov,
Boris Pasternak, Antoine de Saint-Exupery, Pierre Boulle, William Burroughs, Konstantin
Paustovsky, Francisco Sionil Jose, Nick Joaquin, Carlos Bulosan, Jose Maria Arguedas, Louis
Aragon, Andre Vyurmser, Juan Carlos Onetti, Herve Bazin, Henri Troyat, Roger Grenier,
André Stil, Roger Bourdieu, Bernard Clavel, Daniel Boulanger, Allen Bravo, Michelle Butor,
Kobo Abe, Koichiro Uno, Nada Krayger, Mirko Bozhich, Herman Bang, Wilhelm Muberg,
Stig Terje, Zhao Shuli, John Barth, Chiung Ching, Richard Hughes, Juan Rulfo, Jaroslav
İvaşkeviç, Augusto Roa Bastos, Wojciech Zhukrovsky, Ernesto Sabato, Jose Donoso, John
Updike, Adolfo Boy Casares, John Dos Passos, Mario Vargas Llosa, Joaquin Gutierrez,
Henry Brooks Adams, Donald Bartelmy, Stephen Vincent Bene, Edgar Rice Burroughs,
Harriet Beecher Stowe, James Baldwin, Theodore Herman, Albert Dreiser, Ray Bradbury,
Gore Vidal, Kurt Vonnegut, Herman Wook, Thomas Wolfe, Francis Bret Hart, Nathaniel
Hawthorne, Paul Laurence Dunbar, James Jones, Isaac Bashevis Singer, Washington Irving,
Truman Capote, Ken Kesey, Walter Scott, Ring Lardner, Henry Wadsworth Longfellow, Lars
Lawrence, Mary McCarthy, Alexander Kuprin, Norman Mailer, Navarre Scott Momadey,
Toni Morrison, Willard Motley, John Matthews, Howard Nemer, O. Henry, Morio China, Sei
Kubota, Saneatsu Musyanokodzi, Thomas Bailey Aldrich, John O‟Hara, Dorothy Parker,
Mario Puzo, Richard Wright, William Saroyan, Irving Stone, Paul Theroux, Henry David
Thoreau, Waldo Frank, Thornton Wilder, Tennessee Williams, Robert Penn Warren, Howard
Fast, Benjamin Franklin, Ralph Waldo Ellison, Francois Mauriac, Ivo Andric, Mikhail
Sholokhov, Miguel Angel Asturias, Graham Greene, Martin du Gard, Roger, Claude Simon,
Camilo Jose Cela, Henryk Sienkiewicz, Joseph Rudyard Kipling, Selma Ottilia, Lovisa
Lagerlöf, Gerhard Hauptmann, Jean Zhene, William Styron, Romain Rolland, Knut Hamsun,
Talasbek Asemkulov, Anatole France, Wladyslaw Reymont, Andre Paul, Guillaume Gide,
Per Fabian Lagerkvist, Hadldour Kilyan Laksness, Tomoji Abe, Yoshiyuki Dzyunnoske,
Tatsudzo İshikawa, Thomas Bernhard, Heinrich Boll, Harold Brodki, Hermann Broch, Peter
Weiss, Robert Walser, Takeshi Kaiko, Tatsuo Nagai, Sinitiro Nakamura, Minako Obo, Shohei
Ooka, D. H. Lawrence, Andre Malraux, Heinrich Mann, Tatsuhiro Oshiro, Kendzaburo Oe,
Henry Miller, Aiko Sato, Mitsuko Takahashi, Jack Kerouac, Joseph Conrad, Doris Lessing,
Astrid Lindrgen, Gunter Grass, Sitiro Fukadzava, Shusaku Endo, Rosa Leeks, Markus
Nummi, Paavo Rintala, Monika Fagerholm, Jean Anouilh, Guillaume Apollinaire, Ingeborg
Bachmann, Samuel Beckett, Mario Grasso, Krista Wolf, Alfred Deblin, Andre Gide, Alejo
Carpentier, Robert Musil, Thomas Pynchon, Luigi Pirandello, Joseph Roth, Louis Ferdinand
Celine, Akinwande Oluwole Shoinka, August Strindberg, Jaroslav Hasek, Max Frisch,
Aldous Huxley, Karel Capek, Raymond Chandler, Pier Paolo Pasolini, Alberto Bevilacqua,
Cesare Pavese, Philip Roth, Eleanor Dark, John Beacon, Milan Kundera, Javier Marias,
Awahou Yehoshua, Chinua Achebe, Nureddin Farah, Margaret Atwood, David Grossman,
Mordecai Richler, Frederick Philip Grove, Morley Callaghan, Hugh MacLennan, Sheila
Watson, Margaret Laurence, Asılbek İhsan, Robertson Davies, Merien Angel, Audrey
Thomas, David Adams Richards, Timothy Findley, Michael Ondatzhi, Catherine Gowar,
Carol Shields, Hugh Garner, David Helwig, Malcolm Lowry, Hugh Hood, Jaroslav Seifert,
Imre Kertish, Ursula Kroeber Le Guin, Gilbert Keith Chesterton, Paul Gelliko, Milena Milani,
Pelham Grenville Wodehouse, Cecil Scott Forester, Hervey Allen, Neal Stephenson, Patrick
Suskind, Nell Harper Lee, Joyce Carol Oates, Bekejan Tіlegenov, Katherine Anne Porter.
PENCERE
Aniden pencere açıldı. Dipteki odadan şiddetli bir düşme sesi geldi. Alişer koşup
odaya girene kadar, bu sefer bir camın kırılma sesi duyuldu. Aceleyle odaya girdiğinde serin
ve geniş balkonda yumruğunu sıkan bir adamı gördü. Suratını ekşitti. Adam bütün gücüyle
ona bağırıp çağırıyordu. Alişer biran durakladı.
- Size ne oluyor?
- Evden çıkıp gidiniz, – dedi o, – benim sizin evinizde hırsızlık yapmam gerekiyor.
- Tamam.
Alişer sırtını dönüp kapıya doğru ilerledi.
- Durunuz bir dakika, – dedi o, – fakat, siz bunu kimseye söylemeyiniz.
- Söylemem.
- Evinizde ne var?
- Kitaplar, çiçekler, kitap taslakları.
- Para var mı?
- Yok.
- Kıymetli taşlar, akik taşı, mücevherat, altın, gümüş?
- Yok.
- Boşuna gelmişim, – dedi içeri girerken.
- Zararı yok.
- Uyuşturucu kullanıyor musunuz?
- Hevesli değilim.
- İyi bir şeydir.
O yere atladı.
- Ükibay, dedi elini uzatarak.
- Cebimde uyuşturucu var.
- Teşekkürler.
- O zaman birlikte içelim.
- Hayır, teşekkürler.
- Özür dilerim, – dedi Ükibay, – sabah geç kalktım, kafam çatlıyor.
- Bir yudum konyak var.
- Harika.
İkisi mutfağa geçti. Alişer buzdolabını açtı ve konyak şişesini aldı. Masaya iki kadeh
koydu.
- Fakat, ben içmem, – dedi Alişer.
- Niçin?
- Önemli bir işim var.
- Beni sarhoş ettikten sonra polis mi çağıracaksınız?
- Onlardan ben de nefret ederim.
Alişer ona bir kadeh doldurdu. Ükibay bir dikişte içti.
- Çok kitabı ne yapacaksınız?
- Size vereyim mi?
- Şimdi onu satın alacak kim var ki?
- Evet, kitap şimdi kimseye lazım değil.
Bir an sessizlik oldu.
- Başka?
- Evet.
Ükibay konyak dolu kadehi tekrar dibine kadar içti. Sonra ağzını eliyle kapatarak biraz
oturdu.
- Acı, – dedi.
- Üçüncü kadehten sonra fark etmezsin.
- Uyuşturucu alalım.
Cebinden bitkinin öğütülmüş küçük parçalarını çıkardı, buruşturulmuş ince kâğıda
koydu ve sarmaya başladı.
- Şimdi bir misafirim gelecek, – dedi Alişer romanını düşünerek.
- O zaman yan odaya geçip çekeyim.
- Doğrusu o.
- Her gün evde misiniz?
- Yarın olmayabilirim.
Birisi yavaşça kapıyı çaldı.
- Gidiyorum, – dedi Ükibay.
Alişer şaşırmıştı. Kapıyı çalan kimdi? Ükibay demin girdiği pencereden tekrar
atlayarak dışarı çıktı.
KARLIGAŞ VE DİANA
Kapının önünde elma boyunlu, kaz göğüslü, geniş alınlı iki güzel kız duruyordu.
Konçlu uzun deri çizme giymişlerdi. Kenarları dışına çıkarılmış, dikişleri çizgi halinde
süslenmiş etekleri kısaydı.
- Sipariş veren siz miydiniz? – diye sordular.
- Hayır.
- Nasıl? – diye şaşırdı kısa boylu olanı.
- Nasılı yok.
- Biz taksi tutup geldik, ücretini kim ödeyecek.
- Bilmiyorum.
- Sizin ödemeniz gerekir, çünkü adres sizinki.
- Birincisi benim cebim delik, meteliğim yok, ikincisi ben hiçbir yere telefon etmedim.
İkisi biraz düşündüler.
- O zaman biz içeri girip azıcık ısınalım, sonra gideriz.
- Bu nasıl olur? – diye mırıldandı Alişer.
- Sen adresi doğru yazmadın herhalde, – dedi kısa boylusu.
- Belki, – dedi uzun boylusu.
- Üşüdük.
- İsminiz nedir?
- Alişer.
- Benim adım – Diana, bu ise – Karlıgaş, – dedi küçük olanı.
- Siz ressam mısınız? – dedi Karlıgaş.
- Yazarım.
- Ressam olsaydınız, bizim çıplak resmimizi yapardınız.
- Kim bilir?
- Bizim göğüslerimiz güzeldir, – dedi Diana.
- Ben kitap yazıyordum, bu yüzden çok konuşacak vaktim yok.
- Şimdi gideriz, – dedi Karlıgaş.
- Çay vermeyecek misiniz? – diye güldü Diana.
- Hemen.
Alişer mutfağa gidip ocağa çay koydu. Sonra onları sofraya çağırdı. İki kız çizmelerini
çıkarıp eşikten içeri girdiler.
- Gün boyunca yazar mısınız?
- Bugün fırsatım olmadı.
- Sigaranız yok mu?
- Yok.
- O zaman kendimizinkileri içeceğiz.
Fokurdayıp kaynayan çaydanlığın kapağı düşecekmiş gibi sallanıyordu. Alişer
yerinden kalktı, ocağı kapattı. Çayı demledi. Üç bardağı doldurup masaya koydu.
- Şu kalan konyaktan içebilir miyiz?
- Tabii.
İkisine konyaktan doldurdu. Karlıgaş ile Diana gülerek konyakları kafaya diktikten
sonra ekmekten birer parça koparıp kokladılar.
- Az kalmış, hepsini bitirin.
İki kız tekrar içtiler.
- Diana, artık kalkmalıyız, – dedi Karlıgaş.
- Doğru.
- Bir daha adresi şaşırmayın.
Dışarıdaki karanlıkta göz gözü görmüyordu. Çok yorulduğunu hissetti. Fakat, nasıl
ölürseniz ölün, fark eden bir şey olacak mı? Kim sizin dünyadan yorgun bir biçimde
ayrıldığınıza önem verecek ki!
ALIPSOK’UN ÖLÜMÜ
Alişer yazısını yazarken gözü pencerenin demir parmaklıklarına takıldı. Bir köpeğin
başsız vücudu asılmıştı. Boyun kemiklerinden kesilmişti. Kendir iple bağlamışlardı. Yerinden
kalktı, üstüne bir şeyler giydikten sonra kapıyı açıp dışarı çıktı. Kapıyı kitlerken yere
damlamış kan izinlerini gördü. Köpeğin kafası kapının pervazına bıçakla çakılmıştı.
Alıpsok‟un kafası, ağzına da bir kâğıt sıkıştırılmıştı. Kâğıdı açıp okudu ve köşeye fırlattı.
Allah‟tan başka kimden korkulabilir? – diye düşündü. Eve tekrar girdi, kâğıt torba aldı
ve kanı damlayan Alıpsok‟un başını içine koydu, sonra sokağa çıktı. Bir eliyle pencere
parmaklıklarından tuttu, diğer eliyle Alıpsok‟un cansız leşini aşağı çekti. Köpeğin ölüsü küt
diye yere düştü.
Alıpsok‟u şehir dışına götürdü, insanların gözünden uzak kuytu bir yere gömdü. Sonra
baş tarafına kalın bir sopa dikerek işaret koydu. İki üç sene sonra, her şeye rağmen, bu
tümseğin yerle bir olacağını düşündü. Hatta insan mezarı, tüm bir mezarlık, kilometrelerce
uzunluktaki kabristanlar da yıllar sonra kayboluyordu. Sonsuza dek sürecek ne var ki! Belki
ancak Allah‟ın peşinden giden dertli canımız hiçbir zaman ölmeyecektir, fakat onu da kim
biliyor? Ben Allah‟a inanıyorum, yine de delil istiyorum.
Mahlûkların sonsuza dek yaşaması mümkün müdür? Bence, mümkün değildir.
Sonsuzluğun işareti ruh, ruh dediğimiz ise bilinçtir. Etrafını tamamen kavrayan bilinç sadece
insanda var. Hayvanda bilinç yoktur, bu yüzden ruhu da olmaz.
Üzerine işaret koymadınız diye darılıyor bazı insanlar hayırsız evlatlarına. O işaret
niçin gerekli, yarın o da tamamen kaybolacak, genel olarak, göğe uçan canın semada mola
verecek bir yuvası var mıdır, biz niçin mezar taşına takılı kaldık.
ÖDÜL
Telefon çaldı. Yabancı bir ses ödüle aday gösterildiğini söyledi. Bunun için sadece
Ömer‟i Rusça veya Fransızca olarak eleştirmek yeterliymiş.
- Niçin? – diye sordu Alişer.
- O haddini aştı, – diye cevapladı yabancı ses.
- Nasıl?
- Eleştirdi.
- Kimi?
- Beni.
- Siz kendiniz eleştirin demediniz mi?
- Eh, demokrasi diye halkın önünde öylesine konuşuruz.
- Halk sizin samimi bir biçimde konuştuğunuzu zannediyor.
- Siz onu öldüresiye eleştiriniz.
- Ömer bu ülkenin önde gelen kişilerinden değil mi?
- Olsun.
- Yarın ayıp olur.
- Gününü görsün.
- Onun işlediği kabahat tam olarak ne?
- Siyaseti bıraksın.
- Başka ne yapsın?
- Şiir yazsın.
- Bir zamanlar söylemişti ya, onu kitabının kaderi değil, okuyucularının kaderi
endişelendiriyor.
- Yalan söylüyor.
- Nereden biliyorsunuz?
- Bizde gizli bilgiler var.
- Kim verdi?
- Telefonda konuşulmaz.
- Sizler Ömer‟in tırnağı bile olamazsınız.
- Ben onu öldüreceğim.
- Ondan başka elinizden ne gelir?
- Siz öldüresiye onu yerden yere vurun hele.
- Sonra?
- Ücretini ödeyeceğim.
- Hayır, böyle bir şeyi ben yapamam.
- O zaman hayat boyu böyle kalınız, siz hiç kimseye lazım değilsiniz, bir gün sizi de
hapse tıkarlar.
- Tıksınlar.
- Onun yerine Ömer‟i eleştirip ödül almak daha iyi değil mi?
- Hükümet başka bir şekilde ödül vermez mi?
- Vermez, elbet.
- O zaman nasıl, şimdi ödül alanların hepsi satılmış mı?
- Onlar hiçbir şekilde aydın da, büyük adam da değil, kullardır.
- Benim sizin hakkınızda bir fikrim var.
- Evet.
- Duymak ister misiniz?
- Ne söylemek istiyorsunuz?
- Dün sizin yüzünüzde ecelin izini gördüm.
- Ecel yok, – dedi o.
- Ama Allah var.
- Ben Allah‟a inanmıyorum.
- Eğer siz Yaratıcı‟nın emirlerine uymazsanız, ölümün pençesine düşersiniz.
- Ecele kimse şahitlik etmemiştir, o yokken siz dirisiniz, o gelince siz ölürsünüz, iki
arada onunla yüzleşemezsiniz.
- Fakat, o dünyanın yok olduğunu kim ispatlayabilir?
- O yüzden, fani bildiği için değil, inandığı için yaşar.
- Kaderinde ne yazılıysa, onu mu yaşar?
- Kader, Allah‟a malum bir şey midir, yoksa O‟na da meçhul bir durum mudur, kimse
bilmez.
- Evet, O insana özgürlük ve irade hakkını vereceğim demiş, öyleyse insanın neyi
seçeceğinin Allah‟a malum olmaması gerekir. Eğer Yaratıcı önceden biliyorsa, o
zaman bu hiçbir şekilde özgürlük değil, kaderdir, bu sebeple kader düşüncesinin insan
hayatını yönlendirmemesi gerekir.
- Kaderin olduğu yerde Allah‟ın insana verdiği özgürlük önemini kaybeder.
- O zaman kaderi kim icat etti?
- Allah‟ı tanımayanlar.
- Kaderin bir ucu Büyük Güce olan inançtadır.
- Yani, kader Allah‟a inananlara da, inanmayanlara da lüzumlu değildir, onlar buna
ihtiyaç hissetmezler.
- Yine de, ben dün sizin yüzünüzde ecelin izini gördüm.
- Nasıl hayat yaşasanız da, iki dünyada sorumluluk yoktur.
- Allah‟ın yardımı olmadan iman ve hayâ yaşayamaz mı demek istiyorsunuz?
- Evet.
- Ya insanın aklı? O neyin tehlikeli olduğunu, hangi hareketin ne sonuç doğuracağını
bilir, değil mi?
- Akıl kimde var?
- Şüphe edip soru sorabilen herkeste var.
- Ömer‟i eleştirecek biri elbet bulunur ve ödülü de alır.
- Fakat, halk her şeyi biliyor.
- Bilsin.
- Bana böyle bir makam gerekli değil.
- Tamam.
- Allah yok olsa bile, hayâ ve dürüstlüğü sorgulayacak insan aklı vardır.
- Kimin haklı olduğunu daha sonra göreceğiz.
- Olur, görelim.
Telefonu bıraktı. Alişer derin düşüncelere daldı. Belki, gerçekten de, dünyanın hiçbir
manası yoktu.
TANRI’NIN HAK OLDUĞU
Esasen Allah‟ın var olduğu bir hakikattir, diye düşündü o. Fakat, şüphe nereden çıktı,
peygamberler döneminde göklerden inen vahiyler çoktu, şüpheler hemen dağılırdı, şimdi ise,
uzun zamandan beri özlemle beklenen yüce Yaratıcı Güç lazım olduğunda niçin yardımcı
olmuyor, kadim zamanlardan beri bir çok asır gizlenen O, artık gelecekte tekrar ortaya
çıkmadan gizli mi kalacak, suç ve cezanın değiştiği günümüzde bu durum ne kadar da
birbirine uyumlu görünüyor.
Ancak Allah‟ın var olduğunu, kutsal kitaplardan okumadan önce, yani Tanrı‟ya
ulaşmanın hazır yolları ile değil, yalın anlayışınızla, uzun bağımsız tahminlerinizle bulmak
mümkün müdür? Yoksa, bu işe Allah‟ın kendisinin dâhil olması mı gerekir?
Tanrı, haktır. Fakat, niçin Allah‟a götüren yol sadece inançtır, onu anlamanın başka
araçları yok mudur? Uzun süreli özlem ihtiraslı gönülde leke bırakır, inanca düşen şüphe
çeşitli günahlara yol açar, zincirlerinden boşanan özgür düşünce boşluğa çıktıktan sonra
kendisini kimseye yakalatmaz, onu pişman edecek olan ey kudretli Yaratıcı Güç, siyah nohut
kadar görünen bana yardım ediniz uzaktan lütfen, imanımı hiçbir zaman hiçbir şeye
değişmem.
Ben sizi özlüyorum. Bazen inancından uzaklaşan, bazen şüphesi doğrulanmayan bu
aciz cana yardımcı olunuz, yüce Tanrım! Bazen şeytan azdırıyor, bazen niyetimin kendisi
serserice dolaşan benliğime yolunu şaşırtıyor. Alişer yazı masasında oturdu.
ALBASTI
Safire kendine doğru gelmekte olan genci fark etti. Tren ikinci peronda durmuş
bulunuyordu.
- Affedersiniz, evinizi kiralamak mı istiyorsunuz?
- Evet.
- Bir odaya ihtiyacım vardı.
- İyi. Benim iki odalı dairem var. Birini size verebilirim.
- Kaça kiralıyorsunuz?
- Ayına beş bin tenge. Mutfak ortak olacak.
- Olur.
İri kıyım, uzun boylu genç erkek iki bavulunu eline alıp kadının peşinden gitti. Kadın
İkinci Almatı demiryolu istasyonunu dolaşıp onu bahçeli evlerin bulunduğu semte
getirdi. Ev kulübe gibi çok alçaktı. Onlar eğilerek dar kapıdan geçtiler. Eşikte bir
çocuk eski oyuncaklarla endişesiz oynuyordu.
- Oğlum, – dedi kadın.
- İsmi ne?
- Gani.
- Ya sizin?
- Safire.
- Benim adım Arlan*.
- Odanız burası, – dedi Safire perde çekilmiş komşu kapıyı işaret ederek.
- Girebilir miyim?
- Elbette.
Arlan odasına geçti. Safire sofra hazırlarken, yeni misafirden hoşlandığını hissetti.
Çocuğundan gizlediği tüm tatlı ve lezzetli yiyecekleri çıkardı. Sonra semavere su
koydu. Yakından trenin gelişi duyuldu.
- Gece trenler işlemez sanırım, – dedi şakalaşarak Arlan sofraya oturduktan sonra.
- Biz alıştık, – Safire.
- O zaman ben alıştıktan sonra, işlemez olur.
- Evet.
- O zamana kadar gece nöbet bekleyecek miyiz?
- Kim bilir, belki bu uyanıklık hâli sizin de hoşunuza gider.
- Belki.
- Çayınızı içiniz.
- Teşekkürler.
İkili çayı yavaşça içti. Arlan‟ı hiç kimseye, hiçbir yere bırakmamalıyım, diye düşündü
Safire. Hayatım boyunca aradığım adam bu değil mi?
- Ben ağaçtan her şeyi yapabilen bir ustayım, – dedi Arlan şakayla karışık.
Ev sahibesi güldü.
- Biz de boş insanlar değiliz, – dedi o, – biraz resim yaparım.
- İlginç.
- Evin arkasında küçük bir atölyem var. Bir köşesini ücretsiz kullanmanıza izin
verebilirim.
- Çaydan sonra görsek, nasıl olur?
- Olur tabii.
Onlar atölyeyi görmeye gittiğinde, karanlık basmıştı. O yüzden, Arlan gündüzün
atölye içinin ne kadar aydınlık olacağını anlayamadı.
Gece Arlan uyuyamadan bir o yana, bir bu yana dönerek yatarken, Safire geldi. Önce
perde sessizce kapandı, sonra ceketini üstüne almış çıplak kadın girdi. Arlan birisi el ayağını
bağlamış gibi hareketsiz yattı. Berrak bir zaman, etrafta sessizlik, sadece zevk şerbetini acele
bekleyen kalp küçük yuvasında kaz yavrusu gibi günahsız çarpıyordu. Fakat iblis yuvaya elini
uzatmış bekliyordu. Safire hafif adımlarla yatağa hızla yaklaştı ve sıcak yorganı açarak gencin
koynuna girdi.
Ertesi günü Arlan güneş tepeye yükseldiğinde, uyandı. Safire evde yoktu, çocuk kapı
eşiğinde eski oyuncaklarıyla oynuyordu. Ev sahibesi akşama doğru döndü. İkisi yabancı
insanlar gibi davrandı, fakat gece olunca Safire perdeyi örtüp tekrar geldi.
Bundan sonra zaman hızla akmaya başladı, genç erkek orta yaşlardaki kadının sıcak
kucağına iyice alıştı, ancak birinci günü yapılan düzen değişmedi, Safire Arlan‟a sadece
uyumaya gittiğinde geliyordu.
Bir gün Arlan zengin bir ailenin düğününe “dombıra”* yapıp götürdü. O zaman
güneşin altındaki Künikey ismindeki kızı gördü. Güneşin altındaki Künikey annesinin koluna
girmiş birlikte yürüyorlardı. Aydınlık yüzdeki hoş gülüş ağaçtan her şeyi yapabileceğini
söyleyen ustayı kendine âşık etti. Aradığım bu, diye düşündü Arlan. Sonra o kızı buldu. İlk
buluşmadan sonra Safire‟yi bırakıp başka bir eve taşınmaya karar verdi.
- Ben bir ayın içinde başka tarafa taşınacağım, – dedi o her zamanki gibi sabah
kahvaltı yaparken.
- Kendiniz bilirsiniz, – diye cevap verdi Safire.
- Darılmayınız.
- Darılmam.
Fakat bu kısa konuşma ilişkilerini alevlendirdi. Yatağın ateşi arttı, başkasını arzulayan
çocukça gönül dost tuttuğu kadının koynunda kendini kaybetti, nefsini doyurduğunda tatlı bir
uykuya dalmıştı.
- Sizin hamile karınız varmış, – dedi kiraladığı yeni odasına taşındığında güneşin
altındaki Künikey.
Arlan sessiz kaldı.
- Doğru mu? – diye sordu o dedikodunun gerçekliğini öğrenmek isteyerek.
- Yalan, – dedi Arlan.
O güneşin altındaki Künikey kızı hiçbir şeye inandıramadı. Sevgilisi söylenen her
sözden şüphelendi, genç konuştuğu her konuya, aksine, deliller getiriyordu. Yine de önceki
duygulara şüphe düşmüştü. Çok geçmeden güneşin altındaki Künikey kız ondan tamamen
uzaklaştı. Fakat, düğün günü Arlan şehre atla girip törenin yapıldığı yerden güneşin altındaki
Künikey kızı alıp kaçtı ve Almatı yakınlarındaki çamlık yüksek dağlara çıktı. Bu olayı tüm
halk öğrendi; gece pahalı restoranlar, ucuz kafeler ve küçük barlardaki konuşmalara sıkça
konu oldu. Yine de eteklere ilk kar düştüğünde, yüksek zirvelere kaçan iki dertli âşık
hakkında halk arasında yeni dedikodular yayılmaya başladı. Onlar donarak öldüler diye katı
hüküm çıkardı hayali geniş, çok merhametli halk, dağ başında yaslı rüzgâr yaşıyormuş, belini
saran uzun sakalı var, insanı önce öldürür, sonra yasını tutar, onun eğlenceye dönüştürdüğü bu
oyunundan kurtulmak mümkün değildir.
Ancak kış geçip, toprakları yeşerten Nisan ayı geldiğinde, Arlan güneş altındaki
Künikey kızı yanına alarak dağdan aşağı indi. İkisi şehre doğru geliyorlardı. Öğle vakti idi,
sokaklarda insanlar çoktu. İki gezgin vahşi, halkın dikkatlerini gayri ihtiyari üstlerine
çekiyordu. Temiz kız Almatı‟ya aradan dokuz aydan fazla bir zaman geçtikten sonra, hamile
olarak dönüyordu. Akrabaları affetti, başlangıçta birbirine dünür olanlar sonra birbirleriyle
ilişkilerini keserek düşmana dönüştüler. Mayıs ayında güneşin altındaki Künikey kızı ay gibi
parlak, nur topu gibi güzel bir peri doğurdu.
Safire‟nin ise kimi dünyaya getirdiğini hiç kimse bilemedi. Birileri bahçesinde beşikte
yatan el ve ayakları kocaman bir oğlan çocuk gördüğünü söyledi. Başkaları gözleri çok güzel
bir bebekten bahsetti. Fakat, Safire kuyruklu bir domuz yavrusu doğurup onu evine
saklamıştı, diyerek sona erdirdi bölüm şiirini.
HOCA
Belki, hocaya telefon etmek iyi olur. Allah hakkındaki düşüncelerimi anlatayım.
Çıkmaza giren düşüncelerimi çözerse, bir o çözer. Öte taraftan biri telefonu kaldırdı.
- Selamünaleyküm!
- Bana hoca lazımdı.
- Evladım, hepimiz de cenaze namazını kıldırabiliriz.
- Ben Allah var mı, yok mu, onu öğrenmek istiyorum.
- Var tabii.
- İspatı nedir?
- O da var.
- Nasıl?
- Çoktur.
- Siz öbür dünyaya inanıyor musunuz?
- Şimdi ne yapıyoruz, öbür dünya için çalışıyoruz ya.
Bir an Alişer sessiz kaldı. Sonsuz uzayda niçin akıl yok diye düşündü, ruh dediğimiz
ebedi değil mi? Sınırsızlık ve sonsuzluğun birleştiği yerin ismi Tanrı olmalıdır. Yoksa, zaman
ve mekanın sınırlarından çıkarsak, nereye gidip sığınabiliriz, kaybolup boşlukta kalmaz
mıyız? Gözümüzün önündeki masmavi güzel düzen, yüreklerimizi kandıran gönlün sahte
mutluluğu olduğu bir gerçektir.
- Alo!
- Allah ile ilgili olarak kiminle konuşmalıyım?
- Hepimiz de cenaze kaldırıyoruz.
- İnsanların yası size anlamsız görünüyor herhalde.
- Küfre sapmayınız kardeşim. Allah‟a inanmalıyız!
- Benim şüphem yok, fakat varlığına kanaat getirmek istiyorum.
- Kanaat etmeden de görmek mümkündür.
- Siz bunu öylesine mi, yoksa düşünerek mi söylediniz?
- Bu imamın sözüdür.
- Telefona çağırır mısınız?
- Hemen.
Alişer iki üç dakika bekledi. Birisi yürüyerek geliyor, yaklaştı, sonra telefonu kulağına
götürdü.
- Âlemlerin Yüce Rabbi, ulu Allah‟tan size şifa diliyorum. Nasılsınız?
- Beni bir düşünce rahatsız ediyordu.
- Abay: “Bir derdini düşünürsen, yüz derdini ortaya çıkarır” demiş.
- Ayrıca “Dert çıkar ilimden” diye de yazmış.
- Evet, “Düşüncesizlere katılma”, “İçeni sarhoş, yiyeni tok, kaygısını söyleyen biri
yok”.
- Fakat, “Arsız olmadan şan şöhret yok, aldatıcı olmadan baht nerede?”
- Yine de “İçeceğim diye dert suyunu, vahşi yürek nefes nefese kalır”.
- “Bilmeyen kör, dertsiz oturur”. Öyleyse nasıl, dertsiz dünya yarım, ömür anlamsız
mı?
- Zahmetsiz emek, emeksiz rahatlık yok.
- Geçim sıkıntıdan, ömür dertten mi oluşur? Cennetin yolunda yılan gibi kıvrıla kıvrıla
uzanan azap mı duruyor?
- Dert rahatlığı düzenler, nefsini terbiye eder.
- Niçin günahsız faninin şifasını hastalıktan bulması gerekiyor?
- Şifa hastalığın eşiğinde dolaşır.
- Fakat, hayatın anlamı dert, amacı cennet ise, o zaman içeriği gülme, amacı cehennem
dünyevi faaliyetler niçin kötüdür?
- Uzun süreli gülme, uyanık gönlün hastalığına dönüşür.
- Allah‟ın sevdiği kulu, dertli ve feryatlı fani midir?
- Yaratıcı Güç öğütlerine uyan kulunu sever.
- Sıkıntı da, kaygı da, azap da, dert de, hüzün de, endişe de Allah‟ın varlığına delil
değildir.
- Delil, faninin öbür dünyayı görmeyen bu dünyadaki kör gözü.
- Niçin?
- Çünkü, delili ancak onu gören insan getirebilir. Biz fani dünyada inanırız, baki
dünyada idrak ederiz.
- Yani, biliyoruz. O zaman bilimin temeli inanç mı?
- Evet, delil değil.
- Nasıl?
- Yokluğun delilini gördüm diyebilir misiniz?
- Hayır, diyemem.
- Öyleyse, her şeyin delilini bulmak için belirli şartları oluşturmak gereklidir.
- Bizde ölüm tecrübesi yok, ecel şerbetini içen biri tekrar dünyaya dönmüyor, insan
hayattan bir daha geri gelmemek üzere sonsuzluğa gider. Demek ki, bize hiç kimse
öbür taraftan delil getirip veremez.
- İki dünyanın yaşama şartları farklıdır. Delil maddi değil, onu gidip görmek gerek,
onun için ölmeniz gerek.
- Fakat, o da Allah‟ın takdirinde değil midir?
- Evet, intihar etmek, günahların büyüğüdür.
Alişer‟in aklı karıştı. O telefon ahizesini yerine bıraktı ve geri döndü, köşeden yazı
masası görünüyordu.
ÜZÜNTÜ
Özü soğuk üzüntüde hayatı seven yaratıcı bir özellik yok. Hayatın kaynağı mutluluk,
ancak üzüntü onu doğrulamaz. Dert, alışılmış keder, sokakta zamansız, beklenmedik bir
biçimde karşılaştığınız eski tanıdığınız, pişmanlık çabucak unutulan geçici duygu, kızgınlık.
Üzüntü kuzen, yakın bir akraba, fakat büyük düşünceden doğan dünyevi bir görüştür. Ondan
kaçıp kurtulamazsın, o kamçının sapı gibi kısa hayatınızdaki sonsuz dostunuzdur.
Üzüntüyü dert saklar. Ağır üzüntünün kapladığı büyük şehrin silueti uzaktan dumanlı
bir şekilde kederlere bulanmış gibi görünür. Üzüntü sizi hayat boyu sürünerek takip ettiği
takdirde, hayatın ak yüzünde aniden beliren güzel bir tebessümde nasıl bir ışık huzmesi var,
bahtın işareti gülümseyen yüz mü, o içteki acıyı dıştaki gözden gizleyen boz perde değil
midir?
Uzaktan ateş göründü. Şamakay kendisine doğru uçarak gelen kurşunu fark ederek
kendisine geldi. Hayatın uzunluğu silahtan çıkan ecelin size doğrudan ulaşan zamanına eşit
diye düşündü. Ecel ömür ile birlikte doğar. Aydınlık dünyanın kapısını zorlayarak açan hayat,
kendisiyle birlikte doğan ölüme her zaman ürküntüyle bakar. Birbirine yularından bağlanan
ikisinin arasında uzunlamasına ve yanlamasına üzüntü yatmaktadır. Araları açıldıkça
üzüntünün ağırlığı katmerleşir.
Tedricen ağırlaşan yük sonunda bir gün gerilen yuları koparır. O zaman ecel ömrü
kucaklar, hızla aşağı düşerek vedalaşmaya fırsat vermeden sonsuzluğun hiçliğinin dibine
düşer. Hiçliğin ardında ne var, kimse bilmez. Cennet mi, cehennem mi, yoksa hiçbir kitapta
yazılmamış tamamen farklı başka bir dünya mı, orası da meçhuldür.
Ok uçarak geliyordu. Çabasından ecelin özlemi fark ediliyor. Üzüntü kendisine
yüklenen görevine tamamıyla sadık oldu. Şimdi artık yok, yine de, üzüntü dediğimiz hayat ile
ölüm arasındaki ilişki imiş, ikisi varken, insan gibi şekli görünür, yok olduğunda kaybolur.
Dünyadan göçen insan kendi üzüntüsünü birlikte götürür. Ölen insanda üzüntü kalmaz,
üzülen biz oluruz.
Hayatsız dünyada üzüntü yok, öbür dünya, belki boştur. Çünkü, boş dünyayı
görmedik, bu yüzden kalpteki inanç sağlam değil, gevşek. Fakat, müstakil görülen ağır üzüntü
niçin sadece iyi insanların özelliğidir, kim hep üzüntüsüzün dostluğundan şüphe duyabilir,
onun başkasını sevmesi mümkündür. Elbette üzüntüsüz sadık dost bulanlar da var. Üzüntü,
sadece iyilerin değil, tüm fanilerin akrabası, hayatın doğumla birlikte başlayan doğal bir
parçasıdır. Dünya altı gün içinde ilk defa yaratıldığında, uzaktan muğlak bir şekilde önce
üzüntü görünmüştür.
İnsan üzüntüyle yaşar. Kurşun yaklaştı. Şamakay Allah‟a yalvarmaya başladı. Eğer
Yaratıcı Güç ecelin bana uzanan pençesine engel olsa, o zaman Allah‟ın varlığına tam
manasıyla inanabilirim diye düşündü aniden: Çünkü, suçum ve günahımın olmadığını O‟nun
iyi bilmesi gerekiyor, eğer vebalime kalırsa, o zaman inanç yerine, her nasılsa rastladığım
şüphenin yerleşeceği bir gerçektir. Fakat, ölümün dertlerden tamamen kurtaracak olan bir dost
olduğu da aşikardır.
Hayatın uzunluğu silahtan çıkan ecelin size doğrudan ulaşan vaktine eşit diye düşündü
tekrar. Kurşun hiçbir engel olmaksızın onun göğsüne saplandı. Fakat, Şamakay hayatta mı,
yokluğa mı dönüştü, bunu bugüne kadar hiç kimse bilmiyor. Bu durumu kim kesin olarak
biliyor?
Özü soğuk üzüntüde, hayatı seven yaratıcı özellik yok diye yazdıktan sonra Alişer
yerinden kalktı.
ALMATI
Kapıyı açıp sokağa çıktı. Evi dolaşarak yola indi ve taksi durdurmaya çalıştı. Karanlık
gecede her taraftan yüksek direklerde yanan lambalar görünüyor. Yağmur dermansız
çiseliyor. Taksi hızla gelip tam yanında durdu. Otomobilin içine girerken kendisine hiç
kimsenin hiçbir zaman yardım edemeyeceğini kesin bir şekilde anladı. Bu yüzden, hiçbir yere
gitmemeliydi. Alişer sadece amaçsızca şehri dolaşıp dönecekti.
- Abay ile Dostluk Caddesinin kavşağı, – dedi o.
Araba hareket etti. Fanilerin çektiği çileler ne zaman bitmişti, genel olarak, kaygısız hayat var
mı, dertsizlerden nasıl bir dost çıkacağı bellidir, düşüncesi çok sabırlı tok gönlünüze
pişmanlık getirir, fakat, güneş gibi aydınlık dünyayı nasıl sonsuzluk için bir daha geri
dönmemek üzere terk edebilirsiniz, tekrar dönmeyeceğinizi bilirseniz, karamsar, dönek ve
zindan gibi bir dünyaya niçin yapışıyorsunuz? Hayat ne kadar tatlıydı, azabı ve sıkıntısı bile
bana çile çektiren bu hayat beni nasıl kolayca unutarak, kendi kendine, bundan böyle hiç
pişmanlık duymadan yaşayacaktı.
Varlığın var olduğunu da, yok olduğunu da teyit eden kesin delili ben değil miyim,
kendimle birlikte doğan dünyanın yine benimle birlikte yok olacağını söylemek başka kimin
elinden gelir? Alişer pencereden dışarı bakarak oturdu. Evler iki taraftan hızla geride kalıyor.
Otomobil hızını azaltarak Abay Caddesine döndü. Bu şehirde Marfuva‟nın silueti var. Her
kavşaktan gülümseyerek geliyor gibi. Vahşi çamların kapladığı büyük ve yüksek dağ, güneşin
ışıklarına boğulmuş aydınlık yüzlü Almatı, sokaklar boyunca aşağı doğru şırıldayarak akan
yeli serin arıklar, yukarı doğru çıkan kalabalık arabalar, fakat doğunun rahatlığını çalmış genç
Almatılılar İslam‟ın yasakladığı ilişkilerden vazgeçmeyecek gibi. Özlettirip devamlı akılda
kalan güzel şehrin arsızlığı bazen onun nazına dönüşüyordu. Saf güzellikte sevgili aramada
utanma yok. Kadına benzeyen Almatı uçakla inişe geçip yaklaşıldığında, yerinden kalkıp mis
gibi kokan bembeyaz göğüslerini açarak karşılıyor gibi. Şimdi bembeyaz karlar şehrin üstünü
yorgan gibi örtüyor. Kara sonbaharın rahatsız edici soğuk yağmuru vücudunuzu üşütmüş
olmalıdır. Hoşça kalınız, Almatı. Artık biz bir daha hiç karşılaşmayacağız. Bu dur durak
bilmeyen hayatta siz, sevdiğim tek yârim oldunuz. Otomobil Dostluk Caddesine geldi ve
yolun sağ kenarına yaklaşıp durdu. Alişer ücretini ödedi, arabadan indi. Yağmur çiseliyordu.
O aşağı doğru gitti. Kurmangazi sokağından geçip devam etti. İnsanın bazen sevdiği yerde
doğmadığına üzüldüğü olur. Fakat, daha sonra sanki hatasını düzeltiyor gibi, hayatının son
gününe kadar o beğendiği şehrinde devamlı yaşadığı da olur. Yeni mekân zamanla vatana
dönüşür, nereye seyahate gitseniz de, özlem duymayı alışkanlık hale getirirsiniz. Hoşça kal,
Almatı. Alişer, Kabanbay Batur sokağından geçti. Artık biz bir daha hiç karşılaşmayacağız.
Sizi bir kere daha görmek isteyecek miyim, kim bilir. Elbette, eğer canım o tarafa göçüp,
ömrümün devamına gerçekten kanaat getirirsem, sizi bir kere daha görmeye hasret kalırım,
kim bilir, size sevabını bağışlayarak Kur‟an okurum, fakat, cennetin de, cehennemin de hak
olduğuna inancım az, şüphem çok, her nasılsa bir şüphe bulduğuma üzülüp doğrudan suç
koymayınız, suçlayacaksanız, suçum sabit, vereceğiniz ceza belli, tarafsız şüphe, çıkarı olan
günaha dönüşür.
O geri döndü.
GECE AYDINLIĞI
Gece uykusu kaçtı. O yana bu yana dönüp çok yattı. İnsanlar birbirlerinin kaderlerini
tekrarlar, hiçbir fark olmadan, kitapların yazdığı kaderlerin birbirinden farkı azdır, aynı
mutluluk, aynı çile, aynı aldanma. O evin yanındaki direğin başındaki lambanın zayıfça
yandığını, rüzgârın etkisiyle dermansız sallanmakta olduğunu düşündü. Lambanın ışığı suçlu
insanlar gibi perdenin arasından sızarak, duvarın üstüne kılıçla kesilmiş gibi bir çizgi
oluşturmuştu. Karanlık sema altında güneşten yolunu şaşırmış günahsız, yalın, yalnız bir
aydınlık gibi. Dipsiz uzayın bir ucunda yetim gönül, ne yapsın, güneşe ağıt yakarak iç çekerek
yanıyor. Endişeli gönülde uykuyu bozan devamlı uyanık düşünceli dertler var. Sonbaharın
kara soğuğunda derdini yok edecek nasıl bir mutluluk vardı ki, hepsini teselli arayan tesiri
ağır sevimsiz pişmanlık bastı.
Karanlıkta yanan ateş aydınlık dünyayı akla getiren tek işaret gibi. Alişer yerinden
kalktı, yazı masasına gitti ve yeni bölümün şiirine başladı.
EVLİYA
Akyıldız doğduğunda, ihtiyar Duvadak birçok bölmesi olan büyük ipek torbasına
sudan pas tutan tüm demir alet edevatlarını, Ağustostaki nemli bahçeden aldığı koyu
kahverengi kenarı keskin bir parça çakmak taşını ve geçen sene kesilen kısrağın kafatası
kemiğini koydu, eline kusursuz tıraşlanmış alaca değneğini aldıktan sonra yola koyuldu.
O eteklerini çam ormanları kaplayan Karkaralı dağlarına doğru yöneldi. Gün ışıkları
dağın tepelerinin ötelerinden yavaş yavaş görünmeye başladı. İhtiyar Duvadak tüm herkes
derin uykuda yatarken, tek başına yoksulluk içindeki obadan düşünceli ve hüzünlü bir
biçimde uzaklaştı. Geçmiş hayatını düşündü. Sabahın serinliğinde kıvrıla kıvrıla
Tönkeris* dağının sırtlarına doğru uzanan patika, yolun üstünde, peşinden ince kara tozlar
kalkıp kayboluyordu. Mayıs ayında deri ayakkabılarla toprağın üstünden geçtikçe tozları
yukarı kalkar. Daha sonra yere inmeden uzun süre havada kalırdı. Karaca obadan ayrılmak
istemiyor gibiydi. Fakat, gençliğinde hayatı birlikte yaşadığı tüm tanıdıkları ve dostları,
birlikte yürüdüğü akranları, arkadaşları hepsi artık bu dünyada yoktu. İhtiyar Duvadak yalnız
kalmıştı. Artık geriye dönüp, arkasına bakmayı gerektirecek bir şey yoktu. Bir evdeki aile ona
tamamen yabancı göründü. Çocukların istekleri farklı, yaşadıkları hayat başka, amaçları
değişikti. Bu fani dünyada kendisini fazla hissetti. Dünyayı terk etmenin zamanı gelmişti.
Zamanını bilen şerefini korur. İhtiyar Duvadak dağa doğru uzun süre yürüdü. Belki
arkamdan birileri gelir diye düşündü ihtiyar. Gelirse gelsin, takva denilen şey büyük
yüreklerin kısmeti, derin ferasetin mirası, yılmaz gayretin kaderidir. Sığ ile küçüklükte ağır
yük olmaz. Şanköz dağ zirvesi uzaktan belirli belirsiz görünüyor. Mübarek çok yüksek,
Karkaralı bölgesinde sizden daha seviyeli, daha yüksek ve mağrur zirve var mı, bölge tarihi
yosun tutmuş ihtiyar taşlarınızda sonsuza dek yazılı duruyor, tüm olaylar, uzun süre devam
eden büyük savaşlar, yazın kuyuların çevresinde keçe yurtlar diken zengin yerleşimde huzurlu
muhteşem hayatın hepsi gözünün önünden geçti, kucağında büyüyen her bir nesil size
tamamen borçludur, ölürcesine âşık, size özlemle sadakat duyan gönül böyle durumda hiçbir
şairin yazmadığı benzetmeyi yapıp muhteşem bir şiir yazmak istiyordu.
Oh ne güzel, dedi ihtiyar içinden mırıldanarak, Üçkara, Maten, Göktepe, Buğulu,
Kemesarı, Nayzaşokı! Elveda, kurban olayım Sarıölen. Artık sizleri Mırzaşokı görecek
miyim, görmeyecek miyim hayattayken. Faninin kıvrak düşüncesi öbür dünyanın hayali
olabilir mi? Karasu, Josalı, Kosşokı, Ülken Elen, Tarkezen, Ananas, Şonay, Tasbulak,
Küygenkıstav, Ak Ayı, Jalpakkaragay‟ı düşünerek ganimet gibi heybemde birlikte götürsem,
ah, dur durağı yok bu dünya yalan. Ah, Kızıldağ, Akkezen, Maliksay, Javırdağ, Kent, Bahtlı,
Kuv, Sarı Kulca, Kızılaray! Dağ, tepe, kaya, zirve, vadi adlarının hepsini teker teker andı. Bir
zamanlar doğduğu obadan uzaklaştığında, sevgili ülkesi atının nallarının arkasında kalırdı.
Dizginleri vurarak yorulmadan uzaklara dörtnala gittiğinde Alkakarakök‟te hüma kuşunun
kanadı biter, öne çıkan Karasülük gümüş kaplı kuyruğundan geçen kayışını ağızlığıyla
dişleyip çiğnedikten sonra ancak dururdu. O coşkulu yılların böyle büyük mutluluğu olurdu.
Kopa, Jarlı, Kengir, Akbulak, Kurözek, Melis, Jönke, Kosjarlı, Özek, Karasor, Kerali,
Janabet, Kendara nehirlerini sırayla geçip Temmuzun sıcağında serinlemek için devamlı suya
girerdi. Jartas, Acıgöl, Çengel, Koytas, Taşgöl, Şalkarbay, Bastıbay, Şaytangöl, Ülken
Şortandı, Şunkırköl, Jırtılgan, Baytargöl ve Kişi Şortandı gibi göllerde ava çıkıp yabani kaz ve
ördek vururdu.
İhtiyar Duvadak biraz soluklanmak için durdu. Vücudunu bir sıcaklık kapladı,
dikkatlice etrafına baktı. Çevresi berrak havada bulanıklaşmadan açık görünüyor. Masmavi
gök ile birleşen geniş bozkırın ortasında yüksek dağlar uzanıyor. Mis gibi kokan yağlı çam
ağaçları, yüksek çam ağaçları, pütürlü kara ben gibi çok benekli kabarık ak kayın, yatağan
ardıç, kavak, kalın köklü çınar, karaağaç, sallanan uzun fidan, kızıl budak, dikenli yabani gül,
yabani söğüt, çok dallı söğüt Karkaralı eteklerini kucaklayarak tepesine kadar sararak
çıkıyordu. Kurumuş dere yataklarının yakasında oyuk oyuk alıç dipleri, akağaç ormanı, çok
sık yerleşmiş siyah Frenk üzümü, mis gibi kokan yabani kiraz çiçekleri, ahududu, dağ
yamaçlarında çilek, kırmızı böğürtlen, eğreltiotu, dağ muşmulası, çamurlu toprakta çileğe
rastlardınız. Ah vatanım, benim heybetli yüce mekânım, biz güçsüzleşip iyice yaşlanmışız,
artık bakiye tekrar dönsek de olur, oğlunuz memnun olur, pişmanlığımız yok, dargınlık
boşuna. Kurbanın olayım asil ülkem, mezara gitmesi yakın titrek ihtiyarın şükranı çok, hayır
duası sonsuz, gönlü tok. Fani dünyada hiç kimseyi boş yere kırmadık, kusurumuz olursa, özür
diledik, zorbalara, cezasını verdik, elimizden geldiğinde, yoksullara destek olduk. Tanrı sizi
yüceltsin vatanım! İhtiyar Duvadak ileri doğru hızla atıldı. Keçeleşmiş kahverengi ot,
keditabanı, kancını, sarşatır, jasıl nak, dikenli dağmasağı, menekşe, karahindiba, düğünçiçeği,
botaköz, aykuvray, tobılgı, salepotu, itboğan, küt yapraklı yavşan, debe, kardelen, lale,
kökbasşöp, aralık kökemaral, majıra, bezelye, çayır otu, saçaklı kamış, konırbas, japargül,
şalbı, adıraspan, şatırlı kızküyer, kadifeçiçeği son günlerde seyreldi, yavaş yavaş azalıyorlar.
Nemi çok geniş mağaralar dibinde yerde yayılan yeşil ot, dağ çalısı, nohut, kazotu, böde, at
kuyruğu hoş kokuyorlardı. Orman içi nane, ayrık otu, biyik arpabas, dağ çileği, Sibirya taş
kıran çiçeği, Tatar ravendi, meyan kökü, taş yaprak tüymegül ile dolu olurdu. Yolun iki
tarafından çekirgelerin rahatsız edici sesleri şiddetli bir biçimde duyulmaya başladı. Her
taraftan çeşitli kuş sesleri geliyordu.
O dağın eteğine ulaştı. Çamların güzel kokusu karışmış ekşi hoş bir koku burun
deliklerini sızlatıyordu. Gönlünü eskiden yaşanmış yarı unutulmuş hatıralar sardı. Harika.
Eskiden gençlik günlerinde bir grup genç ormana atla dörtnala girip güneş batıncaya kadar
uzun uzun dolaşırlardı. Çilek, kızılcık, olgunlaşıp dalından kopacak gibi duran küçüklü
büyüklü yabani ahududu ve kuş üzümü önce yenir, sonra toplanır, akşam olunca iyice doyan
gençler ormandan obaya doğru atları kamçılarlardı.
Ormandan esen yel ihtiyar Duvadak‟ın göğsüne çarptı. O bir tepeliğin üstüne çıkıp
yağmurların oyduğu yuvarlak taraklı taşa oturdu. Hafif rüzgar yükseklerden kayının kokusunu
getiriyordu. Ah, gençlik, nerede o günler! Tölevbay, Nursultan, Bürkit, Satıbay, Şamel, Sapar,
Ospan, Muhtar, Abiken, Mugıyın, Kerim. Birlikte gezer tozardık, artık aramızda uzak yollar
var. Hey, ihtiyar Duvadak, – dedi o mırıldanarak, – düşüncen yanlış, onu kendin de iyi
biliyorsun, yol uzak değil.
Dünyayı terk etmek yaraşır bana. Bir kulübe yapıp içinde ecelimi bekleyip yatarım.
İhtiyar ormanlarla kaplı bir iki tepeyi daha aştıktan sonra açık düzlüğe ulaştı. Yan tarafında
coşkulu akan bir ırmak görünüyordu. Etrafın güzelliğini fark edip durdu. Torbasını yere
indirdi, yere diz çöktü. Sonra Kur‟an okudu. Güneş mızrak boyu yükselmişti. İhtiyar Duvadak
yerinden kalktı, sacayağını yerleştirdi ve küçük çadırını kurdu. Yorulduğunu fark eden ihtiyar
çayı öğle namazına doğru yaparım diye düşündü. Kurduğu küçük çadıra girdi ve
uzunlamasına yattı. Aklına tekrar gençlik çağında bir grup gençle ormana at üstünde dörtnala
girip güneş batıncaya kadar uzun uzun dolaşmaları geldi. Şimdi çilek, kızılcık, olgunluktan
düşecek gibi duran irili ufaklı yabani ahududu ve kuş üzümü hepsi tastamam aynı şekilde var.
Fakat, Tölevbay, Nursultan, Bürkit, Satıbay, Şamel, Sapar, Ospan, Muhtar, Abiken, Mugıyın
ve Kerim artık yok. Eh, başı tatlı, sonu acı kavanoz dipli dünya tekrar gelemeyeceğimi
biliyorum, fakat, dünyanın zevklerine kim doymuş ki, kanaat bazen ele avuca sığmaz nefse
teslim olur ve imandan gelen şükre boyun eğmekten kaçar.
Bu düşünceler içindeyken gözleri daldı ve sonra usulca horlamaya başladı. Öğle
namazına doğru ihtiyar Duvadak bir daha gözlerini açmamak üzere baki uykusuna yatmıştı.
MELEK
Yazıyı bitirince Alişer başını kaldırmıştı ki, evin dışında dolaşan güzel bir yaratık
gördü.
- Kimsiniz? – diye sordu.
- Kadınım, – dedi o güzel yaratık.
Ondan sonra güzel bir kadına dönüştü. Elindeki süpürge ile süpürmesine devam etti.
- Kötülük çağırıyorsunuz, – dedi Alişer.
- Niçin?
- Gece ev süpürmek doğru değildir.
- Anlaşıldı.
- Sizden korkuyorum, – dedi Alişer.
- Gideyim mi?
- Evet.
O yok oldu.
- Neredesiniz?
- Buradayım.
- Göremiyorum.
- Elinizi verin.
Alişer elini uzattı. Güzel yaratık onun elini tuttu.
- Parmaklarınız çok harika, – dedi sonra.
- Niçin görünmüyorsunuz?
- Görüneyim.
Güzel kadın tekrar göründü.
- Ben sizi götürmeye geldim.
- Ecel misiniz?
- Hayır.
- Öyleyse kim?
- Melek.
- Kim?
Kadın mırıldanarak şarkı söyledi. Evi dikkatlice süpürüyor. Süt gibi beyaz, ince
dudakları kabarıp yavaş hareket ediyor, yumuşak sesi berrak ve açık duyuluyor, beyaz
yüzünde ara sıra gülümseme beliriyordu.
- Allah gönderdi, – dedi.
- Melek ecelin dostu mudur?
- Hayır.
- O zaman canımı ne yapacaksınız?
- Can yüce Allah‟ındır.
- Allah‟ın?
- Evet, zamanın doldu, artık kendisi almak istiyor.
Alişer yerinden kalktı.
- Bunun hepsi Allah‟ın emri mi?
- Allah‟ın emri – sizin arzunuz.
- Eyvah, günahkâr oldum.
- Allah bizim de Emirimiz, verilen sorumluluklarımızı tam olarak yerine getirmek
istiyoruz.
- Söylediklerinizden sonra bana hiçbir şey korkutucu gelmiyor. Sıkıntı çeken kulunu
Allah‟ın koruması gerekir.
- Elbette.
Cesareti artan Alişer güzel kadına sempatiyle gözünü alamadan baktı.
- Allah‟ın çevresindeki yaratıkların hepsi güzelmiş.
- Hepimiz Allah‟ın çevresindeyiz.
- Öyleyse, hepimiz güzeliz.
- Evet.
- Size çay koyabilirim.
- Hayır, teşekkür ederim.
- Onlar içmezler, yemezler, yorulmazlar, bıkmazlar, kandırmazlar, – dedi Alişer
törensel bir sesle.
- Allah‟tan başkasını sevmezler.
- Niçin?
- Çünkü, biz Allah‟ın nurundan yaratılmışız.
- Bildiğim kadarıyla, Hz. Muhammed (S.A.V.) Peygambere kutsal sözlerini getiren
nurlu haberci melek Cebrail aleyhisselam değil mi?
- Evet, odur.
Alişer sessiz kaldı.
- Ne oldu?
- Siz niçin can almaya geldiniz?
- Allah birimizi korumaya gönderdi.
- Sonra?
- İkincimiz iman sahibine kuvvet, güç vermek için yanında olur.
Tekrar sessizlik meydana geldi. Güzel kadın günahsız bakışla Alişer‟e baktı.
- Bazı melekler insanların yaptığı iyilikler ve kötülükleri yazarlar, – dedi Alişer.
- Doğrudur.
- Siz ise benim canımı almaya geliyorsunuz.
- Bizim görevlerimiz çoktur.
- Öyleyse, ne kadar melek var?
- Onu Allah‟tan başka hiç kimse bilmez.
- Yaratıcı Güç‟ün yakın gördükleri var mı?
- Var.
- Kimler?
- Cebrail aleyhisselam, Azrail aleyhisselam, Mikail aleyhisselam ve İsrafil
aleyhisselam.
Melek kadın evi süpürmeyi bitirdi. Süpürgeyi odanın köşesine koydu. Yine bunu
kötüye yordu Alişer. İkilem içinde kaldı.
- Ben şimdi diri miyim?
- Dirisiniz.
O üstü başını tutup kontrol etti. Gerçekten de diri görünüyordu.
- Konuşurken öbür dünyaya gittim zannettim.
Melek güldü.
- Ne zaman götüreceksiniz?
- Allah emrettiğinde.
- İyi.
Alişer arkasını dönüp masasına yaklaştı ve kâğıtlarını toplamaya başladı.
- Yakın zamanda değil mi?
Cevap duyulmayınca, başını kaldırdı.
- Bismillah, – diyerek Alişer yakasını tuttu.
Evde hiç kimse yoktu. Süpürge köşede dayalı duruyordu. Onu gündüz oraya kendisi
koymuştu. Alişer yan odaya geçip yatağına uzandı. Bir güne bu da yeterli diye düşündü.
MARFUVA
Alişer sabah yedide uyandı. Gözleri kapanıp uykuya dalmıştı. Hayatının tüm keder ve
sevinçleri tamamen bitmiş görünüyordu. Artık yaşamanın bir anlamı yok diye düşündü.
Yerinden kalktı, dünkü kendir ipi buldu, sonra onu tekrar ilmek yaptı, lambanın dibinden
bağladı. Çiçeklerinin hepsi ölmüştü. Sonra Alişer kitaplarını dışarı taşıyarak çıkardı, sonra
hepsini yaktı. Eve girdiğinde pencereden yanan kitaplarını gördü.
Kitaplar sabahın erken saatinde, alacakaranlıkta, alevlenerek yanıyordu. Ardında
Bircan Sal isimli ozanın “Demirtaş” şarkısını çaldı. Biraz dinledikten sonra, iskemlesinden
kalktı. İlmeği boynuna geçirdi. Birjan Sal‟ın etrafa hüzün veren şarkısını devam ediyordu.
Sonra Alişer ayağının altındaki iskemleyi tekmeledi. Alacakaranlıkta vücudu sallanıyordu.
Marfuva rüyasını kötüye yorumlayıp, kapıyı açtığında Alişer‟in canı daha çıkmamıştı.
Marfuva bıçağı kaptığı gibi kendir ipi kesti. Alişer‟in vücudu güm diye plastik kaplı beton
döşemeye düştü. İlmeği çözerken onun hala nefes almakta olduğunu fark etti. Telefonu aldı ve
“cankurtaran” servisine telefon etti. Yangını gören insanlar onu söndürmeye başladı.
Marfuva dışarı çıkıp, yangına yaklaştığında, kitap taslağının yanmamış bir kısmını
rüzgârla uçarak ayağının dibine geldi. Sayfaları yerden alarak göğsüne bastırdı ve yüreğinin
derinliklerinden boğularak gelen acı hıçkırığa engel olamadı, yavaşça ağlamaya başladı.
Alişer “cankurtaran” arabasında giderken öldü.
ALİŞER
O öldü. Önce, öbür dünyayı koyu bir sis kapladı. Ondan sonra asuman yere düştü.
Kafayı kaldırıp yürümek mümkün olmadı, insanlar dik duramadıkları için, yerlerde sürünerek
emeklemeye başladılar. Sıkıntının büyüğü yapışan kürek kemikleri açarak dik
yürüyememekte imiş. Yürürken o toprağın kokusunu tanıdı, kitabın kokusu gibiydi. Bilindik
toz toprak basmış sarımtırak kâğıtların kendini fark ettiren hoş kokusu çenesinin altından
geliyordu.
Gökyüzü ile toprağın arasında koyu sis oluşmuştu. Bu ne biçim karmakarışık bir ahir
zaman, hiç kimse düşünmeye fırsat bulamadı, keşmekeş aniden ortalığı kaplayıp her şeyi
mahvetti. O beyaz bulutlar üstünde kanatlarını yavaşça çırparak yüzüyordu. Etrafına
dikkatlice sessizce bakıyordu, halk kalabalıklar halinde hareket ediyor, herkes korku
içindeydi, böyle bir günün meydana gelmesinde kim suçluydu, bunu bilen kâmil, günahsız bir
insanoğlu var mıydı?
Alişer ölmedim diye düşündü. Fakat, onu hiç kimse fark etmiyor gibiydi. O etrafından
bilindik toz toprak basmış sarımtırak kâğıtların başkalarından farklı hoş kokusunu koklayarak
geliyordu.
Marfuva evde önce itina ile gizlenmiş kitabın müsveddelerini buldu, bugünkü gönlün
şifa bulmaz derdini gördü, sonra vücudunu büyük bir özlem sardı.
MÜSVEDDELER
Elbette, belirlenen sürede çok değer verdiğiniz kalem hiçbir zaman hedeflenen kitabı
yazıp bitiremez, öne koyulan amaçların ancak Tanrı‟nın takdir ettiği günde gerçekleşmesi
mümkündür, fakat, bazen zihinde uzun sürede olgunlaştırılan eserin bir düşünce olarak
sonsuza dek hayatını devam ettirmesi de ihtimaldir.
Yine de, bu kitap en sonunda yazılmalıdır. Nasıl bir roman olduğu tam anlaşılır
olmasa da, ne yazılacağı belli gibidir. Ancak, bazı insanların biliyorum dediklerinin bazen
kendi kendilerinin bir kandırmacasından ibaret olduğu görülür. Onu ilgilendirenin sadece
roman fikri olması şaşırtıcı değildi. Elbette, devamlı arayış içinde olmak gerekir. Arayışın,
elbette, her zaman başarılı olması beklenemez. Gök bayraklı Türk tarihi ve kutsal dini ile ilgili
kitapların hemen hepsi okundu. Aradan yıllar geçti, efsane türleri, onların içinde efsane,
kıssalar bilinçte yerini aldı, akıllara yerleşti. Yazılması düşünülen roman için meşguliyeti çok
dünyadan kaçarak, hiçbir şeye endişe etmeden, tamamıyla teslim olarak yazıya oturmak
gereklidir.
Türklere öğüt veren Tanrı‟nın vakayinamesinin nasılsa bir gün yazılması gerekecektir.
Sadece günlük çalışma hacmini belirleyip hesaplamak yerinde olur. Bir günde eserin kaç
sayfasının yazılabileceğini tahmin ederek çalışmaya başlanırsa sonuç verimli olacak gibidir.
Sadece ruh hâlinin sağlam, inancın güçlü olması ve verilen sözde durulması şarttır.
Bu romanda, esasen, eski Türk efsane, destanları, masal konuları, kahramanlık hikâyeleri,
aşkların anlatımları, Deşt-i Kıpçak kültürüne etki eden felsefi şiirler, sistemli dini düşünceler
bolca kullanılacaktır.
Elbette, bunlar değiştirilip geliştirilip kullanılacaktır. Önemli dini tartışmalara da
genişçe yer verilecektir. Bununla birlikte eskiden beri halkı birbirine düşüren iktidar ve
devletin nasıl olması gerektiği hususundaki keskin tartışmalarda, konuyu irdeleyen
düşünürler, şairler, ozanlar, şamanlar, din âlimleri çokça tasvir edilecektir. Kabilelerin
yüzlerce büyük bilge lideri de tanıtılacaktır. Bir görünüp kaybolanları olabileceği gibi,
romanın sürekli kahramanlarına dönüşenleri de olacaktır.
Türk uygarlığının getirdiği kazanımlar vurgulanacak, kültüre getirdiği yenilikler
ortaya konacaktır. Elbette bunlar tartışmalar sırasında, sofra başında ve savaş seferleri
esnasında anlatılacaktır.
Eğer bu kitap zamanında yazılıp biterse, daha sonra yıllar geçtikçe bu eseri gözden
geçirip irdeleyen, hatta fikirlerini geliştiren, seviyesini yeni derecelere çıkaran önemli bir
kitabın dünyaya gelmesi de mümkündür. Fakat, bu tefsir kitabı inzivada özel olarak
yazılacaktır, yani çıkarların etkisinin dışında risale tarzında ortaya çıkacaktır, eski hikâyelere
dair hiçbir değerlendirme yapılmayacak, hatta konusu, mecazi manası, olayın hedefi
muhtevaya girmeyecektir, sadece o kıssa, içeriğine verilen bilimsel değer seviyesinde
bağımsız bir eser olacaktır. Veya bazı düşünceler eleştirilecektir, o zaman birbiriyle karışmış
iki roman oluşacaktır, fakat, ikisi de birbirinden bağımsız kitaplar gibi yazılacaktır.
Esasen, son zamanlarda giriş romanı ihtiyacı da doğmuş görünmektedir. Belki çiçekler
hakkında eser veya kitaplar hakkında çalışma. Kitap düşünce olarak yalnızlığın çerçevesinde
dünyaya gelen bir bilinmez olgudur, çiçeği arkadaş arayan ince ruhlu insan yetiştirir. Çiçek
duygusal düşünceyi doğurur, kitap düşüncesinin duygusunu geliştirir.
Yine de, planlı temel eserin bitmesinden sonra üçüncü roman hakkında da
konuşmalıyız. Yani, bu, ortaya konan amacın sağlamlığını, planın uygunluğunu bildirmesi
gereklidir.
Birlikte okunacak üç kitabı okuyucular için nihayetinde hem bağımsız ve hem ayrı
sunulan salt bir zekâ oyununa benzetmemek gerekir. O zaman münferit ele aldığımızda, üç
eser de bir plana göre hazırlanmış olurdu. Birlikte ele aldığımızda, zekâ oyunu denilen izah
hafif, boş ve hayali olmaktadır, şimdi modaya dönen yüzeysel bir bakış durumu da vardır. Bu
yüzden bu plana farklı ayrı bir isim vermek yerinde olur.
Böyle bir şekle, iyi bir alışkanlık, akılcı ve uygun bir metoda geçmenin önemli bir
sebebi şimdi başka şekillerin tam bunun gibi efsaneleri dile getirmeye elverişli
olmadığındandır. İkinci sebep, yeni dünya yeni yazı dilini gerektiriyor.
Son açıklama edebiyatı esasen kapsamlı her romana ışık düşüren bir kutsal yol
gösterici gibi ele almaktadır. Ayrıca ortadaki hikâye sembollerden oluşursa, ondan sonra
yazılan kitap genel düşüncelerden, edebiyat bilgilerinden ve kültür felsefesinden oluşabilir.
Elbette, dünya edebiyatı tarihinde böyle plana benzer yüzlerce örnek bulunabilir
veyahut bu güzel üç temel ilk defa böyle nazire geleneğiyle yazılan ilk özel eserler olabilir.
Yazar uykusuz gecelerin koynunda özel olarak geçirdiği, arayış içinde olup yalnız kalan,
azabını her zaman tek başına çeken asil ülkü olduğunu söylemek ister. Sonuçta yazarın şahit
tutmak istediği bir düşüncesi var – üç mersiye kitabının iki dünyada birlikte yazılmasını
sağlamak!
DİLİN HASTALIĞI
Önce, çok eski zamanlarda dili düşünce yaratmıştı, bugün kemale eren hazinesi zengin
sistemli dil, yeni devirde fikirleri oluşturan kabiliyetini ortaya koydu.
İki dönemin ortalarında, oluşan dil sistemi akla gelen düşünceyi tam ifade edip
başkalarına ulaştıran en gelişmiş haberleşme aracı idi.
Şimdi dilin kendisi düşünüyor. İlk vurgu, elbette, akıldaki düşüncenin etkisidir. Fakat,
kölelikteki sömürge, düşünceye egemen olan müstebit dil, duruma tamamıyla hâkim olur.
Bağımsız yüksek dil, düşüncenin yöneticisi oldu, peş peşe gelen beş kelime tamamlanmış bir
cümleye dönüştü, cümle arayışa girip yorumda bulunur oldu, bugünlerde yüzlerce dilin
sisteminde binlerce sahipsiz düşünce hedeflediği amacından sapıyor.
Dünkü egemen düşünce özgürlüğünü kaybettikten sonra, dil kendi hayatını tamamen
yerleştirdi. Artık yönetimi o eline alacak, oyunun düzenini o kuracak ve kurallarını o
belirleyecektir. Çok eski zamanlarda özgür aziz düşünce varlıktan doğardı, düşünceden
kelime ortaya çıkardı, bu yüzden kelime varlığı tam ifade ederdi.
Şimdi zaman değişti. Varlığı dilin kendisi bağımsız olarak irdeliyor, böylece dil
sisteminde varlık başka özelliklerini buldu, fakat onlar yeni çelişkileri doğurdu. Tabiatta var
olmayan kanunlar suni dilde sağlam bir şekilde yerleşmeye başladı, hayatta bulunmayan
olgular meydana geldi.
Halk çevresine dilin gözüyle bakmaya başladı, böylece insanların bilincinde varlığın
yeni tasviri oluştu.
İnsanlar dilin kölesine dönüştü. Her zaman dil, etkisinde bırakıyor, düşüncesine
emrediyor, söylemediği yorumları söyletiyor. Böylece metinler anlaşılmaz olmaya başladı,
hayat ve felsefe çelişkiye düştü, düşüncenin doğası bozuldu, dil hastalığa duçar oldu.
Eskiden, dil varlığın evi idi. Şimdiki zamanda hasta dil yetim varlığa nasıl koruyucu
olabilir.
Zavallı düşünce yolunu şaşırıp sokakta kaldı, yolunu kaybetmiş yavru köpek gibi
uludu, çünkü dilin kendisi düşünür olmuştu, o şimdi hiçbir şeye muhtaç değil, akıldaki
düşünce ile yürekteki niyet dildeki kelimenin esiri oldu.
Bazen elden çıkan metnin içeriği, olayın akışı, karakterin düşüncesini ifade eden veciz
kelimeyi ikinci kez tekrarlamamak maksadıyla yazılan benzer başka eşanlamlı veciz söz
sıradaki başka bir içeriğe, konuya, düşünceye duçar ediyor.
HASRET
Çocuk Berak‟ı bir gün dayısı Kangun kamış kulübeden dışarı çıkardı, elindeki
püsküllü mızrağı ile gece gökyüzünde farklı bir şekilde parlayan Eltayır yıldızını işaret
ederek:
- Bakınız! Bu Bundjil. Siz onu görüyorsunuz, o da sizi görüyor. Kulin halkı devamlı
Bundjil‟in dikkatindedir, – dedi. İmanlı nur yüzü, karanlıkta parlayan iri gözlü yeğenine gönül
sırrını saçıyordu.
Kamilaroi önüne çıkan her şeyi Baiame yarattı diye düşündü. Yoktan var eden kim
diye sorarsanız, fedakar yüce kudret Baiame olabilir diye cevap veriyor. Kendi Tanrısı
Baiame‟yi eski ata yadigârı doğduğu topraklara çok uzak batıdan kervan getirip göç edip
sıkıntıyla gelmiş sanıyordu. Golarinbri‟de o tahminen sadece dört beş gün oyalandı, geçici
olarak kalmıştı, bundan sonra iki kadın peşine takılıp doğuya doğru aracına binerek hareket
etti. Kamilaroi nasılsa bir günü Baiame tekrar döner diye inandı.
Pauni Hintlisi Kurahus‟un atası kadim zamanlarda Nebraska‟daki Platt nehri kıyısında
yaşamıştı. O şimdi heybetli bir savaşçıdır. Fakat, kutsal yerinden ayrıldı. Nur yüzlü insan,
dedi Kurahus bir günü, gökteki baba hakkında sıkça konuştu, onu biz Tirawa Atius diye
isimlendiririz. Buna rağmen baş baba, yani Tirawa‟yı biz insan olarak görmeyiz. Tirawa‟yı
Pauni hepsini yaptı, sonra adama güç veren olağanüstü kudret diye anladı. Yüce güç, Tirawa
Atius‟un neye benzer olduğunu kesin olarak kimse bilmiyor, çünkü, o tarafta hiç kimse
bulunmadı. Kavas‟ı, Karanlığı, geceyi peşinden kovalayan Tirawa Atius Sabah‟ı doğmaya
mecbur etti.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Dromader dağında, Kuringal vadisi boyunca
yeryüzünde sadece Daramulun ve öz annesi Ngalalbal ikisi yaşıyor olsa gerek. Önce kara
toprak yeryüzünde çocuk nutfesi oluşup hamile kalmayan kısır, bir çocuğa hasret, çocuk
doğurmamış kuru bir insan, çaresiz gariban talihsiz imiş, deniz mübarek geniş dünyada daha
yaratılmamış. Hayatta tohum saçan erkekler, hamile kalacak kadın, hiçbir dişi yok, yabani
hayvanlar geniş alanlarda dolaşıyormuş. Daramulun önce ağaç ekti. O sırada topraklar
nemlenip yumuşadı. Fakat gürültücü kuş Kaboka durmaksızın öterek, yeryüzüne taşkın suları
çağırınca, dünyayı tufan kaplamış, sadece Dromader dağına çıkabilenler bu felaketten sağ
kaldı. Sonra, Daramulun göklere uçup gitti, semada yalnız yaşadı, aşağıdaki insanların
hareketlerini takip etti. Kuringal ülkesini yaratanın Daramulun olduğu hakkında halk ağzında
bir efsane var, suyun insana hoş gelen şırıltılı sesi onun sesini halka duyururmuş. O Yuin
rahiplerine ne yapılması gerektiğini söylemiş ve kanun hazırlayıp vermiş görünüyor.
Çok sık ılgınlar çevresini sarmış Kongo nehrinin aşağı kısmında yaşayan kahraman
mızrakçı Bakongo kabilesinin ilahı Nzambi Mpungu hiçbir zaman göze görünmez, o sınırsız
âlemi yarattı, sonra muskayı yaptı, Bakongo güçlü muskası olmasa, ölürüz diye düşünür. Onu
methetmenin gereği yok, Nzambi Mpungu aşırı övülmeye ihtiyaç duymaz, bir gün insanları
alıp gider.
Her şeyin kendi ruhu vardır, diye düşünür dağlı Dakota‟nın cesur Tetonlu Oglala
Kızılderilileri, o ruh “vakan” diye adlandırılır. İnsanların da ruhu vakan, başka güç kudretten
doğası farklı azim ve gayreti doğuran hal durmaksızın sıkıntılı hayat yaşayan, devamlı
düşünen sabırlı “vakan” denilen hayat sahipleridir. Gücü büyük Vakan‟ı hiç kimse
doğurmadı, hiçbir zaman da ölmez. Buyruğa bağımlı fani insanlar merhameti sınırsız
koruyucu Vakan‟dan her zaman yardım isteyebilir. Her zaman bin kere değişip, bin kere
sözünden dönen keşme keş dünyada yaşayan tüm Vakan‟ın toplamı Vakan Tanka‟dır. Güneş
Vakan Tankı Kin, o yüce yaratılmış, akıl ve düşünceye sığmayan ucu bucağı olmayan alanda
tüm vakanların piridir. Fakat, en kudretlisi Nagi Tanka veya Taku Skanskan‟dır. Eğer dilenci
tüm vakanlardan acil yardım almak isterse, o zaman Vakan Tanka‟ya el açması gerekir,
yardıma muhtaçsa yetkili vakana dönüp samimi kalple el açmalıdır.
Ngai – bantu dili konuşan Kikuyu kabilesinin baş ilahıdır. O gökte yaşar, onun
destekçisi olabilecek ne dağ gibi babası, ne de suyundan içip su kanabileceği bir annesi vardır,
aydınlık dünyayı sadece kendisi mücadele ederek yaratmış. Ngai bazen gökten yere iner, o
sırada büyük dağ geçidi, dik kayalıklar, insanın çıkamayacağı yüksek zirvelerde oturur. O
halkına Koroora Thi emrini yayar, yani yeryüzüne birilerini ya methedip ödüllendirmek veya
birilerini cezalandırmak için iner. Yüce Ngai‟yi kimse göremez. Çocuk doğduğunda, iç
sırlarını aktarmak istediğinde, evlendiğinde veya birisi öldüğünde, her bir Kikuyu Ngai ile
konuşur. Onu sebepsiz yere rahatsız etmek olmaz. Yıldırım, kudretli Ngai‟nin insanın
görebileceği silahıdır, Ngai onu gelmekte olduğunu bildirmek için kullanır.
Eskiden Kuzey Rodezya‟da hiç kimse Leza‟yı bilmezdi. Şimdi de Ba-ila kabilesinin
baş ilahları Leza‟nın günlük faaliyetlerinden haberdar değildir. Fakat, Leza istediğiniz şeyi
verir. Ba-ila halkı, esasen, yağmur ister.
Kaokoveld‟de yaşayan Tjimbalık şişman kadının Ndjambi‟nin nerede yaşadığını
sorunca, o korkarak göğü işaret ederek, “o düğümlenen bulutun üstünde yaşar, çünkü, bulut
çıktığında, onun sesi net duyulur” der. Afrika‟nın güney doğu kısmında yaşayan Bantu dilini
konuşan Gererolar Ndjambi Karunga‟ya inanıyor. Karunga Ovambo dilinden çıkan yüce ilah
ismidir, bu kelimenin ne manaya geldiği sadece eskiden Ovambo kabilesiyle ilişki kuran
Gereroların hafızasındadır. Ndjambi Karunga gökte yaşar, fakat arayınca her yerden
bulunabilir, onun insanı hayrette bırakan en büyük özelliği hayırseverliğidir.
Raluvimba iki kelimeden oluşur, “ra” saygıyı bildirir, “luvimba” çok yüksekte
süzülerek uçan asil nazlı bir kuştur. Kayarak düşen kuyruklu yıldızdan gökyüzünde süzülerek
uçan Raluvimba‟yı görebilirsiniz. Onun sesini gök gürüldediğinde duyabilirsiniz. Yankılanan
şiddetli ses çıktığı zaman aziz lider kendi kulübesine girerek Raluvimba ile konuşur. O kabile
şefine büyümekte olan ağaçtan veya kulübenin üstünden cevap verir. Bazen Raluvimba lidere
darılıp ülkeye felaket gönderir, ara sıra gökyüzünü delip deliklerden çekirgeler indirir.
Raluvimba‟nın yeryüzündeki evi Güney Rodeziya‟daki Matopo dağlarındadır.
Alkongin kabilelerinin Delavar Kızılderilileri Manitu‟ya tapar. O yardımcıları
Manituvukların yardımları sayesinde su, ateş, toprak ve ağaçları yarattı, kendisi on ikinci
semada oturur, bu yüzden ona sesinizin ulaşması için on iki defa bağırmanız gereklidir.
Kurnai halkının sadece en seçilmiş temsilcilerinin Mungan hakkında somut bilgilere
sahip oldukları bir gerçektir. Sade halkın onu tanıyıp bilmesine hiçbir şekilde izin verilmez.
Cghene kalabalık yaşayan İsoko kabilesinin tüm dünyayı yaratan Tanrısı, ibadethane
ve dervişleri yoktur, Ouise veya Uko Cghene isimli arabulucusu var, ouise, bu ouise
ağacından yapılan uzunluğu sekiz arşın sırığı, en yaşlı ihtiyar eski evinin yanına diker, orada
kurbanlar kesilir.
Polinezyalı Maori kabilesinin azizinden bir gün nur yüzlü bir insan baş ilah İoga‟yı
sorunca, o başka bir azize yönlendirmiş. İo hakkında işiten her bir aziz bu ilmi başkalarının
fark etmemesi gereken bir sır olarak görür. Milletin onu zamandan öteye geçip, önceden
bilmemesi gerek, yoksa kıyamet kopar.
Almatı, Mart 2002 –
Akjar, Aralık 2003
SON
HİKAYE
TÖLEVTAY AKSAKALIN TORUNU
Önceleri onun bir tek dileği vardı. Bu hayali, büyüklerin yapacağı işlerden ve
ağabeylerinin gittikleri yerlerden dışladıklarında ancak aklına geliyordu. Sabahları komşu
Temirbek pehlivan gibi iri kıyım olarak uyansam diyerek düşüncelere dalıyordu. Daha sonra
Tölevtay aksakal ona bu tayı gösterdi. O gün yılkıları köyüne kenarına getirmişlerdi. Etrafı
gürültü patırtıya boğan ileri geri koşuşturup şahlanan kalabalık sürünün içinden dedesi kendi
kısraklarını – şaşırmadan bulmuş ve sonunda uzaktan da olsa tanımıştı. Kahverengi tay
güneşin ışıklarını sırtında oynatıp anasının karnına saklanmaya çalışır vaziyette dört ayağıyla
koşuşturup hoşça manzaralar oluşturuyor ve yavaşça raks eder gibi sıçrıyordu. Daha sonra
gözden kayboldular. Ürkerek kaçan kalabalık sürü kişneyerek geniş bozkırlara doğru atılarak
büyük bir gürültü çıkararak gittiler. O eve döndükten sonra, kahverengi tayı unutamadı. O
zaman ikinci arzusu oluştu.
Tölevtay aksakalın torunu artık kahverengi tayının çabuk büyümesini istiyordu. O
vahşi atını mahmuzlayarak fırıncı Temirbek‟in bozkırlara doğru gittiğini çok kere görmüştü.
Dedesiyle birlikte genç taylar ile sütü sağılan kısraklara gemlerini hazırlarken onun arzusuna
sık sık gelip gidiyordu. Yuların bir ucunu dizginin biz ile delinmiş yerinden geçirerek sıkıca
düğümleyip bağladıktan sonra, ihtiyar başını kaldırırdı. Kendisinin her hareketini sessizce
takip eden torununa bakarak gülümsedikten sonra:
-Güze doğru tayına binip geziyor olacaksın, – derdi.
-Sahi mi, dede?
-Sahi.
-O beni yere atmaz mı?
-Belki.
-O zaman ayaklarımı çok sıkmak gereklidir, değil mi?
-Tabii.
-Dede, o kendisine kamçı vurulmasını istemez, değil mi?
-Benim tobılgı saplı kamçımı alırsın.
-Ona benim ihtiyacım yok gibi.
-Niçin?
-O çok sevimli, ona nasıl vurabilirim ki?
-Kahverengi tay da kamçı vurdurtmasa gerek.
-Ben daha önce bunu söylemiştim ya.
-Sen doğruyu söylemişsin.
-Dede.
-Söyle.
-Beni güze doğru şehre alıp gitmezler mi?
-Ben güz sonuna kadar köyde olacak diye söylerim.
-Anamın sözünü dikkate almamak gerek. Babam hemen kabul eder, anam bana
kızabilir.
-Sana kimse kızmaz. Senin artık benim çocuğum olduğunu söylerim.
- Bunu aynen söyleyiniz.
-Tamam.
-Her şey bizim düşündüğümüz gibi olursa, o zaman güze doğru gerçekten de
kahverengi tayıma binip gezebileceğim.
-Merak etme, her şey bizim düşündüğümüz gibi olacak.
Daha sonra, Tölevtay aksakal dizginin yular bağlanan kısmını örsün üstüne koydu ve
üstüne çekiç ile hafifçe tak ettirerek vurmaya başladı. Biraz duraklamadan sonra alışılmış
tempo ile takırdatmaya devam ediyordu. Ara sıra çekicin başını kovadaki suya daldırıp bir
önceki temposunu tekrar devam ettiriyordu. Durduğu yerde hiç kımıldamadan dedesini uzun
süre seyreden Aydar bazen üşüyordu. Ağılın içi her zaman sız çekmekteydi. Küçük
pencereden içeri çok az güneş ışığı düşüyordu.
- Vücudunu soğuk tutacak, – dedi dedesi.
- Hiçbir şey olmaz.
- Eve git artık.
- Sizi bekleyeceğim.
- Ben de hemen senin arkandan geleceğim.
O eve doğru giderken kahverengi tay hakkında düşüncelere daldı. Ninesi onun
geldiğini görerek sofrayı hazırlamaya başladı. Aydar artık rüyasında şafak soğuğunda tir tir
eden toynaklarını nereye koyup ısıtacağını bilemeyip bağıran tayları görüyordu. Sırrını
kimselere söylemedi. Sadece bazen merhamet duygularını bitip tükenmeyen sorulara
dönüştürerek dedesine yöneltiyordu:
- Dede, – diyordu soğumakta olan çayı içmeye isteksizlik göstererek, – soğuk
gecelerde yılkılar nasıl dayanıyor?
- Onlar asil hayvanlardır. Yılkılar çok asil yaratıklardır.
- Yine de taylar üşür. Güneş kaşlarını çatıp, yağmurlar durmaksızın yağdığı
zamanlarda titreyerek anasına saklanmaya çalışan kahverengi tay hep gözlerimin
önünde duruyor.
- Bunlar – olağanüstü hayvanlardır.
- Öyle olsa da, – dedi Aydar sinirlenmeye başlayarak.
Torununun beklenmedik bir huysuzluk göstermeye başlaması dikkatini çeken dedesi
sakin olmaya çalışırdı. Dedesini küstürmekten korkan Aydar da:
- Doğru, kahverengi tay – asil kısrağın yavrusudur, – derdi.
Tölevtay aksakal gayri ihtiyarı gülümserdi. Bir daha seferde konuşmalar soğuklar
başladığında meydana gelecek durumlara kayıyordu. Bir keresinde yazın sıcak ve rahat havası
bozuldu ve nehir ve göllerde sular dondu, kırda bayırda gruplar halinde yatan hayvanlar
aşağıya eteğe indikleri bir günde Aydar sabah konuşmalarından uyandı.
- O tayı kurtlar mı kapmış? – diye soruyordu dedesi konuşmasında.
- Evet, dişleri sırt etlerine derince batmış galiba. Orasını koparmış.
- Oyulmuş mu?
- Evet, – dedi yabancı ses tekrar konuşarak.
- Artık uzun yaşamaz.
- Onu kesmek gerek, hiç olmazsa etinden faydalanılır.
- Biliyorum. Fakat kahverengi tayı buraya getiremeyiz, – dedi dedesi.
- Doğru, torununuza göstermemiz iyi olur. Gerekirse, yarın ovadaki evde keser, etini
parçalara ayırıp kilerde dinlenmesi için sereriz.
- Bir çaresini bulup bize getirmezsen, şu anda benim hemen binip gidecek bir atım da
yok.
- Vaktim yok, yoksa kimseden yardım istemeden sadece kendimin halledebileceğim
bir iştir.
- O zaman bugün gelirim. Temirbek‟in at arabasını ödünç alırım herhalde.
Biraz sonra o dedesinin arabaya atları koştuğunu fark etti. Dışarıda yağmur
çiseliyordu. Gökyüzünü kaplayan kara bulutlar sağanak yağışın olacağını haber vermekteydi.
Tölevtay aksakal sıkı giyinip üstüne yağmurluğunu geçirdi. Ayaklarına dizlerine kadar gelen
koncu eski uzun çizmelerini çekti; eline ince kahverengi tobılgı saplı buzağı diş kamçıyı aldı.
Kapı önüne çıkan Aydar‟ı gördü ve suç işlemiş birisi durumuna düştü. O torununu birlikte
götürmeye karar verdi. Ninesi evden dış giyimlerini getirdi. Arabanın üstüne yün minder
döşendi, dedesi önce Aydar‟ı kucaklayıp onun ortasına oturttu. Sonra kendisi baş tarafına
oturdu ve eline dizginleri aldı. Bu sırada ninesi kışlık paltosunu alıp çıktı. Onunla Aydar‟ın
sırtını örttü. Zayıf çiseleyen yağmurun altında köyden yaylaya götüren yolu takip ederek at
arabası hızla uzaklaştı. Onlar çok gittiler. Dedesi sessiz oturuyordu. Aydar çökmüş bir halde
sıcak paltoya sarıldı. Düz bozkırlar bitip yaylalar başladı. O gevşeyerek uykusunun geldiğini
hissetti. Çiseleyen yağmur hiç durmadı. Üşüyerek uyandığında arabanın durduğunu anladı.
Dedesi basamaklara ayağını koyarak arabadan inmekteydi. Onlar bir keçe evin önünde
durmuşlardı. İçinden alaca karanlık içinden kısa boylu, geniş omuzlu bir adam göründü. Öne
doğru gelerek eşikten çıktı. Soğuk yüzü sadece dedesinin yüzüne baktığında yumuşuyordu.
Asabi yüzü köydeki büyüklerin yüzlerinden çok farklıydı. Dedesi ikisi selamlaşıp hal hatır
sorup biraz durdular, sonra pehlivan vücutlu adam geri dönüş eşikten içeri girdi. Dedesi
arabaya doğru geldi ve Aydar‟ı kucaklayarak arabadan aldı. Ağır hareketlerle eteği yere değen
yağmurluğunu sürükleyerek içeri girdi. Tam ortada soba gürleyerek yanıyor ve etrafını
sımsıcak yapıyordu. Ayakkabısını çıkarmadan evin başköşesine doğru yürüdü ve kamçısını
keçe evin çıtasına ildi. Ocak başında genç bir kadın bulunuyordu. Sobadan yukarı kısımda,
tahta gibi dümdüz dizilen birkaç kat yatak yorganın üstünde pat burun küçük bir kız derin
uykuda kırmızı ipek kuzu minderi kucaklayarak ağır nefesle uyuyordu. Onun kahverengi
tayına yer tam karşı taraftan, iki sandık eşya yüklenmiş yüklüğün çıkış tarafından kapının
yanından verilmişti. Üstüne örtü örtülmüştü. Sadece başı azıcık görünüyordu. Aydar
dedesinin sağ böğründen dizini bükerek kahverengi taya tekrar tekrar gözünü dikiyordu. O
başını keçeden kaldırmadan hareketsiz yatıyordu. Sofraya bir tabak et geldi. Buharı tüten etler
doğranmış ve tabak içinde karılmıştı. Sonra tuzlu sos atıldı. Sofradakilerin hepsi yemeye
başladığında, Aydar eşik tarafa sürekli kaçamak bakışlar atmadan edemedi.
Yemekler yenildi. Etlerden sonra sofraya getirilen et suyu çorbası kâseleri hızla
tüketilip geri gönderiliyordu. Aydar tabaklara elini hiç uzatmadı. Et yemeğe vicdanı razı
olmadı. Arada sırada yüzü al al yanarak kahverengi taya üstünkörü bakıyordu. Ev sahibine
dedesi hava kararmadan gitmeleri gerektiğini söyledi. Onlar dışarı çıktılar. Dedesi arabayı
çevirdi ve kapının önüne getirdi. İçeriden yılkı çobanı yaralı tayı dikkatlice kucaklayarak
kendilerine doğru getiriyordu. Aydar o zaman tayın sağ kalçasının oyulmuş halini yakından
gördü. Akan kanlar etrafını bulamıştı. Derisi sarkan et yara haline de gelmemişti. Aydar
bakmamaya çalıştı. Ol yol boyu tay tarafa bakmadan oturdu. Boynu uzun yılkı çobanının
köyünden uzaklaşıp bozkıra girdiklerinde yağmur tekrar çiseledi. O zaman Aydar yüzünü
aşağı bakar şekilde tutup doğrudan bakmaya hala cesaret edemediği kahverengi tayını deri
paltosu ile iyice örttü. Eve karanlık bastıktan sonra döndüler. Ağıla giren at arabasının
gürültüsünden ninesi geldiklerini anlayarak kapıdan göründü. Uyuşmuş bir haldeki Aydar‟ı
kucaklayarak eve getirip yatağına yatırdılar. Hiçbir şeye isteği kalmayan o kahverengi tayı
düşünmedi. Pencereye şıp şıp düşen yağmur damlalarının sesi onun kulağına gelip
kayboluyordu. Yağmur gece boyu devam etti. Tay sabaha kadar durmaksızın çiselemesine ara
vermedi. Ne zaman gözünün kapandığını Aydar fark etmedi. Sabah geç kalktı. Pencereden
dışarı baktığında ağılın çitine asılmış kahverengi tayın derisini gördü. Kapının önüne
çıktığında yağmurdan sonra ortaya çıkan temiz hava ile yeni kesilmiş hayvanın kokusu etrafı
kaplamıştı. Dedesi orada döküm örsün yanında sessizce dizgini tamirle uğraşıyordu. Evin
eşiğinden atlayarak gelirken Aydar‟ın yüreği burkuldu. O hiç kimseye ağzını açmadan
yatağına kendi attı ve yorganın altına girdi, sessizce ağlamaya başladı. Akşam mutfaktan
pişen etin kokusu geldi.
- Çocuğu hasta ettin, – dedi ninesi.
Dedesi eve girmişti. Tölevtay ihtiyar cevap vermedi. Ayaklarındaki ayakkabıyı çıkarıp
döşemeye fırlattığı duyuldu.
- Soğukta üşütmüş olsa gerek. Boşuna götürdün, – dedi ninesi.
Cevaben bir şey söylendiğini Aydar duymadı. Ninesi cevap beklemese gerek;
devamında durmaksızın uzun uzadıya söylendi. Et sofraya getirileceği sırada Temirbek
pehlivan hanımıyla birlikte geldi. Hepsi sofraya yakın, rahat bir şekilde oturdular. Dedesi onu
güçlü kollarıyla onu sarıldığı yorganından yavaşça alıp saçlarından kokladı ve sofranın başına
oturttu. Et uzun süre yenildi. Kahverengi tayın anası ve diğer atların neslinin asil olduğu epey
bir süre konuşuldu.
Büyükler Aydar‟ın etten bir lokma bile yemediğini fark etmediler. Sadece dedesi
torununun bu durumunu fark etmemiş gibi davranıyordu.
Almatı, 07.06.1992
* Kazak yazılı edebiyatının öncü şairlerinden Mahambet Ötemisulı (1804-1846) kast ediliyor
– Ç.N.
* Tobılgı: Orta Asya‟nın dağlık yerlerinde yetişen ve dallarından genelde kamçı sapı yapılan
kırmızı yabanî gül.
*Yakala ve yere vur manasına gelir – Ç.N.
* Kazak Türkçesinde “arlan” erkek kurt demektir – Ç.N.
* Kazak milli sazı – Ç.N.
* Devrim – Ç.N.
Kazak Türkçesinden Aktaran Abdulvahap Kara
İstanbul 2011
Romanın orijinal ismi: Gülder men Kitaptar
Hikayenin orijinal ismi: Tölevtay Aksakaldıñ Nemeresi
Kazak Türkçesinden Aktaran: Abdulvahap Kara
Editör: Müjgan Çakır
Roman
Hangisi güçsüz – aydınlıktan kaçan
koyu karanlık mı, yoksa karanlığın
kapladığı aydınlık mı?..
Didar Amantay
“Tanrı’nın Kitabı”
Download