Arap İslam Devleti`nin Oluşmasındaki Etkenler_docx

advertisement
ETKİNLİK 2: ARAP İSLAM DEVLETİ’NİN OLUŞMASINDAKİ ETKENLER
Yönerge:
1. Öğrenciler dört gruba ayrılır.
2. Her gruba bir kaynak düşecek şekilde kaynaklar bölüşülür.
3. Öğrenciler birinci çalışma kağıdındaki yönergeleri dikkate alarak kaynakları inceler ve gerekli çalışmaları
yaparlar.
4. Sınıftaki gruplar yapmış oldukları çalışmalar sonucuna ortaya çıkan argümanları öğretmenleri rehberliğinde
diğer gruplarla paylaşır.
5. Öğrenci çalışmalarının her biri değerlendirildikten sonra ikinci çalışma kağıdı sırasıyla her grubun ilgili
bölümleri doldurmasıyla tamamlanır ve tahtaya asılır.
6. Öğrencilerin ortaya çıkarttığı sonuçlar ve bütün nedenler
incelenerek ortak sonuca ulaşılır.
Kaynak 1
"İslam istilasının Roma İmparatorluğu'na etkisini anlayabilmek için onu Germen istilalarıyla kıyaslamaktan daha düşündürücü bir şey
olamaz. Germen istilaları imparatorluk kadar, hatta ondan daha eski ve imparatorluğun bütün tarihi üzerine az veya çok etki
etmiş bir durumun son halkasıdır. Sınırları parça parça olan imparatorluk, mücadeleden vazgeçtiğinde onu istila edenler
hemen onun tarafından özümsenmişler ve onun uygarlığını mümkün olduğu kadar devam ettirerek bu uygarlığın üzerine
yaslandığıcemaatekatılmışlardır.
Bunun tersine, Hazreti Muhammed çağından önce, imparatorluğun Arap Yarımadası’yla hiçbir ilişkisi olmamış veya olduysa
bile çok düşük düzeyde kalmıştır. İmparatorluk Arap Yarımadası’nı ne hassas bölgelerinden biri olarak görmüş, ne de buraya önemli
bir askeri güç yığmıştır. Burası, koku ve tatlandırıcıtaşıyan kervanların geçtiği, gözetim altında tutulan bir bölgeden ibaretti. Arabistan'ın
bir diğer komşusu olan İran İmparatorluğu da ona karşı aynı tutumu izlemiştir. Sonuç olarak, uygarlık düzeyleri kabile
aşamasında olan ve dinsel inançlarında da fetişizmi henüz aşmış olan, zamanlarını birbirleriyle savaşmak ve güneyden kuzeye,
Yemen'den Filistin'e, Suriye'ye ve Sina Yarımadası’na giderken Mekke ile Yatreb (Medine) kentlerine uğrayan kervanları talan
etmekle geçinen yarımadanın göçebe hareketlerinden çekinmeye gerek yoktu.
Bin yıllık çatışmalarıyla fazlasıyla meşgul olan Roma ve İran imparatorlukları, Hazreti Muhammed'in kabileler arasındakikarmaşık mücadele
ortamında giriştiği propaganda faaliyetiyle halkına, ileride bütün dünya üzerine kendini ve egemenliğini yayacak olan bir din
vereceğinden hiç de kuşkulanmıyorlardı. İmparatorluk, boğazına sarılan bu din tarafından yakalanmışken Şamlı Jean, İslamiyet'in eski
Hıristiyanlık sapmalarına benzer bir düşünce olduğunu sanıyordu.
Hazreti Muhammed 632'de öldüğü zaman, iki yıl sonra patlayacak olan fırtınalı tehlikeyi işaret eden herhangi bir şey ortada
yoktu. İmparatorluk, sınırında hiçbir tedbir almamıştı. Kuşkusuz Germen tehdidi imparatorların dikkatlerini sürekli olarak orada
yoğunlaştırdığından, Arap saldırısı büyük bir şaşkınlık yarattı. İslam yayılması bir rastlantıdır, ama rastlantıdan öngörülmesi mümkün
olmayan birçok neden bir araya gelmiştir. Arap saldırısının başarısını, bu halkın komşusu iki imparatorluğun, yani Roma ve İran
imparatorlukları’nın birbirlerine karşı sürdürdükleri uzun süren ve Heraclius'un Hüsrev'i yenmesiyle noktalanan mücadelenin
sonunda tükenmiş olmalarıyla da açıklanabilir. "
( Pirenne, Henri,Hz. Muhammed ve Charlemagne, Birey ve Toplum Yayınları, 1984, s. 179 -181)
"Araplar, Romalılar ile İranlılardan yeni silahlar aldılar. Zırh tabakaları kullanımının yanı sıra, yeni taktikler ve disiplinin önemini de
öğrendiler. Askeri tekniklerin sızması, Arapların Roma ve İran ordularına yardımcı olmaları ve bazen de imparatorlukların
cephelerinde daha üstün güçler tarafından geri püskürtülme gibi mutsuz tecrübelerin yaşanması sonucunu doğuruyordu.
Böylece, gelişmiş imparatorlukların siyasal ve kültürel bakımdan daha az örgütlü toplumlara sınır olduğu her yerde olduğu gibi,
Ortadoğu imparatorluklarının medeniyeti Arabistan'a nüfuz ediyordu. Bu etkiler ile gücü ve kaynakları harekete geçirme ihtiyacı,
siyasal özerkliği devam ettirmeyi ya da imparatorluklarla ticareti sürdürmeyi gerektiriyordu. Daha az gelişmiş
toplumlarda imparatorluklarla aynı tabakalaşma, uzmanlaşma ve onları meydan getirmiş olan cemaat ve kimlik
oluşturma süreçlerini harekete geçiriyordu."
(Lapidus, İra M., İslam Toplumları Tarihi, İletişim Yayınları, 2010, s. 43)
Kaynak 2
"5. yy 'da Arap Yarımadası’ndaki bazı kentlerde, zengin kervan tüccarların denetiminde bir çeşit aristokrat cumhuriyetler kurulmuştu.
Bunlardan biri de Kureyş kabilesinin oturduğu Mekke kentiydi. Ticaret yavaş yavaş bütün Arap Yarımadası'na yayılmıştı, bu
ticaret kısmen Kızıldeniz üzerinden, kısmen de karadan kervanlarla yapılıyordu. Ancak bu arada Kızıldeniz'de gemiyle gitmenin tehlikeli
bir iş olduğunu da belirtelim. Özellikle Yemen'i Hicaz üzerinden Suriye'ye bağlayan karayolu önemliydi. Sasaniler ve Bizanslılar
Arabistan'ı çevreleyen bölgelerde, kara ve deniz ticaret yolları üzerinde egemenliği birbirlerinin elinden almak için uzun süre
çatışmışlardır. Sasanilerin Pers Körfezi’nden başlayan ticaret yolu, Hint Okyanusu’nda Bizanslıların yoluyla kesiştiği için, Bizanslılar
onları Habeşlerin de yardımıyla Kızıldeniz ve Yemen bölgesinden uzaklaştırmaya çalışmaktaydılar. Bu ticari rekabet savaşları zamanla
Arabistan'a da sıçradı."
(Cahen, Claude, İslamiyet, Bilgi Yayınevi, 2000, s. 13-14)
Mekke arazisinin susuz ve ekinsiz bir vadi olması sebebiyle bu şehrin sakinleri olan Kureyşliler ticarette ilerleyip üstünlük
kazanmışlardır. Mekke'yi ticaret merkezi haline getiren faktör, onun yerleşime uygun ya da ticaret yolları üzerinde olması değil,
Kâbe'nin bu şehirde bulunmasıdır. Nitekim Tâif, hem tarıma ve yerleşime uygun olması hem de Kuzey ile Güney arasındaki doğal
ticaret yolu üzerinde bulunması sebebiyle Mekke'nin yerini almaya daha uygundur. Ancak Kâbe sayesinde Mekke, milâdî VI.
asırdan itibaren Habeşistan, Şam ve Yemen arasında ticari bir merkez haline gelmiştir.
(Özsoy, İsmail, "İslam Öncesi Dışa Açık Arabistan'da Ekonomik Bulgular;"http://journal.qu.edu.az/article_pdf/1037_472.pdf; erişim tarihi 31.08.2014)
Hicaz ise Arabistan'ın oldukça kenarda kalmış, çorak bir bölgesidir. Özellikle konaklama merkezi olan Mekke, Perslerle Bizanslılar
arasında bitip tükenmeyen savaşlar yüzünden Kuzey Arabistan ticaretinin tehlikeye düşmesi üzerine önem kazanmaya başlar.
Mekke'nin kendisi de kervan seferleri örgütlüyordu, sonunda bir ticaret kenti, birtacir cumhuriyeti olup çıktı. Bu cumhuriyeti klan
şefleriyle eşraftan oluşan bir kurul yönetiyordu. Erkek kadın herkes ticaretle uğraşıyordu. Kervanları yağmalamak için ortaklıklar
kuruluyordu. Bu koşullar sayesinde bütün Batı Arabistan ekonomik yönden kalkınıyordu. Göçebe bir dünyanın ortasında ticaret
ekonomisi gelişiyordu.
(Tanilli, Server, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, C. 2, Say Yayıncılık, 1990, s. 109)
"6. yüzyılda,yalnızca Mekke, siyasal ve toplumsal parçalanmaya karşı koyarak toplumsal ve ekonomik düzenin başlıca tek odağı
oldu. Kâbe'siyle Arabistan'ın her yerinden hacıları çeken dinsel bir sığınak olan Mekke, yarımadanın değişik putlarının ve kabile
tanrılarının bulunduğu önemli bir yer, yıllık hac ziyaretlerinin merkezi haline gelmişti. Hac sadece dini bir ibadet değildi,
yapıldığıdönemlerde kabileler arasındaki ateşkesi de sağlıyordu. Mekke panayırları Arap kabilelerine ortak bir kimlik, Mekke'ye ise
Arabistan'ın çoğunda manevi bir öncelik veriyordu.
Bu panayırlar Mekke'nin ticari çıkarlarının kaynağı idi. Kureyş kabilesi olarak anılan ve 5. yüzyılda Mekke'nin kontrolünü elinde
tutan insanlar ticarette çok yetenekli bir topluluktu.
[]
Mekke'nin zenginliği ve gücü Arap kabilelerinin işbirliğine dayanan,ticaret işlemlerinden kaynaklanıyordu.
[]
628 yılında Hz. Muhammed ve takipçilerden geniş bir grup Kâbe'ye hac ziyaretinde bulundu. Orada haccın ritüellerini İslam'ın bir
parçası olarak benimsediklerini gösterdiler. Bunu İslam'ın bir Arap dini olduğunu ve Mekkelilerin büyük bir tehlikede
hissettikleri hac ibadetlerini koruyacaklarını göstermek üzere yaptılar. Oysa Mekkeliler Hz. Muhammed’'in niyetlerine karşı
tedbirliydiler ve onu Hudeybiye denilen bir yerde durdurdular. Orada Hz. Muhammed, Mekkelilerin, Müslümanların bir sonraki
sene hacca gitmelerini kabul ettikleri bir antlaşma imzaladı, ancak kendisinin Allah'ın peygamberi olduğuna dair iddiasını antlaşma
maddeleri arasından çıkarmak zorunda kaldı.
[]
İki yıl sonra, 630 yılında, Hz. Muhammed Mekke üzerine yürüyeceği zafer alayını topladı. Mekke ve Medine'nin yanaşma
kabileleri arasındaki bir anlaşmazlık antlaşmayı bozdu fakat Mekkeli liderler şehri teslim ettiler. Hz. Muhammed hemen herkese
genel bir af verdi. İleri gelen Kureyşlilere cömertçe hediyeler verdi. Kâbe'nin putları yıkıldı ve İslam'ın en kutsal mabedi ilan edildi."
(Lapidus, İra M., İslam Toplumları Tarihi, İletişim Yayınları, 2010, s. 48-70)
Kaynak 3
"İslamiyet'in doğuşundan az önceki kritik devirde, Orta ve Kuzey Arabistan'da yaşayan halkın çoğunluğunu bedevi kabileleri oluşturur.
Bedevi toplumlarında sosyal birim fert değil, topluluktur. Topluluk bütünlüğünü dıştan çöl hayatının güçlükleri ve
tehlikelerine karşı kendini savunma ihtiyacı sayesinde, içten de aslı sosyal bağlantılı olan, erkek koldan gelenler arasındaki kan bağı
sayesinde koruyordu. Kabile çoğu zaman özel toprak mülkiyetini tanımaz ve otlaklar, su kaynakları ve benzeri ortak mülkiyet
altında bulunurdu. Kabilenin siyasal örgütlenmesi ilkeldi. Reis, eşit hak sahipleri arasından seçilen "seyid" veya "şeyh" idi. Şeyhin
idarecilik vazifesi emretmekten çok hakemlik yapmaktı. Şeyh zorlama kudretine sahip olmadığı gibi, makam yetkisi, hükümdarlık,
amme (kamu) cezası vb. kavramlarıda göçebe Arap toplumunda nefret uyandırırdı Kabile hayatını "sünnet," yani atalardan kalan
örfler düzenlerdi. Bunun kuvveti atalara karşı duyulan saygıdan gelmekte, ceza ya da ödülü de yalnız kamuoyu
sağlamaktaydı. Kabile meclisi sünnetin dış sembolü ve yerine getirmenin tek aracıydı. Sosyal hayata hakim olan anarşiyi kan gütme
adeti bir dereceye kadar sınırlandırıyordu. Bu adete göre öldürülen adamın yakını katilden ve onun kabilesine mensup bir kimseden
intikam almak göreviyle yükümlüydü.
Tapılan varlıklar, köken itibariyle, ağaçlarda pınarlarda ve özellikle kutlu taşlarda yaşayan, belirli yerlerin sakinleri ve
efendileriydi. En önemli ilahlardan üçü Menat, Uzza ve Allat idi. Bu üç ilah, genellikle daha yüksek bir ilaha, Allah'a tâbi
bulunuyordu. Kabile dininde gerçek bir ruhban sınıfı yoktu; göçebeler ilahlarını bir kırmızı çadırda taşırlar ve muharebeye
giderken bunu yanlarına alırlardı. İlah,şeyhin evinde muhafaza olunur ve böylece ev dini itibar kazanırdı. Aynı zamanda Mekke'de
de, Kâbe adıyla bilenen dört köşeli binada her kabileyi temsilen bir put bulunmaktaydı. Bu putların birlikteliği hem kabile birliğini
temsil ediyor hem de burayı dini bir merkez haline getiriyordu.
[...]
İlk vahiy Hz. Muhammed'e 40 yaşlarındayken indi. Mekkeliler onun ilk vaazlarını zararsız sayarak karşı koymadılar. Hz. Muhammmed
daha sert davranmaya başlayarak Mekkelilerin dinine açıkça hücum edince ona ve taraftarlarına karşı idareci zümrenin muhalefeti
sertleşti. Söz konusu muhalefet iki düşünceden doğuyordu. İlki ve en önemlisi, eski dinin ve Kâbe’deki putların kaldırılmasının
hac ve iş merkezi olarak şehri sağladığı faydadan mahrum bırakacağı korkusuydu. İkincisi, hâkim ailelerden birine mensup
bulunmayan bir kimsenin iddialarına karşı gelmek isteği idi. Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göçü, Arapça adıyla
Hicret, bir dönüm noktasıydı ve daha sonraki nesiller tarafından İslam tarihine başlangıç kabul edildi. Medineliler Hz.
Muhammed'i Allah'ın resulü olmaktan çok, kendilerine hakem olarak hizmet edecek ve aralarındaki iç anlaşmazlıkları
halledebilecek fevkalade güce sahip bir adam diye davet etmişlerdi. Mekkelilerin zıttına, onların putperestlikle ilgili bir menfaati
yoktu, siyasi ve sosyal ihtiyaçlarını karşıladığı takdirde İslamiyet'in dini yönünü kendi istekleriyle kabul edebilirlerdi. Medinelilerin din
değiştirmesi çok daha sonra tamamlandı.
[]
Medine'ye geldikten sonra Hz. Muhammed Mekkeli muhacirlerle Medineli kabileler ve bu ikisiyle Yahudiler arasındaki
ilişkileri düzenleyen tek taraflı bir beyanname hazırladı. Kurulan cemaat yani ümmet, İslamiyet'ten önceki şehrin az sayıda önemli
değişikliğe uğramış bir gelişmesiydi. Daha sonraki İslam mutlakıyetine doğru ilk adımı teşkil ediyordu. Kabile teşkilatı ve adetleri
teyid olunuyor, her kabile kendi dışındakilere karşı mükellefiyet ve imtiyazlarını koruyordu.
Bununla beraber, söz konusu teşkilatta önemli değişiklikler vardı ve bunların ilki , toplum bağı olarak kanın yerine dinin geçmesi idi.
Hâkimiyet kaynağı halk düşüncesinden Allah'a geçmiş, Allah da bunu resulü sıfatıyla Hz. Muhammed'e yöneltmişti.
[]
Hz. Muhammed yeni bir hareket yaratmaktan çok, devrinin Arapları arasında mevcut bulunan cereyanları canlandırıp bunlara başka
bir doğrultu vermiştir. Vefatını bir çöküşün değil, fakat yeni faaliyet atılımlarının takip etmiş olması, onun peygamberliğinin büyük bir siyasi
sosyal ve ahlaki ihtiyacı cevaplandırdığınıgösterir."
(Kaynak: Lewis, Bernard,Tarihte Araplar, Anka Yayınları, 2001, s. 43-69)
Kaynak 4
İslam öncesi Arap toplumundaki temel aile birimi ataerkil klandan oluşuyordu. Bu, doğrudan erkek tarafından ortak bir
atadan gelen ve ailenin en yaşlı üyesi ya da reisin otoritesi altında bulunan bir insanlar grubundan oluşuyordu. Kadınlar düşük
statülüydü ve grubun tam üyesi sayılmıyorlardı. İyi bir evlilik kabileye şeref kazandırıyordu. Erkekler için de statüler,
yükümlülükler ve haklar tamamen kabileden kaynaklanıyordu. Mülkiyet, grubun geleneklerine göre düzenleniyordu.
Evlilikler, evlenen çiftin arzularından ziyade ailelerin çıkarlarının aile reislerince gözetilmesi sonucu yapılıyordu. Grup diğer üyeleri
savunmakla ve bir üye suç işlediğinde diyetini ödemekle sorumluydu. Ancak bir kadının birden fazla erkekle evlenmesi, ebeveynlik
konusunda değişik süreklilik ve sorumluluk derecelerine sahip çok kocalılıklar (polyandry), örneğin geçici evlilikler Arabistan'da
bilinmekteydi. Çokeşlilik, bir adamın bir konutta birkaç kadınla evil olması biçiminde düzenlendiği gibi bir adamın, her biri kendi
kabilesinde yaşayan ve her birini sırasıyla ziyaret ettiği eşleri de olabilirdi. Her yerde tek bir kural geçerli değildi. Mülkiyetlerin
dağılımı, kadınların ve çocukların korunması konusunda az sayıda insan ideal yükümlülüklerini yerine getirebiliyordu.
Kurumsal karışıklık ve aile yükümlülüklerinin bireysel yadsıması durumunda, Kur'an öğretileri ataerkil kabileyi güçlendirmeye girişti.
Hâlâ kolay olduğu halde, boşanma teşvik edilmiyordu. Çok kocalı evlilikler yasaklandı. Çünkü ataerkil aile istikrarının altını oyuyordu. Aile
erkek mirasçıları aracılığıyla soyunu devam ettirdiğinden, Kur'an babalık bilgisini sağlama alan kuralları sağladı. İslam öncesi dönemlerde
olduğu gibi bütün erkek akrabalar aile üyelerinin korunmasından sorumlu tutuluyordu, ama Kur'an öğretileri bu
yükümlülükten kaynaklanan kan davalarının tahrip edici sonuçlarını azaltmaya çalıştı. İncitilmiş tarafın kan yerine parayla tazmin
edilmesini teşvik etti ve şayet kan davasında ısrar edilecekse herhangi bir erkek akrabasını değil, sadece suçlunun
öldürülebileceğine hükmetti.
Kur'an, kadınlar ve çocukların statülerini genişletti. Bunlar da artık mallar ve potansiyel savaşçılardan ibaret görülmeyecek, aksine
kendi haklarına ve ihtiyaçlarına sahip bireyler sayılacaklardı. Bununla birlikte, kadınların güvenliği ve statüleri üzerindeki vurguya rağmen
Kur'an kadınlarla erkekler arasında eşit haklar tesis etmedi. Erkeklerin ayrıcalıklarına temelde dokunulmadığı halde, öğretisinin
ruhu erkek ve kadın arasında karşılıklılığı, bireylerin kişisel ve ahlaki değerlerine karşılık daha büyük bir duyarlılığı ve aile
bağlamı içindeki bireylerin görece özerkliğini teşvik etti.
Bu aile düşüncesi Müslüman ümmet, yani inananlar topluluğu düşüncesinin özünde yatar. Aile idealleri, toplumun kabile sistemi
içinde basit objeler yerine Allah'ın yarattıkları olarak bireylerin dinsel önemlerini ve bireyin aile içindeki ahlaki ilişkilerindeki
sorumluluğunu vurgulayarak bireysellik duygusunu güçlendirdi. Bireysellik duygusu, Allah'ın birliği ve insanoğlunun ahiret günü
onun önündeki sorumluluğu hakkındaki Kur'an öğretilerinin doğru bir şekilde takdir edilebilmesi için esastı. Kur'anın öğretileri
putperest görüşün aksine, tek bir aşkın gerçeklik görüşünün boyutları olarak dünyanın bütünlüğü, toplumun birliği ve
kişinin bütünlüğü duygusunu işliyordu. Aile hukukundan ve ahlak derslerinden ayrı olarak Kur'an birçok toplumsal sorun ve
türleriyle de ilgilendi.:
Ticari teşebbüs işlemleri yazıldı, adil davranma öğretileri, şerefli sözleşmeler, doğru şahitlik etmek ve faiz alışverişinde
bulunmamak. Bunlar, kesin konuşmak gerekirse, kanunlar değil,ahlaki normlardı. Örneğin, ödünç vermelerde azami bir faiz oranı
belirtilmedi, ama ihtiyaç halindeki insanları sömürmemeyi veya onların zorluklarından faydalanmamayı öğretti. Bu tür normlar ayıca
savaştaki davranışlar konusunda da, esirlere muamele ve ganimetlerin dağıtımı konusunda da verilmiştir. Kumar oynamaya ve
zehirleyici, sarhoş edici içeceklerin içilmesine, muhtemelen bu tür davranışlar putperestliğe eşlik ettiği için ahlaki yasaklar
konuldu.
Böylece Hz. Muhammed'in görevinin bir boyutu, klanı ve kabileyi aşan bir cemaatin temeli olan ortak inançlar, ortak
toplumsal normlar ve ortak ritüeller iletmekti.
(Lapidus, İra M., İslam Toplumları Tarihi, İletişim Yayınları, 2010, s. 65-69)
ÇALIŞMAKAĞIDI1
1.
2.
Grup arkadaşlarınızla ortak bir karar vererek her kaynağa bir başlık koyunuz.
Sizce Arap İslam Devleti'nin oluşumunda hangi etkenler belirleyici olmuştur? Gerekçelendirerek
maddeler halinde yazınız.
3.
Size verilen kaynağı okuduktan sonra bu kaynağı en doğru biçimde ifade edeceğini düşündüğünüz sloganı
yaratınız.
ÇALIŞMAKAĞIDI2
Grup1
Grupsloganı
(Kaynağınızlailgiliortakbir
sloganbelirleyiniz.)
Busloganı
belirlemenizingerekçeleri
nelerdir?
Kısacayazınız,
sınıflapaylaşınız.
Grup2
Grup3
Grup4
Download