Ağaoghı`yla dün, bugün ve yanıı - ŞEHİR e

advertisement
SAYFA
___
_____
______________
_____
CUMHURİYET
12
KÜLTÜR
SAHNEDEN...
A YŞEG ÜL Y Ü K S E L
_______________ / - v ^ k
Ağaoghı’yla dün, bugün ve yanıı
1969’da Ankara Devlet Tiyatrosu’nda
sahnelenen “Tombala” oyununu tanıtırken
şöyle yazmış Adalet Ağaoğlu: “Arada bir
dönüp de günlük yaşayışınızı bir yabancı
gözüyle seyrettiğiniz olur mu? Ben bunu sık
sık yapanın. Her seferinde de sonuç hiç de iç
açıcı değildir. Bütün gün çok önemli işler
yaptığımı sanarak koşturup durmuşumdtır,
ama bir de bakarım ki bir torba mercimeği
bir kez daha ayıklamışım. Belki de kendime
daha iyi ülküler edinemediğim ya da
‘tombala’ oynamaya yeterince
başkaldıramadığım için, dönüp dolaşıp hep
aynı masanın başında hep aynı hareketlerle
hep aynı sözleri söyleyerek hep aynı oyunu
oynuyormuşum duygusuna kapılırım.”
ürettiklerine ve eylemlerine 1960’lardan bu
yana birinci elden (okuru olarak) tanık
olduğum Cumhuriyet Türkiyesi’nde yetişmiş
en önemli aydın kişilerden birinin kendisiyle
ilgili bu eleştirisine katılamıyorum.
Romanları ve öyküleriyle Türkiye’nin son
yirmi beş yılının nabzını elinde tutmuş,
ardından güçlü bir kadın yazarlar kuşağının
gelmesini sağlamış, yasaklan ve tabuları
yüreklilikle göğüslemiş, başını her zaman dik
tutup ilkelerini sonuna dek savunmuş, bütün
bunlara karşın kadın kişi güzelliğini ve
- L - S z rme çatma belgeliğimin
derinliklerinde kısa bir gezinti
yapıyorum. Bir yandan da
garip bir keyif duyuyorum.
Belgeliklere genellikle
yitirilmiş insanların anısı adına
dalınır. Oysa Adalet Ağaoğlu
yaşıyor. Yalnız yaşamıyor, aynı
zamanda düşünmeyi de
sürdürüyor; ve artık
gülümsüyor da...
zarafetini incelikle korumuş bir kişi, bu
düşünceleri dile getirdiğinde kırk yaşında. O
güne dek oluşturduğu birikim olmasa nasıl
ortaya çıkar “Ölmeye Vatmak”ın, “Düğün
Gecesi”nin, “Fikrimin İnce G ülü”nün, “Üç
Beş Kişi”nin, “Hadi Gidelim”in yazarı?
Adalet Hanım’ın roman ve öykü yazarlığına,
oyun yazarlığından geçtiğini biliyoruz. Ben
onu ilk kez 1964’te İstanbul Şehir
İlk kez 1964’te
İstanbul Şehir
Tiyatrolarında
sahnelenen
“Evcilik
Oyunu”nu,
“Tombala”,
“Çatıdaki
Çatlak”, “Üç
Oyun”,
1970’lerde
“ Kendini Yazan
Şarkı” ve
1990’larda Kent
O yunculan’nın
yorumuyla
“Ç ok Uzak
Fazla Yakın”
izledi.
Yazarlık öyküsü...
Kültür alanında ‘açık eksiltme
ve ‘değerlerinsıfırlanması’
MURAT S E S __________________
LİNZ - Geçenlerde, Paul Lazarsfeld'in öncülüğünü yapmış olduğu “ilk
radyoculuk araştırması”, Avustur­
ya'nın gündemindeydi. Aynı Lazarsfeld’in “Die Arbeitslosen von Marient­
hal” (Marienthal’ın İşsizleri) adlı diğer
bir araştırması, Avusturya’daki eğiti­
mim sırasında, doktora öğrencileri için
özellikle toplumbilim alanında “bilin­
mesi gereken”başyapıtlardan biriydi.
Geniş bir zaman birimini kapsayan ça­
lışma. işsizliğin ve buna bağlı olarak
gelirlerdeki azalmanın, toplum üzerin­
deki etkilerini irdelemenin yanı sıra, iş­
sizlik olgusunun bireylere nasıl yansı­
dığını açıklıyordu. Geçen yazki Türki­
ye yolculuğu ve dinlenmesinin ardın­
dan. gazetemizde yayımlanmış olan,
“Tını Bulutu ya da kalngvvolke” başlık­
lı yazım aklıma geliverdi doğal olarak...
Bir de Bodrum’daki bir kitabeviııden
edinmiş olduğum, değerli “Kadro”cu
Vedat Nedim Tör’ün. 1916’dan başlaya­
rak çeşitli gazete ve dergilerde yayım­
ladığı yazılarının yer aldığı. 1983 bas­
kılı “Kemalizmin Dramı” adlı kitabı ve
aynı kitaptaki yazılarından kimi bölüm­
leri... Değerli hocanın, kitabında değin­
miş olduğu UNESCO raporunu, kitle­
sel medyanın o günlerin Türkiyesizde­
ki (70’li yıllar söz konusudur) konumu­
na ilişkin kişisel görüşlerini dikkate al-
dıgımızda, içeriklerin tazeliğini koru­
makta olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Gençliğin, sık sık tekrarlanıp altı çizi­
len kimi olay ya da yazgıyla, kendi yaz­
gısı arasında ilişki kurması, tüm bunla­
rın çeşitli biçimlerde günlük yaşamda
kimseye yaran olmayan eylem ve şid­
det biçiminde çevirisi; hele o gösterilen
yazgılar başka bir kültürün yapay ve
toplumumuz içi hiçbir değer taşımayan
çarpık yazgılan ise... Gelelim Lazarsfeld’in medya araştırmasına... 30’lu yıl­
larda yapılan bu araştırma, daha sonra
ABD’ye göç etme zorunda kalan Lazarsfeld’in daha yeni olan çalışmalanna da temel olmuş. Radyoculuk araştır­
ması dalındaki bu “ilk”in en belirgin
niteliği, toplumun farklı katmanlarını
eğitim açısından olsun, gelirler açısın­
dan olsun, son derecede ayrıntılı bir bi­
çimde dikkate alması. Bir tür model ni­
teliği kazanan çalışma, aynı alandaki
benzer araştırmalara da örnek olmuş gi­
derek ... Medyaya ilişkin ana sorunların
dünü ile bugünü arasında değişen pek
bir şey yok! Vedat Nedim T ö r’ün söy­
lemiyle tanımlamaya çalışırsak, Avus­
turya’da da ortam bir tür “açık eksilt­
m e c e yatkınmış, ama yayımcılıktaki
ana ilkeler her şeye karşın, yine hoca­
nın deyişiyle “sıfıra değin” aşınmamış.
Üstelik, Nazi döneminin kesintisi bile
geçici olmuş. Bugün Avrupa düzeyin­
de bakıldığında. Avusturya medyası­
nın, Avrupa ölçütünde bile son derece­
de sorumluluk taşıdığı ve kültür düze­
yinin çok yüksek olduğu söylenebilir,
30’lu yıllarda RAVAG’a (o dönemin
Avusturya Devlet Radyo Kuruluşu) bir
dinleyici aynen şunları söylemiş: “Sığ
kitleleri daha da sığlaştırmasın, daha
çok kültürel programlar yayımlayın,
radyonun eğitsel bir işlevi olmalıdır!”
Çokseslilik, medyanın her türünde ana
ilke olmalı, ama belirli bir sorumluluk
da en azından benzer ağırlığa sahip ol­
malı. Yoksa, örneklerini yaşadığımız
bir biçimde “kötü, iyiyi kovabilir” ya
da “açıkeksiltmenin başrol oyuncuları”
çıkarları için “değerlerin sıfinna inme­
sine değin” bekleyebilirler. Güzel bir
Türkçeye sahip olmanın yolu, radyo
dinlemeyle de bağlantılı idi bir dönem­
de...
Görsel medyanın söz konusu olma­
dığı dönemlerde, yazılı medya ne kadar
etkinse, sözlü medya da bir o kadar et­
kindi. Bugün uluslararası söyleşilerim­
de, müzik geçmişime ilişkin olumlu gir­
dileri sayarken “Yurttan Sesler Koro­
sun d an da söz edebiliyorsam, çocuk­
luk ve gençlik dönemimin ilk yıllarının
radyosunun çok büyük bir payı var bun­
da... Bu konuda söylenebilecek şey, her
konuda olduğu gibi bu konuda da ege­
men, söz sahibi bireylerin, grupların,
belirli bir sorumluluk taşıma zorunda
olmaları. Ünlü düşünür Sir Kari Pop-
per’ın demokrasiye ilişkin görüş ve
eleştirilerinin temelinde de aynı nokta­
lar geçerli değil mi? Türkiye’de yayım­
lanmış olan söyleşilerimi okumuş olan­
lar anımsayacaklardır; 60’h 70’li yıllar­
da TRT Denetim Kurulu ile çoğumuzun
başı sürekli dertteydi. Şu veya bu ne­
denle yeniliğe karşı olan kimi üyeler,
kısmen eğitim dallarından (salt halkbi­
lim ya da salt klasik), kısmen de “kale­
yi koruma” nedeniyle, çalışmalarımı­
zın radyoda yayımlanmasına “geçiş izni”vermezlerdi. O dönemde “denetime
karşın” parçalarımızı yayımlayan,
“bizleri duy urma sorumluluğunu”duyumsayan dostların desteğiyle “Ana­
dolu Pop” epeyce yol almıştı. Daha son­
ra Fransa’da ödül alan LP, izlenen yo­
lun ve dostların haklılığının göstergesi
olmuştu. Çok ilginçtir, son dönemlerde­
ki “ses getiren çalışmaları” da ilk ola­
rak bugün hepsi kendi dalında birer ka­
pasite olan bu dostlar, ellerinden geldi­
ğince ve “Türkiye’deki yeni medya an­
layışına karşın” duyurmaya çalışıyor­
lar!
Kültürde olsun, diğer alanlarda ol­
sun, sorumluluk taşıyanların çoğalma­
ları, etkinliklerini arttırmaları dileğiyle
noktalıyorum yazımı... Değerlerimizin
büyük bir bölümünün “açık eksiltme”
olgusuyla karşı karşıya kaldığı günü­
müzde, “sıfırlamalar" ancak böyle en­
gellenebilecek.
‘ Oyunun Kurah’ yemden gösterimde
Kültür Servisi-Pek az filmin kaderin­
de, Jean Renoir’m “La Regle Du
Jeu”(Oyunun Kuralı) adlı filminin Pa­
ris’teki ilk gösteriminde aldığı olumsuz
tepkiyi almak vardır.
1939 yılının Temmuz ayında, Champs
Elysee’deki Colisee Sineması, yönetmen
Jean Renoir’m, “La Regle Du Jeu” adlı
filmini ızlçmeye gelen seyirci lerin yuha­
lamalarıyla yankılandı. Filmi tiksindiri­
ci ve berbat bulan seyirciler tepkilerini
oturduklan koltuklan yerlerinden söke­
rek ve hatta salonu yakmaya çalışarak
gösterdiler. Filmle ilgili basında çıkan
korkunç eleştirilere daha fazla dayana­
mayan dağıtımcılar, önce bazı sahneleri
kesmeyi denemişler ancak tepkilerin ar­
dı arkası kesilmediği için filmin göste­
rimden kaldırılmasına karar vermişler.
Bu olaylardan kısa bir süre sonra İkin­
ci Dünya Savaşı’nm patlak vermesi ve
Fransa’nın da savaşa girmesi; hüküme­
tin de işe karışarak filmin, moral bozu­
cu bulunduğu için yasaklamasına yol aç­
tı. Düş kırıklığına uğrayan Rcnoir, 1940
yılının sonlarına doğru Amerika’ya sür­
güne yollandı. “La Regle L)u Jeu”nün
şanssızlığı ise o dönemde Fransa’da sü­
ren Nazi işgali sırasında da sürecekti.
Naziler filmin kendi laboratuvarlarında
hiçbir zaman gösterilmemek üzere sak­
lanmasına karar verdi. Ancak müttefik­
ler filmin negatiflerinin saklandığı labo­
ratuarları bombalayarak bilmeden de ol­
sa filmin yok edilmesine katkıda bulun­
muş oldular.
Neyse ki, filmin başına gelebileceklefilmin orijinalin-
şitli yerlerinde gizlemişti. Ve 1950’lerin
başlarında orijinaline yakın kopya oluş­
turabilmek için kullanılmak üzere bu
kopv al ar yönetmen in önderliğinde yapı­
lan bir aramayla ortaya çıkarıldı.
1940’larda Fransa’nın temellerinin sar­
sılmasından sonra Renoir’ın yatak hikâ­
yelerinin anlatıldığ bu köy evi komedi­
si, dönemin sınıfsal yapısındaki kendi
kendini yok edici tutumu sergilemesi ve
toplumsal uyumsuzluğun altını çizmesi
* K,p,ponıtİ!>nnHnn bi­
ri sayılmaya başlandı. 18. yüzyıl oyun
yazarlarından Beaıııııarclıais tarzı bir an­
latımın ağırlıkta olduğu film konusunu
da bir başka yazar Alfred De Musset’nin
LesCaprices De Marianne(marianne’ın
Kaprisleri) adlı oyunundan alınıştır.
1950’lerde yeniden yaratılan film ye­
niden gösterimde. Karmaşık konusu hâ­
lâ çözülemezliğini koruyor. Transatlan­
tiği uçağıyla geçme rekorlarından birini
elinde tutan bir pilot(Roland Toutain)
AvusturyalI bir MarkizeiNom
Tiyatroları’nda Ttinç Yalnıan’m sahnelediği
“Evcilik O yunu”yla tanıdım. Alışılagelmiş
yerli oyunların dışına çıkan bir biçem
denemesiyle, gençlerin birbirini sevme,
anlamlı birlikteliklere adım atma hakkını
elinden alan göreneklerin irdelendiği taptaze
bir sahne olayı. Bu oyunu, “Tombala”,
“Çatıdaki Çatlak”, uyumsuz tiyatroya yatkın
bir yaklaşımla biçimlendirdiği “Üç O yun”
(“Bir Kahramanın Ölümü”, “Kozalar”,
“Çıkış”), “Sınırlarda” başlıklı güzelim çocuk
oyunu, 1970’lerde “Kendini Yazan Şarla” ve
1990’larda “Çok Uzak Fazla Yakın” izledi.
Ağaoğlu, 1970’lerin ortasından bu yana her
biri yazınımızın tartışma gündeminde ön
sırayı alan romanları ve öykü kitaplarıyla
Türkiye ve dünya düzeyinde ünlendi.
Ya 1964’ten öncesi? Derme çatma
belgeliğimin derinliklerinde kısa bir gezinti
yapıyorum.
Bir yandan da garip bir keyif duyuyorum.
Belgeliklere genellikle yitirilmiş insanların
anısı adına dalınır. Oysa Adalet Ağaoğlu
yaşıyor. Yalnız yaşamıyor, aynı zamanda
düşünmeyi de sürdürüyor; ve artık
gülümsüyor da...
Kendinin ve başkalarının yaşamını kollama
güdüsüne bile uzak düşmüş, değer yargılan
çarpık, dalgın, duyarsız, özensiz yarattıklan
varlığına inat, yaşıyor, düşünüyor ve
gülümsüyor...
(“ Fikrimin İnce G ülü”nde yıllar önce
koymamış mıydı tanısını, altın renkli
M ersedes’in ve kimliğini yitirmiş
sürücüsünün serüvenini Arıadolu yollan
boyunca kovalarken?)
âşıktır. Markizin ansızın karısının aşkıy­
la yanıp tuşmaya başlayan Yahudi koca­
sı ise artık sıkıcı bulduğu metresinden
kurtulmak için bahaneler aramaya baş­
lar...
Bu arada şapşal görünüşlü bir arabu­
lucu (Renoir), âşıkları ve metresleri al­
datmacalı bir yoldan markizin Loire’daki kır evinde bir araya toplar. Filmde en
etkileyici sahneler, konukların bir kır evi
eğlencesi olarak gördükleri av sırasında
yakalanır. Renoir, yüzlerce kuş ve pek
çok hayvanın vahşice katledilişlerini gö­
rüntülediği sahnelerde bir tek duygu kı­
rıntısına yer vermez.
Film teknik ustalık açısından dayatıcı
bir çalışma. Yurttaş Katıe gibi bir şahe­
ser yaratılmadan iki yıl önce görüntü yö­
netmeni Jcaıı Bachelet, ışık oyunları sa­
yesinde büyük bir ustalıkla, ön plan ve
arka plan çekimlerinin üstesinden geldi­
ği fars öğeleri yüklü film nasıl olduğu­
nu anlamadan bir anda trajediye dönü­
şür..
Filmin son sahnesi, patronun kim ol­
duğunu gözler önüne serer. 1939 yılında
gerçeğin açıklanmasından rahatsız olan
Parisli seyircilerin verdikleri tepki de
böylelikli anlaşılmış olur. Renoir’ın bu
başyapıtı hâlâ İ780'lerin ‘aristokrat’larına içten içe hayranlık duyan Fransız
burjuvasisinin kapılarını çalmakta olan
felaketlere kulak tıkayan kendini beğen­
miş umursamazlığına yapılmış doğru­
dan bir tecavüzdür. Hayranlık uyandırı­
cı bu film. Mozart tarzı bir komedi ol­
duğu kadar zamanını derinlemesine eleş­
tiren ve yorumlayan tüm zamanların en
nl/toı nnlofmv“ ' 1
Yazarlık öyküsünün başlangıç noktasına
ulaşmaya çalışırken şaşınveriyorum. Yirmi
bir yaşındayken Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı
Bölümü’nü bitirmiş.
Henüz üniversite öğrencisiyken Ulus
gazetesinde tiyatro yazılan yazıyor. Ve şiir...
1949’da bir şiir yanşm asında birincilik ödülü
alıyor Ataç’tan.
O zamanki soyadı Sümer.
Sonra altı yıl süren bir radyoculuk dönemi
var. Çeşitli radyo programlan, sayısını
herhalde kendisinin bile anımsamadığı bir
dolu oyunu radyoda uyarlama, radyo için
oyunlar yazma, bu oyunlan yayımlama...
Derken Sevim Uzgören’le birlikte kotardığı
“Bir Piyes Yazalım” geliyor gündeme. İki
kültürlü genç kız kafa kafaya verip
dostluklannın ürünü bir yapıt oluştururken,
oyunları genç devlet tiyatrosunda sahnelenen
ilk kadın yazarlar olacaklan akıllarından bile
geçmiyor. Oyunu 1953’te sahneleyen Alman
yönetmen Arnulf Schröder, belli ki büyük
keyif almış yaptığı çalışmadan. “Bu iki genç
hanım” diye soruyor, “bunca hayat
tecrübesini ifade etmek kudretini., bu
psikolojik gelişmeleri ve çarpışmaları
düzenlemek için gerekli bilgiyi nereden
buluyorlar?”
Oyun, inceleme, çeviri________ ____
1955’te Halim Ağaoğlu’yla bugün de süren
mutlu evliliğine adım atmadan ve Ağaoğlu
soyadını almadan önceki iki yıla da
tiyatrodaki bilgisini arttırdığı uzun bir Avrupa
gezisi, gün yüzüne çıkmamış bir oyun, tiyatro
üstüne bir dolu yazı, yorum, inceleme, çeviri
sığdırıyor.
Adalet Sümer durmadan öğreniyor ve
öğrendiklerini okurlarıyla paylaşıyor. 1954’te
yayımlanan “Tiyatroda Bütünlük” başlıklı
yazısında, “... bir tiyatro eserinin sahneye
konmasında dekor, aksesvuar, ışık vs. gibi
tamamlayıcı unsurları ikinci derecedeki
yardımcı unsur., durumundan alıp bizzat
aksiyonun bir kısmım teşkil eden., bir seviyeye
yükseltmenin yolunu bulmak lazımdır” diyor.
(Devlet T iyatrolarında ve başka tiyatrolarda
bugün bile pek çok oyun dekoru son anda
hazırlanıp sahneye yerleştiriliyor oysa.)
Tiyatrocularımızın ve seyircimizin
gündemine 1960’h ve 70’li yıllarda giren
Bertold Brecht ‘in “sahne ile seyirci, oyuncu
ile karakter arasına konması gerekli uzaklığı”
irdelediği yazısı, 1955’te Adalet Sümer
A ğaoğlu’nun çevirisiyle Devlet Tiyatrosu
dergisinde yayımlanmış bile. (Oysa Devlet
Tiyatrosu bir Brecht oyununu ilk kez 1979’da
sahneleyebildi.)
Öncü aydın kimliği_______________
A B D ’de yaşanan iki yılın ardından bir kez
daha Ankara Radyosu’nda görüyoruz Adalet
Ağaoğlu’nu.Yeni programlar, gün yüzüne
çıka ı ya da çıkmayan oyunlar, oyun
çevirileri. Meydan Sahnesi’nin kuruculuğu ve
yöneticiliği, Uluslararası Tiyatro Enstitüsü
Türkiye Merkezi Genel Sekreterliği, A ST ’m
kuruluşuna katkı. A ST’nin sahnelediği,
1960’lı yılların AnkaralI seyircisinin
belleklerinden hiç çıkmamacasma yerleşmiş
J. P. S artre’ın “Mezarsız Ö lüler”inin
çevirisi... İşte böyle yoğun bir deneyim,
birikim, üretim ve eylem sürecinden geçerek
ulaşılmış 1970’lere öncü aydın kimliği damla
damla sindirilerek hak edilmiş. (Kim bilir
günler geceler boyu ne çok kitap okunmuş bu
arada!)
Gerisini biliyoruz. Yapıtlar, başyapıtlar,
ödüller, ödüller, ödüller... Ve şu ya da bu
nedenle yasaklamalar... (Türkiye’de aydının
yazgısı olup çıkmıştır, bir yandan
ödüllendirilirken öte yandan
cezalandırılmak...) Ne mutlu ki ustalara vız
gelir önlerine konan engeller.
Ama ülkemizde insan yaşamı karşısındaki
duyarsız tutumun simgesi olup çıkan trafik
canavarı karşısında onlar da çaresizdir.
Adalet Hanım’ın bir aydır toplumun tüm
duyarlı kesimlerini üzüntüye ve endişeye
boğan, şaşırtıcı düzeyde anlamsız, ama onu
ölümün eşiğine getiren trafik kazası
karşısında, bilincinin ve bedeninin tüm
gücünü seferber ederek kazandığı yengi bu
nedenle daha da anlamlı...
Adalet ve Halim Ağaoğlu, “Tombala”
oyunundaki (yaşamlarını iki kişinin budalaca
oynadığı bir “tombala” oyununun anlamsız
tekdüzeliğe tutsak etmiş) karı-kocanın tam
tersine, “kendilerini geleceğe doğru güzel
ülkülerle ve anlamlı uğraşlarla” donattıktan
için, uzun birliktelikleri boyunca yaşamayı
güzel kılmış iki »vrimttU
» •
T aha Toros Arşivi
Download