Burhan 118 Temmuz 2015.indd

advertisement
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
³†@ÄAÅiH”@Òʦœ@Ä@iYI¹@ý
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
²…@ÃAÄhH“@ÑÉÁ¥›@Ã@hYI¸@¼
¿mH
Hayatın akışında unuttuğumuz en
önemli hakikattir ölüm. Ölüm, her canlı için kaçınılmaz ve kaçılmaz sondur.
sarraf, kendine sağlam bir kese diktir/ Mezarda geçer akçe neyse sen onu biriktir.” (NFK)
“Ölmek değildir, ömrümün en feci işi/
Müşkil odur ki ölmeden evvel ölür kişi.”
(Y. Kemal)
¿ÌXi¹@Úi¹@@¿mH
Ölüm, çaresi olmayan çaredir.
Ölüm bitiş değil, yeni bir başlangıçtır.
Ölümü öldürüp, ölüm korkusunu yenebilmektir önemli olan.
Ölüm, yeni şeyler ve yeni dünyalarla tanışma
fırsatıdır.
Minarede “ölü var” diye bir acı sala
Er kişi niyetine saf saf namaz. Ne ala!
Böyledir de ölüme inanmaz hala!
Ne tabutu taşıyan, ne toprağa konan. (NFK)
¾ËXh¸@™h¸@@¾lH
Ölüm, asıl vatana dönüştür. Her canlı ölümü
tadacaktır. Kötüler gibi, iyiler de ölümlüdür. Bir
farkla ki, iyiler iyilikleriyle yaşarlar, kötüler ise kötülükleriyle anılır, İyiler için, “Hiç güzel olmasaydı
ölür müydü Peygamber” denirken, kötüler için
şöyle denmiştir: “Ne kendi etti rahat, ne kimseye verdi huzur/ Yıkıldı gitti, dayansın ehl-i
kubur.”
Ölüm, sevgiliye kavuşuştur ve bu yüzden
ölüm gecesi şeb-i arûstur. Şairin dediği gibi, “Ölüm
ne uzak, ne yakın bize ölüm/ Ölümsüzlüğü
tattık ne yapsın bize ölüm.” (E. Beyazıt)
Önemli olan, bir gün nasıl olsa öleceğinin bilincinde, ölmede önce ölebilmek, ölüme ve ölüm
sonrası hayata hazırlanabilmektir. Tıpkı şairin dediği gibi: “Sual: Ey veli, mümin nasıl olmalı
söyle/Cevap, son anında nasıl olacaksa hep
öyle.” (NFK)
Ölüm, kaçışı olmayan bir gerçekse, çare ona
hazırlanmaktır. Onun için Ebubekir efendimiz,
“Kendine kabir değil, kendini kabre hazırla”
demiştir. Bu konuda şairimiz de şöyle der: “Hasis
Bir sahabî oğluna öğüt verirken şunları söyler:
“Yavrucuğum, unutma ki ölüm meleği insanın iki iyilik arasında canını alır: Biri yaptığı
iyilik, diğeri ise yapacağı iyilik. Yavrucuğum
sen hep iyiliklerin adamı ol ki, o seni iyilikleri yaparken bulsun.”
Hz. Ali de konuyu şöyle bağlar: “Ey insan!
Senin için dün geçmiştir, bir daha geri gelmez. Yarın ise kesin değildir. O halde dem
bu demdir, içerisinde bulunduğun ândır, onu
iyi değerlendir!”
O halde yazımızı şu tavsiyelerle bitirelim:
Ölümü isteme, ölüme hazırlan.
Ölmeden önce hayatın kıymetin bil.
Ölümden korkmak ve kaçmak çare değil, faydası da yok.
Dün geçti, yarın var mı?
Güvenme gençliğine!
Ölenler hep ihtiyar mı?
Ölüm gerçeğini bilenlere, ölmeden önce ölenlere, ölümü öldürenlere, ölüme gülenlere ve ölüm
sonrası hayata hazır olanlara müjdeler olsun.
İçindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl:
Sayı:
Temmuz
ÎSÂR (Başkasını Kendine Tercih Etmek) 4
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
Bayramlar ve Kazanımlarımız 8
Şefkat Tokadı, Eleştiriye Değil,
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Özeleştiriye Yol Açmalı 11
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
Bayramın Ruhu Kurtuluşumuzdur 12
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Ramazan Tecrübesi 14
Talha AKA
Kur’an Müdafaası 18
Asım AYDOĞDU
Gsm: 0538 233 5000
İnfak, Zekat, Sadaka 30
Murat TÜRKER
Memduh ERGİN
İnsani Kalkınma Olarak
Salih AYDIN
Musa KARACA
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
Serdar TAŞAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yrd.Doç.Dr. Abdülkadir DEVELİ
Dr. İhsan ŞENOCAK
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Tek Sayı:
1 Yıllık (12 Sayı) Abone:
Yurtdışı
1 Yıllık Abone:
!
#
$
"
Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den 34
%
Hikmet DAMLASI
"
&
%
'
(
)
*
+
'
(
,
-
#
.
$
)
$
Mahremiyet ve Tesettür 36
/
Posta Çeki No:
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No:
!
/
/
0
!
Modernite Çıkmazında Dervişlik 42
"
"
!
!
/
1
/
!
0
/
"
1
2
3
3
5
!
4
"
Çok Özledik Hocam Seni 44
!
!
1
3
3
!
Amansız Düşman Nefis
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Ve Onun Terbiyesi 52
Faks: +9 (0216) 398 94 69
El Aklıyla Hareket Edenle… 59
Din Adına Konuşanların
Aylık Süreli Yayın
6
7
(
(
7
)
'
%
)
*
)
(
8
'
#
$
$
(
;
.
'
,
7
:
)
*
(
#
$
)
(
*
$
&
)
&
#
)
8
'
:
8
-
)
)
'
#
-
)
'
<
)
.
M. Emin KARABACAK
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Abdullatif ACAR
[email protected]
www.burhandergisi.com
Ersan BİLGİN
Mehmet Akif Mah.
Emre TOPOĞLU
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No:
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir Sifil
(
$
$
$
)
7
7
$
<
(
'
7
6
*
'
6
7
$
(
'
$
9
(
)
(
*
'
=
6
,
'
8
(
*
)
$
#
)
$
(
$
$
(
#
)
7
Yaptıkları Tahribatı 62
Yusuf KARAGÖZOĞLU
Hz. Hamza (r.anh) 64
Salih AYDIN
#
(
*
<
)
*
.
)
)
.
$
7
9
(
*
$
(
>
'
$
(
>
'
9
(
$
?
8
.
(
)
(
$
'
Burhan Çocuk 70
Musa KARACA
<
Gör (şiir) 72
Zelilî
4
ÎSÂR(Başkasını
KendineTercih Etmek)
Yazar Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
14
İnsani Kalkınma Olarak
Ramazan Tecrübesi
Yrd.Doç.Dr. Abdülkadir DEVELİ
18
Kur’an Müdafaası
Dr. İhsan ŞENOCAK
36
Mahremiyet ve Tesettür
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir Sifil
ÎSÂR
(Başkasını Kendine Tercih Etmek)
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
İnsan, güzel vasıfları ile toplum içinde
değer kazanır. Doğruluk, vefâkârlık, güzel
ahlâk sahibi olma gibi vasıfların hepsi insana yakışır. İnsana yakışan güzel vasıflardan biri de
cömertliktir. Cömertliğin en yüksek mertebesi
ise, kendi ihtiyacı olsa bile başkasını kendisine tercih etmek ve varını yoğunu muhtaçlara vermektir. İşte buna îsâr denir. İnsan-
i
rtebes
e
m
k
se
en yük a bile başn
i
ğ
i
l
rt
ols
e
Cöme
tiyacı
h
i
tmek v
i
e
d
n
h
i
e
c
k
r
te
ise,
disine
ra vern
a
l
e
ç
k
a
ı
t
uh
kasın
unu m sâr denir.
ğ
o
y
ı
n
varı
buna î
e
t
ş
İ
.
r
mekti
lık tarihinde îsârın en güzel örneklerini ensar
dediğimiz Medineli sahâbîler vermişlerdir.
Buyurun, onların îsâr örneklerinden birini birlikte
okuyalım.
Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Bir adam
Hz. Peygamber Efendimize gelerek: “Ben açım, yâ
Rasûlallah!” dedi. Allah’ın Elçisi, hanımlarından birine haber salarak yiyecek bir şey göndermesini istedi. O da: “Seni peygamber olarak gönderen
Allah’a yemin ederim ki, evde sudan başka
bir şey yok!” dedi.
4
Temmuz
Hz. Peygamber bir başka hanımından yiyecek
bir şeyler istedi. O da aynı cevabı verdi. Daha sonra
Rasûl-i Ekrem’in öteki hanımları da: “Seni peygamber olarak gönderene yemin ederim ki, evde
sudan başka bir şey yok!” diye haber gönderince, Rasûl-i Ekrem Efendimiz, ashâbına dönerek: “Bu
gece bu şahsı kim misafir etmek ister?” diye
sordu. Ensardan biri:
yun en üstün derecesi, ihtiyaç duyduğu şeyleri başkalarına vermek, diğer bir ifadeyle, başkalarını kendisine
tercih etmektir. İşte buna îsâr adı verilmektedir.
“Ben misafir ederim, yâ Rasûlallah!” diyerek
o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca eşine:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in misafirini ağırlayalım!” dedi.
Öte yandan Allah Rasûlü’nün bütün hanımlarının evlerinde karın doyuracak kadar birkaç lokmanın
bulunmaması ne kadar ibretlidir. Kapıya gelen dilenciyi boş çevirmeyen, bir tanecik
hurmayla bile olsa yoksulun gönlünü alan Peygamber hanımları, belki
de o günkü rızıklarını bir başka fakire vermişlerdi. Bu sebeple evlerinde
bir lokma yiyecek kalmamıştı.
Bir başka rivâyete göre eşine:
“Evde yiyecek bir şey var mı?” diye
sordu. Eşi de: “Hayır, sadece çocuklarımın yiyeceği kadar bir
şey var.” diye cevap verdi. Bunun
üzerine o sahâbî eşine şöyle dedi:
“Öyleyse çocukları oyala.
Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misafirimiz içeri girince
de lambayı söndür. Sofrada biz
de yiyormuş gibi yapalım.” Derken sofraya oturdular. Misafir karnını doyurdu; onlar da aç yattılar.
Sabahleyin o sahâbî Hz. Peygamber Efendimizin yanına gitti. Onu gören Rasûl-i Ekrem sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan
dolayı Yüce Allah sizden memnun oldu.”
(Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 10, Tefsîru sûret-i haşr, 6;
Müslim, Eşribe 172)
Hz. Ebû Hüreyre’nin anlattığı bu olayda fedakârlığın, başkalarını kendine tercih etmenin çok güzel bir
örneği sergilenmektedir. Cömertlik, insanın muhtaç
olmadığı şeyleri başkalarına vermesidir. Bu güzel hu-
Peygamber Efendimiz’in yoksul bir kimseyi
önce kendisinin ağırlamak istemesi ve bu maksatla
bütün hanımlarına ayrı ayrı haber göndermesi, onun
cömert ve fedakâr bir insan olduğunu göstermektedir.
Yoksulun ihtiyacını kendi imkânlarıyla gideremeyeceğini anlayan Rasûl-i Ekrem Efendimiz, o
zaman: “Bu gece bu şahsı kim
misafir etmek ister?” diye sordu.
Yoksulu misafir etmek isteyen
sahâbînin kim olduğu hadisimizden
anlaşılmıyor. Sahîh-i Müslim’de,
hadisten hemen sonra zikredilen rivâyette, bu sahâbînin Ebû Talha el-Ensârî olduğu belirtiliyor. Eğer öyleyse, hanımı da Enes İbni Mâlik’in annesi Ümmü
Süleym’dir. Fakat Ebû Talha zengin sahâbîlerden biriydi. Bu sebeple olayın kahramanı bir başka sahâbî
olmalıdır. Nitekim bazıları bu sahâbînin Sâbit İbni
Kays İbni Şemmâs, bazıları da Abdullah İbni Revâha
olduğunu söylemektedirler.
Peygamber Efendimiz’in evlerinde hiçbir
yiyeceğin olmaması, yoksul misafiri ağırlayan
sahâbînin evinde sadece çocukların yiyeceği kadar bir şey bulunması, o yıllarda müslümanlar arasında maddî imkânsızlığın ne kadar
Bilindiği gibi Ensar, Mekkeli müşriklerin zulmünden kaçan muhâcirlere evlerini açmışlar, onları kendilerine hep tercih etmişlerdir. Mallarını, mülklerini Mekke’de bırakıp
gelen kardeşlerinin her ihtiyacını karşılamaya çalışmışlardır.
Temmuz
5
yaygın olduğunu göstermektedir. İslâm fetihleri
başlayana kadar müslümanlar çok büyük sıkıntılar
çekmişlerdir.
Misafir ağırlamak ve onu memnun etmek bir
incelik, daha doğrusu bir sanattır. Gönül adamı olmayanlar bu sanatın inceliğini kavrayamaz. Her ikisi
de sahâbî olan bu misafirperver karı koca, misafirlerine her şeyi olduğu gibi söyleyebilirlerdi. “Kusura bakma, evimizde sadece bir kişilik yiyecek
var. Onu da sana ikram ediyoruz” diyebilirlerdi. Şayet böyle yapsalardı misafirin yediği lokmalar
boğazına dizilecekti. Başkasının nafakasını yemenin
tedirginliğiyle huzuru kaçacaktı. Elbette bundan Yüce
Allah da hoşnut olmayacaktı. Ertesi gün Efendimizin:
“Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan dolayı
Yüce Allah sizden hoşnut oldu” diye onları kutlaması da gösteriyor ki, misafiri memnun etmek için
yapılan o davranışlar birer gösteriş değil, samimiyetin
ve ihlâsın tâ kendisidir.
Bu Hadisin diğer bazı rivâyetlerinde bu olay üzerine şu âyet-i kerîmenin nâzil olduğu belirtilmektedir:
“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve
gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler,
kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık
hissetmezler. Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Kimler nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar
kurtuluşa erenlerdir.” (Kurân-ı Kerîm, Haşr sûresi, 59/9.
Bilindiği gibi Ensar, Mekkeli müşriklerin
zulmünden kaçan muhâcirlere evlerini açmışlar, onları kendilerine hep tercih etmişlerdir.
Mallarını, mülklerini Mekke’de bırakıp gelen kardeşlerinin her ihtiyacını karşılamaya çalışmışlardır. Ganimetlerden onlara fazla pay verilmesine gücenmemişlerdir. Âyet-i kerîme de onların bu güzel vasıfları
dile getirilmektedir.
Yüce Allah, îsâr vasfı ile muttasıf bu güzel kullarının yaptıklarını ve onların mükâfatını bir başka
âyet-i kerîmede şöyle anlatır: “Kendileri istekli oldukları halde yemeklerini yoksula, öksüze ve
esire verirler ve onlara: ‘Bunu size Allah rızâsı
için yediriyoruz. Sizden karşılık ve teşekkür
beklemiyoruz. Biz Rabbimizin sert, belâlı bir
gününden korkarız’, derler. Allah da onları o
günün fenalığından korur. Yüzlerine parlaklık,
gönüllerine sevinç verir.” (Kurân-ı Kerîm, Dehr
(İnsan) sûresi, 76/8-11)
Bu âyet-i kerîmelerde, Allah Teâlâ’nın “ebrâr”
yâni iyi insanlar diye bahsettiği bazı mü’minlerin
birtakım özellikleri sayılmaktadır. Bu kimseler, sahip
oldukları bazı şeylere ihtiyaçları bulunduğu, onları ellerinde tutmaya istek ve arzuları olduğu halde, daha
muhtaçları görünce kendi ihtiyaçlarını unutan ve başkalarını kendilerine tercih eden mü’minlerdir.
Muhtaçlar arasında miskin, yetim ve esirin sayılması da dikkat çekicidir. Zira miskin kendini geçindiremeyen adamdır. Yetim, geçimini sağlayacak
kimseyi kaybettiği gibi, kendisi de geçinmekten âciz olan kimsedir. Esir de -ister mü’min
ister kâfir olsun- hürriyetini kaybeden ve başkalarının himâyesine ihtiyacı olan biridir.
İşte bunlara kol kanat germeleri sebebiyle Cenâb-ı
Hakk’ın ikrâmına nâil olacak kimseler, yapacakları
yardımı, bir karşılık, hatta bir teşekkür beklemeden
yapacaklardır.
Îsârın en güzel örneklerinden biri de Yermük
savaşında son nefesini vermek üzere olan yaralı bazı
müslümanların, susuzluktan dudakları çatladığı halde,
suya daha fazla ihtiyacı olan kardeşlerini kendilerine
nasıl tercih ettikleridir. Yermük savaşı, Suriye bölgesinde Bizans hâkimiyetini sona erdiren ve
Müslümanların bölgeye hâkim olmasını sağlayan bir savaştır. Hz. Ömer’in devlet başkanlığı
zamanında 15/636 yılının Ağustos ayında, İslâm ordusu ile Bizans ordusu arasında cereyan
Îsârın en güzel örneklerinden biri de Yermük savaşında son nefesini vermek üzere
olan yaralı bazı müslümanların, susuzluktan dudakları çatladığı halde, suya daha fazla
ihtiyacı olan kardeşlerini kendilerine nasıl tercih ettikleridir.
6
Temmuz
eden bu savaşı Yüce Allah’ın bir lütfu olarak
Müslümanlar kazanmıştır. Başında Hâlid b. Velid ve Ebû Ubeyde İbnu’l-Cerrah gibi komutanların
bulunduğu İslâm ordusunun yirmi beş bin, Bizans ordusunun da yüz bin (bazı tarihçilere göre iki yüz bin)
askerinin olduğu bu çetin ve zorlu savaşı kazanan
mücâhidlerin, gâzilerin, ve şehidlerin karşılarındaki
düşmandan önce en büyük düşmanları olan nefislerini nasıl yendiklerini görelim şimdi de.
“Hâris b. Hişâm, İkrime b. Ebî Cehil ve
Ayyâş b. Rebîa, Yermûk savaşında ağır yara aldılar. Öylesine ağır yaralıydılar ki, yerlerinden kıpırdayamıyorlardı. Ağır yaralı olan bu mücâhidlerin üçü de susuzluktan yanıyorlardı. Hâris b.
Hişâm, içmek için su istedi. Yaralılara su dağıtan
birisi tarafından kendisine su uzatıldı. Tam suyu
içeceği zaman İkrime’nin kendisine baktığını gördü. “Ben içmem, suyu İkrime’ye verin!”
dedi. İkrime su kabını alınca, Ayyâş’ın kendisine baktığını gördü ve o da “Ben içmem, suyu
Ayyâş’a verin!” dedi ve elindeki su kabını arkadaşına gönderdi. Su kendisine ulaşmadan Ayyâş,
ruhunu teslim etti. Sucu, diğer ikisine koştuysa da yetişemedi; çünkü onlar, Ayyâş’tan önce
ruhlarını teslim etmiş ve şehâdet şerbetini içmişlerdi.” (Hâkim, el-Müstedrek, III, 242; Müttakî
el-Hindî, Kenzü’l-ummâl, V, 310)
Mehmed Âkif Ersoy, bu olayı Safahât’ta, yedinci kitapta “Vahdet” başlıklı manzûmede kendi üslûbu ile ne güzel anlatır.
Huzeyfetü’l-Adevî der ki:
Huzeyfetü›l-Adevî der ki:
“Harb-i Yermûk’ün ,
“Harb-i Yermûk’ün,
Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün.
Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün.
İkindi üstü biraz gevşeyince, sanki, kıtâl,
İkindi üstü biraz gevşeyince, sanki, kıtâl,
Silâhı attım elimden, su yüklenip derhâl,
Silâhı attım elimden, su yüklenip derhâl,
Mücâhidîn arasından açıldım imdâda,
Mücâhidîn arasından açıldım imdâda,
Ağır yarayla uzaklardan kalmış efrâda.
Ağır yarayla uzaklardan kalmış efrâda.
Ne ma’rekeydi ki, çepçevre, göğsü kandı yerin!
Ne ma›rekeydi ki, çepçevre, göğsü kandı yerin!
Hudâ’ya kalbini açmış, yatan bu gövdelerin,
Hudâ’ya kalbini açmış, yatan bu gövdelerin,
Şehîdi
çoksa
gâzîsi
mi yok?..
Derken,
Şehîdi
çoksa
da,da,
gâzîsi
hiç hiç
mi yok?..
Derken,
Derin
inleme
duydum...
Fakat,bu
buses
sesnerden?
nerden?
Derin
bir bir
inleme
duydum...
Fakat,
Sırayla
okşadığım
sîneler
bütün
bî-rûh...
Sırayla
okşadığım
sîneler
bütün
bî-rûh...
Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecrûh.
Temmuz
Meğerse
amcamın
oğluymuş
mecrûh.
Dedim:
“Biraz su
getirdim,inleyen
içer misin,
versem?”
Dedim:
“Biraz
su getirdim,
içer misin,
versem?”
Gözüyle
“Ver!”
demek isterken,
arkadan
bir elem,
Gözüyle
demek
isterken,
arkadan
bir elem,
Enîne“Ver!”
başladı.
Baktım:
Nigâh-ı
merhameti,
Enîne
başladı.
Baktım:
“Götür!”
deyip
banaNigâh-ı
îmâda merhameti,
ses gelen ciheti.
“Götür!”
deyip içmiyecek,
bana îmâdaboştu,
ses gelen
ciheti.
Ne yapsam
anladım
ibrâm;
Ne O
yapsam
içmiyecek,
boştu,
ibrâm;
yükselen
sese koştum
ki:anladım
Âs’ın oğlu
Hişâm.
O yükselen
koştum
ki: Âs›ın
oğlu
Hişâm.
Görüncesese
gölgemi
birden
kesildi
nevhaları;
Görünce
gölgemi
birdendönüp
kesildiduran
nevhaları;
Su istiyordu
garîbin
nazarı.
Su İçirmek
istiyorduüzre
garîbin
dönüp
duran
nazarı.
eğildim, üçüncü bir kısa “ah!”
İçirmek
üzre eğildim,
üçüncü
bir kısa «ah!»
Hırıltılarla
boşanmaz
mı karşıdan,
nâgâh!
Hırıltılarla
mı karşıdan,
nâgâh!
Hişâm’ıboşanmaz
gör ki: O hâlinde
kaşlarıyle
bana,
Hişâm›ı
ki: O hâlinde
bana,
“Ben gör
istemem,
hadi, gitkaşlarıyle
ver, diyordu,
haykırana.”
“Ben istemem, hadi, git ver, diyordu, haykırana.”
Epey zaman aradım âh eden o muhtazarı...
Epey zaman aradım âh eden o muhtazarı...
Yetiştim,
kavuşmuştu
Hakk’a
nazarı!
Yetiştim,
oh,oh,
kavuşmuştu
Hakk›a
sonson
nazarı!
Hişâm’ı
bulaydım,
dedim,
hemen
döndüm:
Hişâm›ı
bâribâri
bulaydım,
dedim,
hemen
döndüm:
Meğer
şikârına
benden
çabuk
yetişmiş
ölüm!
Meğer
şikârına
benden
çabuk
yetişmiş
ölüm!
Demek
amcamın
oğlundavardı,
vardı,varsa,
varsa,ümid...
ümid...
Demek
bir bir
amcamın
oğlunda
Koşup
hizâsına
geldim:
O kahraman
şehid.
Koşup
hizâsına
geldim:
O kahraman
da da
şehid.
« “
***
Şark›ın
ki mefâhir
dolu,
mâzî-i
kemâli,
Şark’ın
ki mefâhir
dolu,
mâzî-i
kemâli,
Yâ Yâ
Rab,
ne onulmaz
yaradır
şimdiki
hâli!hâli!
Rab,
ne onulmaz
yaradır
şimdiki
Şîrâzesi
kopmuş
gibi,gibi,
manzûme-î
îman,
Şîrâzesi
kopmuş
manzûme-î
îman,
Yaprakları
yırtık
sürünür
yerde,
perîşan.
Yaprakları yırtık sürünür yerde, perîşan.
“Vahdet”
mi şiârıydı?
Görün
şimdi
gelin
de:de:
“Vahdet”
mi şiârıydı?
Görün
şimdi
gelin
Her parçası bir mel›abe eyyâmın elinde!
Her parçası bir mel’abe eyyâmın elinde!
Târihinde mev›ûd-i ezelken «ebediyyet›;
Târihinde mev’ûd-i ezelken “ebediyyet’;
Ey, tefrika zehriyle şaşırmış giden, ümmet!
Ey, tefrika zehriyle şaşırmış giden, ümmet!
Nisyâna çıkan yolda mı kaldın güm-râh?
Nisyâna çıkan yolda mı kaldın güm-râh?
Lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâh!
Lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâh!
Yukarıdaki âyet-i kerimeleri, hadis-i şerifleri,
sahâbe-i kirâm efendilerimizin hâtıralarını ve Safahat’taki şiiri okuyan bizler de Mübârek Ramazan
ayı boyunca yaptığımız yardımları bayramda
îsâr derecesine çıkaracak ve çevremizdeki
bütün muhtaçların ihtiyaçlarını gidereceğiz,
inşâallah. Bayramın tadını onlara da tattıracağız. Ülkemize sığınan mültecilerin, yetimlerin, yoksulların, hastaların, darda kalmış
olanların ve ihtiyaç sahibi olanların imdâdına
yetişeceğiz. Cennete ve Rabbimizin rızâsına
işte bu şekilde ulaşırız. Yukarıdaki sahneleri
okuyup göz yaşı dökmekle değil.t
7
Bayramlar ve Kazanımlarımız
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
A
ünleri
g
e
c
n
e
eğl
af
un ve
y
o
ma ve
h
n
a
l
a
l
ş
Al
ı
ğ
ba
i.
şükür,
ğiştird
,
e
r
i
d
k
i
e
l
z
ni
gün
aybu iki
n
a
l
o
a üç b
i
r
d
e
a
l
y
n
n
ü
g
dü
n
er için
r e di le
l
a
n
r
i
k
e
m
t
fta
Mü
Her ha
:
r
ı
krar et
d
e
r
t
a
l
v
ı
y
er
ram
aamı, h
r
y
a
; Ram
b
m
a
a
r
m
y
u
C
ba
len iki
e
rı.
g
n
i
z
ramla
y
a
B
meksi
n
Kurba
zan ve
8
llah Teâlâ, Müslümanlara sevinç ve mutluluklarını artırmaları, birlik ve beraberliklerini pekiştirmeleri için bayramları bahşetmiştir. Nasıl insanların hayatlarında doğum günü,
evlilik yıl dönümü vs. gibi önemli günler varsa,
toplumlar için de önemli günler vardır. Şüphesiz
bu önemli günler farklı adlar altında her toplumda
vardır. İslâm toplumunda birlik beraberlik ve paylaşımın simgesi ve inananlar için değer ifade eden
Ramazan ve Kurban bayramları vardır.
Rasûlüllah (s.a.v.), Medine’ye geldiğinde Medinelileri Cahiliye döneminden kalma iki bayram
kutlarken gördü. Onlara: “Allah Tebârake ve
Teâlâ bu iki gününüzü bunlardan daha hayırlı iki günle değiştirdi. Bunlar: Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı” buyurdu.1
Allah oyun ve eğlence günlerini zikir, şükür,
bağışlanma ve af günleri olan bu iki günle değiştirdi. Müminler için dünyada üç bayram vardır: Her hafta tekrar edilen Cuma bayramı, her
Temmuz
yıl tekrar etmeksizin gelen iki bayram; Ramazan ve
Kurban Bayramları.
Bayram Beraber
Bayramların insanlar arasında birlik beraberliği, kardeşliği, yardımlaşmayı artırdığı
muhakkaktır. Bayramları bir vesile bilerek bol bol
akraba ziyaretleri yapılmalıdır. Son zamanların modası olan bayramları bir fırsat bilerek tatil beldelerine
gitmek İslami olarak doğru olmasa gerek. Hiç olmasa
yılda iki defa aile büyüklerini ziyaret etmek ve onların gönüllerini almak gerekmektedir. Dargın olan
Müslümanlar barışmalı, büyükler ziyaret edilmeli ve
küçükler sevindirilmeli her yerde
bir bayram havası esmelidir. Müslüman nasıl beş vakit namazında son
tahıyyâtta başta kendisine, anne
babasına ve bütün Müslümanların
kurtuluşu için ettiği dua sözde kalmamalıdır. “Rabbim! Hesap kurulacağı gün beni, annemi babamı ve müminleri bağışla!”2
Hem varlığının sebebi olan anne
babası için dua edecek ve onlarla
dargın olacak! Veya da Müslüman
kardeşi için dua edecek, aynı Allah’a ve Peygambere inanacak
ve aynı kıbleye karşı aynı safta
namaz kılacak ve dargın olacak! Bunlar Müslümana yakışmayan davranışlardır ve dil ile söylenilenin kalp ile onaylanmadığının bir göstergesidir. “Birbirinizle ilginizi
kesmeyiniz, sırt dönmeyiniz, kin tutmayınız
ve haset etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları, kardeş
olunuz. Bir Müslümanın, din kardeşini üç günden fazla terkedip küs durması helâl değildir.”3
Müslüman eskilerin deyimiyle üç günlük dünyada geçici dünya menfaatleri için ebedi mutluluğunu bozacak
davranışlarda bulunamaz, en azından bulunmamalıdır.
“Müslüman elinden ve dilinden diğer insanların
zarar görmediği kişidir.”4 Bu gerçekleştiği zaman
belki de o zaman bayramların ümmete veriliş amacına
uygun hareket edilmiş olunur.
Yapılandır
Birlik beraberliğin bir simgesi olarak bayramlar insanların ve toplumların hayatında önemli roller
oynamaktadır. Bayramlar da beraber yapılınca daha
güzeldir. Nasıl üzüntüler paylaştıkça azaldığı gibi sevinçler de paylaşıldıkça artar. Özellikle Türkiye’de yaşadığı halde başka ülkelerdeki bazı guruplara göre hareket ederek oruca başlayan ve yine
onlara uyarak bayram yapan kimselerin olduğu bilinmektedir. Bu aynı
zamanda Müslümanlar arasındaki
kardeşlik duygusunun zayıflığını
da gösterir. Aynı aileden birisi oruç
tutarken bir başkası daha Ramazan
ayının başlamadığını söyleyerek
oruç tutmaması veya da birisi bayram ederken bir başkası oruç tutmaya devam etmesi gibi. Bu problem
ilk bakışta küçük gibi görünse de
hakikatte kardeşliği zedeleyen ve
ayrılık tohumlarını saçan işaretlerdir.
Bayramlar Müslümanlar arasında birliğin yeniden gözden
geçirilmesi için yılda iki defa
verilen fırsatlardır. Tabiinden Mesrûk b. el-Ecda’
(v. 63/683), yanında bir arkadaşıyla birlikte Arefe
Günü Âişe’nin (r.a.) yanına gelir. Âişe (r.a.) câriyesine: “Onlara kavut karıştır ve onu tatlandır; şayet oruçlu olmasaydım ondan ben de tadardım”
der. Mesrûk ve arkadaşı şöyle derler: “Ey Mü’minlerin annesi sen oruç mu tutuyorsun? Belki de
bugün Kurban Bayramı’dır?” Bunun üzerine Âişe
(r.a.) şöyle buyurur: “Kurban Bayramı; İmamın
(devlet başkanının) ve insanların çoğunun kurbanlarını kestiği gündür. Ramazan Bayramı;
İmamın (devlet başkanı) ve insanların çoğunun
oruç tutmadığı gündür.”5
Rasûlüllah (s.a.v.), Medine’ye geldiğinde Medinelileri Cahiliye döneminden kalma iki bayram kutlarken gördü. Onlara: “Allah Tebârake ve Teâlâ bu iki gününüzü bunlardan daha
hayırlı iki günle değiştirdi. Bunlar: Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı” buyurdu.
Temmuz
9
Tirmizî’nin Ebû Hüreyre’den rivâyet ettiğine
göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Oruç insanların oruç tuttuğu gündür. Ramazan Bayramı
insanların oruç tutmadığı gündür. Kurban Bayramı da insanların kurban kestiği gündür.”6
Yani bayram beraber yapılandır. Bunda da birliği yapacak bulunan ülkedeki otoritedir.
Yapılan İbadetinBir
Yıla Denk Olduğu Ay
Bayram günleri yeme içme günleridir. Ramazan orucunu topluca tutan Müslümanlara Allah Teâla
bayramı bir dinlenme zamanı olarak vermiştir. Hatta
İlmihâl kitapları Ramazan Bayramı’nın birinci günü
ve Kurban Bayramı’nın dört gününde oruç tutmanın
haram olduğunu yazar.
Farz namazlardan önce kılınan sünnetler o namaza dâhil ise Ramazan ayından önce ve sonra yani
Şabân ve Şevvâl aylarında tutulan oruçlar da Ramazan ayına dâhildir. Ramazandan sonra tutulması tavsiye edilen oruçla ilgili Ebû Eyyûb el-Ensârî’den rivâyet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kim ramazan orucunu tutar, peşinden
şevval ayında da altı gün oruç tutarsa bütün
seneyi oruçlu geçirmiş gibi olur.”7 Ramazanda
oruç tutmak ve akabinde Şevvâl ayında altı gün oruç
tutmak bütün bir yılı oruçlu geçirmeye denktir. Çünkü iyilik on misliyledir. “Kim iyi bir amel işlerse,
kendisine bunun on katı ecir vardır.”8 Sevbân
b. Bücdüd’den (v. 54/674) rivayet edildiğine göre
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ramazanda
oruç tutmak on aya denktir. Şevvâlde altı gün
oruç tutmak da iki aya denktir. Böylece bütün
yıl oruçlu geçirilmiş gibi olur.”9
Hadislerde, Ramazan ayından sonra Şevvâl
ayında oruç tutmak ve diğer zamanlarda da Pazartesi Perşembe10 veya her ayın belirli günlerinde11 yani
hicrî ayların 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tutmak
tavsiye edilmiştir.
Ramazanda kazanılan güzel hasletleri
yıl içine yaymak gerekmektedir. Bırakılan kötü
haslet ve alışkanlıklara tekrar dönmemek gerekir. Ra-
10
mazan da sabretmesini öğrendik ve hayatımızın her
anını kuşatmalıdır. Teravihler sayesinde özellikle
yatsı namazlarına gitmeyi alışkanlık haline getirdik ve bu güzel hasletler devam etmelidir.
İrademiz kuvvetlendi ve irade kuvveti her aşamada
hayatımızı kuşatmalıdır. Paylaşmayı öğrendik çünkü
Rasûlüllah (s.a.v.) orta ve işâret parmağını bir araya
getirerek “Kendi yetimini veya başkasına ait bir
yetimi himaye eden kimseyle ben, cennette
şöyle yan yana bulunacağız.”12 buyurdu. Diğer
ülkelerde sıkıntı içinde yaşayan Müslüman kardeşlerimizin durumuna bakarak ne kadar büyük nimetler
içinde olduğumuzu ve halimize ne kadar şükretsek az
olduğunu öğrendik. Çünkü, nimetlerin kıymeti bilinmediği zaman Allah’ın intikamının ağır olduğunun
bilinmesi gerektiğini Rabbimiz ilan etmektedir. “Eğer
şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim. Nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım
pek şiddetlidir.”13
Ramazan ayı nafile ibadet ve taatlerin
yoğun olarak yaşandığı bir aydır. Onları bir aya
veya belirli zaman dilimlerine tahsis etmek yerine; zaman dilimlerine yaymak daha uygundur. İbadetlerde daire şeklinde devam ederek, biri bitince hemen
yenisine başlamak gerekir. Tabiri caizse tatil yoktur.
Bununla ilgili Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Allah’a amellerin en sevimlisi biri bitince yenisine başlamaktır.”14
Selam ve dua ile…
-----------------------------------------------------------------------------------Kaynaklar
*Aksaray Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi.
1 Ebû Dâvûd, Salât, 245; Nesâî, Ideyn, 1; Ahmed b. Hanbel, III,
103, 178, 235, 250; Nesâî, Ideyn, 1. 2 İbrahim, 14/41. 3 Buhârî,
Edeb, 57, 62; Müslim, Birr 23; Ebû Dâvûd, Edeb, 47. 4 Buhârî,
İman, 3, Rekâık, 26; Müslim, İman, 65; Ebû Dâvûd, Cihâd, 2; Tirmizî,
İman, 12; Nesâî, İman, 9. 5 Abdürrezzâk, Musannef, IV, 157, (Hadis
no:731). 6 Tirmizî, Savm, 11. 7 Müslim, Sıyâm, 204; Ebû Dâvûd,
Savm, 58; Tirmizî, Savm, 53; Ahmed b. Hanbel, III, 308, 324,344. 8
En’âm, 6/160. 9 Ahmed b. Hanbel, V, 280. 10 Ebû Dâvûd, Savm,
60; İbn Mâce, Sıyâm, 42. 11 Müslim, Sıyâm, 181-182. 12 Buhârî,
Talâk, 25; Müslim, Zühd, 42. 13 İbrahim, 14/7. 14 Dârimî, Fedâilü’l-Kur’an, 33.
Temmuz
Murat TÜRKER
Şefkat Tokadı, Eleştiriye Değil,
Özeleştiriye Yol Açmalı
Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar’da, “şefkat tokadı” diye bir kavramdan söz eder.
Kastı, Cenâb-ı Hakk’ın (cc), kötü bir iş yapan kuluna, aynı kötü güzergâhta daha
fazla ilerleyip kendisini hepten helâk etmesinin önüne geçecek küçük ikazlarda
bulunmasıdır. Bu, Rabbimizin kul üzerindeki rahmetinin bir tecellisidir.
Kul, bir yanlışa adım atar, Allah (cc), onu uyaracak küçük bir musibet vererek kulun aklını başına getirir ve bu sayede kul hatasını anlar, yanlışından döner.
Bediüzzaman’ın kavrama yüklediği anlam budur ve ilgili risalede, faillerinin izni dairesinde bu ihtarlara dair örnekler verir.
Dikkat etmemiz gereken husus, şefkat tokadı terkibinin yüklendiği mânânın, yanlışa
düşen kula bahşedilen bir özeleştiri imkânıyla ilintili oluşudur. Kul, hata yapmış, bir şekilde
ikaz edilmiş ve bu tecrübe onda bir iç nedâmet sürecini tetiklemiştir.
İşin maksadı aşan tarafı ise, işbu şefkat tokadı vurgusunun, hata edip ikaza muhatap
olan ferdin iç dünyasıyla sınırlı kalmayıp, işin içine başka şahısların girmesi ve sürecin özeleştiriden çok bir eleştiri mekanizmasının dinamosu haline getirilmesidir.
Bu Din, dünyada salâh, âhirette felâh için gönderilmiştir. Hiç kimse bir takım
kavram ve olguları kullanarak, başkaları üzerinde mütehakkim bir dinî otorite tesisine kalkmamalı, kimse tabiri câizse manevî din polisliğine soyunmamalıdır.
“Şöyle yaparsan tokat yersin” veya “tokat yedin” gibi dinî sahada racon kesmeyi
andıran cümlelerle, elimizin altındaki insanlara istikamet kazandıracağımızı sanıyorsak, fena
halde yanılıyoruz. Bilakis bu tür adı konulmamış baskılar, kişilerin bilinçaltlarında ve iç dünyalarında onulmaz hasarlar meydana getirebilmektedir.
Her hareketinden şüphe eden, her zaman tedirgin, Cenâb-ı Hakk’ı sürekli kullarını
cezalandırmaya teşne bir varlık olarak mülâhaza eden bir benliğin, dünyada salâh bulması
epeyce zordur.
Şefkat tokadı terkibini hayatlarımızda işleteceksek, ki tekraren söyleyelim,
bu, kulun kendi iç dünyasıyla ilgili olan ve kendisinin de abartmaması gereken
bir olgudur, işi Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle irtibatlandırmalı, şahsî hayatlarımızın
dışına taşıyarak buradan yeni bir Demokles kılıcı türetmemeliyiz.
Temmuz
11
Bayramın Ruhu Kurtuluşumuzdur
Memduh ERGİN
“Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garîb âlem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu...
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
S
üleymaniye’de Bayram Sabahı. Bir kısmını aldığımız bu şiir, Yahya Kemal’in bayram
sabahını anlattığı çok güzel bir şiirdir. İstanbul’a âşık bir şairin bu şehrin en güzel eserinde, yani Süleymaniye Camisi’nde yaşadığı
duyguları dile getirdiği müthiş eser. İki güzelliği bir arada bulunca coşmuş şair. Biri İstanbul, diğeri bayram. Bu şehir başka bir şehir. Başka bir
havası, başka bir büyüsü var. Yahya Kemal’in dediği
gibi: “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre
değer.” İstanbul anlatılmaz, yaşanır. Hele bir de orda
bayram sabahına uyanmak, bayramı yaşamak. İstanbul’da bayram sabahını yaşamak herkese nasip
olmaz. Olanlarda inşallah kıymetini bilirler. Bilmek
derken öyle kuru kuru olmaz.
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya.
Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor.”
12
Etrafına bakarken her şeyi yeniden hissetmelisin. Tıpkı Yahya Kemal’in dediği gibi tarih olmalısın. Bugün insanlar akın akın camiye koşarken asırlar öncesiyle de bağlantı kurmalısın. Onların ruhlarını
hissetmelisin. Hisset ki bağlarımız kopmasın. Bugün
bizim eksikliğimiz değil midir? Geçmişimizle bağlarımızı koparmamız. Geçmişten aldığımız güzellikleri gelecek nesillere aktaramamamız.
Temmuz
Evet, İstanbul’da bayram sabahını yaşamak
güzel ama işte herkese nasip olmuyor ne yaparsın.
Olsun ne gam. İstanbul’da olmayabilir ama kendi
şehrimizde de bayram sabahına ulaşmanın tadı bir
başkadır. Çünkü herkesin şehri kendine güzel. Nerede olursa olsun bayramları bayram havasında
yaşamalı, hissetmeli ve özellikle de çocuklarımıza yaşatmalıyız.
Gözlerimizi yumalım ve bir an hayal edelim. Sabah erkenden kalkmışız, abdestimizi
almışız, varsa oğlumuzu yanımıza alıp camiye
gitmişiz. Başka zamanlarda bu kadar dolmayan camilerin kalabalığının tadını çıkarıyoruz.
Etrafı seyrediyoruz, uzun zamandan beridir görmediğimiz dostları kalabalıkların içinde arıyoruz. Tanıdık
bir yüz görünce gülümseyerek selam veriyoruz.
Namazdan çıkınca eşle dostla ayaküstü sohbetler edip bayramlaşıyoruz. Fırından çıkmış
sıcak ekmeği alıp eve dönmüşüz. Hanımın kızın seni kapıda karşılamış gülümseyerek.
İçeri girmişsiniz kahvaltı hazır. Oturmuyorsun
sofraya. Önce eşinle çocuklarınla bayramlaşıyorsun.
O sofraya bayramın verdiği huzurla oturmuşsun.
Gülerek, eğlenerek kahvaltı yapıyorsunuz. Şimdi
bayramlaşmanın en güzel anına gidiyoruz. Anne ve
babalarımızla bayramlaşmaya. İlk işimiz bu
olmalı. Onların yumuşacık ellerinden öpüp
yüzlerini güldürmek. Onların hayır dualarını
almak. Bayram bu işte. Issız evleri, şen şakrak gülüşlülerle bayram yerine çevirmek. Çocuk sesleri ile
evin içini doldurmak. Bugün gam yok, kasavet yok.
Bugün dertleri unutma ve unutturma günü.
Etrafımızda bu güzellikleri yaşayamayanlar varsa onlar unutulmamalı. Çocuğumuzu
alıp onların yanına gitmeli bayramlaşılmalıdır.
Bir insanı mutlu etmenin güzelliğini çocuklarımıza yaşatmalıyız. Onlar bunu görsünler ki bir
insanı mutlu etmenin ne kadar kıymetli bir şey olduğunu anlasınlar. Böylece insan olmanın tadına varsınlar. Çocuklarımıza büyüdüklerinde nerde o
eski bayramlar demenin hüznünü yaşatamazsak bunun sorumlusu bizleriz.
Bugün öyle kişiler var ki onlar asla unutulmasın.
Öksüzler yetimler hiç olmazsa bugün unutsunlar yetimliğini öksüzlüğünü. Herkes neşeyle bir
Temmuz
yana bir bu yana koşarken bir yerlerde köşelere
sinmiş yetimlerin açısını neşeye çeviremiyorsak bugün insanlığımızdan utanmalıyız.
İçinizden keşke, nerde o günler dediğinizi duyar
gibiyim. Evet bugün bayramlar bayram gibi yaşanmıyor. Her şeylerimiz gibi bayramlarımız bile yozlaşmaya başladı. Bizi biz yapan kalelerimizi bir bir kaybediyoruz. Değerlerimizin özünü yitiriyor. Yapmacıklık
ve şekilcilik özün yerini aldı. Gülüşlerimiz yapmacık,
sarılmalarımız menfaat olmuş. Selam versek acaba
ne isteyecek psikolojisindeyiz.
Zihinler darmadağın, duygular darmadağın.
Her şey dağınık. Bayram demek mutluluk demek,
kardeşlik demek. Ne yazık kardeşler birbirini boğazlıyor. Olmasını düşünmek bile kötü, ama korkarım
bayram günü bile namazda bir camide bombaların
patlaması bile mümkün. Ne acı değil mi? Birbirimize
sarılacağımız gün birbirimizin kanını istiyoruz.
Diyeceksin biz Müslümanlara zulüm ediyorlar.
Bizi kötü ve çirkin oyunlarla birbirimize düşürüyorlar. Doğrudur. Ama unutmayın bu ilk defa olmuyor.
Dünya var olduğundan bu yana iyi ile kötü mücadele
halindedir. Bizim çirkinlerden bir farkımız olmalıdır.
Bize zulüm edenlere zulümle karşılık vermeyeceğiz.
Onlar zulüm ettikçe bizler hak, adalet, sevgi diyeceğiz. Onları yenmenin yolu sevgidir. Bizler sevgiyi
büyüteceğiz. Sevgi emek ister, özveri ister, sabır ister. Sabredeceğiz. Sakın mücadele etmeyeceğiz demiyorum. Elbette onlara meydanı
boş bırakmayacağız.
Bizim mücadelemiz bayramın ruhuna uygun
olmalı. Kanın duracağı gün bayram ruhunu kavradığımız gündür. İslamiyet insana sevgiyi, saygıyı, merhameti, şefkati yani güzel olan şeyleri
öğretir, yaşatır. Bayramlar bu duyguların zirve
anıdır. Kötü ve çirkin olan her şeyin unutulduğu ve unutturulduğu güzel şeylerin hatırlanıldığı anlardır. Çirkin şeyleri unutalım ki mutlu
olmasını bilelim. Müslüman huzurlu insandır.
Tam anlamıyla yaşadığında akşam olup başını
yastığa koyduğunda huzurlu uyuyabilen kişidir. Evet, her şeyi değiştiremeyebiliriz. Önemli
olan bu yolda mücadele etmektir. Unutmayın
ki hepimiz bir seferdeyiz. Kutlu bir seferde.
13
İnsani Kalkınma Olarak
Ramazan Tecrübesi
Prof.Dr. Bilal SAMBUR
Yrd.Doç.Dr. Abdülkadir DEVELİ
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi-Ankara
R
lliği,
e
z
ö
i
z
erke
enın m
ı
y
a
n
ç ibad
za
u
r
a
O
m
.
a
r
R
ıdı
an
olmas
ı
y
a
artınd
ş
ç
ş
e
b
oru
el
’a
’ın tem
m
a
l
, Allah
s
i
İ
t
e
d
ti,
a
ib
i ve
. Oruç
r
i
d
i
ifemiz
r
z
i
a
b
v
k
lu
lik
an kul
l
o
ı
ş
kardeş
r
n
a
ka
l
o
e
rşı
e yerin
ığa ka
l
t
k
n
i
a
l
s
r
i
n
i
zu b
r.
ğumu
u
l
u
l
adetti
b
i
r
i
sorum
b
iğimiz
getird
14
amazan ayı, İslam medeniyetinde
özel bir ayı ifade etmektedir. Ramazan ayında insanlık, her açıdan kendisini yenilemektedir. Kişisel ve sosyal ilişkiler,
Ramazan ayında yeni bir maneviyat ve ahlakla
yeniden dizayn edilmektedir. Ramazan, insanın
kendisini bedensel ve ruhsal olarak yeniden
inşa ettiği bir dönemdir. Başka bir ifade ile her
ramazan ayı, yıllık restorasyon periyodudur.
Bu yıllık restorasyon periyodunun sosyo ekonomik
sonuçları da yadsınamaz düzeydedir.
Ramazan ayında restore edilen insanlıktır. Kişi Allah ve toplumla ve kâinatla olan ilişkisini yeniden bir değerlendirmeye tabi tutmaktadır.
Bu değerlendirme sonucunda kişi, ilişkilerinde aksayan ve yürümeyen farkına varmaktadır. İnsan,
Allah’a kul olmayı ve insanlarla kardeş olmayı yeniden bir farkındalık kazanmaktadır.
Başka bir ifade ile Ramazan ayında ilahi ve
Temmuz
insani olanı yeniden keşfetme tecrübesi gerçekleşmektedir. Kişinin ilahi ve insani olanı yeniden keşfetmesi takva dediğimiz insanın kendisin en
yüksek düzeyde gerçekleştirmesinin önünü açmaktadır. Ramazan ayı, insanın takva düzeyinde kendisini
gerçekleştirmesi için bir imkân sunmaktadır. Takva,
insanın her açıdan gelişimini, olgunlaşmasını
ve kalkınmasını ifade etmektedir. Kalkınmanın dindeki karşılığı takvadır.
ilişkilerini geliştirme yerine, birbirlerini yok
etmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Bugün kötülük kapıları sonuna kadar açık durumdadır. Kötülük kapılarının sonuna kadar açık olması, insani kalkınmayı engellemektedir. İnsani kalkınmanın
olmadığı yerde ekonomik kalkınmadan bahsetmek
imkânsızdır. İnsani çöküşe ve yok oluşa neden olmaktadır. İnsanın gerilemesi ve zayıflaması için bugün her
türlü yol açık bulunmaktadır.
Ramazan ayı, insanın hayat amacının farkına vardığı bir mevsimdir. Allah’a kulluk etmenin insanın var oluş gayesi
olduğunun kavranması insana
kendisine ve diğer varlıklara farklı
bir bakış açısıyla bakmasına neden
olmaktadır. İnsanın insana ve insan
yapımı şeylere kul olamayacağının
kavranması, insanı Allah’a kul olma
bilinci çerçevesinde kendisini geliştirmesinin imkanını sağlamaktadır.
Ramazan, insanı gerileten, zayıflatan ve
çürüten yolları kapama ayıdır. Ramazan, kötülüğe giden yolların kapatılması, insanı
iyiliğe ve refaha götüren imkânların
ve kanalların açılması için insanlığa
şu çağrıda bulunmaktadır: “Ramazan geldiğinde cennetin kapıları açılır, Cehennem’in kapıları
kapanır, Şeytanlar zincirlere
vurulur. Ey hayrı isteyen gel, ey
şerri isteyen defol” Cennet, insanın refahını, kalkınmışlığını, mutluluğunu, özgürlüğünü ve adilliğini
temsil etmektedir. Cehennem ise
geriliği, çürümüşlüğü, çatışmayı, ihtilafı, fitneyi ve sapkınlığı
ifade etmektedir. Dünya, bugün
tam bir cehennem yerine dönmüş
durumdadır. Dünyanın cehennem yeri olarak nitelenmesi, küresel düzeyde kötülük kapılarının her yerde
açık olduğunu göstermektedir. Şeytan, dünyayı bir
cehenneme dönüştürmek için küresel bir aktivason
içindedir. Ramazan, şeytanın küresel aktivasyonuna
karşı insanlığı Allah rızası için barışı, refahı ve adaleti gerçekleştirmeyi amaçlayan bir hayatı yaşamaya
davet etmektedir. Kalkınma için insanın hayır işlerine
yoğunlaşması, hayırda yarışması ve işbirliği yapması
gerekmektedir. İnsanı gerileten şey, insanın şer amaçlar için ayrılığa düşmesi ve birbirini yok etmesidir.
Kalkınma, insanı, eşyayı ve hayatı yeniden var etme,
geliştirme ve zenginleştirme faaliyetidir.
İnsan Allah’a karşı olan
kulluk ve kalkınma görevini
oruç ile yerine getirmekle sorumludur. Allah, orucu insanı geliştiren bir ibadet olarak insanlığa
farz kılmıştır. Kur’an, orucun insanlığın sorumlu tutulduğu evrensel ibadet gerçeğini şu
şekilde ifade etmektedir: “Ey iman edenler! Oruç
sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz” (Bakara/183). Oruç, insanı, yozlaşmadan, sapkınlıklardan, çürümeden ve günahlardan
koruyan büyük bir zırhtır.
Ramazan ayını idrak ettiğimiz bugünlerde İslam
ve insanlık dünyasının hayatı, cehalet, yoksulluk, zulüm, savaş, çatışma ve geri kalmışlıkla yok olmaktadır. Suriye, Libya, Irak ve Mısır bir ateş topuna
dönmüş durumdadır. Ramazan ayında insanlar, ibadetleriyle Allah’ın ipine sarılıp insani
Oruç, aynı zamanda insanlık ailesinin yaşadığı açlık ve fakirlik gibi zor şartları kendi hayatımızda direkt olarak yaşamamızı sağlamakta ve insanın halinden anlamamız
için kavrayışımızı derinleştirmektedir.
Temmuz
15
Ramazan ayının merkezi özelliği, oruç
ayı olmasıdır. Oruç ibadeti, İslam’ın temel beş
şartından biridir. Oruç ibadeti, Allah’a karşı
olan kulluk vazifemizi ve insanlığa karşı olan
kardeşlik sorumluluğumuzu birlikte yerine getirdiğimiz bir ibadettir. Oruç, Allah’a karşı kulluk
yükümlülüğümüzü içinde hiçbir iki yüzlülük olmadan yerine getirmemize imkân sağlamaktadır. Oruç,
aynı zamanda insanlık ailesinin yaşadığı açlık
ve fakirlik gibi zor şartları kendi hayatımızda
direkt olarak yaşamamızı sağlamakta ve insanın halinden anlamamız için kavrayışımızı
derinleştirmektedir. Allah’a kulluk ve insanlık durumu hakkında derin bir kavrayışın geliştirilmesi, aynı
zamanda kalkınmanın maddi ve manevi boyutlarıyla
ele alınması gereken topyekun insani bir kalkınma şeklinde yeni bir idrak düzeyine varma yolu bize sonuna
kadar açılmış olmaktadır. Ramazan ayı, her açıdan
bir insani kalkınma mevsimi olduğu gibi, oruç
ibadeti de insanın bedensel, ruhsal, bireysel ve
sosyal kalkınmasını, gelişimini ve olgunlaşmasını amaçlayan bir kalkınma ibadetidir. Kalkınma ekonomisinden günümüzde çok söz edilmektedir.
Ancak kalkınma ibadetinden hiç söz edilmemektedir.
Kalkınma, sadece ekonomik bir olgu değildir. Kalkınma, ibadet, ahlak ve maneviyatla gerçekleşebilecek bir durumdur. Kalkınma iktisadı kadar kalkınma ibadetinin gündeme getirilmesi lazımdır.
Ekonomik kalkınmanın önünde maneviyat ve
ibadet engel değildir. Ramazan ve oruç olguları, ekonomik ve sosyal kalkınmanın manevi motorları ve dinamiklerdirler. Ramazan ve oruç, insanı şiddet,
çatışma, cehalet, fakirlik ve atalet kötülüklerine karşı uyarmakta, insanın işbirliği, çalışma
ve bilgiyle kendisini inşa etmesini gerekli kılmaktadır. Şiddetin, esaretin ve zulmün olduğu bir
yerde medeni, manevi ve kalkınan nitelikte bir insani
hayatı gelişmesi mümkün değildir. Medeni, manevi
ve gelişen bir hayat için barış, adalet ve özgürlük mutlaka var olmalıdır.
Ekonomik, teknolojik, bilimsel, felsefi, siyasal,
akademik, sanatsal alanlar dahil olmak üzere insan
hayatının hiçbir bölümünde kalkınma ve gelişmişlik
tepeden gerçekleştirilemez, dışarıdan dayatılamaz ve
zorla uygulanamaz. Kalkınma, bir mühendislik projesi değildir. Kalkınma, insan fıtratına uygun gerçekleşmelidir. Ramazan ve oruç, insanın fıtratını
tanıyarak ona uygun şekilde bireysel ve toplumsal gelişim yollarının keşfedilmesini insana öğretmektedir. Kalkınma, fıtratla başlamaktadır.
Ramazan ve oruç, kalkınma ve gelişmeyi insan fıtratı
üzerine temellendirerek, onun insana dayatılan zoraki
bir mühendislik projesi olarak bir zulüm ve baskı aracına dönüşmesinin önünü kapatmaktadır.
Oruç ve ramazan olguları bize gelişmişlik ve
geri kalmışlık kavramlarını nasıl anlamamız gerektiği konusunda da yol göstermektedir. Oruç ve
ramazanın özünü, maddi varlığımızı manevi
boyutumuzla ve aşkın hakikatle nasıl ilişkilendirdiğimiz oluşturmaktadır. Maddi olanı manevi olanla, insani ilahi olanla güçlü bir şekilde ilişkilendirebilecek bir bilinç ve takva düzeyine vardıysak
bu ruhen ve entelektüel açıdan olgunlaştığımızı göstermektedir. Maddi ve manevi olan, insani ve ilahi
olanı birbiriyle ilişkilendiremiyorsak ve aradaki bağlantıyı kuracak bir zihinsel farkında lığa ulaşamama
durumu, bir geri kalmışlık ve yerinde sayma haline
tekabül etmektedir. Kalkınma, madde ve mana arasında ilişkiyi kuracak ruhsal ve zihinsel seviye iken,
Oruç ibadeti sayesinde şehevi, maddi ve bedensel ihtiyaçlarımızı kontrol altında tutmayı öğrendiğimiz gibi tüketimin ve maddiyatın kölesi olmaya direniyoruz.
16
Temmuz
geri kalmışlık ise madde ve mana arasındaki ilişkiyi
kurmaktan gafil olma halidir.
Bahsi geçtiği gibi kalkınma büyümeden farklı
olarak ayrıca toplumun iyiliğini de tanımlamaktadır.
Ramazan ayı ile birlikte artan ekonomik aktiviteler dışında insanın kendini kulluk bilinci doğrultusunda yeniden inşa etme çabası toplumsal olarak daha yüksek
normlara ulaşmasını sağlamaktadır. Böylece takva
düzeyinin artmasıyla birlikte kalkınmada sağlanmaktadır. Çünkü takva, insanın her açıdan gelişimini, olgunlaşmasını ve dolayısıyla kalkınmasını
ifade etmektedir.
Ekonomik kalkınma toplumun refahını, büyüme ve piyasanın genişlemesini tarif etmektedir. Ekonomik kalkınma ekonominin genişlemesinin yanında
refah düzeyini de kapsadığından kapsamı büyümeden farklıdır. Büyüme sadece üretim faktörlerinde ki
artışın üretim hacmine yansımasıdır. Dolayısıyla büyüme bize kendi başına insani gelişmişliği yansıtmaz.
Ramazan ile birlikte oluşan sosyalleşme, toplumu
Öte yandan, oruç ve Ramazan, insanı sosyal,
birbirine kenetleyen aktiviteler aynı zamanda ekonobireysel, ekonomik, kültürel ve manevi açılardan kalmik sonuçlar da doğurmaktadır. Bu dönemde sahur,
kındırmayı amaçlayan manevi uygulamalardır. Maiftar, zekât ve fitre gibi ibadetler insanlanevi kalkınma stratejisinin reel politiği
rı farklı dönemlere göre daha aktif
oruç ve Ramazandır. İslam’ın Rakılmaktadır. Hulasa, iftar davetleri
mazan ve oruç pratiği, insanı ve
piyasaları olumlu yönde etkilerken,
Oruç ibadeti sayehayatı inşa etmektedir. Maddiyazekâtın ramazan ayında verilme alıştı ve maneviyatı, uhrevi ve dünyevi
sinde şehevi, maddi
kanlığı ve tercihi yardımlaşmayı ve
olanı, bireysel ve toplumsal olanı,
dayanışmayı artırmaktadır. Bu ayda
ve bedensel ihtiyaçlabilim ve dini, akıl ve vahyi birlikte
kendini yeni bir maneviyat ve ahlak
kapsayan İslam’ın ibadet anlayışının
rımızı kontrol altında
ile dizayn etme çabasında bulunan
medeniyet inşa etmesinin arkasıntutmayı öğrendiğimiz
insan verdiği zekâtla muhtaç olan
daki temel anlayış İslam’ın bütünkesimin gelirini artırmaktadır. Zekât
cülülüğüdür. İslam’da medeniyeti
gibi tüketimin ve madkarşılıksız yapılan bir yardımdoğuran kaynak ibadettir. Ramazan
diyatın kölesi olmaya
dır. Ekonomiye giren bu gelir,
medeniyeti dediğimiz olgunun artüketimi ve refah düzeyini direk
direniyoruz.
kasında oruç ibadeti vardır. İbadet,
ilgilendirmektedir. Fitre uygulainsanı insanlığa yabancılaştıran
masını da bu kapsama alabiliher türlü vahşetten, kötülükten,
riz. Dolayısıyla Ramazan ayı ekonosapkınlıktan ve şerden uzak tutmik olarak bazı kesimlerde gelir artışına yol açmakta mayı amaçlamaktadır. Başka bir ifade ile ibadet,
tüketim ve dolayısıyla üretim artmaktadır. Dayanış- insanı medeniyetle bütünleştirirken vahşetten uzakma ve sosyalleşme bu ayda çok yoğun olmaktadır. laştırmaktadır. İnsanı medeni, kâmil ve kalkınan
Sosyalleşme ile ekonomi hayat bulmaktadır. Üretim şey, Allah’a kul olmamızı sağlayan sahih ibadetlerdir. Oruç ibadeti sayesinde şehevi, madgerçekleşmektedir ve büyüme gerçekleşmektedir.
di ve bedensel ihtiyaçlarımızı kontrol altında
tutmayı öğrendiğimiz gibi tüketimin ve maddiyatın kölesi olmaya direniyoruz. Tüketmek yerine üretmenin, atalet yerine çalışmanın insanın özelliği
olduğunu anlıyoruz. Oruç ile iktisatta bulunmayı, az
tüketmek ile toplumda yoksulları anlamayı ve zekât
ve fitreyle yoksullara gelir sağlayarak toplumsal yozlaşmayı önlüyoruz. Oruç toplumun iyileşmesini ve
gelişmesini sağlıyor. Oruç tüketim köleliği dediğimiz
materyalizme kul olma yerine insanın, Allah’a kulluk
bilinciyle kalkınmaya, gelişmeye, üretmeye, çalışmaya, yardımlaşmaya yönelmesi, insanı hem bu dünyada hem ebedi alemde mutlu ve müreffeh bir hayatı
kazanmasına vesile olmaktadır.
Temmuz
17
Dr. İhsan ŞENOCAK
Kur’an Müdafaası
Ümmet Kur’an-ı Kerim’e hem bugünün
hem de yarının sorunlarını çözen bir kitap
olarak baktı. Her şeyi önce onda aradı. Okunduğu
mekanlarda abdestsiz dolaşmadı. Bir hafız bir
meclise girdiğinde yaşına bakmadan Kur’an-ı
Kerim’e ihtiramdan hazirun ayağa kalkardı.
Dedeler, hafız torunları önünde yürümekten haya
ederdi. Namaz sonlarında hafızlar müezzinlikte
Kur’an-ı Kerîm okurken, “sırtımız Allah’ın
ayetlerine doğru olmasın.” diye yaşlılar bir
yönlerini kıbleye, diğer yönlerini ise hafıza karşı
duracak şekilde otururdu. Onu okumaya muhatap
olanları tebrik, okuyacakları da teşvik etmek
için yapılan “hatim merasimleri” ne köyden,
kasabadan, kentten insanlar akın eder, “ihtifal-i
Kur’an”lar şehrayine dönerdi.
Harf ve Mana
Her alim Kur’an-ı Kerîm’i ayrı bir cihetten
incelerdi. Nahiv onu anlamak, belağat onun
güzelliklerini ortaya çıkarmak, usûl “ahkam-ı
fıkhıyye”yi murad-ı ilahi çerçevesinde istinbat
etmek için telif edilmişti. Boşanan aynı zamanda
da çocuğunu emziren kadınların nafakasının örfe
uygun bir şekilde babaya ait olduğunu bildiren
(Bakara: 233) ayet-i kerimenin “ibaresi”nden
annenin nafakasının babaya ait olduğu, “‫ ”اﳌﻮﻟﻮد ﻟﻪ‬deki
ihtisas ifade eden “‫ ”ل‬harfinden de, çocuğun babaya
mülkiyet bakımından değil nesep yoluyla ait olduğu
ve bunun “nassın işareti”nden anlaşıldığı söylendi
(bk. İbn Kutluboğa, Şerh-u Muhtasari’l-Menar, 99).
Müfessirler, usulcüler, fakihler Allah kelamı
olan Kur’an’ın harflerine de, hayatlarına dair
hükümler çıkarılacak esaslar olarak baktı.
Kelimat-ı Kur’an gibi, huruf-u Kur’an da inşaya,
inkişafa vasıta oldu. Bazen bir müçtehit tek bir
ayete takılıp sabaha kadar ondan pekçok
hüküm çıkardı. Tefsirlerde, kıraat ederken nerede
durmak gerektiğine, vakıfta, vasılda mananın nasıl
olduğuna işaret edildi(bk. Nesefî, Medârik, II, 654).
Muhteva itibariyle, ‫ـني‬
ِ ْ ‫ﺗ َﻨﺰِﻳـ ٌـﻞ ﱢﻣ ـ ْﻦ َﺣ ِﻜﻴــﻢٍ َﺣ ِﻤﻴـ ٍـﺪ َﻻ ﻳَﺄْﺗِﻴ ـ ِﻪ اﻟْ َﺒ ِﺎﻃـ ُـﻞ ِﻣــﻦ ﺑَـ‬
‫“ ﻳَ َﺪﻳْـ ِﻪ َو َﻻ ِﻣـ ْﻦ َﺧﻠْ ِﻔـ ِﻪ‬Ona önünden de ardından da batıl
gelemez. O, hikmet sahibi çok övülen Allah’tan
18
indirilmiştir.”(Fussilet, 42) kıymetinde olması onu
hem bütün kitaplardan ayırdı, hem de rasih alimler
gözünde hiçbir kitaba nasip olmayacak derecede
büyüttü. Okunmasına ihtifalle başlandı, ezberlenmesi,
tefsiri, yaşanması şehr-i ayin tadında oldu.
Ondört Asırdır
Kapanmayan Ofis: Kur’an
Düşmanları “Ar-ge”si
Kur’an-ı Kerim’in ümmet için rükn-u şedîd
olması, onun sarsılmasıyla İslam binasının çökeceğinin
vehmedilmesi saldırıların öncelikle ona yönelmesine
yol açtı. “Kur’an muarızları” yeryüzünün en uzun
ömürlü “ar-ge”si olarak çalıştı. Bir proje elinde
kalınca, diğerine sarıldı. 14 asırdır aynı kuruntuyla “Bu
olmazsa, diğeri olur.” diyerek yeni iftiralar üretti.
Kur’an-ı Kerim’in talimatları, BM’ye ait bir karar
gibi küresel güçlerin müeyyidesi ile değil, yüreklerin
inkıyadıyla intişar etti. Sonra da her dönemin hakim
güçleriyle hesaplaştı. Cahiliyye’den hesaplaşarak
çıktı Kur’an. Diliyle “uydurma” diyenler, yürekleriyle
ona iman etti. Hz. Ömer gibi muhalifleri gizli gizli Allah
Rasulü’nün Kur’an okuyuşunu dinledi. “Madem
insan sözü olduğunu iddia ediyorsunuz
benzerini, o olmazsa on suresinin, o da
olmazsa bir suresinin mislini getirin !” diye
meydan okudu Kur’an. Şairler sustu, Mekke sustu.
Müşrikler her sessizliğin ardında bir fırtına koparmak
istedi, yeni bir umutla Allah’tan başka nisbeler
arandı, bir mekr tutmayınca diğerine tevessül edildi,
kalem ve kelam kifayet etmeyince kılıçlar kuşandı,
Kur’an’ı susturmak için savaştı Mekke. Savaştı ve
kaybetti. Bütün bunlar olurken diğer cepheden
Kur’an’ın yüreklere başlattığı yürüyüş devam etti.
Gün geldi, kalbiyle teslim olup, diliyle direnenler de
onun karşısında diz çöküp iman etti.
Hiçbir asır ne Ebu Cehilsiz ne de cahiliyyesiz
kaldı. Farklı zamanlarda, farklı içeriklerde Kur’an’a
saldırlar hep devam etti. İbn Kuteybe (v. 276) “Te’vil-u
Müşkili’l-Kur’an”ı, Bâkillani, (v. 403) “İ’cazu’l-
Temmuz
Kur’an”ı, Kadı Abdulcebbar (v. 415) Tenzihu’lKur’an ani’l-Metain’i Ebu Cehil saldırılarını bertaraf
etmek için yazdı. Her biri zındıkların saldırılara karşı
Kur’an müdafaası yaptı. Zemahşeri, Razi, Beydavi,
Nesefi’nin nahvi tahlillere sıklıkla yer vermesi, İ’rabu’lKur’an’la alakalı telif edilen eserler de ‫أَﻓَــﻼَ ﻳَﺘَ َﺪﺑﱠــ ُﺮو َن اﻟْﻘُــ ْﺮآ َن‬
ِ ْ ‫“ َوﻟَـ ْﻮ ﻛَﺎ َن ِﻣـ ْﻦ ِﻋﻨـ ِـﺪ َﻏـ‬Eğer o Kur’an,
ً ‫ـري اﻟﻠّـ ِﻪ ﻟَ َﻮ َﺟـﺪُوا ْ ِﻓﻴـ ِﻪ ا ْﺧ ِﺘﻼَﻓـﺎً ﻛَ ِﺜـريا‬
Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı
onda birçok tutarsızlıklar bulurlardı.” (Nisa:82)
ayetini tasdik sürecinde kaleme alındı. Ne var ki
Kur’an’a saldırılar durmadı ya yeni yeni şüpheler
üretildi ya da eski marazlar arşivden çıkarıldı. Geçen
asırda Batı Müslümanlar karşısında siyasi, iktisadi
bir zafer kazanmasına rağmen iman cephesinde
mücadeleyi kaybetti. On üç asırlık mücadelede
Nasranilik tevhid dini İslam karşısında büyük bir
hezimet yaşadı. Rahbaniliği savunan kilise, rabbanilik
diyen, “din ve dünya”yı bir bütün gören İslam’a
Anadolu dahil pek çok dindaşının yaşadığı bölgeleri
bırakmak zorunda kaldı. Batı böyle bir dinle siyaseten
istila ettiği bölgelerde insanları İslam’dan koparıp,
Hristiyanlaştıramayacağını bizzat gördü. Oryantalizm
Kur’an-ı Kerim ve İslam etrafında şüpheler oluşturarak
Müslümanların tesanüdünü, Kur’an’a ittibalarını
koparmaya çalıştı.
Kur’an Etrafında
Oluşturulan Şüpheler
Kilise, defalarca tahrif ettiği İncil’i, insanların
İslam’a geçişini engelleyebilmek, “Dinse aradığınız,
bizde de var.” diyebilmek, onları yanlışla oyalayıp,
doğrudan alıkoymak için kullandı. Hristiyanlığın
İslam hakkında ki sloganik ifadelerini/iftiralarını İslam
dünyasında yaymak için yeniden organize oldu.
Sömürü ve misyonerlikle yapamadığını, oryantalizm
üzerinden gerçekleştirmeye çalıştı. Özellikle Batı
kentlerinde lisans, yüksek lisans eğitimi gören
gençlere İslam’ı kendi penceresinden anlatarak yerli
oryantalizmin önünü açtı. İslam dünyasında Kur’an’ı
uydurma, sahabeyi barbar, Müslümanları vahşi bir
uygarlığın çocukları olarak gören bir güruh oluşturdu.
Oryantalistler, ibare ve ifadesinde tekrar,
geçmiş zaman fiili yerinde gelecek zaman kipi
kullanma, müfred yerinde “cem”i, müennes/dişil
yerinde müzekker isim zikretme gibi hatalar(!) içeren
Kur’an’ın ilahi olmasının iddiadan öte bir anlam
Temmuz
taşımadığını söyledi. Bu nokta da pek çok oryantalist
Kur’an’ı Allah’tan başkasına nisbet eden, “Kur’an’ın
kaynakları”
üst
başlığında
toplanabilecek
eserler kaleme aldı (bk. Muhammed Hüseyin, elMusteşrikûn ve’d-Dirasatu’l-Kur’aniyye, s.120 ,118).
Tarihi süreç içerisindeki saldırılardan daha kapsamlı
olan oryantalist tahrif hareketleri muasır alimlerin
reddiyeleriyle tesirsiz hale getirildi.
“Ben de Sizdenim”
Konuşmaları
Batılılar işgalci kimliklerinden mütevellid
nefretten dolayı Müslümanlar üzerinde istenilen
anlamda tesir edemeyince, Müslümanlarla İslam
arasındaki irtibatsızlığı yerli oryantalizme havale etti.
Onlar da “Siyasi istikrarsızlığa son vermek,
ümmeti istiladan ve geri kalmışlıktan
kurtarmak, bilimsel çalışmaların önünü
açmak” gibi içerden bir dil kullanarak, hamasi
konuşmalar yaptı. Ne gariptir ki konumları ve
ameliyeleri gereği küresel istilanın devam ve
bekasına memur olanlar, millet huzurunda işgal
karşıtı konuşmalar yaptı, makaleler yazdı. Bu durum
tahrike yol açınca geri kalmışlığın bütün faturası
modernistleri reddeden Müslüman halka kesildi.
Millet, ifadelerin “halavetin”den kahramanın
hakikisiyle sahtesini bir birinden ayırt edemedi.
Öğrencilerin İmanını
Sarsan Bir İlahiyatçı:
Mustafa Öztürk
Oryantalizm’in Kur’an’la alakalı iftiralarını
aynısıyla tekrar eden, yer yer de bunu “kutsala
zerre kadar saygısı olan söyleyemez” diyeceğiniz
bir üslupla yapan maalesef ki Mustafa Öztürk gibi
ilahiyatçılar var. Belki de bunlardan daha vahim
olanı ise Öztürk’ün bu yazıları (ya da bir kısmını)
hakemli dergilerde yayınlamış olması. Buna
göre Türkiye’de “Kur’an uydurmadır.” diyen
oryantalist Rudi Paret’i destekleyen başka
akademisyenler de var demektir.
Öztürk’ün Kur’an’la alakalı kitaplarını
okuyan birkaç öğrenci imanlarının büyük bir
19
sarsıntı içerisinde olduğunu, eğer Öztürk’ün
iddia ettiği gibi Kur’an, Ahdi Atik’ten iktibas
edildiyse niçin aslıyla değil de kopyasıyla amel
etmeye teşvik edildiklerini sordu. Öğrencilerin
imanlarını sarsan Öztürk’ün biri, diğerinden iktibas
olan kitaplarındaki
“Kur’an’da
lahn/hata”
olduğunu iddia ettiği ifadeleri şu şekilde:
1.Öztürk›ün Kur’an’da
Hata Var İddiası
“Sırası gelmişken şunu da belirtelim ki
dil, üslup ve ifade düzeyindeki mükemmelliğe
atfen Kur’an’ın Arapça değil “Rabça” olduğuna
ilişkin popüler söylem de gerçeğe tekabül
etmemektedir. Çünkü Kur’an’da son derece beliğ
ifadeler mevcut olduğu gibi lahn (hata) tartışmasına
konu olan sorunlu ibareler de mevcuttur. Diğer bir
deyişle, Kur’an’da îcâz olduğu kadar ıtnâb, itâle ve
tatvîl de vardır. Azımsanamayacak ölçüde tekrarlar
vardır. Keza ayetlerin hecelerinde ses uyumu (seci/
nesir kafiyesi) sağlamak için, geçmiş zaman kalıbı
yerine şimdiki zaman kalıbı kullanmak, tekil yerine
çoğul, dişil yerine eril zamirler kullanmak, bazı özel
isimlerin özgün şeklini değiştirmek, kelimelerin
sonuna harf eklemek, harf düşürmek ve hatta
“üzerine çıktıkları/çıkacakları merdivenler’
şeklinde tercüme edilen ‫ َو َﻣ َﻌــﺎر َِج َﻋﻠَ ْﻴ َﻬــﺎ ﻳَﻈْ َﻬ ـ ُﺮو َن‬ve-meârice
aleyhâ yezharûn (43/Zuhruf 33) ibaresinde olduğu
gibi manaya katkısı bulunmadığı halde ayet
sonuna aleyhâ yezharûn (üzerine çıktıkları/
çıkacakları) şeklinde bir ibare eklemek gibi
hususiyetler de mevcuttur.” (Mustafa Öztürk,
Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, 16-15).
Biz bu yazıda Mustafa Öztürk’ün Kur’an’da –haşalahn/hata olarak nitelediği yukarıda ki hususlara birer
örnek vererek Müslümanların zihinlerinde oluşturulmaya
çalışılan şüpheleri izale etmeye çalışacağız.
Kur’an’da Gereksiz
İfade Var mı?
Kur’an’ın bir faydadan dolayı anlamı lafız
ziyadesiyle ifade etmesi, demek olan itnab,
Öztürk’ün iddia ettiği gibi bir hata değil, edebi
bir özelliktir. Eğer fazladan bir lafız kullanmak bir
20
amaca mebni değilse buna “tatvil/uzatma” denir
(Bekri Şeyh Emin, el-Belâğatu’l-Arabiyye, II, Beyrut,
184 ,2004). Faydanın çeşidine göre ise “ıtnab”
farklı kısımlara ayrılır. Bunlardan bir tanesi, has olan
ifadenin üstünlüğünü ifade edebilmek için “amm”
olan bir lafızdan sonra “hâs” ifade tekrar edilir. ‫ﺗ َ َﻨــ ﱠﺰ ُل‬
‫وح‬
ُ ‫“ اﻟْ َﻤ َﻼﺋِ َﻜـ ُﺔ َواﻟـ ﱡﺮ‬Melekler ve Ruh yere iner.” (Kadr: 4)
ayetinde tanımları aynı olan fertlerin tamamını içine
alan “amm” bir ifadeden sonra ‫“ اﻟْ َﻤ َﻼﺋِﻜَــﺔ‬el-Melaike”
yine bir melek olan Cebrail’in ‫وح‬
ُ ‫“ اﻟ ﱡﺮ‬er-Ruh”u şeklinde
ayrı bir kelimeyle gelmesi, ‫ ذﻛﺮ اﻟﺨﺎص ﺑﻌﺪ اﻟﻌﺎم‬/zikru’l-hassı
ba’de’l-amm” nevinden bir “ıtnab”tır ve Cebrail’in
diğer meleklere rüchaniyetini belirtmeye matuftur
(Itnab çeşitleri için bkz, el-Belağatu’l-Vadıha, 251).
Ne var ki Öztürk, Kur’an’ın “i’caz”ının bir hususiyeti
olan “ıtnab”ı Kur’an’daki hata ve sorunlu ibarelerden
biri olarak zikretmektedir.
Ashab-ı Kehf Ayetinde
Hata mı Var?!
Öztürk
de
oryantalistler
gibi
Kur’an’ı
itibarsızlaştırmak için onda, bir faydaya bağlı olmayan
uzatmaların olduğunu iddia etmektedir. Nitekim
oryantalistler Ashab-ı Kehf’in mağarada kalış süresini
kıymetlendiren
ً‫ــﻼثَ ِﻣﺌَــ ٍﺔ ِﺳــ ِﻨ َني َوا ْزدَادُوا ﺗِ ْﺴــﻌﺎ‬
َ َ ‫“ َوﻟَ ِﺒﺜُــﻮا ِﰲ ﻛَ ْﻬ ِﻔﻬِــ ْﻢ ﺛـ‬Onlar
mağaralarında üç yüz yıl kalmışlar ve dokuz
yılda buna ilave etmişlerdir.” (Kehf: 25)
mealindeki ayetin ‫ــﻼثَ ِﻣﺌَــ ٍﺔ ِﺳــ ِﻨ َني َوا ْزدَادُوا ﺗِ ْﺴــﻌﺎ‬
َ َ ‫ﺛـ‬
َ َ ‫ ﺛـ‬yerine َ‫ــﻼث‬
‫ ِﻣﺌَــ ٍﺔ وﺗﺴــﻊ ِﺳــ ِﻨ َني‬şeklinde olması gerektiğini ileri sürdüler.
Güneş takvimine göre bir yıl 365, kamerî takvime göre
ise 354 gündür. İkisi arasında 11 günlük bir zaman
farkı vardır. 33 yıllık bir güneş takviminden, kameri
takvime göre 1 tam yıllık fark ortaya çıkmakta, bu
durum üç yüzyıl üzerinden hesap edildiğinde ise iki
takvim arasında 9 yıllık bir farka tekabül etmektedir.
Buna göre Kur’an-ı Kerim üç yüz ve dokuz sayılarını
ayrı zikrederek birinci de şemsi takvime göre Ashab-ı
Kehf’in mağarada üç yüz yıl kaldığını söyleyen
Hristiyan kaynaklarına işaret etmekte, dokuz ilavesi
ile Arab’ın bildiği fakat Kur’an-ı Kerim’in nüzul
zamanında henüz yazılı olarak kullanılmayan kamerî
takvimi esas almakta, buna göre de mağarada kalış
üç yüz dokuz yıla denk düşmektedir(bkz İbn Âşûr, etTahrîr-u ve’t-Tenvîr, VII, 301).
Oryantalistlerin iftiralarını “hüccet” kabul eden
Öztürk’ün onların ağzıyla Kur’an’a yakıştırdığı hatalar
Temmuz
gerçekte ise okuma-yazma bilmeyen(A’raf: 8-157),
ne Tevrat’ı, ne de İncil’i görmeyen bir Peygamber’e
inen kitapta olması hasebiyle ilahi bir mucizedir.
Kur’an-ı Kerim’de
Tekrar
Öztürk, i’cazı ile Arab’ın en büyük ediplerini ilzam
eden Allah Kelamı etrafında şüpheler oluşturmak için,
Kur’an’daki tekrarları hata bağlamında zikrediyor.
Oysa Arap edebiyatına vakıf olanlar, hem
ayetlerin i’cazına hem de Kur’an’ın tertibine hayran
olur, bundan mahrum olanlar ise onda sadece
kelimeleri ve onların oluşturdukları suretleri görür.
Edebi ve dini gayeye mebni olarak zikredilen, bazen
cümle tamam olduktan sonra gelen ve verdiği mana
itibariyle de tekrar edilmemesi halinde ya manada ya
da ibarede bozukluk olacağını izhar eden tekrarların
hikmeti ancak Kur’ani bir zevke vakıf olan Rabbani
alimlerde ortaya çıkar. Bir çiçeğin arıda bala diğer
hayvanlarda ise necasete dönüşmesi gibi derin bir
Arapça’ya vakıf olanların nezdinde tekrarlar imanın
güçlenmesine vesile olur. Bu yüzden saf bir Arapçaya
vakıf olan sahabede tekrar, imana vesile olurken,
Mustafa Öztürk gibi mübtediler nazarında “hata”
olarak addedilmektedir.
Kur’an’da ki tekrarların işlevini şu iki sure
bağlamında mülahaza edelim: “Allah Teala
Rahman Suresi’nin ikinci ayetinde Rahman’ın
Kur’an’ı öğrettiğini ‫ َﻋﻠﱠــ َﻢ اﻟْﻘُــ ْﺮآ َن‬, üçüncü ayette ise
insanı yarattığını ‫ِﻧﺴــﺎ َن‬
َ ‫ َﺧﻠ‬kelamıyla ifade
َ ‫َــﻖ ْاﻹ‬
eder. Kur’an’ı öğretmeyi, insanı yaratmadan
önce zikrederek, kulun bu Kur’an’ı öğrenmek
ve ona göre yaşamak için yaratıldığına
işaret eder. Surenin baş tarafındaki 12 ayetle
sureye bir mukaddime yapar; Allah’ın aleme bir
mizan koyduğunu bildirir. Farklı vurgularla “mizan”
kelimesini üç defa tekrar ederek inse ve cinne pek çok
nimetin hatırlatılacağı ve her biri müstakil bir mevzu
bağlamında ele alınacak tekrarlara alıştırır. Nasıl ki
her ders, her mesai, her ameliye benzer ifadelerle
başlar ve biter. Kur’an da insan için hayati derecede
önem arz eden her bir nimeti müstakil bir mevzu
bağlamında değerlendirir ve her birinin sonunda ins
ve cinne, ِ‫“ ﻓَ ِﺒ ـﺄَ ﱢي َآﻻء َرﺑﱢ ُﻜـ َـام ﺗ ُ َﻜ ﱢﺬﺑَــﺎن‬Rabbinizin nimetlerinden
hangisini yalanlıyorsunuz?” diye sorar.
Mürselat suresinde on yerde tekrar edilen ‫َوﻳْ ٌﻞ ﻳَ ْﻮ َﻣ ِﺌ ٍﺬ‬
‫“ ﻟـﱢﻠْ ُﻤ َﻜ ﱢﺬﺑِــ َني‬Vay haline o gün yalanlayanların” ayetinde
Temmuz
Allah Teala on farklı mevzudan bahseder ve her
birini müstakil bir konu olarak arz eder. ‫ـﺖ‬
ْ ‫ﻓَـ ِﺈذَا اﻟ ﱡﻨ ُﺠــﻮ ُم ﻃُ ِﻤ َﺴـ‬
Yıldızların ışığı söndürüldüğü zaman (Mürselat:8)
diye başlayan ve ‫“ َوﻳْـ ٌـﻞ ﻳَ ْﻮ َﻣ ِﺌـ ٍـﺬ ﻟـﱢﻠْ ُﻤ َﻜ ﱢﺬ ِﺑ ـ َني‬Vay haline o gün
yalanlayanların”(Murselat: 15) ayetiyle biten birinci
bölüm kıyametten, 16. ve 19. ayetlerden oluşan ikinci
bölüm ise önceki milletlerin yok olmaları yanında,
Allah’ın hakikati yalanlayanlara karşı değişmez
kanunlarının olduğunu bildirir. 20. ve 24. ayetlerden
oluşan üçüncü bölüm yaratılıştan ve bunun ilham
ettiği takdir ve tedbirlerden bahsediyor(diğer
bölümlerin değerlendirmesi için bkz. Seyyid Kutup,
Fi Zilali’l-Kur’an, VI, 90-3789).
Allah Teala yaratılışın kodlarını unuttuğundan
kendini kaybeden insanı sure içerisinde esasta
birbirine bağlı, detayda farklı konularda ibret
yolculuklarına çıkarır ve her yolculuğun nihayetinde
‫“ َوﻳْـ ٌـﻞ ﻳَ ْﻮ َﻣ ِﺌـ ٍـﺬ ﻟـﱢﻠْ ُﻤ َﻜ ﱢﺬ ِﺑ َني‬Vay haline o gün yalanlayanların”
ayetini zikrederek seyahati sonlandırır. Suredeki her
bir yolculuğun sonunda, insana Ahiret hatırlatılır,
bir uyarı cümlesiyle ona “eşyayı gerçek şekliyle
düşün”, denir. Tıpkı yolun ortasına yığılan bir
sarhoşu polisin kaldırıp, “niçin eşyanın hakikatini
yalanlarcasına, araçlara ait olan bu yolu yatak olarak
kullanıyorsun şeklinde uyarması gibi. Sarhoş başka
bir sokağa girip, öncekinde olduğu gibi yatarsa polis
onu kaldırır ve aynı cümleyle ikaz eder. Allah Telala
da dünyaya dalan bu dalışıyla yaratılış amacını
unutan insana “kendine gel” der.
Geçmiş zaman/Mazi
Fiil Yerinde Muzari Fiil
Kullanmak Kur’ani bir
Hata mı?
Oryantalistler Kur’an’ın mazi fiil yerinde muzariyi
kullandığını, böyle bir kitabın “i’caz”ından söz
edilemeyeceğini iddia ederek Müslüman zihinleri
iğva etmektedirler. Oryantalistlerin işaret ettiği
ayetlerin manalarını idrak etmekten mahrum Öztürk
gibi mustağribler de oryantalist etkiyle Kur’an’ın mazi
(geçmiş zaman fiili) yerinde, muzari (şimdiki zaman
fiili) kullanmasının hata olduğunu iddia etmektedirler.
Oryantalistlerin iddialarına mesnet teşkil ettikleri bir
ayeti tahlil ederek mevcut halin bir lahin mi olduğunu
yoksa Kur’an’ın “i’caz”ına mı delalet ettiğini görelim:
21
Hz. İbrahim’in oğlu İsmail ‫اﻟﺴ ْﻌ َﻲ‬
‫“ ﻓَﻠ ﱠَام ﺑَﻠَ َﻎ َﻣ َﻌ ُﻪ ﱠ‬Babasıyla
َ ‫ﻗَـ‬
birlikte yürüyüp gezecek çağa gelince, ‫ـﻲ‬
‫ـﺎل ﻳَــﺎ ﺑُ َﻨـ ﱠ‬
َ
َ
َ
‫‘ إِ ﱢين أ َرى ِﰲ اﻟْ َﻤ َﻨــﺎمِ أ ﱢين أ ْذﺑَ ُﺤـ َـﻚ ﻓَﺎﻧﻈُ ْﺮ َﻣﺎذَا ﺗ َ َﺮى‬Yavrucuğum! Rüyada
seni boğazladığımı görüyorum. Bir düşün, ne
dersin’, dedi(Saffat:102). Kur’an’ın hasımları masum
insanların imanlarıyla oynamak için ayette geçen ‫أَ َرى‬
“era/görüyorum” fiili yerinde ‫“ راﻳــﺖ‬reaytü/gördüm”,
‫ــﺢ‬
ُ َ‫“ أَ ْذﺑ‬ezbahu/boğazlıyorum” fiili yerinde de ‫ذﺑﺤــﺖ‬
“zebahtu/boğazladım” fiillerinin olması gerektiğini
iddia etmektedir.
Fiili muzari teceddüd ifade ettiğinden bu
kıssada, bir hadisenin olup bitiğini izah etmek için
kullanılan fiili maziden daha uygundur. Zira Hz.
İbrahim bu rüyayı birkaç defa görmüştür. Nitekim
konu ile alakalı Kurtubî şunları nakletmektedir: “Hz.
İbrahim terviye gecesi sanki ‘Allah oğlunu
kurban etmeni emrediyor.’ diyen birini gördü.
Sabah olunca kendi kendine, “Acaba bu rüya
Allah’tan mı, yoksa Şeytan’dan mı?” diye
düşündü. İkinci gece aynı şekilde rüyayı yine gördü.
Sabah olduğunda anladı ki bu rüya Allah’tandır. Bu
yüzden bugüne, “Yevm-u Arafa” dendi. Üçüncü
gece benzer rüyayı yine gördü, bu defa onu kurban
etmeye karar verdi. Bu yüzden bu güne “yevmu’nnahr” dendi(Kurtubi, el-Cami’u li-Ahkami’l-Kur’an,
Beyrut, VI, 68). Hz. İbrahim mazi fiil yerinde “era,
ezbahuke/görüyorum, kesiyorum” şeklindeki
muzari fiilleri kullanarak, rüyanın bir defaya mahsus
bir görme olmadığını, geçmişte gördüğünü, an
itibariyle de görüldüğünü, yarın da görme ihtimalinin
yüksek olduğunu bildirdi. Bunun için “görüyorum”
ifadesini kullandı. Tıpkı bunun gibi sürekli midesi
ağrıyan kişi de, “midem ağırdı.” yerine “ağırıyor”
şeklinde şimdiki zaman kipini kullanır.
Kur’an-ı Kerim mazi fiil yerinde muzari kullanarak
insanları Kur’an’ın içine çeker, nükteleri kavramalarına
yardımcı olur. Olayı gözler önünde yaşanıyor gibi
anlatır. Görüldüğü gibi Öztürk’ün hata olarak
gördüğü mazi fiil yerinde muzari kullanmak
oryantalistlerin ve talebelerinin idrakini aşan
Kur’an’a mahsus yüksek bir anlatımdır.
Kur’an Niçin Tekil
Yerinde Çoğul Kullanır?
Oryantalistler Kur’an’ın zamirler arasında
mutabakata riayet etmediğini, bazen cemi/çoğul
22
zamiri müfred bir merciye gönderdiğini ya da
tersi bir uygulama yaptığını, bunların da ibare
hataları olduğunu iddia etmektedirler.
Önce zındıklar tarafından dile getirilen fakat
ulemanın kaleme aldığı reddiyelerde, “Bu tür
meseleler Kur’an’da hata olduğuna değil, onun
i’cazına işaret eder.” denilerek tafsil ve tasfiye
edildi. Bu süreçte, Kur’an’ın derin nükteleri de ortaya
çıktı. Ne var ki Öztürk reddiyeler karşısında çürüyen
iddialarda şimdi kendisine kariyer arıyor.
‫ـﺐ اﻟﻠّـ ُﻪ ِﺑ ُﻨﻮ ِر ِﻫـ ْﻢ‬
َ ‫َﻣﺜَﻠُ ُﻬـ ْﻢ ﻛَ َﻤﺜَــﻞِ اﻟﱠـ ِـﺬي ْاﺳـﺘَ ْﻮﻗَ َﺪ ﻧَــﺎرا ً ﻓَﻠَـ ﱠـام أَﺿَ ــﺎءتْ َﻣــﺎ َﺣ ْﻮﻟَـ ُﻪ َذ َﻫـ‬
‫ـﴫو َن‬
ُ ِ ‫“ َوﺗ َ َﺮﻛَ ُﻬـ ْﻢ ِﰲ ﻇُﻠُـ َـام ٍت ﻻﱠ ﻳُﺒْـ‬Onların (münafıkların) misali,
karanlık gecede ateş yakan kimsenin durumu
gibidir. Ateş yanıp da etrafını aydınlattığı
anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir
ve onları karanlıklar içerisinde bırakır (artık
hiçbir şeyi) görmezler.” (Bakara: 17) ayetinde
“‫ ِﺑ ُﻨﻮ ِر ِﻫــ ْﻢ‬binûrihim/onların nuru” terkibindeki “‫ ِﻫــ ْﻢ‬/
ِ ‫” اﻟ‬ye
onlar” zamiri lafız itibariyle tekil olan “‫ﱠــﺬي‬
dönüyor ki, oryantalistlere göre müfred olan
“‫ اﻟﱠـ ِـﺬي‬ellezî”den dolayı ayet “‫ـﺐ اﻟﻠّـ ُﻪ ِﺑ ُﻨﻮ ِر ِه‬
َ ‫ َذ َﻫـ‬zehebellahu
ِ ‫ ” اﻟ‬ismi
bi nûrihi” şeklinde olmalı ya da “‫ﱠــﺬي‬
mevsulü sıla cümlesiyle birlikte “‫َﻣﺜَﻠُ ُﻬــ ْﻢ ﻛَ َﻤﺜَــﻞِ اﻟ ِﱠﺬﻳــﻦ‬
ً ‫ ْاﺳﺘَ ْﻮﻗَﺪُوا ﻧَﺎرا‬meseluhum kemeseli’llezîne’stevkadû nâran”
şeklinde “cem”i gelmeliydi.
Allah Teala Bakara Suresi’nde münafıkların
sıfatlarını saydıktan sonra onların imanlarını
küfürle değiştirme hallerini şiddetli karanlık
bir gecede ateş yakan, çevresi aydınlanıp
ateşin ışığından ve sıcaklığından istifade
etmeye başlayan, tam bu esnada ışığı sönen,
karanlığa
gömülen,
çevresindeki
bütün
herkesin hareketsiz kaldığı bir adama (ya da
topluluğa) benzetiyor.
Zamirin niteliği itibariyle kendi gibi
müzekker ya da müennes bir isme ya da nicelik
olarak müfred, tesniye ya da cemi bir merciye
dönmesini dikkate alanlar, bu olmayınca
“Kur’an’da hata bulduk” diye yaygara çıkaranlar
Allah’ın Kelamındaki i’caz”ı idrak etmekten mahrum
mübtedilerdir.
Müfessirler mezkür ayeti aşağıdaki şekilde
tahlil ettiler: “ellezî” lafız itibariyle müfred,
İsmi mevsullerin “amm” lafızlardan olması
cihetiyle de mana yönünden cem’i kabul edilir.
Dolayısıyla zamir müfred olduğunda “ellezî”nin
lafzına cem’i olduğunda ise manasına döner.
Temmuz
Ateşi yakan kişi tek, ısınan ve aydınlananlar ise
çok olduğundan Allah Teala ismi mevsul olan
“ellezî”yi “müfred” getirerek, “Ateşi yakan”ın
bir kişi olduğunu beyan etmiştir.
Ayette münafıklar (müşebbeh), karanlıkta ateş
yakan adama benzetiliyor, Allah Teala da “binûrihim”
deki zamiri “hum” şeklinde cemi getirerek doğrudan
imanları sönen münafıklara gönderiyor. Zamir müfred
olan “ellezi”ye değil de, münafıklara gittiğinden
mutabakat problemi söz konusu olmuyor.
Ayette münafıkların bizzat kendileri ateş yakan
adama değil, onların halleri ateş yakan adamın
hikayesine benzetilmektedir. Benzer şekilde Cuma
suresinde de ‫َﻣﺜَـ ُـﻞ اﻟ ِﱠﺬﻳـ َﻦ ُﺣ ﱢﻤﻠُــﻮا اﻟﺘﱠـ ْﻮ َرا َة ﺛُـ ﱠﻢ ﻟَـ ْﻢ ﻳَ ْﺤ ِﻤﻠُﻮﻫَﺎ ﻛَ َﻤﺜَﻞِ اﻟ ِْﺤـ َـام ِر ﻳَ ْﺤ ِﻤ ُﻞ‬
ً ‫“ أَ ْﺳــﻔَﺎرا‬Kendilerine Tevrat yükletilen sonra da
onu taşımayanların (onunla amel etmeyenlerin)
durumu koca koca kitaplar taşıyan merkebin
durumu gibidir. (Cuma: 5) denilerek, Tevrat’la
amel etmeyen Yahudiler (çoğul) kitap taşıyan eşeğe
(tekil) benzetilmiştir.
“‫ ” اﻟ ِﱠﺬي‬çoğul anlama delalet eden “cem’” gibi lafzı
müfred, manası cem olan bir “mevsufun” sıfatıdır.
Sıfat olan “ellezi” mevsufuna delalet ettiğinden,
mevsuf hazfedilmiş sadece sıfat kalmıştır.
“Hata var” diye iftira edilen ayette münafıkların
imanlarından istifade edememe hallerinin gece
karanlığında ateş yakan adama benzetilmesi,
“müşebbeh”le, “müşebbehun bih”in irtibatını o
derece tesis etmiştir ki “müşebbehun bih”deki zamir
doğrudan “müşebbeh” olan münafıklara dönmüştür.
Manayı bozmadan, ifadeye rekaket düşürmeden
bunu yapabilmek ise ancak Allah Teala’ya mahsus
bir durumdur. Allah-u Ekber ve lillahilhamd.
Kur’an Niçin
Müzekker/Eril, Yerinde
Müennes/Dişil Kullanır?
Oryantalistler, Kur’an-ı Kerim’de müzekker/eril
yerinde müennes/dişil kelimeler kullanıldığını iddia
etmekte, Öztürk de Kur’an’da ki hatalar(!) bağlamında
bu hususu zikretmektedir. Nitekim Kur’an düşmanları
َ ‫“ ﺗِﻠ‬/Tam on gün”(Bakara: 196) ayetinde
‫ــﴩ ٌة ﻛَﺎ ِﻣﻠَــ ٌﺔ‬
َ َ ‫ْــﻚ َﻋ‬
müzekker-müennes uyumuna riayet edilmediğini
iddia etmektedir.
Temmuz
Başlangıç düzeyinde bir Arapça’sı olanlar
üçten ona kadar sayıların, madûdları/temyizleriyle
bir birine zıt olduklarını, dolaysıyla müennes bir
sayının madudunun müzekker olduğunu bilir. Bu
malumat çerçevesinde yukarıdaki ayeti okuyanlar
“kamile” kelimesiyle “aşere” kelimeleri arasında
uyum olmadığını bunun da hata olduğunu iddia
etmektedirler. Yani mesele Kur’an’dan değil onu
anlayamayan sığ idrakten mütevellittir.
Temettu haccına niyet eden fakat kurban
kesemeyen bir hacı adayı üç günü hac mevsiminde
Harem’de, yedi günü de döndüğünde olmak üzere
toplam on gün oruç tutar. Bu hususu anlatan ayeti
kerimede ٍ
‫“ ف‬/Üç gün oruç” önceden
geçtiğinden dolayı devamda “eyyam” kelimesi bir
َ ‫ ﺗِﻠ‬şeklinde nazil
daha zikredilmez ve ayet ‫ــﴩ ٌة ﻛَﺎ ِﻣﻠَــ ٌﺔ‬
َ َ ‫ْــﻚ َﻋ‬
olur. Yani “madud” olan “eyyam” kelimesi Kur’an’ın
az kelimeyle çok şey anlatmasının bir özelliği
olarak tekrar zikredilmez. Ayrıca “sıyam” kelimesini
duyan herkes de bunun güne mahsus bir ibadet
olduğunu anlar. Nitekim bahse medar olan konu
da da “kâmiletun” kelimesi “temyiz” değil, “aşere”
kelimesinin sıfatıdır. Madud ise yukarıda da ifade
ettiğimiz gibi “eyyam” kelimesidir.
“Kâmile” kelimesinin temyiz olduğunu iddia edenler
ise ya “madudun” “kamilât” şeklinde cemi ve izafet
halinde gelmesi gerektiğini bilmiyorlar ya da Öztürk gibi
Arapça alt yapısı olmayanları yanlış bilgilendirip
“Kur’an’da hata var” derekesine çekebilmek için
bunu kasıtlı yapıyorlar. Meselenin kurgu safhasının
oryantalizme ait olması dikkate alındığında tek bir
ihtimal kalmaktadır ki o da oryantalistlerin bunu bir plan
dahilinde kasıtlı olarak yaptıklarıdır.
Öztürk, oryantalizmin kitapları yerine
tefsirlere baksaydı bu ve benzeri yerlerde hata
değil, i’caz-ı Kur’an-ı görecek ve yerinden
fırlayıp avazı çıktığı kadar “Ne büyüksün Ya
Rabbi!” diye bağıracaktı. Oryantalizmin imanlarını
sarstığı muzdaripler kudemanın eserlerine dönerlerse
Kur’an muarızlarından hata olarak duydukları her
meselede meani, beyan, bedi ilimlerinin alanına giren
pekçok incelikler olduğuna tanık olacaklar.
2.Müslüman Allah
Teala İle Alay Eder Mi?!
Kur’an-ı Kerim bütün hamd şekillerini içine alan
bir çapta “elhamdü” ifadesi ile başlar. Müslüman,
23
“Rabbine hamdederek Onu tesbih et”(Nasr:3)
emrine muhatap olup; “tesbih” ile Rabbinin
şanının yüce olduğunu ilan eder, Onu bütün
noksanlıklardan tenzih eder. “Hamd” ile ne
kadar kemal varsa Ona ait olduğunu ilan
eder. Allah Rasulü de her hayırlı ameliyeye
“hamd” ile başlayarak Allah’ı tazim etmeyi
telkin etti. Kur’an’ın gölgesinde neş u nema
bulan Müslüman da, yürüyüşte, oturuşta,
kalkışta, ders anlatışta, makale yazışta hep
hamd suretinde olur, bu haliyle kafirden,
müşrikten, münafıktan ayrılır. Ne var ki millet
evlatlarına bunları anlatmakla memur olan Öztürk,
Allah Teala ile alakalı sarfettiği ifadelerle
adeta Kur’an’la savaşmakta, Allah ile alay
etmektedir. İşte buyrun noktasına, virgülüne
dokunmadan Öztürk’ün Allah tasavvuru:
“Allah’ın Mekke döneminde diğer tanrılarla
didişmeye pek niyeti yoktu ve bu yüzden elçisine
“Sizin dininiz/inancınız size, benim dinim/
inancım bana!” demesini tembihliyor, böylece
konjoktüre uygun konuşuyordu.” (Öztürk,
Kıssaların Dili, 55).
“Ahiret inancına sıkça vurgu yapması, sevgiyi
çoğaltmaya çalışması hasebiyle bir ahlak ve adalet
tanrısı gibi görünen Allah, müminlerin Medine’ye
göç etmeleri ve orada güçlenmeleri üzerine yine
konjonktüre uygun olarak savaştan söz etmeye
başladı.(…) “Medine’ye hicretten sonra Tanrı
Hicaz’da yalnız benim sözüm geçinceye dek
“kâfirleri nerede bulursanız orada haklayın!”
fermanını saldı ve bu ferman uyarınca müminler
vaktiyle sürgün edildikleri Mekke’yi fethettiler.”
“Hülasa kendini “âlemlerin rabbi” olarak
tanıtan Allah gerektiğinde sosyal çevreyi
dönüştürme aracı olarak, gerektiğinde de
temel sosyal fikirlerin önemini gösterme aracı
olarak şiddete başvurmaktan kaçınmadı.”
(Öztürk, Kıssaların Dili, 56).
24
kullanmakta, Allah Teala’nın Yunan tanrılarının
kendi aralarında ki mücadelesi gibi Mekke tanrılarıyla
“didişme”sinden söz etmektedir. Öztürk Allah Teala
için “diğer tanrılarla pek didişmeye niyeti yoktu”
derken de cesaret problemi yaşadığına, “konjoktüre”
göre davrandığına, şiddet uyguladığına, Karen
Armstrong’tan tenkit etmeden yaptığı nakille Rahman
ve Rahim olan Allah’ın “son derece, zalim, katil
olduğuna” vurgu yapmakta, daha başka tahkir
edici ifadeler kullanarak hiçbir müslümanın cesaret
edemeyeceği bir üslupla Kur’an-ı Kerim gibi Allah
Teala’yı da itibarsızlaştırmaya çalışmaktadır. Kur’an’ın,
kullarına asla zulmetmediğini (Fussilet: 46) beyan ettiği
Allah Teala, Öztürk’ün literatüründe “zalim”dir.
Müslümanların tenzih ve takdise memur ve
mecbur olduğu Allah Azze ve Celle ile alay eden,
en bayağı sıfatları ona izafe eden Öztürk’e şu ayet
‫و‬
buyuruyor ki;
“Onlara soracak olsan mutlaka,
‫ْ ﺗ َْﺴ ـﺘَ ْﻬ ِﺰﺋُﻮ َن‬
“Biz lafa dalıyor eğleniyorduk, hepsi bu!”
derler. De ki: “Siz Allah ile, Onun ayetleriyle
ve peygamberiyle mi alay ediyorsunuz?”
(Tevbe:65).
Kariyer yapmak için yüksek lisans tezlerini
özetleyip makaleye dönüştüren, Allah Teala ile istihza
eden cümleleri sarf ederek Kur’an düşmanlarına,
“Eğer Allah’la, Onun Kitabı’yla hesaplaşacak
Müslüman adı taşıyan birini arıyorsunuz işte
icraatlarım ortada, yaptıklarım, yapacaklarımın
teminatıdır. Hiçbir oryantalistin söylemeye
cesaret edemeyeceği cümleleri kurar, sonra da
akademik çalışma diyerek onları heyetlerden
geçirir,
hakemli
dergilerde
neşrederim.
Birkaç gazeteci ile ekranda bunları tevil
eder, hakkımda kadınlara “Kur’an hakkında
radikal yorumları olan bir hoca” muhtevalı
yazılar yazdırır, bu uğurda mücadele ederim.
ama bütün bunlara rağmen Kur’an’ın yakasını
bırakmam.” der.
Doğrusu bu Tanrı, Karen Armstrong’un
ifadesiyle, “son derece zalim, tarafgir, ve katil
bir tanrıdır. Orduların tanrısı, Yahava Sabaoth
olarak bilinecek olan bir savaş tanrısıdır bu.
Kendi gözdeleri dışında hiç kimseye küçücük
bir merhamet kırıntısı taşımayan, basit bir
kabile tanrısıdır.”( Öztürk, Kıssaların Dili, 53).
3. Kur’an’ın Kitab-ı
Mukaddes’ten İktibas
Olduğu İddiası
Öztürk, sanki Allah Teala’dan değil de insanların
uydurduğu tanrılardan bahsediyormuş gibi bir üslup
Allah Rasulü, etrafı dağlarla çevrili bir
beldede Mekke’de dünyaya geldi. O doğduğunda
Temmuz
insanlar ne Roma okullarını, ne Yunan filozoflarını, ne
de Hind felsefesini biliyordu. Kabe’den dolayı Arap
Yarımadası’nın çekim merkezi olan Mekke’de
okur-yazar olanların sayısı on yediydi. Tevrat
ve İncil İbranice olduğundan ümmi olan halk doğal
olarak Ehl-i Kitab’ın kültürüne yabancıydı. İnsanlar
tarihi ve medeni birikimlerini şifahi olarak paylaşır,
nesiller arasında irtibat şiirle sağlanırdı.
Allah Azze ve Celle peygamberini çevresi
engin çöllerle sarılı, ümmiliğin hakim olduğu(bk
Cum’a: 2; Al-i İmran:75) böyle bir şehirden seçti.
Ümmi Peygamber(bk Araf: 8-157) okuduğu
ayetlerle Mekkelilere hiç duymadıkları hâdiselerden,
gaybî hakikatlerden, iman esaslarından bahsetti.
Onu, hayretler içerisinde dinleyen müşrikler Kur’an-ı
Kerim’in Allah Rasulü’ne yazdırıldığını iddia ederek
vahiy çevresinde şüpheler oluşturup Kur’an-ı Kerim’i
engelleyebileceklerini düşündüler. Kur’an’ın Allah
Rasulü’ne Rum asıllı Hristiyan köle Cebr en-Nasrânî
tarafından yazdırıldığını iddia ettiler. Nevar ki daha
sonra Müslüman olan bu köle efendisi tarafından,
“Muhammed’e bunları sen öğretiyorsun.” diye
dayak yerken “Hayır! Allah’a yemin olsun ki o
bana öğretiyor ve yol gösteriyor.” diyerek (Kurtubî,
a.g.e., , X, 117) hem iddiaları reddetti, hem de onun
etrafında oluşturulmaya çalışılan şüpheleri izale etti.
Müşriklerin Kur’an’ı isnat ettikleri kişi hem bir köle,
hem de Rum asıllıydı; yani Arapça’ya yabancıydı.
Farz-ı muhal, böyle bir durum söz konusu olsaydı,
Cebr, Mekke aristokrasisinin reddettiği bir Peygamber’i
etkisiz hale getirmek ve karşılığında hürriyetine
kavuşmak için “Evet bunlar bana aittir.” demez
miydi?! Ya da “Bu Kitap bana aittir.” dolayısıyla
ona değil de bana iman edin çağrısında bulunmaz
mıydı?! Sonra Hristiyanlığın öğretilerine bağlı olan
bu köle dinini terk edip –haşa- uydurma bir Kitab’a
inanır mıydı?! Ayrıca “muallaka-i seb’a(yedi askı)”
şairlerinin dahi bir sûresinin benzerini yazmaktan aciz
kaldığı bir Kitab’ı, acem bir köle nasıl telif edebilirdi?
Uzayıp giden ve cevapsız kalan bu sorular Mekkelilerin
iddialarını çürütüp, yok etti.
Kur’an-ı Kerim’in “Lâ ilâhe” derken Allah’tan
başka bütün hâkimleri, İslam’dan başka bütün
sistemleri reddetmesi; bütün Ebû Cehillerle, bütün
Karunlarla, bütün Belamlarla hesaplaşması, cihadın
hüküm yalnız Allah’ın oluncaya kadar süreceğini ilan
etmesi, Ona iman edenlerin emperyalist devletleri
yıkıp parçalamaları, küresel güçleri ürkütmüş ve her
Temmuz
devirde onları Kur’an merkezli İslam’ı itibarsızlaştırma
çalışmalarına sevketmiştir. Bunun kurgu aşamasında
bizzat kendileri, dağıtım-pazarlama ayağında ise adı
Hüseyin, adı Mustafa olanlar rol almıştır.
Her asırda İblis’in parlamentosu yıllık planları
görüşürken İslam’ı yegane tehlike olarak masaya
yatırır, onun rükn-ü esâsîsi olan Kur’an’a karşı
yürütülen mücadelede inandırıcılığını yitiren iddialar
revize edilir, yalanları müdafaa edemeyen ya da
dağıtımda isteksiz olan personelin tasfiye kararı alınır.
Müşrikler, Kur’an’a karşı “Cahiliyye”yi korumak
için o günün şartlarında bütün yollara baş vurmuş
fakat Allah Rasulü’nün ümmi oluşunu inkar
etmemişlerdi. Bu yüzden Kur’an’a hep hariçten
kaynaklar aramışlardı. Nevarki Kur’an’a kaynak
bulma gayretleri her defasında akamete uğramıştı.
Kur’an okundukça çöl sustu, edebiyat
meclisleri itibarını yitirdi, Arab’ın kültür ve
medeniyet hafızası olan şairler yenildi. 23 yıllık
bir mücadelenin sonunda bütün bir yarımada
ümmi peygamberin okuduğu Kur’an’ın etkisiyle
hem sîretini, hem de sûretini değiştirdi.
Müşrikler gibi, oryantalistler de sarsıldı Kur’an-ı
Kerim karşısında. “Muhammed ümmî olduğu
halde bu kadar geniş bir yelpazede, bu kadar
farklı konudan nasıl bahsedebilir ve insanlar
üzerinde nasıl bu derece müessir olabilir,
Kur’an’daki bu ilmi nereden aldı?” diye
kendilerine defaatle sorular yönelttiler. Rıhtıma kadar
geldiler, ama gemiye binemeyip, iman edemediler.
Tarih boyu Kur’an düşmanlarının Onunla olan
mücadelesini ve mağlubiyetlerini incelediler. Ulaştıkları
bütün sonuçlar onlara; “Kur’an’ın rüchaniyeti
onun vahiy, tebliğ eden Hz. Muhammed’in de
Allah’ın Resul’u olduğuna delildir.” dedi. Fakat
onlar vazifelerine sadakat gösterip delillere rağmen
inkarı seçtiler, yeni bir cephe açıp Allah Rasulü’nün
okur-yazar olduğunu iddia ettiler. Tarihi veriler
onun ümmi olduğunu isbat edince, çaresiz “Biz ne
diyorsak odur.” dediler. Bu çerçevede “Kur’an’ın
kaynakları” başlığını taşıyan eserler kaleme aldılar.
Allah Rasulü’nün Kur’an-ı Kerim’i, Tevrat ve
İncil’e bakarak yazdığını iddia ettiler. Ümmiliği
inkarla başlayan bu iftirayı o derece ileri götürdüler
ki, Arapça’yı tahrif etmek için bir Hıristiyan tarafından
hazırlanan “el-Müncid” adlı lügatın ilk baskısının
“mim” maddesinde “Muhammed” kelimesi
25
açıklanırken “Efendimiz’in önünde İncil, elinde
kalem işlevi gören bir tüy olduğu halde ondan
nakilde bulunuşunu (!) gösteren bir resim
yayınladılar(bk. Abdulmuhsin el-Matîrî, Da’va’tTâînîn, Beyrut, 217 ,206).
Kur’an’ın önceki kitaplardan intihal olduğu
iddiasına insanları inandırabilmek için, bunu imkansız
hale getiren Allah Rasulü’nün ümmi olamayacağını
söylediler, bu noktada muasır akademisyenlerden
kendilerine şahidler de buldular. Kimi gönüllü, kimi de
oynanan oyundan habersiz olan bu taife, ümmiliğin
zıddının okur-yazar, cahilin karşıtının ise alim olduğunu
temyiz edemeden, “Tabi ki Peygamber okuryazardı.” diyerek ümmiliği reddetti. Bu reddedişle
de oryantalizmin Kur’an’ın vahiy olmadığı yönündeki
iddiasına zemin hazırladı. Oysa ki Allah Rasulü
hayatının hiçbir devresinde ne bir metin yazdı,
ne de yazılı bir metni bakarak okudu(Ayrıntı için
bk İhsan Şenocak, Ümmilik, İnkişaf, sy., 21-12 ,9).
Allah Rasulü’nün ümmî olduğundan
bahseden
ayet-i
kerimeler
Medenî’dir.
Sadece
okur-yazar
olmadığını
bildiren
ayet mekkîdir(Ankebut: 48). Konu ile alakalı
hadislerin tamamı ise Medenî’dir. Bu durum
ümmîliğin onun hayatının bütün evrelerini kapsadığını
ve değişmez bir vasfı olduğunu göstermektedir.
Mektebe gitmeyen, hiçbir hocadan ders almayan
ümmî birinin gelmiş ve gelecek bütün zamanların
bilgisinden bahseden Kur’an’ı tebliğ etmesi ve bu
Kitab’ın dünyanın en çok okunan kutsalı olması
ilim tarihinin en büyük hadisesidir. Bu durumu
gölgelemek isteyenler Allah Rasulü’nün ümmî
olduğunu reddederek, Kur’an’ın ilahi oluşu etrafında
şüpheler oluşturmak istemektedir.
Siyer kitapları, Onun hayatını en küçük
ayrıntısına varıncaya kadar nakletmesine
rağmen okuduğundan ya da okumayı öğrendiği
bir şahsın adından bahsetmemektedir.
Bilgiye ulaşmanın vasıtası olan yazı, Allah
Rasulü’nün kaynağının vahiy olması bağlamında
değerlendirildiğinde görülecektir ki, ümmîlik
Allah Rasulü için bir nakısa değil bilakis onun
nübüvvetinin en güçlü şahitlerindendir.
26
Rudi Paret’i Tasdik
Eden Tefsirci
Oryantalist olmanın zorunlu bir sonucu olarak
Kur’an’a saldıran Rudi Paret, Kur’an’ın Allah Rasulü
tarafından Ahd-i Atik’ten uyarlama olduğunu
iddia etmekte, Öztürk de onun bu hezeyanlarına
katıldığını belirtmekle yetinmeyip, Paret’in iftiralarını
“anılmaya değer tesbitler” olarak nitelemektedir:
“Vakıa, Muhammed daha çok Eski Ahit
kıssalarına, özellikle Nuh ve Tufan kıssasına başvurmuş
ve bunları -Vahiy Tarihi’nin (Heilsgeschichte) erken
döneminden diğer örneklerle insicam içerisindenesilden nesle, kavimden kavime tekerrür eden bir
‘ilahi azap’ modeli geliştirmek amacıyla kullanmıştır.
Bu esnada Eski Ahit kahramanları asli hüviyetlerinden
epey bir bölümünü yitirmişlerdir. Nuh, Lut ve Musa,
Muhammed’in kendi şahsının birer numunesi
haline gelmişlerdir. Onların karşıtları, yani
Nuh ve Lut’un kavimleri, Firavun ve Mısırlılar
ise Muhammed’in çağdaşı müşrik Mekkelilerin
rolünü üstlenmişlerdir. (….) Muhammed, Kitâb-ı
Mukaddes’teki malzemeyi iktibas ederken, EskiAhit yazarlarının (Chronisten) edebi hikâyeciliğiyle
rekabet etmek gibi bir amaç taşımıyordu. Onun için
birinci derecede söz konusu olan ‘içerik’ti.” (Öztürk,
Kıssaların Dili, Ankara, 3-72 ,2010).
Öztürk, Paret’in Allah Rasulü’nün Kur’an
kıssalarını Eski Ahit’ten aldığı, sonra bunları ‘ilahi
azab’ modeline dönüştürdüğü, ardından da kendi
zamanına uyarladığı yönünde ki iftiraları için, bunlar
“anılmaya değer tesbitlerdir” ifadesini yetersiz
görüyor ve şunları söylüyor:
“Kur’andaki kıssaların mahiyet ve işlevi
bağlamında katıldığımız bu görüşlere itiraz edildiği,
dolayısıyla Kur’an kıssalarının tarihî gerçeklikle
birebir örtüştüğü fikri benimsendiği takdirde
Allah’ın iradesinin farklı zamanlar açısından niçin
“Geçmişte öyleydi; şimdi böyle” şeklinde ifade
edilebilecek tarzda yansıdığına makul bir izah bulmak
gerekecektir.”(Öztürk, Kıssaların Dili, Ankara, 73 ,2010).
Cevap Ver Öztürk!
Evet, Kur’an’ı Kerim’i anlatmaya memur bir
zat, ona uydurma diyen bir oryantaliste katıldığını
belirtiyor. Eğer Öztürk’te zerre kadar ilim ve fikir
Temmuz
namusu olsaydı Kur’an’ın uydurma olduğunu iddia
eden oryantaliste katılmadan önce şu hususlara
cevap verecek, sonra da bütün bu iddiaların ne kadar
ilmi ve tarihi hakikatlere aykırı olduğunu görecekti.
Kur’an’ın –haşa” uydurma olduğunu iddia eden
Öztürk şunlara cevap versin:
Allah Rasulü ile aynı zaman ve mekanı paylaşan
Mekkeli müşrikler, O’nun ümmi olduğunu yani okuma
yazma bilmediğini kabul etmiş, bu yüzden Kur’an’ı
O’na başkalarının yazdırdığını ileri sürmüşlerdi.
Görüşlerine katıldığını söylediğin Paret’in iddia ettiği
gibi eğer Allah Rasulü “Kitab-ı Mukaddes”ten iktibas
edecek şekilde okuma yazma bilseydi O’nu susturmak
için bütün imkanlarını seferber eden müşrikler pekala
bunu delil olarak kullanır, mücadelelerini de bu delil
üzerine bina etmezler miydi? Muhal farz, bu iddianın
bir an için doğru olduğunu düşünelim… Bu durumda
Allah Rasulü’nün hangi dillerde okuma yazma bildiği
meselesi ortaya çıkmaktadır. Zira oryantalistlerin de
itiraf ettiği gibi Ahd-i Atik İslam’dan önce Arapça’ya
tercüme edilmemişti. İngilizler, el-Mevsûatu’lBirîtaniyye’de ilk Ahd-i Atik tercümesinin Abbasi
Devleti’nin ilk yıllarında olduğunu belirtmektedirler.
(Mahmud Mazî, el-Vahyu’l-Kur’anî fi’l-Manzûri’lİstişrâkî, İskenderiyye, 8-147 ,1196) Kendini muteber
bir akademisyen olarak gösteren Öztürk bu durumda
Allah Rasulü’nün kimden ve nerede İbranice öğrenip
de Tevrat’tan iktibasta bulunduğunu ispat etmesi
gerekir. Elinde oryantalist yalanlar dışında ne var?!
Paret’in işaret ettiği, Öztürk’ün de katıldığını
belirttiği kıssalar hususunda iki kitap arasındaki kısmi
benzerliğin nedeni her ikisinin de Allah’ın vahyi olması
hasebiyledir. Eğer benzerlik bir Kitab’ın diğerinden
intihal edildiği anlamına gelecekse Tevrat’la İncil
arasındaki benzerlik Kur’an’a kıyas edilmeyecek
kadar çoktur. Bu durumda Öztürk Hz. İsa için de,
İncil’i Tevrat’tan iktibas etti mi diyecektir?!
Eğer Kur’an, Öztürk’ün de iddia ettiği gibi
tahrif edilen Tevrat’tan iktibas edilseydi, benzerinin
yazılamayacağı yönünde müşriklere meydan okurken
(Bakara: 23), Mekkeliler, “İşte meydan okumaya
vasıta yaptığın meseleler Tevrat’ta da var” diye
onlarla Kur’an’ın karşısına çıkmazlar mıydı? İnsanlar,
“Tevrat varken, onun bir kopyası olan Kur’an’a
gerek var mı?” diye itiraz etmezler miydi? Madem
kıssalar önceki kitaplardan iktibas edildi, o halde
Tevrat ve İncil de olmayan Hz. Hûd, Salih ve Şuayb
kıssalarını Allah Rasulü nereden aldı?!
Temmuz
Rudi Paret’in Kur’an’ın, Ahd-i Atik’ten intihal
olduğu iddiasına katıldığını söyleyen Öztürk;
müntesiplerini insanlığı Yahudi adına sömürmeye,
kan dökmeye davet eden, şirki meşrulaştıran muharref
bir Tevrat’la; Allah’ın hakimiyetine çağıran, göklerin
nizamıyla yere müdahale eden, ırka dayalı sistemlere
son veren, üstünlük takvadadır diyen, şirkin Allah’a
karşı işlenen en büyük terör suçu mesabesinde
olduğunu dolayısıyla da asla affedilemeyeceğini
ilan eden Kur’an’ı aynı bağlamda değerlendirip,
ikincisinin birinciden alıntı olduğunu söylemesi ilmi
olduğu kadar vicdani açıdan da cinayettir.
4. Mucilerin İnkarı
Öztürk, risaletin şahidi olan mucizelerle alakalı
da şunları söylemektedir:
“Hissi mucizelerle ilgili rivayetlerin
haber-i vahid türünden olması ve kesin bilgi
değeri taşımaması gibi teknik konular bir
tarafa bu tür rivayetler bize öyle geliyor ki
Müslümanların bilhassa Hıristiyanlar ile
polemiklerinde Hz. Muhammed’in en azından
mucize konusunda Hz. İsa’dan aşağı kalır
bir yanı olmadığı fikrine mesnet kılmak için
uydurulmuştur.” (Öztürk, a.g.e., 65).
“Evet, Hz. Muhammed’e nispet edilen
hissi mucizeler büsbütün uydurmadır.” (Öztürk,
a.g.e., 65).
Öztürk, Paret’in Kur’an’ın uydurma olduğu
yönündeki
hezeyanını
onayladığından
ya
Kelamullah’ı okuma gereği duymuyor ya da
“Uydurma olduğundan üzerinde dilediğim
gibi tasarruf yetkisine sahibim.” diyor. Eğer
Öztürk bütüncül bir nazarla Kur’an-ı Kerim’i okusaydı
görecekti ki, Allah Rasulü’ne, verilmeyen hissi mucize
değil, “el-mu’cizetu’l-muhlike/ inanmayanların
helakine sebep olan mucize”dir. Zira Kur’an-ı
Kerim, Allah Rasulü’nün irşad amaçlı pek çok
hissi mucizesinden bahsetmektedir: Bedir’de
Allah Rasulü’nün attığı toprağın müşriklerin
gözlerine isabet etmesi (Enfal: 17), Bedir’de
bin(Enfal: 9) ardından üç ve beş bin meleğin
gelmesi (Al-i İmran: 5-124), Allah Rasulü’nün
bir gece Mekke’den, Kudus’e gitmesi (İsra: 1),
Kur’an-ın gelecekten haber vermesi (Rum: 4-1),
ayın ikiye yarılması(Kamer: 2-1)hissi mucizeden
başka nasıl izah edilebilir?!
27
Ne gariptir ki ümmetin çocuklarına Kur’an-ı
Kerim’i öğretmeye memur birisi, Allah’ın ayetlerine
Rudi Paret’in yalanları kadar itibar etmiyor. Allah’ın
“var” dediğine “yok”, oryantalistin “var” dediğine ise
“işittim ve itaat ettim” diyor.
5. Hulasa
Öztürk, bir yazımız üzerinde dört “sebbiye”
kaleme aldı, aynı içerikte de çekimler yaptı. Dil ve
diyalektik itibariyle bütün ameliyeleri ancak en çirkine,
en kötüye örnek olabilir, ilmi-fikri muhteva ve edebi
kıymet açısından da ancak lise talebelerine, “nasıl bir
yazı yazmamaları” noktasına numune teşkil edebilir.
Zira Türkçe’de ahlaksız kelimeler sözlüğü yazılsa
kaynak olarak “Mustafa Öztürk’ün Feryadı” başlıklı
ses kaydı ve kaleme aldığı dört sebbiye kafi gelir.
(Millet irfanına zarar vermemek için neşrini uygun
görmediğimiz yazılar ilk halleriyle elimizde mevcuttur.
Talep edilmesi halinde reşid olanlara gönderilebilir.)
Bütün bunlardan daha da vahimi ise bir ilahiyatçı
olarak vazifesi itibariyle de olsa ahlak davası olması
gereken Öztürk’ün ahlaksızlığın manifestosu olacak
yazılar yazması ve bu halde bir yönüyle de ahlak
kitabı olan Kur’an-ı Kerim üzerinde konuşmasıdır. Bu
izmihlali ahlaki yürürken ilmi istiklalden bahsetmek
mümkün değildir.
İftira, bir edebi tür olsaydı onun şaheseri
de Öztürk’ün sebbiyelerinden seçilirdi. Zira
İhsansenocak.com’da ki “iletişim kısmında”
soyadı “Kadıoğlu” olan bir kardeşimizin mailinin
Osmanlıca’da ifade edildiği şekliyle “Kadızade”
yazılmasından hareketle maili bize isnat eden
ve bu isnat üzerine yalanlar kurgulayan, bizi
Kadızadelilerle ilişkilendiren Öztürk; ya yaptıklarının
ortaya çıkacağı korkusu ya da birilerinin konuşma
ihtimalinden dolayı olsa gerek, “Adana’dan bir
öğrencisini aradığım, Mustafa Öztürk’ün
sınıfta Kur’an’ı yere vurduğunu söylemesi
için ona baskı yaptığım yönünde ekranlarda
mazlum edebiyatı yapıyor.”. Kur’an’ın uydurma
olduğunu söyleyerek Allah’ın Kitabına saldıran
Öztürk aynı şekilde bize de iftira ediyor. Eğer böyle
bir durum varsa ekranda karşısında ağladığın kadın
sana, “Öğrencini getir, ekranda konuşturalım.”
deyince niçin “olur” diyemedin? Haydi buyur ekranlar
28
emrinde, kimi aradığımı ve ne söylediğimi, telefon
kayıtlarını yalanlarına amade televizyonlardan ilan
et. “Neden” haftalar geçmesine rağmen kiminle
konuştuğum noktasında tek cümle etmedin ey
müfteri! Öyle görünüyor ki senin başka korkuların var,
“bunlar ortaya çıkarsa, halim nice olur” diye
endişeleniyor, bu yüzden türünün emsali olmayan
iftira cümleleri kuruyorsun. Elhamdülillah biz Allah
yolunda mücadele ederken ne birilerinden medet
bekler, ne eteklere yapışır, ne de kirli senaryolara
tenezzül ederiz. Bu Kur’an müdafaası da tamamen
senin söylediklerin ve yazdıklarından hareketle yani
kaynakları gösterilerek yapılacaktır. Biz müslümanca
hesaplaşırız. Sen diyalektiği oryantalistlerden; sadece
Arapça kitaplar okumakla eleştirdiğin bizler de
ulemadan, “büyük doğu”dan alırız. Elhamdülillah
ilimde de, fikirde de nesebimiz zahirdir.
Allah’tan başka ne sığınağımız, ne de medet
beklediğimiz merciler var. Sabah akşam
kardeşlerimizle mütalaa ettiğimiz kitapları okur, boş
vakit bulunca da bir şeyler karalarız. Eğer bunlar
birilerinin desteğiyle olabiliyorsa, “Bu Müslüman
Beydavi, Nesefi, Hidaye, Menar, Elfiye Şerhi, Belâğat,
Muğni’t-Tullab, Müslim okutur. İki tane kardeşimiz
gelsin sadece bir gün bu kitapları bir de sen okut. Gör
o zaman ilim, yüksek lisans tezlerini özetleyip
sonrada makale diye neşretmeye mi benziyor.
Öztürk, resmi manada “vaiz” olmadığımı
bildiği halde ısrarla “Vaiz Şenocak” terkibiyle
vaizliği tahkir ediyor, kendince şöyle demeye
çalışıyor, “Sen hep Arapça eserler okuyan,
bense bir yazıda bir ayet yazan, onu da yanlış
yazan akademisyenim!.”. Buraya kadar olanı
anladık da, asıl anlaşılması gereken mühim mevzu
şudur ki, Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de kaç ayette
“vaaz” ettiğinden(Nisa:58; Nahl: 90) yani “vaiz”
olduğundan, vahyi tebliğ eden peygamberinin “vaiz”
(Şuara: 136) kimliğinden bahsediyor. Oryantalizmin
Türkiye distribütörü, “vaiz” kavramıyla bize değil,
aslında en büyük vaiz olan Allah Azze ve Celle’ye,
onun vaiz peygamberlerine hakaret ediyor. Yoksa
bizim için “vaiz” olmak, “müezzin” olmak bile
büyük bir şereftir. Zira Hz. İbrahim ve İsmail’in cami
temizleyicisi olduğu İslam mabedinde(Bakara: 125),
süpürgeci olmayı milyon defa, Rudolf Bultmann’la
meslektaş olmaya tercih etmeyiz.
Temmuz
Hepsi Yalan
Öztürk sebbiyelerinde “çok şey söyledi”
gözükerek, söylemesi gerekeni ifade etmekten imtina
etti. Oysa yapması gereken çok basitti, “Kur’an’da
masal vardır ya da yoktur.” diyecekti veya
“Allah kelamında masal olmaz, Allah masal
söylemez.” diyenlerin ifadesini “dogmatiklik”
(Öztürk, Kıssaların Dili, 98) olarak niteleyen ibarenin
kitabında oluş keyfiyetini izah edecekti. Fakat
bunların hiç birini yapmadı. Yalan, iftira ve hakaretle
başladığı her yazısını yine aynı şekilde bitirdi. Bu
cihetle sebbiyelerine dair verilecek en kuşatıcı cevap
“Hepsi yalan” olacaktır.
Oryantalizmin Türkiye
Distribütörü
Öztürk’ün dört sebbiyesinin birinde, tek bir
ayet kullanması onu da ‫“ ﻻ ُﺣﻜْــ َﻢ إِﻻﱠ ﻟِﻠّــ ِﻪ‬lâ hükme illâ
lillâh” diye yanlış yazması hem kendi seviyesini,
hem de onun yazılarına onay verenlerin ilmi ve
ahlaki kariyerlerini göstermesi açısından önemlidir.
“Vaiz Şenocak Vakası” başlıklı sebbiyesinde “ben
de biraz Arapça bilirim” babında latin harflerle
yazdığı ibarede ise (“i”nin şapkasını koymasından
özenle yazdığı zahir) “cem”i bir mevsufa “müfred”
bir sıfat getirerek “Avâmil” düzeyinde bir metin
okuyan öğrencinin bile yapmayacağı hataya
düştü. “Elhamdülillahillezî ehhele abîdehu’lfakîra…” diyerek “fakir”in “mevsufu” olan kelimeyi
‫“ ﻋﺒﻴــﺪ‬ubeyd” yazması gerekirken ‫“ ﻋﺒــﺪ‬abd”ın çoğulu
olan ‫“ﻋﺒﻴــﺪ‬abîd” şeklinde terkibe aldı fakat manayı
doğru verdi, “kulcağız” dedi. (Bu durum bana
tercümelerden okuyup da Arapça aslından dipnot
gösteren bazı zevatı hatırlattı. Ayrıca ibare tevazu
makamında söylendiğinden ve de yaptığı tercümeden
kelimeyi mübalağalı ism-i fail olarak okuması da
mümkün değil.) Diyeceksiniz ki insan hata yapmaz
mı? Elbette yapar. Fakat bir tefsir hocası, bir yazısında
tek bir ayet yazıp onu da yanlış yazması bir seviye
meselesi değil midir? Bu kıymette bir Arapça’ya
sahip olan birinin kalkıp da Kur’an’da lahn/hata var
demesi, açıkça ilan eder ki, “Kendisi Oryantalizmin
Türkiye distribütörüdür.
Oryantalist Paret’in Kur’an’ın –haşa- uydurma
olduğunu belirten görüşlerine katıldığını ikrar
Temmuz
eden, ayrıca oryantalizmin Kur’an’la alakalı
iftiralarından hareketle Allah’ın kitabında
hatalar olduğunu iddia eden Öztürk’ün, bu
ifadeleriyle oryantalizmin Türkiye distribütörü
olduğuna itiraz etme hakkı var mıdır?
Daha Ne Yapacaktı?!
Kur’an’a uydurma diyen Paret’e katılan,
Allah’la alay eden, kıssaların hakikat olduğuna
inanmaya “dogmatikliktir”(Kıssaların Dili: 99)
diyen, Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere rağmen Allah
Rasulü’ne nisbet edilen “bütün hissi mucizelerin
uydurma olduğunu savunan” Öztürk Kur’an’a
daha nasıl saldırabilirdi ki?
Kur’an’a hakaret eden bir adamı savunacak
kadar Müslüman birkaç gazeteciyi yanına alarak,
“Ben Ankara ekolündenim.”; “Arkam sağlam”
gibi tavır ve ifadelerle “Kur’an müdafaamızı
engelleyebileceğini zanneden Öztürk bilmelidir ki,
değil Ankara ekolünü, bütün gazetecileri, onların
etkileşim halinde olduğu üst akılları toplasa, hepsi
tek safta içtima olsa yine de Kur’an’a “hata” isnat
etmelerine müsaade etmeyecek, hesaplaşmadan bir
adım bile geri atmayacağız.
Malul Gazeteciler
Öztürk’ün yazı yazdırdığı, konuşturduğu
gazeteciler meseleye vâkıf olmamaları cihetiyle
“malul” ve “mazurdurlar.”. Fakat Kur’an-ı Kerim’e
her nevi hakareti yönelterek onu itibarsızlaştırmaya
çabalayan, bununla alakalı karaladığı kitapları
“işportacı
tezgahına” çevirdiği ekranlarda
teşhir eden, bu haliyle de, “İşte Kur’an’a böyle
düşmanlık yapılır.” diye meydan okuyan Öztürk,
bütün dünyayı arkasına alsa da Allah’ın Kitabı’na
zarar veremeyecektir. Silahı sadece kalem ve
kelamdan ibaret olacak Kur’an müdafaası, o
tövbe edene, yazılarındaki iftiralardan dolayı,
Kitaplarına hakaret ettiği Müslümanlardan
özür dileyene kadar devam edecek…
Bize Kur’an-ı Kerim gibi tek bir harfinde
hata olmayan bir kitab indiren ve onu tahriften
koruyan Allah Azze ve Celle’ye secdeler olsun.
29
İnfak, Zekat, Sadaka
Prof. Dr. Ali AKPINAR
“İnfâk, zenginliğin değil, mü’minliğin temel özelliklerinden sayılır. Nifâk ile infâk aynı
kökten gelir. Bunun en temel mesajı, nifaktan
kurtulmak için, infâk etmek kaçınılmazdır.”
Dinimize göre malın/variyetin asıl sahibi Yüce
ıdır.
m
ı
r
ı
t
a
y
âhiret
r
i
lıcı ve
b
a
,
k
k
â
n
f
e
e
İn
rımı is
ı
t
a
Çünkü
y
.
t
r
e
ı
r
d
i
h
ım
Â
ı yatır
l
ç
, bire
n
z
a
ü
z
y
a
k
e
r
i
en
yedi, b
e
r
i
zla kab
a
f
a
d
a
n
h
o
da
, hatta
z
ü
y
.
i
yed
vardır
a
m
n
za
Allah’tır. Mülkün gerçek sahibi O’dur. O, mülkünde
dilediği tasarrufa sahiptir. O, dilediğine çok verir,
dilediğine ölçülü verir. Bu konuda da O, sorgulanamaz. Zira O’nun, kullarından kimine az kimine çok
vermesi, imtihanın gereğidir. Hikmetinin gereği O
kimini zengin kılar, kimini fakir. Zengini fakirle sınar.
“Doğrusu zengin eden de varlıklı kılan/
kanaat sahibi eden de O’dur.”[1], “De ki: ‘Ey
mülkün sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin; dilediğinden çekip alırsın;
dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın;
iyilik elindedir. Doğrusu Sen, her şeye Kadir’sin.”[2]
30
Temmuz
Yüce Yaratıcı isteseydi, herkesi eşit variyet sahibi yapardı. Bu durumda kimse kimseye muhtaç
olmaz, insanlar birbirlerinin işini yapmaz, herkes
kendi imkânlarıyla işlerini görmeye çalışırdı ki, bu
şekilde hayatın sürmesi imkânsız olurdu. Zira herkes
yüksek işleri görmek ister, küçük ve basit, hatta ayak
işleri olarak görülen görevleri hiç kimse yapmak istemezdi. Hâlbuki insanların farklı seviyelerde yaratılmış olması, tüm işleri yapan kimselerin olmasını
ve insanların birbirine muhtaç bir şekilde hayatın
devamını sağlamıştır.
“Rabbinin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında
Biz taksim ettik; birbirlerine
iş gördürmeleri için kimini
kimine derecelerle üstün kıldık; Rabbinin rahmeti, onların
biriktirdikleri şeylerden daha
iyidir.” [3]
Yüce Rabbimiz, variyet sınavında malın tekelleşmesini, yalnızca
zenginler elinde dolaşıp duran bir
devlet olmasını istememiş; ondan
bütün kullarının nasiplenmesini istemiştir: “Ta ki,
mal içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın.”[4]
Kur’ân-ı Kerim’de variyet sahiplerinin, sahip
olduklarından diğer kardeşlerini de faydalandırmalarıyla ilgili olarak pek çok kavram kullanılmıştır. Bu
kavramlardan her biri bu yardımlaşmanın farklı şekil
ve çeşitlerine işaret eder. Bu kavramların her birinde derin mânâlar vardır. Bu kavramlardan en kapsamlısı infâktır. İnfâk, sadaka, hayır, hasene, zekât,
karz gibi diğer kavramları da içine alan en kapsamlı
kavramdır. Şimdi bu kavramlardaki bazı inceliklere
dikkat çekelim:
Variyetin Asıl Sahibi
Yüce Allah (c.c.)
İnfâk, zenginliğin değil, mü’minliğin temel özelliklerinden sayılır. Nifâk ile infâk aynı
kökten gelir. Bunun en temel mesajı, nifaktan kurtulmak için, infâk etmek kaçınılmazdır. İnfâk sahibi,
iki dünyaya göre yaşar. Nifak sahibinin ise dünyası tektir. İnfâk etmekle mü’min, variyetin asıl
sahibinin Yüce Yaratıcı olduğunu ve malla sınandığını itiraf etmektedir.
Sadaka, bir sadâkat göstergesidir. Kulun Yüce Allah’a
bağlı olduğunun, sahip olduğu
şeylerin asıl sahibinin Yüce Yaratıcı olduğunun ve O’nun malını O’nun kullarına vermenin
bir kulluk borcu, O’na sadâkat
göstergesi olduğunun isbâtıdır.
Yine sadaka, kulun mü’min kardeşlerine sadâkatinin, onları sevdiğinin
bir göstergesidir. Sadaka, kazancın filtresi, servetin budanması, dünya ve âhiret yatırımıdır.
Hayır, Kur’ân’da mal için hayır kelimesi
kullanılmıştır. Çünkü mal, hayra vesîle olmalıdır. İnsan, malı şerde kullanırsa onu asıl amacından
saptırmış olacaktır. Mü’min, her işi hayır olan, hep
hayırlarda koşturan ve yarışan hayır adamıdır.
Zekât, temizleyen, arındıran demektir. O,
malı şâibelerden temizler. Mal sahibini, bencillikten ve cimrilikten arındırır. Kendisine zekât
verilen fakiri de kıskançlık ve variyet sahiplerine düşmanlık beslemekten temizler.
Zekât, temizleyen, arındıran demektir. O, malı şâibelerden temizler. Mal sahibini,
bencillikten ve cimrilikten arındırır.
Temmuz
31
Zekât, sadaka artırır, bereketlendirir. İnsan onurunu, ahlâkî değerleri artırır, geliştirir, malın
alım gücünü artırarak onu bereketlendirir. “Mallarının bir kısmını, kendilerini temizleyip arıtacak
sadaka olarak al, onlara duâ et; senin duân
onlar için bir güvendir. Allah işitir ve bilir.”[5]
“Allah fâizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir.”[6]
“İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz her hangi bir fâiz Allah katında artmaz;
fakat Allah’ın rızâsını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır.”[7]
Kur’ân’daki onlarca âyette zekât, namazla birlikte anılır. Namaz ile zekât arasında sıkı bir ilgi
vardır. Biri bedenî ibadettir, diğeri mâlî ibadettir. Her ikisi de birbirini tamamlayan ibadetlerdir.
Zekât da namaz gibi ibadet rûhuyla yapılmalıdır ve
her iki ibadet de sahiplerine büyük sevap kazandırırlar. Namaz gibi, zekât ibadetinin de belirli zamanı,
miktarı ve veriliş tarzı vardır.
Mal Bizlere Emanettir
İnfâk, kişiye malın asıl sahibini hatırlatır.
Buna göre sahip olunanların gerçek sahibi Yüce
Allah’tır ve onlar kullarda emanettir. Dolayısıyla mal sahibi, sahip olduklarını asıl sahibin ölçüleri
doğrultusunda kullanmalıdır. O’nun belirlediği ölçülere göre kazanıp harcamalıdır. Bu anlayış içerisinde
olan bir kimse, “Mal benim değil mi, istediğim
gibi kazanır, dilediğim yerde harcarım.” diyemez. O malın kendisinde emanet olduğunu düşünür
ve bir gün emanet sahibinin ondan hesap soracağını
aklından çıkarmaz. O takdirde de çalıp çırpamaz,
israf yapıp hoyratça tüketemez ve harcanması
gereken yerlerde de cimrilik yapamaz.
İnfâk, dünyevîleşmeyi önler. Bugün infâksızlık, pek çok insanın âhireti yok sayarak dünyaya
saplanıp kalmasına sebep olmaktadır. Oysa infâk, bir
âhiret yatırımıdır. Âhiret yatırımı ise en kalıcı ve
en kazançlı yatırımdır. Çünkü onda bire yedi,
bire yüz, bire yedi yüz, hatta daha fazla kazanma vardır.
“İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz her hangi bir fâiz Allah katında artmaz;
fakat Allah’ın rızâsını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır.”[7]
İnfâk, mü’minler arasında kardeşlik bağlarını güçlendirir. Zenginin fakire şefkat ve merhametle; fakirin de zengine minnet ve teşekkürle bakmasını sağlar.
İnfâk, mala ve kişilere gelebilecek
kazâ-belâ-âfetleri savar. Çünkü infâk, mal ve
mal sahibi için mânevî sigorta mesâbesindedir. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Mallarınızı
zekâtla koruma altına alınız, hastalarınızı sadakayla tedâvi ediniz, belâlara duâ ile hazırlanınız.”[9] Bu konuda kültürümüzde, “Az sadaka
çok belâ savar.” şeklinde hikmetli bir söz de vardır.
İnfâk, İlâhî taksime rızânın göstergesidir. Yoksul kimse, içerisinde bulunduğu mâlî durumun kendisi için daha hayırlı olabileceğini düşünerek kanâat ve sabırla durumunu kabullenir. Variyetli
kimse de Yüce Allah’ın kendisini fakir yapabileceğini
düşünerek nimete şükür ifadesi olarak bol bol hayır
yapar. Zira variyet, tek başına salt hayır değildir, yoksulluk da tek başına hayırsızlık değildir. Nice variyet
vardır ki, sahibi için derttir, düşmanlık kazanmasına,
başına bir kısım belâların gelmesine sebeptir.
İnfâk, nimete fiilî şükrün açık göstergesidir. Kur’ân, zenginlerin malında fakirlerin hakkının olduğunu söyler. Dolayısıyla zengin malının
“İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz her hangi bir fâiz Allah katında artmaz;
fakat Allah’ın rızâsını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır.”[7]
32
Temmuz
zekâtını verirken, fakire hakkını verdiğini, borcunu
ödediğini düşünür ve ona göre, onu incitmeden, geciktirmeden, en güzel şekilde sevgiyle verir. Bu konuda Kur’ân sevgi infâkına vurgu yapar:
“Ürün verdiği zaman ürününden yiyin,
devşirildiği ve biçildiği gün hakkını verin; israf
etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.”[10]
“Yakınlığı olana, yoksula, yolda kalmışa
hakkını ver.”[11]
“Zenginlerin mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak var.”[12]
lere olduğu gibi, zengine de yapılabilir. Ancak infâk
şubelerinden zekât, öşür, fıtır sadakası gibi
vecîbelerin belli vakitleri ve miktarları vardır.
Dolayısıyla bunların zamanını, miktarını hesaplayan,
vereceği kimseleri araştırıp belirleyen kimse mâlî
bakımdan da rastgele bir hayattan kurtulur. Planlı,
düzenli bir hayatın adamı olur. Yaşadığı toplumdan
kopmaz. Bunun düzenli bir şekilde işlemesiyle, toplumda ekonomik gidişat da düzene girer.
İnfâk sayesinde, toplumda aşırı zengin ve
aşırı fakir sınıfların oluşması engellenmiş olur.
İnfâk, mal sahiplerini mallarını piyasaya
sürmeye teşvik eder, onları yatırım yapmaya sevk eder. Zira işletilmeyen, âtıl halde bekletilen
mal da zekâta tabidir.
“O’nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğİnfâk, mal sahiplerunda mal veren, namaz kılan,
“Altın ve gümüşü biriktirip
rini mallarını piyasaya
zekât veren…”[13]Burada sevgiyle
Allah yolunda sarf etmeyenlere
sürmeye teşvik eder,
verme, Allah sevgisiyle verme, malı
can yakıcı bir azabı müjdele.
onları yatırım yapsevdiği halde verme, sevdiği en güzel
Bunlar cehennem ateşinde kızmaldan verme, verdiği kimseyi sevmaya sevk eder. Zira
dırıldığı gün, alınları, böğürleri
me, severek isteyerek verme şeklinde
ve sırtları onlarla dağlanacak,
işletilmeyen, âtıl halanlaşılmıştır. Yani infâk sevgi ile yoğ‘Bu, kendiniz için biriktirdiğide bekletilen mal da
rulmalı, infâkı sevgi kuşatmalı, infâk
nizdir; biriktirdiğinizi tadın.’
zekâta tabidir.
hem verende hem alanda sevgiler
denecek.”[16]
oluşturmalıdır. Bunun için de vermenin yalnızca Allah için olması kaçıElbette Allah’a ve âhirete
nılmazdır. Zira gerçek kulların verme
inanan mü’minler, bütün kalemleriyle bol bol infâk ederler. Farzıysloganı şudur: “Biz sizi ancak Allah
rızâsı için doyuruyoruz, bir karşılık ve teşekkür la, vâcibiyle infâk ettikleri gibi, nâfile infâklabeklemiyoruz.”[14] Verdiğimiz kimseden herhangi bir ra da ehemmiyet verirler. Onlar, zekâttan çalmayı
karşılık bile beklemek şöyle dursun, ondan teşekkür ve zekâttan kaçırmayı aslâ düşünmezler, bunun için
aslâ hesaplar yapmazlar. Zira onların hesabı, âhirette
bile beklemeden verebilmektir önemli olan.
kazanmak, hâsılatı âhirette toplamaktır.
İnfâkın Kabulü İçin
İnanç ve sevgiyle vermek infâkın kabul şartıdır:
“Münâfıkların verdiklerinin kabul olunmasına
engel olan, Allah’ı ve peygamberini inkâr etmeleri, namaza tembel tembetl gelmeleri, istemeye istemeye vermeleridir.”[15]
İnfâkın sınırı ve süresi geniştir. Her zaman ve
herkese infâk yapılabilir. Güler yüzden, yarım hurmayı vermekten başlayan infâk, dağlar kadar altını
Allah yolunda harcamaya kadar çıkabilir. İnfâk, fakir-
Temmuz
Kaynaklar
[1] 53/Necm, 48.
[2] 3/Âl-i İmrân, 26.
[3] 43/Zuhruf, 32.
[4] 59/Haşr, 7.
[5] 9/Tevbe, 103.
[6] 2/Bakara, 276.
[7] 30/Rûm, 39.
[8] 2/Bakara, 261.
[9] Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, III, 464.
[10] 6/En’âm, 141.
[11] 30/Rûm, 38.
[12] 51/Zâriyât, 19.
[13] 2/Bakara, 177.
[14] 76/İnsân, 9.
[15] 9/Tevbe, 54.
[16] 9/Tevbe, 34-35.
33
Hz. Pîr Seyyid
Ahmed er-Rufai (k.s) den
Münacat!
Allah’ım! Mağfiretinden başka bir şeyin ihâta edemiyeceği, affından başka bir şeyin silemiyeceği, fazl ve ihsânından başka bir
şeyin örtemiyeceği günahlarımı bağışla. Şu anda, dünyanın musibet
ve hüzünlerine karşı bana güç verecek, sana olan şevkimi ve katındaki şeylere rağbetimi artıracak tam bir yâkin ver. Beni mağfiret ediIenlerden
ve katında şerefli sayılanlardan kıl. Bana verdiğin nimetlere karşı
şükrümü artır. Çünkü sen, tek, ezeli, yüce, yaratan, işiten ve bilen
Allah’sın. Ki senin işine kimse mani olamaz ve iyiliğini de kimse engelleyemez Şahadet ederim ki sen, benim ve herşeyin Rabbisin. Yeri ve
göğü yaratan sensin. Gizli ve açık herşeyi bilensin. Yücesin, bâkisin.
34
Temmuz
Allah’ım! İşlerimde sebat etmeyi, doğruluğa sarılmayı, nimetlerine şükretmeyi bana nasip et. Bütün zâlim ve azgınların zulmünden, haddi aşanların taşkınlığından, hasetçinin hasetinden,
tuzak kuranların tuzağından, kindarların başıma gelen şeylere sevinmesinden sana sığınırım. Senden ancak, sana yakın ve dost
olanların sevgisini isterim. Ey Allah’ım! Saymaya ve çeşitendirmeye
güç yetiremiyeceğim kadar çok olan fazl-u keremine, rızkının bolluğuna ve
velâyetin bahşettiği yardımlara karşılık hamd, sadece sana mahsustur.
Şüphesiz sen, kendinden başka ilâh olmayan Allah’sın. Hamdini, mahlükatın içinde ızhâr eden, cömertlikle elini yayarak açansın.
Temmuz
35
Mahremiyet ve Tesettür
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir Sifil
İ
nsanı yaratan Allah, dünya ve ahiret selametimiz için koyduğu sınırlara uymamızı
bizden talep ediyor.
Bu çerçevede dinin meşru saymadığı,
yani haram işlerden sakınmamızı emrediyor.
eyi örr
e
n
r
he
ahiren
z
r
erlere
ü
y
t
t
o
e
s
e
e
d
T
de
eriçimiz
,
a
s
atıni y
r
b
o
/
i
v
tüy
e
n
arı
len ma
e
g
l
i
i ayıpl
b
k
a
a
k
d
a
u
m
, or
rtüyor
ö
i
z
i
zliyor.
i
g
lerim
e
v
r
örtüyo
Haram; yani güzel olmayan, yani çirkin
olan, yani insanlık onuruyla bağdaşmayan
her türlü tutum, davranış…
Dininin belirlediği ölçülere riayet edip düşük
sıfatlardan arınanları ise müjdeliyor.
Bu müjdeden nasipdar olmak için özenle korunması gereken sınırlardan biri de mahremiyet.
İffetli ve hayâ sahibi olarak yaşamanın anahtarı mahremiyet.
Ve müslüman kadının mahremiyetinin
tezahürü tesettürdür, yani örtünmedir…
36
Temmuz
Yüce dinimiz, güzel ahlâkın insanın fıtrî bir özelliği olduğunu vurgular. Yani insan, yaradılışından
iffetli, namuslu, hayâ sahibidir. Allah’ın verdiğine razıdır, başkalarında olana göz dikmez.
Kendisinde olanı, mahrem alanını da başkalarına göstermez.
Dinimiz, “haram”, “mahrem”, “avret” gibi
kelimelerle ifade edilen hususlara hassasiyetle eğilmiş
ve bu kavramların anlattığı her ne varsa, onların uluorta sergilenmesini yasaklar. Hususiliğinin korunmasını ve özenle muhafaza edilmesini emreder.
İşte bu, en geniş manasıyla örtünme (tesettür)
emridir ve “gizlenmek, saklanmak, korunmak,
açıkta ve ortalık yerde bulunmamak” gibi anlamlara gelen bu emrin muhatabı kadın-erkek
bütün müslümanlardır.
Tesettürü Doğuran İlke
Olarak Mahremiyet
Müslüman, fıtratını yani yaradılış özelliklerini
muhafaza ettiği için hayâ sahibidir ve sahip olduğu
bu özellik onu bazı şeyleri başkalarının görmesinden
ve dikkatini çekmekten sakındırır.
Söz gelimi, müslüman için yaşadığı ev, başkalarının serbestçe muttali olmaması gereken “mahrem”
bir ortamdır. Bu sebeple İslâm’da eve “haram”
denmiş ve Efendimiz s.a.v., başkalarının evine
(mahremiyet bölgesine) izinsiz girmeyi ve başkalarının özel hallerine muttali olmayı yasaklamıştır. Bunu fiilen kendi özel hayatında da titizlikle
uygulayan Efendimiz s.a.v., penceresine boydan
boya çift kanatlı perde çektirmiş, kapısını da
kalın ahşaptan yaptırmıştır.
Bu mahremiyete uyma hassasiyetinin, doğal
olarak İslâm medeniyetinin ev ve şehir mimarisine de
yansıdığını görürüz. İslâmî mimari, evlerin önünde
bulunan ve “hayat” denilen bahçeyi insan boyunu
aşan yüksek duvarlarla dışarıdan ayırmış, böylece yabancı bakışların bahçe içindeki günlük hayata sızması
engellenmiştir.
Yüce dinimizin öngördüğü bu mahremiyet, sadece evin içiyle dışı arasında cereyan eden bir hassasiyetin ifadesi değildir. Aziz Kitabımız, aynı ev içinde
yaşayanların bile birbirlerinin mahremiyetine riayet
etmeleri, hizmetçilerin ve çocukların, belli vakitlerde
ebeveynin odasına girerken izin istemeleri gerektiğini
ifade buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Emriniz altında bulunanlar ve içinizden henüz ergenlik çağına girmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından
sonra, yanınıza girecekleri vakit sizden izin
istesinler. Bunlar mahrem halde bulunabileceğiniz üç vakittir. Çocuklarınız ergenlik çağına
ulaştıklarında, öncekiler (büyükleri) izin istedikleri gibi (her geldiklerinde) izin istesinler…”
(Nur, 58-59)
Her Yerde Herkes İçin
Örtünme
Kişinin, ev içi ahvalini yabancı gözlerden
saklamak için alması gereken tedbirler nasıl
birer “tesettür” ise, toplum içinde mahrem
alanımız olan vücudumuzun yabancılara teşhirini önlemek için örtünmek de tesettürdür.
İslâm alimleri, bir müslümanın vücudunun
nerelerini kimlere karşı ve nasıl örtülü bulundurması gerektiği konusunu, erkeğin erkeğe,
erkeğin kadına, kadının kadına ve kadının erkeğe karşı tesettürü olarak dört başlık halinde
ele almışlardır.
Spot Alanı Kadın-erkek arasındaki cazibeyi, çekimi, etkilenmeyi engellemeyen örtünmenin de tesettür olmadığı anlaşılır.
Temmuz
37
Bu bakımdan, tesettür kadın-erkek her müslümanı ilgilendirir. Hiçbir müslüman erkek de tesettürden müstağni değildir.
Bununla birlikte tesettür konusu daha çok
kadının erkeğe karşı tesettürü çerçevesinde
yoğunlaşmıştır. Tamamen fıtrî, yaratılıştan kaynaklanan sebeplerle kadının tesettürü konusu
daha kapsamlı olarak ele alınmıştır. İslâm dininin erkekten farklı olarak kadına daha kapsamlı bu örtünme emrinin altında yatan temel sebep,
insan tabiatında var olan ve dinimizin emir
ve yasaklarına uygun olarak şekilendirilmesi
istenen şehevi arzudur. Bu arzu, kontrol altına
alınmayıp terbiye edilmediği zaman birey ve toplumların huzurunu bozacak güçte sonuçlara sebep
olmaktadır. İffet, hayâ gibi duyguların gelişmesi
bu tehlikeyi bertaraf edecek ve bu duygular
ancak tesettür ile belirlenen mahremiyet alanlarında filizlenip gelişebilecektir.
Yüce Rabbimiz erkekle kadını farklı yaratmıştır. Fiziksel güç, soğukkanlılık, metanet, itidal gibi
özellikler genel olarak erkekle birlikte anılırken, kadın
zarafet, duygusallık, nezaket, şefkat, merhamet gibi
özelliklerle donanmıştır. Kadının bu özellikleri ön plana
çıkarıldığında, daha doğrusu “teşhir edildiğinde”
haberlerde çokça örneğini gördüğümüz türden toplumsal problemler sökün etmekte ve bundan en başta
kadınlar olmak üzere bütün toplum zarar görmektedir.
İffet ve Temiz Toplum
Modern hayat tarzını benimseyen toplumlarda
görülen cinsellik temelli suçların, “az gelişmiş” olarak nitelendirilen toplumlara oranla çok daha fazla olması, yukarıdaki tesbiti doğrulayan önemli bir şahittir.
Hatta ülkemizde bile şehirlerle daha küçük yerleşim
birimleri arasında, ahlâk zafiyetleri ve kadınların maruz kaldığı çirkin muameleler bakımından büyük farklılıklar bulunduğu gözlemlenmektedir.
Bu manzaranın izahını, ahlâkın ve hayâ
duygusunun zaafa uğraması yanında, art niyetli
emelleri tahrik eden davranış ve giyim-kuşamlarda aramak gerektiğini düşünüyoruz.
Örtünmenin İçsel
Derinliği
İslâm, insanların sadece dışa yansıyan tavır ve
davranışlarını ıslah etmekle kalmaz, aynı zamanda
ve daha öncelikli olarak insanın iç dünyasını, kalbini
kötü düşüncelerden ve kötülüğe kapı axçabilecek düşünce ve duygulardan arındırmayı hedefler.
Kadın ve erkeği fıtraten karşı cinse meyilli olarak yaratan Rabbimiz, insan neslinin devamını bu meyile bağlamış ve fakat onun kontrolden çıkmaması için de sınırlar koymuştur.
Bu sınırları “özgürlüğün kısıtlanması” olarak görenler, günümüz Batı toplumlarının geneline hakim olan dejenerasyon ve çürümeyi göz
önüne getirmelidir.
Örtünme, müslüman kadın için sadece
yabancı bakışlara ve art niyetli yaklaşımlara
karşı bir “korunma aracı” değildir. O, kadınla
erkek arasında meydana gelmesi her an için
“Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, (ihtiyaçları için
dışarı çıkacakları zaman) dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle…” (Ahzab, 59)
38
Temmuz
mümkün ve muhtemel olan meşru olmayan
yakınlığı engellemenin de bir aracıdır. Bu açıdan bakıldığında, örtünmenin şekli de ortaya çıkar.
Kadın-erkek arasındaki cazibeyi, çekimi, etkilenmeyi engellemeyen örtünmenin de tesettür
olmadığı anlaşılır.
boyun ve gerdanlarını kapatmaları ve sokağa çıktıklarında da dış elbiselerini üzerlerine almaları emir
buyuruldu.
Yine Nur suresi 31. ayette buyurulduğu gibi, “…
gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye
ayaklarını yere vurmasınlar” emriyle, kadınların
dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde yürümemeleri
ihtar edilmiş ve tesettürle hedeflenen
şeyin yalnızca şeklî bir düzenleme
olmadığı ortaya konmuştu.
Sözünü ettiğimiz bu yakınlaşmanın önüne geçmek sadece kadının görevi ve sorumluluğu değildir. Erkek de kadın kadar
sorumludur. “Mümin erkeklere
Nur suresi 31. ayetsöyle, gözlerini harama dikmete buyurulduğu gibi,
Tesettür emri inzal buyurulup
sinler, ırzlarını korusunlar. Çünda Efendimiz s.a.v. tarafından tebliğ
kü bu daha temiz bir davranıştır.
“…gizlemekte oldukedildiğinde, erkekler evlerine gelip
Şüphesiz Allah, onların yaptıkları zinetleri anlaşılsın
eşlerine bu ayeti haber verdiler. Salarından haberdardır.” “Mümin
diye ayaklarını yere
habi hanımlar da vakit geçirmekadınlara da söyle: Gözlerini
vurmasınlar” emriyle,
den çarşaf gibi şeyleri kenarlaharamdan sakınsınlar, ırzlarını
kadınların
dikkatleri
rından yırtarak başlarını ayette
korusunlar. Ziynetlerini (süsleribelirtildiği gibi örttüler.
nin takılı olduğu boyun, kulak, baş,
üzerlerine çekecek şekol ve bacak gibi yerlerini) açıp göskilde yürümemeleri ihO günden sonra tesettür
termesinler… ” (Nur, 30-31) ayettar edilmiş
müslüman kadının ayrılmaz
lerinde hem erkeklere, hem kabir parçası olmuş, onun saydınlara haramdan sakınmanın
gınlığını,
iffet ve izzetini temsil
emredilmesi, her iki cinsin aynı
derecede hassasiyet göstermesi gerektiğini or- eder olmuştur.
taya koyar. İffetli ve temiz bir toplum oluşturmanın
tek yolu budur.
İç-Dış Bütünlüğü
Onlar Tartışmadılar,
Uyguladılar
Tesettür ayetinin inişinden önceki dönemde kadınlar başlarının yarısını örter, başörtüsünün uçlarını
arkadan bağlar, boyun ve gerdan kısımlarını açıkta
bırakırlardı. Ayrıca ev ve dışarı ortamlarında kadınlarla erkekler karışık bir halde bulunurdu.
Tesettürü emreden yukarıda geçen (Nur, 31)
ve “Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve
müminlerin kadınlarına, (ihtiyaçları için dışarı
çıkacakları zaman) dış elbiselerinden üstlerine
giymelerini söyle…” (Ahzab, 59) ayetleri ile hem
erkekler, hem kadınlar harama bakmaktan sakındırıldı, mahrem olmayan erkeklerin yanında kadınların başörtülerini yakalarının üzerine kadar indirerek
Temmuz
Dünya hayatı ne kadar garip bir seyirle ilerliyor… Geçen bir kaç asırda anlamlı, önemli, şerefli, kıymetli ne varsa zihinlerde tam zıddıyla
yer değiştirmiş durumda. Bu pervasız değişim günden güne ahlâkımızın en kıymetli yerine sirayet ediyor.
Ahlâkın en eldeğmemiş yeri, elbette kolaylıkla
nüfuz edilebilecek bir yer değildir. Bu, birinin canı her
istediğinde yapabileceği bir şey değil. Bu durum için
şu örnek verilebilir: Manaya müdahele etmek, onu
yıpratmak, onu ifade etmek için kullanılan kelimelere
zarar vermekle gerçekleşiyor. Dolayısıyla İslâm için
önemli bir değer de zahir, yani görünüştür. Mana ve
niyet gibi batınî haller karşısında görünenin/görünüşün bir önemi yok, demek abestir. İkisinin birbirini
doğurduğu ve doğruladığı unutulmamalıdır. Tesettür gibi son derece ciddi ve ehemmiyetli bir
hadiseye “zahiri durumdur” “manadan habersizlerin işidir” gibi cümleler kullanarak saldırmaya
39
çalışanlar, kendi durumunda anlamlı bir şey göremeyip kalplerinin temiz olduğu vehmine sarılanlardır.
Nasıl ki, oruç hem zahiren iç organlarımızı temizliyor ve bizi bir disipline sokuyor, hem
de batınen nefsimizi tutarak ruhumuzu temizliyorsa; tesettür de aynı şekilde hem zahiri hem
de batıni olarak bizi örtüyor. Sözün özü, tesettür zahiren her nereyi örtüyorsa, içimizde de o
yerlere mukabil gelen manevi/batıni yerlerimizi örtüyor, oradaki ayıpları örtüyor ve gizliyor.
Örtüsüz Çağ
Günümüzde ise tesettür Allahu Tealâ’nın en çok
konuşulan, tartışılan emirlerinden biri haline gelmiştir. Sebebi ise, insanı hiç düşünmeksizin örtünmeye sevk eden iffet
duygusunun zafiyete
uğramış olmasıdır.
Bir refleks olarak
utanma duygusuna sahip
olduğu zaman, insan, dininin yol göstermesiyle
nelerden nasıl sakınacağını bilmiştir. Allah Tealâ’nın
çok açık emirlerini anlamakta zorlanmamıştır. Fakat arzuların erdeme galip
olduğu zamanlarda -ki
günümüz koşullarını belirleyen durum budur- emre
isyan etmek, kabul etmemek veya arzulara uygun yorumlayarak tahrif etmek yolu seçilmiştir.
Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuşlardır: “Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir
fitne nüfuz ederse, onda siyah bir leke oluşur.
Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir
benek hasıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya
çıkar: Biri cilalı mermer gibi bembeyazdır;
dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar veremez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak
duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne
de kötüyü kötü. O, hevadan (nefsani arzulardan)
kendisine ne içirilmişse, onu (hak veya batıl) bilir.” (Müslim)
40
Bu rivayette dikkat çekmek istediğimiz mühim
bir nokta var: Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, fitneye
bulanmış ve böylece kararmış kalbin, kendisine benimsetilmiş değerler dışında başka bir şeyi kabul etmemesini anlatırken bir kelime kullanıyor: “İçirilmiş”
Bu kelimeyi, vücuda alınan bir sıvının çabucak
kana karışması ve insanın hücrelerine nüfuz etmesi olarak anlamak yanlış olmaz. Efendimiz s.a.v. bu
kelimeyi kullanmakla, hevadan kaynaklanan değer yargılarını benimseyen kalbi, bir anlamda
şartlanmışlıkla tavsif etmiş olmaktadır. Böyle
bir kalbin, iyiyi kötüden, ma’rufu münkerden ayırt etmesini beklemek zordur.
Kalplerin safiyetini yitirmesi sonucunda da
hayâsızlık yaygınlaşmıştır ve nâmahremden utanmak
yeni nesiller için anlaşılması zor, garip bir davranış kabul edilmiştir. Aksine giyinik veya çıplak olarak
kendini güzelleştirip
mahrem olmayanlara
göstermek, teşhir etmek, desteklenen, rağbet edilen bir davranış
olmuştur.
Utanma duygusunun ortadan kalktığı bir
dünya insanî olan değerlerini kaybetmektedir. Mahremiyetine sahip çıkmayan insan saygınlığını
yitirmekte, hayatta kalabilmek için acımasız
bir şekilde bencilleşmektedir. Bu durumun ne
bireye, ne topluma bir faydası olacak ve zulme maruz
kalan dünyanın mahvına yol açacaktır.
Buna razı olmak, en güzel şekildeki yaratılıştan,
hayvanlar gibi, hatta onlardan daha aşağı olmaya
razı olmak demektir. Fakat bu yalnızca insanın rızası
olacaktır, Cenab-ı Mevlâ’nın değil…
Müslümanın gaye edindiği rıza ise insandan değil, Allah’tandır. Allah’a teslim olanlar,
her çağda ve her şartta yalnızca O’nun rızasına
yönelecek, mahremiyet sınırlarına riayet ederek korunmaya, fitneden uzak durmaya imkan
bulacaklardır.
Temmuz
Hadis-i Şerif
Ebû Hureyre ve Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) Peygamber Efendimiz
(s.a.v)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmişlerdir:“Kim geceleyin
uyanır ve karısını da uyandırarak beraberce iki rekat namaz
kılarlarsa, Allah’ı çok zikreden erkek ve kadınlardan yazılırlar”
(Ebû Davûd,Vitr, 13)
Temmuz
41
Modernite Çıkmazında Dervişlik
Emre TOPOĞLU
“Muhafazakar Söylemleri Olanın, Muhafazakar Eylemleri de Olmalı...”
Octavia Paz “Bir geleneğe muhalefet o geleneğe ait olmakla başlar” der. Çoğu zaman birlikte ya da birbirinin yerine kullanılan “modernleşme”
ve “modern” kavramları, tam bu yüzden dolayı ayrışır. “Modern”, geleneği bir anlamda anlamaya çalışan
ve onu hayatının sürekliliğine yayarak değişebilen
biriyken, “modernleşmeci” gelenekle arasına mesafe
koyan, dolayısıyla değiştiğini düşündükçe özünü kaybeden biridir. İşte tam bu noktada tasavvufi derinliğe sahip yapıların, modernite dalgalarına karşı daha
sağlam durmak adına bazı geleneklere sahip çıkması
gerekmektedir.
Evet, dünya modernleşiyor ve dolayısıyla insanları, duyguları, hissiyatı da peşinden
sürükleyerek gidiyor. Bu rüzgara biz de kapılıp,
geleneklerimizin, kalıplarımızın, öz benliğimizin yitip
gitmesine aldırış dahi etmiyor, “çağa ayak uydurmak” deyip geçiyoruz.
“İşte her konuda, her alanda olduğu gibi”
diye başlayan bir cümle ile konuyu sıradanlaştırmak
gafletine düşmek istemediğimizden, altını üstünü
koyu ve kalın çizgilerle çizmek istiyoruz müsaadelerinizle... Değişim, gelişim eksenli ise sıkıntımız yok
42
ancak başkalaşıma karşı ciddi itirazımız var. Çok sofistike oldu belki ama anlatmak istediğimiz aslında tasavvufi geleneğe sahip kişi, kurum, kuruluş ne varsa
değişim rüzgarları ile öz benliklerini yitirmek yerine,
rüzgarı arkalarına alarak gelişim gösterebilmelerinin
gerekliliğini bir kez daha vurgulamak. Biz mevzu bahis öznelerin olumsuz değişimlerinin, insanlığa, topluma, vatana, millete ve dünyaya haksızlık olduğunu
düşünüyoruz.
Ancak ne var ki, son dönemlerde yaşanan
olumsuz gelişmelerin, en fazla zarar verdiği konunun
“müslümanlık bilinci” olduğu artık göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Uluslararası arenada gerçekleştirilen çeşitli algı operasyonları, maneviyatı tam da
sırtından hançerlemeye yönelik dahili suikast girişimleri... Hepsinin ortak hedefi sadece ve sadece müslüman kimliğini zedelemek ve yeni ortaya atılan “ılımlı
islam” modelini beyinlere yerleştirmek.
Toplumumuzda global kültür istîlâsı sebebiyle
yaşanan yozlaşmalar, maalesef İslâm’ın rûhuna zıt
bâzı uygulamaları da beraberinde getirmiştir. Öyle ki,
hayâtın en mühim safhalarına gayr-i İslâmî mâhiyetler karıştırılarak âdeta şeytan da onlara ortak edilmektedir. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın, huzûrundan kovduğu
şeytana söylediği şu gazap ifâdeleri, insan için ne mühim bir îkazdır:
Temmuz
“Onlardan gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt; süvârilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak
ol!..” (el-İsrâ, 64)
Konuyu çok dallandırıp budaklandırmaya gerek yok sanırım, şöyle basit bir zihin egzersizi yapalım
isterseniz beraberce; acaba kaçımız faizin kesinlikle haram olduğunu düşünüp uzak duruyoruz? Cebimizdeki yüksek limitli kredi kartları ile çok
komik duruyor verdiğimiz cevaplar sanki. Ya da kaçımız sünnet-i seniyeye tam olarak riayet etmekteyiz?
Hangimiz dünyanın dört bir tarafında zülum altında bulunan kardeşleri için samimi gözyaşları döküyor? Hayır biz dua ediyoruz onlar için diye
kendimizi kandırmayalım. Günde üç öğün mükellef
sofralarda karnımızı davul kıvamına getirinceye ka-
görmemezlikten gelmeyi tercih ediyoruz gerçekleri.
Peki ne kadar huzurluyuz iç dünyamızda hiç düşündük mü? Ufak tefek sıkıntılar karşısında nasılda manevi bir çöküş yaşıyoruz ruhumuzda değil mi! Peki bir
çaresi yok mu bunun diye soruyoruz kendimize ve
cevabı yine Rabb’imiz veriyor bize,
“ ... Her bir nefis ve onu düzenleyene, ona
hem fücuru ( Allah’tan uzaklaştıran kötülükleri),
hem de takvayı ( Allah’a yakınlaşma yolunu) ilham
edene yemin olsun ki, iç alemini temizleyen,
onu arındıran felaha ermiştir. Onu temizlemeyen, günahlar ile örten ise felakettedir.”
Bu minvalde bakıldığında, hem dünya ve hem
de ahiret saadeti için tek yolun, hakiki bir takva hayatı yaşama gayreti ile oluşabileceği açıktır. “Nefsi-
“ ... Her bir nefis ve onu düzenleyene, ona hem fücuru ( Allah’tan uzaklaştıran
kötülükleri), hem de takvayı ( Allah’a yakınlaşma yolunu) ilham edene yemin olsun ki,
iç alemini temizleyen, onu arındıran felaha ermiştir. Onu temizlemeyen, günahlar ile
örten ise felakettedir.”
dar yedikten sonra, sıcacık evlerde oturup televizyon
karşında ahkam kesmekle olmuyor bu işler öyle değil
mi? Ya da şöyle soralım, gerçekten hakiki mümin
tanımına ne kadar uymaktayız? İçtimai hayatın
her alanında o kimliği tam manası ile taşıyabiliyormuyuz, yoksa muhafazakarlığımız da sadece söylem
boyutunda mı kalıyor? Yani hem muhafazakâr
olup hem de nefsin istek ve arzuları sorgusuzca karşılanırken, herhangi bir hicap duyulmamaktadır.
Evet bunların tamamı bize yutturulmaya çalışılan “ılımlı islam” modelinin doğurduğu sonuçlar.
Ne acıdır ki, biz de alışmışız ve hatta memnunuz bu
şekilde yaşamaya. Başkalarının, çoğunluğun yaptığı
yanlışlar sürü psikolojisi gereği yanlış olmaktan çıkıyor ve bizler “hayat şartları”, “modern dünyanın
gereklilikleri” gibi bahanelerin ardına sığınabiliyoruz çoğu zaman.
Geçim derdi, ailevi sorumluluklar, iş ya
da okul hayatı ya da çeşitli renklerle bezenmiş
fani aldanışların cazibesi... Birçoğumuz etrafımızda olan bitenin, az ya da çok, şöyle veya böyle
farkındayız. Okuduklarımız, dinlediklerimiz, hissettiklerimiz ve en mühimi bize doğrudan bildirilenler,
ahirete yolculuğu haykırıyor duymayan kulaklarımıza. Kimimiz bahanelerin ardına sığınırken, kimimiz
Temmuz
ni tezkiye eden elbette felaha kavuşmuştur.”
buyruğu sırrınca iç alemimizin, gönül dünyamızın bu
ölçülerde terbiye edilmesi artık zorunlu hale gelmiştir.
Kulun Rabbi ile kalpte buluşması; yani
merhamet, şefkat, affedicilik, hilm gibi cemali
sıfatların kalpte tecelli bulması, yani kulun her
nefeste, Rabb’inin huzurunda olduğu bilinci ile
hareket etmesi gerekmektedir.
Ne var ki hala belli hassasiyetleri taşıyan, bu
minval üzere çalışmalar yürüten kişi ve kurumlar var.
İşte özellikle bu kurumların, mevcut yapılarını, geleneksek özellikleri muhafaza etmeleri gerekmektedir.
Bu hususta modern çığlıklar atanların ise bir kez daha
oturup, farkında olarak ya da olmayarak neye, kime,
hangi amaca hizmet ettiklerini düşünmeleri zaruridir.
Bu bağlamda Allâh’a güzel bir kul olabilmek için, İslâm’ı, hayatın hiçbir safhasında
unutmamak gerekir. Bilhassa en büyük imtihanlara tâbî tutulduğumuz iş hayatında, âile
hayatında ve beşerî münâsebetlerde… Zira
müslümanlık, belli zaman ve mekânlara has bir merasim değil, ömrün her ânını tanzim eden bir hayat
nizamıdır.
Baki selam ve muhabbetlerimle...
43
Çok Özledik Hocam Seni
Ersan BİLGİN
İslam Alemi’nin Önderi, Ümmetin Hocası
ve Milli Görüş Lideri Muhterem Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamız’ı, dört yıl önce milyonlarca evladının ve sevenlerinin şahitliğiyle çok sevdiği Ebu
Eyyüb El Ensari Hazretlerinin dizinin dibinde, İstanbul’da Yüce Dost’a, Rabbimiz’e gözyaşları ve dualarla
uğurlamıştık. İnanıyoruz ki şimdi biiznillah Muhterem
Hocamız, bir ömür yolunda gitme şerefine erdiği Alemlerin Efendisi Sevgili Peygamberimiz’le,
tüm peygamberlerle, salihlerle, şehidlerle ve sadıklarla beraberdir.
“Hayat iman ve cihaddır” sözünün şuuru
ile yaşayan ve “malıyla canıyla Allah yolunda
cihad eden bir Müslüman” olarak hatırlanmanın
en büyük şeref olacağını ifade ederek vazife başında
vefat eden Muhterem Hocamız, bir kez daha bizlere
dünyanın fani, geçici, Rabbimiz’in baki olduğunu ve
Müslüman demenin yaşadığı çağdan sorumlu olmak
manasına geldiğini anlattı ve hatırlattı. Muhterem
Hocamız’ı bir kez daha rahmetle, gıptayla ve hasretle anıyoruz.
44
Kur’an Ve Sünnet
Merkezli Bir Hayat
Merhum Akif’in “Kur’an’dan alıp ilhamı,
asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” dizelerini
Erbakan Hocamız, yaşıyor ve yaşatıyordu. Hocamız, tüm Müslümanlara İslam’ın sadece kelime-i şehadet getirmekten, namaz kılmaktan,
oruç tutmaktan, zekât vermekten ve hacca
gitmekten ibaret olmadığını haykırdı. Hocamız,
Kur’an’dan ve Sünnet’ten aldığı ilhamla, hayatıyla İslam’ın bütün bunlarla birlikte Allah yolunda cihad etmek, tüm insanlığın dünya ve ahiret
saadeti ve İslam birliğini kurmak için çalışmak olduğunu, bizlere ve tüm dünya Müslümanlarına öğretti. Hocamız son nefesine kadar bu uğurda canıyla ve malıyla mücadele etti. Her zaman ve her yerde “iman”
dedi, “cihad” dedi, “izzet” dedi, “ümmet” dedi,
“Kur’an” dedi, “Sünnet” dedi ve “İslam” dedi…
Temmuz
Tüm hayatının merkezine Kur’an’ı ve
Sünnet’i yerleştiren, her işte önce ahireti ve
o büyük hesabı düşünen Muhterem Erbakan Hocamız bütün konuşmalarında bir çok ayet ve hadis
zikreder ve ehl-i sünnet alimlerinin yaptığı gibi izah
ederdi. Hocamız’ın üzerinde durduğu ayet-i kerime
ve hadis-i şeriflerden bazılarını vefatlarının sene-i
devriyelerinde birbirimize hatırlatalım dedik.
- Rabbimiz buyuruyor: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu
yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan)
korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok
zalim, çok cahildir.” (33/72)
- “Allah’ın vaadi haktır. Allah asla sözünden dönmez” (3, 194)
Muhterem Hocamız yukarıdaki ayetleri “temel
esaslar” derslerinde tekrar tekrar okurlar, bizleri
düşünmeye sevkederler ve nasihatler verirlerdi. Bir şeyi anlatırken bir eğitimci duruşuyla en ince
detayına kadar inen Erbakan Hocamız’ın, konuşurken tüm hücreleri ve azaları mübarek ağızlarından çıkan kelimelere iştirak eder ve bu
durum karşıdaki muhatabı çok etkilerdi.
İslam Barış’tır
- Erbakan Hocamız her hayrın başı ve bereket
vesilesi olan “besmele”yi şöyle açıklardı: “İslam Dininin özü: “Hâlıkı tazim, bütün mahlukata, Allah’ın kulları olduğu için, şefkattir”. İslam dininin temeli “iyilik” tir. Sadece insanlara değil, bütün
mahlukata şefkat, bu arada çevreye, bütün nebatlara, hayvanlara şefkat İslam dininin temelini oluşturur.
Bunun için Kur’an-ı Azimüşşan “Bismillahirrahmanirrahim” ile başlıyor. Yani Cenab-ı Hakk’ın
Rahman ve Rahim ismi şerifleriyle başlıyor. Rahman demek: herkese, bütün mahlûkata şefkati olan,
rahmeti olan, esirgeyen, bağışlayan demektir. Cenab-ı Hakk’ın sonsuz ismi şerifi vardır. Kur’an-ı Azimüşşan’da bunlardan 99 tanesi zikredilmiştir. Bunlara “Esma’ül Hüsnâ” denir. Bu mübarek isimlerin
içerisinden başka sıfatların zikredilmeyip de Kur’an-ı
Azimüşşan’a başlarken Rahman ve Rahim isimleriyle, sıfatlarıyla başlaması, İslam Dininin temelinin iyilik olduğunu, şefkat olduğunu, merhamet ve rahmet
Temmuz
olduğunu göstermektedir. Esasen İslam kelimesinin
manası ise “silm” kökünden gelmektedir. Yani iyilik,
barış, kardeşlik, selamet, huzur ve güven demektir. Ve
yine Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) “Rahmeten lilâlemin” olarak gönderilmiştir. Yani “sadece insanlar, nebatlar ve hayvanlar için değil
bütün âlemlere rahmet” olarak gönderilmiştir. Bütün bu temel esaslar İslam dinin temelinin iyilik olduğunu ve yeryüzündeki bütün insanların saadeti için
gönderilmiş olduğunu açıkça göstermektedir.”
İmtihan Dünyası
- Dünya hayatımızın bir imtihan olduğunu
sohbetlerinde vurgulayan Hocamız “O, hanginizin
amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi
imtihan etmek için, ölümü ve hayatı yaratandır...” (Mülk, 2) ayetini okur, “İmtihanı kazanmak
itaat iledir.” İnsanoğluna Rabbimiz tarafından başka varlıklarda olmayan çok kıymetli meziyetler verilmiştir. Bu kıymetli meziyetlerin kendisine verilmesi
dolayısıyla insanoğlu, “Rabbimiz Adil olduğundan
imtihan edilmek mecburiyetindedir. Biz dünya hayatına, imtihan için geliyoruz. İmtihan oluyor ve fani
dünyadan gidiyoruz. Cenab-ı Hak bu imtihanda hepimize yüz aklığı ve muvaffakiyet versin İnşallah. Amin.
Peki bu imtihan nasıl oluyor? Bu imtihan; Bir insan,
iyi midir, kötü müdür? esasına göre yapılmaktadır.
Yani bu imtihan en ulvi, en kıymetli, en yüksek bir
gaye bakımından yapılmaktadır. İyi insan olmak nasıl
mümkündür? Bir Hadis-i Şerifte “Hayrun nas men
yenfeûn nas” buyurulmaktadır. Yani “insanların
hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” (el-Camiu’s-Sağır Şerhi Feyzül-Kadir, Hadis No: 4044) İyilik
kendi kendine olmaz. Başkasına faydası dokunmakla
olur. En büyük fayda, en büyük iyilik herkesin, bütün
insanların iyiliğini isteme ve bu yolda elinden gelen
gayretle çalışmaktır. Yani bütün insanların dünyada
da, ahirette de mesut olmalarını istemek ve bu yolda
bütün gücüyle çalışmaktır. Mareşallik meydan muharebesi kazanana verilir. Düşmanı yenip hak edeceksin, şeref madalyası takacaksın. Cennete gitmek için
mücadele lazım.”
- Hocamız “imtihan” konusunda şunları da ifade ederdi: “Şu dünyaya gönderiliş gayemiz olan
kulluk imtihanını başarabilmek için, üç tane
temel ve birbirini tamamlayan esas vardır:
45
1- Her şeyden önce İslam’ı öğrenmek, İslam’ın her konudaki emrini bilmek,
2- Öğrendiğimiz İslami esaslara göre yaşamak, Kur’an’ın hükmünü hayatımıza tatbik etmek,
3- Her yerde, her halde ve her meselede,
mutlaka İslâm’a göre, yani İslâmca düşünmek.
Yani, itikat ve ilmihal konularını öğrendiği ve
bildiği bir kısım ibadetleri yerine getirdiği halde, ticaret, siyaset ve devlet hayatında müşrikler gibi düşünen, olayları batılı ve cahili ölçülerle değerlendiren bir
kimse, hakikat nazarında Mümin sayılamaz. Kişi Hak
ile batılı ayıracak ve Hakk’a tabi olacak.
Örneğin, beş vakit namazı imamın arkasında ve
tadil-i erkanıyla kılan bir insan, içinden “Camiden
çıktıktan sonra, sattığım tarlanın parasını acaba hangi bankaya yatırsam?” diye geçiriyor ve
rahatlıkla faiz yiyorsa, bu kişi İslamca düşünmüyor,
demektir ve bu bir felakettir, Allah muhafaza.”
İslam Dini Şamil Ve
Kamildir
- Erbakan Hocamız “… Bugün size dininizi
kemale erdirdim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim…”
(Maide 3) ayetini “Müslümanca düşünmenin üç
temel esası” konusu içinde okur ve izah ederlerdi.
Müslümanca düşünmenin üç temel esası
vardır:
1- Dünya hayatı, çok önemli bir imtihandır. Ahiret ise, dünya hayatının hesabı ve imtihandaki artı ve eksi puanların karşılığıdır. Nefeslerimiz
sayılıdır, bunlar Allah yolunda harcanmalıdır.
Çünkü ölüm bize, çok yakındır.
2- İslâm Dini, Allah yapısıdır. Bunun için
mükemmeldir ve tastamamdır. Hâşâ, zerre kadar
noksanı, fazlası ve hatası bulunmamaktadır.
İslam şamil ve kamil bir dindir.
3- İslâm Dini, bir bütündür. Ona bir şey katılamaz ve ondan bir şey çıkarılamaz. Baştan sona
Hak’tır, hayırdır ve hepsi, herkes için ve her
46
yerde lazımdır. Çünkü İslâm, dünya ve ahiret saadetinin tek ilacıdır. İslam’sız saadet olmaz.
- Yine şu hatıra anlatılır: “70 öncesi yıllarda
Muhterem Erbakan Hocamız’ın Erzurum’daki “İlim
ve İslam” konulu konferansını dinleyen bir müftü
efendi, daha sonra özel sohbeti sırasında Hocamız’a
dönerek: -“ Sizi can-u gönülden tebrik ederim. Çok
güzel ve önemli konulara temas ettiniz. Bendeniz de
yıllardır vaazlarımda : “Dini ve ahlâki ilimleri bilmek yetmeyeceğini, Avrupa’nın fennini ve tekniğini de öğrenmek gerektiğini, hep söylerim”
deyince, Erbakan Hocamız ona:
- Aman Müftü Efendi, herhalde sürçü lisan
ederek, yanlış bir ifade kullandınız. Çünkü “İslami
ilimler yetmez, Avrupa’nın fen ve tekniğini de
almamız lazımdır” sözü, bilerek söylense, tecdidi iman gerektiren bir küfür lafzıdır. Zira bu söz
Kur’an’daki en son indirilen “Artık dininizi kemale
erdirdim. Hiçbir eksik bırakmadım (maddi ve
manevi) nimetlerimi tamamladım. Din olarak
İslam’ı seçtim.” mealindeki ayete ters düşmektedir.
Sizin düşüncenize göre “İslam’da fen, teknik ve
müspet ilimler yoktur. Bunları Avrupa’dan almaya ve öğrenmeye ihtiyacımız vardır. Dolayısıyla bu yönüyle İslam eksiktir” manası anlaşılır
ki bu, farkında olmadan “Bugün dininizi ikmal ettim, maddi ve manevi hiçbir eksiklik ve kusur
bırakmadım” buyuran Cenab-ı Hakk’ı yalanlamak
(haşa) manasına gelir ve elbette yanlıştır.
Doğrusu ise, maddi ve müspet ilimlerin kaynağı
Kur’an’dır ve bugün Batılıların elindeki bütün ilimlerin temel esaslarını ortaya koyan da bizzat İslam alimleri olmuştur. Elbette “Hikmet (fen ve sanat) Müslümanın yitik malı gibidir. Nerede bulsa alır
ve kullanır. Ancak İslam’ın müspet ilimlerle
ilgisi ve bilgisi yok diye düşünmek tamamen
yanlıştır ve yanıltıcıdır.” diyerek düzeltir.
- Hocamız’ın ; “İmani ve itikadi konularda
başlayacak çok az bir şüphe ve sapma bile,
insanı giderek İslam’dan uzaklaştıracak ve
bu sapıklık, sonunda sahibini cennete değil,
cehenneme taşıyacaktır.”, “Akıl; imanın ve İslam’ın emrinde en büyük nimet, nefsin ve şeytanın elinde ise, sebebi felâkettir.”, “İlhamını
Temmuz
Kur’an’dan almayan hiçbir ilim ve teknik asla hayr-ı
mahz olamaz, şerden ve zarardan arınmış sayılamaz.
Mutlaka yeterli ve yararlı olduğu savunulamaz. Felsefelerin ve filozofların birbirini inkârı, ideolojilerin
devamlı çatışması, beşeri kanun ve nazariyelerin eskimesi ve değişmesi, hatta yapılan ilaçların bile, bir
müddet sonra yan tesirlerinin anlaşılması, hep bu
yüzdendir.” sözleri, hep birer hakikattir.
“Cihad ve Zekat
Olmadan Ne İle
Cennete Gireceksin ?”
- Bir çok alimin ifadesiyle son yüz yılda
cihadın anlamını ve önemini ümmete öğreten
Erbakan Hocamız, cihadın üzerinde çokça durur ve Kur’an’da 500 küsur yerede zikredilen cihad
ayetlerini okurdu: “İman edip de hicret edenler
ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad
edenler, rütbe bakımından Allah katında daha
üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.” (Tevbe, 20), “Ey iman edenler! Allah’tan
hakkıyla korkun. O’na yaklaşmak için vesile
arayın. O’nun yolunda cihad ediniz ki kurtulasınız.”( Maide, 35)…
- Muhterem Hocamız cihadın önemini şu hadis-i şerifi anlatarak izah ederdi: Birisi Peygamber
Efendimiz (sav)’e geldi: “-Yâ Rasûlallah uzat elini,
sana biat edeceğim, sadakat sözü vereceğim, tebliğ
ettiklerinin hepsi tamam. Ancak bir şartım var: Ben
korkak bir insanım. Bana cihadı emretme. Bir de on
tane devem var, çoluk çocuğum çok kalabalık. Bu develerin sütlerini sağıyoruz, ancak geçiniyoruz. Benden zekât isteme! Zekât istersen bu develer azalacak,
zâten imkânım iyi değil...” dedi.
Peygamber Efendimiz(sav) ona elini uzatmadı
ve dedi ki:
“-Cihad olmadan, zekât olmadan İslâm
olur mu?.. Allah yolunda sadaka ve infak yok,
cihad yok, o zaman sen ne ile cennete gireceksin?” (Kenzü’l-Ummal, VII,12)
Erbakan Hocamız cihada dair şöyle derdi:
“ İslam bir savunma dini değil, cihad dinidir. Cihad:
Temmuz
C.h.d kökünden gelir. Cihad; Allah’ın kesin bir emir
olarak; bütün insanların dünya ve ahiret saadetlerini sağlamak maksadıyla fert, toplum ve kurumsal
olarak iyinin, güzelin, doğrunun, faydalının, adaletin
ve hakkın hâkim olup yaşanması ve yaşatılması, kötünün, çirkinin, yanlışın, zararlının, zulmün ve batılın menedilmesi ve kökünün kurutulması için, bütün
gücümüzle, hep beraber, teşkilatlı bir şekilde çalışma mecburiyetini üzerimize yükleyen farzın adıdır.
Cihad bütün insanlığı küfrün, nifakın, şirkin, zulmün
karanlığından kurtarıp İslam’ın aydınlığına kavuşturmaktır. İnsanlardan hiçbiri cehenneme gitmesin,
hepsi cennete gitsin şefkati ile çırpınmaktır. Cihadın
amacı ifsat etmek değil ıslah etmektir. Günümüzde
bu anlayış ve idrak Milli Görüş tarafından temsil
edilmektedir. Biz siyaset yapmıyoruz, cihad ediyoruz. Cihad konuşulacak değil yapılacak bir iştir. Felakete doğru hızla giden insanlığın iki cihan saadeti
için cihad delisi olmalıyız. Cihadı terk etmek zillettir,
eda etmek ise izzettir. Bu görevi yapmak insanın Allah katındaki en büyük şerefidir.”
- Muhterem Hocamız cihada dair şu hadisi de
hatırlatır ve anlatırlardı: “Muaz İbnu Cebel (ra) rivayet ediyor: Rasulullah (sav)bana sordu; “Bu dinin
başını, direğini ve zirvesini sana haber vereyim mi?” “Evet, ey Allah’ın Resulü!” dedim.
“Dinle öyleyse” buyurdu ve açıkladı: “Bu dinin
başı İslam’dır, direği namazdır, zirvesi cihaddır!” (Tirmizi, İman 8, 2619)
“Kelime-i şehadet getirip iman etmekle
işimiz bitmiyor, tam aksine kulluk imtihanımız yeni başlıyor. Yani kelime-i şehadet, bir nevi,
Kuran programıyla yapılan kulluk imtihanına giriş
belgesidir. Müslüman, Hakk’ın hâkimiyeti için ‘motor’, şerrin yok olması için ‘fren’ olma görevlisidir.
Hakk’ı üstün tutmak her zaman saadet getirir. Fırtınalara yön veren kelebeklerin kanat çırpışıdır. İman
varsa imkân da vardır. Milli Görüşçü asla vazgeçmez.
Tarih dilenenlerin değil direnenlerin kazandığına şahittir. Bir çiçekle bahar olmaz. Ama her bahar
bir çiçekle başlar. Hakk’ın tesisi için çalışmamakla
batılın hâkimiyeti için çalışmak arasında fark yoktur.
Cihad, sorumluluk bilinci, sadakat, aşk, azim
ve Millî Görüş tekeden bile süt çıkarır.”
47
“Hakkı Batıl İle
Karıştırmayın”
- Hak yolda sabırlı ve kararlı olmak gerektiğini
bilen Hocamız, “atınızı alanlar yolunuzu da almadı
ya” derdi ve şu ayetleri okurdu: “Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size
de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?
Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş
ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve
beraberindeki müminler, Allah’ın yardımı ne
zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı
yakındır.” (Bakara , 214), “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız,
üstün gelecek olan sizsiniz.” (3/139) “Güçlü bir
imana sahip olmalıyız ki zorluklar karşısında yılmadan mücadelemizi sürdürelim.”, “Asıl marifet, yük
altında ve hizmet esnasında sadık ve sağlam kalabilmektir. Yoksa, çay sohbetlerinde ve edebiyat kürsülerinde kahramanlık satmak kolaydır. İdeallerimiz için
fedakârlık yapmalıyız. Davamız için maddi ve manevi
fedakârlıkta bulunmak farzdır.”
- Konferans, seminer ve sohbetlerinde hak ve
batıl kelimelerinin üzerinde duran Hocamız “Bilerek
hakkı bâtıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.” (2/42) ayetini okur ve şöyle derdi: “Hak ne
demektir? Batıl ne demektir? Şarta bağlı olmaksızın mutlak olarak her şart altında doğru
olan şeye “hak” denir. Her şart altında yanlış
olan şeye ise “batıl” denir.”
İman, Lider Ve Nefer
- Erbakan Hocamız her yıl Anadolu Gençlik
Derneğimiz tarafından yüz binlerin katılımıyla yapılan Fetih Kutlamalarında şu önemli hadiseyi mutlaka anlatır ve dünyevileşme hastalığına yakalanan
asrın Müslümanları için şu nasihatlerde bulunurdu.
Ebu Eyyüb el Ensari Halid bin Zeyd (ra)… İşte bu
mübarek insan, İstanbul surları önüne geldi. 90 yaşında 6 oğlu ile birlikte oklara karşı herkesten önce
o atılıyor. Genç Kumandan “Ya Ensari, sen bize
Allah Rasûlü’nün bir hediyesisin. Niçin bu oklara atılıyorsun? Sana birisi isabet ederse, biz
ne yaparız? Niçin geride durmuyorsun?” Birkaç
kere bunları kendisine söyledi. Ama onu durdurama-
48
dı. En sonunda durdurmak için, sen şu ayetin manası
bilmiyor musun? “Neden bile bile kendinizi tehlikeye atıyorsunuz?” (Bakara 195) dendiği zaman,
işte Bizans’ın okları altında Ebu Eyyüp El-Ensari Hz.,
genç kumandana muharebe meydanında vereceği
dersi verdi. Dedi ki “Evladım sen kaç yaşındasın? Bak
gördün mü? O ayetin açıklandığı zaman sen daha
doğmamıştın. Bu ayette söylenen nedir?” “Ey Müslümanlar hurmaların altını havalandıracağız,
yapraklarını temizleyeceğiz diye dünyalık işlere dalıp, hakkı, adaleti hâkim kılmak ve bütün
herkesin saadeti için çalışmaktan yani Allah
yolunda cihaddan kendinizi alıkoyarak, bile
bile kendinizi tehlikeye atmayın. Unutmayın ki
asıl tehlike hakkı ve adaleti hâkim kılmaktan
geri durmaktır” dedi.
Muhterem Hocamız sözlerini şöyle sürdürürdü: “Peygamberimiz (sav) İstanbul’un Fethi’ni
Hendek Savaşı’nda müjdelemiştir. Ve müjdeye
Fatih Sultan Mehmet Han nail olmuştur. İslam
aleminde bugün de görülmemiş zulümler, soykırımlar yaşanıyor. Bu yüzden dünya yeni fetihler bekliyor.
Geliniz ey ezilenler, elbirliği ile zulümleri durduralım. Ve azmedelim. Bunun hazırlıklarını yapalım. İstanbul’un Fethi’ni; Peygamberimiz (sav) müjdelemişlerdir. Hendek harbinde, hendekler kazılırken,
kimsenin kaldıramayacağı bir büyük taşa rastlandı.
Mü’minler dediler ki ‘Ya Rasûlullah biz bu taşı kaldıramıyoruz.’ Bunun üzerine Peygamberimiz (as)
besmele çekti ve kazmayla taşa vurunca, taş
parçalandı ve 3 ayrı taş parçası 3 ayrı istikamete gitti. Bu sıçrayan taşlar, 3 fethi simgeliyordu. Bunlardan birisi İstanbul’un fethi, öbürü
İran’ın fethi, bir diğeri de Mısır’ın fethi’ni müjdeliyordu. O günden beri, asırlar boyu İstanbul’un
fethi için sayısız seferler yapıldı. Fakat Cenab-ı Allah, fethi Sultan Fatih’e nasip etti. İşte Efendimiz (sav)’in mübarek hadisi şerifleri böylece
gerçekleşmiş oldu. Bu hadisi şerifle ne büyük bir
müjdeye mazhar olunmuştur. Hem Sultan Fatih, hem
onun ordusu ve hem de evlatları olarak bizler bu hadisi şeriften elbette gurur ve şeref duyuyoruz.
Bir başka Hadis-i Şerif’te ise Peygamberimiz (sav); “ İstanbul mutlaka fetholunacaktır.
Onu fetheden kumandan; ne güzel kumandan,
onu fetheden asker, ne güzel askerdir” (Müs-
Temmuz
ned,4/335) buyurmuştur. (Erbakan Hocamız bu hadis-i şerifi arapça metniyle birlikte yüz binlerce fetih
sevdalısına okurlardı.) Bu hadis-i şerif ne gösteriyor
bize; İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Bundan dolayı, alacağımız ilk ders şudur ki, bir çağı kapatıp, bir çağı açabilmek için kuvvetli bir inanç,
iman lazımdır. Öbür taraftan; fetih için kumandan,
lider lazımdır, fetih için imanlı ve inançlı askerler lazımdır. Bu gerçekleri hepimiz biliyoruz. Fethiniz mübarek olsun.”
Lidere Biat Ve İtaat
Farzdır
- Muhterem Hocamız “baş başa bağlı, baş
da Allah’a bağlı” inancıyla çalışmaların yapılması
gerektiğini ifade eder, lidere, emire itaat konusunda şu mühim ayeti okurlardı. “Ey iman edenler!
Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve
sizden olan emir sahiplerine (idarecilere) itaat
edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız
onu Allah’a ve Resûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice
bakımından daha güzeldir.” (4/59)
- Hocamız şöyle anlatırdı: “İtaat; bir Müslümanın kendilerinden olan emir sahiplerine, maruf olan
her emrine hoşuna gitse de gitmese de itaat edeceğine dair yaptığı bir sadakat yeminidir. Peygamberimiz(s.a.v) bu hususta bizlere şu tembihatta bulunmaktadır: “Müslümanlar hoşlarına giden ve gitmeyen
her konuda, kendilerinden olan emir sahiplerine itaat
etmekle yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri emredilirse itaat etmezler.” (Buhari, Ahkâm: 4) Siyonizm’in ve işbirlikçilerinin menfi telkinlerine boyun
eğerek biat ve itaat farzlarını terk edenlerin “Cahiliye ölümüyle ölmeleri” kaçınılmazdır. Peygamberimiz
(sav) şöyle buyurmuştur. “Her kim biat etmeden
ölürse cahiliye ölümü gibi bir ölümle ölmüş
olur.” (Müslim, İmâre, 51) Müslüman hoşuna gideni,
aklına geleni, nefsinin arzusuna uyanı yapan kimse
değildir. Müslüman Allah’a teslim olan insandır.”
- “Müslüman insan, insanlığın dünya ve
ahiret saadeti için vereceği mücadeleyi ittifak ederek, biat ve itaat şuuruyla, tek bir üm-
Temmuz
met halinde yürütmekle görevlidir.” hakikatini
bir ömür boyu haykıran Muhterem Hocamız, “Hep
birlikte Allah’ın ipine (İslam’a) sımsıkı yapışın;
sakın ayrılıp parçalanmayın.” (Ali İmran, 103),
ayetini okurdu ve şöyle derdi: “İslam ancak iman
ve cihad ile yaşanır. Müslümanların tek vücut
olmaları zorunludur. Ümmet olmak demek bir
lider etrafında toplanarak insanları hayra davet
etmek, iyiliği emredip hâkim kılmak, kötülüğü
men edip kökünü kurutmak için çalışan şuurlu
bir topluluk olmak demektir.” “Sizden, hayra
çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir
ümmet bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Ali İmran, 104). Allah (c.c) bu topluluğu insanlık için çıkarılmış hayırlı bir ümmet olarak övmüştür.
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en
hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten
meneder ve Allah’a inanırsınız...” (Ali İmran,
110). “Müslüman, itaat, sadakat, ihlâs ve irfan sahibi
olmalıdır. Tefrikadan kaçınmalıyız. Dava arkadaşlarıyla çekişerek faydalı olunmaz. Esas mesele cemaat ruhuna sahip bir şekilde İttifak halinde olmaktır.
“Bunlar iyi hizmet yapmıyor, eksik? Daha iyisini yapacağım” deyip dahi tefrika haramdır. “Ve
la teferragu” (Hiçbir şekilde tefrika yapma)İslam’ı
hakim kılmak zordur, hep beraber yapılır. Sahiden bu
hakkı hakim kılacak topluluk burası mı ya hu? Bunu
Bush biliyor da sen mi bilmiyorsun?”
- “El küfrü milletün vâhidetün” yani “Küfür tek bir millettir.” hadisini Hocamız izah ederlerdi: “Yeryüzünde nefsine esir olup Hak ve adalet için
değil, kendi sömürü ve tahakkümleri için çalışanlar
dağınık değildirler. Organize bir güçtürler. Birbirleriyle irtibatlı bir bütündürler. Bir millet gibidirler. Küfür
bir merkezden yönetiliyor. Siz bunların başka başka
soylardan geldiklerine, haritada başka başka renklere boyandıklarına bakmayın. Bunlar bir merkezden
yönetilir. Bunları yönetenler, Siyonizm ve ırkçı emperyalizmdir. O halde Hak yolunda çalışan bizler de
ilahi emir gereği bir ve beraber olmalıyız ve teşkilatlı
olarak çalışmalıyız.”
- “(Yapacağın) işlerde onlara danış (istişare
et), bir kere de azmettin mi, artık Allah’a dayan. Muhakkak ki Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran 159) Erbakan Hocamız
ayetini okur, ilme ve istişareye çok önem verir ve
49
“İlmi esaslarla istişare ederek çalışmalıyız. Çalışmalarımızı istişare ile yürütmeliyiz. İşlerini
istişare ile yürüten toplumlar pişman olmazlar.” buyururlardı.
- “İnsan için sadece çalışmasının karşılığı vardır” (Necm 39) Hocamız derdi ki; “Hakkın
hakimiyeti için bütün gücüyle cihad etmek konuşulacak bir şey değil, yapılacak bir görevdir.
Çalışmayanlar çareyi konuşmakta buluyorlar.
Akıl vermeye başlıyorlar. Bu hataya düşmemeliyiz, kardeşlerimizi ikaz etmeliyiz. Birlikte
hizmet ettiğimiz arkadaşlarımızla ihtilaf ve çekişmeye girmemeli, safları kenetlenmiş halde
bulunmalı, uyumlu insan olmalıyız. Sadık olmalıyız. Davamıza ve liderimize bağlı olmalıyız. Vefa çok üstün bir vasıftır.”
- “İyi ahlak sahibi olmalıyız. Gıybet, dedikodu, haset, kibir, kin, iftira ve kulis yapmak
gibi hastalıklardan uzak olmalıyız. Nefsimizi
terbiye etmeliyiz. Milli Görüş nefse esareti değil nefis terbiyesini esas alır.” prensibini “temel
esaslar” sohbetlerinde anlatan Erbakan Hocamız
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü
sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de
dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (İsra, 37)
ayetini hatırlatırdı.
Kunut Duasında Ne
Söz Veriyoruz ?
- Muhterem Hocamız, Kunut Duasında ne
okuduğumuzu anlatırdı: “İmanla küfür bir kalpte birleşmez ve barışmaz. Her gece en son kıldığımız vitir
namazındaki kunut duasını okurken, Allah’a şu sözü
vermeden başımızı yastığa koymuyoruz: “Ve nahleu ve netrükü men yefcürük. Sana isyan içinde olanlardan uzağız; onlara katılmıyoruz.” Ya
Rabbi, facir ve fasık kimselerle bütün bağlarımızı kestik ve Senin dinini yıkmak isteyenleri
terk ettik.” diyoruz... Facir; itikâdı bozuk, görüşü
batıl olan kişilerdir. Fasık ise, ameli bozuk, ahlâkı berbat kimseler demektir. Acaba biz müslümanlar, Allah’a verdiğimiz bu sözü tutuyor muyuz ? Allah’a kul
olmayan, davasına er olamaz.”
50
Niyet Ve Gaye Çok
Önemli…
- “Ameller, niyetlerle tartılır.” hadisini Hocamız şöyle izah ederlerdi: “Yani yapılan işler ve
ibadetler niyetlere göre değerlendirilir. Neyi
elde etmek istediğimiz ve neleri gaye edindiğimiz önemlidir. Cenab-ı Hakk’ın, bizlerin sadece tavır ve davranışlarımızı değil, bu hareketleri hangi maksat ve niyetlerle yaptığımızı da
devamlı kontrol ve murakabe ettiğini unutmamalıyız. Her hâl ve hareketimizdeki niyetimiz,
samimiyet ve ihlasımız, ciddiyetimiz ve gayretimiz devamlı olarak bir otomatik beyinden
bin kere hassas İlâhi bir murakabeye (kontrol
ve değerlendirmeye) tabi tutulmaktadır.”, “Bir
insan kendi kusur ve kabahatlerini düşündüğünde, utancından başkasının yüzüne bakmaya mecali kalmayacaktır.”
- Hocamız İslam’ın beş temel esas üzerine bina
edildiğine dair hadisleri de şöyle izah etmektedir: “İslam beş temel üzerine bina edilmiş bir hakikat
sarayıdır ve hayat programıdır. Yoksa sadece
bu beş şeyden ibaret zannedilmesi hatadır.
Zira, sadece bir kısmına inanmak ve yaşamak
İslam değildir. İslâm bize ve zamana uymaya
mecbur değildir. Ama herkes ve her zaman,
İslâm’a uymak mecburiyetindedir.”, “Akıl, bir
işin sonunu düşünmektir”. Yani kârını, zararını
çok iyi hesap ederek bir işe girişmektir. Çünkü son
pişmanlık para etmeyecektir. Ve “ah keşke” sözleri,
akılsızlığın neticesidir.”, “İslamsız akıl, tek başına ilk ve mutlak doğruları bilemez, hayır ve
şerri tayin edemez. İslamsız bütün nimetler ve
saadetler eksiktir ve yetersizdir. Akıl; imanın
ve İslam’ın emrinde en büyük nimet, nefsin ve
şeytanın elinde ise, sebebi felâkettir.”
Kur’an Ve Sünnet
Bütünlüğü
- Kur’an ve sünnet bütünlüğüne dikkat çeken
Merhum Hocamız “diğer bir gaflet ve cehalet örneği
de, sadece Kur’an’la hüküm ve amel etmeyi yeter-
Temmuz
li zannedip, sünnete ve hadislere itibar etmemektir.
Halbuki Allah’ın belirlediği Kur’anî hükümleri, Resul-ü Ekrem (sav) bizzat yaparak ve yaşayarak bizlere göstermişlerdir. Efendimiz (sav) öğretmeseydi ve
örnek teşkil etmeseydi, nasıl mesela abdest alınacağını ve ne şekilde namaz kılınacağını dahi bilemezdik.” diye anlatır ve şu ayet ve hadisleri hatırlatırlardı:
“Benim ve Rasulüm’ün çağırdığı şeyde sizin
için hayat (dirilik) vardır.” (Enfal 8/24), “Siz, Allah Rasûlü’nün verdiğini alın, yasakladığından
da uzak durun...” , “Sana vahyolunana sımsıkı
sarıl!.. Siz hepiniz, zamanı gelince (ona uyup
uymadığınızdan dolayı) mutlaka hesaba çekileceksiniz.” (Zuhruf 43,44) Rasulullah (sav) şöyle
buyuruyor: “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara
uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız:
Allah’ın Kitab’ı (Kur’an-ı Kerim) ve Resûlü’nün
Sünnet’i.” (Muvatta, Kader)
- “Mezheplerin birleştirilmesi fikri de,
ırkçılık gibi, bir siyonist şeytan şırıngasıdır ve
insanlarımızı ibadet disiplininden ve takva dairesinden koparmayı amaçlamaktadır” ve “Yanlışın en tehlisi, doğruya en yakın olan yanlıştır.
Çünkü, doğruyla karıştırılması ve insanların
daha kolay aldatılması ihtimali taşımaktadır.”
- Muhterem Hocamız “Allah ve melekleri,
Hz. Peygamber’e salat etmektedir… Ey inananlar! Siz de O’na salatü selam (dua) ederek derecesinin yükseltilmesini isteyin. O’nu
hayırla yad edin, kendiniz O’nun rehberliğine
tam bir teslimiyetle girin.” (Ahzab 33/56) ayeti
gereği söz ve hayatlarında sünnete çok önem verirler
ve ne zaman Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in adı anılsa dudakları kıpır kıpır olur ve
Efendimiz’e salat-ü selam okurlardı. Allahümme salli alâ Muhammed…
- Yegane güç ve kudret sahibinin sadece Rabbimiz olduğunu hatırlatan Erbakan Hocamız, Yüce Allah’ın şu ayetini okurdu: “Şüphesiz onlar düzenlerini kurdular; oysa dağları yerinden oynatacak
olsa bile, bu düzenleri hep Allah’ın elindeydi.
O halde, sakın Allah’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Çünkü Allah
Temmuz
mutlak üstündür, kimsenin yaptığını yanına
bırakmaz. ” (İbrahim 46,47)
- Hocamız ayet ve hadislerden mülhem olarak
“Bizim davamızda kimse kendi için yaşamaz, Herkes kardeşi için yaşar. Menfaati ve bencilliği öldürmenin en kolay yolu budur.” buyurur ve şöyle devam ederdi: “İslâmi tebligatta muhatabımız istisnasız
bütün insanlardır. Öyle ise görüşü ve görüntüsü ne
olursa olsun, davamız herkese anlatılmalı, davet her
kesime yapılmalıdır. Tebliğ ve davet bizden, hidayet
Allah’tandır. Cenab-ı Hakk’ın en sevdiği insan, sorumluluğunu bilen ve kendi görevini en iyi şekilde
yerine getiren insandır. Görevini ciddiyet ve titizlikle
yapmak “İhsan” makamıdır. Biz, başkalarının değil,
kendi muhasebemizi yapmak ve hesabımızı sağlam
tutmakla mükellefiz. İhsan sahibi olmalıyız. Görevlerimizi Allah için yapmalıyız. Çünkü O bizi görüyor.”
- Hocamız ayetlerde buyurulduğu gibi dua eder
ve daima Rabbimiz’e sığınırdı: “O (yiğit) gençler
mağaraya sığınmışlar ve: Rabbimiz! bize tarafından rahmet ver ve bize (şu) durumumuzdan
bir kurtuluş yolu hazırla! demişlerdi.” (18/10),
“Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize
acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (2/286), “(Onlar şöyle
yakarırlar:) Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten
sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından
rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.” (3/8)
Ya Rabbi sen bize hakkı hak olarak göster. Ya
Rabbi sen bize batılı batıl olarak göster. Hakkı
tutmayı nasip et. Batıldan kaçınmayı nasip et.
- “Bütün gücüyle ve tüm imkanıyla inandığı Hak yolunda çalışarak manen ve maddeten kalkınmış ‘Yeniden Büyük Türkiye’nin’
kurulmasında, insanlığın özlediği medeniyetin
tesisinde ve bütün insanların Refah, Saadet ve
Selamete ulaşması yolunda hizmeti geçenlere
ne mutlu!”
- “Ben kesinlikle inanıyorum ki önümüzdeki yıllarda bütün dünyada en gür sada
Hakk’ın ve Hakk’a inananların olacaktır.”
“Ve’l akıbetülil muttakin, Güzel akıbet (nihai
zafer) muttakilerin (Allah’tan hakkıyla sakınan müminlerin)dir.” (A’raf 128)
51
Amansız Düşman Nefis
Ve Onun Terbiyesi
Abdullatif ACAR
n) mü
e
n
ü
r
ö
a
anla(g
m
ş
ü
ır. On
d
d
i
y
r
a
i
l
h
o
k
Za
k daha
da
e
m
t
e
susun
u
h
a
cadele
alm
edbir
efis gö
n
k
a
c
karşı t
An
n
ezsin.
m
t
ğunda
e
u
r
d
u
l
s
o
u
n
k
düşma
n
e
ı, çoğu
y
ğ
e
a
c
m
a
n
n
ü
r
v ra
k
asıl da
n
e
ir anlı
d
b
e
,
z
e
ner
lem
bikestiri
n
a
a düşe
n
m
ı
ğ
za
a
z
tu
emen
h
e
l
t
e
gafl
lirsin.
Allah (c.c.) üç çeşit canlı türü yaratmıştır: Melekler, akılla donatıldığı halde
kendilerine nefis verilmemiştir. Azgın istek
ve arzuları yoktur. Her daim Allah’a ibadet
ve itaat halindedirler. Hayvanlara da nefis,
azgın istek ve arzular verildiği halde akıl
ihsan edilmemiştir. İnsanlar ise hem akılla
donatılmış, hem de nefis ve şeytan musallat
kılınmıştır. Deniyor ki: İnsan aklını kullanıp
nefsin istek ve telkinlerine kulak vermese,
nefsini aklın iradesine bağlar, hakkın rızasına ayarlarsa bu yolda mücadele edip başarıya ulaşırsa, meleklerden üstün duruma gelir.
Şayet akıl denen ulvi bir nimeti, nefis denen süfli bir
düşmanın esaretine sokar, onun peşinden sürüklerse de hayvanlardan da daha aşağı duruma düşer.
Zaten insanın imtihanı akılla nefis arasında
cereyan etmiyor mu ki?
Nefis, hayra mani, akla zıttır. Aklın dediğini kabul etmez. Aklın ölçüsüyle ölçülmez,
mantığın terazisinde tartılmaz, kendi başına buyruk
52
Temmuz
hareket eder. Nefis şerrin sembolü mürüvvet
perdesinin yırtılmasının baş amilidir. Akıl,
eşrefi mahluk olmanın, Allah (c.c.) tarafından
muhatap kabul edilmenin, hilafet cübbesi giydirilmenin, yetki ve sorumluluk sahibi kabul
edilebilmenin sebebidir.
Şimdi böyle insani bir melekeyi, hayvani sıfatın
emrine verdiğinizde, boyun bükülecek, ibadet ve itaat edilecek Allah’a, onun emirlerine kapıları kapatıp,
Allah’ın hakkı olan kulluğu nefsinize yaparak, onu
mabud edinmiş olmaz mısınız?
Abdullah İbni Abbas böyle bir
gafletin girdabında olanları kastederek diyor ki: “Nefis Allahtan başka tapılan ilahtır.”
Yüce Allah’ta Kuran-ı Keriminde:
“Habibim o nefsin arzusunu kendine ilah edineni gördün mü?”(Casiye,23) diye buyurarak nefise uymanın insanı nasıl
tehlikelere sürükleyeceğine dikkatleri çekmiştir.
Birçok ayet-i kerimede akletmeyi aklı kullanmayı, onun yol göstericiliğine
başvurmayı onunla hakka, hakikata ulaşmayı emir
buyuruyor yüce yaradan. Çünkü Akıllı olmak bunu
gerektiriyor. Bu da nefisle mücadeleyi şart koşmaktadır. Çünkü nefis insanın aklına galebe çalarsa,
akıl işlevini yapamaz.
İmtihanda başarılı olmak, yüklendiğimiz görev
ve sorumluluğun gereğini yerine getirmek, Kalu beladaki verdiğimiz sözümüzün arkasında olabilmek,
kelime-i şehadetle kabullendiğimiz teslimiyetin gereklerini uygulamak, nefsimizle amansız bir şekilde mücadele etmekle mümkündür. Nefisle
mücadele hayatımızın en zor mücadelesidir, bedel
isteyen fedakarlık, kararlılık, samimiyet, ihlas gerektiren bir mücadeledir.
Peygamberimiz (s.a.v.) ashabıyla bir gazadan
dönerken buyurdular ki: “Küçük cihattan(cihad-ı
asğard) büyük cihada(cihad-ı ekber) döndük” Ashabı Güzin efendilerimiz: Ya resülallah çok zorlu bir
mücadeleden döndüğümüzü zannediyorduk bize büyük cihadın ne olduğunu haber verirmisiniz?”
Peygamberimiz (s.a.v.) bunun üzerine buyurdular ki:
“Büyük cihat nefisle yapılan cihattır”(Acluni,1.422;Beyhaki.297)
Sahabiler bundan sonra, kafirlerle yaptıkları cihattan döndüklerinde: “Küçük cihattan, büyük cihada döndük” derlerdi birbirlerine.
Evet, bir düşünelim! Öyle
değilmi ki: Ordularıyla kıtalar fethetmiş, nice surları yıkmış, dağları
aşmış, vadileri geçmiş olduğu halde
kendini aşamamış, nefsinin tuzaklarına düşmüş, onun istek
ve arzularında boğulmuş insanları.
Düşünün! Milyonlarca kitlelere hükmetmiş, onları emrinin altında istedikleri gibi evirip çeviren ancak kendi nefislerine söz geçiremeyen ne kadar çok
insanın olduğunu.
Düşünün –sözüm ona- hürriyet adına ömrünü
verip, hürriyete kavuştuğunu zannedip, nefislerinin
pranga ve zincirlerinden kendini bir türlü kurtaramayanları... Namazında niyazında olup eli cebine gitmeyenleri... Defaatle hacca gidip bir fakirin kapısına
varmaya gücü ve takati olmayanları. Elinden tespihi
Zahiri düşmanla ara sıra mücadele ederken nefsinle her an mücadele içerisinde olmanız gerekir. Basit görünen bir ihmalkârlıkla bütün kazanımlarını kayıp eder, belki
çıktığın zirvelerden alaşağı edilirsin.
Temmuz
53
düşürmeyip o elle bir düşeni kaldırmak için yerinden
dahi kımıldamayanları. Gözlerini yumup tefekkür görüntüsüyle takva ehli olduğunu gösterip nefislerine
hafifden dokunulduğunda hemen parlayıverenleri.
Düşünün! İlim yüklü alim ünvanlıyla, göğüslerini gere gere, başlarını dikerek, salına
salına yürüyenleri. İlmini riya ve kibirlenmenin sebebi bilip, nefsinin dediğinin dışına çıkmayan hammalları.
Demek ki, burada sayamayacağımız kadar birçok örnekle de görüle bileceği gibi nefis öyle umursanmayacak, ihmal edilecek, hafife alınacak,
bir düşman değildir. Zira o, ayet-i kerimenin ifadesiyle, daima kötülüğü emreder. O bizi içten
içe yıkan bizden biri gibi hareket eden, insana
kendi istek ve arzularıyla hükmeden acımasız
bir düşmandır.
Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifide bunu
ifade babından:
“Senin en şiddetli düşmanın iki yanının(kaburgalarının) arasında bulunan nefsindir”(ihya
terceme,c.6,s. 10) buyuruyor.
Zahiri düşmanla(görünen) mücadele etmek daha kolaydır. Ona karşı tedbir alma hususun da kusur etmezsin. Ancak nefis görünmeyen
düşman olduğundan nerede nasıl davranacağı,
çoğu zaman kestirilemez, bir anlık gafletle hemen tuzağına düşebilirsin. Zahiri düşmanla ara
sıra mücadele ederken nefsinle her an mücadele içerisinde olmanız gerekir. Basit görünen bir ihmalkârlıkla bütün kazanımlarını kayıp eder, belki çıktığın
zirvelerden alaşağı edilirsin.
Savaş esnasında öldürülürsen derecelerin en yükseğine; şehitlik makamına kavuşursun. Hayatta kalırsan, gazilik unvanına layık
görülür, mükâfata nail olursun, Ancak nefsinden
kurtulmak mümkün değildir. Mağlup olursan
da cehenneme sürüklenirsen.
Kul ile Allah (c.c.) arasında en büyük perde nefistir. Daldığın heva ve heves, seni Allah
(c.c.) tan gafil yaşamaya sevk eder. Gözlerin göremeyince, kulakların duyamayınca hakikati. Kalbin
mutmain olamayınca kulluğunu bilemez, yaratılış
gayeni düşünemezsin. Dünyayı oyun ve eğlenceden
ibaret sanırsın. Hayatı yemek, içmek, alabildiğine
pervasızca ölçüsüzce, kuralsızca yaşar, kendini ağır
bir azaba müstahak hale getirmiş olursun.
Yüce Allah (c.c.) Davut aleyhisselamın şahsında bütün insanları uyararak şöyle buyuruyor:
“Ey Davut biz seni halife yaptık. Onun
için insanlar arasında adaletle hükmet, nefsin
isteklerine uyma, sonra seni Allah yolundan
saptırır. Kuşkusuz Allah yolundan sapanlara,
hesap verme gününü unutmaları yüzünden çok
ağır bir azap vardır.ç”(Sad,26)
Onun içindir ki Yüce Resul(s.a.v.):
“Yarap göz açıp kapayıncaya kadar da
olsa beni nefsimle baş başa bırakma”(Bezzar)
“Yarap bana doğru yolunu ilham et ve
nefsimin fenalığından koru”(El camiu’s Sağır
c.1,s.58) diye dua dua yalvarmıştır.
Ey oğlum! Seni ilk sakındıracak olduğum şey nefsindir. Çünkü her nefsin bir hevası ve
şehevi isteği vardır. Eğer nefse şehevi isteğini verirsen azar ve ondan başkasını talep eder.
54
Temmuz
Arif-i billah olan büyüklerimiz nefisle ilgili şöyle
demişlerdir:
“Nefsi deve kuşu gibi anla. Ne yük çeker ne
de havada uçar. Huzura alsan “uç” desen “deveyim”
der. Sırtına yük koyup “taşı” desen. “kuşum” der.
Nefsin rengi zehirli otun rengi gibidir. Gönlü çeker(
yemyeşildir) fakat tadı acı ve kokusu fenadır. Taata
davet etsen gevşeklik gösterir lakin maiyete ( isyana)
acele eder”
Lokman Hekim’de Oğluna:
Ey oğlum! Seni ilk sakındıracak olduğum şey nefsindir.
Çünkü her nefsin bir hevası ve
şehevi isteği vardır. Eğer nefse şehevi isteğini verirsen azar ve ondan
başkasını talep eder. Çünkü çakmak
taşında ateş gizli olduğu gibi şehevi isteklerde kalpte gizlidir.
Çakılırsa ateş çıkar, çakılmazsa ateş
gizli kalır” nasihatte bulunmuştur
Kasideii Bürde, Şairi İmam Bubusiri Hazretleri ne de güzel benzetmeyle anlatmış nefisi:
lundan alıkoymak, onun gazabına müstehak
hale getirmek. Sen ona ancak Allah’ın emrine boyun bükmesini sağlayarak iyilik etmiş olursun. Her
davranışın da gizlilik saklı olan nefis. Seni yine senin
zaaf noktalarınla alt eder. Önüne, koyduğu şeylerin güzelliğine aldanırsın faydalı zannedersin
ancak dışı güzel olan o şeylerin içi zehir, sonu
ölümdür. Bu ölüm dinin, insanlığının ölümüdür.
Onun içindir ki o yolları biran öce kapatmalı ona
hareket alanı tanımamalısın. Bir davranışın, hoşuna
giden tarafına, güzel olan yüzüne değil, seni götüreceği neticesine bakmalısın. Nice meşakkatlerle kat
ettiğin yollar vardır ki, seni saadet yurduna çıkarır.
Nice düz, engelsiz yollarda vardır ki sonu uçurumdur, tehlikelerle doludur. Sen
yolun güzelliğine değil götürdüğü
yere talipsin unutma!
“Nefis tıpkı süt
emen çocuğa benzer,
onu kendi haline bırakıp duur demesen seni
emerde emer ancak
onu sütten kesersen hemen vazgeçiverir”.
“Nefis tıpkı süt emen çocuğa benzer, onu kendi haline bırakıp duur
demesen seni emerde emer ancak onu sütten
kesersen hemen vazgeçiverir”.
Evet, kardeşim şunu unutma! Nefsini tek
memnun eden şey vardır oda seni Allah’ın yo-
Peygamberimiz (s.a.v.) bunu,
rızanın neticesi, olan cenneti anlatırken ne kadarda güzel ifade ediyor:
“Nefsin arzu etmediği şeyler cennetin etrafını, nefsin arzu
ettiği şeyler cehennemin etrafını etrafını çevrelemiştir”(Buhari,Tecrid-i Sarih.2035)
Abdulkadir Geylani hazretleride:
“Nefsinizi
semirtmeyiniz
zira sizi yer. Bu tıpkı yırtıcı bir köpek alarak
onu besleyen, büyüten, semirten kişinin haline
benzer ki bir gün azgın o köpek onunla yalnız
kaldığı bir yerde onu yer.
Nefsin yularını bırakmayınız. Bıçaklarını
bileyiniz, zira sizi ölüm vadisine atar ve aldatır.
Onun yemini kesiniz, kendisini şehevi heveslerine salıvermeyiniz.(Sohbetler, s136)diye uyarmıştır.
Evet, kardeşim, nefsinle heran hesaplaşmalısın. Bir babanın asi bir evladı terbiye etmek için
her günün sonunda onu karşısına oturtup yaptıklarının, ettiklerinin teker teker hesabını sorduğu gibi,
sende nefsini hesaba çekmelisin. Hata ve kusurlarına
asla göz yummamalısın, bir hata ve kusur neticesinde gevşeklik gösterirsen onu cesaretlendirmiş olursun. Cesaretlendiği yerde hemen cesaretini
kıracak amellerde bulunmalısın. Mücadelede hep
Temmuz
55
ilerde olmalısın bir sonraki günün bir önceki günden
gerilerde olmamalı. Onun elini kolunu bağlamalı ibadet ve itaatle adeta bir mum gibi eritmeli sonra hakkın istediği şekli vermelisin.
Şüpheli şey yemişse de onu aç bırakmalı, harama gözünü kaydırmışsa, hep helale bakarak tefekküre dalarak saptığı yoldan istikamete sokmalı ellerini
harama uzattıysa, o ellerle düşen birisini kaldırmanın
telaşına girmeli, sadakalarla muhtaçlara el uzatmalı. Bakın! Hz Ömer her gün için defter tutar o
günün sonunda yapıp ettiklerinden hesaba çekerdi nefsini. Yine bir vakit namazı cemaatle
kılamadığından hurma bahçesini Allah (c.c.)
yolunda sadaka olarak verdi nefsine misilleme
olsun diye. “Abidlerden biri, eliyle bir kadına
dokundu, nefsine ceza vermek için yanıncaya
kadar elini ateşin üzerinde tuttu.” İbni Kezitider
ki: “bir gece ihtilam oldum gusletmeye kalkarken nefsim tembellik etti,“Hava soğuk hasta olursan sabret
yarın hamama gidersin” dedi. Ondan sonra nefsime
muhalefet olsun diye entariyle gusletmeye yemin ettim ve öylede yaptım. Allah’u tealanın emrinde gevşeklik yapanın cezası budur dedim”.(Kimyaı Saadet,
s.700, İmam Gazali). Evet, Allah’ın salih kullarının
hayatlarına baktığımız zaman bu örneklerle dolu olduğunu görürüz.
Bize düşen bu mücadelede onların tuttuğu
yolu tutmak, bu tehlikelerle dolu yolda onların eteğinden tutup, selamete kavuşmak, kulluğun tadını
ve lezzetini almaktır.
yol bulup insanları istikametten alır, Allah’tan uzaklaştırır. Peygamberimiz(s.a.v) bu hususta bizleri uyararak buyuruyor ki:
“Şeytan insanın kan damarları yolu ile
dolaşır zira siz onun yolunu açlıkla daraltın”
kıyamet günü Allah’ a en yakın olanınız dünyada en fazla aç ve susuz kalanlardır” (Kalplerin Keşfi,s.15) Zira mide aşırı arzu ve isteklerin
kaynağıdır. O kaynağı beslemek nefsin azgın
ve isteklerine açık hale gelmektir”.
Hz. Adem’le, Havva’nın saadet yurdu cennetten kovulmalarına sebep olan yasaklanmış meyve
den yemeleri değilmidir.
Yine İbni Attar derki; “Nefsi ancak dört şey
terbiye eder. Bunları söyleyeyim de hatırında tut ey
aziz, bunlardan biri sukut bıçağı. İkincisi açlık
kılıcı, üçüncüsü tenha yerlerde ibadet ve tefekküre dalmak, dördüncüsünde gece uykusunu
terk etmektir. Herkim bu dört silahla silahlanmazsa
o insan felah bulamaz.” Çünkü az uyku irade kararlılığı sağlar, az konuşmak birçok belaları önler, canlıları incitmemek insanın amacına ulaşmasını kolaylaştırır. Az uyku nefsin azgın arzularını öldürür.
Çok yemek kalbi katılaştırır nurunu giderir hikmetin
nuru açlıkla bağdaşır, oburluk ulu Allahtan uzaklaştırır”(kalplerin keşfi,27, İmam Gazali) tenha yerlerde
ibadet ve tefekkürde bulunmak insanın nefsinin iniş
çıkışlarını frenler mücadelesinde kolaylık sağlar.
Nefis terbiyesinde nefisin basamaklarını
teker teker geçip, Allah’a ulaşmada en önemli
yöntemlerden olan; tasavvufta da kaide olarak
kabul edilen; az yemek, az uyumak ve az konuşmaktır. Birde bunlara halktan belli bir süre uzak kalmak anlamında olan halvet ve çileyi katanlarda vardır.
Evet, nefsin aşırı arzuları nice sultanları köle, sabırsa nice köleleri melik makamına yükseltti. Hz. Yusuf, önüne serilen bin bir
türlü nefsin telkin ve kandırmaları karşısında
sabretti, mısırın meliki oldu. Züleyha ise nefsine mağlup olup zavallı, düşkün, mahrum,
zelil duruma düştü.
Şeytan insanı yoldan çıkarmak için insanın nefsani arzu ve isteklerini kullanır. O zaaf noktalardan
Nefis insanın aslında bizzat benliğidir, kendisidir, hep kendini düşünür hırsla inatla öfkeyle kendi is-
“Şeytan insanın kan damarları yolu ile dolaşır zira siz onun yolunu açlıkla daraltın”
kıyamet günü Allah’ a en yakın olanınız dünyada en fazla aç ve susuz kalanlardır” (Kalplerin Keşfi,s.15)
56
Temmuz
tek ve arzuları için her yolu meşru sayar. Çeşitli bahanelerin arkasına saklanır. Başkalarını asla düşünmez,
bencillik eder, riya ve kibirle hareket eder, hakikatleri
duymamazlığa, görmemezliğe gelir. Yani en büyük
engel insanın kendisidir, kendi nefsidir. Ne zamanki
kendini ortadan kaldırır, kendini aşar -şöylede ifade
edebiliriz- nefsini terbiye eder o zaman hakla buluşur
hakikatle tanışır.
nefis terbiyesinde başarıya ulaşılması, ruhi olgunluğun yakalanması ancak kâmil bir mürşidin önderliğinde, ciddi bir tasavvuf eğitim ve
terbiyesiyle mümkündür.
Biz ta başından beri nefis derken bu mücadelenin başlangıcı olan nefisin en azgın dönemini
yani nefsi emmareyi anlatmaya çalıştık. Onunla
mücadelenin önemine işaret ettik. Bu mücadelede
ebetteki her insanın kabiliyeti, samimiyeti oranında
başarı elde etmek mümkündür. Bu iniş çıkışlı yolda
bazen insani(sultani) ruh nefsani ruh üzerinde hâkimiyet sağlarken, bazen de nefsani ruh insani ruhu
etki alanına alabilir. Elde edilen başarılar, ulaşılan
makamlar söz konusu olur. Biz buna
nefisin mertebeleri ya da makamları
diyoruz.
İmam Şibliye bu mertebeye nasıl ulaştığı sorulduğunda “bir köpeğin kılavuzluğu sayesinde”
cevabını vermiş. Ve devam etmiş: “Bir köpeği suyun kenarında bitkin, yorgun bir halde gördüm. Su
içmek için suya eğildiğinde sudaki akisini görünce
gördüğüm başkası diye korkup geri
çekiliyor. Sonra susuzluktan öyle
bir hale geldi ki, bir an korkularını
yenip hemen suya dalı verdi, artık
suda gördüğü köpek kayıp olmuştu.
Köpeki kendisi ile arzusu arasındaki
Evet, nefsin aşırı arengelin yine kendisi olduğunu anlazuları nice sultanları
dı. Benim engelimde yine benim olköle, sabırsa nice köduğunu anladım, onu alt ettiğimde
leleri melik makamına
Rabbımla buluştum”
yükseltti.
Bir ayet-i kerimede yüce Allah
(c.c.) buyuruyor ki:
“Kim nefsinin nefsinin
bencilliğinden korunmayı başarırsa, işte kurtuluşa erecek onlardır”(Haşr,9)
Evet ya biz! hayatı huzurla yaşamaya, mutlu
olmaya, nefsimizin esaretinden kurtulup, Allah’a kul
olma hürriyetine kavuşmaya, eşrefi mahluk olma,
hilafet unvanına layık olup Allah’a verdiğimiz sözde
durmaya. Hayatı anlamlı kılmaya, ebed ebed diye
inleyen ruhumuzun isteklerine bu kadar susamışken,
kendimizden daha ne kadar daha korkacağız, ne
zamana kadar kendi kendimize düşmanlığa devam
edeceğiz. Ne zaman toparlanıp ölmek üzere olan ruhumuzu dirilteceğiz nefsimizi aradan çıkarıp, benlik
elbisesinden sıyrılıp. Mahbubumuzla buluşacağız.
Nefisin Makamları
İnsanın azgın nefsini terbiye etmesi, benliğinden tamamen sıyrılması bir süreçtir. Bu
Temmuz
Her makam insanın mücadeledeki başarısını temsil eder. Bu
makamlar insan için mutlak ta değildir. Düşmeler sürçmeler, hatta yüzü
koyun yere kapanmalar da olabilir.
Çıkılan zirvelerden -bulunulan makamın hakkı verilmese-alaşağı oluna
bilinir.
Şimdi nefisin makamları nelerdir onları görelim.
Nefs-i emmare: Ziyadesiyle
emreden ısrarla isteyen manasına gelir. Nefsin
ilk başlangıcıdır. Terbiyeden hiçbir nasibi olmamış
nefistir. Yani hayvani ruhun sultani ruhu esir aldığı bir
nefis. Bu durumdaki insanlar nefis ne derse yaparlar,
adeta nefislerinin azgın istekleri, karakterleri haline
gelmişlerdir, asla yaptıkları hatalardan işledikleri günahlardan pişmanlık duymadıkları gibi günahları işlemekten de zevk alırlar seve seve hata ve kusurlara
dalarlar. Kuran-ı kerimde: “Hiç şüphesiz nefis kötülüğü emreder, Rabbimin acıyıp korudukları
müstesna”(Yusuf,12) ayeti bu nefsi anlatmaktadır.
Nefs-i Levvame: Pişman olup af dilenen
nefis anlamına gelir. Allah’ın inayetiyle bu kısım
nefis, hayvani ruhun emmarelik sıfatında bir nebze
çıkıp levvame derecesine yükselmiştir. İnsani özellikler kendini yavaş yavaş göstermeye başlamıştır. Hayvani özellikler azda olsa zayıfla-
57
mıştır. Bu durumdaki insanlar, kötü davranışlara
bulaştıklarında pişman olurlar, ancak ellerine
fırsat geçtiklerinde tekrar günah işlemekten
çekinmezler. Fakat yine pişman olurlar. İyilikle kötülük arasında bocalayıp dururlar. Kuranı
kerim de bunları işaret için: “Kıyamet gününde ve
devamlı kendini kınayan nefse yemin ederimki”(kıyame,1-2) buyurulmaktadır.
Gönülden kabullenir. Bu makamdaki bir insan
kendi iradesini yüce Allah’ın iradesine teslim
eder, her hareketini hakkın rızasına ayarlar.
Çünkü bu makamdakilere yüce Allah mahviyet rütbesi ihsan etmiştir. Hiçbir lütfu kendisine bağlamaz,
nefsine asla mal etmez.
Nefs-i Marziyye: Allah’ın razı olduğu ne-
Nefs-i Mülhime: ilham alan nefis anlamına
gelir. Bu makamdaki salikin hali, levvamenin halinden bir üst seviyedir, nefsini ayıplayarak pişmanlık
yaşadığından tövbesinin arkasında durur. Günah
işleme hususunda fırsat eline geçtiğinde o günaha
fistir. Raziye halleri bir insanda meleke haline
gelirse Allah korkusunda ve mahviyette devamlı sebatlı olunursa bu makama erişilir ve o
nefsin cümle işleri, huyları sözleri, bütün hal-
“Şeytan insanın kan damarları yolu ile dolaşır zira siz onun yolunu açlıkla daraltın”
kıyamet günü Allah’ a en yakın olanınız dünyada en fazla aç ve susuz kalanlardır”
(Kalplerin Keşfi,s.15)
düşmemek için daha sebatlı ve kararlıdır. Zira sultani
ruh bir derece daha hayvani ruh üzerinde hâkimiyet
kurmuştur. Levvame de olduğu gibi, bunda iç eğriliği
ve tereddüt yoktur. Ancak manevi bir tıkanıklık, tatminsizlik yaşadığıda kesindir. Nefsini kötü düşüncelerden arındırır, şehevi duygulardan korursa
ilham ve feyiz almaya kabiliyetli hale gelebilir.
leri Allah’ın rızasına uygun olur. Böylelikle hay-
Nefs-i mutmainne: İtminana erişmiş nefis
denir. Adından da anlaşılacağı üzere Allah’ın emirlerine, içte tereddüt yaşamadan tam anlamıyla teslimiyet içerisindedir. Bu makamdaki insan
huzurludur. Çünkü sakinleşmiş, ızdırap adına bir şey
kalmamış, şüphe yok olmuş, rahatlamıştır. Dünya
bir araya gelse inandığı davada “öyle değil” deseler de asla sarsılma yaşamazlar bu insanlar.
Nefs-iSafiyye: Kamil, olgun, temiz, tama-
vani ruh, sultani ruhun bütün görüşlerini kabul eder.
Her bir emri zoraki değil gönül hoşnutluğuyla yapar.
Bu nedenle sultani ruhtan hoşnuttur artık. raziye makamında nefis Allahtan razıdır. Bu makamda ise Allah
ta nefisten razı olmuştur.
men arınmış nefis demektir. İşte bu makam en
ali bir makamdır. Bu makamda hayvani ruh, kendi
hallerinden tamamen geçip, sultani ruh ile hallenmiş,
sultani ruhun bütün emirlerine teslim olmuştur. Bundan sonra aralarında düşmanlık kalkmış, güven hasıl
oluştur. Bu nefis fenafillah, bekabillah, duraklarını aşmış hak ile hak olmuş ve mutlak sükûnu
58
Bu nefise şu ayette işaret vardır: “Ey mutmain
olmuş nefis, Allah ile sukuna ulaşmış nefis
sen ondan razı o da senden razı olarak rabbine
dön. Gir salih kulların arasına”(Fecr,27)
bulmuştur. Cenab-ı hak bu mertebedeki insanlara
Nefs-i Raziyye: Allah’tan razı olmuş nefis
anlamındadır. Cenab-ı hakkın lutüf ve keremi
ile kendisine her ne gelecek olsa hemen hepsine razı olur, her ne zaman bir ilahi temenniye
tabi tutulacak olsa, “bu bize ilahi ihsandır” der.
Allah bizleri nefsimizle göz açıp kapayın-
hilafet, gavsiyet, kutbiyet kamil müminlerden olma
durumlarından birini veya hepsini ihsan eder.
caya kadar baş başa bırakmasın. Bizleri doğru
yola ilham etsin ve nefsimizin fenalığından korusun, mücadelede yollarını göstersin, elimizden tutan mürşd-i kamillerle tanıştırsın(Amin)
Temmuz
El Aklıyla Hareket Edenler…
M. Emin KARABACAK
N
asrettin Hoca bir gün, kendisi eşeğe binmiş
oğlu da yaya olarak pazara giderken yolları
bir köyden geçer. Hocayı eşeğe binmiş ço-
cuğu da yürürken gören köylüler:
ı
vicdan
,
n
a
s
in
arışık
b
e
l
y
i
s
yastığa
m
a
ş
Kendi
k
a
şekilde
r
i
b
ı mem
t
r
a
a
l
n
a
rah
, ins
abilen
y
o
k
ı
çıkarla
n
ı
r
başın
a
l
on
ı
ek için
m
t
e
sanlar
n
n
i
e
nu
v
yan
t olma
e
l
n, Kua
a
a
y
a
rın
m
n
n kulla
i
ç
dip
i
ı
r
a
reket e
a
h
çıkarl
e
r
gö
k
nnete
ü
s
e
e örne
v
r
e
l
’a
i
n
k
a
a
r
d
etrafın
e
v
n
a
ir.
yaşay
n kişid
e
l
i
b
a
l
o
-“Koskoca adama bak, kendisi eşeğe binmiş şu küçücük çocuğu yürütüyor!” demişler.
Nasrettin Hoca da bunun üzerine kendisi
eşekten inmiş, oğlunu bindirmiş. Bu sefer de yolları
başka bir köyden geçerken oradaki köylüler de:
-“Şu Hoca’da da hiç akıl yok, şu haliyle
kendisi yürüyor çocuğu bintdiriyor.” demişler.
Hoca’nın bu sefer de çocuğu ile birlikte eşeğe
bindiğini gören başka köylüler de:
-“El insaf Hoca; sizde hiç acıma duygusu yok mu? Eşeği öldüreceksiniz!” demişler.
Temmuz
59
Hoca bunun üzerine çocukla birlikte eşekten
inerek eşek önde kendileri yaya olarak yollarına devam ederler. Yine bunları gören başka bir köylüler de:
-“Ya Hoca sizde hiç akıl yok mu? Eşek
boş siz yürüyorsunuz. Allah size akıl fikir versin!” demişler.
Bütün bunlardan sonra Hoca oğluna:
-“El aklıyla hareket edenin hali böyle
olur.” demiş.
Nasrettin Hoca; toplum
içinde bir iş yaparken her kafadan bir ses çıktığını ve bunlara göre hareket edilmemesi
gerektiğini bize çok güzel bir
şekilde anlatmıştır.
Bu, bizlerin ne yaparsak yapalım birileri tarafından eleştirileceğini ve yine ne yaparsak yapalım
onları memnun edemeyeceğimizi
göstermektedir.
İnsanoğlunun kendine olan
saygısının azalmaması ve kendisiyle
barışık yaşaması için doğru bildiği
yoldan tek başına da olsa yürümesi gerekir. Rüzgâr ya da akıntıya göre değil, güneşi
kendi doğrusu kabul eden bir ayçiçeği gibi hareket
etmeliyiz.
Kendisiyle Barışık
İnsanın Özellikleri:
Kendisiyle barışık insanda; Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in: “Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan konuşur, söz verdiği halde
sözünde durmaz ve emanete hıyanet eder.”
(Buhârî, Îman,24) buyurduğu bu özellikler bulunmaz.
Kendisiyle barışık insan, başkasının görev ve
sorumluluk alanlarına girmediği gibi kendisinin ve
eş-dostunun hakkı olmayan şeyleri de istemez
ve almaz.
Kendisiyle barışık insan Peygamber Efendimiz
(s.a.v)’in: “Bir kimse din kardeşinin iffetine yahut malına haksız olarak dokunmuş ise; altın,
gümüş bulunmayan kıyamet gününden önce
ondan helallik alsın. Aksi takdirde yaptığı haksızlık oranında onun iyiliklerinden alınıp hak
sahibine verilir. İyiliği yoksa
(veya iyiliği borcunu karşılamıyorsa) hak sahibinin günahlarından alınıp haksızlık yapana
yükletilir (ve böylece ödeştirilir”. (Buhari, Mezalim,10) hadisini
hayatında gözden ırak tutmaz.
Kendisiyle barışık insan, herkese eşit ve adaletli şekilde davrandığı gibi haksızlığa karşıda elinden geldiği kadar mücadele eder.
Kendisiyle barışık insan Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in: “Sizden
kim bir kötülük görürse onu
eliyle değiştirsin, buna gücü yetmezse diliyle
onun kötülüğünü söylesin, buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğz etsin. Bu ise imanın
en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman,78) hadisince hareket eder.
Kendisiyle barışık insan toplum içinde olduğu
gibi yalnızken de hal ve hareketleri konusunda tutarlıdır. Yani Mevlana Hazretlerinin: “Ya olduğun gibi
ya da göründüğün gibi.” ilkesince hareket eder.
Kendisiyle barışık insan, yalan yere ve boş
yere yemin etmediği gibi böyle bir şeyi başkalarından da istemez.
Kendisiyle barışık insan, çıkarları için başkalarını harcamadığı gibi yükselişlerin en alçakçası olan birilerinin sırtına basarak ya da onları kullanarak mevkisinde
yükselişler yapmaz.
60
Temmuz
Kendisiyle barışık insan, çıkarları için başkalarını harcamadığı gibi yükselişlerin en alçakçası olan birilerinin sırtına basarak ya da onları kullanarak mevkisinde
yükselişler yapmaz.
“Müslüman bir kimsenin malını elinden almak için yalan yere yemin eden kimse, Cenâb-ı Hakk’ın gazabına uğramış olarak
O’nun karşısına çıkar.” (Buhari, Müslim)
san, hiç kimseyi gücendirmemek ve herkesin gönlünü
hoş tutmak adına kendi kişiliğinden ödün vermez.
Kendisiyle barışık insan, kendisine inanan ve
güvenen insanlara hıyanet etmez. Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in: “En büyük hıyanet, din kardeşine
haber verdiğin bir sözde o sana inandığı halde
senin ona yalan söylemendir.”(Buhari)
Kendisiyle barışık insan, yaşadığı şekilde değil
de, inandığı şekilde hareket eder. Gerekirse inandığı doğruları yapma ve yaşama konusunda mücadele
etmesini bilir.
Kendisiyle barışık insan, insanları gücendirmemek adına Cenabı Hakk’ı gücendirmez. Peygamber
Efendimiz (s.a.v): “Kim yalan yere yemin eder,
Müslüman bir kişinin malını o yalan yeminiyle haksız olarak elde ederse böyle bir kimse,
Allah’ın huzuruna Allah kendisine kızgın olduğu halde gelir”. (Buhari) hadisindeki uyarıları
dikkate alır.
Bunların Dışında
Kendisiyle Barışık İnsan
Bir gün Nasrettin Hoca’nın evine aralarında anlaşmazlık çıkan iki kişi gelerek; “Aramızda bir anlaşmazlık çıktı.” demişler ve biri derdini anlatmış.
Nasrettin Hoca ona; “Haklısın.” demiş.
Diğeri de derdini anlatmış. Nasrettin Hoca ona
da; “Haklısın.” demiş.
Adamalar gittikten sonra Hoca’nın hanımı:
- “Bu ne biçim şey Hoca! Nasıl ikisi de haklı
oluyor?” demiş.
Hoca biraz düşündükten sonra hanımına:
- “Hakikaten hanım, sen de haklısın.” demiş.
Nasrettin Hoca’nın günümüz insanını tarif edercesine bize anlatmaya çalıştığı kendisiyle barışık in-
Temmuz
Kendisiyle barışık insanın düşünceleriyle
davranışları arasında tutarlılık vardır.
Kendisiyle barışık insanın hal ve hareketleri
yer ve zamana göre değişmediği gibi kişilere göre
de değişmez.
Kendisiyle barışık insan, insanların makul isteklerini hatır ve gönül için değil; görev
bilinci içinde yapar.
Kendisiyle barışık insan, insanların makul olmayan isteklerine karşı onların kırılacaklarını bilse dahi
“Hayır” demesini bilir.
Kendisiyle barışık insan, sırf insanları memnun
etmek ve makam-mevki için onların sorumluluk ve
görevlerini yapmaz. Yine onları memnun etmek için
onların çıkarları doğrultusunda hareket etmez.
Kendisiyle barışık insan, çıkarları için başkalarını harcamadığı gibi yükselişlerin en alçakçası olan birilerinin sırtına basarak ya da onları
kullanarak mevkisinde yükselişler yapmaz.
Kendisiyle barışık insan, karşısındaki insanların normal konuşmalarından farklı anlam çıkarmaz.
Anlatılanları farklı şekilde değerlendirerek insanların
kalbine şüpheler düşürmez.
Sonuç olarak kendisiyle barışık insan, vicdanı rahat bir şekilde akşam yastığa başını koyabilen, insanları memnun etmek için onların
çıkarlarına alet olmayan ve insanları çıkarları için kullanmayan, Kuran’a ve sünnete göre
hareket edip yaşayan ve etrafındakilere örnek
olabilen kişidir.
61
Din Adına Konuşanların
Yaptıkları Tahribatl
Yusuf KARAGÖZOĞLU
K
endi şahsi kanaatini islamın hükmüymüş gibi lanse edenlerin olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Birilerinin ciddiyetten
uzak, maksadını aşan, sorumsuzca yaptığı beyanatlar islam adına yapılmış tahribatlara yol
açmaktadır. Hiç şüphesiz ki toplumda birer dernek,
vakıf, cemaat lideri yazar yada akademisyen olan bu
kişiler yeteri kadar ilmi liyakatleri olmadan dini ve fikri
tahribatlarla önderlik yaptıkları kitleleri yanlış yönlendirmektedirler. Mealci, akılcı, reformcu, tekfirci, ideolojik görüşlerin revaçta olduğu bu zaman diliminde
genç kuşaklarımızı bekleyen tehlikenin farkında mıyız
acaba? Biraz önce saydıklarım içerisinden akılcı, ideolojik ve reformcu görüşler üzerinde kısaca durmak
istiyorum. Malumunuz olduğu üzere meal furyası başını almış gidiyor, işin erbabı olup olmadığına bakılmaksızın herkes meal yazmaya çalışıyor, baştan savma merdiven altı diye tabir edilen mealcilik faaliyeti
yapılıyor. Haşa Bana vahiy geliyor diyecek kadar
küfürde ileri giden İskender Mihr Ali ve haşa Allah
gaybı bilmez diyecek kadar itikadi arızası olan
Abdulaziz Bayındır bile meal yazmış, bunun
62
yanı sıra yeteri kadar Arapçası olmadığı halde meal
yazan Suriye’yi İran’a teslim edelim diyecek kadar
sözde ümmetçi özde şiaya sempati duyan, bidat fırkası olan şianın abdest alırken ayakları yıkamayıp mesh
etmeyi farz kabul eden görüşlerini Ehl-i Beyt ekolünün içtihadı olarak yansıtmaya çalışan Mustafa İslamoğlu mezhep şart değil derken acaba Ehl-i
Sünnet mezheplerini mi kastediyor? Çünkü şia
mezhebini yerden göğe kadar yükseltiyor, sanki de tipik bir takiyye örneğiyle karşı karşıyayız. İslamoğlu
kendini bir ayetullah gibi fetva merciinde görmüş olacak ki Kuran’a abdestsiz dokunulabileceğini, hayızlı kadının camiye girebileceğini
savunması ve nihayetinde Peygamber’e (sav) salavat çekmenin O’na yağcılık etmek olduğunu
söylemesi; Yahudileşme temayülüne düştüğünün
bariz bir kanıtıdır. Gezicilerin imamlığını yapan antikapitalist platformunun başkanı, sosyal adalet ve eşitliği dilinden düşürmeyen, özgürlük savaşçısını temsilen sol islamın Che Guevara’sı olan İhsan Eliaçık
hem zenginlik haram diyecek hem de zengin
kapitalistlerin gazetelerinde yazmayı, sosyal
Temmuz
adalet ve eşitliğin düşmanı zekat vermeyenlerle kol kola gezmeyi hüner sayacak, sonrada
Ebu Zerin (ra) fakirliğinden dem vuracak bize. Eliaçığın bu yaptıklarını Hz. Hüseyin’in (ra) soylu mücadelesini yapmak yerine yezidilerin safında Kerbela Hz. Hüseyin - Ebu Zerr üzerinden edebiyat yapmaya
benzetebiliriz. Yaşar Nuri Öztürk’ün Türkçe ibadet ve
namazda Kuran-ı Kerim’in tercemesinin okunması
konusundaki yenilikçi düşünceye sahip onu reformcu - modernist islamcıların Martin Luther’i olma
yolunda ivme kazandırıyor. Özellikle Öztürk’ün başörtüsünün farz olmadığı, sünnetin korunmadığı bu
yüzden peygamberin hüküm koyamayacağını ve dinin kaynağı olarak
görmemesi ve hadisler üzerinde
şüphe ortaya atıp hadislerin israiliyyatla dolu olduğunu ifade etmesi
ne ilim adamı nede ilahiyatçı kimliğiyle izah edilebilir. Bu reformcu
- yenilikçi görüşlerin dışında tefsir
hadis ve fıkıh ilmi olmadan Kuran-ı
Kerim’i herkesin rahatlıkla anlayıp
kendisine göre yorumlayabileceğini
savunması mealci - reformcu yanını
göstermektedir. Aslında Öztürk sık
sık dile getirdiği Allah’la aldatma, din ticareti işini kendisi
yapmakta ama farkında değil,
ona hatırlatmakta yarar var sanırım. İslami hükümleri ideolojisine, aklına ve günümüz şartlarına göre
kırpılıp yontularak aslından farklı gösterilmesi nazar-ı
dikkatimizden kaçmayıp durumun vehametini ortaya koymaktadır. Dini hükümlerin bağlamından
koparılması, bunların farklı tevillerle yorumlanıp tağyir ve tahrif edimesi; ciddiyetten uzak,
ilmi sorumluluğun asla kabul edemeyeceği bir fesad
girişimidir. Kendilerini halktan farklı görerek belirli bir
metod ve ilmi bir usul olmadan dinin değişmez sabitelerini değiştirmeye kalkışmak dine içerden saldırıdır.
Her ne kadar söylem ve usul dindışı olsa da
yapılan tahrip hareketi içerden gelmektedir.
gaybi haberleri inkâr yoluna giderler. İhsan Eliaçık
gibi ideolojik görüşü benimseyenler hemen
her konuda başkalaşım geçirerek islamı ideolojisine yakınlaştırma gayreti içine girerler. Yaşar Nuri
Öztürk gibi reformcu görüşü benimseyenler
modern din telakkisi adı altında islamın hükümlerini
kolaycılık ve çağdaşlık kılıfıyla tahrif etmeye kalkarlar. Kuran ve sünneti referans almayan tüm bidatçi
görüşler arızalı olup sahibini felakete götürecek derecede tehlikelidir. Bütün bunlardan sonra bu sakat
ve arızalı görüşleri beyan edenlerin ortak özelliklerini sıralamak istiyorum.
1) Bir icazetli alimden
ders almadıkları göze çarpıyor.
2) Belli bir usul ve ilim metodu takip etmedikleri için lakayt bir
tavırla söylediklerini ucunun nereye
varacağını tahmin edemiyorlar.
3) Klasik ulemaya muhalefet ettiklerinden yenilikçi ve
kolaylarına gelen tüm fetvaları
dine eklemleme çabası içerisine giriyorlar.
4) Yeteri kadar ilmi yetkinliğe sahip olmadıklarından sıradan halkı uyuttukları gibi gerçek ilim adamı hüviyetindekileri kandıramıyorlar. Maalesef yarı
hoca dinden eder lafı tam da bunlar için geçerli.
Eski islami anlayışa gelenekçi deyip set çekerek bidatçi din tasavvurunu oluşturmaya çalışan bu
cenah ülkede mutezili - akılcı, ideolojik - tevilci, reformcu – oryantalist, harici - mealci, düşüncelerin
yeniden palazlanmasına gayret etmektedirler. Genç
kuşağa düşen bu bidatçi akımların akıntısına
Sözümüzün hülasası şudur ki, bu dinin omurgası olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat çizgisi bizim
istikamet çizgimizdir. Bunu dışında her söylem
ve metod istikamet dışıdır. Mustafa İslamoğlu gibi
aklı naklin önünde tutan akılcı görüşü benimseyenler; mirac ve mucize gibi akılla izah edilemeyen
Temmuz
kapılmamak için dini istikamet üzere olan hocalardan ve sağlam kaynaklardan öğrenmektir. Aksi takdirde Allah muhafaza sözü edilen
sakıncalı fikir ve düşünceler, itikadi saplantılara ve ameli bozukluklara neden olacak olan
büyük bir savurulmayı da beraberinde getirir.
63
Hz. Hamza (r.anh)
Salih AYDIN
ı
ncağın
a
s
z
a
ey
imiz b e verip Kayr
e
b
m
lin
rPeyga
a’nın e erine gönde
z
m
a
i
Hz. H larının üz
udiler
h
a
l
Y
u
ı
ğ
r
o
l la
nuka
kaoğu ıma kavuşau
n
y
a
ard
da
di. K
kleri y lmak zorun
i
d
e
l
k
o
be
teslim
a
c
n
ı
ar.
y
ma
kaldıl
64
Hz. Peygamber’in amcası, Şehidlerin
efendisi.Künyesi; Ebn Ya’la veya Ebû Ammâre; Lakabı; Esedullah (Allah’ın Aslanı)dır. Babası
Abdulmuttalib, annesi Hâle’dir. Hz. Hamza, Peygamberimizin amcalarının en küçüğüdür. Doğumdan bir kaç gün sonra, Peygamberimizi
emziren Ebû Lebeb’in câriyesi Süveybe daha
önceleri Hz. Hamza’yı da emzirmiş olduğundan, Hamza Peygamberimizin süt kardeşi idi.
Hz. Hamza, orta boylu, güçlü kuvvetli, heybetli, onurlu bir sahabîdir. Hz. Hamza
(r.a) iyi bir avcı, keskin nişancı, Kureyş’in
en şereflilerindendir. Mazlumlara yardım etmeyi seven cesur bir savaşçıydı. Av dönüşü evine
gitmeden Ka’be’yi tavaf edecek kadar kutsal kabul ettiği değerlere saygılı, karşılaştığı
şahıslara selâm verip sohbet etmesini seven
mürüvvetli bir insandı. Onun gençlik dönemine
ait bilgilerimiz yok denecek kadar azdır (İbnu’l-Esîr,
İsdit’l-Gâbe, II, 52).
Temmuz
Peygamberimiz yakınlarına İslâm’ı tebliğ etmiş
olmasına rağmen, Hz. Hamza henüz müslüman olmamıştı. Ebû Cehil’in Peygamberimize yaptığı
bir hakaret sonucunda müslüman olmuştur.
Peygamberimiz bir gün Safâ tepesinde iken Ebû Cehil ve arkadaşları onun yanına gelirler. Ebû Cehil Peygamberimize hakaret eder. Abdullah b. Cüdâ’nın câriyesi bu olayı seyredir av dönüşü Kabe’ye uğramayı
âdet edinen Hz. Hamza’ya anlatır. Hz. Hamza, eve
gitmeden Ebû Cehil’in yanına uğrayarak elindeki yayı Ebû Cehil’in kafasına çalar, başını
yaralar ve hakaret eder. Bir gün sonra da Allah
Rasûlünün yanına giderek (Bi’set’ten iki yıl sonra)
müslüman olur.
Hz. Hamza’nın müslüman olması Peygamberimizi çok sevindirmiştir. Onun İslâm’a
girmesiyle müslümanlar güçlendi. Müşrikler rahatsız oldular. Mekke müşrikleri, hicretten sonra da
rahat durmadılar. Peygamberimizin ve müslümanların Medine’den çıkarılması için Abdullah b. Übeyy,
Hazreç ve Evs kabilesi müşrikleriyle ilişki kurdular.
Müslümanların hac yollarını da kapadılar.Müşriklerin
gözlerini korkutmak, Şam ticaret yollarını keserek onları sıkıntıya düşürmek gerekiyordu. Peygamberimiz
bu amaçla Hz. Hamza’yı Sifu’l-Bahr’a gönderdi. Otuz
kişilik bir kuvvetle Hz. Hamza belirtilen yere vardı.
Müşriklerin kervanı Sifu’l-Bahra gelmişti. Kervanda
Ebû Cehil de bulunuyordu. Üçyüz kişilik bir kuvvetleri vardı.Hz. Hamza, müşriklerle çarpışmak istiyordu.
Yanında bulunan müslümanlar da aynı duyguyu yaşıyorlardı.Henüz müşrik olan Mecdi b. Amr b. Cühenî
bu iki grubun arasına girdi. Hem müslümanlarla hem
de müşriklerle görüştü. Sonunda iki tarafı çarpışmaktan vazgeçirdi.
Bundan Sonra Hz. Hamza’yı Bedir savaşında
görüyoruz. Bedir savaşında Utbe, Velid, Şeybe
meydana çıktılar. Çarpışmak için er dilediler.
Hz. Hamza, Şeybe ile çarpıştı. Bir hamlede
Şeybe’yi öldürdü. Daha sonra Utbe’yi ve Tuayma b. Adiyy’i öldürdü.Hz. Hamza, Bedir sa-
vaşında kahramanca savaştı. Allah ve Rasûlünün
hoşnutluğunu kazandı.Bedir savaşında Hz.
Hamza (r.a)’nın etkinliği ileri boyutlara ulaştı
ve müşriklere karşı amansız bir savaş verdi.
Hârisû’t-Temîmî, Hz. Hamza’nın Bedir’deki durumunu anlatan bir rivayetinde şöyle diyor: “Hamza
b. Apdülmuttalib(r.a)’in, Bedir savaşında üzerinde, deve kuşu olan kim” diye sordu. “Hamza
b. Abdulmuttalib” diye cevap verildi. O müşrik:
“Ne yaptıysa O bize yaptı” diye mırıldandı” (M.
Yusuf Kandehlevi, Hadislerle müslümanlık, ll, 553).
Hz. Hamza, Bedir Savaşını mütekaib Kaynukoğulları gazvesine katıldı. Peygamber Medine’ye geldiğinde Yahudilerle anlaşma yapmıştı. Yahudiler, Bedir
savaşını müslümanların kazanmasını hazmedemediler. “Siz savaşın ne demek olduğunu bilmeyen
adamlarla çarpıştınız” dediler. Savaş için fırsat
kollamaya başladılar.Kaynuka gazvesi’nin genel sebebi bir kadına karşı yapılan terbiyesizliktir. Kadıncağız bazı eşyalarını Kaynuka pazarında sattıktan sonra bir kuyumcuya giriyor. Kuyumcu yahudi kadının
eteğinin alt kısmını üst kısmına bir dikenle iğneliyor.
Kadıncağız ayağa kalktığında üzeri açılıyor.
Utanıyor, sıkılıyor, feryat ediyor, çevresinden
yardım istiyor. Kadının yardımına koşan müslümanlar Yahudiyi öldürüyor. Yahudiler de
müslümanın başına üşüşüyorlar ve onu şehid
ediyorlar.
Öldürülen müslümanın akrabaları Peygamberimizden yardım istiyorlar. Bunun üzerine
Peygamberimiz Yahudilerden antlaşmanın yenilenmesini istedi. Yahudiler Peygamberimizin bu isteğini
reddettiler.Bu olay üzerine Peygamberimiz beyaz
sancağını Hz. Hamza’nın eline verip Kaynukaoğullarının üzerine gönderdi. Kaynukaoğulları
Yahudileri bekledikleri yardıma kavuşamayınca teslim olmak zorunda kaldılar.
Doğumdan bir kaç gün sonra, Peygamberimizi emziren Ebû Lebeb’in câriyesi Süveybe daha önceleri Hz. Hamza’yı da emzirmiş olduğundan, Hamza Peygamberimizin
süt kardeşi idi
Temmuz
65
Bedir savaşı’nın acısını unutmayan Kureyşliler
yeniden savaş için hazırlığa başladılar. Bir yıl önceki kervanın gelirini savaş için harcamaya karar verdiler. Savaş için değişik müşrik kabilelerden yardım
isteyerek büyük bir kuvvet oluşturdular. Bu kez de
Kureyş’in kadınları da katılacaktı. Bedir Savaşı’nın
bozgunla bitmesi sebebiyle müşrik kadınlar erkeklerini suçluyorlardı. Bedir’in matemini tutarak erkekleri
savaşa teşvik ediyorlardı.
Cübeyr b. Mut’i’nin Vahşi adında Habeşli bir
kölesi vardı. Bu köle harbe (Habeşlilere özgü bir
mızrak) atmakta oldukça maharetli idi. Hz. Hamza,
Cübeyr b. Mut’im’in amcası Tuayma b. Adiyy’i Bedir
savaşında öldürmüştü. Cübeyr, amcasının acısını unutmamıştı. Kölesi Vahşi ile konuştu. Hz.
Hamza’yı öldürmesi şartıyla kendisini serbest
bırakacağını bildirdi.
Peygmberimiz, Medine’nin içinde kalmayı,
savunma savaşı yapmayı düşünüyordu. Bedir Savaşı’na katılmayanlar düşmanla yüz yüze gelmek,
Medine dışında savaşmak istiyorlardı. Peygamberimiz Ashabın bu tavrı karşısında Medine dışında savaşılmasına karar verdi. Hz. Hamza’da Medine dışında savaşılmasına taraftardı. Hattâ Peygamberimize
“sana, kitabı indirmiş olan Allah’a yemine
eder, and içerim ki, bu kılıcıma Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek
yemeyeceğim” demişti. Hz. Hamza Cuma günü
oruçlu idi. Cumartesi müşriklerle karşılaştığı zaman
da oruçlu bulunuyordu. Peygamberimiz, sabahleyin
“Rüyada, meleklerin, Hamza’yı yıkadıklarını
gördüm” diye buyurdu.
Uhut bölgesine varıldı, orduya savaş düzeni verildi. Kureyş’in birinci bayraktarı Talha b. Ebî
Talha, Hz. Ali tarafından, ikinci bayraktarı
Osman b: Ebî Talha da Hz. Hamza tarafından
öldürüldü. Sancaktarların ölmesi Kureyş’i şaşkına
çevirdi. Sarsıldılar, sendelediler. Halid b. Velid’in saldırıları da sonuç vermedi: Müşrikler, kaçışmaya baş-
ladılar. Hz. Hamza Uhud günü “ben Allah’ın Arslanıyım” diyerek kıhç salladı. Sâfvân, Hz. Hamza’yı
savaşırken görüyor, “Ben, bugüne kadar kavmini
öldürmeye onun kadar hırslı bir kimse daha
görmedim” buyuruyor. Uhud savaşında müşriklerin
çoğunu Hz. Hamza öldürmüştür.
Kureyşliler bozguna uğrayıp kaçmaya başlayınca Peygamberimiz tarafından görevlendirilen okçular
yerlerini bırakmaya başladılar. Birbirlerine “ne duruyorsunuz? Allah, düşmanı bozguna uğrattı. Siz
de, müşriklerin ordugahına giriniz. Kardeşlerinizle birlikte ganimet toplayınız” dediler. Diğer
bir kısmı bu teklife itiraz ettiler. “Siz Rasûlullah’ın:
Bizi arkamızdan koruyunuz! Sakın yerinizden
ayrılmayınız! Bizim öldürüldüğümüzü görürseniz de yardımımıza koşmayınız! Ganimet
topladığımızı görürseniz de, bize katılmayınız!
Bizi arkamızdan koruyunuz” buyurduğunu bilmiyor musunuz?” dediler.
Okçular, komutanları Abdullah b. Cübeyr’i
dinlemediler; “ganimetten nasibimizi alacağız”
diyerek yerlerini terkettiler. Abdullah b. Cübeyr’in
yanında çok az bir kuvvetin kaldığını gören Halid b.
Velid bu fırsatı değerlendirmek istedi. Kuvvetlerini bir
araya topladı, okçuların üzerine yürüdü. Abdullah b.
Cübeyr, kendilerine doğru bir kuvvetin geldiğini görünce arkadaşlarına dağılmamalarını söyledi. Müslüman okçular, üzerlerine gelen Kureyş müşriklerini
ok yağmuruna tuttular. Okları bitinceye kadar kahramanca savaştılar. Abdullah b. Cübeyr, okları bitince
mızrağı ile savaştı. daha sonra kılıcını kınından sıyırdı. Şehid düşünceye kadar çarpıştı. Diğerleri de aynı
Hz. Hamza’nın müslüman olması Peygamberimizi çok sevindirmiştir. Onun İslâm’a
girmesiyle müslümanlar güçlendi.
66
Temmuz
şekilde savaştılar. Kureyş’in süvarileri insanlığa yakışmayan bir davranışla Abdullah b. Cübeyr’in karnını
deştiler, barsaklarını döktüler. Okçuların yerlerini
bırakması, kalan kısmının şehid edilmesiyle
müslümanlar gâfil avlandılar. Hem arkadan,
hem önden kuşatıldılar. Müslümanlar şaşkınlıkla birbirlerine kılıç sallamaya başladılar.
Allah Rasûlünün Hz. Hamza’ya derin bir sevgisi vardı. Bu sevgiden dolayı elinde olmayarak
“Vahşi”ye karşı olumsuz bir tutum içinde olmaktan
da çekiniyordu. Bu sebeple de Vahşi’yi görmek istememişti.Peygamberimiz, Hz. Hamza’nın şehit olduğunu öğrenince onun başı ucuna gelir ve dua eder.
Hz. Hamza, kız kardeşi Safiyye’nin getirdiği
bir hırka ile kefenlendi. Peygamberimiz, amcası Hamzâ’nın cenaze namazını kıldırdı. Hz.
Hamza, Uhud’a defnedildi. Hz. Peygamber’den
iki veya dört yaş büyük olan Hamza, öldürüldüğünde
elli yedi yaşında idi. Hz. Peygamber (s.a.s) öldürülen
her şehid ile beraber Hamza’nın namazını tekrarlamış; o gün yetmiş iki defa onun cenaze
namazını kıldırmıştır.
Hâris b. Amr kızı ile Utbe’nin kızı Hind de Hz.
Hamza’yı öldürmesi için Vahşi’yi. teşvik ediyorlardı.
Vahşi, açık dövüşmekten korkuyor, gizli dövüşmeyi
tercih ediyordu.Vahşi, Uhud Savaşındaki durumu
şöyle açıklıyor: “Halk arasında Ali’yi aradım.
Çok uyanık, girişken, çevik, çekingen ve etrafına çok bakınan bir adamdı. Kendi kendime: “benim aradığım adam
bu değildir” dedim. O sırada HamŞiba’b. Ümmü EmHz. Peygamber (s.a.s)’in ilk
za’yı gördüm. Halkı kasıp kamâr
“var
mı
benle
çarcenaze namazı kıldığı şehidin
vuruyor, kesip biçiyordu. Fırsat
de Hz. Hamza olduğu söylenpışacak bir yiğit” diyekollamak için kayanın arkasına
miştir. Hz. Hamza’nın eşi, çocukları
gizlendim. Bir ara Şiba’b. Ümmü
rek meydan okuyordu.
Medine’de olmadığı için şehâdetine
Emmâr “var mı benle çarpışacak
Hamza ona: “Allah ve
ağlanmamış bunu gören Hz. Peybir yiğit’ diyerek meydan okuyordu.
Rasûlüne sen misin
gamber “Hamza’nın niye ağlaHamza ona: “Allah ve Rasûlüne
meydan
okuyan’
dedi.
yanları yok” buyurmuştur. Bunu
sen misin meydan okuyan’ dedi.
Göz açtırmadan, baGöz açtırmadan, bacaklarından
duyan Ensâr önce Hamza için sonra
vurdu yere serdi. Sel suları arkendi şehidleri için ağlamaya başlıcaklarından vurdu yere
kalarına eriştiği sırada ayağı kayorlar. Tarihçi Vâkıdî (V. 207/223)
serdi.
yıp düşünce mızrağımı fırlatıp
benim zamanıma kadar bu adet
attım; böğründen vurdum. “Hz.
devam etmekteydi diye naklediyor
Hamza’yı Şehid eden Vahşi daha
(İbnü’l-Esir, Usdü’l-Gâbe, II, 51, 55).
sonra bir kenara çekilir. Hind üzerindeki takılarını çıkarır Vahşi’ye verir. Hz. Hamza’nın
Hz. Hamza, bir gün Peygamber Efendimize
yanına gelen Hind, onun burnunu, kulaklarını gelerek Cebraîl (a.s)’ı asli yapısıyla görmek istediğini
keser, cesedine işkence yapar, hatta ciğerini
bildirdi. Peygamberimiz, Hz. Hamza’ya “O’nu görbile çiğneyerek parçalar.
meye dayanabilir misin?” diye sordu. Hz. Hamza,
“Evet, dayanabilirim” diye cevap verdi. Bunun
Vahşi müslüman oluşunu anlatırken: “Meküzerine Peygamber Efendimiz “otur, öyleyse” buke’nin fethinden sonra Mekke’ye gelerek Rasûl-i Ekyurdular. Cebrail (a.s.) müşriklerin Kâbe’yi tavaf ederemi gördüm. Bana dedi ki: “Sen Vahşi misin?”
cekleri zaman elbiselerini üzerine koymakta oldukları
Ben cevap verdim: “Evet” Hamza’yı sen mi öldürdün? buyurdular. “Öyle oldu” dedim. Bunun kütüğe indi. Peygamberimiz Hz. Hamza’ya “Kaldır
üzerine Allah Rasûlü buyururdular ki: “bana yüzü- gözünü, bak” dedi. Hz. Hamza’ya bakıp, Cebrail’in
nü göstermemen mümkün mü? Ben de çıkıp zebercede yeşil cevhere benzeyen ayaklarını görünce
gittim. Rasûlullah’ın vefatından sonra yalancı bayıldı. Arkasının üzerine düştü. Bu olayı İbn Sa’d
peygamber Müseyleme ortaya çıktı. Belki bu Tabakat’ında anlatmaktadır.Hz. Hamza Peygamber
herifi öldürürüm de günahımı öderim, diye dü- (s.a.s)’den şu hadisi rivâyet etmiştir: “Şu duayı hiç
şündüm. Müslûmanlarla birlikte Yemâme’ye bırakmayın; “Allahümme inni es’eluke bismigittim ve bildiğiniz gibi Mûseyleme’yi öldür- ke’l-a’zam ve rıdvânıke’lekber” (İbn Esîr, Usdüm (Sahihi Buharî, V, 36, 37).
dü’l-Gâbe, II, 55)
Temmuz
67
HAKEV Hacı Şaban Efendi Eğitim, Kültür
ve Yardımlaşma Vakfı’nın günlük 750 kişiye
sıcak yemek ulaştırmak üzere hizmete sunduğu
AŞEVİ’nin ve konferans salonunun açılışı
dualar eşliğinde 31.05.2015 tarihinde yapıldı.
68
Açılış Sultanbeyli Belediye Başkanı Hüseyin KESKİN, Saadet
Partisi Sultanbeyli İlçe Başkanı M.Fetullah BÜLBÜL, HAKEV
yönetim kurulu üyeleri, HAKEV gönüllüleri ve yoğun bir davetlinin
katılımıyla gerçekleşti. HAKEV Yönetim Kurulu Başkanı Sezgin
ÇAKIR açılışta yaptığı konuşmada, cennet mekan merhum Hacı
Şaban Efendi Hazretlerinin hayatta iken evini adeta bir aşevi gibi
kullandığını belirterek onun sevenleri olarak bu geleneğin devam
etmesi için onun adına kurulan vakfın bu uğurda çalışmalar
yapmaya devam edeceğini belirtti.Konuşmasının devamında
aşevinden ekonomik durumu müsait olmayan vatandaşlar güzel
bir ortamda ve uygun bir şekilde yemek yiyebilecekleri gibi isterse
bu vatandaşların yemekleri evlerine servis edilecektir ve durumu
tespit edilen vatandaşlara her gün sıcak yemek dağıtılmasının
hedeflendiğini söyledi.
69
Musa KARACA
Mekke’nin yaklaşık altı km kuzeyinde Nur Dağın’da bulunur.
Peygamber Efendimiz toplumdan uzaklaşarak
burada inzivaya çekilmeyi ve vakit geçirmeyi adet
edinmiş, bu durum 1-2 yıl devam etmiştir.
Peygamber Efendimiz 40 yaşındayken 610 yılında ramazan ayının yirmi yedinci gecesi (Kadir Gecesi), Kur’an burada indirilmeye başlanmıştır.
İlk inen ayetler, Alak Suresi’nin ilk ayetleridir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O
Rab ki kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediği
şeyleri öğretendir.”
On bir ay boyunca sürekli çalışan pek çok organımız ve özellikle sindirim sistemimiz oruç sayesinde
dinlenme imkânı bulmaktadır. Nasıl ki bir gün içinde yorulan vücudumuz uykuya ihtiyaç duyuyor ve uykuda dinleniyorsa oruç da bir yıl çalışan organlarımızın dinlenmesini sağlamaktadır.
Uzmanların yaptığı açıklamalara göre oruç tutan kişi aç kaldıkça vücutta uzun süre depolanmış yağlar ve diğer besin maddeleri kullanılır, yakılır, vücut bu vesileyle yenilenmiş olur.
Gün içinde mide boş olacağı için kalp mideye kan
pompalamasını azaltır ve kalp de dinlenmiş olur.
Yine mide boş olduğu için gün boyunca, bazı mide rahatsızlıklarında mide kendi kendisini bu vesileyle daha hızlı
tamir eder.
Oruçlu iken ayrıca tüm hücreler, 12 parmak bağırsağı,
karaciğer, böbrekler gibi birçok sürekli çalışan ve yorulan organlar toksiklerden kurtulma, dinlenme ve kendini yenileme
ve iyileştirme imkânı bulur.
Vücut; oruç, açlık ve az yemekle sağlıklı olur. Peygamber Efendimiz de buna işaretle “Oruç tutun ki sağlığa
kavuşun.” buyurmuştur.
Allah’u Teâlâ zararlı olan hiçbir şeyi emretmez. Emirlerinin hepsinde mutlaka bir hikmet ve insana
fayda vardır. İşte orucun faydalarından bazıları da yukarıda saydıklarımızdır. Daha sayamadığımız birçok
faydaları da vardır. Tabi ki biz bu faydaları için değil Allah’ın emri olduğu için orucumuzu tutuyoruz. Rabbimiz ibadet yapınca da iki şekilde bizleri ödüllendiriyor. Birincisi bedenimize sağlık veriyor, ikincisi de
sayısız sevap veriyor.
Oruçlarımızı tutup sağlıklı ve bol sevaplarla ramazan bayramına ulaşmayı rabbimiz bizlere nasip
eylesin.
70
Bunları Biliyor musunuz?
* Çok fazla yerseniz, duyma kalitenizin düşeceğini,
* Ne kadar soğuk bir odada uyursanız, kötü rüya görme olasılığınız o kadar artacağını,
* Beynimizin geceleri daha aktif olduğunu,
* Kulaklıkla uzun süre ve yüksek sesle müzik dinlemek, iç kulaktaki kulak sinirlerine ve duymayı
sağlayan kulak hücrelerine öldürücü etki yaptığını,
* Tek bir dakika içerisinde 1025 cm küplük havayı içimize çekerek 4 kilograma yakın kanı vücudumuz içinde devrettiğimizi biliyor musunuz?
BİLMECELER
12.
3.
4.
5.
Ateş olmayan yerde ne olmaz?
Hangi yolda trafik kazası olmaz?
İlk Türk bayrağını kim dikmiştir?
Hangi ayda 28 gün bulunur?
Kitap deftere ne demiş?
Cevaplar: 1. İtfaiye 2. Samanyolu’nda 3. Terzi 4. Bütün aylarda 5. Amma da boş adamsın
Bulmaca
1. Müminin miracı olarak kabul edilen ibadet
ϳ
2 Yatsı namazından sonra kılınan vacip olan namaz
ϯ
3. Namazın farz kılındığı gece
ϭ
4. Kur’an’ı Kerim’de hakkında en çok ayet inen
kavim
Ϯ
ϴ
5. Kur’an’ı Kerim’de ismi zikredilen kadın
ϱ
6. Kur’an’ı Kerim’i usulüne göre okumayı belirle-
ϲ
yen kuralların tümü
7. İslam dininde karşılık beklemeden yapılan her
ϰ
güzel davranış
8. Arife günü Öğle vaktinden Bayram sabahına
ϵ
kadar bir süre Arafat’ta bulunmak
9. Gerekli önlemleri alıp sonra Allah’a güvenmek
ϭϬ
10. Ramazan ayında verilen, yoksul birinin bir günlük yiyecek ihtiyacını karşılayacak miktardaki sadaka
Arşa Değerdi
Nasrettin Hoca camide vaaz verirken dinleyenlerden biri soru sormuş:
Hoca “Bilmiyorum” demiş. Diğeri bir başka soru atmış ortaya. “Bunun
da karşılığını bilmiyorum.” demiş Hoca. Bir üçüncü soruyu da yanıtlayamamış.
Cemaatten biri, “Peki hoca” demiş, “Hem sorduklarımızı bilemezsin
hem de kalkar, o yüksek yere çıkarsın; oldu mu şimdi?”
Hoca gülmüş: “Ben bildiklerimle orantılı olarak bu kadarcık yükseğe
çıktım; bilmediklerim oranında yükselecek olsaydım, başım arşa
değerdi.”
71
Gör
Muhibbi yarenler hiç incinmeyin
Dilerim bu halin gününe düş gör
Mahi devran edip leyl-ü neharın
Yar aşkına düşen gününe düş gör
Yalan gelir size gurbet çilesi
Gidersin izinden bitmez hilesi
Ağzına gem vurur yârin cilvesi
Takip et izinden zaman koş gör
Zelil çok çileler çekti dünyada
Ciğer köşelerim ağlar sılada
Küllüce sarrafa aynı bahada
Küsme bu âlemin sözüne koş gör
Zelilî (Mehmet ÇAĞLAYAN)
1927-1982
Download