1 İçindekiler 2 Al-i İmran 81. Ayette geçen “Allah peygamberlerden şöyle söz almıştı” “ağır ahdimi üzerinize aldınız mı” “ben de sizinle beraber şahit olanlardanım" ifadeleri ne anlama gelmektedir? Ayetin meali şöyledir: “Allah peygamberlerden şöyle söz almıştı: Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim, sonra yanınızda bulunan (kitaplar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı, demişti. Onlar: Kabul ettik, dediler. (Allah da) dedi ki: Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım." (Al-i İmran, 3/81) Allah, bütün peygamberlerine kitap ve hikmet verirken hepsinin böyle bir sözleşme ve anlaşmasını almıştır. Bunlar arasında, önce gelenden sonra gelene, sonra gelenden öncekine böyle karşılıklı ve ilâhî şahitlik altında kabul edilmiş bir tasdik antlaşması vardır. Hepsi, kendilerini tasdik eden Muhammed Resulullah'a iman ve yardım için Allah’a söz vermişlerdir. İlim ve hak şahitliğin hükmü budur. (Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri) Ayrıca, en son gelecek Hz. Muhammed (a.s.m)’in bütün peygamberlerin getirdiği hakikatlerin varisi olduğu, getirdiği hakikatler aynı zamanda önceki semavî kitapların doğruluğunun da belgesi olduğu ve bu sebeple de son vahyin bütün vahiyleri ihtiva eden evrensel, zaman ve mekân üstü bir özelliğe sahip olduğu vurgulanmıştır. Onun bu önemi de “O peygamber geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz.” mealindeki ifadeyle vurgulanmıştır. Hz. Muhammed’e peygamberlerin kendileri kavuşmadığına göre, ayette söz konusu sözleşmenin asıl muhatabının Ehl-i kitap olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Buna göre her peygamber, kendi ümmetine son peygamberi haber vermiş ve ona kavuştukları takdirde mutlaka iman edip kendisine her türlü yardımda bulunmasını istemişlerdir. Ehl-i kitap olduğu halde, Hz. Muhammed’in Peygamberliğinden haberdar olanlardan bazıları, kitaplarında mevcut işaret ve müjdeleri ve önceki peygamberlerin konuyla ilgili nesilden nesile devam edip gelen tavsiyelerini göz ardı ederek iman etmemişlerdir. Ayette bunlara da ciddi bir sitem vardır. Diğer taraftan, Allah tarafından görevlendirilen bütün peygamberlerin bildirimlerinin bütünlüğü ilkesi hatırlatılmakta, her peygamberin kendinden önceki ilâhî bildirimlerin doğruluğunu beyan etmesi, önceki peygamberlerin tâbilerinin de onun getirdiklerine inanıp onu desteklemesi suretiyle karşılıklı bir tanıklık sisteminin öngörüldüğü belirtilmektedir. Böylece, Ehl-i kitabın hem kendi içlerinde tutarlı olabilmeleri, hem de “ilâhî dinler”e ve "Allah inancı"na karşı tavır ortaya koyan kesimlere yapılacak çağrının başarılı olabilmesi için bu çağrıya olumlu karşılık vermelerinin kaçınılmazlığına dikkat çekilmiş olmaktadır. 3 "Allah peygamberlerden... söz (mîsâk) almıştı" ifadesi şu şekillerde açıklanmıştır: a) Âyet, peygamberlerden daha sonra gelen elçiye (resul) iman edeceklerine ve onu destekleyeceklerine dair söz alındığını belirtmektedir. Şu halde burada söz verenler peygamberlerdir. Bu yorumu benimseyenlerin bir kısmına göre alınan söz genel olarak peygamberlerin birbirlerini onaylayacakları hakkındadır; diğer bir kısmına göre ise Hz. Muhammed'in geleceğini müjdeleyeceklerine dairdir. b) Kur'ân-ı Kerîm'in üslûbu ve "mîsâk"la ilgili ayetler dikkatle incelendiğinde görülür ki, burada kastedilen bizzat peygamberlerden söz alınması değil, onların kendi ümmetlerinden Hz. Muhammed geldiğinde ona iman edeceklerine ve ona destek vereceklerine dair söz almış olmalarıdır. (bk. Taberî, İbn Atıyye, Râzî, Zemahşerî ilgili ayetin tefsiri) Ayetin bu ve buna benzer diğer yorumları da içine aldığı söylenebilir. Ayette geçen “ısr” kelimesi sözlükte "ağırlık, ahid, bağ" gibi anlamlara gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de "ağırlık, yük" anlamında da kullanılmakla beraber (bk. Bakara 2/286; A'râf 7/157) ifadenin önü ve sonu dikkate alınarak burada kelimeye ahid manası verilmiştir. (bk. Kur’an Yolu, Heyet, ilgili ayetin tefsiri) O halde bu göreve “ısr” denilmesinin nedeni, bunun "ağır yük, zor olan yük" olmasındandır. Buna göre, “ağır ve zor olan yükü üstlendiniz mi”, manası anlaşılır. (Nesefi, ilili ayetin tefsiri) Çünkü, ümmetlerine dinlerini ulaştıran peygamberler, hayranlık veren güzel bir tabloda onların ilâhlarına büyük ve ağır bir söz vermiştir. Bu gerçeğin ışığında ortaya çıkıyor ki, önceki peygamberlerin ümmetleri, peygamberlerinin direktiflerinden ve Allah'ın onlarla birlikte olan sözünden dışarı çıkıyorlar. Son peygambere uymayan ehl-i kitap mensupları; aynı zamanda bütünü ile yaratıcısına teslim olan, O'nun emri ve dilemesiyle işlerini programlayan, Allah'ın yasasına boyun eğen bu evrenin nizamına da karşı çıkmış oluyorlar. (bk. Seyyid Kutup, Fi Zılal, ilgili ayetin tefsiri) Ayetteki Allah’ın şahitlik etmesi konusuna gelince, esasen yüce Allah açık veya gizli her şeyi bütün ayrıntılarıyla bildiğine göre, böyle bir tanıklık talep etmesi kuşkusuz O'nun buna olan ihtiyacıyla açıklanamaz. Burada bir taraftan O'nun iradesinin eseri olan evrendeki karşılıklı tanıklık ilkesine, diğer taraftan da her türlü itham ve sorumluluğun ispat şartına bağlı olduğuna dikkat çekilmekte ve bunun üzerinde iyice düşünülmesi istenmektedir. "Ben de sizinle birlikte şahit olanlardanım" cümlesi ise bu sözün bağlayıcılığına güç katmak ve bundan dönmekten sakındırmak içindir. (Zemahşerî, ilgili ayetin tefsiri) 4 Balinalarda ayak kemikleri, yılanlarda bel kemikleri, köpeklerin ayağındaki uzantılar Evrime delil teşkil etmez mi? Her bir canlı, çok amaçlı bir programa göre yaratılmıştır. Vücudunda hiçbir organ ne fazladır ve ne de noksan. Genelde bir organa birden çok görev yüklenmiştir. Biyologların görevi, her bir organın işleyişini ve ne gibi vazifeleri bulunduğunu ortaya koymaktır. Fakat bazı biyologlar, işin kolayına kaçmakta, görevini bilemediği organı lüzumsuz ve artık olarak nitelemektedir. Belki biraz da ideolojik davranarak, vazifesiz saydığı organları, bu canlının evrimleştiğini iddia ettiği ilkel atalarından kalmış gereksiz organ olarak ileri sürmektedir. Geçmiş asırda Lamarck tarafından ileri sürülen, kullanılan organların geliştiği, kullanılmayan organların ise köreldiği şeklindeki görüşün bilimsel bir değeri yoktur. Bir canlıdaki değişiklik soma hücrelerinde olmuşsa yavrularına geçmez. Mesela, kolu kesilen bir kimsenin çocukları kolu kesik olarak dünyaya gelmez. Ancak, üreme hücrelerinde ve zigotta olan değişiklik yavrulara geçer. Dolayısıyla balinanın her hangi bir organı, geçmiş neslinde kullanılmadığı için körelerek o mevcut şekli almış değildir. Soruda yer alan ve evrime delil teşkil ettiği ileri sürülen yapılar, hep Lamarck düşüncesiyle ele alınmakta ve bu canlıların yaşadığı farz edilen atalarından kalma organlar olarak değerlendirilmektedir. Biyologlar, bu organların gereksiz ve lüzumsuz olduğuyla uğraşacaklarına, bunların ne işe yaradıkları üzerinde ciddi araştırma yapmış olsalardı, muhakkak onların, bu canlılar için bir değil ve belki birden çok görevinin bulunduğu ve hayati organlar olduğu ortaya konmuş olurdu. Evrime delil olarak ileri sürülen ve işe yaramadığı iddia edilen ve artık organ olarak nitelendirilen bu tip görüşlerin bilimsel bir değerinin olmadığı bilinmeli ve ciddiye alınmamalıdır. Çünkü laboratuara girmeyen ve denenemeyen bir konu, felsefî bir düşüncedir, bilimsel bilgi değildir. Bir canlıda, değil bir organın gereksiz olarak bulunması, bir atom dahi lüzumsuz değildir. Her bir atomun, bulunduğu canlıda belirli en az bir görevi vardır. Bir atom dahi canlı vücudunda gereksiz olarak bulunmuyorsa, bir organın o canlı için gereksiz olduğu nasıl düşünülebilir? Allah hiçbir şeyi abes ve başıboş yaratmamıştır. Hakîm isminin gereğin olarak, her şeyi ölçülü, nizamlı, intizamlı, planlı, programlı ve hikmetli olarak vücuda getirmiştir. 5 Hz. Ayşe'nin öğrenmek istemesine rağmen Hz. Peygamberin öğretmek istemediği ismi azam duası hangisidir? Hz. Ayşe (r. Anha) anlatıyor: Ben, Allah’ın Elçisinin aleyhissaaltü veseelam, “Allahım ben senin pak, güzel, mübarek ve zatına en sevimli ismin ile şüphesiz senden (hayır) dilerim, o ismin ki onunla çağrıldığın zaman icabet edersin, onunla senden (hayır) istendiği zaman verirsin, onunla senden rahmet istenildiğinde rahmet eylersin ve sıkıntıdan kurtulmak için onunla senden yardım dilendiği zaman sıkıntıdan kurtarırsın” diye dua ederken sesini işittim. Yine Hz. Ayşe validemizin bildirdiğine göre, Resûl-i Ekrem aleyhissalatü vesselam bir gün, “Ey Ayşe, Allah'ın hangi isimle çağırıldığı zaman duayı kabul buyuracağını bana gösterip bildirdiğini bilir misin?” buyurdu. Ben, “Ey Allah’ın Elçisi! Babam anam sana feda olsun O İsmi bana öğret dedim. O (asm): “Ey Ayşe, o İsmin öğrenilmesi sana uygun değildir” buyurdu. Bunun üzerine ben uzaklaşıp biraz oturdum. Sonra kalktım ve O'nun (mübarek) başını öptüm. Daha sonra “Ey Allah’ın Elçisi, o ismi bana öğret” diye ricada bulundum. O yine “Ey Ayşe, o ismi sana öğretmem uygun değildir. Çünkü şüphesiz senin o isimle dünyalık bir şey istemen senin için uygun olmaz” buyurdu. Bunun üzerine ben de kalkıp abdest aldım ve iki rekat namaz kıldıktan sonra: “Allahümme innî edûkellah ve edûkerrahmân ve edûke’l-berrerrahîm ve edûke biesmâike’lhusnâ küllehâ mâ alimtü minha ve mâ lem a’lem entağfiralî ve terhamenî -Allahım! Şüphesiz ben seni Allah, diye çağırırım, er-Rahmân diye çağırırım, el-Berr, erRahîm, diye çağırırım ve seni bildiğim ve bilemediğim Esmâ-i Husnâ'nın hepsiyle çağırırım ki beni mağfiret edesin ve bana rahmet edesin” diyerek dua ve dilekte bulundum. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi güldü. Sonra buyurdu ki, “Şüphesiz o isim senin duada andığın isimler içindedir.” (bk. Müsned, 3/120, 158, 245, 265; 4/ 350, 360; İbn Mace, Dua 9) İsm-i Azam, Allah'ın en büyük ismi anlamında bir tabirdir. Bu rivayet, Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselamın bir duasını bildirmekte, Allah'ın bir İsm-i Azam'ının bulunduğuna ve o isimle Allah'a edilen dua ve dileklerin kabul olduğuna ve bu mübarek isim ile dünyanın zevk ve sefasına değil, ebedî mutluluğa yönelik dileklerde bulunmanın uygunluğuna dikkat çekmektedir. Allah'ın ism-i Azam'ının hangi isim veya isimler ya da hangi ayet olduğu konusunda rivayet edilen hadislere göre, âlimlerin değişik görüşleri olmuştur. Bunlardan bazıları özetle şöyledir: - Lafza-ı Celâl olan; "Allah" ismi - Tevhîd kelimesi olan; "La ilahe illallah" cümlesi - "Er-Rahmân er-Rahîm" isimleri 6 - "Allah er-Rahmân er-Rahîm" isimleri - "eI-Hayy el-Kayyûm" isimleri - "Allahu lâ ilâhe illâ huvel-Hayyü'l-Kayyûm" - "Lâ ilâhe illâ hüvel-Hayyü'l-Kayyûm" - "Rabb" - "Allahu lâ ilâhe illâ huve’l-Ahedü’s-Samed ellezî lem yelid ve lem yûled ve lem yekûn lehû küfüven ehad." - "el-Hannânü'l-Mennân Bediü's Semâvati ve'l-Ard zü'l-Celâli ve'l-ikram elHayyü'l-Kayyûm" (bk. Fethu'l-bârî, XII, 526-527) Bu konudaki farklı rivayetleri ve açıklamaları dikkate alarak, en güzeli ve ideali, ism-i azam konusundaki bütün rivayetlerde geçen isimleri ve cümleleri okuyarak Allah'a dua ve dilekte bulunmak olduğu söylenebilir. (bk. Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 10/41-45) İlave bilgi için tıklayınız: İsm-i azam ne demektir? Bu hangi isimdir? İsm-i Azam ve Tercüman-ı İsmi Azam duaları nelerdir? 7 Bizi gaflete iten nedenler nelerdir? Bunlardan nasıl kurtuluruz? Gaflet bir yandan ruh ile bedenin kaynaşmasından sonra ortaya çıkan bir insanlık özelliğidir. Bu uyanıklık ve tefekkür hali sadece meleklere hastır. Cismanî olan bünye, hayvansal ve bitkisel özelliğe sahip olduğu için bu iki özelliğin yansımalarını gösterirken ileriye görememeye başlar. Buna gaflet denilir. Bununla beraber, kör hissiyatın, duyguların, akıl ve ruhî aktivitenin mücadelesine sahne olan insanoğlu bu iki taraftan hangisine fazla rağbet ederse, buna göre de gafil ve uyanık unvanını kazanır. Gafletin en büyük kaynağı tefekkürsüzlük, vurdumduymazlık, dünyevi lezzetlere dalmak ve nefsanî arzuların peşine takılmak gibi negatif faktörlerdir. Gafletten kurtulmak için, din imtihanını sürekli düşünmek, hesap gününü unutmamak, imanı güçlendirmek, amel yaparak Allah’tan yardım istemek gerekir. “Amellerin en hayırlısı az da olsa devamlı olanıdır” (bk. Buhari, İman 16-29) manasındaki hadis bu sürekliliğin önemine işaret edilmektedir. “Dünyanın lezzetlerini acılaştıran ölümü sıkça hatırlayın” (Tirmizî, Zühd 4); “imanınızı tecdidi edip tazeleyin” (Müsned, 2/359) gibi hadislerde de gafletin izalesine yönelik yapılan tavsiyelerdir. Zamanın değişmesi, asrın başkalaşması ölüm ve kabir hakikatini değiştirmiyor, insanın mahiyetindeki sonsuz acizlik ve fakirlik damarlarını tedavi etmiyor, tam aksine bu asır bu hakikatleri biraz daha açık bir hale getirmiştir. İnsan şu dünya hayatında başı boş ve gayesiz değildir; buna şahit bütün kainattaki mevcudatın mükemmel bir intizam ve ahenk içinde bir gaye etrafında hareket etmesidir. Bir çöpün dahi gaye ve intizam içinde olup da kainatın halifesi konumunda olan insanın gayesiz ve başıboş olması nasıl mümkün olabilir. Hatta bütün kainat intizam ve ahengini insana odakladığı için, insan şayet vazifesi olan iman ve ibadeti terk ederse kainat bundan şikayetçi olup kızacaklar. Bu sebeple deprem ve sel gibi musibetler başımıza geliyor. İnsanın gafleti kainatın intizamını rencide ediyor ve musibetlerin gelmesine fetva verdiriyor. İnsanı hayvandan ayıran çok önemli bir özellik onu aklıdır. Eğer insan bu dünyaya sadece yemek içmek ve zevk almak için gelmiş olsaydı, ona akıl verilmezdi. Zira, akıl geçmişte olan üzücü olayları insana hatırlatmakla ve gelecek için bir şeyler yapması gerektiğini ihtar etmekle onun hazır lezzetini bozuyor, acılaştırıyor. Bundan anlaşılıyor ki, insan geçmişi düşünmek, özellikle de anne rahminde geçirdiği safhaları, bebekliğini, çocukluğunu düşünmek suretiyle Allah’ın ona ettiği ihsanları hatırlamak, daha sonra ihtiyarlığı, ölümü, kabri, ahireti düşünmek suretiyle ebedi saadeti için bir şeyler yapmak zorundadır. Onun aklı bunu emretmektedir; vicdanı bunu emretmektedir; ona o aklı ve vicdanı veren Rabbi de bunu emretmektedir. Huşu ve huzur ise; Allah’ın huzurunda olduğunu idrak edip, ona göre hareket etmek anlamındadır. Allah’ın huzurunda olduğunu sürekli akılda ve zinde tutmanın tek yolu, her şeyde ona açılan marifet pencerelerini görebilmek ile mümkündür. Yani bir çiçeğe, bir böceğe, bir yıldıza baktığımız zaman, Allah’ın isim ve sıfatlarını o şeylerde görebiliyor isek, o 8 zaman her şey bize O'nu hatırlatır ve O'nu gösterir; ne yana kafamızı çevirsek onu görürüz. İşte bu manaya huzuru İlahide meleke kazanma denir. Yani sürekli onun huzurunda olduğumuzu akılda ve zinde tutmak anlamına gelir. Böyle bir huzur ve meleke de; ancak sağlam ve tahkiki bir iman ve bütün ibadetleri hakkıyla yerine getirmekle kazanılır. Huşu ve huzuru bozan önemli bir neden; günahlar ve gaflettir. Bu zamanda sağlam bir huzur, ancak takva ile mümkündür. İnsan ne kadar tefekkür ehli de olsa, takva yok ise huzuru bozar. Tefekkür ve takva, huzur ve huşunun temeli gibidir. Bu iki temelden birisi eksik olursa, huzur ve huşu kaybolur. Diğer taraftan, istiğfar ve tövbe de; tıkanan feyiz kanalarını açan bir kılavuz gibidir. Ne kadar çok kullanırsak, feyiz kanalları o kadar berrak ve temiz olur. Ayrıca, bizi gaflete götürecek çevre ve arkadaşlardan uzak durup, Allah’ı ve ahireti hatırlatacak çevre ve arkadaşlar ile münasebet içinde olmamız gerekir. Sürekli Allah’tan bahseden ortamlar ve arkadaşlar içinde bulunmak, sürekli talim ve terbiye içinde olmamızı temin edecektir. 9 Bir yere dayanmadan uyumak abdesti bozar mı? Bu konuda hadis var mıdır? Uyku abdesti bozar. Çünkü uyku ile birlikte his kaybolur. Ağır uykunun veya kısa sürmeyen bir uyumanın abdesti bozduğunun delili, Hz. Ali (r.a.)'nin rivayet ettiği Peygamber (a.s.m)'in, "Göz makatın bağıdır. Bu bakımdan uyuyan bir kimse abdest alsın"(1) hadisi ile Hz. Muâviye tarafından rivayet edilen, "Göz makatın bağıdır. Gözler uyuduğu vakit bu bağ çözülmüş olur."(2) şeklindeki hadislerdir. Her iki hadis-i şerif de, uyku sebebiyle abdestin bozulacağına ihtimal teşkil ettiğinin delilidir. Fakihler uykunun abdest bozucu olduğu konusunda farklı görüşlere sahiptir ki, Nevevî bu görüşleri Müslim'in Şerhi'nde (1,73) zikretmiştir. Bunlardan birbirine yakın ve ancak yelin çıkışına delil sayılabilecek uykunun derinliğini açıklamakta farklılık bulunan iki görüşü seçiyoruz. Söz konusu bu iki görüş aşağıdaki şekilde dile getirilmektedir. Birinci görüş Hanefilerle Şafiîlerin görüşüdür: Abdesti bozan uyku kalçanın yere iyice oturmadığı veya yanı üzere yaslanarak veya her hangi bir şeyin üzerine kapanmış olarak uyumaktır. Çünkü yanı üzere yatmak ve benzeri hâller mafsallann gevşemesinin sebebidir. Ancak kalçasını yere, bir bineğin sırtına ve buna benzer bir zemine yerleştirmiş olarak oturup uyuyan bir kimsenin abdesti bozulmaz. Herhangi bir şeye yaslanıp, yaslandığı bu şey çekildiği takdirde düşecek olursa ve kalçalan da yerde değilse, Hanefîlere göre abdesti bozulur. Çünkü bu şekilde bir yaslanma ile gevşeme hâli, nihaî noktasına ulaşır. Ancak Şafîîlere göre kalçaları yere iyice oturmuş ise, abdesti bozulmaz, çünkü böyle bir durumda her hangi bir şeyin çıkmayacağından emin olunmaktadır. Buna göre her iki mezhepte de hüküm aynıdır. Namazda kıyamda rükû veya sücutta iken ve namazın dışındaki bu hâllerde olup uyumak ile abdest bozulmaz. Çünkü nispeten kendisini tutmak özelliği devam etmektedir. Çünkü bu durum ortadan kalkacak olursa düşer, dolayısıyla tam bir gevşeme hasıl olmaz. Buna dair delilleri bir takım hadislerdir ki; İbni Abbas'ın rivayet ettiği şu hadis onlardan birisidir: "Secde hâlinde iken uyuyan bir kimseye, yanı üzere yatmadığı sürece abdest almak gerekmez. Yanı üzere yattığı takdirde ise mafsalları gevşemiş olur."(3) Bir başka lafızda ise bu rivayet şöyledir; "Oturarak uyuyan kimsenin abdest almasın agerek yoktur. Çünkü abdest alma gereği yanı üzere yatarak uyuyan kimse içindir. Zira yanı üzere yatarak uyuyan kimsenin mafsalları gevşer."(4) Beyhakî'nin rivayetlerinden birisinde de şöyle denilmektedir: "Oturarak, ayakta veya secde ederek uyuyan bir kimse yanını yere koymadığı sürece abdest almak vacip olmaz." Buna dair delillerden birisi de Hz. Enes'in rivayet ettiği şu hadistir: "Resulullah (a.s.m)'ın ashabı yatsı namazını beklerlerken oturarak uyurlar, sonra da abdest almaksızın namaz kılarlardı."(5) Bu hadis-i şerif aynı zamanda az bir uykunun abdesti bozmadığının delilidir. Bu delillerden bir diğeri ise Amr b. Şuayb'ın babasından, onun da dedesinden rivayet ettiği şu hadistir: "Peygamber (a.s.) söyle buyurdu: Oturarak uyuyan kimsenin abdest almasına gerek yoktur. Ancak yanını yere koyarak uyuyan kimsenin abdest alması gerekir."(6) Kemal b. el-Humâm yukardaki hadislerle ilgili olarak şöyle der: Sen zikretmiş olduğumuz bu hadisler üzerinde düşünecek olursan, bu hadislerin hasen derecesinden daha aşağıya inmediğini göreceksin. (7) İkinci görüş Malikilerle Hanbelîlerin görüşüdür. Az veya hafif uyku abdesti bozmaz, ağır uyku ise abdesti bozar. Malikîlerin kullandıkları ifadeler şöyledir: Ağır uyku kısa zaman sürse dahi abdesti bozar. Hafif uyku ise uzun zaman sürse dahi abdesti bozmaz. 10 Ağır uyku kişinin sesleri yahut da elinde bulunup da düşen şeyi ya da ağzından salyasının akmasını ve benzeri hususları farketmediği uykudur. Bunları farkedecek olursa bu uyku hafif uyku olur. Delilleri ise az önce geçen Hz. Enes'in rivayet ettiği hadistir: "Resulullah (a.s.)'ın ashabı yatsı namazını beklerlerdi. (Uykudan dolayı) başlan önlerine düşer, sonra da abdest almaksızın namaz kılarlardı." İbni Abbas'ın rivayet ettiği şu hadis de delilleri arasındadır: "Teyzem Meymûne'nin yanında uyudum. Resulullah (a.s.) namaz kılmak üzere kalktı. Ben de onun sol tarafına durdum. Elimden tutup beni sağ tarafına durdurdu. Uykuya dalacak gibi olduğumda benim kulak yumuşağımı yakalardı. İbni Abbas devamla dedi ki: "Böylece on bir rekât namaz kıldı."(8) Bu iki hadis-i şerifte az uykunun abdesti bozmayacağına dair açık bir delâlet bulunmaktadır. Dipnotlar: 1- Ahmed b. Hanbel, Ebu Dâvud ve İbni Mace rivayet etmişlerdir. Bu hadisin manası şudur. Uyanıklık dübürün bağıdır. Yani onun içinde bulunan şeyleri dışarıya çıkmaktan korur Çünkü o uyanık olduğu sürece kendisinden çıkan şeyleri far keder. Neylü'l-Evtâr, I, 192. 2- Ahmed b. Hanbel ve Darekutnî, Neylü'l-Evtâr, I, 192. 3- Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir, Neylü'l-Evtâr, I, 193. 4- Ebu Dâvud, Tirmizî ve Darekutnî rivayet etmişlerdir. Neylü'l-Evtâr, I, 193. 5- Ebu Dâvud, Müslim ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. Neylü'l-Evtâr, I, 193. 6- Bu hadisi İbni Adiyy rivayet etmiştir. Nasbu'r-Râye, 1,45. Aynı şekilde Beyhaki'de Huzeyfe b. el-Yemân'dan buna benzer bir hadis rivayet etmiştir. 7- Fethu'l-Kadîr, I, 33. 8- Müslim rivayet etmiştir. Neylü'l-Evtâr, I, 192. İslam Fıkhı, Vehbe ez-Zuhayli, 1/194-195 11 Din nedir? Dinsiz filozofların dediği gibi katı ve sorgulanamayan bir dogma bir disiplin midir? Kur'ân-ı Kerîm'de din kelimesi başlıca şu anlamlarda kullanıldığı görülür: Zül, yönetmeyönetilme, itaat, hüküm, tapınma, tevhid, islâm, şeriat, hudûd, âdet ceza. hesap, millet. Kuranı Kerim'de "din" kavramı diğer dinler için de kullanılmakla bereber genel olarak "İslam" için kullanılmıştır. "Din" kavramını ele alırken daha çok İslam dini ve onun özelliklerini anlatacağız. Dinle ilgili âyetler incelendiğinde insan sadece Allah'a ibadet edecek, O'na ortak koşmayacaktır. Din Allah tarafından konulan ve insanları O'na ulaştıran yoldur. "Muhlisîne lehü'd-dîn" ifadesinde vurgulanan ihlâs kişinin bütün hayatını yüce Allah'a vakfetmesi, bütün samimiyetiyle O'na bağlanıp teslim olmasıdır; sadece sıkıntı ve üzüntü anında Allah'a yönelmek değil her zaman O'nu hatırlamak ve koyduğu ilkelerden ayrılmamaktır. "Allah katında din şüphesiz İslâm'dır"(Âl-i İmrân 3/19; ayrıca bk. Bakara 2/193) "Kim İslâm'dan başka bir dine yönelirse onun dini kabul edilmeyecektir; o âhirette de kaybedenlerdendir"(Âl-i İmrân 3/85) mealindeki ayetlerle İslam dışındaki dinlerin geçerliliği olmayacağı belirtilmiştir. Din kavramı, "tarihin akışına ve tabiatın gidişine yön veren, zamana ve âleme hükmeden, dini ortaya koyan, hesap gününü elinde tutan Allah'ın otoritesi şeklinde özetlenebilecek bir muhteva yanında "O sizi seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır"(Hac 22/78); "Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm'a razı oldum"(Mâide 5/3). ayetleriyle bu muhteva genişletilerek "kişinin Allah'a bağlı bir hayat sürdürmesi, müslüman topluluğuna karşı görevlerini yerine getirmesi; Allah'ın mutlak tasarruf ve hâkimiyete sahip olması"(Bakara 2/193; Enfâl 8/39) gibi unsurlar da dinin muhtevasına katılmıştır(Haddad, s. 114-123). Öte yandan din kelimesi sadece müslümanların değil başkalarının inançlarını da ifade etmek üzere kullanılmıştır. Meselâ Mekke döneminde müşriklere hitaben, "Sizin dininiz size, benim dinim bana"(Kâfirûn 109/6); Medine döneminde ise bütün insan toplulukları muhatap alınarak, "Bütün dinlere üstün kılmak üzere peygamberini doğruluk rehberi olan Kur'an ve hak din ile gönderen O'dur"(Feth 48/28; başka bir örnek için bk. Yûsuf 12/76) denilmesi buna delil teşkil eder. Bununla birlikte özel anlamda din kelimesiyle İslâm kastedilmiştir(Âl-i İmrân 3/19). Bu bakımdan "İslâm" ile "din" âdeta eş anlamlı iki kelime gibi telakki edilmiş ve bütün peygamberlerin getirdiği dinin İslâm olduğu ifade edilmiştir(Âl-i İmrân 3/85; Nisâ 4/125; Mâide 5/3; Şûrâ 42/ 13). Aynca İslâm özel olarak Hz. Muhammed'e gelen dinin adıdır.(Mâide 5/3) Hadis külliyatında da din kavramının muhtevasını belirleyen malzeme bulunmaktadır. Bir hadiste, "Allah indinde dinin aslı hanîflik ve İslâm'dır" denilmektedir(Tirmizî, "Menâkıb", 32). Diğer dinlerin kutsal dilinde din kavramının karşılığı olan kelimeler kullanılmıştır. Ancak bu kelimelerin hiçbirinin kutsal dilleri ve kitapları İçinde İslâm'daki din kavramı gibi semantik bir gelişme ve ifade gücüne sahip olmadığı görülür. Kutsal dili İbrânîce olan Yahudilik'te "abodath elohim" (Allah'a ibadet) tabiri, diğer dinî tutum ve davranışlar yanında özellikle din kavramını ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bu tabir mâbeddeki ibadet dahil tamamıyla dini kucaklamaktaydı. Eski Yunanca'da din, hem korku hem saygı anlamlarını içeren "thrioheya" kelimesiyle ifade edilmekteydi. Hıristiyanlık, yahudi geleneğinden gelmesine rağmen din terimini eski putperest Romadan almıştır. Günümüz 12 Batı dillerinde "religion" kelimesiyle ifade edilen din için İnciller'de "Allah'ın yolu" tabiri kullanılır. Bu tariflerde ortak noktalardan biri dinin ilâhî kaynaklı olduğunun vurgulanmasıdır. Buna göre gerçek din beşer kaynaklı olamaz. Yine bu tariflerde dinin akıl ve irade ile ilişkisi gösterilmiştir; bu da dinin bir bilgi ve tercih konusu olduğu anlamını taşır. Nihayet dinin insanları özü itibariyle hayır olana yönelten bir kanun şeklinde tanımlanması dinin aynı zamanda bir aksiyon alanı olduğunu gösterir. Bazılarının iddia ettiği gibi din insanın özgürlüğünü olumsuz anlamda kısıtlayan ve insanı düşünmekten uzaklaştıran, monotonlaştıran bir olgu değildir. İnsanın yüce bir kudrete gönülden bağlanması onun gücüne güç katar; dua, niyaz, iltica insanı ulvîleştirir. Allah sevgisi ve korkusu iki yönden insanın ruhî ilkelliğini giderir, ona kuvvetli bir irade ve sağlam bir karakter kazandırır. Böyle kimselerin içinde yer aldığı toplumlarda fazilet yarışı başlar. Din insana hem içgüdülerinin ve madde âleminin esiri olmadığı, hem de sonsuz bir hürriyet ve bağımsızlık içinde bulunmadığı şuurunu verir. Kişi bencil duygularına, canlı ve cansız tabiata değil yalnız her şeyin sahibi olan Allah'a boyun eğecektir. Dinin bu telkini insana gerçek hürriyet ve bağımsızlığını kazandırır. Artık kul, yaratıklar önünde ve tabiat olaylannın karşısında hayret ve dehşete düşmez. Din fertleri mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştiren bir âmil olduğu gibi toplumları yükselten, onların gelişmesini sağlayan bir kurumdur. Din aynı zamanda ahlâkî bir müessese olarak insanlara yön veren, en mükemmel kanunlar ve en sıkı nizamlardan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve yönlendiren bir disiplindir. Dinin zayıflaması ahlâkî ve hukukî suçların artmasına, giderek anarşizme yol açar. Çünkü din olmayınca ahlâk için yaptırım gücü kalmaz. İnsan içtimaî varlık olmakla birlikte onun bir de iç dünyası vardır. Yalnızlık, çaresizlik, korkular, kederler, hastalıklar, kayıplar, musibet ve felâketler karşısında ona ümit, teselli ve güven sağlayan en son sığınak din olmuştur. Ayrıca dinî meşguliyetlerin insanı lüzumsuz ve zararlı endişelerden, kuruntulardan uzaklaştırdığı, böylece ruhî bunalımlardan koruduğu, gerçek dindarlarda Allah'a itaatin ana babaya, büyüklere, devlete ve millete saygı ve bağlılığı, küçüklere sevgi, canlılara ilgi ve sempati gibi ahlâkî duygulan geliştirdiği, görev bilincini güçlendirdiği tesbit edilmiştir. Tabi bu faziletlerin temel kaynağı hak dindir. Dindeki âhiret inancı, bir yandan uhrevî sorumluluk şuuruyla insanın ahlâkî gelişmesine katkıda bulunurken öte yandan ölüm korkusunun insan psikolojisi üzerindeki tahrip edici etkisini önler. Ahiret inancı, insanın içindeki ebediyet duygusuna cevap vermek bakımından da önem taşımaktadır. Sıkıntılardan kurtulup ebedî huzura ulaşma, Allah'ın nzâsını elde etme ideali insanda yaşama sevincine yol açar, dünyanın ıstıraplarına karşı tahammül gücü verir. Geçici dünya arzuları aslında insan ruhunu tatmin etmediğinden din ona en yüksek ve ulvî zevkler, manevî hazlar kazandırır. İnsanlık âleminin manevî ve zihnî gelişmesinde dinin ne kadar geniş bir paya sahip olduğu medeniyet tarihi incelendiğinde hemen göze çarpmaktadır. İlâhî vahyin peygamberler tarafından telkin ve tebliğ edilmesiyle insanlar birtakım tutku ve alışkanlıklarından kurtularak daha asil ve daha ulvî fikirlere yükselebilmişlerdir. İnsanoğlunun en yüksek hayat seviyesine çıkması için aksiyonu esas almayan hiçbir gerçek dinî doktrin yoktur. Dinin istediği ideal hayat bu dünyada yaşanacak, bu dünya şartlan içinde elde edilecektir. Günümüzde insanlara asil duygular ilham eden geleneğin, diğer bir anlatımla onlara ilham veren asil duyguların kökü peygamberler ve onların izinden giden bilginler, düşünürler ve mürşidlerin hikmeti telkinlerine ve örnek hayatlarına dayanır. İnsanoğlunu manevî ve ahlâkî alanda şimdiki duruma ulaştıran gelişmeler dinle mümkün olabilmiştir. Din insan toplumunu her zaman kokuşmaktan, çürümekten, mahvolmaktan kurtaran bir 13 medeniyet mimarıdır. Ancak din sayesinde insan bencillikten ve kendine tapmaktan kurtulup insana, insanlığa hizmet imkânı bulabilmiştir. Dinin kişiyi başka insanlara karşı kin ve nefrete, intikama ve kan dökmeye sevkettiğini ileri sürenler olmuşsa da gerçekte her hak din sevgi, saygı ve nezaketi telkin eder. Bazı dindarlardaki bayağı duygu ve eğilimler aslında dine rağmen geliştirilmiş olan sapmalardan ibarettir. Toplum hayatının ürettiği değerlerde de din kendini gösterir. Mimari yapılar, estetik-plastik sanat eserleri ve edebî mahsullerde, kişi ve yer isimlerinde, örf. âdet ve geleneklerde, hukukî, siyasî, sosyal, kültürel, askerî, iktisadî ve turistik alanlarda hep dinî temeller, elemanlar, deyimler, anlayışlar göze çarpar. Bugün artık bütün dünyada dine dönüş olayı yaşanmaktadır. Yapılan araştırmalar, Tanrı'ya ve dine dönüşün pek çok ülkede hızlı bir artış gösterdiğini ortaya koymaktadır. Yaşı otuz beşin altında olanlar yaşlılardan daha çok dine ilgi göstermekte, Tanrı'ya, âhirete ve yeniden dirilişe inanmaktadırlar. Ateist sayısında ise dünya nüfusunun artış hızına göre büyük bir düşme olduğu tesbit edilmiştir. Günümüzde dinin yeniden itibar kazanmasında, bir asırdan beri dinin ilmî bir araştırma alanı olarak görülmesi ve din bilimlerinin hızla gelişmesi, ilmî bilgi ve tefekkürün artması, aydınların konuya ilgi göstermesi ve geçmişte olduğu gibi içtimaî, siyasî ve milletlerarası olaylar üzerinde dinin belirleyici gücünün farkedilmesi etkili olmuştur. Yine ahlâkî-mânevî değerlerin dinle ilgisinin tartışılması; ideallerin, tecrübelerin, temel fikirlerin dinle ortak platformlarının bulunması: adalet, insanın kaderi, Tanrı ve âlem gibi metafizik problemleri düşünme ve açıklığa kavuşturma ihtiyacı da dine ilgi ve yönelişi zorunlu kılmıştır. Din Ve Vicdan Hürriyeti Çağdaş anlayışa göre din ve vicdan hürriyeti genellikle kişilerin istedikleri dini serbestçe seçmeleri, seçtikleri dinin kurallarını hiçbir müdahaleye mâruz kalmadan uygulamaları, bu konuda sahip oldukları hakları (öğretme, okutma, yayma, telkin vb.) kullanmaları şeklinde ifade edilmektedir. Din sadece inançtan ibaret değildir; aynı zamanda kişinin dünyevî hayatına yön verecek ahlâkî, hukukî ve sosyal kuralları da ihtiva eder. Bu sebeple dini, yalnızca kişi ile inandığı varlık arasında bir vicdan meselesi olarak ortaya koymak yanlıştır. Dinî kuralların bağlayıcılık özelliği ve müeyyideleri vardır. Dinin başka bir temel özelliği de aynı inancı paylaşan, aynı davranış biçimlerini benimseyen kişilerden meydana gelen bir sosyal birlik (cemaat) oluşturmasıdır. Böylece dinin ferdî yaşayışı aşan sosyal yönü olduğu gibi manevî boyutu aşan dünyevî yönü de vardır. Dindar kişi hem dinî cemaatinin hem de içinde yaşadığı cemiyetin bir üyesidir ve böylece bir taraftan inancının gereklerine, diğer taraftan da içinde yaşadığı cemiyetin kurallarına uymak durumundadır. Batı kültür tarihinde din ve vicdan hürriyeti problemi ilk defa Hıristiyanlık'la ortaya çıkmıştır. Bu din dogmatik tekelciliği sebebiyle dinde bir hoşgörüsüzlük doğurmuştur. İslâm âlimleri tarafından dinle ilgili olarak yapılan tariflerde dinin benimsenmesi konusunda insanın irade ve tercihine büyük önem verildiği görülmektedir. Bu bakış açısına göre dini benimseyip yaşamaları için ferdî vicdanlara baskı yapılamaz. Esasen dinin temel unsurunu inanç teşkil ettiğine ve inanç da nüfuz edilip müeyyide uygulanması imkânsız bir gönül işi olduğuna göre herhangi bir inancı zor kullanarak kişinin gönlüne yerleştirmek fiilen de mümkün değildir. "Eğer rabbin dileseydi yeryüzündeki insanların hepsi hakkı benimseyip iman ederdi. Yoksa sen inanmaları için insanlara zor mu kullanacaksın?"(Yûnus 10/99) Bu âyetten anlaşıldığına göre Allah şuurlu ve hür olarak yarattığı insanın irade hürriyetine müdahale etmeyi dilememiş. "İsteyen iman etsin, isteyen küfrü tercih etsin"(Kehf 18/29) demiştir. İslâm'da din ve vicdan hürriyetini belirleyen en sarih ifade Bakara sûresinin 256. âyetinde yer alır. "Dinde zorlama yoktur: artık hak ile bâtıl tamamen birbirinden ayrılmış ve 14 hak bütün açıklığıyla meydana çıkmıştır" mealindeki âyet üzerinde âlimler çeşitli görüşler İleri sürmüşlerdir. Buna göre öncelikle zor kullanmak suretiyle dini benimsetmeye çalışmanın İslâmî bir davranış olmadığı açıktır. Dinin bir bilgi, şuur ve hür kararla tasdik alanı olması yanında İslâm düşüncesine göre dünya da bir imtihan ve seçenekler alanıdır. Yaratan veya yaratılmışlar tarafından baskı kullanıldığı takdirde seçme hürriyetinin yöneleceği alternatifler de ortadan kalkacak ve bu durumda dünya imtihan alanı olma özelliğini kaybedecektir. Din serbest irade ile benimsenen ve hayatı topyekün saran bir doktrin, bir yaşayış tarzı, âdeta insan için ikinci bir tabiattır. Din, iman ve İslâm terimlerinin üçü de "itaat ve boyun eğme" mânası taşır. İslâm inancına göre bu itaat sadece Allah'a ve O'nun talimatını söz ve fiil ile bize tebliğ etmesi açısından Hz. Peygamber'edir. Dinî hayat ilk bakışta bir hürriyetsizlik gibi görünüyorsa da içine girildikten ve samimiyetle benimsendikten sonra onun insanı yücelttiği, ebedîleştirdiği ve ruh dünyasındaki bütün hürriyetsizliklerini bertaraf ettiği görülür. Genellikle insan, içinde bulunduğu çevreyi ve alışageldiği hayat tarzını değiştirmeye karşı direniş gösterir ve bunu bir hürriyetsizlik zanneder. Halbuki bu tutum onun fizyolojik ve psikolojik gelişmesine engel teşkil eder. Meselâ döl yatağındaki çocuğun dünyaya gelişi, dünyadaki insanın kabir ve berzah hayatına intikali ve nihayet ölümsüz âhiret hayatına geçiş, insanın direnmek istediği fakat onun için mukadder olan değişim ve gelişimlerdendir. Din ise insanın manevî güçlerini geliştirerek dünyada sadece yüce yaratıcıya bağımlı olmasını ister, âhirette de onu ebediyete hazırlamayı amaçlar. Bu bakımdan din basit, sathî ve aceleci bakışlara göre hürriyete engel oluşturmakta, uzak planda ise olabildiğince sınırsız hürriyet sağlamaktadır. “Dogma” mahiyeti itibarıyla “kesin bilgi ve tartışılmaz doğruyu vazeden bildirim”dir; bunu beşer zihni vazeder ve tartışılmasını yasaklar. Bir bilgi veya hüküm açık müzakere, tartışma, tefsir ve tevile açık değilse dogmadır. Sonuçta denen şudur: “Bu böyledir, böyle düşünmek ve inanmak zorundasınız. Aksi yönde görüş beyan edecek olan cezalandırılır.” İslam düşünce geleneğinin parametresi “dogma” değil, “nass”tır. Nass, tefsire, tevile, müzakere ve ictihada açıktır. Düşünme ve ifade özgürlüğü, nassın hikmetini ve maksadını anlamak bakımından kısıtlanması mümkün olmayan bir hakkın kullanımıdır. Ve genellikle bir nassın birden fazla ve üstelik birbirine aykırı yorumları olduğundan bu sayede birden fazla mezhep, fırka ve ekol teşekkül etmiştir. Dinin esası vahiydir. Vahiy olmadan insanlar akıl ile dinin hakikatlarına ulaşamaz. Akıl ise bu vahiy mahsulu olan dini anlamada kullanılır. İşte din vahyin ve aklın birleşmesiyle anlaşılır ve yaşanır. Din insanın özgür düşüncesine müdahale etmemekte aksine özgür düşünce sınırları içerisinde doğruyu bulma konusunda yol göstermektedir. Kur’an’da sık sık insanların aklına, fikrine vurgu yapılmakta, “Hiç mi düşün müyorsunuz? Hiç mi aklınızı kullan mıyorsunuz? Hiç mi tefekkür etmiyorsunuz?” manasına gelen ifadelere yer verilmektedir. Rablerinin kim olduğunu soran Fir'avn'a Hz. Mûsa'nın şu cevabı ne kadar anlamlıdır: "Bizim Rabbimiz herşeye hilkatini veren sonra da doğru yolu gösterendir." (Tâ-Hâ, 20/50) (Geniş bilgi için bkz. DİA, Din Md.) 15 Yüce Allah neden kendisine ibadet edilmesini istiyor? Allah en büyük olduğu için bunu istiyor. Çünkü küçüklerin büyüklere karşı saygı duyması, hem küçüklerin hem de büyüklerin arzularına uygundur. Hz. Adem’den beri rotasını şaşırdığı durumlarda bile insanların beşer üstü güçlere tapma ihtiyacını göstermeleri bu hakikatin açık belgesidir. Tapmak, ibadet etmek, hem saygının hem de sevginin bir göstergesidir. İnsanları yoktan var eden, onlara bin bir çeşit nimetler sunan, onları seven ve bu sevgisini gönderdiği vahiy ve ilka ettiği ilhamlarla ortaya koyan Allah’ın, bu kullarından saygı ve sevginin bir tezahürü olan ibadet ve kulluk istemesi kadar tabii ve makul bir şey olabilir mi? Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır: “Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle yapmakla her türlü zarardan korunabilesiniz. O Rabbinize ki yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı. Öyleyse siz gerçeği bilip dururken sakın Rabbinize eş koşmayın." (Bakara, 2/21-22) Kul ile Allah arasında en yüksek ve hoş bağ; ibadet bağıdır. Yani insan, ibadet ile Allah’a müracaat edip ondan bir şeyler talep ediyor, Allah da bu ibadetin neticesi olarak, o talepleri yerine getiriyor. İbadet, insan ile Allah arasında bir iletişim ve ulaşım vasıtasıdır. İbadetler İlahi bir iletişim dilidir. Nasıl mors alfabesi bir iletişim dili ise, ibadet de kul ile Allah arasında bir iletişim dilidir. Demek ibadeti terk etmek, Allah ile iletişimi koparmak anlamına geliyor. Allah insana, aşağıdan yukarı genişleyerek giden nimetler zinciri ihsan etmiştir. Bu nimetlerle insanın ufku ve istifade dairesi sürekli genişleyerek ve katlanarak ilerliyor. Birinci ve en temel nimet vücut ve varlık nimetidir ki, bu nimet diğer bütün nimetlerin aslı ve esası mesabesindedir. Nasıl bina temel üstünde duruyor ise, bütün nimetlerde varlık temeli üstünde duruyor. Varlık nimetini büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Hayat nimeti ile insanı alem-i şehadet denilen bütün kainatla irtibat ve alaka peyda ettirdi. Nimet sahası bütün kainat oldu. Hayat varlık nimetinden sonra en büyük ve önemli ikinci nimet perdesidir. Bu hayat nimetine insaniyet nimetini ekledi ve insanın istifade alanı maddi ve manevi bütün alemleri kuşattı. İnsani vasıfları ile nimet sofrası alabildiğine genişledi. İnsaniyet içindeki şuur ve idrak bu nimetlere ayrı bir değer kattı. Bu vücut, hayat, insaniyet nimetlerine İslamiyet nimetini de vererek, dairesi ve istifade alanını alemi şehadet ve gaybı içine alarak daha da büyüdü. Adeta bütün mahlukat ve yaratılmışlar insanın büyük ve geniş bir sofrası haline dönüşmüştür. Sadece mahlukat değil, mahlukat ardında asıl tecelli eden Allah’ın isim ve sıfatları insanın istifade sahasına İslamiyet ile dahil olmuştur. 16 İman-ı tahkiki nimeti dünya ve ahreti içine aldığı gibi, imandaki marifet ve muhabbet nimeti ile imkan ve vücub dairelerini de içine aldı ve nimetin en yüksek ve geniş manasına ulaşmış oldu. Bütün bu nimetler düşünüldüğünde insanın külli bir şükür ile mükellef olduğu anlaşılıyor. Külli bir şükür ise başta namaz ve diğer farzlardır ve haramlardan sakınmaktır, yani ibadettir. Öyle ise ibadet bize verilen bu külli nimetlerin bir ücreti, bir mukabilidir. İbadetteki sevapları ise Allah’ın ekstra bir ihsan ve ikramı olarak görmek gerekiyor. Zira biz bin yıl ibadet etsek, bize verilen iki gözün karşılığını ve ücretini vermiş olamayız. İman ve ibadetin şahsi ve toplumsal faydalarına da kısa ve maddeler halinde işaret etmeye çalışalım. - İman ve ibadet öncelikle insanın Allah’a karşı sorumluluğunun ifa edilmesidir. Yani insanın asıl yaratılış gayesi iman ve ibadettir ki, bunu yerine getirmek insan için en büyük fayda ve menfaattir. Nasıl bir cihaz, amacının dışında kullanıldığı zaman kırılır ya da yıpranır ise, aynı şekilde insan da asıl amacı olan iman ve ibadetin dışına çıkarsa, kırılır ve yıpranır. Menfaatten ziyade mücazat görür. - Allah’ın rızası, bütün menfaat ve faydaların membaı ve kaynağıdır; zira menfaat de zarar da onun iradesi ile olur. Öyle ise insanın en büyük menfaat ve faydası, Allah’ın rızasını kazanmaktır ki, bunun tek yolu da iman ve ibadettir. - Allah iman ve ibadetlerin içine cennetin küçük bir modeli hükmünde olan peşin bir ücret koyarken, onun aksi olan küfür ve isyanın içine de cehennemin küçük bir modeli hükmünde olan peşin bir azap yerleştirmiştir. Öyle ise dünyada cennetin küçük bir modelini yaşamak istiyor isek, hayatımızı iman ve ibadete göre dizayn etmeliyiz. Ya da hayatımızı küçük bir cehenneme çevirmek istemiyor isek, yine hayatımızı iman ve ibadete göre tanzim etmeliyiz. - İman ve ibadetin en büyük menfaati saadeti ebedinin vesikası olmasıdır. Yani insan ebedi saadeti istiyor ise hayatını iman ile hayatlandırıp ibadet ile süslendirmelidir. Dünyaya ait en büyük menfaat ahirete ait en küçük menfaatten daha önemsizdir. - Allah’a iman ve itaat ile bağlanan bir milyon insanı idare etmek, on tane münkiri idare etmekten daha kolaydır. Yani toplumun dirliği ve asayişi açısından iman ve ibadet ehli insanlar, imansız ve ibadetsiz insanlardan kıyasa gelmeyecek kadar daha ehven ve daha menfaatlidir. - İman ve ibadet şu kainatın intizamına kuvvet verdiği için, dünya saadetinin temeli de yine iman ve ibadete bakıyor. İman ve ibadet insan ile kainat arasında adeta bir adaptör ve uyum vesilesidir. Bu vesileyi inkar eden, kainatın ağır ve ezici çarkları altında ezilmeye mahkum kalır. Öyle ise kainat ve maddi alemle uyum ve ahenk içinde yaşamak istiyor isek, iman ve ibadet adaptörüne muhtacız demektir. - Dünyadan küsmüş, ağır sıkıntı ve azaplar içinde olan bir insana en güzel teselli yine iman ve ibadettir. Dünyanın hangi saadeti ya da ideolojisi bu adamı iman ve ibadet kadar teselli edebilir acaba. Mesela, ölüme yaklaşmış ihtiyar ve hasta bir adamı iman ve ibadetten başka ne ile mutlu edebiliriz? Toplumun büyük bir kısmı hasta, yaşlı, kadın, 17 çocuk ve musibete düşmüş insanlardan oluşuyor. İman ve ibadetten başka dünyanın hangi uyutucu ve aldatıcı şeyleri bu kesimleri tatmin edip mutlu edebilir acaba? İlave bilgi için tıklayınız: Niçin ibadet ediyoruz? Allah'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var? İnsan niçin yaratılmıştır? İbadete İhtiyacı Olan, Biziz! 18 Peygamberler en karizmatik otoriteler olarak görülüyor. Peygamberlerin fiziksel özellikleri bu kadar güzel olmasaydı yine ona bu kadar bağlanıp severler miydi? Onların verdikleri haberler doğru çıkmasaydı ne olurdu? Peygamberlerin otoritesi, maddi, fiziksel güzelliklerine bağlı değil, onların ahlakî, ilmî, insanî ve nebevî karakterlerine bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Fiziksel güzelliğin ahlakî, ilmî güzellik ve kemalatın yanında çok az bir değere sahip olduğunu bilmeyen yok gibidir. Kur’an’da hiçbir peygamberin fiziksel güzelliğine vurgu yapılmaması, buna mukabil onların ahlakî değerlerine dikkat çekilmesi ve özellikle Hz. Muhammed için “Sen muhakkak ki çok yüksek bir ahlak üzeresin” (Kalem, 68/4) denilerek ona övgüde bulunulması peygamberlik otoritesinin kaynağını ortaya koymaktadır. Peygamber olduğunu söyleyen bir kimsenin verdiği haberlerin doğru çıkmaması demek, onun hak peygamber olmadığı anlamına gelir. Böyle bir durumda insanların onu terk etmesi aklın ve vicdanın bir gereğidir. Çünkü, ahlakın temel esasını teşkil eden doğruluk ve dürüstlüğün kaybolması, ahlaksızlığın en çirkin sahnesi olan yalancılığın ortaya çıkması, değil peygamberlikle, normal bir insanın değerleriyle de bağdaşmaz. Diğer taraftan Peygamberlere karizmatik şahsiyetler demek ve peygamberlik hakikatini de karizma ile izah etmeye çalışmak doğru değildir. Hatta peygamberlere -bazılarının söylediği gibi- dâhi demek de aynı ölçüde yanlış anlaşılabilecek bir ifadedir. Güya bu karizmatik özelliklerinden ve dahi olmalarından dolayı insanları etkilemişler ve ona göre hareket etmişler gibi bir anlam akla gelebilir. Bu da dini açıdan yanlış bir anlayışa neden olur. Peygamberler, şahsi becerilerine, sıradışı özellik ve hususiyetlerine -isterseniz buna karizmatik özellikler diyebilirsiniz- bağlı olarak hayatlarını sürdürmemişlerdir. Evet onlar ne sevk ve idarede, ne de hayatın diğer alanlarındaki çalışmalarında ferdi becerilerine, şahsi istek ve arzularına veya kararlarına göre değil, Allah’ın yönlendirmesine göre ve Onun verdiği izne uygun olarak hareket etmişlerdir. 19 Hz. İbrahim’in 100 yaşına kadar isminin Avram olduğu söyleniyor. Buna göre ayetlerde ona İbrahim denilmesi bir hata değil midir? Hz. İbrahim’in isminin, daha önceki kitaplarda Ebrahem, Ebram ve benzeri şekillerde olduğu bilinmektedir. Ancak, Kur’an’ın İbranice, Süryanice ve benzeri yabancı kökenli isimleri, Arapça’ya uygun yeni bir formatla takdim ettiği bilinmektedir. Örneğin; Muses/Musaş ismini Musa; Yesu ismini İsa, Şelom ismini Süleyman olarak değiştirmiştir. Hz. İbrahim’in ismi de bu kuralın dışında değildir. (bk. Niyazi Beki. Kur’an’daki İsimlerin Esrarı) Dolayısıyla Kur’an’da bir hata değil, hikmetli bir tasarruf söz konusudur. Ayrıca bir insanın adı, önceden farklı olsa bile, en son hangi ad ile anılmışsa, kalan hayatında ve hayatından sonraki dönemlerde en son adıyla anılması hikmete daha uygundur. Bu açıdan İbrahim ismiyle Kur'an'da anılmasında ayrı bir hikmet söz konusudur. Diğer taraftan, aynı şahıstan söz ederken hep aynı ismi kullanmak da ayır bir hikmet gereğidir. Dinleyenlerin aynı kişiden bahsedildiği konusunda bir şüpheye düşmemeleri gerekir. Böylece maksat ve hikmet yerine gelmiş olur. Zaten önemli olan ismin sahibidir. Buna işaret eden ve doğru anlamayı sağlayan isim tercih edilmiştir. Bununla beraber, Avram, Ebrahem, Ebram ve benzeri şekillerde ifade edilen ismin, aslında İbrahim olma ihtimali de çok yüksektir. Nitekim İbrahim ismi ile Hz. İbrahim aleyhisselamın özellikleri arasında muhteşem bir benzerlik ve harika bir uyum vardır. İslam alimlerinin bildirdiğine göre, İbrahim kelimesinin anlamı gerek Suryânîce’de ve gerekse Arapça’da aynı anlamda olup, “merhametli, yufka yürekli baba” mânâsına gelir.” (bk. el-Kurtubi, II/96) Süheylî gibi bazı müfessirlerin belirttiğine göre Süryanice ile Arapça dili İbrahim kelimesinde olduğu gibi pek çok yerde birbirine uyar. Hz. İbrahim’in bu sözlük anlamını pekiştiren bir husus da, onun bütün çocuklara merhametli bir baba şeklinde yaklaştığını ve hanımı Sare ile birlikte berzah aleminde kıyamete kadar ölüp oraya gelen çocuklarla ilgilenmekte olduğunu gösteren rivayetlerdir. (bk. el-Kurtubi, a.y.) Ayrıca -Kur’an’da geçtiği üzere- kendisinden sonra gelen peygamberlerin de onun soyundan gelmiş olmaları, onun şefkatli baba unvanını pekiştirmektedir. Bakara Suresinin 124. ayetinde geçen ve Hz. İbrahim’in pederane şefkatini gösteren “Ve min zürreyeti”(benim soyumdan da insanlara önder yap) ifadesi bu anlama ışık tutmaktadır. Ayetin meali şöyledir: “Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle sınamış, 20 onları tam olarak yerine getirince; (Allah da ona): Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. (İbrahim ise), soyumdan da (önder yap) dedi. Allah ahdim zalimlere ermez, buyurdu.” Bu ifadelerde İbrahim kelimesinin Eb-Rahim (Merhametli bir baba) sözcüklerinden meydana geldiğini söyleyen görüşlerin doğruluğunu destekleyen ipuçlarına işaret edilmektedir. Neslinden olan peygamberler bunun şahitleridir. Kitab-ı mukaddes'in tefsircileri de İbrahim kelimesinin “yüce baba, cumhurun babası” anlamında olduğunu söylemişlerdir. (bk. Tekvin, Bap 17/5 (haşiye). Allah dostu, şefkat dolu, Pegamberlerin babası ve özellikle alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (asm)’in merhametli Atası olan Hz. İbrahim (a.s)'in Kur’an’daki yerini gösteren şu tablo da Kur'an'ın i'cazı açısından görülmeye değer: 1. Adı İbrahim’dir. Yufka yürekli, merhamet dolu baba anlamına gelir. Bu manayı ifade etmek üzere Kur’an iki yerde onu Evvâh olarak vasıflandırmaktadır: “Şüphesiz ki İbrahim çok şefkatli ve çok ağırbaşlı/yumuşak huylu (halim-selim) bir insandır." (Tevbe, 9/114) "Şüphesiz ki İbrahim çok ağırbaşlı, çok şefkatli ve içtenlikle Allah'a yönelen bir kimsedir.” (Hud, 11/75) Elmalılı Hamdi’nın bildirdiğine göre, yukarıdaki ayetlerde geçen Evvâh kelimesine değişik anlamların verilmesine rağmen genelde hepsinin ortak özelliği yumuşak kalpli, merhametli bir insanı tarif etmesidir. “Bundan dolayı son devir tefsir alimleri bunun yürek yufkalığından, merhamet ve şefkatten kinaye olduğunu söylemişlerdir.” (bk. Yazır, 4/415, I/405) 2. Kur’an’ın kendine has yazımında İbrahim kelimesinin ebced değeri, 258’dir. Arapçada, şefkatli, merhametli anlamına gelen Rahim kelimesinin ebced değeri de 258'dir. 3. Bu anlamı ifade eden Evvâh kelimesinin son olarak geçtiği ve İbrahim isminin de yer aldığı Hûd suresinin 75. âyeti, Kur'an'ın 1548. âyetidir ki, bu sayı, 6x258’dir. 4. Bütün Kur’an’da 258 numaralı âyet tek bir tane olup Bakara suresi’ndedir. Bu âyet, ebced değeri 258 olan İbrahim ismine tahsis edilmiştir. Üstelik bu isim adı geçen yerde üç defa tekrarlanmıştır: “Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrud’u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: Rabbim, hayat veren ve öldürendir, demişti. O da: “Ben de hayat verir ve öldürürüm, demişti. İbrahim: Allah güneşi doğudan getirmektedir, haydi sen de onu batıdan getir, dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez.” 5. Kur’an’ın 258. sayfası, ebced değeri 258 olan İbrahim suresine aittir. 6. İbrahim Sûresinde İbrahim ismi sadece bir defa söz konusu yapılmış ve 258. sayfanın hemen karşısında yer almıştır. Bunları da dikkate aldığımızda onun değişik isimleri olsa bile, Kur’an’da İbrahim ismiyle anılmasının ne kadar hikmetli olduğu daha iyi anlaşılacaktır. 21 Bir hadis rivayetine göre, Şeytan, geceden sabaha kadar şerrinden muhafaza olunması için ayete'l-kürsi okumanın yeterli olacağını söylemiştir. Şeytanın dediği doğru olur mu? Konuyla ilgili rivayet şöyledir: Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem beni ramazan zekâtı olan sadaka-i fıtrı korumakla görevlendirmişti. Bir adam gelip yiyecek şeylerden avuçlamaya başladı. Adamı tuttum ve: – Vallahi seni Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna götüreceğim, dedim. Adam: – Şüphesiz ben muhtacım, çoluğum çocuğum ve pek çok ihtiyacım var, dedi. Bunun üzerine ben adamı salıverdim. Sabaha çıkınca, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: – “Yâ Ebâ Hüreyre! Dün gece tutsağın ne yaptı?” buyurdu. Ben de: – Yâ Resûlallah! İhtiyaç içinde bulunduğunu ve çoluk çocuğu olduğunu söyledi, ben de acıdım ve salıverdim, dedim. Resûl-i Ekrem: – “O sana yalan söyledi, tekrar gelecek” buyurdu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bu sözü üzerine tekrar geleceğini anladım ve onu gözetlemeye koyuldum. Adam geldi ve yine yiyecek şeylerden avuçlamaya başladı. Bunun üzerine: – Seni Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna çıkaracağım, dedim. Adam: – Beni bırak, çünkü ben gerçekten muhtacım. Çoluk çocuğum da var. Bir daha gelmem, dedi. Ben de acıdım ve salıverdim. Sabah olunca yine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana: – “Yâ Ebâ Hüreyre! Dün gece tutsağın ne yaptı?” diye sordu. Ben de: – Yâ Resûlallah! Bana yine ihtiyaç içinde bulunduğunu ve çoluk çocuğu olduğunu söyledi, ben de acıdım ve salıverdim, dedim. Peygamberimiz: – “O kesinlikle sana yalan söyledi, ama tekrar gelecek” buyurdu. Ben de üçüncü defa gelmesini bekledim. Gerçekten geldi ve yine yiyecek şeylerden avuçlamaya başladı. Onu tekrar yakaladım ve: – Seni mutlaka Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna çıkaracağım; artık bu üçüncü ve son gelişindir. Bir daha gelmeyeceğine söz veriyorsun sonra tekrar geliyorsun, dedim. Bu defa bana: – Beni bırak! Allah’ın seni faydalandıracağı bazı kelimeleri ben sana öğreteyim, dedi. 22 Ben: – O kelimeler nelerdir? dedim. O: – Yatağına girdiğinde Âyetü’l-kürsî’yi oku. O takdirde, senin yanında Allah tarafından sürekli bir koruyucu bulunur ve sabaha kadar şeytan sana yaklaşamaz, dedi. Bunun üzerine ben onu salıverdim. Sabah olunca Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana: – “Tutsağın dün gece ne yaptı?” diye sordu. Ben de: – Yâ Resûlallah! Allah’ın beni faydalandıracağı birtakım kelimeleri bana öğreteceğini söyledi, ben de onu salıverdim, dedim. Peygamber Efendimiz: – “O kelimeler neler?” diye sordu, ben de o kimsenin bana: – Yatağına girdiğin zaman Âyetü’l-kürsî’yi, “Allahü lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyü’lkayyûm” âyetini başından sonuna kadar oku; senin yanında Allah tarafından sürekli bir koruyucu bulunur ve sabaha kadar şeytan sana asla yaklaşamaz, dediğini söyledim. Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: – “Bak hele! Kendisi yalancı olduğu halde bu sefer sana doğruyu söylemiş. Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun, ey Ebû Hüreyre?” dedi. Ben: – Hayır, bilmiyorum, dedim. Resûl-i Ekrem: – “O şeytandır” buyurdular. (Buhârî, Vekâlet 10, Fezâilü’l-Kur’ân 10, Bed’ü’l-halk 11) Buhârî bu hadisi Sahîh’inin üç ayrı yerinde zikretmiştir. Ancak, buradaki şekliyle sadece Kitâbü’l-Vekâle’de zikretmiş, diğer yerlerde özetlemiştir. Biz, hadiste dikkat çekilen bazı noktalara işaret etmekle yetineceğiz. Bu hadisten Peygamberimiz zamanında sadaka-i fıtrın bir mekânda toplandığını, sonra ihtiyaç sahiplerine dağıtıldığını anlıyoruz. Hz. Peygamber’in gaybın bilgisine sahip kılındığının hadislerde pek çok örneği varsa da, Ebû Hüreyre olup biteni anlatmadığı, Efendimiz de bu olaya bizzat şahit olmadığı halde gelen adamın yaptıklarını ve daha sonra yapacaklarını haber vermesi bunun bir örneğini teşkil eder. Ebû Hüreyre’nin onu görmesi ve yakalaması, şeytanın değişik şekillere girdiğinin bir delilidir. Ayrıca, Resûl-i Ekrem’e hakkıyla tâbi olmanın bereketi ve kerâmetinin Ebû Hüreyre’de görünmesinin de açık bir göstergesidir. Sadaka-i fıtır, fakir ve muhtaçların hakkı olduğu için, sadaka malından alan kişi kendisini böyle tanıtmıştır. Beyhakî’nin naklettiğine göre, gece yatağına girdiğinde Âyetü’l-kürsî’yi okuyan kimsenin Allah Taâlâ kendi evini, komşusunun evini ve mahallesini güvenli kılar. (Ali el-Kârî, el-Mirkât, IV, 632). Ebû Hüreyre, Peygamberimiz’in uyarısı ile gelen kişinin yalan söyleyen biri olduğunu biliyordu. Bu sebeple üçüncü gelişinde mutlaka onu yakalayıp Resûl-i Ekrem’in huzuruna çıkarmak istemişti. Fakat bu defa onun Allah katında makbul ve insan için faydalı sözlerden bahsetmesi Ebû Hüreyre’yi bu kararından vazgeçirdiği anlaşılıyor. 23 Belki de o, bu kişinin yaptığına pişman olup tövbe ettiği kanaatine sahip oldu. Bu sebeple de onu salıverdi. Zaten bunun artık bir başka gece gelmesi de mümkün değildi. Çünkü Resûl-i Ekrem’in “Gelen kişi doğru söylemiş” demesi üzerine Ebû Hüreyre bundan böyle her gece yatağına girdiğinde Âyetü’l-kürsî’yi okuyacak, sabaha kadar kendisine şeytan yaklaşamayacaktı. Esasen şeytanın verdiği haberler yalan haberlerdir. Çünkü Peygamber Efendimiz’in açıkça buyurduğu üzere, şeytanın vasfı yalancılıktır. Fakat yalancı olanın bazı kere doğru söylediği de olur. İşte Peygamberimiz bu hususa dikkat çekmişlerdir. Nitekim “İblis, öyle ise, Senin izzetine yemin ederim ki ben de onların hepsini şaşırtacağım. Ancak Senin ihlasa erdirdiğin kullar bundan müstesnadır, dedi." (Sad, 38/82) mealindeki ayette bildirildiğine göre, İblis, ihlasa erdirilen kullara zarar veremeyeceğini söylüyor. Devamındaki ayette ise, “Allah, işte bu doğru! Ben de şu hakikati söyleyeyim ki cehennemi, gerek senin cinsinden, gerek insanlardan sana uyanlarla dolduracağım, buyurdu" (Sad, 38/83) ifadesinde, İblis’in bu sözünün doğru olduğu Allah tarafından onaylanmıştır. Demek ki, cinlerden olan şeytanlar veya şeytanlaşmış insanlar da nadiren de olsa doğruyu söyleyebilirler. Bunu, menfaatleri gereği, bir zarardan korunmak, bir doğruya bin yalanı eklemek gibi düşüncelerle yapmış olabilirler. Ya da Allah, o zararlı varlıkların diliyle, onları iyi kullarına hizmet ettirmesi adına yaptırmış olabilir. Ancak burada unutulmaması gereken en önemli nokta, böyle şerirlerin söylediklerinin ayette olduğu gibi Allah tarafından veya Hadiste olduğu gibi Onun Elçisi tarafından onaylanması gerekir. Bu durumda bizler, Allah ve Elçisinin onayına uymuş oluruz. Bu nedenle insan ve cin şeytanlarından oluşan bu güçlerin bazen söyledikleri bu tür doğruları esas alıp onlara uymak, onların arkasından gitmek doğru olmaz. Bu hadisteki olayda, vahiyle desteklenen ve haber verilen Peygamberimizin bu işaretinden bunları anlayacak ve ölünceye dek şeytani güçlerin bazı kere söyledikleri doğrularla yolumuzu değiştirmeyeceğiz. Allah’ın kitabıyla ve Onun Elçisinin sünneti ile bize gösterilen dosdoğru yolda yürümeye devam edeceğiz. Buna göre; - Âyetü’l-kürsî, birçok açıdan faziletlere sahiptir. - İhlâs ve samimi bir inançla geceleyin Âyetü’l-kürsî okunan bir evi, Cenâb-ı Hak o gece şeytanın şerlerinden korur. - Geceleyin uyumadan önce Âyetü’l-kürsî okumak sünnete uygun bir davranıştır. - Peygamber Efendimiz, Allah’ın izniyle gayb bilgilerine sahipti. - Şeytanın ve bazı cinlerin vasfı yalancılık olup, onların söylediğine inanılmaz. Ancak bazı kere doğru söyledikleri de olur. 24 "En güzel isimler Allah'ındır, O'na o isimlerle dua edin, O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir." (A'raf 7/180) Ayette geçen "O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanlar" kimlerdir? "En güzel isimler Allah'ındır, O'na o isimlerle dua edin, O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir." (A'raf 7/180) "En güzel isimler" diye çevirdiğimiz "Allahu Teâlâ'nın en güzel ve en mükemmel olan niteliklerine, özelliklerine delâlet eden isimleri" anlamına gelir. Allah'ın isimlerinin ve sıfatlarının güzellikle nitelendirilmesinin sebebi konusunda Ebû Bekir İbnü'l-Arabî şu görüşleri ileri sürmektedir: 1. Bu isimler, Allah hakkında yücelik ifade eder, kullarda da saygı hissi uyandırır. 2. Zikir ve dua olarak okunduğunda kabule vesile olur, sevap kazandırır. 3. Kalplere huzur verir, rahmet ümidi aşılar. 4. En yüce varlık olan Allah'ın isimlerini, anlamlarını kavrayarak okumak, okuyanının değerini de yüceltir. 5. Bu isimler Allah hakkında zorunlu, mümkün ve imkânsız olan inançları ve kanaatleri ifade ettiği için bu isimleri bilip okumak doğru inancın oluşmasına da katkıda bulunur(bk. Bekir Topaloğlu, "Esmâ-i hüsnâ", DİA, XI, 404; Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/495). "İnkâr" kelimesiyle çevirdiğimiz ilhâd, "haktan sapmak, itidalden ayrılmak" anlamına gelir. Kelimenin bu âyetteki anlamının üç noktada yoğunlaştığı anlaşılmaktadır: a) Bu isimleri ancak Allah hakkında kullanılması gereken anlamlarıyla Allah'tan başkası için kullanmak, b) Allah'ı, baba oğul gibi sadece yaratılmışlara özgü isim ve sıfatlarla anmak, c) Allah'ın isimlerini tamamen inkâr etmek veya böyle bir sonuç doğuracak şekilde te'vil ve tahrif etmek Âyette bu şekilde Allah'ın zatına mahsus en üstün niteliklerinin ifadeleri olan güzel isimlerini gerçek anlamlarından saptıranlar kınanmakta, onların bu kötü niyetli tutumlarının cezasını görecekleri uyarısında bulunulmaktadır (Kur’an Yolu, a.g.y.) Mesela bedevilerin "Ey ikram ve yüceliklerin babası, ey akyüzlü, ey kurtarıcı!" demeleri gibi, yanlış düşünceye ve kötü zanna sebebiyyet verecek bozuk ifadelerden ve hadd-i zatında herhangi bir en üst düzeydeki kemali de ifade etmeyen isimlerden uzak durunuz. Veya "Rahmân" ismini tanımak istemeyen müşrikler gibi, sapık düşünceyle esmâ-i hüsnanın (güzel isimlerin) bazılarından yan çizmek isteyen, mesela Kur'ân'da yer alan "Güçlü, intikam alan, büyüklük sahibi, zorlu" gibi azamet ve sonsuz kudret ifade eden ilâhî isimlerin güzelliğine itiraz etmeye kalkışan, ya da Allah'a mahsus olan esmâ-i hüsnayı Allah'dan başkasına da aynen ıtlak edip vermeye kalkan, veyahut Arap müşriklerinin yaptığı gibi, Allah'ın isimlerinden bazısını alıp müennes sigasıyla Allah isminden el-Lât, el-Azîz isminden el-Uzza şeklinde kendi putlarına isim koydukları gibi bir çeşit isim türetme yoluna sapan, mesela şuna buna ilâh, (müzik ilâhı, gençliğin ilâhı, futbol ilâhı vs.) ilâhe, mabud, mabude, rezzak, hallâk diyen dinsizlere bakmayınız, onlara uymayınız, onların inkârlarını kendilerine bırakınız. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir(Elmalılı, İlgili ayetin tefsiri). 25 "Ey Adem oğulları! Size "Şeytana kulluk etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır; bana kulluk edin, doğru yol budur" dememiş miydim?" (Yasin, 60-61) Ayette geçen "şeytana kulluk etmek"den maksat nedir? Yasin Suresi, 60-61. Ayetler: "Ey Âdem oğulları! Size "Şeytana kulluk etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır; bana kulluk edin, doğru yol budur" dememiş miydim?" Ayetlerin Açıklaması: Şeytana kulluktan maksat, onun kışkırtmalarına kapılmak ve telkinlerine uymak, Allah'a isyan teşkil eden buyruklarını yerine getirmektir. (Taberî, XXIII, 23; İbn Atıyye, IV, 459) Başta şirk ve inkarcılık olmak üzere günahları bağışlanmayanların işitecekleri azara değinilen bu âyetlerde, kendilerine verilen cezanın yadırganacak bir şey olmadığı, şeytana kulluk edilmeyip yalnız Allah'a kulluk edilmesi gerektiği konusunda vakti zamanında gerekli uyarıların yapılmış olduğu belirtilmektedir. (bk. Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu: IV/448-449.) Suç ve günahlar ortaya çıkıp suçlular cehenneme sevkedilirken, Allah onlara, dünyada yapılan uyarıyı bir daha hatırlatıp kendi iradeleriyle kendilerini böylesine elim sonuca getirdiklerini bildirir. İblîs'in, kâinat plânında ne hikmetle yaratıldığını peygamberler yeterince açıklamış; insanın yaratılmasından maksadın Cenâb-ı Hakk'ı bilip O'na ibâdet etmek olduğunu çok açık şekilde belirtmişlerdir. O bakımdan akıl ve irâdesini kullanmayıp onları nefislerinin emrine verenler, bu uyarıya iltifat etmemişler, hakka sırt çevirip hilkatlerinin amacının dışına çıkmışlardır. İşte kıyamet gününde sadece cehenneme atılmakla kalınmıyor, bir de kınanıp azarlanıyorlar. Zira Allah'a kulluk, insan için nihaî gaye ve değişmeyen yoldur; aynı zamanda yaratılışının hikmet ve amacıdır. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5063.) 26 İslam dininin sembolü, simgesi, parolası, alameti nedir? Şiar, Allah'a kulluk etmeye vesile olan, saygı gösterilmesi ve korunması gereken belli ibadet, işaret ve semboller anlamında bir terimdir. Sözlükte "bilmek, hissetmek" anlamındaki şi'r (şa'r) kökünden türeyen şiar (şaî-re, çoğulu şeâir) "ayırıcı özellik, nişan, alâmet, sembol" manasına gelir. Şiâre ve meş'ar kelimeleri de aynı anlamdadır. Bu çerçevede bayrak ve sancak gibi temsil özelliği taşıyan şeylere veya askerlikte kullanılan parolalara da şiar adı verilmiştir. Dinî terminolojide Allah tarafından vazedilen, O'na kulluk etmeye vesile olan, saygı gösterilmesi ve korunması gereken belli ibadet, işaret ve semboller şiar kabul edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de şiar kelimesi geçmemekle birlikte "dinin gerçekleştirilmesini emrettiği hususlar" anlamındaki şaîrenin çoğulu olan şeâir hac ibadetinin konu edildiği dört yerde Allah kelimesine muzaf olarak zikredilir. Bu âyetlerde hac veya umre münasebetiyle aralarında yürünen Safa ve Merve ile kurban edilecek hayvanların Allah'ın koyduğu dinî simgelerden olduğu (Bakara 2/158; el-Hac 22/36), söz konusu simgelere saygısızlık edilmemesi gerektiği ve bunları yüceltmenin Allah'a bağlılıktan kaynaklandığı (Mâide 5/2; Hac 22/32) belirtilmektedir. Başka bir âyette hacıların Arafat'tan sonra gittikleri mekâna (Müzdelife) "meş'arü'lharâm" (ibadet yeri) denilerek burada Allah'ın çokça anılması istenmektedir. (Bakara 2/198) Hadislerde, Câhiliye döneminde uygulandığı için ashaptan bazılarının önceleri Safa ile Merve arasında sa'y etmekte tereddüt gösterdikleri, ancak Bakara sûresinin 158. âyeti indikten sonra bunu yerine getirdikleri bildirilmektedir. (Buhârî, Hac, 79-80; Tirmizî, Tefsîrü'l-Kur'ân, 2) Yine hac ibadeti sırasında yüksek sesle söylenen "telbiyenin-Lebbeyk Allahümme lebbeyk.." demenin haccın şiarlarından sayıldığı haber verilmekte (Müsned, II, 325; V, 192), Hz. İbrahim'den gelen dinî bir gelenek olduğu için hacdaki uygulamalara devam edilmesi emredilmekte (İbn Mâce, Menâsik, 55; Nesâî, Menâsik, 202), ayrıca Müzdelife'deki mekânın meş'ar-i haram olduğuna dair rivayetler yer almaktadır. (Müsned, 1, 298; Müslim, "Hac", 148; Ebû Dâvûd, "Menâsik", 56) Şeâir kelimesi naslarda daha çok hac ibadetinin rükün ve unsurlarıyla ilişkili iken daha sonra tefsir kaynaklarında ve dinî literatürde muhtevası genişletilerek ibadete, saygı ve tazime konu olan davranış ve sembollerin bütününü kuşatan bir terim şeklinde kullanılmaya başlanmış, hacda somut formlar halinde öne çıkan mekân, nesne ve uygulamaları tasvir için kullanılan terim dinin temelini oluşturan esasları da içine almıştır. Nitekim Zeccâc'ın şeâir tanımlaması bu yöndedir. (Lisânü'l-'Arab, "şiar" md.) İmam Mâtürîdî konuyla ilgili âyeti tefsir ederken "şeâirullah" kavramına bütün farzların veya genel olarak dinî konuların girdiği şeklindeki anlayışlara temas eder. (Tevilâtü'lKur’ân, IV, 134) 27 Fahreddin er-Râzî de bir anlama göre Allah'a kulluk işareti taşıyan her şeyin tek ibadetle sınırlı kalmayıp şeâir kapsamına girdiğini söyler. (Mefâtîhul-ğayb, IV, 177; XI, 128) Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, şeâirin alanını daha da genişleterek ibadetlerin yanında Allah'ın kendine has kıldığı ve manen O'na yaklaşma vesilesi yaptığı, duyularla algılanabilen dinî sembolleri de bu terim içinde kabul eder. Buna göre en büyük dört şiar Kur'an, Kabe, Peygamber ve namazdır. Bunlara saygı göstermek Allah'a saygı göstermek, saygısızlıkta bulunmak O'na saygısızlık yapmak hükmündedir. (Hüccetullâhi'l-bâliğa, I, 206-209) Elmalılı Muhammed Hamdi şeâirin bazen ibadetin kendisiyle, bazen da ibadet edilen yerle ilişkili olabileceğini belirtir; bu bağlamda haccın rükünleri yanında ezanı, cemaatle namazı, cuma ve bayram namazlarını, hatta camileri ve minareleri de dinin şiarları arasında sayar. (Hak Dini, I, 554; bk. DİA İslam Ansiklopedisi, Şiar md.) Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de Şeairin, adeta toplumun tamamını ilgilendiren birer ibadet olduğunu söyler. Birinin yapmasıyla o toplum tamamen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de bütün Müslümanlar sorumlu olurlar. Bu noktadan konuyu değerlendirdiğimiz de, bunları yapmakta herhangi bir gösteriş ve riya söz konusu olamaz. (bk. Lemalar, On Birinci Lema) Sonuç olarak denilebilir ki, Dinin topluma ve sosyal hayata bakan yönlerine İslam alametleri denilebilir. Buna göre, İman alameti olan kelime-i tevhit ve kelime-i şahadet; Allah’ı zikretmek anlamında besmele, hamdele, salvele, tekbir, tahmid, tehlil gibi zikir ifade eden kelimeler; namaz, oruç, hac, zekât, kurban, cuma, cemaat gibi ibadetler; cami, minare, sarık, başörtüsü/tesettür gibi alametler; bayram, ezan, selam gibi adetler de “İslam alametleri/sembolleri/simgeleri” sayılırlar. Özetle, bize Allah’ı, Kur’an’ı, Peygamberi, İslamiyeti, müslümanlığı hatırlatan her şeye şeair denilebilir. 28 Dört mezhebe göre de, Cuma Namazı kadınlara farz değil midir? Câbir b. Abdullah'ın naklettiği bir hadiste şartlar şöyle belirlenmişti: "Allah'a ve âhiret gününe inananlara Cum'a namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır" (Ebû Dâvud, I, 644, H. No: 1067; Dârakutnî, II, 3; Bağavî, Şerhu's-Sünne, I, 225) Bu istisnaların dışında kalan her müslüman erkek bu namazla yükümlü demektir. Cuma namazının kadınlara farz olmadığı konusunda icma vardır. Asr-ı saadetten beri hiçbir İslam müçtehit ve alimi bunun aksini söylememiş, bütün İslam ülkelerinde, her dönemde uygulama da böylece devam ede gelmiştir. Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerinde cuma namazı kadınlara farz değildir. Ancak cuma namazında hazır olup da kılarlarsa, namazları sahih olur ve öğlen namazı yerine geçer. (bk. Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı, Çağrı yayınları, İstanbul 1993, c. 2, s. 534) 29 “Bu eskilerin masallarıdır" diyenlerle "Biz bunu önceki kitaplarda işitmedik" diyen kşileri karşılaştırdığımızda bu iki grup arasında nasıl bir fark var? İnkârcılar farklı kesimlere mensup oldukları için, itirazlarını farklı şekilde seslendirmişlerdir. Özellikle müşrikler, eski kitaplardan da mahrum olduklarından ve peygamberlik kurumuna İnanmadıklarından, Kur’an hakkında “bu eskilerin masallarıdır" diyebilirler. Eski masallar sözüyle İran ve benzeri ülkelerin milletlerinden öğrendikleri bazı hikayeleri kast ediyorlar. Tarih boyunca insanların masallar ürettiği bir gerçektir. Kendileri de buna inanmıyorlardı, fakat başka bir çare bulamayınca bu benzetmeyi yapıyorlar ve bunu bir teselli olarak kullanıyorlardı. “Biz bunu önceki kitaplarda işitmedik” ifadesi, özellikle ehl-i kitap veya ehl-i kitaptan bazı şeyler öğrenmiş müşriklerin kullandığı bir argümandır. Bununla, “daha önce gelmiş ve insanlar tarafından kabul görmüş kitaplarda olmayan şeylerin bulunduğunu, bunun da -güya-Kur’an’ın semavî bir kitap olmadığına delil saydıklarını anlatmak istiyorlardı. Halbuki bir yandan -Kur’an’da bulunan bazı ifadelerin benzerlik göstermesi veya açıkça Tevrat’tan aktarılması sebebiyle- bir taraftan “Kur’an eski kitapların kopyasıdır” diyorlardı. Diğer yandan da “eski kitaplara benzemiyor” diye itiraz ediyorlardı. Bu çelişkili ifadeler onların çaresizliklerini gösteren tarihi bir belgedir. Kur’an’da, bu çok farklı ve de çelişkili ifadelerine yer verilmek suretiyle itirazcıların ne kadar zavallı bir duruma düştüklerine de işaret edilmiştir. 30 Hazreti Adem ve Hazreti Havva ölüm diyarı olmayan Cennette ölümü tanımadıklarına göre, nasıl oluyor da şeytanın bu konudaki vesvesesine yenik düşerek günahkar oldular? Evvela cennetin hayat diyarı olması demek, Hz. Adem ile Hz. Havva'nın Cennete ilk defa girdiklerinde orada ölümsüz olacağı anlamına gelmez. İkincisi, Hz. Adem ve Hz. Havva ilk defa hiç görmedikleri bir diyarda bulunuyorlardı. Buranın baki bir diyar olup olmadığını bilseler dahi kendilerinin bu diyarda baki kalıp kalmayacaklarını bilmelerine imkân yoktu. Çünkü bu mesele aklî değil, naklidir/Allah’tan gelen bir mesajla ancak anlaşılabilir. İlahî hikmet onları da imtihana tabi tutmuş ve bu konuda özgür iradelerini ilahî yasak ile şeytanın cazip teklifinden birini tercih etmelerine imkân vermek üzere bu beka konusunu onlara bildirmemiş olabilir. Bununla beraber, onlar çok saf ve temiz kalpli oldukları için bir varlığın yalan yere Allah’ın adını kullanabileceklerini hiç hesaba katmamışlardı. Nitekim Hz. Adem’in, “Ey Rabbim, ben senin izzetine yemin ederim ki sana yalan yere yemin eden hiç kimse görmemiştim." (Onun için şeytanın yeminine kandım)” dediği rivayet edilir. (bk. Razi, Mefatih, Bakara, 35. Ayetin tefsiri) İnsan fıtratı da beka aşkı ile ebedi hayat aşkıyla dopdolu olduğu için, bir an bu duygusal tarafları ağır basmış ve ilahî yasak konumunu unutmuşlardı. Zaten olayın asıl hikmeti de Hz. Adem’in ve neslinin yeryüzü halifeliği görevine getirmek olduğu için, bu fiili unutmanın sonucu bir yandan bir ceza olarak cennetten kovulmayı gerektirdiği gibi, bir yandan da yeryüzü halifelik makamına terfi ettirilmiştir. Sorunuzda geçen “Cennete gidersek, bizler de ölümsüzlüğün tanıkları olacağımız için, şeytan cehennemden salıverilse ve yine vesvese vermeye kalksa, bu tuzağa düşmeyeceğiz” şeklinde bir yargı isabetli değildir. Kur’an’da “Onların ateşin karşısında durdurulup, ah! Keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak! dediklerini bir görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) onlara göründü. Onlar dünyaya gönderilseler bile, nehyolundukları şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar” (En’am, 27-28) manasındaki ayetin vurgusu bu hakikatin açık delildir. 31 İsrailiyattan bazı şeyler alabilirsiniz, anlamında bir hadis var mıdır? Varsa ne demektir? Konuyla ilgili hadisin manası şöyledir: "Benim tarafımdan (teblîğ edilen Kur'ân'dan) bir âyet olsun halka ulaştırınız. İsrâîl oğulları'ndan da (ibretli kıssalar) haber verebilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur. Her kim (benim söylemediğim birşeyi söyledi diye) bile bile bana yalan isnâd ederse, o da cehennemdeki yerine yerleşmeye hazırlansın" (Buhari, Enbiya 50; Müslim, Zühd 72; Tirmizi, İlim 13; Müsned, 3/39) İsrailiyat, israiliyye kelimesinin çoğuludur ve bu kelime, israilî bir kaynaktan nakledilen kıssa veya olay anlamındadır. (Zehebi, Muhammed Huseyn; el-İsrailiyyat fı't-Tefsir ve'l-Hadis, Mısır-1986, s. 13) İsrail, Hz. Yakub'un ismi veya lakabıdır. Yahudiler ona nisbet edilerek kendilerine Benu İsrail (İsrailoğulları) denilmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim de Yahudileri “Benu İsrail” diye isimlendirmektedir. O halde israiliyat, Yahudi kaynaklardan aktarılan bilgiler anlamındadır. Ne var ki tefsir ve hadis ilimleriyle uğraşanlar, “İsrailiyat” kelimesini daha geniş bir anlamda kullanmışlardır. Yahudi ve Hıristiyan kültürlerin yanı sıra geçmişlerin mitolojilerinden tefsir ve hadis kitaplarında bulunan haberlerin tamamına İsrailiyat demişlerdir. Hemen şunu belirtelim ki; peygamberler, Hz. Adem'den Peyamberimiz Hz. Muhammed'e kadar birbirlerinin izleyicisidirler. Hepsi aynı yolu savunmuşlardır. Kur'anî terminolojide bu yolun adı İslam'dır. Peygamberlerin hepsi aynı yolun izleyicileri olduklarına göre birine indirilen her kitap, kendinden öncekine indirilen kitabın doğrulayıcısıdır. Ancak bir kitabın kendinden önceki kitabın doğrulayıcı olması, o kitabın bir fotokopisi olması anlamında değildir. Hepsinde itikat konuları aynıdır, ama pratik hayatla ilgili meselelerde bir takım farklılıklar vardır. İşte bu gibi farklılık arzeden konularda bir sonraki kitap, bir önceki kitabı nesheder. Yani o farklı konulardaki hükümlerini iptal eder. Ayrıca eğitim üslupları açısından da aralarında bir takım farklılıklar söz konusu olabilir. Çünkü eğitimde takip edilecek metotlar, toplumların yapıları, kültürel birikimleri ve psikolojilerine göre tespit edilir. İsrailiyatı çeşitli açılardan kısımlara ayırmak mümkündür. Ancak bizi ilgilendiren, İslam'a uyma ve uymama, bir de onları nakletmenin caiz olup olmaması gibi hususlardır. İşte bu açıdan israiliyatı üç kısma ayırabiliriz: 1. İslam'a uygun olan İsrailiyat. 2. İslam'a uygun olmayan İsrailiyat. 3. Hakkında hüküm bulunmayan; doğrulanması ya da yalanlanması için elde bir kıstas bulunmayan İsrailiyat. 32 Tevrat ve İncil, bütünüyle tahrif edilmiş kitaplar değildir. Bu nedenle hak ile batılı bir arada bulundururlar. Bunlardan Kur'an ve sahih sünnete uygun düşenler haktır. İslam'a uygun olan İsrailiyattan maksat da, bu tür hususlardır. Peygamber (asm)'in, başta aktardığımız "İsrâîl oğulları'ndan da (ibretli kıssalar) haber verebilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur." anlamındaki hadisi bu tür İsrailiyata yorumlanmıştır. Kur'an ve sahih sünnetle bağdaşmayan İsrailiyat ise batıldır ve bu gibi İsrailiyat, ancak reddedilmek ve eleştirilmek kaydıyla nakledilebilir. İsrailiyatı nakletmeyi yasaklayan rivayetler de (bk. Ahmed b. Hanbel, III/387; Ibnu Kesir, V/329) bu tür İsrailiyata yorumlanmıştır. Bir kısım İsrailiyat ise, dini hüküm taşımayan hususlarla, olması da olmaması da ihtimal dahilinde olan olayları nakleden İsrailiyattır. Bu tür İsrailiyatın nakledilmesini bazı alimler caiz görmüştür. Kimi de İsrailiyattan olduklarının belirtilmesi kaydıyla caiz olduğunu söylemişlerdir. 33