Yüce Allah neden kendisine ibadet edilmesini

advertisement
1
İçindekiler
2
Al-i İmran 81. Ayette geçen “Allah peygamberlerden şöyle
söz almıştı” “ağır ahdimi üzerinize aldınız mı” “ben de
sizinle beraber şahit olanlardanım" ifadeleri ne anlama
gelmektedir?
Ayetin meali şöyledir:
“Allah peygamberlerden şöyle söz almıştı: Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim,
sonra yanınızda bulunan (kitaplar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde ona
muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu
hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı, demişti. Onlar: Kabul ettik, dediler. (Allah
da) dedi ki: Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım." (Al-i
İmran, 3/81)
Allah, bütün peygamberlerine kitap ve hikmet verirken hepsinin böyle bir sözleşme ve
anlaşmasını almıştır. Bunlar arasında, önce gelenden sonra gelene, sonra gelenden
öncekine böyle karşılıklı ve ilâhî şahitlik altında kabul edilmiş bir tasdik antlaşması
vardır. Hepsi, kendilerini tasdik eden Muhammed Resulullah'a iman ve yardım için
Allah’a söz vermişlerdir. İlim ve hak şahitliğin hükmü budur. (Elmalılı, Hak Dini, ilgili
ayetin tefsiri)
Ayrıca, en son gelecek Hz. Muhammed (a.s.m)’in bütün peygamberlerin getirdiği
hakikatlerin varisi olduğu, getirdiği hakikatler aynı zamanda önceki semavî kitapların
doğruluğunun da belgesi olduğu ve bu sebeple de son vahyin bütün vahiyleri ihtiva eden
evrensel, zaman ve mekân üstü bir özelliğe sahip olduğu vurgulanmıştır. Onun bu önemi
de “O peygamber geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz.”
mealindeki ifadeyle vurgulanmıştır.
Hz. Muhammed’e peygamberlerin kendileri kavuşmadığına göre, ayette söz konusu
sözleşmenin asıl muhatabının Ehl-i kitap olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Buna göre
her peygamber, kendi ümmetine son peygamberi haber vermiş ve ona kavuştukları
takdirde mutlaka iman edip kendisine her türlü yardımda bulunmasını
istemişlerdir.
Ehl-i kitap olduğu halde, Hz. Muhammed’in Peygamberliğinden haberdar olanlardan
bazıları, kitaplarında mevcut işaret ve müjdeleri ve önceki peygamberlerin konuyla ilgili
nesilden nesile devam edip gelen tavsiyelerini göz ardı ederek iman etmemişlerdir.
Ayette bunlara da ciddi bir sitem vardır.
Diğer taraftan, Allah tarafından görevlendirilen bütün peygamberlerin bildirimlerinin
bütünlüğü ilkesi hatırlatılmakta, her peygamberin kendinden önceki ilâhî bildirimlerin
doğruluğunu beyan etmesi, önceki peygamberlerin tâbilerinin de onun getirdiklerine
inanıp onu desteklemesi suretiyle karşılıklı bir tanıklık sisteminin öngörüldüğü
belirtilmektedir.
Böylece, Ehl-i kitabın hem kendi içlerinde tutarlı olabilmeleri, hem de “ilâhî
dinler”e ve "Allah inancı"na karşı tavır ortaya koyan kesimlere yapılacak çağrının
başarılı olabilmesi için bu çağrıya olumlu karşılık vermelerinin kaçınılmazlığına
dikkat çekilmiş olmaktadır.
3
"Allah peygamberlerden... söz (mîsâk) almıştı" ifadesi şu şekillerde açıklanmıştır:
a) Âyet, peygamberlerden daha sonra gelen elçiye (resul) iman edeceklerine ve onu
destekleyeceklerine dair söz alındığını belirtmektedir. Şu halde burada söz verenler
peygamberlerdir. Bu yorumu benimseyenlerin bir kısmına göre alınan söz genel olarak
peygamberlerin birbirlerini onaylayacakları hakkındadır; diğer bir kısmına göre ise Hz.
Muhammed'in geleceğini müjdeleyeceklerine dairdir.
b) Kur'ân-ı Kerîm'in üslûbu ve "mîsâk"la ilgili ayetler dikkatle incelendiğinde görülür
ki, burada kastedilen bizzat peygamberlerden söz alınması değil, onların kendi
ümmetlerinden Hz. Muhammed geldiğinde ona iman edeceklerine ve ona destek
vereceklerine dair söz almış olmalarıdır. (bk. Taberî, İbn Atıyye, Râzî, Zemahşerî ilgili
ayetin tefsiri)
Ayetin bu ve buna benzer diğer yorumları da içine aldığı söylenebilir.
Ayette geçen “ısr” kelimesi sözlükte "ağırlık, ahid, bağ" gibi anlamlara gelir. Kur'ân-ı
Kerîm'de "ağırlık, yük" anlamında da kullanılmakla beraber (bk. Bakara 2/286; A'râf
7/157) ifadenin önü ve sonu dikkate alınarak burada kelimeye ahid manası verilmiştir.
(bk. Kur’an Yolu, Heyet, ilgili ayetin tefsiri)
O halde bu göreve “ısr” denilmesinin nedeni, bunun "ağır yük, zor olan yük"
olmasındandır. Buna göre, “ağır ve zor olan yükü üstlendiniz mi”, manası anlaşılır.
(Nesefi, ilili ayetin tefsiri) Çünkü, ümmetlerine dinlerini ulaştıran peygamberler,
hayranlık veren güzel bir tabloda onların ilâhlarına büyük ve ağır bir söz vermiştir. Bu
gerçeğin ışığında ortaya çıkıyor ki, önceki peygamberlerin ümmetleri, peygamberlerinin
direktiflerinden ve Allah'ın onlarla birlikte olan sözünden dışarı çıkıyorlar. Son
peygambere uymayan ehl-i kitap mensupları; aynı zamanda bütünü ile yaratıcısına teslim
olan, O'nun emri ve dilemesiyle işlerini programlayan, Allah'ın yasasına boyun eğen bu
evrenin nizamına da karşı çıkmış oluyorlar. (bk. Seyyid Kutup, Fi Zılal, ilgili ayetin
tefsiri)
Ayetteki Allah’ın şahitlik etmesi konusuna gelince, esasen yüce Allah açık veya gizli
her şeyi bütün ayrıntılarıyla bildiğine göre, böyle bir tanıklık talep etmesi kuşkusuz O'nun
buna olan ihtiyacıyla açıklanamaz. Burada bir taraftan O'nun iradesinin eseri olan
evrendeki karşılıklı tanıklık ilkesine, diğer taraftan da her türlü itham ve
sorumluluğun ispat şartına bağlı olduğuna dikkat çekilmekte ve bunun üzerinde iyice
düşünülmesi istenmektedir. "Ben de sizinle birlikte şahit olanlardanım" cümlesi ise bu
sözün bağlayıcılığına güç katmak ve bundan dönmekten sakındırmak içindir. (Zemahşerî,
ilgili ayetin tefsiri)
4
Balinalarda ayak kemikleri, yılanlarda bel kemikleri,
köpeklerin ayağındaki uzantılar Evrime delil teşkil etmez
mi?
Her bir canlı, çok amaçlı bir programa göre yaratılmıştır. Vücudunda hiçbir organ ne fazladır
ve ne de noksan. Genelde bir organa birden çok görev yüklenmiştir. Biyologların görevi, her
bir organın işleyişini ve ne gibi vazifeleri bulunduğunu ortaya koymaktır. Fakat bazı
biyologlar, işin kolayına kaçmakta, görevini bilemediği organı lüzumsuz ve artık olarak
nitelemektedir. Belki biraz da ideolojik davranarak, vazifesiz saydığı organları, bu canlının
evrimleştiğini iddia ettiği ilkel atalarından kalmış gereksiz organ olarak ileri sürmektedir.
Geçmiş asırda Lamarck tarafından ileri sürülen, kullanılan organların geliştiği, kullanılmayan
organların ise köreldiği şeklindeki görüşün bilimsel bir değeri yoktur. Bir canlıdaki değişiklik
soma hücrelerinde olmuşsa yavrularına geçmez. Mesela, kolu kesilen bir kimsenin çocukları
kolu kesik olarak dünyaya gelmez. Ancak, üreme hücrelerinde ve zigotta olan değişiklik
yavrulara geçer. Dolayısıyla balinanın her hangi bir organı, geçmiş neslinde kullanılmadığı
için körelerek o mevcut şekli almış değildir.
Soruda yer alan ve evrime delil teşkil ettiği ileri sürülen yapılar, hep Lamarck düşüncesiyle
ele alınmakta ve bu canlıların yaşadığı farz edilen atalarından kalma organlar olarak
değerlendirilmektedir. Biyologlar, bu organların gereksiz ve lüzumsuz olduğuyla
uğraşacaklarına, bunların ne işe yaradıkları üzerinde ciddi araştırma yapmış olsalardı,
muhakkak onların, bu canlılar için bir değil ve belki birden çok görevinin bulunduğu ve
hayati organlar olduğu ortaya konmuş olurdu.
Evrime delil olarak ileri sürülen ve işe yaramadığı iddia edilen ve artık organ olarak
nitelendirilen bu tip görüşlerin bilimsel bir değerinin olmadığı bilinmeli ve ciddiye
alınmamalıdır. Çünkü laboratuara girmeyen ve denenemeyen bir konu, felsefî bir düşüncedir,
bilimsel bilgi değildir.
Bir canlıda, değil bir organın gereksiz olarak bulunması, bir atom dahi lüzumsuz değildir. Her
bir atomun, bulunduğu canlıda belirli en az bir görevi vardır. Bir atom dahi canlı vücudunda
gereksiz olarak bulunmuyorsa, bir organın o canlı için gereksiz olduğu nasıl düşünülebilir?
Allah hiçbir şeyi abes ve başıboş yaratmamıştır. Hakîm isminin gereğin olarak, her şeyi
ölçülü, nizamlı, intizamlı, planlı, programlı ve hikmetli olarak vücuda getirmiştir.
5
Hz. Ayşe'nin öğrenmek istemesine rağmen Hz. Peygamberin
öğretmek istemediği ismi azam duası hangisidir?
Hz. Ayşe (r. Anha) anlatıyor:
Ben, Allah’ın Elçisinin aleyhissaaltü veseelam, “Allahım ben senin pak, güzel,
mübarek ve zatına en sevimli ismin ile şüphesiz senden (hayır) dilerim, o ismin ki
onunla çağrıldığın zaman icabet edersin, onunla senden (hayır) istendiği zaman
verirsin, onunla senden rahmet istenildiğinde rahmet eylersin ve sıkıntıdan
kurtulmak için onunla senden yardım dilendiği zaman sıkıntıdan kurtarırsın” diye
dua ederken sesini işittim.
Yine Hz. Ayşe validemizin bildirdiğine göre, Resûl-i Ekrem aleyhissalatü vesselam bir
gün, “Ey Ayşe, Allah'ın hangi isimle çağırıldığı zaman duayı kabul buyuracağını
bana gösterip bildirdiğini bilir misin?” buyurdu. Ben, “Ey Allah’ın Elçisi! Babam
anam sana feda olsun O İsmi bana öğret dedim. O (asm): “Ey Ayşe, o İsmin öğrenilmesi
sana uygun değildir” buyurdu. Bunun üzerine ben uzaklaşıp biraz oturdum. Sonra
kalktım ve O'nun (mübarek) başını öptüm. Daha sonra “Ey Allah’ın Elçisi, o ismi bana
öğret” diye ricada bulundum. O yine “Ey Ayşe, o ismi sana öğretmem uygun değildir.
Çünkü şüphesiz senin o isimle dünyalık bir şey istemen senin için uygun olmaz”
buyurdu.
Bunun üzerine ben de kalkıp abdest aldım ve iki rekat namaz kıldıktan sonra: “Allahümme
innî edûkellah ve edûkerrahmân ve edûke’l-berrerrahîm ve edûke biesmâike’lhusnâ küllehâ mâ alimtü minha ve mâ lem a’lem entağfiralî ve terhamenî -Allahım!
Şüphesiz ben seni Allah, diye çağırırım, er-Rahmân diye çağırırım, el-Berr, erRahîm, diye çağırırım ve seni bildiğim ve bilemediğim Esmâ-i Husnâ'nın hepsiyle
çağırırım ki beni mağfiret edesin ve bana rahmet edesin” diyerek dua ve dilekte
bulundum. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi güldü. Sonra buyurdu ki, “Şüphesiz o isim
senin duada andığın isimler içindedir.” (bk. Müsned, 3/120, 158, 245, 265; 4/ 350,
360; İbn Mace, Dua 9)
İsm-i Azam, Allah'ın en büyük ismi anlamında bir tabirdir.
Bu rivayet, Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselamın bir duasını bildirmekte, Allah'ın bir
İsm-i Azam'ının bulunduğuna ve o isimle Allah'a edilen dua ve dileklerin kabul olduğuna
ve bu mübarek isim ile dünyanın zevk ve sefasına değil, ebedî mutluluğa yönelik
dileklerde bulunmanın uygunluğuna dikkat çekmektedir.
Allah'ın ism-i Azam'ının hangi isim veya isimler ya da hangi ayet olduğu konusunda
rivayet edilen hadislere göre, âlimlerin değişik görüşleri olmuştur. Bunlardan bazıları
özetle şöyledir:
- Lafza-ı Celâl olan; "Allah" ismi
- Tevhîd kelimesi olan; "La ilahe illallah" cümlesi
- "Er-Rahmân er-Rahîm" isimleri
6
- "Allah er-Rahmân er-Rahîm" isimleri
- "eI-Hayy el-Kayyûm" isimleri
- "Allahu lâ ilâhe illâ huvel-Hayyü'l-Kayyûm"
- "Lâ ilâhe illâ hüvel-Hayyü'l-Kayyûm"
- "Rabb"
- "Allahu lâ ilâhe illâ huve’l-Ahedü’s-Samed ellezî lem yelid ve lem yûled ve lem
yekûn lehû küfüven ehad."
- "el-Hannânü'l-Mennân Bediü's Semâvati ve'l-Ard zü'l-Celâli ve'l-ikram elHayyü'l-Kayyûm" (bk. Fethu'l-bârî, XII, 526-527)
Bu konudaki farklı rivayetleri ve açıklamaları dikkate alarak, en güzeli ve ideali, ism-i
azam konusundaki bütün rivayetlerde geçen isimleri ve cümleleri okuyarak Allah'a
dua ve dilekte bulunmak olduğu söylenebilir. (bk. Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve
Şerhi, Kahraman Yayınları: 10/41-45)
İlave bilgi için tıklayınız:
İsm-i azam ne demektir? Bu hangi isimdir? İsm-i Azam ve Tercüman-ı İsmi Azam
duaları nelerdir?
7
Bizi gaflete iten nedenler nelerdir? Bunlardan nasıl
kurtuluruz?
Gaflet bir yandan ruh ile bedenin kaynaşmasından sonra ortaya çıkan bir insanlık özelliğidir.
Bu uyanıklık ve tefekkür hali sadece meleklere hastır. Cismanî olan bünye, hayvansal ve
bitkisel özelliğe sahip olduğu için bu iki özelliğin yansımalarını gösterirken ileriye
görememeye başlar. Buna gaflet denilir.
Bununla beraber, kör hissiyatın, duyguların, akıl ve ruhî aktivitenin mücadelesine sahne olan
insanoğlu bu iki taraftan hangisine fazla rağbet ederse, buna göre de gafil ve uyanık unvanını
kazanır.
Gafletin en büyük kaynağı tefekkürsüzlük, vurdumduymazlık, dünyevi lezzetlere dalmak ve
nefsanî arzuların peşine takılmak gibi negatif faktörlerdir.
Gafletten kurtulmak için, din imtihanını sürekli düşünmek, hesap gününü unutmamak, imanı
güçlendirmek, amel yaparak Allah’tan yardım istemek gerekir. “Amellerin en hayırlısı az da
olsa devamlı olanıdır” (bk. Buhari, İman 16-29) manasındaki hadis bu sürekliliğin önemine
işaret edilmektedir.
“Dünyanın lezzetlerini acılaştıran ölümü sıkça hatırlayın” (Tirmizî, Zühd 4); “imanınızı
tecdidi edip tazeleyin” (Müsned, 2/359) gibi hadislerde de gafletin izalesine yönelik yapılan
tavsiyelerdir.
Zamanın değişmesi, asrın başkalaşması ölüm ve kabir hakikatini değiştirmiyor, insanın
mahiyetindeki sonsuz acizlik ve fakirlik damarlarını tedavi etmiyor, tam aksine bu asır bu
hakikatleri biraz daha açık bir hale getirmiştir.
İnsan şu dünya hayatında başı boş ve gayesiz değildir; buna şahit bütün kainattaki mevcudatın
mükemmel bir intizam ve ahenk içinde bir gaye etrafında hareket etmesidir. Bir çöpün dahi
gaye ve intizam içinde olup da kainatın halifesi konumunda olan insanın gayesiz ve başıboş
olması nasıl mümkün olabilir. Hatta bütün kainat intizam ve ahengini insana odakladığı için,
insan şayet vazifesi olan iman ve ibadeti terk ederse kainat bundan şikayetçi olup kızacaklar.
Bu sebeple deprem ve sel gibi musibetler başımıza geliyor. İnsanın gafleti kainatın intizamını
rencide ediyor ve musibetlerin gelmesine fetva verdiriyor.
İnsanı hayvandan ayıran çok önemli bir özellik onu aklıdır. Eğer insan bu dünyaya sadece
yemek içmek ve zevk almak için gelmiş olsaydı, ona akıl verilmezdi. Zira, akıl geçmişte olan
üzücü olayları insana hatırlatmakla ve gelecek için bir şeyler yapması gerektiğini ihtar
etmekle onun hazır lezzetini bozuyor, acılaştırıyor. Bundan anlaşılıyor ki, insan geçmişi
düşünmek, özellikle de anne rahminde geçirdiği safhaları, bebekliğini, çocukluğunu
düşünmek suretiyle Allah’ın ona ettiği ihsanları hatırlamak, daha sonra ihtiyarlığı, ölümü,
kabri, ahireti düşünmek suretiyle ebedi saadeti için bir şeyler yapmak zorundadır. Onun aklı
bunu emretmektedir; vicdanı bunu emretmektedir; ona o aklı ve vicdanı veren Rabbi de bunu
emretmektedir.
Huşu ve huzur ise; Allah’ın huzurunda olduğunu idrak edip, ona göre hareket etmek
anlamındadır. Allah’ın huzurunda olduğunu sürekli akılda ve zinde tutmanın tek yolu, her
şeyde ona açılan marifet pencerelerini görebilmek ile mümkündür. Yani bir çiçeğe, bir
böceğe, bir yıldıza baktığımız zaman, Allah’ın isim ve sıfatlarını o şeylerde görebiliyor isek, o
8
zaman her şey bize O'nu hatırlatır ve O'nu gösterir; ne yana kafamızı çevirsek onu görürüz.
İşte bu manaya huzuru İlahide meleke kazanma denir. Yani sürekli onun huzurunda
olduğumuzu akılda ve zinde tutmak anlamına gelir. Böyle bir huzur ve meleke de; ancak
sağlam ve tahkiki bir iman ve bütün ibadetleri hakkıyla yerine getirmekle kazanılır.
Huşu ve huzuru bozan önemli bir neden; günahlar ve gaflettir. Bu zamanda sağlam bir huzur,
ancak takva ile mümkündür. İnsan ne kadar tefekkür ehli de olsa, takva yok ise huzuru bozar.
Tefekkür ve takva, huzur ve huşunun temeli gibidir. Bu iki temelden birisi eksik olursa, huzur
ve huşu kaybolur.
Diğer taraftan, istiğfar ve tövbe de; tıkanan feyiz kanalarını açan bir kılavuz gibidir. Ne kadar
çok kullanırsak, feyiz kanalları o kadar berrak ve temiz olur.
Ayrıca, bizi gaflete götürecek çevre ve arkadaşlardan uzak durup, Allah’ı ve ahireti
hatırlatacak çevre ve arkadaşlar ile münasebet içinde olmamız gerekir. Sürekli Allah’tan
bahseden ortamlar ve arkadaşlar içinde bulunmak, sürekli talim ve terbiye içinde olmamızı
temin edecektir.
9
Bir yere dayanmadan uyumak abdesti bozar mı? Bu konuda
hadis var mıdır?
Uyku abdesti bozar. Çünkü uyku ile birlikte his kaybolur. Ağır uykunun veya kısa sürmeyen
bir uyumanın abdesti bozduğunun delili, Hz. Ali (r.a.)'nin rivayet ettiği Peygamber
(a.s.m)'in, "Göz makatın bağıdır. Bu bakımdan uyuyan bir kimse abdest alsın"(1)
hadisi ile Hz. Muâviye tarafından rivayet edilen, "Göz makatın bağıdır. Gözler
uyuduğu vakit bu bağ çözülmüş olur."(2) şeklindeki hadislerdir. Her iki hadis-i şerif
de, uyku sebebiyle abdestin bozulacağına ihtimal teşkil ettiğinin delilidir.
Fakihler uykunun abdest bozucu olduğu konusunda farklı görüşlere sahiptir ki, Nevevî bu
görüşleri Müslim'in Şerhi'nde (1,73) zikretmiştir. Bunlardan birbirine yakın ve ancak
yelin çıkışına delil sayılabilecek uykunun derinliğini açıklamakta farklılık bulunan iki
görüşü seçiyoruz. Söz konusu bu iki görüş aşağıdaki şekilde dile getirilmektedir.
Birinci görüş Hanefilerle Şafiîlerin görüşüdür: Abdesti bozan uyku kalçanın yere iyice
oturmadığı veya yanı üzere yaslanarak veya her hangi bir şeyin üzerine kapanmış olarak
uyumaktır. Çünkü yanı üzere yatmak ve benzeri hâller mafsallann gevşemesinin
sebebidir. Ancak kalçasını yere, bir bineğin sırtına ve buna benzer bir zemine yerleştirmiş
olarak oturup uyuyan bir kimsenin abdesti bozulmaz. Herhangi bir şeye yaslanıp,
yaslandığı bu şey çekildiği takdirde düşecek olursa ve kalçalan da yerde değilse,
Hanefîlere göre abdesti bozulur. Çünkü bu şekilde bir yaslanma ile gevşeme hâli, nihaî
noktasına ulaşır. Ancak Şafîîlere göre kalçaları yere iyice oturmuş ise, abdesti bozulmaz,
çünkü böyle bir durumda her hangi bir şeyin çıkmayacağından emin olunmaktadır. Buna
göre her iki mezhepte de hüküm aynıdır. Namazda kıyamda rükû veya sücutta iken ve
namazın dışındaki bu hâllerde olup uyumak ile abdest bozulmaz. Çünkü nispeten
kendisini tutmak özelliği devam etmektedir. Çünkü bu durum ortadan kalkacak olursa
düşer, dolayısıyla tam bir gevşeme hasıl olmaz.
Buna dair delilleri bir takım hadislerdir ki; İbni Abbas'ın rivayet ettiği şu hadis onlardan
birisidir: "Secde hâlinde iken uyuyan bir kimseye, yanı üzere yatmadığı sürece
abdest almak gerekmez. Yanı üzere yattığı takdirde ise mafsalları gevşemiş
olur."(3) Bir başka lafızda ise bu rivayet şöyledir; "Oturarak uyuyan kimsenin abdest
almasın agerek yoktur. Çünkü abdest alma gereği yanı üzere yatarak uyuyan kimse
içindir. Zira yanı üzere yatarak uyuyan kimsenin mafsalları gevşer."(4) Beyhakî'nin
rivayetlerinden birisinde de şöyle denilmektedir: "Oturarak, ayakta veya secde ederek
uyuyan bir kimse yanını yere koymadığı sürece abdest almak vacip olmaz."
Buna dair delillerden birisi de Hz. Enes'in rivayet ettiği şu hadistir: "Resulullah (a.s.m)'ın
ashabı yatsı namazını beklerlerken oturarak uyurlar, sonra da abdest almaksızın
namaz kılarlardı."(5) Bu hadis-i şerif aynı zamanda az bir uykunun abdesti
bozmadığının delilidir.
Bu delillerden bir diğeri ise Amr b. Şuayb'ın babasından, onun da dedesinden rivayet ettiği şu
hadistir: "Peygamber (a.s.) söyle buyurdu: Oturarak uyuyan kimsenin abdest
almasına gerek yoktur. Ancak yanını yere koyarak uyuyan kimsenin abdest alması
gerekir."(6)
Kemal b. el-Humâm yukardaki hadislerle ilgili olarak şöyle der: Sen zikretmiş olduğumuz bu
hadisler üzerinde düşünecek olursan, bu hadislerin hasen derecesinden daha aşağıya
inmediğini göreceksin. (7)
İkinci görüş Malikilerle Hanbelîlerin görüşüdür. Az veya hafif uyku abdesti bozmaz, ağır
uyku ise abdesti bozar. Malikîlerin kullandıkları ifadeler şöyledir: Ağır uyku kısa zaman
sürse dahi abdesti bozar. Hafif uyku ise uzun zaman sürse dahi abdesti bozmaz.
10
Ağır uyku kişinin sesleri yahut da elinde bulunup da düşen şeyi ya da ağzından salyasının
akmasını ve benzeri hususları farketmediği uykudur. Bunları farkedecek olursa bu
uyku hafif uyku olur. Delilleri ise az önce geçen Hz. Enes'in rivayet ettiği hadistir:
"Resulullah (a.s.)'ın ashabı yatsı namazını beklerlerdi. (Uykudan dolayı) başlan
önlerine düşer, sonra da abdest almaksızın namaz kılarlardı."
İbni Abbas'ın rivayet ettiği şu hadis de delilleri arasındadır: "Teyzem Meymûne'nin yanında
uyudum. Resulullah (a.s.) namaz kılmak üzere kalktı. Ben de onun sol tarafına
durdum. Elimden tutup beni sağ tarafına durdurdu. Uykuya dalacak gibi
olduğumda benim kulak yumuşağımı yakalardı. İbni Abbas devamla dedi ki:
"Böylece on bir rekât namaz kıldı."(8) Bu iki hadis-i şerifte az uykunun abdesti
bozmayacağına dair açık bir delâlet bulunmaktadır.
Dipnotlar:
1- Ahmed b. Hanbel, Ebu Dâvud ve İbni Mace rivayet etmişlerdir. Bu hadisin manası şudur.
Uyanıklık dübürün bağıdır. Yani onun içinde bulunan şeyleri dışarıya çıkmaktan korur
Çünkü o uyanık olduğu sürece kendisinden çıkan şeyleri far keder. Neylü'l-Evtâr, I, 192.
2- Ahmed b. Hanbel ve Darekutnî, Neylü'l-Evtâr, I, 192.
3- Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir, Neylü'l-Evtâr, I, 193.
4- Ebu Dâvud, Tirmizî ve Darekutnî rivayet etmişlerdir. Neylü'l-Evtâr, I, 193.
5- Ebu Dâvud, Müslim ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. Neylü'l-Evtâr, I, 193.
6- Bu hadisi İbni Adiyy rivayet etmiştir. Nasbu'r-Râye, 1,45. Aynı şekilde Beyhaki'de
Huzeyfe b. el-Yemân'dan buna benzer bir hadis rivayet etmiştir.
7- Fethu'l-Kadîr, I, 33.
8- Müslim rivayet etmiştir. Neylü'l-Evtâr, I, 192.
İslam Fıkhı, Vehbe ez-Zuhayli, 1/194-195
11
Din nedir? Dinsiz filozofların dediği gibi katı ve
sorgulanamayan bir dogma bir disiplin midir?
Kur'ân-ı Kerîm'de din kelimesi başlıca şu anlamlarda kullanıldığı görülür: Zül, yönetmeyönetilme, itaat, hüküm, tapınma, tevhid, islâm, şeriat, hudûd, âdet ceza. hesap, millet.
Kuranı Kerim'de "din" kavramı diğer dinler için de kullanılmakla bereber genel olarak
"İslam" için kullanılmıştır. "Din" kavramını ele alırken daha çok İslam dini ve onun
özelliklerini anlatacağız.
Dinle ilgili âyetler incelendiğinde insan sadece Allah'a ibadet edecek, O'na ortak
koşmayacaktır. Din Allah tarafından konulan ve insanları O'na ulaştıran yoldur.
"Muhlisîne lehü'd-dîn" ifadesinde vurgulanan ihlâs kişinin bütün hayatını yüce Allah'a
vakfetmesi, bütün samimiyetiyle O'na bağlanıp teslim olmasıdır; sadece sıkıntı ve üzüntü
anında Allah'a yönelmek değil her zaman O'nu hatırlamak ve koyduğu ilkelerden
ayrılmamaktır.
"Allah katında din şüphesiz İslâm'dır"(Âl-i İmrân 3/19; ayrıca bk. Bakara 2/193) "Kim
İslâm'dan başka bir dine yönelirse onun dini kabul edilmeyecektir; o âhirette de
kaybedenlerdendir"(Âl-i İmrân 3/85) mealindeki ayetlerle İslam dışındaki dinlerin
geçerliliği olmayacağı belirtilmiştir.
Din kavramı, "tarihin akışına ve tabiatın gidişine yön veren, zamana ve âleme hükmeden, dini
ortaya koyan, hesap gününü elinde tutan Allah'ın otoritesi şeklinde özetlenebilecek bir
muhteva yanında "O sizi seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir
zorluk kılmamıştır"(Hac 22/78); "Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, üzerinizdeki
nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm'a razı oldum"(Mâide 5/3).
ayetleriyle bu muhteva genişletilerek "kişinin Allah'a bağlı bir hayat sürdürmesi,
müslüman topluluğuna karşı görevlerini yerine getirmesi; Allah'ın mutlak tasarruf
ve hâkimiyete sahip olması"(Bakara 2/193; Enfâl 8/39) gibi unsurlar da dinin
muhtevasına katılmıştır(Haddad, s. 114-123).
Öte yandan din kelimesi sadece müslümanların değil başkalarının inançlarını da ifade etmek
üzere kullanılmıştır. Meselâ Mekke döneminde müşriklere hitaben, "Sizin dininiz size,
benim dinim bana"(Kâfirûn 109/6); Medine döneminde ise bütün insan toplulukları
muhatap alınarak, "Bütün dinlere üstün kılmak üzere peygamberini doğruluk rehberi olan Kur'an ve hak din ile gönderen O'dur"(Feth 48/28; başka bir örnek için bk.
Yûsuf 12/76) denilmesi buna delil teşkil eder. Bununla birlikte özel anlamda din
kelimesiyle İslâm kastedilmiştir(Âl-i İmrân 3/19). Bu bakımdan "İslâm" ile "din" âdeta
eş anlamlı iki kelime gibi telakki edilmiş ve bütün peygamberlerin getirdiği dinin İslâm
olduğu ifade edilmiştir(Âl-i İmrân 3/85; Nisâ 4/125; Mâide 5/3; Şûrâ 42/ 13). Aynca
İslâm özel olarak Hz. Muhammed'e gelen dinin adıdır.(Mâide 5/3)
Hadis külliyatında da din kavramının muhtevasını belirleyen malzeme bulunmaktadır. Bir
hadiste, "Allah indinde dinin aslı hanîflik ve İslâm'dır" denilmektedir(Tirmizî,
"Menâkıb", 32).
Diğer dinlerin kutsal dilinde din kavramının karşılığı olan kelimeler kullanılmıştır. Ancak bu
kelimelerin hiçbirinin kutsal dilleri ve kitapları İçinde İslâm'daki din kavramı gibi
semantik bir gelişme ve ifade gücüne sahip olmadığı görülür. Kutsal dili İbrânîce olan
Yahudilik'te "abodath elohim" (Allah'a ibadet) tabiri, diğer dinî tutum ve davranışlar
yanında özellikle din kavramını ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bu tabir mâbeddeki
ibadet dahil tamamıyla dini kucaklamaktaydı. Eski Yunanca'da din, hem korku hem saygı
anlamlarını içeren "thrioheya" kelimesiyle ifade edilmekteydi. Hıristiyanlık, yahudi
geleneğinden gelmesine rağmen din terimini eski putperest Romadan almıştır. Günümüz
12
Batı dillerinde "religion" kelimesiyle ifade edilen din için İnciller'de "Allah'ın yolu" tabiri
kullanılır.
Bu tariflerde ortak noktalardan biri dinin ilâhî kaynaklı olduğunun vurgulanmasıdır. Buna
göre gerçek din beşer kaynaklı olamaz. Yine bu tariflerde dinin akıl ve irade ile ilişkisi
gösterilmiştir; bu da dinin bir bilgi ve tercih konusu olduğu anlamını taşır. Nihayet dinin
insanları özü itibariyle hayır olana yönelten bir kanun şeklinde tanımlanması dinin aynı
zamanda bir aksiyon alanı olduğunu gösterir.
Bazılarının iddia ettiği gibi din insanın özgürlüğünü olumsuz anlamda kısıtlayan ve insanı
düşünmekten uzaklaştıran, monotonlaştıran bir olgu değildir. İnsanın yüce bir kudrete
gönülden bağlanması onun gücüne güç katar; dua, niyaz, iltica insanı ulvîleştirir. Allah
sevgisi ve korkusu iki yönden insanın ruhî ilkelliğini giderir, ona kuvvetli bir irade ve
sağlam bir karakter kazandırır. Böyle kimselerin içinde yer aldığı toplumlarda fazilet
yarışı başlar. Din insana hem içgüdülerinin ve madde âleminin esiri olmadığı, hem de
sonsuz bir hürriyet ve bağımsızlık içinde bulunmadığı şuurunu verir. Kişi bencil
duygularına, canlı ve cansız tabiata değil yalnız her şeyin sahibi olan Allah'a boyun
eğecektir. Dinin bu telkini insana gerçek hürriyet ve bağımsızlığını kazandırır. Artık kul,
yaratıklar önünde ve tabiat olaylannın karşısında hayret ve dehşete düşmez.
Din fertleri mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştiren bir âmil olduğu gibi
toplumları yükselten, onların gelişmesini sağlayan bir kurumdur. Din aynı zamanda
ahlâkî bir müessese olarak insanlara yön veren, en mükemmel kanunlar ve en sıkı
nizamlardan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve yönlendiren bir
disiplindir. Dinin zayıflaması ahlâkî ve hukukî suçların artmasına, giderek anarşizme yol
açar. Çünkü din olmayınca ahlâk için yaptırım gücü kalmaz.
İnsan içtimaî varlık olmakla birlikte onun bir de iç dünyası vardır. Yalnızlık, çaresizlik,
korkular, kederler, hastalıklar, kayıplar, musibet ve felâketler karşısında ona ümit, teselli
ve güven sağlayan en son sığınak din olmuştur. Ayrıca dinî meşguliyetlerin insanı
lüzumsuz ve zararlı endişelerden, kuruntulardan uzaklaştırdığı, böylece ruhî bunalımlardan koruduğu, gerçek dindarlarda Allah'a itaatin ana babaya, büyüklere, devlete ve
millete saygı ve bağlılığı, küçüklere sevgi, canlılara ilgi ve sempati gibi ahlâkî duygulan
geliştirdiği, görev bilincini güçlendirdiği tesbit edilmiştir. Tabi bu faziletlerin temel
kaynağı hak dindir.
Dindeki âhiret inancı, bir yandan uhrevî sorumluluk şuuruyla insanın ahlâkî gelişmesine
katkıda bulunurken öte yandan ölüm korkusunun insan psikolojisi üzerindeki tahrip edici
etkisini önler. Ahiret inancı, insanın içindeki ebediyet duygusuna cevap vermek bakımından da önem taşımaktadır. Sıkıntılardan kurtulup ebedî huzura ulaşma, Allah'ın nzâsını
elde etme ideali insanda yaşama sevincine yol açar, dünyanın ıstıraplarına karşı
tahammül gücü verir. Geçici dünya arzuları aslında insan ruhunu tatmin etmediğinden din
ona en yüksek ve ulvî zevkler, manevî hazlar kazandırır.
İnsanlık âleminin manevî ve zihnî gelişmesinde dinin ne kadar geniş bir paya sahip olduğu
medeniyet tarihi incelendiğinde hemen göze çarpmaktadır. İlâhî vahyin peygamberler
tarafından telkin ve tebliğ edilmesiyle insanlar birtakım tutku ve alışkanlıklarından kurtularak daha asil ve daha ulvî fikirlere yükselebilmişlerdir. İnsanoğlunun en yüksek hayat
seviyesine çıkması için aksiyonu esas almayan hiçbir gerçek dinî doktrin yoktur. Dinin
istediği ideal hayat bu dünyada yaşanacak, bu dünya şartlan içinde elde edilecektir.
Günümüzde insanlara asil duygular ilham eden geleneğin, diğer bir anlatımla onlara
ilham veren asil duyguların kökü peygamberler ve onların izinden giden bilginler, düşünürler ve mürşidlerin hikmeti telkinlerine ve örnek hayatlarına dayanır. İnsanoğlunu
manevî ve ahlâkî alanda şimdiki duruma ulaştıran gelişmeler dinle mümkün olabilmiştir.
Din insan toplumunu her zaman kokuşmaktan, çürümekten, mahvolmaktan kurtaran bir
13
medeniyet mimarıdır. Ancak din sayesinde insan bencillikten ve kendine tapmaktan
kurtulup insana, insanlığa hizmet imkânı bulabilmiştir.
Dinin kişiyi başka insanlara karşı kin ve nefrete, intikama ve kan dökmeye sevkettiğini ileri
sürenler olmuşsa da gerçekte her hak din sevgi, saygı ve nezaketi telkin eder. Bazı
dindarlardaki bayağı duygu ve eğilimler aslında dine rağmen geliştirilmiş olan
sapmalardan ibarettir.
Toplum hayatının ürettiği değerlerde de din kendini gösterir. Mimari yapılar, estetik-plastik
sanat eserleri ve edebî mahsullerde, kişi ve yer isimlerinde, örf. âdet ve geleneklerde,
hukukî, siyasî, sosyal, kültürel, askerî, iktisadî ve turistik alanlarda hep dinî temeller,
elemanlar, deyimler, anlayışlar göze çarpar.
Bugün artık bütün dünyada dine dönüş olayı yaşanmaktadır. Yapılan araştırmalar, Tanrı'ya ve
dine dönüşün pek çok ülkede hızlı bir artış gösterdiğini ortaya koymaktadır. Yaşı otuz
beşin altında olanlar yaşlılardan daha çok dine ilgi göstermekte, Tanrı'ya, âhirete ve yeniden dirilişe inanmaktadırlar. Ateist sayısında ise dünya nüfusunun artış hızına göre büyük
bir düşme olduğu tesbit edilmiştir. Günümüzde dinin yeniden itibar kazanmasında, bir
asırdan beri dinin ilmî bir araştırma alanı olarak görülmesi ve din bilimlerinin hızla gelişmesi, ilmî bilgi ve tefekkürün artması, aydınların konuya ilgi göstermesi ve geçmişte
olduğu gibi içtimaî, siyasî ve milletlerarası olaylar üzerinde dinin belirleyici gücünün
farkedilmesi etkili olmuştur. Yine ahlâkî-mânevî değerlerin dinle ilgisinin tartışılması;
ideallerin, tecrübelerin, temel fikirlerin dinle ortak platformlarının bulunması: adalet,
insanın kaderi, Tanrı ve âlem gibi metafizik problemleri düşünme ve açıklığa kavuşturma
ihtiyacı da dine ilgi ve yönelişi zorunlu kılmıştır.
Din Ve Vicdan Hürriyeti
Çağdaş anlayışa göre din ve vicdan hürriyeti genellikle kişilerin istedikleri dini serbestçe
seçmeleri, seçtikleri dinin kurallarını hiçbir müdahaleye mâruz kalmadan uygulamaları,
bu konuda sahip oldukları hakları (öğretme, okutma, yayma, telkin vb.) kullanmaları
şeklinde ifade edilmektedir.
Din sadece inançtan ibaret değildir; aynı zamanda kişinin dünyevî hayatına yön verecek
ahlâkî, hukukî ve sosyal kuralları da ihtiva eder. Bu sebeple dini, yalnızca kişi ile
inandığı varlık arasında bir vicdan meselesi olarak ortaya koymak yanlıştır. Dinî
kuralların bağlayıcılık özelliği ve müeyyideleri vardır. Dinin başka bir temel özelliği de
aynı inancı paylaşan, aynı davranış biçimlerini benimseyen kişilerden meydana gelen bir
sosyal birlik (cemaat) oluşturmasıdır. Böylece dinin ferdî yaşayışı aşan sosyal yönü
olduğu gibi manevî boyutu aşan dünyevî yönü de vardır. Dindar kişi hem dinî cemaatinin
hem de içinde yaşadığı cemiyetin bir üyesidir ve böylece bir taraftan inancının
gereklerine, diğer taraftan da içinde yaşadığı cemiyetin kurallarına uymak durumundadır.
Batı kültür tarihinde din ve vicdan hürriyeti problemi ilk defa Hıristiyanlık'la ortaya çıkmıştır.
Bu din dogmatik tekelciliği sebebiyle dinde bir hoşgörüsüzlük doğurmuştur.
İslâm âlimleri tarafından dinle ilgili olarak yapılan tariflerde dinin benimsenmesi konusunda
insanın irade ve tercihine büyük önem verildiği görülmektedir. Bu bakış açısına göre dini
benimseyip yaşamaları için ferdî vicdanlara baskı yapılamaz. Esasen dinin temel
unsurunu inanç teşkil ettiğine ve inanç da nüfuz edilip müeyyide uygulanması imkânsız
bir gönül işi olduğuna göre herhangi bir inancı zor kullanarak kişinin gönlüne
yerleştirmek fiilen de mümkün değildir. "Eğer rabbin dileseydi yeryüzündeki
insanların hepsi hakkı benimseyip iman ederdi. Yoksa sen inanmaları için insanlara
zor mu kullanacaksın?"(Yûnus 10/99) Bu âyetten anlaşıldığına göre Allah şuurlu ve
hür olarak yarattığı insanın irade hürriyetine müdahale etmeyi dilememiş. "İsteyen iman
etsin, isteyen küfrü tercih etsin"(Kehf 18/29) demiştir.
İslâm'da din ve vicdan hürriyetini belirleyen en sarih ifade Bakara sûresinin 256. âyetinde yer
alır. "Dinde zorlama yoktur: artık hak ile bâtıl tamamen birbirinden ayrılmış ve
14
hak bütün açıklığıyla meydana çıkmıştır" mealindeki âyet üzerinde âlimler çeşitli
görüşler İleri sürmüşlerdir. Buna göre öncelikle zor kullanmak suretiyle dini
benimsetmeye çalışmanın İslâmî bir davranış olmadığı açıktır. Dinin bir bilgi, şuur ve hür
kararla tasdik alanı olması yanında İslâm düşüncesine göre dünya da bir imtihan ve
seçenekler alanıdır. Yaratan veya yaratılmışlar tarafından baskı kullanıldığı takdirde
seçme hürriyetinin yöneleceği alternatifler de ortadan kalkacak ve bu durumda dünya
imtihan alanı olma özelliğini kaybedecektir.
Din serbest irade ile benimsenen ve hayatı topyekün saran bir doktrin, bir yaşayış tarzı, âdeta
insan için ikinci bir tabiattır. Din, iman ve İslâm terimlerinin üçü de "itaat ve boyun
eğme" mânası taşır. İslâm inancına göre bu itaat sadece Allah'a ve O'nun talimatını söz ve
fiil ile bize tebliğ etmesi açısından Hz. Peygamber'edir. Dinî hayat ilk bakışta bir
hürriyetsizlik gibi görünüyorsa da içine girildikten ve samimiyetle benimsendikten sonra
onun insanı yücelttiği, ebedîleştirdiği ve ruh dünyasındaki bütün hürriyetsizliklerini
bertaraf ettiği görülür. Genellikle insan, içinde bulunduğu çevreyi ve alışageldiği hayat
tarzını değiştirmeye karşı direniş gösterir ve bunu bir hürriyetsizlik zanneder. Halbuki bu
tutum onun fizyolojik ve psikolojik gelişmesine engel teşkil eder. Meselâ döl yatağındaki
çocuğun dünyaya gelişi, dünyadaki insanın kabir ve berzah hayatına intikali ve nihayet
ölümsüz âhiret hayatına geçiş, insanın direnmek istediği fakat onun için mukadder olan
değişim ve gelişimlerdendir. Din ise insanın manevî güçlerini geliştirerek dünyada sadece
yüce yaratıcıya bağımlı olmasını ister, âhirette de onu ebediyete hazırlamayı amaçlar. Bu
bakımdan din basit, sathî ve aceleci bakışlara göre hürriyete engel oluşturmakta, uzak
planda ise olabildiğince sınırsız hürriyet sağlamaktadır.
“Dogma” mahiyeti itibarıyla “kesin bilgi ve tartışılmaz doğruyu vazeden bildirim”dir; bunu
beşer zihni vazeder ve tartışılmasını yasaklar. Bir bilgi veya hüküm açık müzakere,
tartışma, tefsir ve tevile açık değilse dogmadır. Sonuçta denen şudur: “Bu böyledir, böyle
düşünmek ve inanmak zorundasınız. Aksi yönde görüş beyan edecek olan cezalandırılır.”
İslam düşünce geleneğinin parametresi “dogma” değil, “nass”tır. Nass, tefsire, tevile,
müzakere ve ictihada açıktır. Düşünme ve ifade özgürlüğü, nassın hikmetini ve
maksadını anlamak bakımından kısıtlanması mümkün olmayan bir hakkın kullanımıdır.
Ve genellikle bir nassın birden fazla ve üstelik birbirine aykırı yorumları olduğundan bu
sayede birden fazla mezhep, fırka ve ekol teşekkül etmiştir.
Dinin esası vahiydir. Vahiy olmadan insanlar akıl ile dinin hakikatlarına ulaşamaz. Akıl
ise bu vahiy mahsulu olan dini anlamada kullanılır. İşte din vahyin ve aklın birleşmesiyle
anlaşılır ve yaşanır.
Din insanın özgür düşüncesine müdahale etmemekte aksine özgür düşünce sınırları içerisinde
doğruyu bulma konusunda yol göstermektedir. Kur’an’da sık sık insanların aklına, fikrine
vurgu yapılmakta, “Hiç mi düşün müyorsunuz? Hiç mi aklınızı kullan mıyorsunuz?
Hiç mi tefekkür etmiyorsunuz?” manasına gelen ifadelere yer verilmektedir.
Rablerinin kim olduğunu soran Fir'avn'a Hz. Mûsa'nın şu cevabı ne kadar anlamlıdır: "Bizim
Rabbimiz herşeye hilkatini veren sonra da doğru yolu gösterendir." (Tâ-Hâ, 20/50)
(Geniş bilgi için bkz. DİA, Din Md.)
15
Yüce Allah neden kendisine ibadet edilmesini istiyor?
Allah en büyük olduğu için bunu istiyor. Çünkü küçüklerin büyüklere karşı saygı duyması,
hem küçüklerin hem de büyüklerin arzularına uygundur. Hz. Adem’den beri rotasını
şaşırdığı durumlarda bile insanların beşer üstü güçlere tapma ihtiyacını göstermeleri bu
hakikatin açık belgesidir.
Tapmak, ibadet etmek, hem saygının hem de sevginin bir göstergesidir. İnsanları yoktan
var eden, onlara bin bir çeşit nimetler sunan, onları seven ve bu sevgisini gönderdiği
vahiy ve ilka ettiği ilhamlarla ortaya koyan Allah’ın, bu kullarından saygı ve sevginin bir
tezahürü olan ibadet ve kulluk istemesi kadar tabii ve makul bir şey olabilir mi?
Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır: “Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden
önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle yapmakla her türlü
zarardan korunabilesiniz. O Rabbinize ki yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir
kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller
çıkardı. Öyleyse siz gerçeği bilip dururken sakın Rabbinize eş koşmayın." (Bakara,
2/21-22)
Kul ile Allah arasında en yüksek ve hoş bağ; ibadet bağıdır. Yani insan, ibadet ile
Allah’a müracaat edip ondan bir şeyler talep ediyor, Allah da bu ibadetin neticesi olarak,
o talepleri yerine getiriyor. İbadet, insan ile Allah arasında bir iletişim ve ulaşım
vasıtasıdır.
İbadetler İlahi bir iletişim dilidir. Nasıl mors alfabesi bir iletişim dili ise, ibadet de kul
ile Allah arasında bir iletişim dilidir. Demek ibadeti terk etmek, Allah ile iletişimi
koparmak anlamına geliyor.
Allah insana, aşağıdan yukarı genişleyerek giden nimetler zinciri ihsan etmiştir. Bu
nimetlerle insanın ufku ve istifade dairesi sürekli genişleyerek ve katlanarak ilerliyor.
Birinci ve en temel nimet vücut ve varlık nimetidir ki, bu nimet diğer bütün nimetlerin
aslı ve esası mesabesindedir. Nasıl bina temel üstünde duruyor ise, bütün nimetlerde
varlık temeli üstünde duruyor.
Varlık nimetini büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Hayat nimeti ile insanı alem-i
şehadet denilen bütün kainatla irtibat ve alaka peyda ettirdi. Nimet sahası bütün kainat
oldu. Hayat varlık nimetinden sonra en büyük ve önemli ikinci nimet perdesidir.
Bu hayat nimetine insaniyet nimetini ekledi ve insanın istifade alanı maddi ve manevi
bütün alemleri kuşattı. İnsani vasıfları ile nimet sofrası alabildiğine genişledi. İnsaniyet
içindeki şuur ve idrak bu nimetlere ayrı bir değer kattı.
Bu vücut, hayat, insaniyet nimetlerine İslamiyet nimetini de vererek, dairesi ve istifade
alanını alemi şehadet ve gaybı içine alarak daha da büyüdü. Adeta bütün mahlukat ve
yaratılmışlar insanın büyük ve geniş bir sofrası haline dönüşmüştür. Sadece mahlukat
değil, mahlukat ardında asıl tecelli eden Allah’ın isim ve sıfatları insanın istifade sahasına
İslamiyet ile dahil olmuştur.
16
İman-ı tahkiki nimeti dünya ve ahreti içine aldığı gibi, imandaki marifet ve muhabbet
nimeti ile imkan ve vücub dairelerini de içine aldı ve nimetin en yüksek ve geniş
manasına ulaşmış oldu.
Bütün bu nimetler düşünüldüğünde insanın külli bir şükür ile mükellef olduğu
anlaşılıyor. Külli bir şükür ise başta namaz ve diğer farzlardır ve haramlardan
sakınmaktır, yani ibadettir. Öyle ise ibadet bize verilen bu külli nimetlerin bir ücreti, bir
mukabilidir. İbadetteki sevapları ise Allah’ın ekstra bir ihsan ve ikramı olarak görmek
gerekiyor. Zira biz bin yıl ibadet etsek, bize verilen iki gözün karşılığını ve ücretini
vermiş olamayız.
İman ve ibadetin şahsi ve toplumsal faydalarına da kısa ve maddeler halinde işaret
etmeye çalışalım.
- İman ve ibadet öncelikle insanın Allah’a karşı sorumluluğunun ifa edilmesidir. Yani
insanın asıl yaratılış gayesi iman ve ibadettir ki, bunu yerine getirmek insan için en büyük
fayda ve menfaattir. Nasıl bir cihaz, amacının dışında kullanıldığı zaman kırılır ya da
yıpranır ise, aynı şekilde insan da asıl amacı olan iman ve ibadetin dışına çıkarsa, kırılır
ve yıpranır. Menfaatten ziyade mücazat görür.
- Allah’ın rızası, bütün menfaat ve faydaların membaı ve kaynağıdır; zira menfaat de
zarar da onun iradesi ile olur. Öyle ise insanın en büyük menfaat ve faydası, Allah’ın
rızasını kazanmaktır ki, bunun tek yolu da iman ve ibadettir.
- Allah iman ve ibadetlerin içine cennetin küçük bir modeli hükmünde olan peşin bir
ücret koyarken, onun aksi olan küfür ve isyanın içine de cehennemin küçük bir modeli
hükmünde olan peşin bir azap yerleştirmiştir. Öyle ise dünyada cennetin küçük bir
modelini yaşamak istiyor isek, hayatımızı iman ve ibadete göre dizayn etmeliyiz. Ya da
hayatımızı küçük bir cehenneme çevirmek istemiyor isek, yine hayatımızı iman ve
ibadete göre tanzim etmeliyiz.
- İman ve ibadetin en büyük menfaati saadeti ebedinin vesikası olmasıdır. Yani insan
ebedi saadeti istiyor ise hayatını iman ile hayatlandırıp ibadet ile süslendirmelidir.
Dünyaya ait en büyük menfaat ahirete ait en küçük menfaatten daha önemsizdir.
- Allah’a iman ve itaat ile bağlanan bir milyon insanı idare etmek, on tane münkiri idare
etmekten daha kolaydır. Yani toplumun dirliği ve asayişi açısından iman ve ibadet ehli
insanlar, imansız ve ibadetsiz insanlardan kıyasa gelmeyecek kadar daha ehven ve daha
menfaatlidir.
- İman ve ibadet şu kainatın intizamına kuvvet verdiği için, dünya saadetinin temeli de
yine iman ve ibadete bakıyor. İman ve ibadet insan ile kainat arasında adeta bir adaptör
ve uyum vesilesidir. Bu vesileyi inkar eden, kainatın ağır ve ezici çarkları altında
ezilmeye mahkum kalır. Öyle ise kainat ve maddi alemle uyum ve ahenk içinde yaşamak
istiyor isek, iman ve ibadet adaptörüne muhtacız demektir.
- Dünyadan küsmüş, ağır sıkıntı ve azaplar içinde olan bir insana en güzel teselli yine
iman ve ibadettir. Dünyanın hangi saadeti ya da ideolojisi bu adamı iman ve ibadet kadar
teselli edebilir acaba. Mesela, ölüme yaklaşmış ihtiyar ve hasta bir adamı iman ve
ibadetten başka ne ile mutlu edebiliriz? Toplumun büyük bir kısmı hasta, yaşlı, kadın,
17
çocuk ve musibete düşmüş insanlardan oluşuyor. İman ve ibadetten başka dünyanın hangi
uyutucu ve aldatıcı şeyleri bu kesimleri tatmin edip mutlu edebilir acaba?
İlave bilgi için tıklayınız:
Niçin ibadet ediyoruz?
Allah'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?
İnsan niçin yaratılmıştır?
İbadete İhtiyacı Olan, Biziz!
18
Peygamberler en karizmatik otoriteler olarak görülüyor.
Peygamberlerin fiziksel özellikleri bu kadar güzel
olmasaydı yine ona bu kadar bağlanıp severler miydi?
Onların verdikleri haberler doğru çıkmasaydı ne olurdu?
Peygamberlerin otoritesi, maddi, fiziksel güzelliklerine bağlı değil, onların ahlakî, ilmî, insanî
ve nebevî karakterlerine bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Fiziksel güzelliğin ahlakî, ilmî
güzellik ve kemalatın yanında çok az bir değere sahip olduğunu bilmeyen yok gibidir.
Kur’an’da hiçbir peygamberin fiziksel güzelliğine vurgu yapılmaması, buna mukabil onların
ahlakî değerlerine dikkat çekilmesi ve özellikle Hz. Muhammed için “Sen muhakkak ki
çok yüksek bir ahlak üzeresin” (Kalem, 68/4) denilerek ona övgüde bulunulması
peygamberlik otoritesinin kaynağını ortaya koymaktadır.
Peygamber olduğunu söyleyen bir kimsenin verdiği haberlerin doğru çıkmaması demek,
onun hak peygamber olmadığı anlamına gelir. Böyle bir durumda insanların onu terk
etmesi aklın ve vicdanın bir gereğidir. Çünkü, ahlakın temel esasını teşkil eden doğruluk
ve dürüstlüğün kaybolması, ahlaksızlığın en çirkin sahnesi olan yalancılığın ortaya
çıkması, değil peygamberlikle, normal bir insanın değerleriyle de bağdaşmaz.
Diğer taraftan Peygamberlere karizmatik şahsiyetler demek ve peygamberlik hakikatini
de karizma ile izah etmeye çalışmak doğru değildir. Hatta peygamberlere -bazılarının
söylediği gibi- dâhi demek de aynı ölçüde yanlış anlaşılabilecek bir ifadedir. Güya bu
karizmatik özelliklerinden ve dahi olmalarından dolayı insanları etkilemişler ve ona göre
hareket etmişler gibi bir anlam akla gelebilir. Bu da dini açıdan yanlış bir anlayışa neden
olur.
Peygamberler, şahsi becerilerine, sıradışı özellik ve hususiyetlerine -isterseniz buna
karizmatik özellikler diyebilirsiniz- bağlı olarak hayatlarını sürdürmemişlerdir. Evet onlar
ne sevk ve idarede, ne de hayatın diğer alanlarındaki çalışmalarında ferdi becerilerine,
şahsi istek ve arzularına veya kararlarına göre değil, Allah’ın yönlendirmesine göre ve
Onun verdiği izne uygun olarak hareket etmişlerdir.
19
Hz. İbrahim’in 100 yaşına kadar isminin Avram olduğu
söyleniyor. Buna göre ayetlerde ona İbrahim denilmesi
bir hata değil midir?
Hz. İbrahim’in isminin, daha önceki kitaplarda Ebrahem, Ebram ve benzeri şekillerde
olduğu bilinmektedir.
Ancak, Kur’an’ın İbranice, Süryanice ve benzeri yabancı kökenli isimleri, Arapça’ya
uygun yeni bir formatla takdim ettiği bilinmektedir. Örneğin; Muses/Musaş ismini
Musa; Yesu ismini İsa, Şelom ismini Süleyman olarak değiştirmiştir. Hz. İbrahim’in
ismi de bu kuralın dışında değildir. (bk. Niyazi Beki. Kur’an’daki İsimlerin Esrarı)
Dolayısıyla Kur’an’da bir hata değil, hikmetli bir tasarruf söz konusudur.
Ayrıca bir insanın adı, önceden farklı olsa bile, en son hangi ad ile anılmışsa, kalan
hayatında ve hayatından sonraki dönemlerde en son adıyla anılması hikmete daha
uygundur. Bu açıdan İbrahim ismiyle Kur'an'da anılmasında ayrı bir hikmet söz
konusudur.
Diğer taraftan, aynı şahıstan söz ederken hep aynı ismi kullanmak da ayır bir hikmet
gereğidir. Dinleyenlerin aynı kişiden bahsedildiği konusunda bir şüpheye düşmemeleri
gerekir. Böylece maksat ve hikmet yerine gelmiş olur. Zaten önemli olan ismin sahibidir.
Buna işaret eden ve doğru anlamayı sağlayan isim tercih edilmiştir.
Bununla beraber, Avram, Ebrahem, Ebram ve benzeri şekillerde ifade edilen ismin,
aslında İbrahim olma ihtimali de çok yüksektir. Nitekim İbrahim ismi ile Hz. İbrahim
aleyhisselamın özellikleri arasında muhteşem bir benzerlik ve harika bir uyum vardır.
İslam alimlerinin bildirdiğine göre, İbrahim kelimesinin anlamı gerek Suryânîce’de ve
gerekse Arapça’da aynı anlamda olup, “merhametli, yufka yürekli baba” mânâsına
gelir.” (bk. el-Kurtubi, II/96)
Süheylî gibi bazı müfessirlerin belirttiğine göre Süryanice ile Arapça dili İbrahim
kelimesinde olduğu gibi pek çok yerde birbirine uyar.
Hz. İbrahim’in bu sözlük anlamını pekiştiren bir husus da, onun bütün çocuklara
merhametli bir baba şeklinde yaklaştığını ve hanımı Sare ile birlikte berzah aleminde
kıyamete kadar ölüp oraya gelen çocuklarla ilgilenmekte olduğunu gösteren rivayetlerdir.
(bk. el-Kurtubi, a.y.)
Ayrıca -Kur’an’da geçtiği üzere- kendisinden sonra gelen peygamberlerin de onun
soyundan gelmiş olmaları, onun şefkatli baba unvanını pekiştirmektedir.
Bakara Suresinin 124. ayetinde geçen ve Hz. İbrahim’in pederane şefkatini gösteren “Ve
min zürreyeti”(benim soyumdan da insanlara önder yap) ifadesi bu anlama ışık
tutmaktadır.
Ayetin meali şöyledir: “Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle sınamış,
20
onları tam olarak yerine getirince; (Allah da ona): Ben seni insanlara önder
yapacağım, demişti. (İbrahim ise), soyumdan da (önder yap) dedi. Allah ahdim
zalimlere ermez, buyurdu.”
Bu ifadelerde İbrahim kelimesinin Eb-Rahim (Merhametli bir baba) sözcüklerinden
meydana geldiğini söyleyen görüşlerin doğruluğunu destekleyen ipuçlarına işaret
edilmektedir. Neslinden olan peygamberler bunun şahitleridir.
Kitab-ı mukaddes'in tefsircileri de İbrahim kelimesinin “yüce baba, cumhurun babası”
anlamında olduğunu söylemişlerdir. (bk. Tekvin, Bap 17/5 (haşiye).
Allah dostu, şefkat dolu, Pegamberlerin babası ve özellikle alemlere rahmet olarak
gönderilen Hz. Muhammed (asm)’in merhametli Atası olan Hz. İbrahim (a.s)'in
Kur’an’daki yerini gösteren şu tablo da Kur'an'ın i'cazı açısından görülmeye değer:
1. Adı İbrahim’dir. Yufka yürekli, merhamet dolu baba anlamına gelir. Bu manayı ifade
etmek üzere Kur’an iki yerde onu Evvâh olarak vasıflandırmaktadır: “Şüphesiz ki
İbrahim çok şefkatli ve çok ağırbaşlı/yumuşak huylu (halim-selim) bir insandır."
(Tevbe, 9/114) "Şüphesiz ki İbrahim çok ağırbaşlı, çok şefkatli ve içtenlikle Allah'a
yönelen bir kimsedir.” (Hud, 11/75)
Elmalılı Hamdi’nın bildirdiğine göre, yukarıdaki ayetlerde geçen Evvâh kelimesine
değişik anlamların verilmesine rağmen genelde hepsinin ortak özelliği yumuşak kalpli,
merhametli bir insanı tarif etmesidir. “Bundan dolayı son devir tefsir alimleri bunun
yürek yufkalığından, merhamet ve şefkatten kinaye olduğunu söylemişlerdir.” (bk.
Yazır, 4/415, I/405)
2. Kur’an’ın kendine has yazımında İbrahim kelimesinin ebced değeri, 258’dir.
Arapçada, şefkatli, merhametli anlamına gelen Rahim kelimesinin ebced değeri de
258'dir.
3. Bu anlamı ifade eden Evvâh kelimesinin son olarak geçtiği ve İbrahim isminin de yer
aldığı Hûd suresinin 75. âyeti, Kur'an'ın 1548. âyetidir ki, bu sayı, 6x258’dir.
4. Bütün Kur’an’da 258 numaralı âyet tek bir tane olup Bakara suresi’ndedir. Bu âyet,
ebced değeri 258 olan İbrahim ismine tahsis edilmiştir. Üstelik bu isim adı geçen yerde
üç defa tekrarlanmıştır:
“Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında
İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrud’u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: Rabbim,
hayat veren ve öldürendir, demişti. O da: “Ben de hayat verir ve öldürürüm, demişti.
İbrahim: Allah güneşi doğudan getirmektedir, haydi sen de onu batıdan getir, dedi.
Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez.”
5. Kur’an’ın 258. sayfası, ebced değeri 258 olan İbrahim suresine aittir.
6. İbrahim Sûresinde İbrahim ismi sadece bir defa söz konusu yapılmış ve 258. sayfanın
hemen karşısında yer almıştır.
Bunları da dikkate aldığımızda onun değişik isimleri olsa bile, Kur’an’da İbrahim ismiyle
anılmasının ne kadar hikmetli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
21
Bir hadis rivayetine göre, Şeytan, geceden sabaha kadar
şerrinden muhafaza olunması için ayete'l-kürsi
okumanın yeterli olacağını söylemiştir. Şeytanın dediği
doğru olur mu?
Konuyla ilgili rivayet şöyledir:
Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem beni ramazan zekâtı olan sadaka-i fıtrı korumakla
görevlendirmişti. Bir adam gelip yiyecek şeylerden avuçlamaya başladı. Adamı tuttum
ve:
– Vallahi seni Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna götüreceğim, dedim.
Adam:
– Şüphesiz ben muhtacım, çoluğum çocuğum ve pek çok ihtiyacım var, dedi. Bunun
üzerine ben adamı salıverdim. Sabaha çıkınca, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Yâ Ebâ Hüreyre! Dün gece tutsağın ne yaptı?” buyurdu. Ben de:
– Yâ Resûlallah! İhtiyaç içinde bulunduğunu ve çoluk çocuğu olduğunu söyledi, ben de
acıdım ve salıverdim, dedim. Resûl-i Ekrem:
– “O sana yalan söyledi, tekrar gelecek” buyurdu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in bu sözü üzerine tekrar geleceğini anladım ve onu gözetlemeye koyuldum.
Adam geldi ve yine yiyecek şeylerden avuçlamaya başladı. Bunun üzerine:
– Seni Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna çıkaracağım, dedim. Adam:
– Beni bırak, çünkü ben gerçekten muhtacım. Çoluk çocuğum da var. Bir daha gelmem,
dedi. Ben de acıdım ve salıverdim. Sabah olunca yine Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem bana:
– “Yâ Ebâ Hüreyre! Dün gece tutsağın ne yaptı?” diye sordu. Ben de:
– Yâ Resûlallah! Bana yine ihtiyaç içinde bulunduğunu ve çoluk çocuğu olduğunu
söyledi, ben de acıdım ve salıverdim, dedim. Peygamberimiz:
– “O kesinlikle sana yalan söyledi, ama tekrar gelecek” buyurdu. Ben de üçüncü defa
gelmesini bekledim. Gerçekten geldi ve yine yiyecek şeylerden avuçlamaya başladı. Onu
tekrar yakaladım ve:
– Seni mutlaka Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna çıkaracağım; artık bu
üçüncü ve son gelişindir. Bir daha gelmeyeceğine söz veriyorsun sonra tekrar geliyorsun,
dedim. Bu defa bana:
– Beni bırak! Allah’ın seni faydalandıracağı bazı kelimeleri ben sana öğreteyim, dedi.
22
Ben:
– O kelimeler nelerdir? dedim. O:
– Yatağına girdiğinde Âyetü’l-kürsî’yi oku. O takdirde, senin yanında Allah tarafından
sürekli bir koruyucu bulunur ve sabaha kadar şeytan sana yaklaşamaz, dedi. Bunun
üzerine ben onu salıverdim. Sabah olunca Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana:
– “Tutsağın dün gece ne yaptı?” diye sordu. Ben de:
– Yâ Resûlallah! Allah’ın beni faydalandıracağı birtakım kelimeleri bana öğreteceğini
söyledi, ben de onu salıverdim, dedim. Peygamber Efendimiz:
– “O kelimeler neler?” diye sordu, ben de o kimsenin bana:
– Yatağına girdiğin zaman Âyetü’l-kürsî’yi, “Allahü lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyü’lkayyûm” âyetini başından sonuna kadar oku; senin yanında Allah tarafından
sürekli bir koruyucu bulunur ve sabaha kadar şeytan sana asla yaklaşamaz, dediğini
söyledim. Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Bak hele! Kendisi yalancı olduğu halde bu sefer sana doğruyu söylemiş. Üç
gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun, ey Ebû Hüreyre?” dedi. Ben:
– Hayır, bilmiyorum, dedim. Resûl-i Ekrem:
– “O şeytandır” buyurdular. (Buhârî, Vekâlet 10, Fezâilü’l-Kur’ân 10, Bed’ü’l-halk 11)
Buhârî bu hadisi Sahîh’inin üç ayrı yerinde zikretmiştir. Ancak, buradaki şekliyle sadece
Kitâbü’l-Vekâle’de zikretmiş, diğer yerlerde özetlemiştir. Biz, hadiste dikkat çekilen bazı
noktalara işaret etmekle yetineceğiz.
Bu hadisten Peygamberimiz zamanında sadaka-i fıtrın bir mekânda toplandığını, sonra
ihtiyaç sahiplerine dağıtıldığını anlıyoruz. Hz. Peygamber’in gaybın bilgisine sahip
kılındığının hadislerde pek çok örneği varsa da, Ebû Hüreyre olup biteni anlatmadığı,
Efendimiz de bu olaya bizzat şahit olmadığı halde gelen adamın yaptıklarını ve daha
sonra yapacaklarını haber vermesi bunun bir örneğini teşkil eder.
Ebû Hüreyre’nin onu görmesi ve yakalaması, şeytanın değişik şekillere girdiğinin bir
delilidir. Ayrıca, Resûl-i Ekrem’e hakkıyla tâbi olmanın bereketi ve kerâmetinin Ebû
Hüreyre’de görünmesinin de açık bir göstergesidir. Sadaka-i fıtır, fakir ve muhtaçların
hakkı olduğu için, sadaka malından alan kişi kendisini böyle tanıtmıştır.
Beyhakî’nin naklettiğine göre, gece yatağına girdiğinde Âyetü’l-kürsî’yi okuyan
kimsenin Allah Taâlâ kendi evini, komşusunun evini ve mahallesini güvenli kılar.
(Ali el-Kârî, el-Mirkât, IV, 632).
Ebû Hüreyre, Peygamberimiz’in uyarısı ile gelen kişinin yalan söyleyen biri olduğunu
biliyordu. Bu sebeple üçüncü gelişinde mutlaka onu yakalayıp Resûl-i Ekrem’in
huzuruna çıkarmak istemişti. Fakat bu defa onun Allah katında makbul ve insan için
faydalı sözlerden bahsetmesi Ebû Hüreyre’yi bu kararından vazgeçirdiği anlaşılıyor.
23
Belki de o, bu kişinin yaptığına pişman olup tövbe ettiği kanaatine sahip oldu. Bu sebeple
de onu salıverdi.
Zaten bunun artık bir başka gece gelmesi de mümkün değildi. Çünkü Resûl-i Ekrem’in
“Gelen kişi doğru söylemiş” demesi üzerine Ebû Hüreyre bundan böyle her gece
yatağına girdiğinde Âyetü’l-kürsî’yi okuyacak, sabaha kadar kendisine şeytan
yaklaşamayacaktı.
Esasen şeytanın verdiği haberler yalan haberlerdir. Çünkü Peygamber Efendimiz’in
açıkça buyurduğu üzere, şeytanın vasfı yalancılıktır. Fakat yalancı olanın bazı kere doğru
söylediği de olur. İşte Peygamberimiz bu hususa dikkat çekmişlerdir.
Nitekim “İblis, öyle ise, Senin izzetine yemin ederim ki ben de onların hepsini
şaşırtacağım. Ancak Senin ihlasa erdirdiğin kullar bundan müstesnadır, dedi."
(Sad, 38/82) mealindeki ayette bildirildiğine göre, İblis, ihlasa erdirilen kullara zarar
veremeyeceğini söylüyor. Devamındaki ayette ise, “Allah, işte bu doğru! Ben de şu
hakikati söyleyeyim ki cehennemi, gerek senin cinsinden, gerek insanlardan sana
uyanlarla dolduracağım, buyurdu" (Sad, 38/83) ifadesinde, İblis’in bu sözünün doğru
olduğu Allah tarafından onaylanmıştır.
Demek ki, cinlerden olan şeytanlar veya şeytanlaşmış insanlar da nadiren de olsa doğruyu
söyleyebilirler. Bunu, menfaatleri gereği, bir zarardan korunmak, bir doğruya bin
yalanı eklemek gibi düşüncelerle yapmış olabilirler. Ya da Allah, o zararlı varlıkların
diliyle, onları iyi kullarına hizmet ettirmesi adına yaptırmış olabilir.
Ancak burada unutulmaması gereken en önemli nokta, böyle şerirlerin söylediklerinin
ayette olduğu gibi Allah tarafından veya Hadiste olduğu gibi Onun Elçisi tarafından
onaylanması gerekir. Bu durumda bizler, Allah ve Elçisinin onayına uymuş oluruz. Bu
nedenle insan ve cin şeytanlarından oluşan bu güçlerin bazen söyledikleri bu tür doğruları
esas alıp onlara uymak, onların arkasından gitmek doğru olmaz.
Bu hadisteki olayda, vahiyle desteklenen ve haber verilen Peygamberimizin bu
işaretinden bunları anlayacak ve ölünceye dek şeytani güçlerin bazı kere söyledikleri
doğrularla yolumuzu değiştirmeyeceğiz. Allah’ın kitabıyla ve Onun Elçisinin sünneti ile
bize gösterilen dosdoğru yolda yürümeye devam edeceğiz.
Buna göre;
- Âyetü’l-kürsî, birçok açıdan faziletlere sahiptir.
- İhlâs ve samimi bir inançla geceleyin Âyetü’l-kürsî okunan bir evi, Cenâb-ı Hak o gece
şeytanın şerlerinden korur.
- Geceleyin uyumadan önce Âyetü’l-kürsî okumak sünnete uygun bir davranıştır.
- Peygamber Efendimiz, Allah’ın izniyle gayb bilgilerine sahipti.
- Şeytanın ve bazı cinlerin vasfı yalancılık olup, onların söylediğine inanılmaz. Ancak
bazı kere doğru söyledikleri de olur.
24
"En güzel isimler Allah'ındır, O'na o isimlerle dua edin, O'nun
isimleri konusunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar
yaptıklarının cezasını göreceklerdir." (A'raf 7/180)
Ayette geçen "O'nun isimleri konusunda eğriliğe
sapanlar" kimlerdir?
"En güzel isimler Allah'ındır, O'na o isimlerle dua edin, O'nun isimleri konusunda
eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir." (A'raf 7/180)
"En güzel isimler" diye çevirdiğimiz "Allahu Teâlâ'nın en güzel ve en mükemmel olan
niteliklerine, özelliklerine delâlet eden isimleri" anlamına gelir.
Allah'ın isimlerinin ve sıfatlarının güzellikle nitelendirilmesinin sebebi konusunda Ebû Bekir
İbnü'l-Arabî şu görüşleri ileri sürmektedir:
1. Bu isimler, Allah hakkında yücelik ifade eder, kullarda da saygı hissi uyandırır.
2. Zikir ve dua olarak okunduğunda kabule vesile olur, sevap kazandırır.
3. Kalplere huzur verir, rahmet ümidi aşılar.
4. En yüce varlık olan Allah'ın isimlerini, anlamlarını kavrayarak okumak, okuyanının
değerini de yüceltir.
5. Bu isimler Allah hakkında zorunlu, mümkün ve imkânsız olan inançları ve kanaatleri ifade
ettiği için bu isimleri bilip okumak doğru inancın oluşmasına da katkıda bulunur(bk.
Bekir Topaloğlu, "Esmâ-i hüsnâ", DİA, XI, 404; Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: II/495).
"İnkâr" kelimesiyle çevirdiğimiz ilhâd, "haktan sapmak, itidalden ayrılmak" anlamına
gelir. Kelimenin bu âyetteki anlamının üç noktada yoğunlaştığı anlaşılmaktadır:
a) Bu isimleri ancak Allah hakkında kullanılması gereken anlamlarıyla Allah'tan başkası için
kullanmak,
b) Allah'ı, baba oğul gibi sadece yaratılmışlara özgü isim ve sıfatlarla anmak,
c) Allah'ın isimlerini tamamen inkâr etmek veya böyle bir sonuç doğuracak şekilde te'vil ve
tahrif etmek
Âyette bu şekilde Allah'ın zatına mahsus en üstün niteliklerinin ifadeleri olan güzel isimlerini
gerçek anlamlarından saptıranlar kınanmakta, onların bu kötü niyetli tutumlarının
cezasını görecekleri uyarısında bulunulmaktadır (Kur’an Yolu, a.g.y.)
Mesela bedevilerin "Ey ikram ve yüceliklerin babası, ey akyüzlü, ey kurtarıcı!" demeleri
gibi, yanlış düşünceye ve kötü zanna sebebiyyet verecek bozuk ifadelerden ve hadd-i
zatında herhangi bir en üst düzeydeki kemali de ifade etmeyen isimlerden uzak durunuz.
Veya "Rahmân" ismini tanımak istemeyen müşrikler gibi, sapık düşünceyle esmâ-i
hüsnanın (güzel isimlerin) bazılarından yan çizmek isteyen, mesela Kur'ân'da yer alan
"Güçlü, intikam alan, büyüklük sahibi, zorlu" gibi azamet ve sonsuz kudret ifade
eden ilâhî isimlerin güzelliğine itiraz etmeye kalkışan, ya da Allah'a mahsus olan esmâ-i
hüsnayı Allah'dan başkasına da aynen ıtlak edip vermeye kalkan, veyahut Arap
müşriklerinin yaptığı gibi, Allah'ın isimlerinden bazısını alıp müennes sigasıyla Allah
isminden el-Lât, el-Azîz isminden el-Uzza şeklinde kendi putlarına isim koydukları gibi
bir çeşit isim türetme yoluna sapan, mesela şuna buna ilâh, (müzik ilâhı, gençliğin ilâhı,
futbol ilâhı vs.) ilâhe, mabud, mabude, rezzak, hallâk diyen dinsizlere bakmayınız, onlara
uymayınız, onların inkârlarını kendilerine bırakınız. Onlar yaptıklarının cezasını
göreceklerdir(Elmalılı, İlgili ayetin tefsiri).
25
"Ey Adem oğulları! Size "Şeytana kulluk etmeyin, o sizin için
apaçık bir düşmandır; bana kulluk edin, doğru yol
budur" dememiş miydim?" (Yasin, 60-61) Ayette geçen
"şeytana kulluk etmek"den maksat nedir?
Yasin Suresi, 60-61. Ayetler: "Ey Âdem oğulları! Size "Şeytana kulluk etmeyin, o sizin
için apaçık bir düşmandır; bana kulluk edin, doğru yol budur" dememiş miydim?"
Ayetlerin Açıklaması:
Şeytana kulluktan maksat, onun kışkırtmalarına kapılmak ve telkinlerine uymak, Allah'a isyan
teşkil eden buyruklarını yerine getirmektir. (Taberî, XXIII, 23; İbn Atıyye, IV, 459)
Başta şirk ve inkarcılık olmak üzere günahları bağışlanmayanların işitecekleri azara
değinilen bu âyetlerde, kendilerine verilen cezanın yadırganacak bir şey olmadığı,
şeytana kulluk edilmeyip yalnız Allah'a kulluk edilmesi gerektiği konusunda vakti
zamanında gerekli uyarıların yapılmış olduğu belirtilmektedir. (bk. Diyanet Tefsiri,
Kur’an Yolu: IV/448-449.)
Suç ve günahlar ortaya çıkıp suçlular cehenneme sevkedilirken, Allah onlara, dünyada yapılan
uyarıyı bir daha hatırlatıp kendi iradeleriyle kendilerini böylesine elim sonuca
getirdiklerini bildirir. İblîs'in, kâinat plânında ne hikmetle yaratıldığını peygamberler
yeterince açıklamış; insanın yaratılmasından maksadın Cenâb-ı Hakk'ı bilip O'na ibâdet
etmek olduğunu çok açık şekilde belirtmişlerdir. O bakımdan akıl ve irâdesini kullanmayıp onları nefislerinin emrine verenler, bu uyarıya iltifat etmemişler, hakka sırt çevirip
hilkatlerinin amacının dışına çıkmışlardır.
İşte kıyamet gününde sadece cehenneme atılmakla kalınmıyor, bir de kınanıp
azarlanıyorlar. Zira Allah'a kulluk, insan için nihaî gaye ve değişmeyen yoldur; aynı
zamanda yaratılışının hikmet ve amacıdır. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın
Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5063.)
26
İslam dininin sembolü, simgesi, parolası, alameti nedir?
Şiar, Allah'a kulluk etmeye vesile olan, saygı gösterilmesi ve korunması gereken belli ibadet,
işaret ve semboller anlamında bir terimdir.
Sözlükte "bilmek, hissetmek" anlamındaki şi'r (şa'r) kökünden türeyen şiar (şaî-re,
çoğulu şeâir) "ayırıcı özellik, nişan, alâmet, sembol" manasına gelir. Şiâre ve meş'ar
kelimeleri de aynı anlamdadır.
Bu çerçevede bayrak ve sancak gibi temsil özelliği taşıyan şeylere veya askerlikte
kullanılan parolalara da şiar adı verilmiştir.
Dinî terminolojide Allah tarafından vazedilen, O'na kulluk etmeye vesile olan, saygı
gösterilmesi ve korunması gereken belli ibadet, işaret ve semboller şiar kabul
edilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de şiar kelimesi geçmemekle birlikte "dinin gerçekleştirilmesini
emrettiği hususlar" anlamındaki şaîrenin çoğulu olan şeâir hac ibadetinin konu edildiği
dört yerde Allah kelimesine muzaf olarak zikredilir. Bu âyetlerde hac veya umre
münasebetiyle aralarında yürünen Safa ve Merve ile kurban edilecek hayvanların
Allah'ın koyduğu dinî simgelerden olduğu (Bakara 2/158; el-Hac 22/36), söz konusu
simgelere saygısızlık edilmemesi gerektiği ve bunları yüceltmenin Allah'a bağlılıktan
kaynaklandığı (Mâide 5/2; Hac 22/32) belirtilmektedir.
Başka bir âyette hacıların Arafat'tan sonra gittikleri mekâna (Müzdelife) "meş'arü'lharâm" (ibadet yeri) denilerek burada Allah'ın çokça anılması istenmektedir. (Bakara
2/198)
Hadislerde, Câhiliye döneminde uygulandığı için ashaptan bazılarının önceleri Safa ile
Merve arasında sa'y etmekte tereddüt gösterdikleri, ancak Bakara sûresinin 158. âyeti
indikten sonra bunu yerine getirdikleri bildirilmektedir. (Buhârî, Hac, 79-80; Tirmizî,
Tefsîrü'l-Kur'ân, 2)
Yine hac ibadeti sırasında yüksek sesle söylenen "telbiyenin-Lebbeyk Allahümme
lebbeyk.." demenin haccın şiarlarından sayıldığı haber verilmekte (Müsned, II, 325; V,
192), Hz. İbrahim'den gelen dinî bir gelenek olduğu için hacdaki uygulamalara devam
edilmesi emredilmekte (İbn Mâce, Menâsik, 55; Nesâî, Menâsik, 202), ayrıca
Müzdelife'deki mekânın meş'ar-i haram olduğuna dair rivayetler yer almaktadır.
(Müsned, 1, 298; Müslim, "Hac", 148; Ebû Dâvûd, "Menâsik", 56)
Şeâir kelimesi naslarda daha çok hac ibadetinin rükün ve unsurlarıyla ilişkili iken daha
sonra tefsir kaynaklarında ve dinî literatürde muhtevası genişletilerek ibadete, saygı ve
tazime konu olan davranış ve sembollerin bütününü kuşatan bir terim şeklinde
kullanılmaya başlanmış, hacda somut formlar halinde öne çıkan mekân, nesne ve
uygulamaları tasvir için kullanılan terim dinin temelini oluşturan esasları da içine
almıştır. Nitekim Zeccâc'ın şeâir tanımlaması bu yöndedir. (Lisânü'l-'Arab, "şiar" md.)
İmam Mâtürîdî konuyla ilgili âyeti tefsir ederken "şeâirullah" kavramına bütün farzların
veya genel olarak dinî konuların girdiği şeklindeki anlayışlara temas eder. (Tevilâtü'lKur’ân, IV, 134)
27
Fahreddin er-Râzî de bir anlama göre Allah'a kulluk işareti taşıyan her şeyin tek
ibadetle sınırlı kalmayıp şeâir kapsamına girdiğini söyler. (Mefâtîhul-ğayb, IV, 177; XI,
128)
Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, şeâirin alanını daha da genişleterek ibadetlerin yanında
Allah'ın kendine has kıldığı ve manen O'na yaklaşma vesilesi yaptığı, duyularla
algılanabilen dinî sembolleri de bu terim içinde kabul eder. Buna göre en büyük dört şiar
Kur'an, Kabe, Peygamber ve namazdır. Bunlara saygı göstermek Allah'a saygı
göstermek, saygısızlıkta bulunmak O'na saygısızlık yapmak hükmündedir.
(Hüccetullâhi'l-bâliğa, I, 206-209)
Elmalılı Muhammed Hamdi şeâirin bazen ibadetin kendisiyle, bazen da ibadet edilen
yerle ilişkili olabileceğini belirtir; bu bağlamda haccın rükünleri yanında ezanı,
cemaatle namazı, cuma ve bayram namazlarını, hatta camileri ve minareleri de
dinin şiarları arasında sayar. (Hak Dini, I, 554; bk. DİA İslam Ansiklopedisi, Şiar md.)
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de Şeairin, adeta toplumun tamamını ilgilendiren
birer ibadet olduğunu söyler. Birinin yapmasıyla o toplum tamamen istifade ettiği gibi,
onun terkiyle de bütün Müslümanlar sorumlu olurlar. Bu noktadan konuyu
değerlendirdiğimiz de, bunları yapmakta herhangi bir gösteriş ve riya söz konusu olamaz.
(bk. Lemalar, On Birinci Lema)
Sonuç olarak denilebilir ki, Dinin topluma ve sosyal hayata bakan yönlerine İslam
alametleri denilebilir.
Buna göre, İman alameti olan kelime-i tevhit ve kelime-i şahadet; Allah’ı zikretmek
anlamında besmele, hamdele, salvele, tekbir, tahmid, tehlil gibi zikir ifade eden
kelimeler; namaz, oruç, hac, zekât, kurban, cuma, cemaat gibi ibadetler; cami,
minare, sarık, başörtüsü/tesettür gibi alametler; bayram, ezan, selam gibi adetler de
“İslam alametleri/sembolleri/simgeleri” sayılırlar.
Özetle, bize Allah’ı, Kur’an’ı, Peygamberi, İslamiyeti, müslümanlığı hatırlatan her şeye şeair
denilebilir.
28
Dört mezhebe göre de, Cuma Namazı kadınlara farz değil
midir?
Câbir b. Abdullah'ın naklettiği bir hadiste şartlar şöyle belirlenmişti:
"Allah'a ve âhiret gününe inananlara Cum'a namazı farzdır. Ancak yolcu, köle,
çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır" (Ebû Dâvud, I, 644, H. No: 1067;
Dârakutnî, II, 3; Bağavî, Şerhu's-Sünne, I, 225) Bu istisnaların dışında kalan her
müslüman erkek bu namazla yükümlü demektir.
Cuma namazının kadınlara farz olmadığı konusunda icma vardır. Asr-ı saadetten beri hiçbir
İslam müçtehit ve alimi bunun aksini söylememiş, bütün İslam ülkelerinde, her dönemde
uygulama da böylece devam ede gelmiştir.
Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerinde cuma namazı kadınlara farz değildir. Ancak
cuma namazında hazır olup da kılarlarsa, namazları sahih olur ve öğlen namazı yerine
geçer. (bk. Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı, Çağrı yayınları,
İstanbul 1993, c. 2, s. 534)
29
“Bu eskilerin masallarıdır" diyenlerle "Biz bunu önceki
kitaplarda işitmedik" diyen kşileri karşılaştırdığımızda bu
iki grup arasında nasıl bir fark var?
İnkârcılar farklı kesimlere mensup oldukları için, itirazlarını farklı şekilde seslendirmişlerdir.
Özellikle müşrikler, eski kitaplardan da mahrum olduklarından ve peygamberlik
kurumuna İnanmadıklarından, Kur’an hakkında “bu eskilerin masallarıdır" diyebilirler.
Eski masallar sözüyle İran ve benzeri ülkelerin milletlerinden öğrendikleri bazı hikayeleri
kast ediyorlar.
Tarih boyunca insanların masallar ürettiği bir gerçektir. Kendileri de buna
inanmıyorlardı, fakat başka bir çare bulamayınca bu benzetmeyi yapıyorlar ve bunu bir
teselli olarak kullanıyorlardı.
“Biz bunu önceki kitaplarda işitmedik” ifadesi, özellikle ehl-i kitap veya ehl-i kitaptan
bazı şeyler öğrenmiş müşriklerin kullandığı bir argümandır. Bununla, “daha önce gelmiş
ve insanlar tarafından kabul görmüş kitaplarda olmayan şeylerin bulunduğunu, bunun da
-güya-Kur’an’ın semavî bir kitap olmadığına delil saydıklarını anlatmak istiyorlardı.
Halbuki bir yandan -Kur’an’da bulunan bazı ifadelerin benzerlik göstermesi veya açıkça
Tevrat’tan aktarılması sebebiyle- bir taraftan “Kur’an eski kitapların kopyasıdır”
diyorlardı. Diğer yandan da “eski kitaplara benzemiyor” diye itiraz ediyorlardı. Bu
çelişkili ifadeler onların çaresizliklerini gösteren tarihi bir belgedir.
Kur’an’da, bu çok farklı ve de çelişkili ifadelerine yer verilmek suretiyle itirazcıların ne
kadar zavallı bir duruma düştüklerine de işaret edilmiştir.
30
Hazreti Adem ve Hazreti Havva ölüm diyarı olmayan
Cennette ölümü tanımadıklarına göre, nasıl oluyor da
şeytanın bu konudaki vesvesesine yenik düşerek
günahkar oldular?
Evvela cennetin hayat diyarı olması demek, Hz. Adem ile Hz. Havva'nın Cennete ilk defa
girdiklerinde orada ölümsüz olacağı anlamına gelmez.
İkincisi, Hz. Adem ve Hz. Havva ilk defa hiç görmedikleri bir diyarda bulunuyorlardı.
Buranın baki bir diyar olup olmadığını bilseler dahi kendilerinin bu diyarda baki kalıp
kalmayacaklarını bilmelerine imkân yoktu. Çünkü bu mesele aklî değil,
naklidir/Allah’tan gelen bir mesajla ancak anlaşılabilir.
İlahî hikmet onları da imtihana tabi tutmuş ve bu konuda özgür iradelerini ilahî yasak ile
şeytanın cazip teklifinden birini tercih etmelerine imkân vermek üzere bu beka konusunu
onlara bildirmemiş olabilir.
Bununla beraber, onlar çok saf ve temiz kalpli oldukları için bir varlığın yalan yere
Allah’ın adını kullanabileceklerini hiç hesaba katmamışlardı. Nitekim Hz. Adem’in, “Ey
Rabbim, ben senin izzetine yemin ederim ki sana yalan yere yemin eden hiç kimse
görmemiştim." (Onun için şeytanın yeminine kandım)” dediği rivayet edilir. (bk.
Razi, Mefatih, Bakara, 35. Ayetin tefsiri) İnsan fıtratı da beka aşkı ile ebedi hayat aşkıyla
dopdolu olduğu için, bir an bu duygusal tarafları ağır basmış ve ilahî yasak konumunu
unutmuşlardı.
Zaten olayın asıl hikmeti de Hz. Adem’in ve neslinin yeryüzü halifeliği görevine
getirmek olduğu için, bu fiili unutmanın sonucu bir yandan bir ceza olarak cennetten
kovulmayı gerektirdiği gibi, bir yandan da yeryüzü halifelik makamına terfi ettirilmiştir.
Sorunuzda geçen “Cennete gidersek, bizler de ölümsüzlüğün tanıkları olacağımız için,
şeytan cehennemden salıverilse ve yine vesvese vermeye kalksa, bu tuzağa
düşmeyeceğiz” şeklinde bir yargı isabetli değildir. Kur’an’da “Onların ateşin karşısında
durdurulup, ah! Keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha rabbimizin âyetlerini
yalanlamasak ve inananlardan olsak! dediklerini bir görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte
oldukları şeyler (günahlar) onlara göründü. Onlar dünyaya gönderilseler bile,
nehyolundukları şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar” (En’am,
27-28) manasındaki ayetin vurgusu bu hakikatin açık delildir.
31
İsrailiyattan bazı şeyler alabilirsiniz, anlamında bir hadis var
mıdır? Varsa ne demektir?
Konuyla ilgili hadisin manası şöyledir:
"Benim tarafımdan (teblîğ edilen Kur'ân'dan) bir âyet olsun halka ulaştırınız. İsrâîl
oğulları'ndan da (ibretli kıssalar) haber verebilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur.
Her kim (benim söylemediğim birşeyi söyledi diye) bile bile bana yalan isnâd ederse,
o da cehennemdeki yerine yerleşmeye hazırlansın" (Buhari, Enbiya 50; Müslim, Zühd
72; Tirmizi, İlim 13; Müsned, 3/39)
İsrailiyat, israiliyye kelimesinin çoğuludur ve bu kelime, israilî bir kaynaktan nakledilen kıssa
veya olay anlamındadır. (Zehebi, Muhammed Huseyn; el-İsrailiyyat fı't-Tefsir ve'l-Hadis,
Mısır-1986, s. 13)
İsrail, Hz. Yakub'un ismi veya lakabıdır. Yahudiler ona nisbet edilerek kendilerine Benu
İsrail (İsrailoğulları) denilmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim de Yahudileri “Benu İsrail”
diye isimlendirmektedir.
O halde israiliyat, Yahudi kaynaklardan aktarılan bilgiler anlamındadır. Ne var ki tefsir
ve hadis ilimleriyle uğraşanlar, “İsrailiyat” kelimesini daha geniş bir anlamda
kullanmışlardır. Yahudi ve Hıristiyan kültürlerin yanı sıra geçmişlerin mitolojilerinden
tefsir ve hadis kitaplarında bulunan haberlerin tamamına İsrailiyat demişlerdir.
Hemen şunu belirtelim ki; peygamberler, Hz. Adem'den Peyamberimiz Hz. Muhammed'e
kadar birbirlerinin izleyicisidirler. Hepsi aynı yolu savunmuşlardır. Kur'anî terminolojide
bu yolun adı İslam'dır.
Peygamberlerin hepsi aynı yolun izleyicileri olduklarına göre birine indirilen her kitap,
kendinden öncekine indirilen kitabın doğrulayıcısıdır. Ancak bir kitabın kendinden
önceki kitabın doğrulayıcı olması, o kitabın bir fotokopisi olması anlamında değildir.
Hepsinde itikat konuları aynıdır, ama pratik hayatla ilgili meselelerde bir takım
farklılıklar vardır.
İşte bu gibi farklılık arzeden konularda bir sonraki kitap, bir önceki kitabı nesheder. Yani
o farklı konulardaki hükümlerini iptal eder. Ayrıca eğitim üslupları açısından da
aralarında bir takım farklılıklar söz konusu olabilir. Çünkü eğitimde takip edilecek
metotlar, toplumların yapıları, kültürel birikimleri ve psikolojilerine göre tespit edilir.
İsrailiyatı çeşitli açılardan kısımlara ayırmak mümkündür. Ancak bizi ilgilendiren,
İslam'a uyma ve uymama, bir de onları nakletmenin caiz olup olmaması gibi hususlardır.
İşte bu açıdan israiliyatı üç kısma ayırabiliriz:
1. İslam'a uygun olan İsrailiyat.
2. İslam'a uygun olmayan İsrailiyat.
3. Hakkında hüküm bulunmayan; doğrulanması ya da yalanlanması için elde bir kıstas
bulunmayan İsrailiyat.
32
Tevrat ve İncil, bütünüyle tahrif edilmiş kitaplar değildir. Bu nedenle hak ile batılı bir
arada bulundururlar. Bunlardan Kur'an ve sahih sünnete uygun düşenler haktır. İslam'a
uygun olan İsrailiyattan maksat da, bu tür hususlardır. Peygamber (asm)'in, başta
aktardığımız "İsrâîl oğulları'ndan da (ibretli kıssalar) haber verebilirsiniz. Bunda bir
sakınca yoktur." anlamındaki hadisi bu tür İsrailiyata yorumlanmıştır.
Kur'an ve sahih sünnetle bağdaşmayan İsrailiyat ise batıldır ve bu gibi İsrailiyat, ancak
reddedilmek ve eleştirilmek kaydıyla nakledilebilir. İsrailiyatı nakletmeyi yasaklayan
rivayetler de (bk. Ahmed b. Hanbel, III/387; Ibnu Kesir, V/329) bu tür İsrailiyata
yorumlanmıştır.
Bir kısım İsrailiyat ise, dini hüküm taşımayan hususlarla, olması da olmaması da ihtimal
dahilinde olan olayları nakleden İsrailiyattır. Bu tür İsrailiyatın nakledilmesini bazı
alimler caiz görmüştür. Kimi de İsrailiyattan olduklarının belirtilmesi kaydıyla caiz
olduğunu söylemişlerdir.
33
Download