Sayı Tam Dosyası

advertisement
YazanTarih
@yazantarih
1
yazantarih
YazanTarih
yazantarih
yazantarih.tr.gg
————————————————
Bizden Size———————————————–———
YAZ 2017
Anadolu’nun Kaderi Malazgirt
Dergimizin birinci sayısında Ankara Savaşı’nı, ikinci sayısında ise dinler tarihi açısından çok büyük bir öneme
sahip olan Kudüs’ü ele aldık. “Tarih yazıldığı sürece var
olur” sloganıyla yola koyulduk. Bu amaçla üçüncü sayımızda Anadolu’nun kaderi diye niteleyebileceğimiz Malazgirt
Savaşı’yla karşınızdayız.
Anadolu’nun kaderini değiştiren bu savaş Bizans
açısından olumsuz sonuçlar doğururken, Selçuklu Devleti
ve Türkmenler açısından olumlu ve çok önemli sonuçları
olmuştur. Bu savaşla ilgili romanlar, şiirler, kitaplar ve dergiler yazılmıştır. 1071 yılı Türkler için bir yükseliş olurken,
Bizans için ise bir yok oluşun başlangıcıdır. Şimdi de bu
savaşı kaynaklar dâhilinde aktararak ve hamaseti bir yana
bırakarak gerçeği olduğu gibi aktarma zamanı tarih öğrencilerinde!
Bu sayımızda birçok alanda çeşitli makaleler sizleri
bekliyor. Ayrıca bu sayının bir diğer önemi ise kitap tanıtımına ağırlık vermemiz oldu. Belki de biz öğrencilerin en
iyi yaptığı iş bu. Bunlardan başka özel dosyada Moğolları
ele aldık. Bu sayımızda Adıyaman Üniversitesi Ortaçağ
Tarihi Anabilim Dalı hocalarından olan Doç. Dr. Mustafa
Alican ile bir söyleşi yaptık. Derginin çıkmasında ve her
konuda bize destek veren YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü
hocalarından Yrd. Doç. Dr. Abdurrahim Tufantoz hocamıza
teşekkürlerimizi borç biliriz.
Oscar Wilde’nin dediği gibi “Herkes Tarih Yapabilir lâkin sadece bir kişi tarih yazabilir.” Sizde bu serüvende
yer almak istiyorsanız ekip olarak her zaman yanınızdayız.
Kitapla kalın…
Yazan Tarih Yazı İşleri Müdürü
Muhammed Oflas
Tarih Yazıldığı Sürece Var Olur!
Genel Yayın Yönetmeni
MAZLUM ŞAHİN DEMİR
Yazı İşleri Müdürü
MUHAMMED OFLAS
Editör
CİHAT YATCI
Editör Yardımcıları
EBRU ALAN
LEYLA ÖZİŞÇİ
NURSEL ABUL
Sosyal Medya Sorumlusu
MURAT GENÇ
NURSEL AKGÜN
Dergipark Sorumlusu
SİNAN ERGİNOĞUZ
Projeler Direktörü
ÖZCAN EVRENSEL
Grafik-Tasarım
MAZLUM ŞAHİN DEMİR
Danışma Kurulu
Yrd. Doç. Dr. ABDURRAHİM TUFANTOZ
Doç. Dr. CAVİD QASİMOV
İletişim
[email protected]
Dağıtım
[email protected]
Dergipark
Academia
SAYI:3 YAZ 2017
Abonelik
Ücretsiz e-dergimize abone olmak için iletişim adreslerimize başvuru yapabilirsiniz.
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
2
————————————————
İ
Ç
İ
N
D
E
K
İ
L
E
R
İçindekiler———————————————–———
15
8
29
69
24
12
49
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
3
————————————————
İ
Ç
İ
N
D
E
K
İ
L
E
R
İçindekiler———————————————–———
34
79
57
63
61
72
65
66
32
75
78
05
82
83
84
GÜNCEL
MİZAH
OKU!
AYIN SORUSU
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
4
—————————–—————————
Güncel ———————————————–———
YAZAN TARİH EKİBİ MALAZGİRT’TE
Bizler Yazan Tarih ekibi olarak üçüncü sayımız olan Malazgirt özel sayısı için, Selçukluların
Anadolu’ya giriş kapısı olarak kullandığı ve sonucu Türkler açısından büyük bir zafer olan Malazgirt Ovası’ndaydık. Burayı yerinde görmemizi
sağlayan ve yardımlarını esirgemeyen hocamız
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahim Tufantoz, Orman ve Su
İşleri 14. Bölge genel Müdürü Mustafa Şentürk,
Millî Parklar şube müdürü Abdulcelil Özkan’a
teşekkür ediyoruz.
Ahlat civarından Süphan Dağı’nın eteklerinden Malazgirt Ovası’na geldiği tespit edildi.
Ahlat Yolu’nun sağ ve solundaki derelerde
Selçuklu okçularının saklandığı ve 25 Ağustos
1071’de öncü birliklerin nabız yokladı. Asıl savaş
olan 26 Ağustos 1071’de Bizans’ın ve birçok kahramanlığı bulunan Romanos Diogenes’in hezimetiyle sonuçlanan ve bir daha çıkarılmamak üzere Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Malazgirt Meydan
Muharebesi meydana geldi. Saklanan Selçuklu okçularının aniden saldırmasıyla ok saldırılarına maruz
kalan Bizans ordusu neye uğradığını şaşırdı. Hilâl
taktiğiyle Bizans ordusunu bir çember içine alan ve
sıkıştıran Selçuklular Bizans kralının da esir düştüğü
ve tarihe Selçukluların müthiş zaferi olarak geçen
muharebe böylece son bulmuş oldu.
Malazgirt
Ovası’nda
Sayın
Mustafa
Şentürk ile bir röportaj gerçekleştirdik. Daha sonra
bölge halkıyla da görüşmelerde bulunduk. Onların
ağzından da savaşın nasıl meydana geldiğini öğrendik. Malazgirt eski muhtarlarından Alihan
Sarıbatur (1950) ve Ömer Çaylak (1956)’tan savaşın Malazgirt’in Yaramış Köyü civarında olduğunun ve Sultan Alparslan’ın karargâhını ve ordusunu buranın hâkim tepelerine kurduğunu söylediler.
Savaşın kazanılmasında bu köyün çok büyük bir
etkisi olduğundan Sultan Alparslan,“Siz bizim
işimize çok yaradınız” diyerek köye bizzat kendisi
Yaramış ismini vermiştir. Böylece o zamandan beri
köy, Yaramış Köyü olarak varlığını bugüne kadar
sürdürmüştür. Muhtarlarla ve yöre halkıyla yapılan görüşmeler ve yapılan incelemelerde savaşın
bu köy civarındaki ovada yapıldığı anlaşıldı. Ayrıca bölgede Malazgirt Savaşı’ndan kalma bir de
şehitliğin olduğunu öğrendik ve ziyaret ederek
incelemelerde bulunduk.
Yaptığımız röportajda Malazgirt Millî parkı
dışında, Çanakkale Millî Parkı, Sarıkamış Millî Parkı ve Erzurum’da Nene Hatun Millî Parkı’nın da bu
projeler kapsamında korunduğu bilgisini aldık. Genel müdürümüz Sayın Şentürk, bu projelerin uluslar
arası yerler için uygulandığını belirtti ve bu kapsamda Malazgirt’in biraz ötelendiğini ve kendilerinin de
bunu daha iyi duyurabilmek ve yeni nesile aktarabilmek için çalıştıklarını söyledi. 14. Bölge Müdürü
olarak bölgeye geldiğinde aklında bu projeyle buraya geldiğini anlattı. Bu tür projelerin gerekli incelemeler ve bakanlık onayından sonra yapıldığını söyleyen ve ilk amaçlarının Malazgirt Ovası’nı Millî
park ilân ettirmek olduğunu anlattı. Bölge müdürümüz Nemrut Dağı’ndaki kalderanın bir doğa harikası olduğu ve krater gölü bakımından Amerika’dan
sonra dünyanın ikinci büyük gölü olduğu söyledi.
Krater bakımından da dünyada on altıncı sırada ve
buranın bir tabiat parkı olduğunu belirtti. Millî Parklar kanunu altında; Millî park, Tabiat parkı, Tabiat
alanı ve Koruma alanı adlı dört başlık altında bu
projeler toplandığını öğrendik.
Yapılan
röportajda
bölge
müdürümüz
Mustafa Şentürk, savaş alanının burası olduğunu
kesinleştirip Millî park ilân ettirme amacını güttüklerini ve bu amaçla Millî Parklar projesini en kısa
zamanda hayata geçirmek için uğraştıklarını belirtti. Savaş alanının daha önce Ağrı- Patnos ile MuşMalazgirt
arasında
15 kilometrelik
mesafede
“Gülkoru Köyü’nden” Malazgirt’in girişine kadar
olan bölge savaş alanı olarak belirlenmişti. Bölge
Müdürümüz Mustafa Şentürk, yaptıkları ikinci ve
son incelemelerde gerçek savaş alanının Yaramış
Köyü ile Malazgirt arasındaki geniş ovada olduğu
tespit ettiklerini söyledi. Yapılan bu son incelemelerde Selçuklu karargâhları Yaramış Köyü’nün
hâkim tepelerine kurulduğu ve Sultan Alparslan’ın
Bunun dışında Sayın Mustafa Şentürk, hayalinin Malazgirt Savaşı’nı üç boyutlu olarak canlandırmak istediklerini anlattı. Amaçlarının elçilerin ve
Romanos Diogenes ile Alparslan’ı konuşturmak,
savaşı üç boyutlu olarak canlandırmak olduğunu ve
bunun içinde elinden geleni yapacağını söyledi.
Çağın bilgisayar çağı olduğu ve bu teknolojiyle büyüyen nesillerin tarihi daha iyi anlayan ve savunan
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
5
——————————————–————
Güncel ———————————————–———
Sayın Şentürk, gençlerin bu alanlara yönlendirilmesi gerektiğini belirtti. Yine unutulan
Zeve Şehitliği’nin de yaşanan acıları ve bu vatanın
nasıl kazanıldığının anlaşılması gerektiğini söyleyen sayın müdürümüz, üç boyutlu olarak bu olayları canlandırarak bunları daha iyi anlatmayı amaçladıklarını belitti.
Ekibimizin Malazgirt Ovası’na gidip üçüncü sayımız için burayı bizzat görmemizi sağlayan
başta YYÜ Ortaçağ Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
hocamız Yrd. Doç. Dr. Abdurrahim Tufantoz, Orman ve Su İşleri 14. Bölge Genel Müdürü Mustafa
Şentürk ve Millî Parklar şube müdürü Abdulcelil
Özkan’a Yazan Tarih ekibi olarak tekrardan teşekkür ediyoruz.
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
6
—————————————–—————
Güncel ———————————————–———
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
7
——————————————–——
Kaynakların İzinden ———————————————–
YAHYA BİN ABDÜLLATİF KAZVİNÎ’NİN LÜBBÜ’T TEVÂRÎH’İNDE
ŞEYBÂNÎ HANLARI
eserlerden yararlanan yazarın Muhtasar el-Tevarih2
ve hal tercümeleri ile alakalı Nefâis el-Me’ser isimli
eserleri de bulunmaktadır.3 Kazvinî, 1554 yılında
düşmanları tarafından Sünni olduğu gerekçesiyle
Şah Tahmasb’a şikayet edildi. Bunun üzerine Şah
onu hapse attırmış ve bir yıl sonra Kazvini hapiste
ölmüştür.4
Eser ve Yazar Hakkında
Yahya bin Abdüllatif Kazvinî tarafından
1541 yılında kaleme alınan Lübbü’t Tevârîh, İslam, İran ve Safevi tarihi hakkında genel bilgiler
vermektedir. Eserin müellifi Mir Yahya bin
Abdüllatif Kazvinî’dir. Kazvini, 1481 yılında
Kazvin’de dünyaya gelmiştir. Seyit ailesine mensup olan yazar, Safevi sarayında göreve başladıktan sonra Şah Tahmasb, ona Yahya Masum unvanı
verdi.1 Birçok eser ortaya koymuştur. Bu eserlerinden yola çıkarak yazarın iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır.
Birçok nüshası bulunan Lübbü’t Tevarih çeşitli dillere çevrilmiştir. Esas olarak İran’da 1948
yılında Seyit Celalettin Tahrani tarafından düzenlenmiştir. Ancak, Lübbü’t Tevârih’in biz esas olarak
Mir Haşim Muhaddes’in düzenlemesini ele aldık.
Eserin dördüncü bölümü olan Safeviler kısmını
Hamidreza Mohammednejad tarafından Safevi Tarihi başlığı altında Türkçeye çevrilmiştir. Selçuklular
ve Akkoyunlular kısmını ise, Prof. Dr. Altan Çetin
tarafından “ Yahya Kazvinî’nin Lubb et-Tevârih’inde
Akkoyunlular İle Alakalı Bilgiler ” ve “ Yahya
Kazvinî’nin Lubb et-Tevârih’inde Selçuklular İle
Alakalı Bilgiler “ isimli makaleler başlığı altında
çevrilmiştir. Bu çalışmamızda Özbek sultanları kısmı tercüme edilmiştir.
ŞEYBÂNÎ HANEDANLIĞI TARİHİ HAKKINDA
Orta Asya tarihinde önemli bir yere sahip
olan Şeybaniler, Timur devletinde ortaya çıkan karışıklıklardan faydalanarak Timur’un mirası üzerine
Muhammed Şeybani tarafından kuruldu. Şeybani
hanlığı, Cengiz soyundan gelen Şeybani Han’ın
önderliğinde zaman zaman bağımsız ve zaman zaman güçlü devletlere bağlı kalarak yaklaşık bir asır
hükümdarlık sürdü. Şeybaniler günümüz Orta Asya’sının ve Özbekistan’ın etnik ve siyasi olarak şekillenmesine katkıda bulunmuşlardır. Özellikle
Safevi devletinin İran’da Şii bir devlet kurmaları
karşısında, Sünni bir devlet olarak Harezm bölgesinde bir set durumunda oldular. Şeybaniler’in soyu,
Cengiz Han’a dayanmaktadır. Cengiz Han’ın büyük
oğlu olan Cuci’nin oğlu Şiban bu devletin atasıdır.
Büyük ataları Şiban’a nispetle bu hanedana Şeybani
hanedanı denilmiştir.5
Muhammed Şeybani Han 1500 yılında kendi
hanedanını kurdu. Hakimiyet kurduğu alan Timur’un hakimiyet alanıydı. Timur’un kılıcı ile kurmuş olduğu büyük imparatorluk oğlu Şahruh’un
ardından hızla çökmekteydi. Yaşanan taht kavgaları
ve bölünmüşlük durumunun ardından Hüseyin
Eser, dört bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, Hz Muhammed’in ve 12 imamın tarihini
anlatır. İkinci bölümde, Pişdadiyân, Keyaniyân,
beylikler ve Sasaniler kısmını anlatır. Üçüncü bölümde, dört halife, Emeviler, Abbasiler, Tahiriler,
Saffariler,
Samaniler,
Gazneliler,
Guriler,
Büveyhoğulları,
Selçuklular,
Harzemşahlar,
İsmailîler, Karahıtaylar, Moğollar, Akkoyunlular,
Karakoyunlular ve üçüncü bölümün sonunda makale konumuz olan Özbek Sultanlarını anlatır.
Dördüncü bölüm ise Safeviler kısmına ayrılmıştır.
Yazar eseri yazarken kronolojik sıralamaya dikkat
etmemiştir. İlk bölümde Hz Muhammed’ten bahsederken sonraki bölümlerde İslam öncesi İran’da
hâkimiyet kuran devletlerden ve şahlardan bahsetmiştir.
Eser 1541 yılına kadar geçen olayları aktarır. Yazarın yaşadığı dönem olan Şah İsmail ve Şah
Tahmasb dönemini anlatması bakımından önemli
dönem kaynaklarındandır. Dolaysıyla bu dönemde
Özbek Sultanlarını anlattığı kısımda, Safevi – Özbek ilişkisi hakkında verdiği bilgiler birinci elden
kaynaktır. Şeybani Hanlığının kuruluş sürecinden
1541 yılına kadar gerçekleşen olayları ve Şeybani
hanlarını başlıklar altında anlatır.
Kazvini, eserini Şah İsmail’in oğlu Behram
Mirza’ya sunmuştur. Ravzatü’s Safa, Zafername-i
Yezdi ve Camiü’t Tevarih gibi önemli eserlerden
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
8
——————————————–——
Kaynakların İzinden ———————————————–
Baykara’ın ( 1470 – 1506 )6 uzun saltanat döneminde imparatorluk yeniden toparlanmışsa da Hüseyin Baykara’nın vefatının ardından ülke yeniden
bölündü. Ülke Hüseyin Baykara’nın oğulları
Bediüzzaman Mirza ve Muzaffer Hüseyin Mirza
arasında bölünmesiyle7 Şeybani Han bu durumdan
faydalandı. Bir dizi faaliyetlerinin ardından
Mâverâünnehir, Harezm ve Horasan’ın birçok
şehirlerini ele geçirerek8 devletinin sınırlarını hızla
genişletti. Parçalanmış olan Timur’un mirası için
onun torunları ile savaştı. Bediüzzaman Mirza ve
Muzaffer Hüseyin Mirza ile yaptığı savaşlarda
galip gelmesiyle Sultan Hüseyin Mirza’nın evlatlarından olan Mirza Bediüzzaman Irak’a kaçtı.9
Onun diğer evlatlarından bazıları Özbeklerin eline
esir düşerek öldürüldü. Mirza Babür ise yaptığı
savaşlarda başarı gösteremeyince Hindistan tarafına giderek kendi imparatorluğunu kurdu.10 Böylece
yaklaşık bir asır sürecek olan Şeybani Han’ın kurmuş olduğu bu hanedan, hem Timur mirası üzerinde kurulmuş hem de orta Asya’da Sünniliğin en
güçlü temsilcisi konumuna gelerek İran’da bir Şiî
devleti kuran Şah İsmail ile mücadeleye girişti. Bu
amaçla Safevilerin Kızılbaş ismine karşı Sünni
Müslümanların temsilciliği iddiasında olan
Şeybaniler kendilerine “ Yeşilbaşlar ” ismini verdiler.
geçti. Ebu Said’in vefatının ardından Şeybani
Han’ın yeğeni olan Ubeydullah Han (1533 – 1539)
Buhara da tahta çıktı.15 Ubeydullah Han zamanında
sık sık Safevileri ile mücadele etmeye devam etti ve
Safeviler üzerine yedi sefer düzenledi. Bu seferler
sonucunda, Şiiliğin orta Asya’ya yayılmasını engelledi.16 Ancak her seferinde geri çekilmek zorunda
kaldı. Ubeydullah Han’ın 1539 yılında vefatıyla
yerine I. Abdullah ( 1539 – 1540 ) Şeybani Hanedanlığının başına geçti. Abdullah Han’ın kısa süreli
saltanatının ardından Buhara da Abdülaziz han (
1540 – 1550 ) tahta geçerken Semerkant’ta ise Yahya bin Abdüllatif Kazvinî’nin eserinin Şeybani Sultanları kısmında,
“Abdüllatif Han, Abdullah Han’ın ardından
padişah oldu. O da Köçküncü Han’ın oğludur. Halen, ki 948 yılıdır, o Mâverâünnnehir’de padişahtır.”
diyerek eserini tamamladığı çağdaşı olan Şeybani
Hanı, Abdüllatif Han bin Köçküncü ( 1540 1552 )
tahta geçti. Yazar eserini Abdüllatif Han zamanında
tamamlar.
Yazarın eserini tamamladığı çağdaşı olan
Abdüllatif Han’ın ardından Nevruz Ahmed Han
(1551 - 1557), I. Pir Muhammed Han ( 1557 - 1561
) ve İskender Han 1561 – 1583 yılında tahta geçti.
Ardından oğlu II. Abdullah Han bin İskender (1583
1598) tahta geçti. 1588 yılında Taşkent’te çıkan
isyanı
bastırdıktan
sonra
Safevilerin
iç
mücadelerinden faydalanarak Bedehşan, Horasan,
Gilân ve Hârizm bölgesinden bazı şehirleri ele geçirdi. Safevilere karşı Osmanlı devleti ile işbirliği
yaparak 1588 yılında Ferhad Paşa’nın Safevi seferi
sırasında oğlu Abdülmü’min Meşhed’i ele geçirdi.17
Bu dönemde bütün Türkistan birleştirildi.18
II. Abdullah’ın 1598 yılında vefatının ardında oğulları arasında taht kavgası başladı. II. Abdullah’ın oğlu Abdül-mü’min tahta geçtikten 6 ay sonra
öldürüldü. Böylece Maveraünnehir ve Belh’te
Şeybani hanedanlığı sona ermiş oldu. Daha sonra
tahta II. Pir Muhammed Han geçti.19 1598 yılında
çıkan karışıklık ardından bazı emirleri tasfiye edince
Canoğullarının kurucusu Bâki Muhammed’in müdahalesiyle karşılaştı. Yapılan savaşta Pir Muhammed Han bozguna uğrayıp hayatını kaybetti. Böylece, Türkistan’da Şeybani Hanedanı hükümdarlığı1599 yılında sona erdi.20
Şeybani Hanedanının Safeviler ile yaptıkları mücadele sonucunda Şeybani Han, Şah İsmail
ile yaptığı savaşta öldürüldü.11 Onun öldürülmesinin ardından “ Ülke hanedanın ortak malıdır.”
anlaşıyla, ülke sadece Şeybani Han’ın oğullarının
malı değil aynı zamanda Ebülhayr Han’ın diğer
oğullarının ortak malı olarak benimsendi. Böylece
Şeybani Han’ın vefatından sonra hanedanın başına
oğlu değil sülâlenin en yaşlı üyesi olan Ebülhayr’ın
oğlu Köçkünçü Han geçti.12
Ebuhayr’ın oğlu ve Muhammed Şeybani
Han’ın amcası olan Köçküncü Han zamanında,
Safevilerin düşmüş olduğu iç karışıklıktan faydalanmak isteyen Ubeydullah Han’ın gayretleri ile
Meşhed ve Esterâbad’ı ele geçirdi.13 Ardından
Herat üzerine yöneldi. Şah Tahmasb batı da Osmanlı ile mücadelesini sonlandırıp doğuya yönelmesiyle geri çekilmek zorunda kaldı.14 Köçküncü
Han’ın 20 yıllık saltanatı ardından 1530 yılında
vefat etti. Yerine oğlu Ebu Said Han (1530 – 1533)
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
9
———————————–—————
Kaynakların İzinden ———————————————–
ESERDE ÖZBEK SULTANLARI KISMININ
CEVİRİSİ
Özbek Sultanlarının Zikri
Gicduvan bölgesinde Özbek askerleri ve o taifenin
büyüklerinden biri olan Ubeyd Sultan ile bahsi edilen yılın Ramazan ayının yedisinde, Salı günü savaştı ve yenildi. Serasker olan Emiryar Ahmet ve önemli emirden birkaçı, bu savaşta öldürüldü.
900 yılından sonra Mâverâünnnehir ve Horasan
bölgesine geldiler.
Bu olaydan sonra 934 yılının aylarında
Ubeyd Sultan’ın tahrik etmesiyle Köçküncü Han,
bütün Özbek hanlarının tamamı ile birlikte Horasan’a geldi. Cam şehrinin Zurâbâd bölgesinde, 935
yılının Muharrem ayının 11’inde, Cumartesi günü
Nevvab-ı Kamyab zamanın yüce padişahı Â’la Hazret, Hakan-ı Süleyman Mekân, sultan oğlu sultan
Ebu’l Gazi Şah Tahmasb-ı Bahadır Han – Allah
onun mülkünü ve saltanatını daim eylesin – savaştılarsa da yenilerek Mâverâünnnehir’e kaçtılar. Diğer
yıl olan 936 yılında yeniden Merv’e gelerek saldırılarda bulundular. Ancak barış yaparak geri döndüler.
Çünkü o diyara bahsi edilen yılda Köçküncü Han’ın
vefat ettiği haberi ulaştı.
Onların ilki;
Şahi Bek Han21 bin Budak Sultan bin Ebu’lHayr Han’dır. Cengiz soyundandır. 904 yılında
Mâverâünnnehir sultanlığını Timur’un evlatlarından aldı. Orada 9 yıl saltanat sürdü. Çünkü Horasan hâkimi Sultan Hüseyin Mirza vefat etmiş, evlatları ise ittifaktan yoksundu. Her biri kendi memleketinde hâkimiyet kurup, birbirlerine itaat etmiyordular.22
Şahi Bek, 913 yılının Muharrem ayında
askerleri ile Horasan üzerine hareket etti. Bu bölgenin hükümdarları olan Bediüzzaman Mirza ve
Muzaffer Hüseyin Mirza ile savaşarak galip geldi.
Sultan Hüseyin Mirza’nın evlatlarından olan Mirza
Bediüzzaman Irak’a kaçtı. Onun diğer evlatlarından bazıları Özbeklerin eline esir düşerek öldürüldü. Onlardan bazılarının ise vefat etmesiyle Şahi
Bek Horasan saltanatına geçmiş oldu. Bu tarihten 3
buçuk yıl geçtikten sonra Nevvab-ı Kamyab Hazreti Â’la Şah-ı din-i penah, Ebu’l Muzaffer Şah
İsmail Bahadır Han Hüseyni Safevi askerleri ile
Horasan üzerine hareket etti. Onu 916 yılının Şaban ayının 26’sında Cuma günü, Merv sınırında
öldürerek Horasan’ın tamamının üzerinde hâkimiyet kurdu.23
Ebu Said Han bin Köçküncü: Babasından sonra
tahta oturdu. Yaklaşık 4 yıl saltanat sürdü. 939 yılında vefat etti.
Ubeyd Han bin Mahmut Sultan: Şahi Bek Han’ın
kardeşinin oğludur. Ebu Said Han’ın ardından
Mâverâünnnehir’de padişah oldu. O defalarca
Köçküncü, Ebu Said ve kendi saltanatı zamanında
Horasan’a gelip yüce hazretin emirleri arasında savaşlar yaptı. Onun fitnesinin aracılığıyla Horasan
beldelerinin çoğu ile vilayetler harap olmaya yüz
tuttu ve çok sayıda insan telef oldu. Her seferinde
Nevvab-ı Kamyab-ı Â’la nefes nefese onu defetmek
için Mâverâünnnehir’e gitti. Bu durum 946 yılının
Zilkade ayının başlarında Buhara’da vefat etmesine
kadar sürdü.
Köçküncü Han: Kücüm Han ismiyle meşhurdur.
Şahi Bek’in öldürülmesinden sonra hanedanın en
yaşlısı olan Köçküncü Han, Mâverâünnnehir’de
padişahlığa ulaştı. Çünkü onların törelerinde, hanedanın en yaşlı olan üyesi tahta geçerdi. Yaklaşık
20 yıl saltanat sürdü.
Abdullah Han bin Köçküncü Han: Ubeydullah
Han’ın ardından Mâverâünnnehir padişahı oldu.
Yaklaşık altı ay padişahlık yaptı. 947 yılında vefat
etti.
Onun zamanında Necm-i Sani lakaplı
Emiryar Ahmed İsfahani bazı meşhur emirler ile
birlikte 918 yılının aylarında Maverünnehir bölgesinin fethi için Irak’tan Ceyhun’un kenarına gitti.
Amuye suyundan geçip Hindistan sınırlarının padişahı olan Mirza Babür’e katıldı. Onunla ittifak
yaparak Demirkapı’dan geçerek Karşı24 beldesine
genel bir katliam ve yağma buyurdu. Daha sonra
Abdüllatif Han: Abdullah Han’ın ardından padişah
oldu. O da Köçküncü Han’ın oğludur. Halen, ki 948
yılıdır, o Mâverâünnnehir’de padişahtır.25
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
10
————————————–————
Kaynakların İzinden ———————————————–
DİPNOTLAR
1 Abdüllatif Kazvinî, Safevi Tarihi, Çev.Hamitreza
Mohemmednejad, Birleşik yayınevi, Ankara, 2011, s 13
2 Yahya bin Abdüllatif Kazvinî, Lübbü’t Tevarih, düzenleyen Mir Haşim Muhaddes, Encümen-i Asar-ı ve Mefahir-i Ferhengi, 1386,
3 Altan Çetin, “Yahya Kazvinî’nin Lubb et-Tevârih’inde
Akkoyunlular İle Alakalı Bilgiler” Belleten, Cilt LXXI, sayı
260, 2007, Muhaddes, a.g.e. s 2.
4 Abdüllatif Kazvini, Safevi Tarihi, s 14, Muhaddes,
a.g.e. s 2.
5 İsmail Türkoğlu,
“Şeybaniler”,DİA,yıl: 2010, cilt: 39, s.45.
6 Hamid Algar – Ali Alparslan, “Hüseyin Baykara”
TDVİA,cilt 18, s 531, 1998,
7 Hasan Bey Rumlu, Ahsenü’t Tevarih, haz. Abdül Hüseyin Nevayi, cilt 2, 1013, s 1012, İsmail Türkoğlu,”
Şeybânî Han” TDVİA, cilt 39, 2010, s 43
8 Timurlan Omarov, “ Türkistan’daki Özbek Hanlarının
Kısaca Tarihi ve Özbek Boyları” Tubav Bilim Dergisi,
2012, cilt 5, sayı 2, sayfa 7 -18
9 Yahya bin Abdüllatih Kazvini, Lübbü’t Tevarih, haz.
Mir Haşim Muhaddes, Encümen-i asar-ı ve Mefahiri
ferhengi, 1386, s 264
10 Halis Bıyıktay, Timurlar Zamanında Hindistan Türk
İmparatorluğu, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1991, s 20
11 İskender Bey Türkmen, Alem Ara-i Abbasi, haz. Ferid
Muradi, müessese-i intişaratı negah, 1352, s 59,
Omarov, a.g.m, s 11, Abdüllatih Kazvini, Lübbü’t
Tevarih, s 263
12 Türkoğlu, “Şeybaniler”, s.48. Abdüllatih Kazvini,
Lübbü’t Tevarih, s 264.
13 Abdullah Gündoğdu, “Şiban Han Sülalesi ve Özbek
Ulusunun Teşekkülü”, Türkler, cilt 3, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, s 606 – 616, Sedat Macit, s 58 ,
14 Şah Tahmasb-ı Safevi, Tezkire, çev: Hicabi Kırlangıç,
Anka yayınları, 2001, İstanbul, sayfa 33
15 Abdullah Gündoğdu, a.g.m. s. 606 – 616
16 Muallâ Uydu Yücel, “Ubeydullah Han” TDVİA, cilt
42, 2012, s 22-23.
17 Mehmet Saray, “Abdullah Han” TDVİA, cilt 4, 1988,
s 104.
18 Gündoğdu, a.g.m. s. 606 – 616.
19 Omarov, a.g.m, s 13, Gündoğdu, a.g.m. s. 606 – 616.
20 Türkoğlu, “Şeybaniler”, s 48, Omarov, a.g.m, s 15,
Gündoğdu, a.g.m. s. 606 – 616.
21 Şahi Bek Han: Asıl ismi Muhammed’tir. Cengiz Han’ın
evlatlarından Cuci Han’ın oğlu Şiban’ın ismine nispetle
Şeybânî Han denilmektedir. Arapçalaşmış hali Şeybân,
Şiban Han, Şeybak Han, Şah Baht Han, Şâhî Beg Han’da
denilmektedir. Türkoğlu, “Şeybaniler”, s 45
22 Hüseyin Baykara 1438 yılında Herat’ta doğdu. Horasan’da Timurlu hükümdarı Ebu Said’in ölümü üzerine
Herat’a 1469 yılında hakim olarak adına hutbe okuttu. 37
yıl boyunca başarılı bir saltanat sürdü. Ancaak sık sık
oğullarının isyanlarıyla uğraştı. Şeybânî Han’a karşı seferde iken 1506 yılında vefat etti. Hüseyin Baykara’nın
vefatından sonra Timur Devleti’nde Muzaffer Hüseyin ve
Bedîüzzaman ortak sultan ilan edildi. Bu bölünmüşlük
durumu Muhammed Şeybânî Han’ın kısa sürede Timur
hanedanının hüküm sürdüğü şehirleri ele geçirmesini
kolaylaştırmıştır. Hamid Algar – Ali Alparslan, “Hüseyin
Baykara” TDVİA, Cilt 18, s 532. İsmail Aka, “Timurlular” c.
41. S 178
23 Bu durum Zübdetü’t Tevârîh’te şöyle geçmektedir:
907 yılının Şaban ayının 6. gününde Merv kalesinin olduğu bölgeye nüzulü eclal buyurdu. Bir kaç kez Özbekler ve
Kızılbaşlar arasında savaşlar yapıldı. Ancak o mekânda,
savaştan bir üstünlük kazanılmadı. Bir menzil geri çekilmeleri üzerine, bunu duyan Şâhî Bek Han, Kızılbaşlara
zayıf bir saldırı yaptı. Diğer gün kaleden dışarı çıkıp
sabahtan öğleye kadar savaştılar ancak Rüstem ve İsfendiyar Bey savaşmadılar. O gün yaklaşık 2.000 Özbek ve
kaçarken yakalanan Şâhî Bek, öldürülerek başı Şah İsmail’in hizmetine getirdiler. Bu zaferden sonra Şah İsmail
bir elçiyi, Şâhî Bek’in başı ile birlikte Rum’a,
Handegar’a gönderdi. Ayrıca Şâhî Bek’in ellerini kesip
Div Sultan’a gönderdi. Sedat Macit, Muhammed Muhsin
Müstevfî’nin Zübdetü’t Tevârih’i ( Mukaddime, Tercüme
ve Notlar ), ( Basılmamış Yüksek lisans Tezi ) Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Denizli,
2017. s 51
24 Karşı: Günümüzde Özbekistan’da Kaşkaderya ilinin
yönetim merkezi olan şehirdir. Taşkent’in 520 km güneyinde bulunur.
25 Yazar eserini Abdüllatif Han’ın saltanat yılında tamamlamıştır. Yani 1541 yılıdır. Bu yüzden bu dönem
yarım kalmıştır. Abdullatif Han 1540 – 1552 yılları arasında saltanat sürmüştür.
Sedat Macit
Pamukkale Üniversitesi, Yeniçağ Tarihi Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Mezunu
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
11
———————————–——————
Tarihi Coğrafya ———————————————–———
TARİHSEL SÜREÇ İÇERİSİNDE MUŞ
Anadolu coğrafyası geçmişten günümüze
birçok kadim millete ev sahipliği yapmıştır. Bu
topraklar sürekli el değiştirmiş ve bu bölge için
sürekli savaşlar yapılmıştır. İlkçağlarda Anadolu’da Hititler, Urartular, Frigyalılar vb. birçok devlet kurulmuştur. Daha sonra Bizans devleti Anadolu topraklarına hâkim olmuştur. Böylelikle Anadolu’da yeni bir hükümranlık dönemi başladı. Dört
halife döneminde İslâmiyet yapılan fetihler sonucu
Arap yarımadasından çıkarak Orta Asya ve Anadolu’nun içlerine kadar ilerlemiştir. Muş ise Hz.
Ömer döneminde Müslümanlar tarafından fethedilen şehirlerden biridir. O dönemden Selçukluların
bölgeye gelişine kadar Muş’ta Müslümanların hâkimiyeti kısmen sağlanabilmiştir. Çünkü şehir ve
ilçelerinde Müslümanların iskânı ve islâmlaşma
oranı az olmuştur. Ancak IX. yüzyılda Malazgirt’te
az da olsa Müslüman Arapların iskânı görülmektedir1.
aşıladı. 1038 tarihinde Gazne devleti ile Selçuklu
arasında yapılan Serahs savaşında Selçuklular savaşı
kazandı. Bu savaş sonucunda İbrahim Yınal, Tuğrul
Bey adına hutbe okutmasından sonra Selçuklu Devleti kuruldu5. Böylelikle, Orta Asya bozkırlarından
gelen Kınık obası devletleşti. Tuğrul Bey, Selçuklu
devletinin ilk hükümdarı oldu. Tuğrul Bey, döneminde Abbasîler ile ilişkiler kuruldu. Bu ilişkiler
sonucunda İslâm halifesinin desteğini de aldı. Böylelikle islâmiyetin hâmiliğini yapmaya başladılar 6.
Tuğrul Bey döneminde Anadolu’ya ilk defa Selçuklu ordusu gönderildi. Bu sırada Anadolu’da Bizans
Devleti bulunmaktaydı. Tuğrul Bey, Van Gölü çevresini dolaşarak Ani kalesini kuşattı. Hatta bu kaleyi
ele geçirmek için Bitlis’ten mancınık getirdi. Lâkin
kaleyi ele geçiremedi7.
Bizans Devleti ile Selçuklular arasında ilk
ciddi
karşılaşma
Erzurum’da
meydana
geldi.
Hasankale ‘de yapılan bu mücadelede Selçuklular
kazandı (1048). Bundan sonra Tuğrul Bey, Abbasî
devletinin başına bela olan Fâtımîlere karşı mücadele etmek için Bağdat’a gitti. 1058 ve 1060 yılları
arasında Bağdat’a yapılan seferlerde Abbasî devleti,
Şiî dünyanın baskısından kurtarıldı8. Tuğrul Bey,
1063 tarihinde Kasran’da vefat etti. Tuğrul Bey’in
oğlu olmadığı için kardeşi Çağrı Bey’in oğlu Alparslan yapılan toy da tahta geçti. Alparslan başta kendisine karşı yapılan taht mücadelerini bertaraf ettikten
sonra sefer hazırlıklarına başladı. 1064 tarihinde
oğlu Melikşah ile veziri Nizamülmülk’ü Anadolu
topraklarının bir tarafından gönderirken kendisi de
Azerbaycan topraklarına girdi. Azerbaycan topraklarının bir bölümünü Alparslan ele geçirdi. Daha sonra
Anadolu topraklarına yöneldi. Bu sırada Anadolu’da
Bizans tahtında Romanos Diogenes bulunuyordu.
Bizans Devleti, Ortodoks (gerçek) mezhebine sahipti9. Ermeniler ise Gregoryan mezhebine sahipti.
Bizans Devleti, Ermenilerin kendilerine karşı yapacağı bir isyana karşı onları Doğu Anadolu bölgesine
yerleştirdiler.
Orta Asya topraklarında Aral gölü ile Hazar denizi arasında bulunan Oğuz yabgu devletinden Selçuklular teşekkül etmiştir. Kınık obası ile
Oğuz yabgu arasında çıkan tartışmadan dolayı
Selçuklular, Cend bölgesine gelip buraya yerleştiler2. Kınık obası, kaynaklara göre burada islâmiyeti
kabul etmiştir. Selçuk Bey ise 1007 tarihinde
Cend’te vefat etti. Bu sırada ailenin en büyüğü olan
Musa yabgu başa geçti. Bu dönem itibariyle Orta
Asya’da Karahanlılar, Gazneliler ve Sâmânîler
birbirilerine karşı mücadeleler vermekteydi. Bu
mücadelelerde Sâmânîler, Selçuklulardan yardım
istedi. Savaşı kazanan Sâmânîler, Selçuklulara Nûr
kasabasını
savaş
ganimeti
olarak
verdi3.
Karahanlılar ile Gazneliler arasında yapılan mücadeleler sonucunda Tuğrul Bey, Merv’e çekildi
Çağrı Bey ise yurtluk bulmak amacıyla 1018 yılında Orta Asya’dan Anadolu topraklarına doğru harekete geçti.
Çağrı Bey, Anadolu topraklarına
vardığında bölgede Ermeniler bulunmaktaydı4.
Çağrı Bey, Azerbaycan’dan Gürcistan bölgesine
kadar birçok yerde mücadeleler vermiştir. Lâkin bu
sefer keşif amaçlı oldu.
II. Basil döneminde Doğu Anadolu bölgesinde bulunan Ermeni krallıklar Bizans’a bağlandı.
Böylelikle Doğu Anadolu bölgesinde bulunan tampon bölge ortadan kalktı. Alparslan, Azerbaycan
topraklarını ele geçirdikten sonra Bizans’ın doğuda
bulunan en önemli kalelerinden biri olan Ani’yi
Çağrı Bey’in yaptığı bu sefer ileriki süreçte
Anadolu’nun kaderini değiştirecek ilk adımlardan
biriydi. Çağrı Bey, Tuğrul Bey’in yanına gelerek
Anadolu topraklarının ne kadar verimli olduğunu
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
12
———————————–——————
Tarihi Coğrafya ———————————————–———
kuşattı. Ani etrafı sularla çevrili olan yarım ada
şeklindeydi. Alparslan burayı ele geçirdikten sonra
İslâm âleminde büyük bir sevinç meydana geldi 10.
Bizans devleti ise üzüldü. Alparslan daha sonra
İslâm âlemindeki ikililiği kaldırmak için Fâtımîler
üzerine sefere çıktı. Bizans tarafında ise Romanos
Diogenes, Anadolu’ya doğru harekete geçti. Sivas,
kayseri ve güneyde Münbic’i ele geçirdi. Bu sefer
sonucunda Bizans tarafında büyük bir sevinç yankılandı. Daha sonraki seferlere Romanos Diogenes
katılmadı kendi yerine komutanları gönderdi. Lâkin bu komutanlar başarısız oldu. Sinirlenen
Romanos, Türkleri Anadolu’dan tamamen atmak
için büyük bir ordu topladı.
kısa süreli Harezmşahların yönetimde kaldı. Bu
bölge 1232 yılında Anadolu Selçuklu topraklarına
dâhil olmuştur. Ancak Anadolu Selçuklularının Muş
ve bölge üzerindeki hâkimiyeti fazla sürmemiştir.
Zira Moğolların 1242 yılında Baycu Noyan tarafından Erzurum ele geçirildi. Akabinde 3 Temmuz
1243 tarihinde II. Gıyaseddin döneminde yapılan
Kösedağ Savaşı’nda Türkiye Selçukluların yenilmesi üzerine bu bölgeye Moğollar hâkim oldu13.
Moğol döneminin ardından sonra Karakoyunlu yönetimine geçen Muş, 1387 Karakoyunlu
topraklarına sahip olan Timur’un idaresi altına girdi.
Arkasından Akkoyunlular’ın eline geçti. Akkoyunlu
Hükümdarı Uzun Hasan’ın Fatih Sultan Mehmed’e
Otlukbeli savaşı’nda yenilmesinin ardından Muş ve
çevresi Akkoyunlular’ın idaresinde kalmaya devam
etti (1473)14. Şehrin Osmanlı idaresine kesin olarak
geçişi Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran zaferinden
sonradır (1514). Kanunî Sultan Süleyman ve IV.
Murad döneminde Muş, Bitlis’e bağlı bir ocaklıktı15.
Romanos Diogenes, topladığı bu ordu ile
birlikte harekete geçti. Bu sırada Marmara yakınlarında bulunan Artuk Bey, Sultan Alparslan’a haber
gönderdi. Sultan Alparslan haberi alınca Fâtımîlere
karşı yaptığı seferi kaldırarak Ahlat’a doğru harekete geçti. Ordusunu toparladıktan sonra Muş’a
doğru harekete geçti. Malazgirt ovasına geldi. Bizans ordusu da ovaya gelip yerleşti. Yapılan savaşta Selçuklular, turan taktiğini kullanarak savaşı
kazandılar (26 Ağustos 1071)11. Bu savaş sonucunda klasik tabir ile Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı. Sultan Alparslan, doğuda Selçuklu Devletine karşı sıkıntı olan Karahanlılar üzerine sefere
çıktı. Lâkin bu sefer esnasında Yusuf Harezmî
tarafından göğsünden hançerlenerek öldürüldü(1072).
XIX. yüzyılın başlarında Osmanlılar’ın Yunan isyanıyla uğraşmaları sırasında İran Şahı Feth
Ali Şah’ın oğlu ve Azerbaycan Valisi Abbas Mirza,
Doğu Anadolu’nun birçok yerine saldırırken Muş’u
da işgal etti ve şehre zarar verdi (1821). 1901 ve
1905 yıllarında Ermeni çetelerinin isyanları oldu. I.
Dünya Savaşı’nda Doğu Anadolu’nun birçok şehri
gibi Muş’ta Rus işgaline uğradı. 18 Şubat 1916 tarihindeki işgal kısa sürdü. 26 Temmuzda şehir kurtarıldı. Ardından Ruslar, tekrar şehri ele geçirdiler. 1
Mayıs 1917 tarihinde şehir kesin olarak Rus işgalinden kurtarıldı. Bu savaştan tamamen harap olmuş bir
vaziyette çıkan Muş ancak Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra toparlanmaya başladı16.
Sultan Alparslan’ın ölümü üzerine tahta
oğlu Melikşah geçti. Melikşah döneminde komutanlara fetihlerde ikta verileceği bildirdi. Böylelikle
birçok komutan Anadolu’da fetih hareketine başladı. Yapılan bu seferler sonucunda Anadolu’da
Türkler tarafından devletler kuruldu. Böylelikle;
Erzurum ve çevresinde Saltuklular, Ahlat ve çevresinde Sökmenşahlar, Mardin ve çevresinde
Artuklular, Malatya ve çevresinde Danişmendliler,
Elazığ ve çevresinde ise Mengücekler kuruldu12.
Muş şehri, tarihsel süreç içerisinde birçok
kadim devlete ev sahipliği yapmıştır. Günümüzde
muş şehrini gezmeye gittiğimizde birçok devletin
muazzam eserlerini görmek mümkündür. Anadolu
toprakları İpek yolu üzerinde olduğu için bu bölge
daima devletler tarafından elde tutulmuştur.
Malazgirt Savaşı sonrasında Muş ve çevresinde yoğun Türkmen iskânları görülmektedir.
Muş ve çevresi Büyük Selçuklular döneminde
Sundukoğulları, Mervânîler ve Sökmenlilere ikta
olarak
verilmiştir.
Sökmenlilerden
sonra
Eyyûbîlerin hâkimiyetinde kalan Muş ve çevresi,
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
13
Tarihi Coğrafya ———————————————–———
—————————————–————
DİPNOTLAR
1 Mithat Eser, “Selçuklular Dönemi Muş ve
Çevresi”, Turkish Studies, Ankara: 2014, 185.
2 Ali Sevim- Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri
Tarihi Siyaset, Teşkilât Ve Kültür, Ankara: TTK
Yayınları, 2014,19.
3 Reşîdü’d-din Fazlullah, Camiü’t- Tevârih, çev:
Erkan Göksu- H. Hüseyin Güneş, İstanbul: Selenga
Yayınları, 2013, 71; Ali Sevim- Erdoğan Merçil,
21; Erdoğan Merçil, Gazneliler, İstanbul: Bilge
Kültür Sanat Yayınları, 77.
4 Ali Sevim, Genel Çizgileriyle SelçukluErmeni İlişkileri, Ankara: TTK Yayınları, 2002,
2; Mustafa Demir, Büyük Selçuklular Tarihi,
Sakarya: Sakarya Yayınları, 2011, 39.
5 El- Hüseynî, Ahbârü’d- Devleti’s- Selçukiyye,
çev: Necati Lugal, Ankara: TTK Yayınları, 1999,
8; El- Azîmî, Azîmî Tarihi, Çev: Ali Sevim,
Ankara: TTK Yayınları, 2006, 3.
6 El- Hüseynî, 13.
7 Ali Sevim, 4; Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi
Selçuklular Dönemi, Ankara: TTK Yayınları,
2014, 33.
8 Hüseyin Tekinoğlu, Selçuklu Tarihi, İstanbul:
Kamer Yayınları, 2015, 101.
9 Mazlum Şahin Demir, XI. Asırda Değişen
Anadolu’da Türkler: Malazgirt Savaşı (26 Ağustos
1071), Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi,
IV/11, 2017,241.
10 Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) Ve
Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), çev: Hrant D.
Andreasyan, Ankara: TTK Yayınları, 2000, 100;
Hüseyin Tekinoğlu, 112; Cihan Piyadeoğlu, Sultan
Alparslan Fethin Babası, İstanbul: Kronik Yayınları,
2016, 87; Ali Sevim, 58; Mustafa Alican,
Kıyametin İlk Günü Malazgirt 1071, İstanbul:
Kronik Yayınları, 2017, 51; Mazlum Şahin Demir,
238.
11 Mazlum Şahin Demir, 242-243; Mıkhaıl
Psellos’un Khronographıa’sı, Çev: Işın Demirkent,
Ankara: TTK Yayınları,2014, 264-266.
12 İbn Bibi, El- Avâmirü’l- Alâ’iyye fi’lUmûri’l- Alâ’iyye, II, Çev: Mürsel Öztürk, Ankara:
TTK Yayınları, 2014, 12.
13 İbn Bibi, 501. Mustafa Alican, Tarihin Kara
Yazısı Moğollar, İstanbul: Timaş Yayınları, 2016,
17.
14 Kemal, Selâtîn- Nâme (1299-1490), Çev:
Necdet Öztürk, Ankara: TTK Yayınları, 2001, 180;
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II,
Ankara: TTK Yayınları, 2011, 100; Mehmet İnbaşıErsin Gülsoy- Zübeyde Güneş Yağcı, “Güçlü
Sultanlar Dönemi”, Osmanlı Tarihi El Kitabı,
Ankara: Grafiker Yayınları, 2014, 90; M. Çetin
Varlık,” Anadolu Beylikleri”, Doğuştan Günümüze
İslâm Tarihi, X, İstanbul: Çağ Yayınları, 2002.
15 Metin Tuncel, “Muş”, Diyanet İslâm
Ansiklopedisi, XXXI, 369.
16 Metin Tuncel,370.
Muhammed Oflas
YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
14
————————————————
Kapak Dosyası ———————————————–———
MALAZGİRT: YENİ BİR ÇAĞIN BEDİR’İ
Peygamber Efendimiz Bedir muharebesinin en şiddetli anında ellerini gözyaşları içerisinde
semaya kaldırmış ve Âlemlerin Rabbi’ne şöyle dua
etmişti: “Allahım! Burada senin adını yüceltmek
için savaşan bir avuç mücahidi helak edersen yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmaz…” Sayıca Müslümanların üç katı olan Mekkeli müşrikler
Allah Rasûlü’nün ashabını ve İslâm’ı yok etmeye
ahdetmiş, 624 senesinin Ramazan ayında yürekleri
kinle bilenmiş askerlerini toplayarak henüz küçük
bir cemaat, meyveye durmak üzere olan taze bir
tohum olan Müslümanlar üzerine yürümüşlerdi.
Onları ortadan kaldıracak, iman ettikleri yeni dini
tarihin o karmaşık ringinin dışına itecek ve daha da
önemlisi, yaptıklarıyla o dinin “hak din olma iddiasını” iptal etmiş olacaklardı. Müslümanlar için bir
ölüm kalım mücadelesiydi Bedir… Hazreti Peygamber’in hüzünlü duası da bu duruma işaret ediyordu.
Biliyordu sahabeler, Allah’ın adını anan
tek topluluk olduklarını, Hazreti Muhammed’in
yanında saf tutmakla omuzlarına tarihin en büyük
sorumluluklarından birini aldıklarını ve korumakta
oldukları şeyin canları değil, kanları ile sulayarak
büyütecekleri o tek, büyük ve mukaddes, elbette
sadece kendileri için değil bütün kâinat için can
suyu olan o muazzam kurtuluş umudu olduğunu…
Olası bir mağlubiyet İslâm ümmetini henüz doğum
sancıları içerisindeyken boğabilir, bütün samimiyetleri ile iman eden Müslümanlar nice isimsiz
topluluk gibi tarihin karanlıklarına gömülebilirlerdi. Lâkin öyle olmadı. Allah’ın tarih planındaki
takdiri öyle değildi. Zafer müyesser oldu ve Müslümanlar bu büyük varoluş eşiğini aşarak ümmetin
temellerini attılar.
1071 yılının Ağustos ayında, Bedir savaşından tam dört yüz kırk yedi sene sonra bir Cuma
günü aynı sahne yeniden tekrarlandı. Bu sefer Bedir’de değil, Malazgirt meydanında karşı karşıya
gelmişlerdi Müslümanlar ve onları yok etmeye
ahdetmiş olan düşmanları… İslâm tarihine yeniden
hayatiyet kazandıran ve yeni bir yükseliş devrinin
perdesini açan Selçuklu Türklerini yok etmek isteyen Bizanslılar da tıpkı Mekke müşrikleri gibi
sayıca Müslümanların üç katı, hatta daha fazlaydılar. Kendilerine olan güvenleri eksiksiz, zafer kazanacaklarına, Selçukluları özelde Anadolu, genelde ise Yakındoğu’dan söküp atacaklarına olan
inançları tamdı. Sultan Alparslan’ın ısrarlı anlaşma
taleplerini görmezden gelmelerinin nedeni de buydu
zaten. Savaşı kazanılmış görüyorlardı. “Daha önce
sadece birkaç zafer kazanmış” genç ve tecrübesiz
Selçuklu ordusunun bin yıllık savaş ve siyaset tecrübesi olan imparatorluk karşısında bir şey yapmasının
mümkün olmadığını düşünüyorlardı. Bizans İmparatoru Romanos Diogenes kışı nerede geçireceğini
hesap ederek Türk şehirleri hakkında bilgi topluyor,
savaş sonrasının planları ile meşgul oluyordu. Ağzı
kulaklarında Müslüman topraklarını adamları arasında paylaştırıyor, onlara parlak gelecek vaatlerinde
bulunuyordu. Fakat savaş esnasında yaşanan tanıdık
bir sahne, Bizans’ın devasa kibrine istinat eden “zafer ve sonrasına dair planların” esasen nasıl da kendinden menkul bir ham hayalin ürünü olduğunu
ortaya koydu.
Beyaz kefenini giyerek gözyaşları içerisinde
askerlerine Cuma namazını kıldıran ve Rabbine
niyaz ile halis niyetini ortaya koyan Sultan Alparslan, askerlerine irad ettiği coşkulu hutbe ile hem
şehadetin hem de gazîliğin aynı derece şerefli olduğunu, zaferle değil seferle mükellef olduklarını ilan
etmiş, mücadelelerinin ölümü kucaklama mahiyetinde bir mücadele olacağını ihsas etmişti. Daha
sonra atını mahmuzlayıp düşman saflarına dalmış,
büyük bir adanmışlık ve ihlâs ile yorulana kadar
kılıç sallamıştı. Koca sultanın diriltici mücahede
coşkusu ile helecanın doruklarına çıkan İslâm askerleri de ok gibi ileri fırlamış, kendilerine gösterilen
şehadet menzilinin kollarına atılmakta tereddüt etmemişlerdi. Selçukluların mücadelesi cesurcaydı.
Fakat kılıca yem edilerek tüketilmeleri mümkün
olmayan düşman askeri çok, zaferin gelip gelmeyeceği belirsizdi. Savaşın bütün şiddetiyle devam ettiği
anlarda, Sultan Alparslan yaşlı gözlerini tıpkı Allah
Rasûlü’nün Bedir’de yaptığı gibi semaya dikerek
duaya durdu:
“Yarabbi! Sana tevekkül ettim ve bu cihâd
sebebiyle sana yaklaştım. Senin azametinin önünde
yüzümü topraklara sürdüm, ciğerimin kanıyla boyadım. Gözlerimden yaş, kan boşanıyor. Eğer bu dilimle söylediğim sözlerim kalbimdeki düşüncelere
uygun değilse, beni ve benim yanımdaki yardımcılarımı ve kölelerimi helak et. Eğer kalbimdeki sözlerimi bu dilimle söylediğim sözlerime uygun bulursan, düşmanlara karşı yaptığım bu cihâdda benden
yardımını esirgeme, her müşkülü bana kolay yap.”
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
15
————————————————
Kapak Dosyası ———————————————–———
İslâm tarihinin en büyük hükümdarlarından
biri olan Selçuklu Sultanı Alparslan’ın, varlığını
Allah’a adamış bir dervişin nefis tezkiyesini andıran duası makbul, niyeti halisti. Hiçbir şeyden değilse bile bulutların ardından sıyrılarak âlemi aydınlatan güneş gibi Malazgirt ovasına düşen tarihin
bu en büyük zaferlerinden biri olan bu zaferin şualarından anlıyoruz bunu… Sultan, Hazreti Peygamber Bedir’de nasıl farkında idiyse bir ölüm
kalım savaşının içerisinde olunduğunun, aynen
öyle farkındaydı kendilerinin de bir ölüm kalım
savaşı içerisinde olduklarının… Fâtımî tehdidi
altında olan İslâm dünyasını koruyabilecek tek güç
merkeziydi Selçuklular. Bizanslılara direnebilecek,
İslâm dünyasının sosyal, siyasal ve kültürel geleneğini tahkim ederek Müslüman dünyasında birliği
tesis edebilecek yegâne kudretin sahibi onlardı.
Malazgirt’te maruz kalınacak bir hezimet yalnızca
Selçuklular açısından bir yok oluş sürecinin değil,
aynı zamanda İslâm dünyasının geleceğinin belirsiz bir hale gelişinin başlangıcı da olabilirdi, olurdu, olacaktı. Lâkin öyle olmadı. Allah’ın tarih planındaki takdiri öyle değildi. Zafer müyesser oldu
ve Selçukluların önderliğindeki Müslümanlar bütün dünya açısından belirleyici dönüşümlere sebebiyet verecek olan yeni bir çağın kapısını açtılar.
Bu bakımdan, Malazgirt’te Bizanslılara
karşı kazanılan muazzam zaferin yeni bir Müslüman çağının Bedir’i olduğunu söylemekte herhangi
bir mahsur yoktur. Bedir Müslümanlar için bir
diriliş ve yükseliş noktasıydı, Malazgirt de öyle
oldu. Bedir ile birlikte Müslümanlar bir daha geriye döndürülemeyecek ve döndürülmesi mümkün
olmayan coşkun bir nehir hüviyeti kazandılar, Malazgirt ile de öyle oldu. Bedir ile birlikte Müslümanlar gözlerini ebedin ufuklarına dikerken, Malazgirt ile de aynı bakışı yakaladılar. Bedir ile birlikte Müslümanlar yükselişe geçip müşrikler çözülüş sürecine girerken, Malazgirt ile de Müslümanlar yükselişe, yüzyıllardır mücadele halinde oldukları Bizanslılar çözülüş sürecine girdiler.
Bedir’de Mekke’nin kalbine düşecek olan oku atan
yay çekilirken, Malazgirt’te de aynı şey İstanbul için
gerçekleşti. Hem Bedir’de hem de Malazgirt’te fedakârca kendinden geçmiş olmanın o ilahî
sekeratında tüllenen bir varoluş şuuru, bir ben idraki
vardı. Her iki savaş da gerçek anlamıyla birer dönüm noktasıydı.
Bugün geriye dönüp baktığımızda İslâm tarihinin akışında bu düzeyde bir etkisi olan ve uzun
vadede bu akışın aldığı biçime rengini veren büyük
bir sembolik anlama sahip bulunan Malazgirt’in,
kendisine gösterilmesi istilzam eden ilginin muhatabı olmadığı ortada… Elimizde bu büyük tarihi hadiseye dair birkaç kitap ve dergi, birkaç düzine şiir, on
yıllarca sürüncemede kaldıktan sonra iyi kötü inşa
edilebilen bir anıt, bir avuç pul ve madalyon, birkaç
kötü belgesel ve alabildiğine sınırları daraltılmış bir
anlamlandırma teşebbüsünden başka bir şey yok.
Birkaç hamasi söylemi dışarıda bırakacak olursak,
atalarımızın bir daha geri dönmeyi akıllarının ucundan bile geçirmedikleri o kanlı meydanda elde ettikleri zaferin üzerine kurulan bir siyasal paradigma,
bir dünya görüşü, bir bakış açısı ya da benlik inşası
ufuklarda görünmüyor. Yalnızca bu bile o büyük
savaşın onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce kez yeniden ve yeniden, tekrar tekrar ele alınması, anlamlandırılması, anlaşılır kılınması ve Osmanlı çiçeğini
besleyen öz suyunun, üsaresinin tarihimizin bereketli topraklarına akıtılması gerektiğini açık bir biçimde
ortaya koymaktadır.
Umulur ki bizim de göreceğimiz bir gün
gelsin de Malazgirt zaferi tarih içerisinde gerçekten
sahip olduğu yere konularak hakikatimize ruh veren
o haliyle anlaşılabilsin.
Doç. Dr. Mustafa Alican
Adıyaman Üniversitesi, Tarih Bölümü, Ortaçağ
Ana Bilim Dalı, Öğretim Üyesi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
16
————————————————
Kapak Dosyası ———————————————–———
Bizans-Selçuklu İlişkilerinde Alparslan Dönemi
İbnü’l-Esir’e göre 20 Ocak 1029 tarihinde doğan Alparslan, Çağrı Bey’in oğludur. Alparslan
amcası Tuğrul Bey ölünce ( Eylül 1063), Tuğrul
Bey’in vasiyeti üzerine tahta çıkarılan Süleyman’ın
sultanlığını kabul etmedi ve Süleyman ile mücadeleye girişti. Bu taht mücadelesinde Alparslan sadece Süleyman ile girmemiş idi; nitekim Kirman
meliki Kavurd, amcası Musa İnanç Yabgu, büyük
babasının torunu olan Kutalmış ile de mücadeleye
girmiş idi. Bu çetin mücadeleler sonucunda Alparslan galip çıktı ve Abbasi Halifesi el-Kâim
Biemrillâh’ın ilânı ile birlikte tahta çıktı (Nisan
1064)1.
Gürcü kuvvetlerinin savunduğu Borçala Irmağı kıyısında bulunan Allaverdi kentini aldıktan sonra Gürcü Prensi IV. Bagrat, Selçukluların karşısına çıkamayıp kaçtı daha sonra ise sultana elçilik heyeti
göndererek ‘’itaat ve tabiiyetini’’ arz edip yıllık
vergi vermek şartıyla barış isteğinde bulundu5.
Alparslan, buradan bütün kuvvetleriyle Bizanslıların elinde bulunan Ani üzerine hareket etti. Arpaçay üzerinde bulunan, yüksek ve sağlam surlar, içi
su dolu derin hendeklerle korunan Doğu Anadolu’nun bu ünlü kalesi, Bizans generalleri Bagrat ve
Grigor tarafından savunulmaktaydı. Ani ahalisi sultan ve askerlerini ilk önce tacir olarak düşünmüşlerdir. Çünkü şimdiye kadar şehir ve çevresinde düşman askeri görmemişlerdi. Bizans kuvvetleri şehir
dışında karargah kurup kaleyi kuşatmak isteyen
Selçuklu askerlerine karşı saldırıda bulundularsa da
yenilgiye uğrayıp kaleye sığınmak zorunda kaldılar.
Çok geçmeden kaleyi kuşatan Selçuklu kuvvetleri
Ani kalesini fethetti. Ordunun Ani’yi korkunç bir
katliama ve yağmaya uğrattığına çoğu kaynak müttefiktir. Nitekim Urfalı Mateos şöyle demektedir:
‘’Onlar, derhal bütün halkı merhametsizce öldürmeğe başladılar. Şehrin sayısız halkı, yeşil ot gibi
biçildi ve birbiri üzerine düşürülen cesetler taş yığını haline geldiler. Bütün şehir, bir an içinde bir kan
denizi oldu. Bütün Ermeni reisleri ve zadegân, zincirle bağlı oldukları halde Sultanın önüne getirildiler. Asil ve güzel kadınlar esir olarak İran’a götürüldüler. Nur gibi erkek çocuklar ve dilber kızlar da
anneleriyle beraber götürüldüler. Birçok aziz papazlar ateşle mahvedildi, bunların bazıları da derileri
yüzdürülmek suretiyle ve korkunç işkencelerle öldürüldü6.
Alparslan hükümdarlığı süresince devletin batı
yönüne daha çok önem vermiştir. Batıda fetih doğuda ise genellikle asayiş temin amacıyla harekâtta
bulunmuştur. Bunun nedeni ise babası Çağrı
Bey’in Bizans topraklarına yaptığı akınlar sırasında
keşfedilen Doğu Anadolu yaylalarının Türkmenler
için en uygun yerleşme alanı olarak görülmesidir 2.
Bu nedenle Alparslan devlette huzuru ve istikrarı sağladıktan sonra 1064’de büyük bir ordu ile
Rey’den Azerbaycan’a geldi3. Burada bulunan
Türkmen boyları, reisleri ile birlikte sultana katıldılar. Alparslan Urmiye gölünün kuzeydoğusundaki
Merend kentine eriştiği zaman Anadolu’ya sürekli
akınlarda bulunan emîr Tuğtegin kuvvetleriyle
beraber kendisine katılarak yaptığı akınlar ve Anadolu’ya giden yolar konusunda ona geniş bilgi
verdi4. Ayrıca sultanın kardeşi olup uzun zamandan beri Bizans hudut komutanlığı yapan Yakutî
ile aralarında İbrahim Yinal ve Kutalmış’ın oğullarının da bulunduğu diğer Selçuklu şehzadeleri de
sultanın huzuruna geldiler. Sultan ordusunun bir
kısmını oğlu Melikşah ile kardeşi Yakutî’nin emrine verip vezir Nizamülmülk’ü bunların yanına
katarak Vaspuran bölgesinde bulunan ve şimdiye
kadar fethedilmemiş olan müstahkem şehirlerin ve
kalelerin ele geçirilmesine memur etti. Sultan Alparslan ise Nahçıvan’a geldikten sonra Aras Irmağını teknelerden oluşturulan köprüden geçerek ileri
harekata başladı. Daha sonra Gürcistan bölgesine
girerek Tiflis-Çoruh Irmağı arasındaki bölgeyi ele
geçirdi. Daha sonra Sepidşehr/Akşehir olarak da
ifade edilen Akhalkelek/Ahılkelek yörelerini ele
geçirdi (Temmuz 1064). Bundan başka sultan,
Alparslan’ın Anadoluda hızlı bir şekilde başarılar elde etmesinde amcası Tuğrul Bey’in önemli bir
etkisi vardır. Nitekim onun yönetiminde Türkmenler
Anadolu’ya girmiş ve Bizans’ı zor durumda bırakmışlardır. Hatta Bizans İmparatoru, Merwani Emîri
Nasruddevle7 aracılığıyla Tuğrul Bey’e mektup yollamış ve bunun sonucunda İstanbul’da bir cami onarılıp Tuğrul Bey ve Abbasi Halifesi adına hutbe
okumuştur8. Aynı zamanda, Nasruddevlenin de Diyarbakır yöresinde Tuğrul Bey adına hutbe okutması, Anadoluda Selçuklu adını ve otoritesini artırmıştır9.
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
17
————————————————
Kapak Dosyası ———————————————–———
Alparslan Gürcistan ve Anadolu seferlerinden
sonra devlet içerisinde bulunan iç-isyanları bastırmak için doğuya sefere çıktı. Bu durumda Anadolu
akınları Türkmen komutanlar tarafından devam
etti. Horasan Saları, Urfa’yı kuşattı fakat alamadı
(1065). Buna rağmen Urfa’ya akınlar devam etti ve
buraya gelen Bizans ordusu bozguna uğratıldı.
Dönemin bir diğer güçlü devleti şiî Fatımî devleti idi. Musul Hamdanoğulları’ndan Nasruddevle
Sultan Alparslan’a elçi yollayarak Fatımîler üzerine
sefer teşvik etti. Alparslan ordusunu toplayarak
Anadolu üzerinden Urfa’ya geldi. Urfa’yı muhasara
altına aldı. Fakat zaman kaybetmemek için Halep’e
oradan da Dımaşk’a hareket etti. Bu sırada Bizans
İmparatoru kendisine elçi göndererek Erciş, Ahlat,
Malazgirt ve Membiç’in geri verilmesini talep etti12.
Sultan elçiyi sert bir cevapla geri gönderdi. Emîr
Mahmud’u Suriye ve Mısır’ın fethiyle görevlendirdikten sonra kendisi büyük bir ordu ile Ahlat’a gelerek Bizans İmparatorunu karşılamaya koyuldu.
1066 yılında Gümüştegin, Afşin, Ahmedşah
gibi emirler el-Cezire bölgesine inerek SiverekKahta arasındaki Nisebin’i kuşattılar. Buradaki
savunmayı kıramayan Selçuklu kuvvetleri Fırat’ı
geçerek Adıyaman’a geldiler. Buraya yağma akınları düzenlediler. Bu akınları önlemek amacıyla
Bizans uç kumandanı Arvandanos Selçukluların
yolunu kesmeye çalıştıysa da başaramadı ve esir
düştü. Gümüştegin ile arası bozulan Afşin, onu
öldürerek beraberindeki Türkmenlerle beraber
Bizans’a akınlar düzenledi Antakya-MalatyaKayseri-Karaman-Halep diyarları bu akınların
düzenlendiği yerler idi.
Romanos Diogenes büyük bir ordu ile (tahminen 200.000)13 Ahlat’a doğru harekete geçti. Erzurum’da karargâh kuran imparator birkaç öncü kuvveti Ahlat’a yolladı. Fakat meydan muharebesinden
önce meydana gelen bu savaşları Selçuklular kazandı14. Bundan sonraki süreçte Meydan Savaşı vukua
geldi (1071). Savaş sonucu hezimetli oldu, Bizans
ordusu darmadağın olmuş ve Roman Diogenes esir
düşmüştü15. Bu savaştan sonra Diogenes ile Alparslan anlaşarak barış antlaşması imzaladı. Bu antlaşmaya göre;
Anadolu’da Selçuklu istilâ hareketlerinin başlamasından itibaren Bizans İmparatorluğunda iç
karışıklılık ve buhranlar devam edip gidiyordu.
Konstantin X. Dukas’ın 1067’de ölümünden sonra
karısı Eudokia Kapadokyalı general olan Romanos
Diogenes ile evlendirildi (Ocak 1068)10. Romanos
Diogenes Anadolu’yu bu akınlardan kurtarmak için
Uz-Peçenek, Frank, Alman, İskandinav ve İtalya
Normanlarından bir ordu meydana getirdi. Bu ordu
Kayseri, Sivas, Maraş yolu güzergâhında ve Halep’de Selçuklulara karşı başarılar elde etti11. Bundan sonra İstanbul’a dönen ( 1068 kışı) Diogenes
parlak bir törenle karşılandı.





1069 yılında Selçuklu akıncı kuvvetlerinin
Anadolu’nun çeşitli bölgelerine akınları devam
etti. Bu akınları önlemek üzere Romanos Diogenes
Anadolu üzerine sefere çıktı. Amacı akınlara ordugahlık eden Ahlat’ı almak idi. Fakat başarılı olamayınca geri döndü. 1070 yılında kuvvetli bir ordu
ile Manuel Komnenos’u Anadolu’ya yolladı.
Komnenos Alparslan’ın eniştesi olan er-Basgan
tarafından bozguna uğratıldı. Alparslan ile arası
açık olan er-Basgan Komnenos’un önerisiyle İstanbul’a sığındı. Bundan haberdar olan Afşin ise
Alparslan’a mektup yazarak durumu izah etti.

İmparator, kurtuluş akçesi olarak bir buçuk
milyon altın verecek
Bizans Devleti her yıl Selçuklu Devletine
üç yüz altmış bin altın ödeyecek
Bizans’ın elinde bulunan bütün İslâm tutsakları salıverilecek
Bizanslılar gerektiğinde Selçuklulara askeri
yardımda bulunacak
İmparator kızlarından birini Sultanın oğluna
verecek
İmparator yeniden tahta oturduğu takdirde
Antakya, Urfa, Membiç, Malazgirt kent ve
kaleleri Selçuklulara bırakılacak idi.
Romanos Diogenes’in Malazgirt’te yenildiğini
duyan Bizans ahalisinde Mihael Dukas İmparator
oldu16. Romanos Diogenes ise Konstantin Dukas
tarafından hapse atıldı ve gözlerine mil çekildi. Daha sonra ise çektiği ızdıraplar sonucu hayata gözlerini yumdu (1072). Romanos Diogenes’in ölümüyle
Bizans-Selçuklu barış antlaşması bozuldu17.
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
18
————————————————
Kapak Dosyası ———————————————–———
Sultan Alparslan ise Malazgirt meydan muharebesinden sonra Türkistan seferine çıktı. Sultan Alparslan’a Barzam kalesi muhasarası sırasında kale muhafızı olan Yusuf Harezmî tarafından suikast düzenlendi.
Sultan 25 Kasım 1072’de öldü18.
DİPNOTLAR
1 İbrahim Kafesoğlu, Alparslan, DİA, II, İstanbul:
1992, 526.
2 Refik Turan, “Türklerin Anadolu’ya Akınları ve
Malazgirt Zaferi’nden Önce Anadolu’da Türk Varlığı”, Selçuklu Tarihi El Kitabı, Ankara: Grafiker
Yayınları, 2012, 95-96.
3 Coşkun Alptekin, “Büyük Selçuklular”, Doğuştan günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul: Çağ
Yayınları, 1992, 118.
4 Ali Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı, Ankara:
TTK yayınları, 1971, 18-19.
5 el-Hüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye,
Çev: Necati Lügal, Ankara: TTK Yayınları, 1999,
25-26.
6 Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve
Papaz Grigor’un Zeyli, Çev. Hrant D.
Andreasyan, Ankara: TTK Yayınları, 2000, 120121.
7 Şerehhan Bitlisi, Şerefnâme, I, Çev: Abdullah
Yegin, İstanbul: Nûbihar Yayınları, 2015, 72.
8 Nevzat Keleş, “Malazgirt Savaşı Öncesinde
Doğu Anadolu’nun Siyasî Durumu”, Alp Arslan
ve Malazgirt, İstanbul: Copyright@Kültür A.Ş.
Yayınları, 2014, 50.
9 Thomas Ripper, Diyarbekir Merwanileri, Çev.
Bahar Şahin Fırat, İstanbul: Avesta Yayınları,
2012, 198.
10 Işın Demirkent, “Bizans”, Diyanet İslâm, VI,
İstanbul: 1991, 237.
11 Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türkİslâm Medeniyeti, İstanbul: Ötüken Yayınları,
2014, 167.
12 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 1998, 23.
13 Gülay Öğün Bezer, “Alp Arslan Zamanı”, Büyük Selçuklu Tarihi, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2013, 49.
14 Mıkhael Psellos, Khronographıa, Çev. Işın
Demirkent, Ankara: TTK Yayınları, 2014, 264.
15 Mehmet Altay Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, İstanbul: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür
Yayınları, 1972, 64-65.
16 Ali Sevim, Malazgirt Muharebesi, DİA, XXVII,
İstanbul: 2003, 483.
17 Metin Ayışığı, Bizans İmparatorluğu Tarihi,
Van: 2015, 94.
18 Mustafa Demir, Büyük Selçuklular Tarihi,
Sakarya: Sakarya Yayınları, 2011, 83.
Sinan Erginoğuz
YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
19
————————————————
Kapak Dosyası———————————————–———
Anadolu’da Var Olma Mücadelesi: IV. Romanos Diogenes
ma gücünü de yok ettiklerinin farkında değillerdi.
Bu sert tedbirlerin yanlış olduğunu anladıkları zaman ise düşman her taraftan devleti kuşatmış durumdaydı6.
XI. yüzyılın başında barış dönemine giren
Bizans, bu alışık olmadığı barış döneminde iç meselelerini çözüme kavuşturup, müesseselerini sağlamlaştırmak ve daha güçlü bir merkezi yönetim oluşturmak yerine, bu zamana kadar oluşturulan her şeyi
yok ederek bu barış döneminde yeteri kadar faydalanamayıp eskisinden daha çok kayıp vermiştir.
Bizans kendi iç meseleleriyle uğraşırken sınırlarında
yeni kavimler boy gösteriyordu. Doğuda Selçuklu
Türkleri, batıda Normanlar, kuzeyde step kavimleri
olan Peçenek, Kuman ve Uz’lar vardı 7.
IV. Romanos’un Hayatı ve Tahta Çıkışı
Romanos Diogenes’in babası, Konstantinos
Diogenes ile ilgili elimizde çok bilgi bulunmamakla
birlikte onun 1015’de Selanik theması strategosu
olduğu bilinmektedir. Ayrıca 1019 yılında Sirmium
bölgesinin idaresini üzerine almış ve 1026’da bu
göreve
ilaveten
Bulgaristan
Duksluğuna
tayin
olunmuştu8. Konstantinos Diogenes, imparator VIII.
Konstantinos (1025-1028) zamanında Bulgaristan
topraklarını yağmalayan Peçeneklere karşı başarılı
bir sefer yapmış, Peçenekleri Tuna’nın ötesine atmış
ve bölgede Bizans hakimiyetini sağlamlaştırmıştı.
Konstantinos Diogenes, imparator III. Romanos
Argyros’un (1028-1034) kız kardeşi Pulkheria ile
evli idi9. Ve bu imparatora karşı 1029 yılında bir
komplo hazırlanmakla suçlanarak yakalanıp İstanbul’da
bir
kuleye
hapsedildi.
Ioannes,
Orphanotrophos
tarafından
sorguya
çekilen
Konstantinos Diogenes’in sustuğunu fakat yapılan
işkencelere daha fazla dayanamayıp surların üzerinden sahildeki kayaların üzerine atlayarak intihar
ettiğini
yazar.
Buna
karşılık
Ostrogorsky
ise
Konstantinos Diogenes’in 1035’de keşiş olduğunu
yazar10.
IV. Romanos
Diogenes, Kappadokia’da
doğdu ve imparator III. Argyros’un küçük yeğeni
11
idi . Romanos, Bizans ordusu tarafından sevilen
cesur bir kumandı. Romanos’un ikinci adı olan
Diogenes ile ilgili çeşitli görüşler öne sürülmektedir.
Attaliates’e göre tanrı Zeus’tan indiklerinden dolayı
idi. Bir diğer görüş ise İtalya’da yazılmış olan
Robert Guiscard destanında geçen ve çifte sakal
anlamına
gelen
duo
geneion’dan
geldiğidir.
IV. Romanos Diogenes’den Önce Bizans İmparatorluğunun Durumu
XI. yüzyıla barış döneminde giren Bizans
devleti, bu yüzyılın sonlarına doğru hem içeride
hem de dışarıda var olma mücadelesi vereceğinden
habersiz, bütün düşmanlarını mağlup etmenin rahatlığını yaşamaktaydı. II. Basileios’un (976-1025)
ölümü Bizans tarihinde bir dönüm noktasıdır. Ancak bu dönüm noktası yükselişe değil çöküşe doğrudur. Bundan sonra Herakleios’un (610-641) yaptığı ve II. Basileios’un (976-1025) sağlamlaştırdığı
sistemin çözülmesi başladı. Feodal güçlerle savaşmakta II. Basileios’un (976-1025) halefleri başarısız oldu. Böylece köylü ve askeri sınıfın çöküşü
başladı. Devletin, iktisadi ve sosyal yapısı kökten
değişikliğe uğradı1.
X. yüzyılda askeri asalet ve memur asalet
sınıfı olarak adlandırılan feodal güçler yönetimde
etkili olmaya başladılar. Yetenekli ve güçlü imparatorlar döneminde [II.Nikephoros Phokas (963969), Ioannes Çimiskes (969-976), II. Basileios
(976-1025)] feodal güçlerle mücadele edilerek
onların yönetimde söz sahibi olmaları engellendi.
Ancak XI. yüzyıla gelindiğinde II. Basileios’un
(976-1025) halefleri bu mücadeleyi kaybetmekle
kalmadılar, güçlü olan feodal grubun temsilcisi
haline geldiler2.
Devlete karşı birlikte mücadele
veren memur asalet sınıfı ve askeri asalet sınıfı, bu
mücadeleyi kazandıktan sonra kendi aralarında
mücadeleye başladılar. Tahta oturan imparator
hangi sınıfı temsil ediyorsa o sınıf varlığını sağlamlaştırırken diğer sınıfı yok etmek için devletin
çıkarlarını bile gözetmez oldu3.
VIII. Konstantinos (1025-1028) ile başlayan zayıf imparatorlar dönemi Aleksios Komnenos
(1081-1118) ile son bulur. Memur asalet sınıfının
yönetimde etkili olduğu dönemlerde, I. Isaakios
Komnenos (1057-1059), IV. Romanos Diogenes
(1068-1071) dönemleri hariç, imparatorluk kültürel anlamda gelişme gösterse de iktisadi ve askeri
anlamda çökmekteydi4. Gücünü korumak isteyen
memur asalet sınıfı, askeri asalet sınıfına karşı sert
önlemler aldı. Alınan önlemler sonucunda sayıları
azalan yerli kuvvetlerin yerini ücretli askerlerden
oluşan ordu almaya başladı5.
Memur asalet sınıfının aldığı bu önlemler
sadece askeri asalet sınıfının değil, devletin sa-
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
20
————————————————
Kapak Dosyası———————————————–———
Romanos’un sakalı çatal yani iki uçlu olduğu için
ona bu lakabın verildiği söylenmektedir12.
Romanos
Diogenes,
imparator
X.
Konstantinos Dukas (1059-1067) zamanında
Serdika (Sofya) stategosu idi. Burada Peçeneklere
karşı başarılı seferler yaptı. Bu başarılarından dolayı imparator ona Bestarches unvanını verdi.
Romanos, imparatorun ölümünü haber alınca hemen isyana hazırlandı. Ancak imparatoriçe
Eudokia bu isyandan haberdar oldu. Romanos’u bir
asker ihbar etti ve imparatoriçe onu Edirne de yakalattı. İstanbul’a getirilen Romanos’un cezası
bağışlanarak Kappadokia’ya gönderildi13.
Eudokia, 1042-1059 yılları arasında Patrik
olan Mikhail Kerullarios’un yeğeni idi. Kerullarios,
Ortodoks ve Katolik kiliseleri arasındaki ayrılığı
destekleyen, kesinleştiren bir kilise ileri geleni
olarak tanınmaktaydı14. Eudokia, devletin kötü
gidişatının farkındaydı ve bu durumu ancak yetenekli bir kumandanın durdurabileceğini biliyordu.
Bunun içinde kendisinin bir askerle evlenmesi gerekiyordu. İmparatoriçe kendisine başarılı ve yetenekli bir kumandan olan Romanos Diogenes’i seçti15.
Evlilik merasimi 1 Ocak 1068’de yapıldı.
IV. Romanos’un saltanatı bu tarihten itibaren başladı. Romanos tahta çıktığında Psellos’a göre 40
yaşında16, Semai Eyice’ye göre ise 30 yaşında idi17.
Romanos’un
bu
evlilikten
Konstantinos,
Nikephoros,
Leon adında üç oğlu oldu.
Konstantinos Diogenes, Aleksios Komnenos’un
küçük kız kardeşi Theodora ile evlendi, Isaakios
Komnenos kumandasında Antakya’da çarpışırken
öldü. Diğer iki oğlunun VII. Mikhail Dukas (10711078) zamanında bütün hakları ellerinden alındı.
Aleksios Komnenos (1081-1118) tahta çıkınca
onlara haklarını geri verdi. Leon Diogenes,
Aleksios’un yanında Peçeneklere karşı savaşırken
1088’de öldü. Nikephoros Diogenes ise 1094’te
Aleksios’a karşı bir suikaste karıştı ancak yakalanarak gözlerine mil çekildi18.
Bu evlilik başta X. Konstantinos Dukas’ın
kardeşi Ioannes Dukas, Patrik Xiphilinos ve genç
Mikail’in [VII. Mikhail Dukas (1071-1078)] hocası
Psellos gibi saray mensuplarının çıkarlarına ters
düştüğü için onları kızdırmıştı. Romanos ile birlik-
te memur asalet sınıfı geri plana düşerken askeri
asalet sınıfı ön plana geçmişti19.
Romanos, zeki, kabiliyetli ve strateji bilgisi
çok iyi bir kumandı. Ancak şartlar çok zorluydu,
dışta Türkler Anadolu’nun her tarafına akınlar düzenliyor, içte ise ordunun büyük bir kısmı ücretli
askerlerden oluşuyor ve Romanos komutanlara
güvenemiyordu20. Bütün bu zor şartlar altında yine
de Romanos, tahta çıkar çıkmaz Türklerle mücadeleyi ele aldı. Norman, Frank, Peçenek ve Uz’lardan
oluşan ücretli ordusu ve sayıca az, silah ve teçhizat
bakımından yetersiz Frigya bölgesindeki birlikleriyle savaş meydanına çıktı21.
Romanos, uzun zamandan sonra ordunun
başında sefere çıkan ilk Bizans imparatoru idi. Bir
18. yüzyıl tarihçisi olan Ch. Lebeau’nun (17011778) da dediği gibi Bizans ordusu koruyacakları
bölgeleri talan ederek savaşa hazırlanıyorlardı,
Türkler ise imparator tarafından bizzat idare edilen
bu ordunun çok kudretli olduğuna inanıyorlardı 22.
1068’de ilk seferine çıkan Romanos, büyük bir zafer kazanamasa da tamamen boş dönmedi. Bu seferde Menbiç kalesini ele geçirdi. 1069 yılında ikinci seferine çıkan Romanos bu seferinden eli boş
döndü. İtalya’daki durum da pek iç açıcı değildi.
İtalya’daki son Bizans kalesi olan Bari 1070 yılında kuşatıldı ve 16 Nisan 1071’de teslim oldu. Bizans’ın Batıdaki hakimiyeti böylece sona ermişti.
Romanos, 1070 yılında üçüncü ve son seferine çıkar. Bu sırada Türkler Anadolu’da Batıya doğru
ilerlemeye devam etmektedirler23. Malazgirt kalesini Türklerin elinden alan Bizanslılar, kalenin düzlüğüne ordugahlarını kurdular. 1071 yılının 26 Ağustos, bazı tarihçilere göre ise 19 Ağustos, Cuma günü
meydan muharebesinde Bizans ordusu mağlup oldu
ve imparator Türklere esir düştü24. İmparatorun
Türklere esir düştüğü haberi Bizans sarayında öğrenilir öğrenilmez, Ioannes Dukas’ın desteğiyle VII.
Mikhail imparator ilan edildi, imparatoriçe Eudokia
da manastıra kapatıldı25. Mağlup imparator
Romanos, galip Sultan tarafından iyi bir şekilde
karşılandı. Alp Arslan, Romanos’un kurtuluş akçesi ödemesi, Türk esirlerin iade edilmesi ve Bizans
Devletinin Selçuklu Devletine vergi vermesi karşılığında serbest bıraktı26. Türk esaretinden yurduna
dönen Romanos, iktidar sahipleri tarafından düşman
muamelesi yapıldı, iç savaş patlak verdi ve imparator tarafından kendisine zarar verilmeyeceğine dair
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
21
————————————————
Kapak Dosyası ———————————————–———
bir mektup alan Romanos teslim oldu. Romanos,
İstanbul’a gelmeden gözlerine mil çekildi ve manastıra kapatıldı. Aldığı yaralara dayanamayan
Romanos, 1072 yazında öldü27. Bizans Devletinde
feodal güçler arasındaki çıkar savaşı o kadar önemli bir hal almıştı ki, devletin çıkarı ikinci plana
itilmişti.
Batıdan ve Doğudan düşmanlar Bizans arazisini
parça parça yok ederlerken, Bizans sarayında memur
asalet sınıfı elde ettiği üstünlüğü askeri asalet sınıfına kaptırmamaya çalışıyordu. Bu durumda Bizans
devletinin toparlanması artık çok zordu.
DİPNOTLAR
1 Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Çev:
Fikret Işıltan, Ankara: TTK Yayınları, 1999, 296.
2 G. Ostrogorsky, 297.
3
M. V. Levtchenko, Bizans, Çev: Erdoğan
Berktay, İstanbul: Milliyet yayınları, 1979, 240.
4 G. Ostrogorsky, 297.
5 M. V. Levtchenko, 242.
6 G. Ostrogorsky, 297; M. V. Levtchenko, 241.
7 G. Ostrogorsky, 309; M. V. Levtchenko, 272.
8 G. Ostrogorsky, 290.
9
Semai Eyice, Malazgirt Savaşını Kaybeden
IV. Romanos Diogenes (1068-1071), Ankara:
TTK, 1971, 17.
10
Mikhali Psellos, Khronographia, Çev: Işın
Demirkent, Ankara: TTK, 1992, 223.
11 S. Eyice, 17.
12 S. Eyice, 15.
13 M. Psellos, 225.
14 S. Eyice, 7.
15 S. Eyice, 11.
16 M. Psellos, 225.
17 S. Eyice, 11.
18 M. Psellos, 229.
19 S. Eyice, 11; M. Psellos, 226, 227.
20 S. Eyice, 24.
21 S. Eyice, 24, M. V. Levtchenko, 272.
22 S. Eyice, 24.
23 S. Eyice, 30; M. Psellos, 226,227.
24 S. Eyice, 57.
25 G. Ostrogorsky, 319.
26 A. A.Vasiliev, Bizans İmparatorluğu Tarihi,
Çev: Ahmet Müfit Mansel, I, Ankara: Maarif
Yayınları, 1943, 451.
27
Auguste Bailly, Bizans Tarihi, Çev: Haluk
Şaman, II, 274, G. Ostrogorsky, 319.
Sultan Gürsoy
Celal Bayar Üniversitesi, Ortaçağ Tarihi Yüksek
Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
22
————————————————
Kapak Dosyası ———————————————–———
MALAZGİRT SAVAŞI VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulması Ortadoğu’nun siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel, dini,
ilmi ve demografik yapısını büyük ölçüde değiştirmiştir. Bu sadece Müslümanların yaşadıkları
coğrafyada gerçekleşen bir sonuç olmayıp, Kafkasya ve Anadolu gibi Hıristiyan coğrafyalarında
da etkisini göstermiştir. Bu Hıristiyan ülkeleri yoğun Türk saldırıları ile iyice yıpratılmış, 1071’de
kazanılan Malazgirt zaferi ile de tamamen Türk
hâkimiyeti altına alınmıştır. Bu zafer, kalabalık
Türkmen topluluklarının hızlı bir şekilde Kafkasya
ve Anadolu’ya yerleşmelerine ve buralarda çeşitli
devletler kurmalarına zemin hazırlamıştır. Türklerin yerleşmeleri ve siyasi hâkimiyetler kurmaları
bu bölgelerin demografilerinde ve dini yapılarında
Türkler ve Müslümanlar lehine gelişmeler yaşatırken, aynı durum ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda da kendisini göstermiştir. İslâm dünyasındaki
büyük ilmi gelişmeler, Eskiçağ’dan sonra büyük
bir durgunluk yaşayan doğu Hıristiyan dünyasına
Türk hâkimiyeti ile birlikte yayılmış ve buralarda
ilmin tekrar canlanmasına zemin hazırlamıştır.
Bu halklar Bizans feodal hâkimlerin kontrolünden
çıkarak ya Türk sultanları ve beylerinin yönetimine
girmişler veya Çukurova’daki Ermenilerde olduğu
gibi kendi devletlerini kurmuşlardı. Kafkasya’daki
küçük Gürcü Krallığı, üzerinden Bizans baskısı kalkınca güçlü bir devlet haline gelmişti. Süryaniler bir
devlet haline gelememekle birlikte, Bizans baskısının kalkması ile birlikte sosyal, ekonomik, kültürel
ve dini alanda büyük ilerlemeler katederken, kendilerini özgürce ifade edebilecek duruma gelmişlerdi.
Bizans’ın asli halkı Rumlar açısından da durum
farklı olmamıştır. Bizans Devleti’nin ağır ekonomik
ve sosyal baskıları altında yaşamaya çalışan bu halk
genelde yarı köle haline gelmiş iken, ülkelerini ele
geçiren Türk sultanları ve beyleri bu halkları ekonomik özgürlüklerine kavuşturmuşlar, haklar ve
hürriyetler vererek insanca yaşamalarını sağlamışlardır.
Sonuç olarak, Malazgirt zaferi sadece Türkleri ilgilendiren ve onları yeni bir coğrafyanın efendileri haline getiren bir başarı olmaktan çok, bütün
Orta-doğu ve Yakın-doğu’nun kaderini değiştiren
muazzam bir hareketin başlangıcı olmuştur. Müslümanlar ve Hıristiyanlar bu zaferle birlikte barışçıl ve
daha insanca bir hayata adım atmışlardır. Zaferin en
önemli sonucu da bu olmalıdır.
Malazgirt zaferi, Gürcüler, Ermeniler ve
Süryaniler gibi doğu Hıristiyan halklarının kaderini
de olumlu yönde etkilemiştir. Bu halkların yüzyıllar süren Bizans hâkimiyeti döneminde yaşadıkları
durgunluğu üzerlerinden atmalarını sağlayacak
dinamizm Türklerle birlikte gelmiş ve onların kaderini değiştirmiştir.
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Kayhan
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Tarih Bölümü, Ortaçağ Ana Bilim Dalı, Öğretim Üyesi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
23
——————————————–——
Kültür Mozaiği ———————————————–———
XI. YÜZYILDA ANADOLU’NUN SOSYAL, EKONOMİK VE KÜLTÜREL YAPISI
başlı başına devletin göreviydi. Bunuda yapılacak
olan akınlarla, seferlerle elde edilen başarılar ve
ganimetlerle yaparlardı. Boy’a baktığımızda Budundan daha küçük bir yapıdır. Baktığımızda Türklerde
boylar arası mücadelelerde yer aldığını görmekteyiz.
Diğer bir terim olarak aile’dir.1 Selçuklu Devleti’nin
sosyal yapısına baktığımızda, Aile yapısı büyük
ölçüde Orta Asya Türk aile ğeleneğine uymaktadır.
Aile reisi, çocuklar ve kadınlar üzerinde tartışmasız
bir yetkiye sahipti. Kaynaklara ve yapılan araştırmalara göre; eski Türklerde ve Selçuklularda aile yapısı, o devirlerin Çin, Hint, İran, Mısır, Yunan ve diğer kavimlerde görülen aile yapılarından farklı bir
özelliğe sahip olmakla birlikte sağlam bir yapıya
sahipti. Hiç söphesiz bu yapı ve aile göcü, töre ve
töreye dayalı inanç ve telakilerden almaktaydı. Aile
içerisinde kadının konumuna baktığımız zaman İslamiyet Öncesi Türk ailesi karşılıklı saygı ve sevgi
esasına dayanmaktaydı. Ana, baba ve çocuklar arasındaki ilişkiyi korumayı ve dayanışmayı sevgi ve
saygı çerçevesinde tayin etmekteydi. Türk aile hukukuna göre babadan sonra aileyi anne temsil ederdi. Babanın ölümü halinde miras anneye düşerdi.
Kadının Aile içinde çocuğun terbiyesi, çadırın kurulması, keçe pişirme, çorap örme vb görevler üstlenmekteydi.
Türkler, evlenme ile gelecek olan akrabalık
bağına çok önem veriyorlardı.İki aile akrabalık münasebetlerini devam ettiği sürece, sevinçte, kederde
ve kaderde ortak sayılıyorlardı. Aynı zamanda evlilikte bazı şartlar yer almaktaydı. Bu şartlara baktığımızda Evlenme sırasında düğün yapmak zorunluydu. yemek indirme, para saçma gibi.2 Kadının
evlilik esnasında ve daha sonra aile içindeki durumuna bakacak olursak, bazı usullerin o dönemden
günümüze kaldığını görmek mümkündür. Örneğin
kız çeyiz hazırlamak zorundadır. Kızın getirdiği
çeyize “Yumuş” denilmektedir. Erkeğin ailesinde
mevki sağlamak için çeyiz çok önemlidir. Selçuklu
Türk kadını, sosyal hayata kapalı değildi. Kadın
evinde, arabasında, çadırında, atı üzerinde daima
eşleriyle birlikteydiler. Hak ve mesuliyetler paylaşılmış olup, millet bütünlüğünü ve devlet otoritesini
kadın erkeği ile birlikte korumakta ve temsil etmektedir.3 İbn Batuta göre; Kadının toplumdaki yerine
baktığımızda , kadınlar erkeklerden kaçmazlar ve
yola çıkılacağı zaman akraba, ya da hane halkındanmışçasına
onlarla vedalaşırlar, bu ayrılıktan
Bu araştırmamızda XI. yüzyılda Anadolu’nun Sosyal, Ekonomik ve Kültürel yapısına
değindik. Fakat Anadolu’nun sosyal, ekonomik ve
kültürel yapısına geçmeden önce Anadolu’nun
kısaca tarihine baktığımızda Anadolu verimli topraklara sahip bir bölgedir. Bundan dolayı gerek
uzun süreli gerekse de kısa sürelide olsa kendi
bünyesinde birçok kavmi barındırmıştır. Bu da
bize farklı dillerin, dinlerin ve kültürlerin bir arada
yaşadğını gösterir. 1071 yılına gelinceye kadar
Anadolu’nun doğu sınırları Bizans ve Müslümanlar
arasında sürekli mücadelelere neden olmuştur. Bu
mücadeleler sonucunda bölgenin nufusunun azalmasına neden olmuştur. Sadece nufusun azalmasıyla kalmayıp birçok bölgenin tahrip olunmasına
neden olmuştur. Bu olaylar ileriki süreçte Büyük
Selçukluların Anadolu’ya yönelik faaliyetlerinde
ve
fetihlerinde
kolaylıklar
sağlayacaktır.
XI.yüzyılın ikinci yarısında Anadolu Büyük Selçukluların saldırısına maruz kalacaktır. Büyük
Selçuklular’ın Bizans’a karşı kazandıkları başarılar
ve 1071 yılındaki Malazgirt zaferi, Anadolu’da
yeni bir ortamın ve kültürün doğmasına yol açmıştır. Birçok Türk aşiretleri doğudan batıya doğru
Anadolu’nun çeşitli yörelerine sevk edilmiş. Özellikle Sultan Melikşah, döneminde Türkistan, Horasan ve Azerbaycan’dan Anadoluya çeşitli Türk
akınları yaşanmıştır. Ve bunlar Anadolu’nun çeşitli
bölgelerine yerleştirilmişlerdir. 1071 Malazgirt
Meydan Savaşından sonra Anadolu’ya yeni göçler
meydana gelmiştir. Bu göçler daha çok yurt edinme amaçlı olduğu için kendileriyle birlikte eşyalarını da getirmişlerdir. Bu göçlerin ve akınların
sonucu Anadolu’nun Türkleşmesini hızlandırmıştır. Aynı zamanda bu göç edenlerin arasında ilim,
sanat, din ve edebiyat alanında ilerlemiş şahıslar
yer almışlardır bu şahıslar, faaliyetlerini Anadolu’da yayılmasına zemin hazırlamıştır.
SOSYAL YAPI
Sosyal yapıya baktığımızda, Bodun, Boy
ve Aile karşımıza çıkmaktadır. Bodun:Toplumdaki
en büyük birim olarak bilinir. En küçük birim olarak da aile ‘dir. Budun, Kaşgarlı Mahmud’un eserinde “Millet” anlamına gelmektedir. Aynı zamanda Türklerde son derece kuvvetli bir millet anlayışı
vardı. Milletin huzur ve refah içinde yaşatmak
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
24
————————–————————
Kültür Mozaiği ———————————————–———
üzüntülerini, gözyaşlarını dökerek belirtirlerdir.
Ayrıca haftada bir pişirdikleri ekmeklerini misafir
ve yabandan gelenlere gönderdiklerini belirtmişti.4
kültür ve medeniyet tarihi meydana gelmiştir.Anadolu’ya göç eden bu halkın, kültürel yapılarına baktığımızda gerek ilim alanında gerekse de
yaşayış biçimlerden dolayı farklı kültürler meydana
gelmiştir.
Anodolu’nun mimari yapısına baktığımızda, Selçuklu evleri iki katlı olup alt katta ahır,
mutfak, ambar ve hizmetçi odaları, üst katta da ev
sahiplerinin oturma ve yatmaları için yapılmış
daireler mevcuttu. Yapılan bu evlere bir avludan
girilir. Katlara ise tahtadan yapılmış merdivenlerle
çıkılır.5
Selçuklu imparatorluğunun kurulması ile
müslüman kavimler arasında yeni bir kültür kaynaşmasına neden olmuştur. Selçuklular zamanında
gerek siyasi birliğinin kurulmuş olması gerekse de
ticari amaçlarla Türkistan, Harezm, Horasan ve başka ülkelerden diğer islam ülkelerine ve özellikle de
Anadolu’ya pek çok göç olmuştur. Anadolu’ya göç
eden bu kavimler arasında ilim, din, mutassavıf,
edebiyat ve sanat alanına ilgi duyan şahıslar yer
almışlardır.8 (Anadolu’da ilim ,sanat ve edebi faaliyet bu dönemlerde başlamıştır.Ancak bu faaliyetler
Türk diliyle değil, Arapça ve farsça yapılmaktadır.
Bu dönemde Selçuklu Sultanları okumuş bilgili
kişilerdir hemen hemen hepsi Arapça Farsça bilen
şahıslardır. İçlerinde şiir yazanlarda vardır. Selçuklu
Sultanları İlim ve sanata çok önem ve ilgi verdikleri
için Anadolu’ya gelen sanat adamlarını koruma
altına almıştır.) Bu kişiler Anadolu’nun kültürel
yapısında önemli aşamalar kaydetmişlerdir.9 Aynı
zamanda Anadolu özgür düşünceye saygı duyulan
bir bölge olmasından dolayı farklı fikirler, görüşler
ve önemli alimler yetişmesine olanak sağlamıştır.
Bu ortam içinde XII. Yüzyılın ikinci yarısından
itibaren başlayan fikri hareketler XIII.yüzyılda Mevlana Celalüddin Rümi ve Yunus Emre gibi önemli
şahsiyetlerin yetişmesine neden olmuştu. Sultan
Alaeddin Keykubad, ilim sanat, ve dine yaptığı büyük hizmetlerle Anadolu’yu en yüksek medeniyet
seviyesine ulaştırmıştır. Selçuklu İmparatorluğu
devrinde büyük din adamları, Fıkıh, Kelam tefsir,
hadis, felsefe bilginleri yetişmiş ve bu bilgin kişiler
sultanlar tarafından himaye altına alınmıştır. Selçuklular devrinde yetişmiş olan din adamlarından bazıları şunlardır: İmamül- Haremeyn olarak meşhur
Ebul-Meali Cüveyni, İbnül-Cevzi, Zemahşeri, EbulKasım Kuşeyri vb.10 Büyük Selçuklular devrinde
şiir ve edebiyat alanında da büyük ilerlemeler kaydedilmiş ve bundan bilhassa, imparatorluk devrinde,
Fars edebiyatı faydalanmıştır. Farsça dili Selçuklular
devrinde böyle üstün bir seviyeye ulaşınca Anadolu’da da tesirlerini göstermiş, aynı zamanda birçok
eser bu dille kaleme alınmıştır. Fakat bir yandan
Sosyal hayat içinde eğlence kültürüne baktığımızda birçok yarış türleri ve oyunlar bulunmaktadır.Bunlardan avcılık ve atıcılık, at biniciliği,
göreş, at koşuculuğu, deve göreşi, cirit, top kapma,
çögen oyunu satranç, koşu yapma, yol yürüme
yarışı dağdan kayma, dağa çıkma, dağdan inme
gibi oyunlar v eğlenceler yer almaktadır. Bu oyun
ve eğlencelerden bazılarına devlet adamlarının
yanında halkında katılım gösterdiği bilinmektedir.
Bunlardan birtaneside avcılıktır.
Sosyal hayat içinde diğer bir kültür özelliği
olan, Ölüm, Yas ve Ecdada saygı adeti yer almaktadır. Yakının kaybeden bir kişi belli bir süre eğlenceden uzak kalarak, başsağlığı dilemek için
gelen misafirleri karşılamakla meşgul olunurdu.
Yakın komşular cenae evine her türlü yardım yapılırdı. Törbeler, dörtgen, çokgen veya dairesel bir
plan üzerine inşaa etmişlerdir. Törbelerde daha çok
din ve devlet büyükleri yatmaktadır. Bu din ve
devlet büyükleri tek yattıkları gibi bazen aileleriyle
birlikte gömüldükleride bilinmektedir.6
İbn Batuta Anadolu’nun sosyal yapısından
bahsederken eserinde halkın meşgul olduğun işlerden de bahsetmiştir. Hemen hemen her şehir ve
yerleşim merkezinden bahsederken dükkanlardan
ve çarşılarından da bahsetmiştir. Örneğin Denizli’de pamuktan altın işlemeli kumaş imal olunmaktadır. Bunlardan başka halkın bir bölümünün de
zirai faaliyetle uğraştığınıda dile getirmiştir.7
KÜLTÜREL YAPI
Anadolu’nun kültürel yapısına baktığımız
zaman gerek siyasi, gerek ekonomi gerekse’de
dini amaclardan dolayı Anadoluya birçok göç olmuştur. Bu göçler sayesinde Anadolu’da büyük bir
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
25
—————————–———————
Kültür Mozaiği ———————————————–———
Kur’an dili olduğu için medrese yoluyla kendini
muhafaza eden Arapça, diğer taraftan da işlenmiş
bir edebiyat dili olan Farsça ve Türkçe dili arasında
mücadeleler yer almıştır. Nihayet Arapça dilini
medreselere sıkıştıran, Farsça’yı da günlük dil
olmaktan uzaklaştıran Türk dili, bu mücadeleyi
kazanmıştır. Sonuç olarak Arapça, Farsça ve Türkçe arasındaki mücadeleyi Türkmen kitleleri sayesinde birçok Farsça ve Arapça unvanların Türkçeleştirmeleri ayni zamanda Selçuklu sultanların
şehirlere Türkçe adlarını takmalarıyla Türçe dili
büyük bir önem kazanmıştır.11
anlatmaktadır: “Avdan döndüğü sırada, kendisi ile
belde haricinde karşılaştım. Hayvanımdan indim. O
da hayvanından indi. Selam verdim. Bana ikbal ve
teveccüh etti” Burada İbn Batuta, Anadolu’da beylerin selamlama ve karşılama ile ilgili bu adetlerine
riayet edilmezse, hoş karşılanmayacağını da dile
getirmiştir.
Anadolu’nun diğer bir kültür özelliği kaplıcalara gitme ve hastalıklara tedavi etme adetidir. İbn
Batuta’nın eserine göre ; Anadolu’nun hemen her
şehrinde su kaynakları yer aldığını Özellikle Bursa’da yer alan kaplıcaları hakkında bilgi veren yazar,
hastalanan halkın şifa için Bursa’ya geldikleri, biri
erkeklere, diğeri kadınlara mahsus iki sıcak su havuzunun bulunduğunu girmeleri için de iki ayrı
binanın mevcut olduğunu belirtmiştir.12
Anadolu’nun kültürel yapısında halkın yaşam tarzı da önemli bir yere sahiptir bunlara baktığımızda; misafirpervellik, selamlaşma, karşılanma,
aydınlanma, ısınma, hastalıkları tedavi etme gibi
önemli adetleri ve kültürleri yer almıştır.
Anadolu’nun diğer bir kültür özelliği ısınma
ve aydınlanma kültürüdür. Isınma kültürüne baktığımızda Kaşgarlı Mahmut’un eserinde bizlere şu
bilgileri vermektedir: Türkler gerek ısınmak için
gerekse yemek pişirmek için ocakta, türlü maddeler
yakmaktadırlar. Bu maddelere baktığımızda koyun,
deve, ve at göbreleri başta gelmektedir. Bunun
yanısıra ısınma için odunun da kullanıldığı bilinmektedir. Çünkü Kaşgarlı, eserinde bir kişinin tenceresinin etrafında odun yığdırdığından bahsetmiştir.
Bu da bize odunun hem ısınma hem de yemek pişirme amaçlı olarak kullanıldığını gösterir. Diğer
taraftan halkın kömür kullanıldığıda bilinmektedir.
Misafirperverlik anlayışına baktığımızda,
Türk Milleti’nin misafirpervellik davranışı tüm
dünya’da ün kazanmış bir davranıştır. Biz Türklerin bu davranış biçimini İbni Batuta’nın önemli
eseri olan Seyahatnamesinde görmekteyiz. İbn
Batuta ve arkadaşları Birgi’ye vardıklarında, rastladıkları bir şahsa ahi zaviyesini sormuşlar. Bu zat,
kendilerine işaretle “ Sizi oraya götüreyim” demiştir. Gittikleri yerin o şahsın evi olduğunu anladıklarını kaydeden seyahımız, kendilerini götüren ev
sahibinin yaz mevsimi olduğundan misafirlerini
evinin damına oturtuğunun , çeşitli meyveler ikram
edip aynı zamanda hayvanlarına da yem verdiğini
ifade etmektedir. İbn Batuta aynı zamanda misafirliğin üç gün olduğuna dair eserinde şöyle belirtmiştir: Ahi Duman’ın zaviyesinde iki gün kalmışlar ve
ikinci günde ayrılma arzularına karşı, zaviyenin
sahibi, bundan üzüntü duyarak, “ Eğer böyle yaparsanız, yani bugün ayrılırsanızi itibarıma gölge
düşer, çünkü misafirliğin en az müddeti üç gündür” demiştir.
Aydınlanma , kültürüne baktığımızda Türkler, evlerini bugün çıra denen yağlı odun parçalarıyla aydınlatmıyorlardı. Aydınlanma aracı şişesiz lambaydı. Bu alet için keten tohumu yağı ve fitil şarttı.
Fitil içinde özel pamuk kullanılıyordu.13
Selçuklularda, diğer bir kültür özelliği askeri alandadır. Bunlara baktığımızda: “Sürgün avına
çıkmak”, “ok göndermek”, “geçit töreni yapmak” “
savaş meclisi toplamak”, “ yüzük göndermek”, “barış önerisinde bulunmak”, “ saltanat çadırı kurmak”,
“ yada taşı ile yağmur yağdırmak” vb özellikler yer
almaktaydı.14
Anadolu’nun diğer bir kültür özelliği selamlaşma ve karşılama adetidir. Bu konuda İbn
Batuta, hemen her bey ve sultanı ziyaret ettiğini,
selamlaştığını ve hal hatır sorduğunu, bunun
yanısıra selamlaşma ve karşılaşmada dikkat edilecek görgü kurallarının da mevcut olduğunu kendi
eserine yansıtmıştır. İbn Batuta, Larende Sultanı
Bedreddin bin Karaman ile karşılaşmasını şöyle
EKONOMİK HAYAT
Selçukluların hakim oldukları ülke ve bölgelerde, siyasi birliği sağlamaları ekonomik ve ticari
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
26
———————————–—————
Kültür Mozaiği ———————————————–———
ceviz ve kestane yetiştiriciliği, bunun yanısıra erik,
elma, kaysı ve şeftali gibi meyvelerin kurutulduğunu
dile getirmiştir. Sinop’ta incir ve üzüm yetiştiriciliği,
aynı zamanda arpa ve buğdayın yetiştirildiği, pirinç
tarımının yapıldığını da dile getirmiştir.18 Meyve
üretiminin ardından dış pazarlara da çeşitli işlemlerden geçirilerek gönderilmiştir. Selçuklu ülkesinin
önemli tarım havzaları Maveraünnehir bölgesi ve
Fergana havzasıdır. Devletinin batıya doğru sınırlarını genişletilmesiyle yeni tarım alanlarına da sahip
olmuşlardır. Horasan. Harezm ve Irak bölgesi bunlara örnek olarak söylenilebilir. Merv ovasında açılan
sulama kanalları ve Ceyhun nehrinin sularıyla sulanan Maveraünnehir ovaları tarım için en elverişli
arazilerdir.19
TİCARET
Bütün dünya ülkelerinde ekonomiye hareketlilik getirip, yenilikler yapan başlıca unsur ticarettir. Türkler, İslam dünyasında ticari hayata yeni
bir hareketlilik ve sistem kazandırdılar. Daha Selçuklulardan önceki Müslüman devletler ticarete
büyük önem vermiştir. Selçukluların ticarete verdiği
değeri tüccarlara verilen ayrıcalıklardan ve öneminden anlayabiliriz. Ülke genelinde tüccarlar büyük bir
itibara sahip olmuşlar. Aynı zamanda onlar için
önemli olan diğer bir aşama ise tüccarların mallarının sigortalaştırmalarıdır. Böylece herhangi bir saldırıya uğrayıp malları telef olursa bu zararını devlet
tarafından karşılanma imkânını elde etmişlerdir.20
Anadolu, Türkiye Selçuklularının birlik ve
beraberliğinin sağlamasından sonra, Müslüman ve
Hıristiyan toplumlar arasındaki dünya ticaret yollarının geçiş noktası üzerinde yer almış, böylece ülke
iktisadi ve kültürel alanda büyük bir gelişme kaydetmiştir. Türkiye Selçukluları, ekonomik durumu
kendi yaşam şekillerine bağlı olarak geliştirmişlerdir. Göçebe olarak yaşayanların hayvancılıkla uğraşmaları sebebiyle Türkiye’den Bizans ve Trabzon
Rum Devleti’nin yanı sıra daha çok Arap ülkelerine
bol miktarda hayvan ve hayvani ürünler ihraç ediliyordu. Yön, tiflik ve ipekten çeşitli kumaşlar yapılıyordu. İhraç malları arasında ham ve mamul deri
maddeleri de yer almaktadır. Zirai ürünlere baktığımızda, şehir hayatının kenar bölgelerinde meyvecilik ve bağcılık önemli bir yere sahip konumundaydı.
Aynı zamanda bahçeler sulama sistemleri ve çeşitli
bölgelerde yetişen üzüm, karpuz, kavun, kaysı, şeftali, erik, portakal, limon vb. Ürünlerin yer aldığını
durumun gelişmesine zemin hazırlamıştır. İmparatorluk ticaret yollarının daima kontrol ve göven
altında tutulması sonucu ticaret kervanlarının Hindistan ile Suriye sahillerine, Batı Avrupa ile Türkistan ve Harzm arasında gövenli bir şekilde ve
rahat bir şekilde sefer yapmalarına imkan sağlamıştır. Selçuklular, aynı zamanda hakim oldukları
bölgelerdesulama kanalları ve tesislere verilen
önem sayesinde zirai üretim artırılmıştır. Nitekim
bu sayede Merv ovalarında pamuk ziraati çok
gelişmişti. Ticaretin ve ziraatin gelişmesinin yanında, her şehirde de kendine has sanayi ve imalat
ilerlemişti.15 Selçuklu ekonomisine baktığımızda
genelde şu unsurlarla karşılaşmaktayız: Tarım,
hayvancılık, ticaret ve sanayidir. Orta Asya Türkleri ilk başlarda göcebe bir hayat yaşarlarken daha
sonra yerleşik hayata geçmişlerdir. Buda onların
ekonomik yaşam koşullarında önemli bir aşama
kaydetmiştir.
HAYVANCILIK
Türkmen boyları daha çok konar göçer bir
yapıya sahip olan bir toplumdu. Bu yaşam tarzları
onları daha çok hayvancılığa sevketmiştir. Hayvancılık alanında daha çok koyun, keçi, sığır, at,
deve gibi hayvanları beslemektedirler. Canlı hayvanların ihracı önemli gelirlerden sayılmaktaydı.
Aynı zamanda bu hayvanlardan savaş alanındada
faydalanılmaktaydı.16 Hayvancılık konusunda İbn
Batuta, eserinde Selçukluların, muhtelif vesilelerle
at satın aldıklarını, aynı zamanda kendisine hediye
olarak atın, verildiğini belirtmiştir. Attan başka
diğer hayvanların da beslendiğini gösteren kayıtlara rastlanmaktayız. Denizli’de Ramazan bayramı
namazından önce, fakir fukaraya dağıtılmak için
sığır ve diğer hayvan türlerinin kesildiği bilinmektedir. Bunun yanısıra çarşılarda hayvanları bağlayacak yerlerinin bulunduğu, hayvanlar için samanın satılması hayvancılığının önemli bir yere sahip
olduğunu göstermektedir.17
TARIM
Anadolu’nun toprağı ürün verme bakımında zengin bir konuma sahiptir Bu konu hakkında
İbn Batuta’nın eserinde yeteri kadar bilginin olmadığını dile getirmiştir. Fakat Gölhisar’da suyun
ortasında yetişen kamışlar, Denizli’de önemli bir
yere sahip olan pamuğun daha o dönemlerde bile
kıymetli olduğu dile getirilmiştir. Kastamunu’da
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
27
Kültür Mozaiği ———————————————–———
———————————————–—
bilmekteyiz.21 Gerçekten Anadolu, Selçuklu istilaları
sayesinde, İslam sınırlarına dahil olma ve ticareti engelleyen göçleri ortadan kaldırdıktan sonra Anadolu ticari
alanda büyük gelişmeler göstermiştir.22
SONUÇ
Sonuç olarak Anadolu sosyal açıdan Orta Asya
geleneğinin devamıdır. Sosyal yapıda genelde aile reisi
babadır. Babanın gerek eşi üzerinde gereksede çocukları
üzerinde mutlak göce sahiptir. Ailenin içinde kadın,
önemli bir yere sahiptir gerek ev işlerinde gereksede
farklı alanlarda daima erkeğinin yanında yer almaktadırlar. Sosyal yapı içerisinde çeşitli eğlencelerin yer aldığını
görmekteyiz. Bunlara baktığımızda avcılık, at biniciliği,
göreş, cirit atma gibi eğlence türleri yer almaktadır. Buda
halkın refah seviyesinin yükseltiğini işaret etmektedir.
Kültürel yapısına baktığımızda Anadolu’nun Türkleşmesinden sonra Anadolu’da önemli gelişmeler yer almıştır
ve Türk kültürü büyük bir aşamada Anadolu’da yayılmıştır. Bu alanlara baktığımızda yeme-içme, giyim-kuşam,
misafirperverlik, ikram ve hedite taktimi selamlaşma,
karşılama,ısınma ve aydınlanma gibi kültürler yer almıştır. Aynı zamanda sanat, edebiyat ve dil alanında da
önemli gelişmeler olmuştur. Hatta bazı Selçuklu Sultanların şiir yazdıkları da bilinmektedir. Ekonomik yapıya
baktığımızda; tarım hayvancılık ticaret ve iktisadi alanında önemli gelişmeler yer almıştır. Ticarete baktığımızda
gerek iç ticaret gerekse de dış ticaret alanında Anadolu
büyük bir gelişme kaydetmiştir. Halk geçim kaynaklarına
ve uğraşlarına baktığımızda, hayvancılığın önemli bir
yere sahip olduğunu görmekteyiz. Hayvanların derisinden
çeşitli ürünler elde ederek satmışlardır. Bunun yanısıra
ülkede meyvecilikte önemlidir çeşitli meyveleri kurutarak
satmışlardır. Tarım alanına baktığımızda sulama kanallarını inşaa ederek arpa, buğday yetiştiriciliği büyük bir
aşama kaydetmiştir.
Anadolu ticareti iç, dış ve transit ticaret olarak ele
alabiliriz. Şehir hayatının gelişmesiyle iç ticaret arasında
önemli bir ilişki meydana gelmiştir. Açık ve kapalı
çarşılar, parekende ticareti için, toptan tiçaretler için ise
hanlar önemli bir yere sahipti. Açık ve kapalı çarşılardaki dükkanlarda esnaflar genelde üretim ve parekende
ticaret ile meşgul oluyorlardı. Tüccar zümresine baktığımız zaman iç ve dış ticarete katılan, kervanları donatan, mal ithal eden ve sanayi faaliyetlerini düzenleyen
bir zümredir. Ticaret yollarında sürekli olarak işleyen
kervanların güvenliklerini ve barınmalarını sağlamak
amacıyla bir kervansaray şebekesi oluşturulmuştur.23
kervansaraylarda halkın belirli ihtiyaclarını karşılamak
ve sorunlarını gidermek için hastane, mescid, ilaç ve
tabibler bulunmaktaydı. Aynı zamanda kervansarayları
güvence altına almak amacıyla başlarına bir idareci ve
muhafız birlikleri konmuştu. Bu kervansaraylarda yolcular, hayvanlarıyla birlikte, üç gün olmak üzere kalıp
yemek ihtiyaçları karşılanılıp, hastalar tedavi ediliyor ve
hatta fakir yolculara giyim yardımı bile yapılıyor. Bu
kervansaraylarda herhangi bir ırk ayrımı yapılmaksızın
zengin- fakir hür- köle Müslüman Hıristiyan ayrımı
yapılmadan ihtiyaçları karşılamışlar.24 Aynı zamanda
kervansaraylar, sadece tiçaret kafilelerin konaklama yeri
değildi. Zengin olan halkın kendi mallarına herhangi bir
saldırı olmaması için mallarını buraya getirmişlerdir.
Bundan dolayı baskınlara dayanabilmeleri için sağlam
inşaa etmişlerdir. Kervansarayın içinde gövenli bir şekilde konaklamak için demir kapılar sur duvarlar inşaa
etmişlerdir.25
DIPNOTLAR
1 Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu
Tarihi, Ankara: TTK Yayınları, 299.
2 Mehmet Altay Köymen, 306.
3 Refik Turan, Selçuklu Tarihi El Kitabı, Ankara: Grafiker
Yayınları, 2014, 479-481.
4 Mehmet Şeker, Anadolu’nun Türkleşmesi ve Kültürel
Hayat, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 141.
5 Refik Turan-Güray Kırpık, Selçuklu Devrinde Türk Sosyal
Hayatının Unsurları, Ankara: Grafiker Yayınları 2014, 23.
6 Refik Turan, 486.
7 Mehmet Şeker, 140.
8 Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul: Ötükent Neşriyat, 2008, 337.
9 Malazgirt Armağanı, Ankara: TTK Yayınları, 1993, 298.
10 Ali Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi,
Ankara: Gazi Yayınları, 2014, 638.
11 İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, İstanbul: Milli Eğitim
Yayınları, 1992, 117.
12 Mehmet Şeker, 155.
13 Mehmet Altay Köymen, 408.
14 Salim Koca, Selçuklular’da Ordu ve Askeri kültür,
Ankara: Berikan Yayınları, 2005, 185.
15 Ali Sevim, Erdoğan Merçil, 636.
16 Refik Turan, 501.
17 Mehmet Şeker, 173.
18 Mehmet Şeker, 172.
19 Refik Turan, 501.
20 Refik Turan, 503
21 Ali Sevim, Erdoğan Merçil, 637.
22 Osman Turan, 355.
23 www.enfal.de/sosyalbilimler/s/018.htm
24 Osman Turan, 356.
25 Osman Turan Selçuklu Tarihi Araştırmaları, Ankara:
TTK Yayınları, 2014, 89.
Murat Genç
Ardahan Üniversitesi, Tarih Bölümü,
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
28
Tarihten Kurguya———————————————–—
——————————————–—-——
MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU: ANAHTAR
Birinci bölümde (s.5-75) “vakit geldi sayılır…“ anahtar cümlesinden hareketle tarihi roman
dönemi aydınlatmak için ilk ışığını yakar. Eserin
giriş bölümü Alparslan’ın ölümü ile karşı karşıya
kalan Selçuklu Devleti’nin yaşadığı içsel bunalımı
ve ayakta kalma çabasını güçlü bir biçimde ortaya
koymaktadır. Eser Epik bir anlatımın yoğunlaştığı
eserden ziyade Melikşah’ın hem insani vasıflarını
hem de liderlik vasıflarını etkili bir biçimde anlatmaktadır. Babasının ölümüyle hüzünlenen Melikşah,
yönetimdeki tedirginlikleri nedeniyle yaşadığı korkuların yanında, korku ve hüznünü geri plana atıp
etkili bir devlet adamı olma yolundaki olgunlaşma
süreci eserde çarpıcı bir şekilde yansıtılmıştır.
Mustafa
Necati
SEPETÇİOĞLU’nun
Anahtar adlı kitabını tanıtacağız.
Kitabı tanıtmadan önce kitabın künyesi
hakkında bilgi verecek olursak: Mustafa Necati
Sepetçioğlu, Anahtar, İrfan Yayıncılık, İstanbul
2010, s.295 ve kitabın sonunda eski yer adlarının
bugünkü isimlerini gösteren bir sözlükte yer almaktadır.
Eserin adından da anlaşıldığı üzere Anahtar ismi Malazgirt zaferi ile Anadolu kilidinin
açılması ve devletleşme sürecine giren beyliğin
imgesidir. Tabi ki kapının açılması tek başına yeterli değildir. Kapıyı açan anahtarı bulunduran
kişinin, devlet olma sürecindeki atılımlara da kılavuzluk etmesi gerekir.
Eserin ilk kısımlarında Selçuklu Devleti’nin
yaşam biçimine bağlı olarak renkli bir çadırda oturan Melikşah’ın ve onun veziri, beyleri, diğer bütün
halkının ölüm karşısında yaşanan iktidar boşluğunun
yarattığı bocalanmanın verdiği huzursuzluk sebebiyle başlarda ortamda bir kaos durumunu görüyoruz
fakat bu çok uzun sürmeyecektir çünkü ilerleyen
safhalarda Melikşah ve veziri Nizamülmülk’ün kurdukları etkili otorite ile birlikte bu kaos ortamı yerini
yeniden sükuna bırakacaktır.
Eser 6 bölümden oluşmaktadır. Eserin birinci bölümünde (s.5-74), Alparslan’ın ölümüyle
yaşanan iktidar boşluğunun yarattığı bocalanma
sürecini; ikinci bölümünde (s.74-139), Selçuklu
Devleti’nin otoritesini sağlamlaştırıp fethedilecek
bölgelerle ilgili planlar hazırlamasını; üçüncü bölümünde (s.139-203), Kutlamış oğlu Süleyman
Bey ile kardeşi Mansur’un sultanlık ile ilgili tartışmalarını; dördüncü bölümünde (s.203-239),
Süleyman Bey’in fetih planlarını; beşinci bölümünde (s.239-251), vatandaşlaşma süreci ve Türkiye adının kullanılmaya başlanmasını; altıncı bölümünde (s.251-292) ise Mansur’un ölümünü ve
Süleyman Bey ile Tutuş arasında geçen çeşitli sıkıntıları görmekteyiz.
Nizamülmülk’ün hem İranlı oluşu hem de
Selçuklu kanı taşımamasına rağmen onun sözlerine
duyulan saygı Afşin’i rahatsız etmektedir. Bu sebepten dolayı Afşin ile Nizamülmülk arasında iktidar
çekişmesi söz konusudur. Kurulan bir divanda
Melikşah karşısında saygısızlık yapılmaya kadar
ilerleyen bu durum karşısında Melikşah, Afşin’i ve
beraberindekileri Urumeli’ye akınlar yapmak için
göndererek yaşanan bu durumu kontrol altına almaya çalışır. Afşin’e babasının denize varmak istediğini söyler, ona denize de göğe de kilit vurulmaz
deyip göğün kendisinde kalmasını, denize de onun
varmasını istediğini söyleyerek, ilk vardığı denize
kılıcını üç defa vurmasını ve bir avuç kum alıp gelmesini tembihleyerek Afşin’i akınlar yapmaya gönderir. Melikşah devlet içindeki ayrışmayı bu şekilde
kontrol altına alarak, Alparslan’dan devraldığı iktidarı yoluna koymak için ilk icraatlerine başlar.
Kitabın ana konusunu incelediğimizde Malazgirt Savaşı sonrasında Anadolu’nun Türkleşme
süreci ve beylikten devlete geçiş aşamaları anlatılmaktadır. Yeni yurt edinme, eski ülkü değerleri
koruma, yeni değerler oluşturma, o dönemde yaşanmış çeşitli problemler kitapta akıcı bir şekilde
dile getirilmiş ve dönemin tarihine ışık tutmuştur.
Yazar dönemi anlatırken gerçeklerin ışığında vatanı Türkleştiren alperen tipinin özelliğinin yanında,
vatanı yurt edinme aşamalarından ve vatandaşlaşma sürecinden akıcı şekilde söz etmiştir. Milli
bilinci uyandırması bakımından önem teşkil eden
tarihi roman, Selçuklu Devleti’nin örf adet ve geleneklerinin yanı sıra teşkilat yapısı, adalet ve savaş gücünü etkili bir şekilde yansıtmıştır. Olaylar
1072 ile 1075 tarihleri arasında gerçekleşmiştir.
Eserin giriş kısmında Afşin Bey’den söz
eden Sepetçioğlu, sağdaki Sav-Tekin Bey, soldaki
Buldacı bey ve ortadakinin Afşin Bey olduğundan
söz etmiştir. Bu da Eski Türk teşkilatı geleneği olan
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
29
—————————————–—-———
Tarihten Kurguya———————————————–—
sağ-sol oturma düzeninin Selçuklularda halen devam ettiğini göstermektedir. Bunun yanı sıra cenaze töreni olarak yapılacak yuğ töreninden söz
edilmesi, ad verme, vasiyet, evlilik kuralları, otağda oturma, divan üyelerinin toplanması, ok ve yay
kullanımı, eski Türk savaş, gelenek ve göreneklerinin yani eski kültürel değerlerin hala kullanılmaya devam edildiğini eserde net bir şekilde görmekteyiz.
Kitabın sonraki aşamasında Ömer Hayyam
ve Hasan Sabbah ‘tan bahsedilir. Küpeli Hafız,
Hasan Sabbah’ı değerlendirirken mel’un da olsa
zeki, korkusuz ve yiğitlik gibi özelliklerinin yanı
sıra yaşam hikâyesini anlatırken onun hakkında da
bazı bilgiler verir. Hasan Sabbah’ın Alparslan tarafından kovulduktan sonra Abbasi Halifesinin yanına gittiğini orda da yüz bulamayınca Fatımi halifesiyle görüştüğünden söz etmektedir.
Tekin aracılığı ile annesi Selcan Hatun’a gönderir.
Mektupta Melikşah’ın amcası Kavurd ile annesi
Selcan Hatun’un evlenmesi gerektiği yazılıdır. Yola
çıkan. Sav-Tekin devlet içerisindeki söz konusu
sıkıntılardan dolayı hastalanacak daha sonra Küpeli
Hafız tarafından iyileştirilecektir.
Melikşah’ın sultan olacağı haberinin yayılmasıyla beraber, Peçenek Balçar adındaki bir
haberci Melikşah’a Kavurd bey’in isyan ettiğini ve
Rey şehrine doğru hareket ettiğinin haberini getirir.
Melikşah haberin doğruluğunu tasdik ettikten sonra, amcası Kavurd’a mektup yazmaya karar verir.
Melikşah’a karşı çıkan dedesi Sav-Tekin,
Kavurd’u ancak zor kullanarak etkisiz hale getirmenin doğru olduğu kanaatinde olsa da Melikşah,
dedesine karşı çıkarak, amcasını tatlı sözle yola
getirmenin çarelerini düşünmüş, savaşmadan bu
konuyu halletmeye karar vermiştir.
Eserde Selçuklu içinde yer alan Peçenekli
Balçar ve Boğaç’ın Hasan Sabbah ile karşılaşması
Acem kızlarını gördükten sonra akıllarının karışması
ve yaşadıkları olağanüstü olaylar eserde büyüleyici
bir biçimde hissettiriliyor. Burada Hasan Sabbah’ın
uyuşturucu ve içki ile dünya cenneti, ölümsüzlük
gibi vaatlerle Selçuklu’ya karşı, milleti nasıl kandırdığını net bir biçimde görmek mümkün fakat asıl
önemli olan Hasan Sabbah ile karşılaştıktan sonra
ölen Boğaç’ın ölüm nedeninin merak konusu olmasıdır.
İkinci Bölümde (s.74-139) Küpeli Hafız
ölüm döşeğindeyken, oğlu İltutmuş’a bir vasiyetname yazdırır. Selçuklu Devleti’nin sonraki aşamaları
için önemli bilgiler veren bu vasiyetname de Kutlamış Süleyman Şah’ın aldığı yerlere, başkanlığını illa
Arslan Baba adlı pirin yaptığı tekkelerin kurmasını
ister bu tekke de bekârlardan oluşan kişiler olacaktır.
Bunun yanı sıra aldığı bölgeleri önce İslamlaştırmasını daha sonra Selçuklu yapmasını tembihler. Bencil olmamayı, yoksula yaklaşmayı, zengine boyun
eğmemeyi, merhametli, insaflı ve cömert olmayı
öğütleyen bu vasiyetname hem Selçuklu’nun büyüme aşamalarını hem de bir beyde olması gereken
özellikleri net bir biçimde ortaya koymuştur.
Bu aşamadan sonra Melikşah’ın çocukluktan, olgunlaşma evresine geçişi, etkili zekâsı ve
liderlik vasfı daha fazla ön plana çıkmıştır. Yaşanan iktidar sıkıntısı sonraki aşamalarda çözüme
ulaşacak mı? Nasıl ulaşacak bütün bu soruların
cevabını eseri okuduğunuzda daha net bir şekilde
anlayabilirsiniz.
Eserde dikkat çeken bir diğer noktaysa
Melikşah’ın dedesiyle arasında geçen konuşmasında “…korkmak ayıp değildir.” diyerek yaşadığı
içsel bunalımını rahatlıkla dile getirebilmesidir.
Yazar burada hükümdarın insani vasıflarını net bir
şekilde yansıtabilmiştir.
Sonraki aşamalarda Çavuldur Boyu’ndaki gündelik
yaşam anlatılır. Ahmet Yesevi’den söz edilir. Bunun
yanı sıra kopuz eşliğinde çalınan türküler ve maniler
eseri eğlence tadında okumanızı sağlayacak. Tam bu
sırada Çavuldur boyuna baskın yapan Bizanslılar
ortalığı yakıp yıkarken dehşete kapılacak ve hüzne
boğulacaksınız.
Melikşah, Alparslan’ın vasiyetini ve töre
geleneklerini anlatan bir mektubu dedesi Sav-
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
30
———————————–—-—————
Tarihten Kurguya———————————————–—
Üçüncü Bölümde (s.139-203) İkonyum’un
alınışı ve Kutlamış oğlu Süleyman Bey’in töreleri
hiçe sayan kardeşi Mansur ile tartışmalarının yanı
sıra Mansur çadırında Atsız ile görüşürken Süleyman Bey’e yakalanmasıyla gerçekleşen konuşmalarda Süleyman Bey’e gönderilen birbirinin aynısı
olan iki mektuptan söz edilmesi ve sultanlık tartışmalarına şahit olacaksınız. Olaylar bir film şeridi
gibi gözlerinizin önünden akıp gidecek sizde bu
yazılı tarihin akıp giden sayfalarında keyifli dakikalar geçireceksiniz.
Yağmur Bey aldığı bilgileri Süleyman
Bey’e iletir. Süleyman Bey Bizans’ın kendilerine
karşı yapmış oldukları anlaşmalar hakkında bilgi
verip, Mansur ile ilgili çeşitli sıkıntıları Melikşah’a
bildirmek için Yağmur Bey’i görevlendirir.
Porsuk Bey’in Süleyman Bey ile görüştüğünü görüyoruz. Görüşmede devletle ilgili çeşitli
haberlerle beraber, Mansur Bey ile ilgili sorunların
tartışıldığına şahit oluyoruz. Süleyman Bey Mansur
sorununu ısrarla kendisinin halledeceğini söylese de
Porsuk Bey’in Mansur Bey ile dövüşüp onu öldürdüğünü ve bu ölümle birlikte Süleyman Bey’in yaşadığı acıyı, hüznü ve yalnızlığı eserin akıp giden
sayfalarında hissetmemek hiçte mümkün değil.
Dördüncü Bölümde (s.203-239) Süleyman
Bey ile Ersagun Bey’in gelecekle ilgili yaptıkları
planlardan hareketle, Süleyman Bey’in sonraki
süreçte atacağı adımları görme fırsatınız olacak.
Süleyman Bey, kardeşi Tutuş’a mektup
göndererek aldığı bölgeleri geri vermesi için uyarıda
bulunur. Tutuş’ta Süleyman Bey’e cevap niteliğinde
bir mektup yazar. Süleyman Bey aldığı mektup ile
birlikte Melikşah ile görüşmek için yola çıkar. Çıktığı bu yolda ecelin zamansız gelişi ile karanlığa
doğru yol alacaktır.
Beşinci bölümde (s.239-251) Süleyman
Bey’in Nikomedya üzerinden Nikiya’ya yürüdüğünü ve bölgeyi aldığını görüyoruz.
Kitabın en can alıcı noktalarına değindiğimizde Süleyman Bey, beyliğin toprağını genişletirken aldığı yerlerde, öncelikle dil birliğini sağlamak için ana dilinde konuşmayı serbest bıraksa da
resmi dilin Türkçe olması gerektiğini açıkça vurgular. Türkmenler’in bulundukları yerlere Türkiye
adını vererek bölgeyi Türkleştirme çabası içinde
olan Selçuklu Devleti’nin vatandaşlaşma sürecinde
attığı adımları ve bölgeyi kalıcı hale getirebilmek
için gösterdiği çabayı net bir biçimde eserde görmekteyiz.
Sonuç olarak; bu Tarihi roman Malazgirt sonrası
dönemi idrak etmek, yaşamak, anlamak ve anlamlandırmak için doyurucu bir kitap niteliğindedir.
Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun hayal dünyası ile
tarihi gerçeklerin harmanlandığı bu akıcı eserin
herkes tarafından okunmasını temenni eder, iyi
okumalar dilerim.
Altıncı Bölümde (s.251-292) Süleyman
Bey’in Boğaç tarafından öldürüleceğini duyan
Yağmur Bey, onu durdurmak için yola çıkar bir
handa Boğaç’a rastlar. Boğaç hastalanır tedavi
edilir fakat yine de ölür. Burada Yağmur Bey’in
hancıdan ve Boğaç’tan Hasan Sabbah hakkında
bilgi aldığını da görüyoruz.
Neslihan Eroğlu
Ardahan Üniversitesi, Tarih Bölümü, Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
31
—————————————–——-———
Düşünce ———————————————–———
METAFİZİĞİN TARİHİ SÜREÇ İÇERİSİNDEKİ EVRİMİ
Metafizik etimolojik olarak Yunanca; sonra, öte, üst anlamlarına gelen “meta” sözcüğü ile
doğa ve özdeksel anlamlarını veren “phyusika”
sözcüğünden oluşmaktadır. Kısacası metafizik
“Fizik ötesi”, “Fizikten sonra” anlamlarına gelmektedir. Metafiziğin bu şekilde günümüze kadar
nasıl geldiğine ve adını nasıl aldığına değinecek
olursak; Aristotales’in yazmış olduğu kitaplara
verdiği adın “İlk Felsefe” olduğunu görmekteyiz.
Bu kitaplar on dört cilt halinde olmakla beraber
metafizik adına açıkça rastlayamayacağımız şekildedir. Metafizik yerine daha çok bilgelik anlamına
gelen “Sophia” adı kullanılmıştır. Aristotales’in
öğrencilerinden olan Rodoslu Andrinokos ise daha
sonra bu esere “Fizika’dan sonra gelen” anlamında
Meta ta Physika adını vermiştir. Bu terimin eserlerde kullanılması ise VI. yüzyılı bulmuştur.
inceliyor olmasıdır1. Metafiziğin tarihsel evrimini
anlatmaya başlamadan önce metafizikle neredeyse iç
içe olan epistemoloji ve ontoloji kavramlarını açıklamakta fayda vardır.
Metafiziğin tam olarak ne anlama geldiğiyle alakalı birçok görüş vardır. Yüzyıllar boyunca doğa dışı niteliğini sürdürerek çeşitli anlamlarda
kullanılmıştır. Felsefe (Filozofi), tanır bilim (Teoloji), varlık bilim (Ontoloji) ve bilgi bilim (Epistemoloji) gibi birçok deyimlerle de anlamdaş kılınmıştır. Aritotales’in metafizik hakkında görüşüne
değinecek olursak insanoğlunun doğuştan bilmeye
ve öğrenmeye meraklı olduğunu savunmaktadır.
İnsanların zihinlerini önce güçlüklere yönelttiğini
ancak yavaş yavaş ilerleme göstererek araştırmalarını ayın değişimlerini, güneşin ve yıldızların hareketleri ve nihayet evrenin meydana gelişi gibi daha
önemli sorunlara eğilim gösterdiğini söylemektedir. Aynı zamanda insanların farklı konulara yönelerek araştırma alanlarını genişletmeleri de bilgisizliklerini kabullendiklerinin göstergesidir. Metafizikle ilgili bir diğer görüş ise; metafiziğin görünüşün arkasındaki gerçekliği aramasına, akıl üstü
bilgi ve sezgiye dayanan tamamen doğru olduğuna
dairdir.
4.)Bilimsel teşebbüsün değerleri ve sınırları2.
Epistemoloji: Bilgi Felsefesi olarak da adlandırılmaktadır. Epistemoloji bilgileri arttırmak ya da yıldızların veya yumuşakçaların gözlemlenmesi gibi
deneysel sahaları keşfetmekle hiçbir şekilde ilgilenmemektedir. Kısaca epistemoloji için sınırları belirlenmiş dört analiz ve düşünme alanı sunmaktadır
diyebiliriz. Bunlar ise;
1.)Bilimsel teori ve kavramların yapısı ve niteliği.
2.)Bilimsel teori ve kavramların kapsamı ve konusu.
3.)Bilimsel metot.
Ontoloji: Varlık bilimi olarak da adlandırılmaktadır.
Yunanca kaynaklı bir kelimedir ve anlamı onta (var
olan) ve logos (öğreti, teori, bilim) kelimelerinden
oluşmaktadır. Ontoloji genel olarak ise en temel
varlık bilimi, varlığın en güzel kavramlarının, varlığın en güzel anlamları ve belirlemelerinin bilimi
olarak ifade edilmektedir3.
Tarihi gelişimi bakımından metafiziğe özgü
araştırmaların başlangıcına gidecek olursak konuyu
İlkçağ ile anlatmaya başlamalıyız.
Grek Filozoflarının araştırmalarına baktığımızda doğa hakkındaki düşünceleri incelemekte
olduklarını görmekteyiz. Ancak onların doğa kavramı bizlerin bugün tanımladığımız modern doğa
kavramından farklıdır. Bunların yanında fizik ile
ilgili konular doğa felsefesi dahilinde işlenmekteydi.
“Doğa” terimi ise ilk kez Parmenides tarafından
kullanılarak “var olan” anlamında ifade ederek, görünüşlerin ve değişimlerin ardındaki asıl varlığı
kastetmiştir. Bu anlamda değerlendirdiğimizde ilk
felsefenin aslında bir metafizik olduğunu görebiliriz.
Çünkü Parmenides, varlık felsefesini tabiat filozofu
gibi empirik verilere değil mantığın ilkelerine ve
kavramların analizine dayandırılmıştır. Aynı zamanda iki dünya arasındaki ayrımı ilk metafizikçilerden
olan Parmenides ve Eflatun ifade etmiştir. İlkçağla
Metafizik, evren ve varlık hakkında temel
bir açıklama yapmak ister. Bu nedenle varlık nedir,
varlık neden vardır, varlığın özü nedir gibi sorulara
daha İlkçağ’ın Filozoflarından günümüze gelinceye kadar felsefenin temel soruları oluşmuştur. Şunu
da belirtmeliyiz ki metafizik ile fizik arasındaki en
bariz fark, fizik ilminin varlıkları tek tek incelemesine karşılık, metafiziğin varlığın soyut yönünü
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
32
—————————————–——-———
Düşünce ———————————————–———
ilgili son olarak söylenilebilir ki bilinçli bir şekilde
metafizikle meşgul olan ilk filozoflardır.
felsefi problemler ortaya çıkmıştır. Varlık problemi
yerini bilgi problemine bırakmıştır. Yani ontolojik
problemlerin yerini epistemolojik problemler almıştır. Aynı zamanda Yeniçağda metafizik, antidiyalektik düşünme şekli olarak kabul edilmiştir.
Daha sonraki zamanlarda ise Aydınlanma düşüncesinin ve pozitivist dünya görüşünün bilim ve teknolojide yaşanan ilerlemelerin etkisiyle de bilim tek
gerçek kabul edilmiştir. Metafiziğin mümkün olmadığına inanan Kant’ın yapmış olduğu görüş ise metafiziğin etkisini iyice kaybetmesine sebep olmuştur5.
Ortaçağda metafiziğe ne kadar önem verildiğine bakacak olursak metafizik kavramının en
parlak dönemini bu zamanda yaşadığını söyleyebiliriz. Metafiziğe bu dönemde olumlu bir anlam
yüklenmiş ve özellikle Ortaçağ Skolastik Hıristiyan düşüncesiyle metafiziği güçlü bir dünya görüşü haline getirmişlerdir. Yani denilebilir ki bu felsefenin en önemli konusu Tanrı’dır. Aynı zamanda
Ortaçağ felsefesinin bir tipik özelliği de tanrıbilimsel olmasıdır. Bu çağ Hıristiyan kiliselerinin dinsel
dogmaları tek gerçeklik olarak kabul etmeleri nedeniyle Karanlık Çağ da denilmektedir. Bu düşüncelerin kurucusu ise; Scottus Eriugena (883880)’dır. Ortaçağın tamamen metafizik bir temele
dayandığını da söyleyebiliriz. Son olarak ise Ortaçağda, İlkçağın ontoloji nitelikli metafizik görüşü
yerine teoloji nitelikli bir metafizik anlayışının
zuhur ettiğini ifade edebiliriz4.
Bütün bunlara rağmen metafiziğin eski çağlardaki canlılığına kavuşmasının nedeni varlığının
ilk günlerinden bugüne merak ettiklerini araştırmalar
yaparak öğrenmeye çalışan insanın, teknolojide
birçok buluş yapıyor olmasına rağmen bilinmezliğin
alanı olan metafizik konularını incelemekten kendini
alamıyor olmasıdır6.
DİPNOTLAR
Yeniçağda metafizik kavramıyla ilgili araştırmalara baktığımızda başta Rönesans’ın ortaya
çıkmasıyla beraber bilime büyük ilgi gösterildiğini
görmekteyiz. Bu süreçte birçok filozof metafiziği
neredeyse yok sayarak Aristotales’in metafiziğini
de eleştirmişlerdir. Buna karşı olarak da matematik
ve yeni bir matematiksel doğa bilimi inşa etmişlerdir. Bu bilime göre ise evrende bulunan yasalar
hem gökyüzünde hem de yeryüzünde aynı tutularak hareketleri tamamen matematik ve mekanik
yasalara göre açıklanmıştır. Bu dönemde metafiziğe karşı çıkan ilk isim ise Descartes (1596-1650)
ile Bacon (1561-1626) olduğu söylenebilir. Daha
sonra ise bu isimleri Leibniz, Spinoza ve Berkeley
takip ederek bireysel metafiziksel sistemler oluşturmuşlardır. Bunların yanında bu dönemde yeni
1 Aristoteles, Metafizik, I, Çev: Ahmet Arslan, İstanbul: Sosyal Yayınları, 2010, 153. ; İlhan Kutluer, “Metafizik”, DİA., XIX, İstanbul, 2004,
399. ; Melisa Baran, Farabi ve İbn Sina’da Metafizik Terimi ve Mahiyeti, Ankara: Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2013, 1. ; Ayşenur
Günler, Berkeley’ın İmmateryalist Metafiziği, Erzurum: Yayınlanmış
Yüksek Lisans Tezi, 2014, 12.
2 Jean Claude Simard, “Epistemoloji”, Bilimname: Düşünce Platformu,
II, Çev: Ramazan Adıbelli, Kayseri, 2003, 14.
3 Doğan Göçmen, Neden Ontoloji? , 2.
4 İlhan Kutluer, 399. ; Melisa Baran,24.
5 Cevher Şulul, “Metafiziğin Tarihsel Evrimi”, Harran Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, IV, Şanlıurfa, 2003, 58. ; Melisa Baran, 28. ;
Ayşenur Günler, 13.
6 Melisa Baran, 1.
Ebru Alan
YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
33
———————————–-—————
Özel Dosya ———————————————–———
MOĞOLARIN SOYU ÜZERİNE
Zira atın üstünde üstün de büyür ve iki üç yaşına
kadar ata binmeyi öğrenirlerdi. Ayrıca din konusunda Şamanizm ve Paganizm arasında gidip geliyordular7.
XII. asrın sonunda Asya hatirası; Çin, güneyde millî Song İmparatorluğu, Kuzeyde Cürcetler,
Kinler Krallığı arasında şekillenmişti 8. XII. yüzyılda, Moğolistan ve çevresinde yaşayan boylar birbirleriyle mücadele içindeydiler. Orhon ve İrtiş arasında ve Altay Dağlarının kuzeyinde olmak üzere en
batıda Naymanlar, Naymanların doğusunda Orhon
Nehri
çevresinde
Kereyitler
boyları
vardı.
Kereyitlerin kuzeyinde Selegne Irmağı’nın orta ve
aşağı bölgesinde Merkitler, Naymanların kuzeyinde
ve Merkitlerin batısında Oyratlar hüküm sürüyordu9.
Büyür Gölü çevresinde Tatarlar ve ilk başlarda fazla
kuvvetli olmamakla beraber Kerulen ve Onon nehirleri arasında Moğollar vardı. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Moğolistan ve çevresinde yaşayan boylar
dağınıktı. Zaman ilerledikçe dengeler değişmiş ve
XII. yüzyılda üç büyük güç ortaya çıkmıştı. Bunlar:
Kara-Hitaylar, Harezmşahlar ve Moğollardı.
907’de Uygur topraklarında kurulan Kitanlar
1125’te ikiye ayrıldı. Kitanlar daha sonra Kırgızları
yenerek, batıya doğru ilerlediler. Kitanlar, Kırgızları
da hâkimiyetlerine alarak Kara-Hitay devletini kurdular. Kara-Hitay Devleti XII. yüzyılın sonlarına
doğru Hami’den Aral Gölü’ne kadar olan bölge ile
Yenisey Irmağı’nın yukarısına kadar yayıldılar10.
Maverâünnehir ve bütün İran Coğrafyası’nda
Harezm
Sultanlığı
hüküm
sürüyordu.
Harezmşahlar ilk kurulduğunda kuvvetli olmayıp
Kara-Hitayve Gurlu çatışmasında izlediği politika
ile birden parlamaştı11. Cengiz Han’ın kurduğu Moğol Devleti’nin ilk başlarda sınırları ise Ubsa-Nor’da
Kara İrtiş’e kadar olan bölgeyi kapsıyordu. İlerleyen
zamanlarda Cengiz'in yükselişinde büyük rol oynayan kavimler, Orhun-Selenga nehirleri üzerinde ve
onun batısında hüküm süren kavimlerdir. Bu kavimlerden
en
kuvvetlileri;
Uyratlar,
Tayciyutlar,
Salciyut, Barlas, Urugut, Urenküt kabileleriydi12.
Bununla birlikte yükselen Cengiz Han, bir tarafı
Bağdat, bir tarafı Hindistan, diğer tarafı Deşt-i Kıpçak ve İdil Nehri olan bölgelere kadar uzanan bir
Moğol İmparatorluğu’nu kuracaktı13. Ayrıca kurulan
Moğol İmparatorluğu’nda Cengiz Han’da dâhil olmak üzere bütün Moğollar mevcut dinleri Tanrı’ya
Cengiz Han Moğol Devleti’nin Teşekkülü Öncesi Orta Asya’nın Durumu
Kuzeyden Orta Asya'yı Sibirya'dan ayıran
sıradağlar, güneyden Tibet, Kura, Seyhun Nehri ve
Hazar Denizi ile sınırlı olan Orta Asya'da, Volga
kıyılarından Japon Denizi’ne kadar uzanan bu geniş kıtada eskiden beri, Türkler, Tatarlar ve Moğollar hüküm sürerdi1. İlk başta da Çinlilere vergi
verirlerdi2. Daha sonra X. ve XI. yüzyıllarda güneybatıya doğru göç eden Moğollar, Onon ve
Kerulen nehirlerinin aktığı bölgeye gelerek bugünkü Doğu Moğolistan’a kendilerine yurt edindiler 3.
Daha sonra aynı bölgedeki diğer boylarla ilişkiler
kurarak iyi bir şekilde teşkilâtlandılar.
Moğol ismi, Çin’de Tang dönemindeki
kaynaklardan itibaren geçmekte ve bu dönemden
kalan Çince metinler İe-Wei kabileleri arasında
Aşağı Kerulen ve Kuzey Kingan’da, Moğol adını
Mong-wu veya Mong-wo şekillerinde geçmektedir4. Moğolların yaşadıkları bölge, çöller, otlaklar,
denizlerden uzak ve ovalardan oluşmaktaydı. Bu
alan Altay, Sayan ve Tanrı Dağları gibi sıradağlar
uzanırken, su kaynakları bakımından yetersiz ve
geniş otlaklar bölgeyi kapsıyordu. Bu geniş bölgede birçok boy yaşamakta ve bu boylardan biriside
Moğol idi ki bunlarda kendi aralarında boylara
ayrılmıştı.
Moğollar dış görünüşleri itibarı ile diğer
boylarda ayrılır, nedeni ise yanakları ile gözleri
arasındaki mesafe diğer insanlarınkinden daha
geniş olması. Elmacık kemikleri de çenelerine
oldukça uzaktır. Burunları düz ve hayli küçüktür.
Aynı şekilde küçük olan gözleri de, göz kapaklarına kadar çekiktir. İstisnalar dışında belleri incedir
ve hemen hemen hepsi orta boylu olup, sakalları da
çok yavaş büyür. Bazılarının üst dudaklarının,
üzerinde bıyıklarının olduğu yerde, hiç bir zaman
kazımadıkları tek tük kıllar vardır 5. Başlarının üst
kısmını tıraş edip saçlarını iki örgü şeklinde bağlarlardı. Halk göçebeydi. Bunlar köpek ve kurt kürküyle yaptıkları elbiseleri giyer ve fare gibi hayvanların etini yer, kısrak sütü içerdi6. Öküz ve atların çektiği arabalarıyla bütün mal varlıklarını kendileriyle beraber taşırdılar. Genellikle su kaynağını
olduğu bölgelere göç ederlerdi. Uygun buldukları
yerde konaklardılar. Hayvancılıkla uğraşır, öküz,
at, deve hayvancılığı yapar ihtiyaçlarını buradan
karşılardılar. Moğollar için at çok önem arz ederdi.
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
34
———————————————–-—
Özel Dosya ———————————————–———
22
ulaşmaya yarayan birer iletişim aracı olarak gördükleri ve din adamlarını korudukları bilinirdi14.
Moğol-Tatar Adı Üzerine
Çin kaynakları Orta Asya da yaşayan boyları Türk, Moğol olarak ayırmayıp genelde orada
yaşayan boylar için Tatar adını kullanırlardı. Tatar
ismine bir kavim olarak VIII. asırda Orhon yazıtlarında tesadüfen bulunduğu bilinmektedir15. Daha
sonra Çin kaynakları Moğolları, Beyaz Tatar, Kara
Tatar ve Yabanî Tatar olarak üç kısma ayırdılar16.
Bunlardan Beyaz Tatarlar Çin Seddi civarında,
Kara Tatarlar ise Gobi Çölü civarındaydı.
Moğol-Tatar kullanımı ilim dünyasında
Ruslar tarafından çıkarıldığı bir terminoloji olarak
karşımız çıkmaktadır. Ruslar, Moğollara bazen
Moğol bazen de Tatar adını zikrederlerdi. Tatar
ismi, gerek Türk gerek de Moğollar arasından beri
bir boy adı niteliğinde kullanılırdı. Yalnız, Moğollar ve Türkler arasındaki Tatarlar aynı değildi.
Moğol-Tatarlar, 1202 ‘de Dalan-Nemürges savaşında Moğollar tarafından Tatarlar mağlup edildi.
Cengiz Han Tatarların kaderini belirlemek için
danışma toplantısı yaptı. Toplantı sonucu bütün
Tatarlar diğer boylara dağıtıldı17. Böylece Tatar
boyu Moğollar arasında kalkmakla beraber Tatar
kelimesi yabancılar tarafından hem Türk hem de
Moğol olarak kullanılmaktaydı.
XIII. yüyılda Çin’in büyük kısmı, Türkistan,''' İran, Irak, Suriye, Anadolu, bugünkü Rusya,
Kafkasya, Kırım, Ukrayna, Polonya, Moğollar
(Tatarlar) tarafından ele geçirildi. Bu Moğol hâkimiyeti altında yaşayan milletlerde Moğol (Tatar)
sülalerine mensup olan kişiler tarafından yönetildiği için Tatar diye anıldılar. Böylece XIV. yüzyıldan itibaren Tatar adı, etnik, kavmi, şeklinde değil
artık hukukî durumu farklı olarak vatandaşlığı
ifade eden bir anlam kazanmıştı. Yani Tatar sözü
ırkı anlam yerine siyasî anlam kazanmış oluyordu18.
Günümüzde Moğol ve Mongol olarak adlandırılan Cengiz’in oluşturduğu topluluk, XIII ve
XIV. yüzyıl Arapça yazan İslâm tarihçilerinin kaynaklarında “Tatar” bazen Moğol olarak geçmektedir. Çoğunlukla İslâm tarihi kaynaklarında “Tatar”
ismi kullanılmış ve günümüze kadar da aynı tercihi
sürdürülmiştür19. İslâm tarihçisi İbnû’l-Esir, Moğollardan hep Tatar diye bahsederdi. “Tatarların
İslâm diyarına girişi”20, “Tatar felaketi”21,
“Buhârâ’yı muhasara eden Tatarlar” , “Tatarların
Tirmiz ve Belh’e kadar ulaşmaları”23, gibi benzer
cümleler kullanmıştır. Ayrıca Mehmed Maksudoğlu
“Tatarlar Moğol mu? Türk mü?” adlı makalesinde:
İbn Haldun’un da, “Bu sultan, Çingiz Han, Tatarların sultanıdır.” dediğini naklediyordu24. Aynı şekilde
Al-Melik-Al-Zahir’de eserinde “Harran’da bazı
eserlerin Tatarlar tarafından yani Moğollar tarafından yok edilmesi”25, “Dımaşk’tan kendisine Tatarların elçi göndermesi”26 şeklinde Moğol adı yerine
Tatar adını kullanırdı.
Moğol tarihçisi Atamelik Cüveynî’de Moğollar yerine Tatar ismini kullanmıştır. “Tatarların
Cengiz Han’dan önce liderinin olmaması”, Cengiz
Han’ın devletin bayrağını yükseltince Tatarların
yokluktan bolluğa geçmesi”27, gibi cümleler zikretmiştir. Ayrıca Moğollara denmesinin diğer sebebi
ise Orta Asya coğrafyasından çıkıp gelmeleridir.
Nitekim yukarıda da bahsettiğimiz gibi o
dönemlerde Orta Asya’ya Türk-Moğol ayrımı yapmadan genellikle Tatar denildiğindendir ki İslâm
dünyasında Moğollara Tatar denilmiştir.
Moğol-Türk Adı Üzerine
Eski dönemlerden beri Türklerin anayurdunun bir parçası olarak bilinen ve bugünkü Moğolistan ve Mançurya’yı alan Asya’nın kuzeydoğu bölgeleri çeşitli Türk-Moğol boylarını içinde barındırıyordu. Türklerin en eski dil ve kültür anıtı olan
Yenisey ve Orhun Yazıtları burada inşa edildi. Hala
burada korunmakla beraber bugünkü Moğolistan
sınırları içerisinde yer almaktadır. Türkler ve Moğollar aynı bölgede yaşardı. Aralarında bin yıldan
bile uzun ortak yaşam vardı. Yaşam tarzları bazı
istisnaî durumlar haricinde birbirlerine çok benzerdi.
İkisi de bozkırlarda yaşar, hayvancılıkla geçinirdi.
Dinleri ise Şamanizm’di. Söz ve teknikleri iç içe
girmişti. İki boyun sınırlarını belirlemek pek mümkün değildi. Birbirleriyle öyle kaynaşmışlardı ki
Türklerin arasında yaşayan Moğollar, Türkleşirken
aynı şekilde Moğolların içinde yaşayan Türklerde
Moğollaşırdı28.
Yüzlerce sene Türklerle beraber yaşayan,
sayıca ve kültürce Türklerden daha az olan ve bu
yüzden de ister-istemez Türklerden etkilendiler.
Moğollar, 10. asırdan sonra hem toplum yapısıyla,
hem de devlet teşkilatı açısından Türkleri örnek
aldılar29.
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
35
——————————–-——————
Özel Dosya ———————————————–———
XIII. yüzyılda ortaya çıkan Moğolların çok
kısa zamanda kuvvetlenmesinde şüphesiz Türklerin rolleri büyüktü. Moğol ordusunda Moğollardan
çok Türklerin yer alması Türk kavimlerinin Moğollara katılmasını kolaylaştırdı. Bu olaylar hem
Moğol hem de Türk tarihlerinin gelişmesinde
önemli rol oynamıştır. Nitekim Moğolların siyasî
birliği ve devlet teşkilatlanmasında Türklerin geçmişte Orta Asya’da kurdukları Asya Hun Devleti,
Göktürk, Uygurlar gibi devletlerin etkisi büyüktü.
Nitekim Cengiz Han’dan önce Moğolların
devlet teşkilâtı yoktu. 1206’da kurultay toplandı ve
ordu ve içtimaî hayat düzenlendi. Bunlardan en
önemlisi Türklerden etkilenen Moğolların Cengiz
Han yasasıydı30.
Cengiz Han döneminde Moğollar çok azdı.
Bunun için nüfusu fazla olan Türklere kendisini
kabullendirmek için çözüm arayışlarına girdi.
Muhtemelen etrafındaki Uygur Türklerinden oluşan danışmanlarına kendisine bir şecere çıkarmalarını söyledi. Çıkarılan şecere Türklerin Türeyiş ile
Oğuz Kağan destanıyla önemli benzerlik taşıyordu.
Moğol Devleti’nin oluşumu ve yükselişinde iki aile
ön plandaydı. Birincisi Türkler tarafından itibarı
olan ve sevilen Börülüler (Aşina), ikincisi ise
Börülüler’e yardımcı olan Arslanlardı (Aşite). Moğollar’da millî destanlarını oluştururken bu iki
aileyi örnek alarak, Nirun ve Dürligin adlı
sülalerini ön plana çıkardılar31.
Cengiz Han’ın ilk başta kurduğu Moğol
Devleti’nin etnik unsuru Moğol olmakla beraber
sınırların genişlemesiyle halkın ve askerlerin çoğunluğu Türktü. Bununla beraber devlet teşkilâtlanması ve bazı kurumların Türk gelenekleriyle
kurulmasıyla bazı tarihçiler Moğol İmparatorluğu’na Türk-Moğol İmparatorluğu demiştir. Yapılan araştırmalar neticesinde Moğol-Türk boyları
kardeş kabiledir tezi karşımıza çıkıyor.
Benzerlikleri olduğu kadar Moğol-Türk
arasında farklarda vardır. Bunlar:
Moğollarda beyaz, Türklerde kara rengi önemlidir.
Moğollarda köpek, Türklerde kurt önemlidir.
Moğollar sol tarafı Türkler sağ tarafı üstün tutarlar.
Moğollarda anne önemlidir ve maderşahi denilen
hukukî kanununun geçerli olduğu aile tipi vardır.
Türklerde ise baba önemlidir ve pederi tipte baba
hukukunun geçerli olduğu aile tipi vardır32.
Sonuç
Cengiz Han’dan önce Moğollar, dağınık
yaşamakla beraber kendi içlerinde de boylara dağılırdı. Bu boylar da birbirleriyle mücadeleye girişirdi.
Moğollar, göçebe yaşar ve bozkır kültürünün etkisi
görülürdü. İlk başlarda güçsüzdü ve o dönemim
güçlü boyu olan ve Moğolca konuşan Kitanlar tarafından da kaderine terk edildi. Ama 924’de
Kitanların Kırgızları yenmesiyle birlikte Moğolistan
bölgesinde oluşan boşluğu kendi lehine çeviren Moğollar boşalan bölgeyi doldurmaya başladı. Bu dönemden itibaren yükselişe geçti. Ama hala bölgede
yaşayan Moğol boyları dağınıktı. Temuçin 1206’da
Han unvanını alınca yaptığı ilk iş dağınık bozkır
bölgelerinde yaşayan Moğolları bir araya getirmekti.
Bunu başarmasıyla beraber sınırlarını genişletip bir
cihan devletini kurmaya muvaffak olacaktı. Böylece
Moğollar için yeni bir dönem başlayacaktı.
Moğollara “Tatar” denilmesi yaşadıkları
coğrafya ile alakalıydı. Nitekim o dönemde Orta
Asya bölgesine genellikle Tatar ismi verilmekteydi.
Moğollarında Orta Asya’dan çıkması neticesinde bu
isim kullanılırdı. O dönemde yaşayan çoğu ilim
adamları aynı görüşte oldukları için eserlerinde Moğol yerine Tatar ismini tercih ederdi. Diğer taraftan
Moğollar ve Türkler aynı coğrafyada bulunurdu.
Zamanla birbirleriyle oluşan etkileşim kültür alışverişine döndü. Nitekim birbirlerinden etkilenmeleri
kurdukları devletlerden de görülürdü. Zira Cengiz
Han’nın kurduğu Moğol Devleti’nde Türklerin etkisi
büyüktü. Buda kurulan Moğol İmparatorluğu yerine
Türk-Moğol İmparatorluğu denilmesine sebebiyet
veriyordu. Yıllarca içi içe yaşamalarının neticesinde
Türk-Moğol boylarına kardeş boylar denilirdi.
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
36
——————————————–-——
Özel Dosya ———————————————–———
DİPNOTLAR
1 Abraham Constantin d'Ohsson, Moğol Tarihi
Denizler İmparatoru Cengiz, Çev: Bahadır
Apaydın, İstanbul: Nesnel Yayınları, 2008, 30.
2 Gregory Abû’l-Ferec, Abû’l-Ferec Tarihi, Çev:
Ömer Rıza Doğrul, II, Ankara: TTK, 1987, 476
3 Jean Paul Roux, Moğol İmparatorluğu Tarihi,
Çev: Aykut Kazancıgil – Ayşe Bereket, İstanbul:
Kabalcı Yayınları, 2001, 31.
4 Mualla Uydu Yücel, Moğollar Tarihi, İstanbul:
İstanbul Üniversitesi Açık Uzaktan Eğitim Fakültesi 2010, 27. ; Jean Paul Roux, 31.
5 Johann de Plano Carpini, Moğol Tarihi ve
Seyahatnâme, Çev: Ergin Ayan, Trabzon: Derya
Kitabevi, 2000, 29.
6 G. Abû’l-Ferec, 476.
7 Mustafa Alican, Tarihin Kara Yazısı Moğollar, İstanbul: Timaş Yayınları, 2016, 26-27.
8 Renê Grousset, Stepler İmparatorluğu, Çev:
Halil İnalcık, Ankara: TTK, 2015, 199.
9 M. U. Yücel, 27.
10 M. U. Yücel, 29.
11 Ramazan Şeşen, İslam Medeniyeti Tarihi,
İstanbul: İSAR Vakfı Yayınları, 2012, 514.
12 A. Zeki Velidi Togan, Cengiz Han (11551227), 1960, 21.
13 Ötemiş Hacı, Çengiz-Nâme, Çev: İlyas
Kemaloğlu, Ankara: TTK, 2014, 30.
14 Özgür Türker, S. Serkan Ükten, “Haçlılar,
“Moğollar ve Orta Doğu’da Moğol-Haçlı Münasebetleri”, Ankara Üniversitesi Dil-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Ankara 2014, 330.
15 Ali Bademci, Cengiz ve Yasası, Timur ve
Tüzükâtı, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2012, 29.
16 M. U. Yücel, 29. , Ali Bademci, 29.
17 Moğolların Gizli Tarihçesi, Çev: Mehmet Levent Kaya, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2011, 107. ,
M. U. Yücel, 30.
18 Mehmet Maksudoğlu, “Tatarlar Moğol mu?
Türk mü?”, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, İstanbul 1997, 207.
19 Mehmed Emin Şen, “Bilim Tarihçisi Sübki’ye
Göre Cengiz Han”, Akademik Bakış Dergisi, VIXI, 2012, 239.
20 İbnü’l-Esîr, İslâm Tarihi El-Kâmil fi’t – Târih
Tercümesi, Çev: M. Beşir Eryarsoy, XII, İstanbul:
Bahar Yayınları, 1985, 316.
21 İbnü’l- Esîr, XII, 319.
22 İbnü’l- Esîr, XII, 323.
23 İbnü’l- Esîr, XII, 326.
24 M. Maksudoğlu, 216.
25 Al-Malik-Al-Zahir, Baypars Tarihi II, Çev:
Şerefeddün Yaltkaya, Ankara: TTK, 2000, 5.
26 A. M.-Al-Zahir, 5.
27 Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihan
Güşa, Çev: Mürsel Öztürk, Ankara: TTK, 2013, 83.
28 Jean Paul Roux, 32.
29 Saadettin Gömeç, “Türklerin ve Moğolların
Tarihi İki Boyu”, Çingiz Kağan ve Oğullarının
İcraatlarının Türk Dünyasındaki Akisleri Uluslar Arası Sempozyumu, İstanbul: 2006, 15.
30 İhsan Arslan, “Büyük Moğol İmparatoru Cengiz
Han’ın Din Algısı”, Uluslar Arası Sosyal Araştırmalar Dergisi VIII-XXXVIII, 2015 1013.
31 S. Gömeç, 15.
32 M. U. Yücel, 31.
Özcan Evrensel
YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
37
———————————————–-—
Özel Dosya ———————————————–———
CENGİZ HAN (1155-1227)
şekilde devlet yönetimiyle ilgili töre, ulus, bayrak ve
yasa gibi kavramların Türkçeden Moğolcaya geçtiği
bilim adamlarınca iddia edilmektedir. Cengiz Han’ın
devlet merkezi olarak Hun, Gök-Türk ve Uygurların
başkenti Ötüken’i yani Türklerin kutlu vatanını
seçmesi de bir tesadüf değildir. Bilge Kağan’ın Orhun abidelerinde Türk milletine vasiyet ettiği
“Ötüken ormanı memleket tutulacak yer imiş” nasihatini Cengiz Han dinlemiştir5.
Dünya tarihi bakımından en dikkat çeken
fetih hareketlerinden biri Moğol lideri Cengiz
Han’ın XIII. yy da yaptığı fütuhat olmuştur. Çünkü
kaynaklarda 1155 doğumlu olan ancak 1153 veya
başka rivayete göre 1167 doğumlu1 olan daha sonra liderliğini üstlendiği ve “Dünya devleti” kurma
hayali ve başarısı sayesinde çok kısa bir sürede
dünyanın gördüğü en büyük imparatorluk haline
gelmişti2. Başta Doğu Avrupa'dan Çin'e ve Rusya'dan Doğu Asya, Hint, İran ve Anadolu'ya kadar
geniş bir coğrafya da egemenlik kurmayı başarmışlardır3. Bu yönüyle Cengiz Han tarihin en çok ilgi
çeken şahsiyetlerinden biri olmuştur.
TİMUÇİN (CENGİZ HAN)
Büyük Moğol imparatoru Cengiz Han, 1155
yılında Moğolistan’da dünyaya geldi. Babası
Yesügey Bahadır annesi Höelin’dir. Gerçek ismi
Temuçin’dir. Cengiz Han, Moğol kabilelerini buyruğu altına alarak, Moğol İmparatorluğu'nu 1206
yılında siyasî birliğini kurdu. Tüm dünyada acımasız
bir lider olarak tanınsa da Cengiz Han, Moğolistan'da oldukça sevilen bir liderdir.
Şimdiye kadar Cengiz Han’ın kişiliği ve
onun tarihe yansıttıkları hakkındaki birçok eser
kaleme alınmış, görüşler süre gelmiştir. Tarihçiler
başta olmak üzere birçok dergi, bilim araştırmaları,
sosyolojik araştırmaların ilgisini çekmiş ve bu ilgi
bazen kitap bazen makale, bazen dergi bazen de
film konusu olarak farklı dillerde ortaya konulmuştur. Bu çalışmalarda Cengiz daha çok siyasî açıdan
ele alınarak onun “Dünya devleti” kurma idealiyle
dünyayı fetheden, bir şeyler yapmaktan çok, yakıp
yıkan büyük bir savaşçı olarak tanıtılmıştır. Yeryüzünde gelmiş geçmiş en büyük zulüm yapanların
ilk üç sıralaması kime sorulsa, şüphesiz bu ilk üç
isim arasında Cengiz Han olacaktır. Onun XIII.
yüzyılda ani olarak ortaya çıkışı ve durdurulamayan bir güce sahip oluşu, günümüze kadar birçok
tarihçiyi ilgilendirmiştir4.
Bozkır’ın zorlu hayat şartları altında bir çocukluk geçiren Cengiz Han, daha 9 yaşındayken
gelenekleri gereği başka bir kabilenin kızıyla sözlü
olarak evlendirildi. Babası Yesügey Bahadır, bu
yoluculuktan evine dönerken, Tatarlar tarafından
zehirlendi. Bunun sebebi de onlara karşı yaptığı
seferler ve saldırılardı. Bu sayede Temuçin kabilenin
reisi olmuştu. Ancak kabilenin üyeleri küçük bir
çocuğun liderliğini kabul etmedi ve Temuçin'i ve
ailesini terk etti. Devam eden yıllarda Temuçin ve
ailesi doğada göçebe hayatı yaşadı.
Cengiz Han ve Moğollara siyasî açıdan
baktığımız da çoğu tarihçiler tarafından hem fikir
olduğunu bildiğimiz “yakıp yıkma” siyasetini benimsediklerini bu sebeple çoğu önemli şehir olmak
üzere birçok şehri harabeye ve insanları ise katlettiği kaynaklarda yazılmaktadır.
Cengiz Han, 1182'deki başka bir olayda da
eski kabilesi tarafından saldırıya uğramış ve esir
düşmüştü. Tayçiyutlar'a esir düştüğünde gelecekte
generallerinden biri olacak olan Çilayun'un yardımı
ile kaçtı. Annesi Höelin, Temuçin'e hayatta kalabilmesi için Moğolistan'ın politikasından, diğer kabilelerle ittifak kurmaya ve zor tabiat koşullarına kadar
birçok ders verdi. Gelecekteki generallerinden Cebe
ve Borçu da bu dönemde Temuçin'e katıldı.
Ancak onun küçüklüğüne indiğimiz de neler yaşadığını nasıl bir çevrede büyüdüğünü ve
neleri amaç edindiğini bilmek gerekir. Bütün bunlar sorgulandıktan sonra izlediği siyaseti anlamak
çok da zor olmayacaktır.
Temuçin'in
kendini
göstermesi
ise
Kereitler'in güçlü kralı Tuğrul Han'ın yardımıyla
gerçekleşti6. Temuçin, Tula kıyısındaki Kereitlerin
kralına hürmetlerini ve bağlılığını bildirmeye gitmişti. Vaktiyle Timuçin'in babası tarafından yardım
gördüğünü hatırlayan Tuğrul Han, genç adamı hi-
Moğollar devlet yönetimi ve teşkilâtı konusunda da pek çok unsuru Türk kültüründen almışlardır. Cengiz Han’ın yasaları olarak bilinen
Töresinin kaynağı da Türk kökenlidir. Yine aynı
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
38
———————————————–-—
Özel Dosya ———————————————–———
ğüne inanılıyor. 1227 yılında Cengiz Han öldüğün
de yerine Moğol tahtına Ögeday Han geçti8.
mayesine aldı. Tuğrul Han ile Temuçin, müttefik
olmuşlar ama Temuçin kesin şekilde Tuğrul'un
himayesine girmiştir. Tuğrul Han'ın Kin hanedanının desteği ile babasını öldüren Tatarlar'a karşı
kazandığı zaferde Temuçin de Kereitlerin yanında
savaşmıştır. Tuğrul Han, bu savaşta "Wang-han"
ünvanını almıştır. Tuğrul Han'ın kızını Temuçin'in
oğlu Cuci'ye vermek istememesiyle birlikte ikili
arasında da ayrılıklar oluşmaya başladı. Tuğrul
Han ve Temuçin aralarında daha sonra bir savaş
bile çıkar ancak Tuğrul, bozguna uğratılır.
Moğolların Menşeî:
Moğolların menşeî (İslâm kaynaklarında Tatarlar) ve VI. yüzyıldan önceki tarihleri oldukça
karanlıktır9. Moğol adı, kaynaklarda ilk defa VII.
Yüzyılda T’ang sülalesi resmi tarihleri Chiu T’angshu ve Hsin T’angshu’da “Meng-wu” ve “Mengwa” şeklinde Proto- Moğol Shih-wei kabile grupları
arasında önemsiz küçük bir kabile ismi şeklinde
geçer10. Devlet ve hanedan adı olarak kullanılması
Cengiz Han zamanında, millet adı olarak kullanılması ise çok daha sonra gerçekleşmiştir. Arkeolojik
kazılardan elde edilen bilgilere göre Moğol asıllı
kabileler daha milattan önce II. bin yıldan itibaren
Türk kökenli kabilelerin doğusunda yer almakta ve
Tula nehrinin kaynakları her iki ırk arasında sınır
teşkil etmekteydi.
Moğol kabilelerinin birleşmesiyle kurulan
Moğol İmparatorluğu Cengiz Han'ın önderliğinde
seferlere dayalı bir savaş ve ekonomi politikası
izledi. Tangutları himayesine alan Cengiz Han,
daha sonra Kuzey Çin'deki Jin Hanedanı'na savaş
açarak, Pekin'i 1211 yılında kuşattı. Çin hükümdarı
barış için Çin'li prenseslerden birini Cengiz Han ile
evlendirse de, barış uzun sürmedi. 1215'de oldukça
kanlı geçen bir savaş sonrasında ise Çin'i himayesi
altına aldı. Cengiz Han, Orta Asya'daki Kara Hıtay,
Kuzey Çin'deki Batı Xia ve Jin Hanedanı'nı ele
geçirmiş, İran'daki Harezmşahlar Devleti de dâhil
olmak üzere birçok yeri fethetmiştir7.
Bu dönemde Moğollar, Tula nehrinin kaynaklarından Mançurya’nın batı ve güneybatısına
kadar yayılmıştır. Hunlar’dan itibaren Moğollar ile
Türkler arasındaki temasların sıklaştığı görülmektedir. Büyük Hun Devleti’nin yıkılmasının ardından
Asya’da ortaya çıkan güç boşluğu, III. yüzyılın başlarından VI. yüzyılın ortalarına kadar Moğol asıllı
Hsien-pi ve Juan- juanlar tarafından doldurulmuştur.
VI. yüzyılın ortalarından itibaren önce Göktürk,
daha sonra Uygur hâkimiyetine giren Moğollar bu
dönemde Türk kültürü ve devlet geleneklerinden
önemli ölçüde etkilenmişlerdir.
Moğol geleneklerine göre Cengiz Han, hayattayken topraklarını oğulları arasında paylaştırdı.
Cengiz Han, yerine Cuci ve Çağatay arasındaki
tartışma yüzünden ikisini de uygun görmezken,
Ögeday bu göreve layık oldu. Cuci; avcıbaşı, Çağatay ise örf ve hukuk uygulayıcısı, Tului de savaş
bakanı oldu. Cuci'nin arası Tului ile de açılmıştı,
ancak batı ülkelerin fethinde önemli rol oynadı.
Cuci bilinen tüm yerleşik batı ülkelerini ele geçirdikten sonra Moğolistan'a dönmedi. Ancak aradaki
mesafe oldukça uzundu ve bir haber alınamıyordu.
Bunu bir kopma olarak algılayan Cengiz Han, ordularını hazırlarken oğlu Cuci'nin ölüm haberini
aldı.
X-XII. yüzyıllarda Moğol asıllı kabileler tarafından Kuzey Çin ile İç Asya’da Curcen, Kitan ve
Karahitaylar gibi devletler kurulmakla birlikte Moğollar’ın dünya tarihinde önemli rol oynaması, ancak XIII. yüzyılın başlarında Timuçin’in kurduğu
Moğol İmparatorluğu ile olmuştur. Timuçin, uzun
mücadelelerin ardından bütün Moğol aşiretlerini tek
bir devlet çatısı altında toplamayı başardı11. 1206’ da
Cengiz Han unvanını aldıktan sonra 1209 yılına
kadar sırasıyla Kırgız, Merkit, Nayman ve Uygurlar’ı idaresine aldı. Moğolistan’a tam anlamıyla
hâkim olarak Cebe Noyan vasıtasıyla eski düşmanı
Güçlüg’ün ( Güçlüğ, Küçlük) yönetimine giren
Karahıtay topraklarını ele geçirdi (1218). Cengiz
Han’ın Kuzey Çin’de hüküm süren Kin Devleti’ne
Cengiz Han; 1225'de Batı Xia Hanedanı'na
karşı sefere çıktı. Hsia merkezinin teslim olmadan
iki gün önce günümüz Gansu'sunda Tangut seferi
sırasında hastalanarak, 1227 yılının 8 Ağustos'unda
öldü. Moğol geleneği uyarınca mezarı gizli tutulsa
da cesedinin Onon ve Kerulen nehirleri yakınında
Burhan-Haldun dağları arasında bir yere gömüldü-
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
39
————————————–-————
Özel Dosya ———————————————–———
karşı başlatığı savaş ise ancak halefi Ögeday zamanında sona erdi (1234). Cengiz Han yaptığı
idarî, içtimaî ve askerî düzenlemelerle kendisine
nisbetle Cengizîler diye de anılan Moğolları tarihlerinde ilk defa düzenli bir teşkilâta kavuşturdu ve
onları cihan devleti gayesi ile yeniden yapılandırdı12. Moğol yazı kültürü de ilk olarak bu dönemde
yaygınlık kazandı.
Karahitay topraklarının ele geçirilmesi
Cengiz Han’ı batıda Harezmşahlar’a komşu yapmıştı13. 1218 yılında 450 kişilik bir Moğol kervanının Otrar’da kılıçtan geçirilip mallarının yağmalanması ve gönderilen elçilerin de öldürülmesi
üzerine Cengiz Han ertesi yıl güçlü bir orduyla
Harezmşahlar’a karşı sefere çıktı14. Sultan Alâeddin Muhammed b. Tekiş, Moğollar’a karşı meydan
savaşı vermek yerine ordusunu şehirlere taksim
ederek savunma savaşı yapmayı tercih etti15. Önce
Otrar ve Hucend, ardından Buhârâ ve Semerkand
düştü16. Bu durumda mücadelenin imkânsız olduğunu anlayan Alâeddin Muhammed, Horasan üzerinden Mâzenderan’a ve oradan Hazar Denizi’ndeki Âbeskûn adasına kaçtı, kısa bir süre sonrada öldü (20 Aralık 1220). Celâleddin Harezmşah
yaklaşık on yıl boyunca Kuzey Hindistan, Irak-ı
Acem ve Azerbaycan’da başarılı bir mücadele
verdiysede çabaları Moğolları durdurmaya yetmedi.
1220-1221 yıllarında Cebe ve Sebutay kumandasında gerçekleştirilen askerî harekâttan sonra Horasan üzerinden Irak-ı Acem ve Azerbaycan’a giren
Moğol askerleri, Kafkaslardan Karadeniz’in kuzeyine geçtikleri zaman gerilerinde harabe bir ülke
bıraktılar17. Bu harekâtı 1224’te yağma ve tahrip
amaçlı
başka
seferler
takip
etti.
Nihayet
Celâleddin’in son önemli direnişini de 1228 yılında
İsfahan önlerinde kıran Moğollar, kendi hâkimiyetlerini tanıyan Fars Atabeyleri idaresindeki Güney
İran dışında bütün Orta ve Batı İran’ı yağmaladılar18. Halkının önemli bir kısmını öldürüp harabeye
çevirdikleri ülkeyi birkaç yıl kendi kaderine terk
etti19. Cengiz Han 1227 yılında öldükten sonra
Moğol İmparatorluğu’nun genişlemesi durmadı20.
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
40
—————————————–-———
Özel Dosya ———————————————–———
DİPNOTLAR
1 Zeki Velidi Togan, Cengiz Han(1155-1227),
1969,1.
2 Marco Polo, Marco Polo Seyahatnamesi, I,
Çev: Filiz Dokuman, Tercüman Yayınları, 1986,7.
3 Abraham Constantin d'Ohsson, Moğol Tarihi
Denizler İmparatoru Cengiz, çev: Bahadır Apaydın, İstanbul: Nesnel Yayınları, 2008, 17.
4 Mehmet Emin Şen, Bilim Tarihçisi Sübki’ye
Göre Cengiz Han, Gazi Akademik Bakış Dergisi,
VI, 2015, 238.
5 İbrahim Onay, Cengizhan Devletinde Türk Kültürünün Etkisi ve Katkısı, Turkish Studies, IV,
2441
6 Mustafa Alican, Tarihin Kara Yazısı Moğollar, İstanbul: Timaş Yayınları, 2016,35.
7 Johann de Plano Carpini, Moğol Tarihi ve
Seyahatnâme, Çev: Ergin Ayan, Trabzon: Derya
Yayınları,2001,53-54.
8 Faruk Sümer, Anadolu’da Moğollar, Selçuklu
Araştırmaları Dergisi, I, Ankara 1969, 1.
9 İbnü’l- Esîr, el-Kâmil Fi’t-Tarih, Çev: M. Beşir
Eryarsoy, İstanbul: Bahar Yayınları, 1991, 316;
Mustafa Alican, 25.
10 Osman Gazi Özgüdenli, “Moğollar” DiA,
XXX, Ankara 1988, 225.
11 Ali Bademci, Cengiz ve Yasası Timur ve
Tüzükâtı, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 59.
12 Moğolların Gizli Tarihçesi, Çev: Mehmet levent Kaya, İstanbul: Kabalcı Yayıncılık, 2011, 161;
Abû’l- Farac, Gregory(Bar Hebraeus), Abû’l- Farac
Tarihi, II, Çev: Süryanîce’den İngilizce’ye Ernest
A. Wallis Budge, Türkçe Çev: Ömer Riza Doğru,
Ankara: TTK, 1999, 478-479.
13 İbnü’l- Esîr,320.
14 Ramazan Şeşen, İslam Medeniyeti Tarihi, İstanbul: İsar Vakfı Yayınları, 2012, 382; İbnü’lEsîr,320;Mustafa Alican, 60; Bertold Spuler, İran
Moğolları, Ankara: TTK Yayınları, 2011, 31;
Abû’l- Farac, II, 482.
15 Bertold Spuler,29
16 Mustafa Alican, 69; Ramazan Şeşen, “Buhara”
DİA, VI, Ankara 1988, 363. ; Osman Aydın,
“Semerkand”, DİA, XXXVI, Ankara 2009, 481.;
Abû’l- Farac, II, 481.
17 Abû’l- Farac, II, 483. ;Ötemiş Hacı, ÇengizNâme, Çev: İlyas Kemaloğlu, Ankara: TTK Yayınları, 2014, 3;İbnü’l- Esîr,317; M. Fahrettin
Kırzıoğlu, Kars Tarihi, I, İstanbul: Işıl Yayınları,
1953, 433.
18 W.Barthold-M.Fuad Köprülü, İslâm Medeniyeti
Tarihi, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
1984, 184-185.
19 Mustafa Kafalı, “Cengiz Han”, DİA, VII, Ankara 1988, 367.
20 Moğolların Gizli Tarihçesi, 235; Abdulkerim
Özaydın, “Harizm” DİA, XVI, Ankara 1997, 217. ;
Mustafa Kafalı, ÇAĞATAY HANLIĞI(12271345), Ankara: Berikan Yayınları, 2005, 80.
Cihat Yatçı
YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
41
——————————————–-——
Özel Dosya ———————————————–———
CENGİZ EVLATLARI İMPARATORLUĞU
naklarına göre Cengiz’in bu seferi 600 bin veya 700
bin kişiyle yaptığı söylenmektedir. Ancak Barthold
asker sayısının 150 binden az 200 binden fazla olmayacağını belirtmektedir4.
Tatarların (Moğollar) oturdukları, doğup
büyüdükleri yerler, ziraata elverişli olmayan yerlerdir. Ülkenin Doğusunda Hıtay, Batısında Uygur,
Kuzeyinde Kırgız ve Selenga, Güneyinde ise
Tungut ve Tibet bulunur. Moğollar hakkında ilk
ciddi tarihi kayıt VII. yüzyılda T’ang sülâlesinin
resmî tarihi olan Chiu T’ang-shu ve Hsing T’angShu’da “Meng-wu” şeklinde bir kabile adı olarak
geçer. VI. yüzyıldan itibaren uzun yıllar, Göktürk
ve Uygur hâkimiyetinde yaşayan Moğollar, Türk
kültüründen etkilenmişlerdir1.
Sultan Alâeddin Muhammed b. Tekiş, Moğollara karşı meydan savaşı vermek yerine ordusunu
şehirlere taksim ederek savunma savaşı vermeyi
tercih etti. Ancak önce Otrâr ve Hucend ardından
Buhara ve Semerkand düştü. Bunun üzerine Alâeddin Muhammed, Hazar denizindeki Âbeskûn adasına kaçtı. Kısa bir süre sonra öldü (Aralık 1220).
Yerine sultan ilân edilen oğlu Celâleddin Hârizmşah
yaklaşık on yıl boyunca Kuzey Hindistan, Irâk-ı
Acem ve Azerbaycan’da başarılı bir şekilde mücadele verdiyse de çabaları Moğolları durdurmaya
yetmedi5.
Cengiz Han (1206-1227)
Cengiz Han’ın ortaya çıkışından önce Tatarların belli bir reisi veya yöneticisi yoktu. Muhtelif kabilelere ayrılmışlardı. Bu kabileler her zaman
kendi aralarında savaş halindeydi. X-XII. yüzyıllarda Moğol asılı kabileler tarafından Kuzey Çin
ile iç Asya’da Curcen, Kitan ve Karahıtaylar gibi
devletler kurulmuştur. Moğolların dünya tarihinde
önemli rol oynaması, ancak XIII. yüzyılın başlarında Timuçin (Cengiz Han)’in kurduğu Moğol
İmparatorluğuyla olmuştur. Timuçin uzun mücadelelerden sonra bütün Moğol aşiretlerini tek bir devlet çatısı altında toplamayı başardı. 1206’da Cengiz
Han unvanını aldıktan sonra 1209 yılına kadar
sırasıyla Kırgız, Merkit, Nayman ve Uygurları
idaresine aldı. 1218’de Karahıtay topraklarını ele
geçirdi ve Batı’da Hârizmşahlara komşu oldu2.
1220-1221 yıllarında Cebe ve Sübütay kumandasındaki birlikler ile gerçekleştirilen askerî
harekâttan sonra Horasan üzerinden Irâk-ı Acem ve
Azerbaycan’a giren Moğollar ülkeyi yağmaladılar.
Bu harekâtı 1224’te yağma ve tahribat amaçlı başka
seferler takip etti. Celâleddin son önemli direnişini
de 1228 yılında İsfahan şehri önlerinde kıran Moğollar, kendi Hâkimiyetlerini tanıyan Fars Atabegleri
idaresindeki Güney İran dışında bütün Orta ve Batı
İran’ı yağmaladılar6.
Cengiz Han, bir iç kanama sonucu 18 Ağustos 1227’de öldü. Ölmeden önce oğulları Ögedey ve
Tuluy’u yanına çağırmıştı. Çağatay yoktu. Batı’da
çarpışan orduyla geri dönmeyen Cuci, kısa bir süre
önce Şubat 1227’de Aral bozkırında ölmüştü. Cengiz Han öldükten sonra Moğol ilerleyişi durmadı.
Yerine geçen oğlu Ögedey Han, geçti (11 ya da 15
Ekim 1229). Babasının, Asya'nın her tarafında topladığı hazinelerini getirtti. Prenslere, kumandanlara,
askerlere dağıttı. Adet gereğince, babasının yakınında bulunanlara üç gün yemek verilmesini emretti7.
Göçebelerden oluşan ordusuyla Doğu Türkistan’a sefer düzenledi. Kaşgar dâhil olmak üzere
birçok şehir ele geçirildi. Daha sonra Kuzey Çin’e
sefere çıktı. Çin Seddi’ni aşarak başkent Pekin
(Hanbalgasun)’i zapt etti. Burayı oğlu Cuci’ye
bıraktı3.
Hârizmşah Alâeddin Muhammed, Çin’i
fethederek cihan fatihi olmak istiyordu. Fakat bu
hususta ilk adımı Cengiz Han atmıştı. Hârizmşah
Sultanı, Cengiz’in hareketlerini dikkatle takip ediyordu. Bunun için Cengiz Han’a iki defa elçi göndermişti. Cengiz Han bu elçilik heyetine karşılık
çok zengin bir ticaret kervanı göndermiştir. Ancak
bu kervanlar Otrâr’da yağma edildi. 450 kişilik
Moğol kervanı kılıçtan geçirildi. Bu hadiseler neticesinde Cengiz Han’ın Hârizmşahlara karşı bir
sefer düzenlemesine neden olmuştur. İslâm kay-
Ögedey Han (1229-1241)
XIII. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Moğol
İmparatorluğu artık tek bir merkezden yönetilmeyecek kadar büyümüştü. Cuci’nin oğlu Batu, babasının
hissesine düşen Deştikkıpçak’a hâkim oldu. Ögedey
Han, yollar, vergiler, bozulan yönetimi düzenleyip
bir başkent kurdu. Çökmüş ekonomiyi yeniden yapı-
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
42
—————————————–-———
Özel Dosya ———————————————–———
landırıyordu. Cengiz Han’ın kendisine saygısızlıkta
bulunanlardan almak istediği öçler alınmıştı.
Celâleddin’in büyük yenilgisi Harizm savaşını
sona erdiriyor (1231); Kin (Jin) İmparatorluğu’nun
yıkılışı Uzakdoğu seferini tamamlıyordu (1234).
Moğollar her cephelerde savaşmaya devam ederek
on yıl içinde en parlak dönemini yaşayacaktır8.
kabul ederek vasalı olmayı ve altın, gümüş, at ve
deveden oluşan bir haraç ödemeyi kabul etti. Moğollar bunu kabul etti. Bu Selçukluların ne sonu ne de
tam anlamıyla yıkılışı oldu11.
Ögedey’den sonra idareyi nâibi sıfatıyla karısı Töregene Hatun ele aldı (1241-1246). Daha
sonra tahta çıkan Güyük Han (1246-1248) uzun süre
hükümdarlık yapmamıştır. İmil’deki Ulus’una giderken Batu’nun kardeşi Şeyban’ın topraklarına
yakın bir yerde Nisan 1248’de Batu ile mücadeleye
hazırlandığı sırada öldü. Möngke (Mengü) Han
(1251-1259) tahta çıktı.
Ögedey Han zamanında (1227-1241)
Çin’in önemli bir kısmı zapt edilmiş batıya seferler
düzenlemekle görevlendirilen Çormagan, İran ve
Azerbaycan’daki Moğol hâkimiyetini daha da güçlendirdi. Kura ve Aras yukarı su yoluna yerleşen
Çormagan, on yıl boyunca Cengiz Han’ın ordusunun başında kaldı (1231-1241). Ögedey’in oğulları
Güyük (Göyük) ve Kada’an başta olmak üzere pek
çok şehzadenin katıldığı, Cuci’nin oğlu Batu kumandasındaki bir ordu ciddi bir direnişle karşılaşmadan Doğu ve Orta Avrupa’yı istilâ etti (12371241). (1241-1242) yıllarında Afganistan’a gönderilen Tair Bahadır kumandasındaki bir ordu da
Herat, Sistan ve Lahor’u ele geçirdi9.
Möngke (Mengü) Han (1251-1259)
Onun döneminde fetihler durmuştu. 1253 yılında yapılan kurultayda Möngke askerî atılımlarla
ciddi bir biçimde ilgilendi. İşe kardeşi Hülâgû’yu
“İlhanlar” olarak İran, Irak Suriye, Kafkasya, Mısır
ve Anadolu’ya tayin etti. Ayrıca diğer kardeşi Kubilay ise, Yuan ya da Çin Moğolları hanedanını kuracaktı. Başlangıçta idarî zorunlulukların gerektiği bu
taksimat, hânedan içerisindeki anlaşmazlıların artmasına paralel olarak Moğol hâkimiyetinin zamanla
parçalanmasına neden olacaktır12.
Noyan Baycu, 1242-1243 kışında Erzurum’u aldı ve ilkbaharda Orta Anadolu’ya doğru
ilerledi. Selçuklular, Franklar, İznik ve Trabzon
hükümdarlarından yardım istedi. Düşmanların
gelişini beklemeden Selçuklu Sultanı II. Keyhüsrev
(1237-1246) güçlerini Erzincan bölgesinde bir
sıradağ olan Kösedağ’a doğru yerleştirdi. Birçoğu
gibi, kibir onun da gözlerini kör etmişti. Savaştan
önce heyetler karşılıklı ilişki içindeyken Baycu’ya
küçümseyici yanıtlar vermişti. Baycu ona şu sözleri söylemekle yetinmişti: “Pek küstahça konuştunuz. Zafer, Tanrı’nın onu bahşettiği kişinin olacaktır10.”
Möngke, Songlara karşı bir yayılma saldırısı
yapmak amacıyla, kardeşi Kubilay’a Çin’in çevresini güneyden dolaşmasını emretti. Kubilay, 1252 yılı
sonbaharında Yunnan’a hareket etti. XIII. yüzyılda
Yunnan henüz Çinlileşmemişti. Çin İmparatorluğunun bir parçası değildi. 1253’te krallığın başkenti
Ta-li, düştü. Halk Moğolların safına geçti. Moğol
egemenliği tanındı. Daha sonra Kubilay Annam ve
Tonkin’i istilâ etti. Hanoi, Aralık 1257’de ele geçirildi ve yağmalandı. Üç ay sonra Mart 1258’de
Çinhindi hükümdarı Moğol vasalı olduğunu kabul
etti13.
Baycu, Selçuklu ordusuna saldırmayı denedikten sonra kaçıyor gibi görünmekte ibaret olan
eski kurnazlığına başvurdu. Selçuklu ordusu Moğolların peşine düştüler ve 26 Haziran 1243’te
korkunç bir yenilgiye uğradılar. Anadolu teslim
olmuştu. Baycu, kapılarını işgal karşısında hemen
açan Sivas’a, direnmek isteyen ve ağır biçimde
cezalandırılan Tokat ve Kayseri’ye vardı. Sultan
Ankara’ya kaçmıştı. Vezirin esnek ve hızlı politikası ülkeyi yıkımdan kurtardı. Vezir teslimiyetini
ilân etmek için Baycu’yu Hazar Denizi’nin güneyinde ziyarete gitti. Galip gelenin tüm isteklerini
Möngke, 1258 yılının Ekim ayında Sişuan’a girdi. Birkaç şehir aldı. Song İmparatorluğu
hem Kuzey hem Batı hem de Güney’den istilâ edilmişti. Batı Çin, Doğu Çin’e artık yalnızca Çang-ça
ile Mavi Irmak arasında uzanan dar toprak parçasıyla bağlıydı. Moğollar her yerde zafer kazanıyordu.
Fakat Möngke dizanteri sonucu 11 Nisan 1259’daki
ölümü kısa bir süre fetihlerin durmasına neden oldu.
Kubilay kardeşinin ölümünü, Yang-tsö Kiang bölge-
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
43
——————————————–-——
Özel Dosya ———————————————–———
sinde bulunduğu sırada 19 Eylül 1259’da haber
aldı. Çevresindekiler tahta geçmesi için hemen
Moğolistan’a dönmesini istedilerse de bunu reddetti. “Güney’e yürüme emri aldım. Kendi kararımla
yarı yoldan dönmem,” dedi. 3 Ekim’de Vu-çang’a
vardı ve kuşatma başladı. Kuşatma uzun sürünce
ateşkes antlaşması yapıldı. Onun için şimdilik
önemli olan veraset sorunuydu. Bunun neticesinde
Hebei’ye geri döndü14.
Gâzân Han (1295-1304)
Gâzân Han, (1295-1304) Emîr Nevruz’un
teşviki ile samimi olarak Müslümanlığı kabul etti.
Gâzân Han, merkezi otoriteyi güçlendirdi. Gâzân
Han devrinde İlhanlılar Yakın Doğu’nun en önemli
gücü durumundaydı. Ezeli rakipleri Memluklulara
karşı üstünlük sağladı. Memluklar, 1298’de Anadolu’ya doğru ilerleyerek Maraş’ı ele geçirdi. Bir kolu
da Mardin yakınlarına kadar ulaştı. Bu kısmi başarı
Mısır’da heyecan yarattı. Fakat 1299 yılında Memluklara karşı başlatılan sefer sonucunda Suriye adeta
bir Moğol vilayeti haline geldi. Yeni teşebbüsler de
başarısız kaldı. Moğol yayılması, Batı’da Anadolu
Selçuklularının Kösedağ Savaşı sonucu tâbi devlet
konumuna gelmesiyle (1243) Bizans sınırlarında
sona erdi16.
Hülâgû Han (1259-1265) ve Abaka Han
(1265-1282)
Möngke ölünce kardeşi Hülâgû tahta geçti
(1259). Bu döneme kadar devam eden Moğol ilerleyişi 1260 yılında Memluklar tarafından yapılan
Aynicâlût savaşı ile durduruldu. Hülâgû Han ilk
defa yenildi ve ordusu ağır bir yenilgi aldı. Daha
sonra Abbasî Halifesi sınırlarına kadar topraklarını
genişletti. Bağdat’a girerek şehri yağmaladı. Abbaî
Halifesi’ni de öldürdü. Abaka (1265-1282) zamanında sarsılan siyasî otoritenin temini için bir taraftan Suriye’ye ordu gönderirken diğer taraftan Atabek Şemseddin Cüveyni’yi Anadolu’daki yıkılan
rejimi tesis etmek amacıyla Anadolu’ya gönderdi.
O bilhassa Türkmenlere baskı uygulayarak Anadolu’daki hâkimiyetini yeniden tesis etti. Ancak yapılan tüm baskılar sonuç vermedi. 1281 yılında
Abaka’nın Memluklularla yaptığı Hums Savaşında
mağlup olması sonucunda iktidarında büyük bir
yara açtı. Çok geçmeden kahrından öldü (1282) 15.
XIII. yüzyılın ikinci yarısında merkezî Moğol hâkimiyetinde parçalanmalar oldu. Bu parçalanmayı Cengiz Han’ın torunları arasındaki iç savaşlar takip etti. Abaka, Argun, Gâzân ve Olcaytu zamanında İlhanlılar, Azerbaycan hâkimiyeti için Kafkaslarda Altın Orda, Horasan hâkimiyeti için de
Doğu’da Çağataylılar ile mücadeleye girdiler. Bu iki
hanlık zaman zaman ciddi istilâ teşebbüsleriyle İlhanlıları daima tehdit altında tuttu. Orta Asya’da ise
Ögedey’in torunu Kaydu ile Büyük Han Kubilay
arasında şiddetli savaşlar cereyan etti. Gâzân Han
zamanında İslâmiyet’in kabulüyle (1295) İlhanlılar
büyük hanlardan koptu. Bütün bu olumsuzluklar
neticesinde İlhanlı Devleti, Ebû Said Han’ın (1335)
yılında vefatının ardından yıkıldı17.
XIII. yüzyılın ikinci yarısında merkezî
Moğol hâkimiyetinde parçalanmalar oldu. Bu parçalanmayı Cengiz Han’ın torunları arasındaki iç
savaşlar takip etti. Abaka, Argun, Gâzân ve
Olcaytu zamanında İlhanlılar, Azerbaycan hâkimiyeti için Kafkaslarda Altın Orda, Horasan hâkimiyeti için de Doğu’da Çağataylılar ile mücadeleye
girdiler. Bu iki hanlık zaman zaman ciddi istilâ
teşebbüsleriyle İlhanlıları daima tehdit altında tuttu. Orta Asya’da ise Ögedey’in torunu Kaydu ile
Büyük Han Kubilay arasında şiddetli savaşlar cereyan etti. Gâzân Han zamanında İslâmiyet’in kabulüyle (1295) İlhanlılar büyük hanlardan koptu.
Bütün bu olumsuzluklar neticesinde İlhanlı Devleti, Ebû Said Han’ın (1335) yılında vefatının ardından yıkıldı17.
XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Altın Orda ve Çağatay devletleri hızlı bir Türkleşme
sürecine girdi. Çağatay Hanlığı 1380’lerden itibaren
Emîr Timur’un nüfusunu tanımaya başladı. Altın
Orda ise, 1380 yılında Mamay’ın Kulikov sahasında
Ruslara karşı uğradığı yenilgi ve Toktamış’ın Timur’dan aldığı darbenin ardından iyice zayıflayarak
yıkıldı18.
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
44
————————————–-————
Özel Dosya ———————————————–———
DİPNOTLAR
1 Kemal Ramazan Haykıran, Moğollar ve Mev6 O.G. Özgüdenli, 225-226; Jean Paul Roux, Moğol
lana, İstanbul, Sentez Yayıncılık: 2015, 61;
İmparatorluğu Tarihi, Çev: Aykut KazancıgilAlaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihan
Ayşe Bereket, İstanbul, Kabalcı Yayınevi: 2001,
Güşa, Çev: Mürsel Öztürk, Ankara: TTK, 2013,
174-175; Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i
82.
Cihan Güşa, Çev: Mürsel Öztürk, Ankara, Türk
2 Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihan
Tarih Kurumu Yayınları: 2013, 160.
Güşa, Çev: Mürsel Öztürk, 83; Osman Gazi
7 Reşîdüddin Fazlullah, Câmiu’t-Tevârih, Çev:
Özgüdenli, “Moğollar”, DİA, XXX, İstanbul:
İsmail Aka-Mehmet Ersan-Ahmad Hesamipour
TDV, 2004, 225; İhsan Arslan, “Büyük Moğol
Khelejani, İstanbul, Gazi Yayıncılık: 2013, 71; A.
İmparatoru Cengiz Han’ın Din Algısı”, XIII, Say:
Konstantın Ohsson, Moğol Tarihi Denizler İmpa38, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,
ratoru Cengiz, Çev: Bahadır Apaydı, Nesnel Ya2015, 1014; Rizaeddin Fahreddin, Altın Ordu ve
yınlar: İstanbul: 2008, 164; Jean Paul Roux, 128.
Kazan Hanları, Çev: İlyas Kamalov, İstanbul,
8 Jean Paul Roux, 233; Rizaeddin Fahreddin, Altın
Kaknüs Yayınları: 2003, 23.
Ordu ve Kazan Hanları, Çev: İlyas Kamalov32.
3 Rizaeddin Fahreddin, Altın Ordu ve Kazan
9 Reşîdüddin Fazlullah, 71; O.G. Özgüdenli, 226;
Hanları, Çev: İlyas Kamalov, 23.
Jean Paul Roux, 257.
4 İ. Arslan, 1015; O.G. Özgüdenli, 225; Rizaeddin
10 Jean Paul Roux, 301; A. Deniz, 91.
Fahreddin, Altın Ordu ve Kazan Hanları, Çev:
11 Reşîdüddin Fazlullah, 71; Arda Deniz, 91; K.R.
İlyas Kamalov, 24; Arda Deniz, Moğolların AnaHaykıran, 67; Jean Paul Roux, 301.
dolu Politikası ve İlhanlılar Devleti Tarihi, Ekim
12 O.G. Özgüdenli, 226. Jean Paul Roux, 314; K.R.
Yayınları, İstanbul: 2013, 34; K.R. Haykıran, 34.
Haykıran, 67.
5 Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihan
13 Jean Paul Roux, 322.
Güşa, Çev: Mürsel Öztürk, 148; O.G. Özgüdenli,
14 K.R. Haykıran, 67; Jean Paul Roux, 323-324.
225; Rizaeddin Fahreddin, Altın Ordu ve Kazan
15 O.G. Özgüdenli, 226; A. Deniz, 138; K.R. HayHanları, Çev: İlyas Kamalov, 24; K.R. Haykıran,
kıran, 68.
63.
16 A. Deniz, 153-154; O.G. Özgüdenli, 226.
17 O.G. Özgüdenli, 226.
18 O.G. Özgüdenli, 228.
Nursel Abul
YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
45
———————————–-—————
Özel Dosya ———————————————–———
Güneşin Doğduğu Ülkede Cihangirlik Davası
Siz adamlarımı, tüccarlarımı öldürür, mallarımı onların elinden alırsınız değil mi? O halde karşı koymaya
güç yetiremeyeceğiniz kalabalık bir orduyla üzerinize geliyorum, hazır olunuz!
İbnü’l-Esîr
Cengiz Kağan Moğol siyasî birliğini sağlamasından sonra bölgede tek hâkim devlet konumuna
gelmiştir. Özellikle 1218 yılında Karahitaylar’ın
topraklarının ele geçirilmesi onlar için dönüm noktasını teşkil eder. Nitekim Karahitay topraklarının
Moğol egemenliğe girmesi, Harezmşahlar ile sınır
komşuluğunu sağlamıştır. Bunun dışında Cengiz
Kağan’ın yaptığı idarî, içtimaî ve askerî düzenlemelerle kendisine nisbetle Cengizîler diye de anılan
Moğollar’ı tarihlerinde ilk defa düzenli bir teşkilata
kavuşturdu ve onları cihan devleti telakkisiyle yeniden yapılandırdı4.
Başları büyük, burunları ezik, derileri beyaz, saçları siyah, gözleri çekik, boyları, kol ve
bacakları küçük ve sağlam, sakalları çok az ve
çenelerinde, sesleri ince keskin olarak tasvir edilen
Moğollar1, XIII. yüzyılın başlarına kadar Orta Asya’nın ücra bir köşesinde yaşayan, batı ve doğunun
kültür dünyasında adı sanı bilinmeyen küçük bir
göçebe topluluğu iken birdenbire tarih sahnesine
çıkarak, yüzyıllarca dünyanın çeşitli bölgelerinde
hakim olan kuvvetli imparatorlukları silip doğu ve
batının muazzam kültür sahalarını işgal ederek,
büyük bir imparatorluk kurmaya muvaffak olmuşlardır. Asya bozkırlarının atlı müdavimleri olan
Moğollar, Türklerin kadim komşusu olmaları dışında işgal ettikleri bölgeler genel itibariyle Türkler ile meskûn idi. Bu sebeple Türk Tarihi, Moğol
Tarihi ile iç içe gelişme göstermiştir2.
Cihan hakimiyeti düşüncesine sahip Moğollar bu amaç uğrunda engelleri birer birer aşıp faaliyetlerine hız kazandırmışlardı. Özellikle Otrar’da
Moğol kervanının kılıçtan geçirilmesi 5 ve Moğollar
tarafından gönderilen elçilerin Harezmiler tarafından
öldürülmesi Moğolların amacına bir bakıma hizmet
etmiştir6. Çünkü bu olaylardan sonra Cengiz Kağan
Harezmşahlar üzerine sefere çıkmış7, Buhârâ ve
Semerkand gibi dönemin önemli iki şehri Moğollar’ın
eline
geçmiştir8.
Harezmşahlar
tahtına
Celâleddin’in geçmesiyle birlikte başarılı savunmalar yapılmıştır. Fakat onun hüküm sürdüğü son yıllarda Moğollar bu savunmayı aşıp son önemli savunma kalesi İsfahan’ı alıp İran coğrafyasına da
hüküm sürmeye başlamışlardır9.
XIII. yüzyıl başlarından itibaren giriştikleri
büyük ilerleyiş neticesinde, bütün haşmetiyle tarih
sahnesine çıkan Moğolların bu hareketi, dünyanın
gelmiş geçmiş en büyük imparatorluklarından birinin teşekkülü ile sonuçlanmıştır. 1206 yılındaki
Büyük Kurultay’da Cengiz Kağan’ın devletinin
teşkilatlandırmasını tamamlamasının ardından
Moğollar, Türkistan ve Çin sahası başta olmak
üzere Asya’nın hatta Doğu Avrupa’nın önemli bir
kısmını ele geçirdikten sonra buralarda siyasî hâkimiyetlerini sağlamlaştırmış, tarih sahnesinde
önemli bir rol üstlenmişlerdir3.
Cengiz Kağan’ın ölümünden sonra cihan
hakimiyeti
düşüncesi
devam
eden
Moğollar,
Ögeday’ın tahta oturmasından sonra da bu yönde
seferler yapmışlardır. Özellikle Çin seferlerinden
sonra batı komutanlığına getirilen Curmagun Noyan,
İran ve Azerbaycan’daki Moğol hâkimiyetini güçlendirirken, bunun dışında Ögeday’ın oğulları başta
olmak üzere ve birçok şehzadenin katıldığı Cuci’nin
oğlu Batu kumandasındaki ordu, Doğu ve Orta Avrupa’yı işgal etmiştir (1237-1241).
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
46
———————————————–-—
Özel Dosya ———————————————–———
XIII. yüzyıla gelindiğinde Moğollar artık
tek bir merkezden yönetilemeyecek kadar büyümüşlerdi. Bundan dolayı devlet taksimi kardeşler
arasında yapılarak Hülagû “ilhan” olarak İran, Irak,
Suriye, Mısır, Kafkasya ve Anadolu’ya tayin edildi10. Hülagû’nun Horasan’a girmesiyle Yakındoğu’da Moğol hâkimiyetinin yeni bir devri başladı.
galip ayrılan Selçuklu Sultanları, Abbasî halifelerinden memnuniyet belirtisi olarak es-Sultanü’lMuazzam lakaplarını alıyorlardı. Nitekim bu asırda
İslâm âleminin gözdesi konumunda olan Selçuklu
Devleti, kurtarıcı olarak görülüyor, dönem siyasetinin akışını değiştiriyordu.
Aynı asırda Anadolu’ya egemen bir imparatorluk olan Bizans, Selçukluların akın akın Anadolu’ya gelmelerini göz ardı ediyordu12. Bunu fırsat
bilen Selçuklular kendilerine Anadolu’yu mesken
olarak görüyorlardı. Bunun neticesinde ise Anadolu,
Türk yurdu haline gelecektir.
1243 yılı öncesi Moğollar’ın güttükleri politikalara baktığımızda, onların Türkler gibi cihan
hâkimiyeti düşüncesine sahip olduğunu görebiliriz.
Nitekim tarihin gelmiş geçmiş en büyük komutanlarından olan Cengiz Kağan’dan sonra Moğol cihan hâkimiyeti düşüncesi son bulmamış, aksine
artarak devam etmiştir.
Bizans İmparatorluğu belli süre sonra Türklerin bu akınlarını ciddiye almıştır. Fakat özellikle
II. Basileios sonrası liyakatlı bir bürokrat yetiştiremeyen Bizanslılar, bu akınlara karşılık veremeyecek
duruma gelmişlerdir. Özellikle 1071 Malazgirt Savaşı13 sonrası ise bu akınların durdurulamayacağı
anlaşılmıştır. Bu tarihten sonra Bizans savunma
durumuna geçmiş, Türkler ise saldıran konuma gelmişlerdir.
Moğollar gibi Türklerde tarih öncesinden
beri Türk cihan hâkimiyeti düşüncesine sahiptirler.
Bu düşünce tarihi akideler içerisinde Hunların ünlü
Hanı Mete ile başlar. Daha sonra bu akide Göktürkler ile zirveye ulaşır. Tarihte ilk Türk isminin
kullanıldığı Göktürk Devleti’nin dağılmasından
sonra boylar şeklinde kabileci bir oluşumdan
Oğuzlara giden bir süreç, tarihin akışı içerisinde
kendini gösterir. Türk cihan hâkimiyetinin yeniden
oluşum içerisine girme süreci bundan sonra başlayacaktır. Nitekim Selçukluların siyasi birliğini
tamamlayıp bir cihan imparatorluğu kurmaları
bunun belli bir göstergesidir.
Malazgirt sonrası Alparslan, Türk komutanlara Anadolu’da aldıkları yerde bir devlet kurma
yetkisi vermişti14. Bunlardan biri olan Türkiye Selçuklu devleti Kutalmışoğlu Süleymanşah önderliğinde İznik’te bir devlet konumuna gelmiştir.
Bizans İmparatorluğu’nun sınırında faaliyet
alanı bulan Türkiye Selçukluları, kısa bir süre içerisinde önemli bir konuma sahip oldu. Kuruluşundan
yıkılışına kadar sürekli Bizans ile mücadele eden
Türkiye Selçukluları, Bizansın nefes almasına fırsat
vermiyordu. Bunun neticesinde Avrupa’dan yardım
isteyen Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos,
geldikleri günden gittikleri güne kadar kan akıtan
haçlıları bu coğrafyaya gelmesine sebep olmuştur.
Haçlıların bu coğrafyada hüküm sürmesinden sonra
Anadolu’nun egemeni yeniden Türkiye Selçukluları
olmuştur. Özellikle Alâeddin Keykubad devrinde
kıyı şeritlerine de hâkim olan Selçuklular15, bu yönden ticari odak konumuna gelmişti. Böyle ekonomik
açıdan da zirveye oturmuştu.
Selçuklular, tarih sahnesine çıkış evrelerinde Türk kökenli bir devlet olmalarından dolayı
cihan hâkimiyeti düşüncesine sahiptiler. Fakat
Selçuklular önceki Türk devletlerinden farklı bir
hâkimiyet sembolleri vardı: İslâmiyet11. İslâmiyeti
kabul eden Selçuklular yaptıkları her seferde bunu
İslâmın cihana egemen olması için yapmışlar ve
dönem içerisinde İslâmın hamiliği görevini üstlenmişlerdir.
XI. asırda iç buhranlar ile boğuşan İslâm
devletleri Selçuklular ile yeniden vücut bulmuştu.
Özellikle İslâm inancında Hanefi ekolü kabul eden
Selçuklu Türkleri dönem içerisinde İslâmda ayrık
şekilde faaliyet yürüten Şiî-Sûnnî tartışmasını sonlandırıp dönem içerisinde İslam birliğini oluşturma
gayretindeydiler. Bunun neticesinde Şiî devletlerden olan Büveyhîler ve Fatımîler Selçuklu mücadele sahasında bulunuyordu. Bu mücadelelerden
Selçukluların bu kadar kısa sürede Anadolu
içlerine egemen olmasını genel itibariyle İslam ile
yoğrulan Türk cihan hâkimiyetine bağlayabiliriz.
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
47
————————————–-————
Özel Dosya ———————————————–———
Nitekim Türk gelenek ve göreneklerinden mahrum
kalmayan, egemenliğini İslâm ile meşrulaştıran
Selçuklar, bu politik adımlarının başka bir vizyon
ile nitelendirilmesini öngörmüyoruz.
. Kurulmuş olan büyük ittifakın ve oluşturulan büyük ordunun Moğolları durduracağına inanılıyordu17. Fakat 1243 yılının Temmuz ayında
Kösedağ mevkinde savaş başlamadan önce Selçuklu
öncü birlikleri Baycu Noyan tarafından imha edildi.
Bunun sonucunda iki ordu karşılaşmadan Selçuklu
birlikleri dağıldı. II. Gıyaseddin Keyhüsrev İbn
Bîbî’nin tabiri ile ağlayarak payitahtı bırakıp kaçtı.
Cihangirlik davası yürüten iki görkemli
devletin güneşin doğduğu ülkede sınırdaş olması
sonucu birbirleri ile mücadele etmesi sürpriz sayılmayacaktı. Özellikle Alâeddin Keykubad’ın
ölümünden sonra Türkiye Selçuklu Devleti sultanı
olan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in istikrarsız bir
politika yürütmesi Moğolları Anadolu’ya yönlendirmişti. Ayrıca 1241 yılında Babaî isyanının güçlükle bastıtırılması Anadolu’nun ele geçirilmesi
yönünde Moğolları cesaretlendirmişti. Cesaretlerini toplayan Moğollar 1242 yılında Erzurum’da
büyük bir katliam yaptılar16.
Savaş sonrası barış yapabilmek maksadıyla
Selçuklu veziri Mühezzibüddin Ali, Baycu
Noyan’ın yanına Şemseddin İsfahani ise Altınordu
Hükümdarı Batu Han’a giderek Moğol tabiiyeti
altında olma ve her yıl yüklü miktarda vergi ödeme
şartıyla anlaşma yaptılar. Böylece Alâeddin
Keykubad, II. Kılıç Arslan gibi sultanların hayali
olan cihangirlik davasını liyakatsız bir sultan Moğollar’a teslim etmişti. Bu olaydan sonra Selçuklular
birdaha toparlanamayacak ve 1308 yılında tarih
sahnesinden çekilecektir.
Erzurum katliamından sonra Selçuklular,
Doğu Anadolu ve Suriye’de hüküm süren bütün
hükümdar ve emirlerle ilişki kurarak Moğol karşıtı
bir ittifak kurma girişiminde bulunmuşlardı
DIPNOTLAR
9 Thomas Ripper, Diyarbekir Merwanileri, Çev.
1 İbrahim Kafesoğlu, Alparslan, DİA, II, İstanbul:
Bahar Şahin Fırat, İstanbul: Avesta Yayınları, 2012,
1992, 526.
198.
2 Refik Turan, “Türklerin Anadolu’ya Akınları ve
10 Işın Demirkent, “Bizans”, Diyanet İslâm, VI, İsMalazgirt Zaferi’nden Önce Anadolu’da Türk Vartanbul: 1991, 237.
lığı”, Selçuklu Tarihi El Kitabı, Ankara: Grafiker
11 Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm
Yayınları, 2012, 95-96.
Medeniyeti, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2014, 167.
3 Coşkun Alptekin, “Büyük Selçuklular”, Doğuş12 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye,
tan günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul: Çağ
İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 1998, 23.
Yayınları, 1992, 118.
13 Gülay Öğün Bezer, “Alp Arslan Zamanı”, Büyük
4 Ali Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı, Ankara:
Selçuklu Tarihi, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi YaTTK yayınları, 1971, 18-19.
yınları, 2013, 49.
5 el-Hüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye,
14
Mıkhael Psellos, Khronographıa, Çev. Işın
Çev: Necati Lügal, Ankara: TTK Yayınları, 1999,
Demirkent, Ankara: TTK Yayınları, 2014, 264.
25-26.
15 Mehmet Altay Köymen, Alp Arslan ve Zamanı,
6 Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve
İstanbul: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür
Papaz Grigor’un Zeyli, Çev. Hrant D.
Yayınları, 1972, 64-65.
Andreasyan, Ankara: TTK Yayınları, 2000, 12016 Ali Sevim, Malazgirt Muharebesi, DİA, XXVII,
121.
İstanbul: 2003, 483.
7 Şerehhan Bitlisi, Şerefnâme, I, Çev: Abdullah
17 Metin Ayışığı, Bizans İmparatorluğu Tarihi, Van:
Yegin, İstanbul: Nûbihar Yayınları, 2015, 72.
2015, 94.
8 Nevzat Keleş, “Malazgirt Savaşı Öncesinde
18 Mustafa Demir, Büyük Selçuklular Tarihi, SakarDoğu Anadolu’nun Siyasî Durumu”, Alp Arslan
ya: Sakarya Yayınları, 2011, 83.
ve Malazgirt, İstanbul: Copyright@Kültür A.Ş.
Mazlum Şahin Demir
Yayınları, 2014, 50.
YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
48
————————————————
Cumhuriyet Tarihi ———————————————–——
MUSUL MESELESİ
Musul ilk olarak 1055-1056 yıllarında Selçuklu Devleti’ne bağlanmıştır. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferi’yle 1516’da Musul, Kanuni
Sultan Süleyman’ın 1534’teki Bağdat Seferi’yle de
Mezopotamya (Irak) Osmanlı Devleti’nin egemenliği altına girmiştir. Musul vilayeti, doğuda İran,
kuzeyde Diyarbekir (Diyarbakır), güneyde Bağdat,
batıda Şam, kuzeybatıda Halep vilayetleri ve Zor
sancağı ile çevrelenmişti1. Osmanlı hâkimiyetinin
son yüzyılında Musul vilayeti, 91.000 km arazi
üzerinde 350.000 nüfusu barındırmakta idi. İdari
taksimata göre Musul; Kerkük, Süleymaniye ve
Musul sancaklarına ayrılmıştır2.
İngiltere, I. Dünya Savaşı devam ederken sıcak çatışma bölgelerinden uzak durmak ve Rusya ile
sınır olmamak adına Sykes-Picot Antlaşması ile
Musul’u Fransızlara bırakmasına rağmen sonraki
süreçte zengin petrol yatakları ve Rusya’daki Bolşevik İhtilâlının de etkisiyle Musul ve çevresini kendi
kontrolüne almıştı. I. Dünya Savaşı’nda Binbaşı
Süleyman Askeri’nin başarısız olmasından sonra
Kutul Ammare’yı alan İngiliz ordusu Kasım 1915’te
Selmanpak’ta Osmanlı ordusu tarafından bozguna
uğratılmış ve Halil Kut Paşa, İngiliz ordu kumandanı General Townshend’i esir almıştı. Ali İhsan Paşa,
bölgede İngilizlerle mücadele ederek, Nisan 1916’da
bölgenin kontrolünü sağlamış, Haziran 1916’da
bölgede başlayan Arap isyanı bölgedeki dengeleri
İngilizler lehine değiştirmeye başlamıştı4.
Çarlık Rusya’sına karşı Osmanlı Devleti’ni
ayakta tutmaya çalışan İngiltere’nin, 1877-1878
Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi) sırasında Osmanlı
Devleti’nin iyice zayıfladığını görerek Osmanlı
Devletini korumaktan vazgeçmesi ve yıkma politikasını uygulamaya koyması üzerine Osmanlı Devleti 1888-1918 yılları arasında Almanya ile yakınlaşma içerisine girmiştir. İşte bu dönemde Almanlara, Irak’ta demiryolu imtiyazı ile birlikte petrol
arama imtiyazı da verilmiştir. Petrole büyük ilgi
duyan II. Abdülhamit, daha 1890’ların başında
İngiltere’de öğrenim görmüş İstanbullu bir Ermeni
tüccarın oğlu olan Kalust Gülbenkyan’a Musul
civarında petrol ile ilgili araştırmalar yapma görevini vermiştir. Gülbenkyan’ın Musul civarında
araştırmalarını tamamlayarak, yörede petrol bulunduğu yolunda rapor vermesinden sonra, II. Abdülhamit 1888 ve 1898’de yayınladığı iki özel fermanla burasını “Memalik-i Şahane”si ilan etmiş ve
kendi şahsi arazisi haline getirmiştir 3. İngilizler,
Irak’ta tıpkı Almanlar gibi bu imtiyaza sahip olabilmek için İstanbul’da Osmanlı yetkilileri ile görüşmeler başlatmışlardır. Yayılma siyaseti uygulayan güçlü ülkeler Osmanlı Devletindeki petrol
sahalarına sahip olmak için bölgeye yönelik bazı
politikalar uygulamışlardır ve her zaman bölgedeki
etnik kimlikleri ön plana çıkarmaya çalışmışlardır.
Bölgedeki Türk unsurunu saf dışı göstererek oradaki Kürt, Süryani, Arapları ve Nasturilerin koruyuculuğunu yapmaya çalışmışlardır. Bu bölgelerde
yaşayan halkı kendilerine bağlayarak buralardaki
hammaddeyi almak istemişlerdir. Bu nedenle bölgede propaganda faaliyetleri yürüterek halkı devlete karşı kışkırtmışlardır.
Rusların bölgeye inmesiyle Osmanlı birliklerinin bir kısmının İran tarafına kaydırılmasını fırsat bilen İngilizler takviye kuvvetlerle Mayıs
1917’de Kerkük’ü ele geçirmişlerdi. Bu süreçle
birlikte 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin
imzalanmasıyla Mondros hükümlerinde olmamasına
rağmen İngiltere savaş sırasında işgal edemediği
toprakları işgal sürecini başlatmıştır. Ateşkes sözleşmesinin imzalanmasından bir hafta sonra 9 Kasım’da İngiliz birlikleri Halep ile İskenderun’u işgal
ettiler ve Fransa’ya bıraktılar. Benzer gelişme Musul’da daha sorunlu yaşandı çünkü bölgedeki komutan Ali İhsan Paşa Musul’u boşaltmamakta direniyordu. İşgalin biran önce gerçekleşmemesi halinde
geçersiz sayılacağını anlayan İngilizler Musul’daki
Ermenilerin güvenlik sorunu yaşayarak kenti terk
başladıkları bahanesiyle asayişi temin etmek üzere
işgal hakkı veren Mondros’un 7. Maddesini dayanak
yaparak Türk birliklerinin kenti boşaltmasını talep
etmişlerdir. Ali İhsan Paşa bu suçlamaları yalanladı
ve kentte huzurun korunmasına yönelik gerekli önlemlerin bulunduğunu bildirdi. 7 Kasım’da Ali İhsan
Paşa’ya 15 Kasım öğleye kadar Musul Osmanlı
birlikleri tarafından boşaltılmazsa dökülecek kanın
hesabını kendisinin ödeyeceğini bildirdi. İstanbul’un
kayıtsızlığı ve Ali İhsan Paşa’nın tek başına inisiyatifi üstlenmekten çekinmesi sonucunda 8 Kasım’da
kent boşaltılmaya başlandı. Musul valiliğine İngiliz
bayrağı çekildi. 15 Kasım’da Mondros’un imzalanmasından 16 gün sonra Musul tümüyle İngiliz denetimi altındaydı. Gelişen bu olaylar üzerine Mustafa
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
49
————————————————
Cumhuriyet Tarihi ———————————————–——
Kemal Paşa Musul’un kaybedilmesinde Ali İhsan
Paşa’nın rolünün olduğunu, Musul’dan Nusaybin’e
gittiği için aşiretler arasında hükümetin manevi
otoritesini kırdığını iddia etmişti5. Ali İhsan Paşa,
bu iddialar karşısında Musul’u bırakmayı şartların
zorladığını öne sürmüştür6.
rının Türk kuvvetlerinin eline geçmesinden sonra
Türk yönetimi Musul meselesine daha kararlı bir
şekilde eğilmeye başlamıştı. Musul’da bu fiili durum
devam ederken İngilizler, 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal edip meclisi dağıtmışlar, milletvekillerini
de tutuklamış, bundan kurtulan milletvekillerinin bir
kısmı Anadolu’da Mustafa Kemal önderliğinde başlatılan Millî Mücadele’ye katılmışlardı. Musul’un
Arap idaresine girmesini istemeyen Kürt ve Türkmenler de Anadolu’da başlayan bu mücadeleden
cesaretle İngilizlerle mücadeleye başlamışlardı. İngiltere ve Fransa 26 Nisan 1920’de toplanan San
Remo Konferansı’nda Musul petrollerini kendi aralarında paylaşmışlardı. Petrol gelirlerinin % 75’i
İngiltere’ye, % 25’i ise Fransa’ya bırakılmıştı11.
Sykes-Picot anlaşmasıyla Fransa’nın denetimine bırakılmış olduğu halde İngiltere petrol
zengini bu bölgeyi Fransa’ya bırakmayı düşünmüyordu. Aralık 1918’de Fransa başbakanı
Clemenceau Musul’un İngiliz etki alanına geçmesine razı oldu. Böylece İngiltere ile Türkiye arasında gerilime yol açacak olan Musul sorunu başladı7.
Ancak, Musul’da İngiliz yönetimi başlamasına
rağmen Musul ve Dahok’daki aşiretler İngilizlere
karşı cephe almışlardı8. Buna karşılık İngilizler,
Musul coğrafyasında ilerlerken aşiretleri kendi
saflarına çekmeye çalışmışlardır. Bunun için bölgeye en güvenilir casuslarını yollamışlardır. Binbaşı Noel, Musul ve Kerkük bölgesinde önemli casusluk faaliyetlerinde bulundu. Hatta İngiltere’nin
o dönemde Güney Kürdistan politikasının düzenleyicisi idi. Diğer bir İngiliz istihbaratçısı ise Binbaşı
Soon idi ve Süleymaniye bölgesinde siyasi faaliyetlerde bulunuyordu. Yüzbaşı Hay ise Erbil bölgesinde istihbarat çalışmalarında bulunuyordu9.
Mustafa Kemal Paşa, 28 Aralık 1920 tarihli
konuşmasında Musul’un ateşkes anında Türk Ordusu’nun hâkimiyetinde olduğunu, işgalin İngilizler
tarafından mütareke hükümlerine aykırı olarak gerçekleştirildiğini ifade etmiştir12. Mustafa Kemal bu
bağlamda Musul halkının silahlı mücadelesini desteklemiştir. Mustafa Kemal’in bölge halkı üzerinde
etkisini gören İngilizler, Lord Curzon’un tüm karşı
çıkmalarına rağmen, onunla irtibata geçmek istemiş,
Mustafa Kemal, İngilizlerle yapılacak olan görüşmelerde Türkiye’nin elini güçlendirmek için 1921 Aralık ayında bölgeye Özdemir Bey’i göndermişti. Özdemir Bey komutasındaki birlikler Revanduz’u ele
geçirmiştir13. Revanduz’un ele geçirilmesinden sonra ordu, bölgede geniş çaplı istihbarat toplamaya
başlamıştı14. Bölgede görevli Türk birliği, 21 Ağustos 1922’de İngilizleri yenip Musul’a iyice yaklaşmış, cesaretlenen bölge aşiretleri de İngilizlere karşı
mücadeleyi şiddetlendirmişlerdi. Özdemir Bey, İngilizlerle yaptığı Derbent Muharebesi’ni kazanmış, bu
mücadele sonucunda İngilizler, her ne kadar Süleymaniye’yi terk etmek zorunda kalsalar da, Şeyh
Mahmud’un desteğiyle aşiretlerin mücadele kararlılığını zayıflatmayı başarmışlardır. İngilizlerin desteğiyle Şeyh Mahmud’un melik unvanıyla atandığı bir
Kürdistan Hükümeti kurulmuştu. Kürt aşiret reislerinin katılımıyla bir kongre düzenlenmiş, Türk Hükümeti’nin yeni kurulan Kürdistan Hükümeti’ni
tanımasını istemişlerdi. İngilizler, bu işbirliğinden
kısa bir süre sonra Şeyh Mahmud’un Mustafa Kemal’le irtibata geçtiğini öğrenince, bu kez Seyyit
Taha’yı devreye sokmuşlar ve Kral Faysal’ın
Musul bölgesindeki Araplar İngilizlere
karşı Mustafa Kemal Paşa ile iş birliğini düşünmüşlerdir. Bu tezi destekleyen bazı oluşumlar da
meydana gelmiştir. Nitekim bu sırada önde gelen
din adamlarının da katılımıyla kurulan Cemiyet-i
Hilaliye adındaki bir teşkilat Musul’da kamuoyunu
uyanık tutmaya çalışıyordu. Bu teşkilat halkı tekrar
Osmanlı egemenliğine yönlendirirken İngilizlerin
Iraktan kovulması için de gizli faaliyetlerde bulunuyordu10.
Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde alınan
kararla Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada
Türk ordusunun elinde bulunan Türk-İslam çoğunluğun yaşadığı yerler Türk toprağıdır ilkesiyle
İngiltere’nin Musul’u işgal etmesinin haksız olduğu tezi öne sürülmüştü. Bu tez farklı cephelerde
sürdürülen mücadele nedeniyle çok güçlü bir şekilde işlenememişti. Sakarya Savaşı’ndan sonra
Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması ile Güney
sınırlarının güvence altına alınması ve demiryolla-
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
50
————————————————
Cumhuriyet Tarihi ———————————————–——
Irak’taki egemenliğini yasallaştırmak için düzenledikleri seçime karşı çıkanları tutuklatmışlardı. Musul’u elde etmenin tek yolunu silahlı mücadelede
gören Fevzi Paşa, Özdemir Bey’e takviye birlikler
göndermişti. Anadolu’daki Yunan işgali nedeniyle
daha önce bu bölgeye gönderilen birliklerin bir
kısmını geri çekmek zorunda kalınca, buradaki
Türk kuvvetleri zayıf düşmüş ve takviye edilen
İngiliz birlikleri tarafından geri püskürtülmüştü.
Böylece Musul, daha Lozan görüşmeleri bitmeden
tamamen İngiliz egemenliğine geçmiştir15.
1. Lozan Konferansı’nda Musul Meselesi
Lozan Barış görüşmelerine; Türkiye, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya
ve Yugoslavya, Rusya, Ukrayna, Gürcistan, Amerika Birleşik Devletleri, Belçika, Portekiz ve Bulgaristan katılmışlardır. Konferans 20 Kasım
1922’de açılmış ve görüşmeler 21 Kasım 1923’te
başlamıştır. TBMM, İsmet Paşa başkanlığında
Trabzon milletvekili Hasan Bey ve Sinop milletvekili Rıza Nur Bey’den oluşan bir delegeler kurulu
seçmiş askerî, malî, iktisadî, hukukî kâtiplerle birlikte İsviçre’nin Lozan şehrine gönderilmek üzere
40 kişilik bir heyet oluşturulmuştur.
Musul konusunda her iki taraf kendi tezlerini ortaya atmıştır. İsmet Paşa Türk tezini
etnografik, hukuki, tarihi, coğrafi, ekonomik, askeri ve stratejik açılardan ele almış, bilimsel delillere
dayandırmak suretiyle konuyu açıklamaya çalışmıştır. İsmet Paşa, Musul vilayetinde yerleşik nüfusun son resmi istatistiklere göre 500.000 civarında olduğunu söylemiş, Türk-Kürt ayırımı yapılmaksızın bölge halkının çoğunluğunun Türk olduğunu vurgulamış ve bölgenin Anadolu’dan ayrılamayacağını ifade etmiştir. Musul’un işgalinin hem
uluslararası hukuka, hem de Wilson Prensipleri’ne
aykırı olduğunu vurgulamış, bölgede bir halk oylaması yapılmasını istemiş, ancak İngiliz Heyeti,
bölge halkının cahil olduğu gerekçesiyle buna yanaşmamıştır. Tarihsel olarak Musul’un XI. yüzyıldan beri Türk egemenliğinde olduğunu savunan
İsmet Paşa, Musul’un coğrafi açıdan Anadolu’nun
uzantısı olduğunu belirtmiş, ekonomik bakımdan
da Musul’un Diyarbakır’a ve Akdeniz limanlarına
bağlı olduğunu açıklamıştır. İngiltere’nin ise, konferans boyunca ve daha sonraki görüşmelerde en
çok üzerinde durduğu nokta, Türklerle- Kürtlerin
aynı soydan gelmediklerine ilişkin tezidir. Türklerle
Kürtlerin aynı soydan gelmedikleri ve farklı özellikler taşıdıkları görüşü, konferansta İngiliz tezinin
temelini oluşturmuş ve Curzon “Müslüman Azınlık”
kavramını ortaya atarak, Türk tarafını zayıflatmaya
çalışmıştır. İngilizler bu iddianın yanı sıra, Türklerin
Ermenilere ve diğer azınlıklara da kötü davrandığını
ileri sürmüştür. Türk yetkililerin Musul’un ateşkes
ilanından sonra haksız yere işgal edildiği görüşüne
karşı ise İngilizler, ateşkesin bölgede geç öğrenildiği, zaten mütarekenin 7. Maddesinin de buna izin
verdiği savunmasını yapmışlardır16.
Rıza Nur Bey, 5 Aralık 1922 tarihinde Lord
Curzon ile buluşarak, Musul vilayetinin Türklere
bırakılması halinde, İngilizlerle tatmin edici bir anlaşma yapılabileceğini hatta Türkiye’nin siyasi olarak Sovyet Rusya’dan kopabileceğinin işaretini
vermişti17. Bu teklif üzerine İngiliz merkezi yönetimi ile yapılan görüşmelerden sonra Lord Curzon,
Hakkari’den Süleymaniye’ye kadar Kürtlerin yaşadığı sıkıntılı dağlık bölgeleri Türkiye’ye teklif etmiş,
mamur topraklar ve petrol açısından zengin güney
bölgeleri İngiliz kontrolünde kaldığı için İsmet Paşa
bu teklifi kabul etmemiştir18.
İsmet Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya Ocak
1923’te Lozan görüşmelerinin kesintiye uğrama
ihtimalinin olduğunu hazırlıklı olunması gerektiğini
bildirmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Musul’un barışçı
yollarla çözümünün daha doğru bir yol olduğunu
vurgulamıştır. İsmet Paşa, Musul meselesinin Lozan
konferansından sonra ikili görüşmelerle çözülmesi
noktasında bir irade ortaya koymasına rağmen İngiltere Musul’un kendi himayeleri altında Irak’a bırakılması yönünde ısrarını sürdürmüştür. İsmet Paşa
Lozan Konferansı sırasında yaşanan gelişmeleri
telgraflarda şöyle dile getirmiştir; “...Kesin karar
günlerindeyiz. Oysa görüşlerimizde bir yakınlaşma
yoktur. Musul konusunda kesin tavır takınmışlar...
Konferans her an kesilebilir.”19 Görüşmeler 4 Şubat
1923’te kesintiye uğramıştır.
Konferansın ikinci safhası 23 Nisan 1923 yılında tekrar başlamıştır. Konferansta Musul konusunda tekrar konuşmalar geçmiştir. Konferansa Musul’un Türkiye’den ayrılmaması için birçok telgraf
dilekçe yollanmıştır. Curzon, Musul şehrini vermeyerek Kürdistan arazisini vermeyi ve petrolde Tür-
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
51
————————————————
Cumhuriyet Tarihi ———————————————–——
kiye’ye bir hisse vermeyi teklif etmiştir. Buna karşı
İnönü, Musul şehrini almadan doğu ve güneydoğudan arazi alınamayacağını ve Musul şehrini istediğini söylemiştir. Türkiye için Musul’un bir vatan
meselesi olduğunu buna karşılık İngiltere için petrol meselesi olduğunu ifade ettikten sonra petrol
konusunda İngilizlerle kendilerini tatmin edecek
şekilde birlikte çalışmaya hazır olduğunu belirtmiştir. Görüşmelerin sürdürdüğü en yoğun süreçte
İngiltere Musul konusunun Cemiyeti Akvam’da
görüşülmesini önermiş, Türkiye bu teklifi kabul
etmemişti20. İngiltere, dünya kamuoyunu yanıltmak
için Türkiye’nin Musul’u ısrarla istemesinin altında petrol faktörünün yattığını iddia ederek kendi
emellerini gizlemeye çalışmıştı. Süreç uzadıkça
İngiltere bu konunun ikili görüşmelerle çözülemeyeceğini, meseleyi Cemiyeti Akvam’a taşıma noktasında ısrarını sürdürmeye devam etmiştir. Musul
Meselesi, İngiliz Heyeti’nin olumsuz tutum izlemesi nedeniyle Lozan Konferansı’nda çözümlenememiştir ve dokuz ay içinde iki ülke arasında yapılacak görüşmelere bırakılmıştır.
ve imanla sarılmalıyız ve ben bütün mevcudiyetimle
buna taraftarım.”21
Erzurum Milletvekili Mustafa Durak Bey,
“Efendiler Musul meselesine atfı kelam edersek
arkadaşlardan birçoğu buna temas ettiler. Görüyorum ki bundan sonra yeni hudutlarımız dahilinde,
Musul gayet mühim bir meseledir. Bendeniz bugün
harbin Çanakkale’sini ne kadar mühim görüyorsam
Türkiye için Erzurum’u Kars’ı nasıl mühim görüyorsam Musul’u da o kadar mühim görüyorum.
Çünkü orada bir Kürdistan hükümeti teşkil etmiştir.
Efendiler, o Kürdistan muhiti bugün Erzurum’a
sekiz saat cenubuna kadar geliyor. Efendiler mesele
gayet mühimdir. Açık söylemek lâzım gelirse şimdiye
kadar memlekete iyi bir idare tesis edememişizdir.
Halk gayri memnundur. Efendiler eğer memlekette
iyi bir idaremiz olmuş olsaydı, ben bunu bu kadar
mühim görmeyecektim. Fakat iyi bir idare görmediğim için atideki tehlikenin pek yakında olacağını
görüyorum… Eğer Musul meselesi etrafa intişar
eder ve Kürdistan’da gerek İngiliz propagandasıyla
gerek İngiliz parasıyla birçok şeyler yapılır ve orada
birçok esaslar zuhura gelirse bunu kolay kolay imha
etmek imkânı yoktur. O vakit korkarım ki Şarkta da
mühim vakayı cereyan eder, zannederim efendiler…
Bu memleket bizimdir. Bizi çıkarıyorsunuz, siz idare
ediyorsunuz. Bu nasıl taliktir anlamıyorum? Efendiler Musul’u Cemiyeti Akvama bırakıyoruz. Bu Cemiyeti Akvam meselesi nerden çıktı? Ben bunu bir
türlü anlamıyorum. Cemiyeti Akvamla bizim ne işimiz vardır. Cemiyeti Akvam, Avrupa’da birtakım
hükümetlerin mümessillerinden teşekkül etmiş bir
Cemiyeti Akvam varmış. Bunu biliyoruz. Fakat Asya’daki hükümetlerden bir mümessil Cemiyeti Akvamda gösterebilir misiniz? Yok. Bizim onunla ne
alâkamız vardır?”22
1. TBMM Gizli Celse Zabıtlarında
Musul Meselesi
Musul meselesi Lozan Konferansı devam
ederken TBMM gizli oturumlarında hararetli bir
şekilde tartışılmıştır. Milletvekilleri Musul konusunda farklı gerekçelerle farklı fikirler öne sürmüşlerdir. Bir kısım milletvekili soruna güvenlik eksenli yaklaşırken, bir kısım milletvekili ise Musul
meselesinin Kürtlerle Türklerin arasını açacağı için
temkinli bir yaklaşım sergilemiştir. Musul konusunda bazı milletvekillerinin yaptıkları konuşmalar
şöyledir:
Lazistan Milletvekili Abidin Bey: “Her
kim derse desin. Bendeniz diyorum ki Musul vilâyeti, Musul’dan bir karış arazimiz giderse, emin
olunuz Anadolu da tehlikededir. Çünkü Musul
Anadolu için bir noktai hayattır. İstanbul nasılsa,
İstanbul, Rumeli ile ve ihtimal İstanbul Rumeli’den
biraz ileride olmakla kabildir. Fakat Musul’dan bir
karış toprak giderse emin olun ki Anadolu da tehlikededir. Binaenaleyh ben buna ukde-i hayat diyorum. Ben ona, yine tekrar ediyorum, Musul için
bütün mevcudiyetimizle, hepimiz bir kanlı mezar
teşkil etmeğe, hepimiz bütün mevcudiyetimizle azim
Musul meselesinin çözümünü bir sene sonraya bırakmanın Musul’u kaybetmekle aynı anlama
geldiğine de değinen Ali Şükrü Bey; “Musul’u kim
terk etmiştir? Efendiler soruyorum; düşmanların altı
ay sonra iade etmiş olduğu bir toprak var mıdır?
Yoktur efendiler. Hangi toprak bir daha iade edilmiştir? Musul’u bir sene sonraya bırakmak bir Mısır yapmak demektir. Binaenaleyh neticede gaip
etmek demektir. Bu da Girit gibi gidecektir. Binaenaleyh Musul’u bırakmak caiz değildir. Efendiler bu
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
52
————————————————
Cumhuriyet Tarihi ———————————————–——
siyasete benim aklım ermiyor. Ben Musul’da bulunmadım. Oraları bilmiyorum. Fakat okuduğum
üzerine söylüyorum. Süleymaniye, Gerkük, Zaho
filan bilmem nereleri vardır. Buraların tâli komisyonda bize verilmesi görüşülmüş ve bize bırakılmış
efendiler; işittiğime nazaran bu saydığım aksam da
Musul’un üçte ikisi imiş. Bakınız bilenler onda
dokuzu diyorlar. Tali komisyonda buraların bize
verileceği kabul edilmiş iken, bugün bütün Musul’un bir sene sonraya ertelenmesini ayıp değil ya
anlayamıyorum... Musul meselesi Milletler Cemiyeti’ ne havale edilince, bütün İngiliz murahhaslarının ve sömürgelerinin murahhaslarının orada oy
haklarının olması nedeniyle, Musul tamamen gitmiştir. Efendiler o halde soruyorum. Hepsini kaybetmektense, hiç olmazsa dörtte üçünü alsaydık,
bizim için daha iyi olmaz mıydı?”23
hudut yoktur. Bunun içinde yapılmış olan işlerde
veya yapılması teklif olunan işlerde hiçbir vakitte
buna taarruz edilmemiştir. Bilakis riayet edilmiştir.
Musul Meselesinin hallini muharebeye girmemek
için bir sene sonraya talik etmek demek ondan sarfı
nazar etmek demek değildir. Belki bunun istihsali
için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamana intizardır. Bugün sulh yaparız bir ay sonra iki ay sonra
Musul meselesini halletmeye kıyam ederiz. Fakat
bugün Musul meselesini halletmek istediğiniz bu
meselede karşınıza yalnız İngiliz değil, Fransız,
İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır. Yalnız karşı karşıya kaldığımız zaman İngilizlerle karşı karşıya kalacağız ve yalnız İngilizlerle karşılaşacağız. Bunda menfaat var mıdır yok mudur
bunu meydana çıkarmak gayet kolaydır. Maruzatımı
ikmal ve ikmam için tekrar ediyorum ki mesele bunu
takdir etmek ve tağyir etmekten fazla heyeti
murahhasayı müzakeratı sulhiyede mutavassıt teklifinden can alacak noktaya karar vermektir. Musul
meselesini bu günden hal edeceğiz. Ordumuzu yürüteceğiz. Bu gün alacağız dersek bu mümkün müdür?
Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul’u
aldığımızı müteakip muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız. Şüphesiz bir harp cephesi
açmış olacağız. Yani bunu ayrıca mevzu bahis etmek
isterseniz mahzurlar kendi kendine meydana çıkar.
Sözümün sonu şudur: heyeti vekileyi kendi mesuliyeti dahilinde heyeti murahhasaya yeniden talimat
verip vazifesine devam ettirmek talep edilebilir ve
yahut men edip harbe başlamak olabilir.”24
1. Lozan’dan Sonra Musul Meselesi
Lozan Antlaşması gereğince Türkiye-Irak
sınırını tespit etmek amacıyla Türk ve İngiliz heyetleri arasındaki görüşmelere 19 Mayıs 1924’te İstanbul’da başlanmış ve 5 Haziran 1924’e kadar devam
etmiştir. Bahriye Nezareti eski binasında yapılan
Haliç Konferansı’nda Türkiye’yi Fethi Bey (Okyar),
İngiltere’yi Irak’taki İngiliz Yüksek Komiseri Sir
Percy Cox temsil etmiştir. Bu görüşmelerde de tarafların görüşleri değişmemiş üstelik İngiliz Heyeti
Nasturi Hıristiyanları nedeniyle Hakkâri’nin de
Irak’a katılması gerektiğini savunmuştur. Türk Hükümeti’nin Fethi Bey’e verdiği talimat, Lozan Konferansı’na giderken İsmet Paşa’ya verilmiş olan
hükümet talimatına benzer şekilde düzenlenmişti.
Bu talimatta Musul Vilayeti’nin (Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancaklarının) Türkiye’de kalacak
Mustafa Kemal ise Musul meselesinin barışçı yollarla çözülmesi gerektiğini ileri süren şu
konuşmayı yapmıştır; “Bugün suhuletle hepimiz
anlayabiliriz ki Musul’u vermemekte ısrar edersek
muharebeye dâhil oluruz. Binaenaleyh Musul meselesini bir seneye kadar hal etmek üzere talik edip
sulhe geçmek ve muharebeyi kabul etmemek mümkün müdür? Kabil midir? Ve faideli midir? Bu
muhakemeyi suhuletle yapabiliriz ve bunun için
zan etmem ki vaziyeti askeriye hakkında vaziyeti
hariciye hakkında fazlı malumata arzı ihtiyaç edersiniz. Fakat lüzum görürseniz bu günden Musul
meselesini müspet veya menfi bir surette hal ederiz. Menfaatimiz bunu iktiza ediyor diye buna karar verirseniz o zaman bugün vaziyet taayyün eder.
O zaman bunu alır bütün teferruatıyla tetkik edersiniz, her şeyi yaparsınız ve son kararınızı veririsiniz. Bazı arkadaşlarımız mesela Sırrı Bey gibi arkadaşlarımızın medarı kelamı Misakı Milli oluyor.
Heyeti murahhasa Misakı Milliyi mahvetmiş Heyeti
Vekile Misakı Milliyi feda etmiş. Ben de diyorum ki
Sırrı Bey Misakı Millinin ne olduğunu anlamamıştır. Misakı Millinin ne olduğunu evvela anlamalı
ondan mütecavizlerin kimler olduğunu meydana
koymalı. Efendiler arazi meselesi ve hudut meselesi
Misakı Millinin malumu aliniz birinci maddesinin
daire-i şümulündedir. Misakı Milli şu hat bu hat
diye hiçbir vakitte hudut çizmemiştir. O hududu
çizen şey milletin menfaati ve Heyeti Celilenin
isabeti nazarıdır. Yoksa bu haritası mevcut bir
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
53
————————————————
Cumhuriyet Tarihi ———————————————–——
şekilde sınırın çizilmesi öngörülmüştür. Türkiye’nin
bu talebi yerine getirildiği takdirde, bölge petrollerinin işletilmesinde İngiltere ile ortaklık kurulabileceği ve öncelik tanınabileceği hususları da yer almıştır25.
İki taraf Lozan’dan sonra 19 Mayıs-5 Haziran 1924 tarihleri arasında yapılan Haliç Konferansı’nda da anlaşamayınca dağılmasından sonra İngiltere tarafından Milletler Cemiyeti’ne götürme önerisinde bulunmuştur. Türkiye konferansta Musul’un
kendisine ait olduğunu bilimsel bir tezle dile getirirken İngiltere ise, konferans boyunca çeşitli oyunlara
başvurarak sorunun çözümü için Cemiyet-i Akvam’ı
adres göstermiştir. Türkiye, İngiltere’ye yeni bir ikili
görüşme yapma önerisi sunmuşsa da İngiltere bunu
kabul etmeyerek Milletler Cemiyetine başvurmuştur.
Konferansın dağılmasından sonra İngilizler
tampon bir bölge oluşturmak için Nasturileri kullanmışlardır. Fethi Bey, İngiltere’nin sınır tarafında
Müslümanlar arasında karışıklık çıkartmak amacıyla Nasturileri kendi çıkarları için kullandığını
ifade etmişti. Nasturi isyanı karşısında Cafer Tayyar Paşa, askeri harekâta girişerek Eylül 1924’te
isyanı bastırmıştı. Nasturi isyanı devam ederken,
Musul meselesi Cemiyet-i Akvam’da görüşülmeye
başlanmış, Türkiye’yi Haliç Konferansı’nda olduğu gibi Fethi Bey temsil etmişti.
19 Eylül 1924 tarihinde Milletler Cemiyeti’nde Musul meselesi görüşülmeye başlanmıştır.
Türkiye bölgede plebisit yapılmasını isterken İngiltere bölge halkının cahil olduğu bahanesi ile plebisit yapılmasını reddetmiştir. Milletler Cemiyeti de
İngilizlerin isteğine uygun olarak plebisit yapılmasını reddederek üç tarafsız devletin birer temsilcisinin yer alacağı bir komisyon kurulmasına karar
verilmiştir. Bu komisyon çalışmalarına başladığı
sırada bölgede işgal hareketine girişmiş olmaları
nedeniyle Milletler Cemiyeti 30 Eylül 1924 tarihinde Bruxelles’de toplanmış ve Bruxelles hattı
olarak da bilinen Musul’u Hakkâri’den ayıran bir
sınır çizilmiştir. Komisyon 16 Temmuz 1926 tarihinde sunduğu raporunda Irak’ın 25 yıl Milletler
Cemiyeti mandasında kalması adalet ve eğitimin
yürütülmesi için Kürtlerden memur istenmesini ve
Kürtçenin resmi dil olmasını manda sona erdikten
sonra Kürtlere özerklik sağlanamazsa Musul’un
Türkiye’ye bırakılmasını ve bölgenin taksimine
karar verilirse Küçük Zap Suyu sınır olmak koşulu
ile Musul’un Türkiye’ye Kerkük’ün ise Irak’a bırakılmasını önermiştir. Bu rapor İngiltere tarafından memnuniyetle karşılanırken Türkiye tarafından
Lozan’da Milletler Cemiyeti’ne bağlayıcı karar
alma yetkisi tanımadığını iddiasıyla reddedilmiştir27.
Türkiye’de büyük tepkiyle karşılanan bu karar Türk-İngiliz ilişkilerini olumsuz şekilde etkilemiş, gerginleşen ilişkiler ve savaş ortamına bağlı
olarak Türkiye askeri hazırlıklara başlamıştır. Hatta
Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa, Musul üzerine
bir askeri hareket için çeşitli zamanlarda müzakere
etmişler, Kazım Karabekir Paşa ile Musul’un alınması için fikir alışverişinde bulunmuşlardır. Mustafa
Kemal Paşa ile aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir; “Musul hakkında Haliç Konferansı’nda Fethi Bey siyaset yolu ile muvaffak olamadı. Sıra Karabekir’e geldi. O, bu meseleyi asker kuvvetiyle başaracaktır!” demiştir. Kazım Karabekir de cevaben
“İngilizlere harp açmak felaketli bir iş olur. Yunanistan’ın yapamadığını bu sefer İtalyanlara teklif
edebileceklerini hesaba katarak İzmir Harp oyununda tehlikeyi belirttiğiniz halde şimdi böyle bir istila
ya kendimizin sebebiyet vermesi doğru olur mu?
Lozan’ da Musul meselesinin halli sonraya fakat
siyasi bir yoldan halle bırakılmadı mı? Bu meseleyi
daha öne alarak Hilafetin lağvında acele buyrulmamalı idi. Eğer mütalaam sorulsaydı belki bu teklifimi siz de kabul buyururdunuz. Bugün İstiklal Harbi
zamanından daha zayıf bir halde olduğumuzu iddia
edebilirim. Herhangi bir muvaffakiyetsizliğin bilhassa Kürtlük mıntıkasındaki akisleri pek zararlı
olabilir. Doğunun ıslahına yazık ki hiç ehemmiyet
verilmiyor. İçtimai düzenimiz dolayısıyla ahlaki
durumumuz da günden güne her tarafta bozuluyor”26şeklinde konuşarak savaşa girmenin zararından bahsetmiştir.
Milletler Cemiyeti Musul Araştırma Komisyonu 11 Şubat 1925’te çalışmalarına başlamış
iki gün sonra 13 Şubat 1925’te Şeyh Sait İsyanı
çıkmıştır. Komisyonun Musul’daki incelemeleri bu
isyanın gölgesinde gerçekleşmiştir. Şeyh Sait İsyanının Musul’un kaybedilmesinde etkili olup olmadığı günümüzde de süregelen bir tartışma konusudur. Bu konu hakkında Mete Tunçay’ın görüşleri
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
54
————————————————
Cumhuriyet Tarihi ———————————————–——
ise şöyledir; “Ayaklanmanın niteliği sorusundan
sonra, yabancı parmağı konusuna eğilmemiz doğru
olur. Hemen belirteyim ki, resmi ideolojiyle ileri
sürülen (ve sol çevrelerce de benimsenen), bu harekete İngiliz kışkırtmalarının yol açtığı savı, bana
inanılması güç görünüyor. İngilizler, dinsel yönden
halifeliğin geri getirilmesini amaçlayan ya da siyasal yönden Kürdistan’ın bağımsızlığını gerçekleştirmek isteyen bir ayaklanmayı niçin kışkırtsınlar
veya desteklesinler? Ayaklanmanın sonuçta Musul’la ilgili çıkarları dolayısıyla İngiltere’ye yaramış
bulunması, fazla bir şey değiştirmez. Kürtlerin İngiliz desteği aramış olmaları da doğaldır. Ama, İngilizlerin tutumuna bir kanıt değildir. Türkiye’nin ise
bu bağlamda bir ajan-provakatör kullandığı biliniyor.”28
Türkiye’nin katılmadığı 16 Aralık 1925 tarihli oturumunda Milletlerarası Adalet Divanı Musul’un Irak’a verilmesine karar vermiştir. Türkiye
bir savaşı göze alamamış, tepkisini ancak 17 Aralık
1925 tarihinde SSCB ile Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması imzalayarak gösterebilmiştir. 5 Haziran
1926 tarihinde Türkiye, Irak ve İngiltere arasında
Ankara Anlaşması gerçekleştirilmiştir. 500.000 sterlin tutarında bir ödeme ile 25 yıl süreyle Irak’ın
petrol gelirlerinden %10 pay verilmesini talep etmiştir. Türkiye %10’luk payından vazgeçmemiş, buna
göre 1954 yılına kadar alması gereken tutar
5.500.000 sterlin olmuştur. Ancak bu paranın sadece
3.500.000 sterlin kadarı ödenmiştir. Irak’la ticari
ilişkiler geliştirildiği için tahsil edilemeyen Irak
hükümetinin Türkiye’ye kalan 2.000.000 sterlin
borcu 1986 yılına kadar bütçe maddesi olarak gösterilmiştir29.
Hikmet Uluğbay’ın çalışmalarının sonucuna
göre Türkiye’nin Irak petrollerinden alması gereken
pay yaklaşık 5.5 milyon sterlindir. Bu alacak karşılığında kesin hesaplara geçen miktar Uluğbay’a göre
25.7 milyon TL.dir. Bu miktarda o günün değeri ile
3.5 milyon sterlin etmektedir. Dolayısıyla ilk kez bu
bilgileri ortaya koyan Hikmet Uluğbay’ın görüşüne
göre Türkiye’ye 5 Haziran 1926 tarihli antlaşmada
öngörülen 25 yıllık “Royalty” gelirinden yaklaşık 2
milyon sterlin eksik ödeme yapılmıştır. 1951 yılına
kadar düzenli ödenen “Royalty”ler Menderes döneminde Irakla oluşturulan dostluk ilişkileri nedeniyle
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
55
————————————————
Cumhuriyet Tarihi ———————————————–——
Irak Hükümeti’nden talep edilmemiştir. 1958’de
Irak’ta General Kasım’ın bir darbe ile iktidarı ele
geçirmesi ve Türkiye-Irak ilişkilerinin gerginleşmesinden sonra bu paranın tahsil edilebilmesi
mümkün olamamıştır. Türkiye, Özal döneminde
ise bu biriken meblağdan hukuken vazgeçmiştir30.
Bu anlaşmanın imzalanmasından sonra Türkiye’nin Irak’la ilişkileri gelişmeye başlamış Türkiye
ve Irak arasında karşılıklı elçilikler açılmıştır.
1929’da Türkiye ile ilişkileri daha iyi düzenlemek
adına Musul Ticaret Odası Başkanı Necip Çadır
Musul’a fahri konsolos olarak atanmıştı. 1932 yılında Irak’ın bağımsız bir devlet haline gelmesinden sonra da 1937 yılında her iki ülke de Sadabat
Paktı’nda yer almıştır.
SONUÇ
Zengin petrol kaynaklarına sahip olan Musul
ve civarına 19. Yüzyıldan itibaren petrolün önem
kazanmasıyla birlikte büyük devletlerin dikkati yoğunlaşmıştır. II. Abdülhamit döneminde kazı yapma
bahanesiyle petrol aramak için başvurmuşlar ve
bunun üzerine bölge Memalik-i Şahane ilan edilerek
koruma altına alınmıştır. II. Abdülhamit’in tahtan
indirilmesiyle bu bölge de petrol arama imtiyazı
yabancı devletlere verilmiştir. I. Dünya Savaşı’ndan
sonra İngilizler Mondros mütarekesinin 7. Maddesine dayanarak Musul’u işgal etmiştir. Bölgede bir
direniş gösterildiyse de sonunda Musul, İngilizlere
bırakılmıştır. Türkiye Musul’un Misak-ı Milli sınırları dâhilinde olduğunu ve ayrılmaz bir parça olduğunu anlatmıştır. İki taraf da Musul’la ilgili konuşmalar yapmış, Lozan’da sonuç alınamayınca ikili
görüşmelere bırakılmıştır. Haliç konferansında da
bir sonuç çıkmayınca mesele Milletler Cemiyetine
gitmiştir. Milletler Cemiyeti kurduğu komisyon ile
bölgede araştırma yapmış ve bu sırada Türkiye’de
meydana gelen birtakım gelişmeler İngilizlerin lehine olmuştur, sonuç olarak Musul’un Irak’a verilmesine karar verilmiştir.
DİPNOTLAR
1 Cemal Kemal, “Birinci Dünya Savaşı ve Sonrasında
Musul Meselesi”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp
Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S. 40, Kasım
2007, s. 645.
2 Emine Kısıklı, “Yeni Gelişmelerin Işığında Geçmişten Günümüze Musul Meselesi”, Ankara Üniversitesi
Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi,
S. 24, Kasım 2003, s. 488.
3 Kemal Melek, İngiliz Belgeleriyle Musul Sorunu
(1890- 1926), Üçdal Neşriyat Yayınları, İstanbul 1983,
s.12-13.
4 Zekeriya Türkmen, Musul Meselesi (1922-1925),
Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2011, s. 13; Şevket
Koçsoy, Irak Türkleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul
1991, s. 3.
5 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk (1919-1927), Atatürk
Araştırma Merkezi, Ankara 2002, s. 452.
6 Ali İhsan Sabis, Harp Hatıralarım, IV, Nehir Yayınları, İstanbul 1991, s. 284.
7 Baskın Oran, Türk Dış Politikası (1919-1980), I,
İletişim Yayınları, İstanbul 2001, s. 199-200.
8 TİTE Arşivi, Kutu:318, Gömlek:33, Belge:33001
9 Zekeriya Türkmen, Musul Meselesi…, s. 20.
10 Zekeriya Türkmen, Musul Meselesi…, s. 24
11 Kemal Melek, İngiliz Belgeleriyle Musul Sorunu…,
s. 26.
12 Emine Kısıklı, Yeni Gelişmelerin Işığında Geçmişten Günümüze Musul Meselesi, s. 492.
13 Zekeriya Türkmen, Musul Meselesi…, s. 8.
14 TİTE Arşivi, Kutu:47, Gömlek:24 Belge:24-2001.
15 Mim Kemal Öke, Musul Meselesi Kronolojisi
(1918-1926), Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1991, s. 89.
16 Emine Kısıklı, Yeni Gelişmelerin Işığında Geçmişten
Günümüze Musul Meselesi, s. 493- 494.
17 M. Kemal Öke, Musul Meselesi.., s.92.
18 İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, Otopsi Yayınları, İstanbul 2003, s. 258.
19 Bilâl N. Şimşir, Lozan Telgrafları (1922- 1923), I,
TTK, Ankara 1990, s. 289- 290.
20 TİTE Arşivi, Kutu;28, Gömlek:113 Belge:113-1001.
21 TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt III, 28 Kânunusâni
1338- 1923, İnikat, 182 s. 1243.
22 TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt IV, 6 Mart 13391923, 6. İnikat, 1. Celse, s. 153- 154.
23 TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt IV, 5 Mart 13391923, 5. İnikat, 4. Celse, s. 133.
24 TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt III, 27 Şubat 13381923, 200. İnikat, 1. Celse, s. 1317- 1318.
25 Uğur Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor, Tekin
Yayınevi, İstanbul 1995, s. 135.
26 Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası, Emre Yayınları, İstanbul, 2005, s. 267-268
27 Esra Sarıkoyuncu Değerli, “Lozan Barış Konferansında Musul”, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, X/18, Aralık 2007, s. 137.
28 Mete Tunçay, Türkiye’de Cumhuriyeti’nde TekParti Yönetimi’nin Kurulması (1923- 1931), Yurt Yayınları, Ankara 1981, s. 130.
29 Esra Sarıkoyuncu Değerli, Lozan Barış Konferansında Musul, s.138
30 Emine Kısıklı, Yeni Gelişmelerin Işığında Geçmişten
Günümüze Musul Meselesi, s.524
Yunus Özdurgun
YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Doktora Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
56
Röportaj ———————————————–———
——————————————–—-——
DOÇ. DR. MUSTAFA ALİCAN İLE TARİH SOHBETİ
yerinde insanların (belki içlerinde dedelerimden de biri bulunan insanların) onları inşa edişlerini hayal ettiğim, alınlarından akan terleri sildiğim, hayal dünyamı hep tetikleyen şeylerdi. Bir bakıma beni tarihe ulaştıran patikanın o yol olduğunu
söyleyebilirim sanırım… Yine beni tarihe çeken en
önemli etkenin hikâyeler olduğunu düşünmüşümdür
her zaman… Tarih de bir hikâye olarak, üstelik gerçeği aksettiren ya da aksettirdiğini düşündüğümüz
bir hikâye olarak bana hep cazip gelmiştir. Kelimelerle haşır neşir olmayı tarz-ı hayat edinmiş biri
olarak, metinleri hep sevdim. Eh, tarih de bir metin
olarak hep ilgi alanımdaydı zaten… Bir de küçükken
dinlediğimiz büyük sohbetlerini de unutmamak lazım. Benim çocukluğumda bayramlarda seyranlarda
bir araya aile büyükleri İslam tarihinden birçok
meseleyi bir uzman edasıyla ateşli ateşli tartışır,
sağdan soldan işittikleri bilgilerle Peygamber Efendimiz, sahabeler, Raşid Halifeler hakkında ya da
Sultan Alparslan, Fatih, Yavuz, Kanuni, Sultan
Abdülhamid gibi tarihimizin kilit şahsiyetleriyle
ilgili yarı gerçek yarı hayal bin bir türlü hikâye anlatırlardı. Anlatılanları dinlerken o büyük adamlar
gibi olmayı hayal ederdim hep… Bir Fatih gibi mesela, Mus’ab b. Umeyr ya da Hz. Ömer gibi… Her
zaman ilgi alanımda, merak merceğimde olurdu bu
büyük adamlar… Üzerinde düşündükçe birçok şey
daha çıkacaktır eminim, lakin tarihe dönük merakımı ören ilmeklerin belli ölçüde bu hatlar üzerinden
biçimlendiğini söyleyebilirim.
Soru 1: Öncelikle sizi tanımak isteriz. Bize kendinizden bahseder misiniz? Doç. Dr. Mustafa
Alican kimdir?
Trabzon doğumluyum. Çocukluk yıllarım Bursa ve
İstanbul’da geçti. Ege Üniversitesi Tarih Bölümü’nden mezun 2007’de oldum ve yine 2012’de
doktoramı da orada, Prof. Dr. Mehmet Ersan Hoca’nın danışmanlığında tamamladım. Adıyaman
Üniversitesi Tarih Bölümü’nde çalışıyorum. Evliyim ve bir oğlum var.
Soru 2: Hobileriniz ve sizi tanımlayacak özellikler nelerdir?
Aslında böyle netameli sorulara cevap vermek
zor… Çünkü her şeyden önce insanın kendini tanıması hadisesi epeyce sorunlu bir meseledir. Hobi
olarak tarif edilen etkinliklerin genellikle belirli
zaman, mekân ve daha da önemlisi yaşa ilişkin
olarak biçimlendiğini düşünen biri olarak, buna
net bir cevabım olmadığını söylesem daha doğru
olur. Fakat yine de kendimi bildim bileli yapmaktan hoşlandığım bir şeyden söz edecek olursam, bu
okumak olacaktır. Okuma portföyüm çeşitlilik arz
eder, kendimi en çok bu noktada şanslı hissederim.
Ruh halime göre okuduğum metinler vardır mesela. Yazın sıcağında okunacak bir metin ile kışın
soğuğunda okunacak şeyler aynı değildir. Kitaplığım yarısından fazlası tarih ile değil, edebiyat ve
felsefe ile ilgili kitaplardan oluşur. Takip ettiğim,
yeni kitaplarını heyecanla beklediğim romancılar
var. Öykücüler. Bu bakımdan, kendimi belki de
insanın izini süren bir söz seyyahı olarak niteleyebilirim.
Soru 4: İzinden gittiğiniz veya örnek aldığınız bir
tarihçi var mı?
Elbette. Kendim için merhum Osman Turan’ı bir
deniz feneri olarak görüyorum. Onun tarihçilik ve
tefekkür bakımından eriştiği zirvelere ulaşmayı,
ulaşabilmeyi, âlemi ve eşyayı oralardan, belki de
daha yukarılardan seyretmeyi, kendime ve çağdaşlarıma oradan seslenmeyi ve nasip olursa onun bina
etmeye giriştiği sur üzerine bir tuğla koyabilmeyi
umuyor, diliyorum. Bu benim kavli ve fiilî duamdır.
Soru 3: Neden tarih bölümü ve sizi bu bölüme
yönlendiren nedir?
Bu sorunun cevabı öyle kolay verilemez elbette…
Neticede insanın kendisini yönlendiren şeylerin
önemli bir kısmına vâkıf olmadığını, Freudyen bir
tanımlama ile söyleyecek olursak, bilinçdışının
insanın sanılandan fazla yönlendirdiğini bugün
biliyoruz. Öte yandan özellikle Bursa ve İstanbul
gibi adeta tarihin vitrini olan şehirlerde büyümüş
olmamın bunda muhakkak etkisi vardır. Camiler,
türbeler, surlar, su kemerleri vb. Bunlar her önlerinden geçtiğimde heyecanlandığım, zamanın bir
Soru 5: Sizce gelişen teknoloji ile tarihi anlamak
daha mı kolay?
Teknolojinin her alana olduğu gibi tarihe de birçok
imkânlar sağladığı şüphesizdir. Bu imkânların doğru ve efektif kullanımı ile tarihe yönelik anlama
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
57
————————————–—-————
Röportaj ———————————————–———
teşebbüsü daha güçlü sonuçlar ortaya koyabilir.
Bugün bizim ulaşabildiğimiz kaynak ve verilere,
otuz yıl önce ulaşılması çok zordu. Bu açıdan teknoloji ve onun getirdiği imkânlar nimet mesabesindedir. Fakat her gelen, olumlu şeylerle beraber
olumsuz şeyler de getirir. Bugün teknolojik ürünlerinin kullanımı ile üretilen tarih metinlerinin (film,
dizi, belgesel) büyük kısmının tarihi doğru bir şekilde bina etmeye ya da anlatmaya değil, onu tahrip ve tahrif etmeye daha fazla hizmet ettiğini kim
inkâr edebilir? Yine bugün, örneğin 70’li yıllarda
çalışan ve eserler veren tarihçilere kıyasla çok
daha geniş imkânlara sahip olmamıza rağmen,
kalite açısından onlardan bir kısmının kaleme almış oldukları eserlerin yanına bile yaklaşamıyoruz.
Yani evet, teknoloji önemli, faydalı; fakat ondan
önce o teknolojiyi kullanabilecek zihinler lazım.
Oysa teknolojik gelişmeler insanı zihinsel anlamda
tembelleştiren, geri götüren ve teknolojiyi kullanan
değil de teknoloji tarafından kullanılan özneler
haline getiriyor.
kiyor ve bu da ancak tarih yoluyla gerçekleşebilir.
Bu bakımdan, ortaçağ tarihine yönelmeme bir neden
arayacak olursam, bunu, dünyayı idrak etme biçimime istinat eden bir tür görev duygusuna sahip
olmakla izah edebilirim.
Soru 8: Ortaçağı Türk-Arap-Fars ve Avrupa
açısından nasıl değerlendirirsiniz?
Öncelikle akıldan çıkarılmamalıdır ki, ortada bir
bütün olarak kendisinden söz edebileceğimiz yekpare bir ortaçağ dünyası yoktur. Bu unutulmamalı.
Batı merkezli bir ideolojik konumlanışa karşılık
gelen çağ tasavvurlarının, tarihin idrak edilmesi
ameliyesi bağlamında yeniden ele alınmaları gerekiyor diye düşünüyorum. Bir Japonya’nın ya da
Hindistan’ın ortaçağı ile Güney Afrika’nın ortaçağı
aynı değildir. Bunun yanında özellikle modern dönemlerin fikri parametreleri ile oluşturulan kavramları kullanırken de dikkatli olmak gerekiyor. Mesela
İslam tarihi içerisinde Türk, Fars ve Arap gibi birtakım “ulus” ayrımlarına gitmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Çünkü ortaçağa baktığımız zaman,
bu tanımlama biçimleri ayrı ayrı ve müstakil isimler
olarak kullanılıyor olmasına rağmen, bunların belirli sosyo-kültürel ya da siyasal birimlere karşılık
geldiğini söylemek mümkün değil. Bu bakımdan
ayrımlarımızı daha gerçekçi ve “o zamana ait” hatlar üzerinden inşa etmemiz lazım. Ben ortaçağ dünyasını (eğer ısrarla bu kavramlar üzerinden bir tarif
yapmak istiyorsak tabi) doğu ve batı olarak ikiye
ayırma taraftarıyım. Bu ayrım da tabi Müslümanlığın ve Hıristiyanlığın kristalize olduğu işlevsel bir
ayrım olarak düşünülmelidir. Bu doğunun içerisine
bölgedeki bütün etnik ya da sosyolojik birimlere ek
olarak, farklı din mensupları da girer. Bu bakımdan,
mesela Süryanîler ya da Ermeniler de ortaçağda
sosyo-kültürel açıdan doğulu, bir diğer ifadeyle
Müslüman’dırlar. Meseleye bakışımızı bu hat üzerine kurduğumuzda, ortaçağın doğu ve batı açısından
bugünkünün tam tersi bir görünüme sahip olduğunu
söyleyebiliriz. Çok kaba bir ifadeyle, medenî doğubarbar batı şeklinde kurulabilir ortaçağ.
Soru 6: Yaşamak gibi bir durumunuz olsaydı
tarihte hangi dönemde yaşamak isterdiniz?
Bu soruya vereceğim cevap ruh halime göre değişecektir. Fakat her hâlükârda Asr-ı Saadet’te yaşamayı isterdim sanırım.
Soru 7: Anabilim dalı olarak neden Ortaçağ’ı
seçtiniz?
Sanıyorum merhum Fuad Köprülü’ydü, yanılıyorsam okurlar bağışlasınlar beni, bu soruya güzel bir
cevap vermişti. “Eskiçağ arkeoloji, yakın çağlar
gazeteciliktir. Gerçek tarih ortaçağdır.” İşin tabi
esprisi bir yana, ortaçağ bizim medeniyetimizin
muhteşem çağıdır. Bugün o ihtişama yeniden ulaşabilmek için evvela o muhteşem çağın yeniden ve
tekrar tekrar, elbette bize özgü ve bizi biz yapan
haliyle inşa edilmesi gerekir. Ülkemizde özellikle
modernleşme süreçlerine paralel olarak sorunlu
bir ortaçağ algısı vardır. Bu da hiç kuşkusuz bizim
Batılılaşma ameliyesini tabir yerindeyse bir tür
yanlış anlama ile gerçekleştirmeye çalışmamız ile
yakından ilgilidir. Söz konusu sorunlu algı, benim
çocukluk ve ilk gençlik yıllarıma denk gelen 1980
ve 90’lı yıllarda bir nesli ifsat ve iğfal etti maalesef. Dolayısıyla söz konusu algının çözülmesi gere-
Soru 9: Günümüz tarih çalışmaları ile ilgili fikirleriniz nelerdir?
Bugün tarihçiliğimizin geldiği yer özellikle batıyla
kıyas edildiğinde arzu edilenin çok gerisinde olsa da
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
58
Röportaj ———————————————–———
——————————————–—-——
iyi çalışmalar yapılıyor. Bunu çok dil bilen ve dünyayı tanıyan, bunu da keyifle yapan kuşakların
yetişmesi ile ilgili bir gelişme olarak görüyorum.
Bununla birlikte yüzün üzerinde tarih bölümü olan,
binlerce tarihçinin meslek icra ettiği bir ülke olarak, olmamız gereken yerden çok uzak bir yerdeyiz.
Özellikle taşra üniversitelerinin birçoğunda pek
çok akademisyen ne yaptığının bilincinde olmadan
adeta bir duvarcı ustası gibi sürdürüyor işini. Yine
bunu çok üzülerek belirtmeliyim ki, tarih bölümüne
gelen öğrencilerin büyük kısmı rastlantısal nedenlerle geliyorlar ve pek çoğunun bu işle ilgili bir
tutkusu yok. Bu da tarih bölümlerindeki eğitimöğretim faaliyetlerini bir tür dershaneciliğe dönüştürüyor. Öğretim üyeleri de çalışıp üretmek, yeni
fikirler ortaya koymak ve ilmî tartışmalara girmek
yerine her yıl aynı dersleri kendisini dinleme konusunda çoğunlukla isteksiz olan bir kitleye tekrar
etmekten başka bir şey yap(a)mayan bir dershane
öğretmeni haline geliyor. Yazma ve üretme etkinlikleri nicel bir zemine yaslanmış durumda ve yeni
şeyler ortaya koymaktan çok uzak genel anlamıyla.
Kalite, maalesef bunu kabul etmek zorundayız,
bugün devasa bir kalitesizlik okyanusu içerisinde
arada bir parlak ışıklar saçan zayıf buz kütlelerinden ibaret bizim tarihçiliğimizde.
başarılı olmak çok daha kolaydır. Fakat bütün girişimlerinize rağmen bölümü ve tarihi sevmeyi bir
türlü beceremiyorsanız derhal okulu bırakın. Boşu
boşuna kendinize de ailenize de zahmet ve eziyet
vermeyin. Gidin bir okul öncesi öğretmenliği, tıp
teknisyenliği, hemşirelik ya da tomografi uzmanlığı
falan gibi bölümlere girin. Özel üniversitelerde bu
tür bölümlere cüzî fiyatlara çok rahat bir şekilde
okunabilir. En azından yarına dair başka bir türden
bir planınız olur. Bu düşüncenin ağırlığını elbette
biliyorum, fakat bu bölümde kalmaya devam edip
hayatın kalan yıllarını tamamen bir mutsuzluğa
mahkûm etmektense, ben şahsen birkaç sene geç
başlanmış, ama daha arzulanabilir bir hayatın peşinde koşmayı tercih ederdim.
Soru 10: Bir tarihçi olarak tarih öğrencilerine
önerileriniz nelerdir?
Üniversiteye başladığım ilk yıldan itibaren kendisiyle yakın bir münasebetim olan, mesleğe adım atma
sürecimde elimden tutan ve her zaman takdir ve
yüreklendirmeleri ile bana ustalık yapan kıymetli
hocam Mehmet Bey’in çalışma saham üzerindeki
etkisi elbette tartışılmazdır. Kendisiyle birlikte kaleme almış olduğumuz kitaplar (şu anda dördüncüsü
üzerinde çalışıyoruz) benim için okul olmuştur.
Kendisine olan saygı, minnet ve muhabbetim hiç
bitmeyecek. Allah hocama uzun, sağlıklı, verimli ve
mutlu bir ömür versin inşallah.
Soru 11: Kaynak dili olarak Arapçayı bilmeniz
size neler kazandırmıştır?
Bu mesleği yapıyor olmamdaki en önemli faktörlerden biri Arapça öğrenmiş olmamdır. Sanıyorum bu
açıklama sorunuz için tatminkâr bir cevap olarak
addedilebilir.
Soru 12: Selçuklular alanında yoğunlaşmanızda
hocanız Prof. Dr. Mehmet Ersan’ın etkisi ne doğrultudadır?
Ben öğrencilerime de hep söylüyorum: Bu iş için
daha önce bir eğitim almamış olmanız, kitap okumamış olmanız ya da bir şekilde üniversiteye girmek için tarih bölümüne gelmiş olmanız ve bölüm
ile ilgili bir hedefe sahip olmamanız… Bütün bunlar, eğer gerçek anlamda bir karar alıp bu karara
uygun bir hayat tarzını icra ederseniz sorun olmaktan çıkar. İnsan yemediği yemeğin tadını bilmez,
hiç okumayan bazı arkadaşlarımız okumayı sevmediklerine inandıkları için okumamaya devam ediyorlar. Hâlbuki denemek lazım… Okumayı, dil
öğrenmeyi, okunmakta olan bölümle ilgili bir tasavvur ve gelecek planı içerisinde olmayı denemek
lazım. Eğer içinizde sizin de şimdiye kadar hiç fark
etmemiş olduğunuz bir ilgi ve sevgi olduğunu fark
ederseniz devam edin bu işe… En yukarıyı hedefleyin… Hatta bakınız, bir sır değil bu, ülkemizde
arzu edilen seviyenin çok uzağında olduğumuz için
Soru 13: Kıyametin ilk günü tabirini Malazgirt
için kullanmanızdaki sebep nedir?
Kitabıma isim olarak da verdiğim bu tabiri ben Bizans’ın İstanbul algısına istinat eden bir çerçeve
olarak kullanıyorum. Biliyorsunuz, kitabımın ilk
kısmında da bunu detaylı olarak ele almaya çalışmıştım, Bizanslılar İstanbul’un kaybını kıyamet kavramı ile aynileştirmişlerdi. İstanbul ancak kıyamet
koptuğu zaman bizim elimizden çıkacak, diyor, buna
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
59
————————————–—-————
Röportaj ———————————————–———
inanıyorlardı. Malazgirt zaferi ise İstanbul’a giden
yolun ilk taşı oldu. Orada Sultan Alparslan tarafından konulan bu taş, İstanbul’un fethine uzanan
süreci ateşledi. Bir anlamda İstanbul’un fethi Malazgirt ile başlayan bir şey olduğu için o büyük
zaferi bu şekilde kodlamak gerektiğini düşünüyorum. Evet, Malazgirt’te uğradıkları hezimet, Bizanslıların kıyametinin başlangıcı, ilk günüydü.
Soru 15: Sayın Hocam, Moğollar alanında da
çalışmalar yaptığınızı biliyoruz. Yaptığınız çalışmalar sonucu Moğolların Türk tarihi açısından önemi nedir?
Moğol istilasının özellikle bizim tarihimiz açısından
önemini iki aşamada ele almak gerekir. İlk olarak
kısa vadede korkunç bir yıkım, istila, kan, gözyaşı ve
ölüm getirmiştir bu istila. Milyonlarca insan ölmüş,
yüzlerce şehir haritadan silinmiş, çok büyük acılar
yaşanmıştır. Hatta çağdaş tarihçilerin, bu istilanın
olumsuz etkilerinin bin yıl geçse bile silinmeyeceğini
kaydettiklerini biliyoruz. Bununla birlikte, uzun vadede bu istilanın etkileri ilginç bir şekilde olumlu
olmuştur. Anadolu başta olmak üzere Orta ve Yakındoğu’nun, hatta Balkanların bile tam manasıyla
Türkleşmesi ve İslamlaşmasının bu istila ve istilanın
tetiklediği kitlesel hareketlerle yakından ilgisi vardır. Osmanlı’nın ortaya çıkışının ve Müslüman
Türklerin Viyana kapılarına kadar gidişi ile taçlanan sürecin, Moğol istilası ile meydana gelen çöküşün içerisinden yükselen yeni bir dirilişle çok yakından bağlantılı olduğunu unutmamak lazım.
Soru 14: Malazgirt Savaşı’nın tarihe etkisini
nasıl yorumluyorsunuz?
Bu aslında çok önemli, fakat bu öneme uygun bir
ilgiye hiçbir zaman muhatap olamamış bir sorudur
maalesef. Malazgirt Savaşı yalnızca Türk ve İslam
tarihi ya da Bizans tarihi açısından değil, dünya
tarihi açısından da bir dönüm noktasıdır. Çağın en
büyük siyasal tahakküm aygıtı olan Bizans İmparatorluğu’nun çöküşüne giden sürecin, bir diğer ifadeyle dünya siyasetinde değişmekte olan dengelerin yeni dönemdeki biçimlenişini ortaya koyan bir
gelecek manifestosudur. Malazgirt’ten sonra ne
bugün Ortadoğu olarak tarif edilen coğrafya ne
Anadolu ne de Avrupa bir daha eskisi gibi olmamıştır. Bu savaş Müslüman Türklerin dünya tarihine raptettikleri büyük imajın zafer takıdır, diyebiliriz. Yine bu açıdan bakıldığı zaman İslam’ın ve
Müslümanların dünyanın siyasî efendileri haline
gelmesi ile de alakalı bir yanı vardır bu savaşın…
Bu açından da İslam tarihinin zirvelerinden biri
olarak değerlendirilmeyi hak eder.
Soru 16: Son olarak, çocuğunuzun isminin
Melikşah olmasındaki etken nedir?
Bu da muhakkak benim bir ortaçağ tarihçisi olmamla bağlantılı… Oğlumun ismi aslında Ahmet
Melikşah… Ahmet, biliyorsunuz, Peygamber Efendimizin ismi, Melikşah ise dünyaya adalet dağıtan
bir sultanımızın… Bunun elbette benim gelecekte
onda görmek istediğim hasletlerle ilgisi var. Çocuklarımıza isimleriyle beraber misyon da vermek isteriz. Ben de onun kendi köklerini bilen, isminden
başlayarak kendisini var eden geçmişten beslenen
bir bakış açısıyla mücehhez olan ve ismine bakıp
“hangi tarafta” olduğunu hiçbir zaman unutmayan
biri olmasını istediğim için bu isme sahip olmasını,
bir başka ifadeyle bu ismin ona sahip olmasını, onu
inşa etmesini istedim. İnşallah niyetlerim dua niyetine geçer de, hem Ahmet hem de Melikşah olur.
Yazan Tarih Ekibi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
60
——————————————–—-——
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
Marshall Berman: Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor
Marshall Berman 1940 yılında Amerika´nın New
York şehrinde dünyaya geldi. Columbia üniversitesinde lisans eğitimi gördü. Ardında Harvard Üniversitesinde doktorasını tamamladı. Dissent adlı
politika ve kültür dergisinde editörlük yaptı.
Berman önemli eserler kaleme almıştır bunlardan
biride 1971- 1961 yılları arasında yazdığı Katı
Olan Her şey Buharlaşıyor kitabıdır.
terler Goethe ve çağdaşlarının yaşadığı dünya tarihsel drama ve travmalarının çoğunun büyük bir kişisel yoğunlukta hissetmektedir.
Marshall Berman kendisini Marksın yolundan giden hümanist olarak tanımlayan ve siyaset sosyolojisi ve modern şehir alanları inceleyen bir yazardır. Bu kitabında sosyal ve ekonomik alanda modernleşmeyi inceliyor.
Baudelaire: her güzel şeylerin bir edeli vardır. Modernleşmek güzellikleri ile beraberinde ayrılıkları da
getirir. Aynı şehirdeki farklı giyim farklı yaşam
kibir asosyallik güç ve benzeri gibi ayrılıklar kesin
çizgi ile çizer.
Kitaba gelince, Marshall Bermanın kendi deyişiyle
modern olmak bizlere serüven güç coşku gelişme
kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat
eden ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi
yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulunmaktır.
Ayrıca modernizm bitmemiş tamamlanmamış olarak görür. Postmodernizme karşıdır ve bunu eleştirir. Modernizmin yeniden değerlendirmesinden
yanadır. Modernizm Bermana göre Karl Marksın
eseri olan Komünin manifestosunda´ katı olan her
şey buharlaşıp gidiyor kutsal olan her şey dünyevileşiyor´ .(Burada anlatmak istenen artık insanların
iç dünyasından çok dış görüntüsünün önemli olduğunu belirtiyor ). ve en sonunda insanlar hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor.
Kitabın birinci bölümünde goethe´nin faust :gelişme
trajedisine bir bakalım; Goethe faust teması üzerine
çalışmaya 1770 te 21 yaşında iken başlamış ve 6 yıl
ara vermeksizin bunun üzerinde durmuştur.Faust bir
klasik alman efsanesinin baş kişisidir.Gerçek bir
tarihi kişi olan simyacı doktor Johonn Georg fausta
dayanmaktadır.çok başarılı ama hayattan memnun
olmayan bir alim onu şeytan olan mephisto ile bir
anlaşmaya sürükler. Ruhunu sınırsız ilim ve dünyevi
zevkler için değiş dokuş etmesine sebep olur. Ancak girdiği bu yolda kendi trajedisini yaratır. Modern insanın kendisini dönüştürebilmesinin tek yolu
içinde yaşadığı bütün fiziksel toplumsal ve ahlaki
dünyayı bütünüyle kökten dönüştürmektedir.
Faustun aşık olduğu Gretchent çekip çıkardığı o
küçük dünya foustun hayal dünyasındaki düzen ve
huzur onun başına yıkılmıştır. Kızın abisi Valentine
çok övdüğü kız kardeşinin kendi dünyasına göre
görmüştür. Ancak bunun dışına çıkınca fausta saldırır. (modernite ile post modernizim arasındaki çatışmayı simgeler). Faustu yaralamak ister ancak
mephistonun yardımıyla faustu kurtarır ve gretcheni
öldürür. Ölmeden önce kız kardeşini lanetler. Bunun
üzerine toplum bunu görmezden gelmeyerek hapse
atar. En sonunda ölür. Faustun modernleşme ile
girdiği mücadelede kendi trajedisi ile karşı karşıya
gelir. Kitabın bir başka bölümünde petersburgu ele
almaktadır. Petersburg az gelişmişliğin modernizmi
adlı başlıkta 19.yüzyıl modernizminin ortaya çıkış
sürecini ele almaktadır. I.peter ,petersburgu bir bataklık üzerine kurar. İnşasında binlerce insan çalışmış ve hayatını kaybetmiştir. Bu şehir kemikler
üzerinde inşa etmiştir. Puşkin´nin brons süvari adlı
şiirinde petersburgu ele almaktadır. Petersburg mo-
Marks ise komünü manifestosunda yer alan katı olan
her şey buharlaşıyor da modern ile post modern
arasındaki çatışmaların sonlandırılmasından ve yeni
bir dünya yaratma peşindedir.
Kitabın başında modernleleşmenin göstergesi olarak bazı şehirleri ele almıştır . Bunlar St Petersburg
, Paris, New York gibi… Ayrıca kitapta önemli
isimlerin fikirleri üzerinde durmaktadır. Bunlar
Nietzche, Geothe, Marks , Baudelaire gibi,
Nietzche , ortaya attığı nihilizm hiççilik her şeyi
her gerçeği reddetme görüşü ile modernite arasında
bir anoloji andırma kuruyor. Nietzche ´biz modern
insanları biz yani barbarlar kutsal sonsuz mut
luluğumuza en fazla tehlikede olduğumuz anda
erişiriz iştahımızı kabartan tek uyarıcı sonsuzluk
ölçüsüzlüktür.´Diyerek kendi tavrını ortaya koyar.
Goethe:´faust´eserinde modern olmak için toplumun ilerlemesinin bedelleri olduğunu vurgulamıştır. Goethe´nin kahramanı ve çevresindeki karak-
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
61
———————————–—-—————
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
dernleşmenin sembolü idi. Görsel açıdan ihtişamlı
rahat güzel görünen bu şehir aslında beton yığınından oluşmaktadır. Yapılan her bina insan doğasını
yok etmekle kalmayıp ayrıca insanı doğasından da
uzaklaştığını görebilmekteyiz. Bu modern dünyanın tüm göz kamaştırıcı vaatlerini sunuyordu. Ancak durum kritikti. Kaybedilen insan duygusu idi.
Kitapta
en başta dediğimiz gibi sadece St.
Petersburg üzerine yazılmamıştır ayreten Paris ve
New York ta bahsetmektedir özellikle kitabın başka bi bölümünde Paris ve petersburgu karşılaştırmıştır.
Bunları Dostoyevski ve Baudelairenin modernleşen şehrin kişisel ve politik yaşamını karşılaştırmaktadır. Bu iki yazar 19.yy ortasındaki Paris ve
St. Petersburg arasındaki karşıtlık dünya
modernizm tarihinde daha büyük bi kutupsallığı
görmemize yardımcı olur.
Bu evrenin bi parçası olan insanların yaşadığı
çevreyi kendi hayal dünyasında veya gerçekte de
kurgular.Bazen bu kurduğu veya girişim dünyanın
değişmemesi için çaba gösterir. Bunun nedeni ya
hallerinden memnun olmaları yada var olan düzenin
yerine daha kötü bir düzenin gelme korkusunun
olmasıdır. Değişmesini isteyenler ise var olan dünyanın değişik yönlerini bulma ya da daha iyisini
yapmak için riski göze alanlardır. Bu kitapta gözle
görünen yada görünmeyen yönlerini ortaya koymaktadır . 19. Yy da yaşanan olayları, değişimi ve
eserleri müthiş bi şekilde ele almaktadır. ilerlemenin kuralı değişen dünyaya ayak uydurmaktır. Çünkü yaşadığımız evren daha kemikleşmeden yeni
şeylerin çıkmasıyla işlevini yitiriyor . Karl Marksın
dediği gibi katı olan her şey buharlaşıyor
Kitabın başka kısmında dikkat çeken nokta ise
Dostoyevskin eseri olan yeraltındaki Notlar da
modernizmin yarattığı ikililiğinden geri planda
kalan modernizme ayak uydurmayan diğer insanları ele almıştır. Modernizmle ihtişamın ön plana
çıkması ile bu insanlar göz ardı edilmiştir.
Dostoyevskinin bu eserinde yer altı insanı olarak
tanımlayan modernizmin acımasızca yarattığı ikililiğin dışta kalan modernizme ayak uydurmayan
diğer bir grup olarak ele alır. İnsanların en doğal
en saf tarafını temsil etmektedir . diğer bir grup
olan modern insanlar ve beraberinde yarattıkları
ihtişam şan şöhret güç ve gösrreri ş bunlar arasında
bir set oluşturmaktadır. Bir mühendisik harikası
olan Kristal sarayı ihtişamin ve gücün simgesi
olmuştur.
Kitabın sonlarına doğru gelirken son olarak simgeler ormanında New York ta modernizmin üzerine
adlı yan başlık karşımıza çıkar . Burada New
Yorkun şekillerin varlığı ve yaşamak acısında
zengin ve tuhaf bir yer olduğu ayreten simge ve
simgeciliğin ortaya çıkması ile tehlikeli bir yapıya
dönüşmekten bahsetmektedir. Herakleitosun bir
sözü ile bitirelim ´değişen tek şey değişimin kendisidir.´
Miyaser Yılmaz
Sonucu daha basitleştirirsek:
Tunceli Üniversitesi Tarih Bölümü Lisans Öğren-
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
62
———————————————–—-—
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
Talha Uğurluel-Cansu Canan Özgen: Selçuklu’nun Şifreleri
yor (47). Bundan başka resimlerle süslenen kitabın bu
bölümünde Oğuz boylarına mensup tabloda Kınık
yerine Kayı boyunun kırmızı yazılarak nitelendirilmesi (46) ise bir Selçuklu tarihi kitabına uygun düşmüyor. Çünkü böyle bir kitapta Kınık boyunun kırmızı yazı ile nitelendirilmesi gerekiyordu. Fakat
bunun dışında bu bölümde Selçuklu-Oğuz ilişkileri
gayet açık bir şekilde anlatılıyor.
Türk tarih camiasında yankı bulan Selçuklu’nun Şifreleri adlı eser, Talha Uğurluel ve Cansu
Canan Özmen’in kaleminden bizlere kazandırıldı.
Bu eserin Türk tarih yazıcılığına ve Selçuklu tarihi
araştırmalarına
birçok
katkısı
olacağından
berhaberiz.
Eser genel hatlarıyla birçok resim ile süslendiğinden dolayı Selçuklu tarihi açısından sadece
tarihçilerin değil toplumun birçok kesiminin de bu
eseri iştahlı bir şekilde okuması öngörülüyor. Nitekim günümüz tarih yazıcılığında eksik olan popüler tarihçilik bu ve benzeri eserler ile gündemde
yer alması tarihin sevdirilmesi yönünde önemli
adımlar olacağı kanaatindeyiz.
Eserin üçüncü bölümünde, “Esir Düşsem de
Durmayın” başlığı ile Selçukluların kısa süre içerisinde siyasi hakimiyet kurmasında bölge coğrafyasının öneminden bahsediliyor (62). Bu konudan bahsedilirken Karahanlıların siyasi buhranından kurtulmak için Oğuzları alt etmek gerektiği ve bunun içinde Gaznelilerden yardım istediği belirtiliyor (64-65).
Daha sonra Gaznelilere değinilerek Hindistan ve
Uzak Doğu’nun İslâmî etkisinde büyük bir payı
olduğu sürekli belirtiliyor (68). Gaznelilerden sonra
Selçuklulardan bahseden yazar, 1009 yılında Selçuk
Bey’den sonra obanın başına geçen Arslan Yabgu’nun faaliyetlerini sıralıyor (71-72). Bu faaliyetlerden sonra Arslan Yangu’nun hapsedilmesi ve yeğenleri olan Çağrı ve Tuğrul beyler hakkında olan olaylar sıralanıyor (75). Daha sonra Arslan Yabgu’nun
ölümü ile bu bölüm sona eriyor (75).
Selçuklu’nun Şifreleri adlı eser, oniki bölüm, önsöz ve kaynakçadan oluşmaktadır. Anlatımın anlaşılır ve akıcı olması okurun bir çırpıda
okumasını ve bu yönde sıkılıp kitabı bir tarafa
atmasını engeller nitelikte. Eserde özellikle bir
konuyu açıklarken bunu sosyal bilimler çerçevesinde yorumlaması Selçuklular dışında birçok ek
bilgi elde edilmesini sağlıyor.
Eserin ilk bölümünde, “Kader Kalemi Öyle
Bir Dokundu Ki” başlığı ile Türklerin
müslümanlaşma süreçleri aktarılıyor. Nitekim bu
süreç aktarılırken, Türklerin hiçbir zaman İslâmiyet’e zorla girmediklerini (14) ve Buhârî-Tirmîzî
gibi hadis ilminde önemli âlimlerin Türk olduklarını öğreniyoruz (17-18). Aynı zamanda Türklerin
İslâmiyet’i, bir annenin göğsünden bebeğin süt
emmesi gibi direkt ve katkısız olarak öğrenmiş bir
toplum olduğunu (34) ve Türklerin, İslâm peygamberinin sünnetini uygulayan bir toplum olduğunu
kavrıyoruz (41).
Eserin dördüncü bölümü, “Selçuklu Devleti
Doğuyor” başlığını taşımaktadır. Kıyaslama ile başlayan bu bölüm Selçukluları yücelterek başlıyor (78).
Zaten Selçuklular muhteşem çağın mütevazi çocukları değimliydi? Bu övgülerden sonra Selçuklu bağımsızlık mücadelesi Oğuzlar üzerinden aktarılıyor.
Fazla bilgiye yer vermeden Dandanakan Savaşı ile
bölüm sona eriyor (84).
Eserin beşinci bölümü, “İslâm’ın Hamiliği
ve Anadolu” başlığını taşımaktadır. Bölüm Çağrı
Bey’in 1015 yılındaki Anadolu seferi ile başlıyor.
Daha sonra bu seferlerde şehit olan Harakanî hazretlerinin türbesinin Lala Mustafa Paşa tarafından yapıldığını öğreniyoruz (93). Ayrıca bölümde Hz. Ali
taraftarlığının Sasanilerle ilişkilendirilmesi pek gerçekçi görünmüyor (96). Daha sonra bölüm Rey ile
devam ediyor. Burada, İran demek Büyük Selçuklu
toprakları demekti cümlesi ise dikkat çekiyor (102).
Daha sonra Fatımîlerden bahsedilirken bu ismin Hz.
Fatıma’dan geldiği yazıyor (108). Fakat bu isim Cafer
Eserin ikinci bölümünde, “Türklerin Gözbebeği Oğuzlar” başlığı Oğuzlar ile Selçuklular
arasındaki bağdan bahsediliyor. Bu bölümde Oğuzların dokuz Oğuz boyundan meydana geldikleri (46)
ve bu Oğuzların, Karlukların Batı Göktürk Devleti’ne son vermesi sonucu Maverâünnehir’e indikleri aktarılıyor (47). Daha sonra Rafi b. Leys’in
Maverâünnehir’de isyan etmesi sonucu Oğuzların
bu isyana destek vermesi sonrası yeni yurtluk olarak Hazar Denizi’nin doğusu ile Aral Gölü’nün
doğusunu kapsayan arazilere yerleştikleri belirtili-
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
63
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
———————————–—-—————
es-Sadık’ın oğlu olan İsmail’in annesi Fatıma’dan geldiğine göre yazarın burada yanıldığını görüyoruz.
Eserin altıncı bölümünde, “Türk Yurdu Olmaya
Hazırlanan Anadolu” başlığı ile Malazgirt Savaşı öncesi
Bizans’ın durumu anlatılarak başlıyor. Genel itibari ile
başsız bir imparatorluk olan Bizans’ın durumu üzerine
vurgular yapılıyor (115-116). Daha sonra başsız duruma
son veren Romanos Diogenes’in faaliyetleri üzerine
yoğunlaşıyor yazar (117). Bunlara değindikten sonra
Malazgirt Savaşı’na geçen yazar, Bizans ordusunun
asker sayısının Selçuklu ordusunun asker sayısından
dört kat fazla olduğunu söylemesi (120) ise yersiz olduğunu düşünüyoruz. Nitekim dönemin kaynakları mukayese esildiğinde ordu miktarları arasında küçük farklar
olduğu ortadadır. Yazar daha sonra esrinde Malazgirt
Savaşı’nı duygu yüklü olarak kaleme alır ve savaşın
sonuçları ile bu bölüm sona erer.
Eserin yedinci bölümünde, Suriye ve Irak Selçukluları ele alınırken “Unutulan Türkler” başlığı ile bu
bölüm dikkat çekiyor. Bölümde Melikşah’ın gönderdiği
Atsız adındaki komutanın Ortadoğu’daki hakimiyeti ele
alınıyor. Gerçektende unutulan Türk olan Atsız Bey’in
faaliyetleri, onun önemli bir devlet adamı olduğunu
gösteriyor. Özellikle Tuğrul Bey’in ve Alparslan’ın
amacın olan Şiî İslâm Devleti’ne son verme fikri Atsız
Bey tarafından sürdürülüyordu (144-147). Fakat bu durum
Melikşah’ın kardeşi olan Tutuş’un Atsız Bey’i öldürmesiyle son bulacaktır (149). Daha sonra bölüm Tutuş’un
faaliyetleri ile devam ediyor. Artuk Bey’in Kudüs hakimiyeti ile bölüm devam ederken haçlıların Kudüs’ü
ele almasıyla bölüm sona eriyor (155).
yardım çağrısı sonucu İstanbul önlerinde binlerce Türk
gaza askerleri görülmüştür. Nitekim yardım çağrısına
cevap veren Artuk Bey’i Anadolu’nun Türkleşmesi ve
İslâmlaşması yönünde etkisi olduğu kanaatine varabiliriz.
Artuk Bey bu olaydan sonra Amasya ve Niksar’ı ele
geçirmişti (200). Fakat daha sonra Sultan Melikşah’ın emri
üzere 2000 km’lik yol kat ederek Riyad ile Bahreyn arasındaki Aksa bölgesine geldi (200). Burada Karmatîlere
karşı mücadele edecekti (203). Bölüm Karmatîlerin itaat
altına alınması ile sona eriyor (203).
Eserin onbirinci bölümünde, “Şiîliğe Karşı Sünnî
Medreseler Kuruluyor” başlığı ile Nizamiye Medreseleri
anlatılıyor. Dönem içerisinde İsmâîli düşünceye sahip
Fatımî Devleti’nin kurduğu Darü’l-Hikme (el-Ezher)
medresesine karşı kurulduğu belirtiliyor (209). Bir ortaçağ
medresesi düşünün ki 6000 cilt kitaplı kütüphanesi olsun.
Bağdad Nizamiye Medresesi böyle idi (215-216). Bu muhteşem medreselerin günümüzde bakımsızlığı üzerinde duruyor yazar. Daha sonra çeşitli camiler anlatıldıktan sonra
bölüm sona eriyor.
Eserin sekizinci bölümünde, “Anadolu’dan
Hindistan’a, Gazali’den Hayyam’a” başlığı ile Selçukluların altın çağının neden Melikşah dönemi olduğu açıklanıyor. Daha sonra Melikşah’ın başarısında babası
Alparslan’ın etkisinden bahsediliyor. Bölüm Kavurd
isyanı ile son buluyor (167-168).
Eserin onikinci bölümünde, “Diyar-ı Rum Adım
Adım Anadolu Oluyor” başlığı ile Alparslan’ın komutanlarının faaliyetleri anlatılıyor. Bunlardan biri olan
Süleymanşah, Antalya’yı fetheder (238). Emir Çubuk Bey
ise Harput’u fetheder (239). Daha sonra diğer komutanların
fethettikleri yerler anlatılır. Bu olaylardan sonra
Melikşah’ın Haleb’i ele geçirmesi anlatılır (241). Bu olaylardan sonra manevîyata giren yazar Selçukluların sadece
savaşan kavim olmadığını manevîyata önem verdiğini arz
eder (243-244). Daha sonra muhteşem bir sonuç ile kitap
sona erer (246).
Eserin dokuzuncu bölümünde, “Sultan Sancağı
Geri Döndürülemez” başlığı ile Doğu Anadolu illerinin
Selçuklulara nasıl geçtiği anlatılıyor. Özellikle
Mervânîlerle olan mücadele anlatılıp Diyarbakır’ın
savaş sonucu ele geçmediği belirtiliyor. Daha sonra
Melikşah’ın merhametli tarafından bahsediliyor (180).
Bundan sonra ise Ermenilerden bahsedilerek bölüm
sona eriyor.
Sonuç olarak, popüler tarihçilikte önemli olan bir
eserin daha ülkemize kazandırıldığını söyleyebiliriz.
Umarız bu tür eserler çoğalıp ülkemizin tarih bilincinin
doruğa çıkmasını sağlar.
Eserin onuncu bölümünde, “Doğu Roma Bile
Selçukluya Güveniyor” başlığı ile İmparator VII.
Mikhail’in Frank Ursel isyanında Türklerden yardım
aldığı anlatılıyor. Yardıma gelen kişi Artuk Bey idi. Bu
Mazlum Şahin Demir
YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
64
—————————————–—-———
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
Kemal Ramazan Haykıran: Moğollar Zamanında Yakın Doğu
Bu kitabin önemi de Moğolların inanç, düşünce yapıları,
kültürel değişim gibi etkiler konu edilmiştir. Moğollar
yerleştikleri coğrafyalarda bir çok devletle etkileşime,
anlaşmazlığa girmişler. Ele geçirdikleri topraklarda yaşayanlara inançlarında serbestlik hakkı verdi. Bu da Moğolların aynı anda bir çok inanç içine girmesine neden olacaktır. Ama bozkır insanını, kültürünü, geleneklerini,
siyasetlerini biçimlendiren şamanlık olmuştur. Ve bu
coğrafyada Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, Zerdüşt, şia
mezhebinde insanlar vardı. Moğollar bunlara müsamaha
göstererek onları etkilemiş ve çok çapta etkilenmiştir.
İlhanlı devletinde bu çokça görülür ki bazı hükümdarlar
şaman, bazıları da farkla inançlara sahip olmuşlardır.
Yine Cengiz hanın çin e yaptığı sefer sıradasın da budizm
ile tanışmış buda dinini lamalar yaymaya çalışmışlar.
Moğollar arasında buda yaygınlaştı. Başkent kara kurum
da bir tapınak inşa etmişler. Yahudiler de ilhanlı sarayında görev almışlardı. Vezirlik makamı Yahudilerin
elindeydi. Yine devletlerle girdiği münasabetler sonucunda etkileşimler görülmüş.
Asya bozkırlarında göçebe kültürün güçlü temsilcisi olan Moğollar XII. Yüzyılın sonu ve XIII. Yüzyılın başlarında Cengiz Han öncülüğünde büyük bir imparatorluk kurarak kadim uygarların bulunduğu toprakların yeni yöneticileri olmuşlardı. Asya´ nın neredeyse
tamamını bir asırdan uzun bir süre Moğollar yönetmişlerdi. Moğolların en kalabalık kollarından Hülagü öncülüğünde 1256 yılında Ceyhun nehri ´ni aşıp Horasan´a
girmesi ile başlayan ilerleyişi, Azerbaycan merkez olarak İran, Irak ve Anadolu topraklarının da önemli bir
kısmını kapsayan bir devletin kurulması sonuçlanmıştır.
Moğolların bu güçlü harekatı hem kendilerine
hem de yönettikleri coğrafyada köklü değişimlerin yaşanmasına yol açmıştır. Genel itibari ile değişimler
köklü hayatı ve düşünce yapısı üzerinde görülmüştür.
Hülagü öncülüğünde kurulan ve köklü kültürel ve etkileşimin yaşandığı devlet İran, Azerbaycan gibi köklü
medeniyetlerin merkezinde şekillenen ilhanlılar olmuştur. İşte yakın doğuda ilhanlılar da yaşanan değişimler
Moğollar zamanında yakın doğu kitabına konu olmuştur. 80 yıl gibi kısa bir siyasi ömürleri olan ilhanlılar,
yakın doğuda nasıl bir etki ve değişim yaşamışlar tam
da bu sorunun cevabını yazarımız bu kitapta vermiştir.
İlhanlılar da bu etkileşim ve değişim sonucunda
düşünce bilimde yenileme ilerleme olmuştur. Eğitim için
medreseler vakıflar kurulmuştur. Yine astronomiyle bu
dönemde uğraşılmıştır. Bu değişimler dilde de etkili
olmuştur. Çeşitli dillerin varlığı meydana gelmiştir. Sanat
tasarımı çeşitlenmiş, işte kitapta bu konular ele alınmıştır.
İlhanlılar devrinde yakın doğuda görünen dini
düşüncedeki gelişmeler, fikri ve edebi ortam bilimsel
faaliyetler ve imar faaliyetleri de birer alt başlık halinde
incelenmiştir. Moğollar bu güne kadar ya istila ettikleri
Türk ve Müslüman beldelerde yol açtıkları durum yahut
vahşetleri ve siyasi süreçleri konu edinmiştir.
Sonuç olarak; yakın doğuya gelip köklü değişimler yaşayan Moğollar aynı zamanda bölgenin kültür
hayatında da köklü değişimlerin yaşanmasına ve bölge
kültürün zenginleşmesini sağlamışlardır.
Kitaptaki konular genel itibari ile bunlardan
ibaretti. Yazar, bu değişimlerin ve çeşitliliğin nedenleri
üzerinde durmuş. Kültürün neden bu kadar farklılaştığı
ve inançların değişiminin getirdiği etkileri incelemiştir.
Kültür üzerine özellikle Moğol kültürel etkileşimi üzerine
hazırladığı bu kitabi nadir araştırma konuları arasındadır.
Bu açıdan Moğolların bu yönündeki değişimi ele almıştır.
Nursel Akgün
Tunceli Üniversitesi, Tarih Bölümü, Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
65
———————————————–—-—
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
Mustafa Alican: Tarihin Kara Yazısı Moğollar
tarihin pekte önemli olmayan konu ve konukları
arasında olan Moğolları tarihin en etkili milleti haline getirecekti.
13. yüzyıl dünya tarihinde silinmez izler
bırakan bir kavmin asırlarca kin öfke nefret ve
korkuyla anılacak olan Moğolların şaşırtıcı aynı
zamanda da ürkütücü yükselişine tanıklık etti. Peki
kim bu Moğollar Türkçe ve Korece gibi dillerle
birlikte Altay dil ailesi içinde yer alan Moğolcayı
konuşan ve batılı seyyah Wilhelm Rubruck böyle
adlandırılmaktan hoşlanmadıklarını iddia etse de
kaynaklarda kendilerinden ( tatar) adıyla söz edilen Moğollar coğrafi bir isim olarak Cengiz handan
sonra ortaya çıktığı bilinen Moğolistan ´nın kuzey
doğusundaki Onon ve Kerulen Nehirleri arasındaki
bölgede yaşıyorlardı. Başlarının üst kısmını tıraş
edip saçlarını iki örgü halinde omuzlarına salan bu
insanlar göçebeydiler. Bütün yaşamları suyu temiz
ve otlağı taze yerleri bulup göçmekle geçiyordu.
Sürekli hareket halindeydiler. Öküz at ve develerin
çektiği arabalarıyla bütün varlıklarını yanlarında
taşır su kıyılarında ve pınar başlarında konaklar.
Yazın serin yaylalarda, kışın ise rüzgar olmayan
dağ eteklerinde ikamet ederlerdi. At yetiştiriciliği
hususunda dillere destan yetenekleri olan ve askerlerin tamamı atlı birliklerden oluşan Moğollar için
atın önemi büyüktü. At sırtında büyürlerdi. Henüz
2-3 yaşında itibaren bütün Moğollar at binmeye
başlar kadınlar da dahil olmak üzere herkes biniciliği öğrenirdi. Moğollar, mensubu oldukları bozkır
kültürünü temsil eden diğer topluluklar gibi ağırlıklı olarak hayvancılıkla uğraşırlardı. Öküz, at,
koyun ve deve hayvancılığı yaparlardı.
Nasıl ortaya çıkmışlardı?
Timuçin babasından kalma bir intikamı olan
Merkitleri manevi babası Tuğrul handan yardım
alarak mağlup ettikten sonra kan kan kardeşi
Camuka ile aralarında olan kardeşlik akdini yenileyen Timuçin kendi küçük babasını Camukanın büyük ve güçlü obası ile birleştirmeyi kabul etmiştir.
Bu durum o zamana kadar dağlarda yaşayan Timuçin ve ailesi için bozkırlara inerek yeni bir hayat
tarzını benimseme anlamına geliyordu. Fakat oldukça makul gibi görünen bu seçenek Timuçin ile
Camuka aralarının açılmasına neden olacaktır. Nedeni taraflar arasındaki iktidar çatışmasıydı. Timuçin´nin
Camuka karşısındaki zaferi onun konumu
daha da güçlendirmiş ve Camukaya karşı üstünlüğünü tescillemiştir. Bu büyük zaferin ardından halen
kendisine tabi olduğu Tuğrul hanın emri ile tatarlar
üzerine yürüyen Timuçin onlara karşı büyük bir
zafer elde etti. Tatarların bölgedeki bozkır toplulukları içerisindekileri en kalabalıklarından biri olmalarından dolayı Moğolların sayısını daha önceden hiç
olmadıkları kadar artırmışlardı. Moğollar ile tatarlar
arasındaki kaynaşma zamanla o dereceğe ulaşacaktı
ki Moğollar gerek İslam dünyasında gerekse batıda
yüzyıllar boyunca tatarlar olarak anılacaklardı.
Camuka´nın ölümü ile birlikte artık bozkır coğrafyasının tek halimi durumuna gelen Timuçin geniş bir
sahanın efendisi olmuştu. 1206 yılanda Burhan Haldun Dağı yakınlarında Onon ırmağı kıyısında “dokuz parçalı ak tuğ” dikildi ve o güne kadar bozkır
halklarının şahit olmadığı büyüklükte bir kurultay
toplayan Timuçin soy kamile ve aşiretlerden kaynaklanan unvanları ve kişiler ya da gruplar arasında
hiyerarşik ilişki meydana getiren imtiyazları kaldırdı. Kendisi de (Haşim, serte tabiatlı, cihan hükümdarı, göklerin oğul, güçlü gözü pek ve mükemmel
savaşçı) gibi anlamlara geldiğine dair çeşitli değerlendirmeler bulunan Cengiz han unvanını aldı. Cengiz han devletin merkezini kara kum a nakletti. Halkına “Yeke ( Büyük) Moğol Ulusu” adını verdi. Ve
bu tarihten itibaren 6 yıl boyunca çeşitli etnik gruplardan meydana gelen tek bir millet haline getirecek
Moğolların başlıca yiyeceği Çinlilerle olan
temasları arttıkça pirinç yemeğe başladıkları bilinse de, temel anlamda et idi. Tavşan geyik yaban
domuzu boyun kemiği ile yapılan dağ sincabı yuan
yong sincabı, ceylan yaban atı ve nehirlerde yaşayan balıklar gibi çeşitli av hayvanlarında eşlik ettiği göçebe safralarını genellikle koyun ve sığır eti
şenlendirir. Büyük bir toy ya da ziyafet olmadıkça
at yenmezdi. ( Moğol) ismi esasen yazılı Çin kaynaklarında 7. yüzyıla kadar uzanan bir geçmişe
sahipti. 13. Yüzyıla gelinceye kadar asırlar boyunca dağınık topluluklar halinde yaşayan Moğollar
tarihlerinde ilk kez güçlü bir lider tarafından bir
araya getirilmiş ve tek bayrak altında toplanmışlardı. Bu büyük lider daha sonra Cengiz Han namı ile
bilenecek olan Timuçin, bilinen dünyanın büyük
kısmına boyun eğdirecek kendi zamanına kadar
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
66
—————————————–—-———
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
faaliyetlere yoğunlaştı. Cengiz han yasaları olarak
bilen bir diziz kanun ile biçim verdiği dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir sosyal ve siyasal
yapı inşa eden Cengiz han yaklaşık bir yüzyıl içerisinde Orta Asya ve Yakın doğu hatta doğu Avrupa´nın tahini bütünüyle değiştirecek olan bir tarihi
süreci başlatmış oluyordu. Yazar döneminde diğer
devletlerle ilişkilerini ve onlara karşı kazandığı
zaferleri ayrıntılı bir şekilde ele almış, Moğollar ile
Türkler arasındaki ilişki tarihi varlıklarını Türklerin ana yurdunu da içine alan bir coğrafyada icra
eden Moğollar,en başından beri Türk toplulukları
ile yoğun komşuluk ilişkisi içerisindeydiler. Örneğin Cengiz Han´ ın kurduğu askeri ve siyasi yapı
tamamıyla geleneksel Türk yapıları ile aynı özelliklere sahipti. Hanlardan beri Türklerin askeri
yapılarının organizasyonunda kullanılan onlu sistem Moğollar tarafından da kullanıyordu.
“ Mevlana gerek Anadolu da gerekse başka coğrafyalarda Moğollara karşı takınılan iki tutumdan birini
benimsemiştir ve onlarla olan ilişkilerini bir anlamda içleyerek dışlama yöntemi üzerine kurmuştu.
Kösedağ savaşı ile Selçuklulara son veren Moğollara karşı Selçuklular bir tedbir almamışlar mıydı?
Türkiye Selçuklularına tarihlerinin en parlak dönemlerini yaşattığı kaynakların ittifakı ile sabit olan
sultan Alaeddin´nin zehirlenerek bir suikasta kurban
gitmesinden sonra bölgedeki bütün dengeler değişmişti. Alaeddin´nin siyasi perspektifi ve vizyonuna
sahip olmayan bir kişinin işret ve eğlenceyi her
şeyin üstünde tutan siyasi anlamda pekte yetenekli
olmayan ve devlet idaresini de tıpkı kendisi gibi
yetersiz kimselere teslim eden II. Gıyaseddin ´in
Keyhüsrev´in hükümdür olmasıydı. Yozlaşma devlet bünyesinde sirayet etmişti ve yeniden toparlanma
ihtimalide pek yok gibi gözüküyordu. Eyyübi Meliki Salihin idaresi altında bulunan Amed´in ele geçirildiği ve Erzurum a askeri birlikler sevk edilerek
Moğollara karşı hazırlıkların yapıldığı 1240 yılında
patlak veren Babai İsyanı devletin ne kadar da çökmüş bir halde olduğunu açık bir biçimde ortaya
ortaya koymuştu. Bu isyanı bastırmak için Moğolların önünde set işlevi gören Erzurum da konuşlandırdıkları askerleri geri çekilmeleri ve geleneksel stratejilerine tamamen aykırı olarak ücretli birliklerden
istifade etmeleri de bu durumu onların zayıfladıklarının bir göstergesiydi.
Devletin yapılanmasında başat önemi olan
ikili idare sistemi hükümdarın hakim olduğu topraklarının idaresinin evlatları arasında paylaştırılması “ cihan hakimiyeti anlayışı” ya da yerlere ve
göklere hükmeden tek tanrının siyasi iktidarı kut
aracılığıyla kendi seçtiği bir kimseye vermesi gibi
geleneksel kavrayışların hemen hepsi Moğol siyasi
anlayışı açısından da bütünüyle belirleyiciydi. Ayrıca Cengiz han ın tek bir bayrak altında bir araya
getirerek kurduğu Moğol birliği içerisinde Türklerde vardı. Moğol göçerliği Türklerinkinden farklı
olarak bütüncül bir göç olma özelliğini sahip olmadığından dolayı batıya giden Moğollar gittikleri
yerlerde her zaman azıklık konumunda oluyor ve
hakim oldukları yerlerin büyük kısmında halkın
ana unsuru Türklerden meydana geliyordu. Cengiz
hanın Türklüğü meselesi yaklaşık 1- 1,5 asırdan
beri tartışma konusu olmakla birlikte bugün gelinen noktada tarihçiler arasındaki ağırlıklı görüş
Onun Türk olmadığı yönündedir. Mevlana ile ilgili
ajanlık ithamını özellikle oryantalist bakış açıları
tarafından üretilen pozitivist metodolojinin bir
ürünü olan derinlik yoksunu edep- dışı ithamlarla
birlikte ele alınması gerektiğini savunan Alican “
Mevlana´ nın Moğollarla olan ilişkilerinin mahiyet
ile alakalı bilgiler yani Mevlana´ nın bizatihi kendisi anlaşılmamış yanlış anlaşılmıştır.
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
67
———————————————–—-—
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
Kösedağ bozgunu sonrası yapılan anlaşma ile Selçuklular bütünüyle Moğollara tabi bir devlet getirmişti. Moğollar sünni hilafeti yıktılar, 1255 yılında
Abbasi halifesine haber gönderip İsmaililere karşı
çıkacağı sefer için ondan askeri destek istemiş
halife ise bunu karşılık değerli hediyeler göndererek söz konusu sefere askeri destek sağlayamayacağı için özürlerini beyan etmiştir. Bunun üzerine
ilhanlı hükümdarı Hülagü Bağdat a hareket etmiştir. Karşılıklı mektuplaşmalarda bir sonuca varılmayınca savaş ilan edilmişti. Hülagü Bağdat ın
işgal edilerek Abbasi halifesi Mu´tasım Billah´ ın
feci şekilde öldürülmesi ile sünni halifelik kurumunda fiilen yok edilmiş bu şekilde 500 yıllık bir
mazisi bulunan Abbasi hanedanı ortadan kaldırılmıştı.Moğolların yenilmez Memlüklülerle yapılan
Ayn Calut savaşı ile sarsılmıştı.
Sonuç olarak, siyasal bir yapı ve güçlü bir
ulus olarak 13.yüzyılda tarih sahnesine çıkan Moğollar önce kendi tarihlerini sonra da dünya tarihini
değiştirmiş büyük tarihi akışa özgü bir yön vermişlerdir. Bu yıkımlara rağmen ele geçirilip kontrol
altına aldıkları coğrafyalarda yaşamaya devam eden
köklü kültür ve güçlü medeniyet karşısında durabilmeleri mümkün değildi. Bir süre sonra fethettikleri kültürün içeriği tarafından fethedilerek boyun
eğdirdikleri rakiplerinin inançlarına kültürlerine
medeni hayatlarına ve yaşam biçimlerine teslim
olarak yakın doğunun bir parçası olmuşlardı.
Yaprak Gökdemir
Tunceli Üniversitesi, Tarih Bölümü, Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
68
——————————–—-——————
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
ERKAN GÖKSU: BERZEM
raz daha baktığında ise yanılmamıştı. Bu adam
Ferraş Câmi idi.
Akademik kariyerini Selçuklu Tarihi üzerine tamamlayan Doç. Dr. Erkan Göksu, Selçuklu
Kültür ve Medeniyetinin de bilinmeyenlerini araştırarak bizlere önemli bilgiler sunmaktadır. Bu
bilgi birikiminden de faydalanarak Berzem adlı
tarihi romanını yazmıştır. Roman 168 sayfadan
oluşmakla beraber, Bilge Kültür Sanat yayınları
tarafından 2016 yılında basılmıştır.
Sonra atından inip Câmi’nin yanına koştu.
Ellerini tutup gözlerinin içine baktı. Elleri, ölü bir
adamın ellerinden farksızdı. Fakat gözlerinde, acının
ve çaresizliğin esareti altında can çekişen son bir
ümit hâlesini görünce sevindi. Ne o bir şey sordu,
ne de Câmi anlattı. Bir müddet öylece durdu. Ardından onu sırtlayıp Bâbü’l- Merâtib’e doğru ilerledi.
Birkaç gulâm ve hizmetkâr, Kapı ağasının işaretiyle
Gevherâyîn’in yanına koşup yardım etmek isteseler
de kabul etmedi; dost, dosta ağır gelir miydi?
Muhteşem çağın mütevazı çocuklarının hikâyesi…
Öğle vakti girmek üzereydi. İhtiyar adam,
iki büklüm vaziyette yerde oturuyordu. Üstü başı,
yüzü gözü, yaşlı ve titrek elleri toz toprak, kan
revan içindeydi. Belli ki canı çok yanıyordu. Ama
yüzündeki keder, vücudunda açtığı yaralara ait
olamayacak kadar derin ve içtendi. Bu “ah” sesi bir
yürek yarasından, bir ciğer yangınından başka bir
acıdan gelemezdi.
Gevherâyin, Câmiyi o halde gördüğünde deliye dönmüştü onu delirten ise öfkesi değil hüznüydü. Kapı ağasına Câmi’nin bu duruma nasıl geldiğini, neler olduğunu sordu. Kapı ağası, Gevherâyin’in
dostlarından biriydi onun her halini iyi bilirdi biraz
sakinleşmesini bekledikten sonra ise anlatmaya başladı. Halife’nin gulâmlarından biri Câmi’nin dükkânına gitmiş ve o sırada orada oğlu Alp Kara varmış.
Bu Kara gulâm aldığı malları yok pahasına kapatmaya çalışmış. Alp Kara bunu kabul etmeyince Kara
gulâm bu işi inada bindirmiş ve en sonda Alp Kara’nın söylediklerine kızınca atın eyerinde asılı duran gürzü çıkarıp ona vurmuş. Alp Kara orada Allah’ın rahmetine kavuşmuş ve o günden sonra
Câmi’nin tutan elleri tutmaz, gören gözleri görmez
olmuş. Katilin kim olduğunu bulmaya çalışmış. En
sonunda da oğlunu vuran kişinin Halife elMuktedi’nin sarayında Ziyâd adında bir Kara gulâm
olduğunu öğrenmiş ve o günden beri Bâbü’lMerâtib’in önünden ayrılmayarak bana katili verin
diye bağırıyor, kısas istiyormuş.
Böylece Bâbü’l Merâtib’in önünde oturarak “bana katili verin” diye bağırıyor. Ona ne katili
denildiği zaman ise hiçbir cevap vermeyerek yine
“bana katili getirin” diye feryat figan etmeye devam ediyordu. Bu duruma başta ses çıkarılmamışsa
bile o gün Halife el-Muktedî’nin sarayına Sultan
Melikşah’ın, Bağdat şıhnesi olan Gevharâyin’in
gelecek olması Kapı ağasını endişelendirmişti.
Çünkü Gevherâyinin Bâbü’l- Merâtib’in önündeki
yaşanan hadiselere şahit olmaması gerekiyordu.
Kapı ağası birkaç gulâmı, ihtiyarın yanına göndererek oradan kaldırmalarını emretmiş. Ancak ihtiyar
adamın asasını kaldırarak bir gulâmın başına vurması olayları iyice karıştırmış ve gulâmlar ihtiyar
adamı vurmaya başlamışlardı. Kapı ağası ne kadar
durun, yapmayın söylese de artık çok geç kalmıştı.
Gevherâyin, hâcibi Süleyman ve beraberindekiler
bu olayı görmüştü. Gevherâyin duruma müdahale
ederek gulâmlara bağırmış ve ihtiyar adamı alıp
içeriye götürerek iyileşmesi için ellerinden geleni
yapmalarını emretmiş. Kapı ağası durumu Bağdat
şıhnesi Gevherâyine açıklamaya çalışırken, onun
gözleri o yaşlı adama takılmış, çünkü yüzü tanıdık
geliyordu. Gulâmlar adamı kaldırdıkları zaman
Gevherâyin o ihtiyarın Câmi olduğunu gördü. Bi-
Kapı ağası, Gevherâyinle biraz daha konuştuktan sonra kimsenin Halife’nin gulâm’ı olduğu
için sesini çıkarmayıp, şahitlik yapmadığını söylemiş. Gevherâyin den de sakin bir şekilde düşünerek
adım atmasını istemiş. Çünkü bu defada Bağdat
Câmi için karışırsa hiçbir şey yolunda gitmeyecekti.
Gevherâyin biraz düşündükten sonra Kapı ağasına
hak verdi. Ama Câmi’nin o hali gözünün önünden
gitmiyordu.
Gevherâyin’in Bağdat’a gelmesindeki sebep
ise şehirdeki halkın Selçuklu aleyhtarı olarak faaliyetlerde bulunmaları olmuş. Halkın, Bağdat’taki
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
69
————————–—-————————
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
Türk gulâmlara karşı kin duymaları şehirdeki Türk
gulâmlarla ilgili en ufak hadise bile kendisini gösterirdi. Öyle ki pazarlarda bir Türk gulâm alış-veriş
yapmaya kalksa her şeyin fiyatı yükseltilirdi. Türk
gulâmlar da mecburen bu vaziyeti sineye çekiyorlardı. Ancak bir gün Türk gulâm ve satıcı tartışmaya başladı. Tartışma bir tek satış fiyatından dolayı
değil satıcının konuşma tarzından dolayı da olmuştu. Türk gulâm dayanamayarak tezgâhtaki bir kıyyelik demiri alıp satıcının kafasına vurdu. Olaylar
böyle olunca etraftaki bütün esnaf oraya toplanmış
ve olaylar kontrolden çıkmaya başlamıştı. Çünkü
bu hadiseyi duyan herkes geliyordu. Bağdat’ın
asayişinden sorumlu ehl-i şurtanın ve saraydaki
muhafız kıtasından bir bölüğünde araya girmesiyle
kalabalık yatıştırıldı. Bunu duyan vezir Ebû Şucâ
çıldırmış gibiydi. Halife el-Muktedî üzerinde baskı
kurmaya, etkisi altına almaya çalışıyordu elMuktedi, her ne kadar serinkanlılığını koruyorsa da
vezirinin “Eğer Türk gulâmlarını cezalandırmazsanız, ahali nazarında itibarınız düşer. Kalabalığın
saraya yürümesini mi istiyorsunuz?” sözleri karşısında fazla dayanamadı. Hiç olmaması gereken bir
karar aldı ve birkaç sene önce evlendiği Sultan
Melikşah’ın kızı Mahmelek Hatunla birlikte gelerek hareme yerleşmiş bulunan Türk gulâmların
Hilafet sarayından çıkartılmalarını emretti.
emretti. Sultan Melikşah uykuya daldığı gibi kendisini bir dağlık alanda buldu. Buranın Hemedan olduğunu anladı. Bu dağ ise Hızır dağıydı dağda üç
pîr-i fâninin oturmakta olduğunu gördü. Bu dervişlerden birinin okuduğu âyet-i kerîme ve hikmetli
sözler, Sultan Melikşah’ı etkilemişti. İçini dolduran
öfkenin kaybolduğunu, onun yerini büyük bir huzurun kapladığını hissetti. Uyandığı zaman ise rüyasını
Nizamülmülk’e anlatarak onun düşüncesini öğrenmek istedi. Nizamülmülk, Sultan Melikşah’ın görmüş olduğu rüyanın manasının açık olduğunu biliyordu. Fakat Sultan’a bu şekilde söylemeyerek Bağdat üzerine direk ordusuyla savaş için gitmemesini
söyledi. Çünkü Abbasilerin Selçuklulara karşı duracak güçlerinin olmadığını ve onları diğer devletlere
karşı koruduklarını anladıklarını düşünmüş. Sultan
Melikşah,
Nizamülmülk’e
hak
vererek,
Gevherâyin’e bir ulak gönderdi. Sultan’ın mektubunu alan şıhnenin, yüzünde hafif bir tebessümün belirmesiyle hâcibi Süleyman, yazılanların iyi olduğunu anladı. Zaten Halife el- Muktedi de savaş istemiyordu. Yaptıkları dîvân toplantısında da Ebû Şûca’yı
susturarak, Kaşgarlı Mahmud’a hak vermişti ve
Selçuklular’a herhangi bir ordu hazırlığında bulunmayacaklarını söylemiş. Ayrıca Ebû Şûca’ya da
saraya görüşmek için gelecek olan Gevherâyin’i en
iyi şekilde karşılamasını emretmiştir. Durumlar böyle olunca Bağdat halkı için korkulan olmadı ve herkes rahat bir nefes aldı.
Böylece Selçukluları istemeyen Halife’nin
adamları onları öyle bir saraydan çıkardılar ki buna
Halife dahi çok şaşırmıştı. Sonradan aldığı bu karardan pişman olduysa da yapacak bir şey kalmamıştı. Artık her şey için çok geçti. Bu durum üzerine Sultan Melikşah büyük bir orduyla Isfahandan
hareket etmişti. Nizamülmülk, büyük emirler,
hâcibler ve hâdimler de yanında bulunuyordu. Bunu da haber alan Halife el Muktedî aldığı karar için
çok pişman olmuştu. Çünkü Abbasi oğullarının,
Selçukluların karşısında duracak kadar büyük bir
ordusu yoktu. Bununla beraber şuana kadar Bağdat’ta huzur ve güvenli bir şekilde tahtında oturuyorsa bunu Sultan Melikşah’a borçluydu. Şimdi
her şey değişmişti. Belki de Bağdat üzerine bir
sefer düzenlenecekti. Zaten bunu duyan halkta
yavaş yavaş Bağdat’ı terk etmeye başlamıştı.
Melikşah ise ordusuyla beraber yoldayken artık
gözlerini açamayacak kadar yorulduğunu fark etti.
Atından inerek kendisi için mahfe hazırlanmasını
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
70
——————————–—-——————
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
Ebû Şûca ve daha birçok önemli saray çalışanları Sultan Melikşah’ı karşılamaya gitti. Bu
karşılama çok görkemli olmuştu. Sultan
Melikşah’ın Bağdat’a gelmesinden itibaren onun
getirdiği adalet konuşulmaya başlanmış. Hatta
Melikşah Bağdat’tan ayrıldığı zaman uzun bir süre
onun gelişiyle yaşanan bolluktan bahsedilmiştir.
Sultan Melikşah’ın sorunsuz bir şekilde Bağdat’tan
ayrılması başta Halife el- Muktedi olmak üzere
bütün herkesi mutlu etmişti. Hatta Halife yaşananlar için af dileyerek, Türk gulâmlara yapılanların
cezasını dahi vereceğini bildirmişti. Bu şekilde
Bağdat’tan ayrılan Melikşah’ı yolcu edenler arasında vezir Ebû Şûca da vardı. Ancak birden Sultan’ın yolunu bir ihtiyar adam kesti. Bundan sonrada kimse ne olduğunu anlamadan Sultan’ın tekrar Bağdat’a dönüyoruz diye sesini duyuldu. Bu
durum Halife el- Muktedi’yi ve saraydakileri şaşkına çevirmişlerdi ve korkulan oluyordu. Hiç dedikodusu bitmek bilmeyen sözde Medinetü’s- selâm
olarak adlandırılan Bağdat bu seferde Câmi için
karışacaktı. Câmi herkes için olduğu gibi Melikşah
içinde çok önemli birisiydi. Sultan Alp Arslan’ı
Berzem günü yalnız bırakmayanlardan biride Câmi
idi. En önemlisi de herkes o gün kendisini göstermişti. Çünkü Berzem Alp Arslan’ın Ududuydu ve
Uhud günü kaç kişi sadık kalmıştı ki ona. Sultan
Melikşah, Câmi’nin anlattıklarını dinledi. Câmi,
Halifenin sarayında olan Ziyâd adlı kara gulâm
kısas için istiyordu. Ancak devletler arasında ne
olursa olsun haremine girmek olmazdı. Zaten bunu
Halife el- Muktedi de kabul etmezdi. Sultan
Melikşah ne yapacağı düşünürken Câmi ona yaşamış olduğu evlat acısını hatırlattı, Ahmed’in acısına nasıl dayanabildiğini sordu ve babası Alp
Arslan’ı Berzem gününde yalnız bırakmayarak
Yusuf adlı o katili nasıl vurduğunu anlatarak kendisinin de kısas istediğini söyledi. Sultan Melikşah
bu durumu çözeceğine dair Câmi’ye söz verdi.
Daha sonra ise Nizamülmülk bu durumların içinden zor çıkılacağını görmüş ve Halifenin de
Ziyâd’ı vermemesiyle İslâm âleminde büyük şöhrete sahip olan Gazzalî’yle konuşmuş. İmam
Gazzalî’nin de araya girmesi ve Halifeyle konuşması sonucunda Ziyâd’ın verileceği söylenmiştir.
Bu haberi alan herkes sarayın önüne toplanmıştı.
Câmi’de öylece oturup onu bekliyordu.
Ziyâd, hıçkırıklara boğulduğu esnada meydanı dolduran kalabalığın dikkati bir kez daha
Bâbü’l- Merâtib’e çevirildi. Halife, Sultan, Vezir,
Şıhne, Amid… Ne kadar üst düzey yönetici varsa
hepsi oradaydı. Böylesine seçkin bir topluluk, meydanı dolduran bu kalabalık, ya bir düğünde ya da bir
cenazede bir aradaydı. Bu kalabalık, bu merasim
alayı, Câminin düğünü, Ziyâd’ın ise cenazesi içindi.
Câmi kısas yaptı mı, bu kararından vazgeçmiş miydi? Mecburi gelişen siyasi evlilikler, Çağrı
Bey, Tuğrul Bey, Alp Arslan, Sultan Melikşah,
Nizamülmülk, İmam Gazali, Kaşgarlı Mahmud ve
torunu genç Reşat, nasıl kurulduğuna dair Bağdat
masalları ve daha bir çok güzel konular için ve en
önemlisi eğer küçük bir zaman diliminde dahi Ortaçağ’ı yaşamak isterseniz Berzem’i okumanızı tavsiye ederim.
Ebru Alan
YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
71
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
Cihan piyadeoğlu: Sultan Alp Arslan Fethin Babası
——————————————–—-——
1007 veya 1009’da ölmesiyle torunları Tuğrul ve
Çağrı Beylerin Oğuz Yabgu Devleti’nden gelebilecek tehlikelere karşı yeni yurt aramak için önemli
siyasî başarılara imza atması bölgedeki güçlü devletlerin endişelenmesine ve iki kardeşe yönelmelerine
neden olmuş ve bunun neticesinde iki kardeşin
Hârûn Buğra Han’ın emrine girdikten sonra Batıya
yani Anadolu’ya kesif hareketlerinin başladığını ve
Selçukluların, Gazneli-Karahanlı çekişmesinin odak
noktasında olduğu ve bunun Selçukluları Horasan’a
yerleşmesine neden olduğu kısa ve yalın bir dille
okuyucuya sunulmuş ve giriş bölümüne Son verilmiştir.
Cihan Piyadeoğlu, Sultan Alp Arslan Fethin Babası, Kronik Yayıncılık, İstanbul 2016, 255
sayfa içindekiler, önsöz, harita, sonuç, Kaynakça
ve dizin kısımları dahil olmak üzere IX bölüm ve
ayrı ayrı alt başlıklar içermektedir. Kapat tasarımı
başarılı ve ilgi çekici olmanın yanında kitabın ismi
ile bir uyum sağladığını söylemek mümkün kitabı
ilk açtığımızda yazarın kısa bir öz geçmişi ile karşılaşmamız kitap için olumlu sonuçlar verecektir.
Önsöz (9-12) sayfa aralığındadır. Yazar
önsözünde Türklerin Asya’dan Avrupa’ya Afrika’dan Sibirya’ya kadar geniş topraklarda hâkimiyet kurduklarına ve Büyük Selçuklu Devleti’nin
Cend şehrinde küçük çaplı olarak başlattığı bu etki
ve gücün Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile doğru orantılı olduğuna değinen
yazar ayrıca bu sürecin Dandanakan Savaşı (1040)
ve Malazgirt savaşı (1071) ile başladığını bir kez
daha bizlere sunmaktadır yazar bundan sonraki
cümlelerin de Alp Arslan ve tahta kaldığı dokuz
yıllık hükümdarlık süresince nasıl siyasî, askerî
ve kültürel başarılara imza attığına değinmiş ayrıca Malazgirt Savaşı ile ilgili bilgi veren İslâm
kaynaklarının birbirleriyle çelişen bilgiler vermesini eleştirmektedir. Yazar kitabın yazılış amacına
değindikten sonra teşekkür konuşması ile önsöze
Son vermiştir.
I.Bölüm: Alp Arslan’ın Doğumu ve Gençliği (27-43) sayfa aralığındadır. Bölümde ayrıca dört
alt başlık bulunmaktadır. Doğumu ve doğum tarihi
meselesi adlı alt başlıkta Selçuklu ve Karahanlı Ali
Tegîn arasındaki mücadelenin devam ettiği bir zamanda doğumu uğur kabul edilerek savaşılan ve
bunu neticesinde galibiyet elde edilen çocuğun Alp
Arslan olduğuna ve doğum tarihinin bilinmediğine
değinilmiştir. Yine ikinci alt başlık olan Çağrı
Bey’in Horasan hâkimiyeti ve Alp Arslan kısmında
Dandanakan Savaşı sonrası gelişen siyasi olaylarla
birlikte Çağrı Bey’in oğlu Alp Arslan ile birlikte
Gaznelileri yendikleri ve Belh’e hâkim olduklarına
değinilmiş ve bir sonraki alt başlık olan Alp
Arslan’ın ilk başarılarına geçilmiştir. Gazneli
Mesûd’un ölümü üzerine tahta çıkan oğlu Mevdûd
Selçuklulara bırakılmış toprakları geri almak için
Belh’e saldırması ile Çağrı Bey buna engel olması
için oğlu Alp Arslan’ı görevlendirmesi ile önemli
bir basari sağlaması ile babası Çağrı Bey tarafından
kendisine önemli bazı yerlerin idaresi verilmesi ile
Alp Arslan böylelikle idarî anlamda da söz sahibi
olur ve Nizamülmülk gibi önemli bir vezirin denetiminde siyasi başarılarına devam etmiştir. Diğer bir
alt başlık olan Tuğrul Bey’e yardım, kurtulan taht
kısmında ise Büyük Selçukluların iç mücadelesi
özellikle İbrahim Yınal ile olan taht mücadelesi
işlenmiştir .
Giriş (15-24) sayfa aralığındadır. Büyük
Selçukluların kolu, boyu ve yerleştikleri coğrafya
hakkında bilgi verildikten sonra Selçukluların
Oğuz Yabgu Devleti bünyesinde yaşarken Sübaşı
Selçuk Bey’in Yabgu ile yaşadığı birtakım sorunlar
neticesinde Cend’e yerleştiği, orada tutunmak ve
yeni komşularının düşmanlığını kazanmamak için
İslâm’ı kabul ettiklerine ve dönemin güçlü devleti
olan Karahanlılara karşı Selçuk Bey’in, Sâmânîler
ile ittifak yaparak Nûr kasabasına yerleştiklerine
değinilen eserde Selçukluların Mâverâünnehir’e
ayak basarak Cend’den sonra küçük bir hâkimiyet
bölgesi daha elde ettikleri bunun yanı sıra
Sâmânîler tarafından Selçuklulara verilen Nûr kasabası Karahanlı-Sâmânî sınırlarının korunması ve
Türk topluluklarının sınır ihlallerinin korunması
karşılığında Selçuklulara verilmiş olduğuna değinilmiş, Selçuk Bey’in oğlu Arslan Yabgu ve ona
bağlı toplulukların bölgeye yerleştikleri kısa ve öz
bir anlatımla esere yansıtılmıştır. Selçuk Bey’in
II. Bölüm: Horasan Hâkimiyeti Dönemi (4750) sayfa aralığındadır. Eserin en kısa bölümü ve
Sultanlığa Hazırlanan Alp Arslan başlığı olan bir
bölüm.
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
72
————————————–—-————
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
III. Bölüm: Alp Arslan’ın Taht Mücadelesi
(53-75) sayfa aralığındadır. İki alt başlığı bulunur.
Kutalmış ve Diğer Hanedan Mensuplarını Bertaraf
etmesi, adındaki alt başlıkta Tuğrul Bey’in ölümünden sonra başlayan taht mücadelesi özellikle
Kutalmış ve Alp Arslan’ın yapmış olduğu savaş
ve Savaşın sonunda Kutalmış’ın ölümü ve Alp
Arslan’ın tahta geçerek ikinci Selçuklu sultanı
olmasıyla diğer alt başlık olan Tahta Çıkış ve Yaptığı ilk Düzenlemeler, adlı başlıkta Vezir
Amîdülmülk’ün siyasi hataları ve yaptığı yanlış
uygulamalardan dolayı vezirlikten azledilip vezirliğe Nizamülmülk’ün getirilmesi ve Nizamülmülk
hakkında kısa bilgilerden sonra Alp Arslan’ın
Bağdat’ta adına Hutbe okutup para bastırması ile
hem maddi hem manevi olarak Selçuklu sultanı
oluşu ve halife ile olan bir takım mektuplaşmaları
bu bölümde görmek mümkün.
sonraki alt başlıkta Alp Arslan’ın ağabeyi
Kavurd’un vezirinin dolduruşuna gelerek isyan ettiği
ve Alp Arslan’ın duruma müdahalesi ile pişman
olduğu ve yapılan bu Fars seferi esnasında önemli
kalelerin alındığı anlatılmıştır. Diğer alt başlıkta ise
Sultan Alp Arslan’ın daha önceden Şeddadiler’den
Ebu’l-Esvar’a vermiş olduğu ani ve çevresinin tekrardan Gürcüler tarafından yapılan saldırı karşısında
Alp Arslan’ın harekete geçtiği ve elde ettiği başarılar anlatılmıştır. Diğer alt başlık olan Kavurd’un
ikinci isyanı ve Fazlûye’nin durumunda ise ittifak
oluşturarak Alp Arslan’a tekrar isyan eden ağabeyi
Kavurd’un isyanının sonuçsuz kaldığını ve destekçisi Fazlûye’nin öldürülmesi anlatıldıktan sonra bir
sonraki alt başlıkta Alp Arslan’ın çevre Emirlikler
ile olan münasebetleri anlatılmıştır. Bir sonraki
başlıkta ise hanedan üyelerinden Erbasgan’ın Sultan
Alp Arslan’dan kaçarak Bizans’a sığınması neticesinde Malazgirt savaşının yaşandığı anlatılmış ve
Alp Arslan adına Mekke’de Hutbe okutulması başlığından sonra bölüme Son verilmiştir.
IV. Bölüm: Devr-i Saltanat (79-137) sayfa
aralığındadır. On bir alt başlık içermekte ve kitabın
en uzun bölümüdür. Bu bölümde Sultan Alp
Arslan ve oğlu Meliksah’ın Ermenistan ve Gürcistan gibi önemli bölgeleri aldıklarını ve daha sonra
Anadolu’nun kapısı konumunda olan ve Bizans’ın
sınır karakolu vazifesinde bulunan Ani Kalesinin
Selçukluların eline nasıl geçtiği sürükleyici bir
dille anlatılmış ve bir sonraki alt başlık olan Alp
Arslan -Kavurd Bey mücadelesinin sebeplerine
geçilmiştir. Burada Alp Arslan’ın abisi Kavurd
Bey’in isyan sebepleri ve bu isyanın Alp Arslan
tarafından nasıl etkisiz hale getirildiği anlatılmıştır.
Diğer bir alt başlıkta ise Alp Arslan’ın Nîşâbûr’a
gitmesi ve oğlu Meliksah’ın Batı Karahanlılar’ın
kurucusu ve ilk Hükümdarı olan İbrahim Han’ın
kızı ile evlendirilmesi ve yapılan evliliklerin devlet
için önemi anlatılmış ve bir sonraki alt başlık olan
Mangışlak seferinin sebepleri ve elde edilen başarı
sonrası Selçuk Ata’nın kabrine gitmek amacı ile
Cend şehrine yapılan ziyaret anlatılmıştır. Bir sonraki başlık olan Melikşah’ın veliaht ilan edilmesi
ve ülkenin paylaştırılması, başlığında ise öne çıkan
ise Alp Arslan’ın ülkeyi paylaştırmaktaki maksadının merkezi otoriteyi hanedan mensuplarının eliyle güçlendirdiğini ve devlet içinde güç kazanan
Gulamların yerini hanedan mensuplarının aldığı
ayrıca eski düzene ait uygulamaların Alp Arslan
tarafından değiştirilmek istendiği anlatılmıştır. Bir
V. Bölüm: Malazgirt’e Giden Yol (141-158)
sayfa aralığında olup üç alt başlığı bulunmaktadır.
Bu bölümde Tuğrul Bey zamanında Anadolu’ya
yapılan seferler, Türkmen gruplarının kontrol altına
alınmaları, Bizans ile yapılan savaşılar ve Bizans’a
indirilen darbeler ile hanedan üyelerinden Kutalmış
ile İbrahim Yınal isyanları anlatılmış ve bir sonraki
alt başlıklarda Alp Arslan Zamanında Anadolu’ya
yapılan seferler özellikle Afşin ve diğer Selçuklu
emirlerin Anadolu’ya olan akınları ve Bizans’ın
siyasi anlamda nasıl yenildiğine yer verilmiş ve daha
sonra Bizans imparatoru Romanos Diogenes’in çabasına rağmen Bizans’ın başarısızlıkları anlatılmıştır.
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
73
———————————–—-—————
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
VI. Bölüm: Varılamayan Hedef: Mısır
(161-171) sayfa aralığında olup üç alt başlığı bulunmaktadır. Mısır’a davet başlığında Ortadoğu’nun en önemli devleti Fâtımîlerin Veziri
Nâsüriddevle tarafından Alp Arslan’a yapılan Mısır daveti ve Alp Arslan’ın gitmek istemesindeki
sebepler anlatılmıştır. Diğer başlıklarda ise Alp
Arslan’ın buraya olan sefer hazırlığı ve takip ettiği
güzergâh üzerindeki Muş ve Erdiş gibi önemli
kaleleri alması ve Bizans’ın elinde bulunan
Tulhum ve Siverek kalelerinin alınmasından sonra
Urfa’nın kuşatılması ve Haleb’in ele geçirilmesi
anlatılmıştır.
Diğer bir alt başlıkta ise Alp Arslan’ın diplomasiye
şans vererek görüşmeleri başlattığı bu barış görüşmelerinin Bizans tarafından görmezlikten gelindiğini ve savaş hazırlıklarının başladığı anlatılmıştır. Bir
sonraki alt başlıkta Malazgirt Savaşında alınan savaş
pozisyonları akıcı bir şekilde anlatılmış, Bizans İmparatorunun esir düşmesi ve dönemin kaynaklarında
Malazgirt savaşından farklı nakledilmesi ile ilgili
yazıları bulmak mümkün sonraki alt başlıkta barış
şartları ve imparatorun ülkesine yollanması ve yapılan barış şartlarının neden yerine getirilmediği anlatılmış ve bilinmeyen Malazgirt başlığında yazar
genel bir değerlendirme yaptıktan sonra VII. Bölüme Son vermiştir.
VII. Bölüm: Malazgirt Savaşı (175-208)
sayfa aralığında ve altı alt başlığı bulunmaktadır.
Savaşa kadar Romanos Diogenes’in durumu adlı
başlıkta Bizans’ın izlediği siyaset ve aldığı yol
sürükleyici bir dille anlatılmış ve tabi Bizans ordusunun karşılaştığı olumsuzluklar ve yaptığı yağmaların dışında Bizans ordusunda yer alan ve Malazgirt savaşının seyrini değiştirecek olan Türk kökenli Peçenekler, Uzlar, Kıpçaklar ve Hazar Türklerine de değinilmiştir. Ayrıca Malazgirt’in Romanos
Diogenes’in eline nasıl geçtiği ve orduda oluşan
başıbozuklukları da bu bölümde okumak mümkün,
bir sonraki alt başlık savaşa kadar Sultan Alp
Arslan’ın durumda ise Alp Arslan’ın Mısır seferini
düzenlerken Bizans elçisinin Sultana gelerek
Menbiç, Ahlat ve Malazgirt’in iadesini istemesi ve
Alp Arslan’ın aldığı tutum ve izlediği siyaset ve
yolda karşılaştığı sorunlar çok iyi bir şekilde okuyucu ile paylaşılmıştır.
VIII. Bölüm Mâverâünnehir Seferi ve Ölümü (211-215) sayfa aralığında iki alt başlığı bulunmaktadır. Alp Arslan’ın Mâverâünnehir seferinin bir
savaş değil de hayırlı bir iş için çıkıldığı ve çıkılan
bu seferinde sonunda Sultan Alp Arslan’ın nasıl
öldürüldüğü ve yaralı iken vermiş olduğu vasiyet
anlatılmış ve bölüme Son verilmiştir.
IX. Bölüm: Sultan Alp Arslan ve Dönemi
(219-236) sayfa aralığında iki alt başlığı bulunmaktadır. Bu bölümde Nizamiye medreselerinin açılma
sebepleri Nizamülmülk’ün devlet içindeki etkisi ve
özellikle Nizamiye Medreseleri ile Şâfiî mezhebinin
öne çıktığı ve Hanefi mezhebine mensup Alp
Arslan’ın Nizamiye Medreselerinin kurulmasına izin
vermiş olmasının aslında mezhepler arasında denge
politikası izlemeye yönelik olduğu anlatılmış ve Alp
Arslan ve siyasi başarıları hakkında bir değerlendirme ile yazar bölüme Son vererek sonuç kısmına
geçmiş ve kitabına Son vermiştir.
Semra Şeker
YYÜ. Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
74
—————————————–—-———
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
MUSTAFA ALİCAN: KIYAMETİN İLK GÜNÜ MALAZGİRT 1071
Mustafa Alican, Malazgirt Kıyametin İlk
Günü 1071 Kronik Yayınları, 3. Baskı 2017, İstanbul, Kaynakça ile birlikte 219 sayfadan oluşmaktadır.
Eserin “Kıyametin İlk Günü: Malazgirt” birinci bölüm (33-45) sayfaları arasındadır. Bu bölümde eseri neden kıyamet ile bağdaştırdığını dile
getiriyor yazar. Eserin “Malazgirt Savaşı’na Doğru”
ikinci bölüm (51-60) sayfaları arasındadır. Eserin bu
kısmında Bizans İmparatoru olan X. Konstantinos
hayatını kaybetmesi ve devletin naileliğini üstlenen
eşi Eudokia’a geçmiştir. Kraliçe kayını ile birlikte
ülke yönetimine idare etmeye başlasa da, mevcut bir
imparatorun olmamasından kaynaklanan sorunlar
ortaya çıkmaya başladığı görülmektedir. Bu esnada
Selçuklular Bizans yerleşimlerinde yağma ve tahribatlarda bulundular. Yazarımız bu bölümde
Romanos Diogenes’in Bizans tahtına çıkma sürecini
ve yaptığı savaşları anlatmaktadır. Türk topluluklarına karşı mücadelelerde bulunduğundan dolayı
halkın güvenini kazanmıştır. Romanos’un hem soylu
oluşu hem siyasi hem de askeri başarılarla dolu
geçmişinden dolayı 27 Mayıs ( 1067 ) tören eşliğinde ordu komutanlığına getirildi belli bir süre sonra
ise taç giydirildi ve Doğu Roma İmparatoru olarak
tahta çıktı .Türk birliklerine karşı kazandığı zaferlerin sarhoşluğu içinde olan Diogenes daha büyük
başarılar elde etmek için stratejilerini geliştirdi. Tahtını sağlamlaştırmak ve kraliçenin emrinin altında
olmamak için büyük umutlarla yeni seferler düzenlemeye çalışıyordu. Ancak devletin doğu sınırlarını
Selçuklulardan korumak için sağlam kaleler inşa
ettiriyordu ancak bütün bu çabalar sonuçsuz kalıyordu çünkü Türkmenlerin durdurulamaması ve
Bizans’ın kayıpları gün geçtikçe arttığından dolayı
İstanbul da büyük bir endişe ve korku yayılmaya
başladı. Bunun sonucunda stratejisini geliştirerek
yeni bir savaş yaklaşımını benimsedi. 1070-1701 kış
aylarını savaşa hazırlanarak geçirdi. Malazgirt Meydan savaşı için hazırlıklar başlamış bulunmaktaydı.
Bu eser; İkinci Baskıya ait bir Ön söz, Ön
söz, Giriş ve XV bölümden oluşmaktadır. Her bölümün alt başlıklarından mevcuttur. Bu eseri incelendiğimizde Selçukların Malazgirt Meydan Muharebesi için yapılan mücadeleyi belgeler ışığında biz
okurlarına sunmuştur. Giriş bölümünde ise 1040
yılında Dandanakan’da Gaznelileri mağlup ederek
bağımsızlıklarını elde eden Selçuklular, arada henüz çeyrek yüzyıl bile geçmeden kimsenin hayal
bile edemeyecekleri bir güce ve büyüme gösteride
bulundular. İlk Selçuklu Sultanı olan Tuğrul Bey’i
1055’te Bağdat’a gelerek Şiî Büveyhî egemenliğine son vererek ve Halife el- Kâim Biemrillah tarafından kendisine verilen “Doğu’nun ve Batı’nı
Hükümdarı” sultana verilmesiyle birlikte İslâm
âlemindeki siyasal profili çizilir.
Selçukluların erken dönemde Müslümanlar
arasında siyasal ve düşünsel anlamda giderek keskinleşen bir yarılmaya neden olan Şiî-Sünnî kutuplaşmasının zirve noktasına ulaştığında Şiîlik lehine
sonuç alması ile Sünnî anlayışın temsilcisi oldular.
Mısır merkezli Şiî-Fâtımî halifeliğin durdurulması
gerektiğini savulmaktadırlar. Bu dönemlerde sultanın halifeye gönderdiği mektuplarla Fâtımî karşıtı
bir dış politika yönelmesine sahip olan Selçuklular,
bu yönelme ile sonraki dönemlerde de sürdürdüler.
1071’de Sultan Alparslan da aynı politik tutumun
yönlendirilmesiyle siyasal bir karmaşa içerisinde
olan Mısır’da Selçuklu egemenliğini tesis etmek
amacıyla sefere çıkmasa da bu sefer Malazgirt
Savaşı dolayısıyla yarım kalmıştır.
Eserin “Bizans Ordusundaki Ünlü Selçuklu
Şehzadesi Kimdi? (63-67) sayfaları arasınadır. Eserin bu kısmında Selçuklu Şehzadesi Elbasan’ın İstanbul’a gelerek Bizans’a sığınma talebinde bulunması imparatoru memnun etmiştir çünkü imparator
Bizans üzerindeki emellerini bu şehzade üzerinde
yürütecektir. Bu kısımda şehzade neden Bizans’a
sığınmak istemiştir? Önümüze çıkan bu soruyla
yazarımız olayı irdelemiştir. Selçukludan kaçıp Bizans’a sığınma amacı güçlü bir destek alıp tahta
çıkmaktı ama olaylar istediği gibi gidemedi çünkü
Selçukluların temel amacı Bizanslarla mücadele etmek değildir. Asıl hedef Mısır’da hâkimiyet tesis etmek ve Fâtımî coğrafyasını Sünnîleştirmek gibi bir amaçları olsa da ancak tarihi süreç
önlerine bambaşka durumlar çıktı. Hocamız giriş
bölümünde Malazgirt Savaşı’nın oluşum sürecini
kısaca bize aktarmaya çalışmaktadır. Şimdi bizde
kitabın içine girip derinlemesine bir inceleme yapacağız elimizden geldikçe tabi.
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
75
———————————————–-—
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
Romanos tarafından 1070 yılında Anadolu da
Türkmen akımlarına karşı onu görevlendirmiştir.
Eserin “Sefere Daha Yeni Çıkan İmparator’un Başına Birçok Uğursuzluk Gelmişti” ( 71-75
) sayfaları arasındadır. Dördüncü bölümde 1071
yılının kış aylarında savaş hazırlıklarına geçen
Romanos ilkbaharın yüzünü gösterdiği mart ayının
ortasında harekete geçti. Sefere çıkmak için bayram günü yani Hıristiyanların Hz. İsa’nın yeniden
doğuş günü olduğuna inanılan Paskalya Yortusunu
seçmişti. Devlet ve din adamları Ayasofya da bir
araya gelerek Selçuklu Türkleri üzerine sefere çıkacak olan imparator için başarı duaları edilmiştir.
İmparator sefere çıkmadan önce ilk uğursuzluk eşi
İmparatoru Eudokia ile kavga etmiş ve kötü ayrılmışlardı. Bir diğer uğursuzluk ise ordunun mola
vereceği ilk liman olarak İzmir Körfezinin Güney
kıyısındaki Elenapolis ile ilgili söylentiler moralini
bozmuştur. Sağa sola uçuşan kuşlardan anlamlar
çıkartılmıştır. Kötü başlayan sefer önlem alınmamasından dolayı başladığı gibi devam edilmiştir.
Kabe deki putun yıkılması sayılan uğursuzluklar
arasındadır. Romanos ile birlikte Malazgirt’e doğru
ilerleyen Bizanslılar arasında oldukça yaygın olduğu anlaşılan uğursuzluk işaretlerini daha çok kendini göstermeye başlamıştır bir diğeri ise gökyüzü
semalarında uçuşan siyah güvercindir. İmparator’un gösterişli çadırının yıkılması da bir diğer
uğursuzluktur. Sefer başındayken yaşanan aksilikler gerek imparatoru gerek orduda bulunanlar tarafından uğursuzluk olarak görülmesine rağmen devasa ordu ilerlemeye devam etti. Yangının çıkmasıyla beraber orduda büyük hasarlar meydana gelmiştir.
değil Fatımi egemenliği altındaki Suriye ve doğu
Akdeniz sahil şeridine dönük olarak inşa eden Selçuklular,1050 yılların sonunda mısır topraklarında
patlak vererek aralıklarla seferler düzenlenmiştir.
Doğu Akdeniz ve mısır bölgesi üzerine ortaya çıkan
doğal afetler ve kıtlık ülkede asayiş kalmayıp Selçuklular bunu fırsat bilerek daha hızlı hareket etmiştir.
Selçuklu birlikleri Urfa önlerine geldiğinde
Bulgar kralı büyük bir korkuya kapılmıştır. Alparslan Urfalıları o kadar korkutmuştur ki sekiz gün
boyunca surların çevresinde beklemişlerdir. Urfalılar
Alparslan’ın şehri teslim edilmesi yönündeki teklifleri reddederler bundan dolayı kale kuşatılmıştır.
Selçukluların bütün saldırılarına cevap vermeyen
Urfalılar geri çekilmediler. Sultanın bütün çabaları
neticesiz kalıp kuşatmayı kaldırıp geri çekilmişlerdir.
Eserin “Bizanslılar İlerlerken Selçuklular
Halep Kuşatmasındaydı” altıncı bölüm olan bu kısın
(91- 100) sayfaları arasındadır. Bu bölümde Urfa
hezimeti sultanın moralini epeyce bozmuştur. Sultan
Alparslan bütün olumsuzluklara rağmen derhal harekete geçerek Halep üzerine harekete geçmiştir.
Urfa kuşatması esnasında tecrübeli birliklerin orduyu terk etmesi sultan için olumsuz sonuçlara neden
olmuştur. Sultan Alparslan Halep’i tahkim edip diğer yandan Suriyenin diğer bölümlerine birlik göndermek için hazırlıklar yapılıyordu Halep çevresinde
ordular yerleşmiştir ve orda ki halkın mallarını yağmalamışlardır. Emir Mahmud’un sultan’ın huzuruna
çıkmadığı için mirdasi hâkimiyetindeki şehri kuşattılar ve sultan emir mahmud huzuruna gelmediği için
kasten kuşatmayı uzatıyordu. Halep ele geçirildi.
Eserin “Selçuklu Sultanı Alparslan Mısır
Seferine Çıkması” beşinci bölüm olan bu kısımda
(77-86) sayfaları arasındadır. Bu kısım da Selçuklu
Alparslan’ı Malazgirt savaşından dolayı yarım
kalan mısır seferini tamamlamak için harekete
geçmiştir Mısır seferi Selçuklular ve Fatımiler
arasında iktidarın yükselişine paralel olarak ivme
kazanan bir karşıtlık ilişkisi vardı ve bu ilişkinin
iki devleti karşı karşıya getirmiştir. Bu seferin düzenlenmesinin somut bir diğer nedeni Tuğrul Bey
döneminden itibaren genişleme stratejilerini genel
anlamda Bizans hâkimiyetin deki Anadolu üzerine
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
76
————————————————–-
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
Eserin “İmparator Selçuklular Konusunda Yanılmıştır” yedinci bölüm olan bu kısım (101-110) sayfaları arasındadır. Bu kısımda Halep kuşatması sırasında Bizans imparatorunun büyük bir ordu ile Anadolu içine doğru ilerlediğini haber
alan Sultan Alparslan Mısır seferine son verdi.
Eserin “Malazgirt’te Tarafların Askeri Açıdan Durumları Neydi?” on ikinci bölüm olan bu kısımda (145-160) sayfaları arasındadır. Şüphesiz savaşın sonucunu belirleyen askerlerin
sayısı ve hangi kesimden oldukları üzerinde durulmuştur. Savaş
hazırlığı esnasında her iki tarafta ülkelerinin dört bir yanına
ulaklar göndererek asker toplamak için hazırlıklar yapılmıştır.
Kesin olmamakla birlikte sayılar abartılarak eserlerde kayda
geçmiştir. Bizans ordusunun sayısı hakkında kesin bir sayı
yoktur. Selçuklu sultanı askeri savaş öncesi kayıp vermesine
rağmen Malazgirt savaşına giderken yanında az sayıda askerin
bulunduğunu ve yeni askerler bulundurmak için çabaladığı
kaynaklarda geçmektedir.
Eserin “Selçuklu ordusu savaştan önce ağır kayıplar
vermiştir” sekizinci bölüm olan bu kısım (111-118) sayfaları
arasındadır. Bu kısımda yazarımız savaş öncesi kayıplardan
söz etmektedir. Selçuklular büyük kayıplar elde etmiştir.
Bizans ordusu ile savaşmak Selçuklular açısından bir felaketle
sonuçlanacaktı. Hem mısırda hem Halep’te ve Fırat nehrini
geçmek için ağır kayıplar vermiştir.
Eserin “ Benim Yerimde Sen Olsaydın Ne yapardın?”
on üçüncü bölüm olan bu kısımda ( 161-174) sayfaları arasındadır. Bizans’ın kayıplarından dolayı askerler canını kurtarmak
için savaş alanını terk etmişlerdir diogenes in etrafında sadık bir
avuş asker kalmıştır. Var gücüyle mücadele eden diogenes
ancak askerlerin az olmasından dolayı savaştan darbe alarak
yere yuvarlanmıştır. Selçuklu sultanı diogenesin cezasını kesmişlerdir.
Eserin “Bizans Öncü Birlikleri Arasında Mağlup
Edildiler” dokuzuncu bölüm olan bu kısım (119-124) sayfaları
arasındadır. Bu kısımda Diogenes sultan Alparslan’ın savaştan
kaçtığı yönündeki asılsız söylentisi orduda moral bozukluğuna
neden olmuştur. Bu söylentiden dolayı Diogenes istediği gibi
hareket etmiştir. Malazgirt için yol haritasını belirlemeye
çalışırken Bizans öncüleri tatsız bir sürprizle karşılaştılar.
Rouselios komutasında ki Bizans birliklerinin Selçuklular
tarafından mağlup edilmesi sırasında hezimetten henüz haberdar olmadığı anlaşılan imparatorun kolayca Malazgirt’in
kolayca ele geçirileceği kanaatine varmıştı. Bizanslılar Malazgirt ele geçirdikten sonra şehir yakınlarında kurmuş oldukları
karargâhtan ayrılan bazı askerlerin yiyecek aramak üzere
Türkler tarafından pusuya düşürüldüğü haberi gelmiştir.
Nikephoros ek birlik istemiştir. Ordunun üçe bölünmesiyle
strateji hatası yapmıştır Diogenes.
Eserin “Romanos Diogenes’in Hazin Sonu” on dördüncü bölüm olan bu kısımda (175-182) sayfaları arasındadır.
Bu kısımda Bizans imparatoru olan diogenesin cezası kesilmiştir. İmparator saçları keşişler gibi kestirmeyi ve ömrünün sonuna kadar keşiş olarak yaşamayı kabul etmiştir. Diogenes Malazgirt savaşıyla birlikte tacını ve tahtını kaybetmiştir. İmparator
Malazgirt mağlubunun gözlerine mil çekilerek kör edilmesi
emrediliyordu. Emir karşısında dehşete düşen imparator yapacak hiçbişi olmadığı için kabul etmiştir. Cellâtlar onu sürükleyerek küçük bir odaya kapatarak acemi olan bir Yahudi cellâda
onu teslim etmişlerdir.
Eserin “Atalarınız Hem eda’da Kışlarda da, Sizi Bilemem” onuncu bölüm olan bu kısımda (125-133) sayfaları
arasındadır. Ahlât ile Malazgirt arasında karargâhlar kuran iki
devlet birbirlerine yakın bir durumdaydılar. 24 ağustos 1071
Selçuklular ile aralarında muhtemelen bir ok atımından biraz
daha fazla mesafe vardı. Selçuklu elçisi bizansın karargâhına
gittiğinde onu ciddiye almamışlar.
Eserin “Sultan Alparslan Malazgirt Savaşından Bir
Süre Sonra Öldürüldü” on beşinci bölüm olan bu kısımda (183190) sayfaları arasındadır. Alparslan 1072 yılında maveran nehir
seferine çıktı. Ceyhun nehri kıyısına gelen sultan son derece
kendinden emindi. Sultanı öldürmeye niyetli olan El Harezmi
planlar yapıyordu. Sultanın ölümü el-Harezmi’n elinden olmuştur.
Selçuklu sultanı ile Bizans imparatoru arasında savaş
öncesi kurulan diyaloglarla ilgili pek olumlu neticeler ortaya
çıkmamıştır iki tarafta birbirlerinin elçilerinin söylediklerini
dikkate almamıştır. Fazla hazırlıklar yapılmadan birbiriyle
mücadele etmişlerdir. Selçuklu sultanı Bizanslıların üstüne
yürürken halifeninde duasını alarak harekete geçmiştir.
Eserin “Bu Meydan da Sultanlık,Askerlik Yoktur”
on birinci bölüm olan bu kısımda (135-143) sayfaları arasındadır. Bu kısımda savaşın gerçekleştiği anı anlatılmaktatır 25
Ağustos 1071 Selçukluların rahve düzlüğü üzerinde hücum
emri beklenmekteydi aynı şekilde Bizans ordusunda da aynı
hareketlilik vardı. Ordularda ücretli askerlerde bulunmaktaydı
sultan Alparslan birliklerini bir araya getirerek Malazgirt
ovasında birliklerine hutbe vermiştir. Sultan secdeye kapanarak yaptığı duanın ardından rüzgar yön değiştirmiştir. Toz
fırtınası düşmanın gözlerini kör etmiştir. Savaşın kazanılması
için her şey hazırdı ve Selçuklular Bizans’ı hezimete uğrattı.
gümüş altın ve zırhları paylaşmışlardır.
Leyla Özişçi
YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
77
———————————————–-—
Kitap Tanıtımı ———————————————–———
AHMET ŞİMŞEK: TARİH İÇİN METODOLOJİ
Ahmet Şimşek, Tarih için Metodoloji, Pagan Akademi Yayınları, Ankara 2016, 499 sayfa, Önsöz ve Tarih için
mini bir sözlükten oluşur.
Tarih için metodoloji, daha önce bu konuyla ilgili
yazılmış nadir eserlerden bir tanesidir. Zira kitabın önemi
zaten kitaptaki yazar kadrosundan anlaşılıyor. Büyük bir yazar
kadrosuyla çalışılmış dev bir eser niteliğinde, her biri kendi
alanında usta tarihçilerin çalışmalarından oluşmaktadır.
Kitabın editörü Ahmet Şimşek, 1975 Konya Karapınar Doğumlu, ilk, orta ve lise eğitimini burada tamamladı.
Gazi Üniversitesinde 1997’de Sosyal Bilgiler (Yan dal Tarih)
lisans, Tarih eğitiminde 2000’de yüksek lisans, 2006’da Doktorayı tamamladı. 2010’da aynı üniversitede Doçent Ünvanını
almıştır. Ahmet Şimşek’in daha önce yayımlanan “ Tarih
Nasıl Yazılır” adlı eseri yine tarihçiler arasında büyük bir ilgi
uyandırmıştır. Umarız Tarih yazımı alanına katkı sağlaması
adına çalıştay ve eser çalışmaları devam eder.
Tarih kimin için ve neden yazılır? Cevap açık ve nettir. İnsanın kendini açığa vurması amacıyla, insanı insana anlatmak için yazılmalıdır. İnsana insanı, insan eylemlerini anlatmak, ama yine insan için anlatmak amacıyla yazımlaş olmasıdır.
Kitap on iki ana bölümden ve bunlara ait alt başlıklardan oluşmuştur. İlk altı ünite okuyucuya tarih kavramı,
uzman görüşleri tarih yazımının gelişimi, güncel tarih yazım
tarzları, çağdaş yöntemler gibi, daha çok “kurumsal” bir hazırlığın sunulması planlanmıştır. Son altı bölümden sonra aşama
aşama araştırma kaynaklarının neler olduğu, bunların nerede
bulunabileceği, nasıl kullanılabileceği, bunlardan elde edilen
verilerin nasıl çözümlenebileceği, nasıl anlamlı hale getirilebileceği, nasıl yazılabileceği, nasıl raporlaştırılabileceği, gibi
konulara odaklanılmıştır.
Tarihin ne zaman başladığı hakkında üç iddia önemlidir. Birincisi; insanların yeryüzünde görüldüğü an itibarıyla
tarihin başladığıdır. Bu çok eskilere kadar gider ve herhangi bir
zaman aralığı telafuzu zordur. Ancak insanın biyolojik varlığı
üzerine inceleme yapan bilim insanları verileri üzerinde bir
sonuca varılabilir. Bunlar da Yüzbinlerce öncesine gider. İkinci
olarak, Tarih, insanoğlunun ardında bıraktığı ilk kayıtlardır.
Burada söz konusu olan mağara ve kaya üzerine yapılan çizimlerdir. Üçüncü iddia ise; tarihin bugün ki anlamda yazının icadıyla birlikte oluşan metin olarak ilk kayıtlarla birlikte başladığıdır.
Kitap, Birinci bölümde; tarih düşüncesinin doğası ve
ana unsurları açıklanmıştır. İkinci bölümde ;Tarih yazımının
geçmişten bugüne geçirdiği serüveni, dünya ve Türkiye örneğinde anlatılmıştır. Üçüncü bölümde; on altı ayrı alanda çalışan usta tarihçi çalışma alanları anlatılmıştır. Dördüncü bölümde; Tarihçiliğin olmazsa olmazı eleştirel okumanın nasıl
yapılacağı işlenmiştir. Beşinci bölümde; dünyada yaygın
olarak kullanılan ama ülkemizde yaygınlaşmayan tarih yazım
tarzları tanıtılmıştır. Altıncı bölümde; Dünya da tarih araştırmalarında kullanılan çok çeşitli yöntemlere ve dijital imkanlara örnekleriyle yer verilmiştir. Yedinci ünitede; bir tarihçinin
ve tarihçi adayının başlangıçtan itibaren nasıl araştırma yapabileceği, süreçte nasıl davranması ve nelere dikkat etmesi
gerektiği sorularına cevap bulmaya çalışılmıştır. Sekizinci
bölümde; tarih kaynaklarının neler olduğu ve bunlardan nasıl
yararlanılması gerektiği örnekleriyle işlenmiştir. Dokuzuncu
bölümde; tarihçinin ihtiyacı olan belge ve diğer kaynaklara
nerelerde ve nasıl erişilebileceği örneklerle anlatılmıştır.
Onuncu bölümde; bir tarih metni nasıl yazılır, nasıl bir süreç
içerir, nasıl atıf yapılır, kaynakça nasıl düzenlenir sorularına
cevaplar verilmiştir. On birinci bölümde; tarih araştırma ve
yazımında etik sorunların neler olduğu ve etik davranmanın
önemi yine örnekleriyle işlenmiştir. Son bölümde ise; zamanımızda ön plana çıkan ve uzun süre de gündemde kalacak
olan “ Tarihte Proje Nasıl Hazırlanır” konusu uygulama örneklerle işlenmiştir.
Kitap tarihçi olmak isteyen her kişinin metodolojik bir
bakış kazanarak araştırmalarını yapabilmesi için başvuru kaynağı olarak tasarlanmıştır. Özellikle tarih bölümlerinde “ metodoloji, usul ya da yöntem” adıyla okutulan derslere kaynak olarak
katkı sağlaması planlanmıştır. Kitap bu sebepten konuyla ilgili
çalışmaları olan geniş bir tarihçi gurubunun yazılarından oluşmuştur. Dolayısıyla her bir konu başlığında Türkiye’nin tarihçilik deneyiminin kağıda dökülerek paylaşılması amaçlanmıştır.
Bedir Şahin
Harran Üniversitesi Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
78
Tarihi Yansıtanlar ———————————————–——
NİZÂMÜLMÜLK (ö.485 /1092)
—————————————————
vinde tuttu. Fakat başlangıçta vezirin kardeşi Süleyman’ın tarafını tutmuş olması ve Nizâmü’l
Mülk’ün te’-siri ile veziri görevinden uzaklaştırdı
ve Nizâmü’l Mülk’ü vezir tayin etti. 17 Muharrem
(29 Aralık) çarşamba günü Sultan Alp Arslan,
‘’Amîdü’l- Mülk’ün kendisine hizmetten (vezirlikten) uzaklaştırılmasını ve derhal Nizâmü’l Mülk’e
vezirlik hil’atı giydirilmesini ‘’ emretti5. Nizâmü’l
Mülk vezirlik mesleğine atandığı sürede pek çok
olayı aydınlatmış ve kısa sürede farklı alanlarda
ilerleme göstermeye başlamıştı.
21 Zilkade 480 ’de (10 Nisan 1018 ) Doğu
İran’da, Horasan’ın Tûs şehrine bağlı Nûkhan
Kasabası’nın Râdkân köyünde doğdu. Nûkhan’da
doğmasına rağmen Tûsî (Tûslu) olarak tanınmıştır.
Ailesi hakkında pek bir şey bilinmemekle birlikte
kaynaklar oldukça yetersizdir. Annesini henüz
bebekken kaybeden Nizâmü’l-Mülk’ün eğitimiyle
babasının ilgilendiği söylenir. Annesi ile ilgili herhangi bir bilgi mevcud değildir. Babasının Tûs
bucağından olan Râdkân ve Beyhak yakınında ki
çiftlik sahiplerinden bir dikhandır. Bazı kaynaklarda babasının Selçuklular’da divân kâtibî olduğu
söylenir. Nizâmü’l-Mülk’ün eğitimi küçük yaşlardan itibaren babası Ali b. İshak tarafından verilmeye başlandı1.
Zaten Nizâmü’l Mülk, melikliği döneminde
de Alp Arslan’ın veziri idi. Kendisinden önceki
veziri Âmidü’l-Mülk Kündürî Selçuklu Devleti ile
Abbâsî ilişkilerini düzene sokmuş iyi bir siyasetçiydi. İyi tahsil görmüş, tecrübeli ve faziletli bir devlet
adamı idi. Yalnız siyasî mevkiini koruyabilmek için
rakiplerine karşı çok şiddetli davranırdı. Ahlâk ve
fazilet sahibi olmasına rağmen işe gereği gibi sarılmaz, tedbirsiz davranır; böyle gevşek davranması da
birtakım problemler ortaya çıkarırdı. Taassup derecesinde Hanefî mezhebine bağlı idi. Sonradan bu
taassubunu terk etmişti. Öldürüleceğini anlayınca
abdest alıp namaz kılmış, tövbe ederek ailesi ile
helâlleşmiş ve Sultan’ın bu idam kararında yeni
vezirin te’-siri olduğu düşüncesi ile Nizâmü’l
Mülk’e: “ Vezir öldürmekle dünyaya kötü bir bid’at
ve çirkin bir kaide getirdin; bunun âkıbetini düşünmüyorsun, senin ve evlâtlarının da aynı âkıbete
uğrayacağından korkarım ” demişti6.
Nizâmü’l Mülk, küçük yaşta
Kur’ân-ı
Kerîm’ i ezberledikten sonra Halep’te Ebü’l-Feth
Abdullah b.İsmâil el Halebî’den, İsfahan’da Muhammed b. Ali b.Muhammed’den, Nîşâbur’da
Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî’-den, Bağdat’ta
Ebü’-Hattab b. Batr’dan hadis okudu. Ebû Abdullah b. Muhammed et- Tûsi, Ebû Bekir Muhammed
b. Yahyâ el-müzekkî, Abdülkerîm el-Kuşeyrî gibi
muhaddislerden hadis rivayet etti. Ayrıca devrin
meşhur âlim, edip ve şairlerinin sohbet meclislerine ve derslerine katılıp inşâ ve hitabet sanatında
ileri bir seviyeye ulaştı2.
Kısa sürede pek çok şey öğrenen Nizâmü’lMülk ilim alanında olduğu gibi edebiyat alanında
da kendini göstermeye başlamıştı. Çok çalışıyor
zamanını iyi değerlendiriyor ve kendini sürekli
geliştiriyordu. Şâfiî fıkhını tahsil etti. Onun yaşadığı dönemde kitabet ve hitabette seçkin bir yere
geldi.
Âmidü’l-Mülk Kündürî’nin Alp Arslan’ı
değilde Süleyman’ı desteklemesi onun düşüşünün
en önemli nedeniydi. Bunlara ek olarak Âmidü’lMülk Kündürî’nin devlet hazinesini boş yere harcaması da eklenmişti. Nizâmü’l Mülk bu fırsattan
yararlanarak vezirlik makamına ulaşmıştı. Âmidü’lMülk Kündürî’nin tek çocuğu olan kızı ve eşiyle
beraber Meverrûd’da yaklaşık bir yıl hapis tutulduğu
ve saraydan gönderilen iki gulam (köle) tarafından
kılıçla başı gövdesinden ayrılarak infaz edilmiştir.
456/1064 yılının Zilhicce’sinde (Kasım –Aralık)
gerçekleşen bu olay Nizâmü’l Mülk’ün önündeki en
büyük engelin kalkmasını sağlamıştı7.
Nizâmü’l
Mülk
babasıyla
beraber
Gazneliler’in Horasan valisi ya da Horasan
Sipahsaları Ebû’l-Fazl Sûrî’nin hizmetinde bulunmuştur. Devrin önemli kişilerinden ders alan
Nizâmü’l Mülk, Selçuklu Sultanı Çağrı Bey’in
yanına gitti3. Burada da çalışmaya devam ettikten
sonra Çağrı Bey’in kendisini Alp Arslan’ın hizmetine verirken : ‘’Senin için o, ( Nizâmü’l Mülk)
güvenilir bir insan olsun.’’demiştir4.
Selçuklu Veziri Nizâmü’l Mülk sultandan
sonra en yetkili kişi olarak tüm görevlerini yerine
getiriyor ve kimseye göz açtırmıyordu. Kendi otori-
Alp Arslan, Selçuklu sultanı olduktan sonra, Tuğrul Bey’in veziri Kündüri’yi bir süre göre-
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
79
—————————————————
Tarihi Yansıtanlar ———————————————–——
ritesini sarsacak her olayı en ince ayrıntısına kadar
irdeliyor ve çözümlere en uygun yöntemleri getiriyordu. Nizâmü’l Mülk azîmli, dirayetli, cesur, bilgili ve çok zeki bir vezirdi.
Abbâsî Halifesi Kâim-Biemrillâh tarafından Nizâmü’l-Mülk, Kıvâmü’d-din ve’d –devle,
Radiyyi Emîril-mü’minîn lakapları verilmiştir8.
Ayrıca Tâcü’l-hazreteyn, Vezîr-i Kebîr, Hâce-i
Büzürg ve Atabetü’l-cüyûş gibi lakaplarla anılmıştır. Selçuklu Sultanı Alp Arslan Mâverâünnehr
Seferi’nde Berzem Kalesi Komutanı Harezmli
Yusuf’la karşı karşıya gelirler. Harezmli Yusuf
sultanı öldürmek bahanesiyle teslim olur. Kısa bir
süre sonra tazim de bulunmak bahanesi ile sultanın
yanına getirilen Harezmli Yusuf eğildiği sırada
çizmesinde sakladığı hançerle Sultan Alp Arslan’ı
ağır yaralar. Sultan’ın yanında bulunan adamlar
tarafından derhal öldürülür (20 Kasım 1072)9.
Selçuklu Sultan’ı Alp Arslan vefatından
sonra vasiyet etmiş, Melikşah tahta geçirilecek ve
Nizâmü’l-Mülk onun veziri kalacaktı10. Babası
öldüğü zaman henüz 18 yaşında bulunan Melikşah
(1072-1092) çok genç yaşta Selçuklu Sultan’ı
olmuş ve babasının isteği üzerine Nizâmü’lMülk’ü vezirlik konumunda bırakmıştı.
Tahta çıktığı zaman yanında bulunanları
“Sizin ulularınız babam, ortancalarınız kardeşim,
küçükleriniz oğullarımdır” diyerek teb’asının güven ve sevgisini kazanmaya çalışmıştı. 20 yıllık
saltanatında yaptıkları ile Selçukluların en büyük
hükümdarlarından biri olduğunu göstermiştir. Fetihleri sebebiyle kendisine “Ebu’l Feth”(fetihler
babası) lâkabı verilmiş ve devrinde Selçuklu devleti en geniş sınırlarına ulaşmıştır. Hakseverliği,
merhamet, şefkat ve adaleti ile teb’asının gönlünde
taht kurmasını bilmiştir. Babası Alp Arslan, ondaki
bu üstün meziyetleri gördüğü için çocuklarının en
büyüğü olmadığı halde onu veliahd ilân etmiş ve
bu kararını birkaç kere açıklamak lüzumunu duymuştur11.
Sultan Melikşah, Nizâmü’l-Mülk’ün başarılarını ve devletleri için yaptığı çalışmaları biliyor
ve güveniyordu. Babasının vasiyeti ve Nizâmü’lMülk’ün kendisini desteklemesi ve tahta geçmesindeki yardımlarından dolayı ayrıca seviyordu.
Melikşah, Nizâmü’l-Mülk’e önce atabek
unvanı vermiş daha sonra Peder diye hitap etmiş
böylece verdiği değeri gösteriyordu12. Nizâmü’l-
Mülk, Alp Arslan ve oğlu Melikşah’a bir tür nedimlik ve yöneticilik etmiş ve onların gören gözü, duyan
kulağı olmuştu.
Büyük Selçuklu Devleti veziri Nizâmü’lMülk’e göre “hükümdara saygı öyle olmalıdır ki hiç
kimse tatbik etmedikçe onun fermanını elinden bırakmak cesaretini gösterememelidir. Yine ona göre,
hükümdar ile başkaları arasındaki fark, emrine boyun eğilmesinde ve fermanına itaat edilmesindedir”13.
Nizâmü’l-Mülk, eğitime çok önem veriyor
ve bunun için gerekli tüm düzenlemeleri bizzat kendisi takip ediyordu. Öyle ki öncülüğünü ettiği ve
kurduğu Nizâmiye Medresesi için vakıf kurduğu,
sonra da kadılar ve adalet mensuplarıyla Beytü’nnübe’de bir araya gelip medreseye çarşı, çiftlikler
ve bir takım yerleri vakfettikleri, bunun için bazı
esasları tespit ettikten sonra da bunları ilgililere
mektupla bildirdikleri kaydedilmiştir14.
Nizâmü’l-Mülk’ün açtığı Bağdat Nizâmiye
Medresesi, dünyada eşi benzeri olmayacak ve adını
kıyamete kadar yaşatacak bir eser olması düşüncesiyle kuruldu. Zilhicce 457’de (Kasım 1065 ) inşaatına başlanan Bağdat Nizâmiye Medresesi 10 Zilkade 459 (22 Eylül 1067 ) tarihinde tamamlanır.
Nizâmü’l-Mülk,
Bağdat Nizâmiye Medresesinde
sonra Nîşabur
Nizâmiye Medresesi, İsfahan
Nizâmiye Medresesi, Belh Nizâmiye Medresesi,
Musul Nizâmiye Medresesi, Basra Nizâmiye Medresesi, Herat Nizâmiye Medresesi, Merv Nizâmiye
Medresesi, Âmül Nizâmiye Medreselerini açmakta
büyük rol oynamıştır15.
Uzun süren vezirliği sırasında devlet yönetimine tam anlamıyla hâkim olmasından rahatsız olan
bazı devlet adamları Nizâmü’l-Mülk’ün idarî tasarruflarını, evlât ve kölelerinin önemli mevkilerini ele
geçirmelerini bahane ederek onunun vezirlikten
alınmasını istiyorlardı16.
Sultan Melikşah, Bağdat’ta bulunduğu sırada bir gün ava gitmişti. Bu sırada ateşli hastalığa
yakalandı, kısa süre sonra da vefat etti. Onun ölümünü haber alan halîfe, derhal Bağdat’a geri dönerek yönetimini eline aldı. Melikşah (1081) yılında
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
80
Tarihi Yansıtanlar ———————————————–——
—————————————————
Isfâhan’da doğan en büyük oğlu Berkyaruk’u Nizâmü’lMülk’ün tavsiyesi üzerine veliaht tayin etmişti. Ancak
onun dul eşi Terken Hatun, beş yaşındaki oğlu
Mahmûd’u veliaht tayin ettirmek için harekete geçti17.
Terken Hatun, Nizâmü’l-Mülk’ün isteğinin gerçekleşmesinden korkuyor ve Nizâmü’l-Mülk’ü yapmadığı
şeylerle suçluyordu. Çoğu zaman Sultan Melikşah ile
tartışan Nizâmü’l-Mülk, kendisinin huzurundayken
eskiyi anarak zoraki olayların üstesinden gelebiliyordu.
DİPNOTLAR
1 Mustafa Şahin, ‘’Büyük Selçuklu Devleti Vezîri
Nizâmü’l Mülk’ün Siyasal, Sosyal, Dinî ve Kültürel Hayattaki Rolü (1018-1092)’’, History Studies, V/6, 2013,
226..
2
Abdülkerim Özaydın, ‘’Nizâmü’l Mülk’’, DİA,
XXXIII, 194-195.
3 M. Şahin, 227.
4 M. Şahin, 228.
5 Sıbt İbnü’l Cevzî, Mir’âtü’z-Zamân Fî Târîh’lÂyân’da Selçuklular, Çev: Ali Sevim, Ankara: TTK,
2011, 143.
6 Hüseyin Algül, İslam Tarihi, IV, İstanbul: Gonca
Yayınevi, 1997, 30-31.
7 Mustafa Alican, “Selçuklu Veziri Âmidü’l-Mülk
Kündürî’nin Yükselişi Ve Düşüşü”, Tarih Okulu, XXIX,
237-259.
8 Sıbt, 132.
9 Ali Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, Ankara: TTK,: 1995, 73.
10 A. Sevim-E. Merçil, 74.
11 H. Algül, 146.
12 A. Sevim-E. Merçil, 126.
13 Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, Ankara:
TTK, 2002, 71.
14 Sıbt, 161.
15 Abdülkerim Özaydın, ‘’ Nizâmiye Medresesi’’, DİA,
XXXIII, 188-189.
16 A. Özaydın, ‘’Nizâmü’l Mülk’’, 194-195.
17 Adem Apak, Ana Hatlarıyla İslâm Tarihi, İstanbul:
Ensar Yayınları, 2016, 458.
18 A. Sevim-E. Merçil, 131.
19 M. Şahin, 229-230.
Sultan Melikşah, Nizâmü’l-Mülk’ün gözden
düşmesinden sonra üçüncü kez Bağdat’a gitmeye karar
vererek Ekim 1092’de yola çıktı. Beraberinde Terken
Hatun, Nizâmü’l-Mülk ve Tacü’l-Mülk’de vardı. Onlar,
Nihavend yakınlarında Sıhne denilen yerde konakladılar. Nizâmü’l-Mülk, iftardan sonra otağına gitmekte
iken, Batınîlerden sufî kıyafetleri giymiş Deylemli Ebu
Tahir adında ki bir fedai, elindeki dilekçeyi ona verdi.
Vezir kendine verilen dilekçeyi okuduğu sırada Batınî
fedai ansızın bıçağını onun göğsüne sapladı. Batınî bu
olaydan sonra kaçarken ayağı çadır ipine takılıp düşmüş
ve onu derhal yakalayıp öldürmüşlerdi. Nizâmü’l-Mülk,
bu bıçak yarasının etkisiyle kısa süre içinde öldü (14
Ekim 1092).O, öldüğünde 74 yaşında idi. Uzun süre
Selçuklulara hizmet etmiş olan bu büyük devlet adamının cenazesi, İsfahan’a götürüldü ve orada yapılan Türbe-i Nizam’a gömüldü18.
Nizâmü’l-Mülk, Siyâsetnâme adlı eserini bu
gün dahi siyaset ile ilgilenenlerin başucu kitaplarındandır. İyi bir devlet yöneticisi olduğu kadar yaşadıklarını
ve hayat tecrübelerini yazıya dökerek gelecek nesillere
Farsça, yazdığı Siyâsetnâme’sini bir miras olarak bırakmıştır.
Eser Türk-İslâm devletlerini siyâsi, îdâri, mâlî,
askerî, sosyal ve kültürel yönlerini incelemektedir. Sultan Melikşah’ın 1091 yılında düzenlediği devletin yönetimi ile ilgili bir yarışmanın sonucu olarak oluşturulmuştur. Nizâmü’l-Mülk, Tâcü’l-Mülk, Ebu’l-Ganâîm ve
Mecdü’l-Mülk’ün arasında en iyi eser Nizâmü’lMülk’ün olmuştur. 484/1091 yılında Sultan Melikşah’a
sunulmuştur19.
Nizâmü’l-Mülk, İslâm Devletleri’nde ve çeşitli
devletlerde gıbta ile bahs edilmiştir. Siyâsi, îdâri, mâlî,
askerî, sosyal ve kültürel yönlerde yaptığı yenilikler
uzun süreli ve plan ve programlı yapıldığından farklı
devletler tarafından uyarlanarak ülkelerinde uygulanmıştır. Nizâmü’l-Mülk, açtığı medreselerle İslâm Medeniyeti’nin ilmî hayata ve okumaya verdiği değerleride
ortaya çıkarmış ve medreselerin önemini birkez daha
gözler önüne seriyordu.
Canan Karabulut
YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
81
———————————————–———
BİR DE SENİN KULUNA BAK
Mizah ———————————————–———
KABAHAT TARLAYI GÖSTERENDE
Köylü yağmur duasına çıkıyormuş,
Bektaşi'ye 'sen de gel' demişler. Baba
Erenler kalabalığa katılmış, yolda küçük
tarlasının yanından geçerken elindeki
sopayı tarlaya dikmiş, göğe bakarak:
Bektaşi Baba İstanbul'da gezinirken,
padişahın sarayı olduğunu zannettiği
görkemli bir binanın yakınından
geçmekte idi. Binanın önünde şatafatlı
bir fayton durmakta idi. Binadan
sırmalı
elbiseleri
olan
adam
çıkınca, muhafızlar selama durdu.
Adam faytona
binerken,
Bektaşi meraklalandı
ve
muhafızlardan
birinin
yanına
sokularak
sordu.
-Faytona
binen
-Hayır padişahın
Cevabını
-Bizimki
burası,
demiş.
Duadan sonra bir yağmur bir yağmur;
ortalığı seller basmış. Bektaşi'nin
tarlasında ne varsa sular almış götürmüş.
Bu manzarayı gören Bektaşi, ellerini
yukarı
kaldırmış:
padişahmıdır?
bir
de
-Ulan, demiş; kabahat sende değil, bu
tarlayı sana gösterende...
kuludur.
aldı.
Bektaşi, tepeden tırnağa önce
faytondaki adama baktı. Sonrada
kendi haline baktıktan sonra, ellerine
açarak:
-Tanrım, bir padişahın kuluna bak!
Sonra, bir de senin kuluna bak! Diye
söylendi.
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
82
————————————————–——
Oku! ———————————————–———
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
83
———————————————–———
Ayıın Sorusu ———————————————–———
Ayın Sorusu uygulamasında ilk üç doğru cevaba kitap
hediyemiz olacaktır. Bu sayıdaki hediyemiz Mustafa Alican’ın
“Kıyametin İlk Günü Malazgirt
1071” adlı kitabı olacaktır. Cevabınızı yerleşim adresinizle
beraber aşağıda bulunan iletişim adreslerine gönderebilirsiniz.
İLETİŞİM ADRESLERİ
[email protected]
BU SAYININ SORUSU
Malazgirt Savaşı’ndan
önce Sultan Alparslan hangi
devlet üzerine sefere çıkmıştır?
Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017
84
Download