Allah`ın cennetliklere vereceği en büyük nimet nedir?

advertisement
1
İçindekiler
Kötü ahlaklı bir arkadaşım namaza başlamış diye içimde kıskançlık haset duyguları
kabarıyor, bu vesvese mi hasedlik mi? ........................................................................................3
Allah'ın cennetliklere vereceği en büyük nimet nedir? ..............................................................4
Guslettikten sonra gördüğümüz sarı ve bulanık renkleri hayız saymazdık, rivayetini nasıl
anlamalıyız? ..................................................................................................................................5
Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışında da O'nu tesbih et(Tur, 52/49), ayeti hangi vakte
işaret eder? ....................................................................................................................................6
Fıtrata göre korku veya ümit daha ağır olabilir mi? ..................................................................7
İnsanın dinsiz yaşaması mümkün müdür? .................................................................................8
Çocuğa isim koyarken sağ kulağına ezan okumakla ilgili hadis sahih midir? .........................9
Kadın erkek karışık ortamlarda kadının çalışmasında ne gibi sakıncalar vardır? Kadın bu
konuda kocasını mı dinlemeli anne babasını mı dinlemelidir? ................................................10
Nisa suresi 4. ayete göre, savaşta ele geçirilen evli kadınla evlenmek caiz midir?..................13
Ordu komutanı, Safi adıyla ganimetten istediğini alabilir mi? ................................................14
2
Kötü ahlaklı bir arkadaşım namaza başlamış diye içimde
kıskançlık haset duyguları kabarıyor, bu vesvese mi
hasedlik mi?
Bunlar şeytandan gelen vesveselerdir. Bu vesveselere önem vermeyin. İnsan nefsini her zaman
aşağı görmelidir. Mümin kardeşlerimize hüsnü zanla bakmak gerektir.
Bir insan ne kadar kötü ve günahkar olursa olsun tevbe edip salih bir insan olabilir. Tüm
müminler bir vücudun azaları gibidirler. Bir mümin kardeşimizde kötülük varsa bizim bir
azamız hastalanmış demektir. Nasıl bir organımız hastalıktan kurtulduğunda seviniyorsak, kötü
bir kardeşimiz de tevbekar olduğunda öyle sevinmeliyiz.
Ahirete ait işlerde rekabet olmaz. Çünkü yer darlığı yoktur. Mesela iki kişiyi tonlarca altın olan
bir hazinenin içine bıraksanız taşıyabildiğiniz kadar alın deseniz o iki insan için darlık mal
paylaşamama gibi bir durum olur mu? Elbette olmaz. Çünkü orada yüzlerce kişiye yetecek altın
vardır. Herkes kendi çabasıyla yüklenebildiği kadar altını yüklenir çıkar.
Ahiret amellerinde de kimse kimseden mal kaçırmaya çalışmıyor. Allah'ın cenneti geniştir.
Salih amel işleyen herkese orada bol bol mükafat vardır. Kıskançlık haset olacak bir durum
yoktur.
Namazı herkes kılabilir. Sadece bir kişi kılacak başka kimse kılamaz diye bir rekabet de yoktur.
İsteyen sabaha kadar namaz kılsın bol bol sevap kazansın, engel yoktur.
Şayet siz bir müminin namaz kılmasından ibadet etmesinden memnun olur hoşnut olursanız,
ona destek olur, dua ederseniz onun sevaplarından da hissedar olabilirsiniz. Bu da büyük bir
zenginliktir.
Kardeşiniz için dua edin daha çok ibadet etsin, namazı hiç bırakmasın diye. Böylece onun
ibadetlerinden size de sevap gelir.
Mesela birisi ticarette çok para kazanıyor o kazandıkça size de onun kazancı kadar para
veriliyor olsa ne düşünürsünüz. O ne kadar kazanırsa siz o kadar sevinir aman daha fazla
kazansın dersiniz.
Aynen bunun gibi kardeşinize dua edin destek olun ki onun kazandığı sevaplar kadar size de
sevap gelsin.
Bilgi için tıklayınız:
Kıskançlık / Haset Duygusundan Nasıl Kurtulurum?
3
Allah'ın cennetliklere vereceği en büyük nimet nedir?
Allah cennet ahalisine “ey Cennet halkı!” diye nida eder. Onlar: “Buyurun ey rabbimiz!” derler.
Allah: “(size verdiğim bu nimetlerden dolayı) razı oldunuz mu?” diye sorar. Onlar: “Ey Rabbimiz! Hiç kimseye
vermediğin nimetleri bize verdin, daha ne isteriz ki!” derler.
Allah: “Size bundan (verdiğim bütün cennet nimetlerinden) daha üstün bir şey vermemi ister misiniz?” diye buyurur.
Onlar: “Ey Rabbimiz! bize verdiğin bu nimetlerden daha üsütn nedir?” diye sorunca, Allah: “Rızamı sizinle beraber
kılacağım/Sizden artık hep razı olacağım ve bir daha ebediyen size küsmeyeceğim” diye buyurur. (Buhari, Rikak, 51;
Müslim, Cennet,9; Tirmizi, Cnnet, 18)
Bu sahih hadisten anlaşılıyor ki, en büyük nimet Allah’ın hoşnutluğuna, rızasına mazhar
olmaktır.
Öyle zannediyoruz ki, Cennetliklere verilecek nimetlerin mertebelerini aşağıdan yukarıya
doğru;
- insanın cismani tarafına hitap eden maddi nimetleri,
- ruh, akıl, kalb gibi ruhani tarafına hitap eden manevi nimetleri,
- hem cismani hem ruhanî tarafına hitap eden -rüyetullah- nimeti ve hem cismani hem ruhani
yönünü sevinçlere boğan Allah’ın rızası ve asla gücenmemesinin garantisi
şeklinde sıralama yanlış olmaz.
4
Guslettikten sonra gördüğümüz sarı ve bulanık renkleri
hayız saymazdık, rivayetini nasıl anlamalıyız?
- Kadınların hayız dışında gelen doğal akıntının abdeste engel olup olmadığıyla ilgili bir hadis
bilmiyoruz.
- Ümmü Atiye (radiyallahu anhâ) anlatıyor; “(Temizlendikten sonraki) bulanıklığı ve sarılığı
hayızdan saymaz¬dık.” (Buhari, Hayz, 25)
Sarılık ve bulanıklık, kadının gördüğü akıntıdır. Hayız kanının kesilmesinden veya kuru¬luktan
sonra görülen sarı veya bulanık akıntı hayız sayılmaz. Bu durumda kadın temizlenmiştir, namaz
kılabilir, oruç tutabilir ve eşiyle ilişkiye girebilir.
Hadiste, hayız günleri dışındaki kanın bu renkleri kastediliyor. Yoksa hayız günlerinde kan ne
renkte olursa olsun, hayız kanıdır. Ebû Davud'un rivayetinde "tuhurdan sonra" (Ebû Dâvûd,
Taharet, 117) kaydının bulunması da buna delildir.
Alimlerin çoğunluğu, sarılık ve bulanıklığın hayız günlerinde hayız olduğuna, hayız
günlerinin dışında hiçbir şey olmadığına hükmetmiştir.
- Bizim hadislerden hüküm çıkarmak gibi bir ehliyetimiz yoktur. Zira fakihlerimiz, bir çok ayet
ve hadisleri ve sahabe görüş ve teamüllerini göz önünde bulundurarak bir hükmü ortaya
koymaya çalışmışlardır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kadınların doğal akıntıdan dolayı abdesti bozulur mu?
Adet dışındaki akıntılar namaza mani midir? Bu akıntıların bulaştığı ...
5
Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışında da O'nu tesbih
et(Tur, 52/49), ayeti hangi vakte işaret eder?
- Bazı alimlere göre, bu ayette akşam ve yatsı namazlarına işaret edilmiştir. (Taberi, ilgili ayetin tefsiri)
- Bazılarına göre, ayetin ifadesi sabah namazının sünnetine; diğer bazılarına göre, sabah
namazının farzına işarettir. Taberi de bunu tercih etmiştir. (a.y.)
- İbn Aşur’a göre, “yıldızların batışında” ifadesinin gösterdiği vakit seher vaktidir. (İbn Aşur,
ilgili ayetin tefsiri)
- Bizim kanaatimize göre, bu ayetin ifadesinden hareketle sabah namazının vaktini tayin etmek
işin uzmanı olanların bileceği bir iştir. Yıldızların battığı vakit hangisidir? Bunu tesbit etmek
ciddi bir astronomi bilgisine bağlıdır.
Bu sebeple, bu konuda Diyanet işleri Başkanlığının uzmanlarına kanaat edeceğiz. Şayet onların
kanaatlerinin aksine bir görüş ortaya çıkarsa, (onlar da bizim gibi Allah’tan korkan insanlar
olduğuna göre), bu görüşe tabi olurlar diye düşünüyoruz.
6
Fıtrata göre korku veya ümit daha ağır olabilir mi?
İslam’da havf ve reca dengesi, çok önemlidir. Bu dengenin güzelce sürdürülebilmesi için
elbette farklı yapıdaki insanların karakteri ve mevcut durumu nazara alınır. Mesela; gerçekten
Allah’tan korkma konusunda aşırı duyarlığı olanların ümit kapısını; emniyet konusunda aşırı
gidenlerin de korku kapısını aralamaları önem arz etmektedir.
İster bir karakter olarak bu farklılıklar bulunmuş olsun, ister sonradan kazanılan bir huy olarak
bu denge işi bozulmuş olsun, her iki durumda da bir doktorun hassasiyetiyle konuya yaklaşmak
ve ona göre tedavi metodunu belirlemek gerekir.
Bu sebepledir ki, alimlerimiz şu tespitte bulunmuşlar: Sağlığı yerinde, daha uzun bir süre
yaşayacağını düşünen kimselerin tartılarında korku kefesinin; aksine hasta, fazla yaşamayı
beklemeyen, her zaman ölebileceğini düşünen bir kimsenin de ümit kefesinin ağır basması
hikmetin gereğidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
"Havf ve reca (korku ve ümit) arasında olmak" ne demektir ...
"Müminin kalbinde korku ile ümit varsa, Allah Teâlâ da ona ...
Korku ve ümit arasında olmak hakkında bilgi verir misiniz ...
7
İnsanın dinsiz yaşaması mümkün müdür?
Dinsiz insanların varlığı, insanın dinsiz yaşayabileceğini göstermektedir. Ancak bir toplum,
toptan dinsiz kalmaya devam edemez.
Denilebilir ki, din duygusu, yani bütün varlıkların üstünde sonsuz bir güce sahip aşkın bir
varlığa tapma duygusu insanların yaratılışında vardır. Bu duygunun tesirinde kalmayan kimse
yoktur. Bu sebepledir ki, gerçek mabudu bulmayanlar, yanlış mabutlar edinirler. Güneşe, aya,
yıldıza, taşa, ağaca tapmaya başlarlar. Bu da bir nevi dindir.
“Baksana kendi heva ve hevesini ilah edinen, ilmi olduğu halde Allah’ın kendisini şaşırtıp,
kulağını ve kalbini mühürlediği, gözlerine de perde çektiği kimsenin haline! Hakkı
görmemekte ve azgınlıkta ısrar etmesi sebebiyle Allah’ın şaşırttığı bu kimseyi kim yola
getirebilir? Düşünmüyor musunuz?” (Casiye, 45/23) mealindeki ayette, putçuluk ve başka
yanlış din sahipleri gibi dinsizlerin de heva ve heveslerini ilah edindiklerini ve dolayısıyla bir
nevi dinsizlik dinine sahip olduklarını göstermektedir.
İnsanın yeryüzünde var oluşundan beri, asırlardır süregelen yaşantısına bakıldığında onun
hiçbir zaman dinsiz yaşamadığı görülecektir. Gerek antropoloji, gerekse psikoloji ve sosyoloji
çalışmaları bu gerçeği ortaya koymuştur. İnsanlık tarihi araştırmalarında, mutlak manada dinsiz
bir millet görülmemiştir; herhangi bir insan ırkı ve toplum incelendiğinde orada, basit ve batıl
da olsa bir dine, bir ilâh fikrine rastlanmıştır.
Ruh ve beden gibi, maddî ve manevî unsurları bünyesinde barındıran insanoğlu, bir yandan
maddî varlığının devamı için uğraşıp çabalarken, öte yandan rûhî gıdası olan inanç duygusunu
tatmin gayesiyle, bazen gökteki güneşe, aya ve yıldızlara; bazen de yeryüzündeki ateşe,
hayvanlara ve mukaddes tanıdığı bir takım varlıklara tapmıştır. Irkları, devirleri ve ülkeleri
ayrı, birbirini tanımayan insanlarda görülen bu mutlak inanç birliği, din fikrinin genel, Allah
inancının da fıtrî (doğuştan) olduğunu ispat etmiştir. (bk. Ay, Mehmet Emin, Çocuklarımıza
Allah’ı Nasıl Anlatalım, s. 13-14, Timaş Yayınları, İstanbul, 1994)
Kur’ân-ı Kerim’deki “Her ümmetin bir Peygamberi vardır.” (Yunus, 10/47) âyeti
toplumların dinsiz ve peygambersiz yaşayamayacağına işaret eder. Yine Hz. İbrahim (a.s.)’in
yaratıcıyı arama ve bulmasını ifâde eden Kur’ân âyetleri de (bk. 6/76-79; 21/58-67; 26/70-82)
insanların dine olan ihtiyacını ve fıtratındaki manevî duygularla Allah’ı tanıyabileceğini açıkça
gösteriyor.
Din duygusunun vazgeçilmez bir hususiyet olduğunu görmüş olmalıdır ki, bir Yunan ahlâkçısı
olan Plutargue şunları söylemektedir: “Dünyayı dolaşınız, duvarsız, edebiyatsız, kanunsuz,
servetsiz beldeler bulacaksınız, fakat mabetsiz, mabutsuz beldeler bulamayacaksınız.”
Buna göre, mabet ve ma’bûda bağlılık ihtiyacı, insanlığın yaratılışında mevcut ortak bir özellik
arz etmektedir. (Mürsel, Safa, Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi, s. 90- 91, Yeni
Asya Yayınları, İstanbul, 1980)
Toplumların dinsiz kalamayacağı hususuna dikkatimizi çeken Mehmet Akif Ersoy dinin sosyal
yönden gereğinin şu mısralarında ifade eder:
“Her cemaatten beş-on dinsiz zuhur eyler, bu hal
Pek tabiîdir. Fakat ilhâdı bir kavmin pek muhal.
Hangi millettir ki, efrâdında yoktur hiss-i din?
En büyük akvâma bir bak, dîni her şeyden metîn.” (Safahat (Üçüncü kitap), Hakkın
Sesleri, s. 258, 9 Mayıs 1329)
İnsan, mahiyetine bakıp düşündükçe başıboşluk içinde yaşayamayacağını idrak edecektir. En
dinsiz insanlar bile dine sığınmaya mecburdur. Çünkü insan âciz olduğu için hadsiz düşman ve
ihtiyacına cevap veren bir gücün himayesine sığınmaya muhtaçtır. Ayrıca kalbindeki ebediyet
isteğini de tatmin etmek ister. İşte insanların bu arzularını tatmin eden yegâne kudret sahibi,
Allah’dır.
8
Çocuğa isim koyarken sağ kulağına ezan okumakla ilgili
hadis sahih midir?
- “Kimin bir çocuğu olur da onun sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okursa Ümmü Sibyan ona zarar vermez”
manasındaki hadisin senedinde yer alan Mervan b. Salim el-Ğifarî “metruk(rivayetlerine itibar edilmez)” bir kimse
olduğundan bu rivayet zayıf kabul edilmiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, h. no. 6206)
- Ümmü Sibyan hastalığı bazı çocuklarda meydana gelen bir hastalıktır. Eski alimler
tarafından, -çocuğun anormal salyasının akması ve bazen baygınlık geçirmesi sebebiyle- bunun
cinlerle irtibatının olduğu kanaati belirtilmiştir. Hadiste bunu açıklayan ifadeler yoktur. İbn
Sina bunun bir nevi sara hastalığı olduğunu belirtmiştir. (bk. İbn Sina, el-Kanun, 2/777)
- “Hz. Hasan dünyaya gelince Peygamberimizin onun kulağına ezan okuduğuna” dair
hadis rivayeti Tirmizî’de geçmektedir. Tirmizi bu rivayetin “Hasen ve Sahih” olduğunu
belirtmiştir. (bk. Tirmizi, Adahî, 17) Ancak soruda geçen “isim koyarken…” ifadesi hadiste
yoktur.
9
Kadın erkek karışık ortamlarda kadının çalışmasında ne gibi
sakıncalar vardır? Kadın bu konuda kocasını mı dinlemeli
anne babasını mı dinlemelidir?
Kadın kocasına tabidir. Kocası izin vermeden çalışamaz. Anne babanın hakkımızı helal
etmeyiz demelerinden dolayı kadın mesul olmaz.
Kur'ân-ı Kerim "Resulüm mü'min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve
namuslarını da korusunlar"(Nur Suresi, 30.) buyurmakta, aynı şekilde kadınlar için de
"Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve namuslarını da muhafaza
etsinler. Görünmesi zarurî olan kısımlar müstesna olmak üzere zinetlerini açığa
vurmasınlar"(Nur Suresi, 31.) ikazı yapılmaktadır.
Bu âyetler istizan (birisinin evine girmek için izin isteme) âyetlerinden sonra zikredilmektedir.
Buhari'nin şerhinde bu hususa dikkat çeken Aynî, "istizan" âyetlerinden sonra bu âyetin
zikredilmesindeki asıl maksat, ev sahibi erkeğin aile kadınlarına bakmaları helâl olmayan
misafirin nazarından sakınması ve yabancı erkeklere göstermemesidir, demektedir.(Aynî,
Umdetü'l-Kâri. 22. 231.)
Yine Buharîde bu âyetin tefsirinden sonra, "Allah hem hain gözlerin tecessüslerini hem de
fasit gönüllerin gizlediği temayülleri bilir"(Mü'min Sûresi, 19.) mealindeki âyeti
zikretmektedir. İbni Abbas ise bu âyeti tefsir ederken şu açıklamayı yapmaktadır: Hain gözlü o
kimsedir ki, bir mecliste otururken yanından güzel bir kadın geçse veya misafir bulunduğu bir
evde güzel bir kadın görse yanın dakilere sezdirmeden kadına sinsi sinsi bakar. Yanındakiler de
kendisine bakınca hemen gözünü ayırır. Fakat Allah bilir ki, o hain gözlü kimse kadının
mahremiyet dairesine girmeye gücü yetse harama tevessül edecektir.(Aynî, Umdetü'l-Kân, 22:
231, Tecrit Tercemesi, 12: 171.)
Bu hususta Bediüzzaman'ın "Bir meclis-i ihvana [dost meclisine> güzel karı girdikçe riya
ile rekabet, haset ile hodgâmlık debretir damarları"(Sözler, s. 678) şeklindeki tespiti ne
kadar manidardır.
Her ne kadar bakmak zina derecesinde bir mes'uliyet getirmese de o tarafa açılan bir kapı
olduğundan mü'minler sakındırılmışlardır. İnsanların diğer âzalarının da zinadan nasibinin
olduğu ve bunların küçük günahlar sınıfına girdiği hakkında bir hadis rivayet eden Ebû
Hüreyre, Peygamberimizin şöyle buyurduğunu bildirmektedir: "Hiç şüphe yok ki, Allah,
Âdemoğlunun zinadannasibini yazmıştır. Buna behemehal erişecektir. Gözlerin zinası
bakmak, kulakların zinası dinlemek, dilin zinası konuşmak, elin zinası tutmak, ayağın
zinası da yürümektir. Kalb ise heves eder, temenni eder. Tenasül uzvu bunu tasdik eder
veya yalanlar."(Müslim, Kader: 21, Buharı, istizan: 12.)
Mecazî zina sınıfına giren bu hallerden, bakışta şehvet ve lezzet bulunur, helâl olmayan gayr-ı
meşru konuşmalarda bulunulur ve dinlenir ve nefis de şiddetli arzu ederse mes'uliyet sahası
daha da büyümektedir. Bu hususlar küçük günahlar sınıfına girdiği için, zinaya yol açmadığı
müddetçe, tevbe edildiği zaman Allah'ın mağfiretine yaklaşmaktadır.
İşte, bu nevi istenmeyen hallere meydan verilebileceği için, kadın ve erkeklerin ayrı ayrı
oturmaları ve zaruret olmadan birbirlerini görmemeleri en emin yoldur. (Mehmet PAKSU
KADIN EVLiLiK ve AiLE)
İHTİLAT: Birkaç şeyin birbirine karışması. Erkek ve kadınların birbirine karışması, beraber
oturup haşır neşir olması.
10
İslâm dini yabancı kadın ve erkek ihtilâtını, onların ölçüsüz bir şekilde birbirleriyle haşir neşir
olmalarını tasvip etmemiş, pratik hayatta aralarında daima bir mesafe bırakmış ve aralarındaki
ilişkilerin belli bir ölçü ve disiplin içerisinde olmasını emretmiştir. Çünkü onların ihtilâtından
çeşitli kötülükler, hatta aile ve toplum hayatını çökerten zina gibi büyük günahlar da doğabilir.
İslâm dini ise prensip olarak kötülükleri yasak ettiği gibi, ön tedbir olarak kötülüğe vesile olan
ve onu tahrik eden durum ve davranışları da yasaklamış ve böylece insanla kötülük arasına bir
mesafe koyarak kötülük yollarını tıkamıştır.
Peygamber efendimiz "Kadınların fitnesinden korkun, çünkü İsrailoğullarının ilk fitnesi
kadınlardan olmuştur" (Müslim, Zikr, 99) şeklindeki sözleriyle ümmetini kadın fitnesine
karşı uyarırken; yabancı kadına bakmanın (nazar) göz zinası ve haram olduğunu ifade etmiş
(Buhâri, İsti'zan 12) kadınla erkeğin başbaşa kalmasını (halvet) ve kadının mahremsiz olarak
yolculuk yapmasını yasaklamıştır (Buhârî, Nikah, 111).
Kadın ve erkeğin ihtilâtı durumunda haram nazarın kaçınılmaz olacağı muhakkaktır. Bunun
hükmünü ve ölçüsünü tesbit bakımından şu hadis-i şerif son derece dikkat çekicidir: "Ümmü
Seleme der ki: Biz Meymune ile beraber Resulullah (s.a.s)'in yanında iken Abdullah b. Ummi
Mektum gelerek onun yanına girdi. Bu hadise bize örtünme emri geldikten sonra idi.
Resulullah (s.a.s): "ondan örtünün (gizlenin)" dedi. Bunun üzerine "Ya Resulullah! O
a'ma değil midir? Bizi görmez ve tanıyamaz?" dedim. Resul-i Ekrem (s.a.s) "Siz ikiniz de
mi körsünüz siz onu görmüyor musunuz?" dedi (Tirmizi, Edeb, 63).
İslâm dininde cuma namazına ve camide cemaatla kılman namaza son derece önem verildiği
halde erkek ve kadın ihtilâtını önlemek için Resulullah (s.a.s) kadınları bu namazlardan muaf
tutmuş ve onlar için evde namaz kılmanın camide kılmaktan daha faziletli olduğunu
bildirmiştir. "Kadınların en hayırlı mescidleri evlerinin köşesidir" (Ahmed b. Hanbel, VI,
297).
Hz. Âîşe, Emeviler döneminde kadın ve erkeklerin karıştığını görünce şöyle dedi. "Resulullah
(s.a.s), kadınların böyle yaptığını görseydi, tıpkı israiloğulları kadınlarının camiden men
edildiği gibi, onları camiden alıkoyardı" (Buhârî, ezân, 163).
Mescid-i Nebevî'de kadınlara has bir kapı vardı. Hz. Ömer kadın ve erkek ihtilâtını önlemek
için kendi döneminde erkeklerin bu kapıdan girmelerini yasak etmişti.
Peygamber Efendimiz camiye gelmek isteyen kadınları engellememiş ve engellenmemesini
emretmiştir (Buhârı, Ezân, 165). Ancak camide namaz kılmaya gelen kadınlar erkeklerle
karışık değil onların arkasında saf tutarlar ve namazdan sonra erkeklerle ihtilât etmesinler diye
Hz. Peygamber (s.a.s) selam verince ayağa kalkmadan önce bir miktar yerinde durur, kadınlar
kalkıp gittikten sonra kalkar ve erkekler de ondan sonra kalkarlardı (Buhârî, Ezân, 162).
Kadınlar, bayram namazlarına gelirlerdi. Ancak musallada onların yerleri ayrı idi ve
Peygamber Efendimiz erkeklerin hutbesini bitirdikten sonra yanlarına gelip onlara nasihat
ederdi (Buhârî, İ'deyn, 7).
Hz. Peygamber (s.a.s) bir gün camiden çıkarken, erkek ve kadınların birbirine karıştığını
görünce, kadınlara seslenerek: "çekilin! Yolun ortasında gitmeye hakkınız yoktur, yolun
kenarlarında yürüyün" dedi. Bunun üzerine kadınlar duvara bitişik yürümeye başladılar
öyle ki elbiseleri duvara takılıyordu (Ebû Davud, Edeb, 179).
11
Ukbe b. Âmir (r.a) der ki: Hz. Peygamber (s.a.s) "Sakın (yabancı) kadınların yanına
girmeyin" buyurdular. Ensardan bir adam "ya Resulullah! Kocanın akrabaları hakkında ne
dersiniz? Diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.s) "kocanın akrabaları ölümdür (yani onlar
daha da tehlikelidir)" buyurdular (Ahmed b. Hanbel, IV, 149).
İşte bütün bunlar, birbirine yabancı erkek ve kadınlardan oluşan meclislerin, sohbetlerin,
beraber oturup haşir neşir olmanın, İslam'ın ruhu ve karakteriyle bağdaşmadığını
göstermektedir. Erkek ve kadınların ibadet yerlerinde dahi birbirine karışmasına müsaade
etmeyen bir dinin, onları başka yerlerde, başka meclis ve sohbet mahallerinde gelişigüzel
beraber olmalarına, birbiriyle içli dışlı olup ülfet peyda etmelerine müsaade etmesi
düşünülemez (bk. Mevdudî, Tefsiru Sure-i'n-Nûr, s. 141-176).
Ancak şu var ki fitneden emin olunduğu yerde ve ihtiyaç durumunda İslâm; tesettüre ve
kurallara riayet etmek kaydiyle kadının yabancı erkeklere yardım etmesinde ve eve gelen
misafir erkeklere hizmet etmesinde bir sakınca görülmeyebilir. Nitekim ashâb-ı kirâmdan Ebû
Useyd evlenirken düğünde Hz. Peygamber ve bazı dostlarını davet etmiş fakat onlar için bir şey
hazırlayıp ikram etmemişti. Ancak gelin (eşi) Ümmü Useyd geceden bir taş kabın içinde hurma
ıslatmış, Hz. Peygamber yemeğini bitirince bunları sulandırmış (şerbet yapmış) ve Hz.
Peygamber (s.a.s) ile misafirlere ikram etmişti (Buhârî, Nikâh, 77).
Muavviz'in kızı Rubayyi'de der ki; Biz Hz. Peygamber (s.a.s) ile birlikte savaşa çıkardık ve
askere hizmet edip onlara su içiriyor ve yaralıları tedavi edip ölüleri (şehitleri) Medine'ye
getiriyorduk (Buhârî, Cihâd, 68).
Her ne olursa olsun erkek kadın münasebetlerinde ihtiyat ve tedbir yolunu takip etmek gerekir.
İslâm'ın ruhuna uygun haremlik selamlık gibi güzel geleneklerimiz varken bir müslümanın sırf
Batı toplumunu taklid edeyim diye Peygamberimizin yolunu ve bu gelenekleri terk etmesi
büyük bir vebal ve sorumsuzluktur.
ABDÜLKERİM ÜNALAN
12
Nisa suresi 4. ayete göre, savaşta ele geçirilen evli kadınla
evlenmek caiz midir?
İlgili ayetin meali şöyledir:
“Kocası olan kadınlarla da evlenmeniz haramdır, ancak harp esiri olarak eliniz altında
bulunan cariyeler bundan müstesnadır. İşte bütün bunlar Allah’ın kesin hükümleridir.
Bu sayılanlardan başkalarını, iffetli yaşamak, zina etmemek şartıyla, mal harcayıp
mehirlerini vererek nikâhlamanız helâldır. Dikkat edin: Evlenerek beraberliklerinden
yararlandığınız kadınlara, belirlenmiş olan mehirlerini verin, bu bir haktır. Ama
belirledikten sonra, aranızda anlaşarak miktarını arttırıp eksiltmenizde size bir vebal
yoktur. Allah alîm ve hakîmdir/her şeyi hakkıyla bilir, mutlak hüküm ve hikmet
sahibidir.” (Nisa, 4/24)
Ayette açıkça ifade edildiği üzere, İslam’da, kocası olan kadınlarla evlenmek haramdır. Ancak
harp esiri olanlar bu kuralın dışındadır. Demek ki, savaşta ganimet olarak esir alınan düşman
kâfirlerin eşleri de ganimet malı olarak sayılır, cariye muamelesini görür ve dolayısıyla da
kimin payına düşerlerse onlara helal olurlar.
Tefsir kaynaklarında, başta İbn Abbas olarak, bu ayetin manasını destekleyici bazı sahabe
görüşlerine de yer verilmiştir. (bk Taberi, ilgili yetin tefsiri)
İslam’dan binlerce seneler öncesinden başlayan bir kölelik/cariyelik statüsü vardır. Bu statüye
göre harp esirlerinden erkekler köle, kadınlar ise cariye olarak muamele görürler. Bu
muameleler kadınların evli olup olmadıklarına bakılmaksızın bir ganimet malı olarak kabul
edilir.
İslam dini geldiği zaman, bütün dünyada geçerli olan kölelik kurumu çok yaygın bir kanun idi.
İslam dininin bunu tamamen ortadan kaldırmasına imkân yoktu. Bu konuda yazılmış eserler de
vardır. Sitemizde de bazı bilgileri görmek mümkündür.
Demek ki, Nisa suresinin ilgili hükmü dünya çapında yürürlükte olan bir kanunun hükmüdür ve
İslam da onu ortadan kaldırmamıştır. Çünkü, şayet İslam bunu kaldırsaydı, kâfirler bundan
cesaret alarak daha şiddetli bir şekilde onlara karşı savaşırlardı. Özellikle o günkü Arap
müşrikleri için hiçbir formül, eşlerinin esir alınması kadar savaştan caydırıcı bir rol
oynayamazdı. (bk. İbn Aşur, ilgili yer)
Ancak İslam, bu statü konusunda değişik şekillerde iyileştirme yaptığı gibi, her fırsatta köleleri
hürriyetlerine kavuşturmayı teşvik ettiği bilinmektedir.
İslam âlimleri, bu ayetin hükmüne dayanarak ittifakla şu hükmü ortaya koymuşlardır: “Kâfir
eşlerden biri esir alınıp İslam yurduna getirilmesiyle aralarındaki evlilik bağı
kendiliğinden düşer.” (Razî, ilgili ayetin tefsiri)
Her iki eşin birlikte esir alınıp İslam yurduna getirilmesi durumunda ise, farklı görüşler vardır.
İmam Şafii’ye göre, bu durumda da onların evlilik bağı sona erer. Onların sahibi istibra
süresinden sonra kadınla evlenebilir.
İmam Ebu Hanife’ye göre ise, karı-kocanın birlikte esir alınıp İslam yurduna getirilmeleri
durumunda bunların evlilikleri devam eder. (bk. Razi, İbn Aşur, ilgili ayetin tafsiri)
13
Ordu komutanı, Safi adıyla ganimetten istediğini alabilir mi?
Ganimetlerden Hz. Peygamber (asm) tarafından özel olarak seçilen zırh, kılıç gibi bir şeye
“SAFΔ denilir. Bu SAFÎ denilen ganimet payı, komutanlara verilen özel bir ganimet değil,
yalnız Hz. Peygamberin alabildiği özel bir şeydir. Hz. Peygamberin vefat etmesiyle –
Resulullah’a mahsus olan- bu pay da ganimet taksiminden düşmüştür. (bk. V. Zuhaylî, elFıkhu’l-İslamî, 6/461)
Hz. Peygamber SAFÎ payını komutanlık sıfatıyla değil, peygamber olduğu hasebiyle alıyordu.
Kendisinden sonra peygamber olmadığına göre, bu pay da onun vefatından sonra -bütün
alimlerin ittifakıyla- ortadan kalkmıştır. (bk. el-İnaye, şerhu’l-hidaye, 5/507) Yalnız İmam
Şafii’nin görüşüne göre, SAFÎ ganimeti, Hz. Peygamberin vefatından sonra (komutanlara değil)
halifeye geçmiştir. (İnaye, a.y)
Bununla beraber, Şafii kaynaklarında da bu ganimet türünün Hz. Peygambere mahsus
olduğuna vurgu yapılmıştır. (bk. Ravdatu’t-Talibin,7/7)
İmam Şafii’nin “el-Ümm” adlı eserinde ise, Hz. Peygamberin “SAFΔ denilen özel payı nasıl
aldığına dair ihtilaf olduğu, bazılarına göre bunu (ganimet dağıtılmadan önce değil), normal
payı olan ganimetin beşte birinden aldığı hususuna işaret edilmiştir. (bk. el-Ümm, 7/359)
Keza, meşhur Şafii fıkıh alimi, İmam Maverdi de “Hz. Peygamberin vefatından sonra SAFÎ
payının ortadan kalktığını, artık hiç kimsenin böyle imtiyazlı bir pay alamayacağını"
açıkça belirtmiştir. (bk. Maverdi, el-Havî’l-Kebir, 8/391)
Öyle anlaşılıyor ki, İmam Şafii tarafından “bu payı halifelerin alabileceğine” dair iddia, Şafii
kaynaklarında doğrulanmamaktadır.
14
Download