islâm hukuku ve küllî kaideler

advertisement
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLÂM HUKUKUNUN
KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ VE TEMEL
ÖZELLİKLERİ
• Bir sosyal düzen kuralı olarak
hukuk
• Kavramsal çerçeve (Fıkıh, şerait,
İslâm hukuku)
• İslâm hukukunun özellikleri
• İslâm hukukunun diğer hukuk
düzenleriyle ilişkisi
İSLÂM HUKUKUNA
GİRİŞ
İSLAM İNANÇ
ESASLARI
Prof.Dr.
Ahmet YAMAN
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Sosyal düzen kurallarını ve hukukun önemini
• Fıkıh teriminin kavramsal çerçevesini
• İslâm hukukunun amacını ve temel
özelliklerini
• İslâm hukukunun başka hukuk sistemleriyle
ilişkisini ve onlarla etkileşim içinde olup
olmadığını öğrenmiş olacaksınız.
ÜNİTE
ÜNİTE
10
1
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
GİRİŞ
BİR SOSYAL DÜZEN KURALI OLARAK HUKUK
Hayatı belli bir düzen içinde sürdürebilmek için kendi cinsiyle bir arada
yaşamak zorunluluğunda olan insan, bu zorunluluğun gereği olarak oluşan
toplumsal hayatı düzenleyen kurallara ihtiyaç duyar. Beraber yaşamayı düzenleyen
ve bunun için toplumsal düzen kuralları olarak adlandırılan bu kurallar genellikle
din, ahlâk, hukuk, örf-adet ve görgü kuralları biçiminde sıralanırlar. Ahlâk, örf-adet
ve görgü kuralları bu düzeni sağlamaya yardımcı olsa da hem insan ve toplum
hayatının bütününü kuşatıcı olmamaları hem de maddî yaptırım gücünden yoksun
bulunmaları nedeniyle bunu tam olarak gerçekleştiremezler.
İşte kişi-kişi, kişi-eşya, kişi-toplum ve toplum-toplum ilişkilerinin gereği
olarak ortaya çıkan hakların ve sorumlulukların belli bir yaptırıma bağlı sosyal
düzen kuralları haline getirilmesi ihtiyacı, hukukun (geniş anlamda fıkhın) kurumsal
bir yapı olarak doğmasını sağlamıştır.
Genellikle benimsenen ayırıma göre İslâmî hükümler itikâdî, amelî ve ahlâkî
olmak üzere üçe ayrılmaktadır. İnanç esaslarıyla ilgili hükümler itikat, bireysel,
toplumsal ve toplumlararası ilişkileri düzenleyen hükümler amel, tutum ve
davranışların ideal şekillerde oluşması için öngörülen hükümler ise ahlâk
çerçevesine dâhil edilmiştir. Kâmil bir müslümanın bu çerçeveleri bir bütün halinde
benimseyip uygulaması esastır. Bununla birlikte hem mahiyet farklılığı, hem
sistematize etme isteği hem de buna bağlı olarak öğrenme ve öğretme kolaylığı
sağlaması sebebiyle bu üç çerçevenin içerikleri zamanla bağımsız bilim dalları
altında incelenmiş, amelî olanları fıkıh ilminin konusunu oluşturmuştur.
Şu halde fıkıh bireysel, toplumsal ve toplumlararası hayata ilişkin amelî yani
eyleme bağlı İslâmî hükümleri tespit eden ve yorumlayan ilim dalının genel adıdır.
Müslüman birey ile Allah arasındaki kul-Rab iletişimi anlamına gelen ibadetler ile
bireyin ve toplumun siyasî, iktisadî ve hukukî eylemlerini düzenleyen kurallar
(muâmelât) ve bunların özel kaynaklardan çıkarılma yöntemlerini ifade eden fıkıh
usûlü bir bütün halinde bu ilmin çerçevesini çizmektedir.
Fıkıh, günümüzde daha çok İslâm hukuku olarak adlandırılır olmuştur. Batı
dillerinden iktibasla yerleşen bu kullanım, aşağıda açıklanacağı üzere her ne kadar
ibadet konularını dışarıda tutması ve ictihadlar sonucu oluşan hukuk birikiminin
bütünüyle kutsallaştırılması gibi yanlış algılamalara sebep olması yönüyle eleştirilse
de, İslâm’ın bir hukuk boyutu olduğunu göstermesi açısından dikkati çekmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
KAVRAMSAL ÇERÇEVE
Bu başlık altında İslâm hukukunu ifade eden fıkıh teriminin tanımı yapılacak,
ilişkili olduğu diğer terimler tanıtılacak ve İslâm hukuku tamlamasının kavramsal
çerçevesi çizilecektir.
Fıkıh Terimi
Sözlükte bir şeyi iyice anlamak, derinlemesine kavramak ve ayrıntısıyla
bilmek anlamına gelen fıkıh kelimesi fekıhe-yefkahü fiilinin masdarıdır. Böyle
incelikli ve nitelikli bir anlama-kavrama becerisine sahip olan kimseye de fakîh
(çoğulu: fukahâ) denmektedir. Kelime bu sözlük anlamıyla gerek Kur’ân’da (bk. enNisâ 4/78; Hûd 11/91; el-İsrâ 17/44; el-Kehf 18/93; Tâhâ 20/28) gerek hadislerde
(Buhârî, “İlim”;10; “Vudû”,10; Tirmizî, “İlim”, 19) pek çok defa geçmiştir. Fıkıh
kelimesi daha sonraları bu sözlük anlamıyla bağlantılı olarak İslâm’ın birey ve
toplum hayatına ilişkin dinî-hukukî hükümlerini bilmek anlamında özelleşecek ve
bu alanla ilgilenen ilim dalının da özel adı olacaktır.
Fıkıh kökünden türeyen kimi fiillerin bazı ayet ve hadislerdeki kullanımları,
kelimenin ileride kazanacağı terim anlamına zemin teşkil edecektir. “İnananların
hepsinin topluca sefere çıkmaları uygun değildir. Öyleyse her topluluktan bir kısmı
savaşa çıkarken, bir takım da din hususunda köklü ve derin bilgi sahibi olmak için (li
yetefakkahû fi’d-dîn) çalışmalı ve savaşa gidenler geri döndüklerinde kötülüklerden
sakınmaları ümidiyle onları uyarmalıdır” (et-Tevbe 9/122) ayeti, özel olarak dinde
derinlikli bilgi sahibi olmaya vurgu yapmaktadır. Aynı şekilde Hz. Peygamber
(s.a.s)’ın “Allah bir kimsenin iyiliğini dilerse onu dinde ince anlayış sahibi kılar
(yüfakkıhhü fi’d-dîn)” sözüyle, bazı sahabîlere yaptığı “Allahım, ona dinî konularda
derin kavrayış yeteneği bahşet (fakkıhhü fi’d-dîn)” duasında, fıkıh kelimesinin bu
görece özel anlamı açıkça görülmektedir.
Fıkıh kelimesi İslâm ilim geleneğinde bu sözlük anlamıyla bağlantılı olarak
farklı içerikleri tanımlamak için kullanıla gelmiştir. Başlangıçta az önce geçen ayet
ve hadislerdeki kapsamlı anlamına paralel olarak bütün dinî hükümlere ilişkin
nitelikli bilgiyi ifade etmek üzere kullanılmıştır. Ebû Hanîfe’ye (ö. 150/767) nisbet
edilen “Fıkıh kişinin haklarını ve yükümlülüklerini bilmesidir” (el-fıkhü ma’rifetü’nnefsi mâ lehâ ve mâ aleyhâ) şeklindeki tanım bu geniş kapsamı göstermektedir (bk.
Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, s. 40).
Nitekim o, bu geniş açılımlı fıkıh ilmini kendi içinde derecelendirmiş; her
şeyin temeli olan inanç esaslarını ilgilendiren kısmına “el-fıkhü’l-ekber” adını
vermiştir. İç arınmayı, manevî gelişmeyi ve güzel ahlâkı yerleştirmeyi amaçlayan
hükümlere ilişkin bilgi de bazıları tarafından “el-fıkhü’l-bâtın” diye anılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
Dinî bilgilerin konularına ve içeriklerine göre ayrıştırılmaya başlandığı hicrî II.
(mîlâdî VIII.) yüzyılın ortalarından itibaren fıkıh terimi, özellikle şer’î-amelî alanı
ilgilendiren, bir başka deyişle ibadete ve geniş anlamıyla hukuk kurallarına ait
bilgiyi ve müctehitlerin zihnî çabalarıyla üretilen bu bilginin incelendiği ilim dalını
ifade etmek üzere kullanılır olmuştur Bugün bizim de kullandığımız biçimdeki terim
anlamını o tarihlerde kazanan fıkıh kelimesi, bağımsız bir ilim dalını ifade etmek
üzere şöyle tanımlanmıştır: Tafsîlî delillerden istinbât edilen şer’î amelî hükümlere
ilişkin bilgiler bütünüdür.” (Bağdâdî, I, 45)
Tarifte geçen “tafsîlî delil” her bir konuyla ya da olayla doğrudan ilgili somut
ve ayrıntılı delil, “istinbât” ise bu delillerden ictihad yoluyla hüküm çıkarmak
anlamına gelmektedir. Tarifte belirtilen “şer’î-amelî” kaydıyla akıl ve duyu organları
ile elde edilen bilgiler ile akâid ve ahlâk alanını ilgilendiren bilgiler dışarıda
bırakılmıştır. Yine tarifte belirtilen “istinbât edilen” kaydıyla, Kur’ân ve Sünnet’in
yorum kabul etmeyecek açıklıktaki beyanlarına dayanan ve dolayısıyla dinden
olduğu zorunlu olarak bilinen şer’î-amelî hükümler kapsam dışında tutulmuştur.
Şu halde fıkıh, ibadetlere ve toplum hayatının gerektirdiği bütün hukukî,
idarî, siyasî ve ekonomik konulara ilişkin olarak müctehidlerin ana kaynaklardan
zihni çabalarıyla çıkarttıkları somut kurallar bütünüdür. Terim düzeyindeki bu
berraklaşmadan dolayıdır ki, Ebû Hanîfe’ye atfedilen yukarıdaki kapsamlı fıkıh
tarifine daha sonraları “amelen” kaydı eklenmiştir. İşte bugün fıkıh dendiği zaman,
bu kullanıma paralel olarak, kaynaklardan hüküm çıkarabilme gücüne ve yetkisine
sahip uzman fakihler (müctehitler) tarafından dinin ana kaynaklarına ve yardımcı
yöntemlere bağlı kalarak çıkarılmış olan ve ibadetlerle birlikte gerek bireysel gerek
toplumsal hayatı düzenlemeyi amaçlayan sistematik hukuk kuralları
kastedilmektedir.
Fıkıh ilmi ilk planda fürû-ı fıkıh (fürûu’l-fıkh) ve usûl-i fıkıh (usûlü’l-fıkh)
olmak üzere ikiye ayrılır. Fıkhın dalları ve bölümleri anlamına gelen fürû-i fıkıh, şer’î
delillerden elde edilen fıkhî hükümleri sistematik bir tarzda ele alan kısmını ifade
eder. Mükellefin hem Allah, hem eşya hem de birey ve toplum ile olan çok boyutlu
ilişkiler ağını kapsayan bu geniş fürû-ı fıkıh çerçevesi zamanla kendi içinde
bölümlere ayrılmıştır. Allah’a yönelik kulluk görevleri ile haram ve helaller ibâdât
genel başlığı; hukuk, siyaset ve ekonomi ile ilgili olanlar da muâmelât genel başlığı
altında incelenmiştir. İleride İslâm hukukunun sistematiği başlığında ayrıntılı olarak
ele alınacağı üzere bu genel başlıklar da ayrıca bölünmüş ve özgün bir
kavramsallaştırma ve sistemleştirmeye gidilmiştir.
Fıkhın kaynakları ve temelleri anlamına gelen usûl-i fıkıh ise bu hükümlerin
kaynaklarını yani delillerini ve bu delillerden hüküm elde etme yollarını inceleyen
kısımdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
Fıkıh Teriminin Şeriat ve İslâm Hukuku Kavramlarıyla İlişkisi
Kavramsal çerçeveyi bitirmeden önce fıkıh-şeriat ilişkisi ile fıkıh-İslâm
hukuku farkı bağlamında iki noktaya işaret edilmesi yerinde olacaktır.
Sözlükte geniş cadde, doğru yol, su yolu, apaçık ve görünür olma gibi
karşılıkları bulunan şer‘ kökünden gelen şeriat (eş-şerî‘a) kelimesi dinî literatürde
birisi dar diğeri geniş olmak üzere iki anlamda kullanılmaktadır. Geniş anlamdaki
şeriat kelimesi, din ve millet kelimeleriyle de eş anlamlı olarak, Kur’ân ve Sünnet’in
açık buyruklarına dayanan ve Allah’ın bu iki kaynak aracılığıyla bildirip de dinden
olduğu zorunlu olarak bilinen itikâdî, ahlâkî ve amelî hükümlerin tamamı anlamına
gelmektedir. Bu bakımdan şu ayet-i kerîmede görüleceği üzere dinî hükümler
bütünü şeriatı oluşturur:
“Sonra seni de dinde ayrı bir şeriat sahibi yaptık. Artık sen ona uy;
bilmeyenlerin isteklerine uyma!” (el-Câsiye 45/18)
Dar anlamdaki şeriat kelimesi ise sadece bir peygamberin öğretisinde yer
alan amelî-hukukî hükümleri ifade eder. Hz. Musa (a.s)’ın Şeriatı, Hz. Muhammed
(s.a.s)’in Şeriatı, önceki şeriatlar gibi kullanımlarda bu anlam kastedilir. Dinin inanç
ve ahlâk esasları aynı kalıp, amelî-hukukî hükümler peygamberden peygambere
değişiklik
gösterebileceğinden
ve
Allah
tarafından
neshedilip
değiştirilebileceğinden “dinin tek, şeriatların çeşitli olduğu” söylenmiştir (Ebû
Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 16-17).
Görüleceği üzere bu dar şekliyle şeriat kelimesi sadece amelî hükümler
anlamına gelmektedir ve bu yönüyle fıkıh kelimesiyle müteradif olmaktadır. Bu
anlam birliği sebebiyledir ki, fıkhî hükümlere aynı zamanda şer’î-amelî hüküm de
denir. Buradaki şer’îlikten maksat, söz konusu hükmün ya dinin ana kaynakları olan
naslarda yer aldığını belirtmek ya da ictihad ederek o amelî hükmü elde eden
fakihin bunu dinin ana kaynaklarına müracaatla gerçekleştirdiğini vurgulamaktır.
Her ikisi de sonuç itibariyle şeriatı oluşturan bu hükümlerden bizzat naslarda
somut olarak açıklananına şer’i münezzel (indirilen şeriat), müctehitler tarafından
tesbit edilenine ise şer’i müevvel (yorumlanan şeriat) denmiştir.
Günümüzde daha çok Batı dillerinden iktibasla kullanılan “İslâm hukuku”
tamlamasına gelince bununla fıkıh arasında da tam bir uyum yoktur. İslâm hukuku
tabiri fıkhın en önemli konusu olan ibadetleri içermediği gibi, günümüz hukuk
literatüründe sübjektif ahlâk kuralları olarak isimlendirilen kişinin kendisine dönük
ödevleriyle de çok ilgilenmez. Söz gelimi intihar, ölüm orucu, tedaviyi reddetme
gibi başkasını ilgilendirmeyen kişisel tercihler fıkhın kapsamına girdiği ve bunlara
haram hükmü verildiği halde hukuk ilmince gündeme alınmaz. Diğer taraftan İslâm
Hukuku tamlamasındaki “İslâm” kaydı, bu hukukun/fıkhın oluşumundaki insanAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
müctehid faktörünü de gizlemektedir. Oysa fıkıh, Müslüman hukukçuların,
önlerindeki ana kaynakları yani Kur’ân ve Sünnet’i, fıkıh usûlü ilkeleriyle
yorumlayarak ulaştıkları zihnî sonuçlardır. Bu sonuçlar birer ictihattır ve ictihad da
gelenekteki genel kabulüyle ilahî iradeyi tesbit yönündeki zandır. Böyle olduğu
içindir ki fıkıh mirası kutsal, tartışılamaz ve değiştirilemez değildir. Aslında
müslüman toplumların hukuku demek olan bu sonuçlara “İslâm” kaydının
konulması, her ne kadar kaynağının ilahî oluşu ve müctehitlerin yorumlama
çabalarının imânî bir temele oturması dolayısıyla kabul edilebilir gibi görünse de
sonuçta, geneli itibariyle beşerî olan fıkıh birikiminin bütünüyle kutsallaştırılması
gibi yanlış algılamalara sebep olabilmektedir.
İslâm hukuku kavramının fıkıhtan daha dar kapsamlı oluşunun bir başka
göstergesi de onun sadece emredici (mesela yap, yapma, sahihtir, bâtıldır, vâciptir,
haramdır gibi) ve cevaz verici (mesela geçerlidir, helaldir, mubahtır gibi) kuralları
içeriyor oluşudur. Oysa fıkıh bunların yanında bir de tavsiye edici ve en yaraşır
olana irşad edici (mesela menduptur, müstehabtır, mekruhtur, yakışmaz gibi)
kurallara da sahiptir.
Şu halde fıkıh ile İslâm hukuku hem içerik, hem kaynak hem de kural türleri
açısından farklılık arz etmektedir. “İslâm hukuku” nitelemesinin büyük fıkıh dairesi
içindeki küçük hukuk dairesini temsil ettiği söylenebilir. Bununla birlikte
günümüzde bu incelikler çok düşünülmeksizin fıkıh ile İslâm hukuku kavramları
birbirlerinin yerine kullanılabilmektedir. İşte bu yaygınlığı dolayısıyla elinizdeki
kitapta da zaman zaman böyle davranılacaktır.
İslâm Hukukunun Amacı
İnsan hem manevî-vicdanî hem de maddî-bedenî boyutları olan bir varlıktır.
Bu özellikleri onu birçok ihtiyaçla karşı karşıya bırakmış, hemcinsleriyle ilişkiye
zorlamış; ihtiyaçlar kurumları doğurmuş, haklar ve yükümlülükleri gündeme
getirmiştir. İslâm hukuku işte bu hak ve yükümlülüklerin fıtrata yani insanın
doğasına uygun bir şekilde belirlenip gereklerinin hakkaniyete ve adalete uygun
olarak yerine getirilmesini hedefleyen bir hukuk sistemidir. Ebû Hanîfe’nin yukarıda
yer verilen fıkıh tanımı aynı zamanda onun bu amacına da veciz bir biçimde işaret
etmektedir.
Biraz daha açarak söylersek, insan hayatının her boyutuyla ilgilenen İslâm,
onun rûhî-vicdanî açıdan olgunlaşmasını temin etmek için ibadet hükümlerini
getirmiştir. Bunun yanında maddî yönünü geliştirmek amacıyla da sosyal hayatını
en uygun tarzda düzenleyeceği kuralları öngörmüştür. Böylece yaşanılan gündelik
hayatın hiçbir boyutu ihmal edilmemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
İslâm’ın sosyal hayatla ilgili norm ve önerileri ile fakihlerin bunları esas
alarak ortaya koydukları fıkhî hükümlerin nihaî amacı, bireyin yaratılış değerlerine
uygun, adalet ve hakkaniyet esaslarına bağlı, sağlık, huzur, güven ve barışı
hedefleyen bir dünya kurabilmektir. İslâm bilginleri, bu bahsedilen amacın şu beş
temel ve vazgeçilemez değeri (el-makâsıdü’l-hams) korumakla sağlanabileceğini
söylemişlerdir: Can, din, ırz, akıl ve mal.
Canı korumak, hayat hakkı ve beden bütünlüğünü, dini korumak rûhîmânevî bütünlüğü, ırzı korumak nesil ve kişilik güvenliğini, malı korumak mülkiyet
ve pazar güvenliğini, aklı korumak ise sağlıklı düşünmeyi sağlayacaktır.
Genel hatlarıyla ifade ettiğimiz hedefleri daha somut bir biçimde sıralayacak
olursak İslâm hukuku,
 Fıtrat/yaratılış kuralları doğrultusunda kişilerin haklarını ve sorumluluklarını
belirlemeyi,
 Bunun bir gereği olarak kişinin Allah’a, kendisine, diğer bireylere ve topluma
yönelik ödevlerini açıklamayı,
 İnanç temeline dayalı ve dolayısıyla yaptırım gücü yüksek kurallar koyarak
sosyal düzeni sağlamayı,
 Adaleti ve hakkaniyeti gerçekleştirmeyi,
 Hukuk ahlâk bütünlüğünü sağlamayı,
 Hukuka saygılı bireyler yetiştirmeyi amaçlamaktadır.
İSLÂM HUKUKUNUN ÖZELLİKLERİ
Bir sosyal düzen kuralı olması yönüyle İslâm hukuku daha doğru söylemiyle
fıkıh, diğer düzen kurallarıyla bazı ortak özelliklere sahiptir. Bunun yanında kaynak,
yöntem, içerik, yaptırım, amaç vb. açılardan kendine özgü niteliklere sahiptir.
Bunların belli başlılarını burada ele alacağız:
Dine Dayalı Olması
Fıkhın en önemli özelliği onun ilâhî iradeye dayanması yani dinin temel
kaynaklarından elde edilmiş olmasıdır. Dinden maksat doğal olarak İslâm, temel
kaynakları ise kısaca vahiy olarak isimlendirdiğimiz Kitap (Kur’ân-ı Kerîm) ve Hz.
Muhammed’in (s.a.s) sahih sünnetidir.
Fakihler hukuku ilgilendiren olay, işlem ya da sorunların hükümlerini
öncelikle bu iki kaynaktaki belirlemelerde ararlar. Konuyla doğrudan ilgili bir dinî
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
metin (nas) bulurlarsa -ki biz buna yukarıda tafsîlî delil adını vermiştik- bunu
uygularlar. Eğer böyle doğrudan bir düzenleme bulamazlarsa konunun Kitap ve
Sünnet’teki benzer hükümlerine kıyaslamalar yaparak, bu da mümkün olmazsa
yine bu iki kaynağın genel hükümlerini ve nihaî amaçlarını (makâsıdü’ş-şerî’a)
çerçeve kabul edip bunun dışına taşmayacak bir yorumlama faaliyeti yani ictihad
ile sonuca ulaşırlar.
Fıkhın hem kaynak hem de bakş açısı ve hedef yönüyle taşıdığı bu ilâhîlik
niteliği birçok ayet ve hadis tarafından da vurgulanmıştır:
“Allah ve Elçisi bir konuda hüküm verdikten sonra artık inanmış bir erkek
ve kadının kendileriyle ilgili konularda tercih serbestisi yoktur; Allah'a ve
Elçisi'ne isyan eden kimse, apaçık bir sapkınlığa düşmüş olur.” (el-Ahzâb
33/36).
“Biz sana hakikati ortaya koyan bu Kitab’ı indirdik ki, insanlar arasında
Allah’ın sana öğrettikleri ile hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma!”
(en-Nisâ 4/105).
“Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları
gözetici olarak indirdik. Artık, Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana
gelmiş olan hakikati terk ederek onların arzularına uyma. Sizden her biriniz için
bir şeriat ve bir yol belirledik…Aralarında Allah'ın indirdiği ile hüküm ver ve
onların arzularına uyma! Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni
saptırmamalarına dikkat et!” (el-Mâide 5/48-49).
Hz. Peygamber (s.a.s) ile Muâz b. Cebel (r.a.) arasında geçen şu konuşma
fıkhın ilahî kaynaklı oluşuna işaret etmektedir. Hz. Peygamber onu Yemen’e vali ve
yargıç olarak atadığında şunu sordu:
-
Orada neye göre hüküm vereceksin?
-
Allah’ın Kitabı’na göre.
-
Allah’ın Kitabı’nda bulamazsan ne yapacaksın?
-
Elçisinin Sünneti’ne göre çözümlerim.
-
Onda da bulamazsan?
-
Kendi görüşümle ictihad ederek meseleyi çözerim.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
Aldığı cevaplar karşısında Resul-i Ekrem “Peygamberinin elçisini
Peygamberinin beğendiği bu cevabı vermeye muvaffak kılan Allah’a hamd olsun”
cümlesiyle memnuniyetini dile getirmiştir (Ebû Dâvûd, “Akdıye”, 11).
Fıkhın bu özelliği onun bütünüyle ilahî ve dolayısıyla kutsal bir hukuk düzeni
olduğu izlenimini uyandırmamalıdır. Fıkıh, hemen aşağıda ayrı bir özellik olarak öne
çıkarılacağı üzere büyük ölçüde müctehid fakihlerin yorumlama faaliyetinin bir
ürünüdür ve bu yönüyle beşerîdir. Burada söylenmek istenen şey, işte bu beşerî
yorum faaliyetinin bağımsız olmadığı, aksine Kur’ân ve Sünnet’in gerek somut-tikel
kuralları ve gerek soyut-tümel maksat ve ilkeleri ile kayıtlı oluşudur.
Kısaca ifade etmek gerekirse Kanun Koyucu (Şâri‘) Allah’tır ve onun izin
verdiği ölçüde Peygamberidir. Fakihlerin görevi bu iki kaynağa dayalı olarak hukukî
boşlukları doldurup ihtiyaç duyulan hükümleri tespit etmektir.
Fakihlerin İctihadlarıyla Gelişmiş Olması
Hukuk, siyaset ve ekonomi alanını ilgilendiren vahiy çözümlemelerinin sınırlı
sayıda olduğu bilinmektedir. Hayat gelişerek devam ettikçe özel ya da kamusal
ihtiyaçların artıp çeşitleneceği, çıkar çatışmalarının yeni boyutlar kazanacağı ve
daha önce hiç bilinmeyen yeni sorunların ortaya çıkabileceği gerçeği bu sınırlılığı
izah etmektedir. Zira her bir olay ya da işlemle ilgili bir hüküm konacak olsaydı
buna ne son peygamberin ne de sonrakilerin hayatı yeterdi.
Hal böyle olunca Kanun Koyucu, az sayıdaki bazı alanları ayrıntılarıyla
açıklarken birçok alanı genel hükümlerle belli bir çerçeveye alarak düzenlemiş,
ihtiyaçlar doğrultusunda içinin doldurulmasını yetkili kimselere yani müctehidlere
bırakmıştır. Nitekim 6236 ayet içinde yaklaşık beş yüz kadarı; binlerce hadisten
yine yaklaşık iki bin kadarı amelî alanla ilgilidir. Bunların da bir kısmı yoruma kapalı
(delâleti kat’î) iken büyük kısmı yoruma açık (delâleti zannî) bulunmaktadır.
Hadisler için bir de sıhhat meselesi (sübûtta zannîlik) söz konusudur.
İşte hem nasların sınırlı oluşuna karşılık olayların sınırsızlığı, hem de
kaynakların yoruma açıklığı İslâm hukukunun, hüküm çıkarma konusunda yetkin
hukukçuların elinde gelişmesi sonucunu doğurmuştur. Fıkhın onda dokuzunun
beşer sözü olduğu yönündeki nitelemeler bu gerçeği dile getirmektedir. Bazı
yazarlar da bu özelliği “Fıkıh, hukukçuların hukukudur” cümlesiyle anlatmaya
çalışmışlardır.
Müctehidler önlerindeki sınırlı malzemeyi kullanarak dokuzuncu ünitede
ayrıntılı olarak ele alınacak olan şu üç yoldan birisiyle hukukî sorunları
çözümlemeye, bir başka ifadeyle şer’î-hukukî hükme ulaşmaya çalışmışlardır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri

Beyan İctihadı: Dinî metinlerin yani nasların ne demek istediğini, hangi
hükmü koyduğunu bizzat nassın kendisini dil ve yöntembilim (usûl) kuralları
doğrultusunda inceleyerek tesbit etmek. Mesela “Başınızı meshedin!” ayetinden
(el-Mâide 5/6) başın ne kadarının ve ne şekilde meshedileceğinin çıkarılması gibi.

Kıyas İctihadı: Naslarda açıkça belirlenen bir hükmün (asıl) somut
gerekçesini (illet, menât) bulup, sonradan gündeme gelen ve aynı gerekçeye sahip
olduğu anlaşılan şeye ya da olaya (fer‘) aynı hükmü uygulamak. Mesela Kur’ân’da
yasaklanan hamrın hükmünü, sarhoş edicilik ortak gerekçesine dayanarak rakıya
vermek gibi.

Maslahat İctihadı: Doğrudan çözümü veya benzerinin hükmü naslarda
bulunmayan yeni hukuk problemlerini dinin genel hedefleri (makâsıdü’-şerî‘a) ve
insanların ya da toplumun yararı (maslahat) düşüncesi ekseninde çözümlemek.
Mesela toplu halde işlenen bir kasıtlı cinayette, eylemleri farklı düzeylerde olsa da
cinayete karışanların tamamını kısas ile cezalandırmak gibi.
Siyasî otoritenin zaman zaman kimi yönlendirmeleri ve beklentileri olsa da
fıkıh, esasen uzman fakihlerin bireysel veya toplu ictihadlarıyla geliştiği için devlet
güdümlü bir fıkıhtan söz edilemez. Dolayısıyla Emevî, Abbasî, Osmanlı veya
Cumhuriyet fıkhı gibi nitelemeler bilimsel ve tarihsel gerçeklikle bağdaşmaz. Bu
isimlendirmeler fıkhın mahiyeti için değil, olsa olsa fıkıh tarihinin evrelerini takip
için anlamlı olabilir.
Meseleci Yönteme Sahip Olması
Naslardaki amelî hükümler başlangıçtan itibaren tek tek meseleleri hedef
alarak konulmuştur. Diğer taraftan “Hz. Peygamber’den (s.a.s) itibaren oldukça
uzun bir dönem İslâm hukukçuları ilmî mesailerini, karşılaştıkları veya kendilerine
intikal ettirilen hukukî problemlerin çözümlerini bulmaya sarf etmişlerdir. İslâm
dininin süratle yayılması ve her geçen gün yeni insanların ve bölgelerin bu hukukun
çerçevesine girmesi, hukukçuların özellikli olarak çevrelerinde meydana gelen yeni
problemlerle meşgul olmalarını gerektirmiştir. Bu durum, hukukun meseleci
(kazuistik) bir metotla doğması ve gelişmesini de beraberinde getirmiştir.” (Aydın,
s. 67).
Benzer nitelikteki hukukî olay ya da işlemleri genel bir kural halinde
kuşatacak, teorisini belirleyecek bir yöntem (soyut/mücerred yöntem) yerine her
bir tikel meselenin ayrı ayrı ele alınıp çözümlenmesi yöntemi demek olan kazuistik
yöntem, aslında diğer birçok hukuk sisteminde de benimsenmiştir.
Hicrî II-IV. (mîlâdî VIII-X.) yüzyıllar arasında fıkıh mezheplerinin
belirginleşmesini takip eden süreçte kazuistik hukuk üretimi yanında, benzer
meselelerin ortak yönlerini, ana esaslarını, amaç ve gerekçelerini gözetip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
bunlardan küllî kâide diye isimlendirilen genel ilkelere ve teorilere ulaşma çabaları
da sergilenmeye başlamıştır. Bununla birlikte XX. yüzyıla gelinceye kadar kazuistik
yöntem hâkimiyetini sürdürmüştür. Bu yüzyılda hak, ceza, akit, haksız fiil, mülkiyet,
ehliyet, şahsiyet vb. ana konulara ilişkin genel teoriler geliştirilmeye çalışılmıştır.
Çift Yönlü Bir Yaptırım Gücüne Sahip Olması
Kişilerin hukuk düzeninin kendileri için öngördüğü yükümlülükleri yerine
getirmemesi durumunda kamu otoritesi harekete geçer ve o kişiyi ödevini
yapmaya yani hukukun gereğini yerine getirmeye zorlar. İşte bu zorlama araçlarına
yaptırım/müeyyide denmektedir.
Beşerî hukuk sistemleri kaynak anlayışları ve sahip oldukları dünya görüşü
sebebiyle tek yönlü bir yaptırım gücüne sahiptirler: Devlet otoritesine bağlı maddîdünyevî yaptırım.
Maddî yaptırım araçları genellikle ceza, zorla icra (aynen teslim veya
kıymetinin ödenmesi), tazminat (zararın karşılanması), hükümsüzlük (yapılan
işlemin geçerli olmaması) ve iptal (yapılan işlemin yok sayılması) olarak tasnif edilir
(Bilge, s.31-32).
İslâm hukuku da dünyevî bir sosyal düzen kuralı olması yönüyle böyle maddî
yaptırımlara sahiptir. Fakat o, âhiret inancını da içeren dinî bir temele dayanması
yönüyle ayrıca manevî-uhrevî bir yaptırım gücünden destek alır. Dolayısıyla o
sadece akla değil, vicdana ve gönle de hitap eder. İhmal edilen ödevlerin, yapılan
haksızlıkların, çiğnenen kuralların sadece bu dünyada değil, öteki dünyada da
sorulacağı inancı, hukuka olan saygıyı artırır. Diğer taraftan iyi niyetin ve buna bağlı
iyi davranışın âhirette ayrıca ödüllendirileceği bilgisi kişiyi, hukukun gereğini
gönüllü olarak yerine getirme yönünde güdüler.
Hem temelde dinî karakterli oluşu hem de maddî ve manevî olarak çift yönlü
bir yaptırıma sahip bulunması fıkhî hükümlerin nihaî meşruiyet açısından diyânî ve
kazâî şeklinde ikili bir ayırıma tabi tutulmasını sağlamıştır. İç irade, esas niyet ve
amaç ne olursa olsun bir işlemin hukukun aradığı şekil şartlarına uygun olması ve
somut delillerle isbat edilebilmesi halinde o işlemin hukukî ve dünyevî açıdan
geçerli olduğu söylenir ki, buna kazâî hüküm denir. Fakat bu işlem ya da hüküm, iç
iradeyi ve asıl niyeti bilen Allah katında geçerli sayılmayabilir. İşte somut olarak
takip edilemeyen bu ikinci boyut “diyânî” diye isimlendirilir ve buna bağlı hüküm
de “diyâneten” kaydını alır. Bir başka ifadeyle iç irade dışa yansıyandan farklı olup
esas niyet de başka olduğunda böyle bir işlem zâhire göre kazâen geçerli sayılsa da
diyâneten aynı sonucu doğurmaz.
Söz gelimi bir kişi kısa bir süre beraber yaşamak sonra ayrılmak amacıyla
normal bir evlilik yapsa ve bu niyetini gizleyip hiç açıklamasa yaptığı evlilik kazâen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
geçerli olur ve nikâha bağlı hükümler uygulanır. Fakat bu kişinin niyeti bozuk ve
dinî değerlere ters olduğu için aynı akit diyâneten geçerli değildir ve uhrevî
sorumluluğu doğurur. Hz. Peygamber’in (s.a.s) “Sizler davalarınızı bana
getiriyorsunuz. Belki biriniz (haksızken) delilini ötekinden daha düzgün ifade eder
ve ben de duyduklarıma göre (doğru zannederek) onun lehine hüküm verebilirim.
Kardeşinin hakkından kimin lehine bir şey kesip vermişsem sakın onu almasın. Zira
ben (zâhire göre verdiğim) bu hükümle ona ancak ateşten bir parça kesmiş
olurum.” (Buhârî, “Ahkâm”, 20; Müslim, “Akdıye”, 3)) buyruğunda yansıması
görülen bu ayırım, dinî-hukukî kuralların gücü üzerinde, vicdanların eğitilmesinde,
hukuka saygının aynı zamanda bir kulluk görevi olarak algılanmasında da etkili
olmaktadır.
Ahlâkla Bütünleşmiş Olması
Beşerî hukuk teorisyenleri genellikle ahlâk ile hukukun birbirinden ayrı
alanlar olduğunu söylerler. Onlara göre hukuk dış, ahlâk ise iç eylemlerle ilgilidir;
hukuka uygunluk (legalite) ile ahlâka uygunluk (moralite) birbirinden ayrıdır;
hukukun yürürlük kaynağı dışta, ahlâkın ise içtedir; keza hukukta sorumlu olunan
makam dışta, ahlâkta ise içtedir. (Aral, s. 188-193).
İslâm hukukçularına göre ise kesin hatlarıyla ahlâk-hukuk ayırımından
bahsetmemiz mümkün değildir. Aksine fıkıh ile ahlâk bütünleşik bir yapı arz
ederler. Nitekim menfaatler çatışmasını devlet yaptırımıyla cebren çözen hukukun,
asgarî ahlâk olduğu, ahlâka dayandığı bilinen bir gerçektir. Abdullah b. Zübeyr’in
(r.a.) “Allah, ancak insanların ahlâkı hakkında vahiy indirmiştir” tespitinde (Buhârî,
“Tefsîru Sûrati’l-A’râf”, 5) bu gerçekliğin ipuçlarını bulmak mümkündür.
İslâm hukukunun ahlâktan bağımsız olmadığını onun idelerinin yani temel
fikirleri ve hedef gayeleri olan adalet, hakkaniyet, hakikat ve hürriyetin aynı
zamanda birer ahlâk kavramı olmalarıyla da temellendirebiliriz. Daha açık bir
söylemle, fıkhın temin etmeye çalıştığı adalet, hakkaniyet, özgürlük, düzen,
emniyet, vicdan bütünlüğü, iyiliği gerçekleştirme, kötülüğü giderme, erdem,
mutluluk, insan haysiyeti, eşyayı ve mülkiyeti koruma vb. değerler hep ahlâkî içerik
taşıyan değerlerdir. Fıkıh, işte bu değerleri somut ilişkiler ağında gerçekleştirmeyi
amaçlayan normatif bir kurumdur.
Bu bağlamda Kur’ân’a baktığımızda hukukun hedef gayelerinin, pratik ve
somut hukuk kurallarının bildirilmesinden önce, vahyin ilk geliş aşamasından
itibaren belirlendiğini görüyoruz. Adalet, ihsan, iyilik, af, sabır, şükür, ahde vefa,
kötülüğü en güzel biçimde giderme gibi emirler ile haksızlık, fuhuş, kötülük,
taşkınlık, ahde vefasızlık, ölçü ve tartıda hile yapma, bilgisizce hüküm verme,
yeryüzünde fitne çıkarma, haksız yere cana kıyma gibi yasaklar Mekke döneminin,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
iman vurgusu yanında sık dile getirilen mesajlarıdır. Böylece ahlâk altyapısına bağlı,
meşrûiyetini ve kuvvetini oradan alan bir hukuk düzeninin de temelleri atılmış
oluyordu.
Söz konusu uygulama bize, gerek ferdî gerek mâşerî vicdanda var olan etik
değerlerin hukukun temelini oluşturduğunu; hukukun aslında, ahlâkın öngördüğü
soyut ilkeleri somutlaştıran bir özelliğe sahip bulunduğunu bir kez daha
göstermektedir. (bk. Kıllıoğlu, s.147,150,244).
Canlı ve Gelişmeye Açık Olması
İlahî vahye dayanıyor oluşu ve vahyin de Resul-i Ekrem’in vefatıyla birlikte
kesilmiş olması fıkhın sanki değişemez ve dolayısıyla gelişemez bir hukuk sistemi
olduğu izlenimini uyandırmaktadır.
Hukukun değişmezliği onun belli bir aşamadan sonra donmasını, değişen
zamanın ve toplumun ihtiyaçlarını karşılayamaması sonucunu da beraberinde
getirir. Oysa hukukun asla değiştirilemeyecek sâbiteleri olması yanında, sürekli
gelişen ve değişen hayatla uyumlu olmasını ve bu değişime göre kendi yöntem,
sistem, ilke ve mantığı bağlamında gelişmesini sağlayacak esnek bir yapıya da sahip
olması gerekir. Değişmezlik ile esneklik dengesini kuramayan hukuklar zaten hem
felsefî geçerliliğini hem de sosyolojik yürürlüklerini kaybederler.
Bu açıdan İslâm hukukuna bakıldığında onun asla değiştirilemeyen
kurallarının bulunduğu bir gerçektir. Bu özellik onun dinî bir temele dayanıyor
oluşundan, dinin de din olması yönüyle inananlarınca her yer ve zamanda geçerli
kabul edilen inanç, ilke ve davranış modellerine sahip olması niteliğinden
kaynaklanmaktadır. İnsanı bir başka insandan çok onu yaratan daha iyi
bileceğinden insanın değişmez doğasına (fıtratına) en uygun hükümleri de
Yaratıcının koyabileceği, herhalde yadsınamaz. İbadetler ile haram-helallere ilişkin
kurallar bu çerçeveye dâhildir.
Diğer taraftan mahiyetinde bulunan bazı özellikler İslâm hukukuna kendi
içinde yenilenme, kurallı değişme, hayatı okuma ve canlılığını sürdürme yeteneğini
kazandırmaktadır.
Ona bu kimliği kazandıran niteliklerin başında şunlar gelmektedir:
 Kur’ân ve Sünnet’in birçok alanı ayrıntısıyla değil ilkesel olarak düzenlemiş
olması,
 Bu iki temel kaynağın pek çok noktada bilinçli bir suskunluğu tercih etmesi,
 Yine bunların hükmü ifade biçimlerinin (delâlet) müctehidlere yorum yapma
imkânı vermesi,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
 Hüküm çıkarma yollarının çok çeşitli olması,
 Sosyal hayatla ilgili hükümlerinin (muâmelât) akıl ile gerekçelendirilebilir
(muallel) oluşu dolayısıyla rasyonel değerlendirmelere imkân tanıması,
 Dinin temel değerleriyle çatışmayan örf, âdet ve kabullenişlere değer
vermesi,
 Bireysel ve toplumsal yarar (maslahat) düşüncesini önemsemesi,
 Olağanüstü durumları ayrı bir kategoriye yerleştirip gerektiğinde hükümlerin
askıya alınması veya hafifletilmesi sonucunu doğuran zaruret ilkesine yer
vermesi,
 Meşakkat-güç dengesini gözetip kolaylaştırma ilkesine yer vermesi.
Özgün Bir Sistematiğe Sahip Olması
Fıkhın önemli bir özelliği de onun, başka hukuk sistemlerinde bulunmayan
özgün bir sistematiğe sahip oluşudur. Ayrıntıları bağımsız bir ünitede ele alınacağı
için burada şu kadarını belirtmekle yetinelim:
İnsanın yaratılış amacı Allah’a kulluk olduğu için fıkıh edebiyatında öncelikle
insanın Yaratıcısına karşı yükümlülüklerine yani ibadetlere yer verilir. Genellikle
ilmihâl diye bilinen bu kısmın ardından alış-verişten evlenmeye, buluntu eşyadan
ipoteğe, yargılama usûlünden uluslararası ilişkilere dair hükümleri içeren
muâmelât konuları gelir. Bunu kanunun suç saydığı ve toplum ya da kişi haklarının
ihlali sonucunu doğuran eylemler ile bunlar için öngörülen cezaları düzenleyen
ukûbât bölümü takip eder. İnsan hayatı ölümle sona ereceğinden sistematik de
vasiyet ve miras konuları ile tamamlanır.
İSLÂM HUKUKUNUN DİĞER HUKUK DÜZENLERİYLE
İLİŞKİSİ
Buraya kadar yer verilen bilgiler İslâm hukukunun bağımsız ve kendine özgü
bir hukuk düzeni olduğunu ortaya koymaktadır. Bununla birlikte bazı oryantalistler
ve araştırmacılar kimi benzerliklerden hareketle kendisinden önceki hukuk
sistemlerinin İslâm hukuku üzerinde etkili olduğunu iddia etmişlerdir.
İslâm hukukunun tarih sahnesine çıkmasından önce dünya üzerinde belli
başlı üç hukuk düzeni bulunuyordu: Roma hukuku, Yahudi/İsrail hukuku ve
Sâsânî/İran hukuku. Söz konusu iddia sahipleri bunlar arasında özellikle Roma ve
Yahudi hukuklarının fıkha etki ettiğini söylemişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
Zerdüştlük diye de bilinen Mazdeizm’e yani Hayır Tanrısı ve Şer Tanrısı
ismiyle iki ayrı ilah anlayışına dayanan ve putperest bir karakter taşıyan İran
hukukunun tevhîdi esas alan fıkıh üzerinde etkili olamayacağı açıktır. Büyük semâvî
dinlerden biri olan Yahudiliğin İslâm hukuku üzerindeki etkisine gelince bu konuda
şunlar söylenebilir:
Yahudi hukukunun, birincisi Tevrat (Ahd-i Atîk), ikincisi Yahudi âlimlerinin
yorumlarından oluşan Talmûd olmak üzere iki kaynağı bulunmaktadır. Tevrat’taki
bazı hükümlerin Kur’ân ve Sünnet’teki düzenlemelere benzerliği yadırganacak bir
durum değildir. Çünkü Tevrat sonradan tahrîf edilse de kaynağı itibariyle Hz.
Musa’ya indirilen vahye dayanmaktadır. Dolayısıyla aradaki bazı benzerlikler
konusunda yapılabilecek en tutarlı yorum, o konulardaki ilâhî iradenin tarih içinde
aynı şekilde tecelli etmiş olmasıdır. Söz gelimi kadınların başlarını örtmeleri, kasıtlı
adam öldürme ve yaralamalarda kısas cezası, faiz yasağı, domuz etinin yenmemesi,
evlilikten doğan belli derecelerdeki akrabalığın evlilik engeli sayılması, faili meçhul
cinayetlerde cesedin bulunduğu mahalle sakinlerinin sorumluluğu gibi pek çok
örnekte olduğu üzere benzerlikler her iki hukuk düzeninin de aynı ilâhî kaynaktan
beslenmesi ile açıklanabilir. Dolayısıyla burada bir etkilenmeden değil, kaynak ve
amaç birliğine bağlı bir devamlılıktan söz etmek daha doğru olacaktır. Kaldı ki
benzerliklerin sayısı da sınırlıdır (bk. el-Mâide 5/48; eş-Şûrâ 42/13).
Yorumlarla ve tahrîflerle oluşan Talmûd hukukuna gelince bunun dışarıda
bırakılıp aynı kapsamda değerlendirilemeyeceği açık bir konudur (bk. el-En’âm
6/50; el-A’râf 7/203; el-Câsiye 45/18).
Oryantalistlerin İslâm hukukunun başka hukuk sistemlerinden etkilendiği
hatta onlardan iktibaslarla oluşturulduğu yönündeki tutarsız iddiaları daha çok
Roma hukuku ekseninde ortaya atılmıştır.
Bütünüyle insan ürünü olan Roma hukuku MÖ VII. yüzyılda oluşmaya
başlamış ve MS VI. yüzyıla kadar gelişmesini sürdürmüştür. Bugünkü Kara Avrupası
ve dolayısıyla günümüz Türk hukukunun da temelini oluşturan Roma hukuku, Doğu
Roma İmparatoru I. Justinian’ın MS 534 yılında Corpus Juris Civilis isimli hukuk
külliyatını yayımlamasıyla büyük oranda tamamlanmıştır. Gerek tarihî geçmişi
gerek coğrafî dağılımı bakımından o günün dünyasının en büyük hukuk sistemi
sayılan bu Roma hukuku acaba Müslümanların hukuk düşüncesini gerçekten
etkilemiş olabilir mi?
Bu soruyu ve öncesindeki iddiaları büyük bir titizlikle inceleyen Müslüman ve
gayri Müslim birçok bilim insanı, pek çok delile dayanarak bunun imkânsızlığını ve
yanlışlığını ortaya koymuştur. İslâm hukukunun Roma hukukundan etkilenmediğini,
aksine özgün bir hukuk düzeni olduğunu ortaya koyan bu delillerin bir kısmı
şunlardır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
 İslâm kanunlarının en son kaynağı olan Hz. Peygamber, ne Yunanca, ne Latince
ve hatta ne de Süryanice biliyordu. Bu itibarla o devrin Roma hukuku ile
doğrudan doğruya temasa geçmesine imkân yoktu.
 Diğer taraftan O (s.a.s), bütün hayatını doğduğu memlekette kendi kavmi
arasında geçirmişti. Bizans’a olan seyahatleri bahis konusu edilmeye bile
değmez; zira ilkinde henüz sekiz yaşındaydı, yirmi beş yaşındaki ikincisinde ise
sadece on beş gün kalmıştı.
 Ashab arasında Roma hukukunu bilenler olduğuna dair hiçbir haber yoktur.
 İslâm hukuku, ilk aşamada, tabiî olarak doğduğu muhitin yani Mekke ve
Medine’nin örfüne dayanıyordu. Oysa Roma hukukunun bu şehirlere nüfuz
ettiğini gösterecek bir iz yoktur.
 Sünnîsiyle Şîîsiyle bütün fıkıh mezhepleri, Hicaz, Irak ve benzeri gibi Bizans’a ait
olmamış bölgelerde doğmuştur.
 Mantıkta, felsefede, coğrafyada, tıpta ve skolastik teolojide görülen örneklerin
aksine, İslâm hukukunun başlangıç safhasında, ne Yunanca ne de Latinceden
alınmış bir tek fıkıh ıstılahına tesadüf edilemez.
 Yine diğer ilim dalları için vaki olanın aksine, İslâm hukukunun teşekkül ve
gelişimi sırasında, Roma hukuku eserlerinin Müslüman dillerine tercüme
edildiğini gösteren herhangi bir kayda rastlanmamıştır.
 Söz konusu iki hukuk sistemi arasında temelde de büyük farklılıklar vardır. Şöyle
ki: Roma hukukunda, dînî inanç ve ibadetlere dair hükümler yoktur. Roma
hukukundaki, şahıs, eşya ve kaza şeklindeki üçlü bölümleme, hiçbir fıkıh
ekolünde görülmemiştir. Roma medenî kanunun temeli, baba hâkimiyeti iken,
fıkıh, ferdî sorumluluk esasını getirmiştir. Romalılar için kanun, halk iradesinin
ifadesiyken, İslâm hukuku aslî kanun koyucu olarak Allah’ı kabul eder. Tam bir
formaliteler düzeni olan Roma hukuku yanında fıkıh sade bir hukuk mantığı ve
prosedürüne sahiptir (bk. Hamîdullah, s. 240, 350-363 ).
Görüleceği üzere Roma hukuku da dâhil olmak üzere diğer hukuk
sistemlerinin İslâm hukuku üzerinde zikre değer bir etkisi bulunmamaktadır.
Kurumsal düzeydeki siyasî ve idarî bazı benzerlikler, doğal ihtiyaçların ortak akılla
çözümlenmesinden başka bir anlam ifade etmezler.
Üniteyi bitirmeden önce son olarak Câhiliyye dönemi hukuk anlayışı ile fıkıh
arasındaki ilişkiye değineceğiz. Bilindiği üzere İslâm’ın gelmesinden önce
Arabistan’da yaşanan döneme, bu dönemde hâkim olan inanç, kültür, örf-adet ve
hukuk kurallarını da ifade etmek üzere Câhiliyye denmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
Merkezî bir devlet yapılanmasına sahip olmayan ve kabileler halinde yaşayan
Câhiliyye toplumunda yetkili kişi ya da organlar eliyle belirlenmiş hukuk kuralları
bulunmuyor; toplumsal düzen kabilelerce benimsenen örf-adet kurallarına göre
sağlanıyordu. Kuralların yaptırımı da kabilenin gücü ve toplumsal baskıyla
orantılıydı. Söz konusu kuralların bir kısmı son derece yüksek bir ahlâk ve fazilet
anlayışına dayanırken bir kısmı da akıl ve insanlığın asla kabul edemeyeceği bir
seviyede bulunuyordu.
İşte böyle bir toplumsal düzleme gelen İslâm, kendisinin onaylayacağı ahlâk
ve fazilet esasına dayanan Câhiliyye uygulamalarını aynen benimseyerek ibkâ
etmiş, böyle olmayanları ise bütünüyle reddederek ilgâ etmiştir. Anlaşmazlıkların
veya haksızlıkların bir komisyon aracılığıyla giderilmesi, öldürme ve yaralamalarda
diyet ödenmesi, gerektiğinde gusül yapılması, emek-sermaye ortaklığı demek olan
müdârebenin uygulanması ibkâ edilenlere; üvey anne ile evlenebilme, evlâtlık
edinebilme, hayvanların henüz doğmamış yavrularını alıp-satma ve faiz ilgâ
edilenlere örnek olarak hatırlanabilir.
Câhiliyye kuralları karşısındaki bu iki temel tavır yanında bir üçüncüsü ıslâh
yani düzelterek kabul etme yaklaşımıdır. Özü itibariyle kabul edilebilir ama
ayrıntılarında bozukluklar olan bazı Câhiliyye uygulamaları İslâm tarafından en
uygun biçime kavuşturularak düzeltilmiş ve bu son haliyle hukuk düzenine dâhil
edilmiştir. Söz gelimi aynı anda sayısız kadınla evli olabilmeyi hem sayısal hem de
niteliksel bir sınırlandırmaya tabi tutmuş, boşanmalarla ilgili kuralları düzeltmiş,
miras paylaşımındaki haksızlıkları gidermiş, hac ibadetini ıslâh etmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Özet
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
•Beraber yaşamayı düzenleyen toplumsal düzen kuralları genellikle
din, ahlâk, hukuk, örf-adet ve görgü kuralları biçiminde sıralanırlar.
Bunlar içinde her bir kuralıyla maddî yaptırıma sahip olanı hukuktur.
•Hukuk İslam geleneğinde fıkıh terimi ile ifade edilmiştir. Fıkıh,
ibadetlere ve toplum hayatının gerektirdiği bütün hukukî, idarî, siyasî
ve ekonomik konulara ilişkin olarak müctehidlerin ana kaynaklardan
zihni çabalarıyla çıkarttıkları somut kurallar bütünüdür.
•Günümüzde İslam hukuku dendiğinde fıkhın ibadetler dışındaki içeriği
kastedilmektedir.
•İslam hukukunun amacı, bireyin yaratılış değerlerine uygun, adalet ve
hakkaniyet esaslarına bağlı, sağlık, huzur, güven ve barışı hedefleyen
bir toplumsal düzen kurmaktır.
•İslam hukukunun temel özellikleri onun dine dayalı olması, fakihlerin
ictihadlarıyla gelişmiş olması, kazuistik yönteme sahip olması,
dünyevî ve uhrevî olarak çift yönlü bir yaptırım gücüne sahip olması,
ahlâkla bütünleşmiş olması, canlı ve gelişmeye açık olması ve kendine
özgü bir sistematiğe sahip bulunmasıdır.
•İslam hukuku kendisinden önceki Yahudi, Roma ve Câhiliyye hukuku
gibi hukuk sistemlerinden etkilenmemiş, kaynak, yöntem, içerik ve
sistematik olarak orijinal bir hukuk sistemidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Ödev
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
• İslam hukukunun temel özelliklerinden birisini seçerek
bu özelliğin bildiğiniz herhangi bir hukuk sisteminde
bulunup bulunmadığını 200 kelimeyi aşmayacak
şekilde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında
yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdaki kavramlardan hangisi fıkıh ilmiyle doğrudan ilgili değildir?
a) İctihad
b) İtikat
c) İlmihal
d) Muâmelât
e) Ukûbât
2. Aşağıdakilerden hangisi maddî yaptırımı olan bir sosyal düzen kuralıdır?
a) Örf
b) Görgü
c) Hukuk
d) Ahlâk
e) Adet
3. İslâm’ın bireysel, toplumsal ve toplumlararası ilişkileri düzenleyen
hükümleri aşağıdakilerden hangisiyle isimlendirilir?
a) Amelî
b) Ahlâkî
c) İtikâdî
d) İbadet
e) Muâmelât
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
4. Aşağıdakilerden hangi fıkhî kuralların çıkarıldığı kaynak ve yöntemleri
inceleyen bir bilim dalıdır?
a) Fıkıh
b) Fıkıh usûlü
c) Fıkh-ı ekber
d) Fıkh-ı bâtın
e) Fürû-ı fıkıh
5. Aşağıdaki cümlelerden hangisi “tafsîlî delil” kavramını tanımlamaktadır?
a) Kur’ân ve Sünnet’in yorum kabul etmeyecek açıklıktaki beyanlarıdır.
b) Delillerden ictihad yoluyla hüküm çıkarmaktır.
c) Akıl ve duyu organları ile elde edilen bilgilerdir.
d) Her bir konuyla ya da olayla doğrudan ilgili somut ve ayrıntılı delildir.
e) Kur’ân ve Sünnet’in yoruma açıkbeyanlarıdır.
6. Aşağıdakilerden hangisi İslâm hukukunu diğer hukuklardan ayıran bir
özellik değildir?
a) Dine dayalı olması.
b) Devlet gücüyle oluşmuş olması.
c) Uhrevi yaptırım araçlarına sahip olması.
d) Kendine özgü bir sistematiğe sahip olması
e) Ahlâkla bütünleşmiş olması.
7. İslâm hukukuyla ilgili aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
a) Bütünüyle kutsal ve değiştirilemez bir hukuktur.
b) Müctehidlerin çalışmalarıyla gelişmiştir.
c) Kazuistik bir yönteme sahiptir.
d) Düzenleme alanı beşerî ilişkilerle sınırlı değildir.
e) Yahudi ve Roma hukukundan etkilenmemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
8. Aşağıdaki özelliklerden hangisi fıkhın canlı bir hukuk sistemi olduğunun
göstergesidir?
a) Şu anda toplumda uygulanıyor oluşu.
b) İlâhî iradeye dayanıyor oluşu.
c) Muâmelât hükümlerinin aklî değerlendirmelere imkân tanıması.
d) Çeşitli yaptırım araçlarına sahip olması.
e) Zengin bir literatüre sahip olması.
9. Aşağıdaki yargılardan hangisi doğrudur?
a) Fıkıh ve İslâm hukuku her bakımdan aynı anlama gelmektedir.
b) Fıkıh ve şeriat farklı içerikleri olan iki terimdir.
c) İslâm hukuku kavramı ibadetleri de içerir.
d) Fıkıh beşerî, İslâm hukuku ilâhî bir niteliğe sahiptir.
e) Fıkıh ibadetlerle ilgilenirken İslâm hukuku muâmelât ile ilgilenir.
10.Ebû Hanîfe’ye atfedilen fıkıh tanımı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Kişinin haklarını ve yükümlülüklerini bilmesidir.
b) Dinî hükümlere ilişkin nitelikli bilgidir.
c) Tafsîlî delillerden istinbât edilen şer’î amelî hükümlere ilişkin bilgiler
bütünüdür.
d) Nefsin kendisini bilmesidir.
e) Kişinin amelî açıdan haklarını ve yükümlülüklerini bilmesidir
Cevap Anahtarı
1-b,2-c,3-a,4-b,5-d,6-b,7-a,8-c,9-b,10-a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Hukukunun Kavramsal Çerçevesi ve Temel Özellikleri
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Aral, Vecdi, Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine, İstanbul 1991.
Aydın, Mehmet Akif, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 2005.
Bağdâdî, el-Fakîh ve’l-Mütefakkih, Beyrut 1980.
Bilge, Necip, Hukuk Başlangıcı, Ankara 1987.
Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri içinde, çev. Mustafa
Öz, İtanbul 2008.
Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri içinde, çev. Mustafa Öz,
İtanbul 2008.
Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ekber, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri içinde, çev. Mustafa Öz,
İtanbul 2008.
Hacvî, Muhammed, el-Fikru’s-sâmî fî tarîhi’l-fıkhi’l-İslâmî, Beyrut, 1995
Hamîdullah, Muhammed, İslâm Hukuku Etütleri, İstanbul 1984.
Karadâvî, Yusuf, İslâm Hukuku: Evrensellik-Süreklilik (çev.Y.Işıcık-A.Yaman),
İstanbul 1996.
Karaman, Hayreddin, “Fıkıh”, DİA, XIII,
Karaman Hayreddin, İslâm Hukuk Tarihi, İstanbul 1999.
Kıllıoğlu, İsmail, Hukuk Ahlâk İlişkisi, İstanbul 1988.
Schacht, J., İslâm Hukukuna Giriş (çev. M.Dağ-A.Şener), Ankara 1986.
Şelebî M.Mustafa, el-Medhal fi'l-Fıkhi'l-İslâmî, Beyrut 1985.
Türcan, Talip, “İslâm Hukukunda İki Farklı Geçerlilik Alanı: Kazâî ve Diyânî Hüküm
Ayırımı”, 1.İslâmî İlimlerde Terminoloji Sorunu Sempozyumu, Ankara 2006, s.279295.
Yaman, Ahmet, İslâm Hukukunun Oluşum Süreçlerinde Siyaset Hukuk İlişkisi, Konya
2004.
Zerka Mustafa, el-Fıkhü’l-İslâmî fî Sevbihi’l-Cedîd: el-Medhalü’-l-Fıkhiyyü’l-Âm,
Dımaşk 1967.
Zeydan, Abdülkerim, el-Medhal li Dirâseti’ş-Şerî’ati’l-İslâmiyye, Beyrut 1990.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İSLÂM HUKUKUNUN
KAYNAKLARI
Prof. Dr. Ahmet YAMAN
İSLÂM HUKUKUNA
GİRİŞ
Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI
ÜNİTE
2
İslam Hukukunun Kaynakları
GİRİŞ
İslam hukuku hükümlerinin bir kısmını doğrudan ifade eden ve bu hükümler
çerçevesinde hukukun oluşmasında esas alınan temel ilkeleri içeren kaynaklar
İslam hukukunun kaynakları olarak ifade edilmektedir. Bu ünite çerçevesinde,
başlıca kaynaklar olan Kur’ân, Sünnet, İcmâ, Sahâbîlerin Fetvâları, Bizden
Öncekilerin Şerîatleri ve Örf hakkında bilgi verilecektir. Her ne kadar kaynak
kavramı, bir bilim dalına ait edebiyat ve literatürü ifade etse de, bu ünitede, İslâm
hukuk edebiyatı değil, İslam hukuku hükümleri için “menşe” ve “menba”
anlamında olan ve gelenekte “delil” kapsamında ifade edilen kaynaklar konu
edilecektir.
İslam hukukunun yapısını tanımamızı, hükümlerin temeline inebilmeyi, var
olan hükümleri değerlendirebilmeyi, yeni hükümler için esas alınabilecek temel
hükümlerin neler olduğunu görmeyi sağlayan kaynaklar, İslâm hukuku için
varoluşsal öneme sahiptir.
GÜNÜMÜZ HUKUK BİLİMİNDE KAYNAK KAVRAMI
“Kaynak” kavramı, bir şeyin ilk çıktığı, ilk kaynadığı yer ve menba’
anlamlarına gelir. Dolayısıyla günümüz hukuk biliminde hukukun kaynağı
denildiğinde, hukuk kurallarının nereden ve nasıl ortaya çıktıkları anlaşılır. Bunun
yanında hukukun kaynağı kavramı, hukûkî hükümlerin nerelerde bulunduğunu ve
somut olarak ne şekilde tezâhür ettiğini de ifade eder.
Günümüz hukuk biliminde “hukukun kaynakları” denildiğinde, genel
anlamda, şu hususlar anlaşılmaktadır:
 Yaratıcı Kaynaklar: Hukuku hukuk yapan, onu yaratan ve hukuk kurallarını
meydana getiren güç demektir. Günümüzde demokratik ülkelerdeki yasama
meclisleri bu anlamda hukukun kaynağıdır. Bazı hukuk kuralları özellikle de
yazılı olmayan hukuk kuralları, bir otorite tarafından değil, fakat sosyal
yaşamın bir gereği olarak, örneğin çalışma, ticaret ve ekonomik hayatın bir
gereği olarak ve devamlı tekrarlanma sonucunda meydana gelmişlerdir. Bu
anlamda örf ve adetler de hukukun doğrudan kaynakları arasında sayılır.
 Bilgi kaynakları: Hukuk kurallarının nerelerde bulunduğunu ifade eden
kaynaklardır. Hukuk hakkında bilgi sağlayan her şey bu manada hukuk
kaynağıdır. Ayrıca hukuka dair sistematik eserler de hukukun bilgi
kaynaklarını oluştururlar.
 Yürürlük kaynakları: Anayasa, kanun, kararname, tüzük ve yönetmelikler
gibi, hukukî hükümleri gösteren kaideler, hukukun yürürlük kaynağını
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Hukukunun Kaynakları
oluştururlar. Bunlar, hukuk kurallarının dışa karşı göründüğü şekillerdir.
Örneğin ticaret hukuku için ticaret kanunu bir yürürlük kaynağıdır.
İSLÂM HUKUK BİLİMİNDE KAYNAK KAVRAMI
İslâm Hukuk Biliminde (Fıkıh Usûlü) “kaynak kavramı”nın ifade ettiği anlam
günümüz hukuk biliminden farklıdır. İslâm hukukunun ilâhî kökeni, İslâm hukuk
biliminin orijinalliği ve insanlık tarihi boyunca hukuka dair ortaya konulan ilk bilim
olması hasebiyle günümüz hukuk biliminden farklılıklar taşıması gayet doğaldır.
Konumuz olan “hükümlerin kaynağı” meselesinde de durum böyledir.
İslâm hukuku açısından bakıldığında hukukun/hükümlerin kaynağı konusunu
temelde iki kısımda incelemek gerekir.
 İslâm hukukunda hüküm koyma yetkisinin sahibi,
 İslâm hukuku hükümlerini ihtiva eden ve müçtehitlerin bir meselenin
hükmünü araştırırken ve ortaya koyarken (ictihat ederken) başvurdukları ve
esas aldıkları kaynaklar ve deliller.
İslâm Hukukunda Hüküm Koyma Yetkisi
İslâm hukuku açısından bakıldığında öncelikle hüküm koyma yetkisinin sahibi
ve mercii konusunun aydınlatılması gerekir. Bu, aynı zamanda yukarıda hukukun
kaynaklarına dair yapılan ayırımda birinci sırada yer alan “yaratıcı kaynak”
maddesine İslâm hukuku açısından verilecek cevabı da ortaya koyar.
Menşe Anlamında Kaynak
Dinî/şer’î hüküm, aslında, Allah’ın bir şeye dair hükmü demektir. Dolayısıyla
hüküm koyma yetkisinin ona ait olduğu da, böylece anlaşılmaktadır.
Bu anlamda İslâm hukukunun kaynağı Allah’ın iradesi olup, Kur’ân, Sünnet
ve diğer kaynaklar Allah’ın iradesine/hükmüne ulaşılan kaynaklar ve delillerdir.
İslâmî literatürde konumuzla doğrudan ilgili kavram “Şâri’” kavramıdır. Şâri’
kavramı , “hüküm koyma yetkisine sahip olan” anlamında sadece Allah Teâlâ’yı
ifade eder. Ancak mecâzî anlamda olmak üzere, şer’î hükümleri tebliğ görevi
sebebiyle Hz. Peygamber için de kullanılmıştır.
Konuyla ilgili diğer bir kavram “el-Hâkim” kavramıdır. Bu kavram da, “hüküm
koyan” anlamına gelmekte ve “eş-Şâri’” kavramı ile aynı anlamı ifade etmektedir.
Nitekim şu âyet-i kerîmelerde bu anlamda kullanılmıştır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Hukukunun Kaynakları
“Hüküm ancak Allah’ındır. O hakkı anlatır ve hüküm verenlerin en
hayırlısı odur.” (En’âm, 6/57)
“Yoksa onlar câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma
göre, Allah’tan daha iyi hüküm koyan kimdir?” (Mâide, 5/50)
“İslâm hukuku hükümleri” ya da “İslâmî hükümler” denildiğinde iki farklı
hüküm türünün bir arada kastedildiğini unutmamak gerekir. Çünkü İslâm hukuku
hükümleri, temelde ikiye ayrılır:
Müçtehitlerin ictihat
ederek ortaya
koydukları hükümler
ictihâdî hükümlerdir.
 Vahiy yoluyla bildirilen hükümler.
 Bu hükümlere dayanılarak çıkartılan ictihâdî hükümler.
Vahiy yoluyla bildirilen hükümler Kur’ân ve Sünnette yer alırlar. Bu nedenle
bu ikisi, İslam hukukunun iki asıl kaynağıdır. İctihâdî hükümler ise, müçtehitlerin bu
iki kaynakta yer alan hükümleri esas ve dayanak alarak ve yorumlayarak kendi
ictihatları sonucu ulaştıkları hükümlerdir. Onların bu hükümlerle ilgili yürüttükleri
bu yorum faaliyetinin adı ictihaddır. (İctihad ünitesine bakınız)
Konuyla ilgili olarak tartışılan bir hususa temas etmekte yarar vardır. Bütün
İslâm âlim ve ekolleri, hüküm koyma yetkisinin Allah Teâlâ’ya ait olduğu hususunda
hemfikirdir. Ayrıca, onun hükümlerinin vahiy/Peygamber yoluyla bilinebileceğinde
ve insanların Peygamberin getirdikleriyle yükümlü ve mükellef olduğunda görüş
birliği içerisindedirler.
Ancak, bunun yanında, Şâri’in hükümlerinin sadece vahiy yoluyla mı
bilineceği, vahiy gelmese bile aklın bu hükümleri bilmesinin ve buna dayalı olarak
insanların âhirette sorumlu olmalarının söz konusu olup olmayacağı hususu da
tartışılmıştır. Konu, hem Kelam ilmi hem de Fıkıh Usûlü ilminde “Husün-Kubuh
meselesi” adı altında incelenmiştir. Kısaca ifade edecek olursak, “insanın fiillerinin
iyi ya da kötü olduğuna dair aklen ulaşılan sonuç, âhirette de sevap ve cezanın bu
sonuca göre olacağı hususunda bağlayıcı mıdır?” sorusu, konunun özünü oluşturur.
Bazı Mu’tezîlî âlimlere göre, hukukî hükümlerin taalluk ettiği fiillerin
birtakım vasıf ve neticeleri vardır ve bu vasıf ve neticeler söz konusu fiilleri zararlı
ya da faydalı yapar. Bu da o fiil ile ilgili iyi ya da kötü şeklinde bir değerlendirmede
bulunulmasını mümkün kılar. Bu neticeye göre de kişi âhirette sorumlu olur. Yani
akıl, iyiliği bilinen fiilin emredilmiş, kötülüğü bilinen fiilin yasaklanmış bulunduğunu
Allah'ın hükmü olarak kavramış olur.
Eş'ârîler, vahiy olmadan, yani Allah'ın gönderdiği kitapları ve peygamberleri
olmadan hükümlerin sırf akıl ile bilinmesinin mümkün olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Zira akıl daima farklı ve çelişik hükümler vermektedir. Bir kısım akıllar bazı fiilleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Hukukunun Kaynakları
güzel bulurken diğer akılların aynı fiilleri çirkin gördüğü, hatta aynı kişinin aklının
bile bir fiil hakkında farklı zamanlarda değişik hükümler verebildiği, ayrıca aklın
hükmüne örf, âdet, alınan eğitim, hevâ ve heves gibi başka faktörlerin de etki ettiği
bilinmektedir. Tarih boyunca, insanların peygamber bulunmayan dönemlerde ve
yerlerde sürekli hak yoldan ve doğru hükümlerden saptığı bilinen bir gerçektir.
Dolayısıyla salt aklın, Allah’ın hükümlerini bilebileceğini ve insanların bununla
sorumlu tutulacağını söylemek isabetli değildir.
Dini anlamda iyi ve kötü
ahretteki karşılığına
bakılarak ifade
edilebilir.
Mâtürîdîler'e ve bir kısım Ca'ferîler'e göre insana ait fiillerin iyilik ve kötülüğü
gerektirecek birtakım sonuçlan vardır ve akıl bu sonuçlara dayanarak bir işin iyi
veya kötü olduğuna hükmedebilir. Ancak bu görüş sahipleri de, şer’î hükümlerin,
aklın bu değerlendirmesi doğrultusunda olması gerektiğini kabul etmezler. Zira akıl
ne kadar kâmil olursa olsun hata edebilir, ayrıca bazı fiiller akıl ile idrak edilemez.
Şu halde onlara göre akıl, hükümlere kaynak teşkil etmede yeterli değildir ve
hükümlerin kaynağı vahiydir.
Görüldüğü gibi bu tartışma aklı kabul ya da inkâr hususuyla ilgili değildir. Zira
vahiy yoluyla gelen hükümlerin muhatabı, yani onları anlayacak ve uygulayacak
olan akıldır. Ayrıca vahiy yoluyla bildirilen hükümleri esas alarak hükmü
bildirilmeyen meselelerin hükümlerini ortaya koyacak olan da akıldır.
Bu tartışmaların pratik sonucu, peygamberlerin davetinin ulaşmadığı
insanların dinî ve hukukî sorumlulukları konusunda ortaya çıkmaktadır.
Mu'tezile'ye göre bu insanlar iyiliği ve kötülüğü aklen kavranan konularda sorumlu,
Eş'arî ve Mâtürîdîler'e göre ise sorumlu değildir. Ancak Mâtürîdîler, bunların
yalnızca Allah'ı tanıma ve bulma sorumluluğu taşıdıklarını belirtmişlerdir. (Geniş
bilgi için bk. Akgündüz, 1997, s. 182-183; Çelebi, 1999, s. 59-63.)
İSLÂM HUKUK BİLİMİNDE KAYNAKLAR
İslam Hukuk Biliminde “kaynak kavramı” ifadesi, doğrudan, şer’î hükme
ulaşmamızı sağlayan deliller konusuna atıfta bulunur. Şer’î bir hükmün mutlaka
şer’î bir delile dayanılarak ortaya konulması, ilk günden itibaren bütün
Müslümanların titizlikle üzerinde durdukları ve hükmün meşruiyetini sağlayan
temel unsur olarak kabul ettikleri bir husustur.
Dolayısıyla konu, İslâmî ilimler içerisinde Fıkıh Usûlü’nün/İslam Hukuk
Bilimi’nin ana konusudur. Bilindiği gibi Fıkıh Usûlü ilmi, şer’î amelî hükümlerin,
kaynaklarını/delillerini ve bu kaynaklardan hükmün nasıl çıkarıldığını gösteren
kâideleri konu edinir.
İslâm Hukuk Biliminde kaynaklar konusu “delil” kavramı çerçevesinde
incelenmiştir. Delil kelimesi sözlükte, “bir işi ve durumu gösteren, ona işaret eden”,
“yol gösteren” ve “rehber” anlamlarına gelir. Fıkıh Usûlü ilmi açısından
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Hukukunun Kaynakları
tanımlayacak olursak, “delil, kat’î olsun zannî olsun şer’î amelî hükme ulaştıran
şeydir.” (Bardakoğlu, 1994, s. 138-139, Kahraman, 2010, s. 50-56.) Bu anlamıyla
“delil” kavramı, hem hükümlerin kaynakları hem de kaynaklardan hüküm çıkarma
yollarını (metotlarını) içermiş olmaktadır.
Kaynak ve delil manasına yaygın olarak kullanılan diğer kavramlar “el-asl/elusûl”, “el-hucce/el-hucec” ve “masdar/mesâdır” terimleridir.
İslâm hukukunun kaynakları konusunun daha iyi anlaşılabilmesi için, “şer’î
deliller” konusunun “kaynaklar” ve “kaynaklardan hüküm çıkarma yol ve metotları”
şeklinde ikiye ayrılarak incelenmesi daha uygundur.
Ancak biz, konuya giriş sadedinde “deliller/el-edilletu’ş-şer’iyye” hakkında
klasik literatürde sıralandıkları halleriyle kısaca bilgi verecek ve hüküm çıkarma
metotlarını “İctihad ve Fetvâ” ünitesine bırakarak sadece “kaynaklar” konusunu
işleyeceğiz.
İslâm hukukunda kaynaklar konusu, daha önce de belirttiğimiz gibi, Fıkıh
Usûlü eserlerinde “el-Edilletu’ş-Şer’iyye/Şer’î Deliller” başlığı altında incelenmiştir.
Fıkıh usûlü ilminde
kaynaklar, “delil”
kavramı ile ifade
edilmiştir.
Şer’î delillerin sayısı, bakış açısına göre farklılaşır. Her ne kadar bu delillerin
sayısını ondokuza ve hatta otuz altıya kadar çıkaranlar olsa da, genellikle kabul
gören ve çağımızda yapılan Fıkıh Usûlü çalışmalarında da benimsenen sıralama şu
şekildedir:
Kitâb, Sünnet, İcmâ’, Kıyas, Sahâbîlerin Fetvâları, Bizden Öncekilerin
Şer’îatleri, İstihsan, İstislah, Örf, Seddi Zerîa, İstıshâb. (Ebû Zehra, 1997, s. 63-268;
Hallâf, 1973, s. VIII-IX; Karaman, 2010, s. 89 vd.; Kahraman, 2010, s. 56-209.)
Bu deliller de kendi arasında,
 “Aslî deliller”
 “Fer’î Deliller”
olmak üzere iki kısma ayrılır.
Aslî deliller Kitab, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyastır.
Fer’î delil kavramı, aslî delillere bağlı ve ikinci dereceden delilleri ifade eder.
Bunların başlıcaları şunlardır: Sahâbîlerin Fetvâları, Bizden Öncekilerin Şer’îatleri,
İstihsan, İstislah, Örf, Seddi Zerîa ve İstıshâb.
Bu delillerden Kur’ân, Sünnet, İcmâ’, Sahâbîlerin Fetvâları, Bizden
Öncekilerin Şer’îatleri ve Örf, menba’ anlamında kaynaktırlar. Yani bunlar, çeşitli
meselelerin hükümlerini ihtiva ederler. Dolayısıyla bu ünitede bu kaynaklar
hakkında bilgi verilecektir.
Kıyas, İstihsan, İstislah, Seddi Zerîa ise kaynaklardan hüküm çıkarma
yöntemidirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Hukukunun Kaynakları
İstıshâba, kaynaklarda bir meselenin hükmü bulunmayıp ictihat ile de
çözüme ulaşılamadığı durumlarda başvurulur. İstishâb, değiştirici bir delil ortaya
çıkmadıkça, bir şeyin öteden beri süregelen halinin/hükmünün devamına karar
vermektir. Dolayısıyla bunlar hakkında “İctihad ve Fetva” ünitesinde bilgi
verilecektir.
İslâm hukukunun kaynaklarına dair ilk somut ifadeleri, “Muaz Hadisi” olarak
meşhur olan rivayette bulmaktayız. Buna göre; sahabeden Muaz b. Cebel’in
Yemen’e gönderilirken Hz. Peygamber ile aralarında geçtiği rivâyet edilen şu
konuşma, aynı zamanda ilk dönemden itibaren Müslümanların uygulamasını ve
kabulünü gösterir:
 Ya Muaz, bir mesele ile karşılaştığında ne ile hükmedeceksin?
 Allah’ın Kitabı ile hükmedeceğim.
 Şâyet meselenin hükmünü onda bulamazsan ne ile hükmedeceksin?
 Allah Resûlünün sünneti ile hükmedeceğim.
 Ya onda da meselenin hükmünü bulmazsan ne ile hükmedeceksin?
 İctihat ederim ve meseleyi hükümsüz bırakmam.
Hz. Peygamber, onun bu cevabından hoşnut olduğunu ifade etmiştir. ( Ebû
Dâvûd, Akdıye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3; İbn Mâce, Menâsik, 38)
Bunun yanında, özellikle Sahabenin, bir meselenin hükmünü araştırırken
önce Kur’ân’a, sonra Sünnet’e başvurdukları, bunlarda hükmü bulunmayan
meseleleri ise istişare ve ictihat ile hükme bağladıkları hususunda görüş birliği
vardır. Devam eden asırlarda da İslâm âlimlerinin genel tavrının bu yönde
olduğunu söyleyebiliriz.
Bu genel bilgilerden sonra İslâm hukukunun kaynaklarını inceleyebiliriz.
Ancak, yukarıda belirttiğimiz gibi, İslâm hukukunun kaynaklarının Kurân, Sünnet,
İcmâ’, Sahâbîlerin Fetvâları, Bizden Öncekilerin Şer’îatleri ve Örf şeklinde ele
alacağımızı ifade etmeliyiz:
KİTAB: KURÂN-I KERİM
Tanımı
İslam hukukunun birinci ve asıl kaynağı Kur’ân’dır. Aslında tariften âzâde
olmakla beraber, Fıkıh Usûlcüleri Kitâb/Kur’ân ile ilgili tarifler yaparlar. Bunlardan
biri şudur: Kur’ân, Hz. Muhammed (s.a.s)’e vahiy yoluyla Arapça olarak indirilmiş,
Mushafta yazılmış, bize kadar tevâtür yoluyla nakledilmiş Allah kelâmıdır.” (Şaban,
1996, s. 51)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Hukukunun Kaynakları
Kur’ân, mushaf haline getirildikten sonraki tasnifi ile Fatiha Sûresi ile
başlayıp Nâs Sûresi ile sona erer. Kur’ân’da 114 Sûre vardır. Ayetlerinin sayısı ise,
besmelenin her sûreye dâhil olup olmaması, âyetlerin başlangıç ve bitiş
yerlerindeki ihtilaflar gibi nedenlerden dolayı farklı sayılarda tespit
edilebilmektedir. Bazı âlimlerin tek cümle ve tek âyet saydığı âyetler, diğer âlimler
tarafından ikiye bölünüp iki âyet gibi görülebilmektedir. Dolayısıyla sayım
sistemine göre değişmekle beraber Kur’ân’ın âyet sayısını 6204, 6236 gibi
rakamlarla tespit edenler vardır.
Kur’ân’ın Özellikleri
 Kur’ân lafız ve mana olarak Allah katından indirilmiştir. Lafzının ve manasının
Allah katından olması özelliği ile Kur’ân, hem kudsî hem de nebevî
hadislerden ayrılır. Kur’ân’a vahy-i metlüv denmesinin nedeni de budur.
Gerek Hz. Peygambere manası vahyedilen kudsî hadisler, gerekse, Kur’ân
dışında ona gelen vahiyler, Kur’ân sayılmaz ve Kur’ân ile ilgili hükümlere tabi
olmaz.
Kur’ân’ın rukünleri nazm ve manadır. Yani Kur’ân nazmı/lafzî ibaresi ve
manasıyla Kur’ân’dır. Bu nedenle onun lafızlarının yerine konulan başka lafızlar
Kur’ân olmaz (Bilmen, I, 46). Kur’ân’ın hakikati ve tesiri ancak nazmı ile tecelli eder
ve dinî hükümler ancak lafız ve manasının bir arada değerlendirilmesiyle elde
edilebilir.
 Kur’ân Arapça nazil olmuştur: Bu nedenle, Kur’ân’ın başka dillere yapılan
tercümelerine Kur’ân denmez ve onlardan, Kur’ân’dan hüküm istinbat eder
gibi istinbatta bulunulmaz.
Kur’ân’ın, Arapça olması onun ayrılmaz bir vasfı olduğu için, namazda meal
ya da tercümelerinin okunması, namazın ruknü olan kıraat şartını yerine getirmez.
Bu hususta âlimlerin ittifakı vardır. Ancak Arapça okuyamayan şahısların namazda
Kur’ân meali ile yetinebileceklerine dair bir görüş Ebû Hanîfe’ye nisbet
edilmektedir (Konuyla ilgili tartışmalar için bkz.: Okur, 2002,s. 83-90).
Arapça olması, Kur’ân’ı diğer kutsal kitaplardan ayıran özelliklerinden biridir.
Onlar Arapça nâzil olmadığı gibi, Arapça’ya tercümeleri de Kur’ân sayılmaz.
 Kur’ân tevatür yoluyla nakledilmiştir: Kur’ân-ı Kerim yalan, bozulma, tahrif
edilme, kendisine herhangi bir şey ilave edilme veya herhangi bir şey
çıkarılma ihtimali olmayacak şekilde Hz. Peygamber’den alındığı haliyle
bütün âyet ve lafızları tevâtür yoluyla bize kadar ulaşmıştır. Kur’ân, Hz.
Peygamber döneminde insanlar tarafından ezberlenmiş ve muhtelif yazı
malzemesi üzerine kaydedilmiştir. Hz. Ebû Bekir Döneminde Mushaf haline
getirilmiş ve Hz. Osman döneminde bu Mushaf çoğaltılarak başlıca bölge
merkezlerine gönderilmiştir. Mushaf; Kur’ân’ı Kerim’i ihtiva eden sahifeler,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Hukukunun Kaynakları
demektir (Geniş bilgi için bkz. Yıldırım, 1989, s. 62-70). Kur’ân, bu şekilde
yazılı naklin yanında, Hz. Peygamber’den sonra her asırda sayısız insan
tarafından tamamıyla ezberlenmiş ve hafızadan hafızaya nakledilmiştir. Bu
nedenle Kur’an’ın nakli, yalan üzerinde ittifak etmeleri imkânsız olan sayısız
kişi tarafından gerçekleştirilmiştir.
 Kur’ân mu’ciz bir kelâmdır. Yani insanlar onun benzerini getirmekten
acizdirler. Kur’ân’ın mu’ciz olması bir çok açıdandır. Kur’ân’ın belâğatı ve
nazmı, geçmiş ve gelecekle ilgili gaybî haberler vermesi ve insanın bireysel ve
toplumsal manada en ileri düzeyde inkişafını sağlayacak inanç, amel ve ahlak
hükümlerini ihtiva etmesi mucize olmasının birkaç yönüdür.
Kur’ân’ın Kaynaklar Arasındaki Yeri
Kur’ân, diğer
kaynakların da aslıdır.
Kur’ân, Hz. Peygamber (s.a.s), sahabe ve sonra gelen bütün Müslümanların
ittifakıyla İslam’da hükümlerin ilk ve bağlayıcı kaynağıdır. Onda mevcut hükümle
amel İslam’ın gereğidir. Onun kesin delil oluşunun dayanağı Allah kelâmı olmasıdır.
Allah kelâmı oluşunun delili ise, hem Kur’ân’ın kendisinin mucize olması, hem de
Hz. Peygamber’in gösterdiği diğer mucizelerdir. Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunun
sabit olması, kendisine uyulmasını gerektirmektedir.
Kur’ân, aynı zamanda, diğer kaynakların ve delillerin de aslıdır. Diğer
delillerin hiç birisi ona aykırı olamaz ve onlarla istidlâl edilerek ortaya konan
herhangi bir hüküm onunla çelişemez.
Ancak Kur’ân’ın vahyedilmiş olması, onun açıklanmasının öncelikle
vahyedildiği kişi, yani Peygamber tarafından yapılmasını zorunlu kılar. Bu aynı
zamanda bizzat Kur’ân’ın ifadesidir:
“Kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye ve onların da tefekkür
etmeleri için sana bu Kur’ân’ı indirdik.” (Nahl, 16/44)
Dolayısıyla, Kur’ân’ın anlaşılması ve uygulanması Hz. Peygamber tarafından
ortaya konulmuştur. Bu nedenle, Kur’ân ve Sünnet birbirinden bağımsız iki ayrı
kaynak ya da delil olarak görülmemelidir. Bu açıdan Sünnet, ileride temas
edeceğimiz gibi, Kur’ân’ın Hz. Peygamber tarafından anlaşılma ve uygulanma
biçiminin adı olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, hüküm istinbatında bulunurken,
gerek sahabe ve gerekse sonraki âlimler, Kur’ân’ı Hz. Peygamberin açıklama ve
uygulamaları ile birlikte değerlendirmişlerdir.
SÜNNET
İslâm’da hükümlerin ikinci kaynağı Sünnet’tir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Hukukunun Kaynakları
Hz. Peygamber’in bir
insan olması açısından
yapmak durumunda
olduğu fıtrî davranışları
“Sünnet” sayılmaz.
Fıkıh Usûlü terimi olarak, “Sünnet; Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleridir.”
Bazı âlimler, bu tanıma, “tabiî/fıtrî/cibillî olmayan” kaydını koymuşlardır. Bu
durumda, Hz. Peygamber’in bir insan olması hasebiyle doğal olarak işlediği fiilleri
Sünnet kapsamına girmez. Ayrıca Kur’ân lafzı ve manasıyla vahyedildiği için, Hz.
Peygamber (s.a.s)’in ağzından çıkmış olsa da Sünnet’e dâhil değildir. Özelde Hz.
Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerini ifade etse de, daha genel anlamda sünnet
kavramının sahabenin uygulaya geldiği şeyleri kapsayacak şekilde kullanıldığı da
görülür.
Sünnetin Nevileri
Yapısı Bakımından Sünnetin Nevileri
Yukarıda verdiğimiz tanımdan da anlaşıldığı gibi sünnetin üç nev’i vardır:
 Kavlî Sünnet: Bunlar Hz. Peygamberin sözleridir. Mesela şu hadisi şer’îfler
bunun örneğidir: “Mü’min, elinden ve dilinden insanların güvende oldukları
kişidir.” (Tirmizî, Îman, 12; Nesâî, İman, 8) “Zarar vermek ve zarara zararla
karşılık vermek yasaktır” (İbn Mâce, Ahkâm 17; Mâlik, Muvatta, Akdıye, 31)
 Fiilî Sünnet: Fiilî sünnet, Hz. Peygamber’in fiilleridir. Onun teşrî’ amaçlı fiilleri,
farz, vâcip, mendup veya mübahlıktan birine delâlet eder. Hz. Peygamber’in
terklerinin, yani bir şeyi yapmamasının fiil sayılıp sayılmayacağı tartışılmıştır.
Ancak çoğunluğa göre terk, fiil sayılmamaktadır.
 Takrîrî Sünnet: Hz. Peygamber’in, Müslümanların yaptığı ya da söylediği bir
şeyden haberdar olduğu halde bunu reddetmemesi ve sükût etmesidir.
Ancak bunun bir şartı vardır. Hz. Peygamber’in sükût ettiği bu davranışın
yasak olduğu daha önceden bilinmemelidir (Bilmen, I, 134). Yasak olduğunu
daha önce beyan buyurduğu bir husustaki sükûtu ikrar sayılamaz. Onun bu
tutumunun sünnet olarak kabul edilmesi şu esasa dayanır: Hz. Peygamber
İslâm’ı öğretmek ve ona aykırı hususları insanlara bildirmek üzere
gönderilmiştir. İslâm’a aykırı olan bir şey söylendiği veya yapıldığı zaman,
onu düzeltmek Hz. Peygamberin görevidir. Resûlullah (s.a.s) İslâm’ın
reddettiği ve batıl olan bir şey hakkında sükût etmez. Eğer bir şeyi duyduğu
veya gördüğü zaman onu reddetmemişse, bu, o fiil ya da sözün meşru ve
mübah olduğunu gösterir. Meselâ, Hz. Peygamber, kabir başında ağlayan bir
kadına rastlamış, ona “Allah’tan kork ve sabret” buyurmuştur (Buhârî,
Cenâiz, 32). Bu olayda Hz. Peygamber, kadını kabir başında gördüğü halde
bunu men etmemiştir. Bu durum, erkekler gibi, kadınların da kabir
ziyaretinde bulunabileceklerini gösterir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Hukukunun Kaynakları
Rivâyet Bakımından Sünnetin Nevileri
Hadisler, rivâyetleri bakımından Hanefîlere göre “mütevâtir hadis”, “meşhur
hadis” ve “âhâd hadis” olmak üzere üç türe ayrılır. Hanefîlerin dışındakilere göre
meşhur hadis âhâd hadis kategorisine dâhil olduğu için, iki tür hadis vardır:
Mütevâtir hadis ve âhâd hadis.
 Mütevâtir Hadis: Yalan uydurmak üzere bir araya gelmeleri mümkün
olmayacak şekilde insanların Resûlullah (s.a.s)’den rivâyet ettiği ve tâbiîn ve
onlardan sonraki nesilde de (etbâuttâbiîn dönemlerinde de) aynı şekilde
rivâyet edilen hadislerdir (Bilmen, I, 135). Tevatürün, belirtilen üç topluluk
döneminde olması şarttır.
Bir hadisin mütevâtir olması için râvî sayısının belirli bir miktarda olması şart
değildir. Şart, rivâyet edenlerin hepsinin yalanda ittifak etmelerinin mümkün
olmamasıdır. Mütevâtir hadis, kat’î ve bağlayıcı bilgi ifade eder.
Mütevâtir hadisin iki türü vardır: Lafzı mütevâtir hadis (lafzen mütevâtir) ve
manası mütevâtir hadis (manen mütevâtir).
Lafzen mütevâtir, râvîlerin hem lafzında hem de manasında ittifak ettikleri
hadistir. Mesela “kim kasıtlı olarak benim adıma yalan uydurursa cehennemdeki
yerine hazırlansın” hadis-i şerîfi bu tür hadislere örnek olarak gösterilmektedir
(Şaban, 1996, s. 75). Lafzen mütevâtirin olup olmadığına dair bazı ihtilaflar bulunsa
da, “Vay (abdestte yıkanmayan) topukların cehennemde çekeceğine” ()hadis-i
şerîfi bu şekilde on iki sahabi tarafından nakledilmiştir. Bu tür hadislerin lafzı da
manası da mütevâtirdir.
Manası mütevâtir hadis, aynı anlamı ve manayı ifade etmekle beraber farklı
lafızlarla rivâyet edilen hadislerdir. Dua sırasında ellerin kaldırılmasını ifade eden
birçok hadis-i şerîf vardır. Bunlar, Hz. Peygamberin farklı zamanlardaki
uygulamalarını ifade etse de hepsi, dua sırasında ellerin kaldırılması hususunda
tevâtür derecesine ulaşmaktadır.
Hz. Peygamber
(s.a.s)’den günümüze
kadar Müslümanların
ortak olarak
yapageldikleri şeyler de
mütevâtir
hükmündedir.
Mütevâtir hadisler, sözlü olduğu gibi, amelî olarak da aktarılmıştır. Hz.
Peygamber’in sünneti ile sabit olup onun zamanından beri Müslümanların, ittifakla
uygulayageldikleri şeyler de mütevâtire dahildir. Mütevâtir sayılan sünnetin
ekseriyeti bu şekildedir. Namazların vakitleri, rekât sayıları, ezan ve kamet
okunması, hac ile ilgili bir çok uygulama ve Şe’âir-i İslamiyye olan şeyler böyledir.
Bunlar, İslam ümmeti tarafından Hz. Peygamber zamanından beri müştereken
uygulanmakta olup nesilden nesile fiilî tevatür şeklinde nakledilmişlerdir. Bunlarla
ilgili hem sözlü rivâyet, hem de Müslümanların tevâtür derecesine ulaşan
uygulaması vardır ( Mütevâtir haberin türleri hakkında bkz.; Bedir, 2004, s. 132).
Mütevâtir Sünnet, sübut açısından kat’î olup, itikat, ibadet ve muâmelât
konularının hepsinde ittifakla delildir (Bilmen, Kamus, I, 135).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Hukukunun Kaynakları
 Meşhur Hadis: Meşhur hadis, Hz. Peygamberden birkaç kişinin rivâyet ettiği,
sahabe döneminde tevatür derecesine ulaşmadığı halde, ikinci ve üçüncü
asırlarda tevatür derecesinde kalabalıklar tarafından rivâyet edilen
hadislerdir.
Meşhur hadis kategorisi Hanefîlerin dışındakilere göre âhâd hadis sayılır.
Mesela mestler üzerine meshin cevazını bildiren hadis ile “ameller niyetlere
göredir…” hadisi böyledir.
Bazı hadisler, sahabe döneminde birçok kişi tarafında bilinse de, tevatür
derecesinde nakledilmemiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)’in herkesin gözü önünde
yaptığı ibadetleriyle ilgili bazı rivâyetlerin âhâd seviyesinde kaldığını dikkate alırsak,
sahabenin mutlaka her duyduğu ya da gördüğü hadis-i şerîfi rivâyet etmediğini
anlarız. Bunun bilinen nedenleri de vardır. Hz. Peygamberin Kur’ân ile
karıştırabilirler endişesiyle, bazı sahabiler dışındakilere hadis yazmayı yasaklaması,
Hz. Ömer’in tavrında görüldüğü gibi, hadis rivâyetlerinin ümmeti ihtilafa düşürmesi
endişesiyle rivâyette oldukça sıkı davranması, bazılarının hata yaparım endişesiyle
rivâyetten çekinmesi gibi nedenlerle bir çok sahabi hadis rivâyetinden kaçınmıştır.
Bundan dolayı, sahabe döneminde lafzî tevatür derecesine ulaşan hadis sayısı belki
az olmuştur. Ancak yukarıda belirtilen nedenlerin yanında, aşağıda açıklayacağımız
diğer bazı sebepleri dikkate alan Hanefîlerin meşhur hadis kategorisini ortaya
koymaları ve bunu âhâd haberden daha kuvvetli bir delil saymaları, bu açıdan
bakıldığında isabetli bir tutum olmuştur. Ayrıca sahabenin âdil oldukları, yani dinî
meselelerde bile bile yalan söylemeyecekleri dikkate alınırsa, az sayıda sahabenin
rivâyetinin sonraki dönemlerde çok sayıdaki rivâyet gibi kuvvetli bir delil olması
gerektiğini kabul etmek gerekir.
Meşhur hadis kesin bilgi bildirmezse de, tatmin edici bilgi (ilm-i tuma’nîne)
ortaya koyar. Mesela, Nisâ sûresi 11. âyeti kerimesinde, miras paylarını bildirdikten
sonra “bütün bunlar ölenin yaptığı vasıyetin yerine getirilmesi veya borçlarının
ödenmesinden sonradır” buyurulmuştur. Burada “vasıyet” lafzı mutlak olup
herhangi bir şekilde sınırlandırılmış değildir. Hz. Peygamber’in, malın üçte birinin
vasiyet edilmesine müsaade ettiğini ve daha fazlasını vasıyet etmeyi menettiğini
bildiren meşhur hadis ile, âyetteki mutlak (sınırlandırılmamış) olan “vasıyet”
hükmü, malın 1/3’ü ile sınırlandırılmıştır.
Bu tür hadisleri inkâr eden kişi, İslam ümmetinin kabul ile karşıladığı bir
haber hususunda ümmeti hatalı görerek su-i zan ve itimatsızlık etmiş olacağından
fâsık kabul edilmiştir (Bilmen, I, 135.).
 Âhâd Hadis: Hanefîlere göre, “bir ya da birkaç râvî tarafından rivâyet edilen
ve mütevâtir ya da meşhur derecesine ulaşmayan hadislere âhâd hadis
denir.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Hukukunun Kaynakları
Hanefîlerin dışındakilere göre ise, mütevâtir olmayan hadislerin tamamı
âhâd hadistir.
Âhâd hadis kat’î bilgi/ilim ifade etmez. Bütün âlimlere göre zannî bilgi ifade
eder. Bundan dolayı, âhâd hadis, itikâdî meselelerde delil olmaz. Çünkü itikâdî
meselelerde kat’î bilgi veren deliller geçerli olur. Amelî konularda kesin bilgi şart
koşulmadığı için âhâd hadis bu meselelerde ittifakla delil kabul edilmiştir. Buradaki
zan, delile dayanan ve doğru olma ihtimali yanlış olma ihtimalinden yüksek olan
bilgi demektir.
Müctehitlerin farklı ictihatlara yönelmelerinde önemli etkenlerden biri âhâd
hadislerdir. Bundan dolayı usûl eserlerinde bu konu, oldukça ayrıntılı olarak
işlenmiştir. Âhâd hadislerin sübûtu (Hz. Peygamber’e aidiyeti) zannî olduğu için
müctehit âlimlerin her biri, bu hadisleri delil olarak kabul ederken bazı şartlar ileri
sürmüşlerdir.
Âhâd hadis ile amel etmede mezhep imamlarının ittifakla aradıkları dört şart
vardır:
 Ravînin aklî melekesinin yerinde olması
 Râvî’nin Müslüman olması
 Râvînin “adalet” sahibi olması. “Adalet”, râvînin sîret ve yaşantısının düzgün
olup büyük günahlardan kaçınan birisi olması demektir. Yani, râvî,
yaşantısında İslâm’ın emir ve yasaklarına riâyet eden birisi olmalıdır.
 Râvîde “zabt” özelliğinin olması. “Zabt”, duyduğu hadisi iyi anlamak ve
anlamında değişiklik yapmadan nakledebilmektir. Yani râvînin duyduğu
hadisi doğru bir şekilde nakledebilmesi demektir.
Hanefîler, yukarıda belirtilen şartlara ek olarak, delil olarak kabul edilmesi
için âhâd haberin
 “Kitâb” ve sahihliği sâbit Sünnete aykırı olmamasını,
 Rivâyetin sık tekerrür eden ve herkesin bilmesi gereken olaylar ile ilgili
olmamasını,
 Âhâd hadisin yerleşik dînî kaidelere ve esaslara aykırı düşmemesini
 Râvîsinin, rivâyet ettiği hadise aykırı davranmamış olmasını şart koşarlar
(Geniş bilgi için bkz.: Bedir, 2004, s. 137 vd.; Ünal, 1994, s. 133-170; Yiğit,
2009; s. 253 vd.).
İmam Mâlik ayrıca, âhâd yolla rivayet edilen hadisin Medîne Ehli’nin
uygulamasına aykırı olmamasını da şart koşar. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber ve
sahabenin yaşadığı yer olması ve örfün İslam’a uygun bir şekilde yerleşmesi
nedeniyle İmam Mâlik Medîne Ehli’nin amelini dikkate almıştır. Ona göre
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Hukukunun Kaynakları
Medîne’deki uygulama, topluluğun topluluktan yaptığı rivâyet gibidir. Âhâd rivâyet
ise bu şekilde gelen uygulamadan daha zayıftır.
Sünnetin Kaynak Değeri
Kur’ân’ın anlaşılması,
ancak Hz. Peygamberin
açıklamasıyla
mümkündür.
Kitap, Sünnet, Müslümanların İcmâı ve aklın gereğine göre Sünnet,
Kur’ân’dan sonra hükümlerin ikinci kaynağıdır. Hz. Peygamber (s.a.s)’in, Kur’ân’ı
tebliğinin yanında onu beyan etmek de görevidir. Kur’ân’ın anlaşılmasının ilk yolu,
Hz. Peygamberin beyanına bakmaktır. Kur’ân’ın namaz, oruç, hac, zekât gibi
getirdiği hükümlerin bir çoğunun mücmel olması ve Hz. Peygamber’in beyânıyla
uygulanabilir hale gelmeleri, aslında Sünnet’in yerini ve önemini ortaya koyma
bakımından yeterlidir. Sünnet’in Kur’ân’ı beyânı olmazsa, Kur’ân’ın bir çok
hükmünün Müslümanlar tarafından uygulanabilirliği kalmayacaktır. Bu durum,
Kur’ân ve Sünnet’in bir bütün olduğu yaklaşımında âlimlerin ittifak etmelerini de
açıklar. Nitekim İslâmî literatürde Kur’ân ve Sünnet metinlerini ifade etmek üzere
“nas” (çoğulu “nusûs”) kavramı kullanılmaktadır. Yani “nas” kavramı hem Sünnet
metinlerini ve hem de Kur’ân metinlerini ifade etmektedir.
Sünnetin, Müslümanlar için bağlayıcı bir kaynak olduğuna ve Müslümanların
Hz. Peygamber’e itaatle mükellef olduklarına Kur’ân’da delalet eden pek çok âyeti
kerime vardır. Bunların bazıları şunlardır:
“Kim Resûle itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur…” (Nisa, 4/80) “Hüküm
ancak Allah’ındır. O hakkı anlatır ve hüküm verenlerin en hayırlısı odur.” (En’âm,
6/57)
“De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân, 3/31)
“Allah ve Resûlü bir işte hüküm verdiği zaman, herhangi bir mü’min erkek
ve mü’min kadının işlerinde (başka bir şeyi) seçme hakları olmaz. Kim Allah ve
Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa sapmış olur.”( Ahzâb, 33/ 36)
“Peygamber size neyi verirse onu alın; size neyi yasaklarsa da ondan uzak
durun…” (Haşr, 59/7)
“…Biz sana Kur’ân’ı, insanlara kendilerine gönderileni açıklayasın diye
indirdik...”( İbrâhîm, 16/44)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Hukukunun Kaynakları
Hz. Peygamberden itibaren sahabe ve bütün Müslümanlar, herhangi bir şer’î
meselenin hükmünü araştırırken Kur’ân’dan sonra Sünnet’e müracaat edileceğini
kabul etmiş ve uygulama bu yönde olmuştur. Muaz b. Cebel’i Yemen’e
gönderirken Hz. Peygamber ile aralarında geçtiği rivâyet edilen ve yukarıda temas
ettiğimiz konuşma da ilk dönemden itibaren Müslümanların, bu yöndeki uygulama
ve kabulünü gösterir.
Hz. Peygamber (s.a.s)’e itaat ve onun Sünneti’nin hükümlerin kaynağı olarak
kabul edilmesi aklın da bir gereğidir. Zira, aklî deliller, mucizeleri yoluyla onun
Peygamberliğine imanı gerekli kıldığı gibi, onun Peygamberlik görevinin
gereklerini/sonuçlarını kabul etmeyi de zorunlu kılmaktadır. Aksi halde
Peygamberliğin ve Peygambere imanın bir anlamı kalmaz. Sünnet’in dikkate
alınmaması, Kur’ân naslarının birçoğunun anlaşılamaz olarak kalmasını, bir
çoğunun yanlış te’vil ve tefsir edilmesini netice verir. İslam tarihine dikkatle
bakıldığında, sapık mezheplerin, ya Sünnet’i dikkate almayarak ya da Sünnet’e
aykırı yorumlar ileri sürerek ortaya çıktığını görürüz. Bütün bu nedenler, Sünnet’in
muhafazası ve doğru bir şekilde nakli hususuna hayatlarını ve bütün enerjilerini
harcamış bulunan İslâm âlimlerinin çabalarının ne kadar takdire şayan olduğunu
açıkça göstermektedir.
Teşri’ Kaynağı Olup Olmaması Bakımından Hz. Peygamber’in
Söz ve Fiillerinin Kısımları
Hz. Peygamber (s.a.s)’in yaşamında ve davranışlarında, Müslümanlar için
güzel bir örneklik vardır. Ancak onun bütün söz, fiil ve davranışları teşrî’, yani bir
şeyin dînî hükmünü beyan etme amaçlı değildir. Zira o da bir insandır.
Peygamberlik vazifesinin yanında bir insan olarak yaşamını sürdürmek
durumundadır. Bu nedenle, sözlerinin ve fiillerinin, onun hangi vasfından
kaynaklandığını bilmek gerekir.
İslam âlimleri, bu açıdan onun söz ve fiillerini sınıflandırmışlardır (Karaman,
2010, s. 104; Şaban, 1996, s. 100-103). Bunları şu şekilde verebiliriz:
 Bir insan oluşu hasebiyle Hz. Peygamber’in fıtrî ve cibillî davranışları: Bir
şeyin dînî hükmünü açıklama veya meşru olduğunu gösterme amaçlı
olmaksızın, doğal olarak ondan sadır olan şeyler böyledir. Mübah olduğu
bilinen yiyeceklerden yemesi, zaman zaman insanlarla şakalaşması, gideceği
yere bazen yürüyerek bazen de binekle gitmesi, herhangi bir hüküm
açıklama kastı olmaksızın yaptığı ticaret, hastalık tedavisi, harp tedbirleri vb.
uygulamaları böyledir. Bunlar, onun mübah hükmüyle yaptığı şeylerdir.
Dolayısıyla ümmeti için de bunlar mübah hükmündedir. Bunlara mübahlığın
üstünde bir hüküm vermek şer’î hükmü değiştirmek olur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Hukukunun Kaynakları
 Resûlullah efendimize mahsus olduğu bilinen davranışlar: Savm-ı visâl
tutması (iftar etmeden oruca devam etmesi), teheccüd namazının ona farz
olması gibi hususların ona has olduğu delil ile bilinmektedir. Dolayısıyla
böyle meselelerde, onun davranışları ümmeti için uyulması gereken bir teşri
kaynağı değildir.
 Teşrî’ amaçlı söz ya da fiilleri: Bunlar, bir meselenin dini hükmünü açıklamak
üzere söylediği sözleri veya davranışlarıdır. Bunlar farz, vacip, mendûp,
mübah, haram ya da mekruh olarak hangi hükme delalet ediyorsa o hükmün
kaynağı olur.
Getirdiği Hükümler Bakımından Sünnetin Kitaba Göre Yeri
Sünnet’in, Kitâbın açıklaması ve uygulaması olduğunu belirtmiştik. Sünnet’in
getirdiği hükümler Kur’ân hükümleriyle karşılaştırıldığında, şu dört durum ortaya
çıkmaktadır (Ebû Zehra, 1997, s. 105-106; Şaban, 1996, s. 96).
 Sünnet, Kur’ân’da açık olarak vaz’ edilmiş hükümlerin tatbikini gösterir ve
onlara uygun hükümler getirir. Bu durumda Sünnet, Kur’ân’daki hükmü teyit
etmiş olur. Mesela, Nisâ Sûresi 29. âyette “Ey inananlar, mallarınızı haksız
yollarla yemeyin, karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması müstesna…”
buyrulmaktadır. Hz. Peygamber de “ Bir Müslümanın malı, rızası olmaksızın
başkasına helal değildir” buyurmuş ve âyetteki hükmü teyit etmiştir. Yine Hz.
Peygamberin ticarete, alım satım vb. akitlere yönelik uygulamaları, bu
âyetin tatbiki ve beyânıdır.
 Sünnet, Kur’ân’ın, beyânı gereken hükümlerinin beyânını/uygulanacak
şekilde açıklanmasını yapar. Bu da farklı şekillerde olur:
Sünnet, Kur’ân’ın açıklama olmadıkça kendisiyle amel edilemeyen
hükümlerini açıklar. Mesela, Kur’ân’da namaz (salât) emredilmiştir. Ancak namaz,
Kur’ân’da açıklanmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) namaz vakitlerini, şartlarını,
rukünlerini, rekâtlarını ve kılınışını açıklamıştır. Kur’ân’daki, zekât, oruç, hac gibi
hükümler mücmel olup bunları, kendileriyle amel edilebilecek şekilde Sünnet
beyan etmiştir.
Sünnet, Kur’ân’da var olan kapsamlı ifadelerin (‘âmm) hükümlerini zaman
zaman daraltır (tahsîs). Mesela, Kur’ân’da evlenilmesi haram olan kadınlar
sayıldıktan sonra “…bunların (yukarıda sayılanların) dışındakiler size helal
kılındı…”(Nisâ, 4/24) şeklinde kapsamlı bir ifade kullanılmıştır. Bu âyet-i
kerîmelerde hala/teyze ve yeğenin bir nikah altında bulundurulmasının yasaklığı
ifade edilmemiştir. Bu şekilde bir nikâhın meşru olmadığı sünnet ile sabit olmuş,
ayetin kapsamı daraltılmıştır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Hukukunun Kaynakları
“Kadın halası, teyzesi ve kız ya da erkek kardeşinin kızı (yeğeni) üzerine
nikâhlanamaz. Eğer bunu yaparsanız akrabalık bağlarını ihlal etmiş olursunuz.”
 Sünnet, Kur’ân’da hükmü bulunmayan meseleler hakkında hüküm koyar.
Ninenin miras hakkı, fıtır sadakası ve vitir namazı ve şuf’a hakkının meşru bir
hak olduğu gibi birçok hüküm Sünnet ile sabit olmuştur.
 Kabul edenlere göre Sünnet, Kitâb’ın getirdiği bazı hükümleri nesheder.
İCMÂ
İslam hukukunun kaynaklarından biri de sahabe döneminden itibaren
gerçekleşmiş bulunan icmâlardır.
İcmâın Anlamı
İcmâ kelimesi sözlükte, bir şeyi yapmaya kesin karar vermek ve bir hususta
fikir birliği yapmak anlamlarına gelir.
Terim olarak icmâın tanımını şu şekilde yapmak mümkündür: İcmâ; Hz.
Peygamber(s.a.s) ’in vefatından sonra herhangi bir dönem müçtehitlerinin, şer’î
amelî bir meselenin hükmü üzerinde görüş birliğine varmalarıdır. (Dönmez, 2000,
ss. 417-431)
İcmâın meydana gelebilmesi için icmâ edenlerin müçtehit olması ve
hakkında icmâ edilen meselenin dînî bir hüküm olması gerekir. Dolayısıyla, şer’î
olmayan meseleler hakkında icmâ’ iddiası geçerli değildir. Tıbba, fizik ya da coğrâfî
meselelere dair icmâ olmaz. Ayrıca icmâ edilen asırda yaşayan bütün müçtehitlerin
bu icmâya katılması gerekir.
Sahabenin bir nassın
hükmü üzerindeki icmâı
bağlayıcıdır.
Bilindiği gibi, sahabe döneminde, meydana gelen meselelerle ilgili olarak
Kur’ân ve Sünnet’te hüküm araştırılır ve sahabe arasında istişare edilirdi. Şûrâya
katılanlar, bir hüküm üzerinde ittifak ederse bu hüküm uygulanırdı. Sahabe
arasında itirazın olmadığı bu tür hükümler hakkında icmâ gerçekleştiği kabul
edilmiştir. İslam âlimleri, sahabenin icmâ ettiği konuları öğrenip onlara ittibâ’
etmişlerdir. Sahabenin icmâının bağlayıcı olduğu hususunda âlimler hemfikirdir.
Sahabenin fikir birliği, aslında nasların manaları üzerindeki fikir birliğidir ve
dolayısıyla bağlayıcıdır. İslâm ümmeti için önemli olan husus da burada ortaya
çıkar. Çünkü sahabenin diğer insanlardan/zamanlardan farklı bir hususiyetleri
vardır. Onların hususiyeti, nasların vahyine ve açıklanmasına şahit olmalarıdır.
Kur’ân onların yaşadığı ortamda nazil olmuş ve onlara tebliğ/beyan edilmiştir.
Dolayısıyla onların manası, delâleti ve hükmü üzerinde görüş birliği içerisinde
oldukları âyet ya da hadislerin, delâletleri ya da sübutları kesinlik ve katîlik
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam Hukukunun Kaynakları
kazanmış olur. Bu gayet tabiidir. Zira sahabenin hepsinin, bir nassın delâleti
hususunda yanılması söz konusu değildir.
İcmâın Şartları
İcmâın şartlarını kısaca ifade etmek icmâın anlaşılmasını kolaylaştırır. Bu
şartları kısaca şöyle ifade edebiliriz:
 Usulcülerin ekseriyetine göre icmâa katılma ehliyeti sadece müçtehitlere
aittir. Yani bu konuda sadece ictihat ehliyetine sahip kimselerin görüşleri
itibara alınır.
 İcmâın Hz. Peygamber’in vefatından sonra olması.
 İcmâ gerçekleşen zamanda yaşayan müçtehitlerin tamamının ittifak etmesi
gerekir.
 Bazılarına göre, icmâya katılan müçtehitlerin görüşlerinden dönmediklerinin
kesin olarak bilinebilmesi için, yaşadıkları asrın tamamlanması gerekir. Ancak
çoğunluk böyle bir şart aramaz.
 Usulcülerin çoğuna göre, icmâın şer’î bir hüküm üzerinde olması gerekir.
 İcmâın şer’î bir delile dayanması gerekir.
İcmâın Kaynak Oluşu
İslâm âlimleri, icmâın kat’î bir delil olduğunda hem fikirdir. Ancak onlar
sahabe asrından sonra icmâ meydana gelip gelmeyeceği hususunda ihtilaf
etmişlerdir.
Genel olarak zikredecek olursak, şartlarını muhtevi bir icmâ meydana
geldiğinde, bu bütün Müslümanların uyması gereken kesin ve kat’î bir delil olur. Bir
meselede icmâ varsa ona muhalefet edilmesi ya da icmâın bozulması caiz değildir.
Âlimler, sahabenin icmâıyla sonrakilerin icmâını eşit derecede görmemiş ve
icmâları kuvvet derecesine göre sıralamışlardır. Genel olarak ifade edecek olursak
en kuvvetli icmâ sahabe icmâıdır. Bu husus, icmâın özellikle nasların anlaşılması ve
yorumlanması ile yakından ilgili olduğunu göstermektedir. Bu durumda, icmâ, Hz.
Peygamber’in sünnetinin ve nasları beyanının tespit edilmesi ve değiştirilmeden
gelecek nesillere sağlıklı bir şekilde naklini sağlayan bir işlev görür. Hz. Peygamber
(s.a.s)’in nasları beyanına sahabe muhatap olduğuna göre, onların yanlış üzerinde
ittifak etmeleri düşünülemez. Bu, aynı zamanda “ez-Zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik, onu
biz muhafaza edeceğiz” âyetinin bir gereğidir. Dolayısıyla onların dînî bir
meseledeki ittifaklarının bağlayıcı olacağını kabul etmek gerekir. Bu açıdan,
Müslümanların icmâ edilen meselelerde icmâa gayet titiz bir şekilde uymaları, Hz.
Peygamber’e uymalarının bir gereği olmuş olur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam Hukukunun Kaynakları
Tarihte ve günümüzde görülen bidatçı ve sapık mezheplerin, icmâ edilen
hususlardan uzaklaştıkları ve icmâı dikkate almadıkları görülür. Bu, onların belirgin
ortak özellikleridir. Çünkü icmâı dikkate aldıklarında, nasları kendi hevâ ve
arzularına göre yorumlayamaz, sapık görüşlerine payanda yapamazlar.
İcmâın Türleri
İcma “sarih icmâ’” ve” sükûti icmâ’” olmak üzere iki kısma ayrılır.
 Sarih İcmâ: Bir dönemde yaşayan bütün müctehitlerin bir meselenin hükmü
üzerinde ittifak etmeleri ve bunu açıkça ortaya koymaları yoluyla oluşan
icmâdır. Böylece o mesele hakkında sözlü ve amelî icmâ meydana gelmiş
olur. Mesela, Sahabe müctehitlerinin Medîne’de yaşadıkları dönemlerde
hakkında ittifak ettikleri şer’î meseleler böyledir. Bu türlü icmâ, fakihlerin
cumhurunun ittifakıyla şer’î bir hüccettir.
 Sükûtî İcmâ: Herhangi bir asırda, bir ya da birkaç müctehit tarafından ortaya
konulan hükme, yeterli bir düşünme süresi geçtiği halde diğer müctehitlerin
katıldıklarına ya da reddettiklerine dair beyanda bulunmamalarıyla meydana
gelen icmâdır. Görüşünü açıkça ortaya koymayan müctehitlerin de, bu
şekilde sükut etmeleriyle açıklanan hükme katıldıkları kabul edilmektedir.
İcmâın İşlevi
İcmâ edilirken âlimlerin mutlaka bir delile dayandıklarını ifade etmiştik. İcmâ
bu delile kat’îlik kazandırır. Bunun yanında, tarih göstermiştir ki, sübût ve delâleti
kat’î naslarla ilgili yanlış tevil ve yorumların önüne geçilmesinde de icmâ, özellikle
sahabenin ittifakı önemli bir rol oynamıştır. Dolayısıyla, Hz. Peygamber (s.a.s)’in
uygulamalarının tespiti ve gelecek nesillere aktarılması hususunda temel bir işlev
görür. Bunun yanında icmâ, bir yöntem olarak yeni meselelerin hükümlerinin
tespitinde de güvenilir bir yol işlevi görür.
Ancak, icmâ’, naslar ile ilgili olarak iki temel işlev görür:
İcmâ, sübûtu ya da
delaleti zannî olan
naslara kat’îlik
kazandırır.
 İcmâın delâlet ve sübût yönlerinden kat’î olan naslarla ilgili yönü: İcmâın
senedi kat’î bir delil de olabilir. Ancak bu durumda hüküm o kat’î delil ile
sabit olmuş, icmâ da buna katılmış, o delilin başka bir yoruma ve tevîle
ihtimali olmadığını göstermiş olur. Bu şekildeki kat’î delilden çıkarılmış olan
hüküm üzerinde sonraki dönemlerde ihtilafa yer kalmaz (Bilmen, I, 165;
Şaban, s. 116). Mesela, beş vakit namazın farziyyeti naslar ile sabit olduğu
gibi, nasların bu farziyyete delâletinde icmâ da vardır. Dolayısıyla bu
farziyyette ve beş vakitte ihtilaf ve yoruma mahal kalmamıştır.
Aynı şekilde İslâm ümmeti, Hz. Peygamber’in açıklamalarına dayanarak,
hangi tür hayvanlardan kurban olacağı konusunda görüş birliğine varmıştır. Artık
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslam Hukukunun Kaynakları
bundan sonra kimse kalkıp, “tavuk, horoz vb. hayvanlardan da kurban olabilir”
şeklinde bir görüş ileri süremez ve dinimiz açısından böyle bir görüş muteber
olamaz.
Başörtüsü ile ilgili âyetlerin, kadınların başlarının örtülmesinin farz olduğuna
delâlet ettiği hususunda sahabe ve sonraki dönem âlimlerinin icmâı vardır. Bu
nedenle, sonradan herhangi birinin, yukarıda bahsedilen âyetlerin başörtüsünün
farz olduğuna delâlet etmediğini söylemesi geçerli/doğru bir görüş değildir ve
âyetleri kendi hevasına göre yorumlamış olur.
 İcmâın delâlet ya da sübût açısından zannî olan naslarla ilgili yönü: İcmâ, bu
tür naslar üzerinde tahakkuk ettiğinde onlara kat’iyet kazandırır. Sahabe
devrinde mirasta ninenin altıda bir hisse alacağında, bir kadının halası ve
teyzesi ile aynı erkeğin nikâhında bir arada bulunmayacağında icmâ’’
olmuştur. Bu icmâlar, belirtilen hükümleri muhtevi ancak haberi âhâd
türünden olan hadislere dayanır. Haberi âhâd ise zannîdir. İcmâ ile bu
hadisler, hem sübut hem de delâlet bakımından katiyet kazanmış olur
(Zeydan, Fıkıh Usûlü, s., 179).
İcmâın Senedi
İcmâ konusunun mahiyetinin ve işlevinin anlaşılmasında icmâın senedi
konusu son derece önemlidir.
İcmâ ehli, bir hüküm üzerinde ittifak ederken, şer’î bir delile istinat etmek
zorundadır. Zira insanlar, kendiliklerinden hüküm vaz edemezler. Müctehitler,
kaynaklara/delillere dayanarak şâri’in hükümlerini istinbat ederler. Bu nedenle,
müctehitler bir meselenin hükmü üzerinde görüş beyan eder ve icmâ’ ederken de
bir delile istinat ederler. İşte üzerinde icmâ edilen hükmün deliline icmâın senedi
denir.
Nitekim sahabe-i kiram, ittifak ettikleri hükümlerde bir delile istinat
etmişlerdir. Onlar, ninenin alacağı 1/6 oranındaki miras payı hakkında icmâ’
ederken, Ebû Hureyre’nin rivâyet ettiği hadise istinat etmiştir. Yine, baba bir erkek
kardeşlerin, öz kardeşler bulunmadığı takdirde onların yerine geçeceğinde icmâ
ederken baba bir kardeşlerin de nasdaki “kardeşler” lafzının şümulüne gireceğini
kabul etmiş, böylece her iki icmâda da bir senede dayanmışlardır (Ebû Zehra, 1997,
s. 182-184).
Hükümler, icmâın tahakkukundan sonra, icmâın senedi olan zannî delile
değil, icmâa izafe edilir. Yani bu konuda şöyle bir icmâ var denilir.
Kitap ve Sünnet naslarının icmâın senedi olabileceğinde âlimlerin ittifakı
vardır. Kıyas ve maslahatın icmâın senedi olup olamayacağı ise tartışmalıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Hukukunun Kaynakları
İcmâın İmkanı
Fakihlerin çoğunluğuna göre icmâ hem mümkündür hem de gerçekleşmiştir.
Örneğin Sahabe yukarıda geçen örneklerin yanında Müslüman bir bayanın
Müslüman olmayan bir erkekle evlenemeyeceği ve mehir belirlenmemiş olsa bile
nikâh akdinin sahih olduğu gibi meselelerde icmâ etmişlerdir. Ayrıca onlar,
harcanan suyun miktarı belli olmamakla beraber müşteri ile hamam sahibi
arasında belirlenmiş bir ücretin ödeneceği ve bunun caiz olduğu hususunda icmâ
etmişlerdir (Bilmen, I, 167). Dolayısıyla, icmâın vaki olmuş olması, onun mümkün
olduğunun kanıtıdır.
İcmâın Kaynak Değeri
Âlimlerin çoğunluğuna göre sarih icmâ kesin delildir. Yani, hakkında icmâ’
edilen hüküm kesinlik kazanır ve ihtilaf konusu olmaktan çıkar.
Hanefîlerin çoğunluğu ve Ahmed b. Hanbel’e göre sukûtî icmâ da kat’î icmâ
gibi bağlayıcı bir delildir. Ancak sukûtî icmâı zannî bir delil olarak görenler yanında,
onu geçerli bir icmâ olarak görmeyenler de vardır.
SAHABE GÖRÜŞÜ / FETVALARI
“Sahabe kavli” konusu, sahabilerin ihtilaf ettikleri ve hakkında Kitap, Sünnet
ve İcmâda bir hüküm bulunmayan meselelere dairdir. Yani sahabenin ictihat ile
ortaya koyduğu fetvalarının, sonrakiler için ne derece kaynak olacağı konusudur.
Sahabeden, aralarında ihtilaf olmadan rivâyet edilen, yani ittifak ettikleri
hükümler, icmâa dâhil olup, bununla amel edileceği hususunda şüpheye mahal
yoktur.
Fıkıh usûlünde “Sahabe Kavli” tamlamasında geçen “sahabe”nin tanımı hadis
ilminde yapılan tanımdan farklıdır. Bu bağlamda Sahabe, Hz. Peygamber (s.a.s) ile
uzun müddet bir arada bulunmuş, Kur’ân ve Sünnet’i öğrenmiş kişiler demektir. Bu
şekilde sahabenin tanımlanması, onların ictihatlarının delil olup olmayacağı
tartışmasına matuftur.
Âlimlerin konuyla ilgili ihtilafı, tâbiîn ve sonraki âlimler açısından sahabînin
sırf ictihadıyla verdiği fetvalanın şer'î hüccet sayılıp sayılmayacağı hususundadır.
Fakihlerin cumhuruna göre, sahabîlerin şer’î konulardaki görüş ve fetvaları
birer delildir. Onlar İslâm’ı bizzat Hz. Peygamber’den den öğrenmeleri hasebiyle
hem nasların lafzî anlamlarını, hem manalarını hem de maksatlarını, yani
“makâsıdu’ş-şerî’a”yı çok iyi öğrenmişlerdir. Dolayısıyla, sahabenin amel ve
görüşlerinin, bir nassa ve hususen bir sünnete istinat etmesi yüksek bir ihtimaldir.
Bu nedenle, gerek nasların anlaşılmasında, gerekse hakkında nas bulunmayan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Hukukunun Kaynakları
meselelerin şer’î hükmünün bilinmesinde sahabe görüşünün, şer’î bir hüccet olarak
kabul edilmesi gerekir.
“Birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensâr ile onlara güzelce
uyanlardan Allah razı olmuştur, onlar da ondan razı olmuşlardır…” (Tevbe,
9/100)
âyeti, sahabenin yolundan gitmeyi övmektedir. Onların görüşlerine uymak da
onların yolundan gitmenin bir gereğidir.
“Ben ashabım için emanım, ashabım da ümmetim için emandır” (Müslim,
Fedâilu’-Sahâbe, 207)
hadisi de sahabeye uyulmasını tavsiye etmektedir.
ŞER’U MEN KABLENÂ (ÖNCEKİ PEYGAMBERLERİN ŞERİATLERİ)
Fıkıh Usûlünde kaynak olarak kullanılan “şer’u men kablenâ/bizden
öncekilerin şeraitleri” ifadesi ile, “önceki hak dinlere ait olup Kur’ân ve Sünnet’te
nakledilen hükümler” kastedilir.
İslam Dini, önceki dinleri
nesh etmiştir.
Fıkıh Usûlü eserlerinde, bizden önceki peygamberlerin getirdiği dinlerdeki
hükümlerin, Müslümanlar için geçerli olup olmadığı tartışılmıştır.
İslam dininin, önceki dinleri nesh ettiği, yani hükümlerinin geçerliğini
kaldırdığı konusunda ittifak/icmâ vardır (Bilmen, I, 195). Tartışılan konu, önceki
peygamberler ve ümmetleri için geçerli olup Kur’ân ve Sünnet tarafından
nakledilen ve bizim için de geçerli olup olmadığı belirtilmeyen hükümlerdir.
Bu konuda dikkat çekilmesi gereken hususlar kısaca şunlardır:
 Kur’ân ve Sünnet’in dışındaki yollarla nakledilen eski şer’îatlere dair
rivâyetlere hiç bir şekilde itibar edilemez.
 Kur’ân ve Sünnet’te nakledilip neshedildiği bildirilen hükümler bizim için
geçerli olmaz. Mesela; “Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara
sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç iç yağlarını da haram
kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Biz, şüphesiz
doğruyu söylemekteyiz (En’âm, 6/146).
 Önceki dinlerde olduğu gibi, İslâm’da da geçerli olduğu bildirilen ve
emredilen hükümler, zaten bizim için de geçerli olmuş olur. Oruç ibadeti
böyledir.
“Ey iman edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, kötülüklerden
sakınasınız diye oruç size de farz kılındı” (Bakara, 2/183)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Hukukunun Kaynakları
 Âlimler arasında tartıma konusu olan husus, Kur’ân ve Sünnet’te zikredilip
bizim için geçerli olup olmadığına dair bir açıklama bulunmayan hükümler
konusudur. Mesela Mâide Sûresi 5. âyette şöyle buyurulur:
“Tevrat’ta onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe
diş ile kısas yazdık. Kim hakkından feragat ederse, bu ona keffâret olur. Allah’ın
indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.”
Bu âyeti kerimenin ifade ettiği hükümlerin Müslümanlar için de geçerli olup
olmadığı hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Ancak, bazı çağdaş âlimler, bu
konularda da ihtilafa mahal olmadığını, zikredilen bu hükümlerin bizim için geçerli
olup olmadığını gösteren karineler bulunduğunu söyler. Mesela Hz. Peygamber
“Cana can kısas vardır” (Buhârî, Diyât, 6; Müslim Kasâme, 25) buyurmuştur.
Dolayısıyla, bu şekilde, yukarıdaki âyetin hükmünün bizim için de geçerli olduğu
anlaşılmış olur.
Hanefî ve Mâlikî usul âlimleri, önceki ümmetlerle ilgili olarak Kur’ân ve
Sünnet tarafından olumsuzlanmadan bize nakledilen hükümlerin bizim için de
geçerli olacağını ifade ederler.
ÖRF VE ÂDETLER
Örfün Tanımı
Örf kelimesi, lügatte tanınan, bilinen ve iyi anlamlarına gelir. Âdet kelimesi
de, bir şeyin alışkanlık olmasını ve sürekli tekrar edilmesini ifade eder.
Bazı hukuk kuralları, özellikle de yazılı olmayan hukuk kuralları, bir otorite
tarafından değil fakat sosyal ilişkiler, çalışma, ticaret ve ekonomik hayatın bir
gereği olarak devamlı tekrarlanma sonucunda meydana gelmişlerdir. Bu anlamda
örf ve adet hukuku da hukukun kaynakları arasında yer alır.
Örf ve âdetler, toplumdaki davranışları düzenleyen, etkileyen ve yönlendiren
bir karaktere sahiptir. Bu nedenle, kanunlar gibi yazılı olmasa da, örf ve âdet
kuralları, dayanağını toplumsal vicdan ve toplumsal kabulden alır. Bu nedenle,
sözle ve yazıyla ifade edilmese bile örf kuralları, uygulamada insanlar tarafından
dikkate alınarak varlıkları gösterilmiş olur.
Fıkıh Usûlü ıstılâhında Örf, insanların daima yapageldikleri ve aklı selim
sahibi kimselerin reddetmedikleri uygulamalar, sözler ve işlerdir ( Bilmen, I, 197).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Hukukunun Kaynakları
Örf, sözlerle ilgili olabileceği gibi, çeşitli uygulamalar şeklinde de tezâhür
edebilir. Örneğin bazı söz ve deyimlerin insanlar arasında belirli manalarda
kullanılmasıyla sözlü örf oluşur. Dolayısıyla söz kullanıldığında, ilk akla gelen manası
örfî mana olur. Mesela “mal” sözü bazı beldelerde “küçük baş hayvan” anlamına
gelir. Diğer bazı bölgelerde ise, “insanların faydalanabildiği her türlü maddî değeri”
ifade eder. Dolayısıyla “mal” kelimesinin anlamı, kullanıldığı bölgenin örfüne göre
belirlenir. Sözlü örf, insanların anlaşmalarında, yeminlerinde ve diğer sözlü
muamelelerinde dikkate alınır ve ona göre değerlendirme yapılır.
Bunun yanında, insanların muamelelerinde uygulayageldikleri şeyler de
amelî örf olur (Ebû Zehra, Fıkıh Usûlü, s. 234 vd). Mesela, marketlerden ya da
bayilerden, alım satımı ifade eden lafızları söylemeden müşterinin malı alarak
parayı kasaya uzatması ve satış işleminin tamamlanması örf haline gelmiştir. Böyle
durumlarda sözlü ifade bulunmadan satım akdinin tamam olacağını İslâm
hukukçuları kabul etmişlerdir.
Örfün oluşmasında çok farklı etkenler bulunduğu için, doğrudan bir hukuk
kaynağı olarak görülmemiş, daha çok, insanlar arası muamelelerde
anlaşmazlıkların çözümünde ve sözlerin anlaşılmasında kendisine müracaat edilen
bir veri olarak kabul edilmiştir. Bu şekilde görülmesi örfün önemini azaltmaz.
Çünkü hukûkî olayların hemen tamamının yorumlanmasında şu ya da bu şekilde
örfe müracaat edilir. Başta satım akdi olmak üzere sözleşmelerde ileri sürülebilen
şartların sınırının tayini, yemin ve adak gibi sözlü ifadelerde lafızların anlamlarının
ve her türlü anlaşmada kullanılan sözlerin anlam alanının belirlenmesi ve yapılan
anlaşmalarda açık bırakılan hususların doldurulması gibi birçok meselede örfün
açıklayıcı bir özelliği ve bu manada kaynak değeri vardır.
Örfün Delil Olarak Kullanılmasının Şartları
Toplumda görülen bir uygulamanın muteber olabilmesi için, hem örf
olduğunun kabul edilmesi hem de İslâm’ın prensipleriyle çelişmemesi gerekir.
Dolayısıyla bir uygulamanın muteber örf olabilmesi için şu şartların bulunması
gerekir:
 Bir şeyin örf olarak dikkate alınabilmesi için uygulamada süreklilik
göstermesi gerekir. Bu, örfün sayısal olarak çokluğunu değil, ilgili olduğu
olayların çoğunluğunda var olmasını ifade eder. Örfün ne kadar süreden beri
uygulamada olması gerektiği hususunda belirli bir sınır tayin edilmemiştir.
 İstikrar: Örf olan şeyin toplumda genel kanaat haline gelmesi gerekir. Bir
şeyin örf olarak kabul edilmesinde insanların çoğunluğunun kanaati esastır.
 Örf şer’î delillere muhalif olmamalıdır. İslâm’ın prensiplerine aykırı olan şey,
doğru değildir. Bir şey, sırf toplumda yerleşik ve uygulaması var diye iyi ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam Hukukunun Kaynakları
doğru olmaz. İslam’ın, toplumda yerleşik bulunan yanlışları düzeltmek üzere
gönderildiğini bu noktada hatırlamakta yarar vardır.
Örfün Türleri
Örf geçerli olup olmaması veya genel olup olmaması açılarından kısımlara
ayrılır.
Geçerlik Bakımından
 Sahih Örf: Yukarıdaki şartları taşıyan, diğer bir ifadeyle naslar ile çelişmeyip
insanlara fayda sağlayan örfler sahih ve muteberdir. Bu tür örf, yargı ve
fetvada dikkate alınır.
Örf, sahih ve bâtıl olmak
üzere iki kısma ayrılır.
 Fâsid Örf: Naslara aykırı olan veya insanlara zarar veren örf geçersizdir.
Haramlar toplumda yaygınlık kazansa da örf olarak muteber olmaz. Mesela,
günümüzde kumarın bir çok türü ortaya çıkmıştır. Bunların hiç biri örf olarak
geçerlik ve sahihlik kazanmaz. Örf ile nas arasında teâruz olduğunda, nassa
itibar edilir.
Uygulandığı Bölge Bakımından
 Genel Örf (Örf-i Âmm): Büyük bölgelere ve Müslümanların geneline yayılan
örfler böyledir. Mesela, Hz. Peygamberden, şartla yapılan satış akitlerinin
yasaklandığı rivâyet edilmiştir. Hanefilere göre, genel örf haline geldiği için,
örften kaynaklanan şartlar bundan istisna edilir.
 Husûsî Örf (Örf-i Hâs): Belli bir bölgeye, mesleğe, belli bir iş çevresine veya
sanat koluna ait olan örfler böyledir. Mesela, çiftçinin ürününü fabrikaya
verip belli bir yüzde ile işlenmiş ürün alması bazı bölgelerde
uygulanmaktadır. Bu, örf-i hâstır. Bu tür örf, sadece uygulandığı bölgede
muteber olur. Bu örfü bilmeyen başka bölge halkları için geçerli olmaz.
İslâm Hukuk Metodolojisinde Örfün Rolü
Örfün, İslam hukuk metodolojisinde bir kaç farklı açıdan rolü vardır.
 Âyet ve hadislerin anlaşılmasında, vahiy dönemi Arap diline ait örf ve
âdetlerinin yeri vardır. Naslarda yer alan mutlak ve genel ifadeleri
müçtehitler, örf ile sınırlandırmış ve tahsis etmiştir.
 Örfe mebni vârid olmuş hükümler, örfün değişmesiyle değişmiştir. Mesela,
Hz. Peygamber, faiz cereyan eden malları açıklarken bunların bir kısmını ölçü
ile bir kısmının da tartı ile satıldığını bildirmiştir. Ancak onun amacı bu
malların daima bu şekilde alınıp satılması değildir. Bu nedenle bazı âlimler,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İslam Hukukunun Kaynakları
hadistekinin aksine ölçü ile satılan şey daha sonra tartı ile satılmasının örf
halini alabileceğini söylemiştir. Bu durumda, tartı ile satmaya itibar edilir.
 İnsanlara ve topluma zarar vermeyen, bilakis fayda sağlayan ve
yasaklanmasını gerektiren bir nas bulunmayan örfler, muamelelerde esas
alınır ve insanlar arası ihtilaflarda hakem kılınır.
Örf ile ilgili prensipler, İslâm hukukunda küllî kaidelere yansımıştır.
Bunlardan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’de zikredilen başlıcaları –sadeleştirmelerleşöyledir:
“İnsanlar arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde örf hakem kılınır.” Mecelle,
madde, 36.
“İnsanların uygulaması (örf), riayet edilmesi gereken bir delildir.” Mecelle,
madde, 37.
“Âdetin delâletiyle lafızların hakiki manası terk edilir.” Mecelle, madde, 40.
“Âdet ancak süreklilik gösteriyorsa muteber olur.” Mecelle, madde, 41.
“Örfen halk arasında bilinen şeyler, akitlerde şart kılınmış sayılır.” Mecelle,
madde, 43
“Ticaret erbâbı arasında örf haline gelmiş şeyler, muamelelerinde şart olarak
ifade edilmiş gibidir.” Mecelle, madde, 44.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İslam Hukukunun Kaynakları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
İslam Hukukunun Kaynakları
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi, hukûkî hükümlerin menbaı anlamında İslâm
hukukunda “kaynak” değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
İcmâ’
Örf
Sahabe Kavli
Kıyas
Sünnet
2. İslâm’da hüküm koyma yetkisinin asıl sahibi anlamına kullanılan kavram
aşağıdakilerden hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Müçtehit
Âlim
Şâri’
Rabb
Fakih
3. “Hüsün ve kubuh” tartışması hangi konuyla ilgilidir?
a)
b)
c)
d)
e)
İnsan fiillerinin şer’î hükmü
İnsanın fiillerini değerlendirme yetkisi
İslam hukukunun kaynaklarının geçerliliği
Eşyanın hukuki statüsünün bilinebilmesi
İnsan fiillerinin dini anlamda iyi ya da kötü olduğunun bilinebilmesi
4. Aşağıdakilerden hangisi Fıkıh Usûlü ilminde aslî delillerden sayılmamıştır?
a)
b)
c)
d)
e)
Örf
Sünnet
Kıyas
Kitab
İcmâ’
5. Aslî delillere bağlı ve ikinci dereceden delilleri ifade eden kavram
hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
İcmâlî delil
Fer’î delil
Tafsîlî delil
Zannî delil
İctihadi delil
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
İslam Hukukunun Kaynakları
6. Hangi özelliği ile Kur’ân, hem kudsî hem de nebevî hadislerden ayrılır?
a)
b)
c)
d)
e)
Arapça olması
Lafzının ve manasının vahye dayanması
Tevâtür yoluyla nakledilmesi
Yazıya geçirilmiş olması
Sünnet tarafından açıklanmış olması
7. Hz. Peygamberden birkaç kişinin rivâyet ettiği ancak ikinci ve üçüncü
rivayet tabakalarında tevatür derecesinde kalabalıklar tarafından rivâyet
edilen hadislere Hanefîler tarafından ne ad verilir?
a)
b)
c)
d)
e)
Mütevâtir
Meşhur
Âhâd
Zayıf
Sahih
8. Hz. Peygamberin herhangi bir yemekten hoşlanmamasının dini anlamda
sünnet kategorisine dahil olmaması aşağıdakilerden hangisinin gereğidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Bunu emretmemesinin
Yapılmasının sevap olduğunu belirtmemesinin
Fıtrî bir tutum olmasının
Terkinin günah olduğunu bildirmemesinin
Vacip olduğunu ifade etmemesinin
9. İcmânın dayandığı delile katîlik kazandırmasını ifade eden kavram
hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
İcmânın işlevi
İcmânın senedi
İcmânın müstenedi
İcmânın sarih olması
İcmânın sukûtî olması
10.İslâm hukukunun kaynağı olması bakımından örf ile ilgili olarak
aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Örf kelimesi, lügatte tanınan, bilinen ve iyi anlamlarına gelir.
b) Örf ve adet hukuku da hukukun kaynakları arasında yer alır.
c) Sözle ve yazıyla ifade edilmese bile örf kuralları, uygulamada insanlar
tarafından dikkate alınarak varlıkları gösterilmiş olur.
d) Örf Şer’î delillere muhalif olabilir.
e) İnsanlara zarar veren örf geçersizdir.
Cevap Anahtarı
1- d, 2-c, 3-e, 4-a, 5-b, 6-b, 7-b, 8-c, 9-a, 10-d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
İslam Hukukunun Kaynakları
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Akgündüz, A. (1997), “Hâkim” , Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, XV, 182-183,
İstanbul.
Bardakoğlu, A. (1994), “Delil”, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul.
Bedir, M. (2004), Fıkıh, Mezhep ve Sünnet, İstanbul.
Bilmen, Ö. N., Hukukı İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul.
Çelebi, İ. (1999), “Husün ve Kubuh”, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul.
Dönmez, İ. K. (2000) “İcmâ’”, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, XXI, ss. 417-431,
İstanbul.
Ebû Zehra, M. (1997), İslam Hukuku Metodolojisi, çev. Abdulkadir Şener, Ankara.
Hallâf, A. (1973), İslam Hukuk Felsefesi, çev. Hüseyin Atay, Ankara.
Kahraman, A. (2010), Fıkıh Usûlü, İstanbul.
Karaman, H. (2010), Fıkıh Usûlü, İstanbul.
Koca, F. (2005) “İslam Hukukunda Kaynak Kavramı ve Kaynaklar Hiyerarşisi Üzerine
Bazı Düşünceler”, İlahiyat Fakülteleri I. İslam Hukuku Ana Bilim Dalı Eğitim Öğretim
Meseleleri ve İslam Hukuk Usûlünün Problemleri Sempozyumu, Çorum.
Okur, K. H. (2002), “Ebû Hanîfe ve Anadilde İbâdet”, İslâmî Araştırmalar Dergisi,
Ankara.
Şaban, Z. (1996), İslâm Hukuk İlminin Esasları, Çev. İ. Kâfi Dönmez, İstanbul.
Ünal, İ. H. (1994), Ebû Hanîfe’nin Hadis Anlayışı ve Hanefî Mezhebinin Hadis
Metodu, Ankara.
Yıldırım, Y. (1989), Kur’ân-ı Kerim ve Kur’ân İlimlerine Giriş, İstanbul.
Yiğit, M. (2009), Ebû Hanîfe’nin Usul Anlayışında Sünnet, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
İSLÂM HUKUKUNDA
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
KÜLLÎ KAİDELER
• İslâm Hukuku ve Külli Kaideler
• Küllî Kaidelerin Tarifi
• Küllî Kaidelerin Genelliği ve
İstisnaları
• Küllî Kaidelerin Ortaya Çıkışı ve
Kaynakları
• Küllî Kaidelerin İslâm
Hukukundaki Yeri ve Önemi
İSLÂM HUKUKUNA
GİRİŞ
Prof. Dr. Mustafa BAKTIR
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• İslâm Hukukunda küllî kaideleri anlayabilecek
• Küllî Kaidelerin tariflerini yapabilecek
• Küllî kaidelerin ağlebi olmalarını kavrayabilecek
• Küllî kaidelerin kaynaklarını tespit edebilecek
• Bazı temel ilkelerin İslâm Hukukundaki önemini
değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
3
İslâm Hukukunda Küllî Kaideler
İSLÂM HUKUKU VE KÜLLÎ KAİDELER
İslâm Hukukunun genel prensipleri Küllî kaideler şeklinde ifade edilmiştir.
Küllî kaidelerin Kitab, Sünnet ve ilk dönemde yazılan fıkhi eserlerde dağınık bir
şekilde mevcut olduğu biliniyor ise de, bu günkü manada ortaya çıkışı hicri IV. asrın
başlarına rastlamaktadır. İslâm teşri tarihini inceleyen eserleri gözden
geçirdiğimizde, İslâm Hukuk tarihini birkaç devrede ele aldıklarını görmekteyiz. Bu
eserlerin hemen hepsinde dikkatimizi çeken bir nokta olmuştur. Rasûlullah (s.a.s),
sahabe ve mezheplerin ortaya çıktığı dönemler geniş bir şekilde incelendikten
sonra, taklit devri veya fıkhın gerileme devri diye dördüncü bir dönem eklenmekte,
fazla tahlil ve izaha girilmemektedir. Bu dönem, İslâmi ilimler sahasında bilhassa
Mâverâünnehir ve çevresinde büyük bir inkişafın olduğu, Kerhî, Debusî, Pezdevî ve
Serahsî gibi büyük hanefî fakîhlerinin yetiştiği, usûl ve füru’ sahasında çok değerli
eserlerin telif edildiği verimli bir dönemdir. Kanaatimizce İslâm Hukukunda ileri bir
merhale olarak kabul edebileceğimiz Küllî kaidelerin ortaya çıkışı ve tespiti de yine
bu dönemde olmuştur.
Mezhep imamları ve onların talebeleri tarafından verilen binlerce fetvanın
sistematize edilmesi ve bir tasnife tabi tutulması yine bu döneme rastlar. Bu
dönemde fetvalar o kadar çoğaldı ki, bunları belli kaide ve esaslar altında toplama
ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıktı. İlk Hanefî usûlcülerinden Kerhî bu işi başlatmış,
ondan sonra gelenler de büyük mesafe katetmişlerdir. Nitekim bu sahada yazılan
eserlerin mukaddimelerine baktığımızda binlerce meseleyi ezberlemenin mümkün
olmadığına temasla, Küllî kaidelerin tespitinin bir ihtiyaç ve zaruretten doğduğu
belirtilmiştir.
Diğer taraftan bu eserlerin ilk olarak Hanefiler tarafından yazılmış olması
oldukça manidardır. Hanefi mezhebi Ebû Yusuf’tan başlamak üzere genellikle İslâm
devletlerinin resmî mezhebi olmuş ve yüzyıllar boyunca tatbikatta kalmıştır.
Dolayısıyla mahkemelerde birçok ihtilaflı mesele Hanefî mezhebine göre karara
bağlanmış ve neticelendirilmiştir. Bunun tabii bir neticesi olarak fıkhî mesele sayısı
oldukça artmıştır. Bu da kendiliğinden birçok fer’î meseleyi belli kaideler altında
toplama ihtiyacını doğurmuştur. Mecelle’nin başında yer alan "Esbab-ı Mucibe
Mazbatasında" da, Hanefî mezhebinde yüzyıllar boyu verilen fetvaların bir araya
toplanmasının güçlüğüne temas edilerek Şeriyye Mahkemelerine bile kâdı
bulunmakta güçlük çekildiği kaydediliyor.
Küllî kaideler, bir ihtiyaç ve zaruretten doğmuş, bazı merhalelerden geçtikten
sonra nihaî şeklini almıştır. Burada, Küllî kaidelerin tarifini, ortaya çıkışını ve İslâm
Hukukunda ve günümüzdeki önemini ana hatları ile vermeye çalışacağız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslâm Hukukunda Küllî Kaideler
KÜLLÎ KAİDELERİN TARİFİ
Küllî kaideler, fıkıh kitaplarının tertip ve tasnifinden sonra ortaya çıktığı için,
tarif ve tahlillerine ancak muahhar kitaplarda rastlıyoruz. Bu sahada yazılan ilk
eserlerden Kerhî ve Debûsî’ye baktığımızda, kaide yerine “Asıl” tabirinin
kullanıldığını görmekteyiz. Bu sahanın ilklerinden Kerhî’nin eseri aynı zamanda bu
risalenin ismi de diyebileceğimiz şu cümle ile başlıyor: “Ashabımızın Kitaplarının
Dayandığı Asıllar” (Kerhî, s. 80)
Cürcâni, Ta’rifât’ta kaideyi şöyle tarif ediyor: “Cüziyyatın tamamını içine alan
Küllî bir hükümdür” (Cürcâni, s. 114)
Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi’nin tarifinde Küllî kaidelerin biraz daha
netleştiğini görmekteyiz: “Cüziyyâtın ahkâmının bilinmesi için, o cüziyyâtın Küllîsine
veya ekserisine uygun ve muvafık olan hükmü Küllî veya ekseridir.”( Ali Haydar,
I,27)
Günümüz müelliflerinden Mustafa ez-Zerkâ da şöyle tarif ediyor: “Kendi
konusuna giren hâdiseler hakkında umumi teşriî hükümler ihtiva eden, düstûrî ve
kısa cümlelerle ifade edilen Küllî ve fıkhî esaslardır.” (Mustafa ez-Zerkâ, II, 947)
Küllî kaide yerine, bazen Zabıt, Nazariye, Eşbah ve’n-Nezâir ve Prensip gibi
kelimeler de kullanılmıştır. Bunlar arasında bazı mana farklılıkları olmakla birlikte,
genel olarak aynı anlama gelmektedir. (Baktır, Eşbah, XI, 456-457)
KÜLLÎ KAİDELERİN GENELLİĞİ VE İSTİSNALARI
Küllî kaideler için genel anlamında “ağlebi” tabiri kullanılmıştır. Çünkü bu
kaideler, bir meselenin anlaşılmasında, genel kıyas usülleri ile temel fıkıh tefekkürü
meydana getirirler. Kıyasta ise her zaman istisnalar mevcuttur. Bu istisnalar
genellikle "celbi menfaat ve defi mefsedet" için olduğundan ve insanlardan
güçlüğün kaldırılmasını hedef aldığından, İslâm Hukukunun maksat ve gayesine
daha uygundur. Bunun en güzel misali de istihsanen verilen hükümlerdir.
Bu bakımdan küllî kaidelerin her zaman istisnaları vardır. Ancak yapılan bu
istisnalar, ya bir başka kaidenin ruhuna daha uygundur veya hususi ve istihsanî bir
hükmü gerektirir.
Fakat bu kaidelerin ağlebi olmaları, onların ilmi kıymetlerinden ve İslâm
Hukukundaki yüksek mevkilerinden hiçbir şey kaybettirmez. Çünkü bu kaideler
olmasaydı, fıkhî hükümler zihinde temel bir esasa dayanmaksızın, görünüşte birbiri
ile tearuz etmiş karışık füru’ meseleler olarak kalacaktı. Aynı zamanda toplayıcı bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslâm Hukukunda Küllî Kaideler
illet belirmeyecek ve hükümler arasında mukayese imkânı olmayacaktı ( Mustafa
ez-Zerkâ, II, 949).
Ali Himmet Berkî’ye göre, her kaidenin istisnası olabileceği gibi bu kaidelerin
de istisnası vardır. Fakat bu istisnalar, hukuk mantığına uygun olarak fert ve
cemiyetlerin menfaat ve ihtiyaçlarına istinat eden hususiyetlerden doğmaktadır.
Aynı zamanda bu istisnalar hukuki birer sebep ve esasa dayanmaktadır. Bunlar da
kanunların mantığı ve diğer hükümleri ile halledilir( Berkî, s. 121).
Diğer taraftan modern hukukun dayandığı ana prensiplere aşırı şekilde
bağlılık hiç hoş karşılanmamış ve şu mahzurları sayılmıştır:
 Bir prensip, hakikatı görmemiş bir bilginin saplandığı bir kanaat veya yalnız bir
hadiseye intibak edebilen bir kaide veya sadece kaideleri anlatmaya yarayan
öğretim formülü olabilir. Binaenaleyh prensip haline konmuş bir fikrin sadıkâne
tatbiki haksız bir hükme sebep olabilir.
 Hayattaki sosyal hadiseler girift olduğundan, bir prensip çoğu halde insanın bir
cephesine uygun düşebilir. Bu da hadiselere göre farklı prensiplerin tatbikini
gerektirir.
 Bugün bazı fen bilimlerinde kesin kaide ve formüller vermek mümkündür.
Hukuk ve benzeri sosyal ilimlerde ise işin içine irade ve niyet girdiği için kesin
neticelere varmak zordur. İnsanların anlayış kabiliyetleri, maddi ve manevi
tesirlere mukavemetleri, bir hadiseden duydukları zevk ve ıstırap çok farklı
olduğundan, aynı prensibin tatbiki herkes hakkında aynı neticeyi vermez.
(Belgesay, Kur’ân Hükümleri, s. 22, 23)
KÜLLÎ KAİDELERİN ORTAYA ÇIKIŞI VE KAYNAKLARI
İslâm Hukuku, doğuşundan fıkhî mezheplerin teşekkül asrına kadar, nasların
şerh ve tefsiri neticesinde ortaya çıkan ictihadlarla gelişti. Fukahanın şer’î
kaynaklara istinaden verdikleri bu fetvalar, bir araya toplanarak fıkıh sahasındaki
eserler yazıldı. Bu ilk dönemde İslâm Hukuku, bugünkü modern kanunlarda olduğu
gibi, umumi esasları konmaksızın füru’ meseleler tarzında tedvin edildi.
Günümüzde modern kanunlar, hukukçular tarafından en detaylı bir biçimde temel
esaslarıyla birlikte meriyyete konulmaktadır. İslâm Hukukunun nihai şekli bir anda
teşekkül etmemiş, bu süreç birkaç asır devam etmiştir.
İşte bu noktadan sonra fukahâ sayıları oldukça fazla olan füru’ meselelerden
bazı kaide ve zabıtların tespitine yönelmişler, böylece tedvinde yeni bir dönem
başlamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslâm Hukukunda Küllî Kaideler
Diğer taraftan Küllî kaidelerin her birisinin ne zaman ve kim tarafından
ortaya konulduğunun tespiti oldukça zordur. Bu duruma göre Küllî kaidelerin genel
olarak kaynakları Kur’ân-ı Kerim, Hadîs-i Şerifler ve fukahanın ictihadıdır.
Kur’ân-ı Kerim
Kur’ân hükümleri mahdut, fakat hadiseler sonsuzdur. Bu bakımdan
Kur’ân’da miras ayetlerinde olduğu gibi, bazı tafsîlî hükümler bulunsa da, ahkam
genelde küllî esaslar şeklinde verilmiştir. Dolayısıyla fıkıhtaki küllî hükümlerin ilk ve
ana kaynağı Kur’ân’dır. Her bir kaide için mutlaka bir ayet veya hadis
gösterilemeyebilir. Genel olarak küllî kaideler, ayet ve hadislere dayanılarak elde
edilmişlerdir.
Kur’an’da küllî hüküm ihtiva eden ayetlerden bazılarını örnek olarak
vermek istiyoruz:
“Sen af yolunu tut, bağışla. Uygun olanı emret, bilgisizlere aldırış etme”(
7 /A’raf: 199)
“...Kimse kimsenin günahını çekmez...”( 17/İsrâ: 15)
“Erginlik çağına ulaşıncaya kadar yetimin malına en güzel şeklin dışında
yaklaşmayın. Ahdi de yerine getirin. Doğrusu verilen ahidde mesuliyet vardır.”(
17/İsrâ: 34)
“Ey İman edenler akitleri yerine getirin...”( 5/Maide:7)
“Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse şüphesiz kalbi günah işlemiş
olur...”( 2/Bakara: 283)
“... Allah size kolaylık ister zorluk istemez...”( 2/Bakara: 185)
Hadîs-i Şerifler
İslâm Hukukunun ikinci ana kaynağı hadislerdir. Sahiheyn’de yer alan bir
hadiste Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurmuşlardır: “Ben Cevâmiu’l-Kelim ile
gönderildim.”( Buhari, Cihad, 122, Ta’bir, 22, İ’tisâm, 1). Aynı hadisin bir başka
rivayeti de “Bana Cevâmiu’l-Kelim verildi.”( Buhari, Ta’bir, 11. Müslim, Mesacid, 58, Eşribe, 72) şeklindedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslâm Hukukunda Küllî Kaideler
“Cevâmiu’l-Kelim” az lafız ile çok manayı ihtiva eden edebî vecizelerdir. Her
ne kadar bu lafızdan muradın Kur’ân ayetleri olduğu söyleniyorsa da, hadislerden
de bu şekilde olanlar az değildir.
Hanbelî mezhebinde en mufassal kavaid kitabını yazan İbn Receb de böyle
bir eser yazmış ve kitabına “Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hıkem” adını vermiştir. İbn Receb bu
eserin mukaddimesinde, İbnü’s-Salah’ın “el-Ehâdîsü’l-Küllîye” adlı bir eser yazdığını
ve bu eserde “Medâru’d-Dîn”, yani dinin üzerine bina edildiği veciz Hadisleri bir
araya topladığını kaydediyor. Bu eserde yirmi altı Hadis vardır. Nevevî ise bu
hadisleri kırka tamamladı ve eseri de “Kırk Hadis” diye meşhur oldu (İbn Receb, s.
3).
Küllî kaide hüviyetindeki hadislerden bazılarını burada vermek istiyoruz:
Rasulüllaha (s.a.s) bir çeşit içecek olan "el-Bit" ve "el-Mizr" in manaları
sorulduğunda, “Sarhoşluk veren her şey haramdır” (Müslim, Eşribe, 70)
buyurdular. Burada Hz. Peygamber, bu iki maddenin tek tek hükmünü
açıklamamış, genel bir hüküm olarak "sarhoşluk veren her şey haramdır"
buyurmuşlardır.
“... Allah’ın kitabında bulunmayan her şart batıldır.”( Buhari, Bey’ 73.
Müslim, Itk, 6,8)
“Her Müslümanın diğer Müslümana kanı, malı ve ırzı haramdır.”( Müslim,
Birr, 32)
“Sonradan ortaya çıkarılan her şey bidattır, her bidat da dalâlettir”( Ebû
Davud, Sünnet, 6. Tirmîzî, İlim, 16. İbnu Mace, Mukaddime)
“Her iyilik sadakadır.”( Buhari, Edeb, 33)
“Üç kişiden mesuliyet kaldırılmıştır. Uyanıncaya kadar uyuyandan, iyi
oluncaya kadar hastadan ve büyüyünceye kadar çocuktan.”( Ebû Davud,
Hudûd, 16. İbnu Mace, Talak, 15)
“Çocuk, sahib-i firaşındır, zâniye’ye de mahrumiyet vardır.”( Buhari, Bey’
3. Müslim, Rada’, 10)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslâm Hukukunda Küllî Kaideler
“Varise vasiyyet yoktur.”( Suyuti, Camiu’s-Sağîr (Feyzu’l-Kadir ile birlikte),
Beyrut, 1972, VI, 442)
“ Süt, doğum ve nesebin haram kıldığı her şeyi haram kılar.”( Buhari,
Nikah, 20. Ebû Davud, Nikah, 7)
“ Allah Teâlâ, ümmetimden hata, nisyan ve zorlandığı şeyin günahını
kaldırdı.”( İbnu Mace, Talak, 16)
Diğer taraftan Mecelle’nin başında yer alan küllî kaidelerden bazılarının
lafız ve mana olarak hadislerden alındığını görmekteyiz. Örnek olarak şunları
sıralayabiliriz:
 a) Mecelle'nin ilk küllî kaidesi olan " Bir işten maksad ne ise, hüküm ona göredir
" meşhur niyet hadisinden alınmıştır. Kütübü Sitte' de yer alan hadis şöyledir:
"Ameller ( in kıymeti ) ancak niyetlere göredir. Herkesin niyet ettiği ne ise, eline
geçecek ancak odur..." Buhârî, Bidu'l-Vahy, 1, I, 2, Eyman, 41, Itk, 6, Müslim,
İmare, 100, H. No: 1907; Ebû Davud, Talak, 11, H. No : 2201, Tirmîzî, Fedailü'l Cihad, 16, H. No: 1647, İbn Mace, Zühd, H. No: 4227) İbn Receb' e göre bu
hadis, dinin dayandığı temel hadislerden birisidir. (İbn Receb, s. 5)
 b)Mecelle'nin 19. maddesi olan "Zarar ve mukabele bizzarar yoktur" kaidesi de
(‫( ) ال ضرر وال ضرار‬Malik, Muvatta', Mükateb, 13, II, 805, Acluni, Keşf, II, 365)
hadisinin aynen tercümesidir.
 c)Mecelle' nin 76. maddesi olan "Beyyine müdde’i için ve yemin münkir
üzerinedir" kaidesi, ( ‫( ) البينة على المدعى واليمين على من أنكر‬Buhârî, Rehn, 6, III, 116,
Tirmîzî, Ahkam, 12, III, 616, İbn Mace, Ahkam, 7, H.No:2321, İbn Receb, s. 294)
hadisinin aynen tercümesidir.
 d)Mecelle' nin 83. maddesi "Bikaderi’l-imkan şartla müraat olunmak lazım gelir"
kaidesi( ‫( ) المسلمون على شروطهم‬Ebû Davud, Akdiye, 12, H. No:3594, Tirmîzî,
Ahkam, 17, H.No : 1352) hadisine dayanmaktadır.
 e) Yine Mecelle'deki 85. madde "Bir şeyin nef'i zamanı mukabelesindedir"
kaidesi,(‫( ) الخراج بالضمان‬Ebû Davud, Büyu', 73, H.No: 3508, Tirmîzî, Büyu', 35,
H.No:1285, İbn Mace, Ticaret, 43, H.No:2242) hadisinin aynen tercümesidir.
 f)Mecelle' deki 94. madde " Hayvanatın kendiliğinden olarak cinayet ve
mazarratı hederdir" kaidesi, Buhari' de yer alan ( ‫) العجماء عقلها جبار‬, (Buhârî ,
Diyat, 29, VIII, 47, Tecrid-i Sarih, V, 310, VII, 216) hadisinin tercümesidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslâm Hukukunda Küllî Kaideler
Fukahanın İctihadı
Fıkhî mezhepler teşekkül edip müstakil eserler kaleme alındıktan sonra, fıkıh
çalışmalarının yeni bir mecraya girdiğini görmekteyiz. İlk zamanlar fetvalar şeklinde
tespit edilen meseleler, yeniden ele alınarak bazı esaslara irca edilmiş ve bu temel
prensipler, “Küllî kaideler” adı altında toplanmıştır.
Diğer taraftan fıkhî konular kendi içerisinde müstakil olarak değerlendirilmiş
ve her birisi için bazı rükünler ve şartlar tespit edilmiştir. Böylece fıkhî meseleler
dağınık malzeme yığını olmaktan çıkmış, belli bir sisteme oturtulmuştur.
İslâm Hukukçuları, Küllî kaidelerin tespitinde sadece ayet ve hadislerden
istifade etmekle kalmamışlar, Kur’ân lisanı olan Arapça, Belâğât ve Mantık gibi
diğer ilimlerden de istifade etmişlerdir.
Bazı kaideler lafız olarak naslardan alınmamışsa da, muhtevaları ayet ve
hadislerden süzülmüştür. Mesela; Mecelle’nin 36. maddesi olan “Âdet,
muhakkemdir.” kaidesini ele aldığımızda, aynı mealde bir ayet veya hadis
bulamayız. Fakat fukaha, nasların genel muhtevasından istifade ederek bu kaideyi
koymuşlar, tatbikatta da çokça kullanmışlardır. Hatta belli şartları taşıyan örf ve
adet, fıkhın kaynakları arasında sayılmış ve üzerine hüküm bina edilmiştir.
Başlangıçta fıkıh kitaplarında fürû meseleler arasına serpiştirilmiş halde
bulunan bu temel ilkeler birkaç asır sonra müstakil kitaplarda toplanıp
değerlendirilmiştir. Birbirine benzeyen ferî meselelerin temel bir kaide altında
toplandığı bu kitaplara genelde "Eşbâh ve'n-Nezâir" ismi verilmiştir. Eşbah
kitaplarında fürû ile karışık bir şekilde toplanan bu ilkeler, zamanla daha da
netleştirilip, müstakil kavâid kitaplarında bir araya getirilmiştir. Böylece her amelî
mezhebe ait usûl ve fürû konularını ihtiva eden kavâid kitapları yazılmıştır.
Ancak, Mecelle'nin telifinden sonra, kavâid üzerine yapılan çalışmalar
genelde Mecelle'nin başındaki 99 küllî kaide üzerinde yoğunlaşmış, telif edilen
eserlerde bu temel ilkeler esas alınmıştır. Son dönemde yazılan kavâid kitaplarının
çoğunluğunun Mecelle'nin küllî kaidelerinin şerh ve izahı tarzında yapıldığını
görmekteyiz.
KÜLLÎ KAİDELERİN İSLÂM HUKUKUNDAKİ YERİ VE
ÖNEMİ
Küllî kaideler sahasında “el-Furûk” adlı meşhur eserin müellifi Karafî, bu
kaideleri şöyle takdim ediyor: “Bu kaideler fıkıhta oldukça mühimdir, faydaları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslâm Hukukunda Küllî Kaideler
çoktur. Bunları ihatadaki gücüne göre fakîh, büyür ve şerefi artar. Fıkhın güzelliği
bu kaidelerle ortaya çıkar ve bilinir. Fetva usülleri bunlarla anlaşılır.”(Karafî, I, 3)
Karafî, Küllî kaidelerin füru’ meseleleri anlayıp öğrenmedeki rollerini şu
cümlelerle ifade ediyor: “Kim ki, füru’ meseleleri, Küllî kaideler olmaksızın cüzi
benzerliklerle elde etmeye başlarsa ona göre füru’ meseleler karışır ve tenakuzlar
meydana gelir. Artık onun zihni bu meselelerle karışır ve çıkmaza girer. Bundan
dolayı da gönlü daralır ve başarmaktan ümidini keser. Artık sayısız cüzî meseleyi
ezberlemeye ihtiyaç duyar. Böylece ömrü biter, tükenir de istediği şeyleri yerine
getiremez.”(Karafî, I, 3)
Karafî, İslâm fıkhını bu kaidelerle öğrenenlerin ise yukarıdaki tehlikelere
düşmeyeceklerini ifade ile şöyle diyor: “Fakat kim fıkhı, bu kaidelerle öğrenirse
füruat bu Küllîyelerin içinde mevcut olduğundan, cüzî meselelerin çoğunu
ezberlemeğe ihtiyaç duymaz. Başkasına göre tenakuz teşkil eden bir mesele, ona
göre uygun ve doğru olur. Çok uzakta olanlara bile cevap verir ve zihne yaklaştırır.
En kısa zamanda maksadı hasıl olur.”( Karafî, I, 3)
Yine bu sahada eser yazan müelliflerden Suyûtî de şöyle diyor: “ Eşbah
ve’n- Nezâir ilmi, büyük bir ilimdir. Fıkhın özüne, kaynaklarına ve asıllarına ancak
bu kaidelerle muttali olunabilir. Bu kaidelerle fıkhın anlaşılması ve elde
edilmesinde maharet kazanılır. Fıkhî hükümleri ilhak ve tahriç, hükmü
zikredilmeyenlerin bilinmesi, zamanın geçmesiyle nihayete ermeyen vakıa ve
hadiselerin hükümlerinin verilmesi de ancak bu kaidelerle mümkün olur. Bunun
için de bazı şâfii fakihleri dediler ki, fıkıh, Nezâiri yani birbirine benzeyen meseleleri
bilmektir.”( Suyûtî, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, Mısır, tsz., s. 6)
Mecelle’nin 1. Maddesinin izahı sadedinde Küllî kaidelerle ilgili olarak şöyle
denmektedir: “... Ancak muhakkikkîn-i fukahâ mesâili fıkhiyyeyi birtakım kavâidi
Küllîyeye irca etmişlerdir ki, her biri nice mesâili muhît ve müştemil olarak kütüb-ü
fıkhiyyede müsellemâttan olmak üzere bu mesâilin ispatı için delil ittihaz olunur.”(
Mecelle, md., 1)
Son asırda yetişen alimlerimizden Zâhidü’l-Kevserî de, Makâlât adlı
eserinde bu kaidelerin önemini şöyle vurguluyor: “Kavâid, füru’ ile usûl arasında bir
vasıtadır. Her ne kadar son zamanlarda onların tedrisi ihmal edilmiş olsa da, bu
kaidelerin fıkhı öğrenmede ve öğretmede çok büyük ehemmiyetleri vardır.”
Küllî kaidelerin önemi ile ilgili olarak zamanımızda yaşamış birkaç alimin de
görüşlerini vermek istiyoruz.
Eserlerinde İslâm Hukuku ile modern hukuku mukayeseli bir şekilde ele
alan Ali Himmet Berkî’ye göre, küllî kaideler İslâm Hukukunun âyinesi
mesabesindedir. Küllî kaideler İslâm Hukukunun ne derece makul ve muhkem
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslâm Hukukunda Küllî Kaideler
esaslara dayandığını gösteriyor. Öyle muğlak ve karışık hadiselere tesadüf olunur
ki, insan bunların hukuki mahiyetlerini anlamak için günlerce düşünmek zorunda
kalır. İşte böyle güç bir hadiseyi tahlilde küllî kaidelerden büyük istifadeler edilir(
Berkî, Hukuk Mantığı ve Tefsir, Ankara, 1948, s., 120).
Belgesay’a göre de hukuki prensipler, hâkimin işini kolaylaştırır, verdiği
hükümlere güveni arttırır ve onları hatadan korur. Bir hadise hakkında verilecek bir
hüküm, bir prensibe dayanmazsa, taraflar arasındaki çekişmenin sonu gelmez.
Herkes kendi şahsi temayül ve menfaatine uygun gördüğü noktada ısrar eder.
Şayet önceden bir prensip tespit edilirse, bu tartışmaya mahal kalmaz. Prensipsiz
kanunlar, birbirine zıt hükümlerle içinden çıkılmaz hâle gelir. Hâkimlerin subjektif
tesirlerinden kurtulabilmek için, hüküm vermede esas alınacak kaidelerin objektif
olarak tespit edilmesi gerekir( Belgesay, Kur’ân Hükümleri, s. 25).
Belgesay, Mecelle’nin Küllî kaidelerine de temas ederek şöyle diyor:
“Bugünkü hukukun önemli bir kısmı Mecelle’nin müsellemâttan addettiği kaidelere
dayanır. Binaenaleyh, Mecelle’nin doksan dokuz maddesini yeni hukuk
prensiplerinin ve felsefi mülahazaların ışığı altında tetkik ve izah, bu hukukun da
çabuk
kavranması
ve
öğrenilmesi
bakımından
büyük
faydalar
sağlayacaktır.”(Belgesay, Mecelle’nin Küllî Kaideleri ve Yeni Hukuk, İst., Hukuk Fak.,
Mecmuası, İstanbul, 1946, c. XII, sayı, 2, 3, s. 564).
Son devir usulcülerden bazıları, Küllî kaideleri, fıkhın müstakil feri delilleri
arasında saymışlardır. Ebu Said el-Hadimi, Mecami’de delillerin sayısını çoğaltıyor
ve Küllî kaideleri de mustakil delil olarak ilave ediyor (Hadimi, s. 16.). İzmirli İsmail
Hakkı da, İlmi Hilaf adlı eserinde, Küllî kaideleri mustakil delil olarak saymıştır.
(İzmirli, s. 191)
Ancak, tatbikata baktığımızda, Küllî kaidelere hüküm bina edilmediğini,
hüküm zikredildikten sonra meselenin hikmet ve illetini açıklama babında
verildiğini görüyoruz. Nitekim Osmanlı mahkemelerinde bir kanun maddesi
gösterilmeden yalnız Mecelle’nin Küllî kaidelerine dayanılarak verilen hükümlerin
temyizde bozulduğu kaydedilmiştir (Muhammed Rıfat Bey, s. 2).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Özet
İslâm Hukukunda Küllî Kaideler
•İslam Hukukunda genel hükümler ihtiva eden küllî kaideler zaman
içerisinde belli bir ihtiyaçtan doğmuştur. Özellikle hicri 4. asırdan
itibaren iyice çoğalan ve ciltlere sığmayan fıkhî meselelerin belli
kaideler altında toplanıp sistematize edilmesi bir zaruret haline
gelmişti. Dün olduğu gibi bugün de fıkhî meselelerin doğru
değerlendirilmesi ve hukuk formasyonunun kazanılması için bu temel
kurallara ihtiyaç vardır. Nitekim bu kaidelerin çoğunun dünya hukuk
literatürüne de girdiği ve pozitif hukuk sahasında da kullanıldığı
görülmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslâm Hukukunda Küllî Kaideler
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi Hanefilerde ilk usûl kitabı yazanlardan değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Kerhî
Debûsî
Pezdevî
Serahsî
Karâfî
2. Mecelle’nin başında yer alıp, Mecelle’nin yazılış sebeplerini açıklayan metnin
adı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mecelle’nin Girişi
b) Genel Hükümler
c) Esbâb-ı Mucibe Mazbatası
d) Genel İlkeler
e) Fıkhın tarifi
3. Küllî Kaidelerin “ağlebi” olmaları aşağıdakilerden hangisidir?
a) Küllî kaidelerin bazı istisnalarının olması
b) Mezheplere göre farklılık arz etmesi
c) İslâm’ın ilk döneminde ortaya çıkması
d) Muamelat ile ilgili olmaları
e) Sadece müctehidlerin kullanabilmesi
4. Aşağıdaki tabirlerden hangisi Küllî kaide karşılığı olarak hiç kullanılmamıştır?
a) Eşbâh
b) Nezâir
c) Hüküm
d) Prensip
e) Zâbıt
5. Aşağıdakilerden hangi Küllî kaidelerin kaynağı sayılmaz?
a) Kur’ân-ı Kerim
b) Hadisi Şerifler
c) Füru Fıkıh Kitapları
d) Usûlü Fıkıh Kitapları
e) Halkın Uygulaması
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslâm Hukukunda Küllî Kaideler
Cevap Anahtarı
1.e,2.c,3.a,4.c,5.e
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslâm Hukukunda Küllî Kaideler
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ali Haydar Efendi, Dureru’l-Hukkâm, İstanbul, 1330.
Baktır, Mustafa, "Kaide" Maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul, 2001.
Baktır, Mustafa, “Eşbah ve’n-Nezair” Maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, İstanbul, 1995.
Belgesay, M. Reşid, Mecelle’nin Küllî Kaideleri ve Yeni Hukuk, İst., Hukuk Fak.,
Mecmuası, İstanbul, 1946.
Belgesay, Mustafa Reşit, Kur’ân Hükümleri ve Modern Hukuk, İstanbul, 1943.
Berkî, Ali Himmet, Hukuk Mantığı ve Tefsir, Ankara, 1948.
Berkî, Ali Himmet, Hukuk Tarihinde İslâm Hukuku, Ankara, 1955.
Cürcâni, Ali b. Muhammed, et-Tarîfât, Mısır, 1938.
Hadimi, Ebu Said, Mecamiu’l-Hakayık, İstanbul, 1308.
İbn Receb, Camiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, Beyrut, tsz.
İzmirli İsmail Hakkı, İlm-i Hılaf, İstanbul, 1330.
Karafî, Ahmed b. İdris, el-Fürûk, Beyrut, tsz.
Kerhî, Ebu’l-Hasen, Risaletün fi’l-Usûl (Te’sîsü’n-Nazar ile birlikte), Mısır, tsz.
Kevserî Muhammed Zâhid, Makalât, Humus, 1388.
Mecelle.
Miras, Kamil, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, 2. Baskı, Ankara, 1970.
Muhammed Rıfat Bey, Tevâfukât-ı Kavaid-i Küllîye, İzmir, 1313, s. 2.
Mustafa ez-Zerkâ, el-Fıkhu’l-İslâmî, Dımışk, 1968.
Suyuti, Camiu’s-Sağîr (Feyzu’l-Kadir ile birlikte), Beyrut, 1972.
Suyûtî, Celalüddin, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, Mısır, tsz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İÇİNDEKİLER
İSLÂM HUKUKUNUN
TARİHSEL GELİŞİMİ
• Hz Peygamber döneminde
fıkıh
• Sahabe döneminde fıkıh
• Emeviler ve Abbasiler
döneminde fıkıh
• Hicaz ve Irak ekolleri
• Ehl-i Hadis ve Ehl-i rey
İSLÂM HUKUKUNA
GİRİŞ
Doç.Dr. Hüseyin ESEN
ÜNİTE
4
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
GİRİŞ
Bu ünitede fıkıh ilminin Hz. Peygamber (s.a.s) döneminde doğuşu,
ardından sahabe ve tâbiûn nesilleri boyunca yaşanan gelişim süreci, bu
arada oluşan Hicaz ve Irak ekolleri, ehl-i rey ve ehl-i hadis ayrımı konuları
ele alınacak ve fıkhın tarihsel gelişimi, mezheplerin ortaya çıkış aşamasına
kadar getirilecektir.
HZ. PEYGAMBER (S.A.S) DÖNEMİNDE FIKIH
Hz. Peygamber (s.a.s) dönemi, fıkıh ilminin doğup ortaya çıktığı ve
vahye dayanan fıkhî konuların tamamlandığı dönem olması açısından fıkıh
dönemlerinin en önemlisidir. İslâm dininin ortaya çıkışı ve hükümlerin
tamamlanması yaklaşık yirmi üç yıllık bir süreye yayıldığından, Hz.
Peygamber dönemini, yaşanan sürecin genel özellikleri bakımından kendi
içinde taksim ederek ele almak uygun olacaktır. Fıkıh ilmi bakımından Hz.
Peygamber dönemi, Mekke ve Medine dönemi olarak ikiye ayrılmaktadır.
Mekke Dönemi
Hz. Muhammed’e peygamberlik görevinin verildiği 610 yılından,
Medine’ye hicretin gerçekleştiği 622 yılına kadar geçen yaklaşık 13 yıllık
süre Mekke dönemi olarak adlandırılmaktadır. İslâm hukukunun birinci
kaynağı olan Kur’an-ı Kerim Mekke’de parça parça inmeye başlamış
olmakla birlikte, bu dönemde inen ayetlerin sayısı, daha sonra Medine
döneminde inenlere nispetle oldukça az ve konular itibariyle de ağırlıklı
olarak tevhid inancını ve güzel ahlakı yerleştirmeye yöneliktir.
Mekke dönemi, Müslümanların baskı altında olduğu, toparlanıp bir
güç olarak ortaya çıkamadıkları bir dönemdir. Zaten bu dönemin önemli
bir kısmı, gizli davet şeklinde geçmiştir. Bu sebeple Mekke döneminde
Müslümanların ötekilerle ilişkilerde ortaya koydukları tavır, baskıcı
gayrimüslim idare altında azınlık statüsüyle ve daha çok bireysel olarak
nasıl davranılması gerektiğine örnek olmaktadır.
Mekke döneminin sonlarına doğru bazı Müslümanlar Habeşistan’a
hicret gerçekleştirmişler, gittikleri yerin yöneticisi olan Necâşî ve halkı
tarafından
iyi
karşılanıp
onlarla
dostane
ilişkiler
kurmuşlardır.
Müslümanların bu tecrübesi de dost gayrimüslim topluluk içinde azınlık bir
topluluk statüsüyle nasıl ilişki kurulması gerektiğine dair örnek olmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
Mekke döneminde bazı ibadetler ve hukukî muamelelerle ilgili
ayetler varsa da, bunlar hem sayı açısından az hem de ayrıntıları
belirtilmemiş genel hükümler niteliğindedir. Mesela bu dönemde inen
ayetlerde zekâttan bahsedilmekle birlikte, bunun kimlerden ve ne ölçüde
alınacağı gibi ayrıntılar, Medine döneminin ikinci yılında belirlenmiştir.
Medine Dönemi
Mekke’de çeşitli baskılara maruz kalan ve bir türlü topluluk olarak
varlık ortaya koyamayan Müslümanlara nihayet hicret izni verilmesiyle,
Müslümanlar Yesrib/Medine’ye göç etmişlerdir. Müslümanlar burada çok
daha kalabalık, komşu topluluklar tarafından tanınan ve teşkilatlanma
aşamasına gelmiş bir grup halindeydiler. Böyle bir topluluğun siyasetini ve
sosyal hayatını düzenleyecek kurallara ihtiyaç bulunmaktaydı. Nitekim
ilerleyen zamanda sosyal hayatın diğer alanları yanında, uluslararası
ilişkiler ve aile gibi konulardan miras ve cezalara kadar, dînî ve hukukî alanı
düzenleyen hükümler konulmaya başlanmıştır. Bu hükümler ya Kur’an-ı
Kerim veya Sünnet tarafından konulmaktaydı.
Hz. Peygamber Döneminde Fıkhî Hükümlerin Konulma Şekli
Dînî ve sosyal hayatın kurallarını belirleyen hükümler iki şekilde
konulmaktaydı:
 Günlük hayatın akışı içinde bazı olaylar yaşanıyor ve sahabe bunların
çözümü için Hz. Peygamber’e başvuruyordu. Yani olay veya sorudan
hareketle bir hüküm konulması süreci yaşanmaktaydı. Böyle
durumlarda ya Hz. Peygamber’in emir ve uygulamalarıyla (sünnet)
sorun çözülüyor veya konuyla ilgili ayet nâzil oluyordu. Hz.
Peygamber’in sünnetine dayanan çözümler, kendisine Allah’tan
gelen vahiy olabildiği gibi, onun ictihadına dayanan hususlar da
olabiliyordu. Belirli bir ayet veya ayet grubunun inmesine sebep olan
olay ve sorulara, esbâb-ı nüzûl (ayetlerin inme sebepleri)
denilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar” ifadesi,
“yes’elüke” veya “yes’elûneke” şeklinde on beş yerde geçmekte ve
bunlardan ayın şekilleri, infak, haram aylar, içki ve kumar, yetimler,
kadınların aybaşı hali, helal yiyecek ve içecekler ve ganimetler ile ilgili
olan dokuz tanesi doğrudan fıkıhla ilgili bulunmaktadır. Ayrıca
“senden fetva/açıklama istiyorlar” ifadesi, “yesteftûneke” şeklinde,
biri miras hukuku diğeri de kadınlarla ilgili olmak üzere iki yerde
geçmekte ve her ikisi de fıkıh kapsamında bulunmaktadır. Ayrıca Hz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
Peygamber’in çeşitli olay veya sorular üzerine ortaya koyduğu, gerek
vahye gerekse kendi ictihadına dayanan oldukça çok sayıda hüküm
bulunmaktadır.
 Herhangi bir olay yaşanmadığı ve soru sorulmadığı halde, hüküm
koyucu olan (şâri’) Yüce Allah veya Hz. Peygamber tarafından zamanı
geldikçe doğrudan hükümler konulmaktaydı. Yani İslâm dini, sadece
muhataplarının sorularına cevap verme ve onların sorunlarını çözme
şeklinde hükümler getirmemiş, oluşturmak istediği ideal topluma
doğru değişim ve dönüşümü sağlamak üzere yeri ve zamanı
geldiğinde doğrudan düzenlemelere gitmiştir. İdeal toplumun
özellikleri ve bu uğurda yapılacak düzenlemelerin şekli ve
zamanlamasına dair her zaman muhataplardan soru gelmesi veya
ilgili bir olayın yaşanmasının beklenmesi, elbette mümkün ve
mantıklı değildir. İşte bu sebeple her şeyi bilen ve hikmet sahibi olan
Yüce Allah kulların dünyevî ve uhrevî maslahatına olmak üzere
birtakım fıkhî hükümleri doğrudan vazetme yoluna gitmiştir.
Müslümanların kendi aralarında danışma (şûra) ile karar vermeleri,
zekât nisapları ve sarf yerleri, evlenme ve boşanmayla ilgili
hükümler, miras taksimi, suçlar ve cezalarla ilgili hükümler bu kısma
örnek olarak zikredilebilir.
Hz. Peygamber Döneminde Fıkhî Hükümlerin Genel Özellikleri
İslâm dininin fıkhî hükümleri koymaktaki amacını, yaratılış amacı
olan Yüce Allah’a kulluk etmek olan müminler için, gerek bireysel gerekse
toplumsal olarak iyilik, güzellik, mutluluk ve huzuru sağlamak ve onları
zararlı ve kötü olan şeylerden uzak tutmak şeklinde ifade edebiliriz. Bu
husus fıkıh dilinde “celb-i menfaat, def-i mefsedet” yani faydalı olanın elde
edilmesi ve kötü olanın bertaraf edilmesi şeklinde temel bir ilke olarak
ifade edilmektedir. Kısaca maslahata riayet veya maslahat ilkesi olarak da
söylenebilir.
Hz. Peygamber döneminde vazedilen fıkhî hükümlere bakıldığında,
maslahat ilkesinin çeşitli görünüşleri olan şu hususlar karşımıza
çıkmaktadır: Tedrîc, kolaylık ve nesih. Şimdi bunları açıklayalım:
Tedrîc
Tedrîc, hükümlerin birden ve son haliyle değil, derece derece yani
aşamalı olarak konulması demektir. Gerek Kur’an-ı Kerim gerekse sünnet
kaynağı, yaklaşık yirmi üç yıl süren bir zaman dilimine yayılarak peyderpey
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
hükümler getirmişlerdir. İslâm’ın getirdiği düzenlemeler tabiri caizse taş
taş, tuğla tuğla, basamak basamak üst üste dizilip konularak bir bina
oluşturmuştur. Böyle bir yol izlemekteki amaç, parça parça hükümlerin
kolayca öğrenilip kavranması, gönüllerde benimsenmesi ve hayatta tatbik
edilerek kalıcılığının sağlanmasıdır. Şüphesiz insan tabiatı bir düzenden
başka bir düzene geçiş yapabilmek için bir uyum, geçiş ve hazmetme süreci
yaşama ihtiyacı hisseder. Sosyal hayatı düzenleyen kuralların bir bütün
halinde ve bir defada indirilmiş olması, elbette birçok karışıklığa ve
karmaşaya sebebiyet verecektir. Böyle tepeden inmeci, toplumlara zorla
dayatılan, insanlardan ani değişim ve dönüşüm isteyen sistemlerin başarılı
olmadığı ve bir süre sonra gelen tepkiler üzerine yürürlükten kaldırıldığı
müşahede edilmektedir.
İslâm’ın fıkhî hükümlerdeki tedrîcini de zaman içinde tedrîc ve
hükümler içinde tedrîc olmak üzere iki kısımda ele almak gerekmektedir:
Zaman içinde tedrîc: Hükümlerin bir anda ve toptan gelmesi değil,
zamana yayılarak peyderpey gelmesidir. Nitekim vahye dayanan hükümler
yaklaşık yirmi üç yıla yayılmıştır.
Hükümler içinde tedrîc: Hükümlerin bir kerede ve son haliyle
gelmesi değil, öncekini tamamlayıcı ve bütünleyici tarzda aşamalı olarak
gelmesidir. Nitekim birçok hüküm önce insanların akıl ve vicdanlarına hitap
edilerek onların zihnen ve ahlaken önceden hazırlanması sonucunda
vazedilmiştir. Mesela içkinin nihai olarak yasaklanmasından önce,
sarhoşluk veren içeceklerin kötülüğüne işaret eden, içkideki kötülük ve
zararın faydasından daha çok olduğuna vurgu yapan ve sarhoşken namaz
kılmayı yasaklayan ayetlerin gelmiş olması, bu konuda toplumun belirli bir
hazırlama sürecinden geçirildiğini göstermektedir.
Yine günlük namazlar, önceleri sabah ve akşam olmak üzere iki vakit
olarak kılınmaktayken, daha sonra beş vakit olarak hükme bağlanmıştır.
Zekât önceleri bir farz olarak değil gönüllüler için bir tavsiye ve teşvik
şeklinde ve hangi mallardan ne miktarda alınacağı ve nereye harcanacağı
hususları belirtilmeksizin ifade edilmişken; zamanla zekâtın bir farz olduğu,
zekâta tabi mallar, nisap miktarları ve sarf yerleri açıklanmıştır.
Mekke döneminde karşı tarafın zulüm ve baskılarına karşı sabır ve af
yolları tavsiye edilmişken, belirli bir noktadan sonra hicret kararı verilmiş,
yeterince güçlü bir toplum oluştuğu kanaati hâsıl olunca savunma savaşına
izin verilmiş (Hac, 22/39) ve nihayet iyice teşkilatlanıp güçlendikten sonra
bütün yeryüzünde fitne sona erinceye ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya
kadar savaşılması emredilmiştir (Bakara, 2/193; Enfâl, 8/39).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
Kolaylık
İslâm dininin hükümleri koyarken gözettiği önemli ilkelerden biri de
kolaylık ilkesidir. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah’ın kulları için kolaylık
dilediği, zorluk dilemediği (Bakara, 2/178, 185), ağırlaştırmak değil
hafifletmek istediği (Nisâ, 4/28) vurgulanmaktadır.
Hz. Peygamber de “Kolaylaştırın, güçleştirmeyin; müjdeleyin nefret
ettirmeyin” (Buhârî, Cumu’a, 8) buyurmuş ve ümmetine zorluk olmasın
diye bazı hususları emir buyurmamıştır. Bu tür kolaylaştırmalara örnek
olarak her namaz vaktinde misvak kullanma mecburiyetinin getirilmemesi
ve yatsı namazının daha geç vakit olan gecenin üçte biri geçinceye kadarki
zamana tehir edilmemesi gösterilebilir (Ebû Dâvud, Tahâret, 25; Tirmizî,
Tahâret, 18).
İslâm dini birçok fıkhî hükümde geçerli olmak üzere yolculuk, zor
durumda kalma (zaruret), cebir ve tehdit altında olma (ikrah), yanılma,
hata, unutma ve uyku gibi hususları, kolaylaştırıcı ve hafifletici sebepler
olarak kabul etmiştir.
İslâm’ın kolaylık kapsamında değerlendirilmesi gereken bir özelliği
de, emirler ve haramlar açıklandıktan sonra, dinî-hukukî alanda bilinçli
boşluklar bırakmış olmasıdır. Yani şâri’, bilinçli olarak bazı konuların emir
veya yasak olup olmadığını açıklamayarak mubah alanı oldukça geniş
bırakmış ve insana tercihler sunmuştur. İnsana bu kadar geniş serbestlik ve
tercih imkânının verilmesi de bir tür kolaylaştırmadır. Bu husus bir hadiste
şöyle ifade edilmektedir:
“Hz. Peygamber buyurdu ki: Allah bir kısım farzlar koydu, siz bunlara
riayetsizlik etmeyin. Bir kısım da sınırlar koydu,bunları aşmayın. Bazı şeyleri de
haram kıldı, onlara yaklaşmayın. Bazı şeyleri de (farz, sınır, haram diye
belirtmeden) bırakmıştır. Bunları, unutarak bırakmış değildir. Öyle ise onları
(farz mı, haram mı diye didikleyip) araştırmayın." (Dârekutnî, Sünen, V, 325)
Nesih
Nesih, sonradan gelen bir hükmün öncekini kaldırması demektir.
Sadece vahyin gelmeye devam ettiği Hz. Peygamber dönemine has olmak
üzere bazı ayet ve hadislerde nesih söz konusu olmuştur. Bu bakımdan
nesih ile dar anlamda tedrîc arasında önemli fark bulunmaktadır. Dar
anlamdaki tedrîcde önceki hükmü tamamlama ve bütünleme amacıyla,
öncekiyle çelişmeksizin aşamalı bir geçiş; nesihte ise sonra gelen hükmün
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
öncekiyle çelişmesi ve her ikisiyle birlikte amel etmek mümkün
olmayacağından önceki hükmün yürürlükten kalkması söz konusudur.
Tedrîc çok genel anlamda düşünüldüğündeyse, neshin de bir tür tedrîc
olduğu sonucuna varılabilir. Neshin de kolaylaştırma, fert ve toplumu yeni
duruma hazırlama gibi yönleri bulunmaktadır. Nesih söz konusu olan
hükümlerde Hz. Peygamber’in hayatındaki en son düzenleme esas alınır.
Hz. Peygamber’den sonra artık vahiy alma dönemi bittiğinden,
hükümlerde nesihten de bahsedilemez.
HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE FIKIH
Hz. Peygamber (s.a.s) dönemi vahyin tamamlandığı, dinin kemale
erdirildiği (Mâide, 5/3) dönem olduğundan, fıkıh ilmi açısından da bu
dönem temellerin atıldığı ve iskeletin kurulup tamamlandığı dönemdir.
Fıkhın iki temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet, bu dönemde
tamamlanmıştır. Gerek Hz. Peygamber’in gerekse sahabenin kendi
değerlendirmelerine dayanan ictihatları da olmuştur.
Sahabe, Hz. Peygamber’den uzak kaldıkları zaman bir konuda Kur’an
ve Sünnet’te hüküm bulamadıkları zaman ictihat ederek karar verir ve
daha sonra ilk fırsatta durumu Hz. Peygamber’e arz ederek onun onayına
sunardı. Hz. Peygamber’in onayladıkları olduğu gibi, isabetli bulmayıp
doğru hükmü açıkladığı olaylar da olurdu.
Hz.
Peygamber
döneminde,
hükümlerin
kaynakları
ve
bu
kaynaklardan nasıl çıkarıldığını gösteren fıkıh usûlü ilmi ile bizzat farz,
haram, mekruh, şart ve rükün gibi cüz’î/tikel hükümlerin yer aldığı füru-ı
fıkıh ilmi ayrı ayrı ele alınacaktır:
Hz. Peygamber Döneminde Fıkhın Kaynakları (Fıkıh Usulü)
Bu başlık altında, fıkıh usûlü eserlerinde yer alan Kur’an, Sünnet,
icmâ, kıyâs, şer’u men kablenâ gibi delillerin Hz. Peygamber dönemindeki
durumu ele alınacaktır.
Kur’an-ı Kerim
Bilindiği üzere İslâm hukukunun ana kaynağın Kur’an-ı Kerim’dir.
610 yılında nazil olmaya başlayan Kur’an, inanç (akaid) ve ahlak konuları
yanında fıkıh ilminin temel konuları olan taharet, namaz, oruç, zekât,
evlenme, boşanma, nafaka, çocuğun emzirilmesi, alışveriş, kiralama, rehin,
miras, suçlar ve cezalar gibi birçok konuda hükümler getirmiştir. Ayrıca
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
adaletli olma, bilene sorma, danışarak karar verme, haksızlık etmeme gibi
birtakım soyut hukukî ilkelere de yer vermiştir.
Bu hükümler ya sorulan bir soru veya yaşanan bir olay üzerine
gelmiş veya herhangi bir olay olmaksızın Allah Teala’nın takdiri ile
bildirilmiştir. İnen hükümler Hz. Peygamber tarafından açıklanarak tebliğ
edilmiştir. Kur’an ayetleri peyderpey geldiği için duruma göre deri, kemik
ve çeşitli kâğıt türü malzeme üzerine yazılmıştı. Hz. Peygamber
hayattayken Kur’an’ın tamamı hem yazılmış hem de birçok hafız
tarafından ezberlenmişti. Hz. Ebûbekir’in halifeliği zamanında çeşitli
parçalar üzerindeki yazılar bir araya getirilerek mushaf oluşturuldu. Hz.
Osman döneminde de bu mushaftan çoğaltılan nüshalar zamanın önemli
merkezlerine gönderildi.
Kur’an’daki fıkhî hükümleri ihtiva eden ahkâm ayetlerinin sayısı
konusunda faklı rakamlar verildiği görülmektedir. Mesela İbnü’l-Kayyim (ö.
751/1350) gibi doğrudan hüküm ifade eden ayetlerin sayısını yüz elli
olarak verenler bulunduğu gibi; istidlâl (çıkarım) yoluyla hüküm ifade
edenleri de dâhil ederek sayıyı beş yüze çıkaranlar da olmuştur. Fıkıh
usûlünde yer alan çeşitli delalet (anlamı ifade) yöntemleri ile hüküm ifade
eden ayetler de işin içine katılacak olursa, bu sayıyı daha da artırmak
mümkündür. Mesela Mâlikî âlimlerden İbnü’l-Arabî (ö. 543/1148), ahkâm
ayetlerini ele aldığı Ahkâmu’l-Kur’ân adlı eserinde yüz beş sûreden 864
ayet üzerinde durmuştur.
Kur’an-ı Kerim’in ayetleri içinde nesih bulunup bulunmadığı konusu
ise oldukça tartışmalı bir konudur. Öncelikle nesih kavramının anlamı
üzerinde görüş birliği bulunmamaktadır. Zira bazıları neshi, dar anlamıyla,
birbiriyle çelişen iki ayetten, sonra geleninin öncekinin hükmünü
kaldırması şeklinde anlarken; bazıları ise çerçeveyi daha geniş tutarak
tahsis ve takyid gibi işlemleri de nesih kapsamında değerlendirmiştir. İkinci
görüşe göre Kur’an’da neshe konu olan ayetlerin sayısı oldukça
artmaktadır. Ehl-i sünnet âlimlerinin Kur’an’da neshin hem aklen caiz
olduğu hem de fiilen vâki olduğu konusunda ittifak ettikleri söylenebilir.
Oldukça cılız bir görüş neshi sadece aklen caiz görmüş fakat fiilen vâki
olduğunu kabul etmemiştir. Dar anlamda neshi kabul edenlerin de kaç
ayetin mensuh olduğu konusunda farklı rakamlar verdikleri görülmektedir.
Mesela İbnü’l-Arabî ve Suyûtî (ö. 911/1505) gibi âlimler yirmi mensuh ayet
rakamını verirken Hacvî (ö. 1956) on iki, Şah Veliyyullah da (ö. 1176/1762)
beş rakamını vermektedir. Nesih konusundaki farklı bakışların, konuyu ele
alan müctehidin bilgi birikimi, kabiliyeti ve bakış açısına göre farklılık arz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
ettiğini belirtmiştik. Kesin olan şudur ki Hz. Peygamber’den sonra artık
vahiy kesildiğinden, onun vefatından sonra gerek Kur’an gerekse Sünnet
hükümlerinin başka bir kaynak tarafından neshi söz konusu olamaz.
Sünnet
Sünnet, Hz. Peygamber’in ümmet için örnek teşkil eden fiilî, kavlî
veya takrîri bütün davranışlarını ifade eder. Hz. Peygamber kendisine nazil
olan ayetleri açıklayarak duyuruyor; emir, nehiy veya tavsiyeleri bizzat
kendisi yaparak somut örnek oluyor ve Kur’an’ın verdiği yetkiyle yeni
hükümler koyuyordu. İşte onun bütün bu tasarrufları “Sünnet” olarak
kabul edilmiş ve fıkhi hükümlerin ikinci kaynağını oluşturmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.s), Kur'an ayetleri ile karıştırılmasını engellemek
için başlangıçta hadislerin yazılmasını yasaklamıştır. Bununla birlikte
güvendiği bazı arkadaşlarına yazma izni vermişti. Zaman içerisinde Kur’an
hükümleri iyice belirginleşip sünnetle karıştırılma ihtimali ortadan
kalktıktan sonra o, dileyen herkesin yazmasına izin vermiştir.
Kur’an ile sünnetin birbirini neshedip etmediği konusu tartışmalı
olmakla birlikte, sünnetin kendi içinde neshe uğradığı yani zaman içinde
bazı sünnetlerin hükmünün kaldırılarak yine sünnetle yeni hükümler
getirildiği hususu, ittifakla kabul edilmiştir. Çünkü bizzat Hz. Peygamber,
sünnetle sabit olan bazı hükümlerin değiştiğini açıklamıştır. Önceleri kabir
ziyareti yasaklanmışken sonra buna izin verilmesi (Tirmizî, Cenâiz, 60);
kurban etlerinin üç günden fazla bekletilmesi yasaklanmışken sonradan
süre sınırlamasının kaldırılması (Tirmizî, Edâhî, 14) gibi hükümler örnek
olarak zikredilebilir.
Fıkhî hadislerin sayısı oldukça fazla olup binlerle ifade edilmektedir.
Mesela İbnü’l-Kayyim’in verdiği rakama göre, doğrudan fıkhî hüküm
bildiren, hükümlerin ayrıntılarını açıklayan, kayıt ve şartları bildiren
hadislerin sayısı toplamda dört bin civarındadır. Bu sebeple fıkıh ilminin
büyük ölçüde sünnet kaynağına dayandığı ve sünnete dayanmayan bir fıkıh
ilminin mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır.
İctihad
İslâm âlimleri Hz. Peygamberin ictihad ederek bir hükme
ulaşmasının caiz olup olmadığını tartışmışlardır. Bazıları onun her
söylediğinin vahye dayandığını beyanla ictihad etmesine gerek olmadığını
söylemişlerdir. Diğer bazıları ise sünnetin önemli bir kısmının vahye
dayanması yanında; Hz. Peygamberin kişisel bilgi ve değerlendirmelerine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
dayanan bir kısmının da var olduğunu ifade etmişlerdir.
Peygamberin ictihadı, Yüce Allah’ın kontrolü altında olmuştur.
Ancak
Hz.
Hz. Peygamber hem bizzat kendisi ictihad etmiş hem de sahabeyi,
hükmünü Kur’an ve sünnette bulamadıkları konularda ictihad etmeye
teşvik etmiştir. Ashabın ictihadı da Hz. Peygamberin kontrolü altında
olmuştur. Bu dönemde başta kıyas ictihadı olmak üzere, istidlâl (mantıkî
gereklilik ve istıshâb), istihsân ve maslahat ictihadlarının yapıldığı
görülmektedir.
Ancak
ictihad
kavramının
sınırlarının
belirlenmesi,
çeşitlerinin tespiti ve ilgili diğer kuralların bilimsel disiplin hallinde ifadesi
daha sonraki dönemlere aittir.
Diğer Kaynaklar
Hz. Peygamber döneminde fıkhın Kur’an, Sünnet ve ictihad dışında
başka bazı kaynakları da bulunmaktadır. Bunların başında, daha sonra
usûl-i fıkıh ilminde şer’u men kablenâ diye isimlendirilecek olan önceki
ilahî dinlere ait hükümler gelmektedir.
Hz. Peygamber’in bazı konularda bu tür uygulamalarda bulunduğu
bilinmektedir. Mesela Âşûrâ gününün Yahudilerce kutsal sayılarak oruç
tutulduğunu görünce bunun sebebini sormuş, onların “Allah bugün Hz.
Musa’yı kurtardı” demeleri üzerine, “Biz Musa’ya onlardan daha yakınız”
buyurarak Âşûrâ günü oruç tutmuş ve bunu ümmetine tavsiye etmiştir
(Müslim, Sıyâm, 19). Ancak Yahudilere benzememek için bir gün öncesi
veya sonrasıyla birlikte tutulması uygun görülmüştür. Bu tür rivayetlerde
önemli nokta şudur: Ümmet açısından bu tür hükümlerin kaynağı Hz.
Peygamberin sünneti olup şer’u men kablenâ değildir. Çünkü Hz.
Peygamber yapınca bu sünnet haline gelir ve sünnet, şer’u men
kablenâdan çok daha üst bir delildir.
Asr-ı saadette bir delil olarak icmânın varlığından söz edilemez. Zira
icmâ, Hz. Peygamber’in vefatından sonraki herhangi bir dönemde yaşayan
müçtehitlerin bir fıkhî hüküm konusunda görüş birliğine varmalarıdır. Bu
anlamıyla icmânın, Hz. Peygamber döneminde söz konusu olması
düşünülemez. Çünkü ondan daha üst bir delil olan sünnet delili mevcuttu.
Hz. Peygamberin kavlî, fiilî veya takrîrî sünneti karşısında, Peygambere
rağmen icmâ söz konusu olamazdı.
Hz. Peygamber Döneminde Fürû-I Fıkıh
Fürû-ı fıkıh tabiri, fıkıh ilminin kapsamına giren bütün konuları, yani
ibadetler, muameleler ve cezaların hepsini ifade eder. Fıkıh kitaplarında
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
bunların nasıl yapılacağı ve şartları gibi ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. Hz.
Peygamber döneminde fürûa dair ahkâmın ortaya çıkışını da Mekke ve
Medine dönemi olmak üzere ayırarak ele almak gerekmektedir.
Mekke Döneminde Fürû
Mekke döneminde fıkhî hükümlerin az olduğundan bahsetmiştik. Bu
dönemde konulan fıkhî hükümlerden bazılarının tarihi tam olarak
bilinmekte, bazılarınınki ise bilinememektedir.
Mekke döneminde konulan bazı hükümler şunlardır:
 Câhiliye devrindeki âdet üzere kulağı yarılıp salıverilen ve putlara
adak yapılan develerin, putlar için kesilen erkek koyunların ve sırtı
yüke haram kılınan develerin etlerinin haram sayılması geleneği
kaldırılmıştır (Mâide, 5/103).
 Kesilirken
Allah’ın
adı
anılmayan
yasaklanmıştır (En’am, 6/121).
hayvanın
etinden
yemek
 Leş, akıtılmış kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilmiş
(murdar) hayvanın etinin haram kılınmıştır (En’am, 6/145).
 Beş Vakit Namaz: Hz. Peygamber önceleri sabah ve akşam olmak
üzere ikişer rekat namaz kılardı. Hicretten yaklaşık bir buçuk sene
önce yaşanan Miraç sırasında beş vakit namaz farz kılındı. Cebrail
(a.s.) gelerek Hz. Peygambere, beş vaktin başlangıç ve bitiş
zamanlarını öğretti (Müslim, Mesacid, 176)
 Abdest, Gusül ve Necasetten Tahâret: Mekke’de ilk zamanlarda inen
ayetlerden biri olan “Elbiseni temizle” ayeti (Müddessir, 74/4),
necasetten taharet olarak anlaşılmıştır. Câhiliye Arapları cünüplükten
dolayı yıkanma geleneğine sahipti. Hz. Ömer’in Müslüman olması
sırasında kız kardeşinin ona gusletmedikçe Kur’an sayfalarına
dokunamayacağını söylemesi, henüz Mekke döneminin başlarında
bu hükmün bilindiğini göstermektedir. Bazı âlimlere göre “O Kur’ân’a
ancak temiz olanlar dokunur” (Vâkıa, 56/79) ayeti bu hükmü ifade
etmektedir. Abdestin ne zaman farz kılındığı konusundaysa iki görüş
bulunmaktadır: İbn Abdilberr’e (ö. 463/1071) göre Hz. Peygamber
hiçbir zaman abdestsiz namaz kılmamıştır. Abdest Mekke döneminde
bilinmekteydi. Fakat bu konudaki son düzenleme, Medine’de inen
ayetle (Mâide, 5/6) yapılmıştır. İbn Hazm’a (ö. 456/1064) göreyse,
abdest ayeti Medine’de indiğine göre, abdest de Medine’de farz
kılınmıştır. Ehli sünnet âlimlerince tercih edilen görüş birincisidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
 Cuma Namazı: Akabe beyatlarından sonra Müslümanlar Medine’de
çoğalmaya başlayınca Mus’ab b. Umeyr veya başka bir rivayete göre
Es’ad b. Zürâre’nin talebi üzerine Hz. Peygamber ona Medine
yakınlarında Cuma namazı kıldırma izni vermiş ve böylece ilk Cuma
namazı Hz. Peygamber henüz Mekke’den hicret etmeden kılınmıştı.
Hz. Peygamber (s.a.s) ’in kıldırdığı ilk cuma namazı ise hicret
esnasında, Medine yakınlarındaki Rânûnâ vadisinde Sâlim b. Avf
kabilesini ziyaretleri sırasındadır.
Medine Döneminde Fürû
Fıkhî
hükümlerin
büyük
çoğunlukla
Medine
döneminde
konulduğunu belirtmiştik. Konuyla ilgilenen araştırmacıların yaptığı bir
listeye göre, önemli hükümlerin Medine döneminin hangi yılında
konulduğunu gösteren kronolojik sıra şöyledir:
Birinci yıl: 1. Hutbe, 2. Ezân, 3. Nikâh, 4. Cihad, 5. Belediye nizamı:
Ölçü ve tartıyı düzgün yapmayı emreden ayetler.
İkinci yıl: 1. Ramazan orucu, 2. Bayram namazları, 3. Fıtır sadakası
(fitre), 4. Kurban, 5. Zekât, 6. Kıblenin Mescid-i Aksa’dan Kâbe’ye
değiştirilmesi, 7.Ganîmetler ve taksimi.
Üçüncü yıl: 1. Miras hükümleri, 2. Boşanma hükümleri.
Dördüncü yıl: 1. Yolculukta namazın kısaltılması ve korkulu
durumlarda namaz, 2. Recm cezası, 3. Arâzi ıktâ’ı (mülkiyetini vermek), 4.
Teyemmüm ile ilgili tamamlayıcı hükümler ve ay tutulması sebebiyle
namaz (husûf), 5. İffete iftira cezası (haddu’l-kazf), 6. Örtünme ve içeri
girerken izin isteme.
Beşinci yıl: 1. Yağmur duası namazı, 2. Îlâ (hanımına yaklaşmama
yemini) ile ilgili hüküm.
Altıncı yıl: 1. Uluslararası barış anlaşması imzalama, 2. Alkollü
içkilerin ve şans oyunlarının yasaklanması, 3. Zıhâr (hanımını öz annesine
benzeterek kendine haram kılma) ile ilgili hükümler, 5. Vakıf, 6. İsyân ve
haydutluğun cezası.
Yedinci yıl: 1. Evcil eşek etinin yasaklanması, 2. Zirâî ortaklık.
Sekizinci yıl: 1. Mekke’nin kutsallık ve dokunulmazlığı, 2. Kısas, 3.
Alkollü içki satışının yasaklanması, 4. Süreli evlenmenin (müt’a nikahı)
yasaklanması, 5. Hukuk karşısında eşitliğin ilânı, 6. Kabir ziyaretine izin
verilmesi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
Dokuzuncu yıl: 1. Çıplak tavafın yasaklanması, 2. Mülâ’ane (Kocanın
kendi eşine zina isnadında bulunması üzerine mahkemede lânetleşerek
ayrılmaları).
Onuncu yıl: 1. İnsan haklarının ilanı: Veda haccında Hz. Peygamber
başta temel hak ve özgürlükler olmak üzere bazı konuları ilan etti, 2.
Vasıyet, neseb, nafaka ve borçla ilgili hükümler, 3. Cezanın şahsîliği
prensibi, 4. Vasiyetin malın üçte biriyle sınırlandırılması, 5. Faizin
yasaklanması ve akitlerde serbestlik ilkesinin benimsenmesi.
Yaklaşık yirmi üç yıllık bir sürede yukarıda ana başlıklar halinde
sıraladığımız hükümler ve diğerleri topluma ilan edilerek uygulamaya
konulmuştur. Böylece artık kıyamete kadar geçerli olmak üzere dinin
kemale erdirildiği ve tamamlandığı ilan edilmiştir:
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size olan nimetimi
tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a razı oldum”. (Maide, 5/3).
Hz. Peygamber Döneminde Kazâ (Yargılama)
Hz. Peygamber, Yüce Allah’ın elçisi olarak dini insanlara tebliğ etme
ve devlet başkanlığı gibi görevleri yanında hukukî davaları da karara
bağlayarak yargılama (kazâ/muhâkeme) görevini de yürütmüştür. Uzak
yerlere dini öğretmek için görevlendirdiği bazı sahâbîlere kazâ görevi de
vermiştir. Bu kişiler arasında Hz. Ali, Muâz b. Cebel, Ma’kıl b. Yesâr gibi
isimler bulunmaktadır. Yine Medine’de kendisine getirilen bazı davaların
görülmesini yanında bulunan bazı sahâbîlere havale etmiştir. Mesela Ukbe
b. Âmir ve Huzeyfe b. el-Yemân bunlar arasındadır.
Bu
dönemde
davalar
genellikle
mescitte
görülürdü.
Hz.
Peygamber’in çeşitli davalarda verdiği kararları toplayan müstakil kitap
çalışmaları vardır.
Hz. Peygamber Döneminde İftâ (Fetva Verme)
İftâ, soru üzerine bir konu hakkında dinî görüşün bildirilmesidir.
Yapılan açıklamaya ise fetvâ denir. Hz. Peygamber (s.a.s) kendisine sorulan
dinî soruları da cevaplamış ve insanların sorunlarını çözmüştür. Hz.
Peygamber hayattayken, onun bulunmadığı yerlerde fetvâ veren sahâbîler
de olmuştur. Hz. Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Ubeyy b. Ka’b, Muâz b.
Cebel, Zeyd b. Sâbit, Abdurrahman b. Avf, Ammâr b. Yâsir, Huzeyfe b. el-
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
Yemân, Ebû’d-Derdâ, Abdullah b. Mes’ud ve Ubâde b. es-Sâmit bunlar
arasındadır.
SAHABE DÖNEMİNDE FIKIH
Hz. Peygamber (s.a.s)’in 11/632 yılında vefatından sonraki döneme
sahabe dönemi denilmektedir. Bu dönem, fıkhın gelişme çağı olarak
nitelendirilir. Fıkıh ilminin tarihsel gelişimi bakımından sahabe döneminin
ne zaman sona erdiği konusunda iki farklı görüş ileri sürülmüştür: Siyasi
yönetim açısından bakan bir görüşe göre sahabe dönemi, râşid halifeler
döneminin bitimiyle 41/661 yılında biter. Sahabe neslini dikkate alan başka
bir görüşe göre ise sahabe dönemi, sahabe neslinin dünyadan göç ettiği
yaklaşık hicrî ikinci asrın başlarına kadar devam eder.
Râşid halifeler dönemi 11/632 yılında Hz. Peygamberin vefatının
hemen ardından Hz. Ebubekir’in halife olarak seçilmesiyle başlayıp 41/661
tarihinde Hz. Hasan’ın hilafeti Hz. Muaviye’ye teslim etmek üzere
ayrılmasına kadar devam eder.
Hz. Ebubekir, hilafeti sırasında İslâm dininden çıkan mürtedlerle
savaşmak zorunda kalmıştır. Bunlardan bazıları, namaz kılarız ama zekât
ödemeyiz diyerek devlete başkaldırmışlardı. Hz. Ebubekir’in onlar için
söylediği şu sözler çok manidardır: “Allah’a yemin olsun ki namaz ile zekâtı
birbirinden ayıranlarla savaşacağım. Çünkü zekât malın hakkıdır. Yemin
olsun ki, daha önce Hz. Peygamber’e ödedikleri bir deve yularını bile bana
vermezlik ederlerse, onlarla savaşırım” (Buhârî, Zekât, 1).
Hz. Ömer dönemi, devlet teşkilatlanmasının mükemmelleştiği,
özellikle fetihler sonucu gündeme gelen birçok yeni gelişmenin ve hukukî
sorunun hükme kavuşturulduğu dönem olmuştur. Yargılama, arazi ve vergi
hukuku alanındaki gelişmeler, divan teşkilatı ve âkıle sistemindeki
yenilikler burada hatırlanmalıdır.
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Müslümanların çok büyük
çoğunluğu Hz. Ali’ye bey’at ederek onu halife seçmekle birlikte, o zaman
Şam valisi olan Hz. Muâviye bey’at etmeyerek onun halifeliğini
tanımamıştır. Hz. Ali’nin halifeliği sırasında çıkan kargaşalar içinde temelde
imâmet/hilâfet meselesindeki farklı yaklaşımlar olmak üzere itikadî ve fıkhî
açıdan iki grup ortaya çıkmıştır ki bunlar hâricîler (havâric) ve şîîlerdir (Şîa).
Hâricîler, Allah’ın ne dünyada ne de ahirette görülebileceği, haktan
ayrılan imamı azletmek için isyan etmek gerektiği, ehl-i kıbleyi kâfir sayma
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
(tekfîr), İslâm’ın imandan bir parça olduğu, Kur’ân’ın mahlûk olduğu, Hz.
Peygamber’in günahkârlara şefaatini inkâr etme, büyük günah işleyenin
cehennemde ebedî kalacağı gibi daha çok itikadî olan görüşleriyle ön plana
çıkmışlardır.
Şîa da başta hilafetin Hz. Ali’nin hakkı olduğu ve kendilerinin onun
destekçileri oldukları iddiasıyla ortaya çıkmış, zamanla kendi aralarından
bazı gruplar Hz. Ali’nin peygamberliğini iddia edecek derecede ileri
gitmişlerdir. Şîa, sadece ehlibeyt kanalıyla gelen hadisleri kabul etmek, Hz.
Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Aişe gibi ashab hakkında çirkin konuşmak,
imamlarının masumiyetine inanmak, müt’a nikâhını caiz görmek, kadınla
ters ilişkiyi mubah görmek, din adamlarına humus adı altında bir vergi
ödemek, abdestte çıplak ayağı yıkamayarak üzerine mesh etmek gibi
görüşleriyle büyük çoğunluktan ayrılmıştır.
Müslümanların çok büyük çoğunluğu ise Hz. Peygamber’in izinden
ayrılmayarak ve onun sünnetini ayırım yapmadan takip ederek aşırı uçlara
sapmadan doğru ve orta yoldan ilerlemeye devam etmiş ve zamanla bu
geniş ve ana damara, diğer aşırı ve yanlış yolda olan gruplardan ayırmak
amacıyla, Ehli sünnet denilmiştir.
Sahabe Döneminde Hüküm Kaynakları
Sahabe,
hüküm
kaynakları
olarak
Kur’an-ı
Kerim
ve
Hz.
Peygamberden intikal eden sünnete başvurmakla birlikte, bu ikisinde
çözümünü bulamadıkları zaman re’y denilen bir tür ictihad ile bir sonuca
ulaşmaya çalışıyorlardı. Ancak artık Hz. Peygamber (s.a.s) aralarında
bulunmadığından, yaptıkları ictihadları Hz. Peygamber’in onayına arz etme
imkânından mahrum kalmışlardı. Bu sebeple aralarında farklı görüşler
zuhur etmiş ve ihtilaflar baş göstermişti. İhtilafları mümkün olduğu kadar
azaltmak ve özellikle kamu hukuku alanında birlik ve istikrarı sağlamak
amacıyla Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer, ashabın ileri gelenleriyle istişare
ediyor, görüşlerini soruyordu. Hatta sırf istişarede bulunmak amacıyla
Medine’den ayırmadıkları bir sahabe heyeti bulunmaktaydı. Bu şekilde
ittifakla ulaşılan sonuçlar daha isabetli görülüyor ve onlara karşı
çıkılmıyordu. Onların bu uygulamaları bazı âlimler tarafından şura ictihadı
olarak adlandırılmaktadır. Bu devirde re’y olarak bilinen ictihad, sonraki
dönemlerde istihsân, kıyâs, istıslâh gibi adlarla anılır olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
İctihad ve İftâ Bakımından Sahabe
Bazı âlimler bütün sahabenin ictihad edecek ve fetva verecek
derecede müctehid olduklarını iddia etmişlerse de bu sadece onlara olan
saygı ve güven duygusunun bir ifadesi olarak görülmektedir. Gerçekte dinî
konularda görüş bildirip fetva verdiği bilinen sahabe sayısı oldukça
sınırlıdır. Genel kabule göre, fetva verdiği bilinen ve bundan
menedilmeyen sahabeye müctehid denir, fetva verdiği bilinmeyenlerin
müctehid oldukları iddia edilemez.
Verdikleri fetva sayısı bakımından sahabe üç gruba ayrılmaktadır:
Birinci grup: Fetvaları bir büyük kitap olacak kadar çok olan
sahâbîler; İbn Abbas, Ömer, Ali, İbn Mes’ud, İbn Ömer, Zeyd b. Sâbit ve
Aişe bunlardandır.
İkinci grup: Fetvaları bir küçük kitap olacak kadar çok olan sahâbîler;
Ebubekir, Osman, Ebû Musa, Muaz, Selman el-Fârisî, Câbir b. Abdillah,
Muaviye b. Ebî Süfyan ve Ümmü Seleme gibi sayıları yirmi kadar olan
sahabe bu grupta yer alır.
Üçüncü grup: Çok az sayıda fetva vermiş olan sahabedir ki bu
sahâbîlerin sayısı yaklaşık yüz yirmi kadar olup hepsinin verdiği fetvalar
toplandığında ancak bir kitap meydana gelir.
Görüldüğü üzere fetva verdiği bilinen sahabe sayısı yaklaşık yüz elli
civarındadır. Hz. Peygamber’in veda haccında yaklaşık yüz bin sahâbî
bulunduğu bildirildiğine göre, fetva veren sahabe sayısının toplam
sahabeye oranının oldukça düşük olduğu görülmektedir.
Sahabe döneminde halkın grup halinde herhangi birine bağlanıp onu
takip etmeleri durumu henüz ortaya çıkmadığı için, sahabe döneminde
henüz fıkhî mezheplerden bahsedilememektedir.
Sahabenin
mümkündür:
ictihad
ve
fetvaya
dair
ilkelerini
şöylece
özetlemek
 Sahabe ictihad yapmış ve bunu teşvik etmiştir.
 İctihad ile ulaştıkları sonuçları kesin görmeyerek bunları, naslarla
sabit olan kesin hükümlerden ayırmıştır.
 Uygulama gerekliliği bulunduğunda
ictihad faaliyeti henüz başlamamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
ictihad
yapmış,
nazarî/farazî
16
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
 Zamana ve şartlara göre değişebilen hükümlerde, gerektiğinde
şartlara göre farklı uygulamalara gitmiştir. Hz. Ömer’in bazı
uygulamaları buna örnektir.
 Nasların meşru ve mubah kıldığı bazı şeyleri, kötülüğe yol açması
endişesi olunca sınırlama yoluna gitmiştir. Ehl-i kitap kadınlarla
evlenmeye hoş bakılmaması buna örnektir.
 Maslahat ilkesini dikkate alarak hüküm vermişlerdir. Kur’ân’ın
Mushaf haline getirilmesi, fiyatların kontrolü ve Cuma için ikinci ezan
okunması buna örnektir.
Sahabenin İhtilaf Sebepleri
Sahabenin ihtilaf sebeplerini şöylece sıralayabiliriz:
 Medine’den uzak kalan sahabenin bazı konulardan habersiz kalması.
 Hz. Peygamberin (s.a.s) bazı hadislerinin sağlam bir kaynakla onlara
ulaşmamış olması.
 Ayet veya hadisleri farklı anlamaları.
 Yanılma veya unutmaları.
 Zahiren çelişkili
uzlaştırmaları.
gibi
görünen
ayet
ve
sünneti
farklı
şekilde
Fıkıh Açısından Sahabe Döneminin Özellikleri
Fıkıh
açısından
özetleyebiliriz:
sahabe
döneminin
özelliklerini
şöylece
 İslâm devletinin sınırları genişlediği ve farklı kültürlerle karşılaşıldığı
için yeni meseleler ortaya çıkmış ve bunlar ictihadla çözülmüştür.
 Henüz meydana
yapılmamıştır.
gelmemiş
olaylar
hakkında
nazarî/farazî
ictihad
 Özellikle râşid halifeler döneminde fıkıh yönetime değil, yönetim
fıkha tabi oluyor, şura ve istişareye önem veriliyordu.
 Fıkhî hükümler herkesi bağlıyor, yönetimin
tasarruflarına halk serbestçe karşı çıkıyor ve
ediyordu.
fıkha uymayan
görüşünü beyan
 Özellikle Hz. Osman zamanına kadar şura heyetiyle istişare edildiği
için kararlar genellikle ittifakla alınıyor, az sayıda farklı görüş bulunsa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
da bu durum taassup ve ayrışmaya sebebiyet vermiyordu (bu
konularda bk. Hayreddin Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, İstanbul
1999).
Sahabe Döneminde Fıkhın Yazılması (Tedvîn)
Şarkiyatçıların ısrarlı inkârlarına rağmen son zamanlarda yapılan
araştırmalar, diğer temel İslâm ilimlerinde olduğu gibi fıkıhta da tedvinin
Hz. Peygamber devrine kadar uzandığını ortaya koymuştur. Gerçi bugünkü
manada fıkıh risalelerinin yazımı sahabe devrinin sonlarında başlamış ve
Emevîler döneminde gelişmiş ise de bu risalelere ve daha sonraki
dönemlerde yazılacak kitaplara kaynaklık eden fıkıh yazıları daha önceden
başlamıştır. Fuat Sezgin bu gerçeği ortaya koyan bazı önemli örnekler
tespit etmiştir. Urve b. Zübeyr’e ait yazmalar, Hz. Ebubekir, Ömer’in ve
Ali’nin bazı yazılı talimatları bunlar arasındadır.
EMEVİLER DÖNEMİNDE FIKIH
Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hasan’ın, babası Hz. Ali’den sonra
devraldığı hilafeti, İslâm birliğini sağlamak ve iç savaşı önlemek amacıyla
41/661 tarihinde Hz. Muaviye’ye teslim etmek üzere bırakmasıyla Râşid
halifeler dönemi kapanmış ve Emevîler dönemi başlamıştır.
Bu dönemde ve özellikle halife Ömer b. Abdülaziz zamanında fıkıh
ilminin en önemli ikinci kaynağı olan hadislerin toplanması ve sonraki
nesillere aktarılması konusunda gösterilen gayretler göze çarpmaktadır.
Aynı zamanda çeşitli maksatlarla hadis uydurma hareketi de başlamıştır.
Diğer taraftan Emevî yöneticilerin çoğunun dinî hükümlere riayet
konusunda hassasiyet göstermeyerek dine aykırı birtakım tavırlar içine
girdiklerini gören sahabe, büyük ölçüde idarecilerin olumsuz tavırlarına bir
tepki olarak, Medine merkez olmak üzere Hicaz bölgesinde daha çok
sünnetin tespitine ağırlık vermiş, uygulanan fıkıhtan ziyade, Kur’an ve
sünnet temelinde nazarî/farazî fıkhî hükümlerin tesisine yönelmiştir.
Velhasıl bu dönemde fıkhın özellikle kamu alanına dair ahkâm bakımından
hayattan koptuğu ve ahkâmın teorik boyutta tetkikine doğru bir yöneliş
görülmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
HİCAZ VE IRAK MEDRESELERİ
Sahabe fetihler, dini tebliğ ve ilim yolculukları gibi sebeplerle etrafa
dağılmış ve bazı merkezlerde ilim halkaları oluşmuştu. Bu dönemde ilim
merkezi olarak Hz. Peygamber’den beri merkez olan Medine’den sonra
Kûfe, Mısır, Şam ve Kuzey Afrika dikkat çekmekteydi.
Hz. Peygamber döneminden beri Medine’de kalan ve sonraki nesle
İslâm’ı aktaran sahabe arasında Hz. Ebubekir, Ömer, Osman, Zeyd b. Sabit,
Aişe, Ümmü Seleme, Hafsa ve Hz. Peygamber’in diğer hanımları, Abdullah
b. Ömer, Talha b. Ubeydillah, Ebû Hureyre gibi sahâbîler bulunmaktaydı.
Hz. Ali de hilafeti Kûfe’ye taşıyıp oraya gidinceye kadar Medine’de kalmıştı.
Mısır’a yerleşenler arasında Zübeyr b. el-Avvâm, Ebû Zer, Amr b. elÂs ve Abdullah b. Amr vardı.
Kuzey Afrika’da Ukbe b. Âmir, Muaviye b. Hudeyc ve Ebû Lübâbe
gibi zevat bulunuyordu.
Kûfe’ye yerleşenler arasında İbn Mes’ud, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Ammâr
b. Yâsir, Ebû Musa’l-Eş’arî, Muğîre b. Şu’be, Enes b. Mâlik, İmrân b. Husayn
ve Hz. Ali gibi sahabe bulunuyordu.
Bu merkezlere yerleşen sahabe, bulundukları yerde bir çekim
merkezi oluşturmuş, İslâm’ı öğretme ve yeni nesilleri yetiştirme görevlerini
icra etmişlerdir. Zaman zaman merkezler arasında fıkhî görüş farklılıkları
olmuş ve tartışmalar yaşanmıştı. Mezkûr merkezler arasındaki en önemli
gruplaşma ve ilmi mücadele Medine ile Kûfe arasında olduğundan, bu iki
bölge uleması Hicâziyyûn (Hicazlılar) ve Irâkiyyûn (Iraklılar) diye anılır
olmuştu.
Medineliler, Hicaz kaynaklı bir teyit bulunmadıkça Irak ulemasının
rivayet ettiği hadisleri kabul etmiyordu. Hz. Ali zamanında ve sonrasında
Irak bölgesinde yaşanan olumsuzluklar, onları böyle bir tavır almaya
itmişti. Nitekim şîa ve hâricilerin ortaya çıkışı, Cemel ve Sıffîn olayları, zalim
Haccâc’ın ortaya çıkışı ve Kerbela olayları bu bölgede yaşanmış, dolayısıyla
buranın halkına karşı bir güvensizlik oluşmuştu. Bu sebeple Hicaz uleması,
Irak ulemasının hadisine ve fıkhına güvenmediler.
Önceleri sahabe döneminde sadece coğrafi farklılık ve üstad farklılığı
gibi görünen Irak ve Hicaz medresesi ayırımı, zamanla tâbiûn dönemi ve
sonrasında itikadî ve fıkhî yöneliş farklılıklarının ortaya çıkıp yerleşmesiyle,
Medineliler için “ehl-i hadis = hadis taraftarı” veya “ehl-i eser= rivayet
taraftarı”; Iraklılar için de “ehl-i rey = ictihad ve şahsi görüş taraftarı”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
tabirleri kullanılmaya başlanarak, hadis ve rey merkezli gruplaşmaya
dönüşmüştür. Her iki grup da Kur’ân, sünnet ve sahabe icmâını delil
saymakla birlikte, Hicazlıların hadis malzemesi daha çoktu, Medine
uygulamasına
özel
bir
önem
veriyorlar
ve
ahkâmı
rivayetlere
dayandırmaya gayret ediyorlardı. Iraklılar ise Medine uygulamasına özel
önem vermezler, hadis malzemeleri nispeten azdır, hadislerin kabulü ve
yorumlanması konusunda şüpheli davranırlar, bölgelerinde yeni ortaya
çıkan oldukça fazla sayıdaki yeni meseleleri hükme bağlamak için rey
ictihadına nispeten daha fazla başvururlardı.
Emevîler Dönemi Tâbiûn Fakîhleri
Sahabe neslinden son fakîhlerin yaklaşık 100/709 yıllarında vefatıyla
ilim, tâbiûn nesline intikal etmişti. Sahabe fakîhlerin neredeyse tamamı
Arap olmasına karşın, tâbiûn fakîhler içinde önemli sayıda Arap olmayan
ve hatta azatlı kişiler ve onların neslinden gelen (mevâlî) fakihler
bulunmaktaydı. Tâbiûn döneminde başlıca ilim merkezleri ve buralardaki
ulema şöyledir:
Medine: Medîne’nin yedi fakîhi diye meşhur olan Saîd b. elMüseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kâsım b. Muhammed, Hârice b. Zeyd, Ebûbekr
b. Abdurrahman, Süleyman b. Yesâr, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe’nin
yanında; Ebû-Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm, Ebû-Ca’fer b.
Muhammed b. Ali, Rabî’atü’r-Re’y ve ez-Zührî.
Mekke: Atâ b. Ebî Rebâh, Mücâhid ve İkrime.
Basra: Hasenü’l-Basrî, Muhammed b. Sîrîn ve Katâde.
Kûfe: Alkame b. Kays, Şurayh b. el-Hâris, Mesrûk b. el-Ecda’,
Abdurrahman b. Ebî-Leylâ, İbrahîm en-Nehâ’î, Saîd b. Cübeyr ve Hammâd
b. Ebî Süleyman.
Şam: Mekhûl, Ömer b. Abdülaziz ve Ebû İdrîs el-Havlânî.
Emevîler Döneminde Fıkhın Yazılması (Tedvîn)
Hadis malzemesinin toplanması ve yazılması fıkıh ilminden önce
olmakla birlikte, malzemenin konularına göre tasnif edilerek uygun
başlıklar altında kitaplaştırılması önce fıkıhta olmuş, daha sonra hadisler
de benzer şekilde tasnif edilmiştir. İlk fıkıh kitaplarının Emevîler
döneminde, hicri birinci asrın sonu ile ikinci asrın başlarında, tâbiûn nesli
tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır. Zührî’nin fetvaları üç cilt, Hasenü’lBasrî’ninkiler de yedi cilt halinde toplanmıştır. Süleyman b. Kays el-Hilalî,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
Kadâte b. Diâme ve Zeyd b. Ali’nin bize kadar ulaşan eserleri
bulunmaktadır. Ayrıca bu devirde yazıldığı bilinen fakat bize kadar
ulaşmayan başka eserler de mevcuttur.
ABBÂSÎLER DÖNEMİNDE FIKIH
Emevîlerden sonra İslâm dünyasında 132/750-657/1258 yılları
arasında Bağdat merkezli Abbasîler hâkim olmuş ve bu dönemin başından
itibaren 350/961 yılına kadar geçen yaklaşık iki yüz yıllık zamanda, tâbiûn
ve etbâuttâbiîn / tebe-i tâbiûn neslinden yetişen ulema tarafından fıkıh
ilmi olgunlaştırılıp tedvin edildiği ve fıkhî mezhepler oluştuğu için bu
döneme “fıkhın olgunluk dönemi” denilmiştir.
Abbasîler, Emevîlerin baskıcı düzenine son vermek, hilafeti hakkı
olana iade etmek ve Râşid halifeler dönemini ihya etmek davasıyla iktidara
gelmişlerdi. Bu sebeple Abbasîler dönemi nispeten daha olumlu bir dönem
olmuştur. Buna rağmen, fıkhî mezheplerin ilkinin kurucusu olan Ebû
Hanife, kendisine teklif edilen görevi kabul etmediği için, hem Emevîlerin
hem de Abbasîlerin şiddet ve baskılarına maruz kalmıştır. Diğer taraftan
onun öğrencisi olan Ebû Yûsuf, halife Harun Reşîd tarafından “kâdı’lkudât=baş yargıç” olarak tayin edilmiş, bütün hukukî ve fetvaya dair
işlerde onun sözü geçerli olmuş ve böylece Hanefî mezhebi, resmî mezhep
olmasa da, bu yolla gelişip yayılma fırsatı bulmuştur.
Bu dönemde
özetleyebiliriz:
fıkıh
 Halifeler genellikle
arzusundaydı.
bakımından
davranış
dikkat
ve
çeken
icraatlarını
hususları
dine
şöyle
dayandırmak
 Kur’an ve sünnet kaynağından sonra, sahabenin söz ve davranışları
ve ardından tâbiûn neslinin görüş ve ictihadları, kaynak olarak fıkıh
malzemesi içine dâhil edilmiştir.
 Çok sayıda büyük fıkıh bilgini bu
mezhepleri bu dönemde kurulmuştur.
dönemde
yetişmiş
ve
fıkıh
 Irak fakihlerinde Hanefîler sadece yaşanan olaylar hakkında değil,
henüz yaşanmamış farazî olaylar hakkında da ictihad edip görüş
bildirmiş hatta hayatta vukuu çok nadir olan bazı konularda dahi
görüş açıklamışlardır. Onların bu tavrı, diğer mezhepler tarafından da
takip edilmiştir. Farazî meselelerin ele alınışı, Hanefî ictihad usulü ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
fıkıh sistematiğinin ne kadar sağlam ve çözüm üretmeye elverişli
olduğunu gösterme gayreti olarak yorumlanmaktadır.
 Farklı kültürlerden çok sayıda kişinin İslâm’a girmesiyle, onların
getirdiği örf ve adetlerin süzgeçten geçirilerek bazılarını ıslah,
bazılarını ise reddetme zarureti ortaya çıkmıştır.
 İlim merkezleri arasındaki seyahatlerin artmasıyla bölgeler arasındaki
görüş farklılıkları birinden diğerine aktarılıp tartışılmış, farklı
mezheplere mensup âlimler birbirlerinden ilim alma ve kendi
metotlarını gözden geçirme fırsatı bulmuştur.
 Yapılan tartışmalar, belli okullara mensup müctehidlerin ictihad
usullerini sistemli olarak kaleme almalarına ve böylece fıkıh usulü
ilminin doğmasına sebep olmuştur.
Mezheplerin Doğuşu
Abbasîler
döneminde
fıkhî
sebepleri şöyle özetlemek mümkündür:
mezheplerin
doğuşunu
hazırlayan
 Önceleri fıkhın sadece belirli konularında ictihad edilirken, bu
dönemde fıkhın bütünü üzerinde ictihad edilmiş, böylece meseleler
arasındaki bağlantıları tespit ve sistem kurma işlemi gerçekleşmiştir.
 Yapılan ictihadlar, fıkhın bütün konularıyla birlikte kitap haline
getirilmiş ve böylece görüşlerin toplu halde görülüp öğrenilmesi
imkânı ortaya çıkmıştır.
 Önceleri Irak ve Hicaz bölgesi şeklinde başlayan ayırım zamanla
metot ve yaklaşım farklılığı olarak ehl-i hadis ve ehl-i rey ayırımına
dönüşmüş ve yapılan tartışmalar fıkhı geliştirmiştir.
Mezhep kavramı, müctehidin ictihad ederken takip ettiği usul ve bu
usule göre yaptığı ictihad ve verdiği fetvaların toplamını ifade etmektedir.
Bir ictihadın mezhep olarak tanımlanabilmesi için, takip edilen bir
usulünün olması ve bu usule göre ulaşılan fıkhî ahkâmın kendi içinde
tutarlı ve sistematik bir tarzda bulunması gerekir. Bu dönemde belirli bir
mezhebe bağlı olmak gerekmediği gibi diğer mezheplerden de istifade
edilmekteydi. Halk açısından mezhep, danışıp fetva sorduğu müçtehidin
mezhebi idi. İsteyen istediği müçtehide gidip sorabilir, ondan ilim
öğrenebilir ve onun fetvalarını takip edebilirdi.
Bu dönemde mezhep ortaya koyan ulemanın en meşhurları
şunlardır: Hasenü’l-basrî, Ebû Hanîfe, Evzaî, Süfyân es-Sevrî, Leys b. Sa’d,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
Mâlik b. Enes, Süfyan b. Uyeyne, Muhammed b. İdris eş-Şâfiî, İshak b.
Râhûye, Ebû Sevr, Ahmed b. Hanbel, Davud ez-Zâhirî, İbn Cerîr et-Taberî.
Söz konusu bu mezheplerin çoğu, zaman içinde takipçilerinin azalıp
yok olması, usul ve görüşlerinin benimsenmemesi, üsluplarının sert oluşu
gibi sebeplerle tarihte kalarak varlığını devam ettirememiştir.
EHL-İ HADİS VE EHL-İ REY AYIRIMI
Ehl-i hadis (ehl-i eser) ve ehl-i rey şeklindeki ayrışma neticesinde,
genel kabule göre ulema şu dört grup içinde mütalaa edilmiştir:
Aşırı reyciler: Daha çok Kur’an ve reye dayanan, bunun yanında
sünneti yeterince dikkate almayanlardır. Basra mu’tezilesi ve hâricîler bu
grupta sayılmıştır.
Mutedil reyciler: Kur’an ve reye dayanmakla birlikte sünneti de
hüccet kabul eden fakat hadisin kabulünde titizlik göstererek rivayetinden
çekinen, buna karşılık kıyâs, istihsân ve maslahat gibi metotlara çokça
başvuran ve farazî meseleler üzerinde de duranlardır. Ebû Hanîfe, Ebû
Yûsuf, Muhammed eş-Şeybânî, Mâlik b. Enes, İbn Ebî Leylâ, Rabî’atü’r-re’y,
Süfyân es-Sevrî ve Osman el-Bettî bu grupta sayılmıştır.
Aşırı eserciler: Kur’an’dan sonra Hz. Peygamber’in sünnetini hüccet
kabul etmekle birlikte, rey ictihadını ve buna bağlı olan kıyas ve istihsan
gibi metotları, sahabe ve tâbiûn fetvalarını hüccet olarak kabul etmezler.
Bazı Mu’tezile imamları ve Zâhiriye mezhebinin imamı Dâvûd ez-Zâhirî bu
grupta sayılmıştır.
Mutedil eserciler: Kur’an ve hadis yanında sahabe ve tâbiûn
fetvalarını da hüccet kabul ederler, rey ve kıyasa karşı çıkmamakla birlikte
onlara nadiren başvururlar ve farazî meseleler üzerinde durmazlar.
Hadisçiler genellikle bu grup içinde değerlendirilmektedir. Leys b. Sa’d,
Süfyan b. Uyeyne ve Ahmed b. Hanbel bunlardandır.
Bu tür kategorik tasnifler, ana yaklaşımlar konusunda bir fikir verme
bakımından faydalı olmakla birlikte, genelleme yaklaşımı sebebiyle bazı
müctehidlerin hangi grupta yer aldığı hususu tartışma konusu
olabilmektedir. Mesela İmam Şâfiî’nin ve Mâlik’in hangi grupta yer aldığı
hususu tartışmalıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
Abbasîler Döneminde Fıkhın Yazılması (Tedvîn)
Daha önce yazılan bazı hadis ve fıkıh kitapları dışında, bu dönemde
İslâmî ilimlerin her alanında oldukça verimli çalışmalar yapılmış, eserler
kaleme alınmıştır. Kütüb-i sitte olarak bilinen meşhur altı hadis kitabı olan
Buhârî, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî, İbn Mâce ve Nesaî oluşturulmuştur.
Fıkıh ilmi açısından İmam Mâlik’in el-Muvatta’, İmam Muhammed’in
el-Mebsût (diğer adıyla el-Asl), İmam Ebû Yûsuf’un el-Harâc, İmam Şâfiî’nin
el-Ümm adlı eserleri önemlidir. Halife Mansûr ve Harun Reşîd’in, İmam
Mâlik’in hadis, tabiûn fetvaları ve kendi değerlendirmelerini içeren elMuvatta’ adlı eserini, ülkede birlik ve istikrarı sağlayacağı gerekçesiyle
kanunlaştırma teklifi, İmam Mâlik tarafından, hadislerin bütününü
içermediği ve ictihad hürriyetine aykırı olduğu gerekçesiyle kabul
edilmemiştir. Bu teşebbüsten sonra miladi on dokuzuncu yüzyılda
Osmanlı’nın son dönemindeki Mecelle’ye kadar fıkhın kanunlaştırılması
söz konusu olmamıştır. Arada geçen yaklaşık bin yıllık süreçte İslâm
coğrafyasının çeşitli yerlerindeki mezhepler, hukukî birlik ve istikrarı
sağlayarak bir tür kanun görevi ifa etmişlerdir.
Fıkıh usulü ilminin doğuşu ile reddiye ve ihtilaflar şeklinde yazılan
kitapların ortaya çıkışı da bu dönemde olmuştur. Ebû Yûsuf ile İmam
Muhammed’in fıkıh usûlüne dair eser yazdığı rivayet edilmiş ise de, bize
kadar ulaşan ilk fıkıh usûlü eseri İmam Şâfiî’nin er-Risâle adlı eseridir.
Fıkıh Kavramlarının Yerleşmesi
Müctehidlerin kendi usullerini oluşturup buna göre fıkhî hükümleri
açıklamaya başlamalarıyla, her müctehidin gerek fıkıh usulü gerekse fürû-ı
fıkıhta kullandığı terim ve kavramlar netleşmeye ve yerleşmeye
başlamıştır. Buna göre farz, vacip, sünnet, mendub, müstehab, haram,
mekruh, şart, rukün, kıyas, illet gibi birçok kavram, her müctehidin ona
yüklediği anlama göre içi dolu ve sabit anlamlı hale gelmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Ödev
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
• Emeviler ve ya Abbasiler döneminde fıkhın durumunu
araştırarak 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında
yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Özet
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
•Fıkıh ilmi Hz. Peygamber zamanında doğmuş,sahabe döneminde
gelişmiş, Abbasiler dönemindeyse olgunluk çağına ulaşmıştır.
•Mekke döneminde inen ayetler ağırlıklı olarak tevhid inancının ve
güzel ahlakın yerleştirilmesine dair olup bu dönemde fıkhî hüküm
bildiren ayetler çok azdır.
•Medine'ye hicretten sonra güçlü bir topluluk oluşturan islam
toplumunu düzenleyen hüküm ayetleri peyderpey inmeye başlamıştır.
•Fıkhî hükümler bazen bir soru veye olay üzerine bazen de doğrudan
şari' tarafından bir düzenleme şeklinde konulmuştur.
•Hz. Peygamber döneminde hükümlerin genel özellikleri tedriç, kolaylık
ve nesihtir. Kur'an- ı Kerimden sonra sünnet, fıkhî hükümler için ikinci
ve malzemesi çok olan bir kaynaktır. Sünnete dayanmayan bir fıkıhtan
bahsedilemez.
•Hz. Peygamber döneminde ictihad edip fetva veren ve yargılama
faaliyetinde bulunan çok sayıda sahabÎ bulunmaktadır.Ancak bu
faaliyetler Hz. Peygamberin onayına
arz edilmekteydi. Onun
vefatından sonra sahabe yeni olayları ictihadla çözmeye devam etmiş
fakat artık ona imkanı ortadan kalkmıştır.
•Emeviler döneminde fıkhın özellikle kamu alanına dair ahkâm
bakımından hayatttan koptuğu ve ahkamın teorik boyutta tetkikine
doğru bir yöneliş görülmektedir. Hicaz ve Irak uleması tabirleri de bu
dönemde ortaya çıkmış fakat zamanla ilke ve yöntem farklılığı
temelinde ehl_i hadis ve ehl_i rey ayrımına dönüşmüştür.
•Abbasiler döneminde büyük müctehidler yetişmiş ve mezheplar
kurulmuştur. Bu mezheplaerden ancak bir kısmı günümüze kadar
gelebilmiştir. Fıkıh usulü ilminin ortaya çıkması ve fıkhî kavramların
yerleşmesi de bu dönemde olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Hz. Peygamber’in Mekke dönemi hakkında aşağıdakilerden hangisi
yanlıştır ?
a) Müslümanların baskı altında olduğu, toparlanıp bir güç olarak ortaya
çıkamadıkları bir dönemdir.
b) Bu dönemin önemli bir kısmı, gizli davet şeklinde geçmiştir.
c) Mekke döneminde inen ibadetler ve hukukî muamelelerle ilgili ayetler
çok ayrıntılıdır.
d) Habeşistan’a hicret, dost gayri müslim topluluk içinde azınlık bir
topluluk statüsüyle yaşama örneğidir.
e) Bu dönemde inen ayetler ağırlıklı olarak tevhid inancını ve güzel ahlakı
yerleştirmeye yöneliktir.
2. Hz. Peygamber döneminde fıkhî hükümlerin konulma şekliyle ilgili olarak
aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Bazen sahabenin sorusu üzerine, hükmü açıklayan ayet geliyordu.
b) Sahabenin bazı soruları hakkında ayet inmiyor, Hz. Peygamber kendi
kararıyla meseleyi çözüyordu.
c) Kur’an’daki ayetlerin çoğunluğu sorulan sorular üzerine inmiştir.
d) Yaşanmış ilgili bir olay olmadan doğrudan hüküm ayeti gelebiliyordu.
e) Hüküm bildiren ayetler genellikle Medine’de inmiştir.
3. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber döneminde fıkhî hükümlerin genel
özelliklerinden değildir?
a) Kolaylık
b) Nesih
c) Bazı hükümlerin aşamalı olarak gelmesi
d) Tedriç
e) Değişmezlik (sebat)
4. Ahkâm ayetleri hakkında aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Ahkâm ayetlerinin sayısını 864 olarak ifade edenler vardır
b) Hangi ayetin ahkâm ayeti sayılacağı hususunda müçtehidin bilgi
birikimi ve kabiliyeti de etkilidir.
c) Ahkâm ayetlerinin sayısını yüz elli olarak ifade edenler vardır.
d) İtikadî hükümleri ihtiva eden ayetlere ahkâm ayetleri denir.
e) Kur’an’ın bütün ayetlerini potansiyel ahkâm ayeti olarak
değerlendirmek uygundur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
5. Sünnet hakkında aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Bize aktarılma biçimine göre sünnet, mütevâtir, meşhur ve âhâd
olarak üçe ayrılır.
b) Fıkıh açısından hadisin sağlamlık veya zayıflığı önemlidir.
c) Fıkıh ilminde âhâd haberler hüküm kaynağı olarak kullanılamaz.
d) Fıkıh ilminde, akâid ilmindeki gibi kesinlik şartı aranmaz.
e) Fakihler hadisçilerin, bir hadisin sıhhatine dair verdiği bilgiyi dikkate
alırlar.
6. Sünnet hakkında aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a) Sünnet, Kur’an’da anlamı kapalı bulunan hususların açıklamasını
yapar.
b) Sünnet, Kur’an’daki hükümlere tamamlayıcı mahiyette ilavelerde
bulunur.
c) Sünnet, Kur’an’ın değinmediği hususlarda ilkten hükümler koyar.
d) Çelişki iddiası mütevâtir veya meşhur hadislerde olmaz ancak âhâd
haberlerde mümkündür.
e) Ahkâm hadislerinin sayısı toplamda dört yüz civarındadır.
7. Ramazan orucu, bayram namazı, kurban ve zekât gibi ibadetler ne zaman
konulmuştur?
a) Mekke döneminin birinci yılında.
b) Miraç gecesinde.
c) Hicret sırasında.
d) Medine döneminin ikinci yılında.
e) Medine döneminin birinci yılında.
8. Fıkhın olgunluk çağı olarak bilinen, büyük müctehidlerin yetiştiği ve
mezheplerin oluştuğu dönem hangisidir?
a) Medine dönemi.
b) Emeviler dönemi.
c) Abbasiler dönemi.
d) Râşid halifeler dönemi.
e) Ömer b. Abdülaziz dönemi.
9. Aşağıdakilerden hangisi Şîa’nın Ehli sünnetten farklı olarak benimsediği
fıkhî hususlar arasında sayılamaz?
a) Müt’a nikâhını caiz görmek.
b) Kadınla ters ilişkiyi mubah görmek.
c) Abdestte çıplak ayağı yıkamayarak üzerine mesh etmek.
d) Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’i sevmek.
e) Din adamlarına humus adı altında bir vergi ödemek.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
10.Bize kadar ulaşan ilk fıkıh usulü eseri ve yazarı hangisidir?
a) Ebu Hanife – el-Fıkhü’l-ekber
b) İmam Muhammed – el-Mebsût
c) İmam Şâfiî – er-Risâle
d) İmam Malik – el-Muvattâ
e) İmam Gazali – el-Mustasfâ
Cevap Anahtarı
1.c, 2.c, 3.e, 4.d, 5.c, 6.e, 7.d, 8.c, 9.d, 10.c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
İslâm Hukukunun Tarihsel Gelişimi
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Akyüz, Vecdi, Dört Mezhep İmamı, (1999), İstanbul.
Ansay, Sabri Şakir, Hukuk Tarihinde İslâm Hukuku, (1958), Ankara.
Aydın, M. Âkif, Türk Hukuk Tarihi, (1999), İstanbul.
Aziz Azme, İslâm Hukuku: Sosyal Ve Tarihi Bağlamı İçinde (Çeviri: Fethi Gedikli,
1992),İstanbul.
Bardakoğlu, Ali, “Fıkıh”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt: 13, Ankara.
Berki, Ali Himmet, Hukuk Tarihinde İslâm Hukuku, (1955), Ankara.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu, (t.y.) İstanbul.
Cin, Halil- Akgündüz, Ahmet, Türk İslâm Hukuk Tarihi: Kamu Hukuku Özel Hukuk ,
(1990), İstanbul.
Ebû Zehra, Muhammed, Ebû Hanîfe (Çeviri: Osman Keskioğlu, 1966), İstanbul.
Ebû Zehra, Muhammed, İslâm’da Fıkhî Mezhebler Tarihi (Çeviri: Abdulkadir Şener,
1974), Ankara.
Hudarî, Muhammed, İslâm Hukuku Tarihi (Çeviri: Haydar Hatipoğlu, 1974),
İstanbul.
Karaman, Hayreddin, İslâm Hukuk Tarihi, (1999), İstanbul.
Keskioğlu, Osman, Fıkıh Tarihi ve İslâm Hukuku, (1999), Ankara.
Koca, Ferhat, İslâm Hukuk Tarihinde Selefi Söylem: Hanbeli Mezhebi, (2002),
Ankara.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
İÇİNDEKİLER
İSLÂM HUKUK MEZHEPLERİ
• İslâm Hukuk Mezhepleri ve
Kurucuları
• Mezhep İmamları ve Hayatları
• Mezhep İmamlarının İctihad
Usûlleri
• Yaşamayan Mezhepler
• Sünnî Olmayan Mezhepler
• Mezheplerin Yayılmasının Sebepleri
• Günümüzde Fıkıh Mezheplerinin
Bölgesel Dağılımları
İSLÂM HUKUKUNA
GİRİŞ
HEDEFLER
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Mezhep kavramını tanımlayabilecek,
• Mezhep kurucularının ictihad usûllerini
öğrenebilecek,
• İslâm Hukuk Mezhepleri arasındaki farkları,
anlayıp nerelerden kaynaklandıklarını
anlayabilecek.
ÜNİTE
5
Mezhep İmamları Ve Hayatları
GİRİŞ
İslam hukuk mezhepleri daha meşhur ifadesiyle fıkıh ekolleri Hz.
Peygamber’in (s.a.s) sahabesinin yetiştirdiği tâbiûn adı verilen fakihlerin Kur’ân ve
Sünnet’i anlamaya çalışarak oluşturdukları fıkhî ekollerin ilk oluşumlarıdır. Tâbiûn
döneminin son zamanlarında ulema, bölgesel olarak Hicaz ve Irak ekolü tarzında iki
kategoriye ayrılmış, daha sonra âlimlerin bilgi kaynakları, yetişme uslûp ve üstad
farklarından kaynaklanan Rey ve Hadis ekolleri ortaya çıkmıştır. Söz konusu
ekollerden sonra müctehit imamlar döneminde İslam hukuk mezhepleri, belli isim
ve ictihad teknikleriyle daha belirgin olarak hukuk tarihindeki yerlerini almışlardır.
Bu mezhepler arasında Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî gibi meşhur sünnî
olanların yanında hâricî ve şiî gibi sünnî olmayan mezhepler de ortaya çıkmıştır.
Sünnî mezheplerin bir kısmı tarihî süreçte, müntesiplerinin kalmaması ve başka
diğer sebeplerle canlılığını kaybetmiş, dört meşhur mezhep ise günümüze kadar
eser ve müntesipleriyle varlıklarını devam ettirmişlerdir.
Bu noktada meşhur mezhepleri ve ilk kurucu imamlarını tanıyacağız:
MEZHEP İMAMLARI VE HAYATLARI
Ebû Hanîfe (ö.150/767)
Ebû Hanîfe’nin adı Numan b. Sâbit’tir. Dedesi Zûtâ İran'dan köle olarak Irak'a
getirilerek sahibi tarafından hürriyetine kavuşturulmuş bir kişidir. Babası Sâbit ise
hür ve müslüman olarak doğmuş, küçüklüğünde Hz. Ali'yi görmüş ve onun, gerek
kendisi ve gerekse nesli için yaptığı hayır dualarına mazhar olmuştur. Ebû Hanîfe
hayatının ilk dönemlerinde ticaretle uğraşan ve daha sonra kendini ilme verip
ticareti ortaklarıyla devam ettiren zeki bir insandır. Kendisi tâbiûn âlimleri ile
görüşmüş ve onlardan ilim ve feyiz almıştır. Bu bakımdan kendisi üçüncü nesle
(tebei tâbiîn nesline) mensuptur. Sahabeden bazıları ile görüşüp görüşmediği ve bu
sebeple tâbiûndan sayılıp sayılmayacağı konusu tartışılmıştır. Tercih edilen görüşe
göre ashabdan bazılarını kendisi küçük yaşta iken görmüştür, ancak onlardan
doğrudan hadis rivayet etmemiştir. Tâbiûndan olan üstadları arasında kendisinden
en çok istifade ettiği şahıs Hammâd b. Ebî Süleyman'dır (ö. 120/737). Bu zatın
derslerine tam on sekiz yıl devam etmiştir. Son Emevî halifeleri ile Abbasîlerden
Mansur ona baş kadılığı teklif etmelerine rağmen o ısrarla bunu kabul etmemiş bu
sebeple de zindana atılmıştır. Daha sonra Bağdat'ta hapishanede iken vefat
etmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Mezhep İmamları Ve Hayatları
Ebû Hanîfe'nin bu vazifeyi kabul etmemesinin sebebi, devlet yönetimini
gasbeden ve hilafeti saltanata çeviren yöneticilere karşı bir pasif direnişte
bulunmak ve böylece halka mesaj vermektir.
Çağdaşı olan müctehid âlimlerden İmam Mâlik onun hakkında : “Ebû Hanîfe
öyle bir kişidir ki, sana şu direğin altından olduğunu iddia etse isbat edebilir"
demiştir. İmam Şâfiî "Bütün insanlar fıkıhta, Ebû Hanîfe'nin aile fertleri sayılır"
sözüyle onun fıkıh ilmindeki konumuna işaret ederken, İbnü'l-Mübarek de
“Fıkıh'ta Ebû Hanife gibisini görmedim, ondan daha dindar birini de görmedim"
demiştir.
Mezhep fıkhının
metodoloji, doktrin ve
sistematiğinin
oluşmasında en büyük
pay, hiç şüphesiz Ebû
Hanîfe’nindir.
Ebû Hanîfe’nin sayısız fıkhî ictihadları ve çözümleri vardır, bunlar onun
zekâsına ve meseleleri çok seri anlayışına delâlet etmektedir. Ebû Hanîfe'nin, imlâ
(öğrencilerine not aldırma) yoluyla da olsa bir kitap yazıp yazmadığı konusu
tartışılmıştır. En azından el-Fıkhu'l-Ekber ve Müsned'in ona ait olduğuna dair
deliller vardır. Bunlardan başka risale adı verilen küçük hacimde eserleri olduğu da
rivayet edilmektedir.
Ebû Hanîfe’nin sahabeden üstadları Hz. Ali ve Abdullah b. Mesud; tâbiînin
büyüklerinden üstadları ise Şurayh, Alkama b. Kays, Mesruk b. Ecda, Esved b. Yezid,
Âmir b. Şerahîl eş-Şâ’bî, İbrahim Nehaî, Hammâd b. Ebî Süleyman’dır.
Hanefî mezhebi, Irak rey fıkhını metodolojik ve doktrinel açıdan Ebû
Hanife’nin kendi rengini verip sistemleştirdiği, tarihî süreç içerisinde öğrencilerinin
bu sistemi kaydedip geliştirdikleri ve yaydıkları dinî nitelikli sosyal bir olgudur.
Mezhep fıkhının metodoloji, doktrin ve sistematiğinin oluşmasında en büyük pay,
hiç şüphesiz Ebû Hanîfe’nindir.
Sahabeden Abdullah b. Mes’ûd ile başlayan, tâbiûn fakihleri ile belirginleşen,
İbrahim en-Nehaî ile usûl ve yöntemi belli ölçüde berraklaşan, Hammâd ile tecrübî
ve nazarî olarak sınanan ve başarı ile uygulanan Irak rey ekolünün artık iyice ortaya
çıkmış olan usûl ve yöntemi, İmam Ebû Hanîfe tarafından benimsenerek
geliştirilmiştir.
Ebu Hanîfe’nin ilim dünyasına bıraktığı en önemli kazanımlardan birisi,
Muhammed Hamîdullah’ın (ö.2002) “fıkıh akademisi” tabirini kullandığı “ictihad
şûrası” dır. O derslerinde takrir metodunu değil, istişare ve müzakere usûlünü
tercih etmiştir.
Ebû Hanife kendi usûlünü şöyle açıklamaktadır. "Rasûlullah'tan (s.a.s)
gelen hadisler baş üstüne, sahabeden gelenleri seçer birini tercih ederiz, fakat
toptan terk etmeyiz. Bunlardan başkalarına ait olan hüküm ve ictihadlara gelince
biz de onlar gibi ilim adamlarıyız."
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Mezhep İmamları Ve Hayatları
Ebû Hanife başka bir ifadesinde: “Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim.
Onda bulamazsam Rasûlullah'ın, güvenilir âlimlerce nakledilen malum ve meşhur
sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam Allah Rasûlü’nün ashabından
dilediğim kimsenin görüşünü alırım, fakat iş İbrahim, Şa’bî, Hasan, Atâ... gibi
(tâbiûndan olan) zevata gelince ben de onlar gibi ictihad ederim." demektedir. Ebû
Hanîfe’nin öğrencileri her zaman kendisini minnet ve hürmetle anmışlardır. Kendisi
üstadı Hammâd’ın ders halkasına varis olduktan sonra otuz yıl boyunca ders
okutmaya devam etmiş ve bu süre içinde kırkı müctehid seviyesinde olmak üzere
binlerce öğrenci yetiştirmiştir.
Ebû Hanîfe’nin Önde Gelen Öğrencileri
1. Ebû Yusuf, Irak bölgesinin fakihidir. 113/731 yılında Kûfe'de doğdu.
Önce hadis okudu ve "hadis hâfızı" oldu. Sonra Ebû Hanîfe'nin talebeleri arasına
katıldı, onun usûlünü benimseyerek "mutlak müctehid" mertebesine ulaştı ve
Abbasî halifelerinden Harun Reşîd'in baş kadısı (kâdı'l-kudât) oldu, 182/798 yılında
vefat etti.
2. Muhammed Şeybânî Kûfe'de yetişip sonra Bağdad'a geçti ve Rakka
kadısı oldu. Harun Reşîd ile beraber gittiği Rey'de 189/805 yılında vefat etti. Aynı
gün Kisâî de vefat etmişti, zamanın halifesi : "Bugün Rey' şehrinde Arapça ve Fıkıh
defnedildi" diyerek kaybın büyüklüğünü ifade etmiştir. Ebû Hanîfe'nin vefatında 18
yaşlarında olan Muhammed daha çok Ebû Yusuf'tan ders okumuş ve daha hocası
hayatta iken kendisi de üstad olmuştur. İmam Şâfiî kendisinden çok istifade
ettiğini ve ondan aldığı bilgi ile bir deve yükü kitap yazdığını ifade etmiştir. İmam
Muhammed de İmam Mâlik'ten üç yıl kadar ders okuyarak istifade etmiştir.
3. Züfer b. Hüzeyl, Kûfelidir. O da önce hadisçi iken Ebû Hanîfe'ye talebe
olduktan sonra reyci olmuş, hatta talebenin bu konuda en başarılısı sayılmıştır.
Kendini dünyevi işlerden daha çok ilim ve ibadete vermiş bir kişidir. 158/775
yılında vefat etmiştir.
4. Hasen b. Ziyâd Lü’lüî, önce Ebû Hanîfe, sonra da iki büyük öğrencisinden
ders görmüştür, ancak üstadlarının derecesine gelememiştir. 204/819 yılında vefat
etmiştir.
Mezhebin Önemli Kitapları: Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen akaid ve kelâm
ile alakalı kitaplar bize kadar intikal etmiş ise de fıkıh konusunda bilinen bir eseri
yoktur. Kendisine nisbet edilen Müsned’ler talebe ve tâbîleri tarafından tedvîn
edilmiştir. İlimler tarihçisi İbnü’n-Nedîm el-Fihrist adlı eserinde Ebû Hanîfe’nin
talebesi Ebû Yûsuf'e ait birçok kitap ismi veriyorsa da bugün elimizde onun şu
birkaç kitabı vardır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Mezhep İmamları Ve Hayatları
Kitabu’l-Harâc; Ebû Yusuf’un en önemli eseridir. Zamanın halifesi Harun
Reşîd’e ithafen yazılmıştır. Kitabu’l-Harâc, idâre, mâliye/vergi gibi kamu hukuku
konularını ihtiva etmektedir. Birçok dile çevrilmiş olan bu eserin Hanefî mezhebinin
ilk dönem kitaplarından olma özelliği ve kıymeti tartışılmazdır.
İhtilâfu Ebî Hanîfe ve İbni Ebî Leylâ: Ebû Yusuf bu eserinde kendi hocası
Ebû Hanîfe ile hocasının çağdaşı olan Kûfe kadısı İbn Ebî Leylâ arasındaki ihtilaflı
konuları ele almaktadır.
el-Âsâr: Hocası Ebû Hanîfe’den rivayet ettiği ahkam hadislerini içeren bir
kitaptır.
er-Reddü alâ Siyeri’l-Evzâ’î: Şam bölgesinin müctehidi olan Evzâ’î’nin
Devletler Hukukuna ilişkin görüşlerini eleştiren bir kitaptır.
Ebû Hanîfe’nin talebelerinden olan İmam Muhammed eş-Şeybânî, hem Ebû
Yusuf’dan daha çok eser yazmış, hem de zamanımıza bu kitaplarından çoğu intikal
etmiştir. İmam Muhammed "hanefî mezhebinin nâkili" olarak da şöhret
kazanmıştır. Başlıca eserleri; el-Asl yahut el-Mebsût, el-Câmi'u's-Sağîr, el-Câmi'u'lKebîr, es-Siyeru's-Sağîr, es-Siyeru'l-Kebîr ve ez-Ziyâdât’tır.
Buraya kadar zikredilen bu altı esere "zâhiru'r-rivâye" denir. Çünkü bunlar
İmam Muhammed'den tevatür veya şöhret yoluyla nakil ve rivayet edilmiştir.
Zâhiru'r-rivâye kitapları Hâkim Şehîd Mervezî (ö. 334/945) tarafından el-Kâfî
adıyla özetlenmiş, daha sonra bu eser de Hanefî fakihlerinden İmam Serahsî (ö.
483/1090) tarafından el-Mebsût adıyla otuz cilt halinde şerhedilmiştir.
İmam Muhammed'in zâhiru’r-rivaye adlı eserlerine nisbeten rivayet yolu
onlar kadar sağlam olmayan kitaplarına da "nâdiru'r-rivâye" denir. Bunlar;
Rakkıyyât (Rakka kadısı iken kendisine gelen mesâil), Keysâniyyât (el-Keysânî
rivayeti), Cürcâniyyât, Hârûniyyât, Hiyel ve Mehâric ile Ziyâdâtü’z-Ziyâdât’tır.
Hanefî mezhebinin önemli kaynakları arasında sayılacak kitaplardan bazıların
şunlardır:
Ebû Ca'fer Tahâvî (ö.321/933): el-Muhtasar ile Şerhu-Me'ânî'l-Âsâr
Ebû’l-Hasen el-Kerhî (ö.340/951): er-Risale fî’l-Usûl
Cessâs (ö. 370/980): el-Fusûl fî’l-Usûl ile Ahkâmu’l-Kur’ân
Debûsî (ö. 430/1038): Takvîmu’l-Edille ile el-Esrâr
Serahsî (ö. 483/1090): el-Mebsût ile Usûlü’s-Serahsî
Kâsânî (ö. 587/1191): Bedâi’u’s-Sanâi’
Merğînânî (ö.593/1197): el-Hidâye
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Mezhep İmamları Ve Hayatları
Bu önemli eserleri yanında Hanefî mezhebinin “Mutûn-i Erbaa” yani dört
metin adı verilen ve mezhep içerisinde muteber sayılan eserleri de şunlardır:
Tâcüşşerîa el-Mahbûbî (ö. 673/1274), el-Vikâye
Abdullah el-Mavsılî (Ö.683/1284), el-Muhtâr
İbnüssââti (ö. 694/1294), Mecmau’l-Bahreyn
Ebu’l-Berakât en-Nesefî (ö.710/1310), Kenzü’d-Dekâık
Mâlik b. Enes (ö.179/795)
Mâlikî mezhebinin kurucusu olup tam ismi Ebû Abdullah Mâlik b. Enes b.
Mâlik el-Yemenî’dir. Dedeleri Yemen valisinden gördüğü zulüm üzerine Medine’ye
gelip yerleşmişlerdir. İmam Mâlik Medine’de dünyaya gelmiştir. Başta hadis olmak
üzere fıkıh, tefsir, kozmografya dallarında ilim tahsil etmiştir. Kendisinden bin üç
yüzden fazla kişi hadis veya fıkıh öğrenmiştir.
Kendisini ilme vermiş bir aile muhitinde büyümüş olan Mâlik, önce Kur’an’ı
hıfzetmiş, daha sonra hadis ezberlemeye başlamıştır. Hocaları arasında muhaddis
ve kıraat ehlinden Abdurrahman b. Hürmüz, İmam Zührî ve Medine’nin büyük
âlimlerinden Rebîatürre’y gibi zevat vardır. Fıkhî melekesinin gelişmesinde ve
usûlünün şekillenmesinde rey taraftarı olan hocası Rebîatürr’ey’in büyük tesiri
olmakla birlikte, kendisinin hadis ve esere bağlılığı ve hocasının selef’in görüşlerine
muhalefeti sebebiyle son zamanlarda onun meclisini terk etmiştir. Hadis rivayeti
konusunda gösterdiği titizliği fetva konusunda da göstermiştir. Fetva verme
konusunda acele etmemiş söz konusu olan bir problemi iyice araştırıp, detaylı bilgi
edindikten sonra fetva vermiştir. Helal ve haramla ilgili konularda söz söylemenin
zor olduğunu ifade etmiş, mecbur kalmadıkça bu konularda hüküm vermemiştir.
İmam Mâlik "el-emru'lmuctemâ 'indenâ"
tabiriyle sık sık icmâdan
bahsederek bunu bir
delil olarak kabul
etmiştir.
İmam Mâlik, Hicaz hadis ekolünü belli bir sisteme kavuşturmuştur. Mezhebin
kuruluşunun tamamlanmasında ve yayılmasında onun ortaya koyduğu çaba ve
eserler kadar talebelerinin de katkıları olmuştur. Ayrıca mezhep fıkhının tedvîn
edilmesinde talebelerin kadılık makamlarında bulunmaları ayrı bir önem
arzetmiştir.
İmam Mâlik ictihadda takip ettiği usûlü yazı ile bizzat tesbit etmemiştir.
Ancak "Muvatta'" adlı eserindeki bazı sözleri ve öğrencileri tarafından derlenen
"Müdevvene" adlı eserdeki ictihadları, mensuplarına onun usûlünü tesbit etme
imkanını vermiştir. Buna göre İmam Mâlik ictihadında ilk kaynak olarak Allah’ın
kitabına müracaat eder. Bunda bulamadıklarını Hz. Peygamber’in sünnetinde
arardı.
İmam Mâlik "el-emru'l-muctemâ 'indenâ" tabiriyle sık sık icmâdan
bahsederek bunu bir delil olarak kabul etmiştir. Bazılarına göre Mâlik Ehl-i
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Mezhep İmamları Ve Hayatları
Hadis’ten sayılmasına rağmen istinbatlarında reye de geniş yer vermiştir. O ictihad
ederken delil olarak “amel-i ehli Medine” adı verilen Medine ehlinin
uygulamalarına da ayrıca bir önem vermiştir.
Mâlikî mezhebinin temel karakteristiğini üç temel özelliğe bağlamak
mümkündür. Ehl-i Hicaz fıkhının devamı olması, Medine’de yerleşmiş olan
uygulamayı kaynak kabul etmesi ve maslahata esaslı bir yer vermesi. Diğer
mezhepler gibi bu mezhep de meseleci bir karaktere sahiptir. İmam Mâlik’in kendi
eseri Muvatta olup üzerine birçok şerhler yapılmıştır. Bu eser aynı zamanda temel
hadis kaynaklarındandır. Mâlikî mezhebinin ikinci temel kaynağı sayılan elMüdevvenetü’l-Kübra Sahnûn ismiyle tanınan Abdüsselam b. Said et-Tenûhî (ö.
240/854) tarafından kaleme alınmıştır. Bu mezhebin diğer meşhur eserlerinden
bazıları ise şunlardır:
İbn Ebî Zeyd el-Kayrevânî (ö.386/996), Kitâbü’r-Risâle
el-Bâcî (ö.480/1086), el-Müntekâ Şerhu’l-Muvatta
Sîdî Halîl (ö. 767/1365), Muhtasaru Halîl
Haraşî (ö. 1101/1689), el-Haraşî alâ Muhtasar Sîdî Halîl
İmam Şâfiî (ö.204/820)
Şâfiî mezhebinin kurucusu olan Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî’nin soyu Kureyş
kabilesine dayanır. Gazze'de doğan İmam Şâfiî iki yaşında iken Mekke'ye
getirilmiştir. Küçük yaşlarda Kur’an-ı ezberleyen Şâfiî Mekke’de Müslim b. Halid ezZencî ve Süfyan b. Uyeyne’den fıkıh ve hadis öğrendi. Genç yaşlarından itibaren
fetva vermeye başladığı rivayet edilmektedir. Yirmi yaşlarında Medine’ye gelip
İmam Mâlik’ten Muvatta’yı okuyup ezberledi. Dokuz yıl kadar İmam Mâlik’in
yanında kalıp onun vefatından sonra Yemen’e gidip orada kadılık görevinde
bulundu. Yemen idaresindeki bazı zalim valiler sebebiyle orayı terk edip Bağdat’a
gitmiştir. Burada iki sene kalan İmam Şâfiî, İmam Muhammed eş-Şeybânî’den Irak
fıkhını öğrendi. Kendi ifadesine göre İmam Muhammed eş-Şeybânî’den bir deve
yükü ilim öğrenmiştir.
İmam Şâfiî başta Ahmed b. Hanbel, İshak b. Râhûye, ez-Za’ferânî, Ebû Sevr,
Davûd b. Ali ez-Zâhirî, İbn Süreyc, Buveytî, Müzenî olmak üzere birçok talebe
yetiştirdi. Kendisi "el-kavlu'l-kadîm, el-mezhebu'l-kadîm" diye anılan ictihadına
dayalı kitaplarını imlâ yoluyla telif etti. H. 198 yılında yeni Mısır valisinin oğlu ile
birlikte Mısır'a gitti. Burada iftâ ve tedrîs yoluyla kendi mezhebini yaydı ve "elkavlu'l-cedîd, el-mezhebu'l-cedîd" diye anılan yeni mezhebini, bir başka ifadeyle
eskiye nisbetle değişen ictihadlarını aksettiren eserlerini yazdı.
İctihad usûlünü bizzat kaleme almış başka imamlar varsa da bu konuda
kitabı bize kadar ulaşan ilk isim, İmam Şâfiî'dir ki, onun er-Risâle’si, Mısır'da iken
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Mezhep İmamları Ve Hayatları
yazdığı ve fıkıh usûlü alanında bize kadar ulaşan ilk "usûl" kitâbıdır. Diğer bir eseri
olan el-Ümm, o devirde eşi yazılmamış bir fıkıh kitabıdır.
Eserlerinin çeşitli yerlerindeki açıklamalarından onun ictihad usûlü şöyle
anlaşılmaktadır: Şer’î hüküm önce Kur’an’ın naslarına ve Rasûlullah'ın sünnetine
müracaatla çıkarılır. Bunlarda açıkça bulunmayan konular ise delâlet yoluyla ve
ictihadla elde edilir. İctihadın en önemli şekli de kıyastır.
Şâfiî mezhebinin meşhur bazı âlim ve eserleri şunlardır:
Müzenî (ö.264/877), el-Muhtasar; Şirazî (ö. 476/1083) el-Mühezzeb;
İmamü’l-Harameyn el-Cüveynî (ö. 478)1085) el-Burhân fî Usûli’l-Fıkıh ile
Nihâyetü’l-Matlab; Gazzâlî (ö.505/1111) el-Mustasfâ ile el-Vasît; Fahreddin Râzî
(ö. 606/1209) el-Mahsûl, , İmam Nevevî (ö. 676/1277) el-Minhâc ile el-Mecmû’;
Şirbînî (ö. 977/1570), Muğni’l-Muhtâc Şerhu’l-Minhâc.
Ahmed b. Hanbel (ö.241/855)
Ahmed İbn Hanbel 30
binden fazla hadisi
ihtiva eden Müsned adlı
eserini yaklaşık 280
kadar hocadan aldığı
rivayetlerden
oluşturmuştur.
Ahmed b. Hanbel, Bağdat'ta dünyaya gelmiştir. Küçük yaşlarda ilim
tahsiline başlayarak Kûfe, Basra, Mekke, Medine, Yemen, Şam, Mağrib, Horasan
gibi bölgelere giden Ahmed b. Hanbel, buralarda yaşayan âlimlerden ders alarak
muhaddislerden hadis öğrendi. Geçimini babasından miras kalan dokuma
atölyesinin kirasıyla sağlamaya çalışarak kira gelirinin yetmediği zamanlarda bazen
işçilik yaparak, bazen de yazı yazarak geçimini temin etti. En sıkıntılı zamanlarında
bile halifelerin ihsanlarını kabul etmemiş, izzet ve şerefiyle yaşamasını bilmiştir.
Küçük yaşında Kur’an ezberledikten sonra on beş yaşında iken hadis tahsiline
başladı. Kaynaklarda onun ilk tahsilinin fıkıh olduğu ifade edilmektedir. Zira
Bağdat’ta kaldığı dönemde ilk hocaları arasında Ebu Yusuf vardır. Daha sonra İmam
Şafiî ve diğer âlimlerden ders almıştır. Ahmed İbn Hanbel 30 binden fazla hadisi
ihtiva eden Müsned adlı eserini yaklaşık 280 kadar hocadan aldığı rivayetlerden
oluşturmuştur.
Ahmed İbn Hanbel ilim yolculuğunda öğrendiği hadisleri sadece
ezberlemekle kalmıyor, hadislerin ihtiva ettiği fıkhî incelikleri de kavrayarak sahabe
ve tabiîn fetvalarını toplamaya özen gösteriyordu. Onun ders aldığı hocalarından
bazıları Ebu Yûsuf, İmam Şafiî’, Hüşeym b. Beşir, Veki’ b. Cerrah, Süfyan b. Uyeyne,
Abdürrezzak es-San’ânî’dir.
Döneminin idarecilerinin zorla kabul ettirmeye çalıştıkları kimi görüşlere
karşı koymuş, bunun karşılığında işkence ve eziyetlere maruz kalarak Halife
Mu’tasım zamanında yıllarca hapsedilmiştir.
Dört imam içinde usül ve fetvalarını yazmaktan en çok çekinen âlim Ahmed
b. Hanbel'dir. O yalnız hadisleri toplayıp ayırmaya önem vererek bunu kendisine
gaye edinmiştir. İşte bu sebeple onun da ictihad usûlü, talebelerinin toplayarak
nakil ve neşrettikleri fetvalarıyle ortaya çıkarılmıştır. Bu nakillere göre Ahmed b.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Mezhep İmamları Ve Hayatları
Hanbel, ictihad ve fetvalarında Kitab, Sünnet, sahabe görüşü, tâbiûn fetvası, kıyas
ve ıstıshab delillerine dayanmıştır.
Bu mezhebin önemli eserleri arasında şunlar sayılabilir: Hırakî (ö. 334/945),
el-Muhtasar; İbn Kudâme (ö.620/1223), el-Muğnî; İbn Teymiyye (ö.728/1328),
Mecmûatü’l-Fetâvâ; Buhûtî (ö.1051/1641), Keşşâfü’l-Kınâ‘ an Metni’l-İknâ‘.
Yaşamayan Sünnî Mezhepler
Bu mezhepler Kur’an ve sünnete bağlı olarak mezhep görüşlerini ortaya
koyarak belli bir dönem insanlar tarafından benimsenmiş fakat birçok sebebe bağlı
olarak uzun süre varlıklarını devam ettirememişlerdir. Daha sonraki dönemlerde
mezhep müntesipleri üstadlarının usûl ve anlayışlarını devam ettirmek istemişlerse
de dört büyük mezhep âlimlerinin hem talebe hem de telif bazındaki gayretleri
nisbetinde bir başarı elde edememişlerdir. Bu mezhep imamlarının bir kısmının
eserleri günümüze kadar gelmiş olup fıkıh eserlerinde haklarında bilgiler
mevcuttur. Bunlardan bazıları hakkında kısaca bilgi vermeye çalışacağız.
Hasan-ı Basrî Mezhebi (ö. 110/728)
Kurucusu Hasen b. Yesâr olup, Medine'de Hz. Ömer'in hilâfetinin son
yıllarında doğdu, Hz. Ali’nin himayesinde çocukluğunu geçirerek sahabeden hadis
öğrendi. Hasan Basrî büyük bir âlim ve aynı zamanda fakihtir. Kendisi birçoğu Bedir
gazisi olan sahabeyle görüşmüştür. Bunlar arasında Enes b. Mâlik ilk sırada yer alır.
Hasan Basrî, Hz Ali’nin halife olmasının ardından ailesiyle birlikte Basra’ya giderek
ömrünü burada geçirdi. Yetiştirdiği talebeleri arasında Eyyüb es-Sahtiyânî, Katâde
b. Diâme, Mâlik b. Dînar gibi âlimler vardır.
Hasan Basri’nin fıkıhta takip ettiği usul, eskiyi bilmek, sahabenin icmâ ettiği
konularda onlara uymak, ihtilaf ettikleri konular üzerinde durarak bunları yeniden
incelemek ve fıkhî meseleleri ele alırken geçmişten gelen bilgi birikiminin yanında
mevcut şartları da göz önüne alarak en iyiyi ortaya koymak şeklinde özetlenebilir.
Evzâî Mezhebi (ö.157/774)
Kurucusu Ebû Amr Abdurrahman b. Muhammed, Dimaşk'ta doğdu. Atâ b.
Ebî-Rabah ve Zührî gibi muhaddislerden hadis öğrendi. Kendisinden de birçok hadis
bilgini rivayette bulundu. Kendisi Dımaşk’ta ilk tedvin ve tasnif faaliyetinde bulunan
kişi olarak tanınır. Evzâî’nin, Müsnedü’l-Evzâî, Kitabu’s-Sünen fi’l-Fıkh, Kitabu’l-
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Mezhep İmamları Ve Hayatları
Mesâil fi’l-Fıkh adlı eserlerinin olduğu kaynaklarda zikredilmektedir. İmam Şâfiî’nin
el-Ümm adlı eserinin bir bölümünde Kitabu Siyeri’l-Evzâî bulunmaktadır.
Kendisine mahsus ictihad usulü, rey ve fetvaları bulunan Evzâî h. IV. asrın
ortalarına kadar tâbileri olan bir mezhep imamıydı. Mezhebi, Suriye, Irak, Hicaz,
Mısır, Mağrib ve Endülüs’te yayılmıştır. Evzâî’nin ehl-i hadis ve ehl-i re’y arasında
bir fıkıh metodu takip ettiği kabul edilmiştir.Evzâî re’y ve kıyasa çok sık
başvurmamışsa da hadisçiler gibi bundan uzak kalmamış, daha çok hadise bağlı
kalmakla birlikte nassın bulunmadığı yerlerde re’ye başvurmaktan çekinmemiştir.
Sevrî Mezhebi (ö.161/778)
Kurucusu Ebû Abdillah Süfyân b. Saîd Sevrî, Kûfeli olup müstakil bir
müctehiddir. İbn Teymiyye, tâbiîn asrının dört imamından birinin Süfyan-ı Sevrî
olduğunu söyler. Kendisi re’yi kullanmakla birlikte onun daha çok hadise öncelik
verdiği bilinmektedir. Bu yüzden o mürsel hadisleri de delil olarak kullanırdı.
Önceleri Sevrî mezhebinde fetva veren bazı âlimler bulunduğu halde
mezhebi iki asırdan fazla yaşamamıştır. Diyaneti, zühdü, takvası ve güvenilir oluşu
konusunda halkın ittifakı vardır. Kendisine ait görüşleri hilaf kitaplarında, Ahkâmu'lKur'an türü eserlerde ve Sünen şerhlerinde zikredilmektedir. VII. Yüzyılın
ortalarında tedvin ve tasnif faaliyetleri başladığında Kûfe’de bu işi yapan ilk kişi
Sevrî’dir. Kaynaklarda kendisinin el-Camiu’l-Kebir, el-Camiu’s-Sağır, Kitabu’l-Ferâiz
gibi eserlerinin olduğundan bahsedilmektedir. Zamanın halifesinin kadılık vazifesini
kabul etmediği için onun gazabına uğramış ve kalan ömrünü gizlenerek geçirmiştir.
Leys b. Sa’d Mezhebi (ö.175/791)
Mezhebin kurucusu Ebu'l-Hâris el-Leys b. Sa'd Mısırlı olup Hicaz ekolünü
temsil eden fıkıh âlimlerindendir. İmam Mâlik kendisinden çok istifâde etmiştir.
İmam Şâfiî, Leys b. Sa’d hakkında “O, Mâlik’ten daha kuvvetli bir fıkıhçı idi, fakat
arkadaşları onu ayakta tutmadılar” demiştir. Faziletli ve hayırsever bir kimse
olduğu ve yıllık geliri binlerce altın olduğu halde çok dağıttığı için zekât ile mükellef
olmadığı kaynaklarda ifade edilmektedir.
Leys b. Sa’d görüşlerini kitap haline getirmediği gibi öğrencileri de böyle bir
görevi yerine getirmemişlerdir. Bu yüzden onun görüşlerini hilaf ve ihtilafu’l-fukaha
eserlerinde bulmaktayız. İmam Mâlik’in bazı konularda “Medine halkının amel
ettiği görüşlerine aykırı fetva verdiği”ni öğrenmesi üzerine Leys’i ikaz etmek üzere
kendisine yazdığı mektubu ile Leys’in Mâlik’e yazdığı cevabi mektubu kaynaklarda
bulunmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Mezhep İmamları Ve Hayatları
İbn Şübrüme Mezhebi (ö.144/761)
Mezhebin kurucusu Ebû Şübrüme Abdullah b. Şübrüme ed-Dabbî
kaynaklarda Ebû Hanife’nin akranı olarak zikredilmektedir. Babası Şübrûme'nin
Cemel Vak'ası’nda Hz. Ali'yi gördüğü ve İbn Mes'ûd'dan hadis rivayet ettiği
belirtilmektedir. İbrahim en-Nehaî, Hammâd b. Ebû Süleyman ve Âmir b. Şerâhil
eş-Şa'bî gibi Kûfe'nin önde gelen âlimlerinden fıkıh tahsil eden İbn Şübrüme, Ca'fer
es-Sâdık'ın meclisinde beraber bulunduğu Ebû Hanîfe'den, ayrıca Rebîatürre'y'den
istifade etmiştir. Enes b. Mâlik, Şa'bî, Ebû Seleme b. Abdurrahman, Ubeydullah b.
Abdullah b. Utbe, İbrahim en-Nehaî, Salim b. Abdullah b. Ömer, İbn Sîrîn, Nâfi', Atâ
b. Ebî Rebâh ve İbnü'l-Münkedir gibi birçok âlimden hadis rivayet etmiştir.
İbn Şübrüme zamanının en büyük fakihlerin olup fıkıh ekollerinden olan ehl-i
re’ye mensubiyetiyle birlikte Irak ekolünün temel anlayışını savunurdu.
İbn Şübrüme, fikirlerine ihtilâfü'l-fukahâ türü eserlerde yer verilen sayılı
müçtehidlerden biri olmakla birlikte görüşleri etrafında bir mezhep teşekkül
etmemiştir. Gerek rivayet ettiği hadisler gerekse fıkhî konulara ilişkin görüşlerinin
diğer büyük müctehidlerinki kadar fazla olmamasında, yürüttüğü resmî görevlerin
etkisi bulunmaktadır. Fıkha dair görüşleri daha çok kadılık yaptığı süre içinde ortaya
çıkmış, bunların önemli bir kısmını İmam Şâfiî’nin üstadlarından olan Vekî Ahbârü'lkudât adlı eserinde kaydetmiştir.
İbn Ebî Leylâ Mezhebi (ö.148/765)
İbn Ebî Leylâ, davalara
Kûfe meclisinde
bakardı. “Ebû Hanîfe,
İbn Ebî Leylâ’nın kadı
olarak verdiği
hükümleri
öğrencileriyle ders
halkasında tartışır,
gerektiğinde tenkit
ederdi.
Asıl ismi Muhammed olan İbn Ebî Leylâ, Kûfe’de doğmuştur. Tâbiinden
meşhur Abdurrahman b. Ebî Leylâ’nın oğludur. Yusuf b. Ömer tarafından 122
yılında kadılık görevine getirilen İbn Ebî Leyla bu görevini vefat edesiye kadar hem
Emeviler hem de Abbasiler döneminde 33 yıl sürdürmüştür. Ebû Hanîfe’nin çağdaşı
olup rey ehlinden kabul edilmektedir. Kendisi uzun süre resmî görev yaptığından
dolayı düzenli bir ders halkası ve öğrenci grubu olmamıştır.
İbn Ebî Leylâ, davalara Kûfe meclisinde bakardı. “Ebû Hanîfe, İbn Ebî
Leylâ’nın kadı olarak verdiği hükümleri öğrencileriyle ders halkasında tartışır,
gerektiğinde tenkit ederdi. İctihatlarında Kur’an, Sünnet, icmâ, kıyasın yanı sıra ileri
dönemde istihsan, ıstıshab, sahabi kavli, örf, maslahat gibi terimlerle ifade edilip
belli bir içerik kazanacak olan fıkhî istidlal metod ve delillerine de sıkça başvuran
İbn Ebî Leylâ bu özelliğiyle döneminde ehl-i reyin önde gelen simalarından biri
sayılmıştır. Ancak İbn Ebî Leylâ’nın kadılık görevi sebebiyle daha çok dava konusu
olmuş günlük olaylarla ilgilenmesi Ebû Hanîfe gibi mevcut ve muhtemel fıkhî
problemleri tartışıp bunlar etrafında bir hukuk doktrini oluşturmasına imkan
vermemiştir.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Mezhep İmamları Ve Hayatları
Kaynaklarda İbn Ebî Leylâ’ya el-Ferâiz ve el-Firdevs adlı iki eser nisbet
edilmekteyse de bu eserler günümüze kadar ulaşmamıştır. Onun fıkhî görüşlerinin
bir kısmını Ebu Yusuf “İhtilafu Ebî Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ” isimli kitabında
zikretmiştir.
İshâk b. Râhûye Mezhebi (ö.238/853)
Mezhebin kurucusu Ebu Yakub İshak b. İbrahim et-Temimî el Hanzalî, Merv
şehrinde dünyaya gelmiştir. İlk tahsilinden sonra yirmili yaşlarında Irak, Şam, Hicaz,
Yemen gibi ilim merkezlerinde Vekî b. Cerrah, Abdurrrahman b. Mehdî, Süfyan İbn
Üyeyne gibi âlimlerden hadis rivayetinde bulunmuştur. Kendisinden Ahmed b.
Hanbel, Abdürrezzak b. Hemmâm, Buhari, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî, Nesâî gibi
zevat rivayette bulunmuşlardır. Davud ez-Zâhirî, İbn Kuteybe kendisinden ders
almıştır. İbn Hacer onun hakkında “Fıkıh ve hadiste müminlerin emiridir, Şâfiî ile
bazı meselelerin münakaşasını yapmıştır” demiştir. Tahsilini tamamladıktan sonra
Nisabur’a dönen İbn Râhûye ömrünün sonuna kadar burada öğretimle meşgul oldu
ve Nisabur’da vefat etti.
Zâhiriyye Mezhebi
Zahiriyye mezhebinin kurucusu İmam Ebu Süleyman Davud b. Ali (ö.
270/884) fıkıh tahsilini Şâfiî'nin talebelerinden yapmış ve onun yanından
ayrılmayan birçok arkadaşıyla görüşmüştür. O, İmam Şafii'ye son derecede
hayranlık duyardı. Hattâ İmam Şafiî hakkında ilk biyografik eser yazan âlimdir.
Dâvûd, Şâfiî'nin fıkhını tahsil ederken hadisle de meşgul olmuştur. Çağının birçok
muhaddislerinden hadis dinlemiş ve onlardan rivayetlerde bulunmuştur.
Memleketi olan Bağdad'ta oturan muhaddisleri dinlediği gibi, başka âlimlerden de
istifade etmek için seyahatler ederek rivayet ettiği hadisleri kitaplarında
toplamıştır.
Zâhirî fıkhını ortaya attığı zaman rivayet etmiş olduğu hadislerden geniş
ölçüde faydalanmıştır. Davud'un nasların zâhirine büyük bir önem veren Şâfiî
fıkhının tesirinde kalışı ve çağındaki hadis rivayetinin çok oluşu, onu yalnız naslara
yöneltmiştir. Şâfiî’ye göre ictihad, ya bir nassa dayanmalı yahut da mevcut bir nas
üzerine hamledilmelidir. İşte Dâvûd ez-Zâhirî, bu düşünceyi daraltarak Şâfiî'den
uzaklaşmış ve şeriatı yalnız naslardan ibaret saymıştır. Ona göre, şeriatta re'y'in bir
yeri bulunmadığı gibi İslâmî ilimler de ancak naslarla olur.
Davud ez-Zâhirî’nin çeşitli sahalarla ilgili pek çok kitap yazdığı kaynaklarda
zikredilmektedir. 150 eserinin adı İbn Nedim tarafından el-Fihrist’te ifade
edilmektedir. Bunların önemli bir kısmı furû fıkıh ve usûlü fıkıhla ilgilidir. Bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Mezhep İmamları Ve Hayatları
mezhebin bugün elimizde bulunan en temel kitabı, mezhebin ikinci kurucusu
konumunda olan İbn Hazm’ın (ö. 456/1063) el-Muhalla adlı eseridir.
Taberî Mezhebi (ö. 310/922)
Adı Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Taberistan'ın Âmul şehrinde
dünyaya geldi. Fıkıh, hadis, tarih, dil, tefsir ve kırâat ilimlerinde otorite olmuş
âlimlerdendir. İlk tahsilini doğduğu şehirde yaptı. Yedi yaşında hafız olup dokuz
yaşında hadis ezberlemeye başladı. İlim tahsili için Rey, Basra, Kûfe, Medine, Suriye
ve Mısır gibi şehir ve ülkeleri dolaştıktan sonra, hilâfet merkezi olan Bağdad'a
yerleşti. Kaynaklar onun hocaları ve talebeleri için uzun bir liste vermektedir.
Kaynaklar onun, Cerîriyye adında sonraları ortadan kalkmış olan bir
mezbebin imamı olduğunu kaydeder. Onu Râfizlikle itham edenler de Hanbelî
mezhebi mensuplarıdır. Muhtemelen onların bu tavrı Taberî'nin Ahmed İbn
Hanbel'i bir fıkıh imamı değil de hadis âlimi olarak kabul etmesine kızdıklarından
olmalıdır. Kaynaklar Taberî'nin, Ahmed b. Hanbel'den ilim almak üzere Bağdat'a
geldiğini ve fakat ancak onun vefatından sonra Bağdat'a ulaşabildiğini, bunun
üzerine memleketine dönmeyerek Basra'da tahsiline devam ettiğini belirtmektedir.
Bu yüzden iki imam arasında herhangi bir husumet olmadığı gibi Taberî, İmam
Ahmed İbn Hanbel'in değerini ve mertebesini inkâr etmiş de değildir. Taberî,
Bağdat'da vefat etmiş ve muhaliflerinin çokluğu sebebiyle, ölümü gizli tutularak
geceleyin vefat ettiği eve defnedilmiştir. İmam Taberî'nin te'lif ettiği eserlerin
birçoğu kaybolmuş ve zamanımıza kadar ulaşamamıştır.
SÜNNÎ OLMAYAN MEZHEPLER
Sünnî ve gayrisünnî mezhebler taksimi daha çok itikad ve iman mevzuunda
kullanılmaktadır. İtikâdî mezhebler tarihine ait kitaplarda bunların inanç ve
dayanaklarına göre birçok kısımlara ayrıldığını görebiliriz. İşte bu gayrisünnî
mezheblerden bazılarının fıkıh ve amel sahasında da değişik prensipleri, usul ve
ictihadları vardır. Burada Havâric, Zeydiyye ve İmâmiyye (Ca’feriyye) başlıkları
altında zikredilen mezhebler hakkında kısaca bilgi verilecektir.
Havâriç
Sıffîn savaşında ortaya çıkan hakem olayı üzerine bunu kabul ettiği için Hz.
Ali'ye karşı çıkan, anlaşmayı bozarak tekrar savaşmasını isteyen ve kabul
ettiremeyince de ondan ayrılarak "Hüküm Allah'ındır, ondan başkası hakem olup
hüküm veremez" diyerek Harûrâ' denilen yere çekilen gruba "Havâric" ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Mezhep İmamları Ve Hayatları
"Harûrîyye" denmiştir. Siyasî sahada halifenin seçimle iş başına gelebileceğini,
burada soy, verâset vb. hususların rolü olamayacağını, halîfe kıl ucu kadar Kur'an
yolundan ayrılırsa derhal azledileceği ve mürted sayılacağını, şerîate aykırı
hususlarla zaman ve imkan gözetmeden mücadele edilmesi gerektiğini savunan
görüşleri siyasi alanda olan bazı fikirleridir. Bunların fıkıh sahasındaki bazı
görüşlerine göre taharetin tamam olabilmesi için lisanın da yalandan ve batıl
sözlerden arınması gerekmektedir. Ayrıca söz taşımak, kin ve düşmanlık, çirkin
(fâhiş) sözler de diğer maddî pisliklerin abdesti bozduğu gibi abdesti bozmaktadır.
Zeydiyye
Kurucusu Hz. Hüseyin’nin torunu olan Zeyd b. Ali’dir (ö.122/746). Mutedil bir
mezheb olan Zeydiyye ehl-i sünnet anlayışına yakındır. Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in
halifeliğini kabul etmekle birlikte Hz. Ali’yi hilafete daha layık görürler. Zeyd b.
Ali’nin bizlere kadar ulaşan fıkıh ve hadis konusundaki eseri el-Mecmû’dur.
İmamiyye (Ca’feriyye)
Kurucusu Cafer Sadık b. Muhammed Bakır’dır (148/765). Hicrî 80 yılında
Medine'de doğdu ve gerekli ilimleri oradaki âlimlerden tahsil ederek mutlak
müçtehid mertebesine ulaşmıştır. Aralarında Ebû Hanife'nin de bulunduğu birçok
kimse ondan istifade etmiştir. 68 yaşında iken Medine'de vefat etmiştir. İmamın
günahsız olması ve tayin şekli meselesine verdikleri büyük önemden dolayı
"İmamiyye", İmam Cafer'e mensubiyetlerinden dolayı da "Ca’feriyye" denmiştir.
SÜNNİ MEZHEPLERİN YAYILMASININ SEBEPLERİ
Mezheblerin İslam dünyasında tutunması yerleşmesi ve yayılmasının siyasi,
içtimai, iktisadi birçok sebepleri vardır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1- Mezheb imamlarının devlet büyükleriyle olan ilgisi; mesela Abbâsîler'den
Harun Reşîd zamanında Ebû Yûsuf'un kâdı'l-kudât (baş kadı) tayin edilmiş olması
Hanefî mezhebinin yayılmasında önemi bir etken olmuştur.
2- Mezhebin Hac yolu üzerinde bulunması. Kuzey Afrika kıyılarında oturan
Müslümanlar hac maksadıyla sefer ettiklerinde yolları Medine'ye uğramış, İmam
Mâlik ve tâbileriyle temasa geçerek bu mezhebi benimsemişlerdir.
3- Mezheplerin medeniyet ve kültür seviyesine uygunlukları onların insanlar
tarafından kabul görmesi konusunda ayrı bir avantaj olmuştur.
4- Güçlü ve itibarlı âlimler tarafından benimsenmesi de mezheplerin
yayılmasında önemli etken olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Mezhep İmamları Ve Hayatları
GÜNÜMÜZDE FIKIH MEZHEPLERİNİN BÖLGESEL
DAĞILIMLARI
Mezheplerin ortaya çıkış ve yayılışlarından günümüze kadar İslam dünyasının
toplumsal ve siyasi hayatında büyük değişiklikler olmuş, yeni yeni ülkeler doğmuş,
büyük göçler olmuş, bu arada mezheplerin bölgeleri de kısmen değişmiştir. Buna
göre günümüzde mezheplerin yayılma bölgeleri şöyle bir görünüm arz etmektedir.
Hanefî Mezhebi: Hanefî mezhebine mensup Müslümanların coğrafi
yerler olarak dağılımları şöyle sıralanabilir. Türkiye, Balkanlar, Arnavutluk, BosnaHersek, Lehistan, Ukrayna, Kırım, Azerbaycan, Dağıstan, Kafkasya (çerkezlerin
mühim bir kısmı), Kazan, Ufa, Ural, Sibirya ve Türkistan Türkleri, Çin, Mançurya,
Japonya, Afganistan, Horasan, Hindistan, Keşmir, Pakistan. Kısmen Yemen, Aden,
Hicaz, Mısır ve Filistin, az miktarda da Suriye, Irak, Cezayir ve Tunus'ta da hanefîler
mevcuttur.
Şafiî Mezhebi: Mısır, Suriye, Hicaz ve Filistin'de Şâfiîler çoktur. Filipin,
Cava, Sumatra ve Siyam Müslümanları ekseriyetle Şâfiîdir. Dağıstan, Orta Asya'nın
kuzeyi ve Doğu Afrika'da bu mezheb yaygındır. Yemen, Aden, Irak, Hindistan ve
Doğu Anadolu'da da Şâfiîler vardır.
Mâlikî Mezhebi: Mâlikî mezhebinin yayıldığı yerler şuralardır. Libya,
Tunus, Cezayir, Fas, Sudan, Afrika sahillerin çoğunluğu. Irak, Suriye, Hicaz ve yukarı
Mısır'da da Mâlikî mezhebine mensup insanlar bulunmaktadır.
Hanbelî Mezhebi: Başta Hicaz olmak üzere Irak, Suriye, Filistin ve
Mısır'da Hanbelîler bulunmaktadır.
Şiî-ca'ferîler: İran’ın resmî mezhebidir. Irak, Suriye, Azerbaycan'da
oldukça çok, Hatay ve Kars'ta az miktarda Şîî-ca'ferî vardır.
Zeydîler: Daha çok Yemen bölgesinde yaygındır. Bir bakıma Yemen'in
resmî mezhebi zeydîliktir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Özet
Mezhep İmamları Ve Hayatları
•İslam Hukuk Mezhepleri Kur’an ve Sünnetin yoruma açık nasslarının
ictihat seviyesine ulaşmış İslam alimlerince belli bir usul ve prensipler
doğrultusunda yorumlanması sonucunda hicri 2. Asrın başlarından
itibaren ortaya çıkmış ekoldür. Hukuk tarihi bakımından tâbiin ve
tebeu’t-tâbiin neslini içine alan bu devrede başta Hicaz ve Irak ekolü
olmak üzere çeşitli bölgelerde ve merkezlerde devam eden re’y, fetva
ve tedris faaliyetleri bu dönemde sistemli ve doktriner hale gelmiştir.
Önce Kûfe’de Ebu Hanife ve öğrencilerinin ehl-i rey fıkhını, sonra da
Medine’de İmam Mâlik’in ve öğrencilerinin ehl-i hadis fıkhını
zenginleştirerek ekolleştiği görülmektedir. Bu ilim halkalarının belli bir
fıkıh eğitimi ve faaliyetini tetikleyen ekolleşmeler Sünni ve Sünni
olmayan mezhepler olarak şekillenmiştir. Sünni olan fıkhî mezheplerin
başlıcaları Hanefî, Şafiî, Mâlikî ve Hanbeli gibi varlığını günümüze kadar
devam ettirenlerin yanında Evzâî, Taberi, Sevrî gibi müntesibi kalmayan
mezhepler de hukuk tarihinde yerlerini almışlardır. Sünnî olmayan
mezhepler ise Havariç, Zeydiyye ve İmamiyye gibi mezheplerdir.
Mezheplerin yayılması ve müntesiplerinin artmasında mezhep
kurucusunun ilmi derinliği ve diğer kabiliyetlerinin yanında mezhebin
öğrencilerinin ve görüşlerini nesiller boyu aktaran tedvin ve telif
faaliyetlerinin de ayrı bir önemi vardır. Buna ilave olarak hukuk
ekollerinin yaygınlaşmasında dönemin mevcut siyasi iktidar sahiplerinin
sahip olduğu görüşlerin de önemini vurgulamak gerekmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Mezhep İmamları Ve Hayatları
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Hanefî Mezhebi kurucusu Ebû Hanife hangi nesilden sayılır?
a) Sahabe
b) Tâbiîn
c) Tebei Tâbiîn
d) Müteahhirin
e) Muhadramun
2. Ebû Hanife’nin en çok istifade ettiği üstadı kimdir?
a) İbn Ebî Leylâ
b) Alkama bin Kays
c) Katâde b. Diâme
d) Hammâd b. Ebî Süleyman
e) İbrahim en-Nehaî
3. Ebû Yusuf’un eseri aşağıdakilerden hangisidir?
a) Muvatta
b) Kitabu’s-Siyer
c) Mebsût
d) Müsned
e) Kitabu’l-Harac
4. Aşağıdaki eserlerden hangisi “mütun-ı erbaa” dan değildir?
a) Hidâye
b) Muhtar
c) Kenz
d) Vikâye
e) Mecma’
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Mezhep İmamları Ve Hayatları
5. Hicaz hadis ekolünü belli bir sisteme kavuşturan müctehid kimdir?
a) Şeybânî
b) İmam Mâlik
c) Züfer
d) Müzenî
e) Bâcî
6. Yemen’in resmi mezhebi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mâliki
b) Şafiî
c) Zeydiyye
d) Hanbeli
e) Hanefî
7. Kâdı’l-Kudât terimi aşağıdakilerden ne anlama gelir?
a) Kazasker
b) Baş kadı
c) Halife
d) Vezir-i A’zam
e) Nâib
8. El-Muhalla adlı eser aşağıdaki fakihlerden hangisine aittir?
a) Ebu Bekir Râzi
b) Taberî
c) Şîrâzî
d) İbn Hazm
e) Davud-u Zâhirî
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Mezhep İmamları Ve Hayatları
9. İbn Nedim’in eseri aşağıdakilerden hangisidir?
a) Siyerü’l-Kebîr
b) Müsned
c) Fihrist
d) Muvatta
e) Risâle
10.Mâlikî mezhebinin
hangisidir?
temel
karakteristik
özellikleri
aşağıdakilerden
a) İstihsanı çok kullanmış olmaları
b) Medine’de yerleşmiş olan ameli kaynak kabul etmesi
c) Ehl-i re’y olmaları
d) Kıyas delilini kabul etmemiş olmaları
e) Maslahata esaslı bir yer vermemeleri
Cevap Anahtarı
1.c, 2.d, 3.e, 4.a, 5.b, 6. c,7.b, 8.d, 9.c, 10.b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Mezhep İmamları Ve Hayatları
YARARLANILAN VEYA BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR
Bakkal, Ali, İslam Fıkıh Mezhepleri, İstanbul, 2007.
Derânî Abdullah, el-Medhal lifıkhi’l-İslamî, Riyad, 1993.
Erdoğan, Mehmet, Fıkıh İlmine Giriş,
Eskicioğlu, Osman, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku
İbn Hacer Heytemî, el-Hayratü’l-Hısân fî Menakıbi Ebî Hanife, Beyrut, 1983.
İzmirli, İsmail Hakkı, İlm-i Hılâf, İstanbul, 1330.
Karaman, Hayrettin, İslam Hukuk Tarihi, İstanbul, 1989
Kılıçer, Esat, İslam Fıkhında Rey Taraftarları, Ankara, 1994.
Kevseri, Zahid, Fıkhu Ehli’l-Irak ve Hadisühum, Beyrut, tsz
Leknevi, Abdulhayy, el-Fevaidü’l-Behiyye fî Tabakati’l-Hanefiyye, Beyrut,1998
Mekki, Ahmed/Kerderî, Muhammed, Menakıb Ebî Hanife, Beyrut, 1981.
M. Es'ad Mahmud Seydîşehrî, Târîh-i İlm-i Hukuk, İstanbul, 1331.
Medkûr, Muhammed Sellâm, el-Medhal, Kahire, 1964
Saymeri, Ebu Abdullah Hüseyin b. Ali, Ahbaru Ebî Hanife ve Ashabihi, Beyrut,1974
Zeydan, Abdülkerim, İslam Hukukuna Giriş, (Çev: Ali Şafak), İstanbul, 1985.
Zerkâ, Mustafa Ahmed, el-Fıkhu'l-İslamî fî Sevbihi'l-Cedîd, Şam, 1964.
Yusuf Kamil, el-Medhal İlâ Teşrii’l-İslamî, Beyrut, 1989.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLÂM HUKUKUNUN
SİSTEMATİĞİ VE LİTERATÜRÜ
•
•
•
•
•
İslâm Hukukunun Sistematiği
İslâm Hukuku Literatürü
Fıkıh Usûlü Literatürü
Fürû Literatürü
Fıkıh İlminin Alt Dalları ile İlgili
Literatür
İSLÂM HUKUKUNA
GİRİŞ
İSLÂM İNANÇ
ESASLARI
Prof. Dr. Ahmet YAMAN
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslâm hukukunun kendine özgü sistematiğini
• İbâdât, muamelât ve ukûbât terimlerini
tanıyacak
• İslâm hukukunun belli başlı usûl ve furû
literatürü ile
• Alt dallarına ilişkin temel eserleri ve
yazarlarını öğrenmiş olacaksınız.
ÜNİTE
ÜNİTE
10
6
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
GİRİŞ
Kitabımızın ilk ünitesinde İslâm hukukunun özelliklerini sayarken onun
kendine özgü bir sistematiğe sahip olduğunu görmüştük. Sistematikten kasıt,
mahiyetleri ve özellikleri itibariyle birbirine benzeyen ilişkileri düzenleyen hukuk
kurallarını belli bir mantığın ürünü olan bir ayırıma tabi tutup düzenli bir şekilde
sunmaktır. Bir başka ifadeyle hukuk kurallarını belli bir mantığa göre düzenleyip
konuları sınıflamak ve sonra onları ele alış tarzı sistematik kelimesiyle
anlatılmaktadır.
İçeriği, özellikleri, kaynakları yönüyle orijinal bir yapısı olan İslâm hukuku,
sistematiği açısından da ayrı bir özgünlüğe sahiptir.
Fakihlerin bu sistematiği takip ederek yazdıkları eserlerle çok zengin bir furû
literatürü meydana gelmiştir. Yine ilk ünitede belirtildiği üzere mükellefin hem
Allah, hem eşya hem de birey ve toplum ile olan çok boyutlu ilişkiler ağına ilişkin
hükümleri kapsayan bu fürû eserleri yanında usûl-i fıkıh eserleri de kaleme
alınmıştır. Bu iki temel literatür türü yanında gerek furû gerek usûlün alt türlerine
dair pek çok kitap yazılmıştır.
Bu ünitede önce günümüz pozitif hukuk sistematiği ile karşılaştırarak fıkhın
özgün sınıflama ve inceleme tarzını tanımaya çalışacağız. Ardından mezheplere
göre fıkıh literatürünü görecek belli başlı klasik eserleri öğreneceğiz.
İSLÂM HUKUKUNUN SİSTEMATİĞİ
Bilindiği üzere İslâm hukuku, önce usûlü’l-fıkh ve fürûu’l-fıkh olmak üzere iki
ana kola ayrılır. Yaşanan hayatla ilgili şer’î-amelî hükümlerin kaynaklarını ve
bunlardan elde ediliş yöntemlerini konu edinen dalına usûlü’l-fıkh dendiğini
öğrenmiştik. Bu kaynak ve yöntem bilgisiyle elde edilen somut amelî hükümler
bütünü de fürû olarak adlandırılmıştı. Kaynak ve yöntemin asıl (gövde-temel), buna
bağlı tespit edilen hükmün fer‘ (dal-ayrıntı) oluşu bu isimlendirmelerin mantığını
ortaya koymaktadır.
Fıkıh insan ve toplum hayatının bütün yönlerini kuşatan, sadece maddî ve
bedenî değil aynı zamanda manevî ve rûhî boyutları da içeren bir kapsama alanına
sahiptir. İşte bu çok boyutlu özelliği onun sistematik yapısı üzerinde belirleyici
olmuştur.
İslâm hukuku veya fıkıh dendiği zaman akla ilk planda fürûu’l-fıkh alanı gelir.
Genel fıkıh eserlerinde incelenen fürû konuları ibâdât ve muâmelât olarak iki ana
bölüme ayrılmıştır. Her ne kadar bölüm başlıkları olarak bu kavramlar fıkıh
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
eserlerinde kullanılmasa da mükellefin Allah’a yönelik görevleri yani ibadetleriyle
ilgili hükümler ibâdât; hukukî nitelikli sosyal ilişkileri düzenleyen hükümler ise
muâmelât bölümünü oluştururlar.
Gündelik hayatta aynı şekillerde ve sık karşılaşıldığı için âdât da denen
muâmelât alanı, borç ilişkilerinden evliliğe, uluslararası ilişkilerden yargılamaya,
ticaretten mirasa, ceza hukukundan eşya hukukuna çok çeşitli bir içeriğe sahiptir.
Böyle olduğu içindir ki, muâmelât terimi de zamanla daraltılmak zorunda kalmıştır.
Süreç içerisinde ceza hukuku ile ilgili olanlara ayrı bir genel başlık bulunmuş ve
bunlara ukûbât denmiştir. Klasik fıkıh eserleri böyle genel bir sınıflama ile işte bu
üç alana ayrılmıştır.
Daha sonraları aile hukuku ile ilgili hükümler münâkehât ve müfârakât,
yargılama ile ilgili olanları mürâfaât veya muhâsemât, miras hukuku ile ilgili
hükümler terikât bahisleri olarak isimlendirilmiştir. XIX. yüzyılda gerçekleşen
kanunlaştırma hareketlerinden sonra muâmelât terimi artık daha çok mâmelek
yani mal varlığıyla ilgili hükümleri, bir başka deyimle mâlî muâmelâtı ifade eder
hale gelmiştir.
Son yüzyılda tercih edilen isimlendirmelere göre ise şahıs, aile ve miras
hukuku bir bütün halinde ahvâl-i şahsiyye (el-ahvâlü’ş-şahsıyye), borçlar hukuku
“ukûd ve iltizâmât”, ceza hukuku “cinâyât”, anayasa hukuku “düstûr” veya
“nizâmül-hükm” terimleriyle ifade edilmeye başlanmıştır.
Burada şu noktayı belirtmeliyiz ki, hem klasik dönemlerdeki ibâdât muâmelât - ukûbât sacayaklı ayırımın hem de yukarıdaki ilk modern ayırımın fıkhın
tamamını ifadede yeterli olmadığı söylenebilir. Nitekim hukuk alanlarının
gelişimiyle bağlantılı olarak daha incelikli ayırımlarının yapılması, zaman içinde
ortaya çıkan ya da özelleşen hukuk kurallarının bulunması sistematiğin
detaylandırılmasını gerektirmiştir. Fakat klasik dönemlerde hukuk kurallarına genel
bakışın ve onları en belirgin ortak özelliklere göre sınıflamanın benimsendiği
gerçeği dikkate alındığında ibâdât – muâmelât - ukûbât şeklindeki yerleşik üçlü
ayrımın mantıklı bir bütünlük arz ettiği de görülür.
Burada hem bir sistematik karşılaştırma imkânı vermesi hem de İslâm
hukukundaki kavramsal ya da terimsel karşılıklarını nisbeten izleyebilmek amacıyla,
günümüz pozitif hukuk sistematiğini vermekte fayda olacaktır.
Temeli Roma hukukuna dayanan modern sistematik, tarafların kimliğine
göre kamu hukuku ve özel hukuk olarak iki ana kola ayrılmaktadır. Taraflardan
birinin ya da her ikisinin kamu otoritesi yani devlet olduğu hukukî ilişkiler kamu
hukuku, eşit kişiler arasındaki hukukî ilişkiler ise özel hukuk alanında ele
alınmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
Kamu otoritesine atıfla âmme hukuku da denen kamu hukukunun alt dalları
şunlardır:
 Anayasa hukuku,
 İdare hukuku,
 Ceza hukuku,
 Yargılama hukuku,
 Mâlî (Vergi) hukuk,
 Devletler genel hukuku,
 İş hukuku,
Şahıslara atıfla husûsî hukuk da denen özel hukukun alt dalları ise şunlardır:
 Medenî hukuk (a. Şahıs, b. Borçlar, c. Eşya, d. Aile, e. Miras),
 Ticaret hukuku,
 Devletler özel hukuku (a. Vatandaşlık, b. Yabancılar, c. Kanunlar ihtilafı),
 Fikir hukuku.
Fark edileceği üzere İslâm hukukunun sistematiği günümüz pozitif
hukukunda benimsenen özel hukuk - kamu hukuku ayırımından çok daha
gerçekçidir. Zira özel - kamu ayırımında “devlet” eksenli bir bakış varken ibâdât –
muâmelât - ukûbât sacayaklı sistematik “mükellef/birey” merkezli bir bakışa göre
oluşmuştur. Bu sebepledir ki, yapıyı oluşturmada insanın yaratılıştan sahip olduğu
nitelikleri, onun dünyadaki varoluş gayesini ve toplumsal ilişkilerin doğasını esas
alır.
Buna göre önce bireyin manevî olarak olgunlaşmasını ve gönüllü olarak
“mükellef” hale gelmesini hedefler. Onun için önce temizlikten (tahâret)
başlayarak ibâdât konularını ele alır. Ardından onun toplumsal ilişkilerine yani
muâmelât alanına geçer ve aile (nikâh) ya da borçlar hukuku (bey‘) ile bu alanı
başlatır. Sonra hukuk dışılıkların ve suçların ele alındığı ukûbât yani ceza hukuku
konularına değinilir. Sistem tıpkı insan hayatında olduğu gibi genellikle vasiyet ve
miras hukuku (ferâiz) ile tamamlanır.
Bu sistematiği takip eden fıkıh eserlerinde konular “Kitab” ana başlığı altında
“Bab” ve “Fasıl” alt başlıklarıyla incelenir. Söz gelimi Kitâbu’s-Salât (Namaz) ana
başlığı altındaki Bâbü’l-Cenâiz (Cenazeler) alt başlığı ve bunun da altındaki Faslü’n
fi’t-Tekfîn (Kefenleme) kısmı veya Kitâbü’t-Talâk (Boşama) ana başlığı altındaki
Bâbü’l-İdde (İddet) alt başlığı ve bunun da altındaki Faslün fî Müddeti’l-Haml
(Hamilelik Süresi) kısmı gibi. İlgili hükümler söz konusu başlıklar altında meseleci
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
bir yöntemle tek tek sıralanmış, konunun önemli noktaları fer’î meseleler
üzerinden aydınlatılmaya çalışılmıştır.
Bu noktada üçlü klasik sistematiği muhtevalarıyla birlikte yakın plana almak
uygun olacaktır:
İbâdât
Allah’a yönelik saygımızı ve kulluk görevlerimizi yani onun buyruklarına karşı
boyun eğişimizi simgeleyen düzenli davranışlar anlamındaki ibadet kelimesinin
çoğulu olan ibâdât alanında şu ana konular incelenir:
Tahâret (temizlik), Salât (namaz), Zekât, Savm (oruç), Hac, Eymân (yeminler),
Zebâih (hayvan kesimi), Udhıyye (kurban), Eşribe ve At’ime (helal veya haram olan
içecek ve yiyecekler), Sayd (av ve avcılık), Hazr ve İbâha veya bazı eserlerde
İstihsân ya da Kerâhiyye (helal veya haram tutum, davranış ve eşya).
Muâmelât
Bu terim, günlük hayattaki insanî veya sosyal ihtiyaçlarla ilgili hukukî işlem ve
bu işlemi tesis etmeye yönelik irade beyanı diye tanımlayabileceğimiz muâmele
kelimesinin çoğuludur. Muâmelât alanı çok geniş olduğu için bu çatının altına giren
konuları, yukarıda taksim ettiğimiz şekliyle dörde ayırarak vermek daha öğretici
olacaktır:
 Münâkehât ve Müfârakât: Evlenme ve ayrılmalara yani aile hukukuna ilişkin
hükümler şu ana başlıklar altında serpiştirilmiştir: Nikah, Talâk, Radâ‘ (süt
akrabalığına bağlı hükümler),
 Mâlî muâmelât: Malla ilgili olan akitler ve diğer işlemler yani borçlar ve eşya
hukukuna ilişkin hükümler şu ana başlıklarda incelenmiştir: Bey‘ (satım akdi),
İcâre (kiralama), Şüf’a (önalım), Kısmet (ortak malların taksimi), İhyâü’l-mevât
(ölü arazilerin kullanıma kazandırılması), Rehn (rehin ve ipotek), Şerike
(şirketler, ortaklık)
 Mürâfaât veya Muhâsemât: Anlaşmazlıkları mahkemeye intikal ettirip davada
taraf olma anlamına gelen bu terimler günümüzde yargılama hukuku diye
bilinen alanı ihtiva ederler. Şu ana başlıklar bu bölümde ele alınırlar: Edebü’lkâdî (yargılama süreçleri ve usûlü), Şehâdât (tanıklıklar), Da’vâ, İkrâr, Sulh
 Terikât: Ölünün geride bıraktığı mal varlığı anlamındaki terike veya tirke
kelimesinin çoğulu olan terikât miras hukukunu karşılamaktadır. Vesâyâ
(vasiyetler) ile Ferâiz (miras hisseleri) bölümleri bu alanın iki temel konusunu
teşkil ederler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
Muâmelât alanı içinde olmasına rağmen içerikleri dolayısıyla bu dörtlü
gruplandırmadan birisine sokulamayan başka bazı ana başlıklar da bulunmaktadır.
Günümüzdeki modern hukuk taksimatına göre daha çok şahıs hukukunu
ilgilendiren bu başlıkları da şöyle sıralayabiliriz: Hacr (sözlü tasarrufları kısıtlamak),
Mefkûd (kendisinden haber alınamayan kişi), Me’zûn (akit yapma izni verilmiş olan
kısıtlı), İtâk (köle azad etmek), Mükâteb (özgürlük sözleşmesi yapılan köle),
Müdebber (bir tür özgürlük sözleşmesi yapılan köle), İkrâh (tasarrufta bulunmaya
zorlamak), Hunsâ (çift cinsiyete sahip kişi), Vakf.
Ukûbât
Ceza anlamındaki ukûbe kelimesinin çoğulu olan ukûbât, kanuna göre suç
sayılan eylemleri, bunlara verilecek cezaları ve bu cezaların uygulanma biçimlerini
ele alan ceza hukukuna karşılık gelmektedir. Cinâyât (müessir fiiller yani adam
öldürme veya yaralama suçları), Kısâs, Diyât (diyetler), Hudûd (had suçları ve
cezaları), Me‘âkıl (âkıle sistemi), Siyer (devletlerarası ilişkiler ve savaş hukuku).
Genel bir karşılaştırma yapmak gerekirse murâfaât veya muhâsemât
konuları dışında kalan muâmelât alanının özel hukuka, ukûbât alanının kamu
hukukuna denk düştüğü söylenebilir.
İSLÂM HUKUKU LİTERATÜRÜ
İslâm hukuku bilim dalının ilk planda usûlü’l-fıkh ve fürûu’l-fıkh olarak ikiye
ayrıldığını, daha sonra bunların da kendi içinde çeşitli alt dallara bölündüğünü
yukarıda söylemiştik. Bu ilim dalıyla ilgili eserler ilk yüzyıldan itibaren kaleme
alınmaya başlamış, ikinci yüzyılda fıkıh mezheplerinin yavaş yavaş
belirginleşmesiyle büyük artış göstermiş ve yukarıda özetlenen sistematiğin de
yerleşmesiyle birlikte profesyonel bir nitelik kazanmıştır. Bir adım sonra da
özelleşen ve bağımsızlaşan fıkıh alanlarına dair eserler yazılmaya başlanmıştır. Öyle
ki, İslâmî ilimler içinde en fazla literatür alanına ve dolayısıyla eser sayısına sahip
olan ilim, fıkıh olmuştur.
Burada mezhep ve alan ayırımı yaparak bu zengin literatürün yıldızlarını
tanımaya çalışacağız.
Fıkıh Usûlü Literatürü
Fürû hükümlerin kaynakları ve çıkarılış yöntemleriyle ilgilenen fıkıh usûlü
literatürü genellikle benimsenen tasnife göre üç ayrı metotla yazılmıştır. Belli başlı
eserleriyle bu üç metot şunlardır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
Fukahâ Metodu (Hanefî Metodu): Mezhebin fürû hükümlerinin mantık
tutarlılığını ve çıkarılış yöntemini ortaya koyma amacı taşıyan, bu sebeple fürûun
ön planda tutulduğu metottur.
 Cessâs (ö. 370/980), el-Füsûl fi’l-Usûl
 Debûsî (ö. 430/1038), Takvîmü’l-Edille
 Pezdevî (ö. 482/1089 ), Kenzü’l-Vüsûl ilâ Ma’rifeti’l-Usûl (Usûlü’l-Pezdevî)
 Serahsî (Ö. 483/1090), Usûlü’s-Serahsî1
 Alâaddin es-Semerkandî (ö.539/1144), Mîzânü’l-Usûl fî Netâici’l-Ukûl
 Ebu’l-Berakât en-Nesefî (ö.710/1310), Menâru’l-Envâr ve şerhi Keşfü’l-Esrâr
 Abdülazîz Buhârî (ö. 730/1329), Keşfü’l-Esrâr an Usûli’l-Bezdevî
Mütekellimûn Metodu: Fürûyu göz önüne almaksızın ve onunla tutarlılığı
sağlama gayreti olmaksızın usûl kurallarını teorik bir çalışmayla tespit etmeyi
amaçlayan bir yöntemdir. Hanefîler dışındaki fakihler tarafından benimsenmiştir.
 Kâdî el-Bakıllânî (ö.406/), et-Takrîb ve’l-İrşâd
 Kâdî Abdülcebbâr (ö.415/1024), el-Umd (veya el-Umde)
 Ebu’l-Hüseyn el-Basrî (ö.436/1044), el-Mu’temed
 İbn Hazm (ö. 456/1063), el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm
 Cüveynî (ö.478/1085), el-Burhân
 Gazzâlî (ö. 505/1111), el-Müstasfâ
 Fahreddin Râzî (Ö.606/1209), el-Mahsûl
 Âmidî (ö. 631/1233), el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm
Memzûc Metot: Her iki yöntemin öne çıkan yönlerini birleştiren karma bir
metottur.
 İbnü’s-Sââtî (ö. 694/1294), Bedîu’n-Nizâm
 Sadru’ş-Şerîa (ö.747/1346 ), Tenkîhu’l-Usûl ve şerhi et-Tavdîh
 İbnü’s-Sübkî (ö.771/1369), Cem’u’l-Cevâmi
 Molla Fenârî (ö.834/1431), Fusûlü’l-Bedâi
1
Debûsî, Pezdevî ve Serahsî’nin bu üç eseri Hanefîler nezdinde el-erkânü’s-selâse
yani üç ıtemel usûl eseri olarak nitelendirilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
 Molla Hüsrev (ö.885/1480), Mirkâtü’l-Vüsûl ve şerhi Mir’âtü’l-Usûl
 Kemal İbnü’l-Hümâm (ö.861/1456), et-Tahrîr
Fürû Literatürü
Fürû kelimesinin, mükellefin hem Allah, hem eşya hem de birey ve toplum
ile olan çok boyutlu ilişkiler ağını kapsayan ve fıkıh usûlü aracılığıyla şer’î
delillerden elde edilen fıkhî hükümler anlamına geldiğini öğrenmiştik. İslâm hukuku
ya da fıkıh dendiği zaman ilk adımda hatıra gelen ve en çok eser verilen alan budur.
İslâm’ın günlük hayata akseden yönü ve toplumsal hayatı düzenleyen kuralları
olunca fürûun bu denli geniş literatüre sahip olması tabiîdir.
Bu alandaki eserlerin çok kaba bir sınıflamayla 1. Metinler ya da
muhtasarlar, 2. Şerhler ve hâşiyeler, 3. Nevâzil veya vâkıât ya da fetvâ kitapları
şeklinde üç türde kaleme alındığını söyleyebiliriz:
Muhtasar da denen metinler, mezhebin fürû hükümlerini yukarıda anlatılan
sistematiğe uygun bir tarzda sıralayan, bunu yaparken delil ya da gerekçelere yer
vermeyen ve diğer ekollerle tartışma yapmayan yalın eserlerdir. Şerhler bu
metinleri açıklamak, görüşlerin dayanaklarını sunmak ve yer yer diğer mezheplerle
karşılaştırmalar yapmak amacını taşırlar. Hâşiyeler ise şerhlere bazı ilaveler yapan
kitaplardır. Toplumun önüne yeni çıkmış (nâzile) olaylar (vâkıa) anlamındaki nevâzil
ve vâkıât türüne gelince adından da anlaşılacağı üzere bunlar, önceden bilinmeyen,
dolayısıyla kitaplarda çözümlenmeyen yeni meseleleri içermektedir.
Aşağıda önce meşhur fıkıh mezheplerinin çokça kullanılan temel metin ve
şerhlerini yani genel fürû eserlerini tanıyacak sonra da bağımsız bir karakter
taşıyan bazı fürû alanlarına ait literatürden örnekler sunacağız.
Hanefî Mezhebi
Temel Metinler/Muhtasarlar
 Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî (ö. 189/804), el-Asl (el-Mebsût); elCâmiu’l-Kebîr
 Tahâvî (ö.321/933), el-Muhtasar
 Hâkim Şehîd el-Mervezî (ö.334/945), el-Muhtasaru’l-Kâfî
 Kudûrî (ö.428/1036), el-Muhtasar (el-Kitâb)
 Tâcüşşerîa el-Mahbûbî (ö. 673/1274), el-Vikâye
 Abdullah el-Mavsılî (Ö.683/1284), el-Muhtâr
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
 İbnüssââti (ö. 694/1294), Mecmau’l-Bahreyn
 Ebu’l-Berakât en-Nesefî (ö.710/1310), Kenzü’d-Dekâık
Bu son dört metin Hanefîler arasında el-Mütûnü’l-Erba’a diye isimlendirilmiştir.
Şerhler ve Hâşiyeler
 Serahsî (ö.483/1090), el-Mebsût (Hâkim eş-Şehid’in el-Kâfî’sinin şerhidir)
 Alâaddîn es-Semerkandî (ö.539/1144), Tuhfetü’l-Fukahâ (Kudûrî metnine
dayanmaktadır)
 Kâsânî (ö.587/1191), Bedâiu’s-Sanâi‘ fî Tertîbi’ş-Şerâi‘ (Tuhfetü’l-Fukahâ’ya
dayanmaktadır)
 Merğînânî (ö.593/1196), el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedî
 Abdullah el-Mavsılî (Ö.683/1284), el-İhtiyâr li Ta’lîli’l-Muhtâr
 Kemal İbnü’l-Hümâm (ö. 861/1456), Fethu’l-Kadîr (el-Hidâye’nin şerhidir)
 Fahreddin ez-Zeylaî (ö. 743/1343), Tebyînü'l-Hakâık Şerhu Kenzi’d-Dekâık
 İbn Nüceym (ö.970/1562), el-Bahru’r-Râık Şerhu Kenzi’d-Dekâık
 Molla Hüsrev (ö.885/1480), Düreru’l-Hukkâm Şerhu Ğureri’l-Ahkâm
 İbn Âbidîn (ö.1252/1836), Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr
(Timurtâşî’nin Tenvîru’l-Ebsâr’ı üzerine Haskefî’nin yazdığı ed-Dürrü’lMuhtâr isimli şerhin hâşiyesidir)
Şâfiî Mezhebi
Temel Metinler/Muhtasarlar
 İmam Şâfiî (ö.204/819), el-Üm2
 Müzenî (ö.264/877), el-Muhtasar
 İbnü’l-Mehâmilî (ö.415/1024), el-Lübâb fi’l-Fıkh (Lübâbü’l-Fıkh)
 Şîrâzî (ö.476/1083), et-Tenbîh
 Şîrâzî (ö.476/1083), el-Mühezzeb
2
Yukarıda yaptığımız metin ve muhtasar tanımına uymamakla birlikte Şâfiî
mezhebinin en temel ve özgün kitabı olması dolayısıyla bu başlık altında zikredilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
 Gazzâlî (ö.505/1111), el-Vecîz
 Ebû Şücâ‘ (ö.500/1107’den sonra), Metnü’l-Ğâye ve’t-Takrîb
 Nevevî (ö.676/1277), Minhâcü’t-Tâlibîn
Şerhler ve Hâşiyeler
 Mâverdî (ö.450/1058), el-Hâvi’l-Kebîr (Muhtasaru’l-Müzenî’nin şerhidir)
 Cüveynî (ö.478/1085), Nihâyetü’l-Matlab fî Dirâyeti’l-Mezheb
 Râfiî (ö.623/1226), Fethu’l-Azîz fî Şerhi’l-Vecîz
 Nevevî (ö.676/1277), el-Mecmû Şerhu’l-Mühezzeb3
 Nevevî (ö.676/1277), Ravdatü’t-Tâlibîn
 Şirbînî (ö.977/1570), Muğni’l-Muhtâc ilâ Ma’rifeti Meâni’l-Minhâc
 Ramlî (ö.1004/1596), Nihâyetü’l-Muhtâc ilâ Şerhi’l-Minhâc
Mâlikî Mezhebi
Temel Metinler/Muhtasarlar
 İmam Mâlik b. Enes (ö.179/795), el-Muvatta4
 Sahnûn (ö.240/854), el-Müdevvenetü’l-Kübrâ5
 İbn Habîb (ö.238/853), el-Vâdıha fi’s-Sünen ve’l-Fıkh
 Utbî (ö.255/869), el-Müstahrace mine’l-Esmi’a (el-Utbiyye)
 İbnü’l-Mevvâz (ö.269/883), el-Mevvâziyye6
3
Nevevî’nin ömrü yetmediği için Bâbü’r-Ribâ’dan sonrasını Takıyyüddin es-Sübkî ve
Muhammed Necîb el-Muti‘î tamamlamıştır.
4
Bizzat İmam Mâlik tarafından yazıldığı ve kendi görüşlerini birinci elden verdiği için
buraya kaydedilmiştir.
5
Bu hacimli eser de yukarıda yaptığımız metin ve muhtasar tanımına uymamakla
birlikte Mâlikî mezhebinin en temel ve özgün fıkıh kitabı olması dolayısıyla bu başlık altında
zikredilmiştir.
6
Bu son dört eser, Mâlikîlerce çok muteber sayılmış ve literatürlerinde elÜmmehâtü’l-Erba’a (dört ana kitap) diye isimlendirilmiştir. Fakat ne yazık ki, el-Utbiyye ve
el-Mevvâziyye henüz neşredilememiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
 İbn Ebî Zeyd el-Kayrevânî (ö.386/996), Kitâbü’r-Risâle
 İbnü’l-Cellâb (ö. 378/988), et-Tefrî (Muhtasaru’l-Cellâb)
 İbn Abdilber (ö. 463/1071), el-Kâfî fî Fıkhi Ehli’l-Medîne el-Mâlikî
 Sîdî Halîl (ö. 767/1365), Muhtasaru Halîl
Şerhler ve Hâşiyeler
 İbn Ebî Zeyd el-Kayrevânî (ö.386/996), en-Nevâdir ve’z-Ziyâdât (elMüdevvene’ye dayanmaktadır).
 el-Bâcî (ö.480/1086), el-Müntekâ Şerhu’l-Muvatta
 İbn Abdiber (ö. 463/1071), el-İstizkâr li Mezâhibi Fukahâi’l-Emsâr ve
Ulemâi’l-Aktâr (el-Muvatta’ın şerhidir)
 İbn Rüşd el-Kebîr (ö.520/1126), el-Mukaddimâtü’l-Mümehhidât ile el-Beyân
ve’t-Tahsîl
 Karâfî (ö. 684/1285), ez-Zehîra fi’l-Fıkh
 Mevvâk (ö. 897/1492), et-Tâc ve’l-İklîl (Muhtasaru Halîl’in şerhidir)
 Haraşî (ö. 1101/1689), el-Haraşî alâ Muhtasar Sîdî Halîl
 Derdîr (ö. 1201/1786), eş-Şerhu’l-Kebîr alâ Muhtasari Halîl
 Desûkî(ö. 1230/1815), Hâşiyetü’d-Desûkî ale’ş-Şerhi’l-Kebîr
Hanbelî Mezhebi
Temel Metinler/Muhtasarlar
 Ahmed b. Hanbel (ö.241/855), el-Mesâil7
 Ebû Bekr el-Hallâl (ö.311/923), el-Câmi‘ li Ulûmi’l-İmâm Ahmed8
 Hırakî (ö. 334/945), el-Muhtasar
 Ebû Ya’lâ el-Ferrâ (ö.458/1066), Kitâbü’r-Rivâyeteyn ve’l-Vecheyn
 İbn Kudâme (ö.620/1223), el-Umde
7
Kendisine sorulan sorulara verdiği cevapların oğulları ve öğrencileri tarafından
derlenmesiyle oluşmuştur.
8
Matbu olarak mütedâvil değilse de mezhebin bilinen ilk müstakil fıkıh eseri olduğu
için burada anılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
 İbn Kudâme (ö.620/1223), el-Mukni’
 İbn Kudâme (ö.620/1223), el-Kâfî
 İbn Müflih (ö.884/1479), el-Fürû
 Haccâvî (ö.968/1560), el-İknâ‘ li Tâlibi’l-İntifâ‘
Şerhler ve Hâşiyeler
 İbn Kudâme (ö.620/1223), el-Muğnî (Muhtasarü’l-Hırakî’nin şerhidir)
 İbn Kudâme el-Makdisî (ö.682/1283), eş-Şerhu’l-Kebîr (el-Mukni‘in şerhidir.)
 İbn Teymiyye (ö.728/1328), Şerhu’l-Umde fi’l-Fıkh ile Mecmûatü’l-Fetâvâ
 İbn Müflih (ö.884/1479), el-Mübdi‘ fî Şerhi’l-Mukni‘
 Merdâvî (ö.885/1480), el-İnsâf fî Ma’rifeti’r-Râcih mine’l-Hılâf (el-Mukni‘in
şerhidir.)
 Mer’î b. Yûsuf el-Kermî (ö.1033/1624), Ğâyetü’l-Müntehâ (Haccâvî ile
İbnü’n-Neccâr’ın eserlerinin şerhidir)
 Buhûtî (ö.1051/1641), Keşşâfü’l-Kınâ‘ an Metni’l-İknâ‘
Meşhur dört mezhebin dışında da fıkıh literatürüne çok ciddi katkılar
yapılmıştır. Bunlardan günümüzde tedavülde olan bazılarını tanımak yerinde
olacaktır:
Ca’ferî Mezhebi
 Küleynî (ö.328/940), el-Kâfî fi’l-Fürû
 İbn Bâbeveyh (ö.381/911), Men lâ Yahduruhü’l-Fakîh
 Tûsî (ö.460/1067), Tehzîbü’l-Ahkâm
 Tûsî (ö.460/1067), el-İstibsâr9
 Muhakkık el-Hıllî (ö. 676/1276), Şerâiu’l-İslâm
Zeydî Mezhebi
 Zeyd b. Ali (ö.122/746), el-Mecmû fi’l-Fıkh10
9
Bu dört eser Ca’ferîler tarafından el-kütübü’l-erba’a olarak isimlendirilmiştir.
10
İmam Zeyd’e nisbeti tartışmalı olmakla birlikte mezhepte çok muteber sayıldığı
için burada kaydedilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
 Ahmed b. Yahyâ el-Murtazâ (ö.840/1436), el-Bahrü’z-Zehhâr
 Şerâfeddin el-Haymî (ö.1221/1806), er-Ravdu’n-Nadîr
 Şevkânî (ö. 1250/1834), es-Seylü’l-Cerrâr
Zâhirî Mezhebi
 İbn Hazm (ö. 456/1063), el-Muhallâ bi’l-Âsâr
Hâricî İbâdî Mezhebi
 Âmir b. Ali eş-Şemmâhî (ö. 792/1389-90), Kitâbü'l-Îzâh
 Abdülazîz es-Semînî (ö. 1223/1808), Kitâbü'n-Nîl
 Ettafeyyiş (ö.1914), Şerhu Kitâbi’n-Nîl ve Şifâi’l-Alîl
Fıkıh İlminin Alt Dalları ile İlgili Literatür
Genel görünümüyle usûl ve fürû şeklinde ikiye bölünen fıkıh ilmi daha
incelikli ve ayrıntılı bir yaklaşımla alt disiplinlere ayrılmıştır. Burada bu alt
disiplinlerden bazılarına ait kimi meşhur eserleri tanıyacağız.
Ahkâm Âyetleri Literatürü
Doğrudan veya dolaylı olarak amelî hüküm içeren Kur’ân ayetlerinin tefsirini
amaçlayan eserlerdir.
 Cessâs (ö.370/980), Ahkâmu’l-Kur’ân
 İlkiyâ el-Herrâsî (ö. 504/1110), Ahkâmu’l-Kur’ân
 İbnü’l-Arabî (ö. 543/1148), Ahkâmu’l-Kur’ân
 Kurtubî (ö. 671/1273), el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kur’ân
Ahkâm Hadisleri Literatürü11
Fıkhî hüküm içeren Sünnet-Hadis rivayetlerini derleyip inceleyen eserlerdir.
 Ebû Yûsuf (ö.182/798), el-Âsâr
 Tahâvî (ö.321/933), Şerhu Meâni’l-Asâr
11
Kütüb-i Tis’a dışında kalan bazı meşhur eserlere işaret edilecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
 Beyhakî (ö. 458/1066), es-Sünenü’l-Kübrâ
 İbn Abdilber (ö. 463/1071), et-Temhîd
 Zeylaî (ö. 762/1360), Nasbu’r-Râye lî Ehâdîsi’l-Hidâye
 İbn Hacer (ö. 852/1449), Bülûğu’l-Merâm
 Şevkânî (ö. 1250/1834), Neylü’l-Evtâr
 Zafer Ahmed et-Tehânevî (ö.1974), İ’lâü’s-Sünen
Harâc – Emvâl Literatürü
İktisadî konulara da değinmekle birlikte özellikle kamu mâliyesi yani bütçe ve
vergi hukuku ile ilgilenen eserlerdir.
 Ebû Yûsuf (ö.182/798), Kitâbü’l-Harâc
 Yahyâ b. Âdem (ö. 203/818), Kitâbü’l-Harâc
 Ebû Ubeyd Kâsım b. Sellâm (ö. 224/838), Kitâbü’l-Emvâl
 İbn Zencûye (ö. 251/865), Kitâbü’l-Harâc
 İbn Receb (ö. 795/1393), el-İstihrâc li Ahkâmi’l-Harâc
Ahkâm-ı Sultâniyye Literatürü
Devletin yönetimi, merkezî ve mahallî teşkilatlanması, mâlî ve kazâî yapısı,
diğer devletlerle ilişkileri ve devlete yönelik suçlar gibi kamu hukuku alanını
inceleyen eserlerdir. Bir başka ifadeyle içeriğini anayasa, idare ve kısmen ceza,
devletler ve yargılama hukuku konuları oluşturur.
 Mâverdî (ö.450/1058), el-Ahkâmu’s-Sultâniyye ve’l-Vilâyatü’d-Dîniyye
 Ebû Ya’lâ el-Ferrâ (ö.458/1066), el-Ahkâmu’s-Sultâniyye
 Cüveynî (ö.478/1085), Ğıyâsü’l-Ümem fî İltiyâsi’z-Zulem
 İbn Teymiyye (ö.728/1328), es-Siyâsetü’ş-Şer’iyye
 İbn Kayyım el-Cevziyye (ö.751/1350), et-Turuku’l-Hukmiyye
Nevâzil ve Fetâvâ Literatürü
Mezheplerin istikrar bulmasından sonra ortaya çıkan yeni meseleleri,
yazıldığı çağ ve toplumdaki hukukî sorunları çözümlemeyi amaçlayan eserlerdir.
 Ebu’l-Leys es-Semerkandî (ö. 373/983), Kitâbü’n-Nevâzil
 Ahmed el-Keşşî (ö.550/1156), Mecmeu’n-Nevâzil ve’l-Havâdis ve’l-Vâkıât
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
 Venşerîsî (ö. 914/1508), el-Mi‘yârü’l-Mu‘rib
 Takıyyüddîn es-Sübkî (ö.756/1355.), el-Fetâvâ
 İbn Hacer el-Heytemî (ö.974/1567.), el-Fetâva’l-Kübrâ
 Ebussuûd (ö. 982/1574), Fetâvâ-yı Ebussuûd
 Çatalcalı Ali Efendi (ö. 1103/1692), Fetâvâ-yı Ali Efendi
Kavâid ve Davâbıt Literatürü
İbadetler ile beraber hukukun her şubesinden kapsamına giren konularla
ilgili olarak çoğu zaman geçerli ve çoğu kişiyi kuşatan genel ilkelere kavâid (tekili:
kâide) denmektedir. Hukukun sadece belli bir alanıyla ilgili olan ilkeler ise davâbıt
(tekili: dâbıt) diye isimlendirilmiştir. Fıkıh kâide ve dâbıtaları, birbirine benzer
hükümlerin bütününden çıkarılmış ortak noktalardır. Bunlarla ilgili geniş bilgi ilgili
ünitede verilmiştir.
 Ebu’l-Hasen el-Kerhî (ö.340/952), Usûlü'l-Kerhî
 Ebu Zeyd ed-Debûsî (ö.430/1039), Te'sîsü'n-Nazar
 Karâfî (ö.684/1285), Envâru'l-Burûk fî Envâi'l-Furûk (el-Furûk)
 Tâceddîn İbnü’s-Sübkî (ö.771/1369), el-Eşbâh ve'n-Nazâir
 Süyûtî (ö. 911/1505), el-Eşbâh ve'n-Nazâir
 İbn Nüceym (ö.970/1562). el-Eşbâh ve'n-Nazâir
Hılâf - Hılâfiyât Literatürü
Mezhepler arasındaki görüş farklılıklarını, bunların dayanaklarını ve
fakihlerin ihtilaf sebeplerini ele alan kitaplardır.
 Ebû Abdullah Mervezî (ö. 294/906), İhtilâfu’l-Ulemâ (veya İhtilâfu’l-Fukahâ)
 Taberî (ö.310/923), İhtilâfu’l-Fukahâ
 Cessâs (ö.370/980), Muhtasaru İhtilâfi’l-Ulemâ (Tahâvî’nin İhtilâfu’lUlemâ’sına dayanmaktadır.)
 İbn Rüşd el-Hafîd (ö.595/1198), Bidayetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Muktesıd
 Sıbt İbnü’l-Cevzî (ö.654/1256), Îsâru’l-İnsâf fî Âsâri’l-Hilâf
 Dımeşkî (ö. 727/1327), Rahmetü’l-Ümme fî İhtilfi’l-Eimme
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
Edebü’l-Kâdî veya Edebü’l-Kadâ Literatürü
Yargılama hukukuyla ilgilenen fıkıh edebiyatı türüdür. Hâkimlerin yetki ve
sorumlulukları, yargılama usûlü, adliye teşkilatı ve mahkeme süreçleri ana
konularını teşkil eder. Mahkeme kayıtları, gerektiğinde mahkemede de dikkate
alınacak resmî belgelerin tanzimi ve noterlik ile ilgili kuralları belirleyen şurût ve
sicillât ilmini ve literatürünü de bu kapsamda değerlendirmek mümkündür.
 Hassâf (ö. 261/875), Edebü’l-Kâdî
 Tahâvî (ö. 321/933), eş-Şurûtu’l-Kebîr
 İbn Ferhûn (ö. 799/1397), Tebsıratü’l-Hukkâm
 Tarablûsî (ö. 844/1440), Muînü’l-Hukkâm
Hıyel ve Mehâric Literatürü
İnsanların günlük hayatta yüz yüze geldiği veya kendi tasarruflarıyla sorun
haline getirdikleri bazı konuları, hukukun çerçevesi içinde kalarak ve onun şekil
şartlarını koruyarak çözümleme yollarını gösteren türdür. Burada, görünürde
hukuka uyma ama gerçekte onu çiğneme anlamındaki kanuna karşı hîlenin
kastedilmediği bilinmelidir. Esasen hıyel (tekili: hîle) ve mehâric (tekili: mahrec)
kelimeleri de çare, çözüm ve çıkış yolu anlamına gelmektedir.
 Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî (ö. 189/805), el-Mehâric fi’l-Hıyel
 Hassâf (ö.261/875), Kitâbü’l-Hassâf fi’l-Hıyel
 Saîd b. Ali es-Semerkandî (ö.483/1090), Cennetü’l-Ahkâm ve Cünnetü’lHısâm fî’l-Hiyel ve’l-Mehâric
Fıkıh Terim ve Kavramları Literatürü
 Ömer en-Nesefî (ö.537/1142), Tılbetü’t-Talebe fi’l-Istılahati’l-Fıkhiyye
 Mutarrizi (ö.610/1213), el-Muğrib fî Tertibi'l-Mu’rib
 Kasım el-Konevi (ö.978/1570), Enisü’l-Fukaha fî Ta’rifati'l-Elfazi'l-Mütedavile
beyne'l-Fukaha
 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (ö.1942), Alfabetik İslâm Hukuku ve Fıkıh
Istılahları Kamusu
Kanunlar ve Kararnâmeler
İslâm dünyasında XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlayan kanunlaştırma
hareketleri ile ortaya konan şer’î kanun metinlerini yepyeni bir fıkıh edebiyatı türü
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
olarak değerlendirmek yerinde olacaktır. Daha önceki padişah kanunnameleri, fıkıh
değil siyaset ürünü olduğu ve kimi örfî ve laik hükümler de içerdikleri için fıkıh eseri
olarak değerlendirilemezler.
 Arazi Kanunu (1858)
 Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye (1869-1876)
 Hukûk-ı Aile Kararnâmesi (1917)
 Usûl-i Muhâkeme-i Şer’iyye Nizamnamesi (1917)
Tabakâtü’l-Fukahâ Literatürü
Mezhep içinde yetişmiş önemli fakihlerin hayatlarının anlatıldığı ve
eserlerinin listesinin verildiği kitaplardır. Bu tür kaynaklar bir anlamda her bir
mezhebin kitabın yazıldığı zamana kadar olan tarihçesini anlatırlar.
 İbn Ebî Ya’lâ el-Ferrâ (ö.526/1131), Tabakâtü’l-Hanâbile
 Abdülkadir
Hanefiyye
Kuraşî
(ö.775/1373)
el-Cevâhiru’l-Mudıyye
fî
Tabakâti’l-
 İbnü’s-Sübkî (ö.771/1370), Tabakatü’ş-Şâfiiyyeti’l-Kübrâ
 İbn Ferhûn (ö.799/1397), ed-Dîbâcü’l-Müzheb fî Ma’rifeti A’yâni Ulemâi’lMezheb (Mâlikî)
 Abdülhay el-Leknevî (ö.1304/1886), el-Fevâidü’l-Behiyye fî Terâcimi’lHanefiyy
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Özet
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
•İslam hukukunun sistematiği kendine özgüdür.
•Konular, her ne kadar fıkıh eserlerinde açık isimleriyle kullanılmasa da
ibâdât, muâmelât ve ukûbât genel çatısı altında tasnif edilir.
•Temeli Roma hukukuna dayanan pozitif hukuk ise kamu hukuku ve özel
hukuk diye sınıflandırılır.
•İslam hukuku çok zengin bir literatüre sahiptir. Her bir mezheb içinde
pek çok usûl ve furû eseri kaleme alınmıştır.
•Furû eserleri genel olarak metin (muhtasar), şerh-hâşiye ve vâkıâtnevâzil biçiminde üç kategoriye ayrılabilir.
•Bu iki temel alan yanında fıkhın alt dallarına (mesela, harâc, nevâzil,
hiyel, kavâid, hılâf, edebü’l-kâdî gibi) ait birçok eser bulunmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Ödev
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
• İslam hukukunun kendine özgü sistematiği üzerindeki
düşüncelerinizi 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında
yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. İslâm hukukunun iki ana kolu aşağıdaki seçeneklerden hangisinde doğru
olarak verilmiştir?
a) Usûl-Muhtasar
b) Usûl-Nevâzil
c) Furû- Muhtasar
d) Usûl-Furû
e) İbâdât-Ukûbât
2. Şer’î-amelî hükümlerin kaynaklarını ve bunlardan elde ediliş yöntemlerini
konu edinen fıkıh dalı şağıdakilerden hangisidir?
a) Usûlü’l-fıkıh
b) Furûu’l-fıkıh
c) Muâmelât
d) Edebü’l-kadâ
e) Kavâid
3. Aşağıdaki cümlelerden hangisi muâmelât terimini tanımlamaktadır?
a) İslâm hukuku normlarına genel olarak muâmelât denir.
b) İslâm hukukunun ceza ile ilgili normlarına muâmelât denir.
c) Hukukî nitelikli sosyal ilişkileri düzenleyen hükümlere muâmelât
denir.
d) Amelî hükümlerin kaynaklarını bir bütün olarak muâmelât denir.
e) Kamu hukukunu ilgilendiren kurallar bütününe muâmelât denir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
4. Aşağıdaki terimlerden hangisi miras hukuku ile ilgilidir?
a) Mufârakât
b) Münâkehât
c) Murâfaât
d) Terikât
e) Muhâsemât
5. Aşağıdaki terimlerden hangisi borçlar hukuku ile doğrudan ilgilidir?
a) Ukûd
b) Ahvâl-i şahsiyye
c) Şuf’a
d) Ferâiz
e) Harâc
6. Seçeneklerin hangisi Hanefîlerin temel eserlerinden birisidir?
a) el-Üm
b) el-Muvatta
c) Muhtasaru Halîl
d) Kenzü’d-Dekâık
e) el-Muğnî
7. Aşağıdakilerden hangisi Hanefîlerin el-Mütûnü’l-Erba’a’sından biridir?
a) er-Risâle
b) el-Muhtâr
c) el-Kâfî
d) el-Kitâb
e) el-Mebsût
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
8. Aşağıdakilerden hangisi Şâfiî literatürüne önemli katkıda bulunmuş
fakihlerden biridir?
a) İbn Abdilber
b) Cüveynî
c) Tahâvî
d) Şâtıbî
e) İbn Kudâme
9. Mezheplerin istikrar bulmasından sonra ortaya çıkan yeni meseleleri,
yazıldığı çağ ve toplumdaki hukukî sorunları çözümlemeyi amaçlayan
eserlerin tür adı nedir?
a) Hiyel
b) Kavâid
c) Furû
d) Tabakât
e) Nevâzil
10.Mezhepler arasındaki görüş farklılıklarını, bunların dayanaklarını ve
fakihlerin ihtilaf sebeplerini ele alan eserlerin tür adı nedir?
a) Kavâid
b) Hılâf
c) Usûl
d) Ahkâm
e) Mehâric
Cevap Anahtarı
1-d, 2-a, 3-c, 4-d, 5- a, 6-d, 7-b, 8-b, 9-e, 10-b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslâm Hukukunun Sistematiği ve Literatürü
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Aydın, Mehmet Akif, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 2005.
Bilge, Necip, Hukuk Başlangıcı, Ankara 1987
Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukukı İslâmiyye ve Istılâhâtı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul
1985
Hamîdullah, Muhammed, İslâm Hukuku Etütleri, İstanbul 1984.
İbn Kudâme, Muvaffakuddin, el-Muğnî, Beyrut1984
İmre, Zahit, Medeni Hukua Giriş, İstanbul 1980
Karaman Hayreddin, İslâm Hukuk Tarihi, İstanbul 1999
Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1986
Schacht, J., İslâm Hukukuna Giriş (çev. M.Dağ-A.Şener), Ankara 1986
Serahsî, el-Mebsût, İstanbul1983
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi: Fıkıh, Hanefî Mezhebi, Hanbelî Mezhebi,
Mâlikî Mezhebi, Muâmelât, Şâfiî Mezhebi maddeleri
Zerka Mustafa, el-Fıkhü’l-İslâmî fî Sevbihi’l-Cedîd: el-Medhalü’-l-Fıkhiyyü’l-Âm,
Dımaşk 1967
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
KANUNLAŞTIRMA VE MECELLE
• Kanunlaştırma Nedir?
• Kanunlaştırma Yöntemleri
• İslâm Dünyasından Mecelle’ye
Kadar Kanunlaştırma
• Mecelleyi Hazırlayan Sebepler
• Mecelle’nin Hazırlanışı
• Mecelle Üzerine Yapılan
Çalışmalar
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Kanunlaştırmayı anlayabilecek
• Kanunlaştırma yöntemleri hakkında bilgi
sahibi olabilecek
• Özellikle İslâm Dünyasındaki kanunlaştırma
teşebbüsleri hakkında bilgi edinebilecek
• Mecelle’nin hazırlanış sebeplerini
anlayabilecek
• Mecelle üzerine yapılan çalışmaları
görebilceksiniz.
İSLÂM HUKUKUNA
GİRİŞ
İSLÂM İNANÇ
Prof.
Dr. Mustafa BAKTIR
ESASLARI
ÜNİTE
ÜNİTE
10
7
Kanunlaştırma ve Mecelle
KANUNLAŞTIRMA NEDİR?
Kanunlaştırma, hukuk kurallarının yazılı bir şekilde tespit edilmesidir. Bu
manada yetkili merciler tarafından uyulması mecburi yazılı hukuk kurallarının
hazırlanması bir kanunlaştırma sayılmıştır. Yeni bir kanun yapma diyebileceğimiz
bu yönteme, “taknîn” ismi de verilmektedir.
Bu genel anlamın yanında daha dar ve özel manada kanunlaştırma şöyle
tanımlanmıştır: “Dağınık bir halde mevcut olan yazılı ve yazısız bütün hukuk
kurallarını sistemli olarak birleştirmek ve bir kanun haline getirmektir”. Batı
dillerinde kanunlaştırma karşılığı olarak “Codification” tabiri kullanılmaktadır ki, aslı
latince “Codex” tabirinden gelmektedir.
Yazılı hukuk kuralı koyma manasındaki kanunlaştırma faaliyeti, yeni bir şey
olmayıp çok eski zamanlarda da örnekleri bulunmaktadır. Mesela Roma’nın On İki
Levha Kanunu, Babil’in Hammurabi Kanunu, Hz. Musa’nın On Emri örnek olarak
verilebilir. Diğer taraftan Cermenler’in, Fransızlar’ın ve eski Türkler’in de çeşitli
konular hakkında yazılı kanunları vardı (Velidedeoğlu, s. 145-150, Bilge, s. 85).
KANUNLAŞTIRMA YÖNTEMLERİ
“Kanunlaştırma”, bir memleketin kendisine ait olan hukuk kurallarını büyük
bir kanun mecellesi halinde bir araya toplamayı ifade etmektedir. Bu faaliyet, yerli
bir kanun yapma, dağınık haldeki hukuk kurallarını bir araya toplayıp meriyete
koyma ameliyesidir.
“Resepsiyon” ise başka bir milletin kanunlarının diğer bir millet tarafından
kendi hukuku olarak aynen alınıp kabul edilmesidir. Buna “İktibas” da
denilmektedir. 1926 tarihinde İsviçre Medeni Kanunu’nun Türkiye Cumhuriyeti
Devleti tarafından aynen alınıp iktibas edilmesi Resepsiyon’un en tipik bir örneğidir
(Bilge, s. 88).
Modern hukukta kanunlaştırmanın XVIII. yüzyılda başladığı kabul
edilmektedir. Bundan önce de Bizans, Almanya, Fransa ve İsviçre gibi bazı
memleketlerde kanunlaştırma teşebbüsleri olmuştur.
Türklerde kanunlaştırma, genellikle Osmanlı Devleti zamanında, 1839’da
Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun okunması ve Tanzimat’ın ilanı ile başlatılır. Bu
süreç, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin ilanı ile de devam etmiştir. Bu dönemde
bazı kanunlar Batı’dan iktibas edilip yürürlüğe konmuştur.
Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinden başlayarak
çeşitli konularda, mahallî ve genel olmak üzere kanunnameler çıkartılmış ve
yürürlüğe konulmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Kanunlaştırma ve Mecelle
İSLÂM DÜNYASINDA MECELLE’YE KADAR
KANUNLAŞTIRMA
İlk Osmanlı Medenî Kanunu sayılan Mecelle, sadece Türk-İslâm Hukuk
tarihinde değil, İslâm Hukuk tarihinde de ilk kanun olma özelliğini taşımaktadır. Bu
alandaki ilk teşebbüsler, II. Abbasi Halifesi Mansur döneminde başlamıştır. Bu
dönem, henüz fıkhî mezheplerin oluşmadığı, İslâm Hukukçuları tarafından farklı
ictihad ve görüşlerin ortaya konduğu bir zamandır. Mahkemelerde uygulanacak
müşterek bir kanun yapma ve hukukta birliği sağlama ihtiyacı bu dönemde
hissedilmiştir. Bu ihtiyaç, devrin ileri gelen şahsiyetlerinden İbnu’l-Mukaffa
tarafından bir risaleyle halifeye iletilmiştir. Bunun üzerine halife, devrin büyük
hukukçusu ve Maliki Mezhebi’nin kurucusu olan Malik b. Enes’ten bir kitap
yazmasını istemiştir. Fakat İmam Malik, Hz. Peygamber (s.a.s) ’in hadislerini ve
kendi fetvalarını ihtiva eden “Muvatta’” adlı eserinin, bir kanun metni gibi
uygulanmasını kabul etmemiştir. İslâm Dünyasındaki bu ilk kanunlaştırma
teşebbüsü akîm kalmış, İslâm Hukuku farklı mezheplerle gelişmesini sürdürmüştür.
Daha sonraları Halife Harun Reşit de aynı teklifi tekrarlamışsa da, İmam Malik bunu
da kabul etmemiştir (Aydın, s. 59-60).
Delhi Türk Sultanlarından III. Fîruz Şah Tuğluk’un hükümdarlığı döneminde
muhtemelen H. 777/1375’de kaleme alınıp Tatar Han’a takdim edilen “el-Fetavâ’tTatarhâniyye”, yarı resmi bir tedvin olup mahkemelerde uygulamaya
konulamamıştır.
Bu alandaki diğer önemli bir teşebbüs de Babur Hükümdarı Sultan Evrengzib
Alemgir’in emri ile telif edilen “el-Fetavâ’l-Hindiyye” veya “el-Fetavâ’l-Alemgiriyye”
adlı eserdir. Evrengzip, adaletin tevziinde etkinliği artırmak için fıkıh kitaplarında
dağınık halde bulunan kuvvetli görüşlerin kaza ve fetvaya esas olmak üzere tasnif
ve düzenlemesini emretmiş ve bu maksatla bir heyet oluşturmuştur. 1664-1672
yılları arasında sekiz yıllık bir çalışma sonucu eser tamamlanmış ve sultanın emri ile
devletin resmi makamlarınca uygulamaya konulmuştur. Ancak hukuk tarihçileri
tarafından tam bir kanunlaştırma olarak da sayılmamaktadır. Eserin sistematiği bir
kanun tarzında olmayıp klasik bir fıkıh kitabı tertibindedir. Ancak Hanefi
Mezhebi’nin muteber görüşlerini bir araya getiren önemli bir kaynaktır (Özel,
II,365, Aydın, s. 60).
Osmanlı Devleti’nde kanunlaştırmanın genellikte Tanzimat’la başlatıldığına
yukarıda işaret etmiş idik. Zira daha önceden Fatih ve Kanuni dönemlerinde
çıkarılan Kanunnâmeler, genellikle örfî hukuk sahasını düzenleyen hukukî
metinlerdir. Bu bakımdan Mecelle, Türk-İslâm Hukuk Tarihindeki ilk kanunlaştırma
olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan Mecelle oldukça önemli bir eserdir. İslâm
Dünyasındaki diğer kanunlaştırma faaliyetleri, genelde Mecelle’nin açmış olduğu
çığırdan devam etmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Kanunlaştırma ve Mecelle
Osmanlılar döneminde, Mecelle öncesinde Hanefi Mezhebi’nin sahih
görüşleri ile fetva veriliyor ve bazı Hanefi fıkıh kitapları esas alınıyordu. Fatih
döneminde Molla Hüsrev’in “Dürerü’l-Hükkâm fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm” adlı eseri,
daha sonraları da İbrahim Halebi’nin “Mülteka’l-Ebhûr” adlı eseri esas alınıyordu.
Bu iki eser resmi bir hüviyet kazanmıştı. Verilen hükümler bu iki esere dayanmakla
birlikte, gerektiğinde diğer fıkıh ve fetva kitaplarına da müracaat ediliyordu. Ancak
bu eserler, Padişah fermanı ile öncelikle müracaat edilmesi gereken hukuk kodu
olarak kabul edilmiştir. Özellikle İbrahim Halebi’nin Mülteka’sı “Mevkufât” adıyla
tercüme edilmiş ve 1648’de resmi hukuk kodu
MECELLE’Yİ HAZIRLAYAN SEBEPLER
Tanzimat, Osmanlı Devleti’nin hukukî, idarî, askerî ve sosyal yapısında köklü
değişikliklere sebep olmuştur. Hukukî değişikliklerin en önemlisi de kanunlaştırma
hareketlerinin başlamasıdır. Bu dönem, Batıda büyük kanunlaştırma hareketlerinin
olduğu bir zaman dilimidir. Hukukî sahadaki bu hareketlilik Osmanlı Devleti’ne de
tesir etmiştir. Bu dönemde hazırlanan kanunların en önemlisi, hiç şüphesiz
Mecelle’dir. “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye” diye anılan bu kanun mecmuasının
hazırlanmasına tesir eden sebepleri şu şekilde sıralayabiliriz.
Batı’nın Etkisi
Mecelle’nin hazırlanmasında en önemli sebeplerden birisi, Batılı devletlerin
baskısıdır. Osmanlı Devleti, XVI. yüzyılın ikinci yarısına kadar dünyanın en büyük ve
ileri devletlerinden birisi idi. Osmanlı Devleti’nde Türk-İslâm kültürünün üstünlüğü
düşüncesi hâkim idi. Ancak çeşitli sebeplerle Osmanlı Devleti eski ihtişamını
kaybetmeye başladı. Osmanlı Devleti geriye doğru giderken, Batı kendisini
yenilemiş ve büyük bir ilerleme kaydetmiştir. Bazı ilim ve devlet adamlarının gayret
ve çabaları bu geriye gidişi durduramamıştır. Özellikle batıdaki sanayi ve teknoloji
sahasındaki ilerlemeler, Osmanlı’yı iyice geri bırakmış, bunun sonucu olarak da
Batı’nın üstünlüğü fikri kabul edilmiştir.
Tanzimat Fermanı’na kadar gizli olan Batı’nın etkisi, bu ferman ve
kanunlaştırma hareketleriyle açıkça görülmeye başlamıştır. Hatta bu fermanın
Batılı devlet adamlarına danışılarak düzenlendiği de bilinmektedir. Reşit Paşa ve Âli
Paşa gibi bu dönemin önemli devlet adamları, Batılılaşmanın heyecanlı birer
taraftarıydılar. Bu dönemde Batı’dan bir medeni kanun iktibas edilmesi ve
Osmanlı’ya uyarlanması fikri açıkça söylenmeye başlanmıştı.
Mecelle’den önce de 1850 tarihli Ticaret Kanunu, Fransız Ticaret
Kanunu’ndan büyük ölçüde iktibasla hazırlanmıştı. Ayrıca bu yeni düzenlemelerde
gayrimüslim azınlıklara tanınan haklar yine Batılı devletlerin baskıları sonucudur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Kanunlaştırma ve Mecelle
Yeni Mahkemelerin Kurulması
Tanzimat’tan sonra, tek hâkimli klasik Osmanlı mahkeme sistemi geniş
ölçüde terk edilerek yargılamayı toplu bir hâkim heyetinin yaptığı yeni bir adlî
teşkilat kurulmaya başlanmıştır. Bu alandaki ilk teşebbüs, klasik Osmanlı
mahkemelerinin yanı sıra ticaret mahkemelerinin de kurulmasıdır. Bu mahkemeler
genelde on dört üyeden oluşmakta olup, başkanın dışındaki üyelerin yedisi
Osmanlı tebası, yedisi de Osmanlı ülkesinde yaşayan yabancı tüccarlardan
oluşmaktaydı. Bundan sonra farklı isimlerde yeni mahkemeler kuruldu ve bu
mahkemelerin üyeleri arasında gayrimüslim tebadan hakimler de yer almaya
başladı.
Bütün bu mahkemelerde görev yapanlar için acilen bir medeni kanuna
ihtiyaç hissediliyordu. Zira bu mahkemelerdeki üyelerin Dürer ve Mülteka gibi
klasik Arapça fıkıh kitaplarından istifade ile hüküm vermeleri mümkün değildi. İşte
yeni kurulan bu nizamiye mahkemelerinin hâkimlerinin anlaşılabilir bir medeni
kanun ihtiyacı, devrin hukukçularını böyle bir kanun hazırlamaya zorlamıştır.
Hâkimlerin Yetersizliği
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, medreselerdeki eğitim zayıflamış,
İslâm hukukuna vakıf yeterli sayıda hukukçunun yetişmesi güçleşmişti. Zira fıkıh
kitaplarında ve fetva mecmualarında aranan hükmün bulunması ve davaya
uygulanması, iyi bir hukuk birikimini gerektiriyordu. Bu dönemde, bu hukukî
donanıma sahip kimselerin sayısı oldukça azdı.
Nitekim Mecelle’nin hazırlanış sebeplerini tahlil eden Esbâb-ı Mucibe
Mazbatası’nda da bu hususa temas edilmekte, nizamiye mahkemelerine aza
bulmak şöyle dursun, şerî mahkemelere yeterli hâkim bulmakta bile müşkilât
çekildiği, açık bir şekilde belirtilmektedir. Yeni kurulan nizamiye mahkemeleri
hâkimlerin fıkıh kitaplarından istifadede yeterli olmamaları, Türkçe ve açık bir dille
yazılan Mecelle gibi bir eserin telifinde önemli bir rol oynamıştır.
Hanefi Mezhebi’nin Genişliği
Osmanlı Devleti’nin resmî mezhebi olarak kabul edilen Hanefi Mezhebi,
amelî mezhepler içinde en çok yayılan bir mezhepti. Bunun sonucu olarak da
zengin bir hukuk malzemesi ortaya çıkmıştı. Bir devlet mezhebi olarak sürekli
uygulamada kalan Hanefi Mezhebi’ndeki farklı görüş ve fetvalar oldukça fazla idi.
Uygulamadaki birlikteliği sağlamak için özellikle Hanefi Mezhebi’nin sahih görüşleri
(Esahh-ı Akvâl) ile hükmedilmesi esası getirilmişti. Zira bu kadar geniş uygulama
alanı bulan bir mezhebin görüşleri arasında hukukî bir kargaşaya meydan
verilmemesi için bazı kaide ve kurallara uyma zorunluluğu getirilmişti. Nitekim bu
temel kurallar, “Resmü’l-Müftî” adı altında yazılan eserlerde toplanmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Kanunlaştırma ve Mecelle
Hâkimlerin işlerini kolaylaştırmak için her birinin müracaat edip hüküm
verebileceği bir kanun metnine ihtiyaç vardı ki bu metin Mecelle olmuştur. Yine
Mecelle’nin Esbab-ı Mucibe Mazbatası’nda, hazırlanış sebeplerinden birisi olarak
bu hususa temas edilmektedir.
İktisadî ve Sosyal Gelişmeler
Tanzimat öncesi ve sonrası iktisadî ve sosyal hayatta köklü değişiklikler
olmuştur. İşte bu değişiklikler, yeni bir medeni kanuna ihtiyaç hissettirmiştir.
Mecelle’nin hazırlanışında prensip olarak Hanefi Mezhebi’ndeki kuvvetli görüşler
alınmakla birlikte, durum ve şartlara göre zayıf olan fetvalar da alınmıştır. Ancak
Hanefi Mezhebi dışındaki diğer amelî mezheplerden istifade yoluna gidilmemiştir.
Sonradan çıkarılan 1917 tarihli “Hukuk-ı Aile Kararnâmesi”nde, bu prensip terk
edilmiş, ihtiyaç duyulan bazı meselelerde diğer mezheplerin görüşleri de tercih
edilmiştir.
Zamanın Değişmesiyle Hükümlerin de Değişmesi
Sosyal hayattaki değişim ve gelişmeler, bazı hukukî değişiklikleri de
beraberinde getirmektedir. İslâm hukukunun aslî kaynakları Kitap, Sünnet, İcmâ ve
Kıyas olmakla birlikte, İstihsan, Mesalih-i Mürsele ve Örf gibi bazı ferî delillere itibar
edilerek içinde bulunulan çevrenin sosyal ve iktisadî şartlarının etkisi göz ardı
edilmemiştir. Sosyal hayattaki değişim, ahkamda da değişimi gerekli kılmıştır.
Nitekim bu husus Mecelle’de ihmal edilmemiş, doksan dokuz küllî kaidenin içinde
otuz dokuzuncu kaide olarak yerini alarak: “Ezmânın tagayyuru ile ahkâmın
tagayyürü inkâr olunamaz”. Denilmiştir.
Ancak Mecelle’nin Esbâb-ı Mucibe Mazbatası’nda bu değişimin nasıl olacağı
şu şekilde ifade edilmiştir: “Kaldı ki asırların değişmesiyle örf ve âdete dayanan
fıkhî meseleler de değişiklik gösterir…” Bu ifadeden anlaşılıyor ki zamanla
değişebilen hükümler, örf ve adet üzerine bina edilen hükümlerdir. Kur’an ve
Sünnete dayanan temel hukukî prensiplerde böyle bir değişim söz konusu değildir.
Zamanla değişen ve değişmeyen hükümlerin tespiti ve ona göre hüküm
verilebilmesi için Mecelle gibi yeni bir kanun metnine ihtiyaç duyulmuş ve gereği
yerine getirilmiştir.
MECELLE’NİN HAZIRLANIŞI
Tanzimat’tan sonra, yeni bir medeni kanun hazırlama fikri, Osmanlı devlet
adamlarını uzun süre meşgul etti. Yerli ve millî bir kanun yapma eğiliminde
olanların teşebbüsüyle, “Metn-i Metin” adında bir kanun hazırlamak için bir
“Cemiyet-i İlmiye” teşkil edilmiş ve bu görev onlara verilmişti. Ancak bu heyet bir
müddet çalıştı ise de bir sonuç elde edemeden dağılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Kanunlaştırma ve Mecelle
Bu arada yabancı bir ülkenin medenî kanununu alma fikri ortaya atıldı. Bazı
Osmanlı devlet adamları da Fransız Kod Sivil’inin (Code Civile) iktibas edilmesini
teklif ettiler. Bu düşüncede olan devlet adamlarının başında Sadrazam Âli Paşa ve
Ticaret Bakanı Kabûlî Paşa geliyordu. Fransa da özellikle İstanbul’daki büyük elçiliği
vasıtası ile bu işi organize etmekte idi.
Diğer taraftan Ahmet Cevdet Paşa’nın başı çektiği bir grup devlet adamı ise
yabancı bir ülkenin medenî kanununun alınmasına karşı çıkıyorlardı. Nitekim
Ahmet Cevdet Paşa’nın da taraftar olduğu kendi hukukî birikimimize dayalı bir
tedvinin yapılması fikri ağır bastı ve böylece Mecelle’nin hazırlanmasına karar
verildi. Ahmet Cevdet Paşa’nın başkanlığında bir heyet teşkil edilerek Mecelle’nin
telifine başlandı. Mecelle cemiyeti yoğun bir çalışma ile Mecelle’nin başındaki yüz
maddelik Mukaddime ve “Kitabu’l-Büyu”’u hazırladılar. Hazırlanan bu metin,
öncelikle Şeyhülismalmığa ve ileri gelen hukukçulara takdim edildi. Gelen tenkitler
doğrultusunda gerekli düzeltmeler yapıldı. Bu ilk kitap padişaha arz edilmiş, 8
Muharrem 1286’da (20 Nisan 1869) padişahın tasdikiyle kanunlaşarak yürürlüğe
girmiştir.
Mecelle’nin Esbâb-ı Mucibe Mazbatası, fıkhın tarifi ve doksan dokuz küllî
kaideyi ihtiva eden Mukaddime’yi ve ilk kitap olan Kitabu’l-Büyu’u hazırlayan
Mecelle cemiyetinde şu üyeler bulunmaktaydı: Divân-ı Ahkâm-ı Adliyye Nazırı
Ahmet Cevdet Paşa, Evkâf-ı Hümâyûn Müfettişi Seyyit Halil, Şurayı Devlet
azasından Seyfettin, Divân-ı Ahkâm-ı Adliyye azasından Seyyit Ahmet Hulusî ve
Seyyit Ahmet Hilmi, Şurâyı Devlet azasından Mehmet Emin ve Mecelle Cemiyeti
azasından İbn-i Abidinzâde Alaaddin.
Mecelle bir bütün olarak hazırlanıp neşredilmemiş, her kitap hazırlandıkça
padişahtan irade-i seniyye alınarak yürürlüğe konulmuştur. Mecelle on altı kitap
yaklaşık sekiz yılda hazırlanıp padişahın oluru ile yürürlüğe girmiştir. Bu eserde yer
alan on altı kitap sırasıyla şunlardır: Büyu’, İcâre, Kefâlet, Havâle, Rehn, Emânât,
Hîbe, Gasb ve İtlâf, Hacr, İkrah ve Şuf’a, Şirket, Vekâlet, Sulh ve İbrâ, İkrar, Dava,
Beyyinât ve Tahlif, Kaza.
Bu arada Ahmet Cevdet Paşa da Divan-ı Ahkâm-ı Adliyye nazırlığından ve
Mecelle Cemiyeti başkanlığından azledilmiştir. Ancak Ahmet Cevdet Paşa
olmaksızın bu işin yürümediği anlaşılarak yeniden Mecelle cemiyeti başkanlığına
getirilmiştir. Onun yokluğunda hazırlanan “Kitabu’l-Vedîa” gibi bazı bölümler,
oldukça zayıf kalmış, sonradan Ahmet Cevdet Paşa tarafından yeniden kaleme
alınmıştır. Yukarıda saydığımız cemiyet üyelerinden zamanla ayrılanlar olduğu gibi,
yeni eklenenler de olmuştur.
İsviçre Medeni Kanunu’nun tercüme edilip 1926’da yürürlüğe girmesiyle,
Mecelle’nin uygulanmasına son verilmiştir. İsviçre Borçlar Kanunu da tercüme
edilerek meriyete konulmuştur. Osmanlı Devleti döneminde büyük tartışma ve
gürültülerle hazırlanıp uygulanan Mecelle, böylece tarihe mal olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Kanunlaştırma ve Mecelle
Osmanlı Devleti’nin haricindeki birçok ülkede son zamanlara kadar
Mecelle’nin uygulanmakta olduğunu görmekteyiz. Mecelle, Lübnan, Mısır, Suriye,
Ürdün, Irak, Balkan ülkeleri ve İsrail gibi eski Osmanlı topraklarında bazı ufak
değişikliklerle son yıllara kadar uygulanmıştır.
MECELLE ÜZERİNE YAPILAN ÇALIŞMALAR
Abdüssettar Efendi (ö.1304/1886)
Aslen Kırımlı olup uzun müddet İstanbul’da Mekteb-i Hukukta müderrislik
yapmıştır. Mecelle’nin 13, 14, 15 ve 16. kitaplarının hazırlanmasında heyette aza
olarak çalışmıştır. Mekke-i Mükerreme mollalığına tayin edilmiş, haccını ifa ettikten
kısa bir müddet sonra Taif'te vefat etmiştir. Fıkıh sahasında derin malumatı olan
Abdüssettar Efendî’nin zamanın Şam müftüsü Mahmut Hamza Efendî ile fıkhî
mevzularda karşılıklı yazışmaları vardır. Mecelle’nin kaidelerini şerh ettiği
“Teşrihu'l-Kavâidi'l-Küllîye “si İstanbul’da 1301 de basılmıştır. Ayrıca Mecelle’nin
baştan 700 maddesini de şerh etmiş, bu da basılmıştır. Medhal-i Fıkıh adlı Türkçe
eseri de matbudur.
Mecelle’nin ilk şerhlerinden olan Teşrih’i için Ahmet Cevdet Paşa Arapça bir
takdim yazmış ve bu takdimde Mecelle’nin kaynaklarının ekserisini toplamıştır
(Ebû'l-Ulâ Mardin, s. 169-170).
Mes'ud Efendi ( ö.1310/1892)
Aslen Kayserili olup kendi memleketinde bir müddet müftülük yaptıktan
sonra İstanbul’a gelmiştir. Mecelledeki maddelerin kaynaklarını gösteren Arapça
olarak kaleme aldığı “Mir’at-ı Mecelle “adlı eseri meşhurdur.
Ebû'l-Ulâ Mardin, onun hakkında şöyle diyor: “Mecelle’nin kaynakları ile ilgili
olarak Kayseri müftüsü asrımızın füzelâsından Mes'ud Efendî’nin Mecelle Cemiyeti
tarafından dahi tetkik ve takdir edilmiş bulunan Mir'at-ı Mecelle adlı kitabına
müracaat edilmelidir (Ebû'l-Ulâ Mardin, s. 169). Nitekim eserin başında da şerhin
kaynakları verildikten sonra, Mecelle Cemiyeti tarafından tetkik edildiğini ve
fevkalâde bulunduğu kaydediliyor. Müellif eserinin başında, Mecelle’de bulunan
meselelerin asıllarını görmek isteyen ehli ilme kolaylık olması ve fetva için de bir
kaynak olarak müracaat edilmesi için kaleme aldığını belirtiyor ve eserini II.
Abdülhamid'e takdim ediyor.
Mecelle’nin kaynakları ile ilgili ilk eser olduğu ve Arapça olarak da kaleme
alındığı için bütün İslâm Âleminde hüsnü kabul görmüş ve ilk olarak İstanbul’da
1302 de basılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Kanunlaştırma ve Mecelle
Âtıf Efendi (ö.1316/1898)
Evkaf-ı Hümayun idare meclisi reisi ve Mekteb-i Mülkiye-i şahane’de Mecelle
ve Kanunu Arazi muallimi Kuyucaklızade Âtıf Muhammed Efendî’nin Mecelle şerhi
de en çok meşhur olanlardan birisidir. Atıf Efendî’nin “Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye
Şerhi ve Kavâid-i Fıkhîyye’nin İzahı “adlı bu eseri 1339 da İstanbul’da basılmıştır. Bu
şerhte müellif kaideleri geniş bir şekilde izah eder ve zaman zaman diğer Mecelle
maddelerine atıflarda bulunur. Mecelle şerhini şirketler kitabına kadar
getirebilmiştir. Bundan başka ders olarak okuttuğu Arazi Kanunnamesi şerhi de
1319 da İstanbul’da basılmış ve epeyce meşhur olmuştur.
Süleyman Hasbî Efendi (ö.1327/1909)
Kendisi bir müddet şerî hakimlik ve müftülük yapmış, sonradan saray
kâtipleri arasına girmiştir. Mecelle’nin küllî kaidelerini izah ve şerh eden “Tafsîl
“adlı eseri 1299 da İstanbul’da basılmıştır. 258 sahifelik bu eserinde müellif, küllî
kaidelerin ayet ve hadislerden kaynaklarını veriyor. Misal olarak verdiği fürû
meseleleri, bazen kaynak kitaplardan Arapça ibareleri ile aynan naklediyor. Bu
bakımdan diğer şerhlerden farklılık arz ediyor.
Ali Haydar Efendi (ö.1355/1936)
Temyiz-i Hukuk Mahkemesi reisi ve Mekteb-i Hukuk (İstanbul Hukuk
Fakültesi)’ta Mecelle hocalığı yapmıştır Daha sonraları fetva eminliği ve Adliye
Nazırlığı yapmıştır. Mecelleyi “Dureru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm “adı ile
şerh etmiştir. Mecelle’nin başındaki küllî kaidelerin şerhi ise, müstakil bir kitap
olarak basılmıştır. Dureru'l-Hukkâm, Mecelle’nin en mufassal ve en meşhur
şerhidir. Gerek İstanbul ve Anadolu’da, gerekse bütün İslâm Âleminde haklı bir
şöhrete sahib olmuştur. Dört büyük ciltlik bu eser, Fehmi el-Hüseyni tarafından
Arapçaya tercüme edilmiş ve Hayfa, Gazze ve Kahire’de defalarca basılmıştır. Son
dönemlerde Arapçaya tercüme ihtiyacı duyulan en çok istifade edilen ve aslı
Türkçe olarak kaleme alınmış nadir eserlerden birisidir. İslâm Âleminde
muamelatla ilgili olarak yapılan çalışmaların büyük bir kısmında Ali Haydar
Efendî’nin Dureru'l-Hukkâm'ı en önemli kaynaklar arasındadır.
Mansurîzâde Mehmet Said Bey
Mehmet Said Bey, “Tatbikat-ı Mecelle “adlı eserinde, Büyu’ kitabından
başlamak üzere, Mecelle’nin bütün bahislerini küllî kaidelere tatbiki cihetine
gitmiştir. Müellif, kitabın başında Mecelle’nin hiçbir meselesi haric kalmamak
şartıyla küllî kaidelere tatbikin yapılacağını söylüyorsa da, ne kadarını ikmal
edebildiğini bilmiyoruz. Sadece Büyu’ kitabı bu şekilde bitirilmiş ve 1328’de
İstanbul’da basılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Kanunlaştırma ve Mecelle
Gelibolulu Mehmet Rifat Bey
Dava vekillerinden Gelibolulu Mehmet Rifat Bey’in “Tevafukat-ı Kavâid-i
Küllîye “adlı eseri, fürû meselelerin küllî kaidelere nasıl tatbik edileceğini
göstermek için yazılmıştır. Müellifin Mukaddimede kaydettiğine göre, bazı
mahkemelerde kanun maddesi bulunmaksızın, küllî kaidelere dayanılarak kararlar
verilmekte ve bu kararlar da temyiz mahkemesince bozulmaktadır. Yine
müellifimize göre, küllî kaidelerden istifade, lüzumlu ise de, bunların kanun
maddelerine tatbiki oldukça zordur. Ayrıca tecrübe ve tetebbuatı gerektirmektedir.
Onun için de müellif böyle bir eser yazma cihetine gitmiştir. Eserde Mecelle’nin
doksan dokuz küllî kaidesinin her birisine tekabül eden ilgili diğer Mecelle
maddelerini de gösterilmiştir, Kitap 1313 de İzmir’de basılmıştır.
Ahmet Şükrü
Sivas mebusu Ahmet Şükrü tarafından “Tevşih-i Kavâid-i Fıkhîyye “adı altında
kaleme alınmıştır. Mecelle’nin doksan dokuz küllî kaidesinin fürûdan misaller
verilerek şerh ve izahları yapılıyor. Daha çok mübtediler için yazılan eser, 1327 de
İstanbul’da basılmıştır.
Ahmet ez-Zerka
Ahmet b. Muhammed ez-Zerka 1285/1868 de Haleb’de doğmuş ve orada
yetişmiş alimdir. Mustafa ez-Zerka’nın babasıdır. Mustafa ez-Zerka’nın
bahsettiğine göre, babası uzun yıllar küllî kaideleri ders olarak okutmuş ve bütün
şerhlerini de gözden geçirmiştir. Hatta Ali Haydar Efendî’nin Mecelle şerhi o zaman
daha arapçaya tercüme edilmediği için İstanbul’dan Türkçe nüshasını getirtmiş
Türkçe bilenler vasıtasıyla bu eserden de istifade etmiştir. Müellif kendinden
önceki şarihlerin yazdıklarını olduğu gibi kabul etmez. Tetkik eder, tartışır, ondan
sonra neticede kabul veya reddeder. Ayrıca kabul veya red sebebini de açıklar.
Müellif, küllî kaidelerin tedrisine ve bu şerhe ömrünün son yirmi yılını vermiştir. Bu
zaman zarfında, kaynak kitaplarda küllî kaidelerle ilgili ne bulmuşsa, değerlendirmiş
ve bu kitabına almıştır. Bu bakımdan bu şerh daha önceki şerhlerin hiçbirinde
bulunmayan hususiyetler taşımaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Özet
Kanunlaştırma ve Mecelle
•Kanunlaştırma, dağınık bir halde olan hukuk kurallarının, yazılı bir
kanun metni halinde toplanıp meriyete konulmasıdır. Daha önce elde
bazı yazılı hukukî metinler olmakla birlikte, kanunlaştırma Batıda
XVIII. yüzyıldan itibaren başlamıştır.
•İslam dünyasında ise, amelî mezheplerin yeni ortaya çıktığı
dönemlerde bazı teşebbüsler olmuşsa da, modern manada bir
kanunlaştırma ancak Mecelle ile gerçekleşmiştir. Fetevâyı
Tatarhâniyye ve Fetevâyı Hindiyye gibi eserler bu gaye ile telif edilmiş
ise de sistematik ve uygulama açısından tam bir kanunlaştırma
sayılmamıştır. Osmanlı Devleti’nde Molla Hüsrev’in Dürer’i ve İbrahim
Halebî’nin Mülteka’sı fetva ve kazada iki önemli kaynak olarak kabul
edilmekle birlikte, yine de kanunlaştırma olarak kabul edilmiyor.
•Büyük Osmanlı hukukçusu ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa’nın
gayretleriyle Mecelle Cemiyeti kurulmuş ve sekiz yıllık bir sürede
Mecelle’nin on altı kitabı kaleme alınıp padişahın onayı ile meriyete
konulmuştur. 1926’da İsviçre Medeni Kanunu tercüme edilip
uygulandıktan sonra da Mecelle meriyetten kalkmış ve tarihteki yerini
almıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Kanunlaştırma ve Mecelle
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdaki tabirlerden hangisi kanunlaştırma karşılığı olarak kullanılmaz?
a) Taknîn
b) Codificaiton
c) Reception
d) İktibas
e) Tercüme
2. Aşağıdakilerden hangisi İslâm Dünyasında ilk kanunlaştırma örneklerinden
sayılmaz?
a) Muvatta
b) Dürerü’l-Hükkâm
c) el-Mebsût
d) Mülteka
e) Fetavayi Hindiyye
3. Aşağıdakilerden hangisi Mecelle’yi hazırlayan sebeplerden birisi sayılmaz?
a) Batının etkisi
b) Osmanlı Devletinin genişlemesi
c) Yeni mahkemelerin kurulması
d) Hakimlerin yetersizliği
e) Hanefi mezhebinin genişliği
4. Aşağıdakilerden hangisi Mecelle heyetinde üye değildir?
a) Ebu’l-Ula Mardin
b) Ahmet Cevdet Paşa
c) İbn Abidinzade
d) Ahmet Hilmi
e) Seyyit Halil
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Kanunlaştırma ve Mecelle
5. Aşağıdakilerden hangisi Mecelle’nin en meşhur şerhi olarak kabul
edilmiştir?
a) Zahiru’r-Rivaye
b) Ruhu’l-Mecelle
c) Tatbikat-ı Mecelle
d) Dürerü’l-Hükkâm
e) Tevşîhi Kavâdi Fıkhıyye
Cevap Anahtarı
1.e ,2.c ,3.b ,4.a ,5.d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Kanunlaştırma ve Mecelle
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Abdüssettar Efendi, Teşrîhu'l - Kavâdi'l -Külliye, İstanbul, 1301.
Ahmet ez - Zerka, Şerhu’l- Kavâidi'l - Fıkhiyye, Beyrut, 1983.
Ahmet Şükrü, Tevşîh - i Kavâid - i Fıkhiyye, İstanbul, 1327.
Akgündüz, Ahmet, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, İstanbul, 1990.
Ali Haydar, Dureru’l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 3. baskı, İstanbul, 1330.
Atıf Bey, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye Şerhi, İstanbul, 1339.
Aydın, Mehmet Akif, İslâm ve Osmanlı Hukuku Araştırmaları, İstanbul, 1996.
Baktır, Mustafa, “Mecelle’nin Küllî Kaideleri ve Ahmet Cevdet Paşa”, Ahmet Cevdet
Paşa Sempozyumu, Ankara, 1997, s. 315-321.
Bilge, Necip, Hukuk Başlangıcı Dersleri, Ankara, 1977.
Ebu’l-Ulâ Mardin, Medenî Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa, İstanbul, 1946.
Gelibolulu M. Rifat, Tevafukat-ı Kavaid-i Külliye, İzmir, 1313.
Gözübenli, Beşir, “Türk Hukuk Tarihinde Kanunlaştırma Faaliyetleri ve Mecelle”,
Ahmet Cevdet Paşa Sempozyumu, Ankara, 1997, s. 285-299.
Gür, A. Refik, Hukuk Tarihi ve Tefekkürü Bakımından Mecelle, İstanbul, 1975.
Kaşıkçı, Osman, İslâm ve Osmanlı Hukukunda Mecelle, İstanbul, 1997.
Koca, Ferhat, “el-Fetava’t-Tatarhaniyye” maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, İstanbul, 1995, XII, 446-447.
Mansurizade Mehmed Said, Tatbikat-ı Mecelle, İstanbul, 1328.
Mecelle (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye), İstanbul, 1978.
Mes'ud Efendi, Mir'at-ı Mecelle, İstanbul, 1302.
Özel, Ahmet, “el-Âlimgiriyye” maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul, 1989, II, 365-366.
Öztürk, Osman, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İstanbul, 1973.
Süleyman Hasbi Efendi, Tafsîl, İstanbul, 1299.
Velidedeoğlu, Hıfzı Veldet, “Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat”, Tanzimat I,
İstanbul, 1999, s. 139-209.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Download