bilimname IV, 2004/1, 143-160 PROF.DR.CİHAT TUNÇ İLE SÖYLEŞİ Menderes Gürkan Yrd.Doç.Dr., Erciyes Ü. İlahiyat F. [email protected] Sayın hocam, siz Türkiye’de daha çok bir akademisyen, kelam bilgini olarak tanınmaktasınız. Müsaade ederseniz sizi gerilere, çocukluk döneminize götürmek istiyorum. Çocukluk yıllarınız hakkında okuyucularımızla paylaşmak istediğiniz neler var, söyleyebilir misiniz? Teşekkür ederim, Menderes Bey! Bizim çocukluk yıllarımız sizlerin veya şimdiki çocukların yılları gibi pek parlak değildi. Çünkü bizim çocukluk yıllarımız 1930’lu yılların sonu ve sonrası yıllara tesadüf ettiği için, o dönemler II. Cihan Harbi veya şimdiki tabiriyle II. Dünya Harbi’nin arifesi, harbin devamı ve harp sonrası, dolayısıyla memleketimizde belli ölçüde kıtlık var; dilim varmıyor ama, ölçülü yaşamaya, ölçülü harcamaya ve ölçülü yemeye mecbur olduğumuz bir dönemdi. Hatta 10-15 sayfadan ibaret olan o eski nüfus cüzdanlarında ekmek karnesi verildi, gaz karnesi verildi, şeker karnesi verildi gibi mühürler vardı. Çünkü gerçekten o zaman insanlara nüfus başına belli ölçülerle gıda veriliyordu. Onun için işte bizim hiç oyuncağımız olmamıştır. Bizim oyuncağımız bezden yapılan top, efendim çift toynaklı hayvanların, oranın tabiriyle –babuk- dedikleri sopalarla oynanan o çeşit şeyler veya demir bilye gibi oyuncaklar ve yine değneklerden yapılmış çelik-çomaklar. Bizim dönemimizde 7 yaşını doldurmadan okula almazlardı. Dolayısıyla ben de, 7 yaşına gelince evimizin yakınında olan Sakarya ilkokuluna başlamış oldum. 1949 yılında da üçüncülükle okulu bitirdim. Bundan sonra 1949-50 öğretim yılında Burdur’daki ortaokula başladık. Tam ortaokulu bitirdiğimiz sene, lise kısmı Burdur Lisesi adıyla açılınca, lise öğrenimine başladık ve 1956 yılında mezun olduk. Lise son sınıfa gelince Edebiyat ve Fen kolu diye ikiye ayrılırdı öğrenciler. Burdur lisesinin ben o zamanki müfredatı itibariyle Fen kolundan mezundum. Ağabeyim İstanbul Yıldız Teknikokul mezunu elektrik mühendisi olduğu için beni de o şekilde yönlendiriyordu. Teknik Üniversiteye gitmemi istiyordu. Fakat İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girmek için onların ayrıca eleme sınavları vardı. Tabi Burdur gibi küçük bir yerde şimdiki gibi özel dershaneler, özel hocalar yok. Biz kendi imkanlarımızla neler yaptıysak da, o sınavlarda başarılı olamadık. Şöyle ki, yüz kişi alacaklarsa, üçyüz-dörtyüz kişi müracaat ederdi. Büyük amfilerde İstanbul’da yazılı sınavlara tabi tutuluyoruz. Ayrıca teknik resim diye de bir dersten sınava tabi tutuluyorduk ikinci gün. Tabi biz o dersi hiç görmemişiz. O itibarla inşaat kısmını tutturamadık. Maden bölümüne yedekten ismimiz çıktı, fakat o yönde de fazla bilgimiz olmadığın- 144 Menderes Gürkan dan Maden mühendisliğinde ne yapacağız diye gitmedik. Ayrıca o sene, İTÜ İktisat fakültesi de özel imtihan yaptı. Onun sınavlarına da girdim. Oradan da yine yedekten ismim çıktı. Fakat şöyle bir durum var. Biz belli ölçüde dindar ailenin çocuklarıyız. Amcam Çanakkale’de şehid olmuş, babam da I. Dünya harbine iştirak etmiş, Suriye-Filistin cephesinde harp etmiş. Hatta İngilizler’e Mısır-Süveyş’te esir düşüyor. 18 ay da esareti var. Esirlikten kurtulup geldikten sonra bu defa, Kurtuluş Savaşı’na iştirak ediyor, eski tabirle İstiklal Harbi’ne ve kendisi İstiklal Harbi gazisidir. Ankara Haymana’dan düşmanın peşine takılıyorlar, harp ede ede neticede İzmir’de 9 Eylül’de düşmanı denize dökene kadar devam ediyorlar, böylece 7-8 sene de hatta onun tabiriyle yaklaşık olarak 10 sene de askerliğini yapıyor. Dolayısıyla da böyle bir dindar ailenin çocuğuyuz. Zaten benim ismimi Cihat koymasının sebebi, kardeşi Çanakkale’de şehid olduğu için, onu hatırlayayım diye koymuş. Bundan şuraya geleceğim; biz işte kendimizce o küçük çevredeki edindiğimiz kültürün etkisiyle doktor olmayı aklımızdan geçirmedik. Şöyle ki, biraz çocukluk korkusu, kan tutar beni gördüğüm zaman, etkilenirim. Onun için oraya gitmedik. Benim arkadaşlarımın çoğu hiç sınavsız Tıp fakültesine girdi, çünkü o dönemde öyle özel sınav yapan fakülteler çok azdı. Yukarıda söylediğim birkaç yer hariç, diğerlerine sınavsız lisedeki bitirme derecesiyle alınıyordu. İşte benden çok zayıf olanlar Tıp fakültesine olsun, Hukuk fakültesine olsun gittiler, ama biz, Hukuk fakültesine gitsek yanlış karar verip günaha gireriz; bilmem avukat olursak, suçluları suçsuz, suçsuzları suçlu yapabiliriz endişesiyle oraları hiç düşünmedik. Yine akrabamdan olan, belki onun etkisi olmuştur, Mehmet Sait Hatiboğlu bizden iki sene önce İlahiyat’a başladığı için, biz de onun peşinden İlahiyat fakültesine gitmeye karar verdik. Hatta dediğim gibi bu nedenlerle yedekten kazandığım yerlere de gitmedim. Hocam müsaadenizle burada araya girmek istiyorum. Dindar bir çevrede yetiştiğinizi; ailenizin, çevrenizin dini konulara yatkın olduğunu söylediniz. Hatırladığınız kadarıyla, çevrenizdeki insanların dini sıkıntıları var mıydı? Birtakım zorluklar söz konusu muydu? Bilhassa 1950 yılına kadar olan dönemde ufak tefek zorluklar ve sıkıntılar var. Bizim Burdur vilayeti küçük bir vilayet olmasına rağmen, tabiri hoş görün, kraldan fazla kralcı geçinen idareciler insanları herhangi bir şekilde Kur’an’ın metnini okumaya ve öğrenmeye veya dini bilgiler elde etmek için bir hoca efendiye gitmeye izin vermiyorlardı. Yine büyüklerimizin anlattığına göre, pek çok evlerde bulunan Kur’an hariç, Arapça, eski harflerle yazılı bütün kitapları halk evlerinde toplayıp depolamışlar, bir kısmını da insanlar çuvallara koyup evlerinin bahçelerine gömmüşler. Bunu yine babamdan bir hatıra olarak naklediyorum. Babam bu konulara az da olsa meraklı bir kişiydi. Bu halk evinde toplanan kitapların tasnifinde de bulunmuş. O günün müftüsü ve vaizi durumunda olan biraz önce bahsettiğim Mehmet Sait Hatiboğlu’nun babası Mısır’da tahsil görmüş, Burdur’un vaizliğini, müftülüğünü yapmış bir kişi. Onun döneminde işte babamı da yanında götürmüş. Onun ayırdığı kitapların bir kısmını müftü efendinin kendi evine götürdüklerini, taşıdıklarını söyler- Prof.Dr.Cihat Tunç İle Sö yleşi 145 lerdi. Ben namaz surelerini bile evde babaannemden öğrendim. O elime elif cüzünü verip okuyor. Halbuki ben daha elif nedir bilmiyorum. Babaannem okuyor, ben onun dediğini tekrar ediyorum. Böylece namaz surelerini ezberledik. Ama 1950’de iktidar değişince biraz daha serbestlik oldu ve 1949’da ilkokul 5’teyken ilk defa o sene ilkokullara din dersi kondu, haftada iki saat din dersi okuduk ve uzun süre o din dersi kitabını ben fakülteyi bitirene kadar saklamışımdır. Sonradan biz askere gidip memuriyete geçince onlara sahip çıkan olmamış, kayboldu o kitap. Yani dini yönden çok fazla serbestlik yoktu. Hocam ifade ettiniz, bazı fakültelerin imtihanlarına girmişsiniz, yedekten kazandığınız halde belli endişelerinizden dolayı tercih etmemişsiniz ve yine ifade ettiğiniz gibi, Mehmet Sait Hatiboğlu’nun da sanırım örnekliğiyle ilahiyat fakültesine girme arzusu sizi herhalde ilahiyat fakültesine taşımış. O yıllara ait hatırladığınız ilk günleriniz, anılarınız, bizimle paylaşmak istediğiniz neler var? 1956-57 öğretim yılında ilahiyat fakültesine kaydoldum. Malumunuz ilahiyat fakültesi Ankara Üniversitesinin bir fakültesi olarak 1949 yılında eğitim ve öğretime başlamış, Dil Tarih Coğrafya Fakültesine sanki bağlı imiş gibi oradan hocalar geliyor. İşte 1953’te ilk mezunlarını veriyor. Dolayısıyla 53-54-55-56 öğretim yıllarını sayarsak Fakülte üç dönem mezun verdikten sonra biz geliyoruz. Bizim fakülteye girdiğimiz sene ilk defa birinci sınıfta 80 kişi kayıtlı idi. Daha önceki sınıflarda 15-17, hatta ikinci sınıf yani bizim başladığımız senenin ikinci sınıfında zannedersem on iki kişi veya dokuz kişi vardı. Fakat bizim dönem, önceki dönemlere nazaran hem öğretim üyeleri hem de derslerin oturmuşluğu yönünden daha şanslı idi” Hocam, sınıflar toplama öğrencilerden mi oluşturuluyordu? Pek toplama demeyeyim de, meraklı olanlar geliyor. Bizim gibi böyle ilahiyat eğitimini yapmak isteyen, gönül verenler geliyordu. Onun için herhangi bir şekilde toplama bahis konusu değil, belki imam hatiplerde biraz toplama olurdu. Köylere, kasabalara gidip okulu ve geleceğini tanıtırsınız. Ama fakülte için böyle bir tanıtma yok. Ancak belki sınıf arkadaşları birbirlerini bu konuda bilgilendirirlerdi, meraklı buldukları arkadaşlara tavsiye ediyorlardı , bir ilahiyat fakültesi var, gelir misiniz? Çünkü ben ilahiyat fakültesinde öğrenciyim dediğim zaman, memlekette o ne demek oradan ne çıkıyor diye sorarlardı. Hatta yine bir anımı anlatayım; ikinci sınıftayken biraz komik esprili bir arkadaş vardı, bizden bir sene sonra geldiler. Bilecik, Söğüt tarafından. Tabi trenle gidip geliyorlar. Karayolları şimdiki gibi gelişmiş değil. Biz hep Ankara’ya trenle gidip geliyoruz. Trende yolcularla konuşulurken biz talebeyiz denince, nerede okuyorsunuz, ne yapıyorsunuz diye sorulduğu zaman; ilahiyat fakültesindeyiz demişler. Burayı bitirince ne olacaksınız? diye sordukları zaman; espri olsun diye, “yüksek minare mühendisi çıkar buradan” amca, demiş arkadaş. Böyle bazen ilahiyat dediğiniz zaman bu kelimeyi duymamış kişilerde, ziraat fakültesi mi diye çağrışım yapıyor. Yani ilahiyat terimi çok sonra insanların diline, lügatine girdi. Bu itibarla bir toplamadan bahsetmek mümkün değil. Yani daha çok me- 146 Menderes Gürkan raklılar, bir takım dini kültür almış kişiler gidiyor. Tabi biz ilk mezunlara nazaran öğretim üyeleri ve dersler bakımından çok şanslıyız. Mesela bunlardan biri ordinaryüs profesör Hilmi Ziya Ülken. Bu hoca bize felsefe derslerine gelirdi. İşte sosyoloji dersine yeni doçent olmuş hem hukuk fakültesi, hem fark dersleri vererek siyasal bilimler mezunu, kendisinin Urfalı olduğunu söylediği Mehmet Taplamacıoğlu. Bizim psikoloji hocamız Prof.Dr. Bedii Ziya Eğemen idi; psikoloji ve pedagoji derslerini verirdi. Sabri Şakir Ansay diye bir hocamız var, İslam hukuku profesörü, hukuk fakültesinde Roma hukuku derslerini de veriyor. Yine ordinaryüs profesör, Ankara Üniversitesi rektörlüğü de yapmış Suut Kemal Yetkin, Sanat Tarihi hocası. Yine Yugoslavyalı Muhammet Tayyip Okiç, hadis ve tefsir profesörü. Daha sonra diyanet işlerinde başkan yardımcılığına kadar gelmiş ve diyanet işleri başkan vekilliği yapmış Hasan Hüsnü Erdem tefsir derslerimize gelirdi. Bu hocaların hemen hemen hepsi Farsça, Arapça, Fransızca, Osmanlıca bilirlerdi. Hasan İzzet diye Suriyeli bir hoca Arapça dersine gelirdi. Cemal Muhtar, Irak Kerkük Türklerinden bize Arapça dersi verdi. Yani bizim dönemimizde ilahiyat fakültesi hemen hemen kuvvetli hocaların bulunduğu bir fakülte haline gelmişti. Biz bu hocalardan ders alarak yetiştik. Ayrıca, bakınız Menderes Bey, onu söylemeyi unuttum; İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nün, yanlış hatırlamıyorsam kurucu müdürü olan Kemal Edip Kürkçüoğlu “İslam Dini Esasları” dersi verirdi. Yine İstanbul’dan gelen Rıfkı Melül Meriç diye bir profesör hoca “Klasik Osmanlıca Dini Metinler” dersine gelirdi. Öyle kıymetli hocalarımız vardı. Onlardan yetiştik ve dediğim gibi ilk defa biz ilahiyat fakültesi tarihinde kalabalık bir sınıf olarak devam ettik ve 80 kişi ile başladık, en az 50’si, 1960 yılında mezun oldu. Bu öğrencilerin hemen hemen çoğu ya vakıflardan veya MEB’den burslu okumuşlardır. Ben de MEB’den burs alan bir öğrenciydim. O günün şartlarında aylık 125 lira burs alırdım. Bunun 20 lirasını kaldığımız yurda verirdik, diğeriyle de normal hayatımızı devam ettirirdik. Son sınıfa geldiğim zaman da Koç Yurdunda kalmayı planladım. İşte yaz aylarında aldığım bursu biriktirdim. Çünkü oranın yurt parası daha fazla, yanlış hatırlamıyorsam her ay 60 lira vermemiz lazım. Orayı tercih ettim. Çünkü mezuniyet tezi yapacağım. Daha iyi çalışmayı planlıyorum kendime göre. İşte son sınıf olduğum için bütün eksiklerimi, noksanlarımı tamamlayıp o şekilde mezun olmayı düşünüyorum ve bu düşüncelerle bir sene de Ankara Maltepe’deki Koç Yurdunda tek kişilik bir odada kaldım. Tabi o zamanlar Ankara şimdiki gibi değil, tenha. Biz çoğu kere okulumuz Kurtuluş’ta, şimdiki Beşevler’de değil, şimdiki hukuk fakültesinin yanında İlahiyat Fakültesine ek bina gibi bir şey vermişler. O dar binada eğitim ve öğretime devam ediyoruz. İşte Kurtuluş’tan Maltepe’ye çoğu kere, dersler bittikten sonra yürüyerek giderdik. Sabahları Koç yurdunun önünden Kurtuluş ve Dikimevinde bulunan fakültelere belediye otobüsü kalkardı. Şöyle ki; İlahiyat Fakültesi var, bitişiğinde Hukuk Fakültesi var, onun bitişiğinde Siyasal var. Biraz ileriye Abidin Paşa’ya doğru gittiğiniz zaman, Dikimevi Abidin Paşa, orada da Ankara Üniversitesi’nin Tıp fakültesi var. O öğrencilerin bir kısmı da Maltepe’de Koç yurdunda kaldığı için belediyenin otobüs işletmesi sabah 8 dersine yetişmemiz için 7.30’da 2 tane otobüs gönderir, Koç yurdunun önüne. Biz oradan Prof.Dr.Cihat Tunç İle Sö yleşi 147 otobüslere bineriz, vaktinde fakültelerimize ulaşırdık. Ama akşam dönüşte dediğim gibi, yürüyerek o mesafeyi kısa, kestirme yollardan kat ederdik. Hocam az önce de belirttiğimiz gibi siz Ankara İlahiyat fakültesinin ilk mezunları arasında yer alıyorsunuz. Sizin döneminizdeki ilahiyat fakültesiyle günümüzdeki ilahiyat fakültelerini bir mukayese etmek isterseniz, neler diyebilirsiniz? Biraz önce anlattığım gibi, Türkiye’deki tek İlahiyat Fakültesi idi, bilhassa benim saydığım 8-10 öğretim üyesi profesör tecrübeli, deneyimli en az iki üç dil bilen kişilerdi. İşte o zaman ayrıca Kelam dersine gelen Nafiz Danışman diye bir hocamız vardı. Bunlardan bir kısmı diyanette belli yerlerde çalışan kişilerdi. Arapçaları gayet iyi. Kur’an bilgileri, dini bilgileri kuvvetliydi. Bunlar da okutman veya öğretim görevlisiydiler. İşte Kemal Edip Kürkçüoğlu yine öyle. Yani hocalarımız bizleri de yetiştirmek için gece gündüz gayret eden hocalardı. Mesela; Arapça okutmanı Cemal Muhtar, Cumartesi günleri Irak kültür merkezinde, isteyenlere Arapça kursu verirdi. Biz oraya da devam ettik. Hatta bir ara merak sardık, Pakistan’ın dili olan Urduca’ya, Dil Tarih’te de Pakistanlı bir profesör Urduca dersler verirdi. Böyle kendimizi yetiştirmek için de sağa sola koşardık. Zaten meraklı olanlar geldiği için, derslerimiz belli ölçüde kaliteli, müfredatlar belli ve oturmuş,amaçlar belli, bu nedenle insanlar hep bir gayret içerisindeydi. Çünkü o zamanlar daha henüz şimdiki gibi yazılı sınav imkanı yok. Bizler Haziran ayı boyunca hocaların odalarında hep sözlü sınava tabi tutulurduk. En az üç dört tane soru sorarlar, biz o soruları cevaplamaya çalışır, böylece not alır, geçerdik. Ayrıca bir de şartlı geçme vardı. Mesela diyelim ki Arapça, bir de onun yanında birinci sınıfta bir temel ders, bu iki dersten belirli notu alamazsanız, bir üst sınıfa devam edemiyorsunuz. Böyle şimdiki gibi başarılı olduğun dersten başarılı ol, öteki dersleri daha sonra verirsin gibi bir durum yok. Şartlı dersler var ve belli notları aldığınız zaman bir üst sınıfa geçiyorsunuz ve sonra fakülteden mezun oluyorsunuz. Şimdi, bana göre, sınıf geçmeler, ders geçmeler kolaylaştı. 1981 yılında yürürlüğe giren 2547 sayılı Üniversiteler kanunuyla dört yıllık yüksek okullar çeşitli adlarla Fakülte olunca Yüksek İslam Enstitüleri de İlahiyat Fakülteleri adıyla bulundukları yöredeki Üniversiteye bağlandılar. Ve o dönemde İlahiyat fakülteleri için 11 tane anabilim dalı ve yan dersler tespit edildi. İşte daha sonra bir değişiklik oldu, bu defa 21 anabilim dalına çıktı. Ve son olarak ta şimdi ilahiyat fakültelerini ilköğretim din kültürü ahlak bilgisi öğretmenliği bölümü ve ilahiyat lisans bölümü diye de iki bölüme ayırdılar. Önceleri böyle bir bölümlenme yok. Bir ara Ankara İlahiyat yanlış hatırlamıyorsam birkaç bölüme ayrıldı. Tefsir-Hadis Bölümü, Kelam ve Felsefe Bölümü ve Dini Bilimler Bölümü diye. Üçüncü sınıftan itibaren öğrenciler bunlardan hangi tarafa daha fazla ilgi ve alakaları varsa orayı tercih ederek mezun oluyorlardı. Mesela; Ankara İlahiyatın ilk mezunları için böyle bir ayırım yoktu. Yanlış hatırlamıyorsam, 71-72 yıllarında bu ayırımlar oldu. O zamana kadar bütün dersleri okuyarak mezun olurduk ve İmam Hatip Liselerine meslek dersleri öğretmeni olarak tayin edilirdik. Orada da her çeşit dersi okuturlardı. Hatta 148 Menderes Gürkan bir hocamız, Allah rahmet eylesin, derdi ki; sizler mezun olunca aspirin gibisiniz, her derde deva. Her çeşit derse gireceksiniz, ona göre kendinizi yetiştirin, hazırlayın. Bir de hocam teknik altyapı imkanları açısından, sizin döneminizdeki fakülteyle şimdiki Kayseri İlahiyat Fakültesi veya diğer fakülteler arasında bir mukayese yapsak. Kitap imkanı bugünkü kadar zengin miydi, istediğiniz eserlere rahat ve kolay ulaşabiliyor muydunuz? Bu önemli bir soru Menderes bey! Gerçekten bizim dönemimiz kaynak eserlere ulaşma yönünden olsun, altyapı yönünden olsun şimdikinden kat kat gerideydi. Ankara İlahiyatın bir kütüphanesi var, belki bazı eserleri orada bulmak mümkün, ama şimdiki kadar mükemmel, teknik bir şekilde hazırlanmış altyapı yok. Biz bir konuyu araştıracağımız zaman, iyi bir kütüphanecimiz, kütüphane müdürümüz vardı, ondan yardım isterdik. İşte şöyle bir kitap arıyoruz veya şu konuda araştırma yapacağız. Bize hangi kitapları tavsiye edersin? Çünkü kütüphane şimdiki gibi bilgisayarlara geçmiş değildi. Bir tane kütüphane defteri var. Sırayla bakıp ta bazı eserleri bulacaksınız. Ama kütüphane müdürü sayesinde, o durumu iyi bildiği için, hemen gider kendisi kitapları alır gelir veya şu raftaki şu kitaplara bakın, şuraya da bakın diye kendisi bizi yönlendirirdi. Diğer taraftan Arapça kitaplar her yerde bulunmuyor. Dolayısıyla biz Irak’taki, Lübnan’daki kitapçıların adreslerini bulur, onlardan kataloglar isterdik, belli kitapları seçerdik. Ama bir de şu var; onlar tabi dövizle çalışan yerler. Türk parasını koruma kanunu var. Öyle hiç kimsenin elinde döviz falan bulunmaz. Biz onlardan preforma dedikleri faturaları isterdik. O faturanın üzerine bir dilekçe, o dilekçeyle fakülte sekreterinden de “bu bizim öğrencimizdir, bu kitaba ihtiyacı vardır” diye bir üst yazı, ondan sonra da Merkez bankasına gideriz. Merkez bankasında yine belirli yerlere müracaat ederek bize döviz tahsis ederler, kitap almak için. Dolayısıyla o tahsis edilen dövizi onların kanalıyla o kitapçıya göndeririz, ondan sonra o kitap gelirdi. Tabi şimdiki şartlar öğrencilerin yetişmesi için çok iyi, , meraklı olan öğrencilerin her bakımdan en iyi şekilde bilgilere ulaşmaları için altyapılar çok mükemmel. Ama dediğim gibi bizimkiler hep böyle zorlamaydı. Merakla, istekle, taleple, usanmadan, bıkmadan çabalamakla olan işler. Hocam bildiğim kadarıyla, akademik hayata atılmadan önce, bir müddet öğretmenlik yaptınız. Öğretmenliğinizin ilk günlerine dair heyecanlarınızı bizimle paylaşır mısınız? Biraz önce burslu olarak okuduğumu söylemiştim, İlahiyat Fakültesinde aldığımız bursların karşılığı için, o zamanki mevzuata göre bizlere mecburi hizmet yüklerlerdi. Biz kurada nereyi çekersek orda hizmet etmek durumundayız. 1960 yıllarında zannedersem 19 tane İmam Hatip Lisesi var ve hepsi de vilayetlerde, ilçelerde yok. 40 kişi Haziran’da mezun olduk. Bir kısmı bütünlemeye kaldı. Onlar da Ekim ayında bütünlemeye girip mezun oldu tabi. Kırkımıza hemen kura çektirdiler ve kurada bana Yozgat İmam Hatip Lisesi Meslek Dersleri Öğretmenliği çıktı ve oraya gidip vazifeye başladık; hiç unutmam, o dönemlerde de bu arada Yüksek Prof.Dr.Cihat Tunç İle Sö yleşi 149 İslam Enstitüleri de açıldığı için, Yüksek İslam Enstitülerine girmek isteyenlere önce bulundukları bölgelerin imam hatip okullarında bakanlıktan gelen kapalı zarf içerisinde sorular var, sınav zamanına kadar müdürlüklerin kasasında saklanır. Sınav günü getirilip öğrencilerin gözleri önünde açılır, sorular okunur ve sınav yapılır. Biz hemen gider gitmez o sınavlara denk geldik. Orada hemen gözcü olarak sınavlara girdik. Yozgat İmam Hatip Lisesi ahşap bir bina, iki katlı, hatta tek kat denir, zemin kat üzerine bir kat daha var. Böyle bir binada şehrin içerisinde halkın oturduğu evler arasında eğitim öğretim yapılıyor. 7-8 kişilik, 12 kişilik sınıflar var. Birinci sınıfa daha fazla öğrenci alınsın isteniyor. 1960-61 yılında. Yozgat Milli Eğitim Müdürlüğü’nden bir araba tahsis ettiler bize, cipe benzer eski model bir araba. Onunla Yozgat’ın 8 tane merkez köyüne gidip dolaştık Cumartesi, Pazarları. Onlara İmam Hatip Okulu nedir, burada ne gibi eğitim verilir, çıkanlar ne olur diye köylüye anlattık, 2 yetişkin öğrenciyi götürüyorduk. Bunlardan biri Kur’an okuyordu. Müdür yardımcımız, hiç unutmam, gene kendisiyle telefonda hala konuşuruz, Nizamettin Aytekin bey diye Ankara İlahiyattan 1953 mezunlarından bir müdür muavini vardı. O da vaaz ve nasihat eder camide. Önce tabi haber gönderiyoruz. Biz konuşacağız, camiye gelin diye, öğle namazı kılınıyor, konuşuluyor. İkindi namazına başka bir köyün camisine, akşam namazına başka bir köyün camisine. Böylece Yozgat İmam Hatip Okulunun tarihinde ilk defa 40 kişilik birinci sınıf açtık. Hatta 3 tane de şehirden kız öğrencimiz vardı. İlk defa kız öğrencilerin İmam Hatibe alınması bizim zamanımızda oldu. Ve birinci sınıfın Arapça, İslam Dini Esasları derslerini; 2. ve 3. sınıfın İslam Dini derslerini ben aldım. 4 ve 5’te sanat tarih dersi varmış, okutacak kimse yok. Benim sanat tarihinden notlarım iyiydi. Fakülteyi 7. olarak bitirmiştim. Sanat tarihi derslerini de, üzerime aldım ve rahmetli hocamız Suut Kemal Yetkin’in kitabı vardı. Oradan okutuyordum. Araç, gereç yok, ancak camilerin veya ilgili medreselerin planlarını iyi çizenlere tahtaya çizdirip, oradan anlatmaya çalışıyorduk. Şimdiki gibi tepegözler, resmi büyütücü ekranlar falan yoktu. Hele şimdi bilgisayarlar, sinevizyonlar, databanklarla falan çok rahat dersler yapılıyor. Tabi sanat tarihi göze hitab eden bir ders olduğu için, işte mümkün mertebe resimler göstererek görsel dersler yapmaya çalışıyorduk. Böylece bir öğretim yılı orada meslek dersleri öğretmenliği yaptım. Daha sonra askere gitmek istedim. Çünkü o sırada şöyle bir kanun yeni çıkmak üzereydi, proje halindeydi. Öğretmenlere 30 yaşına kadar askerliklerini tecil edelim diye. Ben de genç yaşta askerliği yapıp, yani o borçtan bir an önce kurtulmak istiyorum. Sebebi de bizim zamanımızda lise mezunları yedek subay olabilirdi. Tabi ben okuyacağım için, liseyi bitirdikten sonra da ilk yoklama diye henüz daha 18 yaşını bitirir bitirmez Askerlik Şubeleri bir yoklama yaparlardı. Nüfus cüzdanımızda da yoklama yerleri vardı; ilk yoklama, ikinci yoklama diye. İlk yoklamayı yaptılar, lise mezunu olarak sağlam, kısa dönem diye yazdılar. Öğrenci olduğumu her sene ispat ettiğim halde, Ankara’dan memlekete döndüğüm zaman hemen haberini alırlar, bir asker bir polis kapıya dayanırlar “sen asker kaçağısın” diye. Hemen o nüfus cüzdanını gösteririm. Hatta bir iki defa ilahiyat fakültesine bile çıkıp geldiler. Onun için usandım yani, bizim oranın tabiriyle burnumdan geldi. Asker kaçağı gibi görünüyordum. Onun için diyordum ki, bir an önce askere gideyim 150 Menderes Gürkan de o vazifeyi bitireyim, beni bir daha aramasınlar. Bu sebeplerle bu kanun çıkmadan 30 yaşına kadar beni bunlar rahatsız edecek diye 23 yaşını bitirip 24 yaşında 1961 yılında Eylül celbinde Ankara zırhlı birlikler yedek subay okulunda askerlik görevine başladık, silah altına alındık yani. O zamanlar 6 ay yedek subay okulunda okunurdu. Yine belli derslerin sınavları var. Onlardan başarılı olduktan sonra asteğmen olarak kıtaya tayin ederler ve o zaman yedek subay olmamıza rağmen bile askerlik 2 seneydi. 6 ay okul, 1,5 sene kıta hizmeti. Askerlikte de kura çekilir, o kurada da bize Diyarbakır çıktı. Diyarbakır’ın içerisinde 2 tane zırhlı tugay var, tank birliği, 15. ve 5. Biz 5. zırhlı tugay emrindeki tabura düştük. Orada da 1,5 sene askerliğimi yaptım. Askerdeyken de Diyarbakır İmam Hatip Lisesiyle alakamı kesmedim. O zamanlar için yine öğretmene ihtiyaç vardı. Haftada 2 gün öğleye kadar 4’er saatten 8 saat, Kurumlar Tarihiyle, Dinler Tarihi hocasına ihtiyaçları varmış, o zamanın müdürü Zeki Canan rica etti. Teğmen olduktan sonra bir öğretim yılı, yani hem güz, hem bahar dönemlerinde, bu iki dersi haftada 2 gün öğleye kadar giderek askerlikle beraber yerine getirmeye çalıştım. Askerlik bittikten sonra yine mecburi hizmetim olduğu için, terhisime yakın gıyabımda kura çekmişler. O kurada da Elazığ İmam Hatip Lisesi meslek dersleri öğretmenliği çıkmış. Ama Elazığlı bir arkadaşım, Ankara’yı, Ankara Merkez İmam Hatip Lisesi öğretmenliğini çekmiş. Benimle becayiş yapmak istedi. Benim Ankara’da hem askerliğin 6 aylık yedek subay dönemi, hem de 4 sene ilahiyat fakültesi dönemi geçtiği için Elazığ yerine Ankara’yı tercih ettim ve o arkadaşımla değiştik. Böylece 1963-64 öğretim yılında Ankara Merkez İmam Hatip Lisesine meslek dersleri öğretmeni olarak atandım. Orada da yine İslam Dini Esasları, Akaid ve Kelam dersleri okutmaya devam ettim. Kelama ilginiz biraz imam hatiplerdeki derslerden kaynaklanmış! Evet evet tabi. Yozgat’ta da yine orta kısmında Kelam dersi okuttum. Hatta lise kısmında da bir ay kadar okuttum, İslam Dinine ve Kelam’a olan ilgimiz hem ilahiyatın son sınıflarında, hem de mesleğe atıldığım zaman başladı. Bu arada ihtiyari olarak din dersleri var, ortaokullarda. MEB bir genelge çıkardı. Şimdiye kadar bu dersleri kimin okuttuğu belli değilmiş, ihtiyari olmasına rağmen. Bunları Yüksek İslam Enstitüsü mezunlarıyla İlahiyat Fakültesi mezunları okutur diye. Bu defa Ankara’da suyun başında olduğumuz için hemen müracaat ettik. Hem İmam Hatip’te derse giriyorum, hem de Aydınlıkevler’de Mehmet Akif Lisesi var, oranın orta kısmında 7 saat Din dersi boşmuş, o dersleri de okuttum. Lise müdürleri bu dersler ihtiyari olduğu için bu dersleri günlük 5 saatlik programın içine koymuyorlar. Ya biz sabah 7.30’da gidip 45 dakika bir ders yapacağız; 8:15’te onlar başlayacak veya sabahçıların dersi bitip de öğlencilerin başlaması gereken öğle paydosu var ya o paydosta ders yapacağız. Onun için benimkiler sabah dersiydi. Zaten öğrenci velisinden “benim çocuğumun din dersi okumasını istiyorum” diye bir dilekçe getirmedikçe din dersine alamıyorduk. Bazı öğrenciler de kurnaz, bir ders eksik olsun diye ebeveynine, velisine haber bile vermiyor, bizim okulumuzda böyle bir din dersi var Prof.Dr.Cihat Tunç İle Sö yleşi 151 diye. Fakat çok acı bir anımı bu sorular bana hatırlattı. Başlangıçta öğrencilerim peygamberimizin ismini bile bilmiyorlardı. Ankara Merkez İmam Hatip Lisesinde meslek dersleri öğretmenliği yaparken, Ankara İlahiyat Fakültesiyle de irtibatımı kesmedim. Hocalardan tanıyanlar, sevenler de Fakülteye gittiğim her zaman teşvik ediyorlar. “Akademik çalışma yapmak istemez misin” şeklinde. O arada MEB Avrupa’da doktora yapmak üzere sınav açıyor. Bunun haberini aldım, İlahiyat Fakültesine gidip gelirken. Tabi ben de müracaat ettim. Seçme sınavı günlerini öğrendim ve İslam Felsefesinden, Kelamdan sınavlar yapılacak. Kelam diye yoktu da İslam felsefesi diye vardı. Yakın diye ben İslam Felsefesinden müracaatımı yaptım. Bizi önce bir İngilizce’den sınava tabi tuttular, fena değildi İngilizcem. Biraz da Ankara’da İngiliz-Kültür’e devam etmiştim. Çünkü büyük şehirde olmanın birtakım avantajları var. İngiliz-Kültür’e yazıldım. Daha o zamanlar bekarım ve yine yanlış anlamayın, “övünüyor demeyin”, gece gündüz çalışıyorum, koşturuyorum. İmam Hatipte derse giriyorum. Mehmet Akif Lisesinde derse giriyorum. Haftada 3 gün de akşamları İngiliz-Kültür’e devam edip, orada İngilizce ders alıyorum. Onun için İngilizce’yi geçtik. Ondan sonra bu defa meslek dersinden İslam Felsefesinden, Kelam-Mezhepler Tarihi karışık sorular sordular. Onda da başarılı olduk. MEB’in açtığı o sınavı kazanınca dediler ki, “Şu tarihte sizi Avrupa’ya göndereceğiz, şu hazırlıkları yapın” . Onların hepsini yerine getirdik. Peki bizi nereye göndereceksiniz? İlk defa gidiliyor. Belli yerlerde Kültür Ataşelikleri var. Nasılsa bir ön bilgi elde etmiş bizi gönderen genel müdürlük. Yanlış hatırlamıyorsam MEB’de “Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü” gibi bir müdürlük. Onlar dediler ki biz seni İngiltere’ye göndermeyiz. Niye? İşte orda önce 2 sene Mastır yaptırıyorlar, 4 sene de Doktora 6-7 sene oluyor. Biz o kadar burs veremeyiz sana. Sen yeniden Almanca’dan başla. Almanlar hemen doktoraya başlatıyorlar. Seni Almanya’ya gönderelim. Sana bir sene Almanca’yı öğrenmen için müsaade edeceğiz. 4 senede doktorayı bitirir gelirsin. Almanca’yı bilen hocalara gittim. Demin isminden bahsettiğim Muhammet Tayyip Okiç, 7-8 lisan bilir; Fransızca, İngilizce, Arapça, Farsça... O da büyük moral vererek bana: “Sen bu işi başarırsın” dedi. Bunun gibi hocalarımın çoğu cesaret verdi. Böylece biz Almanya’ya MEB hesabına doktora yapmak üzere gönderildik. Hocam gerçi kısmen cevaplandırdınız ama ben doğrusu merak ediyorum; Almanya’ya gittiniz doktora yapmak üzere. Niçin Almanya? Almanya’nın dışında başka bir yerde bu çalışmayı yapamaz mıydınız? Türkiye’de böyle imkanlar yok muydu, herhalde öyle anlaşılıyor ki böyle imkanlar yoktu ve sizi Almanya’ya gönderdiler. Oraya gittiğinizde neler bekliyordunuz? Karşılaştığınız zorluklar ve hocaların size karşı tutumları nasıldı? O dönem şartlarında İslam Felsefesi dalında veya Kelam dalında Doktora yapmak sadece ve sadece İlahiyat Fakültesinde oluyor. Çünkü zaten Yüksek İslam Enstitülerinin böyle kariyer yaptıracak bir statüleri yok. Çünkü akademik kariyer 152 Menderes Gürkan muhakkak fakültelerde, üniversitelerde yapılıyor. Dolayısıyla Ankara’daki İlahiyattan başka yer yok ve bunların da kontenjanları sınırlı. Yanlış hatırlamıyorsam, o günün şartlarında şimdiki gibi öyle dışarıdan lisans üstü eğitim diye bir şey de yok. Mesela bu lisans üstü eğitimler bildiğim kadarıyla 2547 sayılı YÖK kanununun getirdiği bir imkandır. Ama MEB böyle bir ilan verip sınav açınca ve ben bu nedir, ne değildir diye araştırıp öğrenince bu imkanın yani Avrupa’ya gitmemin daha iyi olacağını düşündüm. Ben pişman değilim, bu soru bana Almanya’da da soruldu: “Yahu sen, Almanya’da nasıl olur da af buyurun gayrimüslimlerden mi İslam’ın felsefesini öğreneceksin? Kelam öğreneceksin?” diye bu sorular bana çok soruldu. Ben de diyordum ki, ben Almanya’da bir defa iyi bir dil öğreneceğim. Çünkü her ne kadar memleketimizde kendi isteğimizle İngiliz-Kültür’e, Alman-Kültür’e giderek dil öğrenmek istesek de bunun pratiğini yapmadığımız için bilgilerimiz kitabi olarak kalıyor. Kitabı ele aldığınız zaman okuyup anlıyorsunuz. Haydi konuş, bir şey yaz dendiği zaman bu olmuyor. Onun için o dilin konuşulduğu memlekete gittiğiniz zaman dil her yönüyle öğreniliyor. Şimdi diyorsunuz ki çektiğiniz güçlükleri anlatır mısınız, anlatayım. Almanya’ya gittim. İngilizce 2-3 kelimeyi bir araya getirip belki bir şeyler söyleyebilirsiniz, ama Alman milleti öyle milliyetçi bir millet ki, anlıyor senin İngilizce sorduğun soruyu, ama İngilizce cevap vermiyor, Almanca cevap veriyor. Onun için ben yine böyle küçük küçük cümleler yapılacak kılavuzlu kitapçıklar elde ettim, onları da yanıma aldım. İşte ilk günlerde sanki yeni konuşmaya başlayan çocuk gibi bir kağıda yazıyorum, alışverişe gideceğim zaman, ben oradan okuyorum, belki bana gülüyorlar, biz kurallı cümleler yapıyoruz. Halbuki sonradan öğrendik ki, istediğimiz şey, iki kelimeyle ifade edilecek bir şeymiş. Tabi bunları da sonra öğrendik. Önceleri sıkılıyorum, terliyorum, yüzüm kızarıyor falan ama, bakıyorum başka yabancılar var, kafasına gözüne vurarak konuşuyorlar. Böyle böyle biz de alıştık. Ancak Goethe Enstitülerinde bilimsel manada dil öğrenmeye başladık. 2’şer aylık kurslardan oluşan 6 kursluk, böylece 1 sene sırf Almanca, dil eğitimi gördük. Oradan gerekli belgeleri aldıktan sonra Bonn Üniversitesi Felsefe Fakültesinin İslami Bilimler Bölümünde Doktora çalışması yapabilecek bir hoca bulabildik. Çünkü benim konumda, İslam Felsefesinde veya İslami konularda çalışabileceğim fakülteler de sınırlı. Koca Almanya’da 7-8 yerde böyle bir imkanın olduğunu öğrendim. Onların her birine mektup yazdım. Ancak Bonn Üniversitesi bana müspet bir cevap verdi. Ötekiler işte biz bu konuda çalışamayız. Amerika’ya gidiyoruz. Sen de benimle beraber Amerika’ya gelirsen olur falan. Böylece Bonn Üniversitesi’ne müracaat ettim. Onlar yine bizi sınava tabi tuttular. 3 aşamalı bir sınav. Önce Alman dilinin grameriyle ilgili 3 sayfalık test şeklinde soruları var. Onları cevaplandırdık. Daha sonra bir hikayeyi okuyorlar size, 200 kelimelik bir hikaye. Dinliyorsunuz sadece ufak tefek not alıyorsunuz. Daha sonra, okunan hikayeden biz ne anladıysak onu Almanca naklediyoruz. 3. aşamada da bu defa mülakata çağrılıyoruz, sözlü olarak Almanca konuşturuluyor falan. İşte bunları da kazandıktan sonra eğitime başladık ama biz ne bekliyorduk, ne gördük; hani zorluklar dediniz ya! Zannettik ki biz hemen hocanın yanına varacağız, selamün aleyküm, aleyküm selam, merhaba, iyi günler bizi hemen doktoraya başlatacaklar. İnanır mısınız haftada 22 saat çeşitli derslere giri- Prof.Dr.Cihat Tunç İle Sö yleşi 153 yordum Alman öğrencilerle beraber ve o bölümde zaten bazı dersler 10 kişi, bazı dersler 15 kişiyi geçmez. Arapça ders alıyoruz. 2 tane Arapça hocası var, biri Lübnanlı, biri Suriyeli; onları okutman olarak almışlar. Onlarla ders yapıyoruz. 2 tane profesör hoca var, onlar bize metin okutuyorlar. Mesela çeşitli kitaplardan ilk sene bin bir gece masalları Arapça metinler. Bazen hayat hikayeleri, tarihi bir eserden. Ondan sonra Gazali’nin veya diğer alimlerin kitaplarından okuduk. Kitaplarından fotokopiler yapılıyor ve deniyor ki gelecek hafta bunlara hazırlanacaksınız. Biz de evimizde onları araştırıyoruz, lügat yardımıyla Almanca’ya çeviriyoruz. Muhakkak her derste 3-4 defa sıra gelir, birer cümle herkes Almanca’ya tercüme eder. İçinden çıkamadığımız olursa, dersin hocası yardım eder. Bu şekilde Farsça dersi aldım. Modern Arapça okuduk, klasik Arapça okuduk. Hem Arapça okuyoruz, Almanca’ya çeviriyoruz; Farsça okuyoruz Almanca’ya çeviriyoruz. Türkçe okuyoruz Almanca’ya çeviriyoruz falan. Böyle 4 yarı yıl Almanlarla beraber ders aldık. Ayrıca Doktora alanına yakın iki ders daha seçmeniz lazım. Birini Mukayeseli Dinler Tarihinden seçtim, birini de Türk İslam Sanatı. Biraz Sanat ve Dinler Tarihi’ne merakım vardı. Bunlardan da seminerler hazırlıyorum. İslamiyet’le ilgili bir bölüm geldi mi, hoca hemen bana sen hazırlayacaksın diyor. Peki diyeceksiniz ne faydası oldu size. Birincisi iyi bir dil öğrendik, ikincisi de iyi bir metot. Müsteşrikler, gerçekten kullandıkları metotlar itibariyle bizden ilerdeydiler, biz İlahiyat Fakültesinde bu metotların hepsini görmedik, tabi tecrübeli hocalar vardı, fakat onlar “ bir bilimsel çalışma şöyle yapılır, işte bir konu kitaplardan şöyle araştırılır, kaynak kitaplar şunlardır” diye bizim ile özel bir ilgilenen olmadı. Bunu da ancak Almanya’da yapabildik. 4 yarıyıl bu şekilde Alman öğrencilerle adeta at başı çalışmam neticesinde, bendeki bu çalışma azmini, aşkını, hırsını gören Doktora çalışması yaptıracak hoca 5. yarıyılda, gel bakalım seninle bir doktora konusu seçelim diye çağırdı. İşte 5. yarıyılda doktoraya giriştik. Böylece beş buçuk senelik bir çalışmadan sonra, Doktorayı bitirip teslim ettik Bir müddet sonra sınava tabi tuttular. Önce esas branşta sınava tabi tutulduk. Onu başardıktan sonra bu defa Mukayeseli Dinler Tarihi profesörüne gittik. Onun da sözlü sınavına tabi tutulduk. Yani tez savunması sınavına alındık. Ondan sonra da Sanat Tarihi profesörünün bulunduğu yere, odasına gittik, o da sınavını yaptı. Tabi, bu sınavların tarihlerini ve yerlerini önceden bildiriyorlar. Bütün bu sınavları çok şükür başarıyla verdikten sonra, bize Doktor unvanını vermeyi uygun buldular. Ama bu unvanı kullanabilmemiz için tezimizi de belli ölçüde bastırıp teslim etmemiz gerekiyordu. Yanlış hatırlamıyorsam 170 nüsha bastırıp vermeniz lazım. Orda yapılan her doktora basıldıktan sonra Almanya’daki kütüphanelere birer nüsha gönderiliyor. 10 tanesini doktora yaptıran hocaya veriyorlar. Diğerleri dağıtılıyor, hatta diğer ülkelere de gönderdiklerini söylediler. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesiyle de anlaşmaları varmış, oraya da gönderildiği söylendi. İşte böylece, doktora tezini bastırıp teslim ettikten sonra bize diploma verdiler. Türkiye’ye dönüp geldikten sonra bu diplomanın da talim terbiyeden denkliğini istedik. O da kabul edildi. MEB hesabına doktora öğrenimini yaptığımız için yine bir mecburi hizmet yüklendik. Daha ilk mecburi hizmet bitmeden bir 154 Menderes Gürkan yenisi eklendi. Demek, yiyecek ekmeğimiz, içecek suyumuz buradaymış ki, Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü Felsefe-Mantık veya İslam Felsefesi, Öğretim üyesi olarak tayinimiz çıkmış bile. Tabi ben bunca eğitimi alıp, Avrupa’da doktora yaptığım için akademik çalışma ve unvanlar almaya imkan vermeyen Enstitüye gelmek istemiyordum. Bir an evvel İlahiyat Fakültesinde asistan olarak çalışmalara başlamak istiyordum. Kasım ayının 20’sinde 1970’de buraya dönebildim. Ocak ayı içerisinde Ankara İlahiyat çeşitli dallarda asistan almak için hem doktora yapanlar hem de yapmayanlar için sınavlar açtı. Kelam’dan müracaat ettik ve sınavı kazandık. Sınavı kazandıktan sonra MEB’e müracaat ettik. Tabi Ankara İlahiyat Fakültesinden sınavları kazandığıma dair belgeyle MEB’ndan muvafakat istiyoruz, mecburi hizmeti tekrar İlahiyat Fakültesine devretmemiz gerekiyor. Bu şekilde onların da muvafakatını alıp, yanlış hatırlamıyorsam 19 Şubat 1971’de atamamız gerçekleşti. Böylece Ankara İlahiyat Fakültesi, Kelam kürsüsüne doktor asistan oldum. Bu sebeple Kayseri’ye İslam Enstitüsüne gelmedik; ama bakın, onca sene sonra yine gelecekmişiz. Hocam 1982 yılında Yüksek İslam Enstitüleri’nin İlahiyat fakültelerine dönüştürüldüğünü biliyoruz. Siz E.Ü. İlahiyat Fakültesi’ne kurucu dekan olarak atandınız. Tabi zor, sıkıntılı bir sorumluluğu da üstlenmiş oldunuz bununla birlikte. O günlerde mesela ne bekliyordunuz, karşı karşıya kaldığınız zorluklar oldu mu? Neler hatırlıyorsunuz o günlere ilişkin? Pek çok güçlüklerle karşılaştım diye başlayabilirim, veyahut ta biraz sükutu hayale uğradım da diyebilirim. Ben, Yüksek İslam Enstitüleri’nin müfredatlarının İlahiyat fakültelerinin müfredatlarından daha üstün bir müfredat olduğunu tahayyül ediyordum. Ama geldim, baktım ki hiç de öyle değil. Sonra enstitülerden mezun olan samimi arkadaşlarla konuştum, eğer imam hatipte güzel bir eğitim ve bilgi alıp yetişmişlerse ne ala, Yüksek İslam Enstitülerinde fazla bir şey verilmediğini söylediler. İşte o günün rektörü Prof. Dr. Metin Tuncel buraya İktisadi İdari Bilimler Fakültesi doçentlerinden Mustafa Saatçi beyi dekanlığa vekaleten tayin etmiş. Ben ondan idareyi teslim aldım. 2547 sayılı kanuna göre profesör kadrosuna atanabilmek için, son 3 senede çalıştığınız yere atamanız yapılmıyor, muhakkak başka bir Üniversiteye gideceksiniz. Biz de işte bu sebeple buraya geldik. Bu kanun çıkmadan önce herkes bulunduğu yerden emekli olabiliyordu. Ben buraya hiç unutmam 9 Aralık 1982’de soğuk bir kış günü geldim. Beni karşılayan değerli arkadaşlarım beni Fakülteye getirdiler. Öyle bir oda hazırlanmış ki, görmeye değer. Üçüncü katta en dipte kuzeyde-soğuk bir oda. Bir tane böyle plastik kötü bir sandalye, bir de dört ayaklı bir masa, eski metal mavi masalardan, ama biz orada bir süre kaldık. Biz moralimizi bozmadık. 3 gün sonra resmen dekanlığım geldi. 1982-83 Öğretim Yılında fakülteyi fiziki yönden bir düzene sokayım diye, o sene hiç ders okutmadım. Sıkıntılar neler demiştiniz? Çalışmaz bir kalorifer dairesi. Kazan eskimiş. Brülörler iflas etmiş. Yakıtlar kalın, borulardan gelmiyor, yanmıyor. Biz, kaloriferden anlayan usta adam arıyoruz. Pürmüzlerle, piknik tüpleriyle brülöre kadar gelen boruları ısıtıyoruz, yakıt gevşesin incelsin diye. Herkesin odasında ufacık bir elektrik sobası, ısınacağım diye Prof.Dr.Cihat Tunç İle Sö yleşi 155 uğraşıyorlar. Bir gün dekanlıkta oturuyoruz, böyle güneşli bir gün aşağı yukarı bu mevsim; Mart-Nisan. İki çocuk çıktı geldi. Islanmışlar. Sebebini sordum. Şelalenin altında ders işliyoruz dediler. Sınıfın tavanından kar suları akıyormuş. Hava ısınınca damlamaya başlıyormuş. Hemen o sene rektörlüğe müracaat ettik. Küçük onarımdaki bütçeyle çatı yaptırdık. Büyük onarımdaki bütçeyle de, binanın kalorifer tesisatını Üniversitenin merkezi kalorifer sistemine bağlattırdık. Onun için 1983-84 öğretim yılından itibaren bu binalar yeterince ısınmaya başladı. Ben de hatırlıyorum hocam, sizinle beraber başladım bu fakülteye öğrenci olarak. O yıllarda paltoyla otururduk, doğru dürüst ısınamazdık. Isınamayınca derslere tam kendini veremiyorsun. İlk yıllarda hatırlıyorum. Bu arada hoşlanılmayan durumlar ortaya çıktı. Enstitü, fakülte olana kadar, “İmam- Hatip ve İlahiyat Eğitimini Geliştirme Derneği” binanın işlerini yaptırıyormuş. Fakat Enstitü fakülte olup Üniversiteye bağlanınca , siz Üniversite oldunuz diye Dernek yardımı kesti. Üniversiteden alın diyorlar. Enstitünün gayr-ı menkulleri derneğin olduğu için, “Üniversite para versin, biz bunları satacağız. Aldığımız parayla başka şeyler yapacağız. Artık üniversite oldunuz, size üniversite baksın. İlahiyata para vermeyeceğiz”.diyorlar. Bahçedeki meyveleri, elmaları toplayıp giderler, imam hatip öğrencilerine verirler, efendim ondan sonra ağaçları dekan sulamıyor kurutuyor diye dedikodu yaparlar. Kuyu var çalışmaz doğru dürüst. Daha sonra orayı derinleştirdik, dalgıç motorları koydurttuk. Bizden sonraki dekanlar benim yeraltına yaptırdığım, kaloriferi üniversiteye bağlattığım 3X3 m. ebadındaki galerinin içinden telefon hattını da, elektrik hattını da, hatta su borularını da getirdiler. İşte böylece İlahiyat fakültesi artık daha iyi imkanlara kavuştu ve gün geçtikçe de daha iyi imkanlara kavuşuyor. Hocam biraz da sizin akademik alanınızla ilgili konuşmak istiyorum. Siz uzun yıllar Kelam ilmi sahasında araştırmalar, tercümeler yaptınız. Makaleler ve kitaplar yazdınız. Yüzlerce öğrenci yetiştirdiniz, malumunuz. Kelam ilmiyle ilgili çalışmalara başladığınız yıllar ile bugüne gelindiğinde Kelam ilmini mukayese eder misiniz? Kelam ilminin konumu, öğretimi gibi açılardan mukayese yapmak istersek, neler söyleyebilirsiniz? Tabi 40 seneye yakın meslek hayatım oldu. İlk dönemlerle karşılaştırdığım zaman gerek Kelam ilmi sahasında, gerekse diğer ilimler sahasında olsun inkar edilmeyecek gelişmeler, çalışmalar var. Tam bir mukayese yapmak mümkün değil. Ama benim şahsen kanaatim bu gelişmelerin olumlu olduğu ve gün geçtikçe daha da olumlu hale geldiği. Malumunuz Kelam ilmi bana göre, diğer ilimlerin de bir temelini oluşturuyor. Gazali’nin de dediği gibi Allah Teala’nın varlığı, birliği, zatı ve sıfatları, nübüvvet-peygamberlik meselesi ispat edilmeden, bunlar açıkça ortaya konmadan, diğer ilimlerden yani hadisten, fıkıhtan, tefsirden bahsetmek oldukça zor olur. O bakımdan Kelam ilmine bu yönüyle bakmak lazım. Çünkü Kelam ilmi metot itibariyle Akaid ilminden farklıdır. Çünkü Akaid ilmi, inanç meselelerini taraf- 156 Menderes Gürkan sız bir gözle olduğu gibi ortaya koyar; ama İslam inancını, İslam akidesini diğer inanışlara, diğer akidelere karşı bir savunma ve araştırma çabasını göstermez. Kelamın araştırmacı ve savunmacı bir özelliği var. Bu savunmayı yapabilmesi için önce kendi konularını bütün ayrıntılarıyla kesin ve kati delillere, gerekçelere bağlayarak ortaya koymasını bilmesi lazım ki, böylece bu analizi ve savunmayı yapabilsin. Bu bakımdan ben uzun meslek hayatımda iman meselesinin ilim ile, bilgi ile, kesin bilgi ile alakalı olduğunu ileri sürüyorum ve Hıristiyanlıkta, Yahudilikte veya beşeri dinlerde olduğu gibi “inanılacak şeylere sorgulanmadan inanılır” tezine karşıyım. Çünkü bizim dinimiz akla da önem veren bir dindir. Zaten Allah Teala karşısında sorumlu olmanın birinci şartı akıl sahibi olmak, sağlıklı akla sahip olmaktır. Onun için aklı, herhangi bir şekilde öbür tarafa atıp ta, bunlar sorgulanmaz, buna sadece inanılır şeklinde bir çıkarıma ben katılmıyorum. Çünkü neye, niçin inandığımızı bilmeden ben şuna inandım demek mümkün değildir. Mesela, diyelim ki siz bana bir bardak su ikram ettiniz. Ben bunu elimle tutuyorum, görüyorum ve bir de tanıyorum, diyorum ki bu sudur. Buna kesin olarak inanıyorum veya sizin bu haberinizi doğruluyorum. İlim adamları iman kelimesinin dilde kullanılan iki temel manası üzerinde durmuşlar biri güvenmek, güvenli huzurlu bir ortam meydana getirmek, ikincisi de kendilerine gelen bir haberi veya haber getireni doğrulamak. Çünkü tasdikin manası budur. Evet doğrudur dediğimiz bir şeyi bilmeden nasıl doğru olduğuna karar verip onu benimseyip inanacağız? Öyleyse bir şey bilinmeden iman edilmez,yani doğrulanıp tasdik edilmez. Bu yönüyle ben bunu savunuyorum. Yazdığım kitaplarda olsun, derslerimde olsun, makalelerde olsun, konuşmalarımda olsun bu konunun üzerinde ısrarla duruyorum. Artık yavaş yavaş benim ileri sürdüğüm fikir, hemen hemen Kelam’la uğraşanlar tarafından da kabul edilmektedir. İşte imanın epistemolojik manası diye tezler yapıldı. Bugün yazılanlar, çizilenler yine bir akıl süzgecinden geçirilerek, gerektiğinde ayetlere dayandırılarak akli, mantıki yorumlar yapılarak ele alınıyor. Bu da gösteriyor ki, bu konuda çalışan arkadaşlarımız da gerçekten meseleye bu yönüyle bakıyorlar. Her ne kadar Kelam kitaplarında bizim alimlerimiz konularına önce “insanlara mahsus ilim elde etme yolları” diye başlamışlar, bazı kitaplarda imanı en sona koymuşlarsa da; ama benim kanaatim önce iman konusunu ele almak uygun olur. Ben kendim, acizane yazdığım kitaplarda imanı baş tarafa koydum; önce imandan başlamak lazım. Bu şekilde olan imana ben tahkiki iman diyorum; Allah Teala Kur’an’da müminlerin özelliklerini saydıktan sonra müjdeyi veriyor ya; “Ulaike humul mu’minune hakka”(Enfal,8/4) bakın, hakiki mümin lafzını ben kendimden uydurmuyorum. Bu özelliği mümine ikinci bir sıfat olarak veren Allah’tır. Dolayısıyla bazıları mesela, hakiki iman, hakiki mümin dediğim zaman, bir de sahtesi mi olur diye espri yapıyorlar. Halbuki, bunu ben söylemiyorum. Demek ki imanda da bir derece var. Onun hakiki derecesine ulaşmak lazım. Madem ki iman edene mümin diyoruz. Mümin diğer özelliklere ve vasıflara da sahip olunca hakiki mümin oluyor. Bunu işte bazı kitaplar kalbi özellikler, ameli özellikler, toplumsal özellikler diye üç kısma ayırmışlar. Evet Kelam ilminde ciddi çalışan arkadaşlarımız çok. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde de çok güzel maddeler yazılıyor. İtikatla, imanla ilgili konularda. Hatta ben bunlardan seçmeli derslerde öğrenciye konu ha- Prof.Dr.Cihat Tunç İle Sö yleşi 157 zırlattırıyorum. Hem ansiklopediyi görsünler diye, önce orayı tavsiye ediyorum. Orada varsa gidin oradan araştırın diyorum. Çünkü, bu işi bilenlere maddeleri yazdırıyorlar. Bu maddeler fıkhi konularda olsun, Kelami konularda olsun, hatta diyelim ki maddenin, dinler tarihi yönü var, kelami yönü var, fıkıh yönü var, tefsir ve hadis yönü var, onları da ayrı ayrı ele alıyorlar. Mesela geçen dönem günah meselesini ele almıştım. Hatta öğrenciler geldi; hocam şu asli günah nedir? İslam Ansiklopedisi’nden bulduk, Yahudilik’teki asli günah, Hıristiyanlık’taki asli günah, İslam’da bu nasıl anlaşılmış, bütün bunları ayrıntılı yazmışlar. Baktım ki, Hıristiyanlık ve Yahudilik’tekini dinler tarihi uzmanları yazmış, ötekini kelamcı yazmış. Güzel bir şey ortaya çıkmış. Onun için ben her geçen gün bu çalışmaları gördükçe seviniyorum. Gerçekten bilim adamları yeteneklerini gösteriyorlar. İşte günümüzde faal olan zannedersem 18 tane İlahiyat Fakültesi var. Bunların her birinde de Kelam ilmi dalında çalışan gençler var, uğraşıyorlar. 2 senedir pek doçentlik jürilerine ben girmiyorum ama, daha öncelerden biliyorum, bilimsel çalışmalar ortaya çıkaranlar var. Yalnız bu arada benim üzerinde durmak istediğim; iyi Arapça bilen gençlerin şu kaynak eserleri tercüme etmeleri çok önemlidir. Memleketimiz insanlarının çoğu amelde Hanefi mezhebi, itikadda da Maturidi mezhebinden olduklarını söylerler. Ama Maturidi’nin temel iki eseri var bize ulaşan, o küçük risaleleri şimdilik saymıyorum, Kitab-ı Tevhid, daha geçen sene Bekir Topaloğlu tarafından Türkçe’ye çevrildi, sonra Arapçası da arkasından neşredildi. Birkaç ay önce öğrendim onun değerli bir eseri, Tevilatu Ehli’s-Sünne eserine de Bekir Topaloğlu başlamış. Ama bakın bugüne kadar Te’vilat matbu hale getirilemedi. Hala yazma nüsha olarak devam ediyor. İşte buna benzer Bakillani olsun, işte efendim Cüveyni’nin kitapları olsun, Kelamla ilgili Kitabu’l-İrşad’ı var. Fransızca’ya çevrilmiş senelerce önce, ama henüz Türkçe’si yok. Bakın hani deminki sorunuza dönecek olursak, yeri geldikçe aklıma geliyor. Niçin Almanya dediniz ya, Almanlar kaynak kitapları da altyapıyla birlikte hazırlamışlar. Bakın ben 1965’te gittiğim zaman Türkiye’de Arapça-Türkçe bir tane sözlük yoktu. Atay kardeşler bu çalışmayı başlattılar, Dat harfinde kaldı. Ama ben oraya gittim, hemen kitapçılarda Almanca’dan Arapça’ya, Arapça’dan Almanca’ya her türlü sözlükler hazırlanmış. Gramer kitapları var. Gazali’nin eserlerinin hemen hemen çoğu, İbn-i Hişam’ın Siyer’i Almanca’ya tercüme edilmiş. Bakın Arap gramercisi olarak bilinir. Sibeveyhi’nin iki ciltlik Arapça gramer kitabı Almanca’ya çevrilmiş, hala bizde bu değerli eserlerin Türkçe’ye çevirisi yoktur. Yani pek çok yazma halindeki temel eserlerimizi müsteşrikler matbu hale getirmişler. Pek çoğunu da kendi dillerine çevirmişler. Onun için bizim de bir an evvel bu temel eserleri Türkçe’ye kazandırmamız lazım. Gençlerden istirhamım bu. Ama ne yapıyor bizim gençler? Bir an evvel doçent oluverelim, belirli yerlere gelelim diye, hemen bir kitap çıkarıyorlar veya eskileri tekrar ediyor, altına da dipnotu koyuyor, yeni makale, yeni bir eser gibi çıkarıyorlar. Halbuki pek çok konulara eleştirel yaklaşmak lazım. Değerlendirmesini yapmak lazım. İşte benim acizane tavsiyem; yeni yetişen gençlere, gerek Kelam sahasında olsun, gerek diğer sahalarda olsun, buraya ağırlık vermeleri. Çünkü bilineni tekrar etmek kolay. Bakın yine Almanya’dan 158 Menderes Gürkan size bir hatıramı anlatayım: Az çok ben kendimi orda kabul ettirdikten sonra, doktora çalışmasına başlayınca başka milletlerden olanlar da var. Hatta biraz önce dedim ya, doktora yapabilmek için, esas bilim dalının yanında iki yan alan derslerinden çalışmalar yapmak lazım diye. Arapça ana dili olan öğrenciler de gelip, ikinci bir branş olarak işte İslami Bilimler bölümünü seçiyorlar, Arapça derslerine geliyorlardı, fakat pek önem vermiyorlardı. Hoca diyordu ki; arkadaşlar evet bu sizin ana diliniz olabilir, ama kitabi dil, fasih dil başka. Bakın bizim temizlik yapan kadınımız da Almanca biliyor. Ama o Şiller’i anlamaz, Goethe’yi anlamaz. Siz ana dilimiz bu diye ehemmiyet vermiyorsunuz. Buna bağlı olarak derdi ki, sizin alimleriniz, yani şark alimlerini kastediyor, on tane kitabı önüne koyar, on birinciyi yazar, deyince ben bu ne demek diye düşünürdüm. Sonraları anladım ki, onlardan nakillerde bulunarak yeni bir kitapmış gibi ortaya koyarlar, demek istemiş. Sonra ben bu işin içine girince ve son zamanlarda şark aleminde, bilhassa Kelam’la, İslam Felsefesiyle ilgili eserleri inceleyerek, yazılan kitaplara baktığım zaman gördüm ki; hiçbir yeni yorum yok. Eskileri olduğu gibi rivayet ediyorlar. O zaman dedim ki, o kızdığım hoca gene insaflı davranmış. Tabi benim de şimdi şöyle demem lazım: “4 tane kitabı önüne koyup, beşinciyi yazıyorlar.” Temel kitapları Türkçe’ye kazandırdıktan sonra bunların bir değerlendirmesini yapmak lazım. Bakın yine bizim kelami konulara, işte siz şöyle yapıyorsunuz, böyle yapıyorsunuz diye çıkarımlara rastlıyoruz. İşte bunlar hadisleri iyi anlamadığımızdan ileri geliyor. Mesela, bazı öğrencileri ben duyuyorum. “İşte efendim, hadisleri nereye koyacağız? Bu konuda 40 tane hadis var, Kur’an bu konuda net bir açıklık vermemiş diye yorum yapılıyor, öyleyse biz hadise itibar ederiz, Kur’an’ı nesh ederiz diyorlar.” Buna da Kelam açısından asla rıza göstermem. Çünkü Allah’ın kelamı kulun kelamıyla neshedilmez. Bunu nasıl anlatacağız itikad açısından? Haşa Allah yanılmış da, onu kul mu düzeltmiş? Bu rivayetin Peygamber’in sözü olduğunu kesin olarak kanıtlayabilsek, belki o zaman burada bir hikmet vardır diye düşünürsün. Ama biz “Peygamber böyle dedi” diyen adamların rivayetini esas alarak, onu Kur’an’la karşı karşıya getirip zıtlaştırıyoruz. Benim anlayamadığım ve garibime giden husus bu. Onun için gençlere benim tavsiyem bu konulara çok iyi vakıf olmaları, ondan sonra dini eserleri, kitapları, makaleleri yazmalarının doğru olacağını düşünüyorum. Efendim, çok teşekkür ederim. Sizi fazla da yormak istemiyoruz ama, ilahiyat öğrencilerine ve özellikle Kelam ilmi alanında çalışacak genç mezunlarımıza önerileriniz, tavsiyeleriniz neler olabilir? Öğrencilere de benim acizane tavsiyem şu: bir defa hasbel kader dahi olsa, artık ilahiyatın kapısından girdikten sonra tekrar sınava girip de dönmeyi düşünmüyorlarsa, bu eğitimi sevmeleridir. Sevmeden eğitim olmaz. Hani demişler ya; marifet iltifata tabidir, iltifatsız meta zayidir. Bu ne demek; yani hem sevecek hem de isteyecek. Her zaman talep etsin ki, o talebini karşılayacak şekilde hocalar kendini gayrete getirsinler. Ama böyle bir sevgi olmazsa, sevgisiz zaten hiçbir şey yapılmaz. Onun için bakın ben itikadın, imanın tam olması için iki şart koşuyorum: Biri iz’an Prof.Dr.Cihat Tunç İle Sö yleşi 159 dediğimiz sevgi ve hoşnutluk, ikincisi de teslimiyet, inkiyad dediğimiz, boyun eğmek, böylece sevdiğini yerine getirmek. Seven insan, sevdiğinin emirlerine uyan insandır. Onun için öğrencilere genellikle tavsiyem bu. Bir defa buraları, ilahiyat öğrenimini sevmeleri lazım. Eğer sevmiyorlarsa, zorla güzellik olmaz demişler. Yol yakınken buradan çekip gitmeleri lazım. Öğrencilere ikinci bir tavsiyem; ezberlemekten kaçınsınlar. Düşünerek, irdeleyerek öğrensinler. Bakın eski alimlerimizden İbn Furek, diyor ki; “düşünmeden öğrenmek boşa gitmiş bir emektir, zayi olmuş bir emektir. Aklı kullanmak lazımdır.” Ezber kalıcı olmaz. İnsan başkasının sözlerini ezberliyor 10 gün sonra, 15 gün sonra veya en fazla bir ay sonra o ezberler gidiyor. Onun için bundan uzak kalmaları lazım. Ben bunu ilk derslerimde de birinci sınıftaki öğrencilerime söylüyorum. Üçüncüsü de not almak için değil; öğrenmek, eksiğini gidermek, noksanını tamamlamak için gayret etmeleri, araştırmaları çalışmaları gerekir. Böyle yaparlarsa yüksek not alarak sınıflarını geçerler. Mezun olduktan sonra da öğrencilerimiz ya diyanet teşkilatında görev alacaklar veya imam hatip liselerinde meslek dersleri öğretmeni yahut düz liselerde din kültürü öğretmeni olacaklar. İlköğretim öğretmenliği zaten belli. Onlar da din kültürü ve ahlak bilgisi dersi öğretmeni olacaklar. Dolayısıyla din hizmetlerini bir tarafa bırakacak olursak, yine kendilerini iyi yetiştirmeleri lazım. Çünkü öğretmen her gün kendisinden bir şeyler veren, öğreten kişi demektir. Dolayısıyla da her gün bir şeyler kaybediyor. Onların yerlerini yeni bilgilerle doldurması lazım. 3-4 sene sonra dağarcığı boşalır, güncel meselelere, problemlere inemez ve sınıfta da itibarı kalmaz ve vebal altında kalır, sorumlu olur. Onun için öğretmen daima kendini yenileyecek. Çünkü her gün öğrencilere daima bir şeyler veriyorlar. Hani bir şarkı var ya; “Vere vere veresiye kalmadı” diyor. Verecek bir şeyi kalmaz. Ondan sonra başka bir şey anlatır, ideolojik konulara iner, efendim sağlık anlatır, spor anlatır, dersi amacından saptırır. Buna dikkat etmeleri lazım. Din hizmeti görevi alacaksa, o da kendini ona göre yetiştirmesi lazım. Şayet imam olacaksam, vaiz olacaksam, müftü olacaksam ona göre kendimi yetiştirmem lazım. Böylece daha ilahiyat eğitimini alırken, yapacağı işe göre kendini yetiştirirse, meslekte başarılı olur. Çünkü bakın üniversite deyince; buralarda araştırma yapılır, inceleme yapılır, akademik çalışma yapılır diyorlar. Öyleyse kişilerin kendilerini ona göre yetiştirmeleri lazım. Hocam bilim adamlarının sadaka-i cariyeleri; yetiştirdikleri öğrenciler, geriye bıraktıkları pek çok ilmi çalışmalardır. Sizin de sadaka-i cariye defteriniz açık olacak inşallah. Bundan sonrası için planlarınız nedir, yapmayı tasarladığınız çalışmalar, bize duyurmak istediğiniz şeyler var mı? İnşallah Allah sağlık, sıhhat ve gayret verdiği sürece yine bu konularda çalışmayı istiyorum. İki senedir bir İslam dini esasları veya eski tabiriyle ilmihal kitabı yazıyorum. 280 sayfa oldu. İki defa bilgisayardan çıktısını aldım, düzeltmelerini, ilavelerini yapıyorum, güncelleştirmek için gayret ediyorum. Düzeltmeleri yaparken eksik gördüğüm kısımları ilave ediyorum. Mesela, günümüzde bir satanizm çıktı onları da oraya koyayım diye uğraşıyorum. İslam Ansiklopedisinin Cin maddesini 160 Menderes Gürkan okudum. Oradan biraz özetler çıkardım. Kur’an-ı Kerim’de cinle ilgili ayetleri toparladım. Şimdi onlara tefsirlerden bakacağım. Satanizmle ilgili şeyler elde ettim. İşte böyle çalışmalar var. Allah güç verdiği sürece, benim hala duam odur, dinime, diyanetime ve halkıma hizmet etmeye devam etmek istiyorum. İnşallah, talebelerinizle, eserlerinizle, çalışmalarınızla zaten bu devam edecektir hocam. Saygıdeğer hocam bizlere çok değerli vakitlerinizi ayırıp bu söyleşiyi yapma imkanı verdiğiniz için çok teşekkür ederiz. Bundan sonraki hayatınızın sağlık ve mutluluk dolu olmasını temenni ederiz. Sağolun! Siz de bana böyle bir imkan bahşettiğiniz için teşekkür ederim. Allah Teala sizlere de bu güzelliği, bu sağlık, sıhhat ve enerjiyi nasip etsin, eksik etmesin. Ben de size böyle inşallah dua etmeye devam edeceğim.