TERKİP VE İNŞA Sahibi ve yazı işleri müdürü Haki Demir Genel

advertisement
FİHRİST
Takdim
2 / Editör Adnan Köksöken
İlimlerin tasnifi ve terkip ilimleri
3 / İbrahim Sancak
Terkip İlimleri
5 / Haki Demir
Said Nursî Hazretlerinin
“Medeniyet-i Kur’ânîye” fikri
8 / Ahmet Doğan İlbey
Terkip ilimleri yoksa eklektizm kaçınılmazdır
11 / Nurettin Saraylı
Pozitif akıl-Bilgi kaosu-Eklektizm
Üçlü kıskacında Ne Yapmalı
13 / Atilla Fikri Ergun
Bütün fikri ve eklektizm
18 / A. Bülent Civan
İhtisaslaşma ve terkip ilimleri
21 / Ebubekir Sıddık Karataş
İhtisaslaşma ve bilgide kaos
24 / Faruk Adil
İhtisaslaşma meselesi ve bilginin terkibi
26 / Metin Acıpayam
Tevhid ve vahdet çerçevesinde bilgi bahsi
29 / Hamza Kahraman
Maarif nizamı ve terkip ilimleri medresesi
32 / Abdullah Tatlı
Terkip ilimleri ve tetkik ilimleri
34 / Ramazan Kartal
İlimlerin anası tefsir ilmi
37 / Alihan Haydar
İlimlerin şahikası hakikat ilmi
40 / Ahmet Kamil Tuncer
İlimlerin zirvesi insan ilmi
41 / Selahattin Adanalı
Kitap tanıtımı
44 / Rıfat Boynubükük
Sempozyum iptal edildi
48 / Mustafa Karaşahin
TERKİP VE İNŞA
Sahibi ve yazı işleri müdürü
Haki Demir
Genel Yayın Müdürü
Metin Acıpayam
Editör
Adnan Köksöken
_______________________________________
Yıllık abone: 80 TL
Altı aylık abone :40 TL
Hesap numarası
Metin Acıpayam
PTT K.Maraş şubesi -11093404Mizanpaj
Gökhan Gencel
Baskı
Fikirteknesi yayınevi
_______________________________________
İrtibat
Tel: 0507 465 58 88
E-mail:
[email protected]
[email protected]
Web sitesi: www.terkibveinsadergisi.com
Twitter: twitter.com/terkibinsadergi
İdare adresi
İsmetpaşa mah. 9. Sk. Ergenekon İşhanı
Kat:1 no:4 K.MARAŞ
_______________________________________
ISSN:
1
larına yönelmek, kalıcı mevzularda tetkik ve
telif çalışması yapmak gibi fikriyat ve muhteviyatta iddialı, buna mukabil aktüalitede mütevazı
çabaları gerektiriyor.
TAKDİM
*
Terkip mahareti olmadan bilgiyle meşgul olmak, bugünün bilgi kaosunda boğulmakla
neticeleniyor. Terkip maharetinin zirvesi ise
“terkip ilimleri”dir. Terkip ilimleri kurulamadığı takdirde, bilgi üzerinde tasarrufta bulunma
imkanımız olmayacak, bilgiye mühür vuramadığımız takdirdede tefekkür ve medeniyet hamlesi başlatılamayacaktır.
Terkip ilimleri meselesi yeni bir mevzudur, Fikirteknesi külliyatının ilimlerin tasnifi
çalışmalarındaki tekliflerindendir. İlimlerin
dikey tasnifi meselesi fevkalade mühimdir ve
her nedense bu mevzu hiç gündeme gelmez.
İlimlerin tasnifinin sadece yatay zeminde yapılması alışkanlık haline gelmiştir, bu yaklaşım,
“hakikat” mevzusu ve bilgisi olan Müslümanlar
için çok sıkıntılıdır. Hakikate bağlı olanlar için
bilginin hiyerarşik bir yapısı vardır ve bu bir
mecburiyettir.
Dünyadaki toplam bilgi miktarının tahsili imkansız olduğu gibi, her ilim sahasındaki
bilgi miktarını da tahsil neredeyse imkansızlaştı. Bilgiyi derleyip toparlayacak bir anlayış altyapısı kurulamadığı takdirde, kuru bilgiyle
meşguliyet ömrümüzü tüketecek, bilginin tahsili bitmeyince tefekkür harekete geçmeyecek,
bilgi kaosunda boğulup gideceğiz. Buna müsaade etmemeliyiz, birbirimizle bilgi tokuşturmak
yerine terkip ilimlerini kurmanın yolunu aramalıyız.
Nizami bir çerçeveye oturtmuş olarak ilk
defa yatay ve dikey tasnif yapan Fikirteknesi
külliyatı, muhtemeldir ki ilimlerin tasnifi bahsinde bir çığır açacaktır. Bu mevzunun anlaşılmasının zaman alacağı, bugün için gündemde
bile olmadığı doğrudur, ne var ki İslam coğrafyası büyük tefekkür ve medeniyet hamlesini
başlatacağı zaman bu mevzular gündeme gelecek ve literatür tarandığında göze batan en hacimli tasnif olarak görünecektir.
*
Medeniyet sempozyumunu iptal ettik.
Ülkedeki son gelişmeler, derin ve girift fikri
çalışmalar için uygun şartları ortadan kaldırdı,
aktüalitenin yoğunluğu, terörle mücadele, siyasi
belirsizlik gibi hadiseler dikkatleri kendine vakumluyor. Tefekkür sükunet ister, girift ve mücerret tefekkür ise derin bir sükunet ister. Ülkedeki son gelişmeler, medeniyet sempozyumunu
tehir etmenin uygun olacağı kanaatini uyandırdı. Meseleyi Mustafa Karaşahin yazdı.
Aktüalitenin cazibesine kapılan, onun
anlık hazlarına yakalanan, şöhret olmak veya
kalmak için elinden geleni yapanlar bu meselelerle ilgilenmezler. Şöhretin girdabına kapılanlar zaten sığ idrak sahipleridir ki, onlar isteseler
de temel ve girift meselelere yönelemezler.
Yaptığımız çalışmaların aktüel cazibesinin olmadığını biliyoruz, biz sadece “manevi mesuliyetimiz” gereği gayret ediyoruz. Manevi mesuliyetimiz ise, aktüel değer ve cazibeyle sarhoş
olmaya manidir. Manevi mesuliyet, ümmetin
hakiki meseleleriyle ilgilenmek, gerçek ihtiyaç-
ADNAN KÖKSÖKEN
2
BEŞERİ İLİMLER MECRASI
İLİMLERİN TASNİFİ VE
A-Terkip ilmi
TERKİP İLİMLERİ
(İnsan ilmi)
B-Tetkik ilimleri
Önceki (5.) sayıda üzerinde durduğumuz
“ilimlerin tasnifi” bahsini Fikirteknesi külliyatındaki tasnif üzerinden tetkik ettik. Yeni yapılmış
başka bir tasnif olmadığı, en azından bizim bilgimiz dahilinde bulunmadığı için, hem teklifimizi
sunmak hem de bir mecra açmak için Fikirteknesi
külliyatının izinden gitmeye devam ediyoruz.
(Lisan gibi)
C-Tatbik ilimleri
MÜSPET İLİMLER MECRASI
A-Terkip ilmi
(Tekevvün ilmi)
Derginin bu sayısının ana mevzuu olan
“terkip ilimleri” bahsi, tasnif mecraları olarak
tespit edilen “Kur’an ilimleri mecrası”, “Hakikat
ilimleri mecrası”, “Beşeri ilimleri mecrası” ve
“Müspet ilimler mecrası” nın dikey tasnifinin
zirvesini esas almaktadır. Her ilim mecrasının
içinde tasnifler bulunmakta, bu tasnifler bir taraftan dikey bir taraftan yatay olarak yapılmaktadır.
Mesela “Kur’an ilimleri mecrası”, yukarıdan aşağıya doğru terkip ilimleri, tetkik ilimleri, tatbik
ilimleri şeklinde tasnif edilmektedir. Tasnifin
şematik ifadesi şöyledir;
B-Tetkik ilimleri
(Fizik ilmi gibi)
C-Tatbik ilimleri
*
Terkip ilimleri, her ilim mecrasının zirvesinde bulunan tek ilimdir, bu çerçevede terkip
ilmi sayısı toplamı, ilim mecrası sayısına denk
olmak üzere dört adettir. Bunlar; Tefsir ilmi,
Tevhid ilmi, İnsan ilmi, Tekevvün ilmidir.
KUR’AN İLİMLERİ MECRASI
Kur’an ilimleri merkez ve kaynak olmak
üzere, diğer ilim mecraları onun tefsir, teşrih,
telif, tetkik ve tatbik ilimleridir. Böylece, “Mutlak
İlim” olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye,
tasnif üstü bir mevkiini muhafaza ederek nispi
ilimlerin kaynağıdır. Nispi ilimlerin en kıymetlisi
ise Kur’an ilimleri mecrasındakilerdir ki mevzusu
doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i
Seniyyedir.
A-Terkip ilmi
(Tefsir ilmi)
B-Tetkik ilimleri
(Fıkıh, hadis gibi)
C-Tatbik ilimleri
HAKİKAT İLİMLERİ MECRASI
Kur’an ilimleri mecrası merkez olmak
üzere diğer üç mecra, İslam’ın üç temel meselesine; tevhid, varlık, insan bahislerine dair beyanlarını izah ve tatbik etmekle mükelleftir. Hayat
bahsi ise bu üçgenin oluşturduğu sahadaki her
şeydir.
A-Terkip ilmi
(Tevhid ilmi)
B-Tetkik ilimleri
(Ruhi ilimler gibi)
*
C-Tatbik ilimleri
3
Her terkip ilmi, kendi mecrasındaki tüm
bilgiyi tertip ve terkip edecek idrak karargahıdır.
Tatbik ilimleri, tabiatı gereği bilgi üretmez en
fazla tecrübe üretir ve onu bilgiye çevirir. Tetkik
ilimleri ise bilgi üreten ilim dallarının bulunduğu
seviyedir. Tetkik ve tatbik ilimlerinin zirvesinde
terkip ilimleri olmazsa, bilginin aşırı çoğaldığı
günümüz dünyasında ilim, çözülüp dağılır, maksadını kaybeder. Her ilim mecrası için bir terkip
ilmi inşa etmek, bir tercih değil, bir mecburiyettir.
kendi tasarrufuna alamamıştır. Tefsir ve Hakikat
ilmi, münhasıran İslam’a ait olduğu ve terkip ilmi
mahiyeti taşıdığı için, başka bir kültür coğrafyasına nakledilmesi, başka bir kültür ikliminin ürettiği akıl ile anlaşılması mümkün değildir. Batı
asırlarca bu ilimler üzerinde çalışmasına rağmen
hiçbir şey anlamamış, en küçük bir fayda devşirememiş, hatta bu sahada çalışan ilim ve fikir
adamlarının bir kısmını da kaybetmiştir. Zira bu
ilim dallarındaki hikmeti birazcık sezenler (anlamaları zaten beklenmez) Müslüman olmuştur.
Terkip ilimleri, bilgiye vurulacak mührün
üretim merkezidir. Zaten terkip, bilginin mührüdür. Terkip mimarisi olmayan ilim anlayışı, bilgi
üretemez, bir şekilde ürettiği bilgi ise kendi mülkiyetinde kalmaz. Terkip mimarisine sahip ilim
anlayışının ürettiği bilginin üzerindeki mühür asla
silinmez.
Batı, ilim telakkisini “pozitif bilim mecrasına” hapsetmiş, onun dışındaki müktesebatımıza
nüfuz edememiş, nüfuz edemediklerini ise imha
etmek, imha edemediğinde tahkir ve tahfif etmek
gibi bir yola girmiştir. Mealci türünden anlayış
sapmaları, özü itibariyle batının nüfuz edemediği
ilim müktesebatımızı kendi bünyemizde, kendimizden insanlar eliyle imha etmek için başlattığı
oryantalist taarruzun uzantılarıdır. Batı, müktesebatımızın anladığı kısmını kendi tasarrufu altına
alarak, onların bizde meydana getireceği hamle
imkanını yok etmiş ve kendisi faydalanmış, anlamadığı derinlikteki kısmını ise bizde de yok
etmek ve anlamayacağı bir kaynaktan huruç edecek bir hamleyi tarihe gömmek için oryantalist
operasyonlar yapmıştır. Bu operasyonların İslam
coğrafyasında bir miktar da olsa karşılık bulması
çok hazindir.
İnsanlık tarihi terkip ilimlerini inşa etmedi. Hiçbir kültür ve uygarlık tecrübesi, terkip
ilimlerinin inşa edildiğine dair arkasında bir kayıt
bırakmamıştır. Bunun tek istisnası İslam medeniyet müktesebatıdır. Kadim müktesebatımız, “terkip ilimleri” başlığı altında ilim dalı inşa etmemiştir ama İslam’ın merkezi mevzuu olan tevhid
ve vahdet bahislerinden dolayı, terkip ilmi mahiyetinde ilimler inşa etmiştir. Nihai kaynağın Mutlak İlim (Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye)
olmasından dolayı, tabii ve zaruri olarak terkip
ilimleri vardır ve birisi Tefsir ilmi, diğeri ise Hakikat ilmidir. Tefsir Şer’i ilimlerin anasıdır ve
tüm İslami ilimler oradan doğmuştur. Hakikat
ilmi ise tevhid mütehassısı olan tasavvuf erbabınca imal ve inşa edilmiştir ve münhasıran onların
muhafazası altındadır.
*
Batının anlamadığı ve asla anlayamayacağı tefsir ve hakikat ilmi, aynı zamanda bizim varoluş havzamızdır. Bugün, batıyla pozitif bilimler
mecrasında yarışmaya çalışmak, onun izinden
gitmeyi baştan kabul etmek olur. Bu ihtimal,
ümmetin yeniden varoluş hamlesini asla başlatamayacağı manasına gelir.
Batı, kadim müktesebatımızı tercüme ve
intihal yoluyla kendine nakletmiş, kendine maletmiş, kendi tasarrufuna almış, ancak ondan sonra yeni bir hamle sahibi olmuştur. Ne var ki batı
aklı, ancak müspet ilimler sahasındaki bilgi ve
ilim müktesebatımızı nispeten anlama iktidarında
olduğu için, mesele tefsir ve hakikat ilmini tercüme etmesine rağmen hiçbir şey anlamamış,
İBRAHİM SANCAK
4
mevcuttur. İlahi tertip ve terkip kırılıp, yeniden
(ve insani çerçevede) terkip edilmez, böyle bir
haddini bilmezlik olmaz. Bu sebeple Mutlak
İlim üzerinde yeni bir terkip çalışması, Allah
muhafaza yeni din inşasına kadar giden bir istikamet sapmasına sebep olur. Bazı merkezkaç
(mesela mealciler gibi) düşüncelerin yaptığı da
tam olarak budur.
TERKİP İLİMLERİ
Her ilim dalı bilgi ve tefekkürü muhtevidir. Tefekkür sıfırlandığında kuru bilgi kalır
ki, o takdirde ilim (ki artık ilim değildir) tekrardan ve nakilden ibaret hale gelir. Bilginin nakli
ve tekrarı, idrake ihtiyaç duymadan ezberleme
ve öğrenme yoluyla mümkündür. İlim, bilginin
idrak ve imal sürecinin adıdır. İdrak ve imal
yoksa ilim yoktur.
Tefekkür (idrak) faaliyetinin en mühim
neticesi “terkip” etmektir. Terkip etmeyen idrak
etmemiştir, en fazla idrak sürecindedir, yani
talebedir. Terkip istidadı, maksadı ve cehdi olmayanlar, ilim adamı değildir, asla olamazlar.
Onların işi ezberlemek ve öğrenmektir ki, insan
cinsi, ezberleme ve öğrenme ameliyesinin itiyatlarını beş-altı yaşlarında edinmektedir. Yani
ezberleme ve öğrenmenin akıl yaşı en fazla ondur. Zihni faaliyeti, en fazla ezberleme ve öğrenme seviyesinde yürüten akıl, (akıl yaşı itibariyle) on yaşında donmuş kalmıştır.
Mutlak İlim ile ilgili terkip meselesi,
Kitap ve Sünnetin muhtevasında mevcut ve
mahfuz olan terkip mimarisini keşfetmektir.
Kur’an-ı Kerimi, muhtevasındaki ilahi terkibi
umursamadan okuyanlar, kendi küçük akıllarına göre yeni bir terkip denemesi yapmakta, kaçınılmaz olarak yeni bir din inşa etmeye kadar
savrulmaktadır. Mutlak İlimdeki terkip mimarisini umursamadan okuyanların bir kısmı o kadar cahil ki, bir ayet-i kerimede bahsi edilen
“gaibi Allah’tan başkasının bilemeyeceği” ölçüsünü tek başına alıyor, başka bir ayet-i kerimede “Allah’ın bildirdiklerinin istisna” olduğuna dair ölçüyü görmüyorlar. Ya görmeyecek
kadar cahil ve had bilmezler veya görmezden
gelerek, Allah muhafaza, kendi görüşleri için
ayet-i kerimeler arasında tercih yapıyorlar. “Kitabın bir kısmını görmezden” gelmek, kitabı
inkas etmektir ki, böyle bir akıbetten Allah
mümin kullarını muhafaza etsin.
*
*
İslam’ın ilim telakkisi, Mutlak İlimdeki
hakikat ile eşyadaki hikmeti keşfetmek, hakikat
ile hikmeti terkip etmek ve hayata tatbik etmekten ibarettir.
Mutlak İlim, muhtevasında mahfuz olan
ilahi terkip üzere anlaşılmalı, hakikat bu istikamette aranmalıdır. Hakikate dair keşfedilen
her ölçü, nispi ilimlerde ya bir ilim dalının, ya
bir ilmi mevzuun, ya da bir alt başlığın “terkip
hükmü”dür. İşte terkip bahsinin başladığı nokta…
Mutlak İlim (Kur’an-ı Kerim ve Sünneti Seniyye) terkip edilmez. Zira Mutlak İlimde
ilahi bir tertip ve nizam mevcuttur. Hakikat
tabii ki tektir, tek olanın terkip edilmesi gerekmez. Mutlak İlim ile ilgili bir terkipten bahsedilecekse, (tabiri caizse) ilahi bir terkip mimarisi
Mutlak İlim, kainatı, kainattaki her varlık ve vakıayı izah eden sonsuz hikmet ve mana
haznesidir. Buna mukabil mutlak ilim; sayfa,
cümle, kelime sayısı olarak sabittir. İslam ilim
5
telakkisinin sırrı bu noktada düğümlenir. Sayfa
sayısı sabit olan “Kitap”, muhteva olarak sınırsızdır.
tinde aşağıya doğru tahlil, yukarıya doğru terkip etmekten ibarettir. Nispi ilimlerimizin tamamı tefsir ilmine bağlı olduğuna göre, tahlil
faaliyetimiz terkip sırrını keşfetmeye matuftur.
Mutlak İlim, her Ayet-i Kerimesi veya
her Hadis-i Şerifi bir ilim dalının “terkip hükmü” olacak hacimde bir mucizedir. Marifet,
Mutlak İlmin her cümlesinden hatta her kelimesinden bir ilim dalı inşa edecek kadar manaya
nüfuz ve hikmeti keşfetmektir. Nitekim öyle
mefhumlarımız (yani tek kelime) var ki, hakkında binlerce cilt eser telif edilmiştir.
*
Kadim müktesebatımızın anlaşılmaz
hale gelmesinin birinci sebebi, terkip sırrını
anlamamak, hatta buna ihtiyaç duymamaktır.
Müktesebatımızın müellifleri, Mutlak İlimdeki
terkip mimarisini takip etmiş bu sebeple de bilgide boğulmamıştır. Terkip kıvamı kaybedilmeden gerçekleşen fikri ve ilmi çalışmalar, bilgi miktarı ve çeşidi ne kadar artarsa artsın, istikamet üzere kalmayı mümkün kılan bir teminattır. Terkip sırrı keşfedilmeden veya umursanmadan doğrudan Kur’an-ı Kerimi okuyanlar
bile yanlış anlamaktan kurtulamayacak bir akıl
bünyesine sahiptirler.
*
İslam ilim telakkisi, Mutlak İlmi tartışmasız tek kaynak olarak kabul eder. Onun dışındaki tüm bilgi sahaları ve bilgi üretme vasıtaları kaynak irtifaına çıkarılmaz, ancak ve sadece mutlak ilmin idrakini mümkün kılan malzeme kıymetindedir. mutlak ilmin dışında “ölçü” aranmaz, “hüküm” aranmaz, “mikyas”
aranmaz.
Müktesebatımızdaki bilginin (hatta ilim
sayısının) miktarı göz kamaştırıcıdır. İnsanlık
tarihinin en muhteşem külliyatı olan İslam ilim
ve irfan müktesebatı, Mutlak İlimin kıymetiyle
mütenasiptir. Mutlak İlim gibi bir kaynaktan,
haşa gevezelik cinsinden bilgi kırıntılarının keşif ve telif edilmesi beklenmeyeceğine göre,
kadim müktesebatımızın ihtişamı anlaşılabilir
bir durumdur. Bu muhteşem müktesebatı görmezden gelen, inkar eden, reddeden, umursamayan kişiler, aslında onu anlayacak ve ana
kaynağa nispetini görecek irtifada bir terkip
idrakine sahip olmayanlardır. Terkip istidadı
olmayanların, müktesebatımızdaki bilgi miktarı
karşısında afallamaları şaşılacak bir durum değildir.
Ehl-i Sünnet mecrası, kadimden beri
mutlak ilimdeki terkip sırrını sıhhatli ve doğru
şekilde keşfeden, ümmetin müktesebatını bu
keşfine muvafık şekilde telif ve tatbik eden temel anlayış havzasıdır. Ümmetin kadim müktesebatı, Mutlak İlimde keşif ve idrak edilen
muhtevanın, belli bir tertip ve tanzim ile çerçevelenmiş halidir. Bu manada Ehl-i Sünnet havzasında zuhur eden kadim müktesebat, Mutlak
İlmin tefsir ve teşrihinden ibarettir.
Mesele tam olarak bu noktada mahfuz…
Mutlak İlimdeki ilahi terkip keşfedildiği için,
tüm nispi ilimler o terkip mimarisi ile inşa
edilmişti.
*
Tefsir ilmini ilimlerin anası olarak kabul
etmek, tahlil istikametindeki tetkik faaliyetini,
terkip sırrına bağlı şekilde yürütmeyi mümkün
kılmaktadır. Tetkik ve idrak faaliyeti, nihaye-
Son İslam medeniyeti olan Osmanlı yıkılana kadar takip edilen usul, Mutlak İlimdeki
“terkip hükmü” veya “terkip mikyası” üzerinde
tahlil faaliyeti yapmaktı. Terkip kıvamı takip
6
edilerek tahlil yapıldığı, bilgi ve ilim bu yolla
üretildiği için, terkip inşasına ihtiyaç yoktu zira
tüm ilmi ve fikri faaliyetler zaten terkip mimarisini takip ediyordu. Tefsir (yani tahlil), terkip
mimarisini takip ettiği için, terkip kıvamı mütemadiyen muhafaza edilmişti, edilmekteydi.
Terkip mimarisini kırıp döken şaz görüşler sürekli tenkide tabi tutulmuş, aslına irca edilmiş,
ana mimari muhafaza edilmişti.
Bugünün dünyasında terkip ilimlerini
kurma ihtiyacımız iki sebebe dayanır; birincisi
Mutlak İlimdeki ve kadim müktesebatımızdaki
terkip sırrını keşfetmek, ikincisi dünyanın ürettiği bilgiyi kendi bilgi ve ilim telakkimiz çerçevesinde terkip etmek için…
Mutlak İlimdeki terkip sırrını yeniden
keşfetmedikten sonra yapacağımız hiçbir şey
yok. Bu işi, pahası ne olursa olsun yapmalıyız,
bunun dışında bir yol arayanlar beyhude çabalıyorlar.
Son medeniyetimiz çöktükten ve üzerinden birkaç asır geçtikten sonra ümmet, ilk defa
bu kadar ağır bir bilgi ve ilim krizine, yani tefekkür krizine girdi. Ümmetin tefekkür krizine
girdiğini herkes görüyor da, krizin kaynağı bir
türlü teşhis edilemiyor. Tefekkür krizinin esası,
terkip sırrını kaybetmiş olmamızdır. Merkezkaç
düşünceler bir tarafa, İslam’ı Ehl-i Sünnet çerçevesinde anlamaya çalışanlar da terkip sırrını
kaybettiği için çok derin bir idrak krizi yaşanıyor.
İslam tarihinin ilk on asrında dünyada en
fazla bilgi üreten kültür havzası İslam coğrafyasıydı, bu sebeple dünyanın geri kalanının ürettiği bilgiyi tertip ve terkip etmek kolaydı ve
müstakil bir iş haline gelmiyordu. Şimdi ise
durum çok farklı, son birkaç asırdır batının
ürettiği bilgi miktarı çok fazladır ve terkip
edilmesi gerekmektedir. Vahim olan nokta ise
batının dünyayı, ürettiği bilgi ile işgal etmesi,
yani batının epistemolojik işgalinin zihni ve
kalbi evrenimizi, buna bağlı olarak akıl ve ruh
dünyamızı esir almış olmasıdır. Batının bilgi
istilasından kurtulmanın tek yolu, bilgiyi kendi
merkezimizde terkip etmektir.
Terkip mimarisi unutulduğu için kadim
müktesebatımızdaki eserler tek tek okunuyor ve
her biri ana mimariden bağımsız şekilde anlaşılmaya çalışılıyor. Terkip mimarisinin insanın
kalb ve zihin dünyasındaki mukabili olan Akl-ı
Selim de kalmadığı için, bilgi dağıldı, ilim kayboldu, idrak parçalandı.
Batının aklıyla (pozitif akılla) ve ürettiği
bilgiyle (materyalist bilgiyle) düşünmekten kurtulamadığımız bir çağa doğduk. Müslümanların
yapması gereken iş, içine düştükleri bu çağ ile
hesaplaşmak… Çağın en mühim hususiyeti ise,
bilginin çokluğu ve onu da batının üretmiş olmasıdır. Terkip ilimlerini inşa edemezsek, batının epistemolojik işgali devam edecektir.
Yaklaşık on iki asırdır süren kadim usul,
yani tefsir (ve tahlil) aynı neticeyi vermiyor.
Vermiyor, çünkü o usulün “merkezi mevzuu”
olan terkip sırrı kaybedildi, terkip mimarisini
takip etme istidat ve mahareti yok oldu. Artık
yeni bir durumla karşı karşıyayız. Şimdi büyük
tefekkür hamlesi (ve tabii ki medeniyet hamlesi) için yapmamız gereken ilk iş, terkip sırrını
keşfetmek, terkip istidat ve maharetini kuşanmaktır. Bu hamleyi gerçekleştirmenin güzergah
haritası ise, ilimlerin tasnifi ve ilimlerin zirvesi
olan terkip ilimlerinin kurulmasıdır.
HAKİ DEMİR
*
7
hakikiye” ve “Şeriat-ı garradaki medeniyet”
mefhumlarıyla çıkar.
Ona göre medeniyet; ilim, fen ve
san’atta tekâmül etmiş cemiyetlerin İslâmiyetin emirlerine göre usulü dâiresinde yaşayışıdır. Bu yaşayışın zemini İslâm’dan neşet eden
adâlet ve şehirliliktir. Şeriat faziletli medeniyetin kaynağıdır ve İslâm medeniyeti bir başka medeniyete muhtaç değil, müstakil olmalı.
Müslüman vasfını koruduğu müddetçe istiklâlini de koruyacaktır.
SAİD NURSÎ HAZRETLERİNİN
“MEDENİYET-İ KUR’ÂNÎYE” FİKRİ
“Sözler” kitabının “Lemeât” bölümünde yer alan (s.663- 667) medeniyet bahsinden
anladığımızı şöyle hülâsa edelim:
Medeniyet, Kur’ân-ı Kerîm ahlakî
esasları üstüne kurulmazsa kalplerinden hürmet ve merhametin çıktığı insanların akıl ve
zekâveti gâyet dehşetli ve gaddâr canavarlar
hükmüne dönüşür ve bir daha siyâsetle idâre
edilmez. Mârifet, san’at ve ticâret sâhaları
üzerine kurulursa da temel esaslarını mânevî
değerler ve telakkîler teşkîl eder. Beşer dehasından çıkan düşünce ve felsefeye istinat eden
Batı medeniyetiyle vahy-i ilâhî’den gelen
İslâm medeniyeti temel ilkelerde uyuşmaz,
te’lîf olmaz, ortak tarafları bulunmaz ve bütünüyle farklı anlayışlara dayanır.
Batı’nın ,“Medeniyet bizdedir siz de
yok” şeklindeki propagandaları karşısında
aydınların ve devlet ricalinin recüliyetini kaybettiği bozgun dönemlerinde medeniyet hakkında âlimlerce alelacele yapılan tariflerin
çoğu ârızalıdır.
Mağlubiyet psikolojisiyle medeniyetinin esaslarını tecditten mahrum bozgun aydınlarının ahkâm kestiği yıllarda Said Nursî
Hazretleri medeniyet fikrinin, silkiniş geçirmesi gereken Müslümanların önüne gelen bir
mesele olduğunu söyler ve tesbitlerine İslâm
medeniyeti ile Batı medeniyeti arasında mukayeseler yaparak başlar.
*Garb medeniyetine karşı “şeriat-ı garradaki medeniyet”
Medeniyet çarkını işleten beş temel ölçü vardır: Nokta-i istinad, Hedef, Düstûr-u
hayat, Cemâatlerin râbıtası, Semerâtı (elde
ettiği neticeler).
Batı’nın kibirle yükselttiği medeniyetini (uygarlık demek münasiptir) “Medeniyet-i
habise”, “Garb medeniyet-i sefihanesi”, “muzır ve sefih medeniyet” ifadeleriyle kerih bir
şekilde adlandırır. Bu kerih medeniyetin karşısına “Medeniyet-i Kur'ân”, “Medeniyet-i
Batı medeniyetinin dayandığı nokta
kuvvettir ve hedefi menfaattır. Düstur-u hayatı cidaldir (menfaat için mücadele). Cemaatlerin râbıtası unsuriyet, yâni menfî milliyettir.
Semerâtı (gayesi), hevesât-ı nefsiyeyi (dünyevî istekleri) tatmin, hâcât-ı beşeriyeyi (in8
san ihtiyaçlarını) tezyîd (artırma) ve teshîldir
(kolaylaştırmak).
ye çalıştığı asrî medeniyete denî, alçak ve
ahlâksız mânasına gelen “Mimsiz medeniyet”
diyor. “Medeniyet bu ise, medeniyetten istifa
ettiğini…” söyler. Sadeleştirerek nakledelim:
Hikmet-i Kur`âniye bakımından medeniyetin dayandığı esas fazîlet ve rıza-yı
İlâhîye istikametindedir. “Düstur-u cidal
(kavga kuralları) yerine düstûr-u teâvünü,
yâni umumi yardımlaşma kaidelerini esas
tutar. Cemaatlerin râbıtalarında unsuriyet,
yâni milliyet yerine râbıta-i dinî (ümmet birliğini) kabul eder. Nefsanî gayelere engel
olur, ruhu yüksek ulvî mertebelere teşvîk
eder. Din ve faziletin kaidesi birleştirmek ve
birbirinin imdadına yetiştirmektir.
Mimsiz medeniyet, şeriatça merdud
(reddedilmiş), sefih, gaddar, vahşi, dışı süs,
içi pis, beşerin nefs-i emaresidir ve kurtlanmış
bir ağaca benzer. Mimsiz medeniyette (Kemalist Cumhuriyeti kastediyor) görmediğim
fikir hürriyeti ve ifade serbestliği Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır. Eğer medeniyet haysiyet kırıcı tecavüzlere, nifak verici iftiralara, şeytancasına
mugalatalara, diyânette laübalicesine hareketlere, istibdad, sefahet ve zillete müsait bir
zemin ise, yüksek dağlardaki bedeviyet çadırlarını tercih ediyorum.(Said Nursî /Tarihçe-i
Hayatı, s. 75.)
*Batı medeniyeti beşerî dehaya, islâm medeniyeti hüda’ya dayanır
Batı medeniyetini kastettiği pozitivist
ve seküler anlayış üstüne yükselen “Medeniyet-i Hâzıra’nın (şimdiki medeniyet) hayat-ı
içtimaiye-i
beşeriyedeki”
prensiplerinin
maddî kuvvete dayandığını ve hedefinin menfaat olduğunu söyler:
Kitaplardan
öğrendiğimiz
üzere,
“Mimsiz medeniyet” ifadesindeki “medeniyet” kelimesinin ilk harfi olan “mim” kaldırıldığında “deniyet” mânasını almaktadır. Deniyet ise alçaklık, ahlâksızlık gibi mânaya
gelir ki, bu fiilin sahibine de denî veya ednâ
kişi denir. Medeni olamayan, yâni Hz. Peygamberimizin mübarek ismi Muhammedî
(s.a.v.) olmanın sembolü ve ilk harfi olan
mimi düşüren ve böylece denî olan demek.
İnsanları pis ahlâka sevkeden, fısk çamuru ile mülevves (kirli) Batı medeniyeti beşerî dehaya, İslâm medeniyeti Hüdâ`ya dayanır. Bu temel farklardan dolayı ikisinin birleşme ve barışması imkânsızdır. Batı medeniyetinde deha dimağda işler, kalbi karıştırır.
Nefse ve cisme bakar, nefsânî kabiliyetler
geliştirir ve insanı şeytanlaştırır. Sadece dünya hayatını tanır, maddeperesttir. İslâm medeniyetinin kaynağı Hüda’dır ve ruhu aydınlatır, kabiliyeti ve tabiatı ışıklandırır. Himmetli insanı melekleştirir. Allah’ın şuurlu sanatını ve hikmetli kudretini gösterir.
Ona göre Avrupa ikidir. Birincisi
İsevînin din-i hakîkîden ve İslâmiyetten aldığı
feyz ile cemiyet hayatı için nâfi sanatları,
adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları
takip eden Avrupa’dır ki bunu kastetmediğini
belirtir. Felsefenin zulmetiyle, medeniyetin
seyyiatını, yâni kötülüklerini mehâsin (güzellik, iyilik) zannederek beşerî sefâhete ve
dalâlete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya
hitap ettiğini söyler.
*“Mimsiz medeniyet”
Bu sebepledir ki Batı uygarlığının kuyruğu olan Cumhuriyet devletinin yerleştirme9
Teknolojinin insanlığa getirdiği faydalar, insanın diğer canlılardan üstünlüğünün küçük
bir göstergesidir. Bu sebepten, insanoğlu
uçaklarla kuşlardan daha süratli uçabilmiş,
denizde balinaları geçebilmiş, hattâ uzayda
keşiflere çıkabilmiştir. İslâmiyete sarılmazsa
kötü ahlâklı birisi yerde gezerken de o ahlâkı
taşır, aya çıksa da aynı huyunu oraya da götürür. islâmiyetten ruh almayanlar, medeniyetin
iyiliklerini de kötüye kullanmışlardır. Yaptıkları uçaklarla masumları bombalamışlar. Bu
zamanda İla-yı Kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır. Medeniyet-i hakikiyeye
girmekle ilâ-yı kelimetullah edebiliriz. Bizim
muradımız medeniyetin güzellik ve iyilikleridir; günahları ve seyyiatları değildir.(Said
Nursî, Muhakemat)
*“İslâm ahlâkınca teknoloji medeniyete
kazandırılmalı…”
Fakat Avrupa’dan “Terakkiyât-ı medeniyete yardım edecek noktaları almamız”
gerektiğini de söyler. Devrin bütün münevveran ve âlimlerinde olduğu gibi ona göre de
teknik, medeniyetin istinad ettiği mârifet
(ilim), san’at ve ticaretten ibâret üç esasın
sanat kısmını temsîl eder. Teknik, insanın
aczine ve ihtiyacına binaen Allah’ın bir lütfudur.
Batı’nın fen ve teknolojisinin İslâm
medeniyet anlayışıyla uyuşmayacağını, medeniyetin teknik gelişme hedefinin olmadığını, medeniyetin İslâm’dan neşet eden adâlet,
sosyal hayat ve şehir düzeni olduğunu söyleyenlerin aksine teknolojik imkânların İslâm
ahlâkınca medeniyete dâhil edilmesi fikri
Said Nursî Hazretlerinde vardır.
Bu noktada bir açıklama yapmak gerekiyor. Muhafazakâr İslâm anlayışına sahip
mütefekkirlerin İslâmî esaslara bağlı olarak
Batı’nın teknolojisinin Müslüman ahlâkınca
alınması fikrinin, Batı’nın medeniyet metodlarını İslâm’ın miri malı gibi gösteren modernist İslâm taraftarlarının fikirleriyle (Fazlurrahman gibi) ayrıştığını belirtelim.
Medeniyete dair fikirleri, İslâmî
ahkâmın hâkim olduğu bir sistemde Batı’nın
fen ve teknolojisinin insanlığa faydalı olacağına inanan A. Cevdet Paşa, Sait Hâlim Paşa,
Mehmet Âkif, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç
gibi muhafazakâr İslâmcı çizginin medeniyet
anlayışıyla benzerlik taşır.
AHMET DOĞAN İLBEY
Bozgun devrinin muhafazakâr birçok
âlim ve aydınlarında olduğu gibi, Batı’nın
teknolojisini kendi millî ölçüleriyle ikame
eden Japon modelinin alınması fikri de bu
yöndedir. Görüşlerinin hülâsası sadeleştirilmiş Türkçe ile şöyle:
Kesb-i medeniyette (medeniyet kazanmada) Japonlara iktida (örnek almak) bize
lâzımdır. Medeniyetin güzellikleri ve iyilikleri) insaniyet-i kübranın (insanlığın en mükemmeli olan İslâmiyetin) mukaddimesidir.
10
“gerçek”, insanı ve hayatı “hakikat” dışında sarıp
sarmalamaya başladığında insanın hakikate ulaşması zorlaşmaktadır. Gerçek burnumuzun dibindedir ama hakikat bir cehd, bir gayret, bir çile
ister. İslam medeniyetinin tüm unsurlarıyla hayatı
inşa ettiği zamanlarda, hakikat aynı zamanda gerçek haline geldiği, yani hayatta “gerçekleştirildiği” için, hakikate ulaşmak zor değildir. Ne var ki
o zaman bile hakikatin “gerçeğine-tezahürüneşekline” muhatap olunmakta, hakikatin kendisine
ulaşmak yine bir cehd istemekteydi. Zaten böyle
olduğu içindir ki, yani derinliğine nüfuz etmek
gerektiği içindir ki, hakikatin gerçek haline geldiği devirden uzaklaştık.
TERKİP İLİMLERİ YOKSA
EKLEKTİZM KAÇINILMAZDIR
Yaşadığımız çağın derin ve girift kaosu
eklektizmi kaçınılmaz hale getirmiştir. Kaosun en
büyük kısmı bilgi dünyamızda yaşanmakta, zaten
diğer kısımları da bilgide yaşadığımız kaostan
kaynaklanmaktadır. Bilgide yakalandığımız kaos,
hayatımızı altüst etmiş, hayat kaosa sürüklenince
bilgideki kaos daha da derinleşmiştir.
Hakikate saf mana olarak nüfuz etme istidadımızı kaybetmeye başladıktan sonra hakikatin
gerçeğini (kendi gerçeğimizi) kaybetmeye başladık. Kendi gerçeğimizi dondurmuş, ona da hakikat muamelesi yapmıştık. Bir müddet sonra baktık ki, hakikatten habersiz, hatta hakikatin düşmanı bir kültür iklimi, “gerçeği” üretmeye başlamış. Evet, o tahkir ettiğimiz beşeri bilgi üretimi,
başka bir gerçek ve başka bir gerçeklik üretmişti.
Zaman böyle bir müessirdi işte, hakikatin bir devirde üretilmiş ve harikulade bir hayat inşa etmiş
“gerçeklik” hali, hakikate nispetle sürekli yeniden
keşif ve inşa edilmediği için, hakikat düşmanı bir
kültür iklimi tarafından üretilen şeytani gerçeklik
karşısında dayanamamıştı. Hazmedilir gibi değil,
kabul edilir gibi değil… Hakikatin bir tezahür
şekli olan ama geçmiş zamanda kalan bir “gerçeklik”, hakikate cennet ile cehennem arasındaki
mesafe kadar uzak olan bir “gerçeklik” karşısında
mağlup olmuştu. Oysa, üzerinden ne kadar zaman
geçerse geçsin, hakikatin tezahürlerinden biri
olan “gerçeklik”, hakikate yabancı olan bir gerçeklik karşısında mağlup olmamalıydı. İşte “zaman” denilen efsunlu müessir böyle bir şey…
Bilgi kaosunun hem sebepleri çoktur hem
de neticeleri… En mühim neticelerinden birisi
ise, eklektik düşünce dünyasını üretmesi ve kesintisiz şekilde de beslemeye devam etmesidir. Ümmetin eklektik düşünce girdabına yakalanmasının
en mühim neticelerinden birisi ise, en sapık anlayışların bile kendilerini “Sahih İslam” olarak pazara sürebilme vasatının oluşmasıdır. Mesele, bir
saniye bile ihmal edilemeyecek kadar mühimdir.
Önce bilgi ve ilim üretemez hale geldik.
Mevcut bilgi ve ilmin hayat için kafi geleceğini
vehmettik ve olduğumuz yerde durmaya başladık.
Muhatap olduğumuz ve iman ettiğimiz Mutlak
İlim vardı, onda ne eksikti ki, başka bir kültür
coğrafyası bizi geçebilsindi. Hakikate iman etmiş
tek ümmet olmamız bizi rehavete sevk etti, oysa
kesintisiz hamle iştiyakına sahip olmalıydık.
Mutlak İlmin yanında insanların ürettiği
bilginin ne kıymeti olabilirdi ki. Bu nokta çok
dikkat çekicidir, gerçekten de Mutlak İlim ile
beşeri ilim arasındaki kıymet farkı sonsuzdur.
Bununla beraber, Mutlak İlmin muhtevasındaki
hikmet keşfi durunca, hakikat ile gerçek arasındaki mesafe açılmaya başladı. Problem tam bu
noktada gizlidir. Hakikat sonsuz kıymetlidir, gerçek ise faydası kadar kıymet ifade eder. Ne var ki
Hakikatin tezahür şekillerinden olan herhangi bir “gerçeklik”, hakikatin dışında üretilen
herhangi bir “gerçeklikten” mukayesesiz daha
kıymetlidir. Muhakkak ki böyledir. Şeytani ger11
çekliklerden birinin, hakikatin gerçekliklerinden
birine galebe çalması, olsa olsa, hakikatin tezahürlerinden biri olan “gerçekliği” hakikat yerine
ikame etmenin cezasıdır. Muhtemeldir ki hikmet
ve sır bu noktada gizlidir.
Meselenin iki gerçeklik arasındaki mukayeseden ibaret olmadığını, bizim hakikate muhatap olduğumuzu, hakikatimizin gerçekliğini imal
etmemiz gerektiğini düşünen münevverler, hakikatin gerçekliğini yeniden inşa edecek büyük
hamleyi başlatamadılar. Büyük hamle başlatılamayınca, ne kadar direnirlerse dirensinler, batının
pozitif bilim mecrasının ürettiği hayata karşı gelemediler. Beş kilometre menzilli top karşısında
bir kilometre menzilli topla direnmek mümkün
olmadı, batının gerçekliği ona karşı çıkanları bile
sarıp sarmaladı.
Önce, Mutlak İlim elimizde olmasına
rağmen hakikate nüfuz etme istidadını ve yollarını unuttuk. Hakikate iman ettiğimiz ve kitabı de
elimizde olduğu için onu kaybettiğimizi asla anlamadık. Mutlak İlimden hareketle üretilen ve her
cihetiyle ihtiyacımızı karşılayan ve mesut bir hayat yaşamamızı mümkün kılan “gerçekliğimize”
yapıştık. O gerçekliği uzun dönem tecrübe etmiş
ve ihtiyaçlarımızı karşıladığını görmüştük. Hakikat elimizin altından kayıp gidince, hakikati kaybettiğimizi de anlamamanın rehavetiyle, elimizdeki gerçekliğe hakikat diye sarıldık. Yani elimizde sadece “gerçek” kalmıştı.
Artık yeni tartışma, “batının neyini, ne
kadar alalım” şeklinde cereyan ediyordu. Tartışma bu noktaya geldiği andan itibaren, batıya en
radikal şekilde karşı olanlar da dahil olmak üzere,
eklektik düşünceye savrulmuş demekti. En samimi direniş mevzileri, “Teknolojisini alalım, ahlak
ve kültürünü almayalım” türündendi ve bunlar
bile epistemolojik işgale maruz kalmıştı. Bazıları,
epistemolojik işgalden habersizdi ve “objektif
bilgi” masalını şeker lezzetiyle yutmuştu ve bu
masalı bir Müslüman olarak Müslümanlara satıyordu. Pozitif bilimin objektif olduğuna dair yeminler edecek Müslüman fikir ve ilim adamları
yirminci asır İslam dünyasının efendileri olmuştu.
Yirmi birinci asırda bu sahte efendiliğe müsaade
etmemeliyiz.
Batı, keşif ve hamle istidadını harekete
geçirmiş, kendi kültür ikliminde kendi gerçekliğini üretmişti. Bizim elimizde “donmuş” bir gerçeklik vardı ve biz onu hakikat zannediyorduk,
batının elinde ise hareki bir gerçeklik vardı ve
sürekli keşif hamleleriyle gelişiyordu. Tabii ki
ona dönüp bakmazdık, o kim oluyordu ki, bizim
elimizde hakikat (zannettiğimiz gerçekliğimiz)
vardı. Hakikati kaybettiğimizi fark etmediğimiz
için, iki gerçeklik karşılaştı, bizimki donmuş bir
gerçeklikti, batının ki ise hareketli ve gelişen bir
gerçeklik… Netice başka ne olabilirdi ki?
Bu anlayışla asla kurtulamayız. Epistemolojik işgal ve eklektik anlayıştan kurtulmanın tek
yolu, kendi müktesebatımıza sadık kalarak ilimlerin tasnifini yapmak ve bu tasnife uygun olarak
mutlaka terkip ilimlerini inşa etmektir. Terkip
ilimleri, bilgiyi mülkiyetimiz altına almanın tek
yoludur, başka bir yol arayanlar, batının çöplüğünde, koku alma hassasını kaybetmiş şekilde
didinip durur. İlimlerin tasnifini sıhhatli şekilde
yapsak bile, terkip ilimlerini inşa edemezsek,
eklektik anlayıştan kurtulamayacağımız için,
kendi bilgi telakkimiz olmayacaktır.
Batının gerçekliği bizim gerçekliğimizi
geçince, zihnimiz ve aklımız kaçınılmaz olarak
gerçeklikler arasında mukayese yapmaya başladı.
Osmanlı münevverinin bir kısmı, meselenin gerçeklik mukayesesi olmadığını, bizim hakikatimizin olduğunu, batının ise sadece bir gerçekliğe
sahip olduğunu biliyor ve ifade ediyordu, bunlar
batının epistemolojik işgaline karşı direndi ve
imanlarını muhafaza etti. Bir kısmı ise mukayeseyi sadece gerçeklik üzerinden yaptı ve kalb ve
zihinlerini batıya açarak hakikati inkar etti ki,
onlar ümmetin zayiatıdır.
NURETTİN SARAYLI
12
izahını yapabilir, Zâtullah'a ilişkin söyleyebileceği bir şey yoktur örneğin, bu yüzden de
sınırlarını bilmek zorundadır. Kur’an, Rum
Suresi’nin 7. Ayetinde bunu şu şekilde ifade
eder: “Onlar bu dünya hayatının yalnız görünen yüzünü tanırlar, ahiretten/ebedî ve nihaî
olandan ise tamamen habersizdirler.”
POZİTİF AKIL
BİLGİ KAOSU
Bu “akla” göre, varlığın, insanın, hayatın vs. bir tek gerçekliği vardır ve her şey bu
gerçekliğin etrafında dönmektedir ki, söz konusu gerçeklik “pozitif aklın” görebildiğinden, algılayabildiğinden ibarettir. Her şey
onun görebildiği veya maddî olarak algılayabildiği kadarından ibaret olduğu için pozitif
akıl kendi düşüncesini veya görüşünü “mutlak
hakikat” yerine koyar. Bunun yanı sıra modern “pozitif akıl” parçalayıcı ve indirgeyicidir, her şeyi bölüp parçalar, kendi içinde kategorize eder ve meseleleri birbirinden bağımsız bir biçimde ele alır. Dolayısıyla modern zamanlarda her şeyden önce insan zihni
parçalanmış durumdadır ve bu da insan kişiliğinin ve hayatın parçalanmasına yol açmıştır.
EKLEKTİZM
ÜÇLÜ KISKACINDA NE YAPMALI?
Modernist yaklaşımlar neticesinde an
itibariyle İslam ilim telakkisi ve mevzu haritası dumura uğramış durumda. İslam Âlemi’nde bugün kelimenin tam anlamıyla bilgi
kaosu ve eklektizm problemi yaşanıyor. Bizim bilgi kaosundan ve eklektizm probleminden kastımız bilginin nasıl üretileceği veya
nereden alınacağı ve nasıl kullanılacağı konusunda yaşanan sapma ve bu sapma neticesinde ortaya çıkan kavram kargaşasıdır. Bilgi
edinme yolları ve bilginin nasıl kullanılacağı
söz konusu olduğunda akla biçilen rol belirleyici olmaktadır ki, bu da bizi kaçınılmaz olarak “pozitif aklın” yıkıcılığı meselesine götürür öncelikle.
“Pozitif akla” göre gördüğümüzün, algılayabildiğimizin ötesinde başka bir şey olmadığı için, bir başka ifadeyle tüm aşkınlık
reddedildiği için, onun kuşatamadığı ve anlamlandıramadığı alanlarda işin varacağı son
nokta nihilizmdir. Bu bakımdan Batı nihilizme çoktan savrulmuştur. Batı üç yüz yıldan
bu yana hâkim pozisyondadır, dolayısıyla
paradigması dünya genelinde hükümrandır,
bu nedenle günümüz dünyasında genel olarak
manevî-ahlakî değerlere ve cemaate/topluma
olan bağlılık azalmış, ahlaksızlık had safhaya
ulaşmış, bireycilik ön plana çıkmıştır.
“Pozitif akıl” ruhsuzdur, matematiksel
olarak düşünür ve kuru hesap yapar, salt kârzarar hesabı yaparak hareket eder, anlam
dünyası gördüğüyle sınırlıdır. Sözünü ettiğimiz “akıl” araçsaldır, görebildiği kadarından
hareketle ortaya koyduğu gerçekliğin dışında
başka hiçbir gerçekliği kabul etmez. Dolayısıyla varlığı, tabiatı, insanı, hayatı, toplumu
sadece zahirden ibaret görür. “Pozitif akıl”
ancak varlık âleminin ve varlık âleminde olup
bitenin görebildiği, algılayabildiği kadarıyla
“Pozitif akıl” bilgiyi doğrudan deney
yoluyla laboratuvar ortamında elde eder. Elbette bu bir yönüyle tabiat ve kâinat ayetleri13
nin okunmasıdır, ancak “pozitif akıl” Aşkın/Müteal olanla kendi arasında bağ kurmadığı için elde ettiği bilgiyi yorumlayıp kullanırken herhangi bir ahlakî sınır gözetmez,
çünkü elde ettiği bilginin arkasında yatan Hakikat’i reddetmektedir. Örneğin atom bombasını yapan “akıl” tam olarak böyledir. Eldeki
bilgiyi onun yorumladığı ve kullandığı şekilde yorumlayıp kullanmaya başladığımız an
işimiz bitmiş demektir.
irfan ve tefekkür mirasımız içinde devede
kulak mesabesindedir.
Hâlbuki bizim bugün yaptığımız tartışmalar tarih içinde yapılmış ve neticelenmiştir. Modern Müslüman "akıl" kadîm müktesebata yabancı olduğu, klasik literatürü bilmediği için bin yıl önce tamama ermiş tartışmaları bugün "yeniden" yapıyor. Kullanılabilecek tüm deliller karşılıklı olarak ortaya konulmuş, taraflar son sözlerini söylemiş, tartışma bitmiş, netice belli olmuş; konuşan
beyhude konuşuyor, cevap veren de zaman
kaybediyor.
Bu hastalık bugün dinî düşünceye
ziyadesiyle sirayet etmiştir. Marks’tan,
Alfred Adler’den, Erich Fromm’dan yola
çıkarak Kur’an tefsir eden bir “akıl” peyda olmuştur. Bu “akıl” İslam ilim, irfan ve
tefekkür mirasında güya arayıp da bulamadığını Batılı filozofların düşüncelerinde
arayıp bulmaktadır. Dolayısıyla bilgiyi nereden alacağını ve nasıl kullanacağını bilmemektedir, kendine has bir disiplini yoktur, eklektik ve taklitçidir. Kilise’nin tarihini İslam tarihi, İslam ulemâsını da ruhban sınıfı zannetmekte ve Batı tipi laikliği
kurtuluş seçeneği olarak sunmaktadır, üstelik başka bir sistemde yaşıyormuşuz gibi
ki, bu açıdan aynı zamanda sarhoştur da.
Bu bakımdan önce gerçekleştirilecek
çalışma için gerekli olan kurum ya da kurumlar ihdas edilmeli, mevzu haritası çıkarılmalı
ve buna göre tercüme edilecek eserler titizlikle belirlenmelidir, ilk aşamada yapılacak iş
budur. İkinci aşamada bunların okutulacağı,
öğretileceği ve tartışılacağı ortamların hazırlanması gerekmektedir. Fikir dünyasının yeniden inşası ancak bu yolla mümkün olabilir.
Örneğin aynı çizgide düşünen, donanımlı, ne
söylediğini bilen belli sayıdaki âlim, mütefekkir ve münevveri finanse ederek organize
halde ilk etapta büyük şehirlere sokarsanız ve
onlara gerekli olan kamuoyu platformunu
sağlarsanız bir süre sonra ülkenin gündemi
değişecek, fikir dünyası yeniden şekillenmeye
başlayacaktır.
Bu kaosun üstesinden gelebilmek için
kesinkes ilim, irfan, tefekkür geleneğine
dönmek ve öncelikle klasik eserlere yönelik
tam teşekküllü bir tercüme hareketi gerçekleştirmek gerekmektedir. Batı, İslam filozofları
sayesinde Antik Yunan’ı hatırlamış, Arapçadan Latinceye tercüme etmiş, böylece kendi
geçmişine vakıf olmuş, fikrî ve pratik açıdan
kendisini yeniden yapılandırmıştır. Biz ise
genel olarak kendi geçmişimizi bilmemekteyiz, ilim, irfan ve tefekkür mirasımıza yabancıyız, tercüme edilen klasik eserler ise ilim,
Aslında bu, bugün farklı bir biçimde,
aleyhimize olacak şekilde yapılmaktadır. İlahiyat fakülteleri akılları modern düşünceyle
malul kadrolar yetiştirmekte, medya modernist ilahiyatçıları sürekli gündemde tutmaktadır. Böylece toplum modern düşünce kalıplarını benimsemekte, içtimaî, siyasî ve iktisadî
hayatını da bu düşünceler çerçevesinde yeniden ve yanlış bir biçimde kurmaktadır. Biz de
14
elimizdeki kısıtlı imkânlarla buna karşı koymaya çalışmaktayız, olan bitenin özeti budur.
bilecek bir iş değildir. Hikmettendir, birlikten
kuvvet doğar.
Şu bir gerçek ki, bilgi kaosunun ve eklektizmin üstesinden gelinmeden İslam medeniyet hamlesi gerçekleştirilemez, çünkü
medeniyet belli bir kurucu fikre dayanır, bu
kurucu fikir bilgiyi kendi ilim, irfan ve kültür
havzasından almak zorundadır. Peki, bugün
hangi bilgi ve fikir çerçevesinde bir medeniyet hamlesi gerçekleştirilecektir? Ne bilgi, ne
de bilgiden kaynaklanan fikir bize aittir, bilakis bilgi de, fikir de dışarıdan, Batı’dan ithal
edilmektedir, kendimize ait bir toplum-bilim
kuramımız dahi yoktur. Bugün kim çıkıp böyle bir teşebbüste bulunacaktır, bilgiyi nereden
alacaktır, nasıl kullanacaktır, hangi bilgi çerçevesinde nasıl bir fikir üretecektir?
Kendi bilgi telakkimizi (epistemolojimizi) kaybettiğimiz için içine düştüğümüz
bilgi kaosu ve yaşadığımız eklektizm problemi Batı’nın epistemolojik saldırıları için
müsait ortam hazırlamıştır. Nitekim bugün
Batı’nın epistemolojik saldırıları karşısında grogi durumuna düşmüş haldeyiz. Savunma hatları yarılmış, surlar yıkılmış,
kaleler düşmüştür, her şeyden önce derin
bir kavram kargaşası yaşanmaktadır. Örneğin gayb “meta-fizik”, ibadet “ritüel”,
şehir “kent”, iktisat “ekonomi”, medeniyet
“uygarlık” oluvermiştir ve bunlar hakikatte birbirinden oldukça farklı kavramlardır. Medeniyet inşa edebilmek için öncelikle kurucu kavramlara ihtiyaç vardır ve ne
yazık ki biz bugün kendi kavramlarımız
çerçevesinde düşünmemekteyiz. Kullandığımız kavramlar ithaldir, bir başka bilgi,
düşünce ve kültür havzasına aittir ve seküler karakter taşımaktadır.
İşin aslı bu işe soyunan kimse veya
kimseler ilkin Batı’ya bakacaklardır, çünkü
Batı galiptir ve mağluplara da galipleri taklit
etmek düşer. Neticede ortaya çıkan iş de eklektik olacaktır. Bugün iktidar kadrolarının
yapmakta oldukları şey tam olarak budur.
Eğer gökdelen, yol, otomobil, metro vs. medeniyetse -ki böyle zannetmektedirler- tarihte
hiçbir zaman İslam medeniyeti var olmamıştır, çünkü ne asfalt yolu, ne otomobili, ne de
metrosu vardır ve gökdelen de dikmemiştir.
Söz konusu kavramlar çerçevesinde
şekillenen içtimaî, siyasî ve iktisadî yapının
hali ortadadır. Elbette iş kendi orijinal kavramlarımızı kullanmakla bitmemektedir, zira
bugün kavramları orijinal şekliyle telaffuz
edenler Batı’dan aldıkları etki nedeniyle kullandıkları kavramların içini yanlış doldurmaktadırlar. Dolayısıyla bilgi ve fikir planında
Batı’nın hegemonyası oldukça derinlere nüfuz etmiş, deyim yerindeyse bizi esir almıştır.
Her şeyden önce İslamî bakış açımızı dumura
uğratmış, fikrî ve amelî planda sekülarize olmamıza yol açmıştır.
Ancak buna karşın bilgi kaosu içindeki
çırpınışlardan fikrî planda bir medeniyet hareketi başlatmak mümkündür. Bu hareketi
başlatabilecek, eklektik düşünmeyen, ne söylediğini bilen, ağzından çıkanı kulağı duyan
âlimler, mütefekkirler, münevverler mevcuttur. İlim, irfan ve tefekkür mirası planında
yeterli malzeme de vardır. Ancak bu kimselerin ilk iş bir araya gelmeleri ve organize olmaları gerekmektedir; zira bu, ferdî gayretlerle, ayrı ayrı tekil çalışmalarla gerçekleştirile-
Batı’nın epistemolojik hâkimiyetinden kurtulmadığımız sürece, tüm nazarî
çalışmalar Batı’nın yeniden üretilmesi an15
acısı bir durumdur. Şûrâ ayetinden demokrasi,
“Dinde zorlama yoktur” ayetinden laiklik çıkarmak, Fransız Devrimi’ni Hz. Peygamber’in 23 senelik risâletinin sonucunda gerçekleştirdiği fetihle özdeşleştirip “Özgürlük,
Eşitlik, Kardeşlik” sloganları atmak da böyledir. Bu tür yaklaşımlar doğrultusunda mucizeyi “sembolik dil” ile izah edersiniz,
Kur’an’ı “birinci dereceden felsefî metin”,
melekleri de “tabiat güçleri” yaparsınız, vahyi
sosyoloji ve psikoloji çerçevesinde açıklamaya çalışırsınız -ki örnekleri az değildir-, Batılı
da oturup mutluluktan ellerini ovuşturur ve
size güler; zira zihnen onun esirisinizdir ve
itimat merkezlerinizi kendi ellerinizle devre
dışı bırakmışsınızdır. Kısacası günümüz Müslüman’ının aklı modernizasyonla malul olduğundan dinî, içtimaî, siyasî, iktisadî, hukukî
nazariyeleri de genel olarak Batı’yı yeniden
üretmeye yöneliktir.
lamına gelmektedir. Hâl-i hazırdaki nazarî
çalışmaların nihaî olarak ifade ettiği anlam
tam olarak budur. Modern paradigma
makyajlanmakta, bir-iki kısmî değişiklik
yapılmak suretiyle “İslamî” bir hüviyete
büründürülmekte, sonra da piyasaya sürülmektedir. Bu da Batı’nın yeniden üretilmesi demektir haliyle. Örneğin demokrasiyi alıp onu asılsız tefsir ve te’villerle “İslamî” bir hüviyete büründürmek tam olarak
böyle bir yaklaşımdır, Batı’yı yeniden üretir,
yaşadığımız coğrafyada İslam’ı küresel modernliğin payandası haline getirir ve böylece
bizi küresel modernliğe entegre eder.
Bir süredir devam etmekte olan “Kapitalist İslam-Sosyalist İslam” tartışması da
böyledir mesela. Muhafazakâr modernleşmeden yana olanlar İslam’ı Kapitalizm’le örtüştürmeye çalışırlarken, radikal modernleşmeden yana olanlar da onu Sosyalizm’le örtüştürmeye çalışmaktadırlar. Son derece ibret
verici bir tartışmadır bu. Taraflar Kur’an ayetlerini, hadisleri, tarih içinde ortaya konulmuş
uygulamaları, sahip olduğumuz ilim, irfan,
tefekkür mirası içinde yer alan birtakım düşünce ve görüşleri seçmekte, bunları Batılı
düşünce kalıpları içerisinde “yeniden” yorumlamakta ve delil olarak ortaya sürmektedirler,
tüm kaynaklar bu şekilde İslam’ın “Kapitalist” veya “Sosyalist” olduğunu ispatlamak
üzere seferber edilmektedir.
Batı’nın bilgi telakkisini (epistemolojisini) muteber kabul etmekle, Batı’nın akademik tasnif ve tertiplerini kullanmakla kadîm
müktesebatımızı
Batılı
epistemolojinin
mahkûmu haline getiriyoruz. Bu, bir nevi İslam ilim, irfan ve tefekkür mirasına Batılı
elbise giydirme ameliyesidir ki, sonuçları itibariyle son derece yıkıcıdır. Yapılmakta olan
şey, kaynakları modern paradigma doğrultusunda, Batılı bir bakış açısıyla “yeniden” yorumlamaktan ibarettir. “Ilımlı İslam”, “Demokratik İslam”, “Kapitalist İslam”, “Sosyalist İslam”, “Anarşist İslam”, Oryantalistlerden mülhem Sünnet’i-Hadis’i reddeden
“Kur’an İslam’ı”, moderniteye uygun biçimde
geliştirilen “Kent Müslümanlığı” vs. hep bu
tür yaklaşımların ürünüdür.
Hâlbuki bunların ikisi de -biri diğerine
muhalif olarak- Batı’da zuhur etmiştir, ikisi
de Batı’nın tarihî, felsefî, sosyal, kültürel,
siyasî ve iktisadî bunalımlarının ürünüdür.
Hal böyle iken günümüzün “Müslüman aydını” oturup ikisinden birini İslam’la örtüştürmek için yoğun çaba harcamaktadır. İşte bu
Batı’yı yeniden üretmek demektir ve içler
Bir başka epistemolojik evrene (Batı’ya) dâhil olduğumuz sürece İslam medeni16
yet hamlesi başlatmamız söz konusu değildir,
ancak makyajlama yoluyla “İslamî” hüviyete
büründürülmüş bir uygarlık hamlesi başlatmış
oluruz ki, bugün muhafazakâr modernleşme
ideolojisini benimsemiş olanların yapmakta
oldukları şey tam olarak budur. Söz konusu
kimselerin “İslamî” referansları sözden öteye
geçememektedir, hakiki manada İslamî olarak
nitelendirilebilecek içtimaî, siyasî, iktisadî bir
perspektifleri yoktur, şehir perspektifleri yoktur, medeniyet perspektifleri yoktur, çünkü
zihinleri modernizasyonla maluldür.
mız” fikren esiri oldukları kampın bilgi ve
düşünce hâkimiyeti altında sürünmektedirler,
üstelik doğru yolda oldukları zannıyla. Oysa
hakikatte Batı’yı yeniden üretip “Müslüman”
kimliğiyle küresel modernliğe entegre olmaktan başka hiçbir şey yapmamaktadırlar.
Hangi bilginin nerede olduğunu bilmeyen kimse ne yapacak, zaten zihinsel kodları
değişmiş, Batılı kodlarla yeniden yazılmış,
ilim, irfan ve tefekkür mirasına vakıf değil,
herhangi bir meseleye ilişkin bilgiyi Batılı
kaynaklarda arıyor, aslî kaynakları da -Kur’an
ve Sünnet’i- modern disiplinler doğrultusunda
yorumluyor, tam anlamıyla esaret altında.
Kendi ilim, irfan ve tefekkür mirasına, dolayısıyla elinin altındaki kaynaklara hiç müracaat etmediği halde müracaat etmiş ve aradığını bulamamış gibi davranmak, sonra da aradığını Batılı düşünce kaynaklarında bulduğu
zannıyla şaşırmış gibi yapıp “Vay be, adamlar
her şeyi söylemiş” demek sağlıklı bir yaklaşım değil, bilakis şizofreni belirtisidir. Bilgi
kaosu ve eklektizm bu ve benzeri yaklaşımların doğal sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tanzimat’tan bu yana Batı zaten kendi
medeniyet coğrafyamızda ziyadesiyle döl
vermiştir, hemen her alanda melezleşme söz
konusudur ve yapmamız gereken bunu tersine
çevirmeye çalışmaktan ibarettir. Bu da ilerisi
gerisi yok tam olarak geleneğe dönüşle, dolayısıyla geleneğin içinden kendimizi yeniden
üretmekle mümkün olabilir; Müslümanların
bu konuda ikinci bir seçenekleri bulunmamaktadır. Hadis-i Şerif’i hatırlayalım: “Kim
bir kavme benzerse o kavimdendir” (Ebu Davud), “Kim bir kavme benzemeye çalışırsa o
kavimdendir” (Ahmed b. Hanbel) veya “Bizim dışımızdakilere benzeyen bizden değildir”
(Tirmizî). Bu, giyim kuşamdan düşünceye
kadar hemen her konuda böyledir. Günümüz
Müslüman’ı Müslüman’dan başka her şeye
benzemektedir, zira asimile olmuştur ki, hadisin kastettiği şey de budur. Asimile, yani müteşebbih, Batılıya benzeyen, modern... Tam
bir yabancılaşma ve asimilasyon söz konusudur bugün.
Hulâsa, pozitif akıl-bilgi kaosueklektizm üçlü kıskasından kurtulmak için
önce keşf-i kadîm yapmak, ardından da bugüne dair kadîmle irtibatlı, aynı zamanda kendine özgü, saf İslamî bir perspektif ortaya koymak durumundayız.
ATİLLA FİKRİ ERGUN
Yüzde yüz İslamî, sağlam bir bilgi telakkisine sahip olmadan, hangi bilgiyi nerede
bulabileceğimizi bilebilmemiz mümkün değildir. Adresi bilmiyorsun, nasıl yola gideceksin?! Bu yüzden de modernist “aydınları17
dünya görüşümüze nispetle inşa etmediğimiz
için de, sarih veya zımnen batıya davetiye
çıkarmış olduğumuz açık. Hikmet ve irfanı
kaybettiğimiz için oluşan boşluğun felsefe
tarafından doldurulması kaçınılmazdır, son
birkaç asırdır böyle de olmuştur. Birkaç asırlık tecrübeye bakarak, felsefenin tek tefekkür
mecrası olduğu vehmine kapılmak, bizim idrak zafiyetimizi bile idrak edemediğimizi gösterir. İdrak edememek marazi bir durumdur
ama idrak edemediğimizi idrak edememek,
taklitçiliği tek alternatif haline getirir. Taklitten kurtulamayanların önünde, kadim müktesebatımızı taklit edip basit seviyede Müslüman kalmak ile batıyı taklit edip İslam’dan
uzaklaştığını bile anlamamak üzere iki ihtimal
mevcuttur. Kadim müktesebatı ilmihal üzerinden taklit edenler, samimi iman sahibidirler ama kendilerinden başka kimseye ilim,
irfan ve tefekkür sahasında bir faydası yoktur.
Batıyı taklit eden modernist-mealci kişiler ise
kaçınılmaz olarak hayatlarını eklektik haritaya çevirmiş; İman, İslam, İhsan bahislerinin
saf haritasını bir daha bulamayacak derecede
merkezden uzaklaşmıştır.
BÜTÜN FİKRİ VE EKLEKTİZM
Hakikat yekparedir, tüm alemleri
kuşatır. Bütün zamana ve mekana şamildir.
Hakikatin ta kendisi olan İslam, dolayısıyla
hayatı tüm üniteleri ile kuşatır, çünkü Allah'ın
dininde boşluk ve zafiyet yoktur. “Kurucu
şahsiyet” lerin öncülüğünde, mutlak ilim
merkezli, akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i
selim eksenli olmak üzere hayatın tüm alanları inşa edilir. Kurucu şahsiyetler hayatı inşa
ederken; akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i
selim ile “mutlak ilme” bağlıdırlar. Hayatın
inşası meselesi de dünya görüşümüzde olduğu
gibi hakikate ayarlıdır, bu sebeple yekpare,
yeknesak ve müstakildir.
Bilindiği gibi eklektik felsefede
Muhtelif ve hatta birbirine zıt sistemlerden
seçilen, iktibas yapılan anasır cem edilerek
yeni bir felsefi sistem meydana getirilir. Pratik faydaya yönelik iyileştirmeler olduğu zaman zaman görülse de, farklı bilgi telakkilerine bağlı üretimler olduğu için, bidayette bağlı
olduğu dünya görüşünün nüvelerini muhtevasında taşıdığından, teşebbüsün nihayetinde
doğru, güzel, iyi çıkmaz.
Tüm inşa faaliyetlerimizde bütünlük fikrine uygun hareket edilmesi gerekir.
Hayatı kuşatan tüm alanlar inşa faaliyetini
beklemektedir. İnşa edilemeyen tüm hayat
alanlarında tefekkür zafiyetimizin olduğunu
ve bu alanlardaki zafiyetten dolayı, boşluk
kabul etmeyen hayatın başkaları tarafından
üretilen hayat telakkileriyle işgal edildiğini
artık anlamalıyız. Kendi hayatımızı kendi
Birbirine zıt, birbirlerini dışlayan iki
farklı epistemoloji ve ontolojinin doku uyuşmazlığı kaçınılmazdır. Bu tezat, tevhit ve
vahdetten telif edilecek “bütün fikri ”ne mu18
gayirdir. Hayatımızı kuşatan mevzu ve sahaların her birini, aynı hakikatin bütünlüğü içerisinde idrak ve inşa etmek gerekir.
İçinde yaşadığımız bilgi kaosunda, bilerek veya bilmeyerek yakalandığımız eklektik
haritalardan kurtulmanın yolu ancak ilimlerin
tasnifi ile mümkündür. İlimlerin tasnifi marifetiyle bilgiye İslam'ın mührünü basmak kabil
olacağı için, terkip güzergahının ana caddesi
altın taşlarla döşenmiş olur. Terkip inşa edilebildiğinde vahdet tesis edilecek, vahdet ise
tevhidin yolunu açacaktır. Hakikat idraki ile
telif edilmiş İslami dünya görüşümüz; muhakkak ki diğer dünya görüşlerinden ve parça
parça kurulmuş tüm alt sistemlerinden müstakil bir dünya görüşüdür. Temelinde tevhit
vardır, vahdet vardır. İslam kaynakları açısından da şirk kabul etmez çözümlerini, kendi öz
mihrakında bulur.
Batılılaşma sürecine girdiğimizde,
aydınlarımız batının maddi kalkınmışlığının
da etkisi ile batının teknolojisini alalım, ahlakını almayalım savrukluğu ile teknoloji transferi gerçekleştirme yoluna gitmişler. Sonuç
olarak batının kendi bütünlüğü içinde oluşan,
toplumun, ihtiyaçlarının rasyonelize olmuş
hali olduğunu düşünemediler, sadece teknik
ve teknoloji ünitelerinin aktarımını yapacaklarını zannettiler. Ama ahlakları da peşinden
geldi. Teknoloji de paradigma içi üretimlerdir, toplumun ve dayandıkları varlık ve bilgi
sistemlerinin izlerini, yer yer mührünü taşırlar. Paradigma bütünlüğü içinde olmayan aktarımlar eklektizme davetiye çıkarır. Bu konu
açısında fikir teknesi külliyatının teklifi olan
“İslam irfanının teknolojisi” kayda değer bir
önem arz etmektedir.
Eklektik haritalar, yabancı felsefi ve
nazari unsurlar taşıyacağı için, farklı bir bilgi
telakkisinin unsurlarını ihtiva eder. Eklektik
mevzu haritasını kabul etmek, meseleyi derinliğine tetkik ve idrak edenler için İslam’ın
eksik olduğu iddiasıdır. (Haşa) Eksik olduğu
düşünüldüğü için başka bilgi telakkilerini de
ihtiva eden eklektik mevzu haritası kabul
edilmektedir. Kendi idrak zafiyetini, İslam’ı
inkas etmek için mazeret haline getiren ahmak kontenjanının arttığı bir çağda yaşamak
ıstırap vericidir. Anti-kapitalist Müslümanlar,
İslam sosyalizmi, Liberal İslam gibi sentez
(terkip değil) teşebbüsleri, özü ve müellifi
itibariyle oryantalist taarruz olmasına mukabil, idrak zafiyetinden ve parçalanmış zihni
evrenlerden dolayı bu topraklarda taraftar
bulabilmiştir.
Konuya parça bütün ilişkisi zaviyesinden baktığımızda, Hz. Ali efendimizin
hikmetli sözünü hatırlamalıyız; ''Parça bütünün habercisidir''... Bu hikmet mucibince;
parça yani herhangi bir hayat alanımızı inşa
edecek olsak da, hakikatin yekpareliğinden
yola çıkmalı, akl-ı selim marifetiyle mananın
sureti inşa edilmelidir. O mana ki, hakikatin
ilgili mevzua dair tecelli ve tezahürüdür, öyleyse parça bütünün ruhuna yani asli mihrakına uygun inşa edilmelidir.
Eklektik savruklukların oluşturduğu
mevzu haritası, yamalı bohça gibidir. Hayat
alanlarında olsun, nazari alanlarda olsun, hakikatin yekpareliğine mugayirdir. Hakikatin
mana ve muhtevasına uygun değildir. Hakikatin ruhunu taşımaz, terkibi olmaz.
Eklektik yaklaşımların işgal ettiği
Müslüman zihinler, İslam'ı, belli bir zaviyeden okuma alışkanlığına savruldular ve kendi
zaviyelerini (açılarını) İslam zannetmek hatasına düştüler. “Kur’an’ı o açıdan okuyunca
19
şunları anladım” türünden laflar, Kitabı herhangi bir açıdan okumanın zararını açıkça
göstermesine rağmen, açısız olarak (veya üç
yüz altmış derecedeki tüm açılardan) okuma
ihtiyaç ve idrakini tahrik etmemektedir. Bunlar, açı açı gezen ama bir türlü “Bütün fikre”
yabancı olanlardır, kadim müktesebatın tüm
açıları cem ve tertip eden kuşatıcı idraki ret
ettikleri için eklektizme düşmekten kurtulamazlar.
İslam'ın mümkün olan en geniş ufkunu gösterir, tefekkürümüzün de müntehasıdır. İslam
medeniyet tasavvuru da hakikate nispeten
oluştuğu için eklektik yaklaşımlara müsaade
etmez.
A.BÜLENT CİVAN
Kadim müktesebatı reddeden nev zuhur grupların eklektizme düşmeleri kaçınılmazdır. Ne var ki onlar “merkezkaç düşünce” oldukları için dikkatimizi ve rikkatimizi
fazla cezbetmez. Umurumuzda olan, dikkatimizi celbeden, rikkatimizin mevzuu olan
Müslümanlar, Ehl-i Sünnet dairesinde olanlardır. Bunlarla ilgili bazı tezahürler ise hicranımızdır. Bunların her biri hayatın bir alanında faaliyet göstermekte, kendi alanını ise İslam’ın bütünü gibi anlamakta veya en mühim
mesele gibi kabul etmektedir. Kardeşin kardeşten şikayeti olarak kabul edilmesi ve samimiyetimize inanılması talebiyle söylemek
durumundayız ki, “parça fikir” parça çözüme
yönelir, bu da İslam'ın ruhuna uymaz. İslam
küllidir, bütünün idrakini ister. Konuyu Haki
DEMİR'İN dergimizin birinci sayısındaki teşhisi ile bitirmek istiyorum. “... Hangi camiaya, cemaate, gruba, ekole bağlı olursa olsun,
ilim, irfan ve tefekkür faaliyetlerini İslam
medeniyet tasavvuru ve inşası ufkuna bağlı
şekilde yapmayı şiar edinme vakti geldi. Hususen, bir cemaat ufkundan medeniyet tasavvuru çıkmayacağı için, tüm İslami bünyeleşmelerin nazari ve ameli çalışmalarını bu istikamete teksif etmesi, hem telif ve tefekkür
çabalarının derinleşmesini temin eder hem de
müşterek faaliyet alanı ve altyapı ihtiyacını
karşılar.” Kısaca, İslam medeniyet tasavvuru,
20
çok daha zararlı hale gelmiştir. En büyük zararı da bilgiyi dağıtması ve bilgi telakkisi üzerinde idrak ve tefekkür faaliyetini engellemesidir. Herkes bir parçasına sahip olduğu bilginin, yekununa dair hiçbir fikir sahibi değildir
ve dikkat çekici olan nokta ise bunu hiç gündemine almaması ve umursamamasıdır.
İHTİSASLAŞMA VE
TERKİP İLİMLERİ
*
İhtisaslaşma, bilgi üretimini artıran bir
muharrik kuvvetti ve öyle de oldu. Bir bilgi
sahası tespit edip sadece orayla ilgilenmek,
kaçınılmaz olarak bilgi üretimini artırdı. Zira
bilgi alanı tespiti, bilgi miktarını o alanla sınırlı tuttuğu için, bilgi ihtiyacını büyütüyor,
böylece bilgi üretim iştiyakını ve hızını artırıyordu. İnsandaki bilme ve idrak etme iştiyakı
ve bunu mümkün kılan idrak istidatları, muhakkak ki bilgi üretimini tahrik eder. “Bilgi
alanı” tespiti, bilginin azaltılması, sınırlandırılmasıdır ve bu durumda az olan bilgiyi çoğaltmak ihtiyacı artar. İhtisaslaşma, tabii ve
zaruri olarak bilgi üretimini artırdı, bu durum
aynı zamanda ihtisaslaşmanın faydalarından
biriydi.
İhtisaslaşma, bilgide yoğunlaşma olarak oraya çıktı ve şüphesiz ki birçok faydası
vardı. Gerçekten batıda son birkaç asırdır ihtisaslaşmadan kaynaklanan çok sayıda fayda
elde edildi. Bir bilgi alanında ihtisaslaşmak,
bilgiyi o alanda tatbik etmeyi kolaylaştırdı,
bilgiden ve onun tatbikinden elde edilen fayda azami seviyeye çıktı. İhtisaslaşmanın birtakım faydaları olduğunu tartışmak beyhudeydi.
Hem bilginin üretiminde hem de tatbikinde ve faydalanılmasında görülen faydalar
meseleyi tartışma dışına taşıdı. İşte problemin
doğduğu nokta burasıydı, bir mesele idrak
ufkundan çıkarıldığı andan itibaren faydalarıyla birlikte zararları da görünmez, anlaşılmaz hale geliyordu ve zararlarına karşı tedbir
fikri de kaybediliyordu. Umumi bilgi cinsinden dolayı malumumuzdur ki, bir şey haddini
aştığında zıddına inkılap eder. İhtisaslaşmanın
birtakım faydalarından dolayı mesele idrak
ufkundan çıkarıldığı andan itibaren “mutlak
faydalı” ve “sıfır zararlı” gibi anlaşılmaya
başlandı. Fayda sınırı neresiydi, zarar nerede
başlardı cinsinden soruların sorulamaz olması, fayda sınırını aşmasına ve zarar alanına
girmesine sebep oldu. Bugün ihtisaslaşma,
tatbikatta birtakım faydaları hala görülmeye
devam edilse de, başlangıçtaki faydasından
“Bilgi alanı” tespit etmek, her ne kadar
bilgi üretimini artırıyorsa da, bilgi müktesebatının geri kalanına akıl ve idraki kapatmaktı.
Bir bilgi alanı, bilgi müktesebatının bir parçasıydı, parçalardan birini tercih etmek diğerlerini dikkatten uzaklaştırmak, onlara körleşmekti. Bilgi müktesebatına körleşerek bir
parçaya yoğunlaşmak, o parçada (bilgi alanında) üretilen bilgileri, nispeten de olsa bilgi
müktesebatından bağımsızlaştırmak manasına
geliyordu. Birbirinden bağımsız bilgi alanlarının meydana çıkması ise, bilginin tabiatını
(modern dille söylemek gerekirse genetiğini)
bozdu. Dünyada hiçbir şey birbirinden bağımsız olmadığı gibi kainatta da hiçbir şey
21
birbirinden bağımsız değildi. Varlık telakkisi
(ontoloji) böyle diyordu ama bilgi telakkisi
ihtisaslaşma ile bozulmuş, bilgi dağılmış, birbirinden bağımsız bilgi (ihtisas) alanları
oluşmuştu. Hal böyle olunca, “ilim maluma
tabi olmaktan” çıktı, batıdaki anlamıyla bilim,
ontolojiden bağımsızlaştı, batının ürettiği ve
kullandığı pozitif bilim telakkisinin fantastik
bir örgüsü haline geldi.
bilgi müktesebatının küçük bir parçasına yoğunlaşan akıl ve zihin, bilgi üzerindeki tasarrufunu kaybeder. Bu durum, şehri savunamayanların kendi evlerine çekilip orada hakimiyet kurma çabasına benziyor ki, çok komik
bir tavırdır. Batı, ihtisaslaşmada geldiği nokta
itibariyle bilgi üzerindeki tasarrufunu kaybetti, bilgi telakkisi dağıldı, çözüldü, hızla çürümeye başladı. Bu durumun tespit edilememesi, dünyada başka bir kültür ikliminin bilgi
telakkisi üretememesi ve teklif edememesinden kaynaklanıyor. Tek olan, çürüse de tek
kalmaya devam ediyor. Onun yerine başka bir
bilgi telakkisi ikame edilemeyince, ölüsü bile
sahayı işgal etmeye devam ediyor.
*
İhtisaslaşma, bilgi hakimiyeti ihtiyacından doğmuştu, bilgi üzerindeki tasarrufun
derinleştirilmesini ihtiva ediyordu. Bilginin
çokluğu bilgi üzerinde hakimiyet kurulmasını
zorlaştırıyordu. Zaten İslam ilim tarihinde de
batıda da ihtisaslaşma, bilginin çoğalmasının
zaruri neticesi olarak ortaya çıkmıştı, bilgi
azken ihtisaslaşma söz konusu değildi. Bilgi
çoğalınca, onu ihata edemeyen insan zihni,
kaçınılmaz olarak bilgi evrenini kaotik bir
görüntüde seyrediyordu. Kaos insan zihnini
korkutur, kaos üzerinde tasarruf kurmak kabil
olmaz. Akıl, tabiatı gereği nizama meyyaldir
ve insan zihni nizama doğru akar. Bilginin
çoğalmasıyla birlikte bilgide kaos ihtimali
arttığı gibi, ona tasarruf edecek büyük zihin
ve kalb sahibi insanlar azaldığı için, kaos olmasa bile kaos manzarası daha fazla görünür
hale geliyordu. Bilgi ihata edilemez, üzerinde
tasarruf kurulamazsa, ondan faydalanmak da
fevkalade azalıyor, aksine zararlı bir zihni
malzeme haline geliyor. Batı son birkaç asırdır bilgiyi taksim etmek ve ihtisaslaşmak zorunda kalacak kadar çok bilgi üretti. Kendi
bilgi müktesebatı içinde boğulmaya başlayınca ihtisaslaşmayı “bilimsel mit” haline getirdi, getirmek zorunda kaldı.
*
İhtisaslaşmayı reddetmek, bilginin ne
olduğunu ve günümüz bilgi müktesebatının
miktarını bilmemektir. Muhakkak ki ihtisaslaşma lazımdır, mesele sadece sınırının ne
olacağı sorusuyla birlikte bilgi telakkisi ve
terkip ilimleri mevzuunu gündeme almakla
ilgilidir.
Bilgi müktesebatı üzerindeki terkip
teşebbüsü, bilgi telakkisinin ta kendisidir.
Veya bilgi telakkisinin ilk tezahürü, bilgi
müktesebatının terkip edilmesidir. Bilgi telakkisi ve bilginin terkibi yoksa ihtisaslaşma,
bilgi üzerindeki tasarrufumuz kaybedeceğimiz ve onun tasarrufu altına gireceğimiz manasına gelir. Bilgi, terkip edilmiş halde sunulmadığı sürece, zihni ve kalbi evrenimize
kaotik bir taarruz başlatacak, “neyi öğrenmemiz”, “neyi anlamamız”, “neye inanmamız”
gerektiğini bilemez halde sürekli bir keşmekeşte boğulacağız. Dünyanın ve Müslümanların bugün içinde bulunduğu durumu başka
nasıl tasvir edebiliriz ki?
İhtisaslaşma yoluyla bilgi üzerinde
tasarruf kurmak tam bir aldanıştır. Öncelikle
22
*
nin bünyesindeki bilgi telakkisi çözülmüş
veya anlaşılmamış olur.
Fikirteknesi külliyatı meseleye nasıl
bakıyor?
Tetkik ilimlerinden her biri, aynı zamanda kendi sahasındaki tatbik ilimlerin tamamının “terkip ilmi”dir. Böylece bilginin
terkibine dair temrinler, tetkik ilimlerinde
başlar, bilgiyi terkip edemeyen kişi, alim veya
mütefekkir olamaz.
Fikirteknesi külliyatında ihtisaslaşma
meselesi, ilimlerin dikey tasnifinde ele alınmıştır. Dikey tasnif, her ilim mecrasının kendi
içindeki terkip ilmi, tetkik ilimleri, tatbik
ilimleridir. İhtisaslaşma, en ileri noktasıyla
“tatbik ilimlerinde”dir, nispeten de tetkik
ilimlerinde bulunur. Terkip ilmi, ismiyle müsemma şekilde, içinde bulunduğu ilim mecrasının tüm bilgisini kendinde cem ve terkip
eden ilimdir. Bu cihetle tatbik ilimleri aslında
“ilim” değildir, ilimler “tetkik ilimleri” katında bulunur.
*
Müslümanların bilgi telakkilerini ve
medeniyet tasavvurlarını oluşturmaları ve
dünyada yeni bir hamle başlatabilmeleri, ilimlerin tasnifi ve terkip ilimlerinin inşasına bağlıdır. Terkip ilimleri inşa ve bilgi terkip edilemezse, hem kadim müktesebatımıza ulaşmak ve onu idrak etmek imkansızlaşır hem de
batının ürettiği bilgi müktesebatının kaotik
taarruzundan kurtulmak zorlaşır. Bilgiyi tasarrufumuz altına almanın tek yolu, onu terkip etmektir. Günümüzde hem kendi kadim
müktesebatımızın zenginliği hem de batının
bilgi miktarı dikkate alındığında, bilgi karşısında ne yapacağımızı bilemiyor, bir istikamet tayin edemiyor, bir güzergah haritası çizemiyoruz. Zihni ve kalbi evrenimiz bilgiyle
aydınlanmıyor, bilgiyle bombalanıyor, sürekli
tahrif ve tahrip ediliyor. Bilgiyi zapt altına
alamıyor, sürekli onun tarafından kullanılıyoruz. Batının bilgi müktesebatı altında eziliyoruz zira miktarı karşısında gözümüz kamaşıyor. Kendi müktesebatımıza ulaşamıyor, ulaşamadığımız için ondan daha fazla batıdan
etkileniyoruz.
Tatbik ilimleri, ilimlerin tatbikatı olmak cihetiyle ilimlerin tasnifi içinde yer alır.
İlimlerin tasarruf ve murakabesi altında olması gerektiği için tasnif dışı tutulmamışlardır.
Yoksa tatbik ilimlerindeki mütehassıslar,
“ilim adamı” değildirler. İlim ve ilim adamlığı, “tetkik ilimler”inde başlar.
Tetkik ilimlerinde şimdiki bir ihtisaslaşma asla yoktur lakin terkip ilimlerine nispetle bir ihtisaslaşma mevcuttur. Tetkik ilimlerine dahil her ilim, o mecranın zirvesinde
bulunan terkip ilminin parçasıdır ve bu husus
asla unutulmaksızın tetkik ilimleri tahsil edilir, tetkik ilimlerinde araştırma yapılır, bilgi
üretilir. Tetkik ilimlerindeki tasnif, zirvede
bulunan terkip ilminin ana haritasına uygun
şekilde yapılır, o harita ne tedrisatta ve araştırmada dikkatten uzak tutulur. Tetkik ilimlerinde tek ilim tahsil edilmez, ilimler ana haritadan bağımsızlaştırılmaz, ana haritadaki bilgi
örgüsü dışına çıkılmaz. Aksi takdirde terkip
ilmine giden yol kapatılmış olur, terkip ilmi-
EBUBEKİR SIDDIK KARATAŞ
23
başka şartlarda nasıl kullanılacağı bilinemez.
Farklı şartlarda kullanma imkânı ve maharetinin
olmaması, insan zihnini öğrenilmiş bilgilerle ilgili
tedirgin eder, onları farklı şekilde kullanmaktan
uzak tutar. Bu durum, insan zihnini muhafazakâr
hale getirir, şartlar değiştiğinde sahip olduğu (öğrendiği) bilgiler işe yaramayacağı için, değişime
karşı direnmesine yol açar. Şartların değişmesi,
zihni evreni panikletir, korkutur. Öğrenme, bilgiyle insanın eşitler arası münasebet kurmasıdır,
bu durumda insan öğrendiği bilgiye hakim değil,
ancak onunla yaptığı anlaşma (öğrendiği) çerçevesinde yaşama imkanına sahiptir.
İHTİSASLAŞMA VE BİLGİDE KAOS
Bilgi ile insan arasındaki münasebetin
birkaç mühim hususiyeti var. Mesela üretilmiş
bilgiyi öğrenmek ile bilgi üretmek birbirinden
çok farklı hususiyetler taşır. İdrak, zaten üretilmiş
bilgiyi yeniden üretmektir, üretilmiş bilgiyi yeniden üretecek zihni ve kalbi iklime sahip olacak
derecede anlamamış olmak, sadece öğrenmektir.
Ve tabii ki üretilmiş bilgiyi idrak ederek yeniden
üretebilmekle, yeni bir bilgi üretmek de birbirinden çok farklıdır. Hal böyle olunca, bilgi ile insan
arasındaki münasebetler; ezberleme, öğrenme,
idrak etme, terkip etme, inşa etme süreç ve safhalarını takip eder. Öyleyse meseleye bu usulü takip
ederek bakmak en sıhhatli olanıdır.
*
İdrak etmek, hazır (dış dünyadaki) bilgiyi
zihni evrenine taşıyıp onu tekrar üretebilecek
kadar nüfuz etmesi, üzerinde tasarruf edebilmesidir. Bilgi, başka bilgilerle birlikte anlaşılır, onlarla birlikte muhakeme ve muhasebesi yapılabilir,
yeni şartlarda yeni kullanım şekilleri geliştirilebilir.
*
*
Ezberlemek, bilgiyi olduğu gibi zihni evrene taşımak ve kaydetmektir. Bilgi ile kurulan en
zayıf münasebettir ki, bu durumda bilgiyi paketli
(zarflı) olarak zihni evrene taşımaktan bahsedilir
ve onun ne olduğu ve nasıl kullanılacağı ile ilgili
bir maharet gelişmez. Bu sebeple ezberleme insan
zihninde bir tesir icra etmez, insan da o bilgiye
aslında muhatap olmaz. Ezberleme, özü itibariyle
bilgiyle münasebet kurmak değil, münasebet
kurma hazırlığı yapmaktır. Ezberleme insan zihninde bir değişiklik yapmayacağı için, mesela
insan ezberlediği bilgilerden korkmaz.
Terkip etmek, idrak edilen bilgiyi, başka
bilgilerle birlikte “bütün” haline getirmek, idrak
ettiği bilgiyi, idrak ettiği başka bilgilerle bir bilgi
örgüsü halinde dokumaktır. Terkip etmek, idrak
edilen her bilgiyi, müktesebatındaki bilgi yekununun “parçası” halinde bütünlük örgüsüne katmasıdır. Bu manada terkip etmek, bilgi üzerinde
mülkiyet kurmaktır.
*
İnşa etmek, idrak ve terkip ettiği bilginin,
varlık, insan ve hayattaki karşılığını üretmektir.
Varlıktan bilgiye ulaşma istikameti (ilim maluma
tabidir ölçüsü) yerini bilgiden varlığa ulaşmak
istikametine (ilmin malumunu inşa etmek) çevrilmiş olur. Bilginin varlığını, insanını ve hayatını
inşa etmek, varlığın bilgisine ulaşma istikametini
tabii ki lüzumsuz hale getirmez.
*
Öğrenmek, en azından bilgiyi kullanılabilme mahareti kazanmayı mümkün kılar. Ne var
ki idrak olmadığı için öğrenmede, kullanabilme
mahareti de öğrenilmiş haldedir. Bu sebeple öğrenilen bilginin kullanılması, çerçevelenmiş haldedir ve nasıl kullanılacağı da öğrenildiği için
24
*
böyle olunca mütehassıs, kendi sahasındaki bir
meseleyi bile izahtan aciz hale gelmiş bir cahildir.
Ezberlenen bilgiyle ilgili fazla bir problem
yaşanmaz. Öğrenilen bilgi, şartları devam ettiği
müddetçe işe yarama hususiyetini kaybetmez,
şartlar değiştiğinde ise kaos sebebi haline gelir ve
sahibini panikletir. İdrak edilen bilgi insana nefs
emniyeti kazandırır, paniklemez ve korkmaz,
şartlar değiştiğinde bilgiyi yeniden terkip ederek
kullanmaya devam eder. Terkip edilen bilgi kendi
kültür evrenine ait hale gelir veya kendi kültür
iklimini kurar ve hayata vaziyet etmeye başlar.
İnşa edilme safhasına ulaşıldığında hayatın altyapısı o kültür tarafından üretilir ve bilgiyi aşıp hayat üzerinde mülkiyet kurulmaya başlanır.
*
İzahsızlık, idraksizliktir. Tercih edilmiş
idraksizlik (ihtisaslaşma), bilgiyi kaosa teslim
etmek, insanı da o kaosa mahkûm etmektir. Batının ürettiği bilgi birikimi, kaosa teslim olmuş,
batı insanı da o kaosa mahkûm edilmiştir. Meselenin hüzün verici yanı, bu girdabın tüm dünyayı
kuşatmış ve mesela Müslümanları da kuvvetli
şekilde içine çekmiş olmasıdır.
Batının bilim telakkisi, ürettiği bilgiyi
belli bir disiplin içinde tutma kudretinde ve hacminde değil. Bilgi batıda dağıldı, insicamı bozuldu, terkip zaten yoktu. Batı, bilgi birikimini asla
toparlayamaz, terkip ilimlerini kurması bir tarafa,
zihni ve akli ufku o meseleye ulaşamaz. Batı kendi ürettiği bilgide boğuluyor, boğulması da mukadderdir. Yüzme bilmeyen birinin, kendini kurtarmaya gelen yüzücüyü de dibe çekmesi gibi,
dünyayı da boğuyor. Dünya, varlık-yokluk kavgasının eşiğine geldi, ne var ki dünyadaki hiçbir
kültür iklimi bu meseleyi anlayacak ve yeni bir
terkiple ortaya çıkacak altyapıya malik değil.
*
İhtisaslaşma, tabiatı gereği bilgiyle kurulan münasebetin idrak seviyesinde olmasını iktiza
eder. Bilgide derinleşmek, bilgi üzerinde tasarruf
kurmak ancak idrak ile kabildir. İhtisaslaşma ise
ezber ve öğrenme yoluyla elde edilebilir bir mevkii değildir. Bugünün dünyasında biraz ezber,
biraz öğrenmeyle mütehassıs olunduğuna dair
misallerin bulunması, meselenin esasını değiştirmez.
İdrak seviyesinde ancak mümkün olan
ihtisaslaşma, bir bilgi alanıyla sınırlandığı için,
esasen idrak parçalanmasıdır. Bilgiyi tasnif edebilirsiniz, hatta bilgi tasnif edilmelidir ama idrak
sınırlandırılır ve hapsedilirse, idrak parçalanması
ortaya çıkar ki bu durum, dehayı bile cahil bırakan bir yaklaşımdır. Dehayı bir alana hapsetmek
ve onun dışına körleştirmek, diğer alanların tamamında onu cahil bırakmaktır. İhtisaslaşmanın
bugün geldiği nokta, insanları (dehalar da dahil
olmak üzere) cahil bırakmanın metodudur.
Bu vazife ve mesuliyet tabii ki Müslümanlara aittir. Müslümanlar, hem kendileri hem de
insanlık için tek kurtuluş kadrosudur zira bu meseleyi halledecek tek kaynak (mutlak ilim) ve tek
müktesebat (kadim müktesebat) Müslümanlarda
mevcut. Dünyada terkip ilimlerini kuracak, bilgiyi derleyip toparlayacak, yeni bir tasavvur oluşturacak ve dünyaya sunacak kaynağımız var ve bu
imkan bize tüm insanlığa karşı mesuliyet yüklüyor.
FARUK ADİL
Hiçbir ihtisas alanı, kendi alanındaki bir
meseleyi bile yalnız başına izah edemez, halledemez, çözüme kavuşturamaz. Bugünün bilim
dünyasındaki mikro ihtisaslaşma derekesine bakılınca bu hüküm mutlak olarak doğrulanır. Hal
25
rı, parça fikir yahut kırıntı fikir müptelalığından kurtulmadıkları takdirde, eşya ve hadiseyi
teşhir ve teşhis etmekte “bütün fikrin” şuurunu idrak edemeyeceklerdir.
“Merkezi bahis nedir?” sorusunu doğru
cevablayamamış olan anlayışlar “bütün” arayışı içinde değillerdir. “Bütün” arayışı içinde
olmamak, insan ve hayat hakkında hiçbirşey
söylememektir. Geriye kalsa kalsa, menfaatler ve menfaat çatışmaları kalır.
İHTİSASLAŞMA MESELESİ VE
BİLGİNİN TERKİBİ
İhtisaslaşmanın panzehiri, terkiptir.
Terkip, ihtisaslaşmaya mani olacak şekilde
değil, onun zararlarını giderecek şekilde
yapmalıdır. Hem ihtisaslaşma her terkip faaliyeti birlikte gerçekleştirilmeli ve birbirini
tamamlamalıdır.
*İhtisaslaşma meselesi ve terkip
*Terkip ilimleri hakkında
İhtisaslaşmanın müsbet tarafları olduğu
kadar, birçok cihette menfi taraflarıda mevcuttur. Müsbet olan vechesi, bilgiyi disiplin
haline getirilerek zapt ve rapt altına almak,
kullanılır hale getirmek, konu üzerinde derinleşmek gibi birçok şey sayılabilir. Ayrıca ihtisaslaşmanın önemleri arasında bilginin tahsilinin ve taliminin mümkün ve nizami şekilde
yapılabilmesi ve benzeri birçok fayda sayılabilir. Bu ve buna benzer birçok faydadan dolayıdır ki, ihtisaslaşma bir asırdır büyük itibar
kazanmıştır. Sahip olduğu bu itibar, kendisine
karşı tenkit geliştirmeyi imkansız kılmakta,
ihtisaslaşma aleyhine söylenebilecek her sözü
mümkün kılmamaktadır.
Terkip ilimleri bilgi üreten değil, bilgideki manayı keşfeden, bilgiye mana zerkeden,
bilgiyi terkip eden, bilgiyi yoğuran, bilgiyi
şekillendiren, bilgiyi tasnif eden, bilgiyi gerektiğinde yeniden üreten ilimlerdir.
Terkip ilimleri, tetkik ve tatbik ilimlerinin terkip ve vahdet mimarisidir. Terkip
ilimleri, hiçbir bilginin manasız olmadığını,
başıboş bırakılamayacağı, mutlaka yerli yerinde olması gerektiği noktasından hareket
eder. Bilgilerin, genişliğine ve derinliğine
doğru, “mana mimarisini” kurar. Herhangi bir
bilginin “yerini” bulamadığı zaman kendini
eksik kabul eder. Mana mimarisindeki eksik
gördüğü bilgiyi üretmeleri için tetkik ilimlerini harekete geçirir.
İhtisaslaşma tabiatı icabı iyidir, güzeldir. İtiraz ettiğimiz husus, ihtisaslaşmayla
beraber oluşan idrak körlüğüdür. Kendi ihtisas sahası dışında hiçbir meseleyle uğraşmayan, “uzmanlık alanı” haricinde her meseleye kayıtsız kalan bu sıhhatsiz ihtisas kafala-
Terkip ilimleri, tetkik ve tatbik ilimlerinin tasnif ve tanzimini yapar. Tetkik ilimlerinin mecralarını açar, istikametlerini tayin
26
eder, faaliyetlerini tahrik ve teşvik eder, üretimlerini takdir, tenkit, teyit ve tekzip eder.
toparlanması, çözmediği için terkip edilmesi
gerekmiyordu. Kendini beyan ve izhar edişi,
terkibi bütünlük halindeydi. Ümmet tarih boyunca bunun dahiyane mecralarını, sütunlarını, manivelalarını, suretlerini oluşturmuş, tahkim etmiş ve daim kılmıştı. Yaklaşık on iki
asırdır bu minval üzere aşağı yukarı kesintisiz
şekilde devam etti. Ne kadar sağlam ve sağlıklı olduğu anlaşılmıyor mu?
Terkip ilimleri doğrunun peşindedir.
Terkip ilimleri “malüm ilme tabiidir” ölçüsünü takip eder. Terkip ilimleri mana ilimleridir. Mana ile meşgul olurlar. Mana mimarisini kurarlar.
Batıda “terkibi”, felsefe gerçekleştiriyordu. “Terkibi ilim” bahsini batı her ne kadar bilmese de, terkibi ilimleri, terkip manivelası olan felsefe temsil etmekteydi. Felsefe,
batıda “her şeye” birden bakabilen, bütün ile
ilgilenebilen tefekkür mecrasıydı. Hikayesi
uzun, kısaca pozitif bilimler meydana çıkıp,
ihtisaslaşma itibar kazanmaya, ciddi faydalar
üretmeye başladığından beri felsefe yavaşladı
ve yirminci asırda yok oldu. Buradaki illiyet
bağı, (pozitif bilimler geliştiği için felsefe yok
oldu şeklindeki illiyet zinciri) nisbeten doğru
ama esas doğru olan illiyet irtikabı, bunun
tersi, yani felsefe krize girince piyasa pozitif
bilimlere kaldı. Hangisi doğru veya hangisi ne
nisbette bu neticeye katkıda bulundu ayrı mesele, buradaki husus, batının hikayesi, “terkip
manivelasının” (felsefenin) kaybedilmesidir.
Artık, batıda, düşünceyi derleyip toplayacak,
derli toplu düşünce ile insan ve hayatı izah
edebilecek, çöken medeniyet ve hayatı yeniden inşa edecek “nefes” kesildi.
***
Terkip ilimlerine olan ihtiyacın anlaşılması kolay. Bilginin bugünkü haline bakan
hacimsiz akıllar bile terkip ilimlerinin lüzumunu görürler. Mesela terkip ilimlerinin nasıl
inşa edileceği veya ilimlerin terkibinin nasıl
gerçekleştirileceğidir. Meselenin boyutu anlaşılıyor olmalı, herhangi üç beş bilginin terkip
edilmesi değil, ilimlerin terkibinden bahsediyoruz.
İlimlerin terkibini gerçekleştirmenin
yolu nedir? İlk bakışta görünen, bilginin terkip edilmesidir. Bu sathi bir anlayıştır, zaten
tatbiki de mümkün değil. Bugünkü dünyanın
sahip olduğu bilgiyi terkip edecek zihni hacim kimde var ki? Milyarlarca sayfalık (belki
ciltlik) bilgiyi terkip etme gayreti büyük ihtimalle beyhude bir çabadır. Öyleyse geriye
kalan, zaten doğru yol olan, “muhteva”nın
terkip edilmesidir. Muhtevanın terkip edilmesi mümkündür.
Müslümanlar, “terkibi”, tabi halde
mümkün kılan ana mecralarını unuttular. Üç
mecra, yani tasavvuf, ilim ve tefekkür mecralarından uzaklaştılar. İslam hikmet yekununun dev üç mecrada akması, terkip meselesini, inşa edilmesi gereken bir iş haline getirmiyor, aksine çözülmemesi gereken (muhafaza edilmesi gereken) bir “bütün” olarak sergiliyordu. Yani müslümanlar, tarih boyunca
kendini hiç “dağıtmamıştı.” Dağıtmadığı için
Muhtevanın terkibini “fikir” gerçekleştirebilir. İlim, bilgi olarak anlaşılmaya başlandığından beri çözüldü ve dağıldı. Oysa
ilim, özü itibariyle tefekkür idi. Batıda felsefeydi, İslam’da irfan üst başlığı altında, hikmet ve tefekkür idi. Batı felsefeyi kaybetti,
terkip maharetini yitirdi, Müslümanlar irfanı-
27
nı, tefekkürü kaybetti, terkip maharetini yitirdi.
Terkip ilimlerinden hakikat ilmide diğer terkip ilimlerinden farklı olarak, hem terkip, hem tetkik hem de tatbik ilmini ihtiva
eden tek ilimdir. Hakikat ilmi, tek ilim olarak,
kendi sahasında terkip, tetkik ve tatbik vazifesini cem eder.
***
Terkip ilimleri katından aşağı inildiğinde tetkik ilimleri katına varılır. Tetkik
ilimleri, hakikat ilimleri, beşeri ilimler, müsbet ilimler, Kur’an ilimleridir. Bu ilimlerin
her biri, üst katta bulunan kendi terkip ilimlerinin çatısı altında faaliyet gösterir. Tatbik
ilimleri katına inildiğinde ise, terkip ve tetkik
ilimlerinin elde ettiği eserlerin (verimlerin)
tatbik edilebilir kısmına ulaşılır.
***
Son söz olarak, terkip ilimlerinin tüm
maksadı, tevhide yaklaşmak, yaklaşılmasını
mümkün kılmak, Müslümanların tevhid üzere
bulunmasını temin etmek gibi bir mesuliyet
dâhilindedir.
***
(Not: Bu yazının hazırlanmasında, Haki Demir’in İslam Medeniyet Tasavvuru -1- kitabından istifade edilmiştir.)
Terkip ilimlerinden tekevvün ilmi, varlık ilimlerinden yani müspet ilimler mecrasının terkip ilmidir. Müspet ilimler, tekevvün
ilminin tetkik ilimleridir. Müsbet ilimlerin
ürettiği bilgilerin tatbik edilmesi için “tatbik
ilimleri” mevcuttur. Bunların toplamı, tekevvün ilmi çatısı altında toplanır ve onun mütemadi murakabesine tabidir.
METİN ACIPAYAM
Terkip ilimlerinden insan ilmindeki
müşterek pay ise insandır. Fakat insan ortak
payı, müspet ilimlerdeki müşterek payın hususiyetlerine sahip değil. Beşeri ilimler, insan
ortak payından çok uzaklaşmış durumdadır.
İnsan ilmi, iki ana şubeye ayrılır. Ferdi şubesiyle ruhiyat, içtimai şubesiyle ahlak.
Terkip ilimlerinden olan tefsir ilmi ise,
Kur’an ilimlerinin terkip ilmidir. Bir taraftan
Kur’an ilimlerinin kaynağı diğer taraftan
Kur’an ilimlerinin elde ettikleri mana, hikmet,
hüküm ve bilgileri terkip eden ilimdir. Kur’an
ilimleri İslam medeniyet tasavvurunun merkezindedir, tefsir ise Kur’an ilimlerinin merkezidir.
28
tir, tevhidin fertteki tezahürü iman, cemiyetteki
(ve ümmetteki) tezahürü ise vahdettir. Ferden
iman etmedikçe, içtimai olarak da vahdete yönelmedikçe Müslümana tevhid güzergâhı açılmasa gerektir.
TEVHİD VE VAHDET
ÇERÇEVESİNDE BİLGİ BAHSİ
Tevhid, tek olan Allah Azze ve Celle’ye
aittir, tek olana şirk koşmamak gerekir. Kainat
(varlık), insan ve hayat kesret âlemidir. Kesret
tevhid edilmez, edilemez, tevhit edilirse çeşitlilik ve dolayısıyla varlık ve hayat yok olur, o
ancak terkip edilir, vahdet mihrakına bağlanır.
Bilgi de böyledir, bilgi tevhid edilmez, terkip
edilir, vahdet üzere tatbik edilir.
“Mülk Allah’ındır” hakikati, muhakkak
ki bilgi (ve ilmin) Allah Azze ve Celle’ye ait
olduğunu gösterir. Allah Azze ve Celle, sonsuz
ilim sahibidir ve O’nun ilmi, kendi kudretiyle
mütenasip olarak zatına aittir ve “öğrenilmiş
bilgi” değildir.
Terkip, varlık ve bilgide “bir”e ulaşmaktır, “tek”e ulaşmak değil. Kesretten “tek” olana
ulaşmak muhaldir, ancak “bir” olana, mevzu
silsilesinin bidayetine, ilk illete ulaşılır. “Tek”
olan ise, ancak kendini kendisi beyan eder,
kendi isimlerini ve sıfatlarını kendisi izah eder.
İnsandaki bilme ve idrak etme istidatları, en
fazla “bir” olana ulaşma iktidarındadır ve bu
sebeple kendisine din tebliğ edilmemiş kişilerin
aklıyla ulaşması gereken nokta, yaratıcının varlığını ve onun “bir” olduğunu bilmektir. Çünkü
idrak süreci terkip ile zirveye çıkar, zirve ise
“bir”dir.
Allah Azze ve Celle, kendi sonsuz ilminden ne verirse, insan ancak o kadarını öğrenme ve idrak etme imkânına sahiptir. Allah
Azze ve Celle, bir taraftan “bilinebilirlik” sınırını takdir etmiş diğer taraftan insanı bilme ve
idrak istidatları ile teçhiz etmiştir. Sonsuz ilminin bilinebilirlik sınırı insanlık sınırını, insanların her birine ihsanen tahsis ettiği bilme ve idrak istidatları ise ferdi sınırı tespit etmektedir.
Her insan, bilinebilir mahiyet taşıyan ve müsaade edilen bilgilerin tamamını öğrenme ve idrak
etme iktidarında değildir, her ferd, kendi bilme
ve idrak etme istidatlarıyla mahdut bir ufka (sınıra) sahiptir. Bu nokta, Mutlak İlim ile nispi
ilimlerin birbiriyle karşılaştığı hale tekabül
eder, yani Mutlak İlim ortadadır ve tespit edilmiştir lakin onu muhatap olan insan, illet, zafiyet ve acziyet ile maluldür ki, kendi bilme ve
idrak istidatlarıyla mahduttur.
*
İnsan idraki “bir” olana ulaşamazsa,
“tek” olanı bilemez. “Tek” olan zaten idrak
edilmez, idrak ufkunun ötesindedir. “Tek” olan,
kendini beyan ettiği (Resulleri vasıtasıyla insanlara kitap gönderdiği) için bilinebilir. “Tek”
olan, ancak bilinebilir asla idrak edilemez. Öyleyse insanın idrak süreci, güzergâhı, mesuliyeti
“bir” olana ulaşmaktır.
*
İslam’ın mevzu haritasının zirvesinde
itikat bahsi var, o bahsin zirvesinde ise tevhid
bahsi. Müslümanlar için en kıymetli bilgi alanı,
tevhid bahsidir ve bu bahsin içinde bulunduğu
bilgi havzası, itikat bahsidir. Bu sebeple İslam’ın bilgi telakkisi tevhid üzere inşa edilmiş-
“Bir” olma halini idrak etmek, idrakin
ufkudur. Tahkiki imanın bir mertebesi, “bir”
olma halini idrak etmek, “tek” olanı ise bilmektir. “Bir” olma halini de, “tek” olanı bildiğimiz
29
gibi bildiğimiz takdirde “taklidi iman” devam
ediyor demektir. “Bir” olma halini hakkıyla
idrak etmek de kabil değildir zira “bir” olma
hali, “tek” olanın mücerred tecellilerinden biridir. “Bir” olma halini idrak etmek, “bir” olmanın zaruretini idrak etmek sınırına kadardır.
“Bir” olma halinin zaruretini idrak ise uçsuz
bucaksız bir ufuktur ki, bilginin idrak edilebilirlik sınırıdır. Bu sınırdan sonra ilm-i tasavvuftaki “müşahede” başlar, müşahede ise idrak değildir, saf mananın sadece ruhla bilinmesinden
ibarettir.
melik dahi aykırılık ihtiva etmeyen bir dikkat
ve idrak işidir. Bugün, yeni tefsir çalışması olarak ortaya konulan eserlerin sığlığı ve maksada
muhalif ifadeleri, Mutlak İlimdeki ilahi terkip
sırrının unutulmasındandır. Tefsir, kadimden
beri ilimlerin anası olma kıymet ve itibarına
sahip olduğu için, bu imkanı kullanmak isteyen
ama ilahi terkip sırrını keşfedemeyen bazıları,
kendi küçük akıl ve sığ idraklerini “tefsir” başlığı altında Müslümanlara pazarlama gayretindedir. Önce “mealci” olarak zuhur eden, bu
şekilde duvara toslayıp paramparça olan bu
anlayış, mealcilikle yapmak istediklerini “tefsir” adı altında yapmaya devam etmektedir.
Kitabın veya mevzuun başlığını tefsir koymakla
tefsir yapılmış olmayacağı için, Mutlak İlimdeki terkip sırrının ne olduğuna dair bir fikir beyan etmeleri talep edilmelidir. Kendileri bu meseleyi bilmedikleri için, talep olmadan beyan
etmeleri muhaldir.
*
Mutlak İlmin her ölçüsü insanı “bir”
olana ulaştıracak “terkip hükmü”dür. Mutlak
İlmin yekunu ise “Tek” olana ulaştıracak istikamet ve güzergahı tayin eder.
Her “Ayet-i Kerime” ve her “Sünnet-i
Seniyye”, varlık ve bilginin bir kısmını terkip
edecek kıymet ölçüsüdür. Tefsir ve teşrih bu
sebeple “ilimlerin anasıdır”, yine bu sebeple
“terkip” idrak cehdinin zirvesidir.
*
Her “Ayet-i Kerime” ve her “Hadis-i
Şerif” bir bilgi alanının terkip hükmüdür. İlmi
usul çerçevesinde bunların tefsir ve teşrihi yapılırken, ortaya çıkan bilgi miktarını, tefekkürün
sağlamasını yapmak için tekrar terkip etmek ve
kaynak olan mukaddes ölçüye ulaşmak gerekir.
Sadece tahlil (tefsir ve teşrih) yolunu kullanmak, ortaya çıkan bilgiyi tekrar terkip etmemek, bilginin kaynağından bağımsızlaşmasına,
dağılmasına, başkalaşmasına sebep olur. Bu
sebeple, kadimden beri sadece tahlil değil, tahlil
ile birlikte terkip usulü kullanılagelmiştir.
Mutlak İlim olan kitap ve sünnet, her bir
cümlesinde bir ilim dalını ihtiva edecek bilgi
hacmine ve derinliğine sahiptir. Kadimden beri
bu mesele böyle anlaşılmış, bu sebeple de bazı
mefhumlar (bir kelime) için bile bir ilim dalı
inşa edilmiştir. Kadim mütefekkir ve alimlerin
keşif istidadı ve idrak derinliğini gösteren bu
hal, Mutlak İlimdeki muhteşem mana hacmine
nüfuz etmek ve hikmet keşfini gerçekleştirmek
bakımından insanlık tarihinin en harikulade
tefekkür hamlesine işaret etmektedir.
Tefsir ve teşrih yoluyla elde edilen bilgi,
terkip yoluyla, kendisinden kaynaklanan mukaddes ölçüye (ayet ve hadise) ulaşılmasını
sağlamalıdır. Bununla iktifa edilmemeli, terkip
yoluyla elde edilen netice, aynı zamanda Mutlak İlmin yekûnuna da aykırı olmamalıdır. Mutlak İlmin bir ölçüsünden elde edilen bilgi, Mut-
İslam ilim telakkisi, kadimden beri tefsir
(tahlil) üzere bina edilmiştir. Zira Mutlak İlim,
aynı zamanda sonsuz ilim kaynağıdır. Ne var
ki, Haki Beyin yazısında ifade edildiği gibi,
tahlil (tefsir) faaliyeti, Mutlak İlimdeki ilahi
terkibi takip eden, o terkip mimarisine bir keli30
lak İlmin başka bir ölçüsüne veya yekûnundaki
terkip sırrına aykırı olduğu takdirde, ilgili Ayeti Kerime veya Sünnet-i Seniyye yanlış anlaşılmıştır. Öyleyse terkip usulü, doğru anlayışın
sıhhat alametidir ve sıhhatli olup olmadığını
gösteren bir testtir.
nın en zor işidir. En yumuşak terkip olan cemiyet inşası, “vahdet” gibi harikulade bir mefhumun tasarrufu altında mümkün olmuştur.
Vahdet, müstakil şahsiyet olması gereken fertlerin, yoğun ve katı bir terkip için tek
tip haline getirilmesine mani olur. Cemiyet inşasındaki terkip kıvamını keşfetmek fevkalade
zordur, terkip cehdi bir miktar fazla olsa ferdi
şahsiyet ortadan kalkmakta ve robot varlıklar
meydana gelmekte, terkip cehdi bir miktar azalsa ferdi şahsiyet dağılmakta ve serkeşlik başlamaktadır. Bu sebeple olsa İslam cemiyet tasavvurları, terkip mefhumuyla değil, umumiyetle
vahdet mefhumuyla ifade olunmuş, vahdete
davet edilmiştir. Yer yer yoğun terkip faaliyeti
içine giren cemaatler görülmüş, orada ferdi gerçekliğin kaybolduğu müşahede edilmiş, yer yer
terkip yoğunluğu azaltılmış ve ferdi gerçeklik
aşırı bir hürriyete kavuşarak cemiyet imha
edilmiştir.
*
Ümmetin kadim üstatları, tahlil yoluyla
elde ettikleri bilgileri murakabe etmek için sürekli terkip etmişler, elde edilen neticelerden
kaynağa ulaşılıp ulaşılamayacağını görmek istemişlerdir. Fakat mesele bundan ibaret değildir. Mutlak İlimden tefsir ve teşrih yoluyla elde
ettikleri bilgileri (ilimleri) hayata ve ümmete
tatbik etmek, onlarla İslami hayatı, İslam cemiyetini ve Müslüman şahsiyeti inşa etmek yani
terkip etmek gerekir. Tahlil (tefsir) usulü, manayı idrak, hikmeti keşif, nispi ilimleri tertip
etmek içindir. Bu neticeler elde edildikten sonra, eşya ve hayatın bunlarla inşa edilmesi gerekmektedir ki, şahsiyet inşası, cemiyet inşası,
hayat inşası gibi devasa meselelere sıra gelir.
Bunların tamamı ise terkip usulüne tabidir.
Vahdet, ferd ile cemiyet arasındaki muvazenenin en mütekamil şekilde kurulmasını
mümkün kılan mana hacmine sahiptir. Tabii ki
vahdet de bir terkiptir, ne var ki vahdetteki terkip kıvamı, ferd ile cemiyet arasındaki terkibi,
muvazene üzere kurmayı mümkün kılmaktadır.
Ferd, kendi varlığını inşa ve ikame edecek kadar hür, buna mukabil cemiyetin terkip ve nizamını dağıtmayacak kadar ona merbut, cemiyet ise ferdi hakikati yok etmeyecek kadar seyrek münasebetler ağına sahip, buna karşılık ferdi taşkınlıkları ve had bilmezlikleri budayacak
kadar sıkı bir münasebet ağına maliktir. Vahdet,
ferd ile cemiyetin birbirine zarar vermesine
mani olacak, birbirinin kaynağı ve muhafızı
haline getirecek kadar münasebet örgüsü dokuyacak bir terkip kavrayışıdır.
Kadimden beri sadece tahlil usulünün
kullanıldığı zannı yanlıştır. Mutlak İlmin muhtevasından keşif ve idrak yoluyla elde edilen
mana ve hikmet ile, en hacimli şekliyle ifade
etmek gerekirse İslam medeniyetini inşa etmek
gerekmektedir ki, insan havsalasını aşan “büyük terkip” işidir. Bu sebeple kadimden beri
tahlil kadar terkip usulü de kullanılmış, tahlildeki derinleşme ile terkipteki irtifa kesbi ne
kadar inkişaf etmişse o nispette muhteşem medeniyetler inşa edilmiştir.
*
Eşyanın terkibi nispeten kolaydır, zor
olan insanlardan müteşekkil bir cemiyet terkibidir. Hem ferdi hürriyet ve asaleti muhafaza
etmek hem de bir cemiyet terkip etmek dünya-
HAMZA KAHRAMAN
31
lerin kahir ekseriyeti meslek ve zanaat mekteplerine gönderilir, ilim tahsiline uygun istidadı olanlar ise tefrik edilir ve medreselere
yönlendirilir. Medreseler baştan sona ilim ve
tefekkür müesseseleridir. Medreselerin içinde
sadece “Tatbik ilimleri medreseleri”nden mezun olanlar (mesela tabipler, mühendisler)
meslek icra edebilirler ama bunlar dahi ilim
tahsiline hayat boyu devam etmek mecburiyetindedir. Çünkü medreselerdeki ilim tahsili,
bir süreyle mahdut olmayıp, hayat boyu devam eden bir faaliyettir.
MAARİF NİZAMI VE
TERKİP İLİMLERİ MEDRESESİ
*
İlk mektepten sonra medreseye alınacak olan ilim ve tefekkür istidadına sahip talebeler, “orta mektebe” alınır, diğerleri meslek ve zanaat mektebine gönderilir. Orta mektepten mezun olanlar, tetkik ilimleri medresesine gider. Tetkik ilimleri medresesinde talebeler, istidat ve tecessüslerine göre tasnif
edildikten sonra ya tetkik ilimleri medresesine
devam eder veya tatbik ilimleri medresesine
gider. Her iki durumda da tetkik ilimlerindeki
tahsil devam eder. Tatbik ilimleri medresesinde belli bir süre tahsil gören talebe buradan
icazet alır. Tatbik ilimleri medresesinden mezun olan talebe, meslek icrasını tercih ettiğinde, bir taraftan mesleğini icra eder diğer taraftan tetkik ilimleri medresesinde belli periyotlarla tahsiline devam eder.
İlimlerin tasnifini yapmak, aynı zamanda İslam maarif davasının ana haritasını
çizmektir. İslam maarif nizamı, ilimlerin tasnifinde kullandığımız yatay ve dikey istikametler dikkate alınarak inşa edilir. Önce dört
ilim mecrası olan “Kur’an ilimleri mecrası”,
“Tevhid ilimleri mecrası”, “Beşeri ilimler
mecrası”, “Müspet ilimler mecrası” olarak
yatay tasnif esas alınır ve bunlar için medreseler kurulur. Sonra bunların içinde dikey
tasnif olan “Terkip ilimleri”, “Tetkik İlimleri”, “Tatbik ilimleri” mertebeleri dikkate alınarak üç seviyede medrese kurulur. Bu medreseler ilim tahsili ile ilgilidir ve ilim adamı
yetiştirmek için kurulur. İlim ve tefekkür istidadına malik olmayanlar, “Meslek ve zanaat
mektebine” gider. Bu medreselere talebe hazırlamak ve temel talim ve terbiyeyi gerçekleştirmek üzere “İlk mektepler” ve “Orta
mektepler” kurulur.
Tetkik ilimleri medresesinden mezun
olunmaz. Tetkik ilimleri medresesinde dereceler bulunur, talebelikten müderrisliğe kadar
uzanan derecelerde tedrisat devam eder. Tetkik ilimleri medresesinde mesafe alıp da terkip ilimleri medresesine girmeye hak kazanan
talebeler, bir hocaya on adedi geçmemek üzere terkip ilimleri medresesine kayıt yaptırır.
Terkip ilimleri medresesinde sınıf yoktur,
İslam maarif nizamında ilk talebe tasnifi, meslek ve ilim tahsiline dairdir. Talebe32
hoca ve talebe vardır, hocadan icazet alınır.
Terkip ilimleri medresesinde artık talebelik
bitmiş alim ve mütefekkir seviyesine çıkılmıştır.
itibar, itimat, kıymet, tesir gibi muharrik kuvvetlerle teçhiz edilir.
Ümmetin ve insanlığı ilk ve son meselesinin ilim, irfan ve tefekkür olduğu, tüm
meselelerin bunların mütemmimi mesabesinde ve kıymetinde bulunduğu, bunlar olmadığında hiçbir meselenin çözülemeyeceği, dolayısıyla dehaların bu sahalarda istihdam edilmesi gerektiği açıktır ve tüm kültür kodları ve
ahlak kaideleri bu istikameti gösteren yol haritası şeklinde tanzim edilmiştir, edilmelidir.
Terkip ilimleri medresesine kabul
edilmenin tek şartı vardır, birkaç ilim dalında
zirveye çıkmış, tetkik değil telif eserler vermiş olmak… Tek ilim dalında zirveye çıkanlar, ancak hususi şartlarda terkip ilimleri medresesine kabul edilir.
Terkip ilimleri medresesi, dünya bilgi
müktesebatına aşina, buna mukabil İslam’ın
kadim müktesebatına ise vakıf olanların bulunduğu ilim, irfan ve tefekkür karargahıdır.
ABDULLAH TATLI
Tetkik ilimleri tarafından üretilen bilginin, tatbik ilimleri tarafından üretilen tecrübenin harmanlandığı, İslam bilgi telakkisine
nispeten yoğrulduğu, ilimlerin tasnif haritasına göre tertip ve terkip edildiği karargah olan
terkip ilimleri medresesi, bilgiye İslam mührünün vurulduğu bir makamdır. Bu makam,
içinde bulunduğu devlet ve cemiyette en itibarlı, en kıymetli, en tesirli müessesedir.
*
Maarif nizamının sırrı terkip ilimleri
medresesinde mahfuzdur. Maarifin tüm yükü
de bu medresenin omuzlarındadır. Terkip
ilimleri medresesinde, ilmin ve tefekkürün
zirvesine ulaşmış dehalar vardır. Bu manada
terkip ilimleri medresesi, ümmetin deha kontenjanını istihdam eden karargahtır.
İlk mektepten itibaren ümmetin dehaları teşhis edilir ve ilmi tecessüse ve mücerret
tefekkür istidadına sahip olanları terkip ilimleri medresesine sevk edilir. Sevk ediş, hukuki bir icbara dayanmasa da; ahlak ve kültür
evreninde tüm yollar oraya çıkacak şekilde
33
itibar kazanmıştır. Mesleklerin (ve tatbik bilimlerin) kaynağı temel bilimler olmasına
rağmen, tatbik bilimlerin daha fazla kıymetli
hale gelmesi, ülkede bilimin olmadığı, bilime
itibar edilmediği manasına gelir. Bunun mühim sebeplerinden birisi hiç şüphesiz ilimlerin
tasnifi yapılmadığı için temel bilimlerin tatbik
bilimlerden daha “üstün” olduğuna dair bir
kültür oluşmamasıdır.
TERKİP İLİMLERİ VE
Bu misalde görüldüğü gibi, ilimlerin
tasnifinde yatay boyut kadar ve belki daha
mühim olmak üzere dikey boyut da olmalıdır.
Dikey boyut olmadığında ilimler arasında
derecelendirme olmayacak, kıymet ve itibarın
kaynağı oluşmayacak, yatay tasnifle bilginin
derlenip toparlanması zorlaşacaktır. Bu manada Fikirteknesi külliyatındaki dikey tasnif
olan (aşağıdan yukarıya doğru) tatbik ilimleri,
tetkik ilimleri, terkip ilimleri tertibi elzemdir.
TETKİK İLİMLERİ
*
Türkiye’de ilimlerin tasnifi bahsi hatırlanmadığı için, maarif nizamı (eğitim-öğretim
sistemi diyorlar) gelişigüzeldir ve hiçbir nizami altyapıya sahip değildir. Oysa maarif
telakkisinin ve nizamının altyapısını oluşturan
harita, ilimlerin tasnifidir. İlimlerin tasnifini
yapmadan hangi okulu, hangi bölümü neye
göre kuracağınızı ve orada neyin tahsilini yapacağınızı nasıl bilebilirsiniz?
İlimlerin tasnifi, temel ilim mecraları
oluşturulduktan sonra aslında tetkik ilimleri
mertebesinde yapılır. Zaten terkip ilimleri, her
ilim mecrasında bir adettir ve o ilim mecrasının zirvesini tutan, ilim telakkisini oluşturan,
o mecradaki tüm bilgileri terkip eden zirve
ilimdir. Tek olanı tasnif etmek gerekmeyeceğine göre, ilimlerin tasnifi tetkik ilimleri seviyesinde yapılır. Tetkik ilimleri, ilmin gövdesidir, ana yapısıdır. Orada yapılan tasnif, yukarıya doğru terkibin altyapısını kurar, aşağıya doğru tatbik ilimlerinin kaynağını oluşturur. Zaten tatbik ilimlerinin tasnifi kolaydır,
her tetkik ilminin birden çok tatbik ilmi vardır
ve bunlar bağlı oldukları tetkik ilmine göre
kolayca tasnif ve tertip edilebilir.
Mevcut bilim telakkisine göre biyoloji
temel (tetkik) bilim, tıp ise onun tatbik bilimidir. Bu durumda biyoloji tıbbın üstündedir,
hem kıymet olarak hem de kaynak olarak…
Fakat ülkedeki duruma bakıldığında, tıp bilimi biyolojiden çok daha kıymetli hale gelmiştir. Sebebi malumdur; biyoloji temel bilimlerden olduğu için doğrudan tatbik alanı yoktur,
tıp ise biyolojinin tatbik bilimlerinden biridir,
tatbik bilimi ise bir meslek haline gelmiş ve
Meselenin zorlu kısmı, tetkik ilimleri
ile terkip ilimleri arasındaki münasebettir.
34
Tetkik ilimleri mertebesinde yatay şekilde
yapılan tasnif ve tertibin terkibe mani olmayacak, bilgiyi dağıtmayacak, birbirinden bağımsız bilgi alanları oluşturmayacak bir anlayışla yapılması gerekir. Zaten bu sebeple terkip ilimleri vardır, olmalıdır.
Terkip ilimlerinin Mutlak İlme muhatap olması ise “Tefsir İlmi” marifetiyledir. Bu
manada tefsir ilmi, diğer üç terkip ilminin de
terkip ilmidir. Tefsir ilminin “mevzu” edinmediği, hakkında keşif ve telifte bulunmadığı
bir mesele, hiçbir ilim dalının ve bu arada
terkip ilimlerinin konusu haline gelemez.
Tatbik ilimlerini murakabe altında
tutmak kolaydır, zira onların mahiyetini tarif
ve alanını tayin etmek kolaydır. Bir tetkik
ilminin hayata intikali, hayata tatbiki, hayatta
faydalanılması gibi meseleler, bağlı olduğu
tetkik ilminin muhtevasında mevcuttur. Tetkik ilminin hayata bakan kaç yönü varsa, o
kadar tatbik ilmi mevcuttur, kurulmalıdır.
Tefsir ilimleri dışındaki terkip ilimleri
olan “Hakikat ilmi”, “İnsan ilmi” ve “Tekevvün ilmi” Mutlak İlim olan Kur’an-ı Kerim’e
ve Sünnet-i Seniyye’ye doğrudan muhatap
olabilir muhakkak fakat bu münasebet her
birinin tefsir ilmi esaslarına uygun şekilde
yapacakları keşif ve telif yoluyla mümkündür.
Her birinin kendi sahasında yaptığı keşif ve
telif, önce tefsir ilminde terkip edilir, sonra
kendi sahalarında terkip edilir. Tefsir ilminde
terkip edilmemiş bir bilgi ve hikmet, hem diğer terkip ilimlerine hem de onların tetkik ve
tatbik ilimlerine intikal edemez.
*
Terkip ilimleri, içinde bulunduğu ilim
mecrasının (Kur’an ilimleri mecrası, Tevhid
ilimleri mecrası, Beşeri ilimler mecrası, Müspet ilimler mecrası) zirvesinde bulunan, bilginin dağılmasına müsaade etmeyen, aksine
bilgiyi tertip ve terkip eden, bilginin ve ilmin
istikametini tayin, faaliyet alanlarını tespit
eden bir hüviyet ve mevki sahibidir. Terkip
ilimleri, bilgi ve ilim telakkisini oluşturan,
Mutlak İlim ile bilgi ve hayat arasındaki münasebeti kuran, bilgi ve hayatın Mutlak İlme
nispetini yapan, Mutlak İlme aykırı bilgiyi
teşhis eden, Mutlak İlmin insan ve hayat üzerindeki hakimiyetini mutlak hale getiren, bilginin ve hayatın Mutlak İlmin çerçevesi dışına çıkmasına, taşmasına müsaade etmeyen
ilim karargahıdır.
Kur’an ilimleri mecrasındaki üç ilim
mecrası, öncelikle kendi sahalarında keşif ve
telif ettikleri bilgileri kendi terkip ilimleri
bünyesinde terkip etmek ve tefsir ilminin
malzemelerini derlemekle mesuldür. Sonra
tefsir ilminde terkip ve tertip edilmiş bilgi ve
hikmeti, kendi terkip ilimleri bünyesine taşımak, oradan kendi tetkik ilimlerinin istikametin ve faaliyet alanlarını tayin etmek, nihayet
tatbik ilimleri marifetiyle hayata vaziyet etmesini teminle görevlidir.
*
Terkip ilimlerinin en mühim hususiyeti, Mutlak İlme doğrudan muhatap olmasıdır.
Tetkik ve tatbik ilimleri Mutlak İlme doğrudan muhatap değildir, onlar kendi mecralarındaki terkip ilimlerine muhataptır.
Tetkik ilimleri, bağlı oldukları terkip
ilimlerinden istikamet ve mevzu haritasını alır
ve keşif ve telif çalışmalarını yürütür. Keşif
ve telif çalışmalarında ortaya çıkan bilgi ve
hikmet, terkip ilminin kendilerine verdiği istikamet ve mevzu haritasını taşmaya başladı35
ğında, terkip ilmine müracaat ile, bilginin yeniden değerlendirilmesini ve yeniden terkip
edilmesini talep eder. Tetkik ilimlerinin vazifesi zaten budur, ana istikamet ve harita üzerinde keşif ve telif işini yürütür. Ne var ki,
terkip ilmi tarafından yapılan terkip kıvamı ve
hacmi yanlış veya dar olabilir. Bu durumda
tetkik ilimlerinin keşif ve teliflerini taşıyamaması söz konusu olacağı için, tetkik ilimleri sıkışır, hatta donmaya başlar ve tekrara düşer. Bu ihtimal için bir tedbir gerekir. Bu tür
ihtimaller göz önüne alınarak, akışın sadece
yukarıdan aşağıya doğru (yani terkip ilimlerinden tetkik ve tatbik ilimlerine doğru) gerçekleştirilmesi doğru değil, aynı zamanda
aşağıdan yukarıya doğru bir akışın da sağlanması şarttır.
leri, tetkik ilimlerinden elde edilen verilerle
Mutlak İlimden keşfedilen hikmetler arasındaki irtibatı kuran mercidir.
RAMAZAN KARTAL
Tetkik ilimlerinin keşif ve telif müktesebatı, belli zaman aralıklarıyla zaten muhasebe ve muhakeme edilecektir. Tetkik ilimleri, bilgi ve hikmet üretiminin yapılacağı saha
olduğu için, bilginin sürekli artacağı, birikeceği, çeşit ve sayı olarak çoğalacağı faaliyet
alanıdır. Bu manada tetkik ilimleri, terkip ilminin keşif koludur. Tetkik ilimlerinin, varlık, insan ve hayata dair keşif ve üretimleri,
terkip ilimlerinin Mutlak İlmin muhtevasından keşfettikleri mana ve hikmet ile mütenasip olmalıdır. Tetkik ilimlerinin yanlış teşhis
yapma ihtimali olduğu gibi terkip ilimlerinin
de Mutlak İlmi yanlış anlama ihtimali mevcuttur. Bu sebeple tetkik ilimlerinden yukarıya doğru terkip ilimlerine bir akışı vardır, olmalıdır.
Tetkik ilimleri sahada çalışır, keşif ve
üretimleri varlık, insan ve hayat üzerinde gerçekleşir. Terkip ilimleri ise bizzat Mutlak İlim
üzerinde çalışır ve keşiflerini Mutlak İlmin
muhtevasında arar. Bu çerçevede terkip ilim36
bir bilgi alanı bırakmadığı hususu dikkatlerden uzaklaşmıştır. Sonsuz ilminin dışında bir
bilginin mevcut olabileceğine dair zan, açıkça
ifade edilmese de, (Allah muhafaza) zihni
evrenimizi işgal etmiş gibidir. Bu mesele,
tevhid ile ilgili bir bahistir ki, ehemmiyetini
izaha ihtiyaç yoktur.
İLİMLERİN ANASI
TEFSİR İLMİ
Mutlak İlmin yeryüzüne inmiş olması,
insanları muhatap alması, insanların bir kısmının da ona iman etmesi söz konusu olduğunda insan ile hakikat arasındaki irtibat kurulmuş demektir. “Hakikat” bize kadar ulaşmışsa, başka bir ilim ve başka bir ilim kaynağı yoktur.
*
Mutlak İlim (Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye), Allah Azze ve Celle’nin sonsuz ilminin yeryüzüne açılan kapısıdır. Yeryüzünde mümkün olan tüm bilgi üretimleri,
Mutlak İlim tarafından kuşatılmış, onun tarafından tavsif ve tasnif edilmiştir. Mutlak İlmin tavsif ve tasnifi, “doğru-yanlış”, “iyikötü”, “güzel-çirkin” şeklindedir ve tüm tasniflerin ana kaynağıdır.
Mutlak İlim, hakikati gereği bilgiyi
muhittir. Mutlak İlmin, müspet veya menfi
şekilde tavsif etmediği bir bilgi alanı ve vahidi yoktur, olması muhaldir, olduğunun düşünülmesi en ağır ve derin yanlışlardan biridir.
Yeryüzündeki tüm bilgi müktesebatı, Mutlak
İlmin tefsir ve teşrihinden ibarettir, başka türlü olması hayal bile edilemez.
On dört asırdır ümmetin telif ve tatbik
ettiği devasa müktesebat, bilginin, “doğru-iyigüzel” kısmını temsil eder. Kadim müktesebatımızın, bilginin doğru, iyi, güzel olan kısmının tamamına malik olduğunu, Mutlak
İlimdeki bu kısmın tamamının keşif, telif ve
tatbik ettiğini iddia etmek, Mutlak İlmin mahiyet ve hakikatini bilmemektir. Mutlak İlim,
ilanihaye keşfedilecek bir mana haznesidir ve
tüm hikmet yekunu tabii ki keşfedilmemiştir,
zaten on dört asır bir tarafa on dört bin asır
devam etse yine tamamının keşfi kabil değildir. Ne var ki, on dört asırdır dünyada üretilen
bilginin doğru, iyi, güzel kısmını bu ümmetin
keşif ve telifi temsil etmektedir.
İnsanlık, İslam’ı inkâr edip, başka bilgi
kaynaklarına yöneldiği ve oradan bilgi ürettiği takdirde de elde ettikleri bilgi, Mutlak İlmin mana hacmine dâhildir. Bu cihetle yeryüzündeki tüm bilgi müktesebatı, Mutlak İlmin
tefsir ve teşrihinden ibarettir. Bu durum, Allah Azze ve Celle’nin “her şeyi” yaratmış
olması, O’nun yaratma fiilinin dışında bir
anlık zaman diliminin, bir adetlik atomun olmayacağına dair “tevhid esası” ile ilgili mevzudur. Yaratma kudreti ve fiilinin kuşatıcılığı
gibi sonsuz ilminin de kuşatıcılığı mevcut ve
vakidir.
Bilginin yanlış, kötü, çirkin olanını ise
ümmetin dışındaki insanlık âlemi üretmiştir.
Mutlak İlim, bilginin yanlış, kötü, çirkin olanını da izah etmiş, onlara işaret etmiş, insanlığı onlardan kurtarmak için “haram” ölçülerini tespit ve nehyetmiştir. Yanlış, kötü, çirkin
Allah Azze ve Celle’nin yaratma kudretinin kuşatıcılığı bir tevhid esası olarak bilinmesine ve dikkat edilmesine rağmen, sonsuz ilminin kuşatıcılığı ve dışarda herhangi
37
olanı tasvir, tavsif ve tarif etmekte teferruata
kadar inmemesi, onları bilgi hacmine almadığı manasına gelmez, aksine haram kılınmış
olması, o bilgilerin hakikatinin de (neden haram olduğu sorusunun cevabının da) Mutlak
İlimde mevcut ve mahfuz olduğunu gösterir.
“yanlış, kötü, çirkin” ölçülerine dair bilgi alanının neticelerini, gayrimüslimlerin hayatlarında görecek ve anlayacaklardır. Böylece,
“doğru, iyi, güzel” bilgi alanını tetkik ve tecrübe ederek, “yanlış, kötü, çirkin” bilgi alanını ise neticelerini görerek anlayacaklardır.
Ümmetin dışındaki insanlık âleminin
ürettiği bilginin tamamının yanlış, kötü, çirkin
olmaması kabildir. Ne var ki, Mutlak İlme
nispet edilmediği, onu ana mihver edinmediği
için, üretenler tarafından “doğru-iyi-güzel”
olduğu asla bilinmeyecek, ona ulaştıkları gibi
ondan vazgeçmeleri de mümkün olacaktır. Bu
manada gayrimüslimlerin keşfettikleri ama
keşfettiklerini asla bilmeyecekleri “hikmet”,
ana kaynağa nispet edilerek ve akl-ı selimin
süzgecinden geçirilerek mülkiyetimiz altına
alınacaktır.
Gayrimüslimlerin ürettikleri ve hayatlarına tatbik ettikleri haramların bilgi müktesebatı üretilmiş, yasaklanmalarındaki hikmet
keşfedilmiş, neticelerinin ne olduğu görülmüş
olur. Mümin ile münkir, biri müspet cihetiyle
diğer menfi cihetiyle Mutlak İlmin tefsirini
yapar, tatbikatını gerçekleştirir. Kader nasıl ki
mümin-münkir tefriki yapılmaksızın vaki ve
cari ise, bilgi de aynı şekilde mümin-münkir
tefriki yapılmaksızın Mutlak İlim tarafından
kuşatılmıştır. Mutlak İlim (Kur’an-ı Kerim ve
Sünnet-i Seniyye) insana gönderilmiştir, bu
sebeple tüm insanlar onun tefsirini ve tatbikini yapmaktadır. Kendisine “hakikat” gönderilmiş olan insanlık, hakikatin ufku dışına
çıkamaz, ya müspet cihetten ya da menfi cihetten onun çerçevesi içinde kalır.
Müslümanlar, haramları tetkik ve idrak
etmekle mesul değildir, mesuliyet, onlardan
içtinap etmektir. Bir bilginin (ve ölçünün)
idrak sürecinin bir safhası da onu tatbik etmektir, zira Hz. Ali (RA) Efendimizin ifadesiyle “Tecrübe, faydasıyla birlikte ayrı bir
ilimdir”. Tetkik faaliyeti, tatbik faaliyetine
(tecrübeye) kadar ulaşmadığında eksiktir, bu
cihetle Müslümanların haramları tetkik ve
idraki her zaman eksiktir. Dünyada gayrimüslimlerin de mütemadiyen olacağı gerçeği ve
İslam’ın zorla kabul ettirilmesindeki yasağın
bir hikmeti de bu olsa gerek. Yani, Müslümanların tecrübe edemeyecekleri, bu sebeple
de tetkik ve idraklerinin eksik kalacağı bilgi
alanı olan haramlar veya daha geniş manasıyla “yanlış, kötü, çirkin” ile ilgili bilgi ve kaideler, münkirler tarafından tetkik ve tecrübe
edilecek, böylece o alanın bilgisi üretilecektir.
Müminler, kendi üzerlerinde ve kendi hayatlarında tatbik ve tecrübe edemeyecekleri
*
Hakikati inkar mümkündür, zira Allah
Azze ve Celle insana iman-inkar hürriyetini
tanımıştır. Fakat hakikatin çerçevesinden dışarıya çıkmak kabil değildir, nasıl ki Allah
Azze ve Celle’nin mülkünden dışarı çıkmak
kabil değil… Bu cihetle Tefsir ilmi, Kur’an
ilimleri mecrasının terkip ilmi olarak tüm bilgiyi muhtevidir, böyle olmalıdır.
Tefsir ilmi, insanlığın sahip olduğu
tüm bilgi müktesebatını ihtiva edecek bir terkip ilmi haline getirilmelidir. Bu manada tefsir ilmi, İslam İlim Telakkisinin (ve mecrasının) merkez karargahıdır. Her bilgi burada
toplanmalı, buradan tevzi edilmelidir.
38
Tefsir ilmindeki en küçük zafiyet, tüm
bilgi müktesebatına sirayet edecek devasa
yanlışlara sebep olur. Özellikle günümüzde,
“mealci” anlayışın evrimleşerek tefsir çalışmalarına başlaması, aslında ise mealciliği sadece ismini değiştirerek devam ettirmesi,
böylece kendi sığ idrak ve kısır bilgilerini
tefsir adı altında piyasaya sürmesi, üzerinde
dikkatle durulması gereken vahim bir savruluştur. Kadim müktesebatımızın tefsir yapabilmek için gerekli gördüğü ilmi ehliyet ve
liyakat, bugünün dünyasında eksilmemiş, aksine artmıştır ve onlara ek olarak birçok ilmin
de mütehassısı olma şartı zaruret haline gelmiştir. Bugünün dünyasında tefsir yapabilmek
için, insanlığın tüm bilgi müktesebatına, en
azından esası itibariyle vakıf olmak, onları
tertip, tasnif ve nihayet terkip edecek çapta
istidat ve idrak seviyesine ulaşmak gerekir.
Kemalist Cumhuriyetin okullarında pozitif
bilim temelli eğitim-öğretimden geçerek “pozitif akıl” sahibi olan, buna mukabil İslami
tedrisattan geçmeyen ve akl-ı selimini inşa
edemeyenler, tefsir yapamazlar, bunlar ancak
mealcilik yapar ki, Mutlak İlme bu seviyesizlikte muhatap olmak onu hiç anlamamaktır.
Tefsir ilminin bu hacimde tasavvur ve
tanzimi, bugünün dünyasında münferit çalışmalardan ziyade heyet çalışmalarını iktiza
eder. Tefsir heyetleri teşkil, tefsir meclisleri
tesis edilmelidir. Tabii ki tüm bunlardan önce,
Tefsir İlminin terkip mimarisi kurulmalı, heyetler bu çerçevede teşkil edilmelidir. Münferit tefsir çalışması yapanlara itimat edilmemeli, bu tür teşebbüslere itibar edilmemelidir.
*
Tefsir İlmi, Mutlak İlimden sonra
muhtevası en hacimli olan nispi ilimdir. Bilgideki “büyük terkip” tefsir ilmi tarafından
gerçekleştirilir. “Büyük terkip”, Mutlak İlimdeki ilahi terkip sırrını keşfederek aşağıya
doğru tahlil (tefsir) yapmak ve insanlığın bilgi
müktesebatını o sırra muvafık şekilde aşağıdan yukarıya doğru terkip etmekle mümkündür. Bu manada tefsir ilmi, (modern ifadeyle)
insanlığın bilgi müktesebatının dökümantasyon karargâhıdır.
İnsanlığın bilgi müktesebatını terkip
etmekteki zorluk, tefsir ilminin ne kadar kıymetli ve ne kadar girift bir mevzu olduğunu
gösterir. Hiç kimse üç kuruşluk bilgisiyle tefsir yapmak iddialarıyla ortaya çıkıp da Müslümanları aldatmaya teşebbüs etmemelidir.
*
Tefsir ilmi, Mutlak İlme doğrudan muhatap olmak ve nispi ilimlerin kurucusu mevkiinde bulunmak cihetiyle, İslam ilim mecrasının zirvesinde bulunur. Mutlak İlim ile nispi
ilimlerin berzahındadır ve geçişi sağlar. Böylece Mutlak İlim ile nispi ilimlerin irtibatını
kurar, Mutlak İlmin yeryüzündeki tüm bilgi
müktesebatını cem eder, tertip, tasnif ve terkibini gerçekleştirir. Bu sebepledir ki Tefsir
İlmi, hem nispi ilimlerin anası hem de terkip
ilimlerinin anasıdır.
*
Tefsir ilmi, dört ilim mecrasının terkip
ilimlerini kendinde cem eder. Neticede iki
ilim vardır, birisi Mutlak İlim diğeri ise nispi
ilimdir, nispi ilim ise sadece tefsirdir. Tefsir
dışındaki tüm nispi ilimler, tefsirin tasnif ve
tafsilinden ibarettir.
ALİHAN HAYDAR
39
derinlik, idrakinin zorluğuna işarettir ki hakkında tartışmaların fazla olması tabiidir.
İLİMLERİN ŞAHİKASI
Tasavvufun tevhid ilimleri mecrasının
müessesesi olmasının zahiri delilleri şudur; on
dört asırlık İslam tarihinde büyük ilim ve tefekkür ehli şahsiyetlerin tamamı bu ilmin talebesi
ve üstadı olmuştur. İnsan zekasının ufku olan
dehaların tamamına yakınının ehl-i tasavvuf
olması, tasavvuf ilminin hakikat ilmi olduğunu
gösterdiği gibi, düşük zeka ve küçük akıl sahibi
sığ idraklilerin meseleyi anlamak ve kabullenmekte zorlanmalarını da izah eder. Günümüzde
dahi tasavvufa itiraz edenlerin zeka seviyesinin
düşük olması bir tesadüf değildir.
“HAKİKAT İLMİ”
Mutlak İlim (Kur’an-ı Kerim ve Sünneti Seniyye) muhakkak ki tevhid ilmidir, çünkü
“Tek” olandan gelir ve O’nun “tek” olduğunu
beyan eder. Öyleyse Mutlak İlmin tefsirinden
ilk keşfedilecek ilim mecrası, Tevhid ilimleri
mecrasıdır. Tevhid ilimleri mecrasının ise zirvesi, “hakikat ilmi”dir. Bu manada Mutlak İlim,
bizzarure hakikat ilmidir.
*
Tevhid ilimleri mecrası, öncelikle Mutlak İlmin sahibini, sahibinin isim ve sıfatlarını
izah eder. Sahibini (Allah Azze ve Celleyi) anlatmayan Mutlak İlim, muhatabını (insanı) anlatmış olamaz. Bu sebeple Mutlak İlmin “mevzu haritasının” zirvesinde, “tevhid” bahsi vardır, başka türlü bir mevzu haritası ve listesi hazırlamak, Allah Azze ve Celle’nin dinin mutlak
surette yanlış anlamak olur.
Mutlak İlmin özü, hakikat ilmidir. Lakin
hakikat, kelamdan ibaret değildir. Kainattaki
“hakikat mahalli” veya hakikatin tecelligahı,
müminin kalbidir. Kalb ise “hal” merkezidir,
tabii ki kelamdan azade değildir, zaten “hal”,
kelam ile fiilin terkibinden meydana gelir. “Tasavvuf kal (kelam) ilmi değil, hal ilmidir” hikmeti, kelamdan azadeliği ifade etmez, yalnız
başına kuru bilginin (ve ilmin) meseleyi halletmeye kafi gelmeyeceğini gösterir.
Hakikat ilmi, tevhid ilimleri mecrasının
terkip ilmidir. İlmin hakikati, muhakkak ki hakikat ilmidir. Tevhid ilimleri mecrası ve onun
zirvesi ve terkibi olan hakikat ilmi yoksa ilimden bahsetmek, bilgiyle çelik çomak oynamak
cinsinden bir gevezeliktir.
Hakikat kelamdan ibaret olmadığı için,
hakikat ilmi diğer ilimler gibi tedvin, tertip ve
tahsil edilemez. Hakikat ilminin insana taşınması, kelami tahsil ile kabil değildir. Bu sebepledir ki tasavvuf, diğer tüm ilimlerden farklıdır,
farklılığı ise her cihetiyledir. Her cihetiyle farklı olan tasavvuf ilmini, sadece kelam ile izah
etmeye çalışmak ise meseleyi anlamamaktan
ibarettir. Bizim yapmaya çalıştığımız ise, lüzum
ve ehemmiyetini göstermekten ibaret bir çabadır.
*
Tevhid ilimleri mecrasının kadim müktesebatımızdaki ismi tasavvuftur. Tevhid ve
hakikat ilmi, bundan sonra da o isim ve o müesseseyle kaim ve daim olacaktır. Hakikat ilmi,
ilimlerin şahıdır ve bundan dolayı en girift, en
çetin, en zor olanıdır. Tasavvuf ilmi ile ilgili
çok sert tartışmaların olması, hakikat ilminin
tabiatındaki giriftlikten kaynaklanır. Giriftlik ve
AHMET KAMİL TUNCER
40
ve madde hiçbir varlıkta, insanda olduğu kadar kıymetli bir terkip unsuru olmamıştır.
İnsan, hem bedenen hem de ruhen tüm
varlık çeşitlerini kendinde cem eden bir ufuktur. Varlık mertebeleri; cemadat, nebatat,
hayvanat ve insandır. İnsan varlık mertebelerinin tamamını bünyesinde cem eden, onlardan fazla olarak “insan” olan varlık ufkudur.
Bu kadar hacimli ve girift bir terkip numunesidir.
İLMİN ZİRVESİ
*
“İNSAN İLMİ”
İnsan tabiat haritası, “esfel-i safiliyn”
ile “eşref-i mahlukat” arasındaki tüm hususiyetleri muhtevidir. Kainattaki her varlık kendi
tabiatına mahkumdur, tabiatını aşağı ve yukarı doğru aşamaz, taşamaz. Mesela hayvan “esfel-i safiliyn”e kadar inemez, inme iktidarı
yoktur, kendi tabiatına mahkumdur. İnsan,
kainattaki tüm varlık çeşitlerinin hususiyetlerini cem eden bir terkibe sahip olduğu için,
tamamının tabiat ufkuna, aşağıya ve yukarıya
doğru maliktir. Bu engin tabiat haritasında bir
de “insani bölge” mevcuttur. Kendini diğer
varlıklardan ayıran, “insan” yapan coğrafya
orasıdır. İnsan dediğimizde kastettiğimiz o
bölgedir.
Kainattaki en muhteşem varlık insandır. Eşref-i mahlukat olan insan aynı zamanda
“ahsen-i takvim” üzere yaratılmıştır. En güzel
kıvam, yani en güzel terkip üzere yaratılmış
ve en şerefli, en kıymetli varlık olarak tavsif
edilmiştir. Bu hususiyetinden dolayıdır ki,
kendisine Mutlak İlim gönderilmiştir. Mutlak
İlim, yani Allah Azze ve Celle’nin ilminden
ilim verilmiştir, yani Kur’an-ı Kerim insana
gönderilmiş, insan için yeryüzüne nüzul lütfunda bulunmuştur.
İnsana, “alem-i sağir” denmekle tabiat
haritasındaki engin ufku işaretlenmiş, “zübdei alem” denmekle de, tabiat haritasındaki “insani bölge” tavsif ve tarif edilmiştir. Mesele,
kainat çapındaki tabiat haritasında zübde-i
alem olarak işaretlenen “insani bölge”nin keşfedilmesi, o bölgede bir şahsiyet inşa edilmesi, o şahsiyet ile hayatı yaşamasıdır.
Kainatta insan denen varlık kadar girift
bir terkip yoktur. Maddedeki özellikleri keşfeden insan hayretten dilini yutacak hale gelmiş, ne hazindir ki kendini keşfetmeyi unuttuğu birkaç asırdan beri kendine hayret etmeyi bırakmıştır. Madde dahi insan nam varlıkta
bir boyut olarak mevcuttur ve maddenin de
şeref kazandığı terkip kıvamı insandır. Maddenin ufku insan terkibinde ulaştığı giriftliktir
Böyle bir varlıktan bahsediyoruz ama
bu varlık için müstakil bir ilim dalından bahsetmiyoruz. Bu durum, batı bilim telakkisine
41
mahkûmiyetin ne dereceye ulaştığını göstermesi bakımından ibretlik bir hadisedir. Batının insan telakkisi, materyalisttir, evrimcidir
ve bunların zaruri neticesi olarak “gelişmiş
hayvan” anlayışında sübut bulmuştur. Gelişmiş hayvan olarak gördükleri insanı, canlı
bilimi dedikleri ve tüm canlı varlıkları tetkik
eden biyolojinin ufku içinde tetkik ederler. Bu
yaklaşımla bazı doğruları tespit etmeleri, insan tabiat haritasında hayvani hususiyetlerin
de bulunmasıdır ama bu durum, insan terkibinin evrimine değil, insanın alem-i sagir olmasından dolayı tüm varlığı muhtevi olmasındandır. İnsanı, gelişmiş hayvan olarak gören
telakki, insan tabiat haritasındaki insani bölgeyi asla keşfedemez, insanı o bölgede asla
inşa edemez, insana o bölgede bir hayat teklif
edemez.
selatü Vesselam Efendimizdir. Bu sebeple
Allah Azze ve Celle ile insan arasındaki münasebet haritası olan Mutlak İlim, muhteşem
varlık cinsinin en muhteşemi olan Hz. Risaletpenah Aleyhisselatü Vesselam Efendimize
gönderilmiştir. Vahyi, yani Mutlak İlmi taşıyacak kudret, ancak ve sadece Efendimiz
Aleyhiselatü Vesselamda mevcuttur. Bizim
muhatap olmamız, ondan bize intikal etmiş
haliyledir.
Mutlak İlim, Efendimiz Aleyhisselatü
Vesselam ile “mutlak misale” kavuşmuş, böylece nazari çerçevedeki Mutlak İlim, muhatabı olan insan cinsinin ufkunu inşa etmiştir.
Böylece “muhteva”, şeklini bulmuş, insan,
şahsiyet terkibine kavuşmuştur. Öyleyse din,
sadece nazari çerçevede ikmal edilmemiş,
aynı zamanda tatbiki çerçevede de ikmal
edilmiştir.
Müslümanların, kendilerine hayvan
diyen batı bilim telakkisine mahkum olması,
cennetten cehenneme düşmek kadar büyük bir
gerileyiştir. Bu misal gelişigüzel olarak verilmiş değildir, cennete gidecek varlık insandır, insan olabilmek (yani İslam’ın tarif ettiği
varlık seviyesine ulaşmak) şartına sahiptir,
zira hayvanlar cennete gitmezler.
*
Risalet tabii ki kesbi mesleklerden değildir. Zaten Mutlak İlmin zirve şaheseri olmak cihetiyle Hz. Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz, ilk ve son misalidir.
O misal, çalışarak elde edilebilecek bir şahsiyet terkibi değildir, bu mesele şuradan bellidir
ki, vahiy O’nun kalbine inmiş, kimse de vahye şahit olmamış, olamamıştır.
*
Mutlak İlim insana hitap eder. Öyleyse
tüm mesele şu tertipten ibarettir; Allah Azze
ve Celle ve O’nun yarattığı en muhteşem varlık olan insan… Allah Azze ve Celle, yarattığı insanın kıymetiyle mütenasip olarak ona
“Mutlak İlim” göndermiş, Allah ile insan arasındaki irtibat ve güzergahı tayin etmiştir.
Demek ki mesele; Allah, Mutlak İlim ve İnsandan ibaret bir tertibe dayanır.
Bütün bunlardan anlaşılan şu ki; tüm
ilim aslında “insan ilmi” ile ilgilidir. Varlık,
insan ve hayat temel bahislerinin merkezi
mevzuu “insan” meselesidir, geri kalanı bu
meseleyi izah etmekten ibaret çeşitlilik ihtiyacını karşılar. Bu sebepledir ki nispi ilimlerin zirvesi olan tefsirden en büyük payı alan
“insan ilmi”dir, böyle olmalıdır.
En muhteşem varlık cinsi olan insanın
en muhteşemi ise Hz. Resul-i Ekrem Aleyhis-
*
42
Tefsir ilmi, başlı başına bir insan izahı,
insan telakkisidir. Tefsir ilmi tabii ki her şeydir, her mevzuu muhtevidir. Ne var ki meselelerin meselesi insandır, hal böyleyse tefsir
ilmi önce bir insan telakkisidir. Varlık telakkisine dair kainat izahı da, insan ilminin mütemmimidir ve zaten kainat insan içindir.
ler” çerçevesinde alacağımız bir cümlelik bilgi ve fikir yoktur, asla olmamalıdır.
SELAHATTİN ADANALI
Terkip ilimlerinin şahı olan tefsir ilminin inşa edeceği ilk “terkip ilmi”, “insan ilmi”
olmalıdır. Beşeri ilimler mecrasının terkip
ilmi olan “insan ilmi”, Kur’an ilimleri mecrasının terkip ilmi olan tefsirden ilk istihraç edilecek olan ilimdir.
*
“İnsan ilmi”, aynı zamanda tefsir ilminin doğru istikamette inkişaf edip etmediğini
anlayacağımız ilk bilgi alanıdır. “İnsan ilmi”ni kuramazsak, kuramıyorsak, beşeri ilimler mecrasının zirvesini inşa edemiyorsak,
Mutlak İlmi anlamamış, tefsir ilmini yerli
yerine oturtamamış demektir.
İnsan ilmini inşa etmeliyiz. Mutlak
İlmi merkeze alarak insan ilmini inşa ile işe
başlamalıyız. İnsanı parça parça tetkik eden
ilimleri terkip etmek, onlardan bir insan ilmi
çıkarmak zorundayız. Beşeri ilimler mecrasını
açacak, beşeri tüm varoluş güzergahlarını işaretleyecek, hayatı bu mecrada yaşamayı
mümkün kılacak bir insan ilmi inşası, İslam
medeniyet hamlesinin gerçekleştirmesi gereken işlerdendir.
*
Batı dünyası, insanı, “gelişmiş hayvan”
olarak kabul etmekle, beşeri ilimler sahasında
insana dair tek cümle kurmuş değildir. Aksine, insanı hayvan derekesine indirmiş ve bir
cinsine ihanet etmiştir. Batıdan “beşeri ilim43
bilgi telakkisinden kurtulacak, böylece kendimize has bilgi telakkimizi oluşturacağız.
Bilgi azizdir. Bilgi reddedilemez. Çağımız bilgi çağıdır. Bu bakımdan gerçek bir
diriliş hamlesi, bilgi telakkimizin oluşmasıyla
gerçekleşecektir.
KİTAP TANITIMI
Şu sözlere dikkat:
“Bilgi terkip edilmeli, bunu gerçekleştirmek
için “ilimlerin tasnifi” yeniden yapılmalı ve
“terkip ilimleri” inşa edilmeli. Terkip ilimlerinin inşasındaki zorluk, fikrin terkibini şart
kılar. Fikrin terkibi, yani muhteva terkibi yapılmadan terkip ilimlerini inşası hayalden de
öte bir insan faliyeti olacaktır. Bu durumda,
bir taraftan bilgi terkip edilirken, diğer taraftan, bilginin terkip faaliyetinin kalbi olan fikrin terkip ameliyesi gerçekleştirilmelidir.
*“İslam Medeniyet Tasavvuru 1 –Terkip
ve Tefekkür-”
8 ay gibi kısa sürede yayınladığı yüz
küsur kitapla ülkenin tefekkür istidadını tetikleyen Fikir teknesi yayınları, yayınladığı ve
yayınlayacağı onlarca telif eserle beraber istikbali inşâ etmeye devam ediyor.
Muhtevanın (fikrin) terkip faaliyeti ise, mana
ve suret münasebetini anlamaktan geçer. Mananın kaç kat surete (perdeye) büründüğü,
derinliğine doğru kaç tabaka olduğu suretmana münasebetinin derinliğine doğru Allah’a ulaşmanın güzergahını işaret ettiği anlaşılmalıdır. Surete bürünerek tecelliye gelmiş
olan mananın keşfi ve idraki, suret engeline
takılmadan gerçekleştirilebilmelidir. (İslam
Medeniyet Tasavvuru -1- s. 20-21)
Bu sayımızda ele alacağımız kitap, Fikir teknesi yayınlarından çıkan çarpıcı bir
eser. Haki Demir imzalı İslam Medeniyet Tasavvuru isimli malum eser, üç ciltlik medeniyet serisinin ilk cildini oluşturan, “Terkip ve
Tefekkür” alt başlığıyla yayınlanan İslam
Medeniyet Tasavvuru isimli eserdir. Bu şaheser niteliğindeki kitap, sahasında ilk olmakla
beraber, nevi şahsına münhasır bir seviye ve
kalite belirtiyor.
İlimlerin tasnifi meselesi zor meseledir. Üç beş kişi ile olamayacak kadar zor ve
meşakketli iştir. İlim tasnifinin çerçevesinin
oluşması bakımından Haki Demir şunları söyler:
Terkip ve İnşâ dergimizin 6. Sayısının
kapak dosya konusu; Terkip İlimleri mevzusudur. Bu kapsamda ele alacağımız bu kitap,
terkip ilimleri hakkında fikri bir çerçeve vermekte bizlere. Haki beyin tahayyülünde var
olan Medeniyet tasavvurunun gerçekleşme
vetiresinde, ilk yapılması gereken iş, ilimlerin
tasnif edilmesidir. Bu tasnifle beraber bir
asırdır bilgi ağından kurtulamadığımız Batı
“Bu işin yapılabilmesi için bir çerçeve oluşturmak gerekir. Öyle bir çerçeve geliştirilmelidir ki, muhteva terkibine, bilginin tanzimine,
ilimlerin tasnifine geçit versin. Çerçeve, tasnif
teşebbüsünden ziyade bir anlayıştır. İlla tas44
nif dememiz gerekirse, tasnif sahaları diye
isimlendirmek kabil olabilir. Tasnif sahaları,
dikey ve yatay boyutları olan bir hacimdir.
Tasnif çerçevesi, derinliğine üç kat, genişliğine ise tüm kainattır. Her katta ilimler farklı
usullerle tasnif edilir. Tasnif çerçevesi, her
biri bir kat ifade etmek üzere, “terkip ilimleri”, “tetkik ilimleri” ve “tatbik ilimleri” şeklinde oluşturulmalıdır. Bu çerçeve, ilimlerin
tasnifi değil, tasnif teşebbüsünün yatağını
gösterir. Her kat birbirinden seviye bakımından ayrılır. (A.g.e s. 112)
mutlaka yerli yerinde olması gerektiği noktasından hareket eder. (A.g.e s. 115)
*Terkip İlimleri
-
Tekevvün ilmi
İnsan ilmi
İnsan ilminin ruhiyat şubesi
İnsan ilminin ahlak şubesi
Tefsir ilmi
Hakikat ilmi
Terkip ilimlerinin tahsili
*Tekevvün ilmi
Terkip ilimlerini işaretlememiz açısından şu sözlere kulak verelim:
Tekevvün ilmi, varlık ilimlerinin yani
müsbet ilimler mecrasının terkip ilmidir.
Müsbet ilimler, tekevvün ilminin tetkik ilimleridir. Müsbet ilimlerin ürettiği bilgilerin
tatbik edilmesi için “tatbik ilimleri” mevcuttur. Bunların toplamı, tekevvün ilmi çatısı
altında toplanır ve onun mütemadi murakabesine tabidir.
“Terkip ilimleri katında temel bahisler mevcuttur. Allah, insan, varlık... Bu bahislerin
her biri, bir terkip ilminin konusudur. Tevhid
ilmi (hakikat ilmi), insan ilmi, tekevvün ilmi...
Bütün bunların kaynağı ise Tefsir ilmi... Hakikat ilimlerinin terkip ilmi, tevhid ilmidir.
Beşeri ilimlerin terkip ilmi, insan ilmidir.
Müsbet ilimlerin terkip ilmi, tekevvün ilmidir.
Kur’an ilimlerinin terkip ilmi, tefsir ilmidir.
Terkip ilimleri katındaki her terkip ilmi, bir
ilim mecrasının pınarıdır. bu pınardan doğan
mana yekunu, tetkik ilimlerinde bir mecra
oluşturarak, tatbik ilimleri vasıtasıyla hayata
kadar iner. (A.g.e s. 112)
Tekevvün ilmi, tetkik ilimlerinden
(müsbet ilimlerden) elde edilen bilgileri yoğurur, mana mimarisini kurar ve terkip eder.
(A.g.e s. 187)
*İnsan ilmi
İnsan ilmi, iki ana şubeye ayrılır. Bunlar: Ferdi şubesiyle ruhiyat, içtimai şubesiyle
ahlak... Ruhiyat ve ahlak ayrı başlıkları altında tetkik edilmediği için burada teferruata
girmek gerekmedi.
Müellif, terkip ilimlerininin muhteviyatına dair şu çerçeveyi çizer:
“Terkip ilimleri, bilgi üreten değil, bilgideki
manayı keşfeden, bilgiye mana zerkeden, bilgiyi terkip eden, bilgiyi yoğuran, bilgiyi şekillendiren, bilgiyi tasnif eden, bilgiyi gerektiğinde yeniden üreten ilimlerdir. Terkip ilimleri, tetkik ve tatbik ilimlerinin terkip ve vahdet
mimarisidir. Terkip ilimleri, hiçbir bilginin
manasız olmadığı, başıboş bırakılamayacağı,
*İnsan İlminin Ruhiyat Şubesi
İslam ilim ve tasavvuf mecraları “insan
ilmini”, ahlak ve edep olarak inşa etmişti.
Beşeri ilimlerin tamamı, cemiyet şubesiyle
ahlak ilminde terkip olunmuştu... (A.g.e. s.
202)
45
... Ahlak neden terkip ilmidir? Çünkü
beşeri ilimlerin tamamı, insan merkezinde
olmak şartıyla hayat içindir. Hayatın inşa edilebilmesi, mutlu bir hayat yaşanılabilmesi
maksadına matuftur. Ahlak, hayat ile ilgili
toplam bilgi demetidir. En azından İslam’da
böyledir. (A.g.e. s. 202- 203)
yapılamadığı için de akılla idraki kabil olmayan bu ilim, en muhimi olmasına mukabil,
aklın üstündedir. Aklı aşamayanlar bu ilmin
bahçesine giremez, oradaki meyveden tadamazlar. (A.g.e s. 222)
*Terkip İlimlerinin Tahsili
Terkip ilimlerinin hususi tedrisat nizamı olmalıdır. Umumi maarif sistemi içinde
mütalaa edilmemeli, onlarla karıştırılmamalı,
onlar tarafından kuşatılmasına müsaade edilmemelidir. Umumi maarif sistemi içinde olan
kısmı, ihtiyaçlarının maarif vekaleti tarafından karşılanmasıdır. İlköğretiminden üniversitesine kadar ülkenin bazı şehirlerinde okullar kurulmalı ve ayrı bir teşkilatı olmalıdır.
Terkip ilimlerinin tahsil edileceği okulların
müfredatı da tamamen farklı hazırlanmalıdır.
*İnsan İlminin Ahlak Şubesi
Beşeri ilimlerin nihai maksadı, bir “ahlak” inşa etmektir. “Yaşanmaya değer hayatın
ahlakı” Bunu yapmayan, hedeflemeyen, bu
istikamette çaba göstermeyen beşeri ilimler,
insandan uzaklaşır ve entelektüel gevezelik
haline gelir. Batıda oluşan ve gelişen sosyal
bilimler, sadece araştırma temellidir. Müslümanların bu tuzağa düşmemesi gerekir. Beşeri ilimler, insani halleri tetkik eden, insanın
ferdi ve içtimai tabiatını keşfeden, hayatın
mahiyetini ve cereyan ediş şekillerini tespit
eden ilimlerdir. (A.g.e s. 210-211)
Terkip ilimleri, “yüksek ilim” dallarıdır. Bu ilim sahalarına girebilmenin ön şartı,
deha olmaktır. Dehalar, mümkün olduğunca,
hayatın başka hiçbir alanında istihdam edilmemelidir. Dehaların en münasip istihdam
sahaları terkip ilimleridir. Terkip ilimlerinin
ufku dikkate alınırsa, dehaları tatmin ve zapt
edecek sahaların başında olduğu anlaşılır.
Dehalarını tatmin edemeyen kültür ve medeniyetler, çökmeye mahkumdur. Dehalarını
ilim, tefekkür ve sanat alanlarında istihdam
eden kültürler ise hızlı şekilde medeniyetlerini inşa edebilirler.
*Tefsir İlmi
Tefsir ilmi, Kur’an ilimlerinin terkip
ilmidir.
Tefsir ilmi, yekun olarak söylemek gerektiğinde, Kur’an-ı Kerim’deki mana yekununun keşfi ile ilgilenir. (A.g.e s. 217)
*Hakikat İlmi
Hakikat ilmi, diğer terkip ilimlerinden
farklı olarak, hem terkip, hem tetkik hem de
tatbik ilmini ihtiva eden tek ilimdir. Mevzuu
“tevhid” olduğu için, kendi içinde tasnifini
yapmak kabil değil, çünkü taksimi imkansız.
Taksim edilemeyen tasnif edilemez.
Terkip ilimlerinde istihdam edilmiş
olanlar, ülkenin en itibarlı insanları olmalıdır.
Her meselede nihai söz sahibi olacak bir
mevkide bulunmalıdır. Bu salahiyet, resmi/kanuni anlamda olmak zorunda değildir,
kültürün bu şekilde örülmesi en uygun yoldur.
Hakikat ilmi, tek ilim olarak, kendi sahasında terkip, tetkik ve tatbik vazifesini cem
eder. Taksimi yapılamadığı için tasnifi, tahlili
46
Terkip ilimlerinin tahsil edileceği hususi okullar kurulmalıdır. Bu okulların kadroları (en azından yüksek okulların kadroları)
dehalardan teşkil edilmelidir. Dehaların tedrisatını “normal zeka” sahibi insanların yürütmesi muhaldir. Ülkenin tüm okullarındaki
yüksek zekaları tespit edip bu merkezlere bildirmek, her kamu görevlisinin birinci vazifesidir. Tespit edilen yüksek zekalar, tespit
edildikleri sınıftan (yaştan) itibaren, hususi
okullara alınır. İstidadına göre, hangi terkip
ilmine meyyal ise o istikamette tedrisata tabi
tutulur. Sahasına girdiği terkip ilmine bağlı
tüm tetkik ilimlerini tahsil eder, bunlar bittikten sonra, terkip ilminin tahsiline başlar. Tetkik ilimlerinin tahsili kırk yaşına kadar devam
eder, bu yaşa kadar tetkik ilimlerinin tahsilini
bitiremezse, tedrisat dışı bırakılır. Tetkik ilimlerinin tahsili bittikten sonra terkip ilminin
tahsili başlar. Bu tahsilin süresi sabit değildir.
Bazıları tetkik ilimlerinin tahsilini bitirene
kadar terkip ilminin tahsilini de bitirebilir,
bazıları ise terkip ilminin tahsilini uzun süre
yapabilir.
en az yarım düzine orijinal eser vermekle tamamlanır.
Terkip ilimlerinin tahsili yapılan okullar, ülkenin “zeka merkezi”dir. Yüksek zekaların tamamı bu okullarda toplanır, lise bitene
kadar terkip ilimlerinin tahsilini yapabilecek
hacim ve istidatta olanlar tahsillerine devam
eder. Terkip ilimlerinin teşkili ve tahsili imkansız gibi gelebilir. Gerçekten her terkip ilmi
çok sayıda tetkik ilmini ihtiva eder. Bunların
tamamını tahsil ve terkip etmek, bu günün
dünyasında imkansız gibi görünebilir. Çünkü
her ilim dalında üretilen bilgi fevkalade çoktur. Bu işin zorluğu zaten izahtan varestedir
fakat imkansız olduğunu düşünmek, iki husustan kaynaklanıyor. Biri, dünyadaki mevcut
tedrisat sistemlerinin mahiyeti, ikincisi ise
dehaları tanımıyor olmak. Dünyadaki mevcut
tedrisat sistemleri bilgiye ayarlıdır ve bilgide
boğulmuştur. Tedrisat sistemini bilgiden kurtarıp anlayış (tefekkür) merkezine taşımak
gerekiyor. Böyle bir tedrisat sistemi meseleyi
büyük oranda halleder. Diğer taraftan ülkemizde dehalar tanınmadığından, deha kültürü
gelişmediğinden, dehaların hacminin ne olduğu bilinmiyor. Normal zekaların herhangi bir
ilim dalında 20 yılda aldığı mesafeyi dehalar
20 ayda kateder. Dehaların tespit edilmesinde
aksaklık olmaz da bunlar için doğru tedrisat
sistemi kurulursa, terkip ilimlerinin inşası da
mümkündür, tahsili de… (A.g.e s. 227-230)
Terkip ilimlerinin tahsili için maarif
sisteminin içindeki üniversitelerden başka bir
müessese ihdas edilir. Bu müessesede tahsil
süresi yoktur. Tahsil safhaları yıllık değildir.
Müfredat yoktur. Tahsil bahisleri mevcuttur,
bunlar ilim dallarıdır. Tetkik ilimlerinin her
biri, bir tahsil safhasıdır. Bu okullarda ders
veren hocalar yok, tahsili takip eden murakıplar vardır. Sınıf bulunmaz, çalışma heyetleri
oluşturulur. Bilgiden imtihan olunmaz, sadece
akıl hacmi, idrak derinliği, anlayış kıvamı,
terkip mahareti konularında talebeler murakıplar tarafından takip edilir. Talebelerin bu
hususiyetleri, yaptıkları çalışmalardan, özellikle de hazırladıkları kitaplar üzerinden tetkik edilir. Tahsilin her safhası (her ilim dalı)
RIFAT BOYNUBÜKÜK
47
bile anlatma ve onları ikna etme imkanı elde edilemediğini biliyoruz. Mesela Tayyip Erdoğan,
siyasi hayatını tehlikeye atarak Kürt meselesini
çözmek için yola çıktı. Kürtlerin temsilcisi olduğunu iddia eden HDP ve onun ahmak yöneticileri,
Kürt meselesini çözme konusunda samimiyetini
ispat etmiş, bundan dolayı büyük tehlikeleri göze
almış Erdoğan’a karşı en iğrenç sözleri söylediler.
Burada bir yanlışlık yok mu?
MEDENİYET SEMPOZYUMU
İPTAL EDİLDİ
Medeniyet
sempozyumu
fevkalade
ehemmiyet verdiğimiz bir çalışmadır. Kültürel
faaliyet yapıyor görünmek için yola çıktığımız
düşünülenemez. Söyleyecek sözlerimizin ne kadar süslü olduğunu göstereceğimiz bir sahne arayışı içinde değiliz. Medeniyet sempozyumu, birçok meselenin muharrik kuvveti olacak mahiyet
ve kıymettedir, ona göre de hazırlık yapmış,
yapmaya da devam ediyorduk.
HDP veya diğer Kürt örgütleri Erdoğan’ı desteklemeli değil mi? Bu sorunun cevabını on yaşındaki çocukların bile “evet” şeklinde vermesi beklenir ama, HDP ve PKK bu sualleri “hayır” diye
cevaplıyor. Cevabı bu kadar açık şekilde “evet”
olması gereken soruya “hayır” dediğiniz andan
itibaren, akıl iptal olmuş demektir. Akıl iptal olmuşsa idrak imkansız hale gelmiş, izah ise manasızlaşmıştır. İşte namlu, tam bu noktada müthiş
şekilde ufuk açıcı, aklı kendi merkezine oturtucu,
insanın psikolojik dengesini kurucu tesire sahip
“mübarek” bir alet haline gelir.
Haziran seçimleriyle başlayan siyasi belirsizlik, kısa süre sonra başlayan terörle mücadele,
bunlara kilitlenen dikkat ve idraklerin aktüalite
tarafından esir alınması medeniyet sempozyumu
için gereken şartların ortadan kalktığını düşünmemize sebep oldu. Kadük kalacak teşebbüsler
doğru başlangıçlar oluşturmaz, kendi inisiyatifimiz dışındaki gelişmelerden dolayı planlamalarımızı gözden geçirme ihtiyacı duyduk. İnat ile
kararlılık arasındaki farkı bildiğimiz için, “illa
yapmalıyız” türünden bir çaba içinde değiliz.
Ülkenin içine girdiği yeni süreç bir müddet devam edecek gibi görünüyor. Ne kadar süreceğine dair tahminlerde bulunmak yerine, medeniyet sempozyumunu şimdilik iptal etmek ve şartları hazır olduğunda yeniden başlamak niyetindeyiz.
Güneş ışığı aynadan yansıdığı takdirde
hayat normal seyrinde devam ediyordur, güneş
ışığı namludan yansımaya başladığı zaman hayatın altyapısı çökmüş demektir. Namlunun parladığı yerde fikir sükut eder. Namluyu görünce
fikrimizden vazgeçeceğimiz manasında anlayanları sığ idrakleriyle baş başa bırakıp söyleyeceğimizi söyleyelim, tefekkür sükunet ister, derin
tefekkür ise muhkem bir sükunet ister.
Bir taraftan birikmiş kitaplarımızı yayınlamayı sürdürecek diğer taraftan dergi üzerinde
yoğunlaşacağız. Bir manada, şartlar hazır olana
kadar fikri yığınağımızı yapmaya devam edeceğiz. Şartların hazır olduğuna kanaat getirdiğimiz
zaman daha fazla hazır olacak, daha teçhizatlı
şekilde başlama fırsatı bulacağız.
*
MUSTAFA KARAŞAHİN
Bu arada ne yapacağız?
Namlu, bazı meseleleri özellikle de bazı
kimselere anlatmanın kestirme yoludur. İnsanlık
tarihinin gelmiş geçmiş en büyük dehası bile getirilse, bazı cahil ve inat kişilere en basit meseleleri
48
Download