FİHRİST Takdim 2 / Editör Adnan Köksöken İlimlerin tasnifi ve terkip ilimleri 3 / İbrahim Sancak Terkip İlimleri 5 / Haki Demir Said Nursî Hazretlerinin “Medeniyet-i Kur’ânîye” fikri 8 / Ahmet Doğan İlbey Terkip ilimleri yoksa eklektizm kaçınılmazdır 11 / Nurettin Saraylı Pozitif akıl-Bilgi kaosu-Eklektizm Üçlü kıskacında Ne Yapmalı 13 / Atilla Fikri Ergun Bütün fikri ve eklektizm 18 / A. Bülent Civan İhtisaslaşma ve terkip ilimleri 21 / Ebubekir Sıddık Karataş İhtisaslaşma ve bilgide kaos 24 / Faruk Adil İhtisaslaşma meselesi ve bilginin terkibi 26 / Metin Acıpayam Tevhid ve vahdet çerçevesinde bilgi bahsi 29 / Hamza Kahraman Maarif nizamı ve terkip ilimleri medresesi 32 / Abdullah Tatlı Terkip ilimleri ve tetkik ilimleri 34 / Ramazan Kartal İlimlerin anası tefsir ilmi 37 / Alihan Haydar İlimlerin şahikası hakikat ilmi 40 / Ahmet Kamil Tuncer İlimlerin zirvesi insan ilmi 41 / Selahattin Adanalı Kitap tanıtımı 44 / Rıfat Boynubükük Sempozyum iptal edildi 48 / Mustafa Karaşahin TERKİP VE İNŞA Sahibi ve yazı işleri müdürü Haki Demir Genel Yayın Müdürü Metin Acıpayam Editör Adnan Köksöken _______________________________________ Yıllık abone: 80 TL Altı aylık abone :40 TL Hesap numarası Metin Acıpayam PTT K.Maraş şubesi -11093404Mizanpaj Gökhan Gencel Baskı Fikirteknesi yayınevi _______________________________________ İrtibat Tel: 0507 465 58 88 E-mail: [email protected] [email protected] Web sitesi: www.terkibveinsadergisi.com Twitter: twitter.com/terkibinsadergi İdare adresi İsmetpaşa mah. 9. Sk. Ergenekon İşhanı Kat:1 no:4 K.MARAŞ _______________________________________ ISSN: 1 larına yönelmek, kalıcı mevzularda tetkik ve telif çalışması yapmak gibi fikriyat ve muhteviyatta iddialı, buna mukabil aktüalitede mütevazı çabaları gerektiriyor. TAKDİM * Terkip mahareti olmadan bilgiyle meşgul olmak, bugünün bilgi kaosunda boğulmakla neticeleniyor. Terkip maharetinin zirvesi ise “terkip ilimleri”dir. Terkip ilimleri kurulamadığı takdirde, bilgi üzerinde tasarrufta bulunma imkanımız olmayacak, bilgiye mühür vuramadığımız takdirdede tefekkür ve medeniyet hamlesi başlatılamayacaktır. Terkip ilimleri meselesi yeni bir mevzudur, Fikirteknesi külliyatının ilimlerin tasnifi çalışmalarındaki tekliflerindendir. İlimlerin dikey tasnifi meselesi fevkalade mühimdir ve her nedense bu mevzu hiç gündeme gelmez. İlimlerin tasnifinin sadece yatay zeminde yapılması alışkanlık haline gelmiştir, bu yaklaşım, “hakikat” mevzusu ve bilgisi olan Müslümanlar için çok sıkıntılıdır. Hakikate bağlı olanlar için bilginin hiyerarşik bir yapısı vardır ve bu bir mecburiyettir. Dünyadaki toplam bilgi miktarının tahsili imkansız olduğu gibi, her ilim sahasındaki bilgi miktarını da tahsil neredeyse imkansızlaştı. Bilgiyi derleyip toparlayacak bir anlayış altyapısı kurulamadığı takdirde, kuru bilgiyle meşguliyet ömrümüzü tüketecek, bilginin tahsili bitmeyince tefekkür harekete geçmeyecek, bilgi kaosunda boğulup gideceğiz. Buna müsaade etmemeliyiz, birbirimizle bilgi tokuşturmak yerine terkip ilimlerini kurmanın yolunu aramalıyız. Nizami bir çerçeveye oturtmuş olarak ilk defa yatay ve dikey tasnif yapan Fikirteknesi külliyatı, muhtemeldir ki ilimlerin tasnifi bahsinde bir çığır açacaktır. Bu mevzunun anlaşılmasının zaman alacağı, bugün için gündemde bile olmadığı doğrudur, ne var ki İslam coğrafyası büyük tefekkür ve medeniyet hamlesini başlatacağı zaman bu mevzular gündeme gelecek ve literatür tarandığında göze batan en hacimli tasnif olarak görünecektir. * Medeniyet sempozyumunu iptal ettik. Ülkedeki son gelişmeler, derin ve girift fikri çalışmalar için uygun şartları ortadan kaldırdı, aktüalitenin yoğunluğu, terörle mücadele, siyasi belirsizlik gibi hadiseler dikkatleri kendine vakumluyor. Tefekkür sükunet ister, girift ve mücerret tefekkür ise derin bir sükunet ister. Ülkedeki son gelişmeler, medeniyet sempozyumunu tehir etmenin uygun olacağı kanaatini uyandırdı. Meseleyi Mustafa Karaşahin yazdı. Aktüalitenin cazibesine kapılan, onun anlık hazlarına yakalanan, şöhret olmak veya kalmak için elinden geleni yapanlar bu meselelerle ilgilenmezler. Şöhretin girdabına kapılanlar zaten sığ idrak sahipleridir ki, onlar isteseler de temel ve girift meselelere yönelemezler. Yaptığımız çalışmaların aktüel cazibesinin olmadığını biliyoruz, biz sadece “manevi mesuliyetimiz” gereği gayret ediyoruz. Manevi mesuliyetimiz ise, aktüel değer ve cazibeyle sarhoş olmaya manidir. Manevi mesuliyet, ümmetin hakiki meseleleriyle ilgilenmek, gerçek ihtiyaç- ADNAN KÖKSÖKEN 2 BEŞERİ İLİMLER MECRASI İLİMLERİN TASNİFİ VE A-Terkip ilmi TERKİP İLİMLERİ (İnsan ilmi) B-Tetkik ilimleri Önceki (5.) sayıda üzerinde durduğumuz “ilimlerin tasnifi” bahsini Fikirteknesi külliyatındaki tasnif üzerinden tetkik ettik. Yeni yapılmış başka bir tasnif olmadığı, en azından bizim bilgimiz dahilinde bulunmadığı için, hem teklifimizi sunmak hem de bir mecra açmak için Fikirteknesi külliyatının izinden gitmeye devam ediyoruz. (Lisan gibi) C-Tatbik ilimleri MÜSPET İLİMLER MECRASI A-Terkip ilmi (Tekevvün ilmi) Derginin bu sayısının ana mevzuu olan “terkip ilimleri” bahsi, tasnif mecraları olarak tespit edilen “Kur’an ilimleri mecrası”, “Hakikat ilimleri mecrası”, “Beşeri ilimleri mecrası” ve “Müspet ilimler mecrası” nın dikey tasnifinin zirvesini esas almaktadır. Her ilim mecrasının içinde tasnifler bulunmakta, bu tasnifler bir taraftan dikey bir taraftan yatay olarak yapılmaktadır. Mesela “Kur’an ilimleri mecrası”, yukarıdan aşağıya doğru terkip ilimleri, tetkik ilimleri, tatbik ilimleri şeklinde tasnif edilmektedir. Tasnifin şematik ifadesi şöyledir; B-Tetkik ilimleri (Fizik ilmi gibi) C-Tatbik ilimleri * Terkip ilimleri, her ilim mecrasının zirvesinde bulunan tek ilimdir, bu çerçevede terkip ilmi sayısı toplamı, ilim mecrası sayısına denk olmak üzere dört adettir. Bunlar; Tefsir ilmi, Tevhid ilmi, İnsan ilmi, Tekevvün ilmidir. KUR’AN İLİMLERİ MECRASI Kur’an ilimleri merkez ve kaynak olmak üzere, diğer ilim mecraları onun tefsir, teşrih, telif, tetkik ve tatbik ilimleridir. Böylece, “Mutlak İlim” olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye, tasnif üstü bir mevkiini muhafaza ederek nispi ilimlerin kaynağıdır. Nispi ilimlerin en kıymetlisi ise Kur’an ilimleri mecrasındakilerdir ki mevzusu doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyedir. A-Terkip ilmi (Tefsir ilmi) B-Tetkik ilimleri (Fıkıh, hadis gibi) C-Tatbik ilimleri HAKİKAT İLİMLERİ MECRASI Kur’an ilimleri mecrası merkez olmak üzere diğer üç mecra, İslam’ın üç temel meselesine; tevhid, varlık, insan bahislerine dair beyanlarını izah ve tatbik etmekle mükelleftir. Hayat bahsi ise bu üçgenin oluşturduğu sahadaki her şeydir. A-Terkip ilmi (Tevhid ilmi) B-Tetkik ilimleri (Ruhi ilimler gibi) * C-Tatbik ilimleri 3 Her terkip ilmi, kendi mecrasındaki tüm bilgiyi tertip ve terkip edecek idrak karargahıdır. Tatbik ilimleri, tabiatı gereği bilgi üretmez en fazla tecrübe üretir ve onu bilgiye çevirir. Tetkik ilimleri ise bilgi üreten ilim dallarının bulunduğu seviyedir. Tetkik ve tatbik ilimlerinin zirvesinde terkip ilimleri olmazsa, bilginin aşırı çoğaldığı günümüz dünyasında ilim, çözülüp dağılır, maksadını kaybeder. Her ilim mecrası için bir terkip ilmi inşa etmek, bir tercih değil, bir mecburiyettir. kendi tasarrufuna alamamıştır. Tefsir ve Hakikat ilmi, münhasıran İslam’a ait olduğu ve terkip ilmi mahiyeti taşıdığı için, başka bir kültür coğrafyasına nakledilmesi, başka bir kültür ikliminin ürettiği akıl ile anlaşılması mümkün değildir. Batı asırlarca bu ilimler üzerinde çalışmasına rağmen hiçbir şey anlamamış, en küçük bir fayda devşirememiş, hatta bu sahada çalışan ilim ve fikir adamlarının bir kısmını da kaybetmiştir. Zira bu ilim dallarındaki hikmeti birazcık sezenler (anlamaları zaten beklenmez) Müslüman olmuştur. Terkip ilimleri, bilgiye vurulacak mührün üretim merkezidir. Zaten terkip, bilginin mührüdür. Terkip mimarisi olmayan ilim anlayışı, bilgi üretemez, bir şekilde ürettiği bilgi ise kendi mülkiyetinde kalmaz. Terkip mimarisine sahip ilim anlayışının ürettiği bilginin üzerindeki mühür asla silinmez. Batı, ilim telakkisini “pozitif bilim mecrasına” hapsetmiş, onun dışındaki müktesebatımıza nüfuz edememiş, nüfuz edemediklerini ise imha etmek, imha edemediğinde tahkir ve tahfif etmek gibi bir yola girmiştir. Mealci türünden anlayış sapmaları, özü itibariyle batının nüfuz edemediği ilim müktesebatımızı kendi bünyemizde, kendimizden insanlar eliyle imha etmek için başlattığı oryantalist taarruzun uzantılarıdır. Batı, müktesebatımızın anladığı kısmını kendi tasarrufu altına alarak, onların bizde meydana getireceği hamle imkanını yok etmiş ve kendisi faydalanmış, anlamadığı derinlikteki kısmını ise bizde de yok etmek ve anlamayacağı bir kaynaktan huruç edecek bir hamleyi tarihe gömmek için oryantalist operasyonlar yapmıştır. Bu operasyonların İslam coğrafyasında bir miktar da olsa karşılık bulması çok hazindir. İnsanlık tarihi terkip ilimlerini inşa etmedi. Hiçbir kültür ve uygarlık tecrübesi, terkip ilimlerinin inşa edildiğine dair arkasında bir kayıt bırakmamıştır. Bunun tek istisnası İslam medeniyet müktesebatıdır. Kadim müktesebatımız, “terkip ilimleri” başlığı altında ilim dalı inşa etmemiştir ama İslam’ın merkezi mevzuu olan tevhid ve vahdet bahislerinden dolayı, terkip ilmi mahiyetinde ilimler inşa etmiştir. Nihai kaynağın Mutlak İlim (Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye) olmasından dolayı, tabii ve zaruri olarak terkip ilimleri vardır ve birisi Tefsir ilmi, diğeri ise Hakikat ilmidir. Tefsir Şer’i ilimlerin anasıdır ve tüm İslami ilimler oradan doğmuştur. Hakikat ilmi ise tevhid mütehassısı olan tasavvuf erbabınca imal ve inşa edilmiştir ve münhasıran onların muhafazası altındadır. * Batının anlamadığı ve asla anlayamayacağı tefsir ve hakikat ilmi, aynı zamanda bizim varoluş havzamızdır. Bugün, batıyla pozitif bilimler mecrasında yarışmaya çalışmak, onun izinden gitmeyi baştan kabul etmek olur. Bu ihtimal, ümmetin yeniden varoluş hamlesini asla başlatamayacağı manasına gelir. Batı, kadim müktesebatımızı tercüme ve intihal yoluyla kendine nakletmiş, kendine maletmiş, kendi tasarrufuna almış, ancak ondan sonra yeni bir hamle sahibi olmuştur. Ne var ki batı aklı, ancak müspet ilimler sahasındaki bilgi ve ilim müktesebatımızı nispeten anlama iktidarında olduğu için, mesele tefsir ve hakikat ilmini tercüme etmesine rağmen hiçbir şey anlamamış, İBRAHİM SANCAK 4 mevcuttur. İlahi tertip ve terkip kırılıp, yeniden (ve insani çerçevede) terkip edilmez, böyle bir haddini bilmezlik olmaz. Bu sebeple Mutlak İlim üzerinde yeni bir terkip çalışması, Allah muhafaza yeni din inşasına kadar giden bir istikamet sapmasına sebep olur. Bazı merkezkaç (mesela mealciler gibi) düşüncelerin yaptığı da tam olarak budur. TERKİP İLİMLERİ Her ilim dalı bilgi ve tefekkürü muhtevidir. Tefekkür sıfırlandığında kuru bilgi kalır ki, o takdirde ilim (ki artık ilim değildir) tekrardan ve nakilden ibaret hale gelir. Bilginin nakli ve tekrarı, idrake ihtiyaç duymadan ezberleme ve öğrenme yoluyla mümkündür. İlim, bilginin idrak ve imal sürecinin adıdır. İdrak ve imal yoksa ilim yoktur. Tefekkür (idrak) faaliyetinin en mühim neticesi “terkip” etmektir. Terkip etmeyen idrak etmemiştir, en fazla idrak sürecindedir, yani talebedir. Terkip istidadı, maksadı ve cehdi olmayanlar, ilim adamı değildir, asla olamazlar. Onların işi ezberlemek ve öğrenmektir ki, insan cinsi, ezberleme ve öğrenme ameliyesinin itiyatlarını beş-altı yaşlarında edinmektedir. Yani ezberleme ve öğrenmenin akıl yaşı en fazla ondur. Zihni faaliyeti, en fazla ezberleme ve öğrenme seviyesinde yürüten akıl, (akıl yaşı itibariyle) on yaşında donmuş kalmıştır. Mutlak İlim ile ilgili terkip meselesi, Kitap ve Sünnetin muhtevasında mevcut ve mahfuz olan terkip mimarisini keşfetmektir. Kur’an-ı Kerimi, muhtevasındaki ilahi terkibi umursamadan okuyanlar, kendi küçük akıllarına göre yeni bir terkip denemesi yapmakta, kaçınılmaz olarak yeni bir din inşa etmeye kadar savrulmaktadır. Mutlak İlimdeki terkip mimarisini umursamadan okuyanların bir kısmı o kadar cahil ki, bir ayet-i kerimede bahsi edilen “gaibi Allah’tan başkasının bilemeyeceği” ölçüsünü tek başına alıyor, başka bir ayet-i kerimede “Allah’ın bildirdiklerinin istisna” olduğuna dair ölçüyü görmüyorlar. Ya görmeyecek kadar cahil ve had bilmezler veya görmezden gelerek, Allah muhafaza, kendi görüşleri için ayet-i kerimeler arasında tercih yapıyorlar. “Kitabın bir kısmını görmezden” gelmek, kitabı inkas etmektir ki, böyle bir akıbetten Allah mümin kullarını muhafaza etsin. * * İslam’ın ilim telakkisi, Mutlak İlimdeki hakikat ile eşyadaki hikmeti keşfetmek, hakikat ile hikmeti terkip etmek ve hayata tatbik etmekten ibarettir. Mutlak İlim, muhtevasında mahfuz olan ilahi terkip üzere anlaşılmalı, hakikat bu istikamette aranmalıdır. Hakikate dair keşfedilen her ölçü, nispi ilimlerde ya bir ilim dalının, ya bir ilmi mevzuun, ya da bir alt başlığın “terkip hükmü”dür. İşte terkip bahsinin başladığı nokta… Mutlak İlim (Kur’an-ı Kerim ve Sünneti Seniyye) terkip edilmez. Zira Mutlak İlimde ilahi bir tertip ve nizam mevcuttur. Hakikat tabii ki tektir, tek olanın terkip edilmesi gerekmez. Mutlak İlim ile ilgili bir terkipten bahsedilecekse, (tabiri caizse) ilahi bir terkip mimarisi Mutlak İlim, kainatı, kainattaki her varlık ve vakıayı izah eden sonsuz hikmet ve mana haznesidir. Buna mukabil mutlak ilim; sayfa, cümle, kelime sayısı olarak sabittir. İslam ilim 5 telakkisinin sırrı bu noktada düğümlenir. Sayfa sayısı sabit olan “Kitap”, muhteva olarak sınırsızdır. tinde aşağıya doğru tahlil, yukarıya doğru terkip etmekten ibarettir. Nispi ilimlerimizin tamamı tefsir ilmine bağlı olduğuna göre, tahlil faaliyetimiz terkip sırrını keşfetmeye matuftur. Mutlak İlim, her Ayet-i Kerimesi veya her Hadis-i Şerifi bir ilim dalının “terkip hükmü” olacak hacimde bir mucizedir. Marifet, Mutlak İlmin her cümlesinden hatta her kelimesinden bir ilim dalı inşa edecek kadar manaya nüfuz ve hikmeti keşfetmektir. Nitekim öyle mefhumlarımız (yani tek kelime) var ki, hakkında binlerce cilt eser telif edilmiştir. * Kadim müktesebatımızın anlaşılmaz hale gelmesinin birinci sebebi, terkip sırrını anlamamak, hatta buna ihtiyaç duymamaktır. Müktesebatımızın müellifleri, Mutlak İlimdeki terkip mimarisini takip etmiş bu sebeple de bilgide boğulmamıştır. Terkip kıvamı kaybedilmeden gerçekleşen fikri ve ilmi çalışmalar, bilgi miktarı ve çeşidi ne kadar artarsa artsın, istikamet üzere kalmayı mümkün kılan bir teminattır. Terkip sırrı keşfedilmeden veya umursanmadan doğrudan Kur’an-ı Kerimi okuyanlar bile yanlış anlamaktan kurtulamayacak bir akıl bünyesine sahiptirler. * İslam ilim telakkisi, Mutlak İlmi tartışmasız tek kaynak olarak kabul eder. Onun dışındaki tüm bilgi sahaları ve bilgi üretme vasıtaları kaynak irtifaına çıkarılmaz, ancak ve sadece mutlak ilmin idrakini mümkün kılan malzeme kıymetindedir. mutlak ilmin dışında “ölçü” aranmaz, “hüküm” aranmaz, “mikyas” aranmaz. Müktesebatımızdaki bilginin (hatta ilim sayısının) miktarı göz kamaştırıcıdır. İnsanlık tarihinin en muhteşem külliyatı olan İslam ilim ve irfan müktesebatı, Mutlak İlimin kıymetiyle mütenasiptir. Mutlak İlim gibi bir kaynaktan, haşa gevezelik cinsinden bilgi kırıntılarının keşif ve telif edilmesi beklenmeyeceğine göre, kadim müktesebatımızın ihtişamı anlaşılabilir bir durumdur. Bu muhteşem müktesebatı görmezden gelen, inkar eden, reddeden, umursamayan kişiler, aslında onu anlayacak ve ana kaynağa nispetini görecek irtifada bir terkip idrakine sahip olmayanlardır. Terkip istidadı olmayanların, müktesebatımızdaki bilgi miktarı karşısında afallamaları şaşılacak bir durum değildir. Ehl-i Sünnet mecrası, kadimden beri mutlak ilimdeki terkip sırrını sıhhatli ve doğru şekilde keşfeden, ümmetin müktesebatını bu keşfine muvafık şekilde telif ve tatbik eden temel anlayış havzasıdır. Ümmetin kadim müktesebatı, Mutlak İlimde keşif ve idrak edilen muhtevanın, belli bir tertip ve tanzim ile çerçevelenmiş halidir. Bu manada Ehl-i Sünnet havzasında zuhur eden kadim müktesebat, Mutlak İlmin tefsir ve teşrihinden ibarettir. Mesele tam olarak bu noktada mahfuz… Mutlak İlimdeki ilahi terkip keşfedildiği için, tüm nispi ilimler o terkip mimarisi ile inşa edilmişti. * Tefsir ilmini ilimlerin anası olarak kabul etmek, tahlil istikametindeki tetkik faaliyetini, terkip sırrına bağlı şekilde yürütmeyi mümkün kılmaktadır. Tetkik ve idrak faaliyeti, nihaye- Son İslam medeniyeti olan Osmanlı yıkılana kadar takip edilen usul, Mutlak İlimdeki “terkip hükmü” veya “terkip mikyası” üzerinde tahlil faaliyeti yapmaktı. Terkip kıvamı takip 6 edilerek tahlil yapıldığı, bilgi ve ilim bu yolla üretildiği için, terkip inşasına ihtiyaç yoktu zira tüm ilmi ve fikri faaliyetler zaten terkip mimarisini takip ediyordu. Tefsir (yani tahlil), terkip mimarisini takip ettiği için, terkip kıvamı mütemadiyen muhafaza edilmişti, edilmekteydi. Terkip mimarisini kırıp döken şaz görüşler sürekli tenkide tabi tutulmuş, aslına irca edilmiş, ana mimari muhafaza edilmişti. Bugünün dünyasında terkip ilimlerini kurma ihtiyacımız iki sebebe dayanır; birincisi Mutlak İlimdeki ve kadim müktesebatımızdaki terkip sırrını keşfetmek, ikincisi dünyanın ürettiği bilgiyi kendi bilgi ve ilim telakkimiz çerçevesinde terkip etmek için… Mutlak İlimdeki terkip sırrını yeniden keşfetmedikten sonra yapacağımız hiçbir şey yok. Bu işi, pahası ne olursa olsun yapmalıyız, bunun dışında bir yol arayanlar beyhude çabalıyorlar. Son medeniyetimiz çöktükten ve üzerinden birkaç asır geçtikten sonra ümmet, ilk defa bu kadar ağır bir bilgi ve ilim krizine, yani tefekkür krizine girdi. Ümmetin tefekkür krizine girdiğini herkes görüyor da, krizin kaynağı bir türlü teşhis edilemiyor. Tefekkür krizinin esası, terkip sırrını kaybetmiş olmamızdır. Merkezkaç düşünceler bir tarafa, İslam’ı Ehl-i Sünnet çerçevesinde anlamaya çalışanlar da terkip sırrını kaybettiği için çok derin bir idrak krizi yaşanıyor. İslam tarihinin ilk on asrında dünyada en fazla bilgi üreten kültür havzası İslam coğrafyasıydı, bu sebeple dünyanın geri kalanının ürettiği bilgiyi tertip ve terkip etmek kolaydı ve müstakil bir iş haline gelmiyordu. Şimdi ise durum çok farklı, son birkaç asırdır batının ürettiği bilgi miktarı çok fazladır ve terkip edilmesi gerekmektedir. Vahim olan nokta ise batının dünyayı, ürettiği bilgi ile işgal etmesi, yani batının epistemolojik işgalinin zihni ve kalbi evrenimizi, buna bağlı olarak akıl ve ruh dünyamızı esir almış olmasıdır. Batının bilgi istilasından kurtulmanın tek yolu, bilgiyi kendi merkezimizde terkip etmektir. Terkip mimarisi unutulduğu için kadim müktesebatımızdaki eserler tek tek okunuyor ve her biri ana mimariden bağımsız şekilde anlaşılmaya çalışılıyor. Terkip mimarisinin insanın kalb ve zihin dünyasındaki mukabili olan Akl-ı Selim de kalmadığı için, bilgi dağıldı, ilim kayboldu, idrak parçalandı. Batının aklıyla (pozitif akılla) ve ürettiği bilgiyle (materyalist bilgiyle) düşünmekten kurtulamadığımız bir çağa doğduk. Müslümanların yapması gereken iş, içine düştükleri bu çağ ile hesaplaşmak… Çağın en mühim hususiyeti ise, bilginin çokluğu ve onu da batının üretmiş olmasıdır. Terkip ilimlerini inşa edemezsek, batının epistemolojik işgali devam edecektir. Yaklaşık on iki asırdır süren kadim usul, yani tefsir (ve tahlil) aynı neticeyi vermiyor. Vermiyor, çünkü o usulün “merkezi mevzuu” olan terkip sırrı kaybedildi, terkip mimarisini takip etme istidat ve mahareti yok oldu. Artık yeni bir durumla karşı karşıyayız. Şimdi büyük tefekkür hamlesi (ve tabii ki medeniyet hamlesi) için yapmamız gereken ilk iş, terkip sırrını keşfetmek, terkip istidat ve maharetini kuşanmaktır. Bu hamleyi gerçekleştirmenin güzergah haritası ise, ilimlerin tasnifi ve ilimlerin zirvesi olan terkip ilimlerinin kurulmasıdır. HAKİ DEMİR * 7 hakikiye” ve “Şeriat-ı garradaki medeniyet” mefhumlarıyla çıkar. Ona göre medeniyet; ilim, fen ve san’atta tekâmül etmiş cemiyetlerin İslâmiyetin emirlerine göre usulü dâiresinde yaşayışıdır. Bu yaşayışın zemini İslâm’dan neşet eden adâlet ve şehirliliktir. Şeriat faziletli medeniyetin kaynağıdır ve İslâm medeniyeti bir başka medeniyete muhtaç değil, müstakil olmalı. Müslüman vasfını koruduğu müddetçe istiklâlini de koruyacaktır. SAİD NURSÎ HAZRETLERİNİN “MEDENİYET-İ KUR’ÂNÎYE” FİKRİ “Sözler” kitabının “Lemeât” bölümünde yer alan (s.663- 667) medeniyet bahsinden anladığımızı şöyle hülâsa edelim: Medeniyet, Kur’ân-ı Kerîm ahlakî esasları üstüne kurulmazsa kalplerinden hürmet ve merhametin çıktığı insanların akıl ve zekâveti gâyet dehşetli ve gaddâr canavarlar hükmüne dönüşür ve bir daha siyâsetle idâre edilmez. Mârifet, san’at ve ticâret sâhaları üzerine kurulursa da temel esaslarını mânevî değerler ve telakkîler teşkîl eder. Beşer dehasından çıkan düşünce ve felsefeye istinat eden Batı medeniyetiyle vahy-i ilâhî’den gelen İslâm medeniyeti temel ilkelerde uyuşmaz, te’lîf olmaz, ortak tarafları bulunmaz ve bütünüyle farklı anlayışlara dayanır. Batı’nın ,“Medeniyet bizdedir siz de yok” şeklindeki propagandaları karşısında aydınların ve devlet ricalinin recüliyetini kaybettiği bozgun dönemlerinde medeniyet hakkında âlimlerce alelacele yapılan tariflerin çoğu ârızalıdır. Mağlubiyet psikolojisiyle medeniyetinin esaslarını tecditten mahrum bozgun aydınlarının ahkâm kestiği yıllarda Said Nursî Hazretleri medeniyet fikrinin, silkiniş geçirmesi gereken Müslümanların önüne gelen bir mesele olduğunu söyler ve tesbitlerine İslâm medeniyeti ile Batı medeniyeti arasında mukayeseler yaparak başlar. *Garb medeniyetine karşı “şeriat-ı garradaki medeniyet” Medeniyet çarkını işleten beş temel ölçü vardır: Nokta-i istinad, Hedef, Düstûr-u hayat, Cemâatlerin râbıtası, Semerâtı (elde ettiği neticeler). Batı’nın kibirle yükselttiği medeniyetini (uygarlık demek münasiptir) “Medeniyet-i habise”, “Garb medeniyet-i sefihanesi”, “muzır ve sefih medeniyet” ifadeleriyle kerih bir şekilde adlandırır. Bu kerih medeniyetin karşısına “Medeniyet-i Kur'ân”, “Medeniyet-i Batı medeniyetinin dayandığı nokta kuvvettir ve hedefi menfaattır. Düstur-u hayatı cidaldir (menfaat için mücadele). Cemaatlerin râbıtası unsuriyet, yâni menfî milliyettir. Semerâtı (gayesi), hevesât-ı nefsiyeyi (dünyevî istekleri) tatmin, hâcât-ı beşeriyeyi (in8 san ihtiyaçlarını) tezyîd (artırma) ve teshîldir (kolaylaştırmak). ye çalıştığı asrî medeniyete denî, alçak ve ahlâksız mânasına gelen “Mimsiz medeniyet” diyor. “Medeniyet bu ise, medeniyetten istifa ettiğini…” söyler. Sadeleştirerek nakledelim: Hikmet-i Kur`âniye bakımından medeniyetin dayandığı esas fazîlet ve rıza-yı İlâhîye istikametindedir. “Düstur-u cidal (kavga kuralları) yerine düstûr-u teâvünü, yâni umumi yardımlaşma kaidelerini esas tutar. Cemaatlerin râbıtalarında unsuriyet, yâni milliyet yerine râbıta-i dinî (ümmet birliğini) kabul eder. Nefsanî gayelere engel olur, ruhu yüksek ulvî mertebelere teşvîk eder. Din ve faziletin kaidesi birleştirmek ve birbirinin imdadına yetiştirmektir. Mimsiz medeniyet, şeriatça merdud (reddedilmiş), sefih, gaddar, vahşi, dışı süs, içi pis, beşerin nefs-i emaresidir ve kurtlanmış bir ağaca benzer. Mimsiz medeniyette (Kemalist Cumhuriyeti kastediyor) görmediğim fikir hürriyeti ve ifade serbestliği Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır. Eğer medeniyet haysiyet kırıcı tecavüzlere, nifak verici iftiralara, şeytancasına mugalatalara, diyânette laübalicesine hareketlere, istibdad, sefahet ve zillete müsait bir zemin ise, yüksek dağlardaki bedeviyet çadırlarını tercih ediyorum.(Said Nursî /Tarihçe-i Hayatı, s. 75.) *Batı medeniyeti beşerî dehaya, islâm medeniyeti hüda’ya dayanır Batı medeniyetini kastettiği pozitivist ve seküler anlayış üstüne yükselen “Medeniyet-i Hâzıra’nın (şimdiki medeniyet) hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedeki” prensiplerinin maddî kuvvete dayandığını ve hedefinin menfaat olduğunu söyler: Kitaplardan öğrendiğimiz üzere, “Mimsiz medeniyet” ifadesindeki “medeniyet” kelimesinin ilk harfi olan “mim” kaldırıldığında “deniyet” mânasını almaktadır. Deniyet ise alçaklık, ahlâksızlık gibi mânaya gelir ki, bu fiilin sahibine de denî veya ednâ kişi denir. Medeni olamayan, yâni Hz. Peygamberimizin mübarek ismi Muhammedî (s.a.v.) olmanın sembolü ve ilk harfi olan mimi düşüren ve böylece denî olan demek. İnsanları pis ahlâka sevkeden, fısk çamuru ile mülevves (kirli) Batı medeniyeti beşerî dehaya, İslâm medeniyeti Hüdâ`ya dayanır. Bu temel farklardan dolayı ikisinin birleşme ve barışması imkânsızdır. Batı medeniyetinde deha dimağda işler, kalbi karıştırır. Nefse ve cisme bakar, nefsânî kabiliyetler geliştirir ve insanı şeytanlaştırır. Sadece dünya hayatını tanır, maddeperesttir. İslâm medeniyetinin kaynağı Hüda’dır ve ruhu aydınlatır, kabiliyeti ve tabiatı ışıklandırır. Himmetli insanı melekleştirir. Allah’ın şuurlu sanatını ve hikmetli kudretini gösterir. Ona göre Avrupa ikidir. Birincisi İsevînin din-i hakîkîden ve İslâmiyetten aldığı feyz ile cemiyet hayatı için nâfi sanatları, adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden Avrupa’dır ki bunu kastetmediğini belirtir. Felsefenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını, yâni kötülüklerini mehâsin (güzellik, iyilik) zannederek beşerî sefâhete ve dalâlete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ettiğini söyler. *“Mimsiz medeniyet” Bu sebepledir ki Batı uygarlığının kuyruğu olan Cumhuriyet devletinin yerleştirme9 Teknolojinin insanlığa getirdiği faydalar, insanın diğer canlılardan üstünlüğünün küçük bir göstergesidir. Bu sebepten, insanoğlu uçaklarla kuşlardan daha süratli uçabilmiş, denizde balinaları geçebilmiş, hattâ uzayda keşiflere çıkabilmiştir. İslâmiyete sarılmazsa kötü ahlâklı birisi yerde gezerken de o ahlâkı taşır, aya çıksa da aynı huyunu oraya da götürür. islâmiyetten ruh almayanlar, medeniyetin iyiliklerini de kötüye kullanmışlardır. Yaptıkları uçaklarla masumları bombalamışlar. Bu zamanda İla-yı Kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır. Medeniyet-i hakikiyeye girmekle ilâ-yı kelimetullah edebiliriz. Bizim muradımız medeniyetin güzellik ve iyilikleridir; günahları ve seyyiatları değildir.(Said Nursî, Muhakemat) *“İslâm ahlâkınca teknoloji medeniyete kazandırılmalı…” Fakat Avrupa’dan “Terakkiyât-ı medeniyete yardım edecek noktaları almamız” gerektiğini de söyler. Devrin bütün münevveran ve âlimlerinde olduğu gibi ona göre de teknik, medeniyetin istinad ettiği mârifet (ilim), san’at ve ticaretten ibâret üç esasın sanat kısmını temsîl eder. Teknik, insanın aczine ve ihtiyacına binaen Allah’ın bir lütfudur. Batı’nın fen ve teknolojisinin İslâm medeniyet anlayışıyla uyuşmayacağını, medeniyetin teknik gelişme hedefinin olmadığını, medeniyetin İslâm’dan neşet eden adâlet, sosyal hayat ve şehir düzeni olduğunu söyleyenlerin aksine teknolojik imkânların İslâm ahlâkınca medeniyete dâhil edilmesi fikri Said Nursî Hazretlerinde vardır. Bu noktada bir açıklama yapmak gerekiyor. Muhafazakâr İslâm anlayışına sahip mütefekkirlerin İslâmî esaslara bağlı olarak Batı’nın teknolojisinin Müslüman ahlâkınca alınması fikrinin, Batı’nın medeniyet metodlarını İslâm’ın miri malı gibi gösteren modernist İslâm taraftarlarının fikirleriyle (Fazlurrahman gibi) ayrıştığını belirtelim. Medeniyete dair fikirleri, İslâmî ahkâmın hâkim olduğu bir sistemde Batı’nın fen ve teknolojisinin insanlığa faydalı olacağına inanan A. Cevdet Paşa, Sait Hâlim Paşa, Mehmet Âkif, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç gibi muhafazakâr İslâmcı çizginin medeniyet anlayışıyla benzerlik taşır. AHMET DOĞAN İLBEY Bozgun devrinin muhafazakâr birçok âlim ve aydınlarında olduğu gibi, Batı’nın teknolojisini kendi millî ölçüleriyle ikame eden Japon modelinin alınması fikri de bu yöndedir. Görüşlerinin hülâsası sadeleştirilmiş Türkçe ile şöyle: Kesb-i medeniyette (medeniyet kazanmada) Japonlara iktida (örnek almak) bize lâzımdır. Medeniyetin güzellikleri ve iyilikleri) insaniyet-i kübranın (insanlığın en mükemmeli olan İslâmiyetin) mukaddimesidir. 10 “gerçek”, insanı ve hayatı “hakikat” dışında sarıp sarmalamaya başladığında insanın hakikate ulaşması zorlaşmaktadır. Gerçek burnumuzun dibindedir ama hakikat bir cehd, bir gayret, bir çile ister. İslam medeniyetinin tüm unsurlarıyla hayatı inşa ettiği zamanlarda, hakikat aynı zamanda gerçek haline geldiği, yani hayatta “gerçekleştirildiği” için, hakikate ulaşmak zor değildir. Ne var ki o zaman bile hakikatin “gerçeğine-tezahürüneşekline” muhatap olunmakta, hakikatin kendisine ulaşmak yine bir cehd istemekteydi. Zaten böyle olduğu içindir ki, yani derinliğine nüfuz etmek gerektiği içindir ki, hakikatin gerçek haline geldiği devirden uzaklaştık. TERKİP İLİMLERİ YOKSA EKLEKTİZM KAÇINILMAZDIR Yaşadığımız çağın derin ve girift kaosu eklektizmi kaçınılmaz hale getirmiştir. Kaosun en büyük kısmı bilgi dünyamızda yaşanmakta, zaten diğer kısımları da bilgide yaşadığımız kaostan kaynaklanmaktadır. Bilgide yakalandığımız kaos, hayatımızı altüst etmiş, hayat kaosa sürüklenince bilgideki kaos daha da derinleşmiştir. Hakikate saf mana olarak nüfuz etme istidadımızı kaybetmeye başladıktan sonra hakikatin gerçeğini (kendi gerçeğimizi) kaybetmeye başladık. Kendi gerçeğimizi dondurmuş, ona da hakikat muamelesi yapmıştık. Bir müddet sonra baktık ki, hakikatten habersiz, hatta hakikatin düşmanı bir kültür iklimi, “gerçeği” üretmeye başlamış. Evet, o tahkir ettiğimiz beşeri bilgi üretimi, başka bir gerçek ve başka bir gerçeklik üretmişti. Zaman böyle bir müessirdi işte, hakikatin bir devirde üretilmiş ve harikulade bir hayat inşa etmiş “gerçeklik” hali, hakikate nispetle sürekli yeniden keşif ve inşa edilmediği için, hakikat düşmanı bir kültür iklimi tarafından üretilen şeytani gerçeklik karşısında dayanamamıştı. Hazmedilir gibi değil, kabul edilir gibi değil… Hakikatin bir tezahür şekli olan ama geçmiş zamanda kalan bir “gerçeklik”, hakikate cennet ile cehennem arasındaki mesafe kadar uzak olan bir “gerçeklik” karşısında mağlup olmuştu. Oysa, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, hakikatin tezahürlerinden biri olan “gerçeklik”, hakikate yabancı olan bir gerçeklik karşısında mağlup olmamalıydı. İşte “zaman” denilen efsunlu müessir böyle bir şey… Bilgi kaosunun hem sebepleri çoktur hem de neticeleri… En mühim neticelerinden birisi ise, eklektik düşünce dünyasını üretmesi ve kesintisiz şekilde de beslemeye devam etmesidir. Ümmetin eklektik düşünce girdabına yakalanmasının en mühim neticelerinden birisi ise, en sapık anlayışların bile kendilerini “Sahih İslam” olarak pazara sürebilme vasatının oluşmasıdır. Mesele, bir saniye bile ihmal edilemeyecek kadar mühimdir. Önce bilgi ve ilim üretemez hale geldik. Mevcut bilgi ve ilmin hayat için kafi geleceğini vehmettik ve olduğumuz yerde durmaya başladık. Muhatap olduğumuz ve iman ettiğimiz Mutlak İlim vardı, onda ne eksikti ki, başka bir kültür coğrafyası bizi geçebilsindi. Hakikate iman etmiş tek ümmet olmamız bizi rehavete sevk etti, oysa kesintisiz hamle iştiyakına sahip olmalıydık. Mutlak İlmin yanında insanların ürettiği bilginin ne kıymeti olabilirdi ki. Bu nokta çok dikkat çekicidir, gerçekten de Mutlak İlim ile beşeri ilim arasındaki kıymet farkı sonsuzdur. Bununla beraber, Mutlak İlmin muhtevasındaki hikmet keşfi durunca, hakikat ile gerçek arasındaki mesafe açılmaya başladı. Problem tam bu noktada gizlidir. Hakikat sonsuz kıymetlidir, gerçek ise faydası kadar kıymet ifade eder. Ne var ki Hakikatin tezahür şekillerinden olan herhangi bir “gerçeklik”, hakikatin dışında üretilen herhangi bir “gerçeklikten” mukayesesiz daha kıymetlidir. Muhakkak ki böyledir. Şeytani ger11 çekliklerden birinin, hakikatin gerçekliklerinden birine galebe çalması, olsa olsa, hakikatin tezahürlerinden biri olan “gerçekliği” hakikat yerine ikame etmenin cezasıdır. Muhtemeldir ki hikmet ve sır bu noktada gizlidir. Meselenin iki gerçeklik arasındaki mukayeseden ibaret olmadığını, bizim hakikate muhatap olduğumuzu, hakikatimizin gerçekliğini imal etmemiz gerektiğini düşünen münevverler, hakikatin gerçekliğini yeniden inşa edecek büyük hamleyi başlatamadılar. Büyük hamle başlatılamayınca, ne kadar direnirlerse dirensinler, batının pozitif bilim mecrasının ürettiği hayata karşı gelemediler. Beş kilometre menzilli top karşısında bir kilometre menzilli topla direnmek mümkün olmadı, batının gerçekliği ona karşı çıkanları bile sarıp sarmaladı. Önce, Mutlak İlim elimizde olmasına rağmen hakikate nüfuz etme istidadını ve yollarını unuttuk. Hakikate iman ettiğimiz ve kitabı de elimizde olduğu için onu kaybettiğimizi asla anlamadık. Mutlak İlimden hareketle üretilen ve her cihetiyle ihtiyacımızı karşılayan ve mesut bir hayat yaşamamızı mümkün kılan “gerçekliğimize” yapıştık. O gerçekliği uzun dönem tecrübe etmiş ve ihtiyaçlarımızı karşıladığını görmüştük. Hakikat elimizin altından kayıp gidince, hakikati kaybettiğimizi de anlamamanın rehavetiyle, elimizdeki gerçekliğe hakikat diye sarıldık. Yani elimizde sadece “gerçek” kalmıştı. Artık yeni tartışma, “batının neyini, ne kadar alalım” şeklinde cereyan ediyordu. Tartışma bu noktaya geldiği andan itibaren, batıya en radikal şekilde karşı olanlar da dahil olmak üzere, eklektik düşünceye savrulmuş demekti. En samimi direniş mevzileri, “Teknolojisini alalım, ahlak ve kültürünü almayalım” türündendi ve bunlar bile epistemolojik işgale maruz kalmıştı. Bazıları, epistemolojik işgalden habersizdi ve “objektif bilgi” masalını şeker lezzetiyle yutmuştu ve bu masalı bir Müslüman olarak Müslümanlara satıyordu. Pozitif bilimin objektif olduğuna dair yeminler edecek Müslüman fikir ve ilim adamları yirminci asır İslam dünyasının efendileri olmuştu. Yirmi birinci asırda bu sahte efendiliğe müsaade etmemeliyiz. Batı, keşif ve hamle istidadını harekete geçirmiş, kendi kültür ikliminde kendi gerçekliğini üretmişti. Bizim elimizde “donmuş” bir gerçeklik vardı ve biz onu hakikat zannediyorduk, batının elinde ise hareki bir gerçeklik vardı ve sürekli keşif hamleleriyle gelişiyordu. Tabii ki ona dönüp bakmazdık, o kim oluyordu ki, bizim elimizde hakikat (zannettiğimiz gerçekliğimiz) vardı. Hakikati kaybettiğimizi fark etmediğimiz için, iki gerçeklik karşılaştı, bizimki donmuş bir gerçeklikti, batının ki ise hareketli ve gelişen bir gerçeklik… Netice başka ne olabilirdi ki? Bu anlayışla asla kurtulamayız. Epistemolojik işgal ve eklektik anlayıştan kurtulmanın tek yolu, kendi müktesebatımıza sadık kalarak ilimlerin tasnifini yapmak ve bu tasnife uygun olarak mutlaka terkip ilimlerini inşa etmektir. Terkip ilimleri, bilgiyi mülkiyetimiz altına almanın tek yoludur, başka bir yol arayanlar, batının çöplüğünde, koku alma hassasını kaybetmiş şekilde didinip durur. İlimlerin tasnifini sıhhatli şekilde yapsak bile, terkip ilimlerini inşa edemezsek, eklektik anlayıştan kurtulamayacağımız için, kendi bilgi telakkimiz olmayacaktır. Batının gerçekliği bizim gerçekliğimizi geçince, zihnimiz ve aklımız kaçınılmaz olarak gerçeklikler arasında mukayese yapmaya başladı. Osmanlı münevverinin bir kısmı, meselenin gerçeklik mukayesesi olmadığını, bizim hakikatimizin olduğunu, batının ise sadece bir gerçekliğe sahip olduğunu biliyor ve ifade ediyordu, bunlar batının epistemolojik işgaline karşı direndi ve imanlarını muhafaza etti. Bir kısmı ise mukayeseyi sadece gerçeklik üzerinden yaptı ve kalb ve zihinlerini batıya açarak hakikati inkar etti ki, onlar ümmetin zayiatıdır. NURETTİN SARAYLI 12 izahını yapabilir, Zâtullah'a ilişkin söyleyebileceği bir şey yoktur örneğin, bu yüzden de sınırlarını bilmek zorundadır. Kur’an, Rum Suresi’nin 7. Ayetinde bunu şu şekilde ifade eder: “Onlar bu dünya hayatının yalnız görünen yüzünü tanırlar, ahiretten/ebedî ve nihaî olandan ise tamamen habersizdirler.” POZİTİF AKIL BİLGİ KAOSU Bu “akla” göre, varlığın, insanın, hayatın vs. bir tek gerçekliği vardır ve her şey bu gerçekliğin etrafında dönmektedir ki, söz konusu gerçeklik “pozitif aklın” görebildiğinden, algılayabildiğinden ibarettir. Her şey onun görebildiği veya maddî olarak algılayabildiği kadarından ibaret olduğu için pozitif akıl kendi düşüncesini veya görüşünü “mutlak hakikat” yerine koyar. Bunun yanı sıra modern “pozitif akıl” parçalayıcı ve indirgeyicidir, her şeyi bölüp parçalar, kendi içinde kategorize eder ve meseleleri birbirinden bağımsız bir biçimde ele alır. Dolayısıyla modern zamanlarda her şeyden önce insan zihni parçalanmış durumdadır ve bu da insan kişiliğinin ve hayatın parçalanmasına yol açmıştır. EKLEKTİZM ÜÇLÜ KISKACINDA NE YAPMALI? Modernist yaklaşımlar neticesinde an itibariyle İslam ilim telakkisi ve mevzu haritası dumura uğramış durumda. İslam Âlemi’nde bugün kelimenin tam anlamıyla bilgi kaosu ve eklektizm problemi yaşanıyor. Bizim bilgi kaosundan ve eklektizm probleminden kastımız bilginin nasıl üretileceği veya nereden alınacağı ve nasıl kullanılacağı konusunda yaşanan sapma ve bu sapma neticesinde ortaya çıkan kavram kargaşasıdır. Bilgi edinme yolları ve bilginin nasıl kullanılacağı söz konusu olduğunda akla biçilen rol belirleyici olmaktadır ki, bu da bizi kaçınılmaz olarak “pozitif aklın” yıkıcılığı meselesine götürür öncelikle. “Pozitif akla” göre gördüğümüzün, algılayabildiğimizin ötesinde başka bir şey olmadığı için, bir başka ifadeyle tüm aşkınlık reddedildiği için, onun kuşatamadığı ve anlamlandıramadığı alanlarda işin varacağı son nokta nihilizmdir. Bu bakımdan Batı nihilizme çoktan savrulmuştur. Batı üç yüz yıldan bu yana hâkim pozisyondadır, dolayısıyla paradigması dünya genelinde hükümrandır, bu nedenle günümüz dünyasında genel olarak manevî-ahlakî değerlere ve cemaate/topluma olan bağlılık azalmış, ahlaksızlık had safhaya ulaşmış, bireycilik ön plana çıkmıştır. “Pozitif akıl” ruhsuzdur, matematiksel olarak düşünür ve kuru hesap yapar, salt kârzarar hesabı yaparak hareket eder, anlam dünyası gördüğüyle sınırlıdır. Sözünü ettiğimiz “akıl” araçsaldır, görebildiği kadarından hareketle ortaya koyduğu gerçekliğin dışında başka hiçbir gerçekliği kabul etmez. Dolayısıyla varlığı, tabiatı, insanı, hayatı, toplumu sadece zahirden ibaret görür. “Pozitif akıl” ancak varlık âleminin ve varlık âleminde olup bitenin görebildiği, algılayabildiği kadarıyla “Pozitif akıl” bilgiyi doğrudan deney yoluyla laboratuvar ortamında elde eder. Elbette bu bir yönüyle tabiat ve kâinat ayetleri13 nin okunmasıdır, ancak “pozitif akıl” Aşkın/Müteal olanla kendi arasında bağ kurmadığı için elde ettiği bilgiyi yorumlayıp kullanırken herhangi bir ahlakî sınır gözetmez, çünkü elde ettiği bilginin arkasında yatan Hakikat’i reddetmektedir. Örneğin atom bombasını yapan “akıl” tam olarak böyledir. Eldeki bilgiyi onun yorumladığı ve kullandığı şekilde yorumlayıp kullanmaya başladığımız an işimiz bitmiş demektir. irfan ve tefekkür mirasımız içinde devede kulak mesabesindedir. Hâlbuki bizim bugün yaptığımız tartışmalar tarih içinde yapılmış ve neticelenmiştir. Modern Müslüman "akıl" kadîm müktesebata yabancı olduğu, klasik literatürü bilmediği için bin yıl önce tamama ermiş tartışmaları bugün "yeniden" yapıyor. Kullanılabilecek tüm deliller karşılıklı olarak ortaya konulmuş, taraflar son sözlerini söylemiş, tartışma bitmiş, netice belli olmuş; konuşan beyhude konuşuyor, cevap veren de zaman kaybediyor. Bu hastalık bugün dinî düşünceye ziyadesiyle sirayet etmiştir. Marks’tan, Alfred Adler’den, Erich Fromm’dan yola çıkarak Kur’an tefsir eden bir “akıl” peyda olmuştur. Bu “akıl” İslam ilim, irfan ve tefekkür mirasında güya arayıp da bulamadığını Batılı filozofların düşüncelerinde arayıp bulmaktadır. Dolayısıyla bilgiyi nereden alacağını ve nasıl kullanacağını bilmemektedir, kendine has bir disiplini yoktur, eklektik ve taklitçidir. Kilise’nin tarihini İslam tarihi, İslam ulemâsını da ruhban sınıfı zannetmekte ve Batı tipi laikliği kurtuluş seçeneği olarak sunmaktadır, üstelik başka bir sistemde yaşıyormuşuz gibi ki, bu açıdan aynı zamanda sarhoştur da. Bu bakımdan önce gerçekleştirilecek çalışma için gerekli olan kurum ya da kurumlar ihdas edilmeli, mevzu haritası çıkarılmalı ve buna göre tercüme edilecek eserler titizlikle belirlenmelidir, ilk aşamada yapılacak iş budur. İkinci aşamada bunların okutulacağı, öğretileceği ve tartışılacağı ortamların hazırlanması gerekmektedir. Fikir dünyasının yeniden inşası ancak bu yolla mümkün olabilir. Örneğin aynı çizgide düşünen, donanımlı, ne söylediğini bilen belli sayıdaki âlim, mütefekkir ve münevveri finanse ederek organize halde ilk etapta büyük şehirlere sokarsanız ve onlara gerekli olan kamuoyu platformunu sağlarsanız bir süre sonra ülkenin gündemi değişecek, fikir dünyası yeniden şekillenmeye başlayacaktır. Bu kaosun üstesinden gelebilmek için kesinkes ilim, irfan, tefekkür geleneğine dönmek ve öncelikle klasik eserlere yönelik tam teşekküllü bir tercüme hareketi gerçekleştirmek gerekmektedir. Batı, İslam filozofları sayesinde Antik Yunan’ı hatırlamış, Arapçadan Latinceye tercüme etmiş, böylece kendi geçmişine vakıf olmuş, fikrî ve pratik açıdan kendisini yeniden yapılandırmıştır. Biz ise genel olarak kendi geçmişimizi bilmemekteyiz, ilim, irfan ve tefekkür mirasımıza yabancıyız, tercüme edilen klasik eserler ise ilim, Aslında bu, bugün farklı bir biçimde, aleyhimize olacak şekilde yapılmaktadır. İlahiyat fakülteleri akılları modern düşünceyle malul kadrolar yetiştirmekte, medya modernist ilahiyatçıları sürekli gündemde tutmaktadır. Böylece toplum modern düşünce kalıplarını benimsemekte, içtimaî, siyasî ve iktisadî hayatını da bu düşünceler çerçevesinde yeniden ve yanlış bir biçimde kurmaktadır. Biz de 14 elimizdeki kısıtlı imkânlarla buna karşı koymaya çalışmaktayız, olan bitenin özeti budur. bilecek bir iş değildir. Hikmettendir, birlikten kuvvet doğar. Şu bir gerçek ki, bilgi kaosunun ve eklektizmin üstesinden gelinmeden İslam medeniyet hamlesi gerçekleştirilemez, çünkü medeniyet belli bir kurucu fikre dayanır, bu kurucu fikir bilgiyi kendi ilim, irfan ve kültür havzasından almak zorundadır. Peki, bugün hangi bilgi ve fikir çerçevesinde bir medeniyet hamlesi gerçekleştirilecektir? Ne bilgi, ne de bilgiden kaynaklanan fikir bize aittir, bilakis bilgi de, fikir de dışarıdan, Batı’dan ithal edilmektedir, kendimize ait bir toplum-bilim kuramımız dahi yoktur. Bugün kim çıkıp böyle bir teşebbüste bulunacaktır, bilgiyi nereden alacaktır, nasıl kullanacaktır, hangi bilgi çerçevesinde nasıl bir fikir üretecektir? Kendi bilgi telakkimizi (epistemolojimizi) kaybettiğimiz için içine düştüğümüz bilgi kaosu ve yaşadığımız eklektizm problemi Batı’nın epistemolojik saldırıları için müsait ortam hazırlamıştır. Nitekim bugün Batı’nın epistemolojik saldırıları karşısında grogi durumuna düşmüş haldeyiz. Savunma hatları yarılmış, surlar yıkılmış, kaleler düşmüştür, her şeyden önce derin bir kavram kargaşası yaşanmaktadır. Örneğin gayb “meta-fizik”, ibadet “ritüel”, şehir “kent”, iktisat “ekonomi”, medeniyet “uygarlık” oluvermiştir ve bunlar hakikatte birbirinden oldukça farklı kavramlardır. Medeniyet inşa edebilmek için öncelikle kurucu kavramlara ihtiyaç vardır ve ne yazık ki biz bugün kendi kavramlarımız çerçevesinde düşünmemekteyiz. Kullandığımız kavramlar ithaldir, bir başka bilgi, düşünce ve kültür havzasına aittir ve seküler karakter taşımaktadır. İşin aslı bu işe soyunan kimse veya kimseler ilkin Batı’ya bakacaklardır, çünkü Batı galiptir ve mağluplara da galipleri taklit etmek düşer. Neticede ortaya çıkan iş de eklektik olacaktır. Bugün iktidar kadrolarının yapmakta oldukları şey tam olarak budur. Eğer gökdelen, yol, otomobil, metro vs. medeniyetse -ki böyle zannetmektedirler- tarihte hiçbir zaman İslam medeniyeti var olmamıştır, çünkü ne asfalt yolu, ne otomobili, ne de metrosu vardır ve gökdelen de dikmemiştir. Söz konusu kavramlar çerçevesinde şekillenen içtimaî, siyasî ve iktisadî yapının hali ortadadır. Elbette iş kendi orijinal kavramlarımızı kullanmakla bitmemektedir, zira bugün kavramları orijinal şekliyle telaffuz edenler Batı’dan aldıkları etki nedeniyle kullandıkları kavramların içini yanlış doldurmaktadırlar. Dolayısıyla bilgi ve fikir planında Batı’nın hegemonyası oldukça derinlere nüfuz etmiş, deyim yerindeyse bizi esir almıştır. Her şeyden önce İslamî bakış açımızı dumura uğratmış, fikrî ve amelî planda sekülarize olmamıza yol açmıştır. Ancak buna karşın bilgi kaosu içindeki çırpınışlardan fikrî planda bir medeniyet hareketi başlatmak mümkündür. Bu hareketi başlatabilecek, eklektik düşünmeyen, ne söylediğini bilen, ağzından çıkanı kulağı duyan âlimler, mütefekkirler, münevverler mevcuttur. İlim, irfan ve tefekkür mirası planında yeterli malzeme de vardır. Ancak bu kimselerin ilk iş bir araya gelmeleri ve organize olmaları gerekmektedir; zira bu, ferdî gayretlerle, ayrı ayrı tekil çalışmalarla gerçekleştirile- Batı’nın epistemolojik hâkimiyetinden kurtulmadığımız sürece, tüm nazarî çalışmalar Batı’nın yeniden üretilmesi an15 acısı bir durumdur. Şûrâ ayetinden demokrasi, “Dinde zorlama yoktur” ayetinden laiklik çıkarmak, Fransız Devrimi’ni Hz. Peygamber’in 23 senelik risâletinin sonucunda gerçekleştirdiği fetihle özdeşleştirip “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sloganları atmak da böyledir. Bu tür yaklaşımlar doğrultusunda mucizeyi “sembolik dil” ile izah edersiniz, Kur’an’ı “birinci dereceden felsefî metin”, melekleri de “tabiat güçleri” yaparsınız, vahyi sosyoloji ve psikoloji çerçevesinde açıklamaya çalışırsınız -ki örnekleri az değildir-, Batılı da oturup mutluluktan ellerini ovuşturur ve size güler; zira zihnen onun esirisinizdir ve itimat merkezlerinizi kendi ellerinizle devre dışı bırakmışsınızdır. Kısacası günümüz Müslüman’ının aklı modernizasyonla malul olduğundan dinî, içtimaî, siyasî, iktisadî, hukukî nazariyeleri de genel olarak Batı’yı yeniden üretmeye yöneliktir. lamına gelmektedir. Hâl-i hazırdaki nazarî çalışmaların nihaî olarak ifade ettiği anlam tam olarak budur. Modern paradigma makyajlanmakta, bir-iki kısmî değişiklik yapılmak suretiyle “İslamî” bir hüviyete büründürülmekte, sonra da piyasaya sürülmektedir. Bu da Batı’nın yeniden üretilmesi demektir haliyle. Örneğin demokrasiyi alıp onu asılsız tefsir ve te’villerle “İslamî” bir hüviyete büründürmek tam olarak böyle bir yaklaşımdır, Batı’yı yeniden üretir, yaşadığımız coğrafyada İslam’ı küresel modernliğin payandası haline getirir ve böylece bizi küresel modernliğe entegre eder. Bir süredir devam etmekte olan “Kapitalist İslam-Sosyalist İslam” tartışması da böyledir mesela. Muhafazakâr modernleşmeden yana olanlar İslam’ı Kapitalizm’le örtüştürmeye çalışırlarken, radikal modernleşmeden yana olanlar da onu Sosyalizm’le örtüştürmeye çalışmaktadırlar. Son derece ibret verici bir tartışmadır bu. Taraflar Kur’an ayetlerini, hadisleri, tarih içinde ortaya konulmuş uygulamaları, sahip olduğumuz ilim, irfan, tefekkür mirası içinde yer alan birtakım düşünce ve görüşleri seçmekte, bunları Batılı düşünce kalıpları içerisinde “yeniden” yorumlamakta ve delil olarak ortaya sürmektedirler, tüm kaynaklar bu şekilde İslam’ın “Kapitalist” veya “Sosyalist” olduğunu ispatlamak üzere seferber edilmektedir. Batı’nın bilgi telakkisini (epistemolojisini) muteber kabul etmekle, Batı’nın akademik tasnif ve tertiplerini kullanmakla kadîm müktesebatımızı Batılı epistemolojinin mahkûmu haline getiriyoruz. Bu, bir nevi İslam ilim, irfan ve tefekkür mirasına Batılı elbise giydirme ameliyesidir ki, sonuçları itibariyle son derece yıkıcıdır. Yapılmakta olan şey, kaynakları modern paradigma doğrultusunda, Batılı bir bakış açısıyla “yeniden” yorumlamaktan ibarettir. “Ilımlı İslam”, “Demokratik İslam”, “Kapitalist İslam”, “Sosyalist İslam”, “Anarşist İslam”, Oryantalistlerden mülhem Sünnet’i-Hadis’i reddeden “Kur’an İslam’ı”, moderniteye uygun biçimde geliştirilen “Kent Müslümanlığı” vs. hep bu tür yaklaşımların ürünüdür. Hâlbuki bunların ikisi de -biri diğerine muhalif olarak- Batı’da zuhur etmiştir, ikisi de Batı’nın tarihî, felsefî, sosyal, kültürel, siyasî ve iktisadî bunalımlarının ürünüdür. Hal böyle iken günümüzün “Müslüman aydını” oturup ikisinden birini İslam’la örtüştürmek için yoğun çaba harcamaktadır. İşte bu Batı’yı yeniden üretmek demektir ve içler Bir başka epistemolojik evrene (Batı’ya) dâhil olduğumuz sürece İslam medeni16 yet hamlesi başlatmamız söz konusu değildir, ancak makyajlama yoluyla “İslamî” hüviyete büründürülmüş bir uygarlık hamlesi başlatmış oluruz ki, bugün muhafazakâr modernleşme ideolojisini benimsemiş olanların yapmakta oldukları şey tam olarak budur. Söz konusu kimselerin “İslamî” referansları sözden öteye geçememektedir, hakiki manada İslamî olarak nitelendirilebilecek içtimaî, siyasî, iktisadî bir perspektifleri yoktur, şehir perspektifleri yoktur, medeniyet perspektifleri yoktur, çünkü zihinleri modernizasyonla maluldür. mız” fikren esiri oldukları kampın bilgi ve düşünce hâkimiyeti altında sürünmektedirler, üstelik doğru yolda oldukları zannıyla. Oysa hakikatte Batı’yı yeniden üretip “Müslüman” kimliğiyle küresel modernliğe entegre olmaktan başka hiçbir şey yapmamaktadırlar. Hangi bilginin nerede olduğunu bilmeyen kimse ne yapacak, zaten zihinsel kodları değişmiş, Batılı kodlarla yeniden yazılmış, ilim, irfan ve tefekkür mirasına vakıf değil, herhangi bir meseleye ilişkin bilgiyi Batılı kaynaklarda arıyor, aslî kaynakları da -Kur’an ve Sünnet’i- modern disiplinler doğrultusunda yorumluyor, tam anlamıyla esaret altında. Kendi ilim, irfan ve tefekkür mirasına, dolayısıyla elinin altındaki kaynaklara hiç müracaat etmediği halde müracaat etmiş ve aradığını bulamamış gibi davranmak, sonra da aradığını Batılı düşünce kaynaklarında bulduğu zannıyla şaşırmış gibi yapıp “Vay be, adamlar her şeyi söylemiş” demek sağlıklı bir yaklaşım değil, bilakis şizofreni belirtisidir. Bilgi kaosu ve eklektizm bu ve benzeri yaklaşımların doğal sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Tanzimat’tan bu yana Batı zaten kendi medeniyet coğrafyamızda ziyadesiyle döl vermiştir, hemen her alanda melezleşme söz konusudur ve yapmamız gereken bunu tersine çevirmeye çalışmaktan ibarettir. Bu da ilerisi gerisi yok tam olarak geleneğe dönüşle, dolayısıyla geleneğin içinden kendimizi yeniden üretmekle mümkün olabilir; Müslümanların bu konuda ikinci bir seçenekleri bulunmamaktadır. Hadis-i Şerif’i hatırlayalım: “Kim bir kavme benzerse o kavimdendir” (Ebu Davud), “Kim bir kavme benzemeye çalışırsa o kavimdendir” (Ahmed b. Hanbel) veya “Bizim dışımızdakilere benzeyen bizden değildir” (Tirmizî). Bu, giyim kuşamdan düşünceye kadar hemen her konuda böyledir. Günümüz Müslüman’ı Müslüman’dan başka her şeye benzemektedir, zira asimile olmuştur ki, hadisin kastettiği şey de budur. Asimile, yani müteşebbih, Batılıya benzeyen, modern... Tam bir yabancılaşma ve asimilasyon söz konusudur bugün. Hulâsa, pozitif akıl-bilgi kaosueklektizm üçlü kıskasından kurtulmak için önce keşf-i kadîm yapmak, ardından da bugüne dair kadîmle irtibatlı, aynı zamanda kendine özgü, saf İslamî bir perspektif ortaya koymak durumundayız. ATİLLA FİKRİ ERGUN Yüzde yüz İslamî, sağlam bir bilgi telakkisine sahip olmadan, hangi bilgiyi nerede bulabileceğimizi bilebilmemiz mümkün değildir. Adresi bilmiyorsun, nasıl yola gideceksin?! Bu yüzden de modernist “aydınları17 dünya görüşümüze nispetle inşa etmediğimiz için de, sarih veya zımnen batıya davetiye çıkarmış olduğumuz açık. Hikmet ve irfanı kaybettiğimiz için oluşan boşluğun felsefe tarafından doldurulması kaçınılmazdır, son birkaç asırdır böyle de olmuştur. Birkaç asırlık tecrübeye bakarak, felsefenin tek tefekkür mecrası olduğu vehmine kapılmak, bizim idrak zafiyetimizi bile idrak edemediğimizi gösterir. İdrak edememek marazi bir durumdur ama idrak edemediğimizi idrak edememek, taklitçiliği tek alternatif haline getirir. Taklitten kurtulamayanların önünde, kadim müktesebatımızı taklit edip basit seviyede Müslüman kalmak ile batıyı taklit edip İslam’dan uzaklaştığını bile anlamamak üzere iki ihtimal mevcuttur. Kadim müktesebatı ilmihal üzerinden taklit edenler, samimi iman sahibidirler ama kendilerinden başka kimseye ilim, irfan ve tefekkür sahasında bir faydası yoktur. Batıyı taklit eden modernist-mealci kişiler ise kaçınılmaz olarak hayatlarını eklektik haritaya çevirmiş; İman, İslam, İhsan bahislerinin saf haritasını bir daha bulamayacak derecede merkezden uzaklaşmıştır. BÜTÜN FİKRİ VE EKLEKTİZM Hakikat yekparedir, tüm alemleri kuşatır. Bütün zamana ve mekana şamildir. Hakikatin ta kendisi olan İslam, dolayısıyla hayatı tüm üniteleri ile kuşatır, çünkü Allah'ın dininde boşluk ve zafiyet yoktur. “Kurucu şahsiyet” lerin öncülüğünde, mutlak ilim merkezli, akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim eksenli olmak üzere hayatın tüm alanları inşa edilir. Kurucu şahsiyetler hayatı inşa ederken; akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim ile “mutlak ilme” bağlıdırlar. Hayatın inşası meselesi de dünya görüşümüzde olduğu gibi hakikate ayarlıdır, bu sebeple yekpare, yeknesak ve müstakildir. Bilindiği gibi eklektik felsefede Muhtelif ve hatta birbirine zıt sistemlerden seçilen, iktibas yapılan anasır cem edilerek yeni bir felsefi sistem meydana getirilir. Pratik faydaya yönelik iyileştirmeler olduğu zaman zaman görülse de, farklı bilgi telakkilerine bağlı üretimler olduğu için, bidayette bağlı olduğu dünya görüşünün nüvelerini muhtevasında taşıdığından, teşebbüsün nihayetinde doğru, güzel, iyi çıkmaz. Tüm inşa faaliyetlerimizde bütünlük fikrine uygun hareket edilmesi gerekir. Hayatı kuşatan tüm alanlar inşa faaliyetini beklemektedir. İnşa edilemeyen tüm hayat alanlarında tefekkür zafiyetimizin olduğunu ve bu alanlardaki zafiyetten dolayı, boşluk kabul etmeyen hayatın başkaları tarafından üretilen hayat telakkileriyle işgal edildiğini artık anlamalıyız. Kendi hayatımızı kendi Birbirine zıt, birbirlerini dışlayan iki farklı epistemoloji ve ontolojinin doku uyuşmazlığı kaçınılmazdır. Bu tezat, tevhit ve vahdetten telif edilecek “bütün fikri ”ne mu18 gayirdir. Hayatımızı kuşatan mevzu ve sahaların her birini, aynı hakikatin bütünlüğü içerisinde idrak ve inşa etmek gerekir. İçinde yaşadığımız bilgi kaosunda, bilerek veya bilmeyerek yakalandığımız eklektik haritalardan kurtulmanın yolu ancak ilimlerin tasnifi ile mümkündür. İlimlerin tasnifi marifetiyle bilgiye İslam'ın mührünü basmak kabil olacağı için, terkip güzergahının ana caddesi altın taşlarla döşenmiş olur. Terkip inşa edilebildiğinde vahdet tesis edilecek, vahdet ise tevhidin yolunu açacaktır. Hakikat idraki ile telif edilmiş İslami dünya görüşümüz; muhakkak ki diğer dünya görüşlerinden ve parça parça kurulmuş tüm alt sistemlerinden müstakil bir dünya görüşüdür. Temelinde tevhit vardır, vahdet vardır. İslam kaynakları açısından da şirk kabul etmez çözümlerini, kendi öz mihrakında bulur. Batılılaşma sürecine girdiğimizde, aydınlarımız batının maddi kalkınmışlığının da etkisi ile batının teknolojisini alalım, ahlakını almayalım savrukluğu ile teknoloji transferi gerçekleştirme yoluna gitmişler. Sonuç olarak batının kendi bütünlüğü içinde oluşan, toplumun, ihtiyaçlarının rasyonelize olmuş hali olduğunu düşünemediler, sadece teknik ve teknoloji ünitelerinin aktarımını yapacaklarını zannettiler. Ama ahlakları da peşinden geldi. Teknoloji de paradigma içi üretimlerdir, toplumun ve dayandıkları varlık ve bilgi sistemlerinin izlerini, yer yer mührünü taşırlar. Paradigma bütünlüğü içinde olmayan aktarımlar eklektizme davetiye çıkarır. Bu konu açısında fikir teknesi külliyatının teklifi olan “İslam irfanının teknolojisi” kayda değer bir önem arz etmektedir. Eklektik haritalar, yabancı felsefi ve nazari unsurlar taşıyacağı için, farklı bir bilgi telakkisinin unsurlarını ihtiva eder. Eklektik mevzu haritasını kabul etmek, meseleyi derinliğine tetkik ve idrak edenler için İslam’ın eksik olduğu iddiasıdır. (Haşa) Eksik olduğu düşünüldüğü için başka bilgi telakkilerini de ihtiva eden eklektik mevzu haritası kabul edilmektedir. Kendi idrak zafiyetini, İslam’ı inkas etmek için mazeret haline getiren ahmak kontenjanının arttığı bir çağda yaşamak ıstırap vericidir. Anti-kapitalist Müslümanlar, İslam sosyalizmi, Liberal İslam gibi sentez (terkip değil) teşebbüsleri, özü ve müellifi itibariyle oryantalist taarruz olmasına mukabil, idrak zafiyetinden ve parçalanmış zihni evrenlerden dolayı bu topraklarda taraftar bulabilmiştir. Konuya parça bütün ilişkisi zaviyesinden baktığımızda, Hz. Ali efendimizin hikmetli sözünü hatırlamalıyız; ''Parça bütünün habercisidir''... Bu hikmet mucibince; parça yani herhangi bir hayat alanımızı inşa edecek olsak da, hakikatin yekpareliğinden yola çıkmalı, akl-ı selim marifetiyle mananın sureti inşa edilmelidir. O mana ki, hakikatin ilgili mevzua dair tecelli ve tezahürüdür, öyleyse parça bütünün ruhuna yani asli mihrakına uygun inşa edilmelidir. Eklektik savruklukların oluşturduğu mevzu haritası, yamalı bohça gibidir. Hayat alanlarında olsun, nazari alanlarda olsun, hakikatin yekpareliğine mugayirdir. Hakikatin mana ve muhtevasına uygun değildir. Hakikatin ruhunu taşımaz, terkibi olmaz. Eklektik yaklaşımların işgal ettiği Müslüman zihinler, İslam'ı, belli bir zaviyeden okuma alışkanlığına savruldular ve kendi zaviyelerini (açılarını) İslam zannetmek hatasına düştüler. “Kur’an’ı o açıdan okuyunca 19 şunları anladım” türünden laflar, Kitabı herhangi bir açıdan okumanın zararını açıkça göstermesine rağmen, açısız olarak (veya üç yüz altmış derecedeki tüm açılardan) okuma ihtiyaç ve idrakini tahrik etmemektedir. Bunlar, açı açı gezen ama bir türlü “Bütün fikre” yabancı olanlardır, kadim müktesebatın tüm açıları cem ve tertip eden kuşatıcı idraki ret ettikleri için eklektizme düşmekten kurtulamazlar. İslam'ın mümkün olan en geniş ufkunu gösterir, tefekkürümüzün de müntehasıdır. İslam medeniyet tasavvuru da hakikate nispeten oluştuğu için eklektik yaklaşımlara müsaade etmez. A.BÜLENT CİVAN Kadim müktesebatı reddeden nev zuhur grupların eklektizme düşmeleri kaçınılmazdır. Ne var ki onlar “merkezkaç düşünce” oldukları için dikkatimizi ve rikkatimizi fazla cezbetmez. Umurumuzda olan, dikkatimizi celbeden, rikkatimizin mevzuu olan Müslümanlar, Ehl-i Sünnet dairesinde olanlardır. Bunlarla ilgili bazı tezahürler ise hicranımızdır. Bunların her biri hayatın bir alanında faaliyet göstermekte, kendi alanını ise İslam’ın bütünü gibi anlamakta veya en mühim mesele gibi kabul etmektedir. Kardeşin kardeşten şikayeti olarak kabul edilmesi ve samimiyetimize inanılması talebiyle söylemek durumundayız ki, “parça fikir” parça çözüme yönelir, bu da İslam'ın ruhuna uymaz. İslam küllidir, bütünün idrakini ister. Konuyu Haki DEMİR'İN dergimizin birinci sayısındaki teşhisi ile bitirmek istiyorum. “... Hangi camiaya, cemaate, gruba, ekole bağlı olursa olsun, ilim, irfan ve tefekkür faaliyetlerini İslam medeniyet tasavvuru ve inşası ufkuna bağlı şekilde yapmayı şiar edinme vakti geldi. Hususen, bir cemaat ufkundan medeniyet tasavvuru çıkmayacağı için, tüm İslami bünyeleşmelerin nazari ve ameli çalışmalarını bu istikamete teksif etmesi, hem telif ve tefekkür çabalarının derinleşmesini temin eder hem de müşterek faaliyet alanı ve altyapı ihtiyacını karşılar.” Kısaca, İslam medeniyet tasavvuru, 20 çok daha zararlı hale gelmiştir. En büyük zararı da bilgiyi dağıtması ve bilgi telakkisi üzerinde idrak ve tefekkür faaliyetini engellemesidir. Herkes bir parçasına sahip olduğu bilginin, yekununa dair hiçbir fikir sahibi değildir ve dikkat çekici olan nokta ise bunu hiç gündemine almaması ve umursamamasıdır. İHTİSASLAŞMA VE TERKİP İLİMLERİ * İhtisaslaşma, bilgi üretimini artıran bir muharrik kuvvetti ve öyle de oldu. Bir bilgi sahası tespit edip sadece orayla ilgilenmek, kaçınılmaz olarak bilgi üretimini artırdı. Zira bilgi alanı tespiti, bilgi miktarını o alanla sınırlı tuttuğu için, bilgi ihtiyacını büyütüyor, böylece bilgi üretim iştiyakını ve hızını artırıyordu. İnsandaki bilme ve idrak etme iştiyakı ve bunu mümkün kılan idrak istidatları, muhakkak ki bilgi üretimini tahrik eder. “Bilgi alanı” tespiti, bilginin azaltılması, sınırlandırılmasıdır ve bu durumda az olan bilgiyi çoğaltmak ihtiyacı artar. İhtisaslaşma, tabii ve zaruri olarak bilgi üretimini artırdı, bu durum aynı zamanda ihtisaslaşmanın faydalarından biriydi. İhtisaslaşma, bilgide yoğunlaşma olarak oraya çıktı ve şüphesiz ki birçok faydası vardı. Gerçekten batıda son birkaç asırdır ihtisaslaşmadan kaynaklanan çok sayıda fayda elde edildi. Bir bilgi alanında ihtisaslaşmak, bilgiyi o alanda tatbik etmeyi kolaylaştırdı, bilgiden ve onun tatbikinden elde edilen fayda azami seviyeye çıktı. İhtisaslaşmanın birtakım faydaları olduğunu tartışmak beyhudeydi. Hem bilginin üretiminde hem de tatbikinde ve faydalanılmasında görülen faydalar meseleyi tartışma dışına taşıdı. İşte problemin doğduğu nokta burasıydı, bir mesele idrak ufkundan çıkarıldığı andan itibaren faydalarıyla birlikte zararları da görünmez, anlaşılmaz hale geliyordu ve zararlarına karşı tedbir fikri de kaybediliyordu. Umumi bilgi cinsinden dolayı malumumuzdur ki, bir şey haddini aştığında zıddına inkılap eder. İhtisaslaşmanın birtakım faydalarından dolayı mesele idrak ufkundan çıkarıldığı andan itibaren “mutlak faydalı” ve “sıfır zararlı” gibi anlaşılmaya başlandı. Fayda sınırı neresiydi, zarar nerede başlardı cinsinden soruların sorulamaz olması, fayda sınırını aşmasına ve zarar alanına girmesine sebep oldu. Bugün ihtisaslaşma, tatbikatta birtakım faydaları hala görülmeye devam edilse de, başlangıçtaki faydasından “Bilgi alanı” tespit etmek, her ne kadar bilgi üretimini artırıyorsa da, bilgi müktesebatının geri kalanına akıl ve idraki kapatmaktı. Bir bilgi alanı, bilgi müktesebatının bir parçasıydı, parçalardan birini tercih etmek diğerlerini dikkatten uzaklaştırmak, onlara körleşmekti. Bilgi müktesebatına körleşerek bir parçaya yoğunlaşmak, o parçada (bilgi alanında) üretilen bilgileri, nispeten de olsa bilgi müktesebatından bağımsızlaştırmak manasına geliyordu. Birbirinden bağımsız bilgi alanlarının meydana çıkması ise, bilginin tabiatını (modern dille söylemek gerekirse genetiğini) bozdu. Dünyada hiçbir şey birbirinden bağımsız olmadığı gibi kainatta da hiçbir şey 21 birbirinden bağımsız değildi. Varlık telakkisi (ontoloji) böyle diyordu ama bilgi telakkisi ihtisaslaşma ile bozulmuş, bilgi dağılmış, birbirinden bağımsız bilgi (ihtisas) alanları oluşmuştu. Hal böyle olunca, “ilim maluma tabi olmaktan” çıktı, batıdaki anlamıyla bilim, ontolojiden bağımsızlaştı, batının ürettiği ve kullandığı pozitif bilim telakkisinin fantastik bir örgüsü haline geldi. bilgi müktesebatının küçük bir parçasına yoğunlaşan akıl ve zihin, bilgi üzerindeki tasarrufunu kaybeder. Bu durum, şehri savunamayanların kendi evlerine çekilip orada hakimiyet kurma çabasına benziyor ki, çok komik bir tavırdır. Batı, ihtisaslaşmada geldiği nokta itibariyle bilgi üzerindeki tasarrufunu kaybetti, bilgi telakkisi dağıldı, çözüldü, hızla çürümeye başladı. Bu durumun tespit edilememesi, dünyada başka bir kültür ikliminin bilgi telakkisi üretememesi ve teklif edememesinden kaynaklanıyor. Tek olan, çürüse de tek kalmaya devam ediyor. Onun yerine başka bir bilgi telakkisi ikame edilemeyince, ölüsü bile sahayı işgal etmeye devam ediyor. * İhtisaslaşma, bilgi hakimiyeti ihtiyacından doğmuştu, bilgi üzerindeki tasarrufun derinleştirilmesini ihtiva ediyordu. Bilginin çokluğu bilgi üzerinde hakimiyet kurulmasını zorlaştırıyordu. Zaten İslam ilim tarihinde de batıda da ihtisaslaşma, bilginin çoğalmasının zaruri neticesi olarak ortaya çıkmıştı, bilgi azken ihtisaslaşma söz konusu değildi. Bilgi çoğalınca, onu ihata edemeyen insan zihni, kaçınılmaz olarak bilgi evrenini kaotik bir görüntüde seyrediyordu. Kaos insan zihnini korkutur, kaos üzerinde tasarruf kurmak kabil olmaz. Akıl, tabiatı gereği nizama meyyaldir ve insan zihni nizama doğru akar. Bilginin çoğalmasıyla birlikte bilgide kaos ihtimali arttığı gibi, ona tasarruf edecek büyük zihin ve kalb sahibi insanlar azaldığı için, kaos olmasa bile kaos manzarası daha fazla görünür hale geliyordu. Bilgi ihata edilemez, üzerinde tasarruf kurulamazsa, ondan faydalanmak da fevkalade azalıyor, aksine zararlı bir zihni malzeme haline geliyor. Batı son birkaç asırdır bilgiyi taksim etmek ve ihtisaslaşmak zorunda kalacak kadar çok bilgi üretti. Kendi bilgi müktesebatı içinde boğulmaya başlayınca ihtisaslaşmayı “bilimsel mit” haline getirdi, getirmek zorunda kaldı. * İhtisaslaşmayı reddetmek, bilginin ne olduğunu ve günümüz bilgi müktesebatının miktarını bilmemektir. Muhakkak ki ihtisaslaşma lazımdır, mesele sadece sınırının ne olacağı sorusuyla birlikte bilgi telakkisi ve terkip ilimleri mevzuunu gündeme almakla ilgilidir. Bilgi müktesebatı üzerindeki terkip teşebbüsü, bilgi telakkisinin ta kendisidir. Veya bilgi telakkisinin ilk tezahürü, bilgi müktesebatının terkip edilmesidir. Bilgi telakkisi ve bilginin terkibi yoksa ihtisaslaşma, bilgi üzerindeki tasarrufumuz kaybedeceğimiz ve onun tasarrufu altına gireceğimiz manasına gelir. Bilgi, terkip edilmiş halde sunulmadığı sürece, zihni ve kalbi evrenimize kaotik bir taarruz başlatacak, “neyi öğrenmemiz”, “neyi anlamamız”, “neye inanmamız” gerektiğini bilemez halde sürekli bir keşmekeşte boğulacağız. Dünyanın ve Müslümanların bugün içinde bulunduğu durumu başka nasıl tasvir edebiliriz ki? İhtisaslaşma yoluyla bilgi üzerinde tasarruf kurmak tam bir aldanıştır. Öncelikle 22 * nin bünyesindeki bilgi telakkisi çözülmüş veya anlaşılmamış olur. Fikirteknesi külliyatı meseleye nasıl bakıyor? Tetkik ilimlerinden her biri, aynı zamanda kendi sahasındaki tatbik ilimlerin tamamının “terkip ilmi”dir. Böylece bilginin terkibine dair temrinler, tetkik ilimlerinde başlar, bilgiyi terkip edemeyen kişi, alim veya mütefekkir olamaz. Fikirteknesi külliyatında ihtisaslaşma meselesi, ilimlerin dikey tasnifinde ele alınmıştır. Dikey tasnif, her ilim mecrasının kendi içindeki terkip ilmi, tetkik ilimleri, tatbik ilimleridir. İhtisaslaşma, en ileri noktasıyla “tatbik ilimlerinde”dir, nispeten de tetkik ilimlerinde bulunur. Terkip ilmi, ismiyle müsemma şekilde, içinde bulunduğu ilim mecrasının tüm bilgisini kendinde cem ve terkip eden ilimdir. Bu cihetle tatbik ilimleri aslında “ilim” değildir, ilimler “tetkik ilimleri” katında bulunur. * Müslümanların bilgi telakkilerini ve medeniyet tasavvurlarını oluşturmaları ve dünyada yeni bir hamle başlatabilmeleri, ilimlerin tasnifi ve terkip ilimlerinin inşasına bağlıdır. Terkip ilimleri inşa ve bilgi terkip edilemezse, hem kadim müktesebatımıza ulaşmak ve onu idrak etmek imkansızlaşır hem de batının ürettiği bilgi müktesebatının kaotik taarruzundan kurtulmak zorlaşır. Bilgiyi tasarrufumuz altına almanın tek yolu, onu terkip etmektir. Günümüzde hem kendi kadim müktesebatımızın zenginliği hem de batının bilgi miktarı dikkate alındığında, bilgi karşısında ne yapacağımızı bilemiyor, bir istikamet tayin edemiyor, bir güzergah haritası çizemiyoruz. Zihni ve kalbi evrenimiz bilgiyle aydınlanmıyor, bilgiyle bombalanıyor, sürekli tahrif ve tahrip ediliyor. Bilgiyi zapt altına alamıyor, sürekli onun tarafından kullanılıyoruz. Batının bilgi müktesebatı altında eziliyoruz zira miktarı karşısında gözümüz kamaşıyor. Kendi müktesebatımıza ulaşamıyor, ulaşamadığımız için ondan daha fazla batıdan etkileniyoruz. Tatbik ilimleri, ilimlerin tatbikatı olmak cihetiyle ilimlerin tasnifi içinde yer alır. İlimlerin tasarruf ve murakabesi altında olması gerektiği için tasnif dışı tutulmamışlardır. Yoksa tatbik ilimlerindeki mütehassıslar, “ilim adamı” değildirler. İlim ve ilim adamlığı, “tetkik ilimler”inde başlar. Tetkik ilimlerinde şimdiki bir ihtisaslaşma asla yoktur lakin terkip ilimlerine nispetle bir ihtisaslaşma mevcuttur. Tetkik ilimlerine dahil her ilim, o mecranın zirvesinde bulunan terkip ilminin parçasıdır ve bu husus asla unutulmaksızın tetkik ilimleri tahsil edilir, tetkik ilimlerinde araştırma yapılır, bilgi üretilir. Tetkik ilimlerindeki tasnif, zirvede bulunan terkip ilminin ana haritasına uygun şekilde yapılır, o harita ne tedrisatta ve araştırmada dikkatten uzak tutulur. Tetkik ilimlerinde tek ilim tahsil edilmez, ilimler ana haritadan bağımsızlaştırılmaz, ana haritadaki bilgi örgüsü dışına çıkılmaz. Aksi takdirde terkip ilmine giden yol kapatılmış olur, terkip ilmi- EBUBEKİR SIDDIK KARATAŞ 23 başka şartlarda nasıl kullanılacağı bilinemez. Farklı şartlarda kullanma imkânı ve maharetinin olmaması, insan zihnini öğrenilmiş bilgilerle ilgili tedirgin eder, onları farklı şekilde kullanmaktan uzak tutar. Bu durum, insan zihnini muhafazakâr hale getirir, şartlar değiştiğinde sahip olduğu (öğrendiği) bilgiler işe yaramayacağı için, değişime karşı direnmesine yol açar. Şartların değişmesi, zihni evreni panikletir, korkutur. Öğrenme, bilgiyle insanın eşitler arası münasebet kurmasıdır, bu durumda insan öğrendiği bilgiye hakim değil, ancak onunla yaptığı anlaşma (öğrendiği) çerçevesinde yaşama imkanına sahiptir. İHTİSASLAŞMA VE BİLGİDE KAOS Bilgi ile insan arasındaki münasebetin birkaç mühim hususiyeti var. Mesela üretilmiş bilgiyi öğrenmek ile bilgi üretmek birbirinden çok farklı hususiyetler taşır. İdrak, zaten üretilmiş bilgiyi yeniden üretmektir, üretilmiş bilgiyi yeniden üretecek zihni ve kalbi iklime sahip olacak derecede anlamamış olmak, sadece öğrenmektir. Ve tabii ki üretilmiş bilgiyi idrak ederek yeniden üretebilmekle, yeni bir bilgi üretmek de birbirinden çok farklıdır. Hal böyle olunca, bilgi ile insan arasındaki münasebetler; ezberleme, öğrenme, idrak etme, terkip etme, inşa etme süreç ve safhalarını takip eder. Öyleyse meseleye bu usulü takip ederek bakmak en sıhhatli olanıdır. * İdrak etmek, hazır (dış dünyadaki) bilgiyi zihni evrenine taşıyıp onu tekrar üretebilecek kadar nüfuz etmesi, üzerinde tasarruf edebilmesidir. Bilgi, başka bilgilerle birlikte anlaşılır, onlarla birlikte muhakeme ve muhasebesi yapılabilir, yeni şartlarda yeni kullanım şekilleri geliştirilebilir. * * Ezberlemek, bilgiyi olduğu gibi zihni evrene taşımak ve kaydetmektir. Bilgi ile kurulan en zayıf münasebettir ki, bu durumda bilgiyi paketli (zarflı) olarak zihni evrene taşımaktan bahsedilir ve onun ne olduğu ve nasıl kullanılacağı ile ilgili bir maharet gelişmez. Bu sebeple ezberleme insan zihninde bir tesir icra etmez, insan da o bilgiye aslında muhatap olmaz. Ezberleme, özü itibariyle bilgiyle münasebet kurmak değil, münasebet kurma hazırlığı yapmaktır. Ezberleme insan zihninde bir değişiklik yapmayacağı için, mesela insan ezberlediği bilgilerden korkmaz. Terkip etmek, idrak edilen bilgiyi, başka bilgilerle birlikte “bütün” haline getirmek, idrak ettiği bilgiyi, idrak ettiği başka bilgilerle bir bilgi örgüsü halinde dokumaktır. Terkip etmek, idrak edilen her bilgiyi, müktesebatındaki bilgi yekununun “parçası” halinde bütünlük örgüsüne katmasıdır. Bu manada terkip etmek, bilgi üzerinde mülkiyet kurmaktır. * İnşa etmek, idrak ve terkip ettiği bilginin, varlık, insan ve hayattaki karşılığını üretmektir. Varlıktan bilgiye ulaşma istikameti (ilim maluma tabidir ölçüsü) yerini bilgiden varlığa ulaşmak istikametine (ilmin malumunu inşa etmek) çevrilmiş olur. Bilginin varlığını, insanını ve hayatını inşa etmek, varlığın bilgisine ulaşma istikametini tabii ki lüzumsuz hale getirmez. * Öğrenmek, en azından bilgiyi kullanılabilme mahareti kazanmayı mümkün kılar. Ne var ki idrak olmadığı için öğrenmede, kullanabilme mahareti de öğrenilmiş haldedir. Bu sebeple öğrenilen bilginin kullanılması, çerçevelenmiş haldedir ve nasıl kullanılacağı da öğrenildiği için 24 * böyle olunca mütehassıs, kendi sahasındaki bir meseleyi bile izahtan aciz hale gelmiş bir cahildir. Ezberlenen bilgiyle ilgili fazla bir problem yaşanmaz. Öğrenilen bilgi, şartları devam ettiği müddetçe işe yarama hususiyetini kaybetmez, şartlar değiştiğinde ise kaos sebebi haline gelir ve sahibini panikletir. İdrak edilen bilgi insana nefs emniyeti kazandırır, paniklemez ve korkmaz, şartlar değiştiğinde bilgiyi yeniden terkip ederek kullanmaya devam eder. Terkip edilen bilgi kendi kültür evrenine ait hale gelir veya kendi kültür iklimini kurar ve hayata vaziyet etmeye başlar. İnşa edilme safhasına ulaşıldığında hayatın altyapısı o kültür tarafından üretilir ve bilgiyi aşıp hayat üzerinde mülkiyet kurulmaya başlanır. * İzahsızlık, idraksizliktir. Tercih edilmiş idraksizlik (ihtisaslaşma), bilgiyi kaosa teslim etmek, insanı da o kaosa mahkûm etmektir. Batının ürettiği bilgi birikimi, kaosa teslim olmuş, batı insanı da o kaosa mahkûm edilmiştir. Meselenin hüzün verici yanı, bu girdabın tüm dünyayı kuşatmış ve mesela Müslümanları da kuvvetli şekilde içine çekmiş olmasıdır. Batının bilim telakkisi, ürettiği bilgiyi belli bir disiplin içinde tutma kudretinde ve hacminde değil. Bilgi batıda dağıldı, insicamı bozuldu, terkip zaten yoktu. Batı, bilgi birikimini asla toparlayamaz, terkip ilimlerini kurması bir tarafa, zihni ve akli ufku o meseleye ulaşamaz. Batı kendi ürettiği bilgide boğuluyor, boğulması da mukadderdir. Yüzme bilmeyen birinin, kendini kurtarmaya gelen yüzücüyü de dibe çekmesi gibi, dünyayı da boğuyor. Dünya, varlık-yokluk kavgasının eşiğine geldi, ne var ki dünyadaki hiçbir kültür iklimi bu meseleyi anlayacak ve yeni bir terkiple ortaya çıkacak altyapıya malik değil. * İhtisaslaşma, tabiatı gereği bilgiyle kurulan münasebetin idrak seviyesinde olmasını iktiza eder. Bilgide derinleşmek, bilgi üzerinde tasarruf kurmak ancak idrak ile kabildir. İhtisaslaşma ise ezber ve öğrenme yoluyla elde edilebilir bir mevkii değildir. Bugünün dünyasında biraz ezber, biraz öğrenmeyle mütehassıs olunduğuna dair misallerin bulunması, meselenin esasını değiştirmez. İdrak seviyesinde ancak mümkün olan ihtisaslaşma, bir bilgi alanıyla sınırlandığı için, esasen idrak parçalanmasıdır. Bilgiyi tasnif edebilirsiniz, hatta bilgi tasnif edilmelidir ama idrak sınırlandırılır ve hapsedilirse, idrak parçalanması ortaya çıkar ki bu durum, dehayı bile cahil bırakan bir yaklaşımdır. Dehayı bir alana hapsetmek ve onun dışına körleştirmek, diğer alanların tamamında onu cahil bırakmaktır. İhtisaslaşmanın bugün geldiği nokta, insanları (dehalar da dahil olmak üzere) cahil bırakmanın metodudur. Bu vazife ve mesuliyet tabii ki Müslümanlara aittir. Müslümanlar, hem kendileri hem de insanlık için tek kurtuluş kadrosudur zira bu meseleyi halledecek tek kaynak (mutlak ilim) ve tek müktesebat (kadim müktesebat) Müslümanlarda mevcut. Dünyada terkip ilimlerini kuracak, bilgiyi derleyip toparlayacak, yeni bir tasavvur oluşturacak ve dünyaya sunacak kaynağımız var ve bu imkan bize tüm insanlığa karşı mesuliyet yüklüyor. FARUK ADİL Hiçbir ihtisas alanı, kendi alanındaki bir meseleyi bile yalnız başına izah edemez, halledemez, çözüme kavuşturamaz. Bugünün bilim dünyasındaki mikro ihtisaslaşma derekesine bakılınca bu hüküm mutlak olarak doğrulanır. Hal 25 rı, parça fikir yahut kırıntı fikir müptelalığından kurtulmadıkları takdirde, eşya ve hadiseyi teşhir ve teşhis etmekte “bütün fikrin” şuurunu idrak edemeyeceklerdir. “Merkezi bahis nedir?” sorusunu doğru cevablayamamış olan anlayışlar “bütün” arayışı içinde değillerdir. “Bütün” arayışı içinde olmamak, insan ve hayat hakkında hiçbirşey söylememektir. Geriye kalsa kalsa, menfaatler ve menfaat çatışmaları kalır. İHTİSASLAŞMA MESELESİ VE BİLGİNİN TERKİBİ İhtisaslaşmanın panzehiri, terkiptir. Terkip, ihtisaslaşmaya mani olacak şekilde değil, onun zararlarını giderecek şekilde yapmalıdır. Hem ihtisaslaşma her terkip faaliyeti birlikte gerçekleştirilmeli ve birbirini tamamlamalıdır. *İhtisaslaşma meselesi ve terkip *Terkip ilimleri hakkında İhtisaslaşmanın müsbet tarafları olduğu kadar, birçok cihette menfi taraflarıda mevcuttur. Müsbet olan vechesi, bilgiyi disiplin haline getirilerek zapt ve rapt altına almak, kullanılır hale getirmek, konu üzerinde derinleşmek gibi birçok şey sayılabilir. Ayrıca ihtisaslaşmanın önemleri arasında bilginin tahsilinin ve taliminin mümkün ve nizami şekilde yapılabilmesi ve benzeri birçok fayda sayılabilir. Bu ve buna benzer birçok faydadan dolayıdır ki, ihtisaslaşma bir asırdır büyük itibar kazanmıştır. Sahip olduğu bu itibar, kendisine karşı tenkit geliştirmeyi imkansız kılmakta, ihtisaslaşma aleyhine söylenebilecek her sözü mümkün kılmamaktadır. Terkip ilimleri bilgi üreten değil, bilgideki manayı keşfeden, bilgiye mana zerkeden, bilgiyi terkip eden, bilgiyi yoğuran, bilgiyi şekillendiren, bilgiyi tasnif eden, bilgiyi gerektiğinde yeniden üreten ilimlerdir. Terkip ilimleri, tetkik ve tatbik ilimlerinin terkip ve vahdet mimarisidir. Terkip ilimleri, hiçbir bilginin manasız olmadığını, başıboş bırakılamayacağı, mutlaka yerli yerinde olması gerektiği noktasından hareket eder. Bilgilerin, genişliğine ve derinliğine doğru, “mana mimarisini” kurar. Herhangi bir bilginin “yerini” bulamadığı zaman kendini eksik kabul eder. Mana mimarisindeki eksik gördüğü bilgiyi üretmeleri için tetkik ilimlerini harekete geçirir. İhtisaslaşma tabiatı icabı iyidir, güzeldir. İtiraz ettiğimiz husus, ihtisaslaşmayla beraber oluşan idrak körlüğüdür. Kendi ihtisas sahası dışında hiçbir meseleyle uğraşmayan, “uzmanlık alanı” haricinde her meseleye kayıtsız kalan bu sıhhatsiz ihtisas kafala- Terkip ilimleri, tetkik ve tatbik ilimlerinin tasnif ve tanzimini yapar. Tetkik ilimlerinin mecralarını açar, istikametlerini tayin 26 eder, faaliyetlerini tahrik ve teşvik eder, üretimlerini takdir, tenkit, teyit ve tekzip eder. toparlanması, çözmediği için terkip edilmesi gerekmiyordu. Kendini beyan ve izhar edişi, terkibi bütünlük halindeydi. Ümmet tarih boyunca bunun dahiyane mecralarını, sütunlarını, manivelalarını, suretlerini oluşturmuş, tahkim etmiş ve daim kılmıştı. Yaklaşık on iki asırdır bu minval üzere aşağı yukarı kesintisiz şekilde devam etti. Ne kadar sağlam ve sağlıklı olduğu anlaşılmıyor mu? Terkip ilimleri doğrunun peşindedir. Terkip ilimleri “malüm ilme tabiidir” ölçüsünü takip eder. Terkip ilimleri mana ilimleridir. Mana ile meşgul olurlar. Mana mimarisini kurarlar. Batıda “terkibi”, felsefe gerçekleştiriyordu. “Terkibi ilim” bahsini batı her ne kadar bilmese de, terkibi ilimleri, terkip manivelası olan felsefe temsil etmekteydi. Felsefe, batıda “her şeye” birden bakabilen, bütün ile ilgilenebilen tefekkür mecrasıydı. Hikayesi uzun, kısaca pozitif bilimler meydana çıkıp, ihtisaslaşma itibar kazanmaya, ciddi faydalar üretmeye başladığından beri felsefe yavaşladı ve yirminci asırda yok oldu. Buradaki illiyet bağı, (pozitif bilimler geliştiği için felsefe yok oldu şeklindeki illiyet zinciri) nisbeten doğru ama esas doğru olan illiyet irtikabı, bunun tersi, yani felsefe krize girince piyasa pozitif bilimlere kaldı. Hangisi doğru veya hangisi ne nisbette bu neticeye katkıda bulundu ayrı mesele, buradaki husus, batının hikayesi, “terkip manivelasının” (felsefenin) kaybedilmesidir. Artık, batıda, düşünceyi derleyip toplayacak, derli toplu düşünce ile insan ve hayatı izah edebilecek, çöken medeniyet ve hayatı yeniden inşa edecek “nefes” kesildi. *** Terkip ilimlerine olan ihtiyacın anlaşılması kolay. Bilginin bugünkü haline bakan hacimsiz akıllar bile terkip ilimlerinin lüzumunu görürler. Mesela terkip ilimlerinin nasıl inşa edileceği veya ilimlerin terkibinin nasıl gerçekleştirileceğidir. Meselenin boyutu anlaşılıyor olmalı, herhangi üç beş bilginin terkip edilmesi değil, ilimlerin terkibinden bahsediyoruz. İlimlerin terkibini gerçekleştirmenin yolu nedir? İlk bakışta görünen, bilginin terkip edilmesidir. Bu sathi bir anlayıştır, zaten tatbiki de mümkün değil. Bugünkü dünyanın sahip olduğu bilgiyi terkip edecek zihni hacim kimde var ki? Milyarlarca sayfalık (belki ciltlik) bilgiyi terkip etme gayreti büyük ihtimalle beyhude bir çabadır. Öyleyse geriye kalan, zaten doğru yol olan, “muhteva”nın terkip edilmesidir. Muhtevanın terkip edilmesi mümkündür. Müslümanlar, “terkibi”, tabi halde mümkün kılan ana mecralarını unuttular. Üç mecra, yani tasavvuf, ilim ve tefekkür mecralarından uzaklaştılar. İslam hikmet yekununun dev üç mecrada akması, terkip meselesini, inşa edilmesi gereken bir iş haline getirmiyor, aksine çözülmemesi gereken (muhafaza edilmesi gereken) bir “bütün” olarak sergiliyordu. Yani müslümanlar, tarih boyunca kendini hiç “dağıtmamıştı.” Dağıtmadığı için Muhtevanın terkibini “fikir” gerçekleştirebilir. İlim, bilgi olarak anlaşılmaya başlandığından beri çözüldü ve dağıldı. Oysa ilim, özü itibariyle tefekkür idi. Batıda felsefeydi, İslam’da irfan üst başlığı altında, hikmet ve tefekkür idi. Batı felsefeyi kaybetti, terkip maharetini yitirdi, Müslümanlar irfanı- 27 nı, tefekkürü kaybetti, terkip maharetini yitirdi. Terkip ilimlerinden hakikat ilmide diğer terkip ilimlerinden farklı olarak, hem terkip, hem tetkik hem de tatbik ilmini ihtiva eden tek ilimdir. Hakikat ilmi, tek ilim olarak, kendi sahasında terkip, tetkik ve tatbik vazifesini cem eder. *** Terkip ilimleri katından aşağı inildiğinde tetkik ilimleri katına varılır. Tetkik ilimleri, hakikat ilimleri, beşeri ilimler, müsbet ilimler, Kur’an ilimleridir. Bu ilimlerin her biri, üst katta bulunan kendi terkip ilimlerinin çatısı altında faaliyet gösterir. Tatbik ilimleri katına inildiğinde ise, terkip ve tetkik ilimlerinin elde ettiği eserlerin (verimlerin) tatbik edilebilir kısmına ulaşılır. *** Son söz olarak, terkip ilimlerinin tüm maksadı, tevhide yaklaşmak, yaklaşılmasını mümkün kılmak, Müslümanların tevhid üzere bulunmasını temin etmek gibi bir mesuliyet dâhilindedir. *** (Not: Bu yazının hazırlanmasında, Haki Demir’in İslam Medeniyet Tasavvuru -1- kitabından istifade edilmiştir.) Terkip ilimlerinden tekevvün ilmi, varlık ilimlerinden yani müspet ilimler mecrasının terkip ilmidir. Müspet ilimler, tekevvün ilminin tetkik ilimleridir. Müsbet ilimlerin ürettiği bilgilerin tatbik edilmesi için “tatbik ilimleri” mevcuttur. Bunların toplamı, tekevvün ilmi çatısı altında toplanır ve onun mütemadi murakabesine tabidir. METİN ACIPAYAM Terkip ilimlerinden insan ilmindeki müşterek pay ise insandır. Fakat insan ortak payı, müspet ilimlerdeki müşterek payın hususiyetlerine sahip değil. Beşeri ilimler, insan ortak payından çok uzaklaşmış durumdadır. İnsan ilmi, iki ana şubeye ayrılır. Ferdi şubesiyle ruhiyat, içtimai şubesiyle ahlak. Terkip ilimlerinden olan tefsir ilmi ise, Kur’an ilimlerinin terkip ilmidir. Bir taraftan Kur’an ilimlerinin kaynağı diğer taraftan Kur’an ilimlerinin elde ettikleri mana, hikmet, hüküm ve bilgileri terkip eden ilimdir. Kur’an ilimleri İslam medeniyet tasavvurunun merkezindedir, tefsir ise Kur’an ilimlerinin merkezidir. 28 tir, tevhidin fertteki tezahürü iman, cemiyetteki (ve ümmetteki) tezahürü ise vahdettir. Ferden iman etmedikçe, içtimai olarak da vahdete yönelmedikçe Müslümana tevhid güzergâhı açılmasa gerektir. TEVHİD VE VAHDET ÇERÇEVESİNDE BİLGİ BAHSİ Tevhid, tek olan Allah Azze ve Celle’ye aittir, tek olana şirk koşmamak gerekir. Kainat (varlık), insan ve hayat kesret âlemidir. Kesret tevhid edilmez, edilemez, tevhit edilirse çeşitlilik ve dolayısıyla varlık ve hayat yok olur, o ancak terkip edilir, vahdet mihrakına bağlanır. Bilgi de böyledir, bilgi tevhid edilmez, terkip edilir, vahdet üzere tatbik edilir. “Mülk Allah’ındır” hakikati, muhakkak ki bilgi (ve ilmin) Allah Azze ve Celle’ye ait olduğunu gösterir. Allah Azze ve Celle, sonsuz ilim sahibidir ve O’nun ilmi, kendi kudretiyle mütenasip olarak zatına aittir ve “öğrenilmiş bilgi” değildir. Terkip, varlık ve bilgide “bir”e ulaşmaktır, “tek”e ulaşmak değil. Kesretten “tek” olana ulaşmak muhaldir, ancak “bir” olana, mevzu silsilesinin bidayetine, ilk illete ulaşılır. “Tek” olan ise, ancak kendini kendisi beyan eder, kendi isimlerini ve sıfatlarını kendisi izah eder. İnsandaki bilme ve idrak etme istidatları, en fazla “bir” olana ulaşma iktidarındadır ve bu sebeple kendisine din tebliğ edilmemiş kişilerin aklıyla ulaşması gereken nokta, yaratıcının varlığını ve onun “bir” olduğunu bilmektir. Çünkü idrak süreci terkip ile zirveye çıkar, zirve ise “bir”dir. Allah Azze ve Celle, kendi sonsuz ilminden ne verirse, insan ancak o kadarını öğrenme ve idrak etme imkânına sahiptir. Allah Azze ve Celle, bir taraftan “bilinebilirlik” sınırını takdir etmiş diğer taraftan insanı bilme ve idrak istidatları ile teçhiz etmiştir. Sonsuz ilminin bilinebilirlik sınırı insanlık sınırını, insanların her birine ihsanen tahsis ettiği bilme ve idrak istidatları ise ferdi sınırı tespit etmektedir. Her insan, bilinebilir mahiyet taşıyan ve müsaade edilen bilgilerin tamamını öğrenme ve idrak etme iktidarında değildir, her ferd, kendi bilme ve idrak etme istidatlarıyla mahdut bir ufka (sınıra) sahiptir. Bu nokta, Mutlak İlim ile nispi ilimlerin birbiriyle karşılaştığı hale tekabül eder, yani Mutlak İlim ortadadır ve tespit edilmiştir lakin onu muhatap olan insan, illet, zafiyet ve acziyet ile maluldür ki, kendi bilme ve idrak istidatlarıyla mahduttur. * İnsan idraki “bir” olana ulaşamazsa, “tek” olanı bilemez. “Tek” olan zaten idrak edilmez, idrak ufkunun ötesindedir. “Tek” olan, kendini beyan ettiği (Resulleri vasıtasıyla insanlara kitap gönderdiği) için bilinebilir. “Tek” olan, ancak bilinebilir asla idrak edilemez. Öyleyse insanın idrak süreci, güzergâhı, mesuliyeti “bir” olana ulaşmaktır. * İslam’ın mevzu haritasının zirvesinde itikat bahsi var, o bahsin zirvesinde ise tevhid bahsi. Müslümanlar için en kıymetli bilgi alanı, tevhid bahsidir ve bu bahsin içinde bulunduğu bilgi havzası, itikat bahsidir. Bu sebeple İslam’ın bilgi telakkisi tevhid üzere inşa edilmiş- “Bir” olma halini idrak etmek, idrakin ufkudur. Tahkiki imanın bir mertebesi, “bir” olma halini idrak etmek, “tek” olanı ise bilmektir. “Bir” olma halini de, “tek” olanı bildiğimiz 29 gibi bildiğimiz takdirde “taklidi iman” devam ediyor demektir. “Bir” olma halini hakkıyla idrak etmek de kabil değildir zira “bir” olma hali, “tek” olanın mücerred tecellilerinden biridir. “Bir” olma halini idrak etmek, “bir” olmanın zaruretini idrak etmek sınırına kadardır. “Bir” olma halinin zaruretini idrak ise uçsuz bucaksız bir ufuktur ki, bilginin idrak edilebilirlik sınırıdır. Bu sınırdan sonra ilm-i tasavvuftaki “müşahede” başlar, müşahede ise idrak değildir, saf mananın sadece ruhla bilinmesinden ibarettir. melik dahi aykırılık ihtiva etmeyen bir dikkat ve idrak işidir. Bugün, yeni tefsir çalışması olarak ortaya konulan eserlerin sığlığı ve maksada muhalif ifadeleri, Mutlak İlimdeki ilahi terkip sırrının unutulmasındandır. Tefsir, kadimden beri ilimlerin anası olma kıymet ve itibarına sahip olduğu için, bu imkanı kullanmak isteyen ama ilahi terkip sırrını keşfedemeyen bazıları, kendi küçük akıl ve sığ idraklerini “tefsir” başlığı altında Müslümanlara pazarlama gayretindedir. Önce “mealci” olarak zuhur eden, bu şekilde duvara toslayıp paramparça olan bu anlayış, mealcilikle yapmak istediklerini “tefsir” adı altında yapmaya devam etmektedir. Kitabın veya mevzuun başlığını tefsir koymakla tefsir yapılmış olmayacağı için, Mutlak İlimdeki terkip sırrının ne olduğuna dair bir fikir beyan etmeleri talep edilmelidir. Kendileri bu meseleyi bilmedikleri için, talep olmadan beyan etmeleri muhaldir. * Mutlak İlmin her ölçüsü insanı “bir” olana ulaştıracak “terkip hükmü”dür. Mutlak İlmin yekunu ise “Tek” olana ulaştıracak istikamet ve güzergahı tayin eder. Her “Ayet-i Kerime” ve her “Sünnet-i Seniyye”, varlık ve bilginin bir kısmını terkip edecek kıymet ölçüsüdür. Tefsir ve teşrih bu sebeple “ilimlerin anasıdır”, yine bu sebeple “terkip” idrak cehdinin zirvesidir. * Her “Ayet-i Kerime” ve her “Hadis-i Şerif” bir bilgi alanının terkip hükmüdür. İlmi usul çerçevesinde bunların tefsir ve teşrihi yapılırken, ortaya çıkan bilgi miktarını, tefekkürün sağlamasını yapmak için tekrar terkip etmek ve kaynak olan mukaddes ölçüye ulaşmak gerekir. Sadece tahlil (tefsir ve teşrih) yolunu kullanmak, ortaya çıkan bilgiyi tekrar terkip etmemek, bilginin kaynağından bağımsızlaşmasına, dağılmasına, başkalaşmasına sebep olur. Bu sebeple, kadimden beri sadece tahlil değil, tahlil ile birlikte terkip usulü kullanılagelmiştir. Mutlak İlim olan kitap ve sünnet, her bir cümlesinde bir ilim dalını ihtiva edecek bilgi hacmine ve derinliğine sahiptir. Kadimden beri bu mesele böyle anlaşılmış, bu sebeple de bazı mefhumlar (bir kelime) için bile bir ilim dalı inşa edilmiştir. Kadim mütefekkir ve alimlerin keşif istidadı ve idrak derinliğini gösteren bu hal, Mutlak İlimdeki muhteşem mana hacmine nüfuz etmek ve hikmet keşfini gerçekleştirmek bakımından insanlık tarihinin en harikulade tefekkür hamlesine işaret etmektedir. Tefsir ve teşrih yoluyla elde edilen bilgi, terkip yoluyla, kendisinden kaynaklanan mukaddes ölçüye (ayet ve hadise) ulaşılmasını sağlamalıdır. Bununla iktifa edilmemeli, terkip yoluyla elde edilen netice, aynı zamanda Mutlak İlmin yekûnuna da aykırı olmamalıdır. Mutlak İlmin bir ölçüsünden elde edilen bilgi, Mut- İslam ilim telakkisi, kadimden beri tefsir (tahlil) üzere bina edilmiştir. Zira Mutlak İlim, aynı zamanda sonsuz ilim kaynağıdır. Ne var ki, Haki Beyin yazısında ifade edildiği gibi, tahlil (tefsir) faaliyeti, Mutlak İlimdeki ilahi terkibi takip eden, o terkip mimarisine bir keli30 lak İlmin başka bir ölçüsüne veya yekûnundaki terkip sırrına aykırı olduğu takdirde, ilgili Ayeti Kerime veya Sünnet-i Seniyye yanlış anlaşılmıştır. Öyleyse terkip usulü, doğru anlayışın sıhhat alametidir ve sıhhatli olup olmadığını gösteren bir testtir. nın en zor işidir. En yumuşak terkip olan cemiyet inşası, “vahdet” gibi harikulade bir mefhumun tasarrufu altında mümkün olmuştur. Vahdet, müstakil şahsiyet olması gereken fertlerin, yoğun ve katı bir terkip için tek tip haline getirilmesine mani olur. Cemiyet inşasındaki terkip kıvamını keşfetmek fevkalade zordur, terkip cehdi bir miktar fazla olsa ferdi şahsiyet ortadan kalkmakta ve robot varlıklar meydana gelmekte, terkip cehdi bir miktar azalsa ferdi şahsiyet dağılmakta ve serkeşlik başlamaktadır. Bu sebeple olsa İslam cemiyet tasavvurları, terkip mefhumuyla değil, umumiyetle vahdet mefhumuyla ifade olunmuş, vahdete davet edilmiştir. Yer yer yoğun terkip faaliyeti içine giren cemaatler görülmüş, orada ferdi gerçekliğin kaybolduğu müşahede edilmiş, yer yer terkip yoğunluğu azaltılmış ve ferdi gerçeklik aşırı bir hürriyete kavuşarak cemiyet imha edilmiştir. * Ümmetin kadim üstatları, tahlil yoluyla elde ettikleri bilgileri murakabe etmek için sürekli terkip etmişler, elde edilen neticelerden kaynağa ulaşılıp ulaşılamayacağını görmek istemişlerdir. Fakat mesele bundan ibaret değildir. Mutlak İlimden tefsir ve teşrih yoluyla elde ettikleri bilgileri (ilimleri) hayata ve ümmete tatbik etmek, onlarla İslami hayatı, İslam cemiyetini ve Müslüman şahsiyeti inşa etmek yani terkip etmek gerekir. Tahlil (tefsir) usulü, manayı idrak, hikmeti keşif, nispi ilimleri tertip etmek içindir. Bu neticeler elde edildikten sonra, eşya ve hayatın bunlarla inşa edilmesi gerekmektedir ki, şahsiyet inşası, cemiyet inşası, hayat inşası gibi devasa meselelere sıra gelir. Bunların tamamı ise terkip usulüne tabidir. Vahdet, ferd ile cemiyet arasındaki muvazenenin en mütekamil şekilde kurulmasını mümkün kılan mana hacmine sahiptir. Tabii ki vahdet de bir terkiptir, ne var ki vahdetteki terkip kıvamı, ferd ile cemiyet arasındaki terkibi, muvazene üzere kurmayı mümkün kılmaktadır. Ferd, kendi varlığını inşa ve ikame edecek kadar hür, buna mukabil cemiyetin terkip ve nizamını dağıtmayacak kadar ona merbut, cemiyet ise ferdi hakikati yok etmeyecek kadar seyrek münasebetler ağına sahip, buna karşılık ferdi taşkınlıkları ve had bilmezlikleri budayacak kadar sıkı bir münasebet ağına maliktir. Vahdet, ferd ile cemiyetin birbirine zarar vermesine mani olacak, birbirinin kaynağı ve muhafızı haline getirecek kadar münasebet örgüsü dokuyacak bir terkip kavrayışıdır. Kadimden beri sadece tahlil usulünün kullanıldığı zannı yanlıştır. Mutlak İlmin muhtevasından keşif ve idrak yoluyla elde edilen mana ve hikmet ile, en hacimli şekliyle ifade etmek gerekirse İslam medeniyetini inşa etmek gerekmektedir ki, insan havsalasını aşan “büyük terkip” işidir. Bu sebeple kadimden beri tahlil kadar terkip usulü de kullanılmış, tahlildeki derinleşme ile terkipteki irtifa kesbi ne kadar inkişaf etmişse o nispette muhteşem medeniyetler inşa edilmiştir. * Eşyanın terkibi nispeten kolaydır, zor olan insanlardan müteşekkil bir cemiyet terkibidir. Hem ferdi hürriyet ve asaleti muhafaza etmek hem de bir cemiyet terkip etmek dünya- HAMZA KAHRAMAN 31 lerin kahir ekseriyeti meslek ve zanaat mekteplerine gönderilir, ilim tahsiline uygun istidadı olanlar ise tefrik edilir ve medreselere yönlendirilir. Medreseler baştan sona ilim ve tefekkür müesseseleridir. Medreselerin içinde sadece “Tatbik ilimleri medreseleri”nden mezun olanlar (mesela tabipler, mühendisler) meslek icra edebilirler ama bunlar dahi ilim tahsiline hayat boyu devam etmek mecburiyetindedir. Çünkü medreselerdeki ilim tahsili, bir süreyle mahdut olmayıp, hayat boyu devam eden bir faaliyettir. MAARİF NİZAMI VE TERKİP İLİMLERİ MEDRESESİ * İlk mektepten sonra medreseye alınacak olan ilim ve tefekkür istidadına sahip talebeler, “orta mektebe” alınır, diğerleri meslek ve zanaat mektebine gönderilir. Orta mektepten mezun olanlar, tetkik ilimleri medresesine gider. Tetkik ilimleri medresesinde talebeler, istidat ve tecessüslerine göre tasnif edildikten sonra ya tetkik ilimleri medresesine devam eder veya tatbik ilimleri medresesine gider. Her iki durumda da tetkik ilimlerindeki tahsil devam eder. Tatbik ilimleri medresesinde belli bir süre tahsil gören talebe buradan icazet alır. Tatbik ilimleri medresesinden mezun olan talebe, meslek icrasını tercih ettiğinde, bir taraftan mesleğini icra eder diğer taraftan tetkik ilimleri medresesinde belli periyotlarla tahsiline devam eder. İlimlerin tasnifini yapmak, aynı zamanda İslam maarif davasının ana haritasını çizmektir. İslam maarif nizamı, ilimlerin tasnifinde kullandığımız yatay ve dikey istikametler dikkate alınarak inşa edilir. Önce dört ilim mecrası olan “Kur’an ilimleri mecrası”, “Tevhid ilimleri mecrası”, “Beşeri ilimler mecrası”, “Müspet ilimler mecrası” olarak yatay tasnif esas alınır ve bunlar için medreseler kurulur. Sonra bunların içinde dikey tasnif olan “Terkip ilimleri”, “Tetkik İlimleri”, “Tatbik ilimleri” mertebeleri dikkate alınarak üç seviyede medrese kurulur. Bu medreseler ilim tahsili ile ilgilidir ve ilim adamı yetiştirmek için kurulur. İlim ve tefekkür istidadına malik olmayanlar, “Meslek ve zanaat mektebine” gider. Bu medreselere talebe hazırlamak ve temel talim ve terbiyeyi gerçekleştirmek üzere “İlk mektepler” ve “Orta mektepler” kurulur. Tetkik ilimleri medresesinden mezun olunmaz. Tetkik ilimleri medresesinde dereceler bulunur, talebelikten müderrisliğe kadar uzanan derecelerde tedrisat devam eder. Tetkik ilimleri medresesinde mesafe alıp da terkip ilimleri medresesine girmeye hak kazanan talebeler, bir hocaya on adedi geçmemek üzere terkip ilimleri medresesine kayıt yaptırır. Terkip ilimleri medresesinde sınıf yoktur, İslam maarif nizamında ilk talebe tasnifi, meslek ve ilim tahsiline dairdir. Talebe32 hoca ve talebe vardır, hocadan icazet alınır. Terkip ilimleri medresesinde artık talebelik bitmiş alim ve mütefekkir seviyesine çıkılmıştır. itibar, itimat, kıymet, tesir gibi muharrik kuvvetlerle teçhiz edilir. Ümmetin ve insanlığı ilk ve son meselesinin ilim, irfan ve tefekkür olduğu, tüm meselelerin bunların mütemmimi mesabesinde ve kıymetinde bulunduğu, bunlar olmadığında hiçbir meselenin çözülemeyeceği, dolayısıyla dehaların bu sahalarda istihdam edilmesi gerektiği açıktır ve tüm kültür kodları ve ahlak kaideleri bu istikameti gösteren yol haritası şeklinde tanzim edilmiştir, edilmelidir. Terkip ilimleri medresesine kabul edilmenin tek şartı vardır, birkaç ilim dalında zirveye çıkmış, tetkik değil telif eserler vermiş olmak… Tek ilim dalında zirveye çıkanlar, ancak hususi şartlarda terkip ilimleri medresesine kabul edilir. Terkip ilimleri medresesi, dünya bilgi müktesebatına aşina, buna mukabil İslam’ın kadim müktesebatına ise vakıf olanların bulunduğu ilim, irfan ve tefekkür karargahıdır. ABDULLAH TATLI Tetkik ilimleri tarafından üretilen bilginin, tatbik ilimleri tarafından üretilen tecrübenin harmanlandığı, İslam bilgi telakkisine nispeten yoğrulduğu, ilimlerin tasnif haritasına göre tertip ve terkip edildiği karargah olan terkip ilimleri medresesi, bilgiye İslam mührünün vurulduğu bir makamdır. Bu makam, içinde bulunduğu devlet ve cemiyette en itibarlı, en kıymetli, en tesirli müessesedir. * Maarif nizamının sırrı terkip ilimleri medresesinde mahfuzdur. Maarifin tüm yükü de bu medresenin omuzlarındadır. Terkip ilimleri medresesinde, ilmin ve tefekkürün zirvesine ulaşmış dehalar vardır. Bu manada terkip ilimleri medresesi, ümmetin deha kontenjanını istihdam eden karargahtır. İlk mektepten itibaren ümmetin dehaları teşhis edilir ve ilmi tecessüse ve mücerret tefekkür istidadına sahip olanları terkip ilimleri medresesine sevk edilir. Sevk ediş, hukuki bir icbara dayanmasa da; ahlak ve kültür evreninde tüm yollar oraya çıkacak şekilde 33 itibar kazanmıştır. Mesleklerin (ve tatbik bilimlerin) kaynağı temel bilimler olmasına rağmen, tatbik bilimlerin daha fazla kıymetli hale gelmesi, ülkede bilimin olmadığı, bilime itibar edilmediği manasına gelir. Bunun mühim sebeplerinden birisi hiç şüphesiz ilimlerin tasnifi yapılmadığı için temel bilimlerin tatbik bilimlerden daha “üstün” olduğuna dair bir kültür oluşmamasıdır. TERKİP İLİMLERİ VE Bu misalde görüldüğü gibi, ilimlerin tasnifinde yatay boyut kadar ve belki daha mühim olmak üzere dikey boyut da olmalıdır. Dikey boyut olmadığında ilimler arasında derecelendirme olmayacak, kıymet ve itibarın kaynağı oluşmayacak, yatay tasnifle bilginin derlenip toparlanması zorlaşacaktır. Bu manada Fikirteknesi külliyatındaki dikey tasnif olan (aşağıdan yukarıya doğru) tatbik ilimleri, tetkik ilimleri, terkip ilimleri tertibi elzemdir. TETKİK İLİMLERİ * Türkiye’de ilimlerin tasnifi bahsi hatırlanmadığı için, maarif nizamı (eğitim-öğretim sistemi diyorlar) gelişigüzeldir ve hiçbir nizami altyapıya sahip değildir. Oysa maarif telakkisinin ve nizamının altyapısını oluşturan harita, ilimlerin tasnifidir. İlimlerin tasnifini yapmadan hangi okulu, hangi bölümü neye göre kuracağınızı ve orada neyin tahsilini yapacağınızı nasıl bilebilirsiniz? İlimlerin tasnifi, temel ilim mecraları oluşturulduktan sonra aslında tetkik ilimleri mertebesinde yapılır. Zaten terkip ilimleri, her ilim mecrasında bir adettir ve o ilim mecrasının zirvesini tutan, ilim telakkisini oluşturan, o mecradaki tüm bilgileri terkip eden zirve ilimdir. Tek olanı tasnif etmek gerekmeyeceğine göre, ilimlerin tasnifi tetkik ilimleri seviyesinde yapılır. Tetkik ilimleri, ilmin gövdesidir, ana yapısıdır. Orada yapılan tasnif, yukarıya doğru terkibin altyapısını kurar, aşağıya doğru tatbik ilimlerinin kaynağını oluşturur. Zaten tatbik ilimlerinin tasnifi kolaydır, her tetkik ilminin birden çok tatbik ilmi vardır ve bunlar bağlı oldukları tetkik ilmine göre kolayca tasnif ve tertip edilebilir. Mevcut bilim telakkisine göre biyoloji temel (tetkik) bilim, tıp ise onun tatbik bilimidir. Bu durumda biyoloji tıbbın üstündedir, hem kıymet olarak hem de kaynak olarak… Fakat ülkedeki duruma bakıldığında, tıp bilimi biyolojiden çok daha kıymetli hale gelmiştir. Sebebi malumdur; biyoloji temel bilimlerden olduğu için doğrudan tatbik alanı yoktur, tıp ise biyolojinin tatbik bilimlerinden biridir, tatbik bilimi ise bir meslek haline gelmiş ve Meselenin zorlu kısmı, tetkik ilimleri ile terkip ilimleri arasındaki münasebettir. 34 Tetkik ilimleri mertebesinde yatay şekilde yapılan tasnif ve tertibin terkibe mani olmayacak, bilgiyi dağıtmayacak, birbirinden bağımsız bilgi alanları oluşturmayacak bir anlayışla yapılması gerekir. Zaten bu sebeple terkip ilimleri vardır, olmalıdır. Terkip ilimlerinin Mutlak İlme muhatap olması ise “Tefsir İlmi” marifetiyledir. Bu manada tefsir ilmi, diğer üç terkip ilminin de terkip ilmidir. Tefsir ilminin “mevzu” edinmediği, hakkında keşif ve telifte bulunmadığı bir mesele, hiçbir ilim dalının ve bu arada terkip ilimlerinin konusu haline gelemez. Tatbik ilimlerini murakabe altında tutmak kolaydır, zira onların mahiyetini tarif ve alanını tayin etmek kolaydır. Bir tetkik ilminin hayata intikali, hayata tatbiki, hayatta faydalanılması gibi meseleler, bağlı olduğu tetkik ilminin muhtevasında mevcuttur. Tetkik ilminin hayata bakan kaç yönü varsa, o kadar tatbik ilmi mevcuttur, kurulmalıdır. Tefsir ilimleri dışındaki terkip ilimleri olan “Hakikat ilmi”, “İnsan ilmi” ve “Tekevvün ilmi” Mutlak İlim olan Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet-i Seniyye’ye doğrudan muhatap olabilir muhakkak fakat bu münasebet her birinin tefsir ilmi esaslarına uygun şekilde yapacakları keşif ve telif yoluyla mümkündür. Her birinin kendi sahasında yaptığı keşif ve telif, önce tefsir ilminde terkip edilir, sonra kendi sahalarında terkip edilir. Tefsir ilminde terkip edilmemiş bir bilgi ve hikmet, hem diğer terkip ilimlerine hem de onların tetkik ve tatbik ilimlerine intikal edemez. * Terkip ilimleri, içinde bulunduğu ilim mecrasının (Kur’an ilimleri mecrası, Tevhid ilimleri mecrası, Beşeri ilimler mecrası, Müspet ilimler mecrası) zirvesinde bulunan, bilginin dağılmasına müsaade etmeyen, aksine bilgiyi tertip ve terkip eden, bilginin ve ilmin istikametini tayin, faaliyet alanlarını tespit eden bir hüviyet ve mevki sahibidir. Terkip ilimleri, bilgi ve ilim telakkisini oluşturan, Mutlak İlim ile bilgi ve hayat arasındaki münasebeti kuran, bilgi ve hayatın Mutlak İlme nispetini yapan, Mutlak İlme aykırı bilgiyi teşhis eden, Mutlak İlmin insan ve hayat üzerindeki hakimiyetini mutlak hale getiren, bilginin ve hayatın Mutlak İlmin çerçevesi dışına çıkmasına, taşmasına müsaade etmeyen ilim karargahıdır. Kur’an ilimleri mecrasındaki üç ilim mecrası, öncelikle kendi sahalarında keşif ve telif ettikleri bilgileri kendi terkip ilimleri bünyesinde terkip etmek ve tefsir ilminin malzemelerini derlemekle mesuldür. Sonra tefsir ilminde terkip ve tertip edilmiş bilgi ve hikmeti, kendi terkip ilimleri bünyesine taşımak, oradan kendi tetkik ilimlerinin istikametin ve faaliyet alanlarını tayin etmek, nihayet tatbik ilimleri marifetiyle hayata vaziyet etmesini teminle görevlidir. * Terkip ilimlerinin en mühim hususiyeti, Mutlak İlme doğrudan muhatap olmasıdır. Tetkik ve tatbik ilimleri Mutlak İlme doğrudan muhatap değildir, onlar kendi mecralarındaki terkip ilimlerine muhataptır. Tetkik ilimleri, bağlı oldukları terkip ilimlerinden istikamet ve mevzu haritasını alır ve keşif ve telif çalışmalarını yürütür. Keşif ve telif çalışmalarında ortaya çıkan bilgi ve hikmet, terkip ilminin kendilerine verdiği istikamet ve mevzu haritasını taşmaya başladı35 ğında, terkip ilmine müracaat ile, bilginin yeniden değerlendirilmesini ve yeniden terkip edilmesini talep eder. Tetkik ilimlerinin vazifesi zaten budur, ana istikamet ve harita üzerinde keşif ve telif işini yürütür. Ne var ki, terkip ilmi tarafından yapılan terkip kıvamı ve hacmi yanlış veya dar olabilir. Bu durumda tetkik ilimlerinin keşif ve teliflerini taşıyamaması söz konusu olacağı için, tetkik ilimleri sıkışır, hatta donmaya başlar ve tekrara düşer. Bu ihtimal için bir tedbir gerekir. Bu tür ihtimaller göz önüne alınarak, akışın sadece yukarıdan aşağıya doğru (yani terkip ilimlerinden tetkik ve tatbik ilimlerine doğru) gerçekleştirilmesi doğru değil, aynı zamanda aşağıdan yukarıya doğru bir akışın da sağlanması şarttır. leri, tetkik ilimlerinden elde edilen verilerle Mutlak İlimden keşfedilen hikmetler arasındaki irtibatı kuran mercidir. RAMAZAN KARTAL Tetkik ilimlerinin keşif ve telif müktesebatı, belli zaman aralıklarıyla zaten muhasebe ve muhakeme edilecektir. Tetkik ilimleri, bilgi ve hikmet üretiminin yapılacağı saha olduğu için, bilginin sürekli artacağı, birikeceği, çeşit ve sayı olarak çoğalacağı faaliyet alanıdır. Bu manada tetkik ilimleri, terkip ilminin keşif koludur. Tetkik ilimlerinin, varlık, insan ve hayata dair keşif ve üretimleri, terkip ilimlerinin Mutlak İlmin muhtevasından keşfettikleri mana ve hikmet ile mütenasip olmalıdır. Tetkik ilimlerinin yanlış teşhis yapma ihtimali olduğu gibi terkip ilimlerinin de Mutlak İlmi yanlış anlama ihtimali mevcuttur. Bu sebeple tetkik ilimlerinden yukarıya doğru terkip ilimlerine bir akışı vardır, olmalıdır. Tetkik ilimleri sahada çalışır, keşif ve üretimleri varlık, insan ve hayat üzerinde gerçekleşir. Terkip ilimleri ise bizzat Mutlak İlim üzerinde çalışır ve keşiflerini Mutlak İlmin muhtevasında arar. Bu çerçevede terkip ilim36 bir bilgi alanı bırakmadığı hususu dikkatlerden uzaklaşmıştır. Sonsuz ilminin dışında bir bilginin mevcut olabileceğine dair zan, açıkça ifade edilmese de, (Allah muhafaza) zihni evrenimizi işgal etmiş gibidir. Bu mesele, tevhid ile ilgili bir bahistir ki, ehemmiyetini izaha ihtiyaç yoktur. İLİMLERİN ANASI TEFSİR İLMİ Mutlak İlmin yeryüzüne inmiş olması, insanları muhatap alması, insanların bir kısmının da ona iman etmesi söz konusu olduğunda insan ile hakikat arasındaki irtibat kurulmuş demektir. “Hakikat” bize kadar ulaşmışsa, başka bir ilim ve başka bir ilim kaynağı yoktur. * Mutlak İlim (Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye), Allah Azze ve Celle’nin sonsuz ilminin yeryüzüne açılan kapısıdır. Yeryüzünde mümkün olan tüm bilgi üretimleri, Mutlak İlim tarafından kuşatılmış, onun tarafından tavsif ve tasnif edilmiştir. Mutlak İlmin tavsif ve tasnifi, “doğru-yanlış”, “iyikötü”, “güzel-çirkin” şeklindedir ve tüm tasniflerin ana kaynağıdır. Mutlak İlim, hakikati gereği bilgiyi muhittir. Mutlak İlmin, müspet veya menfi şekilde tavsif etmediği bir bilgi alanı ve vahidi yoktur, olması muhaldir, olduğunun düşünülmesi en ağır ve derin yanlışlardan biridir. Yeryüzündeki tüm bilgi müktesebatı, Mutlak İlmin tefsir ve teşrihinden ibarettir, başka türlü olması hayal bile edilemez. On dört asırdır ümmetin telif ve tatbik ettiği devasa müktesebat, bilginin, “doğru-iyigüzel” kısmını temsil eder. Kadim müktesebatımızın, bilginin doğru, iyi, güzel olan kısmının tamamına malik olduğunu, Mutlak İlimdeki bu kısmın tamamının keşif, telif ve tatbik ettiğini iddia etmek, Mutlak İlmin mahiyet ve hakikatini bilmemektir. Mutlak İlim, ilanihaye keşfedilecek bir mana haznesidir ve tüm hikmet yekunu tabii ki keşfedilmemiştir, zaten on dört asır bir tarafa on dört bin asır devam etse yine tamamının keşfi kabil değildir. Ne var ki, on dört asırdır dünyada üretilen bilginin doğru, iyi, güzel kısmını bu ümmetin keşif ve telifi temsil etmektedir. İnsanlık, İslam’ı inkâr edip, başka bilgi kaynaklarına yöneldiği ve oradan bilgi ürettiği takdirde de elde ettikleri bilgi, Mutlak İlmin mana hacmine dâhildir. Bu cihetle yeryüzündeki tüm bilgi müktesebatı, Mutlak İlmin tefsir ve teşrihinden ibarettir. Bu durum, Allah Azze ve Celle’nin “her şeyi” yaratmış olması, O’nun yaratma fiilinin dışında bir anlık zaman diliminin, bir adetlik atomun olmayacağına dair “tevhid esası” ile ilgili mevzudur. Yaratma kudreti ve fiilinin kuşatıcılığı gibi sonsuz ilminin de kuşatıcılığı mevcut ve vakidir. Bilginin yanlış, kötü, çirkin olanını ise ümmetin dışındaki insanlık âlemi üretmiştir. Mutlak İlim, bilginin yanlış, kötü, çirkin olanını da izah etmiş, onlara işaret etmiş, insanlığı onlardan kurtarmak için “haram” ölçülerini tespit ve nehyetmiştir. Yanlış, kötü, çirkin Allah Azze ve Celle’nin yaratma kudretinin kuşatıcılığı bir tevhid esası olarak bilinmesine ve dikkat edilmesine rağmen, sonsuz ilminin kuşatıcılığı ve dışarda herhangi 37 olanı tasvir, tavsif ve tarif etmekte teferruata kadar inmemesi, onları bilgi hacmine almadığı manasına gelmez, aksine haram kılınmış olması, o bilgilerin hakikatinin de (neden haram olduğu sorusunun cevabının da) Mutlak İlimde mevcut ve mahfuz olduğunu gösterir. “yanlış, kötü, çirkin” ölçülerine dair bilgi alanının neticelerini, gayrimüslimlerin hayatlarında görecek ve anlayacaklardır. Böylece, “doğru, iyi, güzel” bilgi alanını tetkik ve tecrübe ederek, “yanlış, kötü, çirkin” bilgi alanını ise neticelerini görerek anlayacaklardır. Ümmetin dışındaki insanlık âleminin ürettiği bilginin tamamının yanlış, kötü, çirkin olmaması kabildir. Ne var ki, Mutlak İlme nispet edilmediği, onu ana mihver edinmediği için, üretenler tarafından “doğru-iyi-güzel” olduğu asla bilinmeyecek, ona ulaştıkları gibi ondan vazgeçmeleri de mümkün olacaktır. Bu manada gayrimüslimlerin keşfettikleri ama keşfettiklerini asla bilmeyecekleri “hikmet”, ana kaynağa nispet edilerek ve akl-ı selimin süzgecinden geçirilerek mülkiyetimiz altına alınacaktır. Gayrimüslimlerin ürettikleri ve hayatlarına tatbik ettikleri haramların bilgi müktesebatı üretilmiş, yasaklanmalarındaki hikmet keşfedilmiş, neticelerinin ne olduğu görülmüş olur. Mümin ile münkir, biri müspet cihetiyle diğer menfi cihetiyle Mutlak İlmin tefsirini yapar, tatbikatını gerçekleştirir. Kader nasıl ki mümin-münkir tefriki yapılmaksızın vaki ve cari ise, bilgi de aynı şekilde mümin-münkir tefriki yapılmaksızın Mutlak İlim tarafından kuşatılmıştır. Mutlak İlim (Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye) insana gönderilmiştir, bu sebeple tüm insanlar onun tefsirini ve tatbikini yapmaktadır. Kendisine “hakikat” gönderilmiş olan insanlık, hakikatin ufku dışına çıkamaz, ya müspet cihetten ya da menfi cihetten onun çerçevesi içinde kalır. Müslümanlar, haramları tetkik ve idrak etmekle mesul değildir, mesuliyet, onlardan içtinap etmektir. Bir bilginin (ve ölçünün) idrak sürecinin bir safhası da onu tatbik etmektir, zira Hz. Ali (RA) Efendimizin ifadesiyle “Tecrübe, faydasıyla birlikte ayrı bir ilimdir”. Tetkik faaliyeti, tatbik faaliyetine (tecrübeye) kadar ulaşmadığında eksiktir, bu cihetle Müslümanların haramları tetkik ve idraki her zaman eksiktir. Dünyada gayrimüslimlerin de mütemadiyen olacağı gerçeği ve İslam’ın zorla kabul ettirilmesindeki yasağın bir hikmeti de bu olsa gerek. Yani, Müslümanların tecrübe edemeyecekleri, bu sebeple de tetkik ve idraklerinin eksik kalacağı bilgi alanı olan haramlar veya daha geniş manasıyla “yanlış, kötü, çirkin” ile ilgili bilgi ve kaideler, münkirler tarafından tetkik ve tecrübe edilecek, böylece o alanın bilgisi üretilecektir. Müminler, kendi üzerlerinde ve kendi hayatlarında tatbik ve tecrübe edemeyecekleri * Hakikati inkar mümkündür, zira Allah Azze ve Celle insana iman-inkar hürriyetini tanımıştır. Fakat hakikatin çerçevesinden dışarıya çıkmak kabil değildir, nasıl ki Allah Azze ve Celle’nin mülkünden dışarı çıkmak kabil değil… Bu cihetle Tefsir ilmi, Kur’an ilimleri mecrasının terkip ilmi olarak tüm bilgiyi muhtevidir, böyle olmalıdır. Tefsir ilmi, insanlığın sahip olduğu tüm bilgi müktesebatını ihtiva edecek bir terkip ilmi haline getirilmelidir. Bu manada tefsir ilmi, İslam İlim Telakkisinin (ve mecrasının) merkez karargahıdır. Her bilgi burada toplanmalı, buradan tevzi edilmelidir. 38 Tefsir ilmindeki en küçük zafiyet, tüm bilgi müktesebatına sirayet edecek devasa yanlışlara sebep olur. Özellikle günümüzde, “mealci” anlayışın evrimleşerek tefsir çalışmalarına başlaması, aslında ise mealciliği sadece ismini değiştirerek devam ettirmesi, böylece kendi sığ idrak ve kısır bilgilerini tefsir adı altında piyasaya sürmesi, üzerinde dikkatle durulması gereken vahim bir savruluştur. Kadim müktesebatımızın tefsir yapabilmek için gerekli gördüğü ilmi ehliyet ve liyakat, bugünün dünyasında eksilmemiş, aksine artmıştır ve onlara ek olarak birçok ilmin de mütehassısı olma şartı zaruret haline gelmiştir. Bugünün dünyasında tefsir yapabilmek için, insanlığın tüm bilgi müktesebatına, en azından esası itibariyle vakıf olmak, onları tertip, tasnif ve nihayet terkip edecek çapta istidat ve idrak seviyesine ulaşmak gerekir. Kemalist Cumhuriyetin okullarında pozitif bilim temelli eğitim-öğretimden geçerek “pozitif akıl” sahibi olan, buna mukabil İslami tedrisattan geçmeyen ve akl-ı selimini inşa edemeyenler, tefsir yapamazlar, bunlar ancak mealcilik yapar ki, Mutlak İlme bu seviyesizlikte muhatap olmak onu hiç anlamamaktır. Tefsir ilminin bu hacimde tasavvur ve tanzimi, bugünün dünyasında münferit çalışmalardan ziyade heyet çalışmalarını iktiza eder. Tefsir heyetleri teşkil, tefsir meclisleri tesis edilmelidir. Tabii ki tüm bunlardan önce, Tefsir İlminin terkip mimarisi kurulmalı, heyetler bu çerçevede teşkil edilmelidir. Münferit tefsir çalışması yapanlara itimat edilmemeli, bu tür teşebbüslere itibar edilmemelidir. * Tefsir İlmi, Mutlak İlimden sonra muhtevası en hacimli olan nispi ilimdir. Bilgideki “büyük terkip” tefsir ilmi tarafından gerçekleştirilir. “Büyük terkip”, Mutlak İlimdeki ilahi terkip sırrını keşfederek aşağıya doğru tahlil (tefsir) yapmak ve insanlığın bilgi müktesebatını o sırra muvafık şekilde aşağıdan yukarıya doğru terkip etmekle mümkündür. Bu manada tefsir ilmi, (modern ifadeyle) insanlığın bilgi müktesebatının dökümantasyon karargâhıdır. İnsanlığın bilgi müktesebatını terkip etmekteki zorluk, tefsir ilminin ne kadar kıymetli ve ne kadar girift bir mevzu olduğunu gösterir. Hiç kimse üç kuruşluk bilgisiyle tefsir yapmak iddialarıyla ortaya çıkıp da Müslümanları aldatmaya teşebbüs etmemelidir. * Tefsir ilmi, Mutlak İlme doğrudan muhatap olmak ve nispi ilimlerin kurucusu mevkiinde bulunmak cihetiyle, İslam ilim mecrasının zirvesinde bulunur. Mutlak İlim ile nispi ilimlerin berzahındadır ve geçişi sağlar. Böylece Mutlak İlim ile nispi ilimlerin irtibatını kurar, Mutlak İlmin yeryüzündeki tüm bilgi müktesebatını cem eder, tertip, tasnif ve terkibini gerçekleştirir. Bu sebepledir ki Tefsir İlmi, hem nispi ilimlerin anası hem de terkip ilimlerinin anasıdır. * Tefsir ilmi, dört ilim mecrasının terkip ilimlerini kendinde cem eder. Neticede iki ilim vardır, birisi Mutlak İlim diğeri ise nispi ilimdir, nispi ilim ise sadece tefsirdir. Tefsir dışındaki tüm nispi ilimler, tefsirin tasnif ve tafsilinden ibarettir. ALİHAN HAYDAR 39 derinlik, idrakinin zorluğuna işarettir ki hakkında tartışmaların fazla olması tabiidir. İLİMLERİN ŞAHİKASI Tasavvufun tevhid ilimleri mecrasının müessesesi olmasının zahiri delilleri şudur; on dört asırlık İslam tarihinde büyük ilim ve tefekkür ehli şahsiyetlerin tamamı bu ilmin talebesi ve üstadı olmuştur. İnsan zekasının ufku olan dehaların tamamına yakınının ehl-i tasavvuf olması, tasavvuf ilminin hakikat ilmi olduğunu gösterdiği gibi, düşük zeka ve küçük akıl sahibi sığ idraklilerin meseleyi anlamak ve kabullenmekte zorlanmalarını da izah eder. Günümüzde dahi tasavvufa itiraz edenlerin zeka seviyesinin düşük olması bir tesadüf değildir. “HAKİKAT İLMİ” Mutlak İlim (Kur’an-ı Kerim ve Sünneti Seniyye) muhakkak ki tevhid ilmidir, çünkü “Tek” olandan gelir ve O’nun “tek” olduğunu beyan eder. Öyleyse Mutlak İlmin tefsirinden ilk keşfedilecek ilim mecrası, Tevhid ilimleri mecrasıdır. Tevhid ilimleri mecrasının ise zirvesi, “hakikat ilmi”dir. Bu manada Mutlak İlim, bizzarure hakikat ilmidir. * Tevhid ilimleri mecrası, öncelikle Mutlak İlmin sahibini, sahibinin isim ve sıfatlarını izah eder. Sahibini (Allah Azze ve Celleyi) anlatmayan Mutlak İlim, muhatabını (insanı) anlatmış olamaz. Bu sebeple Mutlak İlmin “mevzu haritasının” zirvesinde, “tevhid” bahsi vardır, başka türlü bir mevzu haritası ve listesi hazırlamak, Allah Azze ve Celle’nin dinin mutlak surette yanlış anlamak olur. Mutlak İlmin özü, hakikat ilmidir. Lakin hakikat, kelamdan ibaret değildir. Kainattaki “hakikat mahalli” veya hakikatin tecelligahı, müminin kalbidir. Kalb ise “hal” merkezidir, tabii ki kelamdan azade değildir, zaten “hal”, kelam ile fiilin terkibinden meydana gelir. “Tasavvuf kal (kelam) ilmi değil, hal ilmidir” hikmeti, kelamdan azadeliği ifade etmez, yalnız başına kuru bilginin (ve ilmin) meseleyi halletmeye kafi gelmeyeceğini gösterir. Hakikat ilmi, tevhid ilimleri mecrasının terkip ilmidir. İlmin hakikati, muhakkak ki hakikat ilmidir. Tevhid ilimleri mecrası ve onun zirvesi ve terkibi olan hakikat ilmi yoksa ilimden bahsetmek, bilgiyle çelik çomak oynamak cinsinden bir gevezeliktir. Hakikat kelamdan ibaret olmadığı için, hakikat ilmi diğer ilimler gibi tedvin, tertip ve tahsil edilemez. Hakikat ilminin insana taşınması, kelami tahsil ile kabil değildir. Bu sebepledir ki tasavvuf, diğer tüm ilimlerden farklıdır, farklılığı ise her cihetiyledir. Her cihetiyle farklı olan tasavvuf ilmini, sadece kelam ile izah etmeye çalışmak ise meseleyi anlamamaktan ibarettir. Bizim yapmaya çalıştığımız ise, lüzum ve ehemmiyetini göstermekten ibaret bir çabadır. * Tevhid ilimleri mecrasının kadim müktesebatımızdaki ismi tasavvuftur. Tevhid ve hakikat ilmi, bundan sonra da o isim ve o müesseseyle kaim ve daim olacaktır. Hakikat ilmi, ilimlerin şahıdır ve bundan dolayı en girift, en çetin, en zor olanıdır. Tasavvuf ilmi ile ilgili çok sert tartışmaların olması, hakikat ilminin tabiatındaki giriftlikten kaynaklanır. Giriftlik ve AHMET KAMİL TUNCER 40 ve madde hiçbir varlıkta, insanda olduğu kadar kıymetli bir terkip unsuru olmamıştır. İnsan, hem bedenen hem de ruhen tüm varlık çeşitlerini kendinde cem eden bir ufuktur. Varlık mertebeleri; cemadat, nebatat, hayvanat ve insandır. İnsan varlık mertebelerinin tamamını bünyesinde cem eden, onlardan fazla olarak “insan” olan varlık ufkudur. Bu kadar hacimli ve girift bir terkip numunesidir. İLMİN ZİRVESİ * “İNSAN İLMİ” İnsan tabiat haritası, “esfel-i safiliyn” ile “eşref-i mahlukat” arasındaki tüm hususiyetleri muhtevidir. Kainattaki her varlık kendi tabiatına mahkumdur, tabiatını aşağı ve yukarı doğru aşamaz, taşamaz. Mesela hayvan “esfel-i safiliyn”e kadar inemez, inme iktidarı yoktur, kendi tabiatına mahkumdur. İnsan, kainattaki tüm varlık çeşitlerinin hususiyetlerini cem eden bir terkibe sahip olduğu için, tamamının tabiat ufkuna, aşağıya ve yukarıya doğru maliktir. Bu engin tabiat haritasında bir de “insani bölge” mevcuttur. Kendini diğer varlıklardan ayıran, “insan” yapan coğrafya orasıdır. İnsan dediğimizde kastettiğimiz o bölgedir. Kainattaki en muhteşem varlık insandır. Eşref-i mahlukat olan insan aynı zamanda “ahsen-i takvim” üzere yaratılmıştır. En güzel kıvam, yani en güzel terkip üzere yaratılmış ve en şerefli, en kıymetli varlık olarak tavsif edilmiştir. Bu hususiyetinden dolayıdır ki, kendisine Mutlak İlim gönderilmiştir. Mutlak İlim, yani Allah Azze ve Celle’nin ilminden ilim verilmiştir, yani Kur’an-ı Kerim insana gönderilmiş, insan için yeryüzüne nüzul lütfunda bulunmuştur. İnsana, “alem-i sağir” denmekle tabiat haritasındaki engin ufku işaretlenmiş, “zübdei alem” denmekle de, tabiat haritasındaki “insani bölge” tavsif ve tarif edilmiştir. Mesele, kainat çapındaki tabiat haritasında zübde-i alem olarak işaretlenen “insani bölge”nin keşfedilmesi, o bölgede bir şahsiyet inşa edilmesi, o şahsiyet ile hayatı yaşamasıdır. Kainatta insan denen varlık kadar girift bir terkip yoktur. Maddedeki özellikleri keşfeden insan hayretten dilini yutacak hale gelmiş, ne hazindir ki kendini keşfetmeyi unuttuğu birkaç asırdan beri kendine hayret etmeyi bırakmıştır. Madde dahi insan nam varlıkta bir boyut olarak mevcuttur ve maddenin de şeref kazandığı terkip kıvamı insandır. Maddenin ufku insan terkibinde ulaştığı giriftliktir Böyle bir varlıktan bahsediyoruz ama bu varlık için müstakil bir ilim dalından bahsetmiyoruz. Bu durum, batı bilim telakkisine 41 mahkûmiyetin ne dereceye ulaştığını göstermesi bakımından ibretlik bir hadisedir. Batının insan telakkisi, materyalisttir, evrimcidir ve bunların zaruri neticesi olarak “gelişmiş hayvan” anlayışında sübut bulmuştur. Gelişmiş hayvan olarak gördükleri insanı, canlı bilimi dedikleri ve tüm canlı varlıkları tetkik eden biyolojinin ufku içinde tetkik ederler. Bu yaklaşımla bazı doğruları tespit etmeleri, insan tabiat haritasında hayvani hususiyetlerin de bulunmasıdır ama bu durum, insan terkibinin evrimine değil, insanın alem-i sagir olmasından dolayı tüm varlığı muhtevi olmasındandır. İnsanı, gelişmiş hayvan olarak gören telakki, insan tabiat haritasındaki insani bölgeyi asla keşfedemez, insanı o bölgede asla inşa edemez, insana o bölgede bir hayat teklif edemez. selatü Vesselam Efendimizdir. Bu sebeple Allah Azze ve Celle ile insan arasındaki münasebet haritası olan Mutlak İlim, muhteşem varlık cinsinin en muhteşemi olan Hz. Risaletpenah Aleyhisselatü Vesselam Efendimize gönderilmiştir. Vahyi, yani Mutlak İlmi taşıyacak kudret, ancak ve sadece Efendimiz Aleyhiselatü Vesselamda mevcuttur. Bizim muhatap olmamız, ondan bize intikal etmiş haliyledir. Mutlak İlim, Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam ile “mutlak misale” kavuşmuş, böylece nazari çerçevedeki Mutlak İlim, muhatabı olan insan cinsinin ufkunu inşa etmiştir. Böylece “muhteva”, şeklini bulmuş, insan, şahsiyet terkibine kavuşmuştur. Öyleyse din, sadece nazari çerçevede ikmal edilmemiş, aynı zamanda tatbiki çerçevede de ikmal edilmiştir. Müslümanların, kendilerine hayvan diyen batı bilim telakkisine mahkum olması, cennetten cehenneme düşmek kadar büyük bir gerileyiştir. Bu misal gelişigüzel olarak verilmiş değildir, cennete gidecek varlık insandır, insan olabilmek (yani İslam’ın tarif ettiği varlık seviyesine ulaşmak) şartına sahiptir, zira hayvanlar cennete gitmezler. * Risalet tabii ki kesbi mesleklerden değildir. Zaten Mutlak İlmin zirve şaheseri olmak cihetiyle Hz. Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz, ilk ve son misalidir. O misal, çalışarak elde edilebilecek bir şahsiyet terkibi değildir, bu mesele şuradan bellidir ki, vahiy O’nun kalbine inmiş, kimse de vahye şahit olmamış, olamamıştır. * Mutlak İlim insana hitap eder. Öyleyse tüm mesele şu tertipten ibarettir; Allah Azze ve Celle ve O’nun yarattığı en muhteşem varlık olan insan… Allah Azze ve Celle, yarattığı insanın kıymetiyle mütenasip olarak ona “Mutlak İlim” göndermiş, Allah ile insan arasındaki irtibat ve güzergahı tayin etmiştir. Demek ki mesele; Allah, Mutlak İlim ve İnsandan ibaret bir tertibe dayanır. Bütün bunlardan anlaşılan şu ki; tüm ilim aslında “insan ilmi” ile ilgilidir. Varlık, insan ve hayat temel bahislerinin merkezi mevzuu “insan” meselesidir, geri kalanı bu meseleyi izah etmekten ibaret çeşitlilik ihtiyacını karşılar. Bu sebepledir ki nispi ilimlerin zirvesi olan tefsirden en büyük payı alan “insan ilmi”dir, böyle olmalıdır. En muhteşem varlık cinsi olan insanın en muhteşemi ise Hz. Resul-i Ekrem Aleyhis- * 42 Tefsir ilmi, başlı başına bir insan izahı, insan telakkisidir. Tefsir ilmi tabii ki her şeydir, her mevzuu muhtevidir. Ne var ki meselelerin meselesi insandır, hal böyleyse tefsir ilmi önce bir insan telakkisidir. Varlık telakkisine dair kainat izahı da, insan ilminin mütemmimidir ve zaten kainat insan içindir. ler” çerçevesinde alacağımız bir cümlelik bilgi ve fikir yoktur, asla olmamalıdır. SELAHATTİN ADANALI Terkip ilimlerinin şahı olan tefsir ilminin inşa edeceği ilk “terkip ilmi”, “insan ilmi” olmalıdır. Beşeri ilimler mecrasının terkip ilmi olan “insan ilmi”, Kur’an ilimleri mecrasının terkip ilmi olan tefsirden ilk istihraç edilecek olan ilimdir. * “İnsan ilmi”, aynı zamanda tefsir ilminin doğru istikamette inkişaf edip etmediğini anlayacağımız ilk bilgi alanıdır. “İnsan ilmi”ni kuramazsak, kuramıyorsak, beşeri ilimler mecrasının zirvesini inşa edemiyorsak, Mutlak İlmi anlamamış, tefsir ilmini yerli yerine oturtamamış demektir. İnsan ilmini inşa etmeliyiz. Mutlak İlmi merkeze alarak insan ilmini inşa ile işe başlamalıyız. İnsanı parça parça tetkik eden ilimleri terkip etmek, onlardan bir insan ilmi çıkarmak zorundayız. Beşeri ilimler mecrasını açacak, beşeri tüm varoluş güzergahlarını işaretleyecek, hayatı bu mecrada yaşamayı mümkün kılacak bir insan ilmi inşası, İslam medeniyet hamlesinin gerçekleştirmesi gereken işlerdendir. * Batı dünyası, insanı, “gelişmiş hayvan” olarak kabul etmekle, beşeri ilimler sahasında insana dair tek cümle kurmuş değildir. Aksine, insanı hayvan derekesine indirmiş ve bir cinsine ihanet etmiştir. Batıdan “beşeri ilim43 bilgi telakkisinden kurtulacak, böylece kendimize has bilgi telakkimizi oluşturacağız. Bilgi azizdir. Bilgi reddedilemez. Çağımız bilgi çağıdır. Bu bakımdan gerçek bir diriliş hamlesi, bilgi telakkimizin oluşmasıyla gerçekleşecektir. KİTAP TANITIMI Şu sözlere dikkat: “Bilgi terkip edilmeli, bunu gerçekleştirmek için “ilimlerin tasnifi” yeniden yapılmalı ve “terkip ilimleri” inşa edilmeli. Terkip ilimlerinin inşasındaki zorluk, fikrin terkibini şart kılar. Fikrin terkibi, yani muhteva terkibi yapılmadan terkip ilimlerini inşası hayalden de öte bir insan faliyeti olacaktır. Bu durumda, bir taraftan bilgi terkip edilirken, diğer taraftan, bilginin terkip faaliyetinin kalbi olan fikrin terkip ameliyesi gerçekleştirilmelidir. *“İslam Medeniyet Tasavvuru 1 –Terkip ve Tefekkür-” 8 ay gibi kısa sürede yayınladığı yüz küsur kitapla ülkenin tefekkür istidadını tetikleyen Fikir teknesi yayınları, yayınladığı ve yayınlayacağı onlarca telif eserle beraber istikbali inşâ etmeye devam ediyor. Muhtevanın (fikrin) terkip faaliyeti ise, mana ve suret münasebetini anlamaktan geçer. Mananın kaç kat surete (perdeye) büründüğü, derinliğine doğru kaç tabaka olduğu suretmana münasebetinin derinliğine doğru Allah’a ulaşmanın güzergahını işaret ettiği anlaşılmalıdır. Surete bürünerek tecelliye gelmiş olan mananın keşfi ve idraki, suret engeline takılmadan gerçekleştirilebilmelidir. (İslam Medeniyet Tasavvuru -1- s. 20-21) Bu sayımızda ele alacağımız kitap, Fikir teknesi yayınlarından çıkan çarpıcı bir eser. Haki Demir imzalı İslam Medeniyet Tasavvuru isimli malum eser, üç ciltlik medeniyet serisinin ilk cildini oluşturan, “Terkip ve Tefekkür” alt başlığıyla yayınlanan İslam Medeniyet Tasavvuru isimli eserdir. Bu şaheser niteliğindeki kitap, sahasında ilk olmakla beraber, nevi şahsına münhasır bir seviye ve kalite belirtiyor. İlimlerin tasnifi meselesi zor meseledir. Üç beş kişi ile olamayacak kadar zor ve meşakketli iştir. İlim tasnifinin çerçevesinin oluşması bakımından Haki Demir şunları söyler: Terkip ve İnşâ dergimizin 6. Sayısının kapak dosya konusu; Terkip İlimleri mevzusudur. Bu kapsamda ele alacağımız bu kitap, terkip ilimleri hakkında fikri bir çerçeve vermekte bizlere. Haki beyin tahayyülünde var olan Medeniyet tasavvurunun gerçekleşme vetiresinde, ilk yapılması gereken iş, ilimlerin tasnif edilmesidir. Bu tasnifle beraber bir asırdır bilgi ağından kurtulamadığımız Batı “Bu işin yapılabilmesi için bir çerçeve oluşturmak gerekir. Öyle bir çerçeve geliştirilmelidir ki, muhteva terkibine, bilginin tanzimine, ilimlerin tasnifine geçit versin. Çerçeve, tasnif teşebbüsünden ziyade bir anlayıştır. İlla tas44 nif dememiz gerekirse, tasnif sahaları diye isimlendirmek kabil olabilir. Tasnif sahaları, dikey ve yatay boyutları olan bir hacimdir. Tasnif çerçevesi, derinliğine üç kat, genişliğine ise tüm kainattır. Her katta ilimler farklı usullerle tasnif edilir. Tasnif çerçevesi, her biri bir kat ifade etmek üzere, “terkip ilimleri”, “tetkik ilimleri” ve “tatbik ilimleri” şeklinde oluşturulmalıdır. Bu çerçeve, ilimlerin tasnifi değil, tasnif teşebbüsünün yatağını gösterir. Her kat birbirinden seviye bakımından ayrılır. (A.g.e s. 112) mutlaka yerli yerinde olması gerektiği noktasından hareket eder. (A.g.e s. 115) *Terkip İlimleri - Tekevvün ilmi İnsan ilmi İnsan ilminin ruhiyat şubesi İnsan ilminin ahlak şubesi Tefsir ilmi Hakikat ilmi Terkip ilimlerinin tahsili *Tekevvün ilmi Terkip ilimlerini işaretlememiz açısından şu sözlere kulak verelim: Tekevvün ilmi, varlık ilimlerinin yani müsbet ilimler mecrasının terkip ilmidir. Müsbet ilimler, tekevvün ilminin tetkik ilimleridir. Müsbet ilimlerin ürettiği bilgilerin tatbik edilmesi için “tatbik ilimleri” mevcuttur. Bunların toplamı, tekevvün ilmi çatısı altında toplanır ve onun mütemadi murakabesine tabidir. “Terkip ilimleri katında temel bahisler mevcuttur. Allah, insan, varlık... Bu bahislerin her biri, bir terkip ilminin konusudur. Tevhid ilmi (hakikat ilmi), insan ilmi, tekevvün ilmi... Bütün bunların kaynağı ise Tefsir ilmi... Hakikat ilimlerinin terkip ilmi, tevhid ilmidir. Beşeri ilimlerin terkip ilmi, insan ilmidir. Müsbet ilimlerin terkip ilmi, tekevvün ilmidir. Kur’an ilimlerinin terkip ilmi, tefsir ilmidir. Terkip ilimleri katındaki her terkip ilmi, bir ilim mecrasının pınarıdır. bu pınardan doğan mana yekunu, tetkik ilimlerinde bir mecra oluşturarak, tatbik ilimleri vasıtasıyla hayata kadar iner. (A.g.e s. 112) Tekevvün ilmi, tetkik ilimlerinden (müsbet ilimlerden) elde edilen bilgileri yoğurur, mana mimarisini kurar ve terkip eder. (A.g.e s. 187) *İnsan ilmi İnsan ilmi, iki ana şubeye ayrılır. Bunlar: Ferdi şubesiyle ruhiyat, içtimai şubesiyle ahlak... Ruhiyat ve ahlak ayrı başlıkları altında tetkik edilmediği için burada teferruata girmek gerekmedi. Müellif, terkip ilimlerininin muhteviyatına dair şu çerçeveyi çizer: “Terkip ilimleri, bilgi üreten değil, bilgideki manayı keşfeden, bilgiye mana zerkeden, bilgiyi terkip eden, bilgiyi yoğuran, bilgiyi şekillendiren, bilgiyi tasnif eden, bilgiyi gerektiğinde yeniden üreten ilimlerdir. Terkip ilimleri, tetkik ve tatbik ilimlerinin terkip ve vahdet mimarisidir. Terkip ilimleri, hiçbir bilginin manasız olmadığı, başıboş bırakılamayacağı, *İnsan İlminin Ruhiyat Şubesi İslam ilim ve tasavvuf mecraları “insan ilmini”, ahlak ve edep olarak inşa etmişti. Beşeri ilimlerin tamamı, cemiyet şubesiyle ahlak ilminde terkip olunmuştu... (A.g.e. s. 202) 45 ... Ahlak neden terkip ilmidir? Çünkü beşeri ilimlerin tamamı, insan merkezinde olmak şartıyla hayat içindir. Hayatın inşa edilebilmesi, mutlu bir hayat yaşanılabilmesi maksadına matuftur. Ahlak, hayat ile ilgili toplam bilgi demetidir. En azından İslam’da böyledir. (A.g.e. s. 202- 203) yapılamadığı için de akılla idraki kabil olmayan bu ilim, en muhimi olmasına mukabil, aklın üstündedir. Aklı aşamayanlar bu ilmin bahçesine giremez, oradaki meyveden tadamazlar. (A.g.e s. 222) *Terkip İlimlerinin Tahsili Terkip ilimlerinin hususi tedrisat nizamı olmalıdır. Umumi maarif sistemi içinde mütalaa edilmemeli, onlarla karıştırılmamalı, onlar tarafından kuşatılmasına müsaade edilmemelidir. Umumi maarif sistemi içinde olan kısmı, ihtiyaçlarının maarif vekaleti tarafından karşılanmasıdır. İlköğretiminden üniversitesine kadar ülkenin bazı şehirlerinde okullar kurulmalı ve ayrı bir teşkilatı olmalıdır. Terkip ilimlerinin tahsil edileceği okulların müfredatı da tamamen farklı hazırlanmalıdır. *İnsan İlminin Ahlak Şubesi Beşeri ilimlerin nihai maksadı, bir “ahlak” inşa etmektir. “Yaşanmaya değer hayatın ahlakı” Bunu yapmayan, hedeflemeyen, bu istikamette çaba göstermeyen beşeri ilimler, insandan uzaklaşır ve entelektüel gevezelik haline gelir. Batıda oluşan ve gelişen sosyal bilimler, sadece araştırma temellidir. Müslümanların bu tuzağa düşmemesi gerekir. Beşeri ilimler, insani halleri tetkik eden, insanın ferdi ve içtimai tabiatını keşfeden, hayatın mahiyetini ve cereyan ediş şekillerini tespit eden ilimlerdir. (A.g.e s. 210-211) Terkip ilimleri, “yüksek ilim” dallarıdır. Bu ilim sahalarına girebilmenin ön şartı, deha olmaktır. Dehalar, mümkün olduğunca, hayatın başka hiçbir alanında istihdam edilmemelidir. Dehaların en münasip istihdam sahaları terkip ilimleridir. Terkip ilimlerinin ufku dikkate alınırsa, dehaları tatmin ve zapt edecek sahaların başında olduğu anlaşılır. Dehalarını tatmin edemeyen kültür ve medeniyetler, çökmeye mahkumdur. Dehalarını ilim, tefekkür ve sanat alanlarında istihdam eden kültürler ise hızlı şekilde medeniyetlerini inşa edebilirler. *Tefsir İlmi Tefsir ilmi, Kur’an ilimlerinin terkip ilmidir. Tefsir ilmi, yekun olarak söylemek gerektiğinde, Kur’an-ı Kerim’deki mana yekununun keşfi ile ilgilenir. (A.g.e s. 217) *Hakikat İlmi Hakikat ilmi, diğer terkip ilimlerinden farklı olarak, hem terkip, hem tetkik hem de tatbik ilmini ihtiva eden tek ilimdir. Mevzuu “tevhid” olduğu için, kendi içinde tasnifini yapmak kabil değil, çünkü taksimi imkansız. Taksim edilemeyen tasnif edilemez. Terkip ilimlerinde istihdam edilmiş olanlar, ülkenin en itibarlı insanları olmalıdır. Her meselede nihai söz sahibi olacak bir mevkide bulunmalıdır. Bu salahiyet, resmi/kanuni anlamda olmak zorunda değildir, kültürün bu şekilde örülmesi en uygun yoldur. Hakikat ilmi, tek ilim olarak, kendi sahasında terkip, tetkik ve tatbik vazifesini cem eder. Taksimi yapılamadığı için tasnifi, tahlili 46 Terkip ilimlerinin tahsil edileceği hususi okullar kurulmalıdır. Bu okulların kadroları (en azından yüksek okulların kadroları) dehalardan teşkil edilmelidir. Dehaların tedrisatını “normal zeka” sahibi insanların yürütmesi muhaldir. Ülkenin tüm okullarındaki yüksek zekaları tespit edip bu merkezlere bildirmek, her kamu görevlisinin birinci vazifesidir. Tespit edilen yüksek zekalar, tespit edildikleri sınıftan (yaştan) itibaren, hususi okullara alınır. İstidadına göre, hangi terkip ilmine meyyal ise o istikamette tedrisata tabi tutulur. Sahasına girdiği terkip ilmine bağlı tüm tetkik ilimlerini tahsil eder, bunlar bittikten sonra, terkip ilminin tahsiline başlar. Tetkik ilimlerinin tahsili kırk yaşına kadar devam eder, bu yaşa kadar tetkik ilimlerinin tahsilini bitiremezse, tedrisat dışı bırakılır. Tetkik ilimlerinin tahsili bittikten sonra terkip ilminin tahsili başlar. Bu tahsilin süresi sabit değildir. Bazıları tetkik ilimlerinin tahsilini bitirene kadar terkip ilminin tahsilini de bitirebilir, bazıları ise terkip ilminin tahsilini uzun süre yapabilir. en az yarım düzine orijinal eser vermekle tamamlanır. Terkip ilimlerinin tahsili yapılan okullar, ülkenin “zeka merkezi”dir. Yüksek zekaların tamamı bu okullarda toplanır, lise bitene kadar terkip ilimlerinin tahsilini yapabilecek hacim ve istidatta olanlar tahsillerine devam eder. Terkip ilimlerinin teşkili ve tahsili imkansız gibi gelebilir. Gerçekten her terkip ilmi çok sayıda tetkik ilmini ihtiva eder. Bunların tamamını tahsil ve terkip etmek, bu günün dünyasında imkansız gibi görünebilir. Çünkü her ilim dalında üretilen bilgi fevkalade çoktur. Bu işin zorluğu zaten izahtan varestedir fakat imkansız olduğunu düşünmek, iki husustan kaynaklanıyor. Biri, dünyadaki mevcut tedrisat sistemlerinin mahiyeti, ikincisi ise dehaları tanımıyor olmak. Dünyadaki mevcut tedrisat sistemleri bilgiye ayarlıdır ve bilgide boğulmuştur. Tedrisat sistemini bilgiden kurtarıp anlayış (tefekkür) merkezine taşımak gerekiyor. Böyle bir tedrisat sistemi meseleyi büyük oranda halleder. Diğer taraftan ülkemizde dehalar tanınmadığından, deha kültürü gelişmediğinden, dehaların hacminin ne olduğu bilinmiyor. Normal zekaların herhangi bir ilim dalında 20 yılda aldığı mesafeyi dehalar 20 ayda kateder. Dehaların tespit edilmesinde aksaklık olmaz da bunlar için doğru tedrisat sistemi kurulursa, terkip ilimlerinin inşası da mümkündür, tahsili de… (A.g.e s. 227-230) Terkip ilimlerinin tahsili için maarif sisteminin içindeki üniversitelerden başka bir müessese ihdas edilir. Bu müessesede tahsil süresi yoktur. Tahsil safhaları yıllık değildir. Müfredat yoktur. Tahsil bahisleri mevcuttur, bunlar ilim dallarıdır. Tetkik ilimlerinin her biri, bir tahsil safhasıdır. Bu okullarda ders veren hocalar yok, tahsili takip eden murakıplar vardır. Sınıf bulunmaz, çalışma heyetleri oluşturulur. Bilgiden imtihan olunmaz, sadece akıl hacmi, idrak derinliği, anlayış kıvamı, terkip mahareti konularında talebeler murakıplar tarafından takip edilir. Talebelerin bu hususiyetleri, yaptıkları çalışmalardan, özellikle de hazırladıkları kitaplar üzerinden tetkik edilir. Tahsilin her safhası (her ilim dalı) RIFAT BOYNUBÜKÜK 47 bile anlatma ve onları ikna etme imkanı elde edilemediğini biliyoruz. Mesela Tayyip Erdoğan, siyasi hayatını tehlikeye atarak Kürt meselesini çözmek için yola çıktı. Kürtlerin temsilcisi olduğunu iddia eden HDP ve onun ahmak yöneticileri, Kürt meselesini çözme konusunda samimiyetini ispat etmiş, bundan dolayı büyük tehlikeleri göze almış Erdoğan’a karşı en iğrenç sözleri söylediler. Burada bir yanlışlık yok mu? MEDENİYET SEMPOZYUMU İPTAL EDİLDİ Medeniyet sempozyumu fevkalade ehemmiyet verdiğimiz bir çalışmadır. Kültürel faaliyet yapıyor görünmek için yola çıktığımız düşünülenemez. Söyleyecek sözlerimizin ne kadar süslü olduğunu göstereceğimiz bir sahne arayışı içinde değiliz. Medeniyet sempozyumu, birçok meselenin muharrik kuvveti olacak mahiyet ve kıymettedir, ona göre de hazırlık yapmış, yapmaya da devam ediyorduk. HDP veya diğer Kürt örgütleri Erdoğan’ı desteklemeli değil mi? Bu sorunun cevabını on yaşındaki çocukların bile “evet” şeklinde vermesi beklenir ama, HDP ve PKK bu sualleri “hayır” diye cevaplıyor. Cevabı bu kadar açık şekilde “evet” olması gereken soruya “hayır” dediğiniz andan itibaren, akıl iptal olmuş demektir. Akıl iptal olmuşsa idrak imkansız hale gelmiş, izah ise manasızlaşmıştır. İşte namlu, tam bu noktada müthiş şekilde ufuk açıcı, aklı kendi merkezine oturtucu, insanın psikolojik dengesini kurucu tesire sahip “mübarek” bir alet haline gelir. Haziran seçimleriyle başlayan siyasi belirsizlik, kısa süre sonra başlayan terörle mücadele, bunlara kilitlenen dikkat ve idraklerin aktüalite tarafından esir alınması medeniyet sempozyumu için gereken şartların ortadan kalktığını düşünmemize sebep oldu. Kadük kalacak teşebbüsler doğru başlangıçlar oluşturmaz, kendi inisiyatifimiz dışındaki gelişmelerden dolayı planlamalarımızı gözden geçirme ihtiyacı duyduk. İnat ile kararlılık arasındaki farkı bildiğimiz için, “illa yapmalıyız” türünden bir çaba içinde değiliz. Ülkenin içine girdiği yeni süreç bir müddet devam edecek gibi görünüyor. Ne kadar süreceğine dair tahminlerde bulunmak yerine, medeniyet sempozyumunu şimdilik iptal etmek ve şartları hazır olduğunda yeniden başlamak niyetindeyiz. Güneş ışığı aynadan yansıdığı takdirde hayat normal seyrinde devam ediyordur, güneş ışığı namludan yansımaya başladığı zaman hayatın altyapısı çökmüş demektir. Namlunun parladığı yerde fikir sükut eder. Namluyu görünce fikrimizden vazgeçeceğimiz manasında anlayanları sığ idrakleriyle baş başa bırakıp söyleyeceğimizi söyleyelim, tefekkür sükunet ister, derin tefekkür ise muhkem bir sükunet ister. Bir taraftan birikmiş kitaplarımızı yayınlamayı sürdürecek diğer taraftan dergi üzerinde yoğunlaşacağız. Bir manada, şartlar hazır olana kadar fikri yığınağımızı yapmaya devam edeceğiz. Şartların hazır olduğuna kanaat getirdiğimiz zaman daha fazla hazır olacak, daha teçhizatlı şekilde başlama fırsatı bulacağız. * MUSTAFA KARAŞAHİN Bu arada ne yapacağız? Namlu, bazı meseleleri özellikle de bazı kimselere anlatmanın kestirme yoludur. İnsanlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük dehası bile getirilse, bazı cahil ve inat kişilere en basit meseleleri 48