TERKİP VE İNŞA SAYI -1- NİSAN 2015 İÇİNDEKİLER Takdim Yayın çizgimiz ve ufkumuz . Ebubekir Sıddık Karataş Neden yeni bir dergi . Faruk Adil Nasıl bir dergi . Ahmet Kamil Tuncer Bir medeniyet yürüyüşü-hicret. Ali Yurtgezen Yeni bir hamle yeni bir heyecan . Alihan Haydar İslam medeniyet hamlesi için öneriler . Atilla Fikri Ergun İslam medeniyet anlayışı üzerine fikir talimi yapmak . Ahmet Doğan İlbey Medeniyetin ihyası için insanın inşası . İsmail Göktürk Medeniyet hamlesi için saf tutanlar . Selahattin Adanalı Medeniyet hamlesi ve siyasi altyapı . İbrahim Sancak Medeniyet hamlesi için seferberlik . Nurettin Saraylı Medeniyet soy/suz olur mu? . Memduh Atalay Medeniyet hamlesi . Haki Demir Zamanın ihtiyacı medeniyet hamlesi . Hamza Kahraman Batı Uygarlığı ile hesaplaşma . Metin Acıpayam Medeniyet hamlesi için temel kavrayış . Abdullah Tatlı Medeniyet hamlesinin başarısızlık ihtimali . Mustafa Karaşahin Hamle zamanı . A. Bülent Civan TERKİP VE İNŞA Sahibi ve yazı işleri müdürü Haki Demir Genel Yayın Müdürü Metin Acıpayam Editör Adnan Köksöken ________________________ Mizanpaj Gökhan Gencel Baskı Fikirteknesi basım evi İrtibat Tel: 0507 465 58 88 E-mail: [email protected] İdare adresi İsmetpaşa mah. 9. Sk. Ergenekon İşhanı Kat:1 no:4 K.MARAŞ -1- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- NİSAN 2015 var, bunların gerçekleşmesi için tefekkür mecrasına ihtiyacı var. Tefekkür patlaması, bir kişinin, birkaç kişinin, birkaç yüz kişinin ateşleyebileceği bir hadise değil, sayısız ilim, fikir ve sanat adamının bu meseleyi ciddiye alması şart. Bunun için de bir mecra, bir havza lazım. TAKDİM 2014 yılının Eylül ayından itibaren, önce yayınevini kurup külliyatı basmak sonra da derginin altyapısını hazırlamak için yoğun bir çalışmanın içerisine girdik. Fikirteknesi külliyatının büyük bir kısmını bastıktan sonra başladığımız dergi çalışmaları, yaklaşık on yıllık mevzu haritası ve fikriyatının hazırlanması ile geçti. Her devir kendi ihtiyaçlarının peşinde koşar. Zamanın ihtiyacı “medeniyet hamlesi” olsa gerek… Tefekkür patlaması, belli bir istikameti, belli bir maksadı, belli bir çerçeveyi şart kılar. İhtiyaç ve istikamet bir araya geldiğinde tefekkür patlamasının mevzuu belli olmuş demektir. Geriye kalan şart, ehl-i tefekkürün kendi mecrasını bulması veya açmasıdır. On yıllık mevzu haritasındaki her başlık bir yıl idare edecek kadar hacimlidir ama biz her birini bir sayıda tetkik etmek niyetindeyiz. Öncelikle bu mevzulara bir temas etmek ve gündeme getirmek lüzumu var. Temas etmekten ibaret bir tetkik maksadı yerine getirmeye kafi değil muhakkak, ne var ki başlığı bile hatırlanmayan mevzuların öncelikle mevcudiyetini ve lüzumunu göstermek şart. Tefekkür mecrası açmak için en uygun vasıta dergi olsa gerek. Tefekkür mecrasının bu teşebbüsle açılıp açılmayacağını tabii ki bilmiyoruz, böyle büyük bir işin tüm şartlarını yerine getirebilmek gibi bir imkanımız yok. Bununla birlikte on yıllık mevzu haritası hazırlamak gibi altyapı çalışmalarını en ciddi ve titiz şekilde yaptık. Keza dergide sürekli yazacağı belli olan arkadaşlar, bir yıllık (on iki sayılık) muhtevayı da hazırladı. Tabii ki fikir ve ilim adamlarından yazı bekliyoruz, tabii ki bunu istiyoruz ama mevcut yazar kadromuz bir yıllık muhtevayı hazırlamadan yayına başlamadık. __________________*_________________ “Bir dergi de bizim olsun” türünden bir nefs meşgalesi arayışından uzak durmak, dergi meselesini çok ciddi bir iş haline getiriyor. İşin ciddi olması ile işi ciddiye almak birbirinden farklı mevzulardır muhakkak ama hem iş ciddi hem de işi ciddiye alan bir gayret varsa mesele çok daha zor hale geliyor.” * İlk sayı olması hasebiyle “Nasıl bir dergi” çıkarmak istediğimize dair yazılarla neşriyatımızı tarif etmeye çalıştık. İstedik ki, yapmaya çalıştığımız işin ne olduğu ve nasıl yapmayı düşündüğümüz bilinsin. Bu sebeple birinci sayının dosya mevzusu olan “medeniyet hamlesi” biraz zayıf kaldı. İkinci sayıdan itibaren mevzuları daha etraflıca tetkik ettiğimizi ifade edelim. __________________*_________________ “Bir dergi de bizim olsun” türünden bir nefs meşgalesi arayışından uzak durmak, dergi meselesini çok ciddi bir iş haline getiriyor. İşin ciddi olması ile işi ciddiye almak birbirinden farklı mevzulardır muhakkak ama hem iş ciddi hem de işi ciddiye alan bir gayret varsa mesele çok daha zor hale geliyor. Fikrin neşir vasıtası olan dergi ciddi bir iştir, biz de işimizi ciddiye alıyoruz. Gayret bizden, tevfik Allah’tan… EDİTÖR * Dergi, birlikte düşünmek, birlikte üretmek için yola çıktı. Ülkenin ve ümmetin tefekküre ihtiyacı var, hatta tefekkür patlamasına ihtiyacı -2- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- NİSAN 2015 denin) zayıflamasıyla birlikte ümmetin içtimai altyapısı çökmüş, idrak kanalları kirlenmiş, kadim ihanet olan Şia’dan başka irili ufaklı yeni merkezkaç kuvvet (ve düşünce) zuhur etmiştir. İdrak parçalanmasından meydana gelen sayısız anlayış savrulması, bir taraftan hacimsiz ve sığ guruplar üretmekte diğer taraftan tevhidden sonraki en mühim mesele olan vahdeti imha etmektedir. Ehl-i Sünnet, doğru anlayışın, doğru tatbikatın, doğru yaşayışın tek mecrasıdır ve ümmetin vahdetini temin edecek tek temel anlayıştır. Ehl-i Sünnet vahdetin ta kendisidir ve o bünyenin dışında kalanlar vahdetin düşmanıdır. Kadimden beri olageldiği üzere, yeni medeniyet hamlesini mayalayacağımız tekne, Ehl-i Sünnet anlayışı ve havzasıdır. Kısır kavgaların içinde debelenmekten kurtulup, büyük medeniyet hamlesini başlatmak için, Ehl-i Sünnet anlayış ve çerçevesini tartışma dışı tutmak, nazari ve ameli gayret ve faaliyetlerimizin yekunu olan medeniyet hamlesini oradan başlatmak mecburiyetindeyiz. Medeniyet, insanın tefekkür ve faaliyet yekununa verilen isimdir. Bu cihetle, medeniyet ufkuna kilitlenmeyen, medeniyet çapında gerçekleştirilmeyen tefekkür faaliyeti, akim kalmak, eksik olmak, tezada düşmek gibi illetlerle maluldür. İlim mesele mesele tahsil edilir, bütün parça parça anlaşılır ama İslam’ın hikmet ve faaliyet yekunu olan medeniyet tasavvuru (bütün) olmadan, parça parça idrak ve izah çabası tezattan kurtulamaz. Parça fikre mahkum olmamak, parça fikrin kaçınılmaz neticesi olan eklektik anlayışlara savrulmamak, vahdet ve tevhidi başka (yabancı) bilgi kaynaklarıyla kirletmemek için medeniyet tasavvuruna şiddetle ihtiyacımız var. Ehl-i Sünnetin ilk hassasiyeti, bilgi telakkisindeki temiz kaynak tercihidir. Bunun için Hadis İmamları hayatlarını vakfetmiş, bir tane Hadis-i Şerif rivayetinin peşinde binlerce kilometre yol kat etmiş, ravilerin mekruh derecesindeki hassasiyetini bile tetkik etmiştir. Bu hassasiyet aynı şekilde devam etmiş, dine her türlü müdahale (mesela felsefi müdahale) önlenmiş, kirli su ile temiz su mecralarını birbirinden ayırmıştır. Ehl-i Sünnet, tasavvuf ile keşif karargahını kurmuş, tevhidin güzergahını tespit etmiş, talim ve terbiye müessesesini inşa etmiştir. Tasavvuf, tevhid ilmidir. Netice olarak; ufkumuz İslam medeniyeti, mecramız Ehl-i Sünnet, keşif karargahımız Tasavvuftur. YAYIN ÇİZGİMİZ VE UFKUMUZ İslam’ın Asr-ı Saadetten bugüne akıp gelen ana mecrasının “Ehl-i Sünnet” olduğuna inanıyoruz. Ehl-i Sünnet dışındaki tüm mecraların “merkezkaç kuvvet” olarak ana yapıdan ayrıldığını, dinde istikametini şaşırdığını, şaşırmış istikametiyle dini tahrif ettiğini/etmeye çalıştığını düşünüyoruz. Sünni-Şii tasnifini yapanların ve bu tasnifle beraber Ehl-i Sünneti ve Şia’yı ayrı birer mezhep olarak kabul ettirmeye dönük propagandanın çok tehlikeli olduğuna kaniyiz. Ehl-i Sünnet İslam’ın ana mecrasıdır ve mezhepler de o mecranın içindedir. Ehl-i Sünnet, İslam’ın ilim, tefekkür ve tasavvuf kollarını derli toplu bir şekilde bünyesinde barındıran, bunların eserlerini ve müktesebatını tertip ve cem eden ana yapıdır. Ehl-i Sünnet hassasiyetimiz, İslam’dan hareketle keşif ve imal edilen toplam müktesebatı belli bir usul ve tertip ile cem etmesi ve mukaddes emaneti sonraki nesillere nakletmesindeki hassasiyetten kaynaklanır. Ehl-i Sünnet, bir anlayış ve bir süzgeçtir, doğru anlamanın, yanlışı tespit etmenin bünyeleşmiş halidir. Milyonlarca ciltlik kadim müktesebatın dağılmasını, çözülmesini, çürümesini engelleyen, yabancı unsurların sızmasına karşı müdafaa hatları kuran, ümmetin her sahadaki üretimlerini belli bir usul ve tertip ile yapan, böylece “itimat merkezlerini” oluşturan Ehl-i Sünnet, insanlık tarihindeki en büyük anlayış havzasıdır. Ehl-i Sünnet husumeti, İslam’ın on dört asırlık müktesebatına savaş açmaktır, itimat merkezlerini yok etmektir, İslam’ın bilgi, ilim, irfan, tefekkür, hayat, insan, varlık telakkilerini imha etmektir. Bu bir oryantalist projedir ve İslam’ı yok etmenin, tarihe gömmenin, bir daha dirilmesine engel olmanın en sinsi hamlesidir. İslam medeniyet tarihi, Ehl-i Sünnet tarihidir. Ehl-i Sünnetin dışındaki tüm merkezkaç düşünceler, tarih boyunca bir tane medeniyet kuramadıkları gibi, İslam’ın medeniyet merkezlerine saldıran, medeniyetine zarar veren bedevilikten kurtulamamış barbarlardır. İslam tarihindeki bedevilik ile medenilik arasındaki çizgi, Ehl-i Sünnetin ihata duvarıdır. Ehl-i Sünnete saldırılar, İslam medeniyetine ve medeniyet müktesebatına saldırıdır. Bu saldırının İran-Şia’dan gelmesiyle Amerika’dan gelmesi arasında sadece şekil farkı vardır, asla muhteva farkı yoktur. İslam coğrafyasındaki bedevilikbarbarlık görüntülerinin tamamı, Ehl-i Sünnet anlayış ve hassasiyetinin dışına savrulanlar tarafından sergilenmektedir. Ehl-i Sünnetin(ana göv- EBUBEKİR SIDDIK KARATAŞ [email protected] -3- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- NİSAN 2015 gösterenlerin düşeceği girift bir tuzaktır. Fikir kabileciliği yapmak yerine, Müslüman efkar-ı umumiyenin müktesebatına talibiz. Yeniden medeniyet hamlesini başlatmamız gerekiyor. İslam medeniyet tasavvuru, bir kişinin, bin kişinin, onbin kişinin muhayyilesinde mayalanacak kadar küçük bir fikri faaliyet değildir. Bu sebeple her kim ki, bir guruba, bir cemaate, bir harekete atıfla “biz bu işi yaparız” diyorsa, ya dipsiz bir idraksizlik içindedir ya da kötü niyetlidir. İlim, irfan ve tefekkür sahiplerinin tamamına ulaşmadan, ulaşmaya çalışmadan, onlarla birlikte fikir üretme imkanını oluşturmadan çıkılacak medeniyet yolculuğu akim kalacaktır. Kaldı ki, günümüz dünyasındaki Müslüman fikir ve ilim adamlarının yeniden bir İslam medeniyet tasavvuru oluşturması ve inşa faaliyetini başlatması için kafi olmadığı malumdur. Öyleyse Alim, Arif, Mütefekkir şahsiyetlerin yetişmesi için talim ve terbiye mecralarının açılması, müesseselerinin ihdas edilmesi acil mevzulardandır. Bu çerçevede olmak üzere yeni bir dergiye ihtiyaç duyulacağı zannındayız. Meselenin özü dergi çıkarmak değil, İslam tefekkür mecrasını dergi yoluyla açmak ve oradan akacak olan İslami verimlerin toplanacağı bir havza oluşturmak hedefine matuf aciz ve mütevazı bir gayret içinde olmak. Medeniyet tasavvuruna dönük bir çaba, muhakkak ki aktüalitenin zehirli tesirinden kurtulmayı, insan zihnini kuşatıcı ve işgal edici ağırlığından kaçınmayı gerektirir. Aktüalitenin boğduğu zihinlerde mayalanacak olan ancak ve sadece tenkit ve kavgadır. Öyle ki tenkit bile hakkıyla yapılamamakta, nefslerin fikirle bezenmiş kavgası haline gelmektedir. Medeniyet tasavvuru gibi çetin bir mesele, ancak saf tefekkür ve fevkalade keşif maharetiyle kabildir. Bunun ilk şartı da aktüalitenin tuzağından kurtulmak, tefekkür ve hikmetin engin ufkuna açılmaktır. Bu sebeple dergimiz, aktüalitenin kavgasından uzak duran, saf tefekküre mümkün olduğunca yaklaşmaya çalışan bir neşriyat olacaktır. Ne kadar büyük bir mesele (dava) ile karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz. Bu kadar büyük bir meselede bize düşen memuriyet ve mesuliyet, iddia sahibi olmak değil, sadece vesile olmaktan ibarettir. NEDEN YENİ BİR DERGİ Piyasada çok sayıda dergi var, neden yeni bir dergi çıkarılsın? Üç-beş kişi veya on-onbeş kişi bir araya gelip, “bizim de fikrimiz var” cinsinden bir hafifmeşreplikle dergi çıkarılır mı? “Fikir piyasasında biz de görünelim, tanınalım” türünden nefse yol olmuş zihni mecraların tuzağına düşmekten kurtulmak çabasında olanlar için sorulması ve cevaplanması gerekir; “Neden yeni bir dergi?” Zihni faaliyet ile tefekkür faaliyetinin birbirinden ayrılamadığı, aralarındaki farkın anlaşılamadığı bir vasatta, ruhi hamle ile nefsi hamlenin birbirine karışma ihtimali (tehlikesi) muhakkak ki fazladır. Tefekkür faaliyetinin, etkitepki sarmalına mahkum olmuş zihni reflekslerle gerçekleştirileceğini zannetmek, ancak üç-beş tane reaksiyoner eser vermekle neticelenir. Oysa mesele, birbirinden bağımsız mevzularda kırık dökük fikirler üretmek değil, İslam’ı merkeze alarak, hayat, insan ve varlık bahislerinin yekununda “fikriyat” üretmektir. Fikriyat üretenler, dergi çıkarmak için çabalamak yerine, hazırladıkları müktesebatlarının neşriyatı için dergiye ihtiyaç duymaya başlar. Biz yeni bir dergi çıkarmak çabasında değiliz ve bu maksatla hareket etmiyoruz. Fikirteknesi’nin, yayınlanmış külliyatının 85 adet esere baliğ olması ve hala yayına hazırlanan eserlerin bulunması, yeni bir dergiyi ihtiyaç haline getirdi. “Dergi çıkaralım, fikir adamı zannetsinler” düşüncesinden ziyade, “fikriyatımız var, dergiye muhtacız” türünden bir zaruretle karşılaştık. Matbuat; eskiden gazete, dergi ve kitap üçgeninde şekillenmişti, şimdilerde teknolojik araçlar çeşit sayısını artırdı. Eski tertip üzere ifade etmek gerekirse gazete bilgi içindir, dergi fikir için, kitap ise fikriyat içindir. Esas olan tabii ki kitabiyattır çünkü kalıcı olan kitaptır. Kitap, bir konuda derli toplu fikir sahibi olmaktır. Külliyat ise dünya görüşü çapında fikriyat sahibi olmaktır ki, kaybettiğimiz ana kıymet ve mikyas budur. Arkasında bir külliyat yığınağı olmayan dergi, “biz de varız, unutmayın” cinsinden bir çırpınıştır. Neden yeni bir dergi? Sadece kendi külliyatımızı (fikriyatımızı) nazara vermek gibi bir fikir hasisliğinde değiliz. Fikriyatımız olduğu için dergi çıkarma ihtiyacı içindeyiz muhakkak ama kendi fikriyatımızı insanlara sunmaktan ibaret bir dergicilik anlayışı, külliyat çapında çile ve çaba FARUK ADİL [email protected] -4- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- NİSAN 2015 İslami cemaatleri birleştirmek gibi beylik ve ütopik lafları bir tarafa bırakarak, her gurup ve cemaatin, İslam’ın tefekkür ve faaliyet ufku olan medeniyet tasavvuru ve inşası için müşterek gayret ve faaliyette bulunması, günümüzün temel vazifesi ve mesuliyeti olmalıdır. Bu işi yapmanın müşterek havzasını bulmak, tüm üretimlerimizi orada verimlendirmek ihtiyacı içindeyiz. NASIL BİR DERGİ Fikri ve ilmi çalışmaların birbirinden bağımsız konular üzerinde yürütülmesi hem bir külliyat oluşmasına mani oluyor hem de sayısız tezadı, muhtevaya zerkediyor. Bir üst başlıkta toplansa zıtlık olarak görülecek ve halledilmesi için çalışılacak meseleler, üst başlığa çıkılamadığı, yani terkip edilemediği için zıtlık olarak görülmüyor, aksine farklı fikirler olarak kabul ediliyor. Tezat oluşturan fikirler telif ve terkip edilmek yerine farklı fikir muamelesi görünce, dipsiz ve verimsiz bir tartışma başlıyor ve hiç bitmeyecek hissi veriyor. Sanki içinde bulunduğumuz dönemin karakteristiği budur. Bu ihtiyacı biz karşılamak iddiasında değiliz. Bu ihtiyacı karşılayacak mecra ve havzanın ne kadar büyük bir iş olduğunun farkındayız. Bizim yapmaya çalıştığımız iş, tatbikatta küçük bir emsal oluşturmak, fikriyatta ise meselenin farkına varılmasına katkıda bulunmaktır. Bu kadar büyük bir işin bizim açmaya çalıştığımız mütevazı bir mecrada akması (gerçekleşmesi) tabii ki şart değildir ve zaten mümkün de değildir. Böyle bir mecra açma temrini sayılabilecek olan çabamız aynı zamanda bu istikametteki her çalışmanın (gurup ve cemaat tefriki yapmadan) yanında olmak mesuliyetini bize yüklemektedir. Mesuliyetimizi müdrik bir şekilde taahhüt ederiz ki, her kim bu mecraya katkı sağlamak isterse kabulümüzdür, her kim böyle bir mecra açmak isterse katkıda bulunmak omuzlarımızdaki bir mükellefiyettir. Bu girdaptan çıkmanın bir çaresi olmalı. Herhangi bir gurubun fikirlerine hapsolmadan ama her gurubun fikriyatını muhafaza ederek, İslam medeniyet tasavvurunu telif ve inşa hamlesi başlatmak bir çare olabilir. Her gurubun kendi fikriyatını ve içtimai bünyesini muhafaza ederek, İslam medeniyet tasavvuruna ve inşa hamlesine katkı sunması, fikri ve ilmi faaliyetlerini bu ufka dönük olarak yapması, ortaya çıkacak müktesebattan da azami derecede faydalanması, galiba müşterek tefekkür havzasını oluşturmak için doğru yol olsa gerek. __________________*_________________ “Bu ihtiyacı biz karşılamak iddiasında değiliz. Bu ihtiyacı karşılayacak mecra ve havzanın ne kadar büyük bir iş olduğunun farkındayız. Bizim yapmaya çalıştığımız iş, tatbikatta küçük bir emsal oluşturmak, fikriyatta ise meselenin farkına varılmasına katkıda bulunmaktır.” __________________*_________________ “İslami cemaatleri birleştirmek gibi beylik ve ütopik lafları bir tarafa bırakarak, her gurup ve cemaatin, İslam’ın tefekkür ve faaliyet ufku olan medeniyet tasavvuru ve inşası için müşterek gayret ve faaliyette bulunması, günümüzün temel vazifesi ve mesuliyeti olmalıdır.” __________________*_________________ * Ebubekir Sıddık Karataş’ın “Yayın çizgimiz ve ufkumuz” başlıklı yazısında tes- __________________*_________________ -5- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- pit ettiği çerçeve içinde olmak şartıyla, Müslüman fikir ve ilim adamlarının tüm üretimlerine talibiz. Dergimizi, satmak için çırpınacağımız bir yayın uzvu olarak değil, müşterek fikriyat üretmek için bir mecra olarak hazırladık. Medeniyet tasavvuru ve inşa hamlesi için düşündüğümüz derginin her sayısındaki “dosya konusuna” yüzlerce yazı talebimiz var. Toplanacak yazılar, dergi hacmini aştığı takdirde dergi ile birlikte kitap olarak basılacaktır. Derginin “dosya konusu” ile ilgili yayınlanmaya değer her yazı, ya dergide ya da kitapta mutlaka yayınlanacak, böylece her sayımızda gündeme aldığımız konu etraflıca tetkik edilmiş olacaktır. NİSAN 2015 birlikte yayınlayıp dağıtmayı düşünüyoruz. Eğer aynı konuda yayınlanmış eserleri varsa onları tanıtmak ve temin noktalarını ve adreslerini okuyucuya ulaştırmak niyetindeyiz. Mesele sadece nazari bir çaba ve faaliyetten ibaret değil. İslam medeniyet tasavvurunun ana haritası ortaya çıktıktan sonra, inşa hamlesine dönük şekilde “medeniyet müesseseleri” fikrini geliştirmek, numunelerinin teşkilat yapılarını üretmek ve bunları devlet ve cemiyet hayatında tatbik edilebilir şekillerde piyasaya sunmaktır. Çalışmalar bu noktaya kadar geldiğinde, medeniyet müesseselerinin kurulması ve idaresi hususlarında danışmanlık yapacak insanları tespit edecek ve muhtelif sahalarda şuraların oluşmasına vesile olmaktır. Ülkemizde ve dünyada, tüm Müslüman gurupların ve fertlerin hizmetine sunmak, talep etmeleri halinde tatbikatın murakabesini, tenkidini, tashihini yapmaktır. __________________*_________________ “Faruk Adil’in “Neden yeni bir dergi?” başlıklı yazısında ifade ettiği gibi, dergi çıkarmak için yola çıkmadık. Biz zaten yoldayız, yolda dergiye ihtiyacımız oldu. Fakat dergi asla yolculuğumuzun gayesi olmadığı gibi esas vasıtası da değildir, maksadımız “kitabiyat”tır ve temel yayın şeklimiz de kitaptır.” Böyle bir dergiye ihtiyaç olduğu zannındayız. Zannımız doğru ise ümmete faydalı olacağımızı ümit ederiz, zannımız yanlışsa, çalışmalarımızı bu istikamette yapmaktan ibaret bir faaliyet içine girmiş oluruz. Neticede yaptığımız, yapmaya çalıştığımız iş, İslam medeniyet tasavvurunu telif etmek, inşa hamlesini başlatmaktan ibarettir. Bunu dergiyle veya dergisiz olarak yapmaya devam edeceğiz inşallah. __________________*_________________ Faruk Adil’in “Neden yeni bir dergi?” başlıklı yazısında ifade ettiği gibi, dergi çıkarmak için yola çıkmadık. Biz zaten yoldayız, yolda dergiye ihtiyacımız oldu. Fakat dergi asla yolculuğumuzun gayesi olmadığı gibi esas vasıtası da değildir, maksadımız “kitabiyat”tır ve temel yayın şeklimiz de kitaptır. Dergi, muhabere ihtiyacımızı karşılayacaktır. Dergi vasıtasıyla “tanış” olduğumuz kıymetli insanlarla müşterek fikir üretmeyi, ürettiklerimizi kitaplaştırmayı, kitapları bütünlüğü olan bir külliyat haline getirmeyi hedefliyoruz. Müslüman fikir ve ilim adamlarımızın yazılarını kitaplaştırmanın yanında, her sayıdaki “dosya konumuz” ile ilgili yayınlanmamış eserleri varsa onları da dergiyle Derginin süreli yayın olması, aktüalite tuzağına düşme ihtimalini gündeme getiriyor. Yapmaya çalıştığımız şey, dergiyle aktüaliteye girmek değil, o tuzağa düşmek hiç değil, aksine dergi yoluyla İslam medeniyet tasavvuru ve inşa hamlesini “aktüel” hale getirmektir. Bunu yapabilirsek ne mutlu bize… AHMET KAMİL TUNCER [email protected] -6- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- NİSAN 2015 ralları olan yerleşik hayat düzeni” kastediliyor. Biz yeni bir kavram olan “medeniyet”i biraz da Batı dillerindeki karşılığına denk düşürmek için “şehirleşme” manasına medineden türetmişiz. Fakat medinenin herhangi bir şehir kabul edilmesi medeniyet tasavvurumuzu sakatlıyor; teknolojiyi kutsamak gibi, ilerleme ideolojisine kapılmak gibi, bu mesele üzerinde yapılan tartışmalarda sıkça dile getirilen bazı yanlışlara düşmemize sebep oluyor. Halbuki “borç” veya “sorumluluk” manasına “din” kelimesinden türetilen medine, “dinin vaz ettiği esaslarla belirlenmiş kuşatıcı bir hukukun uygulandığı; insanların Allah’a, topluma, tabii çevreye ve kendilerine karşı sorumluluklarının yine dinin ölçülerine göre düzenlendiği yer” tarifinden de anlaşılacağı üzere herhangi bir şehir değil. Gerçi bu tarif de bizim medeniyet tasavvurumuzu berraklaştırmaya yetmeyebilir. Çünkü medeniyet veya uygarlık iddiasındaki bütün yapılanmalar ister dinî, ister beşerî olsun, neticede akide hükmündeki bir temel kabule dayanıyor. Söz konusu kabullerin İslâm akidesi olduğunu var saysak bile bu defa da belirlenen hak ve sorumluluklara İslâmî ölçüler dışında zamanın, mekanın ve diğer şartların tesiri bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. BİR MEDENİYET YÜRÜYÜŞÜ -HİCRET- Medine Hicret’ten önce Medine değil Yesrib idi. Yesrib, “hoş olmayan, kınanan, fesat kaynağı yer” demekti ve Müslümanların hicreti öncesinde tam da böyleydi bu belde. Yerleşik Yahudi kabilelerinin körüklediği fitne ateşi burada yaşayan herkesi yakıyor, huzur ve istikrara fırsat vermiyordu. Yemen kökenli iki kardeş kabile olan Evs ve Hazrecliler 120 yıldır birbirleriyle kıyasıya savaşmaktaydı. Kan davasına kurban gitmeyenler sık sık yaşanan humma ve veba salgınlarıyla telef oluyordu. Çarpık bir düzen hüküm sürüyor, mesela baba öldüğünde geride kalan eşi, kızları ve büluğa ermemiş erkek çocukları miras alamadığı için yokluğa, sefalete düşüyor; bunların haline kimse aldırmıyordu. Kur’an-ı Kerim’deki ifade ile tam bir “ateş çukuru” idi Yesrib. O ateş Efendimiz s.a.v.’in nübüvvetinin 11. yılından itibaren Akabe Biatlarında Müslüman olan Medinelilerin, oraya İslam’ı tebliğ ve talim için gönderilen Mus’ab b. Umeyr r.a.’ın ve zaman içinde peyderpey hicret eden Mekkeli Müslümanların taşıdığı rahmetle bir uçtan sönmeye başladı. Nihayet hicri takvim hesabıyla 1436 yıl önce 12 Rebiülevvel Cuma günü bu beldeye giren Rasul-i Ekrem s.a.v.’in nübüvvet nuru ile Yesrib artık ateş çukuru olmaktan tamamen çıkıyor, Medine-i Münevvere’ye dönüşüyordu. Öyle olduğu içindir ki Âlemlerin Efendisi bu hicret yurduna Yesrib demekten etrafındakileri men ediyor, “Burası artık Taybe’dir!” buyuruyordu. Taybe veya Tâbe “güzel, hoş” demekti ve Yesrib yaradılmışların en güzelinin teşrifiyle güzelleşmiş, Medine olmuştu. Bütün bu problemleri aşarak sahih bir medeniyet anlayışına ulaşabilmemiz için medineyi, tarihin Asr-ı Saadet’ten sonraki herhangi bir döneminde bizim ölçülerimize göre medineleşmiş beldeler de dahil genel manada bir şehir olarak düşünmemek gerekiyor. Bizim medeniyetimizin kaynağı olan Medine, Asr-ı Saadet’deki Medine-i Münevvere yahut Medinet’ün-Nebî’dir ki Rasul-i Ekrem s.a.v.’in rehberliğindeki Hicret’le husule gelmiştir. Medine, vahyin pratiği olan Sünnet’in sistem halinde yaşandığı ve hakim kılındığı yerdir. * Hicret bir kaçış değil, İslam’ı hem fert hem toplum olarak ihlasla, kâmil manada yaşama iştiyakının sevk ettiği bir imkan arayışıdır. Bir yönüyle Müslümanları yok etmeye matuf dayanılmaz baskı, zulüm ve işkencelerden kurtulma maksadı taşısa da bir rahatlık ve konfor arayışı da * Sözlüklere bakılırsa Medine “şehir” demek. Şehir ile de idari bir mekan veya yapılaşmadan ziyade “toplu halde yaşanan ve belli ku-7- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- değildir Hicret. Bunun böyle olmadığı, Mekkeli Müslümanların inançlarından taviz vermeleri halinde müşrikler tarafından kendilerine vaat edilen dokunulmazlığı ellerinin tersiyle itip malını mülkünü, kurulu düzenini, belki eş ve evladını terk kararlılığından bellidir. Hicret, müminin Allah ve Rasulü uğrunda sahip olduğu bütün dünyalık imkanlardan vazgeçebilme kararlığıdır ki ihsan mertebesinde bulunulduğuna işarettir. Yesrib’i Medine kılanlar, Sünnet-i Seniyye’ye sıkı sıkı sarılarak her biri bir muhsin olan Sahabe-i Kiram efendilerimizdir. Tarihin belli dönemlerinde dünyaya nizamat verdiğimiz, aziz-i vakt olduğumuz zamanlarda tebarüz eden Medine medeniyetinin kurucuları yine hicret ehli muhsinlerdir. Medeniyetimizin inşa boyutundaki güzellik, incelik, fonksiyonellik, itina, meşruiyetin en ince çizgilerini dahi koruma hassasiyeti ancak istikamet sahibi muhsinlere mahsus marifetlerdir. Bu sebepledir ki medeniyeti teorik bir proje, ölçüleri belli bir sistem gibi görmekten ziyade Allah ve Rasulü’ne hicret eden muhsinlerin zaman ve mekandaki tasarrufu olarak görmek daha doğrudur. Zira hicret kararlılığında ve dolayısıyla medinede aslolan, Sünnet çizgisinden en küçük taviz vermeden vecibelerimizi ihlasla ifa iştiyakıdır. O ihlas ve iştiyak, formunu en mükemmel şekilde kendiliğinden inşa edecektir. Nitekim Emevi ve Abbasi devirlerinde Maveraünnehir’e hicret eden çoğunluğu Beni Hâşim mensubu Müslümanlar taşıdıkları Sünnet hassasiyeti ile bu bölgeyi Medinetü’n-Nebi kılarak medeniyetimize mekan yapmış, sonraki zamanlarda o iklimin yetiştirdiği dervişlerin hicretiyle Medine medeniyeti Anadolu coğrafyasına taşınmıştır. NİSAN 2015 lılığıdır. Mekke’nin fethine kadar biat aldığı Müslümanlara hicreti şart koşan Hz. Peygamber s.a.v., fetihten sonra hicret sevabı kazanmak ve Muhacirlerin derecesine dahil olmak isteyen yeni Müslümanların hicret şartıyla biat etmek istemeleri üzerine “Fetihten sonra hicret yoktur ancak cihat ve niyet kalmıştır.” buyurarak cihadın ve gerektiğinde hicreti göze aldıran bir kararlılık manasına niyetin Hicret’teki mana ve maksadı taşıdığına işarette bulunmuştur. Başka bazı hadisi şeriflerde de “hakiki muhacir, Allah Teala’nın yasakladığı şeylerden kaçan, hata ve günahları terk eden” kimse olarak nitelenmiş; “kötülüğü ve Rabb’imizin hoşlanmadığı şeyleri terk”, “nefs mücahedesi” veya “Allah ve Rasulü’ne yönelmek” diye tanımlanan hicrete “ana babaya ihsanda bulunmak” ve “tevbe” de dahil edilmiştir. Şu halde hicret bizi Allah ve Rasulü’nün bizden istediklerini samimiyetle yapmaya, süfli bir ortamdan ulvîliğe yönelerek kulluk izzetimizi muhafazaya, yeryüzü hilafetimizi hakkıyla gerçekleştirmeye sevk eden kâmil bir imanın alametidir ve öncelikle kalbin fiilidir. Çünkü hicrette esas olan, nefse ne kadar ağır gelirse gelsin, şartlar ne kadar zor olursa olsun, gerektiğinde hiç tereddüt etmeden bütün dünyalık arzu ve imkanları terk kararlılığıdır. Tevbe ile, seyr ü süluk ile, kötü huylardan iyi huylara, kalbi öldüren çevrelerden kalp tasfiyesinin yapıldığı irfan mekteplerine teveccühle nefsi tezkiye ederek kazanılabilecek bir kararlılıktır bu. Hicret, her şeyden evvel kendi içimizde gönlümüzü Yesrib iken Medine kılma yolculuğudur. Kalbimizde dinin ölçülerini, kardeşliği, muhabbeti, zikrullahı ve marifeti ikame eyleme cehtidir. Efendimiz s.a.v.’e kayıtsız şartsız teslimiyettir. Hasıl-ı kelam adına hicret dediğimiz temiz ve gümrah bir ırmak akışının yeşerttiği bahardır medeniyet. O akış veya yürüyüş olmayınca bahar olmaz. “Bugün neden bir Medinemiz ve medeniyetimiz yok?” sualine cevap arıyorsak kalplerimize bakalım: Kalplerimiz Yesrib mi Medine mi? * Medeniyet baharını yeşerten bir akış olarak hicret ne sadece tarihte vuku bulmuş bir hadiseden ne de bir beldeden diğerine göç etmekten ibarettir. Mana ve maksadını elbette Efendimiz s.a.v. ve ashabının hicretinden alan bir terk karar- ALİ YURTGEZEN [email protected] -8- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- NİSAN 2015 yor. Bu sebeple, “mecra açmak” ifadesini kullanan arkadaşlar haklı. İslam tefekkür mecrasının yeniden açılması, günümüzdeki üretimlerin bu mecraya dökülmesi ve burada verimlendirilmesi doğru olacaktır. YENİ BİR HAMLE YENİ BİR HEYECAN İslam medeniyet tasavvurunu hedefleyen, yeniden medeniyet hamlesini başlatacak olan, bunun için bir tefekkür mecrası ve havzası açmaya çalışan bir dergi… Böyle bir hamlenin içinde olmak müthiş bir heyecan… Meselenin ufkuna bakınca insanın gece gündüz çalışma iştiyakına sahip olmaması mümkün değil. Ne var ki İslam tefekkür mecrasını açmak çok büyük bir iddia… Fikirteknesi heyeti ve tefekkür akrabaları ve dostları ile başlayan hamle ve hareket istidadı, böyle bir iddia için belki de ülkedeki en uygun içtima merkezidir. Bununla beraber, İslam tefekkür mecrasını açma iddiası çok büyüktür ve muhtemeldir ki bu iddianın “gerçeklik” kazanması için yüzlerce fikir ve ilim adamı gerekir. Üstelik fikir ve ilim adamlarının, sadece mevkii ve şöhret yığınağı değil, hakiki manada yeni ama kadim müktesebata sadık fikirlerinin olması şartı var. Bir şekilde şöhret sahibi olmuş ama muhtevası boş birkaç eserden ibaret “yazarlığı” ile gündemi işgal eden isimlerden yüz binlercesi bir araya toplansa maksat hasıl olmayacaktır. “Hedeflenen menzillere planlandığı gibi ulaşılabilir mi yoksa hiç mesafe almadan akim mi kalır?” türünden soruların hiçbir anlamı yok. Esas olan yolda olmaktır ve o yolda doğru hedefe yönelmesi, doğru istikameti tercih etmesi kafidir. Üç günlük dünyada serseri serseri dolaşmaya “hayat” diyenlerin aksine, “yolda” olmayı şeref bilen bizler için böyle bir hamle müthiş kıymetli ve heyecanlıdır. Böyle bir teşebbüse kim nasıl tepki verir, bilinmez. Beni ilgilendiren nokta, Türkiye’de İslami tefekkürün böyle bir teşebbüsü başlatmış olmasıdır. Fikrin kıymetini müellifinden müstakil olarak bilen, müellifini ise telif ettiği fikrin kıymetiyle mütenasip şekilde seven birisi olarak, gazete köşelerindeki kırıntı fikirlerin ve kavgaların çok ötesinde bir ufukla işe başlayanları takdir etmek, içinde bulunma fırsatı tanındığı için de teşekkür etmek mevkiindeyim. İnsanın ne yaptığını biliyor olması harikulade bir duygu… Ne yaptığını bilen bir tefekkür heyeti ile birlikte çalışmak ise ayrı bir heyecan… Fikirteknesi külliyatından basılan eserlerin medeniyet tasavvuruna dair ana fikri oluşturduğu, “Medeniyet Akademisi” kitabının ise güzergah haritasını çizdiği dikkate alınırsa, bir avuç barutun bile boşa atılmayacağı kabul edilebilir. Öyleyse yapılacak iş, kırk derece ateşler içinde yanarcasına fikir çilesi çekmek, keşf-i hikmet cehdinin muharrik kuvvetiyle imal-i fikirde bulunmaktır. “Yeni” olanların ilk teşebbüste muvaffak olmama ihtimalleri az değildir. Ama “yeni” olan, doğru, güzel, iyi ise eğer, birinci teşebbüste muvaffak olmasa bile, daha sonra ikinci, üçüncü, onuncu, yüzüncü teşebbüsler mutlaka gelecek ve nihayet birisi muvaffak olacaktır. Kaçıncı teşebbüste muvaffak olursa olsun, esas şeref birinci teşebbüs sahiplerinindir, tarih her zaman böyle kaydetmiştir. Ben, meseleyi dergiden ziyade bir fikir hareketi olarak görüyorum. Fakat meselenin ortaya konuluş şekline bakıldığında “fikir hareketi” ifadesi hafif kalıyor. Özellikle de “fikir hareketi” ifadesinin kullanıldığı bazı misallere bakınca bu kanaatim kökleşi-9- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- Neticesine bakmaksızın birinci teşebbüsün içinde bulunmaktan dolayı hayatımın en büyük heyecan ve zevkini yaşıyorum. Tabii ki çetin bir işten bahsediyoruz. Sınırsız sayıda yapılacak işe mukabil sınırlı ve kısıtlı kaynaklara sahip bir heyetin başlattığı teşebbüs, ümit ederim ki mali kaynak kifayetsizliğinden akim kalmaz. Tefekkür zafiyeti varsa ve bu sebeple akim kalırsa, bunu anlarım. Zira ihtiyacı karşılayacak hacimde imal-i fikirde bulunacak kadro yoksa zaten akamete uğraması mukadderdir, bu durumda akamete uğraması iyidir zira aksi takdirde istismar mevzu haline gelmesi beklenir. Ama telif istidadı ve faaliyeti, ihtiyacı karşılayacak hacimde olur da, mali kaynakların kifayetsizliğinden dolayı akim kalırsa, para gibi adi bir nesneden dolayı muvaffakiyetsizliğe düşmek çok ağırıma gider. Büyük iddia sahibi olmak nefsin hoşuna gider. İslam tefekkür mecrasını açmak gibi, İslam medeniyet tasavvurunu telif etmek gibi iddialar, son birkaç asırlık zaman diliminde misli görülmemiş çapta iddialardır. Fikirteknesi kadrosu ve fikir akrabalarının tavır ve edaları bu işleri yapmak iddiasından ziyada, bu meseleler üzerinde keşf-i hikmet ve imal-i fikirde bulunmamız gerektiğini söylüyor. “Meselenin büyüklüğü, iddianın büyük olmasını gerektirir” türünden düşünceler özü itibariyle nefsin tazyiki ve şeytanın hilesidir. Bununla beraber, muhakkak ki meselenin büyüklüğü, gayretin büyük olmasını gerektiriyor. Büyük meseleyle meşgul olmak, nefsin arzularına ve şeytanın hilelerine büyük çapta düşmek tehlikesini davet eder. Ne kadar büyük bir işle meşgulseniz, yanlışınız da o nispette büyük olur. Bundan kurtulmanın yolu ise, meselenin büyüklüğü nispetinde tevazu ve tevekkül gerektirir. NİSAN 2015 “Çocuklarınız sizin için fitnedir”, “Servetiniz sizin için fitnedir” mealindeki mukaddes ölçülere bakınca anlaşılıyor ki, insanın sahip olduğu kudret ve imkan aynı zamanda onun için fitne kaynağıdır. Bir deha için en büyük fitne kaynağı zekasıdır, bir fikir adamı için en büyük fitne kaynağı eserleridir ila ahir… Bu sebeple ciddi bir külliyata sahip olmak aynı derecede tehlikeyi davet ediyor, büyük meselelerle meşgul olmak büyük yanlışları davet ediyor, büyük iddialara sahip olmak ise kendi fitnemizi kendi elimizle üretmek manasına geliyor. Dikkat etmek şart, zira idrak etmek iddia sahibi olmayı sanki zaruri kılıyor. İnsanın hayatında yaşayabileceği en muhteşem hadise, “idrak”tir, bunu derinliğine yaşayan yüksek zeka sahibi fikir adamları sanki bizzarure büyük iddialara savruluyor. Oysa nefs her şeyden beslenir, bunu biliyor olmalıyız. Nefsin en fazla beslendiği ise insanın en fazla sahip olduğu şeydir, zaten fitne olarak tarif ve tavsif edilmesi de bundan olsa gerek. Her insan kendi kudret ve imkanlarının imtihanını yaşıyor, sahip olduklarının hakkını vermek gerekir, iddiasını sürmek değil. Fikrin kıymetini muhafaza etmek için vakara ihtiyacımız var ama vakar ile kibrin birbirine karıştırıldığı bir içtimai vasatta bu mesele çok girift ve kritiktir. Fikirteknesi kadrosu, bu güne kadar bu tür tuzaklara düşmeyecek bir basiret sergilemiş halde, umarız bu basiret zaafa uğramaz. Ne diyelim, sözün güzeli; gayret bizden tevfik Allah’tan… ALİHAN HAYDAR [email protected] -10- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- İSLAM MEDENİYET HAMLESİ İÇİN ÖNERİLER İslam medeniyeti an itibariyle tarihe ait bir kavramdır, kalıntıları elimizdedir ancak fiilen bir bütün olarak kendisi mevcut değildir. Medeniyet fikrî, ahlakî, ilmî-irfanî, içtimaî, kültürel, siyasî, iktisadî, hukukî, askerî geniş bir yelpazede teşekkül eder. Dolayısıyla medeniyet, maddî-manevî hayatın her alanında şuurlu, sistematik bir yapılanmayı gerekli kılar. Bu bakımdan biz an itibariyle İslam medeniyetinin bir parçası değiliz, zira bizim mevcut yapılanmamız derme çatmadır, her şeyden önce İslamî temeller üzerine bina edilmemiştir, bilakis modernite çerçevesinde Batı uygarlığının kötü bir kopyası olarak teşekkül etmiştir. Eğer bugün bir İslam medeniyet hamlesinden söz edeceksek öncelikle sağlam bir fikrî altyapıya veya bir başka ifadeyle sağlıklı bir fikrî zemine ihtiyacımız var, zira fikir eylemin atasıdır, dolayısıyla İslam medeniyet hamlesi ilkin İslamî temeller üzerinde yükselen bir fikir hareketi olarak tebarüz edecektir. Bu bağlamda İslam medeniyeti, imandan ve bu imanın şekil verdiği şümullü bir fikriyattan neş’et edecektir ki, tarih içinde de böyle olmuştur. Fikrî temelden hareket ettiğimizde günümüzdeki asıl sorun moderniteye endeksli düşünüyor olmamızdır. Müslüman zihin parçalanmış ve Batı uygarlığına eklemlenmiştir, modern düşünmekte, pratiklerini bu doğrultuda geliştirmekte, kurumlarını da yine bu doğrultuda ihdas etmektedir. Bu nedenle tarih içinde Müslümanlar tarafından geliştirilen ve İslam medeniyetinin ürünü olan içtimaî ve siyasî kurumlar ile bugünkü teşekküller birbirine taban tabana zıttır. Dolayısıyla yapılacak ilk iş modern paradigmayla önce fikrî zeminde enine bo- NİSAN 2015 yuna hesaplaşmak ve modern düşünce kalıplarından ebediyen kurtulmaktır. Süreç içerisinde konuya eğilen Müslüman âlimler, mütefekkirler, münevverler olmuştur, ancak söz konusu şahsiyetler tekil kalmışlardır, çabaları ferdî olmaktan öteye geçememiş, dolayısıyla geniş çaplı bir etki uyandırmamıştır. Buna ilaveten söz konusu ferdî çabalar takdire şayan olmakla birlikte ortaya çıkan literatür genel olarak yüzeyseldir. Hulâsa, Müslümanlar fikrî açıdan moderniteye cevap üretmekte -şu ana kadarbaşarısız oldular, özellikle 60’lı yıllarda başlayan tercüme faaliyetlerinin de etkisiyle son elli yıl içinde belli bir usûle dayanmaksızın kaleme alınan müstakil makale ve kitaplar sadra şifa olmadı. Bu bakımdan öncelikle fikrî etkinliğe dair bir proje geliştirmek gerekmektedir. Bizim bu konuda ana hatları netleşmiş, ancak henüz fikrî yapım aşamasında olan, dolayısıyla ortak akılla detaylandırılmaya muhtaç bir proje önerimiz mevcuttur. Ancak bu, ciddi anlamda malî destek gerektiren bir projedir ve ancak devletin veya birtakım Müslüman kurum ve kuruluşların desteğiyle gerçekleştirilebilir. Çalışma uzun vadeli planlanacak ve 10 yıla yayılacaktır. Öncelikle yarı resmî bir düşünce kuruluşunun teşekkül etmesi gerekmektedir. Bu düşünce kuruluşunda İslam ilim ve düşünce mirasına, medeniyet tarihine vakıf gelenekçi entelektüellerden oluşan -ki burada meşhur olma ve akademik unvan taşıma şartı aranmayacaktır-, herhangi resmî bir görevde yer almayan 100 kişilik bir kadro ve en az 30 kişilik bir tercüme ekibi istihdam edilmelidir. Gazâlî’nin takip ettiği usûl yapılacak çalışma için biçilmiş kaftandır. Sabri Orman'ın, Gazâlî'nin İktisat Felsefesi adlı eserinde İhyâ'dan hareketle gayet güzel özetlediği(1) bu usûl üç aşamadan oluşmaktadır: -11- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- Birinci aşamada müellif ele aldığı konuyla ilgili nakilleri, öne sürülen düşünce ve görüşleri, sarf edilen olumlu-olumsuz sözleri ve takınılan tavırları sıralar. Dolayısıyla bu aşamada müellif geri plandadır, sadece eldeki verileri aynen aktarmakla yetinir. İkinci aşamada müellif konunun hakikatini araştırır ve ele alınan konu en ince ayrıntısına kadar tahlil edilir, sorunun sebep-sonuç ilişkileri ve çareleri üzerinde durulur. Böylece ele alınan konunun muhtevası etraflıca anlaşılmış olur. Üçüncü aşamada ise ilk iki aşamada elde edilen sonuçlar bir araya getirilerek nihai hükme varılır. Bu usûl çerçevesinde moderniteye cevap üretebilmek için öncelikle -ilk aşamada- onun fikrî altyapısını oluşturan, bir diğer ifadeyle onu inşa eden, Batılı düşünürlere ait, köşe taşı mahiyetindeki belli başlı eserler Türkçeye tercüme edilecektir. Ardından yine bu aşamanın gereği olarak klasik ve modern düşünceye sahip Müslüman âlim, mütefekkir ve münevverler tarafından moderniteye karşı veya onu destekler mahiyette ortaya konulmuş eserlerin tercümesi yapılacaktır. İkinci aşamada teşekkül edecek düşünce kuruluşunda yer alması düşünülen entelektüel kadro bu eserler çerçevesinde konunun hakikatini araştıracak ve meseleyi en ince ayrıntısına kadar tahlil edecek, sorunun sebep-sonuç ilişkileri ve çareleri üzerinde duracaktır. Üçüncü aşamada ise İslam nokta-i nazarından -yani İslam akidesi ve fikriyatı açısından- moderniteyi çürütecek nihai hükmü her yönüyle, etraflıca/detaylı bir şekilde ortaya koyacaktır. Buraya kadar anlatılanlar söz konusu çalışmanın topluca ilk bölümünü oluşturacaktır. İkinci bölümde ise entelektüel kadro İslam ilim ve düşünce mirasından, İslam Âlemi'nin tarihî, içtimaî ve kültürel tecrübelerinden hareketle İslam'ın varlık, tabiat, in- NİSAN 2015 san, hayat, cemaat/toplum, siyaset, iktisat, şehir ve medeniyet perspektifini detaylı bir şekilde ortaya koyarak makul bir model önerecektir. Muhafazakâr modernleşmeci AK Parti iktidarının veya sosyal ve siyasî planda faaliyetler yürütmekte olan birtakım Müslüman kurum ve kuruluşların böyle bir dertlerinin olup olmadığı, böyle bir teşekkülün onların ne derece işlerine gelip gelmeyeceği, dolayısıyla böyle bir çalışmaya malî destek sağlayıp sağlamayacakları ayrı bir tartışmanın konusudur. Neticede bizim, iktidarın ve söz konusu Müslüman kurum ve kuruluşların bu tür projeler üzerinde kafa yorup bunları hayata geçirmelerinin hem ülkenin-ülke insanının hem de daha geniş planda ümmetin yararına olacağını söylemekten öte sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Bunun yanı sıra İslam medeniyet hamlesi için -fikir hareketiyle eş zamanlı olarak- toplumu derleyip toparlayacak, onu inşa edip yönlendirecek bir dinî altyapıya ihtiyaç bulunmaktadır. Mevcut yapı bu işlevi yerine getirmekten uzaktır. Medeniyet için belli bir fikriyatın yanı sıra hayatın her alanına hitap edecek, dolayısıyla hayatın her alanını inşa edecek bir fıkha ihtiyaç vardır. Sünnîlik tarihte İndüs Nehri’nden Atlantik kıyılarına kadar yayılmış ve yayıldığı geniş coğrafyada medeniyet kurmuş bir paradigmaya sahiptir. İlmî-irfanî ve fikrî planda toparlanıp, kendi içinde vahdeti sağlarsa yeniden Batı'nın karşısında büyük bir set oluşturabilir. Bu bağlamda İsmet Özel’in tespiti son derece doğrudur, Sünnîlik bu anlamda Türkiye'nin yegâne kozudur. Zaten şu an itibariyle elimizde tarih içinde sağlaması ziyadesiyle yapılmış bir başka malzeme daha bulunmamaktadır. Modernist, nevzuhur yaklaşımlarla bir yere varmamız mümkün değildir; söz konusu yakla- -12- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- şımları ortaya koyanların ne ilmi, ne usûlü, ne de medeniyet perspektifi var, neyi nasıl yapacaklarını dahi bilmiyorlar. Buna karşın AK Parti iktidarı laikliği ziyadesiyle içselleştirmiş kadrolardan müteşekkildir ve iktidar, Diyanet'i de bu doğrultuda kullanmaktadır. Dolayısıyla devlet âlimulemâ yetiştirme işini savsaklamış durumdadır. İlahiyat fakülteleri aklı modernizasyonla malul kadrolar yetiştirmektedir. Sıra din işlerine geldiğinde herhangi sağlıklı bir plan-projeye rastlamak mümkün değildir, akıllar başka türlü çalışmaktadır. İktidar Nizamiye medreselerini ihya edecek bir konsept geliştirmelidir. İlahiyat fakülteleri modern eğitim kurumları olarak varlığını sürdürebilir ve isteyen bu fakültelerde eğitim görebilir, buna karşın devlete bağlı klasik dinî eğitim kurumları olarak her ilin kendi adıyla anılacak Nizamiye medreseleri kurulmalıdır; örneğin İstanbul Nizamiye Medresesi gibi. Bu medreselerden mezun olanlar öğrenim gördükleri seviyeyle doğru orantılı olarak küçükten büyüğe doğru sıralanan klasik dinî unvanlara sahip olmalılar. Öncelikle Selâtin camilerinin ve daha genel çerçevede tarihi 150 yılı aşkın olan camilerin imamlığına bu medreselerden mezun olanlar getirilmeli, il ve ilçe müftüleri de yine bu medreselerden mezun olan kimseler arasından atanmalıdır. Medreselerin idaresi, Ehl-i Sünnet'e mensup, ancak an itibariyle herhangi resmî bir görevde bulunmayan kişilere teslim edilmelidir. Her ilin medresesi çalışmak istediği hocaları kendisi belirlemeli ve merkezin onayına sunmalıdır. Bu işin çekirdek kadrosu 82 kişidir, yani bütün medreselerden sorumlu 1 Baş Müderris ve her ilde medrese idaresine getiri- NİSAN 2015 lecek toplam 81 kişiden müteşekkildir. Baş Müderrislik'de istihdam edilecek kadro ve bunun yanı sıra ders verecek olan kadrolar ve alt hizmet kadroları bu çekirdek kadronun etrafında yer alacaktır. Müfredat çekirdek kadroyu oluşturan 82 kişinin ortak çalışmasıyla belirlenmelidir. Bu medreselerde eğitim almak isteyenler üniversite sınavına değil, medresenin ruhuna uygun daha farklı bir sınava tabi tutulmalı, adaylarda puan yeterliliği değil istidat aranmalıdır. Bu projeyle eş zamanlı olarak 25 yıl içinde ilahiyat fakülteleri lağv edilmeli ve yüksek din eğitimi tamamen yeni Nizamiye medreseleri bünyesinde verilmelidir. Diyanet yönetimi ve alt kadroları da süreç içinde yine bu medreselerden mezun olan kişilerden oluşmalıdır. Eğer iktidar birtakım sosyal ve siyasî nedenlerden ötürü bu tür bir projeyi devlet aygıtını kullanarak resmen hayata geçirmekte sakınca görüyorsa, gayri resmî yollarla oluşturulacak malî kaynakları belirleyeceği kadroya el altından kanalize ederek projeyi tamamen sivil planda yürütmelidir. Bu şekilde toplumu ayakta tutacak sağlıklı bir dinî altyapı oluşturulmadığı takdirde bırakın medeniyet hamlesi gerçekleştirmeyi önümüzdeki 25-50 yıl içinde istesek de artık fitne ve fesadın pençesinden kurtulamayacak hale geleceğiz. ATİLLA FİKRİ ERGUN [email protected] Dipnot: 1- Sabri Orman, Gazâlî’nin İktisat Felsefesi, İnsan Yayınları, 5. Baskı, 2014, s. 59 -13- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- İSLAM MEDENİYET ANLAYIŞI ÜZERİNE FİKİR TALİMİ YAPMAK Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar bu ülkede medeniyet kavramında üç anlayış çatışma hâlindedir. İlki İslâm’da medeniyet vardır; ikincisi İslâm’da medeniyet yoktur, üçüncüsü Batı medeniyeti ile sentez şart diyenler. “Medeniyet, eşya- teknoloji üretimi değil, toplumun kurumsal dindarlığıdır. İslâm’ın toplumsallaşmasıdır” şeklinde târif edenler var. Bu târifin karşısında “Müslümanlar, Batı yapmadan önce Batı’nın ürettiği tekniği icat etmeli” diyenler var. Sözün başında belirtelim ki Kur’ânî mânada tek medeniyet İslâm medeniyetidir. İslâm dışı sosyal organizasyonlara, Batı’dan mülhem seküler ve teknik gelişmelere medeniyet denemez. Kur’an ve sünnete tâbi olmakla meydana gelmiş toplum yahut milletin dünyayı İslâmca şekillendirmesidir medeniyet. İslâm medeniyetinin varlığı ancak Müslüman toplumun varlığı ile kaimdir. Dolayısıyla bir beldede Müslüman bir toplum ahkâmı yaşamak için ortaya çıkmazsa medeniyet oluşmaz. Ahkâmı yürümeyen Müslümanların varlığı medeniyet oluşumu için yeterli değildir. Bundandır ki Mekke’de Müslümanların varlığı medeniyet meydana getirmemiştir. Medeniyet, İslâm ahkâmını yaşamak için Medine’ye hicret eden Müslümanlarca oluşturulmuştur. Medeniyetin, laik Türkçülerin anladığı gibi “sentez” olmadığını da belirtelim. Medeniyet anlayışımızı peşinen belirttikten sonra ustaların bu mevzuda söyledikleri üstüne bir fikir tâlimi yaparak medeniyet fikrimizin ne durumda olduğunu, nerede ayrılıp nerede mutabık kaldıklarını hülâsa etmek istiyorum. Mehmet Âkif’in ve Sezai Karakoç’un, zemini İslâm olan kısmen “ilerlemeci anlayışa” yakın medeniyet fikrini savunduğu görülür. Âkif, medeniyeti Batı medeniyeti karşısında Müslümanların “iman dolu göğüsleri ile” mü- NİSAN 2015 cadele edilecek olan bir tavır olarak görür ve Batı medeniyetinin “çelik zırhına” sömürgeci ve “canavar” lığına “iman dolu göğüs” le yâni Kur’ân medeniyeti ile karşı durmanın gerektiğini haykırır. Safahat’ında İslâm zeminine bağlı kalarak Batı’nın “fen ve ilminden” bahseder: “Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün? / Çünkü efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün / Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde fünûn / Önce gâyetle büyük hürmet arar, sonra sükûn /Asr-ı hazırda geçen fenlere sâhîp denecek / Bir adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek?” *Medeniyet fikrimiz hangisi? Karakoç da Âkif gibi Batı’nın “fen ve ilminden” alınıp İslâm anlayışınca kullanılmalıdır: “İnsanlığı toptan tehdit eden korkunç nükleer silâhların… mucidi olan batılıların bunları keşfedip yapacağını biz Müslümanlar önceden kestirmeli ve onlar yapmadan, biz yapmalıydık. Bunlar kötüdür, insanlığa sığmaz demek yeterli değildir. Batı bunları yapacak ve bunları yaptığına göre de kullanacak ve insanlığın toptan mahv olmasına da sebep olacak düşüncesiyle ondan önce yapmalıydık bunları. Bu, dünyada bulunmamızın bir gereğiydi. Kullanmamak ve kullandırmamak için, bu korkunç silahları biz icat etmeli, onların yapmasına engel olmalıydık. Ahirette olmadığımız, bu dünyada olduğumuzu unutmamalı, ‘kötü’yü de hesaba katarak tedbirli olmalı, ‘düşmanlarınıza karşı aynı silahlarla karşılık veriniz’ ilâhî buyruğunu tam anlamıyla yerine getirmeliydik.” Her iki mütefekkir de, “Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın” mealindeki âyete (Enfal sûresi, 60) dayanarak medeniyetin maddî cephesinin fen-fünunla düşmana karşı “kuvvetlendirilmesi” nden bahsetmişlerdir. *“Dinin yayılışı medeniyetin, medeniyetin yayılışı dinin yayılmasıdır” Belirtmek gerekir ki Karakoç temel olarak medeniyet anlayışını “diriliş insanı” yla târif eder. Medeniyet için ilk saik inanan İnsandır. Diriliş insanı medeniyetin merkezi, çekirdeği, tohumudur. İnanç adamı varsa, inanan bir toplum varsa medeniyet de vardır. Medine ve medeniyet aynı kökten gelir. Dinin yayılışı medeniyetin, medeniyetin yayılışı da dinin yayılmasına vesiledir. İslâm medeniyeti, -14- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- ırk olarak sadece Arapların ortaya koydukları bir medeniyet değil, Arap, Acem, Türk ve daha birçok ırkın İslâm ruhunu ruhlarına geçirmiş olarak ortaya koydukları ortaklaşa bir medeniyettir. Osmanlı’nın İslâm medeniyetine kattıklarını savunur. Bu asırlarda medeniyet toplu olarak ilerlemiş, incelmiş, gelişmiştir. Osmanlı’nın çöküşü medeniyetin çöküşü mânasına gelmez. Çöküşüyle medeniyetimiz sona erdi sandık. Batı böyle ilân etti ve aydınlarımıza bunu inandırdı. Hâlâ aydınlarımız bu şokun etkisinden uyanamamışlardır. Oysa ölen medeniyet değildi. *“İslam medeniyeti vahiy, hakikat ve kitap medeniyetidir” Karakoç’un bakışıyla iki medeniyet vardır: İlki ak medeniyet, diğeri kara medeniyettir. Ak medeniyet İslâm medeniyetidir, yâni vahiy ve Kur’an medeniyeti. İslâm medeniyetini ikiye ayırır: İdeal medeniyet ve vâki medeniyet. Asr-ı Saadet’te Hulefa-i Raşidin dönemi de dâhil ideal medeniyet olarak tavsif eder. İdeal medeniyetten çıkan Emevi, Abbasi, Osmanlı gibi medeniyetler vardır ki bunlar da vâki medeniyetlerdir ki bulundukları zaman ve zeminin emarelerini taşırlar. Bu medeniyet modellerinden biri tekrar bir İslâm medeniyeti ihya etmek isterse model olarak alacakları devir Asr-ı Saadet’tir. İslâm medeniyetinin farklılıkları bir bütündür. Mâveraünnehir’deki de Harran’daki medeniyet ihyasını İslâm’ın dairesi içinde kabul eder. İbni Teymiye de, İmam-ı Gazali de, Hz. Mevlâna da, İbni Arabi de İslâm medeniyetinin çatısı altındadır. Ona göre medeniyet yalnız mimarî uslûp değil, hayat üslûbudur. İslâmların Kur’an ve Sünnet istikametindeki gayesini gerçekleştirme ve bu istikametteki duygu ve düşüncelerini ifade isteğinden doğan niyet ve faaliyetlerin, teori ve pratiğin tamamıdır. “İyi” ve “kötü” birbirinden tamamen farklı medeniyet vardır. İnsanın yaratıldığı günden bu yana birbiriyle devamlı mücadele hâlindedir. Hz. Âdem Aleyhisselâm’la başlayan “iyi” nin medeniyeti olan “ak medeniyet” vahiy, hakikat ve kitap medeniyetidir. “Kötü” nün de bir medeniyeti vardır. Teşkilâtlanmış ve kendini haklı görmenin felsefesini oluşturmuş; inanca karşı felsefe adı NİSAN 2015 altında kara felsefeyi, ruha karşı maddeyi, ulvîye karşı süflîyi, huzura karşı sıkıntıyı, âhenge karşı kaosu çıkarmıştır. Medeniyet târifinde Doğu ve Batı’yı coğrafî terim olarak değil, ruhun mânevî doğusu ve batısı olarak kullanır. “Ak” ve “kara”, “iyi” ve “kötü”, “bal” ve “zehir”, “tuba” ve “zakkum” kadar birbirinden farklı olan Doğu ve Batı; târih boyunca birbirleriyle devamlı mücadele hâlindedir. Âmâ üstad Cemil Meriç’in medeniyete bakışı yerli yerincedir. “İslâm medeniyeti yekpâre bir bütün. İslâm dünyası, Hicret'ten bu yana çeşitli ikbâl ve idbâr devirleri yaşamış, fakat aslî cevherini büyük bir titizlikle korumuştur. Bu medeniyetin dayandığı mukaddes kitaplar, milyonlarca insanın yoluna ışık serpmiş ve serpmektedir. İslâm’ın ‘Muhit’ ül Maarif’i Kur'an-ı Kerim ile Hadis-i Şeriflerdir.” Diyor ki; İslâm’ın eğitim-öğretim sisteminin, yâni insanı eğiterek abâd etmenin kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir. Ona göre madde üzerinde hâkimiyet kuran Avrupa'nın, kendi hâkimiyeti ve çıkarları uğruna zorba ve sefahat sütunları üzerinde inşa ettiği yeni medeniyeti insanın ruh dengesini bozmuş, kabaran iştihası ile Dünyanın dengesini altüst etmiştir. *Medine dinden, dolayısıyla medeniyette dinden doğmuştur Medeniyet bahsi olduğunda Lütfi Bergen’i dinlemek lâzım .“Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabında “Din, dünya ve medine” kavramlarından ötürü İslâm’dan bir medeniyet sâdır olduğunu” ve “Medeniyetin, sadece Hz. Peygamberimiz s.a.v’ın Medine’ye hicreti ile şehre verdiği isimle ilgili olmadığını da söylüyor: “Din kendisini Medine’de var etmiştir. Tarih boyunca Müslümanların topluca namaz kılmayı başardıkları, dinin ahkâm kısmına muhatap edildikleri beldelere Medine / medeniyet denilmiştir. Medeniyetimizin bu temel vasfı Kur’an tarafından belirlenmiştir. Kur’an her şehre ‘medîne’ demiyor. Resûller gönderilmeden önceki şehirlere karye (köy) demektedir. Medine, ‘din’den gelmektedir. Din ise hüküm anlamındadır… din kelimesi, bildiğimiz ‘inanç- teoloji’ anlamında ele alınmamaktadır. Bir fıkıhtan bahsedilmektedir. Vakıf, mahalle, tımar, bedesten teşkilatlarını inşa eden bir hu- -15- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- kuk yapısından. Bu fıkıh nazarından bakıldığında Batı toplumlarının ‘medîne’ kurmadıkları apaçık ortadadır. Kur’an’da medîneti kavramının ele alınış biçimi nedeniyle medine / medeniyet algısının Hz. Peygamber ile doğmadığı, ed- din olan İslâm’ın ve nebevî geleneğin bir yansıması olduğu söylenebilecektir. Medeniyet, ed-din olan İslâm’ın Âdem (as)’den beri gelen ‘şehir’ telakkisidir. Hz. Peygamberimizin kurduğu medeniyet Mekke toplumunun ürettiği teknik- bilginin dengi olmamıştı. Hz. Peygamber’in tefekküründe uygarlıktan kaçışla ihya edilmiş bir pazar, vakıf, hukuk, ilim, ahlâk, sülûk (meslek) toplumunun Mescid-i Nebevi etrafında varoluşuna bağlanmıştı. Medeniyet eşya, zenginlik, düşmanın silahı ile silahlanmak değil; Müslüman toplumun ubudiyet, ahlâk ve uhuvvet esasında yaşamak için İslâm ahkâmını şehir yapılarında kurumsallaştırmasıydı.” Bergen, medeniyet bahsinde Farabi’ye de müracaat eder: “Farabi, tıpkı Kur’an’da yapılan tasnife benzer şekilde tekniğe göre değil, toplumsal yapıya uygun bir anlamlandırma yapar. Fadıl Medeniyet ile Câhil Medine’yi ayırır… ‘Fadıl’ ya da ‘Mutlak’ siyasetin tek, câhil siyasetin çok olduğunu söyleyerek önemli bir tefrik getirmiştir… Farabi için ‘Mesken’ nasıl olursa olsun, neden yapılırsa yapılsın ve nerede olursa olsun, önemi yoktur. Yerin altında ya da üstünde, ahşaptan, çamurdan, yünden kıldan ve diğer maddelerden yapılmış olabilir. Mühim olan meskenin yapıldığı maddenin cinsi değil, onun içindeki insandır.” *“İslam bir medeniyet arayışında değildir” diyenler İsmet Özel gibi “medeniyete” reddiye üzerinden Hz. Peygamberimiz s.a.v’in yaşadığı döneme atıf yapanlar var. Özel, medeniyet kavramını reddediyor ve İslâmlara bir medeniyet tasavvuru veya mukabili olan bir sistem göstermiyor. Medeniyeti bir tepki, Batı’ya karşı alınan bir tavır olarak değerlendirmektedir. Müslümanların âcilen ihtiyacı olan medeniyet fikrine açıklık getirmeyişi onun İslâm devlet ve toplum fikirleriyle çelişki oluşturuyor. “Üç Mesele” de bu anlayışını görmek mümkün: “Kavramamız gereken nokta, Batı’nın inancı, felsefesi, bilimi ve tekniği ile bir bütün NİSAN 2015 olduğu ve reddedilecekse tümden, kabul edilecekse yine tümden kabul edilmesi gerekeceğidir. İslâm değerlerinin çağımızın bilim ve teknik kafasıyla birleşip beraber yaşayacağını ummak bir avuntudan ibarettir. Bir kez İslâm’ı medeniyet sorunu içinde kavradık mı artık onu zaman içinde değerlendirmek düşüncesine kendimizi hapsetmiş oluruz. Müslümanların bir bölümü medeniyete muhafazakâr bir tepki göstererek Batı’ya karşı direndiler… Batı’nın sunduğu medeniyet anlayışının karşısına… İslâm medeniyeti anlayışını çıkarma düşüncesini doğurdu.” Özel, “Teknoloji bir azgınlık, medeniyet çürüme ve yabancılaşma düşüncesi bir gururdan ibarettir“ diyerek, İslâm’ın bir medeniyet olarak telakki edilmesinin “Batılı gibi düşünmenin sonucunda” oluştuğunu ileri sürer. Medeniyeti beşerî zihniyetin oluşturduğu “kuvvet” olarak telakki eder. “Kuvvete karşı ahlâk”ı, yâni İslâm’ı koyar. “Medeniyet insanların madde karşısındaki zaaflarının ve maddi gelişmeye mahkûm olmalarının müşahhaslaşmış hâlidir. Toplum yapısını ve insan kişiliğini karşılıklı olarak bozar, kokuşturur. İslâmî mücadelenin bir İslâm medeniyetine varacağını istemek abestir” sözleri de gerekçeleri gösterilmediği için ütopik görünmektedir. Onun, “İslâm toplumu” endişesine katılmakla birlikte, “İslâm devleti geçmişte nasıl medenileşmiş bunu iyice anlayıp, böyle bir medenileşmeyi önleyici tedbirleri alma gayreti içinde bir İslâm toplumuna gitmemiz esastır. Çünkü medenileşmek yetim hakkını gaspa yönelmek demektir” sözleri, Müslüman toplumun tekamülü ve dünyayı ıslah suali bakımından problemli ve açıklanmaya muhtaç görünüyor. Şu ifadelerinde de açıklamasını yapamayan ve gerekçesini göstermeyen toptancı bir bakış var: “İslâm bir medeniyet arayışında değildir. Sadece Allah'ın hâkimiyetinin tanındığı bir düzen arayışının içerisinde olunmalıdır. Müslümanlar günü kurtarma endişesini bir tarafa bırakıp içinde kalınan tüm kültürlerden sıyrılıp Kur’an'a dönülmelidir. İslâm devletinin söz konusu edilebilmesi için 'teknoloji üstünlüğü' gerekli değildir. Bunun yerine Müslümanların tek tek kalitelerini geliştirmeleri gereklidir. İslâm devleti sonunda kendine uygun maddî kuvveti de üretme fırsatını yakalamış olacaktır" -16- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- *“Medeniyetin üç mertebesi: Müslüman, Mü’min, Muhsin” Medeniyetin safhalarını “İslâm (Müslüman, Müslim), İmân (Mü’min) ve İhsân (Muhsin) mertebeleriyle târif eden ve medeniyetin “Muhsin” mertebesinde kemalatını bulacağını belirten Ali Yurtgezen hocanın tesbitlerine müracaat etmeden medeniyet fikrini kavramak eksik olur. “Medeniyetin ’Medîne’ kelimesinden türetildiğini, aslı Yesrib olan yerin, Efendimiz’in (İslâm’ın) gelmesiyle Medîne olduğunu, Medîne kelimesinin de ‘deyn’ yani ‘din’ kelimesinden türetildiğini, dînin bir sorumluluk düzeni getirdiğini, yâni dînin ölçüleri istikametinde sorumluluk içinde hareket eden mütedeyyin insanların Medîne’yi yâni medeniyeti inşâ etiğini” ifade ediyor. Ona göre medeniyeti “Mâverâünnehir’deki Muhsinleri Ehl-iBeyt mensupları Hâşimoğulları idi. Onların yetiştirdiği ulular, Horsan Erenleri olarak Anadolu’ya gelmişler ve Anadolu’da kurulan medeniyeti inşâ etmişlerdi.” Bugün imkân bolluğuna rağmen medeniyet inşa edemediğimizin temel sebebi inşa edici insanın fonksiyonel hâle getirilmemesidir. Bu problemin cevabını yine Ali Yurtgezen hoca veriyor: “Muhsinlerin her işi, her davranışı, her tutumu ‘güzel’dir. Bu sebeple bizim medeniyetimizi tasavvuf uluları inşa etmiştir. Bu yüzden bütün teknolojisine, zenginliğine, kudretine rağmen kâfirler medeniyet kuramaz; ‘medeniyet’ dedikleri anlayışın her tarafından kan, gözyaşı, işkence, zulüm ve denaet fışkırır. Mâlâyani medeniyete engeldir. Mâlâyaniyi önemsiz addettiğimiz, daha büyük meselelerle uğraşmak adına iyi niyetle dahi bunları görmezlikten geldiğimiz müddetçe, yeniden bir medeniyet hamlesi gerçekleştiremeyiz.” mükellef kıldığı hayatı inşa etmek gerekiyor. Son birkaç asırdır Müslümanlar İslâmî hayatı inşa etmedikleri için Batı tarafından üretilmiş bir hayatın içine düştüler… Bu sebeple Batı’nın ürettiği hayatın içinde doğan ve şekillenen akıl, o hayatı temelinden tenkide tabii tutamıyor. Yeni bir hayat inşa etmek ise bundan daha ileri bir maharet, daha geniş bir ufuk ve daha derin bir idrak gerektirir. Medeniyet tasavvuru, tefekkür faaliyetinin ve hikmet mimarisinin en çaplı olanıdır” diyerek medeniyetteki iki asırlık tereddimizi ve çapsızlığımızı âdeta yüzümüze vuruyor: “Medeniyet, ‘yapabilmenin’, medeniyet tasavvuru ise tefekkürün ufkudur. Müslümanlar bu ufukta seyahat edememeleri hâlinde, birkaç asırdan beri İslâm’a yöneltilen ‘fikir ve ilme manidir’ ithamını, kendi şahıslarında delillendirmiş ve gerçekleştirmiş olurlar. Bu ne vahim bir durumdur… Ümmet, yaşadığı her devrin medeniyet tasavvurunu oluşturmalı ve mütemadiyen de muhtevasını derinleştirmeli, ufkunu genişletmelidir. İslam’ın muhteva (mâna) yekununu ihata edememek, ondan istihsal edilecek mâna haznesi ile medeniyet kurulamayacağını göstermez. Dolayısıyla ümmet, içinde yaşadığı çağın büyük fikrini üretmeli, büyük inşaatını başlatmalıdır.” Hâsılı, medeniyet fikrimizi yerli yerince oturttuktan sonra yeniden medeniyet inşa etme yolunda hatâya düşmemek için bu mevzuun erbabı Yusuf Kaplan’ın söylediklerini unutmayalım, derim: “Medine’ye ulaşılmışsa medeniyete giden kapılar artık sonuna kadar açılacak demektir. Mekke sürecinde inşa edilen Müslüman zihne, dile, idrake ve şahsiyete kavuşmadan Medine sürecine / çağ’ımıza da, medeniyet sürecine de ulaşamayız.” AHMET DOĞAN İLBEY [email protected] *“İslam medeniyet tasavvuruna ihtiyaç var” NİSAN 2015 Medeniyet fikrimiz üstüne tâlim yaparken dikkate alınması gereken bir isim de Haki Demir’dir. “İslâm Medeniyet Tasavvurumuz” üstüne mufassal çalışmalar yapan Demir, “Medeniyet tasavvuruna neden ihtiyacımız var? Çünkü İslâm’ın mümkün olan en geniş ufkunu göstermek gerekiyor. İslâm’ın teklif ettiği ve -17- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- NİSAN 2015 nan bir inancı taşıyan insanın inşası lazımdır. Efendimiz (s.a.v) da Dar’ul Erkam’da Mescid-i Nebevi’de belki daha sonraki karşılığı medrese ve tekke olan bir sistem içerisinde insanı inşa etmişti. MEDENİYETİN İHYASI İÇİN İNSANIN İNŞASI Abstract Building up of human virtue for restoration of civilization Civilization is mentioned by institutions such as architecture, literature, music, and Ahi foundations those are manifestations of civilization. However civilization is manifestation of faith and a creation of people who lives in sincerity of faith. Therefore it is necessary that building up a mankind who carries a faith that reflected in the outside firstly for restorating the civilization. Our Prophet (s.a.v) had also built up the human virtue at Dar’ul Erkam and Mescid-i Nebevi in a system perhaps lately that named madrasa or tekke. The aim of this study is to determine training of skilled human perspective. Skilled human at Sufism is mature human. Maturity is to do rational, aesthetic, and what is reasonable. In this study, the perspective of the human concept of our civilization will be discussed firstly. After, the paradigm of modern man and society will be discussed. The last part of the study will be focused on within the framework of the concepts of culture and civilization, the necessity of a human being and society model based on our own understanding of civilization Key Concepts: Human, Civilization, Sufism, Modernism. *Özet Medeniyet denildiğinde, aslında medeniyetin tezahürleri olan mimari, edebiyat, musiki ve ahilik, vakıflar gibi müesseseler akla gelir. Oysa medeniyet, bir inancın tezahürü ve inancı ihlasla yaşayan insanın eseridir. Bir inanç tezahürü olan medeniyet kurmak için dışa vuracak ölçüde ya- Son medeniyet hamlesini yapan ve Anadolu’da “Horasan Erenleri” olarak anılan tasavvuf büyükleri niyetiyle, tecrübesiyle ve samimiyetiyle medeniyet hamlesi yapabilecek bir donanıma sahiptiler. Mürşitler insanı rüşte ulaştırır. Rüşt, akla uygun, estetik ve makul olanı yapmaktır. Beşeriyetinden alıp âdemiyetine ulaştırır, yani “adam ederler”. Tasavvuf büyükleri, topluma yön verecek entelektüelleri reşit kılmışlardı. Şüphesiz, medeniyet tesadüfen kurulan bir yapı değildir. Batının hegemonyası altında kaldığımız son yüzyılda “aydın” diye adlandırılan entelektüel birikimi olan insanımız inancında zaafa uğramıştır. Geniş toplum kesimleri inancını korumakla beraber estetik forma bürüyerek medeniyet seviyesinde eserler verecek donanımdan mahrumdur. Bu çalışmanın amacı, medeniyetin inşası için vasıflı insan yetiştirme perspektifinin ortaya konmasıdır. Çalışmada ilk olarak medeniyet perspektifimizde insan kavramı ele alınacaktır. Daha sonra, söz konusu insan anlayışı zemininde, modern insan ve toplum paradigması tartışılacaktır. Çalışmanın son bölümünde kültür ve medeniyet kavramları çerçevesinde, kendi medeniyet anlayışımızı esas alan bir insan ve toplum modelinin gerekliliği üzerinde durulacaktır. Anahtar Kavramlar: İnsan, Medeniyet, Tasavvuf, Modernizm. *Giriş Batı hegamonyası altında kaldığımız son yüzyılda, Batı’nın pozitivist paradigması, bütün kavramlarımızı ve zihin inşa süreçlerimizi oluşturdu. Bu süreç özellikle aydınların oryantalist yaklaşımı ve toplumun değer üretememesi ile birleşerek eklektik bir toplum yapısı ortaya çıkardı. Bu durum toplumun istikametini kaybetmesine yol açtı. Birey planında ise, insanımız -18- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- bütüncül düşünce yapısının aşınması nedeniyle tutarsızlaştı. Öte yandan Batı uygarlığı hegemonik gücünü kaybettikçe, Türkiye’deki batılılaşma politikası sorgulanmaya başladı. Batı değerlerinin özellikle bizim dahil olduğumuz medeniyet coğrafyasında, insan ve toplum üzerindeki yıkıcı yaklaşımları, batı dünyasında sorgulanırken, bizde yeni bir toplumsal dönüşüm arayışı ihtiyacını doğurdu. İslam dünyasında, özellikle Osmanlı coğrafyasında ortaya çıkan gelişmeler, dünyadaki yeniden yapılanmalar, Türkiye’nin misyonunu hatırlamasını ve yeniden bir medeniyet hamlesi yapma ihtiyacını ortaya çıkardı. Bu çalışmada, söz konusu medeniyet hamlesinin altyapısını oluşturan kurumsallaşma ve insan anlayışı değerlendirilecektir. Medeniyetimizin referansları ve bakış açısı, bilindiği gibi, İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet çerçevesinde şekillenmiştir. Kur’an ve sünnetin birey ve topluma yansıması, adalet ve erdem ölçüleriyle olmuştur. Bu iki olgu, medrese ve tekke aracılığıyla üretiliyordu. Dolayısıyla yeniden medeniyet hamlesi yapılacaksa, bu hamleyi yapacak insanın inşası, tasavvufun yöntem ve anlayışıyla mümkün olacaktır. Bu bağlamda, bu çalışmada, insan inşası kavramlaştırmasında tasavvufi anlayış esas alınmaktadır. *İnsan Kavramı ve Medeniyetimizde İnsan Algısı Kur’ân’da insandan bahsolunurken bazen “beşer” bazen da “âdem” kelimesi kullanılır. Beşer, “derinin dış kısmıdır” ve beşer kelimesiyle anıldığı bütün âyetlerde insan, mutlaka maddî ve fânî hususiyetleri ile mevzu edilmiştir. İnsanın bir de “âdem” yanı vardır. “Âdem” de “iç, iç yüzey” mânâsında insanın batınî tarafını, cesede üflenen ilâhî nefhayı, ruhu ve gönlü ifade eder. “İnsan”, hem “yakın olmak (üns)”, hem “unutmak (nisyân)” ile alâkalıdır ve biri müsbet diğeri menfî bu iki mânâyı da özünde barındırır (Yurtgezen, 2005) NİSAN 2015 İnsan beşeriyeti ile ademiyeti arasında sınanan bir varlıktır. O’nun “Allâh’ın iki eliyle” yaradılmış olması hakikati, bu iki yönüne işarettir. İnsanın vazifesi “beşer” olarak kalmamak, beşeriyetini âdemiyetinin emrine vererek, başlangıçtaki, meleklerin secde kıldığı kâmil hâlini kazanmaya çalışmaktır. Bu hâl “ahsen-i takvîm”dir. Eğer insan beşeriyetine yönelir, âdemiyetini ihmâl ederse “esfel-i sâfilîn”den olur. Nitekim Kur’an’da “Âdem’e secde edin” buyurulmuştur; insana değil. Dilimizdeki “adam olmak” deyimi, âdemiyyetimize yönelmemiz gereğini işaret eder. İnsana esmâ bilgisi verilmiştir, isimler öğretilmiştir. Zira bütün esmâ ve sıfât-ı ilahî diğer mahlûkatta cüz olarak, dağınık bir sûrette bulunduğu halde, insanda cem edilmiş halde tam olarak mevcuttur. Bunun içindir ki kendini bilen insan Allâh’ı bilir. Bunun için âdemden gayrısı ademdir, yokluktur. Âdem’e öğretilen esmâ, hem Allâh’ın isimlerini hem de bu isimlerin tecellîlerini ihtiva eder ki âlem bu tecellîlerden ibarettir. Dolayısıyla “isimlerin öğretilmesi”, kâinatın da özü olan insanın âdemiyyetine, “kâinata ve kendisine dâir bütün bilgiler”in verilmiş olması demektir. Bu sebeple, “ilmin satırlarda değil sadırlarda olduğu” söylenmiştir. “Okusun adam olsun” temennisindeki “okumak”tan murat da sadırlardaki ilmin keşfi, yani marifet kesbidir. Nihâyet âdemiyyetimiz bizim imtiyazımızdır, aslî hüviyetimizdir. Modern düşüncelerin en büyük eksikliği insanı tanımlayamamalarıdır. Allah’ın isimlerini yüklediği insan, nihilist felsefe içerisinde Allah’tan koparıldığı zaman kutsallığını yitirdi, aşağıların aşağısına indi. Tasavvuf, bu noktada insanın ademiyyetini kazanması yolunda, kişiye tezkiye-i nefs yani nefsin kötü sıfatlarını temizleyip iyi sıfatlara çevirme, tasfiye-i kâlp yani insani kalbi Cenab-ı Hakk’ın tecelliyatına mazhar olacak şekilde arındırmak, tahliye-i ruh yani insandaki emanet ruhu asli vatanına gitmesine mani olacak bağlardan, kayıtlardan kurtarma amacına matuftur (Çıtlak, 2010, 20). Aydınlanma düşüncesinin öngördüğü rasyonel insan tipi, insanın beşeriyetini esas alır. -19- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- Bu insan tipi, tercihleriyle hayatına yön verebilecek durumda olan, kendi için iyi ve faydalı olanı seçme yetisine sahip, akıl dışında başka hiçbir yol göstericiye ihtiyaç duymayan insandır. Bu düzlemde insan, esasen ihtiyaçlarına hapsedilmiştir. Bunu en iyi tanımlayan kavram, “homo economicus”, hayatı sadece üretmek ve tüketmek fiillerinden ibaret gören, bunun dışında hiçbir ahlaki değer yargısı taşımayan (Sezal, 1981:66), hayatın devamını temin için geliştirilen vasıtaları hayatın gayesi haline getiren insandır. Maslow’un insan ihtiyaçları hiyerarşisi teorisi, bu insan için kendini gerçekleştirmeyi, en yüksek düzey olarak görür. Bu düzeye de ancak biyolojik, ekonomik, barınma, duygusal ihtiyaçları giderdikten sonra ulaşabilecektir. Oysa, tasavvufi terbiye almış insan, maddi ihtiyaçlarını öncelemez; ahlaki erdemlerini her durumda yüce tutar. Örneğin aç kalsa da çalmaz, başkalarının hakkına tecavüz etmez. Tasavvuf düşüncesinde, bütün bu ihtiyaçlar, “nefsi emmare” düzeyindeki benliğin vasıflarıdır. Bu nefs derecesi, “emreden nefs, kibirli nefs, kötülüğe teşvik eden nefs, zalim nefs” gibi adlarla adlandırılır ve insanın aşması gereken en alt benlik düzeyini ifade eder. Bu benlik düzeyinde insan zeka tarafından yönetilir. Bu kendimizden başka hiçbir şeye inanmayan zekadır. Vicdani duygu, sevgi, günah duygusu taşımaksızın ne pahasına olursa olsun mal ve güç kazanmaya ve egonun tatminine adanmıştır (Frager, 2004:73-74). Bu bağlamda, tasavvuf geleneğinde insanın tekamülü, Batı’daki gibi “kendini gerçekleştirmek” değil, “kendini aşmak”tır. Batı psikolojisinde insanın tekamülünün bittiği noktada sufi anlayışına göre insan olma süreci yeni başlamaktadır (Özelsel, 2003:133). Tasavvuf, ömür boyu devam eden ve “seyr-i süluk” diye adlandırılan sürekli eğitim ve kendini geliştirme sürecidir. Bu süreçte, insanın öncelikle bir takım ahlaki erdemleri kazanması murat edilir. Bu ahlaki erdemlerin, kişinin kendisine, yakın çevresine, topluma ve kainata bakan tarafları vardır. Bu ahlaki bilinç, insanın sınırlarını bilmesi, büyüklenmemesi, kibirli olmaması, başkalarının kusurlarına, eksikliklerine odaklan- NİSAN 2015 mak yerine kendi davranış güzelliğini kazanma gayreti içerisinde olması, açgözlü olmaması gibi örnek insan davranışları kazandırır. Bu durumda kişi, çevresindekileri kendi görüntüsünün yansımaları olarak görür ve kendisine nasıl muamele edilmesini bekliyorsa insanlara o şekilde muamele eder. Ahlakın topluma bakan yönünde ise, şefkat, merhamet, iyilikseverlik, cömertlik, koruma, saygı, karşıdaki hakkında iyilik düşünme gibi davranışlar kazandırır. Mevlana, insanı hayvandan ayıran özellik olarak edepten bahseder. Edep, insanın her an, yüce Yaratıcı’nın kontrolünde ve gözetiminde olduğunu bilmesi ve her davranışının hesabını vereceği bilinciyle yaşamasıdır. Dolayısıyla, komşu hakkı, aile ilişkileri, iş ilişkileri, saygı, sevgi ve hoşgörü çerçevesinde, herkesin hakkına riayet ederek şekillendirilir. Beşeri münasebetlerinde fedakarlık, diğergamlık, vefa, sadakat ön plandadır. *Kültür ve Medeniyet Bağlamında Modern Paradigmanın Sorgulanması Medeniyet, beslendiği kaynaklar itibariyle bir dinden neşet ederek, müşterek bir zemine dayanan birden fazla kültürün ortak kurumlarının entegrasyonudur. Ahmet Cevdet Paşa’ya göre medeniyet, toplumların hayatında ileri bir merhaledir. Tarih boyunca önce devletler kurulmuş, böylece düşman korkusundan azad olunmuş; daha sonra insanlar “ihtiyacât-ı beşeriyelerinin tahsiline” ve “kemâlât-ı insaniyelerinin tekmiline” yönelmişler, yani medeniyet kurmuşlardır (Aslantürk ve Amman, 2000: 242). Günümüz dünyası modernleşmeyle beraber ulus devlet anlayışını geliştirmiştir. Ulus devletler yerel özel ve bölgesel değerlere göre şekillenmiş beşeri olguları içerir. Temellerinde kültür vardır. Kültür, belirli toplumların coğrafi şartlar, üretim tüketim ilişkileri, beşerî münasebetleri, tarihsel birikimleri vb. unsurlardan hareketle ihtiyaçlarını karşılayabilmek amacıyla ürettikleri ortak hayat pratikleridir. Nation (ulus); aile, aşiret, kavim gibi tabii bir toplum değildir. Modernizmin bir neticesi yahut aşaması kabul edilir. Verimlilik amacıyla devletin kendi sınırları içindeki farklı kitlelere ortak bir kültürü benimseterek inşa ettiği yapay fakat entegre bir topluluktur. -20- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- Etnisitenin üstünde bir “biz” şuuru ve daha geniş bir birlikteliği ifade ettiği için “millet”le karşılanabilir. Ama millet’te bu birlikteliği devlet değil “kutsal” oluşturur ve yine kutsalın denetlediği bir “kültür” kendiliğinden “biz”i birbirimize benzeterek “özel”leştirir. Ulus devletler ise bir ideolojinin veya projenin ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Kutsala veya kutsalın belirlediği ortak değerlere dayanmazlar. Dolayısıyla ulus-devlet medeniyet hamlesi yapamaz. Kültür düzeyinde kalır. Kültür üretmek, beşer olmanın gereğidir. Medeniyet hamlesi yapmak için kültürden irfan düzeyine yükselmek gerekir. Kendi sosyal realitelerine uygun olarak ulus-devlet projesini geliştiren batı dünyası, bugün bir proje etrafında zoraki de olsa bir araya gelmenin gayreti içerisindeler. Türk dünyası ve genelde İslâm dünyası için bu entegrasyonların alt yapısı, psikolojideki “hazır bulunmuşluk” kavramının ifade ettiği gibi zaten mevcuttur. Yüzyıllarca birbirine destek olmuş, birbirini incitmemiş, aynı kaderi paylaşmış ve başka hiçbir toplumun sahip olamayacağı bir birliktelik şuuruna sahip olan medeniyet coğrafyamızın çeşitli entegrasyonlarla bir araya gelememesi büyük bir basiretsizlik ve talihsizlik örneği olacaktır. Milletimiz binlerce yılın birikimiyle şuurlu bir mensubiyet duygusuyla dahil olabileceği bir yapıyı, sosyal değerleriyle örerek kurmuştur. Millet, ortak sosyal değerlerin geçerli olduğu, bir selamla bin yıllık tanış olunan bir coğrafyada oluşmuş dirlikli bir yapının adıdır. Bizim medeniyet coğrafyamız Bosna’dan başlar, Hindistan’a kadar uzanır. Bu hinterlant, başka hiçbir toplumun sahip olamayacağı bir zenginliktir. Batı uygarlığının geldiği noktada, insan, seküler dünyanın kuşatması altında esasen hayatın anlamını kaybetmiş bulunuyor. Seküler dünya, insanı maddeye ve pozitif davranış kalıplarına indirgeyerek insanın fıtratını hiçe saymakta ve onu metalaştırmaktadır. Cevdet Paşa’nın ifadesi ile, medeniyetin temel boyutlarından birini oluşturan “kemalât-ı insâniye” unsurunu yok saymıştır. İnsana herhangi bir değer atfetmeyen ve en küçük bir medeniyet iddiası veya hissesi olan bir toplumda en basit canlıya bile gösterilemeyecek NİSAN 2015 fütursuz yaklaşımın insana reva görüldüğü dünya toplumunda, yoksulluk, çevre kirliliği, insanın sömürülmesi, terörizm, nükleer tehdit, vb. gibi sorunlar ortaya çıkmıştır. Çözüm önerileri olarak, insanlardan arzularını disiplin altına almaları, akıllı birer hümanist olmaları, komşularına saygı göstermeleri gibi önermeler gündeme getirilmektedir. Oysa bu sorunlar, Batı insanının yeryüzünde ilahlık rolü oynamaya ve aşkın boyutu hayattan koparmaya karar verdiği an ortaya çıkan insan ruhu kirlenmesinin bir sonucuydu. Çözüm olarak teklif edilen önermelerin insanın tutkularını ve aşağılık eğilimlerini frenleyecek manevi bir güç olmadıkça yerine getirilmesinin imkansız olduğu kavranamamaktadır (Nasr, 1984:31). Toynbee, uygarlıkların gelişmesinde rol oynayan temel etkenin bir toplumun karşılaştığı sorunlara verdiği cevap, başka bir deyişle, ortaya çıkan sorunla (meydan okuma) ona verilen karşılık arasındaki diyalektik ilişki olduğunu savunmaktadır. (Doğan, 2000:337) Moğol istilası karşısında İslam Medeniyetinin yerle bir edilmesi, Müslümanları derin bir ümitsizlik ve eleme sevketmişti. Moğol adetleri, giyinişi hatta Moğol atlarının eyerleri insanlarda hayranlık uyandırıyordu. Öyle ki Moğol gibi giyinmek, Moğol gibi ata binmek, onlar gibi hareket etmek bir moda haline gelmişti (Aksun, 1994:21-22). Fakat İslam toplumu özellikle tasavvuf büyüklerinin gayretiyle kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek yeniden medeniyeti kurma başarısını göstermişti. Sanayileşme dönemiyle ortaya çıkan yenilgimiz, yılgınlığımız karşısında aynı başarıyı gösteremedik. Arnold Toynbee, İslam ve Batı’nın karşılaşmasını analizinde, yenilen tarafın iki farklı savunma mekanizması geliştirdiğini belirtmektedir. Bunlardan biri, zealotçu yaklaşım, diğeri herodian yaklaşımdır. Zealotçu yaklaşım, Kuzey Afrikalı Sunusiler ve Orta Arabistanlı Vahhabilerin yaptığı gibi bir içe kapanma ve kaçış yöntemi; adeta başını kuma gömme yaklaşımıdır. Herodian yaklaşımı ise Türkiye örneği ile açıklar. Toynbee’ye göre, Türkiye, batıdaki ekonomik, siyasal, estetik, dini devrimler gibi bütün alanlarda devrimler yaparak kendilerini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bunların her ikisinin de yok sayılabileceğini; çünkü yok olmaktan kurtulan nadir “ze- -21- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- lot”, artık ölmüş bir medeniyetin fosili haline gelirken; “herodian”, kaybolmaktan kurtulup taklit ettiği toplumun içinde erimekte; her iki grup da içine girdiği medeniyete herhangi bir şey ekleyememektedirler (Toynbee, 1980:177 vd.). Günümüzdeki kaos ve bunalım ortamı İslam toplumu için bir yıkım gibi gözükse de, yeniden diriliş ve medeniyet hamlesinin de vesilesi olabilir. Moğol istilası sonrası medeniyetin ihya hareketinin öncüleri “Kolonizatör Türk Dervişleri”, ahiler, ulema ve adil devlet adamları idi. Medeniyet kurmak için gerekli olan ilk unsur, dışa vuracak ölçüde yanan bir imandır. Yani bir medeniyet kurma ihtiyacının şiddetli bir şekilde duyulmasıdır. Bunu İbn Haldun’un asabiye kavramıyla da ilişkilendirebiliriz. Aynı inanç ve ideal etrafında insanların bir araya gelmesi ve bu uğurda çaba göstermesini “imanda ateşlenme dönemi” şeklinde ifade edebiliriz. Medeniyetin ikinci unsuru “insan”dır. Medeniyet halkın ürettiği bir olgu değildir. Medeniyet ortak kültür unsurlarının estetik bir formla yeniden inşa edilmesidir. Dolayısıyla toplumun vasıflı insanları medeniyetin öncülüğünü yapabilirler. Batı karşısında geri kalışımız aydınlarımızda iman zafiyetine yol açmış, özgüven kaybına sebebiyet vermişti. Bu zafiyetin yol açtığı herodian ve zealotçu yaklaşımlar birkaç asırdır denendi ve başarısız olduğu anlaşıldı. Bugün hem kendi toplumlarımız hem de dünyanın bütün mazlum halkları için insani ölçekli, insanı merkeze alan ve yüce tutan medeniyetimizin kurulması bu toplumun önderlerinin önündeki en önemli vazifedir. Medeniyet coğrafyamızın yeniden bir “diriliş” hamlesi gerçekleştirmesi iki hususun önemle vurgulanmasını gerektiriyor. Bunların ilki siyasal-sosyal düzenin kaynağı olarak adalet; ikincisi ise insan ilişkilerinin kaynağı ve insanın kurgulanması noktasında önem arzeden tasavvuf öğretisidir. *Yeni İnsan ve Toplumun İnşası: “Düne dair ne varsa dünde kaldı cancağızım / Bugün yeni bir gündür, yeni şeyler söylemek lazım” Hz. Mevlânâ NİSAN 2015 Modernleşmeyle beraber, İslam toplumlarında oluşturulan sosyal düzen, eklektik bir yapı görünümündedir. Bir yanda toplumun sahip olduğu medeniyet değerleri, diğer yanda bu değerlerin üretmediği dışarıdan kopyalanmış kurumsal yapılaşma vardır. Bu yapı medeniyet hamlesinin önündeki en büyük engeldir. Modernizmde inanç dar bir alana sıkıştırılmış; insanın “kemalat-ı insaniyesinin tekmiline” olan ihtiyaç yok sayılmıştır. Kültürlerin değişme istikametini ve toplumların üst ideallerde entegrasyonuna yol açan medeniyet değerleri yok sayılınca, beşeri hususiyetlerden kaynaklanan alt kimlikler ön plana çıkarıldı. İrfanımızda, kendini tanımlama “hüviyet” kavramıyla ifade edilmekteydi. Hüviyet, “hüve” (Hû) yani O, yani Allah ile olan kurbiyyetin ifadesiydi. İnsan, âdemiyet boyutuyla Rabbi ile olan münasebeti ölçüsünde tanımlanırdı ve bu ona hüviyetini kazandırırdı. insanın fıtratına uygun olan da buydu; çünkü Elest Bezminde Cenab-ı Hak, ruhlara, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştu. Bilindiği gibi Rabb, “şekillendiren, terbiye eden” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla hüviyet kavramı, insanın Elest Bezminde verdiği söze sadık kalmasını hatırlatırdı ve insanın erdemleriyle var oluşunu tamamlardı. Öte yandan, seküler bir kavram olan “kimlik”, beşeriyete, dolayısıyla insanın “ene”sine vurgu yapıyordu. İnsanın beşeriyetini esas alan, onu bu dünya ile sınırlayan ve nefsanî taleplerin en üst seviyede karşılanmasını hayatın gayesi sayan modern anlayış, “hüviyet” yerine ne idüğü belirsiz bir “kimlik” tutuşturdu insanoğlunun eline. İnsan artık kimliğini, yani kim olduğunu, yapıp ettiklerini başkalarına göstererek, diğer insanlara göre belirleyecek; onlar tarafından fark edildiği ölçüde kendini gerçekleştirebilecekti. Öyle de oldu. Türlü metotlarla “ben” demek, fark edilir hale gelmek, hodfüruşluk, yani kendini beğendirme gayreti, hatta bu uğurda kendisinde olmayan nitelikleri bile varmış gibi göstermek, neredeyse ontolojik bir zaruret halini aldı. İnsana hayat tarzları dayatan kapitalist ekonomi, beşeri ihtiyaçların karşılanmasına yönelik kültür üreti- -22- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- minin de önünde engel olmaktadır. Sadece tüketici vasfı verilerek kültür ve medeniyet değerleri üretme potansiyeli elinden alınan toplumun medeniyet hamlesi yapması beklenemez. Medeniyet denildiğinde, aslında medeniyetin tezahürleri olan mimari, edebiyat, musiki ve ahilik, vakıflar gibi müesseseler akla gelir. Yeniden medeniyet hamlesi söz konusu edildiğinde, bu kurumların günümüze taşınması, benzerinin oluşturulması akla gelmemelidir. Bu kurumları, belli değerleri taşıyan vasıflı insanlar inşa etmişti. Bu eserleri ve kurumları bugüne taşımak ne mümkündür, ne de anlamlıdır. Anlamlı ve mümkün olan, o insanı yeniden inşa etmektir. Bir inanç tezahürü olan medeniyet kurmak için öncelikle, dışa vuracak ölçüde yanan bir imanı taşıyan insanın inşası lazımdır. Efendimiz (s.a.v) da Dar’ul Erkam’da, Mescid-i Nebevi’de belki daha sonraki karşılığı medrese ve tekke olan bir sistem içerisinde insanı inşa etmişti. Bu şartlarda, yeni insan tipinin yetiştirilmesi nasıl sağlanacaktır? İslam, “lâ” diye bütün kabulleri yıkarak başlar insanın inşasına. Namaza başlarken ilk tekbirde, elin yukarı doğru hareketiyle, bütün bir masivayı, beşeri kabullerimizi, benliğimizi, günlük hayatın akışını elimizin tersiyle geride bırakmamız hedeflenir. Yeni nesillerin yetişmesi, modernizmin kabullerinin “lâ” denerek reddedilmesiyle mümkün olabilir. Mürşit kavramı, bilindiği gibi reşit kılan demektir. Nefsini aşamamış insan, beşeri ihtiyaçların tatmini noktasında geliştirilen vasıtaları, bir çocuğun oyuncaklarını önemsediği gibi içselleştirmektedir. Mürşit karşısında, beşeri vasıflarıyla hareket eden herkes, çocuk mesabesindedir. Hz. Mevlana, “gel, ne olursan ol yine gel” çağrısında, bir büyüğün çocuğa gösterdiği hoşgörü çerçevesinde herkesi kucaklayıcı, fakat aşkın olana, âdemiyete yönelmeye, maddî varlıktan ve kesretten kurtulmaya, yani, çocukluktan kurtulup kemâlâta ermeye çağırmaktadır. Tasavvuf her ne kadar bireysel bir tekâmül sürecini yansıtıyor olsa da, bizim toplumumuz için medeniyet kurma hamlesinin de izahıdır. Tasavvufta öngörülen “nefs-i emmare”den “nefs-i safiye (kamile)”ye uzanan yedi NİSAN 2015 nefs mertebesi (emmare, levvame, mülhime, mutmainne, raziye, marziye, safiye), fıtratında var olan en aşağı varlık mertebesi (esfele safilin) ile en üst varlık mertebesi (eşref-i mahlukat) arasında tercih kabiliyeti verilen insanın olgunlaşma süreçlerini ifade etmektedir. “Ben’lik” ve “sosyal benlik” kategorilerinden geçerek “evrensel/kozmik benlik” düzeyine ulaşan insan (insan-ı kamil), hayatın en üst seviyede anlam bilgisine ulaşmaktadır. Tarih, varoluşsal gayenin arayışına giren pek çok büyük adamın “kişisel menkîbelerini” kaydetmiştir. Gazali, Mevlana, Akşemseddin, İbrahim Ethem, vb. gibi isimler, herkesin bildiği örnek şahsiyetlerdir. Aziz Mahmut Hüdai, kozmik benliğe ulaşmanın yolunu Bursa sokaklarında sırmalı kaftanıyla ciğer satarak arıyordu. Toplumların da “varoluşsal gayeleri” vardır. Fatih Sultan Mehmet’in şu sözü milletimizin varoluşsal gayesini özetler: “Bizim davamız kuru bir cihangirlik davası değildir. İlâyı kelimetullah davasıdır”. Medeniyetin ürettiği sosyal yapı, bir inancın ifadesi olarak tezahür eder. Bütün eşya, hem fonksiyonel bir amaca hizmet eder, hem de üst seviyede bir estetik bir formda tezahür eder. Örneğin bizde heykel sanatı gelişmemiştir. Bunun fıkhî bir boyutu olmakla berber, fonksiyonel olmamakla da bir ilişkisi vardır. Heykel yerine estetik bir tarzda inşa edilmiş bir çeşme tercih edilir. Kurumlar ve eserler, inancın yansıması olduğu için, inançları hayata geçirmeye yöneliktir. Sadaka-i cariye fikrinden hareketle, tasavvuf kültüründeki toplumsal dayanışma ve yardımlaşma geleneği, vakıf sistemini doğurmuş ve sadaka taşları yapılmıştır. Bizim medeniyetimizde, İslam’ın genel öğretisinden hareketle kainat bir karmaşa ve kaos değil bir denge ve uyum mekanı olarak algılanır. İnsan, eşref-i mahlukat olarak yaratılmış olması nedeniyle, bu denge ve uyumun hem bir parçası, hem de uyum ve dengenin sürdürülmesinin sorumluluğunu üstlenmiş olan bir varlıktır. İslam inancında Yaratıcı, “Alemlerin Rabbi’dir”. Kainattaki her varlık, O’nun tarafından yaratılmış olma onurunda eşit ve muhteremdir. Kendini bilen Rabbini bilir. Dolayısıyla esas olan, “öteki”ni inşa edip ona göre kendini konumlandırmak değil, herkesi kardeş bilerek kendi olgunlaşmasına, kendi inşasına yoğunlaşmaktır. -23- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- NİSAN 2015 Bizim medeniyetimizin öncülüğünü toplumun “vasıflı insan”ları olan insan-ı kamiller yapmıştır. Hz. Mevlana’nın “dinle ney’den” sözü medeniyet kurma bağlamında onun için önemlidir. Nây-ı şerîf, insanı kamilin sembolüdür. Milletimiz en felaketli zamanlarında insan-ı kâmili dinlediği için yeni medeniyet hamlesi yapabilmişti. Hz. Mevlana’nın tasavvuf anlayışında aşk, vecd, cezbe, sema gibi hususlar ağırlıktadır. Ayrıca Mevlevilikteki sema da “duymak, işitmek” anlamında bir kelimedir. Yani, medeniyet kurmak için gerekli olan “imanda ateşlenme” yahut aynı idealler ve inançlar etrafında canı hiçe sayarak bir araya gelebilme olarak tarif edebileceğimiz “asabiye”; aklı ve hesap yapmayı bir kenara koyarak aşk ve vecdle hareket etmeyi; “kınayanların kınamasına aldırmadan” nefsini tepeleyip aşkın/müteal olan idealler için canı feda etmeyi gerekli kılıyordu. (Muhsin) mertebelerine işaret eden Hadis, medeniyeti Muhsin mertebesinde bulunan, takva ölçüsü ile hareket eden seyitlerin kurabileceğine işaret ediyor. Maveraünnehirdeki Muhsinler ehlibeyt mensupları, Haşimoğulları idi. Onların yetiştirdiği ulular, Horasan Erenleri olarak Anadoluya gelmişler ve Anadolu’da kurduğumuz medeniyeti inşa etmişlerdi. Günümüz toplumunda yeni nesillerin yetiştirilebilmesi için, varlığı, kainatı, toplumu, eşyayı vahiy çerçevesinde “oku”mayı öğretmek gerekir. Bu okuma için, kaal ilmi ile hâl ilmi birlikte verilmelidir. Eğitimin bir ideal insan tipi olmalıdır. Örneğin meslek okulları, zeminlerine ahiliğin fütüvvet anlayışını koymalıdırlar. Yetiştirdiği öğrenciler, iyi bir teknik eleman olurken, fütüvvet ilkeleriyle donanmış erdemli insanlar olmalıdır. Bir imam-hatip okulu, müfredatından önce, Efendimiz’e muhabbeti öğretmelidir. Bunu için de öncelikle aydının, öğretmenin, ebeveynin, toplumun yeni bir aşkla hamle yapması gerekiyor. Kaynakça Medeniyet kelimesinin etimolojisinden hareketle, medeniyetin Medine kelimesinden türetildiği bilinmektedir. Aslı Yesrip olan yer, Efendimizin (İslamın) teşrifiyle Medine olmuştur. Medine kelimesi de deyn yani din kelimesinden türetilmiştir. Dolayısıyla, din, bir sorumluluk düzeni getirmektedir. Yani dinin ölçüleri istikametinde sorumluluk içinde hareket eden mütedeyyin insanların medineyi yani medeniyeti inşa etmesi söz konusu olabilir. Medeniyet inşa eden Müslümanların durumları, “Cibril hadisi” olarak bilinen hadisten hareketle anlaşılabilir. İslam (Müslüman, Müslim), İman (Mü’min) ve İhsan Bugün yeniden medeniyetimizi ihya etmeyi düşünüyorsak bizlerin de seyit olması gerekmektedir. Bilindiği gibi, seyitliğin kelime anlamı, efendiliktir. Efendilik de, Seyyidilbeşer olan Efendimizin örnek alınmasıyla mümkün olabilecektir. Bu örnekliğin kurumsallaşmış şekli, şüphesiz tasavvuftur. İSMAİL GÖKTÜRK [email protected] Aksun, Z. N, (1994). Osmanlı Tarihi, 1. Cilt, Ötüken Yay. İstanbul Aslantürk ve Amman, (2000). Sosyoloji Kavramlar kurumlar Süreçler Teoriler, Kaknüs Yay., İstanbul Çıtlak Fatih, (2010). 40 Mektup, Sufi Yayınları, İstanbul. Doğan, İ, (2000). Sosyoloji Kavramlar ve Sorunlar, Sistem Yay. İstanbul Frager Robert, 2004. Kalp, Nefs ve Ruh: Tekamül, denge ve Uyumun Sufice Psikolojisi, (Çev.) İbrahim Kapaklıkaya, Gelenek Yayınevi, İstanbul. Nasr, S. H, (1984). İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı, (Çev.) Ali Ünal, İnsan Yayınları, İstanbul. Özelsel Michaela Mihriban, (2003). Halvette Kırk Gün,. (Çev.), Petek Budanur Ateş, Kaknüs Yayınları, İstanbul. Sezal İhsan, (1981). Sosyal Bilimlerde Temel Kavramlar, Birlik Yay., Ankara Toynbee, A, (1980). Medeniyet Yargılanıyor, (Çev.) Ufuk Uyan, Yeryüzü Yayınları, İstanbul Yurtgezen Ali,(2005). “Adam Olmak”, Semerkand dergisi, Eylül 2005 -24- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- BÜYÜK HAMLE İÇİN SAF TUTANLAR Medeniyet hamlesi, hem muhtevasıyla hem de tatbikatıyla son birkaç asrın en büyük işidir ve muhtemelen önümüzdeki birkaç asrın da en büyük işi olacaktır. Son birkaç asırdır çürüme, çözülme ve yıkılma sürecini yaşadığımız için birkaç asırlık mazinin en büyük işi olduğu muhakkak. Müphem olan, önümüzdeki birkaç asrın en büyük işi olup olmayacağıdır, medeniyet hamlesi başarılı olursa istikbalin en büyük işi, başarılı olamazsa hâlihazırdaki en büyük fiyaskodur. Bu ihtimallerden bakıldığında, böyle bir hamle için saf tutmak, büyük bir kaygı, büyük bir heyecan, büyük bir sorumluluk kaynağıdır. * Medeniyet tasavvuru ve inşasına dönük şekilde fikir üretme işi, herhangi bir konuda bir şeyler yazmaktan çok daha zor olduğu için, fikir ve ilim adamlarının kendilerini test etmesidir. Doğrusu bu açıdan bakıldığında bir cesaret meselesidir. Medeniyet hamlesinde saf tutmak, büyük terkibe dönük şekilde fikir üretme çabasıdır ve bu bakımdan gerçek fikir adamı olma iddiasıdır. Nihai kararı tabii ki okuyucu verecektir ama böyle bir hamlenin içinde bulunmak bile başlı başına bir nefs emniyetini göstermeye kafidir. Medeniyet hamlesinde saf tutanlar, içinde bulunduğumuz asrın en büyük hamlesine vücut veren fikir kahramanlarıdır. En azından niyet olarak öyledir. Bu safta yerini alanlar, bir taraftan tarih yazmak için sıraya girecek cesarete sahiptir diğer taraftan üstlendikleri sorumluluk gereği tarih önünde imtihana girecek kadar dirayet sahibidirler. NİSAN 2015 Medeniyet hamlesinin başarılı veya başarısız olması, buna teşebbüs edenlerin tarihe geçmesine mani olmayacaktır. Başarılı olurlarsa tarihe geçecekleri muhakkaktır, başarısız olurlarsa medeniyet hamlesini ilk başlatanlar oldukları ve bundan sonra da başkaları tarafından bu hamle tekrar tekrar başlatılacağı için yine tarihe geçeceklerdir. Medeniyet hamlesi muhakkak başarıya ulaşacaktır, ya ilk teşebbüste veya ondan sonraki teşebbüslerde… Bu hamleden vazgeçmek mümkün değildir, zamanın ihtiyacı budur ve her başarısız hamlenin arkasından yeni bir teşebbüs mutlaka başlayacaktır. Bu sebeple ilk hamle başarısız olsa bile, bu ihtiyacı gündeme getirecek, şuurları harekete geçirecek, mutlaka devamı gelecektir. Zamanın ihtiyacını doğru tespit etmek açısından medeniyet hamlesinin ilk teşebbüsü, ya kendisi neticeye ulaşacak veya kendinden sonraki hamleleri tetikleyecek, böylece mutlaka başarılı olma vasfını kazanacaktır. _________________*__________________ “Medeniyet hamlesi için saf tutanlar tarih yazıyorlar. Başarılı olsalar da olmasalar da tarih yazıyorlar. Zamanın ihtiyacını doğru tespit edenlerin zaman tarlasına attıkları tohum mutlaka yeşerir, ha şimdi ha sonra…” _________________*__________________ Medeniyet hamlesi için saf tutanlar tarih yazıyorlar. Başarılı olsalar da olmasalar da tarih yazıyorlar. Zamanın ihtiyacını doğru tespit edenlerin zaman tarlasına attıkları tohum mutlaka yeşerir, ha şimdi ha sonra… Zaman, kendi muhtevasını çözmüş ve ona uygun fikir tohumları atmış insanların emeğini, eksi elli derecede bile muhafaza eder ve uygun şartların ilk zuhurunda yeşertir. Bugün için medeniyet hamlesinin uygun şartları olmadığını düşünenler bilmelidir ki, biz za- -25- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- manı tohumluyoruz. Zamanın ana rahmine düşen bir tohumun yeşermemesi muhaldir. Zamanın bir fikri ana rahmine alması ise, mevcut muhtevasına uygun olup olmamasıyla ilgilidir. “Zamanın ihtiyacı medeniyet hamlesidir” teşhisimiz doğru ise medeniyet hamlesinde saf tutanlar, İslam’ın yeniçağının fikir kahramanlarıdır. * Medeniyet hamlesi, medeniyet tasavvuru ile başlayacak, medeniyet inşası ile devam edecektir. Medeniyet tasavvurunun altyapısı ise, kadim müktesebatın tedvin ve tertibi, ilimlerin tasnifi ve yenilerinin kurulmasıdır. Kadim müktesebatın tedvin ve tertibi birçok sebeple zaruridir ama öncelikle “mevzu haritamızda” bulunan, bugün neredeyse tamamı tartışılan sayısız meselenin kahir ekseriyetinin halledildiğini gösterecektir. _________________*__________________ “Osmanlının yıkılma sürecinin başladığı zamanlarda, kadim müktesebata bakan fikir ve ilim adamları, hayret ve haşyetle, “Gök kubbe altında söylenmedik söz kalmadı” cinsinden laflar ediyordu. Bu ifade, bir taraftan müktesebatın ihtişamını göstermekte diğer taraftan da artık yeni bir imal-i fikirde bulunacak “cins kafaların” yetişmediğini göstermekteydi.” _________________*__________________ Kadim müktesebatımız bilinmediği, ulaşılamadığı, anlaşılamadığı için, herkesin sıfırdan bir şeyler söyleme fırsatı doğmaktadır. Günümüzde gece-gündüz tartışılan çetin meseleler hakkında binlerce ciltlik müktesebatımız mevcuttur ki çok girift izahlar ve çözümler getirilmiştir. Kemalist devrimlerin her şeyi sıfırlamasıyla birlikte Müslüman fikir ve ilim adamlarının bir kısmı sanki aradıkları tarihi fırsatı bulmuşçasına, kadim NİSAN 2015 müktesebatımızı hiç umursamamakta, hatta reddetmekte ve kendilerini Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’nin ilk müfessirleri ve şarihleri mevkiine oturtmaktadır. Yazdıkları kitap ve söyledikleri söz, beş-altı asır önceki bir medrese talebesinin seviyesinin altında kalanlar, o talebelerin ders temrinlerinin kayıtları ortada olmadığı, bu sebeple mukayese yapılamadığı için cüretkar tavırlarla üstatlık oynuyor. Efkar-ı Umumiyeye bakınca, kadim müktesebatımızın “ulaşılabilir” kılınmasından rahatsız olanlar veya ulaşılır kılınması için hiçbir çaba göstermeyenler var. Müktesebatın tedvin ve tertip edilmesinden rahatsız olacak çok sayıda fikir ve ilim adamı var çünkü müktesebat tedvin ve tertip edilerek ulaşılabilir kılındığında, söyledikleri ve yazdıklarının seviyesi (seviyesizliği) ve kıymeti (kıymetsizliği) ortaya çıkacaktır. Kemalist devrimlerden gizli şekilde memnun olan Müslümanların bulunduğunu düşünmek, tahammül ötesi bir duygu kaosuna sebep oluyor. Osmanlının yıkılma sürecinin başladığı zamanlarda, kadim müktesebata bakan fikir ve ilim adamları, hayret ve haşyetle, “Gök kubbe altında söylenmedik söz kalmadı” cinsinden laflar ediyordu. Bu ifade, bir taraftan müktesebatın ihtişamını göstermekte diğer taraftan da artık yeni bir imal-i fikirde bulunacak “cins kafaların” yetişmediğini göstermekteydi. Kadim müktesebatın tedvin ve tertibinin yapılmasını fikredemeyen ve bu meseleye yönelmeyenler, müktesebatı görünce lal olacaklarını hissedenlerdir. Yani gerçek fikir ve ilim adamı olamayanlardır. SELAHATTİN ADANALI [email protected] -26- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- MEDENİYET HAMLESİ VE SİYASİ ALTYAPI Medeniyet hamlesini başlatmak için nelere ihtiyacımız var, buna mukabil hangi imkanlarımız mevcut? İhtiyaçlar ve imkanların altyapısı olan şartlar, elan hangi durumdadır, medeniyet hamlesini başlatmak için gerekli olan altyapı hazır mıdır? Bu soruları şahsımız veya dergimiz adına değil, tüm ümmet için ama öncelikle Türkiye için soruyoruz. Medeniyet hamlesini başlatmak için öncelikle güçlü bir ülkeye ihtiyacımız var. Sadece devleti, ordusu, iktisadi bünyesi güçlü olan bir ülkeden bahsetmiyoruz, aynı zamanda medeniyet hamlesini başlatacak, destekleyecek, besleyecek ve muhafaza edecek dirayetli bir hükümetin de olması gerek. Apaçık bir mevzudur ki, bu istikamette samimi irade beyanında bulunmayan bir hükümetin idare ettiği bir ülkede medeniyet hamlesini başlatmak, sadece kaynak israfı manasına gelir. Türkiye’de bir insan ömrünü aşan müesseselerin bulunmadığı, bulunanların ise batı destekli Yahudi veya benzerlerine ait olduğu, Müslümanların yıllardır kurduğu müesseselerin periyodik olarak nasıl yağmalandığı hatırlanırsa, siyasi iradenin bu istikamete samimi ve istikrarlı şekilde yönelmesi şartı anlaşılır. Küçücük vakıf ve derneklerin bile zaman zaman kapatıldığı, Müslümanlar tarafından biriktirilmiş malvarlıklarının müsadere edildiği, müesseseleşmelerine, müktesebat biriktirmelerine, tecrübe edinmelerine müsaade edilmediği malum. Eski Türkiye’nin şartlarında medeniyet hamlesini başlatma imkanı yoktu, belki de bu sebeple “medeniyet hamlesi” Müslümanların gündemlerine giremeyen temel bahislerden biriydi. Ülkedeki mevcut durum medeniyet hamlesini başlatmak için “ideal şartları” taşımıyor ama ihtiyaç duyulan şartların nispeten NİSAN 2015 gerçekleştiği de bir vaka. Açık yüreklilikle ifade etmek gerekirse bu şartları Akparti hükümetinin temin ettiğini söylememiz gerekiyor. Ne var ki bu düşünceler, bir Akparti övgüsü değil, sadece “hal muhasebesi” çerçevesinde yaptığımız tespitlerden ibaret. Bulunduğumuz nokta, Akparti’yi ne övmemizi ne de yermemizi gerektiriyor, sadece tespit yapıyoruz ve bu tespitlerin bir kısmının Akparti lehine olması, medeniyet hamlesi ve hareketini Akparti’nin akıbetine bağlayacağımız anlamına gelmiyor. Akparti’nin, İslam medeniyet silsilesine ihanet eden iç ve dış güçlerle hesaplaştığı vaka. Bununla beraber, medeniyet kadrosu olmadan sadece siyasi kadrolarla medeniyet hamlesinin başlaması, başlatılması kabil değil. Akparti’nin bugüne kadar yaptığı müspet işler ve neticelendirdiği hamleler ne kadar takdir edilirse edilsin, meselenin esası olan medeniyet hamlesini başlatamadığı, bu meseleyi yeni gündemine aldığı tespit edilmelidir. Bu tespit, sadece siyasi kadrolara yönelik bir tenkit değildir ve özü itibariyle aslında ilim ve tefekkür ehline yönelik bir tenkittir. Zira medeniyet hamlesini başlatma mesuliyeti, siyasi kadrolardan önce tefekkür ehline aittir. Fikir ve ilim adamlarının, hükümeti tenkit için “medeniyet hamlesini” başlatmadığını söylemesi, birinci derecede kendi mesuliyetinde olan bir işi başkalarının yapmasını istemek gibi anlamsız bir mazeret arayışından ibarettir. Medeniyet hamlesi ile ilgili Akparti’yi tenkit hakkı olanlar, medeniyet hamlesini başlatabilecek tefekkür hacmi ve derinliği olan, bunu hayata geçirmek için teşebbüste bulunan, buna rağmen hükümetin böyle bir hamleye destek vermediğini gören fikir ve ilim adamlarıdır. * Samimi Müslümanların (özellikle fikir ve ilim adamlarının) Akparti tenkidini, medeniyet hamlesi gibi büyük, derin ve kıymetli bir teşebbüsü başlattıktan sonraya bırakması doğru olur. Zira medeniyet hamlesi, Akparti ve hükümet için temel mikyaslardan (turnusol kağıt- -27- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- larından) biridir. Eğer hükümet, medeniyet hamlesi gibi bir gayreti görmezden gelir ve onu desteklemezse, hele de mani olmaya çalışırsa, artık biliriz ki bu siyasi kadronun asıl maksadı başkadır. Türkiye’de on iki yıldır yaşanan sürecin geldiği safha, medeniyet hamlesini başlatmanın eşiğidir. Bunu hükümetin de en yüksek temsil mevkiinden beyan ve ilan ettiği dikkate alınırsa, böyle bir hamle karşısında takınacakları tavır, gerçek niyetlerini anlamamıza katkı sağlayacaktır. Hükümet, doğru teklifleri desteklemek gibi asıl ve asil vazifesinin yanında, iktidarını muhafaza etmek için ulufe dağıtmak gibi ucuz ve yanlış davranışlara da girebilir. Hedeflerini doğru tespit etmiş bir hükümetin, o hedeflere ulaşmak için oy alma ve iktidarda kalma kaygısı tabii ki anlaşılabilir. Fakat en az bunun kadar, mesela medeniyet hamlesi gibi hayati ve temel hedeflere yönelen, bununla birlikte oyunu artırma ihtimali fazla olmayan teşebbüslere de destek vermesi, iyi ve doğru niyetinin alametidir. Hükümetteki siyasi kadroların, siyasi hayattaki gelişmelerin hızı ve devlet idaresindeki yoğunluk sebebiyle, sükunet ve bol zaman isteyen tefekkür faaliyeti için vakit fukarası olduğu malum. Bu sebeple büyük terkibi (medeniyet tasavvurunu) gerçekleştirmesi ve inşa süreçlerinin güzergah haritasını çizmesi beklenmez. Bununla birlikte, önüne gelen tekliflerin ulufe talebi mi yoksa çileli bir muhteva telifi mi olduğunu anlayacak kadar istidat ve teçhizat sahibi olması şarttır. * Bizim yapmaya çalıştığımız iş, tefekkür sahası ile siyasi sahayı birbirinden tefrik etmek, tefekkür sahasını asıl sahipleri olan fikir ve ilim adamlarına iade etmektir. Medeniyet hamlesini siyasi sahanın ve siyasi kadroların başlatmasını beklemiyoruz. Siyaset tatbikat sahasıdır ve mutlaka tefekkürden sonra gelmelidir, hem kıymet olarak hem de sıra olarak… NİSAN 2015 Tefekkür sahası, istikametinin kutup yıldızı olarak “hakikati” görür, siyaset ise önce iktidar olmayı sonra da belli başlı bir siyaset tasavvurunun hakim olmasını… Siyasi sahanın yanlış yapma payı ve ihtimali, tefekkür sahasından tabii olarak fazladır. Hadiselerin hızlı ve kaotik akışı doğru kararı vermeyi zorlaştırır, bu sebeple siyaset daha fazla yanlış yapabilir. Fakat tefekkür, sakin ve bol zamanlı bir iştir ki, kendini günlük kaosun dışında tutmak ve sadece “hakikat” yıldızına göre hareket etmek cehdinde olmalıdır, bu sebeple de yanlış yapma ihtimali kadar yanlış yapma mazereti de azdır. Tefekkür mecrasının hakikat kaygısı ve arayışı, zaten siyasi mecranın istikamet tayinindeki işaret taşlarını döşer. Siyasi mecranın, hadiselerin günlük keşmekeşteki hızlı akışı karşısında alacağı “anlık” kararlarda hakikat aramak beyhudedir. Siyasette aranacak “kıymet”, tefekkür mecrasına ne kadar paralel gittiğinden ibarettir. Ne var ki Türkiye’de tefekkür mecrası açılmış değil, buna rağmen bazı tefekkür kıpırdanışları da siyasetten bağımsızlaşmış değil. Taraf veya muhalif olmasına bakılmaksızın siyasete göre istikamet tayin eden fikir ve ilim adamları, kendi asıl mesuliyetleri olan tefekkür mecrasını açamamış, o mecrada tatbik edilebilir fikir ve teklifler imal edememiş, dolayısıyla siyasete mukaddem ve siyasetten daha kıymetli bir iş yapamamışlardır. Artık zamanı gelmiş olmalıdır. Fikir ve ilim adamları, kendi asıl mecralarını açmalı, o mecrada akacak imal-i fikirde bulunmalı, tüm bu işleri de “medeniyet tasavvuru ve inşası” ufkuna bağlı olarak belli bir tertip ve tasnif içinde yapmalıdır. Maksadımız ve çabamız budur. İBRAHİM SANCAK [email protected] -28- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- NİSAN 2015 Artırılabilecek olan cehdidir, istidatları artırmak ise imkansız… MEDENİYET HAMLESİ İÇİN * SEFERBERLİK Medeniyet hamlesi, üç-beş kişinin veya otuz-kırk kişinin bir araya gelip başlatacağı, yürüteceği, altından kalkacağı bir teşebbüs değil. Otuz-kırk kişilik fikir ve ilim heyetinin ruhi ve zihni teçhizatı ne olursa olsun, hatta her biri günde bir kitap yazacak kadar velud olsa bile medeniyet hamlesini başlatmak ve sürdürmek için kafi değil. Medeniyet hamlesinin, isminin muhtevasına uygun bir faaliyet ve hareket haline gelebilmesi için asgari yüzlerce velud fikir ve ilim adamına ihtiyaç var. Bununla birlikte, ufku geniş, idraki derin ve terkip mahareti yüksek bir tane fikir adamı bile, meselenin ana haritasını ortaya koymak, ufkunu göstermek, istikametini tayin etmek bakımından mühimdir. Dikkatleri uyandırmak, fikirleri harekete geçirmek, tefekkür için zihni mecralar açmak bakımından mühimdir. Fikirteknesi web sitesi, Fikirteknesi yayınları ve şimdi de dergi ile yapmaya çalıştığımız da zaten budur, yani bu meselenin ehemmiyetini tespit etmek ve kamuoyuna sunmak… Medeniyet hamlesinin başlatılabilmesi ve hakkıyla yürütülebilmesi için “tefekkür seferberliği” gerekiyor. Yüzlerce, binlerce fikir ve ilim adamının harekete geçmesi, bir seferberlik anlayış ve hassasiyeti ile üretim yapması, ciddi bir usul ve tertip içinde eserlerini vermesi lazım. Zira üzerinde çalışılması gereken “mevzu haritası”, binlerce ana başlıktan, milyonlarca alt başlıktan oluşuyor. Tefekkür seferberliği başlatmak, tabiatı gereği zor bir iştir. Tefekkür, fabrikasyon üretim sistemlerindeki gibi “kapasite” artırılarak eser imalinin çoğaltılmasını mümkün kılan faaliyet alanlarından değildir. Tefekkür, enfüsi bir mesele olmak cihetiyle şahsa (ferde) bağlıdır ve ferdin istidat ve cehdiyle mahduttur. Tefekkür seferberliğinin başlatılabilmesi, öncelikle tefekkür faaliyetinin ufkunu medeniyet tasavvuru ve inşası olarak tespit etmek ve bu ufka yönelmekle mümkündür. Parça üretimlerden kurtulup, büyük terkibe yönelecek olan kalbi ve zihni evrenler, bu evrenlerdeki idrak merkezleri (melekeleri) ve idrak süreçleri, hedefin büyüklüğü nispetinde seferber olur. Küçük meseleler, basit mevzular, günlük problemlerle meşgul olmayı itiyat haline getiren akıl bünyeleri, seferberlik başlatamaz, başlatılmış veya teklif edilmiş olan seferberliğe katılamaz, büyük terkip içindeki herhangi bir bahisle ilgili faydalı bir eser veremez. Hedefin büyüklüğü, insan iç dünyasındaki kapasiteyi artırmaz ama en azından “tam kapasite” çalışmayı mümkün kılar. Doğrusu kapasite artırma meselesinden ziyade, atıl kapasiteyi harekete geçirmek, tam kapasite çalışabilmek gibi bir mevzumuz olduğu malum. Yüz kırk iki bin akademisyenin, belki de bir o kadar üniversite dışında fikir ve ilim adamının olduğu bir ülkede (Türkiye’de), mesele kadroların kapasitesini artırmak değil, tam kapasite çalışmayı mümkün kılmaktır. Tefekkür seferberliği için tam kapasite çalışmak muhakkak ki yalnız başına kafi değil. Büyük terkibi (medeniyet tasavvurunu) gerçekleştirmek için çok ciddi bir tasnif ve tertibe ihtiyacımız var. Mevzu haritası çıkarmak, ilimlerin tasnifi için altyapı oluşturmak, güzergahı tespit etmek gibi temel meselelerin halledilmesi, ana hedefe doğru ilerlemeyi mümkün kılacaktır. Büyük terkibe (medeniyet tasavvuruna) ulaşmak için altyapı hazırlanmadığı takdirde, birbirinden bağımsız ve daha kötüsü birbirini umursamayan çalışmalar yapılacak, böylece birbirinden uzaklaşan istikametler, birbiriyle çelişen fikirler meydana çıkacak, bütün bunlar ana mihraka bağlı fikir çeşitliliği olmaktan -29- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- ziyade fikri ayrışmalara ve çatışmalara yol açacaktır. * Tefekkür seferberliğini başlatabilmek için bir karargaha ihtiyacımız var; Medeniyet Akademisi… Medeniyet akademisi, tefekkürü yönetecek bir karargah değil, tefekkürün üzerinde baskı kuracak bir merkez hiç değil, tefekkür çeşitliliğini ortadan kaldıracak bir iktidar makamı asla değil. Tefekkürü değil tefekkür seferberliğini yönetecek, tefekkür alanlarını tespit edecek, mevzu haritasını çıkaracak, ilimlerin tasnifinin altyapısını oluşturacak, tüm bunları da merkezi bir hiyerarşi içinde ve tepeden aşağı doğru değil, seferberliğe katılan tüm fikir ve ilim adamlarının katkısı ile meydana gelecek müşterek tefekkür alanında gerçekleştirecektir. Bir manada seferberliğin lojistik ihtiyaçlarını karşılayacak, temel meselelerde karar vermek gerektiğinde “şura” oluşturacak veya şurayı içtima edecek, temel istikametleri ana kaynaklara nispetle tayin edecek, fikir ve ilim imalatını doğru yere yerleştirecektir. Tefekkür faaliyetini temel meselelere yönlendirmek, temel meselelerin mücerred seviyedeki terkibinden başlayarak hayatın en küçük teferruatına kadar inecek olan fikri silsileyi, buna bağlı olarak mevzu haritasını oluşturacaktır. Mücerred meseleleri, “halk anlamıyor” mazeretiyle mevzu olmaktan çıkarmamak, mücerred tefekkürü ise sırça saraya mahkum olmaktan kurtarıp, halka ve hayata iş ve tatbikat olarak inmesini mümkün kılacak tefekkür silsilesini tanzim ve tertip edecektir. Mücerred meseleler idrak edilmeden halka dönük müşahhas meselelerde yoğunlaşmak, materyalistpozitivist anlayışa savrulmayı mukadder hale getirdiği gibi, mücerred meselelerden ibaret bir tefekkür faaliyeti de, sırça saraya mahkumiyeti mukadder hale getiriyor. Mesele, her ikisinin de anlaşılmasını mümkün kılan bir tertip sahibi olmak, her ikisine de yönelik tefekkür faaliye- NİSAN 2015 tinde bulunmak, her ikisini de ihtiva eden büyük terkibi gerçekleştirmektir. Bunlar birbirinin zıddı mevzular değil, aksine birbirinin mütemmimidir ve biri olmadığında diğeri tüm manasını kaybeder. Medeniyet akademisi, mücerred tefekkür faaliyeti ile müşahhas teklifleri birbirine bağlayacak, toplam bir silsile oluşturacak, birini diğerine mahkum etmeden muhtaç kılacaktır. Tefekkür seferberliğini başlatabilmek için tefekkür mecraları ve onların döküleceği ve verime dönüşeceği bir tefekkür havzası oluşturmalıyız. Dergi yoluyla açılacak tefekkür mecrasında (veya mecralarında) akacak olan fikri, tertip ederek eser haline getirecek ve basacak, bunların harmanlanması ve mayalanmasıyla ortaya çıkacak teklifleri (özellikle müessese numunelerini) devlet ve cemiyete arz edecek, devamında inşa ve ihdasını, sevk ve idaresini, tashih ve murakabesini yapacak bir tefekkür havzası mahiyetinde medeniyet akademisine ihtiyacımız var. Tefekkür faaliyetini, uzaya taş fırlatmak veya karanlığa kurşun sıkmak cinsinden ana mihvere bağlı olmaksızın, büyük terkibi ufuk edinmeksizin gerçekleştirmek, maksada muhaliftir daha da ötesi gayesizliktir. Fikri ve ilmi faaliyetleri “kariyer planlaması” haline getiren, fikir ve ilmi dünyalık meşgalenin malzemesi kılan, makale ve eseri akademik unvanın garnitürü yapan fikir ve ilim piyasası, kendini bin derece ateşin içine atıp pişirecek kadar nefs muhasebesi yapmak zorundadır. Ümmetin izah ve hal edilmesi gereken temel mevzuları, çözülmesi gereken acil meseleleri, karşılanması gereken mühim ihtiyaçları var. Tüm bunları ihtiva eden ama ana mihveri maveraya uzanan “büyük terkip” şarttır ve tüm faaliyetlerimizi medeniyet tasavvuru (büyük terkip) içinde ve nizami şekilde yapmak için bir taraftan tefekkür seferberliğini başlatmamız diğer taraftan medeniyet akademisini kurmamız tarihi bir mesuliyettir. NURETTİN SARAYLI -30- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- MEDENİYET SOY/SUZ OLUR MU? Medeniyet mutlaka bir mefkûreden doğar. Medeniyetin zahiri hazırlayıcısı göç, çok kültürlülük ve yerleşik hayattır. İslam medeniyeti hicretle, Türk İslam medeniyeti ise Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türk mizacının İslam’la buluşmasıyla doğmuştur. Bugün dünyayı kapitalizmin egemenliğine alan Amerika da bir göçle doğmuştur. Hocasız ve kitapsız bir medeniyet mümkün değildir. İnsanlığa sunulacak bir mefkûre yoksa medeniyet ortaya çıkamaz. Hoca medeniyetin fikir işçisi kitap ise medeniyetin pusulası durumundadır. Hoca Ahmet Yesevi’den, Yunus’a; Mevlana’dan, Zenbilli Ali Efendi’ye bir zincirin halkaları gibi aynı hedefe ulaşma çabası medeniyeti tüm argümanlarıyla hazırlamıştır. Biri diğerinin son sözünü, öteki öncekinin ilk sözünü tamamlıyor mahiyettedir. Osmanlı örneğinde aynı zamanda diğer kültür unsurlarını ana kültürde yoğurmak isteyen bir gayri şuuri inikastan da bahsetmek de mümkündür. Kendini milli ve coğrafi bir sınırla tarif ve tayin eden kültürlerin medeniyet hamlesi yapması mümkün değildir. Cumhuriyet döneminde coğrafya üzerine sert ve ideolojik vurgu “yurtta sulh cihanda sulh” sözünde kendini gösteren bir içe kapanmanın, medeniyet hamlesinden uzaklaşmanın ya da medeniyet hamlesi taşımamanın, taşıyan unsurların da vatanı bölmek yaftasıyla yaftalamanın aşikar bir ifadesi veya diskuru olduğunu söyleyebiliriz. ___________________*___________________ “Derdi ve davası olanların diye başlayan bir cümlenin varacağı menzil kesinlikle bu dertten ve davadan bir mefkûre oluşturup bundan bir hamle geliştirmeye çalışmaktır. Öyle de olmuştur.” ___________________*___________________ Derdi ve davası olanların diye başlayan bir cümlenin varacağı menzil kesinlikle bu dertten ve davadan bir mefkûre oluşturup bundan bir NİSAN 2015 hamle geliştirmeye çalışmaktır. Öyle de olmuştur. Bugün dünyada diğer insanlarla bir bağ kurmanın yolu hangi amaçla olursa olsun mutlaka diğerlerine sunulacak bir düşünceyi, felsefeyi mecbur kılmaktadır. ABD örneğinde demokrasi, liberalizm, insan hakları, Rusya örneğinde emek, hürriyet, işçi değerlerinden oluşan bir felsefi yaklaşımla kapitalizm ve sosyalizm blokları etkisiyle insanların taraf olduğu, taraftar edildiği bir tarihi geçmişe uzak değiliz. Demek ki sınırlarına hapsolan diğer insanlara bir mefkûre sunamayan milletlerin medeniyet hamlesi gerçekleştirmesi mümkün değildir. Bu durum iki şekilde kendini göstermektedir: Sahip olduğu değerler ve potansiyel olarak açılım kabiliyeti bulunmamak ve/veya yöneticileri bakımından sahip olduğu değerlerin hamle haline dönüştürülmesine karşı bir sistemin ve kanunlar dizgesinin kurulmasıdır. Balkanlar birinciye Türkiye ikinciye örnektir diyebiliriz. Balkanlar zaman zaman yüksek bir çıkış yapsa da coğrafyanın ve kültürel mirasın potansiyeli bakımından medeniyet hamlesi yapmaya müsait değildir. Ancak medeniyet hamlesi yapabilecek kültür coğrafyalarının içerisinde yer alabilirler. Türkler ise bilakistir. Yönetici, sistem, dış etkenlerin her biri en üst derecede bir araya gelseler bile tarihi miras, coğrafyanın misyonu ve Azerilerin deyimi ile kanyaddaşlığı (kan-sütle gelen hafıza)Türk milletini bir medeniyet hamlesine mecbur kılmaktadır. Tarihte Selçuklu, Osmanlı gibi medeniyet pratikleri olan bir milleti elbette günlük siyasi hesaplaşmaların içerisine hapsedemezsiniz. Bu hesapları kaderin bir engeli olarak elbette görmezden gelecek medeniyetin çağrısını kaderin çağrısı gibi hissettiğinden günlük olanın, geçici olanın ötesinde arayışlara medeniyet hamlesi çabasına girecektir. Cumhuriyet ideolojisinin bize verdiği en büyük zarar soy ve mensubiyetlerden koparma alanında olmuştur. Dünyanın milliyetçi olduğu bir dönemde cumhuriyeti kuran kadro azınlıkların kirli hesaplarıyla milliyetçi bir tutum izlemişler ancak soy meselesini es geçmişlerdir. Kendini Türk hisseden ile bizatihi Türk olan arasında bir ayrımın yapılmaması Türk paydasının bir mizaç -31- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- ve duygu olduğu ve bu mizacın İslam inancıyla yoğrulduğu fikrini atlamış olmaları en büyük sorun olarak karşımızda olduğu gibi kurucu kadronun milliyetçilik anlayışını sorgulamayı gerektiren bir durumdur da. Osmanlıda “AHRİYAN” olarak tesmiye edilen bir topluluk olduğunu Halil İnalcık bize söylüyor. Rumlardan ve Ermenilerden Müslüman olanlar eğer İslami kültürü yaşamıyorlarsa veya devrin avantajlarından faydalanmak adına bir ihtida söz konusu ise defterlere “AHRİYAN”lar ayrı kaydedilmektedir. Buradan elbette kültür ve medeniyet değerlerinin herhangi bir yerinde bu insanları tutmamak gibi bir ihtiyatı görmezden gelemeyiz. Mesele Türklük olunca ya dini gruptan ırkçılık bakışı ya da hakikatte Türk olmayanların his düzeyindeki mensubiyetleri ile karışık bir hale getirilen Türklük bir mizaç, bir üslup, kâinatı ve insanı anlamada anlamlandırmada bir zihniyet olarak algılanmayınca ve olanla hisseden aynı paydada buluşunca biri diğerinin ayağına dolaşan, biri diğerinin hızını kesen bir sorunla medeniyet hamlesi iç kavgaların altında kalmıştır. Hakikatte Türkler çadırdayken bile “GÖK ÇADIR GÜNEŞ BAYRAK” diyen bir cihan hâkimiyeti mefkûresine sahiptir. Cumhuriyetin ketlerine takılan milli his, milliyetçilik, Türklük araştırmalarını, dil tarihini bile ya dönmelerden ya bizatihi Türk olmayanlardan öğrenmek zorunda kalmıştır. Dilini yani mizacını kaybeden Türk medeniyet hamlesini de gerçekleştirememiştir. İslamiyet berberi mizacıyla buluştuğunda Endülüs medeniyetini, Türk mizacıyla buluştuğunda da Osmanlı medeniyetini doğurmuştur. Ne zaman ki dini saikla Türklük ırkçılıkla, gerçekte hissediş düzeyinde olup ama tarihi miras ve mizaç bakımından Türk olmayanların açtığı yola zorla sokulmuştur Türk mizacı medeniyet hamlesine uzak yer yer de düşman kalmıştır. Türk milleti tarihin her döneminde mutlaka bir kızıl elması olan millettir. Hele hele Orta Asya göçünü kuraklığa bağlayarak manevi misyonu gölgeleyen anlayış tam bir tuzaktır. Asya’da Türklerden başka kavim yok muydu? Kuraklık sadece Türkleri mi vurdu? Elbette değil! Başka milletler de vardı ama manevi misyon Afrika mizacından sonra Türk mizacını mecbur kıldığı için İstanbul’un fethine mazhariyet anlamında Türkler göç etmişler ve bu mazhariyette bir çağa NİSAN 2015 mührünü vurmakla gerçekleşmiştir. Necip Fazıl “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet/güneşten başını göklere yükselt” derken boşuna dememiştir. Tam da bu misyonun farkındalığını ifade etmek için bu şiiri söylemiştir. Tarihin kader çizgisinde millet kendine ait mizaçla yeni baştan emanetini, yitiğini hatırlayan bir noktaya gelmiştir. Mizacı yok sayan anlayış medeniyetin üslubunu, kâinat algısını, değerler manzumesini yok sayıyor demektir. İslam’ın ahlak ve ahret anlayışıyla birleşen Türk mizacı kendi mirasını yeni baştan bir medeniyet hamlesiyle canlandıracaktır. Yeter ki ana damarın önü kesilmesin. Cumhuriyet ideoloji insanları mensubiyetlerinden kopararak sadece cumhuriyet paydasında birleştirmekle misyonun önünü kesen bu tuzakla iç kargaşayı medeniyet hamlesinin önüne aldırmıştır. Daha yüce ve cihanşümul bir değerde buluşamayanların hâkimiyet kavgasına potansiyelimiz heba ettirilemez. Soysuz hiçbir şey olmayacağı gibi medeniyette olamaz. Mizacı yok sayamayız. Ama bize aşılanan Batılı anlayışları safra gibi dışarı attıktan sonra asli misyonumuza medeniyet hamlemize başlamamız mümkün görünmektedir. Asla içinde yer alamayacağımız asla kendimiz olamayacağımız bize ait olmayan medeniyetlerin taklitçisi olmaktansa kendi değerlerimizden tarihi pratiklerimizden, hasretimizden, bizi biz kılan, bizi tarih ve mazlum milletler karşısında sorumlu kılan kendi medeniyet hamlemizi gerçekleştirmek zorundayız! Merhum şairi yâd ederek son cümle derim ki: “Ellerin yurduna çiçek açarken / Bizim ile kar geliyor gardaşım Bu hududu kimler çizmiş gönlüme / Dar geliyor dar geliyor gardaşım” Hududumuz inancımızın yaşandığı ve inancımızı hâkim kılmak istediğimiz ruy-İ zemindir vesselam! MEMDUH ATALAY [email protected] -32- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- MEDENİYET HAMLESİ Medeniyet hamlesinin başlatılması için en uygun şartlar bugün için Anadolu coğrafyasında mevcut görünüyor. Daha doğru bir ifadeyle, İslam dünyası tetkik edildiğinde, mukayeseli olarak Anadolu coğrafyasının daha uygun olduğunu söylemek kabildir. Yoksa Anadolu coğrafyasının tepesinde bulunan mevcut siyasi rejim, Müslümanların iktidarına rağmen hala medeniyet hamlesini mayalayacak tüm şartları ve hususiyetleri ihtiva eden bir muhafız ve muharrik kuvvet olmaktan uzaktır. Ne var ki mukayeseli olarak en uygun yerin burası olması, karargah olarak Anadolu’nun seçilmesini, yığınağın buraya yapılmasını, hamlenin buradan başlatılmasını gerektiriyor. Mevcut hükümetin nispeten “güvenli alan” haline getirdiği Anadolu coğrafyası, medeniyet hamlesi ve inşası için lazım olan “emniyetli saha” ihtiyacımızı karşılayacaktır. Medeniyet hamlesinin başlatılabilmesinin ilk şartı emniyetli sahadır, emniyetli saha oluşturulamadığı, sınırları muhafaza altına alınamadığı takdirde medeniyet inşasının herhangi bir safhasında meydana gelecek bir saldırı, bugünün silah sistemlerine bakıldığında ülkeyi ve inşa sürecini yerle bir eder. İslam dünyasında “emniyetli saha” ihtiyacını karşılayacak şu an itibariyle bir ülke yok, sayısız başka sebepleri de olmasına rağmen sadece bu sebeple bile medeniyet hamlesinin Anadolu coğrafyasından başlatılması, lazım olmanın çok ötesinde elzemdir. * Osmanlı-İslam medeniyeti, İslam medeniyet tarihinin (ve silsilesinin) son halkasıdır. Silsilenin son halkası, önceki halka- NİSAN 2015 ları ihtiva eden, onları inkişaf ettiren mahiyetiyle birlikte, İslam medeniyet müktesebatının da arşivine maliktir. Kadimden beri süregelen medeniyet müesseseleri, son halkada zirveye çıkmış, en zarif halini almış, en uygun tatbikat şartları üretilmiş ve azami fayda temin edilmiştir. Osmanlının nazari ve tatbiki arşivi ile birlikte, halkta ve münevver camiada “kırıntı” halinde bile olsa tesirinin devam etmesi, çöken medeniyeti yeniden inşa etmenin en azından ruhi kaynaklarının bu coğrafyada bulunduğunu gösterir. __________________*_________________ “İnşa fikri, müessese fikri gibi, halen başlıkları bile gündeme getirilmeyen, buna mukabil dev külliyatlarla tetkiki acil ihtiyaç olan bahisler için Osmanlı medeniyet misali, tarihi laboratuvar ve kaynak mahiyetinde ve kıymetindedir.” __________________*_________________ Osmanlının, medeniyet silsilemizin son halkası olması, ihdas ve ikame edilmiş müesseselerin bir kısmının ihya, bir kısmının tashihen ihya edilmesini, bir kısmının ciddi bir tetkik ve tahlilden sonra yeniden ikame edilmesini mümkün kılar. Bütün bunlardan daha mühim olanı, Osmanlı medeniyet emsali üzerinden bir “medeniyet tasavvuru” çıkarmak, inşa safhalarını ve süreçlerini tetkik etmek, medeniyet müessesesi fikriyatına sahip olmak imkanı vardır. İnşa fikri, müessese fikri gibi, halen başlıkları bile gündeme getirilmeyen, buna mukabil dev külliyatlarla tetkiki acil ihtiyaç olan bahisler için Osmanlı medeniyet misali, tarihi laboratuvar ve kaynak mahiyetinde ve kıymetindedir. Bunlar gibi, belki de bir celsede sayamayacağımız kadar çok sayıda sebeple İslam medeniyet hamlesinin Anadolu coğrafyasından başlatılması lüzumu açıktır. Birkaç hususa özet kabilinden temas etmemiz, bu -33- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- meselenin münakaşa mevzuu olmaktan çıkarılması ve daha ileri bahislerle meşgul olma zamanının geldiğini ifade etmek içindir. Öyleyse Anadolu coğrafyası ve ümmetin bu coğrafyada mukim parçası, büyük hamleyi başlatmakla mesuldür, hatta buna memur ve mahkumdur. * Kadim medeniyet silsilesinin son halkası olan Devlet-i Ali Osmani’nin çöküşü, sadece bir devletin yıkılışından ibaret değil, aynı zamanda İslam medeniyetinin yerle bir oluşudur. İslam tarihinde Sahabe-i Kiram efendilerimizden sonra devlet ile medeniyet coğrafyasının sınırlarını birleştiren ve ümmetin vahdetini temin eden tek misal Osmanlıdır. Bu emsal, insan muhayyilesinin zorlandığı bir muvaffakiyettir ve zirvedir. Ne var ki, medeniyet coğrafyası ile devlet coğrafyasını birleştirmenin ve tek karargaha bağlamanın öngörülemeyen bir neticesi zuhur etmiştir, o karargah çöktüğünde tüm medeniyetin çökmesi mukadder olmuştur. Osmanlıdan önceki İslam medeniyetleri, bir coğrafyada çökerken, başka bir coğrafyada inşa edilmiş, böylece medeniyet tarihimiz devletlerin akıbetine bağlı olmaksızın kesintisiz devam etmiştir. __________________*_________________ “Osmanlı devleti ile Osmanlı-İslam medeniyetinin birbirine raptedilmesi, Sahabe-i Kiramdan sonraki ilk ve son tecrübedir. Bu tecrübe, on dört asırlık tecrübe müktesebatı içinde müstesna bir yer teşkil eder.” __________________*_________________ Osmanlı devleti ile Osmanlı-İslam medeniyetinin birbirine raptedilmesi, Sahabe-i Kiramdan sonraki ilk ve son tecrübedir. Bu tecrübe, on dört asırlık tecrübe müktesebatı içinde müstesna bir yer teşkil eder. Hem NİSAN 2015 faydası cihetiyle zirvedir hem de neticesindeki zarar cihetiyle zirvedir. Bu tecrübe her iki cihetiyle de mutlaka dikkate alınmalı, zararından korunmak için faydası ihmal edilmemeli, faydasını iktisap etmek için zararı gözden ırak tutulmamalıdır. Tek İslam devleti, ümmetin vahdeti için elzemdir ve bu sebeple Sahabe-i Kiram efendilerimizden sonra sadece Osmanlıda ulaşılan bu menzil, vazgeçilebilir, ihmal edilebilir, dikkate alınmayabilir bir kıymet değildir. Ümmetin tüm ilim, irfan, tefekkür hamlelerini ve eserlerini tek havzada toplamak ne kadar dahiyane ve kıymetli ise, o kadar da tehlikelidir. Birden çok havzada toplamak ise hepsinin birden donmasına, çürümesine, çökmesine karşı iyi bir tedbir ise de, vahdetin inşası ve ikamesi için bir o kadar tehlikelidir. Öyleyse iyi ile kötünün kucak kucağa olduğu dünya yurdunda, dikkatli, titiz ve girift tedbirler almak şarttır. __________________*_________________ “Ehl-i Beyti, onun kadim müessesesi ile birlikte devlet ve cemiyet hayatının en mutena noktasına yerleştiren, “Asil Neseb”in dünyadaki “manevi hükümranlığını” kuran ve sancaklaştıran, devleti ve devlet reisini “Nikabet Teşkilatı Riyasetinin” emir subayı haline getiren bu teklif, son birkaç asırdır İslam devlet ve cemiyet mimarisi için ileri sürülen en harikulade fikirdir.” __________________*_________________ * Yazarlarımızdan Hamza Kahraman’ın, Fikirteknesi Yayınlarından çıkan “Büyük Doğu Devleti-1-Umumi Çerçeve” isimli eserinde, İslam devlet ve cemiyetine raptettiği “Nakibü’l Eşraf teşkilatı” teklifi, birçok meselemizin izah ve hal merciidir. Ehl-i Beyti, onun kadim müessesesi ile birlikte devlet ve cemiyet hayatının en mutena -34- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- noktasına yerleştiren, “Asil Neseb”in dünyadaki “manevi hükümranlığını” kuran ve sancaklaştıran, devleti ve devlet reisini “Nikabet Teşkilatı Riyasetinin” emir subayı haline getiren bu teklif, son birkaç asırdır İslam devlet ve cemiyet mimarisi için ileri sürülen en harikulade fikirdir. Bu fikir, Osmanlıda devlet ve medeniyetin cem edilmesinin faydalı cihetini ihtiva eden, zararlarını ise defeden bir teklif ve tedbirdir. Bu fikir, İslam medeniyet tasavvurunun, medeniyet hamlesinin ve inşasının ana karargahı ve temel istinatgahıdır. Bu fikir, hilafetin ihdas ve ikamesi için, bugünkü şartlardan bakıldığında sanki tek ihtimal, tek yol, tek imkandır. Bu fikir, kurulacak İslam medeniyetinin (ve devletinin) bundan sonra asla yıkılmayacağı hissi uyandırıyor. Ne var ki dünyada baki olan bir şey yoktur. Medeniyet hamlesinin yeniden başlaması, başlatılması fikrini ısrarla teklif ve müdafaa ederken, bu çapta bir hamleyi üstlenebileceğimizi iddia etmek yerine, bu hamleyi ateşleyecek, tahrik edecek fikriyatı üretmek, bunu da üretemezsek üretilmesine vesile olmak çabası içindeyiz. Büyük laflar etmek (büyük iddiaları dillendirmek) yerine, mütevazı şekilde büyük fikirler üretmek cehdi içinde olmak gerekiyor. Ve fikir nerede görülür ve bulunursa, oradan almak, kıymet vermek, baş tacı yapmak şart. __________________*_________________ “Medeniyet hamlesini başlatmak, tefekkür faaliyetini “medeniyet tasavvuru” çapında yapmak, medeniyet inşa sürecine tüm ruhumuzla girmek gibi fikirler, üzerinde “hususi mülkiyet” kurulacak ve telif hakkı iddia edilecek kıymetler değil.” NİSAN 2015 * Medeniyet hamlesini başlatmak, tefekkür faaliyetini “medeniyet tasavvuru” çapında yapmak, medeniyet inşa sürecine tüm ruhumuzla girmek gibi fikirler, üzerinde “hususi mülkiyet” kurulacak ve telif hakkı iddia edilecek kıymetler değil. İlk defa kimin dillendirdiği (biz de dahil olmak üzere) ile ilgili tek cümlelik münakaşa yapmadan, tek cümlelik hak iddia etmeden Müslüman münevverlerin üzerinde çalışması gerekiyor. Hangi camiaya, cemaate, guruba, ekole bağlı olursa olsun, ilim, irfan ve tefekkür faaliyetlerini İslam medeniyet tasavvuru ve inşası ufkuna bağlı şekilde yapmayı şiar edinme vakti geldi. Hususen, bir cemaat ufkundan medeniyet tasavvuru çıkmayacağı için, tüm İslami bünyeleşmelerin nazari ve ameli çalışmalarını bu istikamete teksif etmesi, hem telif ve tefekkür çabalarının derinleşmesini temin eder hem de müşterek faaliyet alanı ve altyapı ihtiyacını karşılar. Her Müslümanın kendi içtimai bünyesinde sabit kalmak üzere, tüm ümmetin tefekkür ve tatbikat yekununa verilen isim olması cihetiyle “medeniyet tasavvuru” üst başlığına yönelmesi, yolun sonunda elde edilmesi umulan neticenin (vahdetin), daha yoldayken elde edilmesini mümkün kılar. Meselenin sırrı da zaten burada, yolda nispeten elde edilemeyen kıymetin tamamına yolun müntehasında vasıl olmak muhaldir. Zaten yolun sonunu görmek kime kısmettir, bilinmez. Bu sebeple “yolda” olmak maksada dahilse, yolda maksadın tahakkuk etmesi (nispeten de olsa) şart. HAKİ DEMİR [email protected] __________________*_________________ -35- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- NİSAN 2015 Said Nursi yoktu, Ahmet Arvasiyoktu, ila ahir… ZAMANIN İHTİYACI MEDENİYET HAMLESİ Otuz-kırk yıl öncesine kadar bu ülkede fikir hareketleri vardı. Müellifler, temel telakkileri ne olursa olsun, bir fikriyat sahibiydi. Bir şahıs veya kadro hareketiyle ortaya çıkarlar, bütünlüğü olan bir fikriyat üretme çabasına girerler, devlet ve cemiyete bir teklif sunarlardı. Doğru ya da yanlış, üzerinde tartışılması mümkün olan, tartışmaya değer görülen bir teklifte bulunmaları, bu teklif çerçevesinde bir fikriyat üretmeye çalışmaları asil bir tavırdı ve tabii ki kıymetliydi. Bir müddetten beri bu ülkede fikir hareketi kalmadı, fikir hareketi başlatacak çapta mütefekkir yetişmez oldu, artık fikriyat yok, dağınık halde fikir parçacıkları var, artık fikir hareketi yok, nefislere malzeme olsun diye toplama kitaplar ve makaleler var, artık teklif yok, kariyer ve şöhret var, artık mütefekkir yok, “yazar” var. Ve yazarlar, halkın kitap okumadığından şikayet ediyor, okunacak kitap yazılmadığı ihtimalini nedense gündeme getirmiyorlar. Fikriyat ortaya koyan müelliflerin her kitabı, başka bir kitabını teklif ederdi. Fikriyata ait bir kitabı okuyan insan, diğer kitapları da okumak zorundaydı, zira hiçbir kitap tek başına bir şey anlatmazdı, anlatamazdı. Her kitap, fikriyat örgüsünün bir düğümüydü, o düğümün çözülmesi meselenin bittiği anlamına gelmez, başka ve daha çok düğümün olduğunu gösterirdi. Kitap okunurdu, zarureten okunurdu, gönüllü olarak okunurdu. Şimdi ise her kitap tek başına kaldı, sanki bir kitapla (veya birkaç kitapla) her şey anlatılabilirmiş gibi… Oysa tek başına “tamamlanmış” olan tek kitap vardı kainatta, onun da adı; Kur’an-ı Kerim idi. Bir veya birkaç kitapla meseleyi hallettiğini düşünen idraksizlerin kaynaştığı bir dünyaya doğduk, maalesef o dünyada Necip Fazıl yoktu, Yalnız başına külliyat çapında eser veren kalmadığı gibi, birlikte külliyat telif eden kadro hareketleri de kalmadı. Bir Necip Fazıl yetişmeyebilirdi belki ama istikameti aynı olan bir kadro bir araya gelip eski külliyatları devam ettiremez veya yeni bir külliyat telif edemez miydi? İnsanlar hem yalnız başlarına külliyat ve fikriyat telif edemiyor hem de bir kadro hareketinin içinde yer almıyor. Bu nasıl iş? Bir insanın yalnız başına külliyat telif etmesindeki zorluğu biliyoruz ama bir kadro hareketinin içinde yer almamasını, ortaya koyabileceği birkaç adetlik eserle müşterek külliyat telifine katkıda bulunmamasını anlamıyoruz. Bir veya birkaç eserin hızlı şekilde unutulup gideceğini anlamayan insanlar, nefislerinin üç kuruşluk arzuları peşinde hayatlarını tüketiyorlar. Birkaç tane çok iyi eser verilebilir belki. Ama unutmamak gerekir ki, birkaç iyi eser mevzumuzu izaha kafi gelmeyeceği için, ancak başka fikirlerin veya fikriyatın malzemesi haline gelir. Parça fikirler ve az sayıdaki eserler, tamamiyete ermeyeceği, bütünü kuşatamayacağı için, büyük ihtimalle başka fikir ve eserlerle tezat teşkil edecektir. Tezat teşkil ettiğinde, büyük terkibe giden yolun menzillerinden biri olmayacak, tam aksine belki yolu kapatacak, belki de yanlış istikametlerin mazereti haline gelecektir. Faydalanmak isteyenler ise, bir fikriyata sahip değillerse, ihtimal ki “eklektik kavrayış” tuzağına yakalanacak, böylece parçalı zihni dünyaya sahip olacak, haliyle bir dünya görüşüne malik olamayacaktır. * Merhum Necip Fazıl Üstaddan sonra, yani otuz yıldır ilk defa bir fikir teknesi oluştu. Belli bir dünya görüşüne mensup insanların müşterek külliyat telif ettikleri, birbirini kıskanmak yerine birbirini destekledikleri, ana mihraka bağlı medeniyet tasavvuru ve inşası için gayret gösterdikleri bir fikir teknesi… Üs- -36- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- tad ihtiyacı duymadan, kutsal şahsiyet aramadan, kadim müktesebata sadık ama yeni fikirler telif eden, fikirleri aynı teknede yoğuran, kıvamını bulanları eser haline getiren bir fikir teknesi… Artık medeniyet hamlesinin zamanı gelmiş olmalı. Çünkü zamanın ihtiyacı, medeniyet hamlesidir. Bu ihtiyaç sürekli derinleşmekte, sürekli yoğunlaşmakta, sürekli gündeme gelmektedir. Ve, parça parça telif edilen ama toplamı oluşturamayan, bu sebeple de medeniyet tasavvuruna giden yolu bir türlü açamayan günümüzün dağınık zihni ve fikri yapısı, meselelerimizi çözmüyor, aksine meseleleri çözümsüzleştiriyor ve müzminleştiriyor. Fikirteknesiyle yavaş yavaş mayalanan, uzun süre demlenen, zuhur şartlarını arayan ve bekleyen medeniyet hamlesi, muhtemeldir ki oluş şartlarının eşiğine geldi, dayandı. Fikirteknesi yazarlarının meseleye bu şekilde bakmadıklarını, kendilerinde bir kıymet ve güç vehmetmekten kaçındıklarını biliyorum. Fikirteknesi ailesine en son katılan birisi olarak, meselenin bu cihetine temas etme ihtiyacı hissettim. * Fikirteknesi veya başka bir tefekkür havzası fark etmez, artık medeniyet hamlesinin zamanı geldi. Yüzlerce, binlerce fikir ve ilim adamının harekete geçmesi, büyük hamleyi gerçekleştirmek için herkesin kendi merkezinde ve sahasında çalışması gerekiyor. Her telif sahibinin mutlaka bir tefekkür havzasına mensup olması, fikir ve ilim imalinin bir havzada biriktirilmesi şart. Böylece neyin eksik olduğunu bilme ve o eksikliği giderme imkanı ortaya çıkacak, farklı müelliflerin fikirleri arasındaki tezatlar görülecek ve terkip ve telif etme fırsatı doğacaktır. Birbirini umursamayan, birbirinden bağımsız, birbirini tamamlamayan müellifler, eserlerini müşterek tefekkür havzalarına dökmeden birkaç eserle tarihe geçeceklerini, ümmetin belli bir meselesini çözeceklerini düşü- NİSAN 2015 nüyorlarsa fena halde yanılıyorlar. Muhakkak ki birden çok tefekkür havzasının olması, oluşturulması gerekiyor. Mesele Fikirteknesiyle sınırlı kalmamalı, fikir ve ilim adamları fevç fevç bir araya gelerek tefekkür havzaları oluşturmalı, ciddiye alınacak külliyatlar telif etmeliler. Bugünün en büyük ve en acil ihtiyacı medeniyet hamlesidir. Öyleyse ilim ve tefekkür faaliyetinin ufku budur ve bunun dışında başka işle iştigal edenler zamanın ruhuna ve istikametine aykırı davranmış olacaktır. Zaman öyle bir kuvvedir ki, istikametini doğru keşfeden ve ona uygun hamle yapanı, hayata tasarruf edecek mevkie çıkarır ve tarihe altın harflerle yazar. Aksi istikamete gideni ise, tarihe gömer ve üstüne ölü toprağı serper. Hükümet mensupları dahil olmak üzere neredeyse herkesin İslam medeniyetinden bahsetmeye başladığı bugün, tarihi yazacak olanlar, İslam Medeniyet Tasavvurunu oluşturmak ve inşa sürecini başlatmak için ihtiyaç duyulan “muhteva”yı telif edenlerdir. Herkesin birbirinden duyarak tekrarladığı, muhtevaya dair bir makale bile telif etmeyenlerin sahip çıktığı bu bahis, muhakkak ki gerçek fikir adamlarını bekliyor. Tekrar edenlerin bu meseleye tek katkıları, büyük hamlenin artık hayati ve acil ihtiyaç olduğunu kamuoyuna duyurmak ve kamuoyunun merkezi mevzusu haline getirmektir. Ne var ki, her mevzuun ucuz şekilde ağızlara sakız edildiği bir vasatta, büyük terkibi gerçekleştirecek, büyük hamleyi başlatacak olan mütefekkirlerin, kalabalık arasından seçilememesi önümüzdeki en büyük tehlike olsa gerek. Fikir adamlarını kalabalık arasından seçemeyenler ise, tefekkür istidat ve mahareti olmayan ve kalabalıklara ayarlı bir zihni dünyaya mahkum olanlardır. Veya hasislikten idrak gözü kör olan ve şahsiyet zafiyetine yakalananlardır. HAMZA KAHRAMAN [email protected] -37- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- BATI UYGARLIĞI İLE HESAPLAŞMA Arayış İçinde Bulamayış ıstırabı çeken BATI Batı uygarlığının çöküş vetiresi içinde bulunduğunu, teknik başarı dışında bütün değer sistemlerinin tel tel döküldüğünü, güve yemiş bir kumaş gibi delik deşik olduğunu (traviyal), birazcık düşünebilen, orta kalitedeki her insan tarafından kabul edilen bir olgu olarak alıyoruz. Yeni doğan (doğacak) dünyanın değer sistemlerine Batı değerler sistemi karşılık verememektedir. “Değerli dostum, bütün nazariyeler soluk olduğu halde, hayatın altın fidanı yeşildir.” [1] Bir tarafta hayatın değişken hüviyeti ve doğurduğu yeni yeni sorular, sorunlar! Diğer tarafta başta aile yapısı olmak üzere, büyük çoğunluğu iflas etmiş şubeleriyle meydan yerinde arayış içinde bulamayış ıstırabı çeken Batı uygarlığı... Antik Grek dünyasından miras alınan “değişme” ve aynı “değişme” nin geometrik diziyle artması!.. Yani Batı uygarlığı, ortaya çıkan problemlere, cevab aranan temel sorulara cevab verebilme imkânını kaybetmiş durumda. Bugünkü Batı’nın ruhi ve müşahhas krizinde felsefi krizin olduğuda bedahat derecesinde hakiki bir suret belirtir. Batı uygarlığı diyalektik; üretici, yaratıcı, değerler inşâ edici özelliğini kaybetmiştir. *** Modernite, modern insan tipine deli gömleği giydirdi... Bireyselleşen ben’i etrafında dönen bu çağın kaotik insan türü, bizlerin nefs, onlarında ego dedikleri canavar kar- NİSAN 2015 şısında eridikçe erimekte. Bu eriyişin tezahürü olarakta şahsiyetsiz bir zümre her geçen gün kaotik kervana katılmaktadır. İnsanlığın bu noktaya gelmesinin mesulü, şüphesiz Batı uygarlığıdır. Moderniteden hareketle, insanlığa deli gömleği giydirdi tarzında ifade kullandım. Bu deli gömleği yırtma hamlesi ise postmodernite ile mümkündür. Vurarak kırarak dökerek bu yırtışın neticesinde İslam Medeniyet tasavvurunun terkibi hükümleri meydana çıkacaktır. Batı’nın üzerimize Tanzimat ile biçtiği, Meşrutiyet ile boyumuzun ölçüsünü alıp nihayet Cumhuriyet hamlesi ile giydirdiği,bu gömleği yırttığımız vakit, medeniyetimiz açısından orta yere birşeyler inşâ edemediğimiz takdirde, gömleksizliğin neticesinde tir tir titreme gibi bir durumumuzda vardır. O halde yeni bir medeniyt hamlesi şarttır. Zira bu hamle gerçekleşmediği takdirde Batı enkazı altında kalacağımızı söyleyelim. __________________*_________________ “İslam irfan müktesebatına muhatap anlayışımızın tarih sahnesinden çekilmesiyle beraber, boşluğu Batı uygarlığı doldurmuştur. Çünkü eşya boşluk kabul etmez. Batı, öylesine hasis bir anlayış içinde hareket etmiştir ki, bu nizamsızlığıyla beraber doğuşu eksik ve çarpık olmuştur. Etiyle kemiği ile var olan, yaşayan insanı konu almak yerine, yeni “BİR ADAM YARATMA” girişiminde bulunmuştur... Yani fıtrata ihanet etmiştir.” __________________*_________________ İslam irfan müktesebatına muhatap anlayışımızın tarih sahnesinden çekilmesiyle beraber, boşluğu Batı uygarlığı doldurmuştur. Çünkü eşya boşluk kabul etmez. Batı, öylesine hasis bir anlayış içinde hareket etmiştir ki, bu nizamsızlığıyla beraber doğuşu eksik ve çarpık olmuştur. Etiyle kemiği ile -38- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- var olan, yaşayan insanı konu almak yerine, yeni “BİR ADAM YARATMA” girişiminde bulunmuştur... Yani fıtrata ihanet etmiştir. Batı uygarlığının zaman ve mekâna sahip olma potansiyelinden mahrum olduğunu temel doğru kabul ederek bu konuda uzun tartışmalara girmeyeceğiz. Yalnız burada XX.Yüzyılın son çeyreği ile XXI. Yüzyılın ilk çeyreği arasında yayınlanan bazı kitapları sizinle paylaşacağız... Amacımız içinde yaşadığımız çağı farklı perspektiflerden tanıtarak gerçekçi bir tespite yardımcı olmak... Bu kitapların isimleri bile Batı düşüncesinin sinesinde yaşayan korkunun ve ıstırabın ipuçlarını bizlere vermektedir. *** Medreselerimizin iflası Batı’nın doğuşunu hızlandırmıştır. Taşköprülüzâde Ahmet Efendi (14951561) Üsküp’te İshak Paşa müderrisi iken 1532 yılında Arapça olarak yazdığı Mevzuat’ül Ulüm isimli eserinde çok şayan-ı dikkat, analitik ve eleştirel bir yaklaşımla şu tespitte bulunuyor: “Buraya kadar anlattıklarımız, sana bu ilmi ve âlimlerini hatırlatmak içindir. Hiç olmazsa, bu ilimde olan imamların isimleri ve kitapları akıl ve ilim sahiplerincebilinir. Zira asrımızın âlimleri ve zamanımızın muhaddisleri ve fazılları, bu ilimden ancak isimleri bilmek ve sahiplerinden bir parçasını öğrenmektedirler. Eski zamanlarda, hadis âlimlerinin asrı, asırların hülasası, zamanları zamanların esâsı ve süsü idi. Sonra tedricî olarak yavaş yavaş bu şerefli ilim azaldı ve bu ilmin sâhipleri ma’rifet ve kapsamada alîl olmuşlardır. Bütün ilimlerin de hali böyledir ki, başlangıçta yükselme ve artma ile en yüksek dereceye çıkıp, sonra yine eski haline döner. Belki tamamen kalkar, Nitekim NİSAN 2015 biraz sonra, bu sözün doğru olduğu anlaşılacaktır. ... Bundan sonra da gittikçe düşer. İnsanlar hatâ ve kusurlarla meşgul oldukça, cehâlet ateşi alevlenip, ilim tamamen yok olur, eseri ve izi kalmaz. Allahü Teâlâ daraltır ve açar. Dilediğini yapar, dilediği gibi hükm eder. O Hamîd ve Mecîddir. [2] Bu satırlar 1532 yılında dahi medreselerin nasıl bir aymazlık, uyuşukluk, gaflet ve şuursuzluk içinde olduğunu gösteriyor. Müellif, kitabların okunmasından ziyade, sadece yazar ve kitap isimlerinin öğrenilmesine bile razıdır. İşte bugünkü Batı’nın oluş ve yok oluş süreci tamamen bizle alakalıdır. Ve bizimle ters orantılıdır. Biz şerefli olduğumuz vakit, onlar aşağıların aşağısında. Biz aşağılık kuyuya düştüğümüz zaman, onlar terakki yolunda... Yani ölçüsüz ve ivazsız tenkitde methiyede doğru değildir. Taşköprülüzâde Ahmet Efendi’nin bahsi geçen eserinden yukarıdaki satırların iktibasından rahatsız olanlar olabilir. Bu şahıslar şu türlü sorularda sorabilir. - - Bu iktibas, Osmanlı medreseleri hakkında ilzam bir aşırı genelleme değil midir? Aşırı genelleme insanı yanlışlara götüren büyük br mantık yanlışlarından biri değil midir? Kuşkusuz bu sualler meşrûdur!.. Fakat şu noktayı arz ederek savunmamızı takdim ederiz ki, biz sadece bir kaynakla iktifa etmedik... Dolayısıyla tespitlerimiz bir kaynakla sınırlı değildir. Üzülerek belirtelim ki medreselerin o günkü menfi halleri bir çok kaynakta anlatılmaktadır. Nitekim Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi (1541, 1600) Künhü’l Ahbar [3] isim- -39- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- NİSAN 2015 li eserinde o günkü medreselerin halini geniş olarak tenkit etmiştir. Bir iktibas daha yapıyoruz: 1620 yılında II. Osman’a sunulmuş olabileceği tahmin edilen, yazarı belli olmayan Enderun mensubu olabileceği öngörülen KİTÂB-I MÜSTETÂB’ta da şu ifadelerin olması ne kadar hazindir. daki iç ve dış müdahaleler, dil konusunda aydınımızın görüşlerini derledik. Uzun uzaya dil meselemizi burada anlatacak değiliz. Lakin şunu belirtmem gerekiyor ki, yeni bir medeniyet hamlesi için üç sihirli kelimeyi kafamızın en derin hücrelerine kazımamız ve kalbimize idrak ettirmemiz gerekmektedir. “Ve bu zikrolunan maddelerden mâ’adâ bir madde dahi budur ki Âsitâne-i sa’âdetde olan cemî –i ehl-i menâsib yirmi beş otuz yıldan berû rüşvet tarîkine sâlik olmuşlardır ve rüşveti dahi bir mertebeye iletmişler ki hedâyâ deyu âşkâre kapudan kapuya virulur ve alınur olmuşdur.” [4] 1- Muhtaç olduğumuz ilk kelime; Tefahhus - Tefahhus: İnceden inceye araştırma. 2- Muhtaç olduğumuz ikinci kelime; Teemmül - Teemmül: İyice, etraflıca düşünme 3- Muhtaç olduğumuz üçüncü kelime; Taakkul - Taakkul: Akıl erdirme, zihin yorarak anlama, yahud idrak etme Elimde bir çok kaynak var daha. Lakin sayfalarımızın darlığı sebebiyle, bir çoğunu veremiyoruz. Hemen hemen bir çok ciddi araştırma, ittifak halinde aynı tetkikler ile medreselerin içler acısı halini yansıtmaktadırlar. İlim ve irfanı bırakıp eşkiyalığa başlayarak devlete onlarca isyan eden sûhte’lere ne demeli? Özellikle sûhte kargaşalıkları II. Selim’i takip eden dönemde devlet içi ciddi bir mesele olmuştur. Not: Sûhte; Farsça bir tabir. Yanmış, tutuşmuş medrese talebelerinin ilim aşkıyla yandıkları düşünüldüğü için onlara bu isim lâyık görülmüştür. Fert fert Tefahhus, teemmül, taakkul erleri olduğumuz takdirde medeniyet hamlemizi gerçekleştirecek muzaffer insanlar olacağımızı müjdeleyelim. METİN ACIPAYAM [email protected] DİPNOTLAR: *** Yeni medeniyet hamlesi için muhtaç olduğumuz “üç” sihirli kelime Hiç bir milletin başına gelmeyen büyük buhran; Harf İnkılabından bahsediyoruz. Fikir teknesi yayınlarından çıkan “Kurşunlanan Türkçe” isimli eserimizde dil bahisleri ile alakalı geniş malümatlar verdik. Ayrıca dil konusunda baskıda olan diğer eserimiz “150 yıllık kavga; dil ve alfabe tartışmaları” kitabımızda da yine dilimiz hakkın-40- 1. Goethe, Faust, çev. Recai Bilgin, Maarif Vekaleti, 1941, sh. 85 2. Taşköprülüzâde Ahmet Efendi, Mevzuat’ül Ulüm, I / 471 3. Gelibolu'lu Ali Efendinin bahsi geçen eserini, 2000 yılında Faris Çerçi Erciyes Üniversitesi yayınlarından latinize ederek yayınlamıştır. 4. Kitâb-ı Müstetâb, Latinize eden: Yaşar Yücel, Ankara, TTK. 1988, sh. 23 TERKİP VE İNŞA SAYI -1- MEDENİYET HAMLESİ İÇİN TEMEL KAVRAYIŞ Medeniyet, bir dünya görüşünün nazari çerçevedeki üretimleri ile ameli sahadaki yapıp ettiklerinin toplamına verilen isimdir. İslam ve İslami dünya görüşü; insan, hayat ve varlık ile ilgili her konuyu kendi merkezinde ve kendi esaslarıyla izah eder. En küçük bir konuda bile kendi dışından ithal fikir ve ölçü talebi yoktur ve bütün sızmalara karşı da teyakkuz halindedir, bu nedenle eklektizm İslami dünya görüşünün zehiridir. Öyleyse Müslümanların dünyada yeni bir medeniyet hamlesi başlatması, her meseleyi kendi merkezlerinde izah ve inşa etmektir ki, bu teşebbüsün neticesi yeni bir dünya kurmaktır. * Batının en büyük hakimiyet manivelası, epistemolojik evrenini, “bilimsellik” kılıfıyla tüm dünyaya pazarlaması ve dünyanın da bunu, batıdan bağımsız olarak “doğru” bilgi ve bilim kavrayışı olarak kabul etmesidir. Batının epistemolojik evreninin kabulü, dünyanın en derin anlamda işgale uğramasıdır ve ilginç olan nokta ise bunun bir işgal olduğunu bilmemesi, anlayamamasıdır. Bilmediğimiz işgale karşı mücadele etme imkanımız olmadığı için, batıya karşı cephede savaşırken, cephe gerisinde ona lojistik destek veriyoruz. Dünyadaki tüm üniversiteler, batı ile batının bilgi ve bilim evrenine uygun şekilde “bilimsellik” yarışına girmiş durumda. Hangi ülkenin ve hangi üniversitenin ne kadar bilimsel üretim yaptığını da yine batı üniversiteleri ölçüyor ve payeler dağıtıyor. Tam manasıyla küresel bir komedya… NİSAN 2015 Batı, pozitif bilgi ve bilim anlayışını, tek bilgi telakkisi ve tek bilim mecrası olarak dünyaya kabul ettirdi. Bunun neticesi olarak tüm dünyada “pozitif aklı” inşa etti, yani tüm dünya batının “aklı”na mahkum oldu. Batının aklını kendi kültür coğrafyasına ne kadar iyi taşıdığını ispat için yarışmaya başladı. Pozitif akla mahkumiyet, dünyanın birçok kültür coğrafyasında dert edilmeyebilir ama kendi aklı (akl-ı selimi) olan İslam coğrafyasının da bu akla mahkum olması çıldıracak cinsten bir intihar teşebbüsüdür. İntihar teşebbüsüdür zira Rusya’nın pozitif akla bir alternatifi yoktur ve onu dert edinmeyebilir ama Müslümanların bir akıl formu vardır ve buna rağmen pozitif aklı öncelemeleri, kendi akıllarına kurşun sıkmaktır. * Mesele akl-ı selimden ibaret olsaydı nispeten kolaydı. Şu anda dünyadaki hayat altyapısını baştan sona batı inşa etti. Materyalist ve evrimci görüşle “insan” telakkisini yıktı ve “gelişmiş hayvan” tezini ortaya attı. Dünyanın en gelişmiş hayvanı olarak da kendini gördü, insanlık gelişmesini (evrimini) tamamlayamamış hayvan sürüsü olarak kabul edildi. İnsan hak ve hürriyetleri, hukukun üstünlüğü gibi sözde “insani değerleri”, en gelişmiş hayvan türü kendileri olduğu için, kendilerine münhasır gördüler ve insanlığın geri kalanını milyonluk kütleler halinde öldürmekten kaçınmadılar. Tüm bunların temelinde tabii ki epistemolojik evrenleri var ve o evrenin merkezi karargahı da pozitif akıldır. Konunun özü, yeni bir medeniyet tasavvurunda yatıyor. Yeni bir medeniyet tasavvuru, yeni bir insan tezidir, yeni bir hayat tezidir, yeni bir varlık tezidir. Tüm bunların başlangıç noktası ise, bilgi telakkisi yani epistemolojik evrendir. Kendi bilgi telakkimizi kurmak içinse, akl-ı selimimizi inşa etmekten başka yol yok. -41- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- Bir taraftan medeniyet tasavvurumuzu oluşturmamız diğer taraftan akl-ı selimimizi inşa etmemiz gerekiyor. İlkokullarımızdan başlamak üzere pozitif eğitim veriliyor ve pozitif akıl inşa ediliyor, üniversitelerimiz batının epistemolojik evrenini koruyan birer kale gibi. Akl-ı selimi nasıl inşa edeceğiz, medeniyet tasavvurumuzu nasıl oluşturacağız? Yüz binlik rakamlarla ifade edilen akademik personel var bu ülkede, kahir ekseriyeti batılı bilim adamlarının kitaplarından iktibas yapmayı “bilimsel çalışma” zannediyor. Zaten bilimsellik konusu da bu şekilde oluşmuş, aksi istikametteki bir çalışmayı bilimsel faaliyet olarak kabul etmeyen ve akademik personelin “tez”ini reddeden kurumlar ve kurullar burçları tutmuş. Böyle bir vasatta değil “medeniyet tasavvuru”, bir köy tasavvuru bile üretilemez. Çare, Necip Fazıl Üstad gibi, “cemiyet ve üniversitelerden aldığı zehirli telkin ve tesirleri silkip atan” ve kırk derece ateşte düşünmeyi itiyat haline getiren fikir adamlarıdır. Kısaca kendi öz kaynaklarımıza, kendi kadim müktesebatımıza, kendi “usul” ilimlerimize dönmeliyiz. * Akıl ve akl-ı selim hakkında literatürün hatta kitabın bulunmadığı ülkemizde, “Fikirteknesi külliyatı” müstesna bir kıymet ifade ediyor. Konu şahısların üstünde ve ötesinde olduğu için, şahıs ve kitap isminden ziyade, külliyata atıf yapmakla yetiniyoruz. Fikirteknesi külliyatında yayınlanan eserlerde; İslam medeniyet tasavvuru, İslam ilim anlayış ve mecrası, ilimlerin tasnifi, maarif davası, talim ve terbiye süreçleri, akıl, akl-ı selim, idrak, tefekkür, tasavvur, tecrit, terkip, teşkilat, müessese, ihtilal, inkılap, inşa, muhafaza, tecdit, ferd, cemiyet, devlet, bilgi, ilim, irfan, insan, ahlak, hukuk, nizam, NİSAN 2015 muvazene, irade, hürriyet, dirayet, kişilik, şahsiyet, lisan, dil, ruh, nefs, zihni evren, kalbi evren, zihni süreçler, ruhi süreçler, insandaki inkişaf süreçleri, İslam irfanının teknolojisi, tarih telakkisi, İslam tarih telakkisi, Risalet, Sahabe, tefekkür patlaması, tefekkür krizi, İslamcılık meselesi, batı, batının felsefi krizi, batının çöküşü, Büyük Doğu Devlet Mimarisi, vahdet ve hilafetin inşası için “Nakibü’l Eşraf Teşkilatı” teklifi ve daha yüzlerce temel mesele tetkik edilmiştir. Sadece bir kısmını saydığımız ve üst başlıklar halinde kaydettiğimiz bu bahisler, temel iki meselemiz olan “medeniyet tasavvuru” ve “akl-ı selim” ile ilgili başlangıç noktasını oluşturan, hangi güzergahı takip edeceğimizi gösteren, maksadımızın ne olduğunu işaretleyen bir külliyat halinde piyasaya sunulmuştur. Türkiye böyle bir külliyata sahip olduğu için çok talihlidir ve bunun kıymetini bilmelidir. Fikirteknesi külliyatında, hakkında kitaplık hacimde fikir üretilmiş meseleler, maalesef başlık halinde bile efkar-ı umumiyede yer almıyor. Ülkedeki fikir piyasasında “başlığını” göremediğimiz mevzular, Fikirteknesi külliyatında bazen bir ciltlik kitap, bazen seri kitap halinde tetkik edilmiştir. Yeni bir dünya kurmak, yeni bir medeniyet hamlesi başlatmak, yeni bir varlık, insan, hayat telakkisi geliştirmek, kısır fikir piyasasının dışına ve üstüne çıkmayı şart kılıyorsa eğer, o hususiyet Fikirteknesi külliyatında, fikir kırıntıları halinde değil kitaplık çapta mevcut. Zaten biz de bu sebeplerle Fikirteknesi ailesine katıldık, katılma teklifini “şeref” kabul ettik. ABDULLAH TATLI [email protected] -42- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- MEDENİYET HAMLESİNİN BAŞARISIZLIK İHTİMALİ Medeniyet hamlesinin başarısızlık ihtimali var mıdır? Bu sorunun cevabını aramak, hangi ihtimallerde başarısız olacağını bulmak, başarısızlık halinde etkisinin ve sonucunun ne olacağını araştırmak bana düştü. Bu vazifenin bana düşmesini talihsizlik olarak kabul ediyorum. Ne ki, tuvalet temizlemek de olsa, vazife vazifedir. Medeniyet hamlesinin başarısızlık ihtimalini iki kategoride değerlendirmeliyiz. Birincisi, kim başlatırsa başlatsın, nerede (hangi ülkede) başlarsa başlasın, ümmetin medeniyet hamlesinin başarısız olma ihtimali değerlendirilmelidir. İkincisi ise, bizim başlattığımız (başlatmak istediğimiz) medeniyet hamlesinin başarısız olması halinde ortaya çıkacak sonuçların değerlendirilmesidir. * Son birkaç asırdır dünya batının tasallutu ve hakimiyeti altında yaşıyor. Batı, dünyada birkaç istisna dışında tüm ülkelerin mahremine kadar nüfuz etmiş, içeriden gizli veya açık mahfilleriyle, dışarıdan ise BM kararları ve ambargo gibi uygulamalarıyla dünyayı idare etmiştir. Bu kadar ağır işgal altındaki dünyadan, batı dışında ve batı aleyhine bir medeniyet hamlesinin başlaması sanki muhaldi. Batının son birkaç asırlık dünya hakimiyeti bitmeye başladı. Batı kendi içinde hızlı bir çöküş sürecine girdi, bundan sonra da dünya ile ilgilenmekten ziyade kendi iç meseleleriyle ilgilenmek zorunda kalacaktır. Kısacası birkaç asırda bir gelen büyük bir fırsatla karşı karşıyayız. NİSAN 2015 Batı, yirminci asrın başlarında dünyanın haritalarını çizmişti, haritaları çizerken “yüzyıllık anlaşmalar” yapmıştı. Yüzyıllık anlaşmalarla zapt altında tutulan ülkeler, batı ekseninden çıkamamakta, çıkmaya çalışanlar ise o anlaşmalar gereği oluşan geniş bir koalisyonun saldırısına maruz kalmaktadır. Artık yüzyıllık anlaşmaların da sonuna geliniyor. Bir taraftan batı çatır çatır çöküyor, bir taraftan yüzyıllık anlaşmaların bitmesiyle milletlerarası hukuk korumasını kaybediyor. Tam zamanı, medeniyet hamlesini başlatmanın, hızlı şekilde yol almanın, dünyaya iktisadi refahtan ibaret olmayan bir “numune” sunmanın vakti geldi. Ümmet için medeniyet hamlesini başlatmanın bundan daha uygun zamanı olamazdı. Batının dünya hakimiyetinin bittiği, kendi içine çöken batının dünyaya ihraç edeceği kültürel bir kodifikasyonunun kalmadığı, yüzyıllık anlaşmaların sonuna gelindiği bugün, medeniyet hamlesi başlatılmalı ve başarılmalıdır. Eğer medeniyet hamlesi başlatılamaz veya başarılı olamazsa, bizden bağımsız olarak batı çökecektir ama onun yerini Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya’nın alması mukadder gibi görünüyor. Bugün için ABD düşmanlığı tortulaşmış bir reaksiyon haline gelmişse de, ümmet için ABD ile Çin arasında bir fark yoktur ve biz dirilişimizi gerçekleştiremediğimiz takdirde batının yerini doğunun alması birkaç yüzyıl daha kaybetmemiz anlamına gelir. Birkaç yüzyıl daha kaybetmek… Bu tahammül edilebilir, göze alınabilir bir tehlike ve ihtimal değil. İçinde bulunduğumuz fırsat, İran’ın yapmaya çalıştığı gibi iktisadi ve askeri anlamda güçlü olmakla geçiştirilecek cinsten değil. Medeniyet hamlesini başlatmak, dünyaya yeni bir fikriyat sunmak, insanlığın bize fikrimizden dolayı meyletmesini sağlamak gerekiyor. En büyük savunma kalkanı, fikir -43- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- ve kültürdür. Dünyaya yayılacak olan medeniyet hamlesi ve onun insan ve hayat telakkisi, en azılı düşmanımız olan ülkelerin mahremlerine, aydınları ve halklarına kadar nüfuz etmelidir. Ümmet bu fırsatı kaçırırsa, korkarız ki birkaç asır daha zillete mahkum olacaktır. Bu fırsatı kaçıramayız, bu fırsatı küçük hamleler için kullanamayız. Bu fırsat, “büyük hamle” için Cenab-ı Allah Azze ve Celle’nin Müslümanlara bir ihsanıdır, şimdi mesele bu ihsana layık olduğumuzu göstermektir. * İkinci ihtimal, bizim başlattığımız hamlenin başarısız olması halinde sonuçlarının ne olacağı sorusudur. Bu ihtimaldeki en kötü senaryo, medeniyet hamlesinin boş bir hayal olduğuna dair bir kanaatin münevver camiada ve halkta oluşmasıdır. Böyle bir sonucun zuhur etmesi, böyle bir teşebbüsün bir daha başlatılamayacağı veya başlatılması için çok zaman geçeceği manasına gelir ki, bizim için çok ağır bir sorumluluktur. Böyle bir kanaatin oluşmaması durumunda başarısızlık çok önemli değildir zira bizden sonra veya bizimle hemzaman olarak başkaları da medeniyet hamlesini başlatabilir. Bu durumda medeniyet hamlesini ilk başlatanlar olarak kayda geçeriz ki, bizim için yeterli bir şereftir. Başlattığımız medeniyet hamlesinin başarısız olmaması, başarısız olursa tekrar başlatılması için gerekli tedbirleri alıyoruz. Bizimle hemzaman olarak veya bizden sonra medeniyet hamlesinin başlatılabilmesi için, yaptığımız çalışmaları külliyat haline getiriyor, basıyor ve literatüre geçiriyoruz. Literatür, eserlerin muhafazası için müellifinden daha muhkem bir havzadır. Her ne kadar medeniyet tasavvuru içinde ümmetin kadim müktesebatı ile birlikte asri müktesebatını da NİSAN 2015 “tedvin” etmek ve kendi ıstılah haritamızı hazırlamak varsa da, külliyatı şimdilik mevcut literatüre havale ediyoruz. Fikirteknesi külliyatı ile birlikte, dergimizin de külliyatı oluşacak. Her sayıda hazırladığımız “dosya konumuz”, gelen yazıların sayısına uygun olarak bir kısmı dergide, bir kısmı da dergiyle birlikte kitap olarak basılacak. Kitapların ikinci baskısı, dergide yayınlanacak yazıları da ihtiva edecek ve böylece dergi külliyatı kitap olarak literatürdeki yerini alacak. Bizim dışımızda veya bizden sonra medeniyet hamlesini başlatacaklar için, yaptığımız çalışmalara külliyat olarak ve tabii ki derli toplu şekilde ulaşma imkanı hazırlıyoruz. Medeniyet hamlesi gibi büyük vazifeyi hiç kimse bizimle yürütmek zorunda değil. Böyle bir talepte bulunmak, nefsten kaynaklanan bir fikir hasisliği olur. Buna mukabil, herkes yaptığı işi belli bir çerçeveye almalı ve ümmetin istifadesine sunmalıdır. Bu mesuliyet gereği, yaptığımız ve yapacağımız tüm çalışmaları nizami bir külliyat halinde piyasaya sunmak, benzer çalışmalar yapanlara açık tutmak, talep etmeleri halinde yardımcı olmak niyet ve çabasındayız. * Medeniyet hamlesi mutlaka başlatılmalıdır. Bizim tarafımızdan veya başkaları tarafından… Ümmetin sahih mecrası olan Ehl-i Sünnet mensupları tarafından başlatılması halinde hiçbir kıskançlık ve hasislik göstermeden katkıda bulunacak, yardım edecek bir noktada duruyoruz. Yeter ki istismar olmasın, yeter ki ucuzluk olmasın, yeter ki bu mesele “dünyalık” nevale haline getirilmesin… MUSTAFA KARAŞAHİN [email protected] -44- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- NİSAN 2015 savaşların da etkisi ile medeniyetimizin ürettiği tüm müesseseleriyle beraber yıkılmıştır. HAMLE ZAMANI Batı uygarlığı, kendi akli (pozitif), siyasi, ekonomik ve felsefi formasyonunu tamamlayarak, modernitesinin arka planını oluşturmuştur. Uygarlığının özünde sömürgecilik olan batı, yeryüzü cenneti oluşturma iddiası ile ortaya çıkmış ve dünyayı işgal ederek, yeryüzünü kana bulamış sömürmüş ve gözyaşına boğmuştur. Batı maddi kalkınmışlığının da etkisiyle insanlığı etkilemiştir. Kendi dışındakilere maddi kalkınmayı sağlayabilmeleri için, batı içi (paradigma) akıl ve bilgi telakkilerini araç olarak önermiş, kalkınmanın ön şartı olarak kendi paradigmasını evrensellik adı altında sunmuştur. Bu durum, kültürel emperyalizmi oluşturmuş ve azmanlaştırmıştır. Batı dışı ülkelerin aydınları, kendi kültür havzalarındaki varlık, bilgi, değer anlayışına şüpheyle yaklaşmışlar ve farklı (ve yabancı) bir paradigmaya yamanarak (eklektik) yapılar oluşturmuşlardır. Kendi medeniyet değerlerine yabancılaşan aydınlar, modernleşme teorileri çerçevesinde toplumsal dönüşüm ve ilerlemenin tamamen batı uygarlığına mahsus, rasyonalist (akılcı) ve pozitivist bir mühür taşıdığını, batı dışı ülkelerde de ancak bu kavrayış süreçleri temelinde bir gelişmenin sağlanabileceğini düşünmeye (aslında düşünmemeye, taklit etmeye) başlamıştır. Batı uygarlığının her yönlü etkisinden, İslam medeniyetinin son halkası olan Osmanlı devleti de etkilenmişlerdir. Osmanlı aydınları da rasyonalist, pozitivist, darvinist etkilerden paylarını almışlardır. Devlet-i Osmani, dış etkiler ve kendini yenileyememe, Bugün Dünya konjonktürüne baktığımızda, batı, vaat ettiği yeryüzü huzurunu sağlayamamıştır. Kendi dışında olan insanlık için güvenli hayat alanları üretmediği için yeryüzü zulmün mekanı haline gelmiştir. Batı, dünyaya kendi merkezinden bakar, batı ve diğerleri olarak kategorize ettiği için, bir medeniyet olamamıştır. Batının üstünlüğü sadece maddi planda olmuştur, tüm insanlığı kuşatacak değerler sistemi yoktur. İlginç ve dikkat çekici olan nokta ise, kendi değerlerini “evrensel değerler” maskesiyle pazarlamanın maharetine sahip olmasıdır. Hasta adam denilen Osmanlının son döneminde bile sanat, edebiyat ve birçok insanlık alanında üretilen değerler batıda hiç olmamıştır. _________________*__________________ “Müslümanlar, Haki Bey’in ifadesiyle; imanlarının hayatını üretemediği için iman ile hayatın berzahında kıvranmış, tercihlerini imandan yana kullanan Müslümanlar ise hayatı üretememekten dolayı buhrana düşmüştür. Batının ürettiği hayat ile imanları arasında tercih yapmak zorunda kalan Müslümanlar, imanlarını muhafaza edebilmek için yer yer hurafelere tutunmak zorunda kalmış, kaotik bir kalbi ve zihni evrene mahkum olmuşlardır.” _________________*__________________ İslam medeniyeti, ilim mecrasında olduğu gibi, tasavvufta geleneğinde de Hz. Peygambere bağlanan bir icazet (silsile) zincirine sahiptir. İlim ve tasavvuf silsilesinin tabii neticesi olarak, İslam medeniyeti de Asr-ı Saadete, dolayısıyla Hz. Peygamber Aleyhisselatü Vesselam Efendimize bağlanmaktadır. Medeniyet zincirimizin son halkası olan Osmanlı İslam medeniyeti; inşa ettiği -45- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- insan, cemiyet ve hayat numuneleri ve bunların irtibatını sağlayan müesseselerle beraber çökünce, hayat boşluk kabul etmediği için, başkalarının ürettiği hayat telakkileri hayat alanlarımızı işgal etmiştir. Müslümanlar, Haki Bey’in ifadesiyle; imanlarının hayatını üretemediği için iman ile hayatın berzahında kıvranmış, tercihlerini imandan yana kullanan Müslümanlar ise hayatı üretememekten dolayı buhrana düşmüştür. Batının ürettiği hayat ile imanları arasında tercih yapmak zorunda kalan Müslümanlar, imanlarını muhafaza edebilmek için yer yer hurafelere tutunmak zorunda kalmış, kaotik bir kalbi ve zihni evrene mahkum olmuşlardır. Tercih sayısı sınırlıydı, ya imanın hayatı inşa edilecek ya da batı hayatına mahkum olanlar imanlarını da bırakacaklardı. İki asırdır ikisini de yapamamanın meydana getirdiği kaotik zihni altyapı, büyük hamleleri gerçekleştirmeye, yeniden dirilmeye, yeniden medeniyet yürüyüşünü başlatmaya fırsat vermemiştir. Osmanlı’nın yıkılmasıyla beraber, bize çizilen sınırlar içerisinde, toplum dizayn edilmiş, farklı bir hayat tarzı dayatılmıştır. Siyasi sınırlarımızın daralması ufkumuzu da daraltmıştır. Ufkumuz Edirne ile Kars arasına sıkışarak, İslam medeniyeti halkları olan Müslümanlar ile irtibatımız koparılmıştır. Gerçekleşmesi elzem görünen medeniyet tasavvuru aynı zamanda tefekkür ufkumuzu da ötelere yaklaştırırken, vuku bulan olaylar ve hadiselere de medeniyet merkezinde değerlendirmeyi sağlayarak kavram dünyamıza da katkıda bulunacağı kanaatindeyim. Bugün baktığımızda İslam alemi hamisiz kalmış, tesbihin taneleri gibi dağılmıştır. Her yeni kurulan ülke kendi merkezinde bir şeyler yapmaya gayret etse bile bütünü görecek tasavvur olmadıkça başarılı olması NİSAN 2015 mümkün değildir. Günümüze kadar medeniyet tasavvuru ile ilgili mütefekkirlerimizin çalışmaları olmuştur; fakat zihinlerdeki zemin yeterli olmamıştır. Kavramsal dünyamız hercü-merc olduğu için çok karşılık bulmamıştır. Neyi ne ile terkip edeceğimizin bilinememesi, kavramsal dünyamızla da ilgilidir. Ülkemizin dış siyasetinde ve bazı iç dinamiklerde yakaladığı ivmenin de etkisiyle D. Mehmet Doğan’ın bir kitabının adı olan “Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu” gelmiştir. Bir medeniyet tasavvurunun gerçekleştirileceği psikolojik zeminin oluştuğunu düşünmek için şartlar uygun hale gelmiştir. Bu fırsatı kaçırmamalıyız, yıllardır konuşageldiğimiz İslam medeniyet tasavvuru üzerinde teferruatlı şekilde düşünmeli, aciliyet listesi çıkarmalı, bu listeye uygun projeler yapmalıyız. Bütün bu çalışmaların nizami bir çerçevede yürütülebilmesi için Medeniyet Akademisi gibi bir karargaha ihtiyacımız var. Bize düşen, mesuliyeti omuzlarımızda hissederek, çalışmalarımızı somutlaştırarak adım atmaktır. Tesbih tanesi gibi dağılan Müslümanları, vahdete ulaştırmayı vazife telakki etmeliyiz. Osmanlı döneminde, surre alayı Hac zamanı Kâbe’nin örtüsünü hazırlayarak yola çıktığında Müslüman halklar alayı bekleyerek Kâbe’ye doğru nasıl tertip olup vahdete doğru aktılarsa, bizde tüm gayretimizle İslam alemini vahdete götürecek, bize güç ve feyz taşıyan, vahiyle bağımız olan ana kabloyu Hz. Peygambere bağlayacak bir “İSLAM MEDENİYET TASAVVURUNA” ihtiyaç aşikardır. Aynı zamanda kimliğimizin ana zemini bu tasavvurdur. A.BÜLENT CİVAN [email protected] -46- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- NİSAN 2015 FİKİRTEKNESİ YAYINLARI 45-Dil Düşünce İdrak 46-Büyüklere sorular HAKİ DEMİR 47-İslam Tarih Telakkisi 48-İslam İrfanının Teknolojisi 49-İnsan Tabiat Haritası 50-Aklın Sınırları 51-Ruhiyat 52-Akl-ı Selimin teşekkülü 53-Farklı Akıl Terkipleri 54-Büyüklere Sorular 55-İnsan Ahlak Hukuk 56-Namaz 57-Müslüman şahsiyetin yeniden inşası 58-Kitap Risalet Sahabe 1-İslam Medeniyet Tasavvuru-1-Terkip ve Tefekkür 2-İslam Medeniyet Tasavvuru-2-İnşa Muhafaza Tecdit 3-İslam Medeniyet Tasavvuru-3-Şehir ve Medeniyet 4-Medeniyetin Göç Vakti 5-Anlayış ve Tefekkür 6-Zaman Mekan Varoluş 7-Hilafet Dört Halife ve Devlet İdaresi 8-İslam Maarif Anlayışı-1-Temel Telakki 9-İslam Maarif Anlayışı-2-Ruhi-akli süreçler 10-İslam ve Teşkilat 11-Karz-ı Hasen Müessesesi 12-Fethullah Gülen’in Fikir Hilesi 13-İnsan Zihninin Ana Haritası 14-İnsandaki İnkişaf Seyri 15-İnsanın Keşfi 16-Muhteşem Terkip, İnsan 17-Akl-ı Selimin Farkı 18-Akıl Nedir? 19-Aklın Teşekkül Süreci 20-Akıl İnşası-1-Nazariyat 21-Akıl İnşası-2-Tatbikat 22-Güçlü Akıl 23-Reşit Akıl 24-Şahsiyet 25-Şahsiyet Olamamış Kişilik Tipleri 26-Zeka Şahsiyet Hayat 27-Dirayet Mukavemet Hayat 28-Dirayet ve Mukavemetin Ruhi Kaynakları 29-İhtilal 30-İhtilal Liderliği 31-İkinci Kurtuluş Savaşları Çağı 32-Değişim Süreçlerinin Tabiatı 33-Değişim Devrim ve Sosyal Hareketler 34-Batı Çöküyor 35-Filistin Davası ve Büyük İsyan 36-İslam Birliğinin İçtimai Altyapısı 37-Büyük Kavga 38-Sistemin İdeolojik Sınırları 39-Siyasetin Patlaması 40-Türkiye Kendisiyle Hesaplaşıyor 41-Türkiye Yol Ayrımında 42-Düşünce ve Siyasetin Seviyesizliği 43-Düşüncenin Savruluşu 44-Medeniyet Akademisi AHMET DOĞAN İLBEY 1-Aldatan Cumhuriyet 2-Kemalist Cumhuriyetin Zulümleri 3-Cumhuriyetin karanlık yılları 4-Bir hüzünkarın ömür defteri 5-Dil Kapısı’nda yazılanlar 6-Müslüman Doğulu’nun derunu 7-Millet üstüne düşünceler İBRAHİM SANCAK 1-İslamcılık meselesi 2-Medyada tefekkür krizi 3-Şia ve İran’ın ihaneti 4-Tefekkür hamlesi 5-Ecel teri mi doğum sancısı mı? 6-Paralel örgüt mü, paralel din mi? NURETTİN SARAYLI 1-Tefekkür krizi 2-Tefekkür ve hezeyan 3-İslamcılık tartışmasının haricileri 4-İhanet Şia’nın tabiatında var FARUK ADİL 1-Batının iflası 2-Beyaz sayfa açmak zor 3-İhanet günlükleri -47- TERKİP VE İNŞA SAYI -1- NİSAN 2015 OSMAN GAZNELİ 1-Çocuklarda Akıl İnşası 1-Cemaat mi istihbarat örgütü mü? 2-Asırlık kavga devam ediyor 3-Akparti’nin Türkiye projesi AHMET SELÇUKİ AHMET KAMİL TUNCER 1-Devlet kuran teşkilat 1-Adanmış ruhların anatomisi SELAHATTİN ADANALI FATİH MEHMET KAYA 1-Parapsikoloji ve paralel örgüt 1-Türkiye’nin manzarası ÖMER KARAYILAN 1-Hüznün hazinendir-Şiir2-Pazartesi yalnızları-ŞiirMEMDUH ATALAY 1-Dünya Hali-Şiir2-Halce-ŞiirNURİ YILDIZ 1-İnadına İnsanlık 2-Not Düştüm Tarihe-13-Not Düştüm Tarihe-2- KİTAP TALEPLERİ İÇİN… Kitapların fiyatı 13.00 TL, Toptan (en az 30 adet) fiyatı 8.00 TL. Talep için müracaat GÖKHAN GENÇEL E-mail: [email protected], Telefon: 0539 621 39 94 Sipariş vereceklerin; 1-İsim ve Soyisim, 2Adres , 3-Telefon, 4-TC numarası (fatura için) bilgilerini, e-maile göndererek telefonla bilgi vermeleri rica olunur. HAMZA KAHRAMAN 1-Büyük Doğu Devleti-1-Umumi Çerçeve METİN ACIPAYAM 1-Medeniyetimizin Büyük Dehası Necip Fazıl 2-Kurşunlanan Türkçe 3-150 yıllık kavga; dil ve alfabe tartışmaları ABDULLAH TATLI 1-Düşünce nedir 2-Düşünür kimdir ALİHAN HAYDAR 1-Operasyon medyası MUSTAFA KARAŞAHİN -48-