TERKİP VE İNŞA SAYI - Terkip ve İnşa Dergisi

advertisement
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
NİSAN 2015
İÇİNDEKİLER
Takdim
Yayın çizgimiz ve ufkumuz
.
Ebubekir Sıddık Karataş
Neden yeni bir dergi
.
Faruk Adil
Nasıl bir dergi
.
Ahmet Kamil Tuncer
Bir medeniyet yürüyüşü-hicret.
Ali Yurtgezen
Yeni bir hamle yeni bir heyecan
.
Alihan Haydar
İslam medeniyet hamlesi için öneriler
.
Atilla Fikri Ergun
İslam medeniyet anlayışı üzerine
fikir talimi yapmak
.
Ahmet Doğan İlbey
Medeniyetin ihyası için insanın inşası
.
İsmail Göktürk
Medeniyet hamlesi için saf tutanlar
.
Selahattin Adanalı
Medeniyet hamlesi ve siyasi altyapı
.
İbrahim Sancak
Medeniyet hamlesi için seferberlik
.
Nurettin Saraylı
Medeniyet soy/suz olur mu?
.
Memduh Atalay
Medeniyet hamlesi
.
Haki Demir
Zamanın ihtiyacı medeniyet hamlesi
.
Hamza Kahraman
Batı Uygarlığı ile hesaplaşma
.
Metin Acıpayam
Medeniyet hamlesi için temel kavrayış
.
Abdullah Tatlı
Medeniyet hamlesinin başarısızlık ihtimali
.
Mustafa Karaşahin
Hamle zamanı
.
A. Bülent Civan
TERKİP VE İNŞA
Sahibi ve yazı işleri müdürü
Haki Demir
Genel Yayın Müdürü
Metin Acıpayam
Editör
Adnan Köksöken
________________________
Mizanpaj
Gökhan Gencel
Baskı
Fikirteknesi basım evi
İrtibat
Tel: 0507 465 58 88
E-mail: [email protected]
İdare adresi
İsmetpaşa mah. 9. Sk. Ergenekon İşhanı
Kat:1 no:4 K.MARAŞ
-1-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
NİSAN 2015
var, bunların gerçekleşmesi için tefekkür mecrasına ihtiyacı var. Tefekkür patlaması, bir kişinin,
birkaç kişinin, birkaç yüz kişinin ateşleyebileceği
bir hadise değil, sayısız ilim, fikir ve sanat adamının bu meseleyi ciddiye alması şart. Bunun
için de bir mecra, bir havza lazım.
TAKDİM
2014 yılının Eylül ayından itibaren, önce
yayınevini kurup külliyatı basmak sonra da derginin altyapısını hazırlamak için yoğun bir çalışmanın içerisine girdik. Fikirteknesi külliyatının
büyük bir kısmını bastıktan sonra başladığımız
dergi çalışmaları, yaklaşık on yıllık mevzu haritası ve fikriyatının hazırlanması ile geçti.
Her devir kendi ihtiyaçlarının peşinde
koşar. Zamanın ihtiyacı “medeniyet hamlesi”
olsa gerek… Tefekkür patlaması, belli bir istikameti, belli bir maksadı, belli bir çerçeveyi şart
kılar. İhtiyaç ve istikamet bir araya geldiğinde
tefekkür patlamasının mevzuu belli olmuş demektir. Geriye kalan şart, ehl-i tefekkürün kendi
mecrasını bulması veya açmasıdır.
On yıllık mevzu haritasındaki her başlık
bir yıl idare edecek kadar hacimlidir ama biz her
birini bir sayıda tetkik etmek niyetindeyiz. Öncelikle bu mevzulara bir temas etmek ve gündeme
getirmek lüzumu var. Temas etmekten ibaret bir
tetkik maksadı yerine getirmeye kafi değil muhakkak, ne var ki başlığı bile hatırlanmayan mevzuların öncelikle mevcudiyetini ve lüzumunu
göstermek şart.
Tefekkür mecrası açmak için en uygun
vasıta dergi olsa gerek. Tefekkür mecrasının bu
teşebbüsle açılıp açılmayacağını tabii ki bilmiyoruz, böyle büyük bir işin tüm şartlarını yerine
getirebilmek gibi bir imkanımız yok. Bununla
birlikte on yıllık mevzu haritası hazırlamak gibi
altyapı çalışmalarını en ciddi ve titiz şekilde yaptık. Keza dergide sürekli yazacağı belli olan arkadaşlar, bir yıllık (on iki sayılık) muhtevayı da
hazırladı. Tabii ki fikir ve ilim adamlarından yazı
bekliyoruz, tabii ki bunu istiyoruz ama mevcut
yazar kadromuz bir yıllık muhtevayı hazırlamadan yayına başlamadık.
__________________*_________________
“Bir dergi de bizim olsun” türünden bir nefs
meşgalesi arayışından uzak durmak, dergi meselesini çok ciddi bir iş haline getiriyor. İşin
ciddi olması ile işi ciddiye almak birbirinden
farklı mevzulardır muhakkak ama hem iş ciddi
hem de işi ciddiye alan bir gayret varsa mesele
çok daha zor hale geliyor.”
*
İlk sayı olması hasebiyle “Nasıl bir dergi” çıkarmak istediğimize dair yazılarla neşriyatımızı tarif etmeye çalıştık. İstedik ki, yapmaya
çalıştığımız işin ne olduğu ve nasıl yapmayı düşündüğümüz bilinsin. Bu sebeple birinci sayının
dosya mevzusu olan “medeniyet hamlesi” biraz
zayıf kaldı. İkinci sayıdan itibaren mevzuları
daha etraflıca tetkik ettiğimizi ifade edelim.
__________________*_________________
“Bir dergi de bizim olsun” türünden bir
nefs meşgalesi arayışından uzak durmak, dergi
meselesini çok ciddi bir iş haline getiriyor. İşin
ciddi olması ile işi ciddiye almak birbirinden
farklı mevzulardır muhakkak ama hem iş ciddi
hem de işi ciddiye alan bir gayret varsa mesele
çok daha zor hale geliyor. Fikrin neşir vasıtası
olan dergi ciddi bir iştir, biz de işimizi ciddiye
alıyoruz.
Gayret bizden, tevfik Allah’tan…
EDİTÖR
*
Dergi, birlikte düşünmek, birlikte üretmek için yola çıktı. Ülkenin ve ümmetin tefekküre ihtiyacı var, hatta tefekkür patlamasına ihtiyacı
-2-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
NİSAN 2015
denin) zayıflamasıyla birlikte ümmetin içtimai
altyapısı çökmüş, idrak kanalları kirlenmiş, kadim ihanet olan Şia’dan başka irili ufaklı yeni
merkezkaç kuvvet (ve düşünce) zuhur etmiştir.
İdrak parçalanmasından meydana gelen sayısız
anlayış savrulması, bir taraftan hacimsiz ve sığ
guruplar üretmekte diğer taraftan tevhidden sonraki en mühim mesele olan vahdeti imha etmektedir. Ehl-i Sünnet, doğru anlayışın, doğru tatbikatın, doğru yaşayışın tek mecrasıdır ve ümmetin
vahdetini temin edecek tek temel anlayıştır. Ehl-i
Sünnet vahdetin ta kendisidir ve o bünyenin dışında kalanlar vahdetin düşmanıdır.
Kadimden beri olageldiği üzere, yeni
medeniyet hamlesini mayalayacağımız tekne,
Ehl-i Sünnet anlayışı ve havzasıdır. Kısır kavgaların içinde debelenmekten kurtulup, büyük medeniyet hamlesini başlatmak için, Ehl-i Sünnet
anlayış ve çerçevesini tartışma dışı tutmak, nazari
ve ameli gayret ve faaliyetlerimizin yekunu olan
medeniyet hamlesini oradan başlatmak mecburiyetindeyiz.
Medeniyet, insanın tefekkür ve faaliyet
yekununa verilen isimdir. Bu cihetle, medeniyet
ufkuna kilitlenmeyen, medeniyet çapında gerçekleştirilmeyen tefekkür faaliyeti, akim kalmak,
eksik olmak, tezada düşmek gibi illetlerle maluldür. İlim mesele mesele tahsil edilir, bütün parça
parça anlaşılır ama İslam’ın hikmet ve faaliyet
yekunu olan medeniyet tasavvuru (bütün) olmadan, parça parça idrak ve izah çabası tezattan
kurtulamaz. Parça fikre mahkum olmamak, parça
fikrin kaçınılmaz neticesi olan eklektik anlayışlara savrulmamak, vahdet ve tevhidi başka (yabancı) bilgi kaynaklarıyla kirletmemek için medeniyet tasavvuruna şiddetle ihtiyacımız var.
Ehl-i Sünnetin ilk hassasiyeti, bilgi telakkisindeki temiz kaynak tercihidir. Bunun için
Hadis İmamları hayatlarını vakfetmiş, bir tane
Hadis-i Şerif rivayetinin peşinde binlerce kilometre yol kat etmiş, ravilerin mekruh derecesindeki hassasiyetini bile tetkik etmiştir. Bu hassasiyet aynı şekilde devam etmiş, dine her türlü müdahale (mesela felsefi müdahale) önlenmiş, kirli
su ile temiz su mecralarını birbirinden ayırmıştır.
Ehl-i Sünnet, tasavvuf ile keşif karargahını kurmuş, tevhidin güzergahını tespit etmiş,
talim ve terbiye müessesesini inşa etmiştir. Tasavvuf, tevhid ilmidir.
Netice olarak; ufkumuz İslam medeniyeti, mecramız Ehl-i Sünnet, keşif karargahımız
Tasavvuftur.
YAYIN ÇİZGİMİZ VE UFKUMUZ
İslam’ın Asr-ı Saadetten bugüne akıp
gelen ana mecrasının “Ehl-i Sünnet” olduğuna
inanıyoruz. Ehl-i Sünnet dışındaki tüm mecraların “merkezkaç kuvvet” olarak ana yapıdan ayrıldığını, dinde istikametini şaşırdığını, şaşırmış
istikametiyle dini tahrif ettiğini/etmeye çalıştığını
düşünüyoruz. Sünni-Şii tasnifini yapanların ve bu
tasnifle beraber Ehl-i Sünneti ve Şia’yı ayrı birer
mezhep olarak kabul ettirmeye dönük propagandanın çok tehlikeli olduğuna kaniyiz. Ehl-i Sünnet İslam’ın ana mecrasıdır ve mezhepler de o
mecranın içindedir.
Ehl-i Sünnet, İslam’ın ilim, tefekkür ve
tasavvuf kollarını derli toplu bir şekilde bünyesinde barındıran, bunların eserlerini ve müktesebatını tertip ve cem eden ana yapıdır. Ehl-i Sünnet hassasiyetimiz, İslam’dan hareketle keşif ve
imal edilen toplam müktesebatı belli bir usul ve
tertip ile cem etmesi ve mukaddes emaneti sonraki nesillere nakletmesindeki hassasiyetten kaynaklanır. Ehl-i Sünnet, bir anlayış ve bir süzgeçtir, doğru anlamanın, yanlışı tespit etmenin bünyeleşmiş halidir.
Milyonlarca ciltlik kadim müktesebatın
dağılmasını, çözülmesini, çürümesini engelleyen,
yabancı unsurların sızmasına karşı müdafaa hatları kuran, ümmetin her sahadaki üretimlerini
belli bir usul ve tertip ile yapan, böylece “itimat
merkezlerini” oluşturan Ehl-i Sünnet, insanlık
tarihindeki en büyük anlayış havzasıdır. Ehl-i
Sünnet husumeti, İslam’ın on dört asırlık müktesebatına savaş açmaktır, itimat merkezlerini yok
etmektir, İslam’ın bilgi, ilim, irfan, tefekkür,
hayat, insan, varlık telakkilerini imha etmektir.
Bu bir oryantalist projedir ve İslam’ı yok etmenin, tarihe gömmenin, bir daha dirilmesine engel
olmanın en sinsi hamlesidir.
İslam medeniyet tarihi, Ehl-i Sünnet tarihidir. Ehl-i Sünnetin dışındaki tüm merkezkaç
düşünceler, tarih boyunca bir tane medeniyet
kuramadıkları gibi, İslam’ın medeniyet merkezlerine saldıran, medeniyetine zarar veren bedevilikten kurtulamamış barbarlardır. İslam tarihindeki
bedevilik ile medenilik arasındaki çizgi, Ehl-i
Sünnetin ihata duvarıdır. Ehl-i Sünnete saldırılar,
İslam medeniyetine ve medeniyet müktesebatına
saldırıdır. Bu saldırının İran-Şia’dan gelmesiyle
Amerika’dan gelmesi arasında sadece şekil farkı
vardır, asla muhteva farkı yoktur.
İslam
coğrafyasındaki
bedevilikbarbarlık görüntülerinin tamamı, Ehl-i Sünnet
anlayış ve hassasiyetinin dışına savrulanlar tarafından sergilenmektedir. Ehl-i Sünnetin(ana göv-
EBUBEKİR SIDDIK KARATAŞ
[email protected]
-3-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
NİSAN 2015
gösterenlerin düşeceği girift bir tuzaktır. Fikir
kabileciliği yapmak yerine, Müslüman efkar-ı
umumiyenin müktesebatına talibiz.
Yeniden medeniyet hamlesini başlatmamız gerekiyor. İslam medeniyet tasavvuru, bir
kişinin, bin kişinin, onbin kişinin muhayyilesinde
mayalanacak kadar küçük bir fikri faaliyet değildir. Bu sebeple her kim ki, bir guruba, bir cemaate, bir harekete atıfla “biz bu işi yaparız” diyorsa,
ya dipsiz bir idraksizlik içindedir ya da kötü niyetlidir. İlim, irfan ve tefekkür sahiplerinin tamamına ulaşmadan, ulaşmaya çalışmadan, onlarla birlikte fikir üretme imkanını oluşturmadan
çıkılacak medeniyet yolculuğu akim kalacaktır.
Kaldı ki, günümüz dünyasındaki Müslüman fikir
ve ilim adamlarının yeniden bir İslam medeniyet
tasavvuru oluşturması ve inşa faaliyetini başlatması için kafi olmadığı malumdur. Öyleyse Alim,
Arif, Mütefekkir şahsiyetlerin yetişmesi için talim ve terbiye mecralarının açılması, müesseselerinin ihdas edilmesi acil mevzulardandır.
Bu çerçevede olmak üzere yeni bir dergiye ihtiyaç duyulacağı zannındayız. Meselenin
özü dergi çıkarmak değil, İslam tefekkür mecrasını dergi yoluyla açmak ve oradan akacak olan
İslami verimlerin toplanacağı bir havza oluşturmak hedefine matuf aciz ve mütevazı bir gayret
içinde olmak.
Medeniyet tasavvuruna dönük bir çaba,
muhakkak ki aktüalitenin zehirli tesirinden kurtulmayı, insan zihnini kuşatıcı ve işgal edici ağırlığından kaçınmayı gerektirir. Aktüalitenin boğduğu zihinlerde mayalanacak olan ancak ve sadece tenkit ve kavgadır. Öyle ki tenkit bile hakkıyla
yapılamamakta, nefslerin fikirle bezenmiş kavgası haline gelmektedir.
Medeniyet tasavvuru gibi çetin bir mesele, ancak saf tefekkür ve fevkalade keşif maharetiyle kabildir. Bunun ilk şartı da aktüalitenin tuzağından kurtulmak, tefekkür ve hikmetin engin
ufkuna açılmaktır. Bu sebeple dergimiz, aktüalitenin kavgasından uzak duran, saf tefekküre
mümkün olduğunca yaklaşmaya çalışan bir neşriyat olacaktır.
Ne kadar büyük bir mesele (dava) ile
karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz. Bu kadar
büyük bir meselede bize düşen memuriyet ve
mesuliyet, iddia sahibi olmak değil, sadece vesile
olmaktan ibarettir.
NEDEN YENİ BİR DERGİ
Piyasada çok sayıda dergi var, neden yeni
bir dergi çıkarılsın? Üç-beş kişi veya on-onbeş
kişi bir araya gelip, “bizim de fikrimiz var” cinsinden bir hafifmeşreplikle dergi çıkarılır mı?
“Fikir piyasasında biz de görünelim, tanınalım”
türünden nefse yol olmuş zihni mecraların tuzağına düşmekten kurtulmak çabasında olanlar için
sorulması ve cevaplanması gerekir; “Neden yeni
bir dergi?”
Zihni faaliyet ile tefekkür faaliyetinin
birbirinden ayrılamadığı, aralarındaki farkın anlaşılamadığı bir vasatta, ruhi hamle ile nefsi hamlenin birbirine karışma ihtimali (tehlikesi) muhakkak ki fazladır. Tefekkür faaliyetinin, etkitepki sarmalına mahkum olmuş zihni reflekslerle
gerçekleştirileceğini zannetmek, ancak üç-beş
tane reaksiyoner eser vermekle neticelenir. Oysa
mesele, birbirinden bağımsız mevzularda kırık
dökük fikirler üretmek değil, İslam’ı merkeze
alarak, hayat, insan ve varlık bahislerinin yekununda “fikriyat” üretmektir. Fikriyat üretenler,
dergi çıkarmak için çabalamak yerine, hazırladıkları müktesebatlarının neşriyatı için dergiye ihtiyaç duymaya başlar.
Biz yeni bir dergi çıkarmak çabasında
değiliz ve bu maksatla hareket etmiyoruz. Fikirteknesi’nin, yayınlanmış külliyatının 85 adet
esere baliğ olması ve hala yayına hazırlanan eserlerin bulunması, yeni bir dergiyi ihtiyaç haline
getirdi. “Dergi çıkaralım, fikir adamı zannetsinler” düşüncesinden ziyade, “fikriyatımız var,
dergiye muhtacız” türünden bir zaruretle karşılaştık.
Matbuat; eskiden gazete, dergi ve kitap
üçgeninde şekillenmişti, şimdilerde teknolojik
araçlar çeşit sayısını artırdı. Eski tertip üzere
ifade etmek gerekirse gazete bilgi içindir, dergi
fikir için, kitap ise fikriyat içindir. Esas olan tabii
ki kitabiyattır çünkü kalıcı olan kitaptır. Kitap,
bir konuda derli toplu fikir sahibi olmaktır. Külliyat ise dünya görüşü çapında fikriyat sahibi
olmaktır ki, kaybettiğimiz ana kıymet ve mikyas
budur. Arkasında bir külliyat yığınağı olmayan
dergi, “biz de varız, unutmayın” cinsinden bir
çırpınıştır.
Neden yeni bir dergi? Sadece kendi külliyatımızı (fikriyatımızı) nazara vermek gibi bir
fikir hasisliğinde değiliz. Fikriyatımız olduğu için
dergi çıkarma ihtiyacı içindeyiz muhakkak ama
kendi fikriyatımızı insanlara sunmaktan ibaret bir
dergicilik anlayışı, külliyat çapında çile ve çaba
FARUK ADİL
[email protected]
-4-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
NİSAN 2015
İslami cemaatleri birleştirmek gibi
beylik ve ütopik lafları bir tarafa bırakarak,
her gurup ve cemaatin, İslam’ın tefekkür ve
faaliyet ufku olan medeniyet tasavvuru ve
inşası için müşterek gayret ve faaliyette bulunması, günümüzün temel vazifesi ve mesuliyeti olmalıdır. Bu işi yapmanın müşterek
havzasını bulmak, tüm üretimlerimizi orada
verimlendirmek ihtiyacı içindeyiz.
NASIL BİR DERGİ
Fikri ve ilmi çalışmaların birbirinden
bağımsız konular üzerinde yürütülmesi hem
bir külliyat oluşmasına mani oluyor hem de
sayısız tezadı, muhtevaya zerkediyor. Bir üst
başlıkta toplansa zıtlık olarak görülecek ve
halledilmesi için çalışılacak meseleler, üst
başlığa çıkılamadığı, yani terkip edilemediği
için zıtlık olarak görülmüyor, aksine farklı
fikirler olarak kabul ediliyor. Tezat oluşturan
fikirler telif ve terkip edilmek yerine farklı
fikir muamelesi görünce, dipsiz ve verimsiz
bir tartışma başlıyor ve hiç bitmeyecek hissi
veriyor. Sanki içinde bulunduğumuz dönemin karakteristiği budur.
Bu ihtiyacı biz karşılamak iddiasında
değiliz. Bu ihtiyacı karşılayacak mecra ve
havzanın ne kadar büyük bir iş olduğunun
farkındayız. Bizim yapmaya çalıştığımız iş,
tatbikatta küçük bir emsal oluşturmak, fikriyatta ise meselenin farkına varılmasına katkıda bulunmaktır. Bu kadar büyük bir işin
bizim açmaya çalıştığımız mütevazı bir mecrada akması (gerçekleşmesi) tabii ki şart değildir ve zaten mümkün de değildir. Böyle
bir mecra açma temrini sayılabilecek olan
çabamız aynı zamanda bu istikametteki her
çalışmanın (gurup ve cemaat tefriki yapmadan) yanında olmak mesuliyetini bize yüklemektedir. Mesuliyetimizi müdrik bir şekilde
taahhüt ederiz ki, her kim bu mecraya katkı
sağlamak isterse kabulümüzdür, her kim böyle bir mecra açmak isterse katkıda bulunmak
omuzlarımızdaki bir mükellefiyettir.
Bu girdaptan çıkmanın bir çaresi olmalı. Herhangi bir gurubun fikirlerine hapsolmadan ama her gurubun fikriyatını muhafaza ederek, İslam medeniyet tasavvurunu
telif ve inşa hamlesi başlatmak bir çare olabilir. Her gurubun kendi fikriyatını ve içtimai
bünyesini muhafaza ederek, İslam medeniyet
tasavvuruna ve inşa hamlesine katkı sunması,
fikri ve ilmi faaliyetlerini bu ufka dönük olarak yapması, ortaya çıkacak müktesebattan
da azami derecede faydalanması, galiba müşterek tefekkür havzasını oluşturmak için doğru yol olsa gerek.
__________________*_________________
“Bu ihtiyacı biz karşılamak iddiasında değiliz. Bu ihtiyacı karşılayacak mecra ve havzanın ne kadar büyük bir iş olduğunun farkındayız. Bizim yapmaya çalıştığımız iş,
tatbikatta küçük bir emsal oluşturmak, fikriyatta ise meselenin farkına varılmasına
katkıda bulunmaktır.”
__________________*_________________
“İslami cemaatleri birleştirmek gibi beylik
ve ütopik lafları bir tarafa bırakarak, her
gurup ve cemaatin, İslam’ın tefekkür ve
faaliyet ufku olan medeniyet tasavvuru ve
inşası için müşterek gayret ve faaliyette bulunması, günümüzün temel vazifesi ve mesuliyeti olmalıdır.”
__________________*_________________
*
Ebubekir Sıddık Karataş’ın “Yayın
çizgimiz ve ufkumuz” başlıklı yazısında tes-
__________________*_________________
-5-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
pit ettiği çerçeve içinde olmak şartıyla, Müslüman fikir ve ilim adamlarının tüm üretimlerine talibiz. Dergimizi, satmak için çırpınacağımız bir yayın uzvu olarak değil, müşterek fikriyat üretmek için bir mecra olarak
hazırladık. Medeniyet tasavvuru ve inşa hamlesi için düşündüğümüz derginin her sayısındaki “dosya konusuna” yüzlerce yazı talebimiz var. Toplanacak yazılar, dergi hacmini
aştığı takdirde dergi ile birlikte kitap olarak
basılacaktır. Derginin “dosya konusu” ile
ilgili yayınlanmaya değer her yazı, ya dergide ya da kitapta mutlaka yayınlanacak, böylece her sayımızda gündeme aldığımız konu
etraflıca tetkik edilmiş olacaktır.
NİSAN 2015
birlikte yayınlayıp dağıtmayı düşünüyoruz.
Eğer aynı konuda yayınlanmış eserleri varsa
onları tanıtmak ve temin noktalarını ve adreslerini okuyucuya ulaştırmak niyetindeyiz.
Mesele sadece nazari bir çaba ve faaliyetten ibaret değil. İslam medeniyet tasavvurunun ana haritası ortaya çıktıktan sonra,
inşa hamlesine dönük şekilde “medeniyet
müesseseleri” fikrini geliştirmek, numunelerinin teşkilat yapılarını üretmek ve bunları
devlet ve cemiyet hayatında tatbik edilebilir
şekillerde piyasaya sunmaktır. Çalışmalar bu
noktaya kadar geldiğinde, medeniyet müesseselerinin kurulması ve idaresi hususlarında
danışmanlık yapacak insanları tespit edecek
ve muhtelif sahalarda şuraların oluşmasına
vesile olmaktır. Ülkemizde ve dünyada, tüm
Müslüman gurupların ve fertlerin hizmetine
sunmak, talep etmeleri halinde tatbikatın
murakabesini, tenkidini, tashihini yapmaktır.
__________________*_________________
“Faruk Adil’in “Neden yeni bir dergi?”
başlıklı yazısında ifade ettiği gibi, dergi çıkarmak için yola çıkmadık. Biz zaten yoldayız, yolda dergiye ihtiyacımız oldu. Fakat
dergi asla yolculuğumuzun gayesi olmadığı
gibi esas vasıtası da değildir, maksadımız
“kitabiyat”tır ve temel yayın şeklimiz de
kitaptır.”
Böyle bir dergiye ihtiyaç olduğu zannındayız. Zannımız doğru ise ümmete faydalı
olacağımızı ümit ederiz, zannımız yanlışsa,
çalışmalarımızı bu istikamette yapmaktan
ibaret bir faaliyet içine girmiş oluruz. Neticede yaptığımız, yapmaya çalıştığımız iş, İslam
medeniyet tasavvurunu telif etmek, inşa hamlesini başlatmaktan ibarettir. Bunu dergiyle
veya dergisiz olarak yapmaya devam edeceğiz inşallah.
__________________*_________________
Faruk Adil’in “Neden yeni bir dergi?”
başlıklı yazısında ifade ettiği gibi, dergi çıkarmak için yola çıkmadık. Biz zaten yoldayız, yolda dergiye ihtiyacımız oldu. Fakat
dergi asla yolculuğumuzun gayesi olmadığı
gibi esas vasıtası da değildir, maksadımız
“kitabiyat”tır ve temel yayın şeklimiz de kitaptır. Dergi, muhabere ihtiyacımızı karşılayacaktır. Dergi vasıtasıyla “tanış” olduğumuz
kıymetli insanlarla müşterek fikir üretmeyi,
ürettiklerimizi kitaplaştırmayı, kitapları bütünlüğü olan bir külliyat haline getirmeyi
hedefliyoruz. Müslüman fikir ve ilim adamlarımızın yazılarını kitaplaştırmanın yanında,
her sayıdaki “dosya konumuz” ile ilgili yayınlanmamış eserleri varsa onları da dergiyle
Derginin süreli yayın olması, aktüalite
tuzağına düşme ihtimalini gündeme getiriyor.
Yapmaya çalıştığımız şey, dergiyle aktüaliteye girmek değil, o tuzağa düşmek hiç değil,
aksine dergi yoluyla İslam medeniyet tasavvuru ve inşa hamlesini “aktüel” hale getirmektir. Bunu yapabilirsek ne mutlu bize…
AHMET KAMİL TUNCER
[email protected]
-6-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
NİSAN 2015
ralları olan yerleşik hayat düzeni” kastediliyor.
Biz yeni bir kavram olan “medeniyet”i biraz da
Batı dillerindeki karşılığına denk düşürmek için
“şehirleşme” manasına medineden türetmişiz.
Fakat medinenin herhangi bir şehir kabul edilmesi medeniyet tasavvurumuzu sakatlıyor; teknolojiyi kutsamak gibi, ilerleme ideolojisine kapılmak
gibi, bu mesele üzerinde yapılan tartışmalarda
sıkça dile getirilen bazı yanlışlara düşmemize
sebep oluyor. Halbuki “borç” veya “sorumluluk”
manasına “din” kelimesinden türetilen medine,
“dinin vaz ettiği esaslarla belirlenmiş kuşatıcı bir
hukukun uygulandığı; insanların Allah’a, topluma, tabii çevreye ve kendilerine karşı sorumluluklarının yine dinin ölçülerine göre düzenlendiği
yer” tarifinden de anlaşılacağı üzere herhangi bir
şehir değil. Gerçi bu tarif de bizim medeniyet
tasavvurumuzu berraklaştırmaya yetmeyebilir.
Çünkü medeniyet veya uygarlık iddiasındaki
bütün yapılanmalar ister dinî, ister beşerî olsun,
neticede akide hükmündeki bir temel kabule dayanıyor. Söz konusu kabullerin İslâm akidesi
olduğunu var saysak bile bu defa da belirlenen
hak ve sorumluluklara İslâmî ölçüler dışında
zamanın, mekanın ve diğer şartların tesiri bir
mesele olarak karşımıza çıkıyor.
BİR MEDENİYET YÜRÜYÜŞÜ
-HİCRET-
Medine Hicret’ten önce Medine değil
Yesrib idi. Yesrib, “hoş olmayan, kınanan, fesat
kaynağı yer” demekti ve Müslümanların hicreti
öncesinde tam da böyleydi bu belde. Yerleşik
Yahudi kabilelerinin körüklediği fitne ateşi burada yaşayan herkesi yakıyor, huzur ve istikrara
fırsat vermiyordu. Yemen kökenli iki kardeş kabile olan Evs ve Hazrecliler 120 yıldır birbirleriyle kıyasıya savaşmaktaydı. Kan davasına kurban
gitmeyenler sık sık yaşanan humma ve veba salgınlarıyla telef oluyordu. Çarpık bir düzen hüküm
sürüyor, mesela baba öldüğünde geride kalan eşi,
kızları ve büluğa ermemiş erkek çocukları miras
alamadığı için yokluğa, sefalete düşüyor; bunların haline kimse aldırmıyordu. Kur’an-ı Kerim’deki ifade ile tam bir “ateş çukuru” idi Yesrib.
O ateş Efendimiz s.a.v.’in nübüvvetinin
11. yılından itibaren Akabe Biatlarında Müslüman olan Medinelilerin, oraya İslam’ı tebliğ ve
talim için gönderilen Mus’ab b. Umeyr r.a.’ın ve
zaman içinde peyderpey hicret eden Mekkeli
Müslümanların taşıdığı rahmetle bir uçtan sönmeye başladı. Nihayet hicri takvim hesabıyla
1436 yıl önce 12 Rebiülevvel Cuma günü bu
beldeye giren Rasul-i Ekrem s.a.v.’in nübüvvet
nuru ile Yesrib artık ateş çukuru olmaktan tamamen çıkıyor, Medine-i Münevvere’ye dönüşüyordu. Öyle olduğu içindir ki Âlemlerin Efendisi
bu hicret yurduna Yesrib demekten etrafındakileri men ediyor, “Burası artık Taybe’dir!” buyuruyordu. Taybe veya Tâbe “güzel, hoş” demekti ve
Yesrib yaradılmışların en güzelinin teşrifiyle
güzelleşmiş, Medine olmuştu.
Bütün bu problemleri aşarak sahih bir
medeniyet anlayışına ulaşabilmemiz için medineyi, tarihin Asr-ı Saadet’ten sonraki herhangi bir
döneminde bizim ölçülerimize göre medineleşmiş beldeler de dahil genel manada bir şehir olarak düşünmemek gerekiyor. Bizim medeniyetimizin kaynağı olan Medine, Asr-ı Saadet’deki
Medine-i Münevvere yahut Medinet’ün-Nebî’dir
ki Rasul-i Ekrem s.a.v.’in rehberliğindeki Hicret’le husule gelmiştir. Medine, vahyin pratiği
olan Sünnet’in sistem halinde yaşandığı ve hakim
kılındığı yerdir.
*
Hicret bir kaçış değil, İslam’ı hem fert
hem toplum olarak ihlasla, kâmil manada yaşama
iştiyakının sevk ettiği bir imkan arayışıdır. Bir
yönüyle Müslümanları yok etmeye matuf dayanılmaz baskı, zulüm ve işkencelerden kurtulma
maksadı taşısa da bir rahatlık ve konfor arayışı da
*
Sözlüklere bakılırsa Medine “şehir” demek. Şehir ile de idari bir mekan veya yapılaşmadan ziyade “toplu halde yaşanan ve belli ku-7-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
değildir Hicret. Bunun böyle olmadığı, Mekkeli
Müslümanların inançlarından taviz vermeleri
halinde müşrikler tarafından kendilerine vaat
edilen dokunulmazlığı ellerinin tersiyle itip malını mülkünü, kurulu düzenini, belki eş ve evladını
terk kararlılığından bellidir. Hicret, müminin
Allah ve Rasulü uğrunda sahip olduğu bütün
dünyalık imkanlardan vazgeçebilme kararlığıdır
ki ihsan mertebesinde bulunulduğuna işarettir.
Yesrib’i Medine kılanlar, Sünnet-i Seniyye’ye
sıkı sıkı sarılarak her biri bir muhsin olan Sahabe-i Kiram efendilerimizdir. Tarihin belli dönemlerinde dünyaya nizamat verdiğimiz, aziz-i vakt
olduğumuz zamanlarda tebarüz eden Medine
medeniyetinin kurucuları yine hicret ehli muhsinlerdir. Medeniyetimizin inşa boyutundaki güzellik, incelik, fonksiyonellik, itina, meşruiyetin en
ince çizgilerini dahi koruma hassasiyeti ancak
istikamet sahibi muhsinlere mahsus marifetlerdir.
Bu sebepledir ki medeniyeti teorik bir proje, ölçüleri belli bir sistem gibi görmekten ziyade Allah ve Rasulü’ne hicret eden muhsinlerin zaman
ve mekandaki tasarrufu olarak görmek daha doğrudur. Zira hicret kararlılığında ve dolayısıyla
medinede aslolan, Sünnet çizgisinden en küçük
taviz vermeden vecibelerimizi ihlasla ifa iştiyakıdır. O ihlas ve iştiyak, formunu en mükemmel
şekilde kendiliğinden inşa edecektir. Nitekim
Emevi ve Abbasi devirlerinde Maveraünnehir’e
hicret eden çoğunluğu Beni Hâşim mensubu
Müslümanlar taşıdıkları Sünnet hassasiyeti ile bu
bölgeyi Medinetü’n-Nebi kılarak medeniyetimize
mekan yapmış, sonraki zamanlarda o iklimin
yetiştirdiği dervişlerin hicretiyle Medine medeniyeti Anadolu coğrafyasına taşınmıştır.
NİSAN 2015
lılığıdır. Mekke’nin fethine kadar biat aldığı
Müslümanlara hicreti şart koşan Hz. Peygamber
s.a.v., fetihten sonra hicret sevabı kazanmak ve
Muhacirlerin derecesine dahil olmak isteyen yeni
Müslümanların hicret şartıyla biat etmek istemeleri üzerine “Fetihten sonra hicret yoktur ancak
cihat ve niyet kalmıştır.” buyurarak cihadın ve
gerektiğinde hicreti göze aldıran bir kararlılık
manasına niyetin Hicret’teki mana ve maksadı
taşıdığına işarette bulunmuştur. Başka bazı hadisi şeriflerde de “hakiki muhacir, Allah Teala’nın
yasakladığı şeylerden kaçan, hata ve günahları
terk eden” kimse olarak nitelenmiş; “kötülüğü ve
Rabb’imizin hoşlanmadığı şeyleri terk”, “nefs
mücahedesi” veya “Allah ve Rasulü’ne yönelmek” diye tanımlanan hicrete “ana babaya ihsanda bulunmak” ve “tevbe” de dahil edilmiştir.
Şu halde hicret bizi Allah ve Rasulü’nün
bizden istediklerini samimiyetle yapmaya, süfli
bir ortamdan ulvîliğe yönelerek kulluk izzetimizi
muhafazaya, yeryüzü hilafetimizi hakkıyla gerçekleştirmeye sevk eden kâmil bir imanın alametidir ve öncelikle kalbin fiilidir. Çünkü hicrette
esas olan, nefse ne kadar ağır gelirse gelsin, şartlar ne kadar zor olursa olsun, gerektiğinde hiç
tereddüt etmeden bütün dünyalık arzu ve imkanları terk kararlılığıdır. Tevbe ile, seyr ü süluk ile,
kötü huylardan iyi huylara, kalbi öldüren çevrelerden kalp tasfiyesinin yapıldığı irfan mekteplerine teveccühle nefsi tezkiye ederek kazanılabilecek bir kararlılıktır bu. Hicret, her şeyden evvel
kendi içimizde gönlümüzü Yesrib iken Medine
kılma yolculuğudur. Kalbimizde dinin ölçülerini,
kardeşliği, muhabbeti, zikrullahı ve marifeti ikame eyleme cehtidir. Efendimiz s.a.v.’e kayıtsız
şartsız teslimiyettir.
Hasıl-ı kelam adına hicret dediğimiz temiz ve gümrah bir ırmak akışının yeşerttiği bahardır medeniyet. O akış veya yürüyüş olmayınca
bahar olmaz.
“Bugün neden bir Medinemiz ve medeniyetimiz yok?” sualine cevap arıyorsak kalplerimize bakalım: Kalplerimiz Yesrib mi Medine
mi?
*
Medeniyet baharını yeşerten bir akış olarak hicret ne sadece tarihte vuku bulmuş bir hadiseden ne de bir beldeden diğerine göç etmekten
ibarettir. Mana ve maksadını elbette Efendimiz
s.a.v. ve ashabının hicretinden alan bir terk karar-
ALİ YURTGEZEN
[email protected]
-8-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
NİSAN 2015
yor. Bu sebeple, “mecra açmak” ifadesini
kullanan arkadaşlar haklı. İslam tefekkür
mecrasının yeniden açılması, günümüzdeki
üretimlerin bu mecraya dökülmesi ve burada
verimlendirilmesi doğru olacaktır.
YENİ BİR HAMLE YENİ BİR HEYECAN
İslam medeniyet tasavvurunu hedefleyen, yeniden medeniyet hamlesini başlatacak olan, bunun için bir tefekkür mecrası ve
havzası açmaya çalışan bir dergi… Böyle bir
hamlenin içinde olmak müthiş bir heyecan…
Meselenin ufkuna bakınca insanın gece gündüz çalışma iştiyakına sahip olmaması mümkün değil.
Ne var ki İslam tefekkür mecrasını
açmak çok büyük bir iddia… Fikirteknesi
heyeti ve tefekkür akrabaları ve dostları ile
başlayan hamle ve hareket istidadı, böyle bir
iddia için belki de ülkedeki en uygun içtima
merkezidir. Bununla beraber, İslam tefekkür
mecrasını açma iddiası çok büyüktür ve muhtemeldir ki bu iddianın “gerçeklik” kazanması için yüzlerce fikir ve ilim adamı gerekir.
Üstelik fikir ve ilim adamlarının, sadece
mevkii ve şöhret yığınağı değil, hakiki manada yeni ama kadim müktesebata sadık fikirlerinin olması şartı var. Bir şekilde şöhret
sahibi olmuş ama muhtevası boş birkaç eserden ibaret “yazarlığı” ile gündemi işgal eden
isimlerden yüz binlercesi bir araya toplansa
maksat hasıl olmayacaktır.
“Hedeflenen menzillere planlandığı
gibi ulaşılabilir mi yoksa hiç mesafe almadan
akim mi kalır?” türünden soruların hiçbir
anlamı yok. Esas olan yolda olmaktır ve o
yolda doğru hedefe yönelmesi, doğru istikameti tercih etmesi kafidir. Üç günlük dünyada serseri serseri dolaşmaya “hayat” diyenlerin aksine, “yolda” olmayı şeref bilen bizler
için böyle bir hamle müthiş kıymetli ve heyecanlıdır.
Böyle bir teşebbüse kim nasıl tepki
verir, bilinmez. Beni ilgilendiren nokta, Türkiye’de İslami tefekkürün böyle bir teşebbüsü başlatmış olmasıdır. Fikrin kıymetini müellifinden müstakil olarak bilen, müellifini
ise telif ettiği fikrin kıymetiyle mütenasip
şekilde seven birisi olarak, gazete köşelerindeki kırıntı fikirlerin ve kavgaların çok ötesinde bir ufukla işe başlayanları takdir etmek,
içinde bulunma fırsatı tanındığı için de teşekkür etmek mevkiindeyim.
İnsanın ne yaptığını biliyor olması
harikulade bir duygu… Ne yaptığını bilen bir
tefekkür heyeti ile birlikte çalışmak ise ayrı
bir heyecan… Fikirteknesi külliyatından basılan eserlerin medeniyet tasavvuruna dair
ana fikri oluşturduğu, “Medeniyet Akademisi” kitabının ise güzergah haritasını çizdiği
dikkate alınırsa, bir avuç barutun bile boşa
atılmayacağı kabul edilebilir. Öyleyse yapılacak iş, kırk derece ateşler içinde yanarcasına fikir çilesi çekmek, keşf-i hikmet cehdinin
muharrik kuvvetiyle imal-i fikirde bulunmaktır.
“Yeni” olanların ilk teşebbüste muvaffak olmama ihtimalleri az değildir. Ama
“yeni” olan, doğru, güzel, iyi ise eğer, birinci
teşebbüste muvaffak olmasa bile, daha sonra
ikinci, üçüncü, onuncu, yüzüncü teşebbüsler
mutlaka gelecek ve nihayet birisi muvaffak
olacaktır. Kaçıncı teşebbüste muvaffak olursa
olsun, esas şeref birinci teşebbüs sahiplerinindir, tarih her zaman böyle kaydetmiştir.
Ben, meseleyi dergiden ziyade bir
fikir hareketi olarak görüyorum. Fakat meselenin ortaya konuluş şekline bakıldığında
“fikir hareketi” ifadesi hafif kalıyor. Özellikle de “fikir hareketi” ifadesinin kullanıldığı
bazı misallere bakınca bu kanaatim kökleşi-9-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
Neticesine bakmaksızın birinci teşebbüsün
içinde bulunmaktan dolayı hayatımın en büyük heyecan ve zevkini yaşıyorum.
Tabii ki çetin bir işten bahsediyoruz.
Sınırsız sayıda yapılacak işe mukabil sınırlı
ve kısıtlı kaynaklara sahip bir heyetin başlattığı teşebbüs, ümit ederim ki mali kaynak
kifayetsizliğinden akim kalmaz. Tefekkür
zafiyeti varsa ve bu sebeple akim kalırsa,
bunu anlarım. Zira ihtiyacı karşılayacak hacimde imal-i fikirde bulunacak kadro yoksa
zaten akamete uğraması mukadderdir, bu
durumda akamete uğraması iyidir zira aksi
takdirde istismar mevzu haline gelmesi beklenir. Ama telif istidadı ve faaliyeti, ihtiyacı
karşılayacak hacimde olur da, mali kaynakların kifayetsizliğinden dolayı akim kalırsa,
para gibi adi bir nesneden dolayı muvaffakiyetsizliğe düşmek çok ağırıma gider.
Büyük iddia sahibi olmak nefsin hoşuna gider. İslam tefekkür mecrasını açmak
gibi, İslam medeniyet tasavvurunu telif etmek gibi iddialar, son birkaç asırlık zaman
diliminde misli görülmemiş çapta iddialardır.
Fikirteknesi kadrosu ve fikir akrabalarının
tavır ve edaları bu işleri yapmak iddiasından
ziyada, bu meseleler üzerinde keşf-i hikmet
ve imal-i fikirde bulunmamız gerektiğini
söylüyor. “Meselenin büyüklüğü, iddianın
büyük olmasını gerektirir” türünden düşünceler özü itibariyle nefsin tazyiki ve şeytanın
hilesidir. Bununla beraber, muhakkak ki meselenin büyüklüğü, gayretin büyük olmasını
gerektiriyor.
Büyük meseleyle meşgul olmak, nefsin arzularına ve şeytanın hilelerine büyük
çapta düşmek tehlikesini davet eder. Ne kadar büyük bir işle meşgulseniz, yanlışınız da
o nispette büyük olur. Bundan kurtulmanın
yolu ise, meselenin büyüklüğü nispetinde
tevazu ve tevekkül gerektirir.
NİSAN 2015
“Çocuklarınız sizin için fitnedir”,
“Servetiniz sizin için fitnedir” mealindeki
mukaddes ölçülere bakınca anlaşılıyor ki,
insanın sahip olduğu kudret ve imkan aynı
zamanda onun için fitne kaynağıdır. Bir deha
için en büyük fitne kaynağı zekasıdır, bir
fikir adamı için en büyük fitne kaynağı eserleridir ila ahir… Bu sebeple ciddi bir külliyata sahip olmak aynı derecede tehlikeyi davet
ediyor, büyük meselelerle meşgul olmak büyük yanlışları davet ediyor, büyük iddialara
sahip olmak ise kendi fitnemizi kendi elimizle üretmek manasına geliyor. Dikkat etmek
şart, zira idrak etmek iddia sahibi olmayı
sanki zaruri kılıyor. İnsanın hayatında yaşayabileceği en muhteşem hadise, “idrak”tir,
bunu derinliğine yaşayan yüksek zeka sahibi
fikir adamları sanki bizzarure büyük iddialara
savruluyor. Oysa nefs her şeyden beslenir,
bunu biliyor olmalıyız. Nefsin en fazla beslendiği ise insanın en fazla sahip olduğu şeydir, zaten fitne olarak tarif ve tavsif edilmesi
de bundan olsa gerek. Her insan kendi kudret
ve imkanlarının imtihanını yaşıyor, sahip
olduklarının hakkını vermek gerekir, iddiasını sürmek değil.
Fikrin kıymetini muhafaza etmek için
vakara ihtiyacımız var ama vakar ile kibrin
birbirine karıştırıldığı bir içtimai vasatta bu
mesele çok girift ve kritiktir. Fikirteknesi
kadrosu, bu güne kadar bu tür tuzaklara düşmeyecek bir basiret sergilemiş halde, umarız
bu basiret zaafa uğramaz.
Ne diyelim, sözün güzeli; gayret bizden tevfik Allah’tan…
ALİHAN HAYDAR
[email protected]
-10-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
İSLAM MEDENİYET HAMLESİ İÇİN
ÖNERİLER
İslam medeniyeti an itibariyle tarihe
ait bir kavramdır, kalıntıları elimizdedir ancak fiilen bir bütün olarak kendisi mevcut
değildir. Medeniyet fikrî, ahlakî, ilmî-irfanî,
içtimaî, kültürel, siyasî, iktisadî, hukukî, askerî geniş bir yelpazede teşekkül eder. Dolayısıyla medeniyet, maddî-manevî hayatın her
alanında şuurlu, sistematik bir yapılanmayı
gerekli kılar. Bu bakımdan biz an itibariyle
İslam medeniyetinin bir parçası değiliz, zira
bizim mevcut yapılanmamız derme çatmadır,
her şeyden önce İslamî temeller üzerine bina
edilmemiştir, bilakis modernite çerçevesinde
Batı uygarlığının kötü bir kopyası olarak
teşekkül etmiştir.
Eğer bugün bir İslam medeniyet hamlesinden söz edeceksek öncelikle sağlam bir
fikrî altyapıya veya bir başka ifadeyle sağlıklı bir fikrî zemine ihtiyacımız var, zira fikir
eylemin atasıdır, dolayısıyla İslam medeniyet
hamlesi ilkin İslamî temeller üzerinde yükselen bir fikir hareketi olarak tebarüz edecektir.
Bu bağlamda İslam medeniyeti, imandan ve
bu imanın şekil verdiği şümullü bir fikriyattan neş’et edecektir ki, tarih içinde de böyle
olmuştur.
Fikrî temelden hareket ettiğimizde
günümüzdeki asıl sorun moderniteye endeksli düşünüyor olmamızdır. Müslüman zihin
parçalanmış ve Batı uygarlığına eklemlenmiştir, modern düşünmekte, pratiklerini bu
doğrultuda geliştirmekte, kurumlarını da yine
bu doğrultuda ihdas etmektedir. Bu nedenle
tarih içinde Müslümanlar tarafından geliştirilen ve İslam medeniyetinin ürünü olan içtimaî ve siyasî kurumlar ile bugünkü teşekküller birbirine taban tabana zıttır.
Dolayısıyla yapılacak ilk iş modern
paradigmayla önce fikrî zeminde enine bo-
NİSAN 2015
yuna hesaplaşmak ve modern düşünce kalıplarından ebediyen kurtulmaktır. Süreç içerisinde konuya eğilen Müslüman âlimler, mütefekkirler, münevverler olmuştur, ancak söz
konusu şahsiyetler tekil kalmışlardır, çabaları
ferdî olmaktan öteye geçememiş, dolayısıyla
geniş çaplı bir etki uyandırmamıştır. Buna
ilaveten söz konusu ferdî çabalar takdire şayan olmakla birlikte ortaya çıkan literatür
genel olarak yüzeyseldir.
Hulâsa, Müslümanlar fikrî açıdan
moderniteye cevap üretmekte -şu ana kadarbaşarısız oldular, özellikle 60’lı yıllarda başlayan tercüme faaliyetlerinin de etkisiyle son
elli yıl içinde belli bir usûle dayanmaksızın
kaleme alınan müstakil makale ve kitaplar
sadra şifa olmadı. Bu bakımdan öncelikle
fikrî etkinliğe dair bir proje geliştirmek gerekmektedir. Bizim bu konuda ana hatları
netleşmiş, ancak henüz fikrî yapım aşamasında olan, dolayısıyla ortak akılla detaylandırılmaya muhtaç bir proje önerimiz mevcuttur. Ancak bu, ciddi anlamda malî destek
gerektiren bir projedir ve ancak devletin veya
birtakım Müslüman kurum ve kuruluşların
desteğiyle gerçekleştirilebilir.
Çalışma uzun vadeli planlanacak ve
10 yıla yayılacaktır. Öncelikle yarı resmî bir
düşünce kuruluşunun teşekkül etmesi gerekmektedir. Bu düşünce kuruluşunda İslam ilim
ve düşünce mirasına, medeniyet tarihine vakıf gelenekçi entelektüellerden oluşan -ki
burada meşhur olma ve akademik unvan taşıma şartı aranmayacaktır-, herhangi resmî
bir görevde yer almayan 100 kişilik bir kadro
ve en az 30 kişilik bir tercüme ekibi istihdam
edilmelidir.
Gazâlî’nin takip ettiği usûl yapılacak
çalışma için biçilmiş kaftandır. Sabri Orman'ın, Gazâlî'nin İktisat Felsefesi adlı eserinde İhyâ'dan hareketle gayet güzel özetlediği(1) bu usûl üç aşamadan oluşmaktadır:
-11-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
Birinci aşamada müellif ele aldığı konuyla
ilgili nakilleri, öne sürülen düşünce ve görüşleri, sarf edilen olumlu-olumsuz sözleri ve
takınılan tavırları sıralar. Dolayısıyla bu
aşamada müellif geri plandadır, sadece eldeki
verileri aynen aktarmakla yetinir. İkinci aşamada müellif konunun hakikatini araştırır ve
ele alınan konu en ince ayrıntısına kadar tahlil edilir, sorunun sebep-sonuç ilişkileri ve
çareleri üzerinde durulur. Böylece ele alınan
konunun muhtevası etraflıca anlaşılmış olur.
Üçüncü aşamada ise ilk iki aşamada elde
edilen sonuçlar bir araya getirilerek nihai
hükme varılır.
Bu usûl çerçevesinde moderniteye
cevap üretebilmek için öncelikle -ilk aşamada- onun fikrî altyapısını oluşturan, bir diğer
ifadeyle onu inşa eden, Batılı düşünürlere ait,
köşe taşı mahiyetindeki belli başlı eserler
Türkçeye tercüme edilecektir. Ardından yine
bu aşamanın gereği olarak klasik ve modern
düşünceye sahip Müslüman âlim, mütefekkir
ve münevverler tarafından moderniteye karşı
veya onu destekler mahiyette ortaya konulmuş eserlerin tercümesi yapılacaktır.
İkinci aşamada teşekkül edecek düşünce kuruluşunda yer alması düşünülen entelektüel kadro bu eserler çerçevesinde konunun hakikatini araştıracak ve meseleyi en
ince ayrıntısına kadar tahlil edecek, sorunun
sebep-sonuç ilişkileri ve çareleri üzerinde
duracaktır. Üçüncü aşamada ise İslam nokta-i
nazarından -yani İslam akidesi ve fikriyatı
açısından- moderniteyi çürütecek nihai hükmü her yönüyle, etraflıca/detaylı bir şekilde
ortaya koyacaktır.
Buraya kadar anlatılanlar söz konusu
çalışmanın topluca ilk bölümünü oluşturacaktır. İkinci bölümde ise entelektüel kadro
İslam ilim ve düşünce mirasından, İslam
Âlemi'nin tarihî, içtimaî ve kültürel tecrübelerinden hareketle İslam'ın varlık, tabiat, in-
NİSAN 2015
san, hayat, cemaat/toplum, siyaset, iktisat,
şehir ve medeniyet perspektifini detaylı bir
şekilde ortaya koyarak makul bir model önerecektir.
Muhafazakâr modernleşmeci AK Parti iktidarının veya sosyal ve siyasî planda
faaliyetler yürütmekte olan birtakım Müslüman kurum ve kuruluşların böyle bir dertlerinin olup olmadığı, böyle bir teşekkülün
onların ne derece işlerine gelip gelmeyeceği,
dolayısıyla böyle bir çalışmaya malî destek
sağlayıp sağlamayacakları ayrı bir tartışmanın konusudur. Neticede bizim, iktidarın ve
söz konusu Müslüman kurum ve kuruluşların
bu tür projeler üzerinde kafa yorup bunları
hayata geçirmelerinin hem ülkenin-ülke insanının hem de daha geniş planda ümmetin
yararına olacağını söylemekten öte sorumluluğumuz bulunmamaktadır.
Bunun yanı sıra İslam medeniyet
hamlesi için -fikir hareketiyle eş zamanlı
olarak- toplumu derleyip toparlayacak, onu
inşa edip yönlendirecek bir dinî altyapıya
ihtiyaç bulunmaktadır. Mevcut yapı bu işlevi
yerine getirmekten uzaktır. Medeniyet için
belli bir fikriyatın yanı sıra hayatın her alanına hitap edecek, dolayısıyla hayatın her alanını inşa edecek bir fıkha ihtiyaç vardır.
Sünnîlik tarihte İndüs Nehri’nden Atlantik
kıyılarına kadar yayılmış ve yayıldığı geniş
coğrafyada medeniyet kurmuş bir paradigmaya sahiptir. İlmî-irfanî ve fikrî planda toparlanıp, kendi içinde vahdeti sağlarsa yeniden Batı'nın karşısında büyük bir set oluşturabilir. Bu bağlamda İsmet Özel’in tespiti son
derece doğrudur, Sünnîlik bu anlamda Türkiye'nin yegâne kozudur.
Zaten şu an itibariyle elimizde tarih
içinde sağlaması ziyadesiyle yapılmış bir
başka malzeme daha bulunmamaktadır. Modernist, nevzuhur yaklaşımlarla bir yere varmamız mümkün değildir; söz konusu yakla-
-12-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
şımları ortaya koyanların ne ilmi, ne usûlü,
ne de medeniyet perspektifi var, neyi nasıl
yapacaklarını dahi bilmiyorlar.
Buna karşın AK Parti iktidarı laikliği
ziyadesiyle içselleştirmiş kadrolardan müteşekkildir ve iktidar, Diyanet'i de bu doğrultuda kullanmaktadır. Dolayısıyla devlet âlimulemâ yetiştirme işini savsaklamış durumdadır. İlahiyat fakülteleri aklı modernizasyonla
malul kadrolar yetiştirmektedir.
Sıra din işlerine geldiğinde herhangi
sağlıklı bir plan-projeye rastlamak mümkün
değildir, akıllar başka türlü çalışmaktadır.
İktidar Nizamiye medreselerini ihya edecek
bir konsept geliştirmelidir. İlahiyat fakülteleri
modern eğitim kurumları olarak varlığını
sürdürebilir ve isteyen bu fakültelerde eğitim
görebilir, buna karşın devlete bağlı klasik
dinî eğitim kurumları olarak her ilin kendi
adıyla anılacak Nizamiye medreseleri kurulmalıdır; örneğin İstanbul Nizamiye Medresesi gibi.
Bu medreselerden mezun olanlar öğrenim gördükleri seviyeyle doğru orantılı
olarak küçükten büyüğe doğru sıralanan klasik dinî unvanlara sahip olmalılar. Öncelikle
Selâtin camilerinin ve daha genel çerçevede
tarihi 150 yılı aşkın olan camilerin imamlığına bu medreselerden mezun olanlar getirilmeli, il ve ilçe müftüleri de yine bu medreselerden mezun olan kimseler arasından atanmalıdır.
Medreselerin idaresi, Ehl-i Sünnet'e
mensup, ancak an itibariyle herhangi resmî
bir görevde bulunmayan kişilere teslim edilmelidir. Her ilin medresesi çalışmak istediği
hocaları kendisi belirlemeli ve merkezin onayına sunmalıdır.
Bu işin çekirdek kadrosu 82 kişidir,
yani bütün medreselerden sorumlu 1 Baş
Müderris ve her ilde medrese idaresine getiri-
NİSAN 2015
lecek toplam 81 kişiden müteşekkildir. Baş
Müderrislik'de istihdam edilecek kadro ve
bunun yanı sıra ders verecek olan kadrolar ve
alt hizmet kadroları bu çekirdek kadronun
etrafında yer alacaktır. Müfredat çekirdek
kadroyu oluşturan 82 kişinin ortak çalışmasıyla belirlenmelidir.
Bu medreselerde eğitim almak isteyenler üniversite sınavına değil, medresenin
ruhuna uygun daha farklı bir sınava tabi tutulmalı, adaylarda puan yeterliliği değil istidat aranmalıdır.
Bu projeyle eş zamanlı olarak 25 yıl
içinde ilahiyat fakülteleri lağv edilmeli ve
yüksek din eğitimi tamamen yeni Nizamiye
medreseleri bünyesinde verilmelidir. Diyanet
yönetimi ve alt kadroları da süreç içinde yine
bu medreselerden mezun olan kişilerden
oluşmalıdır.
Eğer iktidar birtakım sosyal ve siyasî
nedenlerden ötürü bu tür bir projeyi devlet
aygıtını kullanarak resmen hayata geçirmekte
sakınca görüyorsa, gayri resmî yollarla oluşturulacak malî kaynakları belirleyeceği kadroya el altından kanalize ederek projeyi tamamen sivil planda yürütmelidir.
Bu şekilde toplumu ayakta tutacak
sağlıklı bir dinî altyapı oluşturulmadığı takdirde bırakın medeniyet hamlesi gerçekleştirmeyi önümüzdeki 25-50 yıl içinde istesek
de artık fitne ve fesadın pençesinden kurtulamayacak hale geleceğiz.
ATİLLA FİKRİ ERGUN
[email protected]
Dipnot:
1- Sabri Orman, Gazâlî’nin İktisat Felsefesi,
İnsan Yayınları, 5. Baskı, 2014, s. 59
-13-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
İSLAM MEDENİYET ANLAYIŞI ÜZERİNE
FİKİR TALİMİ YAPMAK
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar bu
ülkede medeniyet kavramında üç anlayış çatışma hâlindedir. İlki İslâm’da medeniyet vardır; ikincisi İslâm’da medeniyet yoktur, üçüncüsü Batı medeniyeti ile sentez şart diyenler.
“Medeniyet, eşya- teknoloji üretimi değil, toplumun kurumsal dindarlığıdır. İslâm’ın
toplumsallaşmasıdır” şeklinde târif edenler var.
Bu târifin karşısında “Müslümanlar, Batı yapmadan önce Batı’nın ürettiği tekniği icat etmeli” diyenler var.
Sözün başında belirtelim ki Kur’ânî
mânada tek medeniyet İslâm medeniyetidir.
İslâm dışı sosyal organizasyonlara, Batı’dan
mülhem seküler ve teknik gelişmelere medeniyet denemez. Kur’an ve sünnete tâbi olmakla
meydana gelmiş toplum yahut milletin dünyayı
İslâmca şekillendirmesidir medeniyet. İslâm
medeniyetinin varlığı ancak Müslüman toplumun varlığı ile kaimdir.
Dolayısıyla bir beldede Müslüman bir
toplum ahkâmı yaşamak için ortaya çıkmazsa
medeniyet oluşmaz. Ahkâmı yürümeyen Müslümanların varlığı medeniyet oluşumu için
yeterli değildir. Bundandır ki Mekke’de Müslümanların varlığı medeniyet meydana getirmemiştir. Medeniyet, İslâm ahkâmını yaşamak
için Medine’ye hicret eden Müslümanlarca
oluşturulmuştur. Medeniyetin, laik Türkçülerin
anladığı gibi “sentez” olmadığını da belirtelim.
Medeniyet anlayışımızı peşinen belirttikten sonra ustaların bu mevzuda söyledikleri
üstüne bir fikir tâlimi yaparak medeniyet fikrimizin ne durumda olduğunu, nerede ayrılıp
nerede mutabık kaldıklarını hülâsa etmek istiyorum.
Mehmet Âkif’in ve Sezai Karakoç’un,
zemini İslâm olan kısmen “ilerlemeci anlayışa”
yakın medeniyet fikrini savunduğu görülür.
Âkif, medeniyeti Batı medeniyeti karşısında
Müslümanların “iman dolu göğüsleri ile” mü-
NİSAN 2015
cadele edilecek olan bir tavır olarak görür ve
Batı medeniyetinin “çelik zırhına” sömürgeci
ve “canavar” lığına “iman dolu göğüs” le yâni
Kur’ân medeniyeti ile karşı durmanın gerektiğini haykırır. Safahat’ında İslâm zeminine bağlı kalarak Batı’nın “fen ve ilminden” bahseder:
“Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün? /
Çünkü efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün /
Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde fünûn /
Önce gâyetle büyük hürmet arar, sonra sükûn
/Asr-ı hazırda geçen fenlere sâhîp denecek / Bir
adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek?”
*Medeniyet fikrimiz hangisi?
Karakoç da Âkif gibi Batı’nın “fen ve
ilminden” alınıp İslâm anlayışınca kullanılmalıdır: “İnsanlığı toptan tehdit eden korkunç
nükleer silâhların… mucidi olan batılıların
bunları keşfedip yapacağını biz Müslümanlar
önceden kestirmeli ve onlar yapmadan, biz
yapmalıydık. Bunlar kötüdür, insanlığa sığmaz
demek yeterli değildir. Batı bunları yapacak ve
bunları yaptığına göre de kullanacak ve insanlığın toptan mahv olmasına da sebep olacak
düşüncesiyle ondan önce yapmalıydık bunları.
Bu, dünyada bulunmamızın bir gereğiydi. Kullanmamak ve kullandırmamak için, bu korkunç
silahları biz icat etmeli, onların yapmasına engel olmalıydık. Ahirette olmadığımız, bu dünyada olduğumuzu unutmamalı, ‘kötü’yü de
hesaba katarak tedbirli olmalı, ‘düşmanlarınıza
karşı aynı silahlarla karşılık veriniz’ ilâhî buyruğunu tam anlamıyla yerine getirmeliydik.”
Her iki mütefekkir de, “Düşmanlara
karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın”
mealindeki âyete (Enfal sûresi, 60) dayanarak
medeniyetin maddî cephesinin fen-fünunla
düşmana karşı “kuvvetlendirilmesi” nden bahsetmişlerdir.
*“Dinin yayılışı medeniyetin, medeniyetin
yayılışı dinin yayılmasıdır”
Belirtmek gerekir ki Karakoç temel olarak medeniyet anlayışını “diriliş insanı” yla
târif eder. Medeniyet için ilk saik inanan İnsandır. Diriliş insanı medeniyetin merkezi,
çekirdeği, tohumudur. İnanç adamı varsa, inanan bir toplum varsa medeniyet de vardır. Medine ve medeniyet aynı kökten gelir. Dinin
yayılışı medeniyetin, medeniyetin yayılışı da
dinin yayılmasına vesiledir. İslâm medeniyeti,
-14-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
ırk olarak sadece Arapların ortaya koydukları
bir medeniyet değil, Arap, Acem, Türk ve daha
birçok ırkın İslâm ruhunu ruhlarına geçirmiş
olarak ortaya koydukları ortaklaşa bir medeniyettir. Osmanlı’nın İslâm medeniyetine kattıklarını savunur. Bu asırlarda medeniyet toplu
olarak ilerlemiş, incelmiş, gelişmiştir. Osmanlı’nın çöküşü medeniyetin çöküşü mânasına
gelmez. Çöküşüyle medeniyetimiz sona erdi
sandık. Batı böyle ilân etti ve aydınlarımıza
bunu inandırdı. Hâlâ aydınlarımız bu şokun
etkisinden uyanamamışlardır. Oysa ölen medeniyet değildi.
*“İslam medeniyeti vahiy, hakikat ve kitap
medeniyetidir”
Karakoç’un bakışıyla iki medeniyet
vardır: İlki ak medeniyet, diğeri kara medeniyettir. Ak medeniyet İslâm medeniyetidir, yâni
vahiy ve Kur’an medeniyeti. İslâm medeniyetini ikiye ayırır: İdeal medeniyet ve vâki medeniyet. Asr-ı Saadet’te Hulefa-i Raşidin dönemi
de dâhil ideal medeniyet olarak tavsif eder.
İdeal medeniyetten çıkan Emevi, Abbasi, Osmanlı gibi medeniyetler vardır ki bunlar da
vâki medeniyetlerdir ki bulundukları zaman ve
zeminin emarelerini taşırlar. Bu medeniyet
modellerinden biri tekrar bir İslâm medeniyeti
ihya etmek isterse model olarak alacakları devir Asr-ı Saadet’tir. İslâm medeniyetinin farklılıkları bir bütündür. Mâveraünnehir’deki de
Harran’daki medeniyet ihyasını İslâm’ın dairesi içinde kabul eder. İbni Teymiye de, İmam-ı
Gazali de, Hz. Mevlâna da, İbni Arabi de
İslâm medeniyetinin çatısı altındadır.
Ona göre medeniyet yalnız mimarî
uslûp değil, hayat üslûbudur. İslâmların Kur’an
ve Sünnet istikametindeki gayesini gerçekleştirme ve bu istikametteki duygu ve düşüncelerini ifade isteğinden doğan niyet ve faaliyetlerin, teori ve pratiğin tamamıdır. “İyi” ve “kötü” birbirinden tamamen farklı medeniyet vardır. İnsanın yaratıldığı günden bu yana birbiriyle devamlı mücadele hâlindedir. Hz. Âdem
Aleyhisselâm’la başlayan “iyi” nin medeniyeti
olan “ak medeniyet” vahiy, hakikat ve kitap
medeniyetidir.
“Kötü” nün de bir medeniyeti vardır.
Teşkilâtlanmış ve kendini haklı görmenin felsefesini oluşturmuş; inanca karşı felsefe adı
NİSAN 2015
altında kara felsefeyi, ruha karşı maddeyi,
ulvîye karşı süflîyi, huzura karşı sıkıntıyı,
âhenge karşı kaosu çıkarmıştır. Medeniyet târifinde Doğu ve Batı’yı coğrafî terim olarak değil, ruhun mânevî doğusu ve batısı olarak kullanır. “Ak” ve “kara”, “iyi” ve “kötü”, “bal” ve
“zehir”, “tuba” ve “zakkum” kadar birbirinden
farklı olan Doğu ve Batı; târih boyunca birbirleriyle devamlı mücadele hâlindedir.
Âmâ üstad Cemil Meriç’in medeniyete
bakışı yerli yerincedir. “İslâm medeniyeti
yekpâre bir bütün. İslâm dünyası, Hicret'ten bu
yana çeşitli ikbâl ve idbâr devirleri yaşamış,
fakat aslî cevherini büyük bir titizlikle korumuştur. Bu medeniyetin dayandığı mukaddes
kitaplar, milyonlarca insanın yoluna ışık serpmiş ve serpmektedir. İslâm’ın ‘Muhit’ ül Maarif’i Kur'an-ı Kerim ile Hadis-i Şeriflerdir.”
Diyor ki; İslâm’ın eğitim-öğretim sisteminin, yâni insanı eğiterek abâd etmenin
kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir. Ona göre madde
üzerinde hâkimiyet kuran Avrupa'nın, kendi
hâkimiyeti ve çıkarları uğruna zorba ve sefahat
sütunları üzerinde inşa ettiği yeni medeniyeti
insanın ruh dengesini bozmuş, kabaran iştihası
ile Dünyanın dengesini altüst etmiştir.
*Medine dinden, dolayısıyla medeniyette
dinden doğmuştur
Medeniyet bahsi olduğunda Lütfi Bergen’i dinlemek lâzım .“Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabında “Din, dünya ve medine” kavramlarından ötürü İslâm’dan bir medeniyet
sâdır olduğunu” ve “Medeniyetin, sadece Hz.
Peygamberimiz s.a.v’ın Medine’ye hicreti ile
şehre verdiği isimle ilgili olmadığını da söylüyor:
“Din kendisini Medine’de var etmiştir.
Tarih boyunca Müslümanların topluca namaz
kılmayı başardıkları, dinin ahkâm kısmına muhatap edildikleri beldelere Medine / medeniyet
denilmiştir. Medeniyetimizin bu temel vasfı
Kur’an tarafından belirlenmiştir. Kur’an her
şehre ‘medîne’ demiyor. Resûller gönderilmeden önceki şehirlere karye (köy) demektedir.
Medine, ‘din’den gelmektedir. Din ise hüküm
anlamındadır… din kelimesi, bildiğimiz
‘inanç- teoloji’ anlamında ele alınmamaktadır.
Bir fıkıhtan bahsedilmektedir. Vakıf, mahalle,
tımar, bedesten teşkilatlarını inşa eden bir hu-
-15-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
kuk yapısından. Bu fıkıh nazarından bakıldığında Batı toplumlarının ‘medîne’ kurmadıkları
apaçık ortadadır. Kur’an’da medîneti kavramının ele alınış biçimi nedeniyle medine / medeniyet algısının Hz. Peygamber ile doğmadığı,
ed- din olan İslâm’ın ve nebevî geleneğin bir
yansıması olduğu söylenebilecektir. Medeniyet, ed-din olan İslâm’ın Âdem (as)’den beri
gelen ‘şehir’ telakkisidir. Hz. Peygamberimizin
kurduğu medeniyet Mekke toplumunun ürettiği
teknik- bilginin dengi olmamıştı. Hz. Peygamber’in tefekküründe uygarlıktan kaçışla ihya
edilmiş bir pazar, vakıf, hukuk, ilim, ahlâk,
sülûk (meslek) toplumunun Mescid-i Nebevi
etrafında varoluşuna bağlanmıştı. Medeniyet
eşya, zenginlik, düşmanın silahı ile silahlanmak değil; Müslüman toplumun ubudiyet,
ahlâk ve uhuvvet esasında yaşamak için İslâm
ahkâmını şehir yapılarında kurumsallaştırmasıydı.”
Bergen, medeniyet bahsinde Farabi’ye
de müracaat eder: “Farabi, tıpkı Kur’an’da
yapılan tasnife benzer şekilde tekniğe göre
değil, toplumsal yapıya uygun bir anlamlandırma yapar. Fadıl Medeniyet ile Câhil Medine’yi ayırır… ‘Fadıl’ ya da ‘Mutlak’ siyasetin
tek, câhil siyasetin çok olduğunu söyleyerek
önemli bir tefrik getirmiştir… Farabi için
‘Mesken’ nasıl olursa olsun, neden yapılırsa
yapılsın ve nerede olursa olsun, önemi yoktur.
Yerin altında ya da üstünde, ahşaptan, çamurdan, yünden kıldan ve diğer maddelerden yapılmış olabilir. Mühim olan meskenin yapıldığı
maddenin cinsi değil, onun içindeki insandır.”
*“İslam bir medeniyet arayışında değildir”
diyenler
İsmet Özel gibi “medeniyete” reddiye
üzerinden Hz. Peygamberimiz s.a.v’in yaşadığı
döneme atıf yapanlar var. Özel, medeniyet
kavramını reddediyor ve İslâmlara bir medeniyet tasavvuru veya mukabili olan bir sistem
göstermiyor. Medeniyeti bir tepki, Batı’ya karşı alınan bir tavır olarak değerlendirmektedir.
Müslümanların âcilen ihtiyacı olan medeniyet
fikrine açıklık getirmeyişi onun İslâm devlet ve
toplum fikirleriyle çelişki oluşturuyor. “Üç
Mesele” de bu anlayışını görmek mümkün:
“Kavramamız gereken nokta, Batı’nın
inancı, felsefesi, bilimi ve tekniği ile bir bütün
NİSAN 2015
olduğu ve reddedilecekse tümden, kabul edilecekse yine tümden kabul edilmesi gerekeceğidir. İslâm değerlerinin çağımızın bilim ve teknik kafasıyla birleşip beraber yaşayacağını
ummak bir avuntudan ibarettir. Bir kez İslâm’ı
medeniyet sorunu içinde kavradık mı artık onu
zaman içinde değerlendirmek düşüncesine
kendimizi hapsetmiş oluruz. Müslümanların bir
bölümü medeniyete muhafazakâr bir tepki göstererek Batı’ya karşı direndiler… Batı’nın sunduğu medeniyet anlayışının karşısına… İslâm
medeniyeti anlayışını çıkarma düşüncesini
doğurdu.”
Özel, “Teknoloji bir azgınlık, medeniyet çürüme ve yabancılaşma düşüncesi bir gururdan ibarettir“ diyerek, İslâm’ın bir medeniyet olarak telakki edilmesinin “Batılı gibi düşünmenin sonucunda” oluştuğunu ileri sürer.
Medeniyeti beşerî zihniyetin oluşturduğu
“kuvvet” olarak telakki eder. “Kuvvete karşı
ahlâk”ı, yâni İslâm’ı koyar. “Medeniyet insanların madde karşısındaki zaaflarının ve maddi
gelişmeye mahkûm olmalarının müşahhaslaşmış hâlidir. Toplum yapısını ve insan kişiliğini
karşılıklı olarak bozar, kokuşturur. İslâmî mücadelenin bir İslâm medeniyetine varacağını
istemek abestir” sözleri de gerekçeleri gösterilmediği için ütopik görünmektedir.
Onun, “İslâm toplumu” endişesine katılmakla birlikte, “İslâm devleti geçmişte nasıl
medenileşmiş bunu iyice anlayıp, böyle bir
medenileşmeyi önleyici tedbirleri alma gayreti
içinde bir İslâm toplumuna gitmemiz esastır.
Çünkü medenileşmek yetim hakkını gaspa yönelmek demektir” sözleri, Müslüman toplumun
tekamülü ve dünyayı ıslah suali bakımından
problemli ve açıklanmaya muhtaç görünüyor.
Şu ifadelerinde de açıklamasını yapamayan ve gerekçesini göstermeyen toptancı bir
bakış var: “İslâm bir medeniyet arayışında değildir. Sadece Allah'ın hâkimiyetinin tanındığı
bir düzen arayışının içerisinde olunmalıdır.
Müslümanlar günü kurtarma endişesini bir
tarafa bırakıp içinde kalınan tüm kültürlerden
sıyrılıp Kur’an'a dönülmelidir. İslâm devletinin
söz konusu edilebilmesi için 'teknoloji üstünlüğü' gerekli değildir. Bunun yerine Müslümanların tek tek kalitelerini geliştirmeleri gereklidir.
İslâm devleti sonunda kendine uygun maddî
kuvveti de üretme fırsatını yakalamış olacaktır"
-16-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
*“Medeniyetin üç mertebesi: Müslüman,
Mü’min, Muhsin”
Medeniyetin safhalarını “İslâm (Müslüman, Müslim), İmân (Mü’min) ve İhsân
(Muhsin) mertebeleriyle târif eden ve medeniyetin “Muhsin” mertebesinde kemalatını bulacağını belirten Ali Yurtgezen hocanın tesbitlerine müracaat etmeden medeniyet fikrini kavramak eksik olur.
“Medeniyetin ’Medîne’ kelimesinden
türetildiğini, aslı Yesrib olan yerin, Efendimiz’in (İslâm’ın) gelmesiyle Medîne olduğunu,
Medîne kelimesinin de ‘deyn’ yani ‘din’ kelimesinden türetildiğini, dînin bir sorumluluk
düzeni getirdiğini, yâni dînin ölçüleri istikametinde sorumluluk içinde hareket eden mütedeyyin insanların Medîne’yi yâni medeniyeti inşâ
etiğini” ifade ediyor. Ona göre medeniyeti
“Mâverâünnehir’deki Muhsinleri Ehl-iBeyt
mensupları Hâşimoğulları idi. Onların yetiştirdiği ulular, Horsan Erenleri olarak Anadolu’ya
gelmişler ve Anadolu’da kurulan medeniyeti
inşâ etmişlerdi.”
Bugün imkân bolluğuna rağmen medeniyet inşa edemediğimizin temel sebebi inşa
edici insanın fonksiyonel hâle getirilmemesidir.
Bu problemin cevabını yine Ali Yurtgezen
hoca veriyor:
“Muhsinlerin her işi, her davranışı, her
tutumu ‘güzel’dir. Bu sebeple bizim medeniyetimizi tasavvuf uluları inşa etmiştir. Bu yüzden
bütün teknolojisine, zenginliğine, kudretine
rağmen kâfirler medeniyet kuramaz; ‘medeniyet’ dedikleri anlayışın her tarafından kan,
gözyaşı, işkence, zulüm ve denaet fışkırır.
Mâlâyani medeniyete engeldir. Mâlâyaniyi
önemsiz addettiğimiz, daha büyük meselelerle
uğraşmak adına iyi niyetle dahi bunları görmezlikten geldiğimiz müddetçe, yeniden bir
medeniyet hamlesi gerçekleştiremeyiz.”
mükellef kıldığı hayatı inşa etmek gerekiyor.
Son birkaç asırdır Müslümanlar İslâmî hayatı
inşa etmedikleri için Batı tarafından üretilmiş
bir hayatın içine düştüler… Bu sebeple Batı’nın ürettiği hayatın içinde doğan ve şekillenen akıl, o hayatı temelinden tenkide tabii tutamıyor. Yeni bir hayat inşa etmek ise bundan
daha ileri bir maharet, daha geniş bir ufuk ve
daha derin bir idrak gerektirir. Medeniyet tasavvuru, tefekkür faaliyetinin ve hikmet mimarisinin en çaplı olanıdır” diyerek medeniyetteki
iki asırlık tereddimizi ve çapsızlığımızı âdeta
yüzümüze vuruyor:
“Medeniyet, ‘yapabilmenin’, medeniyet
tasavvuru ise tefekkürün ufkudur. Müslümanlar
bu ufukta seyahat edememeleri hâlinde, birkaç
asırdan beri İslâm’a yöneltilen ‘fikir ve ilme
manidir’ ithamını, kendi şahıslarında delillendirmiş ve gerçekleştirmiş olurlar. Bu ne vahim
bir durumdur… Ümmet, yaşadığı her devrin
medeniyet tasavvurunu oluşturmalı ve mütemadiyen de muhtevasını derinleştirmeli, ufkunu genişletmelidir. İslam’ın muhteva (mâna)
yekununu ihata edememek, ondan istihsal edilecek mâna haznesi ile medeniyet kurulamayacağını göstermez. Dolayısıyla ümmet, içinde
yaşadığı çağın büyük fikrini üretmeli, büyük
inşaatını başlatmalıdır.”
Hâsılı, medeniyet fikrimizi yerli yerince oturttuktan sonra yeniden medeniyet inşa
etme yolunda hatâya düşmemek için bu mevzuun erbabı Yusuf Kaplan’ın söylediklerini
unutmayalım, derim:
“Medine’ye ulaşılmışsa medeniyete giden kapılar artık sonuna kadar açılacak demektir. Mekke sürecinde inşa edilen Müslüman
zihne, dile, idrake ve şahsiyete kavuşmadan
Medine sürecine / çağ’ımıza da, medeniyet
sürecine de ulaşamayız.”
AHMET DOĞAN İLBEY
[email protected]
*“İslam medeniyet tasavvuruna ihtiyaç var”
NİSAN 2015
Medeniyet fikrimiz üstüne tâlim yaparken dikkate alınması gereken bir isim de Haki
Demir’dir. “İslâm Medeniyet Tasavvurumuz”
üstüne mufassal çalışmalar yapan Demir, “Medeniyet tasavvuruna neden ihtiyacımız var?
Çünkü İslâm’ın mümkün olan en geniş ufkunu
göstermek gerekiyor. İslâm’ın teklif ettiği ve
-17-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
NİSAN 2015
nan bir inancı taşıyan insanın inşası lazımdır.
Efendimiz (s.a.v) da Dar’ul Erkam’da Mescid-i
Nebevi’de belki daha sonraki karşılığı medrese
ve tekke olan bir sistem içerisinde insanı inşa
etmişti.
MEDENİYETİN İHYASI İÇİN
İNSANIN İNŞASI
Abstract
Building up of human virtue for restoration of civilization
Civilization is mentioned by institutions
such as architecture, literature, music, and Ahi
foundations those are manifestations of civilization. However civilization is manifestation of
faith and a creation of people who lives in sincerity of faith. Therefore it is necessary that building
up a mankind who carries a faith that reflected in
the outside firstly for restorating the civilization.
Our Prophet (s.a.v) had also built up the human
virtue at Dar’ul Erkam and Mescid-i Nebevi in a
system perhaps lately that named madrasa or
tekke.
The aim of this study is to determine
training of skilled human perspective. Skilled
human at Sufism is mature human. Maturity is to
do rational, aesthetic, and what is reasonable.
In this study, the perspective of the human concept of our civilization will be discussed
firstly. After, the paradigm of modern man and
society will be discussed. The last part of the
study will be focused on within the framework of
the concepts of culture and civilization, the necessity of a human being and society model
based on our own understanding of civilization
Key Concepts: Human, Civilization, Sufism, Modernism.
*Özet
Medeniyet denildiğinde, aslında medeniyetin tezahürleri olan mimari, edebiyat, musiki ve
ahilik, vakıflar gibi müesseseler akla gelir. Oysa
medeniyet, bir inancın tezahürü ve inancı ihlasla
yaşayan insanın eseridir. Bir inanç tezahürü olan
medeniyet kurmak için dışa vuracak ölçüde ya-
Son medeniyet hamlesini yapan ve Anadolu’da “Horasan Erenleri” olarak anılan tasavvuf büyükleri niyetiyle, tecrübesiyle ve samimiyetiyle medeniyet hamlesi yapabilecek bir donanıma sahiptiler. Mürşitler insanı rüşte ulaştırır.
Rüşt, akla uygun, estetik ve makul olanı yapmaktır. Beşeriyetinden alıp âdemiyetine ulaştırır, yani
“adam ederler”. Tasavvuf büyükleri, topluma yön
verecek entelektüelleri reşit kılmışlardı. Şüphesiz, medeniyet tesadüfen kurulan bir yapı değildir.
Batının hegemonyası altında kaldığımız
son yüzyılda “aydın” diye adlandırılan entelektüel birikimi olan insanımız inancında zaafa uğramıştır. Geniş toplum kesimleri inancını korumakla beraber estetik forma bürüyerek medeniyet
seviyesinde eserler verecek donanımdan mahrumdur. Bu çalışmanın amacı, medeniyetin inşası
için vasıflı insan yetiştirme perspektifinin ortaya
konmasıdır.
Çalışmada ilk olarak medeniyet perspektifimizde insan kavramı ele alınacaktır. Daha
sonra, söz konusu insan anlayışı zemininde, modern insan ve toplum paradigması tartışılacaktır.
Çalışmanın son bölümünde kültür ve medeniyet
kavramları çerçevesinde, kendi medeniyet anlayışımızı esas alan bir insan ve toplum modelinin
gerekliliği üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kavramlar: İnsan, Medeniyet,
Tasavvuf, Modernizm.
*Giriş
Batı hegamonyası altında kaldığımız son
yüzyılda, Batı’nın pozitivist paradigması, bütün
kavramlarımızı ve zihin inşa süreçlerimizi oluşturdu. Bu süreç özellikle aydınların oryantalist
yaklaşımı ve toplumun değer üretememesi ile
birleşerek eklektik bir toplum yapısı ortaya çıkardı. Bu durum toplumun istikametini kaybetmesine yol açtı. Birey planında ise, insanımız
-18-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
bütüncül düşünce yapısının aşınması nedeniyle
tutarsızlaştı. Öte yandan Batı uygarlığı hegemonik gücünü kaybettikçe, Türkiye’deki batılılaşma
politikası sorgulanmaya başladı. Batı değerlerinin
özellikle bizim dahil olduğumuz medeniyet coğrafyasında, insan ve toplum üzerindeki yıkıcı
yaklaşımları, batı dünyasında sorgulanırken, bizde yeni bir toplumsal dönüşüm arayışı ihtiyacını
doğurdu.
İslam dünyasında, özellikle Osmanlı coğrafyasında ortaya çıkan gelişmeler, dünyadaki
yeniden yapılanmalar, Türkiye’nin misyonunu
hatırlamasını ve yeniden bir medeniyet hamlesi
yapma ihtiyacını ortaya çıkardı. Bu çalışmada,
söz konusu medeniyet hamlesinin altyapısını
oluşturan kurumsallaşma ve insan anlayışı değerlendirilecektir.
Medeniyetimizin referansları ve bakış
açısı, bilindiği gibi, İslam’ın temel kaynakları
olan Kur’an ve Sünnet çerçevesinde şekillenmiştir. Kur’an ve sünnetin birey ve topluma yansıması, adalet ve erdem ölçüleriyle olmuştur. Bu
iki olgu, medrese ve tekke aracılığıyla üretiliyordu. Dolayısıyla yeniden medeniyet hamlesi yapılacaksa, bu hamleyi yapacak insanın inşası, tasavvufun yöntem ve anlayışıyla mümkün olacaktır. Bu bağlamda, bu çalışmada, insan inşası kavramlaştırmasında tasavvufi anlayış esas alınmaktadır.
*İnsan Kavramı ve Medeniyetimizde İnsan
Algısı
Kur’ân’da insandan bahsolunurken bazen
“beşer” bazen da “âdem” kelimesi kullanılır.
Beşer, “derinin dış kısmıdır” ve beşer kelimesiyle
anıldığı bütün âyetlerde insan, mutlaka maddî ve
fânî hususiyetleri ile mevzu edilmiştir. İnsanın bir
de “âdem” yanı vardır. “Âdem” de “iç, iç yüzey”
mânâsında insanın batınî tarafını, cesede üflenen
ilâhî nefhayı, ruhu ve gönlü ifade eder. “İnsan”,
hem “yakın olmak (üns)”, hem “unutmak
(nisyân)” ile alâkalıdır ve biri müsbet diğeri
menfî bu iki mânâyı da özünde barındırır (Yurtgezen, 2005)
NİSAN 2015
İnsan beşeriyeti ile ademiyeti arasında sınanan bir varlıktır. O’nun “Allâh’ın iki eliyle”
yaradılmış olması hakikati, bu iki yönüne işarettir. İnsanın vazifesi “beşer” olarak kalmamak,
beşeriyetini âdemiyetinin emrine vererek, başlangıçtaki, meleklerin secde kıldığı kâmil hâlini
kazanmaya çalışmaktır. Bu hâl “ahsen-i
takvîm”dir. Eğer insan beşeriyetine yönelir, âdemiyetini ihmâl ederse “esfel-i sâfilîn”den olur.
Nitekim Kur’an’da “Âdem’e secde edin” buyurulmuştur; insana değil.
Dilimizdeki “adam olmak” deyimi, âdemiyyetimize yönelmemiz gereğini işaret eder.
İnsana esmâ bilgisi verilmiştir, isimler öğretilmiştir. Zira bütün esmâ ve sıfât-ı ilahî diğer
mahlûkatta cüz olarak, dağınık bir sûrette bulunduğu halde, insanda cem edilmiş halde tam olarak mevcuttur. Bunun içindir ki kendini bilen
insan Allâh’ı bilir. Bunun için âdemden gayrısı
ademdir, yokluktur. Âdem’e öğretilen esmâ, hem
Allâh’ın isimlerini hem de bu isimlerin tecellîlerini ihtiva eder ki âlem bu tecellîlerden ibarettir.
Dolayısıyla “isimlerin öğretilmesi”, kâinatın da
özü olan insanın âdemiyyetine, “kâinata ve kendisine dâir bütün bilgiler”in verilmiş olması demektir. Bu sebeple, “ilmin satırlarda değil sadırlarda olduğu” söylenmiştir. “Okusun adam olsun” temennisindeki “okumak”tan murat da sadırlardaki ilmin keşfi, yani marifet kesbidir. Nihâyet âdemiyyetimiz bizim imtiyazımızdır, aslî
hüviyetimizdir.
Modern düşüncelerin en büyük eksikliği
insanı tanımlayamamalarıdır. Allah’ın isimlerini
yüklediği insan, nihilist felsefe içerisinde Allah’tan koparıldığı zaman kutsallığını yitirdi,
aşağıların aşağısına indi. Tasavvuf, bu noktada
insanın ademiyyetini kazanması yolunda, kişiye
tezkiye-i nefs yani nefsin kötü sıfatlarını temizleyip iyi sıfatlara çevirme, tasfiye-i kâlp yani insani
kalbi Cenab-ı Hakk’ın tecelliyatına mazhar olacak şekilde arındırmak, tahliye-i ruh yani insandaki emanet ruhu asli vatanına gitmesine mani
olacak bağlardan, kayıtlardan kurtarma amacına
matuftur (Çıtlak, 2010, 20).
Aydınlanma düşüncesinin öngördüğü
rasyonel insan tipi, insanın beşeriyetini esas alır.
-19-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
Bu insan tipi, tercihleriyle hayatına yön verebilecek durumda olan, kendi için iyi ve faydalı olanı
seçme yetisine sahip, akıl dışında başka hiçbir
yol göstericiye ihtiyaç duymayan insandır. Bu
düzlemde insan, esasen ihtiyaçlarına hapsedilmiştir. Bunu en iyi tanımlayan kavram, “homo economicus”, hayatı sadece üretmek ve tüketmek
fiillerinden ibaret gören, bunun dışında hiçbir
ahlaki değer yargısı taşımayan (Sezal, 1981:66),
hayatın devamını temin için geliştirilen vasıtaları
hayatın gayesi haline getiren insandır. Maslow’un insan ihtiyaçları hiyerarşisi teorisi, bu
insan için kendini gerçekleştirmeyi, en yüksek
düzey olarak görür. Bu düzeye de ancak biyolojik, ekonomik, barınma, duygusal ihtiyaçları giderdikten sonra ulaşabilecektir. Oysa, tasavvufi
terbiye almış insan, maddi ihtiyaçlarını öncelemez; ahlaki erdemlerini her durumda yüce tutar.
Örneğin aç kalsa da çalmaz, başkalarının hakkına
tecavüz etmez.
Tasavvuf düşüncesinde, bütün bu ihtiyaçlar, “nefsi emmare” düzeyindeki benliğin vasıflarıdır. Bu nefs derecesi, “emreden nefs, kibirli
nefs, kötülüğe teşvik eden nefs, zalim nefs” gibi
adlarla adlandırılır ve insanın aşması gereken en
alt benlik düzeyini ifade eder. Bu benlik düzeyinde insan zeka tarafından yönetilir. Bu kendimizden başka hiçbir şeye inanmayan zekadır.
Vicdani duygu, sevgi, günah duygusu taşımaksızın ne pahasına olursa olsun mal ve güç kazanmaya ve egonun tatminine adanmıştır (Frager,
2004:73-74). Bu bağlamda, tasavvuf geleneğinde
insanın tekamülü, Batı’daki gibi “kendini gerçekleştirmek” değil, “kendini aşmak”tır. Batı psikolojisinde insanın tekamülünün bittiği noktada sufi
anlayışına göre insan olma süreci yeni başlamaktadır (Özelsel, 2003:133).
Tasavvuf, ömür boyu devam eden ve
“seyr-i süluk” diye adlandırılan sürekli eğitim ve
kendini geliştirme sürecidir. Bu süreçte, insanın
öncelikle bir takım ahlaki erdemleri kazanması
murat edilir. Bu ahlaki erdemlerin, kişinin kendisine, yakın çevresine, topluma ve kainata bakan
tarafları vardır. Bu ahlaki bilinç, insanın sınırlarını bilmesi, büyüklenmemesi, kibirli olmaması,
başkalarının kusurlarına, eksikliklerine odaklan-
NİSAN 2015
mak yerine kendi davranış güzelliğini kazanma
gayreti içerisinde olması, açgözlü olmaması gibi
örnek insan davranışları kazandırır. Bu durumda
kişi, çevresindekileri kendi görüntüsünün yansımaları olarak görür ve kendisine nasıl muamele
edilmesini bekliyorsa insanlara o şekilde muamele eder. Ahlakın topluma bakan yönünde ise,
şefkat, merhamet, iyilikseverlik, cömertlik, koruma, saygı, karşıdaki hakkında iyilik düşünme
gibi davranışlar kazandırır. Mevlana, insanı hayvandan ayıran özellik olarak edepten bahseder.
Edep, insanın her an, yüce Yaratıcı’nın kontrolünde ve gözetiminde olduğunu bilmesi ve her
davranışının hesabını vereceği bilinciyle yaşamasıdır. Dolayısıyla, komşu hakkı, aile ilişkileri, iş
ilişkileri, saygı, sevgi ve hoşgörü çerçevesinde,
herkesin hakkına riayet ederek şekillendirilir.
Beşeri münasebetlerinde fedakarlık, diğergamlık,
vefa, sadakat ön plandadır.
*Kültür ve Medeniyet Bağlamında Modern
Paradigmanın Sorgulanması
Medeniyet, beslendiği kaynaklar itibariyle bir dinden neşet ederek, müşterek bir zemine
dayanan birden fazla kültürün ortak kurumlarının
entegrasyonudur. Ahmet Cevdet Paşa’ya göre
medeniyet, toplumların hayatında ileri bir merhaledir. Tarih boyunca önce devletler kurulmuş,
böylece düşman korkusundan azad olunmuş;
daha sonra insanlar “ihtiyacât-ı beşeriyelerinin
tahsiline” ve “kemâlât-ı insaniyelerinin tekmiline” yönelmişler, yani medeniyet kurmuşlardır
(Aslantürk ve Amman, 2000: 242).
Günümüz dünyası modernleşmeyle beraber ulus devlet anlayışını geliştirmiştir. Ulus devletler yerel özel ve bölgesel değerlere göre şekillenmiş beşeri olguları içerir. Temellerinde kültür
vardır. Kültür, belirli toplumların coğrafi şartlar,
üretim tüketim ilişkileri, beşerî münasebetleri,
tarihsel birikimleri vb. unsurlardan hareketle
ihtiyaçlarını karşılayabilmek amacıyla ürettikleri
ortak hayat pratikleridir. Nation (ulus); aile, aşiret, kavim gibi tabii bir toplum değildir. Modernizmin bir neticesi yahut aşaması kabul edilir.
Verimlilik amacıyla devletin kendi sınırları içindeki farklı kitlelere ortak bir kültürü benimseterek inşa ettiği yapay fakat entegre bir topluluktur.
-20-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
Etnisitenin üstünde bir “biz” şuuru ve daha geniş
bir birlikteliği ifade ettiği için “millet”le karşılanabilir. Ama millet’te bu birlikteliği devlet değil
“kutsal” oluşturur ve yine kutsalın denetlediği bir
“kültür” kendiliğinden “biz”i birbirimize benzeterek “özel”leştirir. Ulus devletler ise bir ideolojinin veya projenin ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Kutsala veya kutsalın belirlediği ortak
değerlere dayanmazlar. Dolayısıyla ulus-devlet
medeniyet hamlesi yapamaz. Kültür düzeyinde
kalır. Kültür üretmek, beşer olmanın gereğidir.
Medeniyet hamlesi yapmak için kültürden irfan
düzeyine yükselmek gerekir.
Kendi sosyal realitelerine uygun olarak
ulus-devlet projesini geliştiren batı dünyası, bugün bir proje etrafında zoraki de olsa bir araya
gelmenin gayreti içerisindeler. Türk dünyası ve
genelde İslâm dünyası için bu entegrasyonların
alt yapısı, psikolojideki “hazır bulunmuşluk”
kavramının ifade ettiği gibi zaten mevcuttur.
Yüzyıllarca birbirine destek olmuş, birbirini incitmemiş, aynı kaderi paylaşmış ve başka hiçbir
toplumun sahip olamayacağı bir birliktelik şuuruna sahip olan medeniyet coğrafyamızın çeşitli
entegrasyonlarla bir araya gelememesi büyük bir
basiretsizlik ve talihsizlik örneği olacaktır. Milletimiz binlerce yılın birikimiyle şuurlu bir mensubiyet duygusuyla dahil olabileceği bir yapıyı,
sosyal değerleriyle örerek kurmuştur. Millet,
ortak sosyal değerlerin geçerli olduğu, bir selamla bin yıllık tanış olunan bir coğrafyada oluşmuş
dirlikli bir yapının adıdır. Bizim medeniyet coğrafyamız Bosna’dan başlar, Hindistan’a kadar
uzanır. Bu hinterlant, başka hiçbir toplumun sahip olamayacağı bir zenginliktir.
Batı uygarlığının geldiği noktada, insan,
seküler dünyanın kuşatması altında esasen hayatın anlamını kaybetmiş bulunuyor. Seküler dünya, insanı maddeye ve pozitif davranış kalıplarına
indirgeyerek insanın fıtratını hiçe saymakta ve
onu metalaştırmaktadır. Cevdet Paşa’nın ifadesi
ile, medeniyetin temel boyutlarından birini oluşturan “kemalât-ı insâniye” unsurunu yok saymıştır. İnsana herhangi bir değer atfetmeyen ve en
küçük bir medeniyet iddiası veya hissesi olan bir
toplumda en basit canlıya bile gösterilemeyecek
NİSAN 2015
fütursuz yaklaşımın insana reva görüldüğü dünya
toplumunda, yoksulluk, çevre kirliliği, insanın
sömürülmesi, terörizm, nükleer tehdit, vb. gibi
sorunlar ortaya çıkmıştır. Çözüm önerileri olarak,
insanlardan arzularını disiplin altına almaları,
akıllı birer hümanist olmaları, komşularına saygı
göstermeleri gibi önermeler gündeme getirilmektedir. Oysa bu sorunlar, Batı insanının yeryüzünde ilahlık rolü oynamaya ve aşkın boyutu hayattan koparmaya karar verdiği an ortaya çıkan insan ruhu kirlenmesinin bir sonucuydu. Çözüm
olarak teklif edilen önermelerin insanın tutkularını ve aşağılık eğilimlerini frenleyecek manevi bir
güç olmadıkça yerine getirilmesinin imkansız
olduğu kavranamamaktadır (Nasr, 1984:31).
Toynbee, uygarlıkların gelişmesinde rol
oynayan temel etkenin bir toplumun karşılaştığı
sorunlara verdiği cevap, başka bir deyişle, ortaya
çıkan sorunla (meydan okuma) ona verilen karşılık arasındaki diyalektik ilişki olduğunu savunmaktadır. (Doğan, 2000:337) Moğol istilası karşısında İslam Medeniyetinin yerle bir edilmesi,
Müslümanları derin bir ümitsizlik ve eleme sevketmişti. Moğol adetleri, giyinişi hatta Moğol
atlarının eyerleri insanlarda hayranlık uyandırıyordu. Öyle ki Moğol gibi giyinmek, Moğol gibi
ata binmek, onlar gibi hareket etmek bir moda
haline gelmişti (Aksun, 1994:21-22). Fakat İslam
toplumu özellikle tasavvuf büyüklerinin gayretiyle kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek yeniden medeniyeti kurma başarısını göstermişti.
Sanayileşme dönemiyle ortaya çıkan yenilgimiz,
yılgınlığımız karşısında aynı başarıyı gösteremedik. Arnold Toynbee, İslam ve Batı’nın karşılaşmasını analizinde, yenilen tarafın iki farklı savunma mekanizması geliştirdiğini belirtmektedir.
Bunlardan biri, zealotçu yaklaşım, diğeri herodian yaklaşımdır. Zealotçu yaklaşım, Kuzey Afrikalı Sunusiler ve Orta Arabistanlı Vahhabilerin
yaptığı gibi bir içe kapanma ve kaçış yöntemi;
adeta başını kuma gömme yaklaşımıdır. Herodian
yaklaşımı ise Türkiye örneği ile açıklar. Toynbee’ye göre, Türkiye, batıdaki ekonomik, siyasal,
estetik, dini devrimler gibi bütün alanlarda devrimler yaparak kendilerini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bunların her ikisinin de yok sayılabileceğini; çünkü yok olmaktan kurtulan nadir “ze-
-21-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
lot”, artık ölmüş bir medeniyetin fosili haline
gelirken; “herodian”, kaybolmaktan kurtulup
taklit ettiği toplumun içinde erimekte; her iki
grup da içine girdiği medeniyete herhangi bir şey
ekleyememektedirler (Toynbee, 1980:177 vd.).
Günümüzdeki kaos ve bunalım ortamı İslam toplumu için bir yıkım gibi gözükse de, yeniden diriliş ve medeniyet hamlesinin de vesilesi
olabilir. Moğol istilası sonrası medeniyetin ihya
hareketinin öncüleri “Kolonizatör Türk Dervişleri”, ahiler, ulema ve adil devlet adamları idi. Medeniyet kurmak için gerekli olan ilk unsur, dışa
vuracak ölçüde yanan bir imandır. Yani bir medeniyet kurma ihtiyacının şiddetli bir şekilde
duyulmasıdır. Bunu İbn Haldun’un asabiye kavramıyla da ilişkilendirebiliriz. Aynı inanç ve ideal
etrafında insanların bir araya gelmesi ve bu uğurda çaba göstermesini “imanda ateşlenme dönemi”
şeklinde ifade edebiliriz. Medeniyetin ikinci unsuru “insan”dır. Medeniyet halkın ürettiği bir
olgu değildir. Medeniyet ortak kültür unsurlarının
estetik bir formla yeniden inşa edilmesidir. Dolayısıyla toplumun vasıflı insanları medeniyetin
öncülüğünü yapabilirler. Batı karşısında geri
kalışımız aydınlarımızda iman zafiyetine yol
açmış, özgüven kaybına sebebiyet vermişti. Bu
zafiyetin yol açtığı herodian ve zealotçu yaklaşımlar birkaç asırdır denendi ve başarısız olduğu
anlaşıldı. Bugün hem kendi toplumlarımız hem
de dünyanın bütün mazlum halkları için insani
ölçekli, insanı merkeze alan ve yüce tutan medeniyetimizin kurulması bu toplumun önderlerinin
önündeki en önemli vazifedir.
Medeniyet coğrafyamızın yeniden bir
“diriliş” hamlesi gerçekleştirmesi iki hususun
önemle vurgulanmasını gerektiriyor. Bunların ilki
siyasal-sosyal düzenin kaynağı olarak adalet;
ikincisi ise insan ilişkilerinin kaynağı ve insanın
kurgulanması noktasında önem arzeden tasavvuf
öğretisidir.
*Yeni İnsan ve Toplumun İnşası:
“Düne dair ne varsa dünde kaldı cancağızım /
Bugün yeni bir gündür, yeni şeyler söylemek
lazım” Hz. Mevlânâ
NİSAN 2015
Modernleşmeyle beraber, İslam toplumlarında oluşturulan sosyal düzen, eklektik bir yapı
görünümündedir. Bir yanda toplumun sahip olduğu medeniyet değerleri, diğer yanda bu değerlerin üretmediği dışarıdan kopyalanmış kurumsal
yapılaşma vardır. Bu yapı medeniyet hamlesinin
önündeki en büyük engeldir. Modernizmde inanç
dar bir alana sıkıştırılmış; insanın “kemalat-ı
insaniyesinin tekmiline” olan ihtiyaç yok sayılmıştır.
Kültürlerin değişme istikametini ve toplumların üst ideallerde entegrasyonuna yol açan
medeniyet değerleri yok sayılınca, beşeri hususiyetlerden kaynaklanan alt kimlikler ön plana
çıkarıldı. İrfanımızda, kendini tanımlama “hüviyet” kavramıyla ifade edilmekteydi. Hüviyet,
“hüve” (Hû) yani O, yani Allah ile olan kurbiyyetin ifadesiydi. İnsan, âdemiyet boyutuyla Rabbi
ile olan münasebeti ölçüsünde tanımlanırdı ve bu
ona hüviyetini kazandırırdı. insanın fıtratına uygun olan da buydu; çünkü Elest Bezminde Cenab-ı Hak, ruhlara, “Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?” diye sormuştu. Bilindiği gibi Rabb,
“şekillendiren, terbiye eden” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla hüviyet kavramı, insanın Elest
Bezminde verdiği söze sadık kalmasını hatırlatırdı ve insanın erdemleriyle var oluşunu tamamlardı. Öte yandan, seküler bir kavram olan “kimlik”,
beşeriyete, dolayısıyla insanın “ene”sine vurgu
yapıyordu.
İnsanın beşeriyetini esas alan, onu bu
dünya ile sınırlayan ve nefsanî taleplerin en üst
seviyede karşılanmasını hayatın gayesi sayan
modern anlayış, “hüviyet” yerine ne idüğü belirsiz bir “kimlik” tutuşturdu insanoğlunun eline.
İnsan artık kimliğini, yani kim olduğunu, yapıp
ettiklerini başkalarına göstererek, diğer insanlara
göre belirleyecek; onlar tarafından fark edildiği
ölçüde kendini gerçekleştirebilecekti. Öyle de
oldu. Türlü metotlarla “ben” demek, fark edilir
hale gelmek, hodfüruşluk, yani kendini beğendirme gayreti, hatta bu uğurda kendisinde olmayan nitelikleri bile varmış gibi göstermek, neredeyse ontolojik bir zaruret halini aldı. İnsana
hayat tarzları dayatan kapitalist ekonomi, beşeri
ihtiyaçların karşılanmasına yönelik kültür üreti-
-22-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
minin de önünde engel olmaktadır. Sadece tüketici vasfı verilerek kültür ve medeniyet değerleri
üretme potansiyeli elinden alınan toplumun medeniyet hamlesi yapması beklenemez.
Medeniyet denildiğinde, aslında medeniyetin tezahürleri olan mimari, edebiyat, musiki ve
ahilik, vakıflar gibi müesseseler akla gelir. Yeniden medeniyet hamlesi söz konusu edildiğinde,
bu kurumların günümüze taşınması, benzerinin
oluşturulması akla gelmemelidir. Bu kurumları,
belli değerleri taşıyan vasıflı insanlar inşa etmişti.
Bu eserleri ve kurumları bugüne taşımak ne
mümkündür, ne de anlamlıdır. Anlamlı ve mümkün olan, o insanı yeniden inşa etmektir. Bir
inanç tezahürü olan medeniyet kurmak için öncelikle, dışa vuracak ölçüde yanan bir imanı taşıyan
insanın inşası lazımdır. Efendimiz (s.a.v) da
Dar’ul Erkam’da, Mescid-i Nebevi’de belki daha
sonraki karşılığı medrese ve tekke olan bir sistem
içerisinde insanı inşa etmişti.
Bu şartlarda, yeni insan tipinin yetiştirilmesi nasıl sağlanacaktır? İslam, “lâ” diye bütün
kabulleri yıkarak başlar insanın inşasına. Namaza
başlarken ilk tekbirde, elin yukarı doğru hareketiyle, bütün bir masivayı, beşeri kabullerimizi,
benliğimizi, günlük hayatın akışını elimizin tersiyle geride bırakmamız hedeflenir. Yeni nesillerin yetişmesi, modernizmin kabullerinin “lâ”
denerek reddedilmesiyle mümkün olabilir. Mürşit
kavramı, bilindiği gibi reşit kılan demektir. Nefsini aşamamış insan, beşeri ihtiyaçların tatmini
noktasında geliştirilen vasıtaları, bir çocuğun
oyuncaklarını önemsediği gibi içselleştirmektedir. Mürşit karşısında, beşeri vasıflarıyla hareket
eden herkes, çocuk mesabesindedir. Hz. Mevlana, “gel, ne olursan ol yine gel” çağrısında, bir
büyüğün çocuğa gösterdiği hoşgörü çerçevesinde
herkesi kucaklayıcı, fakat aşkın olana, âdemiyete
yönelmeye, maddî varlıktan ve kesretten kurtulmaya, yani, çocukluktan kurtulup kemâlâta ermeye çağırmaktadır.
Tasavvuf her ne kadar bireysel bir
tekâmül sürecini yansıtıyor olsa da, bizim toplumumuz için medeniyet kurma hamlesinin de
izahıdır. Tasavvufta öngörülen “nefs-i emmare”den “nefs-i safiye (kamile)”ye uzanan yedi
NİSAN 2015
nefs mertebesi (emmare, levvame, mülhime,
mutmainne, raziye, marziye, safiye), fıtratında
var olan en aşağı varlık mertebesi (esfele safilin)
ile en üst varlık mertebesi (eşref-i mahlukat) arasında tercih kabiliyeti verilen insanın olgunlaşma
süreçlerini ifade etmektedir. “Ben’lik” ve “sosyal
benlik” kategorilerinden geçerek “evrensel/kozmik benlik” düzeyine ulaşan insan (insan-ı
kamil), hayatın en üst seviyede anlam bilgisine
ulaşmaktadır. Tarih, varoluşsal gayenin arayışına
giren pek çok büyük adamın “kişisel menkîbelerini” kaydetmiştir. Gazali, Mevlana, Akşemseddin, İbrahim Ethem, vb. gibi isimler, herkesin
bildiği örnek şahsiyetlerdir. Aziz Mahmut Hüdai,
kozmik benliğe ulaşmanın yolunu Bursa sokaklarında sırmalı kaftanıyla ciğer satarak arıyordu.
Toplumların da “varoluşsal gayeleri”
vardır. Fatih Sultan Mehmet’in şu sözü milletimizin varoluşsal gayesini özetler: “Bizim davamız kuru bir cihangirlik davası değildir. İlâyı
kelimetullah davasıdır”.
Medeniyetin ürettiği sosyal yapı, bir
inancın ifadesi olarak tezahür eder. Bütün eşya,
hem fonksiyonel bir amaca hizmet eder, hem de
üst seviyede bir estetik bir formda tezahür eder.
Örneğin bizde heykel sanatı gelişmemiştir. Bunun fıkhî bir boyutu olmakla berber, fonksiyonel
olmamakla da bir ilişkisi vardır. Heykel yerine
estetik bir tarzda inşa edilmiş bir çeşme tercih
edilir. Kurumlar ve eserler, inancın yansıması
olduğu için, inançları hayata geçirmeye yöneliktir. Sadaka-i cariye fikrinden hareketle, tasavvuf
kültüründeki toplumsal dayanışma ve yardımlaşma geleneği, vakıf sistemini doğurmuş ve
sadaka taşları yapılmıştır.
Bizim medeniyetimizde, İslam’ın genel
öğretisinden hareketle kainat bir karmaşa ve kaos
değil bir denge ve uyum mekanı olarak algılanır.
İnsan, eşref-i mahlukat olarak yaratılmış olması
nedeniyle, bu denge ve uyumun hem bir parçası,
hem de uyum ve dengenin sürdürülmesinin sorumluluğunu üstlenmiş olan bir varlıktır. İslam
inancında Yaratıcı, “Alemlerin Rabbi’dir”. Kainattaki her varlık, O’nun tarafından yaratılmış
olma onurunda eşit ve muhteremdir. Kendini
bilen Rabbini bilir. Dolayısıyla esas olan, “öteki”ni inşa edip ona göre kendini konumlandırmak
değil, herkesi kardeş bilerek kendi olgunlaşmasına, kendi inşasına yoğunlaşmaktır.
-23-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
NİSAN 2015
Bizim medeniyetimizin öncülüğünü toplumun “vasıflı insan”ları olan insan-ı kamiller
yapmıştır. Hz. Mevlana’nın “dinle ney’den”
sözü medeniyet kurma bağlamında onun için
önemlidir. Nây-ı şerîf, insanı kamilin sembolüdür. Milletimiz en felaketli zamanlarında insan-ı
kâmili dinlediği için yeni medeniyet hamlesi
yapabilmişti. Hz. Mevlana’nın tasavvuf anlayışında aşk, vecd, cezbe, sema gibi hususlar ağırlıktadır. Ayrıca Mevlevilikteki sema da “duymak,
işitmek” anlamında bir kelimedir. Yani, medeniyet kurmak için gerekli olan “imanda ateşlenme”
yahut aynı idealler ve inançlar etrafında canı hiçe
sayarak bir araya gelebilme olarak tarif edebileceğimiz “asabiye”; aklı ve hesap yapmayı bir
kenara koyarak aşk ve vecdle hareket etmeyi;
“kınayanların kınamasına aldırmadan” nefsini
tepeleyip aşkın/müteal olan idealler için canı feda
etmeyi gerekli kılıyordu.
(Muhsin) mertebelerine işaret eden Hadis, medeniyeti Muhsin mertebesinde bulunan, takva ölçüsü ile hareket eden seyitlerin kurabileceğine işaret ediyor. Maveraünnehirdeki Muhsinler ehlibeyt mensupları, Haşimoğulları idi. Onların yetiştirdiği ulular, Horasan Erenleri olarak Anadoluya
gelmişler ve Anadolu’da kurduğumuz medeniyeti
inşa etmişlerdi.
Günümüz toplumunda yeni nesillerin yetiştirilebilmesi için, varlığı, kainatı, toplumu,
eşyayı vahiy çerçevesinde “oku”mayı öğretmek
gerekir. Bu okuma için, kaal ilmi ile hâl ilmi
birlikte verilmelidir. Eğitimin bir ideal insan tipi
olmalıdır. Örneğin meslek okulları, zeminlerine
ahiliğin fütüvvet anlayışını koymalıdırlar. Yetiştirdiği öğrenciler, iyi bir teknik eleman olurken,
fütüvvet ilkeleriyle donanmış erdemli insanlar
olmalıdır. Bir imam-hatip okulu, müfredatından
önce, Efendimiz’e muhabbeti öğretmelidir. Bunu
için de öncelikle aydının, öğretmenin, ebeveynin,
toplumun yeni bir aşkla hamle yapması gerekiyor.
Kaynakça
Medeniyet kelimesinin etimolojisinden
hareketle, medeniyetin Medine kelimesinden
türetildiği bilinmektedir. Aslı Yesrip olan yer,
Efendimizin (İslamın) teşrifiyle Medine olmuştur. Medine kelimesi de deyn yani din kelimesinden türetilmiştir. Dolayısıyla, din, bir sorumluluk
düzeni getirmektedir. Yani dinin ölçüleri istikametinde sorumluluk içinde hareket eden mütedeyyin insanların medineyi yani medeniyeti inşa
etmesi söz konusu olabilir. Medeniyet inşa eden
Müslümanların durumları, “Cibril hadisi” olarak
bilinen hadisten hareketle anlaşılabilir. İslam
(Müslüman, Müslim), İman (Mü’min) ve İhsan
Bugün yeniden medeniyetimizi ihya etmeyi düşünüyorsak bizlerin de seyit olması gerekmektedir. Bilindiği gibi, seyitliğin kelime
anlamı, efendiliktir. Efendilik de, Seyyidilbeşer
olan Efendimizin örnek alınmasıyla mümkün
olabilecektir. Bu örnekliğin kurumsallaşmış şekli,
şüphesiz tasavvuftur.
İSMAİL GÖKTÜRK
[email protected]
Aksun, Z. N, (1994). Osmanlı Tarihi, 1. Cilt,
Ötüken Yay. İstanbul
Aslantürk ve Amman, (2000). Sosyoloji Kavramlar kurumlar Süreçler Teoriler, Kaknüs
Yay., İstanbul
Çıtlak Fatih, (2010). 40 Mektup, Sufi Yayınları,
İstanbul.
Doğan, İ, (2000). Sosyoloji Kavramlar ve Sorunlar, Sistem Yay. İstanbul
Frager Robert, 2004. Kalp, Nefs ve Ruh: Tekamül, denge ve Uyumun Sufice
Psikolojisi,
(Çev.) İbrahim Kapaklıkaya, Gelenek Yayınevi,
İstanbul.
Nasr, S. H, (1984). İslam ve Modern İnsanın
Çıkmazı, (Çev.) Ali Ünal, İnsan Yayınları, İstanbul.
Özelsel Michaela Mihriban, (2003). Halvette
Kırk Gün,. (Çev.), Petek Budanur Ateş, Kaknüs
Yayınları, İstanbul.
Sezal İhsan, (1981). Sosyal Bilimlerde Temel
Kavramlar, Birlik Yay., Ankara
Toynbee, A, (1980). Medeniyet Yargılanıyor,
(Çev.) Ufuk Uyan, Yeryüzü Yayınları, İstanbul
Yurtgezen Ali,(2005). “Adam Olmak”, Semerkand dergisi, Eylül 2005
-24-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
BÜYÜK HAMLE İÇİN SAF TUTANLAR
Medeniyet hamlesi, hem muhtevasıyla hem de tatbikatıyla son birkaç asrın en
büyük işidir ve muhtemelen önümüzdeki
birkaç asrın da en büyük işi olacaktır. Son
birkaç asırdır çürüme, çözülme ve yıkılma
sürecini yaşadığımız için birkaç asırlık mazinin en büyük işi olduğu muhakkak. Müphem
olan, önümüzdeki birkaç asrın en büyük işi
olup olmayacağıdır, medeniyet hamlesi başarılı olursa istikbalin en büyük işi, başarılı
olamazsa hâlihazırdaki en büyük fiyaskodur.
Bu ihtimallerden bakıldığında, böyle bir
hamle için saf tutmak, büyük bir kaygı, büyük bir heyecan, büyük bir sorumluluk kaynağıdır.
*
Medeniyet tasavvuru ve inşasına dönük şekilde fikir üretme işi, herhangi bir konuda bir şeyler yazmaktan çok daha zor olduğu için, fikir ve ilim adamlarının kendilerini test etmesidir. Doğrusu bu açıdan bakıldığında bir cesaret meselesidir. Medeniyet
hamlesinde saf tutmak, büyük terkibe dönük
şekilde fikir üretme çabasıdır ve bu bakımdan gerçek fikir adamı olma iddiasıdır. Nihai
kararı tabii ki okuyucu verecektir ama böyle
bir hamlenin içinde bulunmak bile başlı başına bir nefs emniyetini göstermeye kafidir.
Medeniyet hamlesinde saf tutanlar,
içinde bulunduğumuz asrın en büyük hamlesine vücut veren fikir kahramanlarıdır. En
azından niyet olarak öyledir. Bu safta yerini
alanlar, bir taraftan tarih yazmak için sıraya
girecek cesarete sahiptir diğer taraftan üstlendikleri sorumluluk gereği tarih önünde
imtihana girecek kadar dirayet sahibidirler.
NİSAN 2015
Medeniyet hamlesinin başarılı veya
başarısız olması, buna teşebbüs edenlerin
tarihe geçmesine mani olmayacaktır. Başarılı
olurlarsa tarihe geçecekleri muhakkaktır,
başarısız olurlarsa medeniyet hamlesini ilk
başlatanlar oldukları ve bundan sonra da başkaları tarafından bu hamle tekrar tekrar başlatılacağı için yine tarihe geçeceklerdir. Medeniyet hamlesi muhakkak başarıya ulaşacaktır, ya ilk teşebbüste veya ondan sonraki
teşebbüslerde… Bu hamleden vazgeçmek
mümkün değildir, zamanın ihtiyacı budur ve
her başarısız hamlenin arkasından yeni bir
teşebbüs mutlaka başlayacaktır. Bu sebeple
ilk hamle başarısız olsa bile, bu ihtiyacı gündeme getirecek, şuurları harekete geçirecek,
mutlaka devamı gelecektir. Zamanın ihtiyacını doğru tespit etmek açısından medeniyet
hamlesinin ilk teşebbüsü, ya kendisi neticeye
ulaşacak veya kendinden sonraki hamleleri
tetikleyecek, böylece mutlaka başarılı olma
vasfını kazanacaktır.
_________________*__________________
“Medeniyet hamlesi için saf tutanlar
tarih yazıyorlar. Başarılı olsalar da olmasalar da tarih yazıyorlar. Zamanın ihtiyacını
doğru tespit edenlerin zaman tarlasına attıkları tohum mutlaka yeşerir, ha şimdi ha
sonra…”
_________________*__________________
Medeniyet hamlesi için saf tutanlar
tarih yazıyorlar. Başarılı olsalar da olmasalar
da tarih yazıyorlar. Zamanın ihtiyacını doğru
tespit edenlerin zaman tarlasına attıkları tohum mutlaka yeşerir, ha şimdi ha sonra…
Zaman, kendi muhtevasını çözmüş ve ona
uygun fikir tohumları atmış insanların emeğini, eksi elli derecede bile muhafaza eder ve
uygun şartların ilk zuhurunda yeşertir. Bugün
için medeniyet hamlesinin uygun şartları
olmadığını düşünenler bilmelidir ki, biz za-
-25-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
manı tohumluyoruz. Zamanın ana rahmine
düşen bir tohumun yeşermemesi muhaldir.
Zamanın bir fikri ana rahmine alması ise,
mevcut muhtevasına uygun olup olmamasıyla ilgilidir. “Zamanın ihtiyacı medeniyet
hamlesidir” teşhisimiz doğru ise medeniyet
hamlesinde saf tutanlar, İslam’ın yeniçağının
fikir kahramanlarıdır.
*
Medeniyet hamlesi, medeniyet tasavvuru ile başlayacak, medeniyet inşası ile devam edecektir. Medeniyet tasavvurunun altyapısı ise, kadim müktesebatın tedvin ve tertibi, ilimlerin tasnifi ve yenilerinin kurulmasıdır. Kadim müktesebatın tedvin ve tertibi
birçok sebeple zaruridir ama öncelikle “mevzu haritamızda” bulunan, bugün neredeyse
tamamı tartışılan sayısız meselenin kahir
ekseriyetinin halledildiğini gösterecektir.
_________________*__________________
“Osmanlının yıkılma sürecinin başladığı zamanlarda, kadim müktesebata bakan fikir ve ilim adamları, hayret ve haşyetle, “Gök kubbe altında söylenmedik söz
kalmadı” cinsinden laflar ediyordu. Bu ifade, bir taraftan müktesebatın ihtişamını
göstermekte diğer taraftan da artık yeni bir
imal-i fikirde bulunacak “cins kafaların”
yetişmediğini göstermekteydi.”
_________________*__________________
Kadim müktesebatımız bilinmediği,
ulaşılamadığı, anlaşılamadığı için, herkesin
sıfırdan bir şeyler söyleme fırsatı doğmaktadır. Günümüzde gece-gündüz tartışılan çetin
meseleler hakkında binlerce ciltlik müktesebatımız mevcuttur ki çok girift izahlar ve
çözümler getirilmiştir. Kemalist devrimlerin
her şeyi sıfırlamasıyla birlikte Müslüman
fikir ve ilim adamlarının bir kısmı sanki aradıkları tarihi fırsatı bulmuşçasına, kadim
NİSAN 2015
müktesebatımızı hiç umursamamakta, hatta
reddetmekte ve kendilerini Kur’an-ı Kerim
ve Sünnet-i Seniyye’nin ilk müfessirleri ve
şarihleri mevkiine oturtmaktadır. Yazdıkları
kitap ve söyledikleri söz, beş-altı asır önceki
bir medrese talebesinin seviyesinin altında
kalanlar, o talebelerin ders temrinlerinin kayıtları ortada olmadığı, bu sebeple mukayese
yapılamadığı için cüretkar tavırlarla üstatlık
oynuyor.
Efkar-ı Umumiyeye bakınca, kadim
müktesebatımızın “ulaşılabilir” kılınmasından rahatsız olanlar veya ulaşılır kılınması
için hiçbir çaba göstermeyenler var. Müktesebatın tedvin ve tertip edilmesinden rahatsız
olacak çok sayıda fikir ve ilim adamı var
çünkü müktesebat tedvin ve tertip edilerek
ulaşılabilir kılındığında, söyledikleri ve yazdıklarının seviyesi (seviyesizliği) ve kıymeti
(kıymetsizliği) ortaya çıkacaktır. Kemalist
devrimlerden gizli şekilde memnun olan
Müslümanların bulunduğunu düşünmek, tahammül ötesi bir duygu kaosuna sebep oluyor.
Osmanlının yıkılma sürecinin başladığı zamanlarda, kadim müktesebata bakan
fikir ve ilim adamları, hayret ve haşyetle,
“Gök kubbe altında söylenmedik söz kalmadı” cinsinden laflar ediyordu. Bu ifade, bir
taraftan müktesebatın ihtişamını göstermekte
diğer taraftan da artık yeni bir imal-i fikirde
bulunacak “cins kafaların” yetişmediğini
göstermekteydi. Kadim müktesebatın tedvin
ve tertibinin yapılmasını fikredemeyen ve bu
meseleye yönelmeyenler, müktesebatı görünce lal olacaklarını hissedenlerdir. Yani gerçek fikir ve ilim adamı olamayanlardır.
SELAHATTİN ADANALI
[email protected]
-26-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
MEDENİYET HAMLESİ
VE SİYASİ ALTYAPI
Medeniyet hamlesini başlatmak için
nelere ihtiyacımız var, buna mukabil hangi
imkanlarımız mevcut? İhtiyaçlar ve imkanların
altyapısı olan şartlar, elan hangi durumdadır,
medeniyet hamlesini başlatmak için gerekli
olan altyapı hazır mıdır? Bu soruları şahsımız
veya dergimiz adına değil, tüm ümmet için ama
öncelikle Türkiye için soruyoruz.
Medeniyet hamlesini başlatmak için
öncelikle güçlü bir ülkeye ihtiyacımız var. Sadece devleti, ordusu, iktisadi bünyesi güçlü
olan bir ülkeden bahsetmiyoruz, aynı zamanda
medeniyet hamlesini başlatacak, destekleyecek,
besleyecek ve muhafaza edecek dirayetli bir
hükümetin de olması gerek. Apaçık bir mevzudur ki, bu istikamette samimi irade beyanında
bulunmayan bir hükümetin idare ettiği bir ülkede medeniyet hamlesini başlatmak, sadece
kaynak israfı manasına gelir. Türkiye’de bir
insan ömrünü aşan müesseselerin bulunmadığı,
bulunanların ise batı destekli Yahudi veya benzerlerine ait olduğu, Müslümanların yıllardır
kurduğu müesseselerin periyodik olarak nasıl
yağmalandığı hatırlanırsa, siyasi iradenin bu
istikamete samimi ve istikrarlı şekilde yönelmesi şartı anlaşılır. Küçücük vakıf ve derneklerin bile zaman zaman kapatıldığı, Müslümanlar
tarafından biriktirilmiş malvarlıklarının müsadere edildiği, müesseseleşmelerine, müktesebat
biriktirmelerine, tecrübe edinmelerine müsaade
edilmediği malum. Eski Türkiye’nin şartlarında
medeniyet hamlesini başlatma imkanı yoktu,
belki de bu sebeple “medeniyet hamlesi” Müslümanların gündemlerine giremeyen temel
bahislerden biriydi.
Ülkedeki mevcut durum medeniyet
hamlesini başlatmak için “ideal şartları” taşımıyor ama ihtiyaç duyulan şartların nispeten
NİSAN 2015
gerçekleştiği de bir vaka. Açık yüreklilikle
ifade etmek gerekirse bu şartları Akparti hükümetinin temin ettiğini söylememiz gerekiyor.
Ne var ki bu düşünceler, bir Akparti övgüsü
değil, sadece “hal muhasebesi” çerçevesinde
yaptığımız tespitlerden ibaret. Bulunduğumuz
nokta, Akparti’yi ne övmemizi ne de yermemizi gerektiriyor, sadece tespit yapıyoruz ve bu
tespitlerin bir kısmının Akparti lehine olması,
medeniyet hamlesi ve hareketini Akparti’nin
akıbetine bağlayacağımız anlamına gelmiyor.
Akparti’nin, İslam medeniyet silsilesine
ihanet eden iç ve dış güçlerle hesaplaştığı vaka.
Bununla beraber, medeniyet kadrosu olmadan
sadece siyasi kadrolarla medeniyet hamlesinin
başlaması, başlatılması kabil değil. Akparti’nin
bugüne kadar yaptığı müspet işler ve neticelendirdiği hamleler ne kadar takdir edilirse edilsin,
meselenin esası olan medeniyet hamlesini başlatamadığı, bu meseleyi yeni gündemine aldığı
tespit edilmelidir. Bu tespit, sadece siyasi kadrolara yönelik bir tenkit değildir ve özü itibariyle aslında ilim ve tefekkür ehline yönelik bir
tenkittir. Zira medeniyet hamlesini başlatma
mesuliyeti, siyasi kadrolardan önce tefekkür
ehline aittir. Fikir ve ilim adamlarının, hükümeti tenkit için “medeniyet hamlesini” başlatmadığını söylemesi, birinci derecede kendi
mesuliyetinde olan bir işi başkalarının yapmasını istemek gibi anlamsız bir mazeret arayışından ibarettir. Medeniyet hamlesi ile ilgili Akparti’yi tenkit hakkı olanlar, medeniyet hamlesini başlatabilecek tefekkür hacmi ve derinliği
olan, bunu hayata geçirmek için teşebbüste
bulunan, buna rağmen hükümetin böyle bir
hamleye destek vermediğini gören fikir ve ilim
adamlarıdır.
*
Samimi Müslümanların (özellikle fikir
ve ilim adamlarının) Akparti tenkidini, medeniyet hamlesi gibi büyük, derin ve kıymetli bir
teşebbüsü başlattıktan sonraya bırakması doğru
olur. Zira medeniyet hamlesi, Akparti ve hükümet için temel mikyaslardan (turnusol kağıt-
-27-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
larından) biridir. Eğer hükümet, medeniyet
hamlesi gibi bir gayreti görmezden gelir ve onu
desteklemezse, hele de mani olmaya çalışırsa,
artık biliriz ki bu siyasi kadronun asıl maksadı
başkadır. Türkiye’de on iki yıldır yaşanan sürecin geldiği safha, medeniyet hamlesini başlatmanın eşiğidir. Bunu hükümetin de en yüksek temsil mevkiinden beyan ve ilan ettiği dikkate alınırsa, böyle bir hamle karşısında takınacakları tavır, gerçek niyetlerini anlamamıza
katkı sağlayacaktır.
Hükümet, doğru teklifleri desteklemek
gibi asıl ve asil vazifesinin yanında, iktidarını
muhafaza etmek için ulufe dağıtmak gibi ucuz
ve yanlış davranışlara da girebilir. Hedeflerini
doğru tespit etmiş bir hükümetin, o hedeflere
ulaşmak için oy alma ve iktidarda kalma kaygısı tabii ki anlaşılabilir. Fakat en az bunun kadar, mesela medeniyet hamlesi gibi hayati ve
temel hedeflere yönelen, bununla birlikte oyunu artırma ihtimali fazla olmayan teşebbüslere
de destek vermesi, iyi ve doğru niyetinin alametidir.
Hükümetteki siyasi kadroların, siyasi
hayattaki gelişmelerin hızı ve devlet idaresindeki yoğunluk sebebiyle, sükunet ve bol zaman
isteyen tefekkür faaliyeti için vakit fukarası
olduğu malum. Bu sebeple büyük terkibi (medeniyet tasavvurunu) gerçekleştirmesi ve inşa
süreçlerinin güzergah haritasını çizmesi beklenmez. Bununla birlikte, önüne gelen tekliflerin ulufe talebi mi yoksa çileli bir muhteva
telifi mi olduğunu anlayacak kadar istidat ve
teçhizat sahibi olması şarttır.
*
Bizim yapmaya çalıştığımız iş, tefekkür
sahası ile siyasi sahayı birbirinden tefrik etmek,
tefekkür sahasını asıl sahipleri olan fikir ve
ilim adamlarına iade etmektir. Medeniyet hamlesini siyasi sahanın ve siyasi kadroların başlatmasını beklemiyoruz. Siyaset tatbikat sahasıdır ve mutlaka tefekkürden sonra gelmelidir,
hem kıymet olarak hem de sıra olarak…
NİSAN 2015
Tefekkür sahası, istikametinin kutup
yıldızı olarak “hakikati” görür, siyaset ise önce
iktidar olmayı sonra da belli başlı bir siyaset
tasavvurunun hakim olmasını… Siyasi sahanın
yanlış yapma payı ve ihtimali, tefekkür sahasından tabii olarak fazladır. Hadiselerin hızlı ve
kaotik akışı doğru kararı vermeyi zorlaştırır, bu
sebeple siyaset daha fazla yanlış yapabilir. Fakat tefekkür, sakin ve bol zamanlı bir iştir ki,
kendini günlük kaosun dışında tutmak ve sadece “hakikat” yıldızına göre hareket etmek cehdinde olmalıdır, bu sebeple de yanlış yapma
ihtimali kadar yanlış yapma mazereti de azdır.
Tefekkür mecrasının hakikat kaygısı ve
arayışı, zaten siyasi mecranın istikamet tayinindeki işaret taşlarını döşer. Siyasi mecranın,
hadiselerin günlük keşmekeşteki hızlı akışı
karşısında alacağı “anlık” kararlarda hakikat
aramak beyhudedir. Siyasette aranacak “kıymet”, tefekkür mecrasına ne kadar paralel gittiğinden ibarettir. Ne var ki Türkiye’de tefekkür
mecrası açılmış değil, buna rağmen bazı tefekkür kıpırdanışları da siyasetten bağımsızlaşmış
değil. Taraf veya muhalif olmasına bakılmaksızın siyasete göre istikamet tayin eden fikir ve
ilim adamları, kendi asıl mesuliyetleri olan
tefekkür mecrasını açamamış, o mecrada tatbik
edilebilir fikir ve teklifler imal edememiş, dolayısıyla siyasete mukaddem ve siyasetten daha
kıymetli bir iş yapamamışlardır.
Artık zamanı gelmiş olmalıdır. Fikir ve
ilim adamları, kendi asıl mecralarını açmalı, o
mecrada akacak imal-i fikirde bulunmalı, tüm
bu işleri de “medeniyet tasavvuru ve inşası”
ufkuna bağlı olarak belli bir tertip ve tasnif
içinde yapmalıdır. Maksadımız ve çabamız
budur.
İBRAHİM SANCAK
[email protected]
-28-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
NİSAN 2015
Artırılabilecek olan cehdidir, istidatları artırmak ise imkansız…
MEDENİYET HAMLESİ İÇİN
*
SEFERBERLİK
Medeniyet hamlesi, üç-beş kişinin veya
otuz-kırk kişinin bir araya gelip başlatacağı,
yürüteceği, altından kalkacağı bir teşebbüs
değil. Otuz-kırk kişilik fikir ve ilim heyetinin
ruhi ve zihni teçhizatı ne olursa olsun, hatta her
biri günde bir kitap yazacak kadar velud olsa
bile medeniyet hamlesini başlatmak ve sürdürmek için kafi değil. Medeniyet hamlesinin,
isminin muhtevasına uygun bir faaliyet ve hareket haline gelebilmesi için asgari yüzlerce
velud fikir ve ilim adamına ihtiyaç var. Bununla birlikte, ufku geniş, idraki derin ve terkip
mahareti yüksek bir tane fikir adamı bile, meselenin ana haritasını ortaya koymak, ufkunu
göstermek, istikametini tayin etmek bakımından mühimdir. Dikkatleri uyandırmak, fikirleri
harekete geçirmek, tefekkür için zihni mecralar
açmak bakımından mühimdir. Fikirteknesi web
sitesi, Fikirteknesi yayınları ve şimdi de dergi
ile yapmaya çalıştığımız da zaten budur, yani
bu meselenin ehemmiyetini tespit etmek ve
kamuoyuna sunmak…
Medeniyet hamlesinin başlatılabilmesi
ve hakkıyla yürütülebilmesi için “tefekkür seferberliği” gerekiyor. Yüzlerce, binlerce fikir
ve ilim adamının harekete geçmesi, bir seferberlik anlayış ve hassasiyeti ile üretim yapması, ciddi bir usul ve tertip içinde eserlerini vermesi lazım. Zira üzerinde çalışılması gereken
“mevzu haritası”, binlerce ana başlıktan, milyonlarca alt başlıktan oluşuyor.
Tefekkür seferberliği başlatmak, tabiatı
gereği zor bir iştir. Tefekkür, fabrikasyon üretim sistemlerindeki gibi “kapasite” artırılarak
eser imalinin çoğaltılmasını mümkün kılan
faaliyet alanlarından değildir. Tefekkür, enfüsi
bir mesele olmak cihetiyle şahsa (ferde) bağlıdır ve ferdin istidat ve cehdiyle mahduttur.
Tefekkür seferberliğinin başlatılabilmesi, öncelikle tefekkür faaliyetinin ufkunu medeniyet tasavvuru ve inşası olarak tespit etmek
ve bu ufka yönelmekle mümkündür. Parça üretimlerden kurtulup, büyük terkibe yönelecek
olan kalbi ve zihni evrenler, bu evrenlerdeki
idrak merkezleri (melekeleri) ve idrak süreçleri, hedefin büyüklüğü nispetinde seferber olur.
Küçük meseleler, basit mevzular, günlük problemlerle meşgul olmayı itiyat haline getiren
akıl bünyeleri, seferberlik başlatamaz, başlatılmış veya teklif edilmiş olan seferberliğe katılamaz, büyük terkip içindeki herhangi bir bahisle ilgili faydalı bir eser veremez. Hedefin
büyüklüğü, insan iç dünyasındaki kapasiteyi
artırmaz ama en azından “tam kapasite” çalışmayı mümkün kılar. Doğrusu kapasite artırma
meselesinden ziyade, atıl kapasiteyi harekete
geçirmek, tam kapasite çalışabilmek gibi bir
mevzumuz olduğu malum. Yüz kırk iki bin
akademisyenin, belki de bir o kadar üniversite
dışında fikir ve ilim adamının olduğu bir ülkede (Türkiye’de), mesele kadroların kapasitesini
artırmak değil, tam kapasite çalışmayı mümkün
kılmaktır.
Tefekkür seferberliği için tam kapasite
çalışmak muhakkak ki yalnız başına kafi değil.
Büyük terkibi (medeniyet tasavvurunu) gerçekleştirmek için çok ciddi bir tasnif ve tertibe
ihtiyacımız var. Mevzu haritası çıkarmak, ilimlerin tasnifi için altyapı oluşturmak, güzergahı
tespit etmek gibi temel meselelerin halledilmesi, ana hedefe doğru ilerlemeyi mümkün kılacaktır. Büyük terkibe (medeniyet tasavvuruna)
ulaşmak için altyapı hazırlanmadığı takdirde,
birbirinden bağımsız ve daha kötüsü birbirini
umursamayan çalışmalar yapılacak, böylece
birbirinden uzaklaşan istikametler, birbiriyle
çelişen fikirler meydana çıkacak, bütün bunlar
ana mihraka bağlı fikir çeşitliliği olmaktan
-29-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
ziyade fikri ayrışmalara ve çatışmalara yol
açacaktır.
*
Tefekkür seferberliğini başlatabilmek
için bir karargaha ihtiyacımız var; Medeniyet
Akademisi…
Medeniyet akademisi, tefekkürü yönetecek bir karargah değil, tefekkürün üzerinde
baskı kuracak bir merkez hiç değil, tefekkür
çeşitliliğini ortadan kaldıracak bir iktidar makamı asla değil. Tefekkürü değil tefekkür seferberliğini yönetecek, tefekkür alanlarını tespit
edecek, mevzu haritasını çıkaracak, ilimlerin
tasnifinin altyapısını oluşturacak, tüm bunları
da merkezi bir hiyerarşi içinde ve tepeden aşağı
doğru değil, seferberliğe katılan tüm fikir ve
ilim adamlarının katkısı ile meydana gelecek
müşterek tefekkür alanında gerçekleştirecektir.
Bir manada seferberliğin lojistik ihtiyaçlarını
karşılayacak, temel meselelerde karar vermek
gerektiğinde “şura” oluşturacak veya şurayı
içtima edecek, temel istikametleri ana kaynaklara nispetle tayin edecek, fikir ve ilim imalatını doğru yere yerleştirecektir.
Tefekkür faaliyetini temel meselelere
yönlendirmek, temel meselelerin mücerred
seviyedeki terkibinden başlayarak hayatın en
küçük teferruatına kadar inecek olan fikri silsileyi, buna bağlı olarak mevzu haritasını oluşturacaktır. Mücerred meseleleri, “halk anlamıyor” mazeretiyle mevzu olmaktan çıkarmamak,
mücerred tefekkürü ise sırça saraya mahkum
olmaktan kurtarıp, halka ve hayata iş ve tatbikat olarak inmesini mümkün kılacak tefekkür
silsilesini tanzim ve tertip edecektir. Mücerred
meseleler idrak edilmeden halka dönük müşahhas meselelerde yoğunlaşmak, materyalistpozitivist anlayışa savrulmayı mukadder hale
getirdiği gibi, mücerred meselelerden ibaret bir
tefekkür faaliyeti de, sırça saraya mahkumiyeti
mukadder hale getiriyor. Mesele, her ikisinin
de anlaşılmasını mümkün kılan bir tertip sahibi
olmak, her ikisine de yönelik tefekkür faaliye-
NİSAN 2015
tinde bulunmak, her ikisini de ihtiva eden büyük terkibi gerçekleştirmektir. Bunlar birbirinin zıddı mevzular değil, aksine birbirinin mütemmimidir ve biri olmadığında diğeri tüm
manasını kaybeder. Medeniyet akademisi, mücerred tefekkür faaliyeti ile müşahhas teklifleri
birbirine bağlayacak, toplam bir silsile oluşturacak, birini diğerine mahkum etmeden muhtaç
kılacaktır.
Tefekkür seferberliğini başlatabilmek
için tefekkür mecraları ve onların döküleceği
ve verime dönüşeceği bir tefekkür havzası
oluşturmalıyız. Dergi yoluyla açılacak tefekkür
mecrasında (veya mecralarında) akacak olan
fikri, tertip ederek eser haline getirecek ve basacak, bunların harmanlanması ve mayalanmasıyla ortaya çıkacak teklifleri (özellikle müessese numunelerini) devlet ve cemiyete arz edecek, devamında inşa ve ihdasını, sevk ve idaresini, tashih ve murakabesini yapacak bir tefekkür havzası mahiyetinde medeniyet akademisine ihtiyacımız var. Tefekkür faaliyetini, uzaya
taş fırlatmak veya karanlığa kurşun sıkmak
cinsinden ana mihvere bağlı olmaksızın, büyük
terkibi ufuk edinmeksizin gerçekleştirmek,
maksada muhaliftir daha da ötesi gayesizliktir.
Fikri ve ilmi faaliyetleri “kariyer planlaması”
haline getiren, fikir ve ilmi dünyalık meşgalenin malzemesi kılan, makale ve eseri akademik
unvanın garnitürü yapan fikir ve ilim piyasası,
kendini bin derece ateşin içine atıp pişirecek
kadar nefs muhasebesi yapmak zorundadır.
Ümmetin izah ve hal edilmesi gereken
temel mevzuları, çözülmesi gereken acil meseleleri, karşılanması gereken mühim ihtiyaçları
var. Tüm bunları ihtiva eden ama ana mihveri
maveraya uzanan “büyük terkip” şarttır ve tüm
faaliyetlerimizi medeniyet tasavvuru (büyük
terkip) içinde ve nizami şekilde yapmak için
bir taraftan tefekkür seferberliğini başlatmamız
diğer taraftan medeniyet akademisini kurmamız tarihi bir mesuliyettir.
NURETTİN SARAYLI
-30-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
MEDENİYET SOY/SUZ OLUR MU?
Medeniyet mutlaka bir mefkûreden doğar.
Medeniyetin zahiri hazırlayıcısı göç, çok kültürlülük ve yerleşik hayattır. İslam medeniyeti hicretle, Türk İslam medeniyeti ise Orta Asya’dan
Anadolu’ya göç eden Türk mizacının İslam’la
buluşmasıyla doğmuştur. Bugün dünyayı kapitalizmin egemenliğine alan Amerika da bir göçle
doğmuştur.
Hocasız ve kitapsız bir medeniyet mümkün değildir. İnsanlığa sunulacak bir mefkûre
yoksa medeniyet ortaya çıkamaz. Hoca medeniyetin fikir işçisi kitap ise medeniyetin pusulası
durumundadır. Hoca Ahmet Yesevi’den, Yunus’a; Mevlana’dan, Zenbilli Ali Efendi’ye bir
zincirin halkaları gibi aynı hedefe ulaşma çabası
medeniyeti tüm argümanlarıyla hazırlamıştır. Biri
diğerinin son sözünü, öteki öncekinin ilk sözünü
tamamlıyor mahiyettedir. Osmanlı örneğinde
aynı zamanda diğer kültür unsurlarını ana kültürde yoğurmak isteyen bir gayri şuuri inikastan da
bahsetmek de mümkündür. Kendini milli ve
coğrafi bir sınırla tarif ve tayin eden kültürlerin
medeniyet hamlesi yapması mümkün değildir.
Cumhuriyet döneminde coğrafya üzerine sert ve
ideolojik vurgu “yurtta sulh cihanda sulh” sözünde kendini gösteren bir içe kapanmanın, medeniyet hamlesinden uzaklaşmanın ya da medeniyet
hamlesi taşımamanın, taşıyan unsurların da vatanı bölmek yaftasıyla yaftalamanın aşikar bir ifadesi veya diskuru olduğunu söyleyebiliriz.
___________________*___________________
“Derdi ve davası olanların diye başlayan
bir cümlenin varacağı menzil kesinlikle bu dertten ve davadan bir mefkûre oluşturup bundan
bir hamle geliştirmeye çalışmaktır. Öyle de olmuştur.”
___________________*___________________
Derdi ve davası olanların diye başlayan
bir cümlenin varacağı menzil kesinlikle bu dertten ve davadan bir mefkûre oluşturup bundan bir
NİSAN 2015
hamle geliştirmeye çalışmaktır. Öyle de olmuştur. Bugün dünyada diğer insanlarla bir bağ kurmanın yolu hangi amaçla olursa olsun mutlaka
diğerlerine sunulacak bir düşünceyi, felsefeyi
mecbur kılmaktadır. ABD örneğinde demokrasi,
liberalizm, insan hakları, Rusya örneğinde emek,
hürriyet, işçi değerlerinden oluşan bir felsefi yaklaşımla kapitalizm ve sosyalizm blokları etkisiyle
insanların taraf olduğu, taraftar edildiği bir tarihi
geçmişe uzak değiliz. Demek ki sınırlarına hapsolan diğer insanlara bir mefkûre sunamayan
milletlerin medeniyet hamlesi gerçekleştirmesi
mümkün değildir. Bu durum iki şekilde kendini
göstermektedir: Sahip olduğu değerler ve potansiyel olarak açılım kabiliyeti bulunmamak
ve/veya yöneticileri bakımından sahip olduğu
değerlerin hamle haline dönüştürülmesine karşı
bir sistemin ve kanunlar dizgesinin kurulmasıdır.
Balkanlar birinciye Türkiye ikinciye örnektir
diyebiliriz. Balkanlar zaman zaman yüksek bir
çıkış yapsa da coğrafyanın ve kültürel mirasın
potansiyeli bakımından medeniyet hamlesi yapmaya müsait değildir. Ancak medeniyet hamlesi
yapabilecek kültür coğrafyalarının içerisinde yer
alabilirler.
Türkler ise bilakistir. Yönetici, sistem,
dış etkenlerin her biri en üst derecede bir araya
gelseler bile tarihi miras, coğrafyanın misyonu ve
Azerilerin deyimi ile kanyaddaşlığı (kan-sütle
gelen hafıza)Türk milletini bir medeniyet hamlesine mecbur kılmaktadır. Tarihte Selçuklu, Osmanlı gibi medeniyet pratikleri olan bir milleti
elbette günlük siyasi hesaplaşmaların içerisine
hapsedemezsiniz. Bu hesapları kaderin bir engeli
olarak elbette görmezden gelecek medeniyetin
çağrısını kaderin çağrısı gibi hissettiğinden günlük olanın, geçici olanın ötesinde arayışlara medeniyet hamlesi çabasına girecektir.
Cumhuriyet ideolojisinin bize verdiği en
büyük zarar soy ve mensubiyetlerden koparma
alanında olmuştur. Dünyanın milliyetçi olduğu
bir dönemde cumhuriyeti kuran kadro azınlıkların
kirli hesaplarıyla milliyetçi bir tutum izlemişler
ancak soy meselesini es geçmişlerdir. Kendini
Türk hisseden ile bizatihi Türk olan arasında bir
ayrımın yapılmaması Türk paydasının bir mizaç
-31-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
ve duygu olduğu ve bu mizacın İslam inancıyla
yoğrulduğu fikrini atlamış olmaları en büyük
sorun olarak karşımızda olduğu gibi kurucu kadronun milliyetçilik anlayışını sorgulamayı gerektiren bir durumdur da. Osmanlıda “AHRİYAN”
olarak tesmiye edilen bir topluluk olduğunu Halil
İnalcık bize söylüyor. Rumlardan ve Ermenilerden Müslüman olanlar eğer İslami kültürü yaşamıyorlarsa veya devrin avantajlarından faydalanmak adına bir ihtida söz konusu ise defterlere
“AHRİYAN”lar ayrı kaydedilmektedir. Buradan
elbette kültür ve medeniyet değerlerinin herhangi
bir yerinde bu insanları tutmamak gibi bir ihtiyatı
görmezden gelemeyiz. Mesele Türklük olunca ya
dini gruptan ırkçılık bakışı ya da hakikatte Türk
olmayanların his düzeyindeki mensubiyetleri ile
karışık bir hale getirilen Türklük bir mizaç, bir
üslup, kâinatı ve insanı anlamada anlamlandırmada bir zihniyet olarak algılanmayınca ve olanla hisseden aynı paydada buluşunca biri diğerinin
ayağına dolaşan, biri diğerinin hızını kesen bir
sorunla medeniyet hamlesi iç kavgaların altında
kalmıştır. Hakikatte Türkler çadırdayken bile
“GÖK ÇADIR GÜNEŞ BAYRAK” diyen bir
cihan hâkimiyeti mefkûresine sahiptir. Cumhuriyetin ketlerine takılan milli his, milliyetçilik,
Türklük araştırmalarını, dil tarihini bile ya dönmelerden ya bizatihi Türk olmayanlardan öğrenmek zorunda kalmıştır. Dilini yani mizacını kaybeden Türk medeniyet hamlesini de gerçekleştirememiştir. İslamiyet berberi mizacıyla buluştuğunda Endülüs medeniyetini, Türk mizacıyla
buluştuğunda da Osmanlı medeniyetini doğurmuştur. Ne zaman ki dini saikla Türklük ırkçılıkla, gerçekte hissediş düzeyinde olup ama tarihi
miras ve mizaç bakımından Türk olmayanların
açtığı yola zorla sokulmuştur Türk mizacı medeniyet hamlesine uzak yer yer de düşman kalmıştır. Türk milleti tarihin her döneminde mutlaka
bir kızıl elması olan millettir. Hele hele Orta Asya göçünü kuraklığa bağlayarak manevi misyonu
gölgeleyen anlayış tam bir tuzaktır. Asya’da
Türklerden başka kavim yok muydu? Kuraklık
sadece Türkleri mi vurdu? Elbette değil! Başka
milletler de vardı ama manevi misyon Afrika
mizacından sonra Türk mizacını mecbur kıldığı
için İstanbul’un fethine mazhariyet anlamında
Türkler göç etmişler ve bu mazhariyette bir çağa
NİSAN 2015
mührünü vurmakla gerçekleşmiştir. Necip Fazıl
“Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet/güneşten başını göklere yükselt” derken boşuna dememiştir.
Tam da bu misyonun farkındalığını ifade etmek
için bu şiiri söylemiştir.
Tarihin kader çizgisinde millet kendine
ait mizaçla yeni baştan emanetini, yitiğini hatırlayan bir noktaya gelmiştir. Mizacı yok sayan
anlayış medeniyetin üslubunu, kâinat algısını,
değerler manzumesini yok sayıyor demektir.
İslam’ın ahlak ve ahret anlayışıyla birleşen Türk
mizacı kendi mirasını yeni baştan bir medeniyet
hamlesiyle canlandıracaktır. Yeter ki ana damarın
önü kesilmesin. Cumhuriyet ideoloji insanları
mensubiyetlerinden kopararak sadece cumhuriyet
paydasında birleştirmekle misyonun önünü kesen
bu tuzakla iç kargaşayı medeniyet hamlesinin
önüne aldırmıştır. Daha yüce ve cihanşümul bir
değerde buluşamayanların hâkimiyet kavgasına
potansiyelimiz heba ettirilemez. Soysuz hiçbir
şey olmayacağı gibi medeniyette olamaz. Mizacı
yok sayamayız. Ama bize aşılanan Batılı anlayışları safra gibi dışarı attıktan sonra asli misyonumuza medeniyet hamlemize başlamamız mümkün görünmektedir.
Asla içinde yer alamayacağımız asla
kendimiz olamayacağımız bize ait olmayan medeniyetlerin taklitçisi olmaktansa kendi değerlerimizden tarihi pratiklerimizden, hasretimizden,
bizi biz kılan, bizi tarih ve mazlum milletler karşısında sorumlu kılan kendi medeniyet hamlemizi
gerçekleştirmek zorundayız! Merhum şairi yâd
ederek son cümle derim ki:
“Ellerin yurduna çiçek açarken / Bizim ile kar
geliyor gardaşım
Bu hududu kimler çizmiş gönlüme / Dar geliyor
dar geliyor gardaşım”
Hududumuz inancımızın yaşandığı ve
inancımızı hâkim kılmak istediğimiz ruy-İ zemindir vesselam!
MEMDUH ATALAY
[email protected]
-32-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
MEDENİYET HAMLESİ
Medeniyet hamlesinin başlatılması
için en uygun şartlar bugün için Anadolu
coğrafyasında mevcut görünüyor. Daha doğru bir ifadeyle, İslam dünyası tetkik edildiğinde, mukayeseli olarak Anadolu coğrafyasının daha uygun olduğunu söylemek kabildir. Yoksa Anadolu coğrafyasının tepesinde
bulunan mevcut siyasi rejim, Müslümanların
iktidarına rağmen hala medeniyet hamlesini
mayalayacak tüm şartları ve hususiyetleri
ihtiva eden bir muhafız ve muharrik kuvvet
olmaktan uzaktır. Ne var ki mukayeseli olarak en uygun yerin burası olması, karargah
olarak Anadolu’nun seçilmesini, yığınağın
buraya yapılmasını, hamlenin buradan başlatılmasını gerektiriyor.
Mevcut hükümetin nispeten “güvenli
alan” haline getirdiği Anadolu coğrafyası,
medeniyet hamlesi ve inşası için lazım olan
“emniyetli saha” ihtiyacımızı karşılayacaktır.
Medeniyet hamlesinin başlatılabilmesinin ilk
şartı emniyetli sahadır, emniyetli saha oluşturulamadığı, sınırları muhafaza altına alınamadığı takdirde medeniyet inşasının herhangi
bir safhasında meydana gelecek bir saldırı,
bugünün silah sistemlerine bakıldığında ülkeyi ve inşa sürecini yerle bir eder. İslam
dünyasında “emniyetli saha” ihtiyacını karşılayacak şu an itibariyle bir ülke yok, sayısız
başka sebepleri de olmasına rağmen sadece
bu sebeple bile medeniyet hamlesinin Anadolu coğrafyasından başlatılması, lazım olmanın çok ötesinde elzemdir.
*
Osmanlı-İslam medeniyeti, İslam
medeniyet tarihinin (ve silsilesinin) son halkasıdır. Silsilenin son halkası, önceki halka-
NİSAN 2015
ları ihtiva eden, onları inkişaf ettiren mahiyetiyle birlikte, İslam medeniyet müktesebatının da arşivine maliktir. Kadimden beri süregelen medeniyet müesseseleri, son halkada
zirveye çıkmış, en zarif halini almış, en uygun tatbikat şartları üretilmiş ve azami fayda
temin edilmiştir. Osmanlının nazari ve tatbiki
arşivi ile birlikte, halkta ve münevver camiada “kırıntı” halinde bile olsa tesirinin devam
etmesi, çöken medeniyeti yeniden inşa etmenin en azından ruhi kaynaklarının bu coğrafyada bulunduğunu gösterir.
__________________*_________________
“İnşa fikri, müessese fikri gibi, halen başlıkları bile gündeme getirilmeyen, buna
mukabil dev külliyatlarla tetkiki acil ihtiyaç
olan bahisler için Osmanlı medeniyet misali, tarihi laboratuvar ve kaynak mahiyetinde
ve kıymetindedir.”
__________________*_________________
Osmanlının, medeniyet silsilemizin
son halkası olması, ihdas ve ikame edilmiş
müesseselerin bir kısmının ihya, bir kısmının
tashihen ihya edilmesini, bir kısmının ciddi
bir tetkik ve tahlilden sonra yeniden ikame
edilmesini mümkün kılar. Bütün bunlardan
daha mühim olanı, Osmanlı medeniyet emsali üzerinden bir “medeniyet tasavvuru” çıkarmak, inşa safhalarını ve süreçlerini tetkik
etmek, medeniyet müessesesi fikriyatına sahip olmak imkanı vardır. İnşa fikri, müessese
fikri gibi, halen başlıkları bile gündeme getirilmeyen, buna mukabil dev külliyatlarla
tetkiki acil ihtiyaç olan bahisler için Osmanlı
medeniyet misali, tarihi laboratuvar ve kaynak mahiyetinde ve kıymetindedir.
Bunlar gibi, belki de bir celsede sayamayacağımız kadar çok sayıda sebeple
İslam medeniyet hamlesinin Anadolu coğrafyasından başlatılması lüzumu açıktır. Birkaç
hususa özet kabilinden temas etmemiz, bu
-33-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
meselenin münakaşa mevzuu olmaktan çıkarılması ve daha ileri bahislerle meşgul olma
zamanının geldiğini ifade etmek içindir. Öyleyse Anadolu coğrafyası ve ümmetin bu
coğrafyada mukim parçası, büyük hamleyi
başlatmakla mesuldür, hatta buna memur ve
mahkumdur.
*
Kadim medeniyet silsilesinin son halkası olan Devlet-i Ali Osmani’nin çöküşü,
sadece bir devletin yıkılışından ibaret değil,
aynı zamanda İslam medeniyetinin yerle bir
oluşudur. İslam tarihinde Sahabe-i Kiram
efendilerimizden sonra devlet ile medeniyet
coğrafyasının sınırlarını birleştiren ve ümmetin vahdetini temin eden tek misal Osmanlıdır. Bu emsal, insan muhayyilesinin zorlandığı bir muvaffakiyettir ve zirvedir. Ne var
ki, medeniyet coğrafyası ile devlet coğrafyasını birleştirmenin ve tek karargaha bağlamanın öngörülemeyen bir neticesi zuhur etmiştir, o karargah çöktüğünde tüm medeniyetin
çökmesi mukadder olmuştur. Osmanlıdan
önceki İslam medeniyetleri, bir coğrafyada
çökerken, başka bir coğrafyada inşa edilmiş,
böylece medeniyet tarihimiz devletlerin akıbetine bağlı olmaksızın kesintisiz devam etmiştir.
__________________*_________________
“Osmanlı devleti ile Osmanlı-İslam medeniyetinin birbirine raptedilmesi, Sahabe-i Kiramdan sonraki ilk ve son tecrübedir. Bu
tecrübe, on dört asırlık tecrübe müktesebatı
içinde müstesna bir yer teşkil eder.”
__________________*_________________
Osmanlı devleti ile Osmanlı-İslam
medeniyetinin birbirine raptedilmesi, Sahabe-i Kiramdan sonraki ilk ve son tecrübedir.
Bu tecrübe, on dört asırlık tecrübe müktesebatı içinde müstesna bir yer teşkil eder. Hem
NİSAN 2015
faydası cihetiyle zirvedir hem de neticesindeki zarar cihetiyle zirvedir. Bu tecrübe her
iki cihetiyle de mutlaka dikkate alınmalı,
zararından korunmak için faydası ihmal
edilmemeli, faydasını iktisap etmek için zararı gözden ırak tutulmamalıdır. Tek İslam devleti, ümmetin vahdeti için elzemdir ve bu
sebeple Sahabe-i Kiram efendilerimizden
sonra sadece Osmanlıda ulaşılan bu menzil,
vazgeçilebilir, ihmal edilebilir, dikkate alınmayabilir bir kıymet değildir. Ümmetin tüm
ilim, irfan, tefekkür hamlelerini ve eserlerini
tek havzada toplamak ne kadar dahiyane ve
kıymetli ise, o kadar da tehlikelidir. Birden
çok havzada toplamak ise hepsinin birden
donmasına, çürümesine, çökmesine karşı iyi
bir tedbir ise de, vahdetin inşası ve ikamesi
için bir o kadar tehlikelidir. Öyleyse iyi ile
kötünün kucak kucağa olduğu dünya yurdunda, dikkatli, titiz ve girift tedbirler almak
şarttır.
__________________*_________________
“Ehl-i Beyti, onun kadim müessesesi ile
birlikte devlet ve cemiyet hayatının en mutena noktasına yerleştiren, “Asil Neseb”in
dünyadaki “manevi hükümranlığını” kuran
ve sancaklaştıran, devleti ve devlet reisini
“Nikabet Teşkilatı Riyasetinin” emir subayı
haline getiren bu teklif, son birkaç asırdır
İslam devlet ve cemiyet mimarisi için ileri
sürülen en harikulade fikirdir.”
__________________*_________________
*
Yazarlarımızdan
Hamza
Kahraman’ın, Fikirteknesi Yayınlarından çıkan
“Büyük Doğu Devleti-1-Umumi Çerçeve”
isimli eserinde, İslam devlet ve cemiyetine
raptettiği “Nakibü’l Eşraf teşkilatı” teklifi,
birçok meselemizin izah ve hal merciidir.
Ehl-i Beyti, onun kadim müessesesi ile birlikte devlet ve cemiyet hayatının en mutena
-34-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
noktasına yerleştiren, “Asil Neseb”in dünyadaki “manevi hükümranlığını” kuran ve sancaklaştıran, devleti ve devlet reisini “Nikabet
Teşkilatı Riyasetinin” emir subayı haline
getiren bu teklif, son birkaç asırdır İslam
devlet ve cemiyet mimarisi için ileri sürülen
en harikulade fikirdir. Bu fikir, Osmanlıda
devlet ve medeniyetin cem edilmesinin faydalı cihetini ihtiva eden, zararlarını ise defeden bir teklif ve tedbirdir. Bu fikir, İslam
medeniyet tasavvurunun, medeniyet hamlesinin ve inşasının ana karargahı ve temel istinatgahıdır. Bu fikir, hilafetin ihdas ve ikamesi için, bugünkü şartlardan bakıldığında sanki
tek ihtimal, tek yol, tek imkandır. Bu fikir,
kurulacak İslam medeniyetinin (ve devletinin) bundan sonra asla yıkılmayacağı hissi
uyandırıyor. Ne var ki dünyada baki olan bir
şey yoktur.
Medeniyet hamlesinin yeniden başlaması, başlatılması fikrini ısrarla teklif ve
müdafaa ederken, bu çapta bir hamleyi üstlenebileceğimizi iddia etmek yerine, bu hamleyi ateşleyecek, tahrik edecek fikriyatı üretmek, bunu da üretemezsek üretilmesine vesile olmak çabası içindeyiz. Büyük laflar etmek (büyük iddiaları dillendirmek) yerine,
mütevazı şekilde büyük fikirler üretmek cehdi içinde olmak gerekiyor. Ve fikir nerede
görülür ve bulunursa, oradan almak, kıymet
vermek, baş tacı yapmak şart.
__________________*_________________
“Medeniyet hamlesini başlatmak, tefekkür
faaliyetini “medeniyet tasavvuru” çapında
yapmak, medeniyet inşa sürecine tüm ruhumuzla girmek gibi fikirler, üzerinde “hususi mülkiyet” kurulacak ve telif hakkı iddia
edilecek kıymetler değil.”
NİSAN 2015
*
Medeniyet hamlesini başlatmak, tefekkür faaliyetini “medeniyet tasavvuru”
çapında yapmak, medeniyet inşa sürecine
tüm ruhumuzla girmek gibi fikirler, üzerinde
“hususi mülkiyet” kurulacak ve telif hakkı
iddia edilecek kıymetler değil. İlk defa kimin
dillendirdiği (biz de dahil olmak üzere) ile
ilgili tek cümlelik münakaşa yapmadan, tek
cümlelik hak iddia etmeden Müslüman münevverlerin üzerinde çalışması gerekiyor.
Hangi camiaya, cemaate, guruba, ekole bağlı
olursa olsun, ilim, irfan ve tefekkür faaliyetlerini İslam medeniyet tasavvuru ve inşası
ufkuna bağlı şekilde yapmayı şiar edinme
vakti geldi. Hususen, bir cemaat ufkundan
medeniyet tasavvuru çıkmayacağı için, tüm
İslami bünyeleşmelerin nazari ve ameli çalışmalarını bu istikamete teksif etmesi, hem
telif ve tefekkür çabalarının derinleşmesini
temin eder hem de müşterek faaliyet alanı ve
altyapı ihtiyacını karşılar. Her Müslümanın
kendi içtimai bünyesinde sabit kalmak üzere,
tüm ümmetin tefekkür ve tatbikat yekununa
verilen isim olması cihetiyle “medeniyet tasavvuru” üst başlığına yönelmesi, yolun sonunda elde edilmesi umulan neticenin (vahdetin), daha yoldayken elde edilmesini mümkün kılar. Meselenin sırrı da zaten burada,
yolda nispeten elde edilemeyen kıymetin
tamamına yolun müntehasında vasıl olmak
muhaldir. Zaten yolun sonunu görmek kime
kısmettir, bilinmez. Bu sebeple “yolda” olmak maksada dahilse, yolda maksadın tahakkuk etmesi (nispeten de olsa) şart.
HAKİ DEMİR
[email protected]
__________________*_________________
-35-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
NİSAN 2015
Said Nursi yoktu, Ahmet Arvasiyoktu, ila
ahir…
ZAMANIN İHTİYACI
MEDENİYET HAMLESİ
Otuz-kırk yıl öncesine kadar bu ülkede
fikir hareketleri vardı. Müellifler, temel telakkileri ne olursa olsun, bir fikriyat sahibiydi. Bir
şahıs veya kadro hareketiyle ortaya çıkarlar,
bütünlüğü olan bir fikriyat üretme çabasına
girerler, devlet ve cemiyete bir teklif sunarlardı. Doğru ya da yanlış, üzerinde tartışılması
mümkün olan, tartışmaya değer görülen bir
teklifte bulunmaları, bu teklif çerçevesinde bir
fikriyat üretmeye çalışmaları asil bir tavırdı ve
tabii ki kıymetliydi.
Bir müddetten beri bu ülkede fikir hareketi kalmadı, fikir hareketi başlatacak çapta
mütefekkir yetişmez oldu, artık fikriyat yok,
dağınık halde fikir parçacıkları var, artık fikir
hareketi yok, nefislere malzeme olsun diye
toplama kitaplar ve makaleler var, artık teklif
yok, kariyer ve şöhret var, artık mütefekkir
yok, “yazar” var. Ve yazarlar, halkın kitap
okumadığından şikayet ediyor, okunacak kitap
yazılmadığı ihtimalini nedense gündeme getirmiyorlar.
Fikriyat ortaya koyan müelliflerin her
kitabı, başka bir kitabını teklif ederdi. Fikriyata
ait bir kitabı okuyan insan, diğer kitapları da
okumak zorundaydı, zira hiçbir kitap tek başına
bir şey anlatmazdı, anlatamazdı. Her kitap,
fikriyat örgüsünün bir düğümüydü, o düğümün
çözülmesi meselenin bittiği anlamına gelmez,
başka ve daha çok düğümün olduğunu gösterirdi. Kitap okunurdu, zarureten okunurdu,
gönüllü olarak okunurdu. Şimdi ise her kitap
tek başına kaldı, sanki bir kitapla (veya birkaç
kitapla) her şey anlatılabilirmiş gibi… Oysa tek
başına “tamamlanmış” olan tek kitap vardı
kainatta, onun da adı; Kur’an-ı Kerim idi. Bir
veya birkaç kitapla meseleyi hallettiğini düşünen idraksizlerin kaynaştığı bir dünyaya doğduk, maalesef o dünyada Necip Fazıl yoktu,
Yalnız başına külliyat çapında eser
veren kalmadığı gibi, birlikte külliyat telif eden
kadro hareketleri de kalmadı. Bir Necip Fazıl
yetişmeyebilirdi belki ama istikameti aynı olan
bir kadro bir araya gelip eski külliyatları devam
ettiremez veya yeni bir külliyat telif edemez
miydi? İnsanlar hem yalnız başlarına külliyat
ve fikriyat telif edemiyor hem de bir kadro
hareketinin içinde yer almıyor. Bu nasıl iş? Bir
insanın yalnız başına külliyat telif etmesindeki
zorluğu biliyoruz ama bir kadro hareketinin
içinde yer almamasını, ortaya koyabileceği
birkaç adetlik eserle müşterek külliyat telifine
katkıda bulunmamasını anlamıyoruz. Bir veya
birkaç eserin hızlı şekilde unutulup gideceğini
anlamayan insanlar, nefislerinin üç kuruşluk
arzuları peşinde hayatlarını tüketiyorlar.
Birkaç tane çok iyi eser verilebilir belki. Ama unutmamak gerekir ki, birkaç iyi eser
mevzumuzu izaha kafi gelmeyeceği için, ancak
başka fikirlerin veya fikriyatın malzemesi haline gelir. Parça fikirler ve az sayıdaki eserler,
tamamiyete ermeyeceği, bütünü kuşatamayacağı için, büyük ihtimalle başka fikir ve eserlerle tezat teşkil edecektir. Tezat teşkil ettiğinde, büyük terkibe giden yolun menzillerinden
biri olmayacak, tam aksine belki yolu kapatacak, belki de yanlış istikametlerin mazereti
haline gelecektir. Faydalanmak isteyenler ise,
bir fikriyata sahip değillerse, ihtimal ki “eklektik kavrayış” tuzağına yakalanacak, böylece
parçalı zihni dünyaya sahip olacak, haliyle bir
dünya görüşüne malik olamayacaktır.
*
Merhum Necip Fazıl Üstaddan sonra,
yani otuz yıldır ilk defa bir fikir teknesi oluştu.
Belli bir dünya görüşüne mensup insanların
müşterek külliyat telif ettikleri, birbirini kıskanmak yerine birbirini destekledikleri, ana
mihraka bağlı medeniyet tasavvuru ve inşası
için gayret gösterdikleri bir fikir teknesi… Üs-
-36-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
tad ihtiyacı duymadan, kutsal şahsiyet aramadan, kadim müktesebata sadık ama yeni fikirler
telif eden, fikirleri aynı teknede yoğuran, kıvamını bulanları eser haline getiren bir fikir
teknesi…
Artık medeniyet hamlesinin zamanı
gelmiş olmalı. Çünkü zamanın ihtiyacı, medeniyet hamlesidir. Bu ihtiyaç sürekli derinleşmekte, sürekli yoğunlaşmakta, sürekli gündeme
gelmektedir. Ve, parça parça telif edilen ama
toplamı oluşturamayan, bu sebeple de medeniyet tasavvuruna giden yolu bir türlü açamayan
günümüzün dağınık zihni ve fikri yapısı, meselelerimizi çözmüyor, aksine meseleleri çözümsüzleştiriyor ve müzminleştiriyor. Fikirteknesiyle yavaş yavaş mayalanan, uzun süre demlenen, zuhur şartlarını arayan ve bekleyen medeniyet hamlesi, muhtemeldir ki oluş şartlarının
eşiğine geldi, dayandı.
Fikirteknesi yazarlarının meseleye bu
şekilde bakmadıklarını, kendilerinde bir kıymet
ve güç vehmetmekten kaçındıklarını biliyorum.
Fikirteknesi ailesine en son katılan birisi olarak, meselenin bu cihetine temas etme ihtiyacı
hissettim.
*
Fikirteknesi veya başka bir tefekkür
havzası fark etmez, artık medeniyet hamlesinin
zamanı geldi. Yüzlerce, binlerce fikir ve ilim
adamının harekete geçmesi, büyük hamleyi
gerçekleştirmek için herkesin kendi merkezinde ve sahasında çalışması gerekiyor. Her telif
sahibinin mutlaka bir tefekkür havzasına mensup olması, fikir ve ilim imalinin bir havzada
biriktirilmesi şart. Böylece neyin eksik olduğunu bilme ve o eksikliği giderme imkanı ortaya
çıkacak, farklı müelliflerin fikirleri arasındaki
tezatlar görülecek ve terkip ve telif etme fırsatı
doğacaktır. Birbirini umursamayan, birbirinden
bağımsız, birbirini tamamlamayan müellifler,
eserlerini müşterek tefekkür havzalarına dökmeden birkaç eserle tarihe geçeceklerini, ümmetin belli bir meselesini çözeceklerini düşü-
NİSAN 2015
nüyorlarsa fena halde yanılıyorlar. Muhakkak
ki birden çok tefekkür havzasının olması, oluşturulması gerekiyor. Mesele Fikirteknesiyle
sınırlı kalmamalı, fikir ve ilim adamları fevç
fevç bir araya gelerek tefekkür havzaları oluşturmalı, ciddiye alınacak külliyatlar telif etmeliler.
Bugünün en büyük ve en acil ihtiyacı
medeniyet hamlesidir. Öyleyse ilim ve tefekkür
faaliyetinin ufku budur ve bunun dışında başka
işle iştigal edenler zamanın ruhuna ve istikametine aykırı davranmış olacaktır. Zaman öyle bir
kuvvedir ki, istikametini doğru keşfeden ve ona
uygun hamle yapanı, hayata tasarruf edecek
mevkie çıkarır ve tarihe altın harflerle yazar.
Aksi istikamete gideni ise, tarihe gömer ve
üstüne ölü toprağı serper.
Hükümet mensupları dahil olmak üzere
neredeyse herkesin İslam medeniyetinden bahsetmeye başladığı bugün, tarihi yazacak olanlar, İslam Medeniyet Tasavvurunu oluşturmak
ve inşa sürecini başlatmak için ihtiyaç duyulan
“muhteva”yı telif edenlerdir. Herkesin birbirinden duyarak tekrarladığı, muhtevaya dair bir
makale bile telif etmeyenlerin sahip çıktığı bu
bahis, muhakkak ki gerçek fikir adamlarını
bekliyor. Tekrar edenlerin bu meseleye tek
katkıları, büyük hamlenin artık hayati ve acil
ihtiyaç olduğunu kamuoyuna duyurmak ve
kamuoyunun merkezi mevzusu haline getirmektir. Ne var ki, her mevzuun ucuz şekilde
ağızlara sakız edildiği bir vasatta, büyük terkibi
gerçekleştirecek, büyük hamleyi başlatacak
olan mütefekkirlerin, kalabalık arasından seçilememesi önümüzdeki en büyük tehlike olsa
gerek. Fikir adamlarını kalabalık arasından
seçemeyenler ise, tefekkür istidat ve mahareti
olmayan ve kalabalıklara ayarlı bir zihni dünyaya mahkum olanlardır. Veya hasislikten idrak gözü kör olan ve şahsiyet zafiyetine yakalananlardır.
HAMZA KAHRAMAN
[email protected]
-37-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
BATI UYGARLIĞI İLE HESAPLAŞMA
Arayış İçinde Bulamayış ıstırabı çeken BATI
Batı uygarlığının çöküş vetiresi içinde
bulunduğunu, teknik başarı dışında bütün
değer sistemlerinin tel tel döküldüğünü, güve
yemiş bir kumaş gibi delik deşik olduğunu
(traviyal), birazcık düşünebilen, orta kalitedeki her insan tarafından kabul edilen bir
olgu olarak alıyoruz.
Yeni doğan (doğacak) dünyanın değer
sistemlerine Batı değerler sistemi karşılık
verememektedir. “Değerli dostum, bütün
nazariyeler soluk olduğu halde, hayatın
altın fidanı yeşildir.” [1]
Bir tarafta hayatın değişken hüviyeti
ve doğurduğu yeni yeni sorular, sorunlar!
Diğer tarafta başta aile yapısı olmak üzere,
büyük çoğunluğu iflas etmiş şubeleriyle
meydan yerinde arayış içinde bulamayış ıstırabı çeken Batı uygarlığı...
Antik Grek dünyasından miras alınan
“değişme” ve aynı “değişme” nin geometrik
diziyle artması!.. Yani Batı uygarlığı, ortaya
çıkan problemlere, cevab aranan temel sorulara cevab verebilme imkânını kaybetmiş
durumda. Bugünkü Batı’nın ruhi ve müşahhas krizinde felsefi krizin olduğuda bedahat
derecesinde hakiki bir suret belirtir. Batı uygarlığı diyalektik; üretici, yaratıcı, değerler
inşâ edici özelliğini kaybetmiştir.
***
Modernite, modern insan tipine deli
gömleği giydirdi... Bireyselleşen ben’i etrafında dönen bu çağın kaotik insan türü, bizlerin nefs, onlarında ego dedikleri canavar kar-
NİSAN 2015
şısında eridikçe erimekte. Bu eriyişin tezahürü olarakta şahsiyetsiz bir zümre her geçen
gün kaotik kervana katılmaktadır. İnsanlığın
bu noktaya gelmesinin mesulü, şüphesiz Batı
uygarlığıdır. Moderniteden hareketle, insanlığa deli gömleği giydirdi tarzında ifade kullandım. Bu deli gömleği yırtma hamlesi ise
postmodernite ile mümkündür. Vurarak kırarak dökerek bu yırtışın neticesinde İslam
Medeniyet tasavvurunun terkibi hükümleri
meydana çıkacaktır. Batı’nın üzerimize Tanzimat ile biçtiği, Meşrutiyet ile boyumuzun
ölçüsünü alıp nihayet Cumhuriyet hamlesi ile
giydirdiği,bu gömleği yırttığımız vakit, medeniyetimiz açısından orta yere birşeyler inşâ
edemediğimiz takdirde, gömleksizliğin neticesinde tir tir titreme gibi bir durumumuzda
vardır. O halde yeni bir medeniyt hamlesi
şarttır. Zira bu hamle gerçekleşmediği takdirde Batı enkazı altında kalacağımızı söyleyelim.
__________________*_________________
“İslam irfan müktesebatına muhatap anlayışımızın tarih sahnesinden çekilmesiyle
beraber, boşluğu Batı uygarlığı doldurmuştur. Çünkü eşya boşluk kabul etmez. Batı,
öylesine hasis bir anlayış içinde hareket
etmiştir ki, bu nizamsızlığıyla beraber doğuşu eksik ve çarpık olmuştur. Etiyle kemiği
ile var olan, yaşayan insanı konu almak
yerine, yeni “BİR ADAM YARATMA” girişiminde bulunmuştur... Yani fıtrata ihanet
etmiştir.”
__________________*_________________
İslam irfan müktesebatına muhatap
anlayışımızın tarih sahnesinden çekilmesiyle
beraber, boşluğu Batı uygarlığı doldurmuştur. Çünkü eşya boşluk kabul etmez. Batı,
öylesine hasis bir anlayış içinde hareket etmiştir ki, bu nizamsızlığıyla beraber doğuşu
eksik ve çarpık olmuştur. Etiyle kemiği ile
-38-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
var olan, yaşayan insanı konu almak yerine,
yeni “BİR ADAM YARATMA” girişiminde bulunmuştur... Yani fıtrata ihanet etmiştir.
Batı uygarlığının zaman ve mekâna sahip
olma potansiyelinden mahrum olduğunu temel doğru kabul ederek bu konuda uzun tartışmalara girmeyeceğiz. Yalnız burada
XX.Yüzyılın son çeyreği ile XXI. Yüzyılın
ilk çeyreği arasında yayınlanan bazı kitapları
sizinle paylaşacağız... Amacımız içinde yaşadığımız çağı farklı perspektiflerden tanıtarak gerçekçi bir tespite yardımcı olmak... Bu
kitapların isimleri bile Batı düşüncesinin sinesinde yaşayan korkunun ve ıstırabın ipuçlarını bizlere vermektedir.
***
Medreselerimizin iflası Batı’nın doğuşunu
hızlandırmıştır.
Taşköprülüzâde Ahmet Efendi (14951561) Üsküp’te İshak Paşa müderrisi iken
1532 yılında Arapça olarak yazdığı Mevzuat’ül Ulüm isimli eserinde çok şayan-ı dikkat, analitik ve eleştirel bir yaklaşımla şu
tespitte bulunuyor:
“Buraya kadar anlattıklarımız, sana
bu ilmi ve âlimlerini hatırlatmak içindir. Hiç
olmazsa, bu ilimde olan imamların isimleri
ve kitapları akıl ve ilim sahiplerincebilinir.
Zira asrımızın âlimleri ve zamanımızın muhaddisleri ve fazılları, bu ilimden ancak isimleri bilmek ve sahiplerinden bir parçasını
öğrenmektedirler. Eski zamanlarda, hadis
âlimlerinin asrı, asırların hülasası, zamanları zamanların esâsı ve süsü idi. Sonra tedricî
olarak yavaş yavaş bu şerefli ilim azaldı ve
bu ilmin sâhipleri ma’rifet ve kapsamada alîl
olmuşlardır. Bütün ilimlerin de hali böyledir
ki, başlangıçta yükselme ve artma ile en
yüksek dereceye çıkıp, sonra yine eski haline döner. Belki tamamen kalkar, Nitekim
NİSAN 2015
biraz sonra, bu sözün doğru olduğu anlaşılacaktır.
... Bundan sonra da gittikçe düşer. İnsanlar hatâ ve kusurlarla meşgul oldukça,
cehâlet ateşi alevlenip, ilim tamamen yok
olur, eseri ve izi kalmaz. Allahü Teâlâ daraltır ve açar. Dilediğini yapar, dilediği gibi
hükm eder. O Hamîd ve Mecîddir. [2]
Bu satırlar 1532 yılında dahi medreselerin nasıl bir aymazlık, uyuşukluk, gaflet ve
şuursuzluk içinde olduğunu gösteriyor. Müellif, kitabların okunmasından ziyade, sadece
yazar ve kitap isimlerinin öğrenilmesine bile
razıdır. İşte bugünkü Batı’nın oluş ve yok
oluş süreci tamamen bizle alakalıdır. Ve bizimle ters orantılıdır. Biz şerefli olduğumuz
vakit, onlar aşağıların aşağısında. Biz aşağılık kuyuya düştüğümüz zaman, onlar terakki
yolunda... Yani ölçüsüz ve ivazsız tenkitde
methiyede doğru değildir.
Taşköprülüzâde Ahmet Efendi’nin
bahsi geçen eserinden yukarıdaki satırların
iktibasından rahatsız olanlar olabilir. Bu şahıslar şu türlü sorularda sorabilir.
-
-
Bu iktibas, Osmanlı medreseleri hakkında ilzam bir aşırı genelleme değil
midir?
Aşırı genelleme insanı yanlışlara götüren büyük br mantık yanlışlarından
biri değil midir?
Kuşkusuz bu sualler meşrûdur!..
Fakat şu noktayı arz ederek savunmamızı takdim ederiz ki, biz sadece bir kaynakla iktifa etmedik... Dolayısıyla tespitlerimiz bir kaynakla sınırlı değildir. Üzülerek
belirtelim ki medreselerin o günkü menfi
halleri bir çok kaynakta anlatılmaktadır.
Nitekim Gelibolulu Mustafa Âlî
Efendi (1541, 1600) Künhü’l Ahbar [3] isim-
-39-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
NİSAN 2015
li eserinde o günkü medreselerin halini geniş
olarak tenkit etmiştir. Bir iktibas daha yapıyoruz: 1620 yılında II. Osman’a sunulmuş
olabileceği tahmin edilen, yazarı belli olmayan Enderun mensubu olabileceği öngörülen
KİTÂB-I MÜSTETÂB’ta da şu ifadelerin
olması ne kadar hazindir.
daki iç ve dış müdahaleler, dil konusunda
aydınımızın görüşlerini derledik. Uzun uzaya
dil meselemizi burada anlatacak değiliz. Lakin şunu belirtmem gerekiyor ki, yeni bir
medeniyet hamlesi için üç sihirli kelimeyi
kafamızın en derin hücrelerine kazımamız ve
kalbimize idrak ettirmemiz gerekmektedir.
“Ve bu zikrolunan maddelerden
mâ’adâ bir madde dahi budur ki Âsitâne-i
sa’âdetde olan cemî –i ehl-i menâsib yirmi
beş otuz yıldan berû rüşvet tarîkine sâlik olmuşlardır ve rüşveti dahi bir mertebeye iletmişler ki hedâyâ deyu âşkâre kapudan kapuya virulur ve alınur olmuşdur.” [4]
1- Muhtaç olduğumuz ilk kelime; Tefahhus
- Tefahhus: İnceden inceye araştırma.
2- Muhtaç olduğumuz ikinci kelime;
Teemmül
- Teemmül: İyice, etraflıca düşünme
3- Muhtaç olduğumuz üçüncü kelime;
Taakkul
- Taakkul: Akıl erdirme, zihin yorarak
anlama, yahud idrak etme
Elimde bir çok kaynak var daha. Lakin sayfalarımızın darlığı sebebiyle, bir çoğunu veremiyoruz. Hemen hemen bir çok
ciddi araştırma, ittifak halinde aynı tetkikler
ile medreselerin içler acısı halini yansıtmaktadırlar. İlim ve irfanı bırakıp eşkiyalığa başlayarak devlete onlarca isyan eden sûhte’lere
ne demeli? Özellikle sûhte kargaşalıkları II.
Selim’i takip eden dönemde devlet içi ciddi
bir mesele olmuştur.
Not: Sûhte; Farsça bir tabir. Yanmış,
tutuşmuş medrese talebelerinin ilim aşkıyla
yandıkları düşünüldüğü için onlara bu isim
lâyık görülmüştür.
Fert fert Tefahhus, teemmül, taakkul
erleri olduğumuz takdirde medeniyet hamlemizi gerçekleştirecek muzaffer insanlar olacağımızı müjdeleyelim.
METİN ACIPAYAM
[email protected]
DİPNOTLAR:
***
Yeni medeniyet hamlesi için muhtaç olduğumuz “üç” sihirli kelime
Hiç bir milletin başına gelmeyen büyük buhran; Harf İnkılabından bahsediyoruz.
Fikir teknesi yayınlarından çıkan
“Kurşunlanan Türkçe” isimli eserimizde dil
bahisleri ile alakalı geniş malümatlar verdik.
Ayrıca dil konusunda baskıda olan diğer eserimiz “150 yıllık kavga; dil ve alfabe tartışmaları” kitabımızda da yine dilimiz hakkın-40-
1. Goethe, Faust, çev. Recai Bilgin,
Maarif Vekaleti, 1941, sh. 85
2. Taşköprülüzâde Ahmet Efendi, Mevzuat’ül Ulüm, I / 471
3. Gelibolu'lu Ali Efendinin bahsi geçen
eserini, 2000 yılında Faris Çerçi Erciyes Üniversitesi yayınlarından latinize ederek yayınlamıştır.
4. Kitâb-ı Müstetâb, Latinize eden: Yaşar Yücel, Ankara, TTK. 1988, sh. 23
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
MEDENİYET HAMLESİ İÇİN
TEMEL KAVRAYIŞ
Medeniyet, bir dünya görüşünün nazari çerçevedeki üretimleri ile ameli sahadaki
yapıp ettiklerinin toplamına verilen isimdir.
İslam ve İslami dünya görüşü; insan, hayat
ve varlık ile ilgili her konuyu kendi merkezinde ve kendi esaslarıyla izah eder. En küçük bir konuda bile kendi dışından ithal fikir
ve ölçü talebi yoktur ve bütün sızmalara karşı
da teyakkuz halindedir, bu nedenle eklektizm
İslami dünya görüşünün zehiridir. Öyleyse
Müslümanların dünyada yeni bir medeniyet
hamlesi başlatması, her meseleyi kendi merkezlerinde izah ve inşa etmektir ki, bu teşebbüsün neticesi yeni bir dünya kurmaktır.
*
Batının en büyük hakimiyet manivelası, epistemolojik evrenini, “bilimsellik”
kılıfıyla tüm dünyaya pazarlaması ve dünyanın da bunu, batıdan bağımsız olarak “doğru”
bilgi ve bilim kavrayışı olarak kabul etmesidir. Batının epistemolojik evreninin kabulü,
dünyanın en derin anlamda işgale uğramasıdır ve ilginç olan nokta ise bunun bir işgal
olduğunu bilmemesi, anlayamamasıdır. Bilmediğimiz işgale karşı mücadele etme imkanımız olmadığı için, batıya karşı cephede
savaşırken, cephe gerisinde ona lojistik destek veriyoruz. Dünyadaki tüm üniversiteler,
batı ile batının bilgi ve bilim evrenine uygun
şekilde “bilimsellik” yarışına girmiş durumda. Hangi ülkenin ve hangi üniversitenin ne
kadar bilimsel üretim yaptığını da yine batı
üniversiteleri ölçüyor ve payeler dağıtıyor.
Tam manasıyla küresel bir komedya…
NİSAN 2015
Batı, pozitif bilgi ve bilim anlayışını,
tek bilgi telakkisi ve tek bilim mecrası olarak
dünyaya kabul ettirdi. Bunun neticesi olarak
tüm dünyada “pozitif aklı” inşa etti, yani tüm
dünya batının “aklı”na mahkum oldu. Batının
aklını kendi kültür coğrafyasına ne kadar iyi
taşıdığını ispat için yarışmaya başladı. Pozitif
akla mahkumiyet, dünyanın birçok kültür
coğrafyasında dert edilmeyebilir ama kendi
aklı (akl-ı selimi) olan İslam coğrafyasının da
bu akla mahkum olması çıldıracak cinsten bir
intihar teşebbüsüdür. İntihar teşebbüsüdür
zira Rusya’nın pozitif akla bir alternatifi yoktur ve onu dert edinmeyebilir ama Müslümanların bir akıl formu vardır ve buna rağmen pozitif aklı öncelemeleri, kendi akıllarına kurşun sıkmaktır.
*
Mesele akl-ı selimden ibaret olsaydı
nispeten kolaydı. Şu anda dünyadaki hayat
altyapısını baştan sona batı inşa etti. Materyalist ve evrimci görüşle “insan” telakkisini
yıktı ve “gelişmiş hayvan” tezini ortaya attı.
Dünyanın en gelişmiş hayvanı olarak da kendini gördü, insanlık gelişmesini (evrimini)
tamamlayamamış hayvan sürüsü olarak kabul
edildi. İnsan hak ve hürriyetleri, hukukun
üstünlüğü gibi sözde “insani değerleri”, en
gelişmiş hayvan türü kendileri olduğu için,
kendilerine münhasır gördüler ve insanlığın
geri kalanını milyonluk kütleler halinde öldürmekten kaçınmadılar. Tüm bunların temelinde tabii ki epistemolojik evrenleri var ve o
evrenin merkezi karargahı da pozitif akıldır.
Konunun özü, yeni bir medeniyet
tasavvurunda yatıyor. Yeni bir medeniyet
tasavvuru, yeni bir insan tezidir, yeni bir hayat tezidir, yeni bir varlık tezidir. Tüm bunların başlangıç noktası ise, bilgi telakkisi yani
epistemolojik evrendir. Kendi bilgi telakkimizi kurmak içinse, akl-ı selimimizi inşa
etmekten başka yol yok.
-41-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
Bir taraftan medeniyet tasavvurumuzu
oluşturmamız diğer taraftan akl-ı selimimizi
inşa etmemiz gerekiyor. İlkokullarımızdan
başlamak üzere pozitif eğitim veriliyor ve
pozitif akıl inşa ediliyor, üniversitelerimiz
batının epistemolojik evrenini koruyan birer
kale gibi. Akl-ı selimi nasıl inşa edeceğiz,
medeniyet tasavvurumuzu nasıl oluşturacağız? Yüz binlik rakamlarla ifade edilen akademik personel var bu ülkede, kahir ekseriyeti batılı bilim adamlarının kitaplarından iktibas yapmayı “bilimsel çalışma” zannediyor.
Zaten bilimsellik konusu da bu şekilde oluşmuş, aksi istikametteki bir çalışmayı bilimsel
faaliyet olarak kabul etmeyen ve akademik
personelin “tez”ini reddeden kurumlar ve
kurullar burçları tutmuş. Böyle bir vasatta
değil “medeniyet tasavvuru”, bir köy tasavvuru bile üretilemez.
Çare, Necip Fazıl Üstad gibi, “cemiyet ve üniversitelerden aldığı zehirli telkin ve
tesirleri silkip atan” ve kırk derece ateşte
düşünmeyi itiyat haline getiren fikir adamlarıdır. Kısaca kendi öz kaynaklarımıza, kendi
kadim müktesebatımıza, kendi “usul” ilimlerimize dönmeliyiz.
*
Akıl ve akl-ı selim hakkında literatürün hatta kitabın bulunmadığı ülkemizde,
“Fikirteknesi külliyatı” müstesna bir kıymet
ifade ediyor. Konu şahısların üstünde ve ötesinde olduğu için, şahıs ve kitap isminden
ziyade, külliyata atıf yapmakla yetiniyoruz.
Fikirteknesi külliyatında yayınlanan
eserlerde; İslam medeniyet tasavvuru, İslam
ilim anlayış ve mecrası, ilimlerin tasnifi, maarif davası, talim ve terbiye süreçleri, akıl,
akl-ı selim, idrak, tefekkür, tasavvur, tecrit,
terkip, teşkilat, müessese, ihtilal, inkılap,
inşa, muhafaza, tecdit, ferd, cemiyet, devlet,
bilgi, ilim, irfan, insan, ahlak, hukuk, nizam,
NİSAN 2015
muvazene, irade, hürriyet, dirayet, kişilik,
şahsiyet, lisan, dil, ruh, nefs, zihni evren,
kalbi evren, zihni süreçler, ruhi süreçler, insandaki inkişaf süreçleri, İslam irfanının teknolojisi, tarih telakkisi, İslam tarih telakkisi,
Risalet, Sahabe, tefekkür patlaması, tefekkür
krizi, İslamcılık meselesi, batı, batının felsefi
krizi, batının çöküşü, Büyük Doğu Devlet
Mimarisi, vahdet ve hilafetin inşası için “Nakibü’l Eşraf Teşkilatı” teklifi ve daha yüzlerce temel mesele tetkik edilmiştir.
Sadece bir kısmını saydığımız ve üst
başlıklar halinde kaydettiğimiz bu bahisler,
temel iki meselemiz olan “medeniyet tasavvuru” ve “akl-ı selim” ile ilgili başlangıç
noktasını oluşturan, hangi güzergahı takip
edeceğimizi gösteren, maksadımızın ne olduğunu işaretleyen bir külliyat halinde piyasaya
sunulmuştur. Türkiye böyle bir külliyata sahip olduğu için çok talihlidir ve bunun kıymetini bilmelidir.
Fikirteknesi külliyatında, hakkında
kitaplık hacimde fikir üretilmiş meseleler,
maalesef başlık halinde bile efkar-ı umumiyede yer almıyor. Ülkedeki fikir piyasasında
“başlığını” göremediğimiz mevzular, Fikirteknesi külliyatında bazen bir ciltlik kitap,
bazen seri kitap halinde tetkik edilmiştir.
Yeni bir dünya kurmak, yeni bir medeniyet
hamlesi başlatmak, yeni bir varlık, insan,
hayat telakkisi geliştirmek, kısır fikir piyasasının dışına ve üstüne çıkmayı şart kılıyorsa
eğer, o hususiyet Fikirteknesi külliyatında,
fikir kırıntıları halinde değil kitaplık çapta
mevcut.
Zaten biz de bu sebeplerle Fikirteknesi ailesine katıldık, katılma teklifini “şeref”
kabul ettik.
ABDULLAH TATLI
[email protected]
-42-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
MEDENİYET HAMLESİNİN
BAŞARISIZLIK İHTİMALİ
Medeniyet hamlesinin başarısızlık
ihtimali var mıdır? Bu sorunun cevabını aramak, hangi ihtimallerde başarısız olacağını
bulmak, başarısızlık halinde etkisinin ve sonucunun ne olacağını araştırmak bana düştü.
Bu vazifenin bana düşmesini talihsizlik olarak kabul ediyorum. Ne ki, tuvalet temizlemek de olsa, vazife vazifedir.
Medeniyet hamlesinin başarısızlık
ihtimalini iki kategoride değerlendirmeliyiz.
Birincisi, kim başlatırsa başlatsın, nerede
(hangi ülkede) başlarsa başlasın, ümmetin
medeniyet hamlesinin başarısız olma ihtimali
değerlendirilmelidir. İkincisi ise, bizim başlattığımız (başlatmak istediğimiz) medeniyet
hamlesinin başarısız olması halinde ortaya
çıkacak sonuçların değerlendirilmesidir.
*
Son birkaç asırdır dünya batının tasallutu ve hakimiyeti altında yaşıyor. Batı, dünyada birkaç istisna dışında tüm ülkelerin
mahremine kadar nüfuz etmiş, içeriden gizli
veya açık mahfilleriyle, dışarıdan ise BM
kararları ve ambargo gibi uygulamalarıyla
dünyayı idare etmiştir. Bu kadar ağır işgal
altındaki dünyadan, batı dışında ve batı aleyhine bir medeniyet hamlesinin başlaması
sanki muhaldi. Batının son birkaç asırlık
dünya hakimiyeti bitmeye başladı. Batı kendi
içinde hızlı bir çöküş sürecine girdi, bundan
sonra da dünya ile ilgilenmekten ziyade kendi iç meseleleriyle ilgilenmek zorunda kalacaktır. Kısacası birkaç asırda bir gelen büyük
bir fırsatla karşı karşıyayız.
NİSAN 2015
Batı, yirminci asrın başlarında dünyanın haritalarını çizmişti, haritaları çizerken
“yüzyıllık anlaşmalar” yapmıştı. Yüzyıllık
anlaşmalarla zapt altında tutulan ülkeler, batı
ekseninden çıkamamakta, çıkmaya çalışanlar
ise o anlaşmalar gereği oluşan geniş bir koalisyonun saldırısına maruz kalmaktadır. Artık
yüzyıllık anlaşmaların da sonuna geliniyor.
Bir taraftan batı çatır çatır çöküyor, bir taraftan yüzyıllık anlaşmaların bitmesiyle milletlerarası hukuk korumasını kaybediyor. Tam
zamanı, medeniyet hamlesini başlatmanın,
hızlı şekilde yol almanın, dünyaya iktisadi
refahtan ibaret olmayan bir “numune” sunmanın vakti geldi.
Ümmet için medeniyet hamlesini başlatmanın bundan daha uygun zamanı olamazdı. Batının dünya hakimiyetinin bittiği,
kendi içine çöken batının dünyaya ihraç edeceği kültürel bir kodifikasyonunun kalmadığı, yüzyıllık anlaşmaların sonuna gelindiği
bugün, medeniyet hamlesi başlatılmalı ve
başarılmalıdır. Eğer medeniyet hamlesi başlatılamaz veya başarılı olamazsa, bizden bağımsız olarak batı çökecektir ama onun yerini Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya’nın alması
mukadder gibi görünüyor. Bugün için ABD
düşmanlığı tortulaşmış bir reaksiyon haline
gelmişse de, ümmet için ABD ile Çin arasında bir fark yoktur ve biz dirilişimizi gerçekleştiremediğimiz takdirde batının yerini doğunun alması birkaç yüzyıl daha kaybetmemiz anlamına gelir. Birkaç yüzyıl daha kaybetmek… Bu tahammül edilebilir, göze alınabilir bir tehlike ve ihtimal değil.
İçinde bulunduğumuz fırsat, İran’ın
yapmaya çalıştığı gibi iktisadi ve askeri anlamda güçlü olmakla geçiştirilecek cinsten
değil. Medeniyet hamlesini başlatmak, dünyaya yeni bir fikriyat sunmak, insanlığın bize
fikrimizden dolayı meyletmesini sağlamak
gerekiyor. En büyük savunma kalkanı, fikir
-43-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
ve kültürdür. Dünyaya yayılacak olan medeniyet hamlesi ve onun insan ve hayat telakkisi, en azılı düşmanımız olan ülkelerin mahremlerine, aydınları ve halklarına kadar nüfuz etmelidir.
Ümmet bu fırsatı kaçırırsa, korkarız
ki birkaç asır daha zillete mahkum olacaktır.
Bu fırsatı kaçıramayız, bu fırsatı küçük hamleler için kullanamayız. Bu fırsat, “büyük
hamle” için Cenab-ı Allah Azze ve Celle’nin
Müslümanlara bir ihsanıdır, şimdi mesele bu
ihsana layık olduğumuzu göstermektir.
*
İkinci ihtimal, bizim başlattığımız
hamlenin başarısız olması halinde sonuçlarının ne olacağı sorusudur. Bu ihtimaldeki en
kötü senaryo, medeniyet hamlesinin boş bir
hayal olduğuna dair bir kanaatin münevver
camiada ve halkta oluşmasıdır. Böyle bir
sonucun zuhur etmesi, böyle bir teşebbüsün
bir daha başlatılamayacağı veya başlatılması
için çok zaman geçeceği manasına gelir ki,
bizim için çok ağır bir sorumluluktur. Böyle
bir kanaatin oluşmaması durumunda başarısızlık çok önemli değildir zira bizden sonra
veya bizimle hemzaman olarak başkaları da
medeniyet hamlesini başlatabilir. Bu durumda medeniyet hamlesini ilk başlatanlar olarak
kayda geçeriz ki, bizim için yeterli bir şereftir.
Başlattığımız medeniyet hamlesinin
başarısız olmaması, başarısız olursa tekrar
başlatılması için gerekli tedbirleri alıyoruz.
Bizimle hemzaman olarak veya bizden sonra
medeniyet hamlesinin başlatılabilmesi için,
yaptığımız çalışmaları külliyat haline getiriyor, basıyor ve literatüre geçiriyoruz. Literatür, eserlerin muhafazası için müellifinden
daha muhkem bir havzadır. Her ne kadar
medeniyet tasavvuru içinde ümmetin kadim
müktesebatı ile birlikte asri müktesebatını da
NİSAN 2015
“tedvin” etmek ve kendi ıstılah haritamızı
hazırlamak varsa da, külliyatı şimdilik mevcut literatüre havale ediyoruz.
Fikirteknesi külliyatı ile birlikte, dergimizin de külliyatı oluşacak. Her sayıda
hazırladığımız “dosya konumuz”, gelen yazıların sayısına uygun olarak bir kısmı dergide,
bir kısmı da dergiyle birlikte kitap olarak
basılacak. Kitapların ikinci baskısı, dergide
yayınlanacak yazıları da ihtiva edecek ve
böylece dergi külliyatı kitap olarak literatürdeki yerini alacak. Bizim dışımızda veya
bizden sonra medeniyet hamlesini başlatacaklar için, yaptığımız çalışmalara külliyat
olarak ve tabii ki derli toplu şekilde ulaşma
imkanı hazırlıyoruz.
Medeniyet hamlesi gibi büyük vazifeyi hiç kimse bizimle yürütmek zorunda
değil. Böyle bir talepte bulunmak, nefsten
kaynaklanan bir fikir hasisliği olur. Buna
mukabil, herkes yaptığı işi belli bir çerçeveye
almalı ve ümmetin istifadesine sunmalıdır.
Bu mesuliyet gereği, yaptığımız ve yapacağımız tüm çalışmaları nizami bir külliyat
halinde piyasaya sunmak, benzer çalışmalar
yapanlara açık tutmak, talep etmeleri halinde
yardımcı olmak niyet ve çabasındayız.
*
Medeniyet hamlesi mutlaka başlatılmalıdır. Bizim tarafımızdan veya başkaları
tarafından… Ümmetin sahih mecrası olan
Ehl-i Sünnet mensupları tarafından başlatılması halinde hiçbir kıskançlık ve hasislik
göstermeden katkıda bulunacak, yardım edecek bir noktada duruyoruz. Yeter ki istismar
olmasın, yeter ki ucuzluk olmasın, yeter ki bu
mesele “dünyalık” nevale haline getirilmesin…
MUSTAFA KARAŞAHİN
[email protected]
-44-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
NİSAN 2015
savaşların da etkisi ile medeniyetimizin ürettiği tüm müesseseleriyle beraber yıkılmıştır.
HAMLE ZAMANI
Batı uygarlığı, kendi akli (pozitif), siyasi, ekonomik ve felsefi formasyonunu tamamlayarak, modernitesinin arka planını
oluşturmuştur. Uygarlığının özünde sömürgecilik olan batı, yeryüzü cenneti oluşturma
iddiası ile ortaya çıkmış ve dünyayı işgal
ederek, yeryüzünü kana bulamış sömürmüş
ve gözyaşına boğmuştur.
Batı maddi kalkınmışlığının da etkisiyle insanlığı etkilemiştir. Kendi dışındakilere maddi kalkınmayı sağlayabilmeleri için,
batı içi (paradigma) akıl ve bilgi telakkilerini
araç olarak önermiş, kalkınmanın ön şartı
olarak kendi paradigmasını evrensellik adı
altında sunmuştur. Bu durum, kültürel emperyalizmi oluşturmuş ve azmanlaştırmıştır.
Batı dışı ülkelerin aydınları, kendi
kültür havzalarındaki varlık, bilgi, değer anlayışına şüpheyle yaklaşmışlar ve farklı (ve
yabancı) bir paradigmaya yamanarak (eklektik) yapılar oluşturmuşlardır. Kendi medeniyet değerlerine yabancılaşan aydınlar, modernleşme teorileri çerçevesinde toplumsal
dönüşüm ve ilerlemenin tamamen batı uygarlığına mahsus, rasyonalist (akılcı) ve pozitivist bir mühür taşıdığını, batı dışı ülkelerde
de ancak bu kavrayış süreçleri temelinde bir
gelişmenin sağlanabileceğini düşünmeye
(aslında düşünmemeye, taklit etmeye) başlamıştır.
Batı uygarlığının her yönlü etkisinden, İslam medeniyetinin son halkası olan
Osmanlı devleti de etkilenmişlerdir. Osmanlı
aydınları da rasyonalist, pozitivist, darvinist
etkilerden paylarını almışlardır. Devlet-i Osmani, dış etkiler ve kendini yenileyememe,
Bugün Dünya konjonktürüne baktığımızda, batı, vaat ettiği yeryüzü huzurunu
sağlayamamıştır. Kendi dışında olan insanlık
için güvenli hayat alanları üretmediği için
yeryüzü zulmün mekanı haline gelmiştir.
Batı, dünyaya kendi merkezinden bakar, batı
ve diğerleri olarak kategorize ettiği için, bir
medeniyet olamamıştır. Batının üstünlüğü
sadece maddi planda olmuştur, tüm insanlığı
kuşatacak değerler sistemi yoktur. İlginç ve
dikkat çekici olan nokta ise, kendi değerlerini
“evrensel değerler” maskesiyle pazarlamanın
maharetine sahip olmasıdır. Hasta adam denilen Osmanlının son döneminde bile sanat,
edebiyat ve birçok insanlık alanında üretilen
değerler batıda hiç olmamıştır.
_________________*__________________
“Müslümanlar, Haki Bey’in ifadesiyle;
imanlarının hayatını üretemediği için iman
ile hayatın berzahında kıvranmış, tercihlerini imandan yana kullanan Müslümanlar
ise hayatı üretememekten dolayı buhrana
düşmüştür. Batının ürettiği hayat ile imanları arasında tercih yapmak zorunda kalan
Müslümanlar, imanlarını muhafaza edebilmek için yer yer hurafelere tutunmak
zorunda kalmış, kaotik bir kalbi ve zihni
evrene mahkum olmuşlardır.”
_________________*__________________
İslam medeniyeti, ilim mecrasında olduğu gibi, tasavvufta geleneğinde de Hz.
Peygambere bağlanan bir icazet (silsile) zincirine sahiptir. İlim ve tasavvuf silsilesinin
tabii neticesi olarak, İslam medeniyeti de
Asr-ı Saadete, dolayısıyla Hz. Peygamber
Aleyhisselatü Vesselam Efendimize bağlanmaktadır. Medeniyet zincirimizin son halkası
olan Osmanlı İslam medeniyeti; inşa ettiği
-45-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
insan, cemiyet ve hayat numuneleri ve bunların irtibatını sağlayan müesseselerle beraber
çökünce, hayat boşluk kabul etmediği için,
başkalarının ürettiği hayat telakkileri hayat
alanlarımızı işgal etmiştir.
Müslümanlar, Haki Bey’in ifadesiyle;
imanlarının hayatını üretemediği için iman
ile hayatın berzahında kıvranmış, tercihlerini
imandan yana kullanan Müslümanlar ise hayatı üretememekten dolayı buhrana düşmüştür. Batının ürettiği hayat ile imanları arasında tercih yapmak zorunda kalan Müslümanlar, imanlarını muhafaza edebilmek için yer
yer hurafelere tutunmak zorunda kalmış, kaotik bir kalbi ve zihni evrene mahkum olmuşlardır. Tercih sayısı sınırlıydı, ya imanın hayatı inşa edilecek ya da batı hayatına mahkum olanlar imanlarını da bırakacaklardı. İki
asırdır ikisini de yapamamanın meydana getirdiği kaotik zihni altyapı, büyük hamleleri
gerçekleştirmeye, yeniden dirilmeye, yeniden
medeniyet yürüyüşünü başlatmaya fırsat
vermemiştir.
Osmanlı’nın yıkılmasıyla beraber, bize çizilen sınırlar içerisinde, toplum dizayn
edilmiş, farklı bir hayat tarzı dayatılmıştır.
Siyasi sınırlarımızın daralması ufkumuzu da
daraltmıştır. Ufkumuz Edirne ile Kars arasına
sıkışarak, İslam medeniyeti halkları olan
Müslümanlar ile irtibatımız koparılmıştır.
Gerçekleşmesi elzem görünen medeniyet
tasavvuru aynı zamanda tefekkür ufkumuzu
da ötelere yaklaştırırken, vuku bulan olaylar
ve hadiselere de medeniyet merkezinde değerlendirmeyi sağlayarak kavram dünyamıza
da katkıda bulunacağı kanaatindeyim.
Bugün baktığımızda İslam alemi hamisiz kalmış, tesbihin taneleri gibi dağılmıştır. Her yeni kurulan ülke kendi merkezinde
bir şeyler yapmaya gayret etse bile bütünü
görecek tasavvur olmadıkça başarılı olması
NİSAN 2015
mümkün değildir. Günümüze kadar medeniyet tasavvuru ile ilgili mütefekkirlerimizin
çalışmaları olmuştur; fakat zihinlerdeki zemin yeterli olmamıştır. Kavramsal dünyamız
hercü-merc olduğu için çok karşılık bulmamıştır. Neyi ne ile terkip edeceğimizin bilinememesi, kavramsal dünyamızla da ilgilidir.
Ülkemizin dış siyasetinde ve bazı iç
dinamiklerde yakaladığı ivmenin de etkisiyle
D. Mehmet Doğan’ın bir kitabının adı olan
“Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu” gelmiştir.
Bir medeniyet tasavvurunun gerçekleştirileceği psikolojik zeminin oluştuğunu düşünmek için şartlar uygun hale gelmiştir. Bu
fırsatı kaçırmamalıyız, yıllardır konuşageldiğimiz İslam medeniyet tasavvuru üzerinde
teferruatlı şekilde düşünmeli, aciliyet listesi
çıkarmalı, bu listeye uygun projeler yapmalıyız. Bütün bu çalışmaların nizami bir çerçevede yürütülebilmesi için Medeniyet Akademisi gibi bir karargaha ihtiyacımız var.
Bize düşen, mesuliyeti omuzlarımızda
hissederek, çalışmalarımızı somutlaştırarak
adım atmaktır. Tesbih tanesi gibi dağılan
Müslümanları, vahdete ulaştırmayı vazife
telakki etmeliyiz. Osmanlı döneminde, surre
alayı Hac zamanı Kâbe’nin örtüsünü hazırlayarak yola çıktığında Müslüman halklar alayı
bekleyerek Kâbe’ye doğru nasıl tertip olup
vahdete doğru aktılarsa, bizde tüm gayretimizle İslam alemini vahdete götürecek, bize
güç ve feyz taşıyan, vahiyle bağımız olan ana
kabloyu Hz. Peygambere bağlayacak bir
“İSLAM MEDENİYET TASAVVURUNA”
ihtiyaç aşikardır. Aynı zamanda kimliğimizin
ana zemini bu tasavvurdur.
A.BÜLENT CİVAN
[email protected]
-46-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
NİSAN 2015
FİKİRTEKNESİ YAYINLARI
45-Dil Düşünce İdrak
46-Büyüklere sorular
HAKİ DEMİR
47-İslam Tarih Telakkisi
48-İslam İrfanının Teknolojisi
49-İnsan Tabiat Haritası
50-Aklın Sınırları
51-Ruhiyat
52-Akl-ı Selimin teşekkülü
53-Farklı Akıl Terkipleri
54-Büyüklere Sorular
55-İnsan Ahlak Hukuk
56-Namaz
57-Müslüman şahsiyetin yeniden inşası
58-Kitap Risalet Sahabe
1-İslam Medeniyet Tasavvuru-1-Terkip ve Tefekkür
2-İslam Medeniyet Tasavvuru-2-İnşa Muhafaza Tecdit
3-İslam Medeniyet Tasavvuru-3-Şehir ve Medeniyet
4-Medeniyetin Göç Vakti
5-Anlayış ve Tefekkür
6-Zaman Mekan Varoluş
7-Hilafet Dört Halife ve Devlet İdaresi
8-İslam Maarif Anlayışı-1-Temel Telakki
9-İslam Maarif Anlayışı-2-Ruhi-akli süreçler
10-İslam ve Teşkilat
11-Karz-ı Hasen Müessesesi
12-Fethullah Gülen’in Fikir Hilesi
13-İnsan Zihninin Ana Haritası
14-İnsandaki İnkişaf Seyri
15-İnsanın Keşfi
16-Muhteşem Terkip, İnsan
17-Akl-ı Selimin Farkı
18-Akıl Nedir?
19-Aklın Teşekkül Süreci
20-Akıl İnşası-1-Nazariyat
21-Akıl İnşası-2-Tatbikat
22-Güçlü Akıl
23-Reşit Akıl
24-Şahsiyet
25-Şahsiyet Olamamış Kişilik Tipleri
26-Zeka Şahsiyet Hayat
27-Dirayet Mukavemet Hayat
28-Dirayet ve Mukavemetin Ruhi Kaynakları
29-İhtilal
30-İhtilal Liderliği
31-İkinci Kurtuluş Savaşları Çağı
32-Değişim Süreçlerinin Tabiatı
33-Değişim Devrim ve Sosyal Hareketler
34-Batı Çöküyor
35-Filistin Davası ve Büyük İsyan
36-İslam Birliğinin İçtimai Altyapısı
37-Büyük Kavga
38-Sistemin İdeolojik Sınırları
39-Siyasetin Patlaması
40-Türkiye Kendisiyle Hesaplaşıyor
41-Türkiye Yol Ayrımında
42-Düşünce ve Siyasetin Seviyesizliği
43-Düşüncenin Savruluşu
44-Medeniyet Akademisi
AHMET DOĞAN İLBEY
1-Aldatan Cumhuriyet
2-Kemalist Cumhuriyetin Zulümleri
3-Cumhuriyetin karanlık yılları
4-Bir hüzünkarın ömür defteri
5-Dil Kapısı’nda yazılanlar
6-Müslüman Doğulu’nun derunu
7-Millet üstüne düşünceler
İBRAHİM SANCAK
1-İslamcılık meselesi
2-Medyada tefekkür krizi
3-Şia ve İran’ın ihaneti
4-Tefekkür hamlesi
5-Ecel teri mi doğum sancısı mı?
6-Paralel örgüt mü, paralel din mi?
NURETTİN SARAYLI
1-Tefekkür krizi
2-Tefekkür ve hezeyan
3-İslamcılık tartışmasının haricileri
4-İhanet Şia’nın tabiatında var
FARUK ADİL
1-Batının iflası
2-Beyaz sayfa açmak zor
3-İhanet günlükleri
-47-
TERKİP VE İNŞA
SAYI -1-
NİSAN 2015
OSMAN GAZNELİ
1-Çocuklarda Akıl İnşası
1-Cemaat mi istihbarat örgütü mü?
2-Asırlık kavga devam ediyor
3-Akparti’nin Türkiye projesi
AHMET SELÇUKİ
AHMET KAMİL TUNCER
1-Devlet kuran teşkilat
1-Adanmış ruhların anatomisi
SELAHATTİN ADANALI
FATİH MEHMET KAYA
1-Parapsikoloji ve paralel örgüt
1-Türkiye’nin manzarası
ÖMER KARAYILAN
1-Hüznün hazinendir-Şiir2-Pazartesi yalnızları-ŞiirMEMDUH ATALAY
1-Dünya Hali-Şiir2-Halce-ŞiirNURİ YILDIZ
1-İnadına İnsanlık
2-Not Düştüm Tarihe-13-Not Düştüm Tarihe-2-
KİTAP TALEPLERİ İÇİN…
Kitapların fiyatı 13.00 TL, Toptan (en az 30
adet) fiyatı 8.00 TL.
Talep için müracaat GÖKHAN GENÇEL
E-mail: [email protected], Telefon: 0539 621 39 94
Sipariş vereceklerin; 1-İsim ve Soyisim, 2Adres , 3-Telefon, 4-TC numarası (fatura için)
bilgilerini, e-maile göndererek telefonla bilgi
vermeleri rica olunur.
HAMZA KAHRAMAN
1-Büyük Doğu Devleti-1-Umumi Çerçeve
METİN ACIPAYAM
1-Medeniyetimizin Büyük Dehası Necip Fazıl
2-Kurşunlanan Türkçe
3-150 yıllık kavga; dil ve alfabe tartışmaları
ABDULLAH TATLI
1-Düşünce nedir
2-Düşünür kimdir
ALİHAN HAYDAR
1-Operasyon medyası
MUSTAFA KARAŞAHİN
-48-
Download