Takdim Medeniyet-i Sahiha . Ali Yurtgezen Sahibi ve yazı işleri müdürü İslam Medeniyet Tasavvuru .. Haki Demir Haki Demir Medeniyetimize kasteden medeniyetsiz cumhuriyet Genel Yayın Müdürü . Ahmet Doğan İlbey Metin Acıpayam Medeniyet tasavvuru veya büyük terkip İbrahim Sancak Editör Medeniyet tasavvurunda üç sütun Adnan Köksöken Nurettin Saraylı Medeniyet tasavvurunda üç mecra Ebubekir Sıddık Karataş Medeniyet tasavvurunda üç şahsiyet Yıllık abone: 80 TL Alihan Haydar Altı aylık abone :40 TL Coğrafya üzerine dipnot -ŞiirHesap numarası . Memduh Atalay Metin Acıpayam Mey Ey -ŞiirPTT K.Maraş şubesi -11093404. Bilal Yavuz Medeniyet tasavvurunun mana mimarisi Mizanpaj Hamza Kahraman Gökhan Gencel Medeniyet tasavvuru için ıstılah haritası Abdullah Tatlı Tarih ütopya ve yedi kurucu kavram Baskı Atilla Fikri Ergun Fikirteknesi yayınevi Tek dişi kalmış medeniyete karşı takma dişli medeniyet hamleleri İrtibat . Ayhan Eralp Tel: 0507 465 58 88 Medeniyet tasavvurunun lisan havzası mayınlı E-mail: [email protected] . Metin Acıpayam [email protected] Medeniyet tasavvurunda müktesebatın tedvini Web sitesi: www.terkibveinsadergisi.com . Osman Gazneli Twitter: twitter.com/terkibinsadergi Medeniyet tasavvurunda ilimlerin tasnifi Facebook: facebook.com/Terkib-VE-İNŞÂAhmet Kamil Tuncer Dergisi İlimlerin tasnifi ve terkip ilimleri Ramazan Kartal Medeniyet tasavvuru için medeniyet akademisi İdare adresi: Faruk Adil İsmetpaşa mah. 9. Sk. Ergenekon İşhanı Söze başlarken… Kat:1 no:4 K.MARAŞ Mehmet Can Medeniyet tasavvurumuz ve üç esas ISSN: A. Bülent Civan İslam medeniyeti-batı uygarlığı Kaan Yiyen Medeniyet sempozyumu çağrısı Mustafa Karaşahin Medeniyet sempozyumu mevzu haritası TERKİP VE İNŞA 1 kaç gün içinde bitmesi tabii ki çok hoş bir duygudur ve bizi tahminlerimizin ötesinde Dergi yayıncılığında birinci sayı her ümitlendirmiştir. İkinci sayının baskı miktazaman zordur. İlk defa okuyucuya sunulan, rını artırdık ve yeni bir tahmin/planlama yapyazar kadrosu ile okuyucu arasında ilk defa tık. temas kurulan, yazar kadrosunun tasavvuru ile Birinci sayı eline ulaşan tüm okuyucu okuyucunun tasavvurunu ilk defa buluşturan ve takipçilerimize teşekkür ederiz. Derginin birinci sayı, birçok müspet ve menfi tedailer muhtevası ile ilgili hiçbir tenkit almadığımız meydana getirir. Dergiyi çıkaranların istediklegibi, tasavvurumuzu aşan bir iltifatla karşıri gibi bir dergi çıkarıp çıkaramadıkları meselaştık. Bunu Allah Azze ve Celle’nin ihsanı lesiyle birlikte, dergiyi bekleyen okuyucuların ve okuyucularımızın kıymet bilirliği şeklinde beklediklerine uygun bir yayın olup olmadığı anlıyoruz. Muhteva ile ilgili iltifatlar çok hoş mevzusu ilk defa müşahhas bir hüviyete bürübir duygudur muhakkak. İnşallah iltifatlar, nür. bizi rehavete sevk etmek yerine hakikat ve Dergi yayıncılığı sadece muhteva ile hikmet avcılığımızı kamçılayacaktır. ilgili olmayıp, aynı zamanda dergiyi çıkaranların pratiğe dönük maharetlerini de ortaya koAnadolu’dan yazılar geliyor, hamiyar. Fikir ile tatbikat arasında meydana gelen yetperver Müslümanlar meseleye alaka duuçurumun derinleştiği kaos çağında, fikrin yuyor. Medeniyet bahsinde yazmaya çalıştatbikatının en saf hali olan yayıncılık, aslında mak tabii ki dikkate değer, bu çabayı göz ardı fikrin tatbikatı sayılmayacak kadar başlangıç etmiyoruz. Ne var ki bazı yazılar, ya sadece safhasıdır. Bununla birlikte, fikrin zarflanma- bilgiden (bilgi naklinden) ibaret veya imal-i sına dair küçük bir hamle olması bakımından fikir cihetinden çok sığ… Bu cinsten yazıları dergicilik, bir maharet ister. yayınlamaktan tabii ki imtina ediyoruz. LaDergi yayıncılığı tecrübesi olmayan bir kin her sayıda bir veya iki adet yazıyı “emkadro tarafından çıkarılan dergimiz, şekil şart- sal” teşkil etmesi için yayınlıyoruz. ları cihetinden bazı eksikliklere sahiptir. Eksikliklerimiz, birinci sayımızla ilgili tenkit ve * tespitleri dikkate almak suretiyle muhakkak ki İkinci sayıyı da ücretsiz dağıtıyogiderilecektir. Ne var ki eksikliklerimizin bir ruz. İkinci sayıdan itibaren, üçüncü sayıyı kısmı imkansızlıklarımızla ilgilidir ve bunlar, talep edenlerin abone olması gerekmektebildiğimiz ama imkanlarımızın mahdut olma- dir. Dergimiz, dağıtım şirketlerine verilsından dolayı mahkum olduğumuz meseleler- meyecek, sadece abone sistemiyle çalışadir. İmkanlarımız dışında kalan ve mahareti- caktır. Bu sebeple dergimize ulaşmanın mizle ilgili olan eksikliklerimiz giderilmeye tek yolu aboneliktir. Abone bedeli, altı çalışılmaktadır, ki bu husustaki tenkit ve tek- aylık 40.00 TL, yıllık ise 80.00 TL dir. liflerin devamını talep ederiz. Abone olacakların, Metin Acıpayam’ın TAKDİM PTT K.Maraş şubesi (11 09 34 04) hesap numarasına bedeli yatırması ve bilgi verBirinci sayıya olan talep bizim tahmi- mesi rica olunur. nimizden fazla olmuş, bu sebeple kısa sürede (üç gün içinde) dergimiz bitmiş, geç kalan EDİTÖR talepler karşılanamamıştır. Birinci sayının bir* 2 zihnimizden ve kalbimizden silip çıkarmak, sonra “illâ” ile oraya kendi medeniyet tasavİslâm adına, seküler bir din mevkiine vurumuzu yerleştirerek sabitlemek gerekiyor. konulduğu gerekçesiyle reddedilirken de, tekFakat Batı’nın medeniyet veya uygarnolojik gelişme, iktisadî refah ve konfor imkânı olarak görülüp iştiyakla benimsenirken lık diye takdim edilen iktisadî zenginliği, fen de Batı’dan mülhem bir medeniyet tasavvu- ve teknikte ulaştığı ileri seviye ve böylece rundan yola çıkıldığını gözden kaçırdığımız kazandığı tahakküm kudreti, bütün bunların için, medeniyet meselemiz iki asra yakın bir zeminindeki anlayış gözden kaçırılınca “lâ” zamandır kıyl ü kaal mevzuu olmaktan öteye denilerek kolayca nefyedilemiyor. Oysa sivigötürülemedi. Medeniyetin kelime manasıyla lizasyon, bugünkü göz alıcı tezahürlerine Batı’daki civilisation (sivilizasyon)’a denk rağmen insanın kutsalla rabıtasını koparıp düşmesi, hatta hususen sivilizasyonu karşıla- kendini müstağni sanmasıyla başlayan bir mak üzere sonradan türetilmesi ve nihayet sapmanın neticesidir ve Batı’ya mahsus bir İslâm coğrafyasında son iki asırdır modern- vakıadır. İnsanı “beşer”, varlığı “madde” leşmek suretiyle yürütülen temeddün tarzı, olarak görür. Kâinattaki ilahî nizamı bozup medeniyet ile sivilizasyonun aynı şey olduğu nefsin hevasını tatmin edecek dünyevî bir fikrini tartışmasız bir doğru gibi kafalara yer- verimlilik maksadıyla ve sadece aklı kullanarak yeniden tanzime koyulmuştur. Dünyayı leştirdi. cennete çevirmek iddiasındaki bu yeniden Batı’ya mahsus sivilizasyon tasavvuru tanzim çabasında verimlilik dışında hiçbir zihinlere medeniyet diye kodlanınca İslam dinî ve ahlâkî ölçü tanımaması, kaynak ve medeniyetini ihya yahut yeniden inşa maksa- emek sömürüsünü meşrulaştırmış, bu sayede dıyla yapılan hamleler ya tabii olarak akamete elde edilen güç ve zenginlik bir yandan siviuğradı veya temeddün zannedilen bir tereddî lizasyonun yegâne ideal nizam gibi algılanıp ile şahsiyet kaybına yol açtı. Bu neviden te- adeta seküler bir din haline getirilmesine, bir şebbüslere İslâmî hassasiyetlerle getirildiği yandan da mensuplarının tekebbürle dünyaya düşünülen tenkitler de aynı sakat tasavvurun hükmetme vehmine kapılmasına sebep olberzahından kurtulamadığı için sadra şifa ol- muştur. Sivilizasyonun bugün artık neredeyse madı. Bundan sonra da medeniyet tasavvuru- nas gibi kabul gören, kutsiyet atfedilen ve muzu tashih etmedikçe o berzahtan çıkıp neti- hakikati sorgulanmayan bilim, teknoloji, ilerce verecek yeni bir hamle için yola koyulma- leme, gelişme, kalkınma… ilh kavramlarınmız imkân dahilinde görünmüyor. Zira daha da, böylesine bir sapkınlığın ifsat edici bir tasavvur safhasında belli arızalarla malûl bir virüs gibi mündemiç olduğu akılda tutulursa anlayışın pratiğinden kemâl beklemek müm- “lâ” ile kesilip atılmasında bir tereddüt yakün değil. şanmayacaktır. Esasen meselenin lâ faslında fazlaca oyalanmak, medeniyet teşebbüsümüŞu halde evvel emirde medeniyet tazü bir reaksiyonun, benzer tarzda alternatif savvurumuzu vahiyle tashih etmemiz şart. Vaoluşturarak mevcut anlayışla rekabete girme hiyle tashih ise mevcut tasavvuru İslâmî ölçüihtiyacının sevk ettiği bir arayış gibi anlalerle telife çalışıp bir çeşit restorasyona tabi maktır ki zımnında hâlâ sivilizasyonun refetutarak değil, nefy ve ispat yoluyla oluyor birans alındığını gösterir. lindiği üzere. Yani makbûl ve makûl taraflarını alıp geri kalanını atalım hesabına girmeden “lâ” diyerek sivilizasyonu bütün unsurlarıyla MEDENİYET-İ SAHİHA 3 Medeniyet inşası bizim var oluşumuzun, kulluğumuzun, yeryüzü hilafetimizin iktizasıdır ve yüksek seviyede ilim, irfan, tefekkür ve terkip mahareti şartı sebebiyle farz-ı kifaye hükmünde bir mükellefiyettir. Medeniyet tasavvurumuzu tashihin “illâ” kısmında böyle bir mükellefiyetin olmadığı iddiasında bulunmak, bedâvet kifayetsizliğinin bahanesi değilse eğer, İslâm’ın zahirinde kalanlara mahsus bir gaflet yahut ufuksuzluğun eseri olmalıdır. “Güzel ahlâkı tamamlamak için” gönderilmiş bir peygamberin ümmetinin, kemâle erdirilen o ahlâk-ı hamideyi yaşayıp yaşatmak vazifesi yanında nizam-ı âlem için kâinattaki ilahî dengeyi muhafazaya ve yeryüzünde adaleti tesis eylemeye memur olduğu da tevil götürmez vazifeleri arasındadır. Bu vazifeler mükellefiyetlerimizin en son ve kâmil sınırı olması hasebiyle diğer mükellefiyetlerimizi de ihata eden bir tekâmül seyrini gerektirir. Dolayısıyla elbette ve her şeyden önce tasavvurlarımızı, aklımızı ve şahsiyetimizi vahyin ölçüleriyle inşa eylememiz şartı vardır. Fakat bütün bunlar zaten medeniyet yürüyüşünde kat edilmesi zaruri menziller olduğuna göre vazife-i temeddün sebebiyle iptal veya ihmâle uğramayacaktır. Aksine, böyle bir endişe ile medeniyet mükellefiyetinden imtina, diğer mükellefiyetleri ihmâlin sebepleri arasındadır. Kaldı ki tabiat boşluk kabul etmez fehvasınca insanın hem medeniyete meyyal fıtratı hem de tercih ve değiştirme kabiliyeti, birileri tarafından her halükârda medeniyet adına bir inşanın yapılacağını gösterir ki mükellefiyetlerimizin idrâki ve ifası hususunda bugün yaşadığımız sıkıntılar tam da sivilizasyon dediğimiz bu başka birilerinin inşasından kaynaklanmaktadır. Medeniyet tasavvurumuzu sakatlayan bir diğer tutum da belli bir dönemdeki müesseselerin veya inşa tarzının daha sonra normatif bir karaktere büründürülerek atıf kaynağı haline getirilmesidir. Medeniyet, dinin zamana ve mekâna damgasını vurması, ictimaî planda 4 zuhura gelmesidir. Bu zuhur tarzı devirlerin ve coğrafyanın şartlarına, başka inşalardan alınan tesirlere göre değişebilir. Fakat icbar edici bütün haricî şartlara ve tesirlere rağmen değişikliklere nihai noktada cevaz veren, dinin akide ve ahkâmıdır. Dolayısıyla medeniyetin normları, yani mana tarafı değişmez yahut değişmemesi gerekir. Form veya suret, ihtişamı ile değil, özündeki manaya tam bir mutabakatla kıymet ve meşruiyyet kazanabilir. Bu sebepledir ki medeniyeti tezahür kısmından ibaret gören bir kavrayış, bazen özündeki mana ve maksada tam olarak tetabuk etmeyen veya kendi zamanına mahsus kadim bir müessese, düzenleme yahut yapıyı suretâ bugüne taşımak ve o sureti tartışılmaz bir norm saymakla malûldür. Bu zihnî malûliyet yahut tasavvur bulanıklığıdır ki medeniyet adına günümüz Müslümanlarını bile, bırakın eskiyi şeklen taklidi, İslâm ahkâmının tatbikini imkânsız hale getiren, dinî hassasiyetleri ortadan kaldıran nevzuhur bir şehir yapılanmasına mahkûm eylemiştir. Hasıl-ı kelâm öncelikle İslâm medeniyetinin bütün bu arızalardan berî olduğunu, huzur iklimini tesis ederek hayrı ve haseneyi yaşatan bir hayat ve cemiyet nizamını teşkil maksadı taşıdığını bilmek ve medeniyet tasavvurumuzu böylece tashihle medeniyet-i sahiha kılmak mecburiyetindeyiz. Medeniyet-i sahîha, âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûl-i Zîşân’ın kılavuzluğunda O’nun ayak izlerini takip ederek, dünyadan O’nun gibi geçip gitme ameliyesidir. Bizim medeniyetimizin başındaki “mim”, kutlu bir tevafukla sanki Efendimiz s.a.v.’in ism-i şerifine ve O’nun rehberliğine işaret etmektedir. Bundandır ki Âlemlerin Efendisi’nin başında bulunarak istikamet vermediği bir medeniyyet, “mim’siz medeniyet”tir; denâete sebeptir. ALİ YURTGEZEN [email protected] İSLAM MEDENİYET TASAVVURU İnsan tabiat haritası, mahlukat aleminin en aşağısından en yukarısına kadar tüm çeşitliliği muhtevidir. Her varlık, kendi tabiatına mahkumdur, tabiatını aşması beklenmez, tabiatını aşıp başka bir varlığa dönüşme istidadından bahsetmek, evrim teorisini kabul etmektir. Hayvan ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın, nasıl bir eğitime tabi tutulursa tutulsun, tabiat haritasının alt ve üst sınırını aşamaz, dolayısıyla hayvan olarak kalır. İnsan ise yaratılmış tüm varlık çeşitlerinin tabiatını cem eden ve ayrıca ve münhasıran “insani” hususiyetleri de ihtiva eden tek varlık cinsidir. Her varlık kendi tabiatıyla doğar, kendi tabiatına mahkumdur, kendi tabiatı ile yaşar ve ölür. Varlık çeşitlerinin büyük bir kısmı eğitime ihtiyaç duymadan, tabiatında mevcut olan “yapma istidadı” ile hayata başlar. Tabiatına mahkum olduğu gibi, tabiatına uygun davranmak, yaratılış maksadını yerine getirmesi için kafidir. İnsan bu hükmün istisnasıdır, zira insan, mahlukatın tamamının tabiatını cem ettiği için, tabiat haritasının “insani bölgesi”ni keşfetmek, orada ikamet etmek, o sınır içinde bir hayat yaşamak durumundadır. Bu sebepledir ki, dünyaya gelen insan talim ve terbiyeye tabi tutulmalı, tabiat haritasındaki “insani bölge”de kalmasını, orada yaşamasını, oradan çıkmamasını temin eden bir ahlak iktisap etmelidir. Anlaşılacağı üzere insan, dünyaya insan istidadı ile mücehhez olarak yani “potansiyel insan” olarak gelir, “insanileşme süreci” dediğimiz talim ve terbiyeden geçer, tabiat haritasındaki “insani bölge”de bir hayat kurarak insanlaşır. İnsanın, kainattaki diğer varlık çeşitlerinin aksine dünyaya hazır halde gelmemesi, aciz olarak gelmesi, bir taraftan büyürken diğer taraftan talim ve terbiyeye muhtaç olması, özü itibariyle “insanileşme sürecini” yaşamasını, hem mümkün kılar hem de buna mecburdur. 5 İnsanın diğer varlıklardan (hayvan ile mukayese etmek itiyat olmuştur) temel farkının “akıl” ve “düşünce” olduğu zannı, günümüz dünyasında yerleşiktir. İnsanın, akıl aleti ve düşünce istidadı ile hayvanlardan tabiaten ayrıldığı doğrudur ama bu ikisi vasıtasıyla yaptığı işler, hayvandan daha aşağıya inmesine de sebep olabilmektedir. Hayvanın vahşeti, ağzı, pençesi gibi vücuduna bağlı uzuvlar ve onların oluşturduğu istidatla sınırlıdır, oysa insan, akıl ve düşünce ile öyle aletler inşa etmekte, usuller geliştirmekte, yollar açmaktadır ki, mesela bir bomba ile bir milyon insanı katletme imkanı oluşturmakta ve bunu kullanabilmektedir. Akıl ve düşünce sahibi olmayan hiçbir varlık atom bombasını yapamaz, bu sebeple ne kadar vahşi ve barbar olsa da bir defada milyonluk kütleler halinde katliam yapamaz. Demek ki akıl ve düşünce sahibi olmak, insan tabiat haritasındaki “insani bölge”de ikamet etmeyi, o bölgede “insani” bir hayat kurmayı mümkün kılmamaktadır. Her dünya görüşü özü itibariyle, insan tabiat haritasındaki “insani bölge”nin sınırlarını tespit, muhtevasını tayin eden bir “insan telakkisi”dir. Bugünün dünyasında doğrudan veya dolaylı olarak en yaygın olan materyalizm, insanın ve hayatın kaynağını izah edememekten dolayı kaçınılmaz olarak evrimcidir. Materyalist ve evrimci bakışın “insan telakkisi”, gelişmiş hayvandır. Evrimleşerek akıl ve düşünce sahibi olduğuna inanılan “gelişmiş hayvan”, aklın ve düşüncenin tüm imkanlarını kullanarak, mesela kimyevi, biyolojik, nükleer silah yapmakta tereddüt etmez, bunları kullanmaktan çekinmez. İnsanın müstakil olarak yaratıldığını, diğer varlıklardan birinin evrim neticesinde meydana gelmediğini kabul etmeyen bakış ve inanış, bir insan telakkisine (tezine) değil bir hayvan tezine sahiptir. Bu sebeple akıl ve düşünce, “insani bölge”yi keşfetmek, o bölgede mede- ni bir hayat inşa etmek için değil, mümkün olan tüm istidat ve hususiyetlerinin kullanılacağı bir imkan olarak görülür. Batının materyalist bakışı, insanın yapabileceği her şeyi “insanilik” çerçevesinde görmeye mahkumdur, asla insanı keşfedemez, asla bir insan tezine malik olamaz, asla insani özelliklerin neler olduğunu bilemez. Bir dünya görüşünün derinliği ve ufku insan telakkisinde görünür. Batının insan telakkisi, “libido”, “ego”, “süper ego” gibi en basit, en sığ, en hacimsiz bir tasnif üzerine oturur ki, akıl ve düşünce sahibi olduğunu iddia etmesine rağmen, hayvanlardan yüksek seviyede bir temele sahip değildir. niyet tasavvuru; temelde insan telakkisidir, insan telakkisini en derin şekilde keşfetmektir. İslami dünya görüşü, kainattaki en girift varlık cinsi olan insanı en derin şekilde tanır. On dört asırlık kadim müktesebatımızın keşif karargahı olan tasavvufun en fazla insan ile ilgilenmesi, mesaisinin kahir ekseriyetini insanın keşfine tahsis etmesi tesadüfen değildir. İslam irfanının insan telakkisi, yeryüzünde hiçbir kültür coğrafyasında izine bile rastlanmayan bir giriftlik ve zenginliktedir. Ve insanı inşa eden, her şeyi inşa etmiştir, zira dünyayı insan inşa eder. İslam’ın sadece ruh ve nefs tasnifi bile insan tabiat haritası için muhteşem bir bakıştır ki, ruh “insani”, nefs ise “dünyevihayvani” tabiatın mümessilidir. Ruha ulaşamayan insan ruhi hayata sıçrayamayacağı için insanileşme sürecini tamamlamamış, “insani bölge”de ikamet etmeye başlamamış, Şeriat’ın çerçevesini ve sınırlarını çizdiği “insani bölge” tarifini yapamamış demektir. Önce insani merkezden ve ondan önce de insanın merkezinden bakmak, inşa faaliyetine oradan başlamak lüzumu açık. Ne var ki insani merkez ve insanın merkezi, içinde yeşereceği uygun iklim şartlarını ister, bu ise meselenin “muhit” buududur. İnsan tabiat haritası kainat kadar geniştir, kainattan da daha girifttir. Akıl ve tefekkür, insani bölgenin ölçülerini ve sınırlarını doğru tespit edecek maharet ve istidatta değildir, sadece bildirilmesi (vahyedilmesi) halinde idrak etme iktidarındadır. Bu sebeple “insani bölge”nin bilgisine sadece biz sahibiz, onu sadece İslam’ın aklı olan akl-ı selim anlar, o bölgede sadece Müslümanlar yaşayabilir. İslam mede6 Bu çerçevede olmak üzere İslam medeniyet tasavvuru; İslam’ın insan telakkisini keşfetmekle başlar, insan çeşitliliğinin ihtiyaç duyduğu şahsiyet terkiplerini inşa etmekle ikinci hamlesini yapar, hayatın inşası ve yaşanması için gereken tefekkür mecralarını açmakla devam eder, nihayet bunların tüm tezahürlerini nizami bir tertibe tabi tutarak varlık ve vakıaları kuşatır. * İlk yapılması gereken iş, bilgi telakkisini oluşturmak yani bir epistemolojik evren inşa etmektir. İnsanı, kalb-i selim, zevk-i selim, akl-ı selim sütunları üzerinde inşa ederken, akl-ı selimin bilgi telakkisini, idrak evrenini, idrak yollarını, idrak usullerini, kadim müktesebatımızda yeniden keşfetmeli, bugünün şartlarını da dikkate alarak yeniden inşa etmeliyiz. Batının epistemolojik evreni, “gelişmiş hayvanı” esas alan pozitif aklın eseridir. Pozitif akıl, “olmayan varlığı” görebilmeyi (halüsinasyonu) mümkün görür ama görünmeyen varlığın (mesela cinlerin) olduğunu muhal kabul eder. Pozitif akıl merkezinde kurulan materyalist epistemolojik evren, akl-ı selim merkezindeki “tekevvünat” alemine kıyasla çocuk meşgalesi gibi kalır. İslam’ın insan için tayin ettiği ufuk, “ölmeden ölenler” ve “ölüp de ölmeyenler”dir ki, pozitif akıl bu meselelerin başlığını duyduğunda ciddiye almaz ve hurafe der, eğer ciddiye alırsa da birkaç salisede çıldırır. Batının epistemolojik evrenine ve pozitif aklına mahkum olan ahmak Müslümanlar ise, bu ufuk meseleleri pozitif akılla idrak ve izah çabasına girer ve meselenin hakikatini katleder. Müslümanların bilgi telakkisinin ufku, miraçtır. Bize, “Zat Alemi”ne misafir edilen, insanlığın gayesi ve ufku olan Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam tarafından, veranın da verasından haber ve müjde gelmiştir. Miraç tabii ki münhasıran Efendimiz Aleyhisselatü Vesselama ait bir ihsandır ama unutmayalım ki bize oradan bilgi ve müjde gelmiştir. İslam, insan ruhunun, “alem-i ervah”ta Allah Azze ve Celle ile mükalemede bulunduğunu, hakikat bilgisini dünyaya gelmeden ve doğrudan Kadir-i Mutlak’tan aldığını bildirir. Dünyaya geldiğimizde de, bizzat Allah Azze ve Celle’nin kelamına muhatap kılınmış, hilafetine mazhar olmuşuzdur. Mesele, “alem-i ervah”ta bizzat duyduğumuz “hakikat ilmi” ile dünyada Risalet tavassutu ile muhatap olduğumuz hakikat ilmi olan Kur’an-ı Kerim arasındaki tenasübü keşfetmektir. Öyleyse bilgi telakkimizin temeli “tevhid ilimlerinin” merkezi unsuru olan “ruhi ilimler”dir. Bilme ve idrak etme melekelerimizin tamamının kaynağı ruh, bilme ve idrak etme imkanlarımızın tamamı “alem-i ervah”ta iktisap ettiğimiz bilgi (ilk bilgi ihtiyacı) olduğuna göre, tasavvufun uhdesindeki ruhi ilimlerin, Şeriat-ı Ahmediye çerçevesinde yeniden izhar edilmesinin, gerekiyorsa yeniden tanzim edilmesinin zamanıdır. * mat kaynağını” işaretleyecektir. İman kaynağı, “mutlak ilim” olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyedir, itimat kaynağı ise “nispi ilimler” olan tefsir, fıkıh, hadis gibi Ulum-u İslamiye’den başlamak üzere tüm imal ve inşa edilmiş ilimlerdir. Mevzu haritası, iman mevzularında ümmetin ulemasının icmaını esas alacak ve o meselelerde gevezelik yapmayı men edecek, nispi ilimlerde ise ana mihvere sadakat şartına bağlı olarak geniş bir ufuk (hürriyet) açacaktır. İlimlerin tasnifi, “merkezi meseleyi” (iman mevzularını) esas almak üzere, hangi bilginin ve bilgi kaynağının nerede duracağını, hangi bilgi alanlarının (ilim sahalarının) hangi mevzie yerleşeceğini gösteren ana haritadır. Nispi ilimlerin din olarak anlaşılması ne kadar yanlışsa, nispi ilimlerin (kadim müktesebatımızın) ret ve inkarı da o kadar yanlıştır ve her ikisi de İslam’ın anlaşılmasına manidir. İlimlerin tasnifi, İslam’ın idrak, izah ve tatbik edilebilmesi için temel haritamızdır ki, hayatta yapılacak işlerin tamamına dair istikamet ve güzergah tespitini mümkün kılar. * Mevzu haritası çıkarmak ve ilimlerin tasnifini yapmak için akl-ı selime ihtiyacımız var. Akl-ı selim sahibi olmayan fikir ve ilim adamlarının bu çapta bir işi yapması imkansızdır. Ne var ki, akl-ı selimi inşa etmek için de mevzu haritası ve ilimlerin tasnifine ihtiyacımız var. Bu çok derin bir paradoks… Her ikisi de birbirinin sebebi ve neticesidir, biri olmadan diğerinin olması fevkalade zordur. Öyleyse yolumuz, her ikisini de birbirine nispet ederek, sürekli birbiriyle kıyaslayarak ve birbiriyle besleyerek kesintisiz bir keşif ve idrak çabasıyla çalışmaktır. İslam’ın bilgi, ilim, irfan, tefekkür telakkisinin zeminini teşkil edecek olan “mevzu haritası” çıkarılmalı, çerçevesini oluşturacak “ilimlerin tasnifi” yapılmalıdır. Mevzu haritası; “İman”, “İslam”, “İhsan” bahislerini hem kendi içlerinde hem de birbiriyle münasebetlerinde meratip silsilesi halinde tespit ederek, bir HAKİ DEMİR taraftan “iman kaynağını” diğer taraftan “iti- [email protected] 7 MEDENİYETİMİZE KASTEDEN MEDENİYETSİZ CUMHURİYET Semâvî dinlerini hayat nizamlarından tart eden bir düşüncenin ve “bilimin uygarlığı” mânasına gelen laik/seküler ve pozitivist muhtevaya sahip Batı “uygarlığı” ile Medine medeniyeti temelden birbirinin zıddıdır ve uyuşması gayr-ı kabildir. Medeniyetin ’Medîne’ kelimesinden türetildiğini, aslı Yesrib olan yerin, Efendimiz’in (İslâm’ın) gelmesiyle Medîne olduğunu, Medîne kelimesinin de ‘deyn’ yani ‘din’ kelimesinden türetildiğini, dînin bir sorumluluk düzeni getirdiğini, yâni dînin ölçüleri istikametinde sorumluluk içinde hareket eden mütedeyyin insanların Medîne’yi yâni medeniyeti inşâ etiğini”… Medeniyetin, ilim ve eğitim müesseselerine, umran ve şehir hayatına, eşya ve hâdiselere yekpare olarak İslâm’ın bakışının, yâni Kur’an ve Sünnet esaslarının damgasını vurduğu bir tekamül olduğunu târif ettikten sonra Cumhuriyetin medeniyet sahibi olmadığını kolayca anlayabiliriz. İslâm şehir mimarisini ideolojik olarak reddettiği gibi mevcudu da yok etmeye çalışan, “Medinetü’l Fazıla” dan doğan medeniyetimizin en temel unsuru olan câmi aidiyeti ve düşüncesi olmayan Cumhuriyetin medenî olduğu söylenebilir mi? *Dinî recüliyetini kaybeden, yâni medenî olmayı reddeden cumhuriyet Medeniyet ihyasının birinci derecede merkezlerinden biri olması gereken üniversitelerin müfredat ve ruhunu İslâmîlikten uzaklaştırarak muhtevasını pozitivist düşünce ve lâdinî modernlikle doldurarak medeniyet tasavvurumuzu yozlaştıran, hattâ iğdiş etmeye çalışan Cumhuriyetin medeniyet sahibi olduğunu düşünmek akla ziyandır. Cumhuriyetin Millî eğitim (!) anlayışında İslâm medeniyet değerlerine atıf yapan tek bir nokta olduğunu veya olabileceğini söyleyen varsa onun aklından zoru vardır. Dinî musikimize dair görüş ve icrası olmayan, ülkenin her bucağını Viyana gibi heykellerle dolduran Cumhuriyet devletinin medeniyet 8 tasavvuru olabileceğini düşünmek mümkün mü? Türkiye’de İslâm medeniyetinin eğitim ve tefekkür temelleri olan medreseleri, dergâhları, tasavvuf terbiye ve tâlimini yasaklayan Cumhuriyetin medeniyeti olduğunu söylemek son derece gülünçtür. İslâm medeniyet inşasının temellerinden olan medrese ve tasavvuf mektepleri laikçi Kemalist Batılılaşmanın diğer adı olan Cumhuriyet devleti eliyle yürürlükten kaldırılınca medeniyetimizin zihnî ve mânevî temelleri de hayatımızdan çekilmiş oldu. *İslâm medeniyet temellerine darbe vuran cumhuriyetin medeniyet kimliği yoktur İslâm medeniyet temellerimize Avrupalıların ve Moğolların dahi vurmadığı darbeyi Cumhuriyet devleti vurmuştur. Başla gövdeyi birbirinden ayırmış, Müslümanca tasavvur, duyuş, düşünüş, terkip, zevk ve anlayış kaynaklarımızı kurutmaya çalışmış ve büyük nisbette “başarılı” olmuştur. Çünkü İslâm medeniyet değerlerinin geniş bir kitle tarafından bilinme hassasının olmadığı ortadadır. Medrese eğitim ve ufkunun zemininde ilerlemeyen modern bilim ve düşünceden İslâm medeniyet anlayışı, dolayısıyla hayatı meydana gelmez. İslâm dairesinde içindeki kültür ve devletleri İslâm medeniyet potasında bütünleştirecek esaslardan biri, hattâ ilki medrese geleneğinin tekamül ettirilmesiydi ki medeniyetsiz Cumhuriyet en evvel tasavvuf terbiye mektepleri olan tekke ve dergâhlarla birlikte medrese eğitimini tart etmiştir. Medeniyetin yüzlerce unsurundan biri olan medrese ve tekke eğitim hayatımıza girmeden medeniyet olmaz. Cumhuriyetin laik ve ferdiyetçi bilgi alma ve bilgi aktarma eğitim tarzıyla malul olan medeniyetsiz üniversitelerinden medeniyet tasavvuru çıkmayacağı gibi medeniyet inşacısı da yetişmez. Medeniyet inşacısının temel kaynağı olan medrese ve tasavvuf mekteplerinde talebe-hoca münasebeti, hikmet bilgisini tevarüs etme, yâni öğrenme, kendine mal etme ve başkalarına aktarma tâlimi şeklindedir. Geleceğin medeniyet inşacısı talebe medresede sadece ilim tahsil etmez; o ilmi var eden ruh âlemini, hayat iklimini, zihin, davranış ve yaşayış biçimlerini de tahsil, tevarüs eder ve yaşayarak hayâta katar. İslâm medeniyetinin hayat ve hakikatini, idrak ve varoluş usullerini tekamül ettirip yaydığı gibi medeniyetin devamlılığını sağlayan ilim, irfan hareketlerinin kollarını da çoğaltmış olur. İşte medeniyetsiz Cumhuriyet bu eğitim tarzını “redd-i miras” ettiği gibi medeniyetimizin bu müesseselerini “gerici eğitim yuvaları” diyerek eğitim dünyamızdan uzaklaştırdı. Din terbiyemizi derûnileştiren ve edepli kılan tasavvuf mektepleri de medreseyle birlikte “çağdaş-modern”, yâni muasır medeniyet seviyesi” uğrunda mahkûm edilince bir müddet medeniyet inşacısı şahsiyetlerden de mahrum kaldık. *Medeniyetsiz cumhuriyetten Gazalî’ler, Sinan’lar, Mevlânâlar çıkmadı, çıkmayacaktır Çünkü medeniyetsiz Cumhuriyet, İslâm medeniyet inşacısı şahsiyetleri suçlu muamelesi yaparak devlet ve kamu hayatından uzaklaştırdı. Bundandır ki medeniyetsiz Cumhuriyetten yeni Gazâlî’ler, İbn Sina’lar, Mevlânâ’lar, Yunus Emre’ler, Mimar Sinan’lar, Fuzûlî’ler, Itrî’ler, Mehmet Âkif’ler, Bediüzzaman’lar çıkmadı ve çıkmayacaktır. Medeniyetimize kasteden medeniyetsiz Cumhuriyetin millî (!) eğitim ve öğretim kurumları ile entellektüel ve akademisyen tipinden medeniyet inşacısı çıkmaz. Medeniyet inşacıları âlim, ârif ve hikmet sahibi şahsiyetlerdir ki Cumhuriyet devletinin resmî cephesinde bu evsafta şahsiyetlerin bulunması ve yaşatılması “laik, çağdaş ve muasır medeniyet seviyesine ulaşmak isteyen” inkılâplara aykırıdır. *Cumhuriyet devleti yönünü lâ-dinî sömürgeci batı “uygarlığına” çevirdi İslâm medeniyetine kasteden Cumhuriyetin önderi, “Yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri (çağdaş), bütün mâna ve eşkali (biçim ve görünüşleri) ile uygar bir toplum hâline getirmektir. Memleketler çeşitlidir fakat uygarlık birdir ve bir milletin ilerlemesi için de 9 bu yegane uygarlığa iştirak etmesi lâzımdır” nutkuyla medeniyet değerlerimize kastedenlerin “başı” olmuştur. Medeniyeti Avrupa’nın pozitivizm ve lâ-dinîlik üzerine yükselen Batı “uygarlığında” aramış ve millete müracaat etmeden ilân ettirdiği Cumhuriyet devletinin yönünü Kur’anî mânada medeniyet vasfını haiz olmayan bu sömürgeci “uygarlığa” çevirmiştir. *“Muasır medeniyet seviyesi”yle aldatmak “Yegane uygarlık” tan kastının “muasır medeniyet”, yâni lâ-dinî Batı’nın fenbilim, hukuk ve sosyal değerleri olduğunu bir daha belirtelim. “Muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı,” Batı medeniyeti ile çatışmada değil, barışıp uzlaşmakta ve Batı’nın temsil ettiği çağdaş toplumlar ailesine katılmakta görür. “Çağdaşlaşma” için İslâm cemaat kültürünü aşıp “laik millî kültürü yaratmak zorunda bulunduğumuzu” söyler: “Cumhuriyetin ilke ve inkılâpları, Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine bir an önce ulaştırabilmek için Batılı aklın ve mantığın çizdiği yolları gaye edinir. Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların amacı Türkiye Cumhuriyeti halkını her bakımdan uygar ve çağdaş bir toplum hâline getirmektir. İnkılâplarımızın temeli budur.” Şu sözleriyle İslâm medeniyetine taammüden ve ideolojik olarak karşı çıktığını görmek istemeyenler, onun zihniyetine şerik olan ulusalcı ve laik Türkçülerdir: “Çağdaş uygarlık tek bir milletin veya tek bir dinin ortaya çıkardığı bir değer değildir. Diğer uygarlıklar gibi o da insanoğlunun yüzyıllar boyu devam eden katkılarıyla oluşan, rasyonel düşünceye ve lâik bir dünya görüşüne dayalı ortak bir eserdir. Biz batı uygarlığını kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya uygarlık seviyesi içinde benimsiyoruz.” Medeniyetsiz Cumhuriyetin önderinin sık kullandığı “çağdaşlık” kavramı da İslâm medeniyet değerlerinin reddi ve Batı medeniyet değerlerini kabul, yâni “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” mânasına gelir. Laikçi sistemle, düşünme, yeme-içme, giyinip kuşanma ve bütün sosyal hayatımız ve müesseselerimizle Avrupalılar gibi olmaktır. *“Muasır medeniyet”, İslâm’a karşıdır… “Muasır medeniyet seviyesine” nasıl ulaşılacağının cevabını da kendisi verir: “Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye’ye asrî, binaenaleyh Garbî hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmeyi arzu edip de Garba teveccüh etmemiş millet hangisidir?” Cumhuriyetin ideolojisiyle idraki kirlenen zavallı aydınlar onun, “…Medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir...” sözünü “yerli bir medeniyet hamlesine işaret olduğunu zannettiler. Oysa “en hakiki mürşit ilimdir” sözü dinin varlığını reddeden Batı’nın pozitivist “bilim ve akıl” ılığından oluşan “uygarlığını” işaret ediyordu. “Tanrı” ya ihtiyaç duymadan düşünen ve dinin müeyyidelerinden bağımsız ve sözde hür olarak iradesini geliştirmek demektir ki, medeniyetsiz Cumhuriyetin temel gayesi de buydu. *“Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” sözü, İslâm’dan kaçış, batı’nın pozitivist bilimine ilticadır tak ve üstün medeniyete” dahil olmak mânasına geliyordu. Bundandır ki Cumhuriyet ideolojisine göre Osmanlı-İslâm asırları medenî sayılmadığı için “medenî ve asrî olmak” için Batılılaşmak yönünde inkılâplar yapılmalıydı. *Cumhuriyete göre: “Medeniyet dine bağlanamaz” “Medeniyetin dinin temellerinde inşa olunmadığını, medeniyeti muasır Avrupa’da aramak gerektiğini, hiçbir medeniyet hiçbir dine bağlanamaz. Bir Hıristiyan medeniyeti olmadığı gibi bir İslâm medeniyeti de yoktur” diyen Ziya Gökalp’ ın yanında, “Ya Garplılaşırız ya mahvoluruz” diyen İkinci Meşrutiyet’in pozitivist aydınlarından Ahmet Muhtar, “Bir ikinci medeniyet yoktur, medeniyet Avrupa medeniyetidir, bunu gülü ile dikeni ile isticlâs etmek mecburidir” diyen Abdullah Cevdet, medeniyetsiz Cumhuriyetin önderinin ilham aldığı Garbçı aydınlardır. Düşüncelerinin esası “Batı uygarlığından kopuk kalmanın başlıca sebebi İslâm dinidir” olan bu müstağribler İslâm medeniyetini reddiyesinde hayli tesirli olmuştur. Lâ-dinî muhtevaya sahip Cumhuriyet devletinin Osmanlı-İslâm medeniyet değerlerine kastetmesinin sebebi Batı “uygarlığını” hedefleyen ideolojisidir ki, bu düşmanlık anlaşılabilir bir düşmanlıktır. Bu noktada Cumhuriyet yanlısı “sağcı” ve “Türkçü ” aydınların, İslâm medeniyet mirasımızı reddeden devletin bu tavrını “Kütüphâne raflarını çökertecek” akademik çalışmalarla “lüzumlu bir kültür ve medeniyet değişmesi olduğunu” yazarak meşrûlaştırma çabalarını esefle hatırlamak gerek. Yeri gelmişken belirtelim ki medeniyetsiz Cumhuriyet önderinin 1924’de Samsun’da söylediği “…Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir” sözü pozitivist ve deist şair Tevfik Fikret’indir. Medeniyetsiz Cumhuriyetin resmî târihi yazmasa da, “önder”, bu sözün sahibinin “ilham kaynağım büyük şair” dediği Tevfik Fikret olduğunu söylemiştir. “Mürşid” sıfatını da İslâmî mânada “irşad eden, doğru yolu gösteren rehber” karşılığında kullanmadığını da, “Batı uygarlığının lâdinî bilimini kastettiğini hatırlatalım. Çünkü bu sözün devamında “İlim ve fen haricinde mürşid aramak gaflettir, cehalettir, delalettir” diyerek, Osmanlı-İslâm medeniyetinin inşacı- AHMET DOĞAN İLBEY larını kastediyor. Ayrıca o devirde dilde uydurukça kelime inkılâpları henüz yapılmadığı [email protected] için “mürşid” kelimesini mecburen kullanmıştır. Medeniyetsiz Cumhuriyetin önderi, Gökalp gibi birçok reformcudan farklı olarak Batı medeniyetinin bir bütün olarak alınmasından yanaydı. Onun için modernleşme, muasırlaşma, çağdaşlaşma kavramları İslâm medeniyetinin reddi ve Batı medeniyetine, yâni “or10 vakıalar yekununa tatbik edilmesinden ibarettir. MEDENİYET TASAVVURU VEYA BÜYÜK TERKİP * Kainat, varlığın sayı ve çeşit cümbüşüdür. Sayısız miktar ve çeşitten meydana gelen kainat, her safhada, derecede, seviyede ya “bir” halindedir, ya da “bir” menziline doğru hareket etmektedir. Bir elmadır veya çok elma bir elma ağacıdır. “Bir” gezegendir veya çok gezegenlerin oluşturduğu “bir” yıldız (güneş) sistemidir. Bir yıldızdır veya çok sayıda yıldızın oluşturduğu “bir” galaksidir. Bazen tertiben “bir”dir, çok sayıdaki varlık tertip edilmiş ve “bir” varlık çeşidini oluşturmuştur. Bazen terkiben “bir”dir, proton, nötron, elektrondan mürekkep “bir” atomdur. Bazen tanzimen “bir”dir, çok sayıda insan bir araya gelmiş, “bir” cemaat veya “bir” cemiyet veya “bir” devlet olmuştur. Varlık, “bir”den başlar, “bir”e doğru akar. Kainat, “bir” ile başlayıp, “bir”e doğru akışın hareket ve manevralarından ibaret varlık ve vakıalar cümbüşüdür. Riyaziyede tek sayı vardır, o da “bir”dir. Diğer sayıların tamamı, “bir”in müştaklarıdır, “bir”den doğmuştur, müstakil varlık iddiasında bulunmaları muhaldir. Bu sebeple riyaziye (matematik) “bir” sayısının hallerini tetkik etmekten ibaret ilim dalıdır. “Bir” yoksa hiçbir şey yoktur, “bir” anlaşılmamışsa hiçbir şey anlaşılmamıştır. Öyleyse varlık ve vakıalar yekunu olan kainat, “bir”in tahlil ve “bir”lerin tertip ve terkibinden ibarettir. Varlığın (ve varlık telakkisinin) idrak ve izahındaki ana usul, tahlil ve terkiptir. Tahlil; “bir”i cüzlerine ayırarak başka ve çok sayıda “bir” bulmaktır, terkip; “bir”leri birbirine raptederek yeni “bir”e ulaşmaktır. Anlaşılacağı üzere tefekkürün iki istikameti var; tahlil yoluyla derinleşmek, terkip yoluyla hacim ve ufuk kazanmak… Tahlil usulü, hakikate giden yolun derinlik ufkunu, keşif istikametini gösterir. Terkip usulü ise, hakikat ilminin varlık ve 11 İslam, hukuk (hüküm) cihetiyle çok sayıda ve çeşitte kaideden müteşekkildir, ahlak cihetiyle çok sayıda ve çeşitte “hal”den ibarettir. Kaide ve hallerin yekunu bir ferd için değil, tüm insanlık içindir, zira kaide ve hallerin toplamına muhatap olacak ferd yoktur. İnsanlığı kuşatan kaide ve haller yekunu, tüm mizaç hususiyetlerini ihtiva eder, mizaç çeşitliliklerinin tezahürü olan tüm fikir ve fiil ihtimallerini cem eder. Tüm insani hal ve hareketleri yapabilecek bir ferd olması düşünülemeyeceği için, İslam’ın tüm mükellefiyetlerini üstlenen, tüm emirlerini yerine getiren bir “insan” tasavvur edilemez. Misal, bir insan hem zekat verme mükellefiyetine hem de zekat alma hakkına sahip olamaz. Öyleyse önce ferdi manada bir terkip gerekir, her ferd, kendi çapında hak ve mükellefiyetlerini öğrenmek, anlamak ve bunları şahsiyet halinde terkip etmekle mesuldür. Hayat tek ferd tarafından üretilemeyecek kadar çeşitliliğe sahiptir, keza hayat ferden yaşanamayacak kadar da çok sayıda ihtiyacı muhtevidir. Öyleyse bir topluluktan bahsetmek, birlikte yaşamak gerekir. Birlikte yaşamak, hayatın zaruri ihtiyaçlarının karşılanmasından başlamak üzere, medeni ihtiyaçların karşılanmasına kadar çok sayıda insan ve çok sayıda şahsiyet çeşidine ihtiyaç duyar. Bunlar için teşkilatlanmak, işbirliği ve işbölümü yapmak gibi tanzim ve tertip ihtiyacı doğar. Bir insan topluluğunun basit işbirliği ve işbölümünden ibaret teşkilatlılık hali ancak “toplum” mahiyetinde bir içtimailik üretir. İnsan kalabalıklarını belli bir mihraka bağlı şekilde cem etmek ise “cemiyet” terkibini meydana getirir. Cemiyetin büyüklüğü nispetinde İslam’a muhatap olma nispeti artar, küçük cemiyetler İslam’ın tamamına muhatap olamaz. Cemiyetin en üst irtifaı olan “ümmet” teşkil edildiğinde İslam’a muhatap olmanın “yekununa” ulaşılmış olur. İslam’a muhatap olan insan sayısı arttıkça “muhatap olma” derecesi, derinliği, şümulü artar ve nihayet ümmet olmak, İslam’a muhatap olmanın ve onu temsil etmenin nihai seviyesi ve hacmidir. Cemaat tertip ve tanzimi, cemiyet ve ümmet terkibinin anasırından biri mevziinde, mevkiinde maksadında değilse, İslam’ı eksiltmek mecburiyetinde kalır. Zira ne kadar kalabalık olursa olsun, herhangi bir cemaat, ümmet çapına ulaşamayacağı için, İslam’ın yekununa muhatap olamaz, yekununu anlayamaz, yekununu anlarsa tatbik edemez. Başka bir cemaatin, başka sahalarda yaptıklarını reddetmek, yekuna mani olur, terkibe mani olur, İslam’ın tamamına muhatap olmaya mani olur. İslam; insan ve hayatı, önce ferden terkip eder, sonra cemaat halinde terkip eder, sonra cemiyet (devlet) halinde terkip eder, sonra ümmet seviyesinde terkip eder. Bunların hiçbiri ret ve inkar edilmez, hiçbiri diğerinin yerine ikame edilemez. Her ferd “bir”dir, toplanırlar ve cemaati terkip ederek “bir” cemaat olur, cemaatler toplanarak “bir” cemiyet terkip eder, cemiyetler toplanarak “bir” ümmet terkip eder. Ferd ile ümmet arasındaki menziller, doğru istikamete yönelmiş, doğru güzergaha girmiş olmaları şartıyla makbul ve zaruridir. Ümmete kadar olan güzergahın ferd, cemaat, cemiyet gibi ara menzilleri var. Cemaat, nihai maksadın “ara menzili”dir, eğer bir cemaat bu menzile demir atar, orayı nihai menzil kabul ederse, “yolda” kalmıştır. Bunda ısrar ederse, İslam’ı inkas etmek zorunda kalır ki Allah muhafaza… Ferdi hayat, her çeşidiyle içtimai hayat ve nihayet medeni hayat… İslami hayat telakkisinin dünyadaki güzergahı budur. Ferd inşa edilecek, cemiyet inşa edilecek, medeniyet inşa edilecek… Medeniyet ümmettir, ümmet medeniyet… Öyleyse medeniyet tasavvuru, ümmet tasavvurudur. Öyle bir medeniyet ta12 savvuru oluşturulmalıdır ki, önce tüm ümmeti ihtiva ve ihata etsin, sonra tüm insanlığı kuşatsın… İslam medeniyet tasavvuru, büyük terkiptir. Ferdi terkip ederek şahsiyet inşa edecek, Müslüman toplulukları terkip ederek cemiyet inşa edecek, Müslümanların tamamını terkip ederek medeniyet inşa edecek… İslam medeniyet tasavvuru, büyük terkiptir. Bilgiyi terkip ederek her şeyi izah edecek, ilmi terkip ederek usul ve güzergahı izah edecek, insanı terkip ederek hayatı izah edecek, varlığı terkip ederek vahdeti izah edecek… İslam medeniyet tasavvuru, büyük terkiptir. İlimleri tasnif ederek bilgiye tasarruf edecek, insanları tasnif ederek hayata tasarruf edecek, varlığı tasnif ederek vahdeti inşa edecek… İslam medeniyet tasavvuru, büyük terkiptir. Varlık, insan ve hayat bahislerini terkip ederek aklın müntehasına ulaşacak, oradan vahdet temrinleriyle “mutlak bir” olana yol açacak, nihayet tecrit ve tenzih güzergahından tevhide ulaşacaktır. Terkip yapamayan, vahdete ulaşamayan insan aklı, ruhun tecrit ve tenzih güzergahının eşiğine (bidayetine) ulaşamaz ve kalbi-ruhi mecrada yol almanın altyapısına sahip olamaz. İnsanın ferden kalbi-ruhi mecraya (tasavvufa) girmesi mümkündür ve orada yol alması da kabildir. Fakat içtimai manada büyük terkip gerçekleştirilemezse, “ümmet” haline gelinemez, ümmet olmanın bilgi, ilim, irfan, tefekkür cihetleri ve bunların tezahürlerinin toplamı olan medeniyet inşa edilemez. Medeniyet inşa edilemezse bedeviliğe mahkum “ferdi kemal” muhakkak ve mütemadiyen nakıstır. İBRAHİM SANCAK [email protected] MEDENİYET TASAVVURUNDA ÜÇ SÜTUN İslam medeniyet tasavvurunun merkezi mevzuu “insan”dır. Fertte, “insan tabiat haritasının” insani bölgesinde ikameti tabii hale getirecek şahsiyet inşası, meselelerin meselesidir. Şahsiyet; cemaat, cemiyet, ümmet güzergahındaki terkip ve inşa faaliyetinin temel taşıdır. Şahsiyet yoksa “sürü” vardır ve yanlış mercilere mutlak itaati itiyat haline getirir. Şahsiyet olamamış nefse bağlı kişilikler ise isyanı kutsar ve hem itaat ahlakına hem de isyan ahlakına sahip olamaz. Şahsiyet, İslam’a muhatap olmanın ferdi terkibidir ki içtimai örgünün de reşit unsurudur. * Şahsiyetin esasta üç sütunu var; kalb-i selim, zevk-i selim, akl-ı selim… Bu üç sütunun, bir fertte muhkem şekilde ikame edilmesi muhteşem bir şahsiyet terkibi oluşturur. Ne var ki bugünün dünyasında, üç sütunun bir fertte kamil manada ikame ve terkip olması bir tarafa, birinin bile varlığının belli belirsiz vücut bulması fevkalade hadiselerdendir. İçinde düştüğümüz derin kaos, şahsiyet inşasında üç sütunun berrak şekilde ikamesini neredeyse imkansız hale getirmiştir. Bilgi telakkimizi unuttuk, onu kuşanacak talim ve terbiye müesseselerimiz yıkıldı, kadim müktesebata ulaşmanın yolları bile kesildi. O kadar ki kadim müktesebatımızı ret ve inkar edenler piyasayı işgal etti. Kalb, ruhi tezahürlerin ilk mahallidir ve bu cihetle insanın merkezidir. Ruhun temel hamlesi ve yönelişi iman olmasına mukabil, kalb tasfiye edilmemiş, maveraya açılan bir kapı haline getirilmemişse, bunun aksine masivaya gark olmuşsa, imanın zuhuru kalp evreninde kirlenmekte, ruhi hamle hususiyetini kaybetmekte, sadece “kuvve” olarak zihni evrene çıkmakta, orada da nefs ve aklın (akl-ı 13 selimin değil) iktidar kaynağı olarak kullanılmaktadır. Bu manada kalb-i selim olmadığında, zevk-i selim ve akl-ı selimin sıhhat şartlarının tamamı gerçekleşmemiştir. Kalp nasıl ki insanın merkezidir, öyleyse kalb-i selim, his ve idrak melekelerinin merkezidir ve kalb tasfiye edilmediğinde zevk-i selim ve akl-ı selimi kamil manada inşa ve ikame etmek kabil değildir. Tasavvuf, bir taraftan ruhi ilimlerdendir diğer taraftan tecrübi ilimlerdendir. “Hal” ilmi olması, hem ruhi ilimlerden olduğunun hem de tecrübi ilimlerden olduğunun alametidir. Bu cihetle tasavvuf, kitabiyattan ziyade ruhiyattır ve tabii ki üstadı ve müessesesi yoksa talim ve terbiyesi de yoktur. Tasavvuf merkezlerine karşı husumet taşımak ve onlardan uzak durmak, kalb-i selimi iktisap ve muhafaza etmeyi imkansızlaştırmıştır. Kalb-i selime ulaşmanın usul ilmi ve güzergah haritası münhasıran tasavvufta olduğu için, başka şekilde iktisabı kabil değildir. Kalbin tasfiyesindeki terakki, insanı (mesela aklı) ruha yaklaştırır. İnsandaki nihai idrak merkezi ruhtur, akıl ruha ne kadar yaklaşırsa, idrak istidadı o nispette artar. Kalbin tasfiyesinin müntehası, ruhun “alem-i ervah”taki mükalemede iktisap ettiği “hakikat ilmi”ni nüfuzu artırır. Ruh, alem-i ervahda iktisap ettiği hakikat bilgisi ile dünyada muhatap olduğu hakikat bilgisini (Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyeyi) anlar. Aslolan bu iki hakikat bilgisinin birleşmesidir. Her ikisi de aynıdır ancak ruhun alem-i ervahta iktisap ettiği hakikat bilgisi, idrak melekesinin ihtiyaç duyduğu “ilk bilgi” olması cihetiyle elzemdir. Hiçbir varlık, sıfır bilgi ile bilgi öğrenemez, üretemez, keşfedemez. Bu sebeple insan dünyaya “ilk bilgi-ön bilgi” ile gelmektedir. İnsanın iktisap ettiği ilk bilgi, alem-i ervahtaki Allah Azze ve Celle ile mükalemeden kaynaklanır. “Ruh ilk bilgiyi, ön bilgi olmadan nasıl iktisap etmiştir?” sorusu, Allah Azze ve Celle’nin sırlarından biridir ve bu sırrı ruhun mahiyetine gömmüştür. Alem-i ervah, dünya olmadığı için, dünyadaki kaidelerin orada geçerli olmaması mümkün ve tabiidir, bu cihetle alem-i ervahta ruhun ilk bilgi sahibi olmadan ilk bilgiyi iktisap etmesi, idrakimizin ötesindedir. Kalb-i selim iktisap edildiğinde, “saf ruhi idrak” başlayacağı için, insan, idrak istidadının ufkuna ulaşır. İnsan, idrak istidadının ufkuna ulaştığındadır ki, “HAKİKAT İLMİNE”, yani Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyeye vukufiyeti zirveye çıkar. Saf ruhi idrakin ufkunu gösteren ve her insanda gerçekleşen misali, sıfır ile iki yaş aralığında daha zihni evrenin açılmadığı, zekanın faaliyete geçmediği, aklın inşa ve terkip edilmediği dönemde, “lisan” gibi girift ve zor bir mevzuu öğrenmesidir. O yaşta herhangi bir talim ve terbiyeye bile tabi tutulmayan bebeğin lisan gibi bir mevzuu öğrenmesi, ruhun, kendinden doğacak olan idrak melekelerini (mesela zeka ve aklı) izhar ve istimal etmeksizin, doğrudan doğruya idrak faaliyetinde bulunmasındandır. Saf ruhi idrak, her insanda sıfır ile iki yaş aralığında tabii olarak gerçekleşmektedir, ondan sonra ise ancak ve sadece kalb-i selime ulaştığında mümkündür. şılması zordur, ne var ki akl-ı selim inşa edilmişse, ruha yakınlığından dolayı, ruhi bilgileri idrak istidadı kazanır. His ve tefekkür yani duygu ve akıl şeklinde ifade edilen dilemma, kaynağına inildiğinde aynıdır ve her ikisi de ruhi bilgidir. Ruh, bazı hamlelerinde aklı kullanır, bu tür tezahürleri akıl anlar, zaten akıl, ruhun bu hamleleriyle idrak istidadı kazanmıştır. Ruh, bazı hamlelerini doğrudan yapar, akla hitap etmez, aklı kullanmaz, bunlar hissi akış halinde tezahür eder. Akl-ı selimin müntehası, ruha en yakın mesafeye kadar ulaşmış olmasıdır ki, kaynağa yakınlık, oradan akıp gelenin mahiyetine nüfuz etme imkanı verir. Bu sebeple akl-ı selim, hakikate ve hakikat bilgisine en yakın idrak melekesidir. Ruhun hamleleri, kalb-i evrende ve oradan ulaştığı zihni evrende nefse ve dünyaya bulaşır. Nefs, dünyayı zaten insan iç alemine taşır, kalbin ve zihnin masivaya bulaşması da bu yolladır. Kalbi ve zihni evren ne kadar kirlenmişse o nispette nefsin tasarrufuna girmiştir. Nefsin kalb ve zihindeki tasarrufu arttıkça, ruhi hamleler ve tezahürler nefsin açtığı kalbi ve zihni evrenden geçer ve nefsin kendine maledeceği ve kullanacağı kadar kirlenir. Kaynak yine ruh olsa da, geçtiği güzergahın özelliklerinden dolayı nefsin Kalb-i selim, insanın ufkudur. Hakikate hususiyetlerini kazanır. açılan kapı, Allah Azze ve Celle’ye giden yolKalbden zuhur eden his ve tefekkür, dur. İnsan olmanın müntehası, kalb-i selimdir. Kalb-i selime ulaşamamış veya kalbin tasfiye- nefsin tasarrufuna girer ve onun tavassutu ile sinde nakıs kalmış Müslüman bir ferd, şahsi- dış dünyaya çıkmaya başlarsa, selim his (zevk-i selim) husule gelmez, akıl ise akl-ı yetini ikmal etmemiştir. selim seviyesine çıkamaz. İnsan nefsiyle an* lamaya, nefsiyle zevk almaya, nefsiyle yaşamaya başlar. Bu ihtimalde “zevk-i selim” Kalbden iki şey zuhur eder, his ve te- değil, zevk-i sefil, akl-ı selim değil, pozitif fekkür… His, ruhun saf bilgisidir ki, akli bilgi akıl meydana gelir. haline gelmemiştir. Tefekkür ise hem ruhun bilgisi hem de akli bilgi haline gelen bir akışKalb-i selim iktisap edilemediğinde tır. His saf ruhi bilgi olduğu için akılla anla- akl-ı selimi nispeten inşa etmenin bir yolu 14 var. Allah Azze ve Celle’nin mümin kullarına hususi bir ihsanıdır bu yol. Mümin günah işlese de mümindir, imanı mevcuttur. İmanın, günahlara rağmen temadi etmesi, iman eden ruh ile akıl arasında bir koridor açılmasını mümkün kılar. zevk-i selimin alameti, ibadetlerden zevk almaktır, ibadetleri zevkle yapmaktır, ibadet vaktini hasretle beklemektir. İbadetleri mükellefiyet olarak yapanlar, mükellefiyeti yerine getirmek, ondan sorumluluğundan kurtulmak için yapanlar, sırtlarında bir yük olarak taşıyanlar zevk-i selim sahibi olamamışKalb-i selim mevcutsa, akıl imanın tır. kaynağı olan ruha bağlı ve yakındır, öyleyse akl-ı selim doğrudan imanın taşıyıcı sütunu * haline gelir. Kalb-i selim elde edilememişse Kalb-i selim, Müslüman şahsiyetin akıl, ruha yaklaşamayacağı için, ruhun temel yönelişi olan imana, imanın insan iç dünyasın- ana kaynağıdır. Akl-ı selim, Müslüman şahdaki kesintisiz akışına tabii olabilir. İmana siyetin idrak melekesidir. Zevk-i selim, Müsbağlı olan akıl, bu bağlılığını derinleştirdikçe lüman şahsiyetin hayat kaynağıdır. Akl-ı selim ile hakikat ilmine vakıf olunur, zevk-i akl-ı selime doğru yol alır. selim ile hakikatten ve onun tezahürlerinden Kalb-i selim sahibi olmayan müminin zevk alınır. Hayat, idrak ve zevktir. İnsan ya akl-ı selime sahip olmasının temel ve ön şartı, nefsiyle zevk alır, ya ruhuyla zevk alır. Nef“hakikat kaygısı”dır. Akıl, hakikat kaygısını, siyle zevk alan insan nefsinin pençesinden bünyesinin merkezi unsuru haline getirir ve kurtulamaz, pozitif akla sahip olan insan kesintisiz yaşarsa, idrak ve istidatları akl-ı se- maddeden kurtulamaz, kalbi masivayla dolan lim seviyesine doğru yol alır. insan maveraya yol bulamaz. Akl-ı selimi inşa etmenin bu yolu, içine düştüğümüz derin kaostan kurtulmanın, büyük terkibi gerçekleştirmenin, büyük hamleyi başlatmanın imkanıdır. Tasavvuf merkezlerine uzak duranlar veya tasavvuf terbiyesini almakta zorlananlar, en azından hakikat kaygısıyla akıllarını terbiye etmelidirler. Akl-ı selim tefekkür ve ilmin, zevk-i selim ise sanat ve maharetin kaynağıdır. Aklı selim yoksa İslami tefekkür yoktur, İslami ilimlerin tahsili kabil değildir, ancak kuru bilgi öğrenmekten ibaret kalır. Bilgi sahibi olmak insanı alim yapmaz, pozitif aklın faaliyetiyle insan mütefekkir olmaz. * NURETTİN SARAYLI Zevk-i selim, akl-ı selim gibi kalb-i selimin dışında bir yola sahip değildir. Belki kalb-i selim dışında akl-ı selim sahibi olanlarda bazı tezahürleri olabilir ama bu ihtimalde dahi en fazla şekille sınırlıdır. Ruhi hamleler ilk tezahür mahalli olan kalbde kirlendiğinde, zevk-i selim sahibi olmak neredeyse imkansızdır. Zevk-i selim, ruhun zevk almasıdır, nefsin değil. Ruh, Allah Azze ve Celle’nin emirlerine itaat etmekten zevk alır. Bu manada 15 MEDENİYET TASAVVURUNDA ÜÇ MECRA Batıda bilgi ile meşgul olan iki mecra var, felsefe ve bilim… İslam, bilgi ile meşgul olan üç mecra açmıştır; tefekkür, ilim, tasavvuf… Batıda bilgi meşgalesi felsefeden başlamış bilimde neticelenmiş, bilim felsefeye galebe çalmıştır. Önce felsefe ortaya çıkmış, sonra felsefe bilimleri inşa etmiş, bilimler felsefeden bağımsızlaşmış ve kendi sahalarını felsefeye kapatmıştır. Bilimler kendi sahalarını felsefeye kapattıkça felsefenin deveran sahası daralmış, yirminci asra gelindiğinde sıfıra yaklaşmış ve felsefe kaçınılmaz olarak krize girmiştir. Bilim, kendinden doğduğu felsefeye (babasına) isyan etmiş, ne hikmettir evladı babasına galebe çalmış, babasını ölmeden gömmüştür. Batıda ortaçağda başlayan bu süreç, felsefenin kiliseye karşı yürüttüğü mücadeleyi kazanması ile neticelenmiş, felsefenin hakimiyeti ele geçirmesinden sonra ise bir-iki asır devam etmiş, bilimlerin inşası ile felsefe sahadan kovulmuştur. Daha önce felsefeyi kilise kovmuştu, son bir-iki asırdır felsefeyi bilim kovdu. İslam’daki üçüncü mecra, batıda olmadığı için, felsefe, bilimleri doğurduktan sonra onlara karşı mücadele edememiş ve hayatiyetini kaybetmiştir. Batı, İslam tarihini ciddi şekilde tetkik etmesine rağmen ders almamış, aslında ise tasavvuf mecrasını anlamamıştır. İslam, silsileyi “mutlak ilim” olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den başlatmış, mutlak ilimden tefekkür doğmuş, tefekkürden “nispi ilimler” zuhur etmiştir. Tefekkür, mutlak ilim ile nispi ilimler arasındaki köprüyü kurmuş, mutlak ilimden aldıklarıyla nispi ilimleri inşa etmiştir. Ne var ki bir müddet sonra nispi ilimler tefekkürden uzaklaşmış, kendini doğuran ana rahmine isyan etmiş veya ona kafi derecede kıymet vermez olmuş, doğrudan babasına (mutlak ilme) yönelmiştir. Mezheplerin inşası döneminde yaşanan büyük tefekkür patlaması marifetiyle nispi ilimler (tefsir, fıkıh ila ahir) kurulmasına rağmen, daha sonra tefekkür aradan çekilmiş veya itilmiştir. Tefekkür ilmin merkezi unsurudur, ana rahmidir, tefekkür olmadığında ilim kaidelere bağlı kalır ve donar. İdrak yoksa ilim yoktur, geriye sadece bilgi kalır ki insana da ezberle- * mek ve tekrarlamak düşer. Öyleyse mütefekkir Son birkaç asırdır medrese donmuş, yoksa alim yoktur, ya her ikisi bir şahsiyette terkip olacaktır veya ayrı şahsiyetler halinde yozlaşmış, çürümüştür. Medresenin hakimiyeti tefekkür mecrasını daha önce kurutmuş, yetiştiğinde birlikte çalışacaklardır. üçüncü mecra ise en son Mevlana Halidi İslam tarihinde nispi ilimlerin kurulma- Bağdadi Hazretleriyle tarihi vazifesini yapsı ve tefekküre karşı bağımsızlık kazanmasın- mış, tefekkürü ateşlemiş, ilmi derlemiş topdan sonra ilimler donmaya başlamıştır. Ne var lamış ne var ki umumi çözülüş ve çöküş muki İslam, bilgiyle meşgul olan üç mecra açmış, kadder hale geldiği için netice vermemiştir. üçüncü mecra olan tasavvuf, nispi ilimlerin Bugün, ilim mecrası kapanmış, tefekdonmaya başladığı her dönem, “Dün söylenenler dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler kür mecrası ise yeniden açılamamıştır. Tesöylemek vakti” diye müdahale etmiş, tefekkü- fekkür ile meşgul olan Müslümanlar bu işi rü diriltmiş, böylece ilmi de harekete geçirmiş- tek tek yapmakta, müşterek fikir imaline yatir. Bu sebeple (üçüncü mecranın katkısıyla) naşmamakta, dolayısıyla tefekkür mecrası İslam tarihinde ilim ve tefekkür çağı yaklaşık varsa eğer debisi yükselememektedir. Tefekkür faaliyetinin tek tek yürütülüyor, her mebin yıl sürmüştür. 16 sele baştan ele alınıyor, haliyle terakki mümkün olmuyor, büyük terkibe (medeniyet tasavvuruna) sıra gelmiyor. Tefekkür faaliyetinin ilerlememesi, tefekkür mecrasının açılamadığını, o mecra varsa suyun akmadığını gösteriyor. ve nihayet büyük terkibin (medeniyet tasavvurunun) inşasıdır. Tefekkür mecrası açılmadan, birbirinden uzak adacıklar gibi duran fikir adamları ve telif çalışmaları fazla bir işe yaramaz. Bir insanın ufku ve ömrü neye yetebilir ki? * Tek tek imal-i fikirde bulunmak, hep baştan başlamak ve hep aynı mevzularla meşgul Her cemaat ve gurubun sadece kendi olmak gibi bir patinajı mukadder kılıyor. eserlerini okuması, kendi üstatlarının eserlerini kafi görmesi, böylece kadim müktesebat ile * münasebetin kesilmesini mukadder hale getiriAklımız, akl-ı selimden uzaklaştı ve yor. Kemal Atatürk’ün “tarih yoktur, tarih benimle başlar” anlamına gelen ihtilali, Müslü- batının pozitif aklı haline geldi. Tefekkür man cemaat ve guruplar tarafından kendi saha- faaliyetinde bulunan meleke akıl olduğuna larında ve kendi üstatları için tekrarlanmakta, göre, pozitif akılla İslami tefekkür kabil mikendi külliyatlarından başka eser okunmamak- dir? İlmi faaliyeti gerçekleştiren merkez akıl ta, böylece tarih yirminci asırdan başlatılmak- olduğuna göre, pozitif akılla İslami ilimler anlaşılır ve ilmi faaliyet gösterilebilir mi? tadır. Yirminci asırdaki külliyat sahibi Müslümanların sayısı az olduğu gibi, külliyatlarındaİlk yapmamız gereken iş “akl-ı seliki kitap sayısı da, kadim müktesebatımıza nis- mi” inşa etmektir. Akl-ı selim hakkında bir pet edildiğinde denizde damla mesabesinde fikri olmayanlar, onu elde etmiş olamazlar. bile değildir. Müslüman fikir ve ilim adamla- Akl-ı selimin fikriyatı inşa edilmeli, sonra o rının temel vazifesi ve mesuliyeti, kadim mük- Müslüman mütefekkirlerde idrak melekesi tesebatımızla münasebet tesis etmek, bunun haline getirilmeli, sonra her şeye onunla bayolunu açmaktır. Yirminci asırda telif edilen kılmalı, onunla anlaşılmalı, onunla izah külliyatlar ise, Müslümanlarla kadim müktese- edilmelidir. batımız arasında köprü olmalıdır. Kadim mükHer Müslüman fikir ve ilim adamı, tesebatın yolunu kesen, tıkayan, onu lüzumsuz ve okunmaz hale getiren her niyet ve teşebbüs, kalb-i selim için tasavvufa müracaat etmeli, ihanettir, metodik kemalizmdir. Muhteva ola- orada talim ve terbiyeden geçmeli, kalb-i rak Kemalist olmayan Müslümanların, meto- selim sahibi olduğunda akl-ı selimi inşa, dik olarak Kemalist olmaları çok ıstırap veri- zevk-i selimi idrak etmelidir. Tasavvuf dışında yaşayanlar ise akl-ı selim üzerinde yoğuncidir. laşmalı, tefekkürün kaynağı olan akl-ı selimi * inşa etmeli, ondan sonra İslami tefekkürle meşgul olmalıdır. Ne pahasına olursa olsun önce tefekkür mecrasını, sonra ilim mecrasını açmamız gere- EBUBEKİR SIDDIK KARATAŞ kiyor. Bunun altyapısı, “medeniyet akademisi”dir. Medeniyet akademisi marifetiyle ilk [email protected] yapılacak işler, “müktesebatın tedvini”, “mevzu haritasının” çıkarılması, “ilimlerin tasnifinin” yapılması, “mana mimarisinin” kurulması 17 kısmına muadil hale gelmesidir. Tek insanın (bir ferdin) İki Cihan Serveri Aleyhisselatü Vesselam Efendimize denkliğinden ve miraÜÇ ŞAHSİYET sının tamamına verasetinden bahsetmek, hem Medeniyet, bir dünya görüşünün fikir muhaldir hem de Risalet iddiasıdır. (Şia’daki ve fiillerinin nizami bir terkip halindeki yeku- imamet inancı, meselenin özü itibariyle sapnuna verilen isimdir. Bir dünya görüşünün kınlıktır) medeniyet çapındaki tezahürünün fikir veya Risalet ve Nübüvvet kesbi mesleklerfiil evrenini bir ferdin muhayyilesinde aramak ne kadar yanlış veya eksikse, medeniyet yeku- den olmadığı için çalışarak resul ve nebi olununu bir şahsiyet çeşidinin temsil etmesini namayacağı malum. Bu hakikat apaçık şekilmümkün görmek de o kadar yanlıştır. Medeni- de izah edildiği için ümmetin içinde Risalet yet ismiyle ifade edilen fikir ve fiil evreninin iddiasında bulunacak kadar dalalete düşenler çeşitliliğini bir ferdin (veya şahsiyet çeşidinin) istisna derecesinde az olmuştur. Ne var ki temsil edebileceği düşüncesi, özü itibariyle “gizli şirk” bahsinde olduğu gibi, gizli Risalet iddiaları da zuhur etmiştir. Şirk-i Hafi peygamberlik iddiasıdır. meselesi çok konuşulan bir mesele olduğu İslam medeniyeti, Hazreti Risaletpenah için, müminler bu mevzuda nispeten bilgi Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin kesbi sahibidir lakin gizli Risalet meselesi gündeolmayan şahsiyet terkibinin tezahüründeki en me gelmediği için bu bahisteki sınır ihlalleri küçük teferruatın bile Müslüman şahsiyet inşa- fazladır. sında kullanılmasıyla ortaya çıkacak olan şahHerhangi bir şahsiyet terkibinin (çeşisiyet çeşitliliği ile inşa ve ikame edilir. Şahsiyet mevzuunun müntehası ve mutlak misali dinin), Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamın Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamdır ve onun şahsiyet hacmine baliğ olduğu veya O’nun şahsiyet yekununa bir ferdin ulaşması ve varis tüm mirasına vukufen varis olduğu kanaati, olması muhaldir. Ümmetin en mütekamil hali, gizli Risalet iddiasıdır. Bu kanaate sahip olan fertlerinin tamamının şahsiyet çeşitliliği ve iki misal mevzuun ehemmiyetini göstermeye hususiyetleri yekununun, Efendimiz Aleyhis- kafidir, Şia ve paralel yapı… Bir şahsın selatü Vesselamın şahsiyet terkibinin bir adım (Şia’da imamet ve merci-i taklit, paralel yaberisine ulaşmasıdır. Efendimiz Aleyhisselatü pıda kainat imamı-Fethullah Gülen) RisaVesselamın şahsiyet terkibindeki muhteva let’in şahsiyet hacmine varis olduğu iddiası haritasının “iktisap edilebilir cüzlerinin”, tüm (bu ifadeyi açıkça kullanıp kullanmamaları ümmette şahsiyet çeşitliliği halinde tezahür mühim değil), “mümin şahsiyet” çeşitlerinetmesidir. Ümmet olmanın anlamı da zaten den çıkıp, “nebi” salahiyetini iktisap etme teşebbüsüdür. Bu sebeple, Şia ve paralel örbudur. gütün mensuplarına, Allah Azze ve Celle’nin Ümmet olmak, Risalet’in mizaç ve kitabından ve İki Cihan Serveri Aleyhisselatü şahsiyet hususiyetlerini, içtimai çeşitlilik ha- Vesselam Efendimizin Sünnetinden bir ölçülinde ama mutlaka terkibi bir nizama tabi şe- yü söylemek tesirsiz kalmaktadır. Bir insana kilde iktisap (idrak), inşa ve izhar etmektir. Kitap ve Sünnet tesir etmiyorsa, o insan başHakkıyla ümmet olmak, ümmeti teşkil eden ka bir nebi ihdas etmiş ve ona intisap etmiş fertlerin şahsiyet (mizaç ve ahlak) ve efalinin demektir. toplamının, Efendimiz Aleyhiselatü Vesselamın şahsiyet ve sünnetinin iktisap edilebilir MEDENİYET TASAVVURUNDA 18 Şia ve paralel yapı ile alakalı bu tespitler, meselenin ehemmiyetini göstermek bakımındandır. Ümit ederiz ki bu iki akım ile ilgili tespitlerimizde yanılıyoruzdur. Ne var ki mesele çok önemlidir ve bu türden tezahürler saymakla bitmeyecek kadar çoktur. * Alim şahsiyet, “mutlak ilim” olan Kur’an-ı Kerim’deki mana yekununu keşfeder, oradan hareketle “nispi ilimleri” inşa eder, bu mecradan akarak Şeriat-ı Ahmediye’nin merkezini, çerçevesini, muhteva ve usulünü tetkik ve tespit eder. Alim şahsiyetin merkez ve muhitini (çerçevesini) tespit ettiği Şeriat-ı Ahmediye sınırları içinde kalmak şartıyla, tasavvuf ve tefekkür mümkün hale gelir. tarafından yapılır. Yani mücedditlik bahsi, “nefs-i mütekellim vahde” ile ifade ve izhar edilmez. Ne var ki idrak ve izan sahibi olmayan ilim ve fikir adamı kisvesi altındaki marazi kişiliklerin (şahsiyet değil) tasdiki aranmaz. Bir şahsiyetin Müceddit olup olmadığı, zamanın en büyük alim ve mütefekkirleri tarafından teşhis edilir. * Müslümanlar, İslam tarihindeki ilk kaos çağını yaşıyor. Kaosun temeli tefekkür zafiyetinden önce ahlak zafiyetidir. Zaten İslami tefekkür, İslam ahlakının muhtevasını keşfetme meselesidir. Ahlak olmadığında İslami tefekkür değil, batılı entelektüellik söz konusudur ki, Müslümanlar için bu durum ancak serkeşlik olarak ifade edilebilir. Veli şahsiyet, Şeriat-ı Ahmediye çerçevesinde, müminleri dünyanın sathından alıp Ahlak ve tefekkür zafiyeti, alim ve Allah Azze ve Celle’ye ulaştıracak güzergahın mütefekkir yetişmesine manidir. İdrak derinmünhasır mürşidi ve rehberidir. liği belli bir noktayı aşamamış insanlara mütefekkir denmeyeceğine göre, bunların, MüMütefekkir şahsiyet, veli şahsiyetin ceddit şahsiyeti teşhis etmeleri, bir şekilde “mana keşfi” ile alim şahsiyetin hikmet keş- teşhis ederlerse ahlak zafiyetlerinden dolayı finden beslenip, dünyayı imar edecek maharet kabul etmeleri mümkün değildir. Bir insanın ve alet ihtiyacını karşılar. ilmi ve fikri seviyesini tespit edecek kadar Üçünün bir şahsiyet terkibinin bir in- idrak, tespit ettiğinde teslim edecek kadar sanda cem olması, Müslüman şahsiyetin ufku- ahlak sahibi olmayanların, mühim meselelerdur. Bu ufuk, mücedditlerde tecessüm ve teza- de reylerine müracaat etmek yanlıştır. hür etmiştir. Müceddit olmak için birçok şart, vasıf ve teçhizat (ilim sahibi olmak) sayılmaktadır, meseleyi özet haliyle ifade edilmek istenirse, “üç şahsiyet terkibinin bir insanda cem olmasıdır” denebilir. İslam’ı temsil ehliyet ve liyakati bir insanda aranacaksa, o, üç şahsiyet çeşidinin bir insanda terkibe ermiş hali olan müceddittir. Bu derinlikteki kaos çağı için belki de en iyi teklif, Hamza Kahraman’ın “Nakibü’l Eşraf” teşkilatıdır. Nakibü’l Eşraf teşkilatını ümmetin merkezi karargahı haline getirmek, “itibar ve itaat” merkezi kılmak en sıhhatli yol gibi görünüyor. Muhalfarz Nakibü’l Eşraf teşkilatı mensupları yanlış yaparsa, bedelini ödeyeceğimiz yanlış, Seyyid ve Şeriflerin Unutulmamalıdır ki Müceddit dahi, yanlışı olsun. Böyle bir bedel, ümmet için Risalet şahsiyetinin tamamına varis değildir. şeref olur. Zaten mücedditlik iddiası marazi bir durum- ALİHAN HAYDAR dur. Bir şahsiyetin Müceddit olduğuna dair teşhis, ümmetin veli, alim ve mütefekkirleri [email protected] 19 MEY EY COĞRAFYA ÜZERİNE DİPNOT kurb, havf, vecel, recâ selam olsun kalbin, gözün dehşetten döneceği güne üns, itminân, yakîn, verâ andolsun sûfîye ve sılaya kesb, vecd, seyr, intisâb ahdolsun ‘nazar berkadem’ ölene ilm-i ledün şairlere keşf-i ledün dizelere fenâfillaha ve bekâbillaha ve hızır ilhâma kasem olsun ki Rahman bizi terketmedi! Aynı zamanda yaşadık; Güneş doğduğunda, Bulut ağdığında, Çiçek açtığında, Yağmur yağdığında, Bir çocuk dile geldiğinde… Ekmek için ev için toprağı karıştırırken Birlikte idik yeryüzünde. Ezanla açılan evlerimizde, Birlikte oturduk iftar sofrasına. Kutlu gecelerde, Ellerimiz birlikte açıldı Hak katına. Meydanlarda “kahrolsun, yaşasın” ekseninde, Buluştu “zenci” sesimiz, Nasıl koptu ki kalplerin bağı, İçe döndü öfkemiz! Seni benim tüfeğimle vurdular, Beni senin ellerinle boğdular! remz, levâmi, gaşyet, vesm ey örtüsüne bürünen ümmet uyanış baygınlığıyla -kalk ve uyar! mevt mevt büyüyen bir diriliş vardır! hemm, lâhz, mahv, akd kevn, bevn, vasl, fasl, asl tams, rems, dems, kasm hû bilâ hû, bâdî bilâ-bâdî tahallî be hey bahr bilâ-şâtî Yine doğuyor güneş, Yine yağıyor yağmurlar içli, Yine açıyor çiçekler hazin, Yine dile geliyor bu şirin çocuk, Dilinde sevgi yok, aşk yok, Ölüm gösterirken tüm saatler, Yaşatma aşkından eser yok! Yaralı ve yanık coğrafya üstüne, Türküler bile söylenmez! Kalplere yerleşmiş intikam, Kılıçlar çekilmiş bizden bize, Toprağa düşer günde yüzlerce can, Bu ne korkunç öfkedir, Öznesi Müslüman! şirb ol, sussun reyn, ayn, qayn sensiz ben, bensiz sensem ne Şiblî, ne Bağdâdî, ne Bistâmî âşık biziz, mâşuk biziz, rakib biz cem, dem, gem, sâkîyem ‘oku’ da, ‘yaz’ da aynı testide esresiz, ötresiz, şeddesiz bir cezm dört elif miktârının öremediği, bir gamla tutacak perçemimizden MEMDUH ATALAY [email protected] BİLAL YAVUZ 20 MEDENİYET TASAVVURUNUN “MANA MİMARİSİ” İslam Medeniyet Tasavvurunun ruhu, yani merkezi unsuru, mana mimarisidir. Medeniyet her ne kadar tezahürleriyle, görünür olan kısmıyla bilinirse de, bu durum aklı gözüne yakın olanlar içindir. Tabii (yaratılmış) olan her şeyde durum budur. Meselenin giriftleştiği nokta insan ve insani mevzulardır. Zira insan akıl ve nefs ile yaratılmış, şeytanın müdahalesine açık kılınmış, isyan ve inkar istidadı ile teçhiz edilmiştir. Akıl ve nefs sahibi olan insan ve cinlerden başka hiçbir varlık isyan ve inkar istidadı ile teçhiz edilmediği ve şeytanın vesvesesine açık hale getirilmediği için, tabiatındaki ilahi mührün zuhuruna mani olamaz. İslam Medeniyeti, satıhtan derinliğine doğru inildikçe veya satıhtan arşa doğru irtifa İnsan nefs ve akıl ile teçhiz edildiği kazandıkça görülür ki bir mana silsilesine ve için, hakikate muhatap olmalı, onu mümkün meratibine sahiptir. olan nispette idrak etmeli, sonra şahsiyet olarak kuşanmalı ve eşyayı zapt ve teshir ile İslam Medeniyeti, hakikate (saf manaya) muhatap olan Müslüman şahsiyet ve cemi- imar etmelidir. İşte meselenin çetrefilleştiği yetin, o manayı önce ferdi ve içtimai bünyede noktalardan birisi… Dünya tüm kainat gibi, Allah Azze ve Celle’nin sanatkarane yaratma tecessüm ettirmesi, sonra taşa toprağa mühür kudretinin neticesidir. Sanatkarane yaratma olarak vurmasıdır. kudretinin neticesi olan dünyayı imar ve inşa İslam Medeniyeti, hakikat (kitap ve etme mesuliyeti çok ince bir meseledir. sünnet) ile gerçek (kainat-tekevvünat) arasınTabii olan, Allah Azze ve Celle’nin daki münasebeti temin, muvafakati tesis, muyaratma iradesinin tecellisidir. Sun’i olan ise vazeneyi ikame etmektir. Gerçeği hakikat ile insanın yapma irade ve teşebbüsünün neticeokumak, hakikat ile izah ve manalandırmak, sidir. Bu sebeple tabii-sun’i meselesi, yaratnihayet hakikati dünyada “gerçek” kılmaktır. ma-yapma bahsidir. Ve İslam Medeniyeti, Gerçeği tercih etmek, ona meyletmek değil, hakikati dünyada gerçekleştirmektir. Gerçeği, tüm insani işler gibi sun’idir. Netice olarak İslam Medeniyeti, tabii olan ile sun’i olanın, hakikate nispetle yoğurmaktır. mümkün olan en yüksek seviyedeki kıvamını İslam Medeniyetinin “mana mimarisi”, yakalama hedefidir. “Mutlak Varlık” olan Allah Azze ve Celle’nin Dünya, dünyada yaşayan tüm varlıkmuradının, aşağıların aşağısı olan dünyaya lar için hazırdır, sadece insan için hazır dekadar sayısız tecelli safhaları halinde nüzulüğildir veya insan dünyadaki tabii şartlara nün güzergahında aranır. Yukarıdan aşağıya uygun yaratılmamıştır. Bundan dolayı olsa doğru “tecelliyat” güzergahı, aşağıdan yukarıgerek, insana idrak ve irade etme, bunları da ya doğru ise “meratip silsilesi” halindedir. yapabilme istidatları bahşedilmiştir. İdrak Yeryüzüne inen tecelliyat, kainattaki tüm varistidadı bahşedildiği için, dağların bile taşılık ve vakıalarda bir mühür olarak zahirdir. Her varlık ve vakıada o mühür aranmalı, bu- yamayacağı hakikat emanet edilmiş, irade lunduğunda oradan meratip silsilesinin yolu istidadı bahşedildiği için doğruyu yanlıştan tefrik etme mesuliyeti yüklenmiş, yapabilme keşfedilmeli ve yukarıya doğru seyahate çıistidadı verildiği için dünyayı imar etme vakılmalıdır. zifesi tevdi edilmiştir. Allahu alem böyledir. 21 İnsan, tabiatta hiçbir imar ve inşa faaliyeti yapmadan yaşayamaz. Buna mukabil insan tabiatı, imar ve inşa için ihtiyaç duyacağı tüm istidatlarla teçhiz edilmiştir. “Dünyayı imar mesuliyeti” hem tabiat haritasına yerleştirilen istidat ve hususiyetlerle desteklenmiş, hem de kitap ve sünnet ile müfredatı tebliğ edilmiştir. Hakikat (kitap ve sünnet) tabii olana müdahalenin müfredatıdır. Bu müfredat olmadan insanın idrak, irade, inşa maharetleri, Allah Azze ve Celle’nin “yaratma fiili” ile insanın “yapma fiili” arasındaki sınırı tespit etmesi, yaratma fiilinin sınırına tecavüz etmemesi muhaldir. İnsan tabii haliyle (potansiyel olarak) dünyada “halife” kılınmış, ne var ki bu vazife ve salahiyeti iktisap etmesi gerekmiştir. İktisap, “yaratma” fiili ile “yapma” fiilinin sınırını tespit eden müfredata iman ve onu idrak etme şartına bağlanmıştır. Yeryüzünde halifelik salahiyetini iktisap eden insanlar, müminlerdir, keza bu vazifeyi doğru, iyi, güzel şekilde deruhte edecek olanlar da onlardır. Müslüman şahsiyet, tabii olana müdahale etmenin marifetine maliktir. Bu marifet üç şahsiyet çeşidinde (terkibinde) özetlenmiştir; veli şahsiyet, alim şahsiyet, mütefekkir şahsiyet… İslam Medeniyetinin mana mimarisi, tasavvuf mecrasındaki irtifaın müntehası olan “Levh-i Mahfuz”a kadar giden güzergahta aranır. Allah Azze ve Celle’nin “kün” emrinin külli muhatabı olan “Levh-i Mahfuz”un muhtevasında kayıtlı olan sonsuz ilim, emri aldığında kainata varlık ve vakıa olarak iner. Allah Azze ve Celle’nin “kün” emrinin sırrı, o emri ne kadar yüksek irtifada müşahede etmek kabilse o nispette idrak edilir. Alem-i Lahuta doğru irtifa güzergahında bulunan meratip silsilesinin müntehası, “Zat Alemi”ne kadar ulaştığı için, “kün” emrinin hakikati tabii ki meçhuldür. Meçhuldür zira “zat alemi” mutlak 22 meçhul alandır ve hiçbir yaratılmış varlığın idraki oraya ulaşamaz. “Levh-i Mahfuz” kitapların anası veya ana kitaptır. Hakikat orada kayıt altına alınmıştır. Ne olmuş, ne olmakta ve ne olacaksa orada kayıt altındadır. Levh-i Mahfuzda kayıtlı olan sonsuz ilim, “kün” emrinin muhatabı olduğu, emri alır almaz bildiğimiz manada vücut bulduğu için, “yaratma” fiilinin sırrı da (Allahu alem) orada mahfuz olmalıdır. Öyleyse mesele, insan ruhunun inkişaf ve irtifa seyrinde nerelere kadar çıktığı ile alakalıdır. Madde (dünya) üstü varlık alemine açılan kapıdan geçme istidadı sadece ruhta, madde aleminin üstündeki tecelli güzergahında seyahat etme ve irtifa kazanma imkanı sadece ruha ait olduğu için, “manasuret” münasebetinin mümkün olan en yüksek seviyesine çıkma işi münhasıran tasavvuf mecrasına aittir. Geri kalan bahislerin tamamı satıhta, yani dünyada cereyan eder ki, dünya “mana-hakikat” avcılığının mekanı değil, hakikatin hayat olarak inşa ve tatbik sahasıdır. Mana (yani hakikat) yukarılardan alınır, tecelli güzergahı aşağıdan yukarıya doğru ne kadar takip edilebilir, ne kadar yükseklere çıkılırsa o nispette vukufiyet mümkündür. Mutlak İlim olan kitap ve sünnet, bir taraftan keşfedilmesi kabil olan mananın haznesidir, diğer taraftan ise tecelli güzergahında yukarıya doğru irtifa kesbetmenin ölçülerini vazeden yol haritasıdır. “Mutlak İlme” mugayir söylenen her söz ve yapılan her iş, hakikatin keşfine dair bir hikmet tezahürü değil, müntehası şeytana çıkan bir yol haritasının işaretleridir. İslam Medeniyetinin mana mimarisi, her varlık ve vakıadan Allah’a giden bir yol açma işidir. HAMZA KAHRAMAN [email protected] bilmeden fikir tartışması yapmak, özünde dil tartışması yapmaktır. Dil tartışmasını fikir tartışması başlığı altında yapmak ise fasit “ISTILAH HARİTASI” dairedir ve hiçbir zaman mesafe almak Mevzu ve ıstılah haritası, kadim mük- mümkün olmaz. tesebatımızın temel meselelerindendir. Istılah Türkiye misalinde uydurukçayı kulharitamız, İslam’ın Arap lisan havzasından başlamak üzere, Farsça ve Türkçe lisan havza- lanmak, baştan sona bir cinayettir. İslam’ın larında inşa edilen mefhumlarımızla teşkil ve mevzu haznesini baştan sona uydurukça ile terkip edilmiş “hususi dil”dir. Istılah haritası, ifade etmeye çalışmak, hiçbir kelime ve mefİslam’ın “ana dili” (lisan değil) mahiyetinde- humun birbirinin yerine ikame edilemeyeceğini bilen “dilbilimciler” tarafından çok ağır dir. bir ihanet olarak tavsif edilmiştir. Bir dilbi_________________*___________________ limcinin bile anlayabileceği böyle bir temel meseleyi, İlahiyat profesörlerinin anlamamaKur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniysı ve uydurukçayı kullanması, günümüzde ye’nin dili Arapça değil, lisanı Arapçadır. profesör olmakla “ilim adamı” olmanın farklı İslam, ilk “Ayet-i Kerime”den ve ilk “Hadis-i manalara geldiğini göstermeye kafidir. Şerif”ten başlamak üzere, Arapça lisan havzasında yeni bir “dil” inşa etmeye başlamış- * tır. Fikirteknesi külliyatının muhtelif eserleMevzu ve ıstılah haritası hayati rinde zikredilen bu hadise, çok ciddi şekilde önemdedir. Mevzu sayısının çok fazla olacatetkik edilmelidir. ğı ve çıkarılamayacağı düşüncesine yakala_________________*___________________ nanlar olabilir. Gerçekten de mevzu sayısı ve çeşitliliği böyle bir çalışmayı fevkalade zorKur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniylaştırır ve emek kaybına yol açabilir. Milyonye’nin dili Arapça değil, lisanı Arapçadır. İslarca mevzu başlığımız olduğu malum, bunlam, ilk “Ayet-i Kerime”den ve ilk “Hadis-i ları teferruatıyla çıkarmak, muhteşem bir Şerif”ten başlamak üzere, Arapça lisan havzaterkip mimarisi içinde tespit etmek tabii ki sında yeni bir “dil” inşa etmeye başlamıştır. çok zordur ve ümmetin içinde bulunduğu Fikirteknesi külliyatının muhtelif eserlerinde zikredilen bu hadise, çok ciddi şekilde tetkik kaos ve acil ihtiyaçlar teferruatlı bir mevzu ve ıstılah haritasını çıkarmayı zorlaştırır. edilmelidir. MEDENİYET TASAVVURU İÇİN Istılah haritamızı kaybettiğimiz için İslam’ın önce Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye ile başlayan, sonra ümmetin tasavvuf, ilim ve tefekkür ehli tarafından teferruatına kadar örülen “dil”i anlaşılmaz oldu. İslam’ın dilini bilmediğimiz, ona yabancılaştığımız için bir birimizi anlamaz olduk ve sadece tartışmaya başladık. Oysa dil olmadan ilim, irfan, hikmet, tefekkür olmaz. İslami düşünceleri tartıştığımızı zannediyoruz ama aslında dili bilmediğimiz için mefhumlarımızı tartışıyoruz. Dili 23 Istılah haritasını çıkarmak, mevzu haritasından nispeten daha kolaydır. Ne ki, ıstılah haritası ile mevzu haritası birbirini tamamlayan iki şubedir. Istılah haritasını çıkardığımızda mevzu haritasının da ciddi bir kısmını çıkarmış oluruz. Istılah haritası asla vazgeçebileceğimiz bir mesele değil. Istılah haritası ile mevzu haritası birbirinin mütemmim cüzü olduğuna göre, bir taraftan ıstılah haritasını çıka- rırken diğer taraftan mevzu haritasını da çı- lam’ın dili, Osmanlı medeniyeti ile birlikte karmalıyız. inşa edilen “Osmanlı Türkçesi”ne inkılap etmiş, Arapça hala ana kaynakların dili olma Mevzu sayısı ve çeşidinin zenginliği, itibarını muhafaza etmekle birlikte, “medeniönce ana başlıkları tespit etmek, sonra da alt yet dili” olarak Osmanlıca kullanılmaya başbaşlıklara ve nihayet teferruata doğru inmek lanmıştır. şeklinde bir usul takibini gerektirir. Böyle başlandığında, ıstılah haritasına paralel olarak Osmanlıca, İslam’ın medeniyet dilinereye kadar inilebiliyorsa oraya kadar iner, dir. İslam coğrafyasındaki ana dilleri süzmüş, daha sonra teferruata doğru devam etmeyi Türkçe merkezinde terkip etmiş, Arapça, mümkün kılacak bir yol haritasıyla birlikte Farsça başta olmak üzere Osmanlı coğrafyabekletilebilir. sındaki tüm dillerin en güzel kelimelerini almış, hepsinden muhteşem bir terkip inşa * etmiştir. Osmanlıca, Arapçadan daha hacimli Mevzu haritası, İslam’ın meselelerini bir ilim dili, Farsçadan daha güzel bir sanat gösterir. Neleri kendine mevzu edindiğini gös- ve edebiyat dilidir ve hepsini ihtiva ve terkip terdiği gibi, meseleler arasında bir meratip etmekle de medeniyet dili için tüm şartları silsilesi olduğunu, hangisinin daha mühim taşımaktadır. olduğunu da işaretler. Mevzu haritasındaki ehemmiyet meratibi, İslam’ı nasıl anlamamız gerektiğini, İslami dünya görüşünün ne olduğunu, hangi merkeze yerleştiğini, ufkunun ve ihata duvarının nerede bulunduğunu ifade eder. * Osmanlıca, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’nin, Arap lisan havzasında inşa ettiği tüm ıstılahları nakletmiş, o hususta tam bir sadakat göstermiş, kadimden beri kullanılan İslam’ın dilini muhtevasının merkezine Mevzu ve ıstılah haritası olmadığında, yerleştirmiş, bununla iktifa etmemiş ve mehangi mevzuun hangi çerçevede ele alındığını, deniyet dili haline gelmek için dünyanın en meratip silsilesindeki irtifaını, alakalı mesele- zengin dili olmuştur. lerin neler olduğunu, hangi kaynaklara dayandığını bilemeyiz. Böyle bir harita olmadığı _________________*__________________ (olanlar unutulduğu ve yenisi çıkarılamadığı) için, fikir tartışması adı altında kör döğüşü Mevzu ve ıstılah haritasının lisan havzası yapılır ki durumumuz tam olarak budur. Istılah Osmanlıcadır. Osmanlıca, sıra kendine geharitamız unutulduğu için, aynı mefhumları lene kadar inşa edilmiş olan tüm İslam mekullanmamıza rağmen farklı manalar anlıyor, deniyetlerinin müktesebatını kendi dil havmüşterek ıstılah haritası ve tarifi kaybedildiği zasına taşımış, mirasçısı olduğu Arap-İslam için farklı fikirlere sahip olduğumuzu zannedi- medeniyetini, Endülüs-İslam medeniyetini, yoruz. Oysa mesele dil bahsidir ve ıstılah hari- Türkistan-İslam medeniyetini, Hind-İslam medeniyetini kendi bünyesinde cem ve tertası çıkarılsa problem kalmayacaktır. kip etmiştir. * _________________*__________________ İslam’ın dili, kadimden beri Arap lisan Mevzu ve ıstılah haritasının lisan havzasında imal edilmiştir. Yaklaşık sekizdokuz asır Arap lisan havzasında oluşan İs- havzası Osmanlıcadır. Osmanlıca, sıra ken24 dine gelene kadar inşa edilmiş olan tüm İslam medeniyetlerinin müktesebatını kendi dil havzasına taşımış, mirasçısı olduğu Arap-İslam medeniyetini, Endülüs-İslam medeniyetini, Türkistan-İslam medeniyetini, Hind-İslam medeniyetini kendi bünyesinde cem ve terkip etmiştir. Osmanlıcadaki terkip ve inşa hususiyeti kapalı bir dil havzası olmaya manidir ve mütemadiyen tekamül etmenin altyapısına ve şartlarına sahiptir. Meseleye bu cihetten bakıldığında, Müslümanların son birkaç asırdır bilgi üzerindeki tasarrufu kaybetmesiyle oluşan zafiyet, Osmanlıcanın mezkur hususiyetleriyle giderilebilir. Yani birkaç asırdır bizim dışımızda (özellikle batı tarafından) üretilen bilgi ve bilimin verilerini, Osmanlıcada ifade etmek, ifade edebilmek için inşa ve terkip faaliyetine devam etmek mümkündür. Bu meseleyi günümüz Türkçesiyle yapmak istediğimizde, yolumuz kaçınılmaz olarak “uydurukça”ya çıkar. * “mevzu ve ıstılah haritası” ile birlikte Osmanlıca üzerinde çalışma yapmaktır. Bir taraftan Osmanlıcaya çalışmak ve onu kullanmaya başlamak diğer taraftan mevzu ve ıstılah haritasını çıkarmak… Bunlar birlikte yapıldığında görülecektir ki, bugün için çok çetin zannedilen birçok mesele, zaten hazır halde bizi beklemektedir. Osmanlıcadaki zenginlik ve giriftlik, günlük ihtiyaçları karşılamak için kullanılan kelime miktarı kadar öğrenmekle çözülemez. Osmanlıca bir medeniyet dili olarak tahsil edilmeli ve muhtevasında mahfuz olduğunu düşündüğümüz medeniyet tasavvurunun altyapısı olan mevzu ve ıstılah haritası da çıkarılmalıdır. * Not: Uydurukçayı ben de uzun süre kullandım. Dil bahsini tetkik ve idrak etmeden fikir üretmeye başlamanın ne kadar vahim bir mesele olduğunu Fikirteknesi ile münasebet tesisinden sonra fark ettim. İki adet kitabım (“Düşünür kimdir?”, “Düşünce nedir?” isimli kitaplar) uydurukçanın yoğun kullanıldığı eserlerdir ve Fikirteknesi yayınlarından o şekilde basılmıştır. Bulduğum ilk fırsatta dilini değiştirmek ve yeniden kaleme almak düşüncesindeyim. Medeniyet tasavvurumuzu oluşturacağımız dil havzası, zarureten Osmanlıcadır. Bu mevzu, bir tercih meselesi değil, bir mecburiyettir. Osmanlıca dışında bir dil havzasını kullanmak, medeniyet tasavvuru ve inşası bir tarafa, sadece dil meselesini halletmek için asgari birkaç asır çalışmamız gerektirir. Osmanlıca gibi muhteşem bir dil ve müktesebat varken, ABDULLAH TATLI yeniden bir dil inşa etmeye çalışmak, bunun için asırlarca uğraşmak, kötü niyetlilerin iha- [email protected] netini, iyi niyetlilerin idrak sığlığını gösterir. Hazırda olan bir kıymeti, hem de muhteşem bir kıymeti bir tarafa bırakıp, yeniden inşa etmeye çalışmak, zamanımızı ve mesaimizi boşa harcamaktır. Osmanlıca doğru ve derinliğine anlaşıldığı takdirde, zaten bir medeniyet tasavvurunun olduğu görülecektir. Ne ki, Osmanlıcaya vukufiyetteki sığlık, meseleyi derinliğine anlamaya manidir. Tedbir ve teklifimiz ise, 25 ğında modern zamanlara uygun asılsız tefsir ve te'villerin önü açılmış olmaktadır. TARİH ÜTOPYA VE YEDİ KURUCU KAVRAM Medeniyet, kurucu (temel) kavramlar etrafında teşekkül eder. Kurucu kavramlar, bakış açısının, dolayısıyla kurucu değerlerin ifadesidir ki, medeniyetin ana çerçevesini ve muhtevasını belirlerler. Peki, İslam medeniyeti hangi temel (kurucu) kavramlar veya kurucu değerler etrafında teşekkül etmeli, nasıl bir muhtevaya sahip olmalıdır? __________________*__________________ Tarih bizim hafızamızdır, gerek İslam'ın bize ulaştığı ve medeniyetin teşekkül ettiği ana mecrayı gerek sapma ve çöküş noktalarını bulabildiğimiz, hulâsa ne olup bittiğini anlayabilmemizi sağlayan ana zemindir. İslam tarihten soyutlandığı anda adresi belli olmayan, gelişimini bilmediğimiz, doğruyu yanlıştan ayırt etmemize olanak tanımayan bir meçhule dönüşmektedir. Cevdet Said'in Makaleler'inde ifade ettiği gibi, "Tarih ilmi, bilginin kaynağı, hakkın ve bâtılın şahidi, rüşd'ün (doğruluğun) gay'dan (sapıklıktan) ayırt edilmesini sağlayan 'kriter' haline gelmiştir. Tarih ilminin böyle bir fonksiyon üstlenmesi, şu sonucun ortaya çıkmasını sağlamak içindir: Helak olan açık delille helak olsun, yaşayan da açık delille yaşasın." (Enfal: 42).(1) Sorunun cevabını bulabileceğimiz yegâne mecra tarihtir. Zira ilk nüve Hicret’le birlikte Medine’de teşekkül etmiş, İslam bir medeniyet hamlesi gerçekleştirerek bir asırdan kısa bir zamanda merkez üssü Medine’den üç kıtaya yayılıp yerleşmiş, İslam medeniyeti tarih içinde gelişerek işlevini en üst seviyede yerine getirmiş ve 20. Yüzyılın başlarında hitam bulmuştur. __________________*_________________ __________________*__________________ Sorunun cevabını bulabileceğimiz yegâne mecra tarihtir. Zira ilk nüve Hicret’le birlikte Medine’de teşekkül etmiş, İslam bir medeniyet hamlesi gerçekleştirerek bir asırdan kısa bir zamanda merkez üssü Medine’den üç kıtaya yayılıp yerleşmiş, İslam medeniyeti tarih içinde gelişerek işlevini en üst seviyede yerine getirmiş ve 20. Yüzyılın başlarında hitam bulmuştur. Dolayısıyla soruya modern paradigma çerçevesinde doğru cevap vermek mümkün değildir; bilakis sorunun cevabı tarih içinde verilmiştir. Bu bakımdan tarihsizlik, delilsizlik demektir aynı zamanda. Böylece kimin, nerede, ne zaman, hangi saikle, nasıl ve ne yaptığı bilinmez hale gelmekte, hem tarihe yönelik karalama kampanyalarının hem de eklektik yaklaşımların önü açılmaktadır. Tarihin bir parçası -veya tarihî bir delilolarak, vahyin nüzûl sebeplerini, dolayısıyla nâzil olduğu ortamı bilmemizi sağlayan Esbâb-Nüzûl'ün -ki rivayetlere dayanmaktadır- ve daha geniş çerçevede Sünnet'inHadis'in inkârıyla amaçlanan da bundan başkası değildir. __________________*_________________ Buna karşın sonradan türedi yaklaşımları benimseyenler tarihsiz bir İslam var etBu bakımdan tarihsizlik, delilsizlik mek, bir diğer ifadeyle İslam'ı ve İslam mede- demektir aynı zamanda. Böylece kimin, neniyetini kendi tarihinden soyutlamak istiyorlar. rede, ne zaman, hangi saikle, nasıl ve ne yapZira sabit tarihî gerçekler devre dışı bırakıldı- tığı bilinmez hale gelmekte, hem tarihe yönelik karalama kampanyalarının hem de eklek26 tik yaklaşımların önü açılmaktadır. Tarihin bir parçası -veya tarihî bir delil- olarak, vahyin nüzûl sebeplerini, dolayısıyla nâzil olduğu ortamı bilmemizi sağlayan Esbâb-Nüzûl'ün -ki rivayetlere dayanmaktadır- ve daha geniş çerçevede Sünnet'in-Hadis'in inkârıyla amaçlanan da bundan başkası değildir. kezli modern disiplinler (ideolojiler) tarafından kurgulanan "yeryüzü cennetinin" herhangi bir karşılığı ya da gerçekliği yoktur; ne yaşanmıştır ne de onu gören, duyan olmuştur. Dolayısıyla İslam medeniyeti, modern “aklın” nitelendirdiği şekilde bir ütopya değil, bilakis tarihî bir hakikattir. Bununla birlikte İslam medeniyeti, modern “akıl” tarafından “ütopya” olarak nitelendirilmektedir. Batı'da Thomas More ile birlikte ütopyacılık gelişti ve böylece süreç içinde yeni bir edebî tür ortaya çıktı. Batı'nın maddîmanevî hemen her alanda yaşadığı bunalımlara karşılık birçok yazar ve düşünür ütopya (olmayan yer) denemeleriyle ideal bir sosyal, politik ve ekonomik düzen hayal ettiler. İslam medeniyetini inşa eden ve bugün medeniyetin ihyası için gerekli olan yedi kurucu kavrama gelince, bunlar sırasıyla ilim, irfan, tevhid, iman, ahlak, ıslah ve adalettir. Bunlar doğrudan birbirlerine bağlı, biri yekdiğerine şekil veren veya yol açan kavramlardır. İlimsiz yol bulunmaz, irfansız kemâle erilmez, tevhidsiz iman, imansız kulluk olmaz, yol yürünmez, ahlaksız felah bulunmaz, ıslah yoksa ifsat vardır, ifsadın olduBizde ise ihtiyaç duyulmadığı için ğu yerde de adalet yoktur. Bu kavramlardan ütopyacılık gelişmemiştir. Zira bizde hem 20. biri dahi devre dışı kaldığında medeniyet Yüzyılın ilk çeyreğine kadar Şeriat devamlı veya medeniyet perspektifi- çöker. surette yürürlükte olmuş hem de Hz. Peygamber'in Medine'si (Dâru's-Selâm) yaşanmış, Yer mahdut olduğu için, kurucu kavcanlı bir örneklik -veya model- teşkil etmiştir. ramları, fikir aşamasındaki medeniyet yürüBu nedenle Müslüman toplumlarda “olmayan yüşümüzün bir sonraki adımında, İlim, İrfan, yer” düşlenmemiş, zaten mevcut olan örnekli- Tefekkür konulu bir sonraki sayıda sırasıyla ğin diriltilmesine veya eldeki malzemenin ele alacağız. doğru kullanımına dayanan ihya veya rücû ATİLLA FİKRİ ERGUN anlayışı benimsenmiştir. Hz. İsa Mesih, Roma hâkimiyeti altındaki topraklarda yaşadı, dolayısıyla onun Hz. Peygamber gibi bir Medine'si olmamıştır. Bu nedenle Hıristiyan Batı'nın ihya edebileceği veya başı sıkıştığında rücû edebileceği bir yer, bir dönem yoktu. Thomas More'un -ki Katolik idi- Ütopya'sı böylece yeni bir edebî türe öncülük etti. Hz. Peygamber'in Medine'si ise sabit tarihî bir gerçek, canlı bir örnekliktir, yaşanmıştır ve herkes tarafından bilinmektedir. Buna mukabil gerek Batılı orta çağ düşünürleri tarafından hayal edilen gerek -Aydınlanma ve Sanayi Devrimi'nden bu yana- Avrupa mer27 [email protected] Dipnot: 1- Cevdet Said, Makaleler, Pınar Yayınları, 1. Baskı, 2006 TEK DİŞİ KALMIŞ MEDENİYETE mız inşa edilinceye kadar entelektüeli kulKARŞI TAKMA DİŞLİ MEDENİYET lanmaya devam edelim. Liberal kapitalizmden Marksizme kaHAMLELERİ Kültür ve medeniyet kavramları muhteva olarak kendi idrak ve pratiklerimizde kadim olarak mevcut olsa da, bu mefhumlarla batılı kavramlar olarak tanıştık. Kavramların bir refleks olarak geliştirilme ihtiyacı, “bizde aslında medeniyiz” gibi cılız bir reaksiyonla başladı. Oysa bizim için olduğu kadar Batı için de yeniydi bu kavramlar. Medeniyet (Civilisation), 1756'da Fransa'da doğmuş ancak bize ulaşması için “kültür” kavramı gibi II. Meşrutiyet’e kadar beklenmemiş, Batıcılığın sadık sancaktarlarından olan Mustafa Reşit Paşa ile Tanzimat’la beraber bize taşınmıştır kavram(1). Süreç içerisinde, coğrafya ve medeniyetimize mana ve maddesiyle ait olanlar medeniyetle ilgili cevaplar da üretmeye başladılar. Medeniyetler fiziki meydan okumalarından önce, ürettikleri ve çağa armağan ettikleri, hatta cebri olarak dayattıkları kavramlarla, entelektüel düzlemde meydan okurlar. Bu yanı ile entelektüeller, birazdan başlayacak olan medeniyetler savaşının adeta mana fedaisi olarak öncüleridir. dar olan çizgide, bu düşüncelerin kalıplarına zihnini ve gönlünü teslim eden entelektüellerin, kendimize ait bir hamle ihtiyacı içinde bulunmadıklarını kabul edersek, genel itibari ile medeniyet kaygısı bütün renkleri ile milli entelektüellerin tefekkür sahasında kalmıştır. Huntington’un -zaten tarih boyunca süregeleni- ilan ettiği “Medeniyetler Çatışması”(2) ve Fukuyama’nın “Tarihin Sonu”(3) tezleri, topyekûn Batı Medeniyetinin dışında kalan sahalarda entelektüel heyecanları harekete geçirdi. Fukuyama’nın, “tarihin sonuna gelindiğini ve artık liberal kapitalizmin zaferini” ilan ettiği çalışmasına, Huntington bir tehdit ekledi: “Zaferimizi kabul etmezseniz çatışırız!”. Oysa “Haçlı Seferlerini dahi medeniyetler mücadelesi” olarak niteleyen Arnold J Toynbee bu çatışmanın sonucunu çok daha evvelden ilan etmişti bile. Batı Medeniyeti ile karşı karşıya kalırsanız mağlup olursunuz ve sonrasında yaşayakalmak için Roma Medeniyeti ile karşılaşmak cesaretinde bulunan barbarlar gibi iki seçeneğiniz olur. Ya Zealot olursunuz ya da Herodian! Zealot ve Herodian’la bize biçilen rolün ne olduğunu, öneEsasında, entelektüel de medeniyet ve mine binaen Arnold J Toynbee’nin “Uygarlık kültür gibi bize ait kavramlardan değildir. Kö- Yargılanıyor”(4) isimli kitabından ayniyle ken olarak “intellect”ten türeyip, “akıl sahibi, aktarmak istiyorum. müdrike sahibi” olarak, âlime karşılık gelse de “Zealot: Bilinmeyenden kaçandır; yamünevver, aydın ve düşünürle karşılık bulunbancı birisi karşısına son model silahlarla maya çalışılan kavram, düşünce dünyamızda çıkıp, üstün taktiklerle savaşa giriştiğinde ve kalıcı bir ikametgâh edinmiştir. Yarınlarda bu karşılaşmada durumu kötüye gittiğinde, verilecek entelektüel mücadeleyi, arif ve âlim kendi geleneksel savaş tekniğini titiz bir bikavramları üzerinden bayraklaştırmak veya her cimde uygulayan insandır. Aslında Zealotluk, ikisini de içerecek yeni bir kavramla cephelendış bir zorlamayla eskinin diriltilmesidir ki dirmek gerekmektedir! Sonrasında bırakalım bunun en güzel örneklerini çağdaş İslam birazda Batılılar hayıflansın “bizde arif ve âlim dünyasında, Kuzey Afrikalı Sunusiler ve yetişmiyor” diye. Şimdilik kendi öz kavramıOrta Arabistanlı Vahhabiler veriyorlar. Ro28 malıların miladi tarihin ilk iki yüzyılında Yahudi Zealotları devirdiği gibi, bugün de Batı dünyasının büyük kuvvetlerinden birisi de ABD, örneğin eğer Vahhabi Zealotlar kendisi için önem verilebilecek bir tehlike yaratırsa, aynı biçimde devirebileceği sonucunu çıkarıyoruz”. oluşturan temeller: “Yunan aklı, Roma nizamı ve Hristiyan ahlakı”dır. Dawson, ortaya koyduğu Batı medeniyeti teslisine, birde Barbar istilasının muharrik gücünü ilave eder.(6) Mezkûr üçleme bir yana, Barbar istilası olarak kastedilen muharrik güçte bizim katkımız azımsanmayacak ölçüdedir. Tam da bu noktada Will Durant’tan İlkin Batı Roma’nın yıkılışı ve 1000 yıl kadar alıntı yapmam uygun olacak. Batı Medeniyeti- sonra da Doğu Romanın yıkılışı bizzat bizim nin korunması görevini, Durant, ABD’ne ve- ellerimizle olmuştur. rir. “Savaşı, derhal düşman medeniyetlerin Bugün Batı kendisini özellikle kendioluşabileceği topraklara götürmeyi ve oluşum- sinden olmayanlara “Yunan aklı, Roma nilarını daha başlangıcında imha etmeyi, hatta zamı ve Hristiyan ahlakı” üzerinden ifade eğer gerekirse 100 bin, hatta daha da ihtiyaç etmek yerine, herkesçe kabul edilebilirliği var ise 1 milyon sivil Amerikalının ölümü pa- mümkün olan sonuç değerleri üzerinden ifahasına bu görevi yerine getirmesini” ister(5). de etmektedir. Bu değerlerin kavramları ile Irak’tan, Afganistan’a kadar ABD’nin ne ara- kendisine tesir sahası oluşturup, yine bu kavdığını bundan 50 sene kadar önce Will Durant ramlarla, mukayeseler yaparak kendi medeişaret etmiş bizlere. niyetinin üstünlüğünü hem rakiplerine hem “Herodian: Bilinmeyenin tehlikesinden de müntesiplerine ilan etmektedir. korunmak için en etkin yolun, sırrını keşfetmekte yattığı ilkelerine göre hareket eden insandır; kendisinden becerikli ve daha iyi silahlanmış olan birisiyle karşılaştığında geleneksel savaş tekniğini unutarak düşmanının taktik ve silahıyla savaşmayı öğrenen insandır. Eğer Zealotluk dış baskıyla diriltilen eskinin bir çeşidiyse Herodianlık aynı dış baskıyla diriltilen bir kozmopolitlik çeşididir”. Herodianlık ve Zealotluğun Batı medeniyeti karşısında hiçbir işe yaramayacağını uzun uzun detaylandıran Toynbee, kendi medeniyetleri dışında kalan herkesin en iyi olabilecekleri şeyin ancak kendileri için çalışan vasıflı işçiler olacağını belirtmeyi de ihmal etmez. Nedir bu değer ve kavramlar? Özellikle baskın olarak vurgulananları: Özgürlük, demokrasi ve insan haklarıdır (özelde kadın hakları)! Zaman zaman Batılı liderler tarafından gafletle(!?) ağızlarından kaçırılan “Haçlı Seferi” ifadelerine rağmen medeniyetler çatışması, yukarıda Dawson’dan alıntılayarak verdiğimiz ölçüler üzerinden verilmemektedir. Batının kendisinden olmayan Barbarlarla savaşı, “özgürlük, demokrasi ve insan hakları teslisi” üzerinden sürdürülmektedir. Bugüne kadar olduğu gibi, Batı ile sürdürülen mücadeleler onların ihtisas ve istismar sahası olan “özgürlük, demokrasi ve insan hakları üçgeni”ne hapsedildiği müddetçe, ortaya konan Peki, Batı Medeniyeti denilen şey ne- cevaplar ancak “ama bunlar bizde de var” dir? Bizim onunla ilgili kabullerimizden ziya- türünden nakıs, arızalı, malul ve çokça da de, bizzat Batılı mütefekkirlerin tanımlarından mahkûm cevaplar olacaktır. hareketle, bu medeniyetin vaat ettiklerini ve Özgürlük, demokrasi ve insan hakları kendini, kendisi olarak ifade edişinden kendi- çerçevesinde kendimiz olarak geliştirebilecesini yakalamak daha doğru olacaktır. Cristop- ğimiz her türlü atağımız, ahlak çerçevesiyle her Dawson’un “Batı’nın Oluşumu” isimli tahdit edilmek mecburiyetindedir. Oysa ahlaeserinde ifade ettiği üzere, Batı Medeniyetini kı temel alarak yapılacak savunmalar üzerin29 den, Batı ile özgürlük, insan hakları ve demokrasi yarıştırabilmek mümkün değildir. O halde kendimize ait değer ve kavramlarla, Batı Medeniyetine karşı bir duruş ve tavır sergilemek daha isabetli bir tercih olacaktır. Yoksa “bizde özgürlük…” diye başlayacak bütün cümleler karikatürize biçimde dekoltelere takılıp kalacaktır. Üstelik Batı medeniyetinin liberal Kapitalizmle ulaştığı bugünkü mevki, Dawson’ca ifadelenen temellere hiçbir aleni göndermede bulunmadan, kendisine daha cömert stratejik imkânlar sunmaktadır. İnsani her saha, teknolojik üstünlüğü sayesinde bir endüstri haline getirilerek karşısında durmanın zor olduğu masum ve makul silahlara dönüştürülmektedir. Bugün sanat, müzik ve edebiyat Batının en güçlü istila vasıtalarındandır. Neden? Çünkü bunlar evrensel ilan edilmiş ve evrensellikleri herkesçe kabul görmüştür. Oysa evrensel denen şey egemen olandır. Hâkim olandır, baskın olandır, bastırandır. Zihinlere ve gönüllere, göz ve kulaklar vasıtasıyla yayılandır. Bugün müziğimiz değişiyor, Batı müziğinin ses ve enstrüman kalıplarına doğru evriliyor. Sadece müzikte de değil, sinemada, şiirde, romanda, plastik sanatlarda hatta moda da normları Batı belirliyor. Espri anlayışlarımız giderek Batılı kıymetlerle buluşuyor. Hatta güzelimiz ve çirkinimiz bile Batılı referanslarla oluşuyor. Yemek kültürümüz ve lezzet anlayışımız değişiyor. Korkarım, üzüntü kaynaklarımız da giderek Batılılaşıyor. Sanat, edebiyat ve müzik sadece zihni melekelerimize format çekmiyor, ruhumuzu da biçimlendiriyor. Merhum Mehmet Akif Batı Medeniyetini tanımlarken “Tek dişi kalmış canavar” metaforunu kullanmıştı. Batının geliştirip piyasaya sunduğu değerler üzerinden kurulmaya çalışılacak bir medeniyet, bize ancak ‘Takma dişli bir medeniyet” sunacak ve Batının mahpesinden bizi kurtaramayacaktır. Tek dişi kal30 mış medeniyete karşı takma dişli medeniyet hamleleri, insanlık için bir ümit olamayacağı gibi insanlığın istismarına mani de olamayacaktır. Kendi öz kaynaklarımızda bulunan kıymetlerle değerler oluşturmalı ve bunu insanlığın ihtiyacına, öncelikli olarak sanat ve edebiyat üzerinden sunmalıyız. Her türlü istismarına rağmen sanat ve edebiyat, insanların anlaşıp uzlaşabileceği bir alan oluşturmaktadır. İnsan hakları, özgürlük ve demokrasi vurgusunun oluşturduğu Batılı insan modelinin üzerine ancak hak, adalet ve vicdan üçlemesi ile oluşan, idrak ve sorumluluk duygusu had safhaya ulaşmış insan modeliyle çıkabiliriz. Hem, hak, adalet ve vicdan sadece insanlar için değil fizik ve biyolojik bütün kâinatı kapsayacak bir varlık tasavvuru ile şekillendirilmelidir. Batı sadece kendisinden olan insanlara, oluşturduğu kıymetler üzerinden barış, huzur ve refah taşımak iddiasındadır. Bizim medeniyetimiz, sadece insan olduğu için bütün insanlara ve topyekûn tüm varlığa barış, huzur ve refah taşımak iddiasında olmalıdır. Dr. AYHAN ERALP [email protected] KAYNAKÇA 1) Cemil Meriç “Sosyoloji Notları”. 2) Samuel P. Huntington “Medeniyetler Çatışması”. 3) Francis Fukuyama “Tarihin Sonu ve Son İnsan”. 4) Arnold J. Toynbee “Uygarlık Yargılanıyor”. 5) Wiil & Ariel Durant “Tarihten Alınacak Dersler”. 6) Christopher Dawson “Batının Oluşumu” MEDENİYET TASAVVURUNUN LİSAN HAVZASI MAYINLI Bir lisanımız vardı, adı Türkçe… İyi kötü onunla anlaşıyorduk, girift ve derin manalara ihtiyacımız yoktu orta Asya’da, kılıç, meselelerimizi çözmek için maharetle kullandığımız bir dil aletiydi aynı zamanda. Kılıçla çözemediğimiz çok az mevzu vardı, onları da mesele etmiyorduk. Müslüman olduktan sonra başladı lisan ve dil ile ilgili esas kavgamız. Ne “acun” ile olacak gibiydi, ne de “Gök Tengri” ile… Sonsuz kudret sahibi olan Allah Azze ve Celle’ye iman etmiştik, hiçbir derinliği ve deruni boyutu olmayan lisan ile dünya durdukça hatırlanacak medeniyetler inşa edemez, aleme nizamat veremezdik. Ne ki dilimizi de değiştiremezdik, dilimiz kendimizdi, bununla beraber asıl ve asil olan kendimizi dinimizle keşfetmiştik. Bu berzahta kıvranırken karabudun, dâhilerimiz el attı meseleye, ne başka bir lisana geçtik ne de yeni dinimizden vazgeçtik. Dahilerimiz bildi ve anladı, önce medeniyet dili inşa edecektik, ancak ondan sonra medeniyet inşa edebilirdik. _________________*___________________ İnsanlık tarihinin benzersiz tefekkür hamlelerinden birini gerçekleştirdik ve bir medeniyet dili inşa ettik, adına da Osmanlıca dedik. Bal gibi Türkçeydi, ne ki hiç kimse orta Asya’daki Türkçenin böyle bir oğul verebileceğine inanamadı. Deliden dahi doğmuştu ve tabii ki inanılmazdı. İmanın ne olduğunu anlamayanlar için inanılmazdı, zira ana rahmini iman döllemişti. İmanın kendisi zaten bir mucizeydi, neticeleri de öyle oldu ve imandan nasibi olmayanlar anlayamadı o muhteşem hamlenin ne manaya geldiğini. _________________*___________________ İnsanlık tarihinin benzersiz tefekkür hamlelerinden birini gerçekleştirdik ve bir medeniyet dili inşa ettik, adına da Osmanlıca dedik. Bal gibi Türkçeydi, ne ki hiç kimse orta Asya’daki Türkçenin böyle bir oğul verebileceğine inanamadı. Deliden dahi doğmuştu ve tabii ki inanılmazdı. İmanın ne olduğunu anlamayanlar için inanılmazdı, zira ana rahmini iman döllemişti. İmanın kendisi zaten bir mucizeydi, neticeleri de öyle oldu ve imandan nasibi olmayanlar anlayamadı o muhteşem hamlenin ne manaya geldiğini. ________________*___________________ Asırlarca sonra birileri daha anladı, güneşin battığı tarafta… Güneşin battığı ve karanlığın çöktüğü coğrafyanın dâhileri, anladılar işin sırrını. Sır, iman ve dilde mahfuzdu, o ikisi yerli yerinde durduğu müddetçe medeniyet yeniden kendini doğuracaktı. ________________*___________________ Asırlarca sonra birileri daha anladı, güneşin battığı tarafta… Güneşin battığı ve karanlığın çöktüğü coğrafyanın dâhileri, anladılar işin sırrını. Sır, iman ve dilde mahfuzdu, o ikisi yerli yerinde durduğu müddetçe medeniyet yeniden kendini doğuracaktı. Orta Asya Türkçesinden medeniyet dili inşa eden bu millet, medeniyet dilini muhafaza ettiği müddetçe tekrar tekrar dirilecekti. Güneşin battığı karanlık coğrafyanın kanalizasyonlarında yaptılar hain ve sinsi planlarını, dediler ki, “dillerini ve imanlarını almalıyız”. Güneşin doğduğu bu topraklarda, ışığı medeniyete tahvil eden bir dil, idrak ve iman havzası vardı ve dünya buradan aydınlanıyordu. Güneşin battığı topraklar ancak buradaki medeniyet kristalinden yansıyan ışıkla idare ediyordu, ne ki tabiatları karanlığa alışık olduğu için, ışığın kaynağını kuruttu yarasalar. Dil devrimini yaptılar, artık mefhumlarımız yok, kavramlarımız var. Fehmetmeyi 31 bıraktık kavramaya başladık. İdrak etmeyi bıraktık algılamaya başladık. Bunlar arasındaki fark ise, medeniyet ile vahşet arasındaki fark kadardır. Buyurun, birkaç misal üzerinden mayınlanmış dil haritamızın ne hale geldiğini görün. “Modernite” Kavramı Müslümanların Anadolu’da yeniden bir medeniyet hamlesi gerçekleştirmesinin en büyük engellerinden birisi hiç şüphesiz modernite kavramıdır. Modernite, verdiğinden çok almasıyla meşhur olan sinsi ve dünyevi savruluştur. Modernite kavramıyla çalınan veya sinsi ve kurnazca alınan yahut derin bir ihanetle aşırılan kıymet ölçülerimiz, idrakimizi, tefekkürümüzü, hassasiyetimizi yok etti, böylece her türlü mana elimizin altından kaydı gitti. Öyle ki bazıları “ceketimizin astarı arasına girdi” fakat biz nereye bakacağını bilemez hale geldiğimiz için bir daha bulamadık. Çünkü modernite gözlüğü, kendi renklerimize kördü, sadece belli renkleri görüyordu, o renkler de güneşin battığı karanlık coğrafyanın kör renkleriydi. Artık gayemiz başkaydı, hamlemiz başkaydı, varoluş (yani yok oluş) havzamız başkaydı. luk dünyanın taklidini marifet bilmeye başlamıştır. Müslümanlar, “mana” ve “maksat”larını kaybettikleri an, “Eşref-i mahlukat” makamındaki “Ahsen-i takvim” tahtından inip, “Esfel-e safiliyn” derekesindeki şeytanın tahtına oturmaktan kurtulamazlar. Şeytan tabii ki karanlığı sever, bu sebepledir ki güneşin battığı coğrafyada fazla mesai yapmış, orada kendine “insi şeytan” kontenjanından sayısız kadro yetiştirmiştir. Hz. Cebrail Aleyhisselamın gidemediği menzilde seyahat eden Fahri Kainat Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin ümmeti olmak şerefi, modernite gibi kavramlara kurban edilebilir miydi? Narkozun tesirinden birazcık kurtulup da sağına soluna bakan bir Müslüman, “Bu hal neyin nesi” diye çığlık çığlığa “Kusmaz mı öz ağzından kafatasını”. 150 yıldan beri güneşin battığı karanlık coğrafyanın dehlizlerinde yaşıyoruz. Kendilerine ne kadar benzersek benzeyelim biliyorlar ki başka bir ruh taşıyoruz. Bu sebeple bizi dehlizlerden ve hatta kanalizasyonlardan yukarı çıkarmıyorlar, çıkarmayacaklar. Biliyorlar güneşe aşina olduğumuzu, biliyorlar yeryüzüne çıkarsak güneşi tanıyacağımızı ve ruh patlamaları halinde yeniden tarihin üzerine yürüyeceğimizi. Onun için kilit üstüne kilit vurdular karanlık dehlizlerin Tarih boyunca her milletin yükseliş ve kapılarına… iniş süreçleri olmuş, med-cezir halleri mana ve maksat etrafında dönmüş, bu iki mihveri muhafaza edenler OLUŞ ve VAROLUŞ sürecini “Batıcılık” Kavramı başlatmış, kaybedenler ise ÇÜRÜME ve ÇÖKME güzergahına girmiştir. Modernite, Ah şu sefih serüven... İnsan güneşten güneşin battığı karanlık coğrafyanın suni ışık usanıp da mum ışığına özlem duyar mıymış? altında ürettiği bir makyajdan ibarettir ve ka- Akılları patlatacak bir izahsızlık… O mukadranlık coğrafyaya bile faydası olmamıştır. Ne des beyan bir daha ispat edilmiştir ki; insan var ki karanlık coğrafya, güneşten mahrum zalim, cahil ve nankördür… Aksi takdirde bu olduğu için o makyaja mahkumdur, buna mu- derin izahsızlığın altından kalkacak akıl kimkabil Müslümanlar güneşe sahip oldukları için de var? makyajsız halleriyle parıldarken, “gardırop İslam’ın yekununa muhatap olacak inkılapçılığının” tesiri altında kalmış ve o sokülli anlayışı kuşanmanın zamanı gelmedi 32 mi? Medeniyet tasavvuru namıyla meşhur büyük terkibi telif etmenin, “Otursun bende her şekil” demenin vakti ne zaman gelecek? Batılılaşma ve batıcılık kavramıyla biteviye meşgul olmak yerine, büyük terkibi telif etmekten, büyük hamleyi başlatmaktan başka bir yol, bir çare mi var? Batıyla hesaplaşmak için batıya giden ve batıda boğulanların hikayesini okumaktan bıkmadık mı? Batının canının derdine düştüğü bugün, batıyla hesaplaşmak yerine batıya karşı “ümmileşmek” ve kendimize karşı ünsiyet kesbetmek zamanı gelmiş olmalıdır. “Cemiyetten aldığı tüm telkin ve tesiri üzerinden silkip atacak” hamle, batıyla hesaplaşarak değil, kendimizle sohbet ve halvet ederek mümkün olacaktır. Necip Fazıl’ın batıyla hesaplaşması dünya çapındadır ve o defteri kapatmıştır, bize miras kalan batıyı unutmaktır. “Epistemolojik işgalin zihni kodları” ve akademisyenlerimizdir. Akademisyenler, tuzağı keşfedemedikleri için “bilim” ve “bilimsellik” yaftasıyla o tuzağın kopyalarını, adı üniversite olan imalathanelerde çoğaltıyor ve kendi kültür coğrafyamızı mayınlıyorlar. Batı uygarlığının epistemolojik evreninde “hakikat” yoktur. Oysa bizim medeniyetimiz, Allah Celle Celaluhu ile insan arasındaki münasebetin muhtevasını ve usulünü tayin eden hakikat kaynaklıdır. Hakikat, “Mutlak İlim” olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den ibarettir. Mutlak İlim yoksa bizdeki ilim ve batıdaki bilim, zan ve vehimden ibarettir. Medeniyet hamlesi önündeki engellerin belki de en büyüğü, batının epistemolojik işgalidir. Daha tehlikeli olan ise, “bilim” adamlarımızın bu işgalden memnun görünmesidir. Hulasa etmek gerekirse; Müslüman münevverlerin batının epistemolojik işgalinden kurtulması için yapılacak hamlelerden birisi, “Medeniyet Akademisi” ismiyle nev-i şahsına münhasır bir müessesenin kurulmasıdır. Bu kuruluş zihni savrulmaları önleyecek, parça fikre mahkumiyeti bitirecek, büyük terkibi telif ve büyük hamleyi başlatacak teşebbüstür. Aile birliğinden içtimai müessesesine, buhran içindeki gençliğinden ıstırap ve hafakan yüklü cemiyetine kadar her bir köşesinde fokur fokur kaynayan batının, çatır çatır çöktüğünü görmek bizim nesle nasipmiş. Batının büyük gürültüyle çöken enkazının altında kalmayanlara ne mutlu… Batının çöküş gürültüsünü ve ölüm hırıltısını hayat emaresi zanneden gafiller yok mu, işte onlar kendi mahrem coğrafyamızdaki medeniyet hamlesini doğmaİktisadi kavramlar dan boğmaya çalışan idraksizlerdir. Her şeye rağmen, yeni bir medeniyet tasavvurundan ve yeni bir medeniyet hamlesinden bahseden Müslümanların olması ümit vericidir. Bu ümidi muhafaza etmenin ilk şartı ise batının bilgi telakkisinden kurtulmaktır. Batı en girift ve en sinsi tuzağını bilgi ve ilim telakkisinde kurdu, o tuzağı görmemek, o tuzağa düşmek, o tuzağı ifşa edememek tüm çabayı “sam yeline” vermek anlamına gelir. Bu tuzağa en fazla yakalanan üniversitelerimiz 33 Batı’nın iktisadi kavram ve teorileri, İslam medeniyet tasavvuru ve inşa hamlesi için ciddi engellerin başında gelir. Batı, liberalizm-kapitalizm ve sosyalizm-komünizm gibi birbirine zıt görünen iktisadi teoriler ile insanlığın ve Müslümanların zihnini kıskaca almakta, iktisadi telakkileri bu paranteze sıkıştırmaktadır. Oysa her ikisi de hayatın kaynağını iktisadi alanda gören, her ikisi de “homo-ekonomikus” tarifini kabul eden, bu sebeple temelde birleşen teorilerdir. İslam iktisad telakkisi ise hayatın kaynağını iman, lıksız yardımlar şeklinde anlaşılır hale zeminini ahlak olarak kabul eder, iktisat bu geldi. Bu durum, sistem çapında düşünme temel üzerine bina edilir. İktisat, temel değil zafiyetinden kaynaklanan bir neticedir. teferruattır, batı teferruatı temel haline getiren ...Karz-Hasen, cemiyetin orta sınıbir ters ehram mimarıdır. fını ayakta tutacak bir müessesedir. Cemi“İktisadi liberalizmin felsefesini an- yetin mağdurlarını ve fakirlerini ayakta lamaksızın, bu felsefeye bağlı okulların teo- tutmak için müesseseler kurmak Müslürilerini anlamak mümkün değildir. Veya bu manların tabiki vazifesidir. Fakat orta felsefi görüşleri kabul etmeksizin, teoriler- sınıfıda ayakta tutmak mühim vazifelerinden çıkarılan politikayı da kabul etmek den biridir.” (Haki Demir- Adnan Köksömümkün değildir. Diğer bir deyişle, teoriler ken, Karz-Hasen Müessesi, Fikir Teknesi ve bunlara dayanarak çıkarılan politikanın Yayınları, sh.4-5) geçerliliği, ancak, teorinin gerisindeki belirli bir dünya görüşünün paylaşılmasına bağlıdır.” (Gülten Kazgan, İktisadi düşünce veya Medeniyet hamlesinin ön şartı, teşkilat ve Politik İktisadın Evrimi, İstanbul Bilgi Yayın- müessese telakkisi ları.1974, sf.49) İslam’ın her türlü hükmü müessese ve Gülten Kazgan’ın da farklı bir boyutu- teşkilatçılığın zaruretine atıf yaparken, güna temas ettiği ters ehram mimarisi anlaşılma- nümüz Müslümanlarının bu meseleye lakayt dan İslam iktisat telakkisi ve müesseseleri id- kalması nasıl izah edilebilir? rak ve inşa edilemeyecektir. Uzun ve tafsilatlı İslam Medeniyeti konusunda fikir izahlar dergi sayfalarında mümkün olmadığına göre, meseleyi “kitabiyat”a havale etmek tek talimi yapmak oldukça girift ve zor bir meseçaredir. Batının iktisat kavram ve teorilerinden ledir. Necip Fazıl’ın meşhur Sakarya şiirinde kurtulmanın müessese misali; Karz-ı Hasen dediği gibi; “Bu dava hor, bu dava öksüz, bu (Güzel Borç) namıyla maruf İslami müessese- dava büyük.”tür. Büyük hamlenin öncü fikri teşkilat ve müessese telakkisi, öncü kadrosu nin teşkilat numunesini inşa etmektir. ise “kurucu şahsiyet” çeşididir. Teşkilat ve Fikir Teknesi yayınlarından çıkan müessese fikri olmadan “kurucu şahsiyet” “Karz-ı Hasen Müessesi” kitabı, sahasında yetişmez, kurucu şahsiyetler yetişmeden de müessese numunesi teklif eden tek telif eser- büyük hamle başlatılamaz. Her ikisini mayadir. “Karz-Hasen, ihtiyacı olana borç ver- layan ise “inşa fikri”dir. mek, borçluyu rahatsız etmemek, mali duİnşa fikri, teşkilat ve müessese telakrumu iyi olmayan borçluya ihtiyacı kadar mühlet tanımak, onun şahsiyetini rencide kisi, kurucu şahsiyet çeşidi gibi bahisler Fietmemek... Istılahta bu ve benzeri şekillerde kirteknesi külliyatında çok sayıda kitapla tarif ve ifade ediliyor. Kaynakları Kur’an-ı tetkik edilmiştir. Kerim ve Sünnet-i Seniyye’dir. Her iki kayMETİN ACIPAYAM nakta zikredilen ve tavsiye edilen bir ibadettir. Kuşatıcı (üst) mefhumlardan biri [email protected] olan “İnfak” çeşitlerinden biridir. Günümüzde unutulmuş görünen İnfak türüdür. Günümüzde infak mefhumu sadece karşı34 tefekkürle ilgili çalışmalarını nasıl sürdürüyor? Can alıcı sorularımız bunlar? MEDENİYET TASAVVURUNDA “MÜKTESEBATIN TEDVİNİ” Batı, birkaç asırdan beri bilgi üzerinde hakimiyet kurdu. Kendi bilgi telakkisini dünyaya kabul ettirdi. Bilgi üzerinde öyle bir tasarruf sahibi oldu ki, tüm dünya onun hazırladığı tedvin ve tertibi (ISBN, ISSN ve sair) kullanmaya başladı. Batı, bir taraftan dünyanın ilim ve tefekkür üretimini kendi tedvin ve tertibi içine alarak, ilim ve fikir üretiminin çerçevesini ve ölçülerini oluşturdu diğer taraftan “bilim telakkisi” ile neyin bilim olduğunu, neyin bilim olmadığını tespit etme mevkiine oturdu. Kısacası, bilgi telakkisi batının, bilim telakkisi ve tasnifi batının, bütün bunların tedvin ve tertibi de batının olunca, nasıl tefekkür faaliyetinde bulunacağımız, ilimle nasıl iştigal edeceğimiz ve tüm bunları da nasıl tasnif, tertip ve tedvin edeceğimiz bahsi batının tasarrufuna girdi. Dünyadaki tüm bilim ve düşünce adamları, farkında olmadan batının gönüllü ajanları haline geldi. Böylece oryantalizm batıda müstakil bir faaliyet alanı olmaktan çıktı, dünyadaki her üniversite oryantalizmi kendi coğrafyasında üretmeye başladı, hem de maaşını kendi ülkesinin bütçesinden alarak… İslam dünyası (en azından Türkiye misalinde), batının bilgi, bilim ve felsefe telakkisine o kadar mahkum oldu ki, üniversiteleri batıda olmayan, başlığı açılmayan, deneyi (çalışması) yapılmayan bir konuyu “bilim” ve “bilimsel faaliyet” olarak kabul etmez hale geldi. Böylece bilim batının “öz malı”, dünya da (misalimizde Türkiye de) onun hizmetkarı oldu. Müslüman fikir ve ilim adamları, batının bilgi telakkisini kıramadığı, batının yaptığı bilimlerin tasnifinin dışına çıkamadığı, batının yaptığı tedvin ve tertibin dışında bir dünya oluşturmak için gayret ve hamle içinde olmadığı doğru değil midir? Bu tespit doğruysa, kadim müktesebatımızı batının epistemolojik evrenine taşımak için gönüllü personel ihtiyacını karşıladığını itiraf etme zamanı gelmedi mi? Kadim müktesebatımızı, batının pozitif aklına teyit ettirmek, pozitif bilim mecrasına uygun hale getirmek, böylece batının epistemolojik evrenine taşımak vazifesi gibi, on dört asırdır misali görünmeyen büyük ihaneti gönüllü olarak üstlenmiş olmuyorlar mı? Türkiye’deki ve İslam ülkelerindeki üniversiteler, kadim müktesebatımızı, batının epistemolojik evrenine taşımak için, sağını solunu kırıyor, İslami hususiyetlerini söküp atıyor, ana mihraka bağlılığını yok ediyor ve “pozitif bilim mecrasına sığabilir” hale getiriyor. Bunu yapınca, yani İslami müktesebatı “pozitif bilim mecrasına” mahkum edince, miraç mucizesi (haşa) muhal zannediliyor, “şakku’l kamer” mucizesi bir göz yanılması olarak görülüyor. “Şakkü’l kamer” mucizesine şahit olup da, “Kamer ikiye ayrılmadı, sen bana büyü yaptın” türünden itirazda bulunan Ebu Cehil’in cevabı, pozitif bilim mecrasına mahkum olmuş, müktesebatı da oraya taşımakla görevli kılınmış Müslüman ilim adamları tarafından yeni bir dil ve üslup ile tekrarlanmaya başlandı. Artık kadim müktesebatımızı merkeze almanın vakti geldi. Kadim müktesebatıBu kadar aşağılık psikolojisine mah- mızı merkeze almak ve onda merkezleşmek kum olan ülkede, Müslüman fikir ve ilim için tedvin ve tertip etme vakti geldi. Kadim adamları ne yapıyor? İslami ilimler ve İslami müktesebatımızı tedvin ve tertip ettiğimizde, 35 ilimlerin tasnifini yapabilme ve bilgi telakki- temel tasnif çerçevesi, bu çalışmanın ana mizi inşa etme imkanına kavuşuruz. haritasını teşkil edebilir. * O eserdeki teklif ana hatlarıyla şudur; İslam medeniyet tasavvuruna giden yol, bir taraftan ilimlerin tasnifinden diğer taraftan kadim müktesebatımızın tedvininden geçer. Medeniyet tasavvurunun ikmal edilmesi, bunlara ilave olarak “mana mimarisi” ve “mevzu haritası”nın çıkarılması şartını da ihtiva eder. Önce genişliğine (yatay alanda) bir tasnif var; “Kur’an ilimleri mecrası”, “Tevhid ilimleri mecrası”, “Beşeri ilimler mecrası”, “Müspet ilimler mecrası”… Sonra bu mecralar kendi içinde derinliğine (dikey) bir tasnife tabi tutulmuş; “Terkip ilimleri”, “Tetkik ilimleri”, “Tatbik ilimleri”… Kadim müktesebatımızın tedvin edilmesi, diğer tüm tefekkür hamleleri için altyapı mahiyetinde ve ehemmiyetindedir. Sıfırdan bir hareket başlatılmayacağına, kitap ve sünnet merkezinde bir medeniyet hamlesi ve hareketi başlatmak gerektiğine göre, ümmetin on dört asırlık müktesebatının tedvin ve tertip edilmesi, ulaşılabilir kılınması, zaruret derecesinde ihtiyaçtır. Zaten “mevzu haritası” müktesebatın tedvin ve tertibi ile ortaya çıkacaktır. Keza “ilimlerin tasnifi”, bir taraftan kadim müktesebatımızdaki ilimleri esas alacak diğer taraftan onlarla birlikte günümüz ilimlerini de ihtiva edecektir. Bu tasnif umumi hatları ihtiva etmekte ve ana haritayı göstermektedir. Tabii ki bu tasnif içinde ilimlerin tasnif teferruatıyla yapılmalıdır. Ne var ki, kadim müktesebatımızın tedvin ve tertibi yapılmadan, müktesebatımız ortaya çıkarılmadan teferruatlı tasnifi yapmak yanlış veya eksik olur. * * Bir taraftan kadim müktesebatın tedvin ve tertibini yapmalıyız diğer taraftan tedvin ve tertip çabasının aldığı mesafeye göre ilimleri tasnif etmeliyiz. Kadim müktesebat tedvin edilmeden ilimlerin tasnifi yapılamaz, ilimlerin tasnifini yapamadığımızda da müktesebatın tedvin ve tertip çerçevesi oluşmaz. Bu sebeple her ikisini birden yapmalı, birinde atılan adımın diğer çalışmadaki mukabili ortaya konulmalıdır. Muhakkak ki başka teklifler de olabilir, olmalıdır da… Bundan daha kuşatıcı bir teklif olursa onu tatbik etmek, çalışmalarda onu kullanmak gerekir. Yeni bir teklif olmadığı takdirde, mevcut teklifin geliştirilmesi, zenginleştirilmesi, daha da kuşatıcı hale getirilmesi tefekkürün tekamülü içim şarttır. Bu konuda tüm tekliflere açığız, herhangi bir teklif yapıldığında ciddi şekilde müzakere ve müşavere yapılması gerektiğine inanıyoruz. Ana tasnifi takip ederek müktesebatın tedvinine başlanmalı, tedvin ve tertip çalışması mesafe aldıkça ilimlerin tasnifi de yapılmalıdır. Çalışma birbirini besleyerek, birbirini destekleyerek, birbirini tamamlayarak devam etmelidir. Önce ilimlerin tasnifine dair ana mec- OSMAN GAZNELİ ralarla başlamalıyız. Fikirteknesi yayınlarından [email protected] basılan “İslam Medeniyet Tasavvuru-1-Terkip ve Tefekkür” isimli eserde telif ve teklif edilen 36 MEDENİYET TASAVVURUNDA “İLİMLERİN TASNİFİ” İlimlerin tasnifi meselesi bilgi telakkisinin temelidir ve bilgi ile alakalı her meselenin başıdır. İlimlerin tasnifini yapmamış bir bakış ve anlayış, bilgi ile ilgili herhangi bir meseleye dair hiçbir şey söyleyemez. Bilgi, ilim, irfan ve tefekkür mevzularında sözün başı ve çerçevesi ilimlerin tasnifidir. İlimlerin tasnifini yapamadığımız, daha doğrusu böyle bir meselenin varlığından haberdar olmadığımız için, bilgi ile alakalı söylediklerimizin tamamı, batı menşelidir ve batının epistemolojik dünyasına aittir. Batıya karşı bağımsızlaşmanın esası bilgi telakkisidir, bilgi telakkisinin en önemli haritası ise ilimlerin tasnifidir. Kendi kaynaklarımızdan hareketle ilimlerin tasnifini yapmak zorundayız muhakkak ama bugün için aynı zamanda batıya karşı bağımsızlaşmak gibi bir problemimiz de mevcut. Batının en derin etkisi ve işgali “bilgi” ve “bilim” başlığı altındadır ve çok sinsi şekilde ve özellikle de “bilimsellik” kisvesiyle ruhumuza kadar sirayet eden bir hegemonyadır. Son üç-dört asra kadar dünyanın bilgi üretim hacmi düşüktü. İslam tarihinin ilk on asrında dünyadaki bilginin kahir ekseriyetini Müslüman fikir ve ilim adamları üretiyordu. İslam medeniyetleri, bilgi ve ilim üretimlerini umumiyetle İslami ilimlere hasretmişlerdi. Müspet ilimler mecrasındaki bilgi ve ilim üretimi bu sebeple çok azdı ve hayatın bilgi ve teknoloji altyapısındaki inkişaf hızı çok yavaştı. Hikmet, umumiyetle hakikate dair bir kıymetti ve hakikatin muhtelif tezahürlerinde aranırdı. İslami ilimler, hakikat ve ahlak ana başlıklarında toplanabilirdi. Müslüman fikir ve ilim adamları İslam, “insanda” gerçekleştirmek gibi bir maksada yönelmişti ve doğru yapmıştı. Esas olan buydu, mana insanda şah37 siyet haline gelmeli, onda hayat bulmalıydı. Bu sebeple İslami ilimlerin ve özellikle de tasavvufun “insan” bahsindeki derinliği ve zenginliği, tarihteki hiçbir kültür havzasında görülmemiş hacimdeydi. Bütün bunlar, müspet ilimlerde tetkik ve terakkiyi engellememeliydi muhakkak. Ne var ki insandaki derinleşme ve zenginleşme o kadar ileri gitti ki, müspet ilimler ve teknoloji, hakikat ve ahlak karşısında çok kıymetsiz kaldı. Dünya nüfusunun az olması, ihtiyaçların mevcut alet edevat ile karşılanabilmesi, terakkiyi “ihtiyaç” gibi bir muharrik kuvvetten de mahrum bıraktı. Asıl ve asil olan “ahlaklı insan”, “ahlaklı cemiyet”, “ahlaklı hayat” idi ve bu hedefin zirvelerine tırmanılmıştı. İnsan, “kul” olmak, kulluk yapmak için yaratılmıştı, nihai maksadı ise hakikate giden ince yolu kalb evreninde bulmak ve o istikamette mesafe almaktı. Bin yılı aşkın süredir birçok medeniyet havzasında bu maksadı gerçekleştiren Müslüman tefekkür kadroları, büyük hedeflere ulaşmanın zihni rehavetine kapıldılar ve tekrara düştüler. Kaderin cilvesine bakın ki, tam o sırada batıda felsefe yeniden dirilmiş ve yeni bir dünya inşa etmeye başlamıştı. Felsefede nispeten bulunan hakikat kaygısı, bilim çağı olan on dokuzuncu asra gelindiğinde tamamen ortadan kalktı. Felsefenin krize girdiği yirminci asırdan itibaren bilim, sadece “bilgi” üretmekten ibaret bir meşgale haline geldi ve hakikat kaygısı ve arayıcılığı yok oldu. Hakikat ve hikmet arayışını tamamen kaybeden batı, bilgi üzerinde hakimiyet kurdu ve onu hakikate giden yolun kilometre taşı olmaktan çıkarıp, herhangi bir alet derekesine indirdi. Batıda bilgi, yirminci asırda hükmetmenin aleti haline geldiği için, asıl kıymetini kaybetti. Fakat batı şunu iyi öğrenmişti; “bir konunun bilgisini üreten, o konunun inşai mülkiyetine sahip olur”. Bilgi ile hakimiyet arasındaki tılsımlı münasebeti çözen batı, son birkaç asırdır o kadar çok bilgi üretti ki, tüm dünya o bilginin evrenine girdi. Hayatın altyapısı batı tarafından üretilen bilgi ve teknoloji ile donatıldı, artık hiç kimse batıya karşı itiraz ve isyan edemez hale geldi. Batı, kurduğu epistemolojik evrenin tüm alternatiflerini, yani dünyadaki tüm medeniyetleri imha etti ve tek kaynak haline geldi. Kendi dışındaki medeniyetleri imha ederek, kendine alternatif oluşturabilecek tüm kültür kaynaklarını kuruttu. Sonra arkeolojiyi icat etti ve diğer medeniyetleri arkeolojinin mevzusu haline getirdi. Böylece kendi dışındaki medeniyetlerin tamamına arkeolojik konu muamelesi yaptı, yani tüm medeniyetler tarihte kaldı. Kendini tek medeniyet ilan etti ve aramayı bıraktığı hakikatin tek mümessili olduğunu dünyaya kabul ettirdi. Kadim müktesebatımızda ilimlerin tasnifi var. Mesela İmam-ı Gazali Hazretleri, kısaca “İhya” olarak şöhret kazanan eserinde ilimlerin tasnifini, farz-haram-mübah ilimler, uhrevi-dünveyi ilimler gibi ana mihraka doğrudan bağlı şekilde ve birinci derecede yapmıştır. Birinci derece tasnif, ana mihraka en yakın tasniftir, yani bir ilmin farz veya haram olması ilk bilinmesi gereken meseledir. İmamı Gazali Hazretleri, yaşadığı devrin ihtiyaçlarını karşılamak cihetiyle teferruatlı bir harita çıkarmamıştır. Zaten bizim kadim müktesebatımıza bakışımız, “neden şunu yapmadılar” cinsinden bir hamlık taşımaz, her devir kendi ihtiyaçlarını tespit etmiş ve onları karşılamak için çalışmıştır. İmam-ı Gazali Hazretlerinin bugünün ihtiyaçlarını karşılayacak teferruatlı tasnif yapmasını beklemek, bunu yapmadığı için tenkit etmek çok sığ ve ham bir yaklaşımdır. İçinde yaşadığımız devir, İmam-ı Gazali Hazretlerinin yaşadığı devre nispetle, (doğru veya yanlış olduğuna bakılmaksızın söylenmesi gerekirse) dünyanın ürettiği bilgi hacmi çok daha fazladır. Muhabere vasıtalarının gelişmesiyle bilgiye ulaşma imkanının artması, kolaylaşması, ucuzlaması, hiçbir bil38 giye bigane kalmamamızı gerektiriyor. Zira bir bilgiye bigane kalmak, o bilgi yanlışsa doğrusunu üretmemek, Müslüman zihinlerin yavaş yavaş ama çok derin bir işgale uğramasına seyirci kalmaktır. Hal böyle olunca, dünyadaki tüm bilgi müktesebatını tasnif etmek ve tasarrufumuz altına almak ihtiyacı açıktır ve zarurettir. Bugün tehlikenin büyüğü, haram ilimlerden gelmiyor, İmam-ı Gazali Hazretlerinin tasnifine göre mübah ilimlerden geliyor. Mesela fizik ilmi, umumi manada mübah ilimlerden sayılmıştı, ne var ki bugünün batı bilim telakkisi, fizik ilmini “pozitif bilim mecrasına” hapsetmiş, onunla ürettiği ontolojide ise “yaratıcı kudreti” reddetmenin matematiğini (ana tasnifini) oluşturmuştur. Kısaca, ateizm, mübah ilimler yoluyla üretilmeye başlanmıştır. Şimdi, “harama giden yol da haramdır” hükmünce fizik ilmini “haram ilimlerden” saymak ile fizik ilminin matematiğini yeniden kurarak “farza giden yol da farzdır” hükmüne irca etmenin berzahındayız. Çok büyük meselelerimiz var. Tabii ki batı dünyasının ürettiği fizik bilimi üzerinde bazı değişiklikler yaparak maksadımızı gerçekleştiremeyiz. Mesele, “bilginin İslamileştirilmesi” gibi sığ yaklaşımların altından kalkacağı cinsten bir bahis değil. Bir medeniyet tasavvuruna, ona nispetle bilgi telakkisine, ona nispetle ilimlerin tasnifine ve nihayet yeni ilimlerin inşasına ihtiyacımız var. Zor bir meseleden bahsettiğimiz açık ama başka bir yolu yok. İster yüzyıl, isterse bin yıl sürecek olsun, hakikat kaygısı taşıyan Müslüman fikir ve ilim adamlarının bu mesele için seferber olmasından başka çaremiz yok. AHMET KAMİL TUNCER [email protected] bozdu ve insanlığa bilgi ve bilim değil sadece kaos sundu. İLİMLERİN TASNİFİ VE “TERKİP İLİMLERİ” Batı, son birkaç asırdır o kadar çok bilgi üretti ki, bilgiyi tertip ve tasnif etmekten aciz kaldı. Yapılan tertip ve tasnif çabaları ise akim kaldı, bilgiyi derleyip toparlama imkanını oluşturamadı. Bilgi çözüldü, dağıldı ve nihayet tam bir bilgi kaosu meydana geldi. Dışarıdan bakanlar batının bilgi üzerindeki tasarrufunun mutlak olduğunu zannediyor. Batının, bilgiyi muhteşem bir tertip ve tasnife tabi tuttuğunu vehmediyor. Batının epistemolojik evreninin eksiksiz ve tezatsız olduğuna iman ediyor. Aynı duygu ve düşünceler, birkaç asır öncesine gidildiğinde bizim kadim müktesebatımız hakkında da yaşanıyor ve şöyle deniyordu; “Gök kubbe altında söylenmedik söz kalmadı”. Bu söz, bir taraftan kadim müktesebatımızın muhteşem zenginliğini gösteriyor diğer taraftan da bu sözü tekrarlayanların idrak acziyetini tescil ediyordu. Müslümanların kendi medeniyet müktesebatları için bu sözü söylemeleri anlaşılabilirdi ama batının müktesebatı için söylemeleri tam bir ihanetti ve kendi acziyetlerinin tam manasıyla itirafıydı. “Gök kubbe altında söylenmedik söz kalmadı” diyenler, geçtiğimiz birkaç asırda son İslam medeniyeti olan Osmanlıyı yıktılar. Aynı sözü şimdi batı için söyleyen nevzuhur müflisler, İslam medeniyet hamlesinin önündeki en büyük engeldir ve tarihin kaydetmediği çapta bir ihanet içindedirler. * Bilgi, derlenip toplanarak yeniden tedvin ve tanzim edilmelidir. Tedvin ve tanzimden sonra tertip ve terkip etmemiz gerekiyor. Bunun ana haritası tabii ki “ilimlerin tasnifi”dir. Fakat ilimlerin tasnifini sadece satıhta (yatay şekilde) yaparsak, bilgiyi tertip etsek de terkip edemeyiz. İlimlerin tasnifini yatay zeminde yapmalı, sonra dikey boyutta meratip silsilesini kurmalı ve terkip yolunu açmalıyız. Fikirteknesi külliyatından basılan “İslam Medeniyet Tasavvuru-1-Terkip ve Tefekkür” isimli kitapta, ilimlerin tasnifine dair yapılan teklif, hem yatay tasnif hem de dikey tasnifi ihtiva etmektedir. Bu mevzuda elan başka bir teklif de olmadığına göre, biraz tercihen biraz mecburen o teklif üzerinde Oysa batı, bilgi kaosuna yakalanmıştı, çalışmaya devam ediyoruz. ihtisaslaşmayla birlikte bilginin dağılması ve çözülmesi mukadder hale gelmişti. Bugün batı, Önce ilimlerin tasnifi ile ilgili teklifi farklı alanlarda birbirini tekzip eden milyon- özetleyelim. İslami zaviyeden ilimlerin tasnilarca bilgi üretmekte, bunu dert etmemekte, fi, önce “Kur’an ilimleri mecrası”, “Tevhid hayatın bir sahasındaki gerçeklik ile diğer sa- ilimleri mecrası”, “Beşeri ilimler mecrası”, hasındaki gerçekliğin birbirini nakzetmesini “Müspet ilimler mecrası” olmak üzere dört hazmetmektedir. Bilgi ve bilime derinliğine mecra halinde taksim edilmiş, sonra her mecnüfuz edemeyenler, sadece dışarıdan bakmakla ra kendi içinde üç mertebeye ayrılmış, zirveiktifa edenler, “bilimsel” çalışmalarını batı ye “Terkip ilimleri”, ortaya “Tetkik ilimleri”, kaynaklarından “resmi intihal” yoluyla çalan- alta da “Tatbik ilimleri” yerleştirilmiştir. lar, batının epistemolojik evreninin kırk yamalı “Kur’an ilimleri mecrasının” terkip ilmi “tefbohça olduğunu anlama iktidarında değiller. sir ilmi”, “Tevhid ilimleri mecrasının” terkip Batı bilginin tabiatını parçaladı, genetiğini ilmi “hakikat ilmi”, “Beşeri ilimler mecrasının” terkip ilmi “insan ilmi”, “Müspet ilimler 39 mecrasının” terkip ilmi ise “tekevvünat ilmi” olarak tespit edilmiştir. Bu ana haritadır ve bundan sonra “tetkik ve tatbik ilimleri” ile ilgili tasniflerin yapılması gerekmektedir. Mevzumuz, mezkur teklifin dikey kısmının zirvesini teşkil eden “terkip ilimleri”dir. * yapamadığımız için bilgi telakkisine ulaşamıyoruz. Terkip ilimlerini gündemimize bile almadığımız için kendi bilgi telakkimizi, buna bağlı olarak medeniyet tasavvurumuzu oluşturamıyoruz. Terkip ilimleri, tüm bilgi müktesebatı üzerinde tasarruf kuracak, tüm bilgi müktesebatını mülkiyetimize geçirecek usul ve yoldur. Dergi için hazırlanan mevzu haritasınTerkip ilimlerine giden yol berrak bir da, “ilimlerin tasnifi” müstakil bir konu olarak şekilde açıldığında, medeniyet tasavvurumuz ele alındığı için, burada terkip ilimlerini, me- ortaya çıkmış, inşa faaliyetini başlatmanın deniyet tasavvurumuz cihetinden ele alacağız. zamanı gelmiş olacaktır. Terkip ilimlerinin Bilginin “ilim” haline gelebilmesi için inşası tabii ki çok zordur, bu sebeple terkip tertip ve tanzim edilmesi, belli başlı bir bütün- ilimlerinin inşasını ve kemale ermesini beklüğe kavuşturulması, bünyesindeki tezatların lemek, medeniyet tasavvurunu ve inşa hamtelafi edilmesi gerekiyor. Bütün bunlar temel lesini yaklaşık birkaç asır tehir etmektir. Bubir usule tabi kılınmak zorundadır ve “Ben na tahammülümüz olmadığı gibi zaten doğru böyle düşünüyorum” serkeşliği ile olmaz. yol da değildir. Müslüman idraki, fikir ve fiil Bunları, ilim ile iştigal eden herkes bilir, batı bütünlüğüne sahiptir, sadece nazari meşgale da bilir. Batı bu meseleyi her bilim dalı için İslam’ın merkezi manasına (ruhuna) mugatakip ve talep eder. Fakat batının bir türlü ula- yirdir. Ne var ki, “ne yapacağını” bilmeyeşamadığı, bizim ise birkaç asırdır kaybettiği- nin, fikir safhasından fiil safhasına geçmesi miz “Hakikat ilmi”, her ilmin kendi bünyesin- beklenmez. Bu sebeple terkip ilimlerinin deki bütünlük çabasının yanında, tüm ilimlerin inşasına başlanması, yolun ve usulün tespit de bir üst bütünlüğe sahip olmasını iktiza eder. edilmesi, istikamet ve güzergah meselesini Batı epistemolojisinden bakıldığında; mesela vuzuha kavuşturacağı için, inşa faaliyeti de fizik bilimi ile biyoloji bilimi arasında tenakuz başlatılmalı, bir taraftan fikrin tatbikatı gerolmamalıdır, ne ki batı bu tür kaygıları taşıya- çekleştirilmeli ve bunun mahareti kazanılmalı diğer taraftan fikir, fiil dünyasında test maz hale gelmiştir. edilmelidir. “İlimlerin tasnifi” teklifimiz, tek tek ilimlerin tasnifen sayılmasından önce, ana * mecraları tespit ederek her mecra için bir “terİlimlerin tasnifi ve terkip ilimlerinin kip ilmi” inşa edilmesi fikrine dayanır. Bilgi inşası, meseleyi “bilgi seviyesinde” halletsatıhta (yatay boyutta) terkip edilmez, edile- mektir. Bilgi üzerinde tasarrufta bulunamamez. Terkip etmekten bahsediyorsak, bu çaba- yan kadroların, inşa ve tatbikatta neticeye nın gelişigüzel olmaması için terkip ilimlerini ulaşacağı düşüncesi vehimden ibarettir. kurmalıyız. Terkip ilimlerini kuracaksak, buna ihtiyaç duyacaksak, ilimlerin yatay tasnifi ya- RAMAZAN KARTAL nında dikey tasnifini (meratibini) inşa [email protected] yiz. Dikey tasnif, aynı zamanda bilginin toplam evrenini inşa etmektir. Dikey tasnifi 40 MEDENİYET TASAVVURU İÇİN * “MEDENİYET AKADEMİSİ” Medeniyet tasavvurundan bahsediyoruz ama bunun asgari binlerce eserlik külliyat (fikriyat) olarak ortaya konulması gerektiğini anlamış görünmüyoruz. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük dehası da olsa bir kişinin muhayyilesine sığmayacağını, müşterek çalışmaya ihtiyacımız olduğunu, bunun için de bir tefekkür karargahının kurulması gerektiğini bilmiyor veya umursamıyoruz. İslam medeniyet tasavvuru, ilimlerin tasnifi, terkip ilimlerinin kurulması, inşa faaliyetinin başlatılması gibi her biri devasa birer külliyat (belki her biri için binlerce eser telif edilmesini) iktiza eden meselelerin halli için muhakkak ki bir tefekkür karargahına ihtiyaç var. Müslüman fikir ve ilim adamlarının birlikte çalışma ahlakını kuşanamadığı, bu sebeple birbirinden bağımsız şekilde fikir ve ilim üretmeye çalıştığı, ortaya çıkan tezatların ise “farklı fikir” muamelesine tabi tutulduğu ve telif edilmesi için hiçbir çaba gösterilmediği bir dağınıklık yaşıyoruz. Tezat ile fikir farklılığının başka meseleler olduğu, tezat mahiyeti taşıyan mevzuların telif edilmesi gerektiği, farklı fikirlerin ise ana yapıyı zedelemeden muhafaza edilmesi lüzumu anlaşılmış değil. Fikir ve ilim adamlarının birbiriyle tezada düşmesi umursanmadığı ve hatta kanıksandığı için, her fikir adamının kendi içinde de tezada düşmesi normalleşmeye başladı. Tezatlara farklı fikir muamelesi yapılmaya başlanınca, tezat meselesi fikri bir kaygı ve mevzu olmaktan çıktı. Bütünlük kaygısı (tezada düşme kaygısı) yok olunca, “fikriyat” üretmek ve fikirleri külliyat halinde telif ve neşretmek ihtiyacı ortadan kalktı. Bir veya birkaç mevzuda üç-beş tane kitap telif etmek tabii hale geldi ve bunlar fikir diye piyasaya sürülmeye başlandı. Çerçeve kaygısı yok, bütünlük kaygısı yok, kadim müktesebat ile muvafakat kaygısı yok… Netice olarak hakikat kaygısı yok… Oysa “fikriyat” olmadan fikir olmaz, herhangi bir mevzudaki fikir, fikriyatın bir parçası olarak mevcuttur veya yok hükmündedir. Fikriyat kaygısı ve teşebbüsü yok olunca, tezat tabiileşir ve fikir ve bilgi dağılır. 41 Müktesebat tedvin ve tertip edilmezse, medeniyet tasavvuru ve inşasını hedefleyen eserler telif edilmezse, kütüphanesinde kendi kitaplarına bakarak tatmin olan, onlarla piyasada şişinen yazarların yarın esamisi okunmayacak, eserleri de bir boşluğu doldurmadığı için unutulup gidecektir. Tarihte hatırlanan fikir ve ilim adamları, ya külliyat sahibi olanlar veya tarihin akışını değiştirmiş “büyük fikir” telif edenlerdir. Öldükten sonra kitaplarının okunması, faydalanılması devam etmeli ki, alem-i berzahta sevap defteri açık kalsın. Bunu dert etmeyenler, fikir ve ilim meselesini hayatları boyunca kariyer ve itibar sahibi olmak için bir araç olarak kullanan gafillerdir. Yalnız başına çok şey yapmak, mesela bir külliyat telif etmek her insanın işi değil muhakkak, ne var ki bir “bütün”ün içinde küçük de olsa bir boşluk doldurmak, belki de kıyamete kadar hatırlanmak için kafidir. * Medeniyet Akademisi, kadim müktesebatımızın tedvin ve tertibi, ilimlerin tasnif ve yenilerinin inşası, medeniyet tasavvurunun telifi ve nihayet medeniyet hamlesini başlatmanın merkez karargahı olarak kurulmalıdır. Medeniyet akademisi, fikir ve ilmin üzerinde mülkiyet, fikir ve ilim adamları üze- rinde istibdat kuracak bir müessese değildir. Kime nasıl düşüneceğini söyleyecek, “doğruyanlış” cetveli çıkararak müellifleri buna icbar edecek bir merkez değil. Bunların aksine, fikri ve ilmi çalışmaların lojistiğini temin edecek, müzakere ve müşavereyle ana haritaları (ilimlerin tasnifi, mevzu ve ıstılah haritası gibi) meseleleri tespit edecek, böylece medeniyet tasavvuruna giden güzergahı tayin edecektir. canın teşvik ve tahrik edilmesi, her safhayla ilgili müessese çeşitleri üretilmesi gibi meseleleri telif eder. * Bu başlıklar, Fikirteknesi yayınlarından basılan ve sadece dergi yazarlarımıza gönderilen “Medeniyet Akademisi” isimli kitapta özet olarak tetkik edilmiştir. Bu başlıkların yanında başka başlıklarda bulunmaktadır. Bizim burada temas ettiğimiz başlıklar, medeniyet akademisi müessesesinin ana vazifelerini göstermek içindir. Medeniyet akademisinin vazifeleri; medeniyet tasavvurunu oluşturmak, medeniyet inşası için fikri ve ilmi altyapıyı hazırlamak, medeniyet inşa sürecini başlatmak ve acil ihtiyaçları karşılamaktır. Medeniyet tasavvurunu oluşturmak için yapacağı çalışmalar; tefekkür, terkip, tasavvur altyapısını oluşturmak, ilimlerin tasnifini yapmak, buna bağlı olarak İslam bilgi telakkisini geliştirmek, bunları yapmak için müktesebatı tedvin ve tertip etmek, bunun mütemmimi olarak mevzu ve ıstılah haritası nı çıkarmak, bütün bunları mümkün kılacak şekilde ana mecraları açmaktır. Acil ihtiyaçların karşılanması için; şahsiyet inşasının yolu ve müesseselerini hazırlar, bunun için Akl-ı Selim Okulu ve Enderun Mektebi kurar. * * Ümmetin acil olarak medeniyet akademisi (ismi her ne olacaksa) gibi bir müesseseye ihtiyacı var. Böyle bir müessese kurulmadan medeniyet hamlesi ve inşasından bahsetmek, ya bu meseleyi politik bir malzeme olarak istismar etmektir veya nefsi tatMedeniyet inşası için; inkılap fikri, inşa min için büyük laflar söyleme çabasından ibarettir. fikri, nizam fikri, teşkilat ve müessese fikri, medeniyet müesseseleri fikrini inşa ve terkip FARUK ADİL etmektir. Bir meselenin fikri yoksa, tatbikat yoktur, inşa faaliyeti yoktur. İnşa fikri gibi bir [email protected] başlığın olmadığı, böyle bir fikriyatın üretilmesi için harekete geçilmediği bir dönemde herkesin yeniden medeniyet hamlesinden bahsetmesi çok ucuz bir tavırdır. Medeniyet inşa sürecini başlatmak için; ana safhaların tespiti, safhalar arasındaki geçiş denklemlerinin kurulması, inşa faaliyetinin yukarıdan aşağıya doğru inşa ve aşağıdan yukarıya doğru inşa güzergahlarının oluşturulması, inşa sürecinin inkişaf, tekamül ve tekemmül safhalarının vuzuha kavuşturulması, bütün bunların yapılabilmesi için aşk, vecd ve heye42 kısmen de olsa hürriyetlerine kavuşmaya başladılar. SÖZE BAŞLARKEN… Biz Türkler, bilindiği üzere muhteşem bir tarih, kültür ve medeniyete sahibiz. Asırlarca hüküm sürdüğümüz coğrafyalarda her dilden, her dinden, her ırktan bütün insanlar huzur ve emniyet içinde yaşamışlardır. Üç bin yıllık yazılı tarihin yarısından fazlasını Türk dünya hâkimiyeti oluşturmaktadır. Bu yönetim tarihine ana hatlarıyla baktığımız zaman insanı merkez alan, ayrımcılık yapmayan, adâleti gözeten bir uygulama sergilendiğini görürüz. - Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı medeniyet çizgisi, insanlığın yaşadığı bir altın dönem olmuştur. Yani Asr-ı Saadet devri müstesna, insanlığın böyle bir mutluluk dönemi yaşaması imkânsız görülüyor. Türk milletinin bu bin yıllık muhteşem geçmişi ve bu son asırlarda karşılaştığı büyük felaket ve facialar genç nesillere yeteri kadar anlatılmadı, yazılmadı. Gençlerimiz bunlardan haberdar olmadı. Türk milletinin bu hâle düşmesinin sebepleri ciddî ve akademik mânâda araştırılmadı, incelenmedi ve yazılmadı. Türk dünyasındaki bu çöküş üzerinde kafa yorulmadı. Tarihi tabii yapısı içinden çıkarıp, ideolojilerine uygun hale getirerek, mevcut ideolojinin bakışı ile tarihin yeniden yazılma gayreti içerisine girildi. Bu son derece yanlış bir uygulama idi. Sonuç alınması da mümkün değildi. Türk dünyasındaki çöküşün ana sebeplerine bakaBüyük fikir adamı mer- cak olursak; hum Seyyid Ahmet Arvasî; “Biz inanıyor ve Son asırlarda gençliğimize dînimiz, tarihin şehadeti ile de idrâk ediyoruz ki, dilimiz doğru öğretilmeTürk devleti güçlü ve Türk milleti birlik ise, tarihimiz, yetiştirilemeİslam dünyası da mutludur, ayaktadır. Ak- di. Yüksek idealli insanlar sine, milletimiz zayıflamışsa veya bir çökün- di. Milletimiz çeşitli dış mihrakların büyük tü devri yaşamışsa İslam âlemi mahkûm plan ve programları ile tarihinden, kültürünolmuştur. Nitekim Selçuklu ve Osmanlı dö- den kopartıldı. Tarih şuuru ve millî şuur kayboldu. Gençliğe yüksek ideanemleri bunu ispatlamıştır.” demektedir. lizm rûhu verecek güçlü edip ve yazarlar Türk dünyasının en muhteşem dönem- yetişmedi. Okuma, araştırma kültürü kaybollerine baktığımızda 15 ve 16 ncı asırlar oldu- du. Oysaki bir idealizmin edebiyatı; onun ğunu görürüz. Bu asırlarda, batıda Osmanlı, kitabı, romanı, destanı, şiiri , arkasında dua Türkistan’da Timuroğulları, Hindistan’da Ba- ve göz yaşı yoksa o idealizm yoktur. Saman bür devletleti hüküm sürüyordu. Bu çağlarda alevi gibidir. Ruhsuz, köksüzdür. Şahsî mendünya üzerinde gerçek bir Türk hâkimiyeti faatlere, günlük politikalara alet olur; gelişvardı. mez, ilerlemez. Ne varki, 19. asırdan itibaren özellikle 20. asırda Türk âleminde büyük bir çöküntü başladı. Osmanlı, Türkistan ve Hindistan coğrafyasında Türkler tarihin en büyük felâket ve facialarına mâruz kaldılar. Ülkeleri parçalandı. Fizikî ve kültürel bir asimilasyona uğratıldılar. 20. asrın sonuna doğru komünizmin dağılmasıyla Türkistan, Kafkasya ve Balkan Türkleri 43 Nitekim yine merhum Seyyid Ahmet Arvasî Hoca: “Benim dünümü ve bugünümü dünyada yankılar yapacak bir ustalıkla ortaya koyacak romancım, hikâyecim, tiyatro yazarım, senaristim ve film yapımcım nerede? Şu anda yeryüzünde bin bir acı içinde kıvranan Müslüman kavimlerin, cemiyetlerin dra- mını kimler dile getirecek? Kara ve kızıl Türk milletinde vardır. Ancak Türk milleti emperyalizmin zulüm ve şiddetini kimler bunun farkında değildir. işleyecek? Nerede şairlerim, nerede ressamBu bağlamda, Türk milletinin uyanlarım?” demekteydi. masını büyük tehlike gören İngiliz mütefekDiğer taraftan, büyük İslam âli- kiri John Haslip geçen asrın başında şöyle mi İmâm-ı Rabbanî Hazretle- demiştir: “Dünyada uyuyan bir dev var: ri “Mektubat”ta; “Allahü teâla yüksek gaye- Türkler. Bu devi uyandırmayılileri sever”. O halde büyük düşünen, yüksek nız!” Şimdi şu soruyu sormamızın vakti: ideal sahibi gençlik yetiştirmeliyiz. Bu da anArtık uyanma zamanı gelmedi mi? cak okumakla, araştırmakla olur. Bir milletin gündemi sadece siyaset, ekonomi, spor gibi Çünkü insanlığın buna her zamankinden fazgünlük konulardan ibaret olmamalıdır. Medenî la ihtiyacı var... bir ülkenin, medenî bir milletin, tarih, millî ve Hayırlı Olsun manevî kültürü ile ilgili de gündemi olmalıdır. Zira içerisinde bulunduğumuz “Terkip ve İnşâ” dergisi hizmete başladı. coğrafya buna icbar etmektedir. Medeniyetimizin mihenk taşını teşkil Yapılan araştırmalara bakılacak olursa, eden, Türk tarihinin, dilinin, dünü ve buğutarihteki bütün Türk liderleri idealist kimseler- nünü Terkip ve İnşa noktasında tasavvur di. Gayeleri, kızıl elmaları vardı. Büyük he- eden sevgili kardeşim Metin Acıpayam, derdefler göstererek, Türkün cihan hâkimiyetine ginin 2. Sayısında benim de bir makale neşişaret etmişlerdir. Mesela Oğuz Han atamız bir retmemi istedi. Elbette bu güzel teklifine harp dönüşü komutanlarına, “Bu denizler, bu hayır diyemezdim. Şunu ümid ediyorum ırmaklar bize yetmez. Daha deniz, daha ki, bu dergi, örfümüzden, dilimizden taviz ırmak istiyoruz. Yurdumuzu öyle büyütelim vermeden, millî ve mânevi kültürümüzü doğki gök kubbesi ona çadır, güneş ona bayrak ru olarak, gençliğimize aktaracaktır. Şayet olsun.” Diyordu. bunu gerçekleştirmenin erdemine kavuşursa, gençlerimiz tarihinden ve manevî kültürünYine ilk Müslüman, Türk Hükümdarı den haberdar olacak, alacakları ilham ile, ve Karahanlı Devletinin kurucusu Abdülkeidealist bir gençlik yetişecek, yeise, ümitsizrim Satık Buğra Han da: “Türk, sedefteki inci liğe düşmeyecektir. gibidir. Denizde iken kıymeti bilinmez fakat denizden çıkınca taçların süsü Dr. MEHMET CAN olur.” Demiştir. İstanbul Gelişim Üniversitesi Siyaset Bilimi İşte bugün gençliğimiz denizin dibinde ve uluslararası ilişkiler sedefteki inci gibidir. Tarihinden, millî ve manevî kültüründen habersizdir, âdetâ izole edil- [email protected] miştir. Şimdi bütün mesele, gençliğimizin gündemini millî ve manevî kültürümüze çevirebilmektir. Bu yapılabildiği takdirde Türk milletinin geleceği, tarihte olduğu gibi yine çok parlak olacaktır. Bu güç, bu potansiyel 44 ruruz. Ötelerin cereyanını kalbimizle cezbeder, ruhumuzu o cereyanın rahmani tecellileri MEDENİYET TASAVVURUMUZ ile yıkar, ortaya çıkan insani (ama ruhi) verimleri hayatta ikame ederiz. Sadece hayat VE ÜÇ ESAS anlayışımız değil, sanat idrakimiz, bilgi kavMedeniyet tasavvurunda merkeze alı- rayışımız vb. birçok mevzunun temeli sahih nacak temel sütun, varlık tasavvurudur. İnsan- varlık telakkisidir. lık, tarih boyunca tüm tefekkür mecralarında * varlık ile ilgili farklı tasnif ve tavsifler yapmış, her varlık tasavvuru bir medeniyetin temeliMedeniyetimizin sütunlarını Usul-i kaynağı haline gelmiştir. Medeniyetleri birbi- selase (üç esas) üzerinde tetkik etmek gerekrinden ayıran temel unsur varlığa yükledikleri tiğini düşünüyoruz. Bu esaslar Allah- Peyanlamla ilişkilidir. İnsanoğlu gerçekleştirdiği gamber-Ahiret inancıdır. Allah Azze ve Celtüm faaliyetlerini bu temel üzerine inşa eder. le’ye imanımız, “mutlak varlık” telakkimizi Allah-insan-kainat arasındaki münasebet ağı- kayıt altına alır. “Mutlak varlık” imanı, nın sahih şekilde anlaşılması da “mutlak var- O’ndan başka hiçbir varlığı (ve kendimizi) lık” ve “mümkün varlık” tariflerini tevhid mutlaklaştırmaya manidir, böylece tüm putlar merkezli yapmaktan geçer. Zaten varlık tasav- yıkılmıştır ve bizim kalbi ve zihni dünyamızvuru tevhid bahsinin mütemmimidir. da “put” için bir milimetre karelik alan tahsis edilmemiştir. İkinci esas bilgi telakkimizdir. İslam medeniyet tasavvurunun temelinBilgi telakkimizin kaynağı, Risalet’tir. Nasıl deki varlık telakkimizi, vahiy ve sünnetten ki varlık telakkimiz, “mutlak varlık” ve öğreniyoruz. Batı felsefe tarihine baktığımızda “mümkün varlık” tasnifine tabi ise, bilgi tetanrı inancına ulaşanların olduğunu görüyoruz; lakkimiz de “Mutlak İlim” ve “Nispi İlim” fakat kendi tasavvurlarındaki tanrıya inanıyortasnifine tabidir. “Mutlak İlim” Hz Resul-i lar. Buna mukabil biz, Allah Azze ve Celle’yi, Ekrem Aleyhisselatü Vesselamın mübarek kendi kelamından ve Risalet ile vazifelendirdudaklarından sadır olan ilimdir. Vahiy diği Efendimiz Aleyhiselatü Vesselamdan öğO’nun kalbine indirilmiş, O bize (insanlığa) reniyor ve o çerçevede inanıyoruz. Yani felsefi tebliğ etmiştir. Bu meyanda, Kur’an-ı Kerim mecradan gelenler kendi ilahlarını kendi akılve Hadis-i Şerif (Sünnet-i Seniyye) olarak larıyla üretiyor, biz ise aksine bizzat Kadir-i tasnif edilmiş olan “Mutlak İlim” yeryüzünde Mutlak olana, O’nun beyanı istikametinde sadece Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamiman ediyoruz. Akaid kitaplarından öğrendidan sadır olmuştur. Böylece “Mutlak İlim” ğimize göre varlık; mutlak varlık (vacib’ül (yani hakikat) ile “Nispi İlim” (yani beşeri vücud) ve mümkün’ül vücut ana tasnifiyle bilgi) birbirinden tefrik edilmiş, bilgi telakezeli ve ebedi olanı, yaratılmış ve fani olandan kimiz “hakikat” merkezli bir müktesebat telif tefrik etme imkanını ve marifetini elde ediyoetmiştir. Beşeri bilgi edinme yolları olan zeruz. Varlık telakkimiz, tevhidi merkez almazsa ka, akıl ve beş hassamız, “Mutlak İlmi” meridrak kaosu oluşur. Medeniyet aynı zamanda keze alan bir idrak faaliyetine girmiş, kendi vahdet halidir. Vahdet ise, Tevhid’in yeryübaşına bırakıldığında zafiyet ve acziyetinden zündeki tecellisidir. kaynaklanan yanlış ve hatalarını “hakikat” ile Akıl ve Fani ve baki olan varlık inancından test etme imkanına kavuşmuştur. hareketle muazzam bir hayat telakkisi oluştu- duyularla elde edilen bilgi bize; varoluşu, 45 hayatı, ölüm ve ötesini açıklayamaz. Yani maveradan gelen oluş amillerini izah edemediği gibi, maveraya giden güzergahı da gösteremez. Burada, insani istidatları ve idrak ufkunu aşan bilgiye, daha mühimi ise bir usule ihtiyaç vardır. Bu nokta bize İmam Gazali Hazretlerini hatırlatıyor. Aklı bir yay gibi gerdiğini ve sonunda aklı verasında olan “peygamber tavrına” teslim olarak hakikat bilgisine geçtiğini söylüyor. Bizi diğer medeniyet tasavvurlarından ayıran temel sütunlardan birisi olan “Nübüvvet telakkisi”, bilgi ve ilim anlayışımızın karargahıdır. Hz. Peygamber Aleyhisselatü Vesselam olmadan hayat ve ötesi anlayış yarım kalır. Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamın hayatı, vahyin hareket halindeki numunesi ve hakikatin tecessüm etmiş şahsiyetidir. O olmasa, hakikatin tecelli ve tezahürünü misallendirmek mümkün olmayacağı için, idraki de muhaldi. Bu meyanda medeniyet; Hz. Peygamber Efendimizin zahiri ve batınından akıp gelen ana mecralarda zuhur etmiş, kendi asil ve asıl havzalarında eserlerini vermiştir. Dolayısıyla bilgi telakkimizin derinliğinden ilim, irfan ve tefekkür mecraları ortaya çıkmış aynı zamanda müesseseleşmiştir. Ahiret düşüncesi, düşüncesi hayatı ahlaklı (kar denklemi üzere) yaşamayı tavsiye eder. Hayatı sadece dünya hayatıyla sınırlandıran anlayış kıymetli değildir, kıymetli olmayan ise kıymet (değer) üretemez. İnsanı kendi tabiatına bıraktığında hedonizm zirveye ulaşır. Batı toplumunun yaşadığı ve kendi dışındakilere tavsiye ettiği, adına da “evrensel değer” diyerek tüm insanlığı aldattığı hayatın nihayeti, ya hedonizm veya nihilizmdir ki her ikisi de aynı neticeye çıkar. Hayat telakkilerinin temelinde varlıkbilgi-değer anlayışı vardır. “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyuran İki Cihan Serveri Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz, muhtemeldir ki “hakikat”, “insan” ve “hayat” bahislerini ahlak mevzuunda terkip etmiştir. Zira ahlak öyle bir mevzudur ki, muhtevasında “hakikat bilgisini” taşır, onu bir insana giydirerek “şahsiyet” inşa eder ve kendini hayatın muhtevasına zerkeder. Nübüvvet merkezli bilgi evreni (epistemolojik evren) önce ahlak ile insanı (şahsiyeti) inşa eder, sonra insan ile ahlaklı hayatı inşa eder. Ahiret inancı olmadan seküler değerler adı altında üretilen anlayışlar sadece hukuk zemininde değerlendirilebilir. O da tek başına bir anlam ifade etmez. Zira hayat; edep, ahMedeniyet tasavvurunun üçüncü sütunu lak ve hukukun birbirine nüfuz etmiş halde “değer” anlayışıdır. Bizim “değer” anlayış ve tecellisinden mürekkeptir. ölçümüzün kaynağı ahirettir. Çünkü değer, “nihai kar” anlamına gelir. Nihai kar ise ancak Medeniyet tasavvurunun muhtevasınve sadece ahirettedir. Dünyada kazanmak (kar daki tüm bilgi ve tefekkür alanları, yukarıda etmek) veya kaybetmek (zarar etmek) Müslü- izah edilen üç sütun üzerine bina edilir. Almanlar için herhangi bir “değer” ifade etmez. lah-insan-kainat münasebetini hakikat temeDünya hayatı, tamamlanmamış bir denklemdir, linde anlamak, insanın duygu-düşünce-irade denklem tamamlanana kadar neticesinin kar hamlelerini bu menzile tevcih etmek, inkişaf mı, zarar mı olduğu belli olmaz. Denklemin güzergahını ise doğru-güzel-iyi ölçüleriyle tamamlanma anı, ölüm anıdır. Ecel vakti gele- tespit etmek gerekir. ne kadar her Müslüman, kar denklemini tamamlamak için gayret eder. Allah’tan gayrı A.Bülent CİVAN her şeyin fani olduğu şuuru bizi maveraya [email protected] (ölüm ve ötesine) dair tefekküre sevk eder. 46 İSLAM MEDENİYETİBATI UYGARLIĞI İslam medeniyet tasavvurunun anlaşılmasında medeniyet ile uygarlık arasında bir ayrımın yapılması son derece önemlidir. Bu nedenle öncelikle bu ayrıma dikkat çekmek gerekmektedir. Bu çerçeve göz önünde bulundurularak medeniyet ve uygarlık arasındaki farklılık için bir alıntı yapmayı gerekli gördüm. Söz konusu alıntı 31 Mart 2015 tarihinde Quartz adlı internet sitesinde Anne Quito tarafından kaleme alınmış "Cam mimari milyonlarca göçmen kuşu öldürüyor" [1] başlıklı yazıya aittir. Başlıktan anlaşıldığı üzere bir mimari anlayışın canlı yaşamına verdiği zarar hatta ölümü konu edinen bu yazıda bu ölümlere sebep olan yapıların da isimleri ve adresleri belirtilmiş. 2013 yılında Washington'daki kuş ölümlerinden sorumlu ilk 10 yapıdan birincisi Thurgood Marshall Federal Yargı Merkezi'dir. Binanın lobisindeki canlı ve uzun ağaçlar kuşların ilgisini çekmektedir. Özellikle geceleri yapılan aydınlatma ile oldukça gerçekçi olduğu dikkat çekmektedir. Mimari açıdan muhteşem olarak görülen bu yapılar ne yazık ki milyonlarca kuşun ölümünden sorumlu. Bu nedenle göç mevsiminde bina aydınlatması loşlaştırılmaya başlanmış. Ancak binanın yapımındaki zihniyet değişmedikten sonra ne fayda. Bu zihniyeti sorguluyoruz. Şimdi bir de İslam medeniyetinin ürünü olan kuş evlerini düşünelim. "Yaradılanı yaradandan ötürü sevmenin" benimsendiği bir zihniyetin mimari anlayışına sahip olan bu kuş evleri aynı zamanda İslam medeniyet tasavvuruna iyi bir örnektir. Öyle ki yabancı seyyahlardan Thevenot seyahatnamesinde şunları yazmaktadır: [2] 47 “…Onların iyilikseverliği hayvanlara, bu arada kuşlara kadar ulaşır. Her gün birçok kimse pazarlara kuş satın almaya gider ve bunları serbest bırakırlar. Söylediklerine göre, bu kuşların ruhları, kıyamet gününde Allah’ın huzurunda onların iyiliklerine şahitlik edeceklerdir” demektedir. Moltke ise “Türkiye Mektuplarında Türkler hayırseverliklerini hayvanlara karşı bile gösterirler. Üsküdar’da bir kedi hastanesi bulursun, Bayezid Camii’nin avlusunda da güvercinler için bir bakım yeri vardır” diyerek şöyle devam eder: “Birçok mezar taşının altı yalak şeklinde oyulmuştur. Buraya yağmur suları toplanır ve sıcak yaz günlerinde köpekler ve kuşların susuzluklarını giderebilecekleri küçük mikyasta bir fukara mutfağı vazifesini görür. Müslümanlar hayvanların şükranının da insanlara hayır getireceğine inanırlar.” Müslüman bir toplumun çevreye ve canlı yaşamına kastetmeyen yaşantısı medeniyet tasavvuru için bir ölçüdür. Ancak göz keyfi için, devasa yapılar inşa etmek uğruna milyonlarca hayvanın ölümüne sebep olmak uygarlıkla ilgilidir. Medeniyetin din kökü ile bağlantısının koparılması uygarlığa savrulmakla sonuçlanacaktır. Son dönemde ülkemizde kuş evlerinin kaybolması veya devasa yapıların peşi sıra yapılarak halkın betona gömülmesi medeniyetten uzaklaşmamızla ilgilidir. Uygarlık maddiyatın teknoendüstriyel araçlarla vücut bulmuş halidir. Manadan yoksun bir zihnin ürünüdür. Bu anlamda Batı uygarlığı sömürüye, katliama, talana dayalı yapısı ile dünya hegemonyasını ele geçirmiştir. Ayakta kalması için dünya pazarlarında varlığını devam ettirecek tüm imkanları kullanmak durumundadır. İslam medeniyetinin maddi olanı gözler önüne sermek gibi bir davası olmadığından modern insanın kolay anlayabileceği bir yapıya sahip değildir. Bu nedenle İslam medeniyet tasavvuru ile ilgili tartışmalarda geçmişten ve günümüzden çeşitli örnekler vererek karşılaştırmalı bir değerlendirme yapmak daha anlaşılır olacaktır. Bunu az önceki gibi mimari anlayıştan bir örnek vererek yapmak mümkün olduğu gibi Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatından, insana, hayvana ve eşyaya bakışından örnekler vererek de yapmak mümkündür. Günümüzde duble yol yapmak, AVM inşa etmek, gökdelenleri peşi sıra dikmek, kibrit kutusu gibi evleri dip dibe yapmak medeniyet inşa etmekle eş değer görülmektedir. Bir anlayış kaymasına uğramış durumdayız. Uygarlık ile medeniyet birbirinin yerine kullanılmaktadır. Kuşların göç yoluna kendi mülkünü diken Batı uygarlığı İslam medeniyeti ile eş tutulabilir mi? Allah'ı tesbih eden milyonlarca kuşu katleden Batı tekno-endüstriyel yapısı İslam medeniyeti için örnek alınması gereken bir kalkınma modeline sahip olabilir mi? Hatırlanırsa yüksek hızlı tren çalışmaya başladığında göçmen kuşlar trene çarpıp öldüklerinden trenlerin ön tarafı kana bulanmış haldeydi. Bu teknolojinin İslam medeniyet ile bağdaşmadığını bunun Batı uygarlığına ait bir araç olduğunu söylediğimizde "o halde araba ile de seyahat etmeyelim sineklere çarpıyoruz, eşeklere atlara binelim" diye itirazlar gelmişti. Yazılarımda hayvanların bir ulaşım aracı olarak kullanılması gerektiğini savunmuşumdur. Bu aslında Kur'an-ı Kerim'den öğrendiğimiz bir ulaşım şeklidir. “Ellerimizle (kudretimizle) yaptığımız şeylerden onlar için hayvanları nasıl halkettiğimizi görmediler mi? Onlar, böylece onlara (hayvanlara) malik olurlar.Ve biz onları (hayvanları), onlara zelil (itaatkâr) yaptık. Böylece onlardan, kendilerinin binekleri oldu (onlara binerler) ve onlardan (etlerinden) yerler. Ve onlarda, kendileri için (birçok) menfaatler (yararlar) ve içecek şeyler (süt) vardır. Hâlâ şükretmezler mi? Ve yardım olunacaklarını 48 ümit ederek, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. (O ilâhlar), onlara yardım etmeye muktedir değildirler. Ve kendileri, onlar (o ilâhlar) için, (onlara yardıma) hazır askerlerdir.” (Yasin: 71-75) Mü’min Suresi’nin 79. ve 80. Ayet-i kerimelerinde ise Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O Allah ki, “onun üzerine binin ve onun (etinden) yeyin” diye sizin için hayvanlar var etti. Ve onda (hayvanlarda) sizin için menfaatler (faydalar) vardır. Ve onlar üzerinde, gönüllerinizdeki hacetlere (gideceğiniz yerlere) ulaşırsınız. Onların (hayvanların) ve gemilerin üzerinde taşınırsınız.” Batı'nın yüzlerce yıldır Anadolu'da uygulana gelen geçim-üretim modelini, ulaşım yöntemlerini, mimarisini değiştiren uygarlık anlayışının medeniyetimizi gün geçtikçe mezara gömdüğü aşikardır. Ancak medeniyet inşası için Batı kalkınma yolunu takip ederek devasa yapılar inşa etmeye, 10 şeritli yollar yapmaya, maddi refahımızı artırmaya ihtiyacımız yoktur. İslam medeniyeti her şeyden önce zihinlerde inşa edilmelidir. Elbette sadece kuşların ölümüne sebep vermeyerek, ulaşımda otomobil yerine hayvanlardan faydalanarak bir medeniyet inşa edilmiş olmaz. Ancak bunlar olmadan da medeniyet olmaz. Medeniyeti iktisattan, üretimden, tüketimden ayrı düşünemeyiz. Bir bütün olarak bakıldığında sosyo-ekonomik yapının değişmesini gerektirecek kadar köklü değişimlerin gerektiği açıktır. Ancak günümüzde müslüman toplumlardaki mimari anlayışındaki değişime veya Batı uygarlığına benzeme gayretine bakıldığında meselenin bu boyutlarına da dikkat çekmek öncelikli hale gelmiştir. [1] http://qz.com/372493/lights-out/ [2] http://tarihvemedeniyet.org/2014/05/kusevleri/ KAAN YİYEN - [email protected] ninde muhafaza eden, sadece idrak çabasıyla yola çıkan insandır mümin. MEDENİYET SEMPOZYUMU * ÇAĞRISI Medeniyet sempozyumunun birincisinin “mevzu haritasını” dergimizin bu sayısında yayınlıyoruz. Mevzu haritasındaki meseleler üzerinde tebliğ hazırlayabilecek ve sempozyumda sunabilecek fikir ve ilim adamlarının müracaat etmesini bekliyoruz. Dergimiz genel yayın müdürümüzle irtibat kurularak bilgi alınabilir. Medeniyet sempozyumu serilerine başlıyoruz. Birincisini bu sene K.Maraş’ta yapmak için çalışmalara başladık. Bundan sonra her yıl farklı şehirlerde olmak üzere devam etmeyi planlıyoruz. Hatta her yıl, ilkbaharda ve sonbaharda olmak üzere iki sempozyum yapmak için hazırlıklarımız devam ediyor. Her yıl farklı bir “mevzu haritası” ile kamuoyunun * önüne çıkmak niyetindeyiz. Tabii ki her biri öncekinin devamı mahiyetinde olup, neticede Medeniyet sempozyumunun ikincisiderli toplu bir medeniyet külliyatı oluşturmayı nin “mevzu haritası” hazır, hangi şehirde hedefliyoruz. yapılacağına dair görüşmelerimiz devam ediyor. Hangi şehirde yapılacağı kesinleştiOn beş yirmi yıl sürecek bir “mevzu ğinde açıklayacak ve o şehirde çalışmalara haritası” ile yola çıktığımızı ifade edelim. Bir başlayacağız. Mevzu haritasını açıklayarak, taraftan “İslam medeniyet tasavvuru” çerçevekonuşmacıları tespit edeceğiz. sinde nazari telif çalışmalarını efkar-ı umumiyeye sunmayı diğer taraftan medeniyet hamleSempozyumu yapmak istediğimiz sini (yani inşa faaliyetini) başlatmayı arzulu- şehirlerdeki sivil toplum kuruluşları ve kamu yoruz. Medeniyet inşa sürecini, “medeniyet kurumlarıyla işbirliği yapıyoruz. Mahalli akademisi” başta olmak üzere, medeniyet mü- ortaklarla birlikte çalışmayı şiar edindik, meesseseleri fikri ve örneklerini geliştirmek, tat- seleyi sadece kendi uhdemizde tutmak gibi bik edilebilir projeler haline getirmek çabasın- bir hasislik içinde değiliz. Anadolu şehirledayız. rindeki sivil ve resmi kuruluşlar bizimle çalışmak isterlerse taleplerini ve tekliflerini Tabii ki yalnız başımıza yapmayı dügörüşmeye açığız. şünmüyoruz. Müslüman fikir ve ilim adamlarıyla birlikte çalışmak arzusundayız. Bunun * için belli sahalarda izah ve teklifi olan fikir ve ilim sahibi Müslüman şahsiyetlerin “hizmeti- Not: Sempozyum ile ilgili duyurular, Fikirne” amadeyiz. Hakikati temellük etmek mana- teknesi sitesi (www.fikirteknesi.com) ve sitesinde sına gelen veya böyle bir mananın ima ve ihsa- (www.terkibveinsadergisi.com) sına sebep olan her türlü yaklaşım ve tavırdan yayınlanacaktır. uzak durmaya çalışıyoruz. Biliyoruz ki Müs- MUSTAFA KARAŞAHİN lüman şahsiyet, Müslümanlara karşı “iddia” sahibi olmaz, Müslümanın iddiası küfre karşı- [email protected] dır, zira küfrün karşısına dikildiğinde hakikatin tek temsilcisidir. Müslümanlara karşı ise hakikat kaygısını ve endişesini ruhunun en deri49 *Seferberlikte sevk ve idare meselesi *Seferberliğin resmi ve içtimai veçheleri 3-Medeniyet hamlesi için “mevzu haritası” nasıl çıkarılmalıdır MEDENİYET SEMPOZYUMU-1İSLAM MEDENİYET TASAVVURU Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler -MEVZU HARİTASI- 1. Celse; Medeniyet hamlesi 1-Medeniyet hamlesi için tefekkür havzası nasıl oluşturulur? Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler *İslam’ın mevzu haritasını çıkarmalı mıdır? *Mevzu haritası, İslam’ın yekununu anlamanın altyapısıdır *Mevzu haritası, mevzu meratibi (hiyerarşisi) oluşturur *Mevzu haritası olmadan “parça fikirlere” mahkum olmaktan kurtulabilir miyiz? *Mevzu haritası olmadan seferberliğin nazari altyapısı oluşmaz *Mevzu haritası, istikamet tayininde zarurettir *Mevzu haritası çıkarılmadan seferberliğin sevk ve idaresi imkansızdır *Mevzu haritası çıkarılamazsa, medeniyet hamlesi başlatılabilir mi? *Müşterek tefekkür faaliyetinde bulunabilmenin ahlaki altyapısı *Telif ve tetkik çalışmalarının bir havzada toplanması *Nazari çalışmaların medeniyet tasavvuru oluşturacak bir bütünlük içinde yapılması *Müspet tenkit yapılabilmesini mümkün kılan anlayış çerçevesi oluşturulması *Şerh geleneğinin ihyası ve müşterek çalışma 2. Celse; İslam Medeniyet Tasavvufaaliyetine katkıda bulunacak bir yapıya ka- ru vuşturulması *Eserlerin tedvin ve tertibi için altyapı oluştu- 1-Medeniyet tasavvurunun mana mimarisi rulması Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve me2-Medeniyet hamlesi için tefekkür seferber- seleler liği başlatılmalıdır *İslam medeniyetinin mana mimarisi nedir? Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- *Mana mimarisinde tertip ve terkip leler *Tevhid, vahdet, kesret silsilesi *Hakikat, gerçek, hayat silsilesi *Medeniyet hamlesi asırlara sari bir faaliyet * yekunudur *Medeniyet mana yekunu mudur, şekil tertibi *Hacimli ve uzun sürecek iş olması, Müslü- midir? man fikir ve ilim adamlarını seferber etmekle *Mana-suret münasebeti nedir? kabildir *Mana-suret münasebetinde sabitlenmiş *Seferberliğin nazari karargah ihtiyacı alanlar *Seferberliğin teşkilatlanma zarureti 50 *Mana-suret mevzuunda hürriyet alanı *Şekil hürriyetinin sınırları 2-Medeniyet tasavvuru için “müktesebatın tedvini” *Alim, arif ve mütefekkir şahsiyet terkiplerinin medeniyet tasavvuruna katkıları *Alim ilim mecrasını, arif irfan mecrasını, mütefekkir tefekkür mecrasını yeniden açmakla mesul değil midir? Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler 3. Celse; İlim, irfan, tefekkür *Kadim müktesebatın tertip ve tedvini *Müktesebatın tedvininde takip edilecek usul *Müktesebata dair büyük harita çıkarılmalı mıdır? *Tertip ve tedvin yapılmazsa bilgi ve ilim telakkisi oluşturulabilir mi? *On dört asırlık müktesebatın baştan imali, on dört asır sürmez mi? *Gök kubbe altında söylenmedik söz kalmamış mıdır? *Her şeyi yeniden mi keşfedeceğiz? *Keşfedileni yeniden keşfetmek zaman ve emek israfı değil midir? *Keşfedileni yeniden keşfe çıkmak, terakkiye mani değil midir? *İnkişaf ve terakki, müktesebatı ileri taşıyarak gerçekleştirilmez mi? *Müktesebatın reddi, batının bilgi (epistemolojik) evrenine mahkum olmak değil midir? 1-Bilgi telakkisi ve epistemolojik işgal Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler *Dünya batının epistemolojik işgali altında mıdır? *Müslüman zihinler batının bilimi tarafından işgal edilmiş midir? *Bilgi telakkimiz yoksa batının bilgi telakkisine mahkum olmaz mıyız? *İlim telakkimiz yoksa batının bilimini tek “bilim mecrası” kabul etmez miyiz? *Batının epistemolojik işgalinden kurtulmanın yolu, kendi bilgi telakkimiz imal etmek değil midir? *Bilgi ve ilim telakkimizi yeniden inşa edemezsek, batıya karşı istiklalimizi kazanabilir miyiz? 3-Alim, Arif, Mütefekkir şahsiyet terkipleri *Batının bilgi müktesebatının hacmi dikkate alınırsa, bilginin İslamileştirilmesi mümkün Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- müdür? leler *Medeniyetler arası meydan muharebesi, bilgi ve ilim sahasında sürüyor *Alim kimdir? *Bilgi telakkisini kabul ettiren dünyaya ha*Alim şahsiyet terkibi nasıl gerçekleştirilir? kim olmuyor mu? *Arif kimdir? *Medeniyet tasavvuru (büyük terkip) gerçek*Tasavvuf merkezleri irfan mecrasını yeniden leştirilmezse, İslam’ı batının bilgi telakkisiynasıl açmalıdır? le okumuş olmuyor muyuz, bu durum oryan*Mütefekkir kimdir? talist okuma değil midir? *Tefekkür olmadan ilim ve alim olur mu? *Tefekkür olmadan irfan ve arif olur mu? 2-Tefekkür mecrası nasıl açılır? *Alim ve ariften müstakil mütefekkir şahsiyeti olur mu? Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler 51 *İslam irfan mecrasının imal ettiği bilgi te*Batı tefekkür mecrası felsefedir lakkisi *Dünyada felsefe dışında bir tefekkür mecrası *İslam tefekkür mecrasının imal ettiği bilgi var mıdır? telakkisi *Felsefe tek tefekkür mecrası mıdır? *İslam tefekkür mecrası müstakil olarak var mıdır? 4. Celse; İlimlerin tasnifi *Felsefeyi tek tefekkür mecrası kabul etmek, derin bir acziyet ve teslimiyet değil midir? 1-Kadim müktesebatımızda ilimlerin tas*İslam tefekkür mecrası yeniden açılmalıdır nifi *İslam tefekkür mecrasının, ilim ve irfan mecrası ile münasebet esasları nedir? Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve me*İslam tefekkür mecrası, ilim ve irfan mecra- seleler sından bağımsızlaşmalı mıdır? * *Kadim Müktesebatımızda ilimlerin tasnifi *İslam tefekkür mecrasının çerçevesi nasıl *İlimlerin tasnifi hangi mikyaslara göre yaoluşturulabilir? pılmıştır? *İslam tefekkür mecrasının esasları ne olmalı- *İlimlerin tasnifindeki maksat nedir? dır? *Eski tasnif ihtiyacımızı karşılar mı? *Müşterek tefekkür faaliyeti nasıl mümkün *Eski tasnifler tüm bilgiyi kuşatıcı hacimde olur? midir? *Tefekkür havzaları nasıl oluşturulur? *Dini ilimler (İslami ilimler) bahsi eski tas*Şerh geleneği ve tefekkür mecrası niflerin neticesi midir? *Şerh geleneği ihya edilmeli midir? *Dini-ladini ilim tasnifi doğru mudur? *İslam’ın dışında kalan bir bilgi evreni olabi3-İlim, irfan ve tefekkürün kaynağı olarak lir mi? bilgi telakkisi *İslam’ın men ettiği bilgi alanları olması, o alanı izah etmediğini gösterir mi? Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- *Bir bilgi alanının veya fiilin haram kılınmaleler sı, o alanı bilgi evreni dışına çıkarır mı? *İslam’ın izah etmediği bir varlık ve vakıa *Bilgi telakkimiz yoksa ilim anlayışımız olur olabilir mi? mu? *Bilgi telakkimiz yoksa irfan mecrası akmaya 2-İlimlerin tasnifini yeniden yapmalıyız devam eder mi? *Bilgi telakkimiz yoksa tefekkür faaliyeti Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve memümkün mü? seleler *Bilgi telakkisi ve iman mevzuu *Bilgi telakkisi ve kaynak bahsi *İlimlerin tasnifi nedir? *Bilgi telakkisinde kaynak meratibi *İlimlerin tasnifi yapılmadan bilgi ve ilim *Bilgi telakkisinde itimat ve itibar merkezleri telakkisi oluşturulabilir mi? *İslam ilim mecrasının imal ettiği bilgi telak- *Dünyanın bugünkü bilgi müktesebatı göz kisi önüne alınırsa, yeniden tasnif yapılmalı mıdır? 52 *Dünyanın tüm bilgi müktesebatını kuşatacak bir tasnif yapılmalı mıdır? *İlimlerin tasnifinde bilgiler ve bilgi alanları arasında seçim yapılmalı mıdır? *Batının bilgi müktesebatına karşı tavrımız ne olmalıdır? *Batının bilgi müktesebatını da kuşatacak bir tasnif mümkün müdür? *Batının bilgi müktesebatını kuşatacak tasnif yapılmazsa maksat hasıl olur mu? *Batının müktesebatını da ihtiva edecek tasnif nasıl yapılır? *İlimlerin tertip ve tasnifinin ana haritası nasıl çizilmelidir? *Temel tasnif havzaları neler olmalıdır? *Tasnif sadece yatay zeminde mi yapılmalıdır yoksa dikey boyutta da yapılmalı mıdır? *Bilginin terkibi şart mıdır? *Terkibin ilmi çerçevede ve seviyede yapılması gerekli midir? *Belli bilgi alanlarını kuşatacak terkip ilimleri kurulmalı mıdır? *Aynı mecradaki ilimleri terkip ilmi çatısında cem etmenin faydaları nedir? *Terkip ilimlerini kurmanın ilk şartı ilimlerin tasnifidir *İlimlerin tasnifi, aynı zamanda terkip altyapısıdır *Terkip ilimlerini kurmak, bilgi alanında tarihin en büyük hamlesi değil midir? *İslam’ın bilgi ve ilim telakkisi, terkip ilimleri kurulmadan oluşturulabilir mi? *İlimlerin tasnif haritası hazırlanmadan terkip ilimleri kurulabilir mi? 3-Fikirteknesi Külliyatının “ilimlerin tasni- *Terkip ilimleri için ilimlerin yatay tasnifiyle birlikte “dikey tasnifi” de yapılmalıdır fi” teklifi *Terkip ilimlerini kurmanın güzergah haritaBu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- sı nedir? leler 2-Terkip ilimleri, eklektizmden kurtulma*Fikirteknesi külliyatında ilimlerin tasnifi nın yoludur *Ana tasnif mecraları *Mutlak ilim-Nispi ilim tasnifi Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve me*Yatay tasnif haritası seleler * “Kur’an ilimleri mecrası” * “Tevhid ilimleri mecrası” *Eklektizmin tabiatı ve sebepleri nedir? * “Beşeri ilimler mecrası” *İslam, eklektizme müsaade eder mi? * “Müspet ilimler mecrası” *İmandaki tevhidin bilgi alanındaki tezahürü *Dikey tasnif haritası vahdet ve terkip midir? * “Terkip ilimleri” *Bilgide terkip (ve vahdet) gerçekleştirile* “Tetkik ilimleri” mezse imanda şirk tehlikesinin yolu açılmaz * “Tatbik ilimleri” mı? * “Kaynak şirki” gibi bir mevzumuz olmalı mıdır? *Kaynak vahdeti gerçekleştirilemezse laik 5. Celse; Terkip ilimleri anlayışa mahkum olmaz mıyız? * “İslami ilimler” ve diğer ilimler tasnifi, 1-Terkip ilimleri nedir, kurulmalı mıdır? özünde eklektizmi besleyen bir yaklaşım Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- değil midir? leler 53 *Terkip ilimleri kurulmazsa, “İslami ilimler”, “akli ilimler” tasnifine mahkum olmaz mıyız? * “İslami ilimler” dışında bilgi alanı olduğu kabulü, laiklik değil midir? *Karz-ı hasen’in iktisadi ciheti *Karz-ı hasen ve faiz illeti *Karz-ı hasen’in faize mani olma ciheti *Faizsiz iktisadi hayat inşasının çaresi, karz-ı hasen 3-Fikirteknesi külliyatının “terkip ilimleri” *Karz-ı hasen müessese numuneleri geliştirilmelidir teklifi Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- 2-Yeni iktisat sistemi olarak Karz-ı Hasen leler Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve me*Fikirteknesi külliyatının terkip ilimleri teklifi seleler *Fikirteknesi külliyatının ilimlerin tasnifine dair ana haritası *Paranın tedavülü meselesi *Fikirteknesi külliyatında ilimlerin yatay tasni- *Paranın tedavülünde banka istasyonları fi *Paranın temerküz ve tedavülünde müessese*Fikirteknesi külliyatında ilimlerin dikey tas- leşme ihtiyacı nifi *Paranın banka dışında temerküz istasyonları *Fikirteknesi külliyatında “ilim mecraları” mümkün müdür? *Kur’an ilimleri mecrasının terkip ilmi olarak *Paraya faizsiz tedavül güzergahı açmak “tefsir ilmi” *Parayı ticari meta olmaktan çıkarmak ve *Tevhid ilimleri mecrasının terkip ilmi olarak mübadele vasıtası haline getirmek “hakikat ilmi” *Paranın güzergah haritasını karz-ı hasen ile *Beşeri ilimler mecrasının terkip ilmi olarak çizmek “insan ilmi” *Karz-ı hasen müessesesini paranın temerküz *Müspet ilimler mecrasının terkip ilmi olarak merkezi haline getirmek “tekevvünat ilmi” *Karz-ı hasen müessese numuneleri geliştir*Terkip ilimleri, ilimlerin tasnifinin dikey bo- mek yutunun zirvesidir *Farklı ve çok sayıda karz-ı hasen müesseseleri geliştirmek mümkündür 6. Celse; Karz-ı Hasen ve infak 3-Karz-ı Hasen müessese numunesi 1-İnfak çeşitleri ve teşkilatlanma misalleri Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese*Fakirler için karz-ı hasen müessese numuleler nesi *Orta gelirliler için karz-ı hasen müessese *İnfak nedir? numunesi *İnfak çeşitleri nedir? *Şirketler için karz-ı hasen müessese numu*Karz-ı hasen nedir? *Zekattan sonra en hayırlı infak çeşidi olarak nesi *Yatırımlar için karz-ı hasen müessese nukarz-ı hasen munesi *Karz-ı hasen’in ibadet ciheti 54 *Karz-ı hasen vakıfları kurulabilir *Esfel-e safiliyn ile eşref-i mahlukat arasın*Karz-ı hasen dernekleri kurulabilir daki mesafe tedrisat ile aşılır *Kamu bütçesi karz-ı hasen anlayışıyla idare *Mizaç ile ahlak terkibi nasıl yapılır? edilebilir *Mizaç ile ahlak terkibinin mütekamil kıvamı şahsiyettir *Maarif telakkimizin nihai maksadı, şahsiyet inşasıdır 7. Celse; Maarif Davamız *Kalb ve ruh merkezli şahsiyet inşası nasıl gerçekleştirilir? 1-Müderris Risalet, Talebe Sahabe *Kalb-i selim, zevk-i selim, akl-ı selim şahBu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- siyet terkibimizin üç sütunudur *Nefs terbiyesi olmadan ilim tahsili kabil leler midir? *Nefs her şeyden olduğu gibi ilimden de bes*Risalet’in kafirlere tebliğ vazifesi lendiğine göre, nefs terbiye edilmezse kuru *Risalet’in müminlere karşı tedrisat vazifesi bilgi hamallığına mahkum olunmaz mı? *İlk müderris Risalet’tir *Risalet’in “talebelik” hayatı yoktur, bu Risa- *Nefs terbiyesi olmazsa zevk-i selim değil, zevk-i sefil (nefsin zevki) gerçekleşir, buna let’in delillerindendir *Talebeliğin emsali Risalet’in hayatında esfel-e safiliyn denmemiş midir? aranmaz *İlk talebe sahabedir *Talebelik emsali sahabede aranır *Risalet’in müderrisi olduğu tedrisat, “mutlak ilmin” talim ve terbiyesidir * “Mutlak ilim”, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyedir *Sahabe, doğrudan “mutlak ilmi” tahsil ve tedris eden kadrodur *Müderrisi Risalet olmayanın “mutlak ilmi” tahsili muhaldir 2-Maarif telakkimiz ve medeniyet tasavvurumuz Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler *İnsan telakkimiz nedir? *İnsan tabiat haritası tüm varlığın özelliklerini taşımaktadır *İnsan tabiat haritasındaki “insani bölge” teşhis ve tahkim edilmelidir *İnsani bölge; tedrisat ile tahkim, ahlak ile kaim hale getirilir 55 3-Medrese telakkimiz ve medeniyet hamlesine katkısı Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler *Osmanlı medeniyetini kuran da medresedir yıkan da… *Medrese telakkimizi, Osmanlının gerileme, çözülme ve yıkılma devrindeki misale bakarak inşa edemeyiz *Osmanlıyı yıkan medreseyi emsal alamayız *Osmanlının son dönem medrese emsalinden başlayarak, ilk dönemlerine doğru, yani zamanda geriye doğru ilerleyemeyiz, çünkü zaman geriye doğru akmaz *Yeniden bir medrese telakkisi ve numunesi üzerinde çalışmalıyız *Medresenin ana gayesi, bilgi nakli değil şahsiyet inşasıdır, bunun için insan ilmi (veya insan telakkisine) sahip olmalıdır *Medrese, şahsiyet inşasını kalb ve akl-ı selim merkezinde gerçekleştirir, bunun için akl-ı selim tasavvuruna sahip olmalıdır *Kalb merkezinde şahsiyet inşası için nefs terbiyesi şarttır, bunun için nefs terbiye telakkisine sahip olmalıdır *Sohbet, en yaygın şekilde tatbik edilen sünnettir, aynı zamanda İslam’ın temel tedrisat usulüdür *Sohbet, ilk mektepten terkip ilimleri medresesine kadar talim ve terbiye usulü haline getirilmelidir * *Medrese telakkimizi oluşturmak için ilimlerin tasnifini yapmalıyız, zira ilimlerin tasnif haritasına göre medrese çeşitleri kurmak zorundayız *Maarif teşkilatımız, ilimlerin yatay ve dikey tasnif haritasını esas alarak kurulmalıdır *Terkip ilimleri medresesi, hem ilmin hem de maarif teşkilatımızın zirvesi olmalıdır 2-Nakibü’l Eşraf teşkilatının ihyası Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler *Nakibü’l Eşraf teşkilatının tarihi seyri *Ehl-i Beyt için teşkilat ihtiyacı var mıdır? *Ümmetin müşterek kıymetinin, teşkilatlı itibara ihtiyacı yok mudur? *Ehl-i Beytin “bilinir” kılınması muteber olması için ön şart değil midir? *Ehl-i Beytin istismar edilmemesi için teşkilatlanması şart değil midir? * “Defter-i Tayyibe”nin tekrar ihya edilmesi gerekir *Teşkilatlı Ehl-i Beyt, ümmetin dirilişi için ilk şarttır *Fikirteknesi külliyatının yeniden Nakibü’l Eşraf teşkilatı teklifi *Ehl-i Beyte sadakatimizin teşkilatlı olması 8. Celse; Ehl-i Beyt ve Nakibü’l Eşraf gerekmez mi? teşkilatının ihyası 3-Nakibü’l Eşraf teşkilatı ve manevi karargah 1-Ehl-i Beytin ehemmiyeti Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler leler *Ehl-i Beyte kafi derecede kıymet veriyor muyuz? *Ehl-i Beytin insan olarak kıymet ve ehemmiyeti nedir? *Ehl-i Beytin manevi ehemmiyeti nedir? *Ehl-i Beytin içtimai ehemmiyeti nedir? *Ehl-i Beytin ümmetin “büyükleri” (liderleri) olarak ehemmiyeti nedir? *Ehl-i Beytin ümmetin vahdeti için ehemmiyeti nedir? *Ehl-i Beytin, ümmet inşasındaki ehemmiyeti nedir? *İçtimai bünye (cemiyet yapısı) Ehl-i Beyt merkezinde nasıl inşa edilir? 56 *Nakibü’l Eşraf teşkilatı yeniden kurulmalı mıdır? *Nakibü’l Eşraf teşkilatı ümmetin karargahı değil midir? *Nakibü’l Eşraf teşkilatı ümmetin manevi karargahı olmalıdır *Nakibü’l Eşraf teşkilatı ümmetin nihai karar mercii olmalıdır *Nakibü’l Eşraf teşkilatı devlet üstü bir müessese olmalıdır *Nakibü’l Eşraf teşkilatı medeniyet karargahı olmalıdır *İslam devleti Nakibü’l Eşraf teşkilatının emir subayı olmalıdır *Nakibü’l Eşraf teşkilatı ümmetin manevi hamisi olmalıdır *Nakibü’l Eşraf teşkilatı medeniyet karargahı olmalıdır *Fikirteknesi külliyatının Nakibü’l Eşraf teşkilatı teklifi nedir? *Fikirteknesi külliyatının medeniyet akademisi kitabı *Medeniyet akademisi için güzergah haritası *Medeniyet akademisi için teşkilat örneği *Medeniyet akademisi için mevzu haritası *Medeniyet akademisi için kuruluş planı *Medeniyet akademisi için çalışma planı 9. Celse; Medeniyet Akademisi *Medeniyet akademisi azalık liyakati *Azalık liyakatinde münhasır (emsalsiz) fikir 1-Medeniyet akademisi kurulmalı mıdır? ve eser şartı Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- *Medeniyet akademisi azalarına tahsis edilecek imkan ve imtiyazlar leler *Medeniyet akademisi kurulmalı mıdır? *Bilgi telakkimizi geliştirmek için medeniyet akademisine ihtiyacımız var mıdır? *İlimlerin tasnifi için medeniyet akademisi *Kadim müktesebatımızın tertip ve tedvini için medeniyet akademisi *İslam’ın mevzu haritasını çıkarmak için medeniyet akademisi *İslam medeniyet tasavvuru için medeniyet akademisi *Medeniyet müessesesi fikri ve inşası için medeniyet akademisi *Medeniyet hamlesini başlatmak için medeniyet hamlesi *İlim ve tefekkür seferberliği için medeniyet hamlesi *Medeniyet hamlesinin karargahı olarak medeniyet akademisi *Müşterek tefekkür faaliyeti için medeniyet akademisi *İslam tefekkür mecrasının açılabilmesi için medeniyet akademisi 2-Medeniyet akademisi için teklif Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler *Fikirteknesi külliyatının medeniyet akademisi teklifi 57 3-Medeniyet müessesesi nişanı Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler *Medeniyet akademisi, medeniyet müesseseleri fikri ve projesi üretmelidir *Medeniyet akademisi, medeniyet müesseselerini inşa etmeli, inşa ve idaresine refakat etmeli, teftiş ve murakabesini yapmalıdır *Medeniyet inşa süreci, medeniyet müesseseleri ile başlatılmalıdır *Medeniyet müesseseleri, “medeniyet müessesesi namzedi” olarak tespit edilmeli, bir müddet takip ve tarassut altında tutulmalıdır *Medeniyet akademisi, şartları taşıyan kuruluşlara “medeniyet müessesesi nişanı” vermelidir *“Medeniyet müessesesi nişanı” verilen kamu ve özel kuruluşlar bazı imtiyazlarla teçhiz ve tahkim edilmelidir *Medeniyet müessesesi nişanı, kuruluşlar için itibar ve itimat karnesi olmalı *Medeniyet müessesesi nişanı alan kuruluşlar için özel cezalar tertip edilmeli FİKİRTEKNESİ YAYINLARI 40-Türkiye Kendisiyle Hesaplaşıyor 41-Türkiye Yol Ayrımında 42-Düşünce ve Siyasetin Seviyesizliği 43-Düşüncenin Savruluşu HAKİ DEMİR 44-Medeniyet Akademisi 1-İslam Medeniyet Tasavvuru-1-Terkip ve Tefekkür 2-İslam Medeniyet Tasavvuru-2-İnşa Muhafaza Tecdit 3-İslam Medeniyet Tasavvuru-3-Şehir ve Medeniyet 4-Medeniyetin Göç Vakti 5-Anlayış ve Tefekkür 6-Zaman Mekan Varoluş 7-Hilafet Dört Halife ve Devlet İdaresi 8-İslam Maarif Anlayışı-1-Temel Telakki 9-İslam Maarif Anlayışı-2-Ruhi-akli süreçler 10-İslam ve Teşkilat 11-Karz-ı Hasen Müessesesi 12-Fethullah Gülen’in Fikir Hilesi 13-İnsan Zihninin Ana Haritası 14-İnsandaki İnkişaf Seyri 15-İnsanın Keşfi 16-Muhteşem Terkip, İnsan 17-Akl-ı Selimin Farkı 18-Akıl Nedir? 19-Aklın Teşekkül Süreci 20-Akıl İnşası-1-Nazariyat 21-Akıl İnşası-2-Tatbikat 22-Güçlü Akıl 23-Reşit Akıl 24-Şahsiyet 25-Şahsiyet Olamamış Kişilik Tipleri 26-Zeka Şahsiyet Hayat 27-Dirayet Mukavemet Hayat 28-Dirayet ve Mukavemetin Ruhi Kaynakları 29-İhtilal 30-İhtilal Liderliği 31-İkinci Kurtuluş Savaşları Çağı 32-Değişim Süreçlerinin Tabiatı 33-Değişim Devrim ve Sosyal Hareketler 34-Batı Çöküyor 35-Filistin Davası ve Büyük İsyan 36-İslam Birliğinin İçtimai Altyapısı 37-Büyük Kavga 38-Sistemin İdeolojik Sınırları 39-Siyasetin Patlaması 58 45-Dil Düşünce İdrak 46-Büyüklere sorular 47-İslam Tarih Telakkisi 48-İslam İrfanının Teknolojisi 49-İnsan Tabiat Haritası 50-Aklın Sınırları 51-Ruhiyat 52-Akl-ı Selimin teşekkülü 53-Farklı Akıl Terkipleri 54-İnsan Ahlak Hukuk 55-Namaz 56-Müslüman şahsiyetin yeniden inşası 57-Kitap Risalet Sahabe AHMET DOĞAN İLBEY 1-Aldatan Cumhuriyet 2-Kemalist Cumhuriyetin Zulümleri 3-Cumhuriyetin karanlık yılları 4-Bir hüzünkarın ömür defteri 5-Dil Kapısı’nda yazılanlar 6-Müslüman Doğulu’nun derunu 7-Millet üstüne düşünceler İBRAHİM SANCAK 1-İslamcılık meselesi 2-Medyada tefekkür krizi 3-Şia ve İran’ın ihaneti 4-Tefekkür hamlesi 5-Ecel teri mi doğum sancısı mı? 6-Paralel örgüt mü, paralel din mi? NURETTİN SARAYLI MEMDUH ATALAY 1-Tefekkür krizi 2-Tefekkür ve hezeyan 3-İslamcılık tartışmasının haricileri 4-İhanet Şia’nın tabiatında var 1-Dünya Hali 2-Halce NURİ YILDIZ 1-Mavi Marmara Seyir Defteri 2-Mavi Marmara’da Beyaz Güvercinler 3-İnadına İnsanlık 4-Not Düştüm Tarihe-15-Not Düştüm Tarihe-2- FARUK ADİL 1-Batının iflası 2-Beyaz sayfa açmak zor 3-İhanet günlükleri HAMZA KAHRAMAN OSMAN GAZNELİ 1-Büyük Doğu Devleti-1-Umumi Çerçeve 2-Büyük Doğu Devleti-2-Nakibü’l Eşraf Teşkilatı 3-Büyük Doğu Devleti-3-Başyücelik Akademyası 4-Büyük Doğu Devleti-4-Kaza Teşkilatı 5-Büyük Doğu Devleti-5-Başyücelik Hükümeti 6-Büyük Doğu Devleti-6-Maarif Teşkilatı 1-Çocuklarda Akıl İnşası 2-Kişilik tiplerinin hayatı AHMET SELÇUKİ 1-Devlet kuran teşkilat 2-Dünya Devleti METİN ACIPAYAM SELAHATTİN ADANALI 1-Medeniyetimizin Büyük Dehası Necip Fazıl 2-Kurşunlanan Türkçe Parapsikoloji ve paralel örgüt ÖMER KARAYILAN ABDULLAH TATLI 1-Hüznün hazinendir 2-Pazartesi yalnızları 1-Düşünce nedir 2-Düşünür kimdir 59 ALİHAN HAYDAR Operasyon medyası MUSTAFA KARAŞAHİN 1-Cemaat mi istihbarat örgütü mü? 2-Asırlık kavga devam ediyor 3-Akparti’nin Türkiye projesi AHMET KAMİL TUNCER Adanmış ruhların anatomisi FATİH MEHMET KAYA Türkiye’nin manzarası 60