TERKİP VE İNŞA Sahibi ve yazı işleri müdürü Haki Demir Genel

advertisement
Takdim
Medeniyet-i Sahiha
.
Ali Yurtgezen
Sahibi ve yazı işleri müdürü
İslam Medeniyet Tasavvuru
..
Haki Demir
Haki Demir
Medeniyetimize kasteden medeniyetsiz cumhuriyet
Genel Yayın Müdürü
.
Ahmet Doğan İlbey
Metin Acıpayam
Medeniyet tasavvuru veya büyük terkip
İbrahim Sancak
Editör
Medeniyet tasavvurunda üç sütun
Adnan Köksöken
Nurettin Saraylı
Medeniyet tasavvurunda üç mecra
Ebubekir Sıddık Karataş
Medeniyet tasavvurunda üç şahsiyet
Yıllık abone: 80 TL
Alihan Haydar
Altı aylık abone :40 TL
Coğrafya üzerine dipnot -ŞiirHesap numarası
.
Memduh Atalay
Metin Acıpayam
Mey Ey -ŞiirPTT K.Maraş şubesi -11093404.
Bilal Yavuz
Medeniyet tasavvurunun mana mimarisi
Mizanpaj
Hamza Kahraman
Gökhan Gencel
Medeniyet tasavvuru için ıstılah haritası
Abdullah Tatlı
Tarih ütopya ve yedi kurucu kavram
Baskı
Atilla Fikri Ergun
Fikirteknesi yayınevi
Tek dişi kalmış medeniyete karşı takma dişli
medeniyet hamleleri
İrtibat
.
Ayhan Eralp
Tel: 0507 465 58 88
Medeniyet tasavvurunun lisan havzası mayınlı
E-mail:
[email protected]
.
Metin Acıpayam
[email protected]
Medeniyet tasavvurunda müktesebatın tedvini
Web sitesi: www.terkibveinsadergisi.com
.
Osman Gazneli
Twitter:
twitter.com/terkibinsadergi
Medeniyet tasavvurunda ilimlerin tasnifi
Facebook:
facebook.com/Terkib-VE-İNŞÂAhmet Kamil Tuncer
Dergisi
İlimlerin tasnifi ve terkip ilimleri
Ramazan Kartal
Medeniyet
tasavvuru
için medeniyet akademisi
İdare adresi:
Faruk Adil
İsmetpaşa mah. 9. Sk. Ergenekon İşhanı
Söze başlarken…
Kat:1 no:4 K.MARAŞ
Mehmet Can
Medeniyet tasavvurumuz ve üç esas
ISSN:
A. Bülent Civan
İslam medeniyeti-batı uygarlığı
Kaan Yiyen
Medeniyet sempozyumu çağrısı
Mustafa Karaşahin
Medeniyet sempozyumu mevzu haritası
TERKİP VE İNŞA
1
kaç gün içinde bitmesi tabii ki çok hoş bir
duygudur ve bizi tahminlerimizin ötesinde
Dergi yayıncılığında birinci sayı her ümitlendirmiştir. İkinci sayının baskı miktazaman zordur. İlk defa okuyucuya sunulan, rını artırdık ve yeni bir tahmin/planlama yapyazar kadrosu ile okuyucu arasında ilk defa tık.
temas kurulan, yazar kadrosunun tasavvuru ile
Birinci sayı eline ulaşan tüm okuyucu
okuyucunun tasavvurunu ilk defa buluşturan
ve takipçilerimize teşekkür ederiz. Derginin
birinci sayı, birçok müspet ve menfi tedailer
muhtevası ile ilgili hiçbir tenkit almadığımız
meydana getirir. Dergiyi çıkaranların istediklegibi, tasavvurumuzu aşan bir iltifatla karşıri gibi bir dergi çıkarıp çıkaramadıkları meselaştık. Bunu Allah Azze ve Celle’nin ihsanı
lesiyle birlikte, dergiyi bekleyen okuyucuların
ve okuyucularımızın kıymet bilirliği şeklinde
beklediklerine uygun bir yayın olup olmadığı
anlıyoruz. Muhteva ile ilgili iltifatlar çok hoş
mevzusu ilk defa müşahhas bir hüviyete bürübir duygudur muhakkak. İnşallah iltifatlar,
nür.
bizi rehavete sevk etmek yerine hakikat ve
Dergi yayıncılığı sadece muhteva ile
hikmet avcılığımızı kamçılayacaktır.
ilgili olmayıp, aynı zamanda dergiyi çıkaranların pratiğe dönük maharetlerini de ortaya koAnadolu’dan yazılar geliyor, hamiyar. Fikir ile tatbikat arasında meydana gelen yetperver Müslümanlar meseleye alaka duuçurumun derinleştiği kaos çağında, fikrin yuyor. Medeniyet bahsinde yazmaya çalıştatbikatının en saf hali olan yayıncılık, aslında mak tabii ki dikkate değer, bu çabayı göz ardı
fikrin tatbikatı sayılmayacak kadar başlangıç etmiyoruz. Ne var ki bazı yazılar, ya sadece
safhasıdır. Bununla birlikte, fikrin zarflanma- bilgiden (bilgi naklinden) ibaret veya imal-i
sına dair küçük bir hamle olması bakımından fikir cihetinden çok sığ… Bu cinsten yazıları
dergicilik, bir maharet ister.
yayınlamaktan tabii ki imtina ediyoruz. LaDergi yayıncılığı tecrübesi olmayan bir kin her sayıda bir veya iki adet yazıyı “emkadro tarafından çıkarılan dergimiz, şekil şart- sal” teşkil etmesi için yayınlıyoruz.
ları cihetinden bazı eksikliklere sahiptir. Eksikliklerimiz, birinci sayımızla ilgili tenkit ve *
tespitleri dikkate almak suretiyle muhakkak ki
İkinci sayıyı da ücretsiz dağıtıyogiderilecektir. Ne var ki eksikliklerimizin bir ruz. İkinci sayıdan itibaren, üçüncü sayıyı
kısmı imkansızlıklarımızla ilgilidir ve bunlar, talep edenlerin abone olması gerekmektebildiğimiz ama imkanlarımızın mahdut olma- dir. Dergimiz, dağıtım şirketlerine verilsından dolayı mahkum olduğumuz meseleler- meyecek, sadece abone sistemiyle çalışadir. İmkanlarımız dışında kalan ve mahareti- caktır. Bu sebeple dergimize ulaşmanın
mizle ilgili olan eksikliklerimiz giderilmeye tek yolu aboneliktir. Abone bedeli, altı
çalışılmaktadır, ki bu husustaki tenkit ve tek- aylık 40.00 TL, yıllık ise 80.00 TL dir.
liflerin devamını talep ederiz.
Abone olacakların, Metin Acıpayam’ın
TAKDİM
PTT K.Maraş şubesi (11 09 34 04) hesap
numarasına bedeli yatırması ve bilgi verBirinci sayıya olan talep bizim tahmi- mesi rica olunur.
nimizden fazla olmuş, bu sebeple kısa sürede
(üç gün içinde) dergimiz bitmiş, geç kalan EDİTÖR
talepler karşılanamamıştır. Birinci sayının bir*
2
zihnimizden ve kalbimizden silip çıkarmak,
sonra “illâ” ile oraya kendi medeniyet tasavİslâm adına, seküler bir din mevkiine vurumuzu yerleştirerek sabitlemek gerekiyor.
konulduğu gerekçesiyle reddedilirken de, tekFakat Batı’nın medeniyet veya uygarnolojik gelişme, iktisadî refah ve konfor
imkânı olarak görülüp iştiyakla benimsenirken lık diye takdim edilen iktisadî zenginliği, fen
de Batı’dan mülhem bir medeniyet tasavvu- ve teknikte ulaştığı ileri seviye ve böylece
rundan yola çıkıldığını gözden kaçırdığımız kazandığı tahakküm kudreti, bütün bunların
için, medeniyet meselemiz iki asra yakın bir zeminindeki anlayış gözden kaçırılınca “lâ”
zamandır kıyl ü kaal mevzuu olmaktan öteye denilerek kolayca nefyedilemiyor. Oysa sivigötürülemedi. Medeniyetin kelime manasıyla lizasyon, bugünkü göz alıcı tezahürlerine
Batı’daki civilisation (sivilizasyon)’a denk rağmen insanın kutsalla rabıtasını koparıp
düşmesi, hatta hususen sivilizasyonu karşıla- kendini müstağni sanmasıyla başlayan bir
mak üzere sonradan türetilmesi ve nihayet sapmanın neticesidir ve Batı’ya mahsus bir
İslâm coğrafyasında son iki asırdır modern- vakıadır. İnsanı “beşer”, varlığı “madde”
leşmek suretiyle yürütülen temeddün tarzı, olarak görür. Kâinattaki ilahî nizamı bozup
medeniyet ile sivilizasyonun aynı şey olduğu nefsin hevasını tatmin edecek dünyevî bir
fikrini tartışmasız bir doğru gibi kafalara yer- verimlilik maksadıyla ve sadece aklı kullanarak yeniden tanzime koyulmuştur. Dünyayı
leştirdi.
cennete çevirmek iddiasındaki bu yeniden
Batı’ya mahsus sivilizasyon tasavvuru tanzim çabasında verimlilik dışında hiçbir
zihinlere medeniyet diye kodlanınca İslam dinî ve ahlâkî ölçü tanımaması, kaynak ve
medeniyetini ihya yahut yeniden inşa maksa- emek sömürüsünü meşrulaştırmış, bu sayede
dıyla yapılan hamleler ya tabii olarak akamete elde edilen güç ve zenginlik bir yandan siviuğradı veya temeddün zannedilen bir tereddî lizasyonun yegâne ideal nizam gibi algılanıp
ile şahsiyet kaybına yol açtı. Bu neviden te- adeta seküler bir din haline getirilmesine, bir
şebbüslere İslâmî hassasiyetlerle getirildiği yandan da mensuplarının tekebbürle dünyaya
düşünülen tenkitler de aynı sakat tasavvurun hükmetme vehmine kapılmasına sebep olberzahından kurtulamadığı için sadra şifa ol- muştur. Sivilizasyonun bugün artık neredeyse
madı. Bundan sonra da medeniyet tasavvuru- nas gibi kabul gören, kutsiyet atfedilen ve
muzu tashih etmedikçe o berzahtan çıkıp neti- hakikati sorgulanmayan bilim, teknoloji, ilerce verecek yeni bir hamle için yola koyulma- leme, gelişme, kalkınma… ilh kavramlarınmız imkân dahilinde görünmüyor. Zira daha da, böylesine bir sapkınlığın ifsat edici bir
tasavvur safhasında belli arızalarla malûl bir virüs gibi mündemiç olduğu akılda tutulursa
anlayışın pratiğinden kemâl beklemek müm- “lâ” ile kesilip atılmasında bir tereddüt yakün değil.
şanmayacaktır. Esasen meselenin lâ faslında
fazlaca oyalanmak, medeniyet teşebbüsümüŞu halde evvel emirde medeniyet tazü bir reaksiyonun, benzer tarzda alternatif
savvurumuzu vahiyle tashih etmemiz şart. Vaoluşturarak mevcut anlayışla rekabete girme
hiyle tashih ise mevcut tasavvuru İslâmî ölçüihtiyacının sevk ettiği bir arayış gibi anlalerle telife çalışıp bir çeşit restorasyona tabi
maktır ki zımnında hâlâ sivilizasyonun refetutarak değil, nefy ve ispat yoluyla oluyor birans alındığını gösterir.
lindiği üzere. Yani makbûl ve makûl taraflarını
alıp geri kalanını atalım hesabına girmeden
“lâ” diyerek sivilizasyonu bütün unsurlarıyla
MEDENİYET-İ SAHİHA
3
Medeniyet inşası bizim var oluşumuzun, kulluğumuzun, yeryüzü hilafetimizin iktizasıdır ve yüksek seviyede ilim, irfan, tefekkür
ve terkip mahareti şartı sebebiyle farz-ı kifaye
hükmünde bir mükellefiyettir. Medeniyet tasavvurumuzu tashihin “illâ” kısmında böyle
bir mükellefiyetin olmadığı iddiasında bulunmak, bedâvet kifayetsizliğinin bahanesi değilse eğer, İslâm’ın zahirinde kalanlara mahsus
bir gaflet yahut ufuksuzluğun eseri olmalıdır.
“Güzel ahlâkı tamamlamak için” gönderilmiş
bir peygamberin ümmetinin, kemâle erdirilen
o ahlâk-ı hamideyi yaşayıp yaşatmak vazifesi
yanında nizam-ı âlem için kâinattaki ilahî dengeyi muhafazaya ve yeryüzünde adaleti tesis
eylemeye memur olduğu da tevil götürmez
vazifeleri arasındadır. Bu vazifeler mükellefiyetlerimizin en son ve kâmil sınırı olması hasebiyle diğer mükellefiyetlerimizi de ihata
eden bir tekâmül seyrini gerektirir. Dolayısıyla
elbette ve her şeyden önce tasavvurlarımızı,
aklımızı ve şahsiyetimizi vahyin ölçüleriyle
inşa eylememiz şartı vardır. Fakat bütün bunlar zaten medeniyet yürüyüşünde kat edilmesi
zaruri menziller olduğuna göre vazife-i temeddün sebebiyle iptal veya ihmâle uğramayacaktır. Aksine, böyle bir endişe ile medeniyet mükellefiyetinden imtina, diğer mükellefiyetleri
ihmâlin sebepleri arasındadır. Kaldı ki tabiat
boşluk kabul etmez fehvasınca insanın hem
medeniyete meyyal fıtratı hem de tercih ve
değiştirme kabiliyeti, birileri tarafından her
halükârda medeniyet adına bir inşanın yapılacağını gösterir ki mükellefiyetlerimizin idrâki
ve ifası hususunda bugün yaşadığımız sıkıntılar tam da sivilizasyon dediğimiz bu başka
birilerinin inşasından kaynaklanmaktadır.
Medeniyet tasavvurumuzu sakatlayan
bir diğer tutum da belli bir dönemdeki müesseselerin veya inşa tarzının daha sonra normatif
bir karaktere büründürülerek atıf kaynağı haline getirilmesidir. Medeniyet, dinin zamana ve
mekâna damgasını vurması, ictimaî planda
4
zuhura gelmesidir. Bu zuhur tarzı devirlerin
ve coğrafyanın şartlarına, başka inşalardan
alınan tesirlere göre değişebilir. Fakat icbar
edici bütün haricî şartlara ve tesirlere rağmen
değişikliklere nihai noktada cevaz veren,
dinin akide ve ahkâmıdır. Dolayısıyla medeniyetin normları, yani mana tarafı değişmez
yahut değişmemesi gerekir. Form veya suret,
ihtişamı ile değil, özündeki manaya tam bir
mutabakatla kıymet ve meşruiyyet kazanabilir. Bu sebepledir ki medeniyeti tezahür kısmından ibaret gören bir kavrayış, bazen
özündeki mana ve maksada tam olarak tetabuk etmeyen veya kendi zamanına mahsus
kadim bir müessese, düzenleme yahut yapıyı
suretâ bugüne taşımak ve o sureti tartışılmaz
bir norm saymakla malûldür. Bu zihnî
malûliyet yahut tasavvur bulanıklığıdır ki
medeniyet adına günümüz Müslümanlarını
bile, bırakın eskiyi şeklen taklidi, İslâm
ahkâmının tatbikini imkânsız hale getiren,
dinî hassasiyetleri ortadan kaldıran nevzuhur
bir şehir yapılanmasına mahkûm eylemiştir.
Hasıl-ı kelâm öncelikle İslâm medeniyetinin bütün bu arızalardan berî olduğunu,
huzur iklimini tesis ederek hayrı ve haseneyi
yaşatan bir hayat ve cemiyet nizamını teşkil
maksadı taşıdığını bilmek ve medeniyet tasavvurumuzu böylece tashihle medeniyet-i
sahiha kılmak mecburiyetindeyiz. Medeniyet-i sahîha, âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûl-i Zîşân’ın kılavuzluğunda O’nun
ayak izlerini takip ederek, dünyadan O’nun
gibi geçip gitme ameliyesidir. Bizim medeniyetimizin başındaki “mim”, kutlu bir tevafukla sanki Efendimiz s.a.v.’in ism-i şerifine
ve O’nun rehberliğine işaret etmektedir.
Bundandır ki Âlemlerin Efendisi’nin başında
bulunarak istikamet vermediği bir medeniyyet, “mim’siz medeniyet”tir; denâete sebeptir.
ALİ YURTGEZEN
[email protected]
İSLAM MEDENİYET TASAVVURU
İnsan tabiat haritası, mahlukat aleminin
en aşağısından en yukarısına kadar tüm çeşitliliği muhtevidir. Her varlık, kendi tabiatına
mahkumdur, tabiatını aşması beklenmez, tabiatını aşıp başka bir varlığa dönüşme istidadından bahsetmek, evrim teorisini kabul etmektir. Hayvan ne olursa olsun, ne yaparsa
yapsın, nasıl bir eğitime tabi tutulursa tutulsun,
tabiat haritasının alt ve üst sınırını aşamaz,
dolayısıyla hayvan olarak kalır. İnsan ise yaratılmış tüm varlık çeşitlerinin tabiatını cem
eden ve ayrıca ve münhasıran “insani” hususiyetleri de ihtiva eden tek varlık cinsidir.
Her varlık kendi tabiatıyla doğar, kendi
tabiatına mahkumdur, kendi tabiatı ile yaşar ve
ölür. Varlık çeşitlerinin büyük bir kısmı eğitime ihtiyaç duymadan, tabiatında mevcut olan
“yapma istidadı” ile hayata başlar. Tabiatına
mahkum olduğu gibi, tabiatına uygun davranmak, yaratılış maksadını yerine getirmesi için
kafidir. İnsan bu hükmün istisnasıdır, zira insan, mahlukatın tamamının tabiatını cem ettiği
için, tabiat haritasının “insani bölgesi”ni keşfetmek, orada ikamet etmek, o sınır içinde bir
hayat yaşamak durumundadır. Bu sebepledir
ki, dünyaya gelen insan talim ve terbiyeye tabi
tutulmalı, tabiat haritasındaki “insani bölge”de
kalmasını, orada yaşamasını, oradan çıkmamasını temin eden bir ahlak iktisap etmelidir.
Anlaşılacağı üzere insan, dünyaya insan istidadı ile mücehhez olarak yani “potansiyel insan” olarak gelir, “insanileşme süreci” dediğimiz talim ve terbiyeden geçer, tabiat haritasındaki “insani bölge”de bir hayat kurarak insanlaşır. İnsanın, kainattaki diğer varlık çeşitlerinin aksine dünyaya hazır halde gelmemesi,
aciz olarak gelmesi, bir taraftan büyürken diğer taraftan talim ve terbiyeye muhtaç olması,
özü itibariyle “insanileşme sürecini” yaşamasını, hem mümkün kılar hem de buna mecburdur.
5
İnsanın diğer varlıklardan (hayvan ile
mukayese etmek itiyat olmuştur) temel farkının “akıl” ve “düşünce” olduğu zannı, günümüz dünyasında yerleşiktir. İnsanın, akıl aleti
ve düşünce istidadı ile hayvanlardan tabiaten
ayrıldığı doğrudur ama bu ikisi vasıtasıyla
yaptığı işler, hayvandan daha aşağıya inmesine de sebep olabilmektedir. Hayvanın vahşeti, ağzı, pençesi gibi vücuduna bağlı uzuvlar ve onların oluşturduğu istidatla sınırlıdır,
oysa insan, akıl ve düşünce ile öyle aletler
inşa etmekte, usuller geliştirmekte, yollar
açmaktadır ki, mesela bir bomba ile bir milyon insanı katletme imkanı oluşturmakta ve
bunu kullanabilmektedir. Akıl ve düşünce
sahibi olmayan hiçbir varlık atom bombasını
yapamaz, bu sebeple ne kadar vahşi ve barbar olsa da bir defada milyonluk kütleler halinde katliam yapamaz. Demek ki akıl ve
düşünce sahibi olmak, insan tabiat haritasındaki “insani bölge”de ikamet etmeyi, o bölgede “insani” bir hayat kurmayı mümkün
kılmamaktadır.
Her dünya görüşü özü itibariyle, insan
tabiat haritasındaki “insani bölge”nin sınırlarını tespit, muhtevasını tayin eden bir “insan
telakkisi”dir. Bugünün dünyasında doğrudan
veya dolaylı olarak en yaygın olan materyalizm, insanın ve hayatın kaynağını izah edememekten dolayı kaçınılmaz olarak evrimcidir. Materyalist ve evrimci bakışın “insan
telakkisi”, gelişmiş hayvandır. Evrimleşerek
akıl ve düşünce sahibi olduğuna inanılan
“gelişmiş hayvan”, aklın ve düşüncenin tüm
imkanlarını kullanarak, mesela kimyevi, biyolojik, nükleer silah yapmakta tereddüt etmez, bunları kullanmaktan çekinmez. İnsanın
müstakil olarak yaratıldığını, diğer varlıklardan birinin evrim neticesinde meydana gelmediğini kabul etmeyen bakış ve inanış, bir
insan telakkisine (tezine) değil bir hayvan
tezine sahiptir. Bu sebeple akıl ve düşünce,
“insani bölge”yi keşfetmek, o bölgede mede-
ni bir hayat inşa etmek için değil, mümkün
olan tüm istidat ve hususiyetlerinin kullanılacağı bir imkan olarak görülür. Batının materyalist bakışı, insanın yapabileceği her şeyi
“insanilik” çerçevesinde görmeye mahkumdur,
asla insanı keşfedemez, asla bir insan tezine
malik olamaz, asla insani özelliklerin neler
olduğunu bilemez. Bir dünya görüşünün derinliği ve ufku insan telakkisinde görünür. Batının insan telakkisi, “libido”, “ego”, “süper
ego” gibi en basit, en sığ, en hacimsiz bir tasnif üzerine oturur ki, akıl ve düşünce sahibi
olduğunu iddia etmesine rağmen, hayvanlardan yüksek seviyede bir temele sahip değildir.
niyet tasavvuru; temelde insan telakkisidir,
insan telakkisini en derin şekilde keşfetmektir.
İslami dünya görüşü, kainattaki en girift varlık cinsi olan insanı en derin şekilde
tanır. On dört asırlık kadim müktesebatımızın
keşif karargahı olan tasavvufun en fazla insan
ile ilgilenmesi, mesaisinin kahir ekseriyetini
insanın keşfine tahsis etmesi tesadüfen değildir. İslam irfanının insan telakkisi, yeryüzünde
hiçbir kültür coğrafyasında izine bile rastlanmayan bir giriftlik ve zenginliktedir. Ve insanı
inşa eden, her şeyi inşa etmiştir, zira dünyayı
insan inşa eder. İslam’ın sadece ruh ve nefs
tasnifi bile insan tabiat haritası için muhteşem
bir bakıştır ki, ruh “insani”, nefs ise “dünyevihayvani” tabiatın mümessilidir. Ruha ulaşamayan insan ruhi hayata sıçrayamayacağı için
insanileşme sürecini tamamlamamış, “insani
bölge”de ikamet etmeye başlamamış, Şeriat’ın
çerçevesini ve sınırlarını çizdiği “insani bölge”
tarifini yapamamış demektir.
Önce insani merkezden ve ondan önce de insanın merkezinden bakmak, inşa faaliyetine oradan başlamak lüzumu açık. Ne
var ki insani merkez ve insanın merkezi,
içinde yeşereceği uygun iklim şartlarını ister,
bu ise meselenin “muhit” buududur.
İnsan tabiat haritası kainat kadar geniştir, kainattan da daha girifttir. Akıl ve tefekkür,
insani bölgenin ölçülerini ve sınırlarını doğru
tespit edecek maharet ve istidatta değildir, sadece bildirilmesi (vahyedilmesi) halinde idrak
etme iktidarındadır. Bu sebeple “insani bölge”nin bilgisine sadece biz sahibiz, onu sadece
İslam’ın aklı olan akl-ı selim anlar, o bölgede
sadece Müslümanlar yaşayabilir. İslam mede6
Bu çerçevede olmak üzere İslam medeniyet tasavvuru; İslam’ın insan telakkisini
keşfetmekle başlar, insan çeşitliliğinin ihtiyaç
duyduğu şahsiyet terkiplerini inşa etmekle
ikinci hamlesini yapar, hayatın inşası ve yaşanması için gereken tefekkür mecralarını
açmakla devam eder, nihayet bunların tüm
tezahürlerini nizami bir tertibe tabi tutarak
varlık ve vakıaları kuşatır.
*
İlk yapılması gereken iş, bilgi telakkisini oluşturmak yani bir epistemolojik evren
inşa etmektir. İnsanı, kalb-i selim, zevk-i
selim, akl-ı selim sütunları üzerinde inşa
ederken, akl-ı selimin bilgi telakkisini, idrak
evrenini, idrak yollarını, idrak usullerini,
kadim müktesebatımızda yeniden keşfetmeli,
bugünün şartlarını da dikkate alarak yeniden
inşa etmeliyiz. Batının epistemolojik evreni,
“gelişmiş hayvanı” esas alan pozitif aklın
eseridir. Pozitif akıl, “olmayan varlığı” görebilmeyi (halüsinasyonu) mümkün görür ama
görünmeyen varlığın (mesela cinlerin) olduğunu muhal kabul eder. Pozitif akıl merkezinde kurulan materyalist epistemolojik evren, akl-ı selim merkezindeki “tekevvünat”
alemine kıyasla çocuk meşgalesi gibi kalır.
İslam’ın insan için tayin ettiği ufuk, “ölmeden ölenler” ve “ölüp de ölmeyenler”dir ki,
pozitif akıl bu meselelerin başlığını duyduğunda ciddiye almaz ve hurafe der, eğer ciddiye alırsa da birkaç salisede çıldırır. Batının
epistemolojik evrenine ve pozitif aklına mahkum olan ahmak Müslümanlar ise, bu ufuk
meseleleri pozitif akılla idrak ve izah çabasına
girer ve meselenin hakikatini katleder.
Müslümanların bilgi telakkisinin ufku,
miraçtır. Bize, “Zat Alemi”ne misafir edilen,
insanlığın gayesi ve ufku olan Efendimiz
Aleyhisselatü Vesselam tarafından, veranın da
verasından haber ve müjde gelmiştir. Miraç
tabii ki münhasıran Efendimiz Aleyhisselatü
Vesselama ait bir ihsandır ama unutmayalım ki
bize oradan bilgi ve müjde gelmiştir.
İslam, insan ruhunun, “alem-i ervah”ta
Allah Azze ve Celle ile mükalemede bulunduğunu, hakikat bilgisini dünyaya gelmeden ve
doğrudan Kadir-i Mutlak’tan aldığını bildirir.
Dünyaya geldiğimizde de, bizzat Allah Azze
ve Celle’nin kelamına muhatap kılınmış, hilafetine mazhar olmuşuzdur. Mesele, “alem-i
ervah”ta bizzat duyduğumuz “hakikat ilmi” ile
dünyada Risalet tavassutu ile muhatap olduğumuz hakikat ilmi olan Kur’an-ı Kerim arasındaki tenasübü keşfetmektir. Öyleyse bilgi
telakkimizin temeli “tevhid ilimlerinin” merkezi unsuru olan “ruhi ilimler”dir. Bilme ve
idrak etme melekelerimizin tamamının kaynağı ruh, bilme ve idrak etme imkanlarımızın
tamamı “alem-i ervah”ta iktisap ettiğimiz bilgi
(ilk bilgi ihtiyacı) olduğuna göre, tasavvufun
uhdesindeki ruhi ilimlerin, Şeriat-ı Ahmediye
çerçevesinde yeniden izhar edilmesinin, gerekiyorsa yeniden tanzim edilmesinin zamanıdır.
*
mat kaynağını” işaretleyecektir. İman kaynağı, “mutlak ilim” olan Kur’an-ı Kerim ve
Sünnet-i Seniyyedir, itimat kaynağı ise “nispi
ilimler” olan tefsir, fıkıh, hadis gibi Ulum-u
İslamiye’den başlamak üzere tüm imal ve
inşa edilmiş ilimlerdir. Mevzu haritası, iman
mevzularında ümmetin ulemasının icmaını
esas alacak ve o meselelerde gevezelik yapmayı men edecek, nispi ilimlerde ise ana
mihvere sadakat şartına bağlı olarak geniş bir
ufuk (hürriyet) açacaktır.
İlimlerin tasnifi, “merkezi meseleyi”
(iman mevzularını) esas almak üzere, hangi
bilginin ve bilgi kaynağının nerede duracağını, hangi bilgi alanlarının (ilim sahalarının)
hangi mevzie yerleşeceğini gösteren ana haritadır. Nispi ilimlerin din olarak anlaşılması
ne kadar yanlışsa, nispi ilimlerin (kadim
müktesebatımızın) ret ve inkarı da o kadar
yanlıştır ve her ikisi de İslam’ın anlaşılmasına manidir. İlimlerin tasnifi, İslam’ın idrak,
izah ve tatbik edilebilmesi için temel haritamızdır ki, hayatta yapılacak işlerin tamamına
dair istikamet ve güzergah tespitini mümkün
kılar.
*
Mevzu haritası çıkarmak ve ilimlerin
tasnifini yapmak için akl-ı selime ihtiyacımız
var. Akl-ı selim sahibi olmayan fikir ve ilim
adamlarının bu çapta bir işi yapması imkansızdır. Ne var ki, akl-ı selimi inşa etmek için
de mevzu haritası ve ilimlerin tasnifine ihtiyacımız var. Bu çok derin bir paradoks…
Her ikisi de birbirinin sebebi ve neticesidir,
biri olmadan diğerinin olması fevkalade zordur. Öyleyse yolumuz, her ikisini de birbirine
nispet ederek, sürekli birbiriyle kıyaslayarak
ve birbiriyle besleyerek kesintisiz bir keşif ve
idrak çabasıyla çalışmaktır.
İslam’ın bilgi, ilim, irfan, tefekkür telakkisinin zeminini teşkil edecek olan “mevzu
haritası” çıkarılmalı, çerçevesini oluşturacak
“ilimlerin tasnifi” yapılmalıdır. Mevzu haritası; “İman”, “İslam”, “İhsan” bahislerini hem
kendi içlerinde hem de birbiriyle münasebetlerinde meratip silsilesi halinde tespit ederek, bir HAKİ DEMİR
taraftan “iman kaynağını” diğer taraftan “iti- [email protected]
7
MEDENİYETİMİZE KASTEDEN
MEDENİYETSİZ CUMHURİYET
Semâvî dinlerini hayat nizamlarından
tart eden bir düşüncenin ve “bilimin uygarlığı”
mânasına gelen laik/seküler ve pozitivist muhtevaya sahip Batı “uygarlığı” ile Medine medeniyeti temelden birbirinin zıddıdır ve uyuşması gayr-ı kabildir.
Medeniyetin ’Medîne’ kelimesinden
türetildiğini, aslı Yesrib olan yerin, Efendimiz’in (İslâm’ın) gelmesiyle Medîne olduğunu, Medîne kelimesinin de ‘deyn’ yani ‘din’
kelimesinden türetildiğini, dînin bir sorumluluk düzeni getirdiğini, yâni dînin ölçüleri istikametinde sorumluluk içinde hareket eden
mütedeyyin insanların Medîne’yi yâni medeniyeti inşâ etiğini”…
Medeniyetin, ilim ve eğitim müesseselerine, umran ve şehir hayatına, eşya ve hâdiselere yekpare olarak İslâm’ın bakışının, yâni
Kur’an ve Sünnet esaslarının damgasını vurduğu bir tekamül olduğunu târif ettikten sonra
Cumhuriyetin medeniyet sahibi olmadığını
kolayca anlayabiliriz.
İslâm şehir mimarisini ideolojik olarak
reddettiği gibi mevcudu da yok etmeye çalışan, “Medinetü’l Fazıla” dan doğan medeniyetimizin en temel unsuru olan câmi aidiyeti ve
düşüncesi olmayan Cumhuriyetin medenî olduğu söylenebilir mi?
*Dinî recüliyetini kaybeden, yâni medenî
olmayı reddeden cumhuriyet
Medeniyet ihyasının birinci derecede
merkezlerinden biri olması gereken üniversitelerin müfredat ve ruhunu İslâmîlikten uzaklaştırarak muhtevasını pozitivist düşünce ve lâdinî modernlikle doldurarak medeniyet tasavvurumuzu yozlaştıran, hattâ iğdiş etmeye çalışan Cumhuriyetin medeniyet sahibi olduğunu
düşünmek akla ziyandır.
Cumhuriyetin Millî eğitim (!) anlayışında İslâm medeniyet değerlerine atıf yapan
tek bir nokta olduğunu veya olabileceğini söyleyen varsa onun aklından zoru vardır. Dinî
musikimize dair görüş ve icrası olmayan, ülkenin her bucağını Viyana gibi heykellerle
dolduran Cumhuriyet devletinin medeniyet
8
tasavvuru olabileceğini düşünmek mümkün
mü?
Türkiye’de İslâm medeniyetinin eğitim ve tefekkür temelleri olan medreseleri,
dergâhları, tasavvuf terbiye ve tâlimini yasaklayan Cumhuriyetin medeniyeti olduğunu
söylemek son derece gülünçtür.
İslâm medeniyet inşasının temellerinden olan medrese ve tasavvuf mektepleri
laikçi Kemalist Batılılaşmanın diğer adı olan
Cumhuriyet devleti eliyle yürürlükten kaldırılınca medeniyetimizin zihnî ve mânevî temelleri de hayatımızdan çekilmiş oldu.
*İslâm medeniyet temellerine darbe vuran
cumhuriyetin medeniyet kimliği yoktur
İslâm medeniyet temellerimize Avrupalıların ve Moğolların dahi vurmadığı darbeyi Cumhuriyet devleti vurmuştur. Başla
gövdeyi birbirinden ayırmış, Müslümanca
tasavvur, duyuş, düşünüş, terkip, zevk ve
anlayış kaynaklarımızı kurutmaya çalışmış
ve büyük nisbette “başarılı” olmuştur. Çünkü
İslâm medeniyet değerlerinin geniş bir kitle
tarafından bilinme hassasının olmadığı ortadadır.
Medrese eğitim ve ufkunun zemininde ilerlemeyen modern bilim ve düşünceden
İslâm medeniyet anlayışı, dolayısıyla hayatı
meydana gelmez. İslâm dairesinde içindeki
kültür ve devletleri İslâm medeniyet potasında bütünleştirecek esaslardan biri, hattâ ilki
medrese geleneğinin tekamül ettirilmesiydi
ki medeniyetsiz Cumhuriyet en evvel tasavvuf terbiye mektepleri olan tekke ve dergâhlarla birlikte medrese eğitimini tart etmiştir.
Medeniyetin yüzlerce unsurundan biri
olan medrese ve tekke eğitim hayatımıza
girmeden medeniyet olmaz. Cumhuriyetin
laik ve ferdiyetçi bilgi alma ve bilgi aktarma
eğitim tarzıyla malul olan medeniyetsiz üniversitelerinden medeniyet tasavvuru çıkmayacağı gibi medeniyet inşacısı da yetişmez.
Medeniyet inşacısının temel kaynağı
olan medrese ve tasavvuf mekteplerinde talebe-hoca münasebeti, hikmet bilgisini tevarüs
etme, yâni öğrenme, kendine mal etme ve
başkalarına aktarma tâlimi şeklindedir. Geleceğin medeniyet inşacısı talebe medresede
sadece ilim tahsil etmez; o ilmi var eden ruh
âlemini, hayat iklimini, zihin, davranış ve yaşayış biçimlerini de tahsil, tevarüs eder ve yaşayarak hayâta katar. İslâm medeniyetinin hayat ve hakikatini, idrak ve varoluş usullerini
tekamül ettirip yaydığı gibi medeniyetin devamlılığını sağlayan ilim, irfan hareketlerinin
kollarını da çoğaltmış olur.
İşte medeniyetsiz Cumhuriyet bu eğitim tarzını “redd-i miras” ettiği gibi medeniyetimizin bu müesseselerini “gerici eğitim yuvaları” diyerek eğitim dünyamızdan uzaklaştırdı.
Din terbiyemizi derûnileştiren ve edepli kılan
tasavvuf mektepleri de medreseyle birlikte
“çağdaş-modern”, yâni muasır medeniyet seviyesi” uğrunda mahkûm edilince bir müddet
medeniyet inşacısı şahsiyetlerden de mahrum
kaldık.
*Medeniyetsiz cumhuriyetten Gazalî’ler,
Sinan’lar, Mevlânâlar çıkmadı, çıkmayacaktır
Çünkü medeniyetsiz Cumhuriyet, İslâm
medeniyet inşacısı şahsiyetleri suçlu muamelesi yaparak devlet ve kamu hayatından uzaklaştırdı. Bundandır ki medeniyetsiz Cumhuriyetten yeni Gazâlî’ler, İbn Sina’lar, Mevlânâ’lar,
Yunus Emre’ler, Mimar Sinan’lar, Fuzûlî’ler,
Itrî’ler, Mehmet Âkif’ler, Bediüzzaman’lar
çıkmadı ve çıkmayacaktır.
Medeniyetimize kasteden medeniyetsiz
Cumhuriyetin millî (!) eğitim ve öğretim kurumları ile entellektüel ve akademisyen tipinden medeniyet inşacısı çıkmaz. Medeniyet
inşacıları âlim, ârif ve hikmet sahibi şahsiyetlerdir ki Cumhuriyet devletinin resmî cephesinde bu evsafta şahsiyetlerin bulunması ve
yaşatılması “laik, çağdaş ve muasır medeniyet
seviyesine ulaşmak isteyen” inkılâplara aykırıdır.
*Cumhuriyet devleti yönünü lâ-dinî sömürgeci batı “uygarlığına” çevirdi
İslâm medeniyetine kasteden Cumhuriyetin önderi, “Yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri (çağdaş), bütün mâna ve eşkali (biçim
ve görünüşleri) ile uygar bir toplum hâline
getirmektir. Memleketler çeşitlidir fakat uygarlık birdir ve bir milletin ilerlemesi için de
9
bu yegane uygarlığa iştirak etmesi lâzımdır”
nutkuyla medeniyet değerlerimize kastedenlerin “başı” olmuştur. Medeniyeti Avrupa’nın
pozitivizm ve lâ-dinîlik üzerine yükselen Batı
“uygarlığında” aramış ve millete müracaat
etmeden ilân ettirdiği Cumhuriyet devletinin
yönünü Kur’anî mânada medeniyet vasfını
haiz olmayan bu sömürgeci “uygarlığa” çevirmiştir.
*“Muasır medeniyet seviyesi”yle aldatmak
“Yegane uygarlık” tan kastının “muasır medeniyet”, yâni lâ-dinî Batı’nın fenbilim, hukuk ve sosyal değerleri olduğunu bir
daha belirtelim. “Muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı,” Batı medeniyeti ile çatışmada
değil, barışıp uzlaşmakta ve Batı’nın temsil
ettiği çağdaş toplumlar ailesine katılmakta
görür. “Çağdaşlaşma” için İslâm cemaat kültürünü aşıp “laik millî kültürü yaratmak zorunda bulunduğumuzu” söyler:
“Cumhuriyetin ilke ve inkılâpları,
Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine bir an
önce ulaştırabilmek için Batılı aklın ve mantığın çizdiği yolları gaye edinir. Yaptığımız
ve yapmakta olduğumuz inkılâpların amacı
Türkiye Cumhuriyeti halkını her bakımdan
uygar ve çağdaş bir toplum hâline getirmektir. İnkılâplarımızın temeli budur.”
Şu sözleriyle İslâm medeniyetine taammüden ve ideolojik olarak karşı çıktığını
görmek istemeyenler, onun zihniyetine şerik
olan ulusalcı ve laik Türkçülerdir:
“Çağdaş uygarlık tek bir milletin veya
tek bir dinin ortaya çıkardığı bir değer değildir. Diğer uygarlıklar gibi o da insanoğlunun
yüzyıllar boyu devam eden katkılarıyla oluşan, rasyonel düşünceye ve lâik bir dünya
görüşüne dayalı ortak bir eserdir. Biz batı
uygarlığını kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya uygarlık seviyesi içinde
benimsiyoruz.”
Medeniyetsiz Cumhuriyetin önderinin
sık kullandığı “çağdaşlık” kavramı da İslâm
medeniyet değerlerinin reddi ve Batı medeniyet değerlerini kabul, yâni “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” mânasına gelir.
Laikçi sistemle, düşünme, yeme-içme, giyinip kuşanma ve bütün sosyal hayatımız ve
müesseselerimizle Avrupalılar gibi olmaktır.
*“Muasır medeniyet”, İslâm’a karşıdır…
“Muasır medeniyet seviyesine” nasıl
ulaşılacağının cevabını da kendisi verir:
“Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün
mesaimiz Türkiye’ye asrî, binaenaleyh Garbî
hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmeyi arzu edip de Garba teveccüh etmemiş
millet hangisidir?”
Cumhuriyetin ideolojisiyle idraki kirlenen zavallı aydınlar onun, “…Medeniyet için,
hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit
ilimdir...” sözünü “yerli bir medeniyet hamlesine işaret olduğunu zannettiler. Oysa “en hakiki mürşit ilimdir” sözü dinin varlığını reddeden Batı’nın pozitivist “bilim ve akıl” ılığından oluşan “uygarlığını” işaret ediyordu. “Tanrı” ya ihtiyaç duymadan düşünen ve dinin müeyyidelerinden bağımsız ve sözde hür olarak
iradesini geliştirmek demektir ki, medeniyetsiz
Cumhuriyetin temel gayesi de buydu.
*“Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” sözü,
İslâm’dan kaçış, batı’nın pozitivist bilimine
ilticadır
tak ve üstün medeniyete” dahil olmak mânasına geliyordu. Bundandır ki Cumhuriyet
ideolojisine göre Osmanlı-İslâm asırları medenî sayılmadığı için “medenî ve asrî olmak”
için Batılılaşmak yönünde inkılâplar yapılmalıydı.
*Cumhuriyete göre: “Medeniyet dine bağlanamaz”
“Medeniyetin dinin temellerinde inşa
olunmadığını, medeniyeti muasır Avrupa’da
aramak gerektiğini, hiçbir medeniyet hiçbir
dine bağlanamaz. Bir Hıristiyan medeniyeti
olmadığı gibi bir İslâm medeniyeti de yoktur” diyen Ziya Gökalp’ ın yanında, “Ya
Garplılaşırız ya mahvoluruz” diyen İkinci
Meşrutiyet’in pozitivist aydınlarından Ahmet
Muhtar, “Bir ikinci medeniyet yoktur, medeniyet Avrupa medeniyetidir, bunu gülü ile
dikeni ile isticlâs etmek mecburidir” diyen
Abdullah Cevdet, medeniyetsiz Cumhuriyetin önderinin ilham aldığı Garbçı aydınlardır.
Düşüncelerinin esası “Batı uygarlığından kopuk kalmanın başlıca sebebi İslâm
dinidir” olan bu müstağribler İslâm medeniyetini reddiyesinde hayli tesirli olmuştur.
Lâ-dinî muhtevaya sahip Cumhuriyet
devletinin Osmanlı-İslâm medeniyet değerlerine kastetmesinin sebebi Batı “uygarlığını”
hedefleyen ideolojisidir ki, bu düşmanlık
anlaşılabilir bir düşmanlıktır. Bu noktada
Cumhuriyet yanlısı “sağcı” ve “Türkçü ”
aydınların, İslâm medeniyet mirasımızı reddeden devletin bu tavrını “Kütüphâne raflarını çökertecek” akademik çalışmalarla “lüzumlu bir kültür ve medeniyet değişmesi
olduğunu” yazarak meşrûlaştırma çabalarını
esefle hatırlamak gerek.
Yeri gelmişken belirtelim ki medeniyetsiz Cumhuriyet önderinin 1924’de Samsun’da söylediği “…Hayatta En Hakiki Mürşit
İlimdir” sözü pozitivist ve deist şair Tevfik
Fikret’indir. Medeniyetsiz Cumhuriyetin resmî
târihi yazmasa da, “önder”, bu sözün sahibinin
“ilham kaynağım büyük şair” dediği Tevfik
Fikret olduğunu söylemiştir.
“Mürşid” sıfatını da İslâmî mânada “irşad eden, doğru yolu gösteren rehber” karşılığında kullanmadığını da, “Batı uygarlığının lâdinî bilimini kastettiğini hatırlatalım. Çünkü
bu sözün devamında “İlim ve fen haricinde
mürşid aramak gaflettir, cehalettir, delalettir”
diyerek, Osmanlı-İslâm medeniyetinin inşacı- AHMET DOĞAN İLBEY
larını kastediyor. Ayrıca o devirde dilde uydurukça kelime inkılâpları henüz yapılmadığı [email protected]
için “mürşid” kelimesini mecburen kullanmıştır.
Medeniyetsiz Cumhuriyetin önderi,
Gökalp gibi birçok reformcudan farklı olarak
Batı medeniyetinin bir bütün olarak alınmasından yanaydı. Onun için modernleşme, muasırlaşma, çağdaşlaşma kavramları İslâm medeniyetinin reddi ve Batı medeniyetine, yâni “or10
vakıalar yekununa tatbik edilmesinden ibarettir.
MEDENİYET TASAVVURU VEYA
BÜYÜK TERKİP
*
Kainat, varlığın sayı ve çeşit cümbüşüdür. Sayısız miktar ve çeşitten meydana gelen
kainat, her safhada, derecede, seviyede ya
“bir” halindedir, ya da “bir” menziline doğru
hareket etmektedir. Bir elmadır veya çok elma
bir elma ağacıdır. “Bir” gezegendir veya çok
gezegenlerin oluşturduğu “bir” yıldız (güneş)
sistemidir. Bir yıldızdır veya çok sayıda yıldızın oluşturduğu “bir” galaksidir. Bazen tertiben “bir”dir, çok sayıdaki varlık tertip edilmiş
ve “bir” varlık çeşidini oluşturmuştur. Bazen
terkiben “bir”dir, proton, nötron, elektrondan
mürekkep “bir” atomdur. Bazen tanzimen
“bir”dir, çok sayıda insan bir araya gelmiş,
“bir” cemaat veya “bir” cemiyet veya “bir”
devlet olmuştur. Varlık, “bir”den başlar, “bir”e
doğru akar. Kainat, “bir” ile başlayıp, “bir”e
doğru akışın hareket ve manevralarından ibaret
varlık ve vakıalar cümbüşüdür.
Riyaziyede tek sayı vardır, o da
“bir”dir. Diğer sayıların tamamı, “bir”in müştaklarıdır, “bir”den doğmuştur, müstakil varlık
iddiasında bulunmaları muhaldir. Bu sebeple
riyaziye (matematik) “bir” sayısının hallerini
tetkik etmekten ibaret ilim dalıdır. “Bir” yoksa
hiçbir şey yoktur, “bir” anlaşılmamışsa hiçbir
şey anlaşılmamıştır. Öyleyse varlık ve vakıalar
yekunu olan kainat, “bir”in tahlil ve “bir”lerin
tertip ve terkibinden ibarettir.
Varlığın (ve varlık telakkisinin) idrak
ve izahındaki ana usul, tahlil ve terkiptir. Tahlil; “bir”i cüzlerine ayırarak başka ve çok sayıda “bir” bulmaktır, terkip; “bir”leri birbirine
raptederek yeni “bir”e ulaşmaktır. Anlaşılacağı
üzere tefekkürün iki istikameti var; tahlil yoluyla derinleşmek, terkip yoluyla hacim ve
ufuk kazanmak… Tahlil usulü, hakikate giden
yolun derinlik ufkunu, keşif istikametini gösterir. Terkip usulü ise, hakikat ilminin varlık ve
11
İslam, hukuk (hüküm) cihetiyle çok
sayıda ve çeşitte kaideden müteşekkildir,
ahlak cihetiyle çok sayıda ve çeşitte “hal”den
ibarettir. Kaide ve hallerin yekunu bir ferd
için değil, tüm insanlık içindir, zira kaide ve
hallerin toplamına muhatap olacak ferd yoktur. İnsanlığı kuşatan kaide ve haller yekunu,
tüm mizaç hususiyetlerini ihtiva eder, mizaç
çeşitliliklerinin tezahürü olan tüm fikir ve fiil
ihtimallerini cem eder. Tüm insani hal ve
hareketleri yapabilecek bir ferd olması düşünülemeyeceği için, İslam’ın tüm mükellefiyetlerini üstlenen, tüm emirlerini yerine getiren bir “insan” tasavvur edilemez. Misal, bir
insan hem zekat verme mükellefiyetine hem
de zekat alma hakkına sahip olamaz. Öyleyse
önce ferdi manada bir terkip gerekir, her ferd,
kendi çapında hak ve mükellefiyetlerini öğrenmek, anlamak ve bunları şahsiyet halinde
terkip etmekle mesuldür.
Hayat tek ferd tarafından üretilemeyecek kadar çeşitliliğe sahiptir, keza hayat
ferden yaşanamayacak kadar da çok sayıda
ihtiyacı muhtevidir. Öyleyse bir topluluktan
bahsetmek, birlikte yaşamak gerekir. Birlikte
yaşamak, hayatın zaruri ihtiyaçlarının karşılanmasından başlamak üzere, medeni ihtiyaçların karşılanmasına kadar çok sayıda insan
ve çok sayıda şahsiyet çeşidine ihtiyaç duyar.
Bunlar için teşkilatlanmak, işbirliği ve işbölümü yapmak gibi tanzim ve tertip ihtiyacı
doğar. Bir insan topluluğunun basit işbirliği
ve işbölümünden ibaret teşkilatlılık hali ancak “toplum” mahiyetinde bir içtimailik üretir. İnsan kalabalıklarını belli bir mihraka
bağlı şekilde cem etmek ise “cemiyet” terkibini meydana getirir. Cemiyetin büyüklüğü
nispetinde İslam’a muhatap olma nispeti artar, küçük cemiyetler İslam’ın tamamına muhatap olamaz. Cemiyetin en üst irtifaı olan
“ümmet” teşkil edildiğinde İslam’a muhatap
olmanın “yekununa” ulaşılmış olur. İslam’a
muhatap olan insan sayısı arttıkça “muhatap
olma” derecesi, derinliği, şümulü artar ve nihayet ümmet olmak, İslam’a muhatap olmanın
ve onu temsil etmenin nihai seviyesi ve hacmidir.
Cemaat tertip ve tanzimi, cemiyet ve
ümmet terkibinin anasırından biri mevziinde,
mevkiinde maksadında değilse, İslam’ı eksiltmek mecburiyetinde kalır. Zira ne kadar kalabalık olursa olsun, herhangi bir cemaat, ümmet
çapına ulaşamayacağı için, İslam’ın yekununa
muhatap olamaz, yekununu anlayamaz, yekununu anlarsa tatbik edemez. Başka bir cemaatin, başka sahalarda yaptıklarını reddetmek,
yekuna mani olur, terkibe mani olur, İslam’ın
tamamına muhatap olmaya mani olur.
İslam; insan ve hayatı, önce ferden
terkip eder, sonra cemaat halinde terkip eder,
sonra cemiyet (devlet) halinde terkip eder,
sonra ümmet seviyesinde terkip eder. Bunların
hiçbiri ret ve inkar edilmez, hiçbiri diğerinin
yerine ikame edilemez. Her ferd “bir”dir, toplanırlar ve cemaati terkip ederek “bir” cemaat
olur, cemaatler toplanarak “bir” cemiyet terkip
eder, cemiyetler toplanarak “bir” ümmet terkip
eder. Ferd ile ümmet arasındaki menziller,
doğru istikamete yönelmiş, doğru güzergaha
girmiş olmaları şartıyla makbul ve zaruridir.
Ümmete kadar olan güzergahın ferd, cemaat,
cemiyet gibi ara menzilleri var. Cemaat, nihai
maksadın “ara menzili”dir, eğer bir cemaat bu
menzile demir atar, orayı nihai menzil kabul
ederse, “yolda” kalmıştır. Bunda ısrar ederse,
İslam’ı inkas etmek zorunda kalır ki Allah
muhafaza…
Ferdi hayat, her çeşidiyle içtimai hayat
ve nihayet medeni hayat… İslami hayat telakkisinin dünyadaki güzergahı budur. Ferd inşa
edilecek, cemiyet inşa edilecek, medeniyet
inşa edilecek… Medeniyet ümmettir, ümmet
medeniyet… Öyleyse medeniyet tasavvuru,
ümmet tasavvurudur. Öyle bir medeniyet ta12
savvuru oluşturulmalıdır ki, önce tüm ümmeti ihtiva ve ihata etsin, sonra tüm insanlığı
kuşatsın…
İslam medeniyet tasavvuru, büyük
terkiptir. Ferdi terkip ederek şahsiyet inşa
edecek, Müslüman toplulukları terkip ederek
cemiyet inşa edecek, Müslümanların tamamını terkip ederek medeniyet inşa edecek…
İslam medeniyet tasavvuru, büyük
terkiptir. Bilgiyi terkip ederek her şeyi izah
edecek, ilmi terkip ederek usul ve güzergahı
izah edecek, insanı terkip ederek hayatı izah
edecek, varlığı terkip ederek vahdeti izah
edecek…
İslam medeniyet tasavvuru, büyük
terkiptir. İlimleri tasnif ederek bilgiye tasarruf edecek, insanları tasnif ederek hayata
tasarruf edecek, varlığı tasnif ederek vahdeti
inşa edecek…
İslam medeniyet tasavvuru, büyük
terkiptir. Varlık, insan ve hayat bahislerini
terkip ederek aklın müntehasına ulaşacak,
oradan vahdet temrinleriyle “mutlak bir”
olana yol açacak, nihayet tecrit ve tenzih
güzergahından tevhide ulaşacaktır. Terkip
yapamayan, vahdete ulaşamayan insan aklı,
ruhun tecrit ve tenzih güzergahının eşiğine
(bidayetine) ulaşamaz ve kalbi-ruhi mecrada
yol almanın altyapısına sahip olamaz. İnsanın
ferden kalbi-ruhi mecraya (tasavvufa) girmesi mümkündür ve orada yol alması da kabildir. Fakat içtimai manada büyük terkip gerçekleştirilemezse, “ümmet” haline gelinemez, ümmet olmanın bilgi, ilim, irfan, tefekkür cihetleri ve bunların tezahürlerinin toplamı olan medeniyet inşa edilemez. Medeniyet inşa edilemezse bedeviliğe mahkum “ferdi kemal” muhakkak ve mütemadiyen nakıstır.
İBRAHİM SANCAK
[email protected]
MEDENİYET TASAVVURUNDA
ÜÇ SÜTUN
İslam medeniyet tasavvurunun merkezi
mevzuu “insan”dır. Fertte, “insan tabiat haritasının” insani bölgesinde ikameti tabii hale getirecek şahsiyet inşası, meselelerin meselesidir.
Şahsiyet; cemaat, cemiyet, ümmet güzergahındaki terkip ve inşa faaliyetinin temel taşıdır.
Şahsiyet yoksa “sürü” vardır ve yanlış mercilere mutlak itaati itiyat haline getirir. Şahsiyet
olamamış nefse bağlı kişilikler ise isyanı kutsar ve hem itaat ahlakına hem de isyan ahlakına sahip olamaz. Şahsiyet, İslam’a muhatap
olmanın ferdi terkibidir ki içtimai örgünün de
reşit unsurudur.
*
Şahsiyetin esasta üç sütunu var; kalb-i
selim, zevk-i selim, akl-ı selim… Bu üç sütunun, bir fertte muhkem şekilde ikame edilmesi
muhteşem bir şahsiyet terkibi oluşturur. Ne var
ki bugünün dünyasında, üç sütunun bir fertte
kamil manada ikame ve terkip olması bir tarafa, birinin bile varlığının belli belirsiz vücut
bulması fevkalade hadiselerdendir. İçinde düştüğümüz derin kaos, şahsiyet inşasında üç sütunun berrak şekilde ikamesini neredeyse imkansız hale getirmiştir. Bilgi telakkimizi unuttuk, onu kuşanacak talim ve terbiye müesseselerimiz yıkıldı, kadim müktesebata ulaşmanın
yolları bile kesildi. O kadar ki kadim müktesebatımızı ret ve inkar edenler piyasayı işgal etti.
Kalb, ruhi tezahürlerin ilk mahallidir ve
bu cihetle insanın merkezidir. Ruhun temel
hamlesi ve yönelişi iman olmasına mukabil,
kalb tasfiye edilmemiş, maveraya açılan bir
kapı haline getirilmemişse, bunun aksine masivaya gark olmuşsa, imanın zuhuru kalp evreninde kirlenmekte, ruhi hamle hususiyetini
kaybetmekte, sadece “kuvve” olarak zihni evrene çıkmakta, orada da nefs ve aklın (akl-ı
13
selimin değil) iktidar kaynağı olarak kullanılmaktadır. Bu manada kalb-i selim olmadığında, zevk-i selim ve akl-ı selimin sıhhat
şartlarının tamamı gerçekleşmemiştir. Kalp
nasıl ki insanın merkezidir, öyleyse kalb-i
selim, his ve idrak melekelerinin merkezidir
ve kalb tasfiye edilmediğinde zevk-i selim ve
akl-ı selimi kamil manada inşa ve ikame etmek kabil değildir.
Tasavvuf, bir taraftan ruhi ilimlerdendir diğer taraftan tecrübi ilimlerdendir.
“Hal” ilmi olması, hem ruhi ilimlerden olduğunun hem de tecrübi ilimlerden olduğunun
alametidir. Bu cihetle tasavvuf, kitabiyattan
ziyade ruhiyattır ve tabii ki üstadı ve müessesesi yoksa talim ve terbiyesi de yoktur. Tasavvuf merkezlerine karşı husumet taşımak
ve onlardan uzak durmak, kalb-i selimi iktisap ve muhafaza etmeyi imkansızlaştırmıştır.
Kalb-i selime ulaşmanın usul ilmi ve güzergah haritası münhasıran tasavvufta olduğu
için, başka şekilde iktisabı kabil değildir.
Kalbin tasfiyesindeki terakki, insanı
(mesela aklı) ruha yaklaştırır. İnsandaki nihai
idrak merkezi ruhtur, akıl ruha ne kadar yaklaşırsa, idrak istidadı o nispette artar. Kalbin
tasfiyesinin müntehası, ruhun “alem-i ervah”taki mükalemede iktisap ettiği “hakikat
ilmi”ni nüfuzu artırır. Ruh, alem-i ervahda
iktisap ettiği hakikat bilgisi ile dünyada muhatap olduğu hakikat bilgisini (Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyeyi) anlar. Aslolan bu
iki hakikat bilgisinin birleşmesidir. Her ikisi
de aynıdır ancak ruhun alem-i ervahta iktisap
ettiği hakikat bilgisi, idrak melekesinin ihtiyaç duyduğu “ilk bilgi” olması cihetiyle elzemdir. Hiçbir varlık, sıfır bilgi ile bilgi öğrenemez, üretemez, keşfedemez. Bu sebeple
insan dünyaya “ilk bilgi-ön bilgi” ile gelmektedir. İnsanın iktisap ettiği ilk bilgi, alem-i
ervahtaki Allah Azze ve Celle ile mükalemeden kaynaklanır. “Ruh ilk bilgiyi, ön bilgi
olmadan nasıl iktisap etmiştir?” sorusu, Allah
Azze ve Celle’nin sırlarından biridir ve bu sırrı
ruhun mahiyetine gömmüştür. Alem-i ervah,
dünya olmadığı için, dünyadaki kaidelerin
orada geçerli olmaması mümkün ve tabiidir,
bu cihetle alem-i ervahta ruhun ilk bilgi sahibi
olmadan ilk bilgiyi iktisap etmesi, idrakimizin
ötesindedir.
Kalb-i selim iktisap edildiğinde, “saf
ruhi idrak” başlayacağı için, insan, idrak istidadının ufkuna ulaşır. İnsan, idrak istidadının
ufkuna ulaştığındadır ki, “HAKİKAT İLMİNE”, yani Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyeye vukufiyeti zirveye çıkar. Saf ruhi idrakin
ufkunu gösteren ve her insanda gerçekleşen
misali, sıfır ile iki yaş aralığında daha zihni
evrenin açılmadığı, zekanın faaliyete geçmediği, aklın inşa ve terkip edilmediği dönemde,
“lisan” gibi girift ve zor bir mevzuu öğrenmesidir. O yaşta herhangi bir talim ve terbiyeye
bile tabi tutulmayan bebeğin lisan gibi bir
mevzuu öğrenmesi, ruhun, kendinden doğacak
olan idrak melekelerini (mesela zeka ve aklı)
izhar ve istimal etmeksizin, doğrudan doğruya
idrak faaliyetinde bulunmasındandır. Saf ruhi
idrak, her insanda sıfır ile iki yaş aralığında
tabii olarak gerçekleşmektedir, ondan sonra ise
ancak ve sadece kalb-i selime ulaştığında
mümkündür.
şılması zordur, ne var ki akl-ı selim inşa
edilmişse, ruha yakınlığından dolayı, ruhi
bilgileri idrak istidadı kazanır. His ve tefekkür yani duygu ve akıl şeklinde ifade edilen
dilemma, kaynağına inildiğinde aynıdır ve
her ikisi de ruhi bilgidir.
Ruh, bazı hamlelerinde aklı kullanır,
bu tür tezahürleri akıl anlar, zaten akıl, ruhun
bu hamleleriyle idrak istidadı kazanmıştır.
Ruh, bazı hamlelerini doğrudan yapar, akla
hitap etmez, aklı kullanmaz, bunlar hissi akış
halinde tezahür eder. Akl-ı selimin müntehası, ruha en yakın mesafeye kadar ulaşmış
olmasıdır ki, kaynağa yakınlık, oradan akıp
gelenin mahiyetine nüfuz etme imkanı verir.
Bu sebeple akl-ı selim, hakikate ve hakikat
bilgisine en yakın idrak melekesidir.
Ruhun hamleleri, kalb-i evrende ve
oradan ulaştığı zihni evrende nefse ve dünyaya bulaşır. Nefs, dünyayı zaten insan iç
alemine taşır, kalbin ve zihnin masivaya bulaşması da bu yolladır. Kalbi ve zihni evren
ne kadar kirlenmişse o nispette nefsin tasarrufuna girmiştir. Nefsin kalb ve zihindeki
tasarrufu arttıkça, ruhi hamleler ve tezahürler
nefsin açtığı kalbi ve zihni evrenden geçer ve
nefsin kendine maledeceği ve kullanacağı
kadar kirlenir. Kaynak yine ruh olsa da, geçtiği güzergahın özelliklerinden dolayı nefsin
Kalb-i selim, insanın ufkudur. Hakikate hususiyetlerini kazanır.
açılan kapı, Allah Azze ve Celle’ye giden yolKalbden zuhur eden his ve tefekkür,
dur. İnsan olmanın müntehası, kalb-i selimdir.
Kalb-i selime ulaşamamış veya kalbin tasfiye- nefsin tasarrufuna girer ve onun tavassutu ile
sinde nakıs kalmış Müslüman bir ferd, şahsi- dış dünyaya çıkmaya başlarsa, selim his
(zevk-i selim) husule gelmez, akıl ise akl-ı
yetini ikmal etmemiştir.
selim seviyesine çıkamaz. İnsan nefsiyle an*
lamaya, nefsiyle zevk almaya, nefsiyle yaşamaya başlar. Bu ihtimalde “zevk-i selim”
Kalbden iki şey zuhur eder, his ve te- değil, zevk-i sefil, akl-ı selim değil, pozitif
fekkür… His, ruhun saf bilgisidir ki, akli bilgi akıl meydana gelir.
haline gelmemiştir. Tefekkür ise hem ruhun
bilgisi hem de akli bilgi haline gelen bir akışKalb-i selim iktisap edilemediğinde
tır. His saf ruhi bilgi olduğu için akılla anla- akl-ı selimi nispeten inşa etmenin bir yolu
14
var. Allah Azze ve Celle’nin mümin kullarına
hususi bir ihsanıdır bu yol. Mümin günah işlese de mümindir, imanı mevcuttur. İmanın,
günahlara rağmen temadi etmesi, iman eden
ruh ile akıl arasında bir koridor açılmasını
mümkün kılar.
zevk-i selimin alameti, ibadetlerden zevk
almaktır, ibadetleri zevkle yapmaktır, ibadet
vaktini hasretle beklemektir. İbadetleri mükellefiyet olarak yapanlar, mükellefiyeti yerine getirmek, ondan sorumluluğundan kurtulmak için yapanlar, sırtlarında bir yük olarak taşıyanlar zevk-i selim sahibi olamamışKalb-i selim mevcutsa, akıl imanın tır.
kaynağı olan ruha bağlı ve yakındır, öyleyse
akl-ı selim doğrudan imanın taşıyıcı sütunu *
haline gelir. Kalb-i selim elde edilememişse
Kalb-i selim, Müslüman şahsiyetin
akıl, ruha yaklaşamayacağı için, ruhun temel
yönelişi olan imana, imanın insan iç dünyasın- ana kaynağıdır. Akl-ı selim, Müslüman şahdaki kesintisiz akışına tabii olabilir. İmana siyetin idrak melekesidir. Zevk-i selim, Müsbağlı olan akıl, bu bağlılığını derinleştirdikçe lüman şahsiyetin hayat kaynağıdır. Akl-ı
selim ile hakikat ilmine vakıf olunur, zevk-i
akl-ı selime doğru yol alır.
selim ile hakikatten ve onun tezahürlerinden
Kalb-i selim sahibi olmayan müminin zevk alınır. Hayat, idrak ve zevktir. İnsan ya
akl-ı selime sahip olmasının temel ve ön şartı, nefsiyle zevk alır, ya ruhuyla zevk alır. Nef“hakikat kaygısı”dır. Akıl, hakikat kaygısını, siyle zevk alan insan nefsinin pençesinden
bünyesinin merkezi unsuru haline getirir ve kurtulamaz, pozitif akla sahip olan insan
kesintisiz yaşarsa, idrak ve istidatları akl-ı se- maddeden kurtulamaz, kalbi masivayla dolan
lim seviyesine doğru yol alır.
insan maveraya yol bulamaz.
Akl-ı selimi inşa etmenin bu yolu, içine
düştüğümüz derin kaostan kurtulmanın, büyük
terkibi gerçekleştirmenin, büyük hamleyi başlatmanın imkanıdır. Tasavvuf merkezlerine
uzak duranlar veya tasavvuf terbiyesini almakta zorlananlar, en azından hakikat kaygısıyla
akıllarını terbiye etmelidirler.
Akl-ı selim tefekkür ve ilmin, zevk-i
selim ise sanat ve maharetin kaynağıdır. Aklı selim yoksa İslami tefekkür yoktur, İslami
ilimlerin tahsili kabil değildir, ancak kuru
bilgi öğrenmekten ibaret kalır. Bilgi sahibi
olmak insanı alim yapmaz, pozitif aklın faaliyetiyle insan mütefekkir olmaz.
*
NURETTİN SARAYLI
Zevk-i selim, akl-ı selim gibi kalb-i
selimin dışında bir yola sahip değildir. Belki
kalb-i selim dışında akl-ı selim sahibi olanlarda bazı tezahürleri olabilir ama bu ihtimalde
dahi en fazla şekille sınırlıdır. Ruhi hamleler
ilk tezahür mahalli olan kalbde kirlendiğinde,
zevk-i selim sahibi olmak neredeyse imkansızdır.
Zevk-i selim, ruhun zevk almasıdır,
nefsin değil. Ruh, Allah Azze ve Celle’nin
emirlerine itaat etmekten zevk alır. Bu manada
15
MEDENİYET TASAVVURUNDA
ÜÇ MECRA
Batıda bilgi ile meşgul olan iki mecra
var, felsefe ve bilim… İslam, bilgi ile meşgul
olan üç mecra açmıştır; tefekkür, ilim, tasavvuf…
Batıda bilgi meşgalesi felsefeden başlamış bilimde neticelenmiş, bilim felsefeye
galebe çalmıştır. Önce felsefe ortaya çıkmış,
sonra felsefe bilimleri inşa etmiş, bilimler
felsefeden bağımsızlaşmış ve kendi sahalarını felsefeye kapatmıştır. Bilimler kendi sahalarını felsefeye kapattıkça felsefenin deveran
sahası daralmış, yirminci asra gelindiğinde
sıfıra yaklaşmış ve felsefe kaçınılmaz olarak
krize girmiştir. Bilim, kendinden doğduğu
felsefeye (babasına) isyan etmiş, ne hikmettir
evladı babasına galebe çalmış, babasını ölmeden gömmüştür. Batıda ortaçağda başlayan bu süreç, felsefenin kiliseye karşı yürüttüğü mücadeleyi kazanması ile neticelenmiş,
felsefenin hakimiyeti ele geçirmesinden sonra ise bir-iki asır devam etmiş, bilimlerin
inşası ile felsefe sahadan kovulmuştur. Daha
önce felsefeyi kilise kovmuştu, son bir-iki
asırdır felsefeyi bilim kovdu. İslam’daki
üçüncü mecra, batıda olmadığı için, felsefe,
bilimleri doğurduktan sonra onlara karşı mücadele edememiş ve hayatiyetini kaybetmiştir. Batı, İslam tarihini ciddi şekilde tetkik
etmesine rağmen ders almamış, aslında ise
tasavvuf mecrasını anlamamıştır.
İslam, silsileyi “mutlak ilim” olan
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den başlatmış, mutlak ilimden tefekkür doğmuş, tefekkürden “nispi ilimler” zuhur etmiştir. Tefekkür, mutlak ilim ile nispi ilimler arasındaki
köprüyü kurmuş, mutlak ilimden aldıklarıyla
nispi ilimleri inşa etmiştir. Ne var ki bir müddet sonra nispi ilimler tefekkürden uzaklaşmış,
kendini doğuran ana rahmine isyan etmiş veya
ona kafi derecede kıymet vermez olmuş, doğrudan babasına (mutlak ilme) yönelmiştir.
Mezheplerin inşası döneminde yaşanan büyük
tefekkür patlaması marifetiyle nispi ilimler
(tefsir, fıkıh ila ahir) kurulmasına rağmen, daha sonra tefekkür aradan çekilmiş veya itilmiştir. Tefekkür ilmin merkezi unsurudur, ana
rahmidir, tefekkür olmadığında ilim kaidelere
bağlı kalır ve donar. İdrak yoksa ilim yoktur,
geriye sadece bilgi kalır ki insana da ezberle- *
mek ve tekrarlamak düşer. Öyleyse mütefekkir
Son birkaç asırdır medrese donmuş,
yoksa alim yoktur, ya her ikisi bir şahsiyette
terkip olacaktır veya ayrı şahsiyetler halinde yozlaşmış, çürümüştür. Medresenin hakimiyeti tefekkür mecrasını daha önce kurutmuş,
yetiştiğinde birlikte çalışacaklardır.
üçüncü mecra ise en son Mevlana Halidi
İslam tarihinde nispi ilimlerin kurulma- Bağdadi Hazretleriyle tarihi vazifesini yapsı ve tefekküre karşı bağımsızlık kazanmasın- mış, tefekkürü ateşlemiş, ilmi derlemiş topdan sonra ilimler donmaya başlamıştır. Ne var lamış ne var ki umumi çözülüş ve çöküş muki İslam, bilgiyle meşgul olan üç mecra açmış, kadder hale geldiği için netice vermemiştir.
üçüncü mecra olan tasavvuf, nispi ilimlerin
Bugün, ilim mecrası kapanmış, tefekdonmaya başladığı her dönem, “Dün söylenenler dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler kür mecrası ise yeniden açılamamıştır. Tesöylemek vakti” diye müdahale etmiş, tefekkü- fekkür ile meşgul olan Müslümanlar bu işi
rü diriltmiş, böylece ilmi de harekete geçirmiş- tek tek yapmakta, müşterek fikir imaline yatir. Bu sebeple (üçüncü mecranın katkısıyla) naşmamakta, dolayısıyla tefekkür mecrası
İslam tarihinde ilim ve tefekkür çağı yaklaşık varsa eğer debisi yükselememektedir. Tefekkür faaliyetinin tek tek yürütülüyor, her mebin yıl sürmüştür.
16
sele baştan ele alınıyor, haliyle terakki mümkün olmuyor, büyük terkibe (medeniyet tasavvuruna) sıra gelmiyor. Tefekkür faaliyetinin
ilerlememesi, tefekkür mecrasının açılamadığını, o mecra varsa suyun akmadığını gösteriyor.
ve nihayet büyük terkibin (medeniyet tasavvurunun) inşasıdır.
Tefekkür mecrası açılmadan, birbirinden uzak adacıklar gibi duran fikir adamları ve telif çalışmaları fazla bir işe yaramaz.
Bir insanın ufku ve ömrü neye yetebilir ki?
*
Tek tek imal-i fikirde bulunmak, hep baştan
başlamak ve hep aynı mevzularla meşgul
Her cemaat ve gurubun sadece kendi olmak gibi bir patinajı mukadder kılıyor.
eserlerini okuması, kendi üstatlarının eserlerini
kafi görmesi, böylece kadim müktesebat ile *
münasebetin kesilmesini mukadder hale getiriAklımız, akl-ı selimden uzaklaştı ve
yor. Kemal Atatürk’ün “tarih yoktur, tarih benimle başlar” anlamına gelen ihtilali, Müslü- batının pozitif aklı haline geldi. Tefekkür
man cemaat ve guruplar tarafından kendi saha- faaliyetinde bulunan meleke akıl olduğuna
larında ve kendi üstatları için tekrarlanmakta, göre, pozitif akılla İslami tefekkür kabil mikendi külliyatlarından başka eser okunmamak- dir? İlmi faaliyeti gerçekleştiren merkez akıl
ta, böylece tarih yirminci asırdan başlatılmak- olduğuna göre, pozitif akılla İslami ilimler
anlaşılır ve ilmi faaliyet gösterilebilir mi?
tadır. Yirminci asırdaki külliyat sahibi Müslümanların sayısı az olduğu gibi, külliyatlarındaİlk yapmamız gereken iş “akl-ı seliki kitap sayısı da, kadim müktesebatımıza nis- mi” inşa etmektir. Akl-ı selim hakkında bir
pet edildiğinde denizde damla mesabesinde fikri olmayanlar, onu elde etmiş olamazlar.
bile değildir. Müslüman fikir ve ilim adamla- Akl-ı selimin fikriyatı inşa edilmeli, sonra o
rının temel vazifesi ve mesuliyeti, kadim mük- Müslüman mütefekkirlerde idrak melekesi
tesebatımızla münasebet tesis etmek, bunun haline getirilmeli, sonra her şeye onunla bayolunu açmaktır. Yirminci asırda telif edilen kılmalı, onunla anlaşılmalı, onunla izah
külliyatlar ise, Müslümanlarla kadim müktese- edilmelidir.
batımız arasında köprü olmalıdır. Kadim mükHer Müslüman fikir ve ilim adamı,
tesebatın yolunu kesen, tıkayan, onu lüzumsuz
ve okunmaz hale getiren her niyet ve teşebbüs, kalb-i selim için tasavvufa müracaat etmeli,
ihanettir, metodik kemalizmdir. Muhteva ola- orada talim ve terbiyeden geçmeli, kalb-i
rak Kemalist olmayan Müslümanların, meto- selim sahibi olduğunda akl-ı selimi inşa,
dik olarak Kemalist olmaları çok ıstırap veri- zevk-i selimi idrak etmelidir. Tasavvuf dışında yaşayanlar ise akl-ı selim üzerinde yoğuncidir.
laşmalı, tefekkürün kaynağı olan akl-ı selimi
*
inşa etmeli, ondan sonra İslami tefekkürle
meşgul olmalıdır.
Ne pahasına olursa olsun önce tefekkür
mecrasını, sonra ilim mecrasını açmamız gere- EBUBEKİR SIDDIK KARATAŞ
kiyor. Bunun altyapısı, “medeniyet akademisi”dir. Medeniyet akademisi marifetiyle ilk [email protected]
yapılacak işler, “müktesebatın tedvini”, “mevzu haritasının” çıkarılması, “ilimlerin tasnifinin” yapılması, “mana mimarisinin” kurulması
17
kısmına muadil hale gelmesidir. Tek insanın
(bir ferdin) İki Cihan Serveri Aleyhisselatü
Vesselam Efendimize denkliğinden ve miraÜÇ ŞAHSİYET
sının tamamına verasetinden bahsetmek, hem
Medeniyet, bir dünya görüşünün fikir muhaldir hem de Risalet iddiasıdır. (Şia’daki
ve fiillerinin nizami bir terkip halindeki yeku- imamet inancı, meselenin özü itibariyle sapnuna verilen isimdir. Bir dünya görüşünün kınlıktır)
medeniyet çapındaki tezahürünün fikir veya
Risalet ve Nübüvvet kesbi mesleklerfiil evrenini bir ferdin muhayyilesinde aramak
ne kadar yanlış veya eksikse, medeniyet yeku- den olmadığı için çalışarak resul ve nebi olununu bir şahsiyet çeşidinin temsil etmesini namayacağı malum. Bu hakikat apaçık şekilmümkün görmek de o kadar yanlıştır. Medeni- de izah edildiği için ümmetin içinde Risalet
yet ismiyle ifade edilen fikir ve fiil evreninin iddiasında bulunacak kadar dalalete düşenler
çeşitliliğini bir ferdin (veya şahsiyet çeşidinin) istisna derecesinde az olmuştur. Ne var ki
temsil edebileceği düşüncesi, özü itibariyle “gizli şirk” bahsinde olduğu gibi, gizli Risalet iddiaları da zuhur etmiştir. Şirk-i Hafi
peygamberlik iddiasıdır.
meselesi çok konuşulan bir mesele olduğu
İslam medeniyeti, Hazreti Risaletpenah için, müminler bu mevzuda nispeten bilgi
Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin kesbi sahibidir lakin gizli Risalet meselesi gündeolmayan şahsiyet terkibinin tezahüründeki en me gelmediği için bu bahisteki sınır ihlalleri
küçük teferruatın bile Müslüman şahsiyet inşa- fazladır.
sında kullanılmasıyla ortaya çıkacak olan şahHerhangi bir şahsiyet terkibinin (çeşisiyet çeşitliliği ile inşa ve ikame edilir. Şahsiyet mevzuunun müntehası ve mutlak misali dinin), Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamın
Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamdır ve onun şahsiyet hacmine baliğ olduğu veya O’nun
şahsiyet yekununa bir ferdin ulaşması ve varis tüm mirasına vukufen varis olduğu kanaati,
olması muhaldir. Ümmetin en mütekamil hali, gizli Risalet iddiasıdır. Bu kanaate sahip olan
fertlerinin tamamının şahsiyet çeşitliliği ve iki misal mevzuun ehemmiyetini göstermeye
hususiyetleri yekununun, Efendimiz Aleyhis- kafidir, Şia ve paralel yapı… Bir şahsın
selatü Vesselamın şahsiyet terkibinin bir adım (Şia’da imamet ve merci-i taklit, paralel yaberisine ulaşmasıdır. Efendimiz Aleyhisselatü pıda kainat imamı-Fethullah Gülen) RisaVesselamın şahsiyet terkibindeki muhteva let’in şahsiyet hacmine varis olduğu iddiası
haritasının “iktisap edilebilir cüzlerinin”, tüm (bu ifadeyi açıkça kullanıp kullanmamaları
ümmette şahsiyet çeşitliliği halinde tezahür mühim değil), “mümin şahsiyet” çeşitlerinetmesidir. Ümmet olmanın anlamı da zaten den çıkıp, “nebi” salahiyetini iktisap etme
teşebbüsüdür. Bu sebeple, Şia ve paralel örbudur.
gütün mensuplarına, Allah Azze ve Celle’nin
Ümmet olmak, Risalet’in mizaç ve kitabından ve İki Cihan Serveri Aleyhisselatü
şahsiyet hususiyetlerini, içtimai çeşitlilik ha- Vesselam Efendimizin Sünnetinden bir ölçülinde ama mutlaka terkibi bir nizama tabi şe- yü söylemek tesirsiz kalmaktadır. Bir insana
kilde iktisap (idrak), inşa ve izhar etmektir. Kitap ve Sünnet tesir etmiyorsa, o insan başHakkıyla ümmet olmak, ümmeti teşkil eden ka bir nebi ihdas etmiş ve ona intisap etmiş
fertlerin şahsiyet (mizaç ve ahlak) ve efalinin demektir.
toplamının, Efendimiz Aleyhiselatü Vesselamın şahsiyet ve sünnetinin iktisap edilebilir
MEDENİYET TASAVVURUNDA
18
Şia ve paralel yapı ile alakalı bu tespitler, meselenin ehemmiyetini göstermek bakımındandır. Ümit ederiz ki bu iki akım ile ilgili
tespitlerimizde yanılıyoruzdur. Ne var ki mesele çok önemlidir ve bu türden tezahürler
saymakla bitmeyecek kadar çoktur.
*
Alim şahsiyet, “mutlak ilim” olan
Kur’an-ı Kerim’deki mana yekununu keşfeder,
oradan hareketle “nispi ilimleri” inşa eder, bu
mecradan akarak Şeriat-ı Ahmediye’nin merkezini, çerçevesini, muhteva ve usulünü tetkik
ve tespit eder. Alim şahsiyetin merkez ve muhitini (çerçevesini) tespit ettiği Şeriat-ı Ahmediye sınırları içinde kalmak şartıyla, tasavvuf
ve tefekkür mümkün hale gelir.
tarafından yapılır. Yani mücedditlik bahsi,
“nefs-i mütekellim vahde” ile ifade ve izhar
edilmez. Ne var ki idrak ve izan sahibi olmayan ilim ve fikir adamı kisvesi altındaki marazi kişiliklerin (şahsiyet değil) tasdiki aranmaz. Bir şahsiyetin Müceddit olup olmadığı,
zamanın en büyük alim ve mütefekkirleri
tarafından teşhis edilir.
*
Müslümanlar, İslam tarihindeki ilk
kaos çağını yaşıyor. Kaosun temeli tefekkür
zafiyetinden önce ahlak zafiyetidir. Zaten
İslami tefekkür, İslam ahlakının muhtevasını
keşfetme meselesidir. Ahlak olmadığında
İslami tefekkür değil, batılı entelektüellik söz
konusudur ki, Müslümanlar için bu durum
ancak serkeşlik olarak ifade edilebilir.
Veli şahsiyet, Şeriat-ı Ahmediye çerçevesinde, müminleri dünyanın sathından alıp
Ahlak ve tefekkür zafiyeti, alim ve
Allah Azze ve Celle’ye ulaştıracak güzergahın mütefekkir yetişmesine manidir. İdrak derinmünhasır mürşidi ve rehberidir.
liği belli bir noktayı aşamamış insanlara mütefekkir denmeyeceğine göre, bunların, MüMütefekkir şahsiyet, veli şahsiyetin ceddit şahsiyeti teşhis etmeleri, bir şekilde
“mana keşfi” ile alim şahsiyetin hikmet keş- teşhis ederlerse ahlak zafiyetlerinden dolayı
finden beslenip, dünyayı imar edecek maharet kabul etmeleri mümkün değildir. Bir insanın
ve alet ihtiyacını karşılar.
ilmi ve fikri seviyesini tespit edecek kadar
Üçünün bir şahsiyet terkibinin bir in- idrak, tespit ettiğinde teslim edecek kadar
sanda cem olması, Müslüman şahsiyetin ufku- ahlak sahibi olmayanların, mühim meselelerdur. Bu ufuk, mücedditlerde tecessüm ve teza- de reylerine müracaat etmek yanlıştır.
hür etmiştir. Müceddit olmak için birçok şart,
vasıf ve teçhizat (ilim sahibi olmak) sayılmaktadır, meseleyi özet haliyle ifade edilmek istenirse, “üç şahsiyet terkibinin bir insanda cem
olmasıdır” denebilir. İslam’ı temsil ehliyet ve
liyakati bir insanda aranacaksa, o, üç şahsiyet
çeşidinin bir insanda terkibe ermiş hali olan
müceddittir.
Bu derinlikteki kaos çağı için belki de
en iyi teklif, Hamza Kahraman’ın “Nakibü’l
Eşraf” teşkilatıdır. Nakibü’l Eşraf teşkilatını
ümmetin merkezi karargahı haline getirmek,
“itibar ve itaat” merkezi kılmak en sıhhatli
yol gibi görünüyor. Muhalfarz Nakibü’l Eşraf teşkilatı mensupları yanlış yaparsa, bedelini ödeyeceğimiz yanlış, Seyyid ve Şeriflerin
Unutulmamalıdır ki Müceddit dahi, yanlışı olsun. Böyle bir bedel, ümmet için
Risalet şahsiyetinin tamamına varis değildir. şeref olur.
Zaten mücedditlik iddiası marazi bir durum- ALİHAN HAYDAR
dur. Bir şahsiyetin Müceddit olduğuna dair
teşhis, ümmetin veli, alim ve mütefekkirleri [email protected]
19
MEY EY
COĞRAFYA ÜZERİNE DİPNOT
kurb, havf, vecel, recâ
selam olsun kalbin, gözün
dehşetten döneceği güne
üns, itminân, yakîn, verâ
andolsun sûfîye ve sılaya
kesb, vecd, seyr, intisâb
ahdolsun ‘nazar berkadem’ ölene
ilm-i ledün şairlere
keşf-i ledün dizelere
fenâfillaha ve bekâbillaha
ve hızır ilhâma kasem olsun ki
Rahman bizi terketmedi!
Aynı zamanda yaşadık;
Güneş doğduğunda,
Bulut ağdığında,
Çiçek açtığında,
Yağmur yağdığında,
Bir çocuk dile geldiğinde…
Ekmek için ev için toprağı karıştırırken
Birlikte idik yeryüzünde.
Ezanla açılan evlerimizde,
Birlikte oturduk iftar sofrasına.
Kutlu gecelerde,
Ellerimiz birlikte açıldı Hak katına.
Meydanlarda “kahrolsun, yaşasın” ekseninde,
Buluştu “zenci” sesimiz,
Nasıl koptu ki kalplerin bağı,
İçe döndü öfkemiz!
Seni benim tüfeğimle vurdular,
Beni senin ellerinle boğdular!
remz, levâmi, gaşyet, vesm
ey örtüsüne bürünen ümmet
uyanış baygınlığıyla -kalk ve uyar!
mevt mevt büyüyen bir diriliş vardır!
hemm, lâhz, mahv, akd
kevn, bevn, vasl, fasl, asl
tams, rems, dems, kasm
hû bilâ hû, bâdî bilâ-bâdî
tahallî be hey bahr bilâ-şâtî
Yine doğuyor güneş,
Yine yağıyor yağmurlar içli,
Yine açıyor çiçekler hazin,
Yine dile geliyor bu şirin çocuk,
Dilinde sevgi yok, aşk yok,
Ölüm gösterirken tüm saatler,
Yaşatma aşkından eser yok!
Yaralı ve yanık coğrafya üstüne,
Türküler bile söylenmez!
Kalplere yerleşmiş intikam,
Kılıçlar çekilmiş bizden bize,
Toprağa düşer günde yüzlerce can,
Bu ne korkunç öfkedir,
Öznesi Müslüman!
şirb ol, sussun reyn, ayn, qayn
sensiz ben, bensiz sensem
ne Şiblî, ne Bağdâdî, ne Bistâmî
âşık biziz, mâşuk biziz, rakib biz
cem, dem, gem, sâkîyem
‘oku’ da, ‘yaz’ da aynı testide
esresiz, ötresiz, şeddesiz bir cezm
dört elif miktârının öremediği, bir
gamla tutacak perçemimizden
MEMDUH ATALAY
[email protected]
BİLAL YAVUZ
20
MEDENİYET TASAVVURUNUN
“MANA MİMARİSİ”
İslam Medeniyet Tasavvurunun ruhu,
yani merkezi unsuru, mana mimarisidir. Medeniyet her ne kadar tezahürleriyle, görünür
olan kısmıyla bilinirse de, bu durum aklı gözüne yakın olanlar içindir.
Tabii (yaratılmış) olan her şeyde durum budur. Meselenin giriftleştiği nokta insan ve insani mevzulardır. Zira insan akıl ve
nefs ile yaratılmış, şeytanın müdahalesine
açık kılınmış, isyan ve inkar istidadı ile teçhiz edilmiştir. Akıl ve nefs sahibi olan insan
ve cinlerden başka hiçbir varlık isyan ve inkar istidadı ile teçhiz edilmediği ve şeytanın
vesvesesine açık hale getirilmediği için, tabiatındaki ilahi mührün zuhuruna mani olamaz.
İslam Medeniyeti, satıhtan derinliğine
doğru inildikçe veya satıhtan arşa doğru irtifa
İnsan nefs ve akıl ile teçhiz edildiği
kazandıkça görülür ki bir mana silsilesine ve için, hakikate muhatap olmalı, onu mümkün
meratibine sahiptir.
olan nispette idrak etmeli, sonra şahsiyet olarak kuşanmalı ve eşyayı zapt ve teshir ile
İslam Medeniyeti, hakikate (saf manaya) muhatap olan Müslüman şahsiyet ve cemi- imar etmelidir. İşte meselenin çetrefilleştiği
yetin, o manayı önce ferdi ve içtimai bünyede noktalardan birisi… Dünya tüm kainat gibi,
Allah Azze ve Celle’nin sanatkarane yaratma
tecessüm ettirmesi, sonra taşa toprağa mühür
kudretinin neticesidir. Sanatkarane yaratma
olarak vurmasıdır.
kudretinin neticesi olan dünyayı imar ve inşa
İslam Medeniyeti, hakikat (kitap ve etme mesuliyeti çok ince bir meseledir.
sünnet) ile gerçek (kainat-tekevvünat) arasınTabii olan, Allah Azze ve Celle’nin
daki münasebeti temin, muvafakati tesis, muyaratma iradesinin tecellisidir. Sun’i olan ise
vazeneyi ikame etmektir. Gerçeği hakikat ile
insanın yapma irade ve teşebbüsünün neticeokumak, hakikat ile izah ve manalandırmak,
sidir. Bu sebeple tabii-sun’i meselesi, yaratnihayet hakikati dünyada “gerçek” kılmaktır.
ma-yapma bahsidir. Ve İslam Medeniyeti,
Gerçeği tercih etmek, ona meyletmek değil,
hakikati dünyada gerçekleştirmektir. Gerçeği, tüm insani işler gibi sun’idir. Netice olarak
İslam Medeniyeti, tabii olan ile sun’i olanın,
hakikate nispetle yoğurmaktır.
mümkün olan en yüksek seviyedeki kıvamını
İslam Medeniyetinin “mana mimarisi”, yakalama hedefidir.
“Mutlak Varlık” olan Allah Azze ve Celle’nin
Dünya, dünyada yaşayan tüm varlıkmuradının, aşağıların aşağısı olan dünyaya
lar için hazırdır, sadece insan için hazır dekadar sayısız tecelli safhaları halinde nüzulüğildir veya insan dünyadaki tabii şartlara
nün güzergahında aranır. Yukarıdan aşağıya
uygun yaratılmamıştır. Bundan dolayı olsa
doğru “tecelliyat” güzergahı, aşağıdan yukarıgerek, insana idrak ve irade etme, bunları da
ya doğru ise “meratip silsilesi” halindedir.
yapabilme istidatları bahşedilmiştir. İdrak
Yeryüzüne inen tecelliyat, kainattaki tüm varistidadı bahşedildiği için, dağların bile taşılık ve vakıalarda bir mühür olarak zahirdir.
Her varlık ve vakıada o mühür aranmalı, bu- yamayacağı hakikat emanet edilmiş, irade
lunduğunda oradan meratip silsilesinin yolu istidadı bahşedildiği için doğruyu yanlıştan
tefrik etme mesuliyeti yüklenmiş, yapabilme
keşfedilmeli ve yukarıya doğru seyahate çıistidadı verildiği için dünyayı imar etme vakılmalıdır.
zifesi tevdi edilmiştir. Allahu alem böyledir.
21
İnsan, tabiatta hiçbir imar ve inşa faaliyeti yapmadan yaşayamaz. Buna mukabil insan tabiatı, imar ve inşa için ihtiyaç duyacağı
tüm istidatlarla teçhiz edilmiştir. “Dünyayı
imar mesuliyeti” hem tabiat haritasına yerleştirilen istidat ve hususiyetlerle desteklenmiş,
hem de kitap ve sünnet ile müfredatı tebliğ
edilmiştir.
Hakikat (kitap ve sünnet) tabii olana
müdahalenin müfredatıdır. Bu müfredat olmadan insanın idrak, irade, inşa maharetleri, Allah Azze ve Celle’nin “yaratma fiili” ile insanın “yapma fiili” arasındaki sınırı tespit etmesi, yaratma fiilinin sınırına tecavüz etmemesi
muhaldir. İnsan tabii haliyle (potansiyel olarak) dünyada “halife” kılınmış, ne var ki bu
vazife ve salahiyeti iktisap etmesi gerekmiştir.
İktisap, “yaratma” fiili ile “yapma” fiilinin
sınırını tespit eden müfredata iman ve onu
idrak etme şartına bağlanmıştır. Yeryüzünde
halifelik salahiyetini iktisap eden insanlar,
müminlerdir, keza bu vazifeyi doğru, iyi, güzel
şekilde deruhte edecek olanlar da onlardır.
Müslüman şahsiyet, tabii olana müdahale etmenin marifetine maliktir. Bu marifet
üç şahsiyet çeşidinde (terkibinde) özetlenmiştir; veli şahsiyet, alim şahsiyet, mütefekkir
şahsiyet…
İslam Medeniyetinin mana mimarisi,
tasavvuf mecrasındaki irtifaın müntehası olan
“Levh-i Mahfuz”a kadar giden güzergahta
aranır. Allah Azze ve Celle’nin “kün” emrinin
külli muhatabı olan “Levh-i Mahfuz”un muhtevasında kayıtlı olan sonsuz ilim, emri aldığında kainata varlık ve vakıa olarak iner. Allah
Azze ve Celle’nin “kün” emrinin sırrı, o emri
ne kadar yüksek irtifada müşahede etmek kabilse o nispette idrak edilir. Alem-i Lahuta
doğru irtifa güzergahında bulunan meratip
silsilesinin müntehası, “Zat Alemi”ne kadar
ulaştığı için, “kün” emrinin hakikati tabii ki
meçhuldür. Meçhuldür zira “zat alemi” mutlak
22
meçhul alandır ve hiçbir yaratılmış varlığın
idraki oraya ulaşamaz.
“Levh-i Mahfuz” kitapların anası veya ana kitaptır. Hakikat orada kayıt altına
alınmıştır. Ne olmuş, ne olmakta ve ne olacaksa orada kayıt altındadır. Levh-i Mahfuzda kayıtlı olan sonsuz ilim, “kün” emrinin
muhatabı olduğu, emri alır almaz bildiğimiz
manada vücut bulduğu için, “yaratma” fiilinin sırrı da (Allahu alem) orada mahfuz olmalıdır. Öyleyse mesele, insan ruhunun inkişaf ve irtifa seyrinde nerelere kadar çıktığı ile
alakalıdır. Madde (dünya) üstü varlık alemine açılan kapıdan geçme istidadı sadece ruhta, madde aleminin üstündeki tecelli güzergahında seyahat etme ve irtifa kazanma imkanı sadece ruha ait olduğu için, “manasuret” münasebetinin mümkün olan en yüksek seviyesine çıkma işi münhasıran tasavvuf
mecrasına aittir. Geri kalan bahislerin tamamı satıhta, yani dünyada cereyan eder ki,
dünya “mana-hakikat” avcılığının mekanı
değil, hakikatin hayat olarak inşa ve tatbik
sahasıdır. Mana (yani hakikat) yukarılardan
alınır, tecelli güzergahı aşağıdan yukarıya
doğru ne kadar takip edilebilir, ne kadar yükseklere çıkılırsa o nispette vukufiyet mümkündür. Mutlak İlim olan kitap ve sünnet, bir
taraftan keşfedilmesi kabil olan mananın
haznesidir, diğer taraftan ise tecelli güzergahında yukarıya doğru irtifa kesbetmenin ölçülerini vazeden yol haritasıdır. “Mutlak İlme” mugayir söylenen her söz ve yapılan her
iş, hakikatin keşfine dair bir hikmet tezahürü
değil, müntehası şeytana çıkan bir yol haritasının işaretleridir.
İslam Medeniyetinin mana mimarisi,
her varlık ve vakıadan Allah’a giden bir yol
açma işidir.
HAMZA KAHRAMAN
[email protected]
bilmeden fikir tartışması yapmak, özünde dil
tartışması yapmaktır. Dil tartışmasını fikir
tartışması başlığı altında yapmak ise fasit
“ISTILAH HARİTASI”
dairedir ve hiçbir zaman mesafe almak
Mevzu ve ıstılah haritası, kadim mük- mümkün olmaz.
tesebatımızın temel meselelerindendir. Istılah
Türkiye misalinde uydurukçayı kulharitamız, İslam’ın Arap lisan havzasından
başlamak üzere, Farsça ve Türkçe lisan havza- lanmak, baştan sona bir cinayettir. İslam’ın
larında inşa edilen mefhumlarımızla teşkil ve mevzu haznesini baştan sona uydurukça ile
terkip edilmiş “hususi dil”dir. Istılah haritası, ifade etmeye çalışmak, hiçbir kelime ve mefİslam’ın “ana dili” (lisan değil) mahiyetinde- humun birbirinin yerine ikame edilemeyeceğini bilen “dilbilimciler” tarafından çok ağır
dir.
bir ihanet olarak tavsif edilmiştir. Bir dilbi_________________*___________________ limcinin bile anlayabileceği böyle bir temel
meseleyi, İlahiyat profesörlerinin anlamamaKur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniysı ve uydurukçayı kullanması, günümüzde
ye’nin dili Arapça değil, lisanı Arapçadır.
profesör olmakla “ilim adamı” olmanın farklı
İslam, ilk “Ayet-i Kerime”den ve ilk “Hadis-i
manalara geldiğini göstermeye kafidir.
Şerif”ten başlamak üzere, Arapça lisan havzasında yeni bir “dil” inşa etmeye başlamış- *
tır. Fikirteknesi külliyatının muhtelif eserleMevzu ve ıstılah haritası hayati
rinde zikredilen bu hadise, çok ciddi şekilde
önemdedir. Mevzu sayısının çok fazla olacatetkik edilmelidir.
ğı ve çıkarılamayacağı düşüncesine yakala_________________*___________________ nanlar olabilir. Gerçekten de mevzu sayısı ve
çeşitliliği böyle bir çalışmayı fevkalade zorKur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniylaştırır ve emek kaybına yol açabilir. Milyonye’nin dili Arapça değil, lisanı Arapçadır. İslarca mevzu başlığımız olduğu malum, bunlam, ilk “Ayet-i Kerime”den ve ilk “Hadis-i
ları teferruatıyla çıkarmak, muhteşem bir
Şerif”ten başlamak üzere, Arapça lisan havzaterkip mimarisi içinde tespit etmek tabii ki
sında yeni bir “dil” inşa etmeye başlamıştır.
çok zordur ve ümmetin içinde bulunduğu
Fikirteknesi külliyatının muhtelif eserlerinde
zikredilen bu hadise, çok ciddi şekilde tetkik kaos ve acil ihtiyaçlar teferruatlı bir mevzu
ve ıstılah haritasını çıkarmayı zorlaştırır.
edilmelidir.
MEDENİYET TASAVVURU İÇİN
Istılah haritamızı kaybettiğimiz için
İslam’ın önce Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye ile başlayan, sonra ümmetin tasavvuf,
ilim ve tefekkür ehli tarafından teferruatına
kadar örülen “dil”i anlaşılmaz oldu. İslam’ın
dilini bilmediğimiz, ona yabancılaştığımız için
bir birimizi anlamaz olduk ve sadece tartışmaya başladık. Oysa dil olmadan ilim, irfan, hikmet, tefekkür olmaz. İslami düşünceleri tartıştığımızı zannediyoruz ama aslında dili bilmediğimiz için mefhumlarımızı tartışıyoruz. Dili
23
Istılah haritasını çıkarmak, mevzu
haritasından nispeten daha kolaydır. Ne ki,
ıstılah haritası ile mevzu haritası birbirini
tamamlayan iki şubedir. Istılah haritasını
çıkardığımızda mevzu haritasının da ciddi bir
kısmını çıkarmış oluruz.
Istılah haritası asla vazgeçebileceğimiz bir mesele değil. Istılah haritası ile mevzu haritası birbirinin mütemmim cüzü olduğuna göre, bir taraftan ıstılah haritasını çıka-
rırken diğer taraftan mevzu haritasını da çı- lam’ın dili, Osmanlı medeniyeti ile birlikte
karmalıyız.
inşa edilen “Osmanlı Türkçesi”ne inkılap
etmiş, Arapça hala ana kaynakların dili olma
Mevzu sayısı ve çeşidinin zenginliği, itibarını muhafaza etmekle birlikte, “medeniönce ana başlıkları tespit etmek, sonra da alt yet dili” olarak Osmanlıca kullanılmaya başbaşlıklara ve nihayet teferruata doğru inmek lanmıştır.
şeklinde bir usul takibini gerektirir. Böyle başlandığında, ıstılah haritasına paralel olarak
Osmanlıca, İslam’ın medeniyet dilinereye kadar inilebiliyorsa oraya kadar iner, dir. İslam coğrafyasındaki ana dilleri süzmüş,
daha sonra teferruata doğru devam etmeyi Türkçe merkezinde terkip etmiş, Arapça,
mümkün kılacak bir yol haritasıyla birlikte Farsça başta olmak üzere Osmanlı coğrafyabekletilebilir.
sındaki tüm dillerin en güzel kelimelerini
almış, hepsinden muhteşem bir terkip inşa
*
etmiştir. Osmanlıca, Arapçadan daha hacimli
Mevzu haritası, İslam’ın meselelerini bir ilim dili, Farsçadan daha güzel bir sanat
gösterir. Neleri kendine mevzu edindiğini gös- ve edebiyat dilidir ve hepsini ihtiva ve terkip
terdiği gibi, meseleler arasında bir meratip etmekle de medeniyet dili için tüm şartları
silsilesi olduğunu, hangisinin daha mühim taşımaktadır.
olduğunu da işaretler. Mevzu haritasındaki
ehemmiyet meratibi, İslam’ı nasıl anlamamız
gerektiğini, İslami dünya görüşünün ne olduğunu, hangi merkeze yerleştiğini, ufkunun ve
ihata duvarının nerede bulunduğunu ifade
eder.
*
Osmanlıca, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’nin, Arap lisan havzasında inşa
ettiği tüm ıstılahları nakletmiş, o hususta tam
bir sadakat göstermiş, kadimden beri kullanılan İslam’ın dilini muhtevasının merkezine
Mevzu ve ıstılah haritası olmadığında, yerleştirmiş, bununla iktifa etmemiş ve mehangi mevzuun hangi çerçevede ele alındığını, deniyet dili haline gelmek için dünyanın en
meratip silsilesindeki irtifaını, alakalı mesele- zengin dili olmuştur.
lerin neler olduğunu, hangi kaynaklara dayandığını bilemeyiz. Böyle bir harita olmadığı _________________*__________________
(olanlar unutulduğu ve yenisi çıkarılamadığı)
için, fikir tartışması adı altında kör döğüşü Mevzu ve ıstılah haritasının lisan havzası
yapılır ki durumumuz tam olarak budur. Istılah Osmanlıcadır. Osmanlıca, sıra kendine geharitamız unutulduğu için, aynı mefhumları lene kadar inşa edilmiş olan tüm İslam mekullanmamıza rağmen farklı manalar anlıyor, deniyetlerinin müktesebatını kendi dil havmüşterek ıstılah haritası ve tarifi kaybedildiği zasına taşımış, mirasçısı olduğu Arap-İslam
için farklı fikirlere sahip olduğumuzu zannedi- medeniyetini, Endülüs-İslam medeniyetini,
yoruz. Oysa mesele dil bahsidir ve ıstılah hari- Türkistan-İslam medeniyetini, Hind-İslam
medeniyetini kendi bünyesinde cem ve tertası çıkarılsa problem kalmayacaktır.
kip etmiştir.
*
_________________*__________________
İslam’ın dili, kadimden beri Arap lisan
Mevzu ve ıstılah haritasının lisan
havzasında imal edilmiştir. Yaklaşık sekizdokuz asır Arap lisan havzasında oluşan İs- havzası Osmanlıcadır. Osmanlıca, sıra ken24
dine gelene kadar inşa edilmiş olan tüm İslam
medeniyetlerinin müktesebatını kendi dil havzasına taşımış, mirasçısı olduğu Arap-İslam
medeniyetini, Endülüs-İslam medeniyetini,
Türkistan-İslam medeniyetini, Hind-İslam
medeniyetini kendi bünyesinde cem ve terkip
etmiştir. Osmanlıcadaki terkip ve inşa hususiyeti kapalı bir dil havzası olmaya manidir ve
mütemadiyen tekamül etmenin altyapısına ve
şartlarına sahiptir. Meseleye bu cihetten bakıldığında, Müslümanların son birkaç asırdır bilgi
üzerindeki tasarrufu kaybetmesiyle oluşan
zafiyet, Osmanlıcanın mezkur hususiyetleriyle
giderilebilir. Yani birkaç asırdır bizim dışımızda (özellikle batı tarafından) üretilen bilgi
ve bilimin verilerini, Osmanlıcada ifade etmek, ifade edebilmek için inşa ve terkip faaliyetine devam etmek mümkündür. Bu meseleyi
günümüz Türkçesiyle yapmak istediğimizde,
yolumuz kaçınılmaz olarak “uydurukça”ya
çıkar.
*
“mevzu ve ıstılah haritası” ile birlikte Osmanlıca üzerinde çalışma yapmaktır. Bir taraftan Osmanlıcaya çalışmak ve onu kullanmaya başlamak diğer taraftan mevzu ve ıstılah haritasını çıkarmak… Bunlar birlikte yapıldığında görülecektir ki, bugün için çok
çetin zannedilen birçok mesele, zaten hazır
halde bizi beklemektedir.
Osmanlıcadaki zenginlik ve giriftlik,
günlük ihtiyaçları karşılamak için kullanılan
kelime miktarı kadar öğrenmekle çözülemez.
Osmanlıca bir medeniyet dili olarak tahsil
edilmeli ve muhtevasında mahfuz olduğunu
düşündüğümüz medeniyet tasavvurunun altyapısı olan mevzu ve ıstılah haritası da çıkarılmalıdır.
*
Not: Uydurukçayı ben de uzun süre kullandım. Dil bahsini tetkik ve idrak etmeden fikir
üretmeye başlamanın ne kadar vahim bir
mesele olduğunu Fikirteknesi ile münasebet
tesisinden sonra fark ettim. İki adet kitabım
(“Düşünür kimdir?”, “Düşünce nedir?” isimli
kitaplar) uydurukçanın yoğun kullanıldığı
eserlerdir ve Fikirteknesi yayınlarından o
şekilde basılmıştır. Bulduğum ilk fırsatta
dilini değiştirmek ve yeniden kaleme almak
düşüncesindeyim.
Medeniyet tasavvurumuzu oluşturacağımız dil havzası, zarureten Osmanlıcadır. Bu
mevzu, bir tercih meselesi değil, bir mecburiyettir. Osmanlıca dışında bir dil havzasını kullanmak, medeniyet tasavvuru ve inşası bir tarafa, sadece dil meselesini halletmek için asgari birkaç asır çalışmamız gerektirir. Osmanlıca
gibi muhteşem bir dil ve müktesebat varken, ABDULLAH TATLI
yeniden bir dil inşa etmeye çalışmak, bunun
için asırlarca uğraşmak, kötü niyetlilerin iha- [email protected]
netini, iyi niyetlilerin idrak sığlığını gösterir.
Hazırda olan bir kıymeti, hem de muhteşem
bir kıymeti bir tarafa bırakıp, yeniden inşa
etmeye çalışmak, zamanımızı ve mesaimizi
boşa harcamaktır.
Osmanlıca doğru ve derinliğine anlaşıldığı takdirde, zaten bir medeniyet tasavvurunun olduğu görülecektir. Ne ki, Osmanlıcaya
vukufiyetteki sığlık, meseleyi derinliğine anlamaya manidir. Tedbir ve teklifimiz ise,
25
ğında modern zamanlara uygun asılsız tefsir
ve te'villerin önü açılmış olmaktadır.
TARİH ÜTOPYA VE
YEDİ KURUCU KAVRAM
Medeniyet, kurucu (temel) kavramlar
etrafında teşekkül eder. Kurucu kavramlar,
bakış açısının, dolayısıyla kurucu değerlerin
ifadesidir ki, medeniyetin ana çerçevesini ve
muhtevasını belirlerler. Peki, İslam medeniyeti
hangi temel (kurucu) kavramlar veya kurucu
değerler etrafında teşekkül etmeli, nasıl bir
muhtevaya sahip olmalıdır?
__________________*__________________
Tarih bizim hafızamızdır, gerek İslam'ın bize ulaştığı ve medeniyetin teşekkül
ettiği ana mecrayı gerek sapma ve çöküş noktalarını bulabildiğimiz, hulâsa ne olup bittiğini anlayabilmemizi sağlayan ana zemindir.
İslam tarihten soyutlandığı anda adresi belli
olmayan, gelişimini bilmediğimiz, doğruyu
yanlıştan ayırt etmemize olanak tanımayan
bir meçhule dönüşmektedir.
Cevdet Said'in Makaleler'inde ifade
ettiği gibi, "Tarih ilmi, bilginin kaynağı, hakkın ve bâtılın şahidi, rüşd'ün (doğruluğun)
gay'dan (sapıklıktan) ayırt edilmesini sağlayan 'kriter' haline gelmiştir. Tarih ilminin
böyle bir fonksiyon üstlenmesi, şu sonucun
ortaya çıkmasını sağlamak içindir: Helak
olan açık delille helak olsun, yaşayan da açık
delille yaşasın." (Enfal: 42).(1)
Sorunun cevabını bulabileceğimiz yegâne
mecra tarihtir. Zira ilk nüve Hicret’le birlikte
Medine’de teşekkül etmiş, İslam bir medeniyet hamlesi gerçekleştirerek bir asırdan kısa
bir zamanda merkez üssü Medine’den üç
kıtaya yayılıp yerleşmiş, İslam medeniyeti
tarih içinde gelişerek işlevini en üst seviyede
yerine getirmiş ve 20. Yüzyılın başlarında
hitam bulmuştur.
__________________*_________________
__________________*__________________
Sorunun cevabını bulabileceğimiz
yegâne mecra tarihtir. Zira ilk nüve Hicret’le
birlikte Medine’de teşekkül etmiş, İslam bir
medeniyet hamlesi gerçekleştirerek bir asırdan
kısa bir zamanda merkez üssü Medine’den üç
kıtaya yayılıp yerleşmiş, İslam medeniyeti
tarih içinde gelişerek işlevini en üst seviyede
yerine getirmiş ve 20. Yüzyılın başlarında hitam bulmuştur. Dolayısıyla soruya modern
paradigma çerçevesinde doğru cevap vermek
mümkün değildir; bilakis sorunun cevabı tarih
içinde verilmiştir.
Bu bakımdan tarihsizlik, delilsizlik
demektir aynı zamanda. Böylece kimin, nerede, ne zaman, hangi saikle, nasıl ve ne
yaptığı bilinmez hale gelmekte, hem tarihe
yönelik karalama kampanyalarının hem de
eklektik yaklaşımların önü açılmaktadır.
Tarihin bir parçası -veya tarihî bir delilolarak, vahyin nüzûl sebeplerini, dolayısıyla
nâzil olduğu ortamı bilmemizi sağlayan
Esbâb-Nüzûl'ün -ki rivayetlere dayanmaktadır- ve daha geniş çerçevede Sünnet'inHadis'in inkârıyla amaçlanan da bundan
başkası değildir.
__________________*_________________
Buna karşın sonradan türedi yaklaşımları benimseyenler tarihsiz bir İslam var etBu bakımdan tarihsizlik, delilsizlik
mek, bir diğer ifadeyle İslam'ı ve İslam mede- demektir aynı zamanda. Böylece kimin, neniyetini kendi tarihinden soyutlamak istiyorlar. rede, ne zaman, hangi saikle, nasıl ve ne yapZira sabit tarihî gerçekler devre dışı bırakıldı- tığı bilinmez hale gelmekte, hem tarihe yönelik karalama kampanyalarının hem de eklek26
tik yaklaşımların önü açılmaktadır. Tarihin bir
parçası -veya tarihî bir delil- olarak, vahyin
nüzûl sebeplerini, dolayısıyla nâzil olduğu
ortamı bilmemizi sağlayan Esbâb-Nüzûl'ün -ki
rivayetlere dayanmaktadır- ve daha geniş çerçevede Sünnet'in-Hadis'in inkârıyla amaçlanan
da bundan başkası değildir.
kezli modern disiplinler (ideolojiler) tarafından kurgulanan "yeryüzü cennetinin" herhangi bir karşılığı ya da gerçekliği yoktur; ne
yaşanmıştır ne de onu gören, duyan olmuştur.
Dolayısıyla İslam medeniyeti, modern “aklın” nitelendirdiği şekilde bir ütopya değil,
bilakis tarihî bir hakikattir.
Bununla birlikte İslam medeniyeti,
modern “akıl” tarafından “ütopya” olarak nitelendirilmektedir. Batı'da Thomas More ile birlikte ütopyacılık gelişti ve böylece süreç içinde
yeni bir edebî tür ortaya çıktı. Batı'nın maddîmanevî hemen her alanda yaşadığı bunalımlara
karşılık birçok yazar ve düşünür ütopya (olmayan yer) denemeleriyle ideal bir sosyal,
politik ve ekonomik düzen hayal ettiler.
İslam medeniyetini inşa eden ve bugün medeniyetin ihyası için gerekli olan yedi
kurucu kavrama gelince, bunlar sırasıyla
ilim, irfan, tevhid, iman, ahlak, ıslah ve adalettir. Bunlar doğrudan birbirlerine bağlı, biri
yekdiğerine şekil veren veya yol açan kavramlardır. İlimsiz yol bulunmaz, irfansız
kemâle erilmez, tevhidsiz iman, imansız kulluk olmaz, yol yürünmez, ahlaksız felah bulunmaz, ıslah yoksa ifsat vardır, ifsadın olduBizde ise ihtiyaç duyulmadığı için ğu yerde de adalet yoktur. Bu kavramlardan
ütopyacılık gelişmemiştir. Zira bizde hem 20. biri dahi devre dışı kaldığında medeniyet Yüzyılın ilk çeyreğine kadar Şeriat devamlı veya medeniyet perspektifi- çöker.
surette yürürlükte olmuş hem de Hz. Peygamber'in Medine'si (Dâru's-Selâm) yaşanmış,
Yer mahdut olduğu için, kurucu kavcanlı bir örneklik -veya model- teşkil etmiştir. ramları, fikir aşamasındaki medeniyet yürüBu nedenle Müslüman toplumlarda “olmayan yüşümüzün bir sonraki adımında, İlim, İrfan,
yer” düşlenmemiş, zaten mevcut olan örnekli- Tefekkür konulu bir sonraki sayıda sırasıyla
ğin diriltilmesine veya eldeki malzemenin ele alacağız.
doğru kullanımına dayanan ihya veya rücû
ATİLLA FİKRİ ERGUN
anlayışı benimsenmiştir.
Hz. İsa Mesih, Roma hâkimiyeti altındaki topraklarda yaşadı, dolayısıyla onun Hz.
Peygamber gibi bir Medine'si olmamıştır. Bu
nedenle Hıristiyan Batı'nın ihya edebileceği
veya başı sıkıştığında rücû edebileceği bir yer,
bir dönem yoktu. Thomas More'un -ki Katolik
idi- Ütopya'sı böylece yeni bir edebî türe öncülük etti.
Hz. Peygamber'in Medine'si ise sabit
tarihî bir gerçek, canlı bir örnekliktir, yaşanmıştır ve herkes tarafından bilinmektedir. Buna mukabil gerek Batılı orta çağ düşünürleri
tarafından hayal edilen gerek -Aydınlanma ve
Sanayi Devrimi'nden bu yana- Avrupa mer27
[email protected]
Dipnot:
1- Cevdet Said, Makaleler, Pınar Yayınları,
1. Baskı, 2006
TEK DİŞİ KALMIŞ MEDENİYETE mız inşa edilinceye kadar entelektüeli kulKARŞI TAKMA DİŞLİ MEDENİYET lanmaya devam edelim.
Liberal kapitalizmden Marksizme kaHAMLELERİ
Kültür ve medeniyet kavramları muhteva olarak kendi idrak ve pratiklerimizde kadim olarak mevcut olsa da, bu mefhumlarla
batılı kavramlar olarak tanıştık. Kavramların
bir refleks olarak geliştirilme ihtiyacı, “bizde
aslında medeniyiz” gibi cılız bir reaksiyonla
başladı.
Oysa bizim için olduğu kadar Batı için
de yeniydi bu kavramlar. Medeniyet (Civilisation), 1756'da Fransa'da doğmuş ancak bize
ulaşması için “kültür” kavramı gibi II. Meşrutiyet’e kadar beklenmemiş, Batıcılığın sadık
sancaktarlarından olan Mustafa Reşit Paşa ile
Tanzimat’la beraber bize taşınmıştır kavram(1).
Süreç içerisinde, coğrafya ve medeniyetimize mana ve maddesiyle ait olanlar medeniyetle ilgili cevaplar da üretmeye başladılar. Medeniyetler fiziki meydan okumalarından önce, ürettikleri ve çağa armağan ettikleri,
hatta cebri olarak dayattıkları kavramlarla,
entelektüel düzlemde meydan okurlar. Bu yanı
ile entelektüeller, birazdan başlayacak olan
medeniyetler savaşının adeta mana fedaisi olarak öncüleridir.
dar olan çizgide, bu düşüncelerin kalıplarına
zihnini ve gönlünü teslim eden entelektüellerin, kendimize ait bir hamle ihtiyacı içinde
bulunmadıklarını kabul edersek, genel itibari
ile medeniyet kaygısı bütün renkleri ile milli
entelektüellerin tefekkür sahasında kalmıştır.
Huntington’un -zaten tarih boyunca
süregeleni- ilan ettiği “Medeniyetler Çatışması”(2) ve Fukuyama’nın “Tarihin Sonu”(3) tezleri, topyekûn Batı Medeniyetinin
dışında kalan sahalarda entelektüel heyecanları harekete geçirdi. Fukuyama’nın, “tarihin
sonuna gelindiğini ve artık liberal kapitalizmin zaferini” ilan ettiği çalışmasına, Huntington bir tehdit ekledi: “Zaferimizi kabul
etmezseniz çatışırız!”.
Oysa “Haçlı Seferlerini dahi medeniyetler mücadelesi” olarak niteleyen Arnold J
Toynbee bu çatışmanın sonucunu çok daha
evvelden ilan etmişti bile. Batı Medeniyeti ile
karşı karşıya kalırsanız mağlup olursunuz ve
sonrasında yaşayakalmak için Roma Medeniyeti ile karşılaşmak cesaretinde bulunan
barbarlar gibi iki seçeneğiniz olur. Ya Zealot
olursunuz ya da Herodian! Zealot ve Herodian’la bize biçilen rolün ne olduğunu, öneEsasında, entelektüel de medeniyet ve mine binaen Arnold J Toynbee’nin “Uygarlık
kültür gibi bize ait kavramlardan değildir. Kö- Yargılanıyor”(4) isimli kitabından ayniyle
ken olarak “intellect”ten türeyip, “akıl sahibi, aktarmak istiyorum.
müdrike sahibi” olarak, âlime karşılık gelse de
“Zealot: Bilinmeyenden kaçandır; yamünevver, aydın ve düşünürle karşılık bulunbancı birisi karşısına son model silahlarla
maya çalışılan kavram, düşünce dünyamızda
çıkıp, üstün taktiklerle savaşa giriştiğinde ve
kalıcı bir ikametgâh edinmiştir. Yarınlarda
bu karşılaşmada durumu kötüye gittiğinde,
verilecek entelektüel mücadeleyi, arif ve âlim
kendi geleneksel savaş tekniğini titiz bir bikavramları üzerinden bayraklaştırmak veya her
cimde uygulayan insandır. Aslında Zealotluk,
ikisini de içerecek yeni bir kavramla cephelendış bir zorlamayla eskinin diriltilmesidir ki
dirmek gerekmektedir! Sonrasında bırakalım
bunun en güzel örneklerini çağdaş İslam
birazda Batılılar hayıflansın “bizde arif ve âlim
dünyasında, Kuzey Afrikalı Sunusiler ve
yetişmiyor” diye. Şimdilik kendi öz kavramıOrta Arabistanlı Vahhabiler veriyorlar. Ro28
malıların miladi tarihin ilk iki yüzyılında Yahudi Zealotları devirdiği gibi, bugün de Batı
dünyasının büyük kuvvetlerinden birisi de
ABD, örneğin eğer Vahhabi Zealotlar kendisi
için önem verilebilecek bir tehlike yaratırsa,
aynı biçimde devirebileceği sonucunu çıkarıyoruz”.
oluşturan temeller: “Yunan aklı, Roma nizamı ve Hristiyan ahlakı”dır. Dawson, ortaya
koyduğu Batı medeniyeti teslisine, birde
Barbar istilasının muharrik gücünü ilave
eder.(6) Mezkûr üçleme bir yana, Barbar
istilası olarak kastedilen muharrik güçte bizim katkımız azımsanmayacak ölçüdedir.
Tam da bu noktada Will Durant’tan İlkin Batı Roma’nın yıkılışı ve 1000 yıl kadar
alıntı yapmam uygun olacak. Batı Medeniyeti- sonra da Doğu Romanın yıkılışı bizzat bizim
nin korunması görevini, Durant, ABD’ne ve- ellerimizle olmuştur.
rir. “Savaşı, derhal düşman medeniyetlerin
Bugün Batı kendisini özellikle kendioluşabileceği topraklara götürmeyi ve oluşum- sinden olmayanlara “Yunan aklı, Roma nilarını daha başlangıcında imha etmeyi, hatta zamı ve Hristiyan ahlakı” üzerinden ifade
eğer gerekirse 100 bin, hatta daha da ihtiyaç etmek yerine, herkesçe kabul edilebilirliği
var ise 1 milyon sivil Amerikalının ölümü pa- mümkün olan sonuç değerleri üzerinden ifahasına bu görevi yerine getirmesini” ister(5). de etmektedir. Bu değerlerin kavramları ile
Irak’tan, Afganistan’a kadar ABD’nin ne ara- kendisine tesir sahası oluşturup, yine bu kavdığını bundan 50 sene kadar önce Will Durant ramlarla, mukayeseler yaparak kendi medeişaret etmiş bizlere.
niyetinin üstünlüğünü hem rakiplerine hem
“Herodian: Bilinmeyenin tehlikesinden de müntesiplerine ilan etmektedir.
korunmak için en etkin yolun, sırrını keşfetmekte yattığı ilkelerine göre hareket eden insandır; kendisinden becerikli ve daha iyi silahlanmış olan birisiyle karşılaştığında geleneksel
savaş tekniğini unutarak düşmanının taktik ve
silahıyla savaşmayı öğrenen insandır. Eğer
Zealotluk dış baskıyla diriltilen eskinin bir
çeşidiyse Herodianlık aynı dış baskıyla diriltilen bir kozmopolitlik çeşididir”. Herodianlık
ve Zealotluğun Batı medeniyeti karşısında
hiçbir işe yaramayacağını uzun uzun detaylandıran Toynbee, kendi medeniyetleri dışında
kalan herkesin en iyi olabilecekleri şeyin ancak kendileri için çalışan vasıflı işçiler olacağını belirtmeyi de ihmal etmez.
Nedir bu değer ve kavramlar? Özellikle baskın olarak vurgulananları: Özgürlük,
demokrasi ve insan haklarıdır (özelde kadın
hakları)! Zaman zaman Batılı liderler tarafından gafletle(!?) ağızlarından kaçırılan “Haçlı
Seferi” ifadelerine rağmen medeniyetler çatışması, yukarıda Dawson’dan alıntılayarak
verdiğimiz ölçüler üzerinden verilmemektedir. Batının kendisinden olmayan Barbarlarla
savaşı, “özgürlük, demokrasi ve insan hakları
teslisi” üzerinden sürdürülmektedir. Bugüne
kadar olduğu gibi, Batı ile sürdürülen mücadeleler onların ihtisas ve istismar sahası olan
“özgürlük, demokrasi ve insan hakları üçgeni”ne hapsedildiği müddetçe, ortaya konan
Peki, Batı Medeniyeti denilen şey ne- cevaplar ancak “ama bunlar bizde de var”
dir? Bizim onunla ilgili kabullerimizden ziya- türünden nakıs, arızalı, malul ve çokça da
de, bizzat Batılı mütefekkirlerin tanımlarından mahkûm cevaplar olacaktır.
hareketle, bu medeniyetin vaat ettiklerini ve
Özgürlük, demokrasi ve insan hakları
kendini, kendisi olarak ifade edişinden kendi- çerçevesinde kendimiz olarak geliştirebilecesini yakalamak daha doğru olacaktır. Cristop- ğimiz her türlü atağımız, ahlak çerçevesiyle
her Dawson’un “Batı’nın Oluşumu” isimli tahdit edilmek mecburiyetindedir. Oysa ahlaeserinde ifade ettiği üzere, Batı Medeniyetini kı temel alarak yapılacak savunmalar üzerin29
den, Batı ile özgürlük, insan hakları ve demokrasi yarıştırabilmek mümkün değildir. O halde
kendimize ait değer ve kavramlarla, Batı Medeniyetine karşı bir duruş ve tavır sergilemek
daha isabetli bir tercih olacaktır. Yoksa “bizde
özgürlük…” diye başlayacak bütün cümleler
karikatürize biçimde dekoltelere takılıp kalacaktır.
Üstelik Batı medeniyetinin liberal Kapitalizmle ulaştığı bugünkü mevki, Dawson’ca
ifadelenen temellere hiçbir aleni göndermede
bulunmadan, kendisine daha cömert stratejik
imkânlar sunmaktadır. İnsani her saha, teknolojik üstünlüğü sayesinde bir endüstri haline
getirilerek karşısında durmanın zor olduğu
masum ve makul silahlara dönüştürülmektedir.
Bugün sanat, müzik ve edebiyat Batının en güçlü istila vasıtalarındandır. Neden?
Çünkü bunlar evrensel ilan edilmiş ve evrensellikleri herkesçe kabul görmüştür. Oysa evrensel denen şey egemen olandır. Hâkim olandır, baskın olandır, bastırandır. Zihinlere ve
gönüllere, göz ve kulaklar vasıtasıyla yayılandır. Bugün müziğimiz değişiyor, Batı müziğinin ses ve enstrüman kalıplarına doğru evriliyor. Sadece müzikte de değil, sinemada, şiirde,
romanda, plastik sanatlarda hatta moda da
normları Batı belirliyor. Espri anlayışlarımız
giderek Batılı kıymetlerle buluşuyor. Hatta
güzelimiz ve çirkinimiz bile Batılı referanslarla oluşuyor. Yemek kültürümüz ve lezzet anlayışımız değişiyor. Korkarım, üzüntü kaynaklarımız da giderek Batılılaşıyor. Sanat, edebiyat ve müzik sadece zihni melekelerimize
format çekmiyor, ruhumuzu da biçimlendiriyor.
Merhum Mehmet Akif Batı Medeniyetini tanımlarken “Tek dişi kalmış canavar”
metaforunu kullanmıştı. Batının geliştirip piyasaya sunduğu değerler üzerinden kurulmaya
çalışılacak bir medeniyet, bize ancak ‘Takma
dişli bir medeniyet” sunacak ve Batının mahpesinden bizi kurtaramayacaktır. Tek dişi kal30
mış medeniyete karşı takma dişli medeniyet
hamleleri, insanlık için bir ümit olamayacağı
gibi insanlığın istismarına mani de olamayacaktır.
Kendi öz kaynaklarımızda bulunan
kıymetlerle değerler oluşturmalı ve bunu
insanlığın ihtiyacına, öncelikli olarak sanat
ve edebiyat üzerinden sunmalıyız. Her türlü
istismarına rağmen sanat ve edebiyat, insanların anlaşıp uzlaşabileceği bir alan oluşturmaktadır. İnsan hakları, özgürlük ve demokrasi vurgusunun oluşturduğu Batılı insan
modelinin üzerine ancak hak, adalet ve vicdan üçlemesi ile oluşan, idrak ve sorumluluk
duygusu had safhaya ulaşmış insan modeliyle
çıkabiliriz. Hem, hak, adalet ve vicdan sadece insanlar için değil fizik ve biyolojik bütün
kâinatı kapsayacak bir varlık tasavvuru ile
şekillendirilmelidir.
Batı sadece kendisinden olan insanlara, oluşturduğu kıymetler üzerinden barış,
huzur ve refah taşımak iddiasındadır. Bizim
medeniyetimiz, sadece insan olduğu için bütün insanlara ve topyekûn tüm varlığa barış,
huzur ve refah taşımak iddiasında olmalıdır.
Dr. AYHAN ERALP
[email protected]
KAYNAKÇA
1) Cemil Meriç “Sosyoloji Notları”.
2) Samuel P. Huntington “Medeniyetler Çatışması”.
3) Francis Fukuyama “Tarihin Sonu ve Son
İnsan”.
4) Arnold J. Toynbee “Uygarlık Yargılanıyor”.
5) Wiil & Ariel Durant “Tarihten Alınacak
Dersler”.
6) Christopher Dawson “Batının Oluşumu”
MEDENİYET TASAVVURUNUN
LİSAN HAVZASI MAYINLI
Bir lisanımız vardı, adı Türkçe… İyi
kötü onunla anlaşıyorduk, girift ve derin manalara ihtiyacımız yoktu orta Asya’da, kılıç,
meselelerimizi çözmek için maharetle kullandığımız bir dil aletiydi aynı zamanda. Kılıçla
çözemediğimiz çok az mevzu vardı, onları da
mesele etmiyorduk.
Müslüman olduktan sonra başladı lisan
ve dil ile ilgili esas kavgamız. Ne “acun” ile
olacak gibiydi, ne de “Gök Tengri” ile… Sonsuz kudret sahibi olan Allah Azze ve Celle’ye
iman etmiştik, hiçbir derinliği ve deruni boyutu olmayan lisan ile dünya durdukça hatırlanacak medeniyetler inşa edemez, aleme nizamat
veremezdik. Ne ki dilimizi de değiştiremezdik,
dilimiz kendimizdi, bununla beraber asıl ve
asil olan kendimizi dinimizle keşfetmiştik. Bu
berzahta kıvranırken karabudun, dâhilerimiz el
attı meseleye, ne başka bir lisana geçtik ne de
yeni dinimizden vazgeçtik. Dahilerimiz bildi
ve anladı, önce medeniyet dili inşa edecektik,
ancak ondan sonra medeniyet inşa edebilirdik.
_________________*___________________
İnsanlık tarihinin benzersiz tefekkür
hamlelerinden birini gerçekleştirdik ve bir
medeniyet dili inşa ettik, adına da Osmanlıca
dedik. Bal gibi Türkçeydi, ne ki hiç kimse
orta Asya’daki Türkçenin böyle bir oğul verebileceğine inanamadı. Deliden dahi doğmuştu ve tabii ki inanılmazdı. İmanın ne olduğunu anlamayanlar için inanılmazdı, zira
ana rahmini iman döllemişti. İmanın kendisi
zaten bir mucizeydi, neticeleri de öyle oldu ve
imandan nasibi olmayanlar anlayamadı o
muhteşem hamlenin ne manaya geldiğini.
_________________*___________________
İnsanlık tarihinin benzersiz tefekkür
hamlelerinden birini gerçekleştirdik ve bir
medeniyet dili inşa ettik, adına da Osmanlıca
dedik. Bal gibi Türkçeydi, ne ki hiç kimse
orta Asya’daki Türkçenin böyle bir oğul verebileceğine inanamadı. Deliden dahi doğmuştu ve tabii ki inanılmazdı. İmanın ne olduğunu anlamayanlar için inanılmazdı, zira
ana rahmini iman döllemişti. İmanın kendisi
zaten bir mucizeydi, neticeleri de öyle oldu
ve imandan nasibi olmayanlar anlayamadı o
muhteşem hamlenin ne manaya geldiğini.
________________*___________________
Asırlarca sonra birileri daha anladı, güneşin battığı tarafta… Güneşin battığı ve karanlığın çöktüğü coğrafyanın dâhileri, anladılar işin sırrını. Sır, iman ve dilde mahfuzdu, o ikisi yerli yerinde durduğu müddetçe medeniyet yeniden kendini doğuracaktı.
________________*___________________
Asırlarca sonra birileri daha anladı,
güneşin battığı tarafta… Güneşin battığı ve
karanlığın çöktüğü coğrafyanın dâhileri, anladılar işin sırrını. Sır, iman ve dilde mahfuzdu, o ikisi yerli yerinde durduğu müddetçe
medeniyet yeniden kendini doğuracaktı. Orta
Asya Türkçesinden medeniyet dili inşa eden
bu millet, medeniyet dilini muhafaza ettiği
müddetçe tekrar tekrar dirilecekti. Güneşin
battığı karanlık coğrafyanın kanalizasyonlarında yaptılar hain ve sinsi planlarını, dediler
ki, “dillerini ve imanlarını almalıyız”. Güneşin doğduğu bu topraklarda, ışığı medeniyete
tahvil eden bir dil, idrak ve iman havzası
vardı ve dünya buradan aydınlanıyordu. Güneşin battığı topraklar ancak buradaki medeniyet kristalinden yansıyan ışıkla idare ediyordu, ne ki tabiatları karanlığa alışık olduğu
için, ışığın kaynağını kuruttu yarasalar.
Dil devrimini yaptılar, artık mefhumlarımız yok, kavramlarımız var. Fehmetmeyi
31
bıraktık kavramaya başladık. İdrak etmeyi
bıraktık algılamaya başladık. Bunlar arasındaki fark ise, medeniyet ile vahşet arasındaki
fark kadardır. Buyurun, birkaç misal üzerinden
mayınlanmış dil haritamızın ne hale geldiğini
görün.
“Modernite” Kavramı
Müslümanların Anadolu’da yeniden bir
medeniyet hamlesi gerçekleştirmesinin en büyük engellerinden birisi hiç şüphesiz modernite kavramıdır. Modernite, verdiğinden çok
almasıyla meşhur olan sinsi ve dünyevi savruluştur. Modernite kavramıyla çalınan veya
sinsi ve kurnazca alınan yahut derin bir ihanetle aşırılan kıymet ölçülerimiz, idrakimizi, tefekkürümüzü, hassasiyetimizi yok etti, böylece
her türlü mana elimizin altından kaydı gitti.
Öyle ki bazıları “ceketimizin astarı arasına
girdi” fakat biz nereye bakacağını bilemez hale
geldiğimiz için bir daha bulamadık. Çünkü
modernite gözlüğü, kendi renklerimize kördü,
sadece belli renkleri görüyordu, o renkler de
güneşin battığı karanlık coğrafyanın kör renkleriydi. Artık gayemiz başkaydı, hamlemiz
başkaydı, varoluş (yani yok oluş) havzamız
başkaydı.
luk dünyanın taklidini marifet bilmeye başlamıştır. Müslümanlar, “mana” ve “maksat”larını kaybettikleri an, “Eşref-i mahlukat”
makamındaki “Ahsen-i takvim” tahtından
inip, “Esfel-e safiliyn” derekesindeki şeytanın tahtına oturmaktan kurtulamazlar. Şeytan
tabii ki karanlığı sever, bu sebepledir ki güneşin battığı coğrafyada fazla mesai yapmış,
orada kendine “insi şeytan” kontenjanından
sayısız kadro yetiştirmiştir. Hz. Cebrail
Aleyhisselamın gidemediği menzilde seyahat
eden Fahri Kainat Aleyhisselatü Vesselam
Efendimizin ümmeti olmak şerefi, modernite
gibi kavramlara kurban edilebilir miydi?
Narkozun tesirinden birazcık kurtulup da
sağına soluna bakan bir Müslüman, “Bu hal
neyin nesi” diye çığlık çığlığa “Kusmaz mı
öz ağzından kafatasını”.
150 yıldan beri güneşin battığı karanlık coğrafyanın dehlizlerinde yaşıyoruz.
Kendilerine ne kadar benzersek benzeyelim
biliyorlar ki başka bir ruh taşıyoruz. Bu sebeple bizi dehlizlerden ve hatta kanalizasyonlardan yukarı çıkarmıyorlar, çıkarmayacaklar. Biliyorlar güneşe aşina olduğumuzu, biliyorlar yeryüzüne çıkarsak güneşi tanıyacağımızı ve ruh patlamaları halinde yeniden
tarihin üzerine yürüyeceğimizi. Onun için
kilit üstüne kilit vurdular karanlık dehlizlerin
Tarih boyunca her milletin yükseliş ve kapılarına…
iniş süreçleri olmuş, med-cezir halleri mana ve
maksat etrafında dönmüş, bu iki mihveri muhafaza edenler OLUŞ ve VAROLUŞ sürecini “Batıcılık” Kavramı
başlatmış, kaybedenler ise ÇÜRÜME ve
ÇÖKME güzergahına girmiştir. Modernite,
Ah şu sefih serüven... İnsan güneşten
güneşin battığı karanlık coğrafyanın suni ışık usanıp da mum ışığına özlem duyar mıymış?
altında ürettiği bir makyajdan ibarettir ve ka- Akılları patlatacak bir izahsızlık… O mukadranlık coğrafyaya bile faydası olmamıştır. Ne des beyan bir daha ispat edilmiştir ki; insan
var ki karanlık coğrafya, güneşten mahrum zalim, cahil ve nankördür… Aksi takdirde bu
olduğu için o makyaja mahkumdur, buna mu- derin izahsızlığın altından kalkacak akıl kimkabil Müslümanlar güneşe sahip oldukları için de var?
makyajsız halleriyle parıldarken, “gardırop
İslam’ın yekununa muhatap olacak
inkılapçılığının” tesiri altında kalmış ve o sokülli anlayışı kuşanmanın zamanı gelmedi
32
mi? Medeniyet tasavvuru namıyla meşhur büyük terkibi telif etmenin, “Otursun bende her
şekil” demenin vakti ne zaman gelecek? Batılılaşma ve batıcılık kavramıyla biteviye meşgul
olmak yerine, büyük terkibi telif etmekten,
büyük hamleyi başlatmaktan başka bir yol, bir
çare mi var? Batıyla hesaplaşmak için batıya
giden ve batıda boğulanların hikayesini okumaktan bıkmadık mı? Batının canının derdine
düştüğü bugün, batıyla hesaplaşmak yerine
batıya karşı “ümmileşmek” ve kendimize karşı
ünsiyet kesbetmek zamanı gelmiş olmalıdır.
“Cemiyetten aldığı tüm telkin ve tesiri üzerinden silkip atacak” hamle, batıyla hesaplaşarak
değil, kendimizle sohbet ve halvet ederek
mümkün olacaktır. Necip Fazıl’ın batıyla hesaplaşması dünya çapındadır ve o defteri kapatmıştır, bize miras kalan batıyı unutmaktır.
“Epistemolojik işgalin zihni kodları”
ve akademisyenlerimizdir. Akademisyenler,
tuzağı keşfedemedikleri için “bilim” ve “bilimsellik” yaftasıyla o tuzağın kopyalarını,
adı üniversite olan imalathanelerde çoğaltıyor ve kendi kültür coğrafyamızı mayınlıyorlar.
Batı uygarlığının epistemolojik evreninde “hakikat” yoktur. Oysa bizim medeniyetimiz, Allah Celle Celaluhu ile insan arasındaki münasebetin muhtevasını ve usulünü
tayin eden hakikat kaynaklıdır. Hakikat,
“Mutlak İlim” olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den ibarettir. Mutlak İlim yoksa bizdeki ilim ve batıdaki bilim, zan ve vehimden ibarettir.
Medeniyet hamlesi önündeki engellerin belki de en büyüğü, batının epistemolojik
işgalidir. Daha tehlikeli olan ise, “bilim”
adamlarımızın bu işgalden memnun görünmesidir. Hulasa etmek gerekirse; Müslüman
münevverlerin batının epistemolojik işgalinden kurtulması için yapılacak hamlelerden
birisi, “Medeniyet Akademisi” ismiyle nev-i
şahsına münhasır bir müessesenin kurulmasıdır. Bu kuruluş zihni savrulmaları önleyecek, parça fikre mahkumiyeti bitirecek, büyük terkibi telif ve büyük hamleyi başlatacak
teşebbüstür.
Aile birliğinden içtimai müessesesine,
buhran içindeki gençliğinden ıstırap ve hafakan yüklü cemiyetine kadar her bir köşesinde
fokur fokur kaynayan batının, çatır çatır çöktüğünü görmek bizim nesle nasipmiş. Batının
büyük gürültüyle çöken enkazının altında kalmayanlara ne mutlu… Batının çöküş gürültüsünü ve ölüm hırıltısını hayat emaresi zanneden gafiller yok mu, işte onlar kendi mahrem
coğrafyamızdaki medeniyet hamlesini doğmaİktisadi kavramlar
dan boğmaya çalışan idraksizlerdir.
Her şeye rağmen, yeni bir medeniyet
tasavvurundan ve yeni bir medeniyet hamlesinden bahseden Müslümanların olması ümit
vericidir. Bu ümidi muhafaza etmenin ilk şartı
ise batının bilgi telakkisinden kurtulmaktır.
Batı en girift ve en sinsi tuzağını bilgi ve ilim
telakkisinde kurdu, o tuzağı görmemek, o tuzağa düşmek, o tuzağı ifşa edememek tüm
çabayı “sam yeline” vermek anlamına gelir.
Bu tuzağa en fazla yakalanan üniversitelerimiz
33
Batı’nın iktisadi kavram ve teorileri,
İslam medeniyet tasavvuru ve inşa hamlesi
için ciddi engellerin başında gelir. Batı, liberalizm-kapitalizm ve sosyalizm-komünizm
gibi birbirine zıt görünen iktisadi teoriler ile
insanlığın ve Müslümanların zihnini kıskaca
almakta, iktisadi telakkileri bu paranteze sıkıştırmaktadır. Oysa her ikisi de hayatın kaynağını iktisadi alanda gören, her ikisi de
“homo-ekonomikus” tarifini kabul eden, bu
sebeple temelde birleşen teorilerdir. İslam
iktisad telakkisi ise hayatın kaynağını iman, lıksız yardımlar şeklinde anlaşılır hale
zeminini ahlak olarak kabul eder, iktisat bu geldi. Bu durum, sistem çapında düşünme
temel üzerine bina edilir. İktisat, temel değil zafiyetinden kaynaklanan bir neticedir.
teferruattır, batı teferruatı temel haline getiren
...Karz-Hasen, cemiyetin orta sınıbir ters ehram mimarıdır.
fını ayakta tutacak bir müessesedir. Cemi“İktisadi liberalizmin felsefesini an- yetin mağdurlarını ve fakirlerini ayakta
lamaksızın, bu felsefeye bağlı okulların teo- tutmak için müesseseler kurmak Müslürilerini anlamak mümkün değildir. Veya bu manların tabiki vazifesidir. Fakat orta
felsefi görüşleri kabul etmeksizin, teoriler- sınıfıda ayakta tutmak mühim vazifelerinden çıkarılan politikayı da kabul etmek den biridir.” (Haki Demir- Adnan Köksömümkün değildir. Diğer bir deyişle, teoriler ken, Karz-Hasen Müessesi, Fikir Teknesi
ve bunlara dayanarak çıkarılan politikanın Yayınları, sh.4-5)
geçerliliği, ancak, teorinin gerisindeki belirli
bir dünya görüşünün paylaşılmasına bağlıdır.” (Gülten Kazgan, İktisadi düşünce veya Medeniyet hamlesinin ön şartı, teşkilat ve
Politik İktisadın Evrimi, İstanbul Bilgi Yayın- müessese telakkisi
ları.1974, sf.49)
İslam’ın her türlü hükmü müessese ve
Gülten Kazgan’ın da farklı bir boyutu- teşkilatçılığın zaruretine atıf yaparken, güna temas ettiği ters ehram mimarisi anlaşılma- nümüz Müslümanlarının bu meseleye lakayt
dan İslam iktisat telakkisi ve müesseseleri id- kalması nasıl izah edilebilir?
rak ve inşa edilemeyecektir. Uzun ve tafsilatlı
İslam Medeniyeti konusunda fikir
izahlar dergi sayfalarında mümkün olmadığına
göre, meseleyi “kitabiyat”a havale etmek tek talimi yapmak oldukça girift ve zor bir meseçaredir. Batının iktisat kavram ve teorilerinden ledir. Necip Fazıl’ın meşhur Sakarya şiirinde
kurtulmanın müessese misali; Karz-ı Hasen dediği gibi; “Bu dava hor, bu dava öksüz, bu
(Güzel Borç) namıyla maruf İslami müessese- dava büyük.”tür. Büyük hamlenin öncü fikri
teşkilat ve müessese telakkisi, öncü kadrosu
nin teşkilat numunesini inşa etmektir.
ise “kurucu şahsiyet” çeşididir. Teşkilat ve
Fikir Teknesi yayınlarından çıkan müessese fikri olmadan “kurucu şahsiyet”
“Karz-ı Hasen Müessesi” kitabı, sahasında yetişmez, kurucu şahsiyetler yetişmeden de
müessese numunesi teklif eden tek telif eser- büyük hamle başlatılamaz. Her ikisini mayadir. “Karz-Hasen, ihtiyacı olana borç ver- layan ise “inşa fikri”dir.
mek, borçluyu rahatsız etmemek, mali duİnşa fikri, teşkilat ve müessese telakrumu iyi olmayan borçluya ihtiyacı kadar
mühlet tanımak, onun şahsiyetini rencide kisi, kurucu şahsiyet çeşidi gibi bahisler Fietmemek... Istılahta bu ve benzeri şekillerde kirteknesi külliyatında çok sayıda kitapla
tarif ve ifade ediliyor. Kaynakları Kur’an-ı tetkik edilmiştir.
Kerim ve Sünnet-i Seniyye’dir. Her iki kayMETİN ACIPAYAM
nakta zikredilen ve tavsiye edilen bir ibadettir. Kuşatıcı (üst) mefhumlardan biri [email protected]
olan “İnfak” çeşitlerinden biridir. Günümüzde unutulmuş görünen İnfak türüdür.
Günümüzde infak mefhumu sadece karşı34
tefekkürle ilgili çalışmalarını nasıl sürdürüyor? Can alıcı sorularımız bunlar?
MEDENİYET TASAVVURUNDA
“MÜKTESEBATIN TEDVİNİ”
Batı, birkaç asırdan beri bilgi üzerinde
hakimiyet kurdu. Kendi bilgi telakkisini dünyaya kabul ettirdi. Bilgi üzerinde öyle bir tasarruf sahibi oldu ki, tüm dünya onun hazırladığı tedvin ve tertibi (ISBN, ISSN ve sair)
kullanmaya başladı.
Batı, bir taraftan dünyanın ilim ve tefekkür üretimini kendi tedvin ve tertibi içine
alarak, ilim ve fikir üretiminin çerçevesini ve
ölçülerini oluşturdu diğer taraftan “bilim telakkisi” ile neyin bilim olduğunu, neyin bilim
olmadığını tespit etme mevkiine oturdu. Kısacası, bilgi telakkisi batının, bilim telakkisi ve
tasnifi batının, bütün bunların tedvin ve tertibi
de batının olunca, nasıl tefekkür faaliyetinde
bulunacağımız, ilimle nasıl iştigal edeceğimiz
ve tüm bunları da nasıl tasnif, tertip ve tedvin
edeceğimiz bahsi batının tasarrufuna girdi.
Dünyadaki tüm bilim ve düşünce adamları,
farkında olmadan batının gönüllü ajanları haline geldi. Böylece oryantalizm batıda müstakil
bir faaliyet alanı olmaktan çıktı, dünyadaki her
üniversite oryantalizmi kendi coğrafyasında
üretmeye başladı, hem de maaşını kendi ülkesinin bütçesinden alarak…
İslam dünyası (en azından Türkiye misalinde), batının bilgi, bilim ve felsefe telakkisine o kadar mahkum oldu ki, üniversiteleri
batıda olmayan, başlığı açılmayan, deneyi (çalışması) yapılmayan bir konuyu “bilim” ve
“bilimsel faaliyet” olarak kabul etmez hale
geldi. Böylece bilim batının “öz malı”, dünya
da (misalimizde Türkiye de) onun hizmetkarı
oldu.
Müslüman fikir ve ilim adamları, batının bilgi telakkisini kıramadığı, batının yaptığı bilimlerin tasnifinin dışına çıkamadığı,
batının yaptığı tedvin ve tertibin dışında bir
dünya oluşturmak için gayret ve hamle içinde
olmadığı doğru değil midir? Bu tespit doğruysa, kadim müktesebatımızı batının epistemolojik evrenine taşımak için gönüllü personel ihtiyacını karşıladığını itiraf etme zamanı gelmedi mi?
Kadim müktesebatımızı, batının pozitif aklına teyit ettirmek, pozitif bilim mecrasına uygun hale getirmek, böylece batının
epistemolojik evrenine taşımak vazifesi gibi,
on dört asırdır misali görünmeyen büyük
ihaneti gönüllü olarak üstlenmiş olmuyorlar
mı? Türkiye’deki ve İslam ülkelerindeki üniversiteler, kadim müktesebatımızı, batının
epistemolojik evrenine taşımak için, sağını
solunu kırıyor, İslami hususiyetlerini söküp
atıyor, ana mihraka bağlılığını yok ediyor ve
“pozitif bilim mecrasına sığabilir” hale getiriyor. Bunu yapınca, yani İslami müktesebatı
“pozitif bilim mecrasına” mahkum edince,
miraç mucizesi (haşa) muhal zannediliyor,
“şakku’l kamer” mucizesi bir göz yanılması
olarak görülüyor. “Şakkü’l kamer” mucizesine şahit olup da, “Kamer ikiye ayrılmadı, sen
bana büyü yaptın” türünden itirazda bulunan
Ebu Cehil’in cevabı, pozitif bilim mecrasına
mahkum olmuş, müktesebatı da oraya taşımakla görevli kılınmış Müslüman ilim adamları tarafından yeni bir dil ve üslup ile tekrarlanmaya başlandı.
Artık kadim müktesebatımızı merkeze almanın vakti geldi. Kadim müktesebatıBu kadar aşağılık psikolojisine mah- mızı merkeze almak ve onda merkezleşmek
kum olan ülkede, Müslüman fikir ve ilim için tedvin ve tertip etme vakti geldi. Kadim
adamları ne yapıyor? İslami ilimler ve İslami müktesebatımızı tedvin ve tertip ettiğimizde,
35
ilimlerin tasnifini yapabilme ve bilgi telakki- temel tasnif çerçevesi, bu çalışmanın ana
mizi inşa etme imkanına kavuşuruz.
haritasını teşkil edebilir.
*
O eserdeki teklif ana hatlarıyla şudur;
İslam medeniyet tasavvuruna giden
yol, bir taraftan ilimlerin tasnifinden diğer
taraftan kadim müktesebatımızın tedvininden
geçer. Medeniyet tasavvurunun ikmal edilmesi, bunlara ilave olarak “mana mimarisi” ve
“mevzu haritası”nın çıkarılması şartını da ihtiva eder.
Önce genişliğine (yatay alanda) bir
tasnif var; “Kur’an ilimleri mecrası”, “Tevhid ilimleri mecrası”, “Beşeri ilimler mecrası”, “Müspet ilimler mecrası”… Sonra bu
mecralar kendi içinde derinliğine (dikey) bir
tasnife tabi tutulmuş; “Terkip ilimleri”, “Tetkik ilimleri”, “Tatbik ilimleri”…
Kadim müktesebatımızın tedvin edilmesi, diğer tüm tefekkür hamleleri için altyapı
mahiyetinde ve ehemmiyetindedir. Sıfırdan bir
hareket başlatılmayacağına, kitap ve sünnet
merkezinde bir medeniyet hamlesi ve hareketi
başlatmak gerektiğine göre, ümmetin on dört
asırlık müktesebatının tedvin ve tertip edilmesi, ulaşılabilir kılınması, zaruret derecesinde
ihtiyaçtır. Zaten “mevzu haritası” müktesebatın tedvin ve tertibi ile ortaya çıkacaktır. Keza
“ilimlerin tasnifi”, bir taraftan kadim müktesebatımızdaki ilimleri esas alacak diğer taraftan
onlarla birlikte günümüz ilimlerini de ihtiva
edecektir.
Bu tasnif umumi hatları ihtiva etmekte ve ana haritayı göstermektedir. Tabii ki bu
tasnif içinde ilimlerin tasnif teferruatıyla yapılmalıdır. Ne var ki, kadim müktesebatımızın tedvin ve tertibi yapılmadan, müktesebatımız ortaya çıkarılmadan teferruatlı tasnifi
yapmak yanlış veya eksik olur.
*
*
Bir taraftan kadim müktesebatın tedvin
ve tertibini yapmalıyız diğer taraftan tedvin ve
tertip çabasının aldığı mesafeye göre ilimleri
tasnif etmeliyiz. Kadim müktesebat tedvin
edilmeden ilimlerin tasnifi yapılamaz, ilimlerin tasnifini yapamadığımızda da müktesebatın
tedvin ve tertip çerçevesi oluşmaz. Bu sebeple
her ikisini birden yapmalı, birinde atılan adımın diğer çalışmadaki mukabili ortaya konulmalıdır.
Muhakkak ki başka teklifler de olabilir, olmalıdır da… Bundan daha kuşatıcı bir
teklif olursa onu tatbik etmek, çalışmalarda
onu kullanmak gerekir. Yeni bir teklif olmadığı takdirde, mevcut teklifin geliştirilmesi,
zenginleştirilmesi, daha da kuşatıcı hale getirilmesi tefekkürün tekamülü içim şarttır. Bu
konuda tüm tekliflere açığız, herhangi bir
teklif yapıldığında ciddi şekilde müzakere ve
müşavere yapılması gerektiğine inanıyoruz.
Ana tasnifi takip ederek müktesebatın
tedvinine başlanmalı, tedvin ve tertip çalışması mesafe aldıkça ilimlerin tasnifi de yapılmalıdır. Çalışma birbirini besleyerek, birbirini destekleyerek, birbirini tamamlayarak
devam etmelidir.
Önce ilimlerin tasnifine dair ana mec- OSMAN GAZNELİ
ralarla başlamalıyız. Fikirteknesi yayınlarından [email protected]
basılan “İslam Medeniyet Tasavvuru-1-Terkip
ve Tefekkür” isimli eserde telif ve teklif edilen
36
MEDENİYET TASAVVURUNDA
“İLİMLERİN TASNİFİ”
İlimlerin tasnifi meselesi bilgi telakkisinin temelidir ve bilgi ile alakalı her meselenin başıdır. İlimlerin tasnifini yapmamış bir
bakış ve anlayış, bilgi ile ilgili herhangi bir
meseleye dair hiçbir şey söyleyemez. Bilgi,
ilim, irfan ve tefekkür mevzularında sözün
başı ve çerçevesi ilimlerin tasnifidir. İlimlerin
tasnifini yapamadığımız, daha doğrusu böyle
bir meselenin varlığından haberdar olmadığımız için, bilgi ile alakalı söylediklerimizin
tamamı, batı menşelidir ve batının epistemolojik dünyasına aittir.
Batıya karşı bağımsızlaşmanın esası
bilgi telakkisidir, bilgi telakkisinin en önemli
haritası ise ilimlerin tasnifidir. Kendi kaynaklarımızdan hareketle ilimlerin tasnifini yapmak
zorundayız muhakkak ama bugün için aynı
zamanda batıya karşı bağımsızlaşmak gibi bir
problemimiz de mevcut. Batının en derin etkisi
ve işgali “bilgi” ve “bilim” başlığı altındadır
ve çok sinsi şekilde ve özellikle de “bilimsellik” kisvesiyle ruhumuza kadar sirayet eden bir
hegemonyadır.
Son üç-dört asra kadar dünyanın bilgi
üretim hacmi düşüktü. İslam tarihinin ilk on
asrında dünyadaki bilginin kahir ekseriyetini
Müslüman fikir ve ilim adamları üretiyordu.
İslam medeniyetleri, bilgi ve ilim üretimlerini
umumiyetle İslami ilimlere hasretmişlerdi.
Müspet ilimler mecrasındaki bilgi ve ilim üretimi bu sebeple çok azdı ve hayatın bilgi ve
teknoloji altyapısındaki inkişaf hızı çok yavaştı. Hikmet, umumiyetle hakikate dair bir kıymetti ve hakikatin muhtelif tezahürlerinde aranırdı.
İslami ilimler, hakikat ve ahlak ana
başlıklarında toplanabilirdi. Müslüman fikir ve
ilim adamları İslam, “insanda” gerçekleştirmek gibi bir maksada yönelmişti ve doğru
yapmıştı. Esas olan buydu, mana insanda şah37
siyet haline gelmeli, onda hayat bulmalıydı.
Bu sebeple İslami ilimlerin ve özellikle de
tasavvufun “insan” bahsindeki derinliği ve
zenginliği, tarihteki hiçbir kültür havzasında
görülmemiş hacimdeydi.
Bütün bunlar, müspet ilimlerde tetkik
ve terakkiyi engellememeliydi muhakkak. Ne
var ki insandaki derinleşme ve zenginleşme o
kadar ileri gitti ki, müspet ilimler ve teknoloji, hakikat ve ahlak karşısında çok kıymetsiz
kaldı. Dünya nüfusunun az olması, ihtiyaçların mevcut alet edevat ile karşılanabilmesi,
terakkiyi “ihtiyaç” gibi bir muharrik kuvvetten de mahrum bıraktı. Asıl ve asil olan “ahlaklı insan”, “ahlaklı cemiyet”, “ahlaklı hayat” idi ve bu hedefin zirvelerine tırmanılmıştı.
İnsan, “kul” olmak, kulluk yapmak
için yaratılmıştı, nihai maksadı ise hakikate
giden ince yolu kalb evreninde bulmak ve o
istikamette mesafe almaktı. Bin yılı aşkın
süredir birçok medeniyet havzasında bu maksadı gerçekleştiren Müslüman tefekkür kadroları, büyük hedeflere ulaşmanın zihni rehavetine kapıldılar ve tekrara düştüler. Kaderin
cilvesine bakın ki, tam o sırada batıda felsefe
yeniden dirilmiş ve yeni bir dünya inşa etmeye başlamıştı. Felsefede nispeten bulunan
hakikat kaygısı, bilim çağı olan on dokuzuncu asra gelindiğinde tamamen ortadan kalktı.
Felsefenin krize girdiği yirminci asırdan itibaren bilim, sadece “bilgi” üretmekten ibaret
bir meşgale haline geldi ve hakikat kaygısı ve
arayıcılığı yok oldu. Hakikat ve hikmet arayışını tamamen kaybeden batı, bilgi üzerinde
hakimiyet kurdu ve onu hakikate giden yolun
kilometre taşı olmaktan çıkarıp, herhangi bir
alet derekesine indirdi. Batıda bilgi, yirminci
asırda hükmetmenin aleti haline geldiği için,
asıl kıymetini kaybetti. Fakat batı şunu iyi
öğrenmişti; “bir konunun bilgisini üreten, o
konunun inşai mülkiyetine sahip olur”. Bilgi
ile hakimiyet arasındaki tılsımlı münasebeti
çözen batı, son birkaç asırdır o kadar çok
bilgi üretti ki, tüm dünya o bilginin evrenine
girdi. Hayatın altyapısı batı tarafından üretilen
bilgi ve teknoloji ile donatıldı, artık hiç kimse
batıya karşı itiraz ve isyan edemez hale geldi.
Batı, kurduğu epistemolojik evrenin
tüm alternatiflerini, yani dünyadaki tüm medeniyetleri imha etti ve tek kaynak haline geldi.
Kendi dışındaki medeniyetleri imha ederek,
kendine alternatif oluşturabilecek tüm kültür
kaynaklarını kuruttu. Sonra arkeolojiyi icat etti
ve diğer medeniyetleri arkeolojinin mevzusu
haline getirdi. Böylece kendi dışındaki medeniyetlerin tamamına arkeolojik konu muamelesi yaptı, yani tüm medeniyetler tarihte kaldı.
Kendini tek medeniyet ilan etti ve aramayı
bıraktığı hakikatin tek mümessili olduğunu
dünyaya kabul ettirdi.
Kadim müktesebatımızda ilimlerin
tasnifi var. Mesela İmam-ı Gazali Hazretleri,
kısaca “İhya” olarak şöhret kazanan eserinde
ilimlerin tasnifini, farz-haram-mübah ilimler,
uhrevi-dünveyi ilimler gibi ana mihraka doğrudan bağlı şekilde ve birinci derecede yapmıştır. Birinci derece tasnif, ana mihraka en
yakın tasniftir, yani bir ilmin farz veya haram
olması ilk bilinmesi gereken meseledir. İmamı Gazali Hazretleri, yaşadığı devrin ihtiyaçlarını karşılamak cihetiyle teferruatlı bir harita
çıkarmamıştır. Zaten bizim kadim müktesebatımıza bakışımız, “neden şunu yapmadılar”
cinsinden bir hamlık taşımaz, her devir kendi
ihtiyaçlarını tespit etmiş ve onları karşılamak
için çalışmıştır. İmam-ı Gazali Hazretlerinin
bugünün ihtiyaçlarını karşılayacak teferruatlı
tasnif yapmasını beklemek, bunu yapmadığı
için tenkit etmek çok sığ ve ham bir yaklaşımdır.
İçinde yaşadığımız devir, İmam-ı Gazali Hazretlerinin yaşadığı devre nispetle,
(doğru veya yanlış olduğuna bakılmaksızın
söylenmesi gerekirse) dünyanın ürettiği bilgi
hacmi çok daha fazladır. Muhabere vasıtalarının gelişmesiyle bilgiye ulaşma imkanının
artması, kolaylaşması, ucuzlaması, hiçbir bil38
giye bigane kalmamamızı gerektiriyor. Zira
bir bilgiye bigane kalmak, o bilgi yanlışsa
doğrusunu üretmemek, Müslüman zihinlerin
yavaş yavaş ama çok derin bir işgale uğramasına seyirci kalmaktır. Hal böyle olunca,
dünyadaki tüm bilgi müktesebatını tasnif
etmek ve tasarrufumuz altına almak ihtiyacı
açıktır ve zarurettir.
Bugün tehlikenin büyüğü, haram
ilimlerden gelmiyor, İmam-ı Gazali Hazretlerinin tasnifine göre mübah ilimlerden geliyor.
Mesela fizik ilmi, umumi manada mübah
ilimlerden sayılmıştı, ne var ki bugünün batı
bilim telakkisi, fizik ilmini “pozitif bilim
mecrasına” hapsetmiş, onunla ürettiği ontolojide ise “yaratıcı kudreti” reddetmenin matematiğini (ana tasnifini) oluşturmuştur. Kısaca, ateizm, mübah ilimler yoluyla üretilmeye
başlanmıştır. Şimdi, “harama giden yol da
haramdır” hükmünce fizik ilmini “haram
ilimlerden” saymak ile fizik ilminin matematiğini yeniden kurarak “farza giden yol da
farzdır” hükmüne irca etmenin berzahındayız.
Çok büyük meselelerimiz var. Tabii
ki batı dünyasının ürettiği fizik bilimi üzerinde bazı değişiklikler yaparak maksadımızı
gerçekleştiremeyiz. Mesele, “bilginin İslamileştirilmesi” gibi sığ yaklaşımların altından
kalkacağı cinsten bir bahis değil. Bir medeniyet tasavvuruna, ona nispetle bilgi telakkisine, ona nispetle ilimlerin tasnifine ve nihayet yeni ilimlerin inşasına ihtiyacımız var.
Zor bir meseleden bahsettiğimiz açık ama
başka bir yolu yok. İster yüzyıl, isterse bin
yıl sürecek olsun, hakikat kaygısı taşıyan
Müslüman fikir ve ilim adamlarının bu mesele için seferber olmasından başka çaremiz
yok.
AHMET KAMİL TUNCER
[email protected]
bozdu ve insanlığa bilgi ve bilim değil sadece
kaos sundu.
İLİMLERİN TASNİFİ VE
“TERKİP İLİMLERİ”
Batı, son birkaç asırdır o kadar çok
bilgi üretti ki, bilgiyi tertip ve tasnif etmekten
aciz kaldı. Yapılan tertip ve tasnif çabaları ise
akim kaldı, bilgiyi derleyip toparlama imkanını oluşturamadı. Bilgi çözüldü, dağıldı ve nihayet tam bir bilgi kaosu meydana geldi.
Dışarıdan bakanlar batının bilgi üzerindeki tasarrufunun mutlak olduğunu zannediyor. Batının, bilgiyi muhteşem bir tertip ve
tasnife tabi tuttuğunu vehmediyor. Batının
epistemolojik evreninin eksiksiz ve tezatsız
olduğuna iman ediyor. Aynı duygu ve düşünceler, birkaç asır öncesine gidildiğinde bizim
kadim müktesebatımız hakkında da yaşanıyor
ve şöyle deniyordu; “Gök kubbe altında söylenmedik söz kalmadı”. Bu söz, bir taraftan
kadim müktesebatımızın muhteşem zenginliğini gösteriyor diğer taraftan da bu sözü tekrarlayanların idrak acziyetini tescil ediyordu.
Müslümanların kendi medeniyet müktesebatları için bu sözü söylemeleri anlaşılabilirdi ama
batının müktesebatı için söylemeleri tam bir
ihanetti ve kendi acziyetlerinin tam manasıyla
itirafıydı.
“Gök kubbe altında söylenmedik söz
kalmadı” diyenler, geçtiğimiz birkaç asırda
son İslam medeniyeti olan Osmanlıyı yıktılar. Aynı sözü şimdi batı için söyleyen nevzuhur müflisler, İslam medeniyet hamlesinin
önündeki en büyük engeldir ve tarihin kaydetmediği çapta bir ihanet içindedirler.
*
Bilgi, derlenip toplanarak yeniden
tedvin ve tanzim edilmelidir. Tedvin ve tanzimden sonra tertip ve terkip etmemiz gerekiyor. Bunun ana haritası tabii ki “ilimlerin
tasnifi”dir. Fakat ilimlerin tasnifini sadece
satıhta (yatay şekilde) yaparsak, bilgiyi tertip
etsek de terkip edemeyiz. İlimlerin tasnifini
yatay zeminde yapmalı, sonra dikey boyutta
meratip silsilesini kurmalı ve terkip yolunu
açmalıyız.
Fikirteknesi külliyatından basılan
“İslam Medeniyet Tasavvuru-1-Terkip ve
Tefekkür” isimli kitapta, ilimlerin tasnifine
dair yapılan teklif, hem yatay tasnif hem de
dikey tasnifi ihtiva etmektedir. Bu mevzuda
elan başka bir teklif de olmadığına göre, biraz tercihen biraz mecburen o teklif üzerinde
Oysa batı, bilgi kaosuna yakalanmıştı,
çalışmaya devam ediyoruz.
ihtisaslaşmayla birlikte bilginin dağılması ve
çözülmesi mukadder hale gelmişti. Bugün batı,
Önce ilimlerin tasnifi ile ilgili teklifi
farklı alanlarda birbirini tekzip eden milyon- özetleyelim. İslami zaviyeden ilimlerin tasnilarca bilgi üretmekte, bunu dert etmemekte, fi, önce “Kur’an ilimleri mecrası”, “Tevhid
hayatın bir sahasındaki gerçeklik ile diğer sa- ilimleri mecrası”, “Beşeri ilimler mecrası”,
hasındaki gerçekliğin birbirini nakzetmesini “Müspet ilimler mecrası” olmak üzere dört
hazmetmektedir. Bilgi ve bilime derinliğine mecra halinde taksim edilmiş, sonra her mecnüfuz edemeyenler, sadece dışarıdan bakmakla ra kendi içinde üç mertebeye ayrılmış, zirveiktifa edenler, “bilimsel” çalışmalarını batı ye “Terkip ilimleri”, ortaya “Tetkik ilimleri”,
kaynaklarından “resmi intihal” yoluyla çalan- alta da “Tatbik ilimleri” yerleştirilmiştir.
lar, batının epistemolojik evreninin kırk yamalı “Kur’an ilimleri mecrasının” terkip ilmi “tefbohça olduğunu anlama iktidarında değiller. sir ilmi”, “Tevhid ilimleri mecrasının” terkip
Batı bilginin tabiatını parçaladı, genetiğini ilmi “hakikat ilmi”, “Beşeri ilimler mecrasının” terkip ilmi “insan ilmi”, “Müspet ilimler
39
mecrasının” terkip ilmi ise “tekevvünat ilmi”
olarak tespit edilmiştir. Bu ana haritadır ve
bundan sonra “tetkik ve tatbik ilimleri” ile
ilgili tasniflerin yapılması gerekmektedir.
Mevzumuz, mezkur teklifin dikey kısmının
zirvesini teşkil eden “terkip ilimleri”dir.
*
yapamadığımız için bilgi telakkisine ulaşamıyoruz. Terkip ilimlerini gündemimize bile
almadığımız için kendi bilgi telakkimizi,
buna bağlı olarak medeniyet tasavvurumuzu
oluşturamıyoruz. Terkip ilimleri, tüm bilgi
müktesebatı üzerinde tasarruf kuracak, tüm
bilgi müktesebatını mülkiyetimize geçirecek
usul ve yoldur.
Dergi için hazırlanan mevzu haritasınTerkip ilimlerine giden yol berrak bir
da, “ilimlerin tasnifi” müstakil bir konu olarak şekilde açıldığında, medeniyet tasavvurumuz
ele alındığı için, burada terkip ilimlerini, me- ortaya çıkmış, inşa faaliyetini başlatmanın
deniyet tasavvurumuz cihetinden ele alacağız. zamanı gelmiş olacaktır. Terkip ilimlerinin
Bilginin “ilim” haline gelebilmesi için inşası tabii ki çok zordur, bu sebeple terkip
tertip ve tanzim edilmesi, belli başlı bir bütün- ilimlerinin inşasını ve kemale ermesini beklüğe kavuşturulması, bünyesindeki tezatların lemek, medeniyet tasavvurunu ve inşa hamtelafi edilmesi gerekiyor. Bütün bunlar temel lesini yaklaşık birkaç asır tehir etmektir. Bubir usule tabi kılınmak zorundadır ve “Ben na tahammülümüz olmadığı gibi zaten doğru
böyle düşünüyorum” serkeşliği ile olmaz. yol da değildir. Müslüman idraki, fikir ve fiil
Bunları, ilim ile iştigal eden herkes bilir, batı bütünlüğüne sahiptir, sadece nazari meşgale
da bilir. Batı bu meseleyi her bilim dalı için İslam’ın merkezi manasına (ruhuna) mugatakip ve talep eder. Fakat batının bir türlü ula- yirdir. Ne var ki, “ne yapacağını” bilmeyeşamadığı, bizim ise birkaç asırdır kaybettiği- nin, fikir safhasından fiil safhasına geçmesi
miz “Hakikat ilmi”, her ilmin kendi bünyesin- beklenmez. Bu sebeple terkip ilimlerinin
deki bütünlük çabasının yanında, tüm ilimlerin inşasına başlanması, yolun ve usulün tespit
de bir üst bütünlüğe sahip olmasını iktiza eder. edilmesi, istikamet ve güzergah meselesini
Batı epistemolojisinden bakıldığında; mesela vuzuha kavuşturacağı için, inşa faaliyeti de
fizik bilimi ile biyoloji bilimi arasında tenakuz başlatılmalı, bir taraftan fikrin tatbikatı gerolmamalıdır, ne ki batı bu tür kaygıları taşıya- çekleştirilmeli ve bunun mahareti kazanılmalı diğer taraftan fikir, fiil dünyasında test
maz hale gelmiştir.
edilmelidir.
“İlimlerin tasnifi” teklifimiz, tek tek
ilimlerin tasnifen sayılmasından önce, ana *
mecraları tespit ederek her mecra için bir “terİlimlerin tasnifi ve terkip ilimlerinin
kip ilmi” inşa edilmesi fikrine dayanır. Bilgi inşası, meseleyi “bilgi seviyesinde” halletsatıhta (yatay boyutta) terkip edilmez, edile- mektir. Bilgi üzerinde tasarrufta bulunamamez. Terkip etmekten bahsediyorsak, bu çaba- yan kadroların, inşa ve tatbikatta neticeye
nın gelişigüzel olmaması için terkip ilimlerini ulaşacağı düşüncesi vehimden ibarettir.
kurmalıyız. Terkip ilimlerini kuracaksak, buna
ihtiyaç duyacaksak, ilimlerin yatay tasnifi ya- RAMAZAN KARTAL
nında dikey tasnifini (meratibini) inşa [email protected]
yiz.
Dikey tasnif, aynı zamanda bilginin
toplam evrenini inşa etmektir. Dikey tasnifi
40
MEDENİYET TASAVVURU İÇİN
*
“MEDENİYET AKADEMİSİ”
Medeniyet tasavvurundan bahsediyoruz ama bunun asgari binlerce eserlik külliyat
(fikriyat) olarak ortaya konulması gerektiğini
anlamış görünmüyoruz. Dünyanın gelmiş
geçmiş en büyük dehası da olsa bir kişinin
muhayyilesine sığmayacağını, müşterek çalışmaya ihtiyacımız olduğunu, bunun için de
bir tefekkür karargahının kurulması gerektiğini bilmiyor veya umursamıyoruz.
İslam medeniyet tasavvuru, ilimlerin
tasnifi, terkip ilimlerinin kurulması, inşa faaliyetinin başlatılması gibi her biri devasa birer
külliyat (belki her biri için binlerce eser telif
edilmesini) iktiza eden meselelerin halli için
muhakkak ki bir tefekkür karargahına ihtiyaç
var.
Müslüman fikir ve ilim adamlarının
birlikte çalışma ahlakını kuşanamadığı, bu
sebeple birbirinden bağımsız şekilde fikir ve
ilim üretmeye çalıştığı, ortaya çıkan tezatların
ise “farklı fikir” muamelesine tabi tutulduğu
ve telif edilmesi için hiçbir çaba gösterilmediği
bir dağınıklık yaşıyoruz. Tezat ile fikir farklılığının başka meseleler olduğu, tezat mahiyeti
taşıyan mevzuların telif edilmesi gerektiği,
farklı fikirlerin ise ana yapıyı zedelemeden
muhafaza edilmesi lüzumu anlaşılmış değil.
Fikir ve ilim adamlarının birbiriyle
tezada düşmesi umursanmadığı ve hatta kanıksandığı için, her fikir adamının kendi içinde de
tezada düşmesi normalleşmeye başladı. Tezatlara farklı fikir muamelesi yapılmaya başlanınca, tezat meselesi fikri bir kaygı ve mevzu
olmaktan çıktı. Bütünlük kaygısı (tezada düşme kaygısı) yok olunca, “fikriyat” üretmek ve
fikirleri külliyat halinde telif ve neşretmek
ihtiyacı ortadan kalktı. Bir veya birkaç mevzuda üç-beş tane kitap telif etmek tabii hale geldi
ve bunlar fikir diye piyasaya sürülmeye başlandı. Çerçeve kaygısı yok, bütünlük kaygısı
yok, kadim müktesebat ile muvafakat kaygısı
yok… Netice olarak hakikat kaygısı yok…
Oysa “fikriyat” olmadan fikir olmaz, herhangi
bir mevzudaki fikir, fikriyatın bir parçası olarak mevcuttur veya yok hükmündedir. Fikriyat
kaygısı ve teşebbüsü yok olunca, tezat tabiileşir ve fikir ve bilgi dağılır.
41
Müktesebat tedvin ve tertip edilmezse, medeniyet tasavvuru ve inşasını hedefleyen eserler telif edilmezse, kütüphanesinde
kendi kitaplarına bakarak tatmin olan, onlarla
piyasada şişinen yazarların yarın esamisi
okunmayacak, eserleri de bir boşluğu doldurmadığı için unutulup gidecektir. Tarihte
hatırlanan fikir ve ilim adamları, ya külliyat
sahibi olanlar veya tarihin akışını değiştirmiş
“büyük fikir” telif edenlerdir. Öldükten sonra
kitaplarının okunması, faydalanılması devam
etmeli ki, alem-i berzahta sevap defteri açık
kalsın. Bunu dert etmeyenler, fikir ve ilim
meselesini hayatları boyunca kariyer ve itibar
sahibi olmak için bir araç olarak kullanan
gafillerdir.
Yalnız başına çok şey yapmak, mesela bir külliyat telif etmek her insanın işi değil
muhakkak, ne var ki bir “bütün”ün içinde
küçük de olsa bir boşluk doldurmak, belki de
kıyamete kadar hatırlanmak için kafidir.
*
Medeniyet Akademisi, kadim müktesebatımızın tedvin ve tertibi, ilimlerin tasnif
ve yenilerinin inşası, medeniyet tasavvurunun telifi ve nihayet medeniyet hamlesini
başlatmanın merkez karargahı olarak kurulmalıdır.
Medeniyet akademisi, fikir ve ilmin
üzerinde mülkiyet, fikir ve ilim adamları üze-
rinde istibdat kuracak bir müessese değildir.
Kime nasıl düşüneceğini söyleyecek, “doğruyanlış” cetveli çıkararak müellifleri buna icbar
edecek bir merkez değil. Bunların aksine, fikri
ve ilmi çalışmaların lojistiğini temin edecek,
müzakere ve müşavereyle ana haritaları (ilimlerin tasnifi, mevzu ve ıstılah haritası gibi)
meseleleri tespit edecek, böylece medeniyet
tasavvuruna giden güzergahı tayin edecektir.
canın teşvik ve tahrik edilmesi, her safhayla
ilgili müessese çeşitleri üretilmesi gibi meseleleri telif eder.
*
Bu başlıklar, Fikirteknesi yayınlarından basılan ve sadece dergi yazarlarımıza
gönderilen “Medeniyet Akademisi” isimli
kitapta özet olarak tetkik edilmiştir. Bu başlıkların yanında başka başlıklarda bulunmaktadır. Bizim burada temas ettiğimiz başlıklar,
medeniyet akademisi müessesesinin ana vazifelerini göstermek içindir.
Medeniyet akademisinin vazifeleri;
medeniyet tasavvurunu oluşturmak, medeniyet
inşası için fikri ve ilmi altyapıyı hazırlamak,
medeniyet inşa sürecini başlatmak ve acil ihtiyaçları karşılamaktır.
Medeniyet tasavvurunu oluşturmak için
yapacağı çalışmalar; tefekkür, terkip, tasavvur
altyapısını oluşturmak, ilimlerin tasnifini yapmak, buna bağlı olarak İslam bilgi telakkisini
geliştirmek, bunları yapmak için müktesebatı
tedvin ve tertip etmek, bunun mütemmimi
olarak mevzu ve ıstılah haritası
nı çıkarmak, bütün bunları mümkün kılacak şekilde
ana mecraları açmaktır.
Acil ihtiyaçların karşılanması için;
şahsiyet inşasının yolu ve müesseselerini
hazırlar, bunun için Akl-ı Selim Okulu ve
Enderun Mektebi kurar.
*
*
Ümmetin acil olarak medeniyet akademisi (ismi her ne olacaksa) gibi bir müesseseye ihtiyacı var. Böyle bir müessese kurulmadan medeniyet hamlesi ve inşasından
bahsetmek, ya bu meseleyi politik bir malzeme olarak istismar etmektir veya nefsi tatMedeniyet inşası için; inkılap fikri, inşa min için büyük laflar söyleme çabasından
ibarettir.
fikri, nizam fikri, teşkilat ve müessese fikri,
medeniyet müesseseleri fikrini inşa ve terkip FARUK ADİL
etmektir. Bir meselenin fikri yoksa, tatbikat
yoktur, inşa faaliyeti yoktur. İnşa fikri gibi bir [email protected]
başlığın olmadığı, böyle bir fikriyatın üretilmesi için harekete geçilmediği bir dönemde
herkesin yeniden medeniyet hamlesinden bahsetmesi çok ucuz bir tavırdır.
Medeniyet inşa sürecini başlatmak için;
ana safhaların tespiti, safhalar arasındaki geçiş
denklemlerinin kurulması, inşa faaliyetinin
yukarıdan aşağıya doğru inşa ve aşağıdan yukarıya doğru inşa güzergahlarının oluşturulması, inşa sürecinin inkişaf, tekamül ve tekemmül
safhalarının vuzuha kavuşturulması, bütün
bunların yapılabilmesi için aşk, vecd ve heye42
kısmen de olsa hürriyetlerine kavuşmaya
başladılar.
SÖZE BAŞLARKEN…
Biz Türkler, bilindiği üzere muhteşem
bir tarih, kültür ve medeniyete sahibiz. Asırlarca hüküm sürdüğümüz coğrafyalarda her dilden, her dinden, her ırktan bütün
insanlar huzur ve emniyet içinde yaşamışlardır. Üç bin yıllık yazılı tarihin yarısından fazlasını Türk dünya hâkimiyeti oluşturmaktadır.
Bu yönetim tarihine ana hatlarıyla baktığımız
zaman insanı merkez alan, ayrımcılık yapmayan, adâleti gözeten bir uygulama sergilendiğini görürüz. - Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı medeniyet çizgisi, insanlığın yaşadığı bir altın
dönem olmuştur. Yani Asr-ı Saadet devri müstesna, insanlığın böyle bir mutluluk dönemi
yaşaması imkânsız görülüyor.
Türk milletinin bu bin yıllık muhteşem geçmişi ve bu son asırlarda karşılaştığı
büyük felaket ve facialar genç nesillere yeteri kadar anlatılmadı, yazılmadı. Gençlerimiz
bunlardan haberdar olmadı. Türk milletinin
bu hâle düşmesinin sebepleri ciddî ve akademik mânâda araştırılmadı, incelenmedi ve
yazılmadı. Türk dünyasındaki bu çöküş üzerinde kafa yorulmadı. Tarihi
tabii
yapısı içinden çıkarıp, ideolojilerine uygun
hale getirerek, mevcut ideolojinin bakışı ile
tarihin yeniden yazılma gayreti içerisine girildi. Bu son derece yanlış bir uygulama idi.
Sonuç alınması da mümkün değildi. Türk
dünyasındaki çöküşün ana sebeplerine bakaBüyük
fikir
adamı
mer- cak olursak;
hum Seyyid Ahmet Arvasî; “Biz inanıyor ve
Son asırlarda gençliğimize dînimiz,
tarihin şehadeti ile de idrâk ediyoruz ki,
dilimiz
doğru
öğretilmeTürk devleti güçlü ve Türk milleti birlik ise, tarihimiz,
yetiştirilemeİslam dünyası da mutludur, ayaktadır. Ak- di. Yüksek idealli insanlar
sine, milletimiz zayıflamışsa veya bir çökün- di. Milletimiz çeşitli dış mihrakların büyük
tü devri yaşamışsa İslam âlemi mahkûm plan ve programları ile tarihinden, kültürünolmuştur. Nitekim Selçuklu ve Osmanlı dö- den kopartıldı. Tarih şuuru ve millî şuur kayboldu.
Gençliğe
yüksek
ideanemleri bunu ispatlamıştır.” demektedir.
lizm rûhu verecek güçlü edip ve yazarlar
Türk dünyasının en muhteşem dönem- yetişmedi. Okuma, araştırma kültürü kaybollerine baktığımızda 15 ve 16 ncı asırlar oldu- du. Oysaki bir idealizmin edebiyatı; onun
ğunu görürüz. Bu asırlarda, batıda Osmanlı, kitabı, romanı, destanı, şiiri , arkasında dua
Türkistan’da Timuroğulları, Hindistan’da Ba- ve göz yaşı yoksa o idealizm yoktur. Saman
bür devletleti hüküm sürüyordu. Bu çağlarda alevi gibidir. Ruhsuz, köksüzdür. Şahsî mendünya üzerinde gerçek bir Türk hâkimiyeti faatlere, günlük politikalara alet olur; gelişvardı.
mez, ilerlemez.
Ne varki, 19. asırdan itibaren özellikle
20. asırda Türk âleminde büyük bir çöküntü
başladı. Osmanlı, Türkistan ve Hindistan coğrafyasında Türkler tarihin en büyük felâket ve
facialarına mâruz kaldılar. Ülkeleri parçalandı.
Fizikî ve kültürel bir asimilasyona uğratıldılar.
20. asrın sonuna doğru komünizmin dağılmasıyla Türkistan, Kafkasya ve Balkan Türkleri
43
Nitekim
yine
merhum Seyyid Ahmet Arvasî Hoca: “Benim
dünümü ve bugünümü dünyada yankılar
yapacak bir ustalıkla ortaya koyacak romancım, hikâyecim, tiyatro yazarım, senaristim ve film yapımcım nerede? Şu anda
yeryüzünde bin bir acı içinde kıvranan
Müslüman kavimlerin, cemiyetlerin dra-
mını kimler dile getirecek? Kara ve kızıl Türk milletinde vardır. Ancak Türk milleti
emperyalizmin zulüm ve şiddetini kimler bunun farkında değildir.
işleyecek? Nerede şairlerim, nerede ressamBu bağlamda, Türk milletinin uyanlarım?” demekteydi.
masını büyük tehlike gören İngiliz mütefekDiğer taraftan, büyük İslam âli- kiri John Haslip geçen asrın başında şöyle
mi İmâm-ı
Rabbanî
Hazretle- demiştir: “Dünyada uyuyan bir dev var:
ri “Mektubat”ta; “Allahü teâla yüksek gaye- Türkler.
Bu
devi
uyandırmayılileri sever”. O halde büyük düşünen, yüksek nız!” Şimdi şu soruyu sormamızın vakti:
ideal sahibi gençlik yetiştirmeliyiz. Bu da anArtık uyanma zamanı gelmedi mi?
cak okumakla, araştırmakla olur. Bir milletin
gündemi sadece siyaset, ekonomi, spor gibi Çünkü insanlığın buna her zamankinden fazgünlük konulardan ibaret olmamalıdır. Medenî la ihtiyacı var...
bir ülkenin, medenî bir milletin, tarih, millî ve
Hayırlı Olsun
manevî
kültürü
ile
ilgili de
gündemi olmalıdır. Zira içerisinde bulunduğumuz “Terkip ve İnşâ” dergisi hizmete başladı.
coğrafya buna icbar etmektedir.
Medeniyetimizin mihenk taşını teşkil
Yapılan araştırmalara bakılacak olursa, eden, Türk tarihinin, dilinin, dünü ve buğutarihteki bütün Türk liderleri idealist kimseler- nünü Terkip ve İnşa noktasında tasavvur
di. Gayeleri, kızıl elmaları vardı. Büyük he- eden sevgili kardeşim Metin Acıpayam, derdefler göstererek, Türkün cihan hâkimiyetine ginin 2. Sayısında benim de bir makale neşişaret etmişlerdir. Mesela Oğuz Han atamız bir retmemi istedi. Elbette bu güzel teklifine
harp dönüşü komutanlarına, “Bu denizler, bu hayır diyemezdim. Şunu ümid ediyorum
ırmaklar bize yetmez. Daha deniz, daha ki, bu dergi, örfümüzden, dilimizden taviz
ırmak istiyoruz. Yurdumuzu öyle büyütelim vermeden, millî ve mânevi kültürümüzü doğki gök kubbesi ona çadır, güneş ona bayrak ru olarak, gençliğimize aktaracaktır. Şayet
olsun.” Diyordu.
bunu gerçekleştirmenin erdemine kavuşursa,
gençlerimiz tarihinden ve manevî kültürünYine ilk Müslüman, Türk Hükümdarı
den haberdar olacak, alacakları ilham ile,
ve Karahanlı Devletinin kurucusu Abdülkeidealist bir gençlik yetişecek, yeise, ümitsizrim Satık Buğra Han da: “Türk, sedefteki inci
liğe düşmeyecektir.
gibidir. Denizde iken kıymeti bilinmez fakat
denizden
çıkınca
taçların
süsü Dr. MEHMET CAN
olur.” Demiştir.
İstanbul Gelişim Üniversitesi Siyaset Bilimi
İşte bugün gençliğimiz denizin dibinde ve uluslararası ilişkiler
sedefteki inci gibidir. Tarihinden, millî ve manevî kültüründen habersizdir, âdetâ izole edil- [email protected]
miştir. Şimdi bütün mesele, gençliğimizin
gündemini millî ve manevî kültürümüze çevirebilmektir. Bu yapılabildiği takdirde Türk
milletinin geleceği, tarihte olduğu gibi yine
çok parlak olacaktır. Bu güç, bu potansiyel
44
ruruz. Ötelerin cereyanını kalbimizle cezbeder, ruhumuzu o cereyanın rahmani tecellileri
MEDENİYET TASAVVURUMUZ
ile yıkar, ortaya çıkan insani (ama ruhi) verimleri hayatta ikame ederiz. Sadece hayat
VE ÜÇ ESAS
anlayışımız değil, sanat idrakimiz, bilgi kavMedeniyet tasavvurunda merkeze alı- rayışımız vb. birçok mevzunun temeli sahih
nacak temel sütun, varlık tasavvurudur. İnsan- varlık telakkisidir.
lık, tarih boyunca tüm tefekkür mecralarında
*
varlık ile ilgili farklı tasnif ve tavsifler yapmış,
her varlık tasavvuru bir medeniyetin temeliMedeniyetimizin sütunlarını Usul-i
kaynağı haline gelmiştir. Medeniyetleri birbi- selase (üç esas) üzerinde tetkik etmek gerekrinden ayıran temel unsur varlığa yükledikleri tiğini düşünüyoruz. Bu esaslar Allah- Peyanlamla ilişkilidir. İnsanoğlu gerçekleştirdiği gamber-Ahiret inancıdır. Allah Azze ve Celtüm faaliyetlerini bu temel üzerine inşa eder. le’ye imanımız, “mutlak varlık” telakkimizi
Allah-insan-kainat arasındaki münasebet ağı- kayıt altına alır. “Mutlak varlık” imanı,
nın sahih şekilde anlaşılması da “mutlak var- O’ndan başka hiçbir varlığı (ve kendimizi)
lık” ve “mümkün varlık” tariflerini tevhid mutlaklaştırmaya manidir, böylece tüm putlar
merkezli yapmaktan geçer. Zaten varlık tasav- yıkılmıştır ve bizim kalbi ve zihni dünyamızvuru tevhid bahsinin mütemmimidir.
da “put” için bir milimetre karelik alan tahsis
edilmemiştir. İkinci esas bilgi telakkimizdir.
İslam medeniyet tasavvurunun temelinBilgi telakkimizin kaynağı, Risalet’tir. Nasıl
deki varlık telakkimizi, vahiy ve sünnetten
ki varlık telakkimiz, “mutlak varlık” ve
öğreniyoruz. Batı felsefe tarihine baktığımızda
“mümkün varlık” tasnifine tabi ise, bilgi tetanrı inancına ulaşanların olduğunu görüyoruz;
lakkimiz de “Mutlak İlim” ve “Nispi İlim”
fakat kendi tasavvurlarındaki tanrıya inanıyortasnifine tabidir. “Mutlak İlim” Hz Resul-i
lar. Buna mukabil biz, Allah Azze ve Celle’yi,
Ekrem Aleyhisselatü Vesselamın mübarek
kendi kelamından ve Risalet ile vazifelendirdudaklarından sadır olan ilimdir. Vahiy
diği Efendimiz Aleyhiselatü Vesselamdan öğO’nun kalbine indirilmiş, O bize (insanlığa)
reniyor ve o çerçevede inanıyoruz. Yani felsefi
tebliğ etmiştir. Bu meyanda, Kur’an-ı Kerim
mecradan gelenler kendi ilahlarını kendi akılve Hadis-i Şerif (Sünnet-i Seniyye) olarak
larıyla üretiyor, biz ise aksine bizzat Kadir-i
tasnif edilmiş olan “Mutlak İlim” yeryüzünde
Mutlak olana, O’nun beyanı istikametinde
sadece Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamiman ediyoruz. Akaid kitaplarından öğrendidan sadır olmuştur. Böylece “Mutlak İlim”
ğimize göre varlık; mutlak varlık (vacib’ül
(yani hakikat) ile “Nispi İlim” (yani beşeri
vücud) ve mümkün’ül vücut ana tasnifiyle
bilgi) birbirinden tefrik edilmiş, bilgi telakezeli ve ebedi olanı, yaratılmış ve fani olandan
kimiz “hakikat” merkezli bir müktesebat telif
tefrik etme imkanını ve marifetini elde ediyoetmiştir. Beşeri bilgi edinme yolları olan zeruz. Varlık telakkimiz, tevhidi merkez almazsa
ka, akıl ve beş hassamız, “Mutlak İlmi” meridrak kaosu oluşur. Medeniyet aynı zamanda
keze alan bir idrak faaliyetine girmiş, kendi
vahdet halidir. Vahdet ise, Tevhid’in yeryübaşına bırakıldığında zafiyet ve acziyetinden
zündeki tecellisidir.
kaynaklanan yanlış ve hatalarını “hakikat” ile
Akıl ve
Fani ve baki olan varlık inancından test etme imkanına kavuşmuştur.
hareketle muazzam bir hayat telakkisi oluştu- duyularla elde edilen bilgi bize; varoluşu,
45
hayatı, ölüm ve ötesini açıklayamaz. Yani maveradan gelen oluş amillerini izah edemediği
gibi, maveraya giden güzergahı da gösteremez.
Burada, insani istidatları ve idrak ufkunu aşan
bilgiye, daha mühimi ise bir usule ihtiyaç vardır. Bu nokta bize İmam Gazali Hazretlerini
hatırlatıyor. Aklı bir yay gibi gerdiğini ve sonunda aklı verasında olan “peygamber tavrına”
teslim olarak hakikat bilgisine geçtiğini söylüyor.
Bizi diğer medeniyet tasavvurlarından
ayıran temel sütunlardan birisi olan “Nübüvvet
telakkisi”, bilgi ve ilim anlayışımızın karargahıdır. Hz. Peygamber Aleyhisselatü Vesselam
olmadan hayat ve ötesi anlayış yarım kalır.
Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamın hayatı,
vahyin hareket halindeki numunesi ve hakikatin tecessüm etmiş şahsiyetidir. O olmasa, hakikatin tecelli ve tezahürünü misallendirmek
mümkün olmayacağı için, idraki de muhaldi.
Bu meyanda medeniyet; Hz. Peygamber Efendimizin zahiri ve batınından akıp gelen ana
mecralarda zuhur etmiş, kendi asil ve asıl havzalarında eserlerini vermiştir. Dolayısıyla bilgi
telakkimizin derinliğinden ilim, irfan ve tefekkür mecraları ortaya çıkmış aynı zamanda müesseseleşmiştir.
Ahiret düşüncesi, düşüncesi hayatı ahlaklı
(kar denklemi üzere) yaşamayı tavsiye eder.
Hayatı sadece dünya hayatıyla sınırlandıran
anlayış kıymetli değildir, kıymetli olmayan
ise kıymet (değer) üretemez. İnsanı kendi
tabiatına bıraktığında hedonizm zirveye ulaşır. Batı toplumunun yaşadığı ve kendi dışındakilere tavsiye ettiği, adına da “evrensel
değer” diyerek tüm insanlığı aldattığı hayatın
nihayeti, ya hedonizm veya nihilizmdir ki her
ikisi de aynı neticeye çıkar.
Hayat telakkilerinin temelinde varlıkbilgi-değer anlayışı vardır. “Ben güzel ahlakı
tamamlamak için gönderildim” buyuran İki
Cihan Serveri Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz, muhtemeldir ki “hakikat”, “insan” ve
“hayat” bahislerini ahlak mevzuunda terkip
etmiştir. Zira ahlak öyle bir mevzudur ki,
muhtevasında “hakikat bilgisini” taşır, onu
bir insana giydirerek “şahsiyet” inşa eder ve
kendini hayatın muhtevasına zerkeder. Nübüvvet merkezli bilgi evreni (epistemolojik
evren) önce ahlak ile insanı (şahsiyeti) inşa
eder, sonra insan ile ahlaklı hayatı inşa eder.
Ahiret inancı olmadan seküler değerler adı
altında üretilen anlayışlar sadece hukuk zemininde değerlendirilebilir. O da tek başına
bir anlam ifade etmez. Zira hayat; edep, ahMedeniyet tasavvurunun üçüncü sütunu lak ve hukukun birbirine nüfuz etmiş halde
“değer” anlayışıdır. Bizim “değer” anlayış ve tecellisinden mürekkeptir.
ölçümüzün kaynağı ahirettir. Çünkü değer,
“nihai kar” anlamına gelir. Nihai kar ise ancak
Medeniyet tasavvurunun muhtevasınve sadece ahirettedir. Dünyada kazanmak (kar daki tüm bilgi ve tefekkür alanları, yukarıda
etmek) veya kaybetmek (zarar etmek) Müslü- izah edilen üç sütun üzerine bina edilir. Almanlar için herhangi bir “değer” ifade etmez. lah-insan-kainat münasebetini hakikat temeDünya hayatı, tamamlanmamış bir denklemdir, linde anlamak, insanın duygu-düşünce-irade
denklem tamamlanana kadar neticesinin kar hamlelerini bu menzile tevcih etmek, inkişaf
mı, zarar mı olduğu belli olmaz. Denklemin güzergahını ise doğru-güzel-iyi ölçüleriyle
tamamlanma anı, ölüm anıdır. Ecel vakti gele- tespit etmek gerekir.
ne kadar her Müslüman, kar denklemini tamamlamak için gayret eder. Allah’tan gayrı A.Bülent CİVAN
her şeyin fani olduğu şuuru bizi maveraya [email protected]
(ölüm ve ötesine) dair tefekküre sevk eder.
46
İSLAM MEDENİYETİBATI UYGARLIĞI
İslam medeniyet tasavvurunun anlaşılmasında medeniyet ile uygarlık arasında bir
ayrımın yapılması son derece önemlidir. Bu
nedenle öncelikle bu ayrıma dikkat çekmek
gerekmektedir. Bu çerçeve göz önünde bulundurularak medeniyet ve uygarlık arasındaki
farklılık için bir alıntı yapmayı gerekli gördüm.
Söz konusu alıntı 31 Mart 2015 tarihinde Quartz adlı internet sitesinde Anne Quito tarafından kaleme alınmış "Cam mimari
milyonlarca göçmen kuşu öldürüyor" [1] başlıklı yazıya aittir. Başlıktan anlaşıldığı üzere
bir mimari anlayışın canlı yaşamına verdiği
zarar hatta ölümü konu edinen bu yazıda bu
ölümlere sebep olan yapıların da isimleri ve
adresleri belirtilmiş.
2013 yılında Washington'daki kuş
ölümlerinden sorumlu ilk 10 yapıdan birincisi
Thurgood Marshall Federal Yargı Merkezi'dir.
Binanın lobisindeki canlı ve uzun ağaçlar kuşların ilgisini çekmektedir. Özellikle geceleri
yapılan aydınlatma ile oldukça gerçekçi olduğu dikkat çekmektedir. Mimari açıdan muhteşem olarak görülen bu yapılar ne yazık ki milyonlarca kuşun ölümünden sorumlu. Bu nedenle göç mevsiminde bina aydınlatması loşlaştırılmaya başlanmış. Ancak binanın yapımındaki zihniyet değişmedikten sonra ne fayda. Bu zihniyeti sorguluyoruz.
Şimdi bir de İslam medeniyetinin ürünü olan kuş evlerini düşünelim. "Yaradılanı
yaradandan ötürü sevmenin" benimsendiği bir
zihniyetin mimari anlayışına sahip olan bu kuş
evleri aynı zamanda İslam medeniyet tasavvuruna iyi bir örnektir.
Öyle ki yabancı seyyahlardan Thevenot
seyahatnamesinde şunları yazmaktadır: [2]
47
“…Onların iyilikseverliği hayvanlara,
bu arada kuşlara kadar ulaşır. Her gün birçok
kimse pazarlara kuş satın almaya gider ve
bunları serbest bırakırlar. Söylediklerine göre, bu kuşların ruhları, kıyamet gününde Allah’ın huzurunda onların iyiliklerine şahitlik
edeceklerdir” demektedir. Moltke ise “Türkiye Mektuplarında Türkler hayırseverliklerini
hayvanlara karşı bile gösterirler. Üsküdar’da
bir kedi hastanesi bulursun, Bayezid Camii’nin avlusunda da güvercinler için bir
bakım yeri vardır” diyerek şöyle devam eder:
“Birçok mezar taşının altı yalak şeklinde
oyulmuştur. Buraya yağmur suları toplanır ve
sıcak yaz günlerinde köpekler ve kuşların
susuzluklarını giderebilecekleri küçük mikyasta bir fukara mutfağı vazifesini görür.
Müslümanlar hayvanların şükranının da insanlara hayır getireceğine inanırlar.”
Müslüman bir toplumun çevreye ve
canlı yaşamına kastetmeyen yaşantısı medeniyet tasavvuru için bir ölçüdür. Ancak göz
keyfi için, devasa yapılar inşa etmek uğruna
milyonlarca hayvanın ölümüne sebep olmak
uygarlıkla ilgilidir. Medeniyetin din kökü ile
bağlantısının koparılması uygarlığa savrulmakla sonuçlanacaktır. Son dönemde ülkemizde kuş evlerinin kaybolması veya devasa
yapıların peşi sıra yapılarak halkın betona
gömülmesi medeniyetten uzaklaşmamızla
ilgilidir.
Uygarlık
maddiyatın
teknoendüstriyel araçlarla vücut bulmuş halidir.
Manadan yoksun bir zihnin ürünüdür. Bu
anlamda Batı uygarlığı sömürüye, katliama,
talana dayalı yapısı ile dünya hegemonyasını
ele geçirmiştir. Ayakta kalması için dünya
pazarlarında varlığını devam ettirecek tüm
imkanları kullanmak durumundadır. İslam
medeniyetinin maddi olanı gözler önüne
sermek gibi bir davası olmadığından modern
insanın kolay anlayabileceği bir yapıya sahip
değildir.
Bu nedenle İslam medeniyet tasavvuru
ile ilgili tartışmalarda geçmişten ve günümüzden çeşitli örnekler vererek karşılaştırmalı bir
değerlendirme yapmak daha anlaşılır olacaktır.
Bunu az önceki gibi mimari anlayıştan bir örnek vererek yapmak mümkün olduğu gibi
Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem)
hayatından, insana, hayvana ve eşyaya bakışından örnekler vererek de yapmak mümkündür.
Günümüzde duble yol yapmak, AVM
inşa etmek, gökdelenleri peşi sıra dikmek, kibrit kutusu gibi evleri dip dibe yapmak medeniyet inşa etmekle eş değer görülmektedir. Bir
anlayış kaymasına uğramış durumdayız. Uygarlık ile medeniyet birbirinin yerine kullanılmaktadır. Kuşların göç yoluna kendi mülkünü
diken Batı uygarlığı İslam medeniyeti ile eş
tutulabilir mi? Allah'ı tesbih eden milyonlarca
kuşu katleden Batı tekno-endüstriyel yapısı
İslam medeniyeti için örnek alınması gereken
bir kalkınma modeline sahip olabilir mi?
Hatırlanırsa yüksek hızlı tren çalışmaya
başladığında göçmen kuşlar trene çarpıp öldüklerinden trenlerin ön tarafı kana bulanmış
haldeydi. Bu teknolojinin İslam medeniyet ile
bağdaşmadığını bunun Batı uygarlığına ait bir
araç olduğunu söylediğimizde "o halde araba
ile de seyahat etmeyelim sineklere çarpıyoruz,
eşeklere atlara binelim" diye itirazlar gelmişti.
Yazılarımda hayvanların bir ulaşım aracı olarak kullanılması gerektiğini savunmuşumdur.
Bu aslında Kur'an-ı Kerim'den öğrendiğimiz
bir ulaşım şeklidir.
“Ellerimizle (kudretimizle) yaptığımız
şeylerden onlar için hayvanları nasıl halkettiğimizi görmediler mi? Onlar, böylece onlara
(hayvanlara) malik olurlar.Ve biz onları (hayvanları), onlara zelil (itaatkâr) yaptık. Böylece
onlardan, kendilerinin binekleri oldu (onlara
binerler) ve onlardan (etlerinden) yerler. Ve
onlarda, kendileri için (birçok) menfaatler
(yararlar) ve içecek şeyler (süt) vardır. Hâlâ
şükretmezler mi? Ve yardım olunacaklarını
48
ümit ederek, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. (O ilâhlar), onlara yardım etmeye muktedir değildirler. Ve kendileri, onlar (o ilâhlar) için, (onlara yardıma) hazır askerlerdir.” (Yasin: 71-75)
Mü’min Suresi’nin 79. ve 80. Ayet-i
kerimelerinde ise Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O Allah ki, “onun üzerine binin
ve onun (etinden) yeyin” diye sizin için hayvanlar var etti. Ve onda (hayvanlarda) sizin
için menfaatler (faydalar) vardır. Ve onlar
üzerinde, gönüllerinizdeki hacetlere (gideceğiniz yerlere) ulaşırsınız. Onların (hayvanların) ve gemilerin üzerinde taşınırsınız.”
Batı'nın yüzlerce yıldır Anadolu'da
uygulana gelen geçim-üretim modelini, ulaşım yöntemlerini, mimarisini değiştiren uygarlık anlayışının medeniyetimizi gün geçtikçe mezara gömdüğü aşikardır. Ancak medeniyet inşası için Batı kalkınma yolunu takip ederek devasa yapılar inşa etmeye, 10
şeritli yollar yapmaya, maddi refahımızı artırmaya ihtiyacımız yoktur. İslam medeniyeti
her şeyden önce zihinlerde inşa edilmelidir.
Elbette sadece kuşların ölümüne sebep vermeyerek, ulaşımda otomobil yerine
hayvanlardan faydalanarak bir medeniyet
inşa edilmiş olmaz. Ancak bunlar olmadan da
medeniyet olmaz. Medeniyeti iktisattan, üretimden, tüketimden ayrı düşünemeyiz. Bir
bütün olarak bakıldığında sosyo-ekonomik
yapının değişmesini gerektirecek kadar köklü
değişimlerin gerektiği açıktır. Ancak günümüzde müslüman toplumlardaki mimari anlayışındaki değişime veya Batı uygarlığına
benzeme gayretine bakıldığında meselenin
bu boyutlarına da dikkat çekmek öncelikli
hale gelmiştir.
[1] http://qz.com/372493/lights-out/
[2] http://tarihvemedeniyet.org/2014/05/kusevleri/
KAAN YİYEN - [email protected]
ninde muhafaza eden, sadece idrak çabasıyla
yola çıkan insandır mümin.
MEDENİYET SEMPOZYUMU
*
ÇAĞRISI
Medeniyet sempozyumunun birincisinin “mevzu haritasını” dergimizin bu sayısında yayınlıyoruz. Mevzu haritasındaki meseleler üzerinde tebliğ hazırlayabilecek ve
sempozyumda sunabilecek fikir ve ilim
adamlarının müracaat etmesini bekliyoruz.
Dergimiz genel yayın müdürümüzle irtibat
kurularak bilgi alınabilir.
Medeniyet sempozyumu serilerine başlıyoruz. Birincisini bu sene K.Maraş’ta yapmak için çalışmalara başladık. Bundan sonra
her yıl farklı şehirlerde olmak üzere devam
etmeyi planlıyoruz. Hatta her yıl, ilkbaharda
ve sonbaharda olmak üzere iki sempozyum
yapmak için hazırlıklarımız devam ediyor. Her
yıl farklı bir “mevzu haritası” ile kamuoyunun
*
önüne çıkmak niyetindeyiz. Tabii ki her biri
öncekinin devamı mahiyetinde olup, neticede
Medeniyet sempozyumunun ikincisiderli toplu bir medeniyet külliyatı oluşturmayı nin “mevzu haritası” hazır, hangi şehirde
hedefliyoruz.
yapılacağına dair görüşmelerimiz devam
ediyor. Hangi şehirde yapılacağı kesinleştiOn beş yirmi yıl sürecek bir “mevzu
ğinde açıklayacak ve o şehirde çalışmalara
haritası” ile yola çıktığımızı ifade edelim. Bir
başlayacağız. Mevzu haritasını açıklayarak,
taraftan “İslam medeniyet tasavvuru” çerçevekonuşmacıları tespit edeceğiz.
sinde nazari telif çalışmalarını efkar-ı umumiyeye sunmayı diğer taraftan medeniyet hamleSempozyumu yapmak istediğimiz
sini (yani inşa faaliyetini) başlatmayı arzulu- şehirlerdeki sivil toplum kuruluşları ve kamu
yoruz. Medeniyet inşa sürecini, “medeniyet kurumlarıyla işbirliği yapıyoruz. Mahalli
akademisi” başta olmak üzere, medeniyet mü- ortaklarla birlikte çalışmayı şiar edindik, meesseseleri fikri ve örneklerini geliştirmek, tat- seleyi sadece kendi uhdemizde tutmak gibi
bik edilebilir projeler haline getirmek çabasın- bir hasislik içinde değiliz. Anadolu şehirledayız.
rindeki sivil ve resmi kuruluşlar bizimle çalışmak isterlerse taleplerini ve tekliflerini
Tabii ki yalnız başımıza yapmayı dügörüşmeye açığız.
şünmüyoruz. Müslüman fikir ve ilim adamlarıyla birlikte çalışmak arzusundayız. Bunun *
için belli sahalarda izah ve teklifi olan fikir ve
ilim sahibi Müslüman şahsiyetlerin “hizmeti- Not: Sempozyum ile ilgili duyurular, Fikirne” amadeyiz. Hakikati temellük etmek mana- teknesi sitesi (www.fikirteknesi.com) ve
sitesinde
sına gelen veya böyle bir mananın ima ve ihsa- (www.terkibveinsadergisi.com)
sına sebep olan her türlü yaklaşım ve tavırdan yayınlanacaktır.
uzak durmaya çalışıyoruz. Biliyoruz ki Müs- MUSTAFA KARAŞAHİN
lüman şahsiyet, Müslümanlara karşı “iddia”
sahibi olmaz, Müslümanın iddiası küfre karşı- [email protected]
dır, zira küfrün karşısına dikildiğinde hakikatin
tek temsilcisidir. Müslümanlara karşı ise hakikat kaygısını ve endişesini ruhunun en deri49
*Seferberlikte sevk ve idare meselesi
*Seferberliğin resmi ve içtimai veçheleri
3-Medeniyet hamlesi için “mevzu haritası”
nasıl çıkarılmalıdır
MEDENİYET SEMPOZYUMU-1İSLAM MEDENİYET TASAVVURU
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler
-MEVZU HARİTASI-
1. Celse; Medeniyet hamlesi
1-Medeniyet hamlesi için tefekkür havzası
nasıl oluşturulur?
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler
*İslam’ın mevzu haritasını çıkarmalı mıdır?
*Mevzu haritası, İslam’ın yekununu anlamanın altyapısıdır
*Mevzu haritası, mevzu meratibi (hiyerarşisi)
oluşturur
*Mevzu haritası olmadan “parça fikirlere”
mahkum olmaktan kurtulabilir miyiz?
*Mevzu haritası olmadan seferberliğin nazari
altyapısı oluşmaz
*Mevzu haritası, istikamet tayininde zarurettir
*Mevzu haritası çıkarılmadan seferberliğin
sevk ve idaresi imkansızdır
*Mevzu haritası çıkarılamazsa, medeniyet
hamlesi başlatılabilir mi?
*Müşterek tefekkür faaliyetinde bulunabilmenin ahlaki altyapısı
*Telif ve tetkik çalışmalarının bir havzada
toplanması
*Nazari çalışmaların medeniyet tasavvuru
oluşturacak bir bütünlük içinde yapılması
*Müspet tenkit yapılabilmesini mümkün kılan
anlayış çerçevesi oluşturulması
*Şerh geleneğinin ihyası ve müşterek çalışma 2. Celse; İslam Medeniyet Tasavvufaaliyetine katkıda bulunacak bir yapıya ka- ru
vuşturulması
*Eserlerin tedvin ve tertibi için altyapı oluştu- 1-Medeniyet tasavvurunun mana mimarisi
rulması
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve me2-Medeniyet hamlesi için tefekkür seferber- seleler
liği başlatılmalıdır
*İslam medeniyetinin mana mimarisi nedir?
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- *Mana mimarisinde tertip ve terkip
leler
*Tevhid, vahdet, kesret silsilesi
*Hakikat, gerçek, hayat silsilesi
*Medeniyet hamlesi asırlara sari bir faaliyet *
yekunudur
*Medeniyet mana yekunu mudur, şekil tertibi
*Hacimli ve uzun sürecek iş olması, Müslü- midir?
man fikir ve ilim adamlarını seferber etmekle *Mana-suret münasebeti nedir?
kabildir
*Mana-suret münasebetinde sabitlenmiş
*Seferberliğin nazari karargah ihtiyacı
alanlar
*Seferberliğin teşkilatlanma zarureti
50
*Mana-suret mevzuunda hürriyet alanı
*Şekil hürriyetinin sınırları
2-Medeniyet tasavvuru için “müktesebatın
tedvini”
*Alim, arif ve mütefekkir şahsiyet terkiplerinin medeniyet tasavvuruna katkıları
*Alim ilim mecrasını, arif irfan mecrasını,
mütefekkir tefekkür mecrasını yeniden açmakla mesul değil midir?
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler
3. Celse; İlim, irfan, tefekkür
*Kadim müktesebatın tertip ve tedvini
*Müktesebatın tedvininde takip edilecek usul
*Müktesebata dair büyük harita çıkarılmalı
mıdır?
*Tertip ve tedvin yapılmazsa bilgi ve ilim telakkisi oluşturulabilir mi?
*On dört asırlık müktesebatın baştan imali, on
dört asır sürmez mi?
*Gök kubbe altında söylenmedik söz kalmamış mıdır?
*Her şeyi yeniden mi keşfedeceğiz?
*Keşfedileni yeniden keşfetmek zaman ve
emek israfı değil midir?
*Keşfedileni yeniden keşfe çıkmak, terakkiye
mani değil midir?
*İnkişaf ve terakki, müktesebatı ileri taşıyarak
gerçekleştirilmez mi?
*Müktesebatın reddi, batının bilgi (epistemolojik) evrenine mahkum olmak değil midir?
1-Bilgi telakkisi ve epistemolojik işgal
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler
*Dünya batının epistemolojik işgali altında
mıdır?
*Müslüman zihinler batının bilimi tarafından
işgal edilmiş midir?
*Bilgi telakkimiz yoksa batının bilgi telakkisine mahkum olmaz mıyız?
*İlim telakkimiz yoksa batının bilimini tek
“bilim mecrası” kabul etmez miyiz?
*Batının epistemolojik işgalinden kurtulmanın yolu, kendi bilgi telakkimiz imal etmek
değil midir?
*Bilgi ve ilim telakkimizi yeniden inşa edemezsek, batıya karşı istiklalimizi kazanabilir
miyiz?
3-Alim, Arif, Mütefekkir şahsiyet terkipleri *Batının bilgi müktesebatının hacmi dikkate
alınırsa, bilginin İslamileştirilmesi mümkün
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- müdür?
leler
*Medeniyetler arası meydan muharebesi,
bilgi ve ilim sahasında sürüyor
*Alim kimdir?
*Bilgi telakkisini kabul ettiren dünyaya ha*Alim şahsiyet terkibi nasıl gerçekleştirilir?
kim olmuyor mu?
*Arif kimdir?
*Medeniyet tasavvuru (büyük terkip) gerçek*Tasavvuf merkezleri irfan mecrasını yeniden leştirilmezse, İslam’ı batının bilgi telakkisiynasıl açmalıdır?
le okumuş olmuyor muyuz, bu durum oryan*Mütefekkir kimdir?
talist okuma değil midir?
*Tefekkür olmadan ilim ve alim olur mu?
*Tefekkür olmadan irfan ve arif olur mu?
2-Tefekkür mecrası nasıl açılır?
*Alim ve ariften müstakil mütefekkir şahsiyeti
olur mu?
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler
51
*İslam irfan mecrasının imal ettiği bilgi te*Batı tefekkür mecrası felsefedir
lakkisi
*Dünyada felsefe dışında bir tefekkür mecrası *İslam tefekkür mecrasının imal ettiği bilgi
var mıdır?
telakkisi
*Felsefe tek tefekkür mecrası mıdır?
*İslam tefekkür mecrası müstakil olarak var
mıdır?
4. Celse; İlimlerin tasnifi
*Felsefeyi tek tefekkür mecrası kabul etmek,
derin bir acziyet ve teslimiyet değil midir?
1-Kadim müktesebatımızda ilimlerin tas*İslam tefekkür mecrası yeniden açılmalıdır
nifi
*İslam tefekkür mecrasının, ilim ve irfan mecrası ile münasebet esasları nedir?
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve me*İslam tefekkür mecrası, ilim ve irfan mecra- seleler
sından bağımsızlaşmalı mıdır?
*
*Kadim Müktesebatımızda ilimlerin tasnifi
*İslam tefekkür mecrasının çerçevesi nasıl *İlimlerin tasnifi hangi mikyaslara göre yaoluşturulabilir?
pılmıştır?
*İslam tefekkür mecrasının esasları ne olmalı- *İlimlerin tasnifindeki maksat nedir?
dır?
*Eski tasnif ihtiyacımızı karşılar mı?
*Müşterek tefekkür faaliyeti nasıl mümkün *Eski tasnifler tüm bilgiyi kuşatıcı hacimde
olur?
midir?
*Tefekkür havzaları nasıl oluşturulur?
*Dini ilimler (İslami ilimler) bahsi eski tas*Şerh geleneği ve tefekkür mecrası
niflerin neticesi midir?
*Şerh geleneği ihya edilmeli midir?
*Dini-ladini ilim tasnifi doğru mudur?
*İslam’ın dışında kalan bir bilgi evreni olabi3-İlim, irfan ve tefekkürün kaynağı olarak lir mi?
bilgi telakkisi
*İslam’ın men ettiği bilgi alanları olması, o
alanı izah etmediğini gösterir mi?
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- *Bir bilgi alanının veya fiilin haram kılınmaleler
sı, o alanı bilgi evreni dışına çıkarır mı?
*İslam’ın izah etmediği bir varlık ve vakıa
*Bilgi telakkimiz yoksa ilim anlayışımız olur olabilir mi?
mu?
*Bilgi telakkimiz yoksa irfan mecrası akmaya 2-İlimlerin tasnifini yeniden yapmalıyız
devam eder mi?
*Bilgi telakkimiz yoksa tefekkür faaliyeti Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve memümkün mü?
seleler
*Bilgi telakkisi ve iman mevzuu
*Bilgi telakkisi ve kaynak bahsi
*İlimlerin tasnifi nedir?
*Bilgi telakkisinde kaynak meratibi
*İlimlerin tasnifi yapılmadan bilgi ve ilim
*Bilgi telakkisinde itimat ve itibar merkezleri telakkisi oluşturulabilir mi?
*İslam ilim mecrasının imal ettiği bilgi telak- *Dünyanın bugünkü bilgi müktesebatı göz
kisi
önüne alınırsa, yeniden tasnif yapılmalı mıdır?
52
*Dünyanın tüm bilgi müktesebatını kuşatacak
bir tasnif yapılmalı mıdır?
*İlimlerin tasnifinde bilgiler ve bilgi alanları
arasında seçim yapılmalı mıdır?
*Batının bilgi müktesebatına karşı tavrımız ne
olmalıdır?
*Batının bilgi müktesebatını da kuşatacak bir
tasnif mümkün müdür?
*Batının bilgi müktesebatını kuşatacak tasnif
yapılmazsa maksat hasıl olur mu?
*Batının müktesebatını da ihtiva edecek tasnif
nasıl yapılır?
*İlimlerin tertip ve tasnifinin ana haritası nasıl
çizilmelidir?
*Temel tasnif havzaları neler olmalıdır?
*Tasnif sadece yatay zeminde mi yapılmalıdır
yoksa dikey boyutta da yapılmalı mıdır?
*Bilginin terkibi şart mıdır?
*Terkibin ilmi çerçevede ve seviyede yapılması gerekli midir?
*Belli bilgi alanlarını kuşatacak terkip ilimleri kurulmalı mıdır?
*Aynı mecradaki ilimleri terkip ilmi çatısında cem etmenin faydaları nedir?
*Terkip ilimlerini kurmanın ilk şartı ilimlerin
tasnifidir
*İlimlerin tasnifi, aynı zamanda terkip altyapısıdır
*Terkip ilimlerini kurmak, bilgi alanında
tarihin en büyük hamlesi değil midir?
*İslam’ın bilgi ve ilim telakkisi, terkip ilimleri kurulmadan oluşturulabilir mi?
*İlimlerin tasnif haritası hazırlanmadan terkip ilimleri kurulabilir mi?
3-Fikirteknesi Külliyatının “ilimlerin tasni- *Terkip ilimleri için ilimlerin yatay tasnifiyle
birlikte “dikey tasnifi” de yapılmalıdır
fi” teklifi
*Terkip ilimlerini kurmanın güzergah haritaBu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- sı nedir?
leler
2-Terkip ilimleri, eklektizmden kurtulma*Fikirteknesi külliyatında ilimlerin tasnifi
nın yoludur
*Ana tasnif mecraları
*Mutlak ilim-Nispi ilim tasnifi
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve me*Yatay tasnif haritası
seleler
* “Kur’an ilimleri mecrası”
* “Tevhid ilimleri mecrası”
*Eklektizmin tabiatı ve sebepleri nedir?
* “Beşeri ilimler mecrası”
*İslam, eklektizme müsaade eder mi?
* “Müspet ilimler mecrası”
*İmandaki tevhidin bilgi alanındaki tezahürü
*Dikey tasnif haritası
vahdet ve terkip midir?
* “Terkip ilimleri”
*Bilgide terkip (ve vahdet) gerçekleştirile* “Tetkik ilimleri”
mezse imanda şirk tehlikesinin yolu açılmaz
* “Tatbik ilimleri”
mı?
* “Kaynak şirki” gibi bir mevzumuz olmalı
mıdır?
*Kaynak vahdeti gerçekleştirilemezse laik
5. Celse; Terkip ilimleri
anlayışa mahkum olmaz mıyız?
* “İslami ilimler” ve diğer ilimler tasnifi,
1-Terkip ilimleri nedir, kurulmalı mıdır?
özünde eklektizmi besleyen bir yaklaşım
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- değil midir?
leler
53
*Terkip ilimleri kurulmazsa, “İslami ilimler”,
“akli ilimler” tasnifine mahkum olmaz mıyız?
* “İslami ilimler” dışında bilgi alanı olduğu
kabulü, laiklik değil midir?
*Karz-ı hasen’in iktisadi ciheti
*Karz-ı hasen ve faiz illeti
*Karz-ı hasen’in faize mani olma ciheti
*Faizsiz iktisadi hayat inşasının çaresi, karz-ı
hasen
3-Fikirteknesi külliyatının “terkip ilimleri” *Karz-ı hasen müessese numuneleri geliştirilmelidir
teklifi
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- 2-Yeni iktisat sistemi olarak Karz-ı Hasen
leler
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve me*Fikirteknesi külliyatının terkip ilimleri teklifi seleler
*Fikirteknesi külliyatının ilimlerin tasnifine
dair ana haritası
*Paranın tedavülü meselesi
*Fikirteknesi külliyatında ilimlerin yatay tasni- *Paranın tedavülünde banka istasyonları
fi
*Paranın temerküz ve tedavülünde müessese*Fikirteknesi külliyatında ilimlerin dikey tas- leşme ihtiyacı
nifi
*Paranın banka dışında temerküz istasyonları
*Fikirteknesi külliyatında “ilim mecraları”
mümkün müdür?
*Kur’an ilimleri mecrasının terkip ilmi olarak *Paraya faizsiz tedavül güzergahı açmak
“tefsir ilmi”
*Parayı ticari meta olmaktan çıkarmak ve
*Tevhid ilimleri mecrasının terkip ilmi olarak mübadele vasıtası haline getirmek
“hakikat ilmi”
*Paranın güzergah haritasını karz-ı hasen ile
*Beşeri ilimler mecrasının terkip ilmi olarak çizmek
“insan ilmi”
*Karz-ı hasen müessesesini paranın temerküz
*Müspet ilimler mecrasının terkip ilmi olarak merkezi haline getirmek
“tekevvünat ilmi”
*Karz-ı hasen müessese numuneleri geliştir*Terkip ilimleri, ilimlerin tasnifinin dikey bo- mek
yutunun zirvesidir
*Farklı ve çok sayıda karz-ı hasen müesseseleri geliştirmek mümkündür
6. Celse; Karz-ı Hasen ve infak
3-Karz-ı Hasen müessese numunesi
1-İnfak çeşitleri ve teşkilatlanma misalleri
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese*Fakirler için karz-ı hasen müessese numuleler
nesi
*Orta gelirliler için karz-ı hasen müessese
*İnfak nedir?
numunesi
*İnfak çeşitleri nedir?
*Şirketler için karz-ı hasen müessese numu*Karz-ı hasen nedir?
*Zekattan sonra en hayırlı infak çeşidi olarak nesi
*Yatırımlar için karz-ı hasen müessese nukarz-ı hasen
munesi
*Karz-ı hasen’in ibadet ciheti
54
*Karz-ı hasen vakıfları kurulabilir
*Esfel-e safiliyn ile eşref-i mahlukat arasın*Karz-ı hasen dernekleri kurulabilir
daki mesafe tedrisat ile aşılır
*Kamu bütçesi karz-ı hasen anlayışıyla idare *Mizaç ile ahlak terkibi nasıl yapılır?
edilebilir
*Mizaç ile ahlak terkibinin mütekamil kıvamı şahsiyettir
*Maarif telakkimizin nihai maksadı, şahsiyet
inşasıdır
7. Celse; Maarif Davamız
*Kalb ve ruh merkezli şahsiyet inşası nasıl
gerçekleştirilir?
1-Müderris Risalet, Talebe Sahabe
*Kalb-i selim, zevk-i selim, akl-ı selim şahBu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- siyet terkibimizin üç sütunudur
*Nefs terbiyesi olmadan ilim tahsili kabil
leler
midir?
*Nefs her şeyden olduğu gibi ilimden de bes*Risalet’in kafirlere tebliğ vazifesi
lendiğine göre, nefs terbiye edilmezse kuru
*Risalet’in müminlere karşı tedrisat vazifesi
bilgi hamallığına mahkum olunmaz mı?
*İlk müderris Risalet’tir
*Risalet’in “talebelik” hayatı yoktur, bu Risa- *Nefs terbiyesi olmazsa zevk-i selim değil,
zevk-i sefil (nefsin zevki) gerçekleşir, buna
let’in delillerindendir
*Talebeliğin emsali Risalet’in hayatında esfel-e safiliyn denmemiş midir?
aranmaz
*İlk talebe sahabedir
*Talebelik emsali sahabede aranır
*Risalet’in müderrisi olduğu tedrisat, “mutlak
ilmin” talim ve terbiyesidir
* “Mutlak ilim”, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i
Seniyyedir
*Sahabe, doğrudan “mutlak ilmi” tahsil ve
tedris eden kadrodur
*Müderrisi Risalet olmayanın “mutlak ilmi”
tahsili muhaldir
2-Maarif telakkimiz ve medeniyet tasavvurumuz
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler
*İnsan telakkimiz nedir?
*İnsan tabiat haritası tüm varlığın özelliklerini
taşımaktadır
*İnsan tabiat haritasındaki “insani bölge” teşhis ve tahkim edilmelidir
*İnsani bölge; tedrisat ile tahkim, ahlak ile
kaim hale getirilir
55
3-Medrese telakkimiz ve medeniyet hamlesine katkısı
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler
*Osmanlı medeniyetini kuran da medresedir
yıkan da…
*Medrese telakkimizi, Osmanlının gerileme,
çözülme ve yıkılma devrindeki misale bakarak inşa edemeyiz
*Osmanlıyı yıkan medreseyi emsal alamayız
*Osmanlının son dönem medrese emsalinden
başlayarak, ilk dönemlerine doğru, yani zamanda geriye doğru ilerleyemeyiz, çünkü
zaman geriye doğru akmaz
*Yeniden bir medrese telakkisi ve numunesi
üzerinde çalışmalıyız
*Medresenin ana gayesi, bilgi nakli değil
şahsiyet inşasıdır, bunun için insan ilmi (veya
insan telakkisine) sahip olmalıdır
*Medrese, şahsiyet inşasını kalb ve akl-ı selim merkezinde gerçekleştirir, bunun için
akl-ı selim tasavvuruna sahip olmalıdır
*Kalb merkezinde şahsiyet inşası için nefs
terbiyesi şarttır, bunun için nefs terbiye telakkisine sahip olmalıdır
*Sohbet, en yaygın şekilde tatbik edilen sünnettir, aynı zamanda İslam’ın temel tedrisat
usulüdür
*Sohbet, ilk mektepten terkip ilimleri medresesine kadar talim ve terbiye usulü haline getirilmelidir
*
*Medrese telakkimizi oluşturmak için ilimlerin
tasnifini yapmalıyız, zira ilimlerin tasnif haritasına göre medrese çeşitleri kurmak zorundayız
*Maarif teşkilatımız, ilimlerin yatay ve dikey
tasnif haritasını esas alarak kurulmalıdır
*Terkip ilimleri medresesi, hem ilmin hem de
maarif teşkilatımızın zirvesi olmalıdır
2-Nakibü’l Eşraf teşkilatının ihyası
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler
*Nakibü’l Eşraf teşkilatının tarihi seyri
*Ehl-i Beyt için teşkilat ihtiyacı var mıdır?
*Ümmetin müşterek kıymetinin, teşkilatlı
itibara ihtiyacı yok mudur?
*Ehl-i Beytin “bilinir” kılınması muteber
olması için ön şart değil midir?
*Ehl-i Beytin istismar edilmemesi için teşkilatlanması şart değil midir?
* “Defter-i Tayyibe”nin tekrar ihya edilmesi
gerekir
*Teşkilatlı Ehl-i Beyt, ümmetin dirilişi için
ilk şarttır
*Fikirteknesi külliyatının yeniden Nakibü’l
Eşraf teşkilatı teklifi
*Ehl-i Beyte sadakatimizin teşkilatlı olması
8. Celse; Ehl-i Beyt ve Nakibü’l Eşraf gerekmez mi?
teşkilatının ihyası
3-Nakibü’l Eşraf teşkilatı ve manevi karargah
1-Ehl-i Beytin ehemmiyeti
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler
leler
*Ehl-i Beyte kafi derecede kıymet veriyor muyuz?
*Ehl-i Beytin insan olarak kıymet ve ehemmiyeti nedir?
*Ehl-i Beytin manevi ehemmiyeti nedir?
*Ehl-i Beytin içtimai ehemmiyeti nedir?
*Ehl-i Beytin ümmetin “büyükleri” (liderleri)
olarak ehemmiyeti nedir?
*Ehl-i Beytin ümmetin vahdeti için ehemmiyeti nedir?
*Ehl-i Beytin, ümmet inşasındaki ehemmiyeti
nedir?
*İçtimai bünye (cemiyet yapısı) Ehl-i Beyt
merkezinde nasıl inşa edilir?
56
*Nakibü’l Eşraf teşkilatı yeniden kurulmalı
mıdır?
*Nakibü’l Eşraf teşkilatı ümmetin karargahı
değil midir?
*Nakibü’l Eşraf teşkilatı ümmetin manevi
karargahı olmalıdır
*Nakibü’l Eşraf teşkilatı ümmetin nihai karar
mercii olmalıdır
*Nakibü’l Eşraf teşkilatı devlet üstü bir müessese olmalıdır
*Nakibü’l Eşraf teşkilatı medeniyet karargahı
olmalıdır
*İslam devleti Nakibü’l Eşraf teşkilatının
emir subayı olmalıdır
*Nakibü’l Eşraf teşkilatı ümmetin manevi
hamisi olmalıdır
*Nakibü’l Eşraf teşkilatı medeniyet karargahı
olmalıdır
*Fikirteknesi külliyatının Nakibü’l Eşraf teşkilatı teklifi nedir?
*Fikirteknesi külliyatının medeniyet akademisi kitabı
*Medeniyet akademisi için güzergah haritası
*Medeniyet akademisi için teşkilat örneği
*Medeniyet akademisi için mevzu haritası
*Medeniyet akademisi için kuruluş planı
*Medeniyet akademisi için çalışma planı
9. Celse; Medeniyet Akademisi
*Medeniyet akademisi azalık liyakati
*Azalık liyakatinde münhasır (emsalsiz) fikir
1-Medeniyet akademisi kurulmalı mıdır?
ve eser şartı
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve mese- *Medeniyet akademisi azalarına tahsis edilecek imkan ve imtiyazlar
leler
*Medeniyet akademisi kurulmalı mıdır?
*Bilgi telakkimizi geliştirmek için medeniyet
akademisine ihtiyacımız var mıdır?
*İlimlerin tasnifi için medeniyet akademisi
*Kadim müktesebatımızın tertip ve tedvini
için medeniyet akademisi
*İslam’ın mevzu haritasını çıkarmak için medeniyet akademisi
*İslam medeniyet tasavvuru için medeniyet
akademisi
*Medeniyet müessesesi fikri ve inşası için
medeniyet akademisi
*Medeniyet hamlesini başlatmak için medeniyet hamlesi
*İlim ve tefekkür seferberliği için medeniyet
hamlesi
*Medeniyet hamlesinin karargahı olarak medeniyet akademisi
*Müşterek tefekkür faaliyeti için medeniyet
akademisi
*İslam tefekkür mecrasının açılabilmesi için
medeniyet akademisi
2-Medeniyet akademisi için teklif
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler
*Fikirteknesi külliyatının medeniyet akademisi
teklifi
57
3-Medeniyet müessesesi nişanı
Bu mevzuda cevabı aranacak sorular ve meseleler
*Medeniyet akademisi, medeniyet müesseseleri fikri ve projesi üretmelidir
*Medeniyet akademisi, medeniyet müesseselerini inşa etmeli, inşa ve idaresine refakat
etmeli, teftiş ve murakabesini yapmalıdır
*Medeniyet inşa süreci, medeniyet müesseseleri ile başlatılmalıdır
*Medeniyet müesseseleri, “medeniyet müessesesi namzedi” olarak tespit edilmeli, bir
müddet takip ve tarassut altında tutulmalıdır
*Medeniyet akademisi, şartları taşıyan kuruluşlara “medeniyet müessesesi nişanı” vermelidir
*“Medeniyet müessesesi nişanı” verilen kamu ve özel kuruluşlar bazı imtiyazlarla teçhiz
ve tahkim edilmelidir
*Medeniyet müessesesi nişanı, kuruluşlar
için itibar ve itimat karnesi olmalı
*Medeniyet müessesesi nişanı alan kuruluşlar için özel cezalar tertip edilmeli
FİKİRTEKNESİ YAYINLARI
40-Türkiye Kendisiyle Hesaplaşıyor
41-Türkiye Yol Ayrımında
42-Düşünce ve Siyasetin Seviyesizliği
43-Düşüncenin Savruluşu
HAKİ DEMİR
44-Medeniyet Akademisi
1-İslam Medeniyet Tasavvuru-1-Terkip ve Tefekkür
2-İslam Medeniyet Tasavvuru-2-İnşa Muhafaza
Tecdit
3-İslam Medeniyet Tasavvuru-3-Şehir ve Medeniyet
4-Medeniyetin Göç Vakti
5-Anlayış ve Tefekkür
6-Zaman Mekan Varoluş
7-Hilafet Dört Halife ve Devlet İdaresi
8-İslam Maarif Anlayışı-1-Temel Telakki
9-İslam Maarif Anlayışı-2-Ruhi-akli süreçler
10-İslam ve Teşkilat
11-Karz-ı Hasen Müessesesi
12-Fethullah Gülen’in Fikir Hilesi
13-İnsan Zihninin Ana Haritası
14-İnsandaki İnkişaf Seyri
15-İnsanın Keşfi
16-Muhteşem Terkip, İnsan
17-Akl-ı Selimin Farkı
18-Akıl Nedir?
19-Aklın Teşekkül Süreci
20-Akıl İnşası-1-Nazariyat
21-Akıl İnşası-2-Tatbikat
22-Güçlü Akıl
23-Reşit Akıl
24-Şahsiyet
25-Şahsiyet Olamamış Kişilik Tipleri
26-Zeka Şahsiyet Hayat
27-Dirayet Mukavemet Hayat
28-Dirayet ve Mukavemetin Ruhi Kaynakları
29-İhtilal
30-İhtilal Liderliği
31-İkinci Kurtuluş Savaşları Çağı
32-Değişim Süreçlerinin Tabiatı
33-Değişim Devrim ve Sosyal Hareketler
34-Batı Çöküyor
35-Filistin Davası ve Büyük İsyan
36-İslam Birliğinin İçtimai Altyapısı
37-Büyük Kavga
38-Sistemin İdeolojik Sınırları
39-Siyasetin Patlaması
58
45-Dil Düşünce İdrak
46-Büyüklere sorular
47-İslam Tarih Telakkisi
48-İslam İrfanının Teknolojisi
49-İnsan Tabiat Haritası
50-Aklın Sınırları
51-Ruhiyat
52-Akl-ı Selimin teşekkülü
53-Farklı Akıl Terkipleri
54-İnsan Ahlak Hukuk
55-Namaz
56-Müslüman şahsiyetin yeniden inşası
57-Kitap Risalet Sahabe
AHMET DOĞAN İLBEY
1-Aldatan Cumhuriyet
2-Kemalist Cumhuriyetin Zulümleri
3-Cumhuriyetin karanlık yılları
4-Bir hüzünkarın ömür defteri
5-Dil Kapısı’nda yazılanlar
6-Müslüman Doğulu’nun derunu
7-Millet üstüne düşünceler
İBRAHİM SANCAK
1-İslamcılık meselesi
2-Medyada tefekkür krizi
3-Şia ve İran’ın ihaneti
4-Tefekkür hamlesi
5-Ecel teri mi doğum sancısı mı?
6-Paralel örgüt mü, paralel din mi?
NURETTİN SARAYLI
MEMDUH ATALAY
1-Tefekkür krizi
2-Tefekkür ve hezeyan
3-İslamcılık tartışmasının haricileri
4-İhanet Şia’nın tabiatında var
1-Dünya Hali
2-Halce
NURİ YILDIZ
1-Mavi Marmara Seyir Defteri
2-Mavi Marmara’da Beyaz Güvercinler
3-İnadına İnsanlık
4-Not Düştüm Tarihe-15-Not Düştüm Tarihe-2-
FARUK ADİL
1-Batının iflası
2-Beyaz sayfa açmak zor
3-İhanet günlükleri
HAMZA KAHRAMAN
OSMAN GAZNELİ
1-Büyük Doğu Devleti-1-Umumi Çerçeve
2-Büyük Doğu Devleti-2-Nakibü’l Eşraf
Teşkilatı
3-Büyük Doğu Devleti-3-Başyücelik Akademyası
4-Büyük Doğu Devleti-4-Kaza Teşkilatı
5-Büyük Doğu Devleti-5-Başyücelik Hükümeti
6-Büyük Doğu Devleti-6-Maarif Teşkilatı
1-Çocuklarda Akıl İnşası
2-Kişilik tiplerinin hayatı
AHMET SELÇUKİ
1-Devlet kuran teşkilat
2-Dünya Devleti
METİN ACIPAYAM
SELAHATTİN ADANALI
1-Medeniyetimizin Büyük Dehası Necip Fazıl
2-Kurşunlanan Türkçe
Parapsikoloji ve paralel örgüt
ÖMER KARAYILAN
ABDULLAH TATLI
1-Hüznün hazinendir
2-Pazartesi yalnızları
1-Düşünce nedir
2-Düşünür kimdir
59
ALİHAN HAYDAR
Operasyon medyası
MUSTAFA KARAŞAHİN
1-Cemaat mi istihbarat örgütü mü?
2-Asırlık kavga devam ediyor
3-Akparti’nin Türkiye projesi
AHMET KAMİL TUNCER
Adanmış ruhların anatomisi
FATİH MEHMET KAYA
Türkiye’nin manzarası
60
Download