DOSYA: XI PAZARLARDAN, MERKEZLER’DEN, MALL’LARA VE NİHAYET FORUM’LARA…. ALIŞVERİŞ MEKANLARI > Sayfa 7-8-9-10 DOSYA: XI NACİYE DORATLI – TÜRKAN ULUSU URAZ YAŞAM- MEKAN- YORUM Karpaz’ı tarif etmek... > Sayfa 2 YONCA HÜROL BİR MİMAR – BİR BİNA > Sayfa 3 Konuşmasındaki çoşkuyu binalarına aktaran mimar: Hüseyin Ateşin UĞUR DAĞLI GEÇMİŞİN SESSİZ TANIKLARI > Sayfa 4 Mağusa Suriçinde Kullanılmayan Kiliseler: St Peter ve Paul Kilisesi (Buğday Camisi) NACİYE DORATLI Konuk Yazar: Hülya Yüceer KONUT VE YAŞAM > Sayfa 5 Mimarlığın, her şeyden önce yaşantının bir ürünü olduğu bugün çoğu zaman unutulmaktadır Konuk Yazar: Zeynep Onur HERA-C GELENEKTEN EVRENSELE > Sayfa 6 Kengo Kuma’nın Kendi ‘Gelenekselinden’ Evrensel Mimariyi Okumak KAĞAN GÜNÇE Konuk Yazar: Banu T. Çavuşoğlu KENTİN TADI TUZU > Sayfa 11 Orientalist Ressamlar Gözü ile Mağusa’da Osmanlı Dönemi Saray Meydanı ŞEBNEM HOŞKARA Özür Konuk Yazar: Netice Yıldız AL GÖZÜM SEYREYLE Girit Adasının En Güzel Kenti: Hanya > Sayfa 12 TÜRKAN ULUSU URAZ Konuk Yazar: Naciye Doratlı PROVO-K-İTAP > Sayfa 13 İkuynen Taystelu / Sonsuz Mücadele - Beyaz Zambaklar Ülkesinden’in Düşündürdükleri BERİL ÖZMEN MAYER SORULAR – CEVAPLAR Doğrular - Yanlışlar > Sayfa 14 ERCAN HOŞKARA GÜNCEL HABERLER Geçmişten Günümüze Uzanan Çizgiler > Sayfa 15 KUTSAL ÖZTÜRK & BEGÜM MOZAİKÇİ Konuk Yazarlar: Hülya Yüceer - Zeynep Onur - Banu Tevfikler Çavuşoğlu - Netice Yıldız - Naciye Doratlı Sizlerle9Ocak 2011’de buluşması gereken MekanPerest, teknik nedenlerden ötürübugün sizlerle... Gecikmeve düzensizlikiçin özürdileriz... .(17 0ø0$5/,. YH 7$6$5,0 7 $6$5,0 $ *$=(7(6ø * <$<,1/$1,5 *h1'( %ø5 <$<,1/$1,5 (.ø02011 6$ <, 6$<, 23Ocak Sayı 19 EDİTÖR’DEN... Naciye Doratlı [email protected] Herkese Merhaba, 21. yüzyılın ilk on yılını geride bıraktığımız bu günlerde, MekanPerest’i 19. Sayıya ulaştırabilmenin mutluluğunu yaşıyor, 2011 yılının hepimize, mutluluk, sağlık ve başarı getirmesini diliyoruz. Birinci sayımızın Sizinle buluştuğu 21 Şubat 2010’dan itibaren, elde olmayan nedenlere bağlı olarak yaşanan aksaklıklar dışında, on beş günde bir sizlerle buluştuk. Okur için ‘Alt tarafı bir sayfacık yazı’ gibi görünse de, Mimarlık eğitimi vermekte olan akademisyenlerin ağır ders yükü, ve yayın akışını aksatmamak için yazıyı ‘zamanında’ yetiştirmek zorunda olunması göz önünde bulundurulduğunda, bu bir sayfacık yazıyı hazırlamak hiç de kolay değil. Geçen gün ekibimizin değerli elemanlarından, deneyimli ve kıdemli mesai arkadaşım Türkan Ulusu Uraz’la sohbet ederken, arkadaşımın: ‘Bana birisi geçtiğimiz yıl neler yaptın diye sorarsa, Mimarlık Bölümü akreditasyon çalışması çerçevesinde katkı koyduğum MİAK raporu ve MekanPerest yazıları ile uğraştım.’ derdim.’ şeklindeki yarı şaka yarı ciddi saptaması, hem tüm ekip elemanları hem de konuk yazar olarak katkıda bulunan arkadaşlarımız için de geçerli. Gerçekten MekanPerest yaklaşık bir yıldır hepimizin ajandasında önemli bir yer tuttu. Ama bu bir gönül işi. Biz bunu zaman zaman zorlansak da severek yaptık. 2011- KKTC’de Çevre Yılı, Türkiye’de KKTC Yılı Ülkemiz için iyi şeyler yapılacağına inanmak istiyorum. ‘Çevre Yılı’ ilan edilmiş olması, konu eğer bütüncül bakış açısı ve ‘stratejik’ bir planlama anlayışı ile ele alınırsa, geçen sayımızda da belirttiğim üzere sadece bir yıl değil, toplum olarak her yıl ve yaşadığımız her gün çevre bilinci ile hareket etmemize vesile olabilir. Yok eğer sadece birkaç toplantı ya da ‘Temizlik Kampanyası’ adı altında orayı burayı temizlemekle yetinilecekse, çok bir şey beklememek gerek. ‘Balık verip karın doyurmak yerine balık tutmayı öğretmek’ tabirini çevreye uyarlayacak olursak, elbette çevreyi temizlemek için seferberlik başlatalım ama daha da önemlisi ‘Çevreyi temiz tutma, çevreye zarar vermeme bilincinin toplumun her bireyine kazandırmak’ temel misyonumuz olmalı. 2011’in ‘Türkiye’de KKTC yılı’ ilan edilmesi ile ilgili basın toplantısını gerek görsel gerekse yazılı medyadan izledik. Bu toplantıda iki ülkenin ilgili Bakanlarının sözleri çok güzeldi ama Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın ‘Kuzey Kıbrıs'ın çok önemli doğası, tarihi, Türkiye'nin Akdeniz'inde ne varsa onu içselleştiren insan, doğa yapısı var. Bu zenginliği bir berekete, istihdam kapısına, gelişim kapısına kavuşturma konusunda işbirliği yapmak istiyoruz.’ sözü acaba nasıl hayata geçirilebilecek? Biz kendi evimizde daha çok turisti ağırlamaya ne kadar hazırız? Konu ne olursa olsun ‘bütüncül’ bir bakış açısı gerektiği ve bunu genel olarak ne yazık ki başaramadığımız için her iki soruya da olumlu yanıt verilemeyeceğini düşünüyorum. Ama her şeye rağmen ülkem adına iyi işler yapılmasını ümit etmek istiyorum. 2011’in güzel bir yıl olması dileklerimle..... Naciye Doratlı CMYK 23 Ocak 2011 Sayı 19 6$ +$9$'ú6 +$ $9$'ú6 $ *$=(7( *$=(7(6ú (6ú (.ú (.ú0 6$<, $<, < 02 <$ <$ù$00(.$1<2580 < $ù$0 $ù$00(.$ $ 0(.$ $1 <2580 $1<2580 <21 21&$ &$ +h52 h52/ 2/ :eök ö 7aZ[d_ eök 7aZ[d_p _p {d_l[hi_j[i_ SAYFA SA AYFA AYF DV× .DUL\HU úoLQµ ´8OXVODUDUDV× ´8OXVODUDUD KARPAZ’I TARİF ETMEK [email protected] yonca [email protected] al@emu edu u.tr tr Mimarlar herhangi bir binayı sadece tasarlamak değil, aynı zamanda kapsamlı bir biçimde değerlendirmek ve bu düşüncelerini yazılı ya da sözlü bir biçimde dile getirebilmek üzere de eğitilirler. Belki sizlere tuhaf gelebilir ama bir bina üzerine kitaplar yazılabilir. O bina ne işe yarar, nasıl ayakta durur, hangi nedenlerle göze güzel gözükür, nasıl inşaa edilmiş olabilir gibi pek çok soruya cevap aranabilir bu gibi düşünce süreçlerinde. Ama bir binanın neden göze güzel gözüktüğü diğer sorulardan daha farklı bir sorudur. Diğer soruların cevapları bilgiye dayanır ve analitik yaklaşım yolu ile bina çözümlenip anlaşılabilir. Yani binayı parçalarına ayırırsınız ve herbir parçanın adını koymaya, sonrada bu parçalar arasındaki ilişkileri tanımlamaya çalışırsınız. Bir diğer deyişle bir bütünü parçalarına bölersiniz. Oysa güzellikle ilgili soruları cevaplamak için öncelikle bütüncül bir yaklaşıma gereksinim vardır. “Böl ve yönet” politikası bir işe yaramaz artık. Tam tersine sizin de tüm kalbinizle anlamaya çalıştığınız bina ya da objeye dahil olmanız onu hissetmeniz gerekir. Ben de nezaman bir bina hoşuma gitse onun neden hoşuma gittiğini dile getirmeye çalışırım. Tıpkı bir egzersiz gibi. Belkide uygulamacı bir mimar değil de mimarlık eğitimcisi olduğum için birikmiş bir özlem nedeni ile, ya da bir gün bir öğrenci önüme adını koyamadığım bir proje getiriverirse ne olur endişesi ile bunu yapıyor olabilirim. Eğer bir binayı neden güzel bulduğumu ifade etmeyi başaramazsam bu eksikliğin mutlaka üzerine giderim ve bu konuda bilinçli düşünmeye ve bu düşünceyi de dile getirmeye kendimi zorlarım. Ama son birkaç yıldır bu ilgi sadece binalara değil daha başka objelere, hayvanlara ve doğal ortamlara da yönelmeye başladı. Bunlar arasında güzelliğini dile getirme konusunda beni en uzun süre zorlayanlar kediler ve Karpaz bölgesi oldu. Bugün burada size Karpaz bölgesini neden güzel bulduğumu anlatmaya çalışacağım. Geçmişte her Karpaz’a gittiğimde yolun belli bir yerine geldiğimiz andan itibaren artık Karpaz’da olduğumu hissetmeye başlardım. Kendime hep neden böyle hissettiğimi sorardım. Tarlalardan mı kaynaklanıyor bu duygu? Yoksa zeytin ağaçlarından mı? Zamanla tepelerin şekilllenişinin de çevreye kendine özgü bir özellik kattığını farkettim. Birkaç tepe türü tekrar ediyordu. İyice dağlık bir yerdeysek Beşparmaklar gibi keskin ve yukarı doğru bitişler olabiliyordu. Ama Karpaz Yarıımadası odacıklarının içinde yer alıyordu ama uzayıp giden tepeler üzerine yerleşen köyler ya da binalar da vardı. Karpaz'ın Özgün Peyzajı Karpaz Deyince Karpaz'da Günbatımı Karpaz'da Topoğrafya Odacıkları En Kavrayıcı Odacıktaki Köy-Kaleburnu nispeten daha düz bir bölgede isek ya çok düzgün ve yukarı doğru daralan bir yuvarlak oluşturan tepeler ya da yerden kalkıp yükselerek uzayıp giden ve en sonunda da daha hızla sönümleniveren tepeler çevreye hakim oluyordu. Sonraları başka ülkelere gittiğimde ya da o ülkelerin resimlerini gördüğümde oralarda da kendine özgü tepeler olduğunu farkettim. Fakat bu kavrayış sorunumu çözmüyordu, çünkü Kıbrıs’ın her yerinde bu tepelerden vardı ve ben özellikle Karpaz’ı neden tanıdığımı bulup çıkarmaya çalışıyordum. Daha sonraki Karpaz’a gidişlerimde araba ile yol üzerinde seyahat ederken çevremde oluşan mekanları kavramaya çalıştım. Mağusa bölgesinde iken geniş bir düzlük içindeydim. Oysa kendimi Karpaz’da hissetmeye başladığım ilk yer tepelerle çevrili bir mekandı. İçinde tarlalar, zeytin ağaçları ve köylülerin birşeyler satmak için oluşturdukları ahşaptan ve sazdan gölgelikler (galifler) vardı. Bu mekana tepelerin arasında yer alan bir kapıdan geçerek geliniyordu ve yine daha başka tepelerin arasındaki bir başka kapıdan geçerek de buradan çıkılıyordu. Çıktığınızda ya başka bir mekana –artık onlara odacık demeye başlamıştım- geçiyordunuz ya da uzun bir geçiş süreci, yani birtülü bitmeyen bir kapı içinde yol alıyordunuz. Tepeler sanki çok kalın duvarlar oluşturuyorlardı. Karşı karşıya geldiklerinde hızla geçilen kapılar meydana getiriyorlar, yanyana geldiklerinde ise bir türlü sona ermeyen geçitlerden geçiyordunuz. Bazen bir kapıdan geçip karşınızda denizi buluveriyordunuz aniden. Bunlar seyahatin sihirli ve herkesin sustuğu anlarını oluşturuyordu. Bazense kendine özgü bir odacıkla karşılaşıveriyordunuz. Kimi odacıklarda belli tür bir ağaç grubu, kimilerinde belli tür bir tarla olabiliyordu. Her odacık farklı bir yönden daha fazla ışık alıyor ve kuzeyin beyazı ya da güneyin sarısına boyanmış olabiliyordu. Güneşli ve gölgeli yerlerin etkisi de unutulmaz etkiler yapıyordu. Köyler ve binalar çoğu zaman bu topoğrafya Karpaz’ın uç kısımlarına doğru Karpaz’da olma duygusu daha da güçleniyordu. Bu güzel yere gide gele, bu duygunun güçlenmesinin sebebinin de az önce size sözünü ettiğim odacıkların giderek küçülmesi olduğunu keşfettim zamanla. Tepelerin arasında döne döne inip çıkarken aynı zamanda da giderek daha küçülen odacıkların içinde ve daha kalın duvarların arasında kalıyordum. Karpaz’a hem güney hem kuzey sahilinden giden heriki yolda da aynı durum sözkonusuydu. En kavrayıcı odacık ise güneyden gidilen yol üzerindeki Kaleburnu köyünün içine yerleştiği odacıktı. Oraya ilk gittiğimde kuvvetli bir yağmur yağıyordu. Üç arkadaş bir Kıbrıs haritasında gördüğümüz Cila Adası’nı arıyorduk. Araba kayacak korkusu ile bu tepelerin arasından inip çıkar ve onların oluşturduğu odacıklardan geçerken kendimizi Kaleburnu’nun sarıcı yüksek tepelerinin arasında buluverdik. Herhalde yağmurdan dolayı olacak çeşit çeşit insanlarla dolu kemerli bir restoranda meşhur hırsız kebabından yedik. Eskiden eli silah tutan eşkiyaların çobanları koruduğu dönemlerde, hırsızların hiç duman çıkartmadan kaçırdıkları hayvanları bu şekilde pişirdiklerini öğrendik. Cila Adası çok küçük bir kaya parçasıydı ama Kaleburnu’nu keşfetmek çok güzeldi. Seneler sonra gazetede orada bir ev satıldığını duyacak ve satın almakta tereddüt etmeyecektim. Bu vesile ile sık sık Karpaz’a gidecek, odacıklarından geçecek ve en son ise küpün yere gömülmesi ile yapılan meşhur kebaptan yiyecektim. Bu odalar silsilesinden geçmenin beni günlük hayatın sıkıntılarından uzaklaştırdığını ve geri döndüğümde ise başka bir dinginlik içinde olduğumu keşfedecektim. Monarga, 6.1.2011 Resimlerin alındığı kaynaklar: http://asunundefterinden.com/KIBRIS/4Girne. htm http://www.hotelsempati.com/Turkish/ kuzeykibris/kktc/kibrisin-daglari.php http://tr.wikipedia.org/wiki/Karpaz_Yar%C4%B1 madas%C4%B1 http://www.flickr.com/photos/34097425@N05/37 12205201 http://www.ufg.unituebingen.de/index.php?id=152 http://studytour2009.wordpress.com/category/ water-desalination/ 0(.$13(5(67 0(.$13(5(67 7 +$9$'ø6 *$=(7(6ø *$=(7(6 6ø (.ø Proje Koordinatör Koordinatörü rü / Editör 1DFL\ 1DFL\H H 'RU 'RUDWOÕ DWOÕ 3URMH .RRUGLQDW|U <DUGÕP <DUGÕPFÕODUÕ PFÕODUÕ &HUHQ %R÷Do 8÷XU 'D÷OÕ ùHEQHP +RúNDU +RúNDUD D *UD¿N 7DVDUÕP YH 6D\ID ']HQL &HUHQ %R÷Do %R÷D Do <D]Õ øúOHUL (NLEL $OIDEH $OIDEHWLN HWLN 1HVLO %D %D\WLQ \WLQ 8÷XU 'D÷ 'D÷OÕ ÷OÕ . .D÷DQ D÷DQ *QoH (UFDQ +Rú +RúNDUD úNDUD ùHEQHP +RúNDU +RúNDUD D %H %HULO ULO g]PHQ 0D 0D\HU \HUU %HJP 0R]DLNFL . .XWVDO X XWVDO g]WUN +ÕIVL\ +ÕIVL\H H 3XOKDQ 3XOKDQ 7UNDQ 8OXVX 8U 8UD] D] 3URMH H 5HVPL 6DKLEL 'R÷X $NGHQL] $NGH HQL] hQLYHUVLWHVL hQLYHUVLWHVL 0LPDUOÕN )D )DNOWHVL D DNOWHVL *D]LPD÷XVD Tel: T el: 630 PHN PHNDQSHUHVW#HPXHGXWU NDQSHUHVW#HPXHGXWU <D\ <D\ÕQFÕ \ÕQFÕ .XUXOXú +D +DYDGLV YDGLV *D] *D]HWHVL H HWHVL /HIN /HINRúD RúD CMYK 23 Ocak 2011 +$9$'ú6 +$9$ +$ $9$ $'ú6 *$= *$=(7(6ú =(7(6ú (.ú (.ú0 Sayı 19 6$ 6$<, $<, < %ø5 %ø1$ %ø1$ $ %ø5 0ø0$5 5 :eök eök 7aZ[d_p Z[ {d {d_l[hi_j[i_ [ i [i SA SAYFA S AYF Y A 03 UUö8 ö85 5D $ö/, ö/, UĞUR LAŞ D$ AĞLI .DUL\HU úoLQµ ´8OXVODUDUDV× . KONUŞMASINDAKİ COŞKUYU BİNALARINA AKTARAN MİMAR:HÜSEYİN ATEŞİN “Mimarlık dünyaya bir ilave yapmaktır.” [email protected] ugur .d d dagli@emu [email protected] edu tr Konuşmalarıyla tanınmış insanlar vardır. Onları dinlemek başlı başına bir zevktir.. 0 söylerken siz dinlersiniz. Saatlerce hiçbir şey söylemezseniz bile o tatlı sözlerle siz konuşmuş gibi olursunuz. Hani bazı insanlar için "ağzından bal akıyor." derler. İşte bu ağzından akan bal, tatlı dilin balıdır. Tatlı dil insan için başlı başına bir kuvvettir. (1) Gençlik heyecanı ile Kıbrıs’a döndüğümde kendisini ilk kez Mimarlar odasında bir konuşma yaparken tanımıştım. O konuşurken içindeki enerjinin nasıl açığa çıktığını fark etmiştim o gün. Ve konuşurken çevresindekileri nasıl kuşattığını, herkesi nasıl etkisi altına aldığını. Düşünmüştüm o gün acaba liderlik – etkileme konularında bir eğitim mi almıştı yoksa öyle bir yeteneğe sahip miydi. Bir misyon adamı olduğunu biliyordum. Kendisiyle, ateist olan benim yaşam felsefem, siyasi ideolojim ile çok farklı noktalardaydık. Ancak mesleki anlamdaki sunumlarını her dinlediğimde hep haz duymuştum. İki toplumlu projelerde çalışmıştık birlikte. İlginçti ama zıt iki insan olduğumuz halde ortak projede – ki bunlar o dönem toplum için hasas olan çalışmalardı – uyumlu ve barışcıl bir tutum ile çalışmıştık. Kıbrıslı rumlara nasıl barışcıl, humanist ve dost bir tutum ile yaklaştığını görmüştüm… Siyasi bir ideoloji taşımasına rağmen mesleğindeki evrensel doğruları ve meslek etiğini hep içinde taşıdığını hissetmiştim. Onun için de yaptığı birçok mimari eserde bir kimlik arayışı vardı. Evrensel bir kimlik. O, cami mimarisini Kıbrıs’ta ilk ve tek modernleştirerek tasarlayan ve inşa ettiren kişiydi. Mimari geçmiş değildi onun için gelecekti. YAŞAMI 14 Ağustos 1942 yılında doğan Ateşin, ilk ve orta eğitimini Kıbrıs İngiliz Okulu’nda tamamladıktan sonra yüksek lisansını İngiltere’de alarak, genç bir mimar olarak Kıbrıs’a geri döndü. 1970 yılında Beyrutlu Ruvan Hanım’la hayatını birleştirdi. Üç çocuğu da Beyrut’ta dünyaya geldi. Hüseyin Mehmet Ateşin, 1980 yılına kadar Güney Kıbrıs başladığımda kampüs 3 – 4 binadan oluşan küçük bir alandı. O dönemd kampüs içinde bir bina sevimli bir şekilde köşede yeni bitmiş halde etrafa gülücükler dağıtıyordu. Hemen dikkatimi çekmişti. Evet bu bina hem yapıldığı dönem hem de şimdi DAÜ’nün tekdüze kampüs binaları arasında insana yakın ölçeği ve sıcak malzemesi ile her zaman gülümseyerek ön plana çıkmıştı ve hala daha çıkmaktadır. İki kütleden oluşan binayı, gökyüzüne kucak açan cam tavanlı bir giriş koridoru bağlamaktadır. Dikdörtgen mekan bankaya, kare mekan ise kayıt kabule ev sahipliği yapmaktadır. Burada iki ana geometrik şeklin uyumu algılanmakta, iki ana fonksiyonun içine almaktadır. Dikdörtgen şeklindeki merkezi bir toplanma mekanı ise iki ana geometrik şekle sahip mekanı birbirbirne bağlamaktadır.Yığma tuğla strüktür ile kırmızı kiremit yer ile bütünleşen bir anlam yüklemekte yapıya. İç mekan, kemerin tematik kullanımı, ışık – gölge oyunu ile gizemli bir atmosphere bürünmektedir. (3) Atalasa Teknik okulunda teknik elemanlar yetiştirdi.1980 yılında Suudi Arabistan’da Kral Abdülaziz Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak görev yaptı. Hayatını bilime ve öğretime adayan Ateşin, 1987 yılında ülkeye kesin dönüş yaptı. Lefke Üniversitesi’nin de kurucularından biridir. (2) HAYATINI ÖĞRENCİLERİNE ADADI Birçok mimari esere imza atan, Hüseyin Mehmet Ateşin’le, son günlerine kadar birlikte aynı koridorda mimar yetiştirmeye devam etmiştik. Öğrencileri ile ilişkileri hep arkadaş seviyesinde kalmıştı. Jürilerde hiçbirzaman öğrencilerin onurunu kıracak bir yaklaşım içine girmemişti. KERPİÇ MİMARİ Mısırlı Mimar Hassan Fathy hayranıydı. Kerpiç mimarisinin uzmanı olan Fathy için hep hayranlıkla söz ederdi. Yöresel malzememiz olan Kerpiçi modern anlamda yaygınlaştırma düşüncesine taşırdı ve Kıbrıs’a kerpiç ile modern binalar yapmayı hayal ederdi. DAÜ KAYIT KABUL VE BANKA BİNASI 1991 yılında DAÜ Mimarlık bölümüne Son söz Hüseyin Ateşin herzaman bilimsel bilgilerin şeffaf olması, şeffaf olarak aktarılmasını söylerdi. Toplumla iletişim içerisinde ortak değerlere dayalı yaşam biçimi oluşturulması gerektiğini belirttirdi. Doçentliğe başvurumuz aynı döneme denk gelmişti. Benim jürim bana bu ünvanı verirken onun için oluşturulan jüri siyasi duruşundan dolayı “hayır” demişti. O gün sevinememiştim. Kendisi bana “ ben üzülmedim, sen sanırım benim yerime de üzülüyorsun. Bunlar önemli şeyler değil” demişti.Çok kızmıştım. Çünkü mimari bilim alanında o ünvanı almaya yeterliliği olduğuna inanıyordum. “Doçent” ünvanı mimari meslek anlamında toplumsal bir duruş ise o bunu almayı çoktan hak etmişti ancak siyasi görüşü onu engellemişti… Kaynaklar: (1) zhayat.blogcu.com (2) www.starkibris.net (3) http://archnet.org/library/sites/onesite.jsp?site_id=4269 CMYK 23 Ocak 2011 Sayı 19 6$ +$9$'ú6 +$ $9$'ú6 $ *$=(7( *$=(7(6ú (6ú (.ú (.ú0 6$<, $<, < GEÇMøùø1 G ÇMøùø1 6(6 6(66ø= 66ø= 7$1,./$5, 7$1,./$ $ $5, 04 GE NACiYE DORA ORATLI ATLI KONUK YAZAR:HÜLYA YÜCEER :eök 7aZ[d_p p {d_l[hi_j[i_ eök ö 7aZ[d_ 7aZ[d_p 7aZ[d_ _p {d_l[hi_j[i_ SAYFA SA SAYF AYFA ´8OXVODUDUD DV× ´8OXVODUDUDV× ´8OXVODUDUDV× .DUL\HU úoLQµ úoLQµ ´8OXVODUDUD DV× .DUL\HU MAĞUSA SURİÇİNDE KULLANILMAYAN KİLİSELER: ST PETER VE PAUL KİLİSESİ (BUĞDAY CAMİSİ) naciye doratli@emu edu tr [email protected] St Peter ve Paul Kilisesi Batı giriş cephesi- Restorasyon sırasında (Batu Odabaş) Birçok yazımda vurguladığım üzere Gazimağusa Sur-içi, sahip olduğumuz kültür varlıkları açısından çok zengin bir tarihi kentsel alan. Burada yer alan, bir zamanlar 365 adet olduğu söylenen, ve bugün sadece bir kısmı ayakta kalan kiliseler önemli bir yer tutmakta. Bu sayımızda restorasyon uzmanı değerli bir mesai arkadaşım, Hülya Yüceer, Sur-içi’nde kullanılmayan ancak şu anda müdahale edilmekte olan St. Peter ve Paul kilisesi, Osmanlı dönemi sonrasındaki ismiyle Sinan (Buğday) Camisi ile sizinle birlikte olacak. 11. yy sonunda Kutsal Topraklara düzenlenen Haçlı Seferleri’nin Kıbrıs için ne tür sonuçlar doğuracağı, geçen son 900 yıldaki gelişmeleri düşünürsek, o dönem kimsenin aklına bile gelmezdi sanırım. Bu giriş cümlesi, yine Doğu Akdeniz Üniversitesi, sanat tarihi bölümü hocalarımızdan Michael Walsh’ın St Peter ve Paul Kilisesi üzerine yazdığı bir yazıda ayrıntılarıyla vurgulanmış.Gerçekten bugün Kıbrıs genelinde sahip olduğumuz ve iyi ya da kötü ayakta kalabilmiş kültür mirası yapıların büyük kısmının, Haçlı Seferleri ardından yaşanan gelişmeler sonucunda ortaya çıkmış mimari ürünler olduğunu söyleyebiliriz. Bu seferleri takip eden yüzyıl içinde KıbrısFransız Guy de Lusignan’ın idaresine geçtiği için- Lüzinyan olarak adlandırılan ve yaklaşık üç yüzyıl süren döneme girmiş oluyor. Dolayısıyla, o dönem Avrupa’da hüküm süren Orta Çağ ve onun ürünü Gotik mimari özellikle de Fransız etkisiyle adaya taşınmakta, Fransa’da aynı dönemlerde yapılmış Notre Dame-Rouen, Amiens Katedrallerine atıfta bulunarak, Mağusa’da St. Nicholas Katedareli gibi dini yapılar ortaya çıkmaktadır. Kısaca, bugün Mağusa’da kullanılan, kullanılmayan, kısmen ya da tamamen yıkılmış pek çok kilise bu dönemde inşa edilmiştir. 1571 de onüç ay süren kuşatma sonrası Osmanlılar tarafından alınan Mağusa’daki kiliselerin bir kısmı kuşatma sırasındaki top atışları ve tarihi belgelerde 1568 olarak söz edilen ve pek çok yapıya hasar verdiği bilinen depremler nedeniyle yıkılmıştır. Ayakta kalan kiliselerin ne amaçla kullanıldığı hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olmasak da St. Nicholas Katedrali’nin Lala Mustafa Paşa Vakfına verilerek camiye çevrildiği ve çok yakınındaki St Peter ve Paul Kilisesi Batı giriş cephesiRestorasyon öncesi (Tuncer Bağışkan) St Peter ve Paul’unde bir dönem Sinan Paşa ismiyle cami olarak kullanıldığı bilinmektedir. Kiliseden camiye dönüştürülen bu iki yapıdan Sinan Paşa Cami, daha sonra yapısal sorunları nedeniyle -minaresinin yıkılması da bunun bir göstergesidirtehlike arz ettiği düşünülerek cami işlevinden arındırlmış, bir dönem buğday ambarı olarak kullanılmıştır. Hatta halk arasında bu işlevden dolayı Buğday Cami ismiyle de anılmaktadır. İngiliz yönetimi döneminde 1916 ya kadar yine yiyecek ambarı, bu tarihten sonra benzin deposu, portakal paketleme atölyesi gibi pek çok işlev verilmiştir yapıya.Bugün pek çok tarihi kent için sorun niteliğinde olan, kent merkezinde büyük alana sahip yapıların, kamu yararına kullanımı Mağusa için de çözüm gerektiren bir sorun olmalı ki kiliseye 1964’den sonra Halk Evi ve kütüphane işlevi verilmiştir. Tüm bu işlevsel değişiklikler sırasında farklı sorunlar için onarım yapıldığını biliyoruz. Ancak tüm bu çabalar kilisenin zaman içinde çatı örtüsünün ve iç mekandaki ahşap balkonunun yıkılma sinyalleri vermesine engel olamadığı için yapı uzunca bir süredir kullanılmamaktadır. Son bir kaç aydır yapı çevresine kurulan iskeleler ve hızlıca devam eden onarım çalışmaları büyük merak ve heyecanla izleniyor. Çalışmaların ne zaman sonuçlanacağı, ya- St Peter ve Paul Kilisesi Güney cephesi- Restorasyon sırasında (Batu Odabaş) St Peter ve Paul Kilisesi Güney cephesi- Restorasyon öncesi (Tuncer Bağışkan) pının ne amaçla kullanılacağı hakkında ise pek çok rivayet dolanıyor. Aslında bu yazının amaçlarından biri de ilgili soruları aydınlatmak ve bu sayede konuya ilgi çekmekti. 3 aylık bir süre içinde tamamlanması öngörülen ve SAVE yürütücülüğünde Halken İnşaat Şirketi tarafından uygulanan proje, sadece strüktürel (yapısal) güçlendirme ve onarım çalışmalarını içermektedir. Eylül sonu gibi başlayan çalışmaların kısa bir süre sonra sona ereceğini söyleyebiliriz. Bugün devam eden çalışmalar aslında Mağusa Belediyesi ve aşağıda referanslarını verdiğim çok değerli araştırmacıların çabaları üzerine kurulmuştur. Mağusa Belediyesi tarafından hazırlatılmış Mağusa’nın kültür mirası ve koruma çalışmalarını anlatan ‘Against the Clock’ (Zamana Karşı) isimli belgesel filimde Buğday Cami için yapılan yapısal analiz çalışmaları da yer alıyor. Bu ve daha öncesinde hazırlamış olan ‘The Stones of Famagusta’ (Mağusa’nın Taşları) filmlerini kültür mirası bilincinin daha geniş kitlelere ulaştırılması ve yurt dışında tanıtımı bakımından önemli buluyorum. Peki onarımdan sonra yapı ne olacak? Ne amaçla kullanılacak? Bu sorulara doğru yanıtları bulmak için yapının mimari özelliklerinin yanısıra Mağusa halkının ihtiyaçları, sur içinin değişen sosyal ve eko- nomik yapısını da göz önünde bulundurmak gerekli. Teknik olarak iyi korunmuş, ancak ne halk ne turist tarafından kullanılan tarihi yapıların örnek alınması ve aynı hataların bu yapıda da tekrarlanmaması diliyorum. Hülya Yüceer [email protected] Not: Bu yazının sizlere ulaşması gereken 9 Ocak sonrasında 12 Ocak 2011 tarihinde,Buğday Camisi törenle ziyarete açılmıştır. Kaynakça: Against the Clock, DVD, Directed by Dan Frodsham, Gazimagusa Belediyesi, Bağışkan, T. Ot- toman, Islamic and Islamised Monuments in Cyprus, Publication of Cyprus Turkish Education Foundation, Nicosia-Cyprus (2009). The Stones of Famagusta: the Story of a Forgotten City, DVD, Directed by Dan Frodsham and Allan Langdale, Land of Empires and Black Dog Media Productions, 2008. Walsh, M. ‘Saint Peter and Paul Church (Sinan Pasha Mosque), Famagusta: A Forgotten Gothic Moment in Northern Cyprus,’ Inferno (2005). Walsh, M. J. K., ‘The Re-emergence of The Forty Martyrs of Sebaste in the Church of Saint Peter and Paul, Famagusta, Northern Cyprus’, Journal of Cultural Heritage 8 (2007). http://cyprus.usembassy.gov/usaid_stpaul_stpeter_sep10.html CMYK 23 Ocak 2011 +$9$'ú6 +$ $9$'ú6 $ *$= *$=(7(6ú =(7(6ú (.ú (.ú0 Sayı 19 6$ 6$<, $<, < +$9$ .2187 .218 87 9( <$ < <$ù$0 $ù$0 $ 0 eök 7aZ[d_p Z[ {d [ i [i :eök {d_l[hi_j[i_ d_l[hi_j[i_ d_l[hi_j[i_ KONUK YAZAR: ZEYNEP ONUR ´8OXVODUDUDV× .DUL\HU . úoLQµ MİMARLIĞIN, HER ŞEYDEN ÖNCE YAŞANTININ BİR ÜRÜNÜ OLDUĞU BUGÜN ÇOĞU ZAMAN UNUTULMAKTADIR 05 HERA-C 6$<)$ 6$ $<) $< < $ [email protected] he era-c@emu e ra [email protected] edu tr Konut ve Yaşam sayfasının bu haftaki konuğu GAÜ Mimarlık Bölümü öğretim üyesi Zeynep Onur bu yazısında konutun yaşantı ile ilişkisinin üzerinde duruyor ve bir anlambilimci olarak, çevremizi kuşatan konut biçimlerinin anlamsızlığının nedenlerini teşhis etmeye çalışıyor. Bilimsel terminolojiden uzak kalmayı başarmış bu akıcı metnin, sizler için iyi bir pazar okuması olacağını ümit ediyoruz. İnsanoğlunun barınma ile ilgili ilk deneyimini, yapı kelimesini bir an için aklımızdan uzaklaştırarak düşünmeye çalışalım. Açık havada kısa ya da uzun bir süre için ‘bir yerde olmak’ zorunda kalan insanı hayal edelim. Yapacağı ilk şey uygun bir “zemin” bulmak ya da bulduğu zemini uygun hale getirmek olacaktır. Daha sonra felsefeciler bunu, barınma eylemi “orada yani o yerde olmak” tır diye onaylayacaklardır. Bu yerin temel insani eylemlere –oturma, yatma, gibi- uygun olması beklenir, bunun için yapılacak ikinci iş ise, büyük ihtimalle bir ateş yakmak olacaktır, O da korunmak için, soğuktan ve vahşi hayvanlardan korunmak. Burası aynı zamanda da yemeğin pişeceği yerdir. Bu sebeplerden dolayı ateş, oraya yerleşmenin merkezi olacaktır. Daha sonra bu merkezin etrafında belki yakacak malzemesi biriktirmek, yiyecek depolamak ya da yatmak için ayrı ayrı yerler düzenleyecek; oluşacak alanlar, eylemlere ve onu çevreleyen malzemenin özelliklerine göre biçimlenecektir. Oysa ki mimarlara göre, konutun temelini oluşturan da bu eylemlerdir zaten; duvarlar ve çatılar değil! Mimarlığın, her şeyden önce yaşantının bir ürünü olduğu bugün çoğu zaman unutulmaktadır. Başka bir grup uzman da, tüm merakı ve vahşiliği ile, soğuk ve yağmur ile karşı karşıya kaldığında, bir yandan hayvanlardan öğrendikleri bir yandan iç güdüleri ile karışmış durumdaki bu taş devri adamının mağaraya sığındığını ileri sürer. Soğuk ve yağmurdan korunduğunda mağarayı gün ışığı ve/veya ateşin ışığı ile birlikte ilk önce bir sığınak olarak deneyimler. Fırtına dindiğinde mağarayı terk eder ve onu dışarıdan tanır. Böylece mağara fikri biçimlenir. En azından yağmur yağdığında sığınılacak bir yer olarak hafızasına kayıt olur. bir başka mağarayı gördüğünde bu ilk deneyimiyle, onu bir “sığınma yeri” olarak kullanır ve yeniden tanımlar. Bu en temel beşeri etkinlik bugün bilimsel bir bakışla şöyle tanımlanmaktadır: ‘Çevre koşullarını kabullenmek yerine, aktif girişimleri ile o koşulları denetlemek, kendi yaptığı öğeleri ve emeğini de katarak çevreyi değiştirmek ve yeni yapay çevreler oluşturmak, dış ortamdaki uygun olmayan koşullardan, farklı ve istenilen koşulların geçerli olacağı yeni bir ortam elde etmek amacı ile boşluğu sınırlandırmak ve onu çevresinden yalıtarak ayırmak, yapı eyleminin ve konutun ilk adımını oluşturur’. Bütün bunların ötesinde, belirli bir kimliğe sahip olmak, somut "burası olmak" konutu ortaya çıkarır. Konut, “korunan bir yerde huzur içinde olmak demektir" . İnsan, dünyayı yapılar olarak somutlaştırabildiğinde mesken edinir. Gök ve yer arasında mesken edinmek, "çok çeşitlilik içinde" "yerleşme" anlamına gelir. Yerler üzerinde kültürler zaman içinde kendi karakterlerini, kimliklerini simgelerini oluşturuyorlar. Kıbrıs söz konusu olduğunda ise bir Akdeniz kültüründen söz ediyoruz. Akdeniz, bin bir peyzaj, birbirini izleyen birçok deniz, üst üste yığılmış birçok uygarlık. Bin yıllardan beri her şeyin ona kavuştuğu, onu zenginleştirdiği bir yol kavşağı. Akdeniz tarihini bir bütün olarak ele aldığımızda, altı-on bin yıllık bir tarih çıkıyor karşımıza. Yoğun katmanların birikiminden oluşmuş bir tarih. Akdeniz’e ait mimari unsurların coğrafyaya göre çeşitlilik gösterdiğini söyleyebiliriz. Ancak yine de iklimin ve coğrafyanın önemli bir şekillendirici olduğunun; yerel malzeme kullanımının; toprağa, yere ve geleneğe saygının; insan ölçeğine yakınlığın; kapalı ve açık alanların bütünlüğünün aslında doğudan batıya Akdeniz’in belirleyicileri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Geleneksel Kıbrıs konutunda da bu unsurlar geçerlidir. Konutu dış mekânından koparıp tek bir yapı olarak düşünmemiz olası değildir. İç, yani çekirdek, yer yer kendi özelinde dışarı açılır. Konutun özel sınırından dışarı, konutlar arası yarı özel, dış alanlarda konut sosyalleşmeye başlar. Özel ve yarı özel dış mekânlar yaşama zenginlik katan unsurlardır. Konutun dışına yapılan fırınlar, mutfaklar hatta wc mahalleri bu durumun göstergeleridir. Avlular, konutun mahremiyetinin devam ettiği, güneşin yakıcı sıcaklığından korunma sağlamak amacıyla oluşturulmuş dış mekânlar, bazen de tek bir yapıya ait olmayan, birkaç bina ile çevrili, Akdeniz yaşamının önemli bir parçası olan komşuluk ilişkilerinin sürdürüldüğü, ölçekli mekânlardır. Ne var ki bugün diğer tüm yapılarda hatta daha da fazla olarak özellikle konutta denenmiş biçimlenmelerin plan şemalarının, yapı gereçlerinin, strüktür dizgelerinin, yapı yöntemlerinin ve ayrıntıların kökten değiştiğini izliyoruz. Aslında bu, 2003 den beri Kıbrıs genelinde yaşanan hızlı yapılaşmada çok net gözlenmekte. Bu zamana kadar yöresel karakterdeki mimaride ‘yere’ karşılık gelen, ve karakterini yerden alan bir mimari varken, yeni yapıların var olanı tamamen göz ardı ederek, nereye yapılırlarsa yapılsın, aynı plan şeması ve biçimlerin her yere yapıştırıldığını izliyoruz. Bu durum, ister bungalovlar ister apartmanlar isterse de villalar söz konusu olsun, çoğunlukla değişmiyor. Sürmekte olan “yeni yapılaşma” kendini kentin tarihinden, geleneğinden ve hatta coğrafyasından soyutlamış gözükmekte, artık var olan, geçerli ortak dilde, yapıların birbirleriyle olan ilişkisinde, ölçekte, dış mekân kullanımında, varılan nokta terk edilmiş, yerine ne kenti ne kullanıcıyı ne toprağı gözeten bir yeni yapılanma ve mimari giderek her yeri kuşatmakta. Bahçe içinde ev tanımı ortadan kalkmış, bahçe ancak garaj ve jakuzili havuz gibi satış fiyatını artıran bir unsura dönüşmekte. Aslında yapılan şey, konutun tek başınaymış gibi bağımsız olarak tasarlanması, sonra da bu tekil ünitenin arazinin ve metrekare kullanımının elverdiği ölçüde çoğaltılmasından ibaret. Ortaya çıkan durum da doğal olarak bir bütün olmayan, yan yana, sıra sıra dizilmiş konut birimleri olmaktan öteye gidemeyen yerleşimler ve “ortak alan” adı altında geriye kalan tanımsız alanlar. Ağaçlık alan tamamen yok edilip yapılar yerleştirildikten sonra artakalan çorak alan “bahçe” olarak konut sahiplerine sunuluyor. İşin trajikomik tarafı, talan edilen bu yerlerin daha sonra, kullanıcı ya da üretici tarafından “doğalmış gibi” tekrar yeşillendirilmeye çalışılacak olması. Kimi inşaat firmalarının aynı konutu –konutun kendi içinde barındırdığı nitelikleri şimdilik bir tarafa atsak bile – kentin hangi yöresinde olursa olsun, gerektiğinde m² de yapılan bazı değişikliklerle her bölgeye aynen inşa ettiğini görüyoruz. Dağ ve denizin görsel açıdan iç mekâna yapacağı katkıyı bile göz ardı ederek yapının giriş kapısının yol ile kurduğu ilişkiye göre yapı parsele yerleştiriliyor. Bu dikdörtgen kutular yöresel mimarinin sunduğu yaşam çeşitliliğine karşıt olarak dikte edilen bir yaşam biçimi sunuyor. Bu şekilde tasarlanmış konutlarda daha önce hiç tanımadığınız bir ailenin zilini çalarak televizyonunu koyduğu yeri elinizle koymuş gibi bulup karşısındaki koltuğa oturup seyredebilirsiniz. Dergilerdeki konut reklamlarına baktığımızda da bilgisayar veya cep telefonu reklamlarından farklı olmadığını, ev tanımlamalarının, “3 oda, 1 salon, yanında da bir havuz” a indirgenmiş olduğunu görüyoruz. Oysa mekân dediğimiz şey beş duyuya birden hitap etmektedir. Işık, renk, doku, ısı, ses, koku hatta tat alma mekânı oluşturan kavramlardandır. Bahçeden gelen bir ağacın kokusu ya da taze toplanan bir portakalın tadı bile o mekânı var eden öğelerdir. Çok uzaktan görülen denizin kendisi değil ama görüntüsü de o mekâna aittir. Bu demektir ki, bir konut, onu çevreleyen dış duvarlarla sınırlanamayacağı gibi, kendisine ait dış mekânın sınırlarıyla da sınırlanamaz. Bu durum bizi tekrar mekânın, yaşantının ürünü olma durumuna geri götürüyor. Bu gerçek, konut üretimin baş aktörleri olan kullanıcılar, mimarlar ve müteahhitler tarafından fark edilirse belki o zaman metrekareler ve büyüklükler yerine mekansal kaliteler, ilişkiler ve yaşantılar tartışılmaya başlar ve konut tasarımına bunlar yön verir diye umuyoruz. Zeynep Onur Girne Amerikan Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Böl. Öğretim Üyesi [email protected] CMYK 23 Ocak 2011 Sayı 19 6$ +$9$'ú6 +$ $9$'ú6 $ *$=(7( *$=(7(6ú (6ú (.ú (.ú0 6$<, $<, < 06 GE GELENEKTEN G LENEKTEN N (95(16(/( ( 0ø0$5ø KONUK YAZAR:BANU T. ÇAVUŞOĞLU K$$ö$1 ö$1 GÜNÇE- NEVZA EVZAT T Ö0(5 S$$ $$7&,2ö/8 $7 7&,2ö/8 :eök eök ö 7aZ[d_ 7aZ[d_p _p {d_l[hi_j[i_ 6$<)$ 6$ $<) $< < $ DV× .DUL\HU úoLQµ ´8OXVODUDUDV× ´8OXVODUDUD KENGO KUMA’NIN KENDİ ‘GELENEKSELİNDEN’ EVRENSEL MİMARİYİ OKUMAK N NDJDQJXQFH#HPXHGXWU # G W QVDDWFLRJOX#LNXHGXWU QVDDWFLRJOX#LNX W L O #LNXHGXWU G W [email protected] Chokkura Plaza (Int.4) ‘Doğa ile bütünleşen yapı’ ifadesi dile getirildiği zaman ilk akla gelen yapılar, mimarı belli olmayan anaonim olarak tanımlanabilen geleneksel yapılardır. Bu yapılar, gerek mimari formu ile gerek kullanılan malzemesi ile ‘doğadan yapılar’, ‘doğanın doğurduğu yapılar’ olarak bilinirler. Geleneksele alternatif olarak, özellikle sanayi devrimi sonrası kullanımı ve popülaritesi hızla artan çağdaş yapı malzemeleri ile değişik üsluplarda mimari üretim patlaması yaşanır. 20’nci yüzyılın son çeyreğinde başlayıp yaklaşık 20’nci yüzyılın sonlarına kadar süren bir mimari üretim patlaması ile özellikle tüm Japonya’yı kasıp kavuran, sonradan balon yıllar olarak anılan dönemdeki ‘kimliksiz’ ve ‘içeriği şişirilmiş’ yapılara karşıt bir tavır sergileyen mimarların başında Kengo Kuma gelmektedir. Kuma, sıra dışılığı ve ahşap, cam, çelik, bambu gibi doğal malzemeler kullanarak, doğayla bütünleşen, peyzaj içinde kamufle olan tasarımları ile kısa sürede dünyaca tanınan, takdir gören, önemli ve değerli bir mimar olur. Yapı - Endüstri Merkezi (YEM) ve Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi'nin davetlisi olarak ‘Nesneye Karşı’ başlıklı konferansta Kengo Kuma, “Dünyanın 20’nci yüzyıla dek farklı doğal malzeme ve geleneksel yapım yöntemleri ile uygulanan bir mimarlığa sahne olduğunu belirterek, 20’nci yüzyılda beton kullanımının bu çeşitliliği öldürdüğünü” dile getirir ve “21’nci yüzyılda sürdürülebilirlikten bahsetmek istiyorsak, bunu yeni açılımlar ve yerel malzemelerin yorumlanması ile başarabiliriz” şeklinde ifade eder. Farklı bakış açılarıyla farklı yaklaşımları temsil eden birçok tasarımcı, özellikle günümüz çeşitliliği içerisinde mimariyi zenginleştiren örnekleriyle tasarım dünyasında yer bulmaktadır. Bu anlamda, Kengo Kuma yerel malzemelerin kullanımının yararlarına atıfta bulunurken; örneğin 20’nci yüzyıl Mısır mimarisinde oldukça ağırlığı olan ve üslubu ile dünya literatüründe de adından çokça söz ettiren mimar Hassan Fathy (1900 – 1989), çok farklı söylemler ve uygulamalar içerisindedir. Fathy “bir yerde yapı yapmak değil, bir yerden yapı oluşturmak” gerektiğini vurgular ve bir başka ‘yer’in teknolojisini, olanaklarını o yerin kültürel özelliklerine uydurmak değil, o Tropolism Buildings: The De Young Museum of Art (Int.5) Irving Hung – Hui Huang (Int.6) yerin mevcut teknolojik olanaklarını kullanarak yapı yapmak onun mimarlığında önemli yer tutar (Özkan, 2000). Fathy’e yöneltilen eleştirilerden en önemlilerinden biri “acayip, yabansı, rustik manzaralar, kubbeler, tonozlar, kemerler ve kerpiç” kullanmasından ötürü ‘romantik’ olduğudur. Bu eleştiri, O’nun geleneksele olan doğrudan bağlılığından kaynaklanmaktadır (Steele, 1988). Kuma ise, gelenekselin ve geleneksel olanın doğrudan alınıp kullanılmasının sakıncalı olabileceğini, çağımızda kullanılırken çağın gerekleri ile yorumlanıp kullanılması gerekliliğine inanır. 1954’te doğan Kengo Kuma, kendi tasarım şirketini 1990’da Tokyo’da kurdu (Kengo Kuma & Associates). Değişik üniversitelerde dersler veren, başta Japonya, ve Finlandiya, İtalya gibi ülkelerde pekçok anlamlı ödül kazanan Kengo Kuma’nın Japonya’da bulunan 50 kadar binası (konut, müze, ticari yapı, vs.), kendisini ‘öne çıkan bir mimar’ konumuna getirmiştir. ‘Mimariyi silmek’ ana motifini oluşturur; mimarinin kendi çevresinde, doğal veya şehir aynı şekilde, sanal olarak ortadan kaybının gerekliliğine inanır. Sözde ‘zayıf’ binaları için Kuma toprak, ahşap, bambu, ve taş gibi geleneksel malzemeler kullanır, ama bunları yenilikçi konstrüktif kompozisyonlar kurgusunda biraraya getirir. Burada, ‘zayıf’ ifadesi yaygın olarak bilinen anlamından çok öte ve derin bir anlam içermektedir. Kengo Kuma bu kavramı, geleneksel Japon felsefesinden bir uyarlama olarak mimarisine atfetmiştir. Söz konusu felsefede doğaya sonsuz bir saygı vardır. Kuma da mimarlık mesleğini insan yapısı bir yaratıyı dünyaya yerleştirmek olarak gördüğünden, bulunduğu çevreye saygı çerçevesinde yaratısını sakin tutar. Bu anlamda kendi değişiyle ‘zayıf’ mimari doğaya ya da ‘bağlam’a entegre bir eylemin ifadesidir. Ando Hiroshige Müzesindeki (Bato, 1998 – 2000) ‘washi’, yani Japon Kağıdı kullanması; ya da Taş Müzesi’nde (Nasu, 1996 – 2000) malzeme olarak taş kullanması, ama bunu yaparken de ince taş blok katmanlarının tekrarıyla cepheyi ajur, ya da kafesoyma strüktürü gibi oluşturması bu tavrına örnek gösterilebilir. One Omotesando Binası (Tokyo, 200103) cephe boyunca devam eden dikey bir dizi ahşap şeridin tekrarından oluşur; Stone Museum (Int.8) V&A Project – Museum and the Tay River (Int.7) boşluk ve doluluklarla lekelenmiş binanın bu sürekli derisi, oblik olarak bakıldığında tamamen şeffaflaşır. Bu nedenle Kengo Kuma için malzeme herzaman için, mimarinin estetik ve sembolik değerlerine yönelik bir konstüksiyon prensibidir. Marco Casamonti’nin kendisiyle yaptığı bir söyleşiden, çalışma şekli ve yöntemi olarak malzemeyle ‘deney yapması’ konusunda çıkarımlar yapmak mümkündür. Örneğin, “malzemeyi kullanma şeklinizle tanınıyorsunuz, projelerinizde çok fazla modernlik de çok güçlü gelenek imajları da bulunmakta, gelenekle ilişkinizi anlatabilir misiniz?” sorusuna verdiği yanıttan da anlaşılacağı gibi gelenek Kuma için çok önemlidir, ama detaylarına yapışıp kalmaz, yenilikçi kullanım biçimleri geliştirir. Geleneğin felsefesini alır. Japon geleneğinde en önemli şey çevreye saygıdır. Bu bağlamda mimari sakin ve sessiz olmalıdır. Yine, geleneksel Japon kültüründe mimarın temel fikri izole objeler tasarlamak yerine, varolan doğal çevreye nasıl cevap vermesi gerektiğiydi; Kuma da bu metod üzerinde çalışır ve bu metodu modernleştirerek bütünlüklü tasarım bağlamında uygular. Doğa ile bütünleşen yapılar tasarlar. Sınırların yokoluşuyla (!) birlikte dünyanın pekçok yerinde, başta Japonya olmak üzere Avrupa, Amerika ve Çin’de bu felsefeyle eserler ortaya koymuştur. Diğer bir deyişle, geleneği evrensele dönüştürmüştür. Geleneksel malzemenin çok yönlülüğü / değişkenliği Kuma’nın ele aldığı ana temadır. Bunu ‘mimarlığın maneviyatı’ ya da kendi ifadesiyle ‘önemsizliği’ gibi paradoksal bir yorum alanında gerçekleştirir. ‘İnşa edilmiş maneviyat / önemsizlik’ bakışaçısında Kengo Kuma mimarisinde malzeme ve ışık, hisler, formun inşasına yönelik anlamlar ahenk içerisinde hep birliktedir. Bu yazıda gündeme taşıdığımız mimarın yaklaşımları örnek alınarak; öneminin sıklıkla vurgulandığı geleneksel mimarinin yorumlanarak ‘doğa ile bütünleşen’, ‘doğanın reddedemeyeceği’ çağdaş boyutlara taşınması mümkündür. Bütünlüklü ve sorgulayan bir bakış açısıyla bu hiç de zor değildir. Banu T. Çavuşoğlu Kağan Günçe Kaynakça: Özkan, S., "Hassan Fathy'nin Çabası ve Mimarlığı Üzerine." İstanbul: Boyut Yayınları (Çağdaş Dünya Mimarları/5), 2000. Steele, J., Architectural Monographs Hassan Fathy, Academy Editions, St. Martin's Press, Londra, 1988. Ultav, Z.T. & Sahil, S., “Hassan Fathy Mimarlığı’nda Tasarım İlkeleri Üzerine Eleştirel Bir İnceleme”, Gazi Üniv. Müh. Mim. Fak. Der., Cilt 19, No 4, 365-374, 2004. Int1.http://www.yapi.com.tr/HaberDosyalari/dogaile-butunlesen-yapilarin-mimari-kengo-kuma turkiyede_66698.html Int2.http://www.yapi.com.tr/Haberler/Iliskili_kengo -kuma-nesneye-karsi-durusunu-yemde paylasti_1097.html?KaynakID=72729 Int3. http://www.egodesign.ca/en/article.php?article_id=137 Int4. http://www.architetturadipietra.it/wp/?p=915 Int5.http://www.tropolism.com/celebutantes/index .php?page=10 Int6. http://www.mimdap.org/w/?p=5346 Int7.http://www.bustler.net/index.php/article/va_at _dundee_unveils_shortlisted_designs Int8. http://www.architetturadipietra.it/wp/?p=915 CMYK 23 Ocak 2010 Sayı 18 6$ +$9$'ú6 +$ $9$'ú6 *$=(7(6ú =(7(6ú (.ú 6$<, $< <, $ *$= (.ú0 +$9$ 07 ù$0 21&$ h52/ NACİYE DORATLI –$5$ TÜRKAN ULUSU URAZ .876$/ g=7h5 =7h5. . '(5 (5<$ 5<$ 2. .7$< 7$ < ù(%1 (%1(0 1(0 +2ù. 2ù.$5$ %< (*h0 (*h h0 0+ 2=$ 2 =$ iKÇi '26<$ '2 6<$ <$ :eök eök 7aZ[d_p Z[ {d_l[hi_j[i_ {d [ i [i d_l[hi_j[i_ d_l[hi_j[i_ .DUL\HU úoLQµ ´8OXVODUDUDV× . SAYFA SA AYFA AYF PAZARLARDAN, MERKEZLER’DEN, MALL’LARA VE NİHAYET FORUM’LARA… ALIŞVERİŞ MEKANLARI [email protected] NXWVDOR]WXUN#HPXHGXWU NXWVDO NXWVDOR]WXUN#HPXHG R]WXUN#HPX HG GX G XWU WU GHU\DRNWD\#HPXHGXWU GHU\D RNWD\#HPX HG GHU\DRNWD\#HPXHG GX G XWU WU VHEQHPKRVNDUD#HPXHGXWU VHEQHP KRVNDUD#HP VHEQHPKRVNDUD#HP PX P XHGXWU HGX WU EHJXPPR]DLNFL#FFHPXHGXWU EHJXPPR]DLNF EHJXP PR]DLNF FL#FF F L#FFHPXHGXWU HPX HGX WU ÇRFXNNHQPLRNXGXPELULVLPLDQOD ce yaşamak , bir zamanlar sade Alışveriş etkinliği yulan ürünleri almak için yapıiçin gereksinim du odern toplumlarda tüketim m lırken, şimdilerde ıştıran ‘sosyal statü ve kimlikğr tanımlamasını ça inlik alanı’ haline gelmiştir. etk merkezinde leri belirleyen bir anlarının aynı kentzuncu yüzyıl tm ka ve ıf Tüm sın ku do on , merkezli toplanabildiği, tek ğımız “çok merkezli” kentler Ça kenti artık yoktur. ininin, yalnızlığını sınayacağı zg çağıdır ve kent ge erkezi, artık kredi kartı olmam pek çok alışveriş ecek kadar sterilize olmuştur. ey yanlarla yüzleşm Tüketim süreçleri ve tüketim alışkanlıklarında ortaya çıkan değişim ve dönüşümler, kent mekânı açısından büyük bir önem taşır. Bu değişimlerin en iyi gözlemlenebileceği yerler ise, şüphesiz kentlerin alışveriş mekânlarıdır. GünüK müzde biraz da eleştirel bir bakış açısıyla “tüketim katedralleri” ne dönüşen alışveriş mekânlarının son 10 yıldaki gelişimi, alışveriş alışkanlıkları açısından yaşanan değişimin en çarpıcı göstergesidir. Çoğumuz günlük özel hayatımızda özellikle de hafta sonlarında mutlaka bir alışveriş merkezine uğruyoruz. Sadece ihtiyacımız olanları almak için değil, sinemaya gitmek için yemek yemek için hatta çay ya da kahve içmek için bile buralara gidiyoruz artık. Arkadaşlarımızla buluşmak, zaman geçirmek ve daha çok da sosyalleşmek için çoluk çocuk ailemizle gidebildiğimiz neredeyse tek yer alışveriş merkezleri. Doğaldır ki bu talep yatırımcılar tarafından çok iyi değerlendiriliyor. Kentlerimize ve hayatımıza her gün daha büyük ve gözalıcı bir yeni merkez kazandırılıyor. Adları, önceleri alışveriş merkeziyken, sonra mol (mall), şimdilerde de ‘forum’ oldu. Kelime olarak ‘Forum’, Eski Romalılar döneminde kişilerin biraraya gelip sosyalleşmek için kullandıkları alan anlamına geliyor. Bu kavram alışveriş merkezlerimizi tam anlamıyla ifade edebilir mi? Bilemeyiz ama, 2005 yılından bu yana Türkiye’nin çeşitli kentlerinde 8 forum/alışveriş merkezi açıldı. Bünyesinde prestijli ofis ve konut ünitelerini de içeren bu dev komplexler bu nedenle olsa gerek ‘alışveriş ve yaşam merkezi’ olarak da adlandırılıyor. Artık her kentin bir FORUM’u var, kentlerin isimleriyle anılıyorlar. İstanbul Forum, Trabzon Forum, Mersin Forum gibi ve yakında Lefkoşa’da da bir Lefkoşa Forum açılacağı konuşuluyor. Bu binaların sahibi küresel bir yatırımcı firma, 14 Avrupa ülkesinde gerçekleştirdiği 176 gayrimenkul projesi ve yönettiği 41 alışveriş merkeziyle Avrupa’nın bir numaralı parekende devi olan ‘Multi Development’(1). Türkiye’de inşa edilen ‘Forum’ binalarının sahibi Multi Development Türkiye adlı bir alt kuruluş. Böylece bu binalar bir uluslararası ekonomik birikimin, ticari deneyimin, kültürün, mimarinin ve hatta mekan dilinin kısaca global bir senaryonun bir parçası olmak üzere tasarlanıyor, işletiliyor ve kullanılıyorlar. Bu konudaki eleştirel bakışımızı daha da derinleştirmeden önce alışveriş mekanlarının geçmişine doğru kısa bir yolculuk yapmakta fayda var. Alışveriş Mekanlarının Geçmişi…. Alışveriş etkinliği neredeyse insanlık tarihi kadar eski. İnsanoğlu para bulunmadan önce bile Barter sistemi denilen takas yöntemi ile bir çeşit alış veriş yapmaktaydı. Lidyalılar tarafından paranın bulunması ile takas yöntemi yerine para karşılığında alışveriş yapılmasına başlandığını biliyoruz. Alışveriş mekanlarının tarihi insanoğlunun yerleşik düzene geçtiği ilk yıllara dayanıyor. Kent tarihi ile ilgili önemli kaynaklarda, Mısır-Hitit döneminde alışveriş etkinliklerinin Tapınakların çevresindeki açık mekanlarda \RNVD¿OPLQLIDODQPÕVH\UHWWLPKLo KDWÕUODPÕ\RUXPDPD.LEULWoL.Õ]PDV GHQLQFHDNOÕPDLONJHOHQúH\oRNVR÷ YHNDUOÕELUQRHOJHFHVLQGHELUHNPHN DODELOPHNLoLQPLWVL]FHNLEULWVDWPD\ oDOÕúDQ\RNVXOELUNÕ]oRFX÷XQXQVH ±GRNX]\DúODUÕQGDROPDOÕEDFDVÕQG GXPDQWWHQELUHYLQÕúÕNOÕSHQFHUHVL LoHUL\HNLPVHJ|UPHNVL]LQEDNÕúÕYH LoHULGHQJHOHQP]L÷LYHDKHQNOLLQVD VHVOHULQLGLQOH\LúLGLU'DKDVRQUDVR÷ GDKDID]ODGD\DQDPD\ÕSNLEULWOHULQL| ELUHULNLúHUVRQUDEHúHURQDU\DNPD\ EDúOD\DFDNYHD\QÕJHFHQLQVDEDKÕR SHQFHUHQLQ|QQGH|OEXOXQDFDNWÕU gerçekleştirildiği; Antik Yunan ve Roma dönemlerinde alışveriş etkinliğinin mimari bir biçim alarak kentin ayrılmaz bir parçası haline geldiği ve ilk planlı alışveriş mekanlarının Agora (Antik Yunan) ve Forum (Roma) olduğu belirtiliyor (2). Böylece bu antik kentsel formlar aynı zamanda ticari bir kentsel mekan, yani Pazaryeri olarak da kullanılıyorlar. Ortaçağ Avrupa’sında ise pazaryerlerinin seyyar olarak katedrallerin çevresinde ve meydanlarda kurulduğunu görüyoruz. 12. Yüzyıl sonrasında alışveriş etkinliği seyyar birimlerden özel pazarlara, üstü kapalı tekil dükkanlara dönüşüyor. Zemin katta dükkan ve deposu, üst katta tüccarın evinin yer aldığı yapılar bu dönemde kent dokusunun önemli bir parçasını oluşturmuş. Hatta Floransa’daki Ponte Vecchio gibi köprülerin üzerine bile dükkanlar inşa edilmiştir. Batı dünyasındaki alışveriş eyleminin kent dokusunda kendi mekanlarını oluşturması ya da kent dokusunun şekillenmesindeki sözünü ettiğimiz bu etkisine karşın, Osmanlı kentlerinde ilki zanaat ürünlerinin alışverişinin yapıldığı han ve kapalı çarsılar, diğeri yiyecek maddelerinin satıldığı yerler olmak üzere iki ayrı ticari eylemden söz etmek mümkündür (3). Sanayi öncesi toplumlarda kentleşmeyi ifade eden en önemli gösterge alışveriş merkezleridir. Alışveriş merkezleri “yapısız veya açık”, “yapılı veya kapalı” olmak üzere iki ana başlık altında toplanmaktaydı. Hafta da bir ya da birkaç kez kurulan veya sürekliliği olan pazarlar açık alışveriş yerleridir. Bedesten, han, çarsı gibi yapılar kapalı alışveriş gQFHOLNOHELU$QGHUVHQPDVDOÕRODQE PDVDOÕQNRQXVXQXQoD÷GDúELUNHQWW \]\ÕOGDN|\OHUGHQJ|oHWPLúROD LúoLOHULQRGDNODQPD\DEDúODGÕ÷Õ$YUX NHQWOHULQGHQELULQGHJHoL\RUROGX÷XQ GúQ\RUXP.oNNÕ]Lú\HULQGHQ G|QHQHULúNLQOHUHNLEULWVDWDELOPHNLo YDUVÕODLOHOHULQ\DúDGÕ÷ÕEL]LPEDNÕú DoÕPÕ]DJ|UHWDULKLHYOHULQEXOXQGX÷X PDKDOOH\HJHOPLúWLU.HQWHJ|oYHNH \RNVXOOX÷XKHQ]\HQLROGX÷XLoLQSH JQP]NHQWOLVLQLQDNVLQHKÕUVÕ]OÕN\ GDFDQJYHQOL÷LJLELVRUXQODUÕROPD\ EXYDUVÕOODUDDLWPDKDOOHGH\DEDQFÕOD ELQDODUD\DNODúPDVÕQÕHQJHOOH\HFHN JYHQOLNWHGELUOHUL\RNWXU.LEULWoLNÕ] H÷HUJQP]GH\DúDPÕúROVD\GÕQH GHPLUSDUPDNOÕNOÕYLOODODUDQHNDSÕVÕQ JYHQOLNWHQVRUXPOXNDSÕFÕODUÕQEHNOH DSDUWPDQODUDQHGHoHYUHVLGLNHQOLW yerleridir. Bu yapılar ve meydanlar kenoHYULOLVLWHOHUH\DNODúDELOHFHNWL%\ tin fiziki dokusunu doğrudan etkiler koRODVÕOÕNODJQG]J|]\OHNHQWPHUNH numdadır (4). O\DGDE\NELUVSHUPDUNHWLQ\DNÕQ kadar ki kentsel boşluklar ve bunların morfolojik çeşitliliği NLEULWGH÷LOoDNPDNKDWWDEHONLGHVLJ LoHQOHUD]DOGÕ÷ÕLoLQND÷ÕWPHQGLOIDOD bu kapalı alanların içinde de devam etVDWPD\ÕWHUFLKHGHFHNWL tiği için, çoğu kez kadınlar için güvenli, ve herkes için korunmuş kestirme yol %|\OHVLQH\D\JÕQYHGHULQELU alternatifleri sunmaktadırlar. \RNVXOOX÷XQoRNúNUJHoPLúWHNDOG Anadolu’da Selçuklu - Osmanlı külGúQHELOLUVLQL]DPDPDOHVHIEXGR÷ türü içinde önemli bir yer tutan çarşılar, GH÷LOGLU7PGQ\DGDROGX÷XJLEL.X kentlerde alışverişin mekan kültürünü .ÕEUÕV¶WDGDKÕ]ODDUWPDNWDGÕUNHQW yaratmıştır. Ortadoğu’ya bakacak olur\RNVXOOX÷X.DKYHKDQHOHUGHLúEHNOH sak, günümüzünHUNHNOHUVRNDNODUGDoDUúDIPDVD|U alışveriş merkezlerine benzer ilk yapının Suriye’nin Şam kenYVVDWDQNDGÕQODUYHVSHUPDUNHWOHUL tinde 7. Yüzyılda, İran’ın İsfahan şeh|QQGHGLOHQHQoRFXNODUDUWÕNEL]GH rindeki Kapalı Çarşının ise 10. Yüzyılda YDU$QNDUD¶\ÕGúQG÷PGHDNOÕPD inşa edilmiş olduğunu görüyoruz. GünüKHPHQNHQWPHUNH]LQGHKHU\HUHWH]J DoPÕúoROXNoRFXNYHRQODUÕQ]DEÕWDG müze kadar gelen tarihi kapalı çarşıların |UJWONDoÕúPHNDQL]PDODUÕJHOL\RU en büyüklerinden birisi ve en ünlüsü %LUÕVOÕNGX\X\RUVXQX]YHELUDQGD\H olanı, 15. Yüzyılda inşa edilen İstanbul \DUÕOÕ\RUYHLoLQHJLULYHUL\RUEXoRFXN Kapalı Çarşısı bu bina tipolojisinin en 1HUH\HJLWWLNOHULQLKHUúH\J|]Q]Q görkemli örneklerinden. Nuruosmaniye , |QQGHROXSELWPHVLQHUD÷PHQVL] Mercan ve Beyazıt semtlerini bağlayan ELOHJ|UHPL\RUVXQX]/RV$QJHOHV¶Õ Kapalıçarşı 64 cadde ve sokağı , iki beGúQG÷PGHGHULQOHPHVLQH\RNVX desteni , 16 hanı+LVSDQLNPDKDOOHOHULQLQRUWDVÕQD\DS , 22 kapısı ve yaklaşık 3600 dükkanı ileJ|NGHOHQOHUOHoHYULOLELUNHQWPH\GDQ neredeyse dünyanın en eski ve en büyük alışveriş merkezi N|WJL\VLOL+LVSDQLNOHULQVRNXOPD\ÕúÕ olarak kabul ediliyor. Kent tarihi ile birJHOL\RUDNOÕPDg]HOOLNOHPH\GDQLOH likte aşamalı olarak gelişmiş, ilk çekir\RNVXOPDKDOOHOHUDUDVÕQGDNLJHoLúOH NRQWUROHGLOHELOHFH÷LúHNLOGHWDVDUODQ değinin Bizans’tan kalma olduğu, Fetih’ten sonra 1461 de yapılan ilavelerle büyümeye başladığı biliniyor. 17. yüzyılda aydınlanmanın ilk adımlarıyla birlikte batıda Avrupa kentlerinin nüfuslarının artmasıyla büyük açıklıkları gerektiren fuar, panayır türü alışveriş etkinliklerinin dökme demirden strüktürlerle örtüldüğü yeni bir mekan ve bina tipolojilerine tanık oluyoruz. Bu çok katlı binaların alt katı mağazalar ve yaya soCMYK :eö 2010 Sayı 18 6$ +$ $9$'ú6 $ *$=(7( (6ú (.ú 23 Ocak (.ú0 $<, < +$9$'ú6 *$=(7(6ú 6$<, 08 ' '26<$ 26< <$ <$ NACİYE URAZ K GgÜNERAZİFE ZAYONCA H+ ÜROL .AĞAN 876$/DORATLI =7h5. =7h h5.– NTÜRKAN ' (5<$ (5 5<$ Ö 2ULUSU .7$< . 7$<Yù (%1(0 2ù.$5$ 2ù. $5$ %(*h0 02 2=$ =$LKÇL 6$<)$ 6$ $<) $< < $ :eök eök ö 7aZ[d_ 7aZ[d_p _p {d_l[hi_j[i_ ´8OXVODUDUDV× ´8OXVODUDUD DV× .DUL\HU úoLQµ PAZARLARDAN, MERKEZLER’DEN, MALL’LARA VE NİHAYET FORUM’LARA… ALIŞVERİŞ MEKANLARI NXWVDO R]WXUN#HPX HGX WU GHU\DRNWD\#HPXHGXWU NXWVDOR]WXUN#HPXHGXWU GHU D RNWD #HPX HGX WU VHEQHPKRVNDUD#HPXHGXWU VHEQHP KRVNDUD# VHEQHPKRVNDUD# #HPX # HPXHGXWU HGX WU EHJXP EHJXPPR]DLNFL#FFHPXHGXWU EHJXPPR]D PR]D DLNFL#FF D LNFL#FFHPXHGXWU HPX HGX WU [email protected]@[email protected] ´ DLNFL#FFHPXHGXWU kakları, üst katı ise tüccarların ofislerinden oluşmaktaydı. Bu kapalı yapılaşmanın beslediği toplumsal ilişkilerin sonucunda, kent planının da değişmeye başladığını izliyoruz. 18.yüzyılda St. Petersburg’daki Gostiny Dvor ve Oxford’daki Kapalı Pazar bu değişime ilişkin önemli örnekler arasında sayılabilirler. Aydınlanma Çağı ile birlikte kentlerdeki planlı gelişmeye paralel olarak alışveriş mekanlarının ilk planlı prototipleri ‘Kent pasajları’ ya da ‘Galeryalar’ ortaya çıkıyor. Bunların en ünlülerinden Milano’daki Galleria Vittorio (1867), merkezi bir kubbeye bağlanan haçvari kollarıyla büyük bir yaya trafiğinin ortasında konumlanırken, kentliyi kötü hava koşullarından koruyarak aynı zamanda kestirme yol imkanı sağlıyor ve bu sayede ticari canlılığı besliyor. Alışveriş etkinliğine getirdiği bu yeni boyutun yanı sıra, Galleria Vittorio’nun politik mesajlar da içerdiğini; kilise ve devlet işbirliğini sembolize etmek amacına da cevap vermekte olduğunu da bu arada belirtmek gerekiyor. 19. Yüzyılın sonları ve 20. Yüzyılın başları, Avrupa’nın ve Amerika’nın çeşitli kentlerinde pasaj ve alışveriş merkezlerinin giderek arttığına tanıklık eder. 19. Yüzyılın ilk yarısından beri Paris, çeşitli ölçeklerde pasajlara ev sahipliği yapmaya başlayacaktır. O dönemin dar ve döşemesiz sokakları kalabalık at trafiği ile alışverişi çok zorlaştırmaktadır. Üzeri kapalı bir yaya sokağı olarak pasaj, kirli ve gürültülü sokaktan uzak, konforlu ve güvenli alışveriş olanağı yaratarak, tekstil ticaretinin yoğunlaşmasına, lüks eşya ticaretinin artmasına ve pasajların giderek kent içinde yayılmasına neden olmuştur. Derin parsellerde bitişik nizam yapılaşma içinde bazen binalar arasında, bazen de binaların altında uzayarak ve çoğu kez iki sokağı birbirine bağlayan, ışığını yukarıdan alan, mermer duvarlı ve hatta heykelle süslenmiş bu alışveriş geçitlerinin iki yanında en lüks dükkanların yer aldığı gözlenir. Alışveriş merkezlerinin en yakın esin kaynağının pasaj ya da galerilerle birlikte gelişen 19. Yüzyılın katlı mağazaları olduğu ileri sürülüyor(5). Katlı mağaza concepti, tüketimi sadece bir şey üzerine sınırlamaz, aksine her defasında kasaya uğrama zorunluluğunu ortadan kaldırarak çeşitli tüketim maddelerini bir defada satın alma olanağını müşteriye sunar. Tüketicide alışveriş arzusunun uyanmasını amaçlar ve işte o zaman onu ele geçirmiş olur. Sonunda alışveriş merkezleri, pasaj ya da galerilerle katlı mağzaların mekansal ve ticari conceptlerinin birleşmesiyle ortaya çıkarlar. Hatta daha sonraları bu merkezlerin içinde yer alan katlı mağazalar onların olmazsa olmazlarıdır. Çünkü onlar için çekim gücü ve canlılık kaynağı oluştururlar. Aslında bütün bu zengin geçmişe İstanbul Kapalı Çarşı JDQhQLYHUVLWHVL Galeria Vittorio - Milano (fotoğraf: Türkan Ulusu Uraz) h0LPDUOÕN)DNOWHVLg÷UHWLPh\HVL Galeria Vittorio - Milano- iç mekan (fotoğraf: Türkan Ulusu Uraz) rağmen günümüz alışveriş merkezlerinin benzeri ilk bina tipi 1950’lerde Amerika’da Viktor Gruen tarafından tasarlanmıştır. Mimara göre sağlıklı bir toplumsal yaşam kurulabilmesi için antik Yunan agorası, Ortaçağ Pazar alanı ya da kent meydanlarının görevini üstlenen mekanların yaratılması ve artık kullanım dışı kalan kent merkezlerinin steril iç mekanlarda yeniden oluşturulması gerekmektedir(6). Ne var ki bu ticari merkezler, kent içinde ya da dışında olsun, giderek içinde yer aldıkları çevre ile hiçbir bağ kurma hevesi olmayan, içe dönük, yapay çevreler durumuna düşmüşlerdir. Bağlı olarak da gerçek kentsel çevrelerle bir rekabet içine girmekteler. Hatta çoğu kez sundukları aldatıcı konfor bunun eşitsiz bir rekabet olduğunu da doğruluyor. Yani gerçek kent mekanları giderek bir gözden düşme tehlikesi ile karşı karşıya. O zaman bu haksız rekabetin gerçek yüzünü ortaya koymak kaçınılmaz. Tüketim Mekanları, Tüketilen Mekanlar ve Mekanın Küresel Dili Alışveriş merkezleri, küresel serma- Ponte Vecchio - Floransa (fotoğraf: Şebnem Hoşkara) yenin dünya üzerindeki akışını sağlayan diğer ortamlarda, havaalanlarında, temalı tatil köyleri ve otellerde olduğu gibi mekanla işlev arasındaki ilişkinin en kopuk olduğu, mekanın ve işlevin adeta belirsizleştiği ve bağımsızlaştığı ve bu yolda mimari formun kendinden başka hiçbir amacı olmadığı bir mimarlık yaklaşımı sergilerler. Bu mekansal karakter, dünyanın her yerinde karşılaşılabilecek türden, sosyal, kültürel ve fiziksel olarak içinde yer aldığı bağlamdan tamamen kopmuş, diğer bir deyişle ‘yok-mekan’ özellikleri ortaya koyar (7). Bu mekanlar bütün karakterlerini, daha doğrusu karaktersizliklerini kendi öz dinamiklerinden alırlar. Burada tek bir baskın dinamizm sözkonusudur. O da ‘tüketim’ olgusudur, bu mekanlar da doğrudan bu olguya hizmet etmek için oluşturulmuş ‘tüketim mekanlarıdır’. Ne var ki günümüzde alışveriş merkezlerinde gelinen noktada, mekanın kendisinin bir tüketim nesnesine dönüştüğü, yani ‘tüketilen mekanlar’ olduğu gerçeğiyle yüzleşil- mektedir. İşte sorunun büyük bir kısmı bu noktada başlamaktadır. Alışveriş merkezleri bağlamında bu tüketim mekanlarının özelliklerine aşağıdaki başlıklar altında açıklık getirmek mümkündür. Kolaylaştırılmış Erişim ve Konfor: Artık alışveriş merkezleri günümüz metropollerinde geçmişte oldukları kadar şanslı değillerdir, büyük bir yaya aksının onlara kucak açması hiç olası değildir. Hatta çoğu kez kent dışı yaşamın davetlisi olarak kendilerini kentin dışında bulabilirler. Hem zaten otomobil her ailenin hayatına çoktan girmiştir. Bu durumda sonsuz açık - kapalı park imkanı ve kentin ana arterlerinden ücretsiz otobüs servisi ile ziyaretçi toplamak, özellikle İstanbul’da sıkça başvurulan yöntemlerden biridir. Kapıdan girince ısısı ve nemi ayarlanmış yazları istenildiği kadar serin, kışın sıcacık bir iç mekan sizleri karşılar; yürüyen merdivenler ve asansörler emrinize amadedir. Yorulunca sizi bekCMYK 23 Ocak 2010 Sayı 18 6$ +$9$ +$ $9$ +$9$'ú6 $'ú6 *$= *$=(7(6ú =(7(6ú (.ú (.ú0 6$<, $<, < DOSYA DOSY OSYA :eök eök 7aZ[d_p Z[ {d {d_l[hi_j[i_ [ i [i d_l[hi_j[i_ d_l[hi_j[i_ SAYFA SA AYFA 09 DORATLI –$5$ TÜRKAN ULUSU URAZ .876$/ g=7h5 =7h5. . '(5 (5<$ 5<$ 2. .7$< 7$NACİYE < ù(%1 (%1(0 1(0 +2ù. 2ù.$5$ %(*h (*h0 h0 02 2=$ =$ iKÇi ´8OXVODUDUDV× .DUL\HU . úoLQµ PAZARLARDAN, MERKEZLER’DEN, MALL’LARA VE NİHAYET FORUM’LARA… ALIŞVERİŞ MEKANLARI [email protected] [email protected] ozturk@emu ed du d u.trtr- [email protected] oktay@emu ed du tr- [email protected] hoskara@em sebnem.hoskara@em mu m u.edu.tredu.tr- [email protected] ci@cc emu.edu.tr [email protected] leyen oturma yerlerinde dinlenip çevreyi seyre dalabilirsiniz. Hatta son zamanlarda bu oturma yerleri o kadar konforlu ve rahattır ki bir an gözlerinizi dahi kapatabilirsiniz. Oysa dışarıda bu mümkün müdür? Bütün dünya markaları, mağazaları ve hatta mutfakları elinizin altındadır. Sizin onlara gitmenize gerek yoktur, onlar sizin ayağınıza gelmiştir.Burada bireye tanınmış bir imtiyaz, ve belki de tersine işleyen bir turizm olgusu söz konusudur. Temalı Mekanlar/Gösteri Mekanları/Estetikleştirilmiş Yapay Çevre Sadece bedeninize değil, gözünüze kulağınıza da hitap etmek amaçlanmaktadır. Yapay peyzaj ve yapay herşey. Öyleki açık mekanda yani bir kent caddesinde mi olmayı özlediniz? Bu özleminiz derhal giderilir, örneğin İstinye Park'ı diğer alışveriş merkezlerinden ayıran en büyük özellik bünyesinde bir alışveriş caddesi bulundurmasıdır. Dünya'nın en ünlü markalarını bu caddede bulabilirsiniz. Bu caddeye arabanızla gelebilir, aracınızı valet park'a bırakır gönül rahatlığıyla alışverişiniz yaparsınız. Her alışveriş merkezinde mutlaka bir sosyal çekim merkezi oluşturulur; hele özel günlerde orada mutlaka seyirlik bir aktiviteye şahit olursunuz. Bunun yanında size nostalji yaşatmaktan da geri durmayabilirler. Dolaşırken aniden kendinizi bir ‘bedesten’de, ‘han’da ya da ‘antik pazar’da bulabilirsiniz. İşte o zaman yerelliğin de size estetikleştirilmiş ambalajlarda nasıl sunulduğunu görürsünüz. Ne var ki tam tersi de olabilir; kendinizi aniden bir kasap dükkanı dekorunun bir köşesinde ailece ızgara et yerken bulabilirsiniz. Ama yine de son derece steril ve lüks bir gösteri dünyası içindesinizdir, şüpheniz olmasın. Hele eğer yan masanızda tesadüfen bir ünlü sima varsa ertesi gün siz de magazin dünyasında çıktınız demektir. Sosyal ve Çevresel İlişkilerin Kurallaşmasında Yeni Boyut / Bireysel İnisiyatifin ve Masum Özgürlüklerin Sınırlandırılması: Bütün bu yapaylığın, sterilize ve estetize edilmişliğin elbet bir bedeli vardır. Yalnız unutmayın herşey sizin güvenliğiniz ve rahatınız içindir. Bunun için binaya evcil hayvanınızla giremezsiniz mesela, bu arada elektronik kontrol noktasından itirazsız geçmek, güvenlik görevlilerinin isteklerine itaat etmek, banklarda otururken çekirdek çitlememek, arkadaşınızın arkasından seslenmemek durumundasınızdır. Aksi halde bir güvenlik görevlisi yanınıza yaklaşarak sizi uyarır ya da kolunuza girip dışarıya kadar size refakat eder. Biraz dikkatle çevrenizi gözetlerseniz bu mekanların gizli bir güç tarafından kontrol edildiğini farkedersiniz. Her köşede ka- Gordion İç Mekan – Ankara (fotoğraf: Türkan Ulusu Uraz) Aktivite Mekanı Kanyon – İstanbul (fotoğraf: Türkan Ulusu Uraz) Çekim Merkezi İç Mekan Kanyon – İstanbul (fotoğraf: Türkan Ulusu Uraz) Aktivite Mekanı İstinye Park – İstanbul (fotoğraf: Türkan Ulusu Uraz) Cadde Konsepti Istinye Park – İstanbul (fotoğraf: Türkan Ulusu Uraz) meralar ve güleç yüzlü güvenlik görevlileri sizi gözetlemektedir. Aslında siz ‘biri bizi gözetliyor evi’ndesinizdir. Benjamin 19.Yüzyılda kent aylağının ya da avaresinin (flâneur) kentin kalabalığında kaybolma ve sokak hayatını gözlemleyerek tüketebilme özgürlüğünün, ilk kez galeriler ve pasajlarla ortadan kalktığını söyler(5). Bu mekanlar artık yozlaşan endüstri kenti merkezinden kaçan kadınlar için emniyetli sığınaklar olarak karşımıza çıkarlar. Cinsiyete dayalı ayrımcılığı pozitif anlamda destek- lemelerine rağmen, günümüzde toplumsal ayrımcılığın başta gelen yerleridir aslında. Bu nedenle tüketim mekanları sosyal olabilirler ama toplumsal değillerdir. Kamusal olabilirler ama demokratik değillerdir. Sonuç olarak bu mekanların mimari programları bir tüketim makinasının parçalarını oluşturmak amacıyla kurgulanır. Malsahibi, ister özel-ulusal ister uluslararası yatırımcılar olsun son gelinen nokta odur ki: Bu mekanların artık 1 m2 leri dahi satılmamaktadır, her m2 kiralıktır. Malsahipliliğin elden gitmemesinin amacı, bu yerleri her şeyiyle tek elden kontrol edebilmektir. Hangi mağaza, hangisinin yanında, neyin neyle birlikte satılacağına işletmeci şirket karar verir. Bütün bakım-onarım, kiracı değişikliği ve beraberinde gelen gerekli değişiklik ve tadilatlar hep bu işletme ekibi tarafından yapılır. Bu nedenle doğal kentsel-ticari çevreler gibi hayat süre- mezler, önceden saptanan tüketim çarkına en iyi hizmet vermek üzere o nasıl isterse ancak o kadar değişebilirler. Kaynakça: (1)’Türkiye’de ve Dünyada Forumların Tek Sahibi MULTİ’, Hürriyet Gazetesi, 19.10.2010 tarih, s.15. (2) Mumford, L. ‘The City in History: Its Origins, Its Transformation’, Pelican Books, 1961. (3) Özdes, G. ‘Türk Çarsıları’, Tepe Yayınları, Ankara, 1998, ss.11-24. (4) Dogru, H. ‘ XVIII Yüzyıla Kadar Osmanlı Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik Görüntüsü’, Anadolu Üniversitesi.Yayınları, Eskisehir, 1995, ss.114-120. (5)Dovey, K., ‘Framing Places:Mediating Power in Built Environment’, Routledge, London, 1999. (6)Aslan, T. V., ‘Yok Mekanlar ve Kimliksizlik: Alışveriş Merkezleri Örneğinde Yok-(Çok)Mekan Olgusu’, Mimarlık, Mayıs-Haziran 2009, no. 347, ss.80-83. (7)Tanyeli, U.,’Kitle Turizmi ve Yok-Mekan Mimarlığı’, Arredamento Mimarlık, no.171, ss.74-77. CMYK 23 Ocak 2010 Sayı 18 +$9$'ú6 *$=(7(6ú 6$<, +$ $9$'ú6 $ *$=(7 7(6ú (.ú (.ú0 6$ $< <, SAYFA SA AYFA AYF 10 DOSY DOSYA D YA YA NACİYE TÜRKAN ULUSU .876$/DORATLI g=7h =7h5. 5.–' (5<$ (5 5<$ 2. .7$< 7$< ùURAZ (%1(0 +2ù. 2ù.$5$ $5$ %(*h0 02 2=$ =$iKÇi :eök eök ö 7aZ[d_ 7aZ[d_p _p {d_l[hi_j[i_ UDV× ´8OXVODUDUDV× ´8OXVODUDUD DV× .DUL\HU úoLQµ h PAZARLARDAN, MERKEZLER’DEN, MALL’LARA VE NİHAYET FORUM’LARA… ALIŞVERİŞ MEKANLARI [email protected] kutsal.ozturk@emu ozturk@emu u edu tr- [email protected] derya [email protected] edu tr- [email protected] @emu edu tr- [email protected] @emu.edu.tr begum begum.moza moza aikci@cc a [email protected] emu edu tr LEFKOŞA’NIN ALIŞVERİŞ MERKEZLERİ Lefkoşa’nın Alışveriş Mekanları Kıbrıs adasının her iki yarısının başkenti Lefkoşa.... Tarihin derinliklerinde kurulduğu zamandan bu yana ticari faaliyetler, alışveriş hep önemli bir yer tutmuş kentin hayatında. Kentin bir bütün olduğu dönemlerde ve sonrasında değişen sosyo-ekonomik koşullarla birlikte gelişen ve dönüşen tüketim alışkanlıkları kent mekanlarına da yansımış. ‘Alışveriş Kültürü Kent ve Mimarlık’ temalı dosyamızda bir pencere açarak, tüketim kültürünün değişimini ve alışveriş mekanlarının Lefkoşa’daki gelişim sürecini - geleneksel çarşı ve alışveriş kültüründen başlayarak günümüze kadar uzanan alışveriş caddelerinin gelişim sürecini sizler için özetlemeye çalışacağız. Geçmişten Bugüne Lefkoşa’nın kıyı kentleri ile ilişkisi kentteki ticari alanların gelişmesi üzerinde her zaman etkili olmuştur. Adanın İngilizlere kiralanmasından önce, Venedik Surları ile çevrilmiş kentte ticari faaliyetler kentin ortasında doğu-batı aksındaki (Mağusa’ya doğru) bir alan üzerinde yer almaktaydı. Mağusa ve Baf Kapılarının konumları da bu ilişkiyi güçlendirmekteydi. Bu alanın önemli özelliklerinden biri de Venediklilerin kentin doğu-batı yönünde tam ortasından geçmekte olan Kanlı Dere’nin yönünü değiştirdikleri, daha sonra rastlantısal bir biçimde kenti ikiye ayıran yeşil hattın güzergahı ile örtüşen dere yatağının kuzeyinde yoğunlaşan Müslümanlar (Türkler) ve güneyinde yoğunlaşan Ortodoksların ve kentteki diğer etnik grupların alışveriş için bir araya geldikleri bölge olmasıydı. Lefkoşa’yı 1873 yılında ziyaret eden Archduke Louis Salvator of Austria’nın da belirttiği gibi, bütün Türk kentlerinde olduğu gibi Lefkoşa’da da Çarşılar (Pazarlar) sosyal yaşamın merkeziydi ve bu çarşılar/pazarlar yukarıda sözünü ettiğimiz alanda yer almaktaydı. Dükkanların Türk usulü kepenkleri vardı. Dükkanların yanı sıra yirmi üç adet pazarın çoğu açık pazarlardı. Satış yerlerinin önemli bir bölümünde üst örtü olarak hasır veya bez kullanılır, sadece bazılarının düzenli çatısı bulunurdu. Bazı pazarlar sadece Cuma günleri açıktı. İngilizlerin 1882’de trafiği rahatlatmak amacıyla kentin güneyinde, Eleftheria Meydanı’nda sur duvarlarında yeni bir giriş açmaları ile bugün güney Lefkoşa’daki Sur-İçi’nin en önemli alışveriş caddesi, Ledra Caddesi, gelişmeye başlar. Osmanlı Dönemi’nin çoğunluğu açık pazara, ya da kapalı olsa bile genelde tek kat olan küçük dükkanlarına karşın, bu dönemle birlikte zeminde dükkan, üst katlarda konut olan bir yapılaşma başlar. Kuzeyde ise Girne Kapısı’nın sağında ve solunda araç trafiğine olanak vermek için surların açılması ile Ledra Caddesi’ne benzer bir biçimde, Girne Caddesi (o dönemlerde Çakıllık, sonra Girne Sokağı)üzerinde de dükkan dizileri, zemin katta dükkan, üst katta konutlar olan binalar Ne yazık ki hayır! 1974 e kadar Lefkoşa’da alışverişin kalbi Sur-içinde iken, bu tarihten sonra gelişen apartmanlaşma ile uyumlu, zemin katın işyeri (mağaza, restoran, kafe vb.) olarak kullanımı kentin neredeyse tüm ana arterleri boyunca hızla yayılmış. Paralelinde araç mülkiyetindeki artış ve alışveriş için illa ki gidilecek mağaza önüne park etme alışkanlığımız nedeniyle de Sur-içindeki işyerlerine pek gitmez olmuşuz. Bu durum, iş yerlerinin Sur-içinden kaçışını artırmış. Bir de kentin birkaç noktasına açılan Lemar, Metropol gibi büyük marketler, çevrelerinde alışverişe yönelik yapılaşmayı tetiklemişler. Değişim sadece kent ölçeğinde alışveriş mekanlarının dağılımı ile sınırlı kalmamış tabii ki. Bir zamanlar sadece yaşamak için gereksinim duyulan ürünleri almak üzere alışveriş yapılırken, şimdilerde modern toplumlarda tüketim tanımlamasını çağrıştıran ‘sosyal statü ve kimlikleri belirleyen bir etkinlik alanı’ haline gelmiş alışveriş etkinliği. Lefkoşa Eski Çarşılar (Salvator of Austria, A.L., 1983, s.52) Arasta- Lefkoşa (fotograf: Naciye Doratlı) inşa edilmeye başlar. Bu dönem, her iki toplumun da alış veriş, tüketim alışkanlıklarının değişmeye başladığı bir dönem olarak nitelendirilebilir mi? Bu konuda kapsamlı bir araştırma henüz yapılmadı ama, açık pazarlara ek olarak ‘yapılaşmış ve kapalı’ dükkanların sayısının artması, tüketim ve alışveriş olgusundaki bir değişimin başladığının işareti olmalı. Bu arada bazı pazarların da yerlerini bu dükkanlara bıraktığı görülmüştür. Mesela Lefkoşa Bandabuliyası (Belediye Pazarı). 1914 de ticari bir alan olarak oluşmuş ve 1932 de üstünün örtülmesiyle kent dokusu ile iç içe bir kapalı çarşı olmuş. Çok uzun yıllar Bandabuliya Lefkoşa (fotoğraf: Kağan Günçe) hem Lefkoşa sakinlerine hem de Cuma günleri alışveriş için kent dışından ‘Şeher’e gelenlerin buluşma noktası olmuş ta ki bizler alışveriş alışkanlıklarımızı değiştirene dek. Sonuçta modern mahalle marketleri ve de büyük marketler karşında yenik düşmüş Bandabuliya. Kasaplar ve manavlar giderek azalmış, yerlerine biraz turistik biraz başka türden işyerleri gelmiş. Ve şu anda restorasyonu sürüyor. Acaba turistler dışında, kent sakinleri için yeniden bir çekim noktası olabilecek mi? Hep birlikte göreceğiz. Sadece Bandabuliya mı alışveriş alışkanlıklarımızın değişmesinden payını alan? Buna ek olarak sınır kapılarının açılması ile Kıbrıslı Türklerin Güney Kıbrıs’taki Avrupa’yı aratmayan alışveriş mekanları ile tanışması ve alışveriş, eğlence-dinlence mekanlarından beklentilerinin artması nedeniyle, rekabet edebilmek için kuzeydeki işyerleri sahipleri, mekan kalitesini gözden geçirip belli ölçüde artırma yoluna gitmiş. Şimdilerde daha modern hatta ‘süper modern’ ‘Mall’ ya da ‘Forum’ tarzı alışveriş merkezleri ile tanışacağımız konusunda haberler okuyoruz yerel basında. Bu yeni eğilim büyük bir olasılıkla, Kıbrıslı Türklerin akın akın güney Lefkoşa’daki ‘Cyprus Mall’a gitmelerinin, yatırımcılar tarafından toplumun tüketim, alışveriş alışkanlıklarının değişimi, bir talep olarak algılanması sonucunda ortaya çıkmıştır. Ancak, dikkat edilmesi gereken bir nokta var. 1980’li yıllarda Sur-içi’nde inşa edilen Galeria Alışveriş Merkezi’nin ömrü çok kısa sürdü. Kaymaklı Bölgesi’nde daha sonraki yıllarda kent dokusuna katılan Muhtar Yusuf Galeria hiç bir zaman öngörülen performansı yakalayamadı. Bu resmin gerisindeki dinamiklerin iyi okunması ve Mall ya da Forum tasarım sürecinde dikkate alınması, kente yeni nirengi noktası olarak katılacak ‘tüketim mabetleri’nin başarılı ve sürdürülebilir olması açısından büyük önem taşıyor. Kıbrıslıların tüketim, alışveriş alışkanlıkları değişse de cadde üstü mekanları sevdikleri göz ardı edilmemeli. Kaynakça: (1) Salvator of Austria, A.L. ‘Levkosia The Capital of Cyprus’, Trigraph, London, 1983. (2) Hikmetağalar, H. ‘Eski Lefkoşa’da Semtler ve Anılar’, İstanbul, 2005. (3) Doratlı, N. ‘A model for conservation and revitalization of historic urban quarters in northern Cyprus’, basılmamış doktora tezi, Doğu Akdeniz Üniversitesi, Gazimağusa, 2000. CMYK 23 Ocak 2011 Sayı 19 6$ +$9$ +$9$'ú6 +$ $9$'ú6 $ *$= *$=(7(6ú =(7(6ú (.ú (.ú0 6$<, $<, < .(17ø1 .(17 ø1 7 7$', 7$ $', $ 78=8 8 eök 7aZ[d_p Z[ {d [ i [i :eök {d_l[hi_j[i_ d_l[hi_j[i_ d_l[hi_j[i_ SAYFA SA AYFA AYF 11 1 1 Netice Yıldız Konuk Yazar: ùEBNE EBNEM EM HOùù.$5$ .$5$ ´8OXVODUDUDV× . .DUL\HU úoLQµ ORİENTALİST RESSAMLAR GÖZÜ İLE MAĞUSA’DA B OSMANLI DÖNEMİ SARAY MEYDANI [email protected] sebnem.hos [email protected] s [email protected] Bu hafta biraz farklı bir sunumla sizlerleyiz. Mağusa’nın -ne acıdır ki- tek meydanı olan Namık Kemal meydanını, tarihsel ve sanatsal açıdan ele alan ve belgelere dayanarak betimleyen değerli akademisyen arkadaşımız Netice Yıldız, aynı yazı kapsamında, bir yandan da ülkemizdeki müzecilik anlayışına eleştirel bir yaklaşımla deyiniyor. Kent mekanlarının vazgeçilmez elemanları olan müzelerimizin de anıldığı bu yazıdan, Mağusa kentinin tarihine yönelik pekçok bilgi de edineceğinizi düşünüyoruz. Günümüzde surlar içi eski Mağusa kentinin en önemli tarihi eserlerinin bulunduğu meydanın, her nedense geçmişte bir sürü olaya tanık olması sonucu gerçek anlamı ile Saray Meydanı diye isimlendirildiği halde 1953 yılından itibaren Namık Kemal Meydanı diye isim değiştirdiğini biliyoruz. Bu yazımdaki amacım meydanın bugünkü ismini sorgulamaktan çok Osmanlı dönemi Mağusa kent meydanını, yani Saray Meydanı’nı, Orientalist sanatçılar ve Orientalist kopyacılar gözüyle irdelemek ve bu çerçevede bazı önemli hususlara dikkat çekmektir. Doğu sahnelerini genellikle 19. yüzyılın Romantik sanat akımı döneminde fantastik öğelerle betimleyen sanat akımına Orientalism, bu sanatçılara da Orientalistler denir. Bunlar geçmişte resim geleneğinin noksanlığında betimlenemeyen yaşam tarzı ya da tarihi çevre hakkında bazı ipuçları içermeleri yönleri ile günümüzde Avrupalılardan çok Orta Doğu ülkelerinde sevilen resimlerdir. Sabancı, Koç Müzeleri yada Arap Şeyhlikleri koleksiyonlarının önemli bir bölümünü oluşturan Orientalist ressamlar sık sık Avrupa ülkelerinde olduğu kadar İstanbul’da da sergilenmektedir. Lokum kutuları, armağan paketleri yanında lokanta duvarlarında kopyalanması da İstanbul’da 20. yüzyılın yaygın bir modası olur. Mağusa surlar içini yansıtan Louis François Cassas (1756-1827)’ın 1799’da yayımlanan seyahatnamesindeki “Mağusa’da Cami” başlıklı 1785 tarihli gravürü gerçekte Saray Meydanı’ndaki Medrese binasının önünde duran Venedik sütunları ile günümüzde Venedik Sarayı Kapısı’nın hemen arkasında sergilenen Roma lahit’ini, sağda cami’inin devasa minaresinin yerden yükselen kaidesi ve sütunlu ve küçük kubbeli bir yapıyı betimleyen Orientalist tarzdaki resimler arasında ilklerdendir. Orientalistlerin her zaman göstermeyi sevdikleri bir grup peçeli Osmanlı kadını ve geride de erkekler betimlenmiştir. Burada ilginç olan Medrese binasının revaklı olmasıdır ki gerçekte bu binanın orijinal şeklinin ta kendisidir. On dokuzuncu yüzyıl sonu bir kaç fotoğraf da bunu kanıtlamaktadır. Yine bir başka on dokuzuncu yüzyıl Orientalist ressamı olan Francis Arundale (1807 - 1853) “Mağusa Cami’i” başlıklı yağlıboya tablosunda kent meydanını biraz o günkü hali ile kırık dökük, derme çatma yapılar ve moloz taşlar ile biraz da kendi hayal gücü ile betimler. Resimde kentin mihenk taşı olan Cami (katedral) ve hemen solunda önünde Venedik sütunlarının durduğu Medrese binası ve ufak yapılar, ön cephede ise harabe halinde çatısı olmayan bir bina kalıntısı, ki bu da büyük bir olasılıkla Venedik Sarayı’nı betimlemektedir, sağda ise önünde verandası olan bir Türk kahvehanesi ve Rumların kullandığı Aziz George kilisesinin kalıntılarını yansıtır. Resimde ön cephede yer alan erkek figürler ise beyaz pilili Rum dizlikleri giymektedirler. F. Zannetti tarafından 1854 yılında Venedik Tarihi kitabında yer alan ve gerçekte Antoine Maria Graziani’nin orijinali Latince olan Kıbrıs Savaşı’nın Tarihi adlı kitabın 1685 tarihli Fransızca çevirisindeki gravürlerden esinlenen tarih temalı bir resim de , o yılların Orientalist görüşü ile betimlenmiş olup, Bragadino’yu cezalandırma esnasında Lala Mustafa Paşa kumandasındaki güçlü bir Osmanlı ordusu ve komutanlarını simgelemiştir. Burada betimlenen mekan Venedik sütunu dışında, tamamı ile hayal ürünüdür. Gelelim bu yazıyı bana yazma gereğini duyuran günümüz Orientalist ressamına. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Doğu ülkelerinde koleksiyoncuların rağbet ettikleri Orientalistler gibi, biz de ısmarlama yapılan böyle bu tarzda bir resmi yeniden bir fetih müzesi olarak düzenlenen Canbulat Müzesi’ne koyarak bu modadan geri kalmadık. Canbulat Müzesi’nde fetih ile ilgili sahneler yanında kentin yaşamını canlandırma amacı ile bazı yeni öğeler yaptırılıp müzede sergilenmeye konmuştur. Fetih sırasında kullanılan Osmanlı ordu çadırlarından birini yansıtma amacı ile Türk çadırı ile hiç ilişkisi olmayan Azeri Yörük çadırı, tunç taklidi olarak yapılan aksesuarlar üstündeki Osmanlıca “Kıb- rıs’ın fethi 1571” yazısı ya da II. Selim’in bir özlü sözünün yazılı olduğu Türkçe levhada yazıların kaligrafik değerinin düşük olmasının ötesinde hatalı yazılımları; Osmanlı büyüklerini yansıtan portrelerde giysilerin özentisizliği ve basitliği ilk bakışta göze çarpan garipliklerdir. Ancak burada esas sorgulamak istediğim “18. Yüzyılda Mağusa” isimli o günlerin Saray Meydanı’nı yani şimdiki Namık Kemal Meydanı’nı yansıtma iddiasında olan Adalet Dadaşev imzalı büyük boyutta Orientalist tarzdaki peyzaj bir resimdir (Resim 1). Son yıllarda KKTC Müzeleri’nde temsili sergileme yöntemi amaçlanarak yaptırılan sanatsal değerleri olmayan heykeller ve resimler ile çağdaş müze bilimi ile bağdaşmayan iç tasarım yanı sıra, yanlış bilgi aktarımı, müzelerimizin tasarımı konusunda sorgulama gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Özellikle burayı ziyaret eden yabancılar yanında tarih bilinci vermeyi amaçladığımız küçük çocuklara belgelere dayalı olmaktan çok fantezi ürünü tasarım sonucu ortaya çıkan bu traji-komik sergileme yöntemi ile zaman bilinci ve kültür tarihi nasıl doğru verilebilir ki! Resimde bandabulya revakları önünde meyve satan pazarcılar önünde genç kıza cilve yapan Osmanlı delikanlısı, kravatlı, modern takım elbiseli ya da redingot ve fötr şapkalı erkekler ve yanlarında yürüyen, siyah beyaz çizgili, dar, kolsuz, diz boyundaki elbisesi ve süslü şapkası ile bir kadın (Resim 2 [detay]), kimi ve hangi zamanın giyim ve yaşam tarzını temsil etmektedir? Burada betimlenen Lala Mustafa Paşa camisi, Medrese, türbe ve bu meydandan görünmesi mümkün olmayan Akkule Kapısı’nın serpme bir şekilde sağa sola yerleştirilerek simgesel ifadelerinin yapılmaya çalışıldığını, perspektiften yoksun ve gerçek ölçeği yansıtmadığını izleyici nereden bilebilecek! Bu resim, müze gibi bir kamu mekanına asılırken geçmişin kimliğini yansıtan bir kent meydanını doğru yansıtıp yansıtmadığı düşünülseydi burada yerini alır mıydı? Böylesi bir müzeye tarihi değeri olan eserler dururken fantastik imgeler ile yapılan bir resim veya diğer aksesuarların Yüksek Anıtlar Kurulu süzgecinden geçirilmesi gerekmez mi? Kısacası, geçmişte peyzaj resim sanatının olmadığı bir ülke olmamızdan dolayı eski dönemler ya da kent meydanı resimlerle yansıtılacaksa ve bu da Orientalist, Neo-klasik ya da İzlenimci ressamların eserleri olacaksa, bu konudaki olanaklar taranır, en azından o yılların veya yakın geçmişteki sanatçıların resimlerinin gerçekleri galerilerden veya koleksiyonculardan satın veya ödünç alma yoluyla temin edilir veya en azından reprodüksiyonları kopya olduğu belirtilmek şartıyla yapılabilirdi. Artık oldukça yetenekli ressamları, fotoğraf sanatçıları, konu ile ilgili bilgi ile donanmış sanat tarihçileri, mimar ve iç mimarları ile üniversiteleri olan bir ülkenin müzeciliğinin de daha farklı boyutlarda olması gerektiği düşüncesindeyim. “Bu kent hepimizindir” düşüncesi ile Mağusa Surlar İçi’nin tek müzesi hakkındaki görüşlerimi bu konulara hayatını adamış bir akademisyen ve vatandaş olarak duyduğum endişe ve sorumluluk duyguları ile bu gazete sütununda okunması umuduyla yazmayı yeğledim. Netice Yıldız Doç. Dr., Sanat Tarihçisi, DAÜ Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü Öğretim Üyesi [email protected] 23 Ocak 2011 Sayı 19 6$ +$9$'ú6 *$=(7(6ú 6$<, +$ $9$'ú6 $ *$=(7( (6ú (.ú (.ú0 $<, < SEYREYLE 12 AL A GÖZÜM AL GÖZÜM SE SEYREYLE EYREYLE TÜR ÜRKAN KAN ULUS LUSU SU URAZ NRQXN \D]DUODU \D]DUODU PIN INAR ARDU LUÇAY LU ÇAY- BA AHAR HAR ULU LUÇAY ÇAY NUACİYE ORATLI :eök eök ö 7aZ[d_ 7aZ[d_p _p {d_l[hi_j[i_ 6$<)$ 6$ $<) $< < $ ø HANYA GİRİT ADASININ EN GÜZEL KENTİ: ´8OXVODUDUDV× ´8OXVODUDUD DV× .DUL\HU úoLQµ WXUNDQXUD]#HPXHGXWU WXUNDQ WXUNDQXUD]#HPXH XUD]#HPX H HGX GXWU WU Mekanperest’in yayında neredeyse bir yılı doldurduğu bu son haftalarda, editörümüz, kent plancısı ve kentsel koruma uzmanı Naciye Doratlı’yı bu sayfada konuk ediyor ve Akdenizli Hanya’yı onun gözüyle seyrediyoruz. Yazar şüphesiz ilgi alanının da etkisiyle düzenli olarak birkaç kez ziyaret etme fırsatını bulduğu bu kenti ve onunla her defasında daha da derinleşerek kurduğu ‘Kentsel Arkeoloji’ deneyimini bize aktarıyor, adeta bir gezi notu tadında.... Türkan Ulusu Uraz ‘Hanya'yı Konya'yı görmek’ deyimi günlük hayatta sıkça kullanılsa da "Hanya neresi?" diye sorsak kaç kişi bilir acaba? Bence çok az kişi. Girit’in en güzel kenti olarak kabul edilen Hanya 1971’e kadar adanın başkentiymiş. O tarihte bu ünvanı Heraklion ’a (eski ismiyle Kandiye) kaptırmış. Ama bir kentin özelliği ve güzelliği kendisine verilen veya alınan resmi ünvanlarla belirlenemiyor. Hanya’yla Tanışmak Akademisyen olmanın önemli avantajlarından birisi, hiç şüphe yok ki bilimsel ya da mensubu olunan bir topluluğun toplantısına katılmak üzere dünyanın çeşitli yerlerine gitmek, belki de turistik bir gezi için çok da akla gelmeyen farklı kentleri görmek imkanına sahip olmaktır. Yapılaşmış çevre ile ilgili olarak çalışan bizler için bu durum, diğer bilim dallarından akademisyenlere göre çok daha büyük anlam taşır. Çünkü bizler, toplantı dışında her dakikayı, gittiğimiz kenti okuyarak, yaşamını anlamaya çalışarak tüketiriz, ve çoğu zaman kısa sürede çok şeyi görebilmek uğruna ayaklarımıza kara sular iner. İşte benim de Hanya’ya gitmem, Hanya ile tanışmam, Hanya’yı yaşamam, DAÜ Mimarlık Fakültesi Dekan Yardımcısı sıfatıyla katıldığım, her yıl Eylül ayının ilk hafta sonuna denk gelen ENHSA (Avrupa Mimarlık Okulları Başkanları Grubu) toplantıları nedeniyle oldu. Ve bu toplantılara katılmak için üç kez Hanya’ya gittim. Hanya’yı Tanımak Üç kez Hanya’ya gittiğim için tüm kentin altını üstüne getirme fırsatım olduğunu zannetmeyin. Çünkü, üç gün sabahtan akşamın geç saatlerine kadar süren yoğun toplantılar olduğu ve benim de toplantıları asla kaytaramamak gibi de bir huyum olduğu için, ancak arta kalan kısıtlı zaman içinde, kentin her yanını değil ama benim özel ilgi alanım olan tarihi kenti karış karış gezdim. Burada sizinle paylaşacaklarım daha çok bu bölgeyle sınırlı olacak. Ama önce turistik kısa bir bilgi vermekte yarar görüyorum. Girit adasının ikinci büyük yerleşim yeri olan Hanya, adanın kuzey batısında hareketli bir topografya üzerinde yer alan yaklaşık 60.000 nüfuslu çok sevimli, güzel bir kent. Ayrıca, Yunan devlet adamı Eleftherios Venizelos’un Hanya'ya yakın bir köyde doğmuş olmasının, mezarının da Hanya’ya nazır bir tepede bulunmasının da burayı Yunan halkı için özel kılan özelliklerden birisi. Taksi ile yarım saatlik mesafedeki küçük havalimanından kente giderken gerek bitki örtüsü gerekse etraftaki yapılaşma bize hiç de yabancı değil. Kente yaklaştığınızda tepelerden Akdeniz’in mavi sularına uzanan Hanya sizi heyecanlandırıyor. Osmanlı'nın adada ilk ele geçirdiği kent olan Hanya, labirenti andıran kaldırım taşlı sokakları, cumbalı evleri, aşı boyalı binaların süslediği limanı, rengarenk Kapalı Çarşısı ile tam bir Akdenizli. Romalılar, Bizanslılar, Venedikliler, Cenevizliler, Osmanlılar ve Mısırlılar bu kente sahip olabilmek için büyük uğraş vermişler. En çok da Venedikli’lerinki olmak üzere kentte bu kültürlerin izlerini sürebilirsiniz. Hanya - Eski Kent Eski kentte en önemli yerlerden biri hiç şüphe yok ki Venedik limanı ve bu limanı çevreleyen Venedik dönemine ait yapı adaları. Dar sokaklar sürprizlerle dolu. Sıradan ama çok güzel binaların arasında, Osmanlı dönemine ait, minaresinin 2. Dünya Savaşındaki bombardımanda yıkıldığını öğrendiğimiz, şu anda sergi salonu olarak kullanılmakta olan Küçük Mehmet Camisi, katıldığım toplantılara ev sahipliği yapan Venedik dönemine ait Arsenal (silah deposu), Venedik döneminden kalan deniz feneri, ve tam karşısındaki Firka Kalesi kentin önemli nirengi noktalarını oluşturuyor. Gerek limanı çevreleyen gerekse Venedik Surlarının çevrelediği tarihi doku içinde yer alan birçok bina, günün mimarisinin, Venedik ve Osmanlı’nınkiyle harmanlanmasıyla oluşmuş yapbozlar gibi. Yenilenmiş ve kimi hediyelik eşya dükkanı, kimi restoran, taverna, bar ya da kafe, kimi de pansiyon olarak küreselleşmekten payını alıp dünyanın her yanından gelen turistleri ağırlıyor. Cumbalı evlerin süslediği daracık, gölgeli sokaklarda yürürken, bir labirentte dolaşıyormuş gibi oluyor insan. Eylül ayında hálá çiçeklerini dökmemiş begonvillerin yani cemilelerin sarıldığı cumbalı evleri, oksit yeşiline boyanmış pencere kepenklerini, çivit mavisi pervazlarla süslü taş binaları görünce, gerçek Akdenizli bir çevrede olduğunuzu anlıyorsunuz. Eski kenti dolaşırken, geçmişte farklı etnik grupların nerelerde, hangi bölgelerde yaşadıklarını, binaların ve o toplumlara özel bir takım öğelerin izlerini sürerek keşfedebilirsiniz. Ben de öyle yaptım. Kasteli olarak isimlendirilen liman etrafındaki bölgeden doğuya doğru gittiğinizde karşınıza bir tarafında çan kulesi diğer tarafında külahı düşmüş minaresi olan dini bir yapı çıkıyor. Sonradan yaptığım araştırma sonucunda edindiğim bilgiye göre bu yapı, Venedik döneminde Katolik kilisesi olarak inşa edilmiş, Osmanlılar minare ekleyerek ‘Hünkar Camii’ olarak isimlendirdikleri bir camiye dönüştürmüşler, günümüzde ise Ortodokslar tarafından St. Nikolas kilisesi olarak kullanılıyor. Splantzia olarak isimlendirilen bu mahallenin Osmanlı döneminde Müslümanların yoğun bir biçimde yaşadığı bir bölge olduğunu öğreniyoruz. Tam ters yöne, batıya doğru gittiğinizde ise, zamanında Osmanlıların tarafından verilen ismiyle Tophane Mahallesi, Topanas olarak karşınıza çıkıyor. Karşılaştığınız birçok binaların azameti size burada bir zamanlar daha çok zenginlerin yaşamış olması gerektiğine ilişkin ip uçları da veriyor. Küçük bir araştırmayla burada geçmişte Hıristiyan nüfusun yaşadığını ve konsolosluk binalarının buralarda olduğunu öğreniyoruz. Bu mahallede Firka Kalesi yanında yer alan Denizcilik Müzesi de görülmeye değer. Eski kenti anlatırken, Kasteli ve Splantzia mahalleleri arasında kalan geleneksel dükkanların yoğun olarak yer aldığı Stivanadika mahallesinden de söz etmek gerek. Burası Girit’e özgü hediyelik, turistik objelerin ve deriden yapılmış ürünlerin satılmakta olduğu ve doğal olarak da turistlerin ilgi gösterdikleri bir bölge. Burada ayağınızın ölçüsüne göre sandalet yaptırmanız, Girit çakısı, doğal sabun ve daha bir sürü ürün almanız mümkün. Hanya’ya üç kez gitmiş olmama rağmen, kısmen yıkılarak yeni gelişmelere yer açılmış olan Venedik Surlarının çevrelediği eski kenti, toplantı saatleri dışında kalan az zamanda gezmekten çok keyif aldım. Toplantı deyince, toplantılarımızın yer aldığı Arsenal binasından söz etmem gerektiğini hatırladım birden. Çünkü bu binaya her girdiğimde, bizim niçin bu tür yapıları bu tarzda restore edip hayat veremediğimizi sorguladım hep. Bu yapı 2. Dünya Savaşında bombalanıp çok büyük hasar görmüş. Restore edilen bina şu anda ‘Akdeniz Araştırmaları Merkezi’ olarak kullanılıyor ve ENHSA toplantıları da her yıl burada yapılıyor. Restorasyon uzmanları kullanılan yöntemleri eleştirebilirler ama, uzman olmasanız bile yapının dışında ve içinde ne kadar duyarlı ve saygılı davranıldığını görebilirsiniz. Hanya ile ilgili olarak yaklaşık bin kelimeye sığdırabildiğim izlenimler işte böyle. Birçok kültürün izlerini taşıyan bu kent, sadece yapılaşmış çevresi ile değil, mutfağı ile de, ve ayrıca merkezi olduğu adanın batı bölgesinin doğal güzellikleri ile dünyanın ilgisini çeken bu sevimli Akdenizliyi bir gün ziyaret etmenizi tavsiye ederim. 2011’de seyahatlerinizin bol olması dileklerimle........ Naciye Doratlı 23 Ocak 2011 Sayı 19 6$ +$9$ +$9$'ú6 +$ $9$'ú6 $ *$= *$=(7(6ú =(7(6ú (.ú (.ú0 6$<, $<, < :eök eök 7aZ[d_p Z[ {d {d_l[hi_j[i_ [ i [i BERİL ÖZMEN MAYER d_l[hi_j[i_ d_l[hi_j[i_ .DUL\HU úoLQµ ´8OXVODUDUDV× . [email protected] 35292 3 5292 .ø7 5292 .ø7$3 7$3 7$ $3 6$<)$ 6$ 6$<) $< $ 13 Y BERiL ÖZMEN MAAYER YER konuk yazar: YO ONCA NCA HÜROL İKUYNEN TAYSTELU / SONSUZ MÜCADELE - BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDEN’İN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ B [email protected]@emu.edu.tr- [email protected] [email protected] İki dillilik ve özerklik tartışmalarının gündemde olduğu bugünlerde bu çok ilginç kitabı okumamın bir tesadüf olmadığını düşünüyorum. Kitap 1900’ların başında Bolşeviklere karşı duran din adamı Grigoriy Spiridonoviç Petrov tarafından Finlandiya’da yaşanan ‘kültürel uyanış’ ve ‘yaşam mimarlığı’ndan söz ediyor. Bu tarihi mücedeleyi sizlere aktarırken, aynı zamanda hastalığını derinden hissettiğim ve şu anda Helsinki’de hasta yatağında mücadele içinde olan, Milano günlerimi paylaştığım Finli arkadaşım sosyoloji doktoru ve araştırmacı bayan ‘Sari Puustinen’ için yazıyorum: ‘İkuynen Taystelu: Sonsuz Mücadele’.. Lütfen devam.. ‘Beyaz Zambaklar Ülkesinde’ adlı belgesel tadında bu kitap 1924’de Sırpça ‘Zidare Jiveta’adında ilk baskısını yaparken hayatını Belgrad’da kaybeden 1866 doğumlu Petrov, hitabet sanatındaki yetkinliği, ilerici düşünce yapısı ve yaşama ilişkin konuları dile getirişiyle Çarlık Rusya’sında ünlenen kırsal kökenli bir çoban çocuğu ve bir küçük burjuvadır aynı zamanda. Vaizleriyle halkı uyandıran, heyecan veren, ülke aşkını onlara aşılamaya çalışırken, Kilise ve Monarşik Hiyerarşi’nin hoşuna gitmeyen eleştirileri ve felsefesi nedeniyle yediyıl Moskova ve Petersburg’a girmesi yasaklanan bir kişiliktir. Petrov bir çok yerde olduğu gibi üniversitelerde de konuşmalar yapmıştır. Öyle ki, konuştuğu anda çevresinde dünyanın durduğu ve yapılacak tüm konferans ve derslerin yapılmamasına neden olacak kadar müthiş bir dinleyici kitlesine sahipliği, hatta bunun usta Gorki’den bile fazla olduğu dile getirilmektedir. Rus insanının değişmesi gerektiğini, bu donanımsız - cahil ve tembel- ‘kendi deyimiyle çıplak’ vatandaşın bu içinde olduğu haliyle hiçbirşeyin başarılamayacağını söyler: ‘Öncelikle kendinizden başlayın’... ilginçtir ki bu onun kendine özgü söylemi, mevcut rejimi bozma ya da devrime yönelme gibi bir amaç da taşımaz. Tamamen ‘halkın yaşamını temize çekmek’le ilgilidir. Halkı çok iyi tanır ve onları çalışmaya, disipline ve ciddiyete davet eder. Böylece ülkeyi Batı’daki endüstriyel ve ekonomik gelişmelerine ayak uydurmaya çağırır. Kızı Maria Grigoryevna, Petrov’un başarısını; halkı iyi tanıması ve onların kalbindeki hassas noktaya ulaşması ile açıklıyordu. O vatan sevgisinin nasıl etkili hale getirilebileceğini, ‘yaşam mimarlığı ilkesi’ ile toplumsal yaralara nasıl merhem olunacağı ve halkın nasıl aydınlatılabileceği hakkında konuşuyordu. Ülkenin geleceği her bir sade vatandaşın elindeydi... Bu konuyu kitabın ilk bölümü olan ‘Kahramanlar ve Millet’ başlığı altında inceleyen yazar, kahramanları şimşeğe ve halkı da içi elektrik yüklü birer buluta benzeterek, şimşek ve bulut gibi iki tarafta bulunan kalitelerle ancak bir ivmenin ortaya çıkacağı ve çakm eyleminin olacağını anlatır bize. Bu nedenle de halkın öğrenmesi, bilenmesi ve yüklenmesiyle ‘kahramanların kitleleri ateşleyebileceği’nden söz eder. Halkta değerlerin oluşması, halkın aklı, iradesi ve vicdanının gelişmesi ve dolayısıyla ülkemizde emeğin gelişiminin sağlanmasının hepimizin ellerinde olduğunu vurgular. Bu söylemlere çok iyi bir örnek ise Fin dilinde ‘ Bataklıklar Ülkesi’ anlamına gelen ‘Suomi’ diğer bir deyişle ‘Finlandiya’dır. Daha önce 6 yüzyıl İsveç Krallığı’na bağlı olarak yönetilen bu ülkede Fin dili halk dili olarak kabul ediliyordu ve resmi dil İsveççe’ydi. O zamanlar Finli azınlık, kendine ait edebiyatı, gazeteleri ya da yayın organları olmayan bir konumdaydılar. 1809’da Rusya’dan ayrılarak özerkliğine kavuşan iki milyon nüfuslu bu küçümen ülke; devlet içinde devlet oluşturarak, kendi dilini, para birimini, vatandaşlığını, yönetim sistemini tekrar kurgulamıştı. Psikolojik olarak kendisini İsveç Krallığı’nın bir parçası gören halk için başlangıç doğrusu zor bir dönem olmuştu. ‘Biz İsveçli değiliz. Rus da olmak istemiyoruz, o zman Finladiyalı olalım’ diyen Arvidsson, bu milli duygularla Finli olabilmek için çok çaba gerektiğini dile getirmiştir. Özellikle, milli uyanışın temeli olan dil sorunu üstesinden gelinmesi gereken ilkve önemli sorun olduğunu belirtmiştir: ‘Atalarımızın dili kaybolursa, halk da kaybolur, mahvolur’.. 1822’lerde üniversite öğrencisi olan Lönnrot, Runeberg ve Snelman milli uyanışın genç temsilcileri oldular. Lönnrot ‘halkın kendi tarihi ve kökleri olgunlaşmadan millet olunamayacağına’ inancını, şiir sanatına olan hayranlığı ile pekiştirdi. Fin halkının epik destanı ‘Kaleva’nın Diyarı’ ya da ‘Kalevala’yı derleyerek önemli bir başarıyı gerçekleştirdi. Daha sonra halk şiirleri, atasözleri ve ilk kapsamlı Fince –İsveççe sözlüğü derleyip yayınlayarak Fin Halk Edebiyatına kazandırdı. Aslen İsveçli olan şair Roneberg ise, köylüyü edebiyatın haklı kahramanı düzeyine yükselttiği eserler verdi. Snelman ise, milli ruhun güçlenmesi ve siyasi iradenin yapılanmasında aktif rol oynadı. Ve seslendi: ‘Adaletin ve eğitimin dili İsveççe olduğu sürece, halk asla bağımsız olmayacak’.. 20. yüzyıl başlarında ise tekrar bir değişim yaşanmaya başladı ve tekrar baskıcı bir yönetimin geldiği Rusya’da bir ‘Finlandiya Sorunu’ başgösterdi. Aşırı sağcılar, milliyetçiler ve ‘Ekim Devrimcileri’ ise Finlandiya sorununa karşı saflarda yer aldılar. Rus liberaller ise Petrov’la birlikte Suomi’yi savunmaya başladı. Rusya’nın diğer bölgelerindeki hasta, fakir ve eğitimsiz duruma kıyasla, derli toplu ve gelişmiş iç düzeniyle vatandaşının sahip çıktığı bu küçük özerk bölge ‘Küçük Avrupa’ olarak nitelendirildi ve desteklendi. Finlandiyalı halkın ve aydınlarının büyük çabalarla üstesinden geldiği, kayalık ve bataklıkların beyaz zambaklara dönüştürüldüğü bu ‘kültürlü emek’ vurgulandı. Fin Milliyetçiliğinin doğuşuyla, vatandaşlarının emekleriyle hiç yoktan varedilen bu ülke, eğitim düzeni, edebiyatı, tiyatroları, resim galerileri, müzeleri ile 1920 lerde Petrov tarafından örnek gösterildi. Günümüzde ise sosyal demokrasisi, üstün kültürü, yazını, çağdaş sanat ve mimarlığa katkıları ile hepimizin tanıdığı usta mimarı Aalvar Alto’ya kadar uzanan yetkin eserleriyle verdiği savaşı ne kadar iyi sonuçlandırdıklarını bir kanıtı olarak kendini göstermektedir. Yazarın hiçbir gruba dahil olmayan açık görüşlü demeçleri nedeniyle 1020’lerde ülkesinden ayrılarak yurtdışına kaçmak zorunda kalması kitabın basılma serüvenini kendi hayatı kadar ilginç kılmıştır. Rusça yazılmasına rağmen ilk baskısı Sırpça yapılan ve Petrov’un yayınlandığını göremediği kitap, 1925’de Bulgarca ve 1928’de Türkçeye çevrilmiştir. Modern Türkçeye çevrilen ilk kitaplardan olan ve Atatürkçü düşünce tarafından hararetle desteklenen kitap, Türkiye’de özellikle o dönemlerdeki ordu mensupları için baştacı yapılan bir anlam taşımıştır. Daha sonraki yıllarda Arapça’ya çevrilmiş ve sonunda Fince yayınlanması ise 1978’i bulmuştur. Ve yazılmasından 80 yıl sonra ise, Petrov’un kendi ülkesinde ve anadilinde okunabilirliği sağlanarak 2003’de Rus okurlarıyla buluşabilmiştir. Günümüzde, birçok yayınevi tarafından basılarak Türkçeye kazandırılmaya devam edilen ve benim Koridor Yayıncılık tarafından 2007’de yayınlanan eksiksik ve tam metin tercümesinden yararlandığım kitap, fazlasıyla çarpıcı hatta sarsıcı söylemleriyle gündemdeki birçok konuya da atıf yapılabilecek ipuçları sunmaktadır bizlere. Heyecanla tavsiye eder, Kıbrıs’ın Kuzey köşesindeki güzel vatanımız için de bir esin kaynağı olasılığını vatandaşlar, gençler, eğitimciler ve yöneticilerimizin dikkatine sunarım. 23 Ocak 2011 Sayı 19 6$ +$9$'ú6 *$=(7(6ú 6$<, +$ $9$'ú6 $ *$=(7 7(6ú (.ú (.ú0 $< <, 6258/$5 258/$5 &( 258/$5 &(9$3/$5 (9 9$ 9$ $3/$5 <$1/,ù/$5 <$1/,ù/$5 <$ $ $1/,ù/$5 '2ö58/$5 '2 2ö58/$5 14 6 ERCAN HOù.$ ù.$5$ $ 5$ SAYFA SA AYFA AYF ø İNŞAATTA DOĞRULAR-YANLIŞLAR :eök eök ö 7aZ[d_ 7aZ[d_p _p {d_l[hi_j[i_ ´8OXVODUDUDV× ´8OXVODUDUD DV× .DUL\HU úoLQµ [email protected] ercan ercan.hoskara@em hoskara@em mu m u.edu.tr edu tr .......................................yanlış Fotoğraf 1, 2: Temel çukuru, kalıp, çelik donatı ve bodrum su altında. Kaynak: Baytop, F., 2001. Fotoğraf:1 Kazıya başlamadan önce yağmur sularının ya da temelde su yükselmelerinin yapıma zarar vermemesi için önlem alınmalıdır. Yüzeysel suların temel çukuruna dolmaması için, yanlardan gelecek suyun kazı tabanına ve temel imalatına zarar vermemesi için basit bir set ile toplanan suya yön vermek gerekir. Bazı durumlarda temel kazısının plastik örtü ile de kaplanması mümkündür. Fotoğraf:2 ..................................yanlış Fotoğraf 3,4: Betonla sarılmamış ve yüzeyde kalan çelik donatılar. Kaynak: Baytop, F., 2001. Betonarme taşıyıcı elemanlarda çelik donatı ile kalıp arasında yeterli paspayı aralığı bulunmaması ve buralara betonun tam olarak girmemesi durumunda, çelik donatının betonla aderansı (kenetlenmesi) azalacağı gibi açıkta kalan donatıların paslanması sonucu betonarmenin dayanımı da azalacaktır. .........................doğru Fotoğraf 5: Betonarmede, çelik donatıların üzerinde yer alan plastik pas payı. Kaynak: Baytop, F., 2001. Plastik pas payları kullanarak kalıp ile çelik donatı arasın 2-3cmlik bir boşluk elde ediliyor. Bu boşluk betonla dolarak çelik donatıların betonarme yüzeyinde kalması engellenmektedir. Sağlanması ve uygulanması çok kolay olan bir uygulama ama betonarmenin mukavemeti açısından hayati öneme sahiptir. Fotoğraf:3 Fotoğraf:4 Fotoğraf:5 Fotoğraf:7 ......................yanlış Fotoğraf 6: Hatalı yapılmış blok tuğla duvar.. Kaynak: Baytop, F., 2001. Tuğla sıraları eğri büğrü, derzler inceli kalınlı ve bir çok tuğlanın delikli yüzü cephede. Delikli yüzün cepheye bakması, tuğla duvarın yalıtım özelliğini ciddi oranda düşürmekte. İnşaatlarda çokça karşılaştığımız yanlış bir uygulama. ....................doğru Fotoğraf 7: Düzgün yapılmış blok tuğla duvar.. Kaynak: Baytop, F., 2001. Sıralar düzgün, terazisinde, düşey ve yatay derzler eş kalınlıkta (1012mm). Cephede ise hiç boşluklu tuğla deliği yok. ............doğru Fotoğraf 8: Tuğla duvarın betonarme taşıyıcı elemana bağlanması. Kaynak: Baytop, F., 2001. Fotoğraf:8 Bir depremde betonarme taşıyıcı elemandan ayrılıp devrilmemeleri için duvarların betonarme taşıyı elemanlara bağlanmaları gerekir. Fotoğrafda görülen uygulamada bu bağlantı çift çubuk demirle yapılmıştır. Referans: Baytop, Firuzan. (2001). İnşaat Uygulamalarında Yanlışlar Doğrular. YEM Yayınları, İstanbul. Fotoğraf:6 23 Ocak 2011 Sayı 19 6$ +$9$ +$ $9$ +$9$'ú6 $'ú6 *$= *$=(7(6ú =(7(6ú (.ú (.ú0 6$<, $<, < eök 7aZ[d_p Z[ {d [ i [i :eök {d_l[hi_j[i_ d_l[hi_j[i_ d_l[hi_j[i_ ´8OXVODUDUDV× . .DUL\HU úoLQµ GÜNCEL GÜNCE L HABERLER R SAYFA SA AYFA 15 KUT UTSAL TSAL ÖZTÜR ÜRK K- BEGÜ EGÜM ÜM MOZ OZA AøøKCø KC ø GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE UZANAN ÇİZGİLER kutsal [email protected] [email protected] mu edu.tr - [email protected] mu.edu.tr ci@cc emu edu tr [email protected] Mısırlılar ve Mayalar, inşa edildikleri dönemin mimarisini zorladıkları piramitlerinin, Dubai’de yapılması planlanan yeni süper yapıya ilham kaynağı olacağını şüphesiz bilmiyorlardı. Ziggurat diye adlandırılan ve son günlerde mimarlık dünyasında ses getiren bu proje günümüzde küreselleşen bir çok soruna da tasarımı ve teknolojisi ile sürdürülebilir yanıtlar veriyor. Ziggurat: Dubai’nin Karbon Salınımsız Piramit’i Dubai merkezli çevreci tasarım firması Timelinks,6-9 Ekim tarihlerinde Cityscape Dubai organizasyonu için yeni eco piramitlerinin renderlarını yayınladılar. Bu devasa piramit 2.3 kilometre kare alanı kaplayacak ve 1 milyon kişilik bir topluluğu barındırabilecek. Timelinks’in iddiasına göre Ziggurat suyun,rüzgarın ve diğer doğal kaynakların enerji gücünden faydalanarak dışarıya bağımlılığı olmadan varolabiliecek. Bu özenle tasarlanan bina,yatay ve düşeyde hareketli yüksek verimli toplu taşıma sistemine,kamusal ve özel yeşil alanlara ve tarımsal fırsatlara imkan sağlayan planlara sahip. International Institute for the Urban Environment’a göre Ziggurat’ın sahip olduğu teknoloji onu yaşanabilir bir metropolis yapabilir. Bu sebeple Timelinks hızlı bir şekilde çalışmalarına başlayarak tasarımın patentini aldılar ve proje için teknoloji üretimine başladılar. Yazı ve Görseller Kaynak: World Architecture News Çeviri: Mimdap CMYK CMYK