Burhan 115 Nisan 2015.indd

advertisement
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
Hz. Osman (r.a) bir hutbesinde Allah’u
Teâlâ’ya hamd ü sena ve Resul-i Ekrem
(s.a.v) Efendimize salât-u selamdan sonra
şöyle dedi:
Hz. Osman (r.a), kendisinden nakledilen son hutbesinde de, Allah’u Teâlâ’ya hamdü sena ve Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimize
salât u selamdan sonra şunları söylemiştir:
Bana bu hilafet görevi yüklendi; ben de
kabul ettim.
Allah Azze ve Celle size dünyayı, kendisiyle ahiret saadetini elde edesiniz diye
vermiştir. Onu size güvenip bağlanasınız diye
vermemiştir. Dünya son bulacak, ahiret ise
baki olarak devam edecektir. Fani olan dünya sakın sizi şaşırtıp azdırmasın ve baki olanı
unutturacak meşgalelere boğmasın.
Dikkat edin! Ben (benden öncekilere)
ittiba ediciyim; (onların yapmadıklarını yapmak suretiyle) bidat işleyici değilim.
Dikkat edin! Allah Azze ve Celle’nin Kitabı ve Allah’ın Nebisi (s.a.v)’in Sünneti (ile
aranızda hükmetme görevi)nden sonra sizin
benim üzerimde üç hakkınız vardır:
1- (Sizi idare ederken) sizin üzerinde
toplandığınız görüşü ve adet kıldığınız uygulamayı devam ettirme konusunda benden
önceki (halife)lere ittiba etmek.
2- Toplum olarak icra edegeldiğiniz
bir uygulamanın mevcut olmadığı hususlarda hayır ehlinin uygulamasını icra etmek.
3- Yerine getirmekle sorumlu olduğunuz hususlar dışında sizi herhangi bir şeyle
mükellef kılmamak; serbest bırakmak.
Dikkat edin! Dünya, insanlara çekici
kılınmış geçici güzelliklerden ibarettir ki, insanların pek çoğu ona kapılır. Sakın dünyaya
meyledip güvenmeyin! Zira onun güvenilecek bir yanı yoktur.
Ve bilin ki, dünya sadece kendisini terk
edeni terk eder!
Baki olanı fani olana tercih edin! Zira
bir gün gelecek, dünyanın ömrü bitecektir ve
dönüş ancak Allah’u Teâlâ’yadır.
Allah Azze ve Celle’den ittika edin! Zira
takva, O’nun azabına karşı bir kalkan ve
O’nun rızasına ulaşmak için bir vesiledir.
Allah Tealâ’dan sakının ve istikamet
üzere iken halinizi değiştirmeyin.
Birlik-beraberlikten ayrılıp da
grup grup olmayın. “Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Siz birbirine
düşman kimseler iken, O sizin kalplerinizi birleştirmişti. O’nun nimeti sayesinde uyanıp kardeş oldunuz…” (Âl-i İmran, 103) (Taberî, Târîhu’r-Rusul ve’l-Mulûk,
4/422-423)
Daha güzel Burhan’larda buluşabilmek
dileği ile Allah’a emanet olunuz.
İçindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 10 Sayı: 115
Nisan 2015
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Musa KARACA
GRAFİK TASARIM
Burhan Ajans
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asım AYDOĞDU
Gsm: 0538 233 5000
Fiyatı
Tek Sayı: 6 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No: 291928
IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588-5002
IBAN:TR690001001673441655885002
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 398 94 69
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
www.burhandergisi.com
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu
değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade
edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin
sorumluluğu reklam verene aittir.
Ortadoğunun Kalbi
4
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Sahabe Kuşağının Dindeki Yeri
8
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
Peygamberimiz(s.a.v)’in Gençleri 13
Örnek Nesil SAHÂBE 16
Ümmetin Yıldızları Sahabeler 20
Hz. Pîr Seyyid Ahmed
er-Rufai (k.s) den 28
İslamoğlu ve ‘Rivayet Kültürü’ 30
İslamafobi 32
Üniversite ve Kent 39
Hikmet Boyutuyla Ezan 44
Söz Söylemek, Sukut Etmek,
Sır Saklamak 48
Hayatın İslam’a Göre Tayin Edilmesi
Bağlamında, Ehl-i Sünnet
Tasavvurunun Yeniden İnşası 55
Düşük Benli Çocuklar 62
Hz. Hâlid b. Velîd (r.anh) 64
Yenip içilmesi Helâl Olan ve
Olmayan şeyler 68
Ersan BİLGİN
Yrd. Doç Dr. Mustafa KARABACAK
Abdullatif ACAR
Hikmet Damlası
Murat TÜRKER
Yrd. Doç. Dr. Süleyman Koyuncu
Yrd.Doç.Dr.Abdulkadir DEVELİ
Prof. Dr. ALİ AKPINAR
Halit EŞKAN
Dr. İhsan ŞENOCAK
M. Emin KARABACAK
Salih KAYA
Ömer Nasuhi BİLMEN
Burhan Çocuk 70
Musa KARACA
Döndüm (şiir) 72
Zelilî
30
İslamoğlu ve ‘Rivayet Kültürü’
Murat TÜRKER
39
Üniversite ve Kent
Yrd.Doç.Dr.Abdulkadir DEVELİ
55
Hayatın İslam’a Göre Tayin Edilmesi
Bağlamında, Ehl-i Sünnet
Tasavvurunun Yeniden İnşası
Dr. İhsan ŞENOCAK
68
Yenip içilmesi Helâl Olan ve
Olmayan şeyler
Ömer Nasuhi BİLMEN
Ortadoğunun Kalbi
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
M
ekke, dünyanın kalbi; Kudüs de Ortadoğu’nun kalbidir. İşgal altında olan Kudüs’ü
kurtarmadan Ortadoğu’yu kurtarmak
mümkün değildir.
er
e hanç
n
i
b
l
a
nk
at ede
oğu’nu
h
d
a
a
r
t
r
l
ı
O
as
n biz n
e
k
r
iren ve
ı
g
n
e
a
c
l
i
p
s
sa
in
slgeye s
ö
B
leşen İ
?
r
z
i
e
r
y
i
l
i
k
b
ere
dar
nişley
e
g
e
at’a ka
ç
r
k
ı
i
F
t
t
i
n
e
g
ni
fi Nil’d
e
d
e
evleti’
h
D
n
i
i
’
d
l
i
u
ra
ah
re
üyük Y
B
tinlile
n
s
a
i
l
n
i
a
F
z
u
ün
e bize
ır. Bug
v
t
k
a
a
r
a
l
m
ı
ırl
kur
ın Mıs
r
a
y
ı
ın
ktır.
yaptığ
yapaca
4
B
Yeryüzündeki en eski şehirlerden biri de Kudüs’tür. Yine yeryüzündeki en önemli üç mabetten
biri olan Mescid-i Aksâ Kudüs’tedir. Kudüs üç ilâhî
dinde de önemli bir yere sahip olan ve kutsal sayılan şehirdir.
Kimler gelip geçmedi ki bu şehirden? Peygamberler, sahâbeler, âlimler, rahipler, hahamlar,
krallar ve nice komutanlar geldi geçti bu şehirden.
Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakup, Hz. Musa, Hz.
Davud, Hz. Süleyman, Hz. Zekeriya, Hz. Yahya,
Hz. İsa ve daha nice peygamberler geldi geçti Kudüs ve Kudüs çevresinden. İmran ailesi, Hanne ve
kızı Hz. Meryem, Meryem’in oğlu Hz. Îsâ Kudüs’te
yaşadılar.
Nisan
B
Hz. Peygamberin seçkin sahâbîlerinden Hz.
Ömer, Hz. Ebû Ubeyde, Hz. Ubâde ve daha nicelerinin yolu geldi geçti Kudüs’ten. 16/637 yılında Ebû
Ubeyde b. el-Cerrah, şehri kuşatmış ve halkla anlaşma teklif etmişti. Onlar da halife Hz. Ömer’in gelmesini istemişlerdi. 17/638 yılında Medine’den kalkıp
Kudüs’e gelen Hz. Ömer, anlaşma imzalayarak şehri
teslim almıştı. Kudüs’te bir camii yapılmasını emreden
Hz. Ömer, şehre kadı olarak tayin ettiği Ubâde b. Sâmit’ten halka İslâm’ı öğretmesinin istedi. Ubâde’nin
gayretleri ile İslâm Kudüs ve çevresinde yayıldı. İşte
o günden sonra Kudüs’te Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar
birlikte yaşamaktadırlar. Problem
orada yaşayanlardan değil, oraya
sahip olmak isteyenlerden kaynaklanmaktadır.
Hz. Osman da, Hz. Ömer gibi
Kudüs’e önem verdi. Hz. Osman
döneminde birçok sahâbî bu şehre
yerleşti ve şehrin İslamlaşması konusunda büyük gayretler gösterdiler. Kudüs’te vefat eden ve kabirleri
Kudüs’te olan birçok sahâbî vardır.
Dört halife döneminden sonra gelen Emeviler de şehre çok hizmet ettiler. Emevî
halifesi Abdülmelik b. Mervan, Kubbetü’s- Sahra’yı
yaptırdı ve Mescid-i Aksa’yı tamir ettirdi. Emevîler
döneminde yapılan îmâr ve iskân faaliyetleri ile şehrin Arap ve Müslüman nüfusu artmış oldu.
Abbasilerin iktidara gelmesi ve Bağdat’ın başşehir olmasıyla Suriye ve Filistin bölgeleri nispeten geri
planda kaldıysa da Kudüs, İslâm dünyasının Mekke
ve Medine’den sonra üçüncü kutsal şehir olma özelliğini sürdürdü. Halife Mansûr, depremlerde zarar
gören mescid-i Aksa’yı yeniden inşâ ettirdi. Abbasi
halifeleri içerisinde halife Me’mûn, Kudüs şehrine çok
önem verdi. Üç ilâhî din mensuplarının bu şehirde
huzurlu bir şekilde yaşamalarına ve gönül rahatlığı ile
ibâdet etmelerine özen gösterdi. İşte bu dönemlerde
Kudüs ilim ve eğitim-öğretim merkezi oldu.
Bir zamanlar Kudüs, Tulunoğullarının ve
Fâtımîlerin idaresi altında kaldı. 969 yılında şehre hâkim olan Fâtımîler, Kudüs’teki tüm kiliselerin yıkılmasını emrettiler. Onların bu yanlış kararı, Hıristiyanları
galeyana getirdi ve şehrin ellerinden çıkmasına sebep
oldu. Haçlılar, 1099 yılında şehri istîlâ ederek Kudüs
Krallığını kurdular. Şehre tamamen
sahip olan ve Müslümanların şehre
girmelerini yasaklayan Kudüs Krallığı 1187 yılında Selahaddin Eyyûbî
tarafından yıkıldı. 100 yıl süren haçlı seferlerine Selahaddin Eyyûbi son
verdi ve 2 Ekim 1187’de Kudüs’e
girdi.
Eyyûbîler’den sonra Memlukler’in idaresine geçen şehir, 29
Aralık 1916’da Osmanlı’nın eline
geçti. Yavuz Sultan Selim Mercidabık’ta Memlukler’e karşı kazanılan
zaferden sonra Halep, Hama, Şam
üzerinden güneye doğru ilerleyerek
29 Aralık 1516’da İdris-i Bitlisî’nin de aralarından bulunduğu devletin ileri gelenleri ve askerleriyle birlikte
Kudüs’e geldi. Ancak Kudüs, Padişah’ın gelişinden
önce, muhtemelen Ekim 1516’da Osmanlı yönetimine girmişti. Bu tarihte başlayan Kudüs’teki Osmanlı
yönetimi, 1831-1840 yıllarında gerçekleşen Kavalalı
Mehmed Ali Paşa dönemi hariç Aralık 1917’ye kadar
yaklaşık dört asır devam etti.
Osmanlı Devleti, Kudüs’ü yönetimi altına aldıktan bir süre sonra ona atfettiği özel önemi gösterir icraatlar başlatmıştır. Özellikle Kanuni Sultan
Süleyman döneminde büyük imar faaliyetleri ger-
Abbasilerin iktidara gelmesi ve Bağdat’ın başşehir olmasıyla Suriye ve Filistin bölgeleri
nispeten geri planda kaldıysa da Kudüs, İslâm dünyasının Mekke ve Medine’den sonra
üçüncü kutsal şehir olma özelliğini sürdürdü.
Nisan
B
5
B
çekleştirildi. Kubbetü’s-Sahra’nın tamiri ile başlayan
çalışmalar bugün hala ayakta duran surların inşâsı
ile sürdü. Yapımı beş yılda tamamlanan, uzunluğu
3 km. olan, yüksekliği 12 metreyi aşan surların 34
kulesi ve 7 kapısı vardır ve bunların 6’sının üzerinde
yapım tarihlerini gösteren kitabeler bulunmaktadır.
Sultan Süleyman’ın diğer önemli projesi Beytülahm
ve Halilürrahman’dan Kudüs’e su getiren kanalların
tamiri ve şehir suyunun dağıtımının yapıldığı havuzların yenilenmesinin yanı sıra beşi sur içerisinde olmak üzere altı çeşmenin yapımı olmuştur. Padişah’ın
On altıncı yüzyılın son çeyreğinden itibaren
giderek belirginleşen Osmanlı merkez idaresinin zayıflaması, Kudüs’ü de olumsuz etkilemiştir. Bunun en
açık göstergesi, genel olarak bölgenin ve özellikle de
Kudüs’e ulaşan yolların güvenliğinin zayıflamasıydı.
Kutsal mekânlara giden hacılar zaman zaman bedevilerin saldırılarına maruz kalmaktaydı. Buna çözüm
olarak yollar üzerinde güvenlik kuleleri yapıldı.
hanımı Hürrem Sultan’ın 1551’de yaptırdığı külliye
de Kudüs’ün en önemli hayır kuruluşlarındandır.
Cami, medrese, han, ribat ve imaretten oluşan külliye, Kudüs’teki Osmanlı eserlerinin önde gelenlerindendir. Günümüzde bağımsız bir vaziyette ayakta
olan imarette yüzlerce misafir sûfi medrese öğrencisi
ve yoksula yemek dağıtılmıştır. Külliyenin masraflarının karşılanması için büyük bir vakıf kuran Hürrem
Sultan, Suriye ve Filistin’de özellikle Remle civarında
birçok köy ve geniş araziyi bu vakfa tahsis ettirmiştir.
Onun 1558’de ölümünden sonra Sultan Süleyman,
Sayda civarında dört köyün arazisini daha bu vakfa
ilave etmiştir.
şehirde gerginlik çıkarıyorlardı ama Osmanlı idaresi bunlara çözüm yolları buluyordu. On dokuzuncu
yüzyılda çeşitli devletlerin Kudüs’te konsolosluklar
açması ve 1870’lerden sonra Yahudi göçünün giderek artması, 1882 ve 1905’te iki büyük Yahudi göç
dalgası Kudüs’ün nüfus yapısını değiştirmeye başladı.
Osmanlı Devleti, Yahudi göçünü ve Yahudilere toprak satışını engelleme girişimleri çerçevesinde birçok
tedbir almasına rağmen mahalli ve milletlerarası kaynaklı sebeplerden dolayı tamamen başarılı olamadı.
Özellikle ikinci Abdülhamid döneminde Siyonizm
ve Filistin’e Yahudi göçüne karşı yoğun çabalar sarf
edildi. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı
Zaman zaman Hristiyanlar mezhep ayrılıklarından, Müslümanlar da aileler arasındaki rekabetlerden
Osmanlı Devleti, Kudüs’ü yönetimi altına aldıktan bir süre sonra ona atfettiği özel
önemi gösterir icraatlar başlatmıştır. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman döneminde büyük imar faaliyetleri gerçekleştirildi. Kubbetü’s-Sahra’nın tamiri ile başlayan çalışmalar
bugün hala ayakta duran surların inşâsı ile sürdü.
6
B
Nisan
B
Devleti’nin yenilmesiyle Kudüs’ün geleceği de köklü
değişikliklere maruz kaldı.
1917-1920 yılları arasında İngiliz askeri yönetimi altında kalan Kudüs, 1920-1948 yılları arasında
İngiliz sivil yönetimi altında kaldı. İngiliz yönetiminin
Kudüs’e yapılan Yahudi göçlerini desteklemesiyle
şehrin nüfusu Yahudiler lehine gelişti. Şehrin Arap/İslâmî yapısı giderek zayıfladı.1948 yılında İsrail Devleti kurulurken şehrin altmış bin Arap nüfusuna karşılık
Yahudi nüfus yüz bin dolayındaydı. Bu nüfus yapısı
İsrail Devleti’nin kurulmasından ve Kudüs’ü başkent
yapmasından sonra giderek Yahudilerin lehine değişti. Günümüzde yaklaşık altıyüzbin nüfusa sahip olan
Kudüs’te Müslümanlar, nüfusun ancak yüzde yirmisine sahiptir. Bu oran gittikçe de düşmektedir. Çünkü
İsrail, gittikçe yeni yerleşim birimleri oluşturmakta ve
dışardan gelen Yahudileri buralara yerleştirmektedir.
Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de çevresini mübarek kıldığını açıkladığı ve son Peygamber’i Hz. Muhammed (s.a.v.)’i âyetlerini
göstermek üzere İsrâ gecesinde götürdüğü
(el-İsrâ sûresi, 17/1) kutsal Kudüs, bugün de Siyonizm’in işgali altındadır. Siyonist örgütlerin
Osmanlı merkez idaresinin
zayıflaması, Kudüs’ü de olumsuz
etkilemiştir. Bunun en açık göstergesi, genel olarak bölgenin ve
özellikle de Kudüs’e ulaşan yolların güvenliğinin zayıflamasıydı.
Kutsal mekânlara giden hacılar
zaman zaman bedevilerin saldırılarına maruz kalmaktaydı.
yürüttükleri terör ve katliam hareketleriyle
Siyonist devleti kuran Yahudiler, o günden
bu yana yürüttükleri soykırım ve zulüm politikalarıyla sayısız Müslüman’ın hayatına son
vermekle kalmayarak bir milyonu aşan Müslüman’ın yurtsuz kalmasına neden oldular. Hz.
Peygamber (s.a.s)’in ifadesiyle “Allah’ın takdis
ettiği” toprakların bu şekilde işgal edilmesi,
hiç şüphesiz tüm Müslümanları sorumluluk altında bulundurmaktadır. İslâm ülkesinin küfür ülkesi durumuna getirilmesi, Müslümanlara cihad yükünü
yüklemektedir. İslâm’ın bu hükmü,
Kudüs gibi kutsal bir yer söz konusu
olduğunda daha bir önem ve âciliyet
ifade etmektedir.
Bütün bunlar olurken biz Müslümanlar ne yapmaktayız? Ortadoğu’nun kalbine hançer saplanırken
biz nasıl rahat edebiliriz? Bölgeye
sinsice giren ve gittikçe genişleyerek yerleşen İsrail’in hedefi Nil’den
Fırat’a kadar uzanan Büyük Yahudi
Devleti’ni kurmaktır. Bugün Filistinlilere yaptığını yarın Mısırlılara
ve bize yapacaktır. Bizim, olaylar
karşısındaki gafletimiz ve vurdumduymazlığımız onun cesaretini artırmaktadır. Ne olur, kendimize gelelim!
Nisan
B
7
Sahabe Kuşağının Dindeki Yeri
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
M
undul
u
b
ı
l
zı
rine ya
e
den
z
ü
,
n
’ı
elerin
n
m
a
’
e
r
z
l
u
a
K
m
e getili yazı
n
t
i
i
l
ş
a
e
h
ç
f”
ğu
Musha
ması,
l
“
ı
t
p
l
i
a
n
ğ
e
n ço
derl
k
dında
r
a
gelece
e
e
v
i
d
l
s
i
e
k
r şe
rilm
ın
itiz bi
t
n
i
İslâm’
’
,
t
ı
e
s
n
a
n
Sü
rılm
alp dia akta
k
r
a
e
l
v
k
a
h
ru
kuş
i
nının,
â
k
ntikal
i
r
e
e
l
e
i
v
s
e
n
adap
un
esilden
n
n
i
luğun
n
u
i
l
p
n
i
o
l
t
e
sip
Sahab
eragae
f
d
e
i
v
z
t
ü
e
sir
hep g
yet, ba
a
r
i
d
,
uştur.
t
m
l
o
n
ehliye
ümkü
tiyle m
8
B
üslüman bilincinde Sahabe kuşağının (Allah hepsinden razı olsun) ayrı ve ayrıcalıklı
bir yeri vardır. Günlük sıradan davranışlarımızdan ibadetlerimize ve bilgi kaynakları hiyerarşisindeki kabullerimize kadar hayatımızın her
alanında Sahabe’nin derin etkisini görmek şaşırtıcı
değildir. İslâmî ilimlerin metodolojilerinde (Usul’lerinde) başvuru mercii olarak Kur’an ve Sünnet’ten
sonra Sahabe’nin üçüncü sırada yer almış olması
da, bu açıdan son derece tabii bir husustur.
Hatta Kur’an ve Sünnet’te yer alan hususların
nasıl anlaşılması gerektiği noktasında bir tereddüt
söz konusu olduğunda Sahabe’nin birinci referans
kaynağı olarak kabul edilmesi, Ehl-i Sünnet’i diğerlerinden ayıran en temel hususlardan biri olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bu sebepledir ki, herhangi
bir hususta Kur’an ve Sünnet’in “ne dediği” sorusunun cevabı aranırken Sahabe’nin belirleyiciliğine
başvurulması -bir de aralarında görüş birliği oluşmuşsa- bizim için kesinlikle tartışma konusu değildir.
Nisan
B
Sahabe bizim için sadece bir “bilgi kaynağı”
olarak değil, “örneklik” olarak da vazgeçilmezdir. Bu
dinin nasıl yaşanacağını, nasıl ideal Müslüman olunacağını doğrudan Efendimiz s.a.v.’den öğrenmek
şüphesiz ki sadece onlara kısmet olmuştur. Peygamber öğrencisi olmak, Kur’an’da ve Sünnet’te övülmek
suretiyle ebedileşmek dünyada hangi kıymet ile denk
tutulabilir?
İşte bu sebeple Ehl-i Sünnet, sahabîlik faziletinin peygamberlik dışındaki diğer bütün hususiyetlere üstün geldiğini kabul etmiştir. Daha sonra gelen
kuşaklar arasında ilimde birçok sahabîden (özellikle
Efendimiz s.a.v. ile uzun süre birlikte bulunma imkânına sahip olamamış sahabîlerden) ileri seviyede
bulunanlar çıkabileceğini, ancak Sahabe’den sonra
gelen kuşaklara mensup hiçbir ferdin sahabîlik faziletinden doğan üstünlüğe ulaşamayacağını söylemiştir.
Bunun için biz, herhangi bir sahabînin adını yazdığımız veya söylediğimiz zaman, hemen arkasından
“Allah ondan razı olsun” anlamında “radıyallâhu anh
(kısaca r.a.)” dua cümlesini ekleriz.
Sahabe’yi ayrıcalıklı
kılan
Kur’an ve Sünnet’in Sahabe’ye yaptığı vurgu
hepimizin malumudur. Konuyla ilgili ayet ve hadisleri
toplayan ve açıklayan sayısız eser yazılmıştır. Sahabe
kuşağının Yüce Allah nezdinde farklı bir değere sahip olduğunu ifade buyuran ayetlerden biri şöyledir:
“Muhacirun ve Ensar’dan sâbıkûn-i evvelûn ve
bir de ihsan şuuruyla onlara tabi olanlar var
ya, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte
büyük kurtuluş budur.” (Tevbe, 100)
Bu ayette yer alan bir inceliğe kısaca dikkat
çekerek devam edelim: Ayette geçen “sâbıkûn-i evvelûn” ifadesi “önce geçen ilkler” demektir. Bu ifadeyle iki anlam kastedilmiş olabilir:
1. Muhacirun ve Ensar arasında salih amellerde
önce davranıp diğerlerini geride bırakanlar. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: Muhacirun ve Ensar’dan, hem salih amel işlemede önce davranıp diğerlerini geride bırakanlardan, hem de ihsan şuuruyla
onlara tabi olanlardan Allah Tealâ razı olmuştur.
2. Salih amel işlemede önce davranıp diğer insanları geride bırakanlar, Muhacirun ve Ensar’ın tamamıdır; “onlara ihsan şuuruyla tabi olanlar” ifadesi
de, Tabiun’dan başlayarak kıyamete kadar gelecek
olan bütün Ümmet fertleri arasından bu özelliği taşıyanları anlatmaktadır.
Görüldüğü gibi ayeti nasıl anlarsak anlayalım,
Sahabe kuşağının Allah Tealâ’nın rızasına nail olduğu gerçeği değişmemektedir. Bu özellik sebebiyledir
ki Efendimiz s.a.v., ümmetini onlar konusunda ikaz
etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ashabım hakkında uygunsuz söz söylemeyin. Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, sizden birinin Uhud dağı kadar
altını olsa ve o bunun tamamını Allah yolunda
infak etse, onların bir-iki avuçluk infakın(ın
sevabın)a, hatta yarısın(ın sevabın)a bile ulaşamaz.” (Buharî, Müslim, Tirmizî)
Sahabe’siz dinlerin
akıbeti
Şüphesiz her şey ilâhi takdir iledir. Kur’an’dan
önceki ilâhi kitapların tahrif olması da elbette ilâhi takdir çerçevesinde cereyan etmiştir. Ancak ilâhi takdirin
“sebepler” vasıtasıyla cereyan ettiği de bir vakıadır.
Söz konusu tahrif faaliyetini ve o kitaplara inandığını
söyleyen kitlelerin zamanla haktan bâtıla sapmasını
sebepler zemininde mercek altına aldığımızda, Sahabe’nin nasıl kilit bir rol üstlendiğini yakından müşahede etme imkânına kavuşuruz. Özellikle Efendimiz
s.a.v.’den önceki son iki büyük peygamber Hz. Musa
ve Hz. İsa’nın (ikisine de selam olsun) sahabelerinin
durumu bu noktada son derece dikkat çekicidir.
Acaba Sahabe Kur’an ve Sünnet’i ezberleyip, ardından yazıya geçirip kendilerinden sonra
gelenlere aktarmasa ve onları da aynı hassasiyeti gösterme konusunda eğitmeseydi Kur’an ve Sünnet bize kadar intikal eder miydi?
Nisan
B
9
B
Hz. Musa a.s. ve
İsrailoğulları
Hz. Musa a.s., Yüce Allah’tan, İsrailoğulları’nı
Mısır’daki zelil kölelik hayatından kurtarma emri aldığında hemen harekete geçmiş, Mısır’ı terk etmek
üzere İsrailoğulları ile birlikte yola çıkmıştı. Firavun
bu durumu fark edip arkalarından kovalamaya başlayınca, İsrailoğulları hayli ilginç bir tepki gösterdiler.
Tevrat durumu şöyle anlatıyor:
“Ve Firavun yaklaştı ve İsrailoğulları gözlerini
kaldırdılar ve işte, Mısırlılar arkalarından yürüyorlardı; ve çok korktular ve İsrailoğulları Rabb’e feryat ettiler. Ve Musa’ya dediler: Mısır’da kabirler bulunmadığı
için mi çölde ölmek üzere bizi getirdin? Bizi Mısır’dan
çıkarmakla bize ettiğin bu nedir? Mısır’da sana, ‘Bırak bizi, Mısırlılar’a kulluk edelim!’ diye söylediğimiz
söz bu değil midir? Çünkü çölde ölmektense Mısırlılar’a kulluk etmek bizim için daha iyi olurdu.” (Çıkış,
14/10-12)
İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkıştan itibaren yol
boyunca gösterdiği tavır, yukarıdaki Tevrat pasajında
da görüldüğü gibi, her sıkıştıklarında isyan etmek olmuştur. İşte bir örnek daha:
“Ve İsrailoğulları’nın bütün cemaati (…) Refidim’de kondular; ve kavme içecek su yoktu. Ve kavim Musa ile çekişip dediler: Bize su ver de içelim.
Ve Musa onlara dedi: Niçin benimle çekişiyorsunuz?
Niçin Rabb’i deniyorsunuz? Ve kavim orada susadı;
ve kavim Musa’ya karşı söylenip dedi: ‘Bizi, oğullarımızı ve hayvanlarımızı susuzlukla öldürmek için, niye
bizi Mısır’dan çıkardın?’ Ve Musa Rabb’e feryat edip
dedi: Bu kavme ne yapayım? Az daha beni taşlayacaklar. (…) Çünkü İsrailoğulları (Musa ile) çekiştiler,
ve çünkü acaba Rab aramızda mı yoksa değil mi diyerek Rabb’i denediler.” (Çıkış, 17/1-7)
Tevrat incelendiğinde baştan sona bu türlü örneklerle dolu olduğu görülecektir. Son örneği, Hz.
Musa a.s. Tevrat’ı almak üzere Tur dağına gittiğinde
olanlar konusundaki Tevrat pasajlarını aktararak vermiş olalım.
Hz. Musa a.s., Tevrat’ı almak üzere Tur’a gittiğinde, İsrailoğulları’ndan yoldan sapmayacaklarına
dair söz almıştı. Ancak sözlerine sadık kalmadılar ve
10
B
altından bir buzağı yaparak ona tapınmaya başladılar. Muharref Tevrat bu buzağıyı Hz. Harun a.s.’ın
yaptığını söylerse de, gerçekte buzağıyı yaparak İsrailoğulları’nın ona tapınmasını sağlayan kişi Samirî’dir.
(Kur’an-ı Kerim, Tâ-Hâ, 85). Dolayısıyla burada Tevrat’ın bir başka tahrifi söz konusudur. Hz. Harun ise
bu şirke mani olmak istemişti; ancak kendisini ölümle
tehdit ederek dinlememişlerdi. (Kur’an-ı Kerim, A’râf,
150). Esasen İsrailoğulları Nil nehrinden kurtulduktan sonra yola devam ettiklerinde, pagan (puta tapan) bir kavme rastlamış ve Hz. Musa’dan, kendileri
için böyle putlar yapmasını istemişlerdi. (A’râf, 138).
Kur’an’ın, altından buzağı yapma işini İsrailoğulları’na nisbet eden ayetleri (Bakara 51-54, 92-93; Nisâ,
153…) de dikkate alındığında, Samirî’nin bu suçta
yalnız olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Hz. İsa a.s. ve
Havariler
Hz. İsa a.s. tebliğine başladığında Filistin bölgesinde Roma İmparatorluğu’na bağlı özerk bir Yahudi
idaresi hakimdi. Dolayısıyla Hz. İsa a.s. terk-i dünya
ettikten sonra, onun sahabisi olan Havariler, bir taraftan işbirlikçi Yahudi gruplarla, bir taraftan da Roma
idaresiyle mücadele etmek zorunda kalmışlardı.
Bir süre sonra Pavlus isimli yahudinin ortaya
attığı müşrik Hıristiyanlık modeli de rağbet görmeye
başladı. Dolayısıyla Havariler üç cephe ile aynı anda
mücadele etmek zorunda kaldılar. Yahudiler ve Romalılar tarafından kovuşturmalara uğratıldılar, yargılandılar. Bir süre sonra kimi öldürüldü, kimi de Filistin’i terk etmek zorunda kaldı.
Bu baskı ve zulüm ortamında Havariler, ne Hz.
İsa a.s.’ın tebligatını, ne de İncil’i gereği gibi muha-
Nisan
B
faza edebildiler. Gerek sayılarının azlığından, gerekse yaşadıkları ortamın olağanüstü hareketliliğinden,
Tevhid akidesini ve İncil’in mesajını kendilerinden
sonra gelenlere gereği gibi aktaramadılar. Hz. İsa
a.s.’dan kısa bir süre sonra Havariler de birbiri ardınca dünyadan göçünce, meydan yahudilere ve müşrik
hıristiyanlara kaldı.
Hz. İsa a.s.’ın tebliği, kendisinden sonra aradan
bir nesil dahi geçmeden Pavlus tarafından “üçlü ilâh
modeli”ne dayanan şirk itikadına nasıl dönüştürüldü?
Elimizde mevcut muharref (tahrif edilmiş, aslından
uzaklaştırılmış) İncillerde bile Hz. İsa a.s.’ın, kendisi
için “Tanrının oğlu” ifadesini kullandığı zikredilmezken, bakınız Pavlus bu inancı nasıl yerleştiriyor:
“Çünkü şimdi insanların rızasını mı, yoksa Tanrı’nın rızasını mı arıyorum, yahut insanları hoşnut etmeye mi çalışıyorum? Eğer hâlâ insanları hoşnut etseydim, Mesih’in (İsa’nın) kulu olamazdım. Çünkü ey
kardeşler, size bildiriyorum ki, benim tarafımdan vaz
olunan İncil insana göre değildir. Çünkü ben onu insandan almadım ve öğretilmedim; fakat İsa Mesih’in
vahyi ile aldım. Fakat Tanrı (…) milletler arasında onu
vaz edeyim diye kendi oğlunu bende keşfetmeye razı
olunca…” (Galatyalılar’a Mektup, 1/10 vd.)
Adına Hıristiyanlık denen bu dinin Hz. İsa a.s.
ve onun sahabesi olan Havariler ile herhangi bir ilgisi
yoktur. Hal böyle iken nasıl olmuştur da kısa bir zaman içerisinde Hz. İsa a.s.’ın saf Tevhid’e dayalı tebligatı ve İncil kaybolmuş, yerini şirk esaslı Hıristiyanlık
dinine bırakmıştır?
Sahabe’nin kilit rolü
Eğer Hz. Musa ve Hz. İsa (ikisine de selam olsun), Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in Sahabesi gibi
bir ilk ve örnek nesle sahip olabilselerdi, tebliğ ettikleri din ve kitap tahrif edilemez, tebligatları aslından
uzaklaştırılamazdı.
Bu kesin yargıya nereden varıyoruz? Şüphesiz
ki Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in “ilk/örnek nesil”
yetiştirme konusundaki gayret ve hassasiyetinden,
bir de Sahabe-i Güzin efendilerimizin Kur’an ve Sünnet’in muhafazası uğruna gösterdiği yeri doldurulamaz feragat ve fedakârlıklardan..
Kur’an’ın, üzerine yazılı bulunduğu çeşitli yazı
malzemelerinden derlenip “Mushaf” haline getirilme-
Nisan
B
si ve ardından çoğaltılması, Sünnet’in titiz bir şekilde
gelecek kuşaklara aktarılması, İslâm’ın adap ve erkânının, ruh ve kalp disiplininin nesilden nesile intikali
hep güzide Sahabe topluluğunun ehliyet, dirayet, basiret ve feragatiyle mümkün olmuştur.
Onlar ki, İsrailoğulları en küçük bir zorluk karşısında “Ey Musa! Sen ve Rabbin gidip savaşın.
Biz burada oturacağız!” (Maide, 24) derken, Bedir Savaşı öncesinde Efendimiz s.a.v.’e şöyle seslenmişlerdi:
“Ya Rasulallah! Allah sana ne emir buyurduysa, onu yap. Ne tarafa gidersen git, biz
kesinlikle seninle beraberiz. Biz, İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya dedikleri gibi, ‘Ey Musa!
Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz burada oturacağız’ demeyiz. (…) Biz sana iman ettik, seni
tasdik ettik ve bize getirdiğinin hak olduğuna
şehadet ettik. Bu konuda sana uymak ve itaat
etmek üzere söz verdik. Bu durumda sen ne
dilersen onu yap. Seni hak peygamber olarak
gönderen Allah’a yemin olsun ki, sen bize denizi gösterip dalsan, biz de seninle birlikte dalarız, içimizden bir tek kişi bile geri kalmaz.
(…) Yoluna devam et. İstediğin kimseyle bağ
kur, istediğin ile de alakayı kes. İstediğinle
düşmanlık et, istediğinle barış yap. İstediğin
kadar mallarımızdan al ve dilediğini de bize
ver. Mallarımızdan aldığını, bize bıraktıklarından daha çok severiz. Bize ne emredersen ona
tabi oluruz.” (İbn Kesîr, 3/557)
Efendimiz s.a.v.’in
hassasiyeti
Kur’an’ı ve Nebevî örnekliği gelecek kuşaklara
aktaracak kilit bir neslin yetiştirilmesinin öneminin elbette farkında olan Efendimiz s.a.v., Sahabe’nin her
bakımdan tam arzu edilen kıvamı kazanması için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Mescid-i Nebi’nin sofasında barınan “Ashab-ı Suffe”ye özel bir itina gösteriyor, onların mükemmel birer eğitici/öğretici vasfına
sahip olması için alabildiğine titizleniyordu. İslâm’ın
diriltici soluğunu ruhlarında henüz hissedememiş kabilelere gönderilmek üzere tebliğci ve eğitici bir ekip
istendiğinde bu güzide kadrodan 70 kadar sahabîyi
11
B
göndermiş, ancak sahabîler, Bi’r-i Maune kuyusunun
başında pusuya düşürülerek şehid edilmişlerdi.
Hayatı boyunca beddua ettiği nadir olarak
nakledilen Efendimiz s.a.v. bu olaydan o derece müteessir olmuştur ki, kaynaklar, Efendimiz s.a.v.’in, o
70 seçkin sahabîye suikast düzenleyen Ri’l, Zekvân
ve Usayye kabilelerine bir ay süreyle beddua ettiğini
nakletmektedir. (Taberî, Târîhu’r-Rusul ve’l-Mülûk,
2/81, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/71)
Ashabını dinî meseleleri nasıl çözüme kavuşturacakları konusundan, aile efradına karşı nasıl muamele edeceklerine, ibadetlerinden beşerî münasebetlere kadar her alanda müstesna bir itina ile yetiştiren
Efendimiz s.a.v., şüphesiz Hz. Musa ve Hz. İsa’nın
(ikisine de selam olsun) yaşadığı olaylardan ve kendilerinden sonra neler olup bittiğinden haberdardı ve
Sahabe’sini böyle bir arka planı dikkate alarak yetiştirmişti.
Burada tek tek zikredemeyeceğimiz pek çok
hadisinde Sahabe’yi ilim öğrenmeye, edebe, ahlâka,
toplumsal ve ailevî sorumluluklara riayete… teşvik
etmiş, onların da öğrendiklerini kendilerinden sonra
gelenlere aynı şekilde aktarmalarını emir buyurmuştu.
Acaba Sahabe Kur’an ve Sünnet’i ezberleyip,
ardından yazıya geçirip kendilerinden sonra gelenlere aktarmasa ve onları da aynı hassasiyeti gösterme
konusunda eğitmeseydi Kur’an ve Sünnet bize kadar
intikal eder miydi?
Bu soruya Kur’an’ın muhafazasının bizzat Yüce
Allah tarafından garanti altına alındığı söylenerek
(Hicr, 9) cevap verilebilir mi? Bu soruya “Hayır” diyoruz. Zira yukarıda da söylediğimiz gibi ilâhi takdir
“sebepler” vasıtasıyla tecelli etmektedir. Şu halde
doğrusu, Allah Tealâ’nın, Kur’an’ı Sahabe vasıtasıyla
korumuş olduğunu söylemektir.
Aksi durumda ne olurdu?
Tevrat ve İncil’in
başına gelenler
Tevrat tek nüsha olup ezberlenmemiş ve çoğaltılmamıştı. Sadece 3 veya 7 senede bir, bulunduğu
Ahit Sandığı’ndan çıkarılıp halka okunuyordu. Üstelik Hz. Musa a.s.’dan uzun yıllar sonra tam yedi kere
topluca dinden dönmüş bulunan İsrailoğulları’nın
Tevrat’ı gerektiği gibi muhafaza ettiğini söylemek de
imkânsızdır. (G. Tümer-A. Küçük, Dinler Tarihi, 231)
Havariler’in başına gelenleri de yukarıda özet
olarak zikretmiştik. Onlar dünyadan ayrıldıktan sonra İncil adıyla kaleme alınmış birçok metin dolaşıma
çıkmıştır. 325 yılındaki İznik Konsili’nde 4’e indirilene
kadar mevcut İncillerin sayısının 100’ü aşkın olduğu
bilinmektedir. (Şaban Kuzgun, Dört İncil, Farklılıkları,
Çelişkileri, 124)
Bu durumları göz önünde bulunduran Efendimiz s.a.v.’in, Sahabe’nin Kur’an’ı ezberlemesine,
hükümlerini öğrenmesine, buna ilaveten Sünnet’i de
iyice kavrayıp bellemelerine özel bir itina göstermiş
olmasına şaşırmamalıdır. Gerçek şu ki, Sahabe de
(Allah hepsinden razı olsun) bu kritik görevi hakkıyla
ifa etmiş, bir taraftan fütuhat ile meşgul olurken, diğer taraftan Kur’an ve Sünnet’i Efendimiz s.a.v.’den
aldıkları gibi Tabiûn kuşağına aktarmakta en küçük
bir ihmal ve kusur göstermemiştir.
Ulemanın, ilim öğreniminde kitaptan okumayla
yetinilmeyip, hoca-talebe ilişkisine riayette ısrar etmesinin hikmeti burada yatmaktadır. Kur’an ve Sünnet
ilimlerini Sahabe, Efendimiz s.a.v.’den almıştı. Onlar
Tabiûn’a, onlar Tebe-i Tabiin’e… aktardı ve bize kadar böylece devam edip geldi. Anlaşılmış olmaktadır
ki, icazetli bir hocanın dizinin dibine oturan kimse ondan sadece ilim almamakta, ilimdeki senedini Efendimiz s.a.v.’e kadar dayandırmakla Nebevî feyizden de
nasipdar olmaktadır.
Günümüzde Sahabe hakkında ölçüsüzlük sergilediği görülen kimseler acaba Sahabe kuşağına bir
de bu açıdan bakmayı denemişler midir?..
12
B
Nisan
Peygamberimiz(s.a.v)’in Gençleri
Ersan BİLGİN
B
er şeyh
a
d
n
nı
r,
h’ın ya
a
l
l
u
habile
l
a
u
s
ç
n
R as
ge
r olan
a
v
r türlü
e
l
e
y
h
,
n
leri
a
imiz bir im
a
m
a
m
s
l
ı
e
s
v
as
sar
bir ihl
k
k
a
z
u
en uza
n
d
a
ü
d
t
a
n
y
i
ü
r
rk
n
u ve ü
k
r
o
ilmeye
k
b
,
k
a
yet
ulm
d,
m, yor
i
z
a
ve ciha
r
i
a
b
m
ş
ı
al
r
lı bir ç
şka bi
a
m
b
a
v
n
e
e
d
erd
k
da zaf
a
y
akarlı
t
d
e
e
f
d
a
r
i
h
şe
mb
yan ta
a
m
ı
n
şey ta
ydiler.
sahibi
Nisan
B
u yazımızda İnsanlığın Efendisi Peygamberimiz’in (s.a.s) etrafında pervane olan genç
sahabilere değineceğiz. Malumunuz insanlık
tarihinin en köklü değişikliklerinden birini 23 yıl
gibi kısa bir zamanda en mükemmel şekilde gerçekleştiren İslam, toplumun her kesiminden ilgi ve
kabul görmüştür. Rasulullah sallallahu aleyhi
ve sellem, tebliğe başladığı ilk andan itibaren kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir,
hür-köle ayırımı yapmaksızın tüm insanları
İslam’a davet etmiştir.
Bununla beraber İslam davetine ilk olarak
olumlu cevap veren, iman ve itaat eden ve Peygamberimiz’in yanında yer alan fertler arasında
gençlerin çoğunlukta olduğu görülmektedir. Bu İslam (İnsanlık) Tarihi boyunca da hep böyle olmuştur.
İlk Müslümanlardan birkaç kişi 50 yaş civarında, birkaç kişi 35 yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk ise 30 yaşın altında bulunuyordu. İslam’ı yay-
13
B
ma ve fedakarlık konusunda Hz. Rasûlullah’a
asıl destek ve yardımcı olanlar samimi olarak
iman ve itaat eden idealist gençler oldular. İlk
Müslümanlardan daha dünyadayken Cennetle müjdelenen 10 kişinin tamamı, gençlerden meydana gelmiştir. Bedir ve Uhud Ashabı olarak bilinen çilekeş
sahâbiler, genellikle gençlerdi.
Mesela genç yaşta İslam’ı kabul edenlerden
ve İslam davasına fedakârca katılanlardan Hz. Ali
10, Zeyd b. Hârise 15, Abdullah b. Mes’ud ve
Zübeyr b. Avvam 16, Talha b.
Ubeydullah, Abdurrahman b.
Avf, Erkam b. Ebi’l-Erkam ve
Sa’d b. Ebî Vakkas 17, Mus’ab
b. Umeyr 18-20, Abdullah b.
Ömer 13, Câfer b. Ebî Tâlib
22, Osman b. Huveyris, Osman
b. Affan, Ebû Ubeyde ve Hz.
Ömer 25-31 arası yaşlardadır.
Allah hepsinden razı olsun.
Bunların dışında genç yaşta
İslam’ı kabul eden pek çok mübarek
şahıs mevcuttur. Bunlar arasından
İslam’ın Mekke ve Medine dönemlerinde ve Hz. Peygamberimiz’in
vefatından sonraki dönemlerde de İslam için çok
önemli fonksiyonlar üstlenen şahsiyetler yetişmiştir.
İçlerinden alimler, devlet başkanları ve ülkeler fetheden komutanlar çıkmıştır.
Örneğin, Bedir Cihadı için İslam ordusu hazırlanırken çocuk sahabiler de bu kutlu orduya katılmak
istediler. Ortaokul çağlarına tekabül eden yaşlara yeni girmek üzere olan bu çocuk sahabiler
kimdi? Abdullah bin Ömer, Usame bin Zeyd, Umeyr
bin Ebu Vakkas, Abdullah, Usame, Umeyr, vd. Allah
onlardan razı olsun.
Efendimiz (s.a.s) bu çocuk sahabileri ve orduya
katılmak isteyen hanım sahabileri geri çevirdi. Başlarını önlerine eğip üzüntü içinde eve döndüler. Bugünkü ilkokul yaşlarına tekabül eden dönemleri yaşayan
çocuk sahabilerin orduya katılmasına izin verilememesine karşın İslam Ordusunun sancaktarlığını
ise onlardan üç beş yaş büyük ağabeyleri yapıyordu. Hazreti Ali, Mus’ab bin Umeyr, Sa’d bin Muaz
İslam Ordusunun sancaklarını taşıyordu. Şuur böyle
bir şey işte.
Peygamberimiz gençlere çok önem verirdi. Bir
hadislerinde Sevgili Peygamberimiz (s.a.s), “Size
gençlere hayırla muamele etmenizi tavsiye ederim. Çünkü,
onların kalbi daha incedir. Allah beni doğruluk ve müsamahakâr Tevhid diniyle gönderdi.
Bana gençler yardım etti (destekledi), ihtiyarlar uzaklaştı (karşı çıktı)” buyurdu ve şu mealdeki
âyeti okudu: “Zaman uzadı da
kalpleri katılaştı. Onların çoğu
fâsıktırlar.” (Hadîd Sûresi, 16)
Her biri birer iman, ahlak,
ilim, ihlas, ibadet, edeb ve fazilet
abidesi, Sevgili Peygamberimiz’in
(s.a.s) mübarek torunları, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a)Efendilerimiz, Peygamberimiz
(s.a.v) tarafından Müslüman gençlere örnek gösterilmiş ve ümmete “Cennet Gençlerinin Efendileri”
olarak takdim edilmiştir. (Tirmizi, İbn Mace)
Yine Enes b. Malik (ra)’ın anlattığına göre, Ensar’dan Rasulullah’ın terbiyesinde, Kur’an’ı ezberleyen ve İslam’ı bilen 70 genç vardı ki, bunlara “Kurrâ” denilirdi. Akşamları Medine’nin çeşitli bölgelerine
dağılırlar, ders halkaları oluştururlar, İslam’ı, Kur’an’ı
öğretirlerdi. Oralardaki halka namaz kıldırırlar, sabah
olunca da Hz. Peygamberimiz’in mescidine gelirlerdi. Rasulullah, İslam’a davet için onları Bir-i Maune
Allah’ın hükümleri yeryüzünde hâkim olsun ya da olmasın her şart altında
Müslümanca bir duruş sergilemek mümkündür. Ki Hakkın tesir gücü vardır.
14
B
Nisan
B
Rasulullah’ın gençlerle diyaloğundan hedeflediği; Allah rızası için yaşayan, imanlı,
ahlaklı, iffetli, ilim ve aksiyon sahibi şuurlu Müslüman bir gençlik ve bu ruha sahip bir
toplum oluşturabilmekti.
denilen yere göndermişti. Ancak onlar tuzağa düşürüldü ve hepsi de şehid oldular. Bunun üzerine Hz.
Peygamberimiz (s.a.s) tam 15 gün sabah namazlarında kunut duasını okuyup, o 70 genç Müslümanı
şehid eden zalimlere beddua etti. (Ahmed b. Hanbel)
Rasulullah’ın gençlerle diyaloğundan hedeflediği; Allah rızası için yaşayan, imanlı, ahlaklı,
iffetli, ilim ve aksiyon sahibi şuurlu Müslüman
bir gençlik ve bu ruha sahip bir toplum oluşturabilmekti. Rasulullah Efendimiz, “Allah’ın (arşının) gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmadığı o zor günde
yedi sınıf insanın Allah’ın gölgesinde gölgeleneceği”
haberini vermiştir. Bu hadiste ilk olarak “adaletli
yönetici”, ikinci sırada da “Rabbine ibadetle yetişen genç”i zikretmektedir. (Buharî)
Sevgili Peygamberimiz’in gençlere olan bu ilgisi
sayesinde, genç sahabiler, canlarını, mallarını, ailelerini Allah yolunda feda edecek kıvama gelmişlerdi.
Müslüman olur olmaz birçoklarının başta ailesi olmak
üzere, Mekkelilerden gördükleri baskılar, korkunç işkenceler, zulümler, açlık ve abluka yılları onları asla
yıldırmamıştır. Onlar gecelerini gündüzlerine katarak
İslam’ın yayılmasını, bizlere ve dünyaya ulaşmasını,
zaferini ve yerleşmesini sağladılar. Çoğunluğu gençlerden oluşan, Dar’ul Erkam’ı merkez edinen
ilk Müslümanlar, Allah’a ve Rasulü’ne olan
sağlam iman ve itaatleriyle İslam’ın zaferini
gerçekleştirdiler. 8 yıl gibi kısa bir süre sonra
kovuldukları Mekke’yi hem de kan dökmeden
fethettiler.
Rasulullah’ın yanında her şeyleriyle var olan
genç sahabiler, sarsılmaz bir iman, her türlü riyadan uzak bir ihlas ve samimiyet, korku ve
ürküntüden uzak bir azim, yorulmak bilmeyen
devamlı bir çalışma ve cihad, şehadet yada
zaferden başka bir şey tanımayan tam bir fedakarlık sahibiydiler. Ashabı Kehf’in şahsında Allah
Teala, imanlı ve şuurlu gençlere ilahi destek vadetmektedir: “Onlar Rablerine inanmış gençlerdi.
Biz de onların hidayetlerini artırdık.” (Kehf,13)
Sevgili Kardeşim sözün özü şudur:
- İslam şu an gerçekleşmesi mümkün olmayan ve gelecekte yaşanılacak olan bir ütopya değildir. İslam tüm zamanlara ve mekânlara hitap eder.
- Allah’ın hükümleri yeryüzünde hâkim
olsun ya da olmasın her şart altında Müslümanca bir duruş sergilemek mümkündür. Ki
Hakkın tesir gücü vardır.
- İslam’ın Medine’de devlet olduğu günlerde
nasıl ki Bedir’de, Uhud’da, Huneyn’de hakkın hâkimiyeti için mücahede edilmişse, aynı şekilde İslam’ın
Mekke’de henüz devlet olmadığı günlerde de hakkın
hâkimiyeti için mücahede edilmiştir.
- Hazreti Hamza, Haztreti Musab bin Umeyr,
Hazreti Hanzala devletli günlerin şehitleriyse; Hazreti
Yasir, Hazreti Sümeyye de devletsiz günlerin şehitleridir.
- Müslümanca bir tutum takınmak için
yarına yatırım yapılmaz.
- Müslümanca duruş bugünün hesabını
verebilmektir. Ne demiştik, “iman istikamettir.”
- İslam yarın yaşanmak üzere değil “hemen şimdi” için inmiştir. Vesselam.
Nisan
B
15
Örnek Nesil
SAHÂBE
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
H
a
ak k ınd
h
m
ı
b
ha
ar
ah! As
l
l
. Zinh
A
n
h
ı
a
n
l
ı
l
k
A
“
sa
aekten
m
e
l
ef alm
y
d
ö
e
s
h
z
ı
r
ö
s
nla
ği
onra o
s
n
i sevdi
e
n
d
e
b
,
ben
en
, bana
arı sev
l
n
n
e
d
O
e
.
z
ğ
yın
lara bu
n
o
nlara
;
r
O
e
.
r
v
e
e
s
d
ğze
için
çin bu
i
i
ermiş,
ğ
i
v
t
t
t
e
e
y
z
i
ğ
ez
bu
et
, bana
n
e
r
e
’a eziy
v
h
t
a
l
e
l
y
i
A
ez
se
et veren
e
y
i
yet ver
i
z
z
e
e
a
a
n
’
ba
llah
yılır. A
ır.”
a
s
ş
i
landır
a
z
verm
e
c
l lah
ni d e A
16
B
adisçiler sahâbeyi, “Hz. Peygamber devrini idrak etmiş, Müslüman olarak Peygamber’i (s.a.v.) görmüş, sohbetinde bulunmuş
ve Müslüman olarak ölmüş kimselerdir” diye tarif
ederken; usûlcüler buna “Peygamber’le uzun süre
beraber bulunmayı veya bir iki gazveye katılmayı
veya da ondan hadis rivâyet etmeyi” de şart koşarlar.
Sahâbe nesli, İslâm ümmetinin ilk ve hadis rivâyetinin en önemli halkasını oluşturur. Onlar, canlarını ve mallarını tereddüt etmeden İslâm
için ortaya koymaları, Hz. Peygamber’e gönülden
bağlanmaları, Kur’an ve sünneti yaşama ve yaşatmadaki gayretleri sebebiyle Allah Teâlâ tarafından
insanlığa örnek gösterilmişlerdir. Bu âyetlerden bir
kaçı şöyledir:
Âyetlerde Sahâbe
Sahabe, insanlığın iyiliği için ortaya çıkarılmış
hatırlı ümmettir. “İşte böylece sizin insanlığa
Nisan
B
şahit olmanız resulün de size şahit olması için
sizi mutedil bir millet kıldık…” (Bakara, 2/143).
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en
hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten
meneder ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i Imrân,
3/110).
Onlar sıkıntı anlarında bile Allah ve Rasûlü’ne
kulak verdiler. “O müminler ki, kendilerine yara
isabet ettikten sonra bile Allah ve Rasül’ün
çağrısına kulak verdiler. Onların içinden, güzel işler yapıp takvaya sarılanlara büyük bir
ödül vardır. O müminler ki, insanlar kendilerine, “hak size karşı bir araya gelmiş, korkun
onlardan” dediklerinde, bu onların imanını
artırdı da şöyle dediler:”Allah bize yeter. Ne
güzel vekildir O.” (Âl-i Imrân, 3/172-173).
Onların hepsine de Allah bir güzellik vermiştir.
“Müminlerden -özür sahibi olanlar dışındaoturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler bir olmaz. Allah, malları ve
canları ile cihat edenleri, derece bakımından
oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine
de güzellik (cennet) vaat etmiştir; ama mücahitleri, oturanlara büyük ecirler, dereceler,
mağfiret ve rahmetle üstün kılmıştır. Allah çok
bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Nisâ, 4/95-96).
“Elbette içinizden, fetihten önce harcayan ve
savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara
eşit değildir. Onların derecesi, sonradan infak
eden ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı vadetmiştir. Allah’ın yaptıklarınızdan haberi vardır.” (Hadid, 57/10).
Onlar Ümmi Peygamber’e uyanlar ve kurtuluşa
erenlerdir. “Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi Peygamber’e
uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar.
Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir.
O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona
yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura
uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.”
(A’raf, 7/57).
Muhâcir ve Ensardan Allah razı olmuştur ve
gerçek Mü’min onlardır. “İman edip de hicret
edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla
cihat edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer
bir kısmının dostlarıdır.” (Enfâl, 8/72). “İman
edip de Allah yolunda hicret ve cihat edenler,
bunları barındıran ve yardım edenler var ya,
işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. Sonradan iman eden ve
hicret edip de sizinle beraber cihat edenler de
sizdendir.” (Enfâl, 8/74-75). “Fakat Peygamber
ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihat ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir.
Allah onlara içinde ebedi kalacakları ve zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır.
İşte büyük kazanç budur.” (Tevbe,9/88-89). “(İslam dinine girme hususunda) öne geçen ilk
muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi
olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah
onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden
ırmaklar akan ırmaklar hazırlamıştır. İşte bu
büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 9/100). “Andolsun
ki Allah, Müslümanlardan bir grubun kalpleri
eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamberi ve
güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul
etti. Çünkü O, Onlara karşı çok şefkatli, pek
merhametlidir.” (Tevbe, 9/117).
Ağacın altında biat edenlerden Allah razı olmuştur. “Muhakkak ki sana biat edenler ancak
Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların
ellerinin üzerinedir. Kim ahdini bozarsa, an-
“Ashabım hakkında uygunsuz sözler söylemeyiniz. Ashabım hakkında uygunsuz
sözler söylemeyiniz. Eğer, sizden birinin Uhud Dağı kadar altını olsa ve bunun tamamını
Allah yolunda infak etse, onların infak ettiği bir ölçeğe, hatta yarısına bile mukabil gelmez.”
Nisan
B
17
B
cak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah
ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük
bir mükafat verecektir.” (Fetih, 48/10). “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken
Allah, o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş
ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.
Yine onları elde edecekleri birçok ganimetlerle de mükafatlandırdı. Allah üstündür, hikmet
sahibidir.” (Fetih, 48/18-19).
İnanıp iyi işler yapanlara bağışlanma ve büyük
ecir vardır. “Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberin bulunanlar da kafirlere karşı çetin, kendi
aralarında merhametlidirler. Onları rukûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf
ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki
secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır.
İncil’deki vasıfları ise şöyledir: Onlar filizini
yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek
kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle
kafirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi
işler yapanlara mağfiret ve büyük mükafat vadetmiştir.” (Fetih, 48/29).
Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile kardeşlerini
kendilerine tercih ederler. “ Daha önce Medine’yi
yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş
olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri
severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendilerine
zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden
korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”
(Haşr, 59/8-10). Özellikle bu âyet kendi ülkerindeki
sıkıntılardan dolayı ülkemize sığınmış kardeşlerimizi
koruyup kollamamız bakımından bizler için dikkate
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.”
18
B
değerdir. Hangi gerekçe ile gelirlerse gelsinler -kendi içlerinde sakladıkları Allah ile kendi aralarındadır- kendimizi ensar, onları da muhacir nazarıyla
değerlendirmek gerekir. Onların mağduriyetinden
faydalanmaya çalışmak değil ensarlığa ve Müslümanlığa insanlığa dahi yakışmaz. Çevremiz cadı kazanı gibi kaynarken ülkemizde huzur ortamı devam
etmektedir. Bu da yaklaşık iki milyon insana devlet
ve millet olarak kapımızı açtığımızdan dolayı olmuş
olabilir. Yine böyle bir hikmetle -belki de- inanmayanların ve onların maşalarının bu uğurda çalışan
Müslümanlar için kurdukları tuzaklar tutmamaktadır.
Hadislerde Sahâbe
Kur’an-ı Kerim âyetlerinde olduğu gibi hadislerde de sahâbeyi öven birçok hadis vardır: “İnsanların en hayırlıları, benim şu içinde bulunduğum
asırda yaşayanlardır. Sonra onların peşinden
gelenler(Tâbiin), daha sonra da onların peşinden gelenler(Tebe-i Tâbiin). Onlardan sonra
(kötü) bir nesil gelecek. Birinin şehadeti yeminini, yemini de şehadetini geçecektir. Şahit
olarak çağrılmadıkları halde şehadet edecekler. Kendilerinden yemin etmeleri istenmediği halde yemin edecekler. Nezredecekler ama
yerine getirmeyecekler. Aralarında şişmanlık
zuhur edecek ve şişmanlığı seveceklerdir.”
(Buhârî, Şehâdât, 9, Fedâilu’s-Sahâbe, 1, Rikâk, 7,
Eymân, 27; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 214-216).
“Ashabım hakkında uygunsuz sözler söylemeyiniz. Ashabım hakkında uygunsuz sözler
söylemeyiniz. Eğer, sizden birinin Uhud Dağı
kadar altını olsa ve bunun tamamını Allah yolunda infak etse, onların infak ettiği bir ölçeğe,
hatta yarısına bile mukabil gelmez.” (Buhârî,
Fedâilu’s-Sahâbe, 5; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 221222).
“Allah Allah! Ashabım hakkında söz söylemekten sakının. Zinhar benden sonra onları
hedef almayın. Onları seven, beni sevdiği için
sever; onlara buğzeden, bana buğzettiği için
buğzeder. Onlara eziyet veren, bana eziyet vermiş, bana eziyet verense Allah’a eziyet vermiş
sayılır. Allah’a eziyet vereni de Allah cezalandırır.” (Tirmizî, Menâkıb, 58).
Nisan
B
Ebû Mûsâ el-Eşarî (r.a) anlatır: Rasûlüllah
(s.a.v.) ile beraber akşam namazı kılmıştık. Aramızda “Burada oturup yatsı namazını da onunla birlikte
kılsak” dedik ve oturduk. Derken yanımıza geldi ve
“Hala burada mısınız?” buyurdular. Biz de “Evet”
dedik. “İyi yapmışsınız!” buyurdu ve sıkça yaptığı
gibi başını semaya kaldırdı ve şöyle buyurdu: “Yıldızlar semanın emniyetidir. Yıldızlar gitti mi
vaat edilen şey semaya gelir. Ben de ashabım
için bir emniyet ve güven kaynağıyım.(Hayatta
kaldığım sürece, ashabım arasında nizam, intizam ve güven devam edecektir.) Ben gittiğim
zaman, ashabım için varit olan tehdit, insanların başlarına gelecektir. Ashabım da, ümmetim için bir emniyet ve güven kaynağıdır. Ashabım gidince de, ümmetime vaat edilen şey
gelir.” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 207; Ahmed b.
Hanbel, el-Müsned, IV, 399).
Her sahabenin kendisine has ama bizlere örnek
olabilecek özellikleri vardır. “Ümmetimin en merhametli olanı Ebû Bekir’dir. Allah’ın emri hususunda en titiz olanı Ömer’dir. En hayâlı olanı ise Osman’dır. (Davalarda) en isabetli karar
veren Ali’dir. Helâl haramı en iyi bilen Muâz
b. Cebel’dir. Ferâiz ilmini en iyi bilen Zeyd b.
Sâbit’tir. Kur’an okumayı en iyi bileni Übey b.
Kâb’dır. Her ümmetin bir emini vardır. Bu ümmetin emini Ebû Ubeyde b. Cerrâh’tır.” (Tirmizî,
Menâkıb, 32; İbn Mâce, Mukaddime, 17). “Doğru
sözlülük bakımından Ebû Zer’den daha iyisini
ne yeryüzü barındırmış, ne de gökyüzü gölgelendirmiştir.” (Tirmizî, Menâkıb, 35; İbn Mâce, Mukaddime, 18). Daha birçok hadiste bazı sahâbilerin
öne çıkan özellikleri sayılmakla birlikte aslında hepsi
bizler için bir önderdir. “Ashabım yıldızlar gibidir,
hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz.”
(İbn Batta el-Ukberî, el-İbânetü’l-Kübrâ, II, 569).
Nisan
B
Başta sahâbe olmak üzere Allah dostlarının
dünyada olduğu gibi ahiret günü de faydalı olacağı
umulmaktadır. “Ashabımdan herhangi biri bir
yerde ölürse, mutlaka o, (o belde) insanları
için kıyamet günü bir nur ve kılavuz olarak diriltilir.” (Tirmizî, Menâkıb, 58).
Âyet ve hadisler düşünüldüğünde bazı âlimler
demişler ki, sahâbeden sonra en hayırlı nesil olan
tâbiinin en faziletlisi dahi sahâbenin en alt derecesindeki kişinin derecesine ulaşamaz. Bu mertebeyi onlar
Efendimiz’i (s.a.v.) görmekle birlikte dini yaşama konusundaki gayretleri ve dine olan bağlılıklarıyla elde
etmişlerdir. Aynı zamanda onlar, insanların en doğru
sözlüleridirler. İçlerinde, dini insanlığa naklederken
hilâf-ı hakikat beyan veya Peygamber’e karşı kasten
yalan isnat etmiş birinin varlığından aslâ söz edilmemiştir. Bununla birlikte, onların ufak tefek kusurları
olmuştur. Zira onlar masum değillerdir. Sahâbenin
adâletinden onların yalan söyleme, zina etme, unutma vb. özellikler değil; ifrat ve tefrite girmeden dini,
istikamet ve itidal üzere yaşamaları, doğruluğun dürüstlüğün temsilcileri olmaları Hz. Peygamber’e kasten yalan söylememeleri, anlaşılmalıdır. Bu yüzden
hadis âlimleri, “her birinin rivâyet ettiği hadis/
hadisler dinde kanıt sayılır ve hangi sahâbi
olursa olsun beşer olarak işleyebileceği günahları işleyip işlemediği araştırılmaz” demişlerdir. Hattâ onlar, Hz. Osman’ın (r.a.) öldürülmesiyle
ortaya çıkan ve zamanla büyük boyutlara ulaşan savaşlarda ister bir tarafta yer almış, ister tarafsız kalmış
olsunlar, bu tutumlarından dolayı adâlet vasfını zedeleyici bulunmamışlardır.
Âyet ve hadisler sahâbenin yerini kesin bir şekilde ispat etmiş, her hangi bir kimseye veya zümreye
onları ta’dil etme hususunda en küçük bir ihtiyaç bırakmamıştır. Bize düşen Efendimiz’in bu güzide arkadaşlarını saygıyla yâd etmektir. Bunu zaten Rabbimiz
istemektedir. “… Onlardan (sahabeden) sonra
gelenler de şöyle derler: “Rabbimiz! Bizi ve
bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi affet;
kalplerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabbimiz sen çok şefkatli, çok merhametlisin.” (Haşr, 59/10).
Selam ve dua ile…
..........................................................
*Aksaray Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi.
19
Ümmetin Yıldızları Sahabeler
Abdullatif ACAR
Tabi oldukları Nur
Nasıl ki güneş, şu cismani âlemin en büyük
ışık ve ısı kaynağıysa, Hz. Muhammed (s.a.v)’ de
ruhani ve nurani âlemin yegâne güneşidir. Sahabeler; tertemiz kalp aynalarıyla, sevgiyle yoğrulmuş
gönülleriyle, Nur Muhammed (s.a.v)’in aydınlığının
bu dünyada en mükemmel akisleri ve izdüşümleridir. Onlar, O’nun rahmet kurnalarından kana
kana içmiş, sevgi ve muhabbet havasını solumuş,
ahlakıyla ahlaklanmış, edebiyle edeplenmiş, halka-i tedrisatında yetişmiş saadet asrının mimarları,
istisna insanlardır. Sahabeleri anlayabilmek için ilk
olarak onların mürebbisi ve muallimi Hz Muhammed (s.a.v)’i anlamak gerekir.
erse,
v
e
s
ı
ım
Ashab
“Kim
dolayı
n
e
d
n
i
evdiğ
n
beni s
nlarda
o
m
i
ştir. K
sevmi
a buğz
n
a
b
,
derse
buğz e
onlara
ı
y
a
l
o
d en d
ettiğin
r.”
tmişti
e
z
ğ
u
b
20
Cehaletin nasıl, hangi şartlarlar ve fedakarlıklar altında saadete dönüşebildiğini görmek ancak geçmişle geleceğin arasındaki mukayeseyle
mümkün olur. Bugünün cehaletini ve felaketini
bilmeyenler yarının saadetini asla inşa edemezler.
B
Nisan
B
İslam’dan önceki nesillerden ders çıkaramayanlar
yarınlarını İslam’a göre şekillendirmeleri de mümkün
değildir. Bir insanda bulunan sevginin temelinde bilmek ve anlamak vardır. İnsanın, bilmediğini sevmesi,
ona uyması, gönülden muhabbet beslemesi mümkün
değildir.
Kâinatın efendisi (s.a.v)’nin dünyaya teşrif etmeden önceki dönem; namı değer ‘cahiliye’ dönemiydi; koyu bir karanlık hüküm sürüyordu. Zülüm
haksızlık insanları esir almıştı. Güçlü olmak haklı olmak için tek kriterdi. Vahşette adeta sırtlanları geçmiş bir cehalet hüküm sürüyordu. İnsaf ve vicdan
kalmamıştı. Kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor,
kadınların insan olup olmadıkları bile
tartışılıyordu. Helvadan yaptıkları putlara tapıyor, acıktıklarında da o putları
yiyorlardı.
Herkes bu karanlığın ne zaman
biteceğini, son kurtarıcının ne zaman
teşrif edip bu koyu cehaleti saadete
dönüştüreceğini büyük bir özlemle
bekliyorlardı. Gözler ufukta adeta kımıldamadan, o güneşin doğmasını, o
rahmetin yağmasını, insanlığın üzerindeki bu kara bulutların dağıtılmasını
bekliyorlardı.
Evet, o gelecekti, bu, Allah’ın
vaadiydi. Karanlığın koyuluğu sabahın yakınlığının
işaretiydi. O gelecekti, mazlumların, masumların iniltisi arşı alaya yükselmiş, Allah’ın gayretine dokunulmuştu. Ve nihayet teşrif etti bir sabah, güneşin doğumundan önce. Güneşin aydınlığı karşısında kapkara
kesildiği kâinatı aydınlatacak bir nur olarak. Daha
doğar doğmaz değişim ve gelişim başlamıştı saadet
neslinin inşası için... O gün çok olağan üstü şeyler
olduğu herkes tarafından fark edilmişti. Birbirlerine;
“Bugün olağan üstü bir şeyler oldu ama ne?”
diye soruyorlardı.
Evet, O Allah’ın Rasülü (s.a.v.), böyle buhranlı
bir dönemde dünyamıza teşrif ettiğinde çoraklaşmış
gönüller nasılda bahara döndü. Kara bulutlar o rahmet esintileriyle dağıldı. Vicdandan mahrum insan
görüntüsündeki mahlûklar vicdana geldi, geldi de bir
ihtişamla yeniden kendini buldu. Sürünen insanlık
kıyama kalktı. Çocuk cellatları, insan simsarları, kadın tüccarları, öyle bir payeye kavuştular ki bastıkları
Nisan
B
yerdeki karıncayı dahi gözetir oldular. Köleler kardeş,
analar eli ayağı öpülesi cennete girme vesilesi bilindi.
Kadınlara hürmet, hayırlı olmanın en kestirme yolu
olarak anlaşıldı. Karanlık, güneş olmayınca karanlıktır, güneş doğunca karanlığa düşen çekip gitmektir.
Çekip te gitti. İşte bu nesil; Nur Muhammed’in inşa
ettiği ‘kutlu nesil’ adını aldı. Zaman saadet asrı oldu.
“(Ey Rasülüm) biz seni âlemlere rahmet
olarak gönderdik”(1) buyuruyor yüce Allah. Evet,
O, âlemlere rahmettir. Hem de yağmur gibi her yere
yağan, hiçbir şeyi ayırt etmeyen bir rahmet.. O, ölmüş kalplere abı hayat, gönüllere şifadır. O, her şeyden önce halık-ı zülcelalin habibidir.
O, ahlakı en güzel olandır. Sadece
nur yüzüyle bile hidayete vesile olan
bir peygamberdir. O, öyle bir rahmettir ki kâinat onun nurundan husule gelmiştir, onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. O’na olan sevgi
hak katında kıymet kazanmıştır. O,
ayrıca ümmetine çok düşkün bir
Peygamber (s.a.v.)... her yerde, her
şartta her şeyini ümmetinin kurtuluşu üzerine planlayan bir Peygamber
(s.a.v.). bir kişinin dahi cehenneme
girmesine razı olmayan bir peygamber (s.a.v.). Yüce Allah bu hususta
buyuruyor ki, “Şanım hakkı için,
size, kendi içinizden öyle bir peygamber geldi
ki, sıkıntıya düşmeniz, ona ağır gelir, size
düşkündür, müminlere karşı çok şefkatlidir
merhametlidir.”(2)
Evet, O olmasaydı kâinatta bir çiçek bile açmayacaktı. Yüzler gülümsemeyecek, gönüller yumuşamayacak, yetim, öksüz ve mazlumların başı okşanmayacak, haksızlıklar yapanın yanına kar kalacak,
kimsesizlerin kimsesi olmayacaktı. O olmasaydı aydınlığın adı unutulacak, saadetin kokusu dahi duyulamayacaktı. O öyle bir Resul ki, O’nun kıymetini
yüce Yaradan anlatıyor, hem de ona salat ve selam
ederek. O’nun için diyor ki: “Şüphesiz ki Allah ve
melekleri, Peygamber’e çokça salat ederler, ey
müminler sizde ona çokça salavat getirin ve
tam bir teslimiyetle selam verin.”(3)
O, övülünce övmek değer kazanıyor. O anlatılınca, anlatan sözlerini anlamlandırıyor. O bilinince
21
B
bilinmeyenlere nice sırlı kapılar aralanıyor. O okununca kâinat okunuyor, Allah’ın kuranı okunuyor,
çünkü O, kuranın hayata yansıması, yürüyen en canlı
örneğidir.
Ancak bunu görenler olduğu gibi, göremeyenler de oldu. Kalp gözleri ama bakışları şaşı, nefislerinin esiri olanlar, akıllarının ayağı bataklığa saplananlar, mantıktan mahrum, ferasetten uzak olanlar onu
anlayamadılar, bu günün bir kısım talihsizlerinin ve
hidayetsizlerin anlayamadığı gibi... Karanlığı üzerlerine siper edenler, görünmekten/görmekten korkanlar
hiçbir zaman şafağın sökmesini, güneşin doğmasını
istemediler, o aydınlığa tahammül edemediler/edemeyecekler. Tarihte, birçok peygambere işkence ve
zulmü reva gören, güneşi balçıkla sıvamaya, üflemekle söndürmeye çalışan dedelerin, belki, torunları
bugünde aynısını kâinatın efendisine reva gördüler.
Ancak O, hep merhamet peygamberi gibi davrandı. Yüklenen görevin ağırlığını bir an olsun unutmadı. Nice zulüm ve işkenceleri, haksızlıkları kendisine reva gören talihsizleri bile affetti. O’nun görevi
çölleri güllük ve gülistanlığa çevirmekti. Bu da bir çiçekle olabilecek bir şey değildi. Kıymetini bilen üç beş
kişiyle başladığı bu kutlu yolculukta, kısa bir zaman
da dünyanın her tarafına hakkın ve hakikatin gür
sesini duyurdu; biat edenler, ahde vefa gösterenlerle
doldu feyiz ve bereket halkası. Akın akın o nura koşanlar, onun sevgisiyle coşanlar, muhabbetiyle kendisinden geçenler oldu. O neslin adı, onun için sadet
nesli oldu.
Sevmek O’na Tabi
Olmakla Olur
Evet, bir defa daha belki bin defa daha ifade etmeli ki, o günün, bugünün ve yarının kurtuluşu
ancak onun nuruna ram olmaktan, O’nun sevgisiyle yoğrulmaktan, onun muhabbetiyle kavrulmaktan,
aşkıyla pişmekten geçer. İki cihan saadeti her şeyimizle ona tabi olmakla elde edilebilir. O’na gerçekten
bağlanmak, ilmek ilmek, nakış nakış, sünnetiyle dokunmakla, bir daha açılmayacak kördüğüm gibi bir
sevgiyle düğümlenmekle mümkündür.
Yüce Allah bir ayet-i kerimesinde buyuruyor
ki: “Ey Muhammed! Deki ‘Allah’ı seviyorsanız
bana uyun ki Allah’ta sizi sevsin”(4)
Kâinatın efendisi de; “Kim, benim sünnetimi
ihya ederse beni sevmiş olur. Kim beni severse, cennette benimle beraber olur”(5) buyuruyor.
Ne büyük saadet değil mi? yarın huzuru mahşerde
Allah’ın rasülüne komşu olmak. Onun şefaatine nail
olmak. Onunla beraber olmak...
Evet, kulu, Allah’ın muhabbet deryasına götürecek olan, O peygamberimiz (s.a.v.)’in hayatından fışkıran rahmet pınarıdır. Allah’a olan muhabbet
Peygamber’e olan muhabbeti, sevgi de peygamber
(s.a.v.)’e olan sevgiyi gerekli kılmaktadır. O, Efendiler efendisini sevmiş, kainata da sevdirmiş, Onsuz bir
sevgi tasavvur edilebilir mi? Allah’ı seven Rasülünü
sever, Rasülünü seven, Onun Ehli beytini ve Ashabını
da sever/sevmelidir. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kim Ashabımı severse, beni sevdiğinden dolayı sevmiştir. Kim onlardan buğz ederse, bana buğz ettiğinden dolayı onlara buğz
etmiştir.”(6)
Hz. Mevlana ne güzel demiştir:
“Gel ey gönül hakiki bayram, Cenabı Muhammed’e vuslattır.
Çünkü cihanın aydınlığı o mübarek varlığın cemalindendir”
Onsuz kulluk; elsiz, ayaksız, gözsüz, gönülsüz
bir bağlılıktır. Bir insan bütün ibadet ve davranışlarını
sünneti seniyye istikametinde ayarlamazsa, davranışlarının doğruluğunu onunla ölçmez, onunla biçmez,
onun ayarına, kalıbına sokmazsa, bu; rotası olmayan,
pusulasını kayıp etmiş bir gemide nereye gidileceği,
fırtınalara, dalgalara nasıl direnileceği bilinmeyen bir
yolculuğa benzer.
Kamil bir mümin olabilmenin yolunu, yordamını, modelini yüce Allah O’nun hayatında sergilemiştir.
O’nun hayatına bakıp İslam’ı, kuranı göremeyenler,
Onsuz olabilir diyenler ne kuranı hakkıyla okumuş,
nede okuduklarını anlayabilmişlerdir. Yüce Allah’ın
“Eğer siz, sahabeyi görseydiniz onlar delimidir derdiniz, onlar sizi
görseydi, bunlar Müslüman değilmiler derlerdi”
22
B
Nisan
B
şu emrini kulaklarımıza küpe etmeliyiz. O Nur Muhammed (s.a.v.)’e bakarken aralanan bu pencereden
bakmalıyız. Buyuruyor ki: “Resül size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da
kaçının ve Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın
azabı şiddetlidir”(7)
Başka bir ayet-i kerimede de; “Ey iman edenler! Allah’a ve Rasülüne itaat eden de amellerinizi boşa çıkarmayın.”(8) buyuruluyor. Ancak O’na
uymak, bu yolda mesafe kat etmek bütün davranışları sevgi temelleri üzerine bina etmekle mümkündür.
Her ibadet severek yapıldığında, muhabbet neticesinde hâsıl olduğunda fayda elde edilebilir. İhlas ve
samimiyetin temeli de yine sevgi ve muhabbettir.
Bilgi güzeldir, çünkü insan onunla ne yapacağını öğrenir. Ancak bu, sevgi ve muhabbete götürürse
faydası olur. Yoksa sözden öteye geçmeyen bir bilgi, kalbe yerleşmemiş bir sevgi, Rasülüllah (s.a.v.)’a
ittibayı karşılamaz. Asıl cehalet bilmek değil sevmemektir. Cahiliye dönemi zaten bunun ifadesi olarak
adlandırılmıştır. O günün talihsizleri, bilmediklerinden
değil sevmediklerinden, kabul edemediklerinden, bile
bile hak ve hakikati inkâra kalkıştıklarından cehaletle
adlandırıldılar.
Sahabenin Hz Muhammed
(s.a.v.)’e olan Sevgi ve
muhabbetleri
Asrısaadetin mimarları, güneşin etrafında dönen yıldızları, bu sevgilerini nasıl yaşadılar? Rasülüllah’a olan sevgileri nasıl bir derinlikteydi? Elbette
ki onu hakkıyla izah etmek/ edebilmek mümkün değildir. Ancak hakkıyla anlatamamak, daha doğrusu
anlayamamak, onların değil bizim eksikliğimizdendir. Çünkü onların halet-i ruhiyelerini, zirvelerdeki
hallerini ancak o hallerle hallenenler bilir. Onlar gibi
seven, onlar gibi bilen, aşk şarabını içen, muhabbet
deryasında kendinden geçenler, balların balını tadanlar bilir. Gel gör ki bilende anlatamaz, çünkü bu,
anlatılmaz yaşanır. Zaten onlarda yaşadılar, sadece
bize düşen anlatmak oldu. Bu durumu göz ardı edenler, hele birde değer ölçüleri farklı, bakışları hastalıklı
olanlar asla sahabenin hayatını, sevgi ve muhabbetini, sağlıklı değerlendiremezler. ‘ Öyle de bir şey olur
Nisan
B
mu?’ diyerek bazen hayretler içerisine kalarak bazen
de tenkit ederek değerlendirme hatasına düşerler.
Birçok sahabenin duasını almış, yaklaşık yüz
yirmi sahabeyle görüşmüş Hasanı Basri (r.a.) hazretleri, Ashabın Peygamber’e olan bağlılıklarıyla sonraki
insanlarının peygambere olan bağlılıkları ve sevgileri
arasındaki uçurumu şöyle anlatıyor: “Eğer siz, sahabeyi görseydiniz onlar delimidir derdiniz,
onlar sizi görseydi, bunlar Müslüman değilmiler derlerdi”
Evet, şunu bir defa, herkes biliyor ve kabul ediyor ki, sevgi bedel ister, fedakarlık gerektirir. Sevgi,
sevdiğinin haliyle hâllenmeyi, onun gönlüne girmeyi
gaye edinmektir. Sevgi O’nun gayrısından elini eteğini çekebildiğin kadar sevgidir. Çünkü terk etmekten kavuşmak olmaz. Bir gönülde iki sevgi barınmaz.
Hem dünya sevdası hem ukba sevdası bir arada
bulunmaz. Ya sana ait olan her şeyden vazgeçerek,
onların sevgilerini kalbinden temizleyip, Allah ve Rasülünü bulacak, sevgilerine mazhar olacaksın, ya da
bunlardan mahrum kalacaksın.
Yüce Allah bir ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: “De ki, babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız
mallar, zarara uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, sizi, Allah’tan,
Rasülü’nden ve Allah yolunda cihattan daha
sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar
bekleyin, Allah fasıklar topluluğunu hidayete
erdirmez”(9)
Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadisi şerifinde;
“Sizden hiçbiriniz beni canından, malından
evladından ve bütün insanlardan ziyade sevmedikçe iman etmiş olamaz.”(10) buyurarak O’nu
sevmenin bir, imanın gereği olduğunu bildiriyor.
23
B
İşte, sahabeler asla şek ve şüpheye düşmeden,
bu gerçek sevgiyi tercih ettiler. Onlar şunu çok iyi biliyorlardı: O, Nur Muhammed (s.a.v.)’in sevgisi ebedidir. O’nun sevgisi Allah’a olan sevginin tezahürüdür.
Onun için Hz. Muhammed (s.a.v.)’e normal bir beşer
gibi hitap etmediler. Seslerini yükseltmediler. Ancak
şunu içlerinden gelen bir muhabbetle ifade etmekten de kendilerini alamadılar: “Anam babam sana
feda olsun ey Allah’ın Rasülü.” Bu, sözde kalmadı elbette ki, Laf olsun diye söylenmedi, yeri geldi
onu da ispat ettiler her şeyleriyle.
Hz Aliye, siz Rasülüllah’ı ne kadar severdiniz
diye sorduklarında şu cevabı vermiştir: “Rasülüllah
(s.a.v.) bize, malımız mülkümüz, çoluk çocuğumuz, anamız ve babamızdan daha sevgili
idi. Susadığımızda soğuk suya duyduğumuz
arzudan daha çok arzu eder, daha çok severdik.”
Ebu Süfyan, daha Müslüman olmadan önce
sahabelerin, peygambere olan sevgisini itiraf etmekten kendini alamamış ve şöyle demiştir: “Muhammed’ in ashabının Muhammed’ i sevdikleri
kadar arkadaşları tarafından sevilen bir kimse
görmedim.”(11)
Evet, ashabı kiram, bir aşk çağlayanı şeklinde
O Nur Muhammed’in etrafında kenetlendiler. Güneş
O olunca, Ona olan sevgi canları pahasına olunca,
bu, onları gökteki yıldızlar haline getirdi. O sahabeler,
seviyorum demenin sevmek için yeterli olmadığını
bildiler. Bildiler de candan da geçtiler, canandan da,
maldan da mülkten de, evladı iyalden de... Sahabeler’in hayatında ulaşamadığımız derinlik işte burada
saklıdır. Sayılamayacak kadar sevgi fedakarlık vefakârlık örnekleriyle doludur sahabenin hayatı. Ancak hele biri var ki Peygamber (s.a.v.) sevgisinin zirvesindeydi. Hz. Ebu Ebubekir (r.a.) o zirvelerden hiç
inmedi. Rasülüllah (s.a.v.)’la hicret edeceği haberini
duyduğunda çok sevinmiş, gözyaşlarını tutamamıştı.
Hicret esnasında Rasülüllah (s.a.v.)’la Sevr mağarasına doğru giderlerken, kâh Rasülüllah’ın önüne
geçiyor, kâh gerisinden takip ediyordu. Rasülüllah bu
hareketini fark edince;
-Ya Eba Bekir! Niye öyle yapıyorsun, diye
sordu. Hz. Ebubekir:
-Ey Allah’ın Rasülü! Müşriklerin arkanızdan yetişeceğini düşünüyor, arkanıza geçiyorum, ilerde pusu kuracaklarını düşündüğümde
de önünüzden devam ediyorum. Korkuyorum
ki size zarar verecekler.
Nihayet Sevr mağarasına vardıklarında Hz.
Ebubekir (r.a.);
-Ya Rasülallah, siz burada durun, mağarayı size hazır vaziyete getireyim, temizliyeyim,
diyor. Ve mağarayı kontrol edip güzel bir şekilde temizlemeye koyuluyor; açık olan yerlerden
yılan çıyan, böcek girip Rasülüllah (s.a.v.)’a
zarar verir diye her tarafı elbisesinden yırttığı
parçalarla kapatıyor. Açık kalan en son deliği
de ayağıyla kapatarak;
-Ey Allah’ın Rasülü! Artık gelebilirsiniz, diyerek
buyur ediyor. Sabah olunca elbisesinin param parça
olduğunu gören Rasülüllah (s.a.v.):
-Ey Eba Bekir! Bu halinde nedir. Diye
soruyor. Hz Ebu Bekir (r.a.), Durumu anlattığında Rasülüllah, bu vefa örneği karşısında ellerini kaldırarak en sadık arkadaşı için duada
bulunuyor.(12)
Yine, Mekke’nin fethi esnasında, babası Ebu
Kuhafe Müslüman olduğundan dolayı sevincinden
ağlaması gerekirken, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, am-
“Rasülüllah (s.a.v.) bize, malımız mülkümüz, çoluk çocuğumuz, anamız ve babamızdan daha sevgili idi. Susadığımızda soğuk suya duyduğumuz arzudan daha çok arzu
eder, daha çok severdik.”
24
B
Nisan
B
cası, Ebu talibin -Müslüman olmasını çok istemesine rağmen- Müslüman olmadan öldüğünü düşünüp
üzüntüsünden ağlıyordu, Kendi sevincini bile yaşayamıyor, Rasülüllah (s.a.v.)’ın hüznü üzerine sevinmeyi
ona olan sevgisine yakıştıramıyordu.
Sevinmeyi yakıştıramadığı gibi, kendisine yapılanların kaygısını taşımayı da, kendisi için üzülmeyi de yakıştıramadı. Adeta Rasülüllah ta fani olmuş,
kendi nefsini unutmuştu. Bir gün müşrikler Rasülüllah (s.a.v.)’la beraber kendisini bayılıncaya kadar
dövmüş, işkence etmişlerdi. Uyanır uyanmaz ilk sözü;
“Rasülüllah (S.A.V.)’a ne oldu, Rasülüllah’ın
durumu iyimi?” oldu.
İşte böyle! Hz Ebubekir’in hayatı hep sadakat
ve samimiyet üzerine bina edilmişti. O bir samimiyet
abidesiydi. Onsuz edemiyor, adeta O’nun yanında
yine onun hasretiyle yanıp kavruluyordu. Ömrünün
son demlerinde; “Bu gün günlerden ne?” diye sormuştu. Kızı Aişe; “Bu gün pazartesi.” dediğinde, o aşk
ve sevdasını, Rasülüllah (s.a.v.)’a olan vuslat arzusunu şöyle dile getirdi: “Eğer bugün ölürsem, beni
yarına bekletmeyiniz. Zira benim için günlerin
ve gecelerin en sevimlisi; Rasülüllah (s.a.v.)’a
en yakın olanıdır.”(13)
Yaşayışlarıyla ona en fazla yakınlığı arzulayan
sahabeler, ölümleriyle de yine ona kavuşmayı istiyorlardı. Ölüm döşeyin de yatanlara; “Rasülüllah
(s.a.v.)’a bizden de selam söyleyin.” diye tembihte bulunuyorlardı.(14) Çünkü Rasülüllah (s.av.)
şöyle buyurmuştu: “kişi sevdiğiyle beraberdir.”
Onun için diyoruz ki, Rasülüllah (s.a.v.)’a olan sevgi,
bu dünyada olup biten bir sevgi değildir. Asıl olan
ebedi âlemdir. Önemli olan sevgimizi kime bağladığımızdır. Kalbimizi kime açtığımızdır. Kimin için yorulup, kimin için üzülüp, kimin için ağladığımızdır.
Nisan
B
Rasülüllah (s.a.v.) ahirete irtihal ettiğinde Abdullah b. Zeyd (r.a.) ellerini semaya açıp; “Yarabbi
artık benim gözlerimi al, ben her şeyden çok
sevdiğim Peygamberimden sonra dünyada bir
şeyi görmeyeyim.” diye duada bulunması ne kadar
derin bir sevginin tezahürüdür, değil mi? bak gör! Nasıl bir samimiyet ki Allah, Hz. Zeyd’in duasını kabul
ediyor, gözleri kısa bir süre sonra ama oluyor.(15)
Evet, “Gözler güzeller güzelini görmedikten
sonra başka şeyi görmesinin anlamı nedir.” diye düşünenler olduğu gibi, bir defa ibretle bakamayan,
Allah’ın büyüklüğünü okuyamayan, güzel yüzleriyle
bir defa secdeye başını koyamayan, boylarıyla poslarıyla kıyamda duramayan nice insanlar da vardır.
Ne diyelim, bahtı kara dünya imtihan dünyası... Allah
hidayet nasip etsin.
Evet, sahabeler Rasülüllah (s.a.v.)’ı canlarından
her zaman üstün tutarlardı. Sözlerinde bile istikametten ayrılmadılar. Dille bazı şeyler söylense -hayati tehlike söz konusu olduğunda- hiçbir mahsuru yoktur,
ancak onlar dillerinde bile Rasülüllah (s.a.v.)’a olan
uzaklığı kabul edemiyorlardı. Bunlardan biride Zeyd
b. Desineydi (r.a.). Ebu Süfyan öldürmek için ortaya
çıkardığında sordu: “Ey Zeyd! Hayatının kurtulmasına mukabil Peygamberin senin yerinde
olmasını ister miydin?
Ölüme, Allah ve Resulünün sevdasıyla, muhabbetiyle daha dünden razı olan birisine bunları soran
bir insan; herhalde en fazla acınması gereken insandır.
Zeyd de bu talihsize acıyarak, şöyle bir bakarak, onu bile hayretlere bırakacak şu sözleri söylüyor:
“Ölümüne de olsa onun ayağına bir dikenin
batmasına bile razı olmam.”
Başka bir yıldız! Gençliğini Rasülüllah (s.a.v.)
sevgisiyle bezemiş bir genç sahabe. Gençliğin heyecanını Rasülüllah (s.a.v.) sevgisiyle değerlendiren bir
abide, nerde görse Rasülüllah (s.a.v.)’ı eline, ayağına
sarılıyor, öpüyordu, kokluyordu. Yine bir gün karşılaştıklarında: “Ya Rasüllallah (s.a.v.) bana, ne
emrederseniz emredin yapayım, sizin emrinizi yerine getirmemek olur mu? Bu delikanlının
bu sözü Rasülüllah (s.a.v.)’ın çok hoşuna gitmişti.
“O halde git, babanı öldür, dedi.” Talha babasını öldürmek için hızla kapıya yönelmişti ki Rasülüllah (s.a.v.): “Dur nereye gidiyorsun, biz akraba
bağlarını çiğnetmek için değil tesis etmek için
gönderildik.”
25
B
Evet, bundan kısa bir zaman sonra Talha (r.a.)
hastalandı. Rasülüllah (s.a.v.) ziyaretine gittiğinde durumunun pekiyi olmadığını gördü. Ve aile efradına;
“Talha’ya Bir şey olursa beni mutlaka haberdar edin.” diye tembihte bulundu. Kısa bir zaman
sonra da vefat etti. Ancak ölmeden önce Talha’nın
da ailesine bir tembihi vardı: “Şayet ölürsem Rasülüllah’a haber etmeyin. Zira gecedir, yahudiler, veya başkaları yada yılan çıyan ona zarar
verebilir.”
Talha’nın ölüm haberi Rasülüllah (s.a.v.)’a sonradan haber verildiğinde Rasülüllah (s.a.v.) Talha
(r.a.) için ellerini kaldırıp şöyle duada bulundu: “Allah’ım sen ona, oda sana kavuştuğunda onu
mütebessim karşıla.”(16) Evet, Allah, Resulünün
hatırını kırar mı? Onun üzülmesine razı olur mu? Yeter ki Rasülüllah (s.a.v.)’ın sevgisine layık bir hayat
sürelim.
Yine bir Sahabe: kaygısına bakın! Düşüncedeki derinliğini bir görün. Cennetlik olsa da Rasülüllah
(s.a.v.)’sız cennetin sefasını eksik addeden, onun arkadaşlığını her şeyin üstünde gören bir sahabi:
Hz Aişe validemiz anlatıyor: “Adamın biri
Rasülüllah’ın yanına geldi ve şöyle dedi: “Ya
Rasülallah ben seni çok seviyorum. Seni her
şeyimden daha çok seviyorum. Seni görmeden
duramıyorum. ancak bir an, senin de benimde
öleceğimizi düşünüyorum. Senin peygamberlerle olacağını, benimse cennete girsem bile
senden ayrı olacağını düşünerek çok korkuyorum,”
Rasülüllah (s.a.v) bu sözlere hiç bir cevap vermedi ve biraz sonra şu ayeti kerime nazil oldu; “Kim
Allah’a ve Rasülü’ne itaat ederse, işte onlar
Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, Sıddıklar, şehitler ve Salih kişilerle
beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.”(17)(18)
Ya Hz Bilal-i Habeşi (r.a.)! Hepiniz çok iyi bilirsiniz O’nu. O bir köleydi. Fakirdi. Kimsesizdi, dünyada
tutunacak bir dalı bile yoktu. Ancak, Allah Rasülünü tanıdığında dünyası bir an değişti. Asıl hürriyete
Müslüman olduğunda kavuştuğunu anladı. Her şeyin
bir bedeli var dedik ya baştan, o bedellerin en ağırını
ödeyen sahabilerden bir tanesi de Bilal-i Habeş’tir.
Rasülüllah (s.a.v.)’ın muhabbet havuzuna atmıştı bir
defa kendisini, sadet kazanında pişmişti. Kimse o samimiyeti yerinden dahi oynatamadı. Yapılan her işkence onu daha da pişirdi; vurulan her kırbaç onun
Allah ve Rasülüne (s.a.v.) karşı alev alev yanan aşk ve
muhabbetini daha da alevlendirdi. Bu bedelleri Allah
karşılıksız bırakır mı? Bırakmadı da; köleyken sultan
oldu, orduyu kumandan olarak idare etti, Peygamber
(s.a.v.)in övgüsüne mazhar oldu. Ten rengi simim siyah olan bu sahabe, gönlüyle adeta âlemleri aydınlatacak bir yıldız oldu.
Bakın görün ki, Rasülüllah her beşer gibi ahirete irtihal etmişti. Ancak Bilal-i Habeş’e hiçbir şey bu
kadar ağır gelmemişti. Hiçbir kırbaç bu kadar canını acıtmamıştı. Medine sokakları adeta dar gelmeye
başlamıştı. Her yerde Rasülüllah (s.a.v.)’ın hatırasını
görüyor, dayanamıyordu. Karar verdi şama gitmeye.
Medine’yi terk edip Şama gitti. Ancak gönlü hala Rasülüllah (s.a.v.)’ın özlemiyle yanıp kavruluyordu. Bir
gün rüyasında Rasülüllah (s.a.v.)’ı gördü, Rasülüllah
(s.a.v.), “Nedir bu ayrılık ya Bilal! Beni ziyaret
etmenin zamanı gelmedi mi?” diye sitem etti.
Bilal (r.a.) durur mu, sabah olduğunda kalkar
kalkmaz Medine’nin yolunu tuttu. Ravzayı mudahharaya varıp yüzünü, gözünü sürüp ağlayarak hasret
giderdi. Bu arada Hz. Hasan ve Hüseyin geldi. Rasülüllah (s.a.v.)’ın yadigârları hasan ve Hüseyin’i de
bağrına basarak bir nebze hasret giderdi.
Hz. Hasan ve Hüseyin’in ısrarıyla ezan okumaya çıktı. O’nun ezanını duyan Medine halkı, Rasülüllah’ın yeniden dirildiğini zannettiler. Medine halkı o
günkü gibi hiç ağlamamıştı. Gözler yaşlarla doldu.
Ancak buruk ve hüzünlü Bilal, ezanın, “Muhamme-
26
B
Nisan
B
dürrresüllüllah” kısmına geldiğinde kelimeler adeta
boğazına düğümlendi, hıçkırıklara boğuldu, bir türlü
ezanı tamamlayamadı.(19)
Peygamber (s.a.v.)’in irtihalinden sonra her
halde en mutlu anıda ölüm anıydı. Son nefeslerini
verirken: “Sevinin sevinin! Ben cenabı Muhammed’in yanına sefer ediyorum...” dedi, bir kuş
gibi ötelerin ötesine uçup gitti.
Evet, Rasülüllah (s.a.v.) sahabelere gözlerinden kıymetli ve sevimliydi. Efendimize zarar veririz
korkusuyla yanına iyice yaklaşmazlardı. Bir seferden
döndüklerinde önce efendimizin yanına uğrar, onun
mübarek yüzüne doya doya bakar, kendisine hürmet
ve saygılarını sunduktan sonra evlerine giderlerdi.
Efendimiz (s.a.v.)’i görmemeye hiç dayanamazlardı.
Bir gün görmediklerinde çıkar arar bulur, hasret giderirlerdi. Efendimiz (s.a.v.)’in oturduğu yerden daha
yüksek yerde oturmayı saygısızlık addederlerdi. Peygamberimiz (s.a.v.)’in meclisinde oturan sahabeler
asla seslerini yükseltmez, büyük bir saygı ve huşuyla
anlatılanları dinlerlerdi. Sanki kımıldasalar başlarında
kuş varmış da uçacakmış gibi huzur ve sükûnet içerisinde dururlardı. Efendimiz (s.a.v.)’e ait eşyalara bile
son derece saygı ve hürmet gösterilerdi. Onları müşriklerin kullanmasına asla müsaade etmezlerdi.
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Rasülüllah (s.a.v.)’ı
berber tıraş ederken gördüm. Ashabı etrafını çevirmişti, tek saç telinin dahi yere düşmesini istemiyorlardı, birinin eline düşsün istiyorlardı”(20)
Rasülüllah (s.a.v.) saçına dokundu diye
saçlarını kestirmeyenler bile vardı. O’na ait
her şey, onlar için çok değerliydi. Yürüdüğü
yolda yürümeyi, oturduğu gibi oturmayı, konuştuğu gibi konuşmayı, tebessümü gibi tebessüm etmeyi bir ayrıcalık olarak görürlerdi.
Sevdiği yemeyi bile severlerdi. Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasülüllah (s.a.v.)’in tabaklarının içerisinde kabakları severek yediğini gördüm, o
günden sonra bende kabak yemeğini sevmeye
başladım.
Efendimiz (s.a.v.)’i görmemeye
hiç dayanamazlardı. Bir gün görmediklerinde çıkar arar bulur, hasret
giderirlerdi.
Efendimiz
(s.a.v.)’in
oturduğu yerden daha yüksek yerde
oturmayı
saygısızlık
addederlerdi.
Evet, onu sevenler mahzun olmadı, olmayacaklarda. Ne diyelim, bu gün maddenin mahkûmu
olanlar, dünyanın gölgesinde, karanlığında huzuru
arayanlar, asla onu bulamayacaklar. Sırça köşklerde,
saraylarda otursalar da, insanlar etrafında pervane
dönseler de bulamayacaklar. Hep bir adım ötesinde huzuru arayan, ancak, oraya vardığında yine bir
adım ötesine gözünü diken, ölümle eyvah diyecek
olan insanlar kendilerini aldatıyorlar, yanan bağırlarını ferahlatmak ve vicdanlarını rahatlatmak için serapları su görüyorlar. Kayıp ettiğimiz değerleri, kayıp
ettiğimiz yerde aramalı, yıktığımız yerden başlamalı,
asırlardır kalbimizden çıkardığım sevgiyi, yerine koymalı, unuttuklarımızı hatırlamalı kendimize gelmeliyiz. Son uyarı olarak, Allah’ın Rasülü (s.a.v.) bize açık
ve net bir şekilde yol gösteriyor:
“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı tutunursanız asla sapıklığa düşmezsiniz.
Biri Allah’ın kitabı (Kuran), diğeri benim sünnetimdir. Bu ikisi (kıyamette) havza kadar ayrılmadan beraberce gelecektir”(21)
Ashabıyla ilgili de: “Ashabım yıldızlar gibidirler, hangisine tabi olsanız hidayete erersiniz”(22) buyurarak bizleri uyarıyor.
Allah bizleri istikametten, Resulünün sevgi ve
muhabbetinden ayırmasın. (Âmin)
Selam ve dua ile.
…………………………………
Hz. Ömer, hac ve umre için Mekke’ye giderken
hızlı giden devesinin yularını çeker ve şöyle derdi:
Acele etme belki ayağın, Rasülüllah(s.a.v.)’in
devesinin ayağının bastığı yere isabet eder de
bende saadete ererim, sende saadete erersin.
Nisan
B
1-Enbiya,107, 2-Tevbe,28, 3-Ahzap,56, 4-Ali imran ,31, 5-Tirmizi, ilim,16,
6- Tirmizi, 7-Haşr,7, 8-Nisa,69, 9-Tevbe,24, 10-Müslim,iman,69, 11-Beyhaki,
12- Bknz. Ebu Nuayn, hilye,1.33, 13-bknz. Ahmet 1,8, 14-bknz. İbni Mace,
cenaiz,4, 15-Kurtubi el- Cami, 16-Bknz.ibni Hacer el- akseleni, el isabe,2/227,
17- Nisa,69), 18-ibni Hişam, Essiretün Nebeviyye 1260-261, 19-bknz. Zehebi,siyer,1,359, 20-Müslim,Fezail,75, 21-Cami’ü ssağır,3282, 22-Beyhaki.
27
Hz. Pîr Seyyid
Ahmed er-Rufai (k.s) den
Münacat!
Bismillahirrahmanirrahim, Ey Allah’ım! Sen Meliksin. Sen Hakk’sın,
Hayy’sın. Senden başka ilah yoktur. Beni sen yarattın ve ben senin kulunum. Kötülükler işledim. Nefsime zulmettim. Günahlarımı itiraf ediyorum.
Hatalarımı bağışla. Günahları senden başka kimse bağışlayamaz.
Ey Gafur, Şekur ve Halim olan Allah’ım! Hamde layık olan sensin.
Sana hamd ederim. Çünkü sen bana bir sürü mevhibeler tahsis ettin, fazlını
ulaştırsın. İhsanınla beni kendine dost yaptın. Sıdk kapısının bekçisi kıldın.
Bu sıdk ile bana birçok nimetler verdin. Belaları benden uzaklaştırıp, istediğim şeylerde beni muvaffak kılarak ban ihsanda bulundun.
Yine sana dua, münacat ve tazarruda bulunduğumda bana icabet ettin. Seni nerede olursa olsun arzuladığımda kendime komşu ve hazır buldum. İşlerimde yardımcı ve gözetleyici buldum. Hatalarımı bağışlayıcı ve
ayıplarımı örtücü buldum. Ahirete ne hazırladığımı görmek için gönderildiğim şu imtihan dünyasına geldiğimden beri, göz açıp kapayıncaya kadar
senin iyilik, hayır ve yardımının kesildiğini görmedim. Ben, bütün zararlı ve
delalete düşürücü şeylerden, musibet ve belalardan, ayıplardan, kıtlık ve zor
şartlardan, ihtiyaçlardan ve üzerime her çeşit belaları sevk eden kederlerden
azad edilmiş kölenim.
28
Senden güzellik ve faziletten başka bir şey görmedim. Senin bana yaptığın iyilikler sayılmayacak kadar çoktur. Senin bana yaptıkların mükemmel
ve lütufların ise kefilimdir. Fazl-u kereminin ardı arkası kesilmez. Sen benim
ayağımı kaydırmadın. İsteklerimi gerçekleştirdin. Hazarda ikram, seferde ihsan ettin. Hastalıklarıma şifa verdin. Düşmanlarımı bana saldırtmadın. Bana
kötülük yapmak isteyenlere karşılığını verdin. Düşmanlık edenlerin kötülüklerinden beni kurtardın.
Benim sana hamd etmem vaciptir. Seni teşbih, tevhid ve yüceltmede
bütün ibadet ve zikir çeşitleriyle överim. Benim bu övgüm, seni birleyerek
yüceltmem, senin kudretine bir şey ilave etmez ve senin ulûhiyetine ortaklık
edemez. Bu övgüm, senin mahiyetini hakkıyla tanıtmaz. İnsanlar kendilerine verilen nimetlere göre Allah’a hamd eder. İnsanların ihtiyaçları farklı
olduğu için verilen nimetler de farklıdır. Dolayısıyla bana bahşettiğin nimetlerle sana hamd etmem, senin hakiki mahiyetini ifade etmez. Vehimler de
senin üzerindeki gayb perdesini kaldıramaz. Bu yüzden inanıyorum ki, senin
yüceliğin hakkında bilgim sınırlıdır.
Yüce himmetler ve dahi zekâlar bile sana ulaşamaz. Keskin gözler, azametin yüceliğini göremez. Senin kudretinin sıfatları, mahlûkatın sıfatlarından; azametinin yüceliği ise, seni zikredenlerin zikrinden yücedir.
29
İslamoğlu ve ‘Rivayet Kültürü’
Murat TÜRKER
ustafa
M
,
r
o
uy
an sor
k
a
H
t
:
Ahme
ğlu’na
İslamo
belasıD
İ
Ş
I
u
nyası b
ü
d
sessiz,
r
m
a
l
a
l
n
s
ı
İ
“
Ayd
essiz.
s
ı
sessiz…
ş
r
r
e
a
l
k
i
c
a
i
t
n
ne
siz, yö
s
e
s
r
e
?”
âliml
Neden
:
Cevap
30
B
“Çünkü onların da çoğu uydurulmuş dinden
besleniyorlar. Beslendikleri kaynaklar aynı. IŞİD
kelle keserken bir rivayet kültürüne dayanıyor. O
kültür herkese sirayet etmiş durumda. Bu yüzden
IŞİD’in uygulamalarına esaslı bir şekilde itiraz edemiyorlar. İtiraz edecek olsalar dine itiraz etmiş gibi
olacaklarını düşünüyorlar. Bazıları da böyle düşünmedikleri halde susuyorlar. Çünkü aforoz edilmek
istemiyorlar. İslam’daki aforoz tekfirdir. Tekfir edilmek aforoz edilmek gibidir.”
Evet. Böyle. “Hayır arkadaş, niye sessiz olsunlar, bir sürü âlim ve davetçi bu yapının aşırılıklarına karşı açıklama, bildiri yayımladı; bir çoğu
bu hususta makale kaleme aldı. Böyle boyumuzu
aşan genellemeler yapıp koca bir ulema kadrosunu töhmet altına itmeyelim” dememiş İslamoğlu.
Önceki âlimler hakkında alışkanlık haline getirdiği
‘negatif genellemeler yapma’ tavrının bir benzerini
bugünün âlimleri bağlamında Ahmet Hakan’da görünce, ateşe doğru seyirteceği körüğünü hazırlamış,
fırsatı kaçırmamış tabi ki!
Nisan
B
Evet, Ahmet Hakan’a, hadi onu geçtik Mustafa
İslamoğlu’na göre tüm İslâm âlemi, mütefekkirleri ve
ilim ehli olan simaları ile IŞİD meselesinde dut yemiş
bülbül gibidir! Bu aşırılığın farkında olan bir Ahmet
Hakan’ımız, bir de onun çanak sorularına çanak cevaplar veren İslamoğlu’muz var! Helal olsun!
Peki niye bir tek İslamoğlu bu yaramazlığın farkında da, başka herkes suspus!? Farkında mı değiller,
yoksa itiraz edip tavır sergilemek işlerine mi gelmiyor!!?
Cevabı İslamoğlu’ndan dinleyelim:
“Çünkü onların da çoğu uydurulmuş dinden
besleniyorlar. Beslendikleri kaynaklar aynı. IŞİD kelle keserken bir rivayet kültürüne dayanıyor. O kültür
herkese sirayet etmiş durumda.”
Sorunun kaynağı olarak sunulan ve elçabukluğuyla idam sehpasına oturtulan ‘rivayet kültürü’ de
ne ola ki!?
Rivayet, yani hadis. İslamoğlu IŞİD’i bahane
edip, ümmetin hadis ilmi konusundaki muhkem tavrına ilişiyor. Yo hayır, itiraza medar olan, muhaddislerin de üzerinde tartıştığı bazı hadislerin varlığından
söz etmiyor İslamoğlu, teknik bir atıfta bulunmuyor;
‘rivayet kültürü’ diye genelleyerek, ümmetin hadislere
bakışını külliyen ademe mahkûm ediyor. IŞİD zulmünün faturasını ‘rivayet kültürü’ne kesiyor.
“Bu ümmet, 14 asırdır ‘rivayet kültürü’ne sahipti, Batı manipülasyonu ve tazyikinin olmadığı dönemlerde neden bu ‘rivayet kültürü’ bu ölçüde büyük
bir sorun teşkil etmemişti?” sorusunu ise hiç gündem
etmiyor.
IŞİD aşırılığına vücut veren sebeplerden biri
olan Batı tasallutuna değinmiyor, Ortadoğu coğrafyasında kan döken İran’ın mezhepçi ve fitne eksenli
politikalarını konu edinmiyor.*
Tarihte de belli siyasî/ideolojik çekişmelerde hadisler, rivayetler istismar edilmiş, hatta gruplar kendi
duruşlarını destekleyecek hadisler uydurmuştur. Ama
işbu arızalı rivayetler işin ehli âlimler tarafından tetkik
edilmiş ve paranteze alınmıştır, altlarına dipnotlar düşülmüştür. Dahası, bu tür sipariş sözlerin hadis diye
dolaşıma sokulma çabasından yola çıkarak, ‘rivayet
kültürü’nü bu ölçüde hoyrat bir toptancılıkla ezip
geçmek aklı başında kimsenin, hiçbir âlimin zihninin
ucundan geçmemiştir.
Üstelik aynı İslamoğlu röportajın bir yerinde de,
“Bu insanlar, kendi yorumlarını mutlaklaştırıyorlar.
‘Bu benim yorumum’ demiyorlar. Yorumlarını dinleştiriyorlar. ‘Bu benim yorumum’ diyen bir Müslüman,
kendi yorumunu mutlak doğru olarak algılamaz.” diyor.
Kendisi dışındakileri ‘yorumlarını mutlaklaştıranlar’ olarak yaftalarken hayli iştahlı
bir jargon kullanan İslamoğlu, ‘rivayet
kültürü’ diye isimlendirdiği bütünü
‘tüm kötülüklerin anası’ gibi sunarken
sergilediği mutlakçı ve keskin tavrı görmezden gelmemizi mi bekliyor!?
İslamoğlu, kendi yorumunu
mutlaklaştırmadığını iddia ediyorsa,
geçmişten, ilmî anlamda, rivayet kültürümüzle ilgili değerlendirmelerini teyid
eden referanslar göstermelidir. Ulemanın büyük çoğunluğunun yaklaşımını
yok sayan nevzuhur tavrının çok net
bir ‘kendi yorumunu mutlaklaştırma’
ameliyesi olduğunu görebilmesi için
bu elzemdir.
*
http://www.timeturk.com/tr/2014/10/01/ahmet-hakan-sordu-mustafa-islamoglu-cevapladi.
html#.VEAYSVfgVFc
Nisan
B
31
İslamafobi
Yrd. Doç. Dr. Süleyman Koyuncu*
İ
ini
bliğler
e
t
r
e
l
er
u gibi,
ygamb
ğ
e
u
p
d
n
l
o
ü
lar
Büt
nanan
i
amafo
n
l
e
s
i
k
r
k
a
a
p
ya
noy
cu
a para
d
ı
y
k yoru
a
o
s
ç
k
e
o
v
ç
n
de uzu
umun
r
e
l
u
r
d
e
l
t
k
a
bis
u
uğraşm
e
d
l
ık ki b
i
z
k
a
e
y
ş
e
r
bi
. N
şlardır
ı
anlığı,
m
m
l
ş
a
ü
k
d
a
e
d
v
orkusu
en kur
k
d
n
m
i
ş
a
l
e
İs
at
nnem
e
h
atli ve
e
c
fk
e
ı
ş
r
a
k
l
o
ç
on
karşı
çalışan
e
r
a
e
y
l
a
r
e
mb
tarm
peyga
i
l
t
e
m
ıştır.
merha
yapılm
32
B
slamafobi insanlık tarihi boyunca değişik isimlerle ortaya çıkmış, kökleri çok eskilere dayanan
bir hadisedir. Araştırmalar, islamafobinin sadece
bugün değil, insanoğlunun yaşadığı bütün zamanlarda mevcut olduğunu göstermektedir. İlk insan
Hz. Âdem’den (a.s.) günümüze kadar her zaman
diliminde, değişik şartlar ve manzaralarda ortaya çıkmış ve insanın karşısına dikilmiştir. İnsanlık
tarihi boyunca iman-küfür, hak- batıl mücadelesi
hep varolagelmiştir. Bu savaşlar insanlık tarihinde
hiç eksik olmamış ve olmayacaktır da. Yüce İslam
dininin tertemiz özünde bir gariplik, kadr ü kıymeti
bilinmezlik mevcuddur. Peygamber (s.a.v.) buna şu
hadisleriyle dikkat çekmiştir: “İslam garip olarak
geldi, yine garip olarak geriye dönecektir.”1
Üzerindeki gariplik perdesi istenilen manada aralanamamıştır. Onun fıtrat dini olduğu, insanın havaya, suya ve gıdaya muhtaç olduğu kadar ona da
muhtaç olduğu ilk etapta anlaşılamamıştır. Bugün
dünyada islamafobi adı altında meydana gelen
düşmanca tavırlar, islamın hala garip ve hala tam
anlaşılamadığını göstermektedir. Dikkatle ve insafla
Nisan
B
bakılsa görülecektir ki, islamın getirdiği yüksek öğreti
içerisinde insana, hayvana ve tabiata en ufak bir zarar verecek bir emir olmadığı gibi, iması bile yoktur.
Dünyanın hiç bir yerinde Allah’ın bir tek kulu
çıkıp insanlığın İslamdan zarar gördüğünü söyleyemez. Bu sadece insanlık için değil, bütün varlık için
de geçerlidir. Hz. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın bütün
yarattıklarına şefkat ve merhamet göstermenin dinen
farz ve zorunlu olduğunu açıklamıştır: “Merhamet
etmeyene merhamet olunmaz.”2 Ayrıca o, kuş
yavrularını yakalayanlara onları bırakmalarını söylemiş, karınca yuvasını yakanları da azarlamıştır.3
Hz. Âdem’den günümüze kadar misyonunu
tamalayarak gelen ve “İslam korkusu ve İslam düşmanlığı olarak” tanımlayabileceğimiz islamafobinin
ortaya çıkış nedenleri arasında birinci derecede cehâlat, dînî taassup, kendi dinine dahi hayrı olmayan
bilinçsizlik içindeki insanların taassubu, Allah’a karşı
gelmekten sakınmamayı (takvasızlığı) ve dünyanın
her yerinde başkalarının çıkarları adına kitle psikolojisiyle meydana getirilmek istenilen kaos ortamını
sayabiliriz.
Hz. Âdem (a.s.) yaratıldığında Allah meleklere
ve iblise, Âdem’e secde ediniz diye emretmiş, melekler emri yerine getirmişler fakat iblis kibrinden secde
emrine karşı gelmiştir. Kur’an’da bu şöyle ifade edilmiştir: “Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem’e
secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde
ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.”4 İblisin Âdem’e secde etmeme sebebi ise Kur’an’da şöyle beyan edilmiştir:
“Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni
secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben
ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.”5
Böylece ilk Peygamber ve insanlığın atası Hz.
Âdem’e, temsil edeceği dine ve risalete karşı ilk “ben
daha üstünüm” tavrı iblisçe ortaya konulmuş, bu çirkinliğin kapısı böylece açılmıştır. Aslında bu âyetteki,
“Beni ateşten, Âdem’i topraktan yarattın” ın
altında bir ırkçılık yatmaktadır. Bunun üzerine, “Allah: Öyle ise, “İn oradan!” Orada büyüklük
taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü
sen aşağılıklardansın! buyurdu.”6 Cennetten çıkarılma işleminden sonra Âdem’e iyice içerleyen iblis,
her zaman ve zeminde düşmanlığını ortaya koymaya başladı. Böylece Habil ile Kâbil arasında takvaya
dayalı olarak ortaya çıkan farkı çekememezlik haline
getirerek Kâbil’i kardeşi Hâbil’in kâtili yapmayı başarmıştır.
Bu müessif hadisenin oyuncuları Hâbil ile
Kâbil’dir. Hz. Havva annemiz her batında bir kız çocuğu ve bir oğlan çocuğu dünyaya getiriyordu. Kâbil,
ikizi İklîme ile beraber doğmuştu. Hâbil ise ikizi Lebûde ile birlikte kardeşleri Kâbil ve İklîme’den iki sene
sonra dünyaya geldiler. Evlenme çağına geldiklerinde, Cenab-ı Hakk Âdem’e (a.s.), Kâbil ile doğan
İklîme’yi Hâbil ile, Hâbil ile doğan Lebûde’yi de
Kâbil ile evlendirmesini emir buyurur. Kâbil, evleneceği kız Lebûde biraz çirkin, kendi ikizi İklîme de
çok güzel olduğundan Lebûde ile evlenmeyi reddeder ve babası Hz. Âdem’e karşı gelerek kendisi ile
doğan ikizi İklîme ile evlenme konusunda israr eder.
Bu durum o günün şeriatinde yasak olduğundan Hz.
Âdem şu çözümü önerir: Hem Kâbil, hem de Hâbil
Allah’a yakınlaşma kurbanı takdim edecekler, kimin
kurbanı kabul edilirse o, İklîme ile evlenecek. Kâbil
babasının teklifine ehemmiyet vermeyerek en kötü
ürünlerini, Hâbil ise en görkemli koyununu kurban
olarak Allah’a takdim eder. Kurbanlar bir dağın başına bırakılır. Sonra Hz. Âdem dua eder. Gökten inen
bir ateş Hâbil’in kurbanını yer, Kâbil’in kurbanı için
gökten ateş inmez, onunkini ise hayvanlar yer.7 İşte
bu takva ve Allah katındaki üstünlüğü çekemeyen
Kâbil, kardeşini öldüreceğini söyler. Hâbil ise bu çirkin fiili yaptığı takdirde ona el kaldırmayacağını, her
ikisinin de günahlarını taşıyarak cehennem ehli olacağını söyler. Hâbil ölürken ağlıyordu. Kâbil, onu
ağlatan şeyin ne olduğunu? Sordu. Hâbil’in cevabı
çok enteresan: “Ben Allah’ı işitiyorum, şöyle diyor: Allah (kurbanı) ancak takva sahiplerinden
Ebrehe’nin ta Yemen’den kalkıp Mekke-i Mükerreme’ye gelmesi, Kâbe-i Muazzama’nın saygınlığını ortadan kaldırıp, insanların yönünü Yemen’e çevirmesinin altında yatan açık bir din düşmanlığıdır.
Nisan
B
33
B
kabul eder.” Bu üzücü hadisenin Kur’an’da beyanı
şöyledir: “Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini
gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim
etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden),
“Andolsun seni öldüreceğim” dedi. Diğeri de
“Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder”
dedi (ve ekledi:) “Andolsun ki sen, öldürmek
için bana elini uzatsan (bile) ben sana, öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, âlemlerin
Rabbi olan Allah’tan korkarım.” “Ben istiyorum ki, sen, hem benim günahımı hem de
kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan
olasın; zalimlerin cezası işte budur.” “ Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu
öldürdü; bu yüzden de kaybedenlerden oldu.”9
Görülüyor ki rıza-i İlâhi’nin olmadığı yerde doğan
“çekememezlik psikolojisi”nin akibeti budur. Bu da,
bugüne kadar devam edegelmiş toplum yaralarından
biridir.
8
Cenab-ı Hakk insanlık tarihi boyunca hiçbir insan topluluğunu peygambersiz bırakmamıştır. Ta ki
böylece ne dünyada ne de âhirette sapık konumlarıyla ilgili bir itirazları kalmasın… Allah Kur’an’da,
“Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki
ona: “Benden başka İlâh yoktur; şu halde
bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.”10 buyurmaktadır. Bu birlik arzeden konumu,
Allah Kur’an’da çok yüksek bir iltifatla şöyle beyan
etmektedir: “Hakikaten bu (bütün peygamberler
ve onlara iman edenler) bir tek ümmet olarak
sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim.
Öyle ise bana kulluk edin.”11 Görülüyor ki bütün
peygamberlerin davaları ve gönderiliş gayeleri birdir
ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ifadesiyle bütün peygamberler kardeştir. Efendiler Efendisi şöyle buyurmuştur: “Biz peygamberler, babaları bir, anneleri farklı kardeşleriz.”12
Her peygamberin gönderiliş gayesi, gönderildikleri kavimlerin Allah’a inanmalarını, O’na ibadet
etmelerini ve güzel ahlak sahibi olmalarını temin etmektir. Bu gaye ile gönderilen peygamberlere karşı
kavimlerinin davranışlarında her zaman onulmaz
olumsuzluklar ortaya çıkmıştır. Peygamberler, insan
fıtrat ve psikolojisine uygun olan her tür davranış
ve eğitimi, en ileri gayretlerle sergilemelerine rağmen, kavimleri tarafından sabrın sınırlarını zorlayan
34
B
ve aşağılayıcı, olumsuz bir karşılık görmüşlerdir. Bu
olumsuzlukların başında, peygamberlerine “Deli”
diyerek hakaret etmeleri gelmektedir. Ama onlar yılmadan Allah’ın emri olan tebliğ görevini yerine getirmişlerdir. Peygamberler, Allah’a iman ve ibadet gibi
davetin özünü oluşturan tebliğ yapılırken karşılığında
“bir ücret istemediklerini, ücretlerinin yalnız Allah’a
ait olduğunu”13 özellikle belirtmektedirler. Tebliğ görevi uhdelerine verilen peygamberlerin, bu görevlerini yerine getirirken uydukları ve uyguladıkları dört
büyük esasları vardı. Kesinlikle her peygamber ya
kendine gelen ya da kendinden önceki peygambere
gelen bir delile yani vahye dayanırlardı. İkinci olarak,
ümmetlerine tebliğ ettikleri şeyleri her şeyden önce
kendi nefislerinde yaşarlar; sözleri ile özleri, kalpleri
ile amelleri birbirine uyar; ümmetlerine söylediklerine muhalif davranmazlardı. Üçüncüsü, peygamberler
birer ıslahatçıdır; onların görevi, yapmak, düzeltmektir; iyiliğin hâkim olması, insanların doğruya ve iyiye
yönelmesi için elinden geldiğince çaba göstermektir.
Dördüncüsü, peygamberler, sadece Allah’a güvenir
ve dayanırlar; başarının, sadece Allah’tan geldiğine
inanırlar ve bu uğurda hiçbir şeyden korkmaz ve çekinmezler.14
Peygamberlere karşı “İslamafobinin” nasıl ve
hangi dozda gerçekleştirildiğini aşağıya alacağımız
âyetlerde görmemiz mümkündür. “Andolsun ki,
Nuh’u kavmine gönderdik ve o: Ey kavmim!
Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka
bir Tanrı yoktur. Hâla sakımaz mısınız? dedi.”
“Bunun üzerine, kavminin inkarcı ileri gelenleri şöyle dediler: “Bu, tıpkı sizin gibi bir beşer
olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve
hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber
göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler
gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.” “Bu yalnızca kendisinde
delilik bulunan bir kimsedir. Öyle ise, bir süreye kadar ona katlanıp bekleyin bakalım.”15
“Andolsun ki Nuh’u elçi olarak kavmine
gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk
edin, sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Doğ-
“Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için
yarışırcasına uğraşanlar için de, en kötüsünden, elem verici bir azap vardır.”
Nisan
B
rusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün
azabından korkuyorum.” “ Kavminden ileri
gelenler dediler ki: Biz seni gerçekten apaçık
bir sapıklık içinde görüyoruz.”16 Hz. Nuh (a.s.)
kavmine sapık olmadığını, şefkat ve merhametinden
dolayı onların dünya ve ahirette azaba maruz kalmamaları için çaba gösterdiğini17; onlar için bir uyarıcı
olduğunu, Allahtan başka kimseye tapmamaları gerektiğini18 söylemiş, kavmi ise onun da onlar gibi bir
insan olduğunu, onlardan üstün bir tarafının olmadığını, kavminin en alt tabakasından fakir ve gariplerin
ona uyduklarını, Nuh’un (a.s.) ve ona uyanların yalancı olduklarını19 söylemişlerdir. Daha da ileri giderek Hz. Nuh’tan, Allah’a iman ederek onun çağrısına
can u gönülden cevap verenleri yanından kovmasını
istemişlerdir.20 “Onlardan önce Nuh’un kavmi de
yalanladı, hem de kulumuzun yalancı olduğunda israr ederek: O delirdi, dediler. Ve (Nuh’u
davetten vazgeçmeye ) zorladılar.”21 Hz Nuh’un
oğlu da inkarcılar arasında idi. Bütün çabalarına rağmen babasını dinlemedi. Nuh’un (a.s.) belki de en
acı çektiği husus, oğlunun gemiye binmeyen inkarcılar arasında olduğu ve onun için bir şey yapamamış
olmasıdır.
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk
edin. Sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Siz
yalan uyduranlardan başkası değilsiniz.”22 Bu
karşı çıkıştan sonra, Hud, kavmine, peygamberliğine
karşı bir ücret istemediğini, ücretinin yalnız âlemlerin
Rabbine ait olduğunu, Allah’a inandıkları ve günahlarına tevbe ettikleri takdirde, Allah’ın bol bol yağmur
göndereceğini, güçlerine güç katacağını23 söylemesine rağmen, kavmi de, “sen bize açık bir mû’cize
getirmediğin için, sana uyarak tanrılarımızı
terk edecek değiliz”24 karşılığını verdiler.
Nisan
B
Hz. Sâlih (a.s.) de, kavmini Allah’a iman ve ibadete çağırdı, O’na karşı gelmemelerini öğütledi, peygamberliği karşısında herhangi bir ücret istemediğini,
yeryüzünde bozgunculuk yapmamalarını tebliğ ve
tavsiye etti ise de, kavmi, onun büyülendiğini, onun
da onlar gibi bir insan olduğunu söyleyerek karşı çıktılar ve onu yalanladılar. 25
“İbrahim’i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: Allah’a kulluk edin. O’na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız bu sizin
için daha hayırlıdır.” “Siz Allah’ı bırakıp bir
takım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı
Allah katında arayın. O’na kulluk edin ve O’na
şükredin. Ancak O’na döndürüleceksiniz.”
“Eğer (size tebliğ edileni) yalan sayarsanız,
bilin ki sizden önceki birçok milletler de (kendilerine tebliğ edileni) yalan saymışlardır. Peygamber’e düşen, yalnız açık bir tebliğdir.”26
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin!
Sizin için O’ndan başka tanrı yoktur. Ölçüyü
ve tartıyı eksik yapmayın. Zira ben sizi hayır
(ve bolluk) içinde görüyorum. Ve ben, gerçekten sizin için kuşatıcı bir günün azabından
korkuyorum.” “Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik
vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın.”27 “Dediler ki: Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları) yahut mallarımız
hususunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi
sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın.”28 Görülüyor ki Hz.
Şuayb’la alay ederek davetini hiçe sayıyorlar.
Cenab-ı Hakk Hz. Lût’u Mü’tefike halkına peygamber olarak gönderdi. Hz. Lût (a.s.) onları Allah’a
iman ve ibadete çağırdı ve onlarda bulunan çirkin
bir ahlaktan vazgeçmelerini onlara öğütledi. Her
peygamberde olduğu gibi, Lût’un kavmi de onu dinlemedi ve Allah’a iman etmediler. Tıpkı Nuh (a.s.)
gibi, Lût’u da üzen, perişan eden durum, hanımı
Vâlehe’nin de ona iman etmemiş olmasıdır. Vâlehe
bununla da yetinmemiş, kavmi ile arasında sürekli
casusluk yapmıştır. Kavmi helak olurken, Vâlehe’yi,
kurtulmalarını vaat ettiği Lût’un ailesinin dışında bırakmayı Allah irade ve emir buyurmuştur.29
35
B
Firavun’un, Hz.Musa’nın (a.s.) kavmine yaptığı zulum tarihte öne çıkmış bir zulumdür. Kâhinler,
bu zulüm ortamının hazırlanmasında büyük pay sahibidirler. “Hatırlayın ki, sizi, Firavun taraftarlarından kurtardık. Çünkü onlar size azabın
en kötüsünü reva görüyorlar, yeni doğan erkek
çocuklarınızı kesiyorlar, (fenalık için) kızlarınızı hayatta bırakıyorlardı. Aslında o size reva
görülenlerde Rabbinizden büyük bir imtihan
vardı.”30
“Sonra onların ardından da Firavun ve
toplumuna Musa ile Harun’u mucizelerimizle
gönderdik, fakat onlar kibirlendiler ve günahkar bir toplum oldular.”31 Aynı mealde olan başka
bir âyette, Hz. Musa’nın getirdiği mucizelerin Firavun
ve kavmi tarafından inkar edildiği, fesatçıların sonlarının beter olduğu32 beyan edilmiştir. Firavun ve kavmi
her vesile ile inanan insanlara aşırı eziyet ettiklerinden, insanlar Hz. Musa’ya karşı temkinli davranıyorlardı. “Firavun ve kavminin kendilerine işkence
etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başka kimse Musa’ya
iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan(bir diktatör) ve haddi aşanlardan
idi.”33 Firavun ve kavmi Hz. Musa’ya inanacakları
yerde, tam tersine onun bir sihirbaz olduğunu34 söylüyor ve o bir büyücüdür veya bir delidir35 diyorlardı.
Bütün peygamberler tebliğlerini yaparken inananlar olduğu gibi, çok sayıda paranoyak islamafobistlerle de uzun ve çok yorucu bir şekilde uğraşmak
durumunda kalmışlardır. Ne yazık ki bu İslam korkusu ve düşmanlığı, onları cehennem ateşinden kurtarmaya çalışan çok şefkatli ve merhametli peygamberlere karşı yapılmıştır. Zaten işin en acı tarafı da budur.
Yine tarihe malolmuş olaylardan birisi, fil suresinde beyan edilen Ebrehe hadisesidir. Ebrehe’nin
ta Yemen’den kalkıp Mekke-i Mükerreme’ye gelmesi,
Kâbe-i Muazzama’nın saygınlığını ortadan kaldırıp,
insanların yönünü Yemen’e çevirmesinin altında yatan açık bir din düşmanlığıdır. Onun içindir ki Allah o
fırsatı Ebrehe’ye vermemiştir.
36
Bugün Ürdün toprakları olan, eskiden İtalya’nın
bir eyaleti durumundaki Florida’nın idarecisi Dekyanus, dinsizlik akımının gerçekleşmesi için, Hz. Îsa’ya
(a.s.) inananları öldürtüyordu. Allah’a olan inançlarından dönmeyeceklerini Dekyanus’a bildiren inançlı
36
B
yiğitler vardı o toplumda. O da çıkmak üzere olduğu
geziden dönünce o yiğitlerin hesabını göreceğini söyledi. O yiğitler de memleketlerini terk ederek Bençlüs
dağında yüksekçe bir mağaraya sığındılar. Allah da
orada o yiğitleri üçyüzdokuz sene uyuttu ve Dekyanus’un şerrinden onları emin kıldı. Kur’an’da şöyle
beyan edilir: “Bunun üzerine biz de o mağarada
onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk
(uykuya daldırdık).”37 Özellikle o dönem islamafobinin yaygın olduğu talihsiz dönemlerden biridir.
Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamber olarak gönderilmeden önceki câhiliyet dönemi, insanın insanlıktan çıktığı kirli bir dönemdir. Bu talan döneminde
zengin ve güçlülerin sözü geçerdi. Hz. Bilal gibi birisinin esamesi bile okunmazdı. Hiçbir şeyin manası
yoktu. Karanlıklı, kasavetli, güvenin olmadığı, dost
seçmenin son derece zor olduğu, kız çocuklarının diri
diri toprağa gömüldükleri bir dönemde, Allah Hz.
Muhammed’i (s.a.v.) peygamber olarak gönderdi.
Allah’ın gözetim ve terbiyesinde yetişen Hz.
Muhammed (s.a.v.), bu büyük terbiyenin sonucunda meydana gelen büyük değişikliklerden sonra, bir
peygamber olarak hidayet çağrısına başladığı andan
itibaren, kureyşliler birden ona düşman kesildiler. O,
halkın aniden ortaya koyduğu tepkilerine karşı, hiç
aldırış etmeden Allah’ın ona yüklediği risalet gibi o
yüksek mesûliyeti omuzlamaya ve Allah’ın emir ve
buyruklarını tebliğe devam etti. Ona yaraşan yüksek
ahlakı ile kalpleri, gönülleri fethetti, düşmanların birçoğunu dost yaptı. Bu yüksek ahlakın bir sonucu olarak ezelî düşmanlarından bile asla intikam almadı.38
Geçmiş ümmetler peygamberlerine hangi çirkin ifadeleri kullandılarsa, Kureyşliler de aynı ifadeleri kullanmışlardır: “Dediler ki: “Ey kendisine
Nisan
B
Kur’an indirilen (Muhammed)! Sen mutlaka
bir mecnunsun.!”39 “Mecnun bir şair için biz
tanrılarımızı bırakacak mıyız? derlerdi.” “Hayır! O, gerçeği getirdi ve peygamberleri de doğruladı.”40 “Nerede onlarda öğüt almak? Oysa
kendilerine gerçeği açıklayan bir elçi gelmişti.” “Sonra ondan yüz çevirdiler ve: Bu, öğretilmiş bir deli! dediler.”41
Ancak Yüce Allah, Hz. Muhammed’in (s.a.v.)
şair, büyücü, sihirbaz ve deli olmadığını Kur’an’ı Hakimde beyan ederek, onu temize çıkarmıştır. “(Resulüm!) Sen öğüt ver. Rabbinin lüyfuyla sen ne
bir kâhinsin, ne de bir deli.”42 “Nûn. Kaleme
ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsun
ki (Resulüm), sen-Rabbinin nimeti sayesindemecnun değilsin.”43
Kureyş kâfirleri Kur’an’ı ve bütün semavî kitapları inkar ettiler. “O kâfirler, “Biz, asla bu
Kur’an’a ve ondan evvelki kitaplara iman etmeyiz” dediler.”44 Mekke döneminde peygamber
efendimiz ve Müslümanlara reva görülen eziyetler
zaman zaman dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Bu
uğurda Müslümanlar Habeşistan’a birkaç kez hicret
etmek durumunda kalmışlardır. Resulüllah’ı koruyan
amcası Ebu Talib’e de yeğenini bu davadan vaz geçir
diye aşırı baskılar yapılmıştır. Bu uğurda çok sevdiği
Mekke’den uzaklaştırılmıştır. Medine döneminde de
Müslümanları rahat bırakmamışlar, Müslümanlar açısından hayatî önem taşıyan, bir ölüm kalım meselesi
olan Bedir, Uhut, Hendek gibi savaşların yapılmasına
neden olmuşlardır. Mekke’de iken, Kureyş müşriklerinin verdiği sıkıntıları belki bir nebze hafifletirim amacıyla Tâif’e, dayılarının yanına gitmiş, Tâif’liler ise
kâinat efendisini taşlattırmışlar, mübarek ayaklarını
kanatmışlardır. Cebrail (a.s.) gelip, “Yâ Resûlallah!
Allah’ın selamı var, eğer istersen Tâif’in altını üstüne getireceğim teklifine karşılık, Onlar
bilmiyorlar. Onlardan gelecek nesiller bana
iman edebilirler.” diyerek, helake razı olmamış,
beddua da etmemiştir. Peygamberimiz (s.a.v.), öldükten sonra dirilmeye çok önem verir, bu konuyu
vaaz ederdi. Bir gün Übey b. Halef, elindeki çürümüş bir kemiği, peygamberin huzurunda ufalayarak,
“Şimdi bu çürümüş kemikleri kim diriltecek?”45 diye
sorar. Maksadı gerçeği öğrenmek değil, peygambere
eziyet etmek, inkarını izhar ederek, efendiler efendisini üzmektir. Peygamberimiz, “Evet, Allah seni
öldürecek, sonra diriltecek ve seni cehenneme
sokacak” cevabını vermiştir. O esnada orada hazır
bulunan Hz. Ömer (r.a.) o adamı öldürmek için emir
versin diye Resulüllah’ın gözlerine bakıyordu. Ama
Resulüllah ifade hürriyetine o kadar önem veriyordu
ki, Übey b. Halef’in oradan elini kolunu sallayarak
gitmesine izin vermiştir. Ancak, Resulüllah (s.a.v.)
biliyordu ki, hiçbir inkarcının Kur’an’ın hükümsüz
kalması için sergilediği düşmanca çabası elbette yanına kar kalmayacak, azabın en çetiniyle karşılığını
görecektir. Kur’an’ın yüce fermanı da bu yöndedir:
“Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için de, en kötüsünden,
elem verici bir azap vardır.”46
Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı gittikçe dozunu artıran eziyet ve entrikaları, Mekke’nin fethine kadar devam etmiştir. Bu, büyük fetihten sonra
en azından Müslümanlar biraz olsun rahatlamış, Yüce
Allah dinini tamamlamış ve kâinatın Efendisi, insanlık
dünyasında gerekli ve olması zorunlu ıslahatları yaparak, henüz dünyada emsali görülmemiş bir değişim
yarattı, yepyeni bir çağ açtı. Çünkü o, çok yönlü, çevresini aşan ve tarihi oluşturan bir şahsiyetti.
İslama ve Müslümanlara zarar veren ferdî
veya toplumsal hareketlerin arka pilanında çıkarcıların olduğu muhakkaktır ve tarihen sabit bir gerçektir. Bütün zamanlarda çıkarcılar kitle psikolojisini
kullanarak, hem maddi açıdan, hem de dini açıdan
istediklerini elde etmişlerdir. Kitle psikolojisinde muhakeme olmaz; insanlar ileriyi, geriyi hesaplayamazlar. Bu psikolojinin içine çekilen insanlar, insaniyet,
vicdan, cennet sevdası, cehennem korkusu taşımaz
ve dünyevî hapis gibi, karşılaşabilecekleri hiçbir şeyi
akıllarına getirmezler; âdeta bir suç makinesi haline
gelirler. Kur’an’da, bu çıkarcılardan şöyle bahsedilir:
Nisan
B
37
B
“Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşlarına
(iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada
kötülük işlerler. Böylece o ülke, helâke müstehak olur; biz de orayı darmadağın ederiz.”47
Ülke çıkarını düşünmeyip, sadece kendi çıkarlarını düşünen insanlar, hem kendilerinin, hem
de ülkelerinin helakine sebeb olurlar. Cenab- Hakk,
“Nuh’tan sonraki nesillerden nicelerini helak ettik. Kullarının günahlarını bilen ve gören Rabbin yeterlidir.”48 buyurmaktadır. Bütün
dünyada ülkelerin sıkıntı çekmelerinin altında yatan
sebeb, sıkıntılı zamanlarda milletlerinin yanında yer
alıp, onlara zâhir olacakları yerde, üç kuruşluk dünya
çıkarı için her türlü entrikayı çevirmeleridir. Çünkü,
himmeti milleti olan insan, o, tek başına bir millettir.
Himmetini yalnız kendisi ve çıkarı için kullanan insanlar çıkarcıdır, cücedir, aslında o kadar küçüktürler
ki, onlara insan bile demek doğru değildir. Annesi,
Hz. İbrahime, “oğlum buralardan ayrıl, falan memlekete git. Oradaki insanlar mütedeyyindirler; onların arasına katıl ve Allah’a olan kulluğunu yap, rahat
et. Burada her an ölümle burun burunasın” diyordu.
Hz. İbrahim, annesine, “Ben gidersem milletim
ne olacak? Burada kalıp onlar için mücadele
edecek ve onları kurtaracağım” cevabını veriyordu. Bu yüksek himmet için Allah Kur’an’da, Hz.
İbrahim’e “Bir millet” diyor. “İbrahim, gerçekten
hakk’a yönelen, Allah’a itaat eden bir milletti;
Allah’a ortak koşanlardan değildi.”49 buyurulmaktadır. Bu konuda bir şair de şöyle diyor: “Allah’ın,
bütün âlemi ( bütün hayır sıfatlarında ulaşılan kemali)
bir kişide toplaması, kabul edilemez değildir.”50
Toplu hareketlerde bireyler, çoğu zaman orada
niçin bulunduklarının bile farkında olmazlar; yaptıkla-
38
B
rı işin, işledikleri cürmün ne demek olduğunu, onun
yüklediği ağır yükü kimin adına yüklendiklerini, öldürülen masum insanların, yıkılan ve talan olan evlerin manevî sorumluluğunun, dünya hayatında, varsa
vicdanlarına bir mengene, ahirette ise cehennem ateşi olarak döneceğini düşünemezler. Kur’an bu zavallı
insanlardan şöyle bahseder: “Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün: Eyvah bize! Keşke Allah’a
itaat etseydik, Peygamber’e de itaat etseydik!
derler. Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar,
derler. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve
onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.”51
Bilakis son zamanlarda iyice körüklenen İslamafobik hareketlerin içinde yer alanlar, sadece
Müslüman olmayanlar değil, ne yazık ki islamiyeti
tam kavrayamadığı, özümseyemediği için nice Müslümanların da o hareketin içinde olduklarını görüyoruz. Kendi ülkemizde bile, nice insanların islamiyete
ve müslümanlara karşı bir kin ve nefret beslediklerini
görüyor ve biliyoruz. Herkese yeterli akıl verildiğinden, onu iyi kullanmamız ve yanlışa düşmememiz
gerekmektedir.
..............................................................................
*Aksaray Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi.
1 Müslim, Ebu’l Hüseyin Müslim b. el Haccac, Sahihu’l Müslim, İstanbul, 1981,bab.65, c,4, s.130., 2 Buharî, Ebu Abdullah Muhammed
b. Ebi’l Hasen İsmil b. İbrahim b. el Muğîre b. el Ahnef, Sahihu’l
Buharî, İstanbul, 1981, Bab. 18, c.7, s. 75., 3 Mansur, Ali Nasıf, Et
Taç el Camiu li’l Usul Fî Ehadîsirresul, Riyad, 1962, c. 5, s. 18-19.,
4 Bakara Suresi, 2/34., 5 Â’raf Suresi, 7/12., 6 Â’raf Suresi, 7/13., 7
Hâzin, Alaeddin Ali b. Muhammed b. İbrahim el Bağdâdî, Lübâbü’t
Te’vil Fî Maani’t Tenzil, Beyrut, TY. C.1, s.455; Kâdı Bey^dvî, Nasuriddin Ebu Said Abdullah b. Ömer b. Muhammed , Envaru’t Tenzil
Ve Esraru’t Te’vil, İstanbul,TY. C.1, s.263., 8 Nesefî, Ebu’l Berekat
Abdullah b. Ahmed b. Mahmud, Tefsîru’n Nesefî, İstanbul, 1984, c.1,
s.280., 9 Mâide Suresi, 5/27-30., 10 Enbiya Suresi,21/25., 11 Enbiya
Suresi,21/92., 12 Hamit b. Muhammed b. Hüseyin b. Muhsin, Fethullah el Hamid el Mecid Fî Şerhi Kitabi’t Tevhit, Dâru’l Müeyyid, 19961417, cüz.1, s.64., 13 Yunus Suresi,10/72;Hud suresi, 11/29,51;Şuara suresi,26/109,127,145,164,180;Sebe’ Suresi,34/47., 14 Kur’an
Meali,Prof. Dr. Ali Özek ve ekibi, s.230., 15 Mü’minun Suresi, 23/2325., 16 Â’raf Suresi,7/59-60. ,17 Â’raf Suresi,7/61-63., 18 Hud Suresi,11/25-26., 19 Hud Suresi,11/27., 20 Hud Suresi,11/29-30., 21
Kamer Suresi,54/9., 22 Hud Suresi, 1/50, 23 Hud Suresi,11/51-52.,
24 Hud Suresi,11/53., 25 Şuara Suresi,26/141-154., 26 Ankebut
Suresi,29/16-18., 27 Hud Suresi, 11/84-85., 28 Hud Suresi,11/87.,
29 Hicr Suresi,15/59-60., 30 Bakara Suresi,2/49., 31 Yûnus Suresi,10/75., 32 Â’raf Suresi,7/103., 33 Yûnus Suresi,10/83., 34 Â’raf
Suresi,7/109-110., 35 Zâriyât Suresi,51/39., 36 Fil Suresi,105/1-5.,
37 Kehf Suresi,18/11., 38 Mevdûdî, Seyyid Ebu’l Âlâ, Hz. Peygamberi Hayatı, İstanbul, 1992, c.1, s.89., 39 Hicr Suresi,15/6. , 40 Saffat
Suresi,37/36-37., 41 Duhan Suresi,44/13-14., 42 Tur Suresi,52/29.,
43 Kalem Suresi,68/2., 44 Sebe’ Suresi,34/31., 45 Yâsin Suresi,36/77-78., 46 Sebe’ Suewsi,34/5., 47 İsra Suresi,17/16., 48 İsra
Suresi,17/17., 49 Nahl Suresi,16/120., 50 Nesefî, Ebu’l Berekat Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd, İstanbul, 1984, c.1, s. 303., 51 Ahzap
Suresi,33/66-68.
Nisan
Üniversite ve Kent
Yrd.Doç.Dr.Abdulkadir DEVELİ
K
k
n gere
i
n
e
k
l
ir ü
iteler b
s
r
n gücü
e
a
v
s
i
n
i
Ün
i
ik l
in
u nitel
ğ
u
bilgin
d
,
y
e
d
du
n
i
es
iştirilm
t
e
ma hiz
y
u
l
n
p
o
t
nü
ve
rak
esinde
m
l
i
ur ola
t
s
e
n
ür
u
r
i bi
r.
öneml
e
t
adırla
t
t
e
k
a
m
m
ıza çık
karşım
Nisan
B
ent kavramının oluşması bir nevi toplumların
göçebe hayattan yerleşik hayata geçmesiyle
başlamıştır. Her toplumun yapısını yansıtan
kentlerin birbirlerinden farklı özellikleri vardır. Her
kentin dokusu farklıdır. Kentle beraber toplumların
nitelikli insan gücünü sağlamak amacıyla üniversite
niteliğinde veya bu özelliğe yakın eğitim merkezleri
kurulmuştur. Böylelikle kent ve üniversite etkileşimi
başlamıştır. Bu etkileşimi tanımlamak amacıyla çalışmalar başlamıştır.
Üniversitelerin, hem ülkenin hem de kentlerin
nüfus, ekonomik ve sosyal yapılarında yarattığı değişimleri inceleyen çalışmalar bulunmaktadır. Üniversiteler gerek dünyada gerekse ülkemizde, sosyo-ekonomik eşitsizlikleri gideren, kentsel kalkınma
ve gelişmeyi hızlandıran temel faktörlerden birisi
olarak ele alınmaktadır. Fakat, üniversitelerin ilk kuruluş amacı toplumun gerek duyduğu bilgiyi üretmek ve nitelikli işgücü oluşturmaktır. Bu bağlamda
üniversitelerin işlevini ikiye ayırmak mümkündür.
Üniversiteler, yarattığı gelir akımı ile kentin gelişme-
39
B
sinin maddi koşulunu oluştururken, diğer yandan da
gelişmenin bilimsel ve sosyal/kültürel koşullarını hazırlamaktadır. Ülkemizde her kentte bir üniversitenin
açılması karşılıklı olarak kentler ve üniversite etkileşimi doğurmuştur. Ayrıca, yeni açılan üniversiteler hem
sosyal hem de ekonomik anlamda bir hareketliliğe ve
canlanmaya katkıda bulunmaktadır.
Beşeri sermaye anlamında gelişmenin en
önemli faktörü eğitimdir. Eğitim salt ekonomik anlamda değil, aynı zamanda gelişen bir toplumsal
kimliğin, etik değerlerin ve daha güçlü demokrasinin
en önemli unsuru olarak öne çıkmaktadır. Yine, küreselleşmeyle birlikte ekonomi ve teknolojideki hızlı
değişim ve yenileşme, daha nitelikli çalışanlara gereksinim duyulmasına neden olmaktadır. Diyebiliriz ki,
eğitim gereksinimi sürekli artmakta, eğitimin hedefi
ve içeriği ise değişmektedir. Artık, sınırlı nitelikte bilgi
ve beceriye sahip olmak yeterli görülmemekte; aynı
zamanda bu niteliklerin sürekli yenilenerek gelişmesi
beklenmektedir (Öztürk, Torun ve Sayın, 2009; Öztürk ve diğ., 2011: 146)
Bir toplumda, eğitimin söz konusu etkiyi doğurabilmesi, ancak üniversite dediğimiz en üst düzeydeki eğitim kurumunun var olmasına bağlıdır.
Dolayısıyla kentler ihtiyaç duydukları bu bilgiyi yükseköğretim kurumları ile elde etmeye çalışmışlardır.
Bu süreçte kent ve üniversitenin karşılıklı etkileşimi
sürekli olmuştur. Üniversiteler bilgi üretme yolu ile
kentlerin büyümesine ve gelişmesine yol açmışlardır.
Üniversiteler, sözü edilen gelişmenin temel dinamiği
ve bilgi toplumunda bilginin üretildiği merkez olarak
kabul edilmektedir. İktisadi gelişme ile eğitim/üniver-
site arasındaki ilişkiyi sağlıklı bir şekilde kurabilmek
için iktisadi büyüme ve iktisadi gelişme terimlerinin
anlamlarını ve aralarındaki farkı belirlemek gerekir.
Büyüme, mevcut üretim kapasitesinin ve kişi başına
gelirin artırılmasını ifade eder. Gelişme ise sadece
üretimin ve kişi başına düşen gelirin arttırılmasından
ibaret olmayıp, fiziki, ekonomik ve sosyal/kültürel yapının da değiştirilmesi ve kalitesinin arttırılması anlamına gelir (Çınar ve Emsen, 2001: 92 Akt: Öztürk ve
diğ., 2011: 146) Üniversite dediğimiz en üst düzeydeki eğitimin iktisadi gelişmenin temelini oluşturduğu
gerçeğinden hareketle, bu makale üniversite ve kent
arasındaki karşılıklı etkileşimi ele almaktadır.
Kent Kavramı
Geçmişten günümüze kent olgusu uygarlıkla
eş anlamlı kullanılmış, bu anlamda uygarlığın kentleşme ile geldiği ve var olduğu genel bir söylem haline gelmiştir. Kent kelimesi Latince kökenli dillerde
‘‘civilization’’ anlamına gelen ‘‘civitas’’tan türemiştir.
Arap kültüründe bir kent adı olan ‘‘Medine’’ uygarlık
anlamına gelen medeniyet kavramının kökenini oluşturmaktadır.
Kentlerin tarihsel süreci incelendiğinde modern
anlamda kentin ortaya çıkışı sanayi devrimi ile birlikte
olduğu görülür. “Kentleşme” kavramı literatürde “Sanayi Devrimi Öncesi Kentleşme” ve “Sanayi Sonrası
Kentleşme” olarak ikiye ayrılması sanayi devriminin
bu süreçte bir dönüm noktası olduğu göstermektedir.
Sanayi devrimi ile kentler öncesine nazaran mukayeseli olarak üretim merkezi haline gelmişlerdir. Böylelikle köyden kentte göç hızlanmıştır.
Büyüyen ve gelişen kent âdete çekim merkezi
haline gelmiştir. Böylelikle, sanayi devrimiyle birlikte
kentin yapısında - ilişkilerinde, işleyişinde, kurumlarında her alanda- tam bir dönüşüm yaşanmış, kent
iktidarın açık ve gizli bir şekilde hissedildiği, izlendiği,
gözlendiği, gerçekleştiği ve dönüştürüldüğü mekan
haline gelmiştir (Sennet, 2002: 20; Yaylı: 337) Dolayısıyla, kentin yapısında meydana gelen bu değişim
küreselleşme ile birlikte güçlerini ülkelerden değil, ülkeler güçlerini kentlerden alır konumuna gelmiştir. Bu
bağlamda küreselleşme, ülkeler arasındaki ekonomik
anlamda sınırları önemsizleştirmiş ve ekonomik sistemin temel birimlerini kentler oluşturmaya başlamıştır.
40
B
Nisan
B
Geçmişte ulus-devlet aracılığı ile gerçekleştirilen
mal, hizmet, sermaye ve bilgi akışları kentler ile gerçekleşmeye başlamıştır. Günümüzde dünya ekonomisine yön veren Tokyo, Londra, New York, İstanbul
gibi büyük kentler taşıdığı ağır önemden dolayı siyasal yapıya da yön vermeye başlamıştırlar.
Son yıllarda çok sayıda faktör kentleri ve kent
ekonomisinin yeniden ortaya çıkışını yönlendirmektedir. Bu faktörler; küresel ekonomik yeniden yapılanma, bazı ulus-devletlerde ekonomik ve politik
desantralizasyon, geleneksel bölgesel kalkınma politikalarının başarısızlığa uğraması ve küresel ekonomide kentler arasında artan rekabettir. Bunlar arasında
kentleri etkileyen en önemli faktör ekonomide, üretimde ve üretimin coğrafyasında derin dönüşümler
oluşturan küresel yeniden yapılanma ve bilgi ekonomisine geçiştir. Bu süreçte kentler bilginin üretildiği
ve tüketildiği mekânlar olarak etkinlik göstermektedir
(Pustu, 2006:146) Bilgi ekonomisine geçişte kentlerin rolü yeniden tanımlanmaktadır. Günümüz dünyasına ‘Bilgi toplumu’ adını veren bilginin ve buna
dayalı olan yüksek teknolojinin, ulusların sosyoekonomik hayatının gelişmesinde oynadığı başrol, bilgi
gücünün üretilmesinin, işlenmesinin ve satılmasının
belli bir düzen içinde gerçekleştirilmesini gerektirmektedir. Bu çerçevede; belli politikalar oluşturarak
Sanayi-üniversite-devlet ilişkisini sağlam bir zeminde
gerçekleştirerek, yeni ve ileri teknolojilerin üretimini
amaçlayan bilim ve teknoloji merkezlerinin kurulması bilgi kentleri oluşturma konusunda yapılan somut
çalışmaların temelini oluşturmaktadır. Bu nokta da
üniversiteler günümüzde kuruluş amaçlarına da hizmet eder biçimde kentsel mekânların ve toplumsal
yaşantıların biçimlenişi ve gelişiminde önemli birer
aktör konumundadır.
Üniversite kavramı Dünya’da ve
Türkiye’de Üniversitelerin Tarihsel Süreci
“Üniversite” kavramı, “universitates” kavramının evrilmesi ile oluşan Latince “universitas” kelimesinden gelmektedir. “Universitas”, lonca kelimesinin
karşılığı olup, bağımsız ve ortak çıkarları olan kişiler
topluluğu anlamındadır (Öztunalı, 2001; Antalyalı,
2007:25-26). Bugünkü anlamı ile üniversiteler, son
dönem 11. yüzyıl ve 12. yüzyıl Orta Çağ Avrupa’sında gündeme gelmiştir. Her ne kadar “universitas”,
Nisan
B
“üniversite” kavramını doğurmuş olsa da, Orta Çağ
Avrupa’sında kullanılan “univarsitas” terimi modern
anlamdaki “üniversite” teriminin tam karşılığı değildir. Çoğunlukla öğrencilerin veya öğretmenlerin bir
loncası anlamında kullanılan bu kavram (Subjektif, 2006), genel anlamda, “corporation” (dernek,
kurum) anlamında kullanılmıştır. Orta Çağ Avrupa’sında, modern anlamdaki üniversiteye “Studium
Generalle” kavramı denk düşmektedir (Rukancı ve
Anameriç, 2004; Antalyalı, 2007:29)
Plato’nun M.Ö. 393’de kurmuş olduğu Akademia, ilk üniversite olarak kabul görmektedir. Buna
karşılık Akademia, ortaçağ üniversitelerine yakın,
modern üniversitelerden uzak, okul’dan daha çok çalışma ve araştırma yapılan bilimsel bir topluluk olarak
görülmüştür.
Modern üniversite ile ilgili araştırmalar daha
çok ortaçağ ile başlar bunun en önemli sebebi 12’nci
yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da kurumsallaşmış
üniversitelerin kurulmaya başlamasıdır. Ortaçağdaki
üniversite oluşumlarında iki temel ekol göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki; öğrenci ve pazar odaklı olan
Bologna modelidir. İtalyan üniversitelerinde öğrenciler, hocalara para vererek sözleşme imzalatmakta ve
dolayısıyla hocalar üzerinde büyük bir denetim ve
otoriteye sahip olmaktaydı. Diğer ekol ise hocaların
otoritesinin baskın olduğu Paris modelidir (Başarır,
2009:6). Avrupa’da kurulan ilk dört üniversitenin
(Parma, Oxford, Paris ve Bologna) başarılı olması ile
birlikte 14’nci yüzyılın sonunda Avrupa’nın birçok ülkesin de yeni açılan okular ile birlikte üniversite sayısı
28’e ulaşmıştır. Kurulan bu üniversiteler farklı yerlerden hocaların ve öğrencilerin gelmesi ile birlikte kozmopolit bir yapıya ulaşarak üniversiteler arasındaki
sınır ötesi ilişkileri güçlendirmiştir.
41
B
İslam medeniyeti, Ms 8’nci ve 12’inci yüzyıllar
arasında Avrupa’ya bilim ve felsefi alanda ilham kaynağı olmuştur. İslâm medeniyeti, bir uçtan diğer uca
uzanan kentlere yayılmakla kalmamış, komşu kültür
ve medeniyetler üzerinde de etkili olmuştur. Monica
Gaudiosi, 1274’de kurulan ve modern yüksekokul
sisteminin başlangıcı olarak kabul edilen, Merton College’ın (Oxford Üniversitesi) oluşumunda ve İngiltere’deki vakıf sistemi ve anlayışının gelişmesinde İslâm
dünyasında uygulanan vakıf hukuku ve sisteminin etkili olduğunu tespit etmiştir. Doğu ve Batı dünyasında yüksek eğitim kurumlarının doğuşunu mukayeseli
bir şekilde inceleyen George Makdisi, Müslümanların
açmış olduğu eğitim ve bilim kurumlarının, örneğin
medrese ve rasathanelerin, Avrupa’daki yüksekokul
ve üniversite sisteminin gelişmesine, hatta doktora ve
kürsü gibi uygulamalara da kaynaklık ettiğini ortaya
koymuştur. Charles H. Haskins’e göre Batı üniversitesi, Atina ve İskenderiye’nin değil Paris ve Bologna’nın mirasçısıdır durum böyle olunca Bologna ve
Paris’in de Bağdat’ın mirasçısı olduğu söylenebilir
(Kenan; 2013:5-6). Aynı zamanda İslam dünyasında
kurulan ‘‘Felsefe, bilim ve araştırma kurumları’’ olan
Beytülhikmeler (bilim-felsefe akademileri), medreseler (üniversiteler)in etkisi sonucunda Rönesans denilen dönem ortaya çıkmıştır. Avrupa daha sonraki
yüzyıllarda kurulan bu eğitim kurumlarını taklit edip
geliştiren yeni eğitim merkezleri inşa etmiştir.
İslâm medeniyeti, ilme ve öğrenmeye yaptığı
açık vurguyla birlikte eğitimi, adil ve evrensel bir toplumsal düzenin gerçekleşmesini sağlayacak en etkin
hedef olarak belirlemişti. Bu amacı gerçekleştirmek
için yapılı veya yapılı olmayan hem temel, hem yüksek seviyede eğitim veren kurumlar ve kurumsallaşmalar hızlı bir şekilde yaygın hale gelmiştir(Kenan;
2013:3). İslam medeniyetine Selçuklu ve Osmanlı
tarihi içinden bakılırsa, yükseköğrenim kurumlarının
başlangıcı olarak 10’ncu yüzyılda Karahanlılar döneminde kurulan Semerkant, Buhara, Taşkent, Balasagun, Yarkent ve Kaşgar medreseleri kabul edilir.
Selçuklular döneminde kurulan medreseler ile Anadolu’da yüksek eğitim kurumları yaygınlaştırılmış ve
ilk medrese Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey tarafından
Nişapur’da kurulmuştur.
şekliyle gerçek bir üniversite görünümündeki yükseköğretim kuruluşları bu medreselerin açılmasıyla
oluşmuştur. Buralarda zamanın şartlarına göre, Dini
İlimler, Arapça, Felsefe, Mantık, Matematik ve diğer
bilimler öğretilmiştir. Bu medreseler sonraki zamanlarda Osmanlı ideolojisinin taşıyıcıları olan eğitim-öğretim kurumlarının da belkemiği olacaktır (Aksoy ve
Arslantaş; 2010:474). Osmanlı döneminde ilk yükseköğretim kurumu 1330 yılında İznik’in fethedilmesiyle kiliselerden birinin medreseye çevrilmesi ile yapılmıştır.
Bu döneme özgü medreselerden başka bir
eğitim kurumu olarak söz edilmesi gereken bir diğer
kurum ise Ahiliktir. Yaygın bir eğitim kurumu olarak
Ahilik, 13. yüzyılda, Kırşehir’de yaşayan Ahi Evren
tarafından kurulmuştur. Eğitimi iş dışında ve iş başında yapılmaktadır. Dinin esasları, okuma yazma,
insanlık terbiyesi, temizlik, ocağın düzen ve geleneği,
başlıca öğretim konularıdır. (Akyüz, 45, 56; Aksoy ve
Arslantaş; 2010:474, 475). Ahiliğin örgütlü yapısı sebebiyle, önemli sosyal ve siyasi etkileri görülmüştür
(Başarır, 2009:24)
Osmanlı’da 18. yüzyıldan itibaren, askeri başarısızlıklar, yönetsel ve mali bunalım şeklinde ortaya
çıkan gerilemenin fark edilmesi ve bunlara sistemin
geleneksel refleksleri ile çözüm bulunamaması karşısında batılılaşma reformları gündeme gelirken modern ve etkin bir merkez ve taşra bürokrasisi yaratmak
için yeni eğitim türlerine ve kurumlarına gereksinim
olduğu fark edilmiştir (Tekeli ve İlkin, 1999; Soydan:
55). 1770’de Çeşme’de bulunan donanmanın Ruslar
tarafından yakılması sonucu teknik ve bilim alanındaki yetersizliğin farkına varılmış ve III.Mustafa tarafından 1773’de gemi inşaatı, haritacılık ve donanmanın
ihtiyaç duyduğu diğer teknik elemanları yetiştirmek
İslam dünyasında kurumlaşmış olarak yani
öğrencilerin barınma ve beslenme ihtiyaçlarının karşılandığı, burslarının verildiği, hocalarının maaşlarının ödendiği, müstakil öğretim binalarının yapıldığı
42
B
Nisan
B
1950’lilerden günümüze kadar önemli hedeflerinden biri yeni üniversiteler kurarak ülkedeki bölgesel eşitsizlikleri gidermek olmuştur. Burada temel
argüman ülkenin hemen hemen her kentine yeni bir
üniversite kurarak hem eğitimin ileri bir seviyeye taşınması hem de kurulan kentin sosyal ekonomik ve
kültürel açıdan hareketlenmesini sağlamaktır.
2.1 Üniversitelerin Amaçları
üzere Batı anlayışında ilk yüksekokul olan Mühendishane-i Bahri-i Hümayun kurulmuştur (Ataünal,
1998; Başarır, 2009:25).
Medreselerdeki yetersizliğin ve bozulmanın
önüne geçilemeyeceğinin anlaşılması üzerine Tanzimat’tan sonra batılı anlamda ilk üniversite Darülfünun 1846 yılında Mustafa Reşit Paşa önderliğinde
kurulmuştur (Başarır, 2009:25). 1933’te kaldırılan
Dârülfünun, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı olmak
üzere İstanbul Üniversitesi olarak yeniden teşkilâtlandırılmıştır. Cumhuriyet döneminde üniversite sözcüğü
ülkemizde ilk kez 1933 yılında yapılan hukuksal düzenleme ile birlikte kullanılmıştır. Bu dönemde üniversite özerk değildir (Ataünal, 1993:40; Hatiboğlu,
2000: 114; İnönü, 2005; Kavili Arap, 2010: 8). Bu
reform ile Humboldt modeli bir üniversite kurulmak
istenmiştir (Tekeli, 2003: 138; Kavili Arap, 2010: 8 ).
Nedenlerden birisi, 1933 yılı başında Nazi baskısı nedeniyle Almanya’dan gelen 40 kadar bilim adamının
İstanbul Üniversitesi’nde göreve başlamalarıdır
(Hatiboğlu, 1995: 97-101; İnönü, 2005; Kavili Arap, 2010: 8).
Üniversitelere ilişkin ikinci köklü değişiklik 1946
tarihli 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’dur. Yasa’da
üniversiteler “Yüksek araştırma ve öğretim birlikleri”
olarak tanımlanmıştır. Bu yasa ile üniversitelerin bilimsel ve yönetsel anlamda özerkliği yeniden getirilmiş, tüzel kişiliği tanınmıştır. Ancak tam bir yönetsel
özerklik söz konusu olmamıştır (Gök, 1998: 76; Ortaylı, 2001: 79) Üniversitelere ilişkin yapılan bir diğer
değişiklik 1981 tarihli 2547 sayılı Üniversiteler Kanunudur. Yasa’da MEB’e bağlı akademiler, bir kısmı diğer bakanlıklara, çoğu MEB’e bağlı iki yıllık MYO ile
konservatuarlar, MEB’e bağlı üç yıllık eğitim enstitüleri, mektupla öğretim yapan YAYKUR bir çatı altında
toplanmıştır. Çıkarılan bu yasa ile birlikte bu kurumlar
YÖK’ün merkezi otoritesine bağlanmış olmaktadır.
Nisan
B
Üniversiteler bir ülkenin gerek duyduğu nitelikli insan gücünün yetiştirilmesinde, bilginin üretilmesinde ve topluma hizmette önemli bir unsur olarak
karşımıza çıkmaktadırlar. Aynı zamanda hem ülkenin
kalkınmasına, hem de bulunduğu bölgenin sosyo-ekonomik yönden gelişmesine etki eden en önemli kurumlardan biridirler (Yılmaz, Kaynak, 2012:56)
Tarihi gelişim içinde üniversitenin temel amacı
kültürü geliştirmek ve yaymaktır. Zamanla bu amaca
farklı meslekler için gerekli olan teknik bilgileri sağlamakta eklenmiştir (Versan, 1990:236; Gültekin ve
diğ, 2008: 265). Bu noktada üniversitelerin amacı;
bilimsel araştırma yapmak, yaptığı bilimsel araştırmalar ile toplumsal gelişmeye katkı sağlamak ve nitelikli
insan gücü yetiştirmektir. Bu amaçları gerçekleştirmek için; bilim üreten, düşünmeyi ve bilim üretmeyi
özendiren, bu tür etkinlikleri destekleyen ve bunları
eğitim öğretim etkinlikleri ile bütünleştiren üniversiteler ile mümkündür.
Cleary ve Jeffery ise üniversitelerin bölgesel
kalkınma sürecinde anahtar bir rol oynadığını kabul
etmekle birlikte, temel fonksiyonlarını aşağıdaki gibi
sıralar:
• Bölgesel bilgi ekonomisi ve toplumunun destekleyicisidir.
• Ekonomik istikrarın önemli bir unsurudur.
• Bölgenin sosyal yaşamının temel gücüdür.
• Kültürel kaynakların temelini oluşturur ve
güçlendirir.
• Bölgenin uluslararası işbirliği ve dışa açılmasında etkilidir.
• Yenilikçi aktiviteler ve girişimciliğin temel kaynağıdır. Ayrıca üniversiteler, “akademik girişimcilik”
yoluyla bölgesel ekonomide oldukça aktif bir rol üstlenebilir (Çetin, 2007:219)
(Devam edecek)
43
Hikmet Boyutuyla Ezan
Prof. Dr. ALİ AKPINAR
S
mönüşü
d
n
i
n
tleri
nın
z vaki
a
dünya
m
a
¸
e
N
l
y
i
eb
olarak
ası seb
i
l
m
l
k
o
e
r
ü
l
a sü
r
anınd
y
r
ter¸ bi
i
i
b
b
t
n
r
a
ö
d
ez
a
ur. Bir
n
u
gulam
k
y
o
u
n
u
a
z
B
e
ar.
n başl
a
z
kılıne
d
a
i
c
k
s
ş
e
a
b
am
n
zü ban
ü
rimizi
y
e
r
e
b
m
“Y
a
yg
l
ran Pe
u
y
u
e güze
b
n
e
n
dı.”
i
cid
ü mes
z
ü
y
r!
r
e
y
aktadı
m
ş
ı
k
a
y
44
B
özlükte ezan¸ “bildirmek¸ duyurmak¸ çağırmak¸ ilan etmek ve bildirim” gibi anlamlara
gelir. Namaz vakitlerini bildirmek ve Müslümanları cemaatle namaz kılmaya çağırmak amacıyla okunan ezan cümleleri aslında tevhîd dininin
temellerini özetler. Şöyle ki; ezan cümlelerinde
Yüce Allah’ın varlığı¸ birliği¸ tekliği ve büyüklüğü
tekrarlanır. İkinci olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’in
Allah’ın peygamberi olduğuna vurgu yapılır. Daha
sonra Müslümanlar İslâm’ın en temel ibadeti olan
namaza ve kurtuluşa çağrılır.
Ezanın en temel cümlesi tekbir¸ mü’minlerin
sürûr günlerinde dillerinden düşürmedikleri fetih¸
bayram¸ kurban sloganıdır. Tekbirle başlayan namaz ibadeti¸ tekbirlerle devam eder. Namazı tekbir düzenler¸ mü’minlerin günlük hayatını da ezan
düzene koyar. Sabah ezanı ile başlayan gün¸ yatsı
ezanıyla kapanır¸ bu iki vakit arasındaki vakitlerde
de ezanlar hep okunur. Günün beş vaktinde okunan ezanla¸ mü’minler tevhîdi yeniden hatırlar ve
tevhîdden kopmadan bereketli bir hayat yaşarlar.
Nisan
B
“Ey iman edenler! Cuma günü namaza
çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman¸ hemen Allah’ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer
bilmiş olsanız¸ elbette bu¸ sizin için daha hayırlıdır.”[1] âyeti yanında¸ “Namaza çağırdığınızda onu alay ve eğlenceye alırlar.”[2] âyeti ezana
işaret eden âyetlerdir. Ezanın ve müezzinliğin fazîletine dair pek çok hadis gelmiştir. Bunlardan bir kaçı
şöyledir: “Ezan okunduğunda şeytan¸ ezanı işitemeyeceği yere kadar kaçar. Müezzini işiten
cin¸ insan¸ ağaç taş her şey onun lehine tanıklık eder. Kuru-yaş her şey müezzinin bağışlanması için duâ eder. İnsanlar ezan okumanın
ve ilk safta bulunmanın faziletini bilselerdi bu
konuda birbirleriyle yarışırlardı.”
Yurdumun Üstünde
İnleyen Ezan
Ezan¸ İslâm’ın en temel ibadetinin vakitlerini
duyuran özel bir çağrıdır. O¸ İslâm’ın şiârlarının en
önemlisi¸ Müslümanlık göstergesi ve Müslümanlık
hatırlatmasıdır. Zira savaş ortamında ezan okunan
topluma saldırılmaz. Hz. Ebu Bekir¸ dinden dönenler
üzerine gönderdiği ordusuna¸ “Ezan sesini işittiğiniz
yerlerde geceleyin¸ zira ezan imanın alâmetidir.” diye
tavsiyede bulunmuştur. Şairimiz;
Bu ezanlar ki şahâdetleri dinin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli
derken ezanın Müslümanlık şiârı olduğunu ne
güzel ifade eder.
Yeni doğan çocukların sağ kulağına hafif sesle
ezan¸ sol kulağına da kâmet okunur. Bu uygulama
ile çocuğun¸ İslâm’ı özetleyen cümlelerle hayata merhaba demesi sağlanır. Nitekim bilimsel araştırmalar¸
çocuğun dünyaya gelir gelmez ilk duyduğu seslerin
onun kişiliğine etki edeceğini söylemektedir. Aynı zamanda bu uygulama¸ anne babanın Müslüman olduklarını doğum gibi büyük bir nimetle bir kez daha
hatırlayıp şükretmelerini sağlar.
Ezanla doğarız dünyaya. Ezan okunur kulaklarımıza¸ ama bu ezan ve kâmetin namazı kılınmaz.
Doğduğumuzda kulaklarımıza okunan bu ezanın namazı¸ öldüğümüzde¸ duâ niyetiyle üzerimize kılınacak cenaze namazıdır. Doğduğumuzda kulaklarımıza
ezan¸ bizim irâdemiz dışında okundu; öldüğümüzde
üzerimize kılınacak namaz da irâdemiz dışında olacaktır. Önemli olan ise¸ irâdemizle ezan okuyabilmek
ve ezan ruhuyla yaşayabilmektir. Unutmayalım ki¸
ne kadar uzun gibi görünürse görünsün ömür dediğimiz¸ ezanla namaz arası bir vakittir.
Ezan¸ aynı zamanda Müslümanın zamanını
ayarlayan¸ disiplinize eden önemli bir uyarıcıdır. Zamanın bütün anlarının önemli olduğunu hatırlatan bir
bildiridir. Eskiden çalışma¸ buluşma¸ tanışma saatleri
namaz vakitlerine ve ezan saatlerine göre ayarlanırdı. “Sabah namazında sonra”¸ “öğle namazından
önce”¸ “ikindiden önce”¸ “akşam vakti”¸ “yatsıdan
sonra” gibi cümleler konuşma dilinde sıkça kullanılırdı. Bu uygulama ile namaz ve ezan merkezli bir hayat yaşanırdı. Çünkü ezanlı-namazlı vakitler mübarek
vakitlerdi¸ o vakitler günah işlemeye alet edilemezdi.
Eskiler¸ saatlerine baktıklarında saatin üçüne
beşine bakmaz¸ namaz vakitlerini kastederek¸ “vakit
tamam”¸ “vaktin çıkmasına çeyrek var”¸ “yarım saat
sonra vakit giriyor” gibi cümlelerle saati öğrenmekten
asıl amacın ne olduğunu özetleyiverirlerdi. Kısaca onları¸ ezan ve namaz yönetirdi.
Medine’de İlk Ezan
Bugün dünyanın dört bir yanında okunan
ezan¸ hicretin ilk senesinde meşru kılınmıştır. Müslümanların namaza çağrılması için izlenecek yöntemle
ilgili olarak Peygamberimiz Müslümanlarla istişarede
bulunmuş¸ namaz vaktinin bilinmesi içinyüksek bir
Nisan
B
45
B
yere bayrak dikilmesi yahut Mecusilerin yaptığı gibi
ateş yakılması¸ Rumların yaptığı gibi def-davul çalınması¸ Yahudilerin yaptığı gibi boru çalınması¸ Hıristiyanların yaptığı gibi çan çalınması gibi teklifler başkalarının uygulaması olduğu için kabul edilmemiştir.
Herkes gibi mesele üzerine derin düşüncelere dalarak
uyuyan Abdullah b. Zeyd rüyasında kendisine bugün
okunan lafızlarıyla ezanın öğretildiğini Peygamberimize anlatır¸ Peygamberimiz de “Bu hak ve doğru
bir rüyadır.” buyurarak yüksek sesli olan Bilal’e bu
cümlelerle ezan okumasını emreder. Bunu işiten Hz.
Ömer¸ Peygamberimize gelerek benzer rüyayı kendisinin de gördüğünü söyler. Daha sonra sabah ezanına
Hz. Bilal¸ “Es-salâtü hayrun minen nevm” ifadesini ilave eder¸ Peygamberimiz de bunu onaylar. İşte
ezan o günden sonra günde beş vakit olmak üzere
dünyanın dört bir yanında namaz vakitlerini bildirme
ve Müslümanları cemaate çağırma amacına yönelik
olarak kesintisiz olarak okunmaya devam eder.
Namaz vakitlerinin dönüşümlü olması sebebiyle¸ dünyanın dört bir yanında sürekli olarak ezan
okunur. Bir ezan biter¸ bir başka ezan başlar. Bu
uygulama “Yeryüzü bana mescid kılındı.”[3] buyuran Peygamberimizin yeryüzü mescidine ne güzel
yakışmaktadır!
Bu uygulama ile Müslümanlar¸ hem kulaklara¸
hem akıllara ve hem gönüllere hitap eden mesaj dolu
bir çağrı ile insanlığı gerçek kulluğa ve kurtuluşa daveti sürdürmektedirler. Tarih boyunca en güzel/yanık
sesli müezzinlerce dinmeden okunan ezanlar Müslümanların tevhîd coşkularını artırıp harekete geçirdiği
gibi¸ Müslüman olmayan pek çok insanın da ilgisini
çekmiş ve hatta onların Müslüman olmalarına vesîle
olmuştur. Artık ezan¸ Müslümanlar için günlük hayatın olmazsa olmazı bir tutku haline gelmiştir. Nitekim
46
B
ezansız beldelerde yaşamak zorunda kalan Müslümanlarda bu özlem¸ çok canlı ve hüzünlü bir şekilde
kendini gösterir. Sözgelimi Avrupa’da yaşayan Müslümanlar¸ mescidlerin içinde okunsa da ezanın alenî
olarak okunmayışının burukluğunu yaşarlar.
Şerefli Meslek
Müezzinlik
Ezan¸ İslâm’ın önemli göstergelerinden biri olduğu için en güzel ve en gür sedâlarla okunmalıdır.
Nitekim Peygamberimiz bunun için sesi gür ve güzel olanları seçerdi. Onun Bilal-i Habeşî¸ Abdullah
b. Ümmi Mektûm¸ Ebû Mahzûre¸ Sa’d b. Aiz başta
olmak üzere birden fazla müezzini vardı. Peygamberimizin bu müezzinlerinden Hz. Bilal¸ ilk Müslümanlardandır. İbn Ümmü Mektûm ise¸ Peygamberimizin
defalarca (13 kere) Medine’de kendi yerine vekil bıraktığı seçkin sahâbîlerdendir. Demek ki Peygamber
müezzinleri¸ seslerinin gür ve güzel olmaları yanında
erdem ve meziyet sahibi şahsiyetlerdi.
Muhammedî ezan sünnete uygun tarzda okunmalı¸ aşırı lahn ve tegannîye kaçmadan¸ ölçüyü kaçırmadan¸ kimseyi ürkütmeden ve incitmeden okunmalıdır. Nitekim Peygamberimiz ezan cümlelerinin
ağır ağır¸ cümle cümle okunmasını emir buyurmuştur. Ezanda sesi güzelleştirmek ve sesin gür çıkması
için parmakları kulaklara koymak ve ezanı ayakta
okumak matluptur. Hem ezan okuyanın hem ezanı
dinleyenin¸ ezandan sonra Peygamberimize salavât
ve vesîle duâsını okuması menduptur.
Müezzinlik¸ Müslümanları camiye¸ cemaate
çağıran¸ onları namaza hazırlayan şerefli bir görev-
Nisan
B
dir. Bazen okunan ezanlar insanın hücrelerine işler¸
coşkunluğunu artırır¸ en miskin insanı bile harekete
geçirir. Bazı zamanlar da okunan ezan¸ “Böyle de
ezan mı okunur?” diye insanları cami ve cemaatten
soğutur. Ama burada önemli olan¸ okuyan ve dinleyenin ezan cümlelerini anlayarak okuyup dinlemeleri¸ ezandaki mesajlarla imanlarını yenilemeleridir.
“Kıyamet günü insanların en uzun boylusu/en şereflisi müezzinlerdir.” buyuran Peygamberimiz¸ cemaat arasında kargaşa ve karışıklığa
meydan vermemek için¸ insanları en güzel bir şekilde
namaza çağırmak ve namazı sevdirmek için seçkin ve
ehil kişileri müezzinliğe atamıştır. Hz. Ömer¸ “Üzerimde yöneticilik görevi olmasaydı¸ müezzin
olmayı tercih ederdim.” diyerek müezzinlik görevinin şerefine işaret etmiştir.
İlmihal kitaplarımızda¸ ezanın “namaz vakitlerini bildirip insanları namaz kılmaya ve cemaate çağırma” demek olduğu gerekçesiyle müezzinlik yapacak
olan kimsede Müslüman olma¸ fâsık olmama¸ büyük
günahlardan kaçınan adalet sahibi kimse olma şartlarının bulunmasını özellikle zikredilmiştir. Buna göre
müezzinlik yapacak olan kimse¸ özü sözü bir¸ örnek¸
güvenilir bir kimse olmalıdır ki inandırıcılığı olsun¸
çağrısı dinleyenlere tesir etsin.
Sonuç
Doğar doğmaz kulaklarımıza okunan ezan ve
kâmet cümleleri¸ İslâm’ı en güzel şekilde özetleyen
cümlelerdir. Onları doğru bir şekilde anlamlarıyla birlikte öğrenmeli ve okumalıyız. Günün en önemli vakitlerinde beş kez tekrarlanan bu cümlelerle imanımızı
yenilemeli ve Müslümanlığımızı diri tutmalıyız. Saha-
beden bazıları¸ korkan çocuklarına korkmamaları
için sesli ezan okumalarını tavsiye ederlermiş. Çünkü
ezanı işiten şeytan¸ duyamayacağı yere kadar kaçar.
Buna göre¸ bilinçli okuyup dinleyeceğimiz ezanlarla¸
tüm korkularımızı yenmeliyiz.
Her Müslüman¸ müezzinlik yapabilecek kapasitede kendini yetiştirmeli ve ihtiyaç anında müezzinlik
yapabilmelidir.
Okunan ezanları müezzinin peşinden tekrarlamalıyız. Peygamberimiz “Ezanı işittiğiniz zaman
müezzinin söylediklerini siz de söyleyiniz.”[4]
buyurur.
Ezana icabet¸ ezanı dinlemek¸ ezan cümlelerini tekrarlamak ve çağrıya uyup cemaate katılmaktır.
Cemaate katılma imkânı bulamayanlar ise yine çağrıya uyup bulundukları yerde namazlarını kılmalıdırlar.
Ezandan sonra da vesîle duâsını okunmalıdır. Ezanın
ruhunu kavrayan insanımız¸ ezan sesini duyar duymaz dünyalık işlerine¸ konuşmalarına ara verirler ve
çağrıya icabet ederek cemaate koşarlardı.
Her anne baba çocuğuna ezan okuma ve müezzinlik için gereken duâları öğretmelidir.
İmamlarımız ve cemaatimiz müezzinliğe heves
eden mümeyyiz çocuk ve gençlerin önünü açmalı¸
güzel ezanımızı en güzel şekilde okuyabilmeleri için
onları teşvik etmelidir.
Her Müslüman müezzinlik sevabına nâil olmak
için birbiriyle yarışmalıdır. Çünkü Peygamberimiz
“İlk safta durmanın ve müezzinlik yapmanın
faziletini bilseydiniz birbirinizle yarışırdınız.”
buyurmuştur. Ama daha liyâkatli insanların olduğu
yer ve meclislerde ise acele etmemeli¸ en liyâkatli
olanların bu görevi yerine getirmesine fırsat tanımalıdır. Unutmayalım ki¸ okuyacağımız ezan ve kamet¸
bir kısım insanın cami ve cemaati sevmesine sebep
olabileceği gibi¸ bir kısım insanın cami ve cemaatten
soğumasına da neden olabilir.
Ezanla geldiğimiz şu dünyada ezan cümleleri
doğrultusunda bir hayat yaşayalım ki¸ Muhammedî
ezanlarımız minarelerde mahzun kalmasın.
..............................................................................
[1] 62/Cuma¸ 9., [2] 5/Mâide¸ 58., [3] Müslim 523/5¸ Ebu Avane
1/395¸ Tirmizi 1553¸ İbni Mace 567¸ Begavi 3617¸ Ahmed 2/411.,
[4] Buhârî¸ Ezân 7¸ (I¸152); Müslim¸ Salât 10–11¸ (I¸288).
Nisan
B
47
Söz Söylemek, Sukut Etmek,
Sır Saklamak
Halit EŞKAN
Konuşmak;
uğu
ı oturd
r
a
l
z
ı
p,
genç k
şe geli
u
n
c
a
p
n
a
e
erk
ıBale y
seyred r! Diye hayk
a
d
n
u
na
udu
koltuğ
ülke b
ykırışı
a
ş
h
a
d
u
ğ
b
sa
ının
işte ça
r. Hula
in baş
e
t
l
i
e
l
d
v
e
e
şan
eti d
ran d
ı lg ın la
hürriy
ç
t
e
a
l
r
i
ü
ı
li
zlar
tezah
lan şer
lim ha
o
a
i
z
s
e
n
l
i
ö
riybın k
beden
riyetle
r
e gaza
ü
v
h
t
e
i
v
end
şeh
k ve
beler k , namus, ha
i
l
l
a
g
e
ip
ef
müt
an, şer ığımızın sah
m
i
,
l
ı
l
k
le, a
nsan
ırır
dıy la i
re sald
a
e
l
n
r
a
e
ğ
d
de
v ic
bütün
u
ğ
u
r.
d
l
o
oldula
48
B
Bir konu hakkında sarf edilen sözlerdir. Bir
fikrin açıklanmasıdır. İnsanların düşüncelerini karşılıklı olarak beyan etmeleridir. Bir mesele hakkında
uzlaşı sağlamak için ağızdan çıkan sözlerdir. Herhangi bir iş akdi için düşünülen şartların müzakeresinde kullanılan sözlerdir. İnsanın kendisini ifade
etmek için söyledikleridir. Hülasa hayatın her safhasında insanın sarf ettiği sözlerin tamamıdır.
Yüce Allah (c.c) insanı en güzel şekilde yarattı. Ona konuşma yeteneği verdi. İnsana, hatırından
geçen ve ya kalbine doğan şeyleri açıklaması için
dilini vasıta kıldı.
İnsan dili ile hakkı söyler ve ya verilen nimete şükreder. Yine diliyle imanını ikrar eder. Dil,
Allah’ın insanlara ihsan ettiği en büyük nimetlerdendir. İnsana bağlı olarak hikmeti konuşur ve ya
insanı helake götürür. Toplumu ıslah eder ve ya ifsada götürür. İlmin ihata ettiği her şey dil ile ifade
edilir. Dilin kendisi küçüktür lakin cürmü büyüktür.
Nisan
B
Taatın son haddi olan iman veya isyanın son haddi
olan küfür ancak dilin ikrarı ile zahir olur. İnsan dilinin
altında gizlidir. Bu bağlamda dil tencere kapağı gibidir. Tencerenin kapağı açıldığında içindeki yemeğin
belli olduğu gibi insanın da konuşmaları karakterini
belli eder.
ve ne konuşacağını düşünmek ve söze yerinde başlamak gerekir. Yerinde konuşan özür dilemek zorunda
kalmaz. Dinlemek anlamanın ön şartıdır. Dinlemenin önemi Kur’an ile sabittir. Nitekim Resulü Ekrem
(s.a.v) kendisine gelen vahyi acele ile tekrar edince;
Allah (c.c) önce dinle! Hitabında bulunmuştur.
Bir insan iradesine bağlı olarak söz söyler. Ancak insanın azalarından insana en çok isyan eden
onun dilidir. Diline sahip olamayan insanı şeytan her
sahada oynatır. İnsanlar dillerinin belası yüzünden
yüzüstü cehenneme sürüklenirler.
Özlü konuşmalı, sözü uzatmadan gereği kadar
konuşmalıdır. Çünkü çok sözde hayır yoktur. Zira çok
konuşanın hatası da çok olur, hatası çok olanın günahı çok olur, günahı çok olana cehennem ateşi hak
olur. Ayrıca sözleri iyi seçmeli ve delilli konuşmalıdır.
Konuşulan sözler bir menfaatin celbi ve ya bir mazarratın def’i amacına yönelik olmalıdır. Peygamber
Efendimiz (s.a.v) “Allah’a ve ahiret gününe imanı
olan hayır söylesin ve ya sukut etsin.”, “Allah
o kuluna rahmet etsin, konuştuğu zaman sözünden faydalanılır ve ya sukut eder de selamet bulur.”, “Hayır olmayan her sözden dilini
çek. Ancak bu şekilde şeytana galebe çalarsın.” buyurmaktadır. Kelam-ı kibar da bu konuda:
Dilin kötülüklerinden emin olmak ancak onu
şeriat dizginine vurmakla mümkündür. Bu durumda
dil ancak dünya ve ahiret için faydalı ise konuşur,
diğer hallerde sukut eder. Diline sahip olmak iyi insanların vasfıdır. Mümin ancak bu zorluğu başarınca
Allah’ın rahmetiyle cennetlik olur.
Yüce Allah insanın dilini iki dudağı ve dişleri arkasında ağız boşluğunda yaratmış ve dili o boşlukta
adeta hapsetmiştir. Onun için insan diline sahip olmalıdır. Yani insanın dili dışarıda olmamalıdır. Yüce
Allah herkesin dilinin yanındadır. Söylenen her sözü
işitir. O halde kişi söylediği sözde Allah’tan korkmalıdır.
Konuşan kişinin dili ile söylediklerini kalbi ya
doğrular ya da yalanlar. Kalp ile lisan birlikteliği söz
konusu ise ağızdan çıkan sözler konuşan kişinin inancının ifadesi olur. Bu durumda kişi sadıktır yani doğru sözlüdür. Kendi doğruları hak ile örtüşmese bile
kendisini bağlar. Ancak hak ile örtüşmeyen doğrular
geçersizdir, itibar edilmez.
Kişinin dilinin söylediklerini kalbi yalanlıyorsa
bu durumda konuşan riyakârdır veya hilekârdır ve ya
haindir. İhanetin en korkunç olanı ise düşmanın dost
gibi görünmesi olayında gizlidir. Kuzu postuna bürünmüş kurt misali, insanın can düşmanıdır.
Yavuz Sultan Selim’in;
“Sanma şahım herkesi sen sadıkane yar olur,
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar
olur.” mısraları bu konuda calibi dikkattir.
Konuşmak bir davranıştır. Her davranışın öncesinde o davranışın bilgisine ulaşmak şarttır. İnsan her
şeyi ancak öğrenmekle bilebilir. Konuşmak için de bilgili olmak ve konuya vakıf olmak gerekir. Söze başlamadan önce duymak, dinlemek; (iyi bir konuşmacı
olmak için iyi bir dinleyici olmak gerekir.) Anlamak
Nisan
B
“Söz bilirsen söz söyle, dinleyenler hisse alsın,
Söz bilmezsen sukut eyle, seni görenler adam
sansın.” demişler.
Evet… Kişi lisanıyla insandır. Kişinin dili kendisine düşmandır. Ve canın ölümü dilinin ucundadır.
Dil canı ya nura yahut nara götürür.
Konuşurken kafa ile kalp, kalp ile lisan bir olmalı ki, insan davranışları ile konuştuklarını yalanmaya,
sözleri kalbe tesir ede ve inandırıcı ola. Esasen inandırıcı olmayan konuşma malayani, boş konuşmadır.
Davranışlarıyla, konuştuklarını yalanlayan insanın
inanç bütünlüğü olmaz. İnanç bütünlüğü olmayan
insanın davranışları tutarsız olur. Ancak “Hikmet
müminin yitiğidir.” hadisi şerifi mucibince kimin
söylediğine değil de ne söylediğine bakmak ve hikmete ram olmak gerekir.
İnsan konuşurken bilgiçlik taslamaktan, riyakârlıktan ve ya her söylenene karşı çıkmaktan, kalbi ile
tenakuza düşmekten, dedikodudan kaçınmalıdır.
Esasen her çeşit dedikodunun temelinde haset vardır.
Haset olanlar bilgiçlik taslarlar, haset ettiklerini rezil
etmeye çalışırlar. Sözleri ve davranışları ile halkı rencide ederler. Oysaki:
“Arif ile söyleşmek lalı mercan incidir.
Cahil olan her an bin can incitir.”
49
“Halkı rencide eden âlemde,
Kendi rencide olur son demde.”
B
Bu sebeple insan sözleri ile kimseyi rencide etmemeye özen göstermeli, güzel sözlü, güler yüzlü, tatlı dilli olmalıdır. Zira güzel sözlü, güler yüzlü, tatlı dilli
olanlar, gönüllerde aziz olurlar.
Cihan bağında ey akıl, odur makbulü insu cin,
Ne kimse senden incinsin, ne sen kimseden incin.
Evet, incinmemek için incitmemek gerekir. Her
insan ağzından çıkan söze dikkat etmelidir. “Boğaz
dediğin otuz iki kerttir. Kerte kerte konuşmak gerektir.” demiş atalarımız. Onun için insan her aklına geleni konuşmamalı, kimsenin gönlünde gönül yarası
açmamalı, söylenen söz gönül almalı, güzel olmalı,
tatlı olmalı, kötü sözden devamlı kaçınmalıdır. Esasen
kötü söz ve geçmez akçe sahibinindir. Bu bağlamda,
iyiliğin de, kötülüğün de karşılığı insana ölmeden erişir. Dil ile gönlü yaralanan kişinin gönlüne ne kadar
sıkıntı gelirse, yaralayanın da gönlüne de aynı sıkıntı
fazlasıyla gelir. Dil ile düğümlenen diş ile sökülmez.
Bu bağlamda Pir Sultan Abdal’ın aşağıdaki kıtaları
tercümandır.
Dinle sana bir nasihat edeyim,
Hatırdan, gönülden geçici olma.
Yiğidin başına bir hal gelirse,
Bunu yad ellere açıcı olma.
*
*
*
*
*
Mecliste arif ol kelamı dinle,
El iki söylerse sende bir söyle.
Elinden geldikçe iyilik eyle,
Hatıra dokunup yıkıcı olma.
Evet, söz vardır gönül incitir. Söz vardır ki yaralı gönüllere merhem olur. Söz vardır başı kestirir,
söz vardır savaşı keser. Söz kullanışa göre altın olur,
gümüş olur, belki de kömür olur. Doğruluk okta, eğrilik kılıçta hoş olur. Bunun gibi yerinde söylenen söz
de güzel olur, hoş olur, insanın değerine değer katar,
insanı insan eder. Nitekim Yüce Allah (c.c) “Mümin
kullarıma söyle, kâfirlere en güzel söz ne ise onu söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fesat sokar. Zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır.” buyurmaktadır.
Onun için insan hatır ve gönle dokunmadan
konuşmalı, sözleri ile kimseyi kırmamaya dikkat et-
melidir. Ve insan öyle konuşmalıdır ki sözü geri dönünce kendisine zarar vermesin.
Müminin lisanı kalbinin ve aklının ötesindedir.
Bir şey söyleyeceği zaman önce düşünür, sonra konuşur. Açık sözlüdür. Açık sözlülük anlayışı, anlayışta
nezaketi getirir. Münafığın kalbi ve aklı dilinin ötesindedir. Düşünmeden konuşur. Doğruyu azarlar, yanlışı
över, hizmeti inkâr eder. Değerli bir şey ortaya çıkarsa
ona adi bir şekilde muhalefet eder. Ancak bilmez ki
iyilik baskı altında tutulamaz. Bilemez ki vahiyden olmayan söz heva ve hevestendir.
İnsanda izzet-i nefis, saygınlık, merhamet, doğruluk, vefa, hayâ, şeriata bağlılık, mürüvvet, fazilet
hissi yoksa. Onun susması konuşmasından, uzaklığı
yakınlığından, ölümü hayatta olmasında daha hayırlıdır. Bu tür insanlarla konuşmak ve ya birliktelik mürüvvetsizliktir, sıkıntıdır. İnsan için ar ve kusurdur. İnsan Allah’a isyan edenlere kızarak, kendisini Allah’a
sevdirmeli, onlardan uzaklaşarak, onların meclislerini
terk ederek Allah’a yaklaşmalıdır. Esasen cahilin sohbeti tufandır. Tufan da felakettir. Nitekim ayet-i kerimede Yüce Allah “O, kitapta size indirmiştir
ki, Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut
onlarla alay edildiğini duyduğunuz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa sizde onlar
gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve
kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.”
buyurmaktadır.
Mümine yakışan hadis-i şerif mucibince: “Bir
kötülük gördüğünde onu eliyle ve ya diliyle düzeltmek ve ya kalbiyle buğuz etmektir.” Böylece Allah’ın rızasını kazanmaktır.
Ne halim ne de sefih ve ya ahmak kimselerle tartışma. Çünkü halim olan ezilir, sonuçta kalben
buğzeder. Ahmak ve adi kimseler ise dilleri ile insana
eziyet ederler.
Tecessüs dinimizce haramdır. Onun için başkalarının mahremiyetini araştırma. Bu konuda hiçbir
kimseyle malumat paylaşımı hatasına düşme veya
soru sorma veya söz söyleme. Hz Ömer efendimiz
“Üzerine elzem olmayan şey hakkında araştırma yapma ve konuşma. Dostundan da sakın.
Ancak emin olduğun kişi ile birlikteliğin ol-
“Söz bilirsen söz söyle, dinleyenler hisse alsın,
Söz bilmezsen sukut eyle, seni görenler adam sansın.”
50
B
Nisan
B
Sakın delilerle tek bir kelime ile dahi olsa konuşma. Hele meczuplara hiç yaklaşma. Çünkü onlar
atarlar lakin tutamazlar. Sonuçta zarar edenlerden
olursun. Korkarak da konuşma. Çünkü korku düşünceye karışıklık, fikirlere düzensizlik ve ifade bozukluğu
getirir.
Sözünü yürütmek isteyenler, kendi fikirlerini
kabul ettirme belasına düşenler, kendi küçük dünyasında debelenen tepinip duran, ufku dar olan bağnazlardır.
sun. Emin olunan da Allah’tan korkan kimsedir. Facir ile konuşma. Çünkü kötülüğünden
sana da sirayet eder. Sakın ona sırrını verme.
İşlerin konusunda Allah’tan korkanlarla istişare et.” buyurmaktadır. Evet, insan üzerine elzem
olmayan ve ya faydasız şeyler hakkında konuşmamalıdır. Zira zararından emin olamaz. Hatta yeri gelmedikçe faydalı olanı da konuşmamalıdır.
İnsan zanla da konuşmamalıdır. Çünkü kötü
zan, gam ve kederi olamayanı hasta eder. Peygamber
Efendimiz (s.a.v) “Zanda bulunmaktan sakının.
Çünkü zan sözlerin en yalanıdır.” buyurmaktadır.
Her işte olduğu gibi konuşmak için de insan kendisinden üstün olanı, arif olanı, alim olanı aramalıdır.
“Âlim ile şöyleş kelamı, arif olan ar eylemez,
Cahile yüz bin kelam söylesen kar eylemez.”
Demiş büyüklerimiz. Onun için her şeye itiraz
eden muhalif, cahil insanlarla bir kelime dahi konuşmamak gerekir. Esasen cahillerle konuşan alimler bile
cahilleşir. Cahillerin ariflere, bilmeyenlerin bilenlere,
düşünemeyenlerin düşünenlere düşmanlıkları bir
gerçektir. Çünkü arifin hikmeti din ilminin içindedir.
Cahilin aklı ise dünyanın kabuğudur. Dünya dine
muhalif ve düşman olduğu gibi dünya ehli olan cahillerde arif olan ilim sahiplerine düşmandır. Bu husus
La Edri’nin:
“Arif ile söyleşmek lalı mercan incidir.
Cahil olan her an bin can incitir.”
Mısralarıyla veciz bir anlatım kazanır. Onun için
İslam gömleği yırtık, iman elbisesi kirli, kalbi cahil, içi
kederle dolu, gönlü İslam’a kapalı, iç alemi harap,
dışı mamur, arzuladığı yalnızca dünya olan bedbahtlarla, sefihlerle sohbetten kaçınmak aklın ve imanın
gereğidir.
Nisan
B
Bu ceberutlar kendi iradeleriyle kendi nefislerini
kontrol edememe acziyeti içinde olmalarına rağmen
başkalarının nefislerini kontrol etmeye çalışırlar, toplum mühendisliğine soyunurlar.
Bu kişiler kendisi gibi düşünmeyenlere zulmetmedikçe kendilerini cenderede hisseden zalimlerdir.
Yakın tarihimiz bu zalimlerin zulümleriyle kirlenmiştir. Bu zalimleri tarih ve toplum lanetle anmaktadır
ve lanetle anmaya devam edecektir. Kaldı ki topluma
dayatılan düşünceler hak olsa bile bu düşüncelerin
tesirini yaratacak olan ancak Allah’tır. İnsan için görev hakkı söylemektir, hidayet Allah’tandır.
Bir sözü bir kere söylemekle yetin. Zira bir insana bir sözü bir kere söylemekle o insan ders aldı ise
ne güzel. Değilse, yüz kere söylesen kar eylemez.
Şairin dediği gibi:
Kabiliyet dad-ı Haktır, her kula olmaz nasip,
Sed hazeran terbiye et, bed asıl olmaz asıl.
Esasen Kur’an ifadesi ile “Söz dinlemeyen,
nasihat kar etmeyen zalimdir” İnsanlardan faydalanmak amacıyla dilini asla oynatma, insanları aldatma, hele hele dinini dünya ile değiştirmeye kalkışma ki hem dinini, hem dünyanı kaybetmeyesin.
Nitekim Resulü Ekrem (sav): “Ahmak odur ki
dinini verir, dünyasını da üste verir” buyurmaktadır. Bu hususta Mevlana Hz. “Avamı kandırmak domuz
avlamak gibidir, zahmetli ve tehlikeli olması yanında
eti de haramdır” buyurmaktadır. Yine Resulü Ekrem(sav) “Aldatan bizden değildir” buyurmaktadır. O
halde konuşma kandırmaca mahiyetinde olmamalıdır.
Çok konuşmaktan da kaçınmak gerekir. Zira
insanları iki haslet mahveder; bunlardan birisi fazla
mal toplamak, diğeri ise fazla konuşmaktır. Çok sözde
hayır yoktur, hata çoktur, zaman israfıdır. Kullanılan
fazla kelimeler mana eksikliğine ve kavram karışıklığına sebep olur. Ayıpları açar, dostluğu bozar, düşman
kalbini harekete geçirir. Onun için özlü konuşmak aklın gereğidir.
51
B
Her ne kadar Dost acı söyler denirse de sen tatlı
söylemeyi tercih et. Sözlerin dostlarına gül gibi olsun,
çünkü acı söz dostlarını senden uzaklaştırır. Geç otur
deme, buyur otur de. Birinci hitapta sertlik, ikinci hitapta yumuşaklık, güzellik, nezaket vardır. Buna rağmen her iki hitap da eş anlamlıdır.
Konuşmada uzlaşı sağlamak, ortak anlayışla,
inanç birlikteliğiyle mümkündür. Zira aynı dili konuşanlar değil, aynı inancı paylaşanlar anlaşırlar. Kulaktan dolma bilgilerle söze karışan, bende biliyorum
iddiasıyla konuşan kişinin durumu; bir yumurta yumurtlayıp, gagkıltısıyla ortalığı velveleye veren tavuğa
benzer. Sonuçta mahcubiyet kaçınılmaz olur. İnsana
yaraşan tam bilmediği konuda söze karışmamaktır.
Her soruya cevap vermekten kaçın. Sorulan bir
soruyu cevaplandırırken de sadece soruya cevap olabilecek kadar konuş. Sözü uzatmak konudan uzaklaşmaktır. İyi söz kısa ve anlamlı olan sözdür. Soru sorana ters cevap verme, hiç kimseye çirkin söz söyleme
ki acı cevap işitmeyesin. Herkese aklına göre konuş,
konuşman yumuşak olsun, dilini güzel sözlere alıştır,
daima hayır söyle, iyi söyle ki tatlı cevap alasın. Aklın ermediği hikmeti konuşma ki yalancı olmayasın.
Her söylenene karşı çıkan, dalkavukluk edenle sohbet etme, dilini sana layık olmayan şeylerden koru,
sana iyi davranmayanları terk et, kendine uygun bir
arkadaş seç, malayani ve yersiz konuşmalardan kaçın; Çünkü bu tür konuşmalar kalpte darlık ve üzüntü, bedende bitkinlik, rızıkta eksiklik sebebidir.
Söz keramettir; Konuştuğun zaman şiddetten
kaçınarak, nezaket ve yumuşaklıkla, sağlam ve destekli ifadeler kullanarak, ucubetmeden, kibirlenmeden, masivayı (Allah’tan başka her şeyi) terk etmiş
olarak, muhatabın anlamasını sağlayarak yani onun
aklına hitap ederek onu bidat ve hurafelerden uzaklaştırmak onu kitap ve sünnete sarılmaya teşvik etmek için, güzel sözlerle, özlü ve kısa olarak yapılan
nasihat şeklinde olursa.
Nitekim vaiz, Halife Me’mu’na karşı haddini
aşan sözlerle nasihate kalkışınca; Halife Me’mun ona
“Allah senden çok daha hayırlı olanı(Hz. Musa as),
benden çok daha şerli olana(Firavun) gönderdi de
yine ona yumuşak sözlerle hitap etmesini emretti” diyerek ikazda bulunmuştur. Onun için insanlara karşı
sözlerde ve davranışlarda yumuşaklık, sevgi, merhamet, şefkat, tevazu, hoşgörü gibi ahlaki vasıfları ihtiyar edinmek gerekir. Konuyla alakalı olarak ayet-i
kerimelerde yüce Allah(cc) “Allah’tan bir rahmet
ile onlara yumuşak davrandın! Şayet kaba ve
katı yürekli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi ( Al-i İmran /59)” “Rabbinin yo-
52
B
lunda hikmetle ve güzel öğütle çağır (Nahl/25)”
buyurmaktadır.
Sana gelen herkese kıymetli bilgiler ver. Onlara
yol göster, onların kusurlarını görme, herkesi kendi
merkezinden değerlendir, herkese kendi meşrebine
uygun davran, sözlerin hoş olması yerinde söylenmesine bağlıdır, kedinin ve köpeğin anladığı dilin farklı
olduğunu unutma.
Dilini dinine hizmet için kullan, unutma sen
yeryüzünde Allah’ın halifelikle görevlendirdiği tek
varlıksın, bu görevi yerine getirirsen o zaman her güç
sana boyun eğer.
Bilgi ve inanç birbirini tamamlamak içindir. Bu
ilkeden yola çıkılırsa her zaman doğruya ulaşılır. En
önemli bilgi insanın kendisini bilmesidir, aksi halde
ilerlemek mümkün olmaz, nitekim bu husus Yunus
Emre’nin “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir”
mısralarında yankılanır. Ve kendini bilen Rabbini bilir.
Konuşurken düzgün, nazik, yumuşak bir üslupla kalbi ve hasbi bir şekilde konuşursan dinleyenler
kalben etkilenir. İnsanı şerefli kılan, sadakatle inancına bağlı olarak konuştukları ve konuştuklarına uygun davranışlarıdır. Fikri hayatı olmayan bir insanın
bu şerefe nail olabilmesi mümkün değildir. Onun için
fikir hayatla dolup taşmalı ve hayat fikirle aydınlanmalıdır.
Fikrin iki önemli özelliği vardır;
1- Fikir namütenahi(sonsuz) olmalıdır, bunun
için maddeden manaya doğru düşünmek gerekir.
Bu özellik “Onlar dağlara bakar da Rabbimiz bunları
boşa yaratmadı derler” gibi insanı düşünceye yönelten ayetlerle sabittir.
2- Fikir hür olmalıdır, hür kalabilmek için de
hürriyete saygılı ve hizmet eder olmalıdır. Hürriyet
mümine Kur’an ile verilmiş olan bir haktır, mümini
bu haktan kendi beceriksizliği dışında hiçbir kuvvet
mahrum edemez. Hürriyet muhteşem bir süstür. An-
Nisan
B
cak bazı kimselere yakışmaz, bu süse malik olanlar
kartallar gibi yükseklerden uçarlar, bu süsten mahrum olanlar fareler gibi kaçacak delik ararlar.
Hür olmak demek sorumlu olmak demektir. Allah’a karşı, nefsimize karşı, topluma karşı, tabiata karşı, tarihe karşı vazife ve sorumluluklarla yüklü olmaktır! Yoksa merhum Nurettin Topçu’nun dediği gibi;
“Fransa ihtilali sonrasında Yahudi cemaati tarafından
ihdas edilen demokrasi ve hürriyet şeklinde dile getirilen ve kuvvetini serbestçe kullanma yetkisi” olarak
tanımlanan “hürriyet” değildir. Çünkü kuvvetin, insanda bağlandığı şeyler çeşitlidir. Bedenin kuvveti,
paranın kuvveti, kalem kuvveti, hakkın kuvveti, ruh,
ahlak, din kuvveti vs. Hürriyet bunlardan hangisinin
hâkimiyetini sağlayan serbestliktir?
Yahudi dünyasının planladığı demokrasi, insanda bedeni hazlara ve menfaatlere hizmet eden kuvvetleri baskın hale getirmiştir. Sonuçta, basın hürriyeti
altında görsel ve yazılı medya habis kazanç amelleri
uğruna insanlığı hayvanlaştırma yolunda yarışır oldular. Her kötülüğün anası olan alkol her yerde ve her
yaşta tüketilir hale geldi. Buna da içki serbestliği dendi. İlim mabedi olan mektepler öğretmenler için çilehane, gençler için isyan ve fesat yuvasına dönüştü.
Buna da öğrenci hürriyeti dendi. Zevkleri besteleyen
ve iradeleri uyuşturan terennümleriyle şarkıcı sanatkâr, mevlitçi hoca, duygusuz ve ruhsuz haykırışlarıyla
halkı soyar oldular. Buna da sanat ve din hürriyeti
dediler. İçi leş gibi kokuşmuş, çürümüş, cinsiyetinden
başka bir varlığı kalmamış şarkıcı kızların sahne almasına eğlence hürriyeti dediler. Yarı çıplak bir vaziyette salonlarda başka erkeklerle dans eden karısını
dostlarıyla viski içerken seyreden aile babasına medeni insan dediler. Bale yapan genç kızları oturduğu
koltuğunda seyrederken cuşe gelip, işte çağdaş ülke
budur! Diye haykıran devletin başının bu haykırışına tezahürat hürriyeti dediler. Hulasa bedenin zalim
hazları ile çılgınlaşan şehvet ve gazabın kölesi olan
şerli mütegallibeler kendi hürriyetleriyle, akıl, iman,
şeref, namus, hak ve vicdan adıyla insanlığımızın sahip olduğu bütün değerlere saldırır oldular. Sonuçta
bu yüksek değerleri tutsak ettiler. Gerçek hürriyetin
tesisi için onların ellerinde esir tutulan bu yüksek değerlerin esaretten kurtarılıp, egemen kılınması şarttır.
Bunun için insanımıza yaraşan, bedenin sefih hazları
ve menfaatleri peşinde koşmak yerine ruh dünyamızı ihya etmek ve bu yüksek değerleri fert ve toplum
hayatımızda egemen kılmaktır. Çünkü gerçek hürriyetin olmadığı yerde, akıl ve vicdan, yani ilim ve ilmi
Nisan
B
hürriyet, hür ahlak ve ahlaki hürriyet, hür adalet ve
adil hürriyet yoktur. Hürriyetin olmadığı yerde esaret
vardır. Esareti cehalet doğurur. Onun için cehaletin
iktidarı korkunç bir felakettir.
Din istismarcıların dini satan ellerinde esir olmaktan kurtarılmalıdır. Gerçi dili ile dinini satan bu
din baronlarının bir gün içi dışa vurur, o zaman itibarları kalmaz, başları eğik, kendileri rezil olur. Hak
indinde izzetlerini, halk nezdinde saygınlıklarını ve
şereflerini kaybederler. Oysaki servetini kaybeden az
şey kaybetmiş olur. Çünkü kaybedilen servet yeniden
kazanılabilir. Ancak şerefini kaybeden çok şey kaybetmiş olur. Çünkü kaybedilen şeref yeniden kazanılamaz.
Dilini kin ve nefreti çağrıştıran sözlerden koru.
Çünkü nasihat dinleyen ve uzağı gören insanlar hiçbir kalbe kin ve nefret tohumu ekmezler. İki düşman
arasında öyle konuş ki barıştıkları zaman konuştuklarından utanmayasın.
Konuştuğun zaman sesini fazla yükselterek konuşma, muhatabın işiteceği bir tonla konuş. Bu hususta Allah(cc) “Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini( avaz avaz
bağıran) merkeplerin sesidir (Lokman/19)” buyurmaktadır.
Dilini doğru söylemeye alıştır. Çünkü insan dilini doğru söylemeye alıştırmadıkça dininde istikamet
bulamaz. Allah’a inanan doğru sözlü olur. Doğru sözlü olmak insanı selamete götürür. Doğruluk emanettir. Bu emaneti koruyanlar emin kişilerdir. Yani müminlerdir.
İnsanların itibarı, kendilerini doğru ile korkutana değil yalanla avutanadır. Bu sebeple doğrular için
yalnızlık mukadderdir. Ancak doğruların evi dıştan
dar olsa da içten geniştir. “Doğruluk Allah’ın kılıcıdır”. Konuyla alakalı olarak Ömer Hayam’ın şu
rubaisi calibi dikkattir;
Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar,
Güneş yalnız da olsa etrafa ışık saçar
Üzülme doğruların kaderidir yalnızlık,
Kargalar sürü ile kartallar yalnız uçar.
Ancak kargalar uçar çöplüğe konar, kartallar ise
yalçın kayaların tepesine yuva yapar.
Mümin, kendi aleyhine de olsa mutlaka doğru
söylemelidir. Nitekim Resulü Ekrem (sav) efendimiz
53
B
bir hadisi şerif de ; “Doğru söz doğru yaşamaya,
doğru yaşama insanı cennete götürür, insan
bu hal üzere yaşarsa Sıddıklardan yazılır” buyurmaktadır. Mümin Kur’an ifadesi ile emrolunduğu
gibi dosdoğru olmalıdır. Çünkü doğruluk emin kişiliktir. İnsan bu fazilet derecesine ancak Allah’ın yardımı
sonucunda ulaşabilir. Bu bağlamda Rabbimiz günde
kırk defa Fatiha suresinde “Bizleri doğru yola hidayet et” cümlesiyle dua ettirmektedir. Esasen doğruluk imanı bir meseledir. Peygamber efendimiz(sav)
konu ile alakalı olarak “Kişinin imanı müstakim
olmaz, kalbi müstakim (doğru) olmadıkça,
kalbi doğru olmaz, dili doğru olmadıkça” buyurmaktadır.
Başkalarının yanlışlıklarını anlatarak itibar kazanacağını umanların, böylece kendilerini aklayacaklarını sananların sözleri doğru olsa bile özleri doğru
değildir. Bu hususta Yunus Emre’nin şu mısraları dikkate değerdir
“Cümleler doğrudur sen doğru isen,
Doğruluk bulunmaz sen eğri isen.”
Onun için kişi başkalarının kusurlarını araştırıp
ifşa etmek suretiyle itibar kazanmayı ummasın. Çünkü insanın kusuru ne kadar fazla ise başkalarında o
kadar kusur arar.
Hayatta önem arz eden hususlardan birisi de
sohbettir. İnsanın Allah (cc) ile sohbeti, Allah’ı zikirdir.
Allah’ı zikir sözlerin en şereflisidir. Zikrin en faziletlisi
ise kelime-i tevhittir (La ilahe illallah). İnsanın peygamber efendimiz (sav) ile sohbeti, onun sünnetidir,
ona salavat getirmesidir. Esasen salavat getirmek müminlere kuran ile emredilmiş bir mükellefiyettir. Nitekim Ayet-i Kerimede Yüce Allah (cc); “Şüphesiz ki
Allah ve melekleri peygamberlere salat getirirler. Ey iman edenler, sizde onun için salat ve
selam getirin” buyurmaktadır. Bir salavat getirmenin on sevabı vardır. Cuma günü getirilen salavat-ı
Şerife’den efendimizin ruhaniyeti bizatihi haberdar
olur. Diğer zamanlarda getirilen salavatlar Cebrail
(as) vasıtası ile Peygamber efendimiz (sav) iletilir. Salat ve selam, Allah’ın rahmetine, Peygamber efendimiz (sav)’in şefaatine ve duaların kabulüne vesiledir.
İnsanın nefsi ile sohbeti, nefse muhalefettir. Nefis insanı inkâra, günah işlemeye, hakka karşı çıkmaya, münakaşa etmeye teşvik eder. Nefis isteklerinde
ısrarcıdır. İnsan nefsin istediği bu batıllara muhalefet
ederek felah bulur.
İnsanın şeytan ile sohbeti, ona düşman olmaktır. Nitekim Rabbimiz “Şeytana tapmayın çünkü o
54
B
sizin apaçık düşmanınızdır” buyurmaktadır. Şeytan insana kötülükleri ve günahı süslü gösterir. Renkten renge, kılıktan kılığa girer, insana günah işletmek
için her yolu dener. İnsan günaha dalıp tövbeyi de
unutunca, ben Rabbimden korkarım diyerek ondan
uzaklaşır. Hep müminlere tasallut eder. Muhlis olanlara gücü yetmez, onları isyana, günaha sürükleyemez.
Mümin olmayanlarla bir uğraşı olmaz.
İnsanın kendisinin fevkinde olanlarla sohbeti,
onların nasihatlerini dinlemektir. Bu konuda Süfyan-i
Sevr’i; Üç şey insanın gönlünü açar, üzüntü ve kederi
giderir, bu üç şey:
a- Sözlerin en güzeli zikrullah
b- Hikmet erbabının sohbeti
c-Allah(cc) dostu ile birlikteliktir.
İnsanın akranları ile sohbeti, fikir alışverişi ve
karşılıklı sohbet ve nasihattir. Meşvere eden pişman
olmaz.
İnsanın kendisinden küçüklere sohbeti, onlara
nasihattir. Nitekim Peygamberimiz(sav) “Din nasihattir, samimiyettir” buyurmaktadır.
Her insanın hayatı kendisi için bir tahsil sürecidir. Ancak tahsil terbiye ile güzeldir. Bu süreçte insan,
bilgi, beceri ve tecrübe kazanır. Bilgiyi şerefli kılan
olgu edeptir. Onun için edep ilimden önce gelir. La
Edri bu hususu mısralarına şöyle yansıtır; Ehli irfan
arasında aradım, kıldım talep, her hüner makbul imiş
illa edep illa edep. Atalarımız “Edep Ya Hu” demiş.
Esasen insan öğrendiklerini hazmedebiliyorsa, öğrendiklerinden faydalanabiliyorsa, beraberinde edebide
öğrenir. Nitekim Ebu Hanife(r.a) “İlim ezberlenen
şeyler değil, kendisinden faydalanılan şeylerdir” buyurmaktadır. İlim insana acziyetini bildiriyorsa, kendini bildiriyorsa faydalıdır, değilse hamallıktır,
yorgunluktur. Nitekim eskiden incilin levhaları merkep sırtında taşınırmış. Bu taşıma işinde merkebin
hissettiği şey sırtında taşıdığı ağırlık, dolayısıyla yorgunluktan başkası değildir. Bunun gibi edebi olmayan bilgi hamalları da nakilcidir, derinlikleri yoktur,
kazançları yorgunluklarıdır. Bunlar muteber kişilikten
yoksun şahsiyetlerdir. İlmin haysiyetine uygun davranamazlar.
Konuşmanın, söz söylemenin adabı olduğu gibi
afatları da vardır. Mümine yaraşan konuşmanın adabını bilip riayet etmektir. Afatlarını öğrenip dilini korumaktır. Şimdi dilin afatları ve bu afatların zararları
nerlerdir? Açıklamaya çalışalım. (Devam edecek)
Nisan
Hayatın İslam’a Göre Tayin Edilmesi Bağlamında
Ehl-i Sünnet Tasavvurunun Yeniden İnşası
Dr. İhsan ŞENOCAK
İ
aşdiye b
.”
…
e
ör
.”
net’e g
n
ü
göre…
S
i
a
’
l
m
h
a
E
l
“
İs
le ayifade “
y
r
e
i
r
b
a
b
n
i
laya
bir
layan
ş
a
bu şeb
a
e
r
d
i
n
Z
i
r.
şekl
ektedi
m
t
e
Kur’an
z
r
m
a
ü
t
k
e
hü
niy
e
an her
y
a
l
Sahab
ş
,
a
n
b
e
e
d
et e
k i ld
en neş
t
’
kânı
t
e
m
i
n
a
n
ü
m
S
lan
ve
n uygu
r.
a
d
n
ı
f
arzıdı
n
tar a
ü
n
k
bir rü
bulan
Nisan
B
slam coğrafyası yaklaşık iki asırdır akidede, ilimde, fikirde sürekli yeni sorunlar üreten bir kriz ikliminde kalmaya mecbur edilmiştir. Siyasi, ictimaî
ve iktisadi buhranlara da kaynaklık eden bu iklim,
İslam ümmetini metin ve şerh kitaplarını tarihî vesikalar niyetine okuyup tercüme eden gelenekçilerle,
Batı’nın buyurgan aklının etkisinde kadimi reddeden modernistler arasında çare aramaya mahkûm
etmiştir. İki zıt kutbun, “reddiye” zarfında yürüttükleri “karşılıklı itham savaşları” krizi her geçen gün
daha da derinleştirmektedir.
İslam ümmeti, tarihi süreç içerisinde günümüzdekine benzer krizler yaşamış fakat bunlar ulemanın ilmî birikimimizi ve tarihi tecrübemizi dikkate alarak yaptığı inşa faaliyetleriyle kısa zamanda
aşılmıştır. Farklı medeniyetlerle “tedahül” neticesinde ortaya çıkan zihniyet kirliliğini, vahiy ortamında önce izale sonra ise asla uygun bir surette imar
etmek olarak cereyan eden inşa, kriz dönemlerinde
Ebû Hanife, İmam Gazzalî, İmam Rabbanî, Halid
Bağdadî (rahimehumullah) gibi büyük ruhlu âlim-
55
B
lerin delaletiyle “ne, niçin, nasıl anlaşılırsa muradı
ilahiye muvafık olur?” sorularına cevap üretmiştir.
Tabiûn kuşağından günümüze kadar farklı dönemlerde ve coğrafyalarda yaşayan münşî âlimlerin ortak
özelliği krizi, vahiy ortamında kalarak yönetip-çözmeleridir. Bu durumun kavramsal ve kurumsal karşılığı
olan “Ehl-i Sünnet”, tarihin bu en derin krizini aşabilmenin de yegâne yoludur.
Ehl-i Sünnet’in yeniden inşası üzerinde isti’mali fikirde bulunabilmek için önce onun ne olduğunu, Müslümanların neden kendilerini “Sünnî” ya da
“Ehl-i Sünnet” kavramlarıyla tanımladıklarını, Ehl-i
Sünnet’in hangi alanlarda temsil imkânı bulduğunu,
sosyal bir olgunun ürünü mü, yoksa İslam’ın yekün
ifadesi mi olduğunu anlamak gerekir.[1]
Bazı çağdaş araştırmacılar, Ehl-i Sünnet’in
siyasî ve ictimaî gelişmelerin ürünü olduğunu, “bu
durumu” algılayacak donanımdan uzak olan ulemanın ise onu İslam’ın yekün ifadesi olarak görme yanılgısına düştüğünü savunmaktadır.[2]
Oryantalizm ise, İslam coğrafyasındaki büyük
çoğunluğun Ehl-i Sünnet aidiyetini, İslam öncesi Arapların kültürleriyle münasebeti çerçevesinde
tanımlamış ve bu çerçevede Sünneti, kendi varlık
alanından koparıp -Kur’an-ı Kerim’in hakikati anlayamamanın gerekçesi olarak zikrettiği- atalar geleneğiyle ilişkilendirmiştir. Nitekim Montgomery Watt,
göçebe Arapların hayatta karşılaştıkları zorlukları
atalarının izinden giderek aşma anlamında kullandıkları “sünnet” kelimesinin, İslam toplumunda Hz.
Peygamber’in Sünnetini takip etme şeklinde tezahür
ettiğini söylemiştir.[3]
Bu kurgu bazı müslümanları da etkilemiş ve
İslamî nasslarda karşılığı “istikamet” olarak yer alan
“Sünnete ittiba” tam aksi bir içerikte yorumlanmıştır.
Bu noktada muasır bir araştırmacı şunları söylemektedir: “Arapların yaşantıları ve kültürlerinde önceden
var olan, geçmişten gelenlere bağlılık anlamındaki
sünnet telakkisi, dogmatik zihniyetin temsilcisi olan
ulema tarafından Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tabiûna
ittiba şeklinde anlaşılmıştır.”[4]
Ehl-i Sünnet’i dogmaların mecmuası olarak gören modernistler, son iki asırda yaşanan tüm krizlerin
faturasını ona kesmiştir. Bu yüzden İslam Ümmetine
önerdikleri gelecek tasavvurunun özünde Ehl-i Sünnet’ten kopuş vardır. Nitekim Hasan Hanefî’nin bu
çerçevede kaleme aldığı eserlerin bir kısmının adı
şu şekildedir: “mine’l-Akide ila’s-Sevra” (Akideden
Devrime); “mine’n-Nassı ila’l-Vakı’” (Nastan Gerçeğe); mine’l-Fenâ ile’l-Bekâ (Yokoluştan Varoluşa);
mine’n-Nakl-i ile’l-İbda’ (Nakilcilikten Yaratıcılığa).
Buna göre, akideyi, nassı, yokoluşu ve nakilciliği Ehl-i
Sünnet; devrimi, gerçeği, varoluşu ve yaratıcılığı modernizm temsil etmektedir.
Merkez meselesini Ehl-i Sünnet’in teşkil edeceği
bu makalede, önce mevzunun kavramsal tahlili yapılacak, ardından çağdaş bir müşkil olarak modernitenin mustagriblerin İslam algısına etkisi incelenecektir.
Son alarak da akideden amelî boyuta kadar hayatın
her şubesinde “Ehl-i Sünnet’in topyekün inşası nasıl
olmalıdır?” sorusuna cevap aranacaktır.
I. TARİHİ SÜREÇ
Ehl-i Sünnet’in[5] kavram olarak ortaya çıkması
ile alakalı esasta iki farklı görüş vardır. İslam ulemasının benimsediği birinci görüşe göre kavram, Allah
Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e aittir. Ehl-i Sünnet’in sosyo-politik ortamın ürünü olduğunu iddia
eden oryantalistlere ve onlarla fikir birlikteliği içerisinde olan müslüman araştırmacılara göre ise, “sunî”
kelimesi ilk olarak hicri dördüncü asırda ya da daha
sonraki bir zamanda kullanılmıştır.[6]
Konu ile alakalı rivayet ve değerlendirmeler birinci görüşü teyit etmektedir. Zira Allah Resulü “Fırka-i Naciye (kurtulan fırka)”den bahsettiği bir hadisinde, kendisine yöneltilen soru üzerine kurtulanların,
“cemaat”,[7] bir başkasında ise, “kendisi ve ashabının
benimsediği yolda”[8] sebat gösterenler olduğunu ifade etmiştir.[9] Buna göre “kurtulan”, zarurat-ı diniyye kapsamında değerlendirilen esasları kabul ederek
Sahabe ve sevâd-ı azamın yolu üzerinde olandır.[10]
Sahabe de kavramı aynı çerçevede kullanmıştır. Nitekim İbn Abbas (radiyallahu anh); “Nice yüzlerin
Ehl-i Sünnet’e göre diye başlayan ifadeler aslında “münzel dine göre…” şeklinde
anlaşılmalıdır. Bu durumu yanıltıcı bir beyan olarak görmek[18] ya bir algı yanılması ya
da şuur kaybıdır.
56
B
Nisan
B
ağardığı, nice yüzlerin de karardığı kıyamet gününü
düşün.”[11] mealinde ki ayeti tefsir ederken, yüzleri
ağaranların, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” olacağını
belirtmiştir.[12] Tabiûnden el-Hasanu’l-Basrî (v. 110),
Eyyüb es-Sehtiyanî (v. 131), etbau’t-tabiînden de
Süfyân es-Sevrî (v. 161)[13] başta olmak üzere pek çok
âlim Ehl-i Sünnet kavramını aynı anlam çerçevesinde
kullanmıştır.
Yukarıdaki ifadeler Ehl-i Sünnet’in Eş’arî ya da
Maturidî tarafından kurulan bir mezheb olduğu yönündeki iddiaları da reddetmektedir. Müctehit İmamların da “münşi” olmadıkları sadece mevcudu tedvin
ve beyan ettikleri gerçeğini ifade noktasında İbn Teymiyye şunları söylemektedir: “Ehl-i Sünnet, Ebû Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel yaratılmadan
çok önce var olan mezhebin adıdır.”[14]
Dış unsurların etkisiyle Hz. Osman devrinden
itibaren kendini gösteren “fitne”, kısa zamanda Haricilik, Şia ve Mutezile gibi isimlerle kurumsal bir hüviyet kazanınca[15] büyük kopuşun ardından geride,
ümmet yapısı içerisinde kalan bütünü kayıtlarla ifade
etme ihtiyacı ortaya çıktı. Sünnetin bid’atin, cemaatin
de bölünmenin karşıtı olması, Ehl-i Sünnet’in İslam’ın
rükünlerini koruyan, ana bünyesine dahil olmayan
unsurları da dışarıda bırakan bir kavram olarak iştihar (şöhret bulması) etmesine zemin hazırladı. Yani
Sünnet ve cemaat kavramları İslam’ın ne olduğunu
beyan etmenin yanında, İslam içerisinde farklı temayüllerle temayüz eden Harici, Şiî, Rafizî ve Kaderî gibi
siyasi ve akidevî kopuş ve oluşların da hangi hususlarda inhiraf içerisinde olduklarını tespit etti.
İlerleyen yıllarda fitne ve bid’at, akidevî ve ictimâî anlamda bir karışıklığı ve karşıtlığı anlatırken;
Sünnet Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi
inanıp yaşamayı, cemaat ise ayrılmadan bütün içeri-
Nisan
B
sinde kalmayı ifade etti. Sünnet ve cemaatin; bid’at
ve fitneyle tam bir zıddıyet içerisinde olması tarih
boyu devam etti ve hâdise literatüre “Ehl-i Sünnet”
ve “Ehl-i Bid’at” mezhepler olarak geçti. Modernist
Müslümanlar tarafından, ötekileştirme olarak algılanıp eleştirilen bu tasnif, insanların hangi ölçüleri esas
almaları durumunda müstakim olabileceklerini, nerede, niçin yer almaları gerektiğini belirlemelerine katkı
sağladı.
Yukarıdaki ifadelerin bir hulasası olarak Ehl-i
Sünnet’i, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet bütünlüğü içerisinde şekillenen, Sahabe tarafından da yaşanarak
temessül eden “müesses İslam” olarak tarif etmek
mümkündür. Nitekim müçtehit imamların kelam ve
fıkıh meclislerindeki inşaî beyanlarından Ehl-i Sünnet’in İslam içinde bir bölünme olmadığı, bilakis hayatı Kur’an ve Sünnet’e göre tayin etmek olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, Ehl-i Sünnet’in vaz-ı cedide
karşı devam-ı hal için yapılan keşf-i kadim olduğu
yönündeki tezi desteklemektedir.
Bu anlamda “Ehl-i Sünnet”, fırkalar mahşerine
dönen İslam coğrafyasında hangi esaslar dahilinde
Müslümanca var olunabileceğinin adresi olmuştur.
Bu yüzden o, İslam içerisinde yeni bir oluşumun adı
değil, İslam’a nisbet edilen inanış sistemleri içerisinde
ya da “alternatif İslamlar” arasında Allah’ın indirdiği dinin kendisidir. Bu durumda Ehl-i Sünnet’i sosyo-politik şartların ürünü olarak göstermek mevcudu
gerçeğe aykırı bir şekilde tanımlamak olur.
Akideden Ameli Hayata Ehl-i
Sünnet
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
dini tebliğ ettiği ilk dönemdeki İslam algısı etrafında
oluşturulan akidevî riskler, Ehl-i Sünnet kavramının
iştihar döneminde de benzer yoğunlukta olmuştur.
Müşrik kültür havzalarında üretilen ideolojilerin ihtiva
ettiği tehlikeler müstakim âlimlerin Allah Resulü’nün
ve Ashabının[16] sahih tevhit tasavvurunu esas alarak
geliştirdikleri risk analizi yöntemleriyle tasfiye edilmiştir. Bu yüzden Ehl-i Sünnet kavramı ilk olarak akide
alanında iştihar etmiş, zamanla Hanefîlik, Malikîlik,
Şafiîlik, Hanbelîlik gibi amelî mezhepleri de içine alarak, “fırâk-ı dalle/sapık hareketler”e karşı “vahyedilen
İslam”ın müesses hali olmuştur. Bu müesses hal neticesinde Kur’an’ı murad-ı ilahiye göre anlama faailiyeti tefsir, Sünnet’i muhafaza ve rivayet etmek hadis,
57
B
tafsılî delillerden ameli şer’î hükümleri bulup çıkarmak fıkıh, imanın mahiyetine dair kabuller ve düşünceler de kelam başlıkları altında teşekkül etmiştir.
Zamanla ilim merkezleri kurumsal kimlik kazandı ve
İslami disiplinler kökleşti. Ulema halkla nass, devletle
nass, harici siyasetle nass arasında nasstan hareketle
çözüm ve çareler üretti. Ehl-i Sünnet ilmi disiplinlerle,
fıkha, tefsire, kelama, fikre, sanata, mimariye, şiire ve
nesire dönüşerek hayatın her şubesinde muşahhas
bir hal aldı.
Ehl-i Sünnet, belli bir zümrenin adı olmaktan
ziyade İslam’ın yekun ifadesi olduğuna,[17] bunun da
fıkıh, tefsir, kelam, hadis, edebiyat, mimari gibi temel
İslami disiplinlerde ve ictimaî hayatta farklı temsil
alanları oluşturduğuna göre akidede ya da tefsirde
“Ehl-i Sünnet’e göre….” diye başlayan bir ifade “İslam’a göre….” şeklinde başlayan bir ibareyle ayniyet
arz etmektedir. Zira bu şekilde başlayan her hüküm
Kur’an ve Sünnet’ten neşet eden, Sahabe tarafından
uygulanma imkânı bulan bir rüknün arzıdır. Ehl-i
Sünnet’e göre diye başlayan ifadeler aslında “münzel
dine göre…” şeklinde anlaşılmalıdır. Bu durumu yanıltıcı bir beyan olarak görmek[18] ya bir algı yanılması
ya da şuur kaybıdır.
Ehl-i Sünnet’in İttifak Noktaları
Ehl-i Sünnet’e mensup müctehitlerin, asılda
aynı olmakla beraber ictihadi hususlarda farklı mutalalara sahip olmalarını onun standart bir öğretisinin
olmadığına gerekçe yapmak[19] ya iradî bir yönlendirmeden ya da âdem-i vukufiyetten kaynaklanmaktadır.
Ehl-i Sünnet ulemasının Kur’an ve Sünnet çerçevesinde belirlediği esaslar, neyin “tekfir” mevzuu
olacağı ya da olmayacağını beyan ederek ümmet arasındaki “temel ihtilaf alanlarını” ortadan kaldırmıştır.
Abdulkâhir el-Bağdâdî, kimin “Sünnî” addedileceğini belirtme sadedinde bu esasları şu şekilde hulasa
etmektedir: “Âlemin hadis olduğunu, onu yaratanın
birliğini, kadim oluşunu, sıfatlarını, adaletini, hikmetini, hiçbir şeye benzemediğini kabul eden; Allah Resulü (sallalalhu aleyhi ve sellem)’in nübüvvetine, onun
evrensel olduğuna, şeriatının ebediliğine, getirdiği her
esasın hakikat olduğuna, Kur’an-ı Kerîm’in şer’î hükümlere kaynaklık ettiğine, Kabe’nin namaz için kıble
olduğuna inanan ve bu inanca -kişiyi küfre sürükleyecek- bidat karıştırmayan mümine Sünnî denir.”[20]
58
B
Ehl-i Sünnet - Sünnet İlişkisi
Şia, Mutezile, Havaric gibi Ehl-i Sünnet dışı
mezheblerin Sünnet’e tabi olma noktasında Ehl-i
Sünnet’ten farklı olmadıklarını, dolayısıyla Sünnet’e
bağlılık iddiasının Ehl-i Sünnet’le sınırlandırılmasının doğru olmadığını söylemek[21] pek çok yanıltıcı
bilgiler ihtiva etmektedir. Zira söz konusu fırkalardan
günümüzde en etkin olanı Şia, hadisleri Sahabe üzerinden reddetmiş pek çok Sahabeyi de tekfir ederek
onların rivayetlerine itibar etmemiştir. Aynı durum
Mutezile’yi teşkil eden isimler için de söz konusudur.
Nitekim direkt olarak hadisleri reddedemeyen Mutezile en fazla hadis rivayet eden sahabeleri yalancılıkla
itham etmiştir.[22]
Ehl-i Sünnet’in Allah Resulü (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in Sünnetini takip eden büyük çoğunluk
olduğu gerçeğini yanıltıcı bulan kimi araştırmacılar
arasında bazı hadisçilerin de yer alması düşündürücüdür.[23]
II. MODERN MÜŞKİL
Ortaya çıkan ya da çıkacak olan sorunları
Kur’an ve Sünnet’i esas alarak çözen, böylece de
“sahih İslam”ın sürekliliğini temin eden Ehl-i Sünnet,
ana bünyeyi muhafaza ederek sürekli bir var oluşu
hedefler, hayatı, Kur’an ve Sünnet’e göre tayin eder.
Bu yüzden İslam’ın ne olduğunu ya da ne olmadığını
anlayabilmek için ulemanın İslam kelimesine düştüğü
“Sünnet” ve “Cemaat” kayıtları her dönemde olduğu
gibi günümüzde de hayati bir önemi haizdir.
Ehl-i Sünnet, dış unsurları tasfiye etmeyi, inşanın hareket noktası olarak kabul eder. Bu yüzden onun
önerdiği var oluşla modernitenin benimsediği sentez
esasta birbirinden farklıdır. Birincisi İslam ümmetinin
medeni birikimi ve tarihi tecrübesi içerisinde inşayı/var
oluşu önerirken, ikincisi tedahülü tavsiye eder.
Nisan
B
İnşa ve tedahül Hz. Ali (radiyallahu anh) döneminden itibaren devam eden iki esas ameliyedir.
Dolayısıyla mevzunun vuzuha kavuşması için inşa
gibi, “fırak-ı dalle”nin ameliyesi olan tedahülün de
günümüzde neye karşılık geldiğini ve bu karşılığın nasıl oluştuğunu bilmek gerekir.
mini mutlak doğru kabul ederek geliştirdiği mücadele
tarzını ıslahat reçetesi olarak benimsemiştir. Sonuçta
göremeyen, düşünemeyen, doğruları ancak Batı’nın
değer yargıları üzerinden belirleyen, İslam adına sadece tartışılan ya da Batıların eleştiri için gündemde
tuttuğu konuları bilen bir nesil oluşmuştur.
Kökleri itibariyle Batı’ya ait olan ya da Batı’da
İslam medeniyetine karşı güven krizi yaşayan
kurgulanıp İslam coğrafyasına uyarlanan moder- bazı müslüman araştırmacılarda Batı’nın kıstaslarınizm, tedahülün muasır versiyonudur. Batı’ya ait bir nı esas alarak İslam’ı okuma iştiyakı oluşmuştur. Bu
kurgunun İslam’a uyarlanması, mevcut krizleri çözüp çerçevede yakın tarihte, Batı düşüncesini eskinin tam
inşaî ruhu uyandırma yerine ilmî ve fikri enkazlara aksi istikamette kurgulayan Descartes (1650), Spiyeni harabeler eklemiştir. Batı, kurgusunu İslam coğ- noza (1677), Kant (1804) ve Hegel (1831) gibi hür
rafyasına uyarlarken İslam’ı iman, ahlak ve ibadet olduğunu zannettikleri isimler aramışlardır. Batı’nın
esaslarından mürekkeb bir din olarak
her yaptığını doğru kabul etmekten
tanımlamış; Müslümanların siyasî, ikya da bir şeyin doğru olabilmesi için
tisadî ve ictimaî hususlardaki eserleBatı ile ayniyet arz etmesi gerektiği
Ehl-i Sünnet, akiinancından kaynaklanan bu arayış,
rini ilgili alanların müzelerinde ya da
deyle başlayan, tekütüphanelerinde sergilenecek tarihî
müslüman modernisti meselenin
fekkür ve amelle bir
unsurlar olarak göstermiştir.
esas problemini görmekten mahrum
bırakmıştır. Bu yüzden modernist,
bütüne dönüşen bir
Batılılar, Mısır gibi İslam ülkeleMustafa Sabri Efendi, İmam Kevvar oluştur. Akidede,
rinde uyguladıkları eğitim sistemi vaserî, Yusuf ed-Dicvî gibi âlimleri varfıkıhta, düşüncede,
sıtasıyla -büyük çoğunluk tarafındanlık alanlarının tam aksi istikametinde
sanatta,
edebiyatta,
İslam’ın sadece belli ibadet, zikir ve
yani kriz üretme merkezinde görür
ahlak nazariyelerinden ibaret bir din,
ve onlardan istifade edemez. Onun
siyasette, iktisatta,…
Kur’an-ı Kerîm’in de teberrük için
nazarında Keşmirî’nin söyledikleri
hasılı cemiyetin her
okunan bir kitap olarak algılanmalisans düzeyindeki bir oryantalistin
şubesinde
İslam’ın
sını başarmışlardır. Nitekim modern
ifadeleri kadar önem arz etmez. Bu
dönem İslam tasavvurlarından dinin
yüzden Arap olmayan ilahiyatçılar
hayatı tayin etmesihukuk, siyaset, edebiyat, sanat gibi
Batı dillerini öğrenebilmek için yodir.
siyasi ve sinaî boyutları hazfedilmişğun gayret sarf etmektedirler.[24]
tir. Böylece yegane iktisat, siyaset,
Batı intelijansiyası, düşünceyi kieğitim nazariyelerinin mimarlarının
Batılılar olduğu, bu yüzden müslüman alimlerin on- lisenin baskısından kurtarabilmek için farklı modeller
ları taklit etmekten başka çareleri olmadığı hissi uyan- inşa etmek zorundaydı. Zira mevcut dini yapı, ıslah
dırılmıştır. Okullarda İslam’ın ana mevzuları yerine kabul etmediğinden sorunları ancak onu reddederek
-müsteşriklerin uydurduğu iftiralara dayalı- şüpheler azaltmış olacaktı. Fakat İslam sahih bir din olduğunesas konular olarak okutulmuştur. Dünyaya, mede- dan tarihi süreçte yaşanan krizler yeniden ona dönniyeti Romalıların, insan haklarını Fransız devrim- mek suretiyle aşılabilmiştir. Nitekim Ehl-i Sünnet’e
cilerin, demokrasiyi de İngiliz halkının hediye ettiği, mensup büyük münşiler kriz ortamlarında, -yaşabuna mukabil, İslam’ın “kadını erkeğin yarısı gören, dıkları zamanı da dikkate alarak- Kur’an ve Sünnet’i
ona yalnızca ev ortamında bir yaşam vaat eden, yeniden okumuşlardır. Bu yüzden hale çare arayan
zekât ve öşürle insanların bir kısmının gelirini diğerle- Hegel eskiyi reddeder, Şeyhulislam Mustafa Sabri
rine dağıtan, hırsızın elini kesen” bir sistem önerdiği, Efendi ise kadimi yeniden okur. Hadisenin bu boyubununla da günümüz dünya sistemleri içerisinde yer tundan mahrum bir araştırmacı, Hegel’in kayıtlı olalmasının imkânsız olduğu telkin edilmiştir. İslam Me- duğu düşünce kulübünde Şeyhulislam’ı bulamayınca
deniyeti’ni kendi varlık ortamında öğrenme imkânı o ve emsalinin tefekkürünü inkâr eder. Bizdeki redd-i
bulamayan modernist müslümanlar Batı’nın toplum- kadimin özünde bu nev’i bir aramadan kaynaklanan
sal kölelik sistemini sürekli kılabilmek için, kendi siste- yanılgı vardır.
Nisan
B
59
B
oryantalist propagandanın etkisiyle varlık alanı, ya sınırlandı ya da yokluğa mahkûm edildi. Ana başlıkta
üç, alt başlıklarda ise pek çok fırkaya ayrılan modern
dönemdeki parçalanma Hz. Ali (radiyallahu anh)
sonrası başlayan kırılmayla benzerlik arz etmektedir. Bu durumda, vahiy ortamında kalarak akideden
ameli alana kadar hayatı İslam’a göre yeniden tayin
etme zorunluluğu hâsıl olmuştur.
III. YENİDEN İNŞA
Müstakim ilim adamları mutlak doğruların
yalnız Kur’an’a ve Sünnet’e ait olduğuna inandıklarından entellektüel birikimlerini de onları anlamaya
adamışlar ve neticede bağımsız düşünürler olmaktan
ziyade vahiy ortamında vahye bağlı mütefekkirler
olmayı tercih etmişlerdir. Bu tercihi imanlarının bir
gereği olarak yapmışlardır. Bu yüzden onları esasta
birbirinden farklı şeyler söyleyenler olarak düşünmek
var oluşlarına aykırıdır.
Batı düşüncesini İslam coğrafyası şartlarında
tercüme edip yeniden üretme ödevini üstlenen modernistler bu ameliyeleriyle şunu da telkin etmektedirler: Her şeyin en doğrusu Batı’ya aittir. Dolayısıyla
ona entegre olmak tercih edilecek tek yoldur.
Modernistlerin telkini neticesinde mustagribler
arasında üç ayrı algı oluşmuştur. Birinci algının sahipleri bütünüyle dini reddetmiştir. İkincisi İslam’ı, Batı’nın tayin ettiği anlama disiplini çerçevesinde iman,
ibadet ve ahlaktan müteşekkil bir din olarak algılamış,
aklı esas alarak dini yenilenmeyi savunmuştur. Dini
devletten ya da devleti dinden ayırmıştır. Üçüncüsü
ise İslam’ı bir bütün olarak kabul etmiş fakat Batı’nın
tenkitine maruz kalan recm, el kesme cezası, başörtüsü gibi hususları farklı yöntemlerle reddetme yoluna
gitmiştir.
Ehl-i Sünnet, dış unsurların tedahülü ile yaşanan ayrışma karşısında hayatı İslam’a göre tayin
etme ödevini modernite karşısında da yaptı. Fakat
Bugün bütün İslam ülkelerinde, eğitim sistemleri, yönetim biçimleri, siyasi oluşumlar, iktisadi kurumlar, sanatsal aktiviteler, giyim tarzları, tüketim kriterleri
esasta Batı’ya aittir. Ehl-i Sünnet, hayatın her şubesinde müessir olma refleksine ve kriz dönemlerinde
yeniden İslam’a dönüşün tecrübesine sahip olması
hasebiyle bugün yeniden okunmalıdır. Bunun ilk adımı “tevhid”in muhtevasını tahlil etmek olmalıdır.
Ehl-i Sünnet varlığını iki rükün üzerine bina
eder: “Lailahe illelah Muhammed Resulüllah.” Müslüman birinciyle bütün ilahları reddeder, ulûhiyeti,
rububiyeti, iradeyi, hâkimiyeti sadece Allah Teâlâ’ya
tahsis eder. Bu şekilde iman eden bir müminin hayatında vahiyden korunmuş bölgeler olmaz. O, akidede, amelde, ahlakta, siyasi duruşta, yaşayışta topyekun müslümandır ve İslam, hayatının her şubesinde
müessirdir.
Ehl-i Sünnet amelden mücerret bir iman nazariyesi değildir. Bu yüzden müslüman kimliğinin oluşması sürecinde akideyi ibadet ve fiilî var oluş takip
eder. Yani o, ne tek başına akidevî bir nazireye ne de
sadece ibadetler mecmuasıdır. Eğer bir mümin akidede ve ibadette müslümanca davranıyor, siyasi ve ictimaî hak ve sorumluluklarında ihtiyari olarak modern
zihniyeti benimsiyorsa fiilî olarak İslam’ın varlığına
dahil olmamış kabul edilir. Bu nev’î insanlar modern
toplum içerisinde varlıklarını sürdüren nazariyât müslümanlarıdır. Hayatları gibi duygularını da modern
toplumun iniş ve çıkışlarına göre belirlerler. Mesela
faizi bir realite olarak gören ve bu doğrultuda ticari
Bu tayin ediş ne ideoloji, ne yeni bir mezheb, ne de meşreptir. Sadece İslam’ı her zaman
ve mekânda hayatı yönetebilecek şekilde yeniden okumaktır. Bu anlamda Ehl-i Sünnet,
Keşmirî ve Kevserî’de ilim, Necip Fazıl’da fikir, Ali Haydar Efendi’de zühd, II. Abdulhamid’te siyaset, İmam Şamil’de cihad, Hasan el Benna’da aksiyon olarak tezahür eder.
60
B
Nisan
B
işlemler yapan müslümanın sevincine ve hüznüne faizdeki iniş ve çıkışlar tesir eder. Dolayısıyla nazariyât
müslümanı kapitalist ya da sosyalist sistemi savunacak, onun için sevinecek ve üzülecektir. Entelektüel
birikimini, tecrübesini hep onun daha iyi olması için
harcayacaktır. Böyle bir inanış, parçacı olduğu gibi
İslam toplum yapısının oluşmasını da geciktirecektir.
Allah Resulü’nün İslam’ın cahilliye kültürü ile
sentezini reddetmesi gibi, Ehl-i Sünnet de modern
zihniyetle tedahüle karşı çıkar.
Ehl-i Sünnet vatanda, ırkta, renkte ve dilde birlikteliğe karşı, akide ve amelde vahdeti önerir. Her
toplumu, farklı renk, ırk, dil ve kültürleri içerisinde
Müslüman olarak yeniden var eder.
Ona, adı ümmet olan yeni bir kimlik
verir. Kesrette vahdeti gerçekleştirir.
Ehl-i Sünnet, insanı, şehvet
gibi hayvanlarla ortak olan hususiyeti yerine iman ve ahlak gibi sadece
ona has olan özellikleriyle yüceltir.
Ehl-i Sünnet
amelden mücerret
bir iman nazariyesi değildir. Bu
yüzden müslüman kimliğinin
oluşması sürecinde akideyi ibadet
ve fiilî var oluş
takip eder.
Ehl-i Sünnet’in modern değerlerle iç içe olmayı reddetmesi,
onların varlığını dikkate almaması
şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu gün
bir medresede sanayi devrimi öncesi
zamanlarda yazılan “muhalled” eserleri, dünyadaki değişimi görmeden
okumak, Ehl-i Sünnet’in değil onu
temsil makamında olduğunu zanneden insanların zafiyetidir.[25] Aslında
bu durum dolaylı olarak modernizme
hizmet etmektedir. Zira böyle bir din modern zamanda yaşayan bir insan için müesses bir nizam olmaktan
ziyade tarihi değere sahip bir mefhum olarak algılanacaktır. İki asırdır pek çok yerde medreselerin ibare
okuma ve tercüme etme merkezleri olarak faaliyet
göstermesi aslında modernizmin planlayıcılarının da
hedeflediği bir durumdur. İman, ibadet ve ahlak konularını ihtiva eden “ilmihal” literatürünün imamların
da “başvuru kitabı” haline dönüştürülmesi bu planın
bir parçasıdır. Bununla İslam’ın, kul ile Allah arasında bir alana hapsedildiği dolayısıyla siyasi, ictimaî ve
iktisadî boyutlarının olmadığı ezberletilmektedir. Gerçekte ise Ehl-i Sünnet, fıkıh disipliniyle vahiy kıstasını
esas alır ve fertten cemiyete, evden devlete bütün bir
hayatın sorunlarını çözmeye talip olur. Bunu da her
Nisan
dönemde metin, şerh, haşiye, talik başlıkları altında
eser telif eden fakihlerle pratik çözümlere dönüştürür.
Müctehid sahabelerden günümüze kadar vahyi idrak
edip hayata tatbik etme ameliyesi bu şekilde tahakkuk etmiştir. Leknevî, Keşmîrî, Kandehlevî, Mustafa
Sabri Efendi, Kevserî (rahimehumullah) gibi ulu hocaların telakkileri de bu minvaldedir. Yani ders halkalarını ve telif edilecek eserleri, Nusûs-i İslâmiyyeyi ve
mütûn-u mübârekeyi müesses kaideler çerçevesinde
anlayacak ve bu güne aktaracak bir yapıda yeniden inşa etmek kaçınılmazdır. Bunun başarılmasıyla
redd-i kadim ve gelenekçilik, târihî birer vâkıa haline
dönüşecek ve Ehl-i Sünnet müessir olacaktır.
B
Sonuç olarak, Ehl-i Sünnet, akideyle başlayan, tefekkür ve amelle
bir bütüne dönüşen bir var oluştur.
Akidede, fıkıhta, düşüncede, sanatta, edebiyatta, siyasette, iktisatta,…
hasılı cemiyetin her şubesinde İslam’ın hayatı tayin etmesidir. Bu tayin ediş ne ideoloji, ne yeni bir mezheb, ne de meşreptir. Sadece İslam’ı
her zaman ve mekânda hayatı yönetebilecek şekilde yeniden okumaktır.
Bu anlamda Ehl-i Sünnet, Keşmirî
ve Kevserî’de ilim, Necip Fazıl’da
fikir, Ali Haydar Efendi’de zühd, II.
Abdulhamid’te siyaset, İmam Şamil’de cihad, Hasan el Benna’da
aksiyon olarak tezahür eder.
Dipnotlar
[1]- Bu sorular farklı kültür havzalarında neş u
nemâ bulan zihniyetler tarafından birbirine tam aksi içerikte anlaşılma
riskine sahiptir., [2]- Mehmet Evkuran, Sünni Paradigmayı Anlamak,
Ankara Okulu, Ankara, 2005, 99., [3]- W. Montgomery Watt, Modern
Dünyada İslam Vahyi, ter. Mehmet S. Aydın, Hülbe Yay., Ankara,
1982, 56-57., [4]- Kısmi tasarruf yapılarak alınmıştır. Sönmez Kutlu, “İslam Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri Olgusu”, İslâmiyât
Dergisi, IV, Ankara, 2001, sy., 4, 27-28., [5]- Bk. Ebû İshak İbrahim
b. Musa eş-Şatıbî, el-İ’tisâm, Beyrut, 1997. II, 509., [6]- W. Montgomery Watt ve Zeki Necib Mahmud’un değerlendirmeleri için bk. Watt,
İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, 358; Dâru’n-Nedveti’l-Alimiyye,
el-Mavsûatü’l-Müyessere fî’l-Edyân-i ve’l-Mezâhib, Riyad, 1424, II,
979., [7]- İbn Mâce, Fiten 17., [8]- Tirmzî, Îman 18., [9]- eş-Şatıbî,
a.g.e., II, 458-538; Kevserî, a.g.m., 5-7., [10]- Muhammed Zahid
Kevserî, “İftiraku’l-Ümme ala’l-Fırak”, (İsferâyinî’nin et-Tabsîr-u fi’dDin adlı kitabının mukaddimesi), Kahire, ty. 6., [11]- Âl-i İmran (3):
106., [12]- Abdullah Muhammed b. Ahmed Kurtubî, el-Camiu’ li-Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 2000, IV, 107., [13]- Celalüddin es-Suyûtî,
Miftâhu’l-Cenne fî’l-İhticâci bi’s-Sünne, Mısır, ty., 46; Ebû’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, Telbîs-u İblîs, İskenderiyye, ty., 9- 10., [14]- İbn Teymiyye,
Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye, Dâru’l-Hadis, Kahire, 2004, II, 266.,
[15]- Muhammed Abdurrahman el-Mubârekfurî, Tuhfetü’l-Ehvezî,
Kahire, 2001, VII, 54; Kevserî, a.g.m., 4., [16]- Bakara (2): 137.,
[17]- Fazlurrahman
61
Düşük Benli Çocuklar
M. Emin KARABACAK
Anne baba olarak çocuklarımızın okulda ve
toplumsal hayatta kendi işlerini kendisi yapan, sorumluluk almaktan korkmayan, kendilerine güvenen kimseler olmasını isteriz. İstemesine isteriz ancak çocukların büyük çoğunluğunda düşük benlik
saygısı görülmektedir.
Nedir Bu Düşük
Benlik Saygısı?
ışl yapm
e
z
ü
g
çok
“Bunu
orum.”
y
i
d
e
k
bri
zel
sın, te
çok gü
u
n
u
“B
rik
yerine
ni” teb
e
S
“
,
lşsın
ullanı
yapmı
k
i
s
e
d
fa
um.” i
ediyor
ır.
malı d
Düşük benlik saygısı; kendine güvenmemek,
sorumluluk almaktan korkmak, yeteneklerinin altında başarı göstermek ve seviyesinin altında işler
yapmak demektir.
Çocukların düşük benlik saygısını geliştirmek
için yapılabilecek çalışmaların başında onlara iyi
bir model olmak gerekir. Bunun için çocuğa model olacak kişinin, çocukların yanında övülmesi ve
örnek gösterilmesi gerekir. Ayrıca çocuğun yaptığı
62
B
Nisan
B
olumlu davranışlar hemen görülmeli ve takdir edilmelidir. Örneğin düşük benlik saygısına sahip olan
bir öğrenci, kendini ifade etmekte zorlanırken, benlik
saygısı yüksek olan bir öğrenci olayın basitliğinden,
olayı şöyle anlatabileceğini ifade eder. Olayı anlattıktan sonra da hafifçe geriye kasılarak; “Kendimi tebrik ederim çok güzel anlattım.” der. Bir işi yaptıktan
sonra; “Aferin bana, kendimi tebrik ediyorum…” gibi
cümleler, çocukta benlik saygısını yükseltmek için iyi
bir model oluşturur.
Çocukların yaş ve yeteneklerine uygun görevler
vermek gerekir. Çünkü çocukların
kendisi hakkındaki duygu ve düşünceleri, davranışlarıyla ilgili tutumlarından kaynaklanır.
Okulda teşekkür alabilecek bir
çocuktan takdir beklendiğinde ve
çocuk takdir almadığında kendisini
başarısız olarak algılayacaktır. Yine
bu çocuktan teşekkür belgesi yerine; zayıf getirmemesi beklenip getirmezse çocuğa verilecek pekiştireç
de uygun değildir. Ödül, çocuğun
yeteneklerine uygun sorumlulukları
yerine getirdiği zaman anlam kazanır.
Çocukların yaptığı olumlu davranışlar, aileleri tarafından takdir edilmelidir. Büyükleri tarafından
pekiştirilmeyen olumlu davranışlar, onların şevkini
kıracağı için çocukta güven problemi oluşturacaktır.
Çocuklara verilecek geri bildirimler de kişi zamirleri özellikle belirtilmelidir. “Bunu çok güzel yapmışsın, tebrik ediyorum.” yerine “Bunu çok güzel
yapmışsın, “Seni” tebrik ediyorum.” ifadesi kullanılmalıdır.
Çocuklar güzel bir iş başardıklarında; “Güzel bir
iş başardığını düşünüyor musun?” sorusu yöneltilerek
alınacak olumlu cevaba göre çocukların benlik saygısını yükseltmek amacıyla; “Ben de senin güzel bir iş
yaptığını düşünüyor ve seni tebrik ediyorum. Kendinle övünebilirsin.” geri bildirimi verilmelidir.
Bunların Dışında:
1. Aile içi konuşmalarda çocuklara söz hakkı verilmeli.
2. Çocukların olumsuz yönleri yerine olumlu
yönleri görülerek, uygun geribildirimler verilmeli.
3.Çocukların yaşlarına ve yeteneklerine uygun beklenti içine girilmeli.
4.Çocukların yaş ve seviyelerine uygun sorumluluklar verilerek
cesaretlendirilmeli.
5.Aile içinde çocuklarında
vazgeçilmez ve değerli oldukları hissettirilmeli.
6.Çocukları olumsuz yargılamalardan kaçınmalı ve onlara uygunsuz cezalar verilmemeli.
7.Çocuklarda görülen olumsuzluklar gündemde tutmaktan ve
onları başkalarıyla kıyaslamaktan kaçınmalı.
8.Çocukların sosyal ortamlara katılmaları ve
buralarda görev almaları teşvik edilmeli.
9. Çocukların eve gelen misafirlerin içine girmeleri teşvik edilmeli ve onlara bu ortamlarda söz hakkı
tanınmalı.
10.Çocukların olumsuz davranışlarına karşı
aşırı tepki vermekten ve eleştirmekten kaçınmalı.
Sonuç olarak çocukların öz güvenini geliştirmek
için iyi bir model olmak, yeteneklerine uygun sorumluluk vermek ve olumlu pekiştireçler kullanmakla olacaktır.
Çocukların yaş ve yeteneklerine uygun görevler vermek gerekir. Çünkü çocukların kendisi hakkındaki duygu ve düşünceleri, davranışlarıyla ilgili tutumlarından kaynaklanır.
Nisan
B
63
Hz. Hâlid b. Velîd (r.anh)
Salih KAYA
Hz. Peygamber (s.a.v)’in, hakkında “ne güzel kul” diye buyurduğu sahabî.
riyyee
s
i
ğ
i
rild
e
gönde
d
i
l
belerd
â
e
r
H
a
.
z
h
u
H
ptığı m
a
y
dinine
e
v
n
ı
’
e
h
d
a
r
l
le
Al
ını ve
s
a
ekim
z
ı
r
ır. Nit
t
ş
ı
Al lah
m
l
a
rın
ni esas
i
t
e
v
Rumla
a
a
d
d
n
ı
ş
a
k sava
anınd
d
y
e
Yermu
m
aş
n
ına sav
n
a
t
omuta
u
k
e
v
ş
kom
mi
an
bliğ et
e
t
ı
üslüm
m
m
e
l
islâ
i
eti
un dav
n
o
c
r
Co
tur.
olmuş
Nesebî, Hâlid b. Velid b.Mugire b. Abdillah
b. Amr b. Mahzum. Annesinin ismi Lübâbe olur.
Hz Meymune’nin yakın akrabasıdır. Hz. Hâlid’in
lakabı Seyfullah (Allah’ın Kılıcı)’dır. Hz. Peygamber
(s.a.s.) Mute savaşındaki başarısından ötürü onu
Allah’ın kılıcı diye övmüştür. Künyesi Ebû Süleyman’dır. Yedinci hicrî yılında müslüman oldu (İbn
Hacer, el-isâbe, I, 413)
Hz. Hâlid (r.a.)’in doğum tarihi kesin olarak
bilinmemektedir. Mekke’nin şerefli ve itibarlı ailelerinden biri olan mahzumoğullarındandır. Ordu
komutanlığı Hz. Hâlid’in ailesinin bir imtiyazıydı.
Uhud savaşında ve Hudeybiye sulhu esnasında
Hâlid b. Velid, Kureyş ordusunun komutanlarından
birisiydi.
Hudeybiye anlaşmasından sonra Hz. Peygamber umre için Mekke’ye gidince Hâlid’in daha
64
B
Nisan
B
önce müslüman olan kardeşi Velid’e Hâlid’i sordu.
Hz. Peygamber Halid gibi bir insanın müşriklerin içinde kalmasının şaşılacak bir durum olduğunu belirtti.
Velid kardeşi Halid’e Peygamber (s.a.s)’in bu iltifatını bildiren bir mektup gönderdi. Bunun üzerine Hz.
Halid müslüman olmak için Mekke’den yola çıkınca,
yolda Amr b. el-Âs ile karşılaştı ve beraberce Mekke’den Medine’ye gelip müslüman oldular. (Ahmed
b. Hanbel, Müsned, IV, 158).
Hz. Hâlid hicrî sekizinci yılda yapılan Mute savaşına bir nefer olarak katıldı. Ordu komutanlarının
sırayla şehîd olması üzerine Ashab
istişâre ederek komutayı Hz. Hâlid’e
vermiş. Hz. Peygamber Medine’de
olup bitenleri haber verip komutanların şehid düşmesini anlattıktan
sonra komutayı Allah’ın kılıçlarından birinin aldığını söylemiştir.
Bu olaydan sonra Hz. Hâlid
Seyfullah (Allah’ın Kılıcı) diye anıldı. Halid (r.a.) komutasına aldığı
orduyu kalabalık düşman karşısında bozguna uğratmadan Medine’ye
getirmeyi başardı (İbn Hacer, elIsâbe, I, 413).
Taif kuşatmasına katıldı. Hz. Peygamber (s.a.s.)
Dumetu’l-Cendel’in hristiyan emiri Ukeydir’in üzerine Halid’i gönderdi. Hz. Halid Ukeydir’i yaban sığırı
avlarken yakaladı ve esir aldı; teslim olmayan kardeşini öldürdü. Diğer kardeşi ve Ukeydir’i esir alarak
ganimetlerle birlikte Hz. Peygamber’e getirdi.
Hicrî onuncu yılda Necrân’a Hârisoğullarını
islâm’a davet etmek için gönderildi. Onları üç gün
müddetle islâm’a davet etti. Necrânlılar müslüman
oldular.
Hz. Ebû Bekir Hâlife olunca
Hz. Hâlid’i komutan olarak yalancı
Peygamberlerin üzerine gönderdi.
Yalancı Peygamber Tulayh b. Huvaylid’i Buzaha’da mağlup etti sonra Temimoğulları üzerine yöneldi ve
Mâlik b. Nuveyra’nın komutasındakilerle karşılaştı. Mâlik’i silah bırakmasına rağmen esir etti ve öldürdü.
Hz. Ömer, Hâlid’i bu olayda hatalı
davrandığı gerekçesiyle kınamıştır.
Daha sonra Museylemetu’l-Kezzâb’a karşı sefere çıktı ve
onu Yemâme sınırında Akraba denilen yerde mağlub etti ve öldürttü.
Hz. Hâlid, Mekke fethinde süvarilerin komutanı
idi. Ordunun sağ kanadını kontrol ediyordu. (Müslim,
Sahih, II,103). Mekke fethinde müslümanlara karşı
çıkan küçük gruplarla Hz. Hâlid çarpışmıştır.
Huneyn savaşında Hâlid büyük cesaret ve yararlılık göstermiştir. Hatta bu savaşta yaralanınca Hz.
Peygamber ziyaretine geldi, dua etti. Hâlid şifa.buldu
(İsdü’l-Gâbe, II, 103).
Mekke fethinden sonra Hz. Peygamber Nahle’deki Uzza putunu kırmaya Halid b. Velid’i gönderdi. Hâlid Uzza putunu kırıp geri döndü.
Yalancı Peygamberlerle olan mücadelesinden
sonra zekat vermeyen kabileler üzerine gönderildi.
Onları da sindirdi. Daha sonra Hicrî oniki yılında
Irak’a İranlılara karşı gönderildi. İki ay zarfında İran
Sâsânî, ordularını bozguna uğratarak Hire’yi zabtetti
ve Fırat çevresini hâkimiyeti altına aldı.
Suriye sınırında Bizanslıların ordu hazırladıkları haberi gelince hilâfet merkezinden Hz. Hâlid’e
Irak bölgesinin komutanlığını Müsenna’ya bırakarak
Şam’a gitmesi emri verildi. Hicrî onüçüncü yılda Bizanslıları Acnadeyn’de mağlup ederek Şam’a doğru
püskürttü. Hz. Hâlid şehri muhasara etti ve hicrî on-
“Hâlid b. Velid’e gelince, o herşeyini sizin için vermiştir, nesi var nesi yok
harplerde Allah yolunda sarfetmiştir”
Nisan
B
65
B
dördüncü yılın receb ayında Şam (Dımaşk) şehrini
zabtetti. Daha sonra Humus’u fethetti. Yermuk savaşında Bizanslıları bozguna uğrattı. Kudüs’ü kuşattı
ve teslim aldı. Bütün Suriye mıntıkası müslümanların
eline geçti.
Hicretin 17. yılında Hz. Ömer, Hâlid b. Velid’i
komutanlıktan indirdi. Hz. Hâlid’in komutanlıktan
almasının sebepleri ve azledildiği yıl tarihçiler arasında ihtilaflıdır. Genel kanaate göre, Hz. Ömer, hilâfet
merkezine döndükten sonra Hâlid’i azletti. Ama bu rivayet gerçeği yansıtmamaktadır. Hz. Ömer hilafetinin
beşinci senesi, yani hicretin 17. senesinde Hz. Hâlid’i
azletmiştir.
Komutanlıktan alınısı ile ilgili olarak bir çok sebepler ileri sürülmektedir. Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz: Hz. Hâlid bir çok insana kumanda ediyordu.
Ancak sert mizaçlı olup sert muamele ediyordu. Kimsenin sözünü dinlemiyor, kendi fikrinden başkasına
kıymet vermiyordu. Hatta birçok işlerde hilâfet merkezinin görüşlerine de müracaat etmiyordu.
Irak topraklarını islâm topraklarına dönüştürdükten sonra Halife Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in emrinin
hilâfına hacca gitmiş ve bu duruma Hz. Ebû Bekir
çok üzülmüştü. Kendi başına buyruk bir tavrın içinde
hareket ediyordu. Bundan dolayı Hz. Ömer (r.a) zaman zaman Hz. Ebû Bekir Efendimize Hz. Hâlid’i komutanlıktan azletmesini istemişti. Hz. Ebû Bekir (r.a)
daima şöyle cevaplandırmıştı: “O, Allah’ın kılıcıdır, bu kılıcı kınına sokmak doğru değildir.”
Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde de Hz. Halid’in
tutumunda bir değişiklik olmadı. Yine bildiği gibi devam etmekteydi. Ancak Hz. Ömer (r.a) Onu hemen
azletmedi. Bir çok defalar kendisini uyardı, ve bu konuda mektuplar gönderdi. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir
(r.a) zamanındaki meseleleri de ona hatırlattı.
Komutanlıktan alınışının ikinci sebebi ise, müslümanların genelinde şöyle bir fikir oluştu, fetihlerin
gerçekleştirilmesi Hz. Halid’in kabiliyet ve kahramanlığından kaynaklanmaktadır. Fetihlerin yegane sebebinin Hz. Halid olarak gösterilmesi elbette bir yanlışlıktı. Savaşların zaferlerle neticelenmesinde onun
dehasını da gözardı etmek mümkün degilse de ondan
ibaretmiş gibi göstermekte doğru değildir.
Üçüncü sebep; Hz, Halid (r.a) ordu masraflarında pek fazla israf yolunu tutmuştu. Ordu erkanına bol para dağıtması diğer mücahidlere kötü örnek
oluyordu. Bu hususta şâirler mübalağalı şiirler bile
yazmıştı. Es’as b. Kays’a bir defasında onbin dinar
bahşiş vermişti. Olay halife Hz. Ömer (r.a)’e intikal
etti. Hz. Ömer Hz. Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh ile haber
gönderdi. “Bu kadar bol parayı müslümanların
malından yani ordu tahsisatından verdi ise
müslümanlara hiyanet etmiştir. Kendi kişisel
payından, kendi cebinden vermiş ise israf etmiştir. İkisi de câiz değildir.” Halife Hz. Ömer,
Hz. Hâlid’i azlettikten sonra hilâfet merkezine çağırıp,
sorguya çekti. Bol para harcadığından bahsetti. Hz.
Hâlid, Ganimetten eline geçen hissesinin hesabını
verdi. Hesabı temiz vermişti. Hz. Ömer Hz. Hâlid’i iltifat ve ikramla karşıladı. Gönlünü aldı. Yazdığı ve her
Savaşlarında kazandığı muvaffakiyeti Hz. Peygamberin sakalından bir kaç
taneyi sarığının içinde taşımasına bağlamıştır
66
B
Nisan
B
tarafa gönderdiği fermanlarda; Hz. Hâlid’in, kusur
veya herhangi bir kabahatinden dolayı azledilmediğini, ancak bütün müslümanların zihinlerinin aydınlanması için, yani bu kadar islâm futuhâtının yalnız
Hz. Hâlid’in kolunun kuvvetiyle meydana gelmediğini herkesin bilmesi için azlettiğini bildirdi.
Hz. Ömer, Hâlid’i idari görevlere getirdi. Bir yıl
kadar valilik yaptı sonra istifa etti (Müstedrek, II, 297).
seni ta’zim için değil seni inkâr içindir. Çünkü
ben gördüm ki Allah seni değersiz kılmıştır.”
(İbn Esir, Üsdü’l-Gâbe, II, I10).
Hz. Hâlid savaşçı olduğu kadar şahsi fazilet ve
ilim konusunda da üstündü. Fırsat buldukça Hz. Peygamber’in sohbetlerinden istifade etmiş, Medine’de
onun etrafında bulunan ilim ve irfan ashabı arasında
Hz. Hâlid’in bulunduğu zikredilmiştir. Üç-dört mesele
ile ilgili fetva verdiği de rivayet edilir.
Hz. Hâlid (r.a) cihâd duygusu ile şehitlik arzusu ile dopdolu bir mü’mindi. Cihâd
meydanları onun için Allah’a en yaHalife Hz. Ömer,
kın meydanlardı. Kendisi şöyle der:
“Ben harp meydanında mücaHz. Hâlid’i azlettikten
hede ve mücadeleden aldığım
sonra hilâfet merkezevki, hiçbir zaman zifaf gecesizine çağırıp, sorguya
nin keyfinden alamam” En büyük
çekti. Bol para hararzusu cihad meydanlarında şehid
cadığından bahsetti.
düşmekti. İran üzerine yürürken,
Hz. Hâlid, Ganimetten
İranlılara şu haberi gönderdi: “Sizin
dünyayı sevdiğiniz kadar Âhireti
eline geçen hissesinin
seven bir ordu ile üzerinize gelihesabını verdi. Heyorum”.
Hz. Halid şirke ve küfre karşı
çok şiddetli idi. Müslüman olduktan
bir sene kadar sonra Uzza putunu
yıkmak için gittiğinde Uzza’ya şiirle
şöyle seslenir: “Ey Uzza bu geliş
sabı temiz vermişti.
Hz. Ömer Hz. Hâlid’i
iltifat ve ikramla karşıladı. Gönlünü aldı.
Hz. Hâlid’in Buhârî, Müslîm ve
diğer hadis kitaplarında Hz. Peygamberden onsekiz hadis rivayet
etmiştir. (İbn Hacer, el-isâbe, I, 413).
Rasûlullah. Hâlid’in secâat
ve cesaretini muhtelif zamanlarda
muhtelif yerlerde medhetmişti. Mekke fethinden sonra müslümanlar, her
tarafa toplanıp Mekke’ye girdikleri
zaman Hâlid görününce, Hz. Peygamber Ebû Hureyre’ye: “Bu gelen kimdir?” diye sormuştu. Ebû
Hureyre: “Hâlid b. Velid’dir” demiş. Onun üzerine Hz. Peygamber:
“Bu Allah’ın ne iyi bir kuludur”
buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel,
Müsned, II, 1360).
Hz. Peygamber yine onun hakkında “Hâlid Allah’ın Kılıcıdır” buyurmuştur.
Yine Hâlid hakkında: “Hâlid b. Velid’e gelince,
o herşeyini sizin için vermiştir, nesi var nesi
yok harplerde Allah yolunda sarfetmiştir” (Ebû
Dâvûd, Sünen, I, 163).
Hz. Hâlid gönderildiği seriyyelerde ve yaptığı
muharebelerde Allah rızasını ve Allah’ın dinine davetini esas almıştır. Nitekim Yermuk savaşında Rumların
komutanına savaş meydanında islâmı tebliğ etmiş ve
komutan Corc onun daveti ile müslüman olmuştur.
Hz. Peygamber’in şahsına karşı da çok büyük
hürmeti olan Hz. Hâlid onun isminin mücerred anılmasından bile rahatsız olmuş; savaşlarında kazandığı
muvaffakiyeti Hz. Peygamberin sakalından bir kaç
taneyi sarığının içinde taşımasına bağlamıştır (İbn
Hacer, el-Isabe, I, 413-415; İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gâbe,
II, 109-112).
Nisan
B
67
Yenip içilmesi
Helâl Olan ve Olmayan şeyler
Eşyada yenip içilme bakımından asıl
olan mubah olmaktır. Bütün eşya, aslında
insanların yararlanmaları için yaratılmıştır.
Onun için aslında temiz olan, akla ve sağlığa zararlı olmayan bir kısım hayvan elleri ve
buğday, arpa, pirinç gibi ürünler, sebzeler,
meyveler ve sıvılar helaldir. Bunlar yenip içilebilir.
Fakat bazı şeyleri yeyip içmek, insanlara zararlı, hikmet ve ihtiyaca aykırı olduğu
için İslam dininde haramdır.
Hayvanlardan yaratılış gereği iğrenç
olanların, dişleri veya tırnakları ile kendilerini
savunup başkalarına saldıranların etleri haramdır. (Eti Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar
bölümüne bakılsın.)
68
değildir. Bunlardan sarhoş olanlar için, İslam
ahkamına göre, tazir cezası gerekir. Tazir ise,
yetkili hakim tarafından uygulanacak hapis,
döğme, azarlama ve uyarı gibi cezalardır.
Sıvılardan bedene zararlı olan, insana
sarhoşluk veren şeyleri içmek haramdır. Çünkü sarhoşluk veren bir sıvının azı da, çoğu da
müctehidlerin çoğunluğuna göre haramdır.
Bir hadis-i şerifde buyurulmuşlur. “Çoğu
sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.”
Bu gibi sıvıların içilmesindeki zararlar,
herkes tarafından bilinmektedir. Bu içkilerin
cemiyet bünyesinde açtığı yaralar çok acıdır. Bunların ahiretteki sorumlulukları ise çok
daha büyüktür. Hele hamr (şarab) denilen içkinin bir damlasını bile içmek ittifakla haram
olup dinde had denilen cezayı gerektirir.
Bitkilerden insanı öldüren veya aklını
gideren, vücudu zehirleyen veya herhangi
bir şekilde sağlığa zararlı olan şeyleri yemek
haramdır.
Sonuç; Bu pek zararlı olan şeylerden
kaçınmalıdır. Bunlardan kaçınmak, gerek
ferdler, gerekse cemiyet için selamettir.
Misal: Afyon, haşhaş, penç gibi sarhoşluk veren ve aklı bozan şeyleri yemek caiz
Temiz olan içilecek bir sıvı, bedene zarar verecek bir hale gelmedikçe bozulması ile
haram olmaz. Fakat etler kokunca yenmesi
haram olur. Süt, tereyağı, zeytinyağı kokmakla haram olmaz. Yiyeceklere gelince,
bunlar bozulurda keskinleşirse temizliklerini
yitirir. Onun için yenmeleri haram olur.
Hamamların ve benzeri yerlerin pis sularını sebze bahçelerine akıtmak mekruhtur.
Fakat bu gibi pis sularla sulanan bostanların sebzelerini yemek haram değildir. Birçok
alimlere göre, mekruh da değildir.
İnsan pisliğini satmak mekruhtur; fakat
başka maddelerle karıştırılmış olan pislikleri ve herhangi bir hayvan gübresini satmak
mekruh değildir.
Pâk olmayan, kokmuş et gibi şeyleri
yiyebilecek olan hayvanlara yedirmek caiz
değildir.
İçine temiz olmayan bir şey düşen veya
akıtılan belli bir ölçüdeki sıvı temizliğini kaybederek içilmesi haram olur. Belli bir ölçünün
üstünde bulunan geniş havuzlarda da, içine
düşen pisliğin tad, koku ve renginden biri
kendini gösterirse yine temiz olmaktan çıkar.
Artık içilmesi haram olur. (İkinci Kitaba bakılsın.)
Yukarda haram oldukları yazılan şeyler
zatları bakımından haram (haram liaynihi)
dir. Bir de başka bir sebeble haram olan (haram ligayrihi) şeyler vardır ki, onlar da başkalarına ait olan mallardır. Şöyle ki: Başkasının
malını rızası olmaksızın haksız yere almak haramdır. Aksi halde mal hürriyeti kalmaz, insanların mülkiyet ve tasarruf haklarına sahib
olarak cemiyetle yaşanmaz.
Bir baba, muhtaç olmadıkça, yaratılışta
kötü davranışlı olan evladının malını kendi
kendine yiyemez. Fakat bir ihtiyaç bulunmasa bile, iyi olan evladının malını alıp yiyebilir.
Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: “Sen
de, senin malın da babanındır.”
Tedavi için temiz olan ilaçları yiyip içmek ve kullanmak caizdir. Çünkü Peygamber
Efendimiz buyurmuştur:
“Ey Allah’ın kulları! Tedavi olunuz; çünkü Yüce Allah yarattığı her
hastalık için bir deva (ilaç) yaratmıştır.
Yalnız bir tane müstesnadır ki, o da ihtiyarlıktır.”
Onun için birçok hastalıklar tedavi sebebiyle giderilir. Allah’ın düzeni böyle devam
edegelmiştir. Bununla beraber şifayı ilaçtan
değil, yüce Allah’dan bilmelidir.
Helal ve temiz olmayan şeylerle tedavide bulunmak esas olarak caiz değildir. Ancak bazı fıkıh alimlerine göre, başka bir ilaç
bulunmayınca müslüman ve ehliyet sahibi
bir doktorun göstereceği lüzum üzerine caiz
olabilir. Şöyle ki:
Bir hastalığın veya bir hastalığa sürükleyecek bir halsizliğin tedavisi için mubah
(helal) bir ilaç bulunmazsa böyle bir doktorun “şifa ümidi vardır” diye tavsiyesi üzerine,
aslında haram olan bir şeyle zaruret mikdarı
tedavi caiz olur.
Fakat yalnız görünüşle yararı olan semizleme gibi bir şey için böyle bir ilacı kullanmak caiz değildir. Bunda tedavi mahiyeti
yoktur. Onun için bunun haram olduğunda
ittifak vardır.
Görülen lüzum üzerine, bir organında
ameliyat yapılacak olan bir kimseye, aklını
giderecek temiz bir ilaç içirilmesinde bir sakınca görülmemekledir.
Ömer Nasuhi Bilmen (Büyük İslam İmihali)
69
Musa KARACA
Başarının Anahtarı
Herkes yaptığı işte başarılı olmak ister fakat sadece bazıları başarılı olur. Çünkü başarı bir
şans değildir. Sadece istemek başarı için yeterli olmaz, çalışmak ta gerekir. Yapılan araştırmalarla başarılı insanların ortak özellikleri olduğu ve bu özellikleri sayesin de başarıya ulaşmalarının kolaylaştığı
ortaya konmuştur.
Başarılı insanların bazı özellikleri şunlardır: Doğru hedef belirlemeleri, kararlı davranıp çabuk
harekete geçmeleri, kendilerini sürekli geliştirmeleri, hatalarından ders almaları, başarılı kişilerle arkadaş olarak onlarla vakit geçirmeleri, merakla öğrenmeye hevesli olmaları, kendilerine güvenmeleri, sorumluluk almaları ve en önemlisi çok çalışmalarıdır.
Çok çalışmaktaki maksat çalışmayı sevmek, başarısızlığa uğradığında pes etmemektir. “Ders alınan
başarısızlık başarısızlık değildir.” anlayışıyla çalışılmalı,
başarısız olunduğuda sebebi tespit edilmeli, sonraki çalışmalarda aynı hataya düşülmemelidir. Edison ampülü
ilk denemesinde bulmamıştır. Asistanı bir gün Edison’a
artık bu işten vazgeçmeleri gerektiğini çünkü iki bin deney yapmış olduklarını yine de sonuca ulaşamadıklarını
söylemiş, Edison hemen itiraz ederek: “Bu doğru değil.
Evet, amacımıza ulaşamadık ama hiçbir sonuç elde edememiş değiliz. Çünkü ampülün bu iki bin deney içinde
bulunmadığını öğrendik çalışmalara yeni başlayanlardan 2000 adım öndeyiz.” demiştir. Bu düşünce
içerisinde çalışmalarını sürdürmüş, yılgınlığa düşmemiş, kararlı olmuş kendine güvenmiş ve insanlığa
en önemli hizmetlerden birini sunmuştur.
Günümüzdeki başarısızlıkların temelinde çalışmadan başarma isteği, kararlı davranmama ve
kendine güven duymama sorunları görülmektedir. Özellikle gençler arasında yaygın olan sorun ise
teknolojik araçların vermiş olduğu tembelliktir. Teknolojik araçlar karşısında saatlerini harcayan
gençler maalesef iş çalışmaya geldiğinde sıkıldıklarını, yapamadıklarını söylemektedirler.
Başarı: Çalışmaktır, çalışmaktır, çalışmaktır! Tüm zamanların en büyük boksörü unvanına sahip
ağırsiklet dünya boks şampiyonu Muhammet Ali CLAY başarısının sırrını şöyle özetliyor: “Şampiyonlar, salonlardan çıkmaz. Şampiyonlar; içlerinde tutku, hayal ve amacı olan insanlardan çıkar.
Çalışmanın her saniyesinden nefret ediyordum fakat kendime hep: ‘Dayan!’ diyordum. Bugün çalışacağım ve ömrümün sonuna kadar bir şampiyon olarak yaşayacağım.” Muhammet Ali CLAY bu
sloganla unvanını kazanmıştır.
Kimse başarıyı talih kuşundan beklememalidir. Başarı istenmedik yere gelmez. Başarı; içinde tutkuları, hayalleri, hedefleri olan; çalışmayı seven, kararlı olan, kendine güvenen kişilere gelir.
Çalışırken isteksizliğe düştüğünüzde şu sloganı hiç unutmayın: “ Bugün çalışacağım ve ömrümün
sonuna kadar bir şampiyon olarak yaşayacağım.” Kendinizi bu sözle motive edin.
Başarı dileklerimle..
70
Kişiliğiniz Yoksa Diğerleri Hiçtir
1982 yılında Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda okuyan 2.sınıf öğrencileri Türkiye Ekonomisi dersinin hocasının gelmesini bekliyormuş. Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla
sallanırken sert görünüşlü hoca kapıda belirmiş. Hoca, İçeriye
kızgın bir bakış atıp kürsüye geçmiş. Tebeşirle tahtaya kocaman
“1” rakamı çizmiş. “Bakın!” demiş Bu hayatta sahip olabileceğiniz
en değerli şey.” Sonra “1” in yanına bir de “0” çizmiş ve demiş ki:
“Bu başarıdır.” Başarılı bir kişilik “1” i “10” yapar. Bir “0” daha
çizmiş. Bu tecrübedir. ‘10’ iken ‘100’ olursunuz.” demiş. Sıfırlar
böyle uzayıp gitmiş: Yetenek, sevgi, disiplin... Eklenen her yeni “0”
sıfırın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatmış hoca. Sonra eline
silgiyi alıp baştaki “1” i silmiş. Geriye bir sürü “0” kalmış. Ve hoca
son yorumunu yapmış: “Kişiliğiniz yoksa diğerleri hiçtir.”
Çalışmanın Önemi
“İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Ayeti Celile
(Necm, 53/39)
“Allah’ım! Tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlığın verdiği düşkünlük ve cimrilikten sana sığınırım”. Hadis-i Şerif
“Uçurtmalar rüzgâr kuvvetiyle değil bu kuvvete karşı uçtukları
için yükselirler.” WILLIAM CHURCHILL
“İnsanoğlunun içinde uyuyan güçler vardır. Kendisi bile şaşırır. Çünkü bu güçlere sahip olduğu aklından bile geçmez. Bu güçleri uyandırıp eyleme geçebilirse o
kişinin hayatında büyük bir değişim olurdu.” SWETTE MARDEN
“İşlemeyen demiri kendi pası mahveder. İnsanı tembelliğe alışması mahveder”. Hint Atasözü
Ambulans Şoförü Temel
Temel, ambulans şoförü olur. Bir gün otobüs kazası çağrısı alırlar ve
hemen olay yerine giderler. Gittiklerinde gördükleri manzara çok kötüdür. Her tarafta yaralılar, ölüler... Feryatlar yeri göğü inletiyor…
Fakat adamcağızın biri hepsinden fazla bağırıyor, inliyor. Temel de
adamın yanına gider ve bakar adamın bacakları kırılmış. Basar fırçayı: - Ula uşağum ayuptur bu senin yaptuğun. Şunun şurasında iki bacağın kırılmış sadece. Bak orda insanlar ölmüşler hiç ses ediyler mi?
BİLMECELER
Deniz üstünde yufka açar
Sıra sıra odalar birbirini kovalar
Karınca kaderince yola gider ince ince
Ben dururum o gider
Başı var gözü yok, söylemek ister sesi yok, yürür ama canı yok
Cevaplar: 1-Dalga 2-Tren 3-Dikiş Makinası 4- Ses 5-Baston
12345-
71
Döndüm
Gönül lamekanı ğaybda görmeden
Zar-ı bülbül gibi figane döndüm
Dertli gamlı dolanıpta durmadan
Dil mecnun bir yane döndüm
Ne kulsun âlemde yüzün hiç gülmez
Bu ahdı amanın figane yetmez
Sırtında gam yükü yolun tükenmez
Yorulmuş kervanı Kenan’e döndüm
Zelil can bahası görmek yar yüzün
Teşvik eder ruhun, kurbandur özün
Nice gün ehline geçmiyor sözün
Şimdi hükmü geçme sultana döndüm
Zelilî (Mehmet Çağlayan)
1927-1982
Download