ÜNİTE

advertisement
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM DÜŞÜNCESİ TARİHİNE
GİRİŞ (KAVRAMLARI, SINIRLARI,
OLUŞUMUNA ETKİ EDEN İÇ VE
DIŞ FAKTÖRLER)
• İslam Düşüncesinin Tanımı
• İslam Dünyasına Akli
Çabanın Girişine Zemin
Hazırlayan Unsurlar
• İslam Felsefesinin Fikrî
Kökleri
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslam düşüncesinin özel ve genel
tanımlarını yapabilecek,
• İslam düşüncesinin kaynakları
hakkında bilgi sahibi olabilecek,
• İslam düşüncesinin doğuşu ve
gelişimi hakkında açıklamalar ve
yorumlar yapabileceksiniz.
İSLAM DÜŞÜNCE
TARİHİ
Doç. Dr. Cevdet Kılıç
ÜNİTE
1
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
GİRİŞ
Günümüzde gerek üniversitelerimizde gerekse entelektüel alanlarda felsefi
bir etkinlik olan “İslam düşüncesi”, genelde “İslam felsefesi” olarak anılmaktadır.
Zira İslam düşüncesinin önemli bir kısmını İslam felsefesi oluşturmaktadır. Kısmen
İslam tasavvufu ve İslam kelamı başta olmak üzere diğer İslami ilimler de bazı
yönleri itibarıyla İslam düşüncesinin kapsamına girerler. Bu dersler ayrıca
görülecektir. Bu itibarla bu ünitede daha çok “İslam felsefesi” merkezli konular ele
alınacaktır.
Düşünce, iç ya da dış uyarılara yanıt olarak gelişen, sözlü ya da yazılı başka
öznelere aktarılabilen insana özgü bir eylem, zihinsel bir üründür. Düşünme eylemi
sürecinde, bilinçli bir şekilde çıkarsama, akıl yürütme, hatırlama, kuşku duyma,
isteme, merak etme, hissetme, anlamlandırma, analiz ve sentez yapma, bağlantı
kurma gibi, zihinsel faaliyetlerde bulunulur. Bu yönüyle de düşünce, felsefeyle pek
çok yönden yakınlık, hatta aynilik içindedir. Bunun için de felsefenin tanımı ve
niteliği üzerinde durmak gerekir.
Köken olarak “felsefe”, Latince "philo" sevgi ve "sophia" bilgi, hikmet
kelimelerinden oluşmuştur. Felsefenin de bu iki sözcüğün bileşimi olan
Düşünme, insanın en
değerli çabasıdır.
"philosophia"dan geldiği bilinir. Aynı sözcük bazen “hikmeti seven” anlamında
“filozof" diye de ifade edilir. Felsefe kelimesi Arapça “falsafa” kelimesinden
gelmektedir. Daha doğrusu “falsafa” Yunanca “filosofia”nın Arapçaya uydurulmuş
şeklidir. “Filosofia” kelimesi sevgi anlamına gelen “filo” ve hikmet anlamına gelen
“sofia” dan müteşekkildir. Felsefe kelimesini ilk kullananın Pythagoras olduğunu
söyleyenler de vardır (Taylan, 1983: s. 19).
Bir terim olarak “felsefe”yi Aristoteles, “İlkeler ya da ilk nedenler bilimi”,
İslam filozoflarından Kindî ise, “insanın gücü nispetinde Allah’ın fiillerine, sıfatlarına
benzemeye çalışması” ve “insanın gücü oranında, ebedî ve tümel şeylerin
hakikatlerini, mahiyetlerini ve nedenlerini bilmek çabası” (Kindî, 1982, s. 34-35)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
olarak tanımlamışlardır. Fârâbi’ye göre ise felsefe, büyük hikmeti tercih etmek,
varlıkları var olmaları itibarıyla bilmektir.( Fârâbî, el- Cem, 1985, s. 80-86). Birçok
tanımına rağmen felsefenin genel geçer bir tanımının yapıldığı pek söylenemez.
Her filozofun kendine özgü felsefe anlayışı olduğu gibi, bu anlayışına uygun
bir ya da birkaç tanımı da olmuştur. Dolayısıyla her felsefe tanımı, bir felsefe
anlayışını yansıtır. Felsefenin tek bir genel geçer tanımının olmamasının
nedenlerinden biri de, felsefeyi anlatmak için, yalın ve düz bir anlatım yönteminin
Felsefe aklın düşünme
sanatıdır.
yetersiz kalmasıdır. Bir diğer neden de, her dönem felsefenin ilgi alanına yeni
konuların girmesi ve felsefi eylemlerin devamlılığıdır.
Bu açıklamadan sonra yine de felsefenin genel bir tanımını yapabiliriz.
Felsefe; insanın karşılaştığı problemler üzerinde düşünme, sebeplerini açıklamaya
çalışmasıdır. Yine o, insanın bilmesi gerekenleri öğrenme adına yöntemler
geliştirmesi; nasıl yaşaması gerektiğini bilmek amacıyla, -yaşadığı kültür ve
medeniyetin etkisi ve akli çabası ile- düşünmesi sonucu ortaya çıkan bir üründür. Bu
ürün bir düzen içinde gerçekleştirdiğimiz akli bir etkinlik sonucunda oluşur. Bu
anlamda da felsefe amaç değil, bir araçtır. Bu bağlamda felsefe için yapılan kısa
tanımların bazılarını aktarabiliriz: “Felsefe, aklı kullanma sanatıdır,” “Felsefe, yaşam
bilgeliğidir,” “Felsefe, bilgeliktir,” “Felsefe, yolda olmaktır,” “Felsefe,
sorgulamaktır,” “Felsefe, uyuyan köpeği uyandırmaktır.”
Felsefe ve Hikmet
“Felsefe” ve “hikmet” kelimeleri İslam düşünce tarihinde genellikle aynı
anlamda kullanılmıştır. İslam filozofları XI. yüzyıldan itibaren felsefe yerine hikmet
kelimesini kullanmışlardır. Bunun sebebi ise, İslam dünyasında çok erken
dönemlerde başlayan felsefe aleyhtarlığıdır. Filozoflar felsefe yerine hikmet
kelimesini kullanarak mevcut olan bu tepkiyi azaltmayı düşünmüşlerdir. Çünkü
hikmet kelimesi Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette geçmektedir. Bunun bir başka
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
sebebi olarak da felsefe kelimesinin zaten anlam olarak hikmet kelimesinde
mevcut olması gösterilebilir.
Bununla birlikte İslam filozofları bazen hikmet kelimesini felsefe
kelimesinden ayırarak farklı anlamda kullanmışlar ve bu kelimeye felsefeden daha
yüce bir değer vermişlerdir. Hikmet, kesin doğru bilgi, yapılması fazilet olan bir
hareket tarzıdır. Her felsefe hikmet olabilir, fakat her hikmet felsefe olmayabilir.
Çünkü hikmetin felsefeden daha geniş bir anlam sahası vardır (Bayraktar, s.27).
Filozof; İlminde hakkı
bulan, amelinde hakla
amel eden kimsedir.
Filozofun (Feylesof) Tanımı
İlk Çağ düşünürlerine önceleri “hikmet sahibi” anlamına gelen “sofos”
denmekteydi. Bu ismi taşıyan kimseye her şeyi bilen kişi gözüyle bakılıyordu.
Bunun iddialı bir durum olduğu anlaşılınca daha mütevazı bir tabir olan “filosof”
yani “hikmeti seven” kelimesi kullanılmıştır (Taylan, 1983: s.26).
Filozof kelimesi İslam dünyasında “feylesof” şeklini almıştır. Filozof kelimesi
yerine önceden Arapça asıllı “feylesof” kelimesi kullanılmaktaydı. Feylesof kelimesi
de tıpkı “falsafa” kelimesi gibi Yunanca filosofos kelimesinin Arapçaya uyarlanmış
şeklidir. Günümüz Türkçesinde kullandığımız “filozof” kelimesinin telaffuzu
Fransızcadan gelmiştir (Bayraktar, 1988: s.27-28).
İslam düşüncesine baktığımızda feylesofun değişik şekillerde tanımlanmış
olduğunu görmekteyiz. Biz burada Kindî, Farabî ve İsmail Ankaravî’nin tanımlarını
vermekle yetineceğiz.
Kindî’ye göre feylesof, ilminde hakkı bulan, amelinde hakla amel eden
kimsedir.
Farabî ise feylesofu, bizatihi Vacibu’l-Vücud’un -kemal derecedeki- bilgisine
sahip olmak için çaba gösteren kimse, olarak tanımlamaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
İsmail Ankaravî ise, felsefe ve feylesofu bir arada şöyle tarif eder: “Hikmet
konusunda şeyhlerin ve âlimlerin sözleri çoktur. Bazıları “Hikmet, sözünde ve
yaptıklarında isabetli olmaktır.” demişlerdir. Bazıları ise “Hikmet, bilgiyi elde etmek
ve fiile yaklaşmaktır.” demişlerdir. Kısaca bir kimse, nesnelerin hakikatlerini bilse
ve bunlar gereğince hareket etse, her şeyi yerli yerine koysa, o kişiye tam anlamıyla
hikmet sahibi denir (Bayraktar, 1988: s.28-29). Hakîm (feylesof) o kimseye derler
ki, her şeye hakkını verir; bunun sınırını geçmez ve zamanı gelmeden bir şeyi
aceleye getirmez.
İslam düşünce tarihinde geleneksel kullanılışıyla ve klasik anlamda feylesof,
akli düşünceye ağırlık veren Kindî, Farabî, İbn Sina, İbn Rüşd vb. kimselere
Her hakîm aynı zamanda
filozoftur. Fakat her
filozof hakîm değildir.
denmektedir. Fakat feylesof olarak zikredilmemiş olmalarına rağmen en az yukarda
ifade ettiğimiz filozoflar kadar feylesof olan nice mutasavvıf ve kelamcı vardır.
Çünkü günümüzde filozof tabiri, varlık-bilgi konusunda gerçeğe sadece akılla
yaklaşanlara değil; sezgi, duyular ve hatta duygularıyla yaklaşmak isteyenlere bile
verilmektedir. Buna en güzel örnek egzistansiyalistlerdir.
Feylesof-Hakîm ve Hekim İlişkisi
Antik Çağ’da filozofa, hikmet sahibi, bütün bilgileri kendinde bulunduran
kimse anlamında “hakîm” denmekteydi. İslam dünyasında ise bu iki kelime hemen
hemen aynı anlamda ve yan yana kullanılmıştır. Bununla birlikte hakîm kelimesi
Düşünür hangi
müktesebata sahip ise o
müktesebat
doğrultusunda düşünce
üretir.
filozof kelimesinden daha umumi ve daha derin bir manaya sahiptir. Bu ilişkiyi şu
şekilde formülleştirebiliriz: “Her hakîm aynı zamanda filozoftur. Fakat her filozof
hakîm değildir.” Hakîm aynı zamanda ilahî bilgiye sahip olan kimse olduğundan
filozoftan daha üstün bir kişidir. Kur’an’da Hz. Lokman’a “Hakîm” denmiştir. Çünkü
ona hikmet verilmişti.
Fakat dilimizde hakîm kelimesi ile hekim kelimesi birbirine karıştırılmış ve
bilindiği üzere Hz. Lokman’a doktor manasında Lokman Hekim yakıştırması
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
yapılmıştır. Yalnız bu çok yanlış değildir. Çünkü filozofların birçoğunun aynı
zamanda doktor oldukları da bilinen bir gerçektir (Bayraktar, 1988: s.29-30).
Felsefe hakkında daha
geniş bilgiyi, bu
kaynakların dışında, S.
Hayri Bolay’ın
“Felsefeye Giriş” 2004
Ankara, adlı eserinden
edinebilirsiniz.
Felsefeyi aklı kullanma ve düşünme sanatı olarak da tanımlamıştık. Düşünme
insanın aklı, müktesebatı, kültürü, bilgi birikimi, benimsediği doğru ve değerlerle
gerçekleşir ve bir felsefi ürün ortaya çıkar. Nitekim boş akıllar, zihinler, düşünüp,
felsefe yapamazlar. İnsan, hangi kültür ve medeniyet içinde ve hangi bilgi, inanç ya
da inançsızlıkla yetişmiş ise o birikimle akli ürünler ve felsefi düşünceler ortaya
koyar. Dolayısıyla düşünceler ya da felsefeler diğer düşüncelerden kaynakları
Tartışma
bakımından ayrılırlar.
•İnsanların kendi müktesebatlarıyla düşünce eyleminde bulunduklarını,
felsefe yaptıklarını dikkate alarak;
•—İstanbul, 30 Mayıs 1453 de fethedildi.”
•—İstanbul, 30 Mayıs 1453 de işgal edildi.” Bu iki yargı arasındaki farkı
oluşturan unsurlar nelerdir? Tartışınız.
İslam Düşüncesi Tanımı
İslam kültür ve medeniyeti içinde düşünme eylemi, entelektüel geleneklere
hayat veren ve bu gelenekler içinde çeşitli açıklamaların konusunu teşkil eden
insani bir çabadır. Özellikle İslam dini bu insani çabayı sürekli desteklemiştir.
İslam düşüncesi, İslam kültür ve medeniyeti bünyesine dâhil düşünür ve
filozofların düşünce faaliyetlerinin tamamı ve ortaya koydukları düşünceleri
İslam düşüncesi, İslam
kültür ve medeniyetinin
bir ürünüdür.
kapsamaktadır. Aynı şekilde İslam felsefesini de şöyle tanımlayabiliriz. VIII. yy. dan
itibaren İslam kültür ve medeniyetinin hâkim olduğu coğrafyada meydana gelen
felsefe, düşünce hareketlerinin tamamına İslam felsefesi denir. Bu noktada İslam
felsefesi ile İslam düşüncesi bir anlamda aynileşmektedir. Bazı araştırmacılar bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
tanımı “Müslüman düşünürlerin ve filozofların ortaya koydukları düşünceler,
felsefeler ” (Bayraktar, 1988: s 1.) olarak tanımlarlar. İslam düşüncesi,
Müslümanlar tarafından üretilen her türlü düşüncenin bütününü ifade eder. Ancak
bu tanımlama genel olarak doğru kabul edilse de her bağlamda doğru olmayabilir.
Ayrıca bu düşünceye “İslam düşüncesi” adının verilmesi, onu meydana getiren
düşünürlerin Müslüman olmasından değil de, bu düşüncenin en önemli kaynağının
İslam olmasındandır. Bu konuya ileride yer vereceğiz. Öncelikle bu tanımdaki
“İslam” kavramı üzerinde durmak gerekir.
“İslam” her şeyden önce değişmez inanç ve prensipler üzerine kurulmuş bir
dindir. O; düşüncelerin, felsefelerin aksine, teorilerden oluşmaz. İslam, bir dinî
yaşam biçimi oluşturduğu gibi, bir kültür ve medeniyet de oluşturmuştur. Bunun
için, bir dinin adı olduğu kadar, kendi sisteminin etrafında oluşan bir toplumun, bir
uygarlığın ve bir medeniyetin de adıdır.
“İslam” ve “felsefe” kavramlarının birleşmesinden meydana gelen “İslam
Felsefesi” ya da “İslam Düşüncesi” tıpkı “İlk Çağ Düşüncesi”, “Yeni Çağ Felsefesi”,
“Yunan Düşüncesi”, “Helenistik Düşünce”, “Hint Felsefesi” “Budist Düşüncesi”, gibi
bir isimlendirmedir. Bu terimlerdeki “düşünce” ya da “felsefe” neyi ifade ediyorsa
İslam felsefesindeki felsefe de aynı şeyi ifade eder. Yoksa anlaşılması gereken,
“İslam’ın felsefesi” değildir. “İslam” kelimesi bir dinin özel bir adı olarak İslam
dininin felsefesi anlamında kullanılmamıştır. Burada ki “İslam” kelimesi bir sıfat
olarak ve bu felsefenin kime ait olduğunu belirtmek için kullanılmıştır. Aynı şekilde
“İslam Düşüncesi” terimindeki “İslam” kelimesi bu dine bağlı bulunan insanların
oluşturduğu kültür ve medeniyeti ifade etmektedir. Bu medeniyet de
Müslümanların, İslam dinine bağlı kalarak veya ondan ilham alarak meydana
getirdikleri medeniyeti ifade eder. Dolayısıyla “İslam Felsefesi ya da İslam
Düşüncesi” tabirindeki “İslam” kelimesi İslam diniyle eş anlamlı olarak
kullanılmamıştır. “İslam düşüncesi” insan tarafından, İslam’ın temel metinleri ile
tarihin içinde cereyan eden olay ve olguların anlamlandırılan bir düşünce
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
hadisesidir. Yani dinî metinlerin aksine yanlışlığı olabildiği gibi, her zaman
geçerliliğini koruyamayabilir. Ancak bu da onun için bir eksiklik olarak kabul
Bu konuda Burhanettin
Tatar’ın “İslam
Düşüncesine Giriş” adlı
eserini inceleyebilirsiniz.
edilmemelidir.
İslam Düşüncesinin Alanı
İslam Düşünce Tarihi alanını belirlerken bazı zorluklar olduğunu baştan
belirtmeliyiz. Nitekim İslam düşüncesini “tarihsel olgular tarihi” ya da “ tarihî
süreçte üretilen sorular ve cevaplar tarihi” veya “düşünürler tarihi”, “fikirlerin
sosyal, siyasi, kültürel ortamlarla karşılıklı oluşum ve etkileşim tarihi” yahut “klasik
eserler tarihi” gibi çok farklı açılardan ele almak mümkündür. (Tatar, 2009: s. 11).
Dolayısıyla İslam düşüncesi, Allah’tan insana, tarihten günümüze, varlıktan bilgiye
ve ahlaka, kısaca insani alanla ilişkili her konuyla ilgili olarak İslam düşünürlerinin
ürettikleri akli düşünceleri kapsar. Bu alanlarla ilgilenen bütün bilim dalları, İslam
İslam Düşüncesi insanın
sahip olduğu ve sahip
olmayı başarabileceği
bütün alanları içerir.
düşüncesine ya da felsefesine malzeme sağlayan taşıyıcılar olarak bu alanla
ilgilidirler. Dolayısıyla Kindî, Farabî, Maturidî, Eşarî, İbn Sina, Gazzalî, Mevlana,
Kınalızade Ali Efendi, İbn Haldun, hatta felsefeye karşı olup felsefecileri eleştiren
İbn Teymiyye gibileri ve eserleri de bu alana dâhildir. (Taylan, İslam Düşüncesinde
Din Felsefeleri, s. 20-21). Ancak biz bu dersimizin alanını, diğer derslerinizin
konularını da dikkate alarak ve onların konularını girmemeye özen göstererek
önemli ölçüde İslam filozofları ve düşünceleriyle sınırlayacağız.
İslam Düşüncesi Amacı
Kendini İslam kültür ve medeniyetinin kapsamında hisseden milletlerin
felsefe, estetik, sanat hatta bilim ve teknik alanlara yapmış oldukları katkıları
belirlemek ve İslam düşünürlerini tanıyarak dünya düşünce tarihi içindeki
Müslümanlar kimliklerini
kendi kültürel ve düşünsel
mirasında bulmalıdır.
yerlerini belirlemek İslam düşüncesinin amacını oluşturur. Çünkü düşünce,
geçmişte ve bugün yaşayan milletlerin oluşturduğu bir üründür. Bu ürünün
oluşumunda İslam mütefekkirlerinin payını bilmek hem bir borç hem de gelecek
için azim ve aydınlatıcı alternatif çözüm seçenekleri sunan bir rehber olacaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
Dolayısıyla en genel anlamıyla İslam Düşüncesi’nin amacı, Müslümanları
ötekileştirmeden, kendilerine özgü olan kimliklerini belirginleştirerek, insan
bilincinin İslamın temel naslarıyla, bilim ve teknolojiyle farklı yaşam alanlarında
bireysel ya da toplumsal ilişkiye girip, anlamlandırma ve uygulama kolaylığı
Bu konuda Ömer Mahir
Alper’in “İslam
Düşüncesinin Bugün İçin
Anlamı Sorunu Üzerine”
başlıklı makalesi
okunabilir. Bilge Adamlar,
üç aylık düşünce kültür ve
edebiyat dergisi (2008,
sayı: 19-20.)
sağlamaktır.
İslam Düşüncesi’nin Doğuşuna Zemin Hazırlayan Unsurlar
1- Nas
İslam Düşüncesi’nin doğmasında İslami nassın ilme ve düşünceye vermiş
olduğu önemin çok büyük bir etkisi vardır. Özellikle bilgi edinme konusunda
İslam’da rasyonel düşünmenin, deney ve gözlemin son derece önemli bir yeri
vardır. Nitekim Kur'an'da düşünme etkinliği bağlamına göre; nazar, re'y, tefekkür,
tezekkür, tedebbür, itibar ve akıl kelimeleriyle ifade edilmiştir. Bu amaçla Kur’an-ı
Kerim’de bu etkinlik ve türevleri yüz elli kadar yerde zikredilmiştir. Örneğin “… Biz
ayetleri düşünen bir toplum için ayrıntılı olarak açıkladık.” (En’am, 6/126); “Aklınızı
kullanacağınız umulur.” (Bakara, 2/73) gibi ayetler bunu açıkça ortaya
koymaktadır.
Diğer taraftan İslam, sorgulayarak, entelektüel bir çabayla, rasyonel ve
deneysel bilgiye dayanarak kendinin benimsenmesini ister. Bunu şu ayetlerden
Felsefe insana pratik bir
yarar sağlamaktan çok,
insanın bilme, anlama ve
gerçeği görebilmesini
sağlayarak dış olaylar
karşısındaki insanın insan
olarak tavrını yeniden
ortaya koymayı amaçlar.
kolayca çıkarmak mümkündür;
Doğrusu, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün gidip
gelmesinde, insanlara yarar sağlayan şeyleri denizde taşıyan gemilerde,
Allah’ın gökten indirip, ölümden sonra yeri kendisiyle dirilttiği suda ve
orada yarattığı her türlü canlıda, rüzgârları ve gök ile yer arasında
yürütülen bulutları yönetmesinde, aklını kullanan toplumlar için belgeler
(deliller) vardır.” (Bakara, 2/164).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
Diğer taraftan İbn Rüşd, Faslu’l-Mâkâl isimli eserinde felsefe yapmanın
şeriatın, Kur’an’ın emri olduğunu ifade etmektedir. Buna dayanak olarak ise şu
ayetleri göstermektedir:
“Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların
nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (Gaşiye, 88/17-20).
Yine İbn Rüşd, “Ey akıl sahipleri ibret alınız.” ayetindeki “ibret alınız.”
ifadesini, hem akli hem de dinî kıyasın farz kıldığınının delili olarak algılamaktadır.
(İbn Rüşd, 1992: s. 64).Dolayısıyla düşünce üretmek, akli çıkarımlarda bulunmak,
İslam’ın bir emri olarak kabul edilmiştir.
Allah, her şeyin yaratıldığını ve yaratılanların bir yaratıcısının olduğunu
bildirdikten sonra inanmayanlara, akıllarını ve duyularını dış dünyaya çevirmelerini,
dış dünyadaki nesneler üzerinde düşünmelerini istemektedir. Zira bu düzene,
varlıklara bakıp sağlıklı bir akılla düşünen insanın evrenin bir yaratıcısının olduğunu
bulabileceğine işaret ediyor. Bu şekilde düşünmeyi önceleyen bir yaklaşımla
gelişen düşünme eylemleri, felsefi bir eylem olarak takdim edilebilir.
Özellikle İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in vefatına kadar Müslümanlar
her türlü problemlerini ya da merak ettikleri hususları nassa dayalı çözme fırsatına
sahiplerdi. Müslümanlar, Hz. Peygamber’in çözüm getirdiği bir problemi başka
kaynaklara dayanarak çözme ihtiyacı duymuyorlardı.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra önemli bir otorite ve ihtiyaçlara çözüm
üreten bilgi boşluğu oluşmuştur. Bu sebeple insanlar Hz. Peygamber’den sonra
kendi akıl ve müktesebatlarını daha yoğun olarak kullanmaya başlamışlardır. Daha
sonra ortaya çıkan dinî ve siyasi bölünmeler ve Müslümanların bu meseleleri
yorumlamaya çalışmaları, akli tartışmaların başlamasına neden olmuştur. İslam
dünyasındaki ilk ciddi siyasi ayrılık halifeliğin iki güçlü adayı Hz. Ali ile Muaviye
arasındaki mücadele sonucu ortaya çıkmıştır. (Fahri, 1992: s. 41). İşte bu ve bunun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
gibi olaylar İslam’da akli veya felsefi diyebileceğimiz bir düşüncenin başlamasına
önemli ölçüde zemin hazırlamıştır.
VII. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında önemli tartışmalar olmuştur. Bu
tartışmalarda “Halku’l-Kur’an”, “büyük günahlar”, “hilafet”, “kaza, kader ve
irade” meselesi gibi konular ele alınıyordu. Bu problemlerin yorumu sonucu
Hz. Peygamber’in
vefatından sonra ciddi bir
bilgi otoritesi boşluğu
olmuştur.
Cebriye, Kaderiye, Mutezile gibi farklı anlayışlar ortaya çıkmıştır.
Yukarıda zikredilen anlayışlardan Mutezile, akla güvenen ve aklı ön
planda tutan tavrıyla yeni düşüncelerin ve felsefelerin doğuşunda oldukça etkili
olmuştur. Gittikçe Kaderiye’den ayrılan Mutezile, Helenistik ve Yunan felsefelerinin
de etkisiyle felsefi bir mahiyet kazanmıştır. Bunlara ilaveten Mansur ve Me’mun
dönemlerindeki tercümeler sonucu, saf felsefi düşünceye yönelen Müslüman
düşünürler ortaya çıkmaya başlamıştı. (Fahri, 1992: 41-44; Bayraktar, 1988: s.7074) Sonuç olarak Hz. Peygamber’in vefatıyla ortaya çıkan mutlak otorite boşluğu
zamanla büyümüş, özellikle Dört Halife’den sonra saygınlık otoritesinin boşluğu
insanları yeni yeni arayışlara sevk etmiştir. Bu yönelişlerin arasında yeni düşünceler
ve felsefe de kendine yer bulabilmiştir. VII. yüzyılın sonlarına gelindiğinde insan aklı
daha fazla düşünce üretmeye başlamış, belki de buna mecbur kalmıştır.
(Günaltay, 2001: s. 61–78).
2- Orta Doğu’nun Kültürel Tarihi ve İslam Coğrafyasının
Genişlemesi
Yemen’e vali olarak
gönderilen Muaz b.
Cebel’e Hz. Peygamber’in
söylediği sözleri ihtiva
kültürel ve dinî geçmişe sahipti. Pek çok din ve medeniyetin doğup geliştiği
eden hadis-i şerifi bulunuz
ve tartışınız.
İslamiyet’in ortaya çıktığı bölge olan Orta Doğu bilindiği gibi önemli bir
bir coğrafya idi. Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra yapılan fetihler
sonucu İslamiyet farklı kültür ve düşüncelerle karşılaştı. Kısa sürede İslam
coğrafyasının sınırları oldukça genişledi. Bu bölgede farklı din ve kültüre
mensup milletlerle birlikte yaşanmaya başlandı. Bu durum da yeni fikir ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
düşüncelerin tartışılmasına yol açmıştır.
3- Akdeniz Havzasının Coğrafi ve Ticari Konumu
Orta Doğu o günkü şartlarda dünyanın ticaret merkezi konumundaydı.
Dolayısıyla bu coğrafya, farklı kültür ve düşüncelerin buluştuğu, yoğrulduğu bir
yerdi. Bu ortamda Müslümanlar yabancılara İslam’ı anlatmak istedikleri gibi, kendi
değerlerine yapılan eleştirilere de yanıt verme çabası içinde oluyorlardı. Bunu
yaparken de kullanılması gereken en uygun yöntem, felsefe ve rasyonellik
olmuştur. Aynı şekilde Batı’dan İslam dünyasına gelen mütefekkirler, buradaki
medreselere öğretmen olarak atandılar. Onlar bu okullarda mantık, felsefe
öğrettiler, kendi düşüncelerini aktarmaya çalıştılar. Bu durumda da Müslümanlar
gerek kendi değerlerini savunmak, gerekse karşı tez üretmek için felsefeye gerek
duymuşlardır.
4- Tercüme Hareketleri
İslam Felsefesi’nin doğuşunda felsefi tercümeler önemli bir yer tutar. İlmî ve
felsefi eserlerin tercümesi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, ciddi olarak Abbasi
Halifesi Mansur’un Dönemi’nden itibaren başlamıştır. Halife Mansur ilmî ve felsefi
eserlere ilgi duymuş, mütercimlerin faaliyetlerini desteklemiş ve himaye etmiştir
(Fahri, 1992: s.13).
Halife Me’mun, tercüme büroları kurup felsefe ve diğer akli ilimlerden
yabancı dillerde yazılmış olan eserleri Arapçaya tercüme ettirdi. Bu amaçla ayrıca
Bağdat’ta 830 yılında çok kapsamlı ve fonksiyonel, bilimler akademisi niteliğinde
bir kurum olan “Beytül-Hikme” yi kurdu. (Yâkût, 1907-26: V, 66). Burası büyük bir
ilim merkezi hâline geldi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
5- İslam Coğrafyasında Bulunan Medreseler
Felsefe ve diğer yabancı kültürlerin İslam dünyasına sirayetinin önemli bir
yolu da medreselerdir. İslam dünyasında felsefenin doğmasının neden olan
medreselerin mühimleri şunlardır; İskenderiye, Urfa ve Nusaybin, Antakya,
Cundişapür ve Bağdat. Bunlara ilaveten gerek Müslüman gerekse İslam dünyasında
yaşayan, fakat Müslüman olmayan, başka dinlere mensup kişilerin felsefi düşünce
ve dinî inançlar üzerinde başta Arapça olmak üzere diğer dillerde yaptıkları özel
inceleme ve araştırmalara da değinilmelidir. İşte bu araştırmalar yoluyla felsefe ile
diğer fikir hareketleri İslam dünyasına girme imkânı bulmuştur. Bu tür araştırma ve
incelemelere en güzel örnek Birunî’nin Sind ve Hind’e yaptığı seyahattir. O, bu
seyahati esnasında buradaki insanların düşünce ve inançları hakkında
incelemelerde bulunmuş ve “Tahkik Mâ-li’l-Hind” isimli eserini yazmıştır.
Müslümanlar, bu eser sayesinde bölge insanının düşüncelerini, kültürünü ve dinî
inançlarını yakından tanıma olanağı bulmuşlardır.
İslam Düşüncesi’nin Fikrî Kökleri
İslam Düşüncesi’nin oluşumunda çeşitli kaynakların katkısı olmuştur. İslam
mütefekkirleri felsefelerini, fikirlerini, düşüncelerini oluştururken, doğal olarak
başka felsefelerden fikirlerden ve kültürlerden yararlanmışlardır. Bu anlamda İslam
Düşüncesi’nin fikrî kaynaklarını iki grupta değerlendirmek mümkündür:
a) Yerli Kaynaklar
Yerli kaynaklardan maksat, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sözleri başta
olmak üzere, İslam kültür ve medeniyetidir. İslam Düşüncesi kapsamında yer alan
hiçbir düşünce, filozof ya da felsefi sistem yoktur ki, bu iki kaynaktan
yararlanmamış olsun. Bütün düşünürlerde, müfessirlerde, mutasavvıflarda ve
filozoflarda bunların izlerini görmek mümkündür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
Kur’an-ı Kerim’in ve hadislerin İslam Felsefesi’nin kaynaklarından olduğunu
gösteren bir başka delil de, Müslüman düşünürlerin yabancı kaynaklardan aldığı
bilgilerin İslam’ın temel prensiplerine ters düşmesi hâlinde bunları İslamileştirme
yoluna gitmeleridir. Örneğin Yeni Eflatunculuk’tan aldıkları evrenin yaradılışının akli
bir açıklaması olan Sudur Nazariyesi’ni, İslam’daki Allah’ın hür iradesi ile yaratması
prensibiyle uyuşturmaya çalışmışlardır (Bayraktar, 1988: s. 10).Bütün bunlar bize
Müslüman filozofların Kur’an ve Sünnet’ten etkilendiklerini göstermektedir.
İslam Felsefesi sadece saf felsefe ile sınırlı olmayıp, İslami prensiplerin etkisi
de son derece önemli bir yer tutmaktadır. Bu felsefenin adına “İslam” denilmesi,
kaynakları arasında ana kaynak ve esas unsurun İslami prensipler olmasına
dayanır. İslam; insanları, insan aklının ulaşabileceği çeşitli bilgi ve ilimleri ortaya
çıkarmaya sevk ettiği gibi, onları ayrıca sosyal kanunlar ile tabiatla ilgili meseleler
üzerinde düşünme, araştırma ve hüküm çıkarmaya da davet eder. İslam
kültürünün düşünürleri de bu fikrî çerçeve içinde hareket etmişlerdir. Kur'an-ı
Kerim’de ve hadislerde bu türden hedeflere davetler pek çoktur. Bu nedenle İslam
Filozofları “İslam'dan etkilenmiştir.” ifadesini kullanmak dahi istemiyoruz. Çünkü
onlar, zaten İslam kültür ve medeniyeti içinde doğmuş, İslam'ın içinde yetişip
felsefe yapmış düşünürlerdir.
b) Yabancı Kaynaklar
İslam dininin yanı sıra yabancı kültürlerin felsefi mirasları da İslam
Felsefesi’nin oluşmasına kaynaklık etmiştir. Yabancı kültürlerdeki akli ve felsefi
düşünceler, özellikle yukarıda aktardığımız medrese ve tercümeler, bu konuda aktif
rol oynamıştır.
İslam dünyasında felsefe ve kelamın gelişmesi VIII. yüzyılın ortalarında
Abbasiler’in yönetime gelmeleriyle başlamıştır (Macit,1992: s.4). Nitekim birçok
yabancı ilim adamı, özellikle de Suriye’de yaşayan Süryani ve Sabii’lerden birçok
ilim adamı, dinî inançlarına bakılmaksızın, Müslümanların idaresi altında
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
çalıştırılmıştır. Müslümanlar bunlardan öncelikle tıp, astronomi ve matematik gibi
ilimleri öğrendiler. Bu konulardaki eserleri Arapçaya tercümeye başladılar. Ancak
bu dönemde bu ilimlerin felsefeyle iç içe olması ve bu işlerde görev alanların
birçoğunun aynı zamanda da filozof olması felsefenin bu yolla İslam dünyasına
girmesine imkân sağladı. Bu tercümeler sayesinde Müslümanlar kendilerinden
öncekilerin felsefi fikirlerini öğrendiler. Biz burada “yabancı düşünceler” derken,
İslam’dan önceki dönemlerde gerçekleştirilen bütün düşünce hareketlerini kast
etmekteyiz. Çünkü temelinde İslam kültür ve medeniyeti olmayan düşüncelerin
hepsini bu kategoride değerlendirmekteyiz. Bundan dolayı daha sonra İslam kültür
ve medeniyeti kapsamına dâhil olan bazı düşünceleri “yabancı kaynaklar” başlığı
altında değerlendiriyoruz. Bu bağlamda İslam Düşüncesi’nin doğuşuna etki eden,
kaynaklık yapan başlıca yabancı düşünceler şunlardır: Antik Yunan ve Helenistik
Devir Felsefesi; İran Kültür ve Düşüncesi; Hind Kültür ve Düşüncesi; Arap Kültür ve
Düşüncesi; Türk Kültür ve Düşüncesi.
VIII. yy. da Doğu
felsefeyi Batı’dan
öğrenirken,XIII. yy. dan
itibaren de Batı felsefeyi
Doğu’dan öğrenmeye
başlamıştır.
1- Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi
V. yüzyılda Batı’da felsefe tamamen yasaklanarak sınır dışı edilmiştir. Sınır
dışı edilen felsefe İslam dinindeki fikir özgürlüğünden yararlanarak Orta Doğu’ya
gelmiştir. Bunun sonucunda felsefeye dair bazı eserler tercüme edilmiş ve böylece
Yunan Felsefesi ile irtibat kurulmuştur. İşte bunların sonucunda da Yunan Felsefesi
İslam Felsefesi’ni çeşitli boyutlarda etkilemiştir. (Bayraktar, 1988: s.61).
İslam dünyasında felsefenin doğuşuna en çok etki eden yabancı kaynak
Klasik Yunan ve Helenistik Dönem felsefeleridir. Filozof olarak ise Sokrates, Platon
(Eflatun), Aristoteles ve Plotinos’un tesirleri diğerlerine oranla daha fazla olmuştur.
Ayrıca Yeni Eflatuncular, Presokratikler, Stoacılık vb. gibi ekollerinin de etkisi
olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
2- İran Kültür ve Düşüncesi
İran Düşüncesi’nin İslam Felsefesi’nin doğuşuna iki yönden tesiri olmuştur:
Birincisi Eski İran Düşüncesi’nin kendi öz düşüncesiyle olan etkisi; ikincisi ise, Yunan
Helenistik Felsefi Düşüncesi’yle Hint Düşüncesi’nin İslam dünyasına geçişinde
aracılık etmesidir. Bu iki etki İranlıların Müslüman olması ve Farsçadan yapılan
tercümeler yoluyla gerçekleşmiştir.
İran düşünce ve felsefesinin İslam felsefi düşüncesi üzerindeki etkisi sınırlı
olup, birkaç ahlaki ve hikmetli sözden ibarettir. Bunun yanında İslam’daki felsefi
düşünüşün temel akımlarına yeni nesil İranlı mütefekkir ve filozofların önemli
oranda tesirleri olmuştur Ayrıca Müslümanlar üzerinde en kalıcı etkide bulunan
İran dinlerinin Zerdüştlük ve Mani dinleri olduğunu da ifade etmeliyiz.
3- Hint Kültür ve Düşüncesi
Fetihler sonucunda Hintliler gruplar hâlinde Müslüman olmuş ve Hint
ruhaniyeti ile İslam ruhaniyeti birbiriyle buluşmuştur. Bu bölge ile ilgili en doğru ve
sağlam bilgileri Birunî’nin “Tahkik Mâ-li’l-Hind” isimli eserinden elde etmekteyiz.
Ayrıca İbn Mukaffa’nın yapmış olduğu tercümeler de Hint Düşüncesi’nin
anlaşılmasına katkıda bulunur. Ayrıca Budizm’deki münzevi hayat, tasavvufta etkili
olmuştur. Ayrıca Hint Düşüncesi’nin, Müslümanların ilk zamanlarda önem
verdikleri tıp, hesap ve astronomi alanlarına da tesiri olmuştur.
4- Arap Kültür ve Düşüncesi
Arapların İslam kültür ve medeniyetine sistematik düşüncelerinden ziyade,
özellikle dil ve edebiyat yönünden katkıları olmuştur. Bu manada atasözleri,
vecizeler ile hikemiyat alanlarında etkileri görülmüştür. Bunlara ilaveten Arabistan
yarımadasının Musevilik, Yahudilik, Hristiyanlık, Sabiilik ve Müşriklik gibi birçok
değişik din ve inanca ev sahipliği etmesinden dolayı bunlardan kalan şeyler
vasıtasıyla bir etkilerinden de bahsedilebilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
5- Türk Kültür ve Düşüncesi
Türkler, zengin maddi ve manevi kültürleriyle, özellikle evrenin var oluşu
hakkındaki teorileriyle; masal, hikâye ve destan gibi anonim eserleriyle İslam
Bu konuya bir örnek
olarak “Aydın, İbrahim
Hakkı, İlk Dönem Türk
Destanlarında İnsan
Anlayışı”, Uluslararası
Türk Bilgisi
Sempozyumu 25-27
Nisan 2007 Erzurum,
Bildiriler Kitabı I, s. 131138” makaleyi okuyup
değerlendiriniz.
Düşüncesi’ni etkilemişlerdir.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, İslam düşünürleri birer hakikat
arayıcıları olduklarından, onu nerede bulursa bulsun almışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Özet
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
•Düşünce, insana özgü olan düşünme faaliyeti; iç ya da dış uyarılara yanıt
olarak gelişen, sözlü ya da yazılı olarak başka öznelere aktarılabilen
zihinsel bir üründür. İslam Düşüncesi ise öncelikle Kur’an-ı Kerim’i ve
Sünneti esas alması yanında bazı insani çabalar ve yabancı düşüncelerden
yararlanarak İslam dünyasında üretilen felsefi, akli düşüncedir. Bunun
yanında felsefe ve hikmet kelimeleri İslam düşünce tarihinde genellikle
aynı anlamda kullanılmıştır. İslam filozofları XI. yüzyıldan itibaren felsefe
yerine hikmet kelimesini kullanmışlardır.
•İslam Felsefesi ya da düşüncesi İslam'ın felsefesi değildir. “İslam
Düşüncesi” insan tarafından, İslam’ın temel metinleri ile tarihin içinde
cereyan eden olay ve olguları anlamlandırılan bir düşünce hadisesidir. Yani
dini metinlerin aksine yanlışlığı olabildiği gibi; her zaman geçerliliğini
koruyamayabilir.
•İslam Düşüncesi'nin alanı insanın sahip olduğu ve sahip olmayı
başarabileceği bütün alanları içine alır.
•İslam Düşüncesi'nin amacı, Müslümanları ötekileştirmeden,
kendilerine özgü olan kimliği belirginleştirerek, insan bilincinin İslami
temel naslarıyla, bilim ve teknolojiyle farklı yaşam alanlarında, bireysel
ya da toplumsal ilişkiye girip, anlamlandırma ve uygulama kolaylığı
sağlamaktır.
•İslam Düşüncesi'nin doğmasına başta mutlak bilgi otoritesinin (Hz.
Peygamber) vefatı olmak üzere, İslam coğrafyasında bulunan
medreseler, tercüme hareketleri, İslam coğrafyasının genişlemesi,
Akdeniz havzasının coğrafi ve ticari konumu, Orta Doğu'nun kültürel
tarihi gibi etkenler tesir etmiştir.
•İslam Düşüncesi başta temel İslami kaynaklar olmak üzere, Antik
Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi, İran Kültür ve Düşüncesi, Hind
Kültür ve Düşüncesi, Arap Kültür ve Düşüncesi, Türk Kültür ve
Düşüncesi gibi kaynaklardan beslenmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Ödev gönderimi
Ödev
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
• İslam filozofları geçmiş felsefe birikimine niçin önem
vermişlerdir? Araştırınız ve tartışınız. Oluşturduğunuz metni
yandaki ödev gönderme linkini kullanarak gönderiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi İslam dünyasında felsefenin gelişmesine katkı
veren medreselerden biri değildir?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a) Nusaybin Medresesi
b) Gök Medrese
c) İskenderiye Medresesi
d) Cündişabur Medresesi
e) Harran Medresesi
2. Aşağıdakilerden hangisi düşüncenin tanımı olamaz?
a) Düşünce, düşünme faaliyeti, iç ya da dış uyarılara yanıt olarak gelişen,
zihinsel bir üründür.
b) Düşünce, sözlü ya da yazılı olarak başka öznelere aktarılabilen bir üründür.
c) Düşünce, bilinçli bir şekilde çıkarsama, akıl yürütmeyle oluşan bir üründür.
d) Düşünce,insanın deney ve tecrübeyle oluşturduğu bir üründür.
e) Düşünce; hatırlama, merak etme, hissetme, anlamlandırma, analiz ve
sentez yapma gibi zihinsel faaliyetlerle elde edilen üründür.
3. “Felsefe” kelimesini ilk kez kullanan düşünür aşağıdakilerden hangisidir?
a) Hermes
b) Eflatun
c) Farabî
d) Pythagoras
e) Demokritos
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
4. Aşağıdaki eserlerden hangisi bir Müslüman düşünür tarafından başka bir
coğrafyada yapılan bir inceleme ve araştırma sonucu kaleme alınmıştır?
a) Faslu’l-Makal
b) Tehafütü’l-Felasife.
c) Eş-Şifa
d) Tıbbu’r-Ruhanî
e) Tahkik mali’l-Hind
5. Aşağıdaki kelimelerden hangisi “filozof” kelimesinin karşılığı değildir?
a) Hikmet sahibi
b) Filosofos
c) Sofos
d) Hakem
e) Hakîm
6. Felsefeyi ilk kez “ilkeler ya da ilk nedenler bilimi” olarak tanımlayan
düşünür hangisidir?
a) İbn Sina
b) Aristo
c) Farabi
d) Sokrat
e) Kindî
7. Aşağıdaki düşünürlerden hangisi İslam Felsefesi’nin oluşumunda etkili olan
Yunanlı filozoflar arasında değildir?
a) Sokrates
b) Descartes
c) Aristotales
d) Platon
e) Plotinos
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
8. “İslam Düşüncesi” tanımında ki “İslam” kelimesi, kullanıldığı amaç
bakımından aşağıdakilerden hangisinde doğru ifade edilmemiştir?
a) Bu düşüncenin en önemli kaynağının İslam olması
b) İslam’ın bir dinin adı olduğu kadar, bir uygarlığın ve bir medeniyetin de
adı olması
c) İslam kelimesinin bu dine bağlı bulunan insanların oluşturduğu kültür ve
medeniyeti ifade etmesi
d) İslam kavramının İslam’ın Felsefesi anlayışını vurgulaması
e) Burada ki İslam kelimesinin sıfat olarak kullanılmış olması
9. Aşağıdakilerden hangisi islam düşüncesinin doğuşuna zemin hazırlayan
unsurlardan biri değildir?
a) Tercüme faaliyetleri
b) Düşünürlerin doğup büyüdüğü şehirler
c) Akdeniz havzasının coğrafi ve ticari konumu
d) Orta Doğu’nun kültürel tarihi ve İslam coğrafyasının genişlemesi
e) İslam coğrafyasında bulunan medreseler
10. Aşağıdakilerden hangisi İslam düşüncesine kaynaklık eden yabancı
düşüncelerden biri değildir.
a) Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi
b) Arap Kültür ve Düşüncesi
c) Hind Kültür ve Düşüncesi
d) Çin Kültür ve Düşüncesi
e) Türk Kültür ve Düşüncesi
Cevap Anahtarı
1-B, 2-D, 3-D, 4-E, 5-D, 6-B, 7-B, 8-D, 9-B, 10-D
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Abdulvahhab Hallaf, İslam Hukuk Felsefesi, çev. Hüseyin Atay, II. Baskı,
Ankara 1985.
Afifi, A. E., Muhyiddin İbnu’l-Arabi’nin Tasvvuf Felsefesi, çev. Mehmet Dağ,
Ankara 1975, s. 98; Keklik, Nihat, Muhyiddin İbnu’l-Arabi, İstanbul 1966, 35-38.
Ahmed Emin, Duha’l-İslam, Kahire 1964, VII. Baskı, (I-III) III, 18.
Alper, Ömer Mahir “İslam Düşüncesinin Bugün İçin Anlamı Sorunu Üzerine”,
Bilge Adamlar, üç aylık düşünce kültür ve edebiyat dergisi (2008, sayı: 19-20).
Aydın, İbrahim Hakkı, 2000: Fârâbî’de Metafizik Düşünce, İstanbul.
Aydın, İbrahim Hakkı, “İlk Dönem Türk Destanlarında İnsan Anlayışı”,
Uluslararası Türk Bilgisi Sempozyumu 25-27 Nisan 2007 Erzurum, Bildiriler Kitabı I,
s. 131-138.
Aydın, İbrahim Hakkı, “Fârâbî Örneğinde İslam Filozoflarına Harran Okulunun
Etkisi”, I. Uluslararası Katılımlı Bilim Din ve Felsefe Tarihinde Harran Okulu
Sempozyumu 28-30 Nisan 2006 (Bildiriler Kitabı), Şanlıurfa 2006, II, (93-107), 97.
Bayraktar, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, Ankara 1988.
Cevizci, Ahmet, Paradikma Felsefe Sözlüğü, 4. baskı, İstanbul 2000, s. 359.
Cutas, Dimitri, Yunanca Düşünce Arapça Kültür, Çev. Lütfü Şimşek, İstanbul
2003, 59-65.
Fahri, Macid, İslam felsefesi Tarihi, İklim, İstanbul, 1992.
Fârâbî, Ebû Nasr Muhammed b. Tarhan, İhsâu’l-Ulûm, nşr. Osman Emin, II.
Baskı, Kahire 1949, s. 107-108.
Farabî, el- Cem Beyne Ra’yeyi’l-Hakimeyn, nşr. A.N. Nadir, IV. Baskı, Beyrut
1985.
Farabî, el-Cem' beyne Re'yey el-Hakimeyn, Leiden, 1890, s. 25-26.
Farabî, el-Medînetü'l-Fâzıla, Neşreden: Elbir Nasrî Nadir, Beyrut, 1991, s. 5556; Ülken, Hilmi Ziya, Türk Tefekkür Tarihi, I, 182-183; Türker-Küyel, Mübahat,
Aristoteles ve Farabî'nin Varlıkve Düşünce Öğretileri, Ankara, 1969, s. 109-111,
139-165.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
Gazalî, el-Munkızu min ed-Dalâl, Mecmuatu Resâil el-İmamu’l-Gazalî (içinde)
Thk. ve Nşr. Ahmet Şemseddin, Beyrut 1988, s. 32.
Gazalî, el-Munkizu mine'd-Dalal, s. 42.
Günaltay, Şemsettin, Antik Felsefenin İslam Dünyasına Girişi, Sadeleştiren
İrfan Bayın, İstanbul 2001.
Gürsoy, Kenan, Bir Felsefe Mirasımız Var mı? İstanbul 2006, s. 16.
İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut Tarihsiz, s. 458; Taylan, Necip, İslam
Düşüncesinde Din Felsefeleri, İstanbul 1994, s.20-21.
İbn Rüşd, 1992: Faslu’l-Makal, Türkçesiyle birlikte nşr. B. Karlığa, İstanbul.
İbn Usaybia, Uyunu’l-Enba fî Tabakati’l-Etıbba, nşr. Nizar Rıza, Beyrut,
Tarihsiz, s. 604.
Karl Jaspers, Felsefe Nedir?, çev. Zeki Eyuboğlu, II. Baskı, İstanbul 1995.
Keklik, Nihat, Muhyiddin İbnu’l-Arabi, s. 52.
Kindî, Risâle fî Hudûdi’l- Eşyâ ve Rusûmihâ, “Felsefe” md., Yuhanna Kumeyr,
el-Kindî, (içinde), Beyrut 1982.
Necip Taylan, 1994: İslam Düşüncesinde Din Felsefeleri, İstanbul.
O’leary de lacy, 1971: İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, Çev. H. Yurdaydın –
Y. Kutluay, Ankara.
Olguner, Fahrettin. Türk İslam Düşüncesi Üzerine, İstanbul 2001, s.110.
Russell, B., Dünya Görüşüm, çev. S. Tiryakioğlu, İstanbul 1977, s. 5.
Tatar, Burhanettin, 2009: İslam Düşüncesine Giriş, İstanbul.
Russell, B., The ABC of Relativity, London 1941.
Şahin, Hasan, İslam felsefesi Tarihi Dersleri, Ankara 2000, s. 60.
Türker-Küyel, Mübahat, Aristoteles ve Farabî'nin Varlık ve Düşünce
Öğretileri, Ankara, 1969.
Yâkût, ibn Abdullah er-Rûmî el-Hamevî, İrşâdü’l-erîbe, D. S. Margoliouth (ed.
VII cilt) Leiden, Brill ve London, Luzac, 1907-26, V, s.66.
Yazıcı, Sedat, Felsefeye Giriş, İstanbul 1999.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam Düşünce Tarihinin Tanımı Alanı Kaynakları Ve Doğuşu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM DÜŞÜNCESİNİN
OLUŞUMUNDA SOKRATES
ÖNCESİ FELSEFENİN YERİ
• Giriş
• Sokrates Öncesi Dönem
• Natüralist Dönem
• Plüralist ve Antropolojik
Dönem
• Sokrat Öncesi Dönemin
İslam Felsefesi'ndeki
Yansımaları
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Sokrat öncesi dönem
felsefesini tanıyabilecek,
• Sokrat öncesi felsefenin
İslam Düşüncesi üzerindeki
etkisini kavrayabilecek,
• Düşünsel üretimlerin
evrensel olduğunu fark
edebilecek,
• Medeniyetlerin birbirlerini
etkilediğini
öğrenebileceksiniz.
İSLAM DÜŞÜNCESİ
TARİHİ
Doç.Dr. Osman ELMALI
ÜNİTE
2
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
GİRİŞ
Felsefe tarihi, farklı nedenlerle Yunan Düşüncesi’yle başlatılmasına rağmen
bu, Yunan’dan önce felsefe olmadığı anlamına gelmemektedir. Düşünce tarihine
bakıldığında, Yunan Düşüncesi’nden önce veya onunla çağdaş olan bazı fikir
hareketlerinin var olduğu görülür. Bunlar arasında Doğu’da Çin ve Hint, Asya’nın
ortalarında Türk, Afrika’nın kuzeyinde Mısır ve Ön Asya civarında da Babil
medeniyeti ve düşüncesi sayılabilir.
Olay ve olguları
açıklamada mitolojiden
bağımsızlaşan ilk
düşünce Yunan’da
görüldüğü için, felsefe
Yunanla başlatılır.
Ancak bu felsefeler dinî karakter taşımaları, birer ahlak sistemi olmaları ve
mitolojiyle karışmaları yüzünden, felsefe tarihi kaynaklarında konu
edilmemişlerdir. Yunan Düşüncesi’nde, varlık, ahlak, siyaset, insan, Tanrı vb.
problemler daha önceleri dinsel verilerle açıklanmaya çalışılmasına rağmen, m.ö.
altıncı asırdan itibaren dinî dogmalara dayandırılarak değil, gözleme ve bağımsız
akıl yürütmeye dayalı olarak açıklanmaya çalışılmıştır. Felsefede istenen de zaten
budur. Dolayısıyla olay ve olguların açıklanmasında dinden bağımsızlaşarak aklın
kullanılmaya başlaması bu döneme rastladığı ve bunu da ilk defa olarak Yunanlılar
yaptığı için felsefenin Yunanla başlatılması gelenek hâlini almıştır.
Felsefe tarihinin Yunanla başlatılmasının nedenlerinden biri de önceki felsefi
hareketlerin kayıt altına alınmamaları, buna karşın Yunan Düşüncesinin yazılı
kaynaklarla günümüze kadar gelmesidir.
Felsefe tarihi genel olarak İlk Çağ, Orta Çağ, Rönesans, Yeni Çağ ve Çağdaş
felsefe olmak üzere beş dönemde değerlendirilmektedir. İlk Çağ felsefesi Thales’le
başlayıp Roma İmparatorluğu döneminde Hristiyanlığın resmî din olarak kabul
edilmesinden sonra, İmparator Justinianus tarafından Atina’daki felsefe okulunun
kapatılmasına kadar devam eden dönemdir.
Bu dönemin elbette, kendinden sonda gelen düşünce hareketlerine ciddi
etkileri olmuştur. Bu etki, yalnızca Sokrates öncesi felsefenin doğduğu coğrafyayla
sınırlı kalmamış, dünyanın diğer bölgelerindeki birçok fikir hareketi üzerinde
görülmüştür.
SOKRATES ÖNCESİ DÖNEM
Teologlar
Yunan Düşüncesi’nde evren hakkında ilk düşünceyi geliştirenler,
teologlardır. Bunlar, mitolojiden hareketle bir din ortaya koymuşlardır. Bu
teologların en bilinenleri, Homeros ve Hesiodos’tur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
Homeros
İlyada ve Odisseia destalarının da yazarı olan Homeros, şiirlerinde Tanrı,
evren, insan ve hayat hakkında sorgulamalar yapmayı denemiştir. Yunan Dini’nin
asıl kurucusunun Homeros olduğu söylenebilir. Homeros, Tanrılarla dolu olarak
tasarladığı dünyada, insan iradesinin yerini tespit etmeye çalışmıştır. O, dünyadaki
kötülüğü Tanrılarda değil, insanların kendilerinde aramaları gerektiğini Zeus’un
dilinden aktarmakta, ayrıca yine şiir ve destanlarında ahlaki konular üzerinde de
durmaktadır.
Hesiodos
Hesiodos, Homeros’tan yaklaşık yüz yıl sonra yaşamış olup, Theogonia
isimli kitabından günümüze birkaç parça kalmıştır. Bu kalan kısımlarda geçen
terimlerden biri “khaos”tur. Hesiodos’a göre Tanrılardan bile önce kaos
bulunmaktaydı. Kaos esneyen boşluk, hiçlik, boş mekân ve zaman, kendisinden
bütün varolanların meydana geleceği karmaşa, düzensizlik demektir.
Hesiodos’ta artık yavaş yavaş mitoslardan ayrılma ve bunun yerine aklı
kullanma çabası kendini göstermektedir.
TABİAT FİLOZOFLARI/NATÜRALİST DÖNEM
Milet Okulu
Thales (mö. 625-545)
Thales, o günkü bilim ve felsefenin merkezi sayılan Batı Anadolu kıyılarında
bir şehir olan Milet’te doğmuştur. Mısır, Babil ve Girit’e gitmiş, buralardan bilim ve
felsefe bilgisine katkı sağlayan şeyler öğrenmiştir.
Thales, bugünkü terimlerle tanımlamak gerekirse, fizik (tabiat) ve
astronomiyle ilgilenen bir filozoftur. Thales, varlıkların meydana geldiği “ana
madde” (arche) sorunu üzerinde ilk kez duran ve bunu yaparken de Hesiodos’un
teolojik izahları dışında kendi gözlemlerine dayanarak ve bu gözlemlerini rasyonel
bir tarzda açıklayarak ortaya koyan ilk filozof olarak bilinmektedir. (Aster, 1943:
15,16)
Kendi gözlemlerinden yola çıkan Thales, evrendeki bütün varlıkların ana
maddesinin “su” olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre, evrende var olan her şey
suyun değişik şekiller almasından ibarettir. Thales, maddenin yani bütün varlıkların
sürekli olarak şekil değiştirdiğini ve bu değişikliğin maddenin her kısmında içkin bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
güç tarafından meydana getirildiğini savunmuştur. Thales’e göre “Yeryüzünde
varolan her şey Tanrılarla doludur.” O, bunu derken muhtemelen, varlığın
meydana geldiğini savunduğu suyun, her şeye canlılık veren bir ilke olmasını ve her
şeyin özünde bulunmasını kastetmiştir.
Anaximandros (mö. 611-546)
Miletli Anaximandros, hem astronomi hem matematik hem de coğrafyayla
ilgilenen bir düşünürdür. Anaximandros ilk kez şimşeğin, depremin, ay ve güneş
tutulmalarının nedenlerini de bulmaya çalışmıştır.
Bütün varlığın kaynağı
olan Aperion, zıttı
bulunmayan yegâne
varlıktır
Anaximandros da Thales gibi “arche” problemi üzerinde durmuştur. Ancak
Anaximandros Thales’ten bir adım daha ileriye gitmiş ve archenin su gibi duyularla
algılanan somut bir yapısının olmadığını düşünmüştür. Bu filozofa göre arche;
sonsuz, sınırsız, tanımlanamayan, var olmamış (ezelî), yok olmayacak olan (ebedî)
ve ne olduğu tam olarak bilinmeyen bir madde olan ‘apeiron’dur. Apeiron, zıttı
bulunmayan yegâne varlıktır. Bütün varlıkların bu apeironda iken hiçbir şekli
bulunmamaktadır. Varlıklar, sonradan apeirondan zıtlar hâlinde çıkarak doğal
durumlarını alır ve tekrar apeirona dönerler. Böylece apeirondan meydana gelen
her varlığın aynı zamanda karşıtı da meydana gelmiş olur ve bu karşıt ile varlıklar
birbirlerini sınırlamış olurlar.
Anaximadros’a göre bütün canlılar başlangıçta suda yaşamaktaydılar ve
tüm evren, suyla kaplıydı. Daha sonra meydana gelen sarsıntılarla yeryüzü şekilleri
oluşunca, yükseklerdeki sular da çekilmeye başladı. Balıklar, suda yaşayan ve tüm
canlıların en ilki olan varlıklardı. Sular çekilince bazı balıklar yükseltilerde kaldılar ve
karada yaşayabilmek için değişikliğe uğradılar. Kanat yüzgeçleri kollara, kuyruk
yüzgeçleri ayaklara dönüştü. Böylece karada yaşayan bütün canlılar, sürekli bir
tekâmüle (evrim) uğrayarak oluştular.
Anaximenes (mö. 585-525)
Anaximenes’e göre
bütün varlığın
temelinde hava
bulunmaktadır.
Anaximenes’e göre arche, hava’dır. Anaximenes’in havayı ana madde
olarak kabul etmesinin nedeni, hayatın devamlılığı açısından taşıdığı önemdir.
Gerek Thales, gerekse Anaximenes, archeyi belirlerken hayat için taşıdıkları önemi
dikkate almışlardır. Anaximenes’e göre hava, hayatın devamlılığı bakımından sudan
daha önemlidir. Çünkü havasız yaşamak mümkün değildir.
Anaximenes, havadan diğer varlıkların nasıl meydana geldikleri konusunda
Thales ve Anaximandros’a göre daha ayrıntılı ve daha somut açıklamalarda
bulunmuştur. Buna göre hava bir yandan yoğunlaşır, diğer taraftan da gevşer.
Havanın yoğunlaşmasıyla önce buhar ve duman, dumanın sıkışmasıyla yağmur ve
su, suyun sıkışmasıyla da çamur, toprak ve taş meydana gelir. Havanın gevşemesi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
ise ateşi oluşturur. Buna göre doğadaki temel maddeler olan su, toprak ve ateş,
havanın değişik derecelerdeki sıkışma ve gevşemelerinden meydana gelir.
Anaximenes, ana madde olan havadan söz ederek, ruh kavramının
felsefeye girmesine yol açmış ve yine felsefesinde ruha yer vererek, evrende canlı
cansız ayrımına ilk kez temas etmiştir. Ancak, bunu fark eden ilk insan elbette
Anaximenes değildir. Belki o, konuyu felsefi bir problem şeklinde ilk kez ele alan
düşünür olarak kabul edilmelidir. Anaximenes’e göre, nefes alan varlıklar
soludukları hava ile ruh sahibi olmakta ve canlılık kazanmaktadır. Nefes almakla
içine ruh alan canlılar, nefes alamaz duruma gelince canlılıklarını yitirip, son nefesle
birlikte ruhunu da dışarıya çıkarmış olur.
Pythagoras (mö. 590/580-500)
Sisam adasında doğmuş olan Pythagoras, daha sonra Sisam’ı terk etmiş ve
uzun yıllar Finike, Mısır ve Babil’i gezmiş, bu bölgeye ait metafizik öğretileri ve
geometriyi öğrenmiş, sonra İtalya’nın güneyindeki Kroton şehrine yerleşmiştir.
Burada kendi adını taşıyan mistik ve eğitim amaçlı bir topluluk görünümünde olan
tarikatını kurmuştur. Fikirleri âdeta bir din gibi kabul edilmiş, etrafındaki
insanlardan fevkalade saygı görmüş, düşüncelerini ailesi ve öğrencilerine kabul
ettirmiştir. Bundan dolayı Pythagorasçı okulun kurucusudur. Felsefe tarihinde
kendisini philosophos (filozof = hikmeti seven) olarak tanımlayan ilk şahsiyettir.
Pythagoras’ın en önemli yönlerinden biri, reenkarnasyonu öne
çıkarmasıdır. O, bu anlayışını Orphik dinden almıştır. Orfizm, kelime olarak efsanevi
bir şarkıcı olan Orpheus’un adından gelmektedir. (Gökberk, 1980: 31)
Pythagoras,
reenkarnasyona
inanmaktaydı
Orfik dininin inancına göre, insanın bu dünyada sürdürdüğü yaşamın değeri
doğrultusunda, ölümden sonra ruh, yeni bir bedende, yeniden ortaya çıkacaktır. Bu
beden insan, hayvan veya bitki de olabilir. Bu nedenle Pythagoras ve
Pythagorasçılar et yemekten, deri mamulü giymekten, canlı öldürmekten, kurban
kesmekten ve hatta bazı sebzeleri bile yemekten kaçınmışlardır. Çünkü
öldürdükleri hayvan, bir yakınlarının ruhunu taşıyan bir canlı olabilir.
Pythagoras’a göre ruh, bedene hapsedilmiştir. O, insan ruhunu bu
hapishaneden kurtarıp özgür ve mutlak bir ruh hâline getirebilmek için topluluk
üyelerinin uymak zorunda oldukları bir takım ahlak kuralları da geliştirmiştir:
Örneğin tensel hazlardan olabildiğince kaçınmak, namuslu ve dürüst bir hayat
sürmek ve bu yolla ruhu mümkün olduğu kadar arındırmak.
Pythagorasçılar, öğretilerinde dinsel öğelerin yanında arche problemine de
yer vermişlerdir. Pythagoras, bir matematikçi olduğu için öğretisi sayılara dayalı
olup, evreni sayılarla açıklamaya çalışmıştır. Pythagoras, uyumlu seslerle sayısal
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
oranlar arasındaki bağlantıdan hareketle, her şeyin temelinin sayı, evrendeki tüm
oranların sayılardan ibaret olduğunu iddia etmiştir. Yani ona göre arche, sayıdır.
Bütün varlığın esası olarak bir “1” sayısını kabul etmiş, bir olan varlığın da Tanrı
olduğunu ileri sürmüştür. Bu bir sayısından ortaya çıkan diğer sayılar da evrenin,
evrende var olan şeylerin esası, özü ve varlık nedenidir. İnsan da az veya çok
yetkinleşmiş sayılardan ibarettir. Diğer bütün varlıklar da yine belirli ölçülerde
yetkinleşmiş birer sayıdır.
Pythagorasçılar, ilgilendikleri alanlardan biri olan müzikteki perdeleri ilk
defa bilimsel bir temele oturtmaya çalışmışlardır. Uyumlu ses, telin uzunluğu veya
kısalığı ile ilgili olup bir takım sayısal oranlara bağlıdır.
Xenophanes (mö. 570-478)
Xenophanes, bir tabiat bilgini filozof olmaktan çok, Pythagoras gibi bir
yenilikçidir. Yenilikçiliği, din konusundadır. Ancak o, bir din kurucusu değil, bir din
ıslahatçısıdır.
O, Homeros ve Hesiodos’un anlattığı insan biçimli Tanrı anlayışına ve
politeizme karşı çıkmakta ve eleştirmektedir.
Xenophanes, daha çok Homeros’un şiirlerindeki Tanrı anlayışına karşı
çıkmaktadır. Çünkü Homeros’un âdeta portresini çizdiği Tanrılar, insanların yapmış
olduğu tüm kötü eylemleri yapmaktadırlar. Bu Tanrılar, kendi aralarında birbirlerini
aldatır, akla gelmedik entrika, düzen ve hileler gerçekleştirir, hırsızlık, zina gibi yüz
kızartıcı suçları işleyebilir, adam öldürebilir, başkalarının olan şeyleri ellerinden
alabilirler. Bu kötülükleri artırmak mümkündür. Hâlbuki bütün bu eylemler,
insanlar tarafından yapılabilecek olan türdendir.
Xenophanes’e göre tek
Tanrı, sabit ve
değişmezdir, her şeyi
görür, işitir, bilir,
ebedidir, hareket
etmez. Herhangi bir
mekânı yoktur.
Xenophanes, Tanrılar için söylenen bu tarz aşağılayıcı sözleri ahlak dışılık
olarak değerlendirir. Onun bu karşı çıkışı, ilk devir filozofları tarafından bu
efsanelere yönelik yapılan muhalefetin en şiddetlisidir. Diğer taraftan
Xenophanes, bu teologların, Tanrıları insan biçiminde kabul etmelerine de şiddetle
karşı çıkmaktadır. Tanrı’nın insan şeklinde olduğunu kabul eden anlayışa,
“antrophomorfizm” denilir. Xenophanes, bütün ömrü boyunca antrophomorfizme
karşı çıkmış, insan şeklinde Tanrı tasarlanamayacağını kabul etmiştir.
O hâlde Xenophanes’e göre Tanrı, ne insan ne de başka bir varlığın
şeklindedir. Ayrıca Tanrılardan değil, bir tek Tanrı’dan söz edilebilir. Bu tek Tanrı,
sabit ve değişmezdir, her şeyi görür, işitir, bilir, ebedîdir, hareket etmez. Herhangi
bir mekânı yoktur. Bu sebeple Tanrı yer değiştirme ihtiyacı hissetmez. Ama
evrendeki tüm değişmeleri ve olayları yalnız kendi soyut düşüncesi ve gücüyle
düzenler, idare eder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
Xenophanes, bu tek Tanrı anlayışıyla, Hristiyanlık ve İslamiyet’in getirmiş
olduğu monoteist Tanrı anlayışından biraz daha farklı bir monoteizme ulaşmıştır.
Onun kabul ettiği bu monoteist anlayış, saf ve katıksız bir monoteizm değil, evrenle
iç içe olan bir monoteizmdir ki, bunun felsefi literatürdeki karşılığı “panteizm”dir.
Dolayısıyla insan, baktığı her yerde aslında Tanrıyla karşı karşıyadır. Ancak bu Tanrı,
yaratıcı bir Tanrı değildir, evrenin kendisidir. Buna göre Tanrı evrenle özdeştir ve
evrendeki hareketin nedeni de yine evrende içkin olan Tanrı’dır.
Herakleitos (mö. 535-475)
Herakleitos, zengin bir ticaret şehri olan Efes’te doğmuştur. Yazılarında
gururlu ve kendine güvenen bir tarz ortaya koyan Herakleitos, küçümsediği halk
tarafından anlaşılmak istememiş, yazılarında sıradan halkın anlamayacağı bir üslup
kullanmıştır. Bu yüzden İlk Çağ’ın, anlaşılması en zor olan filozoflarından biri olduğu
için kendisine “Karanlık Herakleitos” denilmiştir.
Herakleitos, yeryüzündeki her şeyin sürekli bir oluş ve akış sürecine tabi
olduğunu ve henüz asıl şeklini almamış bir hâlde bulunduğunu kabul eder. Ona
göre, varlıklar hiçbir zaman kesin şekillerinde değillerdir, sürekli olarak değişirler ve
değişeceklerdir. Herakleitos, evrendeki bu sürekli değişimi meşhur “Bir nehirde iki
kere yıkanılmaz.” sözü ile özetlemektedir.
Not: Buraya
mevsimlerin sürekli
değiştiğini ya da
insanın çocukluktan
yaşlılığa doğru
değişimini gösteren bir
video konulabilir
Buna göre evrende değişmeyen, aynı kalan hiçbir şey yoktur. Her şey
sürekli bir oluş ve değişim içindedir. Bu değişim, olguların devamlı olarak kendi
zıtlarına dönmeleriyle ortaya çıkar. Oluş, zıtların var olmasını gerektirdiği gibi,
zıtların varlığı da oluşu gerektirir. Bu zıtların mücadelesinde her şey sürekli
değişmekte ve aynı kalan hiçbir şey bulunmamaktadır. Bu değişim içerisinde
değişmeyen tek şey, “değişme yasası”dır. (Weber, 1993: 23)
Değişimin ana ilkesi evrenin ruhu (küllî ruh) anlamına gelen Logos’tur.
Logos, işte bu değişimin yasasıdır. Bütün akış ve oluşun getirdiği değişmelere
rağmen her zaman kendi kendisinin aynı kalan, evrendeki bütün olgulara egemen
olan Logos’tur. Logos, bağlantılı ve anlamlı söz manasında olduğu gibi, akıl
anlamında da kullanılır.
Herakleitos, Logos ile Tanrı’nın aynı olduğunu da kabul eder. Böylece Tanrı
evrende içkin olan ve evreni düzenleyip idare eden Logos’un kendisi olmaktadır.
Evrendeki değişim ve oluş, insanın Logos’tan aldığı akıl tarafından algılanır.
İnsanın Logos’tan aldığı pay, bu algılamadaki dereceyi gösterir. Duyular ise,
evrende bir değişim olduğunun farkında değildir.
Buna göre Herakleitos,” iki evren” anlayışından ilk kez söz eden filozof
olmuştur. Bunlardan birincisi, “gerçek evren”dir. Sürekli değişim hâlinde olan bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
evreni akıl anlayabilir. İkincisi ise “görünüş evreni”dir. Bu, değişmeyen, hep aynı
kalan maddelerden oluşuyor gibi görünür. Evrenin sürekli durağan gibi görünmesi,
tamamen duyuların yanlış algılamasının bir sonucudur. Oysaki akıl bize gerçeği,
yani evrenin sürekli bir akış içinde bulunduğunu ve evrenin gerçek görünüşünün
nasıl olduğunu gösterir. Bu sebeple her zaman akla uymalı, duyuların aldatıcılığına
karşı uyanık olmalıyız. Buna göre Herakleitos, bilgi konusunda akılcı bir yaklaşım
ortaya koymaktadır.
Parmenides (mö. 540- 450?)
Eserlerindeki üsluptan anlaşıldığı kadarıyla Parmenides, hem
Xenophanes’ten hem de Pythagoras’tan etkilenmiştir. Ancak onun asıl etkilendiği
filozof şüphesiz Herakleitos’tur. Parmenides, Herakleitos’un sürekli değişim
düşüncesine karşı çıkmış ve onun düşüncelerini yalanlamak ya da yanlış olduklarını
ispat edebilmek için çabalamıştır. Dolayısıyla Herakleitos’tan etkilenmesi,
doğrudan değil, dolaylıdır.
Gerçek evren, tek ve
birlikli olan ve asla bir
değişmenin
yaşanmadığı evrendir.
Görünüşler evreni ise,
sürekli bir değişme ve
akış içinde olan
evrendir.
Parmenides, Herakleitos gibi, evreni “gerçek olan” ve “görünüşte olan”
diye ikiye ayırmıştır. Ona göre akıl, çokluğu, hareketi, değişmeyi ve oluşu
reddetmekte, duyular ise bunları kabul etmektedir. Böylece birbirinden tamamen
ayrı iki evren varsaymaktadır. Bunlardan duyuların kavradığı evreni, sahte ve
görünüşte olan evren, yani değişmekte olan evren olarak nitelendirir. Değişmeyen,
kendi kendisiyle aynı kalan evren ise gerçek olan evrendir ve bu evren
Parmenides’e göre küre şeklindedir. Gerçek evren, tek ve birlikli olan ve asla bir
değişmenin yaşanmadığı evrendir. Görünüşler evreni ise, sürekli bir değişme ve akış
içinde olan evrendir. O, akıl ile duyu arasındaki ayrımı kesin olarak ortaya
koymuştur. Ona göre bilgi, yalnızca akılla kazanılabilir. Duyu ve deneyin, bilginin
elde edilmesinde hiçbir değeri ve önemi yoktur. Çünkü duyu ve deney bilgisi,
sanıdan öteye geçmez. Sanı, gerçeğin ve doğrunun aksi olandır. O, gerçek dünyanın
akılla; görünüşler dünyasının ise, duyularla bilineceğini düşünmektedir.
Parmenides’in bütün felsefesini özetleyen düşüncesi, “Varlık vardır, yokluk
ise yoktur.” önermesidir. Parmenides’e göre, varlık ve düşünce aynı şeydir.
Dolayısıyla var olmayan şey düşünülemez ve kavramlarla ifade edilemez. Buna
göre doğru düşünmek, yalnızca var olanı düşünmek demektir. Yani var olmayanı
düşünmek çelişkiye düşmektir. Yok’luğu düşünmenin bir anlamı yoktur. Çünkü
yokluktan varlık çıkmaz. Bir şey ne yokluktan var olabilir ne de hem var hem de yok
olabilir. Bu nedenle çelişkiye, tutarsızlığa düşmeden değişimden bahsetmek, bunu
rasyonel bir temele oturtmak mümkün değildir.
Varlıkta bölünme, çokluk, parça, bütün kavramları da insanın çelişkiye
düşmesine neden olur. Kendinden öncekilerin bu konuda çelişkiye düştüğünü iddia
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
eden Parmenides, onların bir şeyin önce bir şey, daha sonra başka bir şey
olduğunu, yani değişime uğradığını iddia ettiklerini ifade etmiştir. Buna göre, bir
şey bir taraftan parçalardan meydana gelmiştir, diğer taraftan da bir bütündür
demek bu şey hem kendisi hem de kendisinden başka bir şeydir, demekle aynıdır.
Bu, yine apaçık bir çelişkidir.
Öte yandan hareketin var olabilmesi için mekâna ihtiyaç vardır. Bu
durumda iki seçenek söz konusu olabilir: Mekân vardır veya yoktur. Eğer mekân
yoksa zaten hareketten söz etmek saçmadır. Eğer mekânın varlığı kabul edilecek
olursa, o zaman varlığın mekânda hareket ettiğini söylemek, varlığın varlıkta
hareket ettiğini söylemek olur ki, bu da saçmadır. Dolayısıyla varlık; hareketsiz,
ezelî, ebedî ve sürekli kendisiyle aynı kalan bölünmez bir bütündür.
Ona göre varlık, parçalardan meydana gelmiş değildir, bölünmez, değişmez
ve hareketsizdir, bundan dolayı da birdir. Bu ise bir olan Tanrı ile bir ve aynı şeydir.
Zenon (mö. 495- 430)
Zenon, İtalya’daki Elea şehrinde doğmuş olan bir Yunan düşünürü ve
matematikçisidir. Aristoteles tarafından diyalektiğin kurucusu olarak
nitelendirilmiştir.
Zenon, Elea Felsefe Okulunun kurucusu filozof Parmenides’in sistemine bir
şey eklemiş değildir. Sadece onu, İyonya Okulu’na karşı savunmuştur. Zenon ve
hocası Parmenides, kendilerinden öncekilerin aksine bilim adamı olmaktan çok,
birer filozoftular.
Zenon, Parmenides’in öğrencisi, Gorgias’ın hocası ve meşhur bir
mantıkçıdır. Aslında mantık, sofistler tarafından etkileyici bir biçimde kullanılmış
olup, ikna edici esasları içeren ve delilleriyle karşıt düşünceleri zor durumda
bırakan bir özelliğe sahiptir. Her ne kadar mantık ilkeleri ilk kez sofistler tarafından
belirlenmişse de mantıkta oldukça önemli olan ve Pythagorasçılardan geldiği
bilinen sonsuz küçüklük ve sonsuz bölünebilme kavramlarını kendine konu yapan
ve sonsuzluk kavramının zorluklarını göstermeye çalışarak bu kavramın ihtiva ettiği
aporie (çözümlenemezlik-çıkmaz) ve antinomileri (çelişki) ilk defa bulan filozof,
Zenon’dur. Elealı Zenon ürettiği paradokslarla hocası Parmenides’in görüşlerini
desteklemek istemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
PLÜRALİST VE ANTROPOLOJİK DÖNEM
Plüralistler
Plüralist Dönem,
varlığın birden çok
unsura dayandırıldığı
dönemdir.
Antik Çağ’ın Sokrat öncesi son dönemi, Plüralist felsefenin etkili olduğu
yeni bir dönemdir. Bu döneme Plüralist denmesinin nedeni, daha önceki filozofların
maddeyi açıklamak için arche olarak tek bir unsura dayanmış olmalarına rağmen,
bu dönem filozoflarının maddenin temeline birden çok unsur koymalarıdır.
Empedokles (mö. 492-432)
Sicilya adasının güney kıyılarında bulunan Akragas sitesinden olan
Empedokles, tabiat bilimci, hatip, hekim, şair ve din adamı olarak Güney İtalya
sitelerinde yaşamıştır.
Dinî görüşlerini yayma çabasından dolayı Peloponnes’e sürgün edilerek
orada öldüğü iddia edilmekle birlikte, ölümü efsaneleştirilmiştir. Aslında onun
böyle efsanevi bir kişiliğe büründürülmesinde, kendi ifadeleri etkili olmuştur. O,
Empedokles olmadan önce, kız, erkek, kuş, balık, çalı gibi varlıklar şeklinde
yaşadığını belirtmiştir. Böylece Empedokles’in reenkarnasyona inanan bir düşünür
olduğu da anlaşılmaktadır.
Kendisinden sonra
ortaya çıkan sistemli
felsefe döneminde çok
etkili olan “dört unsur
teorisi” (anasır-ı erbaa)
Empedokles’e aittir.
Kendisinden sonra ortaya çıkan sistemli felsefe döneminde çok etkili olan
“dört unsur teorisi” (anasır-ı erbaa) bu filozofa aittir. Bu unsurlar: Toprak, hava, su
ve ateştir. Aslında kendisinden önce gelen filozoflar, bu unsurları tek tek ele alarak
birer arche olarak kabul etmişlerdi.
Hâlbuki Empedokles, bu dört maddenin evrenin meydana gelişinde eşit
olarak etkili olduklarını kabul etmektedir. Empedokles’e göre bu dört unsur farklı
oranlarda bir araya gelerek ya da ayrışarak evrendeki varlıkları meydana getirirler.
Evrende meydana gelen oluş ve değişim, bu unsurların oluşturduğu varlıklarda
gerçekleşir. Unsurlarda ise değişme söz konusu değildir. Toprak, hava, su ve ateş
ne sonradan meydana gelmişlerdir ne de yok olacaklardır. Bunlar ezelî ve ebedî ana
unsurlardır. Dolayısıyla da evrendeki asıl gerçeklik bu dört unsurdur. Bunların bir
araya gelmesiyle oluşan diğer bütün varlıklar ise sonradan meydana geldikleri için,
sonludurlar.
Evrendeki bütün oluş, bu dört unsurun hareketinden ibarettir. Bu hareket
sırasında başlangıcından itibaren değişmemiş ve değişmeyecek olan unsurlar,
birleşir ya da ayrılırlar. Bu birleşme ve ayrılma hareketi esnasında bir şeyler yok
oluyor veya meydana geliyormuş gibi bir yanılgıya düşeriz. Bu, aslında gerçek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
değildir. Bir şeyin yok olması demek, onun sonsuz küçük parçalara ayrılması
demektir. Meydana gelmesi ise bu sonsuz parçaların bir araya gelerek somut bir
varlık oluşturması demektir.
Ancak bu unsurların kendilerinde, başka varlıkları meydana getirecek bir
güç bulunmadığını kabul eden Empedokles, bu dört unsurdan diğer varlıkların
meydana gelmesini sağlayacak, onları birleştirecek veya ayıracak, içsel olmayan iki
güç kabul etmektedir.
Ona göre evrende egemen olan bu iki güçten biri sevgi, diğeri nefret (kin),
yani ahenksizliktir. Çoğunlukla sevginin kazandığı bu mücadeleyi bazen de nefret
kazanır. Sevgi kazandığı zaman unsurlar bir araya gelip ahenkli ve birlikli varlıklar
meydana getirirken, nefret kazandığı zaman unsurlar kenarlara doğru itilerek birlik
bozulur ve uyumsuzluk gözlenir.
Empedokles’in bu teorisi Zerdüşt’ün Mecusiliğe kattığı iyilik ve kötülük
Tanrıları olan Hürmüz ve Ehriman adındaki iki zıt gücü hatırlattığı gibi, sonradan
bazı düalist düşünürlerin ortaya koydukları fikir ve nazariyelerle de ilişkili
görünmektedir.
Anaxagoras (mö. 500-429)
Anaxsagoras, archenin
bir ya da Empedokles’in
savunduğu gibi dört
tane değil sınırsız
olduğunu
düşünmektedir.
Anaxagoras, bugünkü Urla’da doğmuştur. Anaxagoras’a göre gerçek
anlamda bir var oluş veya yok oluş söz konusu değildir. Evrende yalnızca hareket
vardır. Anaxagoras da kendinden önceki filozoflar gibi, varlığın bir archeye
dayandığı kanısındadır. Ancak Anaxsagoras, archenin bir ya da Empedokles’in
savunduğu gibi dört tane değil, sınırsız olduğunu düşünmektedir. Ona göre ne
kadar varlık varsa, o kadar da unsur (spermata, tohum) vardır. Aynı cinsten,
sayılamayacak kadar çok unsur bir araya gelerek, bir varlığı meydana getirir.
Örneğin et, et unsurlarının; kemik, kemik unsurlarının; kan, kan unsurlarının; deri,
deri unsurlarının… Bir araya gelmesiyle oluşur ve bu farklı oluşların toplanmasıyla
da söz gelimi insan veya hayvan meydana gelmiş olur. Anaxagoras’a göre etin et
olmayan bir unsurdan, kemiğin de kemik olmayan bir unsurdan meydana gelmesi
mümkün değildir. Fakat bu unsurlar doğada tamamen saf hâlde de bulunmazlar.
Aslında her varlık bir karışımdır. Nesnelerin içinde hangi unsurdan fazla varsa, o
nesne o unsurdan oluşmuş sayılır. Buna göre insan veya hayvanın aldıkları
besinlerde bu unsurlar çok küçük olduklarından dolayı gizli bir şekilde bulunmakta
ve insan ya da hayvanın bu besinleri almalarıyla bedenlerindeki et, kemik, tüy, kan
gibi bütünlükleri meydana getirmektedir. Bu görülemeyen sınırsız küçük unsurlar
ezelî ve ebedîdirler. Yani belirli bir zaman dilimi içinde var olan nesneleri, kendileri
öncesiz olan ve yok olmayacak bu unsurlar meydana getirmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
Anaxagoras’a göre kaosu kozmosa dönüştüren bu düzenleyici güç,
düzenleyici ruh, insanın beynindeki kıvrımlardan fikirlerin çıkmasını sağlayan ve
kapalı bir fikirden belirli bir fikir meydana getiren insan zekâsı gibi bir zekâdır. Bu
zekâ sahibi varlığa o, Nous adını verir. Anaxagoras, başlangıçta kaos hâlinde
bulunan evrene, kaosun dışında bulunan Nous’un müdahale ederek belli bir plan
doğrultusunda bir düzen verdiğini belirtmektedir. Ona göre Nous, öncesiz ve
sonrasız bir kuvvet olup, yine kendisi gibi öncesiz ve sonrasız olan unsurları düzene
sokmuştur. Aynı zamanda onun Nous olarak adlandırdığı güç, yaratıcı olmayıp,
yalnızca düzenleyicidir, yani maddi niteliklidir. Nous, bütün varlıklar içerisinde en
ince olanıdır. Diğer bütün varlıklar az çok karışık olmalarına rağmen Nous, mutlak
olarak saftır. Oluşu meydana getiren bütün hareket ise Nous tarafından
başlatılmıştır. Anaxagoras’a göre spermatalarda tam bir ölüm ve doğum söz
konusu değildir. Doğum, bütünden ayrılıp yeni bir varlık şeklinde ortaya çıkmak;
ölüm ise bu birlikli farklılıktan uzaklaşıp bütüne dönmektir.
Demokritos (mö. 460- 371)
Leucippos’un öğrencisi ve atom teorisinin kurucusudur. Bilime ve bilgiye
çok önem veren Demokritos, bir kanıt bulmayı Pers kralı olmaktan daha üstün
saymıştır.
Not: Buraya varlıkatom ilişkisini gösteren
bir resim konulabilir
Bütün varlıklar atomdan
meydana gelmiştir.
Demokritos, düşünce tarihinin bilinçli ilk materyalist ve ateist filozofudur.
Ona göre madde, bölünemeyen ve sayıları bilinmeyen küçük parçacıklardan
meydana gelmiştir ve buna “atom” denmektedir. Atomlar ezelden beri sürekli
hareketli olup devamlı olarak birbirlerine çarparlar, birleşirler, küme teşkil ederler,
birbirlerinden ayrılır ve uzaklaşırlar. Böylece evrendeki oluş ve bozuluş, yani her
şeyin meydana gelmesi veya yok olması bu birleşme ve ayrışmalarla açıklanabilir.
Ne varlığı ne de oluş ve bozuluşu meydana getiren metafizik bir güç vardır. Madde
var edilmemiştir ve ezelîdir. Evrendeki bu oluş ve bozuluş tamamen zorunluluk
kanunları ve mekanik bir işleyişe tabidir. Demokritos’un kendi örneğini verecek
olursak, harmanda saman savrulurken ağır olan buğday taneleri bir yere, daha hafif
olan saman parçacıkları ise ayrı bir yere toplanırlar. Yine deniz kıyısındaki kum
tanecikleri de böyledir. Bu aynı cinsten atomların, bir araya gelerek varlıkları
meydana getirmeleri tamamen mekanik bir zorunlulukla olmaktadır. (Vorlander,
2004: 72)
Atomların bir takım asli özellikleri bulunmaktadır; bu özellikler, sertlik,
büyüklük-küçüklük, şekil ve hareket olup, başlangıçtan itibaren atomla birlikte
bulunan ve sonradan kazanılmış olmayan özelliklerdir.
Atomlar bir araya gelip birlikli bütünler oluşturunca, bu bütünlükte,
atomun aslından olmayan renk, ses, koku, sıcaklık-soğukluk gibi nitelikler açığa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
çıkar. Bunlar, sadece duyu organlarıyla algılanabilen ve duyu organları olmadan
düşünülemeyen niteliklerdir.
Atomun asıl özelliklerinden biri de hareketli olmasıdır. Tabiata mekanik bir
zorunluluk hâkim olduğu için, atomların hareketleri de mekaniktir. Atomlar, boş bir
mekânda sürekli hareket hâlindedirler. Varlıkların meydana gelişi de bu hareketlilik
sayesinde olur. Atomların ağır olanları aşağı, hafif olanları da yukarı doğru hareket
ederler ve aynı cinsten olan atomlar bir araya gelerek dünyadaki varlıkları meydana
getirirler.
Demokritos, ahlak anlayışında ise oldukça tutarlıdır. Akla dayalı bir ahlak
anlayışı benimseyen Demokritos’a göre insan, aşırı isteklerin esiri olmamalı, ruh
hiçbir korku ve boş inançla veya başka bir takım tutkularla bulandırılmamalı, bazı
isteklerini akılla engellemeyi bilmelidir. İnsan, hayatını ruh dinginliği içinde ve
ölçülü olarak yaşamalıdır. Akıl, duygulardan bağımsız olarak özgür bir şekilde,
gerçek anlamda düşünmeyi sağlayan önemli bir güçtür. Bu bakımdan akıl, değişik
hazlar arasında insan için en güzel ve yararlı olanları ayırabilir. Yapılacak en iyi şey,
elden geldiği kadar hayata sevinç katmak ve az acı duymaktır. Ancak buradaki acı
ve hazdan kasıt, duyusal ve tensel hazların sınırsızlığı değildir. Çünkü ona göre
önemli olan ruhun dinginliğini (ataraxia) ve mutluluğunu (eudaimonia)
gözetmektir. Beden ve duyular, insanın mutlu olmasını sağlamaz. Çünkü mutluluk
için önemli olan bedenin dinginliği değil, ruhun dinginliğidir. Bu nedenle aslında
mutluluk, elde edilmek için çaba gerektirmektedir ve bilgisiz insanların, bedensel
hazları ölçü alanların, mutlu olmaları söz konusu değildir. İnsanın mutlu olması için
aklını kullanması gereklidir. İnsanın bazı tutkuları vardır. Bu tutkularını aklıyla
yenebilir. Bilge olabilmek için tutkulara yenilmemek gerekir ki, bu nedenle ancak
bilgeler mutlu olabilir. Ayrıca mutluluğu elde etmek için ölçü, düzen ve uyum
gereklidir. İnsanın kendisi ve başkalarıyla uyum içinde olması da akıl yoluyla olur.
Demokritos’un insanlık tarihiyle ilgili düşünceleri de oldukça önemlidir. Bu
düşünceleri onun bir tarih filozofu olarak değerlendirilmesine neden olmuştur. O
tarihi, bir hikâyeler bütünü olmaktan öte insanlığın gelişim süreci olarak
görmüştür. Ona göre insanlar erken tarihlerde primitif bir hayat tarzına sahiptiler.
Doğayla doğrudan iç içe olup, doğanın nimetlerinden, diğer hayvanlar gibi
yararlanıyorlardı. Barınma için mağaraları ve ağaç kovuklarını kullanıyorlar ve
gerektiğinde avlanıyorlardı. Ancak zaman içerisinde alet yapıp onu kullanabilen bir
varlık hâline geldiler. Bu aletleri kullanarak yavaş yavaş gelişmeye başladılar.
Doğayı gözlemlemesi insanın bazı icat ve keşifler yapmasına da neden oldu. Bu
süreçte insanoğlunun en büyük icadı ise Demokritos’a göre lisandır.
Demokritos’un insanlık tarihiyle ilgilenmesi; tarihi, bir olaylar yığını olarak
görmemesi, kendisinden sonraki düşünürlerin gözlerini insana ve kültüre, yani
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
insanın ürettiklerine çevirmelerine neden olmuş ve buradan itibaren insan, başlı
başına bir felsefe problemi hâlini almıştır.
Antropolojik Dönem
Antropolojik Dönem’de
düşüncenin merkezine
daha çok insan ve
insana özgü
problemlerin
araştırılması
konulmuştur.
Başlangıcından itibaren Yunan Düşüncesi, tabiat bilgini diyebileceğimiz
filozoflar tarafından doğanın araştırılmasına ve varlığın anlaşılmasına yöneltilmişti.
Bu dönemde büyük çapta varlık felsefesi yapılmıştı. İlk Çağ’ın aydınlanması sayılan
bu yeni dönemde ise düşüncenin merkezine daha çok insan ve insana özgü
problemlerin araştırılması konuldu. İnsanın ancak eğitim yoluyla ilerleyebileceği ve
kendini geliştirebileceği anlayışından yola çıkılarak eğitime ağırlık verildi. Bu görevi
de bir grup Sofist üstlendi.
Sofistler
İlk Çağ’ın aydınlanmacıları olan bu düşünürler, birçok konuyla ve özellikle
de mantıkla bilimsel bir tarzda ilgilenmişler, düşüncelerin analizi yoluyla mantık ve
ikna yöntemlerini kullanmış ve öğretmişler, dolayısıyla da ilk mantıkçılar olarak
kabul edilmişlerdir. Aslında çok sayıda Sofist bulunmasına rağmen bunların en
meşhurları Protagoras, Gorgias ve Prodikos’tur.
Sofistler kendilerinden önceki hiçbir felsefe ekolüne itibar etmemişler,
hatta onların yanlış yolda olduklarını savunmuşlardır. Sofistlere göre kendilerinden
önceki düşünce tarihinde aynı doğruyu savunan iki felsefe ekolü bulunmamaktadır;
ne evren hakkında ne de insan ya da başka bir konuda aynı doğruya ulaşmış iki ekol
bir yana, iki filozof bile söz konusu değildir. Bu nedenle filozoflar, aynı konuda tek
doğruya ulaşamamıştır. Her filozof kendi düşündüklerinin doğru, diğerlerinin yanlış
olduğu kanaatindedir. Dolayısıyla burada hakikatin ne olduğu sorusu ortaya
çıkmaktadır. İşte Sofistlerin üzerinde durdukları en önemli problem budur.
Protagoras (mö. 480-410)
Doğru bir tane değildir.
İnsan sayısınca doğru
vardır.
Protagoras’ın felsefi düşüncelerini en iyi “İnsan her şeyin ölçüsüdür.”
cümlesi ifade eder. Bu cümle anlaşılacağı gibi, bilginin duyularla elde edildiğini ve
gerçekliğin insandan insana değişeceğini anlatmaktadır. Buna göre tek bir gerçeklik
değil, insan sayısınca gerçeklik vardır. Doğru, bir tane değildir. Herkesin doğrusu
kendine aittir. Doğru, kişiye göre şu anda algılanan, duyulan ve istenilen şeydir. Bu
da tam anlamıyla bir rölativizmdir. Bunun diğer bir ifadesi, sübjektivizmdir.
Bu göreci yaklaşım, genel anlamda Sofistlerin, şüphecilikleriyle de
bağlantılıdır. Bunun felsefi literatürdeki adı, septisizmdir. Protagoras’ın kendi
örneğini vererek bunu şöyle açıklayabiliriz: Biri sıcak, öteki soğuk ve üçüncüsü de
ılık su ile dolu olan üç kap düşünelim. Bunlardan bir elimizi sıcak, diğerini soğuk
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
suya koyup bir süre bekleyelim. Sonra ikisini birden ılık suya sokalım. Bu ılık suyu,
sıcak sudaki elimiz soğuk, soğuk sudaki elimiz ise sıcak olarak algılayacaktır. Böyle
bir durumda aynı kişi aynı anda farklı iki algıyla karşı karşıya kalacaktır. Aynı anda
ılık su hem sıcak hem soğuk olamayacağına göre, hangi elimizin doğruyu
algıladığını söylemek mümkün değildir. Bu yüzden de doğru değişkendir, rölatiftir
ve genel geçer bir doğru yoktur.
Protagoras’a göre doğrudaki bu değişkenlik içerisinde bir Sofiste düşen,
görev, kendine göre doğru olan konusunda muhataplarını ikna etmeye çalışması ve
kendi doğrusunu onlara kabul ettirmesidir.
Gorgias (mö. 483- 376)
Gorgias’ın en büyük iddiası, özellikle güzel konuşma (hatiplik)
konusundaydı. O, hocası Zenon gibi hareket ve mekânın yokluğunu iddia etmekle
kalmamış, aynı zamanda varlığın olmadığı düşüncesini de savunmuştur. Bu filozof,
sofistlerin genel tavrına uyarak, hitabet sanatının inceliklerini kullanıp varlığın
yokluğu iddiasını paradoksal ifadelerle savunmuş ve bu yolla muhataplarını
etkilemeye çalışmıştır. Bu yolla varmak istediği nokta ise varlık konusunda bilgiye
ulaşmanın imkânsızlığını ortaya koymaktır. Nitekim Platon, Gorgias adını verdiği
diyaloğunda Gorgias’ı, her türlü felsefenin muhalifi olarak tanıtmaktadır.
Onun varlık konusunda ileri sürdüğü iddialar oldukça farklıdır. Buna göre,
a) Gerçek anlamda varlık yoktur. Bir şey hakkında vardır diyecek olursak,
bunun ya sonradan olduğunu veya öncesiz olduğunu söylemiş oluruz. Bu şey
sonradan meydana gelmiş olsa, ne var olan bir şeyden ne de var olmayan bir
şeyden olmuş olur. Öncesiz de olamaz, çünkü öncesiz olanın sonsuz da olması
gerekir; sonsuz olan ise hiçbir yerde yoktur.
b) Bir şey olsa bile biz onu bilemeyiz. Çünkü biz, dış dünyayı ya algılarımızla
veya aklımızla bilebiliriz. Varlığın algılanması duyularımıza bağlıdır. Oysa Sofistlerin
genel felsefesine göre, duyular her zaman hem yanıltıcı hem de evrenin herkes
tarafından farklı biçimde algılanmasına neden oldukları için, bize gerçeği olduğu
gibi veremezler. Duyular yoluyla ortak bir düşünce oluşturulması mümkün değildir.
Dolayısıyla bizim var sandığımız şey reel değil, sübjektiftir; bir başka ifadeyle o şey,
bize göre, algıya göre vardır. Bu da gerçek bir varlık değildir. Bilme aracı olan
duyular bizi yanılttığına göre, bildiğimizi sandığımız nesneyi gerçekte bilemiyoruz
demektir.
Gorgias’a göre, aklın bir fonksiyonu olan düşünme yoluyla da varlığı
bilemeyiz. Çünkü akılla her türlü şeyi düşünmek mümkündür. Akılla, hiç var
olmayan şeyler bile düşünülebilir. Örneğin su üzerinde yürüyen bir adam
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
düşünülebildiği gibi, hiçbir donanımı olmadığı hâlde havada uçan bir insan da
düşünülebilir. Dolayısıyla düşünme de, tasarlanan şeyin doğru olup olmadığı
konusunda kesin bir ölçü veremez.
O hâlde algılarımız da aklımız da bize varlık hakkında kesin bir bilgi
kazandırmaktan, bir gerçekliğe götürmekten uzaktır. Bu bakımdan bir şey var olsa
bile onu bilemeyiz.
c) Bilsek de başkalarına aktaramayız. Çünkü aktarma vasıtası dildir ve
sözcükler hiçbir zaman varlığın tam karşılığı değildir. Söz gelimi, rengi kelimelerle
anlatmak imkânsızdır. Kaldı ki, tanımlanabilen veya anlatılabilen şeylerin
zihinlerdeki kavramsal iz düşümü de farklıdır. Bir kavram iki farklı insanın zihninde
aynı çağrışımı uyandırmadığı için, varlık hakkındaki bilgimizi bir başkasına
aktaramayız.
Sofistlerin Siyaset Felsefesi
Sofistlerin siyaset felsefesiyle ilgili görüşleri tek doktrinden oluşmaz.
Siyaset felsefesinin her dönemde temel iki doktrini olan ve sonraları felsefe
tarihinde çokça tartışılmış Sözleşme Teorisi ve Kuvvet Teorisi’nin ilk biçimini
Sofistler ortaya koymuşlardır.
Sözleşme Teorisi
Not: Kol kola girmiş
veya ‘bir işi birlikte
yapan insanlar’la ilgili
bir resim konulabilir
Bu teori Protagoras ve Antiphon tarafından ileri sürülmüştür. Teoriye göre,
varlıklar içerisinde dış dünyaya karşı en savunmasız olan varlık insandır. Bu
savunmayı sağlayabilmek için de insanlar âdeta gizli bir sözleşme yapmış gibi bir
araya gelerek çevrenin olumsuz şartlarına karşı bir topluluk oluşturmuşlardır. Bu
topluluk içerisinde giderek bir iş bölümü ortaya çıkmış ve insanlar birbirleriyle
yardımlaşmış, toplum içerisindeki haklardan eşit olarak yararlanma yoluna
gitmişlerdir.
Kuvvet Teorisi
Thrasymachos’a göre
adalet diye bir şey
yoktur, sadece iktidar
için kuvvetli ile zayıfın
yaptığı mücadele vardır.
Kallikles’e göre ise
aslında adalet yoktur,
yalnızca akıllılar ve
aptallar vardır.
Bu teori Thrasymachos ve Kallikles tarafından savunulmuştur.
Thrasymachos’a göre adalet diye bir şey yoktur, sadece iktidar için kuvvetli ile
zayıfın yaptığı mücadele vardır. “Kanun” denilen şey de kuvvetlilerin güçsüzleri
egemenlikleri altına almak için uydurdukları bir iktidar aracıdır. Adalet de
güçlülerin koyduğu kanunlara uymaktan başka bir şey değildir. Buna göre devlet,
iktidar uğrunda yapılan bir mücadelenin ürünüdür.
Kallikles’e göre ise aslında adalet yoktur, yalnızca akıllılar ve aptallar
vardır. Kanun, zayıfların, güçlülerin güçlerini kendilerine karşı kullanmalarını
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
engellemek için uydurdukları hilelerdir. Zayıflar güçlülere güç kullanarak egemen
olamadıkları için böyle bir hileye başvurmuşlardır. Buna göre devlet, zayıfların
güçlüleri yönetimleri altına almak için yaptıkları mücadelenin bir sonucudur.
SOKRATES ÖNCESİ DÖNEMİN İSLAM FELSEFESİNDEKİ
YANSIMALARI
Hiçbir medeniyet
katışıksız ve saf değildir.
Sokrat öncesi
filozofların, birçok İslam
filozofu üzerinde etkisi
bulunmaktadır.
Sokrat öncesi doğa
felsefesinin İslam
Felsefesi’ndeki
yansımaları
Tabiiyyun’da
görülmüştür.
Her tür bilginin kabul gördüğü ölçüde evrensel olduğu ilkesinden
hareketle, medeniyetlerin birbirleriyle çatışma içerisinde olmadığını hatta
birbirlerini etkileyip geliştirdiğini söylemek mümkündür. Tarihte veya bugün hiçbir
medeniyet katışıksız ve saf değildir. Dolayısıyla İlk Çağ Yunan Düşüncesi’nin ve daha
sonrasında gelişen Batı düşünce ve felsefesinin İslam Düşüncesi’ni etkilediğini
söylemek gerekmektedir.
Yunan Düşüncesi’nin İslam coğrafyasında tercüme edilmeye başlanmasıyla
birlikte, bu düşüncenin İslam Felsefesi üzerinde etkisi de söz konusu olmaya
başlamıştır. Yukarıda felsefeleri kısaca ele alınan Sokrates öncesi filozofların, birçok
İslam filozofu üzerinde etkisi bulunmaktadır. Bu etkinin varlık, ahlak, mantık, Tanrı,
bilgi, yani felsefenin hemen hemen her alanında olduğunu söylemek mümkündür.
İslam Felsefesi’nde önemli bir yer tutan ve yüzyıllar boyu medreselerde
okutulan klasik mantığın ilkeleri sistematik olarak Aristoteles tarafından belirlenmiş
olsa da, ilk olarak Sokrates öncesi dönemde ele alınmıştır. Zenon, hareketin,
değişmenin ve bölünmenin olmadığını ispatlayabilmek için tamamıyla mantıktan
hareket etmiştir. Öte yandan Sofistler herkesin kabul edeceği bir doğrunun
olamayacağını, yine belirledikleri mantık kurallarıyla ispatlamaya çalışmışlardır.
İslam düşünce tarihinde Tabiiyyun (doğa felsefecileri) olarak adlandırılan
bazı İslam filozofları, tıpkı Sokrates öncesi doğa filozofları gibi, gözlem ve deneyle
doğayı anlamaya çalışmışlar ve doğaya dayalı bir metafizik kurma çabası içinde
olmuşlardır. İslam düşüncesindeki tabiatçı felsefe, Yunan Felsefesi’nin etkisiyle
mutezile akılcılığının daha da ileriye götürülmesi sonucunda ortaya çıkmıştır.
Örneğin doğa felsefesinin etkisiyle gözlem ve deneye dayalı bir felsefe ortaya
koyan Ebu Bekr Zekeriya Razî, Sokrat öncesi doğa filozoflarında olduğu gibi, evren
ve metafiziğin temelinin beş ilkeden oluşan bir archeye dayandığını savunmuş ve
maddenin ezelî olduğunu kabul etmiştir. (Bayrakdar, 1988: 95) Ayrıca Pytagoras ve
Empedokles gibi Razî de reenkarnasyonu benimsemiş ve canlıların öldürülmesine
karşı çıkmıştır. Yine Pytagorasçı bir ahlak anlayışı benimseyen Zekeriya Razî, gerçek
mutluluğa ulaşabilmek için ruh ve nefsin arındırılması gerektiğini kabul etmiş ve
tensel zevklerden arınmış bir hayatı ideal saymıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
Sokrat öncesi
filozofların bazılarının
savunduğu
reenkarnasyon, bazı
İslam filozoflarını da
etkilemiştir.
Demokritos’un atom
teorisi, birçok İslam
filozofu üzerinde etkili
olmuştur.
Sokrat öncesi bazı
filozoflarda var olan
evrim teorisi, birçok
İslam filozofu
tarafından
benimsenmiştir.
Öte yandan İslam dünyasında İhvan-ı Safa adı verilen felsefe topluluğunda
bulunan Hurufilik ve Cifrcilik olarak bilinen sembolizm, yani harf ve sayıların
arkasında bir takım anlamlar arama düşüncesi yöntem olarak, Pytagoras’ın evrenin
oluşumunun ardında bazı sayısal oranlar aramasına oldukça benzemektedir.
(Bayrakdar, 1988: 98)
Başka bir İslam filozofu olan Serahsî’nin Sofistlerden etkilenmiş olması
muhtemeldir. Çünkü Serahsî de Sofistler gibi aşırı şüpheci ve akılcıdır. Yukarıda
belirtildiği gibi Sofistler herkesin kabul edebileceği bir hakikatin olmadığını
savunmuşlardı. Serahsî ise inanan herkesin üzerinde uzlaştığı doğrular olan dinî
doğruları, aşırı şüpheci bir yöntemle reddetmiş, bu anlamda dinî doğruların
herkesin kabul edeceği doğrular olmadığını öne sürmüştür. Ayrıca İslam
dünyasında Reybiyyun (septikler) olarak isimlendirilen şüphecilere İbnu’l-Mukaffa
ve Ebu’l-Atahiyye’yi de dâhil etmek gerekmektedir. Bu iki düşünür, Sofistleri
çağrıştıracak tarzda dinî doğrular da dâhil olmak üzere her tür “doğru”dan şüphe
edilmesi gerektiğini öne süren düşünceler kabul etmiştir. (Bayrakdar, 1988: 92, 94)
Öte yandan Sofistlerin aşırı rölativizminin, en azından cisim, hareket, zaman ve
mekânla sınırlı ve aşırı olmamak kaydıyla Kindî’de de bulunduğunu söylemek
gerekmektedir.
Hatırlanacağı gibi, Sokrates öncesi dönemdeki en önemli filozoflardan
birisi, materyalist ve ateist olan Demokritos’tu. İslam dünyasında ise kendilerine
Dehriyyun denilen ekolün ileri sürdüğü düşünceler Demokritos’u çağrıştırmaktadır.
Bu ekolün mensubu olan İbn Ravendî de Demokritos gibi, felsefi materyalizmi
benimsemiş, evrenin ve maddenin ezelî olduğunu savunmuştur. Öte yandan aynı
ekole mensup olan ed-Damî de, Demokritos’un düşüncelerine paralel olarak
yaratılışı reddetmiş, insanın hakikate ulaşması için tek rehberin akıl olduğunu ileri
sürmüştür. (Bayrakdar, 1988: 91)
İslam düşünce tarihindeki atomculuğun da yine Sokrates öncesi felsefeye,
özellikle Demokritos’a dayandığı düşünülmektedir. Bu tezi İslam felsefesinde,
çoğusu Mutezile bilgini olan Ebu Huzeyl el- Allaf, el- İskafî, Ebu Ali el- Cubbaî,
Muammer İbn Abbad, Hişam el-Fuvatî, Abbad bin Süleyman ve Ebu Bekr Zekeriya
Razî savunmuşlardır. Örneğin Allaf’a göre madde, atomların bir araya gelmesinden
oluşmuştur. Atomların boy, yükseklik vb. özellikleri olmadığı gibi, onlar bölünmez
ve parçalanmazlar. Atomlar varlığı oluşturmak için hareket edebilir ve
birleşebilirler. Ayrıca atomların renk ve kokuları yoktur. Görüleceği gibi Allaf’ın
atom anlayışı, Demokritos’un atom anlayışıyla hemen hemen aynıdır. (Bayrakdar,
1988: 194)
Sokrates öncesi felsefenin İslam felsefesindeki bir başta etkisi de
Empedokles’in dört unsur teorisidir. İslam düşüncesinde anasır-ı erbaa olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
bilinen, cisimlerin varlığın, dolayısıyla evrenin ateş, hava, su ve topraktan meydana
geldiği düşüncesi örneğin Farabî, İbn-i Sina, Zekeriya Razî ve İbrahim Hakkı
Erzurumî gibi düşünürlerde de görülmektedir.
Farabî evrenin, Tanrı’nın iradesi doğrultusunda dört unsurun birbiriyle
karışımı, birleşimi veya birbirinden ayrılmasından meydana geldiğini söyler. Bazı
farklarla adı geçen diğer filozoflar da Farabî’yle aynı düşünceyi savunmuşlardır.
İslam düşüncesindeki dört unsur teorisinin, Empedokles’in öne sürdüğü teoriden
farkı ise maddenin oluş veya bozuluşunda, bu dört unsuru birleştiren ve ayıran
gücün belirlenmesi noktasındadır. Empedokles bu dört unsuru birleştiren ve ayıran
gücü sevgi ve nefret olarak kabul ederken, İslam filozofları bu gücü Tanrı olarak
belirlemişlerdir.
Bir başka etki ise Pytagoras’ta bulunan, ruhun bedenin hapishanesi olduğu
ve ruhun bedenden kurtulunca asıl özgürlüğüne kavuşacağı düşüncesinin İslam
düşünce dünyasındaki yansımalarıdır. Bilindiği gibi, İslam sufizmi, bireyin benliğini
tamamen yok ederek Tanrı’da yok olması, yani farklılaşmamış ilk birlik hâline
dönerek sonsuzluğa ulaşma ve Tanrı’yla aynı olma düşüncesini içermektedir. Bu
düşünce Sokrat öncesi dönemde Pytagoras’tan başka filozoflar tarafından da
benimsenmiş olmakla birlikte, Hinduizm ve Budizm gibi dinî yapıları bildiği
anlaşılan Pytagoras’ta daha belirgin olarak vardır. İslam dininin ilk dönemlerinde
çok belirgin bir şekilde var olmayan İslam mistisizmi, Yunan Felsefesi’nin
Müslümanlar tarafından tercüme edilmesiyle muhtemelen bu konuda Sokrat
öncesi dönemden etkilenmiştir.
İslam düşünürlerinin Sokrat öncesi dönemden etkilendikleri bir başka konu
ise evrimle ilgilidir. Yukarıda belirtildiği üzere, örneğin Anaximandros gibi filozoflar,
canlıların zaman içerisinde evrildiğini öne sürmüşlerdir. İslam düşünürlerinden
Nazzam, Cahız, Birunî, İhvan-ı Safa, İbn Tufeyl, İbn-i Miskeveyh, İbn-i Haldun ve
daha sayılalabilecek bazıları, bir tür evrim düşüncesinden söz etmişlerdir. Ancak
İslam düşünürlerindeki bu evrim anlayışı elbette kendine özgüdür ve diğerlerinden
farklı tarafları vardır. Örneğin Nazzam’ın meşhur kumun-zuhur teorisine göre
Tanrı, bütün varlıkları içine alan bir öz yaratmış ve diğer bütün varlıklar, zaman
içerisinde bu özden meydana gelmişlerdir; yani evrilerek var olmuşlardır.
(Bayrakdar, 1987: 15, 40-44)
Öte yandan çok daha genel etkilerden söz etmek de mümkündür. Mesela
Pytagoras ve Pytagorasçılar ilk defa müzikteki perdeleri bilimsel olarak ele almış ve
nota bilgisine giden yolu açmışlardı. İslam dünyasında ise gerek dinî alanda gerekse
sanat alanında önemli bestelerin yapıldığını, hatta ezanın bile her namaz vaktinde
ayrı makamlarda okunacak şekilde bestelendiğini göz önüne alırsak, bu genel
etkinin anlamını pekiştirmiş oluruz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
Yine genel bir etki olarak İslam Düşüncesi’nde çok tartışılan “ruh”
kavramının, Sokrat öncesi dönemde Anaximenes ve Demokritos tarafından
incelendiği bilinmektedir. Hatırlanacağı gibi Anaximenes’te ruh, görünmeyen bir
varlığa sahipti ve insanın teneffüs ettiği hava idi; canlılık da ruhun varlığına
bağlıydı; ruhun bedenden ayrılmasıyla da hayat son bulmaktaydı. İslam
düşüncesinde de ruh, benzer şekilde ele alınmıştır. Elbette ruh kavramıyla ilgili
ulaşılan sonuçlar belki farklıdır. Ancak kavramın, İslam düşüncesinin oluşumundan
çok daha önce ele alınması, genel bir etkiyi akla getirebilir.
Özet
Bir başka genel etki de toplum felsefeleriyle ilgilidir. İslam düşüncesinde
Farabî ve İbn-i Haldun gibi filozoflarca tartışılan, toplumun oluşumundaki
teorilerden biri olan Sözleşme Teorisi, ilk defa Protagoras ve diğer Sofist filozoflar
tarafından konu edilmiş ve incelenmiştir.
•İlk Çağ Yunan Felsefesi genellikle Sokrates öncesi ve Sokrates sonrası
olarak adlandırılan iki bölümde ele alınır. Sokrates öncesi dönemin
başlarında daha çok doğa felsefesi yapılmış evren, madde, insan vb.
gözleme, deneye ve usavurmaya dayalı olarak anlaşılmaya çalışılmıştır.
Bu dönemin en önemli problemi, maddenin esasının ne olduğu, yani
arche problemidir. Varlık ve oluşun meydana gelmesinde her filozof farklı
bir faktör öngörmüştür. Varlığın oluşmasının nedenini ararken bazı
filozoflar panteizme, bazıları mistisizme, diğer bazıları da materyalizme
ulaşmıştır. Sokrates öncesi felsefenin sonraki dönemlerinde ise insan,
kültür, toplum ve devletle ilgili kavramlar sorgulanmaya başlamış, yine
gözlem ve usavurma yöntemleriyle belli sonuçlara ulaşılmıştır.
•Bu sonuçlar, felsefenin doğduğu bölgede, daha sonra gelen filozofları ve
felsefeleri etkilediği gibi, farklı coğrafya ve farklı medeniyetlerin
mensuplarınca üretilen düşünceleri de etkilemiştir. Bu çerçevede İslam
felsefesi de bu etkiden nasibini almıştır. Yunan Felsefesi'nin Müslüman
düşünürler tarafından tercüme edilmesiyle, İslam dünyasında yeni fikir
hareketleri ortaya çıkmaya başlamıştır. İlk Çağ Yunan düşüncesinin, İslam
Felsefesi'nin oluşumunda pay sahibi olması, oldukça normaldir. Çünkü
medeniyetler birbirine katkı sağlayarak gelişmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Varlıkların meydana geldiği ana maddeyi (archeyi) “su” olarak belirleyen
filozof aşağıdakilerden hangisidir?
a) Anaximenes
b) Thales
c) Demokritos
d) Homeros
e) Pytagoras
2.
Aşağıdaki Sokrates öncesi dönem filozoflarından hangisi ruh üzerinde
durmuş ve ruhu “hava” (nefes) olarak kabul etmiştir?
a) Thales
b) Anaximandros
c) Anaximenes
d) Gorgias
e) Zenon
3.
Reenkarnasyona inanan, arche olarak sayıyı belirleyen ve müzikle ilgili
çalışmalar yapan filozof aşağıdakilerden hangisidir?
a) Pytagoras
b) Parmenides
c) Protagoras
d) Anaximandros
e) Kallikles
4.
Evrende sürekli değişimi kabul eden ve “karanlık” lakabıyla bilinen filozof
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Thales
b) Parmenides
c) Zenon
d) Pytagoras
e) Herakleitos
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
5.
Sokrates öncesi dönemde, “dört unsur teorisini” savunan filozof
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Anaxagoras
b) Parmenides
c) Nazzam
d) Empedokles
e) Herakleitos
6.
Atom teorisini ilk defa ortaya koyan ve ilk materyalist sayılan Sokrates
öncesi dönem filozofu aşağıdakilerden hangisidir?
a) Demokritos
b) Homeros
c) Hesiodos
d) Zenon
e) Gorgias
7. İslam Felsefesi’ndeki “Tabiiyyun” kavramı, Sokrates öncesi için kullanılan
hangi kavramı karşılamaktadır?
a) Plüralizm
b) Reenkarnasyon
c) İnsan felsefesi
d) Kültür felsefesi
e) Doğa felsefesi
8.
Ebu Huzeyl el- Allaf, el- İskafî, Ebu Ali el- Cubbaî, Muammer İbn Abbad,
Hişam el-Fuvatî, Abbad bin Süleyman ve Ebu Bekr Zekeriya Razî gibi İslam
düşünürleri, ilk kez Sokrates öncesi dönemde ortaya konulan, aşağıdaki
hangi akımı savunmuşlardır?
a) Panteizm
b) Reenkarnasyon
c) Evrim
d) Atomculuk
e) Mistisizm
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
9.
Nazzam, Cahız, Birunî, İhvan-ı Safa, İbn Tufeyl, İbn-i Miskeveyh gibi İslam
düşünürleri evrim konusunda, aşağıdaki Sokrates öncesi filozofların
hangisinden etkiledikleri varsayılabilir?
a) Thales
b) Zenon
c) Anaximandros
d) Parmenides
e) Homeros
10. Aşağıdaki filozoflardan hangisinin İslam mistisizminin oluşumunda etkisi
olabilir?
a) Hesiodos
b) Thales
c) Demokritos
d) Zenon
e) Pytagoras
Cevap Anahtarı
1. B, 2. C, 3.A, 4. E, 5. D, 6.A, 7.E, 8.D, 9.C, 10.E
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
1. Aster, Ernst Von. (1943). Felsefe Tarihi Dersleri I-İlkçağ ve Ortaçağ Felsefesi, Çev.
Macit Gökberk, İstanbul, Ahmet İhsan Matbaası.
2. Bayrakdar, Mehmet. (1987). İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi, İstanbul, İnsan
Yayınları.
3. Bayrakdar, Mehmet. (1988). İslam Felsefesine Giriş, Ankara, Ankara Ün.Yayınları.
4. Capelle, Wilhelm. (1994). Sokrates’ten Önce Felsefe I (Fragmanlar-Doksograflar),
Çev. Oğuz Özügül, İstanbul, Kabalcı Yayınevi.
5. Capelle, Wilhelm. (1995). Sokrates’ten Önce Felsefe II (FragmanlarDoksograflar), Çev. Oğuz Özügül, İstanbul, Kabalcı Yayınevi.
6. Cevizci, Ahmet. (2001). İlkçağ Felsefesi Tarihi, 3. Baskı, Bursa, Asa Kitabevi.
7. Çetinkaya, Bayram Ali. (2010). İlkçağ Felsefesi Tarihi, İstanbul, İnsan Yayınları.
8. Elmalı, Osman. (2005). “Farabi’de Toplum Felsefesi”, Felsefe Dünyası Dergisi, 42,
113-125.
9. Elmalı, Osman. (2003). “İbn Haldun ve Machiavelli’in Realist Siyaset Kuramları”,
15, 133-142.
10. Erdem, Hüsamettin. (2000). İlkçağ Felsefesi Tarihi, 4. Baskı, Konya, Hü-Er
Yayınları.
11. Fahri, Macit. (1992). İslam Felsefesi Tarihi, 2. Baskı, İstanbul, İklim Yayınları.
12. Gökberk, Macit. (1980). Felsefe Tarihi, 4. Baskı, İstanbul, Remzi Kitabevi.
13. Güngör, Erol. (1996). İslam Tasavvufunun Meseleleri, 6. Baskı, İstanbul, Ötüken
Yayınları.
14. Kenny, Anthony. (2006). Ancient Philosophy, V: I, Oxford, Clarendon Press.
15. Kranz, Walter. (1994). Antik Felsefe, -Metinler ve Açıklamalar-, Çev. Suad Y.
Baydur, 2. Baskı, İstanbul, Sosyal Yayınlar.
16. Kumeyr, Y. (1992). İslam Felsefesinin Kaynakları, Çev. Fahrettin Olguner, 2.
Baskı, İstanbul, Dergâh Yayınları.
17. Leaman, Oliver. (1992). Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş, Çev. Turan Koç, Kayseri,
Rey Yayıncılık.
18. Magee, Bryan. (1998). The Story of Philosophy, London, Dorling Kindersley.
19. Özden, H. Ömer. (1990). İslam Felsefesi Tarihi Ders Notları, Erzurum, Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayını.
20. Pazarlı, Osman. (1964). Metinlerle Felsefe Tarihi, İstanbul, Remzi Kitabevi.
21. Sena, Cemil. (1974). Filozoflar Ansiklopedisi, İstanbul, Remzi Kitabevi.
22. Solomon, Robert C. - Higgins, Kathleen M. (1996). A Short History of
Philosophy, New York, Oxford University Press.
23. Taylan, Necip. (1991). İslam Felsefesi, 3. Baskı, İstanbul, Ensar Neşriyat.
24. Timuçin, Afşar. (1992). Düşünce Tarihi, İstanbul, BDS Yayınları.
25. Ülken, Hilmi Ziya. (1933). Türk Tefekkürü Tarihi, İstanbul, Matbaa-i Ebuzziya.
26. Vorlander, Karl. (2004). Felsefe Tarihi, Çev. Mehmet İzzet-Orhan Saadeddin,
Sadeleştiren. Yüksel Kanar, İstanbul, İz Yayıncılık.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İslam Düşüncesinin Oluşumunda Sokrates Öncesi Felsefenin Yeri
27. Weber, Alfred. (1993). Felsefe Tarihi, Çev. H. Vehbi Eralp, İstanbul, Sosyal
Yayınlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN
OLUŞUMUNDA SOKRATES
SONRASI FELSEFENİN YERİ
• Yunan Felsefesi'nin İslam
Dünyasına Girişi
• Sokrates ve Felsefesi
• Platon ve Felsefesi
• Aristoteles ve Felsefesi
• Helenistik Felsefe
• Stoa
• Plotinus ve Felsefesi
• Sokrates ve Sonrası Yunan
Filozoflarının İslam Düşüncesi
Üzerindeki Etkileri
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Sokrates, Platon, Aristoteles, Plotinus
gibi Yunan filozoflarını tanıyabilecek,
• Bu filozofların nasıl bir düşünce
sistemine sahip olduklarını
anlayabilecek,
• Bu filozofların hangi sebeplerle İslam
dünyasında tanındıklarını görebilecek,
• İslam Düşüncesi'nin nasıl ve hangi
nedenlerle felsefeyle tanıştığını
anlayabilecek,
• Müslüman araştırmacıların bu
filozoflardan nasıl ve hangi sebeplerle
istifade ettiklerini kavrayabileceksiniz.
İSLAM DÜŞÜNCESİ
TARİHİ
Prof.Dr. H. Ömer ÖZDEN
ÜNİTE
3
Allah’a İman ve Tevhid
GİRİŞ
İslam Düşüncesi, dar anlamda düşünüldüğünde Müslüman filozofların
ortaya koydukları felsefi hareketlere verilen ad, şeklinde tanımlanırken geniş
anlamda İslam medeniyetinin hâkim olduğu coğrafyada ortaya çıkan her türlü
felsefi, edebî, tasavvufi, bilimsel faaliyetlere verilen isim olarak
tanımlanabilmektedir. Şüphesiz her faaliyetin etkilendiği bir takım iç ve dış
faktörler bulunmaktadır. İslam Düşüncesi’ne kaynaklık eden iç etkenlerin en
önemlileri Kur’an ve hadisler olarak gösterilirken, dış etkenler olarak da Hint
Düşüncesi, Türk Düşüncesi, Fars Düşüncesi ve en önemli etken olarak da Yunan
düşüncesi gösterilmektedir. Bu etkenlerin bir araya gelmesiyle bir İslam düşüncesi
ortaya çıkmıştır. Hiç şüphe yok ki, İslam Düşüncesi’nin ilk ve en önemli kaynağı
bizzat yine İslam’dır. Kuran’ın ve Hz. Peygamber’in bilim ve tefekkür konusundaki
tutumu bilinmektedir. Ancak bir düşüncenin hem ortaya çıkması hem de gelişip
olgunlaşması için dış tesirlere de ihtiyaç bulunmaktadır. İslam Düşüncesi’nin de
hem teşekkül edişinde hem de gelişmesinde, iç etkenlerin yanı sıra dış etken olarak
Yunan Düşüncesi’nin önemli bir payı vardır.
Tartışma
İslam düşüncesi, İslam
dünyasında meydana
gelen felsefi, dinî,
edebî, bilimsel,
tasavvufi her tür
düşünce hareketinin
adıdır.
Bu ünitede İslam filozofları üzerinde etkili olan Sokrates sonrası Yunan
Felsefesi anlatılarak bu etkilerin hangi konularda olduğu üzerinde durulmaya
çalışılacaktır.
•Felsefenin Yunanla başlayıp başlamadığını tartışabilirsiniz.
YUNAN FELSEFESİ’NİN İSLAM DÜNYASINA GİRİŞİ
Yunan Felsefesi, İslam dünyasına tercümeler yoluyla girmiş ve tanınmıştır.
Yunan filozofları, önce bu tercümelerle tanınmış, sonra da İslam dünyasında
müstakil ve özgün bir İslam Felsefesi oluşmuştur. Aşağıda İslam Düşüncesi’nin
oluşum ve gelişim döneminde etkin olmuş Yunan düşünürlerini ve görüşlerini
kısaca tanıtmaya çalışacağız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Allah’a İman ve Tevhid
SOKRATES VE FELSEFESİ (mö. 469/470-349):
Sokrates’in kendisi tarafından yazılmış bir eseri yoktur. Onun fikirlerini,
öğrencilerinden ve özellikle de Platon’dan öğrenmekteyiz.
Sokrates, yaşadığı gibi düşünen ve düşündüğü gibi yaşayan, savunduğu
düşünceleri hayatına aktaran, hatta bu uğurda hayatını feda etmekten çekinmemiş
bir filozoftur.
Felsefesinde temel problem olarak insanı ele almıştır. Sokrates, tümel bir
doğrunun bulunabileceğini savunarak, böyle bir bilginin olamayacağını kabul eden
Sofistlerden ayrılmıştır.
Sokrates, bilgiye değer veren bir filozoftur; gerçek bilginin varlığına inanır
ve bu bilginin ahlak duygusu ile de yakın ilgisi bulunduğunu savunur. Ona göre
erdemli olmakla bilgili olmak arasında doğrudan bir bağ vardır. Hiç kimse bilerek
kötülük yapmaz. Buna göre erdemsizlikle de bilgisizlik arasında bir bağ vardır.
Öyleyse Sokrates’e göre erdem nedir? Sokrates’e göre erdem, neyin iyi neyin yanlış
olduğunu bilmektir. Buna göre bilgisiz bir ruh aydınlatılarak bilgisizlikten
kurtarılmak suretiyle düzeltilip erdemli hâle getirilebilir.
Bunun için de insanın ruhunun derinliklerindeki bilginin açığa çıkarılması
gerekir. Sokrates bilginin ortaya çıkarılmasında iki aşamalı bir yol takip eder:
Birincisinde karşısındaki muhatabının hiçbir şey bilmediğini varsayarak ona
bilemeyeceği bazı sorular sorar. Sokrates buna alay anlamında İronik Yöntem der.
Sorular sorduğu kişi bir şey bilmediğine inanınca bu kez onun aslında her şeyi
bildiğini ortaya çıkaracak sorular sorarak ondaki bilgiyi doğurtur. Bu yönteme
doğurtma anlamına gelen Mayotik Yöntem der. Buna göre bilgi, insanın ruhunda
saklı-gizli durumdadır. Asıl olan bu bilgiyi ortaya çıkarabilmektir.
Sokrates’e göre
kötülüğün kaynağı
cehalettir. Kimse
bilerek kötülük yapmaz.
Sokrates, düşünce ile davranış arasında sıkı bir ilgi ve tam bir uyum
bulunduğu kanaatindedir. Erdemin varlığı, bu dünyada mükemmel bir nizamın
varlığının da ifadesidir. Dünyada bulunan bu intizam, ancak iyiliği dileyen bir
Tanrı’nın varlığıyla açıklanabilir.
Dindar bir kişi olan Sokrates, başlangıcından itibaren hayatını yüce bir
kudretin yönettiğine inanmıştır. Yapmış olduğu her işte ve harekette kendisini
uyaran bir sesin varlığını duyan ve hisseden Sokrates, bütün hayatını bu sesin
uyarılarına göre tanzim ettiğini ifade etmiştir. Hayatının her anında, içinden bir
sesin kendisine yol gösterdiğini ve nasıl hareket etmesi gerektiğini hatırlattığını
belirtmiştir. Sokrates, bu uyarıcı sese “Daimonion” adını vermiş ve bu ses sayesinde
kötülüklerden uzak kaldığını, iyiye yöneldiğini belirtmiştir. Sokrates’e göre doğruyu
gösteren, uyaran bu gizli ses Tanrı’nın sesidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Allah’a İman ve Tevhid
Sokrates, içinde duyduğunu söylediği bu sesin varlığına inandığından dolayı,
dine karşı gelmek, Atina’ya yeni Tanrılar getirmek suçuyla itham edilerek
yargılanmıştır. Çünkü Yunanlıların inandığı Tanrılar, aynı zamanda devletin de
resmî dinini oluşturuyordu. Sokrates’in bu tavrı devletin resmî dinine karşı gelmek
olarak algılanmış ve siyasi bir boyut da kazanmıştı.
Sokrates’in suçlandığı ikinci bir konu da gençleri yoldan çıkarma iddiasıydı ki,
bu da onun gençlerle yapmış olduğu konuşmalarda Sofistlerin yöntemini
kullanmasıydı. Sokrates, her iki konuda da kendisini çok iyi savunmasına rağmen,
mahkûm edilmiş ve baldıran zehiri içirilerek öldürülmüştür.
Sokrates, savunması sırasında ölümden korkmadığını, aksine kendisinin
ölümünden sonra Atinalıları uyaracak biri kalmayacağı için onlara üzüldüğünü
belirtmiştir. O, bu savunması sırasında ölümün, sadece bedenin yok olması demek
olduğunu, insan ruhunun ölümsüz olduğunu ifade etmiştir. İnsan ruhu, bedenin yok
olmasıyla yok olmaz, yaşamaya devam eder. Ölümsüz olan insan ruhu, bedenin
ölümünden sonra yeni vazifelerle donatılmış olarak yaşamaya devam edecek,
önceki hayatında yapmış olduğu iyi fiillerinden dolayı mükâfatlandırılacak, kötü işlerinden dolayı da ceza görecektir.
Sokrates, hayatı boyunca öğrencilerine hep kendileriyle uyumlu olmaları
gerektiğini söylemiş ve bu uyumu hiçbir zaman bozmamaları gerektiğini
anlatmıştır. Mahkemedeki dürüstlüğü ve cesareti, hakkında verilen ölüm cezasına
karşı takındığı tavırla o, ömrü boyunca inandığı, yaşadığı ve telkin ettiği değerlere
daima sahip çıktığını göstermiş ve kendisiyle uyumsuzluğa düşmemiştir.
Öğrencilerinin kendisini hapishaneden kaçırma isteklerini de bu uyumu bozmamak
için reddetmiştir. (Birand, 1964: 34-39; Elmalı-Özden, 2011: 97-103)
Sokratesçi Okullar
Sokrates’in düşüncelerini takip edenlerin oluşturdukları düşünce gruplarına
Sokratesçi Okullar adı verilmiştir. Bunlar Kynik, Kyrene, Megara ve Elis-Eretria
okullarıdır. Bunlar arasında en etkili olanlar Kynik ve Kyrene okullarıdır. Her iki okul
da daha ziyade ahlak alanında görüşler ileri sürmüşlerdir.
Kynikler, hayatı fazlaca dikkate almamayı, pejmürde ve dağınık bir yaşamı,
nerde akşam orda sabah anlayışını tercih eden bir hayat anlayışını dikkate
almışlardır. Mutlu olabilmek için istek ve hazların dizginlenmesini, hatta hazlardan
kaçınılması gerektiğini savunmuşlardır.
Kyreneliler ise aksine hedonist bir ahlakı savunarak hazlara önem verip
acılardan kaçmayı mutlu olmanın yolu olarak göstermişlerdir. Ancak hazzın da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Allah’a İman ve Tevhid
sonunda acıya dönüşmeyecek olanlarının tercih edilmesini öngörmüşlerdir.(Birand,
1964: 39-42)
PLATON VE FELSEFESİ (mö. 427-347):
Platon, yirmi yaşında Sokrates’in öğrencisi olmuş, bu tanışma hayatının
dönüm noktasını oluşturmuş ve ondan çok şey öğrenmiştir.
Sokrates’in haksız yere ölümünden sonra Atina’dan ayrılan Platon,
maceralı bir seyahat sürecinin sonunda tekrar Atina’ya dönmüş ve burada 387
yılında Akademia adını verdiği ünlü felsefe okulunu kurmuştur. Tam kırk yıl bu
okulda dersler veren Platon, burada matematik, felsefe ve musiki gibi temel
derslere ve eğitime çok önem vermiştir.
İlk Çağ filozofları içinde eserlerinin neredeyse tamamı günümüze kadar
ulaşan Platon’un gençlik döneminde yazdığı eserleri Sokrates’in düşüncelerini
aktardığı ve Sokratesçi bir tavır takındığı diyaloglardır. İkinci dönem eserleri “geçiş
dönemi diyalogları” olup kendi düşüncelerini de öne çıkarmaya başladığı
eserleridir. Platon’un “olgunluk dönemi diyalogları” olarak nitelenen eserlerinde
artık kendi düşünceleri anlatılmaktadır. “İhtiyarlık dönemi diyalogları” ise yeni bazı
düşüncelerini şekillendirdiği eserleriyle, önceden yazmış olduğu bazı düşüncelerini
tekrar gözden geçirerek yazmış olduğu eserlerinden oluşmaktadır. Hepsi çok
önemli olan eserlerinden bazıları Sokrates’in Savunması, Şölen, Devlet,
Kanunlar’dır.
Platon’un, Sokrates’in tesirinden çıktıktan sonra ele aldığı kendine ait
felsefesi, başlıca üç kısma ayrılır: Bunlar; ideler ve varlık nazariyesi, ruhun
ölümsüzlüğü ve devlet hakkındaki düşüncelerinden oluşmaktadır. Şimdi biz
Platon’un bu temel düşünceleriyle birlikte diğer felsefi konulardaki düşüncelerini
de kısaca anlatmaya çalışalım.
Bilgi Anlayışı ve İdeler Nazariyesi
Sofist Protagoras’ın bilgiye sübjektif bir nitelik kazandırmasına karşı çıkarak
objektif bir bilginin var olduğunu kabul etmiştir. Çünkü bilgi, yalnızca algıdan ibaret
değildir. Duyularımız bize sadece görünüşler dünyasının algılarını verir. Algının
bittiği yerde, gerçek bilgi başlar. Fakat gerçek bilgi, görünüşler dünyasından elde
edilemez.
Platon, gerçek bilginin varlığının en önemli delili olarak matematiği
gösterir. Matematik bilgiler, her zaman ve her yerde açık-seçik ve şüpheden uzak
olan doğru bilgilerdir. Dış dünyada gerçek bir üçgen bulunamaz, ama zihnimizde bir
Platon’un Akademisi’nin
kapısında şöyle yazılıdır:
“Matematik bilmeyen
Akademi’ye giremez!”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Allah’a İman ve Tevhid
üçgen fikri vardır. Platon’a göre gerçek üçgen, insan ruhuna kazınmış olup bu
dünyada onun benzeri görülünce o şeyin asıl üçgene benzediği hatırlanmakta ve
ona üçgen denmektedir. Yani Platon’a göre gerçek bilgi, kavramlı bilgidir. Bu
kavramlı bilgi ise Platon’un kendi ifadesiyle, idelerden kaynaklanır. Bu ideler, yani
kavramlar, tecrübe dünyasından elde edilmiş bilgiler değildir. Ancak görünüşler
dünyasında görülen nesneler, onların aslı olan idelerin hatırlanmasını sağlar.
Öyleyse bilgi aynı zamanda bir hatırlamadır.
Platon’a göre bir ağacın ağaç olduğunu nasıl idelerin bilgisiyle anlıyorsak,
bunun gibi “aynılık, adalet, iyilik ve güzel” denilen şeylere ait kavramlar da böyledir. İyi ya da güzel denilen şey, mutlak iyi veya güzelin bizzat kendisi olmayıp, belki
mutlak iyiye ve güzele az-çok yaklaşan şeydir. Ruh, ideler dünyasında gördüklerinin
benzerlerini, görünüşler dünyasında görüp hatırlar, sonra bunu hüküm verme
gücüyle bir kavram olarak ifade eder. İnsan, ideler dünyasında ruhunun
derinliklerine kazınmış olan asıl varlıkların yansımalarını üzerinde yaşadığımız
görünüşler dünyasında görüp hatırladığı zaman, o varlığın ne olduğunu anlar ve
örneğin “bu, iyidir.” “Bu güzeldir.” diye bir hüküm verir. Eğer daha önceden iyiyi,
güzeli veya üçgeni bilmeseydik, yaşadığımız dünyada gördüklerimizin iyi veya güzel
olduğuna hükmedemezdik. O hâlde Platon’a göre gerçek bilgi, kavramlı ve objektif
olan bilgidir. Bu bilgiye ulaşmada ruhun hüküm verme gücü etkilidir.
Buraya kadar anlattıklarımızdan da anlaşılacağı gibi Platon birbirinden
tamamen farklı olan iki evren kabul etmektedir. Biri her şeyin asıllarının bulunduğu
“ideler âlemi”, diğeri de her şeyin görüntülerinin, yansımalarının veya gölgelerinin
bulunduğu “görünüşler veya gölgeler âlemi”dir.
Platon, bu iki evren anlayışını “mağara benzetmesi” ile açıklar. Buna göre
görünüşler dünyasında yaşayan insanlar, sırtları mağaranın girişine, yüzleri de
duvarına gelecek şekilde oturmuş insanlar gibidirler. Bu mağaradaki insanlar, nasıl
ki dışarıdan içeriye giren ışığın duvara yansıttığı gölgeleri görebiliyorlarsa, üzerinde
yaşadığımız dünyaya da ideler evrenindeki gerçek varlıkların gölgeleri
yansımaktadır. Biz bu asılları hatırladığımız için yansıyan varlıkların ne olduklarını
bilmekteyiz. Ama bunlar, asıl değil, sadece birer gölgeden ibarettir. Asıl varlıklar,
ideler âleminde bulunmaktadır. Ama bu gölgeler âlemi, devamlı olarak ideler
âleminin etkisi altında bulunmaktadır.
İdeler, ezelî ve ebedîdirler. Hâlbuki görünüşler dünyasındaki varlıklar, yok
olmaya mahkûmdurlar. İdeler dünyasındaki uyumlu ve düzenli bir kozmostur. Bu
kozmosun en tepe noktasında “varlık” ve “iyilik” idesi bulunmaktadır.
Erdem, neyin iyi, neyin
kötü olduğunu
bilmektir.
Platon, görünüşler dünyasındaki maddeye ideler âlemine göre şekil veren
bir Tanrı’nın varlığını da kabul etmiştir. Bu Tanrı, yaratıcı değil, Demiurgus adı
verilen şekil verici veya mimar bir tanrıdır. İdeler evreninin en üst noktasında varlık
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Allah’a İman ve Tevhid
idesi bulunur. Platon, idelerin gerçekliğini kabul ettiği için idealizmin kurucusu
sayılmaktadır.(Birand, 1964: 49-53)
Ruh ve Psikoloji Anlayışı
Platon felsefesinde ruhun önemli bir yeri vardır. Belirtildiği gibi bilgi, ruhun
daha önceden var olmasını gerektirir. Buna göre ruh, ideler evreninde daha
önceden yaşamış, ideleri gözlemlemiş ve bu bilgilerle bedene girmiştir. Platon’a
göre ruhun bedenden önce var olduğunun en önemli delili, daha önce gördüğü
ideleri hatırlamasıdır. Ruhun bedenden önce var olduğu düşüncesi, mantıksal
olarak ölümsüz olduğunun da delilidir.
Platon’a göre insan, ruhun ölümsüzlüğüne inanmakla bir şey kaybetmez;
buna inanmak, inanmamaktan daha iyi ve faydalıdır. İtalya’dayken kısmen orphik
inancın etkisinde kalan Platon’a göre bedendeki ruh, kendisini âdeta bir
hapishaneye girmiş gibi hisseder. Ruh, bedende iken ideler âlemini sürekli
hatırlayarak kurtulma ve bağımsız olma arzusu taşımaktadır. Bu bağımsızlık özlemi,
ruhun bir gün eski hayatına döneceği düşüncesine neden olmuştur. Platon, orphik
düşünceden etkilenmesine rağmen ruhun bir bedenden çıkıp başka bir bedene
girmesinden söz etmemiştir. Yani Platon’da tenasüh (reenkarnasyon) anlayışı
yoktur. Aksine Platon, ruhun bedenden ayrıldıktan sonra tekrar ideler dünyasına
döneceğini düşünmüştür.
Platon’a göre ruhun ölümsüzlüğünün bir başka kanıtı da şudur: Ruh,
birleşik bir varlık değil, yalın bir varlıktır. Bir şeyin yok olması demek, birçok
unsurdan meydana gelen bir terkibin dağılması demektir. Beden, birçok unsurdan
meydana gelen bir terkip olduğu için ölümüyle dağılıp yok olmaktadır. Oysa ruh,
yalın bir varlık olduğu için, bedenden ayrıldıktan sonra yok olmamakta, arzuladığı
ilk yaşantısına dönmektedir.
Platon’a göre ruh âdeta bedenin bütününe yayılmış bir varlık olup, üç ayrı
işlevi olan bir bütündür. Bu bakımdan o, ruhun işlevleriyle bedenin bölümleri
arasında bir bağ kurmaktadır. Buna göre ruhun en aşağı işlevi, insanı istemediği
şeylere de sürükleyebilen zorlayıcı anlamındaki ilcalardır ve bedende ayaklara
karşılık gelmektedir. Ruhun bu aşağı özelliği, insanın hazlara olan eğilimini temsil
eder. Ruhun ikinci işlevi, iradedir ve bu da bedendeki kalbe tekabül etmektedir.
Eğer irade ilcaları kontrol altına alabilirse, insan hataya düşmekten kurtulabilir.
Ama eğer irade ilcaların boyunduruğu altına girerse o takdirde yanlıştan
kurtulamaz. Bu bakımdan üçüncü bir ruh işlevine ihtiyaç vardır ki, bu da akıldır.
Platon’a göre ruhun en önemli gücü akıl olup, diğer tüm ruh işlevlerini, akıl kontrol
altına alabilir. Aklın kontrolünde olan insan, aynı zamanda erdemli işler de
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Allah’a İman ve Tevhid
yapabilir. Bu insan, aynı zamanda mutlu insandır. Platon aklın, bedendeki en üst
bölüm olan başa karşılık geldiğini belirtmektedir.(Elmalı-Özden, 2011: 126-128)
Ahlak Anlayışı
Platon, başlangıçta İlk Çağ’ın karakteristik mutçu ahlak anlayışına sahiptir.
O da Sokrates gibi düşünerek ahlakın bilgi ile ilgili olduğunu ve hiç kimsenin bilerek
kötülük yapmayacağını, kötülüğün bilgisizlikten kaynaklandığını kabul eder.
Platon’a göre iradeyle yapılan fillerin asıl gayesi iyiyi istemektir. İyilik
yapmak insanı mutlu kılar, kötülük ise mutsuzluğa neden olur. İyinin ve kötünün ne
olduğunu anlamanın yolu ise erdemli olmaktan geçer. Buna göre Platon’un ahlak
anlayışında temel kavram, erdemdir. Erdem, neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilip,
kötüden kaçınmaktır. Asıl erdem, doğruya ve iyiye göre hareket etmektir. Buna
göre erdem ruhun iyi durumda olmasından başka bir şey değildir ve buna
eudaimonia denir. Çünkü erdemin kaynağı bizzat iyi idesidir.
Ona göre insanı özgür, zengin ve huzurlu yapan erdemdir; erdemi
belirleyen de insanın aklıdır. İhtiraslarına boyun eğenler ise hem akıldan uzaklaşmış
olur hem de bu yüzden korku, endişe ve huzursuzluğa düşerler.
Platon’un ahlak anlayışının asıl amacı, insanın Tanrı’ya benzemesidir.
Çünkü Tanrı’da büyüklük, güç, iyilik, güzellik ve gerçeklik fikirleri içkindir. Bunlarla
tam anlamıyla donanmak ancak Tanrı’ya aittir. İnsanlar bunlara belirli oranda
uyarlar. Örneğin Tanrı adildir, adalet ve doğruluk ancak Tanrı’dadır; insan adil
olamaz, ancak adillerden biri olabilir. Platon en yüksek erdem olarak adaleti
görmektedir. Bu en yüksek erdemin ortaya çıkmasına yardımcı olan erdemler ise
devlet anlayışındaki sınıfların varlığını gerekli kılmaktadır ve bu erdemler de ölçülü
olma, cesaret ve bilgeliktir. Adalet erdemini gerçekleştiren insan, olgunlaşmaya
başlamış demektir. Bunun için de insanın, ruhun işlevleri arasında adaleti sağlaması
gerekir. Bilgelik, aklın adaleti; cesaret kalbin adaleti ve ölçülü olmak da duyumların
adaletidir.
Platon’a göre gerçek erdeme, insanın doğuştan getirdiği erdem idesinin
açığa çıkarılması, yani işlenmesi ile ulaşılır. Bilge insanların erdemi işte bu şekilde
elde edilen erdemdir. Oysa sıradan insanlar erdeme ulaşmak için bir çaba
harcamaksızın, alışkanlıklarıyla yaşadıklarından tam anlamıyla bir erdeme sahip
değillerdir.
Platon’un ahlak anlayışında üç husus öne çıkarılabilir. Bunlar en yüksek iyi,
erdem ve bu iki kategorinin içinde gerçekleşebileceği devlettir. En yüksek iyi, ahlaki
davranışın en son amacıdır ve bu en yüksek iyi ise mutluluktur. Bu iyinin tek kişide
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Allah’a İman ve Tevhid
gerçekleşmesi erdemdir. Yine bu iyinin toplum hayatında gerçekleşmesi ise ancak
devlet sayesinde olabilir.(Birand, 1964: 57-58)
Devlet Anlayışı
Platon, devleti bir organizmaya benzetir; mükemmel ve adil devletlerin
mükemmel insanlar yetiştireceği kanaatine ulaşır. Bu bakımdan gençliğinden
itibaren incelediği yönetim biçimlerinin hiçbirinin insanı mutlu etmeye ve adaleti
sağlamaya uygun olmadığı düşüncesinden hareketle hepsinin yanlış olduğunu
savunarak kendine özgü bir devlet anlayışı geliştirmiştir.
Platon’a göre insanları mutlu edecek devlet, ideal devlettir. Bu ideal devlet,
vatandaşları arasındaki iş bölümüne dayalıdır. Bu da belli sınıfları gerektirir. Platon
devletin içindeki yurttaşların üç sınıf olması gerektiğini belirtir. Her sınıfın kendine
özgü bir erdemi bulunmalı ve her sınıf buna uymalıdır. Bu üç sınıf işçiler, bekçiler
ve yöneticilerden oluşur. Bu sınıfların görevleri ve bulundurmaları gereken
erdemleri ise şunlardır:
Platon’a göre devlet, bir
organizma gibidir.
İşçiler sınıfı çalışmak ve itaat etmek zorundadır. Çünkü çalışma olmaksızın
devlet devam etmez. Bu sınıf, kendi aralarında evlenebilir, çoluk çocuk sahibi
olabilir, mülkiyet edinebilirler. Ama bir üst sınıfa geçemezler.
Bekçiler sınıfı bir üst sınıftır ve bunlar devleti her tür tehlikeye karşı
korumak zorundadırlar. Bekçiler, seçkin bir sınıf olup erkek kadın ayırımı olmaksızın
güçlü, güzel, dayanıklı olan herkes bu sınıfa dâhil olabilir. Bu sınıfta görev alanların
bulundurmaları gereken erdemleri, cesaret sahibi olmalarıdır. Çok iyi bir beden
eğitimi alarak bu cesaretleri artırılırken aynı zamanda ruh eğitimi ile de adaletten
ayrılmamaları sağlanır. Görevleri, ideal devleti korumaktır. Bu görevlerini tam
hakkıyla yerine getirebilmeleri için bekçilerin servet sahibi olmaları, mülkiyet
edinmeleri ve kendi aralarında serbestçe evlenmeleri yasaktır. Bekçiler, devletin
seçtiği çiftler tarafından kutsal bir evlendirmeyle evlendirilir, çocukları olunca
ellerinden alınıp kreşe konur, devletçe büyütülür. Evlilik, çocuğun oluşuyla biter.
Her çocuk bütün bekçi kadınları anne, bekçi erkekleri de baba bilirler. Sonra aynı
kişiler başka bekçilerle evlendirilebilirler. Kısacası ideal devlette her şey ortaktır.
İdareci veya yöneticiler de bekçilerin aldığı eğitimlerin yanı sıra felsefe
eğitimi de alırlar. Çünkü ideal devleti ancak filozoflar yönetebilirler. Platon’un
felsefe eğitiminden maksadı, en yüksek iyinin de aralarında bulunduğu idelerin
öğretilmesidir. İdeal devleti gerçekleştirecek olanlar da bu ciddi eğitimi almış olan
filozof hükümdarlardır. İdeal devleti tek bir hükümdar değil, filozofların
oluşturduğu bir aristokratlar zümresi yönetir. Bu heyettekilerin hepsi de filozof
olduklarından, devleti yönetirken kanuna ihtiyaç duymazlar. Onlar, gerek duyulan
her şeyi akılla tespit edip uygularlar. Buna da herkes boyun eğmek zorundadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Allah’a İman ve Tevhid
İdeal devletin yöneticilerinin de aile hayatları, özel mülkiyetleri ve
servetleri olamaz. İdeal devletin yöneticilerinde bulunması gereken erdem, hikmet
ve felsefe bilmektir. Bunun yanında idarecilerin öğrenmeleri gereken bilimler
arasında âlemdeki genel düzeni tanıtan matematik ile göklerdeki düzeni anlatan
astronomi de bulunmaktadır.
Platon’un bekçiler ve yöneticilerin bazı haklarını kısıtlaması ve
yasaklamasının nedeni, kendi çıkarlarını devletin çıkarlarına tercih etmelerini
önlemek içindir.
Ders anlatım videosunu
izleyiniz
Platon, devlet ile insan arasında bir bağ kurarak devletin büyük çapta bir
insan, insanın ise küçük çapta bir devlet olduğunu belirtmiştir. Ruh görüşünde
insan ruhunun işlevlerini üç kısımda değerlendiren ve insan bedeninin bölümleriyle
eşleştiren Platon, devletin bölümleriyle insan bedenini de eşleştirmiştir. Buna göre
aralarında köleler ve sanatkârların da bulunduğu işçiler sınıfı bedendeki ayaklara;
devletin koruyucusu durumundaki bekçiler bedende göğüse ve özellikle kalbe;
yöneticiler de başa ve özellikle de başta bulunduğunu varsaydığı akla tekabül
etmektedir.
Platon’un ideal devleti, ortak bir yaşantıyı öne çıkaran ve bu anlamda
komünizmin öncüsü sayılan ve tamamen ütopik niteliği bulunan bir anlayıştır.
Zaten Platon, bu devlette yaşayacak olan insan sayısını da çok az ve sınırlı olarak
düşünmüştür. Bu devletin uygulanma imkânının bulunmadığını İtalya’daki
girişimleriyle anlayan Platon, yaşlılık döneminde Nomoi (Kanunlar)adını verdiği bir
kitap daha yazarak bazı görüşlerini daha uygulanabilir hâle getirmeye çalışmıştır.
Örneğin ideal devletteki sosyalist ve komünist anlayışı terk ederek aile hayatı, özel
mülkiyet ve servet edinmenin serbest bırakılmasından yana olduğunu ifade
etmektedir. Yine bu yeni devlet modelinde bir orta sınıf bulunması gerektiğini
savunmaya başlamıştır. Bu yeni devletin ekonomisinin belirlenmesini ve
kanunlarının bulunması gerektiğini de kabul etmektedir. Çünkü bu yeni anlayışında
Platon’a göre insan bir tanrı veya melek olsaydı o takdirde ideal bir devlet
düşüncesi gerçek olabilirdi. Ama insan ne tanrıdır ne de melek. Bu sebeple iktidar
makamının kötüye kullanılmasını önlemenin tek yolu, devletin belli kanunlara göre
yönetilebilmesini sağlamaktır. Hükûmet, yasaların üstünde değil, kontrolünde
olmalıdır.(Erdem, 2000: 223-231)
Din Anlayışı:
Platon Felsefesi’nde ideler doktriniyle dindarlık duygusu, birbirine bağlıdır.
Platon, özellikle Kanunlar adlı eserinde dine büyük önem vermiştir. İdeal devlette
topluluğu şekillendiren gücün bilim ve ideler olduğunu savunurken, bu yeni
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Allah’a İman ve Tevhid
anlayışında her şeyin ölçüsünün ve belirleyicisinin Tanrı olduğunu kabul eder. Buna
bağlı olarak dinî de topluma nizam veren bir kurum olarak görmüştür.
Evrenin bütününde bulunan uyumluluk, aşkın bir zekânın var olduğunun
çok açık delilidir. Esasen idelerin özünü de Tanrı ihtiva etmektedir. Çünkü Tanrı,
mutlak anlamda gerçeklik, bilgelik, güzellik ve adalettir. Ezelî ve ebedî olan Tanrı,
ideler göre dünyayı meydana getirmiştir. Tanrı yine mutlak olarak vardır. Var olmuş
veya var olacak değildir. Çünkü Tanrı, değişmeyen ve mükemmel olan bir varlıktır;
iyiliğin de kendisidir. İyilik idesi ile Tanrı, bir ve aynı şeydir. Tanrı, varlığın ve bilginin
de temelini teşkil eder. Bilge kişi, iyiliğin kendisi olan Tanrı’yı kendisine örnek
almalı ve düşünceleriyle ona benzemeye çalışmalıdır.(Erdem, 2000: 235-238)
ARİSTOTELES (mö. 384-322):
Platon’un öğrencisi olan Aristoteles, Makedonya kralı Philipp’in oğlu
İskender’e özel dersler vermiş, İskender kral olunca onun danışmanlığını da
yapmıştır. Aristoteles, İskender’in İran ve Hindistan’ı kapsayan Doğu seferine
çıkması üzerine Atina’ya dönmüş ve Lykeion Gimnasyum’unda Lykeion adını verdiği
okulunu kurmuştur. Bu okul, bu günkü Lise’nin temelini oluşturmaktadır. Burada
derslerini yürüyerek anlattığı için de Aristoteles düşünce ekolü, Peripatos okulu
olarak tanınmıştır.
Bilim tarihinin ilk sınıflandırıcısı olan Aristoteles, mantık, felsefe ve pozitif
bilimlerle ilgili Organon, Metafizik, Ruh Üzerine, Retorika, Poetika, Nikomakos’a
Ahlak, Politika adlarını taşıyan pek çok eser yazmıştır.
Aristoteles, dikkatli gözlemlerde bulunan bir tabiat bilginidir. O tek tek
varlıklarla ilgilenmiş, onları duyularımızın algılarına yansıdıkları şekliyle bilmek
istemiştir. Bununla birlikte Aristoteles, bu ayrı ayrı varlıkları, genel kavramlar
altında toplamayı deneyerek Platon’la bir noktada birleşmiştir. Ancak Platon, genel
kavramların realitesini kabul ederken; Aristoteles, kavramların realitesini
reddetmiş, kavramların nesnelerle beraber olduğunu benimsemiştir.
Aristoteles’e göre gerçek varlık, elimizle tutup gözümüzle gördüğümüz
varlıklar olup bilimin görevi, onları sınıflamak, sonra da sınıflardan sistemlere
yükselmektir.
Aristoteles, “İlk Felsefe” adını verdiği ve daha sonra “Metafizik” olarak
isimlendirilen eserinin ilk bölümünde kendi zamanına kadarki felsefe tarihini
anlatmıştır. Böylece Aristoteles, ilk felsefe tarihçisi unvanını da almıştır.
Aristoteles’e göre metafizik, genel olarak varlığın bilgisidir; varlığı, varlık
olarak değerlendirmektir. Evrenin ilk ve son nedenlerini araştırmaktır. İlk ve son
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Allah’a İman ve Tevhid
neden Aristoteles’e göre Tanrı olduğu için ilk felsefe aynı zamanda teoloji olarak da
isimlendirilebilir. Yine ilk felsefe genel kavramlara ulaşmayı ve genelin bilgisini elde
etmeyi amaçlamakta olduğuna ve bu da ancak insan tarafından yapılabildiğine
göre bu nokta insanı diğer varlıklardan ayırma noktası olarak görülebilir. Genel
kavramlara ulaşabilen tek varlık insandır ve bu da mantık yoluyla yapılabilir.
Mantık Anlayışı
Yunan filozofları arasında daha önce mantıkla ilgilenenler bulunmasına
rağmen mantığı sistemleştiren ve kurucusu sayılan, Aristoteles’tir. Mantık
konusunda altı kitaptan oluşan Organon’u yazmıştır.
Aristoteles’e göre mantık, felsefenin bir bölümü değil, düşünmenin
yollarını ve yasalarını gösteren temel bir bilgidir. Fakat mantık, aynı zamanda doğru
ve tutarlı düşünceler üretebilmeyi amaçlayan felsefenin de bir organıdır.
Aristoteles mantığının, formel, metodolojik ve ontolojik bir karakteri
bulunmaktadır. Ona göre düşüncenin formları, aynı zamanda gerçekliğin de
formlarıdır. Yani düşünmek, dış dünyadaki varlıkların, zihnimizdeki formlara
uygunluğudur. Dolayısıyla da düşünce, dış dünyadaki varlıkların zihnimizdeki
sübjektif bir yansıması ve suretidir. Nesneler ancak bu suretler vasıtasıyla
kavranabilirler.
Aristoteles’e göre bilmek, objeyi belirli bir kavram grubunun içine
sokabilmek demektir. Bu da hüküm, yani önerme yoluyla olur. Her hüküm veya
önermede bir konu, bir yüklem ve bir de bu ikisini birbirine bağlayan bir bağ
bulunmaktadır. Doğru önerme, konusu ve yüklemi objektif gerçekliğe uygun olarak
birbirine bağlamak demektir; yanlış hüküm de konusu ve yüklemi bu gerçekliğe
uygun olmayacak şekilde bağlamaktır. Aristoteles, önermeleri kullanarak kıyas
yöntemini geliştirmiştir. Kıyas veya anoloji, bilinen bir bilgiden yola çıkıp
bilinmeyen bir sonuca ulaşmak demektir.(Gökberk, 1980: 76-81)
Bilgi Anlayışı
Aristoteles’e göre gerçek bilgi, kaynağını duyu verilerinde bulan kavramlı
bilgidir. Bu, şu anlama gelmektedir: İnsan, Platon’un dediği gibi zihni tam anlamıyla
dolu olarak dünyaya gelmiş değildir. Ancak tamamen boş da değildir. Aristoteles,
insan zihninde bir takım temel prensiplerin bulunduğunu kabul etmektedir. Zihnin
bu temel prensipleri, özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü ihtimalin olmayışı ilkeleridir.
Ancak bu ilkelerin kullanılıp kavramların oluşturulabilmesi için duyuların işletilmesi
gerekmektedir. Duyulardan akla ve zihne gönderilen malzeme, akıl tarafından
işlenip kategorize edilerek hangi kavram altında ifade edileceğine karar verilir.
Bunun için de tümevarım ve tümdengelim gibi bazı mantık yöntemleri de kullanılır
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Allah’a İman ve Tevhid
ve böylece bilgiye ulaşılır. Ulaşılan bilgi dış dünyadaki gerçekliğe uygun ise bu
doğru bir bilgidir, değilse yanlış bilgidir. Kavramlar zihin tarafından üretildiği için
Aristoteles rasyonalist, yani akılcı bir filozoftur.
Metafizik Anlayışı
Aristoteles, Platon’un gerçekliğinden asla kuşku duymadığı idelerin
varlığını kabul etmez. Çünkü Aristoteles’e göre üzerinde yaşadığımız dünya,
gerçektir; ideler, varlıkların özünü meydana getirmedikleri gibi varlığın dışında bir
ide aramak da yanlıştır. Varlığın nedenlerini, duyularımıza konu olan gerçeklikler
dünyasında aramak gerekir.
Aristoteles’e göre varlığın bir genel yönü vardır ki bu onu aynı cinsten olan
varlıklarla birleştirir; bir de özel yönü vardır ki, bu da onu aynı cinsten olan varlıklar
arasından ayırt etmemizi sağlar. Örneğin bir ağaç, onu benzerleriyle bir araya
getiren genel yönüyle çınar ağacıdır. Bir de her çınarın özel bir yönü vardır ki, bu
onu diğer çınarlardan ayırır. Öyleyse genel yön, aynı cinsten olan tüm varlıklarda
zorunlu olarak bulunurken özel yönde bir zorunluluk yoktur.
Aristoteles, varlığın ortaya çıkmasında iki ana etken kabul eder. Bunlardan
biri form, yani şekil; diğeri de maddedir. Birincisi, bu varlığın genel özelliklerini
zorunlu olarak belirler. Örneğin bir çınar tohumundan hiçbir zaman çınar
ağacından başka bir şeyin meydana gelememesi bu etkenin eseridir. İkinci etkenin
tesiri ise zorunlu değildir. Bunda dış etkiler daha fazla belirleyici rol oynar. Örneğin
çınar ağaçlarından bazısı daha dolgun gövdeli, bazısı ise daha cılız olabilir.
Madde ve şekil, oluşun gerçekleşmesinde birbirinden ayrılmayan, birbirini
gerektiren iki etkendir. Şekilsiz bir madde asla düşünülemez. Bu iki ilke, belirli bir
zamanda meydana gelmiş değildir. Yani ikisinin de bir başlangıcı yoktur. Madde,
her zaman bir dayanaktır. Ama ne olduğu belirsizdir. Şekil ise ona bir ne’lik, yani bir
belirlilik kazandırmaktadır. Gerçeklikler dünyasında şekil kazanmamış madde
bulunmaz. Şekil kalıbına girmemiş madde, sadece zihinde tasarlanabilir.
Gerçeklikte var olan madde, her zaman bir şekil kalıbı içinde ortaya çıkar. Madde,
şekil almaya hazır bir imkân, şekil ise onu imkân hâlinden gerçekliğe çıkaran bir
güç, aktif bir nedendir. Yani gerçeklik, şekildedir.
Tanrı ilk muharriktir ve
her şeye hareket veren
odur.
Aristoteles’e göre evrende meydana gelen her oluşta dört sebep
bulunmaktadır. Bunlar maddi neden, şekil kazandıran neden, harekete geçiren
neden ve gaye nedendir. Her oluşta mutlaka maddi ve şekil kazandıran nedenlerin
yanında, şekli maddeye kazandıracak bir hareket ettiricinin ve bu şeklin neye göre
olacağını belirleyen bir gaye nedenin bulunması gerekmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Allah’a İman ve Tevhid
Madde ve şekilde kendiliklerinden bu oluşu gerçekleştirebilecek bir güç
bulunmadığına göre, oluşun sebebi Tanrı’dır. Madde ve şekil ezelîdir,
yaratılmamıştır, bir aradadır; ama onlardan yeni varlıkların ortaya çıkmasına neden
olan güç, Tanrı’dır. Her oluşun başlangıcında Tanrı bulunduğu gibi, sonunda da
Tanrı bulunmaktadır. Çünkü Tanrı tarafından harekete geçirilen oluş, Tanrı’ya
doğru dönen bir oluşu da içermektedir.
Aristoteles’e göre bütün varlıklara ilk hareketi vermesinden dolayı Tanrı,
“ilk muharrik”tir. Ancak bu ilk muharrikin kendisi hareket etmez. Çünkü Tanrı’nın
da hareket edebilen bir varlık olduğu kabul edilecek olursa, hareket eden ve
harekete getiren sonsuz bir sebepler zinciri oluşur ki, o takdirde hareketin ilk
sebebine ulaşma imkânı ortadan kalkar. İlk hareketi veren Tanrının verdiği bu
hareket, artık sonsuz bir hüviyet kazanmaktadır. Hareket gibi Tanrı da sonsuzdur,
ancak Tanrı, âleme hareket kazandıran madde ve formdan daha yüce ve saf bir
güçtür.
İşte bu ilk hareketle başlayan oluş, organik ve inorganik varlıkların
meydana gelmesini sağlar. Organik varlıklardaki oluş, bu varlıklardan yeni varlıklar
meydana getirebilecek imkânı da (potansiyel) kendi cinsinden olan varlıklara
aktarır ve böylece aynı cinsin devamlılığı sağlanır. İnsanlardaki ve hayvanlardaki
durum böyledir. İnorganik varlıkların devamlılığı ise bir yapıcı veya sanatçının
etkisiyle olur ki, söz gelimi şekil alma imkânını bulunduran taştan bir heykelin
meydana gelmesi, heykeltıraşın ona şekil kazandırmasıyla gerçekleşir.
Âlemdeki her oluş, bir harekettir ve her hareketin, biri hareket eden,
diğeri de harekete getiren olmak üzere iki güdüsü vardır. Organik varlıkların
hareketlerindeki güdülere bakılacak olursa harekete getiren ruh, harekete getirilen
ise madde yani bedendir. Aristoteles özellikle canlı varlıkların oluşu ve gelişmeleri
üzerinde durmuş, bütün âlemdeki oluşu da tıpkı bir organizmanın oluş ve gelişmesi
gibi anlamıştır. Tabiattaki organik kuvvetler, sürekli olarak şekil kazandıracak
etkilerde bulunurken, şekilsiz olan maddeyi şekillendirerek âdeta gizli bir amacı
gerçekleştirme çabasındadırlar. Şeklin gerçekleşmesini sağlayan güçlerle amacın
gerçekleşmesini sağlayan güdüler aynıdır. Böylece Aristoteles doğadaki organik
güçlerin gelişmesi ile bir taşa şekil veren mimarın çalışması arasında benzerlik ve
yakınlık görür. Çünkü doğadaki organik gelişme de tıpkı mimarın taşa şekil verme
amacında olduğu gibi, belli bir hedefe göre gelişen teleolojik bir oluştur. Buna göre
Aristoteles doğadaki her gelişmenin ve oluşun belli bir amacı olduğunu kabul
etmekte ve doğa hakkındaki açıklamalarını tamamen teleolojik bir temele
oturtmaktadır.(Gökberk, 1980; 81-85)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Allah’a İman ve Tevhid
Evren ve Fizik Anlayışı
İnsan, düşünen canlıdır.
Aristoteles
Aristoteles, tabiatın inorganik olan toprak, hava, su ve ateşten meydana
geldiğini kabul etmektedir. Bu dört temel unsur değişik miktarlarda bir araya
gelerek bu kez bitki, hayvan ve insan gibi organik varlıkların meydana gelmesine
neden olur. Aristoteles’e göre bu dört unsur, ezelî ve ebedî olan şekilsiz madde ve
suretten meydana gelmiştir. Yani unsurlar, sonradan şekil kazanıp var olmuşlardır.
Aristoteles, bu unsurların bazı ana vasıfları olduğunu ve birbirlerine
dönüşebileceklerini iddia etmiştir. Bu unsurların özelliklerini belirtmesinden dolayı
Aristoteles’in fiziği, nitelikçi (kalitatif- keyfiyetçi) bir fiziktir.
Bu unsurlardan meydana gelen varlıklar arasında birbirlerine dayanak olma
özelliği de bulunmaktadır. Örneğin inorganik olan âlem (toprak, hava, su, ateş)
organik âleme göre madde; organik âlem ise (bitki, hayvan, insan) inorganik âleme
göre şekildir. Organik dünyayı meydana getiren üç ayrı varlık arasında da bu ilişki
devam etmektedir. Yani bitki, hayvana nispetle madde, hayvan da bitkiye göre
şekil; hayvan insana nispetle madde, insan hayvana göre şekildir. Başka bir ifadeyle
her aşağı grup bir üst gruba nispetle madde, her üst grup ise bir aşağı gruba göre
şekildir.
Aristoteles evreni, ay altı ve ay üstü olmak üzere iki kısma ayırarak sanki
ay’ı bir sınır olarak kabul etmiştir. Nitelikçi fizik anlayışı gereği her iki evrenin farklı
yapı ve nitelikte olduğunu kabul eden Aristoteles’e göre ay üstü evren “ether”
(İslam düşünürlerine göre “esir”) adı verilen bir maddeden oluşmuştur. Bu yüzden
hareketleri daireseldir. Bu varlıkların hareketlerinin dairesel olarak düşünülmesinin
nedeni, başlangıç ve sonucunun bulunmayışı ve bunların mükemmel varlıklar
olmalarından dolayıdır. Çünkü bu varlıklar insanüstü bir akla sahiptirler ve
akıllarıyla hareket etmektedirler. Kendileri de küresel olan bu varlıklar, Aristoteles
tarafından gökyüzünü meydana getiren gezegenler olarak nitelendirilmiştir. Bu
gezegenler, şeffaf küreler (yörüngeler) üzerinde sürekli ve ölçülü olarak hareket
hâlindedirler. Bu hareketleriyle onlar, Tanrıya en çok yaklaşan varlıklardır.
Antik Çağ’da kabul edilip Aristoteles tarafından da benimsenen astronomi
anlayışına göre gökyüzünde elli civarında gezegen ve sabit yıldızlar kümesi
bulunmakta ve bu varlıklar ay altı evrendeki varlıkları da etkilemektedirler.
Ay altı evrene gelince, burada bulunan varlıklar, dört unsurun farklı
ölçülerde bir araya gelmelerinden oluşan fiziksel varlıklardır. Ay altı varlıkların
hareketleri düz harekettir. Çünkü hareketlerinin başlangıcı ve sonu bulunmaktadır.
Burada bulunan varlıkların nitelikleri de bu dört unsur tarafından
benimsenmektedir. Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi, yeryüzünde bulunan
varlıklar dünya ve onda bulunan bitki, hayvan ve insanlardır. Bu varlıklar içerisinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Allah’a İman ve Tevhid
en üstün konumda bulunan ise, Aristoteles’e göre insandır.(Elmalı-Özden, 2011:
157-159)
İnsan Görüşü
Aristoteles’e göre insan, akıl sahibi olması ve yeni bilgiler üretebilmesi
sayesinde yeryüzünde mevcut diğer varlıklardan Tanrı’ya en çok benzeyen ve
yaklaşan varlık olmasıyla ayrılır. Tanrı’yı, varlığı, oluşu ve oluşun nedenlerini
kavrayabilecek yegâne varlık, insandır. İnsanı diğer canlı varlıklardan ayıran diğer
nitelikleri, başını vücuduna paralel olarak, yukarıda ve dik tutması, bakışlarını
uzaklara ve gökyüzüne çevirebilmesi, ellerini kullanabilmesi ve hepsinden önemlisi
akla sahip olmasıdır. İnsan vücudu iç organlarının işleyişi bakımından da âdeta
evrenin küçük bir özetidir.
İnsan, hayvanlardan farklı olarak düşünebilen, düşündüklerini kelimelere
aktarıp kendisini ifade edebilen bir varlıktır. İnsan, bu önemli özelliği sayesinde tek
başına yaşayan varlık olmaktan çıkıp toplumsal bir varlık hâline gelmektedir.
Ruh Anlayışı
Aristoteles’e göre canlılıkla ilgili bütün olaylar, ruhun etkisiyle gerçekleşir.
Ruh maddeye canlılığını vererek ona şekil kazandırdığı gibi, kişilik de kazandırır. Bu
durumda ruh ile beden arasındaki ilgi, madde ile şekil arasındaki ilgiye
benzetilebilir. Ruh bedenden ayrılıp da beden ölünce bedenin şekli dağılmış olur.
Bu sebeple Aristoteles, olgunlaştırıcı aktif ilke anlamında ruha “entelechia” adını
vermiştir.
Ruh, bedene canlılık kazandıran entelechia olduğu için beslenme, nefes
alma, hareket etme hep ruhun birer fonksiyonu olarak görülmüştür. Ayrıca ruh,
bedenin amacını oluşturan sebeptir. Yani bedeni canlı hâle getiren, canlılığın ana
prensibi olan ruh, aynı zamanda onun hedefini de belirlemektedir.
Aristoteles, organizmaları olduğu gibi, onlara karşılık gelen ruhları da
madde şekil ilişkisi içinde değerlendirir. Her alt basamaktaki üst için madde, üstteki
de alt basamaktakine göre şekildir. Aristoteles’e göre her canlı organizmaya karşılık
gelen bir ruh formu vardır ve her ruh formunun da o organizmayı belirleyen
özellikleri bulunmaktadır. Bitkilerde bulunan ruh, nebati (bitkisel) ruhtur. Bitkisel
ruh, organik hayatın en alt basamağını meydana getirir. Bu ruh, bitkiye canlılık
verdiği gibi onun beslenip büyümesini ve çoğalmasını da sağlar.
Ruhun bir üst basamağı, hayvani ruhtur. Bitkisel ruh, hayvani ruha göre
madde, hayvani ruh ise bitkisel ruha göre şekil gibidir. Hayvani ruh, bitkisel ruhun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Allah’a İman ve Tevhid
özelliklerinin yanında hareket ve algı niteliklerini de barındırır. Hayvan, bu iki özellik
sayesinde bir yerden bir yere gidebilir veya tehlikeyi algılayabilir.
Ruhun en yüksek formu, insan ruhu olup, hayvani ruha nispetle şekil
konumundadır. Bitkisel ve hayvani ruhlarda bulunan nitelikler, insan ruhunda da
bulunur. Çünkü bu ruhlara ait nitelikler insanın, insanlıkla ilgili olan özelliklerini
gerçekleştirmek için birer madde görevi görürler. Ancak insan ruhunu diğer
ruhlardan ayıran akıl ve düşünme gücü, bitki ve hayvan ruhlarında bulunmaz. İnsan
ruhu, hayvani ruhun nitelikleri gibi bedene bağlı olmayıp, bedenin yok olmasıyla
kaybolup gitmez. Çünkü insan ruhu ve buna bağlı olan aklı, bedenden bağımsız ve
sonsuzdur. Hayvan ruhuna egemen olan içgüdü, insan ruhunda yerini iradeye
bırakmıştır. Hayvani ruhtaki karışık ve belirsiz hatıralar, insan ruhunda bilinçli ve
kavramlı bilgiye dönüşmüştür. İnsan, kavramlı bilgiye sahip olmasından dolayı diğer
tüm varlıklardan üstün konumda bulunmaktadır. İnsan, kavramlı bilgiye ulaştığı
andan itibaren pasif aklı artık kullanmamakta ve daima aktif akılla düşünmektedir.
Bedenin ölümüyle, bedenle birlikte var olan pasif akıl yok olup gitmekte, oysa aktif
akıl varlığını sonsuza kadar sürdürmektedir.(Birand, 1964: 79-82)
Ahlak Görüşü
Aristoteles, mutluluğu
altın ortaya uymakta
görür.
İlk Çağ felsefesi ahlak anlayışlarının genel özelliklerinden biri, mutluluğa
nasıl ulaşılacağı sorusudur. Her filozofun mutluluk anlayışı ise farklıdır. Bazılarınca
mutluluk hazza götüren yollardır. Bazı filozoflar ise bireysel ve toplumsal erdemleri
elde ederek mutluluğa ulaşılabileceğini öngörmüşlerdir. Diğer anlayış ise yaşamın
anlamını, gözlem ve araştırma ile elde edilecek mutluluk ve erdemde görmektedir.
Aristoteles, insanın akıllı bir varlık olmasından hareketle, ahlak problemini bu
üçüncü yöntemle ele almıştır.
Ona göre her varlık bir mükemmelliğe, bir yetkinliğe doğru gitmektedir.
İnsan, aktif aklıyla hayvanlardan ayrıldığı için, bilinçsiz bir biçimde hazzın vb. peşine
koşmamaktadır. İnsanın akla uygun olan eylemleri, aynı zamanda erdeme de
uygundur. Çünkü Aristoteles’e göre erdem, akla uygun ve ölçülü hareket etmektir.
Aristoteles’e göre her ne kadar akıl, erdemin bilgisinin ne olduğunu
bulabilirse de asıl olan, erdemin bilgisine sahip olmak değil, bu bilgiyi insanın kendi
yaşamına uygulaması, yani erdemli olmasıdır. Akılla tespit edilen erdem ölçülü
olmayı, sınırsızca hazzın peşinden koşmamayı gerektirir. Çünkü ölçüsüz maddi
hazlar, insana mutsuzluk getirir. Bu sebeple soyut hazlar, aslında maddi hazlardan
daha değerli olabilir. Maddi hazlar konusunda ölçülü olan insan, erdem ve
mutluluğa ulaşmış olan insandır. Çünkü asıl mutluluk eudaimonia’ya (ruhun dingin
durumda olması) ulaşmaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Allah’a İman ve Tevhid
Aristoteles’e göre bu mutluluğa ulaşmanın yolu, insanın hem olumlu, hem
de olumsuz yöndeki iki aşırılıktan da kaçınması, yani bütün eylemlerinde ölçülü
olmasıdır. Örneğin cesaret, korkaklık ile bilinçsizce atılganlık arasındaki orta
noktadır. Diğer yandan cömertlik, cimrilikle savurganlık arasındaki orta yoldur.
Aristoteles bunu “altın orta” terimiyle de nitelemektedir.(Gökberk, 1980: 87-88)
Devlet Anlayışı
Aristoteles de Platon gibi düşüncelerini küçük çaplı bir devlet üzerine
kurgulamış ve Yunan site (polis) devletini model olarak kabul etmiştir.
Aristoteles, devlet konusunda da ahlak anlayışındaki orta yolu benimsemiş
ve sosyalizm ile individüalizm arasında bir toplum modeli düşünmüştür.
Yine Aristoteles de Platon gibi insanın tek başına yaşayamayacağını,
toplumsal bir varlık olduğunu belirtmiş ve toplum içinde yaşamayı zorunlu
görmüştür. Hatta Aristoteles insanı, toplumsal canlı (zoon politikon) olarak ifade
etmiştir. Kişi kendi varlığının anlamını ancak bir toplum içerisinde yaşamakla
anlayabilir. Bazı hayvan grupları da toplum hâlinde yaşarlar. Ama devlet kuran tek
varlık insandır.
Aristoteles, Platon’un ideal devlet anlayışına karşı çıkarak realist bir devlet
anlayışı geliştirmiştir. Bu anlayış çerçevesinde Aristoteles’e göre insanlar, devlet
içinde ahlak ve adalet ilkelerine uymak zorundadırlar. Devletin en önemli hedefi,
adalet duygusunun üst düzeyde bulunduğu iyi insanlar yetiştirmektir.
Aristoteles’in devlet anlayışını oluştururken, Yunan toplumunun
geleneklerinden hareket ederek iki grup insandan söz etmiştir: Hürler ve köleler.
Hür insanlar yurttaşlıkla birlikte her tür hakka sahip iken, köleler yurttaşlık hakkına
bile sahip değildir. Çünkü Yunan toplumunda da durum böyledir, kölelik doğal bir
yapıdır. İnsanlar ya hür veya köle olarak doğarlar. Dolayısıyla hürlük de kölelik de
doğaldır, sonradan meydana gelen bir yapı değildir. Aristoteles’in yaşadığı
dönemde henüz endüstrileşmemiş bir toplum yapısı bulunduğu için, güce dayalı
işleri köleler yapmakta, dolayısıyla da bu tür işleri yapacak insanların bulunmadığı
bir toplum düşünülememektedir. Aristoteles bu durumu ifade etmek üzere
“Dokuma makineleri ne zaman kendi kendine kumaş dokumaya başlarlarsa, kölelik
ancak o zaman kalkar.” demiştir. Aristoteles’e göre, köleler bedensel olarak güçlü
olsalar da zihnen gelişmemiş varlıklar sayıldıkları için kendi kendilerini
yönetmekten acizdirler. Bunları ancak zihin bakımından gelişmiş olan hürler
yönetebilirler. Köleler devlet yönetimine ve siyasete karışamazlar.
Hürlere gelince, hürler de kendi aralarında üç sınıfa ayrılırlar: Fakirler,
zenginler ve orta hâlliler. Bu üç sınıf mal, mülk edinebildikleri gibi, rahatlıkla aile de
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Allah’a İman ve Tevhid
kurabilirler. Ancak ekonomik güç, köylüler, satıcılar ve işçilerin elindedir. Devletin
maddi temelini bu kesim oluşturur. Ekonomiyi elinde tutan sınıftan köylüler, ne
köle ne de yurttaş konumundadırlar. Bunlar kendilerine özgü ekonomik
özgürlükleri olan ve üreten bir sınıftır. Satıcılar ve işçiler ise hür olmakla birlikte
erdemli bir hayat süremedikleri için yurttaşlık haklarına sahip değildirler.
Devleti yönetecek olan insanların çok iyi eğitilmiş, erdemli ve bilgili kişiler
olmaları, belli bir ahlaki seviyeye ulaşmış olmaları gerekir. Bunların günlük geçim
kaygısı olmayan zengin kimseler arasından seçilmeleri esastır.
Devletin asıl amacı, yurttaşlarının iyilik ve mutluluğunu sağlamak olduğu
için iyi bir devlet biçimi seçilmesi gerekmektedir. Ayrıca yurttaşlara iyi bir eğitim de
vermek gerekir.
Aristoteles, Platon gibi ideal bir devlet düşünmez. Doğru ve adil yurttaşlar
yetiştirebilmek için, doğru ve adil bir devlet biçimi seçmek gerekir. Aristoteles, üç
tür devlet bulunduğundan söz eder. Bunlar: Monarşi, aristokrasi ve demokrasidir.
Bu üç yönetim şeklinin de iyi ve kötü tarafları bulunabilir. Her biri ne tam iyi ne de
tam kötü kabul edilebilir. Yönetici, yurttaşlarının iyilik ve mutluluğunu sağlamak
için çalışırsa bu yönetim biçimlerinin her biri iyi olabilir. Örneğin bir kral,
yurttaşlarının mutluluğunu ön plana çıkarıp kendi çıkarlarını gözetmiyorsa, monarşi
idaresi iyi bir devlet modeli sayılabilir. Ama eğer kral kendi çıkarlarını kamunun
çıkarlarından üstün görüp, onları ezmeye kalkarsa monarşi yönetimi en kötü idare
şekli olur. Aristokrasi ve demokrasi için de aynı şeyler söylenebilir. Öyleyse asıl olan
halkın mutluluğunu ve iyiliğini gözetmek ve devleti buna göre yönetmektir.(Birand,
1964: 83-86; Cevizci, 2001: 228-230)
HELENİSTİK FELSEFE
Bu felsefe dönemi, Büyük İskender’in Doğu seferinden sonra ortaya
çıkmıştır. Doğu mistisizmi ve dinlerinin de felsefeye katıldığı ve yaygın olarak Stoa
Felsefesi’nin işlendiği dönemdir.
Septik Felsefe
Bilginin gerçekliğinin tartışıldığı ve gerçek bir bilgiye ulaşılamayacağını
kabul eden felsefedir. Tüm bilgilerden şüphe etmek gerektiğini ve en doğru tavrın
her konuda hiçbir yargıda bulunmamak olduğunu kabul etmişlerdir. En meşhur
septikler (şüpheci), Pyrrhon ve Timon’dur. Bu iki düşünür, bilgi ile mutluluk
arasında bir ilgi kurarak mutlu olmak isteyenin nesnelerin gerçek yapısının
kavranamayacağını, nesneler karşısında yargıdan kaçınmasını ve böylece
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Allah’a İman ve Tevhid
sarsılmazlığı kazanacağını belirterek felsefe tarihinin en keskin şüphecileri
olmuşlardır.
Stoa Felsefesi
Üç dönemde incelenebilecek olan Stoa Felsefesi, Kıbrıslı Zenon tarafından
kurulmuştur. Bu felsefeye Stoa denmesinin nedeni, Zenon’un ve takipçilerinin
derslerini sütunlu revakların altında yapmalarından kaynaklanmıştır. Okul, bilgi
konusunda algıları öne çıkararak maddi nitelikli varlıkların gerçekliğini ve ruhu
madde olarak kabul etmiştir. Ahlak alanında insanın asıl amacının logos tarafından
yönetilen tabiata uygun yaşamak olduğunu kabul etmişlerdir. Tabiata uygun
yaşayan insan, akla uygun yaşıyor demektir. Bu da insanı erdemli yapar. Erdemli bir
hayat, insanı her kötülükten uzak tutup mutlu eder.
Epiküros
Epiküros, atomcu bir anlayışa da sahiptir. Ancak evrende zorunluluğun
yanında tesadüfe de yer olduğunu belirtmiştir. Epiküros, mutlulukla hazzı
özdeşleştirmiş bir filozoftur. Ancak bu haz, ona göre zihinsel hazlardır. Akla uygun
hazları, itidal, dinginlik ve doygunluğu getirir. Ruhun ölümsüz olduğu anlayışına
karşıdır. Ölüm konusunda Sokrates’e benzer bir anlayış sergilemiş ve ölüm yokken
biz varız, ölüm geldiğinde de biz yokuz anlayışıyla ölümden korkarak hayatı
mutsuzlaştırmamak gerektiğini belirtmiştir.(Elmalı-Özden, 2011: 173-188)
Yeni Eflatunculuk
Plotinus ve Felsefesi (203-270)
Plotinus Mısır’da doğmuş, felsefeyi İskenderiye’de öğrenmiş, sonra
Roma’ya gidip burada bir okul kurarak, felsefi görüşlerini anlatmıştır. Kendisini
Tanrı’ya adadığını belirten Plotinus, cüzzam hastalığına yakalanarak Roma’da
ölmüştür.
Plotinus, 50 yaşından sonra düşüncelerini küçük risaleler hâlinde yazmaya
başlamış, ölümünden sonra öğrencisi Porphyrius, hocasının yazmış olduğu bu
küçük kitapçıkları, kendi seçimi ile her biri dokuz bölümden oluşan ve altı ayrı kitap
şeklinde düzenlemiş ve bunlara “Enneades” (Dokuzlar) adını vermiştir.
Plotinus’un felsefi ekolü, Platon’la hem düşüncelerinin hem de adlarının
benzerliğinden dolayı New Platonizm (Yeni Eflatunculuk) olarak tanınmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Allah’a İman ve Tevhid
Tanrı Anlayışı
Plotinus, Tanrıyı âlemde immanent kabul eden Stoa ile Aristoteles’in
transcendent anlayışını sentezleyerek, Tanrı’nın mutlak ve değişmez bir birlik
olduğunu, çokluk ve değişikliğin ise Tanrı’nın etkisiyle ortaya çıktığını kabul
etmiştir. Plotinus’a göre Tanrı ilk varlıktır ve bir olandır. Bu yüce varlık bütün
zıtlıkların ve sınırlı belirlemelerin üstünde olandır ve o, kavramlarla anlatılamaz.
Onun hakkında söylenecek her söz noksandır. Çünkü o, en tam ve belirlenemeyen
varlıktır. Bu uluhiyet hakkında söylenebilecek tek şey, onun sonsuz birlik
olduğudur. O, tam olarak belirlenemediği için, sadece sezgiyle anlaşılabilir. Bu da
ancak bir vecd hâlinde söz konusu olabilir.
Varlık Anlayışı
“Bir’den yalnız bir sudur
eder!” Plotinus
Plotinus’a göre, varlığın kaynağı Tanrı’dır. Bütün evren bu en üstün
kuvvetten meydana gelir. Fakat bu meydana gelme, Tanrı’nın bölünmesi veya
kısımlara ayrılmasıyla değil, Tanrı’dan bir taşma (sudur) yoluyladır. Bu taşma
esnasında asli cevher olan Tanrı’nın özünde hiçbir değişiklik meydana
gelmemektedir. Sudur ise zorunlulukla olmaktadır.
Plotinus, evrenin Tanrı’dan taşmasını, ışığın güneşten çıkmasına
benzetmektedir. Nasıl güneşten ışıklar zorunlu olarak taşıyorsa, Bir olan Tanrı’dan
da varlıklar aynı şekilde taşmaktadır. Bir başka ifadeyle bütün varlığın kaynağı, bu
Bir olan Tanrı’dır. Buna göre Tanrı, varlığın ve birliğin kendisidir. Her şey onun
özünden belli bir düzende (hiyerarşi) türemiş ve taşmıştır.
Tanrı bir olduğu için, ondan tek varlık sudur eder. Çünkü Plotinus’a göre
“Birden yalnız bir sudur eder”. Sonradan meydana gelen tüm varlıklar, Tanrı’dan
taşan bu ilk varlıktan meydana gelir. Bu ilk taşan varlık, “Nous” yani “tümel akıl”
olarak isimlendirilir. Bu ilk varlık, akıl alanını meydana getirir. Buradan itibaren
Tanrı’nın ayrılmaz vasfı olan birlik, Tanrı’nın düşünmesi yoluyla varlık tabakalarına
dönüşmektedir. Dolayısıyla düşünce ile varlık aynı olmaktadır. Nous’ta aynı
zamanda idelerin varlığı bulunmaktadır. Tanrı’dan ilk sudur eden Nous, bir yandan
Tanrı’yı, bir taraftan da kendisini düşünmeye başlayınca düşünen ve düşünülen
olarak ikili bir düşünme süreci başlamış, bununla da çokluğa geçilmiştir. Nous’un
Tanrı’yı düşünmesiyle ideler dünyası varlık kazanmıştır. Bu düşünmeyle tümel ruh
da taşar.
Plotinus’a göre Tanrı, meydana getirmiş olduğu bu idelere göre varlık
dünyasını şekillendirir. Öyleyse var olan her şey bu idelerin birer yansımasıdır. Bu
bakımdan ideler evreni, görünüşler evreniyle karşılaştırıldığı zaman sonsuzluğun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Allah’a İman ve Tevhid
ifadesi olmaktadır. Bu, aynı zamanda ideler evreninin manevi bir evren olduğu
sonucunu da ortaya çıkarmaktadır.
İdeler evreninde Tanrı’nın birliği, yerini çokluğa bırakmıştır. Ancak bu
çokluk, zaman ve mekân içerisinde düşünülen bir çokluk değildir. Bu idelerin
karşısında hiyerarşik yapının bir başka tabakası olan ruhlar meydana gelmiştir.
Anlaşılıyor ki, her ideye karşılık bir de ruh söz konusudur ve ideler dünyasının
maneviliği, bu ruh anlayışından kaynaklanmaktadır. Ruh, bir yandan ideler
dünyasını görür ve düşünür, diğer taraftan da görmüş olduğu ideleri örnek alarak
görünüşler dünyasını şekillendirir. Nous karşısında ruh pasiftir. Ama madde ile
karşılaştırılırsa, aktif ve etki edici bir prensiptir. Kendi üstündeki ideler dünyasını
görüp gözlemesi onun üstün yönünü ortaya koyarken, maddeyi şekillendiren yönü
de aşağı ruhu oluşturur.
Düşünme, bir yaratma gibi anlaşılmalıdır. Yani Tanrı’nın kendini
düşünmesi, kendisinden başka varlıklar meydana getirmesi anlamını taşır. Ancak
Tanrı’dan aşağı doğru meydana gelen varlıklarda bu düşünme özelliği giderek
azalmakta, özellikle maddeye ulaşıldığında da artık bir düşünme söz konusu
olmamaktadır. Bir başka ifadeyle en son sudur eden maddede düşünme özelliği
bulunmamaktadır. Plotinus’a göre madde çokluğun hüküm sürdüğü ve
gerçeklikten ve birlikten tamamen uzaklaşmış bir yoksunluk, hatta bir hiçliktir ve
madde, varlık tabakalarının da en aşağısıdır.
Plotinus, bu anlayışı ile bütün varlıklardaki tesir etme gücünü ortadan
kaldırarak bütün gerçekliği ve gücü Tanrı’ya vermiştir. Bu tavır Plotinus sisteminin
dinî içerikli bir varlık anlayışı olduğunu göstermektedir.
Ruh ve Madde Görüşü
Plotinus kendisinden önceki bazı materyalist anlayışlara zıt olan bir ruh
görüşü geliştirmiştir. Çünkü ona göre ruh, ne bir cisim ne de bir kuvvettir; varlığını
Tanrı’dan alan özel bir cevher ve özdür. Plotinus, bir evren ruhu kabul eder. Tek tek
insan ruhları, bu tümel ruhtan ayrılmış birer hayat gücüdür. Ruhun maddeye şekil
kazandırma gücü de vardır. Plotinus, insanın ruh ve bedenden meydana gelmiş bir
varlık olduğunu, ruhun bedeni bir araç olarak kullandığını düşünür. Beden sürekli
bir akış ve değişim içinde olan bileşik bir yapıya sahiptir; ruh ise, bölünmez bir birlik
ve kendi kendisiyle özdeş bir varlıktır. Bu bakımdan ruh, bedeni düzenleyen, ona
kişilik kazandıran ve bedendeki bütünlüğü sağlayan bir güçtür. Ruh olmasaydı
bedende ne bir hareket ne de oluş söz konusu olurdu; beden dağılıp giderdi.
Beden ölümlüdür, buna karşılık ruh ölümsüzdür ve kendiliğinden bir
birliktir. Plotinus, ruhun ölümsüzlüğünü, tenasüh yani ruh göçü teorisiyle açıklar.
Bir bedenden ayrılan ruh, bulduğu yeni bedende tekrar dünyaya gelir ve varlığını
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Allah’a İman ve Tevhid
devam ettirir. Ancak ruhun asıl hedefi bedenden tamamen kurtulup tümel ruha
dönmek, saf ruh hâline gelmektir. Çünkü bedende kalmak, ruhun bağımsızlığına
engeldir. Ancak ruhun durumunu belirleyen, önceki hayatıdır. Bedenini duyusal
bağlardan kurtaramayan ruh, bedenden bedene geçmeye devam eder; ama
duyulur dünyadan uzaklaşabilirse, o takdirde saf ruha dönüp bağımsızlaşabilir.
Evren ruhunun bir parçası olan ruhun bedene girmesi, aslında bir
cezalandırmadır. Ancak sudurun bir tabakası olan maddi evrenin oluşabilmesi için
de bireysel ruhların maddi evrene düşmesi gerekmektedir. Evren ruhundan kopup
gelen bireysel ruhlar, kendilerini düşündüklerinde Bir’den ve Nous’dan geldiklerini
bilirler. Bireysel ruhlar, Nous karşısında pasiftirler, ama maddi evren karşısında
aktiftirler. Maddeyi şekillendiren ruh, bu yönüyle aşağı bir ruhtur, ancak vecd
hâlinde iken evren ruhunu ve Bir’i düşünmesiyle de yücelik kazanmaktadır. Bu
yoğunluk artıp da kendisini maddi bağlardan kurtaran ruh, artık başka bir bedene
dönmez ve tümel ruha kavuşup ıstıraptan kurtulur.
Plotinus’un felsefi sisteminde varlığın en alt tabakasını, sudur etme
sırasında da en son sırada yer alan madde oluşturur. Madde, her türlü gerçeklikten
yoksun olan bir hiçliktir, mutlak bir var olmayıştır. Çünkü maddenin, cisimle bir
ilgisi yoktur. Cisimler her ne kadar maddeden meydana geliyorlarsa da madde, her
türlü realiteden yoksun bir hiçlik olduğu için cisim değildir. Maddenin Bir’e nispeti,
karanlığın ışığa nispeti gibidir.
Plotinus varlığı iyi olarak nitelemekte, maddeyi ise kötü olarak kabul
etmektedir. Buradaki kötülük, iyinin eksikliği veya iyinin olmayışıdır. Plotinus’a
göre, “Tanrı”, “varlık” ve “iyi” aynı şey demek olduğu için madde, “iyi”nin
bulunmayışı, iyinin yokluğu demektir. Yani madde, kötüdür; varlığın yokluğu
demektir. Yokluk, kötülük demek olduğuna göre, varlık da iyi olmak demektir.
Burada Plotinus, tıpkı Platon gibi maddeyi Tanrı’dan en uzak olan şey
olarak gördüğü için kötü saymaktadır. Çünkü maddi evren yani dünya, Tanrı’dan
pay aldığı nispette iyi ve düzenlidir; maddeden aldığı pay nispetinde de kötüdür.
Duyular dünyasının gerçeklik yönü, Nous ve evren ruhu tarafından aydınlatılmış
olan yönüdür. Plotinus’a göre maddi olan şey, yalnızca varlığı ve gerçekliği gizleyen
bir görünüştür. Bu görüntüyü sağlayan da ruhi kuvvetlerdir. İşte bu anlayış,
Plotinus’un ‘spiritualizm’inin esasıdır.
Bilgi Görüşü
Plotinus’a göre insanda, her varlık tabakasını anlayabilecek bilgi melekeleri
vardır. İnsan, cisimler dünyasını, duyularıyla algılayarak bilirken; ruh âlemini, kendi
ruhuyla, ideler âlemini ise aklıyla bilir. Böylece insan, cisimleri maddi bir bilgi yolu
olan duyularla, ideleri ve manevi dünyayı da sezgi kabiliyetiyle anlar. Çünkü insanın
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Allah’a İman ve Tevhid
ulaşabileceği en üstün bilgi derecesi vecd hâlidir. İnsan kendi bilinci dışına çıkıp
cezbe hâline ulaşınca, ruhu Tanrı’yla birleşir ve böylece insan, mistik bir bilgi
yoluyla Tanrı’yı kavrayabilir. Bu bilgi yolu insanı aynı zamanda en üstün huzura ve
mutluluğa ulaştırır.
Ahlak Anlayışı
Plotinus bilgi ile ahlak arasında bir ilgi kurar. Çünkü sadece bilinçli bir
davranışa ahlaki değer yüklenebilir. Ona göre haz, hiçbir şekilde iyinin ölçüsü
olamaz. İyi, başka bir şeyin amacı olmamalı, yalnızca kendisi amaç olarak
belirlenmeli ve istenmelidir. İyinin Tanrısal bir yönü olduğundan dolayı mutlaktır.
Bu nedenle onu ancak kendi iç dünyamızda, ona benzer olanla bilebiliriz. Bu
nedenle iyi, zaman içerisinde asla değişikliğe uğramaz. Gelenekler, örfler, âdetler
değişse de iyi, değer olarak hep aynı kalır.
Plotinus, ahlak konusunda dinin belirleyici faktör olduğunu kabul etmiş,
bedene sıkışıp kalmış olan ruhun asıl geldiği yere tekrar dönebilmesi için arınması,
duyusal şeylerden vazgeçmesi ve duygusal eğilimlerini öldürmesi gerektiğini ileri
sürmüştür. Ona göre en yüksek mutluluğa ancak bu şekilde ulaşılabilir. Yani sıradan
hazlardan kurtulmuş olan bilgenin düşünce faaliyetiyle duyduğu mutluluk, en
yüksek mutluluktur. Daha yüksek bir aşama ise, bütün duygulanımlardan uzaklaşıp,
ilahi varlığı aracısız düşünme ve algılamadır. Sadece bu en yüksek aşama olan cezbe
hâlinde Tanrı’yla, yani Bir olanla bir olunabilir, bütünleşilebilir. En yüksek mutluluğa
ulaşmanın yolu budur. Plotinus, böyle bir durumu hayatında yalnızca dört kez
yaşadığını söylemiştir.
Plotinos’un ahlak anlayışında, insanları Tanrı’ya götürecek olan üç yol
vardır. Bunlar: Sanat, sevgi ve felsefedir. İnsan bu basamaklardan çıkarak Tanrıya
ulaşabilir. Sanatçı ideyi duyulur görünüşlerinde, seven insan ruhunda, filozof ise
Tanrı’da aramaktadır.
Plotinus felsefesinin tanınmasında öğrencisi Porphyrius’un önemli katkıları
olduğu gibi, yazmış olduğu İsagoci adlı küçük eseriyle de Aristoteles mantığına katkı
sağlamıştır.(Elmalı-Özden, 2011: 221-228)
SOKRATES VE SONRASI YUNAN FİLOZOFLARININ İSLAM
DÜŞÜNCESİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
İslam dünyası fetihler yoluyla genişleyince, Roma İmparatorluğu’yla komşu
veya Roma topraklarından bir kısmına sahip olmuştur. İmparatorluğun bu uzak
sınırlarındaki felsefe okulları da Emevi ve Abbasi Devletlerinin sınırları içerisinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Allah’a İman ve Tevhid
kaldıkları için Müslümanlar, erken dönemlerden itibaren buralarda bulunan
okullara ilgi duymuşlardır. Bilim ve felsefeyle tanışılması, bir ihtiyacı ortaya
çıkarmış ve İslam dininin teşvikleri doğrultusunda bilim ve felsefeyle ilgilenilmiştir.
“Hikmet, müminin
yitiğidir. Nerede bulursa
alsın” Hadis-i Şerif
Kur’an ve hadislerin teşvikiyle bilimsel faaliyetlerde bulunmak isteyen
Müslümanlar, tabiat bilimlerine ilişkin Yunan kaynaklı eserlerin tercüme
edilişleriyle birlikte ciddi anlamda bilimsel faaliyetlere başlamışlar ve kısa zamanda
matematik, fizik, astronomi, kimya ve daha birçok alanda önemli bilim adamları
yetiştirmişlerdir.
Yine Kur’an ve hadislerde hikmeti elde etmenin teşvik edilmesi, tefekkürün
öneminin vurgulanması Müslümanları bir arayışa sevke etmiş, bunu nasıl
yapacaklarını da Yunan düşüncesiyle tanıştıktan sonra anlamışlar ve felsefeyle
ilgilenmeye başlamışlardır.
Felsefe alanıyla ilgili eserlerin tercümesiyle birlikte ilk ilgi alanlarından
birini mantık oluşturmuştur. Müslümanlar, Aristoteles mantığının dinî bilimlerden
felsefi ve doğal bilimlere kadar her kapının anahtarı olduğunu anlamakta
gecikmemişler ve kıyas yöntemini geliştirerek fıkıh problemlerinin çözümüne katkı
sağlamışlardır. Özellikle akılcı yöntemi benimseyen rey okulu, nasların sınırlı,
olayların sınırsız olduğu anlayışından yola çıkarak kıyaslama yöntemiyle naslarda
bulunmayan konular hakkında hüküm verme kolaylığına ulaşılmıştır. Bu ekolün en
somut örneği, Hanefilik’tir.
Tefsir yazımında da felsefe ve mantıktan yararlanılarak rey veya akli tefsir
ekolleri kurulmuştur. Bunun en güzel örneğini de Fahrettin Razî’de görmek
mümkündür.
İslam Düşüncesi içerisinde felsefeden en çok etkilenen alanlardan birisi
kelamdır. Allah’ın varlığının delillere dayandırılarak anlatılması konusunda pek çok
delil, kaynağını felsefede bulmuş ve bu konuda da ünlü kelamcılar yetişmiştir.
Yunan Felsefesi’nin İslam Düşüncesi’nde etkilediği bir başka alan
tasavvuftur. Tasavvuftaki sezgi yöntemi, Yeni Platonculuğun izlerini taşımaktadır.
Tasavvuf hareketinde asketik bir hayat tarzının seçilmesinde Peygamber ve
ashabın hayatından esinlenme varsa da Kyniklerin ve Uzak Doğu düşünce
dünyasının da etkilerini görmek mümkündür.
Yunan Felsefesi’nin İslam Düşüncesi üzerindeki asıl etkileri saf felsefe ve
mantık çalışmalarında görülmüştür.
Yunan Felsefesi’nin etkisiyle ortaya çıkan bir başka ekol de İşrakiyyun
ekolüdür. Bu ekol, Platon’un fikirlerinden yola çıkmakla birlikte Aristoteles ve
Plotinus’un düşüncelerine de yer vermiş ve İslam inancı da ihmal edilmemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Allah’a İman ve Tevhid
Farabî’ye göre erdemli
şehrin yöneticisi,
Peygamber’dir.
Mantık konusunda iyi bir eğitim alan İslam mantıkçıları, Aristoteles’in altı
kitaptan oluşan Organon adlı kitabına, Yeni Eflatuncu Porphyrius’un İsagoci adlı
eserini ilave ederek yedi bölüme çıkarmışlar, ilerleyen dönemde ünlü Türk-İslam
düşünürü Farabî, Aristoteles’in Poetika ve Retorika’sını da ekleyerek Organon’un
dokuz bölüme çıkmasını sağlamıştır. Aristoteles’in mantığını esas alan İbni Sina,
“Mantıku’l-Meşrikiyyin”, Gazali “Miyaru’l-İlm” ve “Mihekkü’n-Nazar” gibi yeni
mantık eserleri yazmışlar ve bu eserler yüzyıllarca medreselerde okutulmuştur.
İslam Düşüncesi’nde Yunan Felsefesi’nden kaynaklanan bir başka önemli
felsefe sistemi de Meşşaiyyun ekolüdür. Aristoteles tarafından kurulan Peripatos
okulunun karşılığı olan İslam Meşşai Felsefesi, genel olarak Aristoteles felsefesine
dayanmakla birlikte Platon ve Plotinus felsefelerinin de dikkate alındığı bir düşünce
sistemidir. Bu ekolün en önemli temsilcileri arasında Kindî, Farabî, İbni Sina, İbni
Rüşd gibi filozoflar bulunmaktadır. Meşşai ekolünde, bir uzlaştırma yöntemi
uygulanmıştır. Bu uzlaştırmada önce Aristoteles ve Platon felsefeleri birbirleriyle
uzlaştırılmıştır. Daha sonra da bu felsefe, Plotinus felsefesinden yararlanılarak
İslam dini ile uzlaştırılarak sunulmaya çalışılmıştır. Meşşailer aklı esas almalarına
rağmen, İslam inancının temel kaynaklarını ihmal etmeyerek bu uzlaştırmayı
gerçekleştirmişlerdir.
İslam Düşüncesi’nde
felsefenin etkili olmadığı
alan yoktur. Mesela
Hanefilikteki kıyas
yöntemi, bir mantık
problemidir.
İslam inancındaki evrenin yaratılmış olduğu düşüncesiyle Yunan
düşüncesindeki evrenin ezelîliği konusunda İslam filozofları, İslam inancının
bildirdiklerini yani evrenin yaratılmış olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak
yaratmanın nasıl gerçekleştiği hususunda uzlaştırıcı tavırlarını ortaya koyarak
Aristoteles-Platon anlayışını Plotinus’un sudur teorisiyle birleştirerek evrenin
Allah’tan sudur ederek varlık kazandığını savunmuşlardır. Yaratıcıyı, varlığı zorunlu
olan, yani var olmaması düşünülemeyen olarak kabul eden İslam düşünürleri,
Vacibü’l-Vücud’un kendi varlığını düşünmesi ile yaratmanın aynı anlama geldiğini
iddia etmişler ve Allah’ın yaratmasının bu düşünme sonucunda zamansız olarak
gerçekleştiğini benimsemişlerdir. Yaratılan ilk akılla birlikte meratibu’l-vücud yani
varlık mertebelerinin oluştuğunu kabul etmişlerdir.
İslam filozofları, Aristoteles’in evren anlayışını da benimseyip evreni ay altı
ve ay üstü şeklinde iki bölümlü düşünmüşlerdir. Ay üstü ile ay altındaki varlıkların
nitelik farklarını da kabul edip, ay altı evrendeki maddi varlıkların meydana
gelmesinde Empedokles ve Aristoteles’in dört unsurunun (anasır-ı erbaa)
etkinliğini kabul ederek evrenin toprak, hava, su ve ateşin belli oranlarda bir araya
gelmesiyle oluştuğunu kabul etmişlerdir. Ay üstünün ise “esir” denen bir
maddeden oluştuğunu ifade etmişlerdir.
İslam filozofları, evrendeki her şeyin maddi, surî, fail ve gaî olmak üzere
dört sebepten kaynaklandığını da kabul etmişlerdir. İslam filozoflarına göre gerçek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Allah’a İman ve Tevhid
fail, Vacibu’l-Vücud’dur. Evrende her şeyin bir gayeye doğru gittiğini kabul eden
Aristoteles’in gaye-sebep anlayışı da İslam filozoflarınca benimsenmiş ve gerçek
gayenin de Vacibu’l-Vücud olduğu kanaatine ulaşılmıştır.
Ruh anlayışlarında da Aristoteles’in nebati, hayvani ve insani ruh görüşünü
benimsemişler, ruhun ölümsüzlüğü konusunda uzlaşımcı tavırlarını göstererek
insandaki pasif aklın ölümlü, aktif aklın ise ölümsüz olduğunu belirtmişlerdir.
İdelerin gerçekliği konusunda özellikle tasavvuf ekolleri ön plana çıkmış ve
dünyanın görünüş ve gölgeden ibaret olduğu, asıl varlıkların ise misal âleminde
bulunduğu kabul edilmiştir. Bu âlem, Platon’un ideler âleminden başka bir şey
değildir.
Devlet felsefesinde Farabi, Platon’un ideal devletini benimsemiş ve “elMedinetü’l-Fazıla” diye isimlendirdiği erdemli şehir anlayışında bilgiyi ön plana
çıkarmıştır. Böyle bir kentin ancak peygamber tarafından yönetilebileceğini ifade
etmiştir.
Ahlak konusunda başta Sokrates olmak üzere diğer filozofların da
görüşlerinden yararlanılmıştır. Kendini bilme ve tanıma ilkesi, birçok İslam
düşünürünce benimsenmiş ve insanın iç dünyasının önemi vurgulanmıştır. Ahlak ile
bilgi arasındaki bağ, İslam filozoflarınca da kabul edilmiştir.
Diğer taraftan İslam düşüncesinde materyalist düşüncelere de
rastlanmaktadır. Özellikle Ebu Bekir Zekeriya Razî gibi yarı materyalist, İbni Ravendî
gibi tam materyalist düşünürlerle İhvan-ı Safa gibi eklektik felsefelerde de Sokrates
sonrası felsefelerden Kyreneliler ve Stoa felsefesinden özellikle Epiküros’un etkileri
bulunmaktadır.
Razî’nin beş ezelî prensip arasında zaman, mekân ve maddeyi zikretmesi,
İbni Ravendî’nin maddeden başka gerçeklik tanımaması Epikuros’un atomcu
felsefesinden etkilendiklerini göstermektedir. İhvan-ı Safa, eklektik yapısının gereği
olarak her felsefe ve dinden yararlanarak düşüncelerini ortaya koymuşlardır.
Mantıkta Aristo, metafizikte Plotinus ve Yeni Eflatunculuk, ahlakta Sokrates’ten
yararlanmışlardır.
İslam felsefesi, orijinal
bir felsefedir.
Yine İslam Felsefesi’nde ortaya çıkan Revakiyyun ekolü de gerek şüpheci
yaklaşımları, gerekse diğer konularda Stoalılardan etkilenmişlerdir. El-Cahız’dan
nakledilen bir ifadeye göre Stoa felsefesine ve İslam dünyasındaki karşılığı olan
Revakiyyun’a Üstüvaniyyun, ashabu’l-üstüvani denildiği de olmuştur. Stoa
felsefesinin Epikürosculukla birlikte, İslam Düşüncesi’ndeki tabiatçı, materyalist ve
ateist (dehrilik) düşünürlere etki ettiğinden kuşku yoktur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Allah’a İman ve Tevhid
Yine septisizm anlamında İslam dünyasında ortaya çıkan reybiyyun akımına
da Pyrrhon gibi şüphecilerin etki ettiği bilinmektedir.
Özetlemeye çalıştığımız gibi Yunan Felsefesi’nin İslam Düşüncesi üzerinde
oldukça mühim etkileri olmuştur. Öyleyse burada akla şu soru gelmektedir. Acaba
İslam Felsefesi bir adaptasyon felsefe midir, yoksa orijinal bir felsefe midir?
Burada akla bir soru daha gelmektedir. İslam Felsefesi tercümelere dayalı
ise o zaman o, bir felsefe olarak adlandırılabilir mi?
İslam Felsefesi, Yunan Düşüncesi’nden etkilenmiş olmakla birlikte orijinal
bir felsefedir. Çünkü yapılan hatalar, yeni ve orijinal düşüncelerin doğmasını
sağlamıştır.
Bunun cevabı İslam Felsefesi’nin orijinal olduğudur. Çünkü her ne kadar
birçok konuda Yunan Düşüncesi’nden etkilenilmişse de Müslüman düşünürler
kendi düşüncelerini de katmışlar ve tüm yorumlarında, almış oldukları İslam
kültürünün izlerini de göstermişlerdir. Yapılan tercümelerdeki hatalar da bu
felsefenin orijinalliğine katkı sağlamıştır.(Ülken, 1967: 1-18)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Allah’a İman ve Tevhid
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Özet
•İnsanlığın başlangıcından bu yana var olan düşünce sistemlerinden
hiçbiri saf ve katıksız değildir. Felsefenin beşiği olarak kabul edilen
Yunan düşünce sistemi bile Mısır, Babil, Hint düşüncelerinden ciddi
sayılabilecek oranda etkilenmiş durumdadır. Bu bakımdan İslam
Düşüncesi de ortaya çıkış ve gelişme aşamalarında özellikle Yunan
Felsefesi'nden etkilenmiştir. Aslında bu etki normaldir ve hatta
kaçınılmazdır. Çünkü bu durum, düşüncenin devamlılığı bakımından
çok önemlidir. Bir fikrin yaşatılabilmesi için o düşünceye başkalarının
da bir takım katkılarda bulunması önemlidir. İslam düşünürleri, Yunan
Filozofları'ndan etkilenerek hem yeni bir felsefe olarak İslam
Felsefesi'nin doğuşunu ve gelişmesini sağlamışlar, hem de Yunan
Felsefesine sahip çıkarak, bu felsefenin devamlılığına katkıda
bulunmuşlardır. Çünkü bir düşünce ne kadar işlenir, üzerinde
durulursa o kadar ilerler ve gelişir.
•İslam Felsefesi de yabancı düşüncelerden etkilenip bunlara yeni
fikirler katarak orijinal bir felsefe olmuş ve Orta Çağ’dan itibaren de
hem Batı felsefesinin yeniden canlanması ve gelişmesine hem de
Doğu felsefelerine katkı sağlamıştır.
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla pekiştirebiirsiniz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Allah’a İman ve Tevhid
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Platon’un devlet anlayışında kalbe (göğüs) karşılık gelen kesim hangisidir?
a) Yöneticiler
b) Bekçiler
c) Köylüler
d) İşçiler
e) Kentliler
2. Aristoteles’in, metafiziğe verdiği isim hangisidir?
a) İlk Felsefe
b) Epistemoloji
c) Gneseoloji
d) Organon
e) Meteoroloji
3. Aristoteles’e göre aşağıdakilerden hangisi dört sebepten biri değildir?
a) Şekil
b) Madde
c) Sertlik
d) Gaye
e) Fail
4. Aristoteles’e göre Ayüstü evrendeki hareket aşağıdakilerden hangisidir?
a) Düz hareket
b) Paralel hareket
c) Şakuli hareket
d) Dairevi hareket
e) Doğrusal hareket
5. Plotinus’a göre evrenin meydana gelişi hangi esasa göre olmuştur?
a) Yaratma
b) Taşma
c) Patlama
d) Genişleme
e) Büzülme
6. İslam Düşüncesi’nde Peripatosçuluk hangi kavramla karşılanmıştır?
a) İşrakiyye
b) Revakiyye
c) Hissiyyun
d) Mutasavvıfe
e) Meşşaiyyun
7. E. Z. Razî’nin beş ezelî prensipten biri olarak ve İbn Ravendî’nin tek gerçeklik
olarak maddeyi kabul etmelerinde hangi Yunan filozofunun etkisi vardır?
a) Platon
b) Plotinus
c) Epiküros
d) Sokrates
e) Timon
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Allah’a İman ve Tevhid
8.
İslam düşünürleri, gaye-sebep doktrinini aşağıdakilerden hangisinden
almıştır?
a) Sokrates
b) Aristoteles
c) Porphyrius
d) Philon
e) Epiküros
9. Mutasavvıfların “misal âlemi” dedikleri âlem aşağıdakilerden hangisine
tekabül eder?
a) Dünya
b) Ay altı
c) Madde âlemi
d) İdeler âlemi
e) Rüya âlemi
10. Farabî’nin el Medinetü’l-Fazıla olarak nitelediği toplum modeli kaynağını
nereden almıştır?
a) Aristoteles’in Politika adlı kitabından
b) Sokrates’in İdeal Devlet adlı kitabından
c) Platon’un Retorika adlı kitabı
d) Aristoteles’in İdeal Yönetim’inden
e) Platon’un İdeal Devlet’inden
1-B, 2-A 3-C, 4-D, 5-B, 6-E, 7-C, 8-B, 9-D, 10-E
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Aristoteles(1952). Organon, Çev. Hamdi Ragıp Atademir, MEB Yayınları, İstanbul,
1947.
Aristoteles(1996). Metafizik, Terc. Ahmet Arslan, Sosyal Yayınlar, İstanbul.
Birand, Kamıran(1964). İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara.
Boer, T. J.(2001). İslam’da Felsefe Tarihi, Çev. Yaşar Kutluay, Anka Yayınları, 4.
Baskı, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Allah’a İman ve Tevhid
Cevizci, Ahmet(2001). İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Asa Kitabevi, 3. Baskı, Bursa.
Çetinkaya, Bayram Ali(2010).İlk Çağ Felsefesi Tarihi, İnsan Yayınları, İstanbul.
Eflatun(1992). Sokrates’in Savunması, Çev. Teoman Aktürel, Remzi Kitabevi,
İstanbul.
Elmalı, Osman-Özden, H. Ömer(2011). İlk Çağ Felsefesi Tarihi -Metinlerle-, Arı
Sanat Yayınevi, İstanbul.
Erdem, Hüsameddin(2000).İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Hü-Er yayınları, Konya.
Gökberk, Macit(1980). Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Kumeyr, Y.(1992). İslam Felsefesinin Kaynakları, Terc. Fahrettin Olguner, Dergah
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.
O’leary, De Lacy(2003). İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, Çev. Yaşar KutluayHüseyin Yurdaydın, Pınar Yayınları, İstanbul.
Olguner, Fahrettin(1975). Felsefe Tarihi Ders Notları, Atatürk Üniversitesi İslami
İlimler Fakültesi, Erzurum.
Olguner, Fahrettin(1993). “Batı ve İslam Dünyasında Eflatun Kanunları”, Türk İslam
Düşüncesi Üzerine, Akademi Kitabevi, İzmir.
Olguner, Fahrettin(2001). “İslam Felsefesi İle Yunan Felsefesi Arasındaki Bağ
Üzerine”, Türk-İslam Düşüncesi Üzerine, ss. 132-145, Ötüken Yayınları, İstanbul.
Platon(1999). Devlet, Çev. Sabahattin Eyuboğlu-M. Ali Cimcoz, Türkiye İş Bankası
Yayınları, İstanbul.
Şerif, M. M.(1990). “Yunan Düşüncesi”, Terc. Kasım Turhan, İslam Düşüncesi
Tarihi, Editör. M. M. Şerif, c. 1, ss. 97-133, İnsan Yayınları, İstanbul.
Ülken, Hilmi Ziya(1967). İslâm Felsefesi Kaynakları ve Tesirleri, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları.
Von Aster, Ernst(1943). Felsefe Tarihi Dersleri I-İlk Çağ ve Ortaçağ Felsefesi, Çev.
Macit Gökberk, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul.
Vorlander, Karl(2004). Felsefe Tarihi, Çev. Mehmet İzzet-Orhan Saadeddin,
Sadeleştiren. Yüksel Kanar, İz Yayıncılık, İstanbul.
Weber, Alfred(1964), Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE GELİŞEN
EKOLLER
• İslam Düşünce Tarihinde
Ekollerin Ortaya Çıkış
Nedenleri
• İslam Düşünce Tarihinde
Gelişen Başlıca Felsefi
Ekoller
• Bu Ekollerin Temel
Düşünceleri ve Temsilcileri
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslam düşünce tarihinde gelişen
felsefi ekollerin oluşmasının
nedenlerini bilecek,
• İslam düşünce tarihinde geçen
kavramları öğrenecek,
• İslam düşünce tarihinde gelişen
felsefi ekoller ve temsilcileri
hakkında bilgi sahibi olacak,
• Bağımsız filozoflar hakkında temel
bilgiler edineceksiniz.
İSLAM DÜŞÜNCE
TARİHİ
Prof. Dr. İbrahim Hakkı AYDIN
ÜNİTE
4
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
Giriş
Önceki ünitelerde İslam dünyasında felsefenin başlamasına neden olan
faktörlere yer vermiştik. Orada belirtilen nedenlerden dolayı İslam dünyasında
gittikçe yoğunlaşan bir şekilde düşünce hareketleri gelişmiştir. Ancak bu süreçte
düşünce hareketleri, doğası gereği, tek düze, aynı anlayışlarda devam etmemiştir.
Düşüncenin en temel öznesiolan insanın ihtiyaçları farklılaştıkça, değişik
düşüncelerin de ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Bu ünitede düşünce
farklılıkları nedeniyle ortaya çıkan değişik ekolleri ve oluşum sebeplerini ele
alacağız.
İslam’ın yeryüzünde yegâne ve en etkin beşerî otoritesi olan Hz
Peygamber’in vefatından sonra -bugün de olduğu gibi- Müslümanlar, karşılaştıkları
problemlere çözüm bulmak durumundaydılar. Karşılaşılan problemlere insanların
yaklaşımlarının, değişken olmasından dolayı bu farklılıkları da yansıtacak biçimde
İslam düşünce dünyasında fıkıh, kelam, tasavvuf ve felsefe okulları oluşmuştur.
Ancak bu ana sınıflandırmanın içinde olan her bir sınıf da kendi içinde çeşitli
ekollere ayrılmıştır. Bu düşünce okullarını ortaya çıkaran nedenleri, “dinî
metinlerden kaynaklanan nedenler” ve “yeni ortaya çıkan problemlerden doğan
nedenler” olarak iki başlıkta değerlendirebiliriz.
İslam Düşünce Tarihinde Ekollerin Ortaya Çıkış Nedenleri
1- Dinî metinlerden kaynaklanan nedenler
Doğrudan dinî metinlerden kaynaklanan nedenler, daha çok anlamlandırma
noktasında olmuştur. Bu bağlamda Allah'ın sıfatları, insanın irade hürriyeti ve
bilgisi gibi konularda, bazen ayetlerin kendi içinde bazen de ayetlerle hadislerin
çeliştikleri düşünülmüş ve bu metinler farklı farklı anlamlandırılmıştır. Örneğin,
Kur'an-ı Kerim’de “Allah'ın eli”. “O (Allah) göğe yükseldi.” ve benzeri ifadeler
kullanılmıştır. Bu ve bunun gibi müphem ifadeler insanların farklı düşünmesine yol
açmıştır. Bunun sonucunda kelam, felsefe ve tasavvuf ekolleri oluşmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
2- Yeni ortaya çıkan problemlerden doğan nedenler
VIII. yy.a gelindiğinde, Suriye, Filistin, Irak, Kuzey Afrika, İran, Horasan
Maveraünnehir, Sind ve İspanya fethedilmişti. Bu bölgelerdeki halkın büyük kısmı
İslamiyet'i kabul etmekle birlikte, bir kısmı da İslam’ın onlara tanımış olduğu dinî
özgürlüğe ve hukuki özerkliğe dayanarak, dinî ve kültürel varlıklarını sürdürmeye
devam etmişlerdir. Hatta İslam’ı yeni kabul eden bu milletler, eski dinî
kabullerinden ve kültürlerinden, tabii olarak, tamamen sıyrılamıyorlardı. Yani bir
tür “İsrailiyat” hareketi gerçeklik kazanıyordu. Bu şekilde İslam coğrafyasının
genişlemesi ve İslam yönetiminde bulunan milletlerin çeşitliliğinin artmasına
paralel olarak, dinî, siyasi, ekonomik, sosyal, felsefi merkezli yeni problemler de
çoğalmış ve çeşitlenmiştir. Ayrıca zaman içinde İslam’a muhalif karşı hareketler de
gelişmiştir. İslam düşünce ekolleri işte bu problemlere çözüm üretmek amacıyla
ortaya çıkmıştır. Özellikle fıkıh, kelam, tasavvuf ve felsefe ekolleri, hem sorunların
ortaya çıkışı itibarıyla hem de kavramsal içeriklerin aktarılması bakımından,
oluşum süreçlerinde bu kültürel zenginlikten istifade ederek farklı çözüm yolları
üretmişlerdir.
Diğer din ve kültürlerden gelen akli eleştiriler de İslam düşüncesini etkilemiş,
Brahmanizm, Mecusilik, Dehrilik, Tabiatçılık ve Bâtınilik gibi hareketler ortaya
çıkmış, İslam'a yönelik entelektüel eleştiri ve saldırılar da hız kazanmıştır.
Mecusilerin bir kısmı evren ve evrendeki oluş ve bozuluşu, ezelî kabul ettikleri iyilik
ve kötülük ilkesiyle açıklamaya çalışarak bir anlamda Allah'ın birliğine karşı
çıkıyordu. Dehriyye ise, evrenin zamanın eseri olduğu şeklinde görüşler ileri
sürüyordu. Tabiatçılar Tanrı'yı dışlayarak evrenin sadece tabiatın bir eseri olduğu
iddiasındaydılar. Hint kökenli Brahmanların (Berahime) ahiret hayatına yönelik
olarak tenasüh inancını benimsiyor, peygamberliğin imkân ve gerekliliğini
eleştiriyorlar ve peygamberliğin Allah'ın mutlak adaletine aykırı olduğunu ileri
sürüyorlardı. Hristiyanlar ise teslis inançlarının doğru olduğunu savunuyorlardı. Bu
eleştiriler ve saldırılar sonucunda İslam düşünürleri kendi metinlerini daha farklı ve
detaylı yorumlamışlardır. İşte bu problemlerin çözümü konusunda kelam, tasavvuf
ve felsefe alanında farklı görüşler oluşmuştur. Daha sonraki dönemlerde yapılan
çalışmalarla bu konulardaki görüşleri daha iyi ortaya koymak ve değerlendirmek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
amacıyla, bu farklı görüşlerin ortak noktaları dikkate alınarak ekol sınıflandırılması
yapılmıştır.
İslam düşünce okullarını oluşturan nedenleri kendi aranızda tartışınız ve
yapılan eleştirilere kendinîzce yanıtlar bulunuz.
İslam Düşünce Tarihinde Gelişen Başlıca Felsefi Ekoller
Bu ünitede ve diğer ünitelerimizde sadece felsefe ekollerini işleyeceğiz.
Çünkü kelam, tasavvuf ve fıkıh usulü gibi ekoller diğer derslerinizde ayrıntılı olarak
işlenecektir. Dolayısıyla İslam Düşünce Tarihi dersinde Bâtınilik, Dehriyyun,
Tabiiyyun, Revâkıyyun, Meşşailik, İşrâkilik, İhvan-ı Safa gibi ekoller işlenecektir.
Bâtınilik
Her şeyin bir bâtını bir de zahirî tarafı olduğunu kabul eden Bâtıniler, daha
ziyade siyasi bir teşkilat olarak ortaya çıkmışlardır. Bunlar ayrıca, “mezdekî”,
“karmatî”, “ta’limiyye” ve “mülahide” diye de anılırlar. Bu ekol felsefi kavramlarla
şüphecilik, tasavvuf ve mutezilenin karışımından oluşmuş bir ekoldür.
Bâtıniliğin temel meselesi, siyaset felsefesi ve imamet (yönetici) konusudur.
Bu ekole göre, “İmam” âlemdeki her şeyin bilgisine sahip olup İslami esasları
değiştirip onlara uygun gördüğü anlamı verebilecek güçtedir. Nitekim Bâtıniler
zahirin hakikatin kabuğu; bâtının ise özü olduğunu, bu özün nassların teviliyle
anlaşılabileceğine ve bunu da ancak imamın yapabileceğini benimsemişlerdir.
(Çubukçu, 1964: s. 41 vd.) Onlara göre en yüksek mutluluk dinin iç manasını
kavramaktır. İmama uyanlar her türlü mesuliyetten kurtulurlar.
Bâtıniler Aristoteles’in “Yokluğun tasavvuru mümkün değildir.” sözünden
hareketle âlemin kadim olduğunu kabul ederler. Materyalizmin aksine kısmen de
olsa, peygamberleri kabul ederler. Kötü ruhlar bir cesetten diğerine geçer ve azap
görürler. İyi ruhlar ise semaya yükselerek ilahî varlıkla birleşir. (Taylan, 1983:,
s.144-147) İslam düşünce tarihinde ciddi eleştiriler alan bu ekole en önemli tenkidi
Gazalî “Fedâilu’l-Bâtıniyye” adlı eserinde yapmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Bireysel Etkinlik
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
•Bu konuda İbrahim Agah Çubukçu’nun “Gazzâlî ve Bâtınilik” adlı
eserini okuyabilirsiniz.
Dehriyyun (Maddiyyun)
“Ezelî zaman” anlamına gelen "dehr" kelimesinden türetilen ve İslam
dünyasında ortaya çıkan ilk felsefi ekol olarak kabul edilen “Dehriyyun”; İslam
düşünce tarihinde maddeci bir varlık anlayışına dayanarak sadece duyularla
algılanabilen maddi dünyanın gerçek ve ezelî olduğunu, ruhun ve Tanrı'nın var
olmadığın, benimseyen materyalist felsefe ekolüne verilen addır. Her şeyin bozulup
değişip, eskidiğini; değişmeyen tek gerçeğin dehr, zaman olduğunu benimsedikleri
için bu ad ile isimlendirilmişlerdir. Dehriyyun, materyalist ve ateist düşünce
olmasından dolayı İslam toplumunda ortaya çıkan “ilhad” hareketleri de bu
kapsamda değerlendirilir.
Dehriyyun, İslam'dan önce oluşan ve VII. ve VIII. yüzyıllarda Orta Doğu’da
varlığını devam ettiren bir ekoldü. Nitekim Kur’an-ı Kerim bu anlayışa mensup
olanlardan şöyle bahsetmektedir.
“Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi
ancak zaman helak eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece
zanna göre hüküm veriyorlar.” (45. Casiy, 24).
İslam düşünce tarihinde bu ekole mensup kabul edilen filozofların
düşünceleri arasında bazı farklar varsa da genel olarak temel fikirlerini şöyle
özetleyebiliriz: Her varlık bir bakıma maddidir. Maddeden ayrı bağımsız bir ruh
yoktur. İnsan ruhu ölümden sonra müstakil olarak devam edemez, küllî varlığa
karışır.
Allah'ı ve ruhu inkâr ettikleri için Mülhitler ve Muattıla (Ateistler) olarak
kabul edilmişlerdir. Dehriyyun bütün metafizik olguları inkâr etmiş, dinleri ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
peygamberi gereksiz görmüştür. Bu ekolün mensupları her şeyin dış duyuların
verilerinden ibaret olduğunu ve duyularla elde edilen bilgiyi, gerçek bilgi kabul
ettikleri için duyumcular (Hissiyyun) olarak da kabul edilirler. Ayrıca maddenin
ötesinde başka hiçbir gerçek kabul etmedikleri için Maddiyyun (Materyalistler)
olarak da isimlendirilmişlerdir. Bu ekol İslam kelamcıları ve Meşşai filozoflarca
şiddetle eleştirilmiştir. İslam düşünce dünyasında sürekliliği olan bağımsız bir ekol
hâline gelememiştir. (Ülken, 1957, s. 42-44; Bayraktar, 1988; Cevizci, 2000, s. 208;
Şahin, 2000, s. 69-70)
Dehriliğin temel fikirlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
a-Kainatı idare eden ve her şeye kadir olan bir yaratıcının varlığını kabul
etmezler.
b-Âlemin bir yaratıcı tarafından değil, kendiliğinden ezelî olarak mevcut
olduğunu kabul ederler.
c-Onlara göre her varlık bir bakıma maddidir. Maddeden ayrı ve müstakil bir
ruh yoktur.
d-Evren ve Tanrı birdir. Evrenden ayrı şuurlu ve irade sahibi bir yaratıcı
yoktur.
e-İnsanın varlığı küllî varlığın bir neticesidir. Bu sebeple insan, psikolojik bir
şahsiyet değildir. Ruh ölümden sonra ferdî bir varlık olarak devam etmeyerek küllî
varlığa karışır. (Taylan, 1991: s.143-144).
İslam düşünce tarihinde bu materyalist felsefe akımının en önemli temsilcisi
olarak Horasanlı İbnü'r-Ravendî kabul edilir.
İbnü'r-Ravendî
Ebu'l-Hüseyin Ahmed b. Yahya b. Muhammed b. İshak er-Ravendî (ö.
301/914-914), Horasan'ın Merveruz'a bağlı olan Rivend köyünde dünyaya
gelmiştir. Yaşamını genelde Bağdat'ta geçirmiş. Mu'tezilî fikir çevreleriyle ilişki
kurmuş,fakat daha sonra, mülhitlik sayılan görüşleri nedeniyle mülhid ilan
edilmiştir. İbnü'r-Ravendî’ye “Kitabu'l-İntisar”; “Kitabü't-Tac”; “Kitabü'z-Zümürrüd”
adlı eserler nispet edilir. Bu eserin bazı bölümleri günümüze ulaşmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
Tabiiyyun
İslam düşüncesinde, dünyanın yoktan var edildiğini, kendi dışındaki mutlak,
iradeli ve yüce bir güç tarafından düzenlenip yöneltildiğini savunan ve bu
çerçevede, Kur’an ve hadislere dayanan düşünce akımlarına karşı olan ve doğayı
temel almakla birlikte, madde dünyası dışında ruhun ve Tanrı’nın varlığını kabul
eden görüşe tabiiyyun adı verilir. Ahiret, vahiy ve peygamberlik konularında ciddi
endişeleri olan bu ekol, doğayı bilimsel ya da doğal yöntemlerle araştırmayı
benimseyip bilginin temeline deney ve tümevarımı yerleştirir. (Bolay, 1996,
“doğacılık” md. s. 103; Fahri, 1992:, s. 89-91 Cevizci, 2000, s. 897). Tabiatçı
(natüralist) düşünürler, metafizik düşünceleri pek önemsemediklerinden dolayı
"Deist" düşünürler kapsamında da değerlendirilirler.
İslam Düşüncesi’nde “tabiiyyun” olarak da nitelenen filozoflar, tabiat
felsefesi yaptıkları için değil, ilahiyata ait fikirlerini tabiat felsefesinden çıkarmak
istedikleri için böyle bir isimle adlandırılmışlardır. Nitekim İslam tabiatçıları, her
türlü tabiatüstü metafizik varlıkları reddeden natüralizmin aksine, metafizik
varlıkları benimserler, fakat varlıktaki her türlü oluşum, değişim ve gelişimi sebepsonuç ilişkileriyle ve rasyonel olarak açıklamaya çalışırlar.
İslam dünyasında en ünlü tabiatçı filozoflar olarak Hekim Ebu Bekir Zekeriyya
er-Razî, Cabir b. Hayyan ve Kindî’nin öğrencilerinden olan Serahsî kabul edilir.
(Bayraktar, 1988: s. 92-93; Kaya, 1995, XII, 313) Bu ekolün mensupları, yaratan bir
Tanrı'nın varlığını kabul ettikleri hâlde dine ve peygamberlere gerek olmadığını
iddia ettiklerinden ve Allah'ın evrenle sürekli ilişkisini mümkün görmediklerinden
deist görüşü savundukları için İslam dünyasında takipçileri olmamıştır.
Hekim Ebu Bekir Zekeriyya er-Razî (865 - 925)
Ebû Bekir Muhammed b. Zekeriya b. Yahya er-Razî, Rey Şehri'nde
doğmuştur. (el-Bimni, 1996: s. 4; ez-Zirik1i, 1954:VI, 364). Çeşitli ilim ve kültür
merkezlerinde öğrenim görmüş, tıp sahasında birçok yeniliğin öncüsü olmuştur.
Hayatının sonlarına doğru görme yetisini kaybeden Razî, 313/925 tarihinde Rey
şehrinde vefat etmiştir. (İbn Nedim, 1994, s. 360; İbn Cülcül, 1985, s. 77; İbnu'lAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
Kıfti, 1903, s. 273).
Ebu Bekir er-Razî’ye göre felsefe, her tür davranış biçimine değer kazandıran
bir düşünce tarzıdır. Bu tanımıyla insanın sürekli mükemmele doğru yönelmesinin
gerekliliğine işaret etmiş ve felsefeyi, bir yaşam şekli olarak kabul etmiştir.
Kendisinin bu anlamda erdemli, filozofça bir yaşam sürdüğü nakledilir. Çünkü ona
göre filozof, mantığın şartlarını ve kanunlarını bilen, matematik, fizik ve metafizik
ilimlerini en üst seviyede elde eden kimsedir. (Razî, 1982: et-Tıbbu'r-Rûhanî, s. 43).
İnsanlar yaratılış
itibariyle bilgiye aynı
yatkınlıktadırlar.
Zekeriya er-Razî, felsefenin sadece seçkin insanların yapabileceği bir eylem
olmadığını, herkese açık olduğunu benimsemiştir. Çünkü ona göre insanlar, yaratılış
itibarıyla bilgiye aynı yatkınlıktadırlar. Fakat daha sonra çalışarak ve bu
yatkınlıklarını geliştirilmek suretiyle insanlar arasında bilgi seviyeleri açısından
farklılıklar olabilir.
İslam dünyasında "Tabiat Felsefesi" akımının en önemli temsilcisi olarak
kabul edilen Ebu Bekir Zekeriya er-Razî, bütün meselelere tabiat bilimlerinin
metodu sayılan, deneye dayanan ampirik ve tümevarım metotlarıyla yaklaşmıştır.
Nitekim o felsefi konularda akılcı; bilim ve tıpta ise tecrübecidir. (Walzer, 1962: s.
15).
Ebu Bekir Zekeriya er-Razî'nin metafizik düşüncesini “beş ezelî varlık"
öğretisi üzerine kurmuştur. Ona göre beş ezelî varlıktan olan Allah ve Küllî Ruh,
canlı ve faaldir. Üçüncü ezelî varlık olan “Heyûlâ” yani mutlak madde, cansız ve
pasiftir. Dördüncü ve beşinci ezelî varlıklar olan “Halâ” yani mutlak mekân ve
“mutlak zaman” ise ne canlı, ne faal ne de pasiftirler. Bu ezelî varlıklar âlemin var
olabilmesi için zorunlu olan varlıklardır. (Aydın, İ. H., 2001: s. 110).
Ebû Bekir er-Razî, felsefi sisteminde, Allah'tan başka ezelî varlıklar olduğunu
kabul ettiği gerekçesiyle İslam dünyasından ciddi anlamda eleştirilmiş, hatta mülhit
olarak vasıflandırılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
Revâkıyyun
İslam düşünce tarihindeki bir diğer felsefi ekol de Revâkiyedir. Sözlük anlamı
itibarıyla “revâka mensup” demektir. İslam dünyasında bir grup düşünürün,
derslerini sütunlar arasında, revaklarda yapan Stoacıların felsefi düşüncelerini
hareket noktası olarak benimsemesinden dolayı bu ekole mensup filozoflara “İslam
Stoacılığı” ya da “Rivâkiyyun” denilmiştir.
Bu ekolün ana düşüncesi özetle, yaşam ve ölüme karşı kayıtsız kalmaktır.
Yaşamın amacı olan mutlu ve erdemli bir hayat için ihtiraslara hâkim olmak
gerekir. Bunun için her bakımdan doğal yaşamı, doğaya uygun yaşamayı
benimsemişlerdir. Zira bu anlayışa göre, Tanrı’nın iradesine, rızasına bu tür bir
yaşam uygundur. Ayrıca doğaya uygun olan akla da uygun olur. Tamamıyla Stoacı
bir İslam düşünürü olmamakla birlikte, İslam dünyasında en önemli temsilcisi
Üstüvanî Mehmet Efendi (1608-1668) kabul edilir. (Bayraktar, 1988: s. 119-120;
Kaya, “Revakiyyun”, DİA, XXXV, 24-26; Bolay, 1999: s. 423-424; Cevizci, 2000, s.
330).
İslam Meşşaî Ekolü
Meşşailik (Meşşaiyyun) “yürüyenler” (yürüyücülük) anlamına gelen bu
isimlendirme Aristoteles’e dayanır. Atinalılar, Aristoteles ve öğrencilerine Latincede
“yürüyenler” veya “yürüyücüler” anlamına gelen “Peripataticiens” şeklinde
isimlendirmişlerdir. İslam dünyasında Aristoteles’in felsefesinden yaralanan ve
felsefesini onun mantığıyla oluşturan filozoflara “İslam Aristoculuğu” anlamında
İslam Meşşaileri
Aristoteles’i her konuda
benimsemeyip, bazı
konularda
eleştirmişlerdir.
Arapçada “yürüyenler” veya “yürüyücüler” anlamına gelen “Meşşaiyyun” adı
verilmiştir. Ancak hemen şunu belirtmeliyiz ki, İslam filozofları her konuda
Aristoteles’i benimseyip onun yolundan gitmiş değillerdir. Bu ekole mensup
filozoflar Aristoteles’in yanında Platon’dan, Yeni Eflatunculuktan ve pek çok
kaynaktan istifade etmişlerdir. Bu hususa yeri geldikçe değinilecektir. İslam
dünyasında, Kindî (ö. 866), Farâbî (ö. 950), İbn Sina (ö. 1037). İbn Bacce (ö. 1138)
ve İbn Rüşd (ö. 1198) gibi filozoflar bu ekol kapsamında değerlendirilir.
Meşşai ekol kapsamında değerlendirilen İslam filozofları, problemleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
öncelikle İslam’ın temel kaynaklarına müracaat ederek, felsefi bir yöntemle
çözmeye çalışmışlardır. İslam’ın temel kaynaklarıyla çözüm getirilmeyen
durumlarda ise Aristoteles, Platon ve Yeni Platoncu kaynaklardan aklın
kılavuzluğunda yararlanmışlardır. İslam Meşşaî filozofları genelde mantık sahasında
Aristoteles’i metafizik, siyaset ve ahlak sahalarında Platon’u ve Yeni Platoncuları
izlemişlerdir. Dolayısıyla İslam dünyasında meşşai felsefe denilince, Aristo felsefesi
ile Eflatun felsefesinin Plotin tarafından yorumlanmış ve birbiriyle uzlaştırılmış şekli
anlaşılmalıdır. Ancak İslam Meşşaî filozofları dışarıdan gelen fikirleri hiçbir zaman
sorgulamadan kabul etmemişlerdir. Onlar yabancı kaynakları kendi temel
kriterlerine uyması durumunda benimsemişlerdir. Zaman zaman da bu
filozoflardan farklı düşünmüşlerdir. Örneğin Farâbî, Aristo metafiziğinin kuvve ve
fiil nazariyesini kendi metafiziğine temel olarak almış olmakla birlikte Aristo'nun
metafizik anlayışından özellikle üç noktada ayrılmıştır:
1- Aristo'ya göre, Tanrı ve madde birbirinden bağımsız iki ayrı varlıktır. Tanrı
maddeye suret verir ve âlemin merkezinde bulunur. Farâbî'de ise, madde Allah'a
dayanmaktadır ve varlığını Allah'tan almaktadır.
2- Aristo'ya göre Tanrı âlemi sadece güzellik ve iyilik kurallarına ve belirli
hedeflere göre mekanik olarak idare eder. Farâbî'ye göre ise, bilerek, inayeti ve
varlığı ile idare eder.
3- Aristo'ya göre ilk hareket ettirici olan Tanrı, aynı zamanda tümel akıldır ve
maddeye mekanik olarak etkide bulunur. Hâlbuki Farâbî'ye göre Allah, biricik
zorunlu varlıktır. Eşya âlemi; varlığını ve zorunluluğunu böyle bir Vâcibu'lVücud’dan alır. Fakat Tanrı, tümel akıl değildir. Tümel akıl, Tanrı'nın ilk yarattığı
şeydir. Bu bakımdan Aristo'da Tanrı ile âlem arasında aracı bulunmadığı hâlde,
Farâbî'de sudûr nazariyesi gereğince ilk akıldan itibaren bir takım akıllar, nefisler ve
felekler aracılık eder (Farâbî, 1991: s. 55-56; Aydın, İbrahim Hakkı, 2000: s. 40).
Buradan da anlaşılacağı gibi İslam filozofları Aristoteles'in körü körüne bir takipçisi
olmamışlardır.
İslam Meşşaî filozoflarının fikirleri arasında bazı farkların olmasıyla birlikte,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
İslam Meşşailiğini ana hatlarıyla maddeler hâlinde şöyle sıralayabiliriz.
1- Felsefi doktrinler temellendirilirken, bilimsel araştırmalar yapılırken
Aristoteles mantığı bir yöntem olarak kullanılmıştır.
2- Felsefi problemlerin çözümünde öncelikle İslam’ın ışığında akla öncelik
tanınmıştır. Bu anlamda İslam Meşşaileri rasyonalist olarak kabul edilebilir. En
belirgin özellikleri dinle felsefeyi ortak bir paydada toplayarak akılla nassı
uzlaştırmaktır.
3- Ruhun varlığını devam ettirmek için bedene muhtaç olmadığını fakat
bedenin varlığını sürdürmek için ruha muhtaç olduğunu kabul ederler.
4- İslam Meşşaileri felsefe tarihinde ilk defa nübüvveti felsefi olarak
temellendirmeye çalıştıkları için bilgi problemine yeni bir boyut kazandırmışlardır.
5- Ahlak anlayışlarının temelini mutluluk anlayışı oluşturur. Asıl mutluluğun
ahirette, Allah’a ulaşmakla mümkün olabileceğini kabul ederler. (Kaya, 1994, sy. 2,
s. 29-31; Bayraktar, 1988, s. 117-119; Cevizci, 2000, s. 587)
Meşşaîlerde Varlık Problemi
Meşşaî filozoflar genelde varlığı üç kısma ayırırlar:
a) Zorunlu (Vâcibu’l-Vücud) varlık. Bu, sadece nedensiz, ezelî olan Tanrı’dır.
b) Mümkün varlık, sebepli, var edilmiş, mahluk ve gerçekliği olan tüm
varlıklardır. Tanrı'nın dışındaki tüm varlıklar mümkün varlıklardır.
c) Mümteni varlık, gerçekliği olmayan, sadece insanların zihinlerinde
ürettikleri varlıklardır. (Kafdağı, Anka kuşu gibi.)
İslam Meşşaîlerine göre mümkün varlıkların dört nedeni vardır:
a) Fail Neden: İlk fail neden, Tanrı'dır. Fakat mümkün varlıklar çerçevesinde
doğadaki herhangi bir nesne de fail neden olabilir. Örneğin babanın, oğluna neden
olması gibi.
b) Formel (şeklî, sûrî) neden: Bu, varlığa şekil kazandıran nedendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
c) Maddi neden: Var olan, yapılan şeyin maddesini oluşturan nedendir.
d) Gaye neden: Bir şey ne için var edilmiş ise o, onun gaye nedenidir.
İslam meşşailerinden Kindî ve İbn Rüşd’ün dışında, özellikle Farâbî ve İbn
Sina, âlemin var oluşunu, kozmik varlığın meydana gelişini “sudur” teorisiyle
Bireysel Etkinlik
Tartışma
açıklamışlardır.
• Farâbî ve İbn Sina'nın sudûr anlayışını
geliştirmelerinin nedenleri ne olabilir? Tartışınız.
Ayrıca bu teori İslam dünyasında ne gibi temel
problemlerin doğmasına yol açmış olabilir?
Araştırınız.
• Bu konuda İ. H. Aydın'ın Farâbî'de Metafizik
Düşünce; Hüseyin Atay'ın İbn Sina'nın Varlık
Felsefesi; M. Muhammed Şerif’in Klasik Islam
Filozofları ve Düşünürleri adlı eserler okunabilir.
Din Felsefe İlişkisi:
Meşşaî ekole mensup filozoflar her şeyden önce din ile felsefe arasında konu
ve gaye birliği bulunduğunu benimsemişlerdir. Bu iki sistem, insanları mutluluğa
götürecek gerçek bilgiyi ve gerçek eylemi onlara öğreterek, onların mutluluğunu
sağlayarak mutsuzluklarını engellemeyi amaçlar. (İbn Rüşd, 63-65). İslam
Meşşaileri bu konuda önemli çabalar harcamışlardır. Onlara göre, din ile felsefenin
mesajları arasında hiçbir farklılık yoktur. Her ikisi de, yöntemleri farklı olsa da,
gerçek hakikate ulaşmak gayesindedirler. Her ikisi de Allah’ın birliğinin ve gücünün,
kudretinin bilgisini verirler. Her ikisi de hakikatin ilmidir. Nitekim onlara göre aklın
bildirdiği hakikatler, dinin bildirdiklerine aykırı değildir. Bu düşünceleriyle de
felsefe ile dinin uzlaşı içinde olduğunu anlatmaya çalışmışlardır.
İnsani Akıllar:
İslam Meşşaîleri aklı, nazari ve amelî akıl olmak üzere iki kısma ayırmışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
Nazari akıl da bi’l-kuvve, bi’l-meleke akıl, bi’l-fiil ve müstefâd akıl olmak üzere dört
kısımda değerlendirilmiştir.
1- Bi’l-Kuvve/Heyulani Akıl: Potansiyel akıl da denilen bu akıl, insanda
doğuştan var olan ve kendisinde herhangi bir nakış bulunmayan akıldır. Akıl, bu
derecede bilgileri almaya tabiatı icabı yatkındır. Ancak nefiste kuvve hâlinde
Allah tarafından insana
verilen en önemli ve
ayırıcı nitelik akıldır.
olduğu için bu akılla herhangi bir eylemde bulunulmaz.
2- Bi’l-Meleke Akıl: Akıl gücünün mutlak yatkınlıkla mümkün bir güç hâline
gelmesidir. Eşyanın suretlerinin hiçbirisinin bulunmayan bi’l-kuvve akılda, eşyanın
suretleri belirmeye başlayınca bi’l-meleke akıl olur.
3- Bi’l-Fiil Akıl: Eyleme geçebilen, kendisiyle günlük yaşam eylemleri yerine
getirilebilen akıldır. Bilkuvve aklın gelişerek eyleme geçebilme yeteneğini
kazanmasıyla bu adı alır.
4- Müstefad Akıl: İnsan aklının yetkinleşme ve bilgi edinmedeki son
aşamasıdır. Müstefad akıl, mutlak fiil hâlindeki akıldır. Faal-akıl ile iletişime
geçebilir. Bu akıl derecesine ulaşabilen insan, artık varlığın her alanıyla ilgili bilgileri
kıyas ve burhan yoluyla kazanmış, kısaca kendine özgü fiil ve yetkinliğini elde etmiş
demektir. Bu insanın dünyadaki nihai amacı, ulaşabileceği en son yetkinlik,
tadabileceği en büyük lezzet ve kendisi adına gerçekleştirebileceği en yüksek
iyiliktir.
Bazı İslam Meşşaî Filozofları
Kindî:
İslam düşünce tarihinde Kindî, kelamdan felsefeye geçişin ilk temsilcisi
olması hasebiyle ilk İslam filozofu olarak kabul edilir. Ebu Yusuf Yakub b. İshak elKindî, Kufe'de 796’da doğmuş, 866 yılında Bağdat'ta vefat etmiştir. Abbasi
halifelerinden Me'mun (813-833)’un kurmuş olduğu tercüme enstitüsü
konumunda olan Beytü'l-Hikme'de görev almıştır.
Kindî özellikle, “Hududi'l-Eşya ve Rusumiha” (Tarifler Üzerine) adlı eseriyle,
el-Kindî ilk İslam filozofu
olarak kabul edilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
İslam Felsefesine hem terminoloji hem de metodoloji açısından önemli katkılar
yapmıştır. Ayrıca o, “Var mıdır? Nedir? Nasıldır? Niçin?” sorularıyla felsefi açıdan
metodolojisini âdeta özetlemiştir. Kindî; matematik, fizik, felsefe, ilahiyat, siyaset,
tıp, müzik gibi alanlarda iki yüzden fazla eser yazmıştır. Bu eserleri bir kısmı
Bireysel Etkinlik
yayınlanmıştır.
• Kindî hakkında geniş bilgi edinmek için şu kaynaklardan
yararlanabilirsiniz:Fahri, Macit, İslam Felsefesi Tarihi, s. 67-87;
Bayraktar, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, s. 184-200; Şahin,
Hasan, İslam Felsefesi Tarihi, s. 78-85; Kaya, Mahmut, "Kindî",
DİA, XXVI, 41-57.
Farâbî:
Ebu Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Uzluğ el-Farâbî et-Türkî,
Maveraünnehir bölgesinde, günümüzde Kazakistan sınırları içinde bulunan, Farab
kasabasında 870’te doğmuş, 950’de Şam’da vefat etmiştir. Bir Türk filozof olan
Farâbî Merv ve Bağdat'a giderek dinî ilimler, Arapça, mantık, metafizik, musiki,
matematik, tıp, dil bilgisi, felsefe ve astronomi gibi alanlarda eğitim ve öğretim
görerek eğitimini tamamlamış
Aristoteles’ten sonra en ünlü filozof kabul edildiğinden dolayı "Muallim-i
Sanî" (ikinci Öğretmen) unvanı ile meşhur olan Farâbî, yapmış olduğu çalışmalarla
İslam dünyasındaki felsefe hareketlerini sistemli bir şekle getirmesinden dolayı
İslam Felsefesi’ninde kurucusu olarak kabul edilir. Felsefi görüşleri özellikle İbn
Sina, Yahya b. Adî ve Bağdat okulu tarafından devam ettirilmiştir.
Farâbî, felsefe, mantık, tıp, fen bilimleri, ahlak, müzik ve siyaset alanlarında
iki yüz civarında eser vermiştir. Meşhur eserlerinden bazıları şunlardır: “İhsau'lUlûm”, “Uyunu'l-Mesâil”,” Kitabu'l-Hurûf”, “es-Siyasetü'l-Medeniyye”, “Tahsilu'sSaade”, “Medinetu'l-Fazıla”, “Risale fi Maani'l-Akl”, “et- Ta'likat”. Bu eserlerin
önemli bir kısmı Latince, İbranice, Türkçe, Farsça, Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve
Rusçaya tercüme edilmiştir. (Aydın, İ. H. 2000, s. 38)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
“Allah’ın ne olduğunu değil, ancak ne olmadığını bilebiliriz.” Sözünün anlamı
nedir? Tartışınız”.
İbn Sînâ:
Ebû Ali Hüseyin b. Abdullah b. Ali b Sina, 980 yılında Türkistan'ın Buhara
yakınlarındaki Efşene köyünde doğmuş, 1037 yılında Hamedan'da vefat etmiştir.
İslam dünyasında "büyük otorite" anlamına gelen "eş-Şeyhu'r-Reis" unvanıyla; Batı'
da ise "Avicenna" olarak bilinmektedir. İbn Sina tıp, mantık, felsefe, hukuk ve
İbn Sinâ Doğu’ya özgü
bir felsefe ve mantık
kurmayı denemiştir.
geometri okumuştur. O, felsefe, akli ilimler alanında ünlü olduğu gibi; tıp alanında
da “el-Kanun fı't- Tıb” adlı eseri, üniversitelerde ders kitabı olarak okutulacak kadar
ünlü olmuştur.
İslam felsefe tarihine baktığımızda şu tespiti yapabiliriz: Kelamdan felsefeye
geçişi sağlayan Kindî; terminoloji, metot ve problemleri açısından onu
sistemleştiren Farâbî; kendi dönemine kadar gelen bu zengin birikimi yeni baştan
işleyerek büyük bir külliyat hâline getiren İbn Sina olmuştur. İbn Sina “el-Hikmetu'lMeşrikiyye” ve “el-Mantıku'l-Meşrikiyye” isimli eserleriyle” Doğu’ya özgü bir
felsefe ve mantık kurmayı denemiştir. (Şahin, 2000: s. 85-92).
Çeşitli alanlarda eser veren İbn Sina’nın eserlerinden bazıları şunlardır: “eşŞifâ”, “en-Necât, “el-İşarât ve't- Tenbihât”,” el-Kanun fi't- Tıb”, “Uyunu 'l-Hikme”,
“el-Hikmetü'l-Meşrikiyye”, “el-Mübahasât”, “el-Mebde ve'l-Mead”.
İbn Rüşd:
İbn Rüşd, Batı
dünyasında felsefenin
yeniden canlanmasına
katkı yapan en önemli
filozoftur.
Endülüs'te yetişen bir İslam filozofu olan Ebu'l-Velid Muhammed b.
Muhammed el-Kurtubî İbn Rüşd, 1126 yılında Kurtuba'da dünyaya gelmiş, 1198
yılında vefat etmiştir. Bu düşünürümüz, önce Malikî fıkhı ve Eşari kelamı olmak
üzere dinî ilimleri, daha sonra tıp, matematik, astronomi, mantık ve felsefe tahsil
etmiştir. Ayrıca İslam âleminin yetiştirmiş olduğu önemli fıkıhçılardan biri olarak
İşbiliye (Sevilla) ve Kurtuba kadılık görevlerinde bulunmuştur.
Emir Ebu Yakub'un emri ile Aristo'nun eserlerini yeniden neşir ve şerh
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
ederek Aristo'yu tam olarak, özellikle Batı dünyasına tanıtmıştır. İbn Sina ve Farâbî
gibi önceki Müslüman filozofların yanlışlıklarını eleştirdiği gibi, doğru bulduğu
konularda da onları desteklemiştir. Bu tutumuyla ciddi bir bilim adamı objektifliği
içinde olmuştur. Ayrıca Gazzalî’nin filozofları eleştiri amacıyla yazdığı “Tehafütü’lFelsefe” adlı esere eleştiri niteliğinde yazmış olduğu “Tehafütü’t-Tehafütü’lFelasife” adlı eseriyle İslam dünyasında tehafüt geleneğini başlatmış ve bu gelenek
sayesinde İslam düşünce hareketlerinin canlı kalmasına önemli katkıları yapmıştır.
İbn Rüşd bazı İslam filozoflarının varoluş teorilerinden, Sudur teorisini ciddi şekilde
eleştirmiştir.
Eserlerinden bazıları şunlardır. “Bidayetü'l-Müctehid”, “Faslu'l-Mâ-kal”, “elKeşf an Menahici'l-Edille”, “Tehafütü’t-Tehafütü’l-Felsefe”, “Tefsiru Maba'de'tTabi'a”, “ Makale fi'l-Akl”, “Makale fi'l-Kıyas”, “Kitabu'l-Külliyat”.
Bağımsız Filozoflar:
Bağımsız filozofların en ünlüsü olan Gazzalî ileriki ünitelerde geniş olarak ele
alınacağından burada ona yer vermeyeceğiz. Burada sadece örnek olması
bakımından bağımsız filozoflardan kısaca iki filozofu ele alacağız.
Ebu'l-Berekât el-Bağdadî (1076 - 1166):
Yahudi asıllı olup kırk yaşlarında Müslüman olan bu filozof, Bağdad’da
yaşamıştır. Bağdadî'nin felsefi düşüncelerini, onun en önemli eseri olan “elMu'teber fi'l Hikme” den öğrenmekteyiz. Özgür fikirleri olan bu filozof, Evhadü’zZaman” lakabıyla da anılır. O da, Gazzalî gibi Meşşaîleri bazı konularda
eleştirmiştir. Görüşleri Gazalî’nin görüşleriyle benzerlik arz etmektedir. Doğa
felsefesi açısından önemli bir filozof kabul edilir. Kendine özgü bir zaman anlayışı
ortaya koymuştur. Ona göre zaman, varlığın sayımıdır; yani varlığın bekasının
müddetidir. (Taylan, 1983, s. 288-291).
İbn Haldun (1332-1406):
Bağımsız filozoflar arasında en çok dikkat çeken düşünürlerden olup
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
Endülüs asıllıdır. Düşünce hayatında ilk tarih felsefesi yapan düşünür olarak
kabul edilir. Ayrıca bir anlamda da tarih felsefesinin ve sosyolojinin kurucusu
olduğu söylenebilir. En önemli eseri olan “Kitabu'l-İber” adlı tarih kitabına giriş
olarak yazdığı “Mukaddime” ile ünlü olmuştur. Düşünce tarihinde özellikle tarih
felsefesi, sosyoloji ve siyaset gibi kültür ilimleri açısından önemli bir yeri vardır.
Devlet, tarih ve sosyal olayları da tıpkı bir canlı gibi kabul eder. (Taylan, 1983, s.
291 - 296).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Bireysel Etkinlik
“Allah’ın ne olduğunu
değil, ancak ne
olmadığını bilebiliriz.”
Tartışma
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
• , "Vacibu'l- Vücud" terimini varlık problemi anlamında
olumlu ve olumsuz anlam ve nitelikleri bakımından
forumda tartışabilirsiniz.
•İslam tabiatcılarıyla Batı felsefelerindeki tabiatcıların fikirlerini
karşılaştıran bir araştırma ve inceleme çalışması yapınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Özet
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
•İslam Düşüncesi Allah, âlem, insan ve bu üçlünün arasındaki ilişkilere ait
konularda ileri sürülen düşünceleri kapsar. Bu kapsamdaki konular ele
alınırken çeşitli nedenlerden dolayı farklı farklı çözüm yolları ve sonuçları
ortaya çıkmıştır. Bu farklılıklar, İslam Düşüncesi'nin bir zenginliği olarak
çeşitli ekollerin oluşmasına imkân sağlamıştır.
•Bu kapsamda İslam Düşünce tarihinde gelişen ve bu ünitede işlenen
başlıca felsefe ekolleri ise şunlardır. Revâkıyyun, Tabiiyyun,
Dehriyyun , Bâtınilik ve Meşşaîlik.
•İslam Düşüncesi kendini hiçbir zaman vahye alternatif olarak
görmemiştir. Bazen İslami nassı açıklayıcı, rasyonel temellerini tespit
edici nitelikte olduğu gibi, bazen de kendi ilkelerini güçlendirmek için
nasstan destek almıştır.
•Bu bağlamda İslam Düşüncesi , İslam'ın insani çabaya verdiği önemin
bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla pekiştirebiirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Ödev gönderimi
Ödev
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
• "Aklı kullanma sanatı" olarak tanımlanabilecek olan felsefe
pratik yaşamımızda negibi yarar sağlayabilir? Araştırınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Ebu Bekir Zekeriya er- Razî'ye göre sadece kimler felsefe yapabilir?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a) Hakîmler
b) Felsefeye yatkın olanlar
c) Mütefekkirler
d) Düşünmeye yatkın olanlar
e) Bilgiye yatkın olan insanlar
2. İslam Düşüncesi’nde “tabiiyyun” olarak adlandırılan filozoflara, niçin bu ad
verilmiştir?
a) Tabiat felsefesi yaptıkları için
b) İlahiyata ait fikirlerini tabiat felsefesinden çıkarmak istedikleri için
c) Her türlü tabiatüstü metafizik varlıkları, reddettikleri için
d) Felsefelerinde natüralizmi benimsedikleri için
e) Allah’tan başka dört ezelî ilke kabul ettikleri için
3. Aşağıdaki ekollerden hangisi “İslam Stoacılığı” adı ile de anılır?
a) Tabiatcılar
b) Dehrîler
c) Revâkiler
d) Meşşaîler
e) Bâtıniler
4. İslam Meşşaîleri hakkında aşağıdaki bilgilerden hangisi yanlıştır?
a) Mantık sahasında Aristoteles’i takip etmişlerdir.
b) Metafizik probleminde Platon’u daha fazla takip etmişlerdir.
c) Siyaset probleminde Yeni Platonculuğu daha fazla takip etmişlerdir.
d) Ahlak sahalarında daha fazla Aristoteles’i takip etmişlerdir.
e) Bilgi probleminde Sokrat’ı daha etmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
5. Aşağıdakilerden hangisi metafizik konusunda Aristoteles ile Farâbî arasındaki
farklar konusunda yanlıştır.
a) Aristoteles'e göre, Tanrı ve madde birbirinden bağımsız iki ayrı varlıktır.
Farâbî'de ise madde Allah'a dayanmaktadır ve varlığını Allah'tan almaktadır.
b) Aristoteles'e göre Tanrı âlemi sadece güzellik, iyilik kurallarına ve belirli
hedeflere göre mekanik olarak idare eder. Farâbî'ye göre ise bilerek, inayeti ve
varlığı ile idare eder.
c) Aristoteles'e göre Tanrı ile âlem arasında aracı bulunur, oysa Farâbî'ye
göre aracı bulunmaz.
d) Aristoteles'e göre ilk hareket ettirici olan Tanrı, aynı zamanda tümel
akıldır. Farâbî'ye göre ise Tanrı, tümel akıl değildir; tümel akıl, Tanrı'nın ilk yarattığı
şeydir.
e) Aristoteles'e göre Tanrı maddeye mekanik olarak etkide bulunur.
Farâbî'ye göre Tanrı, maddeye inayetiyle etkide bulunur.
6. Aşağıdakilerden hangisi İslam Meşşaî filozoflarının felsefeleri açısından
yanlıştır?
a) Felsefi doktrinler temellendirilirken bilimsel ilke ve yöntemleri
kullanmışlardır.
b) Problemlerin çözümünde öncelikle İslam’ın ışığında akla öncelik
tanınmışlardır.
c) Ruhun varlığını devam ettirmek için bedene muhtaç olmadığını kabul
ederler.
d) İslam Meşşaîleri felsefe tarihinde ilk defa nübüvveti felsefi olarak
temellendirmeye çalışmışlardır.
e) Ahlak anlayışlarının temelini mutluluk anlayışı oluşturur.
7. Aşağıdakilerden hangisi Mümtenî varlığa örnek olabilir?
a) Serçe kuşu
b) Anka kuşu
c) Balıkçıl kuşu
d) Arpaçık kuşu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
e) Keklik kuşu
8. Aşağıdakilerden hangisi İslam Meşşaîlerine göre mümkün varlıkların
nedenlerinden biri değildir?
a) Fail neden
b) Formel neden
c) Maddi neden
d)Ruhi neden
e) Gaye neden
9. Aşağıdakilerden hangisi İslam meşşailerinin benimsediği insanî
akılların seviyelerinden değildir?
a) Bi’l-kuvve/Heyulani Akıl
b) Bi’l-meleke Akıl
c) Bi’l-fiil Akıl
d) Müstefad Akıl
e) Faal Akıl
10. Aşağıdaki filozoflarımızdan hangisi “Hududi'l-Eşya ve Rusumiha” (Tarifler
Üzerine) adlı eseriyle İslam Felsefesine hem terminoloji hem de metodoloji
açısından önemli katkılar yapmıştır?
a) Farâbî
b) Gazzalî
c) İbn Sina
d) Kindî
e) İbn Rüşd
Cevap Anahtarı
1.E, 2.B, 3.C, 4.E, 5.C, 6.A, 7.B, 8.D, 9.E, 10.D.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR
KAYNAKLAR
Atay, Hüseyin, 1974: Farâbî ve İbn Sina'ya Göre Yaratma, Ankara.
Aydın, İbrahim Hakkı, 2001: "Ebu Bekir Razî'de Beş Ezelî İlke", Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi , sy.15, s. 107-144.
Aydın, İbrahim Hakkı, 2000: Farâbî’de Metafizik Düşünce, İstanbul.
Bayraktar, Mehmet, 1988: İslam Felsefesine Giriş, Ankara
Bolay, S. Hayri, 1993, 1996: Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, IV. Baskı,
Ankara.
Cevizci, Ahmet, 2000, Paradikma Felsefe Sözlüğü, İstanbul.
Çubukçu, İbrahim Agah, 1964: “Gazzâlî ve Bâtınilik, Ankara.
el-Bimni, Ebu Reyhan Muhammed b. Ahmed, 1996:, "Risale li'l-Blmni fi
Fihrist Kutub Muhammed b. Zekeriya er-Razî", ed. Paul Kraus, lslamic Medicine,
vol. 25, Frankfurt.
el-Merzukî, 1332, Ahmet b. Muhammet b. Hasan, Kitabu'l-Ezmine ve'lEmkine, Haydarabad.
ez-Ziriklî, Hayreddin, 1954, A'lam: Kamusu Teracimi li Eşheri'r-Rical,
Matbaatu Kustasus, Kahire.
Fahri, Macit, 1992, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Kasım Turhan, II. Baskı,
İstanbul.
Hayrani Altıntaş, 1999, “Dehriyye”md., Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedi, İstanbul, 1999, IX, 107-109.
İbn Cülcül, 1985, Tabakatu'l Etıbba ve'l-Hukema, tahkik Fuad Seyyid,
Müessesetü'r Risale, Beyrut.
İbn Nedim, 1994, Fihrist, Daru'l-Maarif, Beyrut.
İbnu'l-Kıftî, 1903, İhbaru'l-Ulema bi Ahbari'lHukema, thk. Julius Lippert,
Dieterichsche Verlagsbuchland, Leipzig.
İbn Rüşd, 1992, Faslul’l-Makâl, çev ve nşr. B. Karlığa, İstanbul.
Kaya, Mahmut “Meşşaiyye", DİA, XXIX, 393-396;
Kaya, Mahmut, “Felsefenin İslam Dünyasındaki Serüveni II", İslami Sosyal
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam Düşüncesinde Gelişen Ekoller
Bilimler Dergisi, C.II, Güz 1994, sy. 2, s. 25-41.
Kaya, Mahmut, “Revâkiyyun”, md., Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, XXXV, 24-26.
Kaya, Mahmut, 1995, “Felsefe” md. Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, XII, 313
Razî, Ebu Bekir, 1982, es-Sıretü'I-Felsefiyye, Paul Kraus (ed.), Resailu
Felsefiyye (içinde) Beyrut.
Razî, Ebu Bekir, 1982, Makale fi ma Ba'de't-Tabia, Resailu Felsefiyye (içinde),
nşr. Paul Kraus, Darü'l-Afaki'l-Cedide, Beyrut.
Razî, Ebu Bekir, 1982, et-Tıbbu'r-Rûhanî, Paul Kraus (ed.), Resailu Felsefiyye
(içinde) Beyrut.
Şahin, Hasan, 2000, İslam Felsefesi Tarihi Dersleri, Ankara.
Taylan, Necip, 1983, Anahatlarıyla İslam Felsefesi, İstanbul.
Ülken, Hilmi Ziya, 1957, İslam Felsefesi Tarihi, İstanbul.
Walzer, Richard, 1962, Greek into Arabic, Essays on Islamic Philosophy,
Bruno Cassirer, Oxford, London.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İÇİNDEKİLER
İSLAM DÜŞÜNCESİ EKOLLERİ
(İHVÂN-I SAFA ve İŞRÂKİLİK)
• Giriş
• İhvan-ı SafaHareketi
• Felsefî Düşünceleri
• İşrâkilik
• Ş. Sühreverdî
• Felsefi Düşünceleri
İSLAM DÜŞÜNCE
TARİHİ
Doç. Dr. Eyüp BEKİRYAZICI
HEDEFLER
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslam düşüncesi ekollerinden
İhvan-ı Safa ve İşrâkilik
hakkında bilgi sahibi
olabilecek,
• İhvan-ı Safa'nın ortaya çıkış
nedenlerini öğrenebilecek,
• İhvan-ı Safa'nın felsefi
görüşlerini kavrayabilecek,
• İşrâk ekolünü anlayabilecek,
• Sühreverdî'nin düşünce
dünyasını
çözümleyebileceksiniz.
ÜNİTE
5
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
GİRİŞ
İslam Düşüncesi, ona katkı veren mütefekkirler ve fikir hareketleri
bağlamında ele alındığı zaman, birbirinden farklı yöntemler, görüşler ve yönelişleri
içinde barındıran zengin bir görümün arz eder. Bu farklılıkları sistematik bir şekilde
incelediğimizde karşımıza İslam felsefesi ekolleri çıkmaktadır. İslam medeniyetinde
ilk ansiklopedistler olarak takdim edilen İhvan-ı Safa hareketi ile sezgisel yöntemi
benimseyerek, Meşşaî düşünceye bir reaksiyon olarak ortaya çıkan İşrâkilik bu
ekollerden ikisidir. Bu düşünce haraketlerinin İslam Düşüncesi’ne olduğu kadar
bilim tarihine ve insanlık âlemine de önemli katkılar sağladıkları bilinen bir
husustur. Dolayısıyla onların ortaya çıktıkları siyasi ve coğrafi ortam, bu düşünce
hareketlerinin mimarlarınca kâleme alınan eserler ve onların etkileri; bilim ve
düşünce tarihindeki yerleri dikkatlice araştırılıp öğrenilmeye muhtaçtır. İslam
medeniyetinin ulaştığı zirvenin anlaşılabilmesi bu fikir hareketlerinin yakından
bilinmesi ile ilgilidir.
İhvan-ı Safa Düşüncesi
İslam düşünce geleneğine ayrı bir renk katan İhvan- ı Safa hareketi, kendine
has özellikleriyle diğer ekolerden farklı bir yere sahiptir.
İhvan-ı Safa hareketi,
bilimsel yöntemlerle
İslam dünyasının geri
kalmışlığının önüne
geçilebileceğini ileri
sürmüştür.
.
Tam adı “İhvanu’s-Safa ve Hüllanu’l-Vefa Ehlu’l-Adl ve Ebnâu’l-Hamd”dır. Bu
ekol, X. yüzyılda İslam dünyasında meydana gelen iç kargaşalarla oluşan otorite
boşluğunun sebep olduğu birtakım düzensizlikleri ve haksızlıkları düzetme ve
ortadan kaldırma amacıyla kurulmuş gizli felsefi-dinî bir cemiyettir.
Tarihsel seyirde bu ekolün temeli İsmailiye fırkasının ilk kurucusu olan İsmail
(ö.760.)’e kadar geri götürülmektedir. İlk merkezleri Basra olan bu ekol mensupları
faaliyetlerini gizli olarak sürdürmüştür. Teşkilatlanmalarından ve eğitim
sistemlerinden kendilerine Şii, özellikle de İsmailî renkli bir misyon yükledikleri
anlaşılmaktadır. Buna rağmen her hangi bir fırkaya mutlak anlamda
bağlanmamışlardır.
Cemiyetin başkanı olarak öne sürülen Zeyd b. Rufaa ve sekreteri olarak
belirlenen Ebu Süleyman Muhammed b. Ma’şer el-Bustî el-Makdisî’ye ilaveten
Ebu’l-Hasen Ali b. Harun ez-Zencanî, Ebu Ahmed el-Mihrecani ve Avfî bu akımın
kurucusu ve de eserlerinin müellifleri olarak zikredilmiştir. (Ömer A. Ferruh, 1990:
327)
Kurucularının da ifade ettiği gibi bu cemiyetin gayesi:
a)Taassup içinde gördükleri Müslümanları uyarmak, aydınlatmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
b)Din ile felsefeyi uzlaştırmak
c)Tabiat ilimlerinden istifade ile kurdukları ilim zihniyetini ve felsefeyi
yaymak
d) Batıl inanışlarla bozulan dinin aslını, özünü ortaya çıkarmaktır.
Yukarıda ifade edilen gayelerine ulaşabilmek için oldukça eklektik ve
müsamahakâr bir tutum sergilemişlerdir. Bu sebeple her nereden gelirse gelsin
dinî, ilmî, felsefi bütün verileri kullanmayı tercih etmişlerdir. Onlar için bir metnin
kaynağının Kur’an, İncil ya da Tevrat olması çok önemli değildir. Önemli olan
bilginin bizzat kendisidir. Bu bağlamda onlar için Hz. Muhammed’in sözü önemli
olduğu kadar, felsefe alanında Sokrat, Platon ve Aristo’nun sözleri de çok
önemlidir. Müslüman bir toplum içinde yaşıyor olmaları sebebiyle tabii ki
eserlerinde Kur’an ve hadisin belli bir ağırlığı olmuştur.
Bir örgüt düzeninde oluşturulan İhvan için başlıca ilke, “ilimden korkmamak,
hiçbir kitabı hakir görmemek, herhangi bir inanca taassupla bağlanmamak”
şeklinde belirlenmiştir.
İhvan için başlıca ilke,
ilimden korkmamak,
hiçbir kitabı hakir
görmemek, herhangi bir
inanca taassupla
bağlanmamaktır.
.
Bu amaçlarına ulaşabilmek için hiyerarşik bir yapılanma içinde
teşkilatlanmışlardır. Bu hiyerarşik yapı içerisine katmak istedikleri gençleri fazla
zorlamadan, hatta dine aykırı işleri sebebiyle onları dışlamadan örgütü
benimsetme yöntemini de kullanmışlar; içki, zina gibi eylemleri kabul etmeseler de
göz yumma yoluna gitmişlerdir.
Eserleri:
İhvan- ı Safa düşüncelerini yayabilmek için dönemlerinin bütün ilimlerini içine
alan bir risale meydana getirdiler. Bütün ilimlere yer verme gayretiyle ele alınan bu
eser bir anlamda ansiklopedi niteliği taşıdığı için bunlara İslam’ın ilk
ansiklopedistleri denilmiştir. “Resâilu İhvani’s-Safa” olarak bilinen bu eseri kimin
yazdığı konusu da bir başka muammadır. Yukarıda kurucu olarak zikredilen
isimlerin bu eserin yazılmasında da pay sahibi oldukları ifade edilmiştir. Ancak
gizlilik içinde yürütülen bu faaliyetlerden dolayı eserin kim ya da kimler tarafından
ne şekilde telif edildiği kesinlik kazanmamıştır.
X. yüzyılda İslam dünyasının ilmî ve felsefi düzeyini eklektik bir şekilde
yansıtan bu eser daha sonra yine İhvan müelliflerince özetlenerek “er-Risaletu’lCamia” adında bir eser oluşturulmuştur.(Çetinkaya, 2003:108)
İhvan-ı Safa’nın bu eserleri telif ederken kullandıkları kaynaklar dörde ayrılır:
a-Felsefecilerin eserleri, b-Tabiiyyata dair eserler, c-İlahî kitaplar (Onlara
göre bu kitaplara ancak melekler veya melekler gibi olanlar dokunabilir.)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Bütün fikirlerini içeren ve elli bir risaleden oluşan kitapları dört kısımdan
meydana gelmektedir. Bu kitaplar söyledir: (Ömer A. Ferruh, 1990: 328)
a-Talimi Riyazet-Felsefi ve matematik ilimler
b-Tabii ve cismani ilimler
c-Psikolojik ve akli ilimler
d-Kanun ve ilahî ilimler.
Felsefi Görüşleri:
Daha önce değindiğimiz üzere eklektik bir anlayışı benimseyen İhvan, felsefi
tercihlerinde de bu manada geniş bir birikimden istifadeyle fikirlerini işlemiştir.
Buna göre onlar, matematikte Pisagor’a, mantıkta Aristo’ya, metafizikte Yeni
Eflatunculuğa, ahlakta Sokrat’a ve din felsefesinde Farabî’ye ve diğer bazı
düşünürlere fikirlerini geliştirmek için müracaat etmekten çekinmemişlerdir.
İhvan-ı Safa’ya göre felsefe, “İnsanın gücü ölçüsünde Tanrıya benzemesi”
eylemidir. Bu Platoncu yaklaşım onların felsefi anlayışlarının bir özeti olarak ele
alınabilir. İnsan bunu hem teoride hem de pratikte gerçekleştirme çabasında
olmalıdır. Onlara göre felsefenin başlangıcı ilimleri sevmek, ortası insani güç
ölçüsünde varlıkların hakikatlerini kavramak ve sonu da ilme uygun söz ve
davranışlar sergilemektir.
İhvan’a göre felsefe
insanın gücü ölçüsünde
Tanrı’ya benzemesi
eylemidir.
İhvan-ı Safa mensuplarına göre filozof ise davranışları güzel, sanatı sağlam,
doğru sözlü, güzel ahlaklı, düşünceleri düzgün, amelleri sağlam, bilgileri gerçekçi
kişidir.
Felsefe ve filozofa bakışı bu şekilde olan İhvan-ı Safa’nın felsefi anlayışı daha
ziyade Pisagorcu ve Sokratik bir anlayışa yakın ilkeler üzerine temellendirilmiştir.
Bu manada onlar için felsefe sadece hakikati araştırmak için üretilen teorik bir bilgi
yığını olmayıp, kişilerin söz ve davranışlarını da düzenleyen pratik ve ahlaki boyutu
olan bir eylemler bütünüdür. Zira onlara göre ahlaki bir tavır benimsemeden
hikmetin elde edilmesi olası değildir. Ahlaki çaba gösterilmeden felsefe yapılmaya
kalkışılması münasebetsiz bir tutum sergilemek olur. Felsefe deyinde hikmeti ön
plana çıkaran İhvan’ın felsefi anlayışı Allah ve Resulü’nün bu yöndeki ilkeleriyle
şekillenmelidir. Zira onların bu yoldaki en önemli hareket noktaları Allah’ın ahlakı
ile ahlaklanmaya dayanmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Metafizik Görüşleri:
İhvan’a göre bütün bilimlerin gayesi ilahiyatın, yani metafiziğin bilinmesini
kolaylaştırmaktır. Metafiziğin asıl hedefi ise insanın önce kendini bilmesi, böylece
de Rabbini tanımasıdır.
İhvan, metafiziği beş kısımda ele almıştır:
1- Allah’ı hakkıyla tanımak
2- Allah’ın melekleri ve samimi kulları olan ruhani varlıkları bilmek
3- Muhit feleğinden yeryüzünün merkezine kadar tabii-feleki cisimlere nüfûz
eden ruhları ve bunların hayvanların bedenlerine nasıl girdiklerini, ölümden sonra
nasıl dirileceklerini bilmek
4- Siyaset bilimini öğrenmek
5- Ölümden sonra yeniden dirilmenin mahiyetini, ruhların yaptıklarının
karşılığını görmek üzere yeniden dirilmelerini bilmektir.
Sudur ve uruç nazariyesini kabul eden İhvan’a göre, bütün varlıklar tek bir
varlıktan çıkmış olup yine ona karışacaktır. Bu tek varlık ise, Allah’tır. Eşyanın en
aşağı derecesine kadar her şey nurunu O’ndan alır. Buna tecelli, feyz, işrâk veya
sudur denir. Âlem, Allah’ın hür iradesiyle yaratılmıştır.
Âlemin yaratılışını bir bütün olarak Allah’a nispet eden İhvan bunu
gerçekleşme şeklini ise şu şekilde açıklama yoluna gitmiştir.(Ülken, İslam
Düşüncesi, 1995:170)
Onlara göre âlem, kadim değildir; Allah tarafından sudur yoluyla
yaratılmıştır. Sudur dindeki yaratma kavramı ile Aristocu ezelî âlem görüşünün bir
uzlaşmasıdır. Teoride yaratılış iki aşamada ele alınır. İlki, Allah bir şeyi düşünüp
istedi; o an âlem yokluktan var oldu. İkinci aşamada ise sudur başladı ve âlem
şimdiki şeklini alıncaya kadar devam etti. (Macit Fahri, 1992:155)
Âlem’in Allah’tan, O’na hiçbir eksiklik vermeyecek şekilde taşmasını ifade
eden sudurun düzenini ise şu şekilde ifade etmişlerdir:
İhvan, metafizik
anlayışında “Sudur
Teorisini”
önemsemiştir.
a) El-Bârî: (Yaratıcı-Tanrı ) İlktir, kadim olan yegâne varlıktır. Birdir,
benzersizdir.
b) El-Akl: (Akıl) Bârî’den sadır olan ilk varlıktır. Allah onu doğrudan zaruri
olarak kesintisiz, hiçbir hareket ve çabaya gerek duymadan yaratmıştır. O, kendi
kıdemini Allah’ın kıdeminden alır. Yine Tanrı’nın ebedîyyet ve sürekliliğinden de
süreklilik ve mükemmelliğini alır. Allah’ın zatının “bir” oluşu gibi o da sayıca birdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
c) En-Nefs el –Külliye: (Mutlak Ruh-Âlem Ruhu) Âlem ruhu bütün kâinatın
ruhudur. Bu ruh, akıldan sadır olan basit bir cevherdir. Dünyamızda yaratma
dediğimiz olay fiilen âlem ruhuna mahsustur.
d) El-Heyula: (İlk Madde) İlk maddede, hacmi olmayan, algılanabilir boyutları
olmayan bir cevher, basit ve manevi bir özdür.
e) Et-Tabiah: (Tabiat) Tabiat, âlem ruhunun kuvvetlerinden biridir. Ay-altı
âleme yayılan bu enerji, bu âlemdeki organik ve inorganik tüm cisimleri etkiler.
f) El-Cism el-Mutlak (Mutlak Cisim): Âlem ruhu aklın yardımıyla ilk maddeye
üç yönden meyledip onu harekete geçirmeye başladığında ilk madde uzunluk,
derinlik ve genişlik şeklinde üç boyut kazanmaya başladı ve mutlak cisim veya ikinci
madde oluştu. Bu mutlak madde veya ikinci cisim, bizim şu dünyamızın yaratıldığı
cevherdir.
g) Felekler Âlemi: Sudurun yedinci aşamasında hayalî olmayan, fakat manevi
olan, küresel, oyuk, şeffaf ve ortak merkezli cisimler olan felekler sadır oldu. Sayıca
11 olan bu felekler kalınlıkları ve üzerlerinde bulunan gezegenlerin büyüklerine
nispeti bakımından farklıdırlar.
h) Dört Unsur: Ateş, hava, su ve topraktan oluşan dört unsurun suduruyla ay
feleğinin altındaki varlıklarla yüzyüze geliriz. Bu ay-altı âlemden itibaren oluş ve
bozuluş süreci başlar.
i) Üç Âlem: Sudurun son aşamasında üç âlem, maden, bitki ve hayvanlar
âlemi sadır olur. Bu âlemler dört unsurun birbirine dönüşümünden ve belli bir
nispet içinde karışmalarından şekillenmişlerdir. (Ömer A. Ferruh, 1990:334)
İhvan, bu evren anlayışını hikmet anlayışına uygun olarak “Âlem büyük
insan, insan küçük âlemdir.” özdeyişi ile açılama yoluna gitmiştir. Böylece TanrıEvren-İnsan üçgeninde insanı merkeze alarak onun yegâne görevini evreni
tanıyarak Tanrı’ya ulaşmak şeklinde belirtmiştir.
Bilgi Nazariyesi:
Bilgi üç yolla elde edilir:
Duyu, akıl ve burhan
İhvan-ı Safa Risaleleri’nde ilmi, “bilenin nefsindeki bilinenin biçimi” şeklinde
tanımlamışlardır.
İhvan’a göre bilgi üç yolla elde edilir: Duyu, akıl ve burhan.
Bilgi duyularda başlar, nefis yoluyla kendinden aşağıdakileri, burhan yoluyla
da kendinden yukarıdakileri öğrenir. İnsan hem kendi varlığını hem de varlığın
özünü akıl yoluyla öğrenir. Böylece onlar mutasavvıf ile sansualist ve naturalistlerin
görüşlerini eklektik bir şekilde birleştirmişlerdir. Duyulardan gelen bilgi, insanları
yanıltabilir. Bu yanılgı ancak iç (nefis) temizliği ile giderilebilir. Nefis temizliği ile
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
hakikatin başladığını söyleyerek tasavvuf anlayışına girmişlerdir. Burada da
gördüğünüz gibi duyuların yanılabileceğini kabul ederek şüpheciliğe açık kapı
bırakmışlardır. (Ömer A. Ferruh, 1990: 331)
İnsanın ruhu ebedî olup kemale doğru yükselme istidadına sahiptir.
Dolayısıyla da hayvan ruhundan insan ruhuna geçilebilir. İnsanın işitmesi, anlaması,
öğrenmesi onun cisimden ibaret olmadığının delilidir.
İhvan-ı Safa ve Bilimler Sınıflaması
İhvan’a göre bilimler, riyazî, dinî (vaz’î), felsefi (hakiki) olmak üzere üç sınıftır.
Riyaziye (pratik-eğitsel bilimler) çoğunlukla günlük yaşamı sürdürmek ve dünya
hayatına dair işleri düzenlemek için vazedilen adab ilmidir. Bu ilim, dokuz tür olup
bunlar sırasıyla şöyledir:
1- Okuma ve yazma, 2- Dil ve gramer, 3- Muhasebe ve iş ilişkileri, 4- Şiir ve
aruz, 5- Falcılık, medyumluk vb.,6- Sihir, muska, simya, mekanik vb.,7- Meslek ve
sanatlar, 8- Alışveriş, ticaret ve ziraat, 9- Tarih ve biyografi ilimleri
Ruhları tedavi ve ahireti elde etmek için vaz edilen dinî ilimlerin türlerine
gelince bunlar da altı tür olup şunlardır:
1- Vahiy, 2- Te’vil, 3 Rivayetler ve haberler, 4- Fıkıh, sünen ve ahkâm, 5Öğütler, hatırat, zühd ve tasavvuf, 6- Rüya tabir ilimleri
İhvan-ı Safa da bilimler
sınıflamasına
Risaleleri’nde yer
vermiştir.
Felsefi ilimler de dört tür olup bunlar:
1-Matematik bilimleri, 2- Mantık bilimleri, 3-Tabiat bilimleri, 4-İlahiyat
bilimleridir.
Mantık bilimleri kendi içerisinde dörde ayrılır. Bunlar:
a) Aritmetik: Sayıların mahiyetini, türlerinin niceliğini, türlerin
özelliklerini ve bu sayıların ikiden önce olan birden nasıl meydana
geldiklerini ve birinin diğerine izafe edilmesi ile oluşan manaları
bilmektir.
.
b) Geometri: Hendese; boyutlu miktarların mahiyetini, türlerinin
niceliğini, bu türlerin özelliklerini, birinin diğerine izafe edilmesiyle
oluşan manaları ve çizginin başlangıcı olan noktadan doğuşlarının
niteliğini bilmektir. Geometrideki “nokta” aritmetikteki “bir” gibidir.
c) Astronomi: Yıldızbilim, yörüngelerin, gezegenleri ve burçların niceliğini,
boyutlarının ve hacimlerinin niceleliğini, oluşumlarının ve hızlarının
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
niteliğini, yörüngelerinde dönmelerinin niteliğini, tabiatlarının
mahiyetlerini, kâinatın oluşmadan öncesine delaletlerini bilmektir.
d) Musiki: Bu, telif ilmidir. Nispetlerin mahiyetini, cevherleri değişik
suretleri ayrı, kuvveleri birbirine zıt, tabiatları uzak olan varlıkların
birbirinden uzak kalmayacakları bir surette bir araya getirilip bir tek şey
olmaları, bir veya birkaç fiil olmak üzere toplanıp aralarının
uzlaştırılması keyfiyetini bilmedir. Bu sanatlardan her biri için giriş ve
mukaddimeler mahiyetinde bir risale yazılmıştır. (Şahin, 2000,73-74)
Mantık ilmi ise beş türdür:Birincisi Analitikler’dir. O, şiir sanatını bilmektir.
İkinicisi Retorik’tir. O da hitabet sanatını bilmektir. Üçüncüsü Topika’dır. Bu ise
cedel sanatını bilmektir. Dördüncüsü Politika’dır. Bu, burhan sanatını bilmektir.
Beşincisi Sofistika’dır. Bu da münazara ve cedelde mügalata edenlerin sanatını
bilmektir.
Ahlak
İhvan-ı Safa’ya göre doğru fiil, insanın tabiatına uygun, hür, akıl ve
muhakeme ile ve ilahî kanuna uygun olarak yaptığı fiildir. İnsan ancak bu şekilde
hareket ettiğinde yükselir ve mükafata erişebilir. İnsanın ahlakının oluşmasında
dört faktörün etkili olduğunu belirtirler:
a-Yaratılıştan gelen mizaç ve karakter
Tenasühe onay veren
ifadeleriyle İslam
düşünce tarihinde farklı
bir yol izlemişlerdir.
b-İnsanın doğup büyüdüğü çevre ve iklim
c-Okul ve ailede alınan dinî eğitim
d-Çocuğun anne karnındayken ve doğduğu andaki gökteki yıldızların
durumu.
Tenasüh Görüşleri
İhvan-ı Safa, Risaleleri’nde tenasüh kelimesini kullanmamıştır, aynı anlama
gelen farklı kelimeleri tercih etmiştir. Bunlar arasında “intikal”-“geçişme”, “neş’e”(yeniden-ikinci kez ortaya çıkış), “istihale” gibi kelimeler dikkatimizi çekmektedir.
Bu anlamda ruh, bir bedendeki ömrünü tamamlayınca kemale erinceye kadar diğer
bedenlerde yeniden hayatına devam edecektir. Yani ruh bir yolculuk yapmaktadır
ve bu yolculuğun son varış noktası bu cismî âlemden başka, ulvi bir âlemin merkezi
olan yerdir. Ruh temizlenip buraya vardığında yolculuk sona erecektir.
İhvan-ı Safa, Risaleleri’nde insan ruhu için devamlı bir alçalış ve yükselişten
bahsetmiş ve bu seyri de ruhun bir nevi yolculuğu olarak ifade etmiştir. Ruhun
tamamen temizlenip ebedî hayata hazır hâle gelmesini ölümüne kadar devam
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
eden bir yolculuk olarak ele aldığı için bunu bir tenasüh yolculuğu olarak algılamak
isabetli gözükmektedir.
Tenasüh görüşlerinde
Pythogorasçı
düşüncenin izlerini
taşırlar.
İhvan, Risaleleri’nde özellikle insan nefsi üzerinde durur ve beden
hapishanesindeki insan nefsinin bu karanlık, elem verici, alçaltıcı ve eksik
durumundan ölümle kurtulabileceğine işaret eder. İnsan bedeni ruh için asla uygun
bir konak değildir. Ruh, ulvi âlemdeki meleklerin vasıflarıyla ezelî olduğu yerini
özlemekte ve bu cisimler âleminde tekrar o ulvi âleme geçiş için beklemektedir.
İnsan bu dünyadaki faaliyetleri ile ya melek seviyesine yükselir ya da şeytani
vasıflara bürünür. Beden hapishanesinden kurtulup ruhun ebedî âlemle
mükâfatlanan yolculuğunun son bulması ancak güzel fiillerle
gerçekleşecektir.(Bekiryazıcı, (2008)
İhvan Risaleleri’nde tenasüh açık bir şekilde yer almamışsa da çeşitli simge
ve işaretlerle tenasüh fikri işlenmiştir. Onlar bu konudaki düşüncelerinde
Pyhtagorasçılardan etkilenmiş ve onların görüşlerine benzer açıklamalarda
bulunmuşlardır. Bu nedenle İhvan’ın bu fikre risalelerinde yer vermesi fikrî
kaynakları açısından bir etkilenmeye işaret etmektedir. Sonuç olarak, İhvan-ı
Safa’da bir tenasüh inancı mevcuttur ve bu inancın kökeninde Phytagorasçı öğreti
vardır.
İşrâkilik
İşrâk Terimi ve İşrâk Felsefesi
“Şark” kökünden türetilen “işrâk” kelimesi, sözlükte “güneşin doğuşu
sırasındaki ışıma, aydınlanma, parlama, tan ağırışı” gibi anlamlara gelir.( elİsfehânî, Râgıp, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, Daru’l-Marife, trsz. Beyrut) Aynı
kökten türeyen “meşrık” ise coğrafya olarak Doğu’yu ifade eder. Terim anlamında
işrâk, epistemolojik açıdan, akıl yürütmeye veya bir bilgi vasıtasına gerek kalmadan
bilginin doğrudan içe doğması, iç aydınlanma, keşf ve zevke (manevi tecrübeye)
dayanan bilgi için kullanılır. İşrâk ayrıca, güneşin doğudan yükselerek her şeyi
aydınlatması olgusundan hareketle coğrafi anlamda da ışığın ve aydınlanmanın
ana yurdunun Doğu hikmeti olduğunu sembolize eder.( Kaya, DİA, 2001)
Sühreverdî’nin bu terimi felsefi düşüncelerini ifade ettiği temel kitabına isim
yapması da oldukça dikkat çekicidir. Onun bu terime yüklediği anlam, sözlük
anlamının ötesindedir. Onun düşünce ufkunda bu kavram, işrâk teriminin
aydınlanma (illumination) ve Doğu (orient) anlamlarının ikisini de kendisinde
birleştirmesi, güneşin doğudan doğarak her şeyi aydınlatması ve bu yüzden de
ışığın yurdunun (Doğu) irfan ve aydınlık (işrâk) ile aynı olması sembolizmine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
dayanır. Batı, güneşin batıp karanlığın hükmettiği yer olduğu kadar; madde,
cehalet ve istidlâlî düşünce yurdu ve kendi mantıksal yapılarının arasında şaşırmış
bir yerdir. Öte taraftan istidlâlî düşünce ve rasyonalizmi aşan Doğu ise, ışığın ve
varlığın dünyası, bilginin ve aydınlığın yurdudur. O, insanın nefsinden ve dünyadan
kurtulmasını sağlayan, arınma ve kutsallıkla birleşmiş olan bilginin yurdudur.( Nasr,
1963)
Bütün bu anlamların Sühreverdî’nin fikirleriyle hayata geçirilmesinden önce
kısaca “işrâk” teriminin tarihsel kullanımına da yer vermeliyiz.
İşrâkilikte, “İşrâk” terimi
hem varoluş hem de
aydınlanmayı ihtiva
eden anlamlarıyla
birlikte kullanılmıştır.
.
“İşrâk” teriminin Sühreverdî'den önce kullanımıyla ilgili olarak yapılan bir
araştırmada bu terimin, İbn Vahşiyye (Ebu Bekir Ahmed b. Ali b. Kays el-Kesedanî/
ö. 914) adlı bir müellife atfen ortaya koyulduğu tespitine değinmek gerekiyor. Buna
göre İbn Vahşiyye, işrâkiliğin menşeini Hermes'e dayandırmakta, ortaya çıkışını ise
onun haleflerine bağlamaktadır. Müellif, Hermes'in haleflerini dört grupta
değerlendirmekte; ilk iki grubun Hermes'in çocukları ile erkek kardeşinden
oluştuğunu ve bu gruptakilerin aralarına hiçbir yabancıyı karıştırmaksızın gizli
öğretiyi başkalarına açıklamayarak sırrı koruduklarını ileri sürmektedir. Güya
Hermes'in kız kardeşinin çocuklarından oluşan üçüncü grup, yabancılarla temas
kurmuş ve böylece dışarıdan bazıları öğretinin sırlarına vakıf olup onların
sembollerini (rumuz) yorumlamıştır.
Dördüncü grup tamamen Hermes'in halefleriyle teması başarmış olan
yabancılardan oluşmaktadır. İşte İbn Vahşiyye'ye göre üçüncü grup “İşrâkiye”,
dördüncü grup “Meşşaîye” adını almaktadır. Düşünürün çağına ulaşan literatür de
bu iki gruba aittir. (Kutluer, 1996)
Her ne kadar Müslüman tarihçiler Sühreverdî'nin bu iki hikmet geleneğinin
bir sentezi olarak ortaya koyduğu “işrâk” adlı bu bilgi şeklinin anlamı konusunda
ihtilaf içerisinde olmuşlarsa da genelde yukarıda verilen açıklamalar kabul
görmüştür.
İşrâk kavramını ıstılahi olarak ele aldığımızda, bir kısmını daha önce de
belirttiğimiz şu anlamlarla karşılaşırız. “İşrâkiye felsefesinin bir terimi olan işrâk, bu
felsefede hem keşf'i hem de zuhuru ifade eder. Güneşin işrâkı ile eşyanın
görülmesine imkân vermesi gibi manevi işrâk, yahut sezgi de insana bir çok bilgiyi
(marifeti) ilham yoluyla verir. Bu felsefede keşif ve sezgi, akıl ve tetkik çok
önemlidir.”( Bolay, 1993) Yine benzer bir tanım da İ. F. Ertuğrul'a aittir. O, işrâk
kavramının “marifet ve irfan” anlamlarını taşıdığını belirtir. İfade etmeliyiz ki,
felsefe tarihinde işrâk kavramı, âdeta Sühreverdî ile özdeşleşmiştir.
İşrâk, arınmaya ve riyâzete bağlı olarak en yüce âlemden insan ruhuna
yansıyan bilgi ve gücü ifade eder. İşrâkla meydana gelen aydınlanma, insanda daha
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
çok bilgilenmeyi ifade ederken nesneler içinse varoluş anlamına gelir. Kaynağı Tanrı
olan bu ışığı alan insan, hakikatin bilgisine ulaşabilir. Kısacası Sühreverdî’nin
epistemik anlayışında işrâk, gerçeğin bilgisine ulaşmayı ifade ederken, ontolojik
tasavvurunda ise varoluşu ifade etmektedir. Bu sebeble işrâk, hem keşf hem de
zuhuru ifade eden bir terimdir, denilebilir. Nasıl ki güneşin doğuşu ile saçtığı ışıklar
nesnelerin varlığını ortaya çıkarıyorsa, işrâk da sezgisel bir yolla nesneleri akıllara
ilham eder ve görünür hâle getirir.
Sühreverdî’nin bir
unvanı da “Şeyhu’lİşrâk”tır. Yani İşrâkilerin
lideri.
Sühreverdî, felsefesini hem işrâki hem de maşrıki terimlerle ifade etmiştir.
Yeri gelmişken burada bir konuya açıklık getirmek istiyoruz. O da Sühreverdî'nin
İbn Sina'yı yetersiz gördüğü alanlarla ilgilidir. Zira Sühreverdî, işrâki ilkeleri
bilmeyen kimsenin işrâki hikmete ulaşamayacağı kanaatindedir. İbn Sina da bu
ilkeleri bilememiştir. Peki, bu ilkeler nelerdir? “Hikmetu'l-İşrâk” adlı eserde sık sık
kullanılan “işrâki ilke” (el-kaidetu'l-işrâkkiyye) terimi apayrı bir formel işrâkî
mantığın ilkeleri değil, bu hikmet tasavvurunun dayandığı öğretinin, yani nur
metafiziğinin ilkeleridir. İşte bu ilkelerin ortaya konuşu, Sühreverdî'nin belirttiğine
göre, “bahs” ile, yani mantıki istidlallerin bir sonucu olarak değil, “müşahade”nin
sonucudurlar. Mesela nurlar hiyerarşisinin şöyle değil de böyle oluşunu tespit eden
bu nurların müşahedesidir. Biz İbn Sina'nın felsefi anlayışının Sühreverdî'ninkinden
farklı olduğunu biliyoruz. Sühreverdî de buna işaret etmiştir. Ancak yine de
hayatının son zamanlarında sezgiye dayalı anlayışa yönelen İbn Sina'nın,
bahsedilen işrâki ilkelerden haberdar olmadığını söylemek kanaatimizce pek doğru
olmasa gerektir. İbn Sina bunlardan haberdardı ama zamanı yetmemiştir, tarzında
bir yorum bizce daha doğru olabilir.
Sühreverdî, işrâki kaidelerle ilgili olarak doğabilecek yanlış anlamaları
bertaraf etmek için şöyle der: “Bu Mecusi kâfirlerinin kaidesi olmadığı gibi Mani
dininin ilhadı ve şirke götürecek şeyler de değildir. Böyle bir durumdan Allah'a
sığınırım.” Görülüyor ki Şeyhu'l-İşrâk bu irfani kaidelerin, tevhidi (hakikati)
yorumlayan ve insanları hakikate götüren halidî hikmetin anahtarı olduğunu ifade
etmek ister.
Bu kısa tarihçeden sonra konuyu Sühreverdî'nin fikirleri ışığında
değerlendirebiliriz. Çünkü sık sık vurguladığımız gibi işrâkın İslam dünyasında felsefi
bir ekol olarak doğuşu ve “aydınlanma” anlamında ıstılah hâline gelişi Sühreverdî
ile olmuştur. Sühreverdî'nin eserlerinde de bildirdiğine göre “işrâk, ilmî ve akli
suretler nevinden olmayıp kutsal bir şua' (nur) dır. Bu şua ile hasıl olan bilgi ve
kudret ise insanüstü bir bilgi ve kuvvettir. Zira bu şua, Allah'tandır. Böyle olduğu
için de bu şuaya sahip olan kimse, varlıklara ve olaylara hükmedebilir; mucizeler ve
kerametler gösterebilir.” Burada düşünürün açık bir şekilde bu kavramı, insanı
doğrudan bilgiye ve varoluşun sırlarını ulaştıran anlamıyla kullandığını görüyoruz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Sühreverdî’nin Hikmetü'l-İşrâk adlı eserinde bildirdiğine göre “insan
hayvanlığından, dolayısıyla tahayyül işlerinden kurtulursa nur âlemiyle temasa
girer. Bu takdirde de işrâki görüşlerle eşyanın sırrına nüfuz eder, geçmişte ve
gelecekte, olmuş ve olacak bütün şeyler de ona açıklanır.” Burada da
Sühreverdî'nin bu kavramı metafizik âlemle irtibatı sağlayan bir özellikte ele
almıştır. Bu anlam örgüsüyle onun, nur âlemiyle temasa geçmeyi ve eşyanın sırrına
nüfuz etmeyi bağladığı işrâkat (aydınlanma) ile Meşşaîlerin müstefat akl'ı
arasındaki fonksiyon benzerliği ortaya çıkmaktadır.
İşrâk düşüncesinde,
“İşrâkat”, Tanrı’dan
gelen bir nur’dur ki,
insan ancak bu nur ile
hakikati öğrenebilir.
.
Sühreverdî işrâkat (Tanrı’dan ışığın gelmesi) adını verdiği bu nuru şöyle
tanımlamıştır: En yüce âlemden içe doğan bu nur, bilgi ve güç iksiridir. Dünyanın
itaat etmesi bununla sağlanır. Bütün bu aydınlanmalar yönetici nur, yani insanı
nefs veya soyut nefs üzerine gelir. Ondan beden heykellerine ve hayvani nefse
yansır. Fakat bu manevi yolculukta orta noktada bulunanların derecesidir. Bazen
anılan bu durumlar, tanrısal yolcuları alır götürür. Su üzerinde yürümek, uçmak vs.
gibi hâlleri açıklamak için bu noktadan hareket etmek gerekir. Bu makam, çok
azizdir. Bu gerçeği bize Eflatun, Hermes, Pisagor, Empedokles gibi büyük filozoflar
ve insana ait dünyadan arınan sufi topluluklar kendi müşahedelerine dayanarak
nakletmişlerdir. Devirler ve zamanlar asla bunlardan uzak kalmamıştır. Buna delil
olarak da şu ayetleri hatırlatır:
“…Onun katında her şey, bir miktar iledir.“(Ra’d 13/8).
“Gaybın anahtarları, onun katındadır. O'ndan başkası bunları
bilemez.”(En’âm, 6/59).
Böylece düşünürümüz, işrâkatın ilahî yönüne vurgu yapmış olmaktadır. O’na
göre bu makamları kendinde tecrübe etmeyenler, filozofların dayanaklarına itiraz
etmesinler. Zira bu, bilgisizlik ve eksikliktir. Allah’a kulluk edip de karanlıklardan,
yani bedenden ve maddi şeylerden yüz çevirenler ve duyularını terkedenler ancak
başkalarının görmediği şeyleri görürler. Bu şekilde de Sühreverdî işrâkı, bütün
boyutları ve gizemli dünyasıyla önümüze serer. Düşünürümüz, bir yandan İşrâkın
tabii neticesi bu keşfi, bilgi yoluyla kainatı âdeta insanın avucuna verilmiş gibi
gösterirken; bir yandan da kendisinin ona ulaşmış olması nedeniyle övündüğünü
sezmekteyiz. Filozofumuza göre İşrâkatın elde edilmesi bir gayret neticesi ile olur.
Ama bu sıradan bir gayret değil, riyazet ve iç arınmaya dayanan bir çabadır.
Sühreverdî'nin bu konuda tavsiyesi geceleri az uyumak ve az yemek gibidir. Bu
suretle yalnız peygamberler değil, tanrısal bir güç kazanan her nefis, sesler işitir ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
hakikatları müşahede eder. Bazen, ilahî ilimler ile uğraşan insanlar yüksek bir cezbe
sonucunda işrâk'ı (aydınlanmayı) elde ederler. Bu işrâkat (aydınlanma) Cenab-ı
Hakk’ın nuru ile meydana gelir.
Sühreverdî’nin felsefi eserlerinin anahtar kelimesi olan “işrâk” kavramının
içerdiği ontolojik ve epistemolojik anlam dikkate alındığında üçlü bir görünüm ile
karşılaşırız:
1. Kavram, bilgelik, ilahî hikmet anlamına gelmektedir. İşrâk bu hikmetin
kaynağıdır.
2. İşrâk kavramında ayrıca, makuller nurlarının tan ışımasında filozofun
tanıklığı üzerine, inziva hâlindeki kişilerin ruhlarına bu nurların inişi üzerine kurulu
olan öğreti anlamı vardır.
3. Bu kavrama şu anlam da yüklenebilir: Kavram şarklıların (işrâkiyyun,
maşrikuyyun), yani eski İran bilgelerinin ilahî hikmeti anlamındadır. Bu anlamda
sadece coğrafi konumu yüzünden değildir. Bu bilgelerin işrâki oluşundan, keşfe
müşahedeye dayanışındandır.
İşrâk düşüncesinin
temel eseri Sühreverdî
tarafından kâleme
alınan “Hikmetu’lİşrâk’tır.
.
Sühreverdî’ye göre işrâki hikmetin ne anlama geldiğini, bu felsefeyi izah
eden Hikmetü’l-İşrâk adlı eserini yazma sebebini ve şeklini anlatan şu ifadelerinden
anlamaktayız. “Eğer yüce bir makamdan gelen emir olmasaydı bu kitabı ortaya
çıkarmazdım. Bilesiniz ki, bu zor bir iştir. Dostlarım! Sizler benden halvet ve inziva
dönemlerimde aldığım sezgiyi, zevki bir kitapta yazmamı istiyorsunuz... İlim bir
topluluğa özgü değildir ki sonra gelenlere melekutun kapıları kapatılsın ve
âlemlerin ondan daha fazla yararlanması engellensin. Tam tersine ilmi getirip
sunan “Andolsun ki o, Cebrail’i apaçık ufukta görmüştür.” En kötü nesil kendi
dönemlerinde ictihad kaygısı ortadan kalkan, düşünmeden el çeken, keşif kapısı
kapanan ve müşahade yolu tıkanan nesildir.
Bu kitabı yazmadan önce her ne kadar Aristo felsefesi üzerine çok sayıda özel
risaleler kâleme aldıysam da, bu kitap onlardan farklıdır ve kendine özgü bir
yönteme sahiptir... Malzemesinin tümü, düşünce ve akıl yürütme ile biriktirilmiş
değildir; daha çok kalbî sezgi, tefekkür ve zühd bunda önemli rol oynamıştır.
Sözlerimiz rasyonel bakışın değil, iç görüş ve tefekkür ürünü olduğundan, şüphelerin
şüpheleriyle çürütülemez... Gerçeğe giden yolda, kim olursa olsun, benim yoldaşım
ve bu yoldaki yardımcımdır. Felsefenin üstadı ve imamı olan Eflatun-i ilahînin yolu
da, bu yoldu. Felsefenin babası, Hermes’in yolu da bu yoldu.” Böylece Sühreverdî
felsefesinin özelliğini belirtir ve bu felsefeyi ancak “teellüh” ve “bahsi” kendisinde
birleştirenlerin anlayabileceğini, sadece araştırmaya dayananların yani akla dayalı
öğrenim isteyenlerin anlayamayacağını belirtir. Fakat teellüh sahibi olmak için de,
yapılması gereken bir takım şeyler vardır. Mükâşefeye erişmek kolay değildir,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
felekler dünyasında olan sırları öğrenmek, feleklerin nağme ve seslerini işitmek için
nefsini, soyutlama ve riyâzet ile eğitmek gerekir. (Sühreverdî, Hikmetu’l-İşrâk,
1993:11-12.)
Düşünürümüze göre bu yöntemin dışında kalan bir usulle insanın hakikate
erişmesi mümkün olmaz. Zira keşfe dayanmayan hiçbir ilim, insanı hakikate
ulaştırmaz. İşrâki hikmette olaylar doğrudan vasıtasız olarak bir doğuşla ortaya
çıkar, delil ve burhana gerek kalmadan bu içe doğuşla insan hakikate vakıf olur. Bu
sebeple olsa gerek Emil Ma’luf bu felsefeyi, teoloji, ontoloji ve kozmoloji ile ilgili
açıklamalarının Tanrı’nın bilinmesine ve Rabbani hakikatlere dayanmasından dolayı
“Hikmet-i İlahî” ismi ile nitelenmeyi uygun bulmaktadır. (Ma’luf, Emîl, 1991,)
Sühreverdî’ye göre işrâk, Allah’ın yolu ve bütün ilimlerin kendisiyle insana
ulaştığı bir aydınlanmadır. İşrâk, akli nurların zuhuru Allah’tan gelen soyut, özel bir
ışımadır. Dolayısıyla biz de işrâk kavramında Sühreverdî’nin anladığı ve kullandığı
anlam olan akli nurların zuhuru, parlaması ve akışıyla gerçekleşen bilgilenme ve
varoluşu anlayabiliriz.
Sühreverdî’yi
izleyenlere “İşrâkıyyun”
denilmiştir.
Sühreverdî’nin işrâk ve işrâkiliği özellikle “Hikmetü’l-İşrâk” eseri esas
alındığında Platonculuk ile Aristoculuğunun bir sentezi olarak görülebilir. O,
kitabında Aristo’yu eleştirmesine rağmen belli noktalardan birikiminden istifade
eder. Böylece karşımıza araştırmaya dayalı ve keşfi esas alan eklektik bir felsefe
çıkar. Ancak Sühreverdî’nin işrâk teriminden hareketle irfani boyuta önem vermesi
ekolünün Bâtıni bir ekol olarak nitelenmesini de beraberinde getirmişti.
Bizzat Sühreverdî, bu yolda kendisini izleyenleri ise “işrâkıyyun” (işrâkiler)
olarak isimlendirmiştir. Böylece o, araştırmaya dayalı felsefi sistemi tercih
edenlerle kendi sezgisel anlayışına uyanları ayırmak istemiştir.
İşrâk kavramı ve İşrâkiyye felsefesi, yukarıda verdiğimiz bağlamda
Sühreverdî’nin ona kattığı özgün anlamda gelişmiştir. İslam dünyasında kabul
görmesi ise ilginç bir sebeple alakalandırılır. Buna göre, Gazalî ve Fahreddin Razî
gibi kelamcıların saldırılarıyla İslam dünyasında rasyonalizmin gücü zayıflatılmış ve
ortam Sühreverdî, İbn Arabî gibi irfani okulların yerleşmesine hazır hâle gelmiştir.
Bu tespite kısmen katılmakla birlikte bu “Doğulu” yaklaşımın sırf rakip ekollerin
gücünün zayıflığından geliştiğini söylememiz doğru olmaz. Çünkü irfani gelenek
İslam düşüncesinde zaten var olan bir bilgi yoluydu; Sühreverdî ve benzeri
düşünürler sadece bu yöntemi felsefi söylemleri ile birleştirmişler ve farklı bir
boyut kazandırmışlardır.
İslam medeniyeti içinde şekilllenen İşrâk düşüncesi kurucusu ve yenileyicisi
olarak Sühreverdî’ye çok şey borçludur. Bu anlamda Sühreverdî’yi anlamak İşrâk
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
felsefesini anlamanın temel koşuludur. Biz de bu akımı Sühreverdî çizgisinde
izlemek için aşağıdaki bilgileri paylaşmak istiyoruz.
Sühreverdî’nin Hayatı
Bir kısım eserlerde düşünürün ismi ile ilgili çelişkili bilgiler mevcut olmasına
karşın kaynakların çoğunda, Ebu’l-Fütuh Yahya b. Habeş b. Emirek olarak
verilmektedir. Ünvanları ise “Şihâbuddin Sühreverdî el-Hakîm”, “el-Maktûl”, “eşŞehid”, “el-Halebi”, “Şeyhu’l-İşrâk”, “el-Müeyyed bi’l-Melekût” ve “İşrâkî
Sühreverdî” olarak geçmektedir.
Sühreverdî’yi anlamak
İşrâk düşüncesini
anlamak adına çok
önemlidir.
Sühreverdî, 549/1153’de Kuzeybatı İran’da, Zencan eyaletine bağlı küçük bir
kasaba olan Sühreverd’de dünyaya gelmiştir.
İslami ilimlerin eğitiminin verildiği bir beldede ve zengin ilmî birikime sahip
bir ailede dünyaya geldiği için çok küçük yaşlarda tahsil hayatına başlama şansı
bulmuştur. Çocukluğunu düşünür ve bilginlerin arasında, riyazet ve mükaşefe
sahiplerinin gözetimi altında geçirmiş ve böylece ilk eğitimini ailesinin yanında
tamamlamıştır.
Eğitimi ile ilgili bilgi vermesi açısından, İbn Hallikân, Sühreverdî’nin, “çok
keskin bir zekâya sahip” olduğunu söylerken, Şehrezurî de, Fahreddin Razî’nin (öl.
1210) onun hakkında “son derece zekiydi” ifadesini kullandığını belirtir. Sühreverdî
de ilmî durumunu “Otuz yaşıma geldiğimde ise artık yeni bir şey öğreneceğim hiç
kimse kalmadı.” ifadesi ile dile getirir.
Eğitim fırsatı bulduğu alanlar şunlardı: Usul-i fıkıh, fıkıh, kelam, hadis, usul-i
hadis, felsefe, tasavvuf, şiir, musiki, kimya, riyazet, simya, edebiyat. Bu ilimleri
tahsil ettiği hocalarından bir kısmı ise, Meraga’da felsefe ve fıkıh okuduğu Şeyh
Mecduddin el-Cilî (öl. 1153), (Bu aynı zamanda Fahruddin Râzi’ye de hocalık
yapmıştır.), Fahreddin el-Mardinî ve Zahir el-Farisî’dir. (öl. 1202) Zahir el-Farisî’den
mantıkçı Zeynuddin Ömer b. Sehlan es-Sehavî’nin (öl. 1058) Kitabu’l-Besâir fi’lMantık’ını okumuştur.
Kaynakların bir kısmında Sühreverdî’nin, “Şafiiyyu’l-mezheb” olduğu
kaydedilmektedir. Ayrıca bâtın ve sapık fikirlere sahip olduğu şeklindeki ithamlara
karşın kaynakların birçoğu, itikadi bağlamda sünni olduğunu ortaya koymaktadır. O
her ne kadar eserlerinde bâtıni ve mistik yorumlara yer vermişse de onun Kur’an
ve sünnete muhalif olmayacak tarzda bir bâtiniliğinden söz edilebilir. Bu nedenle
daha sonra da işaret edeceğimiz gibi, onun İslama ters bir Bâtıni anlayışa sahip
olduğu ithamı çok doğru bir yaklaşım olarak gözükmemektedir.
Sühreverdî kısacık
ömrünün neredeyse
tamamını ilim için
yaptığı seyahatlerde
geçirmiştir.
Ömrünün büyük kısmını seyahatle geçiren düşünür, Azerbaycan, İran, Irak,
Suriye, Anadolu gibi ülkelere yaptığı seyahatleri esnasında uğradığı Meraga,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Isfahan, Diyarbakır, Konya, Sivas, Harbut, Mardin, Bağdat gibi önemli ilim
merkezlerinde zamanın tanınmış âlimlerinden eğitim alma fırsatı bulmuştur. Çeşitli
alanlarda yazdığı hacimli eserleri, bir yönüyle bu yolculuklarda edindiği birikimine
bağlamamız mümkündür.
Farklı ilim alanlarındaki eserlerleri onun daha sonraki dönemlerde adından
sık sık söz edilmesine sebep olmuştur. Zehebî, şiirlerinin edebî değer taşıyan sanat
eserleri olduğunu ifade eder. İbn Ebi Usaybia onun hakkında “Zamanında felsefede
bir taneydi. Bütün felsefi ilimleri toplamış, felsefi hakikatlere vâkıf olmuştu. Aşırı
zekâlı, güzel yaratılışlı, tartışmaların galibi, ilmi aklından fazla bir kimse idi.” (İbn
Ebi Usaybia, Uyûnu’l-Enba fi Tabakâti’l-Etibba) diye bahseder. Sühreverdî’nin
zekâsı, olağanüstü hâlleri, bilgisi ve kişiliği ile ilgili biyografi eserlerinde birçok bilgi
vardır.
Onun hayatını anlatan bibliyografik eserleri bir arada değerlendirip aşırı
ifadelerden kaçındığımızda ve eserlerini göz önüne aldığımızda Sühreverdî’yi,
“fasih, edebî üslupla yazan ve konuşan bir dâhi, zahid ve mütevazı bir kimse olarak
ifade edebiliriz.
Düşünürün geniş bir coğrafi yelpazeye dağılan seyahatlarının son durağı
Suriye’nin Halep şehri olmuştur. Halep, o zamanın İslam dünyasının güçlü
devletlerinden biri olan Eyyubiler’in önemli şehirlerden biriydi. Eyyubi Devleti’ni bu
tarihte yöneten kişi, Selahaddin Eyyubi; Halep şehrinin valisi ise oğlu Melik Zahir
idi.
Sühreverdî’nin bu şehre varması, hayat hikâyesinin son perdesini oluşturur.
Zira o bu şehirde, Bâtıni fikirler taşıdığı iddiası ile idam edilmiştir. Düşünürün hayat
hikâyesinin en önemli yönlerinden biri de, onun öldürülüş sebebinde yatmaktadır.
Bu hususta birçok araştırma yapılmış ve çok farklı bilgiler verilmiştir.
Bu konudaki çeşitli ithamlardan öne çıkanı, “bâtıni nübüvvet” iddiasında
bulunduğu gerekçesi ile öldürülmüş olduğudur. Bu konuda Elvah’ı-İmadiyye’deki
“İlahî inayet her asırda Allah’ın ayetleri ile desteklenmiş olarak Allah tarafından
kendi toplumlarını ıslah ile görevlendirilmiş bir kişinin varlığını gerektirir.”
tarzındaki ifadelerinin delil olarak öne sürülmüş olabileceğini düşünüyoruz. Ancak
biz bu ifadeleri eserdeki konu bütünlüğü açısından ele aldığımızda burada, her
dönem için bir peygamberin var olduğu şeklinde bilinen görüşün dile getirilmiş
olduğu kanaatini taşıyor, böyle bir ifadenin idam sebebi sayılmasını çok ağır bir
karar olarak görüyoruz.
Düşünürün idam sebebi
dinî değil siyasi
kıskançlığa
dayandırılmıştır.
Yukarıdaki itham ve iddiaları değerlendirdiğimizde, Sühreverdî’nin siyasi bir
çekememezlik sonucu öldürüldüğü kanaatine ulaşmamız mümkündür. Zira
Sühreverdî Halep’e geldiğinde, vali Melik Zahir’in etrafında itibar gören bir ulema
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
sınıfı vardı. Bu fakihlerin Melik Zahir üzerinde de bir etkileri bulunuyordu.
Sühreverdî’nin şehre gelişiyle birlikte Melik Zahir’le aralarında sıkı bir dostluk
oluşmuş ve Melik Zahir onu neredeyse bütün önemli işlerinin danışmanı olarak
kabul etmiştir. Bu durum fakihleri rahatsız etmiş ve Sühreverdî’yi siyasi ikballeri
açısından tehlikeli görmüşlerdir. Bu yüzden onu ”halkın itikadını bozucu fikirler
taşıyan, Melik Zâhir’in de ahlakını bozacak vasıfları olan biri” şeklinde Şam’da
bulunan Selahaddin Eyyubi’ye şikâyet etmişlerdir. (İbn Ebi Usaybia, 1965)
Kâtilleri ölüp gittiler,
fakat ücreti kanla
ödenmiş olan felsefesi
hâlâ yaşıyor.
.
Aslında yalancı peygamberlik, Allah’ın sıfatlarını ret, küfür manasına
gelebilecek inançlar vazetmek ve genç Melik Gazi’nin zihnini bulandırma, sihir ve
büyü yapma, iktidarın yasalarına uymama gibi suçlamalar, hem siyasi bir rakip
olarak Sühreverdî’yi saf dışı etmek isteyen Halep uleması hem de ülkesinde iç
düşmanları hiçbir şekilde güçlendirmek istemeyen Selahaddin’in dört elle
sarıldıkları “meşru” idam sebebini oluşturuyordu. Ancak H. Ziyâî’nin de vurguladığı
gibi, İsmailî görüşlere yol açtığı iddiası, Sühreverdî’nin eserlerinden
delillendirilemez bir iddiadır.
Y. Ziya Yörükan da, onun öldürülüşünün en genel anlamıyla bir siyasi hadise
olduğu kanaatini taşır. Selahaddin Eyyubi’yi kendi zayıflıklarının farkında olan
kıskanç Halep ulemasının yanılttığını işaret eden M. İkbâl, bu olayla ilgili şu ifadeyi
kullanır: “Kâtilleri ölüp gittiler, fakat ücreti kanla ödenmiş olan felsefesi hâlâ
yaşıyor ve nice ateşli hakikat arayıcısını kendine çekmeyi başarıyor.” Sonuçta
Sühreverdî, Zehebî’nin ifadesiyle “Tartıştı, kazandı ve öldürüldü.” Bu konuda en
önemli araştırmalardan birini yapmış olan el- Beyyumî’ye göre de düşünür asılsız
iddialar sonucu öldürülmüştür. (Beyyumî, 1972)
Yapmış olduğumuz araştırma sonucunda Sühreverdî’nin, kendisine itham
edilen suçları bizzat işlediğinden dolayı değil de, söz konusu ithamların bir sonucu
olarak öldürülmüş olduğu sonucuna vardık.
Eserleri
Sühreverdî, 36 yıl gibi kısa sayılabilecek bir hayata göre oldukça fazla eser
kâleme almıştır. Eserlerinin sayısı ile ilgili elli ya da elliyi aşkın olduğunu söyleyen
biyografistler vardır. Bunlar arasında en sağlam bilgi, eserlerinin sayısını 49 olarak
veren öğrencisi Şehrezûrî ile hakkında yapmış olduğu araştırmalar ile tanınan bir
şarkıyatçıya aittir.( Ritter, 1937)
Sühreverdî’nin eserlerini beş kısma ayırabiliriz:
Sühreverdî 36 yıllık
yaşamını 50’ye yakın
eserle süslemiştir.
1. Felsefi Doktrinsel Eserleri: Bunlar, Meşşaîliğe ve İşrâkiliğe ait felsefi
görüşlerini içeren dört ana eseri olup, a) et-Telvihât, b) el-Mukavemât, c) el-Meşari
ve’l-Mutarahât ve d) Hikmetü’l-İşrâk’dır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
2. Felsefi Fikirlerini Özetlediği Küçük Risaleleri: Kelimetü’t-Tasavvuf, Elvâhu’lİmâdiyye, Heyâkilü’n-Nur, Pertevnâme gibi.
3. Arapça-Farsça Seyru Süluk Hikâyelerinin Yer Aldığı Alegorik Tarzda
Yazılmış Kısa Romanlar: Kıssatu’l-Gurbeti’l-Garbiyye, Avaz-i Per’i Cebrail, Akl-i Surh
gibi.
4. Şerh Çalışmaları, İbn Sina’nın bir kısım eserleri gibi.
5. Dua ve Münacaat Kitapları. el- Varidâ’t ve’t-Takdisât gibi.
Bunlara ilaveten kaynaklarda Sühreverdî’ye nispet edilen, ancak onun
olduğu şüpheli görülen bazı eserler de vardır. Eserlerinden felsefe ile ilgili olan iki
risaleyi Anadolu’da yazmıştır.
Sühreverdî’nin felsefi fikirlerini işlediği dört büyük eserinin, özellikle de
Hikmetü’l-İşrâk’ın akıcı bir dille yazıldığını söyleyebiliriz. O, teknik felsefi terimlerde
Meşşaîlerle aynı kulvarda hareket etmiştir. Ancak bu terimlere İşrâk felsefesine
özgün yeni terimler de eklemiştir. Bunu yaparken de asla taklitçi olmamış, bilgiçlik
de taslamamıştır. Onun eserlerinde kullandığı dille ilgili referansları Antik Grek ve
Antik Fars bilgeleri ile halidî hikmetin (parennial wisdom) dili olmuştur. Ayrıca o
mutasavvıf bilgelerin dilini de kullanmıştır. Bu eklektik tarza rağmen eserler üslup
açısından anlaşılır bir sadelikle kâleme alınmıştır diyebiliriz.
Sühreverdî’nin eserleri içerisinde en fazla önem taşıyanı 1186 yılında kâleme
almış olduğu “Hikmetü’l-İşrâk”tır. Bu eser, İşrâk felsefesini ele aldığı en kapsamlı
eseridir. Diğer felsefi eserlerinde Meşşaî felsefeye ait görüşleri yer alırken bu eser
Meşşaî görüşlere sadece eleştiri açısından yer verir. Düşünürler Sühreverdî’nin
temel felsefi görüşlerinin bu kitapta yer aldığını belirtirler.
3-Sühreverdî’nin İşrâk Felsefesinin Kaynakları
Bütün düşünürlerin fikirlerinin beslendiği bilgi kaynakları olduğu gibi,
Şihabuddin Sühreverdî’nin de genelde felsefi görüşlerinin, özelde ontolojik
anlayışının oluşmasında etkili olan kaynaklar vardır. Filozofun etkilenmiş olduğu
kaynaklar arasında, yaşadığı kültürel çevreyi, aldığı eğitimi, seyahatleri ve bazı
filozofları sayabiliriz.
Sühreverdî’nin eserlerini incelediğimizde bilgi kaynakları açısından eklektik
bir yapı ile karşılaşırız. Kendisinin bizzat Hermes, Pythagoras, Platon, Aristoteles
gibi filozoflardan, Kiyumart, Keyhüsrev, Feridun gibi İranlı bilge krallar ile, Hallac-ı
Mansur (öl. 309/922), Beyazid-i Bistamî (öl. 261/874), Zunnun-i Mısrî (öl. 245/859)
gibi mutasavvıflardan etkilendiğini ifade ettiğini görüyoruz. Bu farklı fikir ve
yöntem sahibi bilge ve filozofları başarılı bir sentezle İşrâk felsefesinde bir araya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
getiren düşünürün felsefesini, kaynakları açısından zengin bir felsefe olarak
niteleyebiliriz.
O, çağlar boyu devam edip kendisine kadar gelen hikmet-i halide’nin, HintFars-Babil, Mısır, Antik Yunan (Aristoteles, Pythagoras ve özellikle Platon) mirasına
dayandığına inanır. Elbette ki İslam dini ve onun içerisinde gelişen sufi geleneğe de
atıfta bulunmalıyız. Yine bu kaynaklar arasında Hermetizm, Sabiilik, Zerdüştlük,
Maniheizm’den de bahsedebiliriz.
Bizzat kendisi bu “hikmet” i aldığı iki yol haritası çizer: “Doğulu” ve “Batılı”
yol ismini verdiği her iki yol da Hermes’e dayanmaktadır. Bu yolları şu şekilde ifade
eder:
a) Batılı Yol (Mısır-Yunan Kaynaklı): Asclepius- Pythagoras- Empedokles,
Platon- Neo-Plotenistler- Zünnun-i Mısrî – Ebu Sehl-i Tüsterî – Sühreverdî.
b) Doğulu Yol (Antik İran Kaynaklı): İran Bilge krallar, Kiyumarth Feridun,
Keyhüsrev, Ebu Yezîd Bistamî, Hallac-i Mansur, Ebu’l-Hasan Herrakanî –
Sühreverdî. (Sühreverdî, 1993: II,10-12)
Sühreverdî, Hermes’le başlayıp sonra çeşitli yollara ayrılan bu hikmet
geleneğini kendisinde birleştiren bir görünüm sergilemektedir. Yani Sühreverdî
hikmet nasıl ilk dönem Hermes’in şahsından yayılmışsa, bugün de bunun adresinin
kendisi olduğuna dair bir imada bulunur. Aslında bu, aynı dönemde faaliyette olan
Meşşaî felsefe taraftarlarına da bir göndermedir.
Ancak şunu da ifade etmeliyiz ki Sühreverdî’nin yukarıda sıraladığımız ve
daha sonra ifade edeceğimiz bütün fikir kaynaklarının birleştirici ana unsuru, İslam
dinidir. Sühreverdî’nin felsefesi temelde Kurân’a dayanır ve o, fikirlerini âdeta bir
Kur’an tefsiri yapar gibi eserlerinde ortaya koyar. Bu konuya dikkat çeken şu
ifadeler önemlidir. “İbn Sina’dan sonra Kur’an’ı ele alan filozof, Sühreverdî’dir. İşrâk
öğretisinde Kur’an üzerine tefsir yapan Sühreverdî, İbn Sina’nın aksine ayrı bir
Kur’an tefsiri yazmamış, fakat felsefi ve teolojik konuları işlediği eserlerinde
doğrudan Kur’an’dan ayetler alarak tefsir yapmıştır. Dolayısıyla düşünürün bütün
eserlerinde çeşitli felsefi konuları açıklarken ayetleri delil getirmesi bu görüşü
desteklemektedir.
Sühreverdî’nin felsefi kaynaklarını genel hatlarıyla şu şekilde sıralayabiliriz:
Meşşaî felsefeyi
eleştiren düşünür yeri
geldiğinde ondan
istifade etmekten
kaçınmamıştır.
1. İslam dini (Kur’an ve Sünnet, Tasavvuf, Gazalî, Meşşaî felsefe), 2. Antik
Yunan kültürü (Pythagoras, Empledokles Platon, Aristo ve Plotinos), 3. Antik İran
kültürü (Pers bilge kralları), 4. Zerdüştlük, 5. Hermetizm, 6. Seyahatler (Bekiryazıcı,
2005:37)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Bütün bu kaynakları birlikte ele aldığımızda İşrâki ekolünün seçmeci bir
sistem olduğunu söyleyebiliriz. Buna rağmen ekolün kaynağını daha çok nereden
ve hangi filozof veya doktrinden aldığını kesin tespit etmemiz mümkün
gözükmemektedir. Ancak vurgulamamız gereken şey, onun bilgi edinmede yapancı
kaynaklardan yararlanırken İslami düşüncenin sınırlarını aşmamaya, yani İslami
ilkelere ters düşmemeye özen göstererek bu kaynaklara yönelmiş olmasıdır.
Felsefesinin Etkileri
Sühreverdî’nin “felsefi görüşlerinin” ve özellikle de “işrâk” anlayışının
günümüze değin süre gelen etkisini değerlendirdiğimizde onun felsefe tarihindeki
önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Daha önce de değindiğimiz gibi,
Sühreverdî, felsefe tarihinde ne İbn Sina, ne Farabî, ne de İbn Rüşd kadar
tanınmıştır. Onun felsefi anlayışı, yeterince bilinip tanınmadığı için hak ettiği ölçüde
değerlendirilememiştir. Bunun birçok sebebi bulunmaktadır. Her şeyden önce
fikirleri ve dinî görüşleri öne sürülerek idam edilmiş olması fikirlerine ve eserlerine
yönelmeyi engellemiş, kendi zamanında bir öğrenci topluluğunun oluşmasına fırsat
vermemiştir. Devamlı seyahat hâlinde olması ve genç yaşta öldürülmesi de,
tanınması ve fikirlerinin bilinmesi noktasında ayrı bir engel teşkil etmiştir. Belki de
bir baskı sonucu eserlerinden uzak durulması, onların Latinceye çevrilmemesi,
sadece İslam dünyasında değil, Batı’da da tanınmasını oldukça geciktirmiştir.
Gazalî İşrâk
düşüncesinin
oluşmasına zemin
hazırlamıştır.
Bu konuyu değerlendiren bir incelemede, şu fikirler ileri sürülür:
Kendisinden önce yaşayan Gazalî (ö. 1111) ve İbn Sina’nın aksine eserlerinin hiçbiri
Latince’ye çevrilmediği için Batı dünyasında tanınmamıştır. Bu yüzden Doğu’daki
etkisi, en az İbn Sina’nınki kadar büyük olduğu hâlde ondan ve işrâktan
bahsetmeyen bir İslam felsefesi, en azından eksiktir. Munk ve De Boer gibi
Batılılarca yazılan İslam felsefesi tarihleri, genellikle İbn Rüşd ile sona erer.
Gerçekte ise VII./XII. yy. İslam düşüncesinin teşekkülünün sona erdiği değil, aksine
çok önemli İşrâki ekolün başladığı bir dönemdir. Gerçekten de araştırmacıların da
tespit ettiği gibi, ilk dönem sadece Şii çevrelerde ve Doğu’daetkili olan görüşleri,
daha sonraları bütün İslam dünyasında ve günümüze uzanan süreçte Batı’da da
yayılmıştır.
Sühreverdî’nin aynı dönemde yaşamasalar da, Şehrezurî üzerinde de derin
etkileri vardır. Hatta Şehrezurî, bir takım felsefi tanımlamalarda aynen
Sühreverdî’yi taklit eder. Onun iyi bir izleyicisi olarak Şehrezurî ile Sühreverdî
arasındaki ilişkiyi İbn Arabî (ö. 1240) ile Sadreddin Konevî (ö. 1274) arasındaki
ilişkiye benzetebiliriz.
Özellikle İran’da, Sühreverdî sonrası gelişen İşrâki hikmet, günümüze değin
süregelmiştir. Bugün Sühreverdî’nin etkisinde kalan İslam düşünürlerine örnek
Molla Sadra, İşrâk ve
Meşşaî düşünceyi
sentezleyen fikirlere
ulaşmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
olarak İbn Arabî, İbn Kemmune (ö. 1284), Allame Hillî (ö. 1325), Kutbeddin Şirazî (ö.
1311), Mir Damad (ö. 1631), Celaleddin Devvanî(ö. 1502), İbn Türk İsfahanî,
Sadreddin Şirazî (1640), Mir Findirinskî (ö. 1640), İbn Cumhur, Hacı Molla Hadi
Sebzevarî, Şeyh Ahmed Ahsai, Şeyh Behaî, Molla Şems Ceylanî, Molla Muhsin Feyz
Kaşanî (ö. 1679), Abdurrezzak Lahicî, Kadı Said el-Kummî isimlerini sayabiliriz.
(Bekiryazıcı, 2005:25)
Bu, çoğunluğu Şii ve Farisî geleneğe ait düşünürlerle, Sühreverdî’nin felsefi
görüşleri özellikle İran ve Hindistan’da oldukça yaygınlık kazanmıştır. Bunda,
özellikle Hindistan’da hem kendi eserlerinin hem de Molla Sadra’nın eserlerinin
günümüze dek okullarda ders kitabı olarak okutulmasının etkisi büyük olmuştur.
Ülkemizde de Kâtip Çelebi, Celaleddin Devvanî, İsmail Ankaravî (ö. 1631)
Esiruddün el-Ebherî (633/1264), Molla Fenarî ve Yusuf Ziya Yörükan’ın
çalışmalarıyla tanınmıştır. Ancak yapılan araştırmalarda da vurgulandığı gibi,
Halep’in Anadolu’ya yakın olması ve Konya’nın mistik öğretisinin Türkçe konuşulan
bölgelerde hızla yayılması, sistematik bir şekilde olmasa da, İslam Felsefesi’nin bu
ekolünün Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yeşermesine yol açmıştır.
Sühreverdî’nin eserlerinin el yazmalarının büyük bir kısmının İstanbul’da bulunuyor
olması ve Osmanlı kâtiplerince kopya edilmeleri, Osmanlı düşünürlerince şerh
edilmeleri bu açıdan önemli olsa da, bugün için Sühreverdî’nin özellikle Osmanlı
İmparatorluğu içindeki önemi ve etkisinin hâlâ keşfedilmemiş olduğunu
söyleyebiliriz.
Diğer taraftan Molla Sadra Şirazî, Sühreverdî ile İbn Sina’nın öğretileri
arasında bir senteze giderek İslam’ın bin yıllık fikrî yaşamını özetleyen bir anlayış
ortaya koymuştur. Molla Sadra, varlığın birliği öğretisi temeli üzerine kendi varlık
metâfiziğini kurmuştur. Bu metâfizik, Sühreverdî’nin mahiyet metâfiziğinin başka
bir versiyonudur. Bu açıdan Molla Sadra, Sühreverdî’nin etkisini en çok taşıyan
düşünürlerden biridir. Bu nedenle araştırmacılar Molla Sadra’nın “asaletü’l-vücûd”
teorisi ile, Sühreverdî’nin “asaletü’l-mahiyet” teorisine zıt bir görüş geliştirmesine
rağmen; onun, hocasına (Sühreverdî) organik olarak bağlı bir felsefi vizyonunun
olduğunun inkâr edilemeyeceğini ifade ederler. Şu hususa da dikkat çekmeliyiz ki,
Sühreverdî’nin işrâk anlayışının Şii dünyasında etkili olması, Molla Sadra ve Mir
Damad ile gerçekleşmiştir.( Nasr, “The Spread of the Illuminationist School of
Suhrawardî”,1972:163)
Yine Sühreverdî’nin etkisinde kalan önemli bir bilge de, VII. /XIII. yy. filozof
ve bilimcisi, Hoca Nasiruddin et-Tusî’dir. (öl. 1274) O her ne kadar İbn Sina
yorumcusu olarak Meşşaî felsefeye ait eserler vermişse de, Allah’ın dünya
hakkındaki bilgisi gibi belirli noktalarda işrâki eğilim taşır. Onun, bu konuda İbn
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Sina’nın görüşlerini açıkça reddederek Sühreverdî’nin görüşlerini izlediği ifade
edilir.
Batı da ise ilk karşımıza çıkan isim Sühreverdî’nin çağdaş yorumcusu, Henry
Corbin’dir. Onun Sühreverdî ve felsefesi ile ilişkisi bir araştırmacının araştırdığı
konu ile arasındaki ilginin çok ötesindedir. Bu hâliyle biz, Henry Corbin’i,
Sühreverdî’nin 20. yüzyılda bir öğrencisi olarak niteleyebiliriz. Bugün
Sühreverdî’nin yazma hâlindeki birçok eserinin, edisyon-kritiği yapılmış hâlde
elimizde olmasını H. Corbin’e borçluyuz.
Sühreverdî’nin eserleri
idamı sebebiyle ilk
dönemler fazla ilgi
görmemiş ve Batı’ya
geç intikal etmiştir.
.
Sühreverdî’nin Batı’daki etkisiyle ilgili Yusuf Ziya Yörükan’ın da tespit ettiği
farklı yansımalar vardır. O, Bergson ile Alman Stiner’in, sezgiye dayalı anlayışlarında
Sühreverdî’den etkilenmiş olduklarını ifade eder.
Yine İsmail Hakkı İzmirli’nin düşünürün Batılı filozoflar üzerindeki etkisiyle
ilgili tespitleri dikkat çekicidir. O, Sühreverdî’nin Aristo mantığına olan itiraz ve
eleştirileri ile Bacon ve Descartes’in bu yöndeki çalışmaları arasında ilgi kurarak,
Descartes’in formel mantık’a itirazını Bacon’un Aristo mantığını inkârını,
düşünürümüzün görüşleriyle paralel sayar. Yine İzmirli, Shaftersburg’un “âlem
ebedî olup başka bir âlemin mümkün olamayacağı” görüşünün de Sühreverdî de
bulunduğuna dikkat çeker.(İzmirli, 1973)
Görüldüğü gibi Sühreverdî’nin görüşleri oldukça geniş bir alanda etkili
olmuştur. Hatta Hindistan’da Moğol hanedanı döneminde bazı eserleri
Sanskritçeye ve bu dönemden biraz daha önce de İbraniceye çevrilmiş ve böylece
görüşleri Yahudi ve Hindu dünyası gibi birbirinden ayrı dünyalara ulaşmıştır.
Sonuç olarak Sühreverdî’nin etkisini değerlendirdiğimizde karşımıza
fikirlerinin yayıldığı geniş bir coğrafi yelpaze çıkar. Bu, İran’dan, Hindistan’a;
Avrupa’dan Anadolu’ya uzanan bir fikir haritasıdır. Bugün için onun fikirleri ve
işrâki geleneği İran’da faal durumdadır. Ayrıca geç tanındığı Batı’da ve yeni
keşfedildiği Türkiye’de de hakkında birçok çalışma yapılmaktadır
Suhreverdî’nin İşrâk Felsefisinin Temel Kavramları
Sühreverdî’nin işrâk anlayışını tam anlamıyla ortaya koyabilmemiz, onun bu
alanda kullandığı temel kavramları iyi anlayabilmemizle doğru orantılıdır. Bu
sebeple öncelikle bu temel kavramları ele almayı uygun gördük. Şunu ifade
etmeliyiz ki, Sühreverdî’nin felsefi anlayışında öne çıkan birçok kavram, Meşşaî
felsefenin kavramlarıyla örtüşür. Roxanne Marcotte de, Sühreverdî’nin nur
ontolojisinin kavramları ile Meşşaî ontolojinin kavramları arasında yakın
benzerliklere dikkat çeker ve tamamen aynı olan kavramlardan başka aynı anlam
alanına sahip bir çok kavramın bulunduğunu da ifade eder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
1. İşrâki ontolojinin aydınlık yüzü: Nur
Sühreverdî felsefi anlayışına temel olarak Kur’an-ı Kerim’deki kullanımı
itibarıyla İslami düşüncede önemli yeri olan “nur” kavramını tercih etmiştir. Bu
kavram taşıdığı zengin anlam itibarıyla Sühreverdî’den önce de İslam
düşünürlerince örneğin Gazalî tarafından kullanılmıştır. Ancak onu bütün
düşüncelerine temel alarak kullanan Sühreverdî olmuştur.
Sühreverdî’nin felsefesini bir “nur” felsefesi olarak tanımlamamız
mümkündür. Çünkü o, felsefesinin temeline bu kavramı koyar ve ondan yola çıkar.
Biz yararlandığımız kaynaklarla paralellik kurabilmek için “nur” kavramını, zaman
zaman “ışık/aydınlanma” terimleri ile; “işrâk felsefesini” de bazen “aydınlanma
felsefesi” terimi ile karşılamaya çalışacağız. Burada şu noktaya da dikkat çekmeliyiz:
Sühreverdî’nin kullandığı “nur” kavramı, metafizik anlamda bir nur olup beş duyu
ile algılananın nesnel nurun ötesindedir. Bu bağlamda onun kullandığı beş duyu ile
algılanan nurun, ancak mecazi bir kullanım olabileceğine vurgu yapılır. Yani
Sühreverdî’nin felsefesinin temel kavramı olan nur, somut evrenin bir elemanı
değildir. Ancak somut nesnelerde yer bulan nur da mecazi anlamıyla bu felsefenin
konusuna girer.
Görülüyor ki, nur, İşrâk felsefesinde varlığın temel prensibidir. Varlığın
kaynağı ve bütün varlık hiyerarşisinin her derecesinde çeşitli formlarıyla bulunan
oluş ilkesidir. Sühreverdî’ye göre nur; “Apaçık olan ve hiçbir şekilde tanınma
ihtiyacı olmayan şeydir. Çünkü o kadar açık ve belirgindir ki, bu sebeple onun
tanımı yapılmaz. Her şey ondan esinlenerek tanımlanabilir”. Sühreverdî’nin bu
tanımı bize İslam Meşşaîleri’nin “varlık” kavramının tanımını hatırlatmaktadır.
Sühreverdî’ye göre “nur, hakikatte, özünde aynıdır. Ancak mükemmellik, noksanlık
ve haricî işlerde farklı olabilir. Ancak özünde farklılık olmaz.” Nurun çeşitli
belirlenimleri ancak sahip olduğu ışığın yoğunluk farkıyla tespit edilebilir.
(Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk, II, 106)
Sühreverdî, varlığı özünde nur ve ışık olanla nur ve ışık bulunmayan şeklinde
ikiye ayırmıştır. Sühreverdî’nin yukarıda ifade ettiğimiz sözlerinden anlaşılacağı gibi
“nur”un, en açık seçik olan ve kendisinden daha açık seçik olmayan bir şey olarak
tanımlanmaya da ihtiyacı yoktur.
Sühreverdî’ye göre “nur/ışık” özünde apaçık ve diğer varlıkları açığa
çıkarandır. Işık asli manasıyla belirgindir. Bir şeyin maddeden tecridi nispetinde
olumsuz olarak bilineceğini savunan Meşşaîlerin kanaatinin aksine idrak, aslen ışıklı
ve aydınlık objelerde tecelli eden kendiliğinden ortaya çıkma fiili gibi müspet olarak
anlaşılmalıdır. Sühreverdî’ye göre varlığın hakikati nurdur ve bu nurun en temel
özelliği de kendi başına aydınlık olması ve diğer varlıkları da aydınlığa
Sühreverdî, eserlerinde
nur-zulmet kavramlarını
düalist bir yaklaşımla
ele almamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
çıkarmasıdır(varoluş). İşte nurun bu şekilde yüce, temel bir prensip olması
dolayısıyla bu yönlerinin akıl yürütmeyle kavranması mümkün değildir. Bundan
dolayıdır ki, Sühreverdî nurun kavranması için yöntem olarak akıl yürütmeden
tamamen farklı olan manevi müşahade ve işrâkı ön görmüştür. (Sühreverdî,
Hikmetü’l-İşrâk, 1993:II, 106)
Sühreverdî’nin felsefi anlayışında nurun bir başka fonksiyonu da bilginin
ediniminde karşımıza çıkar. Daha sonra da ifade edeceğimiz gibi, Sühreverdî’ye
göre hakiki bilgi, ilahî âlemden insana nurlar vasıtasıyla, onların ışımasıyla gelen
bilgidir. Bu bilgilenmeye vesile olan nurun ona hazır olan insanın ruh hâline uygun
çeşitli dereceleri vardır. Görüldüğü gibi Sühreverdî’de nur, hem varoluşun hem de
bilgi edinmenin biricik ilkesidir.
Sühreverdî nuru, varoluşun her aşamasında temel ilke olarak görür. Zaten
nurun temel fonksiyonu da yayılmasıdır. Nurun bu felsefi anlayıştaki
sınıflandırılması şöyledir:
a) Nuru’l-Envar ya da Tanrı
Sühreverdî’ye göre Tanrı, Nuru’l-Envar yani Nurların Nuru’dur. En yoğun
ışıktır. Bütün mükemmelliklerin kendinde olduğu, bütün varlıklara varlık veren,
hiçbir şeye muhtaç olmadan kendi kendine yeten yegâne varlıktır. Nurunun ve
ışığının yansıması, sonsuz ve sınırsızdır. Başlangıcı ve sonu düşünülmeyendir. Onun
varlığı bizzat kendisinden kaynaklanır. Bu konu ileride detaylı olarak ele alınacağı
için burada kısaca değinmekle yetiniyoruz. (Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk,1993:II,
121)
b) Mücerret nur ya da soyut nurlar
Nuru’l-Envar yani Tanrı,
en yoğun ve zatıyla
kaim, biricik nurdur.
.
Soyut nur (Mücerret Nur), Sühreverdî’nin ontolojik algısında Nuru’lEnvar’dan sonra yetkinlik bakımından en üst nurdur. Bu nuru Sühreverdî, “Mahz
Nur”, “Mücerret Nur”, “Saf Nur” olarak isimlendirir. Soyut nurların varlıkları
özlerindendir ve bu yönüyle diğer nurlardan ayrılırlar. Onların en temel özellikleri
özlerini bilmeleridir. Bu yönleriyle de cisimlikten uzaktırlar. Soyut nurlar, özü ile
algılanırlar ve bu bilme sürecinde dışarıdan bir etki onları yönlendirmez. Aynı
şekilde soyut nurların cisimsel bir varlığı olmadığı için ve dış âlemde de bir varlıkları
bulunmadığından, herhangi bir mekânları yoktur ve onların bir yönü de bulunmaz.
Dolayısıyla Soyut Nurlar, duyularla algılanamayan, kendisine işaret edilmeyen ve
hiçbir yönle belirlenemeyen saf nurlardır. Soyut nurlar hayat sahibidir ve her hayat
sahibi olan da soyut nurdur; algılayan ve aktif olandır. Bu durumda soyut nurlar,
özlerini ve başkasını bilen, nuruyla başka şeyler üzerinde etkin niteliğe sahip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
nurlardır. Bu nurlar, karanlığın ilintilerinden, alakalarından uzak oldukları için,
Tanrı’dan sonra en mükemmel nurlardır. (Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk, 1993:II, 110)
c) Arız nur ya da ilişen nur
Sühreverdî, Soyut Nuru nasıl cisimle ilgisi olmayan, duyularla işaret
edilmeyen nur olarak tanımlamışsa, İlişen Nur’u (Arız Nur) da duyularla algılanan
ve fiziki olan bütün nurları içeren bir anlamda ele almıştır. Bu nurlar, Soyut
Nur’ların Tanrı’dan esinlenerek oluşturduğu nurlardır. Yani varlıkları soyut nurlara
bağlı olup bizzat kendi özlerinden kaynaklanmayan nurlardır. Bu sebeple
Sühreverdî, bu nurlara “yansıyan (sanih) nurlar” da demiştir. Bu nurların “oluşu”
sağlamak için taşıdığı ışık, bizzat kendilerinden olmadığından özünde varolabilmek
için başkasına muhtaçtırlar. Bu nedenle duyulur olan Arızi Nur kendi kendine
yeterli değildir. (Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk,1993: II, 117)
2. İşrâki ontolojinin karanlık yüzü: zulmet
Karanlık, nurun
yokluğudur ve var
olabilmek için nura
muhtaçtır.
.
Sühreverdî’nin felsefi anlayışının inşa edildiği nur kavramının karşısında
dikkatimizi çeken bir ikinci kavram alanı zulmet yani karanlıktır. Ancak
Sühreverdî’nin felsefi anlayışında ışık ve karanlık düalist bir yaklaşımla ele
alınmamıştır. Yukarıda işaret edildiği gibi, Sühreverdî’de ışık, bütün varoluşu
açıklayan temel unsurdur. Bu sebeple “Ona göre evren, ışık ve karanlığın çeşitli
dereceleri ile doludur. Karanlık ise ışığın yokluğudur.” Yani karanlık bir anlamda
maddedir. Sühreverdî’nin dilinde nur ile karanlık, iki bağımsız varlığı ifade etmez.
Biri diğerine eğilimli yani zulmet nura âşıktır. Zulmet, nura yükseldikçe yoğunluktan
kurtulur. Oysa düalist yaklaşımlarda örneğin Zerdüşt’tün anlayışında ise nur ve
zulmet mücadele hâlindedir. Bunların ikisi de insanı sevk ve idare ederler, mahiyet
olarak da farklıdırlar. Dolayısıyla Sühreverdî’nin anlayışında nur, asıl; karanlık ise
onun gölgesidir. Bunlar birbiriyle mücadele hâlinde olan iki farklı kutup değildir.
Karanlık nura kavuşmak ve varlığa çıkmak ister. Yoksa karanlık kendi başına sırf bir
varlık değildir. (Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk, 1993:II, 133)
Karanlık temelde nurun/ışığın olmaması anlamındadır. Böyle olunca da
karanlık varlığa çıkmak için ışığa muhtaçtır. Yani karanlık ışığa bağımlı, ikincil ve
onunla varlık kazanan bir yokluğun adıdır. Sühreverdî’ye göre yokluk, ancak varlıkla
düşünülür ve akledilir, tıpkı her şeyin zıddıyla kaim olması gibi. Bu mantıksal bir
gerekliliktir. Bu manada varlık olmazsa yokluk anlaşılmaz Nasıl varlık kendi
dışındakilerle dikkate alınırsa, yoklukta kendi dışındaki varlıklarla dikkate alınır.
Sühreverdî, karanlığı da çeşitli boyutlarda belirler ve inceler. Bunları, karanlık
(zulmet), Cevher-i Gâsık (Belirsiz Cevher), Hey’et-i Zulmâniyye (Karanlık Form) ve
Berzah olarak sınıflandırır ki bu sınıflandırma, aynı zamanda cisim ya da maddenin
sınıflandırılması anlamına da gelebilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
a) Cevher-i gâsık (belirsiz, örtük cevher)
Karanlık, bizzat kendisinin farkında, ama kendi kendine var olamıyorsa, yani
özü bakımından nur değilse “belirsiz cevher”-“örtük cevher” ya da “alaca-karanlık
cevher” adını alır. Belirsiz cevher, bizatihi nur olmayandır. Var olabilmek için
mutlaka Arizi (ilişen) Nur’a ihtiyaç duyan şeydir. Belirsiz cevher, kendisinde zahir
olmadığı gibi, kendisi içinde zâhir değildir. Çünkü kendisini bilme, nur olanın
özelliğidir. “Belirsiz cevher”in bizzat özü algılanamaz, özü algılanabilen de cevher-i
gâsık olmaz. Belirsiz cevher’in bir “mahal”e ihtiyacı da yoktur. Zira mahal de, onu
böylesi bir cevher olmaktan çıkarır. (Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk,1993: II, 133)
b) Hey’et-i zulmaniyye (karanlık form)
Bu, varolabilmek için kendisinden başka bir şeye (Arizi Işık) ihtiyaç duyan
karanlıktır. Bu karanlık biçimi, hem kendisinin farkında değildir hem de ancak
başka bir şeyle var olabilen formlardır. Örneğin renkler ve kokular gibi. Bunlar
mahalle muhtaç olan karanlık olup varlıklarını Arizi Nurlardan almaktadırlar. Arizi
Nurlar, soyut nurlardan, onlar da Tanrı’dan varlık alırlar.
c). Berzah/Cisim
Sühreverdî’nin felsefi anlayışında berzahın, hem nesnelere ad olan bir anlam,
hem de kozmolojik anlayışında bir âleme karşılık gelen kullanımı söz konusudur. Bu
noktanın dikkate alınması gerekir. Yoksa bir takım ifadelerin anlaşılması güç
olabilir.
Arız Nur, ışığını Soyut
Nur’dan alan ve
duyularla müşahade
edilebilen nurdur.
.
Sühreverdî’nin anlayışında hem nuru hem de karanlığı almaya elverişli olan
objeler, “berzah” (gölge) diye adlandırılmıştır. Berzah en genel anlamıyla “cisim”
demektir ve o, “işaretle gösterilen cevher” şeklinde tanımlanabilir. Aslında her
“berzah” özü itibarıyla karanlıktır, bundan dolayı onda aydınlıktan yana ne varsa
dış bir kaynaktan ona gelmiş olmalıdır.
Berzahlar, aynı zamanda “cisim” dediğimiz objelere de ad olabilirler. Bu
yönüyle (berzah) cisim ya tek başına, basittir; kendisiyle ilintili bir berzahtan
oluşmuştur ya da bileşiktir. Bu da iki farklı berzahtan oluşmuştur. Berzahlardan
oluşan bu cisimler, üç hâlde bulunurlar. Bunlar, ya basit cisim olup katıdırlar. Bu
şekliyle ışığın geçmesini de engellerler, ancak ışık alırlar, “yer” gibi. Bir kısmı
şeffaftır, ışığın geçmesini engellemezler; “gökyüzü”, “uzay boşluğu” gibi. Veya yarı
saydam (transparan) dırlar ve ışığı kısmen engelleyen yönleri vardır; “su” gibi.
Sühreverdî’ye göre bizimle yüksek berzahlar arasında katı ve yarı saydam berzahlar
yoktur. Sadece yüksek nurların bize ulaşmasına engel olmayan saydam “feza”
berzahı vardır. (Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk, 1993:II, 106)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Sühreverdî’nin Metafizik Anlayışının Temel İlkeleri
Varlık hiyerarşisinde
üsteki nur altakini
yönetir ve alttaki nur
üsteki nura sevgi ile
itaat eder.
.
Burada düşünürün işrâk anlayışı bağlamında ontolojik yaklaşımının
belirlenmesine yardımcı olabileceğini düşündüğümüz ilkeleri tespit ederek ele
alacağız. Bu ilkeleri çoğaltmak mümkünse de biz sadece konumuz açısından etkin
olanları açıklamakla yetineceğiz.
1. En yetkin olanın önce varolması (eşref-i imkân kaidesi)
Bu ilke, düşünürün varoluş sürecinde ön planda tuttuğu ve sık sık atıfta
bulunduğu bir ilkedir. Sühreverdî varoluşun Tanrı’dan başlayan hiyerarşisinde bu
ilkeye yer verir. Özellikle evren ve içindekilerin sınıflandırmasında bu ilkeyi esas
alan açıklamalarda bulunur. Bu anlayış, temelde eğer bir ikincil varlık varsa onun
daha mükemmelinin ondan önce mevcut olması gerekir, görüşüne dayanır.
Sühreverdî’ye göre en düşük varlığın varlığı, en mükemmel varlığın varlığını
gerektirir. Sühreverdî, bu önermeye önemli birçok neticeyi bina eder. Bunlardan
bir kaçı şöyle sıralanabilir: a) “Biliniyor ki bir’den ancak bir çıkar.” Bu, bir eşreftir ve
aynı şekilde ondan da ancak bir çıkabilir. Bu şekilde bu ilkeyi sudur anlayışına temel
yapar. b) Bir diğer netice, bedenlerimizi çekip çeviren nefislerimizin sabit oluşuna
dayanarak soyut aklın varlığının kanıtlanmasıdır. Bu şekilde ilkeden soyut
nesnelerin idrakinde yararlanır. c) Son olarak, nur âlemindeki düzen Berzah
âlemindeki duruma oranla daha uygundur. Çünkü soyut nurlar arasındaki nispetler
cisimler âlemindeki zulmani nurlar arasındakinden daha şereflidir. Dolayısıyla da
berzah âleminin varlığı kendisinden daha yetkin olan nur evreninin varlığını da
gerekli kılar. Böylece de ilkeyi evren anlayışında ele alır. Görüldüğü gibi bu ilke
Sühreverdî tarafından bir çok fikrin inşasında kullanılmıştır. (Sühreverdî, Hikmetü’lİşrâk,1993: II, 154)
2. İşrâkın kahr/hâkim olma ve müşahedeye/muhabbete dayalı
olması
Daha önce kavramlar bölümünde yer verdiğimiz bu iki terim taşıdıkları
anlam itibarıyla düşünürün işrâk anlayışının temel ilkeleri arasında da ele
alınabilirler.
Sühreverdî’ye göre işrâk ve müşahede iki değişik nitelik olan iki eylemdir.
Bunlar, bir yönden varlığın iki muhafızı ve iki yapı taşıdır. Diğer yönden ise zevk
bilgisinin iki yoludur. İşrâk bir soyut nur’un bir başka soyut nura, nurani ışınlarının
feyezanını ifade ederken, müşahede ise başka bir yol ve yön edinmek
anlamındadır. Müşahedede soyut nur kendisinden daha yüce olan soyut nurlara
yönelmekle ve onları müşahede etmekle daha mükemmel bir kazanım elde eder.
Bu işrâk ve müşahedenin bir başka ifadesi de kahr ve muhabbettir. “Kahır”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
kuşatma ve hâkimiyet ile icat anlamı taşır. Bu da işrâk anlamınadır. “Muhabbet”e
gelince onun manası görerek taklit ve hikâye etme yoluyla daha olgun olana boyun
eğmedir. Dolayısıyla her üsteki ışık aşağıdaki nura hâkimken, her aşağı nur da
yukarıdakine muhabbet duyar. Görüldüğü gibi Sühreverdî, işrâk ve müşâhedeyi
ontolojik varoluşun zorunlu iki ilkesi olarak ele alır. Varlıklar çift gerektirmeli bir
yapı içinde birbirleriyle ilişki içinde olurlar. Yani her üsteki nur için, alttaki nura
İşrâk ve kahr yoluyla egemen olma söz konusu iken, her alttaki nurun da üstteki
nura müşahade ve muhabbetle boyun eğmesi söz konusudur. Bu aynı zamanda
varoluşun temel ilkesidir. Bu ilke sürekli olduğu için varoluş devam edip gider.
(Sühreverdî, Kitabu’l-Meşari ve’l- Mutarahat,1993: I, 194-196)
3) Tulî tabaka/dikey-boylamsal boyut
Evrenin oluş şemasını açıklayan terimlerden biridir. Düşünür bunu evrenin
Tanrı’dan sudurundaki Soyut Nur’ların yer aldığı aşamayı isimlendirmek için
kullanır. Oluşun bu dikey boyutunda sayıları ne kadar çok olursa olsun, bütün Soyut
Nurlar, hem Tanrı’dan hem de kendi üstündeki diğer mücerret nurlardan ışık alarak
bir hiyerarşi oluştururlar. Bu düzende her bir nur üstekine sevgi ile bağlı iken her
bir üst nur da alttakine yönetimiyle bağlıdır.
Sühreverdî’nin öngördüğü bu boylamsal boyutun üstünde “En Yakın Işık”,
“En Büyük Işık” (Nuru’l-Akreb, Nuru’l-A’zam) yer alır. Sühreverdî, eski Farisîlerin
bunu “Behmen” olarak isimlendirdiğinden bahseder. Bu yüce Melek, kendinden ve
aynı zamanda Işıklar Işığından ışın alan altındaki başmeleği oluşturur. Her bir
üyesine “kâhir nur” denilen “boylamsal düzen” tamamlanıncaya değin bu ışıma
sırasıyla birinden diğerine geçer. Evrendeki tüm eşya kendinden türediği ve üyeleri
her bir başmeleğin, altındakine hâkimiyeti (kahr) ve alttaki başmeleğin de
üstündekine karşı sevgisi (muhabbet) olacak şekilde sıralandığından, bu düzeye
temeller/asıllar (ümmehat) âlemi de denir. Ayrıca her bir ışık, alttaki ve üstteki iki
aydınlık için bir ara bölge de (berzah) oluşturur. Bu aynı anda daha üstteki düzeyi
hem gizleyen hem de ortaya koyan bir perde görevi yerine geçer. Böylece tüm
yoğunluğuyla geçemeyecek şekilde gizler ve hiyerarşide hemen yanı başındaki alt
üyeyi meydana getirecek kadar ışığın geçmesine izin verecek bir şekilde de ortaya
koyar. Bu aşama sonsuza dek devam etmeyerek, belli bir noktada son bulur.
(Sühreverdî, Hikmet-i İşrâk, 1993: II,133)
4) Arzî tabaka/yatay-enlemsel boyut
Sudur sürecinde dikey boyutun üstün özellikleri ve Tanrı’ya olan
yakınlığından kaynaklanan gücü, ikinci bir boyutun oluşmasına da neden olur. İşte
buy arzî tabakadır. Bu enlemsel ya da yatay boyut, sudurun sırf nur olan boyutunun
aksine Soyut Nurlar dışındaki varlıkları içeren oluşu ifade eder. Bu tabaka, ilk
Sudur nazariyesi
Sühreverdî tarafından
da kullanılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
tabakanın fonksiyonelliğine göre oldukça zayıftır. Zaten ona göre buradaki varlıklar
daha alt derece varlıklardır. Hem de bu varlıklar, Tanrı’dan daha uzaktadırlar. Bu
tabakadaki meleki oluşumların birbirini meydana getirme gibi bir nitelikleri yoktur.
Sadece yan yana bir arada bulunurlar.
Her iki boyut birlikte düşünürün sudur sürecinin bir çok kavramını içinde
barındırır. Dikey boyutun egemenlik yönünden “arketipler” veya “Platonik idealar”
dünyasına karşılık gelen enlemsel melekler düzeyi doğar. Bu düzeyin üyeleri,
boylamsal düzeyde olduğu gibi, birbirini meydana getirmezler. Aksine yan yana
bulunurlar. Görünür evrendeki her şey, bu arketiplerin birinin kendine özge
“meleki etkisini” içeren bir “büyü” (tılsım) sü veya ikon (sanem) udur. Bu nedenle
Sühreverdî, bu arketiplere türlerin erbabı (erbabu’l-enva) veya büyülerin erbâbı
(erbabü’t-tılsım) demiştir. Çünkü Sühreverdî’ye göre her bir “göksel arketipin” veya
“Platonik ideanın” cisimler âleminde var saydığı türü üzerinde hâkimiyeti vardır.
Metafizik Anlayışı
Sühreverdî, bir yandan bir kısım eserlerinde Meşşaî seleflerinin varlık
anlayışını inceleyip açıklarken, öte yandan İşrâk felsefesinin doktrinal eserlerinde
onların metâfizik görüşlerini eleştirerek kendine özgü bir nur metafiziği kurgular.
Sühreverdî seleflerinin varlık anlayışlarını bildiğini göstermek için onların varlık
felsefelerini özetler. Böylece kendi eserlerine müracaat eden okuyucuya Meşşaî
felsefeden haberdar olduğunu ima eder. Zaten düşünür daha önce de ifade
ettiğimiz gibi bu felsefi anlayışın tamamen karşısında değildir. Tıpkı varlık
anlayışında olduğu gibi temel felsefi problemlerin birçoğunda Meşşaîlerle ortak
görüşleri vardır. Ancak onlardan en fazla ayrıldığı husus yine de varlık
problemindedir.
İşrâk düşüncesinde
“nur” kavramı
Meşşaîlerin
“varlık”terimine karşılık
gelmektedir.
Çünkü Sühreverdî, Aristocu yaklaşımı benimseyen seleflerinden farklı bir yol
izleyerek felsefi fikirlerine, dolayısıyla da ontoloji problemine değişik bir anlam
kazandırmıştır. Ona göre “varlık”, asıl gerçeklik olan “mahiyet”e eklenmiş bir
arazdır. O, böylece asırlarca birçok kişi tarafından benimsenen “özcü” –
essentialistic- bir metafizik meydana getirmiştir. Sühreverdî, “ışığı” gerçekliğin özü
kabul etmiş ve önceki filozofların varlığa (vücuda) atfettikleri tüm özellikleri ışığa
atfetmiştir. Dolayısıyla burada konu edindiğimiz ontoloji, aynı zamanda bir nur/ışık
ontolojisidir.
Sühreverdî’nin metafizik anlayışını tam olarak çözebilmek için onun ilim
olarak felsefeyi tanımlamasını iyi tahlil etmek gerekir. O, felsefeyi bir anlamda tıpkı
Meşşaîlerde olduğu gibi, en genel anlamıyla ve metafizik boyutuyla var oluşu
bakımından varlıkla ilgilenen bir ilim dalı olarak ele alırken, öte yandan İşrâki
düşüncesinin bir gereği olarak da nurlar hiyerarşisi olarak gördüğü varoluşu ifade
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
.
29
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
eden bir ilim olarak değerlendirir. Dolayısıyla onun ontolojik yaklaşımı da “varlık”
ya da “varoluş” kavramları çerçevesinde şekillenmenin ötesinde nurlar hiyerarşisini
de içinde barındırır. (Sühreverdî, Hikmetü’l-İşrâk,1993: II,. 135-136)
Sühreverdî, varlık konusunda Orta Çağ’ın yukarıda özetlemeye çalıştığımız
bilinen işleyişini aynen kabul etmeyerek farklı bir ontoloji ortaya koyar. O, hem
Aristoteles, hem de İslam Meşşaîlerinin kullandığı varlık (vücud) kavramının yerine
“nur” (ışık) kavramını koyarak bir ontoloji kurar. Daha önce de değindiğimiz gibi o,
bu kavramı tanımlamada İslam Meşşaîlerinin varlık kavramına getirdiği
tanımlamaya benzer ifadeler kullanır. Onların varlık kavramına yükledikleri anlam
gibi, Sühreverdî de, nuru tarife gerek duymamış; onu mükemmellikte basit, apaçık
ve en belirgin temel belirlenim olarak ele almıştır. Böylece o bütün evreni çeşitli
yoğunluk derecelerine sahip nurun, en mükemmel olandan yani, Tanrı’dan
beslenen ışığın hiyerarşik yapısı içinde açıklamıştır.
Bu farklı ontolojik tasavvur, Sühreverdî’nin İşrâki eğiliminin bir sonucudur.
Ancak o, Meşşaîler gibi varlık taksimine de giderek kendi sisteminin anlaşılması için
bir zemin hazırlar. Biz de bu yönteme uygun olarak Sühreverdî’nin hem nur
ontolojisini hem de nesneler âleminde daha çok yer verdiği Meşşaî tarzı varlık
anlayışını birlikte ele alacağız.
Varlığın kısımları, olurlu ve zorunlu varlık
Sühreverdî, varlığı varoluşu açısından tıpkı selefleri olan İslam Meşşaîleri gibi
zorunlu ve olurlu oluşları açısından inceler. Ona göre bu oluş içerisinde varlık üçe
ayrılır:
1. Ya zorunludur; Nuru’l-Envar gibi.
2. Ya olurlu, mümkündür; Nuru’l-Envar dışındaki bütün varolanlar gibi.
3. Ya da olursuz, mümtenidir; ilk sebebin zorunlu olmadığını ifade etmek gibi.
Sühreverdî, bu taksimi varlıkların varoluş ilkelerini esas alarak
oluşturmuştur.
Sühreverdî varlığı varoluşu açısından da taksim eder, buna göre varlık:
1-Bizatihi kendi başına var olan -ki bu zatıyla var olan- Tanrı’dır. Varlığının
bizzat olması dolayısıyla Tanrı diğer bir sebebe bağlı değildir. Kendisi için tam
anlamıyla yeterli olduğu için başkasına da ihtiyaç duymaz.
Sühreverdî, varlığı,
varoluşu açısından tıpkı
İslam Meşşaîleri gibi
zorunlu ve olurlu
oluşları açısından
inceler.
2-Başkasından dolayı var olan, yani zatı için var olup, bizzat var olmayandır.
Bu mahalden müstagni olan cevherdir. Bu durum, onun varlığının bizzat
kendisinden değil de başkasıyla var olmasından dolayıdır. Çünkü onun varlığı bazı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
şeyler için sebeptir. Bu durumda cevher tıpkı hey’et gibi varlığı kendinden
olmayandır.
3- Lizatihi var olup, bizatihi var olmayandır ki, bu da arazdır. Araz, ne zatıyla
ne de zatı için var değildir. Bu durumda araz, sebep olmayan, aksine var olmak için
sebebe ihtiyaç duyandır. (Sühreverdî, Kitabu’l-Meşari ve’l- Mutarahat, 1993:I, 212213)
Sühreverdî’ye göre varlık, sebep ve sebep olunan şeklinde de
sınıflandırılabilir. Çünkü her sebepli olan, mutlaka bir sebebi gerektirir. Bir şeyin
oluşumu, irade, zaman, yakınlık, yer ve yetkinlik gibi her neye bağlı bulunuyorsa,
bu onun sebepliliğini teşkil eder. Ancak sebep tam olarak bulunmazsa sebepli de
ortaya çıkmaz. Dolayısıyla bir şeyin var olması için gereken şartlar olgunlaştığında
ve bütün olumsuzluklar ortadan kalktığında o şey zorunlu olarak ortaya çıkar.
Sühreverdî ayrıca sebepler zincirinin ilk halkasının Zorunlu Varlık olduğuna
vurgu yapar. Ona göre, her sonradan olanın bir sebebi bulunması zorunlu
olduğundan bu sebep-sebepli ilişkisinin bizi teselsüle götüreceği açıktır. Bunu
zorunlu bir ilk nedende durdurarak sonuçta mümkün varlıkların bir ilk zorunlu
varlığa dayandığını belirtir.
Düşünür, bu Zorunlu Varlığın bizzat kendi zatından kaynaklanan
zorunluluğunu da Ona nispetle kullandığı kendi başına zorunlu olan (Kayyum) ismi
ile ön plana çıkarır. Sühreverdî’ye göre varlık âleminde ilk nispet, varlığı kendinden
olan cevherin Kayyum’a nispetidir. Bu ilişki, bütün diğer ilişkilerin temeli ve en
şereflisidir. Bu ilişkinin ahengi, alt cevherin Tanrı’ya olan aşkıdır. Varlığı zorunlu ve
kendinden olan Tanrı da “yönetme” ilgisiyle bu ilişkiye aktif olarak katılır. Bu
yönetme ve aşk şeklindeki iki yönlü ilişki, tüm varlıkların varoluşunun ana ilkesidir.
Görüldüğü gibi düşünürün metafizik konulara yaklaşımında İslam Meşşaîleri
ile arasında kavramlara yüklenen anlamlar ve bunların sınırlarını belirleme dışında
(varlık-nur/ sudur hiyerarşisi) çok bariz farklar bulunmamaktadır. Ancak yine de
Sühreverdî azımsanamayacak oranda Meşşeiler yönettiği eleştirilerle de sisteminin
farkını ortaya koymaktadır.
Kısacası gerek ontolojik gerekse epistemolojik konulara yaklaşımı dikkate
alındığında, şahıs olarak Sühreverdî’nin, ekol olarak İşrâkiliğin İslam düşüncesinin
özgün bir formu olarak kabul edilebileceğini ifade edebiliriz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Özet
• İslam Düşüncesi Tarihi, felsefenin temel problemlerini birbirinden
farklı usullerle ele alan değişik ekollere sahiptir.
•İhvan-ı Safa hareketi, İslam dünyasındaki kültür, medeniyet ve bilim
alanlarındaki düzeysizleşmeyi önleyerek İslam medeniyetinin yeniden
dünyanın en etkin gücü hâline gelebilmesi için mücadeleyi amaç
edinerek ortaya çıkmış bir ekoldür.
•Eklektik bir yöntemle meseleleri ele alan İhvan-ı Safa bilgiye
ulaşabilmede her yolu mübah kabul etmiş ve bütün bilgi türlerinden
yararlanma gayretinde olmuştur. Onlar İslam dünyasının
ansiklopedistleri olarak tanınmışlardır. En önemli eserleri "er-Resailu
İhvan-ı Safa" da böyle bir yaklaşımla kâleme alınmıştır.
•İslam Düşüncesi'nin özgün ekolerinden biri de İşrâkilik'tir.
•Ş. Sühreverdî tarafından geliştirilen bu ekolde temel kavram "nur"
olmuştur.
•Sezgici yöntemle problemleri ele alan bu ekolün etkisi günümüze
değin süre gelmiştir.
•İslam dünyasında kendine özgü yöntemiyle bir "Doğu Felsefesi"
olarak ele alınabilecek olan İşrâkilik, İslam Düşüncesi'nin orijinal bir
oluşumu olarak görülebilir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla
pekiştirebiirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Kuruluş amaçlarını İslam dünyasında meydana gelen iç kargaşalar sonucunda
oluşan otorite boşluğunda ortaya çıkan birtakım düzensizlikleri ve
haksızlıkları düzetme ve ortadan kaldırmaya dayandıran gizli felsefi-dinî
cemiyet aşağıdakilerden hangisidir.
a) Meşşaîler
b) İşrâkiler
c) İhvan-ı Safa
d) Bacıyan-ı Rum
e) Bâtıniler
2. Aşağıdakilerden hangisi İhvan-ı Safa Risaleleri’nin dört ana konusundan biri
değildir?
a-Talimi Riyazet-Felsefi ve matematik ilimler
b-Tabii ve cismani ilimler
c-Psikolojik ve akli ilimler
d-Kanun ve ilahî ilimler
e) Enfusi ve hususi ilimler
3. Aşağıdakilerden hangisi İhvan-ı Safa’nın kitaplarını hazırlarken müracaat
ettikleri kaynaklar arasında yer almaz.
a) Felsefecilerin eserleri
b) Peygamberlere gönderilmiş kitaplar
c) Mitolojik söylemler
d) Tabiiyyata dair eserler
e) İlahî kitaplar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
4. Aşağıdakilerden hangisi İhvan-ı Safa’ya göre metafiziğin konuları arasında
bulunmaz.
a) Allah’ı hakkıyla tanımak
b) Allah’ın melekleri ve samimi kulları olan ruhani varlıkları bilmek
c) Ölümden sonra yeniden dirilmenin mahiyetini, ruhların yaptıklarının
karşılığını görmek üzere yeniden dirilmelerini bilmek
d) Dört unsurun işleyişini anlamak
e) Siyaset bilimini öğrenmek
5. İhvan-ı Safa, âlemin yaratılışını aşağıdaki teorilerden hangisi ile ifade eder?
a) Nefs Teorisi
b) Kabz-Bast Teorisi
c) Kevn-Fesat Teorisi
d) Tenasüh Teorisi
e) Sudur Teorisi
6. Aşağıdakilerden hangisi İhvan-ı Safa’nın felsefi bilimler taksiminde yer
almaz?
a) Siyaset Bilimleri
b) Matematik Bilimleri
c) Mantık Bilimleri
d) Tabiat Bilimleri
e) İlahiyat Bilimleri
7. Aşağıdaki düşünürlerden hangisi “İşrâk” felsefesinin İslam dünyasındaki
kurucusudur?
a) Farabî
b) Kindî
c) Sühreverdî
d) Ebu Bekir er-Razî
e) İbn Miskeveyh
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
35
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
8. Ş. Sühreverdî’nin düşünce sistemini açıkladığı temel eseri aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Pertevname
b) el-Meşarî
c) Lemehat
d) Telvihât
e) Hikmet-i İşrâk
9. Aşağıdakilerden hangisi, Sühreverdî’nin “Tanrı” kavramının yerine kullandığı
terimdir?
a) Nuru Mücerret
b) Nuru’l-Envar
c) Nuru Arız
d) Nuru Sanih
e) Nuru Akrep
10. Aşağıdakilerden hangisi İşrâk felsefesinin oluşumunda rol oynayan kaynaklar
arasında yer almaz?
a) İslam Dini
b) Tasavvuf
c) Antik Yunan Felsefesi
d) Fars Hikmeti
e) Materyalist Felsefe
Cevap Anahtarı
1.C, 2.E, 3.C, 4.D, 5.E, 6.A, 7.C, 8.E, 9.B, 10.E
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
36
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Kaynaklar:
Bağdâdî, İsmail Paşa, (1995), Hediyyetü’l-Ârifin Esmaü’l-Müellifin Asaru’lMusannifin, İstanbul.
Bekiryazıcı, Eyup, (2005) Şihabuddin Sühreverdî’nin Felsefesinde Ontoloji
Problemi, Basılmamış Doktora Tezi, Erzurum.
Bekiryazıcı, Eyup, (2008)“Bazı İslam Filozoflarının Tenasüh Nazariyesine
Yaklaşımları”, Marife, yıl 8, sayı 1, ss. 203-219.
Bolay, Süleyman Hayri, (1993), Aristo Metafiziği İle Gazzali Metafiziğinin
Karşılaştırılması, MEB, İstanbul.
Brockelmann, Carl,(1937) GAL, Leiden.
Çubukçu, İbrahim Âgâh, (1970)“Sühreverdî ve İşrâkîye Felsefesi”, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara.
De Lacy O’leary, (1971)İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, çev., Hüseyin
Yurdaydın, Yaşar Kutluay, AÜİFY:, Ankara.
Ebu Reyyân, Muhammed Ali, Usûlu’l-Felsefetu’l-İşrâkîyye inde Şihâbuddin
es-Sühreverdî, .
Ferruh, Ömer A., (1990)“İhvan-ı Safa”, İslam Düşünce Tarihi (içinde), çev.,
İlhan Kutluer.
Hüseyin Ziyâî, (1997)“al-Suhrawardi” md., The Encyclopedia of Islam (New
Edition), Leiden 1997.
Izutsu, Toshihiko, (1987)“Ishrâqiyah”, Encyclopedia of Religion, New York.
İkbâl, Muhammed, (1997)İslam Felsefesine Bir Katkı, çev. Cevdet Nazlı, İnsan
Yayınları, İstanbul.
İbn Ebi Usaybia, (1965)Uyûnu’l-Enba fi Tabakâti’l-Etibba, Beyrut.
İbn Hallikân, Ebu Bekr, (1949)Vefeyatu’l-A’yan ve Ebnau Ebnai’z-Zaman,
Kâhire.
İhvan-ı Safa, (trsz)Resailu İhvan-ı Safa, Daru Sadr, Beyrut.
İhvan-ı Safa, (1984)Risale el-Camia, Beyrut.
İzmirli İsmail Hakkı, (1928)“İhvan-ı Safa”, Daru’l-Fünun Edebiyat Fakültesi
Mecmuası, sayı IV, İstanbul.
Kâtip Çelebi, (1943)Keşfu’z-Zünun an Esami’l-Kütübi ve’l-Fünun, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
37
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Kaya, Mahmut, (2001)“İşrâkiye”, DİA, İstanbul, XXIII.
Marcotte, Roxanne D., (2001)“Suhrawardî al-Maqtûl, The Martyr of Aleppo”,
al-Qantara, vol. XXII, Madrid.
Ma’luf Emil, (1991)“Hayatu’s-Sühreverdî ve Âsâruhu”, Kitabu’l-Lemehât’ıSühreverdîyye (içinde), Daru’n-Nehâr, Beyrut.
Netton, I. R, Meisami, Julie S., (1998)“al-Suhrawardi, Yahya ibn Habash”
Encyclopedia of Arabic Literature, Vol 2, London.
Seyyid Hüseyin Nasr, (1985)Üç Müslüman Bilge, İnsan Yayınları, çev, Ali
Ünal, İstanbul.
Seyyid Hüseyin Nasr, (1963) “Shihâb al-Din Suhrawardî Maqtûl”, A History of
Muslim Philosophy içinde, (ed. M. M. Sherif), Otto Harrassewitz, Weisbaden.
Sühreverdî, Şihabuddin, Yahya b. Habeş b. Emirek, (1993)Kitabu’l-Meşari
ve’l- Mutarahat, tsh. Henry Corbin, Mecmû’a-i Musannefâtı Şeyhi’l-İşrâk (içinde),
Tahran .
Şemseddin eş-Şehrezûrî,(1998)Tarihu’l-Hukema Nüzhetü’l-Ervah ve
Ravzatu’l-Efrâh, Cem’iyyetu’d-Da’veti’l-İslamiyyeti’l-Âlemiyye, Trablus.
Ülken Hilmi Ziya, (1983)İslam Felsefesi, İstanbul.
Ülken, Hilmi Ziya,(1995) İslam Düşüncesi, Ülken Yayınları, İstanbul.
Yakıt, İsmail, (1992)İhvan-ı Safa Felsefesinde Bilgi Problemi, İstanbul.
Yörükan, Yusuf Ziya, (1925)“İhvan-ı Safa”, Daru’l-Fünun Edebiyat Fakültesi
Mecmuası, sayı I, İstanbul.
Yörükan, Yusuf Ziya, (1998)“Şihabeddin Sühreverdî’nin Hayatı”, Şihâbeddin
Sühreverdî ve Nur Heykelleri,(içinde) çev. A. Kamil Cihan, İnsan Yayınları, İstanbul.
Zehebî, Şemsuddin Muhammed, (1984)Siyeru A’lami’n-Nübela,
Müessesetü’r-Risale, Beyrut.
Zehran, Ömer Talat, (1950)“es-Sühreverdî Maktûl”, Mecelletü’l-Ezher,
Kâhire.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
38
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE
FELSEFE DİN İLİŞKİSİ
• Giriş
• Kindî ve Felsefe Din İlişkisi
• Farabî ve Felsefe Din İlişkisi
• İbn Rüşd ve Felsefe Din İlişkisi
İSLAM DÜŞÜNCE TARİHİ
Prof. Dr. Ahmet Kamil CİHAN
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Dinin İslam dünyasında
filozoflarca nasıl kavrandığını
öğrenebilecek,
• Felsefe ile dinin içeriğini,
konularını ve gayesini
kavrayabilecek
• İki alan arasındaki bağlantı
noktalarını, ortak ve farklı tarafları
görebileceksiniz.
ÜNİTE
6
İslam Düşüncesi’nde Felsefe Din İlişkisi
GİRİŞ
Felsefe, var olan şeyler üzerine yapılan genel bir incelemedir. Din de insan
hayatında var olan şeylerden biri olduğu için, o da felsefenin konularından birini
oluşturmuştur. Özellikle büyük dinlerin vahye bağlı olarak varlık, ölüm sonrası
yaşam, hayatın anlam ve amacı üzerine ortaya koyduğu esaslar, filozofların
dikkatini çekmiş ve bunların insan bilgisine bağlı olarak ortaya çıkan felsefi
görüşlerle ilgisi merak konusu olmuştur. Bunun başka türlü olması da
beklenemezdi, zira filozof da toplumunun bir ferdidir. Ait olduğu toplumun dinine
ilişkin az veya çok bir bilgi, görgü ve deneyime sahiptir. (Kılıç, 1992: 91-95;
Bayraktar, 1999: 220)
Felsefe Din İlişkisinin İslam Düşüncesindeki Yeri
Müslüman düşünürler her ne kadar İslam dinine mensup olsalar da
Hristiyan, Yahudi ve Mecusilerle temas hâlinde olmuşlar onların dinleri hakkında
sözlü ve yazılı kaynaklardan bilgi edinmişlerdir. Diğer taraftan, farklı ve antik
felsefeden itibaren gelen bir kültüre sahip olmaları, onları dini hükümlerle felsefi
hükümler arasında bir ilgi aramaya sevk etmiştir. Ne var ki, farklı kültür ve
felsefenin ileri sürdüğü görüşlerin kimilerince anlaşılamaması, İslami esaslardan
farklı olması, tutuculuk, bağnazlık vb. durumlar, onların soğuk ve olumsuz
karşılanmasına da sebep olmuştur. Nitekim ilk Müslüman filozoflardan biri olan
Kindî (795-870) bu sıkıntıyla karşılaştığını İlk Felsefe Üzerine adlı eserinde
belirtmektedir. (Kindî, 1993: 4-5) Kindî aynı zaman da Kuran’daki hükümlerle
felsefe kültürü arasında ilgi kurmaya çalışan ilk Müslüman filozoflardan biridir. Söz
gelimi Allah’ın birliğini, göklerin Allah’a secde edişini felsefi olarak açıklamaya
çalışmıştır. Aşağıda Müslüman filozofların felsefe ile din arasında tespit etmiş
oldukları ilişkiler birkaç örnekten hareketle açıklanacaktır.
KİNDÎ VE FELSEFE DİN İLİŞKİSİ
Felsefe din ilişkisi ile
ilgili örnek videoyu
izleyiniz.
Soylu bir aileden gelen Kindî, hem kelam kültürüne hem de felsefe kültürüne
vâkıf bir düşünürdür. Felsefe kitaplarının Arapçaya çevrilmesinde redaksiyon işinde
bulunmuş ve bu kültürü tanıtıcı nitelikte eserler yazmıştır. İlk filozoflardan biri
olması hasebiyle İslam felsefesi tarihinde önemli bir konuma sahiptir.
İki şey arasındaki ilişki gündeme geldiğinde önce bu ikisinden anlaşılan
anlamın ortaya konması gerekir. Bu nedenle, önce felsefenin sonra da dinin ne
olduğunu, buna bağlı olarak da aralarında bir ilginin olup olmadığını görmeye
çalışacağız.
Felsefenin Tanımı
Felsefe, insanın kendini
bilmesidir.
Kindî nazarında felsefe, konum ve derece itibarıyla insani sanatların en
üstünüdür. Çünkü felsefe, insanlık gücü kadar varlıkların bilgisini elde etmekten
ibarettir. Ona göre filozof; bilgisinde doğruya ulaşma, davranışında ise doğruya
göre eylemde bulunma amacını güder. Kindî Tanımlar Risalesi’nde çeşitli açılardan
yola çıkarak felsefenin şu tanımlarını vermiştir:
 Felsefe, insanın gücü yettiği ölçüde tümel ve ebedî varlıkları
varoluşları, mahiyetleri ve nedenleri itibarıyla bilmektir.
 Felsefe, insanın kendini bilmesidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi


Felsefe, insanın gücü yettiği ölçüde davranışlarında Allah’ın
fiillerine benzemeye çalışmaksı, yani erdemlere tamamen
sahip olmasıdır.
Felsefe, iradi ölümü gözetmektir, yani şehvet ve hevesi
kırmaktır. (Kindî, 1993: 66)
Kindî nazarında felsefe rubûbiyet bilgisini, vahdaniyet bilgisini, erdem
bilgisini, faydalı tüm şeylerin ve onlara ulaştıran yolların bilgisini içerir.
Kindî asırlar önce yaşamış seçkin filozofların hakikat yolunda önemli mesafeler
aldığını düşünmektedir. Ona göre felsefe birçok kişinin çabasıyla büyük bir birikime
dönüşmüştür. Hakikatin kendisinden daha değerli bir şey olmadığı için, kimden ve
nereden gelirse gelsin, hakikat araştırıcısı için ondan daha değerli hiç bir şey
olamaz. Bu yüzden başka milletlerden geldi diye onu küçük görmek, onu söyleyeni
aşağılamak yakışık almaz. Aksine herkes onunla şeref ve değer kazanır. (Kindî,
1993: 5)
Dinin Tanımı
Vahiy dilini
anlamak için o
dilden kaynaklanan
hususları bilmek
gerekir
Kindî için din, genel olarak felsefenin içerdiği konuları kapsar. Yani
peygamberler tek olan Allah’ın rab olduğunu, onun katında razı olunacak
erdemlere sarılmanın ve erdemsizliklerden sakınmanın gerekliliğini belirtmek üzere
gelmiştir. Özel olarak, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği vahyin, akli ölçüler içinde bir
karşılığı mutlaka vardır. Yani Allah’tan gelen her bir şey akli yöntemleri uygulamak
suretiyle anlaşılır hâle gelir. Bunun aksini söyleyen kişi, akıl nimetinden mahrum
biridir. Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanıp da din ve akıl sahiplerinin
yapmış olduğu tevili/yorumu inkâr eden kişi, açıktır ki, temyiz yani ayırt etme gücü
zayıf biridir. Zayıflığının sebebi şudur: O kişi, kabul ettiği şeyi inkâr ettiğini bilmez.
Yani hem aynı kişiden gelen haberleri kabul etmekte hem de aynı kişiden gelen
yorumları reddetmektedir. Kindî ’ye göre inkârının diğer bir sebebi de dilden
kaynaklanır. Zira her dilde olmakla birlikte Arapçada bol bir şekilde çok anlamlı
sözcükler, fiil çekimleri ve isim türetmelerine ilişkin etimolojik hususlar vardır.
Kindî, çok anlamlı sözcüklere örnek olarak “secde” sözcüğünü verir ve onun
“namazda eli, dizi ve alnı yere koymak” anlamının yanı sıra “boyun eğmek;
eksiklikten tamlık hâline çıkmak; amirin verdiği emri tam olarak yapmak”
anlamlarına geldiğini belirtir. Dolayısıyla secde her zaman namazda eli, dizi ve alnı
yere koymak anlamına gelmez. Bu itibarla gök cisimlerinin Allah’a secde ettiğini
belirten ayetler, Allah’ın onlar için çizmiş olduğu takdirin dışına çıkmamaları
anlamına gelir. Şu hâlde, vahiy dilini anlamak için o dilden kaynaklanan hususları
bilmek gerekir. Aksi hâlde tek bir anlama takılıp kastedilen anlamdan uzaklaşma
söz konusu olabilir. (Kindî, 1993: 113-115)
Anlaşılacağı üzere Kindî, felsefe ile dinin konuları ve amacı arasında benzerlik
görmekte; felsefi bilgilerin, Müslümanlar tarafından da sahiplenmesi gerektiğini
düşünmektedir. Felsefeye karşı çıkanların yine felsefenin içinden delillerini
bulmaları icap eder. Bu da zaten felsefe yapmanın bir başka örneğidir. Bu itibarla
Kindî ‘ye göre her hâlükârda felsefe yapmak gereklidir. Esasen felsefe bir şeyin
mahiyetini ve nedenlerini araştırdığı için, inanan insanlara da yardımcı olur. Onların
inandığı konuların mahiyetleri ve delilleri hakkında görüşler ortaya koyarak onların
inançlarını güçlendirir. Felsefe ile din arasında karşıt hükümler olduğunu sanmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
görünüşte olan bir kanıdır. Aslında dinî hükümler, akli hükümlerin bir başka kılığa
girmiş şekilleridir. Bunu da din ve akıl sahibi kişiler bilir.
FARABÎ VE FELSEFE DİN İLİŞKİSİ
Farabî (870-950) İslam dünyasında “Muallim-i Sâni/İkinci Öğretmen” unvanı
verilen bir filozoftur. Bunun sebebi, hemen her konuda felsefi açıklama getiren ve
bunu bir sistem içinde ifade eden kişi olmasıdır. Felsefe ve din konusu da
bunlardan biridir. Farabî, felsefe derken “gerçek felsefe” yi anlar. Ona göre
gerçekte felsefe olmadığı hâlde felsefe sanılan görüşler vardır. Bunlar geçersiz
felsefe, sahte felsefe, görünüşte felsefe gibi adlarla anılır. Esasında onlar gerçek
felsefe olmadığı için, felsefe adını almaya bile layık değildir. Bunlar, belli konularda
insanları yanıltma, ikna ve zorlama amacı güden görüşlerdir. Bu itibarla Farabî,
felsefe denildiğinde, gerçek felsefeyi anlar. (Şahin, 2000: 40)
Felsefenin Tanımı
Felsefe öğrenecek kişi,
anlayışı iyi, paraya
düşkün olmamalı, iyiliğe
ve adalete kolayca
uymalı, iradesi güçlü,
dini inancı sağlam
olmalı ve ibadetleri
ihmal etmemelidir.
Farabî’nin vermiş olduğu çeşitli felsefe tanımları vardır. Birkaçı şöyledir:
 Felsefe, büyük hikmeti, yani bütün erdemleri tercih etmek ve onu
sevmektir.
 Varlıkların bizzat anlamlarını düşünmek ve onları kanıtlarla tasdik
etmektir.
 Felsefe, amacı yalnızca iyi olanı elde etmek olan bir sanattır.
 Felsefe, varlıkları var olmaları itibarıyla bilmektir.
 İyilik, bilgi ve davranış olmak üzere iki çeşit olduğu için, felsefe de
nazari ve amelî diye iki çeşittir. Nazari felsefe varoluşları insana ait
olmayan varlıkların bilgisini kazanmaya yarar. Konusu da fizik,
matematik ve metafizik alandaki varlıklardır. Amelî felsefe ise
yapılacak işlerin bilgisini ve bunlardan iyi olanını yapma gücü
kazandırmaya yarar. Konusu da ahlak ve siyasettir.
Farabî felsefe öğrenecek kişilerde bazı şartlar arar. Söz gelişi, anlayışı iyi
olmak, öğrenim sırasındaki sıkıntıya karşı dirençli olmak, doğruluğu sevmek,
isteklerde inatçı olmamak, yiyeceğe ve paraya düşkün olmamak, itibarını korumak,
iyiliğe ve adalete kolayca uymak, yerinde olanı yapma iradesi güçlü olmak, dinî
inancı sağlam olmak ve ibadetleri ihmal etmemek bunlar arasında sayılır. Bir kişi bu
şartları taşıdığı zaman felsefe öğrenmeye başlamalıdır. Ancak o zaman felsefenin
ne olduğunu, amacını, niçin yapıldığını ve istendiğini bilir. Aksi hâlde o kişi farkında
olmadan bozuk ve yanlış görüşlere düşebilir. (Şahin, 2000: 39-41)
Dinin Tanımı
Farabî nazarında din, tıpkı felsefede olduğu gibi, çeşitli adlarla anılır. Söz
gelişi, erdemli din, cahil din, doğrudan sapmış din, vb. adlarla anılan dinler vardır.
Farabî açıklamalarını daha çok erdemli din üzerinden yürütür. Din denildiği zaman
da erdemli dini anlar. Din Kitabı’nda verdiği bilgilere göre din, görüşlerden ve
davranışlardan oluşur. Bunlar, sınırlı olup, bir takım şartlarla kayıt altına alınmış ve
öylece takdir edilmiştir. Onları halkı için geçerli hâle getiren kişi, o toplumun ilk
başkanı sayılır. Farabî’ye göre yeni bir toplum kuran ilk başkan dindeki görüş ve
davranışları bazen vahye bazen de vahiy ve vahyedenden alınan güç ve aydınlığa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
göre belirler. Bunlarla ulaşılmak istenen hedef, başkanla birlikte toplumun dünya
ve ahiret mutluluğunun elde edilmesidir. (Farabî, 1991: 43) Bu, insanın bugünü ile
yarınının birlikte düşünülmesi demektir. Bu yüzden görüşlerin ve davranışların
neler olduğunu bilmek hayati önem taşır.
Dinin Bölümleri
Din bir konuyu, ya
doğrudan veya dolaylı
olarak yansıtır.
Farabî’ye göre dinin, görüşler ve davranışlar olmak üzere iki temel öğesi
vardır. Görüşler de kendi içinde nazari ve iradî olmak üzere iki kısımdır. Her ikisinin
de halkın anlayacağı şekilde ifade edilmesi gerekir. Dolayısıyla görüşler, ele aldığı
konuyu ya doğrudan ya da benzeriyle ifade eder. Doğrudan ifade etmesi konunun
gerçek haliyle, yani olduğu gibi anlatılması; benzeriyle olması da konunun gerçek
haliyle değil de örnek ve benzetmelerle anlatılması demektir.
Nazari görüşler şu konuları içerir:
 Allah’ın sıfatları
 Ruhani varlıkların sıfatları, kendi aralarındaki dereceleri ve Allah’a
karşı konumları ve işleri
 Evrenin oluşumu, bölümleri, bölümlerin sıralanışı, yalın ve bileşik
cisimlerin oluşumu, düzeni ve kaderi, birbirleriyle ilişkisi, Allah ve
ruhani varlıklarla ilişkisi
 İnsanın oluşumu, ruhun meydana gelmesi, akıl ve evrene göre
derecesi, aklın Allah ve ruhani varlıklara göre konumu,
 Peygamberliğin ne olduğu, vahyin nasıl oluştuğu,
 Ölüm ve ahiret hayatının nitelikleri, iyilerin göreceği ödüller ile
kötülerin göreceği cezaların açıklanması
Farabî, dinin görüşler kısmının alt öğesi olan iradi görüşleri şöyle sıralar:
Geçmişteki peygamberlerin, erdemli başkanların, doğruyu gösteren gerçek
önderlerin ortaklaşa paylaştıkları nitelikler ve yaptıkları iyi davranışlar,
onları ve takipçilerini ahirette bekleyen iyi akıbet.
 Yine geçmişte yaşamış olan erdemsiz, günahkâr veya doğrudan ayrılan
başkanların ortaklaşa paylaştıkları nitelikler ve yaptıkları kötü davranışlar,
onları ve takipçilerini ahirette bekleyen kötü akıbet
 Görüşlerin belirlendiği zamanda yaşayan iyi ve erdemli başkanların
nitelikleri, onlara özgü iyi davranışlar
 Yine aynı dönemde yaşayan kötü ve günahkâr toplumun nitelikleri,
öncekilerle paylaştıkları hususlar, yaptıkları kötü davranışlar ile onları
bekleyen akıbet

Farabî dinin ikinci temel unsuru olan davranışları şu şekilde sıralar:
 Allah’ın övüldüğü ve yüceltildiği eylem ve sözler
 Ruhani varlıkların yüceltildiği eylem ve sözler
 İyi başkanların, doğru yolu gösterenlerin övüldüğü, yüceltildiği
eylem ve sözler
 Kötü başkanların ve takipçilerinin kınandığı eylem ve sözler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi

Eylemlerin takdir edildiği zamanda yaşayan kötü başkanların ve
takipçilerinin kınandığı eylem ve sözler. (Farabî, 1991: 44-46)
Din
Görüşler
Nazari
Davranışlar
İradi
İyi'yi Yüceltici
Eylem ve Sözler
Felsefe Din İlişkisi
Bu kadar ayrıntılı bilginin ardından Farabî, din ile felsefe arasında bir takım
benzerlik kurar. Bu aynı zamanda ikisi arasındaki ilişkinin bir yönüyle açıklamasıdır.
Şöyle ki,
1. Nasıl felsefe, “nazari ve amelî” diye iki kısma ayrılıyor ise din de “görüşler
ve davranışlar” diye iki kısımdır. Yani ikisi de aynı kısımlara ayrılır. Nazari
felsefede varlığı insan iradesine bağlı olmayan konular; amelî felsefede ise
varoluşu insan iradesine bağlı olan konular biliniyor ise dindeki görüşler ile
davranışların durumu da bundan farklı değildir.
2. Dindeki davranışlar, tümelleri yani genel anlatımları ameli felsefede yer
alan konulardır. Başka deyişle erdemli yasaların hepsi ameli felsefedeki
genel ve tümel bilgilerin içinde yer alır.
3. Dindeki nazari görüşlerin kesin kanıtları da nazari felsefede yer alır. Fakat
kesin kanıtların dinde bulunması şart değildir. Bu durum, görüşlerin
kanıtsız olmasını değil, çeşitli gerekçelerle kanıtların belirtilmediğini
gösterir.
Felsefe
Din
Nazari
Görüş
Amelî
Davranış
Farabî, bunlardan hareketle dinin, felsefenin çerçevesi içinde yer aldığını
düşünür. Zira dinî görüşlerin ve davranışların teorik açıklaması, onların
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
doğruluğuna dair kanıtlar felsefede yer alır. Bu yönüyle felsefe, dini kuşatır. Bütün
bunların asıl sebebi Harfler Kitabı’nda da belirtildiği üzere şudur: İstisnai durumlar
dışında felsefe, zaman bakımından dinden önce oluşur. Bir topluma dışarıdan
müdahâle olmadığı sürece o toplumun akıl, zekâ ve karakteri çeşitli felsefe türleri
üretir. Söz gelişi yanıltmacaya, iknaya, zorlamaya veya kesin kanıtlara dayalı felsefe
türleri böyledir. Ardından, üretilen felsefe türünü o toplumun fertlerine yayma işi
gelir. İşte din, üretilen felsefe türünü kamuya dağıtma işini görür. Bu nedenle,
üretilen felsefe, bozuk bir felsefe ise o felsefeye bağlı olan din de onun gibi bozuk
olur. Şayet üretilen felsefe gerçek felsefe ise ona bağlı olan din de onun gibi olur.
Bu itibarla bir dinin içinde yanlış görüş ve davranışların olması, dayandığı
felsefeden ileri gelir. Bir dinde yanlış görüş ve davranışlar bulunmuyor ise
bilinmelidir ki, o din gerçek felsefeye dayanmaktadır.
İstisnai durumlara da değinmek gerekir. Zira din ile felsefe arasında görülen
karşıtlık ve gerginlik buradan doğar. Şöyle ki, felsefe ile dinin ortaya çıkışı her
zaman aynı sıraya göre olmaz. Bazen, bir topluma din dışarıdan geldiği gibi, felsefe
de bir topluma dinden sonra aktarılmış olabilir. Nitekim İslam dünyasında durum
böyledir. Yani felsefe, İslam dininden sonra Müslüman topluma aktarılmıştır. Fakat
bu durum, gerçek felsefe ile erdemli din arasındaki ilişkiye bir zarar vermez. İkisi
arasında var olan ilişki, ortaya çıkış sırasının değişmesiyle bozulmaz. Fakat ikisi
arasındaki ilişkiyi bilmeyen kimi felsefeciler, dine karşı soğuk ve mesafeli durabilir.
Zira onlar dinin nasıl ve niçin takdir edildiğini bilmez. Dindeki görüşlerin örnek ve
misallerini gerçek zannedebilir. Şayet onların örnek ve misal olduğunu bilirse bu
durumda dine karşı çıkmayı bırakır. Diğer taraftan, din mensupları da gerçek
felsefeye karşı çıkabilir. Zira onlar, felsefenin erdemli dini kuşattığını, onun
görüşlerini onayladığını, hatta kanıtlarını sağladığını bilmez. Bildiği takdirde onlar
da karşı çıkmayı bırakır.
Diğer taraftan, tüm halka gerçekleri ve nazari konuları bütün çıplaklığı ile
anlatma imkânı olmadığından din, onları misaller ve örneklerle anlatma yoluna
gider. Aynı durum amelî konularda da söz konusu olduğundan, erdemli dinde
davranışların somut biçimleri ve şartları da tek tek belirlenmiş olur. Fakat çeşitli
sebeplerle her konuda belirleme imkânı olmayabilir. Bu durumda da din âlimleri,
belirlenmiş olanlardan hareketle belirlenmemiş yeni durumlar için yapılması
gereken davranışı dini vazedenin gayesine göre takdir eder. (Farabî, 2008: 88-91)
Gerçek felsefe, erdemli
dini kuşatır. Erdemli
din, gerçek felsefeye
dayanır.
Görüldüğü üzere Farabî, gerçek felsefe ile erdemli dinin, konu ve amaç
bakımından bir olduğunu, bunu farklı yollarla dillendirdiğini, ikisi arasında aykırılık
değil tamamlama ilişkisi olduğunu düşünmektedir. Din, felsefi hakikatin topluma
uygun hâle getirilmiş biçimi; felsefe de erdemli dinin teorik anlatımı olmaktadır.
Nitekim dinin nazari konularına dikkat edilirse, neredeyse iman esaslarının farklı bir
anlatımı olduğu görülür. Şu farkla ki din, iman esaslarını her zaman doğrudan değil,
örnek ve benzetmelerle ifade eder. Bu da aralarındaki metot, üslup ve dil farkını
gündeme getirir. Bunlar esasa ilişkin değil, aksine aynı esasların farklı anlatım
araçlarıdır. Diğer taraftan, gerçekte felsefe olmadığı hâlde felsefe sanılan görüşlere
dayanan dinler de vardır. Onlar bozuk ve yanlış görüşler içerdiği için hiçbir zaman
insanı dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırmaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
İBN RÜŞD VE FELSEFE DİN İLİŞKİSİ
İbn Rüşd (1126-1198), bugünkü İspanya coğrafyasında yaşamış, büyük bir
din bilgini ve filozofudur. Ataları ve kendisi yıllarca yüksek mahkemelerde görev
yapmış İslam hukukçusudur. İbn Rüşd aynı zamanda felsefe kültürünü
derinlemesine bilen ve yorumlayan önemli bir filozoftur. Kimilerince o fakih
cübbesi giymiş bir filozoftur. Bunlarla söylenmek istenen, onun dinî ve felsefi
kültüre üst düzeyde vâkıf olduğudur.
Din Açısından Felsefe
İbn Rüşd, “Din ile Felsefe Arasındaki İlişki Üzerine Söylenen Sözlerin Ayrımı”
adlı eserinde felsefe ile din arasındaki ilişkiyi derinlemesine araştırır. Orada, felsefe
ile din arasındaki ilişkiyi ortaya koymak için, din bakımından felsefenin hükmünü
tayin etmek ister. Sorusu şudur: İslam dinine göre felsefe, farz mı, mubah mı,
haram mıdır? İslam hukukçusu kimliği ile konuyu ele alan İbn Rüşd, bir filozof
titizliği ile araştırmasını sürdürür. Önce felsefenin ne olduğuna ve neler yaptığına
bakma gereği duyar. Ona göre felsefe varlıkları tetkik eder ve her biri sanat eseri
olan varlıkların büyük Sanatkâr’a delalet ettiğini ortaya koyar. Zira varlıklar büyük
Sanatkâr’ın bir eseridir. Bu durumda varlıkların bilgisi ne ölçüde tam olursa, yaratıcı
hakkındaki bilgi de o ölçüde tam olur.
İbn Rüşd, İslam dininin varlıkları akılla tetkik etmeye ve onlar hakkında bilgi
sahibi olmaya çağırdığını söyler ve ayetlerden de örnekler verir.
Ey basiret sahipleri ibret alınız.” (Haşr 59/2)
“Develere bakmıyorlar mı nasıl yaratıldı? Göğe bakmıyorlar mı nasıl
yükseltildi?” (Gaşiye, 88/16,17)
Felsefe, Allah’ı bilmeye
giden yollardan biridir.
Bu durumda İbn Rüşd’e göre varlıklar hakkında bilgi edinmenin dinî hükmü
farz olmaktadır.
Varlıklardan ve olaylardan ibret almak ise bilinen şeylerden bilinmeyenleri
çıkarmaktır. Bu da akıl yürütme, yani kıyas ile olur. Bu durumda kıyas türleri kesin
kanıtlama biçimi, onu diğerlerinden ayırma bilgisi yani mantık, felsefeyi
tamamlayan bir bilgi türü olur. Bu, bir işi tamamlamada ihtiyaç duyulan aletlere
benzer. Hâl böyle olunca mantık da farz olur. İbn Rüşd, din âlimi olan fakih ile
filozof arasında paralellik kurar. Fakih, kıyası dinî metinlerde kullanırken, filozof
varlıklar hakkında kullanır. Biri dinî bir hükme ulaşırken diğeri varlıkları tanımak
suretiyle yaratıcısı hakkında bir bilgiye ulaşmaktadır. Ayrıca, mantık ilmi, alet
hükmünde olduğu için, bu aleti üreten kişilerle aynı dinden olma şartı aranmaz. Bu
sebeple eskilerin bu konuda yazdıkları eserlerden yararlanmak zorunludur. Onların
yazdıklarına bakılır ve doğru olanları alınır. Yanlışlar varsa onlara da dikkat çekilir.
(İbn Rüşd, 1985: 96-98) ,
Felsefeye Olan ihtiyaç
İbn Rüşd’e göre bir insanın bütün ilimleri elde etmesi mümkün
olmadığından, öncekilerin ilimlerinden yararlanmak zorunludur. Durum böyle
olunca, eskilerin varlıklar hakkında yapmış oldukları araştırmaları, yani felsefi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
eserleri tetkik etmek gerekir. Tetkik sonucu, görüşlerindeki doğrular alınmalı, hatta
onlara şükran duyulmalıdır. Şayet yanlış varsa onlara dikkat çekilmeli ve buna karşı
başkaları da uyarılmalıdır. Bundan da anlaşıyor ki, bu eserleri okumak ve tetkik
etmek için kimi şartlar gerekmektedir. İbn Rüşd’e göre bunlar doğuştan zeki olmak
ve dinin istediği adalet, dürüstlük ve fazilete sahip olmaktır. Yani ilim ve amel
bakımından bu iş için ehliyetli olmak gerekir. Bu ehliyete sahip olan insanları
felsefe kitaplarını tetkik etmekten alıkoymak, Allah’ı bilmeye giden düşünce yolunu
kapamak demektir. Ehil olmadığı için sapıtan veya yanlışa düşenler var diye felsefe
okumayı yasaklamak, biri su içerken genzine kaçıp da havasızlıktan öldüğü için su
içmeyi yasaklamaya benzer. Oysa asli durum, suyu içip rahatlamaktır. Su içerken
ölmek arızi bir durumdur. Dolayısıyla arızi duruma bakarak asli durum iptal
edilemez. Kaldı ki, felsefede arızi olarak görülen bu durumlara, diğer mesleklerde
de rastlanır. Söz gelişi fıkıh ilmi, amelî ve ahlaki faziletlere sahip olmayı gerektirdiği
hâlde, birçok fakihin ondan uzak olduğu görülmektedir.
İbn Rüşd İslam dininin hak olduğuna içten inanır ve onun insanları Allah ve
yarattıkları hakkında bilgi sahibi olmaya davet ettiğini belirtir. İnsanların bir konu
hakkında bilgi edinme şekli de türlü türlüdür. Kimisi kesin kanıtla (burhan), kimisi
tartışmayla (cedel) kimisi de güzel konuşmaya ve iknaya dayalı sözlerle (hitabet) bir
konuyu öğrenir ve tasdik eder. İnsanların bu farklı tabiatını dikkate alan İslam dini
her bir insanın tasdik edebileceği yolları içermiştir. Kısaca bu din, inatçılar hariç,
hiçbir insanı ihmal etmemiş, dışarıda tutmamıştır. İbn Rüşd bu görüşün Kuran’da
da belirtildiğini söyler ve şu ayeti zikreder:
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle ve en güzel mücadele biçimiyle davet
et.” (İsra 16/125)
Ona göre ayette geçen “hikmet” sözcüğü kesin kanıtlama yolunu, yani
felsefi araştırma biçimini; “güzel öğüt” hitabet ve edebî sanat biçimini, “en güzel
mücadele” ise tartışma ve cedel biçimini ifade eder. İnsanlar da bu yollardan birine
göre bir konuyu kabul veya ret eder. Dolayısıyla felsefenin yasaklanması, İbn
Rüşd’e göre, bu ayetin gereğine karşı çıkmak demektir. İnsanlar ayette de geçen üç
yoldan biriyle hakikati kabul eder. Bu itibarla, felsefi yollarla ulaşılan herhangi
hakikat, dinin getirdiği hakikate zıt olamaz. Aksine hakikat hakikate uygun olur ve
birbirine tanıklık eder. (İbn Rüşd, 1985: 105-111)
İbn Rüşd’e Göre Felsefe Din İlişkisinde Tevil ve Önemi
İbn Rüşd felsefe din ilişkisi noktasında can alıcı bir konuya değinir. O da ikisi
arasındaki uyum ve uyumsuzluk durumudur. Şöyle ki, felsefi yollarla herhangi bir
varlık hakkında bir sonuca ulaşıldığında, din o varlık hakkında ya bir hüküm
belirtmiş veya belirtmemiş olur. Din o konuda bir hüküm belirtmemiş ise ikisi
arasında çatışma veya zıtlık olmaz. Şayet din bir hüküm belirtmiş ise bu durumda
felsefi sonuçla dinî hüküm arasında aykırılık veya uygunluk olur. Uygunluk varsa
söylenecek bir söz yoktur. Şayet nasların zahirî ile felsefi sonuç arasında aykırılık
görülürse işte o zaman ne olacaktır? İbn Rüşd’e göre bu sorunun cevabı kısaca tevil
işlemini uygulamaktır. Ona göre tevilin anlamı, bir sözü hakiki anlamından
çıkartarak mecazi anlamına götürmektir. Fakat bu, keyfî olarak yapılan bir işlem
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
Kesin kanıta dayanan
bir görüş, nassın
zahiriyle uyuşmuyorsa,
ehli tarafından tevil
edilir.
değildir. Tevil, en azından dildeki kurallar gözetilerek yapılmalıdır. Nasıl ki bir fakih
belli kurallar altında dinî naslarda tevil yapıyorsa, elinde kesin kanıt bulunan filozof
da dilin kuralları içinde aynı işlemi yapar. İbn Rüşd’e göre, dinin diğer bölümleri
incelendiğinde lafızların zahirinde bile yapılan bu tevili destekleyen, ona tanıklık
eden dinî naslar bulunur. Dinî nasların tamamını zahirî üzere anlamak zaruri
olmadığı gibi, onların tamamını da tevil etmek doğru değildir. Nitekim Kur’an
ayetlerinin bir kısmı tevil götürmektedir. Yani zahir ve bâtın yahut muhkem ve
müteşabih kısımlarına ayrılmıştır. Bunun böyle olması, insanların yaratılış ve farklı
zihnî yeteneklere sahip olmalarından ileri gelmiştir.
Dinî naslarda felsefi sonuçlara aykırı zahirî ifadelerin bulunması, İbn Rüşd’e göre,
ilimde uzmanlaşmış insanların bu ikisinin aralarını tevil ederek uzlaştırmak
gerektiğine dikkat çekmek için olmuştur. Ona göre şu ayet, ilimde derin bilgiye
sahip olanların müteşabih ayetleri tevil etmeleri gerektiğine işaret etmektedir.
“Kitabı sana indiren odur. Ondaki ayetlerin bir kısmı muhkemdir. Onlar,
kitabın esasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihtir… Onların tevilini bir Allah bilir,
bir de ilimde yüksek payeye ulaşanlar bilir ve ‘Ona (teviline) inandık; hepsi de
Rabbimizin katındandır’ derler.” (Al-i İmrân 3/7)
Filozof, varlık hakkında
hüküm veren kişidir.
İsabet ederse o da
müctehit gibi iki ecir;
hata ederse bir ecir alır.
İbn Rüşd’e göre ayet, müteşabihlerin bir tevili olduğunu açıkça
zikretmektedir. Fakat tevil, herkesin yapacağı bir işlem değil, sadece şartlarını
taşıyan kişilerin karşılaştıkları özel durumlarda uygulayacakları bir kuraldır. Ayrıca
tevil, kesin kanıt yönünden oluşan bir imanı da gösterir.
İbn Rüşd yapılan tevili, hata ve isabet bakımından da değerlendirir. Ona göre
kesin kanıta bağlı ve usulüne uygun olarak yapılan tevil, hatalı da olsa yapanı için
ecir ve mükâfat vardır. Çünkü filozofun bir konuyu tasdik etmesi veya etmemesi
isteğine bağlı bir şey değildir. Aksine bir delil ve kanıta bağlıdır. Bu durum onu
bağlar. Delili olan konuda o, iradesi elinden alınmış gibidir. O konuda hata yapsa
bile mazur görülür. İbn Rüşd bu duruma Hz. Peygamber’in şu sözünü şahit getirir:
“Hâkim ictihat eder de isabetli karar verirse iki ecir, hata ederse bir ecir alır.”
Burada, Peygamber’in bahsettiği hâkim, delillere bağlı olarak hüküm veren
kişidir. Onun da isteği elinden alınmıştır. Onu bağlayan artık elindeki delillerdir.
Hükmünü isteğine göre değil, delile göre verir. Üstelik o tekil/somut bir konuda
karar vermektedir. Diğer taraftan filozof da onun gibidir. Tekil bir konuda değil
genel/soyut bir konuda, yani genel olarak varlık hakkında hüküm verdiği için diğer
hâkimden üstündür. Şayet o hata etse bile dinde onun hatası görmezlikten gelinir.
Çünkü hem varlık hakkında araştırma yapmak zordur, hem de onlar hakkında
incelemeyi zorunlu kılan dindir. Gerekli liyakata sahip olmadan tevil yapanların
hatası ise günah olup, sahibi mazur görülmez. Böyle biri, bir hâkimin sünneti ve
fıkıh usulünü bilmeden hüküm vermesine benzer. İbn Rüşd üç temel konuda
yapılan hatanın hiçbir şekilde mazur olmadığını, aksine küfür olduğunu düşünür. Bu
temel konular dinin asılları olup Allah’ı, peygamberliği, ahirette saadet ve
bedbahtlık olduğunu kabul ve itiraf etmektir. Zira insanlar, daha önce bahsi geçen
üç yoldan biriyle bunları tasdik etme imkânına sahiptir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
Felsefe ile din iki
sütkardeştir.
İbn Rüşd, yapılan tevillerin halka açılmaması, sadece ehli arasında kalması
gerektiğini düşünür. Çünkü tevil halka açılırsa onlar tevilden de, nassın zahirinden
de uzaklaşabilir. Böyle bir durum da onların imanlarına zarar verir. Bu yüzden,
halkın nasların zahirine inanması, ilimde derin bilgiye sahip olanların da tevile
inanmaları gerekir. İbn Rüşd hiçbir yol ve yordamın yasaklanmadan, herkesin sahip
olduğu yetenek ve yeterliliğe göre bilgilenmesi ve hareket etmesi gerektiği
kanaatindedir. Esasen din, insanların farklı yetenek ve yaratılışa sahip olduğu
gerçeğinden hareketle, bilgilenme hususunda her çeşit yol ve yordamın önünü
açmıştır. Dinin açmış olduğu yolu yine din adına kapamak, büyük bir zulüm ve
haksızlıktır. (112-148)
İbn Rüşd bütün bu bilgilerin ardından dinin mahiyet ve amacını da atıfta
bulunma gereği duyar. Bu, felsefe ile din arasındaki ilişkiyi görmek bakımından
önemlidir. Ona göre dinin hedefi gerçek bilgiyi ve gerçek davranışı öğretmektir.
Gerçek bilgi Yüce Allah’ı ve diğer varlıkları, özellikle onların en değerlilerini nasılsa
öylece bilmek, ahiret mutluluğunu ve mutsuzluğunu bilmektir. Gerçek davranış ise
mutluluk veren davranışları yapmak, mutsuzluk veren davranışlardan kaçınmaktır.
Bu davranışların bilgisine de “amelî ilim” denir. Gerçek bilgi ve gerçek davranışın,
felsefe ve kısımlarıyla benzerliğine, hatta aynı oluşuna dikkat edilmelidir. Diğer
taraftan ilim ve bilginin öğretilmesi tasavvur veya tasdik yollarıyla sağlanır.
Tasavvur, bir varlığın kendisini veya benzerini düşünmek; tasdik ise daha önce
geçtiği üzere felsefi, cedelî veya hitabi yollarla bir varlığın şöyle veya böyle
olduğunu kabul etmek, demektir. Din, azınlığı da ihmal etmeden halkın
çoğunluğunun öğretimini içerdiği için tevile muhtaç birçok unsuru da ihtiva eder.
Çünkü çoğu insanın anlayışı, hakikatı bütün çıplaklığı ile anlayacak düzeyde
değildir. Söz gelişi, bir şeyin benzerinin tasavvuru, bir varlığın cedelî veya hitabi
yollarla tasdik edilmesi, bu sebepten ileri gelmiştir. Anlaşılacağı üzere din,
öğretilmesi gereken bilgi ve davranışlar için çok çeşitli yolları içermektedir. Felsefe
yolunu tutanlara tevil kapısının açılması, dinin içerdiği farklı öğretim yollarından
kaynaklanmaktadır.
İbn Rüşd nazarında felsefe ile din, gerçekten birbiriyle uyumludur. Felsefe,
dinin arkadaşı hatta sütkardeşidir. Her ikisi de yapısı gereği birbirine dost; özü ve
aslı itibarıyla birbirini seven iki şeydir. İkisi de aynı kaynaktan beslenmektedir.
Felsefi doğruların da dinî nasların da kaynağı aynı varlıktır. Bu yüzden aynı kaynak
farklı sonuç üretmez. Din felsefeye, felsefe de dine aykırı olmaz. Bir konu
hakkındaki farklı sonuçlar sadece görünüştedir. Onu uyumlu hâle getirme de
filozofa düşen bir görevdir. (İbn Rüşd, 1985: 149-165)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Özet
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
•Felsefe, insanın dikkatini Tanrı’nın varlığına, özüne ve
sıfatlarına, kendisine, varlıkların özü ve hakikatine yöneltir.
Düşünce ve davranışta hakikatin ve erdemin peşine düşmeyi
hedef olarak gösterir. Felsefe, nazari ve amelî kısımlarıyla
insanın olgunluğunu amaç edinir. Din de insanı dünya ve
ahiret mutluluğuna ulaştırmak için sahip olması gereken bilgi
ve davranış modellerini içerir. Bunlar dinde "iman" ve "amel-i
salih" olarak bilinir. Şu hâlde ikisi arasında konu ve gaye birliği
var demektir.
•İkisi de aynı konu ve gayeler için var olmakla birlikte birbirini
tamamlar. Şöyle ki, dinin teorik yönü felsefeye dayanırken.
felsefenin pratiği de dinde açığa çıkar.
•İnsanlar aynı zihnî donanıma sahip olmadığı için farklı
düzeyde eğitime tabi tutulur. Din, insanlığa uzanan ilahî bir
yardım olduğu için, her çeşit insanın anlayacağı eğitim
tekniklerine sahiptir. Bu itibarla dinde her insanın nasibi olan
yön mutlaka vardır. Anlayışı kıt bir insanın dinden nasibi ile
düşünür bir insanın nasibi elbette farklı olacaktır. Evrensel bir
dinin gereği de budur.
•Hakikat nereden kazanılırsa kazanılsın farklı değildir. Ancak
anlatımı farklı olabilir. Bu itibarla kimi insanların felsefi
yollarla ona ulaşması mümkündür. Dinî gerekçelerle onu
yasaklamak, Allah’ın açmış olduğu bir yolu kapamak
demektir.
•Aynı konuda birbirinden ayrı ve bağımsız hakikat/doğru
olmayacağı için, dinî hüküm başka felsefi hüküm başka
olamaz. Bunlardan birini tercih etmek de doğru olmayacağı
için, aralarını uzlaştırma yoluna gidilir. Bu yolun bilinen en
genel adı tevildir.
•Tevil, kesin kanıttan kaynaklanan bir nedenle dinî metindeki
zahirî ifadeyi dilin imkânları içinde mecazi bir anlama
bağlamak demektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Ödev gönderimi
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla
pekiştirebiirsiniz
• Felsefe din ilişkisini Kur'an perspektifinden
tatışınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Felsefeyle ilgili tanımların ışığındaaşağıdakilerin hangisi söylenemez?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a)
b)
c)
d)
e)
Felsefe, bir konunun özünü bilmektir.
Felsefe, hayatı erdemlerle bezemektir.
Felsefe, Tanrı gibi özgür olmaktır.
Felsefe, bilgide ve davranışta isabet etmektir.
Felsefe kendine hâkim olmaktır.
2.
Kindî’ye göre vahyin akli yöntemlere uygun gelen bir karşılığı olduğunu
kabul etmeyen biri için aşağıdakilerden hangisi geçerlidir?
Bu kişinin temyiz yetisi çok güçlüdür.
Bu kişi dinin özüne vâkıftır.
Bu kişi vahiy dilini iyi anlamaktadır.
Bu kişi din ve akıl sahibi biridir.
Bu kişi vahiy dilini bilmemektedir.
a)
b)
c)
d)
e)
3.
a)
b)
c)
d)
e)
4.
a)
b)
c)
d)
e)
5.
a)
b)
c)
d)
e)
Dinde bulunan “kadere iman” esası, Farabî’nin ortaya koymuş olduğu
nazari görüşlerden hangisinde yer alır?
Allah’ı ve sıfatlarını tanıtan görüşler
Ruhani varlıkları, birbirleriyle ilişkisi ve Allah’a karşı konumlarını gösteren
görüşler
Basitinden bileşiğine kadar evrenin oluşumu ve düzenini tanıtan görüşler
İnsanı, ruhu, aklı ve peygamberliği tanıtan görüşler
İyi ve kötü insanları ahirette bekleyen akıbeti tanıtan görüşler
Farabî’ye göre, hangi kişiler felsefe ile din arasında aykırılık olduğunu
düşünmezler?
Dinin felsefeden sonra oluştuğunu bilenler
Felsefenin dinden önce oluştuğunu bilmeyenler
Dinin felsefeyi kuşattığını bilmeyenler.
Felsefenin dini kuşattığını bilmeyenler
Dinin misal ve örneklere başvurduğunu bilenler
Farabî’ye göre, dinin bir konuyu misal ve örneklerle anlatma yoluna
gitmesi hangi sebebe bağlıdır?
Dinin esası gerçekte onlardır.
Hakikat, her insana doğrudan anlatılamaz.
Din, onlarla daha gizemli olur.
Gerçek iman sahipleri onlarla belli olur.
Dinî konuları edebî örneklerle süslemek gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
6.
a)
b)
c)
d)
e)
7.
a)
b)
c)
d)
e)
8.
a)
b)
c)
d)
e)
Farabî’ye göre hangisi felsefe ve din ilişkisi içerisinde yer almaz.
Dindeki ameli konular nazari felsefede bulunur.
Amelî felsefe dindeki amelî yasaları tümüyle kuşatır.
Dindeki görüşlerin kanıtları nazari felsefede bulunur.
Felsefe, dinin teorik bir anlatımıdır.
Din, felsefenin pratik bir anlatımıdır.
İbn Rüşd’e göre felsefenin gerekli olması hangi gerekçeye dayanmaz?
Varlıklar, büyük sanatkâra delalet eder.
Varlıkları tanımak isteğe bağlıdır.
Varlığın bilinmesi, Tanrı hakkındaki bilgiyi artırır.
Varlıkların tetkiki, dinin de talep ettiği bir emirdir.
Tüm insanlar felsefeye yeteneklidir.
İbn Rüşd’e göre insanın bilgilenmesi “tasavvur” ve “tasdik” olarak iki
biçimde olur. İkisinin de birçok yolu vardır. Düşünüre göre hangisi dinin
başvurduğu tasavvur ve tasdik yollarından biri değildir?
Bir varlığın doğrudan tasavvuru
Bir varlığın benzeriyle tasavvuru
Safsata veya mugalata ile tasdik
Güzel hikâyeler veya hitabetle tasdik
Hikmet veya kesin kanıtla tasdik
9.
İbn Rüşd’e göre hangisi dinin gayesi değildir?
a) Kimsenin bilmediği gerçekleri öğretmek
b) Dünya mutluluğunu öğretmek
c) Ahiret mutluluğunu öğretmek
d) Varlıkların bilgisini öğretmek
e) Erdemli davranışları öğretmek
10.
İbn Rüşd’e göre, nassın zahiri ile kesin kanıta dayanan felsefi görüş
arasında aykırılık olduğunda tevile başvurulur. Hangisi tevilde dikkat
edilmesi gereken şartlardan biri değildir?
Aykırılık aynı konuda olmalıdır.
Tevil, herkes tarafından yapılabilmelidir.
Tevil, dilin kurallarına göre yapılmalıdır.
Tevili destekleyen diğer naslar gözetilmelidir.
Tevili yapan nassın zahirine değil teviline inanmalıdır.
a)
b)
c)
d)
e)
Cevap Anahtarı
1.C, 2.E, 3.C, 4.E, 5.B, 6.A, 7.E, 8.C, 9.A, 10.B
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Alper, Ömer. (2000). İslam Felsefesinde Akıl-Vahiy Felsefe-Din İlişkisi, İstanbul
Ayışığı Kitapevi.
Aydın, Hüseyin. (1975). İlim, Felsefe ve Din Açısından yaratılış ve Gayelilik
(Teleoloji), Ankara.
Erdem, Hüsamettin. (2004). Problematik Olarak Din-Felsefe Münasebeti, 3. Baskı,
Hü-er Yayıncılık, Konya.
Farabî. (1991) Kitabu’l-Mille ve Nususun Uhra, Neşir: Muhsin Mehdi, Beyrut; Çeviri:
Fatih Toktaş, “Fârâbî’nin Kitabü’l-Mille Adlı Eserinin Takdim ve Çevirisi” isimli
makalesinin içerisinde, Divan. İlmî Araştırmalar, Sayı:12, 2002/1.
Farabî. (2008) Harfler Kitabı: Neşir ve Çeviri: Ömer Türker, İstanbul, Litera
Yayıncılık.
Gazalî. (1995) Hakikat Bilgisine Yükseliş (Mearicu’l-Kuds). Çeviren: Serkan Özburun,
İstanbul, İnsan Yayınları.
Haklı, Şaban. (2004). Farabî’de Din-Felsefe İlişkisi Bağlamında Din Dilinin Yapısı,
Uluslararası Farabî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, Elis yayıncılık.
İbn Rüşd (1985). Faslu’l-Makal Çeviren: Süleyman Uludağ, Felsefe Din İlişkileri
(içinde), İstanbul, Dergah Yayınları.
Kindî. (1993) “İlk Felsefe Üzerine, Çeviren: Mahmut Kaya, İstanbul, İz Yayıncılık.
Kindî. (1993) “Tarifler Üzerine”, Çeviren: Mahmut Kaya, İstanbul, İz Yayıncılık.
Kurtoğlu, Zerrin. (2004). Farabî’nin Din Tanmımının İnsani Bilgelikle İlişkisi”,
Uluslararası Farabî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, Elis Yayıncılık.
Kutluer, İlhan (2004), “Farabî’nin Felsefesinde Sosyo-Politik, Entelektüel ve Dinî
Hayatın Bütünlüğü”, Uluslararası Farabî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, Elis
Yayıncılık.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Düşüncesinde Felsefe Din İlişkisi
Küyel (Türker) Mübahat. (1956). Üç Tehafüt Bakımından Felsefe Din Münasebeti.
Ankara.
Özcan, Hanifi (1992). Epistemolojik Açıdan İman. İstanbul. M.Ü.İ.F.Vakfı Yayını.
Şahin, Hasan. (1987). Maturidî’ye Göre Din, Kayseri.
Şahin, Hasan. (2000). İslam Felsefesi Tarihi Dersleri, Ankara.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM DÜŞÜNCESİNİN TEMEL
PROBLEMLERİ
• Giriş
• Bilgi Problemi
• Varlık Problemi
• Ahlak Problemi
• Nübüvvet Problemi
İSLAM DÜŞÜNCE
TARİHİ
Doç. Dr. Hüseyin KARAMAN
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslam düşüncesinin temel
problemlerinin neler olduğunu
bilebilecek,
• Bilgi problemi hakkında bilgi sahibi
olabilecek,
• Varlık/ontoloji konusunun nasıl ele
alındığını kavrayabilecek,
• Ahlak probleminin nasıl ele alındığı
anlayabilecek,
• Nübüvvet problemini bütün
boyutlarıyla değerlendirecebileceksiniz.
ÜNİTE
7
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
GİRİŞ
İslam Düşüncesi, İslam kültür ve medeniyetinin hâkim olduğu coğrafyada
ortaya çıkan düşüncedir. Bu düşünceye İslam Düşüncesi adının verilmesi,
düşünürlerinin Müslüman olmalarından değil, İslam kültür ve medeniyetinden,
özellikle de Kur’an ve sünnet gibi İslam dininin iki temel kaynağından etkilenmiş
olmalarından dolayıdır. İslam düşüncesi, en genel anlamıyla ele alındığında, İslam
medeniyetinde ortaya çıkan felsefe, kelam, tasavvuf, ahlak felsefesi, siyaset
felsefesi, hukuk felsefesi, iktisat felsefesi, tarih felsefesi, bilim felsefesi ve dil
felsefesi gibi birçok disiplini içermektedir.
Ayırıcı özelliği ve kendine has tarihî gelişimi ile birlikte insanlık düşüncesinin
bir parçası olan İslam düşüncesi, düşünce tarihinin üç temel problemi olan bilgi,
varlık ve değer problemlerine ilaveten nübüvvet, din-felsefe ilişkisi, Tanrı ve Tanrıâlem ilişkisi gibi birçok probleme sahiptir. Biz, sınırlı hacim dolayısıyla, bilgi, varlık,
ahlak ve nübüvvet problemleri üzerinde duracağız.
BİLGİ PROBLEMİ
Bilgi problemi ile ilgili
örnek videoyu izleyiniz.
“Bilgi nedir?” sorusu düşünce tarihi boyunca insanları meşgul etmiş önemli
sorulardan biridir. Bilgi problemi “bilgiyi bilme, bilgi ilmi veya bilgi nazariyesi”
anlamlarına gelen “epistemoloji” terimiyle ifade edilmektedir. İnsan bilgisinin
yapısını, imkânını, kaynağını, ölçütlerini, sınırlarını, doğruluğunu ve neliğini
inceleyen felsefi disipline “epistemoloji”, “bilgi teorisi” veya “bilgi nazariyesi”
denmektedir.
Bilginin Tanımı
İslam düşünürleri bilgiyi ifade etmek için “ilim” ve “marifet” kelimelerini
kullanmışlardır.
Bilgi, bilen varlıkla
bilinen şey arasındaki
ilişki sonucunda ortaya
çıkan bir kavrama
işlemidir.
Kelamcılar bilginin ilahî ve beşerî bilgiye uygun düşebilecek bir tanımını
bulmayı amaç edinmişlerdir. Mu’tezile, ilmi “bir itikat ve inanç” olarak; Eş’arîler,
“mahallinin âlim olmasını gerektiren şey” ve “bilinenin olduğu gibi idrak edilmesi”
olarak; Maturidîler ise, “kendisinde bulunduğu kimseye, söylenilebilen ve
düşünülebilen her şeyin açık hâle gelmesini sağlayan bir sıfat” olarak
tanımlamışlardır.
İslam filozofları ise “ilmi” veya “bilgi”yi, “temelde bilen varlıkla bilinen şey
arasındaki ilişki sonucu ortaya çıkan psikolojik bir kavrama işlemi” olarak
tanımlamışlardır. Bu kavrama işlemini bir soyutlama, nesneleri maddelerinden ve
maddesel ilişkilerinden bir arındırma işlemi olarak görmüşlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Mutasavvıflar ise ilmin ilham yoluyla elde edilen deruni bir zevk, içsel bir
tecrübe olduğunu ifade etmişlerdir. (Bayraktar, 1999: 160-161)
Bilginin Kaynağı
Bilginin kaynakları
duyular, akıl, haber,
sezgi ve ilhamdır.
İslam düşünürleri duyular ve aklın bilginin kaynakları olduğu noktasında
ittifak etmişlerdir. Bu iki kaynağa kelamcılar haberi; filozoflar sezgiyi (hads);
mutasavvıflar ise ilhamı ilave etmişlerdir.
Farabî, bilginin oluşma sürecinin ilk basamağında bilginin duyulardan
başladığını, ikinci basamağında, duyulardan gelen duyumlamaların tahlilinde ve
makullerin bilinmesinde aklın gerekli olduğunu, üçüncü ve en üst basamağında ise
gerçek ve hakiki bilginin kazanılmasında insanüstü metafiziki bir varlığın vasıta
olması gerektiğini belirtmek suretiyle bilginin duyular, akıl ve hads, sezgi ya da
ilham şeklindeki üç kaynağına da işaret etmiş olmaktadır.
Bilgi kaynaklarının ikincisi olan aklın bir takım dereceleri vardır. İbn Sina aklı,
“bilkuvve akıl”, “bilmeleke akıl”, “bilfiil akıl” ve “müstefad akıl” şeklinde
sınıflandırmaktadır. Bunlar aynı zamanda aklın yetkinlik dereceleridir. İnsana ait
olan aklın en yüksek derecesi müstefad akıl olup onda tüm akledilirler fiil hâlinde
bulunurlar.
Bilginin kaynaklarından üçüncüsü haberdir. Haber, kendisinde doğruluk veya
yanlışlık bulunabilen bir sözdür. Haber kaynağı bakımından iki kısma ayrılır. Birincisi
kaynağı Allah olan haberdir ki, Peygamber ve ondan işiten diğer kişiler aracılığıyla
bize ulaşmakta ve doğruluk bakımından en açık ve kesin bilgi vermektedir. Kur’an
ve sünnet bu gruba girmektedir. İkincisi ise, insanlardan kaynaklanan ve bize çeşitli
şekillerde gelen haberdir.
Bütün bilgilerimizin temelinde tanrısal bir aydınlanma olan vahiy
bulunmaktadır. Her bilimsel veya felsefi faaliyette vahiy ya da ilhamın önemli bir
rolü vardır. İbn Sina’ya göre, yalnızca ilk akledilirlerin kavranması değil, akıl
yürütme sonucu yeni bilgilerin elde edilmesi olayı da vahiy ya da ilhamın bir
sonucudur.
Bilginin Değeri
Ders anlatım videosunu
izleyiniz
Bilginin değeri üzerinde daha ziyade filozoflar, kısmen de mutasavvıflar
durmuşlardır. Bilginin değeri konusu bilginin imkânı meselesiyle ilişkilidir.
Bilgilerimiz hangi kaynak ve yöntemlerle elde edilirse edilsin, bilgide esas
sorun, bilginin doğruluğu veya yanlışlığı sorunudur. Bilginin doğruluğu ve yanlışlığı
kelamcılara göre delil, mutasavvıflara göre zevk, filozoflara göre de burhan veya
ispat yoluyla belirlenir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
İslam filozofları bilginin değeri konusunda ne Sofistler gibi objektif bilgiyi
tamamen inkâr etmişler, ne Şüpheciler gibi bilginin gerçekliğinden kuşku
duymuşlar, ne de Platon gibi bilginin değerini enine boyuna tartışmışlardır. Bilginin
değeri konusunda Aristoteles’i takip etmişlerdir. Bilginin değerini bilgi kaynakları
olarak kabul ettikleri duyu, akıl ve sezgi veya vahiyle ilişkili olarak ele almışlardır.
Bu üç kaynağın koordineli işlemesi sonucunda doğru bilgi elde edilebilir, ancak
eşyanın hakikati bilinemez.
İlimler Sınıflaması
İslam düşünce
tarihinde ilimlerle
ilgili ilk sınıflamayı Hz.
Peygamber yapmıştır.
İlimler, eğitim ve öğretimde metodolojik kolaylık sağlamak ve ilimler
arasındaki ortak bağları kurmak, onlar hakkında toplu bir bakış sağlamak gibi
gerekçelerle ilk çağlardan beri çeşitli şekillerde sınıflandırılmışlardır. İslam düşünce
tarihinde ilimler ilk olarak Hz. Peygamber tarafından sınıflandırılmıştır. Hz.
Peygamber bir hadisinde ilmi; beden ilmi ve din ilmi diye iki kısma ayırmıştır. Daha
sonra Harizmî (Havarizmî), Kindî, Farabî, İhvan-ı Safa, İbn Haldun ve Kâtip Çelebi
gibi düşünürler tarafından farklı sınıflandırmalar yapılmıştır.
Harizmî ilimleri, İslami ve Arabi İlimler (hukuk, kelam, dil bilgisi, kâtiplik, şiir
ve nesir, tarih) ile yabancı ilimler (felsefe, mantık, tıp, aritmetik, geometri,
astronomi ve astroloji, musiki, mekanik ve kimya) olmak üzere iki kısma ayırmıştır.
Farabî ilimleri; dil ilimleri (semantik, gramer, konuşma ve şiir), mantık ilmi
(basit tarif ve tanımlar, kıyasın şartlı öncülleri, nutuğun tarifi, şiir); alet ilimleri
(aritmetik, geometri, optik, müzik, ağırlık ve ölçü ilimleri); fizik ve metafizik ilimleri
(tabiat varlıklarının prensiplerinin bilimi, cisimlerin ve elementlerin bilimi,
cisimlerin oluşu ve yok oluşu bilimi, cisimlerin çekim ve itim bilimi, bitkiler ilmi,
hayvanlar ilmi); toplum ilmi (hukuk, siyaset ve ekonomi ilimleri) diye beş kısma
ayırmıştır.
Gazalî ise ilimleri; akli ilimler (mantık, matematik, astronomi, müzik, tıp, fizik,
kimya, kelam, felsefe ve siyaset) ve dinî ilimler (fıkıh, Kur’an ve tecvid, hadis, tefsir,
ahlak ve tasavvuf) olmak üzere iki kısma ayırmıştır. (Bayraktar, 1985: 21-26)
VARLIK PROBLEMİ
İslam düşünürlerinin oluşturdukları metafizik sistem, “var olanın veya
varlığın bilimi” olarak ifade edilen “ontoloji/varlıkbilim” diye isimlendirilmektedir.
Varlık denince ilk olarak Allah’ın varlığı kastedilir. Çünkü varlık ismine en layık olan
Allah’tır.
İslam filozofları varlık konusundaki görüşlerini oluştururken Aristoteles’ten
hareket etmişler, onda kapalı olarak bırakılmış noktaları açıklığa kavuşturmaya
çalışmışlardır. Ontolojilerinde özellikle şu üç soruyu cevaplandırmışlardır: “Var” ya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
da “mevcut” dediğimiz şey nedir? Tümeller gerçek bir varlığa sahip midir? Var
etme ya da yaratma eylemi nasıl meydana gelmiştir?
Varlığın Tanımı
Varlık problemi ile ilgili
örnek videoyu izleyiniz.
İslam filozoflarının büyük çoğunluğu varlığın tanımının yapılamayacağı
görüşündedirler. Çünkü insan aklı varlığı bir bütün olarak kuşatamayacağı için
hakkında tam bir hüküm de veremez.
İslam Felsefesi’nde kapsamlı bir varlık kuramını ilk defa kuran Farabî, “varlık”
ve “vücud” kelimelerini eş anlamlı olarak kullanmış olup “varlık” sözünün
anlatılamayacak ve tanımlanamayacak derecede zihinde açık, seçik ve yerleşik
olduğunu, sabit bir anlam taşıdığını belirtmektedir. “Varlık” kavramının
tanımlanamaz olduğunu üç farklı gerekçeye dayandırmaktadır:
Varlık, açık-seçik
olduğu, yakın cinsi ile
yakın ayırımı olmadığı
ve kendisinden daha
kapsamlı bir ifade de
bulunmadığı için
tanımlanamaz.

Apaçık olan şeylerin tarifi yapılamaz. Varlık sözü de, anlatılamayacak
ve tanımlanamayacak derecede zihinde açık, seçik ve yerleşik olup
sabit bir anlam taşımaktadır.

Bir şeyin tanımının yapılabilmesi için yakın cinsi ile yakın ayırımının
olması gerekir. “Varlık” kelimesinin ise ne cinsi ne de faslı vardır.

Tarif yapılabilmesi için tarif yapılan şeyden daha kapsamlı bir ifade
bulunmalıdır. Oysa “varlık” kelimesinden daha genel bir ifade
yoktur. (Atay, 1974: 9; Aydın, 2000: 58-60.)
Varlığın Sahası
İslam filozoflarının varlığın bulunduğu saha konusundaki temel hareket
noktaları zihin ve zihin dışı veya ayandır. Bir şey ya zihindedir veya zihin dışındadır.
Zihinde var olanın zihin dışında varlığı gerekmez. Fakat zihin dışında var olan
zihinde de var olabilir.
Farabî varlığın zihin içi ve zihin dışı olmak üzere iki sahasının olduğunu ifade
etmektedir. Bu iki sahada bulunan varlığın dışında hem zihin hem de ayanda
bulunan varlık ile mutlak varlıktan da bahsetmektedir. Mutlak varlık Tanrı’dır.
İbn Sina’ya göre ise bir şeyin varlığı ya ayanda, ya zihinde, ya da mutlak
olarak mevcuttur.
Varlığın Kısımları
Mahiyet-hakikathüviyet kavramları.
İslam filozofları varlık-mahiyet ayırımından hareketle varlığı ontolojik açıdan
vacip -zatı ile zorunlu- varlık ve mümkün -zatı ile zorunlu olmayan- varlık olmak
üzere iki kısma ayırmışlardır. Bu ayırımı yapan ilk İslam düşünürü Farabî’dir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Zorunlu Varlık (Vacibü’l-Vücud): Mahiyeti varlığının aynı olan, zatı varlığını
gerektiren veya var olmak için bir sebebe ihtiyaç duymayan ve yokluğu
düşünülemeyen varlıktır. Aynı zamanda ilk ve tek “gerçek varlık”tır. Mekân ve
zamandan münezzeh olup, mahiyeti, faslı, haddi, benzeri ve konusu yoktur. En
mükemmel ve en yetkin olan bu varlık, ilk sebep ve mutlak iyiliktir, basittir ve
tektir. Bütün bu özelliklere sahip olan varlık, Allah’tır.
“Mahiyet”, “hüviyet” ve “inniyet” kavramları arasındaki ilişkiyi şu şekilde
ifade etmek mümkündür:
“Nesnelerin zihindeki tümel kavramlarına mahiyet; bu kavramların dış dünyada
varlık kazanmalarına hakikat veya inniyet; varlık alanına çıkarak gerçeklik kazanan
nesnelerin sahip oldukları özellikler sonucu tek tek varlıkları göstermelerine de hüviyet
denir.” (Kaya, 1984: 453)
Mümkün Varlık (Mümkinü’l-Vücud): Var olması veya olmaması imkân
dâhilinde olan ve mahiyeti varlığından ayrı olan varlıktır. Varoluş nedeni kendinden
olmadığı için var olmak için başka bir sebebe ihtiyaç duymaktadır. Nedenli varlıktır.
Filozoflar ve müteahhirun kelamcıları mümkün varlığı, zatıyla mümkün varlık
ve zatıyla mümkün olmayan, mümtenî varlık olmak üzere iki kısma ayırmaktadırlar.
Zatıyla mümkün varlık, daha önce ifade ettiğimiz üzere, varlığı ve yokluğu
düşünülebilen varlıktır.
Mümtenî (Olmayan) varlık ise, zatı yokluğunu gerektiren, yani yokluğu zaruri
olan, varlığı ne mantıken, ne de hakikatte düşünülemeyen varlıktır. Anka kuşu
böyle bir varlıktır.
Mevcut olması açısından da varlık; mutlak varlık, zihinde varlık ve ayanda
varlık olmak üzere üç kısma ayrılmaktadır. (Bayraktar, 1999: 177-178; Aydın, 2000:
73-83).
Varoluş
İslam Düşüncesi’nde her bakımdan bir olan Tanrı’dan çokluğun nasıl
meydana geldiği ve mümkün varlıkların nasıl var oldukları konusunda ileri sürülen
görüşleri temelde iki grupta ele almak mümkündür: Birisi daha ziyade kelamcılar
tarafından savunulan kelami görüştür ki, buna göre Tanrı, evren ve evrendeki
varlıkları yoktan, yani öncesinde herhangi bir varlık olmaksızın, hiçten yaratmıştır.
Diğeri de, yoktan yaratmayı kabul etmeyen ve Tanrı’nın varlık veren fiilini ezelî
olarak hazır bulunan bir maddenin işlenmesine hasreden felsefi görüştür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Varoluş konusunda, iki kavram ön plana çıkmaktadır: “İbdâ” ve “halk”.
“Halk” kelimesi, hem sözlüklerde hem de Kur’an-ı Kerim’de farklı anlamlarda
kullanılmıştır:
“Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri altı günde yaratan… Allah’tır.” (Secde
32/4) ayetinde,
“O gökleri ve yeri (yoktan) yaratandır.”(Bakara 2/117) ayetinin delaletiyle; “Siz
Allah’ı bırakıp putlara tapıyor ve yalan uyduruyorsunuz.”(Ankebut 29/17)
ayetinde de, yalanın olmayan bir şeyi olmuş gibi ifade etme, bir başka ifadeyle,
öncesinde bir şey olmaksızın meydana getirme olması dolayısıyla, yaratma
kelimesi, “ana madde olmadan, yoktan yaratma veya yokluktan varlık alanına
çıkarma” anlamında kullanılmıştır.
Yine;
“Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.”(Rahman, 55/14);
“O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.”(Alak, 96/2).
ayetlerinde “var olan bir şeyden veya bir ana maddeden başka bir şey meydana
getirme anlamında”;
“Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.”(Mü’minun 23/14).
ayetinde de “ölçüp biçmek, şekillendirmek ve takdir etmek” anlamlarında
kullanılmıştır. Dolayısıyla yaratma (halk) kelimesi Kur’an-ı Kerim’de,“bir şeyi
güzelce ölçüp biçmek, takdir etmek; daha önce var olan bir şeyden yeni bir şey
meydana getirmek ve öncesinde herhangi bir madde, örnek, asıl olmaksızın yoktan
var etmek” gibi üç farklı anlamda kullanılmıştır.
“İbdâ” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de kullanılmamıştır. Ancak aynı kökten gelen
“bedi” kelimesi iki ayette “göklerin ve yerin yoktan var edeni (bedi’)” anlamında
Allah’a isnat edilmiştir:
“O, göklerin ve yerin yoktan var edenidir.” (Bakara, 2/117; En’am, 6/101)
Söz konusu ayetlerdeki “bedi’” kelimesi, tefsirlerde, hem kendinden önce
örnek olacak ve benzerlik ifade edecek kanun, şekil, numune denecek hiçbir şey
yokken, eşsiz ve benzersiz olarak meydana getiren, hem de öncesinde herhangi bir
madde olmadan maddesiz olarak yoktan yaratan anlamında açıklanmıştır. Bu
durumda Kur’an-ı Kerim’de “bedi’” kelimesi, birisi herhangi bir örneği, modeli, eşi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
ve benzeri olmaksızın var eden diğeri ise, hiçten, hiçbir şeysiz veya yoktan yaratan
anlamında olmak üzere iki farklı anlamda kullanılmıştır.
Yoktan Yaratma: Allah’ın hür iradesi, bilgisi ve tekvin sıfatıyla âlemi yoktan,
öncesinde hiçbir şey olmaksızın yaratmış olduğu görüşüdür. Bu yaratma işi bir
tertip ve düzen çerçevesinde zaman içinde olmuştur. Bu noktada bazı Mu’tezile
kelamcıları ile başta Gazalî olmak üzere Ehl-i Sünnet kelamcıları arasında
yaratmanın “lâ min şey” (bir şeyden değil, yoktan, hiçten) den mi, yoksa “min lâ
şey” (bir şey değilden, hiçbir şeyden, şey olmayandan) den mi olduğu noktasında
tartışma çıkmıştır. Mu’tezile kelamcıları, “yok” kelimesine Aristoteles anlamında
şekilsiz bir ilk madde (heyûla) anlamı verdikleri için âlemin “min lâ şey”den
yaratılmış olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Âlem yok iken Allah tarafından var
edilmiştir. Gazalî ve Ehl-i Sünnet kelamcıları ise “yok” kelimesine “şey”
denemeyeceğine itiraz etmişler ve âlemin “lâ min şey”den olduğunu iddia
etmişlerdir.
“Min lâ şey” demek, bir şeydendir; fakat o şey belli, belirli, önemli, anılmaya
değer ve sınırlı bir şey değildir, demektir. Dolayısıyla da “min lâ şey” tabiri hiçbir,
tam ve mutlak yokluktan yaratılmayı ifade etmemektedir. Zaten gerek felsefede,
gerekse de kelamda somut, mutlak yokluktan yaratmayı (ex nihilo) ifade etmek için
“min lâ şey” ifadesi değil de, genellikle “lâ min şey” ve “mâ min şey” ifadeleri
kullanılmaktadır.
Sudûr Nazariyesi: Farabî ve İbn Sina gibi İslam düşünürleri Tanrı ile Tanrı’nın
dışındaki varlıklar arasındaki yaratma ilişkisini Yeniplatonculuğun kurucusu Plotinos
tarafından ileri sürülen sudûr veya taşma nazariyesi ile açıklamışlardır. Farabî’nin
sudûr nazariyesi üç temel prensibe dayanmaktadır:

Varlık, zaruri ve mümkün diye iki sınıfa ayrılır.

Allah için düşünmek, ibda ve feyz etmek demektir.

Bir’den yalnız bir çıkar.
Farabî âlemin meydana gelişini bu üç prensip çerçevesinde şu şekilde
açıklamaktadır: İlk varlık olan Tanrı’dan kendi zatını düşünmesi ve bilmesi
sonucunda, “Birden ancak bir çıkar.” ilkesi gereğince, ikinci varlık olan İlk Akıl sudur
etmiştir. Bu akıl Allah’a nispetle zorunlu, kendi özü itibarıyla mümkün bir varlıktır.
Sayı itibarıyla bir olmakla birlikte özü itibarıyla çoktur. İlk varlıkta aynı zamanda bil
kuvve çokluk da bulunmaktadır. İlk aklın ilk varlığı (Tanrı’yı) düşünmesi veya
bilmesinden ikinci akıl, kendisinin zorunlu varlığa bağlı olarak zorunlu olduğunu
düşünmesinden birinci göğün nefsi ve kendi özünü akl etmesi sebebiyle de en uzak
gök (birinci sema) meydana gelir. Bu sudur birbiri ardınca onuncu akla ve sırasıyla,
onlara tekabül eden Zühal (Satürn), Müşteri (Jüpiter), Merih (Mars), Güneş, Zühre
(Venüs), Ütarid (Merkür) ve Ay Küresi meydana gelinceye kadar devam eder. Faal
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
akıl olan onuncu akıl ile kozmik akıllar silsilesi ve semavi küreler dizisi tamamlanır.
Faal akıl, ay altı âlemindeki her türlü oluş ve bozuluşun ilkesidir. Faal akıl, dinde
Cebrail denen varlıktır.
Semavi bölgenin altında ay-altı âlem uzanır. Ay-altı âlemde gelişme, ay-üstü
âleme göre tersine dönmüş olup, noksandan daha mükemmele, basitten
karmaşığa doğrudur. En aşağı seviyede ilk madde yer alır. Onu sırasıyla dört unsur su, hava, toprak, ateş, madenler, bitkiler, hayvanlar ve insan takip eder. (Aydın,
2000: 164-169)
İslam düşünürlerinin kabul ettikleri sudur veya feyz nazariyesi şekil olarak
Plotinus’un fikirlerine benzemekte ise de aralarında önemli farklar vardır. Örneğin
Plotinos’un sudur nazariyesinde varlıkların Tanrı’dan sudurunda Tanrı’nın irade ve
ihtiyarı söz konusu değildi. Âlem ilk varlığın iradesi ve bilgisi olmadan ondan
taşarak oluşmuştur. Farabî’ye göre, Tanrı’nın bilgisi ve rızası olmaksızın sudur
meydana gelmez.
Gazalî ve İbn Rüşd gibi İslam düşünürleri sudur nazariyesini eleştirmişlerdir.
İbn Rüşd, Kur’an-ı Kerim’de böyle bir nazariyeye yol açacak herhangi bir delil
olmadığı; bu nazariyenin Allah’ın yaratıcılığına gölge düşürdüğü; “Bir’den yalnız bir
çıkar.” sözünün bir faraziye olup yanlış olduğu; çokluğun ya matematiksel ya da
sıfati olacağı, hâlbuki sudur nazariyesini savunanların ikinci akıldan sonra her iki
çokluktan da bahsettikleri gibi gerekçelerle sudur nazariyesini eleştirmiştir.
AHLAK PROBLEMİ
Ahlakın Tanımı
İslam Düşüncesi’nde ahlak değişik şekillerde tanımlanmıştır. Neredeyse her
düşünür kendine özgü bir ahlak tanımı ortaya koymuştur. Örneğin Gazalî ahlakı;
Ahlâk problemi ile ilgili
örnek videoyu izleyiniz.
“Fikri bir zorlama olmaksızın fiillerin ortaya çıkmasını sağlayan, nefiste yerleşik
olan bir meleke veya yetkinlik” (Gazalî, 1302: III, 49)
olarak tanımlamıştır.
Ancak insanın korkunca yüzünün sararması, utanınca kızarması ve
hastalanınca ateşinin artması gibi nefisten her çıkan eylem ahlakı
ilgilendirmemekte veya insanın her yaptığı davranış ahlaka konu olmamaktadır. Bir
davranışın ahlak açısından değerlendirmeye tabi tutulabilmesi için üç temel
özelliğinin olması gerekir:
İnsanın yapmış olduğu
her davranış ahlaka
konu olmaz.

Ruhta yerleşmiş olmak

Düşünüp taşınma olmaksızın kolaylıkla meydana gelmek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri

Seçme özgürlüğü ve irade ile yapılmak
Ahlak felsefesi veya etik ise;
“Yaşanan ahlak üzerine düşünmek; ahlaki olanın özünü ve temellerini, insanın
davranışları
ile ilgili
problemleri,
iyinin düzeydeki
ne olduğunu
ve insanın
neyi yapabileceğini
Başka
bir ifadeyle,
kişisel
ve toplumsal
ahlaki
davranışlarla
ilgili sorunları
soruşturan
felsefe
dalıdır.”
(Bolay,
1999:
6)
ele alıp inceleyen, ahlak öğretilerini irdeleyip sınıflandıran, aralarındaki benzerlik
ve farklılıkları ortaya koyan felsefe disiplinidir.
Filozofların Ahlak Anlayışları
İslam filozofları, Yunan filozoflarının ahlaki terimlerle ilgili önemli gördükleri
tarif ve tasnifleri benimsemişler ve onlardan hareketle temeli Kur’an ve sünnete
dayanan İslam ahlakını sistemli bir şekilde açıklamaya çalışmışlardır.
İslam filozoflarının ahlak anlayışlarını verirken Ebu Bekir er-Razî ile
başlayacağız. Çünkü her ne kadar ilk İslam filozofu olarak kabul edilen Kindî,
ahlakla ilgili risaleler yazmışsa da, üzüntü konusunu ele alan Üzüntüden Kurtulma
Yolları/el-Hîle li def’il-ahzân isimli risalesi hariç hiçbirisi günümüze ulaşmamıştır.
Günümüze ulaşan ilk müstakil ahlak eserinin Ruh Sağlığı/et-Tıbbu’r-rûhânî yazarı
Ebu Bekir er-Razî olmaktadır.
Ebu Bekir er-Razî
İslam Orta Çağı’nda ahlak felsefesinin teşekkülüne damgasını vurarak
görmezlikten gelinemeyecek izler bırakmış olan Ebu Bekir er-Razî, ahlaki açıdan
ilginç bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Razî, akla dayanan mutlulukçu bir
ahlak anlayışına sahiptir.
Günümüze ulaşan ilk
ahlak eseri et-Tıbbu’rRuhani’dir.
Razî’ye göre, insani nefsin birbirinin karşıtı olan akıl ve heva diye iki temel
kuvveti vardır. Cömertlik, adalet ve itidal gibi bütün erdemler akıl kuvvetinden;
haset, cimrilik, kendini beğenme ve yalan söylemek gibi her türlü kötü eylem de
heva kuvvetinden kaynaklanmaktadır. Heva ile akıl arasındaki ilişkide akla öncelik
tanınarak heva akla tabii kılınmalıdır. Çünkü heva aklı istikametinden saptırdığı,
doğru karar vermesini engellediği için ahlakın gayesi olan mutluluğa ancak, akıl ve
irade vasıtasıyla hevayı kontrol altına almak suretiyle ulaşılabilir.
Ebu Bekir er-Razî’ye göre haz, elem ve acı verenin kendi tabii hâlinden (ilk
hal) çıkardığı bir şeyi tekrar bu hâle iade etmesidir. “Elem/ezâ” ise, tabiî halden
çıkış olmaktır. Ancak her tabii hâle dönme haz meydana getirmediği gibi, her tabii
hâlden çıkış da elem meydana getirmez. Her hazdan önce mutlaka bir elem
bulunur ve sürekli haz veren bir hâl yoktur.
Farabî
İslam Felsefesi’nin diğer alanlarında olduğu gibi ahlak sahasında da
sistemleşme Farabî sayesinde olmuştur. Farabî’nin ahlak felsefesinin temelini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
eğitim ve iyi davranışlar, son hedefini de başka bir şeye araç olmayıp doğrudan
doğruya amaç olan mutluluk oluşturmaktadır. İnsan mutlu olmak için yaratılmıştır
ve sınırlı da olsa bu mutluluğu tek başına gerçekleştirme güç ve imkânına sahiptir.
Gerçek ve en yüksek mutluluk ne servette, ne maddi hazda, ne de güçtedir. Gerçek
mutluluk insan aklının faal akılla irtibat kurması ve evrensel bilgiyle
aydınlanmasıdır. Böyle bir mutluluğa ancak peygamberler ile filozoflar ulaşabilir.
Her insan iyilik ve kötülüğe eşit yatkınlıkta yaratılmıştır. Psikolojik olarak her
insanda fazilet ya da rezilet denilen birtakım meleke ve istidatlar bulunur. İnsan,
doğuştan getirdiği özelliklerinden sorumlu değildir. Bu özellik ve yatkınlıklarını
fazilete dönüştürmediği için sorumludur. Ahlak tamamen kesbidir.
Haz, maddi ve manevi olmak üzere iki kısma ayrılır. Sebebi süreklilik arz eden
haz ve elem sürekli olur. Sebebi ortadan kalkan haz veya elem de ortadan kalkar.
Haz ahlaki bir gaye olamaz.
İbn Miskeveyh
İbn Miskeveyh İslam düşünürleri içerisinde ahlak filozofu olarak tanınan bir
düşünürdür. Ahlaka dair en önemli eseri, Ahlakı Olgunlaştırma olarak Türkçeye
tercüme edilmiş olan Tehzibu’l-ahlak’tır. Ahlak anlayışında özellikle Platon,
Aristoteles ve Galen’in etkisinde kalmış olup Gazalî’den Osmanlı düşünürü
Kınalızade Ali’ye varıncaya kadar birçok İslam düşünürünü etkilemiştir.
İbn Miskeveyh’in ahlak anlayışı mutluluk ahlakıdır. Mutluluk, bayağı
lezzetlerden farklı bir lezzettir. Mutluluğu amaçlamak ve bu amaç için gerekli olan
ahlaki hayata yönelmek sadece insana has bir durumdur. Akli ve ahlaki erdemler
sayesinde kişi aralarında hiçbir perde kalmayacak şekilde Allah’a yaklaşabilir. En
yüksek mutluluk ve ahlakın en yüksek amacı da budur. Bu mutluluğa ulaşmış olan
insan, hiçbir harici sıkıntı ve beladan etkilenmez.
Ahlakın doğuştan olduğu, dolayısıyla da değişmeyeceği görüşünü kabul
etmemektedir. İnsan, eğitim ve öğretimle hızlı veya yavaş da olsa ahlaki değişmeye
yatkın bir tabiatta yaratılmıştır.
Gazalî
Gazalî nassa dayanan gelenekçi ahlak ile felsefi ve tasavvufi ahlakı birbirine
yaklaştırmış, hatta birleştirmiştir. Gazalî’nin ahlak anlayışı antiütilitarist (faydacı
olmayan) ahlak anlayışıdır.
Gazalî irade hürriyeti konusunda, bütün Eş’arîler gibi, Mu’tezile ve Cebriyye’yi
eleştirmiştir. Ona göre Allah, kulların fiillerinin yaratıcısıdır. Yalnız bu durum, insanın
kendi gücü ile fiillerini kazanmış olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Çünkü prensip
olarak kulda, kudret ve seçme hürriyeti denilen nitelikleri de Allah yaratmıştır. İşte
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
insan bu güç ve hürriyet sayesinde kendi fiillerini seçer ve yapar. Böylece fiil kulun
kesbi olur.
Gazalî’ye göre iyilik ve kötülük gibi ahlaki değerler fiilin kendisinde değil,
yöneldiği gayededir. Ancak bu gaye dünyevi değil, uhrevidir ve ancak nübüvvet
nuru ile bilinebilir.
Kelamcıların Ahlak Anlayışları
Eş’arîyye
Ebu’l-Hasen el-Eş’arî (ö. 260/875), insan fiillerini “zorunlu” ve “kazanılmış”
olmak üzere iki kısma ayırmaktadır. Her iki tür fiili de Allah yaratmıştır. İnsanın
kazanılmış fiillerinin Allah tarafından yaratılmış olduğunu “Her şeyi yaratan
Allah’tır.”(Rad, 16), “Sizi ve yaptıklarınızı Allah yaratmıştır.” (Saffat, 96) ayetleriyle
temellendirmiştir. Zorunlu fiiller tamamen insanın gücü dışında meydana
gelmektedir. Dolayısıyla da insan zorunlu olarak yaptığı bir fiilden dolayı ahlaken
sorumlu tutulamaz. İnsanda yaratılmış bir güç ile meydana gelen kazanılmış
fiillerde iki fail bulunmaktadır. Birisi o fiili hakikati üzere yaratan Allah, diğeri de söz
konusu fiili kazanan (kesb eden), yani yapan insandır. Dolayısıyla da insanoğlu
kazanılmış türden bir fiilde bulunmak istediği zaman Allah “o fiili kazanma” ve
“yapma gücünü” insanda yaratmaktadır. Zaten insanın ahlaki sorumluluğu da
kendisindeki yaratılmış olan kazanma gücünden dolayıdır.
Eş’arîlere göre iyilik, kötülük ve adalet gibi ilkelerin Allah’ın iradesinden
bağımsız, objektif ahlaki değerleri yoktur. Çünkü insan davranışları ontolojik
manada ahlaken tarafsızdırlar. İyi ve kötü gibi ahlaki kavramlara muhteva
kazandıran Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Dolayısıyla da Allah tarafından emredilen
davranışlar ahlaken iyi, yasaklananlar da ahlaken kötüdür. İlahi buyruklarla
belirlenen ahlaki değerlerin bilgisi ise, ancak vahiyle elde edilir. Akıl vahiyden
bağımsız olarak ahlaki değerleri kavrayamaz. (Bayraktar, 1999: 220-221; Kılıç,
1992: 105-107)
Maturidiyye
Ebu Mansur Muhammed el-Maturidî (ö. 333/944), ahlaki sorumluluk ve
yükümlülüğün temellendirilmesinde Eş’arî’ye, ahlaki değerler konusunda ise
Mu’tezile’ye daha yakın durmaktadır.
Yaratılması açısından insan fiillerinin Allah’a mı, yoksa insana mı ait olduğu
hususunda Maturidî, beşerî fiillerin bir yönden Allah’a, bir yönden de insana ait
olduğunu ileri sürmektedir. İnsanın fiilleri yaratma yönünden Allah’a kesb
yönünden ise insana aittir. Fiillerin Allah tarafından yaratılmış olduğu gerçeği, o
fiilleri eyleme geçirmek hususunda insana herhangi bir zorunluluk yüklemez. İnsan
yaratılan fiillerden dilediğini yapıp yapmamakta hürdür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Maturidî, eşyayı kendinde iyi veya kötü olanlar (adalet ve doğruluk gibi) ile
sonuçlarına ve ihtiyaca göre iyi veya kötü olanlar (hayvanların kurban edilmesinin
iyi olması) olmak üzere iki kısma ayırmaktadır. İyilik ve kötülük gibi ahlaki değerler,
ontolojik manada objektiftirler. İnsan davranışları iyi ve kötü olması açısından;
bizzat iyi olanlar, bizzat kötü olanlar ve bu ikisi arasında bulunanlar olmak üzere üç
kısma ayrılırlar. İlk ikisinin bilgisine vahiyden bağımsız olarak akılla sahip olurken,
üçüncüsünün bilgisine ancak vahiyle sahip olunur.
İnsan akıl ile faydalı olanları zararlılardan, kirliyi temizden, iyiyi kötüden ayırt
eder. Ancak insanın gerek ruhi gerekse fiziki şartları, aklın doğru karar vermesine
engel olabilmektedir. Bu gibi durumlarda insanlara doğruyu göstermek üzere
Allah’ın peygamber göndermesine ihtiyaç vardır.
Maturidî’ye göre iyiliği ve kötülüğü Allah’ın emretmesi ve yasaklamasıyla
bilinen ahlaki fiiller de vardır. Bunlar, aklın herhangi bir cihetten zorunluluk veya
imkânsızlık yükleyemediği, hem iyiliği, hem de kötülüğü aklen mümkün olan
fiillerdir. Buradaki iyilik ve kötülük bir ihtiyaca ve sonuca göredir. Hayvanların
kurban edilmelerinin iyiliği böyledir.(Bayraktar, 1999: 222-223: Kılıç, 1992: 119124)
Mu’tezile
Mu’tezile ekolünün üzerinde ittifak ettiği beş esastan ahlak felsefesi
açısından en önemlisi “adalet” prensibidir. Bu prensibe göre Allah, adil olup
insanlara zulmetmez. Allah’ın ahirette insanları adil bir şekilde ödüllendirip
cezalandırabilmesi için, insanın dünyada iyi ve kötü davranışlar arasında tercih
yapabilme gücüne sahip olması gerekir. İnsan davranışları üzerinde ilahî bir
müdahale söz konusu değildir. Çünkü ilahî irade ile gerçekleşen bir davranıştan
insanın sorumlu tutulması, Allah’ın adaleti ile bağdaşmaz, zulüm olur. Dolayısıyla
da Allah’ın adaletinin gerçekleşmesi, insanın hiçbir baskı olmaksızın eylemlerine
bizzat kendisinin karar vererek yapmasına bağlıdır. İnsanın fiillerinin yaratıcısı Allah
değil, insanın kendisidir. Ancak insana fiillerini yaratacak güç Allah tarafından
verilmiştir. Bundan dolayı da insan yapmış olduğu fiillerden dolayı Allah’a karşı
sorumludur.
Mu’tezile’ye göre iyilik, kötülük ve adalet gibi ahlaki değerler, Allah’ın
iradesinden bağımsız, gerçek bir varoluşa sahiptirler. Bu gibi özellikler vahiyden
önce fiillerde ontolojik olarak bulunmaktadır. Allah’ın bir şeyi yasaklamış olması,
yasaklanan şeyin kötülüğüne, emretmesi ise emredilen şeyin iyiliğine delalet eder.
Yoksa birinin iyiliğini, diğerinin kötülüğünü zorunlu yapmaz. (Kılıç, 1992: 91-95;
Bayraktar, 1999: 220)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
NÜBÜVVET PROBLEMİ
Nübüvvet, farklı tanımları yapılmakla birlikte, genelde şu şekilde ifade
edilmektedir:
“Allah’ın insanları bilgilendirmek ve buyruklarını iletmek üzere seçtiği bir grup
insana vahiyler indirip elçilik görevi vermesidir.”
Farabî ve İbn Sina gibi İslam filozoflarına göre ise nübüvvet;
“Öğretme ve öğrenme vasıtalarına başvurmadan bilgi algılama gücüne sahip
olmaktır.”
İslamî bir konuyu incelerken, ona ışık tutabilecek en önemli kaynak şüphesiz
ki Kur'an-ı Kerim'dir.
Kur’an’da Nübüvvet Öğretisi
İslami bir konuyu
incelerken, ona ışık
tutabilecek en önemli
kaynak Kur'an-ı
Kerim'dir.
Kur'an-ı Kerim incelendiğinde, insanlık tarihinin başlangıcından günümüze
kadar dinsiz bir toplumun bulunmadığı, insanları ilahî hakikatlerden haberdar
edecek ilahî olanla bağlantılı olan uyarıcıların ve yol göstericilerin tarihin bütün
dönemlerinde var olduğu görülmektedir. Kur'an'da nübüvvet felsefesinin dayanağı
olarak kabul edebileceğimiz şu ayet, peygamberliğin ve insanlık tarihinin
başlangıcını özetlemektedir:
“İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak
peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda
hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi.
Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki
kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman
edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini
doğru yola iletir.” (Bakara 2/213)
İlk nebi Hz. Adem, ilk
resul Hz. Nuh’dur.
Bu ayette de görüldüğü üzere insanlar başlangıçta hak din üzere, bir ümmet
halinde, aralarında dinî kurallara muhtaç bırakacak ayrılıkların bulunmadığı bir
dönem geçirmiştir. Hz. Adem ise onlara, ubudiyyet ve uluhiyet gibi hususları
öğreten bir peygamber olarak gönderilmiş bir nebidir. Ancak daha sonra Allah, her
millete iman edip iyi davrananları müjdeleyen, inkâr edip kötü davrananları uyaran
ardarda nebiler ve resuller göndermiş, onlarla birlikte ihtilafa düştükleri konularda
hüküm vermek için gerçekleri içeren ve doğruya ileten kitaplar indirmiştir (el-
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Bakara 2/213; Yunus 10/47; el-Müminûn 23/44; Fâtır 35/24). Dolayısıyla ilk nebi
Hz. Adem iken ilk resul Hz. Nuh’dur.
Nübüvvetin hedefi, insanlar arasındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak,
onlara Allah'ı tanıtmak, şeytanın zararlarına karşı onları uyarmak, insanları iyiliğe
teşvik etmek ve kendi kapasitelerini aşan konuları onlara bildirmektir.
Kelamcılara Göre Nübüvvet
Peygamberlik müessesesinin mevcudiyeti konusunda kelam ekolleri arasında
genel ilkelerde herhangi bir ihtilaf yoktur. Fakat detaylara inildiğinde ehl-i sünnet
kelamcıları ile Mu’tezile kelamcıları arasında farklı görüşlerin olduğu
görülmektedir. “İnsanlık tarihinde peygamberlik fiilen gerçekleşmiş ve
peygamberimizle sona ermiştir.” ilkesi, kelam tarihindeki aşırı fırkaların dışında
ortak kabul görmüştür.
Eş’arîyye
İmam Eş’arî ve onun takipçilerine göre peygamber göndermek Allah'ın bir
fiilidir ve diğer fiillerinde olduğu gibi zorunluluk ifade etmez. Allah'ın insanlara
peygamberler göndermesi aklen mümkün olduğu gibi, göndermemesi de
mümkündür. Allah'ın insanlara nebiler ve resuller göndermesi bir lütuf ve ihsandır;
göndermemesi ise bir zaaf ve noksanlık değildir.
Eş'arîler’e göre insan aklı, şeriat’ın gelmesinden önce Allah'ı bilebilir, ancak
bu bilme beraberinde bir sorumluluğu getirmez. Allah'ı bilmeyi ancak nakil zorunlu
kılar. Bu, Allah'ın “Biz peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.” (İsra 17/15)
ayetinden hareket edilerek varılan bir sonuçtur.
Allah dilerse tüm insanlığa sadece bir resul gönderir, dilerse her kavme ayrı
ayrı resul gönderir. Peygamberlik, kesbî değildir ve Allah dilediğini bu makam ile
şereflendirir. Nitekim Cenab-ı Allah “O, dilediğine hikmeti verir.” (Bakara 2/269)
ayetinde nübüvvetin Allah vergisi olduğunu vurgulamıştır.
Eş'arîler, “Senden önce erkeklerden başkasını resûl göndermedik.” (Yusuf
12/109) ayetine dayanarak kadınlardan nebiler gönderildiğini, fakat resuller
gönderilmediğini belirtmektedir (Yavuz, tsz: 77-86).
Maturidiyye
Maturidiler nübüvvet konusunda Mu’tezile ile Eş’arîyye arasında Mu‘tezile’ye
daha yakın bir çizgide yer almışlardır. Bu çerçevede ele aldıkları nübüvveti aklen
mümkün, insanların ona ihtiyaç duymaları dolayısıyla Allah’ın hikmeti açısından ise
vacip kabul etmişlerdir. Allah’ın, ilahî mesajlarını insanlara ulaştıran peygamberler
göndermesini Allah’ın bir lütfu olarak kabul etmişlerdir. Eğer Allah, emir ve
yasaklar türünden ilahî teklifleri koymamış olsaydı, insanlar devamlı olarak hayatta
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
kalmaya ve nefislerinin arzu ettikleri şeyler peşinde koşmaya kalkışırlardı. Böylece
aralarında itişip kakışma meydana gelir ve birbirleriyle çatışmaya girerlerdi.
İmam Maturidi, peygamberlerin varlığını tespit eden en önemli delilin
mucize olduğunu kabul etmekle birlikte peygamberleri öncelikle kendi varlıklarıyla
delillendiriyor. Onların peygamber olarak gönderilmeleri, en büyük delildir.
Realiteleri nübüvvetlerini ispat eder. Bundan sonra peygamberlerin varlığını tespit
eden en önemli delil, mucizelerdir. Mucize olmadan peygamberin sözünü kabul
etmek zorunluluğu yoktur.
Maturidî’ler Eş'arî’lerin aksine, risaletin hak dine davet amacıyla ortaya
atılmayı, mücadele etmeyi gerektirmesinden hareketle, erkek olmayı
peygamberliğin şartlarından kabul ederler (Yavuz, tsz: 87-93).
Mu’tezile
Mu’tezile, diğer bazı görüşleri gibi, nübüvvet doktrinini de “adalet”
prensibine oturtmaktadır. Ona göre nübüvvet, insanların hayrına olduğu, onların
mutluluğunu gözettiği, Allah’ın insanlara lütfunun tecellisinin bir sonucu olduğu
için, "İnsan için en faydalı ve aslah olanı yaratmak Allah'a vaciptir." prensibinden
hareketle Allah'a vaciptir. Bunun aksini düşünmek Allah'a zulüm isnat etmek olur
ki, bu, adalet prensibiyle çelişir.
Mu’tezile'nin nübüvveti aklen vacip kabul etmesi, genel prensiplerinden olan
"adalet” prensibiyle yakından ilgilidir. Vacip olarak gördükleri nübüvveti direkt
olarak mucizeye bağlamazlar. Mucizeyi Allah'ın bir fiili ve onun emriyle gerçekleşen
bir harika kabul ederek peygamberi tamamen mucizenin dışında tutmaktadırlar.
Peygamberlerin bizzat kendi doğrulukları, mucizeye ihtiyaç göstermeden onlara
iman etmeyi zorunlu kılar.
Sufiyye’ye Göre Nübüvvet
Tasavvuf düşüncesinde nübüvvet konusunda akla ilk gelen isim, Muhiddin
İbnü'l-Arabî (ö. 1162/1240)'dir. İbnü'l-Arabî, nübüvveti iki kısımda mütalaa
etmekte ve yaptığı yorumları bu çerçevede temellendirmektedir. Birincisi Allah'ın,
seçkin kullarından nebi konumunda olanların elde ettiği nübüvvet ki, buna
nübüvvet-i âmme veya nübüvvet-i velâye denir. İkincisi ise, Peygamberimizin vefatı
ile sona ermiş olan nübüvvet-i hâsse veya teşrii nübüvvet’tir. Nübüvvetin sona eren
kısmı budur. Kelamcıların nübüvvetin kesbî olmadığını söylemeleri de nübüvvetin
bu kısmıyla ilgilidir.
İbnü'l-Arabî’nin düşünce sisteminde önemli bir yere sahip olan nübüvvetvelayet karşılaştırması çoğu kez yanlış anlaşılmış ve bu sebeple de İbnü'l-Arabî
küfürle itham edilmiştir. Ona göre nebilerin şahsında bulunan velayet,
nübüvvetten üstündür. Peygamberler kendilerinde bulunan velayet özelliğinden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
devamlı surette istifade ederler. Ancak bu, velinin nebiden ve resulden üstün
olduğu anlamına gelmemektedir. Yapmış olduğu karşılaştırma velayet ile nübüvvet
arasındadır. Velayet vasfı nübüvvet vasfından daha üstündür. Peygamberlerde
velayet vasfı da bulunduğu için fiilen onların veliden üstün olduğunu kabul etmiş
oluyor. Herhangi bir şahısta hem velayet hem de nübüvvet özelliğinin birlikte
bulunması durumunda velayet sıfatı, nübüvvet sıfatından daha üstün olmaktadır.
Sufiyye nübüvvet konusunu izah ederken "nefs"ten hareket eder. Nefs,
soyut ve makul dünyanın, fizik ötesi âlemin bir işaretidir. Kendi türünden olan
bilgileri anlayabilir. Bunun yolu ise, bedenî ve nefsani isteklerden kurtulmaktan
geçer. İnsan, zahirî olan hissî meşguliyetlerden riyazet ve mücahede yoluyla
kurtulunca gaybi bilgileri bilebilir.
Sûfiyye'nin nübüvvete yaklaşımı İbn Teymiyye tarafından eleştirilmiştir
(Yavuz, tsz: 94-107).
Filozoflara Göre Nübüvvet
İslam dünyasında şüphe ve inkâr cereyanlarının dalgalanmaya başlamasıyla
nübüvvet düşüncesi de bu hareketlerden etkilenmiş, bu cereyanlara karşı onları
savunma ve kendi düşünce temellerine uygun bir biçimde izah etme çabası hızla
çoğalmaya başlamıştır.
Farabî
İslam felsefesinde nübüvvet problemini ilk olarak ele alan filozof Farabî (ö.
339/950)’dir. Nübüvvet teorisi, Farabî’nin sisteminde en yüksek mevkiye ulaşmıştır.
Zira din ile felsefeyi uzlaştırma çabaları bilgi problemi üzerinde yoğunlaşır. Bu
açıdan söz konusu uzlaştırma çabaları, İslam'ın temel bilgi kaynağı olan vahiy
konusunda çeşitli spekülasyonların yapılmasına neden olmuştur. Farabî, nübüvveti
psikolojik açıdan açıklıyor ve onu âlem–i arz (dünya) ile âlem-i sema (ulvî âlem)
arasında ittisal vasıtalarından biri yapıyor. Vahyi bilgiyi Medine-i Fadıla başkanı için
gerekli görüyor.
Ona göre erdemli devlet başkanında bulunması gereken şartlardan biri de
nübüvvet şartıdır. Erdemli devlet başkanının, vahiy ve ilhamın dayanağı olan faal
akıl'la bağlantı kuracak bir konuma ulaşan kimse olması gerekir. İnsan bu dereceye
ulaşmak suretiyle Rabbi ile arasında bağlantı noktasına varır. Faal akıl'la bağlantı
kurma düşünce/teemmül ve muhayyile yoluyla gerçekleşir. Muhayyilenin felekler
âlemine yükselerek “faal akıl”la irtibat kurmasıyla nübüvvet, peygamberlik
gerçekleşir. Bu irtibat kurma işi gece olabileceği gibi gündüz de olabilir. Dolayısıyla
da peygamberin en önemli ayırıcı vasfı, uykuda ve uyanık iken “faal akıl”la temas
kurabilen muhayyile gücüne sahip olmasıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
İbn Sina
İbn Sina (ö. 428/1037), birçok konuda olduğu gibi, nübüvvet meselesinde de
Farabî'yi takip etmiş, nübüvveti psikolojik açıdan izah etmeye çalışmıştır.
Nübüvveti izah ederken faal akıl'dan hareket etmekte, nefs-i natıka olan insanın bu
özelliğini akıllar nazariyesi temeline oturtmaktadır. Ancak İbn Sina nübüvvet
konusunda nasslara daha çok yaklaşan bir yorum ortaya koymuştur.
O, insanın yaradılışı gereği toplumsal bir varlık olduğunu, hayatın devamı ve
bekası için başkalarına ihtiyaç duyduğunu, birinin güç yetiremediği şeylere
diğerlerinin güç yetirebileceğini, yardımlaşma ve dayanışma suretiyle birbirlerini
tamamladıklarını temel ilke edinerek bu noktada peygamberliğe ve ilahî kanunlara
ihtiyaç duyulduğunu ortaya koymaya çalışır. Beraberce toplumsal hayatı
sürdürmek zorunda olan insanlar, karşılıklı ilişkilerini düzenleyecek adalet
kurallarına muhtaçtırlar. Bu adalet kuralları ancak peygamberler ve onların
bildirdiği kaideler çerçevesinde tesis edilir.
İbn Sina’ya göre nübüvvetin önemli fonksiyonlarından biri sosyal barışı temin
etmek olmakla birlikte, diğer bir önemli fonksiyonu da dünya ve ahiret saadetinin
temin edilmesi için ibadetlerin insanlığa bildirilmesi ve tanıtılmasıdır (Yavuz, tsz:
109-116).
Nübüvvete Yapılan İtirazlar
Nübüvveti inkâr
edenlerin temel
hareket noktaları
akıldır.
İslam düşüncesinde nübüvveti kabul edip gerekli olduğunu savunan
düşünürler olduğu gibi, Berahime gibi, nübüvveti reddedenler de vardır. Bazı
kaynaklar İbn Ravendî (ö.245/910) ile Ebu Bekir er-Razî (ö. 313/925) gibi
düşünürlerin de nübüvveti reddettiğini belirtmektedir. Ancak bu konu tartışmalıdır.
Çünkü son zamanlarda yapılmış olan çeşitli çalışmalar her iki düşünürün de
nübüvveti reddetmeyip kabul ettiğini, reddedenlere karşı nübüvveti savunduğunu
ve bu noktada bir yanlış anlamanın olduğunu belirtmektedir. Bunlara ilaveten
kaynaklarda Sümeniyye, İbahiyye ve Sabiîler'in de nübüvveti inkâr eden
görüşlerinin bulunduğu ifade edilmektedir.
Peygamberliği inkâr edenler veya onu muhal görenlerin temel hareket
noktaları akıldır. Akıldan hareketle ortaya konmuş olan bu itirazları dört grupta
değerlendirmek mümkündür:

Peygamberlerin Allah tarafından gönderildiğinin tespitinin imkânsız
olduğu şeklindeki metafizik itiraz

Bilginin yegâne kaynağının akıl olduğu ve bütün bilgileri elde etmek
için aklın yeterli olduğu şeklindeki akli itiraz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Özet
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri

İnsanlar arasındaki savaşların ve anlaşmazlıkların dinden
kaynaklandığı kabulünden hareketle insanlık barışı açısından yapılan
amelî itiraz

İslam âlimlerinin nübüvvete delil olarak gösterdikleri mucizenin
delaletinin imkânsızlığından hareketle yapılan itiraz (Yavuz, tsz: 148162).
• İslam kültür ve medeniyetinin etkisiyle oluşmuş olan İslam
Düşüncesi'nin bilgi, varlık, değer, din-felsefe ilişkisi, nübüvvet, Tanrı
ve Tanrı-âlem ilişkisi gibi birçok problemi vardır.
•İslam düşünürleri bilgiyi ifade etmek için “ilim” ve “marifet”
kelimelerini kullanmışlardır. Kelamcılar bilginin ilahî ve beşerî bilgiye
uygun düşebilecek bir tanımını bulmaya çalışmışlar, İslam filozofları
ise bilgiyi bir tür kavrama işlemi olarak ele almışlardır. Bilginin akıl ve
duyular şeklindeki iki temel kaynağına kelamcılar haberi, filozoflar
sezgiyi (hads), mutasavvıflar ise ilhamı ilave etmişlerdir.
•Varlık konusunda Aristoteles’ten hareket etmiş olan İslam filozofları,
özellikle şu üç soruyu cevaplandırmaya çalışmışlardır: “Var” ya da
“mevcut” dediğimiz şey nedir? Tümeller gerçek bir varlığa sahip
midir? Var etme ya da yaratma eylemi nasıl meydana gelmiştir? İslâm
düşünürleri varlığın tanımının yapılamayacağı, zihin ve zihin dışı diye
iki temel sahasının olduğu, bir de zorunlu varlık ve mümkün varlık
şeklinde iki kısma ayrıldığı konularında ittifak etmişlerdir. Zorunlu
varlıktan mümkün varlığın nasıl meydana geldiği hususunda ise görüş
ayrılığına düşmüşlerdir.
•İslam düşünürleri mutlulukçu bir ahlak anlayışına sahiptirler. Ahlak
konusunda ruhta yerleşmiş olmak, düşünüp taşınmadan yapılmış
olmak ve özgürce yapılmış olmak gibi üç özelliğe önem vermişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla
pekiştirebiirsiniz
• İslam düşüncesinde doğru bilginin imkânını
tartışınız.
Ödev gönderimi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Aşağıdakilerden hangisi İslam düşünürlerinin kabul ettiği bilgi
kaynaklarından biri değildir?
a) Duyu
b) Akıl
c) Haber
d) Sezgi
e) Sadık rüya
2. İslam düşünce tarihinde ilimlerle ilgili sınıflamayı kim yapmıştır?
a) Aristoteles
b) Hz. Peygamber
c) Hz. Ömer
d) Farabî
e) Harizmî
3. Mahiyeti varlığının aynı olan ve zatı varlığını gerektiren varlık kategorisi
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mümtenî varlık
b) Nefsî varlık
c) Vacib varlık
d) Farz varlık
e) Mümkün varlık
4.
“İyilik” ve “kötülük” gibi ahlaki değerlerin fiilin kendisinde değil, yöneldiği
gayede olduğu görüşünü savunan İslam düşünürü aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Farabî
b) Gazalî
c) İbn Sina
d) Eş’arî
e) Maturidî
5. Aşağıdakilerden hangisi, "İnsan için faydalı olanı yaratmak Allah'a vaciptir."
prensibinden hareketle nübüvvetin Allah için vacip olduğunu
savunmaktadır?
a) Eş’arî
b) Maturidî
c) Gazalî
d) Mutezile
e) Sufiyye
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
6. İnsana ait olan aklın en yüksek derecesi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Bilkuvve akıl
b) Bilmeleke akıl
c) Müstefad akıl
d) Bilfiil akıl
e) Heyulanî akıl
7. Günümüze ulaşan ilk müstakil ahlak eserini yazan İslam düşünürü kimdir?
a) Farâbî
b) Kindî
c) Ebu Bekir er-Razî
d) İbn Sinâ
e) İbn Miskeveyh
8. Kur’an-ı Kerim’e göre ilk resul kimdir?
a) Hz. Adem
b) Hz. Musa
c) Hz. Davut
d) Hz. İsa
e) Hz. Nuh
9. Aşağıdakilerden hangisi, iyilik, kötülük ve adalet gibi ahlaki değerlerin
Allah’ın iradesinden bağımsız, gerçek bir varoluşa sahip olduğu ve vahiyden
önce fiillerde ontolojik olarak bulunduğu görüşünü savunmaktadır?
a) Eş’arî
b) Mu’tezile
c) Maturidî
d) Gazalî
e) Farâbî
10. Aşağıdakilerden hangisi nübüvvetin hedeflerinden biri değildir?
a) Anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak
b) Allah'ı tanıtmak
c) İnsanları şeytanın zararlarına karşı uyarmak
d) İnsanlara kapasitelerini aşan konularda bilgi vermek
e) İnsanları dünyada meslek sahibi kılmak
Cevap Anahtarı
1.E, 2.D, 3.C, 4.B, 5.D, 6.C, 7.C, 8.E, 9.B, 10.E
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akbulut, Ahmet. (1992). Nübüvvet Meselesi Üzerine, Ankara.
Arslan, Ahmet. (1994). Felsefeye Giriş, İstanbul, Vadi Yayınları.
Atay, Hüseyin. (1974). Farabî ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, Ankara, AÜİF Yayınları.
Aydın, İbrahim Hakkı. (2000). Farabî’de Metafizik Düşünce, İstanbul, Bil Yayınları.
Aydın, İbrahim Hakkı. (2003). Farabî’de Bilgi Teorisi, İstanbul, Ötüken.
Aydın, Mehmet. (1999). “Ahlak-İslam Felsefesi”, İstanbul, TDV İslam Ansiklopedisi.
Bayraktar, Mehmet. (1985). İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, Ankara, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları.
Bayraktar, Mehmet. (1999). İslam Düşünce Tarihi, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi
Yayınları.
Bolay, Süleyman Hayri. (1999). Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ankara,
Akçağ Yayınları.
Çağrıcı, Mustafa. (1989). İslam Düşüncesinde Ahlak, İstanbul, İFAV.
Dağ, Mehmet. (1991). “İslam Felsefesinin Bazı Temel Sorunları Üzerinde
Düşünceler”, Samsun, OMÜİFD, sy. 5.
Gazalî. (1302). İhya-u Ulumi’d-Din, Mısır.
Karaman, Hüseyin. (2004). Ebu Bekir er-Razî’nin Ahlak Felsefesi, İstanbul, İz
Yayıncılık.
Karaman, Hüseyin. (2005/2). “Ebu Bekir er-Razî’ye Göre Yaratma”, Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 23.
Karaman, Hüseyin. (2010). İslam Felsefesi Tarihi, Rize, STS Kitap Kırtasiye.
Karlığa, Bekir. (1986). “Vücud” md. İslam Ansiklopedisi, İstanbu, MEB. Yayınları.
Kaya, Mahmut. (1984). “Mahiyet ve Varlık Konusunda İbn Rüşd’ün İbn Sina’yı
Eleştirmesi”, İbn Sina Doğumunun Bininci Yılına Armağan (içinde), Ankara, TTK
Yayanı.
Kılıç, Recep. (1992). Ahlakın Dini Temeli, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Kutluer, İlhan. (1989). İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü, İstanbul,
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi.
Özcan, Hanifi. (1993). Mutüridî’de Bilgi Problemi, İstanbul, İFAV Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Düşüncesinin Temel Problemleri
Uludağ, Süleyman. (1994). İslam Düşüncesinin Yapısı, İstanbul, Dergâh Yayınları.
Ülken, Hilmi Ziya. (1995). İslam Düşüncesi, İstanbul, Ülken Yayınları.
Yavuz, Salih Sabri. (ts.). İslam Düşüncesinde Nübüvvet, İstanbul, İnsan Yayınları.
Yavuz, Yusuf Şevki. ve diğr. (1998). İslam’da İnanç Esasları, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Download