Mehmet Celal Bey - Bir Dönem Bir Insan 1863-1926 www.CepSitesi.Net ÖNSÖZ KARA BULUTLAR HENÜZ ÇÖKMEDEN Mehmet Celal, 1863 yılında İstanbul’un Kızıltoprak semtindeki bir konakta dünyaya geldi. 1789 yılında ölen I. Abdülhamid’in kızlarından birinin torunu olması ona Osmanlı hanedanın mensubu olma ayrıcalığını vermekteydi. Gerçi hayatı boyunca bir İstanbul eliti olmanın dışında bunun pek faydasını görememişti; ancak II. Mahmut ve Esma Sultan’ın kız kardeşlerinden birinin torunu olmanın gururunu hayatı boyunca hissetmişti. O da İstanbul’un o dönemdeki bütün elitleri gibi önce evde eğitim görmüştü. Klasik Osmanlı eğitiminin yanı sıra yabancı dil eğitimine de çok önem verilmişti, bu nedenle yabancı dil bilgisi üst düzeydeydi. Doğduğu ve büyüdüğü yıllarda Osmanlı İmparatorluğu Tanzimat Dönemi’nin son demlerini yaşıyordu. İmparatorluk sınırları dahilindeki modernleşme hareketi tüm hızıyla devam etmekteydi. Sultan II. Mahmud’un tahtta olduğu yıllarda siyasi, askeri ve sosyal alanda başlayan reform hareketleri bu dönemde yasal boyut kazanmıştı. Osmanlı tarihinde iktidarın merkezi ilk kez saraydan bürokrasiye kaymıştı. İmparatorluğu yönetecek güçlü modern bir örgüt yaratmak amacıyla geleneksel kalemiye sınıfını modern bürokratik bir idareci sınıfa dönüştürmek amacıyla girişimlerde bulunuluyordu. 1839 yılında padişah Abdülmecid döneminde ilan edilen Tanzimat Fermanı, II. Mahmud döneminde başlayan reformların ve demokratikleşme hareketinin işe yaradığının bir göstergesiydi. “Osmanlı Devleti’nin reform çabalarının sonucu olan Gülhane Hattı Hümayun’u Padişahın tebaasının can, namus ve mal güvenliğini korumayı, düzenli vergilendirme sistemi getirmeyi, zorunlu askerlik sistemi oluşturmayı, yasalar önünde din, dil ve ırk ayrımında bulunmamayı hedefleyen dört temel reformu vaat etmekteydi.”1 Bu dönemde gerçekleşen reformların, özellikle de İmparatorluktaki azınlık nüfusunun konumuna ilişkin olanların ardındaki en güçlü nedenlerden biri hiç şüphesiz ki daimi dış baskılardı. Avrupalı güçler klasik Osmanlı toplum yapısı içerisinde ikinci sınıf olan bu cemaatlerin konumunun iyileşmesi için baskıda bulunuyorlardı. Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra Balkanlar’daki etnik çatışmalar biraz hafiflemiş, ancak bu kez Orta Doğu milliyetçi hareketler ve çatışmalar sonucu karışmıştı. Bu yılların en önemli siyasi olaylarından biri de Kırım Savaşı’ydı. Rusya, Osmanlı topraklarında yaşayan Ortodoksların haklarını korumayı bahane ederek sürekli Osmanlı’nın içişlerine karışıyordu. Sonuçta savaş çanları çaldı ve Osmanlı Rusya’ya savaş açtı. Fransa ve İngiltere Osmanlı’nın çıkarlarını korumak amacıyla savaşa dahil oldu. Ancak Osmanlı açısından yenilgiyle sonuçlanan savaşının ardından 1856’da Paris’te düzenlenen konferansta barış anlaşması imzalanarak Osmanlı İmparatorluğu Tanzimat Fermanı’nın devamı niteliğini taşıyan ve büyük ölçüde İngiliz büyükelçileri tarafından yazdırılmış olan İslahat Fermanı’nı ilan etmek zorunda bırakıldı. Asıl amaç, İmparatorluk içerisindeki gayrimüslim azınlığın haklarını korumak ve artırmaktı. 19.yy ortalarında İngiltere’nin “Doğu Sorunu” olarak adlandırdığı ve temelinde Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama düşüncesini taşıyan gayrimüslim azınlığa hak tanınması meselesi Osmanlı merkez yönetiminde çoğu kez hakimiyet kaybına neden oluyordu. İmparatorluktaki cemaatlerin hoşnutsuzluğu, kısmen kötü yönetim, kısmen de o sırada tüm dünyada yayılmakta olan milliyetçilik akımının yol açtığı bölgesel ayaklanmalar Osmanlı İmparatorluğu’nun içten zayıflaması ve parçalanması için tetikte bekleyen büyük devletlerin içişlerine karışmasına neden oluyordu. KENARDA GİZLENMİŞ SEDEF KAKMALI BİR SANDIK On yedi yaşına dört ölüm sığdırmıştı. Önce büyük dayısı Fikret, ardından peş peşe büyük dayı Javalı Celal ve büyükbabası Sedat; babaannesini kaybettiğinde ise onu hatırlayamayacak kadar küçüktü. Her köşesinden anıların, fotoğrafların ve irili ufaklı objelerin göz kırptığı evlerinde onunla da yakından tanışmıştı aslında. Ali, her sabah koridor boyunca duvara asılmış siyah beyaz fotoğraflar arasında o mahzun, siyah gözlerle karşılaşır ve güne öyle başlardı. Babaannesinin Java Adası’nda, 1921 yılında başlayan ve 1994 yılında İstanbul’da son bulan yaşam öyküsü hep ilgisini çekmişti. Farklı ülkelerde farklı yaşamlar süren insanların hiç ummadıkları bir yerde ve zamanda karşılaşmaları, birlikte yola çıkmaları, giden için çok değişik bir coğrafyada ortak bir dil kurmaları, kültürlerin harmanlanarak yeni bireylerde yaşam bulması bir anlamda her türlü sınırın ortadan kaldırılması demekti. Babaannesi Sevda’nın annesi Süheyla’da öyle yapmıştı. Bir sevginin peşinden sınırları aşmış, düzenini bozmuş, hiç tanımadığı bir kültüre ve yaşama kucak açmıştı. O zamanlar Hollanda’nın sömürgesi olan Batavya’nın1 Java Adası’nda 1920’li yılların başlarında, bir anlamda esir bir şehirden bir başka esir şehre göç etmişti. Anlaşılan o ki İngiliz işgali altındaki İstanbul’da yaşamak Java’da yaşamaktan daha ağır gelmişti ona. Orada, 1921 yılında babaannesi Sevda doğmuş, 1923 yılında Cumhuriyet’in ilanıyla sonra vatan topraklarına ailece geri dönmüşler ve büyük dayısı Javalı Celal 1925 yılında İstanbul’da dünyaya gelmişti. Çocukluğundan beri ailesinin dünya coğrafyası üzerinde din, dil, kültür farkı gözetmeksizin yayılışını, ülke sınırlarını aştıkça iç sınırlarını da aşıp zenginleşmiş olduklarını gözlemliyor; onları daha derinlemesine anlamak, hissetmek istiyordu. Dünya insanı olmak böyle bir şeydi. “Yerin yurdun neresi olursa olsun orada değerlerinle kök salabilmek, geçmişini unutmadan, yadsımadan yaşamındaki hatalarla ve erdemlerle yüzleşebilmek, sevgide ve hoşgörüde sınırsız olabilmek,” diye düşündü kendi kendine büyük dayısı Javalı Celal’in Maçka Palas’tan Gülbağ’a uzanan yaşam öyküsünü anımsarken. Süheyla Hanım Cumhuriyet’in ilanıyla Java’dan İstanbul’a döndükten bir süre sonra iki çocuğuyla birlikte yıllarca yaşayacağı Maçka Palas’a yerleşmişti. Babaannesi Sevda, Notre Dame de Sion kız lisesini ve tıp fakültesini bitirdikten sonra Doktor Sedat Ceyhan ile evlenmiş ve Maçka Palas’tan ayrılmıştı. Süheyla Hanım ve Javalı Celal Bey Maçka Palas’ta Süheyla Hanım’ın ölümüne kadar ana oğul birlikte yaşamışlar, sonrasında da apartman satılana kadar Javalı Celal Bey yaşamını burada sürdürmüştü. Sert, otoriter, prensip sahibi çehresinin ardında çok zengin bir ruh ve parlak bir zekâ barındıran Javalı Celal Bey, hem Galatasaray Lisesi’ni hem de Mühendislik Mektebini sınıf atlayarak bitirmişti. Parlak mühendislik kariyerinin ardından her zaman olduğu gibi ideallerinin peşinden gitmiş ve çok sevdiği denizle buluşmuştu. Hayatının büyük bölümünü teknesiyle denizde geçirmiş ve ömrünün sonuna kadar denizden kopmamıştı. Kimileri dünyayı dolaşıp küçük odalarına geri dönerken, o hep küçük odasında yaşayıp farklı dünyaları gezmişti. Javalı Celal Bey’in, ablası Sevda’dan yıllar sonra Gülbağ’da sonlanan yaşamı bir dönemin de sanki toprak altında yitip gitmesi gibi acı verdi Ali’ye. “Onca yaşanmışlık, onca anı, onca tecrübe bu dünyadan göç edenle birlikte yitip gidiyor,” diye düşündü Ali. Belki de bu yüzden ailesinde ölümlerin ardından yaşanan tasfiyeler yıllarca sürüyor, evler bir türlü boşaltılamıyordu. Her bir eşyaya canlıymışçasına özenle yaklaşılıyor, bir devre tanıklık etmiş olması ya da sahibine yıllarca can yoldaşı olması yetiyordu korunup saklanması için. Gümüş şamdanlar, sikkeler, abanoz konsollar, çeşm-i bülbüller, türlü türlü şekerlikler, meyvelikler, likör takımları, Hoca Ali Rıza’lar, Füreyya’lar, Bedri Rahmi’ler özenle ayrılır; geride kalan kırık dökük ne varsa onlarla da vedalaşmak çok uzun sürerdi. Mektuplar, fotoğraflar ve geçmişe ait bütün evraklar incelenir, toplanır eve getirilirdi. Hiçbir tasfiye aceleye getirilmez; yavaş yavaş, özenle yapılırdı. Evleri çok misafirperverdi. Tüm eşyalara mucizevi bir şekilde yer açılır, hiçbir yeni gelen açıkta kalmazdı. Eve gelen eski eşyalar, eski sahiplerinin ruhunu taşıyor gibi, ev ahalisinde bir teselli duygusu yaratıyordu. Aryaların eşliğinde yudumlanan kahve fincanlarında yitik anılar yaşam buluyordu adeta. Her köşesi yıllar boyunca bir anılar müzesine dönüşen evde kendi odası farklı mıydı sanki? Henüz yedi yaşlarındayken ilk kez gittiği Paris’te ailesi büyük bir coşkuyla onu Lafayette’teki oyuncakçıya götürmüş, heyecanına ve mutluluğuna tanık olmak istemişti; oysa onun aklı otelin karşısındaki küçük hediyelik dükkânında kalmıştı. Orada pırıl pırıl parlayan sarı, mavi rengârenk taşlar; küçük şişelere konmuş, farklı denizlere ait çakıl taşları ve kumlar aklından hiç çıkmamış ve sonunda odasında başköşedeki yerlerini almıştı. Daha sonraları bu objeler kaybettiği yakınlarının eşyalarına yoldaşlık etmeye başlamıştı. Hayatı, İstanbul Gülbağ’da, bir apartman dairesinde sonlanan Javalı Celal Dayı’nın sallanan sandalyesinde otururken bunları düşündü Ali. Javalı Celal özgür ruhunu korumanın bedelini hiç evlenmeyerek ödemişti. Çocuk sevgisini ablası Sevda’nın oğullarında tatmış, özgürlüğünden hiç ödün vermemişti. Ali, babasıyla birlikte büyük dayısının asırlık eşyalarının arasında kaybolurken, Endonezya işi abanoz büfenin kenarında sedef kakmalı ahşap bir sandık ilişmişti gözüne. Tozlu sandığı elleriyle araladı. Yıllarca kim bilir kaç ev dolaşmış kaç hikâye biriktirmişti, kaç insanın yaşamına tanıklık etmişti bu sandık? Ne kahkahalar, ne gözyaşları, ne hayal kırıklıkları, ne acılar, ne savaşlar, ne barışlar… Her şey en az yüz yıllık bu sandığın tanıklığında yaşanmıştı. İçinden siyah beyaz, sararmış pek çok fotoğraf çıkmıştı: Endonezya’da Sevda babaannesinin adını taşıyan Villa Sevda’nın fotoğrafı mesela. Fotoğrafların arasında iki adet Osmanlı pasaportu gözüne ilişmişti; günümüzdekilere hiç benzemeyen bu pasaportlar Osmanlıca, Almanca ve Fransızca yazılmıştı. Sayfalarında Osmanlı Devletine ait mühürler, damgalar, dolmakalemle yazılmış bilgiler vardı. Birini hemen tanıdı: Babaannesi Sevda’nın annesi Süheyla Hanım’ın pasaportuydu. Ya diğeri? Pasaportun sayfalarını çevirdi. Verildiği Makam: Osmanlı İmparatorluğu – Konstantinopel, 1917 Ekimi. Doğum Yeri ve Tarihi: Konstantinopel, 1863. Gidilen Yerler: Berlin- Hambourg- Stuttgart ve bir sayfada Balkanzug 9 Nisan 1918 kaşesi. Adı Boy Yüz Ten Saçlar Gözler Bıyık Özel Durum Baba Adı Mesleği : Mehmet Celal Bey : Orta : Oval : Beyaz : Kestane : Açık kahve : Kır : Gözlüklü : Hassan Attif Bey : Eski Konya Valisi Beş kuşak önce yaşamış, Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemine tanıklık etmiş bu devlet bürokratı kimdi gerçekten? Bir kararın birçok kararı etkileyeceği, mayın tarlası gibi tehlikelerle dolu, sisli puslu, doğruların yanlışlara karıştığı bir süreçte kritik görevlerde bulunmuştu. Ali, Cumhuriyet öncesi kan gövdeyi götürürken valilik yapmış olan bu aile büyüğünü yakından tanımak istedi. Babasına pek çok soru sormuştu, ancak onun konuya beklediği coşkuyla yaklaşmadığını fark etti. Ayrıntılara girmeden, neredeyse üstünkörü cevaplar verince dayanamadı: - Bir yığın fotoğraf ve gazete haberi buldum. Çok önemli bir döneme tanıklık etmiş bir kişi. Üstelik Cumhuriyet kurulana kadar, Osmanlı’nın en sancılı dönemlerinde önemli devlet görevlerinde bulunmuş. Erzurum, Halep, Konya, Adana gibi kritik yerlerde valilik yapmış. Onun aile hikâyelerini ve görevdeyken yaşadıklarını bana daha ayrıntılı anlatır mısın? - Konu çok hassas o yüzden nereden başlayacağımı ve sana nasıl aktaracağımı düşünüyorum. - Sen bildiklerini ve duyduklarını anlat yeter. Babası Ali’den çok daha küçük yaşlardayken Maçka Palas’ta, anneannesi Süheyla Hanım’ın evinde fotoğraflarını ve Osmanlıca kaleme alınmış el yazılarını gördüğü bu ciddi görünümlü adamı merak etmiş, onun hakkında aile büyüklerinden bilgi ve belgeler toplamıştı. Ali’nin bu ısrarlı soruları ve merakı karşısında babası bildiklerini anlatmaya başlar: - Yıl 1863, Mehmet Celal Bey İstanbul Kızıltoprak’ta bir konakta… ORDUMU BÜROKRASİMİ İşte böyle sancılı bir dönemde bir yandan demokratikleşme mücadelesi verirken diğer yandan iç çatışmalar ve dış müdahalelerle kaosa doğru sürüklenen bir devlet yapısında eğitimli ordu daha da önem kazanmış, subay olmak birçok genç için cazip hale gelmişti. Mehmet Celal Bey ise mizacı gereği subay olmayı ve cephelerde savaşmayı seçmedi. Yetişme tarzı nedeniyle Osmanlı bürokrasisine büyük hizmetler verebileceğinin farkındaydı. Babası Atıf Bey de asker olmayı seçmemiş, Maliye Nezareti’nde idareci olmuştu. Mekteb-i Mülkiye-i Şahane1 Mehmet Celal Bey için biçilmiş kaftandı. Tanzimat Dönemi’nde yapılan reformlar ordu, merkezi bürokrasi, taşra yönetimi, vergilendirme, eğitim ve haberleşme alanlarındaydı. Özellikle merkezi bürokraside gerçekleştirilen reformlar devlet yönetiminde köklü değişikliklere gidilmesine sebep olmuştu. Yönetim sisteminde merkezi düzeyde görülen esas değişim, gereksiz kadroların tasfiyesi ile verimliliğin artırılması ve uzmanlaşmaya gidilmesiydi. Böylece aşamalı olarak Avrupa’daki örneklere göre bir dizi bakanlık ve idare heyeti kuruldu. Bu dönemde hükümetin güç merkezi, saraydan Babıali’ye doğru yer değiştirmekteydi; dolayısıyla devlet adamı yetiştiren Mekteb-i Mülkiye-i Şahane önem kazanmıştı. Memleketinin bu kendini bulma çabaları sürerken, Mehmet Celal Bey yıllar sonra bir dönem müdürlüğünü de yapacağı Mülkiye’yi severek ve başarıyla bitirdi. Ancak onun için bu eğitim yeterli değildi. Dış dünyaya açılmak, Avrupa ülkelerindeki gelişmeleri yakından takip etmek istiyordu. Ekonomik ve siyasi açıdan güçlenmek ve üstün bir yere gelmek için çabalayan Almanya bu ülkeler arasında onun için en dikkat çekici olanıydı. DEUTSCHLAND DEUTSCHLAND Almanya’nın en eski kentlerinden Bonn’da uzun süre kalarak Ticaret ve Ziraat Nezareti adına eğitimini ve ihtisasını sürdürdü. Çalışkanlığına ve disiplinine hayran olduğu bu ülkenin I. Dünya Savaşı’nın sonunda onu hayal kırıklığına uğratacağını ve yıllarca yaşadığı Ren nehrinin iki yakasında uzanan Bonn şehrinin savaş sonrasında önce İngilizler, ardından Fransızlar tarafından işgal edileceğini rüyasında görse bile inanmazdı. Almanya, o dönemin birçok Osmanlı subayı ve bürokratı gibi onda da hayranlık uyandırıyordu. Bu çalışkan ve mücadeleci millete hayran olmamak mümkün müydü? Ona göre Alman halkının ekonomik düzeni, fedakârlık ruhu, vatan sevgisi ve sabrı başka hiçbir ulusunkine benzemiyordu. Daha sonra yorgun Osmanlı’nın yıkılmasına sebebiyet verecek bu hayranlık Osmanlı ordusunun ve bürokrasisinin kanına işlemişti adeta. II. Mahmut ile başlayan batılılaşma hareketini beraberinde getiren ve II Mahmut’un annesinin Fransız olmasının da etkisiyle ortaya çıkan Fransız hayranlığı bu kadar kısa sürede nasıl olup da Alman hayranlığına dönüşmüştü? Hâlbuki ıslahat hareketleri sonrasında ülkede belirgin bir Fransız hayranlığı ve taklitçiliği egemendi. Acaba o dönemde askeri işbirliği ve yardım maksadıyla İstanbul’a gelen Fransız zabitlerinin Pera’daki abartılı eğlencelerinin toplum üzerinde yarattığı olumsuz izlenimin sonucu muydu bu değişim? Yoksa Alman ve Osmanlı İmparatorluklarının beraberce oluşturduğu bilinçli bir politikanın sonucu muydu? Kasım 1889’da genç Alman imparatoru II. Wilhelm ve eşi İmparatorluk yatı Hohenzollern ile İstanbul’a gelmişti. II. Wilhelm’in yeni dünya politikasında Osmanlı İmparatorluğu’nun yeri ve önemi büyüktü. Ancak bu konuda Alman Şansölyesi Bismarck ile ciddi görüş ayrılıkları vardı. Kaiser II. Wilhelm İstanbul’da büyük bir diplomatik boşluk olduğunu fark etmişti. Kanuni Sultan Süleyman döneminden Bonapart dönemine kadar bu boşluk Fransa tarafından doldurulmuştu. Bu tarihten sonra İngilizler politik hakimiyeti ele geçirmişler ve bu hakimiyet 1878’de Kıbrıs’ın ve 1882’de Mısır’ın İngilizler tarafından işgaline kadar sürmüştü. Asırlardır Osmanlı’nın egemenliği altında bulunan bu toprakların işgali İngilizler ile Osmanlı arasındaki ilişkiyi soğutmuş ve Almanya’nın fark ettiği bu politik boşluk ortaya çıkmıştı. Aslında bunu değerlendirmek görünürde Almanya için de oldukça akıllı bir hamle idi. Zira süratle güçlenen ve donanmasını da güçlendiren Almanya’nın Fransa ve İngiltere ile işbirliği şansı yoktu. Öyle ya sömürgeciliğe yeni başlayan bir ülkenin paylaşacak veya pazarlığa konu olacak sömürgesi de yoktu. Hâlbuki Fransa ve İngiltere ellerindeki sömürgeleri Fas ve Mısır’da olduğu gibi paylaşacak ve biri diğerinin sömürgesindeki varlığını kabul edecekti. 1900’lü yılların başında birçok ülke güçlü devletlerin sömürgesi haline gelmişti. Bu iktidar savaşına sonradan katılan Almanya’nın yeni sömürgeler elde edebilmek için belli ki çok daha fazla mücadele vermesi gerekiyordu. Bu politikanın gölgesinde 1881 yılında Almanya’nın önemli komutanlarından Von Der Goltz ve heyeti İstanbul’a gelmiş ve Goltz Paşa yıllarca Osmanlı ordusunu yeniden organize etmek ve güçlendirmek için uğraş vermişti. Alman tüccarlar Osmanlı topraklarında faaliyete başlamışlar, bunun sonucunda Deutsche Bank İstanbul’da şube açmıştı. Osmanlı aydın sınıfı ve ordusu üzerinde Alman etkisi ve hayranlığı giderek artıyordu. Kaiser II. Wilhelm yaklaşık 10 yıl sonra 1898’de İstanbul’u ikinci kez ziyaret etti. Bu ziyaretin devamında Kudüs’e giderek orada bir Protestan kilisesi açtı. İngilizlere bu konuda da meydan okumuş oldu. II. Wilhelm’in amacı doğuya yayılırken Müslümanların desteğini almaktı. Bu sebeple aynı zamanda halife olan II Abdülhamid ile dostluğuna çok önem verdi. II. Wilhelm’in bu ikinci ziyareti aynı zamanda ticari bir önem taşımaktaydı. Zira Haydarpaşa-Bağdat demir yolunun görüşmeleri bu ziyaret esnasında yapıldı. Burada maksat Almanya’nın üstün kara ordusunu Basra’ya kadar taşıyabilecek bir demiryolu ağına sahip olması ve İngilizlere karşı üstünlüğü ele geçirmesiydi. Projeye 1902’de başlandı. 1909’da II. Wilhelm’in sevgili dostu ve müttefiki II. Abdülhamid tahttan indirilince ilişkiler kısa bir süre için kesintiye uğradı. Ancak ordu ve bürokrasi Alman etkisinde yetişmiş subay ve bürokratlardan oluşuyordu. Balkanlar kaynıyordu; bu subay ve bürokratlar Osmanlı yönetiminde söz sahibi hale gelmişlerdi. Bu sebeple Alman etkisi alabildiğine devam ediyordu. İSTANBULDA BİR AİLE Mehmet Celal Bey’in ablası Nebile Hanım, o dönemin şöhretli komutanı Müşir Kazım Paşa ile evlenmişti. Müşir Kazım Paşa, Plevne savunmasında kahramanca savaşmış, ancak Gazi Osman Paşa ile beraber Ruslara esir düşmüştü. Esareti sırasında kılıcı Rus komutan tarafından kendisine iade edilmiş ve kahramanlığı bir nevi tescil olmuştu. Müşir Kazım Paşa, Abdülaziz döneminde sadrazamlık yapan Sakızlı Ahmet Esad Paşa’nın da küçük kardeşiydi. Osmanlı’ya üstün hizmetlerde bulunmak o dönemde kimileri için bir aile geleneği, hatta kaçınılmaz bir görev gibiydi. Babaları, Sakız Müftüsü Süleyman Bey’den aldıkları bayrağı cesurca taşımaktı aile gelenekleri; nitekim öyle de yaptılar. Mehmet Celal Bey Almanya dönüşünde, Gürcü kökenli Rukiye Hanım ile geleneklere uygun biçimde evlendi. Rukiye Hanım1 bir Osmanlı bürokratı ile evlenmiş olmanın ve üç çocuğunu eşi olmadan yetiştirmenin çilesini tüm hayatı boyunca çekti ancak bunun sorumluğunun farkında olarak bu görevi vakurla yerine getirdi. Osmanlı’da en yaygın dil Fransızca olduğu halde, Mehmet Celal Bey tüm çocuklarının önce Almanca öğrenmeleri için gayret göstermiş, bu amaçla tüm çocuklarının eğitimini Alman mürebbiyelere emanet etmişti. Ona göre ülkenin kaderi Almanya ile olan yakınlaşmaya, ülkenin gelişimi ise Alman bilim ve teknolojisine dayanacaktı. En büyük kızları ve dönemin en alımlı kadınlarından biri olan Atıfet Hanım erken yaşta varlıklı tüccarlardan Nazım Bey ile evlenmişti. Nazım Bey, Atıfet Hanım’a görkemli bir hayat yaşattıktan sonra 1940’larda tüm servetini kaybedecek ve intihar edecektir. Ortanca çocukları Süheyla, gezmeyi ve dünyayı görmeyi çok arzu etmekteydi. O tarihlerde bir Hollanda sömürgesi olan Batavya’dan Mektebi- Sultaniye’ye (bugünkü adıyla Galatasaray Lisesi) okumaya gelen ve ardından Belçika ve Fransa’da yüksek ziraat mühendisliği tahsili yapan Javalı Haşim Al-Attas ile evlenir. Yemen’in önde gelen ailelerinden Al-Attaslar nesiller önce denizleri aşarak Java’ya yerleşmişler ve o zamanlar Batavya’nın ileri gelen ailelerinin sürdürdüğü gelenek gereği oğulları Haşim’i İstanbul’a okumaya yollamışlardı. Eğitimini tamamladıktan sonra yaşamını İstanbul’da sürdürmeye karar veren Haşim Bey, bir okul arkadaşının baldızı olan Süheyla Hanım ile tanışacak ve kısa bir süre sonra evlenip 1920 yılında, uzun ve maceralı bir yolculuktan sonra Java adasının Jakarta şehrine geri dönecektir. Kızları Sevda 1921’de Jakarta’da, oğulları Javalı Celal ise Cumhuriyet kurulduktan iki yıl sonra İstanbul’a döndüklerinde doğar. Mehmet Celal Bey ve Rukiye Hanım’ın en küçük çocukları Ömer Celal ise göçmen kuşlar gibi dört bir yana dağılan diğer aile fertlerinin izini takip ederek I. Dünya Savaşı yıllarında Berlin’e okumaya gider ve uzun yıllar Almanya’da kalır. Ömer Celal (Sarc) dönüşünde genç Türkiye Cumhuriyeti’nin en genç ekonomi profesörlerinden birisi olur ve birkaç dönem İstanbul Üniversitesi’nin rektörlüğünü yapar. İlk Türk ressamlarından, çağdaş Türk müzeciliğinin kurucusu Osman Hamdi Bey’in torunu Cenan Hanım ile evlenir. Mehmet Celal Bey yüklendiği muhtelif idari görevin ardından 1908 yılında mezun olduğu Mekteb-i Mülkiye-i Şahane’ye müdür tayin edilir. Mart 1910’da Erzurum Valiliği’ne tayini çıkana dek bu görevi sürdürür. Bir mülkiye mezunu için okula müdür tayin olmak o dönemin bürokrasisinde bir ödül ve aynı zamanda çok önemli bir gurur konusudur. Daha sonra alacağı kritik görevlerde o dönemin iktidar sahiplerinin emirlerini cesurca yerine getirmeyişinde, buna karşılık söz konusu kişilerin onu görevden almak dışında bir şey yapamamış olmalarında belki de Osmanlı bürokrasinin beşiği olan Mekteb-i Mülkiye-i Şahane’de müdürlük yapmış olmasının rolü büyüktü. 1908-1910 yılları arasında mezun olan tüm bürokratlar arasında müdürleri Mehmet Celal Bey adeta bir efsane olmuştu. Onu Mülkiye’de müdür olduğu yıllardan tanıyan ve devletin farklı kademelerinde görev almış öğrencileri onun daha sonraki yıllarda gerçekleştirdiği sıra dışı ve cesur hamlelerine saygı ile yaklaşacaklardı. FIRTINA YAKLAŞIRKEN Mart 1910’da o dönemin kritik bölgelerinden Erzurum’a vali olarak tayin olur Mehmet Celal Bey. Bu bölge 19. yüzyılın sonlarına kadar Türk, Ermeni ve Kürtlerin kardeşçe yaşadığı, çocuklarını birbirlerine emanet ettikleri bir bölgedir. Mehmet Celal Bey, hatıratında1 “O zamanlar Ermeniler ve Kürtler arasında bazı ihtilaflar vardı. Bunların en mühimi arazi meselesi idi. Fertlerine eşitlik bahşeden bir memlekette çeşitli unsurlar arasında iyi niyeti temin için, her şeyden önce bu ihtilafları, tarafların isteklerine göre ortadan kaldırmak, herkese hakkını vermek, herkesin hakkını hukuken korumak, fertlerin diğerlerine tecavüz ve hakimiyetinin zorla hüküm sürmesini men etmek, memlekette kanunu hakim kalmak lazımdı. Ben bu gayeyi takip ettim. Her şeyden önce, ihtilaflarının sebeplerini, memleketi ve halkı layıkıyla anlamak için incelemede bulundum. Herkesle görüştüm. İfadelerini dinledim. Vilayetin her tarafını dolaştım. Çadırlarda Kürt beylerine, köylerde Ermeni çorbacılarına misafir oldum. Erzurum vilayetinde bir-iki gün dinlenmediğim bir nahiye yoktur. Bunun neticesinde anladım ki unsurlar arasında esaslı ihtilaf yok; bilakis Kürtler, Türkler ve Ermeniler arasında asırlardan beri yerleşmiş bir dostluk, karşılıklı bir güven mevcut. Hamallık, bekçilik etmek üzere İstanbul’a, İzmir’e giden Kürtler, çoluk çocuğunu, komşusu Ermeni’nin himayesine, ticaret için Rusya’ya Amerika’ya giden Ermeniler de ailelerini Türklerin ve Kürtlerin himayesine bırakıyorlar ve iki tarafta bu emaneti güzelce korumaya çalışıyor. Bütün vilayette sadece iki sınıf vardı. Biri hukuka tecavüzle menfaat elde eden zorbalar, diğeri bu zorbaların kötülük ve zulmüyle, karşı koyma gücünü kaybetmiş mazlumlar: Türkler, Kürtler ve Ermeniler. Kaderlerindeki benzerlik, bu biçareleri birbirine bağladığından, zorbalık kaldırılabilseydi, aralarında hiçbir nefret vesilesi kalmayacaktı. Her şeyden evvel bu zorbalığı kırmaya çalıştım. Memlekette herkes hakkında eşit bir kanun olduğunu çalışarak göstermek istedim ve kendi memurluk dönemimde maksadıma eriştik. Arazi ihtilafları da yine zorbalıktan çıkmıştı. Bu ihtilaflardan sadece Ermeniler değil, Türkler, Kürtler aynı derecede zarar görmüşlerdi,” diye yazmıştı. 1911’deki Edirne Valiliği ve kısa bir Dahiliye Nazırlığı görevinin ardından Aydın Valisi olur. Ne tesadüftür ki eniştesi Müşir Kazım Paşa da 1909’da bu bölgeye vali olmuş ve ardından yaş haddi sebebiyle emekliliğe ayrılmıştır. Mehmet Celal Bey’in kritik serüveni Temmuz 1913’te tayin olduğu ve iki yıl boyunca görev yapacağı Halep Valiliği ile devam eder. Osmanlı azınlıklarının yoğun olarak yaşadığı bu bölgede idareciliği sayesinde azınlıkları daha yakından tanıma fırsatını yakalar. Ona göre “gayrimüslim kavimler arasında bize en yakın olan ve beraber yürümeye en müsait bulunan kavim Ermenilerdi”. Erzurum’da oluşmuş bu kanaati Halep’te iyice pekişmişti. Sarıkamış Faciası 1915 yılının ilk aylarında yaşanmış, Osmanlı bu savaşta profesyonel ordusunun büyük bölümünü kaybetmişti. Ancak bu acı haberin duyulması Osmanlı yönetimi tarafından gazetelere uygulanan sansürle önlenmiş, hatta yönetim Sarıkamış Harekâtı’nı bir zafer olarak sunmaya teşebbüs etmişti. Ama halk yine de durumun farkındaydı. Aynı yıl başlayan Çanakkale Savaşı’nda profesyonel ordusunun çoğundan yoksun Osmanlı ordusu tecrübesiz gençlerini cepheye sürmekteydi. Kanal cephesinde çatışmalar yoğun biçimde devam etmekteydi. Osmanlı eski askeri gücünden yoksun olduğu için çok kritik günler yaşıyordu. İşte tam bu dönemde, Mayıs 1915 tarihinde Osmanlı Hükümeti tehcir kararını aldı ve Haziran başında uygulamaya koydu. Osmanlı Hükümeti’ni kontrolü altında tutan İttihat ve Terakki’nin ileri gelen üyelerine göre I. Dünya Savaşı sırasında Anadolu’da yaşayan azınlıklar ve özellikle Ermeniler vatanın bütünlüğü konusunda ciddi tehdit oluşturuyorlardı. 19. yy sonunda kurulan devrimci Ermeni partilerinin asıl hedefleri Batı Ermenilerinin bağımsızlığa kavuşturulması ve Rusya ile Osmanlı’nın egemenliği altında yaşayan Doğu ve Batı Ermenilerinin birleştirilmesiyle bağımsız bir Ermenistan’ın kurulmasıydı. 20. yüzyıla gelinirken Armenagan Partisi, Sosyal Demokrat Hınçak Partisi ve Ermeni Devrimci Federasyonu, Taşnaksutyun Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren Ermeni siyasi partileriydi. “Bu partiler, siyasi hedeflerine ulaşabilmek için, İmparatorluk karşıtı başka siyasi örgütlerle işbirliği yapıyorlardı. Diğer siyasi örgütlerle işbirliği ilkesi parti programlarına da yansımıştı. Ermeni partilerinin, İmparatorluk’la mücadele etmekte olan diğer halkların siyasi örgütlerinin yanı sıra Türk halkının, Jöntürkler gibi Sultan’ın yönetiminden ve güttüğü siyasetten hoşnut olmayan liberal katmanlarını da bir araya getiren tek bir cephe oluşturmaya yöneldikleri açıkça görülür. Bu ilişkileri kurma girişimini öncelikle 1894’te Jöntürklerin başlattığını belirtmek gerekir, ancak inisiyatif daha sonra, çabalarıyla II. Abdülhamid’e karşı tek cephe oluşturulmasını sağlayan Taşnaksutyun’un eline geçti. Ermeni devrimci partilerinin gözü kara eylemlerini dikkatle izlemekte olan Jöntürkler, Paris’teki merkezleri aracılığıyla Ermeni partilerine bir teklif getirdiler: Güç birliği yaparak reformları yalnızca Ermenilerin yoğun yaşadıkları vilayetlerde değil, tüm Osmanlı devleti sathında gerçekleştirmek.”2 Ermeni nüfusunun büyük bir bölümü özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki şehirlerde yaşamaktaydı. Bu şehirlerin hiç birinde Ermeni nüfusu çoğunluk değildi. 1896 yılında Ermeni çeteleriyle yaşanan karışıklıklarından sonra doğudaki durum bir derece normale döndü, ancak yerel nüfus içindeki Ermenilerle Müslümanlar, bilhassa da Kürtler arasında ilişkiler gerginliğini sürdürüyor ve sık sık çatışmalar oluyordu. Mayıs 1913’te Taşnaksutyun temsilcileri Doğu Anadolu’daki Ermenilerin korunması için yabancı bir jandarma örgütünün kurulmasını istediler. Bu konu için İttihat ve Terakki Cemiyeti hükümeti İngilizlere başvurmuş, İngilizler de konuyu Fransız ve Rus hükümetleriyle görüşmüştü. 1914 Şubat’ında, Doğu Anadolu’da geniş kapsamlı yetkileri olan iki müfettişliğin kurulmasına dair bir anlaşmaya varılmış ve Mayıs ayında bölgeye bir Belçikalı ve Hollandalı müfettiş tayin edilmişti. Savaşın çıkması bu planın uygulanmasına engel oldu. Savaş patlak verdiğinde, Ermeni milliyetçileri Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulması ihtimalinin Rusların zafer kazanması halinde gerçekleşebileceğine inanıyordu. Rus propagandası bu emelleri cesaretlendiriyordu. Birkaç bin Ermeni, Rus ordusuna katılmıştı. Ermeniler Osmanlı ordusundan firar etmekte ve Osmanlı hatlarının gerisinde gerilla faaliyetlerine katılmaktaydı. Bu durum karşısında Osmanlı kabinesi, Dâhiliye Nazırı3 Talat Paşa’nın girişimiyle, savaş bölgesindeki bütün Ermeni halkının Suriye çölünün merkezindeki Zor’a yerleştirilmelerini kararlaştırdı. Bu sebeple 27 Mayıs 1915’te Tehcir4 Yasası yürürlüğe girdi. 1- Mehmet Celal Bey’in 1919’da Vakit Gazetesi’nde yayınlanan anıları ‘Ermeni Vakay’i Esbab ve Tesiratı’.Tercüme ve Türkçeleştiren:Ari Şekeryan/Rober Koptaş (Agos Gazetesi) 2- Arsen Avagyan ve Gaidz F. Minassian, Ermeniler ve İttihat ve Terakki: İşbirliğinden Çatışmaya. İstanbul: Aras Yayınevi, 2005. 3- İçişleri Bakanı. 4- Bu yerleştirme (tehcir) 1915-1916 yıllarında tamamlandı ve çok sayıda Ermeni’nin ölümüyle sonuçlandı. ZOR GÜNLER ZOR KARARLAR Mehmet Celal Bey, Halep şehrinde hiçbir sivil Ermeni’nin zorla uzak bölgelere gönderilmesini gerektirecek bir kusuru olmadığını düşündüğü için merkezden gelen nakil emirlerini dikkate almaz. Bu itaatsizliğinin sonucunda Halep Valiliği’nden alınıp Konya Valiliği’ne atanır. Konya’ya gitmeden önce sağlık nedenlerinden dolayı İstanbul’a geldiğinde “Ermenilere yapılanın, mukaddes vatanın yüksek menfaatlerine zıt olduğunu” tüm yetkililere hem yazılı hem de sözlü olarak bildirir. Hatta Konya’ya bu işe daha uygun başka bir devlet yetkilisinin tayin edilmesini ister; Konya’daki Ermenilerinin nakil olmayacaklarının güvencesini aldıktan sonra Konya’ya gitmeyi kabul eder. Henüz yoldayken verilen sözün tutulmadığını ve Akşehir’de Ermenilerin evlerinden çıkarılarak istasyonlarda toplandıklarını görür. Şehir merkezine vardığında buradaki Ermenilerin de istasyonlarda toplandıklarını, ayrıca İzmit, Eskişehir ve Karahisar’dan gelenlerin de Konya’da bekletildiklerini görünce dehşete düşer. İstasyondaki Ermenilerin sefalet içindeki hallerine tanık olur. Konya Ermenilerinin tümünü evlerine geri gönderir. Diğer bölgelerden gelenlere ise muhacir fonundan yevmiye verdirmeye başlar. Haydarpaşa garından gelen trenler her gün binlerce Ermeni getirmektedir. Bunların daha güneye sevk edilmesi için emirler yağmaktadır. Mehmet Celal Bey, vagon olmadığı gerekçesi ile gelenleri Konya’da tutmakta, daha öteye gönderilmelerine izin vermemektedir. Hem İstanbul hem Konya’daki yetkililer Mehmet Celal Bey’in tehcir konusundaki görüşlerini biliyorlardı çünkü Mehmet Celal Bey bu uygulamanın memleket için bir felaket olacağını her fırsatta dile getirmekteydi. Resmi ve gayri resmi tehditler onu etkilememekte, düşüncelerine ve inandığı doğrulara uygun şekilde icraatına devam etmekteydi. Artık her gün, emirlere karşı geldiği yönünde İstanbul hükümetine jurnallenmekteydi. Gerçi İstanbul’daki tüm üst düzey yetkililer Mehmet Celal Bey’in bu konudaki düşüncelerini biliyorlardı. Mehmet Celal Bey belirli güvenceleri aldıktan sonra Konya Valiliği görevini kabul ettiği için kendisinde emirlere karşı koyma, inançlarının ve vicdanının ona emrettiği şekilde icraatta bulunma hakkını görüyordu. Ancak baskılar iyiden iyiye artmıştı. İstanbul hükümeti artık Mehmet Celal Bey ile işbirliği yapamayacağını anlamıştı.Kendisi de artık görevine devam edemeyeceğinin farkındaydı. Görevinden alınmasıyla ve istifa başvurusu aynı tarihe rastladı. Konya’dan ayrılıp İstanbul’a döndü. Görevi sırasında Konya Ermenileri evlerinde kalmışlar, diğer bölgelerden gelen yaklaşık otuz bin Ermeni çeşitli gerekçeler ve bahanelerle daha güneye gönderilmeyip Konya’da onun himayesinde tutulmuşlardı. İstanbul’a döndüğünde kararın memleketin çıkarları doğrultusunda yanlış olduğunu her fırsatta ve her seviyede anlatmaya çalıştı. Fakat fikirleri kabul görmedi. Mehmet Celal Bey’e göre Ermeni vatandaşların da itiraf ettiği gibi savaşın başında henüz hiçbir Ermeni’nin burnu kanamamışken, Ermeni çeteleri Doğu Anadolu’da ordunun erzak yollarını vurmakta İslam köylerini yakıp yıkmaktaydılar. Rusların bizimle ile ilgili tüm istihbaratı Ermeniler üzerinden elde ediyor olmaları da oldukça önemliydi. Bu detayları en iyi bilen, iki yıl süreyle Erzurum Valiliği yapmış olan Mehmet Celal Bey’di. Savaşta olan bir ülke önce ordularının selametini düşünür ve bu gibi saldırıların olduğu bölgelerde yeri geldiğinde zalimce de olsa gerekli tedbirleri almaktan kaçınmaması gerektiğini bilirdi. Mehmet Celal Bey’e göre çeteciler her şeyi yapabilirdi. Çünkü çeteciydiler. Ancak devletin görevi sadece suçlu olanları bulmak ve onları cezalandırmaktı. Dolayısıyla tüm bu sebepler toplu bir tehcirin gerekçesi olamazdı, olmamalıydı. Doğru veya yanlış vatanın selameti için Ermenilerin bulundukları yerlerden çıkarılmalarının gerekli olduğu düşünülmüşse bile, tehcir bu şekilde uygulanmamalıydı. Güneye sevk edilen Ermenilerin Arap göçebe kavimlerinin arasında gıdasız ve barınaksız telef olmaları kaçınılmazdı. Ermeniler asırlardan beri yerleşik bir kavimdi. Ağaçtan, sudan ve her türlü malzemeden yoksun bir Ermeni kavmi alışık olmadığı çöllerde yok olmaya mahkûmdu. Nitekim öyle de oldu. Mehmet Celal Bey’e göre Ermeni meselesinde Müslümanlar ve Türkler tamamıyla malzemeydi. Halep Valiliği esnasında tehcir edilen Ermenilere yerli Müslümanların yardım ettiklerine, toprak sahiplerinin ona başvurarak Ermenileri topraklarında iskân edebileceklerini söylediklerine şahit olmuştu. Halep ve Konya’da hiçbir Türk’ün Ermenilerin mallarına tecavüz ettiğine şahit olmamıştı. Daha da ötesi Halep ve Konya’da tehciri destekleyen hiçbir Türk ve Müslüman’a rastlamamıştı. Bu durumda Türk ve Müslümanlar Ermenilerin başına gelenlerden nasıl sorumlu tutulabilirlerdi? Mehmet Celal Bey, Konya Valiliği görevinden sonra idari görev almamış olmanın vicdani rahatlığını ve hüznünü bir arada yaşarken, çocukları farklı yerlere dağılmaya başlamışlardı. En küçük çocuğu olan, oğlu Ömer Celal tahsili için Berlin’e yerleşmişti; ortanca çocuğu Süheyla bir Endonezyalı ile evlenmişti. Gerçi evlendiği Haşim Al-Attas o tarihlerde bir Hollanda sömürgesi olan Batavya’dan (bugünkü adıyla Endonezya) Mektebi- Sultaniye’ye okumaya gelmiş, Mektebi- Sultaniye’den 1904 yılında mezun olduktan sonra Belçika Gemboux’da ziraat mühendisliği tahsili, ardından Fransa’da kolonyal ziraat ihtisası yapmış, yüksek kültürlü bir gençti. Üstüne üstlük Yemen’den Endonezya’ya 18. yüzyılda İslam kültürünü yaymak maksadı ile Yemen’in Hadramut bölgesinden göçmüş önemli bir ailenin mensubu idi. Aile fertleri Endonezya’da Ehlibeyt (peygamber soyundan) kabul edilirlerdi.1 Haşim Bey’in Ağabeyi Osman Al-Attas’da yine kendisi gibi Mektebi- Sultaniye’de okumuş, hatta aynı mektepte matematik hocalığı yapmıştı. O dönemde Mektebi- Sultaniye Müslüman ülkeler arasında erişilmesi güç, çok önemli bir kültür yuvasıydı. Haşim Bey’in ağabeyi Osman Bey keyfine çok düşkün birisiydi. Osman Bey’in boğaza nazır evindeki çay partileri o dönem oldukça meşhurdu. Pierre Loti’nin Aziyade adlı eserinde Osman Bey’in çay partileri bolca anılmaktadır.2 Süheyla Hanım ve Haşim Bey 1920’de uzun ve maceralı bir yolculuktan sonra Java adasının Jakarta şehrine yerleşirler. Yolculuklarını Süveyş’teki sıkıntılar nedeni ile Akdeniz üzerinden yapmak zorunda kalırlar. Süheyla Hanım ve Haşim Bey’in kızları Sevda 1920’lerin başında Jakarta’da doğar. Sevda, İstanbul’da hanedan soyunun uzak bir temsilcisi iken, Jakarta’da babasının mensubu olduğu Al-Attas ailesinden dolayı ehlibeyttir. Yerel Müslüman halk bu ufacık çocuğun ellerini “Şerife” (kutsal) diye öperlermiş. Baba Mehmet Celal Bey için kızının Endonezya’ya gidişi hem kızı için bir kurtuluş ama bir o kadar da üzüntüye sebep olacaktı. UZAKLARDA 1- Peygamber soyundan olup Güney Doğu Asya’ya göç etmiş ve bu bölgenin İslamlaşmasını sağlamış atalardan gelen az sayıdaki ailelerden biriydi Al-Attas’lar. Bu sebeple aile fertleri her dönemde bölgede hatırı sayılır konumlarda olmuşlardı. Bunun yakın zamandaki örneği Mehmet Celal Bey’in Endonezya’da doğan torunu Sevda’nın Endonezya’daki kuzeni Ali AlAttas’dı. Ali Al-Attas 1988-1999 yılları arasında Endonezya Dışişleri Bakanlığı yapmış çok saygın bir devlet adamıydı. 1991 yılında Kamboçya’daki barış anlaşmasının mimarı olmuştu. Hatta Dışişleri Bakanlığı döneminde Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine aday gösterilmişti. 2- Neyzi,Leyla.İstanbul’da Hatırlamak ve Unutmak-Birey,Bellek ve Aidiyet BÜYÜK YENİLGİ BÜYÜK DÜŞ KIRIKLIĞI Bir nevi emeklilik yaşamı süren Mehmet Celal Bey’in Alman hayranlığı, tüm yaşadıklarına rağmen, alabildiğine devam ediyordu. Gerçi yine bir Alman hayranı olan Enver Paşa’nın hükümetini hatalı karar ve uygulamalarından dolayı beğenmiyor, onların emellerine hizmet etmekten kaçınıyordu. Sırf bu amaçla emekliliği seçmemiş miydi? Ama 1917’de bile Almanya’nın savaşı kazanacağına inancı tamdı. Mehmet Celal Bey’in Enver Paşa’ya olan öfkesi Enver Paşa’nın ölümüne dek sürerken, Endonezya’da doğan torunu Sevda daha sonra Türkiye’de tıp eğitimi alacak ve kaderin cilvesi, yine kendisi gibi bir doktor olan Enver Paşa’nın kızı Mahpeyker Hanım ile çok yakın arkadaş olacaktı. Mehmet Celal Bey’e göre Fransızlar duygusal bir milletti ve duygularına kolayca yenik düşerlerdi. Bu halkın sempatisini kazanmak için gösterişli bir nutuk yeterli idi. Buna karşılık Ruslar ile işbirliği kurban vermeyi gerektirirdi. İngiltere ise kendi hesabına hiçbir şey vermeden yolunda ilerlemeyi becerirdi. Ona göre İngiltere I. Dünya Savaşı’nda Rusları memnun etmek için Osmanlı’yı kurban vermeyi seçmişti. İngiltere, Rusya’nın Slavları birleştirme politikasını da bu maksatla desteklemişti. I. Dünya Savaşı’ndan çok önce yapılan planlara göre Rus-İngiliz dostluğunun gölgesinde seçilen kurban Osmanlı Devleti’ydi. Almanların olağanüstü ilerleyişi İngilizleri kaygılandırıyordu. Endüstride İngilizlere yetişmişler, çelik endüstrisinde ve denizaşırı gemi yapımında İngilizleri geçmişlerdi. İngilizlere göre kendilerine tepeden bakan bu haddini bilmez millete haddini göstermenin zamanı gelmişti. Daha önce hiçbir ittifakta yer almamış olan İngilizler, Almanları durdurabilmek için Fransız ve Ruslar ile işbirliği yapmakta tereddüt etmeyeceklerdir. Mehmet Celal Bey istifasının ardından uzun bir süre hiçbir görev almaz. 1917 yılında Almanya’ya tekrar gitme fırsatı bulur. Bulgaristan üzerinden yaptığı uzun bir tren yolculuğunun ardından Berlin’e ulaşır. Oğlu Ömer Celal o tarihte Berlin’de okumaktadır. Aile içerisinde anlatılan bir hikâye baba oğlun yıllar sonra tekrar karşılaşmasını anlatır. Mehmet Celal Bey uzun bir süre görmediği oğlu Ömer Celal’i Berlin’de kaldığı pansiyonda görmeye gider. Pansiyon yetkilisine oğlunun ismini verdiğinde pansiyonda böyle birinin kalmadığı cevabını alır. O sırada oğlunu pansiyondan içeri girerken görür. Pansiyon yetkilisine “İşte Ömer Celal burada, niçin burada kalmıyor diyorsunuz? ” diye sorar. Pansiyon yetkilisinin cevabı “O beyefendi Kont Von Kreta,1 siz karıştırdınız galiba,” olur. Ömer Celal, I. Abdülhamid’in kızı olan büyük babaannesinin, Giritli bir silahtarla evlenmesinden yola çıkarak ve biraz da muzipliğinden kendini Girit Kontu olarak tanıtmıştır. Mehmet Celal Bey, bu seyahati ile ilgili görüş ve düşüncelerini Almanya Seyahat İzlenimlerim adını verdiği, hem Almanca hem Osmanlıca olarak kaleme aldığı kitabında derlemiştir. 1917’de bile Mehmet Celal Bey’in Alman hayranlığı ve Almanların savaşı kazanacaklarına olan inancı devam etmektedir. 1- Girit Kontu. ADANA GÖREV BAŞI Adana ve havalisi o zamanki adıyla Kilikya, Fransızların işgali altındaydı. Birinci Dünya Savaşı’nın ortalarında İngiltere ve Fransa arasında yapılan gizli bir anlaşma sonucunda Müslüman nüfusun yoğun olduğu bölgenin kontrolü Fransızlara bırakılmıştı. Buradaki hedef Türkiye topraklarında yaşayan Ermeniler için bir yurt sağlamaktı ve Fransızlar birçok sömürgelerinde yaptıkları gibi yerel halkı yerel halka kırdırma yolunu seçmişlerdi. Bunun için azınlıkların bir bölümünü yanlarına aldılar. Onların da yardımıyla halka zulüm ediyorlardı. Osmanlı’nın mevcut yönetimi ve Kilikya Valisi Müslüman halkın menfaatlerini korumaktan çok uzaktı. İstanbul’daki Kilikyalılar buradaki zulme dur demek için vali olarak ortak bir isimde birleştiler. “Mehmet Celal Bey”; hem yönetimindeki halkın haklarına sahip çıkacak bir kişilikti, hem bürokrasi ve yönetim onu çok sayıyordu. Ermeni ve diğer azınlıkların da kabul etmekte ve benimsemekte tereddüt etmeyecekleri bir isim gibi gözüküyordu. İstanbul’daki Kilikyalılar Mehmet Celal Bey’in vali olması için yönetime baskı yapmaya başladılar. Ardından Mehmet Celal Bey’e Kilikya Valiliği görevi teklif edildi ve o da bu görevi hiç tereddüt etmeden kabul etti. Mehmet Celal Bey, tahmin edilenin aksine Fransızlar ve onlarla işbirliği yapan azınlıklar için çetin ceviz çıkacaktı. Adana’ya gelişinin akabinde tarih kitaplarında da yerini alan bir bayrak krizine yol açtı. Görev yaptığı valilik binasında Fransız bayrağının asılı olduğunu görüp indirilmesini ve yerine Osmanlı bayrağının asılmasını talep etti. Aksi halde görev yapmayacağını ifade etti. Uzun görüşme ve pazarlıkların ardından Fransızlar haftanın altı günü bayraklarını indirmeyi kabul ettiler. Bir gün asılı kalması ve bu günün de pazar günü olması konusunda ısrarlarını sürdürdüler. Mehmet Celal Bey o gün makama gelmeyeceğini açıkça beyan etti. Hâlbuki pazar günü Osmanlı’da işgünü idi. Celal Bey’in bu bayrak direnci sembolik gibi görünse de yerel halka büyük moral vermiştir. Halk sırf bayraklarının altından geçebilmek için valilik makamını sık sık ziyaret etmeye başlamıştır. Yeraltı direniş örgütlenmesi bundan cesaret almış ve faaliyetlerini hızlandırmıştır. MİLLİ MÜCADELEYE TAM DESTEK 56 yaşındaki bu Osmanlı bürokratının çoğunluğu kendisinden 20 hatta 30 yaş genç mensuplardan oluşan yeraltı direniş örgütlenmesini, yani Kuva-yi Milliye’yi nasıl gizlice desteklediği ve bu destek sebebiyle mevki ve konumunu nasıl riske attığı oldukça şaşırtıcı bir hikâyedir. Mehmet Celal Bey, Kuva-yi Milliye’nin ileri gelenleri ile casus filmlerini aratmayacak bir yöntemle haberleşiyordu. Cam, kağıt ve suyun kullanıldığı bu yöntemde önce kağıt ıslatılıyor, cam üzerine yapıştırılıyor, ardından üzerine kuru bir kağıt konup metin bu kuru kağıt üzerine kurşun kalem ile yazılıyordu. Alttaki ıslak kağıt kurutulduğunda herhangi bir yazı ihtiva etmediği halde tekrar ıslandığında tüm metin ortaya çıkıyordu. Çok geçmeden Fransızların bölgeden sorumlu komutanı Albay Brémon ve General Dufieux Mehmet Celal Bey’in varlığının Fransız çıkarlarına ters düştüğü yönünde üstlerine mesajlar göndermeye başladılar. Onlara göre Mehmet Celal Bey, Almanya’da eğitim görmüş bir Fransız düşmanıydı. Hâlbuki Mehmet Celal Bey gibi bir kişiliğin bütün bir ulusa düşman olması ve kin beslemesi mümkün müydü? Onun düşmanlığı olsa olsa işgal kuvvetlerine idi. Bu işgali gerçekleştiren İngilizler hatta Almanlar olsa onlara da aynı tepkiyi ve direnci gösterecekti. Bu arada Mehmet Celal Bey de boş durmuyor Sadaret makamına1 Adana ve havalisinde olup bitenleri ve Fransızların zulümlerini ayrıntılı olarak yazıyordu. Fransızların amacı bu bölgede Türklerin azınlıkta olduğunu ispat edip diğer azınlıklardan Fransız yönetimini tercih ettiklerine dair belge almaktı. Nitekim bunu kısmen de olsa başardılar. Türk nüfusu göçe zorlayıp Ermeni ve diğer azınlıkları bölgeye yerleştirdiler. Başlangıçta tüm idari görevlerin Osmanlı Hükümeti tarafından üstlenileceği ve Fransızların sadece bu görevlileri kontrol edeceği konusunda mutabakat sağlandığı halde, Fransızlar memurların özellikle gayrimüslim azınlıklardan seçilmesine özen gösteriyor, idari görevlere en ince ayrıntısına kadar karışıyorlardı. Ancak tüm bu faaliyetler Kuva-yi Milliye’nin Adana ve havalisinde hızla örgütlenmesini engelleyemedi. Anadolu’da kurtuluş için çalışan birçok örgüt vardı ve hepsi benzer şekilde hareket ediyordu: Örgütlerin “ulusal” niteliğini vurgulamak ve geniş destek sağlamak amacıyla, eşrafın ve din adamlarının desteğini almaya çalışıyorlardı. Anadolu kentlerindeki “Müdafaa-i Hukuk” örgütleri genellikle Müslüman toprak sahipleri ve tüccarlardan destek görüyordu. İlk zamanlarda taraftar toplamakta zorlanan cemiyetler İzmir’in Mayıs 1919’da işgal edilince büyük bir kararlılıkla Anadolu’daki toplumsal mücadeleyi başlattılar. Mehmet Celal Bey’in Adana’da Fransızlarla mücadelesi sürerken I. Dünya Savaşı’ndaki Çanakkale, Doğu Anadolu ve Filistin cephelerindeki üstün başarıları ile ordu içerisinde bir komutan öne çıkıyordu: Mustafa Kemal. Mütareke sonrasında İstanbul’a gelen Mustafa Kemal, arkadaşı Ali Fethi’nin yardımıyla Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası’nda faaliyetlerini sürdürdü. Partinin yayın organı Minber gazetesinde birkaç yazısı yayımlandı. Ancak 1919 ilkbaharında, İstanbul’da kalarak bir sonuç elde edemeyeceğini anlayınca, birçok meslektaşının yaptığı gibi Anadolu’ya gitmeye karar verdi. Mustafa Kemal’in ordu içerisindeki ünü ve lekesiz özgeçmişi direniş önderliği için onu ön plana çıkarıyordu. Damat Ferit Paşa hükümeti Anadolu’daki durumu sakinleştirmek amacıyla Mustafa Kemal’i 3. Ordu müfettişliğine tayin etmişti. Mustafa Kemal, bütün Doğu Anadolu’yu kapsayan askeri ve sivil yetkilere sahip olarak 19 Mayıs 1919’da Anadolu Türk Kurtuluş Hareketini başlattı. Anadolu’daki yabancı işgal kuvvetleri Mustafa Kemal’in tehlike arz edebileceğinin farkındaydılar, ancak ordusu ve silahı olmayan bir komutan ne kadar vasıflı olursa olsun ne yapabilirdi ki? 1- Osmanlı Devleti’nde başbakanlık makamı. İSTANBUL GÖRÜNDÜ Fransız yönetiminin Mehmet Celal Bey konusunda İstanbul Hükümeti’ne uyguladığı baskılar sonuç vermiş ve daha bir yılı dolmadan Mehmet Celal Bey görev değişikliği bahanesi ile İstanbul’a çağrılmıştı. Fransız yönetimi sonunda amacına ulaşmış ve baş belası olarak niteledikleri bu güçlü, inançlı ve tecrübeli Osmanlı bürokratından kurtulmuşlardı. Celal Bey’e göre Halep’te ve özellikle Konya’da hayatlarını kurtardığı on binlerce Ermeni ne kadar mazlum ve mağdur ise Fransız işgalindeki Adana’da işbirlikçi azınlıkların ve özellikle bir kısım Ermenilerin mezalimine maruz kalan Müslüman Türk vatandaşları da o derece mazlum ve mağdurdu. Ona göre devletin temel görevi, vatandaşını mağdur etmemek, onların mağdur olmasına engel olmaktı. İnsanların etnik kimliğinin bu görev anlayışında hiçbir önemi yoktu. Bu, onun devlet, adalet ve aslında insanlık anlayışı ve yaşama bakışı idi. Osmanlı yönetiminin bu tecrübeli, inançlı ve güvenilir bürokratı emekli etmeye niyeti yoktu. Bir süre sonra işgal altındaki İstanbul’a şehremini olarak tayin oldu. İstanbul’daki işgal kuvvetlerine kendini saydıran bir bürokrat olarak tarihe geçti. Bu arada İstanbul’daki silah mühimmat depolarından çalınan ve Karakol Cemiyeti vasıtası ile gizlice Anadolu’ya sevk edilen silah ve mühimmatın trafiğine göz yumuyor ve hatta bu trafiği gizlice destekliyordu. Karakol Cemiyeti, Kasım 1918 ile Mart 1920 arasında çok sayıda İttihatçı subayını -birçoğu aranmakta olan isimlerdi- Anadolu’ya gizlice kaçırmayı başarmışlardı. İttihatçı liderlerin savaş bitmeden önce attıkları en büyük ve yararlı adım, Karakol’un kurulmasıydı. Asıl kurucuları Miralay Kara Vasıf, Baha Said Bey ve Kara Kemal olan örgütün amacı, aslında savaş sonrasında İttihatçıları korumak ve onları İtilaf Devletleri’nin, liberallerin, Hıristiyan cemaatlerin intikam isteklerine karşı korumaktı. Ayrıca başkentten yetenekli insan, para, silah, erzak ve araç gereç göndermek suretiyle Anadolu ve Kafkasya’daki direnişi güçlendirmeyi amaçlıyordu. Karakol bu amaçla Anadolu’da gelişmekte olan direniş hareketine İtilaf Devletleri’nin denetimi altındaki Osmanlı depolarından çalınmış büyük miktarda silah, erzak ve cephane sağlamıştı. Bu eylemlerde Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarından başka, halen Kara Kemal’in denetiminde olan hamal ve kayıkçı esnafın, Harbiye Nezareti telgraf dairesi memurlarının çok büyük rolleri oldu. Karakol, direniş hareketine hükümet dairelerindeki kendi casusluk şebekesinden edinilmiş istihbaratı da temin etmekteydi. Osmanlı bürokrasisinin Anadolu’daki milliyetçilerle olan işbirliğinin anlaşılması İngilizlerin İstanbul’u resmen işgalinin başlıca nedeniydi. İşte böyle bir ortamda şehreminlik görevini sürdüren Mehmet Celal Bey, bir yandan derinden bağlı olduğu Osmanlı’ya hizmet verirken, bir yandan da Adana Valiliği döneminde yakınlık kurduğu Anadolu direniş hareketine gizlice destek vermeye çalışıyordu. Yine aile içerisinde anlatılan bir hikâye onun İstanbul’daki görevini nasıl yerine getirdiği hakkında fikir vermektedir: İşgal altındaki İstanbul’da bir tören esnasında bir İngiliz subayı bir Osmanlı subayına herkesin önünde ve hatta Mehmet Celal Bey’in de bulunduğu bir ortamda tokat atar. Mehmet Celal Bey olaya o anda tepki gösterip müdahale etmez. Ertesi gün o İngiliz subayının kaybolduğu haberleri İstanbul’u sarsar. Dedikodulara bakılırsa o İngiliz subayı büyük ihtimalle Osmanlı yönetimi veya derin devlet tarafından tarafından gizlice öldürülmüştür. Ancak çok muhtemeldir ki Mehmet Celal Bey’in törenin ardından İngiliz yetkililere gösterdiği tepki, uyguladığı baskı ve ısrar sonucu subay apar topar memleketine gönderilmiştir 1 1- Vali ve belediye başkanı. NİHAYET KURTULUŞ NİHAYET CUMHURİYET Mehmet Celal Bey İstanbul Şehremini olarak görevini Mart 1922 tarihine kadar sürdürmüştür. Artık emekli olma vakti gelmiştir. Bu yaşlı bürokratın üstlendiği zorlu görevler, yalnız, konforsuz ve bakımsız bir hayat onu yormuş ve sağlığını olumsuz yönde etkilemiştir. Mustafa Kemal’in orduları savaşı kazanmış ve yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Yeni yönetim Osmanlının bu değerli bürokratına sahip çıkar. Bu tecrübeli bürokratı ömrünün son yıllarında Reji İdaresi1müdürü olarak atar. Bu arada torunu Sevda, Java’daki Ehlibeyt unvanını arkasında bırakıp annesi ve babası ile Türkiye’ye döner. Artık yegâne kız torunu Mehmet Celal Bey’in yanı başındadır. Sevda onun ilk torunu değildir aslında. Büyük kızı Atıfet’in oğlu Metin vardır ilk sırada. Ama kız torun onun için bir başkadır. Son yıllarında ailesi hep yanı başındadır. Büyük mücadelelerle geçen bir hayatta yorulan bedeni onun Cumhuriyetin ilerleyen yıllarını görmesine müsaade etmedi. 1926 yılında ebediyete kavuştu. On binlerce Ermeni vatandaşımızın da katıldığı İstanbul’daki cenazesi nedeniyle iş hayatının birkaç saat için tamamıyla durduğu söylenir. On binlerce Ermeni vatandaşı Halep ve Konya’da onların veya akrabalarının hayatlarını kurtaran bu cesur devlet görevlisine son bir kez şükranlarını sunarlar. Bugün SwissOtel’in bulunduğu İstanbul Taşlık’taki aile mezarlığına gömülür. Bu geniş arazi aslında ailenin mülküdür ve kabristanın muhafazası, bir cami yapılması ve geri kalan bölümünün parka dönüştürülmesi şartıyla İstanbul Belediyesi’ne hibe edilmiştir. Sözü edilen cami muhtemelen Abdülaziz döneminde inşaatına başlanan, ancak söylentilere göre müezzinin Dolmabahçe Sarayı’nın harem dairesini göreceği endişesiyle yarım bırakılan camidir. Bu bölgeye bu sebeple Taşlık denmektedir. Ancak Belediye hiçbir taahhüdüne uymadığı gibi bu değerli bürokratın mezarının üzerinden yol geçirirken kemiklerinin nakline bile fırsat vermemiştir. Bugün Mehmet Celal Bey’e ait bir mezar bulunmamaktadır. 1- Tekel Bandrol Uygulamasına İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğin 5.Maddesinin İkinci Fıkrası Çerçevesinde Bandrol Taşıması Zorunlu Değildir. . Son .. Bu Kitap Bizzat Benim Tarafımdan [ [ By-Igleoo ]] Tarafından www.CepSitesi.Net - www.MobilMp3.Net - www.ChatCep.Com Siteleri İçin Hazırlanmıştır. E-Book Ta Kimseyi Kendime Rakip Olarak Görmem Bizzat Kendim Orjinalinden Tarayıp Ebook Haline Getirdim Lütfen Emeğe Saygı Gösterin. Gösterinki Ben Ve Benim Gibi İnsanlar Sizlerden Aldığı Enerji İle Daha İyi İşler Yapabilsin. Herkese Saygılarımı Sunarım . Sizlerde Çalışmalarımın Devamını İstiyorsanız Emeğe Saygı Duyunuz Ve Paylaşımı Gerçek Adreslerinden Takip Ediniz. Not: Okurken Gözünüze Çarpan Yanlışlar Olursa Bize Öneriniz Varsa Yada Elinizdeki Kitapları Paylaşmak İçin Bizimle İletişime Geçin. Teşekkürler. Ne Mutlu Bilgi İçin Bilgece Yaşayanlara. By-Igleoo www.CepSitesi.Net