HEDEFLER İÇİNDEKİLER KUR’AN VE KUR’AN’DA İSLAM AHLAK ESASLARI • İslam Ahlakının Birinci Kaynağı Olarak Kur'an • Kur'an'da islam Ahlak Esasları İSLAM AHLAK ESASLARI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Kur'an'ın muhtevası hakkında genel bilgiler edinecek • Kur'an'daki ahlak esaslarını kavrayabilecek • Kur'an ahlak esaslarının önemini ve gerekliliğini anlayabilecek • Kur'an ahlak esaslarıyla hayat arasındaki bağlantıyı kurabileceksiniz. ÜNİTE 1 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları GİRİŞ Dünyada kendi duygu, düşünce ve davranışlarıyla ilgili iyi ve kötü şeklinde değer hükümleri veren yegâne varlık insandır. İnsanın iyiliğe olduğu gibi kötülüğe de meyli vardır. Ancak İslam dini insandan, kötülüğe değil, iyiliğe meyletmesini istemektedir. Bunun için ona, hep iyi olmasını tavsiye etmekte, ahlaki hayat adına yararlı olanları geliştirmenin, zararlı olanları da ıslah etmenin yollarını göstermektedir. Bu hedefi gerçekleştirirken İslam, öncelikle insanın Allah’a karşı ahlaki davranışlarının içeriğini, asıl olanın doğru bir inanç ve temiz bir yaşayışla Allah’ın rızasına ulaşmak olduğunu belirtmektedir. Arkasından da Allah’ın yarattıklarını sevip onlara karşı şefkatli hareket etmenin gereği üzerinde durarak insanın, toplumun diğer fertleriyle olan ilişkilerindeki ahlaki tutum ve davranışların niteliklerini beyan etmektedir. Bütün bunlar göstermektedir ki, İslam dinamik bir ahlak yapısına sahiptir. İslam ahlakının bu dinamik yapısı onun, sadece bir kitle veya seçkinler ahlakı olmadığı; aksine maddi, zihnî ve pisikolojik bakımlardan her seviyedeki insanın kaygılarını ve özlemlerini dikkate alan, ayrıca insana içinde bulunduğu durumdan daha ideal olana doğru yükselme imkânı veren kapsamlı ve uyumlu bir ahlak olduğunu ortaya koymaktadır. Sözünü ettiğimiz ahlaki yapının en önemli temel taşı da hiç kuşkusuz Kur’an'dır. Çünkü Kur’an her konuda olduğu gibi İslam ahlakının da birinci kaynağıdır. İSLAM AHLAKININ BİRİNCİ KAYNAĞI OLARAK KUR'AN Kur’an'ın Tanımı ve İçeriği Kur’an, Hz. Peygamber’e(s.a.s) vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, metni tevatüren nakledilip okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır. İnsanlığın elindeki tek orijinal kitap: Kur'an-ı Kerim Vahiy zincirinin son halkasını oluşturan Kur’an, belli bir zamana ve belli bir topluluğa ait olmayıp bütün insanlığı kucaklayıcı niteliktedir. Kur’an bir taraftan muhatap kabul ettiği toplumun ihtiyaçlarına cevap verirken, diğer taraftan da o toplumdan sonsuzluk âlemine uzanan hayat çizgisini, fert ve cemiyetin muhtaç olduğu evrensel boyuta taşımıştır. Dolayısıyla o, önceki vahiy muhtevalarının bir uzantısı olarak hem hâli düzenlemek hem de fert olarak insanı, ruh ve beden ayrımına tabi tutmaksızın bir bütün olarak ele almak suretiyle istikbale yön vermek için indirilmiştir. Bu yüzden o, ilk önce Allah’ın varlığı, birliği, nübüvvet ve ahiret gibi temel itikadi konular üzerinde durarak Mekke'de bir alt yapı oluşturmuş; Medine döneminde ise ibadetlere ve toplumsal pratiklere (hukuk-ahlak) geniş bir yer vererek insanın hem Allah ile hem de insanla olan ilişkilerini düzenlemiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları İşte bu genel görünümüyle Kur’an içerik bakımından, amaç ve araç konular olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Amaç konular itikadi, ahlaki ve amelî olarak üç kısma ayrılabilir. İtikadi konuları oluşturan ayetler, imanın temel ilkeleri, bunların insan ve topluma sağladığı faydalar, inançsız kişilerin âkıbetleri gibi hususlardan söz ederler. Ahlaki hükümleri içeren ayetlere gelince, bunlar da insanın ve toplumların sahip olmaları gereken iyilikler ve güzelliklerle, sakınmaları gereken kötülükleri ve çirkinlikleri ele almaktadırlar. Amelî konuları inceleyen ayetler ise, kişinin namaz, oruç gibi yaratanına karşı vazifeleriyle (ibâdât), kişinin başka kişilerle ve toplumla olan ilişkilerini (muâmelât) düzenlerler. Bu gruba giren ayetlerde, bütün hukuk dallarına ait ilişkilere temas edilmiş; özellikle aile hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku, ceza hukuku, yargılama hukuku, devletler hukuku ve mali hukuk ilişkileri üzerinde durulmuştur. Ayrıca iktisadi hayatın düzenlenmesiyle ilgili önemli ilkelere de yer verilmiştir. Araç konuları da yaratılış ve varlıklar, peygamberlere ve geçmiş topluluklara ait haberler, Allah’ın varlığını ve birliğini düşünmeye ve kavramaya sevk eden kevni/kozmolojik ayetler, Yahudilerin, Hıristiyanların, kâfir ve münafıkların iç yüzlerini anlatan ayetler şeklinde dört ana grupta ele almak mümkündür. Görüldüğü gibi çok zengin bir muhtevaya sahip olan Kur’an, içerdiği konular itibariyle insanları tek olan Allah’a inanmaya, O’na hiçbir şekilde ortak koşmamaya çağırmaktadır. Ayrıca Kur’an, indiği dönemin gerek bireysel ve gerekse toplumsal olaylarla ilgili olarak ortaya çıkan problemlerini hallederken, daha sonraları bu tür olayların çözümüne de ışık tutmaktadır. Bütün bunların yanında Kur’an, hidayet ve dalalet ilişkisi üzerinde sıkça durarak insanları hidayete erdirmeyi hedeflemektedir. Kur’an'ın Ahlaka Bakışı Kur’an-ı Kerim ahlaki fiillerin kaynağının fıtrat olduğunu söyleyerek ve bu nedenle insanın yaratıldığı fıtratı öz olarak kabul ederek, dinî ve ahlaki öğretilerin bu öze yönelmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Kur’an, insan fıtratını tasvir ederken insanın, yaratılanlar içinde en güzel bir tabiatta yaratıldığını bildirmektedir: İnsan, ahlaki sorumluluk taşıyan bir varlıktır. "Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde yarattık." (Tîn/95:4) Görüldüğü gibi söz konusu ayet de insan karakterinin, diğer varlıklar arasındaki üstünlüğünü ortaya koymaktadır. Bu konumundan dolayıdır ki, Yüce Allah emaneti (sorumluluğu) yüklenmek ve onu taşıyıp hayata geçirmek üzere Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları (Ahzâb/33:72) insanı yaratmıştır. İnsanın üstlendiği söz konusu emanetin başında da ahlaki esaslara uygun davranma sorumluluğu gelmektedir. En temel bir erdem: Dürüstlük. Kur’an'ın konuyla ilgili sunmuş olduğu ahlaki esasların temel özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür: "Kur’an'a göre insan, ahlaki sorumluluk taşıyan bir varlıktır." "Ahlaki sorumluluklar bazı yaptırımlarla takviye edilmiştir. Bunlar ahlaki, kanuni ve ilahî yaptırımlardır." "Kur’an’da hayır ahlakı işlenmektedir. Yani Kur’an her zaman hikmeti, rahmeti ve genel faydayı gözetmiştir." "Kur’an, ahlakta mecburilik ve mutlaklığı birleştiren bir vazife ahlakı sunmaktadır." KUR’AN'DA İSLAM AHLAK ESASLARI Kur'an ahlakı evrenseldir. Kur’an içeriği itibariyle bireysel, toplumsal, iş, ticaret, yönetim, din ve manevi konularla ilgili ahlaki esaslara yer vermektedir. Çünkü bunlar dinamik bir hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Kur’an'ın sözünü ettiğimiz bu esaslara yer vermesi onun, hem birey hem de toplum açısından üstün bir ahlaki yapı oluşturmasından kaynaklanmaktadır. Bu da hiç kuşkusuz Kur’an'ın en temel amacıdır. Onun söz konusu amacını gerçekleştirmek için ahlaka bu kadar geniş bir alan ayırması tabii karşılanmalıdır. Zira o, her şeyden önce insan hayatına yön veren ilahî bir kitaptır. Bireysel Ahlak Esasları Doğruluk-Dürüstlük Doğruluk ve dürüstlük Kur’an'ın en temel ahlaki erdemlerinden biridir. Çünkü söz konusu erdem, insanın söz ve davranışlarıyla niyet ve inancında doğru, dürüst ve iyilikten yana hareket etmesi demektir. Doğruluk ve dürüstlük birey açısından ne kadar önemli ise toplum açısından da o kadar önemlidir. Zira toplumları meydana getiren fertlerdir. Tabiatıyla toplumların sağlıklı olabilmeleri fertlerin bu temel niteliğe sahip olmalarıyla mümkündür. Aksi hâlde yalanlarıyla birbirlerini aldatan, niyet ve davranışları farklı, Kur’an’ın ifadesiyle münafık yani çifte standartlı bireylerden oluşan bir toplum ortaya çıkmış olacaktır. Bunun içindir ki, Kur’an bu konuya oldukça geniş bir yer vererek meseleyi özlü bir şekilde şöyle formüle etmiştir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol...”(Hûd/11:112) Doğruluk ve dürüstlük insan hayatının her safhasında yer alması gereken bir niteliktir. Kişinin, ilişki içerisinde bulunduğu fert ve çevrelere karşı her türlü davranışlarından, ticari ve siyasi aktivitelerinden tutunuz kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanları bu erdemle donatılmalıdır. Hem birey hem kamu açısından çok önemli bir değer olması sebebiyledir ki, İslam ahlak literatüründe doğruluk ve dürüstlük hep ön sıralarda yer almıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki, İslam’ın benimsediği doğruluk, sadece görüntüde değil, niyette, irâdede, karar vermede, sözünde durmada, amelde, kısacası dinî ve manevi sahaların tamamında yer almalıdır. Aksi hâlde, tam bir doğruluk ve dürüstlükten söz etmek mümkün olmaz. Alçak Gönüllülük İnsanlara karşı mütevazı ve yumuşak davranmak kibir ve böbürlenmekten kaçınmak anlamına gelen alçak gönüllülük, esasen insanın kendini zelil ve hakir görmesi değil, başkalarına değer vermesi demektir. Bunun içindir ki, Kur’an'ın bir ayetinde iyi kulların üstün niteliklerinden bahsedilirken en başta alçak gönüllülük (tevazu) erdemine işaret edilmiştir. Çünkü alçak gönüllülük insanlar arasında haksızlık yapılmasını, insanların birbirlerine karşı böbürlenmelerini önleyen en temel ahlaki ilkelerden biridir. İlgili ayet şöyledir: "Rahman'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında "Selam!" derler" (çekip giderler).” (Furkân/25: 63) Görüldüğü gibi bu ayette, Yüce Allah, cahiliye zihniyetinin sergilediği kendini beğenmişlik, küstahlık ve saldırganlık gibi kaba ve hoyrat ahlaki tutumlarına karşılık, Müslümanların tevazu içerisinde hareket ettiklerini ifade etmektedir. Demek ki, Müslümana yakışan din, dil, ırk, soy ve sop ayrımı yapmadan bütün insanlara karşı alçak gönüllü davranmak; hatta kendisine karşı kötülük yapılsa bile bu özelliğini hiçbir zaman kaybetmemektir. Nankörlük Etmemek Nankörlük, bir insanın gördüğü iyiliğin kadrini bilmemesi, kendisine yapılan iyiliği veya eline geçen nimeti inkâr etmesi yahut nimeti verene karşı şükretmemesi gibi manalara gelmektedir. Buna göre nankörlük insanların birbirlerine ya da Allah'a karşı sergiledikleri olumsuz bir davranış demektir. Kur’an’a göre insan çok nankör bir varlıktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları “Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür.” (Âdiyât/100:6) Bunun için Kur’an, bu kötü sıfattan kurtulması için insandan, Allah’a, O’nun nimetlerine şükretmesini ve nankörlükten uzak durmasını istemektedir. “...Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin.” (Bakara/2:152) O hâlde, Kur’an’ın kınamasına hedef olmamak için nankörlüğü bırakıp Allah’a çokça şükretmek gerekmektedir. Esasen insan şükrü terk edip nankörlük etmekle, kendisine zarar vermiş olmaktadır. Bundan dolayı insanın nankörlükten uzak durması akıllıca bir iş olsa gerektir. Nitekim bu husus ayetlerde açık bir şekilde şöyle beyan edilmiştir: “... Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o da bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, (O) çok kerem sahibidir.” (Neml/27:40) “...Eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz, azâbım çok şiddetlidir.” (İbrahim/14:7) Hasetten Arınmak Haset insanın bir başkasını, sağlık, zenginlik ve benzeri nimetlerden dolayı kıskanıp, söz konusu nimetlerin ondan gitmesini istemesidir. Bu yönüyle haset gıpta etmekten farklıdır. Çünkü gıpta etmek bir insanın, başkasında olan bir nimetin kendisinde de bulunmasını temenni etmesidir. Hâlbuki haset, kişinin madem bu nimet bende mevcut değil, o hâlde başkasında da olmasın, diye düşünerek nimet sahibini kıskanmasıdır. Bu yüzdendir ki, Kur’an’da haset eden kişiden Allah'a sığınmak gerektiğine işaret edilmiştir: “Ve kıskandığı zaman kıskanç kişinin şerrinden (sabahın Rabbine sığınırım).” (Felak/113:5) Haset insan tabiatındaki bencillik eğiliminden kaynaklandığı için hem sahibini bir tür psikolojik bunalıma sokmakta, hem de haset edilene zarar vermektedir. Çünkü haset düşüncede kaldığı müddetçe zararsız olsa da bu boyutun ötesine geçtiği Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları zaman haset edilen kişiye “göz değmesi/nazar” şeklinde isabet etmektedir. Nitekim büyük Türk müfessiri Elmalılı Hamdi Yazır'a göre haset esnasında kişinin nefsi öylesine kötü bir pozisyon almaktadır ki, onun his ile fırlattığı kötü bakışların kıvılcımları, kıskanılan kişinin zayıf bir anına denk geldiğinde, onu yıldırım gibi çarpmaktadır. (Bkz. Yazır, (Tsz): IX, 6403) O hâlde hem kendi ruh sağlığı hem de başkalarına vereceği zarar açısından insanın bu kötü sıfattan kendisini arındırması kaçınılmaz derecede önemlidir. Her ne kadar fıtri bir özellik olsa da nefisle mücâdele sonucunda ondan kurtulmak her zaman mümkündür. Toplumsal Ahlak Esasları Adil Olmak Adalet, bir şeyi yerli yerine koymaktır. Adalet bireysel ve sosyal yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan, hiçbir zaman başkalarının gelişigüzel istek ve telkinlerinden etkilenmeyen istikrarlı bir doğruluk demektir. Bunun için adalet yalnız ahlakın değil, hukukun da en temel kavramıdır. Çünkü “adalet bir şeyi yerli yerine koymak”demektir. Bu sebepledir ki, adalet olmadığı zaman onun yerine geçen davranış biçimi zulüm olarak adlandırılır. Bu da bir şeyi ait olduğu yere koymamak yani haklıya hakkını vermemek veya bir kimsenin hakkını ihlal etmek anlamına gelir. Kur’an bu anlamdaki zulmün her çeşidini şiddetle reddeder. Çünkü ona göre asıl olan adalettir. Bu konudaki ayetlerden bazıları şöyledir: “... Söz söylediğiniz zaman yakınlarınız dahi olsa adaletli olun...” (En'âm 6/152) “Muhakkak Allah adaleti ve iyiliği emreder...” (Nahl/16:90) “De ki: Rabbim bana adaleti emretti...”(A'râf/7:29) “...İnsanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adaletle hükmedin...”(Nisâ/4:58) Görüldüğü gibi Kur’an insandan, bütün işlerinde adaletli olmasını istemektedir. Zira sağlıklı toplumların oluşmasında ve ayakta kalmasında adalet önemli bir faktördür. Bunun içindir ki Kur’an adaleti, toplumların bekası için en temel şart olarak görmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırmak Bu ahlaki davranış tarzı, Kur’an’ın ele aldığı toplumsal tarafı ağır basan önemli bir prensiptir. Çünkü bir toplumda huzur ve güvenin tesis edilmesi, bu prensibin tatbikiyle mümkün görünmektedir. Bu yüzden vurdumduymazlığın ve nemelazımcılığın kol gezdiği toplumlarda iyilik ve güzellik vasfını taşıyan her fiil, yerini kötülüğe ve şerre bırakabilir. Bunun sonucunda da ihtilâflar çoğalır, sapıklıklar yayılır, cehâlet her tarafı sarar, insanlık fesada uğrar ve zamanla dinî hayat olumsuz yönde etkilenebilir. Bunun içindir ki Kur’an, söz konusu ahlaki prensibe çok önem vererek Müslümanlardan bu temel ilkeyi göz ardı etmemelerini istemiştir: “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun...”(Âl-i İmrân/3:104) “Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten men edersiniz...”(Âl-i İmrân/3:110) Emanete Riayet Etmek İnsanın, toplumsal görev ve sorumluluklar bağlamında yerine getirmesi gereken ahlaki davranışlarından biri de emanete riayet etmektir. Emanete riayet etmek her şeyden önce hem bir insanlık görevi hem de mümin olmanın bir gereğidir. Çünkü insanın emanet konusunda hassasiyet göstermesi, karşı tarafın güven duygusunu pekiştirecek ve insanlar arasındaki ilişkilerin gelişip güçlenmesine yardımcı olacaktır. Müslümanların bu evrensel ilkeye karşı gereken titizliği göstermeleri durumunda da birbirine bağlı, birbirine güvenen, birbirini seven ve sayan örnek bir toplum meydana gelecektir. Bundan dolayıdır ki Kur’an, müminlerin bir vasfının da emanete riayet etmek olduğunu belirtmektedir. Nitekim aşağıdaki Kur’an ayeti bu hususu net bir biçimde gözler önüne sermektedir: “Müminler, emanetlerini gözeten ve sözlerini yerine getirenlerdir.” (Mü'minûn 23/8) Emanete riayetin zıddı, ona hıyanet etmek yani kendisine teslim edilen bir emaneti sahibine vermemektir. Bu ise, Hz. Peygamber’in ifadesiyle münafık olmanın bir alâmetidir. (Müslim, İman: 106-107) Çünkü bir kimsenin kendisine bırakılan emanet konusunda güven sarsıcı bir davranış içerisine girmesi, onun Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları dürüst olmadığını, sözüyle niyet ve tutumunun farklı olduğunu gösterir. Bu da, nifaktan başka bir şey değildir. İnsanlar arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkileyerek sağlıklı bir toplumun oluşmasına engel teşkil ettiği için bütün ilahî kitaplar özellikle de Kur’an böyle bir davranışı asla onaylamamış ve her fırsatta emanete riayet etmeyi emretmiştir. “...Eğer birbirinize emanet bırakırsanız, kendisine emanet edilen kişi, emaneti teslim etsin; Rabbi Allah’ın emrine saygısızlık etmesin...” (Bakara/ 2:283) Verilen Sözü Tutmak Kur’an’ın ahlaki esaslar bağlamında bireylere yüklediği önemli bir görev de, verilen söze sadık kalmaktır. Çünkü bu prensip fertler arasında güven sağlayarak ilişkilerin normal bir şekilde yürümesine imkân verdiği için, toplumsal ilişkilerde gözetilmesi gereken temel bir düzenleyicidir. Bundan dolayıdır ki Kur’an, Allah ile ahitleşmiş olan insanı ahde vefa konusunda sorumlu olarak görmektedir. Buna göre ister Allah’a ister insanlara karşı verilen sözlerde olsun her ahit/söz, ehliyet şartlarını taşıyan insan için yerine getirilmesi gereken ahlaki bir yükümlülüktür. Kur’an bu hususu şu ayette dile getirmektedir: “Verdiğiniz her sözü yerine getirin. Çünkü verilen sözden dolayı (hesap gününde) mutlaka sorguya çekileceksiniz.”(İsrâ/17:34) En temel güven unsuru, verilen sözü tutmaktır. Kur’an ayrıca muhataplarından yaptıkları yeminlerin gereğini yerine getirmelerini de istemektedir. Çünkü bu da sonuçta verilmiş bir söz demektir. “Allah sizi kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutmaz. Ama bilerek yaptığınız yeminlerden sorumlu tutar…” (Mâide/5:89) Görüldüğü gibi metin ve mealini zikrettiğimiz bu pasajlar en genel anlamıyla, ilahi kelamın teşvik ve telkin ettiği her şeyi hayata geçirmek istediğini iddia eden, ancak daha sonra bu kararlılığında zaaf gösteren her insanın ahlaki anlamda sorumlu olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü söz vermek ferdin, kendi nefsini gönüllü olarak taahhüt altına sokması demektir. Bu da bir tercih meselesi olduğuna göre verilen sözün mutlaka yerine getirilmesi gerekmektedir. Bunun için Kur’an yerine getirilmeyecek vaatlerden kaçınılmasını, şayet söz verilmişse -çok ciddi bir mazeret olmadıkça- onun mutlaka yerine getirilmesini istemektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları Yalan Söylememek Yalan, herhangi bir kimsenin gerçeğe aykırı olduğunu bile bile söylediği söz demektir. Buna göre bir sözün yalan sayılabilmesi, onun gerçeğe aykırılığının söylenen tarafından bilinmesi durumunda söz konusudur. Aksi hâlde yani gerçeğe aykırılığı bilinmeden, gerçek olduğu zannıyla söylenen sözler yalan kategorisine girmemektedir. Kur’an, müminlerin yalandan uzak durmalarını istemektedir: “… Yalan sözden kaçının.”(Hacc/22:30) “Ey inananlar! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.”(Ahzâb/33:70) Her türlü kötülüğün anası yalan söylemektir. “Ey inananlar! Yapmadığınız şeyi niçin söylüyorsunuz?”(Sâf/61:2) Görüldüğü gibi Kur’an yalanı yasaklamaktadır. Çünkü yalan kötülük ve haksızlıkları, çirkinlik ve edepsizlikleri örtbas etmek için başvurulan bir yoldur. Tabiatıyla bu da insanlık onuruyla bağdaşmamaktadır. Esasen insana yakışan doğru sözlülüktür. Öyle ki kişi, ilişki içerisinde bulunduğu toplumun diğer bireylerine karşı ticari ve siyasi aktivitelerinden kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanlarında bu erdemi prensip edinmelidir. Şayet insan bunun aksine hareket ederek yalanı hayatının bir parçası hâline getirirse, o zaman kendi nefsi başta olmak üzere toplumun diğer fertlerine de zarar vermiş olur. Zira yalan, İslam kültürüne göre “ümmü’l-habâis“ yani bütün kötülüklerin anasıdır. Başlangıçta masum gibi görünse de giderek insana kötülük işleme cesareti ve alışkanlığı vereceği için o, aslında her türlü kötülük ve fenalığın kaynağıdır. Önyargılı Davranmamak Önyargılı davranmak, bir kişinin davranış motifleri hakkında temelsiz kuşkulara yol açabilecek kanaate sahip olmak demektir ki, bu da İslami literatürde “su-i zan“ terimiyle ifade edilmektedir. Bilindiği üzere zan, sözlükte ima ve işaretle oluşan bilgi demektir. Ancak zanda bulunan kimsenin niyeti ve ulaştığı neticeler açısından bakıldığı zaman onun iki özellik taşıdığı görülür. Birisi, insanlara iyi duygularla yaklaşarak müspet bir algılama sonucunda elde edilen olumlu zandır ki, buna neticesi bakımından hüsn-i zan (iyi zan) denilmektedir. Böyle bir zan, Kur’an Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları ve sünnetin tavsiyeleri arasında yer almaktadır. Diğeri de su-i zan (kötü zan) dır ki, bu da aşağıdaki Kur’an ayetiyle yasaklanmıştır: “Ey iman edenler! Zandan çokça sakının (veya yersiz zanda bulunmaktan kaçının); çünkü zannın bir kısmı (da) günahtır.”Hucurât/49:12) Kur’an yorumcularına göre burada söz konusu edilen zan, sahih bir emaresi ve açık bir sebebi bulunmayan zandır. Esasen böylesi bir zan töhmete vesile olmaktadır. Töhmet ise uzak durulması gereken bir haldir. Bu sebepledir ki, zandan kaçınmak vacip, önyargılı hareket ise haram sayılmıştır. Çünkü zan ihtimalli bir hüküm olduğu için gerçekle örtüşmesi mümkün değildir. Böyle olunca da yapılan zan başkasının hakkına ait bir hususta, onun aleyhine hüküm vermek suretiyle iftira etmek demektir. Başkası hakkında kötü zanda bulunmaktan kaçınmak nasıl bireysel ahlaki bir sorumluluk ise, insanların su-i zannına vesile olabilecek hareketlerden sakınmak da aynı şekilde bir sorumluluktur. Çünkü başkaları aleyhinde insanların önyargıda bulunmalarına sebebiyet vermek, onların günah işlemelerine imkân ve fırsat tanımak demektir. Bu da hiç kuşkusuz suça iştirak anlamına gelmektedir. Hâlbuki mümine yakışan hem su-i zandan kaçınmak hem de başkalarının su-i zanda bulunmasına vesile teşkil edecek davranışlardan uzak durmaktır. Gıybet Etmemek Gıybet, bir kimsenin gıyabında hoşlanmayacağı bir şeyi söylemektir. Bu tanım, Allah Resulü Hz. Muhammed‘in kendisine, “gıybet nedir?” şeklinde yöneltilen bir soruya karşılık: “Kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır. Şayet söylediğin şey onda yoksa, o zaman iftira etmiş olursun” (Müslim, Birr 20; Ebû Davûd, Edeb, 35) tarzındaki cevabından anlaşılmaktadır. Buna göre bir kimse, ben doğruyu söylüyorum, benim söylediklerimin hepsi gıybetini yaptığım insanda mevcuttur, demekle gıybetin cezasından kurtulmuş olamaz. Çünkü gıybet mevcut olanları gaipte söylemek anlamına geldiği için esasen olmayan şeyleri söylemek, sözünü ettiğimiz hadisde de belirtildiği gibi iftira sayılmaktadır. “(Ey iman edenler!)…Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? (Bak) işte bundan (nasıl) tiksindiniz. O hâlde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” (Hucurât /49:12) Kur’an, yukarıdaki ayette gıybetin aklen ve dinen çok kötü bir davranış biçimi olduğunu ifade etmektedir. Çünkü gıybet, aleyhinde söylenen söze muttali Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları olmaması ve kendisini savunacak durumda bulunmaması sebebiyle kişinin şeref ve haysiyetine saldırı anlamına gelmektedir. Bu da insanın, ölü kardeşine saldırarak onun etini yemesiyle eş değerdedir. Müslümanların toplum içerisindeki itibarlarına, saygınlıklarına zarar veren sosyal bir suç olması yanında gıybet, onu yapan kişiler açısından da cesaretsizlik, korkaklık ve ahlaki zafiyet anlamına gelmektedir. Bu yüzden bütün İslam ahlakçıları gıybeti bir hastalık olarak görmüşler ve İslam toplumunda ne bir Müslümanın gıybet yapmasını ne de onun, yanında başka birinin gıybetinin yapılmasına izin vermesini doğru bulmuşlardır. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan müminin yapması gereken hiç kuşkusuz, herhangi bir dinî mecburiyet olmadığı hâlde birinin mevcut kusurlarının ortaya dökülmesinin günah olduğunu ve bu tür bir davranış içerisine girenlere, Allah’tan korkarak gıybetten uzak kalmaları gerektiğini telkin etmesidir. Çünkü gıybet etmek gibi gıybeti dinlemek de haramdır. İnsanlarla Alay Etmekten ve Lakap Takmaktan Kaçınmak Bir insanla alay etmek yahut ona lakap takmak, insanın kendini beğenmesi, karşısındakini küçük ve kusurlu görmesi demektir. Bu yüzdendir ki aşağıdaki ayette Yüce Allah erkeklerin ve kadınların birbirleriyle alay etmelerini, birbirlerini ayıplamalarını ve onları kötü lakaplarla anmalarını yasaklamakta; bunları yapmanın yoldan çıkma anlamına gelen fasıklıkla eş değerde olduğunu hatırlatmaktadır. “Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da (diğer) kadınları alaya almasınlar. Belki de kendileriyle alay edilen kadınlar alay edenlerden daha faziletlidir. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir." (Hucurât /49:11) Sadece gülüp eğlenmek için bir kimse ile alay edilmiş olsa bile, yapılan işte alaya alınan şahsın aşağılanması söz konusudur. Bu da hiç kuşkusuz insani ilişkileri olumsuz yönde etkilemektedir. O nedenle insanlarla alay edenler, aşağılayıcı, küçümseyici lakaplar takanlar yaptıkları işin ahlaki değerler başta olmak üzere evrensel değerler bakımından da asla hoş bir durum olmadığını düşünmelidirler. Nemîme ve Tecessüsten Uzak Durmak Nemîme, insanlar arasında söz götürüp getirmek ve insanları arkalarından çekiştirmektir. Müşâhede edilen bir olayın veya işitilen bir sözün kötülük ve fesat Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları maksadıyla başkalarına aktarılması sebebiyle Kur’an bu tür davranışları gayriahlaki bularak şiddetle reddetmektedir. Bu hususla ilgili ayet şöyledir: “Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan laf götürüp getirene sakın boyun eğme.” (Kalem /68:10-11) Tecessüs de insanların ayıplarını veya sırlarını araştırıp ortaya çıkarmak demektir. Kur’an'a göre hiçbir insan bir başkasının gizli kalmasını istediği davranışlarını öğrenip deşifre etme hak ve yetkisine sahip değildir. Bu yüzdendir ki Kur’an tecessüsü de yasaklamıştır. Konuyla ilgili ayetler şöyledir: “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsrâ /17:36) “…Birbirinizin suç ve ayıplarını araştırmayınız…” (Hucurât /49:12) Görüldüğü gibi hem nemîme hem de tecessüs Kur’an tarafından yasaklanmıştır. Çünkü bu tür davranışlar, bir taraftan insanların arasını açarak onları birbirine düşman etmekte, diğer taraftan da özel hayatın içerisinde yer alan ve insanın başkaları tarafından bilinmesini istemediği hallerin araştırılıp ortaya çıkarılmasına yol açmaktadır. İş ve Ticaretle İlgili Ahlak Esasları Yüce Allah Kur’an'da müminlere rızıklarını meşru yollardan kazanmalarını emretmektedir: Meşrû kazanç kutsaldır. “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helal ve temiz olanlarından yeyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır." (Bakara/2:168) Kur’an'a göre helal rızık elde etmenin meşru yolları çalışma, karşılıklı rızaya dayanan ticaret, hibe, sadaka, miras vb. den ibarettir. Bu bakımdan tefecilik, kumar, rüşvet, gasp, hırsızlık ve hıyanet gibi tüm hileli kazanç yolları gayrimeşrudur. O nedenle bu tür yollarla kazanç sağlamak haram kılınmıştır. Ayrıca insanları aldatarak, yalan beyanda bulunarak, haksız biçimde etkileyerek ve insanların sıkıntılı anlarından yararlanarak mal elde etmek de haksız Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları kazanç olması sebebiyle dinen haram, ahlaken çok çirkin bir davranış olarak nitelendirilmiştir. Bu da ayrıca dinî emirleri ve kul hakkının ihlali demek olduğundan doğal olarak ahirette de ağır bir cezayı gerektirmektedir. Ölçü ve Tartıda Dürüst Davranmak Kur’an ticari hayatla ilgili bazı prensipler koymuştur. Bu prensiplerin başında yapılacak alımsatımın mahiyet itibariyle helal kazanca yönelik bir faaliyet alanı içerisinde yer alması gerekmektedir. Tabii ki, ticaretin meşru olması da ölçü ve tartıda adaletin bulunmasına bağlıdır. Bu anlamdaki bir adalet de hiç kuşkusuz ölçü ve tartıyı tam yapmaktan geçmektedir. Bunun içindir ki Kur’an aşağıdaki ayetlerde bu hususa hassasiyetle eğilmektedir. “Ölçtüğünüzde ölçüyü tastamam eksiksiz yapınız ve doğru bir ölçü ile tartınız. Bu hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir.” (İsrâ /17:35) “İnsanlardan kendileri bir şey ölçüp aldıklarında tastamam almak isteyen; ama onlara bir şeyi ölçüp ya da tartıp verdiklerinde eksilten o hilecilerin vay hâline!”(Mutaffifîn /83:1-3) Bu iki Kur’an nassı bize gösteriyor ki, insanlar satın alırken mal ve hizmetler için gerçek değeri takdir etmeli, satarken de miktarda herhangi bir şekilde eksiltme cihetine gitmemelidirler. Çünkü bu şekilde hareket etmek, bir yandan ekonomik değerlerin geliştirilmesine, diğer yandan da toplumsal dokunun pekişmesine katkı sağlayacaktır. Ticari Hayatta Borçluya Kolaylık Göstermek Kur’an, borç verirken herhangi bir ihtilafın ortaya çıkmaması için borcun miktarının ve ne zaman ödeneceğinin iki şahit huzurunda yazılmasını şart koşmaktadır. (Bkz. Bakara/2:282) Kur’an ayrıca borçlunun, ödeme zamanı gelen borcunu ödeyememe gibi sıkıntı içerisine girmesi durumunda, alacaklıdan borçluya kolaylık göstererek belli bir mühlet vermesini de istemekte, hatta alacağını sadaka olarak kabul etmesinin daha hayırlı olacağını beyan etmektedir: “Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer (gerçekleri) anlarsanız bunu sadakaya (veya zekâta) saymak sizing için daha hayırlıdır.” (Bakara /2:280) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları Şayet alacaklı, böyle bir durumda mühlet verme yahut alacağından vazgeçme yerine belli bir müddet için faiz uygulamaya kalkarsa, tabiatıyla borçluyu daha çok sıkıntıya sokacak; belki de onun ticari hayatına son vermiş olacaktır. Çünkü bazen faizle para alan kimselerin vade sonunda borçlarını ödeyememeleri, borcun giderek artmasına yol açmakta; borcun katlanarak büyümesi de ödemeyi hepten imkânsız hâle getirmektedir. Bu da borçlunun, fırsat bulduğunda hem borcunu hem de faizini ödememesine zemin hazırlayacağı için toplumu, ahlaken bozulmaya ve yozlaşmaya götürmektedir. İşte bu sebeple Yüce Yaratıcı Kur’an-ı Kerim'de faizi haram kılmış ve sermayeyi müstakil bir kazanç vasıtası olmaktan çıkarıp emek ile birlikte üretim ve yatırıma yöneltmeye teşvik etmiştir. Tabiatıyla Müslümanların bu durumda yapmaları gereken şey, faizle değil karz-ı hasen yani karşılıksız borç verip, ödeme vakti geldiğinde de alacaklıyı sıkıştırmamaktır. Zira ahlaki olan bu şekilde davranmaktır. Yönetimle İlgili Ahlak Esasları Emaneti Ehline Vermek Emaneti ehline vermek ahlaki bir değerdir. Emaneti ehline vermek, bir hakkı hak sahibine ulaştırmak, herhangi bir görevlendirmede layık olan kişiyi tercih etmek demektir. Çünkü emanet korunması gereken maddi ve manevi bir değerdir. Kişinin kullanıp sahibine iade etmek üzere aldığı eşya emanet olduğu gibi devletin hizmet makamları, ilim, din, antlaşmalar, sözleşmeler, komşuluk hakları vb. de birer emanettir. İşte bu yüzden Kur’an emanetin korunup muhataplarına teslimini emretmektedir. Bu husustaki ayet şöyledir: “Allah size, emanetleri ehline vermenizi emereder...”(Nisâ /4:58) Bilindiği gibi tarih boyunca insanlar huzur ve mutluluğu iki şeyde bulmuşlardır. Bunlardan birisi emanet diğeri de adalettir. Bu sebepledir ki, emanetler ehline verildiği ve adalet ölçülerine riayet edildiği müddetçe toplumlar huzur ve saadete erişmişler, hıyanetler ve haksızlıklar ise huzursuzlukların ve kavgaların temel sebebleri olmuştur. Çünkü emanete ve adalete riayet edilmediği takdirde, toplum bireyleri arasındaki güven unsuru ortadan kalkmakta, bunların yerini haksızlık, zulüm, adam kayırma, liyakatsız insanlara görev verme gibi ahlaksızlıklar almaktadır. İşte Kur’an’ın bu anlamda öngördüğü prensip, öncelikle bireyi ve dolayısıyla da toplumu söz konusu hastalıklardan koruyarak, başta güven unsuru olmak üzere sevgi, saygı, eşitlik, adalet, hak ve hukuk gibi kavramların geçerli olduğu son derece sağlıklı ve dinamik bir toplum oluşturmaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları İnsanlara Eşit Davranmak Eşitlik, İslam düşüncesinin dayandığı temel prensiplerden biridir. Bütün semâvi dinlerin ortak paydasını oluştursa da, Kur’an’ın yer verdiği eşitlik anlayışı, başka hiçbir dinde bu derece belirgin çizgilerle yer almamıştır. Zira Kur’an’a göre her insan “nefs-i vâhide” den yani dış görünüşteki farklılıklarına rağmen hepsi tek bir asıldan yaratılmıştır. (Nisâ 4/1) Bundan dolayı Kur’an bu beyanıyla herhangi bir görmektedir. "Hakikaten bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin.” (Enbiyâ /21:92) Herkese eşit davranmak yöneticilerin şiarı olmalıdır. Bu temel noktadan hareketle diyebiliriz ki, Kur’an’ın ilke olarak kabul ettiği eşitlik, tabiatıyla halkı yönetenlerin de mutlaka hassasiyet göstermeleri gereken önemli bir ahlak prensibidir. Çünkü otorite gücünü elinde bulunduranların yönetilenlere karşı başlıca iki amacı gerçekleştirmek gibi bir sorumlulukları vardır. Bunlardan biri, kanun önünde herkese eşit ve adil davranmak, diğeri de devlete ait mevcut kaynakların tümünü insanların yararına kullanmaktır. Kanun önünde eşitlik prensibi uygulanırken -ister Müslüman ister gayrimüslim olsun- temel hak ve hürriyetler başta olmak üzere eğitim, sağlık, hukuk vb. konularda eşitlik prensibine göre hareket etmek gerekmektedir. Bunun gibi kaynakların kullanımında da insanların yararı, vazgeçilmez bir ilke olarak görülmelidir. Çünkü devletin sahip olduğu maddi ve mali imkânlar aslında o ülke bireylerine aittir. Aşağıdaki ayet bunu ifade etmektedir: " Onların mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır." (Zâriyât/ 51:19) Ancak burada konu edinilen eşitlik, insanların kanun karşısında herhangi bir ayrıma tabi tutulmamalarıdır. Bu da renk, dil, din, cinsiyet, siyasi düşünce ve felsefi inanç sebebiyle insanlar arasında ayrım yapılmaması demektir. Tabii ki, kanun önünde insanları eşit kabul etme prensibi, onların hukuk dışı statü ve davranışlarında farklı olmalarına engel teşkil etmemelidir. Çünkü insanlar ilimde, takvada, salih amelde vb. eşit değildirler. Nitekim Kur’an bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Allah kiminizi kiminizden derece derece üstün kılmıştır…”(En'âm/ 6:165) Buna göre şayet birey kendisine sunulan eşit imkân ve fırsatları yerli yerinde ve iyi bir şekilde kullanarak bir formasyon kazanırsa, bu durumda söz konusu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları eşitliği kendi lehinde bozabilir ki, bu da onun en tabii hakkıdır. Doğal olarak böyle durumlarda da yöneticilerin, insanların bireysel yetenek ve donanımlarını dikkate alıp değerlendirmeleri gerekir. Aslında bu, eşitliği bozmak değil, bilakis uygulamada eşit davranmak demektir. Çünkü Kur’an’a göre bilenlerle bilmeyenler, çalışanlarla çalışmayanlar ve yeteneklilerle yeteneksizler bir değildir. O hâlde başlangıçta herkese sunulan eşit imkân ve fırsatların daha sonra bir değere dönüştürülmesi ve bunun da bir şekilde karşılık görmesi, asla eşitliği bozucu bir unsur olarak görülmemelidir. Ahlaki Değerlere Bağlı Bir Toplum Oluşturmak Allah korkusu her şeyin başıdır. Ahlak bireyler için olduğu kadar toplumlar için de vazgeçilmez bir erdemdir. Çünkü ahlaklı olmak, bütün yaratıklara karşı merhametli olmayı, sosyal ilişkilerde dürüstlük ve güvenilirliği, karşılık beklemeden sevgi ve fedakârlığı, samimi davranmayı, iyi niyetle hareket etmeyi, kötü arzu ve isteklerin bastırılmasını gerektirmektedir. Bütün bunlar da Kur’an-ı Kerim’e göre insanın öncelikle inanç sevgisini elde edip kötülüklerden uzak durmasıyla (Hucurât /49:7,14) ve kalbini yani iç dünyasını Allah bilinci ile huzura kavuşturmasıyla (Ra'd /13:28) mümkün olmaktadır. Bu yüksek erdem sayesinde ancak insan, çıkar kaygılarını bir kenara atarak tüm niyet ve davranışlarının, Allah’ın rızasına uygun düşüp düşmediğini test etmeye çalışabilir. Böyle bir ahlaki olgunluğa erişen insan da doğal olarak kendisine, ailesine, milletine, dindaşlarına, insanlığa ve hatta bütün canlılara karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu vazifelerini eksiksiz yapmaya gayret eder. Tabii ki, fertler üzerlerine düşen bireysel görevleri ifa ettikleri takdirde maddi ve manevi bakımdan sağlıklı nesiller meydana gelir. Bu da hiç kuşkusuz kıskançlıkları ve iç çatışmaları önleyerek, sosyal barışı temin edecek olan ailelerin, aileler de aynı nitelikteki toplulukların ortaya çıkmasına vesile teşkil ederler. Bütün bunların sonucunda da bireysel ahlak bakımından iman, ahlak ve bilgi gibi erdemlerle donanımlı, medeni ahlak bağlamında insan hak ve özgürlüklerine saygılı, iktisadi ahlak açısından gayrimeşru yollardan kazanç sağlamayan, çalışanların haklarını gözeten, toplumun zararına herhangi bir tüketim ve harcamada bulunmayan, israftan kaçınan, sağlığa zararlı olan şeylere harcama yapmayan, fakir ve ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşan ve infakta bulunan bir insan profili ortaya çıkmış olur ki, işte Kur’an’ın hedeflediği birey ve toplum modelinde bu üstün nitelikler yer almaktadır. Çünkü Kur’an’ın nihâi gayesi yeryüzünde ahlaklı bir toplum oluşturarak, bu toplum sayesinde insanlığın temel değerlerini korumaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları Dinî ve Manevi Ahlak Esasları İman İnsanın Allah’a karşı yükümlü tutulduğu ahlaki esasların başında, Kur’an’ın odak kavramı olan iman gelmektedir. Çünkü Allah’a karşı yerine getirilmesi gereken ahlaki süreç, iman olgusuyla başlar. İmanın zıddı olan küfür ise Allah’a eş koşma ve inkâr anlamı taşıması sebebiyle en büyük ahlaksızlık demektir. Kur’an’ın iman çağrısı yapan ayetlerinde de görüleceği üzere iman eyleminin oluşumunda merkezî konu Allah’tır. "Ey iman edenler! Allah’a ve elçisine iman edin!” (Nisâ /4:136) "Allah’a ve elçilerine iman edin ve ‘O, üçtür’ demeyin.” Nisâ /4:171) Bu nedenle Allah, insan için olmazsa olmaz derecede ahlaki bir sorumluluk alanı oluşturur. Çünkü O, bütün âlemlerin yaratıcısı, sahibi, var edeni ve Rabbi’dir. Hem kozmik varoluşun gerçek sahibi ve yöneteni hem de aşkınlık ve insani varoluşun ontolojik olarak sahibi ve varlık kazandıranıdır. Kur’an’a göre iman bir tasdik ameliyesidir. Bu da başta Allah inancı olmak üzere inanılması gereken her şeyi kabul etmek demektir. Söz konusu anlamda tasdik, imana yönelik ilk hareketi ifade eder ki, kulun yaratıcısına karşı yerine getirmekle yükümlü tutulduğu ahlaki esasların başında da bu gelmektedir. Nitekim bu husus -aşağıdaki ayetlerde de görüleceği gibi- kulun Yaratıcısına karşı yerine getirmekle yükümlü kılındığı ahlaki bir davranış olarak ifade edilmektedir. “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyâmet gününü inkâr ederse tam anlamıyla sapıtmıştır.” (Nisâ /4:136) “Asıl iyilik o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır…”(Bakara/ 2:177) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları İhlas İhlas, insanın kendisini şirk, riya ve batıl inançlardan uzak tutarak, gönlünü kötü duygulardan ve çıkar hesaplarından temizleyip her türlü iş ve amelinde Allah’ın rızasını gözetmesi demektir. Kur’an, ihlası birçok ayetinde aşağıdaki şekilde formüle etmiştir: “…Hâlis bir dindarlıkla yalnız Allah’a bağlanarak…” (Bakara/ 2:139) İhlâs: samimi bir dindarlık. Büyük İslam bilgini Râğıb İsfahânî (ö. 502/1108) ihlası, Yahudilerin teşbih iddialarından ve Hıristiyanların teslis inançlarından uzak durmak olarak açıklamaktadır. (İsfahânî, (tsz.): 154) Bu da kulun öncelikle ve özellikle inancını ve bunun tabii bir sonucu olarak da amelini şirk, riya (gösteriş) ve süm’a (duyurma) gibi olumsuz unsurlardan arındırarak, her türlü yapıp etmelerinde Allah’ın rızasını gözetmesi şeklinde anlaşılabilir. Çünkü ihlassız yani Allah rızası gözetilmeden yapılan işler veya riya katılarak yapılan ibadetler bir nevi şirk sayılmaktadır. Bu da tevhit inancını zedeleyen hatta onu yok eden temel bir unsur olarak görülmektedir. O hâlde denilebilir ki, tevhit inancı ancak ihlas ile mümkündür. Fakihlerin, ibadetlerde ihlası batıni şart olarak kabul etmelerinin arka planındaki espri de bu olsa gerektir. Zira onlara göre abdestsiz kılınan namaz nasıl geçersiz ise, ihlassız yapılan ibadetler de makbul değildir. İhsan İhsan, insanlara karşı iyilik etmek, her işi güzel ve sağlam yapmak ve her an Allah'ı görüyormuş gibi yaşamak gibi anlamlara gelmektedir. Kelimenin bu son anlamı Cibrîl hadisinde zikredilmektedir: “İhsan senin Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibâdet etmendir." (Buhârî, Tefsir: 31; Müslim, İmân: 57; et-Tirmizî, İmân: 4) Böylece anlaşılıyor ki ihsan, insanın bir taraftan Allah’a diğer taraftan da bütün insanlara, hatta tabiata karşı yaklaşımında kendi imkân ve kabiliyetine göre kulluğun, özverinin ve erdemin en yüksek derecesinde hareket ederek varlıklara karşı iyilik ve güzellikle yaklaşmasını ifade etmektedir. Buna göre bir insanın infakta bulunması nasıl maddi anlamda iyilik ise, yakınlarıyla olan ilişkilerinde kırıcı olmaması, onlara her konuda yardım elini uzatması, bir yoksulu, bir yetimi giydirip barındırması, güler yüz ve tatlı sözle onlara karşı muamelede bulunup sevgi ile başlarını okşaması, üzgün ve dertli birini teselli etmesi, hasta ve yaşlı kimseleri ziyaret ederek onların dertlerine çözüm üretmesi, kısacası özünde iyilik bulunan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları her türlü eylemi gerçekleştirmesi de ahlaki ve manevi anlamda bir iyiliktir. Bütün bunlar da zaten Kur’an'ın yapılmasını istediği, akıl ve vicdanın da güzel gördüğü şeylerdir. Bu sebepledir ki her insan, toplum içerisinde yaşadığı sürece bu değerli prensibi yerine getirme noktasında üstüne düşeni yapmalıdır. Çünkü birbirinin yardımına koşmayan, hep kendi çıkar ve menfaatini düşünerek başkalarına sırt çeviren bireylerden meydana gelen toplumlar, varlıklarını uzun süre devam ettiremezler. Kur’an'ın bu konudaki yaklaşımı aşağıdaki şekildedir: “(Ey İman edenler!) … günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın, iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın…” (Mâide/ 5:2) “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi vb.) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (Nisâ /4:36) Takva Takva bir bilinçlilik hâlidir. Takva, Allah'a saygısızlık etmekten sakınmak, din ve ahlakın sakıncalı bulduğu tutum ve davranışlardan kaçınmak ve sorumluluk şuuru taşımak demektir. Buna göre takva esasen bir bilinçlilik hâlini ifade etmektedir. Yani kul bu ahlaki erdem sayesinde bir taraftan Allah'a karşı saygısızca davranmaktan çekinmekte; diğer taraftan da her türlü tutum ve davranışında O'nun rızasını kazanmayı düşünmektedir. Bu sebepledir ki, Yüce Allah Kur’an’da müminlerden, kendisine saygı göstermelerini, itaat etmelerini ve sorumluluk bilinci taşımalarını istemiştir. Bu manadaki pek çok ayetten birinde hem Hz. Peygamber’e hem de onun şahsında ümmetine şöyle denilmiştir: “Ey Peygamber! Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde ol, kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır.” (Ahzâb /33:1) Kur’an’a göre Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde hareket edip, O'na karşı derin saygı duyan müminlerin hem dünyada hem de ahirette ödüllendirileceği ifade edilmektedir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları “Ey iman edenler! Eğer sorumluluğun bilincinde olursanız O, size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış (kabiliyet) verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Enfâl/ 8:29) “… Kim Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olursa, Allah ona bir çıkış yolu ihsân eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir…” (Talâk /65:2-3) Tevekkül Tevekkül, esbâba tevessülden sonradır. Önemli ahlak ilkelerinden biri de Allah'a tevekkül etmektir. Tevekkül dinî bir terim olarak bir taraftan meşru bir hedefe ulaşabilmek için gerekli tüm çabayı gösterirken diğer taraftan da Allah’a dayanıp güvenmek ve işin sonunu O’na bırakmak demektir. Kur’an-ı Kerim’e göre tevekkül İslam akidesinin bir gereği ve Allah’a samimi iman ve teslimiyetin zorunlu bir sonucudur. Bu manadaki ayetlerin bazıları şöyledir: “...Kim Allah’a tevekkül ederse O, ona kâfidir...” (Talâk /65:3) “Allah kuluna kâfi değil midir?...”(Zümer /39:36) “Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hâkimiyeti yoktur.”(Nahl /16:99) Ancak ne yazık ki tevekkül, tarihi süreç içerisinde Kur’an’daki anlamını kaybederek en fazla istismara uğrayan bir kavram olmuştur. Çünkü tevekkül zamanla asıl anlamının dışına çekilerek oldukça yaygın bir biçimde, kişinin kendi sorumluluğunu Allah’ın üzerine yıkmasının, tembelliğin meşrulaştırılmasının bir aracı olarak kullanılmıştır. Oysa yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi tevekkül Kur’an’da, insanın herhangi bir konuda kendi üzerine düşen bir sorumluluğu yerine getirdikten sonra, dışarıdan gelebilecek engelleyici unsurların bertaraf edilmesi için Allah’ı “vekil” kılması, O’na güvenmesi demektir. Yani tevekkül hiçbir zaman uyuşukluk ve hareketsizliğin bir mazereti olmamalı, bütün güçlüklerine rağmen işlerimizi başarmamıza yardım edeceğine inandığımız Kadir-i Mutlak’a olan samimi güven ve imanın bir göstergesi olmalıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Özet Bireysel Etkinlik Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları • Bu bölümde Kur’an’daki bireysel erdemlerden sadece dördü üzerinde durulmuştur. Kur’an’da bahsedilen öteki bireysel erdemleri araştırınız. •İslami ilimlerin temel kaynağı olan Kur’an, hiç kuşkusuz ahlak ilminin de en önemli kaynağıdır. Kur’an-ı Kerim içerdiği diğer konular gibi ahlaki konuları da sistematik bir şekilde ele almamakla birlikte, eksiksiz bir ahlak sistemi oluşturacak zenginlik ve genişlikte kurallar koymaktadır. Bu kurallar da esasen ahlaklı bir toplum oluşturma amacı taşımaktadır. Bu yüzdendir ki, onda sadece bireysel ahlak esasları yer almamakta; toplumu ilgilendiren temel ahlaki ilkeler de bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz ahlak ilkeleri de özellikle toplumu oluşturan bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerinde sözgelimi, iş hayatı başta olmak üzere ticari ve idari konularda kendini göstermektedir. •Kur'an'ın öngördüğü ahlak sisteminde ayrıca insanın Allah ile olan ilişki düzeyini belirleyen ve söz konusu düzeyin ilahî irade istikametinde şekillenmesini sağlayan ahlak ilkeleri de yer almaktadır. Başta iman olmak üzere ihlas, ihsan, takva ve tevekkül gibi ahlaki esaslar bunlardan bazılarıdır. İnsanın dinî ve manevi bakımdan Allah katındaki değeri ya da değersizliği onun bu ilkelere bağlılığı ile ilgilidir. •Bütün bunlar bize göstermektedir ki, Yüce Allah insanı sorumlu bir varlık olarak yaratmıştır. Onun söz konusu sorumluluğu da iki boyutludur: Biri, insanın içinde yaşadığı toplumun diğer fertleriyle yani yakın ve uzak çevresiyle; diğeri de kendisini yaratıp bolca nimet verdiği yaratanıyla ilgilidir. Kur'an'a göre sözünü ettiğimiz her iki sorumluluğun özünde ahlak yer almaktadır. Çünkü Kur'an her şeyden önce güzel ahlakı tesis etmek için inzal edilmiştir. Bunun içindir ki, Hz. Âişe bir soru üzerine Hz. Peygamber'in ahlakının "Kur'an ahlakı" olduğunu dile getirmiştir. (Müslim, Müsâfirûn, 139) Bu da göstermektedir ki, İslam'ın birinci temel kaynağı olan Kur'an, içerdiği hükümler itibariyle bazı hukuk düzenlemelere yer verse de esasen onun varlık amacı üstün bir ahlaki yapı oluşturmaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi Kur’an'ın tanımında yer alan bir özellik değildir? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Allah tarafından vahyedilmesi b) Mushaflara yazılmış olması c) Tevatüren nakledilmesi d) Okunmasıyla ibadet edilmesi e) İlahî kelam olması 2. Aşağıdakilerden hangisi bireysel ahlak esaslarından biri değildir? a) Yalan söylememek b) Doğruluk c) Alçak gönüllülük d) Nankörlük etmemek e) Haset etmemek 3. Aşağıdakilerden hangisi dinî ve manevi ahlak esaslarından biri değildir? a) İhlas b) İhsan c) Takva d) Tevekkül e) Emaneti ehline vermek 4. Aşağıdakilerden hangisi, insanın gönlünü kötü duygulardan ve çıkar hesaplarından temizleyip her türlü iş ve amelinde Allah’ın rızasını gözetmesi anlamına gelmektedir? a) İhlas b) Takva c) Tevbe d) Doğruluk e) Alçak gönüllülük Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları 5. Aşağıdakilerden hangisi iyilik yapmak, yaptığı her işi güzel ve sağlam yapmak ve her an Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmek gibi anlamlara gelmektedir? a) İman b) Tevekkül c) İslam d) İhsan e) Tevbe Cevap Anahtarı 1.e 2.a 3.e 4.d 5.d YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akseki, Ahmet Hamdi. (1963). İslam Ahlakının Esasları. İstanbul. Ateş, Süleyman.(2000). “İhlas”, DİA. İstanbul. Çağrıcı, Mustafa. (2006). İslam Düşüncesinde Ahlak. İstanbul: Dem Yayınları Ensar Neşriyat. Çağrıcı, Mustafa. (1985). Anahatlarıyla İslam Ahlakı. İstanbul. Demirci, Muhsin. (2005). Kur’an'da Toplumsal Düzen. İstanbul: Ensar Neşriyat. Demirci, Muhsin. (2010). Kur’an'a Göre İnsan ve Sorumlulukları. İstanbul: Ensar Neşriyat. Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed. (1334). İhyâuUlûmi'd-dîn. Kahire. Izutsu, Toshihiko.(tsz). Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar.İstanbul. sfahânî, Ebu'l-kâsım Hüseyin zeriaİâmekimi’ş-şeria. Kahire. b. Muhammed Râğıb. (1299). İsfahânî, Ebu'l-kâsım Hüseyin b. Muhammed Râğıb. MüfredâtFîGarîbi'ur'ân. Tah. Muhammed SeyyidKeylânî. Beyrut. Kitabu’z(tsz). el- Kandemir, M. Yaşar. (1980). Örneklerle İslam Ahlakı. İstanbul. Kiraz, Celil. (2007). Kur’an'da Ahlak İlkeleri. Bursa: Emin Yayın. Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc. (tsz). es-Sahih, Beyrut. Râzi, Mefâtihu’l-gayb. (tsz). Beyrut. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları Yaran, Cafer Sadık. (2011). İslam Ahlak Felsefesine Giriş. İstanbul: Dem YayınlEnsar Neşriyat. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 HEDEFLER İÇİNDEKİLER HADİS VE AHLAK • • • • • Ahlak ve Değer Kavramları İslam Ahlakının Kaynakları Ahlak - İman - İbadet İlişkisi Hadis Edebiyatı ve Ahlak Hadis Rivayetleri ve Ahlak • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Ahlak ve değer kavramları ile hadisler arasındaki ilişkiyi kavrayabilecek • Üstün ahlaka ulaşmada hadislerin rehberliğinden istifade etmenin gerekliliğini algılayabilecek • Hadis edebiyatında ahlak konusunun nasıl ele alındığını açıklayabilecek • Hadis rivayetlerinin ahlakın tesis edilmesindeki rolünü değerlendirebileceksiniz. İSLAM AHLAK ESASLARI ÜNİTE 2 Hadis ve Ahlak GİRİŞ Hz. Peygamber’in söz, davranış ve takrirlerini yansıtan hadis rivayetlerinde, din ile ahlak arasında ontolojik bir ilişkinin tesis edildiği görülmektedir. Bu noktaya dikkat çekmek isteyen Hz. Peygambersas, kendisinin güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiğini vurgulamış (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk: 8), hatta İslam’ı tanımlarken “İslam güzel ahlaktır” ifadesini kullanmıştır. Dolayısıyla güzellik ya da güzel ahlakla din arasında doğal bir ilişki kurulmuştur. İbn Ebi’d-Dünya tarafından ifade edilen “Hiçbir güzel ahlak ve davranış yoktur ki, Allah onu din ile göndermiş olmasın” (İbn Ebi’d-Dünya, 1989: 40) tespidi bu durumun ifadesi niteliğindedir. Hadis ve ahlak arasındaki ilişkiyi değerlendireceğimiz bu ünitede, ‘ahlak’ın hadislerle ilişkisi; diğer bir ifade ile ahlaka kaynaklık etmesi açısından hadis rivayetleri konusu ele alınacaktır. Bu bağlamda ilk olarak ahlak kavramına ve İslam ahlakının kaynaklarına temas edilecek, ahlak-iman, ahlak-ibadet ve ahlak-davranış ilişkisine dikkat çekildikten sonra, hadis edebiyatında ‘ahlak’a vurgu yapan veya ahlaka ilişkin müstakil çalışmaların yerinin ne olduğu tartışılacaktır. Daha sonra da pratik anlamda hadis rivayetleri ile güzel ahlak arasındaki ilişkiye dikkat çekilecektir. AHLAK VE DEĞER KAVRAMLARI “İslam güzel ahlaktır” Arapçadaki ‘hulk’ kelimesinin çoğulu olan ‘ahlak’; kelime olarak tabiat, huy ve karakter manalarını ihtiva etmektedir (İbn Manzur, *trz.+: XI, 374). Terim olarak ise ahlak; insanın fıtratındaki kötülük yönünün arındırılmasını, denetim altına alınmasını ve iyilik yönünün geliştirilmesini, böylece bireyler arası ilişkilerde insanların vicdanlarının önemini kabul ettiği erdemli ve faydalı davranışların gerçekleştirilmesini temin eden değerlerin tümünü içermektedir(Yaran, 2010:9). Bir kavram olarak “değer”in kıymetli bulduğumuz, üstün tuttuğumuz, öneminden dolayı üzerine titrediğimiz somut ya da soyut her şeyi kapsadığını düşündüğümüzde değerler bütünü olarak ahlaki kuralların önemi kendisini ortaya koymaktadır. Bu durumda ahlak, iyiye de kötüye de yatkın olarak yaratılan ve her konuda seçim özgürlüğü tanınan insanın asla dışına çıkamayacağı ve bigâne kalamayacağı değerler dünyasını ifade etmektedir (Yaran, 2010: 12,309). Akleden bir varlık olarak insanoğlu, diğer canlıların aksine; tasarlayan, amaçlayan, plan yapan, seçim ve tercihlerde bulunan ve tüm bu tasarı, amaç, plan, seçim ve tercihlere bağlı olarak eylemde bulunan bir varlıktır. Burada kullanılan eylem, bir ilke, norm, inanç ve değere bağlı iradi davranışlara işaret etmektedir. (Özlem, 2004: 13-14) Alternatif davranışlar arasında seçim yapabilme gücüne sahip Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Hadis ve Ahlak olan insanın bir ilkeden ve değerden mahrum olarak ortaya konacak eylemlerinin, hayatını “değersizleştireceği” ve de “anlamsızlaştıracağı” da bir hakikattir. (Turgut, 1980: 18) Ahlak sayesinde insan, davranışlarındaki güzel ve çirkini kavrarken fazilet ve reziletleri de anlar, ahlaki faziletlerle süslenme ve kötülüklerden korunma yollarını öğrenir (Kamil, 1330: 7). ‘Ahlak’ sadece iyi huylar ve kabiliyetler anlamına gelen bir kavramı değil bilakis iyi ve kötü huyların tamamını kapsayan bir anlamı ifade etmektedir. Bu nedenle kendisinde iyi huylar geliştirmiş olan kimseye ‘iyi ahlaklı’, kötü huylar geliştirmiş olana da ‘kötü ahlaklı’ denilir. Nitekim aşağıdaki ayet-i Kerimelerde yüce Allah’ın(c.c.) insanoğluna hem fücûrun hem de takvanın ilham edildiğini belirtmesi de her iki yönden birinin geliştirilmesine müsait olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak bunlardan birinin geliştirilmesi diğerinin baskılanması anlamına gelmektedir. “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems/91:7-8-9) “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8) İnsan kendi iradesiyle güzel ahlaki değerleri içselleştirmesi ve eyleme dönüştürmesiyle ‘ahsen-i takvîm’ (en güzel niteliklere sahip) kategorisine yerleşecektir; tam tersi bir durumda ise “esfel-i sâfilîn” (aşağıların da aşağısı) olarak nitelenenlerin arasında yer edinecektir. Burada, insanın konumunu belirleyenin ahlakı olduğunu vurgulamak gerekmektedir. “İslam, güzel ahlaktır” hadisi de bu duruma açık bir şekilde atıfta bulunmaktadır. Hadislerde ahlakın tasviri yapılırken, bir taraftan yerilen kötü ahlaka vurgu yapılırken, öte yandan da özendirilen güzel ahlaka dikkatler çekilmektedir. Yerilen / Kötü Ahlak Dini literatürde, kötü huyları ifade etmesi için, suu’l-huluk, el-ahlak ezzemime, el-ahlak es-seyyie gibi ifadeler kullanılmaktadır. İnsan, dinin istediği güzellikleri bir kenara bırakarak kendi nefsine tabi olduğunda çıkarcı, başkasının hak ve hukuna saygı göstermeyen vb. huylara sahip bir portre oluşturacak, dolayısıyla da kötü ahlaka sahip bir birey olarak nitelenecektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de arzularının esiri olanlar “hevasını tanrı edinen” (Furkan/25:43) kimseler olarak vasıflandırmıştır. Övülen / Güzel Ahlak Hüsnü’l-huluk, mehâsinü’l-ahlak, mekârimü’l-ahlak, el-ahlak el-hasene, elahlak el-hâmide tamlamalarıyla ifade edilen güzel ahlak, Hz. Peygamber Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Hadis ve Ahlak tarafından, kendisinin gönderiliş nedeni olarak belirtilmiştir. Hatta “güzel ahlak dinin yarısıdır” ifadesiyle, güzel ahlakın önemine vurgu yapmıştır. Hayatın her alanında inananlar için güzel bir örnek olarak gösterilen Hz. Peygamber’in ahlakı, Kur’an olarak nitelenmiştir. (Müslim, Müsafirin, 139) İSLAM AHLAKININ KAYNAKLARI Yeryüzünde yaşayan ilk insan, aynı zamanda ilk peygamber olan Hz. Âdem’dir. Rabbine kulluk etsin diye yaratılan insan, başıboş da bırakılmamıştır. (Bk. Kıyamet/75:36) Bu kulluğun en önemli göstergesi ya da ifadesi, güzel ahlaktır. Nitekim, Yüce Allah gönderdiği Peygamberlere, insanlara karşı hakkın şahidi olmak gibi bir misyon yüklemiş, aynı beklentiyi müminlerin de diğer insanlara karşı hakkın şahidi olması talebiyle sürdürmüştür. (Bk. Bakara/2:143) Bu beklentinin karşılanması, öncelikle Hz. Peygamber gibi Kur’an’ı ahlaka çevirmeye, dolayısıyla büyük bir ahlak üzere hayat süren bireyler olunmasına bağlıdır. Bunun için, sınav alanı olarak nitelenen bu dünyada yapılması ve yapılmaması gereken hususlar insana bildirilmiş, evrensel değerler üretilmiş, güzellikler düşüncenin ve pratiğin merkezine alınmış ve onların korunması hedeflenmiştir. Bu bağlamda kullanılan en önemli kavramlar, maruf ve münker, iyi ve kötü, hayır ve şer, sevap ve günah kavramlarıdır. Bu kavramlarla düşünmeyi, yargı ve değer üretmeyi amaçlayan İslam dininin iki temel kaynağı bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim Yüce Allah’ın Peygamberine vahyettiği Kur’an-ı Kerim, ortaya koymuş olduğu bütün kurallarıyla, ürettiği bütün değerleriyle, bütün insanlığa huzur, mutluluk ve barış temin edecek, onların garantörü olarak görülen evrensel bir ahlak ikâme etmeyi hedeflemiştir. Bunu yaparken önce kendi temsilcisi olarak görülen elçisini, ahlak eksenine oturtmuş ve başarısının gerçek nedeninin de ahlaki davranışlar olduğunu kendisine hatırlatmıştır: “Sen büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem/ 68:4) “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân/ 3:159) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Hadis ve Ahlak Kur’an-ı Kerim elçisine, insanlarla ilişkideki stratejisini de öğretmiştir. Hatta bu şekilde davrandığında sonucun farklı olacağına da dikkatleri çekmiştir: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet/41:34) İslami ahlakın en temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim, inananlara ahlakı anlatırken ya da ahlaki değerleri işlerken, kendi pozisyonuna dikkatleri çekmektedir. “Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerde olan dertlere bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir” (Yunus/10:57). Ardından da müminlerin nasıl davranması gerektiğine atıfta bulunmaktadır: “İşte bu Kur’an indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır. Artık buna tabi olun ve kötülüklerden kaçının. Böylece esirgenmiş olursunuz” (En’am/6:155) ayeti de yine Kur’an’ın İslam ahlakının en temel kaynağı oluşuna işaret etmektedir. Kur’an-ı Kerim, kurmuş olduğu bu ilişki ağında, farklı ahlaki davranışlar sergilemeyi mubah kılacak kategoriler belirlememiştir. Aksine bütün insanlara karşı ahlaklı olmayı vurgulamıştır. Bu bağlamda Kur’an iyiliğin de kötülüğün de zerre kadarının bile önemli olduğunu belirtir ve her ikisinin de muhakkak karşılığının görüleceğini belirterek insanın eylemleri için uhrevi yaptırıma dayalı ahlaki bir temel oluşturur. “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.” (Zilzâl/99:7-8) Kur’an-ı Kerim pek çok fazileti ahlaki bir değer olarak vurgular. Bunlardan en çok dikkat çekeni dürüstlük ve adalet gibi değerlerin, davranışlarda hâkim kılınması ve diğer insanlarla ilişkilerimizde yardımseverlik ve infak duygularıyla hareket edilmesidir: “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl/16:90) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Hadis ve Ahlak Kur’an’daki ayetlerin her biri, insanın dünya ve ahiret saadetine kavuşmasını temin edecek ahlaki değerleri hâkim kılmayı salık vermekle birlikte bazı erdemli davranışları ihtiva eden İsrâ suresindeki şu ayet-i Kerimeler oldukça dikkat çekicidir: “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: “Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.” (İsra/17:23) “Ölçtüğünüzde ölçmeyi tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu daha hayırlı, sonuç bakımından daha güzeldir. Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın; boyca da dağlara asla erişemezsin.” (İsra/17:35-36-37) İkinci halka, inananlara yönelik düzenlemeler olarak dikkatimizi çekmektedir. İnananların peygamberle ilişkisi, peygamber karşısındaki konumunun belirlenmesi, bütün bunların kişisel inisiyatife bırakılmayıp inançla irtibatlandırılmış olması önem arz etmektedir. Zira hem dinin ve hem de ahlakın ikinci derecede kaynağı hadislerdir. Ancak daha önemlisi bütün bunları öğretecek, bu bağlamda emirler verecek, düzenlemeler yapacak tek otorite Hz. Peygamber’dir. Hz. Peygamber’in Hadis ve Sünneti Kendisine peygamberlik verilmeden evvel de insanlar tarafından beğenilen bir ahlaka sahip olan Hz. Peygamber’in toplum nezdindeki durumunu Hz. Hatice’nin şu ifadeleri özetlemektedir: “Sen akrabana bakarsın, işini görmekten aciz olanların yüklerini çekersin, yoksula verir, hiçbir şeyi olmayana bağışta bulunursun, misafiri ağırlarsın, bir felakete uğrayana yardım edersin” (Buhârî, Bed’u’l-Vahy: 1) Peygamberliğinden önce de, sonra da üstün ahlakın temsilcisi olan Hz. Peygamber, dolayısıyla onun hadis ve sünneti, İslam ahlakının ikinci temel kaynağını oluşturmuştur. Resulullahsas, vahiyle belirlenen öğretileri bizzat kendisi tatbik etmiş, bu nedenle insanlar için örnek gösterilmiştir. Zira O, uygulamanın nasıl olacağını gösterdiği gibi, istisnaların neler olabileceğini de gösterme yetki ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Hadis ve Ahlak sorumluluğuna sahiptir. Bu nedenle ayet-i kerime’de örnek diğer bir ifade ile model olarak takdim edilmiştir: “Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır” (Ahzâb/33:21). Hz. Peygamber inananlar için örnek olarak gösterilmiş, ancak O’nunla ilişkimiz farklı parametreler üzerine oturtulmuştur. Diğer bir ifade ile farklı kategorilere yerleştirilebilecek olan söz ve beyanları bağlayıcılık açısından farklı güce sahiptir. Burada ilişki biçimi ve şeklinin insanların arzu ve isteklerine bırakılmamış olması, hatta sevap-günah ve imanla irtibatlandırılması, Müslümanlar arasında ana hususlarda tarz farklılığını ortadan kaldırmaktadır. Söz konusu ilişki ağını tespit edebilmek amacıyla Kur’an’a baktığımızda, üç farklı noktaya dikkat çekildiğini görmekteyiz: Hz. Peygamber’e İttiba Etmek: Hz. Peygamber’le ümmeti arasındaki ilişki ortaya konulurken, ‘peşinden gitmek’, ‘izini takip etmek’ anlamlarına gelen “ittiba” kelimesine özel vurgunun yapılması oldukça dikkat çekicidir. Zira kurtuluşu/bağışlanması açısından inanan insan için iman ettiği peygamberin getirdiği öğretiye tabi olması bir zorunluluktur. Bu durum, Hz. Peygamber’in ifadeleriyle Kur’an-ı Kerim’de açıkça ortaya konulmuş ve Allah’ın sevgisini kazanmanın yolu olarak takdim edilmiştir: “De ki: ‘Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan, esirgeyendir." (Âl-i İmrân/3:31) Mümin açısından Allah’ı sevmek ve O’nun bağışlamasını ümit etmek kadar hayati öneme sahip olan başka bir şey olamaz. Zira hiçbir Müslüman, kendi yaptığı ile kurtuluşa ereceğini düşünmemektedir. Bu durumda, O’nun sevgi ve mağfiretine kavuşmanın yolu olarak takdim edilen, elçisine ittiba etmekten başka bir çıkar yol görülmemektedir. Hz. Peygamber’e İtaat Etmek: Hz. Peygamber, toplumun sosyal, ekonomik ve siyasal her türlü problemiyle yakından ilgilenen bir lider ve rehberdir. Hicretle birlikte, elçilik görevinin yanında siyasi sorumluluğu da yüklenen Hz. Peygamber'e(s.a.s) itaat, imani bir zorunluluk olarak takdim edilmektedir. Zira kendilerine itaat edilmesi, peygamberlerin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Hadis ve Ahlak görevlerini yerine getirebilmeleri için ön şarttır. Bu nedenle Allah Teâlâ, elçi göndermekle, onlara itaat edilmesi arasında doğrudan bir ilişki kurmaktadır: “Biz hiçbir elçiyi, Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik.” (Nisâ/4:64) “Ey inananlar, Allah'a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahibine itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; -Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız- onu Allah'a ve Elçiye götürün. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından daha da güzeldir.” (Nisâ/4:59). “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde bir burukluk duymadan, tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar.” (Nisâ/4:65) “Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse (çevirsin), biz seni onların üzerine bekçi göndermedik.” Nisâ/4:80. Görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’de Resule itaat, açıkça emredilmektedir. Ancak vurgunun sadece emirle bırakılmayıp, Resule itaatle Allah’a itaat arasında doğrudan bir ilişkinin kurulmuş olması, konuya özel bir anlam yüklemektedir. Bu uslübun biat konusunda “Sana biat edenler, gerçekte Allah’a biat etmektedirler.”(Fetih/ 48:10) ifadesiyle de sürdürüldüğünü görmekteyiz. Zihinleri bu şekilde bir eğitime tabi tutulan Müslümanlara, Resulün çok özel bir konuma sahip olduğu öğretilmiştir. Hz. Peygamber’i Örnek Almak: Tarih boyunca elçi olarak görevlendirilen peygamberler, gönderildikleri toplumun seçkin bir ferdi alarak o topluma örnek kılınmıştır. Tıpkı Hz. Musa’nın ve Hz. İbrahim’in kavimlerine örnek kılındıkları gibi, Hz. Peygamber de, aynı gelenek içerisinde kendi kavmine üsve-i hasene yani en güzel örnek kılınmıştır. “Andolsun Allah'ın Elçisi’nde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah'ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab/33:21) Ayet-i Kerimelerde açık bir şekilde görüldüğü üzere, gönderilen elçiye iman etmek, insanların kendi tercihleridir. Ancak iman ettikten sonra O’na itaat ve ittiba etmek, kişilerin inançlarıyla doğrudan ilişkisi olan bir vecibe, bir zorunluluk olarak takdim edilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Hadis ve Ahlak Ümmetlerine rehber olarak gönderilen bütün peygamberler, şu veya bu nedenle kavimlerinden bazıları tarafından yanlış anlaşılmışlar ya da zihinlerde olması gerekenden farklı bir yere oturtulmuşlardır. Aynı durum bizim peygamberimiz için de geçerlidir. Zira teorikte örnek kılınan Hz. Peygamber'i, pratikte örnek almamızı engelleyen birtakım etkenlerin bulunduğunu görmekteyiz. Bunların en önemlisi Hz. Peygamber'i gereği gibi tanıyamamak ya da yanlış algılamaktır. Bu durum sadece günümüze ait olan bir problem de değildir. Zira, yanlış kavrama, Hz. Peygamber döneminde başlamış, sonraki dönemlerde, onu efsaneleştirecek şekilde, daha da belirginleşerek süregelmiştir. Hz. Peygamber(s.a.s) sonrası hadise verilen değeri de doğrudan etkileyen bu duruma, kendi döneminden bir örnek vermek gerekirse şu rivayeti zikredebiliriz: “Birkaç kişi Hz. Peygamber’in hanımlarının yanına gelerek Peygamber’in ibadetlerini soruşturuyorlar. Kendilerine durum anlatılınca, yapılan ibadeti az bularak “Biz nerede Resulullah nerede? O’nun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır” dediler. Bunun üzerine onlardan biri: Ben ömrüm boyunca bütün gecelerimi namaz kılarak geçireceğim; bir diğeri: ben bütün sene oruç tutacağım; öbürü de: ben kadınlardan ayrılacağım, bir daha evlenmeyeceğim” der. Bu olay üzerine Hz. Peygamber gelir ve şöyle şöyle söyleyen siz misiniz? diye sorar ve “Andolsun ki ben sizden daha fazla Allah’tan korkarım ve sizden daha müttakiyim. Bununla beraber ben oruç tutarım, iftar da ederim. Gece namaz kılarım ve uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Bilin ki, kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” (Buhârî, Nikah: 68/1) Söz konusu rivayette ashabdan olan bu insanlar, son derece samimi bir ruh hâli içersinde Hz. Peygamber’in ibadetini, O’nun konumuyla kıyaslayarak bu miktardaki ibadeti, kendi konumlarında olan bir insan için yetersiz bulmuşlardır. İşte bu nedenle cennete girebilmek için sürekli namaz kılmayı veya sürekli oruç tutmayı kendileri için bir zorunluluk hâline getirmişlerdir. Bu şartlarda, söz konusu davranışın arzu edilmeyen bir fiil olduğunu belirten Hz. Peygamber (s.a.s), kendi sünnetinin takip edilmesini istemiş; yani kendi örnekliğine dikkat çekmiştir. Bu tavrıyla Hz. Peygamber, kendisinin bir model olduğunu ortaya koymuş ve bunun Müslümanın hayatındaki önceliğini şu ifadeleriyle vurgulamıştır: “Sizden birisi ben kendisine, ebeveyninden, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadığım sürece iman etmiş olmaz.” (es-Suyutî, 1981: 586) Örnek alınan, itaat ve ittiba edilen Hz. Peygamber'in(s.a.s), kendi ashabı içerisindeki durumunu, istişare hususundaki ayetin gereğini yerine getirirken Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Hadis ve Ahlak ortaya koyduğu tavır ve ashabın bu konudaki yaklaşımı çok açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Peygamberin, bir beşer olduğu, iradesini kullandığı; hatta kendi görüşüyle bir işe karar verdiğinde sahabenin onunla fikir teatisinde bulunduğu bilinen bir vakıadır. Zira “...iş hususunda onlara danış...” (Âl-i İmrân/ 3:159) emrinin birinci derecede muhatabı o idi. Sonuç olarak, yaşadığı dönemde Hz. Peygamber'e(s.a.s) karşı gösterilmekte olan saygı, O’nun görüşlerine verilen değer, talimatlarına şartsız itaat bilinci, Peygamberin fiili rehberliğinin bulunmadığı sonraki dönemlerde, sözlü, yazılı ya da pratik hayatta fiilen yaşanan hadislerine karşı çok özel bir ihtimam gösterilmesine neden olmuştur. Hz. Peygamber’den nakledilen hadisler, hem kendi pozisyonunu ifade etmekte ve hem de Müslümanların ahlaka bakışlarını, hayatlarında ahlakın yerini ve davranışlarının ahlakiliğini belirlemektedir. Ebû Hureyre’den(r.a.) rivayete göre, Resulullah(s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah satışında hoşgörülü, alışında hoşgörülü, ödemesinde hoşgörülü kimseleri sever.” (Tirmizî, Buyu’: 75) İslam ahlakının altın ilkelerinden olarak vasıflandırılabilecek şu hadisler de Hz. Peygamber’in sünnetinin ve hadislerin ahlaki değerleri kazanma hususunda taşıdığı önemi ortaya koymaktadır: “Sizin en hayırlınız, ahlak bakımından en güzel olanlarınızdır” (Ebû Dâvud, Sunne:15) Sizden birisi kendisi için sevip istediğini mü'min kardeşi içinde sevip temedikçe(kâmil anlamda) mü'min olamaz.'' (Buhârî, Îman: 7) İSLAM’DA İMAN-AMEL VE AHLAK BİRLİKTELİĞİ “İman eden ve sâlih amel işleyenler (güzel davranış segileyenler) için güzel bir gelecek ve mutluluk vardır.” (Ra’d/13:29). İnanç esaslarını tereddütsüz kabul etmek ve inanılması gereken hususları kalp ile tasdik edip dil ile ikrar etmek imanı; imanın gereği olarak ortaya çıkan davranışlar ise salih ameli ve üstün ahlakı öne çıkaracaktır. İman ve salih amelin beslediği, güzelleştirdiği ve olgunlaştırdığı kişilikten güzel ahlakın en değerli örnekleri tezahür eder. Yüce dinimiz imanın ardından salih amele ve üstün ahlaka ehemmiyet göstermiş, suretten çok sîrete, kalıptan çok kalbe önem vermiştir. Bu manada, yüce Allah’ın(c.c.) Resulullah’ı(s.a.s) överken, O’nu, yaptığı ibadet ve itaatlerin ötesinde güzel ahlakıyla ön plana çıkarması dikkate şâyandır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Hadis ve Ahlak İman, ibadet ve ahlak arasındaki ilişkiyi vurgulayan Hz. Peygamber, dualarında Yüce Allah’tan ahlakının güzelleştirilmesini şu ifadeleriyle talep etmiştir: “Allah’ım! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı da güzel yap.” (Ahmed b. Hanbel, I/403; VI/68, 155) “…Allah’ım! Beni amellerin en iyisine ve ahlakın en iyisine ilet. Amel ve ahlakın en iyisine ancak sen hidayet edebilirsin. Amellerin kötüsünden ve ahlakın kötüsünden beni koru. Amel ve ahlakın kötüsünden ancak sen koruyabilirsin.” (Nesâî, İftitâh: 16) “Allah’ım! Ayrılıktan, iki yüzlülükten ve ahlakın kötüsünden sana sığınırım.” (Nesâî, İstiâze: 21) Bu değerlendirmeler ışığında iman, amel ve ahlak birlikteliği açısından üzerinde tefekkür edilmesi gereken şu ayeti zikretmeyi uygun buluyoruz: “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakiler ancak onlardır!” (Bakara/2:177). İman - Ahlak İlişkisi Hadis-i şeriflerde bireyin üstün ahlaka sahip olması, iman ve teslimiyetinin bir sonucu olarak değerlendirilmiş ve kişinin imanının en dikkate değer sonucunun güzel ahlak olduğu vurgulanmıştır. Sahabeden Amr b. Abese Resulullah’a(s.a.s) "İman nedir" diye soru yönelttiğinde Hz. Peygamber’in, "Sabırlı ve hoşgörülü olmaktır" cevabını vermesi ve devamında "İmân(ın gerektirdiği hangi davranış) daha faziletlidir" diye sorduğunda da Allah Resulü’nün(s.a.s) "Güzel ahlaktır" diye karşılık vermesi (Ahmed b. Hanbel, IV,385), imanın salt inançtan ibâret bir kavram olmadığını, iman ve ahlak arasında ontolojik bir bağın olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber’den nakledilen diğer hadislerde de iman ve ahlak arasındaki bu ilişkiye şahit olmak mümkündür. Peygamberimiz(s.a.s) iman ve ahlak ilişkisine şu ifadeleriyle dikkatlerimizi çekmektedir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Hadis ve Ahlak İman yetmiş (veya altmış) küsur şubedir. En yükseği, "Allah'tan başka ilah yoktur" demek; en aşağısı ise, yoldan, eziyet veren şeyleri gidermektir. Utanmak da imânın bir şubesidir." (Müslim, Îmân: 58) “Müminlerin iman bakımından en mükemmel olanları ahlakı en güzel olanlarıdır”. (Tirmizî, Radâ: 11) Bu hadis-i şerifler aynı zamanda imanın aksiyonel bir sonuca sebebiyet vermesi gerektiğine, inanan kişinin imanının sadece kalbinde ve dilinde kalmayarak yaşantısında ahlaki değerler eşliğinde belirleyici olmasının gerekliliğine işaret etmektedir. Amel - Ahlak İlişkisi Yüce yaradana kulluk bilinci eşliğinde ibadet etmekle sorumlu olan insanoğlunun (Zâriyât /51:56) gerçekleştirmekle mükellef olduğu namaz, oruç, zekât ve hac gibi belirli kurallara uyarak yaptığı ibadetlerin temel amaçlarından birisi; üstün ahlak ilkelerinin insanın yaşamında hayatiyet bulabilmesini temin etmektir. Örneğin, Kur’an-ı Kerim’de günde beş vakit olarak kılınan namazın, insanı hayasızlıktan ve haramlardan koruduğu ve üstün ahlaka yönelttiği şu ayet-i kerime ile bildirilmektedir: “Namazı dosdoğru kıl, çünkü namaz insanı fuhuş (her türlü çirkin, söz, fiil ve davranışlardan) ve münkerden (haramlardan, dinin ve akl-ı selimin çirkin gördüğü işlerden) men eder, alıkor.” (Ankebût/29:45) Bir hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber, namaz ibadetinin insanın ruh dünyasında ve davranışlarında değişimi getirmesi gerektiğini şu ifadelerle vurgulamaktadır: “… Nice geceleri namaz kılanlar vardır ki onların namazdan nasipleri sadece uykusuz kalmaktır.” (İbn Mâce, Sıyâm: 21) Orucun farz olduğunu bildiren ayet-i Kerimede “Ey müminler! (Kötülüklerden ve haramlardan) korunmanız için oruç tutmak, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.” (Bakara 2/18:3) ifadesiyle oruç tutmanın insan davranışlarında meydana getireceği değişikliğe işaret edilirken Hz. Peygamber’in şu hadislerinde de oruç ibadetinin üstün ahlaka ulaşmadaki etkisine işaret edilmektedir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Hadis ve Ahlak “Oruç kalkandır. Biriniz oruçlu iken çirkin, kötü ve kaba söz söylemesin, bağırıp çağırmasın, kavga etmesin. Birisi kendisine söver ya da çatarsa ona ‘ben oruçluyum’ desin” (Müslim, Sıyâm: 163; Buhârî, Savm: 9) Resulullah’ın(s.a.s) ifadelerinden, oruç ibadetinde insanın edep ve ahlakının güzelleştirilmesinin hedeflendiği açıkça anlaşılmaktadır. Bu hedef gerçekleşmediğinde, yani oruç tutan insan kötü söz, eylem ve davranışlara devam ettiğinde oruç ibadeti amacına ulaşamamış olacaktır. Nitekim Hz. Peygamber bu durumu şu sözleriyle ortaya koymaktadır: “Kim yalan sözü ve yalan ile iş yapmayı bırakmazsa Allah’ın onun yemesini ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur” (Buhârî, Savm: 8; Ebû Dâvûd, Savm: 25) "Nice oruç tutanlar vardır ki onların oruçtan nasipleri sadece aç (ve susuz) kalmalarıdır.” (İbn Mace, Sıyam: 21) Kurban ibadetinde de ahlaki gaye bir ayette şöyle ifade edilmektedir: “Onların ne etleri, ne de kanları hiç bir zaman Allah’a yükselip erişmez. O’na yalnız takvanız ulaşır.” (Hac/22:37) Tartışma Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, insanoğlu İslam'ın emir ve yasaklarına uyduğu ve ibadetlerin gereğini yerine getirdiği nispette üstün ahlak sahibi olacak, emir ve yasakları ihlâl ettiği nispette üstün ahlaktan uzaklaşacaktır. •İbadetler ile üstün ahlak arasında bir ilişkinin olduğu gerçektir. Bununla birlikte ibadetlerini düzenli olarak yerine getir(e)meyen bir kişinin erdemli tavırlar sergilemesi ya da ibadetlerini yapan bir kimsenin üsün ahlaka sahip olmaması nasıl açıklanabilir? Konuyu hadisler eşliğinde gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz. •Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. HADİS EDEBİYATINDA AHLAK Hadis edebiyatının hemen her bölümünde, hayatın her alanına ilişkin görgü ve edeble ilgili rivayetlere rastlamak mümkündür. Zira din onlarla tamamlanmakta, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Hadis ve Ahlak dindarlık da onlara riayetle özdeşleştirilmektedir. Öte yandan edep ve ahlaka ilişkin rivayetler sadece edep bölümlerinde değil, hadis eserlerin tümüne serpiştirilmiş bir vaziyette yer almaktadır. Bu anlamda hadis edebiyatında ahlakı bir konu olarak ayrı bir bölümde aramak ya da ahlak konusunu sadece belirli bölümlere has bir kavram olarak vasıflandırmak doğru bir tutum olmayacaktır. Çünkü ahlak, muhaddis musanniflerin zihin dünyasında sadece bu kavramlara ait bir olguya işaret etmemekte; bilakis Hz. Peygamber’den nakledilen her hadis-i şerif “ahlak” kavramının kapsam alanı içerisinde yer almaktadır. Bu nedenle de bütün bir hadis edebiyatına, ahlakla ilgili temel ilkelerin bulunabileceği bir hazine olarak yaklaşılması gerekmektedir. Ancak doğrudan ahlak konusunu içeren rivayetler karşısında musanniflerin tutumunu ortaya koyabilmek adına bir tasnif yapmanın gerekliliği de kaçınılmazdır. Bu nedenle öncelikle, temel hadis kaynaklarında müelliflerin doğrudan ahlakla ilişkili rivayetleri konu edindikleri bâbları dikkate alacak ardından hadis edebiyatı içerisinde tamamen ahlak konusuna hasredilen eserlere değineceğiz. Temel Hadis Kaynaklarında Ahlakla İlgili Bölümler Temel hadis eserlerinde “Kitabu’l-Edeb”, “Kitabu’l-Birr ve ‘s-Sıla”, “Kitabu’zZühd”, “Kitabu’l-İsti’zan” gibi başlıklarla tasnif edilen bölümlerin doğrudan ahlakla ilişkili olduğu kabul edilmektedir. “Kitâbu’l-Edeb” Hadis kaynaklarının ahlaki tutumlarla ilişkili en yakın bölümünün edep başlığı ile tasnif edilen bölümler olduğu ifade edilebilir. Ancak bu bölümlerde ahlakla alakalı bütün rivayetler bir araya getirilmemiş, müelliflerin uygun gördükleri konuları nakleden rivayetler bu başlık altında nakledilmiştir. Kütübü Sitte kaynaklarında Kitâbu’l-Edeb bölümlerinde ortak olarak şu konuları içeren rivayetler nakledilmiştir: Oturuş şekli ve oturma kalkma adabı Hapşırana esenlik dileme şekli ve ehemmiyeti Çocuklara güzel isim vermenin önemi Günlük konuşmalara ilişkin tavsiyeler vb. hususlara ilişkin rivayetlere yer verilmiştir. Müellifler genel olarak bu temel konular üzerinde durarak “Edeb” başlığını vermeyi tercih ettikleri bölümleri oluştururken, her musannifin aynı başlık altında farklı rivayetleri zikretmeyi tercih edebildiği de gözden uzak tutulmamalıdır. Nitekim Tirmizî’nin giyim kuşam ve koku sürünme ile ilgili rivayetleri, diğer Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Hadis ve Ahlak müellifler “libâs” ya da “zinet” gibi bölümlerde zikretmesine rağmen, edep bahsinde ele alması bunun bir göstergesidir. “Kitabu’l-Birr ve ‘s-Sıla” İslam ahlakının en temel dinamiklerinden olan “birr” ve “sıla” kelimeleri musannifler tarafından birlikte kullanılarak bölüm başlığı olarak takdir edilmiştir. “Birr” kelimesi sözlükte iyilik yapmak, ihsânda bulunmak anlamına gelirken “sıla” kelimesi ise bağlantı ve ilgi anlamlarına gelmektedir. Birr kelimesinin temel hareket noktası değer verilmesi gereken her şeye değer vermek iken, sıla kavramı ise en yakından başlayarak bütün müminlerle iyi ilişkiler içinde olmayı ifade etmektedir. Bu anlamda “Kitabu’l-Birr ve’s-Sıla” başlıklı bölümlerde anne-baba hakkına, komşu hakkına, akraba hukukuna işaret eden rivayetler yer almakta bunların yanı sıra kişiler arası ilişkilerde her türlü hak ihlalini kapsayan yalan, gıybet, haset vb. kötü hasletllerle ilgili rivayetlere de yer verilmektedir. “Kitabu’l-İsti’zan” Kelime olarak izin istemek anlamına gelen “e-z-n” kökünden türemiş bir masdar olarak isti’zan bölümlerinde, musannifler toplumsal ilişkilere ve sosyal ahlak kurallarına işaret eden rivayetleri bir araya getirmişlerdir. Ebu Musa el-Eş’ari tarafından nakledilen kapının üç defa çalınmasına rağmen açılmaması hâlinde geri dönülmesini belirten rivayet (Müslim, Edeb 33-37) ekseninde kapsam alanı daha iyi anlaşılan bu bölümlerde şu konulara yer verilmiştir: Selamlaşma Çeşitli mekânlara giriş ve çıkış adabı Toplumsal kullanıma açık alanlarda uyulması gereken kurallar Yazışmalarda uyulacak kurallar Yolculuk ve konaklama esnasında uyulması gereken kurallar Uyuma ve uyanma anında yapılması gerekenler “Kitâbu’z-Zühd” ve “Kitabu’r-Rikāk” Hadis kaynaklarında “zühd” ve “rikāk” başlıkları altında tasnif edilen rivayetler de yine doğrudan ahlakı ilgilendiren rivayetlerin yer aldığı bölümler olmuşlardır. Dünya nimetleri karşısında insanın takınması gereken tavrı tavsif eden rivayetlerin ağırlıklı olarak nakledildiği bu bölümlerde dinin dünyaya bakışı, tevekkül, sabır, tevazu, zenginlik ve fakirlik kavramları ile ilişkilendirilerek ortaya konulmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Hadis ve Ahlak Ahlak Konulu Hadis Eserleri Hadis eserlerinde doğrudan ahlak ile ilgili oluşturulan bölümlerin haricinde müstakil olarak ahlak konusuna tahsis edilerek oluşturulan eserler de mevcuttur. Hadis Edebiyatı’nda “Edeb”, “Mekârim”, “Fedâil” ve “Zühd” kitapları müstakil olarak ahlak konusunu içeren eserlerdir. “Edeb Kitapları” İnsanın hangi durumlarda nasıl davranması gerektiği hususunda rehberlik yapan Edeb kitaplarının en çok bilineni ve en önemli kaynağı Buhârî’nin (ö.256/870) “Edebu’l-Müfred”’idir. Yine İbn Ebî Şeybe’nin (ö.235/849) “Kitâbü’lEdeb”’i de hadis edebiyatında edep bahsi altında önemli bir yere sahiptir. Edeb kitaplarında içerik olarak kişisel ahlaki nitelikleri konu edinen yalan söylememek, kibarlık, hayâ, cömertlik, cimrilik, küs durmama, iki yüzlülük vb. konulara yer verilirken aynı zamanda kişinin çevresiyle iletişimini konu edinen anne-babayla ilişkiler, akrabalık ilişkileri, yetimlerle ilişkiler, büyüklere saygı, küçüklere sevgi, çocuk hakları, komşu hakları, izin isteme, hasta ziyareti vb. bölümler yer almaktadır. “Mekârim Kitapları” Mekârim eserleri hadis literatüründe ahlak konusuna tahsis edilmiş önemli kaynaklardandır. “Mekârimü’l-Ahlak” başlığıyla sunulan mekârim eserlerinin önde gelenleri İbn Ebi’d-Dünyâ’nın (ö.281/894) ve Taberânî’nin (ö.281/894) Mekârimü’lAhlak adlı eserleridir. Dürüstlük, cömertlik ve kardeşlik gibi değerlerin vurgulandığı bu eserlerin konuları ana hatlarıyla şu kavramlar etrafında şekillenmektedir: Utanma duygusu, dürüstlük, verilen sözü tutma, akrabalık ilişkileri, güvenirlilik, komşu hakları, hediyeleşmek. “Fedâil Kitapları” Fedâil edebiyatının en önemli özelliği, fazilet ve erdemiyle üstün niteliklere sahip davranış ya da kişileri konu edinmesi ve örneklik niteliği taşıyan güzel davranışları bir arada sunmasıdır. Bu açıdan ilk sırada Hz. Peygamber tarafından uygulanması tavsiye edilen davranışlar eserlerde yer almıştır. Fedâil eserlerinin elimize ulaşan ilk örneği İbnü’s-Sünnî’nin (ö.364/974) “Fedâilü’l-A’mâl”idir. Yine İbn Şâhîn’in (ö.385/995) “et-Terğîb fî-Fedâili’l-A’mâl ve Sevâbü Zâlik” adlı eseri de genel olarak hadis edebiyatında fedâil eserlerinin en eski örneklerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Hadis ve Ahlak “Fedâilu’l-A’mâl” başlığıyla sunulan bu eserlerde Kur’an okuma, ilim tahsil etme, zikir, abdest, namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerin faziletlerini ifade eden rivayetlerin nakledilmesiyle birlikte kişisel ve sosyal hayata ahlaki niteliklerin taşınması hususunda rehberlik edecek akıl, tevazu, hilm, kanâat, selamlaşmak, gıybet etmemek gibi bahislere de yer verilmektedir. “Zühd Kitapları” Dünya hayatında kanaatkâr olmak, tevekkül sahibi olmak, haramlardan uzak durmak ve kimsenin elindeki nimete göz dikmemek gibi ahlaki niteliklere işaret eden zühd kavramı ekseninde oluşturulan bu eserlerde kişinin dünya hayatında takınması gereken ahlaki tavrın ne olması gerektiğine ilişkin bilgiler sunulmaktadır. Zühd eserlerinin en bilinen örneği Abdullah ibnü’l-Mübârek’in (ö.181/797) “Kitâbü’z-Zühd ve’r-Rekâik” adlı eseridir. Yine Vekî İbnü’l-Cerrâh’ın (ö.197/813) “Kitâbü’z-Zühd” adlı eseri de zühd literatürünün ilk dönemine ait önemli örneklerdendir. İmâm Beyhakî’nin (ö.458/1065) “Kitâbü’z-Zühd”’ü de zühd eserlerinin en bilinen örneklerindendir. HADİS RİVAYETLERİNDE AHLAK İnsanların yeryüzünde mutlu ve huzurlu yaşayabilmeleri için, öncelikle birbirleri ile ilişkilerini sağlıklı bir zemine oturtmaları gerekir. Hz. Peygamber’in ifade ve davranışlarını bizlere aktaran hadis rivayetleri de bu anlamda, beşerî ilişkilerde üstün ahlaki değerlerin hâkim kılınmasına öncülük etmektedirler. Ünitemizin bu bölümünde farklı noktalardan yaklaşarak hadislerin ahlaki ilkelere hayatiyet kazandırma hususundaki işlevlerini ele alacağız. Hadislerde Aile ve Ahlak İlişkisi Aile, peygamberi ahlakın hâkim kılınması gereken, toplumun en önemli kurumudur. Dünya ve ahiret mutluluğunun sebebi ve kaynağı olarak vasıflandırılabilecek aile kurumu, neslin devamı için bir vesile, kişiyi günah iş ve davranışlardan koruyan bir engel ve kalkandır. Bu nedenle, Hz. Peygamber tarafından “aile” kurumuna büyük önem verilmiş, aile kurmaya insanlar teşvik edildiği gibi ailede bütünlük ve dirliğin korunmasını ve düzenli bir aile yaşantısını temin için tavsiyelerde bulunulmuştur. Aile içi iletişim ahlakı olarak da vasıflandırılabilecek bu tavsiyelerle Resulullah(s.a.s) üstün ahlaki niteliklere sahip bir toplum inşa etmeyi hedeflemiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Hadis ve Ahlak Bu kapsamda Hz. Peygamber’den nakledilen şu hadisler çok anlamlıdır: “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı iyi olanınızdır. Ben, aileme karşı en iyi olanınızım.” (İbn Mâce, Nikâh: 50) “Kadınlar hakkında Allah’tan korkun. Çünkü onları Allah’ın emanıyla aldınız ve Allah’ın sözüyle onları kendinize helal kıldınız.” (Müslim/ Hacc: 147) Hadis-i şeriflerde ailenin geçimini temin edebilmek için gayret göstermek, erdemli bir davranış olarak sunulmuş Allah yolunda yapılan bir çalışma olarak değerlendirmiştir: “Küçük çocuklarının nafakasını kazanmak için çalışan kimse, Allah yolundadır.” (Beyhâkî, VII/479) Aileye harcanan her bir kuruş da Allah için verilmiş sadaka hükmündedir ve eşler için sevap kaynağıdır. Hadis-i şeriflerde bu durum şöyle müjdelenir: "Bir adam sırf Allah rızasını umarak aile halkına infak ederse bu onun hesabına sadakadır". (Buhârî, Nafakat: 1, Îmân: 41) "Bir adamın hayra harcadığı dinarın en faziletli olanı, çoluk çocuğunun geçimi için sarf ettiği dinar ile Allah yolunda kullanacağı atı için verdiği dinar ve Allah rızası için (çarpışan) arkadaşlarına harcadığı dinardır". (Müslim, Zekât: 38) Evlilik kurumunun başarıyla yürütülmesi ve her iki tarafa da mutluluk ve huzur getirebilmesi için eşlerin birbirine karşı hoşgörülü ve anlayışlı olması şarttır. Aile içinde eşlerin birbirleriyle olan iletişiminde üstün ahlaka sahip olarak birbirlerine değer vererek hareket etmeleri ise şu hadisler ile temin edilmektedir: "Hiçbir mü'min erkek, mü'min kadınına buğzetmesin; zira hoşlanmadığı huyları varsa buna karşılık razı kalacağı huyları da vardır. (Müslim, Kitabu’r-Radâ: 61) . "Mü'minlerin imanca en kâmil olanı, en güzel ahlaklı olanlarıdır. Hayırlı olanınız da kadınlara karşı iyi davrananlarınızdır". (Tirmizî, Radâ: 11) ".. Kadınlara hayırla muamele etmenizi tavsiye ederim. ….. Şunu biliniz ki! kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi kadınlarınızın da sizin üzerinizde haklan vardır. … ". (Tirmizî, Radâ': 11 ) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Hadis ve Ahlak “Kadın da kocasının evi ve çocukları üzerinde gözeticidir ve o da bunlardan sorumludur.” (Buhârî, Cum'a: 11; Müslim, İmâret: 20) Netice olarak şunu ifade edebiliriz ki, hadis-i şeriflerde sağlıklı nesiller yetiştirmeye vesile olan aile müessesesinin kurulması gerekli ve önemli bulunarak karşılıklı sevgi ve saygı esasına dayanan, hak ve sorumluluklarının bilincinde mutlu bir aile yuvasının oluşturulmasını hedeflemiştir. Gençleri evlenmeye ve aile kurmaya davet eden Sevgili Peygamberimiz zikrettiğimiz hadislerde de görüldüğü üzere bizlere her konuda olduğu gibi bu konuda da en güzel örnek olmuştur. Hadislerde Gençlik ve Ahlak İlişkisi İnsanoğlunun hayırda da, şerde de büyük mesafeler alabileceği gençlik dönemi, insan ömrünün en verimli çağıdır. Enerjinin ve kabiliyetlerin doruk noktaya ulaştığı bir zaman olması nedeniyle bu dönemde sahip olunacak üstün ahlaki nitelikler çok daha önemlidir. Nitekim insanların gölgeden mahrum olacakları kıyamet gününde, gölgelenebilecek yedi sınıf insanı belirtirken Resulullah’ın(s.a.s) “…Rabbine ibadet yolunda serpilip büyüyen genç, …” (Buhârî, Muhâribîn: 4) ifadeleriyle gençlik döneminde ibadetini aksatmayan ve kulluk bilinci içinde hareket eden kimseleri de zikretmesi bunun bir göstergesidir. Bir başka hadis-i şerifte ise “insanoğluna... gençliğini nerede (nasıl) yıprattığı…” sorulmadan kıyamet gününde hesabının tamamlanmayacağının belirtilmesi (Tirmizî, Sıfâtul-Kıyâme: 1) de gençlik döneminde insanları hayat bilinci açısından üstün ahlaka sahip olmaya teşvik eder niteliktedir. Rabbine ibâdet yolunda serpilip büyüyen gençler.. (Buhârî, Muhâribîn, 4) Bu anlamda hevasına uymayan ve erdemli davranışlar sergileyen gençler için ise müjde vardır: "Allah, gayrimeşru şehvet peşinde olmayan genci pek beğenir." (Ahmed b. Hanbel, IV/151) Gençlik döneminin bilinçli bir şekilde geçirilmesinin tavsiye edilmesiyle birlikte bu dönemde diğer insanlara gösterilecek saygının da şu şekilde karşılık bulacağı ifade edilmiştir: "Bir genç yaşlı bir insana yaşlılığından dolayı ikramda bulunursa, yaşlandığı zaman kendisine ikramda bulunacak bir kimseyi Allah ona musahhar kılar." (Tirmizî, Birr: 75) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Bireysel Etkinlik Hadis ve Ahlak •Gençlik döneminde üstün ahlakı edinmenin gerekliliğini hadis-i şeriflerin rehberliğinde düşününüz. Hadislerde İktisadi Davranışlar ve Ahlak İlişkisi Bireyler iktisadi hayatlarında ahlaki prensiplere bağlı kaldıkları ve davranışlarını bu çerçevede düzenledikleri takdirde; toplumsal hayattaki ekonomik huzursuzluklar ve dengesizlikler ortadan kalkabilecek, sosyal barış tesis edilebilecektir. Bu anlamda hadisler ahlaki müeyyideleri vurgulayarak insanları; cimrilikten, müsriflikten, zengin-fakir ayrımından, dünya malına aşırı bağlılıktan sakındırarak ve alışveriş ahlakını tesis ederek sosyal adaletin oluşturulmasını temin etmektedirler. Örneğin Kayle adında bir kadının, Resulullah(s.a.s) umre yaparken, yanına gelerek “Ey Allah'ın Resulü! Ben, ticaret yapan bir kadınım. Bir şey satın almak istediğim zaman ona vermek istediğim fiyatın altında teklif yaparak pazarlık ederim. Sonra satın almak istediğim fiyata kadar çıkarım. Bir şey satmak istediğimde de istediğim fiyatın üzerinde bir fiyat söylerim. Sonra pazarlık sırasında istediğim fiyata kadar düşerim.” sözlerine karşılık Allah Resulü(s.a.s) “Ey Kayle! Böyle yapma. İster verilsin isterse verilmesin almak istediğin fiyatı söyle" buyurmuştur. (İbn Mâce, Kitabü’t-Ticârât: 29) “Bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim, Îmân 164, Fiten 16) Bir başka hadiste ise Resulullâh(s.a.s) buğday satan bir tüccarın alt tarafa yaş buğdayı üst tarafa ise kurusunu koymak suretiyle satış yaptığını tespit ettiğinde “İnsanların görmesi için ıslak olanı üst tarafına koysaydın ya! Aldatan bizden değildir." (Müslim, İman: 164) buyurması alış-verişte doğruluk prensibinin üstün ahlakın bir göstergesi olarak hâkim kılınması gerektiğine delalet etmektedir. Nitekim ölçü ve tartıya özellikle dikkat etmek hususunun hadis-i şeriflerde emredilmiş olması ve doğru ölçü ve tartının bereket sebebi olduğunun bildirilmesi (Buhârî, Buyû: 52) de bu prensibin bir gereğini ortaya koymaktadır. Ahlaki bir nitelik olarak doğruluk prensibine bir başka hadis-i şerifte de malın fiyatının, müşteriyi aldatarak, kasıtlı olarak artırılmaması gerektiği vurgusuyla şu ifadelerle işaret edilmektedir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Hadis ve Ahlak “(Bir malı satın almak istemediğiniz halde alıcıları kızıştırarak) malın fiyatını suni olarak artırmayınız."(Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Büyû: 44) İktisadi hayatın en temel kurallarından birisinin haksız kazanç sağlamamak olduğu pek çok hadis-i şerifte vurgulanırken buna yol açabilecek her türlü davranış hoş görülmemiş ve reddedilmiştir. Bu anlamda Resulullah’ın(s.a.s) veda hutbesinde faizin haram olduğunu belirtirken, ilk yasaklamaya kendi yakınlarından başlaması dikkat çekicidir. (Müslim, Hacc: 194) Yine haksız kazancın önüne geçebilmek amacı eşliğinde Hz. Peygamber’in rüşvet alana da verene de lanet etmesi (Ebû Dâvud, Kitâbü’l-Akdiye: 4) müminlerin ekonomik kazanç sağlayabilecekleri her durumda üstün ahlak eşliğinde hareket etmesi gerektiğini göstermektedir. İktisadi hayatta aşırı tüketim insanlar arası kaynak dağılımını bozduğu gibi, aşırı tasarruf da yatırımları azaltacaktır. Bu nedenle hadis-i şeriflerde meşru sınırlar içerisinde harcama yapmak teşvik edilmiştir ki, şu hadis de bu duruma delalet etmektedir: “Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” (Buhârî, Libâs: 1; İbn Mace, Libâs: 23.) Hadislerde Bireysel İlişkiler ve Ahlak Huzurlu bir toplumun inşâsında, sevgi ve saygı zemininde kişiler arası sağlıklı bir iletişimin kurulması önem arz etmektedir. Sevginin ve saygının olmadığı samimiyetten yoksun ilişkiler, menfaate dayalı günübirlik ilişkiler olacaktır. Söz konusu zemin, toplumda fertlerin birbirlerine güven duymalarını, dayanışma içerisinde olmalarını dolayısıyla güçlü bir yapı oluşturmalarını sağlayacaktır. Nitekim, hadis-i şeriflerde de sağlıklı bir toplumsal yapının oluşabilmesi için bu hususa dikkat çekilmiş, insani ilişkilerde üstün ahlakın hâkim kılınması esas olarak kabul edilmiştir. Hz. Peygamber’den nakledilen şu hadisler de bunun bir göstergesi konumundadır: “İmânı en mükemmel mümin, ahlakı en güzel olan mümindir.” “Müslüman; insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” (Tirmizî, Îmân: 12) “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız.” (Müslim, Îmân: 93) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Hadis ve Ahlak Pek çok hadiste Müslüman kimsenin Allah’a itâat ve ibadet görevinin yanı sıra insâni ilişkilerinde dürüst, samimi, hoşgörülü, başkalarına yardım eden, kimseye kötülük etmeyen, kendisine yapılan kötülüğü bağışlayan, başkalarına yük olmamaya çalışan olgun kimse olarak tasvir edilmesi de bireysel ilişkilere hangi ölçüde ehemmiyet verildiğini göstermektedir. Nitekim, Resulullah’ın(s.a.s) “hangi amel daha üstündür?” diye kendisine soru soran kimseye “insanlara yemek yedirmen ve tanıyıp tanımadığın herkese selam vermendir” (Buhârî, İman, 20) diye cevap vermiş olması ve yine bir başka hadiste “Kişiye şer olarak Müslüman kardeşini hor görmesi yeter.” (Ebu Dâvud, Edeb: 35) ifadesinin nakledilmesi de bunun bir göstergesi niteliğindedir. “Kişiye şer olarak Müslüman kardeşini hor görmesi yeter.” (Ebu Dâvud, Edep: 35) Bireysel ilişkilerde, karşısındaki kişiye güven vermenin en önemli hususlardan biri olduğuna dikkat çekilen hadis-i şeriflerde karşısındaki insana yapılan muameleyi kendine yapılıyormuş düşüncesiyle hareket edip sevinçleri ve kederleri paylaşma yoluna gitmenin gerekliliğine işaret edilmiştir. “Sizden biriniz kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz” (Buhârî, Îmân: 7) “İyi Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimselerdir. Asıl muhacir ise Allah’ın yasaklarından kaçınandır.” (Buhârî, Îmân: 4) “Gerçek mümin hem seven hem de sevilendir. Sevmeyen ve sevilmeyen kimsede hayır yoktur.” (Buhârî, Edeb: 27) “Vallâhi iman etmiş olamaz, vallahi iman etmiş olamaz, vallahi iman etmiş olamaz. ‘Kim ey Allah’ın Resulü’ denildiğinde “şerrinden komşusu emin olmayan kimse” buyurmuştur. (Müslim, Îmân: 73) Allah Resulü(s.a.s) insani ilişkilerde yardımlaşmanın ve karşısındaki insanın ihtiyacını gidermenin önemine “Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın, Allah da ihtiyacını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir Müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyamet gününde ayıplarını örter.” (Müslim, Birr: 58) ifadeleriyle dikkat çekerken ahlak eğitiminde, özellikle mahrumiyet oluşturacak ya da yok sayılmasına neden olacak davranışlarda karşıdaki insanın inancının hiçbir şekilde etkin olamayacağına da işaret edilmiştir. Nitekim koyun kesen Abdullah İbn Amr’ın Yahudi komşusunu defalarca zikretmesi (Buhârî, Edebu’l Müfred: I/58) de buna bir delildir. Yine Hz. Peygamber’in “Üç şey iyiye karşı da kötüye karşı da yapılır: Sıla-i rahim, ahde vefa Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Hadis ve Ahlak ve emaneti eda etmek” ifadeleri de kişiler arası ilişkilerde müminin taşıması gereken özellikleri göstermekte, muhatabın niteliğine bakılmadan sergilenmesi gereken tutumu ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber’in yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede, insanlık tarihinde eşine rastlanılamayacak dönüşümü sağlamasının temel sırrı, alçak gönüllü ve yumuşak huylu olmasıdır. Müminler söz konusu olduğunda, Firdevs’e varis olacakların vasıfları zikredilirken, ibadetlerinde hassas olmalarının yanında, onların boş sözlerden uzak durdukları, emanet ve ahitlerine bağlı kaldıkları vurgulanmaktadır. (Müminûn/70:1-8) Bir başka ayet-i Kerimede ise, “Rahman’ın kulları yeryüzünde tevazuyla yürürler ve cahil kimseler onlara musallat olduğunda da “Selam” deyip geçerler” (Furkân/25:63) buyurularak olgun bir müminin, kendisine musallat bile olsa, diğer insanlara karşı nasıl davranması gerektiği ifade edilmiştir. Nitekim hadisi şeriflerde de bu husus şu şekilde yer almaktadır: “Allah bana birbirinize tevazuyla muamele etmenizi, kimsenin kimseye karşı övünmemesini ve bir kimsenin başkasına zulmetmemesini vahyetti.” (Müslim, Cennet: 64) “Allah refiktir (kullarına kolaylık diler.) Kullarının da her hususta yumuşaklıkla muamele etmelerini ister.” (İbni Mace, Edep: 9) “Allah refiktir, sözde ve işte nazikliği sever. Allah sertlik ve kabalığa hatta ondan başkalarına vermediğini rifke (yumuşaklığa) verir.” (Müslim, Birr: 77) “Sana rifk gerek çünkü rifk, bulunduğu şeyi güzelleştirir, uzaklaştığı şey ise çirkinleştirir.” (Müslim, Birr: 78) Fıtraten yanlış yapmaya ve hata işlemeye meyyal olan insanoğlunun, çevresindekilerle iletişiminde bazen sorunlar yaşaması söz konusu olabilmektedir. Böylesi zamanlarda insanlara düşen önemli görevlerden bir tanesi de bu tür sıkıntıları çözüme kavuşturmaya çalışmaktır. Yalanın her çeşidine şiddetle karşı olan dinimizin, insanların arasını düzeltme gayreti esnasında bunu kabul edilebilir bulması İslam ahlakında insani ilişkilere verilen önemin bir göstergesi niteliğindedir. Bu hususla ilgili olarak Resulullah’tan(s.a.s) nakledilen şu hadisler bireyler arası ilişkilerde prensipleri ortaya koymaktadır: “İnsanların arasını bulmak için hayırlı haber götüren (veya hayırlı söz söyleyen) kimse yalancı sayılmaz.” (Buhârî, Sulh: 2) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Hadis ve Ahlak “Resulullahsav, sizlere nafile oruç, nafile namaz ve sadakadan daha faziletli ameli bildireyim mi? diye sorduğunda orada bulunanlar “evet”, deyince Peygamberimiz; “iki kişinin arasını düzeltmektir” buyurdu.” (Ebu Dâvud, Edeb: 58) İbn Şihâb: “ İnsanların yalan söylemelerine şu üç yerin dışında müsaade edildiğini duymadım. Bu üç yer: Savaşta düşmanı yanıltmak için, insanların arasını düzeltmek için, karı kocanın aralarındaki sıkıntıyı gidermek için birbirlerine karşı yalan söylemeleri.” (Müslim, Birr: 101) Toplum bilinci oluşturabilmek adına kişiler arası ilişkilere önem veren Hz. Peygamber insani ilişkilerde iletişim ahlakını tesis edecek ilkeleri belirtmiş, aralarında hiçbir ayrım yapmaksızın, kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerinin sağlam prensiplere bağlanmasını istemiş ve bunun ölçülerini ortaya koymuştur. Bu husustaki hadislerden bazıları şu şekildedir: “Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selamını almak, hastalandığında ziyaret etmek, cenazesine iştirak etmek, davetine icabet etmek ve aksırdığında hayır duada bulunmak.” (Buhârî, Cenâiz: 2) “Allah katında insanların hayırlısı, selama önce başlayandır.” (Ebû Dâvud, Edeb: 133) “Musafaha yapınız aranızdaki kin yok olsun, hediyeleşin ki birbirinizi sevesiniz ve cimriliğiniz yok olsun.” (Mâlik, Hüsnü’l-Hulk: 16) “Yemeklerin en şerlisi, zenginlerin çağrılıp fakirlerin terk edildiği yemeklerdir. (Buhârî, Nikâh: 73) İslam âlimlerine göre ahlak, Hz. Peygamber’den gelen her şeyi kapsamaktadır. Bu açıdan bakıldığında hadis edebiyatının ve hadis rivayetlerinin tamamının ahlaka dair olduğu söylenebilir. Bununla birlikte bir konuyu belirli bir yaklaşımla işlemenin getirdiği zorunluluk eşliğinde sunduğumuz örnekler üzerinden şunu ifade edebiliriz ki üstün ahlaka erişmeyi hedefleyen kimseye yaraşan, bu hasletlerin hepsini kendinde toplamaya gayret etmesi, kusuru olduysa da, en azından bazılarını kendinde toplamak için çalışması ve kendisine verilen güzel hasletlere sarılmasıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Özet Hadis ve Ahlak •Bu ünitede hadis ve ahlak arasındaki ilişki ele alınmış ve özetle şu hususlara değinilmiştir: • Hz. Peygamber’in söz, davranış ve takrirlerini yansıtan hadis rivayetlerinde, din ile ahlak arasında ontolojik bir bağ vardır. Zîra Resulullah (s.a.s.) güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiştir. Dolayısıyla güzellikle ve de güzel ahlâkla din arasında doğal bir ilişki bulunmaktadır • İslam ahlakının iki temel kaynağından birisi olan hadis rivayetleri, müminin iman ve amel dünyasında da etken role sahip olması nedeniyle üstün ahlakın tesisinde önemli bir role sahiptir. • Hadis edebiyatında ahlakı bir konu olarak ayrı bir bölümde aramak ya da ahlak konusunu sadece belirli bölümlere ve belirli rivayetlere has bir kavram olarak vasıflandırmak doğru bir tutum olmayacaktır. Çünkü ahlak, muhaddis musanniflerin zihin dünyasında sadece bu kavramlara ait bir olguya işaret etmemekte bilakis Hz. Peygamber’den nakledilen her hadis-i şerif “ahlak” kavramının kapsam alanı içerisinde yer almaktadır. Bu nedenle de bütün bir hadis edebiyatına ahlâkla ilgili temel ilkelerin bulunabileceği bir hazine olarak yaklaşılması gerekmektedir • Hz. Peygamber'in ahlakı ile ahlaklanmayı hedefleyen kişiye yaraşan, hadislerde ifade bulan üstün ahlaki niteliklere sahip olabilmek için gayret etmesidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Hadis ve Ahlak DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi hadis ve ahlak arasındaki ilişkiyi ifade etmektedir? a) Bazı hadisler insanın ahlaklı olmasını temin etmeyi hedefler. b) Hadis eserlerinin “edeb” bölümleri ahlak ile ilişkilidir. c) Hadis rivayetleri, kişinin ibadet dünyasını belirlediği ölçüde ahlak ile ilişkilidir. d) Hadis rivayetlerinin tümü ile ahlak arasında varoluşsal bir bağ vardır. e) Hadis rivayetleri kişinin imanını kuvvetlendirdiği ölçüde ahlak ile ilişkilidir. 2. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in doğrudan “ahlak“ üzerine söylediği hadis-i şeriflerden birisi değildir? a) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” b) “Kendisi için istediğini din kardeşi için de istemeyen kâmil mümin olamaz.“ c) “Müminlerin iman yönünden en üstün olanı, ahlakça en üstün olanıdır.“ d) “Yer ve gökler adalet ile ayakta durmaktadır.“ e) “Allah’ım! Ayrılıktan, iki yüzlülükten ve ahlakın kötüsünden sana sığınırım.” 3. “İyilikle kötülük asla bir olmaz. O hâlde sen kötülüğü en güzel şekilde uzaklaştır. O zaman seninle aranda düşmanlık bulunan kimse candan, sıcacık bir dost oluvermiştir. “ (Fussilet Suresi, 41/34) Yukarıdaki ayette vurgulanmak istenen temel mesaj aşağıdaki hangi hadis ile ortak niteliktedir? a) “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirini sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” b) “Allah katında insanların hayırlısı, selama önce başlayandır”. c) “Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” d) “Musafaha yapınız aranızdaki kin yok olsun, hediyeleşin ki birbirinizi sevesiniz ve cimriliğiniz yok olsun.” e) “Allah bana birbirinize tevazuyla muamele etmenizi, kimsenin kimseye karşı övünmemesini ve bir kimsenin başkasına zulmetmemesini vahyetti.” 4. - “… Nice geceleri namaz kılanlar vardır ki onların namazdan nasipleri sadece uykusuz kalmaktır.” (İbn Mâce, Sıyam, 21) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Hadis ve Ahlak - “Kim yalan sözü ve yalan ile iş yapmayı bırakmazsa Allah’ın onun yemesini ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur” (Buhârî, Savm, 8; Ebû Dâvûd, Savm, 25) Yukarıda zikredilen hadis-i aşağıdakilerden hangisidir? şeriflerde vurgulanan ortak mesaj a) b) c) d) Gece namazını kılanların çoğunluğu sadece uykusuz kalmış olurlar. Allah’ın (c.c.) bizim tutacağımız oruca ihtiyacı yoktur. Oruç tutmak sadece yemek ve içmekten uzak durmayı ifade etmez. Oruç tutarken ve gece namazı kılarken Yüce Allah’ın ibadetlerimizi kabul etmesi için daha çok gayret gösterilmelidir. e) İbadetlerin temel gayelerinden birisi de kişilerin ahlaken olgunlaşmalarını da temin etmektir. Aksi takdirde şeklen yapılan ama davranışlarda insan rehberlik yapmayan ibadetler meyvesiz ağaca benzeyecektir. 5. Aşağıdakilerden hangisi ahlak konulu hadis eserlerinden birisi değildir? a) Buhârî - Edebu’l-Müfred b) Hatîb Tebrîzî - Mişkâtu’l Mesâbîh c) Taberânî - Mekârimü’l-Ahlak d) Abdullah ibnü’l-Mübârek - Kitâbü’z-Zühd ve’r-Rekâik e) İbn Şâhîn - et-Terğîb fî-Fedâili’l-A’mâl Cevap Anahtarı: 1. d 2.d 3.e 4.e 5.b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Hadis ve Ahlak YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akseki, Ahmed Hamdi. (1979). Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı: Ahlak Dersleri,sdl: Ali Arslan Aydın. Ankara: Nur Yayınları. Algül, Hüseyin. (1977). İslam Ahlak İlminin Dünü ve Bugünü. Nesil Mecmuası II/2. İstanbul. Aynî, Mehmed Ali. (1343). Ahlak Dersleri. İstanbul. Balaban, Mustafa Rahmi. (1950). İlim-Ahlak-İman. Ankara. _________. (1949). Tarih Boyunca Ahlak. İstanbul. Beekun, Rafik Issa. (1997). Islamic Business Ethics. Virginia. Bertran Alexis. (2001). Ahlak Felsefesi. çev. Salih Zeki, sdl. Hayrani Altıntaş, Ankara: Akçağ Yayınları. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1927). Nazarî ve Amelî Ahlak-ı İslamiyye Dersleri. İstanbul. Boutroux, Emile. (1940). Avrupa Medeniyyetinin Ahlak Kökleri. trc. Rahmi Balaban. İzmir. Buhari, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail. (1996). el-Edebü’l-Müfred. thk. Hâlid Abdurrahman el-‘Akk. 1. Baskı, Beyrut. Cevizci, Ahmet. (2002). Etiğe Giriş. İstanbul: Paradigma Çağırıcı, Mustafa. (1985). Anahatlarıyla İslam Ahlakı. İstanbul: Ensar Neşriyat. Çetin, Abdurrahman. (2007). Peygamberimizin Ahlakı, İstanbul: Ensar Neşriyat. Draz, M. Abdullah. (2002). Kur’an Ahlakı. çev. Emrullah Yüksel - Ünver Günay. İstanbul: İz Yayıncılık. Erdem, Hüsameddin. (trz.). Ahlak Felsefesi. Konya: HÜ-ER Yayınları. _________. (1994). Ahlaka Giriş, Konya. _________. (1996). Son Dönem Osmanlı Düşüncesinde Ahlak. Konya: Sebat Matbaacılık Fındıkoğlu, Z. Fahri. (1944). Ahlak Tarihi. İstanbul. Gregorie, François. (1971). Büyük Ahlak Doktinleri. trc. Süreyya Cemal. İstanbul. Güler, İlhami. (2003). İman-Ahlak İlişkisi. Ankara: Ankara Okulu Yayınları. İbn Ebü'd-Dünya. (1989). Mekarimü'l-Ahlak. Beyrût: Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Hadis ve Ahlak İbn Hazm. (2005). Ahlak. çev: C. Erdemci - H. H. Bircan. Van: Bilge Adam Yayınları. İbn Miskeveyh. (1983). Ahlakı Olgunlaştırma. çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Kamil, Mehmet. (1330). Ahlaki Şeriyye Dersleri. İstanbul. Kandemir, Yaşar. (1986). Örneklerle İslam Ahlakı. İstanbul: Nesil Yayınları. Kınalı Zâde, Alâud-Dîn Ali Çelebi. (trz.). Ahlakı-Alâî. sdl. Hüseyin Algül. İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser Dizisi. Kılıç, Recep. (1992). Ahlakın Temelleri. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Koca, Suat. (2005). Erken Dönem Mekârim-i Ahlak Literatürünün Ahlak-Değer İlişkisi Bakımından İncelenmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, AÜSBE, Ankara. Kutub, Muhammed. (1977). İslam Terbiye Metodu ve Ahlak Sistemi. trc. Ali Özek. İstanbul. Mustafa Rahmi. (1342). Ahlak. İstanbul. Naim, Babanzade Ahmed. (1963). İslam Ahlakının Esasları. İstanbul. Özlem, Doğan. (2004). Etik-Ahlak Felsefesi. İnkılâp Kitabevi. İstanbul. Pazarlı, Osman. (1980). İslâm’da Ahlak. Remzi Kitabevi. 2. Baskı. İstanbul. Şekerci, Osman. (t.r.z.). Kaynaklarımıza Göre İslam Terbiyesi. İstanbul. Turgut, Ali. (1980). Kur’an-ı Kerim’e Göre Ahlak Esasları. İstanbul: Şamil Yayınevi Ülken, Hilmi Ziya. (1946). Ahlak. İstanbul. Ürkmez, Ahmet. (2010). Ahlak Ekseninde Hadis. Ankara: Diyanet Vakfı Yayınları. Yaran, Cafer Sadık. (2010). Ahlak ve Etik. İstanbul: Rağbet Yayınları. _________. (2005). İslam’da Ahlakın Şartı Kaç: Dört Temel İslâmî Erdem. İstanbul: Elif Yayınları. Yetmen, Fahrunnisa. (1958). Ahlakın Temeli Nefis Terbiyesidir. Ankara: Akın Matbaası. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 HEDEFLER İÇİNDEKİLER İSLAM’DA AHLAKIN KAYNAĞI YAPTIRIMI VE İNSANIN DOĞASI • İslam'da Ahlakın Kaynağı ve Kapsamı • Ahlaki Yükümlülük ve Yaptırım • İnsanın Doğası ve Özgürlüğü İSLAM AHLAK ESASLARI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • İslam'da ahlak ve İslam ahlakının önemini kavrayabilecek • İslam'da ahlakının kaynağını ve kapsamını anlayabilecek • İslam ahlakıyla bağlantılı olarak insanın doğası ve özgürlüğü konusunda bilgi sahibi olabileceksiniz ÜNİTE 3 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası GİRİŞ Ahlaka ilişkin yapılan tanım zenginliği temel bir noktaya işaret eder: Yaşamı Yönlendirme. Eğer bu çıkarım doğruysa, iyi ve kötünün bilgisine, yöneleceği amaca ve bunları gerçekleştirecek türden bilgi, güç ve iradeye sahip olmayan bir insan yaşamı yönlendiremez (Pazarlı, 1972: 12). Ahlak, son tahlilde, yaşamı yönlendirmeye yönelik ne yapmalıyım ile ne yapmamalıyım sorularını cevaplayan bir disiplin olarak görülür. Bu hâliyle ahlak, “yapılması ya da yapılmaması gereken kuralların izlenmesinden, ahlaki seçimlere yardımcı olan veya onları engelleyen motiflerden, ahlaki kararlar alırken eylemlerimizin sonuçlarının rolünden ve ahlaka uygun bir yaşam sürmekten söz eder. Farklı ahlak düzenleri, insanlık doğasının farklı anlayışlarını, ahlakın yönü ve temelini ve ahlaka uygun kararların biçimini, nasıl olmaları gerektiğini yansıtır. Modern ahlak felsefesinde bölünme çizgileri her iki yanda da düzenlenmiş olarak görülebilir” (Cook, 2004: 198). Ahlaka ilişkin yapılan tanım zenginliği temel bir noktaya işaret eder: Yaşamı Yönlendirmek İslam’da ahlaktan söz edilirken, bir yandan, öncelikle bir ‘Kur’an Ahlakı’na dikkat çekilir, öte yandan, Kur’an Ahlakı’nın yanında bir de bu ahlakı örneklerle zenginleştiren ve daha açık hale getiren ‘Hadis Ahlakı’ndan söz etmek gerekir. Gerçekte dile getirilen bu iki ahlak türü, hem kaynak hem de yapı itibariyle İslam Ahlakı’nı oluşturur. İslam’da ahlaktan söz edilirken, İslam ahlakı ile ne kastedilir? Doğrusu, “‘İslam Ahlakı’ terimi, İslamiyet’in sunmuş olduğu hayat tarzını anlamak için kullanılır. İlahi kaynaklı diğer dinlerde olduğu gibi İslamiyet de; din olarak, insanlığa bir hayat tarzı sunar. İnsanların nasıl yaşamaları gerektiğini, nasıl bir hayat sürdürürlerse mutlu olacaklarını öğretir” (Kılıç, 5). İslam‘da ahlaka yönelik kimi ayrışmalardan söz edilebilir: Kaynağını Kur’an ve Hadis’ten alan İslam Ahlakı. Kaynağını bir yandan Kur’an ve Hadis’ten diğer yandan Antikçağ ahlak felsefesinden alan İslam Ahlak Felsefesi (Yaran, 43). İslam ahlakı, birbirini tamamlayan öz ve yapılar hâlinde Kur’an Ahlakı ve Hadis Ahlakı olarak ikiye ayrışır. Buna göre, “İslam ahlak düşüncesi Kur’an ve Sünnet’le başlar. Bu iki kaynak dinî ve dünyevi hayatın genel çerçevesini çizmiş, ameli kurallarını belirlemiş, böylece daha sonra fıkıhçı ve hadisçiler, kelâmcılar, mutasavvıflar hatta filozoflar tarafından geliştirilecek olan ahlak anlayışlarının temelini oluşturmuştur”(Çağrıcı, 1989: 1). İslam Ahlak Felsefesi ise bu süreçten sonra başlar, dolayısıyla da Felsefi Ahlak, Fıkhi Ahlak, Tasavvufi Ahlak ve Kelami Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Ahlak olmak üzere dört kategoriye ayrışır. Bununla birlikte, İslam’da ahlaka yönelik öne çıkan pratik açıdan değer taşıyan önemli bir ayrışma daha vardır. Şöyle denilir: İslam’da ahlak, ‘övülen ahlak’ ve ‘yerilen ahlak’ olarak iki kısma ayrışır. Ahlakın övülen kısmında, adalet ve ihsân gibi iyi ve güzel; yerilen kısmında ise kin ve yalan gibi kötü ve çirkin olan vardır(Pazarlı, 1972: 15). İslam’da ahlak ve İslam ahlakı konusunda şu ana dek verdiğimiz bilgiler, yalnızca ahlakın konusu ve kapsamı açısından değer taşımaz, aynı zamanda ahlakın kaynağı, insanın doğası ve özgürlüğü açısından da açıklayıcı bir öneme sahiptir. İSLAM’DA AHLAKIN KAYNAĞI VE KAPSAMI İslam’da Ahlakın Kaynağı İslam’da ahlakın kaynağı sorununu tartışmadan önce, hemen şunu ifade edelim ki, “doğasının gereği olarak ilk insandan beri ahlak, ahlak sorunları, ahlaki çözüm yolları ve ahlaki gelişim imkânı hep var olmuştur ve insan var olduğu sürece de her zaman var olacaktır” (Yaran, 12). İşte bu sorunlardan biri de kuşkusuz, ahlakın kaynağı sorunudur. Ahlakın kaynağı sorunu bağlamında ortaya konulan teorik çerçeve üç ayrı kaynağa işaret eder: Teoloji, Kozmoloji, Antropoloji. Ahlakın kaynağına ilişkin en çok bilinen çerçeve bundan ibarettir. İslam’da ahlakın kaynağı teolojik bir öz içerir. Bu nedenle ahlaka yönelik teolojik temellendirmeyi daha yakından tanımakta fayda vardır. İslam’da ahlakın kaynağı teolojik bir öz taşır. Ahlaka teolojik temel arama konusu, başka bir deyişle “iyi ile kötü arasındaki radikal ayrımı mutlağa bağlama teşebbüsü” insanlık tarihinde iki kategoriye ayrışır. Bu bağlamda, “ilk tezahür Doğu ve Yunan antikitesinde görünmüştür. Bu, ilkesi Çin’de Tao, Hindistan’da Rita, İran’da Urta… ve Yunanistan’da Dike olarak görünen evrensel bir anlam sürekliliği öğretisidir.” İkinci çaba ise İsrail oğulları örneğinde görülür. Daha sade bir ortamda kendini gösteren bu ikinci adım, oldukça net bir biçimde, Tanrı’yı merkeze alır(Buber, 2000: 119, 123). İslam’da ahlakın ilk kaynağı, her şeyden önce, Kur’an-ı Kerim’dir. Bu anlamda Kur’an, bir yandan bütün dinî hükümlerin dayandığı, öte yandan ahlaki hükümlerin çıkarıldığı temel bir kaynak niteliği taşır. “Elif lâm ra. (Bu), Rablerinin izniyle insanları karanlıktan aydınlığa çıkarıp o güçlü ve övgüye layık olan (Allah)ın yoluna iletmen için sana indirdiğimiz kitaptır.” (İbrahim/14: 1) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası “İşte o Kitap; kendisinde hiç şüphe yoktur; müttakiler için yol göstericidir.” (Bakara/2: 2) “Ramazan ayı, insanlara yol gösteren, hidayeti, doğruyu ve yanlışı ayırt edip açıklayan Kur’ân’ın indirildiği aydır.” (Bakara/2: 185) İslam ahlakı’nın ikinci kaynağı Hadis’tir. Başka bir deyişle, “Kur’an’dan sonra, İslam ahlakının en büyük kaynağını, Hz. Peygamber’in hayatı, sözleri ve yaşayış prensipleri teşkil etmektedir. Aynı zamanda bunlar, ameli ahlak alanında uyulması gereken esasları meydana getirirler”(Erdem, 1996: 20). Hz. Peygamber, model alınacak bir ahlaka sahiptir. . Doğrusu, İslam ahlakı’na kaynaklık etme açısından Hadis’in önemi, Peygamberimizin yaşantı, söz ve davranışlarıyla insanlar için ‘model’ olma özelliğinden ileri gelir. Nitekim her peygamber gibi Peygamberimiz, önce insan, sonra da Tanrı’nın insan için görevlendirdiği bir elçidir. Bu cümleden olarak Hz. Peygamberi ‘model’ almanın kimi koşulları vardır. Bu bağlamda şu iki temel nokta büyük önem taşır: Kur’an-ı Kerim’i iyi öğrenmek. Çünkü Hz. Peygamber, hayatını, büyük ölçüde yorumlayıcısı olacak şekilde Kur’an-ı Kerim’e göre yönlendirmiştir. Hz. Peygamber’in olaylar karşısında takındığı tavrı iyi algılamak gerekir. Bu algı, O’nun hayatını iyi öğrenmeye bağlıdır. O’nun hayatını gereği gibi öğrenmek ise hadisleri iyi öğrenmekten geçer(Kılıç, 7- 9). “Andolsun Allah’ın Elçisi’nde sizin için Allah’a ve ahret gününe kavuşmaya inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb/33: 21). “Ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed b. Hanbel, II, 381) “Allahım, beni güzel yarattığın gibi, ahlakımı da güzelleştir.” (Ahmed b. Hanbel, II/403). İslam’da ahlakı teolojik açıdan temellendirme bazı önemli noktaların öne çıkarılmasına işaret eder. Bu cümleden olarak, ahlakı teolojik açıdan temellendirme: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Yalnızca görece oluştan kurtuluşu ifade etmez; aynı zamanda, iyi olanın yükselişini, kötü olanın ise alçalışını öngörür(Mevlânâ, 1991: Rubai No: 1239). Bu öngörüde, bireysel özgürlüğe de yer vardır. Varlığı farklı ve bir de öteki boyutlarıyla görme olanağı sağlar. Bu noktanın açığa kavuşmasında, acı çekmeyi neşelenmeye, üzülmeyi yenilenmeye iten faktör olarak gören insanlar örnek olarak verilebilir(Mevlânâ, 1991: Rubai No: 1277). İslam’da ahlakın ilk kaynağı Kur’an-ı Kerim, İkinci kaynağı ise Hadis’tir. Ahlakın içkin boyutunu sorun olmaktan çıkarmayı öngörür. Ahlakın görece oluşu, bu noktada aşılması gereken bir sorun olarak görülür. Nitekim evrenseli yakalama arzusunda olan insan açısından ahlakta içkin boyut ve görece oluş ahlakın en zayıf yönünü ya da yumuşak karnını ifade eder. Ahlak açısından önem taşıyan güçlü benlik, tutarlı kişilik, kontrol edilebilir davranış, davranış güzelliğinde görülen iyileşme, ahlaki kişiliğin iyileşmesi türü söylemlere öncelik öder. Bu bağlamda, İslam ahlakının ikinci kaynağı olarak, Hz. Peygamber’in söz ve davranış biçiminim yönlendirici etkisini iyi görmek gerekir. Öyle anlaşılıyor ki, İslam Ahlakı’nın temeli noktasında Kur’an ve Hadis’e atıfta bulunmanın önemi şu şekilde ortaya konabilir: “Kur’an-ı Kerim’de insanlara ahlak yolunu gösteren pek çok emirler vardır. Hadisler ise hayatın ve toplumun binlerce sorunlarını karşılayacak kadar zengindir.”(Pazarlı, 1972: 18-19). Sonuç olarak, İslam’da ahlakının temel kaynağının Kur’an ve Hadis olduğunu söylemek, İslam ahlakını Tanrı-merkezli düşünmek demektir. Genelde bir ahlakı, özelde ise İslam ahlakını Tanrı merkezli düşünmek, Tanrı’ya yönelik güç, bilgi, irade, hikmet ve adalet gibi kimi nitelemeleri öne çıkarır. İslam’da Ahlakın Kapsamı İslam ahlakı, teorik ve pratik olarak, sonuç elde etmek için gerekli olanı özünde barındır. Bu cümleden olarak, İslam’da ahlakın kapsamı; tanım, amaç, konu ve sorunsal olarak bunların birbirleriyle olan bağlantılarını içerir. Bu cümleden olarak, bize göre, İslam’da ahlakın kapsamı içinde öncelikle şu sorular yer alır: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası İslam, insana ne tür bir hayat tarzı sunar? İslam’ın insana sunduğu hayat tarzının nitelikleri nelerdir? Bu soruya verilecek açıklayıcı bir cevap, İslam ahlakının kaynağı sorunu tartışılırken de ifade edildiği gibi, “İslam’ın sunmuş olduğu hayat tarzının yani İslam Ahlakı’nın ne olduğunu en kısa yoldan öğreneceğimiz ilk kaynak, Kur’an-ı Kerim’dir. İkinci kaynak ise, hadis-i şerifler’dir”(Kılıç, 5). İslam’da ahlakın erişim alanı için ön görülen sınır nedir? Bu noktanın açılımı bağlamında öz olarak şöyle denilebilir: “İslam ahlakı, zaman ve mekân kaydı olmaksızın bütün hayatı içine almaktadır. Merkezde insan olmak üzere, insanın çevresindeki her şeyle olan münasebeti bu ahlak alanı içine girer”(Erdem, 1996:22). İslam’da ahlaklı olmaya niçin önem verilmiştir? İslam Ahlakı’nın ahlaklı olmaya verdiği önem, insanın sahip olduğu özden ileri gelmektedir. Zira insan, yalnızca akıl ve irade sahibi değil, aynı zamanda, egoist ve birlikte yaşam arzusunda olan bir varlıktır. İslam’da ahlakın evrensel içerikte oluşu ne ifade eder? Bu noktanın açılımı, günümüz insanının ahlaki gereksinimi açısından mutluluk ve adalete atıf yapmayı öngörür. Bu cümleden olarak, bir yandan, İslam Ahlakı’nın ilahi buyrukla olan bağlantısı ‘adalet’ temelinde tanrısal bir çerçeveye oturmuş görünür, öte yandan, teorik ve pratik ahlak alanında İslam’ın koyduğu ilkeler, iyi anlaşılmak koşuluyla, bütün insanlığın mutluluğunu karşılayacak genişlikte algılanır. İslam’da ahlakın teorik ve pratik olanla bağlantısı nedir? Genelde ahlak, özelde ise İslam ahlakı, hem teorik olarak en üst iyi üzerinde düşünür, hem de pratik olarak ödevin yerine getirilmesini öngörür. İslam’da ahlak ne tür ödev, yükümlülük ve yaptırım içerir? Ahlaki ödev, yükümlülük ve yaptırımın yalnızca İslam ahlakında görülen üç temel niteliği vardır: İslam ahlakı, insana tanıdığı geniş özgürlükle, yaşamını zaman ve koşullara uygun olarak düzenleme olanağı vermiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Ortaya koyduğu ahlaki kurallarda anlaşılır bir yumuşaklık ve pratik bir hoşgörüye sahiptir. Ahlaki ödevleri sınırlandırır ve bir kategoriye tabi tutar(Draz, 1993: 27, 33, 41; Pazarlı, 1972: 114). Bu niteliklerden ilki, genel olarak insan doğasıyla; ikincisi yaşamın somut gerçekliğiyle; üçüncüsü ise fiilen kategorileşmeyle ilgilidir. Öyle anlaşılıyor ki, İslam’da ahlak dinî ve felsefi bir değer taşır. Öngörülen bu değer, İslam ahlakının; yalnızca tanım ve ayrışımında görülmez, aynı zamanda, içeriğine yönelik iyi, kötü, erdem, özgürlük, yükümlülük, yaptırım, sorumluluk, amaç, davranış, vb. gibi ahlaki kavramların tartışılmasında da görülür. İSLAM’DA AHLAKİ YÜKÜMLÜLÜK VE YAPTIRIM İslam’da Ahlaki Yükümlülük Yükümlülüğün kaynağı nedir? Bir yükümlülük, insana, neden, şu ya da bu işi yapmak zorunda olduğunu söyler? Doğrusu, yükümlülük, ahlak açısından ideal olanı gerçekleştirme konusunda duyduğumuz bir tür istek ve eğilimdir. Bu istek ve eğilimi gerçekleştirecek olan şey ise akıl ve istençtir. Burada hemen şunu ifade edelim ki, “yükümlülük, bir öğütle bir zorunluluk arasında orta bir yerdedir. Zorunluluktur, çünkü ona karşı direnilemez; bir öğüttür, çünkü biz onu tartışmak ve hatta uygulamamak hakkına sahibiz.”(Pazarlı, 1972: 100-101). Doğrusu, yükümlülüğün kaynağı sorunu, öteden beri ahlak filozoflarını meşgul etmiş görünmektedir. Bu soruya yönelik dört ayrı cevabın verildiği dikkat çekmektedir: Yükümsüz ve Yaptırımsız Ahlak Modeli Bu model, Fransız düşünür J. M. Guyau’a aittir. Ona göre, yükümlülüğün temelinde bireysel güçlü bir içgüdü vardır. Sözü edilen bu içgüdü, yaşama engel olan pürüzleri ortadan kaldırırken kendi ahlak yasasını da yapmış olur. Bu cümleden olarak, Guyau’ya göre, ‘mecburum, öyleyse yapmalıyım’ yerine, ‘yapabilirim, öyleyse mecburum’ denilmelidir. Bununla birlikte, Guyau’da ahlaki idealin bulunmaması, yükümsüz ve yaptırımsız ahlak modelinin en zayıf noktasını oluşturur. Gerçekte, yükümlülük olmadan bir ahlak kuralı düşünmek olası gözükmez ve yükümlülük, içgüdüsel bir baskı hâline geldiğinde, ahlaki özelliğini kaybeder. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Yükümlülüğü Çağrışımdan Alan Ahlak Modeli Bu model, büyük ölçüde, İngiliz filozofu S. Mill’in görüşlerini içerir. Bu model için en temel ahlak yasası çağrışımdır. Birey, çağrışım yoluyla yaptığı bir davranış ile bu davranışın meydana getirdiği sonucu zorunlu olarak birbirine bağlar. Böylece etkin bir çağrışım ortaya çıkar ve sonuçta, bu çağrışıma bağlı olarak, yükümlülüğün emredici doğası belirmiş olur. Bu modelin eleştiriye açık en önemli noktası, amaç olarak ahlakın, çağrışımdan daha fazla bir şey olduğu gerçeğinde görülür. İslam’da ahlak açısından, yükümlülük, zorunluluk değildir. Çünkü zorunluluk, olmazlık edemeyen bir şeyin özüdür Yükümlülüğü Pratik Akıldan Alan Ahlak Modeli Bu model, Alman filozof I. Kant’a aittir. Bu modele göre, yükümlülüğün kaynağı ne içgüdü, ne de çağrışımdır; aksine pratik akıldır. Kant’a göre, pratik akıl, eylemlerimizi idare eder. Bu noktada pratik akıl, sözgelimi “davranışın genel bir ilke olacak şekilde davran” türü maksimler ışığında ahlaki davranışları yönlendirir. Bununla birlikte, Kant’ın öngördüğü ahlak modelinde yücelik ve ideal olsa da, anılan modelde, bir yandan ahlakın duygusal yönünün, öte yandan yükümlülük duygusunun ihmali önemli bir eksiklik olarak görülür. Yükümlülüğü Tanrısal İradeden Alan Ahlak Modeli Bu model, en özgün bir biçimde, İslam ahlakı tarafından temsil edilir. İslam’da ahlak, bu anlamda, teolojik ve rasyonel bir öz taşır. Teolojiktir, çünkü doğa-üstü bir kaynaktan beslenir; rasyoneldir; çünkü ön gördüğü ilkeler akıl ve akıl yürütmelerle güçlenir. Bu nedenle denebilir ki, “İslam ahlakı, Kur’an ve Hadislerle de sınırlı kalmamış, icma’ ve kıyas gibi metotlarla da kaidelerini geliştirmiş ve daha da zenginleştirmiştir”(Erdem, 1996: 21). Bu yönden de İslam ahlakı, büyüyen ve gelişen bir ahlaktır. İslam’da ahlak açısından, yükümlülük, zorunluluk değildir. Çünkü zorunluluk, olmazlık edemeyen bir şeyin özüdür; nitekim 2X2=4 eder denildiğinde, bu çarpımın dört etmemesi olanaksızdır. Buna karşılık, yükümlülükte, seçim ve istem vardır. İslam’da yükümlü insan, iç ve dış güçlerin zorlamasına rağmen, seçime ve isteme bilincine sahiptir. Bu anlamda seçimde, seçme; istemde seçileni yapma gücü vardır. Buna göre, yükümlülük söz konusu olunca, iki önemli husus öne çıkar: İnsan, ahlak açısından, kimi şeyleri yapma konusunda kendisini zorunlu hisseder; Bu hissetme, kelimenin güçlü yükümlülüktür(Pazarlı, 1972: 101). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi anlamında zorunluluk değil, bir 8 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası İslam ahlakı açısından, yükümlülük düşüncesi son derece gelişmiştir. Zira yükümlülük olmasaydı, sorumluluk olmazdı; sorumluluk olmasaydı, adalet yerini bulmazdı. İslam’da ahlaka yönelik öngörülen yükümlülük: Evrensel bir öz taşır. Bu şekilde ön görülen yükümlülük; hem içerik olarak buyruk, hem de anılan buyruğa konu olma açısından erdem-erdemsizlik, yakın-yabancı, zengin-fakir, dost-düşman ilişkileri açısından evrenseldir. Egzistansiyal değil, düşünsel bir zorunluluktur. Bu anlamda ahlaki olan bir yükümlülük, olması gerekli bir şey olarak, kendini istence kabul ettirir. Bu bağlamda ortaya çıkan şey, bir gerçeklik hükmü değil, bir değer hükmüdür. Analitik ve statik değil, sentetik ve dinamik bir görünüm arz eder. Çünkü gerçeğe, ahlak açısından, ancak istemli ve özgür olan bir öznenin davranışıyla yaklaşılmaktadır. Ahlaki bir davranışı, bilinçsiz, istemsiz ya da amaçsız bir nedene dayandırmaz. Bu bağlamda özne, davranışın yalnızca fiziksel boyutu üzerine odaklanmaz, aynı zamanda, zorunlu yönünü de dikkate almak durumundadır (Draz, 1993: 22-27). Sonuç olarak, İslam’da yükümlülüğünü tanrısal güç, bilgi, irade, hikmet ve adaletten alan bir ahlak anlayışı söz konusudur. Bu tür bir yükümlülük anlayışının, sözü edilen tanrısal nitelemelerin yanında, evrensellik, sorumluluk, bilgi, bilinç, istem, güç ve amaç gibi yüksek ahlaki değerlerle de bir bütünlük arz edeceği son derece açıktır. İslam’da Ahlaki Yaptırım ve Sorumluluk Yükümlük, beraberinde iki temel kavramı getirir. Bunlardan biri yaptırım diğeri ise sorumluluktur. Bu üç kavram arasında sıkı bir ahlaki bağ vardır. Biz, önce yaptırım üzerinde durmak istiyoruz. Yaptırım Yaptırım, “tabilerinin tutumuna kanunun tepkisi” olarak tanımlanır(Draz, 1993:133). Bu cümleden olarak, “bir kanuna uymak veya muhalefet etmek neticesinde o kanunun o kişiye yüklediği mükâfat veya cezanın tanımına o kanunun yaptırımı denilir”(Erdem, 2009: 97). Daha açık bir ifadeyle yaptırım “insanı bir işi yapmaya veya terk etmeye zorlayan kanun gücü anlamına gelmektedir”(Çağrıcı 2006: 156). Bu bağlamda, hukuksal, sosyal, dinî ve ahlaki birtakım yaptırımlar söz konusudur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Genel olarak ifade etmek gerekirse, ahlaki bir yaptırım, koruyacağı kurala göre ya bir araç ya da bir amaç işlevi görebilir. Bir araç işlevi görebilir; çünkü mükâfat görme ümidi ve mücazat görme korkusu ile ahlaki yaptırıma saygı sağlanır. Bir amaç işlevi görür; çünkü ahlaki yaptırım, erdem ile mutluluk arasında denge kurmak ve adaleti gerçekleştirmek için ahlaki kurala eşlik eder(Pazarlı, 1972: 129). Kur’an’ın öngördüğü yaptırım, yalnızca amacı yönünden değil, aynı zamanda yöntemi yönünden de evrenseldir. Yaptırım konusunda, Kur’an’ın, Tevrat ve İncil ile karşılaştırılması hâlinde, şu türden bir çarpıcı sonuç ortaya çıkar: Vaat edilen mutluluğu; Tevrat bu dünyanın nimetlerine, İncil neredeyse bütünüyle cennete indirgerken, Kur’an, her iki anlayışı kuşatmak ve uzlaştırmak amacındadır. Bu cümleden olarak Kur’an, doğrular için olduğu kadar, suçlular için de tanrısal bir karşılığın var olduğunu kesin ve keskin bir dil ile ifade eder. Böylece, Kur’an’ın öngördüğü yaptırım, yalnızca amacı yönünden değil, aynı zamanda yöntemi yönünden de evrenseldir(Draz, 1993: 182, 221). İslam’da ahlak açısından, bir yandan, bir davranışın yapılmasından duyulan hoşnutluk ya da vicdan azabı, öte yandan Kur’an’da ibret alınması gereken örnekler olarak anlatılan kıssalar birer yaptırım olarak görülür. Yine bu cümleden olarak, insana en yakın olan bilinci ve vicdanı, İslam ahlakı açısından, bir şekilde insanı denetleyen bir memur olarak işlev yüklenirler. Dahası; yine İslam ahlakı açısından, tövbe, onarıcı ve önemli bir yaptırımdır ve tövbede istencin çok karmaşık bir durumu ortaya çıkar. Tövbenin bireysel davranış açısından içerdiği yaptırım gücü, kendini, ‘düzeltmek’ ve ‘iyi olanı yapmak’ gibi noktalarda daha güçlü hissettirir. İslam’da ahlak açısından yaptırımlar karşısında insanların durumu üç şekilde görülebilir: Yaşam boyu işlediğimiz iyilik ve kötülükler, özgürlüğümüz, çabamız ve amacımızın denetleyicisi ve motive edicisi olarak görülür. İyiler, bu dünyada karşılaştıkları acı ve güçlüklerle, zaman zaman en küçük hatalarını bile öderler. Kötüler ise yine bu dünyada yaptıkları iyiliklerin karşılığından mahrum bırakılmazlar. İyiler ile kötülerin ödül ve ceza gerektiren davranışları, ölüm ötesi hayatta tam olarak karşılığını bulur(Draz, 1993: 192-193). Sonuç olarak, İslam’da ahlaki yaptırım söz konusu olunca, vicdan, tövbe ve kıssa; akıl, istem, istenç ve bilince sahip olan insanı denetleyici güçler olarak görülür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Sorumluluk Sorumluluk, istemli ve akıllı bir varlığın, eylemde bulunurken, yaptırımlara konu olması şeklinde tanımlanır(Pazarlı, 1972: 121). Bu bağlamda daha başka tanımlardan da söz edilebilir. Sözgelimi: “sebeplerini bilerek, isteyerek ve arzuyla yaptığımız bir iş hakkında cevap vermekle sorumlu tutulmak” … “fiillerin hesabını vermeye hazır olmak” … “vazifeden ayrılmayan şey”(Erdem, 2009, s. 88) vb. İslam’da ahlak söz konusu olunca, ahlaki sorumluluğun olması için kimi koşullar gerekir. Bunlar öz olarak şöyle ifade edilebilir: Ahlaki kuralın varlığı, Ahlaki kuralın bilinmesi, Niyetin bulunması, Bireyin özgür olması (Pazarlı, 1972: 123-124). İslam’da ahlaki sorumluluk koşulsuz değildir. Ahlaki sorumluluğu belirleyen koşullar, herkes için, eşit derecede işlevsel olmaz. Bu nedenle ahlaki sorumluluk, bireyin konumuna, zamana ve mekâna göre değişir. Bu cümleden olarak, iyi ve kötü anlayışını bulandıran bir engel, bireysel özgürlüğü ve ahlaki sorumluluğu da etkiler. Nitekim kendi kendimizin neden olmadığı ileri sürülmek koşuluyla, bilmezlik, tutku, sarhoşluk, delilik ve zorlama ahlaki sorumluluğu sınırlayan etkenler arasında sayılır. İslam ahlakı açısından sorumluluğun özellikleri şu şekilde ortaya konabilir: İslam ahlakı açısından sorumluluk kişiseldir. Bu nedenle, İslam ahlakında asli günah yoktur ve insan, sergileyeceği bir davranış konusunda, herhangi bir müdahale olmaksızın, onu yapmakta veya yapmamakta özgürdür. İslam ahlakında, birey, önceden kuralı belirtilmeyen bir davranış nedeniyle sorumlu tutulmaz. Bu cümleden olarak, “gerçekte Allah, ödevlerinden habersiz olan toplumları helak etmeyi haksız bulduğu için, sorumluluklarını başlatmadan önce insanlara öğretmeyi bizzat kendisine bir vazife kılmaktadır” İslam ahlakı açısından sorumluluk bize iki şey ilham eder: Bunlardan biri, yapabilme duygusudur; bu güçtür. Diğeri ise boyun eğme duygusudur; bu ise ödevdir(Draz, 1993: 72-87). Sonuç olarak, İslam’da ahlak söz konusu olunca ahlaki yaptırım ve sorumluluk sıradan ve gelişigüzel bir biçimde tasarımlanmış değildir. Bu çıkarım, bir yandan yaptırım karşısında inanların bulunduğu konumun, öte yandan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası sorumluluğu oluşturan niteliklerin dikkate alınması hâlinde oldukça net bir biçimde anlaşılmaktadır. İSLAM’DA İNSANIN DOĞASI VE ÖZGÜRLÜĞÜ İslam’da İnsanın Doğası Ahlaki koordinatların mutlaklığı, yalnızca Mutlakla kişisel bir ilişkiden doğabilir. Öyleyse, genelde ahlak, özelde ise İslam’da ahlak açısından insanın doğası ve özgürlüğü son derece önemlidir. İslam ahlakı açısından, Kur’an-ı Kerim, insan doğasının bütünüyle kötü ve onulmaz bir biçimde bozulmuş olduğunu kabul etmez. Aksine, bir yandan, insanın en güzel şekilde yaratıldığını, öte yandan, güzel eylemlerde bulunmayanların kararsız bir öze sahip olduklarını ifade eder. Doğrusu, insan doğası açısından önem taşıyan bir husus, bir yandan insanın kendiyle barışık olması, öte yandan ötekiyle özgürce yaşaması ise, bunu sağlayan şey kuşkusuz ahlaktan ve ahlaklı olmaktan geçer. Yine bu cümleden olarak, eğer, ahlak aynı zamanda “yaratılışın temel ilkesi ve düzeni” olarak görülebilirse, bu ilkeyi ve ötekiyle özgürce yaşamayı insan doğasına yerleştiren varlık Tanrı’dır. Gerek ahlakın gerekse ahlak felsefesinin temel sorunları, her şeyden önce insan doğasının özellikleriyle ilgilidir. İnsan, ne mutlak anlamda özgür ne de tüm yönleriyle kadere mahkûmdur. Aynı şekilde yaratılış itibariyle ne tamamen iyi ve özgeci ne de tamamen kötü ve bencildir. Aksine insan, iyiye eğilimi biraz daha fazla olmakla birlikte doğuştan hem iyiliğe hem de kötülüğe yatkın olarak, hem külli bir kader çerçevesinde hem de yadsınamayacak özgürlük niteliklerine sahip olarak dünyaya gelen bir varlıktır” (Yaran, 12). Bu nedenle, insanın, ahlak ve ahlaki olanla bağlantısı yadsınamaz ve “insan; irade sahibi olduğu ve eylemlerini kendi seçimleriyle yaptığı için ahlaki bir değerlendirmeye tabi tutulur ve ahlaklı veya ahlaksız diye isimlendirilir”(Kılıç, 2). Ahlak ve ahlaka dayalı bir yaşantı içinde “doğru davranış modeli”, “erdemlilik düzeni”, “etik olanla mutlak arasındaki bağlantı”, “adil olanın tasdiki”, “adil olmayanın üstesinden gelinme”, “kişisel dürüstlük” (Buber, 2000:119, 121, 124, 140) gibi değer, değerlendirme, tutum ve davranışlar söz konusu olunca, doğası gereği, “insan gerçekliğin karşısında salt seyirci olarak durmaz. Yalnız seyretmekle kalmaz, değerlendirir de; bu gerçekliği güzel ya da çirkin, iyi ya da kötü, acı ya da tatlı, soylu ya da soysuz, kutlu ya da kutsuz … bulur.” (Bochenski, 2005: 61). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Doğrusu; İslam’da ahlak söz konusu olunca, bir yandan, “yaratılmış varlıklar arasında insanın özel ve şerefli bir yeri vardır” (Kılıç, 11). Öte yandan ahlak, “doğrudan doğruya insanı konu olarak alır. İnsanı, bütün varlıkların en üstün ve mükemmel bir yaratığı hâline getirmek ister.” (Pazarlı, 1972: 14). İslam’da tanrısal iradenin varlığı, ahlak açısından insanı sorumsuz yapmaz. “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin/95: 4) İslam’da ahlakla bağlantılı olarak, “insanın ahlaken övülüp yerilmesinin sebeplerini, insan tabiatında aramak gerekir” (Kılıç, 2). Bu türden bir çıkarımın doğal sonucu olarak, “ahlakın konusu insanın fiil ve hareketleridir. Çünkü insan, yaratıkların en seçkini olarak yaratılmış, akıl ve irade ile bütün canlıların en mükemmeli ve üstünü olmak niteliğini kazanmıştır” (Pazarlı, 1972: 16). Bu nedenle Kur’an, çeşitli biçimler altında iyilik ve kötülüğe ilişkin uygulamanın insan ruhunda oluşturduğu etkiyi, iyi ahlakın güzellikleri ve kötü ahlakın çirkinlikleri ifadesiyle ortaya koymuştur. Sonuç olarak, İslam’da ahlaka yönelik tanrısal iradenin belirleyici oluşu teolojik açıdan gerekli görülür. Ancak böylesi bir çıkarım, insanın özgür olamayacağı anlamına gelmez. İslam ahlakında ahlaki bir çözüm konusunda, bireysel özgürlük, tanrısal özgürlüğün yanındadır. Doğrusu, insan açısından, “ahlak, özgürlüğün zorunlu sonucu olduğu için, her nerede özgürlük varsa, orada kaçınılmaz olarak iyi ile kötü arasında seçim yapmak ve buna göre eylemde bulunmak olan ahlak da vardır”(Yaran, 9). Biraz sonra üzerinde duracağımız üzere, ahlaki alanda özgürlüğe yapılan kesin vurgu, bireyin ahlaklı olma açısından benliğini pozitif gelişimin konusu yapabileceğine olan inancı güçlendirmektedir. İslam’da İnsanın Özgürlüğü Din ve felsefe açısından insana özgü özgürlüğün, ‘zorlamanın yokluğu’, ‘tutuklu olmayan bir varlığın hâli’, ‘bir eylemde bulunma veya bulunmama gücü’ gibi farklı anlamlarda kullanıldığı görülür. Bununla birlikte, insana özgü özgürlük söz konusu olunca, yapma ve isteme iki temel kavram olarak öne çıkar. Bu cümleden olarak, bir açıdan, insanın istediğini yapması, yapma özgürlüğü istediğini istemesi ise isteme özgürlüğü olarak görülür. Bir diğer açıdan ise, bir sorun olarak özgürlüğün büyük ölçüde iki ayrı doktrini karşı karşıya getirdiği dikkat çeker: Determinizm ve Endeterminizm. Determinizmi anlatmada güzel bir örnek, kuzular ile kaplanlara yapılan atıftır. Bu doktrine göre, kuzu ve kaplan gibi, değişmeyen iyi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası insanlar ve kötü insanlar vardır ve insandan doğan bir eylem, üçgen örneğinde olduğu gibi, mantıksal bir zorunlulukla açıklanır. Buna karşılık endeterminizme göre amaçlı bir eyleme yönelik olarak taşıdığımız sorumluluk kesin bir şey olarak kabul edilir ve ancak özgürlükle açıklanabilir. Bu sonuncu doktrine göre, pratik yaşamın olağan koşulları içinde, istemek yapabilmektir. İnsana özgü özgürlük konusunda, İslam düşüncesinde, üç farklı akımın ortaya çıktığı görülmektedir: Ehl-i Sünnet’in Görüşü: Bu akıma göre, iki karşıttan birinin bizim tarafımızdan seçilebilmesi için, belirleyici bir nedenin bulunması gerekir. Bu neden olmadığı sürece, seçilecek olan şey; proje hâlinde kalır ve asla davranışa dökülemez. Sorumluluk insana insan olduğunu hatırlatan önemli bir duygudur. Havarizmî ve Zemahşerî’nin Görüşü: Bu görüşe göre, iki karşıttan birini seçmede belirleyici bir nedenin gereğinden daha çok tercihe değer bir nedenle yetinmek öne çıkar. Mu’tezile’nin Görüşü: Konuya bu görüş açısından bakıldığında, iki karşıttan birini seçme konusunda özgür istencin dışında başka bir şeyin gerekmediği öngörülür. Bu görüş yanlılarına göre, özgür istenç bir atılımdır; yabancı bir şey, özgür istenci ne meyle zorlar, ne de ona bir şey katar. Özgürlüğe ilişkin yukarıdaki yaklaşımlar dikkate alındığında, burada sözü edilen özgürlük; ne insanın dilediği gibi eylemde bulunması, ne de nedenleri olmayan salt bir seçim olarak görülür. Çünkü insana özgü mutlak özgürlük diye bir şey söz konusu olamaz; nitekim aksi bir durum, her açıdan, ahlakın anlam ve değerini ortadan kaldırır. Bir seçim yapmak için özgürsek, yaptıklarımızdan sorumluyuz. İslam ahlakı, Tanrı’yı, insan özgürlüğünü deyim yerindeyse ‘hiçe sayan’ bir varlık olarak görmez. Nitekim Kur’an, insanın, kendi iç varlığını temizlemek ve iyileştirmek veya karartmak ve fesada uğratmak şeklinde çift yönlü bir güce sahip olduğunu ifade eder. Bu cümleden olarak, değer koyan bir varlık olarak Tanrı; insanı, ahlaki olanı yaşayacak ve değerlendirebilecek güç, akıl ve bilgi ile donatmış bir varlıktır. Dahası; Kur’an’ın bize öğrettiğine göre, insan, iyi ve kötü duygusunu kabul etmiş bulunmaktadır. Yine bu cümleden olarak insan, İslam ahlakı açısından, görüş keskinliği ile donatılmış ve ona, öncesinde, erdem ve erdemsizlik yolları öğretilmiştir. Kur’an ışığında konuyu biraz daha açacak olursak, şöyle denilebilir. İnsan: Gelecekteki davranışlarını önceden kestiremez. İç varlığını iyileştirme ve bozma konusunda bir güce sahiptir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Kararlarına baskı yapacak yönlendiricilerinin güçsüzlüğünün bilincindedir. İhtiras ve körü körüne taklide mahkûm olmadığı konusunda bilgilidir (Draz, 1993: 109-110). Gerçi, çok sayıda faktör tarafından koşullandırılmış olmamız şüphe götürmez bir gerçektir. Bununla birlikte, insana özgü özgürlük ile determinizm arasındaki fark, determinizmin insan özgürlüğü ve seçimi için hiçbir alan bırakmamasıdır. Oysa özgürlük, determinizme rağmen, yine de kendisine özgü bir alanın var olduğunu ileri sürer. Bu cümleden olarak, özgürlük bağlamında, ahlak ile ilgili iki ayrı çıkarım şu şekilde ortaya konabilir: Bir seçim yapmak için özgürsek, yaptıklarımızdan sorumluyuz. Bu durumda, suçlama ve şükretmeye ek olarak, sahip olduğumuz değerlere bağlı olarak eylemde bulunuruz. Eğer bir seçimde bulunmak için koşullanmışsak, yaptıklarımızda seçme özgürlüğüne sahip değiliz demektir. Bu durumda, seçim ve değerden esinlenerek yaptığımızı düşündüğümüz ahlaki eylemler konusunda konuşmanın bir mantığı olduğunu söyleyemeyiz. Sonuç olarak, gerçi kim olduğumuz, neye inandığımız, dünyayı nasıl algıladığımız, ahlaki bir seçim yaparken bizi etkiler; ancak, insana özgü özgürlüğün tanrısal iradenin erim alanı içinde özel bir yeri vardır. Bu nedenle İslam Ahlakı’nda tanrısal bilgi, güç, irade, hikmet ve adalet olması gerekeni belirler ve insan, olması gerekene ek kimi değerlendirmelerde bulunarak, belirlenen bu alan içinde özgürce hareket eder. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Özet İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası •İslam’da ahlakının temel kaynağının Kur’an ve Hadis olduğunu söylemek, İslam ahlakını Tanrı-merkezli düşünmek demektir. Genelde bir ahlakı, özelde ise İslam ahlakını Tanrı merkezli düşünmek, Tanrı’ya yönelik güç, bilgi, irade, hikmet ve adalet gibi kimi nitelemeleri öne çıkarır. •İslam’da ahlak dini ve felsefi bir değer taşır. Öngörülen bu değer, İslam ahlakının; yalnızca tanım ve ayrışımında görülmez, aynı zamanda, içeriğine yönelik iyi, kötü, erdem, özgürlük, yükümlülük, yaptırım, sorumluluk, amaç, davranış, vb. gibi ahlaki kavramların tartışılmasında da görülür. •İslam’da yükümlülüğünü tanrısal güç, bilgi, irade , hikmet ve adaletten alan bir ahlak anlayışı söz konusudur. Bu tür bir yükümlülük anlayışının, sözü edilen tanrısal nitelemelerin yanında, evrensellik, sorumluluk, bilgi, bilinç, istem, güç ve amaç gibi yüksek ahlaki değerlerle de bir bütünlük arz edeceği son derece açıktır. •İslam ahlakı açısından, ahlakı yaptırım ve sorumluluk sıradan ve gelişigüzel bir biçimde tasarımlanmış değildir. Bu çıkarım, bir yandan yaptırım karşısında inanların bulunduğu konumun, öte yandan sorumluluğu oluşturan niteliklerin dikkate alınması hâlinde oldukça net bir biçimde anlaşılmaktadır. •İslam’da ahlaka yönelik tanrısal iradenin belirleyiciliği teolojik açıdan gerekli görülür. Ancak böylesi bir çıkarım, insanın özgür olamayacağı anlamına gelmez. İslam ahlakında ahlaki bir çözüm konusunda, bireysel özgürlük, tanrısal özgürlüğün yanında yer alır. Bu anlamda, ahlaki alanda özgürlüğe yapılan kesin vurgu, bireyin ahlaklı olma açısından benliğini pozitif gelişimin konusu yapabileceğine olan inancı güçlendirmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Ödev Tartışma İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası • İslam'da ahlakın kaynağı, kapsamı, yaptırım, yükümlülük ve insan özgürlüğü konusunda öğrendiklerinizi düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz • İslam'da ahlakı, diğer dinlerin ahlak konusundaki görüşleriyle karşılaştırmalı bir biçimde tartışan 300 kelimelik bir ödev hazırlayınız ve bunu arkadaşlarınızla paylaşınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. İslam’da ahlakın temelinin İlk kaynağının Kur’an-ı Kerim olduğunu söylemek hangi temellendirmeye işaret eder? a) Kozmolojik temellendirme b)Antropolojik temellendirme c)Teolojik temellendirme d) Emprik temellendirme e) Hiçbiri 2. Ahlaki açıdan bir seçimde bulunurken en çok bizi ne etkiler? a) Kim olduğumuz, b) Neye inandığımız c) Dünyayı nasıl algıladığımız d) Ne tür bir iradeye sahip olduğumuz e) Ne ölçüde bilgili olduğumuz 3. İslam ahlakı açısından sorumluluk bize ne yüklemez? a) Özgür irade bilinci b) Yapabilme gücü c) Boyun eğme d) Vicdan azabı e) Asli günah duygusu 4. Ahlak felsefesi açısından iyi ile kötü arasındaki ayırımı Aşkın olana bağlama girişimi ne ifade eder? a) Özgür iradenin yansımasını b) Ahlakta sorumluluğun önemi c) Vicdan azabının gücünü d) Ahlakı temellendirmeyi e) Hiçbiri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası 5. Aşağıdaki hangisi İslam ahlakı açısından sorumluluğu gerekli kılar? a) Ahlaki kuralın varlığı, b) Ahlaki kuralın bilinmesi, c) Niyetin bulunması, d) Bireyin özgür olması e) Hepsi Cevap Anahtarı 1.c 2.d 3.e 4.d 5.e YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR İbn Hanbel, Müsned, İstanbul, 1982. Akseki, Ahmet Hamdi, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı: Ahlak Dersleri, Nur Yayınları, Ankara, trs. Babanzade Ahmet Naim, İslam Ahlakının Esasları, Notlarla Sadeleştiren: Recep Kılıç, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1995. Buber, Martin, Tanrı Tutulması, çev.: Abdüllatif Tüzer, Lotus Yayınevi, Ankara, 2000. Bochenski, J. M., Felsefece Düşünmenin Yolları, çev.: Kurtuluş Dinçer, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2005. Bolay, Süleyman Hayri, Felsefeye Giriş, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004. Bulaç, Ali, Bilgi Neyi Bilmektir, Bakış Yayınları, İstanbul, 2003. Cevizci, Ahmet, Etiğe Giriş, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2002. Comte-Sponville, André, Felsefeyi Takdimimdir, çev.: S. Seza Yılancıoğlu, Altın Kitaplar, İstanbul, 2006. Cook, David, Filozoflar ve İnanç, çev.: Leyla Güleç, Haberci, İstanbul, 2004. Çağrıcı, Mustafa, “Ahlak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C, 2, İstanbul, 1989. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Çağrıcı, Mustafa, Anahatlarıyla İslam Ahlakı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2006. Draz, M. A., Kur’an Ahlakı, çev.: Emrullah Yüksel – Ünver Günay, İz yayıncılık, İstanbul, 1993. Erdem, Hüsameddin, Ahlak Felsefesi, Hü-er Yayınları, Konya, 2009. Erdem, Hüsameddin, Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Sebat Ofset Matbaacılık, Konya, 1996. Heineman, Fritz, “Etik”, Günümüzde Felsefe Akımları, der. ve çev.: Doğan Özlem, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1997. Kılıç, Recep, Ayet ve Hadislerin Işığında İnsan ve Ahlak, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1995. Kılıç, Recep, Ahlakın Dini Temeli, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1992. Kur’an-ı Kerim, (Süleyman Ateş çevirisi) Mevlana, Hz. Mevlana’nın Rubaileri. çev.: Şefik Can, C. II, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1991. Öner, Necati, İnsan Hürriyeti, Selçuk Yayınları, Ankara, 1982. Pazarlı, Osman, İslamda Ahlak, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1972. Muhammed Ali Sadat, İslam Ahlakı, çev.: Cemil Sönmez, Bilge Adamlar, Van, 2009. Thompson, Mel, Kendi Kendinize Felsefe Öğrenin, çev.: Meliha Tekin, Pegasus Yayınları, İstanbul, 2008. Yaran, Cafer S., Ahlak ve Etik, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2010 Yaran, Cafer S., İslam Ahlak Felsefesine Giriş, Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları, İstanbul, 2011. Yasa, Metin, “Bir Modern Ahlak Sorunu Olarak Ekolojik Sorumluluk ve Doğal Çevreyi Anlama ve Korumada İnsana Düşen Yükümlülük”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin düzenlediği Modern Çağda Ahlak Sempozyumu (7-8 Mayıs), Konya, 2010. (Sunulmuş ve yayına hazır bildiri). Yasa, Metin, İbn Arabi’de Tanrı Merkezli Bütünü Anlamaya Yönelik Bir Metot Olarak Paradoksal Konuşmak, Elis Yayınları, Ankara, 2007. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 HEDEFLER İÇİNDEKİLER DİNÎ AHLAK VE DİNÎ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI • Dinî ahlaka göre İslam ahlak esasları • Allah’a iman ve kulluk • Allah ve Peygamber sevgisi • Allah’ın nimetlerine karşı şükür ve kanaat • Allah'a tevekkül ve kazaya rıza göstermek • Korku ve ümitle Allah’a yalvarma ve bağlanma • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Dinî ahlakın ne olduğunu kavrayabilecek • Dinî ahlaka göre İslam ahlakının esaslarını anlayabilecek • İslam’daki temel ahlak kurallarını değerlendirebileceksiniz. İSLAM AHLAK ESASLARI ÜNİTE 4 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları GİRİŞ Düşünce tarihinde ahlakın otonomluğu, dinden bağımsızlığı bazı düşünürler tarafından tartışılmakla birlikte, ahlakın kaynağında dinin olduğu genel kabul görmektedir. Ahlakın kaynağında dinin olduğu anlayışına, dinî ahlak adı verilmektedir. Dinî ahlakta, ahlaki değer olan iyiyle kötünün tayini, ilahî otoriteye bırakılmıştır. DİNÎ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI İlâhiyatçı ahlak olarak da adlandırılan dinî ahlak, ahlaki ilkelerin tabiatüstü bir güçten kaynaklandığını ifade etmektedir. Burada ahlaki ilkeler, Allah’ın ya da O’nun seçmiş olduğu elçinin emirleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dinî ahlakta ahlaki değer olan iyiyle kötünün tayini, ilahî otoriteye bırakılmıştır. Buna göre iyi Allah’ın emrettiği, kötü ise yasakladığı şeydir. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın yasak ve emirleri ilahî otoriteye bağlı kılınmıştır. Bütün bu dinlerin sunmuş oldukları emir ve yasaklar, genel olarak dinî ahlak kavramı altında ifade edilir. Biz burada bu kısa bilgiyi verdikten sonra, İslam ahlakının esaslarına geçebiliriz. İslam ahlakı ya da dinî ahlak, ahlakla ilgili her türlü bilginin kaynağında öncelikle Kur’an olmak üzere, Kur’an ve Sünnete yer veren ve model alınacak en ahlaklı insan örneği olarak da hiç kuşkusuz Hz. Peygamber’i gören bir İslam ahlak anlayışı ya da kuramıdır. İslam ahlakı, bazı kaynaklarda gelenekçi ahlak ya da dinî ahlak başlığı altında değerlendirilmiştir. Şunu özellikle vurgulamak gerekir ki, İslam ahlakının gelenekçi ahlak başlığı altında değerlendirilmesinin nedeni, bu ahlakın kaynağında Kur’an ve Sünnetin olmasıdır. Nitekim ahlaki konulara bakışta, İslam’ın ilk devrindeki tavrı korunarak, o zaman olduğu gibi, Kitap ve Sünneti ahlakın temeli ve mutlak kaynağı kabul eden, bu kaynakların ortaya koyduğu ahlakı, her türlü beşerî ahlak görüşlerinin üstünde tutan çalışmalar karşımıza çıkmaktadır. Daha çok hadisçiler ve fıkıhçılar tarafından tertip veya telif edilen bu tür eserlerde, Kur’an-ı Kerîm ve hadislerde yer alan ahlak kaide ve kanunları tartışmasız bir şekilde benimsenerek, işlenen konularla ilgili ayet ve hadislerden bolca örnekler verilir. Ortaya konulan fikirler dinî nasların yorumu doğrultusundadır. Bu çalışmalar, yeni bir ahlak kuramı ortaya koymaktan ziyade, sıradan bir insanın ahlaki durumunu ve kabiliyetlerini birinci derecede göz önüne almaktadırlar. Yine bunlar, İslam ahlakının ameli hükümlerini ve bu hükümlerin dayandığı dinî ilkeleri içermektedir. (Çağrıcı, 1991: 65) Buraya kadar verdiğimiz bilgiler gösteriyor ki, geleneksel ahlak dediğimiz şey, İslam’ın temel kaynaklarını referans alarak oluşturulan ahlaktır. Bu anlamda onu, İslam ahlakıyla aynı göstermek yanlış olmaz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Ahlaki kötülüklerden korunmak, ahlaki faziletlerle bezenebilmek için Kitap ve Sünnetten başka ilim ve feyiz kaynağına ihtiyaç duymamış olan Müslümanlar, seçkin Ashap ile Tabiinden başka rehber ve modellere de önem vermemişlerdir. (Ahmed Naim, 1995: XXX) Şunu özellikle vurgulamak gerekir ki, İslam ahlakının Kitap ve Sünnet ile temellendirilmiş olması, ahlaki alanda aklın önemini kesinlikle azaltmadığı gibi, İslam dininde ahlaki görevlerle ilgili buyrukların oldukça çok olması da, yine İslam ahlakına akli niteliğinden bir şey kaybettirmez. İnsanın, kendi dışındaki bir otorite tarafından belirlenmiş olan bu ahlak buyruklarına itaat etmesi, yine ahlaki görev tasavvurunu akıldan alması anlamına gelmektedir. Çünkü insanın Müslüman olup iman etmesi, akli delillendirme sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu anlamda dini kabul eden Müslüman için ahlak buyruklarının dinden kaynaklanması, onların aynı zamanda rasyonel temelli olduğunun da bir göstergesidir. Çünkü daha başlangıçta dinin kabulü, akli istidlal ile gerçekleşmiştir. Bunları ifade ederken, ahlakın akıldan kaynaklandığını söylemiyoruz. Söylediğimiz şey, Kur’an ve Sünnet kaynaklı ahlak ilkelerinin akla uygunluğudur. (Ahmed Naim, 1995: XXX) İslam’a inanmış bir insan, bu iman ile birlikte mantıken başka birtakım temel ilkeleri de kabul etmiş olacaktır. Bu kabulün, birtakım bilgileri de beraberinde getireceği bir gerçektir. Bu bilgilerin en önemlilerini şu şekilde sıralayabiliriz: Akli delillendirme sonucunda İslam dinine inanmış olan her insan, aynı zamanda iman ettiği Yüce Allah’ın kâinatın yaratıcısı olduğunu da bilir. İnsani yaratılışın her türlü inceliklerini bilen Yüce Allah’ın, insan için gerekli olan terbiyenin nasıl olması gerektiğini de insandan daha iyi bileceğini de bilir. Yaratılmış varlık dünyasından hiçbir şeye muhtaç olmayan Yüce Yaratıcının emirlerinin daima iyilikle ilgili, yasaklarının da daima kötülükle ilgili olduğunu bilir. (Ahmed Naim, 1995: XXXIII) Bütün bu bilgiler ışığında denilebilir ki, Allah’ın peygamberler gönderip, onlar aracılığıyla emir ve yasaklarını bildirmesi, akıl için bir kolaylaştırma olacak ve insanı rahatlatma kabilinden bir yardım ve irşat anlamına gelecektir. İslam ahlakı Asr-ı Saadet’te tedvin edilmiş bir durumda değildi. Kur’an ve hadislerdeki ahlak ilkeleri Sahabe tarafından kendi anlayış ve yaşayışlarına göre uygulanırdı. Eğer bir problem çıkarsa, bu problemler de Hz. Peygamber tarafından çözülürdü. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ise, Kur’an ve Sünnetten hareketle İslam’ın ahlak esasları belli eserlerle ortaya konulmaya başlandı. Başta Kütüb-ü Sitte olmak üzere hemen bütün hadis mecmualarının bazı bölümleri özellikle ahlakla ilgili hadisleri içermektedir. Örneğin Sahih-i Buhâri’de “Kitâbu’l-edeb”, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Sahih-i Müslim’de “Kitâbu’l-birr” ve “Kitâbu’l-edeb” tamamen ahlaki hadisleri içermektedir. Hadis mecmualarının bu bölümlerinde ahlaki hadisler “bab”lara ayrılmış olup, bu hadisler üzerinde eser sahiplerinin herhangi bir şahsi yorum ve açıklamasına rastlanmaz. Ancak daha sonraki kuşaklar, bu eserler üzerine birtakım şerhler yaparak, yorum ve açıklamalara gitmişlerdir. Fıkıh kitaplarına baktığımızda, bu kitaplar, Kur’an ve hadislerde geçen ahlaki esasları bünyelerine alarak bir ahlak sistemi ortaya koyduklarını görürüz. Bu kitaplarda, ibadet ve hukuka dair konular yanında, bunlarla yakın ilişkisi bulunan bazı ameli ahlak konularına da yer verilmiştir. Nitekim “furû-u fıkh” alanındaki kitaplarda yer alan temizlik, niyet ve ihlâs, anlaşmalarda ahde vefa, zekât ve sadaka, beşerî münasebetlerde adalet ve ihsan gibi fazilet ve iyilikler; diğer yandan içki, kumar, zina, faiz, ihtikâr, rüşvet, gasp gibi ahlaki fenalıklar; ailevi ve toplumsal haklar ve sorumluluklar geniş bir şekilde işlenmektedir. (Çağrıcı, 1991: 65-66) Biz burada, İslami ilimlerle uğraşan bazı âlimlerin Kur’an ve Sünnetten hareketle ortaya koydukları İslam ahlak esaslarıyla ilgili yazmış oldukları bazı eserlerden kısaca bahsetmenin yararlı olacağına inanıyoruz. İmam-ı Buhârî (ö.256/870)’nin el- Edebü’l-müfred’i: Buhâri, bu eserinde yalnızca ahlak ve adaba dair hadisleri ve haberleri bir araya getirmiştir. Bu eser, geleneksel ya da dinî ahlakın ilk örneklerinden birisidir. İmam Mâverdî (ö.450/1058)’nin Edebü’d-dünya ve’d-din’i: Bu eserinde Mâverdi, kendi görüşlerini ayet ve hadislere dayandırmaya özellikle dikkat etmekte, İslami espriye sadık kalmak şartıyla Arap edebiyatından şiir ve hikmetli sözleri bolca nakletmektedir. Birinci bölümde, aklın mahiyeti ve değeri, nefsin kötü isteklerine uymanın zararları konu edilmektedir. İkici bölümde işlenen konu ise, ilim ahlakıdır. İlke olarak ilimlerin hepsinin değerli olduğu kanaatinde olan Mâverdi, buna rağmen en değerli ilmin din ilmi olduğunu vurgulamaktadır. Onun din ilminden kastı, insanın dinî, ahlaki ve hukuki yükümlülüklerini belirleyen disiplinlerin bütünüdür. Üçüncü bölümde, İslam’da dinin edebi konu edilmektedir. Burada dinî ve ahlaki yükümlülükler, ibadetlerin hikmetleri, insanı, görevlerini yapmaktan alıkoyan olumsuz nedenler geniş bir şekilde incelenmektedir. Dördüncü bölümün konusunu ise, İslam’da dünya edebi oluşturmaktadır. Burada insanın sosyal bir varlık olduğu görüşünden hareketle, sosyal ahlak ele alınmakta ve sosyal hayatı iyileştirmenin, mutlu bir dünya düzeni kurmanın ahlaki ve iktisadî şartları ele alınmaktadır. Beşinci bölüme gelince, burada İslam’da nefsin edebi üzerinde durulduğu görülmektedir. Bir tür ahlak pedagojisi olan bu bölümde, ahlaki eğitimin zorunluluğu vurgulanmakta, belli başlı ahlaki erdemlerle, bunları kazanmanın yolları; ahlaki erdemsizlikler ve bunlardan da uzak durmanın çareleri ortaya konulmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları İbn Hazm (ö.456/1064)’ın İlmu’l-ahlak’ı: İbn Hazm bu eserinde, erdem ve erdemsizliklerin tanımlarını yapmakta, mutlu insanı kendisini erdemlere alıştıran, mutsuz insanı ise erdemsizliklere bulaşmış ve bundan hoşlanmayan insan şeklinde tanımlamaktadır. Ona göre, ahlaki güzellikler ve erdemlerle bezenmek isteyen bir kimsenin Hz. Peygamber’in örnek ahlakını kendisine rehber edinmesi gerekir. Çünkü Resulullah’ın ahlakı, Allah tarafından övülmüştür. O bütün hayırlarda en önde olan insandır. Tüm erdemler en mükemmel şekliyle onda toplanmış olup, o her türlü kusurdan arındırılmıştır. Gazâlî (ö.505/1111)’nin Kimya-ı Saâdet’i: Gazâlî, bu eserinde, Allah’ı bilenin kendisini bileceğini ve eylemlerini buna göre yapacağını vurgulamaktadır. Komşu, akraba, ana-baba ve çocuk haklarının ayrıntılı olarak işlendiği bu kitabın “Helak Ediciler” bölümünde, nefsin riyazeti çeşitli şekillerde ele alınmaktadır. Son bölüm olan “Kurtarıcılar”da ise, büyük ve küçük günahlar ve tövbe konusu işlenmektedir. M. Abdullah Draz (ö.1958)’ın Kur’an Ahlakı: Bu eserin birinci kısımda, ahlak nazariyesi işlenmektedir. Ahlaki yükümlülüklerin kaynakları, ahlaki yükümlülüğün özellikleri, ahlaki müeyyide, niyet ve ahlaki fiilin tabiatı, kötü niyetler, gayret vb. konular tafsilatlı olarak ele alınmaktadır. İkinci kısımda ise, ferdi ahlak, aile ahlakı, sosyal ahlak, devlet ahlakı ve dinî ahlak ortaya konulmaktadır. Abdurrahman Azzam’ın Resul-i Ekrem’in Örnek Ahlakı ve Kahramanlığı: Bu eserde, hak davasında sebat; şecaat ve cesaret; sözünde durma, az ile yetinme, tevazu ve hoşgörü, ibadet, bağışlama, merhamet ve iyilikseverlik, siyaset ve idaredeki üstün başarı ve vicdan hürriyeti ele alınmaktadır. Babanzâde Ahmed Naim (ö.1934)’in İslam Ahlakının Esasları: Bu eserde, güzel ahlakın İslam’daki önemi, iman ile güzel ahlak arasındaki yakın ilişkiyi açıklayan dinî ve akli deliller, insan hürriyeti ve sorumluluğuna işaret eden ayet ve hadisler, iyi ve kötü işin karşılığı gibi konular işlenmektedir. Mustafa Çağrıcı’nın Ana hatlarıyla İslam Ahlakı: Bu eserde de, ahlakın tarifi ve mahiyeti, İslam ve İslam ahlakı, İslam ahlakının doğuşu ve gelişmesi, İslam’ın belli başlı ahlak problemlerine bakışı, İslam ahlakının ameli ve tatbikî cephesi gibi konular ayrıntılı olarak işlenmektedir. Macid Fahri’nin İslam Ahlak Teorileri: Bu eserde, Kur’ani ahlak ilkeleri çeşitli başlıklar altında değerlendirilmekte, kelami ahlak ve felsefi ahlak örnekleriyle ortaya konulmakta, kitabın son bölümünde ise, dinî ahlak, İslam düşünürlerinin görüşlerinden hareketle çeşitli şekillerde ele alınmaktadır. Hüsameddin Erdem’in Ahlak Felsefesi: Erdem, bu eserinde, ahlak ve ahlak felsefesinin ne olduğuyla ilgili genel bilgiler ortaya koymakta, ahlak felsefesinin problemlerini, ahlaki değerler, ahlaki yargı, ahlak fiilinin menşei, ahlaki vazifeler vb. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları başlıklar altında değerlendirmektedir. Uygulamalı ahlak adı altında da ferdi ahlakı, toplumsal ahlakı ve devlet ahlakını ayrıntılı olarak işlemektedir. Cafer Sadık Yaran’ın İslam’da Ahlakın Şartı Kaç: Bu eserde ise, çağdaş küresel sorunlar ve ahlak, İslam ahlakındaki temel erdemler, temel erdemler açısından İslam ahlakının türleri, temel İslami erdemlerin belirlenmesinin yararları ve yolları işlenmektedir. Burada zikrettiğimiz ve zikredemediğimiz İslam ahlakıyla ilgili tüm eserlere baktığımızda, bunların İslam’ın ahlak esaslarını özetle şu başlıklar altında değerlendirdiklerini görmek mümkündür: Allah’a iman ve kulluk, Allah ve Resulü’nü sevmek, Allah’ın nimetlerine şükür ve kanaat, tevekkül ve kazaya rıza, korku ve ümitle Allah’a yalvarma ve bağlanma. Şimdi bunları ayrıntılı olarak ele almaya çalışalım: ALLAH’A İMAN VE KULLUK İman, Allah’ın tevhit ve sıfatlarını, bütün peygamberlerini ve bilhassa Peygamber’imizinsav peygamberliğini ve getirdikleri hükümlerin hakikatini tasdikten ibarettir. Buna göre imanın hakikati ve özü, kalbin tasdikidir. İmanın hakikati ve özü, kalbin tasdikidir. Müslümanlığın birinci temeli, Allah’a imandır. Allah’ı bilmek ve O’na iman etmek, her mükellef üzerine farzdır. Bu bilginin doğru yolu, sahih düşünmedir. Yani bütün âlemi ibret gözüyle seyretme ve bunlarda cereyan eden terbiye ve tekâmül nizamının cereyan şeklini tefekkür ederek, Allah’ın varlığını ve birliğini anlamak ve tasdik etmektir. Çünkü kâinat ve onun her zerresinde cereyan eden her şey, Allah’ın vahdaniyetini dile getirir. Allah’ın varlığı ve birliği, âlemin her kısmında ve her zerrede bu derece açık olarak okunduğu içindir ki, birçok âlim ve filozof, bunu ispat için delile lüzum olmadığını, bunun apaçık ve her insanda fıtri olduğunu söylemişlerdir. Yani yüce bir varlığa bağlanmak, inanmak, insanın yaratılışından, tabiatından doğan bir ihtiyaçtır. Kâinattaki bütün varlıklardan üstün olmasına rağmen insan, kendisinde hissettiği aczi, yüce, sonsuz ve kâmil bir varlığa bağlanmakla telafi etmektedir. İnsan, Allah’ın varlığını anlamak, O’nu isimleriyle ve sıfatlarıyla tanımak ve o suretle iman etmekle mükelleftir. Buna göre Allah’a iman etmek demek, O’na mahsus ve vacip olan yüksek sıfatları, O’nun hakkında caiz veya mümteni olan şeyleri bilip öylece tasdik etmek demektir. İnsanın üzerine farz olan da budur. Farz olan bu görevi yerine getiren insan, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, kendi fıtratında var olan inanma arzusunu doğru bir şekilde yerine getirmiş olur. Allah’a inanmayanların, uydurdukları tanrılara, hurafelere, ideolojilere, sistemlere ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları şahıslara bağlı olmaları, onlara inanmaları, insanların bir şeye inanmak ihtiyacının vazgeçilmez olduğunu açıkça göstermektedir. Bunun içindir ki, büyük İslam ahlakçıları, Allah’a iman ve O’na kulluk üzerinde durmuşlar, Allah’a karşı vazifelerimizi de, Allah’ı bilmek ve Allah’a ibadet diye iki kısma ayırmışlardır. Allah’ı bilmek demek, Allah’ın zat ve sıfatlarını, büyüklük ve üstün kudretini bilmek, bütün varlığı yaratan, onların rızkını veren, onları yaşatan ve öldürenin ancak Allah olduğunu idrak etmektir. (Erdem, 2003: 129) İnsan bu şekilde Allah’ın varlığına iman edince, Allah’a karşı sorumluluğunun olduğunun da farkına varacaktır. Buna da kulluk bilinci denir. Kul olduğunun bilincine varan insan, Allah’ın kendisinden istediği şeyi yerine getirecektir. Bu anlamda insanın birinci görevi, öncelikle Allah’a itaat, sonra da sırasıyla peygamberlere, anne-babaya, yöneticilere ve büyüklerimize itaattir. Dolayısıyla Allah’ı tanıyıp O’nun emirlerini bilen bir insanın, ahlaksız bir hayat yaşaması mümkün değildir. Çünkü her ahlak kanunu, bizi bir vazifeyle mükellef kılar. Bir mükellefin bu vazifeden dolayı sorumlu tutulmaması halinde, ahlak kanunu bütün gücünü ve önemini kaybedecektir. Allah’ı tanıyıp, emirlerini yerine getiren insan, bundan dolayı kendisine mükâfat ve ceza verileceğini bildiği için düzenli bir hayat yaşama gayreti içerisinde olacaktır. İnsanlık tarihine baktığımızda, insan aklının kendisine sorumluluk yüklemeyen ahlak anlayışlarını reddettiğini görebiliriz. Bunun içindir ki diğer bütün ilahî dinler gibi İslam dini de bütün insanların sorumluluğa tabi olduklarını belirtmiş, bu hususta peygamberleri de sorumluluktan beri kılmamıştır. İnsanın Allah’a karşı vazifesinin olması, onun bir sorumluluk varlığı olduğu sonucunu doğurur. (Çağrıcı, 1991: 138) Kur’an-ı Kerîm bu hususu şöyle ifade eder: Siz boş yere yaratıldığınızı ve bizim huzurumuza dönmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn/23:115). “İnsanlar imtihana çekilmeden, iman ettik, demekle bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût/29:2) İnsan muhakkak ki, yapacağı bütün işlerinde inancının tesiri altındadır. İnanç ve İslam’ın esası sayılan tevhit, insan hayatının bütün yönlerinin Allah’ın kudret elinde olduğunu bilip, O’nu, bütün âlemin sahibi olarak tanımasıdır. Allah’a itaat ve saygıdan kaçmak, O’nun zat ve sıfatlarına, hukuki tasarruflarına ortak koşmak ise tam anlamıyla nankörlüktür. Kur’an, Allah’a iman ve itaat edenin kalbini hidayete ve doğru yola ulaştıracağını ifade etmektedir. Nitekim Teğâbûn suresinde şöyle buyurulmaktadır: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.” (Teğâbûn/64:11) Bu ayette görüldüğü gibi, Allah’ın ilmi, iradesi ve takdiri olmadan insana hiçbir musibet gelmeyecektir. Fakirlik, hastalık, ölüm ve üzüntü gibi sıkıntıların Allah’ın takdiriyle olduğuna inanan kimse, bu kötülüklerden sarsılmadan kurtulur. Çünkü onun kalbi, sabır ve metanetle ferahlamaktadır. Hac suresinde ise şöyle buyurulmaktadır: “Bir de, kendilerine ilim verilenler, eziyetin dengi ile karşılık verir de, bundan sonra kendisine yine bir tecavüz ve zulüm vaki olursa, emin olmalıdır ki, Allah ona mutlaka yardım edecektir. Hakikaten Allah, çok bağışlayıcı ve mağfiret edicidir.” (Hac/22: 54) Allah’a karşı iman vazifemizden sonra gelen diğer vazifelerimiz de, ibadetlerimizdir. Allah’a iman eden bir insan, kulluk bilinciyle O’nun kendisine verdiği nimetlere şükreder ve O’na karşı ibadetlerini yerine getirir. Din ile ahlak arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğu bilinen bir gerçektir. Bu nedenle Allah’a karşı bir ibadet ve şükür vazifesi olduğunu bilmeyen kişinin, ahlaki erdemler sergilemesi oldukça zordur. Çünkü İslam inancına göre insan, Allah’a ibadet etmek amacıyla yaratılmıştır. (Erdem, 2003: 129) Kur’an-ı Kerîm, bunu şu ayetle net bir şekilde ortaya koymuş, insanın her işe kabiliyetli olmasıyla birlikte asıl maksadının, Hakk’a ibadet etmek olduğunu beyan etmiştir: “Ben cinleri de insanları da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zâriyât/51:56) Şunu ifade etmek gerekir ki, kulluk, yalnızca düşünce ve sözlerle ortaya konulamaz. Bu yüzden Mevlânâ, ibadetlerin, insanın Allah’a inancı, sevgisi konusunda birer şahit olduğunu dile getirmektedir. Mevlânâ’ya göre sevgi, fikir ve manadan ibaret olsaydı, bize oruç ve namaz lüzumlu olmazdı. Bu yüzden bağlılık ve sevgiden bir eser olsun diye dostlar birbirine hediye verirler. O hediyeler, bağlılığın ve sevginin şahitleridir. İşte bütün ibadetler, Allah’a itikat için birer şahit durumundadırlar. (Yeniterzi, 1997: 70) İbadetlerin insanın iman ve takvası üzerindeki tesirleri büyüktür. Bu yüzden İslam ahlakçıları, amelsiz itikadı ışıksız fenere benzetirler. Işık vermeyen bir fener ise, faydasız olduğundan, makbul de değildir. Buna göre dinî emirlere uymayan bir müminin değeri yoktur. İbadetler, sevap ve mükâfatın dışında kalp ve vicdanın temizlenmesi hususunda büyük yararlar sağlar. Bu yararların başında ise, insanın yasaklardan uzaklaşması, kötülüklerden temizlenmesi ve korunması gelmektedir. Nitekim Hz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Peygamber, namaz ve oruç ibadetinin, insanları kötülüklerden koruyacağını belirtmektedir. (Erdem, 2003: 130) Kur’an-ı Kerîm, namazın, ahlakı yükseltmek ve kalbi temizlemek noktasından taşıdığı değeri en mükemmel şekilde şöyle ortaya koymaktadır: “Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak, elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût/29:45) Allah, kullarına yakın olduğunu, kendisine dua edenin duasını kabul edeceğini ve doğruya ulaşmaları için kendisine inanıp güvenmelerini emretmektedir. Allah, kullarına umut aşılamakta, onları Allah’a sığınmaya davet etmektedir. Hz. Peygamber, “Asıl ibadet duadır, Rabbiniz, Bana dua edin dileğinizi vereyim, dedi” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in duaları, İslam’da ibadetin anlamını ortaya koyduğu gibi, İslami öğretilerdeki ahlak unsurunun güzelliğini de ortaya koymaktadır. Bütün ibadetler, Allah yolunda nefsi terbiye etmek için birer araçtır. Yaratan ile yaratılanlar arasında sürekli bir ilişkinin var olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, yaratılan varlıkların en üstünü olan insanın, Yaratana ulaşmak için insanlığa hizmet etmesi de bir ibadet olarak sayılmıştır. Nitekim Türkçede güzel bir söz vardır: “Halka hizmet, Hakk’a hizmettir.” Mâverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din adlı eserinde, insanın hayatını düzenleyen üç şeyden bahsetmektedir. Bunlar: Beşerî ihtiyacı karşılayan madde, doğru yola sevk olunduğunda itaat eden, günahtan men olunduğunda neticeyi kabul eden itaatli nefis, kalplerin meylini üzerine toplayan, fenalıkları def eden sevgi. (Mâverdî, 1998: 221) ALLAH VE PEYGAMBER SEVGİSİ Sevgi, hayatın aslı ve özüdür. Sevgi, insana etki eden, acısını tatlıya, hastalığını şifaya, derdini devaya, sıkıntısını nimete, kahrını rahmete dönüştüren bir duygudur. Her türlü kemale erişmenin kaynağında sevginin olduğunu görmek mümkündür. Çünkü sevgi, hayatın aslı ve özüdür. Sevgi hayatın ve varlığın aslı olduğuna göre, sevginin en ileri noktası olan Allah ve Peygamber sevgisi, her şeyin üzerinde bir değere sahiptir. Allah sevgisi kavramı, iki anlamı ifade etmektedir. Bunlardan birincisi, insanın Allah’ı sevmesi; ikincisi ise, Allah’ın insanı sevmesidir. Kur’an’da her iki sevgiden de söz edilmiştir. Bilindiği gibi Allah’ın güzel isimlerinden biri olan Vedûd ismi de her Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları iki anlamı içermektedir. İnsanın Allah’ı sevmesi, iki şekilde tezahür etmektedir: Allah’ı sevmek ve Allah için sevmek. Allah’ı sevmek, insanın Allah’ı, O’nun Kur’an’da kendisini tanıttığı nitelikleriyle tanıması, O’na ve Peygamber’i vasıtasıyla bildirdiği hak dine iman etmesi, emir ve yasaklarına uyması, kaza ve kaderine ve O’ndan gelene razı olması, O’nun iradesi doğrultusunda hareket etmesidir. (Karagöz, 2009: 12; Erdem, 2003: 131) Kur’an’da, insanın Allah’ı sevmesinin göstergesi olarak Peygamber’e itaat ifade edilmiştir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âl-i İmrân/3:31) Peygamber’e itaat, onun tebliğ ettiği İslam dinini kabul edip ilkelerini, hüküm ve tavsiyelerini uygulamak, onu rehber, örnek ve önder edinmektir. Yukarıdaki ayette ifade edildiği gibi Peygamber’e itaat, Allah sevgisinin ayrılmaz bir parçası olarak zikredilmiş, dolayısıyla Peygamber’in gösterdiği yolu gönülden benimsemeyen kişinin Allah’ı sevdiğini iddia edemeyeceği belirtilmiştir. Allah sevgisinde, Peygamber’e uymak, yani onun sünnetine tabi olmak olmazsa olmaz bir şarttır. Çünkü Allah sevgisi ve O’na itaat ile Peygamber’ine uyma ve tebliğ ettiği dine teslim olma arasında sıkı bir bağ vardır. Peygamber’e uyan doğru yolu bulur, güzel eylemlerde bulunur, ona uymayan kimsenin ise, Allah’ı sevdiğini söylemesi, anlamsız bir ifadeden öteye geçemez. Allah ve Peygamber’in emir ve yasaklarına uymamak, Allah sevgisiyle asla bağdaşmaz. Allah’ı seven, Allah’ın emir ve yasaklarına uyar. Bu emir ve yasaklara uygun davranma, insanın ahlaklı bir eylem ortaya koymasının nedenini oluşturmaktadır. (Karagöz, 2009: 14) İnsanın Allah’ı sevmesi bir kulluk görevidir. Çünkü insanı yaratan, yaşatan ve rızık veren O’dur. Nitekim insanda kendisine Allah’ın nimetlerini göstermesiyle yoğun bir sevgi oluşmaktadır. Bunun içindir ki, sevgili Peygamber’imiz “Sizi nimetleriyle rızıklandırdığı için Allah’ı seviniz” (Tirmizî, Menakıb: 33), buyurmaktadır. Bütün ahlakçılar, sevgiyi, insan ruhunun ve kalbinin gıdası olarak görmektedirler. Mâide suresinde şöyle buyrulmaktadır: “Ey müminler! Sizden kim dininden dönerse, öyle bir toplum getirir ki O, onları sever, onlar da O’nu severler; onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda çalışırlar. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Mâide/5: 54) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Bu ayette görüldüğü gibi, seven insanların beş ahlaki özelliğinden söz edilmektedir. İman, Müminlere karşı mütevazı olma, Kâfirlere karşı izzet sahibi olma, Allah yolunda çalışma, İslam’ı yaşama konusunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmama. Allah’ı seven insan, bunu söz, fiil ve davranışlarıyla ortaya koyar ve sergilediği bu ahlaki tutumuyla örnek olarak insanlara Allah’ı sevdirmeye çalışır ve bunu yapmakla da Allah’ın sevgisini kazanır. Allah için sevmeye gelince, bu da Allah sevgisinin bir gereğidir. Allah’ı seven, Allah’ın sevdiklerini de sever. Varlıkları Allah için sever. Allah’ın sevgisini ve hoşnutluğunu sağlayacak sözleri söyler, eylemleri yapar ve davranışları sergiler. Sevdiklerini Allah için sevmek, kâmil bir imanın sonucudur. (Karagöz, 2009: 15-25) Aşağıdaki hadisler de bu hususa işaret etmektedir: “Kim Allah için sever, Allah için kızar, Allah için verir ve Allah için men ederse, imanı kemâle ermiştir.” (Ebû Dâvud, Sünnet: 16) “Allah için sevmek ve Allah için kızmak, imanın gereğidir.” (Buhârî, Îmân: 1) “Amellerin en faziletlisi, Allah için sevmek ve Allah için kızmaktır” (Ebû Dâvud, Sünnet: 3) Eylemlerini Allah için sevmeye göre sergileyenlerin kötü eylemlerde bulunması, ahlaksız bir hayat yaşaması söz konusu olamaz. Allah için seven, Allah’ın yaratıklarına karşı hor ve hoşa gitmeyen eylemler sergilemez. Nitekim Yunus Emre, bu durumu özetle şu şekilde ifade etmektedir: Yaratılanı hoş gördük, Yaratandan ötürü. ALLAH’IN NİMETLERİNE KARŞI ŞÜKÜR VE KANAAT Şükür; nimeti değil, nimeti vereni görmektir. Şükür, insanın, nimeti kendisine vereni düşünüp, bu ihsanından dolayı o nimeti verene hamd etmesi ve o nimeti kendisine verenin gösterdiği istikamette kullanmasıdır. Yani Allah’ın nimetlerini bilip, karşılığında kulluk ve ibadet vazifesini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları yerine getirmesidir. Şiblî, şükrü şu ifadeleriyle çok güzel bir şekilde ortaya koymaktadır: “Şükür nimeti değil, nimeti vereni görmektir.” İslam ahlakçıları, şükrün üç çeşidinden söz etmişlerdir. Bunlar; kalp, dil ve bedenle yapılan şükürdür. Kalp ile şükür, nimet verenin Allah olduğunu bilmek; dil ile şükür, nimet sahibini itiraf ile hamd; beden ile şükür ise, bedeni Allah’ın yasaklarından korumak ve Allah’ın buyruklarına uymaktır. (Erdem, 2003: 132) Allah’ın vermiş olduğu nimetlere şükretmek, verilenlerin daha da artmasına sebebiyet vermektedir. Nitekim Yüce Rabbimiz, insanların “Nimetlerine şükredip nankörlük göstermemesini” (Bakara/2:152) istemekte ve bunu yaptıklarında da nimetini arttıracağını (İbrahim/14:7) haber vermektedir. Yukarıdaki ayette de ifade edildiği gibi, nimet, şükür ile çoğalıp varlığını sürdürürken, nankörlükle de yok olup gitmektedir. Nankörlük, nimete şükretmemek, iyiliği tenkit etmek, küçümsemek ve tersine yorumlamaktır. Nankörlüğün en kötüsü, yapılan iyilikleri tamamen unutup, onlara karşı kötülük yapmaktır. Böyle bir nankörlük duygusunun gelişmesinin nedeni ise, insanın vicdani bir terbiyeden mahrum olmasıdır. Yüce Allah, nimetlerine karşı nankörlük edenleri şu şekilde kınamaktadır: “Allah iman edenleri esirger. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder.” Hac/22: 38. Bir toplumda nankörlük yaygınlaşırsa, orada sevgi ve merhametten söz edilemez. Çünkü Allah’ın vermiş olduğu nimetlere karşı nankörce davranan, insanların da kendisine verdiği iyi şeylere nankörlük edecektir. Bu yüzden verilen nimetlere şükretmek Allah katında değerli olduğu gibi, toplumsal düzen için de çok olumlu sonuçlar doğuracak bir eylemdir. Örneğin, Allah’ın verdiği nimete şükreden bir insan, nimetleri yaratılış amacına uygun olarak harcayacaktır. Kendisinde var olan malın şükrünün zekâtını vermekle ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmekle yerine getirecektir. İlmi varsa, bunun şükrünü de, ilmiyle amel etmekle ve bu ilmi başkalarına öğretip faydalı bir toplum yetiştirmekle sağlayacaktır. Sağlığının şükrünü ise, hastaları arayıp sormakla ve şifa bulmaları için onlara yardımcı olmakla ifa etmiş olacaktır. (Erdem, 2003: 132) Kanaatle ilgili de şunları söylemek mümkündür. Bilindiği gibi Yüce Rabbimiz, insanlara dünya ve ahirette hayır getirecek şeyleri emretmiştir. Bu yüzden bir mümin için en kâmil vasıflardan biri kanaattir. Türkçede “tok gözlülük” diye ifade edilen kanaat, insanın hissesine düşen rızka razı olması, mevcut olan ile yetinmesi, olmayan şeye ise heveslenmemesidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Büyüklerimiz, kanaatin, tükenmek bilmeyen bir hazine olduğunu ifade etmektedirler. Kanaatkâr olmayan bir toplumun huzur bulması mümkün değildir. Çünkü Allah'ın verdiğine razı olmayan insanların kalpleri hırsla dolacak ve bu da o insanları huzura kavuşturmayacaktır. Kalplerini hırs bağlamış insanlar, meşru yollarla erişemedikleri menfaatlere, meşru olmayan yollarla ulaşma sevdasına kapılacakları için gece ve gündüz huzursuz olacaklardır. Kanaat sahibi olmayan insan, varlıklı da olsa fakir, kanaatkâr olan ise yoksul da olsa, göz ve gönül tokluğu gibi bir zenginliğe sahiptir. Peygamber’imiz şöyle buyurmuştur: “İslam hidayeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu.” (Tirmizî, Zühd: 35) “Zenginlik mal çokluğuyla değildir. Bilakis zenginlik göz tokluğuyladır” (Buhârî, Rikak: 15) Elindekine kanaat eden insanlar, kendilerinden daha kötü durumda olan insanları görünce, kendi hallerine şükreder ve o insanlara şefkat ve merhametle yaklaşırlar. Bu yüzden şükür ve kanaatin yaygın olduğu bir toplumda, huzur ve barış olacaktır. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise, sanki dünyalar onun olmuştur.” (Tirmizî, Zühd, 34) Müslüman olan, ahiretin ebedî felaketinden; kâfi miktarda malı bulunan, dünya sefaletinden; kanaat sahibi olan ise, dilencilik rezaletinden kurtulmuş demektir. “Kanaati olmayanı servet zengin etmez.” Hz. Peygamber’in hayatını kanaat prensibine uygun olarak düzenlediği kaynaklarda sabittir. Kanaat, hiçbir zaman az çalışmak, tembellik etmek anlamında değerlendirilemez. O, sadece Allah’ın insana takdir ettiğine razı olmaktır. Sa'd b. Ebi Vakkâs’ın oğluna şöyle nasihat ettiği bildirilmektedir: “Zenginlik istediğin zaman, onunla beraber kanaat de iste. Çünkü kanaati olmayanı servet zengin etmez.” Bu ifadeler, bize, kanaatin ruhi ve ahlaki bir vasıf olduğunu göstermektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları ALLAH’A TEVEKKÜL VE KAZAYA RIZA GÖSTERMEK Ders anlatım videosunu izleyiniz Tevekkül, sözlükte, güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise, hedefe ulaşmak için gerekli olan maddi ve manevi sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak bir şey kalmadıktan sonra Allah’a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah’a bırakmak demektir. Tevekkül, Müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucudur. (Erdem, 2003: 133) Tevekkül eden kimse, Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı bir kimsedir. Fakat ne kadere inanmak ne de tevekkül etmek, gerilik ve miskinlik anlamına gelir. Kadere iman ve tevekkül, çalışmaya ve ilerlemeye mani değildir. Çünkü inanan insan, olayların, ilahî düzenin ve kanunların çerçevesinde, nedensonuç ilişkisi içerisinde olup bittiğinin bilincindedir. Tevekkül eden kişi, tohumunu önce yere atar, ondan sonra tevekkül eder. Müslüman, tohum ekilmeden ürün elde edilemeyeceğini, ilaç kullanmadan tedavi olunamayacağını bilmektedir. Bunun için yapacağı işlerde gereken önlemleri alır ve sonucunu Allah’a bırakır. Önlem almadan kader ne ise o olur şeklinde bir anlayış içerisine girmek tevekkül değil, bir tembelliktir. Böyle bir şey, İslam’ın anlayışıyla asla bağdaşmaz. Salih ameller işlenmedikçe, Allah’ın rızası kazanılamaz. Bu yüzden tevekkül, çalışıp çabalamak ve çalışıp çabalarken Allah’ın bizimle olduğunu hatırdan çıkarmamak ve sonucu Allah’a bırakmaktır. Nitekim Yüce Allah müminlerin bir başka varlığa değil, yalnızca kendisine güvenmelerini emretmekte, böylece tevekkül edene kendisinin yeteceğini bildirmektedir: “Kararını verdiğin zaman artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân: 59) 59 Buraya kadar verdiğimiz bilgilerden de anlaşılıyor ki, İslam’da tevekkülün ) kanunlarının gereğini gözden uzak tutmamak, tuttuğu takdirde başına şartı, tabiat gelen şeylerden kendini kınayıp günahını, hatasını kadere yüklememektir. Tabiat kanunlarından gaflet etmek, onları hiçe saymak, ya Müslümanlığı bilmemekten ya da acz ve miskinlikten kaynaklanmaktadır. Bunun örneğini, devesini mescidin dışında başıboş salıvererek Peygamber’in huzuruna giren ve tevekkülün anlamını bilmeyen bir kişiye, Peygamber’in şöyle buyurmasında görüyoruz. “Devenin ayağını bağla da ondan sonra tevekkül et.” (Tirmizî, Kıyâmet: 60) Yine, Hz. Ömer “Siz necisiniz?” diye sorduğu boşta gezen Yemenlilerden “Biz tevekkül edenlerdeniz” cevabını alınca, “Hayır, siz tevekkül eden değil yalancısınız. Tevekkül eden kişi, tohumunu önce yere atar, ondan sonra tevekkül eder” demiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Allah’tan ancak âlimler korkar Bu örnekler gösteriyor ki, İslam dini, körü körüne tevekkülü reddetmektedir. Çünkü İslam tevekkülünde, başa gelen bir felaket karşısında sebat ve metanet vardır. Bu da, kadere rıza şeklinde ifade edilir. Kadere rıza demek, “Allah tarafından kullara ulaşan kazaya razı olmak”, yani dünya musibet ve felaketlerine, ilahî takdire rıza göstermek ve teslimiyet, dinî vazifelerimizin bütünüdür. Bu yüzden tevekkül, insanı ahlaken yücelten ve Allah’a yaklaştıran önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü takdire rıza göstermeyen isyan etmiş olur. Bu da tevekkülün insanı günahlardan uzaklaştırdığını, neticesi boş, elim, vahim olan kederlerden koruduğunu göstermektedir. (Erdem, 2003: 133-134) Tevekkül ve kadere rıza, hayatın sıhhati, kalbin huzuru, müminin de açık vasıflarındandır. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu tedbiri almayıp takdire rıza göstermemek anlamına gelmemektedir. Örneğin, bir çiftçi, önce zamanında tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayacak, zararlı bitkilerden arındırıp ilaçlayacak, gerekirse gübresini de verecek, ondan sonra iyi ürün vermesi için Allah’a güvenip dayanacak ve sonucu O’ndan bekleyecektir. Bu alınan tedbirlerin sonunda, herhangi bir olumsuz durum ortaya çıksa bile, bu Allah’ın takdiridir deyip sabredecektir. İşte bu yaklaşım, insandaki korkuyu ortadan kaldırarak onu Allah’a yaklaştırmakta ve O’nun sevgisine yöneltmektedir. Sonuç olarak diyebiliriz ki tevekkül, bir toplumun sağlıklı ve düzenli işlemesinin teminatıdır. KORKU VE ÜMİTLE ALLAH’A YALVARMA VE BAĞLANMA Korku ve Ümitle ilgili örnek videoyu izleyiniz Korku ve ümit, bir Müslümanın hem Allah’tan layıkıyla korkmasını hem de O’ndan ümit kesmemesini ifade eden iki kavramdır. Yani inanan bir insan, Allah’ın kendisini cezalandıracağından korktuğu gibi, O’nun kendisine mükâfat vereceğini de ümit etmelidir. Yüce dinimizin öğrettiği ilahî esaslardan birisi, kulun Rabbi huzurundaki durumu ve teslimiyet ölçüsüdür. Buna göre mümin, keremi ve rahmeti sonsuz olan Yüce Yaratıcısına büyük bir muhabbet ve tazimle teslim olacaktır. Ne kadar kusurlu ve günahkâr olsa da O’nun affından ümidini kesmeyecektir. Bununla birlikte Allah’ın bu sonsuz rahmet ve affının yanında, O’nun azabının da çok şiddetli olduğunu unutmayacak; O’ndan korkacak, gazabından da emin olmayacaktır. Ümit etmesi ise, O’nun kendisine mükâfat vereceği temennisi içerisinde olmasıdır. Bu da bize, müminin daima korku ve ümit arasında bulunması gerektiğini göstermektedir. İnsan için bu hayat, gerçekte ümit ve korkuyla dolu bir imtihan yeri olduğu için bu imtihandaki başarı, korku ve ümidin tatlı ahengi içinde ortaya çıkacaktır. Çünkü fazla korkudan ümitsizlik, korkusuz ümitten de gaflet doğar. Mümin, Rabbinin büyüklüğünü ve azabının Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları zorluğunu bilerek O’ndan korkar. Yani Allah’tan en çok korkan, O’nu en çok bilendir. Bu sebeple Resul-i Ekremsav şöyle buyurmuştur: “Ben, içinizde Allah’tan en çok korkanınızım” (Buhârî, Nikâh: 116) Cenab-ı Hak da Fâtır suresinde şöyle buyurmuştur: “Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar.” (Fâtır/35: 28) Yukarıdaki hadis ve ayet, bize göstermektedir ki, insandaki ilahî bilgi arttıkça kalbe düşen korku da o nispette çoğalmaktadır. Fakat ümitle dengelenen Allah korkusu insanı bunalımlara değil, isyandan uzak durmaya, geçmişi telafi için taat ve ibadete, geleceğe hazırlanmaya sevk eder. (Yaran, 2005: 135-140) Bunun için büyüklerimiz: “Herkes korktuğunda kaçar, yalnız Allah’tan korkan O’na yaklaşır” demişlerdir. Allah korkusu, toplum hayatında dengeleyici bir etkiye sahiptir. İnsan, Allah korkusuyla kul hakkından, hırsızlıktan, dolandırıcılıktan, cana kıymaktan uzak durur. Eline fırsat geçse bile vahşileşip suçlara yönelemez. Yaratıcısı tarafından her an görüldüğü ve denetlendiğinin bilincinde olduğu için ahlaklı bir yaşam tarzı sergiler. Böyle bir insan herhangi bir güçlükle karşılaşınca, Allah’a yönelik bir ümit içinde olduğu için O’nun rahmetini hissederek O’na yönelecek, durumunun düzeltilmesini O’ndan isteyecektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Özet Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları •Dinî ahlak, ahlaki ilkelerin tabiatüstü bir güçten kaynaklandığını ifade etmektedir. Burada ahlaki ilkeler, Allah’ın ya da O’nun seçmiş olduğu elçinin emirleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dinî ahlakta ahlakî değer olan iyiyle kötünün tayini, ilâhî otoriteye bırakılmıştır. •İslam ahlakıyla ilgili eserler, İslam’ın ahlak esaslarını özetle şu başlıklar altında değerlendirmektedirler. Bunlar; Allah’a iman ve kulluk, Allah ve Resulünü sevmek, Allah’ın nimetlerine şükür ve kanaat, tevekkül ve kazaya rıza, korku ve ümitle Allah’a yalvarma ve bağlanmadır. •İnsan, yapacağı bütün işlerinde inancının tesiri altında olduğu için Allah’a iman ve kulluk, İslam ahlakının esaslarından ilkidir. İnanç ve İslam’ın esası sayılan tevhit, insan hayatının bütün yönlerinin Allah’ın kudret elinde olduğunu bilip, O’nu, bütün âlemin sahibi olarak tanımasıdır. •Allah ve Resulünü sevmek ve onlara itaat etmek ise, İslam ahlakının bir diğer temel esasıdır. Allah ve Resulünü sevip itaat etmeyenin ortaya koyduğu eylemler, İslam ahlakının dışındadır. •Allah’ın nimetlerine şükre gelince, Allah ve Resulünü sevip onlara itaat eden, kendisine verilen nimetlere de şükretmesi gerektiği için bu ahlak kuralı oldukça önemlidir. •Tevekkül, Müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucu olduğu için, tevvekkül ve kazaya rıza, İslam ahlakının temel esaslarından bir diğeridir. •Korku ve ümit, bir Müslümanın hem Allah’tan layıkıyla korkmasını hem de O’ndan ümit kesmemesini ifade eden iki kavram olmaları nedeniyle, İslam ahlakında çok önemli bir yere sahiptirler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Ödev Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları • İslam ahlakının temel esaslarını diğer dinlerde var olan ahlak ilkeleriyle karşılaştırınız? • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Ahlak ilkelerinin kaynağını ilahî otoriteye bağlı olarak gören ahlak anlayışına ne ad verilir? a) Seküler ahlak b) Profan ahlak c) Dinî ahlak d) Mutluluk ahlakı e) Ödev ahlakı 2. Sadece ahlak ve adaba dair hadisleri bir araya getiren kitap ve yazarı aşağıdakilerden hangisidir? a) Mustafa Çağrıcı, Anahatlarıyla İslâm Ahlakı b) Cafer sadık Yaran, İslâm’da Ahlakın Şartı Kaç c) Maverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din d) Gazâlî, İhyâ e) Buharî, el- Edebü’l-müfred 3. İnsana Allah’a karşı sorumluluk bilinci veren İslâm ahlak esası aşağıdakilerden hangisidir? a) Tevekkül ve kazaya rıza b) Allah ve Resulünü sevmek c) Allah’ın nimetlerine şükür Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları d) Allah’a iman ve kulluk e) Hiçbiri 4. İnsanın hayatını düzenleyen üç şey şunlardır: Beşerî ihtiyacı karşılayan madde, doğru yola sevk olunduğunda itaat eden, günahtan men olunduğunda neticeyi kabul eden itaatli nefis, kalplerin meylini üzerine toplayan, fenalıkları def eden sevgi. Bunlara aşağıdaki eserlerin hangisinde vurgu yapılmaktadır? a) Mustafa Çağrıcı, Anahatlarıyla İslâm Ahlakı b) Cafer sadık Yaran, İslâm’da Ahlakın Şartı Kaç c) Maverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din d) Gazâlî, İhyâ e) Buharî, el- Edebü’l-müfred 5. Tüm tedbirleri aldıktan sonra başa gelen bir felaket karşısında sebat ve metanet göstermek, İslâm ahlakında hangi kavramla ifade edilmektedir? a) Tedebbür b) Tenevvür c) Tefekkür d) Tevekkül e) Tezekkür Cevap Anahtarı 1.c 2.e 3.d 4.c 5.d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akseki, Ahmed Hamdi, (1981), İslam; Fıtri, Tabii ve Umumi Bir Dindir, Ankara, Nur Yayınları. Ali, Emir, (2007), İslam’ın Özü, İslam ve Hristiyanlığın Mukayesesi, çev. Ömer Rıza Doğrul, Ankara, İlahiyat Yayınları. Ali Bin Emrullah- Muhammed Hadimi, (2009), İslam Ahlakı, İstanbul, Hakikat Kitabevi. Atay, Hüseyin, (1994), Kur’an’a Göre İslam’ın Temel Kuralları, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Aydın, Mehmet S., (1991), Tanrı-Ahlak İlişkisi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Çağrıcı, Mustafa, (1991), Anahatlarıyla İslam Ahlakı, İstanbul, Ensar Neşriyat. ______, (1989), İslam Düşüncesinde Ahlak, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Çamdibi, Hasan Mahmud, (1983), Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, İstanbul, Han Yayınları. Diyanet İşleri Başkanlığı, (2006), İlmihal, I- II, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı. Draz, Abdullah, (Tarihsiz), Din ve Allah İnancı, İstanbul, Bir Yayıncılık. ______, (1993), Kur’an Ahlakı, çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, İstanbul, İz Yayıncılık. El-Behiy, Muhammed, (1995), İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, İstanbul, Yöneliş Yayınları. Erdem, Hüsameddin, (1978), Ahlak Felsefesi, Konya, Hü-Er Yayınları. _______, (1996), Sondevir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Konya, Sebat Matbaacılık. _______, (1990), “Dini Ahlak ve İlahi Dinlerden Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık’daki Bazı Ahlaki Meselelere Mukayeseli Bir Yaklaşım”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 3. Fahri Macid, (2004), İslam Ahlak Teorileri, İstanbul, Litera Yayıncılık. Gazalî, (1981), Kimya-i Saâdet, çev. Ali Arslan, İstanbul, Arslan Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları _______, (1977), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 3, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir Yayınları. ______, (1975), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 4, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir Yayınları. Güngör, Erol, (1995), Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, İstanbul, Ötüken Yayınları. Kandemir, Yaşar, (2008), Örneklerle İslâm Ahlakı, İstanbul, Nesil Yayınları. Karagöz, İsmail, (2009), Allah Sevgisi Allah Korkusu, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Kaya, Yunus, (2009), Tasavvuf Nefsi Arıtma ve Donatma, İstanbul, Uzakülke Yayınları. Kılıç, Recep, (1992), Ahlakın Dini Temeli, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. _____, (1995), Ayet ve Hadisler Işığında İnsan ve Ahlak, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. _____, (2004), Dini Anlamak Üzerine, İstanbul, Ötüken Yayınları. Mâverdi, Ebu’l_Hasan, (1982), Edeb’üd-Dünya ve’d-Din, çev. Ali Akın, İstanbul, Temel Neşriyat. Naim, Bababzâde Ahmed, (1995), İslam Ahlakının Esasları, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Öztürk, Hüseyin, (1990), Kınalızâde Ali Çelebi’de Aile Ahlakı, Ankara, Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları. Şekeroğlu, Sami, (2010,. Mâtürîdî’de Ahlak, Felsefi Bir Betimleme, Ankara, Ankara Okulu Yayınları. Yeniterzi, Emine, (1997), Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Türkeri, Mehmet, (2004), “Bazı İslam Ahlak Kuramlarındaki Ortak Noktalar”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı XIX. Yakıt, İsmail, (2005), İslam’ı Anlamak, İstanbul, Ötüken Yayınları. Yaran, Cafer Sadık, (2005), İslam’da Ahlak’ın Şartı Kaç, İstanbul, Elif Yayınları. _____, (2010), Ahlak ve Etik, İstanbul, Rağbet Yayınları. _____, (2011), İslam Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul, Dem Yayıncılık. Yazgan, Mustafa, (1976), Semavi Dinlerde Ahlak, Ankara, Nur yayıncılık. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Yörükan, Yusuf Ziya, (1998), Müslümanlık ve Kur’an-ı Kerim’den Ayetlerle İslam Esasları, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 HEDEFLER İÇİNDEKİLER FELSEFİ AHLAK VE FELSEFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI • Felsefi Ahlak: Dönemleri, Temel Özellikleri ve Kaynakları • Klasik Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları • Modern Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları İSLAM AHLAK ESASLARI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Nefsin 3 gücünü bilecek • 4 temel erdem ve alt erdemlerini tanıyacak • Ahlak terbiyesi ve tedavi yollarını öğrenecek • Evrensel ahlaki ilkeleri değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE 5 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları GİRİŞ İslam ahlakı, genel olarak şu üç ekole ayrılmaktadır: Geleneksel dinî Ahlak, Felsefi Ahlak, Tasavvufi Ahlak. Bu bölümde felsefi ahlak üzerinde duracağız. Burada “felsefi”den kasıt, elbette, Antikçağ felsefesi gibi İslam öncesi felsefelerin etkilerini taşımakla birlikte esas itibarıyla “İslam felsefesi”ne veya İslam filozoflarına ait ahlak anlayışıdır. Başka bir deyişle, “felsefi ahlak” tamlamasındaki “felsefi” terimi genel anlamda felsefi olanı değil, özellikle İslam kültürü içerisinde Müslümanlarca yapılan felsefe anlamında daha sınırlı bir manayı ifade etmektedir. Kısacası, bu bölümde, Farabi, İbn Miskeveyh, Nasiruddin Tûsî, Kınalızâde Ali Efendi gibi klasik dönem İslam filozoflarının ahlak konusundaki görüşlerini ele alacağız. FELSEFİ AHLAK: DÖNEMLERİ, TEMEL ÖZELLİKLERİ VE KAYNAKLARI Felsefi ahlak, İslam medeniyetinin üçüncü büyük ahlak anlayışıdır. İslam filozoflarının ahlakla ilgili eserlerinde ortaya konulan bu ahlakta, ahlaki ilkeler, erdemler ve örnekler, İslam’ın dinî referansları ve şahsiyetlerinden alınabildiği kadar Antik Yunan ve Roma felsefesinden de alınmaktadır. Bu felsefenin etkisi sadece filozoflar arasında kalmamıştır. Gazâlî dâhil olmak üzere birçok Müslüman ahlakçı, bu ahlak sisteminin açık etkilerini taşımaktadır. Felsefi Ahlakın Dönemleri ve Temel Özellikleri “Araştırmalarımızın amacı, üstün ahlakı elde etmektir.” İbn Miskeveyh İslam felsefi ahlak teorilerini, klasik dönem felsefi ahlakı ve modern dönem yahut Kant sonrası felsefi ahlak diye ikiye ayırmak daha doğru olsa gerek. Çünkü ikisi arasında belirgin bir fark gözükmektedir. Klasik felsefi ahlak teorileri, farklı Yunan felsefe okullarının etkisini taşır. İslam’da felsefi ahlakın en büyük yazarı sayılan İbn Miskeveyh’in Tehzîbü’l-ahlâk’ı, Eflatuncu, Aristocu, Yeni Eflatuncu ve Stoacı unsurların ustaca işlendiği bir ahlak sistemine temel teşkil eder. Onun eserindeki siyasi boyut eksikliği, takipçileri olan Tûsî’nin, Devvânî’nin, Kınalızâde Ali Efendi’nin eserlerinde ev ekonomisi ve siyaset ilmine dair geniş eklerle giderilir. Klasik felsefi ahlakın ileride biraz daha geniş olarak açıklayacağımız temel özelliklerinden bazıları şunlardır: Nefisin üç gücü (düşünme, öfke, arzu) vardır. Bu üç güç ile bağlantılı olarak dört ana erdem vardır (hikmet, cesaret, iffet, adalet). Erdemler, orta yolda veya aşırılıkların ortasında bulunur (ifrat ve tefrit, reziletleri/erdemsizlikleri; itidal/ölçülülük ise faziletleri/erdemleri oluşturur). İnsanlar irade hürriyetine sahiptir, fiillerinde hürdür ve yaptıklarından dolayı sorumludur. Temel değerler evrenseldir; Tanrı, iyiyi, gerçek anlamda iyi olduğu için Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları tüm insanlara buyurur. Toplumlar, siyasal yönetim biçimlerine göre cahil toplumlar ve erdemli toplum olarak ayrılırlar. Ahlak ve siyaset birlikteliğinin amacı, erdemli toplum ve ruhun ebedi saadetidir. Modern yahut çağdaş felsefi ahlak diye ayırt edebileceğimiz ikinci dönem İslam felsefi ahlakını asıl belirleyen ve öncekilerden ayıran ise belirgin bir Kant etkisidir. Bu etki, M. Abdullah Draz'ın Kur’an Ahlakı adlı kitabında da, Ahmet Hamdi Akseki'nin Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı adlı kitabında da çok belirgin bir biçimde görülür. Bu kitaplarda kullanılan terimler ya da ahlak dili de tasnifler ve tercihler de Kant'ı ve deontolojik/ödev etiğini yansıtır. Örneğin Akseki, ödev kavramını, bazı İslam ilimlerinde alışkın olduğumuz şekilde, önce gelenler (mütekaddimin) ve sonrakilere (müteahhirin) göre diye ikiye ayırarak tanımlamakta ve Kant’ı sonra gelenlerin en meşhuru olarak görmektedir. Ona göre önce gelenler ödevi şöyle tarif ediyorlar: “Başkalarının bize yapmalarını arzu ettiğimizi, bizim de onlara yapmamız; yapılmasını istemediğimizi, bizim de onlara yapmamamız”(1979: 119). Sonra o, Kant’ın ödev tanımını ve ödev ölçütünü açıklar ve onun ödev ilkesinin kaynağı ve dayanağının akıl olduğunu belirtir. Daha sonra da İslam’ın ödev anlayışını irdelemeye başlar. Felsefe iki kısma ayrılır: Biri ilim, diğeri eylemdir. Eylemsel felsefenin kısımlarının başında da ahlak/etik gelir. Akseki’ye göre, İslam’da, ödevin kaynağı dindir ve tanımı ise şudur: “Vazife, dinin yapılmasını emrettiği hayırdır.” Ya da “Dinin emirlerine uymak, yasaklarından uzaklaşmaktır” (1979: 120).” Akseki, ödevi dine dayalı olarak tanımlamanın, ödev ilkesinin akli mahiyetinden bir şey kaybettirmediğini, zira bir Müslümanın tabi olduğu dinin de sonuçta “aklın temel prensipleri”ne dayandığını savunur. Onun kitabının neredeyse tamamı "Vazife/ödev" kavramı ve gereklerine göre bölümlenmiştir. Bu yaklaşım etkisini günümüzde de sürdürmektedir. Felsefi Ahlakın Temel Kaynakları İslam’da felsefi ahlakın, bir yanda Kur’an ve Sünnet gibi İslami kaynakları öbür yanda da Platon ve Aristoteles’in kitapları gibi felsefi kaynakları vardır. İslami kaynaklar açısından örneğin İbn Miskeveyh kitabına, hamdele ve salvele ile başlar ve kitabının yazılış amacını belirtirken hem metaetik hem de normatif etik açısından çok yoğun içeriği olan şu ayetle devam eder: “Nefse ve onu biçimlendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük yapma kabiliyetlerini verene andolsun ki, nefsini arıtan kurtuluşa ermiş, onu kötülükle örten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems/91: 7-10) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Keza, NasiruddinTusi, örneğin adalet konusunu işlerken, Şeriat sahibi şöyle demiştir diyerek bir hadise yer verir (2007: 128): “Göklerin ve yerin ayakta durması adaletledir.” Bu tür kitapların felsefe ve dîni bir arada kullanmalarına örnek olarak Kınalızâde Ali Efendinin eserinden (t.y.: 138) seçilen şu paragraf gösterilebilir: Adaletin korunması için toplumda üç şey lazımdır: Namus-u Rabbani, Hakim-i İnsani, Dinar-ı Mizani. Yunan filozofları bunların üçüne birden “Namus” derler. Filozoflar derle ki, namus; ilk olarak şer-i ilahîdir. Bu en büyüktür. İkinci namus otoriter devlet başkanı ve adaletli hâkimdir. Üçüncü namus paradır ki, ikinci namusun, yani adaletli hâkimin fermanındadır. İkinci namusun hidayete ulaşabilmesi için birinciye uyması gereklidir. Kur’an-ı Kerim’de bu manaya işaret vaki olmuştur. “… İnsanların adaleti ayakta tutmaları için, beraberlerinde de kitabı ve mizanı indirdik. Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem insanlar için menfaatler bulunan demiri indirdik.” (Hadîd/75: 25). Felsefi ahlakın felsefi kaynakları arasında en önemli ikisi, Platon’un Devlet adlı eseri ile Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik adlı eserleridir. Platon’un Devlet adlı eserinin etkisi, özellikle nefisin üç gücüne dayalı insan psikolojisi ve dört erdem temelli ahlak anlayışında görülür. Mahmut Kaya’nın belirttiği üzere, “İslam toplumunda başta hadis ve kelâm âlimleri olmak üzere muhafazakâr çevreler felsefeyi eleştirirken hedefleri materyalist-ateist felsefe ile (dehriyye-ilhad) teorik felsefenin (nazari hikmet) dinle çelişen bazı problemlerdir. Buna karşılık filozofların pratik felsefe (ameli hikmet), yani ahlak ve siyaset alanlarında ortaya koyduğu görüşler genellikle bütün çevreler tarafından kabul görmüştür” (1995: 316). Kaya, bunun örneklerini de vermekte ve bu etkinin sadece filozoflarla sınırlı kalmayıp ötesine geçtiğini örnekleriyle belirtmektedir: “Mesela Eflatun’un ahlak felsefesinde faziletin temeli sayılan hikmet, şecaat, iffet ve adalet kavramlarının Gazzali başta olmak üzere Sünni çizgiyi takip eden bütün ahlakçıların eserlerinde yer aldığı görülmektedir.” Felsefi ahlakta çok önemli bir yer teşkil eden bu dört erdem teorisinin temellerinden biri, neredeyse onun kadar yaygın kabul gören “nefisin üç gücü” teorisidir. Aşağıda daha ayrıntılı göreceğimiz bu dörtlü erdem tablosu, Platon’un psikolojisi, yahut nefisin üç gücü (düşünme gücü, öfke gücü, arzu gücü) teorisine dayanmaktadır. Bu psikoloji de, onun devlet ve toplum felsefesinden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları kaynaklanmakta, yani yöneticiler, koruyucular ve işçilerden oluşan üç toplumsal sınıflı küçük bir site devleti modeline dayanmaktadır; onun da temelinde bir Fenike masalının en azından desteği bulunmaktadır. Platon’un Devlet’te anlattığına göre, üç sınıftan oluşan bütün şehrin veya şehir devletinin “gerekli” ve “güzel” bir “yalan”a, bir “Fenike masalı”na inandırılmaya çalışılması iyi olacaktır. Buna göre Sokrates topluma şöyle diyeceğini anlatır: “Bu toplumun birer parçası olan sizler, diyeceğim, birbirinizin kardeşisiniz. Ama sizi yaratan Tanrı, aranızdan önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar bunun için baş tacı olurlar. Yardımcı *koruyucu, savaşçı, bekçi+ olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır”(Platon, 1992: 105). Platon’a göre, bu ütopik site devletindeki en üst sınıf olan ve mayalarına altın katılmış bulunan yönetici sınıf “bilgelik” erdemine sahip olacak, ikinci sınıfı oluşturan ve mayasına gümüş katılmış olan koruyucular (askerler ve bekçiler) “cesaret” erdemine sahip olacak, bu devletteki üçüncü ve en alt tabakadaki, mayalarına demir ve tunç katılmış olan vatandaşlar sınıfını oluşturan işçi, köylü, zanaatkâr sınıfı “ölçülü” veya iffetli olacak, son olarak, bu sınıflardan her birine mensup kişinin yalnız kendi üzerine düşen işleri yapması ve buna razı olması ile de bütün toplum “adalet” erdemine kavuşmuş olacaktır. Buradan hareketle Platon, “toplumdaki yönetenler, savaşanlar ve para kazananlar gibi içimizde de üç bölüm” vardır sonucuna ulaşarak, birey için de aynı erdemlerin geçerli olduğu sonucuna ulaşır. Alasdair MacIntyre’ın dediği gibi, “Platon’un ahlakı ve Platon’un politikası birbirine sımsıkı bağımlıdır”(2001: 59). Platon’un eserleri yanında İslam ahlakını etkileyen en önemli Yunanca ahlak metni, Aristo’nun, İshak b. Huneyn tarafından tercüme edilip Farabi (ö. 950), İbn Rüşd ve diğerlerince şerh edilen Nikomakhos’a Etik’idir. Birçok kişiye göre erdem etiğinin en önemli klasik kaynağı Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik adlı eseridir. Onun burada savunduğu ahlak, her şeyden önce, bir amaca ulaşmayı arzulayan teleolojik/erekbilimsel bir ahlaktır. Zira o, kitabına şu cümleyle başlar: “Her sanat ve her araştırmanın, aynı şekilde her eylemin ve tercihin de bir iyiyi arzuladığı düşünülür; bu nedenle iyiyi ‘her şeyin arzuladığı şey’ diye yerinde dile getirdiler” (1998: 1). Yine de, ona göre, amaçlarda kimi farklılıklar var gibi görünmektedir. Örneğin, tıbbın amacı sağlık, gemiciliğin gemi, askerlerin zafer, ekonominin zenginliktir. Bununla birlikte “tüm yapılabilecek iyilerin en ucundaki şey nedir?” diye sorulursa, Aristoteles, “hem sıradan kişiler hem de seçkin insanlar”ın anlaşarak verdiklerini belirttiği cevaba katılır: Mutluluk. Bu insanlarla birlikte o, “iyi yaşamayı ve iyi durumda olmayı da mutlu olmakla bir” tutar. Akıl sahibi insana uygun düşen insani iyi de, “ruhun erdeme uygun etkinliği olur – üstelik yaşamın sonuna kadar etkinliği. Çünkü bir tek kırlangıç baharı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları getirmez, ne de bir tek gün; aynı şekilde bir tek gün ya da kısa bir süre insanı kutlu ve mutlu kılmaz.” Kısacası ruh, istikrarlı bir biçimde erdeme uygun etkinliklerde bulunursa, iyi olmayı başarmış olur; iyi olmayı uzun süreli bir yaşam biçimi hâline getirmiş olmak da, herkesin amaçladığı mutluluğu yakalamış olmak demektir. Aristoteles’e göre ruhta olup biten şeyler üç türlüdür: Etkilenimler (veya duygulanımlar, duygular), Olanaklar (veya yetenekler), Huylar (ya da eğilimler). Erdem, bunlardan ilk ikisi değil, sonuncusudur; yani erdem “insanın iyi olmasını ve kendi işini iyi gerçekleştirmesini sağlayan huy olmalı”dır (1998: 129131). Fakat bu huy ile doğuştan getirilen özellikler kastedilmez. Aksine erdemlilikte, tercihte bulunma gücü ve tercihini orta yoldan yana yapma seçimi çok önemlidir. Onun ifadesiyle, “erdem, tercihlere ilişkin bir huy*dur+: Akıl tarafından ve aklı başında insanın belirleyeceğiyle belirlenen, bizle ilgili olarak orta olanda bulunma huyudur”(1998: 32). Aristoteles’e göre, yemenin aşırı çoğu da aşırı azı da sağlığı bozduğu, dengeli yemenin ise sağlığı meydana getirdiği, artırdığı ve koruduğu gibi; erdem konusunda da her iki yöndeki aşırılıktan kaçınıp, orta yoldaki duygulanımlar ve etkinlikler izlenmelidir. Örneğin aşırı korkaklık veya aşırı cüretlilik değil, yiğitlik erdemdir; ya da benzer şekilde, aşırı haz düşkünlüğü ya da aşırı duygusuzluk değil, ölçülülük erdemdir. Ölçülülükten kasıt da matematiksel ortayı bulmak değil, “bize göre orta olanı” bulmayı ve ona uygun davranmayı hedef edinmektir. Çünkü herbirimizin kişisel özellikleri de davranışımızı sergileyeceğimiz toplumsal koşullar da az çok değişiklik arz eder. Bu durum da göz önüne alınarak “gerektiği zaman, gereken şeylere, gereken kişilere karşı, gerektiği için, gerektiği gibi bunları yapmak orta olandır ve en iyidir, bu da erdeme özgüdür.” Dolayısıyla kısaca belirtildiğinde, Aristotelses’in anlayışında erdem, “aşırılığı yanlış olan, eksikliği yerilen, ortası övülen ve isabetli olan etkilenimlerle ve eylemlerle ilgili” olan huylardır. “Övülmek ve isabetli olmak da erdeme özgü” ayrımlardır; ayrıca erdemleri gerçekleştirmek bizim elimizdedir ve neyin erdem olduğunu bilmede de “sağ akıl” en büyük yardımcımızdır(1998: 31-32, 52, 113, 129). Aristoteles’e göre, “biri düşünce erdemi, diğeri ise karakter erdemi olmak üzere iki tür erdem vardır.” Düşünce erdeminin örnekleri, bilgelik, doğru yargılama, aklı başındalık gibi erdemlerdir. Cömertlik ve ölçülülük gibi nitelikleri de karakter erdemlerine örnek olarak gösterir. Bunlardan düşünce erdemi daha çok eğitimle oluşur ve gelişir; karakter erdemi ise alışkanlıkla edinilir. Sıklıkla vurguladığı “orta olma” özelliği daha ziyade karakter erdemleriyle ilgilidir. Her ikisi açısında da Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları bakıldığında erdemler, “ne doğal olarak ne de doğaya aykırı olarak edinilir; onları edinebilecek bir doğal yapımız vardır, alışkanlıkla da onları tam olarak geliştiririz.” Örneğin, adil şeyler yapa yapa adil insan, ölçülü davrana davrana ölçülü, yiğitçe davrana davrana da yiğit insanlar oluruz (1998: 23-24). Aristotelses’in düşünce erdemleri dediği erdemler ise, “aklı başındalık”, “bilgelik”, “doğru yargılama” gibi özelliklerdir. Bir varlık için en asil ve en hoş olan şey, doğal olarak o varlığa özgü olan şeydir. İnsanı insan yapan da akıldır. O hâlde insan için en asil, en erdemli ve en mutlu edici yaşam, “akla göre yaşam”dır. Karakter erdemine uygun yaşam bundan sonra gelir. Ona göre pratik bilgelik, herhangi bir durumda neyi yapmanın doğru olacağını görme yeteneğidir. Bir insan, ahlaki bir davranış gerektiren herhangi bir durumda, “pratik olarak bilge ve erdemli insanın” neyi seçer olduğunu belirlemek ve ona uygun olanı yapmak durumundadır. Bu yaklaşımıyla Aristoteles, ilahi buyruk kuramı yanlılarının ya da Kant’ın ahlak kuramına benzemeksizin, önceden belirlenmiş teorik kurallardan ziyade, aydınlanmış bir vicdana çok daha fazla önem atfetmektedir. Nikhomakhos’a Etik adlı kitabında Aristoteles, düşünce erdemlerini daha üstün bulduğunu belirtse de daha ziyade karakter erdemleri üzerinde durur. Önce birkaç sayfa içinde özetlediği ondan fazla karakter erdemini daha sonra kitabın tamamında ayrıntılı bir biçimde inceler ve hepsinin iki aşırı uçtaki erdemsizliklerin ortasında bulunan övülmüş erdemler olduğunu göstermeye çalışır. Erdemleri ikiye ayırmakla Platon’a göre bir adım daha ileri gitmiş olan Aristoteles, onların kendi içlerindeki tasnifinde Platon kadar sade ve sistematik gözükmemektedir. Sadece karakter erdemlerinin sayısı bile onu geçmektedir ve bunların bazılarının uç noktalarındaki erdemsizliklerin bazılarının da kendilerinin özel bir adı olmadığını kendisi de belirtir. Birinci olarak ele aldığı erdem “yiğitlik”tir; ve bu, “korkular ve cüretlerle ilgili orta olma”dır. İkincisi, “hazlar ve acılar konusunda orta olma” olan “ölçülülük”tür. Üçüncüsü “para alma ile para verme konusunda orta olma” olan “cömertlik”tir. Dördüncüsü, para ilgili bir başka orta tutum dediği “ihtişam”dır. Beşincisi, “onur ile onursuzluk konusunda orta olma” saydığı “yüce gönüllülük”tür. Altıncısı, “daha küçük onurla ilgili bir özellik”tir ama özel bir adı yoktur. Yedincisi, “öfke konusunda orta olma” durumudur; aslında adı yoksa da o buna “sakinlik” demeyi uygun görür. Bunların yanında, birbirine benzemekle birlikte farklı yönleri de bulunan, “insanlar arasındaki ilişkilerdeki konuşmalar ve eylemlerle ilgili” olan ve çoğunun özel adı bulunmayan üç orta erdem daha olduğunu belirtir. Bunlar dikkate alınarak söylendiğinde, sekizincisi, “samimiyet”; dokuzuncusu, “şakacılık”; onuncusu ise, “dostluk”tur. Bunlara ilaveten, iki tane de “başa gelenlerle ve etkilenimlerle ilgili ortalar vardır”. Bunları da katarak söylediğimizde, on birinci erdem, “utanmayı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları bilme”, on ikincisi de, kıskançlık ile hasetin ortası saydığı “infial”dir (1998: 34-36). On üçüncü olarak da, “erdemlerin en önemlisi” olduğu ifade edilen “adalet” erdemi üzerinde durulur. Platon, Aristoteles ve benzerlerinin eserleri yanında, doğal olarak İslam’da felsefi ahlakın asıl kaynakları, İslam tarihi boyunca Müslüman filozoflar ve ahlakçılarca oluşturulan ahlak ve ahlak felsefesi ile ilgili eserlerdir. Ahlaka eserlerinde geniş yer veren ilk büyük İslam filozoflarından biri Farabi’dir. O, müstakil bir ahlak felsefesi kitabı yazmamakla birlikte, Kitabu’t-tenbih ala sebili’s-sa‘âde, es-Siyâsetü’l-medeniyye, İhsâu’l-ulûm, el-Medinetü’l-fâzılâ gibi eserlerinde erdemli devlet ve onun hazırlayıcısı olarak ahlak konuları üzerinde ayrıntılı olarak durmuştur. İhvan-ı Safa’nın Risâleler’inden birçoğunda ahlaka değinilmektedir ve bunlardan biri özellikle ahlakla ilgilidir. İbn Sina’nın eserlerinde de ahlaka yer yer değinilmekte, İlmü’l-ahlâk adlı da bir risalesi bulunmaktadır. İslam ahlak felsefesinde en dikkat çekici ve üretken ahlak filozofu İbn Miskeveyh ve ünlü eseri Tehzîbü’l-ahlâk’tır. Onun ahlaka dair başka eserleri de olmakla birlikte bu eser İslam ahlak felsefesinin en tanınan ve yararlanılan klasiklerinden biridir. Bir diğer önemli çalışma, Nasiruddin et-Tusi’nin Ahlak-ı Nasıri’sidir. Bu son iki kitap daha sonra yazılan birçok ahlak kitabını etkilemiştir. Bunlardan biri de Osmanlı ahlakçısı Kınalızâde Ali Efendi’nin Ahlak-ı Alai’sidir. Bunların yanında sonraki dönem üzerinde en fazla etkili olan kitaplardan biri de hiç kuşkusuz Gazâlî’nin İhyâ’sıdır. Daha sonraki eserler temelde bu eserlerden yararlanırlar. 20. yüzyıldaki ahlak felsefesi eserlerinde Kant’ın etkisi de açıkça görülür. Bunlar arasında Ahmet Hamdi Akseki’nin Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı adlı eseri ile Abdullah Draz’ın Kur’an Ahlakı adlı eserleri sayılabilir. Aşağıda daha ziyade, İbn Miskeveyh, Tusi ve Kınalızâde gibi filozof ve ahlakçıların görüşleri özetle tanıtılmaya çalışılacaktır. KLASİK FELSEFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI Felsefi ahlak kitapları genellikle nefis ya da ruhun özellikleri ve özellikle de üç temel gücünün anlatılmasıyla başlar ve bunlardan hareketle dört temel erdem konusuna geçilir. Felsefi ahlakçılara göre, nefis (veya ruh) bedenden bağımsız bir cevherdir. Nefisin fazileti de, bazı insanların zannettiği gibi bedeni hazlarda değil, insanı insan kılan ve öteki canlılardan ayıran düşünme gücünün iyi kullanılması ve geliştirilmesindedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Nefisin Üç Gücü Felsefi ahlakçılara göre, nefisin üç gücü vardır: Düşünme (nutk) gücü: Bu, düşünme, akledilir şeyleri algılama, iyi ve kötü fiilleri ayırt etme ve olayların gerçek nedenleri hakkında akıl yürütme gücüdür. Öfke (gazap) gücü: Bu, tehlikeler karşısında gözü peklik ve atılganlık ile her çeşit zararı def etme ve her şekilde otorite ve üstünlük kurmayı, şeref kazanmayı arzu etme gücü olarak tanımlanır. Arzu (şehvet) gücü: Bu da faydalı olduğu düşünülen şeyleri arzu etme, başka bir deyişle, yeme-içme, cinsellik ve benzeri zevk verici bedeni arzuların gerçekleşmesini isteme gücüdür. Bu üç gücün en aşağısı, arzu gücüdür ve buna bazen hayvani nefis de denir. Öfke gücü orta düzeyde görülür; en üstün görülen de düşünme gücü veya düşünen nefistir. İnsan, bu güçlerin en üstünü olan düşünen nefise sahip olduğu için insan olmuş, bu sayede hayvanlardan ayrılmış ve meleklere benzemiştir. İnsanların şereflileri, düşünen nefis güçleri daha kuvvetli olanlar, bu gücün yönlendirmelerine göre hayatlarını idare edenlerdir. Bunun yerine, öteki iki gücünden birinin kendisine hâkim olduğu insanlar, bu hâkimiyetin gücü nispetinde, olgun ve kâmil insan olma derecesinden aşağı doğru düşerler. Bazıları bu üç gücü, yanındaki köpeğiyle ata binip ava giden bir insana benzetirler. Burada, at arzu gücü, köpek öfke gücü, avcı da düşünme gücüne benzetilir. Avcı konumundaki insan, atın ot peşinde koşmasına veya köpeğin yersiz saldırganlıklarına engel olur ve onları gerektiği gibi kullanırsa, amacında başarılı olur; bunun yerine, kendisi onlardan birine uyarsa, asıl hedefine hiçbir zaman ulaşamaz. Dolayısıyla, insani ve ahlaki kemâle yükselmek isteyenler, arzu ve öfke güçlerini daima düşünme gücünün kontrolü altında kullanmalı, en fazla düşünme gücünün yönlendirmelerine itibar etmelidirler (İbn Miskeveyh, 1983: 22, 54; Tûsî, 2007: 36; Kınalızâde, t.y.: 61). Felsefi ahlakçılar, bu şekilde nefisin üç gücü hakkında bilgi verdikten sonra, bu psikoloji anlayışına göre şekillenen erdemler ve erdemsizlikler tablosuna geçerler. Bu güçlerle bağlantılı olan dört temel erdem anlayışı bu ahlak sistemi açısından özel bir önem arzeder. Dört Temel Erdem Üç güçten en önemlisi olan düşünme gücü ölçülü bir biçimde işlevde bulunduğunda hikmet/bilgelik erdemi ortaya çıkar. Arzu gücü ölçülü olup, arzularına aşırı düşkün olmayıp, bu konularda düşünme gücünün uyarılarına itaat ettiği zaman iffet erdemi ortaya çıkar. Öfke gücü ölçülü olup, yerli yersiz kızmaz ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları öfkelenmezse ve düşünme gücünün buyruklarına boyun eğerse, cesaret/yiğitlik erdemi ortaya çıkar. Bu üç güç ve bu üç erdem arasında ölçülülük ve denge kurulabilirse bundan da adalet erdemi doğar. Böylece dört temel erdem kişide gerçekleşmiş olur: Hikmet, iffet, cesaret ve adalet. Bu dört erdemin/faziletin zıtları da dört temel erdemsizliği/rezileti oluşturur. Bunlar da bilgisizlik, açgözlülük, korkaklık ve haksızlıktır. Ayrıca, bilinmesi gereken genel özelliklerden biri de aşağı yukarı bütün erdemlerin orta yol olarak kabul edilmesi, bütün erdemsizliklerin de ifrat veya tefrit şeklinde orta yoldan sapma ve aşırılıklara kayma olarak görülmesidir. Her fazilet, kötülüklerin ortasındadır ve fazilet kendine has olan yerden saparsa, aşırı uçlardaki kötülüklerden birine yaklaşılmış olur. Temel erdemleri biraz daha irdelemekte yarar vardır. Zira felsefi ahlakçılara, örneğin Tusi’ye göre, (2007: 90), “önceki ve sonraki bütün filozofların, erdemlerin cinslerinin hikmet, yiğitlik, iffet ve adalet olmak üzere dört olduğu üzerinde icma ve ittifak etmeleri” onların öneminin göstergesidir. Hikmet: Bilgelik veya hikmet, düşünme gücünün fazileti olup; nefis, hikmet erdemi sayesinde, fiillerden hangisinin yapılması ve hangisinin yapılmaması gerektiğini bilir. Hikmet, düşünme gücünü gereksiz yerde ve gereksiz biçimde kullanmak anlamına gelen sefihlik veya cerbeze ile onu gerektiği yerde gerektiği ölçüde kullanamamak anlamına gelen aptallık arasında orta bir yoldur. Burada erdemsizlik olarak sayılan aptallık, düşünme gücünü kullanmanın yaratılışça eksik olması değil, bilerek ve isteyerek ihmal ve iptal edilmesidir. İbn Miskeveyh’in tasnifine göre, hikmet kapsamına giren faziletler, zekâ, hatırlama, akletme, çabuk anlama, anlama gücü, zihin açıklığı ve kolay öğrenmedir. İffet: İffet, şehvet duygusuyla ilgili bir fazilettir. Bu faziletin bir insanda gerçekleşmesi, onun bedensel arzularını aklına göre yönetmesine sebep olur. Böylece insan, arzularının kölesi olmaktan kurtulur; hem daha özgür hem de daha erdemli bir hayat yaşar. İffetin de iki aşırı uçtaki kötülüklerin rasında yer aldığı varsayılır. Bunlar, zevk sefa düşkünlüğü ve bu uğurda gerekli olan sınırın dışına çıkmak anlamında açgözlülük ile bedenin zorunlu ihtiyaçlarını oluşturan doğal zevklere karşı aşırı ilgisiz kalma anlamındaki gevşekliktir. İffetin kapsamına giren ikinci derece faziletler; utanma, sükûnet, sabır, cömertlik, hür olmak, kanaat, yumuşak huyluluk, düzenlilik, iyi hâl, barışseverlik, ağırbaşlılık ve kötülüklerden sakınmadır. Cesaret: Cesaret, nefisin öfkeye ilişkin faziletidir. Cesaret, korkulması gerekmeyen şeyler karşısında bile gösterilen korkaklık ile hiç gerekmeyen durumlarda bile köpürme ve saldırganlık arasında bir orta hâldir. Bu erdeme sahip Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları olan kişi, ne zaman öfkeleneceğini, ne zaman öfkesine hâkim olup sabretmesi gerektiğini bilir. Cesaret, şecaat ya da yiğitliğin kapsamına giren faziletler; nefis büyüklüğü, gözü peklik, büyük himmet sahibi olmak, sebat, sabır, yumuşaklık, sükûnet, yüreklilik ve sıkıntıya katlanmadır. Adalet: Felsefi ahlakçılara göre, adalet, yukarıda zikredilen üç temel fazilet olan hikmet, iffet ve cesaretin bir arada bulunmasıyla ortaya çıkar. Adalet, nefisin üç gücünün birbiriyle barış içinde olması ve nefisin diğer iki gücünün, düşünme gücünün buyruklarına boyun eğmesiyle olur. Adalet, haksızlık etme ile haksızlığa uğrama arasında yer alır. Adalet erdemine sahip olan insan, önce kendi nefisine karşı sonra da başkalarına karşı hakkaniyetli ve insaflı davranır. Adalet şu üç yerde bulunur: Malların ve şereflerin dağıtımında Alım-satım ve değişim gibi karşılıklı olarak yapılan işlerde Haksızlık ve tecavüz bulunan şeylerde. Adil kimse, eşit olmayan şeyler karşısında eşitliği sağlayan kimsedir. İnsanların iyilik yapanlara olan sevgisi adil kimselere olan sevgisinden daha fazladır; ama âlemin düzeni, iyilik yapmaktan ziyade adalete dayanır. Adaletin kapsamına giren faziletler ise, dostluk, ülfet, yakınlarla ilişkiyi sürdürmek, ödüllendirme, iyi muamele, bir şeyi güzelce yerine getirmek, sevgi, dindarlık, kin gütmemek, kötülüğe iyilikle karşılık vermek, lütufkâr olmak, insanlıktan ayrılmamak, düşmanlıkları terk etmek, kötü söz nakletmemek, doğruların davranışlarından söz etmek, zararlı sözleri terk etmek, açgözlülük etmemek, Allah’a yönelmek, yemin etmemek, ve benzeri erdemlerdir (İbn Miskeveyh, 1983: 24-34, 102; Tûsî, 2007: 89-97; Kınalızâde, t.y.: 94-123). Felsefi ahlakta temel erdemler dört olduğu gibi, temel erdemler de bazen tam bunların zıddı olan bir başka dörtlü olur, bazen de bu temel erdemler ortada sayılıp bunların ifrat ve tefrit uçlarını oluşturan sekiz erdemsizlik üzerinde durulur. Erdemsizlikler erdemlerin ilk akla gelen zıtları olarak düşünüldüğünde dört tane olur ve bunlar, hikmetin/bilgeliğin zıddı olarak cehalet, cesaretin zıddı olarak korkaklık, iffetin zıddı olarak haz düşkünlüğü ve adaletin zıddı olarak zulümdür. Erdemleri orta yolda davranışlar sayıp fazlalık yönünde sınırı aşmaktan ibaret ifrat ile azlık yönünde aşırılık olan tefrit hâlleri dikkate alındığında ortaya çıkan sekiz erdemsizlik de şunlardır: Hikmetin karşı kutuplarında yer alan kurnazlık ve aptallık, cesaretin karşı kutuplarında yer alan cüretkârlık ve korkaklık, iffetin karşı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları kutuplarında yer alan hazlara düşkünlük ve isteksizlik ve adaletin karşısında yer alan zulüm ve zulme boyun eğmedir(Tûsî, 2007: 98-102; Kınalızâde, t.y.: 123 vd.). Burada çok kısaca da olsa şunun belirtilmesinde yarar olabilir ki, İslam filozoflarında görülen dört temel erdem tablosu, oldukça sade ve sistemli bir tablo olmakla ve gerçekten çok güzel erdemleri bir araya toplamış bulunmakla birlikte, binlerce yıl sonra apayrı coğrafyalarda yaşayan bambaşka uygarlıklar ve dinler içinde de geçerli sayılacak kadar aşkın bir tablo, tarihsel-toplumsal-kültürel etkilerden bağımsız bir liste de değildir. Bununla birlikte bu erdemler tablosunun detayını tartışmak ve ayrıntılı değerlendirmesini yapmak bu kitaptaki amaçlardan biri değildir (Bu konuda değerlendirme ve öneriler için bkz. Yaran, 2005). Ayrıca belirtilmesi ve üzerinde durulması gerekir ki, felsefi ahlakta en fazla dört erdem üzerinde durulmakla birlikte, bunlara ilave başka bazı erdemlere de yer verildiği bir gerçektir. Örneğin sevgi konusu üzerinde fazlasıyla durulan erdemlerden biridir ve dolayısıyla bizim de onu kısaca irdelememizde yarar vardır. Sevgi ve Dostluk Adalet erdeminden sonra sevgi konusuna geçen İbn Miskeveyh’e göre, sevgi erdemi sadece bireysel bir tutum ve erdem değil, aynı zamanda toplumsal yönü olan bir erdemdir ve hatta o vatandaşların ulaşabilecekleri amaçların en üstünüdür. Bütün varlıkların düzeni ve durumlarının iyilik içinde olması sevgiye bağlıdır. Sevgi olsaydı belki adalete bile gerek kalmadı; insanlar sevgi şerefine ulaşamadıkları için adalet uygulamaları zorunlu hâle gelmiştir. Bir toplum hâlinde yaşayan insanlar birbirlerini severlerse, aralarında anlaşmazlık çıkmaz ve çıkar gibi olsa da seven insanlar birbirlerine karşı zaten adaletli davranırlar. Çünkü gerçek bir dost, kendisi için istediğini dostu için de ister. Birbirini seven kişiler arasında adalet olduğu gibi, güven, dayanışma ve yardımlaşma da olur. Akıllı yöneticiler, vatandaşlar arasında sevgiyi yerleştirmek için her türlü gayreti göstermeli ve sevginin azalmasına karşı da her türlü önlemi almalıdır. Sevginin birçok türleri ve sebepleri vardır: Çabuk oluşan ve çabuk kaybolan sevgi Çabuk oluşan ve yavaş kaybolan sevgi Yavaş oluşan ve çabuk kaybolan sevgi Yavaş oluşan ve yavaş kaybolan sevgi İnsanların yaşam amaçları ve sevgileri arasında ilişki vardır. İnsanları yaşam amaçları dörttür: Zevk, iyilik, menfaat ve bu üçünün toplamının oluşturduğu şey. Sebebi zevk olan sevgi, çabuk değişen bir şeydir. Sebebi iyilik olan sevgi, çabuk Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları oluşur ve yavaş kaybolur. Sebebi menfaat olan sevgi, yavaş oluşur ve çabuk kaybolur. Bunların birleşmesinden meydana gelen sevgide varsa, bu sevgi yavaş oluşur ve yavaş kaybolur. Sevginin özel türlerinden biri, meveddet veya dostluktur. Dostluk, sevginin genelliğine oranla daha az sayıda insan arasında olur. Aşk da bir başka sevgi türüdür ve dostluktan da daha sınırlı sayıda, iki kişi arasında olur ve sevginin aşırı bir hâlidir. Dostluğun en iyi türü, sebebi iyilik olan dostluktur. İyilik, öz itibarıyla değişmeyeceği için, iyilik nedeniyle dost olanların dostluğu da değişmez ve sürekli olur. İbn Miskebeyh, dostluk konusunda Aristo’nun şöyle dediğini aktarır: “İnsan iyi durumda da kötü durumda da dosta muhtaçtır. Kötü durumda iken dostlarının yardımına, iyi durumda iken de onların yakınlığına ve iyilikte bulunacak kimselere muhtaçtır.” (İbn Miskeveyh, 1983: 120-140) Elbette dost edinmenin ve dostluğu sürdürmenin çeşitli ahlaki şartları vardır ve iyi dostların bunlara riayet etmesi gerekir. Kınalızâde Ali Efendi (s. 114), Abbasi halifelerinden Me’mun’un dostu üç kısma ayırdığını belirtir: Gıda gibi dost: İnsan bundan müstağni kalamaz; her zaman bu tür dosta muhtaçtır. İlaç gibi dost: Bunlara bazen ihtiyaç olur, bazen lüzum görülmez. Hastalık gibi dost: Yakınlık ve dostluğundan hiçbir fayda görülmeyen, bundan dolayı dostluğu da istenmeyen, fakat hastalık gibi olduğu için istese de istemese de ara sıra insana musallat olan dost. İyi dostlarla ülfet etmenin zıddı uzlet, insanlardan nefret ve hiç kimse ile görüşmemeye varan inzivadır ki, İslam felsefi ahlakına göre bu insana uygun bir davranış değildir. Erdemler, fıtratla da az çok ilişkili olmakla birlikte, esas itibarıyla ailede ve okulda alınan eğitim ve kişinin kendi gayret ve çabalarıyla bağlantılı hususlardır. Bundan dolayı, ahlak konusu, felsefi ahlakçılarca, aynı zamanda bir terbiye ve gerektiğinde tedavi işidir. Ahlak Terbiyesi ve Tedavisi Felsefi ahlakçılar, erdem konusunda olduğu gibi erdem eğitimi konusunda da nefisin üç gücü teorisine dayanırlar. Üç güç eksenli eğitim anlayışına göre, doğuştan itibaren gelişen güçlerin tabii sırası ne ise, düzeltilme çabalarında ve eğitimlerinde de aynı sıra izlenmelidir. Buna göre, bizde ortaya çıkan ilk güç, yeme içme gücünün adı olan arzu gücüdür. Daha sonra öfke gücünün ortaya çıktığı, son Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları olarak da düşünme gücünün geliştiği kabul edilir. O hâlde, ahlak eğitiminde de önce arzu gücünün gerekleri terbiye edilmeli, sonra öfke gücü eğitilmeli, en sonunda da düşünme ve ayırt etme gücü eğitilmelidir. Bu kapsamda çocuklara öncelikle yemek yeme, giyinme, oturup kalma kuralları öğretilmeli, sonra arkadaşlarıyla iyi geçinmesi ve gereksiz öfkelenmemesi belletilmeli, daha sonra da mantık ve benzeri ilim dallarının öğretimi gibi yöntemlerle düşünme gücünün gelişmesi sağlanmalıdır (İbn Miskeveyh, 1983: 40, 57-72). Felsefi ahlakçılar ahlaki erdemsizlikleri “nefisin hastalıkları” olarak değerlendirir ve kısmen tıbbi yöntemleri taklit ederek tedavi etme yolları önerirler. Örneğin, önce teşhisin sonra tedavinin geleceğini, yine aynı şekilde, önce sağlığı korumanın sonra hastalığı iyileştirmenin amaç edinilmesi gerektiğini belirtirler. Buna göre, ahlak sağlığını korumak için, öncelikle iyilerle beraber olma, kötülerden uzak durmak gerekir; çünkü kötülük bulaşıcı hastalık gibidir. Çocuklar ve gençler başta olmak üzere, yetişkinler dâhil tüm insanlar kötülerden uzak durmaya özen göstermelidir. İyilerle dostlukta da, asık suratlı, somurtkan vb. olmamakla birlikte, düşük düzeyli şakalar ve fıkralara dostluğu geliştirmek adına da olsa asla tenezzül edilmemelidir. Ahlakın geliştirilmesi ve korunması için iyilerle beraberlik yanında iyi bir ahlak eğitimi ve disiplinli bir ahlak yaşantısına önem verilmelidir. İnsan için zaruri ve yararlı güçler olan öfke gücü ve arzu gücünün ihtiyaçlarına cevap verirken dikkatli olmalı ve ahlaki sınırların dışına çıkmamaya özen göstermelidir. Çünkü Allah bize bu iki gücü onlara hizmet edelim ve onların kölesi olalım diye değil, gerektiğinde meşru ölçüler içinde kullanalım diye vermiştir. Nefisanî güçler aşırılığa meyledip insanı ahlaksızlıklara sürüklediğinde, bunların zararı üzerinde düşünülmeli, bu konudaki bilgiler tazelenmeli ve bundan vazgeçip tövbe etme yoluna girilmelidir. Eğer bunlar fayda etmiyorsa, insan kendini kınayabilmeli ve hatta kendisine caydırıcı cezalar verebilmelidir. İyilik konusunda da kötülük konusunda da alışkanlıkların çok etkili olduğu unutulmamalı; iyilikleri yapmak ve kötülüklere yaklaşmamak alışkanlık hâline getirilmelidir. Kendi kendimize zaman zaman muhasebeler yapmalı, iyi ve kötü yönlerimiz üzerinde düşünülmeli, bu konularda dostlarımızdan fikir alıp, düşmanlarımızın eleştirilerinden dersler çıkarıp kendimizi tanımalı ve ona göre kendimizi kötü yönlerimizden arındırıp, iyi yönlerimizi daha da geliştirmeliyiz (İbn Miskeveyh, 1983: 156 vd.). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları MODERN FELSEFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI Batı ahlak felsefesi genellikle üç büyük kuram sayılan Erdem Etiği, Ödev Etiği ve Faydacı Etik olarak tasnif edilir. Yukarıda gördüğümüz üzere klasik İslam ahlak felsefesi, Platon ve Aristoteles'ten gelen erdem etiğinin etkilerini yansıtır. Daha önce değindiğimiz gibi, 'İslam ahlak felsefesi" ifadesinin tarihsel olarak ikiye ayrılması ve belki "klasik (dönem) İslam ahlak felsefesi" ve "modern (dönem) İslam ahlak felsefesi" denilmesi daha uygun olur. Bu kırılmayı sağlayan da Kant'tır (ö. 1804). Aşağıda kısaca göreceğimiz üzere, Kant-sonrası Müslüman ahlakçıların artık erdem kavramından ziyade vazife, ödev, ilke, yasa, emir, yükümlülük vb. Kant'çı kavramlar ve konuları daha fazla öne çıkardıkları görülmektedir. Bu dönemde vurgulanan temel ilkelere kısaca değinmekte yarar vardır. Modern Dönemde Erdemden İlkeye Yöneliş Erdemler, insanların sahip olduğu ahlaken övülen nitelikler iken; ilkeler, temel davranış kurallarını belirten önermelerdir. İlke, belki biraz ilk kavramı ile de bağlantılı görülebilir; o, bir kurallar dizininin ilk başta gelen bir veya birkaç ana ögelsi, en genel kapsamlı özüdür. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kant sonrası İslam ahlakçılarının birçoğunda, yer yer onu eleştirmekle birlikte, Kant etkisi açıkça görülür. Kant etkisini yansıtan modern dönem İslam ahlakçılarından biri Ahmet Hamdi Akseki'dir. Akseki'nin kendi ifadeleriyle, "ahlaki meslekler içinde en mükemmel ve ulvi olan meslek, en salim ve isabetli ahlaki nazariye, esasını, 'Vazife’de, diğer bir deyimle; 'Vicdani Sorumluluk’da bulan ve vazife esasını yalnız akıl üzerine kuran akılcıların mesleğidir. Bunu en mükemmel tefsir eden kişi ve bu mesleğin en büyük temsilcisi Kant'tır”(1979: 55). Ana İlke: Kendin İçin İstediğini Kardeşin İçin de İstemek Akseki, "Dini Nasslardan Çıkarılan Ahlak Kanunu ile Kant'ın Meşhur Kaidesi Arasında Bir Mukayese" başlığı altında, Kant'ın birinci kategorik imperatifini ("Öyle hareket et ki, iradenin tabi olduğu fiiller (genel) kaide, yani itaat ettiğin kanun, bir genel kanun prensibi suretinde olsun") dikkate alır ve İslam'da onun benzeri veya daha iyisinin olup olmadığını araştırır. Bu bağlamda, yani İslam ahlakındaki külli genel kanunun ifadesi olarak o, arka arkaya üç hadis verir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları "Birr, yani hayır ve iyilik, kalbin mutmain olduğu şeydir. Kötülük de nefsini tahrik edip azdıran şeydir. Buna aykırı fetva verseler de aldırma." "İyilik ve hayır güzel ahlaktır; günah ise kalbinde yerleşip de insanların bilmesini istemediğin, yani herkesten gizlediğin şeydir." "Senden sadır olduğunu halkın görmesini istemediğin şeyi yalnız iken de kendi başına iken de yapma" Akseki'nin yorumuna göre, "biz Müslümanlar, bu hadis-i şeriflerden açık olarak anlarız ki; hırsızlık haramdır, hile haramdır, emanete hıyanet haramdır; adam öldürmek haramdır. Çünkü bunları işleyen insan, bu fiilini insanların öğrenmelerini arzu etmez." Ona göre bu hadisler topluca düşünüldüğünde şöyle bir külli ve genel kanun çıkmaktadır: "Halk tarafından sana yapılmasını istediğin şeyi sen de onlara yap, başkaları tarafından sana yapılmasını istemediğin şeyle halkı rahatsız etme"(1979: 59-63). Akseki'ye göre, bu hadislerdeki İslami kaideler ise Kant'ın yalnız akıldan çıkarmış olduğu ahlak kanununa tercih edilir. Çünkü Kant'ın ahlak kanunu "öyle bir şekilde hareket et ki" emriyle başlaması nedeniyle yalnız fillerimizle sınırlı olup, kalbimizdeki niyet ve maksatlarımızı ihmal etmektedir. Hâlbuki İslam'a göre, insanın ahlaki değeri, görünen fiillerinden çok niyetleri ile ilgilidir. Ayrıca, Akseki'ye göre, Kant'ın meşhur kaidesi, hadislerden çıkan kanunun cüzünden ibarettir, yani onların ifade ettiği mana genelliğine yükselemez (1979: 122-24). Abdullah Draz da Akseki gibi bazı yönlerini eleştirmekle birlikte İslam ahlakını Kant'ı dikkate alarak ve büyük ölçüde Kant terminolojisiyle ele alan modern dönem ahlakçılarımızdandır. Draz'ın burada değindiği hadisler, bir kısmı Akseki'nin de değindiğini gördüğümüz hadislerdir: "Helal ve haram açıklanmıştır. Fakat onların arasında şüpheli durumlar vardır. Şüpheden kaçınan kimse imanını ve şerefini kurtarır." (Buhârî, Kitâbü'l-İman: 39) "Seni şüpheye düşürecek şeyden sakın. Zihnini bulandırmayacak şeyi seç; doğruluk sükûnettir, yalan şüphedir." (Buhârî, Kitâbü'l-Büyu: 3). Kendisine iyi ve kötünün tarifi sorulduğunda Hz. Peygamber şöyle buyurur: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları "Kalbine sor, vicdanına danış, insanlar o hususta sana ne derlerse desinler, sana neyi teklif ederlerse etsinler, iyi, ondan ruhun huzur duyduğu, kalbin onunla dinlendiği şeydir. Kötü, ruhu kaygılandıran ve kalbi titreten şeydir." (Müslim, Kitabü'l-Birr: 5) Draz, bunların dışında, çok açıkça olmasa da bu anlamda kullanmış olduğu düşünülebilecek olan bir ayet ve bir hadisten daha bahsetmektedir; onları da görmekte yarar vardır. Draz'ın ifadesiyle, Kur’an-ı Kerim'de "Kendinizin gözlerinizi yummadıkça kabul edemeyeceğiniz adi şeyleri, başkasına vermeye kalkışmayın" (Bakara/2: 267) diye vurgulanmaktadır. İslam Peygamberi de şöyle buyurmaktadır. "Hiçbiriniz, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş sayılmaz." (Buhârî, Kitâbü'l-Îmân: 6) Dolayısıyla, "egoizmin bu genel tatbikinden, müşterek vicdan, daha önce ödevin karşılıklı olma ve evrenselliği prensibini çıkarmıştır" (Draz, 2002: 83). "Kendine yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma; kendine yapılmasını istediğini, sen de başkasına yap!" Draz, Kant'ın formülünün, İncil'de de benzeri bulunan yukarıdaki son hadis ve benzerlerinden mülhem sayılabileceğini ima etmektedir. Yukarıdaki ayetin sadece bir şey verip vermeme değil, belki biraz daha geniş çerçevede düşünülen anlamı, Batı literatüründe Altın Kural da denilen ifadenin negatif (yapma) tarafını, zikredilen bu hadis de pozitif (yap) tarafını dile getirmektedir. Bunlar birlikte düşünüldüğünde şöyle bir ilke ortaya çıkardı: "Kendine yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma; kendine yapılmasını istediğini, sen de başkasına yap!" Bu formül, hakikaten Kant'ın formülünün kendisine bir hayli benzediği bir formüldür. Kant'ın yaptığı bunu dinî bağlarından koparıp sekülerleştirmek, biraz daha teknik ve soyut terimlerle ifade etmek ve "kendi" veya kişi yahut ben merkezli referans çerçevesini olabildiğince genişletip, tüm insanları kapsayacak şekilde genişletmeye çalışmasıdır. Sonuç İslam’da felsefi ahlakın temel kaynakları Kur’an ve Sünnet’le birlikte Platon ve Aristoteles gibi Antikçağ filozoflarının da eserleridir. Bu kaynaklardan yararlanılarak oluşturulmuş olan İbn Miskeveyh’inTehzîbü’l-ahlâk gibi eserleri de daha sonra gelen ahlakçıların dayandığı klasikler arasında yer alırlar. Felsefi ahlakı, klasik dönem ve modern dönem diye ikiye ayırmak mümkündür. Zira klasik dönemde kendisinden en çok yararlanılan filozof Platon ve Aristoteles iken modern dönemde Kant ön plana çıkmıştır. Klasik dönemin anahtar kavramı erdem iken, modern dönemde ilke ve ödev gibi kavramlar daha merkezi konuma getirilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Klasik dönemdeki felsefi ahlak, temel erdemler listesi açısından en sade yapıya sahip olan ahlak geleneğimizdir. Bu gelenek M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış Yunan filozofu Platon’un dörtlü erdem tasnifine bağlı kalmıştır. Buna göre dört temel erdem vardır ve bunlar, hikmet, cesaret, iffet ve adalettir. Platon ve dolayısıyla İslam filozofları bunları, nefisin üç gücü dedikleri, düşünce gücü, öfke güzü ve arzu gücü teorisine dayandırmaktadırlar. Davranışlarda orta yolu temsil eden dört temel erdemin karşıt kutuplarından yahut ifrat ve tefritlerinden oluşan sekiz tane de temel erdemsizlik vardır. Modern dönem felsefi ahlakı Kant’ın kategorik buyruğuna benzeyen ilkeler üzerinde durmuştur. En fazla vurgulanan ilke, bazı ayet ve hadislerle ilgisi kurulabilen “kendin için istediğini başkası için de istemek, kendin için istemediğini başkası için de istememektir.” Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 •İslam'da felsefi ahlak, İslam filozoflarının Kur'an ve Sünnet yanında Antikçağ filozoflarının eserlerinden de yararlanarak oluşturdukları ahlak ekolüne denir. •İslam felsefi ahlakı, erdem ve mutluluk ahlakıdır. Bu ahlaka, İslam ahlak esasları açısından bakıldığında, nefsin üç gücü denilen düşünme gücü, öfke gücü ve arzu gücü anlayışının çok önemli olduğu görülür. •Nefsin üç gücüne dayalı dört temel erdem olduğu anlayışı çok önemlidir. Bu dört temel erdem, hikmet, cesaret, iffet ve adalettir. •Dört erdemin zıttı olan dört erdemsizlik veya ifrat ve tefrit aşırılıkları olan sekiz erdemsizlik vardır. •Modern dönemde Kant etkisiyle erdem konusundan ziyade ilke, hak ve ödev gibi konular ön plana çıkmıştır. •En genel ilkelerden biri, kendin için istediğini kardeşin için de isteme ilkesidir. Ödev Özet Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları • Günüm insanı ve/veya toplumu için en değerli gördüğünüz ahlaki erdem veya ilke konusunda bir makale yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi İslam ahlak ekollerinden/geleneklerinden biri değildir? a) Dini ahlak b) Felsefi ahlak c) İlmi ahlak d) Tasavvufi ahlak e) Hiçbiri 2. Hangisi nefisin üç gücünden biri değildir? a) Düşünme b) Duygu c) Öfke d) Arzu e) Hiçbiri 3. Hangisi dört temel erdemden biri değildir? a) Merhamet b) Adalet c) Cesaret d) İffet e) Adalet 4. Modern dönem Müslüman ahlakçıların en fazla vurguladıkları genel ilke hangisidir? a) Davranışların evrenselleştirilebilmesi b) Eylemlerin faydalı olması c) Kendin için istediğini başkası için de istemek d) Özgürlük ve demokrasi e) Barış ve hoşgörü Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları 5. Varlığı kendinden olmayan ve varlığı da yokluğu da düşünülebilen varlık kategorisi aşağıdakilerden hangisidir? a) Abduh, Cabiri b) Arkoun, İkbal c) Akseki, Akif d) Draz, Fazlurrahman e) Akseki, Draz Cevap Anahtarı 1.c 2.b 3.a 4.c 5.e YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akseki, A. H. (1979). Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı: Ahlak Dersleri. Sadeleştiren: Ali Arslan Aydın. Ankara: Nur Yayınları. Aristoteles. (1998). Nikomakhos’a Etik. çev. Saffet Babür. Ankara: Ayraç Yayınevi. Aydın, M. (1989). “İslam Felsefesi”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. İstanbul. Çağrıcı, M. (2000). İslam Düşüncesinde Ahlak. İstanbul: Birleşik Yayıncılık. Draz, A. (2002). Kur’an Ahlakı. çev. E. Yüksel ve Ü. Günay. İstanbul: İz. Fahri, M. (2004). İslam Ahlak Teorileri. çev. Muammer İskenderoğlu ve Atilla Arkan. İstanbul: Litera Yayıncılık. Gazali. (t.y.). İhyâu ‘Ulûmi’d-Din. çev. Ahmed Serdaroğlu. İstanbul: Bedir Yayınevi. İbnMiskeveyh. (1983). Ahlakı Olgunlaştırm. çev. A. Şener, C. Tunç. ve İ. Kayaoğlu. Ankara. Kant, I. (2002). Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi. çev. I. Kuçuradi. Ankara. Kaya, M. (1995). “Felsefe”, Türkiye Diyanet Vakfi İslam Ansiklopedisi. İstanbul: Diyanet Vakfı Neşriyat. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Kınalızade (Kınalızade Ali Efendi). (t.y.). Ahlak: Ahlak-ı Alai. çev. H. Algül. İstanbul. MacIntyre, A. (2001). Ethik’in Kısa Tarihi. çev. H. Hünler ve S. Z. Hünler. İstanbul: Paradigma. Platon (Eflatun). (1992). Devlet. çev. S. Eyüboğlu ve M. A. Cimcoz. İstanbul: Remzi Kitabevi. Tusi, N. (2007). Ahlak-ı Nasıri. çev. A. Gafarov ve Z. Şükürov. İstanbul: Litera. Yaran, C. S. (2005). İslam’da Ahlakın Şartı Kaç? İstanbul: Elif Yayıncılık. Yaran, C. S. (2010). Ahlak ve Etik, İstanbul: Rağbet Yayıncılık. Yaran, C. S. (2011). İslam Ahlak Felsefesine Giriş. İstanbul: Dem Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 HEDEFLER İÇİNDEKİLER TASAVVUFİ AHLAK VE TASAVVUFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI • • • • • Giriş Tasavvufi Ahlik Tasavvufi Ahlikın Mahiyeti Tasavvufi Ahlikın Özellikleri Tasavvuf Kaynaklarında Ahlaki Hâller ve Makāmlar • Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Tasavvufun tanımı ve mahiyeti hakkında bilgi edinecek, • Nitelikli ahlakidavranışların önemini kavrayacak, • Tasavvufi ahlakın temel esas ve dayanaklarını öğrenecek, • Tasavvufi ahlakı, diğer ahlak ekolleri ve bu ekollerin ahlak anlayışlarıyla mukayese edebileceksiniz. İSLAM AHLAK ESASLARI ÜNİTE 6 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları GİRİŞ Ahlak iledir kemâl-i âdem Ahlak iledir nizâm-ı âlem Önceki ünitelerde de değinildiği gibi, ahlakçılar insan davranışlarıyla ilgili olan ahlakı, genel olarak, ruhta (nefiste) köklü bir şekilde yerleşip kendisinden fiil ve davranışların, tekrar tekrar düşünmeye, zorlamaya ihtiyaç duymadan, kolaylıkla meydana gelmesi ve istikrar kazanması olarak tanımlamışlardır. İnsan, gerçek kimliğini ancak, huyu, seciyesi ve tabiatıyla ortaya koyar. Güzel ahlak, zorlamayla, kanun ve ceza yoluyla değil, fertlerin vicdanî sorumluluk ve gayretleriyle gerçekleşir. Bu tanımlamada dikkat çeken husulardan biri; fiillerin iradi olması ve zorlama olmaksızın meydana gelmesidir. Diğeri de; ahlakın ruhta yerleşmesi ve onun bir vasfı olmasıdır ki, bu hem ahlakın bir kalp fiili olduğunu hem de iyilik yapmanın insanda şuur hâline dönüşmesi gerektiğini göstermektedir. “İyilik” ve “kötülük” ruhtaki vasfın adıdır. İnsan hem iyi hem de kötü vasıflarla donatılmış olarak dünyaya gelir. Eğer ruhtaki vasıflar iyi olursa iyi, kötü olursa kötü ahlak ortaya çıkar. Ahlakın iyi veya kötü oluşu ise, ahlaki davranışı meydana getiren sebebe ve yöneldiği gayeye göre değişmektedir. Bu nedenle mutasavvıflar, insan davranışlarının zahiri değil, niyete dayalı deruni ve batıni boyutunun ahlakiliği belirlediğini söylerler. İslam filozofları ahlakı bir ruh sağlığı, ruhani tababet ilmi olarak değerlendirmiştir. Aynı yaklaşımı benimseyen Gazali (ö.505/1111)’ye göre kötü huylar kalplerin ve nefislerin hastalıklarıdır. Bedeni hastalıklar maddi hayatı sona erdirirken, kalbî hastalıklar ebedî hayatı mahveder. Şu hâlde bedeni rahatsızlıklar için gösterilen ihtimamdan daha fazlası kalp hastalıkları için gösterilmelidir (Gazali, III, 60). İnsan, ahlak ilmi sayesinde, ruhunu kötü huylardan, rezilet hastalığından kurtararak; ruhun sıhhati demek olan iyi huylar ve faziletlerle bezemek suretiyle ebedî olan ahiret hayatını kurtarma ve kazanma imkânı bulur. Bu nedenle İslam ahlakçıları, mutlak ve aşkın bir “hayır” inancında ısrar etmekte ve ‘en yüksek saadet’in, ölümden sonra, ahirette gerçekleşeceğine inanmaktadırlar(Çağrıcı, 1991: 20, 62). Mutasavvıfların ahlak teorilerini belirleyen temel unsurlardan başında da bu ahiret saadeti ve dolayısıyla Allah’a yakınlaşma arzusu gelmektedir. İşte tasavvufi ahlakın hareket noktasını bu içe bakış, hedefini ise ilahî inayete mazhar olma oluşturmaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları TASAVVUFİ AHLAK Ahlak bir ruh sağlığı ilmidir. Daha önceki ünitelerde de işlendiği gibi İslam ahlakı, anlayış bakımından genel olarak “Geleneksel Dinî Ahlak ”, “Felsefi Ahlak ” ve “Tasavvufi Ahlak” olmak üzere üç grupta değerlendirilmektedir. Bunlardan tasavvufi ahlak, diğer iki ahlak anlayışını da içine alan ancak müstakil olarak zikredilebilecek kendine has yetkinliği olan bir ahlak anlayışını temsil etmektedir. Tasavvufi Ahlakın Mahiyeti Kur’an-ı Kerim’de iyi bir Müslümanda bulunması gereken ahlaki niteliklerin tamamı “takva” kavramı ile ifade edilmiştir: “Allah katında derecesi en üstün olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır.” (Hucurat/49: 13). Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Allah'a karşı takva sahibi olmanızı tavsiye ederim.” (Ebu Dâvud, Sünen, 5; Tirmizî, İlim, 16; Ahmed b. Hanbel, II, 325) Ebû Hureyre'nin naklettiğine göre yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Birbirinize hased etmeyin. Kendiniz almak istemediğiniz hâlde diğerini zarara sokmak için bir malı methedip fiyatını artırma yarışına kalkışmayın. Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinize yüz çevirip arka dönmeyin. Sizden bazınız diğer bazınızın alışverişi üzerine alışverişe girişmesin. Ey Allah'ın kulları! Birbirinizle kardeşler olunuz. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Müslüman Müslüman'a zulmetmez. Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız ve yardımcısız bırakmaz. Onu hor ve hakir görmez. Takva işte budur. ‘Resulullah (s.a.s) "takva işte budur.’ sözünü üç defâ tekrarlamış ve her seferinde de eli ile göğsüne işaret etmiştir.” (Müslim, Birr, 32; Tirmizî, Birr, 18; Ahmed b. Hanbel, II, 325) Hz. Peygamber bu ifadeleriyle takvanın mana alanının genişliğini belirtmiş, onun kalbe dayanan manevi bir duygu ve sorumluluk bilinci olduğunu ifâde etmiştir. Takva: Sorumluluk Bilinci Kulun Allah’a karşı sorumluluğunu ifade eden “takva”, yukarıdaki hadiste de ifade edildiği gibi; Allah’a derin saygı duymak ve sorumlulukları hususunda titiz davranmak suretiyle insanın kendisini her türlü kötülükten koruması ve güven altına alması manasına gelir. Bu noktada imanın Allah’a inanmak ve güvenmek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları anlamına geldiğini ve Kur’an’da çoğu kez iman ve takva kavramlarının birbiri ardınca zikredildiğini hatırlamak gerekir(Konur, 2009: 35). Ruhanî ve ilahî âlemin binlerce tecellisini taşıyan tasavvufi faaliyet, özü itibariyle, dile getirilmekten uzaktır. Takva sahiplerine “muttaki” denilse de İslam topluluklarında açık şekilde bunların kimler olduğu üzerinde durulmamıştır. Müslümanlar arasında mümin veya Müslüman olmanın dışında somut sosyal zümreleşmeler ilk olarak ahlaki özellikteki kavramlar yerine Hz. Peygamber’e yakınlıkla belirlenmiştir. Ahlaki nitelik taşıyan ve zamanla belli bir zümreye ait vasıf olarak karşımıza çıkan ilk kavram “züht” gibi görünmektedir. Yani İslam toplulukları arasındaki değişim ve dönüşümün dinî, siyasi ve sosyal birtakım gerekçelerinin de devreye girmesiyle iyi bir müslümanda bulunması gereken ana ahlaki niteliklerden olan “takva” yerine “züht” kavramı kullanılmaya başlanmış, inanç, ibadet, ahlak ve adaba dair özelliklerin hemen hepsi bu kavramla ifade edilmiştir. Daha sonra her mezheb ve meşrebin kendince yorumlayıp sahip çıkmasıyla birlikte bir bakıma “züht” ve “zahit” kavramı da yıpranmış ve yerine yeni bir kavram olan “tasavvuf” geçmiştir. Bundan böyle iyi bir müslümandan beklenen hasletler “tasavvuf” adı altında ifade edilmeye başlanmış bu hasleti taşıyanlara da “sufi” denilmiştir(Konur, 2009: 15-18). İslam tasavvufu tarihi süreçte çeşitli merhalelerden geçerek değişik görünümlere sahip olmuş, bu merhale ve manzaralara uygun olarak müteaddit kavram ve tanımlar edinmiştir. Bu tanımların farklılığı, tasavvufun nazari ve akli bir ilim değil, aksine tecrübî bir ilim olmasından; asırlar boyu, dinî yaşama zevkinin farklı mizaç ve meşrepler tarafından değişik şekilde duyulup hissedilmesinden kaynaklanmakta olup, her biri onun değişik bir yönüne işaret eder. Tasavvuf üzerinde yapılan tarifler özellikle İslam tasavvufu açısından genellikle şu üç noktada birleşmektedir: İlahî emir ve yasaklara teslimiyet ve kulluk Allah ve Resulünün ahlakı ile ahlaklanmak Allah’tan başka her şeyden (Masivallâh) kalben uzak olmak (Bk. Eraydın, 2001:40). Bu üç özelliğin dile getirildiği tasavvuf tanımlarından ikisi şöyledir: “Muhammed b. Hafîf; Tasavvuf, kalbi beşerîliğe saplanıp kalmaktan arıtmak, bedenî hazlardan ayrılmak, beşerî sıfatları silmek, benlik davasından kaçınmak, illahî sıfatlarla bezenmek, hakikat bilgisine bağlanmak, bütün insanlara iyiliği tavsiye etmek, Allah’ın Resulüne tam uymaktır.”(Sülemî, 1998: 346) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Ebû’l-Kâsım en-Nasrâbâzî; “Tasavvuf, Kitap ve Sünnet’e tam bağlanmak, bid’at ve zevkleri terk etmek, güzel ahlakla bezenmek, dostlarla hoş sohbet edip, kendilerine hizmette bulunmaktır.”( Sülemî, 1998:365) Tasavvuf, hakikat yani Hakk’a ulaşma yolunun nazari yanını, dervişlik de ameli cephesini ifade ettiği için mutasavvıflar, tasavvufi yaşamda, ibadet ve zikrin yanında ahlaki faaliyet ve faziletlerin de önemli olduğunu belirtmiş, ahlakı güzel olmayanın hakikati bulamayacağını ifade etmişlerdir. Tasavvuf İslam’a dayalı bir ahlakiyattır. Mesela ilk sufilerden Hasan-ı Basrî, takva ehlinin; “doğru sözlülük”, “ahde vefa”, “sıla-i rahim (akraba ziyareti)”, “yoksullara merhamet”, “gurur ve kibirden arınmışlık”, “insanlarla iyi geçinme”, “güzel huy” gibi ahlaki faziletlerle tanınabileceğini belirtmiştir. Birçok mutasavvıf, daha tasavvuf teriminin tarifinde onun ahlakla ilişkişini göstermeye çalışmış ve tasavvufu “hüsnü'l-huluk” (ahlak güzelliği) veya “elahlaku'r-radiye”(razı olunan, sevilen ahlak) şeklinde de tarif etmişlerdir(Çağırıcı, 1989: II, 7). Mutasavvıfların doğrudan tariflerinden bazıları şöyledir: ahlaki olguya vurgu yaptıkları tasavvuf Ebu Muhammed Cerirî (ö. 311/923): “Tasavvuf bütün kötü huyları terk etmek ve bütün güzel ve ulvi olan huylarla bezenmektir.” Ebu Bekir Kettanî (ö. 322/933): “Tasavvuf ahlaktır. Ahlaki açıdan senden üstün olan safa ve manevi temizlik açısından da üstündür.” Ahmed b. Muhammed el-Âdemî (329/939): “Ben ve Cüneyd, tasavvufun, insanın iç dünyasında gizli tabiatın temizliği ve zahire akseden güzelliği olduğu hususunda anlaştık”. Ebu Muhammed Murtaiş (ö. 328/939): "Tasavvuf güzel ahlaktır." Makāmların en yücesi; kötü bir huyu iyi bir huya dönüştürmektir. Tasavvufun en sağlam kriteri “güzel huy”dur. El-Kettânî’nin tanımında da ifade ettiği gibi güzel huy bakımından önde bulunan tasavvufta da ileride sayılır. Tasavvufi hâller, makāmlar ve beşer üstü tasarruflar güzel ahlak ile beraber olmadıkları sürece hiçbir kıymet ifade etmezler. Yine yukarıda verilen tariflerden de anlaşıldığı üzere tasavvuf için asıl olan ve ihtilafın söz konusu olmadığı bir gerçek varsa o da, İslam’a dayalı bir ahlakiyat olduğudur. O hâlde tasavvuf esasında ahlak demektir(Taftazânî, 1986: 223). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Tasavvufi Ahlakın Özellikleri Tasavvuf, ahlaktan daha genel bir kavram olmakla birlikte daima ahlakı da içerisinde barındırmıştır. Ahlakın olduğu her yerde tasavvuf olmayabilir. Ancak tasavvufun olduğu her yerde mutlaka ahlak vardır. Tasavvufi faaliyetler ahlakı doğurmadığı veya ahlaki bir sonuca götürmediği takdirde bizzat tasavvuf ehli tarafından sorgulanmıştır (Konur, 2009: 21). Ahlakın tasavvufun olmazsa olmaz bir parçası olduğunu söyleyen mutasavvıflar, ahlaki faaliyetlerin tasavvufi hayat açısından en az ibadet bağlamında değerlendirilen faaliyetler kadar önem taşıdığını ısrarla dile getirmişlerdir. Ebu Hüseyn en-Nurî (ö.295/907) de tasavvufu tarif ederken bu hususa dikkat çekmiş ve şöyle demiştir: “Tasavvuf ne birtakım merasimler ne de bir bilgi yığınıdır; aksine tasavvuf yalnızca ahlaktır.”(Sülemî, 1998: 167) İbn Arabî de (ö. 638/1239) bu hususu dile getiriken “ubudiyet ahlakı” tabirini kullanmış ve tasavvufu “Ubudiyet ahlakıyla süslenme” olarak tanımlamıştır. Tasavvuf, insana ve ahlaka büyük önem vermesi, ahlakın pratik yönünü ve özellikle manevi veçhesini belki en fazla önemseyen anlayış olması yanında İslam kültürü ve geleneği içerisinde sistematik bir ahlaki üst dilin oluşturulmasında da önemli rol oynamıştır. Tasavvufun ahlak ile en çok irtibatlı ilim dalı olduğu ve bu düşünce yapısının Müslüman toplumların zihniyetini, yaşam tarzını, hayata bakışını, davranış kalıplarını, hatta gündelik dilini de birinci derecede etkilediği bilinen bir gerçektir (Konur, 2009: 34, 20). İslam düşüncesinde ahlakın müstakil bir ilim hâline gelmesi oldukça geç dönemlere rastlamasına rağmen, ahlak konuları, tasavvuf bünyesinde daima var olagelmiştir. Bu nedenle ahlakın tasavvufla olan ilişkisi diğer ilimlerle olduğundan daha fazladır. Bunun yanında İslam tarihinde ve dünyasında tasavvufun ahlaki açıdan oynadığı rol bizzat ahlak ilminin oynadığı rolden daha eski ve etkindir (Konur, 2009: 19). İslamın ahlaka ilişkin içeriğini ve tavrını sürekli göz önünde bulundurmaya özen gösteren mutasavvıflar ahlakın güzelleştirilmesi ve olgunlaştırılmasının Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından sakınmakla gerçekleşebileceğini, herhangi bir davranışın ahlaki olup olmadığının Allah için yapılıp yapılmadığı ile ortaya çıkacağını söylemişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Mutasavvıflara göre tasavvufi ahlak, sadece bir fikrî disiplin ve iyi huyları tanıtan nazari ve mücerret bilgi değil, manevi tecrübelere dayanan bir hâl ve yaşam tarzıdır. Bu ahlak anlayışında bilgi amele tabidir ve ondan doğar. Şu hâlde önemli olan ahlaki davranışın ne olduğunu bilmek değil onu uygulamaktır. Mutasavvıflara göre sufi, mücahede ve riyazet ile temiz hâle getirdiği kalbi, ruhu ve vicdanı ile ahlaka uygun olan ve olmayan hareketlerin neler olduğunu bilir ve bu ahlak bilgisine göre hareket eder. Dolayısıyla ahlaki mükemmellik çalışmayla elde edilen bilgi vasıtasıyla değil, yaşayarak ve zevken elde edilebilir. Yine ahlak ilmi, ahlaki fiillerin içinden çıkar ve ona dayanırsa bir değer ifade eder. Aksi hâlde ahlak diye ortaya atılan şeyler bir bilgi olmaktan öteye gidemez. Sûfiler şahsen yaşadıkları ve doğruluğunu manevi bir tecrübe ile öğrendikleri müşahhas ve tatbikî bir ahlak anlayışından bahsetmiş ve tasavvufu "ameli ahlak" olarak adlandırmışlardır. İslam dünyasında da genellikle ahlak, ameli olarak anlaşılmış ve bu da daha çok tasavvufun ilgi alanı içinde mütalaa edilmiştir. Mutasavvıflar ilk dönemlerden itibaren tasavvufi ahlakla ilgili eserlerinde, kalbî fiiller (âmâlu’l-kulûb) alarak adlandırılan “tevbe”, “takva”, “verâ”, “ihlâs”, “muhabbet” gibi dinî-ahlaki erdemler üzerinde durmuş, ahlakın, Allah’ın emirleri doğrultusunda yönlendirilmesi durumunda güzel huyların tezahür edeceğini, bu yönlendirmenin de ilk önce kalbî amellerden başlanarak gerçekleştirilebileceğini söylemişlerdir. Tasavvuf Kaynaklarında Ahlaki Hâller ve Makamlar Tasavvufu Kur’an ve Sünnet doğrultusunda yaşayanlar olduğu gibi, tasavvuf düşüncesi üzerine eser yazan sufiler de vardır ki, yazılan bu eserler incelendiğinde görülecektir ki hemen hepsi, tasavvufi ahlakın, yukarıda ana hatları ile işaret ettiğimiz temel özelliklerini muhafaza eder niteliktedirler. Kaynağını Kur’an ve Sünnet'ten alan bir ahlakın, duygulara, düşünceye, bedeni fillere ve sulûkla alakalı davranışlara sirayetini sağlamak amacıyla yazılan ilk eserlerde daha ziyade ahlakı, dünya arzularına sırt çevirmek suretiyle gerçekleştirmeyi öğütleyen, zühte dair rivayetler öne çıkarılmış, bu rivayetleri bir araya getiren eserler kaleme alınmıştır. Söz konusu eserler, tasavvufi ahlakın da ilk kaynaklarını teşkil etmişlerdir. Zâhir-bâtın ilişkisine vurgu yapan tasavvufi ahlak, çoğu maddi ve dünyevi olan günlük hayatın büyük kısmına, bu yolla manevi bir boyut katmıştır. Yine tasavvufi ahlakta bedensel hareketler insanı Allah'a götüren ruhi değerler olarak kabul edildiğinden ahlaki her davranışı taklit yolu ile yerleştirmek esas alınmış, bu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları ahlak anlayışı tarikatlar yolu ile müesseseleşmeyi zorunlu hâle getirmiştir. Sonuçta messeseleşmiş yapı içinde Şeyh-mürid ilişkisi ile bu ahlaka süreklilik kazandırılmıştır. Bu ilişki “Âdab” adlı eserlerin vücuda getirilmesine sebep olmuştur (Görmez, 2003: 580). Tasavvufi ahlakın mühim bir kaynağını da maneviyat ve hüviyetleri herkese malum olan Abdullah Ensârî, Gazali, Sâdi-i Şirâzî, Feridüddin-i Attâr, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Mevlânâ Abdurahman-ı Câmî gibi kemalat sahibi bazı müstesna zatların Pendnâme, Nasihatnâme, Mi’yâr, Menakıpnâme adını verdikleri öğütleri ve yaşayış tarzları oluşturmuştur (Ayni, 1993: 11-12). Başkalarına örnek teşkil edecek kadar güzel olan ahlaki davranışları içeren bu eserlerde sûfilerin anlayışlarını ideal misaller şeklinde ortaya konulmuştur. İlk dönem sufilerinden bazıları da insanın ruh dünyasını keşfe yönelerek, nefisi incelemiş ve insanı helake götüren kötü duyguları tespit edip bunlardan nasıl arınılacağından bahseden eserler kaleme almışlardır. Hâris el-Muhâsibî(ö. 243/857), er-Riâye lî Hukûkillâh; Tûsî, el-Luma’; Ebu Talib el-Mekkî (ö.386/996), Kûtu’l-Kulûb; Kelabâzî, et-Taarruf; Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb; Kuşeyrî, er-Risâle; Gazali, İhyâ; Suhreverdî, Avârif’inde bu konuları Kur’an ve Sünnet perspektifinde işlemişlerdir. Muhâsibî “er-Riâye”sindeinsan haklarını da içine alan "hukukullah'a riayet şeklindeki üstün ahlakı, insana yaraşır yegâne hayat tarzı olarak sunmuştur. Eserde tasavvufi ahlakın esasları özetle şöyle ifade edilmiştir: Bütün iyiliklerin arkasındaki niyet, takva yani Allah’a derin saygı ve itaat düşüncesi olmalıdır. Zahirî amellere yönelmenin yanında ruhun sefaletini hazırlayan kötü eğilimlerden, bencil kaygılardan sıyrılmak ve maddi bir çıkar gözetmeksizin, yalnız Allah’ın rızasını talep etmelidir. İnsan kendi kendisi ile hesaplaşmalı (muhasebe) ve kendi kendini kontrol etmelidir (murakabe) (Çağrıcı, 1991: 70). Serrâc (ö.378/988), Luma´da tasavvufi ahlaka dair makāmları beş olarak tespit etmiştir: “Tevbe, Verâ´, Züht, Fakr, Sabr.” Serrâc, bu beş esas mevcut olunca, diğer bütün ahlaki değerlerin de mevcut olacağını belirtmiştir. Ebu Talib Mekkî, Kûtu´l-kulûb´da, ahiret ilimleri ile dünya nimetleri arasında bir ayrım yapmayı önermiş ve kurtuluşa erdirecek tam bir ahlaki hayatın, tasavvufi hayat olduğunu belirtmiştir. Mekkî, ahiret ilmi ya da “ilm-i yakîn” için hazırlık olarak kabul ettiği ve yakin makāmları adını verdiği tasavvufi-ahlaki faziletleri şöyle sıralamıştır: “Tevbe, sabır, şükür, reca, havf, züht, tevekkül, rıza ve muhabbet.” Kelabâzî, et-Taarruf adlı eserinde sufilerin yaşadıkları hâl ve makāmları; “Tevbe, züht, sabır, fakr, tevazu, havf, takva, ihlâs, şükür, tevekkül, rıza, yakin, zikir, üns, kurb, ittisal ve muhabbet” şeklinde sıralamış ve bunları on yedi bölümde incelemiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Suhreverdî ise Avârif’inde sufilerin başlıca ahlaki erdemlerini şöyle sıralamıştır: “Muhasebe-murakabe, tevbe, züht, tevazu, sabır, edep, muhabbet, ihlâs, doğruluk, diğergamlık.” Ve nihayet bütün bu mühim tasavvufi şahsiyetlerden sonra Gazali İhyâ’sında, tasavvuf yolunun bütün âdâb, erkân ve ıstılahlarını bir kere daha gözden geçirmiş, alim ve sufilerin kabulüne uygun olanları tespit, tenkiti gerekenleri tenkit edip, birbirinden ayrı görünen hususları buluşturup kaynaştırmıştır. Gazali, İhyâ’sında tasavvufi ahlakın âdâb, erkân ve ıstılahlarını; “İbâdât” , “Âdât”, “Mühlikât” ve “Münciyât” olmak dört ana bölüm başlığı altında incelemiştir. Birinci Bölüm’de; itikad, ibadet ve muamelat ile bunların dinî ahlaki içtimai hikmetlerine yer vermiştir. İkinci Bölümde; muamelat ahlakı, dosluk ve muaşeret adabı, Hz. Peygamber’in ahlakı ve yaşayışı gibi konuları ele almıştır. Gazali 'nin asıl tasavvufi çehresini ve ahlaki fikirlerini yansıttığı bölüm Üçüncü Bölüm’dür. Gazali bu Bölüm’de kalp, akıl, nefis ve ruh hakkındaki fikirlerini ve ince tahlillerini sunduktan sonra nefis terbiyesi ve temizliği konusunu işlemiştir. Daha sonra “arzuların dizginlenmesi”, “dilin kötü sözlerden korunması”, “dünya ve mal hırsı”, “makam-mevki hırsı”, “riyâ”, “kibir” ve “kendini beğenme” (ucb) gibi konulara değinmiştir. Gazali nefisin bu tutkuları konusunda son derece değerli ve ince psikolojik tahliller yaparak bu tutkuIarı yenmenin çarelerini de göstermiştir. Gazali, Dördüncü Bölüm’ü belli-başlı ahlaki-tasavvufi faziletlere ayırmıştır. Bu Bölüm’de, tasavvufi ahlakın temel kavramları olan “tevbe”, “sabır”, “şükür”, “havf ve reca”, “fakr ve züht”, “sevgi”, “niyet”, “ihlâs”, “doğruluk”, “murakabe ve muhasebe”, “tefekkür” gibi konularda oldukça geniş felsefi ve psikolojik tahliller yapmıştır. TASAVVUFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI Yukarıda zikrettiğimiz klasik tasavvufi kaynaklar ve benzerlerinde tasavvufi ahlakın mahiyet ve özellikleri ortaya konulmuş ve İslam ahlak esaslarının tasavvufi çerçevesi çizilmiştir. Bu çerçevede yer alan esasları ana başlıklar altında görmeye çalışalım. İnsanda her birisi bir bilinç düzeyine uygun olarak yaratılan nefis ve ruh mertebelerine yönelik tezkiye ve tasfiyeye önem vermek. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Tasavvuf ehline göre hem dinin ve hem de aklın reddettiği bütün kötü huyların ve çirkin davranışların kaynağı nefistir. İnsan nefisindeki kötü huy ve sıfatların etkilerinin izalesi ancak dinî-ahlaki tezkiye ve tasfiyeye uygun riyazet ve mücahede yöntemleri kullanılarak sağlanabilir. Mutasavvıflar, nefisin isteklerine karşı koymayı bütün ibadetlerin başı ve ahlaki çabaların en değerlisi olarak görmüşlerdir. Onlara göre nefisin terakki edebilmesi için, nefis-i emmâre, levvâme, mülheme, mutmainne, râziye, marziyye, kamile şeklinde sıralanan nefis mertebelerinin ve vücûdunun müştemil bulunduğu ruhani latîfeler denilen Kalp, Ruh, Sır, Hafi, Ahfa, Nefis-i nâtıka ve tüm beden’den oluşan yedi latife(Letâif-i Seb’a)nin; zikir, fikir ve tefekkürle tasfiye ve terbiye görmesi lazımdır. Sufi psikolojisinde nefis, ruhun asıl âlemine yükselmesinin yollarını tıkayan, ancak faydalı alete dönüştürülebilecek bir latifedir. Latîfe: İnsan vücuduna yerleştirilmiş manevi, nuranî cevher, Kur'an kaynaklı, insanın duyuüstü melekelerinden her biridir. Ruhun en alt düzeyi olan “nefis-i emare”, içimizdeki negatif güçlerin hepsinin koleksiyonundan ibarettir. Ruhun en üst düzeyi olan “nefis-i natıka”, İlahî gerçekliği hiçbir bozulmaya uğratmadan yansıtan nefis mertebesidir. Tasavvufi düşünce geleneğinde nefis yedi perdeli olarak vasıflanmıştır. Sufiler bu yedi perdeli nefisi terbiyede iki yol denerler: Nefisi tahrik eden sınırsız isteklerinden uzak tutmak ve bedendeki etki gücünü zayıflatmak. Nefisin tavırlarından her birini, birer ilahi isimle terbiye etmek. Nefisin Dereceleri Nefisin Terbiye Edileceği İlahî İsim Vücuttaki Yeri 1- Nefis-i emmâre Lâ ilâhe illallâh Sadr 2- Nefis-i levvame Allah (c.c) Kalp 5- Nefis-i mülheme Hû Ruh 4- Nefis-i mutmaine Hakk Sır 5- Nefis-i râziye Hayy Sırru’s-sır 6- Nefis-i marziyye Kayyum Hafi 7- Nefis-i kamile Kahhar Ahfa Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Erdemli kişi, nefsinden ümit ve beklentilerini sona erdirendir. Nefis terbiyesinin amacı kalbi kötü duygulardan temizleyerek hâl ve hareketleri ahlaki bakımdan güzelleştirmektir. Tevbe, fakr, züht, sabır, şükür vb. hâl, makām ve ahlaki yöntemler ruh olgunluğuna erişme yolunda birer araçtır. Nefis terbiyesi yoluyla iyi ve güzel karakter kazanan davranışlar, tasavvufi ahlakın tezahürleri hâline gelir. İslam bize, davet ettiği ahlaki olgunluğun yolunu çizmiş ve kötü huylardan temizlenme ve onların zıddı olan iyi huylarla bezenme konusunda nefisle mücadele etmemizi emretmiştir. Hz. Peygamber de nefisle mücadeleyi büyük cihat, silahlı olarak düşmanla mücadeleyi ise küçük cihat olarak değerlendirmiştir (el-Aclûnî, 1408/1988: I, 511). Nefisin kötü sıfatlarından arınan kimsenin kurtuluşa ereceği Kur’an'ın haber verdiği gerçeklerdendir. Riyâzât, nefsin ve tenin arzularını terk ederek, ya da en aza indirerek ibadetle meşgul olmaktır. Mücahede, nefsanî ve şeytanî güçlerle mücadele etmektir. Akıl: atıyla avlanan bir avcı Şehvet: Atı, Gazap: köpeği gibidir. Avcı işinin ehli, at ve köpeği de eğitimli ise avcı başarılı olur. “Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems/91: 9-10) Hz. Peygamber de şöyle buyurur: "En büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir" (Beyhakî, Zühd: 343) İslam nefisle savaşa çağırırken bütün gücüyle iyi bir cemiyet hayatının oluşmasını hedef almaktadır. Çünkü fert iyi olduğu vakit cemiyet iyi olacak, fert bozulunca cemiyet de bozulacaktır. Fakat riyazet ve mücahede bizatihi nefisin kendisine karşı değil, ona arız olan ahlaki hastalıklara yönelik olmalıdır. Nefisin terbiyesine yönelik bu davranış biçiminin bedene zarar veren riyazet yöntemleriyle bir ilgisi yoktur. İnsanın ahlak sahibi olması, nefisini öldürmesine ve yok etmesine değil, eğitmesine ve kontrol altında tutmasına bağlıdır. Kötülüğü ve iyiliği seçebilme ve yapabilme imkân ve ihtimalinin olmadığı yerde ahlakilikten bahsedilemez. Zira ahlaki durum, insanın kötü ile iyi arasında, özgür iradesiyle seçim yapabildiği durumlarda ortaya çıkar. Bu nedenle nefis ve nefisani arzuların bulunmaması değil, bulunduğu hâlde kontrol edilmesi; meşru sınırlar içinde tutularak iyi, doğru ve güzele yönlendirilmesi daha anlamlı ve önemlidir(Konur, 2009: 45). Şu hâlde nefisle mücadele bir nevi iradeyi hür kılma, insanın ahlaki mükemmelliğe ulaşmasını önleyen bedeni ve dünyevi tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesi, tasavvufi ahlak da bu çetin ve zorlu mücadelenin meyvesidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Nefis öyle bir alandır ki, kişi onu kendi hâkimiyeti altında tuttuğu sürece iki âlemde de kurtuluşa erecektir. Onu kontrol altına almak da, ancak isteklerini reddetmek ve ona başkaldırmakla başlar. Nefisin sınır tanımayan arzu ve ihtirasları yerine getirildiği zaman, insani kimlik ve erdemler insanlardan uzaklaşır. Ancak ölçülü ve dengeli bir şekilde nefisin muhasebesi ve murakabesi yapıldığı sürece de, erdemler ve faziletler insanda tecessüm eder ve onun özü olur (Muhâsibî, 1998: 406). Riyazet ve mücahedenin baştan sona kadar nefise muhalefet etmekten ibaret olduğunu, nefisi tanımadan yapılacak riyazet ve mücahedenin kişiye faydası olmayacağını söyleyen sufiler, riyazet ve mücahedenin marifete yönelik rolünü ifade etmek üzere “Nefisini tanıyan Rabbini tanır” sözünü sıkça kullanmışlardır. Nefsini zilletle tanıyan, Rabbini izzetle tanır. Sufilere göre Allah’ı bilme (marifet) için öncelikle nefisi tanımak, sonrasında da nefise karşı girişilecek mücahede ile ahlakın güzelleştirilmesini gerekmektedir. Ancak Allah’ın yardımı olmadan mücahedenin meydana gelmesi ve mücahede olmadan ilahî lutfun yetişmesi mümkün değildir. Akıl ve din mizanı doğrultusunda çaba şarttır, fakat sonuç yine de Allah’ın takdirine bağlıdır. İnsandaki kötü sıfatların ıslah ve terbiyesi için kullanılan mücahede ve riyâzât metotları genellikle Kur’an ve sünnet verilerine dayandırılmış ve ferdî eğitim, ahlaki yükseliş bu yolla sağlanmaya çalışılmıştır. Ahlaki bir özelliği, Allah’a ait ilahi bir vasfın beşer düzeyinde tezahürü olarak görüp, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma” düsturunu Hz. Peygamber’in “üsve-i hasene” şeklinde ifade edilen örnek/model kişiliği doğrultusunda yaşamak. İslam bir tevhit/birlik dinidir. Tevhit sadece Allah’ın birliğini ifade etmekle kalmaz, aynı zamanda, her şeyin onunla irtibatlı ve ilişkili olduğunu ifade eder. Kur’an’a göre her şeyin merkezinde Allah vardır. Bu açıdan bakıldığında, insanla ilgili ahlaki bir özellik, Allah’a ait ilahi bir vasfın beşer düzeyinde tezahürü olarak görülür. Bu durum Hz. Peygamber’e atfedilen, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma” ifadesi ile dile getirilmiştir(Konur, 2009: 26-27). Kur’an’a göre Allah, insana karşı ahlaki tarzda hareket eder. Bu onun ahlaki nitelikler olan “adalet” ve “ihsân”ının gereğidir. İnsanın da bu oluşa ahlaki tarzda mukabelede bulunması gerekir. Kur’an’ın tanıttığı Allah’ın, ahlakla ilgili vechesine dair kavramlar “rahmet” ve “gazab” olmak üzere birbirine zıt görünen iki ana kavram altında ele alınabilir. Böylece Rabbine bakan insan, onun hoşnutluğundan veya hoşnutsuzluğundan hareketle, hem hangi tutum ve davranışların ahlaki olduğunu hem de hangi durumda nasıl bir ahlaki tutum takınması gerektiğini bilir (Konur, 2009: 29). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Allah’ın rahmet ve gazabı diğer bir ifadeyle cemâl ve celâli, adaletinin (iyiliği emreden, kötülüğü nehyeden vasfının) bir gereğidir. Dolayısıyla Allah’ın cemâl ve celâl sıfatlarıyla muttasıf olması, tasavvufun ahlak anlayışına da yansımış, bu sıfatların tecellilerine mazhar olabilme yani onun sıfatlarıyla sıfatlanma, ahlakıyla ahlaklanma, tasavvuf erbabının başlıca uğraş alanını oluşturmuştur. KISSADAN HİSSE Hz. ibrahim çok misafir ağırlamakla şöhret bulmuştur. Anlatıldığına göre, onun sofrasından misafir eksik olmazmış. Bir seferinde üç gün geçtiği hâlde evinin kapısını çalan olmamış, sonunda kapısına bir adam gelmiş ve ona misafir olmak istediğini bildirmiş. Hz. İbrahim ona kim olduğunu sorunca, Mecusilik dinine mensup olduğunu söylemiş. Bunun üzerine Hz. İbrahim, müslüman olursan seni ağırlarım, demiş. Bu şartı kabul etmeyen adam oradan ayrılmış. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’e şöyle hitap etmiş: "Ey İbrahim! Küfrüne rağmen elli senedir biz onu doyuruyoruz. Dinini değiştirmesini istemeden, bir lokma da sen yedirsen ne olurdu?" Cenâb-ı Hakk'ın bu ikazı ve itabı üzerine Hz. İbrahim hemen peşinden gidip Mecusi'ye yetişmiş ve özür dileyerek onu ağırlamıştır. Hz. İbrahim'deki bu değişikliğin sebebini öğrenen Mecusi ise, "0 ne iyi Rab ki, düşmanı için dostunu azarlıyor.”demiş ve müslüman olmuştur. (Hucvirî, 457) Allah’ın ahlakının örnek ve model oluşu beşerî münasebetler için de geçerlidir. Allah’a karşı dinî-ahlaki tutumun ilahî ahlakın bir yansıması olduğunu düşünen ve Allah’ı örnek alan kişi, başkalarına karşı adil ve dürüst davranmalıdır. Çünkü Allah her zaman adalet ve doğruluk üzeredir. İnsan hiç kimseye zulmetmelidir çünkü Allah kimseye zulmetmez (Izutsu, 1997: 39, Konur, 2009: 36). Şüphe yok ki Allah her nefise bir iyilik, kötülük, kâr ve zarar duygusu vermiştir. Şu var ki insan, akıbet itibariyle hangi şeyin iyi hangisinin kötü olduğunu her zaman ve her hususta aklıyla bilemez. Özellikle ferdî ömrün kifayet etmeyeceği derecede uzun tecrübelere bağlı olan şeyleri, tebliğ ve temsil edici olmadıkça bilemez (Öztürk, 1989: 152). “Tasavvuf, sistemi ve muhtevası itibariyle Kur’anî ve Muhammedî’dir.” İlahî vahye muhatab olduğu kabul edilen bütün peygamberlerin ana görevleri, insanların ahlaki hayatlarını düzeltmek ve onlara doğru yolu göstermek olmuştur. İslam peygamberinin de bundan başka bir gönderiliş gayesi yoktur. Nitekim kendisi de gönderiliş gayesinin “Mekârim-i ahlakı tamamlamak” olduğunu söylemiştir. Burada sorulması gereken husus, İslam peygamberinin tamamlamaya geldiği ahlakın neliği sorunudur. Hakîm Tirmizî bu hadisi ele alırken, söz konusu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları ahlakın bütün peygamberlerde varolduğunu, İslam peygamberinin bu ahlakı tamamlamak için geldiğini söyler. Öyleyse bütün peygamberlerde var olan bu ahlakın temel ilkelerini tespit etmenin kriterleri nelerdir? (Görmez, 2003: 577). Bunun izini sürmek için müracaat edeceğimiz temel kaynak Kur’an’dır. Ahlak, en genel manasıyla Kur’an’la temsil edilir. Bir anlamda Kur’an, ahlakın evrensel kaynağıdır. Peygamber Efendimiz de bunun en güzel örneğini temsil etmiş, yaşamı boyunca hep Kur’an’ın belirlediği çizgide davranışlarını sürdürmüştür. Kur’an'daki esasları hayatına uygulayarak bir bakıma yaşayan Kur’an hâline gelen Hz. Peygamber'in ahlakı hakkında Hz. Aişe'nin şu sözü oldukça dikkat çekicidir : “O'nun ahlakı Kur’an'dı.”(Müslim, Misafirin: 139). Tasavvuf, İslamın ruh hayatı ve İslam peygamberinin şahsında temsil ettiği manevi otoritenin, müesseseleşmiş ve günümüze kadar yaygınlaşarak gelmiş şekli olarak değerlendirilir. Burada manevi otoriteden kasdedilen Hz. Peygamber’in “üsve-i hasene” şeklinde ifade edilen örnek/model kişiliğidir (Yılmaz, 1994: 19). Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber bu bağlamda şöyle tavsif edilmiştir: “Şanım hakkı için Rasululllah’da size ‘örneğin en güzeli’ vardır.” (Ahzâb/33:21) Hz. Peygamber ise, nübüvvetin esasının “güzel ahlak” temeline dayalı bir sistem inşa etmek olduğunu ifade etmiştir. "Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim." (Mâlik, Hüsnü’lHulk: 8.) Hz. Peygamber ahlakını yaşadığı toplumdan almadığı gibi, kendi nefisinin mahsulü de olmadığını ve Allah Teala’nın terbiyesiyle/ahlakıyla ahlaklandığını şu ifadeleriyle dile getirmiştir: “Rabbim beni terbiye etti ve terbiyemi çok güzel yaptı”(Dârimî, Fezâilü’lKur’ân: 3187). Kuluyum cân durdukça ol hikmetli Kur’ân’ın Toprağının tozuyum Muhammed-i Muhtarın Mevlânâ Sufilere göre insanın beşerî ve süfli hayattan saf ruhi hayata yükselmesi yani ruhunu kemale erdirmesi; tezkiye, terbiye, tehzîb ve eğitim işi olup, başta Hz. Peygamber olmak üzere tasavvufi ahlakta model kabul edilen insanların örnekliği yoluyla elde edilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Kötü huyları kalpten atıp ahlakını güzelleştirmek isteyen kişinin kendisine rehberlik edecek manevi yetkinliğe sahip birisine ihtiyacı olduğunu söyleyen Gazali, kişinin tıpkı bedeninde bir hastalık oluştuğunda hemen onu tedavi edecek bir doktor aramaya koyulduğu gibi kötü duygu ve davranışlarının farkına vardığında da kendisine manevi bir rehber araması gerektiğini belirtir (Gazali, III, 80, 93; II, 305). Ahlaki arınma ve faziletler kazanmayı, ruhun kemale ermesinin zorunlu şartı olarak gören mutasavvıflar, tasavvufi ahlak eğitimini de nefisi kötü duygulardan ve hayvani eğilimlerden kurtarma, zahir ve batını tenvir istikametinde sürekli bir mücahede hâli olarak değerlendirmişlerdir. Tasavvufun hâl ilmi oluşu, hâllerin de bulaşıcılığı/sirayeti sözkonusu olduğu için ahlak eğitiminde de nazari bilgilerden çok uygulamaya ve bir örnek şahsiyete (üsve-i hasene) ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü ahlak, örnek şahsiyetin müşahede ve etki alanı içinde belli bir tezkiye ve tehzîb ile yerleşir. İyilerle beraber olmak iyiliği, kötülerle beraberlik kötülüğü sirayet ettirir. Mesela insan cimri olmamak ve cömert olmak için “cimrilik” ve cömertliğin” ne olduklarını bilmek ister. Bunun için kitap okumak şart değildir. Başkalarının iyi veya kötü örnek teşkil eden davranışlarına bakmak, iyileri olduğu gibi, kötüleri ise ters yönde taklit etmek kâfidir (Konur, 2009: 43). Hz. İsa’ya “seni kim terbiye etti?” diye sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: “Cehaletin sahibini ne kadar kötü bir durumda bıraktığını gördüm ve böylece cahillikten uzaklaştım.” Gazali ’ye göre insan başkalarında gördüğü kusurların kendisinde olduğunu fark ettiğinde onları terk etse eğitimcilere ihtiyaç kalmazdı (Gazali, III, 80: Reis, 2011: 107). Kuşeyrî de isteklerin zıddına hareket etmeyi, açlık, susuzluk ve uykusuzluk gibi kişiyi güçsüz ve takatsiz bırakan mücahede çeşitlerinden daha etkili ve mükemmel bir tedavi yolu olarak görmektedir ( Kuşeyrî, I, 306-330). Ahlaki-manevi gelişimi, dinamik, hiyerarşik ve birbirini tamamlayan bir hâller ve makāmlar süreci olarak yaşamak. Nefisin kuvvetlerinin insanı hak çizgisinden sapmaya zorlayacak boyutunun eğitimi, mutasavvıflarca Kur’an ve Sünnet’ten alınan hükümlerle sistemleştirilmiş ve bu suretle bir eğitim sistemi geliştirilmiştir. "Seyr u sülûk" adı verilen bu sistem aynı zamanda, ruhi ve ahlaki yükselişin de adıdır. Seyr u sülukun işaret kristalleri de diyebileceğimiz hususlar tasavvuf literatüründe genellikle makāmât olarak ifade edilmiştir. Birer kalbî fiil olarak da değerlendirilen bu ruhani seyrin makāmları sufilerce tasnif ve çeşitlilik açısından farklılık gösterse de usûl-ı aşere (on usûl/makām) diye meşhur olmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Çeşitli devirlerde yaşayan sufiler tarafından tespit edilen bu makām ve mertebeler saliklerin konaklama ve nefes alma merkezleri olarak değerlendirilmiş ve genelde şu şekilde sıralanmıştır: Tevbe, Züht, Tevekkül, Kanaat, Uzlet, Zikir, Teveccüh, Sabır, Muhasebe, Rıza (Bk. Tasavvufta On Esas, 2010: 22). Usûl-ı Aşere Tevbe: “Kulun kendi iradesiyle Allah’a yönelmesi.” Hata işledikten sonra pişman olup vazgeçmek, bir daha yapmamaya azmedip, karar vermektir. Züht: “Eşyaya dair isteklerin bütünüyle yok olmasıdır.” Dünyaya gönül bağlamamak, dünya malına kul köle olmamak Tevekkül: Meşru sebeplere yapışarak, bütün işleri Hakk'a ısmarlamaktır. “Allah’ın katında olanlara güvenme, insanların elindekinden ümidi kesme.” Kanaat: “Nefisin alışık olduğu şeylerin bulunmaması durumunda sükût etmek” Uzlet: “Halkla beraber yaşamaktan yüz çevirmek.” Hırs sahibi olmamak ve kazancından dolayı üzüntü hissi duymamak Zikir: “Allahtan gayrı her şeyi unutarak sadece O’nu anmak” Teveccüh: “Allah’tan başka her hangi bir varlığa çağıran her şeyden yüz çevirerek tüm benliği ile O’na yönelmek.” Sabır: “Bela ve sıkıntı anlarında sızlanmayı terk etmek.” Murakabe / Muhasebe: “Hakkın her hâlde kendisini denetlediği ve kalbinde bulunan şeylere muttali olduğunu bilmesi.” Rıza: “Allah’ın her türlü fiil ve takdiri karşısında kalbin sürûru ve O’ndan razı olması.” Kendini gafletten kurtarmak yani Allah Teala’yı anmak, hatırlamaktır. Dinî, ahlakı bozan kimselerden ve her şeyden sakınmak, uzak durmak. Bütün arzu ve isteklerinden sıyrılarak Allah’ü Teala’ya yönelmektir. Haramdan sakınıp nefisin kötü arzularını yapmamaktır. Nefisini hesaba çekmek Allah’ü Teala’dan gelen her şeyden hoşnut olmak, boyun eğmektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Alıştırmalar Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Etkileşimli Alıştırmalar hamîde, gibi terimlerle karşılanmıştır. Reziletler yani kötü huylar ise mühlikât, sıfatu’l-mezmume, emrazu’l-kalb, sûü’lhuluk, ahlaku’zzemîme, ahlaku’sseyyie gibi tabirlerle ifade edilmiştir. etkileşimli alıştırmalarla Takva, tevekkül, şükür gibi kişinin Allah ile ilgili münasebetlerinden doğan çok daha özel anlamdaki dinî içerikli ahlaki davranışlarından ziyade kişisel karakterde ve toplumsal ilişkilerde ortaya çıkması arzu edilen İslam ahlakı erdemlerini dikkate aldığımızda Kur’an'da en çok sayıda ayette tekrar edilme itibarıyla bu erdemlerin sırasıyla, “sabır”, “doğruluk ve dürüstlük ” , “affedicilik”, “yardımseverlik”, “iyilikseverlik”, “ahde vefa”, “adalet”, “barışseverlik”, “basiret”, “iffet”, “emanete riayet”, “helal kazanç”, “merhamet”, “hoşgörü”, “tevazu”, “kardeşlik”, “orta yol veya itidal”, “ağırbaşlılık” ve cömertlik olduğu görülmektedir(Yaran, 2011: 46). İyi Huylar / Faziletler ve Kötü Huylar / Reziletler İnsanın nefisini olgunlaştırması, kalbini arındırması ve ruhunu huzur ve saadete kavuşturması için yapması ve kaçınması gereken hâl ve davranışlar, İslam ahlakçıları tarafından “faziletler” ve “reziletler” ana başlıkları altında ele alınmıştır. Onların sistematik bir teori oluştururken üzerinde durdukları bu hâl ve davranışlar mutasavvıflar tarafından birbirini tamamlayan bir “hâller” ve “makāmlar" süreci olarak değerlendirilmiştir. Hâller daha çok insanın iç dünyası, makāmlar ise davranışlarıyla ilgili ahlaki kavramların üst başlığı olarak değerlendirilmiş ve bunlarla daha çok fazilet sayılabilecek olumlu durumlar kastedilmiştir. Bireysel Etkinlik İslam ahlakçılarının genel olarak “Faziletler” olarak isimlendirdikleri iyi huylar sûfîler tarafından münciyât, makāmatu’ş- şerife, hüsnü’l-huluk, mehâsinü’l-ahlak, mekârimü’l-ahlak, elahlaku’l-hasene, elahlaku’l- • Öğrendiklerinizi pekiştirebiirsiniz • İç dünyamızda var olan iyi ve kötü duygularımız üzerine düşününüz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Gazali ’ye göre iyi huylar (münciyât) ve kötü huylar (mühlikât) iyi ve kötü karekteri oluşturur. Kötü huyların bertaraf edilmesiyle ilgili metodlar, riyazet kapsamında yer alır. Kötü huylar günahların kaynağıdır, kişiyi Allahtan uzaklaştırır, dünya ve ahiret hayatında ızdırap ve hüsrana sebep olur. Bu nedenle de “mühlikât” olarak isimlendirilir. Kötü huyların kalpten atılması “tathîru’l-kalb” veya “tezkiyetü’n-nefis” olarak da isimlendirilmiştir. Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk Pâdişâh konmaz saraya hâne mamûr olmadan Şemseddin-i Sivasî Tasavvuf daha çok İslam ahlakının ameli/pratik yönünü temsil ettiği için tasavvuf literatüründe yapılması ve kaçınılması gereken pek çok hâl ve davranıştan bahsedilmiştir. Bunlardan şu şekilde bir sıralayabiliriz: Kötü ahlaklar İyi ahlak Bedensel arzular/şehevat: Tevbe Sabır a- Mide şehveti: haram yeme-içme arzusu b- Cinsî şehvet: meşru olmayan cinsi arzu Sözlü kötülükler: Gazap, öfke, kızgınlık Lüzumsuz, boş konuşma isteği: yalan, gıybet,(kıskançlık, nemime (koğuculuk) İnsanlarla Haset, çekememezlik) alay etmek, küfürlü konuşmak Dünya sevgisi Havf-Reca Şükür Züht Cimrilik Rıza Mevki edinme Muhabbet Riya/gösteriş Kanaat Kibir İhlâs/samimiyet Gurur Muhasebe-murakabe Ucb (kendini beğenme) Tefekkür Kin Tevazu (Alçakgönüllülük) İsraf Edeb Hırs, tama Sıdk/Doğruluk Şöhret arzusu Îsâr /Diğergamlık Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Tevekkül 18 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Tasavvuf ehline göre, günahlar ve kötü ahlak kalbe hâkim olduğunda dünya sevgisi ve zevkleri kalp üzerinde bir perde oluşturur, kalbin nuru gider ve bu durum marifete engel olur. Dünya sevgisi, şöhret, hırs, tamah, gibi kötü ahlakla dolu olan bir kalp Allah’a yol bulmaz. Marifet nurlarının kalbi kalplaması, bu arzuların terbiyesine, yani nefisin tezkiyesine bağlıdır. Kalp tasfiye, nefis ise tezkiye denilen temizlenme ya da arınma sürecinden geçmeden, marifetin ve ilahi sevginin merkezi olamaz. Bireysel Etkinlik Ahlaki davranışlar da iyi ile kötüyü fark edip bilerek ve isteyerek iyi olanı tercih etmekle ortaya çıkar. Bu açıdan tasavvufi ahlak eğitiminde kalbin önmeli yeri vardır. Kalbin kendisinden beklenen görevi hakkıyla yerine getirebilmesi için temiz ve sağlıklı olması gerekir. Aksi hâlde insan gerçeği göremez, ahlaki tutum ve davranış sergileyemez. Gönlü arındırmak ve mamur hâle getirmek için sarfedilen çabaların insanı ahlaki davranışlara sevk etmesi gerekir. Eğer bu gerçekleşmiyorsa maksat hâsıl olmamış demektir(Konur, 2009: 51, 53). • Sizi iyiliğe ve kötülüğe sevk eden nedenler üzerinde düşününüz. Toplumsal hayata ve dünyevi nimetlere nispeten ilgisiz (züht, vb.) kalabilmek, en azından bunların gönlünde yer etmesine izin vermemeye çalışmak. “Zühd, insanın sonsuzluğuna yardımcı olmayan her şeyin terkidir.” İbn Hâldun, tasavvuf yolunun esaslarından bahsederken şunları sıralar: “Devamlı olarak ibadet etmek, her şeyden alakayı kesip Allah'a yönelmek. Dünyanın süs ve zinetinden yüz çevirmek, çoğunluğun önem verdiği zevk, mal ve makāma rağbet etmemek, ibadet için halktan ayrılıp halveti seçmek.” (Taftazânî, 1986: 227). Bu bir anlamda dünyaya karşı tavır koyma, ma-sivadan yüz çevirip Allah’a yönelme demek olan zühtün ifadesidir. Tasavvufun Allah sevgisine engel olan dünya alakasını kalpten çıkarıp, gönlü Allah’a yöneltme özelliğine dikkat çeken bazı mutasavvıflar onu tanımlarken bu bağlamda tanımlama yoluna da gitmişlerdir. Nitekim kronolojik esasa göre ilk tasavvuf tarifi yapan Marûf el-Kerhî ’nin tanımı bu anlayışı yansıtmaktadır: “Tasavvuf hakikatleri almak, insanların elindekinden ümid kesmektir.” (Yılmaz, 1994: 31). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Süfyan es-Sevrî: “Züht aba giymek ve kuru ekmek yemekten ziyade, emeli ihmaldir.” der. Fudayl b. İyaz da: “Gerçek züht Allah’ın hükmüne ram olmaktan ibarettir.”der. Züht Allah ile olmayı önleyen her türlü Masiva ve kıyl u kalden uzak durmak, kalpte onlara yer vermemektir. Kısaca züht; emelleri ihmal, amellere sarılmaktır. Sufilere göre nimet peşinde koşmak züht değildir. Peşinde koşup esiri olmadan gelen servet ve zenginliği Allah’ın rahmet ve nimeti olarak bilmeli ve Rezzâk-ı âleme gereği gibi şükretmelidir(Yılmaz, 1994: 190). Yine züht bir şeylere sahip olmanın terki değil, “dünyaya rağbet ve hırsın terkidir. Yani züht konusunda önemli olan insanın bir şeylere sahip olmaması değil bir şeylerin insana sahip olmamasıdır. Demek oluyor ki zühtün gayesi yoksulluğu gerçekleştirmek değil, insanın iç kuvvetlerini mahveden hırsı temizlemektir. Çünkü İslamiyet gerçek zühtü mal azlığı, yoksulluk olarak görmez. Züht, Allah’tan gafil olmamaktır(Öztürk, 1989: 213-215). Tasavvuf ahlakının ayırıcı vasfı, onun bir “cür'et ahlakı" değil, kelimenin tam anlamıyla bir feragat ahlakı oluşudur. İslam dünyasında bu şekildeki bir feragat ahlakını yaşayanlar daha Hz. Peygamber zamanında mevcuttu. Tarikat silsilelerinin bir sahabiye kadar götürülmesi geleneği de bunu gösterir. Esasen, bizzat Hz. Peygamber başta oImak üzere birçok sahabi, ölçülü bir züht hayatı yaşamış, dünyanın geçici zevklerine itibar ve itibar etmemişlerdir(Çağrıcı, 1991: 70). Ayetlerde de genellikle dünya hayatı ve ona meylin yerilerek ahiret hayatının öğülmesinin sebebi, insanda fıtri olan dünya sevgisini frenlemek ve ona kulluk şuurunun kaybolmasını sağlamaktır. Tasavvufi ahlakın gereçekleştirmeyi amaçladığı ruhi olgunluğa götüren bir vasıta olan züht bu yönüyle Hz. Peygamber’in hadislerinde de övülmüştür. Züht ve zahitlik hakkında söylenen sözün özünü ve en güzelini, Hz. Peygamber söylemiştir: İrade, insanın iç ve dış duyulardan, tabiattan ve cemiyetten aldığı tesirleri karşılayan, ardından öznel ve şahsi karara dönüşen ve nihayet hareket olarak dışa vuran bir kudret, Allah’a kadar yükselmek isteyen içsel, mistik bir kuvvettir. “Dünyada zahidlik, ne helali haram etmek ne de malı mülkü terk etmektedir. Dünyada zahidlik, ancak Allah’ın elinde olana, kendi elindekinden daha fazla güvenmen; başına bir musibet geldiği zaman, musibet başında olduğu müddetçe, onun ecir ve mükâfatından son derece ümitli olmandır.” (Ahmed b. Hanbel, II, 36). Sahabelerden biri gelip Hz. Peygamber’e, “Ey Allah’ın Resulü, bana öyle bir amel göster ki, onu işlediğim zaman beni hem Hakk, hem de halk sevsin.” Hz. Peygamber şöyle buyurmuş: “Dünyaya karşı zahit ol ki insanlar tarafından sevilesin. İnsanların ellerindekilere karşı zahit ol ki, onlar tarafından sevilesin.” (İbn Mâce, Züht: 1: Hâkim en-Nisâbûrî, IV, 313) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları İnsan hürriyetini daha ziyade, nefisanî arzu ve içgüdülerin baskısından azade kalabilmek olarak yorumlamak. Tasavvufi ahlakta nefise karşı verilmesi öngörülen savaş, bir nevi iradeyi hür kılma, insanın ahlaki mükemmelliğe ulaşmasını ve Allah'a yakınlaşmasını önleyen bedeni ve dünyevi tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesidir. Bu açıdan tasavvuf ahlakında hürriyetin büyük bir değeri vardır. İnsan: Zahirine sahip, batını sahipli, görünüşte hür, gerçekte köledir.” Ebû Süleyman Daranî Ahlak, özgürlüğün zorunlu sonucu olduğu için, her nerede özgürlük varsa, orada kaçınılmaz olarak iyi ile kötü arasında seçim yapmak ve buna göre eylemde bulunmak olan ahlak da vardır. Dolayısıyla, tarihsel açıdan bakıldığında, özgür olan ilk insandan beri ahlaki iyi ve kötüye ilişkin seçimler, bu seçimlerin dayandığı değerler ve bu değerleri bireysel hayatlarında uygulamaya geçirip toplumsal hayatlarında üstün kılmaya çalışan ve onları yeni kuşaklara aktarmayı görev bilen iyi insanlar hep var olmuştur(Yaran, 2011: 13). Mutasavvıflar, insanın şuurunu meşgul eden Allah’tan başka her şeyin hürriyeti kısıtladığı ilkesinden hareketle cennet nimetlerini arzulamayı bile gerçek hürriyete aykırı görmüşlerdir. Kuşeyrî’ye göre hürriyet, kulun üzerinde Allah’tan başka hiçbir şeyin etkili olmamasıdır. Gerçek hürriyet tam kulluktadır. İbrahim ethem ise hürriyeti ölmeden önce dünyadan çıkmak şeklinde açıklamıştır. Tasavvuftaki fakr makāmı hürriyeti de kapsar. Çünkü fakr, insanın hiçbir şeye sahip olmamasından öte hiçbir şeyin insana sahip olamaması demektir. Buna göre hürriyet tasavvufi ahlakın hareket noktası değil gayesidir(Çağrıcı, 1989: 8). “Ubudiyyetin kemâli hürriyettedir.” Hürriyetle ubudiyet birbirini tamamlarlar. Bunların birinde ilerleyen ötekinde de yücelir. Mademki hürriyet kendimizi bulmak, diğer bir tabirle ma-sivadan kurtulmaktır, bizi ma-sivadan kurtaran her şey ve faaliyet hürriyetimizi genişletir. İşte bunun için hürriyet ubudiyetin son haddidir(Öztürk, 1989: 110-111). Ubudiyyette zirveye çıkan benlik asli hâli olan ezeli saflığına en ileri seviyede yaklaşmış, hatta belki de onu elde etmiştir. Bu, Masivadan kurtulmak demektir. Ruh Masivadan kurtulduğunda mutlak hürriyetin sahibi olan yaratıcı, bütün kudret ve tasarrufuyla, saflaşan benlikte tecelli etmeye başlar. İşte bu en ileri hürriyet hâlidir. Makine gibi, davranışları tamamen tespit ve tayin edilmiş bir varlıktan hayır doğmaz. Bu itibarla hürriyet hayır için ilk şarttır. Hürriyet asli varlığımız olan Allah’a ulaşmamızı engelleyen, bizi özümüze yabancılaştıran her şeyden -Masivakurtulmaktır. Meselenin özü, içinde ubudiyet sırrını gerçekleştirene, dışında hürriyet verilir(Öztürk, 1989: 108, 114). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Sevgi ve hoşgörüyü hem ahlaki erdemlerin hem de uhrevi müeyyidelerin başında görmek. Sufilere göre insanın ahlaklı olmasının başlıca nedeni, bu dünya ve ötesinde ziyana uğramayıp aksine ebedî saadete kavuşma, bir başkası da her türlü fayda kaygısından uzak olarak Allah tarafından sevilme ve razı olunma gibi yüksek ve aşkın bir inanç ve umuttur (Yaran, 2011: 14). Kendini bilmek; Rahmânî ve şeytanî olanı ayırmaktır. Bir tek kardeşlik vardır. Bu, bütün insanlığı kucaklayan kardeşliktir. Yeryüzünde sadece bir tek ve müşterek hayat vardır. Hayatın ayrılığı yaInızca görünüştedir. İnsan, önce aile, sonra millet (ümmet), sonra da bütün insanlıkta başkaları ile birlik hâlindedir. Sufi kendi milletinden başka milletlere hor bakanları küçümser. Çünkü insan, başka milletten olanlarla insanlıkta müşterektir. Bir tek ahlak kanunu vardır. Bu, ben'i inkâr etmekle filizlenen ve ihsân ile çiçeklenen cihanşümul sevgi kanunudur. Ortada birçok ahlak ilkeleri varsa da, hepsinin özü esası bir tek şeydir: Sevgi. Bu sevgi, arzunun, sabrın, tahammülün hoşgörünün, hâsılı bütün faziletlerin kaynağıdır. Cömertlik, müsamaha ve ihsân sevgiden doğar; bütün fenalıklar sevgi eksikliğinden, ileri gelir. Sevgi gözün ışığıdır. Göz yüzeydekileri görür; oysa sevgi, derinlikleri görür. Tam olarak tutuşmamış ateş ancak duman çıkarır; fakat tam tutuştuğunda alev ve ışık saçar. Seven kalp ile sevmeyen kalp de böyledir. Övülmeye değer bir tek şey vardır: Bu, kalbi yerin derinliklerinden alarak göklerin yüceliğine eriştiren güzelliktir. İnsan, güzeli seven güzel bir ruh ile bezenen varlıktır, sevgi, maddeyi sevmekle başlar, manayı sevmekle kemal bulur. Görüneni, sevmekle başlar; görünmeyeni sevmekle tamamlanır (Çağrıcı, 1991: 70). Tasavvufi ahlak, Yunus Emre, Mevlânâ, Hacı Bektâş-ı Velî felsefelerinde olduğu gibi tabiat, insan ve Tanrı sevgisi temelinde uygulamaları içermektedir. Bu anlayıştan hareketle söz konusu tasavvufi şahsiyetler, barış ve hoşgörü temelinde uygulamalarla, sadece mensubu olduğu zümrelere değil, bütün insanlığa açılarak sevgi dağıtmayı hedeflemiştir. Fakat bunu gerçekleştirirken bireyin öncelikle pratik tecrübelerle “kendini bilmesi ve tanıması”ndan yola çıkarak, toplumsal olgunluğa yönelik ilkeleri inşa etmeye çalışmışlar, faziletli bir toplum için kamil insan modeli inşa etme peşinde olmuşlardır. Bunu gerçekleştirmek için başvurdukları referans noktası tasavvufi ahlak olmuştur. Hacı Bektâş-ı Velî, Makālât’ında hakîkatin makāmlarından ikincisi olarak “yetmiş iki milleti ayıplamama”yı zikrederken, Allâh’ın lütfu, ihsânı, bağışlayıcılığı, cömertliği gibi konuları işlediği Besmele Tefsiri’nde de, Hz. Peygamberin insanlara rahmet peygamberi olarak gönderildiğine vurgu yapmakta ve insanlar arasındaki ilişkilerin bu rahmet teması üzerine oturtulması gereğine dikkat çekerek, tevâzu, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları merhamet, kulluk, rıza ve teslimiyet içinde olanlara Allâh’ın rahmetinin ulaşacağını söylemektedir. İslamiyet, insanı değerlendirirken, onun Allah ile iç münasebetinden çok, kamu ile münasebetlerine bakmaktadır. Hz. Peygamber bu hususta şöyle buyurmuştur: “İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır.”(et-Taberânî, IV, 58.) İnsan imar edilmeli, güzelleştirilmeli, mutlu kılınmalıdır ki dünya, özlenen kıvam ve düzene, dirlik ve esenliğe ulaşabilsin. Bundan dolayı İslam, insanların saadeti için çalışanları sadece kendini kurtarmaya çalışanlardan üstün tutmaktadır. Ahlaki faziletlerin ileri örneklerinden olan sadakat, vefa, merhamet vs. gibi özelliklerin en mükemmellerini hayvanlarda görüyoruz. Fakat bunların hiçbirine ahlaki damgası vuramayız. Arı bal yapar, köpek kendisini besleyene bağlılık gösterir. Bu davranışlar onların hayat şartlarına, varlık özelliklerine aittir. Aksi davranışta bulunamazlar. O hâlde, aksini yapma gücündeki insandan zuhur ettiklerinde ahlaki davranış adını alan bu belirtiler, hayvan için bir fazilet değildir. (Öztürk, 1989: 92, 112) Mutasavvıflar, insanlarla ilişkilerinde merhamet olgusundan hareket etmekte ve hoşgörü erdemini; affedici, sevgi dolu olma hâli olarak açıklamaktadırlar. Bu, Yunus Emre’nin ifadesiyle “yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevme” erdemidir. Kısacası şahsi, ailevi ve millî benliği, hatta ümmet benliğini aşarak bütün insanlığı kucaklayan bir sevgi zenginliğine ulaşmak; nefisin kötü arzularını olabildiğince dizginlemek; ihtiyaçları en aza indirmek; dünyanın ruhu alçaltan yönlerine değer vermemek, züht, riyazet, feragat, fedakârlık; her türlü sıkıntılar ve ıztıraplar karşısında tam bir tevekkül ve rıza ile Allah’ın mutlak iradesine teslim olmak, gerçeğin bilgisine (ma'rifete), ancak tam bir kalp ve ruh tasfiyesi ve güzelliği ile ulaşacağına inanmak, tasavvufi ahlakın temel özelliklerindendir. (Çağrıcı, 1991: 70) Taabbudî (ibadetlerle alakalı) faaliyetler kadar ahlaki faaliyet ve faziletleri de önemli görmek. Tasavvuf batınağırlıklı bir ibadet yolu olması ve şer'i hükümleri de ruhi yanları üzerindeki tesirleri ve vicdanda ortaya çıkan derinlikleri itibariyle ele almasından dolayı başka mesleklere göre biraz daha ledünni, engin ve zor anlaşılır olsa da, çıkış noktası ve hedefi açısından, Kitap ve Sünnet kaynaklı İslami yolların hiçbirine münafi değildir. (Öztürk, 1989: 11) Münafi olmak şöyle dursun diğer Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları bütün şer'i ilimler gibi tasavvuf da Kitap, Sünnet ve özellikle de ilim, marifet, yakin, ihlâs ve ihsân şuuru gibi hakikatler üzerinde durmuştur. Mutasavvıflara göre hakikat ve bâtın, gerçek sufi için ibadet ve başka iyiliklerde gözetilmesi gereken ahlaki özdür. Bu sebeple başlıca tasavvufi kaynaklarda ibadetlerin zahiri veya fıkhî şart ve rükünleri yanında niyet, ihlâs, huşu, takva gibi kalbî fiillere ve ibadetlerin ahlak üzerinde göstermesi beklenen müsbet tesirlere geniş yer verilmiş, ayet ve hadisler incelenirken bir emri yerine getirmenin veya getirmemenin, yasaklanmış bir şeyi yapmanın veya yapmamanın fayda ve zarar yönünden ruh üzerinde meydana getirdiği tesiri tecrübî ve tatbikî bir şekilde göstermeye çalışmışlardır. Onlara göre İslam ahlakı dinin esasıdır. Faraza şer'î yani itikadi veya fıkhî hükümler, ahlaki esastan mahrum bulunsalar, ruhsuz bir ceset veya içi boş bir heykelden başka bir şey olmazlardı. Dindârlık ise özü olmaksızın dinin sadece şekli unsurlarına sıkıca tutunmak değildir. Din şahsi ihtiyaçları temin için bir vasıta da değildir. Dindarlık şuurlu bir şekilde dinî anlamak ve onunla amel etmektir; ibadet hayatı ile içtimai hayat arasında bağlantı kurabilmektir. Dinin anlaşılmasında, üzerinde önemle durulması gereken hususlardan biri dinin özü itibariyle kul ile Allah, kul ile nefisi, kendisi ile ailesi ve nihayet kendisi ile bütün insanlar arasındaki ahlak esaslarından ibaret oluşudur. Kur’an-ı Kerim'de ve Hz. Peygamber’in hadislerinde çok sayıda ahlaki esas bulunmakta bu esaslarla Müslümanlar imanlarını kemale erdirmek üzere züht, sabır, tevekküI, rıza, muhabbet, vera ve daha pek çok fiilleri benimsemeye ve işlemeye çağırılmaktadır. Allah'a ve O'nun birliğine inanmakla hırs, ümitsizlik, korku, mala tapmak, insanın insanı istismar etmesi gibi kötü huylar birbirine aykırı şeylerdir. Aynı şekilde Halık’ı bırakıp halka dayanmak, yetimi veya zayıfı ezmek, kalbi katı olmak, emanete hıyanet etmek de imanla bağdaşmayan şeylerdir. İnsan bu gibi kötü huyları kendinden atmadıkça İmanı kamil ve sıhhatli olmayacaktır. (Taftazânî, 1986: 224) Bu doğrultuda bakıldığında Hz. Peygamber'in şu hadislerindeki mana derinliğinin daha iyi kavranacaktır: “..Sizden biriniz kendisi sevip istediği bir şeyi kardeşi için de istemedikçe, iman etmiş olmaz.”(Buhârî, Îmân: 7; Müslim, Îmân: 71) “Müminlerin imanca en mükemmel olanı ahlakça en güzel olanıdır.” (Buharî, İman: 1; Darimî, Sünnet, 14) “Kendisine güvenilmeyenin imanı yoktur.” (Ahmet b. Hanbel, III, 135) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları “Bir müminde şu iki haslet bir araya gelmez: Cimrilik ve kötü huy.”(Tirmizî, Birr: 41) “Sizden biriniz beni ana babasından, çocuğundan ve bütün İnsanlardan daha çok sevmedikçe İman etmiş sayılmazsınız.”(Buharî, Îmân: 8) Aynı şekilde, bilinmelidir ki İslam’ın ibadet ve muamelatla ilgili bütün hükümleri ahlaki bir esasa dayanmadığı müddetçe bir kıymet ve fayda ifade etmezler, Allah katında makbul olmazlar. Tasavvufi ahlak sisteminin etkisindeki Müslümanların ilke ve davranışlarının temelinde büyük ölçüde İslami unsurlar yer almaktadır. Çünkü İbn Ebî’d-Dünya’nın da ifade ettiği gibi; “Hiçbir güzel ahlak ve güzel iş yoktur ki, Allah onu din ile ilişkilendirmiş olmasın!” (İbn Ebî’d–Dünyâ, 1999: 40) Mesela, İslam’da namazın nefis temizliğine, kalp inceliğine, insanın heybet, huşu, müşahede, murakabe, Allah'a münacat ve O'nunla ünsiyet gibi faziletlerle bezenmesine matuf bir ibadet olduğu görülür. Bunlarsız namaz içi boş bir kalıp sayılır. Zekât da nefisin temizlenmesi ve kalbin tezkiyesi içindir; İslam'ın davet ettiği sosyal adaletin bir unsurudur. Orucun iki gayesi olduğu görülür. Birincisi: Nefisi aldatmak ve kemal mertebelerinde derece kat etmek üzere imkân ölçüsünde iradeyi kontrol etmektir. Böylece bu dünya hayatında insan olmanın manası gerçekleşmiş olur. İkincisi: Fert olarak ahlaken yükseldikten sonra, beşerî ve içtimai planda ilerleme kaydetmektir. İnsan fertleri arasında müsâvâtın bir sembolü olan hac da özü itibariyle Allah'a yakınlaşma ve O'na tam kullukta bulunmadır. Dinin özü ahlaktır. İslam’ın muameIat'a dair hükümleri de aynı şekilde, bir Müslümanın başkalarıyla muameleleri sırasında uymasını gerektiren belirli ahlaki kaideler ihtiva eder(Taftazânî, 1986: 225-226). Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki tasavvuf, asla dinî, itikadi, ameli ve ahlaki yükümlülüklere karşı kayıtsız kalmayı hoş karşılamaz. Sufinin Kur’an ve Sünnet hakkında sağlam bir bilgisi olması gerekir. Bununla ilgili olarak İmâm-ı Şa’rânî şöyle diyor: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları “Tasavvuf, evliya zümresinin Ku’ran ve hadis gereğince yaptıkları amel sonunda, parlayan kalplerine yerleşen bir ilimdir. Tasavvuf kulun şeriatin hükümleri ile amel etmesinin semeresidir.” (İmâm-ı Şa’rânî, 1968: I,21) Özet Bütün bunlar gösteriyor ki, dinin özü ahlaktır. İslam tasavvufu da dinî bir ilim olarak ahlak ve süluk cihetine önem verdiği için onu İslamın ruhiyatı olarak da tanımlamak mümkündür. •İslam ahlakiyatı olarak da tanımlanabilen tasavvuf, temel kaynakları olan Kur'an ve Sünnet çerçevesinde ahlaki erdemleri somut ahlaki esaslara dönüştüren tecrübi bir ilimdir. •Kur’an-ı Kerim'de tevbe, sabır, şükür, dünyaya karşı tavır alma, riyazet, tefekkür, muhabbet tevekkül, zikir vb. tasavvufi açıdan yorumlanmaya müsait ahlaki esasları içeren pek çok ayet bulunmaktadır. Tasavvufi eğitim metodunu içinde saklayan naslar olarak algılanan bu tür ayetler, mutasavvıfların hayatını derinden etkilemiş ve tarih boyunca eğitim metodlarını biçimlendirmiştir. Sünnet cephesinde de durum Kur’ân’da olduğundan farklı değildir. •Tasavvuf ehline göre kitaplarda mevcud ilimlerin çoğunun tahsili kolay, ahlak ilminin tahsili zordur. Çünkü ahlak, insanla nefsi arasında vuku bulan ve onu doğru yola sevk edebilmek için yapılan çetin ve zorlu bir mücadelenin meyvesidir. Güzel davranışlar için iyi bir ahlaki formasyon kazanmak hayatı baştan sona dolduran bir ahlaki çabayı gerekli kılar. İnsan kötü arzuların baskısı karşısında gerçek hürriyeti de ancak bu yolla kazanır. Ancak bu mücadele ve mücahede, daima dinî kuralların disiplin ve düzeni içinde olmalıdır. •Ahlaki esasların dindeki ehemmiyetini dikkate alan mutasavvıflar, konusu ve amacı itibariyle diğer İslami ilimlere nibeten ahlakla daha fazla ilgilenmiş sonuçta şu kanaate ulaşmışlardır: "Hangi ilim ki Allah marifeti ile beraber değildir, ondan bir fayda gelmez ve onun bir faydası yoktur." •Tasavvuf ehline göre güzel ahlak, Allah'ı bilme (marifet) ve O'na doğru yol alabilmeyi temin eden en önemli faktördür. Dolayısıyla tasavvufî ahlakta, ahlakı güzelleştirmenin amaç ve neticesi marifet olarak karşımıza çıkmaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Ödev Özet Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları •Konusu Allah, kainat ve insan olan tasavvufun, bu varlık boyutlarıyla ilgili olarak ele aldığı temel ilke ahlak olduğu için insanın hedefi, "Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmak" olarak belirlenmiştir. Bu konuda en güzel örnek ise Hz. Peygamberdir. Çünkü o, ahlakî güzellikleri tamamlamak üzere gönderilmiş ve Rabbi tarafından terbiye edilmiş, terbiyesi de en güzel şekilde yapılmıştır. •Tasavvufi terbiye ve ahlak eğitimi daha çok nefis terbiyesine ve kalp tasfiyesine bağlıdır. Kalp temizliği ve iyi niyet esasına dayanmayan hiç bir davranış, kişiyi ahlak mükemmelliğine ve gayelerin en yücesi olan marifetullâh mutluluğuna ulaştıramaz. •İnsanın fıtratındaki kötülük yönünü arındırması ve iyilik yönünü geliştirilerek hem kendisi hem de diğer insanlarla barışık yaşaması ve nihayet Allah'ın hoşnutluğunu kazanma yolunda attığı tüm adımlar insanı ahlaki olarak yücelten ve mutlu kılan adımlardır. Ahlakîlik sürecini tamamlayan bu adımlar, iyi ve kötüyü tanıyıp bilinçli olarak iyiye yönelme azmi ve kararlılığı ile başlar ve sürekli gelişerek devam eder. İşte tasavvufi ahlaka süreklilik ve dinamizm kazandıran da bu yöneliştir. •Tasavvui ahlakın esası: nefsi terbiye, ruhu tasfiye etmek, ibadet ve taate devamla, kulluk şuurunu derinleştirmek ve ruhani yönü geliştirilerek dünyanın heveslerimize bakan fani yüzüne değil ebediliğe açılan yüzüne bakmaktır. Bu, yaratılışın bir gereği olduğu kadar ahiret mutluluğunun da ön şartıdır. Elverir ki dünyanın imkan ve ikballeri bizi esir almasın. •Tasavvufi ahlakın belirlemiş olduğu temel hedef; insanın ulvi yanlarının inkişaf ettirilmesi, imanın zevken duyulup yaşanmasıdır. Bu ise, erdem ve faziletleri "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" düsturu doğrultusunda somut ahlakî davranışlara yansıtmakla elde edilir. • Tasavvufi ahlakın esaslarına yönelik pratik uygulama örneklerinden birini 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme linkini kullanınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Tasavvufta“fenâmakāmı”na kavuşmak aşağıdakilerden hangisiyle ifade edilmiştir? için lazım olan “on şey” a) Makâmât-ı aşere b) Üsve-i hasene c) Makām-ı Mahmûd d) Etvâr-ı Seb‘a e) Letâif-i sitte 2. Aşağıdaki mutasavvıflardan hangisi eserinde “yetmiş iki milleti ayıplamama” tasavvufi makamlardan biri olarak değerlendirmiştir? a) Hasan-ı Basrî b) Rabatu’l-Adeviyye c) Abdulkadir Geylânî d) Hacı Bektaş-ı Veli e) Erzurumlu İbrahim Hakkı 3.Tevbe, Tevekkül, Rıza, Teveccüh ve Muhasebe makamlarından hangisi Seyr u sülûkdafenâ mertebesine daha yakın olan makamdır? a) Tevekkül b) Rıza c) Teveccüh d) Tevbe e) Muhasebe 4.Kronolojik esasa göre ilk tasavvuf tarifi yapan Marûf el-Kerhî (ö.200/815)’nin; “Tasavvuf hakikatleri almak, insanların elindekinden ümit kesmektir.” Şeklindeki tanımı aşağıdaki kavramlardan hangisine karşılık gelmektedir? a) Tevekkül b) Şükür c) Sabır d) Züht e) İnziva Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları 5. Ruhun en üst düzeyi olan ve İlahî gerçekliği hiçbir bozulmaya uğratmadan yansıtan nefis mertebesi aşağıdakilerden hangisidir? a) Nefis-i emmâre b) Nefis-i natıka c) Nefis-i mutmanne d) Nefis-i levvame e) Nefis-i mülheme Cevap Anahtarı 1.a 2.d 3.b 4.d 5.b YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Afifi, Ebu’l-Ala. (1996). Tasavvuf, İslam’da Manevi Devrim. İstanbul: Risale Yayınları. Ahmed b. Hanbel. (1988). Kitabü’z-Züht. Beyrut. Ateş, Süleyman. (1992). İslam Tasavvufu. İstanbul: Yeni Ufuklar Neştiyat. Aydın, Mehmet. (1989). “Ahlak”, DİA. II, 10-14. Ayni, Mehmet Ali. (1993). Türk Ahlâkçıları, İstanbul: Kitabevi. Cebeci, Lütfullah (1985). Kur’an'a Göre Takva. Ankara. Cebecioğlu, Ethem. (1997). Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. Ankara: Rehber Yayınları. Çağrıcı, Mustafa. (1991).Anahatlarıyla İslam Ahlâkı. İstanbul: Ensar Neşriyat. Çağrıcı, Mustafa. (2006). İslam Düşüncesinde Ahlak. İstanbul: Dem Yayınları Ensar Neşriyat. Çağrıcı, Mustafa.(1996). “Gazzâlî”, DİA, XIII, İstanbul. Dârimî (1992). Sünen I-II, İstanbul: ÇağrıYayınları. Demirci, Muhsin. (2010). Kur’an'a Göre İnsan ve Sorumlulukları. İstanbul: Ensar Neşriyat. Draz, Abdullah. (1993). Kur’an Ahlakı. çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay. İstanbul: İz Yayıncılık. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları EbûTâlib el-Mekkî, 1888). Kûtu’l-Kulûb. Mısır: Matbaatu’l-Meymeniyye. el-Aclûnî. (1408/1988). Kesfü’l-Hafâ I. Beyrut. el-Buhârî (1992). el-Câmi‘u’s-Sahîh I-VIII. İstanbul: Çağrı Yayınları. Eraydın, Selçuk (2001). Tasavvuf ve Tarîkatlar. İstanbul: İFAV Yayınları Erdem, Hüsameddin. (2002). Ahlâk Felsefesi. Konya: Hü-Er Yayınları. et-Taberânî. (1995). el-Mu‘cemü’l-Evsat IV. Kahire. Fahri, Macid. (2004). İslam Ahlak Teorileri.İstanbul: Litera Yayıncılık. Gazzâlî. (1977). İhyâuUlûmi’d-Din, cilt: 3, çev. Ahmed Serdaroğlu. İstanbul: Bedir Yayınları. Gazzâlî. (1981). Kimya-i Saâdet, çev. Ali Arslan. İstanbul: Arslan Yayınları. Görmez, Mehmet. (2003). “Ahlâk ve Hadîs”, İslâm'ın Anlaşılmasında Sünnetin Yeri ve Değeri, Kutlu Doğum Sempozyumu. Ankara: TDV Yayınları. Güngör, Erol. (1995). Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak. İstanbul: Ötüken Yayınları. Hâkim en-Nisâbûrî (1334-1342), el-Müstedrek IV. Haydarâbâd. Hârisel-Muhâsibî. (1998). er-Riâye, Çev. Ş. Filiz, H. Küçük. İstanbul. Hucvirî.(1982). Keşfü’l-Mahcûb. Haz. Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergâh Yayınları. İbnEbî’d-Dünyâ. (1999).Mekârimu’l-Ahlak. (Tah. Yasin Muhammed Sevvâs. Beyrut: Dâr-ı Sâdır. İbnMâce (1992). Sünen. II. İstanbul. İbnMiskeveyh (1398/1978). Tehzîbü’l- Ahlâk ve Tathîru’l-A’râk. Tahkîk: İbnü’lHatîb. el-Matbaatü’l-Asriyye. İmam Malik b. Enes. (2004). MuvattaI-VIII, Beyrut. İmâm-ı Şa’rânî. (1968). Tabakatu’l-Kübrâ. I-IV. Çev. Abdulkadir Akçiçek. İstanbul: Toker Yayınları. İsmail Ankaravî. (1996). Minhacu’l-Fukara, Fakirlerin Yolu. Haz. Saadettin Ekici. İstanbul: İnsan Yayınları. İzutsu, Toshihiko. (1997). Kuran'da Dini ve Ahlâkî Kavramlar. Çev. Selahattin Ayaz. İstanbul: Pınar Yayınları. Kandemir, M. Yaşar. (1980). Örneklerle İslam Ahlakı. İstanbul. Kaya, Yunus. (2009). Tasavvuf, Nefisi Arıtma ve Donatma. İstanbul: Uzakülke, s.1718. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Kelâbâzî. (1992).et-Taarruflî Mezhebi ehl’t-Tasavvuf ((Doğuş Devrinde Tasavvuf). Haz. Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergah Yayınları. Kılıç, Recep. (1992). Ahlakın Dini Temeli. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Kılıç, Recep. (1995). Ayet ve Hadisler Işığında İnsan ve Ahlak. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Kiraz, Celil. (2007). Kur’an'da Ahlak İlkeleri. Bursa: Emin Yayın. Kuşeyrî. (1978). Kuşeyri Risâlesi. Haz. Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergâh Yayınları. Massignon, Luis. (2006). Doğuş Devrinde İslam Tasavvufu. Çev. M. Ali Ayni. Yay. Haz. O. Türer-Cengiz Gündoğdu. İstanbul: Ataç Yayınları. Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc. (tsz). es-Sahih, Beyrut. BababzâdeAhmed Naim. (1995). İslam Ahlâkının Esasları. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Okur, Himmet. (2009). Tasavvuf Ahlâkı ve İlahî Ahlâk, İnsana Yolculuk. İstanbul: H Yayınları. Öztürk, Y. Nuri. (1989). Kurân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf (İslâmdaRuhi Hayat). İstanbul: İFAV Yayınları. Reis, Bedriye. (2011). Gazali’de -Marifet İlişkisi. İstanbul: Emin Yayınları. Suhreverdî (1989). Avârifu’l-Meârif (Tasavvufun Esasları). Haz. H.Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz. İstanbul: Erkam Yayınları. Sülemî, EbûAbdirrahmân(1998). Tabakâtu’s-SufiyyeI, Daru’l-Kütübi’l-İlm, Beyrut. Tasavvuf Klasikleri. (2010). Ed. Ethem Cebecioğlu. İstanbul: Erkam Matbaacılık. Tasavvufta On Esas -Usûlü’l-Aşere Şerhleri- (2010) Haz. Süleyman Gökbulut, İstanbul: İnsan Yayınları, Tûsî, EbûNasrSerrâc. (19966). El-Luma‘ (İslam Tasavvufu). Haz. H. Kamil Yılmaz. İstanbul: Altınoluk Yayınları. Yaran, Cafer Sadık. (2010). Ahlak ve Etik. İstanbul: Rağbet Yayınları. Yaran, Cafer Sadık. (2005). İslam’da Ahlâk’ın Şartı Kaç, İstanbul: Elif Yayınları. Yaran, Cafer Sadık. (2011). İslam Ahlâk Felsefesine Giriş. İstanbul: Dem Yayınları. Yılmaz, H. Kamil. (1994). Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar. İstanbul: Ensar Neşriyat. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 HEDEFLER İÇİNDEKİLER İSLAM AHLAKINDA TEMEL ERDEMLER • Giriş • İslam Ahlak Anlayışları ve Temel Erdemler • Temel Erdemlerin Belirlenmesinin Yolları • Temel Erdemler • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • İslam ahlak tarihinde erdemler konusuna nasıl yaklaşıldığını bilebilecek • İslam ahlakında temel erdemlerin hangi metotlarla belirlenmesi gerektiğini kavrayabilecek • Temel erdemlerin neler olduğunu bilebilecek. İSLAM AHLAK ESASLARI ÜNİTE 7 İslam Ahlakında Temel Erdemler GİRİŞ Çağımızın en önemli sorunları ahlaki sorunlardır. Çağımızın en önemli sorunları ahlaki sorunlardır. Bu hem İslam dünyasında ve Türkiye’de, hem de Batı dünyasında böyledir. Küresel ölçekteki ahlaki sorunların temelinde kültürel ahlaki sorunlar, kültürel ahlaki sorunların temelinde de kişisel ahlaki sorunlar vardır. Bu durum da temel ahlaki erdemlerin belirlenerek kolayca kavranabilir ve karakter hâline dönüştürülebilir bir şekilde ortaya konmasını zorunlu hâle getirmektedir. Buna ilaveten İslam ahlakındaki temel erdemlerin belirlenmesinin ve sistematik bir şekilde ortaya konmasının çeşitli faydaları da vardır. Bunları; Ahlaki eğitim-öğretim ve yaşamı kolaylaştırması, Müslümanların farklı mezhep, tarikat ve cemaatleri ile dindarlık anlayışları ve yaşam şekilleri arasındaki ortak noktaların, birlik ve beraberliğin artması, Küresel ahlak arayışları ve karşılaştırmalarına belirgin bir şekilde cevap verme imkânının ortaya çıkması, Ahlaklı yaşamı kolaylaştırması ve sonuçta da erdemsizliğin azalarak erdemliliğin artması şeklinde ifade edebiliriz. Böyle olmasına rağmen İslam’ın ahlak esasları, kolayca bellenebilecek ve her zaman hatırda tutulup her tikel olay karşısında vicdani yargıda ölçüt oluşturabilecek ve hatta kişiye o yönde sarsılmaz alışkanlıklar kazandırabilecek sadelik, netlik ve belirginlik içinde değildir. İslam dininde imanın şartları ile İslam’ın şartlarının son derece sade, sistematik ve belirgin bir şekilde ortaya konmuş olmasına rağmen İslam ahlakında temel erdemler konusunda belirsizlik vardır. İslam’a göre Müslüman bir bireyin sahip olması gereken birinci ve ikinci derecedeki erdemlerin neler olduğu net bir şekilde tespit edilerek ortaya konmuş değildir. Bu durum, İslam düşünürlerinin bireysel erdemler konusunda, şu veya bu sebepten dolayı, bu tür bir belirginleştirme, sadeleştirme ve sistemleştirme yoluna gitmemiş olmalarından kaynaklanmaktadır (Yaran, 2005: 64, 97-107). İslam ahlakında temel erdemlerin neler olduğunu veya olması gerektiğini belirtmeden önce İslam ahlak tarihinde erdemler konusuna nasıl yaklaşılmış olduğunu, İslam ahlak anlayışlarından hareketle, ortaya koyacağız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam Ahlakında Temel Erdemler İSLAM AHLAK ANLAYIŞLARI VE TEMEL ERDEMLER İslam ahlakı Kur’an ve O’nun ışığında oluşmuş Sünnet’le başlar. İslam ahlakı, asıl kaynağı olan Kur’an ve onun ışığında oluşmuş Sünnet’le başlar. Bu iki kaynak dinî ve dünyevi hayatın genel çerçevesini çizmiş, ameli kurallarını belirlemiştir. Dolayısıyla da İslam’ın ilk yüzyılında ahlak tamamen dinî ilke ve kurallara dayanmaktaydı. Hatta ahlak ile din iki ayrı şey olarak değil, ahlaki emirler, itikat ve ibadete dair emirler gibi bizzat Allah’ın emirleri olarak kabul edilir ve hiçbir tartışmaya ihtiyaç duyulmaksızın benimsenir ve uygulanırdı. Ancak daha sonraları, Resulullah’ın ve onun terbiyesinde yetişmiş olan sahabenin Müslümanların arasından ayrılması, siyasi yayılmanın getirdiği bol imkânlar, iktidar mücadeleleri ve liyakatsiz yöneticilerin yaptığı zulümler gibi sosyal sebepler ile İslam kültürünün başta Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi ile Fars/İran Kültür ve Felsefesi olmak üzere çeşitli yabancı kültür ve düşüncelerle karşılaşması ve onlardan etkilenmesi gibi fikri sebepler sonucunda ortaya çıkan problemler, II. yüzyılın başlarından itibaren, İslam dünyasında farklı ahlak anlayışlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu ahlak anlayışlarını üç grupta ifade edebiliriz: Geleneksel ahlak, tasavvufi ahlak, felsefi ahlak. Ahlak anlayışları; geleneksel, tasavvufi ve felsefi ahlak diye üçe ayrılır. Macid Fahri ise ahlak teorilerini; nassî ahlak, kelâmî teoriler, felsefi teoriler ve dinî teoriler olmak üzere dört kısma ayırmıştır. Ancak biz geleneksel veya dinî ahlak, tasavvufi ahlak ve felsefi ahlak şeklindeki üçlü tasnifi dikkate alacağız (Çağrıcı, 1989: 8-9; 1991: 57-64; Fahri, 2004: 23-25). Geleneksel Ahlak Geleneksel ahlak, Kur’an-Kerim ile Hz. Peygamber’in sünnetini ahlakın asli ve mutlak kaynağı olarak kabul etmekle birlikte Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi’nden de etkilenmiş olan ahlak anlayışıdır. Bu anlayışa göre ahlak Hz. Peygamber ile sahabenin hayatlarında şekillenmiştir. Dolayısıyla da Kur’an ve Hadislerdeki ahlaki kaide ve kanunlar tartışmasız olarak kabul edilir. Bu yöndeki çalışmalarının başlangıcını Hadislerin tasnif dönemine kadar geri götürmek mümkündür. Ahlak, Hz. Peygamber ile sahabenin hayatında şekillenmiştir. Buhârî (ö. 256/870)’nin el-Edebü’l-müfred, Abdullah b. Mübârek (ö. 181/707)’in Kitâbu’z-züht ve’r-rakaik ve Maverdî (ö. 450/1058)’nin Edebu’d-dünya ve’d-din, Gazali’nin Kimyâ-yı Saâdet isimli eserleri gibi geleneksel ahlak anlayışı içerisinde değerlendirilen eserlerde çeşitli ahlaki erdemlerden bahsedilmiş olmakla birlikte, “İslam ahlakında temel erdemler/faziletler nelerdir?” şeklindeki bir soruya verilebilecek sistematik bir cevap yoktur. Ahlaki erdemlerin listesi yazardan yazara değişmekte ve pek çok erdem herhangi bir önem sırasına konulmadan arka arkaya Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam Ahlakında Temel Erdemler sıralanmaktadır. Dolayısıyla da erdemlerin sayısı bazı eserlerde 20 iken, başka bir eserde 30, 40 veya 50 olabilmektedir. Yine bir eserde 5. sırada ifade edilen bir erdem başka bir eserde 10 veya 15. sırada yer alabilmektedir (Çağrıcı, 1991: 65-69; Fahri, 2004: 25, 29-51; Yaran, 2011: 27-28). Bu nokta geleneksel ahlak kitaplarındaki erdem listelerinden bazı örnekler vermek yararlı olabilir. Abdullah Draz Kur’an Ahlakı isimli eserinin “Ferdi Ahlak” bölümünün “Emirler” kısmında şu erdemlerden bahsetmektedir: “Genel olarak öğretim, ahlaki öğretim, ahlaki gayret, ruhun safiyeti, doğruluk, iffet, edep, bakışlarını haramdan sakındırmak, hayâ ve heveslerine hâkimiyet, gıdâî ve cinsî arzulardan periyodik olarak sakınma, öfke ve hâkimiyet, samimiyet, yumuşaklık, tevazu, hükümlerde ihtiyat, kötü zandan çekinme, sebat ve sabır, iyi Mâverdî ise, itidal, Edeb’üd-Dünya ve’d-Din isimli güzel eserinde şu dinlemesini erdemlerden örneklere uygunluk, güzel işler, iyilikte yarışma, öğütleri bahsetmektedir: ve sebat etmesini bilmek, temiz niyetlilik.” (Draz, 1993: 371-376) “Kibir ve gururdan sakınmak; güzel ahlak; hayâ; yumuşak huyluluk; doğruluk; söz ve sükût; sabır; istişare; sır saklamak; mürüvvet; iffet; nezahet ve sıyanet.”(Maverdî, 1988: 338-500) Bu durum, Cumhuriyet Dönemi düşünürlerinden Ahmet Hamdi Akseki (1887-1951)’nin Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı isimli eserinde de aynen devam etmektedir. Akseki, eserinin “Faziletler ve Reziletler” isimli dördüncü bölümünde 15 fazilete yer vermiştir: “Sebat ve metanet; nefse hâkim olmak; şecaat/cesaret; tevazu ve vakar; izzet-i nefs; hilm; sabır; edep; hayâ; emanete riayet; sıdk; sır saklamak; yüksek himmet; iffet; cömertlik.”(Akseki, 1991: 165-180) Örnekleme yaparak belirlemiş olduğumuz kitaplarda da görüldüğü üzere, geleneksel ahlak anlayışında, birçok erdemden bahsedilmekle birlikte, erdemler konusu sistematik olarak ele alınmamış, herhangi bir sınıflandırma yapılmamış ve belirli bir önem sırası da gözetilmemiştir. Ayrıca erdemlerin neler olduğu konusunda da bu ahlak anlayışını temsil eden eserler arasında bir birliktelik yoktur. Tasavvufi Ahlak İslam medeniyetinin ikinci büyük ahlak anlayışı olan tasavvufi ahlak, Kur’an ve Hadise dayanmakla birlikte ahlakta tasavvufi yorum ve yaşayışa da önem veren Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam Ahlakında Temel Erdemler Kur’an ve Sünnet’e dayanmakla birlikte tasavvufi yaşayışa da önem veren ahlak anlayışı şekillenmiştir. bir ahlak anlayışıdır. İnsanın eylemlerinin eksik veya kusurlu olup olmadığını anlamak için murakabe ve nefis muhasebesini gerekli görmektedir. Tasavvufi ahlakın ayırıcı özelliği bir “ferâgat ahlakı” olmasıdır. Tasavvufi ahlakta, insanın ahlaki mükemmelliğe ulaşmasını ve Allah’a yakınlaşmasını önleyen bedeni ve dünyevi tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesi vardır. Mutasavvıflar, insanın şuurunu meşgul eden Allah’tan başka her şeyin hürriyeti kısıtladığı ilkesinden hareketle Cennet nimetlerini arzulamayı bile hürriyete aykırı görmüşlerdir (Çağrıcı, 1991: 70-73). Tasavvufi ahlak anlayışında farklı erdemlerden bahsedilmektedir. İlk İslam sufilerinden ve tasavvuf düşüncesi hakkında ilk eser yazanlardan biri olan Haris elMuhâsibî (ö. 243/857) sekiz bölümden oluşan er-Riâye(Kalb Hayatı) isimli eserinde sırasıyla; “riya, arkadaşlar, nefsi tanıma, fiillerinin kötülüğüne ve arzularına çağırmasına karşı uyanık olmak, böbürlenmek, kibir, aldanma, gaflet, haset, müridin yola getirilmesi, hâlleri ve hidayetinden sonra fitneden sakındırılması” konularını ele almıştır (Muhasibi, 1998: 289-587). Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/1006), İslam tasavvufunun en önemli klasiklerinden ve tasavvuf ahlakının en değerli kaynaklarından olan Kûtü’l-Kulûb (Kalplerin Azığı) isimli eserinde tasavvufi-ahlaki faziletleri şöyle ifade etmektedir: Tevbe, sabır, şükür, recâ, havf, züht, tevekkül, rızâ ve muhabbet (Mekkî, 2003: II, 183-513; III, 13-254). Gazali İhyâu ulûmid-din isimli eserinin belli başlı ahlaki-tasavvufi faziletlere ayrılmış olan “rub’u’l-münciyât” başlıklı IV. cildinde: tevbe, sabır ve şükür, havf ve recâ, fakr ve züht, tevhid ve tevekkül, muhabbet, şevk, üns ve rıza, niyet, ihlâs ve sıdk, murakabe ve muhasebe, tefekkür, ölüm şuuru ve ölümden sonrasını düşünme şeklinde on erdemden bahsetmektedir. (Gazâli, 1985: IV) Söz konusu kitaplarda görüldüğü üzere, tasavvufi ahlak anlayışında da aynen geleneksel ahlak anlayışında olduğu gibi, temel erdemler konusunda bir birliktelik ve sistematize edilmiş herhangi bir durum yoktur. Felsefi Ahlak İslam filozofları, hikmet, şecaat, iffet ve adalet diye dört temel erdem kabul etmişlerdir. Felsefi ahlak başlığı altında İslam filozoflarının ahlakla ilgili görüşleri ele alınmaktadır. İslam filozofları, genel felsefenin temel problemlerinden biri olan ahlak konusunu felsefi sistemleri içerisinde ele almışlar ve bu alanda çeşitli eserler yazmışlardır. Her ne kadar onlar, Kitap ve Sünnet’e dayanan İslam ahlakı karşısında, ondan farklı yeni bir ahlak anlayışı geliştirmek gerektiğini düşünmemişlerse de, ortaya koydukları ahlak görüşü büyük oranda aklın verilerine dayanmaktadır. Eserlerinde nassa ya hiç değinmezler ya da çok az yer verirler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İslam Ahlakında Temel Erdemler İslam ahlak felsefesi, Arapların “edep” dedikleri iyi terbiye ve nezaket gibi konulardan farklı nazari ve metotlu bir çalışma olup, nasihat ve tavsiyeler kabilinden yapılmış olan çalışmalarla bir tutulamaz. İslam filozofları, erdem anlayışlarında özellikle tasniflerinin İslam ahlak telakkisiyle uyuşmasıdır. Antik Yunan filozoflarının ahlaki terimlerle ilgili tarif ve tasniflerini benimseyen İslam filozofları, temeli Kur’an ve Sünnet’e dayanan İslam ahlakını söz konusu tarif ve tasniflerden faydalanarak sistemli bir şekilde açıklamaya çalışmışlardır. Ancak İslam filozofları ahlak sahasında sadece Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi’nden değil, Fars ve Hint düşüncesinden de etkilenmişlerdir. (Çağrıcı, 1991: 80-90; 1989: 8-9; Erdem, 1996: 25-27; Kandemir, 1993:53; Pazarlı, 1980: 54-58.) İslam dünyasında “hikmet, şecaat, iffet ve adalet” şeklinde dört temel fazilet kabul etme noktasında bir ittifak olmasına rağmen kapsamlarına giren faziletlerin sayısı filozoftan filozofa değişiklik göstermektedir. Örneğin Farabi erdemleri, fikri erdemler ve ahlaki erdemler olmak üzere iki ana guruba ayırmıştır. Hikmet, akıl, basiret, zekâ ve sağlıklı düşünme gibi nefsin zihni kapasitesine ait meziyetleri fikri erdemler; iffet, şecaat, cömertlik ve adalet gibi nefsin eğilimlerine ilişkin meziyetleri de ahlaki erdemler olarak ifade etmiştir. (Çağrıcı, 1989: 86-87) İbn Miskeveyh (ö. 421/1030), faziletleri nefsin üç gücüyle ilişkilendirmekte ve dört temel fazilet kabul etmektedir: “hikmet, şecaat, iffet ve adalet”. Dört temel erdem kabul etmeye ve bu erdemleri nefsin üç kuvvetiyle (el-kuvvetü’n-nâtıka, elkuvvetü’l-gadabiyye, el-kuvvetü’ş-şeheviyye) ilişkilendirmeye varıncaya kadar birçok noktada Antik Yunan filozofları Platon ile Aristoteles’ten etkilenmişlerdir. İslam filozofları erdemleri, nefsin natıka, şehevî ve gadabî kuvvetleriyle ilişkilendirmişlerdir. “Düşünen nefsin davranışı ılımlı olup özünün sınırları dışına çıkmadığı … zaman, hikmetle birlikte bilgi fazileti onda doğar. Behimi nefsin davranışı ılımlı olup düşünen nefse boyun eğdiği, onun buyruklarına karşı gelmediği zaman, onda iffet fazileti ve ardında da cömertlik fazileti meydana gelir. Öfke gücüyle ilgili nefsin davranışı ölçülü ve ılımlı olup, o düşünen nefsin buyruklarına boyun eğerse, onda yumuşaklık fazileti ve bunun ardından da yiğitlik fazileti ortaya çıkar. Sonra bu üç faziletten ölçülülükleri, ılımlılıkları ve birbirleriyle olan dengeli ilişkileri dolayısıyla mükemmellik ve bütünlük fazileti meydana gelir. İşte bu da adalet faziletidir. Bu sebeple filozoflar faziletlerin dört olduğunda birleşmişlerdir. Bunlar da, hikmet, iffet, şecaat ve adalettir.”(İbn Miskeveyh, 1983: 23-24.) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam Ahlakında Temel Erdemler Gazali de insandaki bilgi gücü, öfke gücü ve arzu gücü şeklindeki üç kuvvetten “hikmet”, “şecaat” ve “iffet” şeklindeki üç erdemin, onların ahenginden de “adalet” diye dördüncü bir erdemin ortaya çıktığını belirtmektedir. Nasîruddin et-Tusî ise Ahlak-ı Nâsırî isimli eserinde nefsin düşünme kuvveti, gazabi kuvveti ve şehvani kuvvetlerine karşılık olarak “hikmet”, “yiğitlik” ve “iffet” erdemlerinin meydana geldiğini, bu erdemlerin kendi aralarında uyumlu olmasından da dördüncü bir erdem olarak “adalet” erdeminin ortaya çıktığını belirtmektedir. (Tûsî, 2007: 89-90.) Acaba gerçekten İslam ahlakında temel erdemler, Antik Yunan filozofları Platon ve Aristoteles tarafından geliştirilmiş ve İslam filozofları tarafından da benimsenmiş olan “hikmet, şecaat/yiğitlik, iffet ve adalet” erdemleri midir? Bu erdemler ne kadar İslamidirler? Söz konusu erdemler, sade, sistemli ve hatırda tutulması kolay olmalarına ve bir de, İslam’da imanın şartının altı, İslam’ın şartının beş olduğu dikkate alındığında dört temel erdem kabul etmenin İslam dininin birbirleriyle irtibatlı bölümleri olan iman-ibadet-ahlak şeklindeki sıralamaya sayısal açıdan uygun ve uyumlu olmasına rağmen İslam ahlakının, olmazsa olmaz erdemleri olarak sunulabilecek İslami erdemler değillerdir. İslam’a özgü ayırt edici erdemler olarak kabul edilebilemezler. Farklı coğrafyalarda yaşayan birbirinden farklı uygarlık ve dinler için de geçerli sayılabilecek derecede, tarihsel, toplumsal ve kültürel etkilerden bağımsız aşkın bir tablo değillerdir. Bu erdemler, hem sayısal açıdan, hem de içerik olarak İslam düşünce ve ahlakı ile uygunlukları sorgulanmaksızın Antik Yunan filozofu Platon’un, daha sonraları kendisinin bile vazgeçmiş olduğu üçlü ütopik toplum/devlet görüşüne dayanan üçlü nefs teorisinden alınmışlar, ondan hareketle oluşturulmuşlardır. Ayrıca onlar çok çeşitli erdemler arasından seçilerek alınmış erdemler de değillerdir. Dolayısıyla da felsefi ahlak anlayışında ortaya konmuş olan dört temel erdemin temeli İslami olmadığı gibi, evrensel denilebilecek genel insan doğası ve fıtratı üzerine yapılmış bir bilimsel araştırma ve felsefi düşünce de değillerdir. İslam filozofları tarafından kabul edilmiş olmalarına rağmen, İslam ahlakının temel erdemleri olarak kabul edilemezler (Yaran, 2005: 83-85, 94; 2011: 37-41). Ders anlatım videosunu izleyiniz Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, tarihi süreç içerisinde İslam dünyasında ortaya çıkmış olan geleneksel, tasavvufi ve felsefi ahlak anlayışlarının her üçü de “İslam ahlakında temel erdemler nelerdir?” sorusuna, imanın şartı ve İslam’ın şartı örneklerinde olduğu gibi, sade, sistematik, bütün Müslümanların ortak olarak kabul edebilecekleri derecede kapsayıcı ve İslam’ın ana kaynaklarından hareketle oluşturulmuş bir cevap vermemişler veya verememişlerdir. Dolayısıyla da İslam Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İslam Ahlakında Temel Erdemler ahlakında temel erdemlerin neler olduğunun belirlenmesi hâlâ bir problem olarak önümüzde durmaktadır. TEMEL ERDEMLERİN BELİRLENMESİNİN YOLLARI Macit Fahri, İslam Ahlak Teorileri isimli eserinde şöyle söylemektedir: “Müslüman’ın ahlaki, dinî ve sosyal hayatının merkezinde yer alan Kur’an, her ne kadar İslami prensiplerin tümünü içerse de tam anlamıyla bir ahlak teorisi sunmaz. Dolayısıyla bu prensiplerin nasıl açığa çıkarılması gerektiği İslam ahlak araştırmacıları için bir önem arz eder.” Aynı şekilde, “okuyucu sahih hadis kitaplarında yeterli ve sistematik bir adalet ve ahlaki sorumluluk teorisinin açıkça ortaya konduğu varsayımına kapılmamalıdır.” (Fahri, 2004: 17) Dolayısıyla da birtakım metotlar geliştirilerek İslam ahlakında temel erdemlerin neler olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Erdemlerin nasıl belirleneceği noktasında net bir metot ortaya konduğunda işin önemli bir kısmı halledilmiş olacaktır. İslam ahlakındaki temel erdemlerin belirlenmesi noktasında özellikle iki yol dikkat çekmektedir: Kur’an-ı Kerim’de yer alan erdemlerin sayısal çokluğunu dikkate almak ve oradan hareketle bir belirlenimde bulunmak. Kur’an’daki doğrudan erdemlerle ilgili bir veya birkaç ayetten hareket ederek belirlenimde bulunmak. Her iki yolun da olumlu veya olumsuz sonuçlar ortaya çıkaracağı kesindir. Bu yollardan biriyle veya her ikisiyle temel ahlaki erdemleri belirlerken dikkate alınması ve göz önünde bulundurulması gereken birtakım kriterler vardır. Bu kriterler nelerdir? Bu noktada özellikle üç önemli husus ön plana çıkmaktadır: Kur’an-ı Kerim’de en fazla sabır, doğruluk, affedicilik ve yardımseverlik erdemleri yer almaktadır. Belirlenecek olan erdemler sahih hadisler ve İslam ahlak geleneği ile birlikte esas itibariyle Kur’an-ı Kerim’den hareketle belirlenmelidirler. İlk kaynak ve hareket noktası İslam dininin temel kaynağı olan Kur’an olmalıdır. Kültürel ve mezhepsel farklılıklara takılmadan önerilebilecek şekilde “kapsayıcı” olmalıdırlar. bütün Müslümanlara Eğitimsel kolaylık sağlaması açısından - imanın ve İslam’ın şartında olduğu gibi“sade” olmalıdırlar (Yaran, 2005: 109). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İslam Ahlakında Temel Erdemler Kur’an-ı Kerim’de zikredilen erdemlerin sayısal çokluğu noktasında Kur’an Mealleri arasında farklılıklar vardır. Birinin verdiği sayı diğerini tutmamaktadır. Bunun için biz de, Elmalı Hamdi Yazır, Hasan Basri Çantay, Ömer Özsoy ve İlhami Güler, Yaşar Nuri Öztürk, A. Fikri Yavuz, Hüseyin Atay, Ahmet Davutoğlu, Ali Özek, İsmail Mutlu ve Nevzat Yüksel’in Kur’an-ı Kerim Meali gibi on tane Kur’an-ı Kerim Mealinde yer alan erdemlerin rakamsal ortalamasın almayı tercih ettik. Ancak bu noktada takva, tevekkül, şükür gibi bireyin Allah ile ilişkisiyle ilgili olan ve bu ilişkiden ortaya çıkan erdemlerden ziyade insanlar arası ilişkilerle ilgili olan ve toplumsal ilişkilerde ortaya çıkması arzulanan erdemleri dikkate aldık. Buna göre Kur’an-ı Kerim’de en fazla yer alan on temel erdem şunlardan oluşmaktadır: Sabır, doğruluk/dürüstlük, affedicilik, yardımseverlik, iyilikseverlik, ahde vefa, adalet, barışseverlik, basiret ve iffet (Yaran, 2005: 111-113). Bu erdemleri dört sayısıyla sınırlandırarak dört temel erdem şeklinde ifade edecek olursak, İslam ahlakında temel erdemler; sabır, doğruluk/dürüstlük, affedicilik ve yardımseverlik olmaktadır. Daha önce belirtmiş olduğumuz üzere İslam ahlakındaki temel erdemleri belirlemenin yollarından birisi de Kur’an-ı Kerim’deki ahlakla ilgili ayetlerin herhangi birinden veya bir kaçından hareket etmektir. İstatistiki ortalamalar önemli olmakla birlikte, İslami ilkelerin belirlenmesinde sayısal vurgunun belirleyici bir kriter olmamasından ve bir de iman ve ibadet esaslarının Kur’an-ı Kerim’de çok fazla yer almalarına göre değil de bir veya birkaç ayetten hareketle belirlenmiş olmalarından dolayı, İslam ahlakında temel erdemlerin neler olduğunu ahlakla ilgili ayetlerden hareketle belirlemenin daha doğru olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada özellikle Leyl Suresi’nin 4-10, Bakara Suresi’nin 177, Asr Suresi 1-3, Maide Suresi’nin 54-56, Mücadele Suresi’nin 26 ve Nahl Suresi’nin 90. ayetleri ileri sürülmektedir. Ömer Nasuhi Bilmen, bütün faziletlerin “hikmet, adalet, semahat ve taharet” şeklindeki dört temel faziletten kaynaklandığını belirttikten sonra Kur’an-ı Kerim’deki Nahl Suresi’nin 90. ayetinin bu faziletleri içerdiğini ifade etmektedir: “Bütün faziletlerin menbaı, hikmet, adalet, semahat, taharetten ibarettir. Bu dört fazilete “fezaili asliye” denir. Nahl Suresi 90. ayeti kerimesi bu dört fazileti camidir. Şöyle ki; Bu ayeti celilede emir buyurulan adil ve ihsân, adalet ve semahat faziletinden ibarettir. Fahşadan, bağiyden nehi de; iffet ve taharet faziletini muntazammındır. Tezekkür ve tenessuh gayesi de hikmet ve marifet faziletini natıkdır. Ne beliğ, ne mu’ciz bir beyanı kur’ani.” (Bilmen, 1964: 29) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam Ahlakında Temel Erdemler Cafer Sadık Yaran da, müstakil bir şekilde sadece ahlaki erdem ve erdemsizliklerden bahsetmesi, ifade ettiği erdem ve erdemsizliklerin kuşatıcı, sade ve genel geçer olması ve bir de Halife Ömer b. Abdülaziz (ö. 101) döneminden itibaren cuma günü hutbelerde özellikle okunuyor olması gibi nedenlerden dolayı, aynen Bilmen gibi, İslam ahlakında temel erdemlerin Nahl Suresi’nin 90. ayetinden hareketle belirlenebileceğini ifade etmektedir (Yaran, 2011: 47). Bu ayette Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasaklar. Tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl/16:90) Görüldüğü üzere ayette, adalet, iyilik yapmak ve yakınlara bakmak gibi üç erdem; hayâsızlık, kötülük yapmamak ve haddi aşmak gibi üç de erdemsizlik yer almaktadır. Erdem ve erdemsizlikler son derece açık, sade, kapsayıcı ve sistematiktir. Yaran, altı olan bu ilkeden; “iyilik yapmak” ve “kötülük yapmamak” şeklindeki ilkeleri, ahlakın en temel ve en genel iki kavramı olmaları dolayısıyla diğerleri ile birlikte dikkate almakta; “hayâsızlık” ve “haddi aşma” erdemsizliklerini de karşıtları olan erdemlerle ifade etmek suretiyle İslam ahlakının dört temel erdemini şu şekilde belirlemektedir: “Adalet”, “yakınlara bakmak”, “haya” ve “haddini bilme”. Daha sonra bu erdemleri, çeviri farklılıklarını dikkate almak ve okuyuculara serbest bir yorum yapma imkânı vermek için Müslümanların anlayabilecekleri bir şekilde son derece sade bir dille şu şekilde ifade etmektedir: “Adalet”, “muavenet/yardımseverlik/yakınlara bakma”, “iffet/hayâsızlık”, “merhamet/haddi aşma”. Bu noktada şunu da ifade etmeliyim ki, İslam ahlakındaki erdemler sadece bu dört erdemden ibaret değildir. Bunların dışında başka erdemler de vardır. Ancak ifade etmiş olduğumuz bu dört erdem İslam ahlakının “temel” veya “asli” erdemleridir (Yaran, 2005: 119-120; 2011, 47-48). TEMEL ERDEMLER Adalet İslam ahlakında temel erdemler; adalet, yardımseverlik, iffet ve merhamettir. “Adalet” kelimesi sözlüklerde, davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, herkese verilmesi lazım olanı vermek, eşit olmak, eşit kılmak gibi anlamlara gelmektedir. Kur’an-ı Kerim ve Hadislerde ise “adalet” kelimesi, genellikle düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam Ahlakında Temel Erdemler izleme, takvaya yönelme ve tarafsızlık gibi anlamlarda kullanılmıştır (Çağrıcı, 1988: 341-343). “Adalet” kavramı, en geniş anlamıyla, hak sahibine hakkını tam olarak vermektir. Ferdî ve sosyal yapıda dirlik ve düzeni, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlaki bir erdemdir. Yetki sahibinin elinden geldiğince adaletle davranmasının ve hak sahibine hakkını tam olarak vermesinin kötülükleri önleyeceği, huzurlu ve güvenli bir ortamın oluşmasına katkıda bulunacağı apaçık ortadadır. Kur’an-ı Kerim’e göre “adalet” erdeminin ölçüsü veya dayanağı hakkaniyettir. Hidayete hak sayesinde ulaşılacabileceği gibi adalet de hakka uymakla sağlanır. “Musa kavminden bir topluluk da var ki Hakk’a götürürler ve onunla adalet yaparlar.” (A’raf/ 7:159) “Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet var ki Hakk’a iletirler ve hak ile adalet yaparlar.” (A’raf/ 7:181) Adalet, hak sahibine hakkını tam olarak vermektir. Düşünce tarihine baktığımızda adaletin bütün dinler ve ahlak filozofları tarafından temel erdemlerin başında sayılmış olduğunu görmekteyiz. İslam düşünürleri, adaleti öteki temel erdemlerin uyumlu bir sonucu olarak kabul etmişlerdir. Platon’dan itibaren devam eden ve İslam ahlakçıları tarafından bazı değişikliklerle benimsenen görüşe göre, insan nefsinin düşünme/bilgi, öfke ve şehvet gücü şeklindeki üç temel gücünden hikmet, şecaat ve iffet diye üç fazilet doğar. Bu üç faziletin gerçekleşmesiyle de hepsini içine alan dördüncü bir fazilet ortaya çıkar ki, bu “adalet”tir. İslam ahlak literatüründe, ilk üç faziletten her biri zaman zaman farklı terimlerle ifade edildiği hâlde, dördüncü fazilet daima adalet olarak isimlendirilmiştir. İslam düşünce tarihinde ahlak düşünürü olarak bilinen İbn Miskeveyh, Tehzibü’l-ahlak isimli eserinde nefsin üç gücüne karşılık gelen üç erdemi belirttikten sonra şöyle söylemektedir: “Sonra bu üç faziletten ölçülülükleri, ılımlılıkları ve birbirleriyle olan dengeli ilişkileri dolayısıyla mükemmellik ve bütünlük fazileti meydana gelir. İşte bu da adalet faziletidir.” (İbn Miskeveyh, 1983: 23) İbn Miskeveyh’e göre gerçekten adaletli kişi, ahlaki güçlerini, davranışlarını ve diğer bütün durumlarını dengede tutan ve her durumda başka bir amaç Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam Ahlakında Temel Erdemler gütmeksizin, yalnızca ve doğrudan doğruya “adalet” erdemini amaçlayan kişidir. “Adalet” bütün aşırılıkların ortası ve bütün erdemlerin en tam olana ve adeta odak noktasıdır. Gazali de, İhyâ isimli eserinde, aynen İbn Miskeveyh gibi, nefsin üç gücünden “hikmet”, “şecaat” ve “iffet” şeklindeki üç erdemin ortaya çıktığını, onların kendi aralarındaki ahenk dolayısıyla da dördüncü bir erdem olan “adalet”in meydana geldiğini belirtmektedir (Gazali, 1985: III, 47 ). “Adalet” erdeminin kapsamına giren birçok alt erdem vardır ve bunlar değişik isimler altında ifade edilmiştir: Doğruluk, vefa, ülfet, yakınlarla ilişkiyi sürdürmek, ödüllendirme, iyi muamele, bir şeyi güzelce yerine getirmek, dindarlık, kin gütmemek, kötülüğe iyilikle karşılık vermek, lütufkâr olmak, itidal, ölçülülük, ılımlılık, dengelilik, orta yolda olmak, hakkaniyet, emanete riayet, sözünde durmak, hükümlerde ihtiyatlılık ve tarafsızlık, şahitlikte gerçeği söylemek, güvenilirlik, kararlılık, cesaretlilik, şefkat (İbn Miskeveyh, 1983: 29-30; Yaran, 2005: 122-124). Muavenet / Yardımseverlik “Muavenet” veya “yardımseverlik”, başkalarının yardımına muhtaç olan insanlar için sahip olunması gereken toplumsal erdemlerden biridir. Yardımseverlikten maksat, sadece ekonomik ve parasal açıdan yardım etmek değildir. Yardım akla gelebilecek her konuda olabileceğinden dolayı yardımseverlik, geniş kapsamlı bir erdemdir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, hem; Kur’an’da somut ve soyut yardımlaşmadan bahsedilmektedir. “Ey inananlar … iyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlaşın”(Mâide/5:2) ayetinde olduğu gibi soyut değerler alanında yardımlaşmadan bahsedilmektedir, hem de; “Sevdiğiniz şeylerden sarf etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz. Her ne sarf ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Âl-i İmrân/3:92) ayetinde olduğu gibi sahip olunan maldan vermek gibi somut yardımlaşmadan bahsedildiğini görmekteyiz. Bu noktada şunu da belirtmeliyim ki, Kur’an somut yardımlaşma alanlarını sadece parasal türden yardımlarla sınırlandırmamıştır, yardım alanını daha geniş kapsamlı tutmuştur. “Yardımseverlik”, mutlak bir güce sahip olmayan ve ne kadar servet veya güç sahibi olursa birgün mutlaka başkalarının yardımına muhtaç olacak insanlar için sahip olunması gereken toplumsal erdemlerin başında gelmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam Ahlakında Temel Erdemler “Yardımseverlik” erdeminin de birçok yan ve alt erdemleri vardır: İyilikseverlik, ihsân, infak, ikram, helal kazanç, hayırda yarış, dostluk, kardeşlik, yakınlarla ilgilenme, iyiliği emr ve kötülükten nehy, birlik ve beraberlik, misafirperverlik, cömertlik ve kanaatkârlık (Yaran, 2005: 124-126; 2011:51-52). İffet / Özdenetim İffet, bedeni hazlara ve nefsanî aşırılıklara ilgi duymaktan kurtarılmış bir ruhi yapıya sahip olmaktır. “İffet” kelimesi sözlüklerde, haramdan uzak durmak, helal ve güzel olmayan söz ve davranışlardan sakınmak, kendimizi zaptetmek, bir şeyi yapmaktan çekinmek, perhiz etmek, mutedil olmak, namuslu olmak, nezih ve temiz olmak, terbiyeli ve lekesiz olmak gibi anlamlara gelmektedir. Ahlak felsefesi eserlerinde ise “iffet”, yeme içme ve cinsi arzu konusunda ölçülü olmak, bedeni hazlara ve nefsani aşırılıklara ilgi duymaktan kurtarılmış bir ruhi yapıya sahip olmak, aşırı istekleri bastırıp dinin ve aklın buyruğu altına sokmak suretiyle kazanılan bir erdem olarak tanımlanmıştır. Ayrıca insanın elini, dilini, gözünü, kulağını ve genel olarak bütün bedenini ahlaka aykırı davranışlardan uzak tutması da “iffet” olarak ifade edilmektedir (Yaran, 2005: s. 126; 2011, 53). Böyle olmasına rağmen “iffet” erdemi, hem düşünce tarihinde, hem de günümüzde şehvet duygusuyla, namusla ve cinsel konularla ilgili bir erdem olarak ele alınmıştır. İbn Miskeveyh “iffet”in şehvet duygusuyla ilgili bir fazilet olduğunu ve şehevi arzuları akla göre yönetmemek dolayısıyla ortaya çıktığını belirtmektedir. Bu yönetim ve denetimi yapabilme gücü ve erdemine sahip olan insan, tutkularına boyun eğmekten kurtulur, şehvetinin kölesi olmaz ve şehvet arzusu ve şehvet pazarlayıcıları karşısında özgür olur (İbn Miskeveyh, 1983: 25). Gazali de, aynen İbn Miskeveyh gibi, “iffet”i dört temel erdemden birisi olarak kabul etmekte, şehevi arzularla ilişkilendirmekte ve arzuların baskısına dayanma noktasında gösterilen ruhi sabır olarak tarif etmektedir (Gazali, 1985: III, 54-55, 79-107, 284). Bütün bunlara rağmen “iffet” erdeminin sadece cinsel konularla sınırlı bir erdem olmadığı da bilinmelidir. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’de, “iffet” kelimesi yer almamasına rağmen aynı kökten türemiş olan isim ve fiillerin dört ayette yer aldığını ve “iffet” erdeminin sadece cinsel konularla sınırlandırılmamış olduğunu görmekteyiz. Söz konusu ayetlerden iki tanesi (Bakara, 273, Nisa, 6) mal, mülk ve yeme içme konularında ölçülü ve kanaatkâr olmayı, diğer ikisi de (Nur, 33,60) cinsel istekler noktasında ölçülü olmayı ifade etmektedir. Kur’an’da, “kimsesiz olan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İslam Ahlakında Temel Erdemler çocuğun malından yememek” de “iffet olarak ifade edilmiştir (Nisa 4/6). (Çağrıcı, 2000: XXI, 506-507) Hadislerde ise, hem iffet kelimesi, hem de aynı kökten başka kelimeler geçmektedir. Örneğin, şeklinde dua eden Hz. Peygamber, Bakara suresinin 273. ayetini delil göstererek yardıma en layık olan kimselerin iffetlerini korumaya çalışan yoksullar olduğunu bildirmiştir: “Ya rabbi! Senden hidayet, takva ve iffet diliyorum.” (Ahme b. Hanbel, I,389, 439) Diğer bir hadiste ise şöyle buyurmuştur: “Allah yoksul olmasına rağmen iffetini korumaya çalışan mümin kulunu sever.” (İbn Mâce, Zühd: 5) İslam düşünürlerinden Fârâbi’ye göre iffetli kişi, yeme, içme ve cinsel konularda yasanın gerektirdiği kadarıyla yetinip bundan fazlasına istek duymazken nefsine baskı yapan kimse, uygulamada yasanın gerektirdiğiyle yetinmekle birlikte içinde daima daha fazlasına istek duyar. İslam ahlakçıları, insanın aşırı zevklerden uzak durmasının iffet ve erdem sayılabilmesi için bu tutumun bizzat kendi bilinçli tercihine dayanması ve güçlü bir iradi çaba ile gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtmektedirler. Psikolojik veya bedensel bir zafiyetten, acizlik, korkaklık ve bilgisizlikten yahut başka bir engelden dolayı zevklerini terk eden kişi erdemli sayılmaz. Aynı şekilde ileride daha fazlasını elde etmek için mevcut bir zevkten feragak etmek de erdem sayılmaz. İslam düşünürleri, aynen diğer erdemler gibi, “iffet” erdeminin de öncelikle ruhi bir meleke hâline getirilmesi gerektiğini kabul ettikleri için insanın yeme, içme, cinsi arzularını disiplin altına alarak ruhunu bu yönde terbiye etmesinin zorunluluğu üzerinde önemle durmuşlardır. Örneğin Gazali, İhyâ’u Ulûmi’d-din isimli eserinin 40 ana konusundan birini insanın manevi ve ahlaki hayatını yıkıma götüren tehlikelerin en büyüğü olarak gördüğü “mide şehveti” ile “cinsi şehvet”e ayırmıştır. Rağıp el-Isfahânî’de “iffet” erdemini, kanaat, züht, gönül zenginliği, cömertlik gibi erdemlerin esası olarak görür ve iffetten yoksun olmanın bütün güzelliklerden mahrum kalmak demek olduğunu belirtir. Ahlak kitaplarında iffetin bir tür özgürlük kaynağı olduğu belirtilmektedir. Çünkü özgür olmak isteyen kişinin öncelikle tutkularının baskısından kurtulması gerekir. Rağıb el-İsfehânî, en alçaltıcı köleliğin şehvet köleliği olduğunu; İbn Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam Ahlakında Temel Erdemler Miskeveyh ise, iffet erdemini kazanmış kişinin tutkularına kul olmaktan kurtulup özgürleşeceğini belirtmektedir. Ahlak kitaplarında “iffet” erdeminin kapsamına giren birçok başka erdem vardır: Utanma/hayâ, sükûnet, hür olma, yumuşak huyluluk, müsamaha, sabır, cömertlik, işleri güzellikle ölçüp tartma, güler yüzlü ve tatlı dilli olma, kolaylaştırıcı olma, düzenlilik, güzel görünüş, kanaat, ağırbaşlılık, kötülüklerden sakınma, günahtan çekinme, kibarlık ve nezaket (İbn Miskeveyh, 1983: 26-27; Çağrıcı, 2000: XXI, 506-507; Yaran, 2005: 128). Merhamet Merhamet, acıma duygusunun etkisiyle yapılan iyilik ve lütuftur. “Merhamet” kelimesi sözlüklerde, acımak, şefkat göstermek, acıma duygusunun etkisiyle yapılan iyilik ve lütuf gibi anlamlara gelmektedir. Hem Allah’ın bütün yaratılmışlara yönelik lütuf ve ihsânını, hem de insanları hemcinslerinin ve diğer varlıklarının sıkıntıları karşısında duyarlı olmaya ve yardım etmeye sevk eden acıma duygusunu ifade etmektedir. Kaynaklarda “merhamet/rahmet” kavramına insanlara nispet edildiğinde duygusal bir anlam yüklenirken Allah’a nispet edildiğinde O’nun fiilî sıfatı olarak kabul edilmesi, dolayısıyla Allah hakkında duygusal manada değil O’nun yarattıklarına in’am ve ihsânı, af ve mağfireti olarak anlaşılması gerektiğine dikkat çekilmekte, buna gerekçe olarak da duyguların değişkenliği ve bu yönüyle beşerî birer kusur sayılması gösterilmektedir. Esasında “şefkat” ve “merhamet” gibi duygular Allah’ın insanların içine koyduğu birer iyilik aracı olup asıl amaç muhtaç ve çaresizlere yardım edip sıkıntılarını gidermektir. Bu açıdan bakıldığında bir kimseye acıyan kişi, eğer bu acımanın verdiği elemden kendisini kurtarmak ve rahatlamak için ona yardım ederse merhamette kemâle ulaşmış sayılmaz. Çünkü merhamette kemâl, kişinin kendisini değil, muhtaç ve çaresiz olanı rahata kavuşturmayı amaçlamasıdır. Görüldüğü üzere hemen hemen bütün tariflerinde acıma, yufka yüreklilik, ilgi ve şefkat, elem duyma gibi kavramlarla psikolojik yönüne vurgu yapılan “merhamet” insanlar arasındaki duygu birliğinin, dayanışma ve paylaşmanın başta gelen amillerinden birisidir. İslami kaynaklarda “merhamet” kavramı genellikle “rahmet” kelimesiyle ifade edilmektedir. Ancak Türkçede “merhamet” kelimesi hem Allah’a, hem de insanlara nispet edilirken “rahmet” sıfatı sadece Allah’a nispet edilmektedir. Kaynaklarda Allah’ın rahman ve rahim isimleri açıklanırken evrendeki bütün oluşlar gibi insanlardaki merhamet duygusununda Allah’ın insanlığa lütfu olduğu belirtilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İslam Ahlakında Temel Erdemler Kur’an-ı Kerim’de “merhamet” kelimesi bir ayette geçerken (Beled/90:17) “rahmet” kelimesi 117 farklı ayette geçmektedir. Ayrıca 260 ayette de Allah’ın rahman ve rahîm isimleriyle aynı kökten gelen çeşitli fiil ve isimler yer almaktadır. Bazı ayetlerde (Tevbe/9:128; Feth/48:29; Hadîd/57:27; İsrâ/17:24) merhamet kavramı insanlar arasındaki acıma duygusunu ve bu duygudan kaynaklanan iyiliği ifade etmektedir. Hadislerde de rahmet ve merhamet hem Allah’ın kullarına lütuf ve ihsânı, hem de insanların birbirlerine ve diğer canlılara karşı şefkat, ilgi ve yardımları için kullanılmaktadır. Gazali bir kimseye gerçek anlamda merhametli denilebilmesi, dolayısıyla acıma duygusunun ahlaki bir değer taşıması için onun acıdığı kişinin ihtiyacını gücü ölçüsünde karşılaması, bunu da hür iradesiyle yapması gerektiğini belirtmektedir. Diğer erdemlerde olduğu gibi “merhamet” erdemiyle ilgili de birçok yan ve alt erdem vardır: Affedicilik, sevgi, şefkat, sabır, sebat, tevazu, insaf, barışseverlik, yumuşak huyluluk, öfkeye hâkimiyet ve hoşgörü (Çağrıcı, 2004: XXIX, 184-185; Yaran, 2005: 131). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Özet İslam Ahlakında Temel Erdemler •İslam dünyasında, Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan fikri ve sosyal sebepler dolayısıyla geleneksel ahlak anlayışı, tasavvufi ahlak anlayışı ve felsefi ahlak anlayışı olmak üzere üç farklı ahlak anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu ahlak anlayışları “İslam ahlakında temel erdemler nelerdir?” sorusuna, imanın şartı ve İslam’ın şartı örneklerinde olduğu gibi, sade, sistematik, bütün Müslümanların ortak olarak kabul edebilecekleri derecede kapsayıcı ve İslam’ın ana kaynaklarından hareketle oluşturulmuş bir cevap vermemişlerdir. •İslam ahlakındaki temel erdemlerin belirlenmesi noktasında özellikle iki yol dikkat çekmektedir. Birincisi, Kur’an-ı Kerim’de yer alan erdemlerin sayısal çokluğundan hareketle bir belirlenimde bulunmak. İkincisi ise, Kur’an’daki doğrudan erdemlerle ilgili bir veya birkaç ayetten hareket ederek belirlenimde bulunmak. •Bu yollardan herhangi biriyle veya ikisiyle birlikte temel ahlaki erdemleri belirlerken; sahih hadisler ve İslam ahlak geleneği ile birlikte esas itibariyle Kur’an-ı Kerim’den hareket etmek; kültürel ve mezhepsel farklılıklara takılmadan bütün Müslümanlara önerilebilecek şekilde “kapsayıcı” olmak ve bir de imanın ve İslam’ın şartında olduğu gibi “sade” olmak gibi bir takım kriterlere dikkat edilmelidir. •İslami ilkelerin belirlenmesinde sayısal vurgunun belirleyici bir kriter olmamasından ve bir de iman ve ibadet esaslarının Kur’an-ı Kerim’de çok fazla yer almalarına göre değil de bir veya birkaç ayetten hareketle belirlenmiş olmalarından dolayı, İslam ahlakında temel erdemlerin neler olduğunu ahlakla ilgili ayetlerden hareketle belirlenmelidir. Cuma günü hutbede okunan Nahl Suresi’nin 90. ayetinden hareketle İslam ahlakındaki dört temel erdemi; adalet, muavenet/yardımseverlik/yakınlara bakma, iffet/hayâsızlık ve merhamet/haddi aşma şeklinde ifade edebiliriz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Ödev İslam Ahlakında Temel Erdemler • Erdemler arasında en önemli bulduğunuz bir erdemi, başkalarına da sevdirecek şekilde, ayetler ve hadislerden de yararlanarak kısa bir kompozisyon metni hâlinde yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi İslâm ahlakında temel erdemlerin belirlenmesinin faydalarından değildir? a) Ahlaki eğitim-öğretim ve yaşamı kolaylaştırması b) Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin artması c) Ahlaklı yaşamı kolaylaştırması d) İslâm ahlakının diğer ahlak anlayışlarından üstün olduğunun ortaya konması 2. Kur’an ve Sünneti ahlakın asli ve mutlak kaynağı olarak kabul etmekle birlikte Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi’nden de etkilenmiş olan ahlak anlayışı aşağıdakilerden hangisidir? a) Tasavvufi ahlak b) Felsefi ahlak c) Geleneksel ahlak d) Kelami ahlak 3. “Feragat ahlakı” olarak isimlendirilen ahlak anlayışı aşağıdakilerden hangisidir? a) Dinî ahlak b) Felsefi ahlak c) Geleneksel ahlak d) Tasavvufi ahlak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İslam Ahlakında Temel Erdemler 4. Aşağıdakilerden hangisi Kur’an-ı Kerim’de en fazla yer alan dört temel erdemden biri değildir? a) Sabır b) Doğruluk c) Affedicilik d) Hikmet 5. Bedeni hazlara ve nefsani aşırılıklara ilgi duymaktan kurtarılmış bir ruhi yapıya sahip olmak anlamına gelen erdem hangisidir? a) Şecaat b) İffet c) Merhamet d) Adalet Cevap Anahtarı 1.d 2.c 3.d 4.d 5.b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 İslam Ahlakında Temel Erdemler YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akseki, Ahmet Hamdi. (1991). Ahlak ilmi ve İslâm Ahlakı: Ahlak Dersleri, sad. Ali Arslan Aydın, Ankara, Nur Yayınları. Aristoteles, (1951). The Nicomachean Ethics, A Commentary by th Late H. H. Joachim, Oxford. Aydın, Mehmet. (1989). “Ahlak-İslâm Felsefesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, II. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1964). Yüksek İslâm Ahlakı, İstanbul, Bilmen Yayınevi. Cara de Vaux. (1997). “Ahlak”, md., İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, I. Çağrıcı, Mustafa. (1982). Gazali’ye Göre İslâm Ahlakı, İstanbul, Ensar Neşriyat. Çağrıcı, Mustafa. (1988). “Adalet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, I. Çağrıcı, Mustafa. (1989). “Ahlak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, II. Çağrıcı, Mustafa. (1989). İslâm Düşüncesinde Ahlak, İstanbul, İFAV. Çağrıcı, Mustafa. (1991). Anahatlarıyla İslâm Ahlakı, , İstanbul, Ensar Neşriyat. Çağrıcı, Mustafa. (2000). “İffet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, XXI. Çağrıcı, Mustafa. (2004). “Merhamet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, XXIX Draz, M. A. (1993). Kur’an Ahlakı, Çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, , İstanbul, İz Yayıncılık. el-Muhâsibî. (1998). er-Ri’aye, çev. Şahin Filiz, , İstanbul, İnsan Yayınları. Erdem, Hüsameddin. (1996). Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Konya, Sebat Ofset Matbaacılık. Et-Tusî, Nasîruddin. (2007). Ahlak-ı Nâsırî, çev. Anar Gafarov, Zaur Şükürov, İstanbul, Litera Yayıncılık. Fahri, Macid. (2004). İslâm Ahlak Teorileri, Çev. Muammer İskenderoğlu, Atilla Arıkan, , İstanbul, Litera Yayıncılık. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 İslam Ahlakında Temel Erdemler Gazali, (1985). İhyâu ulûmi’d-dîn, çev. Ahmet Serdaroğlu, İstanbul, Bedir Yayınevi. Gazali, (1999). Kûtü’l-Kulûb/Kalplerin Azığı, çev. Muharrem Tan, İstanbul, İz Yayıncılık, I-IV. Gazali, (ts). Mîzânü’l-amel, Kahire, Mektebetü’l-Cündi. İbn Miskeveyh, (1983). Ahlakı Olgunlaştırma, çev. A. Şener, C. Tunç, İ Kayaoğlu, , Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları. Kandemir, Yaşar. (1993). Örneklerle İslâm Ahlakı, İstanbul, Nesil Yayınları. Maverdi. (1988). Edeb’üd-Dünya ve’d-Din: Beyrut, Daru’l-haya’ul-ulum. Mekkî, Ebû Tâlib, (2003), Kûtu’l-kulûb/Kalplerin Azığı, Çev. Dilaver Selvi, İstanbul, Semerkand Yayınları. Pazarlı, Osman. (1980). İslâm’da Ahlak, İstanbul, Remzi Kitabevi. Platon. (1985). Devlet, Çev. Sabahattin Eyüboğlu, M. A. Cimcoz, İstanbul, Remzi Kitabevi, , IV. Sunar, Cavit. (1980). İbn Miskeveyh ve Yunan’da ve İslâm’da Ahlak Görüşleri, Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Tusî, Nasîruddin. (2007), Ahlak-ı Nâsırî, çev. Anar Gafarov, Zaur Şükürov, Litera Yayıncılık, İstanbul 2007. Yaran, Cafer Sadık. (2005). İslâm’da Ahlak’ın Şartı Kaç, İstanbul. Elif Yayınları. Yaran, Cafer Sadık. (2011). İslâm Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul. Değerler Eğitim Merkezi Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 HEDEFLER İÇİNDEKİLER İSLAM AHLAKINDA TEMEL ERDEMSİZLİKLER • • • • • • • • • • • Temel Erdemsizlikler Allah' a Ortak Koşmak Zulüm Fenalık ve Taşkınlık Emanete Hıyanet Etmek Aldatma ve Yalan İsraf ve Cimrilik İftira ve Gıybet Kibir ve Haset Nifak ve Fitne Alay ve Hakaret • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • İslam ahlakındaki temel erdemsizliklerin neler olduğunu öğrenebilecek • Temel erdemsizliklerden kaçınmanın önemini kavrayabilecek • Temel erdemsizliklerin birey ve toplum hayatında ortaya çıkardığı problemleri anlayabileceksiniz. İSLAM AHLAK ESASLARI ÜNİTE 8 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler GİRİŞ İslam dini, insanların dünyada mutlu ve sorunsuz yaşayabilmeleri için birtakım kurallar ortaya koymuştur. Bu kuralların dışında hareket etmek, kişinin bireysel ve toplumsal hayatında ciddi problemlere sebebiyet vermektedir. İşte İslam ahlakında hoş görülmeyen bu kural dışı eylemler, erdemsizlikler olarak isimlendirilmiştir. TEMEL ERDEMSİZLİKLER Bireyin mutluluk ve refahını artıran davranışlar, toplumun refah ve mutluluğunu da artıracaktır. İslam dini, birey ve toplum olarak insanların dünya ve ahiret saadetlerini sağlamayı amaç edinmektedir. Bu nedenle İslam toplumu oluşturan bireyler olarak her birimizi, toplumun bir bütün olarak mutluluğunu en üst düzeye çıkaracak davranışlarda bulunmaya davet etmekte, onun refah ve mutluluğunu azaltacak veya tahrip edecek davranışlardan ise sakınmaya çağırmaktadır. Çünkü toplumun mutluluk ve refahını artıran davranışlar neyse, bireyin mutluluk ve refahı da aynı davranışlarla artacaktır. Bunun tersi de aynı oranda geçerlidir. Bu yüzden İslam, bireye ve topluma zarar verecek, onların saadetini bozacak davranışları yasaklamıştır. Bu davranışlar, İslam ahlakında reziletler/erdemsizlikler olarak görülmektedir. Bizim burada, İslam ahlakında erdemsizlik olarak isimlendirilen bütün kötü huyları tek tek ele almamız mümkün değildir. Çünkü İslam ahlakıyla ilgili kitaplara baktığımızda, bunların bir hayli çok olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle konuyu, sınırlandırıp, Kur’an’ın birçok ayetini göz önünde bulundurarak, özellikle de Nahl/16:90’da tavsiye edilen davranışların karşıtlarını ve Peygamber Efendimizin Veda Hutbesi’nde yasaklamış olduğu temel erdemsizlikleri ayrıntılarıyla ele almaya çalışacağız. Bu temel erdemsizlikler; sırasıyla Allah’a ortak koşmak, zulüm, fenalık ve taşkınlık, emanete hıyanet etmek, aldatma ve yalan, israf ve cimrilik, iftira ve gıybet, kibir ve haset, nifak ve fitne, alay ve hakarettir. Şimdi bunları sırasıyla incelemeye çalışalım. Allah’a Ortak Koşmak Riya; gizli bir şirktir Psikoloji bilimi, insanın, kendi yararını düşünen bir varlık olduğunu ortaya koymaktadır. Bu kendi yararını düşünme, insanın çocukluk evresinde daha çok kendini göstermektedir. Örneğin çocuğun, etrafındaki varlıklara kendisini merkeze alarak yaklaştığı bilinen bir gerçektir. Bu yaklaşım sonucunda ortaya çıkan ilgi, çevresindeki varlıkların çocuğun isteklerini karşılaması ve çocuğun da bunlara karşı eğilim ve isteğinin çokluğuyla orantılıdır. Şunu ifade etmek gerekir ki çocuk, buluğ çağına erinceye kadar anne-babasının kendisini dünyaya getirdiklerini, onun için birçok zorluğa katlandıklarını asla takdir edemez. Onda, baba ve annesinin taşıdığı babalık ve annelik bilinci henüz oluşmamıştır. Buluğ çağına erdikten sonra ise, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler babalık ve anneliği takdir ederek sevmeye koyulmaktadır. Artık onun bu sevgisi, kişisel yararla ilgili bir sevgi değildir. Bu kişisel yarar duygusunun, çocukluk safhasından sonraki diğer gelişim merhaleleri içinde ihtiyarlık ya da ihtiyarlık öncesine kadar insana eşlik ettiği belirtilmektedir(el-Behiy,1995: 80-81). Bu durum, ibadet yönünden de kişinin tutum ve davranışlarına yansımaktadır. İnsanın herhangi bir varlığa ibadet etmesi, ona saygı duymasından ve onu, üstün haslet ve özellikleriyle mabud olarak tanıyıp noksanlardan münezzeh kılmasından ileri gelmektedir. Kişisel yarar ve bencillik, hayatının diğer gelişim safhalarında da insana eşlik ettiğine göre; insan, belirli bir varlık üzerinde saygı ve ibadetini toplamakla kalmaz, görüş ve kişisel yararlarına göre birini bırakıp diğerine tapabilir. Örneğin, önceden tapınmaya başladığı, belli varlığın şimdi kendisinin bencil isteklerini karşılayamadığını görünce hemen başka bir varlığa ibadete koyulur. Tapınmaya başladığı yeni varlığın, kişisel ihtiyaçlarını karşılama hususunda güç ve imkân üstünlüğü taşıdığına inanır. İşte şahsi yarar ve bencilliklerin kendisine egemen olduğu kimsenin yaptığı ibadet, değişen ve farklılık taşıyan ibadettir. Böyle bir kimsenin kişisel yararlarını gerçekleştiren mabudları bazen insan, bazen insandan daha aşağı hayvan veya cansız bir varlık olabilmektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki insan, bu varlıklara yaptığı ibadet ve saygıyla bir yarar sağlayamamaktadır. Çünkü şahsi yarar ve bencilliğe sıkı bağlılığı, ona insanüstü başka varlıkları araştırma, saygı gösterme ve ibadet etme imkânı bırakmamaktadır. Şahsi yarar ve bencilliklerini beden, şehvet, yeryüzü nimetleri ve maddî çıkarlarla ilgili doğal istekler oluşturmaktadır. Sanki bir çocuk gibi, anne-babasını kendine ait isteklerini karşıladıkları için sevse de onlardaki babalık ve anneliğin ifade ettiği anlamları düşünememekte, baba ve anne oluşun gerisindeki manayı kavrayamamaktadır. İşte Allah’a ortak koşan insan, kişisel gelişimindeki durumundan dolayı, görünen varlıkların üstünde, kendisini gözlerin göremediği, latif ve habir olan, sıfatları tüm üstün hasletleri taşıyan ve bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah’a ibadet ve ihtirama yönelmeyen kişidir. Bu sıfatlar, ibadet ederek insanca yaşama seviyesine yükselmek ve ahlaki erdemlere sahip olmak isteyen herkesin yaklaşması gereken sıfatlardır (el-Behiy, 1995:82). Görülüyor ki Allah’a ortak koşmak, insanı bencilliğe sürüklemekte ve İslam ahlakındaki temel erdemlerden uzaklaştırmaktadır. Allah’a ortak koşma, ibadeti ve sonsuz saygıyı Allah’ın dışında, O’nun yarattığı varlıklara yöneltmekten ibarettir. İnsanların Allah’a kulluk etmeleri, onur ve şahsiyetlerini kırmak için değil, Allah’ın kendilerini yaratmasına karşılık şükran borçlarını eda etmek içindir. Onurlu ve şerefli hür bir insan, kendisine verilen nimete karşılık veren ve en azından şükran borcunu eda eden insandır. Bu da, ahlak bakımından temel bir erdemdir. İnsan, Allah’ın verdiği nimetlerin karşılığını verebilmesi için, kendisinden sadece Allah’a başkasını ortak etmemek şartıyla kulluk etmesi, O’na bağlanması istenmiştir(Atay, 1994:35). Hz. Peygamber, birçok hadisinde Müslümanlar için en çok korktuğu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler şeyin şirk olduğunu vurgulamaktadır. Bu hadislerden birisinde Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Aziz ve celil olan Allah buyuruyor ki: Kim ki, benim için bir amel yapar da o amele benden başkasını ortak kılarsa, o amelin tümü ortak kıldığı kimsenindir. Ben ondan beriyim ve ortağa ihtiyacım olmamakta tekim” (İbn-i Mâce, Zühd: 4192) Bu hadiste ibadete ortak etmek kesinlikle yasaklanmaktadır. Çünkü bu riyadır. Riya da, gizli bir şirktir. Örneğin, Allah’a, kendisine göre çok yakın ve sevgili sandığı biri vasıtasıyla veya onun yanında ve huzurunda olarak onu aklında tutarak ibadet etmek de, hoş bir davranış değildir. Bunun yanında Allah’tan başka herhangi bir kimseye Allah’a gösterilen saygının benzerini göstermek de şirktir. Nitekim Hz. Ali ‘nin şöyle bir sözü vardır: "Riyakâr insanın iki alameti vardır. O yalnızken amelde gevşektir, insanlar yanında ise faaldir. Bir amelden dolayı övülürse onu yapar, övülmezse yapmaz." Herhangi birinin sözünü Allah’ın sözü gibi tutmak ve O’nun yerine koymak da Allah’a ortak koşmaktır. Bu konuyla ilgili Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Çoğu Allah’a ancak ortak koşarak inanır ve inancına şirk karıştırır da farkında olmaz.” Yûsuf/12:106. “Allah kendisine ortak koşmayı affetmez. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, büyük bir günah ile iftira etmiş olur” Nisâ/4:48. Allah’a ortak koşanın hedefi, sırf bencil kişisel yararlarını gerçekleştirmektir. Artık o kimsenin mabudu tek değildir, birinden diğerine geçebildiği varlıklar kadar çoktur. Allah’a şirk koşan, aynı zamanda insan hayatındaki üstün ahlaki ilkeleri de tanımayandır. Onun Allah’ı inkâr etmesi, bu yüksek erdemleri tanımadığının kanıtıdır. Nasıl ikiyüzlülük ve fırsatçılık için iman etmişse, şimdi de sırf çıkar ve bencilliği yüzünden inanmaktadır. Kendiliğinden inanmamaktadır, çünkü döneklik ve ihanet, onun kötü huyu olmuştur. Kişisel yararını gerçekleştirecek bir yol buldu mu hemen döneklik ve ihanetten birine kayıvermektedir(el-Behiy, 1995: 82-83). Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayet bir temel erdemsizlik olan Allah’a ortak koşmayı şiddetle yasaklamakta ve bunun büyük bir günah olduğunu belirtmektedir. Hz. Peygamber’in birçok hadisinde de bu konu işlenmektedir. Efendimiz, Veda Hutbesi’nde de Allah’a ortak koşmayı dört sakıncalı şeylerden ilki olarak zikretmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler Zulüm Zulüm, toplumdaki dirlik ve düzeni ortadan kaldıran bir eylemdir. Adaletin zıddı olan zulüm, bir şeyi yerli yerine koymamak, hak edenin hakkını vermemek şeklinde tanımlanmaktadır. Bir başka ifadeyle zulüm, hak yemek, eziyet, işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, haddi aşmak, söz ve fiilde aşırı gitmek anlamına gelmektedir. Bu anlamda zulmetmek, her türlü kötülük ve haksızlık yapmayı, başkasının maddÎ ve manevi hakkına tecavüz etmeyi içine almaktadır. Bir kimsenin hakkı olan vazifeyi ve işi hak etmeyene ve ehil olmayana vermek, hakkı olanın hakkına tecavüz ve ona zulümdür. Nerede olursa olsun bu, Allah’ın bir kanunudur. Başkasının hakkını kendine alan veya başkasına veren zalim olur. Bu haksızlık toplumu ilgilendiriyorsa, hem zulüm hem de hıyanet olur. Zulüm, toplumdaki dirlik ve düzeni ortadan kaldıran bir eylem olduğu için İslam ahlakında temel bir erdemsizlik olarak görülmekte ve bundan kaçınılması emredilmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de zulümden kaçınmakla ilgili çokça ayet bulunmaktadır. Bunlardan birkaçı şöyledir: “Zulmedenler, bilgisiz olarak kötü arzularına uydular. Allah’ın saptırdığını kim hidayete erdirir? Onlar için herhangi bir yardımcı yoktur.” (Rûm/30:29) “O zulmedenler, azabı gördüklerinde, artık onlardan azap hafifletilmez, onlara mühlet de verilmez.” (Nahl/16:85) Zulüm denilince daha çok akla insanların birbirlerine karşı sergiledikleri yanlış, kötü ve zararlı davranışlar gelmektedir. Bu yüzden Hz. Peygamber, zulmün dinen de kötü ve zararlı olduğuna işaret etmiş, mazlumun bedduasının alınmamasına dikkat çekmiştir: “Mazlumun bedduasını almaktan kork. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur." (Buhârî, Zekât: 1, 41) Veda Hutbesi’nde de zulümden sakınmayı emreden Hz. Peygamber, bu bağlamda Müslümanın vasfını şöyle tanımlamaktadır: “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir” (Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 41). Büyüklerimiz, zalimlerin zulmünün karanlık bir kuyu olduğunu, dünyanın küfürle abad olsa da, zulümle abad olamayacağını söylemişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler Mevlânâ da, Mesnevî’sinde zulmün bireysel ve toplumsal yönüne işaret ifadeleri kullanmaktadır: “İçindeki zalim nefse altolan kişi, delilikten her mazluma düşman olur.” “Zulüm can sırlarında örtülüyken zalim, tutar da insanların önüne serer onu.” Mevlânâ, 1983:160-161). Zulüm, bireysel ve toplumsal huzurun bozulmasında, insanların şeref ve onurlarının zarar görmesinde en büyük etkendir. Yine zulüm, bir toplumda birlik ve beraberliğin, dirlik ve düzenin, sevgi, saygı ve sadakatin, barış ve hoşgörünün önündeki en büyük engeldir. Tarihte birçok ülke ve medeniyetin sırf zulümleri yüzünden yıkılıp yok olduğu bilinen bir gerçektir. İbn Haldun hususla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Medeniyetlerin yok oluşundaki en büyük nedenlerden biri, halka aşırı görevler yüklemek ve onları emeklerinin karşılığını vermeksizin çalıştırmak, zulüm ve fesat konusunda bundan daha büyük olanı ise, insanların mallarını ellerinden almaktır.”(İbn Haldun, 1930:240) Maverdî de bu ifadeleri destekler mahiyette şunları belirtmektedir: “Yeryüzünü fesada uğratmada ve insanların vicdanlarını bozmada zulümden daha süratli bir şey yoktur. Zulüm, fıtratı bozulmuş, gönlü kirlenmiş, vicdanı kararmış insanların bir niteliğidir.”(Mâverdî, 1978:115) Ahlakçılara göre, zulüm, insanı dinen, aklen ve hikmeten gayet kötü ve çirkin olan yasaklara sevk ettiği için ahlakın en kötülerindendir. Zalim, her fenalığı, ihanet ve hainliği, alçaklık ve cinayeti işler. Herkesin hukukuna tecavüz edebilir. İslam dinine göre, Müslüman olsun veya olmasın hiç kimseye ayrıcalıklı davranılmaz. Her durumda adalet ilkesine bağlı kalınır. Nitekim adaletin uygulanması ve zulümden kaçınılması konusunda şu hâdise oldukça anlamlıdır. Hz. Peygamber zamanında Mahzum oğulları kabilesinden bir kadın hırsızlık yapar. Kabile üyeleri bu kadını affetmesi için Hz. Peygamber’le kimin konuşabileceğini araştırır. Fakat bu konuyu ona söylemeye kimse cesaret edemez. Sonunda Üsame bin Zeyd, Peygamber’den kadını affetmesini ister. Bunun üzerine Resûlullah şunları söyler: “İsrailoğulları, aralarından makam ve mevki sahibi kişiler hırsızlık yaparsa onlara dokunmazlardı. Ama zayıf ve kimsesiz kişiler hırsızlık yaptıklarında onların ellerini keserlerdi. Eğer hırsızlık yapan bu kadın Mahzum oğullarından değil de kendi kızım Fatıma bile olsaydı onun da elini keserdim.” (Buhârî, Hudûd: 11, 12, 14) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler Diyebiliriz ki ister fert ister toplum hâlinde olsun zulüm, girilen her türlü beşerî ilişkide kaçınılması gereken temel ahlaki bir erdemsizliktir. Gerek ferdin mutluluğu gerekse toplumun huzuru, zulümden kaçınmakla mümkündür. Çünkü bir toplumda işler yapılması gerektiği şekilde yapılmaz, ehline teslim edilmez ve hak edenin hakkı verilmezse, o toplumda dirlik ve düzenden bahsetmek mümkün olmaz. Böylesi toplumlarda; haksızlık, zulüm ve anarşi ortaya çıkar(Kılıç, 1995:48). Bu konuda şu hadis-i şerif oldukça anlamlıdır: “İşler ehil olmayanlara verildiği zaman, kıyameti bekleyiniz”(Buhârî, İlim: 2, Rikāk: 35) Ünlü şairimiz Namık Kemal, zulmün devlet ve toplum için ne kadar kötü bir şey olduğunu şu dizleriyle dile getirmektedir: Bulunmazsa adalet milletin efradı beyninde Geçer bir gün zemine arşa çıksa paye-i devlet Kabiliyetsiz kişilere yapamayacakları görevlerin verilmesi, hak ve hukukun gözetilmemesi demektir. Hak ve hukukun gözetilmediği, adaletin sağlanmadığı toplumda güven ve itimadın kalmayacağı bilinen bir gerçektir. Böyle bir toplumda sosyal barıştan söz edilemez. Toplumdaki sosyal barış, zulümden kaçınıp adalete sığınmakla sağlanabilir. Toplumdaki sosyal barışın garantisi, adalettir. Bunun için her insanın her türlü beşerî ilişkide adaleti gözetip zulümden kaçınması birinci dereceden ahlaki bir yükümlülüktür(Kılıç, 1995:47-49). Fenalık ve Taşkınlık Fenalık ve taşkınlık başlığı altında Kur’an-ı Kerim’de geçen fuhuş ve münker kavramlarının açılımını yapacağız. Cenâb-ı Hak Nahl suresinde şöyle buyurmaktadır: Fenalık ve Taşkınlık konusuyla ilgili animasyonu izleyiniz “Şüphesiz Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri (fuhuş), fenalık ve azgınlığı (münker) da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl/16:90) Bu ve başka ayetlerde geçen “fuhuş” ve “münker” kavramları, zina etmeyi, adam öldürmeyi ve hırsızlığı ihtiva etmektedir. Fuhuş ve münker kavramları, içtimai suçları ifade etmektedir. Dolayısıyla sonuçları işleyeni aşan ve yaşadığı topluma sıçrayan suçlar münker olmaktadır. Bu bakımdan Kur’an’da “münker”, toplumun sakınması gereken bir kötülük olarak zikredilmektedir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler “Siz, iyiye çağıran, marufu emreden ve münkerden men eden bir ümmet olun.” (Âl-i İmrân/3:104). “Ey inananlar! Şeytana ayak uydurmayın. Kim şeytanın ardına takılırsa bilsin ki; o fuhşu ve münkeri emreder.”( Nûr/24:21) Ayetinde de fuhuş kelimesi ile münker birlikte zikredilmiş, fuhuştan zina suçu, münkerden de öldürme ve hırsızlığı içine alan genel suçlar kastedilmiştir. Zina, öldürme ve hırsızlık, sosyal nitelikli suçlar ve erdemsizliklerdir. Bu suçlar tek bir fert tarafından işlense de ferdi aşmaktadır. Zina iki kişi arasında işlenen bir fiil olsa da ırza, nesle ve sorumluluğa yönelik bir suç olduğu için sonucu her iki şahsı da aşmaktadır. Örneğin bu iki kişiden çocuk olmakta çocuğun ise gerçek yönüyle veya bizzat toplumda babası tanınmamaktadır. Çocuğun babasının tanınmamış olması, gözetmek ve korumak durumunda olduğu çocuğa karşı sorumluluğun belirlenmemesine neden olmaktadır. Böylece çocuk, toplumda baba gözetiminin ve belli bir sorumluluğun dışında büyümektedir. Bu yüzden çocukta topluma karşı nefret duyguları oluşmaya başlar. Kendisiyle birlikte dünyaya gelen başkalarına karşı duyguları değişir. Çünkü başkaları dünyaya gayri meşru olarak değil, meşru yollarla gelmişler, uzun gelişim devreleri içinde tanınan babalarının gözetim ve desteğini görmüşlerdir. İşte babasını tanımayan çocuğun taşıdığı bu değişik duygu, itilmişlik ve kakılmışlık duygusudur. Bu andan itibaren şimdiye kadar sağlıklı bilinen toplum, sosyal bir hastalığa yakalanmıştır ki bu hastalık, itilip kakılan çocuğun hastalığıdır. İşte bu toplumdaki sağlıksız sonuçlardan dolayı İslam ahlakçıları iffeti iyi ahlakın esası ve faziletin kaynağı saymışlardır. Onlar, iffet ve hayâyı herkes için şerefli bir elbise olarak görmektedirler. Kur’an-ı Kerim, iffet ve hayâyı aile için şart koşmuş, iffetli kalmak için gözleri haramdan sakınmayı ve zinadan kaçınmayı, evlenerek iffeti korumayı emretmiştir. Konuşmalarda ölçülü olmak, kötü sözlerden kaçınmak da, iffet ve hayânın devamı sayılır. Fuhuş, umumi olarak bütün kötülük ve edepsizlikleri içine almaktadır. Akıl ve hikmete uygun olmayan, dine ve insanlığa aykırı olan, bütün nahoş fiil ve hâlleri işleyerek maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi şeylerin kötü ve hoş olmayanını benimsemektir. Fuhuş, toplumda karışıklık meydana getirmekte, aile birliğini bozmakta, insanların maddi ve manevi şahsiyetlerini güvensizliğe ve düzensizliğe sürüklemektedir. O, toplumun manevi temelinin yanında maddi dayanağını da ortadan kaldırarak insanı köksüz, sahipsiz, yol ortasında bırakmaktadır. İnsanoğlunun bir aileye dayanması, milleti huzurlu kılacağı gibi, anaya ve babaya sahip olması da ona toplum içinde güç ve kuvvet vererek şahsiyet kazandırmaktadır. Fuhuşta, medeniyetin esası olan ilahi, vicdani ve medeni kanuna Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler aykırılık ve ters düşmek vardır. Bu kötülük, namusa, ahlak ve maneviyata zarar verdiği için ahlakçılar tarafından insan haysiyetine, maddi ve manevi bir saldırı olarak nitelendirilmiştir. Erkek ve kadınıyla, aile ve toplumuyla sağlıklı ve düzenli bir toplumun kurulması, ancak iffet ve hayânın geliştirilip yaşatılması, fuhuş ve zinanın yok edilmesiyle mümkündür. Adam öldürme de, bir ferdin ve milletin hayatına tecavüz suçudur. Hayatına, öldürmekle kıyılan kişi, aslında öldürenlerden ayrı birisi değildir. Öldürmenin yıkımı, toplumun bütün fertlerinin yıkımı demektir. Bu suç yayılınca, toplum bir bütün hâlinde yıkımla tehdit edilmiş olmakta, düşmanlığın yerleşmesine, fırsatçılıkla başkalarının malını ele geçirmeye zemin hazırlamaktadır. Kur’an-ı Kerimin şöyle buyrulmaktadır: “Kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur.” (Mâide/5:32) Adam öldürme, toplumdan huzuru kaldırır ve artık kimin ne zaman öldürüleceği hesabı ve endişesi içinde zehirli bir hayat sürüp gider. Bunun için, iyi Müslüman, adam öldürmeyi asla düşünemez ve başkasını da buna teşvik etmekten sakınır. Hırsızlık suçuna gelince, bu da bir yönüyle fert malına, diğer yönüyle de çaldığı maldaki insanların menfaatine saldırıdır. İslam’ın malla ilgili görüşü şudur: İslam mülkü özel bir mülk olarak belirlemişse, bunu başkalarının da menfaatinin bulunduğu sosyal vazifesini yerine getirmek şartına bağlamıştır. Nahl suresinde bu husus şu şekilde beyan edilmektedir: “Allah rızık verirken kiminizi diğerlerine üstün tutmuştur. Üstün kılınanlar, emirleri altında bulunanların rızıklarını vermiyorlar. Oysa onda hepsi eşittir. Allah’ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?” (Nahl:16/71) Hırsız hırsızlık suçunu işlediği an, mal sahibini de, malı olmayan başkalarını da mahrum etmektedir. Üstelik malı olmayanlar, olanın mülkünden çıkar sağlamaktadırlar. Burada hırsızlık, içtimai nitelik taşımaktadır. Buraya kadar anlattığımız üç suçun toplum üzerindeki etkisinden dolayı, Kur’an bunları kınamış, işlenmemesini istemiş; bunu fuhuş, münker veya sırf münker ifadeleriyle açıklamıştır. Fuhuş sadece kötülenen bir iş değil, kötülüğün ulaştığı en son seviyedir. Münkeri yalnızca sağlıklı akıl ve beden reddedebilir. Münkerin kötülüğü kimseye gizli olmadığından, ışık-karanlık, gece-gündüz farklılığı kadar açıktır(el-Behiy,1995:253-255). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler Emanete Hıyanet Etmek Emanete riayet, sağlam bir toplumun dayanabileceği, hayra götürücü en güçlü temellerden birisidir. Emanete hıyanet etmek, güvenilir insan olmamanın, insanın doğru ve adil olmamasının doğal bir sonucudur. İslam dini, koymuş olduğu ahlak ilkeleriyle Müslümanın her konuda güvenilebilen insan olabilmesini sağlamak istemektedir. Hz. Peygamber Müslümanın güven sahibi olmasıyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden güvende oldukları kimsedir” (Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 41) Emanete riayet, insandaki en yüksek ahlaki sıfatlardan birisidir. Bunun tersi ise, en büyük erdemsizliktir. Emanete riayet, sağlam bir toplumun dayanabileceği, hayra götürücü en güçlü temellerden birisidir. Çünkü kendisine bir şey emanet edilemeyen kimsenin imanından da şüphe edilir. Emanet ve din, iki cihan saadetinin mucibi açık ve gizli her şeyi bileni razı etmenin sebebidir. Allah’ın bütün hikmetleri, kullarına birer emanettir ve onlara hiçbir zaman hainlik yakışmaz. Emanet ve ahitlere riayet, Müslümanın vasıflarındandır. Emanete hainlik etmek ise, ahde ve emanete sadık kalmayıp ihanet ederek zulüm yapmak anlamına gelmektedir. Bu yüzden hainler, insanların en şerlileridir(Erdem, 2003:172). Çünkü Allah’a karşı verdikleri sözlerden, vaatlerden dönmüşlerdir. Onların azapları da şiddetli olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak, Bakara suresinde bu hususu şu şekilde beyan etmektedir: “Onlar öyle sapıklar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah’ın, ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır.”(Bakara/2: 27) Hıyanet, çoğunlukla çekemeyen, hırslı ve kindar kimseler arasında meydana gelmektedir. Hıyanetin açık olanından korunmak mümkün olsa da, kapalı hıyanetten korunmak oldukça zordur. Hainler hiçbir zaman mutlu olamaz ve refah, rahat yüzü göremezler(Erdem, 2003:172). Hangi şekliyle olursa olsun hainlik, dinimizce yasaklanmış ve haram kılınmıştır. Cenab-ı Hak sorumluluğun yerine getirilmesiyle alakalı olarak şu beyanda bulunmaktadır: “Verdiğiniz sözü yerine gerektirir.”(İsrâ/17:34) getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu Hz. Peygamber de güven, itimadın önemine dikkat çekmekte ve şunları söylemektedir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler “Bir Müslümana ihanet eden, zarar veren yahut hile yapan kişi bizden değildir” (Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 101-102) “Bana altı konuda garanti verirseniz, ben de size cenneti garanti ederim. Birincisi, konuşunca doğru konuşmak; ikincisi, söz verdiğinde sözünde durmak; üçüncüsü, emanet edilen bir şeyi iade etmek; dördüncüsü, namuslu olmak; beşincisi, gözleri haramdan korumak; altıncısı, ellere hâkim olmaktır.” (Ahmed b. Hanbel, V, 323) Şunu ifade etmek gerekir ki emanete hıyanet eden, Allah’a ve Peygamber’e hıyanet etmiş olur. Bu yüzden emanete hıyanet, en temel erdemsizliklerden bir olarak değerlendirilir. Kişiye, geri alınmak üzere verilen para, mal ve eşya emanet olduğu gibi, görevi kötüye kullanmayıp, onu hakkıyla yapmak da bir emanettir. İşe gereği gibi riayet etmemek, görevi ehil olmayana vermek birçok kötülüklere sebep olan bir hıyanettir(Atay, 1994:33). Toplumda her görev, insana bir emanet olarak verildiği için insan görevinin karşılığı olan hizmetini yapmak zorundadır. Örneğin devlet memurları, işini ihmal eder veya tembellik yaparsa, hak etmediği parayı aldığı için bir tür hırsızlık yapmış olur. Hırsız, hırsızlığıyla bir kişiyi zarara sokarken, devlet memuru görevini ihmal etmekle bütün halkı zarara sokmakta, karşılığı olarak aldığı parayla da halkın malını çalmış olmaktadır. Bu da toplumun işine ve malına hainlik yapmak, toplumun düzen ve huzurunu sarsmak anlamına gelmektedir(Erdem, 2003:172). Toplumun huzursuzluklarının temelinde büyük ölçüde emanete yeterince riayet etmemek erdemsizliği yattığı için İslam bunu yasaklamaktadır. Aldatma ve Yalan Aldatma ve yalancılık; doğruluğun aksine söz söylemek, olmuş bir olayı olmamış, olmamış bir olayı da olmuş gibi göstermektir. Aldatma ve yalan, en büyük kötülüklerden birisidir. Bunun böyle olduğunu yalancı ve aldatanın kendisi de bilmektedir. Çünkü aldatan ve yalan söyleyen insan, kendisine aldatıcı ve yalancı denilmesinden hoşlanmaz ve bundan rahatsızlık duyar. Aldatma ve yalan, çevresinde insanı güvenilmeyen bir konuma düşürmektedir. Çünkü aldatan ve yalan söyleyenlerin çoğu, haset ve cimri insanlardır. Bu tür insanlara da hiç kimse haklı olarak güvenmemektedir. Doğru sözlü olmak ne kadar insani ve ahlaki bir özellik ise, aldatma ve yalancılık da o kadar gayriinsani ve gayriahlaki bir durumdur. Aldatma ve yalanın gayriinsani oluşu ve ahlaki kötülüğü, insanlar arasındaki ilişkileri temelinden sarsmasıdır(Kılıç, 1995:126-127). “Doğru söylemek farzdır” demek, aldatma, yalan, iftira, söz götürmek de haramdır demektir. Bu şekilde doğruluk, adalet, emanet farzlarını içine alır ve hile yapmamak, sahtekârlık etmemek, süte su katmamak, çürük mal satmamak, sözünü Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler ve ahdini yerine getirmek manalarına da gelir. Müslümanlık bunları dinin farzları arasına almıştır(Yörükan, 1998:126). Peygamberimiz buyuruyor ki, “Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince bir an gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdinde yalancılar arasına kaydedilir” (Muvatta, Kelâm: 18) Aldatma ve Yalan ile ilgili örnek videoyu izleyiniz İşte İslam, bu gibi kötülükleri men eder. Kalpte doğruluk; içi başka dışı başka olmamak, riya yapmamak, aldatmamak, aldanmamak, kimseyi kötü zannetmemek, hak ettiğini almak gibi şeylerdir. Bir insan komşusuna gösteriş olsun diye fazla namaz kılarsa en büyük günahı işlemiş olur(Yörükan, 1998:126). Kur’an, bu tür davranış sergileyenlerin azapla karşı karşıya kalacaklarını ifade etmektedir: “Bunlar Allah’a inandık derler, fakat inanmış değillerdir. Kalpleri kararmıştır. Kendilerine bu toprakta fesat çıkarmayın denilince, biz ıslah etmeye çalışıyoruz derler. Bunlar hidayeti, dalalete satmışlardır, fakat kazançları kendilerine fayda vermeyecek ve kurtulamayacaklardır.”(Bakara/2: 9,10,11,13) Ahlakçılar, aldatma ve yalanı ruh hastalıklarından birisi olarak gördükleri için bu konular üzerinde çokça durmuşlardır. Aldatma ve yalan, bütün şerlerin anası ve kaynağı, bütün ruhi hastalıkların çıktığı yer, insani ve medeni musibetlerin sebebi olarak gösterilmektedir. Bu nedenle aldatma ve yalan, ahlaki araştırmaların başlangıç ve hareket noktasını teşkil eder. Hemen her kötülüğün altında yalan ve itimatsızlık yatmaktadır. Bunun için de, aldatmakla inanmamak, aynı şey olarak görülmüştür(Erdem, 2003:112-113). Bundan dolayı Cenab-ı Hak, Hac suresi 30. ayette yalan söylemekten kaçınmayı emretmekte; Nahl suresi 116. ayette ise, yalanın hakikatleri ters yüz ettiğini; Âl-i İmrân suresinin 61. ayetinde de, bunun lanet ve azabın artmasına sebep olduğunu beyan etmektedir. Aldatmak ve yalan, bütün şerlerin anası ve kaynağıdır. Aldatmak ve yalan konuşmak, beşeri ilişkileri köklü bir şekilde zedelemektedir. İnsanlar arasında iyi ilişkiler kurabilmenin zorunlu şartı, insanların birbirlerine güven duymalarıdır. İşte aldatma ve yalan, insanlar arasındaki bu güven ortamının oluşmasına engel teşkil etmektedir. Karşılıklı olarak birbirlerine güvenmeyen insanların, sağlıklı ilişkiler kurabilmesi mümkün değildir. Bu yüzden toplumu meydana getiren fertler arasında sağlıklı ve samimi ilişkiler kurma imkânını ortadan kaldıran aldatma ve yalancılık, İslam ahlakında kesin bir dille yasaklanmıştır. “Yalan uyduranlar, Allah’ın ayetlerine inanmayanlardır. Yalancılar da onlardır.” (Nahl/16: 105) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler Yalanı en büyük günahlardan biri olarak kabul eden Peygamberimiz de şöyle buyurmaktadır: “Resulullah, ‘Size günahların en büyüğünü haber vereyim mi?’ diye sorunca, biz de ‘Haber ver, ya Resulullah’ dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: ‘Günahların en büyüğü; Allah’a ortak koşmak, anne-babaya asi olmaktır’. Buraya kadar söylediklerini yaslanmış bir şekilde söylemiş olan Hz. Peygamber oturdu ve şöyle devam etti: ‘Özellikle yalan konuşmaya, yalan yere şahitlik etmeye dikkat ediniz.’ Yalancılık ve yalancı şahitlik yapmaktan sakınmak üzerinde o kadar ısrarla durdu ki hiç kesmeyeceğini sandık.” (Müslim, Kitâbu’lÎmân: 87) Yalan, insanın kurabileceği her türlü beşerî ilişkiyi olumsuz yönde etkilediği için özenle kurulmuş manevi çevreye zarar vermektedir. Güvenilen, fikirlerine itibar edilen insan olma özelliğini kaybettirdiği için şaka olsun diye de yalan söylemek asla iyi karşılanmamaktadır(Kılıç, 1995:126-128). Nitekim Hz. Peygamber de bir hadisinde şöyle buyurmaktadır. “Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söyler; yazık, yazıklar olsun ona” (Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd: 2315) İsraf ve Cimrilik Kur’an’da israf, Allah’ı inkâr ederek normal ölçüden çıkmak, Allah’ın dinine karşı gelerek meydan okumayı sürdürmek manasına geldiği gibi, harcamada ölçüsüz davranmak anlamına da gelmektedir. Birinci anlamıyla israf, imana karşı koyarken şiddet göstermek ve Allah’ı inkârda ileri gitmek demektir. Bununla ilgili Kur’an’da birçok ayet bulunmaktadır. Biz israfın bu anlamını Yunus suresi 83. ayeti Kerimesiyle belirttikten sonra, diğer anlamı üzerinde duracak ve bunun nasıl bir temel erdemsizlik olduğunu ortaya koymaya çalışacağız. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Firavun ve erkânının kendilerine fenalık yapmasından korktukları için, toplumunun az bir kesimi dışında kimse Musa’ya inanmamıştı. Çünkü Firavun yeryüzünde hâkimdi. O gerçekten müsriflerdendi.” (Yunus/10:83) Bu ayette görüldüğü gibi Mısır’a hicret edip orayı yurt edinen İsrail oğullarından Musa’ya inananların az olmasının nedeni, Firavun’un azgınlığından ve hükmündeki katılığından korkmalarıdır. Firavun’un taşkınlığı, onu müsriflerden, yani Allah ve risaletine karşı gelmekte ileri gidenlerden olmaya dönüştürmüştür(elBehiy, 1995:265). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler İsraf daha çok, kişinin sahip olmuş olduğu malı ölçüsüz bir şekilde saçıp savurması anlamında kullanılmaktadır. “Onlar, sarf ettikleri zaman ne israf ederler, ne de cimrilik; ikisi arasında dengeli bir yol tutarlar.” (Furkân/25:67) buyurulmaktadır. Buradaki israf, harcamada ölçüsüzlük anlamınadır. Bunun delili ise, “Sarf ettikleri zaman” ifadesine, “Cimrilik etmezler” ve “Dengeli bir yol tutarlar” cümlesinin bitişmesidir. Benzer şekilde Araf suresinde şöyle buyrulmaktadır: “Ey insanlar! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri sevmez.” (A‘raf/7: 31) Burada, süslenme, yeme ve içme tabirleri kullanıldığı için israf, ölçüsüzlük anlamına gelmektedir(el-Behiy, 1995:267). İsraf, İslam ahlakında yasaklanmış kötü huylardandır. Lüks hayata düşkünlük müsrifliktir. Kötü ve pis bir hayat yaşamak ise sefihliktir. Kişi malını yerine ve ihtiyacına göre sarf etmeli, sefahat yerlerinde harcamamalıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Mallarınızı sefihlere vermeyin.” (Nisâ /4: 5). Sefih, cahil, akılsız ve tedbirsiz demektir. Malını lüzumundan fazla harcar, yiyeceğini ve içeceğini lüzumundan fazla yer, içer ve yedirir; bu, kişinin irade yokluğudur. Böyle bir davranış şekli, ruhî hastalık ve hafif meşreplik olarak da vasıflandırılır. İsrafa alışan kimse, parayı ve malı verirken layık olanla olmayanı ayırt edemez olur; o, insanın ruhunu kötü bir tabiat olarak kaplar, görüşlerinde hafiflik, iradesinde kusur ve yanlışlıklar baş gösterir(Yörükan, 1998:154; Erdem, 2003:128). İsraf, sefahati, fakirlik ve sefaleti artırır ve sonuçta toplumu yıkar. Ahlakçılar, israfın sefahati artırıp toplumu yıktığını, fakirlik ve sefaleti, en sonunda da iflası davet ettiğini, bunun da esaret ve zilleti doğurduğunu ileri sürmektedirler. Çünkü malı rastgele kullanmak, geçimsizlik doğurup aile düzenini de yıkmaktadır. Bu hastalık topluma sirayet edince toplumu sarsmakta, malı ve gücü yok etmektedir(Erdem, 2003:128). Örneğin bunun topluma iki yönden zararı bulunmaktadır. Birincisi, israf sonucunda fiyatlar artar. İkincisi de, başkalarının onlardan kâfi miktarda yararlanamamaları ortaya çıkar. Başkasına zarar vermek haram olduğu gibi, kendisine zarar vermek de haram ve temel bir erdemsizliktir. İsrafın zıddı ise cimriliktir. Nefis tezkiyesinde insan ahlakını menfi yönde etkileyen ve kötü bir huy olan cimrilik, dinen veya mürüvvet icabı mal verilmesi gereken yerden sakınmaya denir. Kendinin ve evinin ihtiyaçlarını yerine Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler getirmemek, para biriktireceğim diye çocuklarına ve ailesine, kendine yaraşan şekilde bakmamak cimriliktir(Erdem, 2003:128; Yörükan, 1998:154). Cimri insanlar, malı çok sevdikleri için, onu çoğaltıp ellerinin altında bulundurmayı gaye edinmişlerdir. Onlar, maldaki dinî emirleri ve milli vazifeleri yerine getirmekten kaçınarak, varislerine bir anlamda hazinedarlık yapmaktadırlar. Cimrilik Kur’an-ı Kerim’de de yerilmiş ve şeytan işlerinden sayılmıştır: “Allah’ın, kereminden kendilerine verdiklerini cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenadır. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır.” (Âl-i İmrân/3: 180). Mal, mülk, para vb. şeyler bir şeyi elde etmek için vasıtadır. Hâlbuki cimri, para ve malı gaye edinmektedir. Bundan dolayı da cimrilik insanı aç gözlülüğe götürmekte, sahibine zillet ve utanç getirmektedir. Eğer insan kendisini ve ailesini, mal ve mülkü, parası olduğu hâlde mahrumiyetler içinde yaşatıyorsa, bu insan da haristir. Böyle bir insan kendine ve ailesine zulmetmektedir. İnsanın serveti ne kadar olursa olsun, onda fakirin payı da bulunmaktadır. Bunu gerekli yerlere vermemek, temel bir erdemsizlik olan cimriliktir(Erdem, 2003:128). İftira ve Gıybet İftira etmek, bir insanı yapmadığı bir kötülükle suçlamaktır. Bu nedenle iftira, insana yapılabilecek en büyük haksızlıklardan birisi olarak kabul edilmektedir. Bu yalanın bir çeşididir. Yalan insanın kendi iş ve sözleriyle ilgiliyken, iftira başkasıyla ilgilidir. İftirada büyük bir kötülük vardır. Çünkü bu kötü huy, düşmanlık meydana getirerek kötülüğün insanlar arasında yayılmasına sebep olmaktadır. Kötülüğü, çirkinliği, ahlaksızlığı yaymak büyük günahlardandır. Suçsuz ve günahsız insanlar, iftira ile toplum önünde kötü ve suçlu insan durumuna düşmekte, aile ve arkadaşlarına karşı zor durumda kalmakta ve hiçbir haksızlık veya kötülük yapmadıkları hâlde yapmış gibi işlem görmektedirler. Temel bir erdemsizlik olan ve kolayca atılan iftira, özene bezene kurulan aile yuvalarının yıkılmasına, arkadaşlık bağlarının kopmasına neden olmaktadır. Bu yüzden iftira, hem tek tek insanlara hem de topluma karşı yapılabilecek en büyük kötülüktür. Çünkü iftira eden insan, sadece başkalarına zarar vermekle kalmayıp en büyük zararı farkına varmadan kendine yapmaktadır. İftira ettiği ortaya çıkan bir insanın, toplum tarafından soyutlanıp yalnızlığa itilmesi bunun bir göstergesidir. Çünkü kimse böyle bir insanla samimi bir dostluk kurmaya cesaret edemez(Atay, 1994:29; Kılıç,1995129-130). Kur’an-ı Kerim’de de iftira, insanın manevi çevresine zarar veren ahlaki kötülüklerden biri olarak zikredilmiştir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler İftira ve Gıybet, büyük kötülüklerdir. “Mümin erkeklerle mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” (Ahzab/33: 58) Uzak durulması gereken ahlaki kötülüklerden bir diğeri de insanları arkalarından çekiştirmek olan gıybettir. Gıybet insanın hoşlanmadığı bir şekilde anılması, yerilmesi ve kötülenmesidir. İlmi tenkit ile ve kötüleme kastı olmadan yanlışı söylemek bunun dışında tutulmalıdır(Atay, 1994:30). “Hatasız dost arayan dostsuz kalır.” Şunu ifade etmek gerekir ki arkadan konuşulan şeylerin doğru olması, konuşan insanı haklı göstermez. Zaten bir insan hakkında yalan şeyleri konuşmak o insana iftira etmek demektir. İnsanları arkalarından çekiştirmek de, ahlaki bir kötülüktür. Böyle bir tavır insanlar arasındaki güveni sarsmaktadır. Güven ortamının sarsılması ise, hem fert olarak insanın hem de toplumun huzurunu bozmakta, yardımlaşma ve kardeşlik duygularını zedelemektedir(Kılıç, 1995:131). Hatasız insanın olduğu düşünülemez. Mevlana’nın dediği gibi “Hatasız dost arayan dostsuz kalır.” Her insanın birtakım hatalarının olabileceğini kabul etmek gerekir. Bu konuda ahlaki olan tavır, başkalarının hatalarını aramak yerine, kendi hatalarını düzeltmenin yollarını bulmaktır. Kur’an-ı Kerim’de konu ile ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır: “Ey inananlar! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. İnsanların günahlarını araştırmayın. Birbirinizi çekiştirmeyin. Sizden biriniz, hiç ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksinirsiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir.” (Hucurât/49:12) Kibir ve Haset Kibir ve Haset konusuyla ilgili video izleyiniz İnsanlar arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkileyen temel erdemsizliklerden bir diğeri de, kibir ve hasettir. Kibrin İslam ahlakında temel bir erdemsizlik olmasının, Allah’ın kibirli olanları sevmemesinin arka planındaki nedeni şuna bağlamak mümkündür: İnsanın kibirli olması, kendisine verilmiş olan birtakım yetileri ve nimetleri iyi değerlendirememesinden, etrafındaki olay ve olguları yanlış anlamlandırmasından kaynaklanmaktadır. Kibirlenmek, insanın sahip olduğu değerlerin gerçek sahibini bilmemesinden, kısaca kendisini tanımamasından kaynaklanmaktadır. İslam’da her şeyin gerçek sahibi Yüce Allah’tır. Allah’ın her şeyin sahibi olması, hem her şeyin yaratıcı olduğu gerçeğini hem de dünyadaki düzenin bütünüyle O’nun kontrolü altında olduğu gerçeğini ifade etmektedir. Böyle bir inanç sistemine sahip olan insanın kibirlenmesi, her şeyden önce inancında samimi olmaması demektir(Kılıç, 1995:134-135). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler Kur’an-ı Kerim’de kibirle alakalı olarak Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Kibirlenerek insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü Allah, kendini beğenmiş kibirli kimseleri asla sevmez.” (Lokman/31:18) Hz. Peygamber de bir hadis-i şeriflerinde kibrin ne kadar kötü bir şey olduğunu şu şekilde ifade etmektedir: “Kalbinde zerre kadar iman bulunan kimse ateşe girmez. Kalbinde zerre kadar kibir bulunan da, cennete giremez.”(Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 148) İslam ahlakında temel bir erdemsizlik olan haset ise, kıskançlık demektir. Bu kötü huy, insanın kendinde olmayan özelliklere sahip olanları çekememesi demektir. Ahlakçılara göre haset, cehalet ile tamahın bir araya gelmesiyle oluşan kötü bir huy olup bir tür ruh hastalığıdır. Kalbe ıstırap veren kötü bir davranıştır. İnsanı hırsa, tamaha, yalana, hata, zulüm ve cinayete sevk eden sebeplerin en tehlikeli ve tesirlilerindendir. Bazı ahlakçılar, “Allah’ın bazılarına diğerlerinden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin.” (Nisa/32:54) ayetine dayanarak hasedi, Allah’ın fiiline bir çeşit itiraz olarak kabul etmektedirler. Dünyada vicdani bir azap olarak nitelendirilen haset, cehalet ve hırsın birleşmesi olarak ortaya çıkar(Erdem, 2003:126). Kendinde olmayan şeylere sahip olanları kıskanan insan, başka her türlü kötülüğü yapabilecek bir karaktere sahip demektir. İnsanın sahip olmadığı güzelliklere sahip olanları kıskanması yerine, o insanlar gibi olmaya çalışmanın adı hasedin zıddı olan gıptadır. Gıpta, insanı ahlaken olgunlaştırırken haset, insanı ahlaken küçültmektedir. Bu yüzden İslam dini, koymuş olduğu ahlaki ilkelerle insanlar arasında sevgi ve saygıya dayalı bir kardeşlik ortamı oluşturmak istemektedir(Kılıç, 1995:138-139). Haset ve kıskançlık ise, insanlar arasında kurulması gereken kardeşlik bağlarını zedelediği için dinimiz tarafından şiddetle yasaklanmıştır. Peygamberimiz, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Birbirinize hiddetlenmeyin, birbirinize haset edip kıskanmayın, birbirinize arka çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun.”(Buhârî, Edebu’l-Mufred: 398) Nifak ve Fitne Nifak ve Fitne kardeşlik bağlarına ciddi zararlar verir. İslam ahlakının hoş karşılamadığı temel erdemsizliklerden bir diğeri de, nifak ve fitnedir. Bu iki kötü huy, kardeşlik bağlarına çokça zarar vermektedir. Nifak, iki yüzlülük anlamına gelmektedir. Bunun da din dilindeki karşılığı münafıklıktır. Münafık olan insan, konuştuğunda yalan söyler, verdiği sözde durmaz ve emanete hıyanetlik eder. Bunlar ise, toplumdaki güven ortamının sarsılmasına, kardeşlik ilişkilerinin ise bozulmasına sebebiyet verir(Kılıç, 1995:140-141). Toplumdaki huzur Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler ve mutluluk, insanlar arasındaki güven duygusundan kaynaklanmaktadır. Verdikleri sözlerde durmayan, iki yüzlü davranıp nifak çıkaran insanların çok olduğu bir toplumda birlik ve beraberlikten söz edilemediği gibi, mutluluk ve refahtan da söz edilemez. Peygamberimizin dualarından biri şöyledir: “Allah’ım ayrılık ve nifaktan, ikiyüzlülük ve kötü ahlaktan sana sığınırım.” (Neseî, Kitâbu’l-İstiaze: 21) Diğer bir temel erdemsizlik olan fitne ise; ayrılık, karışıklık, kargaşa anlamına gelmekte olup sıkıntıya, belaya ve düşmanlığa sebep olan şeyleri ihtiva etmektedir. İnsanları sıkıntıya, belaya düşürmek, karışıklığa sebep olmak, fitne çıkarmak demektir. Fitne çıkarmak ise Kur’an-ı Kerim’de adam öldürmekten daha kötü bir davranış olarak zikredilmiştir: “Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara/2: 191) Hz. Peygamber de bir hadisi şerifte şunu ifade etmektedir: “Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler vardır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mümin olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse Hz. Adem’in iki oğlundan hayırlısı olun” (Ebû Dâvud, Fiten: 4259, 4262) Bu kötü huy, insanların ve toplumların huzurunu kaçırıp anlaşmazlık ve kavga ürettiği için İslam dinî tarafından şiddetle reddedilmiştir. Fitne, toplumda tedavisi zor sonuçlar ortaya çıkardığı için bundan kaçınılması gerekir. Alay ve Hakaret Alay ve Hakaret ile ilgili örnek videoyu izleyiniz İnsanlarla alay edip onlara hakaret etmek de, İslam ahlakının men ettiği temel erdemsizliklerdendir. Alay ve hakaret, insanın manevi çevresine büyük zararlar vermektedir. İnsan toplumsal bir varlık olduğu için, kendisinin içinde yaşadığı toplumda başkalarıyla iyi ilişkiler kurmak zorundadır. İnsanlarla alay edip onlara hakaret eden kişi, çevresiyle sağlıklı bir ilişki oluşturamaz. Bunun içindir ki Yüce Allah, şöyle buyurmuştur: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler “Ey iman edenler! İçinizden bir kimse başka bir kimse ile alay etmesin. Belki, kendileriyle alay edilenler, alay edenlerden hayırlıdır. Kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesinler. Belki berikiler ötekilerden hayırlıdırlar. Birbirinizde ayıplar aramayın. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın, iman ettikten sonra kötü bir ad sahibi olmak ne çirkin şeydir. Her kim tövbe etmezse, zalim kimselerdir.” (Hucurât/49:11) Yukarıdaki ayette istihza ve eğlenmek haram kılındığı gibi, insanların birbirini kötülemesi ve kötü lakaplar vermesi de haram kılınmıştır. İnsanları isimleriyle çağırmak gerekir. Onlara lakaplar takarak çağırmak, onları hakir görmek anlamına gelmektedir. İslam dini, insanın yaptığı suçtan dolayı gerekli cezaya çarptırılmasını kabul ettiği hâlde, böyle bir ceza verilen kimseye bile hakaret edilmesini doğru bulmamaktadır. Suçlu olmak, hakaret edilmeye izin verilmesine sebep olamaz. İslam’ın bu ilkesi de insana verilen değeri göstermektedir. İnsan suçlu da olsa, ölüme de mahkum edilse, cezası ona hakaret edilmeden uygulanacaktır(Atay, 1994:33). Cenab-ı Hak, kötü söz ve hakaretle ilgili olarak şunları buyurmaktadır: “Allah çirkin ve incitici sözlerin açıklanmasını sevmez. Zulme uğrayanlar hariç. Allah her şeyi duyucu ve bilicidir. İyiliği açık veya gizli yapar, fenalığı affederseniz, şüphe yok ki Allah, affedicidir ve hakkıyla kudretlidir.” (Nisa/4:148-149) “Sakın yetimi üzme! Yoksula gelince sakın onu azarlama! Rabbinin nimetine gelince, O’nu minnet ve şükranla an.” (Duha/93: 9-11) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Özet İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler •İslam ahlakında temel erdemsizliklerin başında Allah’a ortak koşmak gelmektedir. Bu erdemsizlik, kişinin bencilliğini göstermekte ve bu erdemsizliği sergileyen kişinin onur ve haysiyetini yok ettiğini ortaya koymaktadır. •Zulüm, kaçınılması gereken temel erdemsizliklerden bir diğeridir. Zulüm, toplumdaki dirlik ve düzeni ortadan kaldıran bir eylem olduğu için İslam ahlakında temel bir erdemsizlik olarak görülmekte ve bundan kaçınılması emredilmektedir. •Fenalık ve taşkınlık erdemsizliği, zina, adam öldürme ve hırsızlığı ihtiva etmektedir. Bu üç erdemsizliğin toplum üzerindeki olumsuz etkisinden dolayı, Kur’an bunları kınamış, işlenmemesini istemiştir. •Emanete hıyanet etmek ise, güvenilir insan olmamanın, insanın doğru ve adil olmamasının doğal bir sonucu olduğu için İslam dini, koymuş olduğu ahlak ilkeleriyle Müslüman insanın her konuda güvenilebilen insan olabilmesini sağlamak istemekte, emanete hıyanet etmeyi şiddetle yasaklanmaktadır. •Aldatma ve yalancılık, İslam ahlakında doğruluğun aksine söz söylemek, olmuş bir olayı olmamış, olmamış bir olayı da olmuş gibi göstermek olduğu için temel bir erdemsizlik diye görülmekte, yalanın ve aldatmanın her türlüsü yasaklanmaktadır. •İsraf ve cimrilik, iftira ve gıybet, kibir ve haset, nifak ve fitne, alay ve hakaret, İslam ahlakında çokça yerilen kötü huylar olduğu için bunlar da temel erdemsizlikler olarak belirlenen diğer şeylerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Ödev İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler • İslam’daki temel erdemsizlikleri, diğer kültürlerdeki erdemsizliklerle karşılaştırarak, ortak noktaları belirtiniz. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1.Sonuçları işleyeni aşan ve yaşadığı topluma sıçrayan suçlar hangi kavramla ifade edilmektedir? a)Yalan b)İftira c)Gıybet d)Münker e)Alay 2.İbadeti ve sonsuz saygıyı Allah’ın dışında, O’nun yarattığı varlıklara intikal ettirmek diye nitelendirilen temel erdemsizlik aşağıdakilerden hangisidir? a)Nifak b)Alay ve hakaret c)Zulüm d)Allah’a ortak koşmak e)Kibir ve haset 3.Kur’an’da, genel olarak zina, adam öldürme ve hırsızlık gibi suçları ihtiva eden temel kavram aşağıdakilerden hangisidir? a)Fuhuş b)Münker c)Zulüm Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler d)Adalet e)Müsrif 4.Allah’ın dinine karşı gelerek meydan okumayı sürdürmek anlamına da gelen temel erdemsizlik aşağıdakilerden hangisidir? a)Cimrilik b)Zulüm c)Kibir d)Aldatma e)İsraf 5. İnsanın kendinde olmayan özelliklere sahip olanları çekememesi hangi temel erdemsizlik başlığı altında incelenir? a)Zulüm b)Hakaret c)Alay d)Haset e)Hiçbiri Cevap Anahtarı 1.d 2.d 3.b 4.e 5.d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akseki, Ahmed Hamdi, (1981), İslam; Fıtri, Tabii ve Umumi Bir Dindir, Ankara, Nur Yayınları. Ali, Emir, (2007), İslam’ın Özü, İslam ve Hristiyanlığın Mukayesesi, çev. Ömer Rıza Doğrul, Ankara, İlahiyat Yayınları. Ali Bin Emrullah- Muhammed Hadimi, (2009), İslam Ahlakı, İstanbul, Hakikat Kitabevi. Atay, Hüseyin, (1994), Kur’an’a Göre İslam’ın Temel Kuralları, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Aydın, Mehmet S., (1991), Tanrı-Ahlak İlişkisi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Çağrıcı, Mustafa, (1991), Anahatlarıyla İslam Ahlakı, İstanbul, Ensar Neşriyat. ______, (1989), İslam Düşüncesinde Ahlâk, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Çamdibi, Hasan Mahmud, (1983), Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, İstanbul, Han Yayınları. Diyanet İşleri Başkanlığı, (2006), İlmihal, I- II, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı. Draz, Abdullah, (Tarihsiz), Din ve Allah İnancı, İstanbul, Bir Yayıncılık. ______, (1993), Kur’an Ahlakı, çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, İstanbul, İz Yayıncılık. El-Behiy, Muhammed, (1995), İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, İstanbul, Yöneliş Yayınları. Erdem, Hüsameddin, (1978), Ahlâk Felsefesi, Konya, Hü-Er Yayınları. _______, (1996), Sondevir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Konya, Sebat Matbaacılık. _______, (1990), “Dini Ahlak ve İlahi Dinlerden Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık’daki Bazı Ahlaki Meselelere Mukayeseli Bir Yaklaşım”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 3. Fahri Macid, (2004), İslam Ahlak Teorileri, İstanbul, Litera Yayıncılık. Gazalî, (1981), Kimya-i Saâdet, çev. Ali Arslan, İstanbul, Arslan Yayınları. _______, (1977), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 3, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler ______, (1975), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 4, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir Yayınları. Güngör, Erol, (1995), Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, İstanbul, Ötüken Yayınları. İbn Haldun, Mukaddime, (1930) Kahire, Ezher Matbaası. Kandemir, Yaşar, (2008), Örneklerle İslâm Ahlâkı, İstanbul, Nesil Yayınları. Karagöz, İsmail, (2009), Allah Sevgisi Allah Korkusu, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Kaya, Yunus, (2009), Yayınları. Tasavvuf Nefsi Arıtma ve Donatma, İstanbul, Uzakülke Kılıç, Recep, (1992), Ahlakın Dini Temeli, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. _____, (1995), Ayet ve Hadisler Işığında İnsan ve Ahlak, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. _____, (2004), Dini Anlamak Üzerine, İstanbul, Ötüken Yayınları. Mâverdi, Ebu’l_Hasan, (1982), Edeb’üd-Dünya ve’d-Din, çev. Ali Akın, İstanbul, Temel Neşriyat. Naim, Bababzâde Ahmed, (1995), İslam Ahlâkının Esasları, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Öztürk, Hüseyin, (1990), Kınalızâde Ali Çelebi’de Aile Ahlakı, Ankara, Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları. Şekeroğlu, Sami, (2010,. Mâtürîdî’de Ahlak, Felsefi Bir Betimleme, Ankara, Ankara Okulu Yayınları. Yeniterzi, Emine, (1997), Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Türkeri, Mehmet, (2004), “Bazı İslam Ahlak Kuramlarındaki Ortak Noktalar”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı XIX. Yakıt, İsmail, (2005), İslam’ı Anlamak, İstanbul, Ötüken Yayınları. Yaran, Cafer Sadık, (2005), İslam’da Ahlâk’ın Şartı Kaç, İstanbul, Elif Yayınları. _____, (2010), Ahlak ve Etik, İstanbul, Rağbet Yayınları. _____, (2011), İslam Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul, Dem Yayıncılık. Yazgan, Mustafa, (1976), Semavi Dinlerde Ahlak, Ankara, Nur yayıncılık. Yörükan, Yusuf Ziya, (1998), Müslümanlık ve Kur’an-ı Kerim’den Ayetlerle İslam Esasları, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24