Burhan 55:Burhan.qxd

advertisement
EDİTÖR
Bismillahirrahmanirrahim
O kadar çok konuşuyoruz ki susmaya zaman kalmıyor.
Her konuda fikrimizi, her konuda çok engin görüşlerimizi
serdediyoruz! Konuşacak konu olsun yeter ki, konuşmaya
hazırız. Din, siyaset, ekonomi hiç fark etmez.
“Ben bu konuda bir şey bilmiyorum” diyene hiç rastladınız
mı? Kişi ne kadar cahilse o kadar çok konuşuyor. Susanlar
genelde bilenler oluyor. Susmasalar da susturuluyor bilenler.
Cahilin bağırtısı bilgiyi bastırıyor. Okumadan her konuda bilgi
sahibi olan başka bir toplum var mıdır, bizim toplumumuz gibi.
İstisnasız her konuda uzman bir kitle; ama hiçbir konuda kitabî
bilgisi olmayan, her konuda sözden çok lakırdısı olan bir kitle…
Susanın yadırgandığı hatta ayıplandığı bir toplum. Ağzına
geleni konuşmayı marifet sayan, düşünmeden konuşarak
düşüncesizliğini ortaya koyan bir toplum… Böyle bir toplumda
konuşan kim, dinleyen kim, belli olur mu?
Yıl 5
Sayı 55
Nisan 2010
İnsan sözüyle insandır. Aslında insan sözünden ibarettir.
Sözünü havaya savuran kendini havaya savurur. Söz
konuşmak için konuşulmaz. Söz dinlenilsin diye konuşulur.
Dinlenilmeyen sözün sahibi sadece sözünü değersizleştirmez;
aksine kendini değersizleştirir. Bir söz yere düşerse sahibi yere
düşmüştür. Yere atılacak sözü sarf edenler kendilerini harcarlar.
Söz yere atıla atıla bu günkü duruma gelindi. Sözler
değersizleşince özlerde değersizleşti. Sonucunda konuşmak
sadece “boş konuşmak” olarak kaldı.
Dinlemiyor, dinlenmiyoruz. Ağız aslı fonksiyonu olan
anlamlı konuşmayı kaybedince kulakta kirlendi. Artık ağızdan
çıkanların hangisi söz, hangisi lakırdı anlaşılmaz oldu.
İnsan en çok ağzıyla günaha düşer farkında mısınız?
Gıybet, yalan, iftira, dedikodu, nemmamcılık, küfür vs. hep ağız
ile işlenen günahlardır. Neden Peygamber efendimiz “iki
dudağının arasını” koruyana cennet vaat ediyor?
Susmak tefekkürün ve zikrin anahtarıdır. “Susan kurtulur”
buyurulmuş. İnsan beş dakika sussa ve o suskunluğunu zikirle,
tefekkürle değerlendirse kim bilir neler kazanır. Beş dakika da
kaç ayet okur, kaç tesbih eder, kaç tevhid okur, kaç istiğfar
eder? Bunlar ancak susarak öğrenilir. Fazla söze ne hacet?
Susalım kurtulalım…
içindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
4 ÂKİF LÂZIM DÜNYÂYA
42 Muhabbet
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Osman Nuri KARADAYI
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
7 Hasen Ve Sahih Hadislerden
45 MEVLANA VE ŞEMS VE İLAHİ
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
SeçmeleR (29)
AŞKIN YENİDEN YAZILIŞI
Serdar TAŞAR
Mütercim: Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Hasan BAŞAR
Yıl: Sayı: 55
Nisan 2010
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
8 EHL-İ SÜNNET İNANCI VE
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
TARİHSELLİK
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
YAYIN KURULU
Dr. Ebubekir SİFİL
48 Bir Dervişinin Gözü ile Hacı Şaban
Efendi Hazretleri – 5
Nureddin BURAK
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
13 EY İNSAN!
Salih AYDIN
Mustafa AKCAN
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Musa KARACA
GRAFİK TASARIM
Osman MERT
14 DİNLE
Nihat MORGÜL
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
Tek Sayı: 6 TL
17 ECEL
58 Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
Dr. Faiz KALIN
60 İYİ BAK Kİ TÜRKİYEM BU SENİN
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
6 Aylık Abone: 36 TL
56 Allah’tan İstemek
18 HZ.PEYGAMBER (S.A.V.)
İKİNCİ YÜZÜN OLMASIN
İsmail ÖZ
Abonelik İçin Hesap Numaraları
EFENDİMİZİ ZİYARET ETMENİN
LÜZUM VE ÖNEMİ
Posta Çeki No: 5091167
Mehmet TALU
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No 291928
IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01
24 Sekülerizm Tehlikesi
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Aydın BAŞAR
Hesap No: 1673–44165588-5002
62 ÖĞRETMENİMLE 45 YIL ARADAN
SONRA ACIKLI TABLO
Abdulkerim KARAAĞAÇ
IBAN TR690001001673441655885002
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
28 GÜNAHLAR İNKÂR TOHUMLARINI
65 BOYACI ÇOCUK
Mehmet Akif Mah.
YEŞERTİR
Halil ATİK
Kuran Kursu Cad.No: 87
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
30 HANIMEFENDİ
İNTERNET ADRESİ
Ersan BİLGİN
66 Kudüs Davası Nereye Gidiyor?
Yasir El ZEATİRE
[email protected]
[email protected]
www.burhandergisi.com
34 “Rabb’in İçin Sabret!”
BASKI
Fuat TÜRKER
68 Ailede Ahlak Eğitimi
Kitap Tanıtım
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
36 Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın: “En
zalim anne, sabah kahvaltı
hazırlamayıp çocuğunu aç aç okula
gönderen annedir.”
Röportaj: Aydın BAŞAR
70 Burhan Çocuk
Musa KARACA
72 Bülbül
Mehmet Akif ERSOY
4
Âkif Lâzım Dünyâya
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Ehl-İ Sünnet İnancı ve Tarihsellik
Dr. Ebubekir SİFİL
14
8
Dinle
Nihat MORGÜL
Hz.Peygamber (s.a.v.) Efendimizi
Ziyaret Etmenin Lüzum ve Önemi
Mehmet TALU
24
Günahlar İnkâr Tohumlarını Yeşertir
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
36
18
Sekülerizm Tehlikesi
Aydın BAŞAR
28
Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın:
“En zalim anne, sabah kahvaltı hazırlamayıp
çocuğunu aç aç okula gönderen annedir.”
Röportaj: Aydın BAŞAR
Başyazı
ÂKİF LÂZIM
DÜNYÂYA
rzurum’dan yazıyorum; Türkiye’nin
en doğusundan, yazın serin, kışın
çok soğuk olan ilimizden. Bu ilimizden sizi üşütecek şeyler değil, içinizi ısıtacak şeyler yazmaya gayret ediyorum. Şunu
biliniz ki, burada havalar ne kadar soğuksa
insanlar da o kadar sıcaktır. Burada insanların ağzından ve kaleminden sizleri üşütecek ve üzecek bir şey çıkmaz. Biz, soğuk
iklimin sıcakkanlı insanlarıyız.
E
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Âkif lâzım dünyaya bir dev
yürek lazımsa
Âkif lâzım dünyaya bir tunç
bilek lazımsa
4
Otuz yıldır Erzurum’un kültür ve irfânına hizmet eden “Abdurrahman Gâzi
Vakfı” adında bir vakfımız var. İstanbul için
Eyüp Sultan Hazretleri, Bursa için Emir Sultan Hazretleri, Konya için Mevlânâ Hazretleri, Ankara için Hacı Bayram Hazretleri ne
ise, Erzurum için de Abdurrahman Gâzi
Hazretleri işte odur. Sahâbe-i kirâm’dan olduğu rivâyet edilir. Erzurum fethi için gelen
ilk orduda yerini alır ve Palandöken dağlarının eteklerinde şehid düşer. Şehrin mânevî fâtihi ve gerçek sahibidir. Palandöken
dağlarının eteklerindeki türbesinden şehre
bakar. İşte bu zâtın adına otuz yıl önce bir
vakıf kurulmuş. Bu vakıf daha ziyâde üniversite öğrencilerine yönelik hizmetler sunuyor. Özellikle hafta sonlarında vakıf
merkezinde dersler ve sohbetler yapılıyor.
Nisan 2010
Her Salı günü, yatsı namazından sonra şehrin en
büyük salonu olan Büyükşehir Belediyesi Kültür
Merkezi’nde bin kişiye yakın kalabalık bir cemaatin
huzurunda Riyâzü’s-sâlihîn isimli hadis kitabı okunuyor ve sohbet yapılıyor. Bu sohbetlere bayanlar
ve çocuklar da kendilerine ayrılan yerde katılıyorlar. Bu faaliyetlere ben de konuşmacı olarak katılıyorum.
Adı geçen vakıf merkezinde yıllardan beri
üniversite öğrencilerine de meâl-tefsir ve hadis
dersleri yapılmaktadır. Bir tarihte birileri, rahmetli
Mehmet Âkif Ersoy için hoş olmayan şeyler söyleyince biz de bu derslere ilâveten Safahât okumaya
başladık. Safahât’tan dersler yapmaya başlayınca
öğrencilerimizin bu kıymetli esere yabancı kalmış
olduklarını gördük. Rahmetli Âkif’e ve Safahât’a
karşı olumsuz şeyler söyleyip kinini kusan şahsa
küfredeceğimize, gençlerimize Âkif’i ve Safahât’ı
tanıtmanın daha uygun olacağını düşündük. Bir-iki
yıl Safahât derslerine ağırlık verdik. Sonra da Safahât’tan ezbere şiir okuma ve güzel şiir okuma ya-
rışması tertipledik. Gençlerimiz büyük bir aşk ve
heyecanla bu yarışmaya hazırlandılar. Bu yarışma
ile güzel bir faâliyet icrâ eden vakfımız, aynı yıl
Mayıs ayında bir de Necip Fazıl Kısakürek’in Çile
adlı şiir kitabından ezbere ve güzel okuma yarışmaları tertipledi. Bu yarışmaya da üniversite gençleri ilgi gösterdi. Gençler, şiirlerini ezberledikleri bu
iki bahtiyar insanın hayatını daha iyi öğrenmeye ve
onların dünyalarına girmeye başladılar. Biz, bu iki
güzel şâirimizin, rahmetli Mehmet Âkif Ersoy’un da,
rahmetli Necip Fazıl Kısakürek’in de insanımız tarafından henüz keşfedilemediği kanaatindeyiz.
Ben, gençlerimizin bu iki değeri çok okumalarının
ve anlamalarının elzem olduğu kanaatindeyim.
Biz, aşağı yukarı on yıldan beri yapmakta olduğumuz bu yarışmayı bu öğretim yılında, Mart
ayının ikinci haftasında yapacağımızı ve gençlere
hazırlanmaları gerektiğini ilan ettik. Bu yarışmanın
ezber bölümü, Türkiye Yazarlar Birliği Erzurum şubesinin de destekleriyle 13 Mart 2010 Cumartesi
günü öğleden sonra vakıf merkezinde yapıldı.
Güzel okuma bölümü de, 14 Mart 2010 Pazar
günü Sağlık İl Müdürlüğü salonunu dolduran dinleyicilerin huzurunda yapıldı. Bu gece, çok güzel
ve heyecanlı bir gece oldu. Öğrenciler, ezbere şiirler okudular ve dereceye girenler hediyelerini aldılar. Yarışmada dereceye giren on altı öğrenciye on
sekiz cumhuriyet altını armağan olarak verildi. Ezbere okuma dalında birinci gelen öğrenci, bin iki
yüz mısrayı ezbere okudu. Diğerleri de onu takip
etti. Birkaç yıl önce İstiklâl Marşı’ndan başka ezberi olmayan öğrenciler, şimdi merhûm Mehmet
Âkif’ten yüzlerce mısrayı ezbere okuyabiliyorlar elhamdülillah.
Sevgili okuyucularım, bir yerde bir olumsuzluk görürseniz, birisi sizin değerlerinize saldırırsa
umutsuzluğa düşmeyin; o şahsa hakaret ederek ve
küfrederek vaktinizi öldürmeyin. Olumsuzluğu, lehinize çevirebilecek yollar araştırın. Bize yapılan
hakaretler ve saldırılar iyice filizlenmemiz ve kök
salmamız için gübre mesabesinde olmalıdır. Üstad
Necip Fazıl’ın dediği gibi: “Düşmanım sen benim
ifadem ve hızımsın, gündüz geceye muhtaç, bana
da sen lazımsın.” demeli ve işimize bakmalıyız.
Düşmanlarımız üzerine yoğunlaşan ve daha başka
yapacak işimiz yokmuş gibi onları bütün detayları
Nisan 2010
5
ile bize anlatan ve bizi boş şeylerle meşgul edenler yanlış yapıyorlar. Bu yaptıklarının yanlış olduğunu kendilerine kimse de söylemiyor. Biz, antitezle meşgul
olmayalım; çevremize tezimizi ve iddiâmızı anlatalım.
Düşmanlarımız bizi basit işlerle meşgul edip, hedefe
varmamıza engel oluyorlar. Onlara ve onlara kulak
asan ahmak dostlarımıza aldırış etmeyelim. Biz, işimize
bakalım.
Abdurrahman Gazi Vakfı’nın yaptığı bu faaliyetlerle öğrenciler Âkif ve Necip Fazıl ile bütünleştiler;
onlar için yazılar ve şiirler yazanlar oldu. Ben yazımı,
Erzurum İlahiyat Fakültesi öğrencilerinden Osman Nuri
Karadayı’nın “Âkif Lâzım Dünyaya” isimli şiiri ile bitirmek istiyorum.
Hazânı yaşayan bahçenin müstesna bülbülüydün
Bahârı müjdeleyen âsûde bir gülüydün
Her çiçek solar ya bir bir, sen solmuyorsun
Dâvâna omuz verenlerin gönlünde büyüyorsun
Her bir dertli yürek alsın senden rengini
Hayatın sende akan o güzel âhengini
Çanakkale’de heybetinle haykırmadasın
Bir bayram sabâhı garîbin yanındasın
Sen ki, zâlime mazlûmu ezdirmezdin
Kanardı hep yüreğin, ama hiç sezdirmezdin
Yoruldun bu hayattan, bir uzun seferdesin
Rasûlullah’a komşu oldun, en müstesnâ yerdesin
Gelip de çalsak kapını, misâfir eyler misin?
Bu soluk benizliyi hânende eyler misin?
Ey Âsım’ın, yüreğini kaybeden nesli!
Gitti Âkif, yurduna dönmez artık ebedî
Bir devin düşüşüne dostlar! Oturup ağlanmaz mı?
Şu karakış gününde karalar bağlanmaz mı?
Âkif lâzım dünyaya bir dev yürek lazımsa
Âkif lâzım dünyaya bir tunç bilek lazımsa
6
Nisan 2010
HASEN VE SAHİH
HADİSLERDEN SEÇMELER (29)
Mütercim: Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
İMAMLIK HAKKINDA HADİSLER
224- Ebu Hureyre’den nakledilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini zikretmiştir: “Sizden
birisi insanlara namaz kıldırdığında kısa yapsın, zira onların arasında hasta, zayıf, yaşlı
olabilir. Kendisi için kıldığında istediği kadar
uzatsın.” Hadis müttefakun aleyhtir.
225- Enes bin Malik’ten nakledilmiştir. O
dedi ki: Peygamber attan düştü, sağ tarafı incindi. Biz de yanına gidip ziyaret etmeye başladık. Namaz vakti girdi, O bize oturarak namaz
kıldırdı. Biz de oturarak kıldık. Namazı bitirince
şöyle dedi: “İmam kendisine uyulsun diye
imam olmuştur. O tekbir aldığı zaman, siz de
alın; secde ettiğinde, siz de edin; başını kaldırdığında, siz de kaldırın; Semiallahu limen
hemideh dediği zaman, siz de Rabbena lekel
hamd deyin; oturarak kıldığında siz hepiniz
de oturarak kılın.” Hadisi Müslim kitabında zikretmiştir.
NAMAZ
226- Ebu Hureyre’den nakledilmiştir. Bir
adam camiye girdi. Resulullah da mescidin bir
kenarında oturuyordu. (O adam) namaz kıldı,
selam verdi. Resulullah ona “selam sana
olsun, dön, namazını kıl, zira sen namazını
kılmadın,” dedi. Adam döndü, namazını kıldı.
Sonra geldi, selam verdi. Resulullah da “selam
sana olsun, dön namaz kıl, zira sen namaz
kılmadın,” dedi. Üçüncüsünde, yahut daha
sonra geldiğinde, namazı bana öğret ya Resulallah, dedi. Resulullah dedi ki: “Namaza kalkmak istediğin zaman, abdestini tam yap;
sonra kıbleye dön, tekbir al; sonra
Kur’an’dan kolayına gelen yerlerden oku;
sonra rüku yap, ta ki azaların sükunete ersin;
sonra başını kaldır, dimdik dur, sonra secde
yap, ta ki uzuvların secdede sakin olsun.
Nisan 2010
Sonra başını kaldır, otur, uzuvların yine sakin
olsun; sonra secde yap, secdede uzuvların
sakin olsun.” Başka bir rivayette, “sonra kalk,
ayakta dimdik dur, sonra diğer bütün namazlarında da böyle yap.” Hadis müttefakun aleyhtir.
227- Ebu Humeyd es-Saidi’den nakledilmiştir. O, Resulullah’ın ashabından bir grubun
içinde bulunduğu sırada dedi ki: Ben Resulullah’ın namazını en iyi bilen kimseyim. Resulullah’ı gördüm, tekbir alıyordu, ellerini omuzlarının
hizasına ulaşıncaya kadar kaldırırdı. Sonra rükû
yaptığı zaman elleriyle dizleini tutardı, sırtı başıyla aynı seviyede olurdu. başını kaldırdığı zamandimdik dururdu, azaları sakin olurdu.
Secdeye gittiğinde ellerini yere kordu ve öylece
sakin olurdu. Ellerini yere koyarken yere döşemezdi. Ellerini yummazdı. Parmaklarının uçları
kıbleye doğru kılardı. Oturduğu zaman iki rekatın sonunda sola ayağının üzerine otururdu, sağ
ayağını dikerdi. Son rekata geldiğinde sol ayağını öne doğru çeker, diğerini dikerdi ve yere
otururdu. Hadisi Buhari nakletmiştir.
228- Ebu Hureyre’den nakledilmiştir. O dedi
ki: Resulullah şöyle buyurdu: “Allahu Teala sizden birinin namazını, abdestini bozup yeniden abdest alıncaya kadar kabul etmez.” Hadis
müttefakun aleyhdir.
229- İbn Ömer, den rivayet edilmiştir. O,Rasulullah ın şöyle dediğini nakletmiştir. Sizden
kim elbisesini kibir maksatıyla yerde sürütürse kıyamet gününde Allah Taala Ona
rahmet nazarıyla bakmaz. Ümmü Seleme
dedi ki Ya Rasulallah, Kadınlar eteklerini
Peygamber dediki bir karış daha uzatırlar.
Ümmü Seleme dedi ki bu takdirdede topukları açık kalır. Peygamber bir zira uzatırlar
daha fazla uzatmazlar. Hadisi Nesai ve Tirmizi rivayet etmişlerdir.
7
EHL-İ
SÜNNET
İNANCI VE
TARİHSELLİK
slam'ın ilk yüzyıllarında ortaya çıkan ve
İslamî ilimlerin hemen bütün dallarında
kendisini hissettiren "fırkalaşma" olgusu,
tarih içinde olduğu gibi bugün de varlık ve
etkisini muhafaza etmektedir. Geçmişte bu
hareketler Haricîlik, Mu'tezile, Mürciîlik...
şeklinde kendisini ifade etmişti; bugünse
daha başka isimler altında fırkalaşmalar
devam ediyor.
İ
Dr. Ebubekir SİFİL
Günümüzde Ehl-i Sünnet itikadının karşısındaki
en tehlikeli akım, Modernizm'dir.
Tarih içinde "Sünnî duruş"un nasıl her
sürecin/akımın gündemine ilişkin canlı ve
dinamik bir söylemi var idiyse, günümüzde
de Ehl-i Sünnet olmanın, İslam'ın "güncel"
problemleri karşısında bir anlam ve özgünlüğü bulunmalıdır. Bu alanda yapılması gereken tesbitler, hem Ehl-i Sünnet olarak
bizleri, tarihte kalmış, hiçbir güncelliği bulunmayan meseleleri "Ehl-i Sünnet akidesini öğrenmek" adına tekrar etme ve bu
suretle adeta "sanal" bir dünyayı yaşatma
anlamsızlığından uzak tutacak; hem de
çağdaş dünyanın aktüel meseleleri karşısında etkin ve dinamik bir duruş sergileme
yeteneğine kavuşturacaktır.
Esas konuya geçmeden önce –muhtemel bir yanlış anlamanın önünü peşinen
almış olmak için– bir noktanın altını çizelim:
Tarih içinde yaşanan fırkalaşma olgusunun
Ehl-i Sünnet dünyanın gündemine taşıdığı
problemlerin tamamının bugün için güncelliğini yitirdiğini söylemek yanlış olur. Tıpkı o
8
Nisan 2010
dönemlerde olduğu gibi günümüzde de varlığını
sürdüren problemler bulunduğu gibi, günümüzde
ortaya çıkmış olan bazı düşünce/fikir hareketleri ve
akımlarının, fikrî altyapılarını tarihteki kimi fırkalardan davşirerek oluşturduklarını, ya da en azından
onlarla kesiştikleri noktalar bulunduğunu da belirlememiz gerekiyor.
Sözgelimi geçmişte Mu'tezile tarafından hadislere hangi gerekçelerle itiraz edilmiş ise, bugün
de hadisleri reddetme tavrında olan çevrelerin aynı
gerekçelere sarıldığını tesbit ediyoruz. Öyleyse
bugün için güncelliğini koruyan hususlarla tarihte
kalmış meseleleri birbirinden ayırarak 21. yüzyıl
müslümanına hitap edecek yeni bir Kelam ilmi
oluşturmak zorundayız.
Bu yazıda bu mesele hakkında sadece
"ipucu" kabilinden bazı hususlara değinmek istiyoruz. Zira güncel bir Ehl-i Sünnet Kelamı'nın oluşturulması takdir edilir ki, ciddi ve uzun soluklu
çalışmalara ihtiyaç duyar.
Günümüzde Ehl-i Sünnet itikadının karşısındaki en tehlikeli akım, Modernizm'dir. Batı hakimiyeti karşısında kompleksli bir duruşla İslam'ın Batı
kökenli pozitivist anlayışla çelişmediği iddiasından
hareket eden Modernistler eliyle, itikadî sahadan
amelî konulara kadar her seviyede yeni bir İslam
anlayışı oluşturma iddiasıyla korkunç bir tahrip ve
tahrif faaliyeti yürütülmektedir.
Müslüman halkımızın belli bir kesimi, Modernistler'in diline ve yöntemlerine yabancı olduğu için
bu akımın söylemlerine kolayca çarpılabilmekte ve
sonunda itikattan başlayan ve giderek diğer alanlara sirayet eden bir çürüme süreci yaşanmaktadır.
Ehl-i Sünnet itikadını benimsemiş her müslümanın
günümüzde yaygınlaşma eğilimi gösterdiği müşahede edilen Modernist söylem karşısında şu hususlara dikkat etmesi gerektiğini düşünüyoruz:
1.
Allah Teala'nın, Kur'an ve hadislerde haber
verilen isim ve sıfatlarının hepsi hak ve gerçektir.
Kelam kitaplarımızda ayrıntılarıyla zikredilmiş
olan bu meselenin günümüze taalluk eden yönü
şurasıdır: Günümüzde "Tarihsellik" dediğimiz görüşü benimseyenler, Kur'an ayetlerinin –özellikle
ahkâma ilişkin olanların– indikleri dönemin problemlerini çözmeye matuf olduğunu söylerler. Buradan hareketle de Kur'an'ın ihtiva ettiği her hükmün
günümüzde uygulanamayacağını ileri sürerler.
Nisan 2010
Oysa bu iddia, Allah Teala'nın, sadece
Kur'an'ın nazil olduğu zaman ve mekânın problemlerine çözüm indirdiğini, nüzûl sürecinin tamamlanmasından günümüze ve günümüzden
geleceğe yüzyıllar, binyıllar içinde yaşayanların,
problemlerine Kur'an'dan çözüm bulamayacağı anlamına gelir ki, doğrudan doğruya Allah inancıyla
ilgilidir. Bu iddia sahiplerinin, Allah Teala'nın Alîm,
Hakîm, Âdil... gibi isim ve sıfatlara sahip bulunduğuna inandıklarını söylemek oldukça zordur.
Zira bu isim ve sıfatlara iman etmek, Allah
Teala'nın olmuş, olan ve olacak her şeyi hakkıyla
bildiğini ve hiç kimseye zulmetmeyeceğini itiraf
etmek demektir. Elbette sadece bu değil. Böyle bir
iman, Kur'an'ın "bütün insanlara hidayet kaynağı"
olarak gönderildiğini haber veren ayet üzerinde
biraz düşünürsek, Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında yaşayanlarla günümüz insanının ve gelecek
nesillerin bu noktada eşit olduğunu göreceğiz. Yani
Kur'an Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde yaşayanlar için nasıl bir hidayet kaynağı idiyse, günümüz için de aynen öyledir; gelecek nesiller için de
öyle olacaktır.
Bu noktada dikkat çekilmesi gereken bir diğer
husus da, "kader inancı" ile ilgili çarpık anlayıştır.
Kaderi inkâr eden Modernistler, konuyla ilgili ayetleri tevil ederek, hadislerin de sıhhatine şüpheyle
yaklaşarak şöyle derler: "İnsan mutlak anlamda özgürdür. Dilediği zaman dilediği şeyi yapabilir. Allah,
insanların tercih ve fiillerine müdahale etmez.
Kader inancı, zalim Emevî yönetimlerinin, halk nazarında meşruiyet kazanmak için ortaya attığı bir
aldatmacadır..."
Oysa kader meselesinin Emevî iktidarları tarafından çarpıtılarak istismar edilmesi başka şeydir, Kur'an ve Sünnet'le sabit bir hakikat olması
daha başkadır. Evet, bizler Yüce Allah'ın Levh-i
Mahfuz'da bizler için yazdığı, dolayısıyla irade ettiği bir hayatı yaşıyoruz. Bu meselenin inceliklerini
kavramak için buradaki "irade"nin ne olduğunu ve
ne olmadığını bilmek gerekiyor. Varlık alemindeki
her şey Yüce Allah'ın iradesiyle olmaktadır. Ancak
bu, Yüce Allah'ın bizim hayat tarzımızı klişe olarak
"belirlediği, tayin ettiği ve bizi onu yaşamaya icbar
ettiği" anlamına gelmez. Bunun anlamı şudur:
İnsan, kendisine yaratılışından verilen iradeyi kullanarak herhangi bir konuda kararlar verir, tercihler
yapar. Eğer Yüce Allah da o işin o yönde olmasını
irade etmişe, o işte iki irade birleşir; Yüce Allah o işi
yaratır, insan da kesbeder. İnsanın sorumluluğu, o
işi yapmaya karar verip iradesini o yönde sarf etmesi sebebiyle söz konusudur. Yüce Allah irade et-
9
mediği halde insanın herhangi bir şey yapmasının
mümkün olduğunu iki sebeple söyleyemeyiz: 1)
Yüce Allah'ın, irade etmediği bir işin meydana gelebileceği söylendiğinde, O'nun kudret ve iradesinden bağımsız bir alan söz konusu olacaktır. Bu ise
ontolojik olarak mümkün değildir. Zira dilemediği
şeylerin meydana gelmesi karşısında pasif bir pozisyona düşmek Allah Teala için düşünülemeyecek
bir nakisadır. 2) Allah Teala'nın dilemesi olmaksızın insanın bir şey yapabileceğini düşünmek, insanın O'ndan müstağni olduğunu söylemek demektir.
Oysa "fa’’âlun limâ yurîd" olma (dilediğini dilediği
gibi yapma) vasfı sadece Yüce Allah'a aittir.
Bütün bunlar insanın, kendisi için ezelde tayin
edilmiş bir rotayı izleme mecburiyetinde olduğu anlamına tabii ki gelmemektedir. Günlük hayatta yaptığımız en basit işlerden en hayatî işlere kadar
karşılaştığımız durumlarda verdiğimiz iradî tepkiler, aldığımız kararlar ve yaptığımız tercihler bunun
en önemli delillerindendir. Bütün bu hususlarda bizi
kimsenin zorlamadığını tecrübeyle biliyor olmamız
gerekir.
O halde "kader" nedir?
Kader, en kısa anlatımıyla şudur: Yüce Allah,
ezelî ve mutlak ilmiyle bizim bir işi nerede, ne
zaman ve nasıl yapacağımızı bildiği için onu Levhi Mahfuz'da kaydetmiştir. Sırası geldiğinde biz o işi
o şekilde yaparız. Böylece kaderimizi yaşamış oluruz. Şu halde kullar, imanı da küfrü de kendi iradeleriyle seçerler dememiz gerekiyor. Kur'an'da
hidayet-dalalet, iman-küfür... konusunda yer alan
ayetler bir araya getirilerek ele alındığında ortaya
şu sonuç çıkıyor: Bir kimse özgür iradesiyle küfrü
seçer ve bu yolda, hiçbir uyarıya kulak vermeden
ısrar ve inatla derinleşirse, bir noktadan sonra
Yüce Allah onun kalbini mühürlüyor ve onun için
artık –tabir doğruysa– kapı kapanmış oluyor. Buna
Kelam ilmi terminolojisinde "hızlân" deniyor. Yani
kâfirin yardımsız bırakılması, kufrüne terk edilmesi.
Ama hidayete ulaşma yolunda samimiyetle çaba
gösterenlere de hidayet yolu her zaman açıktır.
Şu halde "Allah Teala yazdığı için biz böyle
yaşıyoruz" cümlesi yanlıştır. Doğru cümle şudur:
"Allah Teala bizim nasıl yaşayacağımızı bildiği için
yazmıştır. Biz O'nun bildiğini yaşıyoruz."
Allah Teala'nın "dileyeni mi" yoksa "dilediğini
mi" hidayete erdireceği konusu da yukarıda söylenenler ışığında şöyle izah edilmelidir: Allah Teala'nın hidayete erdirmesi, hidayeti elde etmek gibi
bir problemi bulunanlar için söz konusudur. Bu an-
10
lamda her iki şık da doğru olmakta ve aynı kapıya
çıkmaktadır. Zira bir kimse iradesini hidayeti bulma
yolunda sarf ederse Allah Teala onu o yola sevkedecektir. Dolayısıyla bu kimse, Allah Teala'nın, hidayete erdirmek istediği kullardan olmaktadır.
İradesini bu yolda kullandığı için "dileyen", bu irade
sebebiyle Allah Teala da onu o yola sevk edeceği
için "dilediği"...
Öyleyse Kur'an ayetlerinin tarihselliği iddiasında bulunanların Allah inancında bir arıza bulunduğunu tesbit etmek durumundayız.
2.
Ehl-i Sünnet ulema tarafından oluşturulmuş
Usûlüddîn (Akaid/Kelam) ve Usûl-i Fıkıh sistemleri,
hem birbirleriyle, hem de Allah ve Peygamber inancıyla kopmaz biçimde ilişkilidir. Bunları birbirinden
ayrı ve bağımsız düşünmek mümkün değildir. Bu
sistemleri "klasik" (dönemini kapatmış, fonksiyonunu yitirmiş anlamında) olarak niteleyip, çağdaş
insanın problemlerine cevap vermiyor bahanesiyle
"yenilemek" (reforma tabi tutmak) gerektiğini söyleyen Modernist söylemin bu iddiası konusunda
şunları söylemeliyiz:
1. İslamî disiplinlerin yeni anlama yöntemleri
temelinde yeniden inşa edilmesi gerekli/zorunlu
mudur?
2. Böyle bir yeniden inşa, teknik anlamda
değil ama "ontik" anlamda mümkün müdür?
Birinci soru hakkında şu mülahazalarda bulunabiliriz:
Kur'an'ın, Yüce Allah'ın arzu ve iradesiyle
yüzdeyüz örtüşecek şekilde anlaşıldığını hiçbir
kuşkuya yer bırakmayacak şekilde söyleme imkânına sahip olduğumuz bir tek dönem vardır: Hz.
Peygamber (s.a.v) dönemi. Zira metodolojik kaynaklarımızda Hz. Peygamber (s.a.v)'in, dinin tebliği ve açıklanması bağlamında yaptıklarında ve
–Kur'an dışında– söylediklerinde ilahî denetim altında olduğu enine boyuna izah edilmiştir ve esasen bir müslümanın bu noktada kuşkuya düşmesi
mümkün değildir. Böyle bir garantinin en basit ve
fakat en esaslı göstergesi, aksi durumun bizi, Yüce
Allah'ın "tarihe müdahalesi"nin bu dönemde yeterli
ve gerekli ölçüde gerçekleşemediğini –dolayısıyla
hiçbir dönemde gerçekleşemeyeceğini– söyleme
zorunluluğuna götürmesidir.
Murad-ı ilahî'nin Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde hem pratik hayata bir sosyo-kültürel ve taNisan 2010
rihsel gerçeklik, hem de beşer düzeyinde ontik anlamda temel varoluşsal algı dönüşümü şeklinde
yansıdığını kendimizden emin bir şekilde söyleyebildiğimize göre, burada cevabı bulunması gereken ikinci soru şudur: Hz. Peygamber (s.a.v)
döneminden sonra murad-ı ilahî'ye ne oldu?
Hz. Peygamber (s.a.v) sonrası İslam tarihini,
ideolojik, indirgemeci ve profan bir okuyuşla iktidar
mücadeleleri, heretik oluşumlar ve geleneğin din
yerine geçmesinden ibaret görme yanlışlığının zihnimizde oluşturduğu tabakayı kaldırdığımızda görünen şudur: Sahih din anlayışının Hz. Peygamber
(s.a.v)'den, O'nun bir ömür boyu yanında/yakınında bulunan ve İslamî kişilikleri O'nun gözetim
ve denetiminde şekillenmiş olan Sahabe kuşağına
intikal ettiğini söylemek dürüstlük gereğidir. Özellikle ilk dört halife döneminde başlayarak kısa bir
süre içinde gelişen dışa açılma hareketleri çerçevesinde belli İslam merkezlerine dağılan alim sahabîler, gittikleri yerlerde Hz. Peygamber
(s.a.v)'den öğrendikleri Din'i yaymış, dinî ilimlerin
öğretiminde ve yaygınlaştırılmasında kilit roller üstlenmiştir.
Böylece onların 1., 2. ve daha yaygın olarak
3. kuşak öğrencileri olan ekolleşme dönemi İslam
alimleri, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Din telakkisini
kesintisiz bir silsile ile almış oluyordu.
rihsel bir metin"e, Hz. Peygamber (s.a.v)'i de "tarihsel bir kişilik"e indirgeyerek seküler/profan bilim
anlayışının "nesne"leri haline dönüştürme eğiliminde olmakla maluldür.
Yukarıdaki ikinci soru hakkında söylenmesi
gerekenleri de şöyle ifade edebiliriz:
Olabildiğince özet bir şekilde takdim etmeye
çalıştığım bu yapının önümüze koyduğu gerçek
şudur: Müslümanlar'ın Kur'an ve Sünnet ile kurdukları ilişki, salt teknik anlamda bir "anlama/yorumlama" ilişkisinin çok ötesinde bir "varoluşsal"
ilişkidir. Tarihte ortaya çıkmış özgün bir "İslam medeniyeti"nden söz edebiliyorsak, bunu, sözünü ettiğim "varoluşsal ilişki"ye borçlu olduğumuzu itiraf
etmek durumundayız.
Din'in doğru biçimde anlaşılması, onunla ve
onun temel kaynaklarıyla birebir muhatap olan her
birey için temel bir zorunluluktur. Ancak burada
esaslı bir problem bulunduğunu da görmek durumundayız: Dinî metinleri "nötr" bir bilinç durumuyla
mı, bilincimizi etkileyen ve hatta şekillendiren yaşadığımız sosyo-kültürel ve tarihsel gerçekliğin
pasif nesneleri olarak mı, yoksa iman ve teslimiyet
ile mi anlamaya girişmeliyiz?
Yukarıda sorduğumuz sorulardan ikincisinin
cevabı, bu çerçevede olumsuz olmak durumundadır. Çünkü ilahî vahyi ideal biçimde anlamanın garanti edilebilir tek yolu, Hz. Peygamber (s.a.v)'in
ontik varlığı ile doğrudan ilişki içinde bulunmaktan
geçmektedir.
Bu seçeneklerden ilki, bir Müslüman hakkında mümkün olmadığına göre, diğer iki seçenek
üzerinde durmamız gerekiyor. İkinci seçenek, çağdaş hermenötik tartışmalarla doğrudan ilgilidir. Dinî
metinleri, kendileriyle istediğimiz biçimde ilişki kurmamıza izin veren –Nasrettin Hoca'nın kuşu misali– pasif "anlama ve yorumlama nesneleri" olarak
algılayabilir miyiz? Daha da önemlisi, onları, çağdaş hermenötik teorileri doğrultusunda sahiplerinden –Yüce Allah ve Hz. Peygamber (s.a.v)– daha
iyi anlayabilir miyiz? Bunun için –hermenötik yöntemleri gereği– onların "zihin"lerine nüfuz etmemiz
kaçınılmaz olduğuna göre bu mümkün müdür? Ve
buradan hareketle, "bu metinlerde lafzî olarak ifade
edilen başka bir şey ise de, lafzî düzlemin ötesin-
Şu halde klasik İslamî anlama yöntemleri ve
daha genelde temel İslam bilimleri, Hz. Peygamber (s.a.v)'in "tarihsel kişiliği" ile değil, "ontik hakikati" ile irtibat halinde bulundukları için geçerliliğin
ve doğruluğun/meşruluğun biricik adresidir.
Bu temel gerçeğin gözden kaçırılması sebebiyle yeni anlama yöntemi arayışları, Kur'an'ın "taNisan 2010
11
ile örtüşmeyen durumlar "arızî"dir ve Yüce Allah'ın
muradına aykırıdır. Bunun bizi götüreceği kaçınılmaz nokta şudur: Herhangi bir tarihsel durumu belirleyici kılarak dinin temel metinlerini yorumlamak
mümkündür; ama bu, "dinî" bir faaliyet değildir.
Yeni yöntem arayışlarının, yaşadığımız tarihsel durumu mutlaklaştırmak ve dinî metinleri kendi
tarihselliğimize boyun eğdirmek gibi bir muhtevadan tamamen uzak olduğunu iddia edebilir miyiz?
Yazının başlarında sorduğumuz iki sorudan
ilkinin cevabı da bu sorunun cevabında yatmaktadır. Eğer böyle bir riskten arınmışlığı garanti edilebilen bir faaliyetten söz etmek mümkünse,
ardından şu sorulan sökün edecektir:
deki esas anlam düzlemi daha farklıdır ve biz onu
keşfedebiliriz" sonucuna ulaşmamız ne kadar
"dinî"dir?
Bu soruların olumlu cevabı teorik varsayımlar ve soyut tartışmaların ötesinde henüz ortaya konabilmiş değildir. Ancak bu sorulara olumsuz cevap
vermemiz gerektiğini vurgulayan pek çok "delil"
mevcuttur.
"Kur'an ve Sünnet'in bu şekilde tanımlanmasına acaba Kur'an ve Sünnet ne demektedir?" sorusu üzerinde yeterince durulduğu kanaatinde
değiliz. Kur'an şöyle diyor: "Onlara ayetlerimiz açık
açık okunduğu zaman bize kavuşmayı beklemeyenler, "Ya bundan başka bir Kur’an getir veya
bunu değiştir" derler. De ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak bir şey değildir. Ben,
bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü
Rabb'ime isyan edersem, elbette büyük günün
azabından korkarım." De ki: "Eğer Allah dileseydi
onu size okumazdım. Allah da onu size bildirmezdi..." (10/Yûnus, 15-6)
Şu halde Kur'an metnini tarihsel ortamın belirlediğini söylememizin önündeki en büyük engel,
yine bizzat Kur'an'dır. Kur'an'ın belli tarihsel olaylara cevap mahiyetinde inen "bir kısım"[1] ayetlerini
genelleme yaparak bütüne teşmil etmek doğru değildir.
1. Klasik anlama yöntemleri hangi noktalarda
tıkanmıştır? Ya da klasik yöntemlerin tıkandığı iddiası etrafında genel bir konsensüs sağlanabilmiş
midir?
2. Klasik yöntemler hakkında temellendirildiği
varsayılan "eksik/zayıf tarafları bulunduğu" iddiasının, teklif edilen yeni yöntemler için de "bir şekilde"
söz konusu edilemeyeceğinin garantisi var mıdır?
3. Klasik yöntemlerin, –yukarıda da söylendiği gibi–
Müslümanlar'ın Kur'an ile varoluşsal ilişkileri neticesinde şekillenen pratiğin içinde doğup geliştiği
halde, yeni yöntemler için böyle bir durum söz konusu değildir. Şu halde pratiği olmayan "masa
başı" soyut zihnî faaliyetlerle "İslamî" bir anlama
yöntemi inşa etmek ontolojik olarak mümkün
müdür?
Bu ve benzeri sorular, karşı karşıya bulunduğumuz tekliflerin sahipleri tarafından net ve tatminkâr ölçüde cevaplanamadıkça mesele tartışılmaya
devam edecektir.
Kısmet olursa ileriki sayılarda bu meseleler
üzerinde durmaya ve çağımızın en büyük tehlikesi
olan Modernizm'in handikaplarına dikkat çekmeye
devam edeceğiz.
-------------------------------------------------------------------------------DİPNOTLAR
[1] Tırnak içindeki bu ifade, Kur'an'ın bütün ayetlerinin bu tür bir süreç içinde indiği
şeklindeki yaygın çağdaş kanaatin yanlışlığına işaret etmektedir. Kur'an'la yeterli dü-
Kısacası Kur'an "değiştirmek/dönüştürmek"
için inmiş bir Kitap'tır. Dolayısıyla onun muhtevası
12
zeyde tanışıklığı olanlar, Kur'an'ın pek çok ayetinin belli bir nüzul sebebi olmaksızın
indiğinin farkındadır.
Nisan 2010
EY İNSAN!
Dünyaya gönül verip, kendini mahkum etme.
O ahiret tarlası, sakın ekmeden gitme.
Burda neyi ekersen orda onu biçersin.
Sen insansın, kendine; yazık oldu dedirtme.
Mademki misafiriz, bu doymazlık nedendir?
Buradaki gafletin, ötedeki derdindir.
Suçu başkalarına atıp kurtulamazsın,
Sakın suçlu arama, asıl suçlu kendindir.
Çöle inen en son Nur, en büyük ikram oldu.
Bu insanlık gerçeği; ancak onunla buldu.
Zulmü baştacı eden bütün firavunlara,
Bükülmeden, yiğitçe dimdik duran O kuldu
O kulu örnek al ki kurtuluşa eresin.
Ey insan! Hitabının rahmetine giresin
Varoluşun sırrını eğer yakaladınsa
Yaratana hamd edip, tüm sevgini veresin.
Mustafa AKCAN
Nisan 2010
13
DİNLE
slam’ın ilk emrinin “oku” olduğu herkesin malumu. Bu emrin içinde onun kadar
önem taşıyan fakat yeterince dikkat etmediğimiz bir başka ikaz olduğu kanaatindeyim; dinle! Okuma fiilinde üç unsur var;
okuyan, okunan (mesaj) ve dinleyen. Hazreti peygambere okuma emri verildiyse muhataplara da dinleme emri verilmiş
demektir.
İ
Nihat MORGÜL
[email protected]
“Mümin müminin aynasıdır”
İlk “oku” emrinden sonra farklı iki
insan tavrı ortaya çıktı; mesaja kulak verenler ve mesajı kulak ardı edenler. Bu
emrin mahiyetini en iyi anlayan yine Kuran’ın ilk muhatapları oldurlar. Mesaja kulak
verenlere sahabe dendi. Onlar hazreti peygamberin sohbetinde bulunan ve onu dinleyen, onun bahtiyar sohbet arkadaşlarıydı.
Sahabe; sohbet insanı demekti, sohbetin
yetiştirdiği insan demekti. Dinlediler ve yüceldiler. Şahsiyet ve kimlik arayanlar için,
yol gösteren birer yıldız oldular insanlık semasında. Dinlemek, en insani en İslami bir
terbiye yöntemidir. Bu açıdan insanı yetiştiren, olgunlaştıran bir tarafı vardır.
Durgun suyun ortasına atılan bir taşın
dalga dalga ve genişleyerek büyüdüğü gibi,
okumak ve dinlemek de uygun bir yürek ve
14
Nisan 2010
zeminde büyüyüp yeşerir. Allah’ın mesajı hazreti
peygambere okundu, o dinledi. Daha sonra mesaj
peygamberimiz tarafından sahabe’ye okundu,
onlar da dinledi. Yüz yirmi bin sahabeden yüz bini
Arap Yarımadasının dışında medfun. Demek ki
onlar mesajı dinleyecek ve onu başkalarına ulaştıracak kulaklar ve gönüller bulmak için, tüm dünyaya yayıldılar. Buldular da… Dinleyenler ve kulak
verenler olmasaydı, biz iman nimetinden haberdar
olamazdık.
Batı kültüründe büyük sanayi devrimiyle beraber artan üretim gözü öne çıkardı. Öyle ya üretilen onca mal bir şekilde satılmalıydı. Bu da
beraberinde reklam, vitrin ve ambalajın önemini artırdı. Her şey görme ve görülme üzerine, başka bir
ifadeyle gösteri(ş) üzerine bina edildi. Oysa İslam
ahlakında genel olarak övgü, gösteriş yerilen bir tutumdu. Batı kültüründeki göze karşılık, İslam kültüründe hep kulak önemli oldu. Hatta bazı
düşünürler. “İslam, kulak medeniyetidir.” derler. İnsanın bedeni ağzından doyduğu gibi, İslam terbiye
anlayışında insanın ruhu da kulağından doyar
(duyar değil) diye kabul edilmiştir. Kulağını ihmal
eden, ruhunu ihmal ediyor demektir. Ruhu aç olanlar elbet midesi aç olanlardan daha aciz ve daha
fakirdirler.
Dinleme çabası, beraberinde sohbet kültürünü yaygınlaştırdı. Sohbet, her kesimden insanın
yetiştiği, doğal öğrenim ve eğitim ortamları haline
geldi. Sohbetlerde her şey eğitimin bir parçasıdır.
Örneğin; sohbet adabında oturma şekli önemlidir.
Daire şeklinde yan yana oturulur. Daire; yüce yaratanın kainata attığı imzadır. Zerreden kürreye
tüm kainatta dairesel hareket mevcut. Dairevi oturuşta herkes birbirinin yüzünü görebilir, konuşurken yüzüne bakabilir. Sınıflarda veya konferans
salonunda aynı durum olmaz. Herkes konuşmacıyı
görebilir ama birbirlerinin yüzünü göremezler. Bu
yüzden sohbetten elde edilen manevi kazanç, bu
faaliyetlerde görülmez.
Sohbet başlamadan önce herkes sessizce
kendi iç dünyasıyla baş başadır. Adeta sessizlik
eğitimi verilir. Konuşma isteğine rağmen sessiz kalabilmek, büyük bir manevi eğitimdir. Kuran’da
ifade edildiğine göre bizden önceki ümmetlerde
sessizlik orucu vardı. Sessiz kalıp kendi iç dünyasını dinlemek, insanı yalnızlaştırmaz zenginleştirir.
Bu gün biz bu halin kıtlığını ve fakirliğini yaşıyoruz maalesef. Televizyonlar, bilgisayarlar, cep
telefonları yedi gün yirmi dört saat açık iletişim vasıtaları bizi bize bırakmıyor hiçbir zaman. Kendimize ait değiliz. O kadar çok konuşuyoruz ki bir
birimizi dinlemeye vaktimiz kalmıyor. Oysa dinlemek; karşısındakini anlama çabasıdır. Ona değer
vermektir. Bu gün doktora gidenlerin bir çoğu gerçek hasta değil; fakat kendini dinleyecek ve derdi
ile ilgilenecek birilerini aradıklarından ve bundan
mutlu olduklarından oradalar.
Çağını aşmış ve günümüzde müslim, gayr-i
müslim tüm insanlığın mesajına kulak verdiği Mevlana Celalettin Rumi, yazdığı yirmi altı bin beyitlik
Mesnevi isimli eserine “dinle” diye başlar. Dinle,
hem söylenecek olanı (sözü) dinle, hem de söz
dinle anlamına gelir. Birincisi sözün anlamına, mesajın içeriğine dikkat çekerken ikincisi onun bizde
oluşturması gereken etkiye ve o sözün davranışa
dönüştürülmesinin zaruretini vurgular.
Yeraltına gömülü hazineden kimsenin haberi
yoksa ne önemi var. Mesaj ne kadar özel ve güçlü
olursa olsun dinleyeni yoksa ne kıymeti var. Her
Nisan 2010
15
kıymetli söz kendisini dinleyecek bir kulak ve kalp
içindir ve onu arar. Dinlemek, sanıldığının aksine
pasif bir duruş değil, aktif eylemdir. Tüm duygular
ile mesaja açık bir idrak, bir bilinç ve bir şuur ister.
Bu açıdan işitmekten farklıdır.
Diğer yandan sözü dinlemek kadar önemli
olan bir diğer husus, söz dinlemektir. Yani sözü
davranışa dönüştürmek, onun gereği ile amel etmektir asıl amaç. Yoksa söz sadece söz söylemiş
olmak için değildir. Sırf edebi kaygılarla söylenmez.
Hatta böyle söylem makbul sayılmaz, hoş görülmez İslam kültüründe.
Mevlana’nın bizi “dinle” diye uyaran öğüdüne
kulak vermeli. Günümüzde buna ne kadar da muhtacız. Öğretmen - talebe, karı - koca, işçi- patron,
konu komşu birbirlerini yeterince dinliyorlar mı?
Her ürünün bütün çeşitleri ve albenisiyle market
raflarını, mağaza vitrinlerini süslediği bir tüketim
toplumunda çocuğuna iyi bir elbise, güzel bir çikolata alamayan anne babanın yüreğinin sesi zengin
dünyaların fakir vicdanlarında yankı buluyor mu
kendine?
Mevlana “dinle neyden..” diyor. Fakat neyin
kendi sesi yok. Onun içi boş. Ondan duyduğun ses
ona üfleyenin sesi aslında. Ney insan varlığını
temsil ediyor. Dokuz boğum olan ney, anne kar-
16
nında dokuz ay kalan insanı temsil ediyor. İnsan
varlığı tıpkı bir ney gibi çamurdan yapılmış bir şekil
iken, sadece bir çamurdu. Sonra ona ilahi bir varlık üfledi de can buldu. Sevgi oldu, muhabbet oldu,
vicdan oldu, yürek oldu kısaca beşer idi, insan
oldu. Şimdi bir ney gibi o insan varlığından duyduğun tüm sesler insanın kendine ait değil, ona üfleyenin sesidir.
Dinle ki başkası zannettiğin belki sendeki
sestir. Dağın karşısına geçip bağırdığında dağın
sana verdiği yankı senin sesindir, onu başkası
bilme. Başkasından duyduğun sevgi de öfke de
ona yansıyıp sana dönen senin sesin olabilir.
“Mümin müminin aynasıdır” diyen hazreti Muhammed’in sesine kulak ver. Aynadakine iyi bak, onu
hor görme. Oradaki hatayı kusuru düzetmekle
ömür tüketme. Kendini düzelt aynadaki kendiliğinden düzelir.
Dinle “festemi’ lima yûhâ” vahyedilene kulak
ver diyen ilahi sözü. Âlem; seni, sana anlatıyor.
Bak Allah bir dile karşılık iki kulak vermiş. Bir konuş
iki dinle.
Allah’ım! Bizi sözü dinleyen ve sözü dinlenenlerden eyle.
Söz dinleyenlerden olmayı bize nasip et.
Nisan 2010
ECEL
Dört harf iki hece,
Kaderdeki bilmece,
Ol ve öl emrince,
Varlığa hükmeder ecel.
Gelen ve giden herkes,
Ona uğrar bin kez,
Ölüm mü son kez,
Noktayı koyar ecel.
Orada öteler ötesinde
İşler bu, kanun yasasında,
Hatta varlığın şifresinde,
Ruha yol verir ecel.
Dr. Faiz KALIN
Nisan 2010
17
HZ.PEYGAMBER
(S.A.V.)
EFENDİMİZİ
ZİYARET
ETMENİN
LÜZUM VE
ÖNEMİ
Muhterem okuyucularım!
Bu yazımı Medine-i Münevvere'den
Ravza-i Mutahhara'dan gönderiyor ve hepinizi kalbi muhabbetlerimle selamlıyorum.
z.Peygamber (S.A.V.) efendimizi
Mehmet TALU
H
ve Mescid-i Nebevî’yi ziyaret, sıradan bir ziyaret değildir. Çünkü Me-
dine-i Münevverede Resûlullah (S.A.V.)
Efendimizin medfun bulunduğu “Hücre-i
Saâdet”, Kâbe dahil yer yüzünün her noktasından, göklerden ve arş’tan daha üstün
ve şerefli sayılmıştır.1
HÜCRE-İ SAADET
“Kim beni vefatımdan sonra ziyaret ederse,
hayatımda ziyaret etmiş gibidir. Mekke-i Müker-
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz
reme ve Medine’nin harem sınırlarından birinin
Mescid-i Nebevî’yi inşa ederken kendisi için
içinde ölen kişi kıyamet gününde güvenlik içine
doğu duvarının güney kısmına bitişik iki
alınmış kişilerden biri olarak diriltilir.”
hücre yaptırdı. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz ve ailesine tahsis edilen bu hücrelerin
sayısı O’nun sağlığında dokuza ulaştı. Hicretin 11. yılı Safer ayının sonlarında rahatsızlanan ve son günlerini Hz.Âişe (R. Anha)
validemize ait odada geçiren Resûl-i Ekrem
(S.A.V.) Efendimiz vefat etmeden önce:
18
Nisan 2010
“Lâ ilahe illALLAH! Ölümün de şiddetleri,
evînin en önemli bölümü haline gelen Hücre-i Saâ-
sarsmaları varmış!” buyurdu ve Hz.Âişe (R.
det’i ziyaret etmek bütün Müslümanların en büyük
Anha) validemizin kolları arasında:
özlemidir ve her yıl milyonlarca Mü’min bu bahtiyarlığa erişmek için yollara düşer.
“ALLAHümme fir-refîkıl-a’lâ = Ey ALLAH’ım! Beni er-Refîkul-a’la camiasında kıl, en
Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin kabr-i şerifle-
yüksek refikı isterim!”2 sözüyle ruhunu teslim etti.
rini ziyaret etmek, menduptur. ALLAH Teâlâ’ya ya-
13 Rebîülevvel 11/8 Haziran 632 Pazartesi.
kınlaşmanın ve Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin
sevgisini kalplere nakşetmenin en güzel vesilesi-
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin naaşı,
dir. Hac yolculuğunda bulunan kimselerin Medine-
Hz.Ebû Bekir (R.A.) nun naklettiği bir hadis-i şerife3
i Münevvere’ye giderek Resûlü Ekrem (S.A.V.)
dayanılarak vefat ettiği yerde defnedildi. Hz.Âişe
(R. Anha) validemizin odası bundan sonra Hücre-i
Saadet diye anılmaya başlandı. Hz.Ebû Bekir
(R.A.) vefat etmeden önce Hz.Peygamber (S.A.V.)
Efendimizin yanına defnedilmesini vasiyet etmiş ve
bu isteği yerine getirilmişti. Hz.Ömer (R.A.) ise ya-
Efendimizin mescid-i şeriflerini, kabr-i saadetlerini
ziyaret etmeleri pek büyük bir vazifedir. Bu itibarla,
malî durumları elverişli olan kimseler için bu ziyaret vacip derecesinde önemli olup; bir zaruret olmadıkça terk edilmesi, büyük bir gaflet ve katı
yürekliliktir.4
ralandığı zaman Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimizin yanına defnedilmek için Hz.Âişe (R. Anha)
validemizden izin istemiş, O da: “Kendime düşündüğüm yeri sana veriyorum.” diyerek bu talebi
uygun görmüştü.
Çünkü Medine-i Münevvere, İslam nurunun
yeryüzüne yayıldığı Peygamber şehridir. Her karışı, İslam’ın aydınlığını insanlığa ulaştıran Resûlullah
(S.A.V.)
efendimizin
ve
Sahabenin
hatıralarıyla doludur. Sinesinde İslam’ın en büyük
önderlerini barındırmaktadır.
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin minberinin bulunduğu yerle bütünleşerek Mescid-i Neb-
İslam’ın güzelliğini insanlara ulaştırabilmek
için Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz buraya hicret etmiş, İslâm devleti burada kurulmuş, İslâm’ın
mesajı insanlığa buradan ulaşmıştır.
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz İslâm’ı tebliğ
görevini tamamladıktan sonra burada vefat etmiş
ve buraya defnedilmiştir. Böylece Medine-i Münevvere, ALLAH Teâlâ’nın en sevgili kulunu ve insanlığın gelmiş geçmiş en büyük önderini bağrında
taşıma şerefini elde etmiştir.
Asr-ı Saadet, en parlak şekilde bu şehirde
yaşanmıştır. İnsanlık tarihinin en güzel, en mutlu,
en adil, en hakkaniyetli örnek ve model toplumu,
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin terbiyesinde
bu şehirde oluşturulmuştur.
Böylece bu şehir dünyada adeta cennet misali bir hayatın yaşanabileceğine tanıklık etmiştir.
Nisan 2010
19
dir. İşte böyle bir peygamberin kabrini ziyaretten
esas gaye O’nu hatırlamak, gösterdiği yolda yürüyüş hissini kuvvetlendirmek ve ahireti düşünmektir.
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kabrini ziyaret,
akıllı ve düşünen kimselere diğer ibadetlerin verdiğinden daha çok şeyler verir, hissettirir. Kabrin
önünde duran kimse Resûlullah (S.A.V.) Efendimizle karşı karşıya olduğunu ve O’nun kendisini
ALLAH Teâlâ’nın yoluna çağırdığını hisseder.
Sanki O, karşısında dikilip insanları şirkin karanlığından hidayet nuruna çıkarmakta, örnek ahlâkı
bütün âlemde yayılmaktadır. İnsanlık âlemine getirdiği apaçık din ile onların umûmî menfaatlerini
sağlamış ve fesadı ortadan kaldırmıştır. İşte ziyaretçinin kalbi, ALLAH Teâlâ uğrunda cihad etmiş
olan bu peygambere karşı sonsuz sevgi ile dolar.
Böylece O’nun getirdiği her şeyle amel etmenin
zevki yerleşir. ALLAH Teâlâ ve Resûlüne isyan etmenin utancı çöker. İşte en büyük ruhî kurtuluş
budur, aydınlığa çıkış budur.
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kabrini
ziyaret; vahyin indiği o mübarek yerleri görüş;
dünya hayatının, mal ve ziynetlerinin tesirinde kalTarih, Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin sohbetine
nail olan bu Sahabe neslinin oluşturduğu toplum
kadar güzel bir topluma bir başka yerde ve bir
başka zamanda şahit olmamıştır.
maksızın, nefislerini şehvet ve mal tadı istilâ etmeksizin, mallarını, canlarını ve ruhlarını ALLAH
Teâlâ yolunda kurban edenlerin, o apaçık din İslâm
ile halisane amel edenlerin yerlerini ziyaret, onlara
yakınlığın en büyük ifade vesilesidir. Bu esnada ziyaretçilerin kalplerinde bir ürperme doğar; emsalsiz
İşte Medine-i Münevvere bu güzel insanların
bir ibadet ortaya çıkar.
gelip geçtiği ve pek çoğunun bağrında yattığı kutsal şehirdir.
Müslümanlar; maddî kuvvetleriyle beraber
ondan daha ziyade manevî kuvvetleriyle şark ve
Bu sebeple büyük bir engel olmadığı sürece
garbı saran küfrü mahvetmiş olan bu kabir sakin-
hacıların, Medine-i Münevvere’ye giderek Hz.Pey-
lerinin yollarında aynı ruhla yürürseler, bugün de
gamber (S.A.V.) Efendimizin kabrini ziyaret etme-
yine aynı şiddet ve kuvvetle düşmanlarına karşı
leri ve mescidinde namaz kılmaları büyük önem
galip geleceklerdir.
taşır. Bu ziyaret İslâmî duyarlılığın bir göstergesidir.
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin ve O’nun
ashabının kabirlerini ziyaret, halisane ibadet eden-
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kabrini
ziyaret etmenin, O’na yaklaşmanın en büyüğü ol-
lerin kalplerine tesir edecek en büyük ve şiddetli
öğüttür.
duğunda şüphe yoktur. O peygamber ki Resullerin
en hayırlısıdır. ALLAH Teâlâ katında husûsî bir şânı
Kabr-i saâdeti ziyaretin faziletiyle ilgili bir çok
vardır. Meziyetlerini tavsif etmekten kalemler âciz-
hadis-i şerif nakledilmiştir. Bunlardan bir kısmı şöy-
20
Nisan 2010
ledir: Abdullah b. Ömer (R.A.) den rivayete göre
Resûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu:
“Kim kabrimi ziyaret ederse, ona şefaatim
vacip, sabit bir hak olur.”5
Abdullah b. Abbas (R.A.) den rivayete göre
Resûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu:
“Bir kimse hac yapar, sonra beni ziyaret
etmeği kasdederek Mescidime gelirse, ona iki
makbul hac sevabı yazılır.”6
Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu:
“Kim sevabını ALLAH Teâlâ’dan bekleyerek beni Medine-i Münevvere’de ziyaret ederse,
kıyamet günü ona şahit olur ve şefaat ederim.”7
“Kim beni vefatımdan sonra ziyaret
ederse, hayatımda ziyaret etmiş gibidir. Mekke-
Hatıb (R.A.) den rivayete göre Resûlullah
(S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu:
i Mükerreme ve Medine’nin harem sınırlarından
birinin içinde ölen kişi kıyamet gününde güvenlik içine alınmış kişilerden biri olarak diriltilir.”8
Hz.Ömer (R.A.) nun aşiretinden olan bir
adamdan rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu:
“Bir kimse niyet edip, beni ziyaret ederse,
kıyamet günü bana yakın mesafede olacaktır.
Kim de Medine-i Münevvere’de yerleşir ve oranın darlık ve sıkıntısına sabrederse, kıyamet
günü onun şahidi ve şefaatçisi olurum. Kim Haremeynin birinde yani Mekke-i Mükerre-me
veya Medine-i Münevvere’de vefat ederse, o kıyamet günü emin insanlar arasında haşrolunur.”9
İşte bunun içindir ki; Beytullâh’ı hac ve ziyaret eden her Müslümanın hacdan veya umreden
önce veya sonra Medine-i Münevvere’ye de giderek Resûlullah (S.A.V.) efendimizin kabr-i saâdetini ziyaret etmesi ve Mescid-i Nebî’de namaz
Nisan 2010
21
kılması, Müslümanlar arasında terkedilmeyen bir
tini ziyaret etmesi ve Mescid-i Nebi’de namaz kıl-
sünnet olarak devam edegelmiştir. Özellikle Me-
ması her Müslümanın en samimi arzusudur.
dine-i Münevvere’ye uzak ülke ve beldelerde oturanlar açısından, hac veya umre yolculuğu,
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kabrini
Resûlullah (S.A.V.) efendimizin mescidini ve kab-
ziyaret etmek, mescidinde namaz kılmak, O’nun ve
rini ziyaret için iyi bir fırsattır. Bu sebeple Medine-i
Ashabının yaşadığı yerleri görmek üzere Medine-
Münevvere’ye gelip Mescid-i Nebi’yi ziyaret etme
i Münevvere’ye doğru yola çıkan bir hacı, bu ziya-
imkânı bulanlar, bunu en iyi şekilde değerlendir-
retiyle yalnızca ALLAH Teâlâ’ya yakınlaşma amacı
melidirler. O’nu ziyaret etmenin şeref ve fazileti çok
gütmelidir. Çünkü hacının İslami duyarlılığını daha
yüksek, O’nun mescidinde namaz kılmanın sevabı
da artıracak olan bir kutlu yolculuk, gerçekten
ve manevi kazancı çok büyüktür.
Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmanın önemli bir
vesilesidir. Zira Cenab-ı Hak, Peygamberini ziya-
Bu itibarla, hacca veya umreye gelenlerin
rete gelenleri sever ve onların O’nun huzurunda
Medine-i Münevvere’ye giderek Hz.Peygamber
yapacakları duaları geri çevirmez. Hz.Peygamber
(S.A.V.) efendimizin kabrini ziyaret etmeleri, mes-
(S.A.V.) Efendimiz de kendisini ziyarete gelenlere
cidinde namaz kılmaları, Hz.Peygamber (S.A.V.)
şefaat edeceğini bir çok hadis-i şeriflerinde bildir-
efendimizin sevgisini yenilemenin ve O’nun sün-
miştir.
netine bağlılığı kuvvetlendirmenin önemli bir vasıtasıdır. Bunun içindir ki, Hac veya umre ibadetini
Gerçekten, Resûlullah (S.A.V.) efendimizin
yerine getirmek maksadıyla kutsal topraklara gi-
yaşadığı, mübarek ellerinin sürüldüğü, ayaklarının
denlerin ister hac veya umreden önce, ister sonra
çiğnediği yerleri görmek, ashabının ve en yakın ar-
Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin Kabr-i Saade-
kadaşlarının kabirlerini ziyaret etmek, vahyin indiği
22
Nisan 2010
ve İslâmın tebliğ edildiği bu kutsal beldenin hava-
mutlaka gidip Fahr-i âlem (S.A.V.) Efendimizi ziya-
sını solumak, her Mü’min gönlünün en tatlı özlemi-
ret etmelidir.
dir. İşte bu sebeple, daha ilk dönemlerden itibaren
Müslümanlar, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin
Bütün peygamberlerin sonuncusu olan o
mescidinin, kabrinin, Uhud şehitliğinin ve Bakî me-
büyük Peygamber’in yüce gayretleri sayesinde hak
zarlığının bulunduğu ve İslâm tarihinin bir çok
ve hakikatten haberdar olup hidayet ve saadete
önemli olayının gerçekleştiği Medine-i Münevve-
eren bir Müslüman, nasıl olur da mübarek Hicaz
re’yi ziyaret edegelmişler, bu ziyareti gerçekleştir-
bölgesine kadar gitmiş iken, o mukaddes Pey-
mek için adeta fırsat kollamışlardır. Özellikle
gamber’in, o eşsiz-benzersiz veliyi nimetlerimizin
Medine-i Münevvere’ye uzak ülke ve beldelerde
latif kabrini, şeref-yücelik dolu mescidini, mübarek
oturanlar açısından, hac veya umre yolculuğu, Re-
beldesini ziyaret etmeksizin yurduna dönebilir. Ab-
sûlullah (S.A.V.) efendimizin mescidini ve kabrini
dullah b. Ömer (R.A.) den rivayete göre Resûlul-
ziyaret için iyi bir fırsattır.
lah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu:
Sırf ALLAH Teâlâ için, İslam’ın aydınlığının
“Beytullah’ı ziyaret edip de beni ziyaret et-
insanlığa ulaştırılması yolunda çalışmanın, feda-
meyen bana cefa etmiş olur.”11 Diğer bir hadîs-i
karlığın ve gayretin en güzel örneğini vermiş in-
şerif de şöyle buyrulmuştur:
sanların gelip geçtiği bu mübarek şehri ziyaret
etmekle hacı, bu aydınlığın, yeniden muhtaç olanlara ulaştırılması yolunda bir şuur ve azim kazana-
“Hali müsait iken beni ziyaret etmeyen
bana cefada bulunmuş olur.”12
bilirse, ziyaretindeki amaç gerçekleşmiş sayılır. Bu
duygu ile kendisini ziyarete gelenler hakkında, Ab-
Bu hadis-i şerifler ne kadar ağır bir azarla-
dullah b. Ömer (R.A.) den rivayete göre Resûlul-
madır. Hakikaten nasıl olur da hacca veya umreye
lah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu:
gidebilen, kabri ziyaret etmeğe gücü yetebilen kimsenin bu ziyarete koşmadan kalbi rahat eder.
“Beni ziyaretten başka, gönlünde hiçbir
emel ve arzu olmayarak kim beni ziyarete gelirse, kıyamet gününde ona şefaatçi olmam
benim üzerimde bir hak olur.”10
O kutsal beldelere aşk dolu bir gönülle gitmek, edeple ziyarette bulunmak, Hz.Peygamber
(S.A.V.) efendimizin huzurunda dururken Kainatın
Mekke-i Mükerreme’de bulunup da O’nun yakınındaki Medine-i Münevvere’de vahyin indiği bu yerleri görmeyen Mü’minin kalbi nasıl razı olur? Orayı
şevkle ziyaret için nasıl ruhu titremez?
Mekke-i Mükerreme’ye ulaşan kimse Medine-i Münevvere’yi ziyaret etmekden, vahyin yerleştiği o toprakları görmekten, İslâm’ın menbaını
ziyaret etmekten beri kalamaz.
iftihar tablosu karşısında duruyor şuuruyla durmak,
...............................................................................................
edeple, erkânla durmak, aşkla, şevkle vazifeyi yap-
1 Reddul-Muhtar, 2/257; Tecrid Tercemesi, 4/258, , 2 Buhari, Meğazi: 78, No: 4184,
mak ve öyle geriye dönmek gerekir. Gönüller,
4/1616 , 3 Tirmizî, Cenâiz:33; İbn-i Mâce, Cenâiz:65 , 4 İbn-i Hümam, Fethu'l-kadîr,
ALLAH Teâlâ’nın elindedir, ölü gönüllere hayat
2/336; Mevsîlî, el-İhtiyâr, 1/175, ekutnî, Hac, No:194; 2/278, Beyhekî, es-Sünenül-
veren O’dur. Gönüllerin kıblesi, âşıkların kıblegahı
Kübra, Hac, No:10407, 8/44, A.b.Hanbel, 4/108, 6 Zehebî Mizan; No:6560, 5/374.,
Fahrikainat Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin
7 Beyhekî, Şüabül-İman, No:4157, 3/490, Kadı İyaz, Şifa, 2/87. , 8 Beyhaki Şuabü'lİman; No: 4151; 3/488, Darekutnî, Hac, No:193, 2/278, Taberani, el-Mucemul-Kebir,
huzurunda dururken olabildiğine saygı ve hürmet
hisleriyle durmak gerekir.
No:13496, 12/309, Beyhekî, es-Sünenül-Kübra, No:10409, 8/44, 9 Beyhekî, Şuabu’l-İman, 3/488, No:4152, 10 Taberani, el-Mucemul-Kebir, No:13149, 12/225
11 Cem’ul-Cevami’, Mim harfi, No:4728; Zehebi, Mizanül-İtidal, No:9102, 7/39, İbn-
Her Müslüman ve bilhassa hacca giden her
ehli iman, büyük bir engel karşısında kalmadıkça,
Nisan 2010
i Hibban, Zuafa, 3/73, No:1128, İbnul-Adiy, el-Mevzûât, 2/217
12 el-Kâmil fid-Duafâ, 8/248, No:1956
23
Sekülerizm
Tehlikesi
atıl dinlerle mücadele etmek Al-
B
lah’ın bir emri ve peygamberlerin
de en önemli sünnetlerinden birisi-
dir. Bundan dolayıdır ki Peygamberlerin takipçikleri, aynı mücadeleleri vermişlerdir.
Hz Ebubekir hangi şuurdan dolayı Müseyleme ile mücadele etmişse İslam alimleri de
Aydın BAŞAR
aynı şuurdan dolayı sapkın felsefelerle mücadele etmişlerdir. Batınilik ve Mutezile ile
mücadele eden İmam-ı Gazali; akılcı felsefeler ve saptırılmış tasavvufi düşüncelerle
mücadele eden İmam-ı Rabbani, Cebriye
Sekülerizm’i bilerek destekleyenler Allah’la barışık
düzeni bilinçli olarak istemeyenlerdir. Çünkü Peygamberlerin getirdiği öğretide
“dini hayatın merkezine
koyma” ve “din merkezli düşünme” esasları varken Sekülerizm’de ise dini bir
kenara fırlatma düşüncesi
vardır.
gibi sapkın akımlarla mücadele eden Mevlana aklımıza gelen ilk örnekler...
Günümüzde Müslümanların mücadele etmesi gereken en sapkın felsefe Sekülerizm felsefesidir. Sekülerizm ve din
esasında taban tabana zıttır. Burada dinden kastımızın peygamberlerin getirdiği din
olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Sekülerizm’in hak dinle çelişmediğini, dine asla
karışmadığını hele ki samimi dindarlara ilişmediğini iddia edenler ya dini bilmiyorlar, ya
Sekülerizm’i bilmiyorlar, ya da bilerek münafıklık yapıyorlardır.
24
Nisan 2010
Sekülerizm’i bilerek destekleyenler Allah’la
alım satım akdini dünyevi bir olgu gibi algılamaz.
barışık düzeni bilinçli olarak istemeyenlerdir.
Bu örnekler mutlaka helal ve haram dairesi ara-
Çünkü Peygamberlerin getirdiği öğretide “dini ha-
sında bir yerdedir ve dolayısıyla da dinle ilgilidir.
yatın merkezine koyma” ve “din merkezli düşünme”
Eğer ev sahibi fahiş bir kira artışı yapıyorsa bu me-
esasları varken Sekülerizm’de ise dini bir kenara
sele modern hukuka göre bir suç olmakla birlikte
fırlatma düşüncesi vardır. Peygamberler dinin şekil
dine göre de bir “günah”tır. Mesela namaz ibadetini
verdiği bir dünyayı inşa etmeye çalışırken, Sekü-
örnek verelim, bu ibadet insanın yirmi dört saatini
lerizm’in savunucuları ise dinden soyutlanmış bir
tanzim eden bir ibadet olması hasebiyle dünyevi
dünya tasavvur ederler.
alanla da ilgili bir olgudur. Demek ki İslam’a göre
hiçbir mesele yoktur ki dinden bağımsız düşünüle-
Azgın bir felsefe: Sekülerizm
bilsin. Bu bakımdan din ve dünya ayrımı İslam’ın
özünde olmayan bir ayrımdır. Dini meselelerin
Sekülerizm, Yüce Allah’ı hayattın her alanın-
dünyevi, dünyevi meselelerin de dini bir karşılığı
dan dışlamayı hedefleyen, dini Allah’la vicdan ara-
vardır. İslam’da bu mesele bu kadar nettir ve se-
sına hapsetmeye çalışan ve onu yönetim ve hukuk
küler mantık İslamî mantık ile hiçbir şekilde örtüş-
gibi alanlardan soyutlayan felsefi görüşün adıdır.
mez/örtüşemez.
İnançtan kaynaklanan düşünceleri dışlama ve yönetimi ilahi alandan ayırma esasına dayanan bir
Modern hayatta karşılaştığımız Müslüman
doktrindir. Bu felsefeye göre dini alanla dünyevi
tipi sekülerizm aşısı yapılmış bir insan tipi oldu-
alan birbirinden ayrıdır ve dini alanının dünyevi
ğundan İslamî bir kafa yapısıyla değil seküler bir
alana müdahalesi kabul edilemez. İslam’da ise din
kafayla düşünür. Bu yüzden de her konuyu dinle
ve dünya ayrımı yoktur. Bir mesele ne kadar dini
alakalandıran insanlarla karşılaştıklarında; “konuyu
meseleyse o kadar dünyevi bir mesele; ne kadar
yine dine getirdin” veya “yine vaaza başladın” tü-
dünyevi bir meseleyse o kadar da dini bir mesele-
ründen itirazlarda bulunurlar. Ardından da “din Al-
dir. Faraza İslam, bir kira sözleşmesini veya bir
lah’la kendi aramızda özel bir şeydir” gibi beylik bir
Nisan 2010
25
cümleyle dini alandan kıvrakça sıyrılırlar. Onlara göre din
dışarıya aksettirmeme koşuluyla yaşanılabilir; aksi halde
toplumsal hayata girer ve hele de her alanda söz söylemeye kalkarsa o zaman da Demokles’in kılıcı devreye
girmeli ve bu dini ehlileştirmelidir. Yani Sekülerizm felsefesi dine müdahale etme cüretini kendinde bulan bir felsefe olarak dine yukarıdan bakan azgın bir felsefedir. Bu
durumun güncel yansımaları ise kamusal alan ayrımı ve
katı laiklik uygulamaları olarak gözümüze çarpar.
Sekülerizm ve laiklik
Sekülerizm ile ilgili bu söylediklerimiz muhtemeldir
ki okuyucularda sürekli bir “laiklik” çağrışımı yapacaktır.
Bu son derece normaldir; çünkü bu terimin köklerine indiğimizde laiklikle hiç de yabacı olmadığını görürüz.
Hatta batılıların bu terimi laiklik anlamında da kullandıkları bilinmektedir. Zaten Sekülerizm’in Aydınlanma’ya tekabül ettiğini ve bu dönemin bir ürünü olduğunu
düşündüğümüzde onun laiklik ve demokrasi gibi kavramlarla ilgisinin olmadığını düşünmek muhal olur. Bu bilgiyi de dikkate alarak, laikliğin Sekülerizm’in bir uzantısı
olduğunu söylemek daha isabetli olur. Demokrasi ise Sekülerizm’in bir uzantısı olmaktan ziyade onunla örtüşen
bir olgudur. Yani batılı anlamdaki demokrasinin mantığı
dini değil dünyevi bir mantık olduğu için seküler bir mantıktır. Eğer demokrasinin mantığı dini bir mantık olmuş
olsaydı üzerinde dinin kesin hükümleri bulunan konuları
oylamaya sunmak gibi bir cüreti göstermezdi.
Batı toplumunda sekülerizm, devleti kilisenin tasallutundan kurtarma anlayışı olarak doğmuştur ve bu yönüyle teokrasiye karşı bir cereyandır. Batı toplumunun
tecrübesi neticesinde oluşan bu olgunun hangi sebeple
ortaya çıktığı, o şartlardaki haklılığı veya bu felsefenin
tarihi arka planı bizim konumuzu teşkil etmiyor. Bizim için
şuanda önemli olan Sekülerizm’in kendi toplumumuzda
yaptığı etkiler ve İslam’ın Sekülerizm felsefesine olan bakışının ne olduğu meselesidir. Burada maksadımız yakınçağ tarihinde Sekülerizm’in yerini tespit etmek ve
felsefi olarak meseleyi irdelemek değildir. Bizim asıl meselemiz İslam’la Sekülerizm’in taban tabana zıt olduğunu
dini açıdan ispat etmektir. Fakat şu vardır ki meselenin
felsefi arka planını bilmenin de faydalı olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. En azından Sekülerizm’in ne olduğunu tanımlayabilmek için bu bilgilere ihtiyaç vardır.
26
Nisan 2010
“Dünyevileşme” olarak çevrilen Sekülerizm bu çeviriden dolayı dünya malını önemsemek, dünyaya
tapmak, maddiyat veya konfor düşkünlüğü şeklinde yanlış anlaşılmaktadır. Oysa bütün bunlar Sekülerizm’in kendisi değil sonuçlarıdır. Böyle bir
hataya düşmemek için meselenin felsefesine dalıp
özünü yitirme riskine rağmen Sekülerizm’in felsefi
arka planını da bilmemiz gerekir.
Sekülerizm ve modernite dini
Merhum Ali Şeraiti “Dine Karşı Din” adlı kitabında dinsizliğin de bir din olduğunu, müşriklere
hitap eden “leküm diniküm veliyedin” ayetini delil
göstererek ispatlamıştır. Buna göre dinin karşısında duran her türlü olgu aslında bir çeşit dindir.
Bu bilgiden yola çıkarak rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Sekülerizm’in İslam toplumundaki karşılığı İslam’ın yerine modernite dinini hâkim kılma
projesidir. Müslümanlar olarak bizim için önemli
olan; sekülerizm üzerine derin analizler yapmak
değil bu basit hakikati tespit etmektir.
ler bir toplum üretmek için canla başla çalışıyorlar.
Laboratuara girerken dini kapıda bırakma düşüncesini bilimsellik adına; düzen ve hukukla beraber
sosyal hayata, ticarete, ekonomiye, iktisada İslam’ı
karıştırmama düşüncesini de rasyonalizm adına
aşılıyorlar. Çünkü laboratuara İslam girerse ilmin
İslam’ın ideal Müslüman’ı ile seküler insan
modeli birbiriyle hiçbir zaman örtüşemez. Faraza
“emri maruf”u veya “adaletin hakimiyeti”ni seküler
her bir verisinin Mevla’nın muhteşem yaratılış mucizesine hizmet edeceğini, iktisada ve ekonomiye
İslam girerse o zaman da kapitalizmin yaşayama-
mantıkla açıklayamayız. Adaletin ancak İslam’da
yacağını biliyorlar. Şimdilerde kafa karıştırmak için
olduğu gerçeği ve İslam’ın düzen ve hukuk alanın-
kapitalizm de kalmadı diyorlar.
daki hedefleri göz önünde tutulursa, dünyevi bir anlayışla İslam’ı yaşamanın mümkün olmadığını
Seküler düşünce sisteminin alternatifi din
rahatlıkla söyleyebiliriz. Sekülerizm’in karışmadığı
merkezli düşünce sistemidir. Sekülerizim dinden
ve kendisine din özgürlüğü sunduğunu iddia ettiği
bağımsız düşünen insan tipi üretirken, Müslüman
“dindar tipi” gerçek bir dindar tipi değildir. Bu tip et-
ise dini hayatında birinci sıraya yerleştiren kimse
liye sütlüye karışmayan kendi halinde saf sefil bir
olarak her şeyin ölçütünü dinden alır. Hukukun re-
tiptir. Hz Ömer’in adalet kıssalarını anlatan ama Hz
feransları ve düzenin yapısı gibi konularda da dini
Ömer’in neyle hükmettiğini gizleyen bir tiptir. Film-
düşünceyi merkeze koyar. Müslüman hayatının
lerde yutturulan dünyadan el etek çekmiş derviş
merkezinde “din” kavramı vardır. Bugün ne kadar
modelindeki bir dindarlığın Sekülerizm’le bir prob-
uğraşsalar da Müslüman’ca düşünmenin önüne
lemi yoktur.
geçemiyorlar. Sekülerizmin devlet üzerindeki ideolojik yansıması laiklik olarak görünse de din ve
Siyasi proje olarak sekülerizm
dünya ayrımını topluma kabul ettirilemiyor. Yukarıdan gelen dayatma toplumda tam anlamıyla
Sekülerizm siyasi bir proje olarak Müslüman
makes bulmuyor. Evet dinden bağımsız düşünen-
toplumlarda uygulandığı için, düzenin entelektüel-
lerimiz az değil ama yine de halk laik değil, Müslü-
leri de seküler mantığın dışına çıkamıyorlar. Sekü-
man.
Nisan 2010
27
GÜNAHLAR
İNKÂR
TOHUMLARINI
YEŞERTİR
ünahlara meyletmek, dalmak,
devam etmek, ısrar etmek ve tiryakisi olmak imân hakikatlarını inkâra
yönelten en önemli sebeplerden biridir. Bu
hususta Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyruluyor: "Fakat insan önündeki zaman müddetince günah işlemek istiyor" (Kıyame, 5).
Bu âyetteki, li-yefcure emâmeh ifâdesi
ekser müfessirlere göre, ilerki zamanlarda,
istikbâlde fucûra devâm etmek, günahlardan el çekmemek için... manasındadır1.
Buna göre âyetin manası şöyle oluyor: Delillerin gösterilmesinden sonra dirilişi inkâr
eden münkir için dirilişin mümkün olduğu
aşikârdır. Fakat o, kendi nefsine böyle bir
şeyin olmadığını telkin etmek istiyor ki, ömründen geriye kalan zamanda nefsini fücûra yöneltip, serbest bıraksın.. Bu ifâdeye,
her ne kadar dünyada kısa bir müddet yaşasa da, masiyetlere ebedî kalacakmış gibi
azmeder manası da verilmiştir.
G
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
"Ellerinin işleyip önceden gönderdiği şeyler sebebiyle, ölümü asla temenni
edemezler"
Bu âyet ifâde ediyor ki, "tabiâtı şehevâta ve nefsanî lezzetlerini artırmaya meyleden
kimse,
cismanî
lezzetleri
acılaşmasın, bulanmasın diye haşri ve
neşri, ölülerin diriltilmesini kabule yanaşmaz. Bunları devamlı inkâr ederek alay
edip, "Kıyamet günü ne zaman?" (Kıyame, 6)
diye sorar"2.
Böylece Kur'ân-ı Kerîm kıyamet gününü inkâr etmenin aslî sebebini, rûhtaki
gizli sâikini beyan ediyor. Bu sebep de
28
Nisan 2010
şudur: İnsan şehevâta dalmak, muherremâta yönelmek istiyor, fakat diriliş ve mücazât fikri onunla
bu arzuları arasına giriyor. İnsan ise hiç bir şeyin
kendisini bu fucurâttan engellemesini istemediği
için âhireti uzak görüyor. Öldükten sonra dirilme fikrini zihninden silip atmak istiyor. Ayette, uzunca
sesle ifâde edilen eyyâne ifâdesiyle suâl sorulması
ise, bu günü uzak görme manasını kulaklara taşımaktadır.3
İnsan âhirete imân ettiği zaman ise, kendisini
yaptığı şeylere karşı uyanık ve gözetleyici kılar.
Böylece nefsini şerden uzak tutup, tamamiyle
hayra yönelir... Dolayısıyla kıyamete inanmak insanın nefsini levvâme yapar. İnsan kendinden
sudûr eden şeylere karşı nefsini levmeder, kınar.
İşte bu sırdandır ki, sûrenin başında kıyamete
yemîn ile nefs-i levvâmeye yemin etme bir araya
getirilmiştir4.
İnsan takvâ ve amel-i sâlihe daha yakın oldukça, nefsini günahlardan arındırdıkça, öldükten
sonraki hayata imânı daha kuvvetli ve sarsılmaz
olur. Aksine, insan tedenni ettikçe, günahlara daldıkça da, âhirete itikadı zayıf ve gevşek olur, ölümden korkar, temennî edemez: "Ellerinin işleyip
önceden gönderdiği şeyler sebebiyle, ölümü
asla temenni edemezler" (Bakara, 95). Dolayısıyla dirilişi tasdîk meselesi sadece akıl ve mantık meselesi değildir. Akıl günahlarla perdelenebilir,
mülevves olan nefis, tasdik edilmesi tabiî ve fıtrî
olan şeyleri dahi inkâr eder. O halde denilebilir ki,
tasdîk meselesi, "... muttakiler için hidâyettir" (Ba-
âyetinde de ifâde edildiği gibi, her şeyden
önce, bir takvâ ve tezekkî edilmiş nefis meselesidir.
Kir ve pas kalbi istilâ edip kapladığı zaman insan,
hakikati göremez, noksanlığını tedâvi edemez:
"Hayır! işledikleri kötü ameller onların kalplerini karartmıştır" (Mutaffifîn, 14) ve "Bize ve daha önceleri atalarımıza bu va'dde bulunuldu. Bu
öncekilerin masallarından başka bir şey değildir" (Mü'minûn, 83) âyetlerinde de ifâde edildiği gibi, hakikatleri masal ve hurafe olarak görür5.
kara, 2)
Nursî de bu mevzuda şunları söyler: "Masiyetin mâhiyetinde -bilhassa devam ettikçe ve çoğaldıkça- küfür çekirdeği vardır. Çünkü masiyet,
sahibine bir ülfet ve mübtelâlık kazandırır. Hatta,
devâsı yine bizzât kendisi olan bir hastalık olur.
Böylece terkedilmesi müşkil bir hal alır. Böylece
masiyet sahibi, işlediği günahına karşılık cezâ olmamasını temennî eder. Bu hal böylece azap ve
cehennemi inkâr etmeyi netice verinceye kadar
devâm eder. Kezâ, pişmanlık ve endişe duymadan
işlenen günah, insanı günahı günah saymamaya
ve kendisine muttali olan melekleri inkâr etmeye
zorlar. Şiddetli hacaletten dolayı hesaba çekilmemeyi temennî eder. Hesap gününü nefyeden zayıf
bir vehme rastgelse, onu kuvvetli bir bürhân gibi
alıp kabul eder. Böylece bu durum kalp kararıncaya kadar devâm eder"6.
Şu âyetlerde bu gerçek ne güzel ifâde edilmiştir: "O gün vay haline yalanlayanların! Ki
onlar mücâzat gününü yalanlarlar. O günü
ancak haddi aşan ve çok günahkâr kimseler yalanlar. Onlara âyetlerimiz okunduğunda bu öncekilerin masallarıdır derler. Hayır! işledikleri
kötü ameller onların kalplerini karartmıştır" (Mutaffifîn, 10-14).
O halde, âhireti inkâr edenler, haddi aşan,
zâlim, çok günahkâr kimselerdir. Böyleleri, kötü
arzu ve şehvetlerini tatmîn etmek için hayra yönelmez, gayretini şer işler işlemek için harcar. Bir gün
hesaba çekileceğini unuturlar...7
Asrımızda dünyanın her tarafına yayılan ve
etkisini hâla devam ettiren materyalizm, Kur'ân'ın
kınadığı hevâyı tanrılaştırmanın çok sayıda tezâhürünü sergileyerek, insanları dünyaya daha çok
bağlamakta ve o nisbette de âhiretten uzaklaştırmaktadır8.
................................................................................................
* Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı
ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. ,1. Bkz. Razî, Mefâtîhu’l-Ğayb, XXX, 192193. Bu ifâdeye verilen diğer mana ise, insanın önünde olan, ilerde vuku bulacak olan kıyamet, ba's, hesabın inkârıdır (Bkz. Razî, XXX, 192-193)., 2. Razî, XXX, 193; kezâ bkz.
Sabunî, Kabesun Min Nuri’l-Kur‘an IV, 156., 3. Bkz. Seyyid Kutub, fî Zılâli'l-Kur'ân, VI,
3769; AbdulfettâhTabbara, Tefsiru Cüz'i Tabareke, s. 141., 4. Tabbara, s. 141., 5. Ahmed
Emîn, I, 599-604., 6. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s. 230. ,7. Meydanî, el-Akidetu'lİslâmiyye, s. 582., 8. Bkz. Ulutürk, Kur’an-I Kerim allah’I Nasıl Tanıtıyor?, s. 281.
Nisan 2010
29
HANIMEFENDİ
anımefendi, milli ve manevi değerlerine bağlı, Müslüman hanımın
kimliğini ve kişiliğini bilen ve yaşa-
H
yandır.
Ersan BİLGİN
"Ey Muhammed! Kitab’da Meryem’i de an. O ailesinden ayrılarak doğu
yönünde bir yere çekilmişti.
Sonra insanlardan gizlenmek için bir perde germişti.
Cebrail’i göndermiştik de
ona tam bir insan şeklinde
görünmüştü.”
Hanımefendi, vakar sahibi, mütevazı,
kol kanat geren, ailesini kuşatan ve asil
olandır, tıpkı Hz. Hatice Annemiz gibi. Hz.
Hatice Annemiz, beyefendisi Hz. Rasulullah (sav)’a ve İslam’a iman ederek hemen
yanında yer aldı. Şöyle ki; “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı pıhtılaşmış
kandan yarattı. Oku ki, senin Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini öğreten, bol kerem ve ihsan
sahibidir.” (Alak Suresi, 1-5) dedi.
Bu âyetleri alan Allah'ın Resulü, yüreği titreyerek, eşi Hatice'nin yanına geldi
ve: “Beni örtünüz” dedi. Korkusu geçinceye kadar onu örttüler. Sonra başına
gelen olayı sevgili eşine anlatarak: “Kendimden korkuyorum” dedi. Bunun üzerine eşi:
“Allah'a yemin ederim ki, Rabbin
seni hiçbir zaman utandırmaz. Çünkü,
sen akrabanı gözetirsin, âciz olanların
30
Nisan 2010
ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, misafiri ağırlar, Hak yolunda halka yardım edersin” diyerek,
onu teselli etti, O’nu (sav) rahatlattı.
Bundan sonra Hz. Hatice Annemiz, Resûlullah'ı alıp, amcazadesi Varaka bin Nevfel'e götürdü.
Bu zât, câhiliyye çağında hristiyan olmuş, İbranice'yi bilir ve İncil'den nasibi nisbetinde birşeyler yazardı. O günlerde gözleri kör idi. Hatice, Varaka'ya,
“Amcaoğlu, dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor?” dedi. Varaka; “Kardeşimin oğlu, ne
var?” deyince, Resûlullah başından geçeni anlattı.
Bunun üzerine Varaka;
“Gördüğün, Allah'ın Mûsâ'-ya indirdiği
Nâmûs-u Ekber'dir. Keşke senin da'vet günlerinde genç olsaydım da, kavminin seni yurdundan çıkaracakları zamanı görseydim” dedi.
Allah'ın Resulü de; “Onlar beni çıkaracaklar
mı?” diye sordu. O da;
“Evet, senin gibi birşey getirmiş, yâni
vahiy tebliğ etmiş hiçbir kimse yoktur ki, düş-
manlığa uğramasın. Şayet senin da'vet günlerinde yetişirsem, sana yardım ederim” diye
cevab verdi. Çok geçmeden Varaka vefat etti…
Evet, hanımefendi doğru bir konuda, doğru bir
yolda beyefendisinin yanında yer alan, çözüm üreten ve yardım edendir, Hz. Hatice Annemiz gibi.
Hanımefendi, iffetli ve haya sahibi, nerde
nasıl davranacağını bilendir, tıpkı Hz. Meryem gibi.
“Kur’ân ayetlerinde Hz. Meryem’e geniş yer verildiği görülmektedir. Ayetlerde onun, annesi tarafından mabede adandığı, doğumundan itibaren Hz.
Zekeriyya gibi salih ve bilgili bir peygamberin gözetiminde Allah tarafından "güzel bir nebat gibi yetiştirildiği", ergenlik çağına erdiğinde ise mabedin
bir köşesinde inzivaya çekildiğinden bahsedilmektedir. Kendisini ibadete vermesi sebebiyle, tefsirlerde "el-Betûl" olarak vasıflanan Hz. Meryem,
Kur’ân-ı Kerim’de adı bizzat zikredilen tek kadın olmakla ayrı bir önem taşımaktadır. Hz. Zekeriyya ne
zaman onun yanına girse, orada mevsimi olmayan
meyvelerle karşılaşmaktaydı. Bu olağanüstü hadisenin kaynağını sorunca, Hz. Meryem şu cevabı
vermişti: "Bunlar bana Allah katından geliyor. Zira
O, dilediğini hesapsız ve hiçbir zahmete sokmadan
rızıklandırır." Bundan sonraki hadiseleri Kurân bizlere şöyle aktarmaktadır:
"Ey Muhammed! Kitab’da Meryem’i de an.
O ailesinden ayrılarak doğu yönünde bir yere
çekilmişti. Sonra insanlardan gizlenmek için bir
perde germişti. Cebrail’i göndermiştik de ona
tam bir insan şeklinde görünmüştü. Meryem:
"Eğer Allah’tan sakınan bir kimse isen, Senden
Rahman’a sığınırım" dedi. Cebrail: "Ben temiz
bir oğlan bağışlamak için Rabbi’nin sana gönderdiği bir elçiyim" dedi. Meryem: "Bana herhangi bir insan dokunmamış iken ve ben de
kötü bir kadın olmadığıma göre nasıl olur da bir
oğlum olabilir?" dedi. Cebrail: "Bu böyledir.
Çünkü Rabbin, "bu bana kolaydır. Onu insanlar için bir mucize ve katımızdan da bir rahmet
kılacağız; hem bu önceden kararlaştırdığımız
bir iştir" diyor" dedi. Meryem oğlana hamile
oldu, o haliyle uzak bir yere çekildi. Doğum
sancısı onu bir hurma ağacının dibine gitmeye
mecbur etti ve şöyle dedi: "Ah! Keşke bundan
önce ölmüş olsaydım da unutulup gitseydim."
Nisan 2010
31
Alt tarafından bir ses şöyle seslendi: "Sakın
üzülme!. Rabbin, içinde bulunanı şerefli kılmıştır."
Hz. Meryem son derece mahçup ve çekingen
bir tabiate sahipti. Cebrail ona tam bir insan suretinde görünmüştü. Ancak o ilk defa karşılaştığı bu
genç insana "Eğer Allah’tan korkan bir kimse isen,
ben senden Allah’a sığınırım" demek suretiyle kendisine herhangi bir kötülük yapmamasını rica etmişti. Bu sözler, onun iffet ve haya sahibi biri
olduğunun ifadeleridir.
Öte yandan Allah’ın dilemesiyle Hz. İsa’ya
hamile kalan Hz. Meryem’in, doğum sancıları çektiği sırada söylediği sözler de dikkat çekicidir. Namuslu ve iffetli bir kişi iken böyle bir durum ile karşı
karşıya kalıp, insanlara bunu ne şekilde izah edeceğinin sıkıntısını taşıdığı bir hâlet-i ruhiye içinde
söylediği, "Ah! keşke bundan önce ölseydim de
unutulup giden biri olsaydım..." sözleri de onun psikolojik durumunu yansıtan en güzel ifadelerdir. Hz.
Meryem, ayette bizlere, "Allah Teâlâ’nın dünyadaki
32
bütün kadınlara üstün kıldığı" bir şahsiyet olarak
tanıtılırken, en önemli vasfının, iffet ve haya timsali, edeb ve takva sahibi, kendisini ibadete veren
biri olduğu vurgulanmaktadır.
Her ne kadar, büyük bir sınavla karşı karşıya
kalsa da, Allah’a olan güzel kulluğu sebebiyle, oğlu
Hz. İsa’nın mucizeleriyle Cenab-ı Hak, onu insanların töhmetinden ve şerrinden korumuş ve sonuçta onu bir peygamber annesi kılarak ismini
insanlar arasında hep saygıyla anılan bir kişi yapmıştır. Bu da gösteriyor ki, iffet ve hayanın, kulluk
ve takvanın karşılığı Allah tarafından öncelikle dünyada ödüllendiriliyor. Ahiretteki mükafatını ise siz
düşünün.” “Ve onlar ki, iffetlerini korurlar.” (Müminun, 5)
Hanımefendi, İslam’ı çağımıza taşımış, Allah’ı zikirle huzura kavuşmuş, hayata ve meselelere her zaman ve her yerde Kur’an ve Sünnet
penceresinden bakmayı kendine şiar edinmiştir.
Hanımefendi, Müslümanca düşünmek ve Müslümanca yaşamak için ilimle kuşanmış, ilmiyle amel
Nisan 2010
eden, ihlas ve samimiyet abidesidir, Hz. Aişe Annemiz gibi. “Rasûlullah’a olan yakınlığı ve ilim arzusu Aişe Annemiz’i hadis, tefsir ve fıkıh alanında
otorite yapmış ve ilmî açıdan kadın erkek bütün
müslümanların gıpta ettikleri bir seviyeye ulaşmıştır. O, öğrendiklerini Rasûlullah’ın vefatından sonra
da insanlara aktarmaya devam etmiştir. Sahabî tarafından müctehidler arasında sayılmış, görüşlerine itibar edilmiştir.
Ebû Mûsa O’nun için, “Hakkında bilgi sahibi
olmayıp da Âişe’den sorduğumuz hiç bir şeyde
asla güçlük çekmedik” demiştir.
Allah’ın bir çok kabiliyetlerle donattığı Hz.
Âişe, ibadetlerini de büyük bir istekle yerine getirirdi. O, nafile oruç ve namazlarında Hz. Peygamber’e eşlik eder, gecelerini ibadetle ihya ederdi.
Zengin bir aile kızı olmasına rağmen Peygamber evinin mütevazi havasına çok çabuk uyum
sağlamış, dünya hayatını değil “Allah’ı, Rasûl’ü ve
Ahiret muradı”nı tercih etmiştir. Resûlullah’a karşı
çok hizmetkârdı. Ev işleriyle meşgul olacak bir hizmetçi olmasına rağmen O’nun işleriyle bizzat kendisi ilgilenirdi.”
Hanımefendi, eşi, çocukları ve çevresi için
numune olan, etrafına ışık saçandır, Hz. Fatıma
gibi. "Rasulullah'ın Kızlarının en küçüğü... Cennet
gençlerinin efendileri Hz. Hasan ve Hüseyin'in anneleri... Hz. Ali kerremallahu veche efendimizin
zevcesi... Eli değirmen döndüren "Fâtıma ana"
diye anılan bir sultane anne... O, Zehra ve Betül
lakablarıyla meşhurdu. Zehra; "Ak yüzlü, nur yumağı, beyaz, parlak, ve aydınlık yüzlü kadın" manasına, Betül ise; "Dünyevi heveslerden uzak,
ibadet için kendisini Allah'a yönelten, iffetli ve namuslu kadın" anlamına gelmekteydi.
O, yaşının küçük olması sebebiyle ve bilhassa anneciği Hz. Hatice (r.anhâ)'nın vefatından
sonra babacığının yanından hiç ayrılmadı. Bazan
babasının elini tutup Mekke sokaklarında gezdi.
Bazan da babasının peşini takip etti. Müşriklerin işkencelerine maruz kalan babacığına yardımcı olmağa çalıştı. Küçük yaşta çok çileler çekti.
Nisan 2010
Çocukluğu Müşrik Kureyş'in zulum, baskı ve ambargoları altında geçti.
O, hassas ruhlu, zayıf yapılı idi. Yaşından
beklenmeyecek derecede yüce bir ahlâka sahibti.
Üstün bir zekâsı, halîm ve selîm bir yapısı vardı.
Son derece mütevaziydi. Söz ve davranışlarında
vakurdu. Çok az konuşurdu. Ağzından çıkan sözler inci danesi gibi hikmetler saçardı. Cömertti, zâhidâne yaşamayı severdi. Ev işlerinde maharetli ve
becerikliydi. Hz. Ali Efendimiz’in eşi, ümmetin evladları Hz. Hasan İle Hz. Hüseyin’in anneleri, bu iki
mübarek şahsiyeti İslam terbiyesi ile büyüyüp yetiştiren iman, ahlak ve samimiyet örneği anne…"
Hanımefendi, İslam için adanan ve adayandır, tıpkı Hz. Sümeyye gibi. Mekke cahiliyyesinde
müşriklere “Allah birdir, Allah’tan başka ilah yoktur,
siz kim oluyorsunuz” diye haykıran ve Muhammed
Ümmeti arasında ilk şehadete koşan, adanan
insan Sümeyye annemiz.
Nihayet Hanımefendi aşağıdaki ayette özellikleri sıralanandır. Allah Teala buyuruyor:
“Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, ibadete
devam eden erkekler ve ibadete devam eden
kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazı
erkekler ve mütevazı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan
erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah'ı
çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var
ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük
bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab, 35)
Yine Rabbimiz buyuruyor: "Gerçekten hüsrâna uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini
hem de âilelerini hüsrâna sürüklemiş olanlardır. İyi dikkat edin, açık, kesin ve acısı derin
hüsrân bu hüsrândır." (Zümer Sûresi, 39/ 15)
Rabbimiz bizleri, kendimizi ve ailemizi hüsrana uğramaktan koruyacak beyefendiler ve hanımefendiler kılsın. Bizlere bu şuuru versin. Bugün
buna çok ihtiyacımız var, vesselam.
33
“Rabb’in İçin
Sabret!”
üce Allah'ın hoşnutluğu ve sevgisi,
Kur’an'da bildirilen doğruları eksiksizce uygulayarak kazanılabilir.
Rabbimiz kullarından, Kur’an ahlakını
ömürlerinin sonuna kadar asla gevşeklik
göstermeden yaşamalarını ister. Allah'ın bu
buyruğunu her durumda ve her koşulda
taviz vermeden yerine getirebilmek, ancak
kesin bilgiyle iman eden kullarının sahip olduğu sabır ile mümkündür. Sabrın bu sırrını öğrenen samimi mümin, Rabb’inin
yapmasını istediği her davranış ve ibadette
kararlı olacak ve süreklilik gösterecektir.
Y
Fuat TÜRKER
[email protected]
“Sabret; senin sabrın
ancak Allah(ın yardımı) iledir. Onlar için hüzne kapılma
ve
kurmakta
oldukları hileli düzenlerden
dolayı
sıkıntıya
düşme.”
34
Kalpleri çeviren Yüce Allah, samimi
müminlerin kalplerinde sabrı ve kararlılığı
yerleştirir ve ‘Sabur’ (çok sabırlı) ismini tecelli ettirir. İşte müminlerin yaşamlarının tamamını kapsayan sabrın gerçek kaynağı,
Rabb’lerine olan imanlarıdır. İman kalbine
yerleşmiş olan mümin, Allah'ın üstün ve
sonsuz ilminin yarattığı bütün varlıkları kuşattığını, her an herşeyi kontrolü altında tuttuğunu, O’nun izni olmaksızın hiçbir olayın
gerçekleşmediğini ve Allah’ın her olayı kendisi için hayır ve hikmetle yarattığını kavramıştır. Allah'ın, müminlerin tek dostu, velisi
ve yardımcısı olduğunu bilir ve Allah'ın kendisi için belirlemiş olduğu kadere kayıtsız
şartsız teslim olur. Çünkü Rabbimiz inanan
kulu için zahiren kötü gibi görünüyor da
Nisan 2010
olsa, herşeyi hayırla yaratır ve ona taşıyamayacağı
yükü yüklemez.
bir konuda sabır göstermenin, boşu boşuna sıkıntıya katlanmak olduğu düşünülür.
“Sabret; senin sabrın ancak Allah(ın yardımı) iledir. Onlar için hüzne kapılma ve kurmakta oldukları hileli-düzenlerden dolayı
sıkıntıya düşme.” (Nahl Suresi, 127) ayetiyle de
bildirildiği gibi, Rabbimiz sabır konusunda da kullarının yardımcısıdır. Allah’ın her an yanında ve
yardımcısı olduğunu bilmesi ve kader gerçeğini
kavramış olması nedeniyle mümin, sabrı zorlanarak yaşamaz; aksine hoşnutlukla yaşadığı ve zevk
aldığı bir ibadettir sabır. Bu noktada Kur’an’daki
gerçek sabırla toplumdaki sabır anlayışının farkı
da ortaya çıkar.
Oysa Yüce Allah’ın Kur’an'da tarif ettiği gerçek sabrın, toplumdaki bu tahammül anlayışıyla
hiçbir benzerliği yoktur. Müminler sabrı Rabb’imizin bir buyruğu olarak görür ve ömür boyu yaşarlar.
Bu nedenle de hiçbir zaman sabırlarında ‘tükenme,
taşma, çatlama’ gibi bir durum olmaz. Tüm ibadetleri gibi sabır ibadetini de yaşamları boyunca
şevkle yerine getirirler. Bunun yanı sıra onlar yalnızca Allah için sabrettiklerinden, karşılığında
somut ve dünyevi bir çıkar beklentileri yoktur. Tek
beklentileri Allah’ın buyruğunu yerine getirmenin ve
güzel ahlak özellikleri göstermenin karşılığında
Rabb’lerininin hoşnutluğunu kazanmaktır.
Toplumda sabrın gerçek anlamı, sabırlı bir insanın nasıl davranması gerektiği ve bu ahlak özelliğinin Rabbimiz’in Katındaki önemi genellikle
bilinmez. Sabır, insanın yaşamı boyunca karşılaştığı zorluklara direnmesi, katlanması ve tahammül
etmesi olarak bilinir. Bu düşünceye göre sabır ‘bir
yere kadardır’ ve insanın ‘burasına kadar geldiğinde’ ise ‘taşması’ doğal karşılanır. Hatta insanlar
arasındaki en sabırlı kişiye “sabır taşı” denir ve o
bile zaman zaman sabrı ‘tükenip, çatlayabilir.’ Ayrıca bu çarpık anlayışa göre, sonunda elle tutulur
bir çıkar elde edilemeyecekse, bir konuda sabır
göstermeye de gerek yoktur. Yarar sağlamayacak
Kur’an'da anlatılan sabır yalnızca zorluk zamanlarında yaşanan bir ahlak özelliği de değildir.
Gerçek sabır her durum ve koşulda Yüce Allah'ın
sınırlarını aşmaktan dikkatle sakınma ve Kur’an
ahlakını ömür boyunca hiçbir yılgınlığa ve gevşekliğe kapılmadan yaşama konusunda gösterilen kararlılıktır.
Allah Katında kabul görecek olan, Kur’an'da
"... sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin
Katında sevap bakımından daha hayırlıdır,
umut etmek bakımından da daha hayırlıdır."
(Kehf Suresi, 46) ayetiyle bildirilen ‘sürekli olarak
sürdürülen salih davranışlar’dır. Namaz nasıl titizlik gösterilen önemli bir ibadet ise sabır, tevekkül,
şükretmek de önemlidir. Zamanı geldiğinde yerine
getirilmesi gerekir.
Müminin sabrı; samimiyeti ve Allah’a olan yakınlığı oranında artar. Çünkü insan ancak samimi
ve Allah’a yakın olma çabası içinde olduğu oranda
sabır gösterebilir. Samimi müminler, "…Rablerinin
yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler…" (Rad Suresi, 22) ve sabır göstermede yarışırlar.
Mümin, ömrü boyunca Allah’ın hoşnutluğunu
amaçlayarak güzel bir sabırla sabreder. Kuran'ın
"Rabbin için sabret" (Müddessir Suresi, 7) buyruğunu yaşamının her anında uygulamaya çabası
içindedir.
Nisan 2010
35
Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın:
“En zalim
anne, sabah
kahvaltı
hazırlamayıp
çocuğunu aç aç
okula gönderen
annedir.”
Röportaj: Aydın BAŞAR
“Uykunuzu bir dinlenme kıldık. Geceyi bir
örtü yaptık. Gündüzü de
çalışıp kazanma zamanı
kıldık.”
Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın Bey, Din
Eğitimi alanında Batı’dan tercüme eserlerin etkisinde kalmayan, yerli fikirler üretebilen bir ilim adamı olarak her zaman sözünü
dinleyebileceğimiz bir isim. Kendisiyle çocuklara namaz alışkanlığı kazandırma konusundan, eğitimde dayak ve azarlamaya
kadar birçok hassas konuda konuştuk. İstifadenize sunuyoruz.
Muhterem Hocam, sizinle en son
Bağcılar’daki “Din eğitiminde yeni yöntemler” konulu seminerinizden sonra görüşmüştük. Seminerlerinizle ilgili birtakım sorular
soracağım, fakat ondan önce uzmanlık alanınızla ilgili birkaç soru ile başlamak istiyorum.
Öncelikle bana gösterdiğiniz ilgiye teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim. Ve bu sohbetin hayırlara vesile
olmasını niyaz ederim. Elimden geldiği kadarıyla cevap vermeye çalışayım.
Biz teşekkür ederiz; bizi kırmadığınız
için. İlk sorum şöyle olacak: Eğitimde dayak
ve azarlama konusu güncel bir mesele olarak karşımızda durmakta. Modern eğitimde
36
Nisan 2010
azarlama ve dayak söz konusu değil. Diğer taraftan azarlamanın eğitimde faydalı olabileceğini söyleyenler de var. Bu konuda bir uzman olarak siz ne
söylemek istersiniz?
Bazı Batı’dan tercüme kitaplarda azarlama
yok, öğüt verme yok. Peki, insanı nasıl eğiteceğiz?
Onlara göre, çocuğu doğal hâlinde bırakacağız,
onun kendisini gerçekleştirmesine yardımcı olacağız. Örneğin bazı kitaplarda öğüt vermek iletişim
hataları içinde verilmektedir. Elbette hepimizin
özellikle de çocukların öğüde ihtiyacı vardır. Belki
üslup ve yöntemini konuşmak gerekir. Yine bazı
psikolog ve eğitimciler, çocuğa müdahale edilmemesini, kendi isteğimiz doğrultusunda yönlendirilmemesini, çocuğun içinden, gönlünden geçtiği gibi
yaşaması gerektiğini söylüyorlar. Bunu şöyle ifade
ediyorlar: “Ben hiç kendi istediğim gibi yaşamadım,
hep annemin babamın dediği gibi, öğretmenimin
dediği gibi yaşadım.” Elbette çocuğun, her şeyiyle
annenin babanın elinde oyuncak gibi oynamasını
istemiyoruz ama ona doğrunun yanlışın öğretilmesini istemeliyiz. Bireyin kişiliğini hedef almadan,
azarlamayı bir eğitim yöntemi olarak kullanabiliriz.
Örneğin, “Sen yalancının tekisin, tembelsin.” diye
azarlamak özellikle çocuklar için yanlıştır. Çünkü
bir kişiye nasıl hitap edersek, yaftalarsak öyle olur.
Ama; “Bu yaptığın sana yakıştı mı?”, “Bu yaptığın
hem sana hem de başkalarına zarar verir. Ayıp
değil mi?” diyebiliriz. Bunun bir mahsurunun olduğunu sanmıyorum.
Bu mesele, Din Eğitimi konusunda daha da
hassaslaşıyor. Bir hadiste yedi yaşına gelen çocuğa namazın öğretilmesi tavsiye ediliyor. On yaşına geldiği halde namaz kılmadığı takdirde hafifçe
dövülebileceği zikrediliyor.
Yedi yaşındaki çocuklar, başkalarına göre yaşarlar, yani çevresindekilerin dediğini yapmak ve
onları memnun etmek isterler. Bu nedenle yedi yaşında çocuğu namaza alıştırmak gerekir. Kur’an’a
ve Hz Peygamber’in yaşantısına bütüncül olarak
baktığımızda, ibadetlerin sevdirilerek öğretilmesinin söz konusu olduğunu görüyoruz. Bu nedenle
ibadetleri yapmaları konusunda baskı yapmayalım;
sabırla teşvik edip, namazı sevdirmeye çalışalım
diyorum.
O zaman soruyu şöyle sormak istiyorum. Çocuklarımızı namaza alıştırmak konusunda ne yapmalıyız? Bu konuda ne tavsiye edersiniz? Çocuk
televizyonu kapatıp nasıl namaz kılacak? Bu biraz
zor değil mi?
Güzel bir soru. Zamanımız anne babalarının
zorlandıkları bir konu… Bu konuda öncelikle ebeveynlere şunu hatırlatmak istiyorum. Siz evinizde
beş vakit namaz kılıyorsanız ve çocuğunuzun kılması için gayret sarf ediyorsanız, fazla endişe ve
PANİK yapmayın. Kısaca iyilikleri, ödül ve teşvikle
öğretmeye gayret edin, iyilik yapmadı diye ceza
vermeyin. Başkalarına zarar veren bir haram işliyorlarsa o zaman ceza verilebilir. Çocuklarınızın
televizyon başlarından kalkmasını istiyorsanız siz
kendiniz televizyonun başında çakılı kalmayın. Çocuğa televizyon ve bilgisayarı yasaklamak yerine,
ona yapabileceği alternatifler sunmak gerekir. Bu
konuda önemli bir konu da çocukların iyi bir arkadaş çevresinin oluşturulmasıdır. Ama maalesef ülkemizde bence çocuk eğitiminin en önemli
sorunlarından biri; çocukların çocukluklarını yaşamaması ve arkadaşlarının olmamasıdır.
Nisan 2010
37
Efendimiz’in aile hayatında sizi en çok etkileyen örnek davranış hangisidir? Bir de Efendimiz’in,
ailesiyle olan örnek iletişiminden bahsederseniz
memnun olurum.
“Hz. Peygamber’in Ailesinde İletişim” konulu
konuşmalarımda anlatıyorum ve “Efendimiz’in bildiğiniz özellikleri nelerdir” diye dinleyicilere soruyorum. En çok emin, yani doğruluk, güvenilirlik
özelliği öne çıkıyor. Hiç Peygamberimiz’in, bağıran
çağıran asık suratlı birisi olduğunu aklımıza getiriyor muyuz? O hâlde Efendimizi örnek alan bir Müslüman; halim (yumuşak), mütebessim (güler yüzlü),
kerim (cömert), adil, halil (dost), habib (seven ve
sevilen), isar sahibi (dostunu kendisine tercih
eden), vefalı, yaptığı işi salih (yerli yerinde, kaliteli,
güzel bir şekilde,) yapan, dünya malına aşırı hırs
göstermeyen birisi olmalı diye düşünüyorum. Bir
unuttuğumuz emir daha var o da; istişare… Efendimiz, her konuda olduğu gibi, istişareye ihtiyaç
duymamasına rağmen bize örnek olmak için, ev
halkıyla da istişare içinde hareket ederdi.
Bu saydığınız vasıflar aynı zamanda iyi bir
tebliğcide bulunması gereken vasıflardır. İslam’ı
öğretmenin bir diğer adı da onu tebliğ etmektir.
Tebliğ konusunda yeteri kadar özen göstermediğimiz kanısındayım. Sizce tebliğ konusundaki en
önemli yanlışlarımız nelerdir?
38
Bir yaşlı amcayı ziyaret etmiştik. Ayrılırken;
“bize bir öğüt verin” demiştik. O da; “İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamaktan uzaklaşmayın.”
demişti. Ben de o günden beri bu öğüdü tekrar ediyorum. Ben şu anda yaşadığımız hayatı veya dönemi “Şaşkınlık” dönemi olarak adlandırıyorum.
Bununla, ne yaptığımızı bilmediğimizi anlatmak istiyorum. Diğer bir tabirle; “bilinçsiz” olarak yaşıyoruz. “Neyi niçin yapıyoruz veya yapmıyoruz?”
maalesef bilmiyoruz. Bakıyoruz çok güzel, iyi şeyler yapıyoruz biraz sonra saçma işler yapıyoruz.
Lafı uzatmadan bir örnek vereyim. Hayır, işleri
yapan bir dernek veya vakıf kendi çalıştırdığı işçiye
çok düşük ücret ödüyor. Ben buna, bu ne hayır, bu
ne işçinin hakkını vermek diyorum. “Bu ne perhis
bu ne salata turşusu” sözünde olduğu gibi.
Doğru sözler duymak bazen hoşumuza gitmeyebiliyor. Bu konuda size kesinlikle katılıyorum.
Dilerseniz bu yarayı daha fazla kanatmadan diğer
bir soru ile devam edelim. Muhterem hocam, tasavvuf ve din eğitimi alanlarındaki ilişki konusunda
sizin görüşünüzü merak ediyorum. Din Eğitiminde
tasavvuftan faydalanılabilir mi?
Tasavvuf, ahlak eğitiminin yollarından biridir.
Çok çeşitli uygulamaları olsa bile Müslümanları inceltmiş, kendi kişisel gelişimlerine dikkat çekmiş ve
bunu kurumlaştırmıştır. Tarih boyunca tasavvuf, yeNisan 2010
mekten sonra tatlı yemek gibi, farzların üzerine
güzel ahlakı koymak için çalışmıştır. Günümüzde
ise tasavvuf hem yemek vermek hem de tatlı vermek durumunda kaldığı için tam işlevini yerine getiremiyor diyebiliriz.
Bu sözlerinizden anladığımı şöyle özetleyeyim: Eskiden tasavvufla ilgilenenler fıkhi kaideleri
bilip uygulayan ve bunun üstüne tasavvufi ahlakı
bina eden kimselerdi. Dolayısıyla herkes tarikata
kabul edilmez bu işe kabiliyeti olanlar, tasavvufi inceliklere yatkın olanlar kabul edilirdi. Şimdi ise bazı
nedenlerden dolayı böyle bir durum olmadığından
tasavvuf o ahlakî incelikleri öğretme noktasında işlevini tamamlayamıyor. Yani temel sağlam olmalı ki
tasavvuf onun üzerine bina edilebilsin. Şuan tasavvuf bu temeli atmakla meşgul olduğu için asıl
bina ile ilgilenemiyor. Bu da kanaatimce ahir
zaman olgusunun bir neticesi…
Bu durum tasavvufun kendisinden kaynaklanan bir durum değil, zamanın şartlarından kaynaklanan bir durum. Netice de her zaman tasavvuf ve
din eğitiminin ilgisinden söz edebiliriz.
Buradan fakültedeki derslerinize bir geçiş yapalım. Öğrencilerinizi İmam-ı Gazali’nin İhya’sına
yönlendirdiğinizi biliyoruz. Neden İmam-ı Gazali ?
Konuşmamızın başında Türkiye’nin çeşitli illerinde verdiğiniz seminerlerle ilgili bazı sorular sormak istediğimi söylemiştim. Ben bu seminerleri çok
önemsiyorum. Şuana kadar kaç seminer oldu? Bu
seminerlerin amacı nedir? Kısaca bilgi verir misiniz?
Ülkemiz ve dünyada birçok şey değişmektedir. Bu değişime uygun olarak hizmetlerini geliştirmek isteyen Diyanet İşleri Başkanlığı da sürekli
hizmet içi eğitim faaliyetleri düzenlemektedir. Bu
çerçevede din görevlilerinin özellikle Kur’an Kursu
öğreticilerinin katıldığı, yeni öğretim yöntemleri,
genç ve yetişkin psikolojisi, iletişim, rehberlik ve
dinî danışmanlık konularında seminerler yapılmaktadır. Kur’an Kursu öğreticileri için üç gün
süren seminer programları birçok ilde yapılmıştı,
şubat ayında İstanbul’da da yapıldı. Bu seminerlerde değerli hocalarımıza teknik bilgiler vermenin
yanında; bir araya gelmelerini ve yeni bir heyecanla görevlerine devam etmeleri amaçlıyoruz.
Seminerlerde dinleyicilere memnuniyet garantisi veriyorsunuz. Zannedersem bu, sunuş tarzınızla da ilgili bir durum… Bu vasfıyla
seminerleriniz, aynı zamanda bir örnek ders işlenişi mahiyetinde… Sunuş tarzınızı nasıl tanımlayabiliriz? İmam-ı Azam modeli diyebilir miyiz?
Evet, ben Gazali’yi seviyorum ve tavsiye ediyorum. Gazali her yönden güçlü bir âlimdir. Fıkıhta, tasavvufta, ahlakta, felsefede, psikolojide en
yetkin İslam âlimidir. Hakkında çok da haklı olmayan eleştiriler olmasına rağmen, o büyük insanı
okumak, anlamak lazım. O, en geniş eseri İhya’da
bir Müslüman’ın doğumundan ölümüne kadar nasıl
yaşayacağını ayrıntıları ve delilleriyle açıklamıştır.
İhya dört cilttir, her ciltte on bölüm vardır. İhya’nın
özeti diyebileceğimiz “Kimya-yı Saadet”te kırk
bölüm vardır. Halk için yazdığı “Dinde 42 Esas” kitabında da adeta bunları özetlemiştir. Gazali’yi ve
diğer tüm âlimlerimizin eserlerini okurken yaşadıkları dönemleri dikkate almamız gerekiyor. Gazali’nin ölüm tarihi 1111 yılıdır. Dolayısıyla onun her
yazdığını kendi döneminin şartlarını dikkate almadan kelime kelime günümüzde de uygulamaya kalkarsak hata yaparız.
Nisan 2010
39
gidermek ve dikkati toplamak için etkili bir giriş yapmaya çalışıyorum. Ama elbette bu, kuru bir iddia
olursa biraz sonra dinleyiciler hayal kırıklığına uğrayacaktır. Biz bu seminerleri kırkın üzerinde ilde
din görevlilerine ve tüm illerdeki Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi ile İmam Hatip Lisesi meslek dersleri
öğretmenlerine düzenledik. Her seminerin sonunda katılımcılara anket düzenliyoruz ve bu verilere göre kendimizi geliştiriyoruz. Seminerlerden
büyük oranda memnuniyet geribildirimleri aldığımı
söyleyebilirim. Sunuş tarzımız veya öğretim metodumuz konusunu ise şöyle açmak isterim: Öğretim
yöntemleri kaynaklarda, klasik ve çağdaş diye sınıflandırıldığı gibi “öğretmen merkezli” ve “öğrenci
merkezli” diye de sınıflandırılıyor. Ben burada ikincisini tercih ediyorum çünkü bizim İslam dünyasındaki eğitim tarihine baktığımızda, son yüzyıllar
hariç aktif, öğrenici merkezli öğretim yöntemlerinin
kullanıldığını görüyoruz. Bunun canlı örneği ve
kaynaklarda açıkça anlatıldığı için sembol olarak
İmamı Azam Ebu Hanife’yi örnek veriyorum. Bu
yöntem, Ebu Zehra’nın “Ebu Hanife” adlı kitabında
ayrıntılı şekilde açıklanmıştır.
Son seminerde hem bilgilendiğimi hem de
eğlendiğimi söyleyebilirim. Anlattığınız Ferhat hikâyesi çok hoşuma gitti doğrusu. Bunu bir de okuyucularımızla paylaşır mısınız?
Bir derse, seminere, konferansa, hutbeye,
vaaza başlarken iyi bir şekilde dikkat çekerek başlamak gerekiyor. Ben bir derse, konuşmaya hazırlanırken en çok giriş kısmına önem veririm. Çünkü
öğrenciyi, dinleyiciyi girişte yakalar, güdülerseniz
daha verimli bir faaliyet yaparsınız. Bir de şöyle bir
durum vardır: Bu tür resmî seminerlerde bir çekinme ve uzak durma söz konusudur. Ben de bunu
40
Ben kısaca, “Dini değil ama tebliğ yöntemlerimizi değiştirelim.” diyorum. Artık çoğumuz ciddi
saatlerce sessiz bir şekilde dinleme sabrını gösteremiyoruz. O hâlde insanları memnun ederek, eğlendirerek öğretmenin yollarını bulmalıyız. Örneğin,
ahiret gününü işleyeceğimiz bir derse, Ferhat fıkrasıyla başlayarak dersin girişinde ilgiyi çekebiliriz.
“Ferhat, kıyamet günü, tüm aşamalardan geçmiş;
cennetin kapısına ulaşmış ve kapıyı çalmış; görevli
melek kapıda Ferhat'ı görünce, bir dakika bekle diyerek kapıyı kapatmış; biraz sonra kapı açılmış,
görevli melek Ferhat'a bir saç teli uzatmış ve kapıyı kapatmış. Sizce neden? Cevabı, çünkü Ferhat, dünyada “Cenneti değişmem, saçının teline”
diyormuş.
Seminerlerinizde yaşadığınız bir hatırayı bizimle paylaşır mısınız?
Nisan 2010
Hemen aklıma gelen bir tanesi şöyle: Ben
aile içi iletişim ve çocuk eğitimi konferanslarımda,
“Sizce en zalim anne kim?” diye soruyorum. Dinleyiciler birçok cevap veriyorlar ama çoğunlukla daha
doğrusu daha önce benden duymadılarsa şu cevabı bilemiyorlar: “En zalim anne, sabah kahvaltı
hazırlamayıp çocuğunu aç aç okula gönderen annedir.” Burada çok ağır bir söz söylediğimi biliyorum ama dikkat çeksin ve akılda kalsın diye böyle
bir yöntem uyguluyorum. Bu yöntem çoğunlukla
başarılı da oluyor. Birçok anne “Ben zalim anne
olmak istemiyorum” diyerek bu konuyu önemsemeye başlıyor. Böyle bir konferans sonunda bir annenin bu söz ağrına gitmiş yaklaşık 15 yaşlarındaki
kızını getirip; ”Hocam ben zalim anne değilim bu
kız zalim çünkü ben hazırlıyorum ama o kahvaltıyı
yapmadan gidiyor” dedi. Ben bu tür anneleri haklı
görmüyorum ve diyorum ki; “Siz ailece erken yatıp
erken kalkmazsanız, evden çıkmaya yarım saat
kala kalkan çocuk elbette kahvaltı yapmak istemez. Erken yatsa erken kalksa biraz hareket etse
o zaman acıkır, kahvaltı etmek ister.” Aile bireylerinin mümkün olduğunca birlikte olmalarını teşvik
etmek için, “en azından kahvaltı ve yemeklerde birlikte olun” diyorum.
Ben inanıyorum ki gerek seminerlerinizle,
gerek TV ve radyo programlarınızla, gerek ilmî çalışmalarınızla olsun insanların mutluluğu için ciddi
katkılar sağlıyorsunuz. Çok yoğun bir çalışma temposu içerisindesiniz. İnsanları çalışmaya teşvik
etmek açısından çalışma tarzınız hakkında bilgi
verir misiniz? Mesela günde kaç saat çalışırsınız?
Gün içinde neler yaparsınız?
Bu güzel ifadeleriniz için teşekkür ediyorum.
Öğrencilerime şunu söylüyorum: “Şu anda ben üniversitede profesör olarak çalışıyorum, yani eğitimin
en üst kademesine yükseldim. Şimdiye kadar herhangi bir sınava çalışmak için uykusuz kalmadım.
Ancak bir ilkem var, erken yatıp erken kalkmak.
Yaz ayları hariç, pazar günü dâhil istisnalar dışında
sabah namazından sonra yatmam ve çalışmaya
başlarım. Maalesef ülkemizde bulaşıcı bir salgın
hastalık var; “geç yatıp geç kalkmak.” Lafı uzatmadan bu konudaki Allahımızın tavsiyesini hatırlatmak istiyorum. Nebe Sûresi 9–11. ayetlerde,
“Uykunuzu bir dinlenme kıldık. Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü de çalışıp kazanma zamanı kıldık.”
buyuruyor. Daha ne desin Allah, erken yatın erken
kalkın buyursa farz olurdu; o da zorluk olurdu. Buradaki mesaj gayet açık…
Muhterem Hocam Burhan Dergisi olarak bize
vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz?
Ben teşekkür ederim, çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın’ın Özgeçmişi
1959 yılında Konya/ Çumra’da doğdu.
1979'da Manisa İmam Hatip Lisesi’ni bitirdi.
1985'de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden
mezun oldu. 1993'de A.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü
Din Eğitimi Anabilim Dalı’nda doktorasını tamamladı. Ankara' da 5 yıl imam hatiplik ve 5 yıl Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmenliği yaptı. 3 yıl Milli
Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nde Eğitim Uzmanı olarak görev yaptı. 1994'de
Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi, Din Eğitimi Anabilim Dalında Yardımcı Doçent olarak
atandı. Tunus'ta 10 ay, Belçika'da 3 ay, Fransa ve
Almanya' da birer ay araştırmalarda bulundu.
1998'de doçent ve 2004'de profesör oldu. Hâlen
Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Din Eğitimi Ana Bilim Dalı’nda profesör ve Felsefe
ve Din Bilimleri Bölüm Başkanı olarak görevine
devam ediyor. Evli ve iki çocuk babası…
Nisan 2010
41
Muhabbet
asavvufî literatürde muhabbet, insan
gönlünün zevk aldığı şeye meyletmesi, kulun kalbinin tabii bir şekilde
Allah’a ve O’na ait şeye meyletmesi1 ve yönelmesidir2. Muhabbet, gerek sûfilerin gerekse âşıkların üzerinde önemle durdukları
kavramlardan biridir. Çünkü yaratılışın temelinde muhabbet vardır. İnsanın iyi hal
üzere yaşaması da muhabbetli yaşamasına bağlıdır. Sevgiyi heva, vedd, hubb ve
ışk diye dört kısma ayıran İbni Arabî muhabbetin kökü olan hubb için şu açıklamaları yapmaktadır. Hubb, sevenin, sevgisini
öteki bütün yollardan arındırıp kurtarıp ve
sadece Allah Yolu’na bağlamasıdır. İşte
seven, bu arınmayı gerçekleştirdiği, yani
çeşitli yollarla Allah’a koşulan ortakların
neden olduğu kararmalardan sevgisini kurtardığı vakit, bu sevgi halis olduğundan ve
arınmışlığından dolayı “hubb” diye adlandırılır ve muhabbet hâsıl olmuş olur.3
T
Osman Nuri KARADAYI
Muhabbeti bil ne iştir
Bir can bir canı seviştir
Arş-u kürsüden geniştir
Ülfet elinin âyesi
Âşık Seyrani muhabbeti bir insanın
bir başka insanı sevmesi olarak tarif etmektedir:
Muhabbeti bil ne iştir
Bir can bir canı seviştir
Arş-u kürsüden geniştir
Ülfet elinin âyesi
42
Nisan 2010
Âlimlere göre muhabbet, iradeden ibarettir.
Erzurumlu Emrah da Cüneyd-i Bağdadi’ye
Sûfilerin muhabbetten kastettikleri ise irade değil-
benzer bir şekilde, “eğer kalbinde muhabbet olma-
dir. Hiç şüphesiz kulun iradesinin kadim (ezelî) olan
sını istiyorsan nefsini zincire vur, kötü sıfatlardan
Yüce Allah’a bağlanması mümkün değildir. Ancak
kendinî kurtar” diyerek muhabbetin nefsi tezkiye
buradaki iradeye, Allah’a yaklaşmak ve O’nu yü-
edici yönüne dikkat çekmektedir. Eğer kişi bu yola
celtmek manasının verilmesi mümkündür. Muhab-
girerse muhabbetin nasıl ince bir yol olduğunu gö-
bet içinde su bulunan kap manasındaki “el-hub”
recektir. Çünkü bu yol kişiyi ilahî aşka götürecektir:
kelimesinden gelmektedir. Kap, içinde olanı tutar
ve bir kap dolu olduğu şeyden başkasını içine
Olmak istiyorsan muhabbet pezir
almaz. Aynı şekilde kalp de sevgi ile dolu olunca,
Zincir-i hevâya gel olma esir
sevdiğinden başkasını içine almaz4.
Sende âşık olup var şu bezme gir
Bak gör ki neler var inceden ince
(Erzurumlu Emrah)
Sehl b. Abdullah et-Tusterî muhabbet hakkında demiştir ki; “Muhabbet sürekli taate sarılmak
ve O’na muhalefet eden her şeyden kaçmaktır”.
Muhabbet ilahî aşka giden yolda bir geçit
Muhabbet sadece Hakk’ı bilmek ve birlemek değil-
özelliği taşımaktadır. Muhabbet haddi aştığı zaman
dir. Aynı zamanda muhabbet Hakk’ı sevmek ve
aşk adını alır. Seyr ü sülûke giren salik Hakk’ı bilir,
O’nun istediği bir kul olmaktır. Cüneyd-i Bağdadi’ye
tanır, sever ve O’nun istediği gibi olmaya başlar.
muhabbetin ne olduğu sorulunca, “Muhabbet se-
Bu noktada salik bir basamak daha çıkar ve ilahî
venin kötü sıfatlarının gidip, onların yerine sevgili-
aşkı yaşamaya başlar. Öyleyse muhabbet, hakika-
nin güzel sıfatlarının gelmesidir” diye cevap
tin kapısı durumunda olan ilahî aşkın kapısını açan
vermiştir. Bu cevap bize sufilerin muhabbete ba-
anahtar gibidir6. Bu anahtarı kullanmayan hakika-
kışını göstermektedir.
tin kapısını aralayamaz. Seyranî tam bu duruma
5
dikkat çeker ve ilahî aşka geçişin son noktası için
şöyle der:
Hakikat kapısın muhabbet açar
Muhabbetten de kaçan Hak’tan da kaçar
Seyranî duyupta muhabbet sesin
Hakikatten almış kendi hissesin
Münkir olan Hakk’a ne derse desin
Hak’ta haklık aklık emri muhabbet
(Seyranî)
Muhabbet, mahbubun likasına ve didarına iştiyak duyulması zamanındaki kalbin galeyanı ve
coşmasıdır. Devamlı surette dostun gönlü, dostunu
görmenin iştiyakı içinde muzdarip ve kararsızdır.
Bedenler ruhlara iştiyak ve özlem duydukları gibi,
âşıkların gönülleri de maşukların likasına ve dîdârına iştiyak ve özlem duyarlar. Beden ruh sayesinde ayakta durduğu gibi kalp de muhabbet
sayesinde kaimdir. Muhabbetin kıyamı ise mahbubu görmek ve ona vasıl olmakla olur7.
Nisan 2010
43
Mutasavvıflarca meşhur olan “Ben gizli bir
Hakîkat yoluna olmuşum vâsıl
hazine idim. Bilinmeyi istedim, mahlukatı yarattım8”
Yok idi arada bir nesne hâil
hadîsinin delaletine göre, muhabbet başlangıçta
Aşk ile olmuşuz insan-ı kâmil
Hak’tan zuhur etmiş ve bütün âlemin yaratılmasına
Mecmua-yı insan olmadan evvel
sebep olmuştur. Nitekim “Allah onları, onlar da
Allah’ı severler9.” âyetinde de muhabbetin önce
Son olarak ifade etmemiz gereken bir şey de
Hak’tan zuhur ettiği teyit edilmektedir10. Âlemin ya-
şudur ki İslam kültüründe muhabbetin kaynağı fahri
ratılışının sebebi olan muhabbet, “kenzi mahfi” ha-
kâinat efendimiz Muhammed Mustafa(sav)’dir.
dîsindeki muhabbettir ve âşıklarımız da sûfiler gibi
“Muhammed’den muhabbet oldu hâsıl/Muham-
aşkın temelini “muhabbet” olarak görürler. Söz konusu hadise atıfta bulunan Seyranî’nin ifadelerine
bakılırsa, bilinmek için mahlûkatı yaratan Hak, varlığını yine mahlûkat içerisinde gizlemiştir. Bu durum
aynı zamanda Yaratan ile yaratılan arasındaki muhabbetin bir ifadesidir:
medsiz muhabbetten ne hâsıl” beytinde ifade edilen ve varlık âleminin yaratılışına vesile olan şey
bu muhabbettir. Muhammed ile hasıl olan muhabbet Erzurumlu Emrah’ın dilinde “nûr” olarak ifade
bulmaktadır. Âlem o nûrun nûrundan peyda olmuştur:
Lafz-ı mahlûkatta olmuş müstetir Hak varlığı
Nar-ı ilahîdir o nûr-u hakîkat
Kenz-i mahfi-i vücutta o yapan bazarlığı
O nûrdan hakikat nûr olur peyda
Nûrun ala nûrdur o nûrun nûru
Âlemin bünyadına atmış meramınca temel
Mümkün olmaz Halık’a mahlûkunun mimarlığı
(Seyranî)
O nûrun nûrundan nûr olur peyda
....................................................................................................
1 H.Kamil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul
2002, s.208.
Erzurumlu Emrah âlemler yaratılmadan evvel
“bezm-i elest” diye tabir edilen Allah ile ruhlar ar-
2 Kelabazî, Doğuş Devrinde Tasavvuf, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergah Yay.,
İstanbul 1979, s.161.
3 İbni Arabî, İlahi Aşk, Sekizinci Baskı, İnsan Yay.,, İstanbul 2003, s. 77.
sındaki konuşmadan itibaren O’nun varlığını ve bir-
4 Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyri Risalesi, Haz: Dilaver Selvi, Semerkand Yay., İstan-
liğini kabul ettiğini ve insanlar daha yaratılmadan
bul 2005, s.589–591.
aşk ile kemale erdiğini söyleyerek muhabbetin o
5 Kuşeyri, a.g.e., s.591.
vakit başladığını dile getirmektedir:
6 Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarîkatlar Tarihi, 6. Baskı, Dergah Yay., İstanbul 2003,
s.86.
Özümden olmuşsum vâkıf-ı esrâr
44
7 Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûp, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul 1996,
s.444.
İrşâd ile irfân olamadan evvel
8 Keşfu’l-Hafa, II, 132(2016)
Hakk’ın birliğini etmişim ikrâr
9 El-Maide, 5/54.
Zemin ve âsumân olmadan evvel
10 Yılmaz, a.g.e., s.207.
Nisan 2010
MEVLANA VE
ŞEMS VE
İLAHİ AŞKIN
YENİDEN
YAZILIŞI
epimiz çok iyi biliriz Mevlana ile
Şems-i Tebriz’i arasındaki muhabbetin derinliğini. Tasavvuftaki ilahi
aşk, bu iki Allah dostunun birbirlerini bulmasıyla yeni bir anlam kazanmıştır. Her ne
kadar Şems, Mevlana’nın hocası olsa da
bu sadece öğrenci öğretmen ilişkisi değildir. Bu yıllarca arayış içersinde olan iki dostun, iki sırdaşın birbirini bulmasıdır. Bu
birliktelik üç yıl gibi kısa bir süre devam etmiştir ama asırlar boyu sürecek olan yeni
bir ilahi aşkın temellerini atmışlardır.
H
Hasan BAŞAR
“Mevlana Şems’le karşılaşmasaydı da tüm eserleriyle dünyaya tesir edecekti
ama Mevlana olmayacaktı.”
Nisan 2010
Mevlana’daki dönüşüm Şems-i Tebriz’le olmuştur. Mevlana’nın hayatında
Şems köşe taşını oluşturur. Eğer o olmasaydı Mevlana da olamazdı ama bildiğimiz
anlamda Mevlana olmazdı. Çünkü Şems-i
Tebriz’i Mevlana’nın ilham kaynağıdır. Mürşidi, sırdaşı ve dostu Şems-i Tebriz’idir.
Mevlana’yı anlamaya ve araştırmaya çalışanlar mutlaka Şemsi Tebriz’iyle karşılaşırlar. Hocasını yani Tebriz’iyi anlamadan
Mevlana’yı anlayamayız. Mevlana üzerine
araştırmalar yapan Cemalnur Sargut:
“Mevlana Şems’le karşılaşmasaydı da
tüm eserleriyle dünyaya tesir edecekti
ama Mevlana olmayacaktı.” der.
45
Şems ulaştığı mertebeye onu da ulaştırmaya
çalışır. Kendi ilminden, kemalinden ve ilahi aşkından ona da tattırır. Oysa Mevlana hep ön plandadır. Şemsi Tebriz’i hep geri planda kalmıştır. Oysa
Mevlana’ya ilham kaynağı olan böyle bir şahsiyetin sıradan bir şahsiyet olduğu düşünülemez. O
Mevlana’yı Mevlana yapmak için görevlendirilmiş
alim bir şahsiyettir. Hz. Şems’in hocası müritlerine
şöyle der: “Diyar-ı Rum’da Celalettin isminde bir
zatın irşat edilmesi murad edildi. Hanginiz talipsiniz? der. Hz. Şems sağ elini kalbinin üzerine koyarak boynunu sola doğru eğerek sustu, talibim
kelimesini bile kullanmadı. Hocası: “ Sen anladın
bu işin sonunda başını vermek var.” dedi.
29 Kasım 1244 yılında gerçekleşir bu buluşma. Bu buluşma tasavvuf anlayışında da bir
dönüm noktasıdır. Buluşma şu şekilde gerçekleşmiştir:
Mevlana Konya sokaklarında yanında ilim erbabıyla at üzerinde gezerken garip görünümlü bir
adam yolunu keser ve Mevlana’nın hayatını değiştirecek şu soruyu sorar: “Hz. Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayazıd-ı Bistami mi? Molla
Celaleddin bu küstahça soruya kızgınlıkla cevap
verir: “Tabi ki Peygamberimiz büyük. Bayazıd-ı Bistami onun yanında kim oluyor ki…” Garip yabancı
bu soruya yeni bir soruyla karşılık verir: “Peki ulaşılabilecek en son noktaya vasıl olduğu halde Peygamberimiz “Ya Rab, seni hakkıyla bilemedim’
derken ondan daha düşük makamlara ulaşan Bistami “Benim şanım en yücedir’ dedi
Mevlana üzerine araştırmalar yapan Cemalnur Sargut Şems’in bu soruyu sormadaki hikmetini
şu şekilde açıklar: “Ya Mevlana her şeyi biliyorsun
da ben doydum artık istemiyorum mu dedin?
Yoksa doyamıyorum bana öğret mi diyorsun?
Mevlana bu soru karşısında sarsılsa da soruyu cevapsız bırakmaz: “Hz. Muhammed’in hafzalası bir okyanus misali ilahi feyzi ve marifeti
almakta ama yine de dolup taşmamaktadır. Bu sebeple o ilahi rahmete mazhar oldukça Allah’ın büyüklüğünü daha idrak etmekte, kul olarak kendi
acziyetinin de daha çok farkına varmaktadır. Oysa
büyük bir veli olan Bayazıd-ı Bistami göl misali
46
dolup taşmakta ve bu taşkınlıkta kendini kaybetmektedir.”
Burada anlatılmak istenen: “Peygamber daha
üstün, peygamber daha doyamadı Allah’a bende
doyamadım gel öğret.”
1244 yılında başlar dostluk ve yaklaşık 3 yıl
sürer. Mevlana’nın hocası, dostu, sırdaşı Şems
hazretleri asırlara mal olacak Mevlana’nın temellerini atmak için onun dış dünyayla bağlantılarını
keser. Mevlana hazretleri kendini Şems’e verir.
Artık bütün vaktini Şems’le geçirmeye başlar. Dış
dünyayla bağlantısını koparır. Mevlana yeni yeni
tatmaya başladığı ilahi aşk ile mest içinde bir hayat
yaşar. Bu arada halk arasında ve Mevlana’nın öğrencileri arasında kıskançlıklar baş göstermeye
başlar. Çünkü Mevlana artık kendileri ile ilgilenmemektedir. Şems’e karşı içten içe bir kızgınlık beslemeye başlarlar. Çünkü Şems gelmiş ve
hocalarını elinden almıştır. İleri geri konuşmaya
başlarlar. Bu konuşmalardan rahatsız olan Şems
hazretleri ansızın ortadan kaybolur. Memleketine
geri döner.
O zamanki yapılan ileri geri konuşmalar günümüzde de hale devam etmektedir. İzan sahibi insanların aklının ucundan dahi geçiremeyecekleri
ağır ithamlara maruz kalmışlardır. Çok üzülerek
ifade etmeliyim ki bu iki Allah dostunu eşcinsellikle
bile suçlanmışlardır.
Mevlana ve Şems’in ilişkisini eşcinsellikle
açıklamaya çalışanlara en başta çok kızmıştım
ama artık kızmıyorum sadece acıyorum. Mevlana
ve Şems’in ilişkisini eşcinsellik olarak yorumlayanlar sığ görüşlü sapkın insanlardır. Ancak aklınızda
cinsellik varsa bu ilişkiyi böyle yorumlarsınız. Mevlana’yı ve Şems’i tanımayanlar ancak böyle mesnetsiz ve aşağılık bir suçlamayla böyle Allah dost
kişileri karalamaya kalkışabilir. Mevlana’yı ve
Şems’i az biraz tanıyanlar onların iç dünyasında ki
Allah sevgisinin zerresini tadan insan böyle bir düşünceyi aklının ucundan bile geçiremez. Birbirini
bu kadar çok seven iki dostun arasındaki ilişkiyi en
güzel Mevlana açıklar.
Hocasından, dostundan, sırdaşından ayrı
kalan Mevlana yemez, içmez, konuşmaz birisi olup
Nisan 2010
çıkmıştır. Hatta yakın arkadaşları ve öğrencileri,
Hz. Mevlana’ya: “Böyle kendini parçalıyorsun,
harap ediyorsun ama biz sana bir soru sormak istiyoruz, müsaade ederseniz? Dediler.
“Sen Şems gelmeden evvel kimsenin şüphesi olmayan dört dörtlük bir mümindin, hocaydın,
öğretmendin, müderristin. Sen her şeyi biliyordun,
sana üstelik Şam’daki hocan söylemedi mi? Senin
bilemeyeceğin bir şey kalmadı.” diye.
Hz. Mevlana: “Evet doğrusunuz, doğru söylüyorsunuz.” dedi. Peki, senin ibadetlerinde bir eksiklik var mıydı? Diyorlar. Mevlana: “Hayır.” diye
cevap veriyor. Peki, sen Şems’ten ne öğrendin ki
böyle perişansın bu haline bak? dediler.
Mevlana şu müthiş açıklamayı yaptı. Ve aslında bu açıklama Mevlana ile Şems arasındaki ilişkiyi en güzel açıklayan örnektir.
Dedi ki:
“Evet dediklerinizin hepsi doğru, fakat ben
Şems’e rastlamadan önce üşüdüğüm zaman ısınıyordum, ama Şems’ten sonra artık ısınamıyorum.
Çünkü Şems bana bir şey öğretti. Yeryüzünde bir
tek mümin üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin. Bende biliyorum ki yeryüzünde üşüyen müminler var, artık ben ısınamıyorum. Eskiden açken
bir çorba içince doyardım. Ama şimdi hiçbir şey
bana bir besin hassı vermiyor. Çünkü biliyorum ki
açlar var. İşte Şems bana bunu öğretti. Bu öğrettiği
şeylerse Fahr-ı Kâinat efendimizin ahlakının ta
kendisidir.”
Şems hazretlerinin ayrılışı Mevlana Hazretlerini derinden etkiler. Dostunu, hocasını kaybeden
Mevlana dış dünya ile bağlantısını iyice koparır. Bu
arada hocası ile birkaç kez mektuplaşır ve onu getirmek için ikna etmeye çalışır. En nihayetinde ikna
eder. Ve eski günlerde ki gibi tekrar hocasıyla birlikte geçirmeye başlar. Yine aynı ileri geri konuşmalar devam eder. Bir geçe yedi sekiz kişilik bir
grup Şems’i dışarı çağırır. Şems başına gelecekleri bilmesine rağmen çıkar. Çünkü o görevini yerine getirmiştir ve bu görevin sonunda başına
gelecekleri de çok iyi bilmektedir. Çıkar çıkmaz bir
Allaaah sesi duyulur. Dışarı çıkarlar Şems yoktur.
Nisan 2010
Yalnız yerde birkaç damla kan görürler. Hz. Şems
sırra kadem basmıştır.
Hz. Şems’in akıbeti hakkına net bir bilgiye
sahip değiliz. Kuvvetle ihtimal öldürülmüştür. Ama
cesedi bulunamamıştır. Sonra kim tarafından niçin
öldürüldüğü de tam bir muammadır. Kimisine göre
Mevlana’yı sevenlerin kıskançlığının kurbanı edilmiştir. Hatta öldürenlerin arasında Mevlana’nın
küçük oğlu Alaaddin Çelebinin de olduğu rivayet
edilmektedir. Kimisine göre de siyasi bir cinayettir.
Moğol hükümdarı Guyuk Han’a yaranmak isteyen
Anadolu Selçuklu Veziri Bahauddin tarafından öldürüldüğü öne sürülmüştür.
Bu iki Allah dostunun arasındaki muhabbet
yıllarca şiirlere konu olmuştur. Günümüzde ise bu
muhabbet üzerine romanlar yazılmaktadır. Ama
maalesef gerekli titizlik, hassasiyet gösterilmiyor.
Yanlış anlaşılmalara sebebiyet veriliyor. Farkında
olarak ya da olmayarak insanların kutsiyetlerine
dokunuyorlar. Ne olur bazı güzelliklerimize dokunmayın. Temiz olan şeyler ne olur bırakın temiz kalsın. Çekin ellerinizi güzelliklerimizin üzerinden.
47
Bir Dervişinin Gözü ile
Hacı Şaban
Efendi
Hazretleri - 5
İnsan bir günah işledi mi hemen
tövbe etmeli, günahına pişman olmalı,
üzülmeli, o günahta ısrar etmemeli,
insan beşerdir, şaşar. Peygamber Efendimiz: “Ben günde yüz defa tövbe istiğfar ederim, siz de istiğfar edin, istiğfar
edin, mevtten evvel istiğfar edin.” diye
buyurmuştur. Allah çokça istiğfar edenleri sever.
Nureddin BURAK
Gelir bir bir,
Gider bir bir,
Kalır bir.
Gelen bilmez,
Giden gelmez,
Bu bir sır
48
Hacı Şaban Efendimiz: “Asıl mecnun ol kimsedir ki; masiyete devam
eder, tövbekâr olmayı unutur, kabri unutur. Burası baki değil, asıl kalınacak yer
burası değil, varılacak yer kabirdir,
unutma! Bütün hataların başı dünya
sevgisidir, dünya sevgisini kalbe koyma.
Kalbe koyulacak Allah ve Resulünün
sevgisidir. Varılacak olan odur. Allah
cem’i cümlemizin ahır ve akıbetini hayır
eylesin. Peygamber Efendimiz(sav)in
şefaatine nail eylesin. Onun Havz-ı Kevserinden içmek nasip olsun.” diye dualar ederdi.
O öyle bir sultan ki gönlünü ona verenler onda doyardı. Onun huzuru; saadet
bahçesi gibi, o bahçenin gülleri gibi misk-i
amber kokardı. Onun sohbetleri Rufai’nin
inci taneleriydi. Her sözü bir cevherdi, bir
hayat nizamı idi. Ona uyan, onun dedikleNisan 2010
rini hayatına uygulayan muhakkak selamete varır.
Çünkü o Allah için sever, Allah için buğz ederdi.
Zerre kadar gurur, kibir nedir bilmezdi. Devamlı buyurduğu mübarek kelimelerinden biri olan;
varlıktır, ona kibir gurur yakışmaz. Kibri, gururu
yüzünden Şeytan aleyhilla’nenin boynuna lanet
halkası geçti de ebediyen kovuldu. Müslüman
daima tevazu sahibi olması lazım.
“Azameti Kibriya hakka yarar
Kul olanda o sıfatlar ne arar.” incisini sık
sık tekrar ederdi.
Hazret-i Pir Ahmet Rufai buyurdu ki; ben
hakka giden bütün yolları denedim, iki kapıyı
açık buldum, aradan girdim, gittim alacağımı
aldım, döndüğümde insanları diğer kapılarda
bekler buldum. Bu iki kapı yokluk ve zillet kapısıdır. Onun için benlik davasına düşmeyin,
benlik şeytan işidir, derdi. Hazreti Pir zengindi,
çokça davetler verir, misafirleriyle kendisi ilgilenirdi. Misafirlerinden arta kalan sofra kırıntılarını bir tarafa koyar yerdi.
Onun her hali tabii idi. Yapma ve zoraki hiçbir
hali yoktu, gösterişi hiç sevmezdi, devamlı tabii
olanı tercih ederdi. Anlatırdı ki; Geçmiş padişahlardan olan İbrahim Ethem mürşidine hizmet
ederken bir gün mürşidi müridlerine tembih
etmiş, gidin İbrahim’in topuklarına vurun. Müridler de gitmiş mahmuzlarla İbrahim Ethem’in
topuklarına vurmuşlar. O da canının acısından
dönüp geri bakmış. Bu hali gören mürşidi; “Ya
demek sende hala sultanlık kokusu var.”
demiş. O da bu haline çok üzülmüş, ağlamış
günlerce tövbe istiğfar etmiş. Bir zaman sonra
mürşit müridlerine tekrar İbrahim Ethem’in topuklarına daha sert şekilde vurmalarını emretmiş. Onlar da İbrahim Ethem’in topuklarına
öyle vurmuşlar ki kanlar içinde kalmış. Çok yumuşak bir şekilde dönüp “Sizin aradığınız İbrahim Belh’te kaldı.” demiş, ağlamaya başlamış.
Sultan bunu anlatırken kendisine hüzün gelir, ağlamaklı olurdu.
Birisini gülerken görse, “Ne oldu cennet mi
müjdelendi, sıratı mı geçtin, ne var?” derdi.
Onun için asıl olan Allah Resulü’nün sünneti idi.
“Kardeş Resulullah ömründe bir kere bile kahkahayla gülmedi, karnı doyasıya yemedi, ayaklarını uzatıp yatmadı. Gülmek şeytandandır,
ağlamak rahmandandır. Güle güle günah işleyen ağlaya ağlaya cehenneme gider. Ağlanacak
kendi halimizdir. Resulullah geceleri namaz kılarken ayakta o kadar çok dururdu ki mübarek
kadem-i şerifleri şişerdi. Ayşe-yi Sıddıka validemiz Ya Resulallah: “Cenab-ı Hak senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını affetmiş, bırakıp
istirahat etseniz.” dedi de “Ya Ayşe! Rabbim
beni bağışladı diye ben ibadet eden kullarından
olmayayım mı?” buyurdu. O öyle diyen de sen
kim, ben kim? Kim ki gurur ve kibir takınırsa o
zavallıdır, başına kar koysun da ağlasın. Aziz,
Celil, Azamet sahibi olan ancak Allah’tır. Nefsini bilmeyen Rabbini bilmez. İnsan aciz bir
Nisan 2010
Bir gün birileri yanlışlıkla geceleyin onu
dövmüşler, sonra farkına varmışlar ki bu Ahmet
Rufai’dir. Hemen özür dilemişlerdir, aman efendim bizi bağışla biz büyük hata ettik. Hazreti
Pir, asıl siz beni bağışlayın size zahmet verdim.
Bakın ne kadar yoruldunuz, benim yüzümden
bu kadar çile çektiniz, asıl siz beni bağışlayın,
buyurdu. Rahmetli babanın lakabı Cullu baba
idi. Evet, gururla kibirle ne işimiz var. Biz aciz
zayıf kullarız, beşeriz beşere her şey yakışır.
Azamet sahibi olan ancak Allah Zülcelal’dir. Bu
nasihatlerini her zamanki gibi öyle feyizli ve bereketli yapardı ki onun özelliğiydi. Kendinde olmayan halden bahsetmezdi, zaten kendisi tam
kamil manada bir veli, bir dost, bir âşıktı. O öyle
bir âşıktı ki devamlı sevdiğini arzular, özler, için
için ah eder, onun için gözyaşları döker. Hep
sevdiği için diz üstü oturur onun hasretiyle
yanar, bir kavuşaydık bir kavuşaydık, derdi.
Bazen öyle uzaklara çok uzaklara bakardı, dağı
baksa dağı deler gibi, kül eder gibi derin tefekkür ederdi, sonra garip garip bakardı. Ona bakınca sanki o bu dünyadan biri değildi. Sanki
emaneti akşamüstü teslim edecek, batmaya
hazır bir güneş gibi-hayranım onun o haline- ta
ötelere bakarak içini çeker;
“Ne dedim, nede kaldı,
İçmedim bade kaldı,
Gözümde kan ile yaş
Gemim deryada kaldı.
Esmedi badı sabah,
İşim feryada kaldı.”
der, ah eder, dalar giderdi, derin tefekkür ile kalbi
Zikrullaha dalardı.
49
Onun bütün benliğini şeriat, tarikat ve Resulullah sevgisi sarmıştı. Ona bakan muhakkak dini,
diyaneti, ahireti hatırlar; ister istemez saygı ile toparlanırdı, ona karşı bir muhabbet bir sevgi hasıl
olurdu; çünkü o Risalullah’tan bir erdi.
Kardeş ömrümüzde bir kere mahkemeye
düştük. Hakim ile muddeyi umum birbirine
“Kelkit’in belediye başkanı ölmüş, çok iyi bir
adamdı. Şöyleydi, böyleydi.” derken biz de duymuştuk, dedik ki; “Ölmeyen sevinsin.” Muddeyi
umum: “Ne ölmeyen mi sevinsin?” “Evet, ölmeyen sevinsin.” dedik, sustu. Sözü aldı ama
cevap yok, söz ustası cevap veremedi.
Evet, kardeş ölmeyen sevinsin ama kimseyi sevinir göremezsin. Her canlı ölecek, bir
kişi demirden kaleler içine koysalar vakti geldi
mi Azrail aleyhisslam onun orada canını alır.
Ecelden kurtuluş yoktur, her nefis ölümü tadacaktır. Allah ahir akibet hayırlığı vere, ona göre
hazır olmak lazım. Ebedi yolculuk var, dönüşü
olmayan yolculuk var.
Gelir bir bir,
Gider bir bir,
Kalır bir.
Gelen bilmez,
Giden gelmez,
Bu bir sır
50
Evet, kardeş bu bir sır, bu sırra hazırlanın,
çok çalışmak lazım. Ölüme hazırlanmak lazım.
İnsan maddi manevi çalışmalı. Müslüman tembel olmaz. Hazreti Peygamber tembelliği sevmezdi, bir gün sahabe efendilerimizle bir yere
giderken yolda bir adama rast geldiler. Adam
miskin miskin oturuyordu, ona selam vermeden geçti, geri dönerken o adam elinde bir çubukla yeri eşeliyorudu, bu sefer selam verdi.
Sahabe efendilerimiz hikmetini sordular: “Geçerken selam vermediniz, şimdi selam verdiniz.
Niye böyle yaptınız?” Efendimiz buyurdu ki:
“Geçerken tembel tembel oturuyordu, şimdi ise
bir şeyler yapıyor.” Onun için dinde tembellik
yoktur. İnsanın çoluk çocuğunun rızkını helalinden çalışıp kazanması farzdır. Çoban güttüğü
sürüden mesuldür, herkes de kendi evinin çobanıdır. Elhamdülillah, biz o vazifeyi de yaptık,
küçüklüğümüzde davarlar otlatırdık. Hazreti
peygamber çobanlık yapmıştır, sünnettir.
Canımın içi efendim, gözümün nuru sultanım,
hacım, baş tacım zaten sünnet, sünnet-i şerif dedin
mi onu bir vazife, bir şiar, bir mecburiyet kabul
ederdi. Onun vazgeçmediği, katiyen terk etmediği
bir hasletti. Onu tanıyalı bütün hal ve hareketlerinde; seferi iken, hasta iken, sağ iken sünnet-i şerifleri terk ettiğini hiç görmedik. Sürme
kullanmasından, yemek yemesinden, su içmesinden, konuşmasından, oturup kalkmasından, uyumasından, uykudan uyanmasından, gezmesinden,
kendine has derslerinden hülasa tüm hal ve hareketlerinden sünnet-i seniyyeye tam ittiba ederdi. O
şaşmaz bir cetveldi, ona uyan sünnete uyardı. Devamlı telkin ederdi; “Sünnet üzere yaşamak
gerek. Hazreti Peygamber nasıl yaşadı, öyle
yaşamak lazım. Onun için okuyun ilmihali,
hadis kitaplarını. Hazreti Peygamberin hayatını,
sahabelerin hayatını çok okuyun, öğrenin sünnet-i şerifleri bilmek lazım ki ona göre hareket
ede, ona göre yaşayasın. Zaten cümle nasın
imamı üçtür: Emirde nehiyde hazreti Kuran, şeriatta Hazreti Peygamber, nizam-ı âlemde padişah. Padişah da şeriata uyarsa uyulur, uymazsa
uyulmaz. Zaten onları da içimizden sürdü çıkardılar, şimdi insanları parti illeti tuttu. Adam
partisinden olmayana selam vermez oldu. Allah
muhafaza parti dini geçti partiyi dinden üstün
Nisan 2010
Ya Rab! Sen bizi lütfünle, kereminle bağışla! Merhametine sığındık, senden sana sığındık. Bizi sevdiklerine kat! Hakkı hak bilip,
batılı batıl bilip içtinap eden kullarından eyle!
Aman Ya Rab sen bilirsin. Bu dualarını öyle
can-ı gönülden yapardık. Sanki Ebubekir Sıddık efendimizin duası onda zuhur ederdi. Ya
Rab! Benim vücudumu kıyamet günü öyle
büyüt ki bütün cehennemi kaplasın, oraya benden başka ümmet-i Muhammed girmesin, ben
doldurayım.
Rabbim, bizi bizden çok düşünen, seven
kullarını yarattın. Sana sonsuz şükürler olsun.
Senin peygamberlerine, onların hatemi olan
Hazreti Muhammed Sellallahu Aleyhivesellem
Efendimize, onun âline, evladına, salât ve
selam olsun, onların varisleri olan evliya efendilerimize canlar feda olsun, bizi onların yanından ayırma.
tutanlar var. Müslüman’ın partisi Allah partisi
olmalı, hiçbir şeyi dinden üstün tutmamalı.
Bizim kimseyle bir işimiz yok, bize ne, dediler.
Lailaheillellah Muhammed Resulullah, sen ona
bak, onu ara, onu araştır. Kim bu kelimeyi
korur, üstün tutarsa biz ondan yanayız, gerisi
bizi bağlamaz. Karganın gak gakı ile gelen,
tllmun vız vızı ile gider dedik ya.
“Allah bes baki heves” evet, baba öyle buyururdu. “Allah bes baki heves” Sen Allah’ı bil,
gerisi heva hevestir, gelip geçicidir, baki olan,
kadim olan, hâkim-i mutlak olan yalnız Allah’tır.
O efendim bunları nasihat ederken çok üzülürdü, kalbi daralır gibi olurdu. Ümmet-i Muhammedin hizip hizip, bölük pörçük olmasını istemezdi.
Başkalarına uyup da dine, diyanete muhalif işlere,
düşüncelere dalmasın, yaban ellere gönül verip de
Allah rızasına uymayan hareketler yapmasın, sözler söylemesin, saçma sapan düşünceler, fikirler
beslemesin; bu fiillerinden ve düşüncelerinden dolayı azaba duçar olmasın, düşüncesi ile çok üzülür,
kendini düşünmez insanları düşünür, dualar
ederdi.
Nisan 2010
Sultanım devamlı buyururdu: “Kişi sevdiği
ile beraberdir.” Kim kimi severse onunla haşrolur. Hazreti Allah, Musa aleyhisselama: “Ya
Musa bugün benim için ne yaptın?” sordu da
Musa Aleyhisselam: “Ya Rab, oruç tuttum,
namaz kıldım, ibadetler yaptım.” dedi. Cenab-ı
Hak: “Onlar senin için, sen benim için ne yaptın?” Hazreti Musa o zaman dedi ki: “Ya Rab
bildir de bileyim.” “Ya Musa, benim için sevdin,
benim için buğz ettin mi?” buyurdu. Evet, kişi
sevdiği kimseleri bilmeli, tanımalı. Sen Allah’ın
düşmanını ne diye sever, methedersin. İmansız
gitmeye sebep kırk küsur mesele vardır. Biri de
Allah’ın sevmediği kişileri sevmek, methetmektir. Müslüman; Allah’ın düşmanlarını sevmez, dost edinmez, peşinden gitmez. Bir adamı
tanımak için yolculuk etmek lazım, alışveriş
etmek lazım, komşuluk yapmak lazım. Bilmediğin tanımadığın bir adamı ne diye methedersin.
Camiyi yapanla, camiyi yıkan bir olur mu?
Kardeş kiminin adı sofu, kiminin adı derviş. Derviş isen kardeş çalış, takvaya eriş. Er
yarın hak divanında belli olur. O gün herkes
nefsi nefsi diyecek, o günün şiddetinden herkes kendi derdine düşecek. Tutunacak bir dal,
sığınacak bir şefaatçi arayacak. Herkes nefsi
51
nefsi derken ümmeti ümmeti diye Cenab-ı
Hakka yalvaran, gözyaşı döken Ya Rab ümmetimi bana bağışla, bana ver onların üzerine şefatımı kabul buyur, diye yalvaran o şefaatçi
Hazret-i Peygamberdir. Allah bizleri o gün onun
şefaatine kabul buyursun. Sevilecek odur, yolu
takip edilecek odur, yol onun yoludur; onun yolundan ayrıldın mı karşına bir yığın yol çıkar şaşırırsın, dağılır helak olursun. Senin yaban
ellerde ne işin var, akıllı olmak lazım. Müslüman
bir delikten iki kere sokulmaz, her günü daha
iyi olur. Müslüman inat olmaz. Müslüman’ın bu
günü dünden ileri olmalı. Eline diline hâkim olmalı.
Bana ne olursa benden olur,
Eğer dilim rahat durursa,
Başım selamet bulur.
İnsanın başına ne gelirse dilinden gelir.
Zamanında adamın biri çarşıdan bir bülbül satın almış, eve götürürken kafesin üstüne
bir karga konmuş kalkmış. Adam bülbülü evine
götürmüş, suyunu vermiş, yemini vermiş, temizliğini yapmış, bütün hizmetini görmüş, ne
yapmışsa bülbül ötmemiş. Gidip Hazret-i Süleyman Efendimize şikayet etmiş, efendim ben
bu bülbüle para verdim, yemini suyunu verdim,
bütün hizmetini gördüğüm halde bu bülbül
ötmez oldu, demiş. Sultan Süleyman bülbülü
sorguya çekmiş, bu adam senin bütün ihtiyacını gördüğü halde sen neden ötmezsin a bülbül, diye sorunca; Efendim bu adam beni
çarşıdan eve götürürken kafesimin üstüne bir
karga kondu; bana, a bülbül sen şu çenene
sahip olsana, çeneni tutsana, senin başına ne
geldiyse şu çenenin yüzünden geldi. Seni evinden, çoluk çocuğundan ayıran şu kafesin içine
tıkan çenendir, dilindir. Başına ne geldiyse dilinden geldi, dedi, uçtu gitti. Ben de bundan
sonra ötmem, bu adam da ister beni assın, ister
kessin, demiş. Süleyman aleyhisselam bu
öğütü yuvadan almış, artık sen bilirsin istersen
azat et, demiş. Bülbülü altın kafese koymuşlar
da ah vatanım, demiş. Biz muhacir gitmiştik,
aradan epey zaman geçti, Bayburt’u öyle göresim geldi. Dedim ki, ne olaydı bir kuş olaydım
da gidip Bayburt’un üstünde bir dolaşaydım.
52
Kardeş bizim memleketin hayâsı ile suları meşhurdur. Memleketimiz hayâlıdır, derdi. Bayburt’u çok severdi. Bayburt’tan dışarılara nakil
etmeyi istemezdi. Ondan hakkı ile izin isteyene
izin vermezdi, nakline müsaade etmezdi. Kardeş, büyük yerin somunu büyük olur ama içi
boştur; sen içini burada yeşertmeye bak, der,
ona tavsiyelerde bulunurdu; yardımcı olmaya
çalışırdı ve devamlı buyurduğu mübarek incilerinden olan;
“Gam odur ki gider din namus kalır dünya
Gam değildir kalır din namus gider dünya.”
incisini buyurur, devam ederdi; kardeş bize lazım
olan din, namustur. Allah din, namus noksanlığı vermesin gerisi bir şey değil. Veren Allah,
alan Allah, rızık Allah’ın üzerinedir. Sen doğru
ol, dürüst çalış; sana ne takdir edilmişse gelir,
seni bulur. İnsan kanaat ehli olmalı. Kanaat bitmez tükenmez bir hazinedir. Şunu da bilin ki
dünyada rahat yoktur, muhakkak herkesin bir
derdi vardır. Herkesin bir derdi var, değirmencinin suyu noksan, evet, dünya istirahat yeri
Nisan 2010
değildir. Bir adamda illet, gillet, zillet olmazsa o
adam başını taştan taşa vursun, başına kar
koysun da ağlasın.
Bazı kimseler toplanmış demişler ki filan
yerde büyük bir evliyaullah varmış, gidip onu
ziyaret edelim. Gitmişler velinin evini bulmuşlar, kapısını çalmışlar, içerden bir kadın hırsla,
çalımla; “Ne var, kimsiniz sizler, neye geldiniz?” diye adamları azarlar şekilde sormuş.
Adamlar; “Biz buraya efendiyi ziyarete gelmiştik.” demişler. Kadın yine hırslı bir şekilde, “Ne
zaman bizim iş bilmez, mıymıntı, beceriksiz
efendi oldu, hadi buradan gidin başka adam
yok mu? O odun etmeye gitti.” Adamlar hemen
ormana gitmişler. Bakmışlar efendi odun yükünü aslanlara yüklemiş, geliyor; hemen elini
öpmüşler, hayır duasını almışlar, oradan gitmişler. Bir zaman sonra yine ziyarete gitmişler,
evin kapısını vurmuşlar, bu sefer içerden çok
uysal bir kadın; “Buyurun, içeri girin, istirahat
edin, bir ayran için, efendim oduna gitti, şimdi
gelir.” Adamlar; “Biz de ormana bakalım.” Demişler, gidip efendiyi bulmuşlar. Bu sefer odun
yükünü kendi arkasına yüklemiş terler içerisinde getiriyor, hal hatır etmiş elini öpmüşler.
Sohbet ederken içlerinden biri sormuş; “Efendim önceki gelişimizde odun yükünü aslanlara
yüklemiştiniz, şimdi ise terler içerisinde kendiniz taşıyorsunuz, bu ne haldir?” Veli, “Önceki
hanımım çok huysuz, çok isteksizdi. Bana çok
çile ve ızdırap veriyordu. Onun o çile ve meşakkati yüzünden Cenab-ı Hak bana aslanlarla
yardım ederdi. Bu hanımım çok uysal ve ahlaklı, çok halim selim, onun için o hal benden
gitti.” demiş. Evet, kardeş her külfetin bir nimeti
vardır; insan hakkına razı olacak, az söze razı
olmayan çok söz işitir. Bir adamı da çok methetmişler; şöyle velidir, böyle âlimdir. Bazı kimselerde gidip şu veliyi ziyaret edelim, bir hal
hatır edip hayır dua alırız, demişler. Gidip o
adamın kapısını vurmuşlar adam dışarı çıkmış.
O ara kıbleye karşı tükürmüş, ziyaretçilerden
biri haydin haydin gidelim, bu adam da iş olsaydı kıbleye karşı tükürmezdi, adını duymak
kendini görmekten iyiydi, demiş. Oradan ayrılmışlar. Dedik ya Müslüman her hali ile Müslüman olmalı, her Müslüman şunu bilmeli:
Kıbleye karşı su dökülmez, def-i hacet yapılmaz, kıbleye karşı tükürülmez, ayakları uzatıp
oturulmaz, arkası kıbleye dönük oturulmaz.
Kıbleyi hafife alan hata yapmış olur. Kıbleyi
hiçe sayan kâfir olur. Dini meselelerin hiçbiri
hafife alınmaz. Zamanında bir kadı varmış,
dervişleri çok sıkar, onlara eziyetler edermiş.
Dervişler bu kadıyı şeyhlerine şikâyet etmişler.
Şeyhleri de kadıya bir mektup yazmış ki; “Kadı
efendi! Benim bu dervişlerimle uğraşma, onlara
eziyet etme, onlar seherlerde çok ibadet eder,
çok ağlarlar. Onların seher okları vardır, Allah
onlara bu hallerinden dolayı seher oku vermiştir. Ola ki sana zarar vermesini istemem.” Mektubu okuyunca kadı efendi gülmüş, alay etmiş,
hafife almış, başını sallamış; “Ne demek, bunların seher oku varmış.” demeden bir ok böğrüne saplanmış, öylece gitmiş.
Evet, Müslüman her işinde ciddi olacak.
Dininde, ahdinde muhkem olmalı. Ahdini bozmamalı, kim ahdini bozarsa kendine gadir
etmiş olur. Bir insan ders alır, söz verir, ahitleşir gider. Ahdini bozar, tarikat hakkında ileri
geri sözler sarf eder, hal ve hareketlerine dikkat etmez, ahdini bozan bu adam kendine gadir
Nisan 2010
53
etmiştir. Oflu Hacı Dursun Efendi çok alim biri
idi, ona sordum ki; “Hazreti Peygamber yed
vermiş midir?” “Yok, vermemiştir.” dedi. Ben,
inna fetahnanın karşı ayetini diyince vermiştir
vermiştir, dedi. El verme, yed alma Kuran”da
vardır. İnkâr edilmez, çok sözde hayır yoktur.
Bir adama söz söyledin, aldı aldı, almadı üstüne
varılmaz. Sağıra kamet çok olur. Bir söze razı
olmayan çok söz işitir, evet fazla sözde hayır
yoktur.
Devamlı ayak olmaya bakın, ne gelirse
başa gelir. Vardın ki bir beldeye o yerin, o beldenin insanlarının bir gözü kör, sen de bir gözünü bağla, onlara uy. Eller yahşi, biz yaman;
eller buğday, biz saman. Buğday olup dibe dulunacan, saman ol da üzde yüz. İnsanın başına
her şey geçer, yaşayan görür. Şunu iyi bilmeli
bir kişi için ilahi kudret ne yazmışsa kulun başına o gelecek, onun için yaşayan görür.
A birader, kendini beğenmek belasına
düşme, gurur etme kibir etme, halkı hakir kendini hakim görme. Hakim olan ancak Rabbel
Alemindir. Burası imtihan yeridir. Yarın imtihan
var ona göre hazırlanın. Bir adamın oğlu talebeymiş, gece dersine çok çalışmış, babası;
yeter oğlum, çok çalıştın, kalkıp yatsana,
54
demiş. Oğlu; baba yarın imtihan var, çalışmam
lazım, yoksa nasıl imtihana girerim, nasıl cevap
veririm, demiş de adam bir düşünmüş, başlamış ağlamaya. Sen yarın kullara imtihan vereceksin diye yatmıyorsun, gece yarılarına kadar
çalışıyorsun, ya ben nasıl ederim Cenab-ı Hakkın huzurunda nasıl cevap verebilirim, ayaklarımı uzatmış yatıyorum; ben Allah’a nasıl
imtihan vereceğim, diye ağlamış, irşad olmuş.
Evet, herkes imtihana çekilecek. Bu imtihana
herkes hazırlanmalı, herkes dersine iyi çalışsın.
Biz doksanladık, ferimiz gitti, oturduğumuz
yerde yorulur olduk.
İhtiyarlık, pirlik ne kötü dirlik, derdi. Sultanım Efendim. Kendine has bu kelimeleri söylerken
sanki “Ey kardeş, ey oğul! Kendine gel, aklını başına topla, öyle ökçelerini yerlere vurup da gezme,
böbürlenme, ona buna üsten bakıp da gurur, kibir
etme. Elindeki ile iftihar etme, sana verilen senin
değil, sen ancak emanetçisin, emanetin vakti geldi
mi geri isterler. Ona göre kıymetini bil, vaktinde ve
yerinde harca.” der gibi bir hal alır, yılların tecrübesi ve makamın şerefi ile ilave ederdi: “Hekim
kim? Başına geçen, evet, kardeş hekim başına
geçendir. Şunu iyi bilin ki Allah’ın kaza ve kaderinden başkası yoktur. Allah neyi kaza ve
kader etmişse o vardır. Bütün dünya düşmanım
Nisan 2010
olsa Cenab-ı Hakkın kaza ve kaderi taalluk etmedi mi kimse bana zarar veremez. Bütün
dünya dostum olsa Cenab-ı Hakkın kaza ve kaderi taalluk etmedi mi kimse bana bir fayda
sağlayamaz. Müslüman yalnız Allah’tan korkar,
yalnız ondan ümit eder. Ondan af diler.” Hazreti
Pir buyurdu ki; “Oğlum sana nasihatim sekizdir:
1. Hak Talanın emrini tutup nehyinden içtinap etmek
2. Şeriata, tarikata muhalif şeylerden kaçınmak.
3. Dininde, ahdinde muhkem olmak
4. Şeriata ve tarikata elzem olan meseleleri
öğrenip, bilip onlarla amel etmek
5. Bir kimsenin ayıbını görmemek.
6. Yaramaz ve çirkin huylardan uzaklaşmak.
7. Büyüklerin nasihatini kabul etmek.
Bu sekiz şeyin mucibince amel eden salihler dünyevi ve uhrevi derecelere nail olacağına hiç şüphe yoktur.
MEKKE-İ MÜKERREME’DE KABE’YE KARŞI
EDEPLERİ
Efendi hazretlerinin Mekke-i Mükerreme’ye
karşı çok büyük saygısı ve sevgisi vardı. Kabe’ye
saygı, güven ve umutla bakardı. Gayretli bir halde
tekbir ve telbiye getirir, vakarını korumaya özen
gösterirdi. Mikat sınırında vacip, sünnet ve müstahaplara çok dikkat ederek ihrama girer, gayretli
gayretli tekbir getirerek Mekke-i Mükerreme’ye
girer, sevgi ve ümit içerisinde Harem-i Şerif’e girerdi. Yüksek sesle tekbir getirip hasretini gönlünün taa derinliklerinden çıkarıp umutla, aşkla
rahmeti rahmanı talep eder, gözyaşları çağlaya
çağlaya dua ve şükür secdesi yaptıktan sonra Hacerü’l- Esved’den niyet eder, huşu içerisinde tavafa
başlardı. Bu dönüşlerde kimseyi incitmemeye dikkat ederken dudakları dualarla meşguldü. Tavaftan
sonra Makam-ı İbrahim’de namaz kılar, Sefa ile
Merve arasında şecaatle gayretli gayretli hareket
eder, son derece iştiyakla bu ibadeti bitirirdi. Efendi
Hazretleri zemzem kuyusuna tâzimle yaklaşır,
ayakta bol bol zemzem içer başını yıkar, âlemlerin
Rabbine sonsuz şükürler eder, Ümmet-i MuhamNisan 2010
med’in kurtuluşu için dualar ederdi. Kâbe’nin karşısında oturur, huşu içerisinde huzur tutar, Beytullah’ı uzun uzun seyre dalar giderdi. Mekke’de yaya
gidilmeyecek yerlere taksi ile giderdi. Yaya gidilecek yerlerde hiçbir zaman taksiye binmedi, yaya
gitmeyi tercih etti. Gününün büyük bir kısmını Beytullah’ta geçirirdi. Bol bol tavaf eder, namaz kılar,
Kuran okur, dua ve tefekkürle meşgul olurdu. Mekke’den ayrılış yaklaştıkça Efendiyi mahsun ve neşesiz bir hal alırdı. Derinden derine ah ederek
mahcup ve hüzünle dolu olarak içini çeker, başını
öne eğer, gözyaşlarını dökerdi. Bu hal onun Beytullah’a sessizce veda edip ayrılma zamanını bildirme haliydi.
MEDİNE SEVGİSİ
Efendi Hazretlerinin Medine-i Münevvere’ye
karşı ruhunun derinliklerinden gelen çok büyük
sevgi, saygı ve hasreti vardı. Huzurda Kıbleye
karşı oturur, derin derin içini çeker, ah ederdi. Salât
u Selam okur, gözyaşlarını tutamazdı. Hacca giderken Medine sınırlarına yaklaşınca onu bir ürperti alır, bir telaş ve bir heyecan içinde
yanındakilerle beraber salâvat-ı şerifler getirirdi. Bu
hal Medine’ye kadar huzur ve coşku içerisinde
devam ederdi. Medine’de Efendiyi bir çekingenlik
bir gariplik alır, içini çeker dururdu. Medine dağlarına bir sevinç ve iştiyakla bakardı.
Ravza-i Mutahhara’ya giderken sanki uçacak
gibi sevinçli fakat yerlere serilircesine çekingen bir
tavırla yaya yürüyerek, Babüsselam’a gelince
hemen kapının önüne diz çöker, başını göğsünün
önüne indirir, öylece kalırdı. Sanki nefes bile almazdı. İkinci gün Babüsselam’dan içeri girer girmez hemen oracıkta çöker, huzurda dururdu.
Akşama kadar bu hal devam eder, mahcup bir şekilde geri dönerdi. Ancak üçüncü gün büyük bir
edep ve hayâ içerisinde huzur-u Resulullah’a çıkar,
yarım saat ayakta hiç hareket etmeden durur, gözlerinden billur gibi yaşlar akıtırdı. Medine’de bulunduğu müddet içerisinde vasıtaya binmedi.
Gezilecek görülecek mukaddes yerleri hep yaya
gezmeyi tercih etti. Bu günlerde Efendide haşyet,
temkin, hasret halleri gözlenirdi. Dili bir an zikrullahtan ferağ değildi. O maşukunun arzusunu çeken
bir âşık telaşıyla halden hale düşerdi.
55
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Allah’tan İstemek
Amr b. Âs (r.a) önce Kuran’dan, “Ey nebi! Seni (ümmetinin
yaptıklarına) şahit, müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik.” Âyeti kerimesini okudu. Daha sonra Tevrat’tan şu ilahi vahyi okudu:
“Ey nebi! Seni şahit, müjdeci, korkutucu ve ümmilere
dayanak olarak gönderdi. Sen, benim kulum ve resulümsün. Seni,
mütevekkil ismiyle isimlendirdim. Sen, kalbi katı ve kaba-saba biri
değilsin. Çığırtkanlıkta etmezsin. Kötülüğe kötülükle karşılık
vermez, aksine affeder ve bağışlarsın. Kalpleri eğri olanlar, “La
İlâhe İllallah” diyinceye kadar Allah ruhunu almayacaktır. Kör
gözler, sağır kulaklar ve mühürlü kalpler onunla açılır.”
Ebû Hüreyre (ra)’ın rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle
buyurdular: “Sıla-i rahim, Rahmân Allahtan bir bağdır, O’dan
uzanmış bir daldır. Şanı yüce olan Allah, sıla-i rahime hitaben
buyurur ki: “Kim ki akrabalık bağlarını koparmaz onlara iyiliklerde
bulunursa bende o kişiyi ihsanda bulunurum. Kim de akrabalık
bağlarını koparır ve onlara iyiliklerde bulunmazsa bende onunla
bağlarımı koparırım.”
İlk hadiste Allah’ın, kalpleri eğri olanların “La İlâhe İllallah”
kelimesiyle düzelmeleri için Peygamberine (sav)’e yardım ettiği ifade
edilmiştir.
İkinci hadiste sıla-i râhimin, rahmanın nurundan bir demet olduğu
ifade edilmektedir. Akrabalarıyla olan bağını koruyan, Allah’la bağ kurar.
Bu bağı koparanın, Allah’la arasındaki bağ kopar.
Bu ili hadiste, iki sır bir araya gelmiştir: Kalp, göz ve kulağın
samimi bir tevhid inansıyla açılması ve akrabanın akrabayı gözetmesi
suretiyle, insanlara merhamet ve şevkat göstererek kalbin, Râhmana
bağlanmasıdır. Kelime-i tevhidin “Allah’a iman”, sıl-i rahmin de “Allah’ın
ahlakıyla ahlaklanmak olduğunu ancak ârif anlar. O, rahmandır. Gizli ve
aşikâr O’nun kapısına gidilir, O’dan yardım istenir, O’na dayanılır. O’nun
yüceliğini anlamak, O’nun emrine hürmet göstermekle mümkün olur.
Yahya bin Muaz (ra) der ki:
“Lütfun O’ndan geldğini bilene, rahatı O’ndan isteyene ve O’ndan
hakkıyla utanana hürmet et. Sana verdiği nimetleri hatırla. Seni yoktan
var etti, marifet nuruyla süsledi. Öyle ki fazlı ve rahmeti olmasaydı,
gözünle görmediğin için O’nun Mevlân olduğunu nasıl bilirdin ? sonra iç
alemini ve benliğini şekten, şüpheden ve arabozuculuktan temizledi.
Sana en güzel elbiseyi giydirdi. Sen istemeden, senin başına kendi
tacını taktı. Sonra seni selâmet yurduna davet etti.”
56
Nisan 2010
Büyükler derler ki:
“Mümin büyüktür. Bu büyüklük, Allah’ı en büyük bildiği, O’nun
emrine ve velilerine hürmet gösterip, onların kadrini kıymetini bildiği
müddetçe devam eder.”
Dünyalık sahiplerinden biri, Şakik-i Belhi (ra)’nın yanına gelerek
“Benden iste, vereyim!” demiş, bunun üzerine Şakik, adama şöyle cevap
verir: “Rabbim bana bakıp; “Ne istersen, korkmadan ve çekinmeden iste
vereyim. Seni razı edeyim. Başkasından bir şey isteme sana darılırım”
diyorken senden bir şey istemeye utanırım” diye cevap vermiştir.
Süfyan-ı Servi (ra), yanında bir grup zahitle birlikte Rabia’nın evine
gider. Rabia Hatunu eski elbiseler içerisinde perişan bir halde görünce
ona şöyle derler: “Zengin birine, sana bir şeyler göndermesi için haber
iletmedin mi ?” Rabia Hatun şöyle cevap verdi: “Sahibinden bir şey
istemeye utanırken, ona sahip olmayandan nasıl isterim!”
Ebû Abdullah (ra)’a müritlerin sıfatının ne olduğu sorulunca şunları
söyledi:
“Bedenleri ile halkın arasındayken, kalpleri ile arş-ı âlânın altında
olmalarıdır. Orada ârş-ı âlânın üzerindeki Rablerini temâşa eder ve
O’ndan başkasından bir şey istemeye utanırlar.”
Bir hadiste şöyle buyrulur:
“Süleyman Peygamberi ve ona verdiğim mülkü gördünüz mü ?
Ölünceye kadar, Allah’tan korkması ve utanması sebebiyle başını
göğe kaldırıp bakmadı.”
Amir bin Abdülkays (ra) anlatır:
“Her neye batkımsa, baktığım şeyden önce Allah’ı ve benim
bakışımdan evvel O’nun bana baktığını gördüm.”
Yahya bin Muaz (ra) “Biz ona şah damarından daha yakınız”
âyeti okunduğu zaman şöyle derdi:
“İlahi! Bu düşmanlarına olan yakınlığındır. Dostlarına yakınlığın kim
bilir nasıldır ?”
Şehr bin Huşeb (ra) “İbrahim Temimi’nin, Hak’tan utanmasından
ötürü ölünceye kadar başını kaldırıpta göğe baktığını görmedim” derdi.
Dâvud Tâi (ra), hastalanmış evinde yatıyordu. Orada bulunanlardan
biri “Temiz hava almak için avluya çıksaydınız!” deyince, şu cevabı verdi:
“Dünyada nefsim için bir rahatlık istediğimi Allah’ın görmesi beni
utandırır!”
Anlatıldığına göre Mısır’da cüzamlı bir adam vardı ve ism-i a’zam
duasını biliyordu. İnsanlar ona: “Allah’ın bu belayı senin üzerinden
kaldırması için, ism-i a’zamla dua etseydin!” deyince şu karşılığı verdi:
“Ben, Hakk’ın muradının hilafına bir şeyi murat etmekten O’ndan
utanırım.”
Nisan 2010
57
Muhabbet Bahçesi
400 YILLIK SIR.
Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebasi
Cami’nin 1990’lı yıllarda devam eden restorasyonu
sırasında ortaya çıkan Sır... Bir Mimar Sinan eseri
olan Şehzadebasi Cami’nin 1990’lı yıllarda devam
eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir
insaat mühendisi, caminin restorasyonu sırasında
yaşadıkları bir olayı tv’de şöyle anlatmıştı.
Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında
bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan
taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon
programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer
alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak
kemerlerin nasıl inşaa edildiiini öğrenmiştik, fakat
taş kemer inşaası ile ilgili pratiğimiz yoktu.
Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda
ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan
yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra
kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili
notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan
faydalanacaktık.
Kalıbı soktuk. Sökmeye kemerin kilit taşından
başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki
taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa
yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık. Şişenin içinde
dürülmüş beyaz bir kağıt vardı. Şişeyi açıp kağıda
baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir
uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar
Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu:
’Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık
400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş
olacağından
siz
bu
kemeri
yenilemek
isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de
değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa
edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben
size, bu kemeri nasıl inşaa edeceğinizi anlatmak
için yazıyorum”. ’Koca Sinan mektubunda böyle
başladıktan sonra o kemeri inşaa ettikleri taşları
Anadolunun neresinden getirttiklerini söylerek
izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde
kemerin inşaasını anlatıyordu.
Bu mektup bir insanın, yaptığı işin kalıcı
olması için gösterebileceği çabanın insan üstü bir
örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın
insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi,
yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene
dayanacak kağıt ve mürekkep kullanması gibi
yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu
yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez
özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor
olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olanı 400
sene sonraya çözüm üreten sorumluluk
duygusudur.
KANLARIYLA TARİH YAZANLAR
25 Mart 1788... Ordu-yu Hümayun Avusturya
üzerine hareket etti. Avusturya ordusu da
Buğdan’daki Yaş şehrine girdi. Kralları Josef,
ordusunun başındaydı. Osmanlı ordusunun
yetişmek üzere olduğunu haber alınca hemen şehri
boşalttılar...
hazırdı. Şafakla beraber düşmana saldıran
mücahidler akşama kalmadan neticeyi aldılar.
Şebeş Ovasında yapılan bu kanlı meydan
muharebesinde, Avusturya ordusu büyük bir
hezimete uğradı. “Haşmetlû” Kral Josef’i bile bir fıçı
içinde kaçırabildiler.
Kral Josef, hızla güney batıya doğru hareket
ederek, Belgrad yakınlarındaki Şebeş kasabasına
geldi ve karargahını oraya kurdu...
Koca Yusuf Paşa, Belgrad ve çevresini her
türlü pislikten temizledi. 50.000 esir ve ağır
ganimetlerle İstanbul’a döndü.
Serdar-ı Ekrem Koca Yusuf Paşa bir an önce
netice almak istiyordu. Çünkü yaz geçmek
üzereydi.
Bu zafer üzerine, başta Sultan I. Abdülhamid
Han ve Serdar olmak üzere bütün harbe katılan
askerlere “Gazi” unvanı verildi.
21 Eylül 1788... Osmanlı ordusu son hücuma
58
Fakat
Ruslar
boş
durmadı.
Müttefiki
Nisan 2010
Yusuf ELİBOL
Avusturya’nın uğradığı ağır hezimet üzerine, bir
müddet sindi ve kuvvet topladı. Kış mevsimi bitip,
bahar gelince, bu kuvvetleriyle Osmanlı sınırını
geçti ve Özi Kalesine saldırdı!
6 Nisan 1789... Sadrazam Koca Yusuf Paşa,
Huzur-u Şahaneye kabulünü rica etti...
I. Abdülhamid Han ayakta bekliyordu:
- Sultanım, destur buyurursanız Sadaret
kaimesini okumak isteriz.
- Buyur Lala, seni dinliyoruz...
- Sultânım, üzülerek arza cür’et eyleriz ki;
Karadeniz’in şimal ucundaki Özi kal’amız sukut
etmiştir. Potemkin nam Moskof Prensi, kal’ada
mevcud
25.000
Müslümanı
bilâ
istisnâ
katleylemiştir. Sabi, yaşlı, hâmile, emzikli demeden
cümlesini şehid eylemiştir. Katerina’dan emir alan
bu insan kasabı, karşı koymaya çalışan delikanlı ve
oğlancıklarımızı diri diri ateşe attırmıştır. Can
havliyle kaçışanları dahi, kızgın demirle
şişletmiştir...
Din kardeşlerine yapılan zulüm ve işkenceleri
duyunca Padişahın kalbi daha fazla dayanamadı.
Kelime-i şehadet getiren Sultan o anda felç oldu ve
ertesi sabah da vefat etti. Cenâb-ı Hak ona ve
bütün Osmanlı Sultanlarına rahmet eylesin.
BU BİR OSMANLI SAVAŞ FERMANIDIR!
Yıl 1912, İngilizler Hindistan'ı işgal eder,
Hindistan Kralı Osmanlı'dan yardım ister. Yıllardır
savaş içinde olan Osmanlı bu yardımı karşılıksız
bırakmamakla birlikte 350 kişilik bir askeri birliği
gemiyle Hindistan'a gönderir. 350 kişilik birlikten 20
kadarı hastalıktan yolda şehit olur, kalan 330
Osmanlı askeri Hindistan'a çıkarlar ve İngilizlerle
savaşmaya başlarlar.
Mühimmat açısından kısıtlı olan Osmanlı
askerleri birkaç günlük mücadeleden sonra
teknolojik donanıma sahip İngiliz askerleri
karşısında yenik düşerler ve 40 kadarı esir alınır,
diğerleri de savaşta şehit olurlar. Savaş bittikten
sonra bu 40 Osmanlı esir askerini, İngilizler
gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi
Avustralya'ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri
gemiden bir yolunu bulup kaçarlar.
Bir sure sonra, adı Karadeniz diyarından
Mentesoğlu Abdullah olan, baba mesleği
dondurmacılığa, Karahisar diyarından Tarakçıoğlu
Mehmet de baba mesleği kasaplığa başlar.
1918′de Avustralya Çanakkale'ye asker
çıkarır ve bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar ve
hemen buluşur, durum değerlendirmesi yaparlar.
Biz Osmanlı askeriyiz ve Avustralya'da
yaşıyoruz. Avustralya devleti Osmanlıya savaş
açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş, bundan
dolayı biz de Avustralya devletine savaş açalım
derler.
Alırlar kağıdı, kalemi ve yazarlar:
Nisan 2010
Sayın Avustralya Başkanı, Ekselans Hazretleri,
Biz iki Osmanlı askeri, ülkenizde bulunuyoruz.
Duyduk ki, devletimiz Osmanlıya Avustralya devleti
olarak savaş açmış ve Çanakkale'ye asker
göndermişsiniz. Bundan dolayı iki Osmanlı askeri
olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış
bulunmaktayız. Bu bir "Osmanlı Savaş Fermanı"dır.
Ekselanslarının bilgilerine duyurulur.
Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet,
Karadeniz diyarından Mentesoğlu Abdullah İki
Osmanlı askeri, Sidney' in 250 km uzağında
Karlıdağlar denilen bölgede önce virajlarda tren
raylarını sökerek 3 tren devirirler. Üçüncü trende
askeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede
8 karakol basar ve karakollardaki askerlerin
tamamını vururlar.
Ne olduğunu bir turlu çözemeyen Avustralya
devletının sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış
olduğu mektup akıllarına gelir ve bölgeye 250 kadar
asker gönderirler ve iki Osmanlı askeri
araştırılmaya başlanır. Birkaç günlük araştırmadan
sonra sıcak çatışma olur Ve ikı Osmanlı askeri bu
karlı dağlarda şehit edilir.
İki askerin şu an mezarı Sidney'e 250 km
uzakta Karlıdaglar'da ve mezarlarında fotoğraf
çekmek yasak. Avustralyalılar iki Osmanlı askeriyle
savaştık demek zorlarına gittiği için bu
askerlerimize Hindistan asıllı diyorlar. Oysa
Hindistan'da ne Karahisar diyarı, ne de Karadeniz
diyarı diye bir bölge yok.
Bu bilgi Hindistan büyükelçiliğinin açıklamasından çıkarılmıştır.
59
İYİ BAK Kİ
TÜRKİYEM
BU SENİN
İKİNCİ
YÜZÜN
OLMASIN
ugün yaşadığımız olaylar bana,
B
daha iyiye giden bir tablonun resmini veriyor. Elbette her kurum
kendi üzerine düşeni yapacaktır. Ve mutlaka da yapmalıdır zaten; yapmama halini
düşünmemiz dahi abesle iştigaldir. Yargı
süreçleri devam eden iddialarla ilgili hem
İsmail ÖZ
hukukçular hem de siyasiler gerekenleri
zaten yeteri kadar ve hatta fazlasıyla ve de
sansasyonel yanlarıyla yorumluyorlar.
Ben bu konuların teknik analizlerini
yapacak konumda değilim ama mevcut durumu bir sosyolog gözü ile tahlil edebilme
hakkımın ve haddimin olabileceğine de her
halde inanılmalıdır.
Neyse işin bu tarafını fazla uzatmadan söylemek istediklerime gelmeliyim herhalde.
Bu
ülkede,
düşünülemeyecek
bir
aksi
durum
asla
yıllarca
hüküm sürmüştür. Ne mi? İki yüzlülük elbette. Yapılanlar ve yapılmaya çalışılanlar
hep maskelenerek devam etti. Hani hatırlar mısınız? Bir filmde Şener ŞEN, İlyas
SALMAN’ı her seferinde “Yaptım Bilo, ama
hele bir sor bakalım neden yaptım?” diye
60
Nisan 2010
başlar ve ona verdiği zararı maskelemeyi başa-
Birilerinin iki dudağı arasından çıkan iki cüm-
rırdı; daha doğrusu başardığını zannederdi. Fakat
lenin neleri yerle yeksan ettiği durumların bir hukuk
işin sonunda, saf ve dolandırılmaya müsait “Bilo”
devletinde işi hiç ama hiç olmasın. Biz Millet ola-
bütün sürecin hesabını, saflığından beklenmeyen
rak “Krallara layık” (!) da olsa bu türden ödüllendir-
bir uyanıklıkla aldı.
meleri(!) bu Millete zulüm olarak görüyoruz.
Bu örneği elbette boşuna vermedim. Sizce
de bu millet, birileri tarafından yıllarca yapılanları
anlamayan, fehmedemeyen bir mantıkla değerlendirilmedi mi? Yapıldı ama yapılanlar her seferinde
hiç alakası olmayan noktalara bağlanmadı m?
Nasıl olsa bu millet birilerine göre, ne demokrasiyi,
ne insan haklarını ve özgürlüğü nede hukukun üstünlüğünü bilirdi. Hal bu iken bu milletin, bende
dâhil olmak üzere bana göre tek suçu devletine ve
onu idare eden güç organlarına karşı en ufak şüpheyi dahi zillet olarak değerlendiren tertemiz bir
duygu ile bağlılık göstermesi olmuştur. Fakat bu
millet yaşananlardan sonra asla eskisi gibi olmayacaktır. Bir adım daha öne geçerek “Güven kontrole mani değildir.” anlayışıyla sorgulayacaktır;
birileri birileri “Bilo” olarak göremesin diye.
Bana göre bu sürecin en faydalı kısmı her
şeyin ikinci bir yüzü olmayacak kadar aşikar ve alenen ortada olması. Bu millet her şeyin ne olduğunu
artık çok iyi biliyor. Gerçekler acı olsa da onunla
yüzleşilmesi gerektiğini de.
Tarih elbette tekerrür edebilir ama tekerrür
edeceği çağın koşullarını da iyi hesaba katmalıdır.
Ne bu ülke eski ülke ne bu millet eski millet.
Her birey adına, şahsımda şunu vurgulamak
isterim; hiç kimse bu ülkeyi benden daha fazla hak
ettiğini iddia edemez ve tabi ki sevdiğini de; ve yine
hiç kimse hak ve sevgisine ölçü olarak aldığı referans noktasını da beni hesaba katmadan değer-
Fakat dilerim ki mevcut iddialar gerçek çık-
lendiremez.
masın. Eğer çıkarsa herkes gibi benimde yüreğim
çok acır ve sızlar. Dilerim ki bizler birileri tarafından
Farklı düşünenlere de bir son sözüm var tabi:
“Bilo” yerine konulmamışızdır.
Bu ülke senin değil bizim; yani hepimizin?
Nisan 2010
61
ÖĞRETMENİMLE
45 YIL ARADAN
SONRA ACIKLI
TABLO
üzü şişmiş vaziyette yaşlı bir insan
geldi muayenehaneme. Gözleri hep
beni süzüyordu. Muayene bitince
ben reçete yazmak için yan odama geçtim,
o da arkamdan geldi.
Y
Abdulkerim KARAAĞAÇ
- “Doktor bey, bana bir daha bakar
mısın, yüzüme lütfen bir daha bakar
mısın?” dedi.
Ben zannettim ki, dişimi bir daha
muayene eder misin demek istiyor.
- “Amcacığım, baktım, muayene ettim,
şimdi ilaç yazacağım” dedim.
“Öğretmenim! Ayakkabım
yok, tırnaklarım taşlara
çarpmaktan kanlar içinde,
üstelik ayağımda çok kirli,
görüyorsunuz. Bu vaziyetimi
arkadaşlarımın görmesinden utanıyorum, o yüzden
kalkmak istemedim…”
62
- “Yok yavrum, muayene et demek istemedim, benim yüzüme, simâma iyice bir
daha bak. Ben de sana zaten epeydir bakıyorum. Ben, sanki seni bir yerlerden tanıyorum, evet bana insanlığı hatırlatan
sözlerin sahibi o ufacık çocuk sensin. Meleğim benim, nasıl unutabilirim seni, hatırladın mı beni” dedi.
Pek şaşırmamıştım bu sözlere, çünkü
gelen binlerce hastadan bazıları, nadir de
olsa, beş on kuruşu vermemek için öyle çok
hikayeler uydururlar ki, “işte onlardan biri
daha” dedim içimden.
Nisan 2010
- “Hatırladın mı canım, benim güzel yavrum?
Kar yağmıştı Yeşilhisar’a, öyle yağmıştı ki, sen yürürken beline kadar gömülüyordun. Havdıra dağı,
Topalömer’in dağı Hele Erciyes daha bir heybetli
görünüyordu. O gün ayrıca fırtına çıkmıştı birkaç
saatlik. Karları alıp bir yerlerden başka bir yerlere
üfürüyordu. Ve o karda senin ayakkabıların yoktu,
okula öyle gelip gidiyordun. Sınıfımda 6 öğrencim
vardı ayakkabısı olmayan. Sonra onların 5’i ayakkabıya kavuşmuş, ayakkabısız bir sen kalmıştın
Kerim’im, canım.”
Ben bir anda şaşkına dönmüştüm. 45 yıl aradan sonra bazan hatırlayıp kendisine dua ettiğim
Kuddusi öğretmenim karşımdaydı. Aklımın ucundan geçmezdi onu böyle karşımda bulacağım. Her
hatırlayışımda, “acaba nerede, belki de çoktan
ölmüştür kim bilir” diye düşünürdüm. Hiç unutabilir
miyim böylesi merhamet ve şefkat abidesi güzel
öğretmenimi?
O’nu da lüzûmsuz hikâyeler uyduran bazıları
ile karıştırmam beni çok üzdü. Neden hep kötüye
yorumluyordum, neden her gelene “bu da onlardan
biridir mutlaka” mantığı ile bakıyordum. Beni böyle
düşünmeye iten sebepler gözümün önünden geçti.
Ben de çok iyi niyetliydim, bu iyi niyetimin faturasını
çok pahalıya ödemiştim. Çok aldanmış, hatta
bazen “Ya Rabbi, Adem'den (as) bu güne yarattığın insanlar içinde iyiler neden az ey güzel Allah’ım” diye Rabbimle dertleşiyordum. Kuddusi
öğretmenime de ilk etapta öyle bakmam normaldi.
O anlatmaya devam ederken dayanamayıp,
“canım öğretmenim sizsiniz haa” deyip, bekleme
salonunda bekleyenlerin önünde, gözlerimden
yaşlar akarak, 5-6 yaşlarındaki bir çocuk gibi öyle
sarıldım ki, bırakmak istemiyordum. O beni, ben
onu sanki hiç bırakmamak üzere kucaklamış, öyle
sıkı sarmıştık ki biribirimizden ayrılmak istemiyorduk.
Sonra benim odama geçtik. Bekleyen hastalarımdan yarım saat müsaade istedim, onlarda gördükleri tablo karşısında seve seve kabullendiler
Allah (c.c.) razı olsun.
O karlı, fırtınalı günü benim gibi hiç unutmamış ve O, en ince teferruatına kadar hatırlıyormuş
meğer. Benim hatırımda kalan sadece o soğuk
günde öğretmenimin bana bir ayakkabı alarak beni
sevindirmesi idi. O zor günü yeniden anlattı.
- “Sınıfa girdim. Yine her zamanki gibi selamlaştık. Bizim meslekte oturmak yok bilirsin, hakkını
vermelisin aldığın paranın. Dersi ayakta anlattım,
gözüm hep sendeydi, beni dinledin. Mâsum bir vaziyetin vardı. Dersi tekrar anlatman için seni tahtaya kaldırdım. Bu sefer her zamankinden
farklıydın. “Kalkmak istemiyorum” dedin. Buna inanamadım küçüğüm! Sinirlendim, tekrar söyledim
adını, “Tahtaya kalk!” Gözlerin doldu ama kalkmadın. Ne acı ki, gururuma yenildim. Her şeyi anladığımı zanneden bir öğretmen bilirdim kendimi.
Yokluktan üşüyen onurunu anlayamadım, hissedemedim. Kalktın, evet kalktın; gözlerinden düşen
damlalarla yanıma geldin, gözlerime baktın. Israr
etmesem konuşmayacaktın, biliyorum. Usulca yaklaştın, kulağıma fısıldadın. Hâlâ kulaklarımda o
sözün: “Öğretmenim! Ayakkabım yok, tırnaklarım
taşlara çarpmaktan kanlar içinde, üstelik ayağımda
çok kirli, görüyorsunuz. Bu vaziyetimi arkadaşlarımın görmesinden utanıyorum, o yüzden kalkmak
istemedim…” Bilir misin kurşun insanı bir sefer öldürür, ben o an binlerce kez öldüm.
Bütün arkadaşların baktı sana, sen o kadar
onurluyken. Herkes gördü senin kanayan çıplak
ayaklarını.
Nisan 2010
63
okul bahçesinde tur atmanın öğretmenlik olmadığını o gün anladım. Sıcacık evimin odasında şiirler,
hikayeler yazarken, öğretmenliğin tahta başında
kalmadığını seninle öğrendim güzel çocuk. Ben hayatı yeniden seninle keşfettim.
Ertesi gün Cuma idi, hayatımda daha da
büyük şoku o gün yaşadım. Gülümseyerek öğretmenler odasına girdin, beni çağırdın. Kısık bir sesle
“Öğretmenim gelebilir misiniz?” Gözlerindeki o parıltı var ya, sanki yeniden doğdum o ışıltınla. Ayakkabılarını gösterdin bana, ümitlerin kadar parlaktı
ayakkabıların. Giderken elime bir miktar para tutuşturdun. “Bu ne?” dedim. Yeşilhisar da Cuma
günleri pazardı ve sen, pahalı olmaması için ayakkabılarını pazardan aldığını söyledin. Artan parayı
da bana getirmiştin. Sen ne asildin güzel çocuk,
sen ne asildin. Kim öğretmişti sana bu kadar asil
olmayı, dik durmayı? Ben mi öğretmendim, yoksa
bana insanlığı öğreten sen mi? “Ayakkabı almışın
ama, gördüm ki çorapların da yok, haydi onunla da
çorap alırsın güzelim!” dedim.
Kaynayan bir aşın varsa evde, 3-5 kuruş
paran da varsa cebinde, kralı oluyorsun dünyanın.
Gözlerine perde iniyor ansızın, gözlerin ya görmüyor fakirin halini, ya da görmek istemiyor insanlıktan bi haber yüreğin.
Sen yine oturdun usulca yerine. Kolay mı
ders anlatmak, o küçücük ayaklar kan revan içindeyken, donmuşken? O yalan bilmeyen dilin, yoksulluğa bel bükerken, ne kadar dinleyebilirdin
anlattıklarımı, bunca emsal çocukların arasında
ezik düşmüşken?
Teneffüste herkes dışarı çıktı. Kalmanı istedim, ağlıyordun. Öyle ağlıyordun ki, ancak nehirler
dile gelirdi gözyaşlarında. Sarıldın sıkıca, biliyor
musun, biraz evvel sarıldığın gibi? Bir daha hiç
kimse sarılmadı bana. Bakıştık birbirimize, babayla
oğul gibi. Sonra ağlayışımıza güldük. Cebimden
para çıkarıp sana uzattım. Yeni bir ayakkabı al
diye, öyle onurluydun ki almadın. Sonra bir hikâye
anlattım, inandın bana. “Söz veriyorum öğretmenim!” diyerek parayı aldın.
Biliyor musun ben o gece hiç uyumadım. Defalarca sorguladım kendimi. Koluma çantayı takıp
64
Aradan 45 yıl geçmiş, seninle büyüdüm, olgunlaştım, yenilendim. Kim bilir şimdi o hangi yıldızlar ülkesindedir? Hâlâ o minik ellerini, gecenin
soğuğunu kimlerle paylaştığını, yarım ekmeğini
kimlerle bölüştüğünü düşünüp durmaktaydım.
Allah (c.c.)bizi tekrar burada buluşturdu.
Anladım ki, kitaplardan öğrenilmiyor her şey.
Sana binlerce teşekkür; bana içtenliği, onuru, paylaşmayı, her şeye rağmen dürüst ve ayakta kalmayı, kısaca insan olmayı öğretmiştin KARA
GÖZLÜ MELEK…”
Tekrar ikimiz de ağlıyorduk, Göz göze geldik
gülümsemeye başladık. Dedim; “Öğretmenim,
benim sizden ayakkabı parasını almamı sağlayan,
anlattığınız hikayeyi siz de hatırlıyorsunuz. Bana o
hikâyenin gereğini yerine getirmem için bu fırsatı
veren Rabbimiz’e hamdü senalar ediyorum. Beni
o günlerde kardan, kıştan koruyacak ayakkabılarım yokken, siz bana ayakkabı, çorap aldınız. Sizin
de ağzınızda hiç dişiniz yok. O zaman siz de müsaade ederseniz, bu gün sıra bende. Şu bir hafta
içinde rahat yemeye başlamanız, hiç çekinmeden
gülümseye bilmeniz için sıra bende canım öğretmenim”
Beraberce gülümsedik,gülümsedik…
Nisan 2010
BOYACI ÇOCUK
Bugün bir sokak başında
Yüzü siyah, beyazlar gözyaşında
Bir çocuk vardı ellerinde hayat
Ve hayat bu gözlerle savaşında
Bir çocuk vardı nefesi ağır
Gam yükü yüreğinde fazlasıyla
kahır
Yüzüne baksa arş utanır
Sokaklar, caddeler bir bir sağır
Elleri perdelenmiş hayallerine
inmiş
Sızma bir tebessüm boyadığı
ayakkabıda dinmiş
Taş, toprak bir yığın kağıttı
avuçlarına sinmiş
Sakladığı yara hayatına ilişmiş
İnsanlar susmuş, rüzgâr delirmiş
Saçları arasında ince tel yaşam
Saklamakta bazen zor gelirmiş...
Ömür sondanda başlarmış demek
Kahkahalar, eğlence, düğündernek
Biliyor muydu ne demek?
Ne demek sahi bu üstüne para
verip satılası dünya
Bir paçavradan değersizdi o an
gözümde
Büyüdü çocuk büyüdü birden
önümde
Sırtındaki sandık gibi ağır geldi
aldığım nefes
Aynı yaşamıyordu herkes...
Boyadığı rengin izleriydi bakışı
Üşüdü, üşüttü ruhumun sökük
her yerini
Bende yüreği kadar sıcak bir yer
arama telaşı
Nisan 2010
Bu kadar acımasız görünmemişti
hiç aynalar
Ben boş hüzünler kumaşı
Sakla anam, sakla kurban olam
Bir çocuk gözünde tüttürdüğüm
bu aşı
Her şey boşmuş bir duvara
bakmak gibi
Körü körüne düşmek katranlara
akmak gibi
Belki de tek gerçek hissetmekmiş
Her şeyi şu çocuğun gözlerinde
bırakmak gibi...
İrkildi çocuk birden
-Boyayım mı abi?
Boya aslanım beyaza boya ama
Şu kara bağlayan yüreğime
bakma
Boya ki açılsın kara perdeler
Boya ki gözlerime düşsün şu
yüreğindekiler
Saçların gibi yumuşak boya
Hayallerin gibi kaçak boya
Sarın tüm saflıklarını
Sür siyah yüreğime ak boya
...
Bir hayat anlattı
Sanki onu anlatan hayattı
Yorgundu, mahzundu
Bekleyeni vardı
Zamanı dardı
Saat nasırlaşmış ellerinde durdu
Şu yalan dünyanın çarkına çok
düştüm de
Bir boyacı çocuk beni vurdu
Halil ATİK
65
Kudüs
Davası
Nereye
Gidiyor?
zun senelerden beri özellikle 67’de
işgal edilmesinden bu yana Doğu
Kudüs, İsrail ile özellikle zengin ve
büyük ülkelerdeki Siyonist hareketler için
stratejik ve hatta dinsel bilinçte hassasiyet
ve çok önemli bir yer işgal ediyor. Bunu,
Mescid-i Aksa’ya paralel bölgede dün açılmış olması gereken Sinagog nedeniyle dile
getiriyoruz.
U
Yasir El ZEATİRE
Siyonistler bu toprak
parçasında kayda değer hiçbir feragatte bulunmadılar.
Aksa’nın üst kısmından bir
kısmını talep ettiler, aşağı
kısma egemen olmayı istediler.
Burada mesele basit bir toprak meselesiyle değil bilakis Yahudilerin bilincinde
kutsal bir yer işgal eden bir toprak parçasıyla alakalıdır. Bu durum, barış ya da Filistin’in bir kısmını elde etme fırsatıyla
Arapların ihmal teorisinin düştüğü zayıflığın
boyutunu gösteriyor. Aynı durum taksim kararını ihmalde de söz konusudur. Zira Yahudiler, her ne kadar başka toprak parçaları
ya da barış, güvenlik ve Arap ülkeleriyle ilişkileri normalleştirme gibi siyasi avantajlar
verilse de Kudüs’ten yani kadim şehirden
feragat edecekleri hiçbir kararı kabul etmemişlerdir.
Ben Gurion’un teorisi “Kudüssüz İsrail’in, heykelsiz Kudüs’ün anlamı yoktur”
sözü üzerine kuruluysa projenin babaları ve
sembolleri de bir gün bile bu teoriden fera-
66
Nisan 2010
gat etmemişlerdir. Kudüs üzerine yapılan pazarlıklar hakkında konuşmak safsatadan öteye geçmez.
Burada 2000 yılı yazı Camp David müzakerelerinin başarısız olmasına sebep olan şeyin ne
yüzölçümü, ne toprak ne de egemenlik meselesi
olmadığını hatırlatıyoruz. Yaser Arafat onlarla bu
konuların hepsi üzerinde anlaşabilirdi. Bu müzakereleri sonuçsuz kılan, Kudüs davasıdır. Zira İsrailliler işgalden sonra şehre dâhil edilen, yani
kadim şehre paralel Arap mahalleleri olarak da bilinen bölgeler dışında hiçbir yeri vermeyi kabul etmedi. Kudüs ve özellikle Aksa’nın ve Kubbetü’s
Sahra’nın bulunduğu kutsal alan üzerinde pazarlık
yapmadılar.
Siyonistler bu toprak parçasında kayda değer
hiçbir feragatte bulunmadılar. Aksa’nın üst kısmından bir kısmını talep ettiler, aşağı kısma egemen
olmayı istediler. Bu istek, Aksa’nın tamamından ya
da sözde heykelin bulunması durumunda bazı kısımlarından kurtulma hakkını koruma ya da bir şey
bulma iddiasıyla bu iş için bir çıkış bulma anlamına
geliyor.
İş sadece, 67 işgalinden beri saldırmaya
devam ettikleri ve ayak bastıkları yer haline gelen
Aksa’yla alakalı değil. Bilakis o dönemden beri çok
çirkin ve aynı anda çok titiz ve planlı istilalara
maruz kalan şehrin tamamıyla alakalıdır. Zira şehir
aşamalı olarak Yahudilerin lehine Arap yerlileri kaybetmeye devam ediyor, bu durum o tarihten beri
bir an bile durmamıştır. Bu görevin büyüğünü
büyük kuruluşlar ve çok sayıda zengin Yahudi üstlenmiştir. Bunlara ek olarak, yerleşimciler şehirde
kanser gibi ürerken kendi evinde bir oda bile inşa
edemeyen Kudüslüleri hedef alan çirkin göçe zorlama politikaları uygulanmıştır.
Bu satırlar ne işgalcilerin senelerdir takip ettikleri politikaların, ne de evlerle ve nüfusla alakalı
rakamların incelemesini üstlenmiştir. Bunlar genellikle internet sitelerinde bilgi sahibi olmak isteyenlere sunuluyor. Biz ise bunlara sadece işaret
ediyoruz. Arap ve Filistin resmi konumunu kınamak
için değil aksine milletimizin durmaksızın kovaladığı “düş” hakkında konuşmak için. Akl-ı selim insanlar, hiçbir İsrail hükümetinin doğu Kudüs
dosyasında gerçek bir taviz verilmediği sürece Filistin tarafıyla bir çözüm anlaşması imzalama cesaretini göstermeyeceğini anlarlar. Ramallah
yönetimiyle Olmert hükümeti arasında geçenler
bunun kanıtıdır. Yahudilerin Kudüs’teki yerleşim
faaliyetlerini bir süreliğine bile olsa dondurmayı
reddetmedeki inatçılığı bunu doğruluyor.
Yahudiler bu dosyada makul bir tavizde bulunmuş olsalardı Filistin tarafının sunmak için hazır
olduğunu gösterdiği tavizlerden -ki bunlar arasında
toprak takası altında Batı Şeria’da yerleşim birimlerini muhafaza etmek, dönüş hakkı ve tam egemenlik konularında verilecek tavizler de yer
alıyordu- sonra müzakere haftalarca sürmezdi.
Kudüs dosyası ve Yahudilerin buna karşı takındıkları genel tutum bu düşmanla -velev ki milletimizden bazı kişiler kabul edilemez şeyleri kabul
edecek olsun- çözüme varmanın imkânsız olduğunu kanıtlamaktadır. Yani müzakere projesi, işgalcinin başka dilden anlamadığı direniş projesini
silerek daha fazla yerleşim ve Yahudileştirme için
kılıf olmaktan öteye geçmez.
Yasir El ZEATİRE'nin Dustur Gazetesinde 16.03.2010 tarihinde yayınlanan bu analiz, Gülşen Topçu tarafından tercüme edildi.
Nisan 2010
67
Ailede Ahlak
Eğitimi
Bu kitap, çocukları için sorumluluk ve
endişe duyan anne babalara, büyük anne
ve büyük babalara, öğretmenlere ve tüm
yetişkinlere yardımcı olmak amacıyla hazırlanmıştır. “Kendimi geliştirmek istiyorum.
Sorunlar çıkmadan hazırlıklı olmak istiyorum. Kendi annem babamdan daha iyi bir
Kitap Tanıtım
yetişkin olmak istiyorum. Çevremde korkunç hatalar yapan, herşeye başkaldırmış
ergen ve gençlerden korkuyorum. Bir hata
yapmak istemiyorum.” diyenler, bu kitapta
aradıklarını bulabilirler.
“Çocuk eğitimi konusunda bilgilenmeye kimlerin ihtiyacı vardır?” sorusuna,
Çocuğumda son zamanlarda istemediğim değişikler olmaktadır. Her şeyi
onlar için yapıyorum ama
yine de çocuklarımla sağlıklı
bir iletişim kuramadım.
“tüm anne babaların” diyenler olduğu gibi,
“bazılarının ihtiyacı vardır”, diyenler de vardır. Çocuk eğitimi konusunda kendilerini
eksik görmeyen veya herhangi bir bilgiye
ihtiyaçları olmadığına inananlar, şunları
söylerler: “Bu çocukta bir anormallik var.
Ahmet’in uyum sorunu var. Hatice adam
olmaz. Rukiye aşırı hareketli.” Böyle çocukların ebeveynleri, bu tür sözlerle, yargılamalarla suçu çocukların üzerine atar;
kendi beceriksizliklerinin veya yanlış davranışlarının farkında bile değildirler.
68
Nisan 2010
Bazı anne babalar, çocuk eğitimine ihtiyaçları olmadığını ispat için şu gerekçeleri ileri sürerler: “Çocuğumu seviyorum ya, daha başka neye
ihtiyacım var. Şu sıralar hiç önemli bir sorunumuz
yok. Sorunu olan çocukların ebeveynleri okusun
bu kitapları veya onlar katılsın bu kurs, seminer ve
konferanslara. Çocuklarımız küçük, daha çok zamanımız var. Sorunlu çocuklar daha çok parçalanmış ailelerden çıkar. Sorunlu çocukların çoğu,
alkolik, kumarbaz vb. ailelerde yetişir. Biz cahil birisi miyiz? Hiç kimse çocuklarımı nasıl yetiştireceğimi bana öğretecek durumda değildir. Çocuk
eğitimi konusunda konuşanlar ve yazanlar, sanki
kendileri çok iyi çocuk yetiştirmiş gibi konuşuyorlar, yazıyorlar.”
Çocuk eğitimi konusunda eğitime ihtiyaç duymayanların yanında bu konuda istekli olanlar da
vardır ve bunların bazı gerekçeleri şunlardır: “Anne
babamın beni yetiştirirken yaptıkları hataları ben
yapmak istemiyorum. Kendi çektiğim acıları, kırgınlıkları, çocuğuma yaşatmak istemiyorum. Komşumun, çocuğuyla yaşadığı sorunlar bizim evde de
yaşanmasın. Çocuğum ergenlik yaşına geldiğinde
onunla iletişimi kaybetmek istemiyorum. Çocuğumda son zamanlarda istemediğim değişikler olmaktadır. Her şeyi onlar için yapıyorum ama yine
de çocuklarımla sağlıklı bir iletişim kuramadım.”
Çocuk eğitimi, aile eğitimi, iletişim vb. konularda bilgi eksikliklerini kabul etmeyenler, diğer bir
çok konuda kitap okuyup, programlara katılabilmektedirler. İyi bir pilot veya sürücü olmak, iyi yüzebilmek, iyi tüccar olmak için profesyonel eğitim
almak gerektiğini hepimiz kabul ederiz. Ancak iş,
aile içi iletişim, iyi bir eş, iyi bir anne baba olmak
konusuna gelince, bazılarımız, kendilerini yeterli
görürler, bu konuda bir kitap görseler,bir etkinliğe
davet edilseler âdeta dudak bükerler, hatta bunları
yapanlara basit ve lüzumsuz işlerle meşgul olduklarını söylerler. Çünkü onlar, kendilerinin her şeyi
bildiğini ve en güzelini yaptığına inanırlar. Dolayısıyla kendilerinin ihtiyaçları olmadığı düşüncesiyle
çocuk eğitimi vb. konulardaki eserleri okumayı, seminer gibi etkinliklere katılmayı küçük ve önemsiz
görürler. Halbuki bu tür düşünceler, iki yönden
doğru değildir. Bu tür eğitimle ilgili kitaplar sadece
yeni anne baba olmuş gençler için değil, birkaç
Nisan 2010
tane çocuk yetiştirmiş orta yaş ve üstü yetişkinler
için de bir ihtiyaçtır. Çünkü, çocuk eğitimi konusunda herkesin eksiği olabilir. Ayrıca bu tür bilgiler
yeniden hatırlamaya ihtiyaç vardır. Burada tavsiye
edilen davranışların hayata geçirilmesi veya
devam edebilmesi için, bildiklerimize zaman
zaman yeniden ulaşmak önemlidir. Bu açıdan bu
eserin bir anlamda el kitabı olma özelliği vardır.
Bu kitabın bir özelliği de, anne babaları suçlamadan onlara yol gösteren bir üslûpla hitap etmektir. Çünkü bazı kitaplar, psikolog ve eğitimciler,
konuyu öyle sunmaktadırlar ki, bunu okuyan veya
duyanlar suçluluk duygusuna kapılabilmektedirler.
Halbuki, insanlarımızda suçluluk duygusu yerine
sorumluluk duygusunu geliştirmek ve buna bağlı
olarak davranışlarında olumlu değişim üzerinde
durmak daha önemlidir.
Bu kitabın bir özelliği de son yıllarda yaygın
olan tercüme kitapların etkisinde kalmadan kaleme
alınma gayreti içinde hazırlanmasıdır. Çünkü düşünce hayatında, değişik zamanlarda farklı düşünce ve anlayışlar yaygınlaşır. Bu anlayış ve
uygulamalar, tüm dünyayı olduğu gibi bizi de doğrudan veya dolaylı olarak etkilemektedir. Elbette bu
ülkede, bu dünyada yaşayan herkes gibi benim de
çevremde olan bitenden, yazılan çizilenden etkilenmemem mümkün değildir. Ancak şunu söyleyebilirim: Günümüzde yaygın olan moda akımların
düşüncelerine karşı oldukça dikkatli olmaya çalıştım. Buna rağmen hatalarım olmuş olabilir. Bu ve
her konuda, yazılı veya sözlü görüş bildireceklere
şimdiden teşekkür ediyorum.
Son olarak, bu kitabın böyle kalmayacağını
ve genişletilerek yeni baskılarının yapılacağını belirtmek istiyorum. Ayrıca bu kitabın devamı olarak,
ailede ahlak eğitimi (yani bu kitabın içeriği) ile ilgili
örnek olayların yer aldığı kitap çalışmasına değerli
öğretmen Murat Kılıç’la birlikte devam ediyoruz.
Aynı şekilde hedefim, ahlâkî değerlerin (yani iyi ve
kötü huyların) ele alındığı (doğruluk eğitimi, sabır
eğitimi vb.) çalışmalar yapmak ve bu çalışmaları
konferans, seminer vb. etkinliklerle de halkımıza
anlatmaktır.
Kaynak: www.mehmetzekiaydin.com
69
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
[email protected]
KUTLU DOĞUM
Sevgili Peygamberimiz Mîlâdî 571 yılı Nisan ayının yirmisinde doğmuştur. Bu hafta kutlu
doğum haftası olarak kutlanmaktadır. Bizde bu ayki yazımızı efendimizin hayatına ayırdık.
Sevgili Peygamberimiz doğduğunda Mekke halkının çocuklarını bir süt annesine vermeleri
âdetti. Mekke’nin havası çok sıcak olduğundan, çocukları havası iyi, suyu tatlı olan civar yerlerdeki yaylalara gönderirler, çocuklar bir müddet oralarda, verildikleri süt annelerinin yanında kalırlardı.
Her sene bu maksatla Mekke’ye birçok süt anaları gelir, birer çocuk alıp giderlerdi. Peygamberimiz doğduğunda da aynı şekilde süt anneleri gelmiş her biri birer çocuk almışlardı. Peygamber
efendimiz yetim olduğu için fazla ücret alamama düşüncesiyle, O’na tâlib olan çıkmamıştı.
Gelen kadınlar içinde iffeti, temizliği, yumuşaklığı, hayâsı ve yüksek ahlâkıyla tanınmış Halîme Hâtun da vardı. Binek hayvanları zayıf olduğu için Mekke’ye diğer süt analarından geç gelmişti. Kocası ile Mekke’de dolaşarak zengin ailelerin çocuklarının alınmış olduğunu görmüşler, eli
boş dönmemek için bir çocuk aramaya başlamışlardı. Nihâyet görünüşü ile sîması çok sevimli bir
zat ile karşılaştılar. Bu, Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib idi. Onunla torununu almak üzere
anlaştılar.
Abdülmuttalib, Halîme Hâtunu Hz.Âmine’nin evine götürdü. Halîme Hâtun şöyle anlatır: “Çocuğun baş ucuna vardığımda O’nu, yünden beyaz bir kundağa sarılı, yeşil ipekten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyur gördüm. Etrafa misk kokusu yayılıyordu. Hayret içinde kalıp bir anda O’na
öylesine ısındım ki uyandırmaya kıyamadım. Elimi göğsüne koyduğumda uyandı ve bana bakıp öyle
bir tebessüm etti ki, kendimden geçtim. Annesi, böylesine güzel ve mübârek çocuğu bana vermez
korkusuyla derhal yüzünü örtüp kucağıma aldım. Sevgili peygamberimiz dört yaşına kadar süt annesi Hz.Halime’nin yanında kalmıştır.
EN GÜZEL BİNEK
Bir seferinde peygamber efendimiz Hz. Hasan'ı omzuna almış gidiyordu. Bir adam kendisini bu
halde görünce, Hasan'a; "Ey çocuk, bindiğin binek ne güzeldir" dedi Peygamberimiz de cevap verdi:
"O da ne güzel binicidir "
NUR ÇOCUĞUN MUCİZELERİ
Mucize: peygamberlerin gösterdiği olağanüstü durumlara denir. Sevgili peygamberimiz süt annesiyle giderken birçok mucize gerçekleşmiştir. Daha önce Benî Sa’d yurdunda kuraklık varken O’nun
buraya gelmesiyle bol yağmura ve berekete kavuştular. Hz. Halime’nin çelimsiz ve hızlı gidemeyen
merkebi öylesine hızlı yürüyordu ki, beraber geldikleri kâfile, onlardan önce yola çıkıp çok uzaklaşmış olmasına rağmen, onlara yetişip geçmişti. Benî Sa’d yurduna vardıktan sonra görülmemiş bir
bolluğa ve berekete kavuştular. Sütü az olan hayvanları bol bol süt veriyordu. Bunu gören komşuları
hayret edip, bunun emzirmek için aldıkları çocuk sebebiyle olduğunu açıkça anladılar. Kuraklık sebebiyle çok sıkıntıya düştüklerinde yağmur duâsına giderken O’nu yanlarında götürüp duâ ederek
yağmura kavuştular.
70
Nisan 2010
NUR ÇOCUK
Peygamber efendimiz çocukluğunda nasıldı merak ediyor musunuz? Öyleyse efendimizin
süt annesi Hz. Halimeyi dinleyelim: “İlk konuşmaya başladığında, “Lâ ilâhe illallahüvallahüekber.
Velhamdülillahi rabbil âlemîn.” dedi.
O günden sonra “Bismillâh” demeden hiçbir şeye elini uzatmazdı. Sol eliyle bir şey
yemezdi. Yürümeye başladığında çocukların oynadıkları yerden uzak dururdu ve onlara “Biz,
bunun için yaratılmadık.” derdi. Her gün O’nu güneş ışığı gibi bir nûr kaplar ve yine açılırdı. İki
yaşına girdiğinde gelişmiş, gösterişli bir çocuk olmuştu. Üzerinde beyaz bir bulut dâimâ birlikte
hareket eder ve O’nu gölgelerdi.
EFENDİMİZİN HAYATI
Hz. Muhammed aleyhisselâm dört yaşına kadar süt annesi Halîme Hâtunun yanında kaldı.
Altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü. Altı yaşındayken annesi de vefât etti.
Muhammed aleyhisselâm sekiz yaşına kadar da dedesinin yanında büyüdü. Abdülmuttalib vefâtı
yaklaşınca oğullarını toplayıp Sevgili Peygamberimize; “Yavrum, bu amcalarından hangisinin
yanında kalmak istersin?” diye sordu, Resûl-i ekrem efendimiz koşup amcası Ebû Tâlib’in
kucağına oturdu. Onun yanında kalmak istediğini söyledi. Abdülmuttalib de O’nu oğlu Ebû Talib’e
bıraktı ve O’na iyi bakmasını önemle vasiyet etti. Bundan sonra da vefat etti. Peygamberimiz
sekiz yaşından sonra amcası Ebû Tâlib’in yanında kalmaya başladı ve onun himâyesinde büyüdü.
BULMACA
1- Peygamberimizin kabilesi
2- Peygamberimizin süt annesi
3- Peygamberimizin babası
4- Peygamberimizin ilk eşi
5- Peygamberimizin kızı ve Hz. Hasan ve
Hz. Hüseyin’in anneleri
6- Peygamberimizin annesinin adı
7- Peygamberimizin anne tarafından
dedesinin adı
8- Peygamberimizin Uhud Savaşı’nda şehit
olan amcası
9- Peygamberimizin bakıcısı
10- Peygamberimizin hanımı ve
Hz.Ebubekir’in kızı
11- Peygamberimizin süt kardeşi
12- Peygamberimizin iki kızı ile evlenen
damadı
13- Peygamberimizin yanında büyüdüğü
amcası
14- Peygamberimizin dedesi
15- Peygamberimizin damadı ve amcasının
Nisan 2010
71
Bülbül
Bütün dünyâya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım;
Nihayet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.
Şehirden kaçmak isterken sular zaten kararmıştı,
Pek ıssız bir karanlık sonradan vâdiyi sarmıştı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hılkat kesilmiş lâl...
Bu istiğrâkı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl
Muhîtin hâli "insâniyyet"in timsâlidir, sandım;
Dönüp mâzîye tırmandım, ne hicranlar, neden andım!
Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd,
Zalâmın sinesinden fışkıran memdûd bir feryâd,
0 müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu
Ki vâdiden bütün, yer yer, enînler çağlayıp durdu.
Ne muhrik nağmeler, yâ Rab, ne mevcâmevc demlerdi;
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûya Sûr-i Mahşerdi!
-Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin ?
0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,
Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânmânın şen, için şen, kâinatın şen.
Hazansız bir zemin isterse, şâyed rûh-i ser-bâzın,
Ufuklar, bu'd-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervâzın.
Değil bir kayda, sığmazsın - kanadlandım mı - eb'âda;
Hayâtın en muhayyel gayedir ahrâra dünyâda,
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânmansız serseriyim öz diyârımda!
Ne husrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu,
SALÂHADDÎN-İ EYYÛBÎ'lerin, FATİH'lerin yurdu.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde OSMAN'ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden YILDIRIM Hân'ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri ORHAN'ın!
Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!
Mehmet Akif ERSOY
72
Nisan 2010
Download