29/1/2012 Dersimiz felsefe. Biz felsefe ve tarih bilinci deyince, ağırlıklı olarak felsefeyi anlatıyoruz. Fakat tarih bilinci eksik kalıyor. Onun için dersin yarısını tarih bilinci, diğer yarısını felsefe olarak ayıracağız. Başta felsefeyi ele alacak ve daha sonra da tarih bilincine geçeceğiz. Başta neden felsefeyi gördüğümüzü ele alacağız. Bu şekilde dersimize de kısmi bir giriş yapacağız. Daha sonra felsefeyi tanımlamaya çalışacak ve bu kısımdan sonrasını tartışmalar boyutuyla işleyeceğiz. Ardından felsefe ekollerini ele alacak ve iki büyük ekol üzerinden tartışacağız. Daha sonra bunun dayandığı temel dayanakları ele alacağız. Bu arada ağırlıklı olarak idealist paradigmaya gireceğiz. Tarih içerisinde bu ekollerin seyrine değinecek ve günümüze kadar getireceğiz. İdealizmi ve tarihsel materyalizmi de Marksizm de dâhil olmak üzere son uygulamalara da değineceğiz. Tüm bunların ardından da yeni felsefeye giriş yapacağız. Bununla birlikte Önderliğin doğal felsefe ve doğal diyalektik dediği konulara giriş yapacağız. Daha sonra ek bir bölüm olarak diyalektiği ele alacağız ve diyalektiğin ne olduğu, kanunları, bunların işletilişi, işletilişindeki hatalar ve bu doğrultudaki yeni diyalektik bakış açısı konularını ele alacağız. Oradan tarihsel materyalizme değinerek bir geçiş yapacak ve bunu da tartışacağız. Önderliğin tarih anlayışı üzerinde duracağız. Tarihe farklı yaklaşımları, bizim paradigmamızın dışındaki yaklaşımları, özgürlükçü, toplumsal cinsiyetçi ve ekolojik olmayan diğer yaklaşımları da tartışacağız. Felsefeye değinirken, felsefe tanımlamaları içerisinde düşünce tarihine giriş yapacağız. Daha sonra yeni felsefeye geçilirken de kuantuma değineceğiz. Kuantum fiziğini ele almayacağız. Sadece oradan çıkarılan temel sonuçlara değineceğiz. Zaten kuantum anlatılmadan, yani mantığı verilmeden yeni felsefe verilemez Bir giriş yapmak gerekir, ona biz değinecek ve sonra tartışmalara geçeceğiz. Düşünce tartışıyoruz, yani hatta düşünce üretiliyor. Bizde çok dar ideolojik bir tartışma üslubu vardır. Felsefi de, aynı şekilde bilimsel, animist veya fetişist de bakabilmek gerekir. Bundan dolayı arkadaşlar düşüncede rahat olabilmelidir. Söylediklerim yanlış mı değil mi kaygısı duyulmamalıdır. Yine bazen oluyor arkadaşın düşüncesi yanlıştır değerlendirmesi yapılabiliyor. Ama bunu bilemeyiz ki, belki kuantumik düşüncede arkadaşın fikrine de yer vardır. Bu nedenle rahat bir katılım ve tartışma olmalıdır. Neden felsefe dersi görüyoruz? Önderlik yeni bir paradigma geliştirdi. Hepimizde bu paradigmayı öğrenmeye, hatta içselleştirip pratikleştirmeye, örgütselleştirmeye, örgüte dökmeye yönelik bir çaba var. Hepimiz Önderliği anlamak istiyoruz, uygulamak istiyoruz. Genel olarak yaklaşımımız niyetsel ve duygusal kalıyor. Yani Önderliğin sevilmesi, hatta biraz anlaşılmaya çalışılması yeterli olarak görülüyor. Böyle bir algılayışla hareket ediyoruz. Biliyoruz ki, bu yeterli değildir. Zaten çok yaygın olarak da zorlanıyoruz. Bunun temel sebebi de, ben Önderlik paradigmasını alayım, okuyayım, hatta biraz da sevdiğimden kaynaklı anladığımı düşüneyim, işte belli oranda da uyguluyorum şeklindedir. Bu, Önderliği anlayıp uyguluyoruz deme yanılgısından kaynaklanıyor. Önderliği ve paradigmasını anlamamız için, paradigmayı oluşturan bütün öğeleri diyalektik bir bağ içerisinde bilmemiz ve algılamamız gerekir. Önderlik paradigmasını oluşturan bazı temel ayaklar vardır. Paradigma dediğimiz teorik bir çerçeve değildir. Önderlik paradigmasının bir ayağı toplumsal cinsiyetçiliğe dayanır, demokrasi içerir. Diğeri de toplumsal ekolojiye dayanır. Paradigma tanımıyla bunu oluşturan kavramların açılması yeterli görülmektedir. Ama öyle 1 olmuyor. Bu kavramları anlıyoruz. Çoğumuz demokrasiden anlıyoruz. Toplumsal cinsiyetçilikte de ileri bir hareketiz, bunun mücadelesini veriyoruz. Ama toplumsal ekolojide yeniyiz, yaygın olarak anlama, uygulama sorunlarımız vardır. Şunu anlamışız, insanlar içerisindeki hiyerarşik bölünmenin doğa üzerinde hâkimiyet yarattığını öğrenmişiz. Doğayı mahvettiğimizi de görmüşüz. Yani aslında yaşadıkça çok iyi anladık ki, Önderliğin dediği yaşamsal bir şeydir. Yani sosyalist mi oluyorsun, insan mı oluyorsun, demokrat mı oluyorsun, bu dünyanın sorununu çözeceksin diyor. Fakat paradigmayı oluşturan bu kavramları anlamak, biraz da örgüte dökmek pratikleştirmek yetmiyor, çünkü değerler dizisi bunlardan ibaret değildir. Peki, paradigmaya nasıl bakacağız? Nasıl bir bakış açısı ve nasıl bir yaşamsallaştırma olmalı? Paradigmayı tamamlayan tarih bilinci nedir? Yani bu paradigma nereden geliyor? Hangi tarihsel çerçeveye dayanıyor? Hatta tarihin daha farklı sorunları var, hareketi nasıl? Stratejisini ve taktiğini nasıl oluşturacağız. Paradigmanın tarihsel bakış açısı neye dayanıyor? Etik anlayışı paradigmaya uygun mudur, değil midir? Bizim hala bakış açımız, anlayışımız sınıflıdır, doğa baskıcısıdır, ama diyoruz ki, paradigmayı anlıyoruz, hatta uyguluyoruz. Acaba gerçekten öyle midir? Sosyal bilimlere nasıl yaklaşıyoruz? Bir paradigma bizde yaygın olarak yapıldığı gibi ideolojik olarak anlaşılmaz, ideoloji inanmadır ve inanma üzerinden gelişir, inanç da her zaman yetmeyebilir. Bu durum çoğumuzda da yaşanıyor. Yeni demokratik sosyalizm ideolojisi. Şu anda insanlığın ulaştığı bilimsel verilerin en mümkününe en fazlasına ulaşabilmelidir. Önderlik kadroyu tanımlarken, demokratik sosyalist kadro diyor, şu anda var olan bilimsel verilerin hepsini bilebilmeli diyor. Her şeyi bilme anlamında değil ancak bilimin verilerini almış olabilmelidir. Paradigmanın ideolojik ayağı için de, yani özelleştirilmiş disiplin olarak ideoloji düşüncesi paradigmanın neresine yerleştirilebilir? Yoksa paradigma geniş mi kalıyor? O zaman disipline edilmiş düşünceler sistemi olarak ideoloji nasıl olmalıdır? Bunun programını oluşturmamız gerekiyor, yani şu anda dünyada yaşananlar neler, biz bu paradigmayı dünyada yaşananlara nasıl uygularız? Paradigmanın ayakları vardır. Bunlardan bir tanesi de felsefedir. Bakış açısı ve yaşam biçimi dediğimiz de odur. Diğeri tarih bilincidir. Sosyal bilimlerin kendisi yeni sosyal bilimler, etik anlayış, ideoloji, sonra devam ettirdik; programsal ele alış, program, parti, yapı ve bunlar daha da arttırılabilir. Bütün bunlardan dolayı biz paradigmayı parçalı ele alıp hepsine genelleştiren yaklaşımlar düzenliyoruz. En önemlisi de herkes aldığı parçayı en önemli parça olarak tutup paradigmayı algıladığını söylüyor. Şimdi bu ayakların hepsini bilmez, anlamaz, tartışmazsak, yerli yerine oturtmazsak, paradigmayı kesinlikle bütünsel anlayamayız. Biz bu nedenden dolayı felsefe görüyoruz. Bu kısım özellikle çok iyi anlaşılmalıdır. Biz felsefeyi sadece tartışmak için görmüyoruz. Entelektüel bir tartışma olsun diye hiç yapmıyoruz. Önderlik paradigmasını anlamaya, Önderlik sistemine girmeye dünyaya, evrene, insana, insanlığa, bu paradigmaya denk bir bakış açısı edinmek istiyoruz. O nedenle felsefeyi öğreniyoruz. Çoğu zaman tartışma noktaları da yanlış olmaktadır. Çünkü bir arkadaş orasını almış, başka bir arkadaş başka bir yönünü almış, bayan arkadaşlar bir yanını almış, gençlik bir yanını almış, bir arkadaş tarihsel yanını almış, bir diğeri biraz felsefesini almış ve sonuçta herkes diyor ki paradigma budur. İşte paradigma o değildir, paradigma onun bütününden oluşuyor. Ve böyle olunca biz çatıştırmaya başlıyoruz. Bir arkadaş diyor ki, “sen paradigmayı az anlamışsın”, bir diğeri diyor “sen anlamamışsın”. Daha bütününü anlamadan bir parçasını biraz alan hemen bütünüyle çatışmaya, tartışmaya başlıyor. 2 Sonuç ne oluyor? Paradigmayı boşa çıkartma, uygulamama, inançsızlık geliştirmek oluyor. En önemlisi de bütünsel uygulayamama sonucudur tabii. Parçalı uygulandığında paradigma ortaya çıkmıyor. Parçalı algılama çok yaygındır. Diğeri de zor geliyor her birimize, çünkü şunu anlıyoruz, aslında Önderlik gibi düşünmek ve uygulamak gerekiyor. Ama Önderlik komple bir sistem ve bu çoğumuza çok zor geliyor. Bize bir çalışmanın bir yerinden tutmak yeterli geliyor. Önderlik gibi yapamıyoruz. Ondan dolayı da böyle bir tercih yapıyoruz ve bu da yanlış ve yetersizdir. O nedenle bizim Önderliğin düşüncesini oluşturan bütün ayakları anlamaya, öğrenmeye ihtiyacımız vardır. Yani Önderliği anlamak, uygulamak için stratejiktir. Bu açıdan biz bunlardan önemli bir ayak olan felsefeyi görecek, tartışacak ve tabii tarih bilincine de değineceğiz. 3 Eğitim programı Önderliğin kafasıdır. Önderliğin kafası nasıl oluşuyor, işliyor, nasıl çalışıyorsa, bizde de geliştirmek istediği budur. Biz de bunları ya pratiğimizle ya da eğitim sistemimizle yaşıyoruz, buna felsefe diyoruz. Acaba nasıl düşünmeliyiz? Önderlik nasıl düşünüyor? Sonra Önderlik tarihe nasıl bakıyor, nasıl tahlil ediyor, sorunlarını nasıl ele alıyor, buna nasıl bir etik bakış açısıyla yaklaşıyor, sosyal bilimleri ele alış biçimi nasıldır, teori için ne diyor, paradigma için ne diyor, ideoloji için ne diyor ve demokratik sosyalizm ideolojisini nasıl oluşturuyor? Arka teorik çerçevesi nedir? Paradigma çerçevesi nedir? Bunun politik uygulaması nasıl olabilir? Demokratik komünalizmi çok yaygın olarak tartışıyoruz ve böylece topyekûn bir sistemle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Onun için bizim sistemi böyle bütünlüklü algılamada ve uygulamada felsefe büyük bir rol sahibi oluyor. Bunun için de mümkün oldukça Önderlik felsefesini ve özgürlük felsefesini tartışalım. Kimse sınır koymamalı ve rahat tartışmalıdır. Önderliği anlama, paradigmayı doğru oturtan bakış açısı arkadaşlarda hâkim olmalıdır. Biz bu dersi hiç klasik felsefe tartışarak götürmeyeceğiz. Amacımız demokratik, ekolojik, toplumsal cinsiyet özgürlüğüne dayalı toplumsal yaşamın bakış açısının nasıl olduğu, Önderlik bu paradigmayı oluştururken felsefi temellerini nasıl attığı konularını ele alıp tartışmaktır. Diğer önemli bir şey de öğrenme çabası son yirmi, otuz yıl içerisinde arttı. Bu bize de yansıdı. Klasik felsefe tartışmalarını -daha sonra biz buna sınıflı felsefe de diyeceğiz- daha erken başlatıp yapmalıydık. Son yıllara kadar bırakmamalıydık. Özellikle 99 yılından sonra daha fazla yapabilirdik. Önderliğin doğal felsefe dediği felsefi tartışmalara daha önce geçebilmeliydik. Bu konuda PKK’nin 95 V. Kongre Politik Raporu’nda giriş yaptığı felsefi yorum tarihsel materyalizmi de, idealizmi de aşıyor. Bununla ne biz, ne de Önderlik sistemli bir şekilde uğraşabildi. 95 yılından sonra Önderlik bu alan üzerinde özel uğraşamadı. Son yıllara kadar yeni paradigmayı oluşturana kadar bu tartışmayı yaygınlaştıramadı. Ondan dolayı biz klasik felsefe tartışmalarıyla devam ettik. Aslında öyle yapsaydık, insanlığın son yirmi, otuz yılda girdiği yoğunlaşma düzeyini daha hızlı alabilirdik. Buna rağmen, Önderlik yeni felsefeyi oluşturmada çok hız kazandı. Hatta şu anda demokratik sosyalist felsefenin temel düşünürlerinden biri haline geldi. Demek ki bu şunu göstermektedir; dünyada bazı şeyler aşılıyor, bazı şeyler de kuruluyor. Bunu genel olarak kaos aralığı olarak tanımlıyoruz. Bütün dünya sistemleri denendi, bu sistemlerin denenmesi sonucunda başarısızlıklar oluştu. Mesela liberalizm bir politik sistem olarak çöktü, sosyal refah devleti şu anda kimseye yetmiyor, ekoloji sorunları düzeltilemedi, kadın özgürlüğünde hiç ilerleme yok, çok yaygın bir toplumsal bunalım var, iktidar araçlarının hepsini kullandılar, kullanılmayan iktidar yok, orduların çok büyük savaşları yaşandı, her çeşit yönetim denendi fakat toplumsal sorunlara çözüm olamıyorlar. Reel sosyalizm denendi, devletçi sosyalizmin 150 yıllık bir deneyimi oldu, 1871 Komün deneyiminden, 70–80 yıllık reel sosyalist SSCB’ye kadar bu insanlık sorunlarını çözemedi. Liberalizmin de birçok uç uygulamaları yaşandı, bunlar çözülemeyince toplumsal sistemler 68–70 yıllarına doğru felsefi bakış açılarıyla da çöktüler. Bunların dayandığı dünya bakış açısının yetersiz olduğu, yaşayış biçiminin yetmediği, eşitlik, özgürlük getirmediği tartışmaları yaşandı. Ve bu çok 4 yaygın olarak yeni arayışlar getirdi. Bu anlayışların bu dünya sistem uygulamalarının her birinin dayandığı çok köklü bir bilimsel temel vardı, sosyal bilimler vardı, sosyal bilimlerin dalları vardı. Fen bilimleri vardı; hepsi sorgulanmaya başlandı. Şu anda en yaygın olarak tartışılan sorunlardan biri felsefeyle sosyal bilimlerin niye ayrıştırdıklarıdır. Ve bu yolla felsefenin sosyal bilimlerden ayrıştırılması yoluyla ve sosyal bilimlerin genel olarak bilimle iktidarın denetimine girdiği, hatta iktidar araçları olduğu tartışılıyor. Bunlar doğru mudur; doğrudur. Önderlik de söylüyor. Sonuçta bilimin ahlaksızlaştırıldığı söyleniyor, yani bu ne demek? Bilim özgürlükten yana tavır almıyor, eşitlikten yana tavır almıyor. Egemenden ve iktidardan yana tavır alıyor ama bilim doğruyu söylemiyor, çoğu yerde kapatıyor, doğrunun iktidarın hizmetine girmesine vesile oluyor. Bilimin herhangi bir yorum gücüne kavuşturulmadan insanın dışına çıkartılmasıyla aslında insandan uzaklaştırılmasıyla bilime yaklaştırıldığı söyleniyor. Sonuçta söylenen, felsefeden uzaklaştırılmış bilimsel bakış açılarının insanlığın eşitlik, özgürlük ve demokrasi sorunlarına cevap olamadığıdır. Bu neyi getirdi? Felsefe tekrardan tartışılıyor. Acaba felsefeyle sosyal bilimleri yeniden nasıl buluşturabiliriz, yani felsefeyi taraf tutar duruma nasıl getirmeliyiz diyorlar. Felsefe boş bir teorik tartışma ortamı değildir diyorlar. Felsefe tekrardan toplumun temel sorunları insanlığın temel sorunları, geçmişi, geleceği hakkında yorum yapmalıdır diyorlar. Bu anlamda bilimdeki dar nesnel gerçeklik denilen insandan uzaklaştırılmış, onun dışında bir gözlem düzeyinde bırakılmış, aslında bir çeşit tarafsızlaştırılmış bilgi sorgulanıyor. Tarafsızlaştırılan her bilginin iktidara kaydığı ve ona da zarar olarak geri döndüğü sorgulamasını yapıyorlar. O nedenle felsefenin burada müdahil olmasını istiyorlar. Yani ne doğrudur, ne değildir? Sosyal bilimlerde -çünkü hepimiz gördük- şu anda müthiş bir bilimsel teknik gelişme var ki, eşitlik özgürlük sorunlarını çözebilir. Düşünebiliyor musunuz; şu anda dünyadaki bütün fabrika sistemleri 1 saat çalışsa insanlığın bütün üretim sorunları çözülür. Bu haliyle müthiş bir şeydir. Dünyada gerçek anlamda eşitlikçi demokratik yönetim olsa, tekniği bir saat doğru çalıştırsa bir yıl biz diğer işlerimizi yapabiliriz. Bu düzey bilim-teknikte yakalanmış. Fakat bakın ozon tabakasını deldiler, uzaya bir araç gidiyor. Merkür’ün fotoğraflarını çekiyor, geliyor ama ozon tabakasına bir çözüm bulunamıyor! Çelişkiye bakın. İşte bundan dolayı burada felsefenin devreye girmesini tartışıyorlar, biz de onun için tartışıyoruz. 5 6 Bir tarih yorumu yapın, bizim bilincimizde tarih, sınıflar çatışmasıdır. Ya onun dışında da bir şeyler varsa, ya Önderliğin dediği gibi sınıflı toplum yaşamın yüzde birini dahi oluşturmuyorsa? Ama biz diğerini okumamışız, bilmiyoruz. Ya da biliyoruz ama eski ezberi bozmaktan zorlanıyoruz. Şimdi örnek olarak söyleyelim. Sen bir tarih yorumunda bile Önderliğe ulaşamıyorsan, peki sonra nasıl bir siyasal değerlendirme yapacaksın? Bazıları var iyidir. Bazıları var kötüdür. İyiler arasında da kavga var. Kötüler arasında da kavga var. Kötüleri sınırlandırmak için iyileri örgütlersek, iyilerle kötüleri de çatıştırırsak, bu arada da iyileri tutarsak, iyileri güçlendirirken, kötüler arasındaki çelişkileri de iyi kullanırsak başarılı oluruz. Bu siyasal değerlendirme yeterli midir acaba? Ya dünya çok karmaşık hareket ediyorsa ki ediyor da. Dünyada şu andaki siyasal aktörler, uygulamalar, duruşlar, kimlikler, sorunlar çok karmaşıktır. Peki, o zaman ne olacak? O söylediğimiz dar çerçeve yetmiyorsa -ki zaten yetmemektedir- o halde bugünü yorumlamada yetersiz kalabiliriz. Sonra nasıl bir bakış açısı edinmeliyiz? Bilim bilim dedik, fakat anlaşılıyor ki, bilim bizi mahvetmiştir. Nerdeyse insan bilimsel düşünmek istemiyor. Yanlıştır ama tepki duymaya başladık. 6 yıl önceye kadar da biz –hatta tekmillerimizde, platformlarımızda- birbirimizi “arkadaş bilimsel düşünmüyor” diye eleştiriyorduk. Oysa niye dayatıyoruz ki arkadaşımıza en bilimsel düşünce budur diye? Peki, bilimde görecelik varsa, senin bugün doğru dediğin, iki gün sonra yanlış çıkıyorsa? Bu dünya da metafiziğinde yerinin olduğu ya gerçekse! Bilimdeki mutlaklık içinde milyonlarca insan öldürülmüş. Biz de birbirimize dayatıyoruz işte “sen bilimsel düşünmüyorsun” diye. Sonra tarih yorumunda hiçbir zaman biz ataerkilliği Önderlik gibi tartışamayız. Tarihin içine duygu ve felsefe katmazsan, hiçbir erkek kadını anlamaz. Ama anlıyormuş gibi davranırız. Biz erkekler olarak Önderlik paradigmasında bir ayakta hep sakatız. Önderliğin doğrularını en kaba şekilde algılıyoruz. Ama Önderlik gibi tarihin içine duygu katamıyoruz. Niye bu kadar kadın erkek çelişkisi yaşanıyor? İnsanlığın yaşadığı temel bir sorundur. Nasıl bir özgürlükçü olacaksın? Ne tutacak, ne tutmayacak acaba? Geleceği nasıl kuracaksınız? Acaba bilimin de desteklediği bir iktidar sistemini arkasına alarak felsefi yorumu da önemli oranda dıştalayarak veya çıkarına kullanarak arkasına alan bir iktidar yapılanmasıyla mı toplumu kurtaracaksınız? Yoksa Önderliğin son dönemde geliştirdiği gibi iktidarın dıştalanmasıyla mı? Buna bakışınız nasıl olacak? Gelin, insanları nasıl ikna edeceksiniz? Nasıl bir felsefi duruşa dayanıyorsunuz? Özgürlük nedir ve nasıl özgür bir toplum oluşturacaksınız? Nasıl bir eşitlik istiyorsunuz? İnsanları nasıl ikna edeceksiniz? Yani gelecek toplumu kurmak için düşünüyoruz, onu neye dayandırıyoruz? İnsanlar diyor ki, uygarlığın üç temel düşüncesi vardır. Birincisi, hep yöneten yönetilen var diyor. Bunlar olmazsa hep kaos olur diyor. İkincisi, kadın için eksik bir yaratıktır diyor. Kadında duygu var, erkek ise akılcıdır. Üçüncüsü, işte diyorlar ki, her zaman doğa insanlık için bir tehlike olmuştur. En güzel toplum, insan doğaüstünde hâkim olandır ve başlangıçtan bunun var olduğu söyleniyor. O zaman diyorsunuz ki, doğa ve insan eşit yaşamalıdır. Bu ciddi bir özgürlük getiriyor. Önderlik ;“Bitki ve hayvanların dilini anlamadıkça ne kendimizi anlayabilecek, ne de ekolojik toplumcu olabilecektik” diyor. İşte bunun için felsefi arka planı izah edeceksiniz. Felsefenin çöken bilimleri tekrar ayağa kaldırmada rol oynadığını söylüyoruz. Paradigmanın önemli bir ayağının felsefe olduğunu söylüyoruz. Bu açıdan bunları tartışıyoruz. Önderlik bakış açısını edinip olayları yorumlama gelişiyor. Bunu yapmazsak 7 Önderliği kabul etmiş gibi görünüp ama kabul etmemiş oluyoruz. Bu da çok tehlikeli bir durumdur. Sınıfsal düşünüp bunu da normal görmek tehlikelidir. Çok dar bir materyalist olalım, duygu ve düşünceyi bir araya getirmeyelim, yaptığımız ile düşündüğümüz farklı olsun, sonra diyelim ki,”biz paradigmayı uyguluyoruz”. Ama bu şekilde olmuyor. İktidarcı olmayan bir siyasal parti olabilir mi? “Bir parti milletvekili çıkarmayacaksa, iktidar olmayacaksa niye parti oluyor?” İşte mantık böyle işliyor. Paradigmada kabul ediyorsun, ama pratik olarak farklı bakıyorsun. Her arkadaş politika tartışıyor, neden kimse ideoloji tartışmıyor. Bunların verdiği zararları görmüyor muyuz? Bunları yaptığımızda örgüt zayıflamıyor mu? Demek ki, biz farklı ele alıyoruz, Önderlik farklı ele alıyor. Önce özeleştiri vereceğiz, yenidünyayı anlayacağız. Felsefe yapacağız, tarih anlayacağız, ideoloji oluşturacağız. Sonra bunu pratikleştireceğiz. Ben denge yapacağım, ben kariyer düşüneceğim diyeceksin. Felsefi bakış açısı seni farklı yönlendiriyordur. Önderliğinki farklı yönlendiriyor. Bundan dolayı da arada fark vardır. Önderlikle bütünleşmek için felsefe önemlidir. Paradigmasal ve önderliksel bir oluşum olduğumuz için, o cepheden felsefenin önemine değindik. 8 Önderliği anlamalıyız. Önderlik özgür bireyler istiyor, yoksa total bir toplum istemiyor. Biz erkekler olarak kadın özgürlüğünden bahsediyoruz. Kadın gibi olamazsın elbette. Ama kadının bakış açısına yakın bir bakış açısını geliştirebilirsin. Böyle olmayınca ikilik oluyor. Örneğin özgürlüğe inanıyor, ama kadına baskıcı yaklaşıyor. Kadın özgürlüğünü salt bir kadın sorunu biçiminde ele almayan kaç arkadaş var? Kadın hakkını savunan kaç arkadaş var. Bir yerde paradigmanın bir ayağını terk ediyorsun, tümüne ters düşüyorsun. Bastırma olursa bu nasıl olur? O nedenle iyi anlamak gerekiyor. İdeolojik olarak iktidarı benimsememek gerekiyor. Peki, Kürtler devlet olmazsa nasıl olur? Devleti gerçekten istemeyen, kendisini devletsiz yaşam ve topluma ikna etmiş kaç arkadaş var? Bunlar yapılmazsa ikilik çıkıyor. Önderliği dinliyor ama pratik farklı oluyor. Buradaki ikilik kesinlikle aşılmalıdır. Yoksa biz zarar veriyoruz. Yanlış bir iktidar kurarsan birbirimize yanlış yaklaşırsak, bunlar da sorunları beraberinde getirir. Demokratik sosyalist olmayan, bunu topluma verebilir mi? Özgürlüğü geliştirmeyen o örgütü bitirmez mi? Bir sürü örgüt böyle bitmedi mi? Bunlardan yaşadığımız daralmalar oluyor. Birbirine çok yanlış yönelmeler olmuyor mu? Arkadaşlar diyor ki, “ideoloji Önderliğin üretim alanıdır.” Öyle şey olmaz. YA ÖNDERLİK GİBİ YAŞANIR YA DA YAŞANMAZ. Önderliğin o faaliyetine katılmazsak, aramızda ikilik çıkar. Bu yaşamda ne varsa bunun tek bir kriteri vardır; ya özgürlük getirir ya da getirmez, ona bakılmalıdır. Yoksa sorun çok bilgi değildir. Şu anda dünyada çok bilgi var. Bazen hani insan şaşırıyor bilgilerin bir kısmı kullanılmadan gidiyor. Her gün bir şeyler çıkıyor, nasıl öğreneceğim diyorlar? Yaşamını eşit özgür istediğin gibi örgütleyebildiğin kadar bilgi üretmek doğrudur. İşte bu bilgi ya bunu veriyordur ya da vermiyordur. İşin kurnazlığı şurada; bu bilgilerin bütün insanlığa faydalı olduğu söyleniyor. En doğru bilginin bu olduğu söyleniyor. Tamam, da, nasıl en doğru bilgiler bunlar olur da, benim özgürlüğüme bir şey katmaz? Beni sisteme en iyi şekilde endeksler? Sınıflı sistemi aşamaz, ataerkilliği aşamaz? Bu nasıl bir bilgidir? O zaman dünyaya, özgürlüğe, eşitliğe denk gelmez. Bilimlerin büyük bir kısmını bir kalıba oturtuyorlar. Tıp sistemi, Önderliğin komünal tıp tanımı şudur; toplum tıpı üretecek. Niye tıp devletin elindedir? Genetikte o bilgiler var, niye insanlığın hizmetine sunulmuyor? Bu dikkat çekmiyor mu? Bir sağlık taraması yapmak komünal tıp değil mi? Bu konuları dar algılamayalım. Bilimde yapılanlar da var; örneğin kuantum. Kuantumu bir buldular, her şey allak bullak oldu Marksizm materyalizm sorgulandı. Dünyaya bakışımız sorgulandı. Vücudunuzu izah edin desek denilecek; “baş gövdeyi yönetir”. Böyle şey mümkün mü, toplumu baş yönetebilir mi? Sadece iktidar meşru görülsün diye bunu söylüyorlar. Her şeyi birbirine bağlamışlar. Sosyolojik toplum konuları var. Deniliyor ki, toplum kendini yönetsin. Önceden bu söylenir miydi? Siyaset biliminde, yönetim kafadır toplum bedendir diye bir teori vardır. Sonra hukuk buna göre düzenlenirdi. Kamu hukuku, idari hukuku diye. 9 Kamu hukuku denilen genel topluma ait olan şeylerdir ama devletin belirlediği şeylerdir. Bütün hukuk sistemi devletin elindedir. Toplum kendi hukukunu yapamaz deniliyor. Bir iki tane doğruya ulaşmamız bizi kandırıyor olmasın. Şimdi bunlar felsefenin konuları olacak. Felsefenin tanımına geçelim. Felsefe deyince ne anlıyoruz? Din, mitoloji yorumlamalara dayanmayan insanlığı, evreni doğayı tanımlama çabasıdır, mitolojiden sonraki temel insanlık düşünce sistemidir. O zaman öncesi neler var? Animizm var, fetişizm var, totemizm, mitoloji var. Hangi dönemlere denk gelir. Dine giden ara dönem var. Sonra tek tanrılı din oturacak. Dincilik başlamış ama tek tanrılı dincilik oturmamış. Musa çıkacak ama diğer tek tanrılı dinler daha yok. Hıristiyanlık ve İslamiyet daha yok. Dönem olarak ne zaman? MÖ 500 ile sonra MS 500. Evet Önderlik buna felsefe çağı diyor. Felsefe, kısaca sorunlar karşısında tedbir alma ve çözmedir. Filozofi’nin anlamı; bilgi sevgisidir. Demek ki bilgiyle bir bağı var. Felsefenin önemli bir kolu olarak bilgi kolu gelişiyor. Bu bağlamda Felsefe, bilimdir, doğayı tanıma ve araştırmadır. Evrendeki her şey yorumlama biçimdir. Bakış açısıdır. İnsan bir olayı, olguyu değerlendiriyorken nasıl benimsiyorsa öyle yorumlar. Kişiden kişiye değişiyor. Genel olarak dini felsefenin dışında değerlendirmemek gerekiyor. Ama bilimsel değildir, dogmatiktir ama o da dünyayı yorumlama tarzıdır. Skolâstik bir süreç yaşandı bunu görmeden yaklaşabilir miyiz? Devam edelim; bireyin varlığını daha iyi tanıması ve sorgulaması. Felsefe bir anlamda insanın kendisini tanımasıdır. Bir yoğunlaşma biçimidir. İnsanın düşünerek yaşam tarzıdır. İnsan ile hayvanın birbirinden ayrılması sonrası ortaya çıkıyorsa, bu ayrışma düşünceden kaynaklandığı için felsefe düşünmeye dayalı gelişiyor. Yani kendini tanımlama çabasıdır. Toplumu da tanımlama çabasıdır. Toplum köledir dersen, ona göre yaşıyorsun. Bu anlamda yaşam biçimidir. Diyalektik bir biçimde gelişmiştir. İnsanlar niye kendini tanımlama ihtiyacı duydular. Özgürlük nedir? Nereye gitmiştir? Felsefe bir dönem gibi insanlık tarihine damgasını vurdu. Felsefe; Varlık sorularına cevap vermedir. Bazı gelişmeler tarih içinde kaybolmuştur bundan dolayı felsefeye bakıyoruz. Disiplinli ve planlı düşünmeye felsefe denir. Biz niye felsefe görüyoruz çünkü disiplinli planlı düşünmek istiyoruz. Kimi filozof felsefeyi şöyle tanımlamıştır; Sokrat, doğruyu doğurtma ebeliğine felsefe demiştir. Foucault, düşünme üzerine düşünme demiştir. Peki, niye insanlık tarihinde bir dönem olarak çıktı? Niye bilgi sevgisi gelişti? Niye insanlar biz kimiz diyorlar? Yazar diyor ki “günümüzde düşünmek eğer kendi üzerine eğilmeyecekse, felsefenin felsefe etkinliğinin ne anlamı olabilir? Hali hazırda o bilinen şeyi meşru kılmak yerine daha farklı düşünmenin nasıl ve nereye kadar mümkün olabileceğini anlama çabasına dayanmayacaksa neye dayanacaktır? Başkalarına dışarıdan hakikatlerin ne olduğunu, hakikatlerini nasıl bulacaklarını dikte etmeye çalıştığında saçmalamaya başlar. Yani herkes kendi hakikatini kendisi bulmalı, var olan bilgiyi tekrarlayacaksak, bu felsefe değildir. Düşünme becerisi olarak tanımladığını ama düşünme becerisinde yeni olanları bulma ve o 10 anlamda felsefe yeni düşünceler ve düşünce sistemleri geliştirmektir” diyor. Sürekli bir kendini tanımlama çabasıdır. Evreni, doğayı, toplumu anlama çabasıdır felsefe. 11 Felsefe özgürlük arayışını getiriyor mu getirmiyor mu? Biz bazen bütün bir ömrümüzü yanlış yönlendiren bilgilerin denetiminde geçiriyoruz. Bazılarımız on, on beş yıl sonra diyoruz ki, bak bu yanlışmış. Öyle olduğunu düşünürseniz ne kadar köle olan, yanlış olan bilgilerle kendimizi yaşattığımız ortaya çıkmıyor mu? Biz diyoruz ki, felsefe özgür düşüncedir. Sürekli bir sorgulamadır. Zaten kendisi özgür olan kendi tanımını özgür koyan toplumu da özgür tanımlayabilir diyoruz. Evreni de anlayabilir. Eğer tersi olursa da, tersinden yorumlar tabii. Yani kendini yanlış yorumlamışsa, yanlış tanımışsa, toplumu da yanlış tanıyabilir. O nedenle geçmiş bilgileri tekrar etmek değil yenisini üretmek daha önemlidir diyoruz. Biz de onun için biraz tartışıyoruz değil mi? Yetmeyen şeyler ortaya çıktı şimdi. Yetecek şeyleri arıyoruz. İşte felsefe demek ki bir özgürlük arayışı, sürekli bir özgürlük tanımıdır. Günlük olarak yetinebileceğimiz, alıp da sarılacağımız kalıplar değildir. Tanımlardan hareketle diyoruz ki insanın kendini aramasıdır. Kendinden başlayarak doğayı, evreni yorumlayabilme tarzıdır. Bir yaşam biçimidir. Temelinde bir özgürlük arayışıdır. Biraz kavşağına gitmek gerekir. Felsefe aynı zamanda bir kavşak olayıdır, yani uygarlık tarihinde. Yeniden bir düşünce biçimidir. Bu yönünü biraz geliştirirsek, aynı zamanda insanoğlunun ilk defa tanrıdan bağımsız düşünebilmesidir. Demek ki kendi adına düşünme elinden alınmıştır. İşte burası önemlidir. Kim almış peki? Biraz tarihe indiğinizde, örneğin Mezopotamya uygarlığını tanımlarken diyoruz ki, uygarlığa beşiklik etmiştir. İlk dinler, bunun yaratımları, bunun insanlarda yarattığı ilişkiler, bir sürü icat, bunların hepsi bir dindi aslında. Ama hepsi bilme tarzı olarak tanrıyla ifade ediliyor. Mutlaka bir yer ile ifade ediliyor. Bu düşünceler de insana ait değildi. Ama ne zaman bu bilgiler batıya taşırıldı, bu aynı zamanda düşüncenin, hatta felsefenin teolojiden kopmasıdır. Bundan sonra insan biraz özgürleşebildi. Doğa ve evren içerisinde kendine bir yer edinebildi. Bundan sonra zaten ikinci bir kavşak gündeme gelecek; bilimlerin felsefeden ayrılması gibi. Aslında mitoloji ve din o dönem için -sonradan başka şeyler de eklendi- insanın kendi adına düşünmesini elinden almıştır. “Sen böyle yaratıldın, sen busun, böyle yaşaman doğrudur, bu geçmişte de böyleydi, gelecekte de böyle olacak” demiş ve bu şekilde düşünmesini elinden almıştır. Aslında bir anlamda özgürlüğünü de elinden almıştır. Kendini tanımlamayan özgür de olamaz. Felsefe çağı ayrı, felsefe çıkışı ayrı demektir. Söylendiği gibi bir dönem sonra bilim çağı da gelecek. Bu ne demek? Biri diğerini bitirmeyecek ama biri hâkim olacak. Animizmin hâkim olduğu dönemde felsefi düşünce, düşünce biçimi bile değildir. Ama felsefe ya da düşüncenin olmadığı söylenemez. O zaman acaba felsefe toplumsallaşmanın başına kadar götürülebilir mi? Herhalde götürülür. Hatta hayvanların düşüncesi var mı yok mu? Hatta belki de sezgisel aşamadadır diyorsun. Bir de ruhları var. Onu yadsıyamayız, doğanın da bir ruhu, bir de evrenin ruhu var. Acaba onların felsefesi nasıl olacak. Evren de kendini tanımlamış değil mi? Sen evrene bir şey yaptığın zaman tepki gösteriyor değil mi? Bakın ozon tabakası da delindi. Demek ki ruhu var. Zaten evrenin bir hareket kanunu var. Bizim de dâhil olduğumuz, bazen karıştığımız, 12 bazen karışamadığımız bir hareket kanunu vardır. O zaman şu anlama gelir ki, acaba felsefeyi neden bilimle anıyoruz, doğayla ansak daha iyi değil mi? Yani felsefeyi yönlendiren kalıplaşmış veriler midir yoksa doğadaki ruh mudur? Doğadaki yaşayan bütün kültür ve evrenin diyalektiğine mi daha yakındır? Şimdi, en önemlisi, felsefenin bir bakış açısı olduğu bir tanım olarak anlaşılıyor. Neye bakış açısı, insana, doğaya, topluma, evrene bir bakış açısıdır. Sonra buna göre bir konum alma, kendini yerleştirme, arayışa girme gelişiyor. Kendini tanımlıyorsan ona göre bir konum alıyorsun. Toplumu anlama çabası her yönüyle tarihiyle, geleceğiyle, sonra yaşadığın evreni öğrenme çabasıyla zaten insan kendini bir yerlere yerleştirdiğinde ilk göreceği şeylerden biri doğa, ikincisi de evrendir. O zaman ben nasıl bir zemine dayanıyorum, bu zemin benim var oluş sürecimi nasıl etkilemiş ben bu zemini nasıl etkiliyorum? İşte bu gibi arayışlara giriyor ve anlamaya çalışıyor. Hala çok yaygın olarak bu konuda tartışmalar var. Kuantum bile bu konuda bazı şeyleri söyledi, bazı şeyleri söyleyemiyor. Yani nasıl bir evrenden geldik? İşte biz bu evrene ne veriyoruz? İlişki biçimimiz nasıldır? Doğayla bağımız nedir? Bu konular halen çok yaygın tartışılıyor. Şimdi burada sakıncalı şöyle bir yaklaşım var; bakış açısının insanın dışında oluştuğu, bir gözlük gibi dışarıdan alınıp topluma, insana, evrene bakılabileceği, felsefenin bu olduğu şeklinde yaygın bir tanımlama vardır. Yani şöyle materyalizmi öğrenirsen, onu alıp bir gözlük gibi takarsın bakarsın, bu da yeni bir dogmatizm dışında bir şey getirmiyor. İnsanın bakış açısı kendisindedir. Çünkü bilgi kendisindedir, tanımlama kendisindedir. Ve günlük olarak yaşıyorsun, organizma olarak sen bir canlısın. Hareket ediyorsun, bilgi alıyorsun, bilgi veriyorsun, etkiliyorsun, etkileniyorsun. Sonuçta bir hareketin var. Doğaya katılıyorsun, evrene katılıyorsun, onlardan alıyorsun. Bütün bunların içerisinde sende bir bakış açısı oluşuyor. Bu anlamda insanın ne söylediği değil, nasıl yaşadığı felsefesidir. Mesela ben idealistim, ben materyalistim, işte bilmem ben neyim demek onun felsefesi değildir. O nedenle bakış açısı bu tarzda tanımladığımız bakış açısıdır. Felsefe dışarıdan alınıp edinilen, ona göre de insana, topluma, doğaya, evrene bir bakış açısı geliştirilen bir yöntem değildir. Böyle tanımlanırsa dar kalır. Doğru, bir bakış açısıdır, ama dışarıdan edinilen bir bakış açısı değildir. İnsanın bir canlı olarak yaşarken, hareket ederken, etkilerken, etkilenirken, bilgiyi kendi içinde üretirken, bu sonuçlardan hareketle doğayı da, evreni de tanımlama çabasıdır. Daha sonra doğadan, evrenden öğrendikçe de kendisini, tanımını artırma özgürleştirme, eşitleştirme çabası olarak da devam eder. Bizzat insanla işleyen bir bakış açısıdır. Bu anlamda herkesin bir felsefesi vardır. Doğru bulmayabilirsiniz, özgürlükçü yanları az olabilir. Ama bizzat hareket kabiliyetinden kaynaklanan bilgi üretmesinden kaynaklanan düşünmesinden kaynaklanan bir sistemsel işleyişi vardır. O nedenle dışımızdaki bir bakış açısı değildir. Genel olarak ikinci tanım, felsefe yaşam biçimidir. Yani bizzat yaşamım felsefemdir. Onun için kendini bil deniyor ya. Kendini bildiğin kadar zaten yaşıyorsun, üretiyorsun. O senin artık bir duruş biçimin oluyor. O şekliyle doğaya katılıyorsun, özgürlükte arıyorsun. Katılımını da öyle belirliyorsun. O bir bakış açısı oluyor kısacası. Sen diyorsun ki “ben şu anda şöyle yaşıyorum, şekiller var”, ona göre de tarihe bakıyorsun. Geleceği arıyorsun, hemen bir potansiyel açığa çıkıyor. İşte bu felsefedir, bir duruş biçimidir. Felsefe, anlaşılması gereken düşünce metotlarından biridir. İnsan hayvandan farkını anlamaya başladığı anda felsefe başlar. Orada bir tanım yapılıyor, denir ki ben doğadan ayrılıyorum. Nasıl ayrılıyorum? Akılcılıkla ayrılıyorum. Ama bu doğadan ayrılış üstünlük anlamında değildir. Tür olarak kendini tanımlama başlıyor. Bitkiden, hayvandan 13 ayrıştığını fark ediyor. İnsan tür tanımlaması başlıyor. Kendine tanım koyuyor, işte bu felsefenin başlangıcıdır. O nedenle düşünceyle madde birbirinden ayrılmadığı için tür olarak başlangıç insan türünün başlangıç evresiyle düşünsel yapısı birlikte başlar. Beden evrimsel bir süreç yaşarken, düşünce de evrimsel bir süreç yaşar. Farklılıklar ortaya konulur. Bu anlamda felsefe toplumsallaşmanın başlangıcıyla başlar. Toplumun kendisini tanımlamasıdır. Doğal felsefe diyebileceğimiz, doğal toplum yaşamını yönlendiren kapsamlı bir düşünce sistematiği vardır. Hatta insanlığın bir tür olarak ayrışırken, kendisine doğru bir tanım yapmaması bile çok büyük zarar verirdi. Orada felsefe yanlış olsaydı, işte “ben doğadan koptum, ben doğadan üstünüm” denseydi insanlık buraya gelemezdi. Çünkü diğer türlerle hala çok içli dışlı yaşadığı bir dönemdir. Bunu o dönemin insanı iyi biliyor. Bunu en iyi bilen kadındır, çünkü doğadan ilk kopan kadındır. Yanlış bir kopma değil ama tür kopuşudur. Bedensel, düşünsel yapısının diğer türlerden ayrıştığını ilk fark eden kadındır. Kadın kendi bedenine erkekten daha yakındır. Ondan dolayı toplumsallaşma kadın üzerinden başlar. İşte orada bir felsefe var. Bugünkü gibi olsaydı insanlık buraya gelmezdi. Hatta ömrünün yüzde doksan sekizi dediğimiz o bölümü özgür yaşayamazdı. Varsayalım o dönemde felsefe yanlış kuruldu, kadın erkek kavga etti. Daha yeni başlamış, zaten toplum dediğin kadın, erkek, bir çocuktur. Kadın erkek birbirine girmiş olsaydı, çocuk üzerinde iktidar kavgası olsaydı, insanlık bugünlere gelemezdi. Ya sınıflar kavgası olsaydı, yine buraya gelmezdi. Klan içinde bütün malı birkaç kişi eline almış olsaydı, bugüne gelinemezdi. 4000 yıldır sınıflı yaşıyoruz, insanlık bitmek üzere. En fazla 50- 60 yıl daha böyle gider. Yaşanan bunalımlar doğal sorunlar ortadadır. Yaşanacak bir insanlık kalmamıştır mevcut durumda ki böyle devam ederse biter. Demek ki o dönemin çok köklü bir felsefik duruşu, bilinci var. Ama bu dönemin aşılıp hiyerarşinin oluştuğu daha sistemleştirilmiş düşüncenin devreye girdiği başta animizm, fetişizm, totemizm sonra mitoloji ve bu düşüncelerden ayrılıp iktidar sınıflarının erkeğin eline geçtiği bir dönem gelir. Biz buna genel anlamda hiyerarşinin başladığı, sonra sınıflaşmanın ve devletin geliştiği dönem diyoruz. Orada artık tanım kalmamıştır. Doğal toplum kalmamıştır. Toplumun üstünde olan yönetim anlayışı meşrulaşmıştır. Özgürlükler büyük oranda arttık kalmamıştır. İnsanlar kafasını kaldırdıklarında buna engel olan kimdir? Şimdi bize hayal gibi geliyor. O dönemin anıları daha canlı. Bir zamanlar birlikte yaşıyorduk, eşit yaşıyorduk. Kadın erkek ilişkisi hiç böyle değildi. Ne oldu peki? İşte bu daha sorgulanıyor, bunun adı felsefedir. Ben kimimdir, bu felsefedir. Orada yani insanlık tarihine doğal düşünüş olarak girmiş, kendini tanımlamayla başlamış, evrende kendisini doğru tanımlamış, doğadan kopmadan bir toplumsallaşmayla başlamış olan bütün felsefi yaklaşımların aşıldığı bir dönemde tekrardan bir arayış olarak müdahale etmek ister. Bu döneme de felsefe çağı diyeceğiz ki, bu dönemde etkin olmak ister. Bu insanlığın toplumsallaşmasıyla başlayan felsefi tarihsel seyirde dönüm noktası olarak da dile gelir. Felsefe her dönemde vardı. Bu dönem de sıradan bir dönemdir, öyle değildir. Bin yıl insanlığı felsefe yöneltmiştir. Şimdi politika her şeydir, o zaman ise felsefeymiş. Hâkim bir düşünce biçimi haline gelmiştir. Bu nedenle o döneme gereken önemle değiniyoruz. İnsanlığın düşünce tarihinde mitolojiden sonra gelen bir dönem olarak tanımlıyor Önderlik. Mitoloji ve din kalıplarına takılmadan dogmatizmi aşarak tekrardan kendisini 14 yapması olarak tanımlanır. Diyor ki, kul tanımını kabul etmeyip kendi tanımını başkalarına bırakmadan kendi yapmadır. Mitolojiden sonra özgür düşünce sistemi olarak felsefe önemli bir yerdedir. Tarih olarak MÖ 500 MS 500’dür. Felsefe vardır, önce de vardır, sonra da vardır. Bilimden çıkarmaya çalıştılar, ama tutmadı. Fransız düşünür iyi söylemiş; düşünce üstüne düşünmedir. İnsanlık kendi üzerine düşünmediği andan itibaren sizin yerinize başkası düşünüyordur ki, buna da kölecilik denir. Herkes için geçerlidir. Düşünmüyorsanız, sizin yerinize başkası düşünüyordur. Yani başkaları senden daha iyi düşünülebilir, fakat sen düşünceyi bırakamazsın. Şimdi düşünmenin üzerine düşünme olacaksa felsefe bırakılmazdır. 15 Felsefenin başlangıcı batı değildir. Kavram olarak Yunanlılar isim takmış olabilir. Birçok şeyi sentezlediği gibi, düşünceyi de sentezlemişlerdir. Ama başlangıç Yunanlılar değildir. Allahın’a eleştiri yapan ilk peygamber Zerdüşt’tür. Diyor ki, “sen böyle yapmazsan, ben sana inanmıyorum sen tanrıysan bunu yapmalısın”, bu da kötü bir şey değildir. Yavaş yavaş gelişen hiyerarşiyle oluşan aslında devletçiliğin başı olacak inanışları sorgulamaya başlıyorlar. Zerdüşt de o dönemde yaşıyor zaten. Bunun olduğu, özgürlüğün olduğu, insanın kendi tanımını kendi yaptığı dönem aşılıyor. Tek tanrılı dincilik tanım yapmaya gidiyor. Zerdüşt’ün çabası kendi tanımını kendi yapma çabasıdır. Bundan dolayı doğal felsefeden sonraki önemli bir durağı Zerdüşt’tür. O nedenle felsefenin aslında bir çağ gibi başlarken bile toplumsallaşmaya, birey özgürleşmesine daha yakın bir başlangıcı vardır. Başlarken, özgür birey arayışının bir sonucu olarak başlıyor. Özgürlüğün tekrar tanımlanmasının bir isyanı olarak başlıyor. Bu tarzda Doğu’dan kaynağını almasında, tek tanrılı dinciliğin Doğu kaynaklı oluşmasının büyük etkisi vardır. Toplumsallaşma da Doğu kaynaklı başlıyor ama bunların aşılması da Doğu kaynaklıdır. Felsefenin Doğu kaynaklı başlaması şaşırtıcı bir şey değildir. Hem de aşılması gerekenler baskıcı bir şekilde Doğu’da oluşuyor. Yunanlılardan önce Mısırlılarda, Sümerlerde bütün topluluklarda bu arayış vardır. Hala da vardır. Daha sonra Kürtlerde Alevilik ve Yezidiliğin korunmasında bu felsefi bakış açısının etkisi vardır. İnsan iradesini başkasına teslim etmek istemiyor. Hatta bizde neolitik özellikler olarak kalmasının da sebebi odur. Bu Doğu’da daha fazladır, daha uzundur. Burada Önderliğin tanımı; “felsefe, dogmatizmin aşılmasıdır” tespiti vardır. Zaten bundan sonra bilimsel sürece bir ön basamak şeklinde olacaktır. Zaten tek tanrıcılıkla birlikte ilerleyecek ve yavaş-yavaş bilime geçilecektir. Fakat felsefeyi tekrar dogmalara kavuşturmamak gerekir. Bilimlerle tanımlanması bu anlamda biraz sakıncalıdır. Bilimden biraz uzak durur, yani onu biraz aşar. Hatta felsefe yanlış olan ne varsa sorgular. En özgürlükçü düşünce biçimidir. Bilginin insandan uzaklaştırılmasının sorgulanması olarak söylüyorlar. Bilgi üretiminin toplumdan alınıp devlete verilmesine, onun üstünde tanrılara verilmesine tekrardan toplumsal bir müdahaledir. Bu nedenle ben kimim sorusu anlamlıdır. Sonra biz nereden geldik? Bu sorular gelecek olarak bizi nereye götürür? Yani felsefenin bir diğer tanımı da, onun varlık sorunlarını tartışır olmasıdır. Etik anlayışı ve oluşum süreçlerini tartışır. Düşünce süreçlerinin ilişkisini tartışır. Düşüncenin yol yöntemlerini tartışır. Buna bağlı olarak duygu düşünceyi tartışır. Bütün kimlikleri tartışır. Ben kimim sorusunu temel olarak özgürlük için sorar. Binlerce özgürlük tanımı bulabilirsiniz. Özgürlük nedir gerçekten? Sürekli bir özgürlük arayışıdır. Kendini tanımlamadır. Senin kendini tanımlama sorunların olacaktır. Duygunu nereye koyuyorsun? Sendeki iktidar bitirilmiş mi? Düşünce sistemleri tartışmaları yapılıyor bunlarda büyütmüyorsa, bitirir. Bunlar eşitlik içeriyor mu? Özgürlük içeriyor mu? Bazen arkadaşlar kendileri inanmadığı şeyleri arkadaşlara dayatıyor. Önderlik duygu, vicdan, zihniyet deyince sınıfta kaldık. Yani duygu zayıflığımız var. Kadın insan ömründe duygusal üretim yaptığı için toplumu kurdu. Duygu küçümsenmez, yanlış konumlandırıldığı zaman da sorunlar çıkıyor. Düşünceyi duyguya hâkim kılma da yetmiyor. Duygusal arkadaşlara zayıf arkadaş olarak bakılıyor. “Güç biriktirmek” iyidir deniliyor, o 16 zaman demek ki, toplumsallaşmada zayıflıklar vardır. Kendimizi konumlandırmak için felsefeyi yeniden pratikleştirmek için bunları tanımlamamıza ihtiyaç vardır. Animizm nedir? Fetişizm nedir? Totemizm nedir? Mitoloji nedir? Genel olarak düşünce nasıl oluştu? Felsefenin buna katkısı nedir? Animizm de bir felsefedir, hatta bilim de bir felsefedir. Bilgiler yığınına bilim denir. Bu da felsefedir, buna karşı da çıkabilirsin. Bunlardan dolayı genel insanlık tarihine göz atmakta fayda vardır. Düşüncenin oluşumu üzerine tartışabiliriz. Animist düşünce kimse de yok mudur? Kalmalıdır. Bu döneme insanlık için çocukluk aşaması diyorlar. Şimdi çocuk gibi düşünmek ne kadar iyidir? Animist çocuklar gibi düşünür. Her şeyi kendisi gibi görür. Mesela “bu ay niye gökyüzünde duruyor?” diye çocuklar soruyor. Bunları sorarsan, sonrası da gelişir. Biz büyükler hiç soru sormuyoruz. Önderlik animist düşünüyor, tarihe bakışı da bu temeldedir. Felsefeye de, maddeye de bu temelde yaklaşıyor. Önderlik kendi bulduğu bir şeyi beğenmez, bakın en sonunda komünalizmi diyor, belki yarın onu da beğenmez. Önderlikte canlıcı düşünce vardır. Aşırı soyutlama erkekliğe ne kadar katkı sunmuş, bayan arkadaşlar günlük yaşamı daha fazla takip eder, daha derin yaşarlar. Erkek daha çok hesaplıdır. Bir kadın için yetki az anlam kazanabilir, ama bir erkek için böyle değildir. Düşünce sistemleri iç içe geçmiş ve kullanılır. Bu sayılan düşünceler kullanılır ama mutlaklaştırmadan bu olmalı. Önderlik bize bunu öğretti. Bunu yaygın olarak kullandı. Önderlik, “bende düşünce kalıpları katman katmandır” diyor. Bir dinciden daha iyi tanrıyı anlatıyor. Kaba devrimciler gibi diyebilir, “din uyuşturuyor” diye ama bunu yapmıyor. Aynı bir dinci gibi o mitolojiyi kullanıp sanki o dönemde yaşamış gibi anlatıyor. O kadar yıldır etkisi olmuştur ve bunu bir anda yadsımaz. Bizde bir Önderlik çocuktur, diğerleri hepimiz çok büyüğüyüz. Önderlik her zaman söyler “ben bir çocuk gibi arkadaşlarıma ve etrafıma güvenirim. Ben iyi yapıyorsam onların da yapabileceğini düşünürüm” der. Önderliği yönlendiren animist düşüncedir. Önderliği doğaya yönlendiren ondaki animist damardır. “Ben canlıysam doğada her şey canlıdır” demektedir. Onun için Önderlik vurduğu kuşlardan özür diledi. Felsefi bir bakış açısı vardır. Önderlik şöyle dedi “ben insan türünün mutlak hâkimiyetini kabul edemem”. “Ben özgür olmak istiyorsam, bu onunda hakkıdır” diyor. İşte bu felsefi bir bakış açısıdır. Animizm canlıcılıktır. Kendini ve yaşam özelliklerini her şeyde görme kendini herkes ve her şeyde gören bir düşünce biçimidir. Henüz soyutlamanın olmadığı, insanlığın doğayı da kendisi gibi gördüğü ve öyle tanımladığı, düşünce kalıplarını böyle oluşturduğu döneme deniliyor. Hala düşünce yapımızda etkileri vardır. Somut, ağır, duygusal bakış açısına dayalı, önemli oranda merakı içeren, dış dünyaya açılımı içeren, düşünceyi içeren düşüncenin temelinde animist düşünce vardır. Mesela çok yaygın kullanılır, ‘Dağ üstüme üstüme geliyor.’ derler oysaki bu olamaz. Ama dağı canlı düşünürsen ve canlı yorumlarsan üzerine gelir. Fetişizm ise daha çok sembollere dayalı düşünce biçimidir. Animizmden totemizme geçişte bir dönemin bir düşünce yapısını oluşturur. İnsanların soyutlama yoluyla düşünmeye yavaş-yavaş başladığı, semboller yoluyla düşünme biçimlerini izah ettiği bir dönemdir. Mesela PKK bayrağı, bunu gösterince hiç konuşmanıza gerek yoktur. Toplum arkasında yürümeye başlar. Aynı şekilde fetişizmden olumsuz etkilenmeler de vardır. Sapkın hale gelmiş fetişlerde vardır. Mesela faşizm de kullanmıştır. Bazı bayraklarını sembollerini her şeyin yerine geçirmişlerdir. Fetişizm halen insanlığın düşünce biçiminde vardır, yaşanıyor. İnsanların kendilerini toplumu, evreni izah etme biçimi olarak devamlılığını sürdürüyor. 17 Totem için Önderlik şunu söylüyor. “Klan bilincinin sembolü totemdir.” Belki de tarihte ilk soyut kavramlaştırma düzenidir. Totem dini olarak değerlendirilen bu düzen, ilk kutsallığı ve tabu sistemini de oluşturmaktadır. Klan totemi simgesel değerde kutsamaktadır. Totemle bir soyutlama başlıyor. Ve bir toplumu neyin simgelediğini düşünüyorlar. Mesela buğday ifade edebilir ya da ay veya güneş ifade edebilir. Bu soyutlama ile tüm toplumsallaşma gücü bir kavrama indirgenmekte ve bağlanmaktadır. Böylece bu kavramlar kendini ifade etme, algılama, tanıma biçimine dönüşmüştür. Fakat bu totemin başındaki soyutlama klanda daha hiyerarşi oluşmadığı için tehlike yaratacak konumda değildir. Sonradan çok sert bir kutsama gelişecektir. Bununla artık bir totem tüm klanı yönetmeye başlayacaktır. Totem klan ilişkisi başta daha eşitlikçidir, özgürlükçüdür, hatta bu anlamıyla toplumu hareket ettiren bir özellik taşıyor. Yaşamın sürdürülmesinde bir rol üstleniyor. Şu anda Kürtleri toplumsallaştıran bir nevi totem nedir? Abdullah Öcalan’dır. Önderliktir. Bu kutsamanın Kürtlere bir zararı yoktur. Niye Öcalan’dır? Topluma ne verecekse veriyor. Özgürlük, eşitlik veriyor. Ve Kürt toplumunu onun gibi düşünerek hareket etmek istiyor. Önderlik devletsiz toplumun iyi bir totemidir. Bu bir kutsama değildir. Çünkü Önderlik yaşamı üretiyor, düşünce üretiyor, toplumun organizasyonunu sağlıyor. Önderlik Kürtlerin soyutlaşmış biçimidir. Kürt toplumunu düşünmek istiyorsanız, bu Önderliktir. Önderliğin ele alınışı Kürt toplumunun ele alınışıdır. Mitoloji de yaygın olarak kullandığımız bir düşünce biçimidir. Mitoloji söylence demektir. Söylenceye dayalı düşünce biçimidir. Hiyerarşinin oluştuğu bir döneme denk gelir. Totemizm artık aşılmıştır. Soyutlama artık oturmuştur. Erkek hâkimdir. Doğa ile toplum çelişkisi iktidarcı toplum tarafından kazanılmıştır. Sınıflaşma kente doğru oturmuştur. Devlet kendi insanını tamamlamıştır. Bunun sisteminin izah edilmesi gerekir. Mitolojinin oturduğu dönem böylesi bir dönemdir. Ve mitoloji ile artık yöneticilik erkeklik, dincilik kutsallaştırılır. Söylencelerin ana kaynağı budur. Her mitolojide “doğanın vahşi olduğu, insanın ona hâkim olması gerektiği, kadının eksik bir yaratık olduğu, erkeğin tam üretildiği, ondan dolayı kadını da dâhil yönetmesi gerektiği, toplumun karmaşa yaşadığı, toplumun yönetilme ihtiyacı duyduğu, akıllı yöneticilerin doğuştan gelerek toplumu yönetmesi gerektiğini” söyler. Bir kısmında da özgürlük arayışı ve iktidarla dalga geçme görülür. Bunlar biraz da derin mitolojilerdir. Önderliğin dediği gibi en genel haliyle yeryüzündeki hiyerarşinin oturması için gökyüzündeki düzenin yeryüzüne indirgenerek uygulanmasıdır. Mitolojik söylemle bu sistemin meşruiyeti hakkında insanlar ikna ettirilmeye çalışılır. Hiçbir erkek, kadını anlamadığı oranda Önderlik felsefesine giremez. Ama animist tarzda kadını anlamayı düşünmezsen, cinsiyet özgürlükçü olamıyorsun. Orda yoldaşlık zayıf olur. 18 Soyutlama ile somutlama birbirini tamamlarsa, sakıncalı değildir. Aynı duygusal zekâ ve analitik zekânın birbirini tamamlaması gibidir. Ama somutun sürekli devre dışı bırakılıp, soyutlamanın çok öne çıkarılması soyutlama ile başlayan değerlerin öne çıkarılmasını getiriyor. Mesela erkeklik, sınıfsallık, doğadan kopuş. O nedenle insanlığın ilk düşünce biçimleri insanlığın tarihinden atılmamalıdır. Felsefenin de en büyük katkısı bunları atmayıp insanlık için tekrardan kullanılıp değerlendirilmesinin önünü açmasıdır. Düşünce-duygu, bilgi-varlık arasındaki derin mesafenin kapatılmasına yol açmasıdır. Bu nedenle animist düşünce söylendiği gibi küçümsenecek bir düşünce değildir. Mesela bir insan karşısındakinin canlı olduğunu düşünmezse, onu anlayamaz. Animist düşüncesi az olan insanlarda insan sevgisi ve yoldaşlık zayıf olur. Hiçbir erkek, kadını anlamadığı oranda Önderlik felsefesine giremez. Ama animist tarzda kadını anlamayı düşünmezsen, cinsiyet özgürlükçü olamıyorsun. Mesela şu anda doğanın insanı özgürleştiriciliği düşüncesi kesinlikle kalkmıştır. Ekoloji düşüncesi unutulmuştur. 2500 yıl geçmesi nedeniyle insanlık doğanın verdiği özgürleştirici değerleri unutmuştur. Ve doğaya artık ihtiyaç duymayacak şekilde bir toplumsal üretim yapmıştır. Ondan dolayı şimdi çevrebilim küçümseniyor. Fakat şu şekilde ele alınsa ‘Acaba ben özgürleşirken diğer canlılardan ne aldım?’ dense, insan animist düşüncenin önemini anlar. Bizde bu zayıf kalan bir yandır. Doğanın içinde kalmamıza rağmen, onun verdiği nimetleri henüz tam olarak anlayamıyor ve kavrayamıyoruz. Yine aynı şekilde totemizm çok önemlidir. Sen toplumun kimlik tanımını neyle yapıyorsun? Mesela yaşanan bir dar boğaz vardı, ezilen sınıfların kimlik tanımını sınıfçı iktidar anlayışına göre yaptılar. Totem neydi? Proletarya diktatörlüğü, şimdi Kürtlere de zorla şunu söylüyorlar. Kürt toplumunun kökeni devlet olacaktır. Nedir bu? Kürtler özgür olmak istiyorsa, devlet olmalıdır. Devleti olmayan toplum özgür değildir diyorlar. Bu totem yanlış bir totemdir. Devletin toplumumuzu tanımlamayı bir kavram olarak görmesi yanlış bir düşünce kalıbı getiriyor. İnsanlığın bütün düşünce evrimi iç içe geçerek işliyor. En doğrusu tüm bu sistemi eşitliğe, özgürlüğe ve demokrasiye götürecek şekilde uygulamasını oturtmaktır. Mitolojik düşünce döneminin sonunda da felsefe devreye giriyor. İlkin bir tanımını yapalım. Paradigmadan, teoriden, ideolojiden farklarını ortaya koyalım. Önderlik teori için teolojiden geldiğini söylüyor. Teolojinin de tanrısal bilgi olduğunu söylüyor. Tanrı bilgisi ne demek? Her şey hakkında bilgisi olan demektir. Teori de kökenini buradan aldığı için en genel bilgilenmelere teori deniliyor. Yaşam oluşumu hakkındaki en genel bilgilere teori deniliyor. Önderlik, “paradigma evrensel bakış açısıdır” diyor. Teorinin evrene, insana, topluma biraz daha indirgenmiş bakış açısı düzeyinde ele alınan bölümüne paradigma deniliyor. Mesela teori içerisinde birden fazla paradigma çıkarabilirsiniz. Önderlik ‘Teorinin biraz daha özelleşmiş biçimidir.’ diyor. İdeoloji için Önderlik, “iradeleşmiş düşünce bütünlüğü” diyor. Bu daha özel bir tanımdır. Programsal bir hale getirilebilecek, stratejisi çıkarılabilecek, taktik uygulamalara kavuşturulabilecek disipline düşünce sistematiğine ideoloji deniliyor. O halde felsefe bunların hiçbiri değildir. Bazen hepsi ile ilgilidir, fakat tanım olarak farklıdır. Felsefe hepsinden farklı olarak özgür düşünce sistematiğidir. Farkı rahat bir düşünce yapısı olmasındadır. Günlük bir yorumlama gücüdür. Aynı zamanda sürekli bir 19 yorumlama gücüdür. Mesela felsefede, ilk anda söylediğim, düşündüğüm doğrudur, sorgulaması olmaz. Felsefe dün söylediğini bile yorumlayabilir. İdeoloji gibi hemen disipline kavuşturulma derdi yoktur. Bazen teoriye yakınlaşır, ama konu alanları farklı olabilir. Mesela varlık sorunları üzerine daha çok yoğunlaşır. Teori bu konuda çok daha genel kalabilir. Felsefenin teori içerisinden gelip, kendisine seçtiği konular vardır. Mesela maddenin hareketi üzerinde uzun-uzun durur. Teori ise dünyada hangi konu varsa, onun hakkında görüş oluşturma biçimidir. Kategori olarak değil, fakat yakınlık olması için felsefe, paradigma ve teori arasında oturtulabilir. Paradigma kadar hedefli değildir. Teori kadar da geniş değildir. Felsefe bir yorum gücüdür. Bu kavramlar iç içe geçmiştir ama karıştırmamak gerekir. Bir ideoloji oluşturmak için, kesinlikle felsefe tanımlamaları yapmak gerekir. Ama ideoloji ile hareket ettiğiniz kadar, felsefe ile hareket etmeyebilirsiniz. İdeoloji daha uzun sürelidir. Ama bu felsefe için geçerli olmayabilir. Her paradigmanın da dayandığı bir felsefi temel vardır. Ve kendisi için felsefeden faydalanarak uygun olanı alırlar, uygun zemine dayanırlar. Genel felsefeye geçebiliriz. Daha önceden daha rahat tartışıyorduk. Felsefe nedir diyorduk ve çeşitli tanımlar geliştiriyorduk. Daha sonra onu ikiye ayırıyorduk. İdealist ve materyalist diyorduk. Sonradan da bir tarafı tutuyorduk. Bu bizim için materyalist felsefe idi. Sonra bunun idealist felsefeye üstünlüğünü kanıtlayıp tarihinden bahsediyorduk. Bu tarz tabii daha rahattı. Şimdi ise Önderlik bu tanımı aştı. Bu sefer daha farklı ele alacağız. Felsefenin Yunanlılardan başladığı yanlıştır. Öncelikle bu yanlışın düzeltilmesi gerekir. Felsefi çağda Yunanlıların önemli bir rol oynadığı doğrudur. Ama felsefe Yunanlılarda başlamamıştır. Böyle yapılmasının altında Batı’nın kendi değerlerini yükseltmesi vardır. Bundan dolayı idealizm ve materyalizmden önce doğal toplum felsefesinin açılması gerekir. Bunun için doğaya yönelmek gerekiyor. Zerdüştilik, İbrahimlilik, Ezidilik üzerinde biraz daha durulabilir. İnsanlığın ilk tanımlamasının hepsi Doğu’da yapılmıştır. Toplum ilk Doğu’da oluşmuştur. İlk inanış sistemleri Doğu’da gelişmiştir. İlk düşünce sistemlerinin başlangıcı da Doğu klanlaşmalarına dayanır. Tekrar felsefenin tanımı üzerinde durabiliriz. Felsefenin üç tanımı üzerinden, yani üç konu alanı üzerinden ayrışması yaşanır. Aynı zamanda bu üç konu felsefenin de tanımı sayılabilir. Birincisi varlık sorunları üzerinde tartışılır. Madde mi önce oluşmuştur, düşünce mi önce oluşmuştur? Hangisi önce gelir? Ya da başka şekliyle de söylenebilir. Varlığımız mı düşünceleri yoksa düşünceler mi varlığımızı oluşturur? Özü biz kimiz sorusuna kadar da gider. İkinci tartışma konusu beden ruh ayrımıdır. Ruhsal bir yapılanma mı bedensel bir yapılanmayı belirler ya da karşıtı mı? Ya da bizi hareket ettiren ruh var mıdır yok mudur? Üçüncü tartışma konusu bilgi üzerinedir. Bilgi nereden gelir? Bilginin kaynağı nedir? Bu soruların arayışı üzerinden felsefenin geliştiği söylenir. Şimdi felsefe üzerindeki resmi anlatımı biraz geliştirelim. Önce ilkin Yunan felsefesinden başlayalım. Thales ilk felsefeci sayılır. Thales ve sonraki beş felsefeci doğal felsefeci olarak geçer. Ve onlar bu sorulara farklı cevaplar verirler. Varlığın kökenini doğada aramışlardır. İnsanlığın halen doğa ile kopma sürecini tam yaşamamasından dolayı doğa ile anlatım ağırlıktadır. İnsanın doğadan geldiği bağı halen kopmamıştır. Yani izah biçimleri doğasaldır. Felsefe tarihinde bu aşama çok ağırlıklı ele alınmaz. Hatta bir çeşit, ilkel felsefe olarak değerlendirilir. Sonraki dönem felsefede yavaş-yavaş ayrışmanın başladığı dönemdir. Yani felsefenin temel konuları üzerinden farklı görüşler dile getirilir. İkiye 20 ayrışma cevaplara göre yaşanır. İdealist ve materyalist felsefe. Platon idealist felsefenin, Demokritos ve Heraklitos da diyalektik materyalist felsefenin başlangıcını atıyor. İdealizm Latince kökenlidir. ‘İdea’ düşünce demektir. İdealizm ise düşünceye dayalı bakış açısı demektir. Madde düşünce tartışmasında idealizm düşünceyi tutar. Düşüncenin varlık koşullarını belirlediğini söyler. Ruhu bedene üstün tutar. Yaşam varlığının kaynağı kutsal ruha kadar götürülür. Bilgi konusunda da kaynağın düşünce olduğunu ve ruha dayandığını söyler. Zaten en ideal bilgilerin kutsal ruhun bilgileri olduğunu söyler. Bu bazen tanrı, bazen kutsal devlet, bazen yönetici sınıf, bazen de erkek olur. Materyalizmin de kelime kökeni materyaldir. Madde demektir. Materyalizm ise maddeye dayalı düşünce biçimi ve sistemidir. Materyalistler maddeyi tutarlar. Maddenin düşünceyi belirlediğini, maddenin esas olduğunu, düşüncenin maddenin bir yansıması olduğunu söylerler. Madde birincil ele alınır. Beden ruh ayrımında ya ruhu kabul etmezler ya da ruhun bedenin bir yansıması olduğunu söylerler. Bedeni tutarlar, yani bu öyle bir noktaya varır ki, manevi olarak birçok değeri yok ederler. Daha doğrusu manevi birçok şeyin kökenini maddesel harekete bağlarlar. Bu düşüncenin küçümsenmesine doğru gider. Hatta toplumu kategorize edip alt ve üst yapı diye tanımlarlar. Alt yapının ekonomiye dayalı tüm toplumun maddesel hareketi olduğu, üst yapının hukuk bilincinin, siyasetin, kültürün, yani düşünsel yapıların yansıması olduğunu dile getirirler. İdeolojiyi de öyle ele alırlar. Ve zorunlulukların farkına varmak şeklinde tanımlarlar. Çok yoğun maddesel hareketin hareket kanunlarını çıkardığını söylerler. Sınıfın birikmesinin ilerleme yarattığını söylerler. Teknik araçların artmasının sınıflaşma yarattığını söylerler. Bu artışın yönetim zorunluluğunu doğurduğunu söylerler. Yani yaygın olarak, madde hareketi ile her şeyi açıklama çabası gelişir. Bilginin kaynağı sorusuna maddenin hareketini işaret ederler. Bilgi maddenin hareketinin en iyi oluşmuş biçiminden gelir. Materyalistlere göre en iyi felsefeciler maddenin hareketini en iyi anlayanlardır. Bu düşünce ileri gittikçe madde okuması bilime dönüşür. Materyalizmin kendisinin bilim haline getirilmesi, son dönemde de artık yeni-yeni tartışılıyor. Bu öyle abartıldı ki ‘Maddenin hareketi’ bilimin içinde duygunun olmaması, normal görülmeye başlandı. Bu iki temel ekole ek olarak farklı görüşler de vardır. Düalist paradigma, buna dayalı felsefi bakış açısı, modernist paradigma ve felsefesi post-modernizm de vardır. İdealistler yöntem olarak metafiziği kullandılar. Materyalistler de diyalektiği kullandılar. Metafiziğin kelime anlamı da fizik ötesidir. Maddenin hareketinin anlaşılması için düşüncesine bakmak gerektiği, hareket sebebinin bir kutsal ruh olduğu, bu ruhun dış bir yönlendirme ile her şeyi yönlendirdiği, bunun anlaşılmasına dayalı, bir düşünce metodu geliştirirler. Bu metoda topluca bu dünyanın maddesel varlığı küçümseniyor. Ve kabul edilmiyor. Kutsal ruh bir noktadan sonra da insan iradesini tanımaz. Diyalektik Latince ‘Di’ ‘İki’ kökenlidir. ‘Diyalog’ kökenlidir. İkiliklerin olması, bunların karşılıklı ilişki, çelişki, çatışma içinde olmasına dayanır. İlişki, çelişki, çatışma birbirine bağlılık çerçevesinde oluşum yöntemidir. Bu anlamda her şeyin ikili bir karakter taşıdığını ve bunu hareket ettirenin ilişki ve çelişki olduğunu söylerler. Bunun çatışma yarattığını ve bu çatışma söylemine ağırlık vererek bunun belirleyici olduğunu ifade ederler. Felsefedeki bu ayrım iki dönem şeklinde günümüze kadar gelir. En son olarak Marksistlerin materyalizmde dönüm noktası olduğu söylenebilir. İdealizmde de bilimsel verilerin gelişmesi ile bir düşüş olduğu gözlemlenir. Din, felsefedeki bu ayrımlardan çok iyi faydalanmıştır. Ve kendi politik yapılandırmasını da idealizme dayandırır. Daha sonra bilimsel verilerin gelişmesi ile aydınlanma, Bacon ile başlayan pozitif bilimler etkisini 21 azaltmıştır. Materyalist felsefe de daha çok Hegel’e dayanır. Hegel, Kant ve Descartes zirveleşmiş biçimidir. Dönemin bilimsel verilerine dayanır. Materyalizmin üst aşamasını Marks ve Engels yapacaktır. Maddenin hareketini daha karmaşık anlatmaya başlarlar. Hegel hareketi maddenin çatışmasına dayandırır. Daha sonra tarih yorumunda da tarihin oluşumunu da çatışmaya indirger. Marksistler de ilk dönemlerinde ‘Yeni Hegelciler’ olarak adlandırılır. Marks bu tanımlamadan sıyrılacaktır. Ve Hegel’i aşan felsefi bir çıkış yapacaktır. Marksizm’in yaptığı şudur: maddeci diyalektik, buna diyalektik materyalizm diyoruz, materyalizmi ve diyalektiği birleştirmiştir. Marks’a göre sınıfların çatışması taktiksel çatışması değil, stratejik çatışması belirleyiciliği getirir. Marks madde ikilidir, bu ikili hareket çatışarak, çelişerek, bir zemine dayalı sürekli hareket ederek, bir mekâna oturarak oluşum şartlarını belirler. Düşüncenin de esas olarak bu çatışmaya katıldığını getirir ve buna dayanarak hareket ettiğini dile getirir. Maddenin hareketinden çıkan veriler de topluma ve tarihe uyarlanarak çatışırlar. Bu da sınıfların çatışmasını, alt ve üst yapı ayrımını açıklamayı sağlar. Tarihe uyarlandıklarında tarihin sınıfların çatışması olduğunu, bu sınıfsal çatışmanın başlangıç olduğunu ve bu çatışmanın tarihi sürekli ilerlettiğini söylerler. Toplumsal sistemlerin zincirin bir halkası gibi geliştiğini söylerler. Sınıfsal çatışmanın antagonist, kaçınılmaz ve uzlaşmaz bir çatışma olduğunu söylerler. Maddedeki çatışmanın tarihte de olduğunu söylerler. 22 Felsefe tarihinden devam edelim. Doğal felsefeciler neden aşıldı? Neden fazla tartışılmadı? İnsanın varlık nedeni suda, havada, toprakta aranırken, neden farklı yerlerde aranmaya başlandı? Neden daha sonra madde ile düşünce bu kadar öne çıktı? Neden bir ayrışma ve çatışmaya tabi tutuldu? Materyalizmin de, idealizmin de aynı zamanda insanlığa çok büyük faydaları oldu. Neden 2000–2500 yıldır böyle bir bölünme sürdürülüyor? Bu bölünme topluma ne kazandırmış, ne getirmiş, ne götürmüştür? Felsefenin böyle bölünmesi ve gelişmesine de Önderlik sınıflı felsefe demiştir. Nasıl bir sınıflaşmadır bu? Ya da sınıflaşmanın neyine dayandığı için böyle söyleniyor? Doğal felsefecilerden uzaklaşması ile felsefede bu ayrımın ve sınıflaşmanın başladığı söylenir. Bu dönemde hiyerarşinin oluşmuş olduğu kent devletçiklerinin ortaya çıktığı, ataerkilliğin oluştuğu, doğadan kopuşun yaşandığı, iktidar toplumunun artık doğa üzerindeki hâkimiyetinin kesinleştiği bir dönemdir. Ve felsefe çağı böyle başlıyor. Doğal felsefeciler ile felsefe çağının ilk özgür çıkışları hızlı aşılıyor. Temelini aldığı Zerdüşt, İbrahim, diğer Ortadoğu inançları artık Batı’ya doğru giderken ortadan kalkarak, sınıflaşmaya tabi tutularak, ya sindirilerek, senteze kavuşturularak ya da dıştalayarak aşılıyor. Ondan dolayı sınıflı felsefe doğal inançları, düşünüşleri felsefeden dışlayarak özgürlükçü, arayışçı özünü azaltarak kendini konumlandırıyor. Zaten ondan sonra da bölünmeyi yaşıyor. O dönemde temel üç şeye değinilecektir; birincisi ataerkillik, ikincisi sınıfsal yapı, üçüncüsü inanç sisteminde tek tanrılı dinciliktir. İktidar toplumunu inanç sistemi olarak da ele alabiliriz. Acaba felsefede bu ayrışma bir taraf tutma mücadelesi olarak mı ele alınmıştır? Sınıflaşmaya denk gelen, ataerkil anaerkilliğe toplum doğa ilişkisine denk gelen bir ayrışma mı? Ya da felsefe mi bu ayrışmayı getirmiş? O dönemde üçlü bir kutsal evlilik yapılmıştır. Tek tanrılı dincilik üzerinden ağırlıkta iktidar toplumu ile doğa ayrıştırılmıştır. Doğal inanış bırakılmış, daha sonra da tek tanrılı dincilik biçiminde oluşmuştur. Toplum önce hiyerarşi, sonra da devlet ile sınıfsal yapısını tamamlamış, erkeğin kadına egemenliği netleşmiş ve bunlar paradigmasal yapıya kavuşturulmuştur. Özünü ataerkillikten almıştır ve kendisini iki üç noktada açıklamaktadır. Yaşam erkeğe dayanır. Üretim erkekten gelir. Yaratılış olarak erkek üstündür. Kadın için ise aynı üç dört noktada tersi söylenir. Yaşamın kadından gelmediği, aksine kadının yaşamın ek uzantısı olduğu, erkeğin kaburga kemiğinden geldiği söylenir. Kadının duygusal bir varlık olarak doğduğu, ondan kararsız olduğu söylenir. Bundan dolayı da erkeğin kadını yönetimi zorunluluk olarak söylenir. Ataerkilliğin temel savları bunlardır. Ataerkilliğin bu anlamıyla bir tersine çevirme olduğu söylenir. İlk tür olarak kendi farkına varan kadındır. Bilimsel olarak böyledir. Önderlik ‘Kadının bedensel yapısındaki canlılık hiçbir zaman erkeğin anlayamayacağı kadar doğa ile içli dışlıdır.’ diyor. Bundan dolayı da toplumsallaşma kadın, anaya dayanır. Demek ki yaşamın kaynağı kadındır. Ataerkillikte bunun tersine çevrilmesi yaşanır. Kadın bedeninin yasaklanması, cinselliğinin yasaklanması, sıkı kontrol altında tutulması, hatta kadının yaşamdan o kadar uzaklaştırılmasının sebebi, yaşamın kadından geldiğinin unutturulması 23 içindir. Dinde kadının ikinci elden muhatap olduğu bunun için söylenir. Yaşanan, yaşam kaynağının felsefi olarak tersine çevrilmesidir. Diğeri de sınıfsal yapıdır. Toplumların toplumsallaşmasının asla kadından başlamadığı, akıllı ayrışmış yetenekli toplumun kesimlerinin toplumu yönlendirmesi ile oluştuğu (bu kesim genellikle yönetim sınıfıdır, yani erkektir) dile getirilir. Bunun kaynağı ise toplumların yönetimsiz olamayacağıdır. Bunun uç uzantısı iktidarsız ve devletsiz olunamayacağıdır. Çok basit bir örnek verelim, yaygın olarak gürültünün olduğu yer karışık, anarşik ortamdır. Ve şu söz sorulur, toplumun yönetimsiz, yöneticisiz kaldığı bir zaman var mıdır? Tarihi böyle gösterirler ve yoktur derler. Sınıfsal yapı oluşturulduktan sonra meşru görülür ve bir iş bölümü başlar. Diğer bir şey de tek tanrılı din inanışı ve bunun giderek iktidarla buluşmasıdır. En önemlisi de doğadan kopuş kaynağı tek tanrılı dinciliktir. Felsefe bile buna müdahale etmek istemiş ve teslim olmuştur. Sınıflı felsefenin gelişmesinin sebebi de budur. Yani eskisi gibi, doğal toplumdaki gibi insanları geliştiren şeylere inanılsaydı, yöneticilere ve tek tanrılı dinlere ihtiyaç olur muydu? Cezalandıran, yasaklayan, bir faydası olmayan tanrıya inanılır mıydı? Acaba bizim doğadan koparılmamız sınıflaşmanın, ataerkilliğin meşrulaştırılması için olmasın? Eğer doğadan kopmasaydı, insan üzerinde iktidarcı, tek tanrıcı din geliştirilebilir miydi? Çünkü yaşamla bağını koparmamış bir insan, doğa ile bağını koparmamış bir insan, binlerce yıl sürecek mutlak dogmaları kabul eder miydi? Tabii ki etmezdi, yaşamı sorgulayacaktı. Bunun olmaması için bağı koparmışlardır. İktidarın oluşması için tek tanrılı dincilik üzerinden bir sistem oluşturulmuş ve ayrışma başlamıştır. Tanrı vardır, ruhban sınıf vardır, toplum vardır, bunların netleşmiş biçimi de iktidarlaşmış toplumdur. Zayıflık ve eksiklikler paylaşılmıştır. Böyle bir sistematiği oturtmuşlardır. Hiyerarşi aşılmış, devletçilik başlamıştır. Ortakçı bir katılımla cinsiyet özgürlüğüne dayalı değil, toplumsal cinsiyetçiliğe ve hâkimiyete dayalı bir toplumsal sistem kamufle edilmiş. Kadının oluşturduğu, onun bir uzantısı olduğu, ondan özgürlük alan bir toplumsal sistem tersine çevrilmiştir. Sonuçta ataerkillik doğadan kopmuş, iktidarı oturtmuştur. Bunlar oluşarak doğal felsefeyi alt üst edişle sınırlı kalmamışlar, bu aşamadan sonra iç içeklik gelişmiş, ataerkillik sınıfsallığı, iktidar toplumunu, tek tanrılı dinciliği beslemiştir. Sınıfsallık ataerkilliği, tek tanrılı dincilik ataerkilliği beslemiştir. O aşamadan sonra müthiş bir iç içelik geçmiş. Hatta kavram ortaklaştırmalı birbirine güç vermeler yapılmıştır. Allahın hiç kadın olduğunu düşünen oldu mu? Zaten Allah erkektir. Baskı ve yaklaşımlarıyla anlaşılır. Yönetici sınıfların kadın olduğu aklınıza gelir mi? Tarihte yönetici sınıflar erkektir. İktidar toplumu denilince akla erkek gelir. Doğanın bağrına girmek boyun eğdirmek iktidar demektir. Beden özdeş görülmüştür. Hepsi için düşünce olarak tanrı görülmüş, yani düşünce oraya verilmiştir. Duygu olarak kadın, beden alt sınıf görülmüştür. Duygu bütünüyle kadına verilmiştir. Kadın da beden olarak görülür, doğa da, ezilen sınıflar da böyledir. Hep bu şekilde görülmüştür. Ezilen sınıfları baş olarak düşünmezsiniz. Erkekler kadının düşüncesinin olmadığını düşünür. Tesadüf değildir. Peygamberin bedeni, yapısı gösterilmez. Tanrıya kutsal düşünce ile ruh düşmektedir. Tanrının üflemesi bile yeterlidir diye anlatılır. Bütün kutsallıkların tanrının ruhundan alındığı söylenmiştir. Bunlar tesadüf müdür peki? O nedenle Önderlik paradigmayı üçayaklı ele alıp bunları iç içe geçiriyor. Bakın siz tek kadın cinsinin mücadelesi için savaşın, sadece bunu sınırlı görün, bir yerlerde takılıyorsunuz. Örnek olarak ataerkillikle mi uğraşıyorsunuz, gidiyorsunuz devlete çatıyorsunuz. Bakıyorsunuz ki, devlet de erkektir. Onunla da 24 mücadele etmek zorunda kalıyorsunuz. Devlet yetmemiş, bir de tanrı da erkektir. Toplumun doğadan koparılmış ideolojik şekillenmeleriyle uğraşıyorsunuz. Ataerkil kanunu değiştirirseniz, devlet bile karşı çıkar. Şimdi evliliğe bile devlet şahit oluyor. Öyle gözüktüğü gibi değildir. Ataerkillikle oynamaman için tedbir alınmıştır. Oynaman demek, devleti zayıflatmak demektir. Hemen izin vermezler. Evlenmeden çocuk yapma en büyük suç ilan edilmiştir. Varsayalım ki sınıf mücadelecisisiniz, bir sınıfın ezilmesini yanlış buluyorsunuz. İktidar olmasını istiyorsunuz. Başka sınıfın yerine geçirtmek istiyorsunuz. Ataerkillikle, hiyerarşiyle uğraşmıyorsunuz. Bunlarla uğraşmıyorsunuz ama yetmiyor. Bir sınıfı yıkmaya çalışın, ilk karşılaşacağınız ataerkilliktir. Hatta bir sınıf ataerkillikle evlidir. Egemen sınıflar ataerkildir. Geriletemezsiniz. Mücadelelerine kadını az alan devrimler hiçbir zaman başarılı olamamıştır. Hatta kadını alsalar dahi erkek egemenliğinde geçen başarılı olmamıştır. Aslında ataerkillikle uğraştığını fark etmeyen bütün devrimler, bir süre sonra yıkılmıştır. Doğadan kopmuş iktidar inanışlarının hepsi duruyor, kuşatıyor ve gelip sizi teslim alıyor. Hangi kavramla uğraşırsanız, diğeri karşınıza çıkıyor. Ama siz dogmatizmle uğraştığınızda altından ne çıkar? Şu anda dünyanın en büyük dogmaları erkeklik, sınıfsallık ve doğadan kopuş üzerinedir. Tesadüf müdür? Diyorsunuz ki, ben özgür inanışçı olacağım. Önderlik buna demokratik sosyalist bilinç dedi. Haydi, yapın beyninizde bile ilk karşınıza erkeklik çıkar. İktidar toplumu çıkar, yöneticilik çıkar. Aşırı sorgulamaya gidenler, bu noktalardan korkar bile. Oturmuş cinsiyet kalıpları kırıldığı zaman kaldıramaz. Bu düşünceleri geliştirirken karşınızda ilk ataerkilliği bulursunuz. O nedenle Önderlik paradigmasında üçayak birlikte ele alınıyor. Tek-tek denedik, çok uğraştık ama böyle olmadı. Emekçilik gelişti, iyidir. Az daha o sınıfı iktidara taşıyacaktık. Bunun denemelerini yaptılar, gördük çözemedi. Kadın özgürlüğüyle biraz uğraştık, aile ile uğraştık, sonra Önderlik buna toplumsal cinsiyetçilik dedi. Ama bu başta böyle değildi. Kadın özgürlüğünün iktidara bulaştırılmadan yürütülmesini beceremedik. Bütün bunlar birlikte ele alınırsa, yapılabilir olduğunu gördük. Kadının sınıf devrimine katılması, kadını özgürleştirmiyor. Bunun çok çatışmalarını yaşadık. Partinin kadını partinindir, kadın özgürlüğü dediğimiz, sınıf özgürlüğünden geçer diye denemeler yaptık. Şimdi Önderlik toplumsal cinsiyet diyor. Bizim liberal sınıfın fenimizmden farkımız bununla gelişti. Bakın biz kadın özgürlüğünü iktidar toplumsallaşmasından ayırmadan yapamadık. Aynen diğer konularda olduğu gibi, ben sadece bu alanla uğraşacağım. Bunlar hiyerarşinin oluşması döneminde iç içe geçmiş toplumsal yapı olarak birbirine güç verirler. Devlet tanımında ne kadar tanrının olduğunu, ataerkilliğin olduğunu Önderlik söyledi. İlk ezilen sınıfın kadın olduğunu söyledi. Doğadan kopuş ile tanrıça kültürünün bağlantısını Önderlik söyledi. Ondan dolayı da paradigmasını üçayaklı bir temelde oluşturdu. Tek-tek karşı çıkanlar var, ama Önderlik hepsini birleştirdi. Önderlik tarzındaki bir devrimcilik ataerkilliğe karşıdır, sınıflaşmaya karşıdır, doğadan kopuş ve iktidarlaşmaya karşıdır. Bunları iç içe ele almazsanız, bir tanesinde yaptığınız mücadele yetmiyor ve paradigma da bu değildir. Demokrasiden anladım, kadın özgürlükçüsüyüm, o alanda kendimi geliştirdim anlayışı bir noktadan sonra sizi boğuyor. Kadın özgürlüğü, doğadan kopuş beni ilgilendirmiyor, bir sınıfı tutuyorum ve mümkünse bu ezilen sınıfı da iktidara taşıyacağım anlayışı olursa, hadi yapın. Ki bu yapıldı da zaten. Sonuç sınıflaşmanın tekrarı olmuştur. Rusya bu konuda muazzam bir derstir. Hızla tek tanrılı dinciliğe döndüler. Müthiş bir erime yaşandı. Devrim bir toplumun iktidarlaşması değildir. Kadın tarihini ya da demokrasiyi tartışmıyoruz. Felsefesini tartışıyoruz. Zaten doğal felsefenin anlaşılması için nasıl bir ters yüz yapıldığının iyi anlaşılması gerekir. Buraları anlatınca propaganda gibi anlaşılıyor ama öyle değildir. Bunlar yaşanmış, olmuş şeylerdir. Bizde yaygındır. Bu noktalar hayal gibi gelmektedir. Böyle bir kavramlaştırma dönemi olmuştur. Bu iç içe geçmişliğe Fatmagül Berktay, üçlü kutsal evlilik diyor. Buna biz 25 Önderlik tanımlamalarıyla hiyerarşinin başladığı, devletçiliğin oturduğu dönem de diyebiliriz. Bunları kavramlaştırmanın da aynı olduğu, zaten bu alanlar üzerinde araştırmaları olanlar var. Fatmagül Berktay’ın var, diğerlerinin var. Dünya sistemlerini araştıranlar var. Önderlik bunları sentezlediği için biz şimdi daha rahat yorumluyoruz. Kavramlaştırmalarda bir üst bir de alt zincir vardır. Ataerkillikte üstün olan erkek, alt zincir olan kadındır. Peki, sınıf çatışmalarında alt olan ezilendir, üst ise egemendir. Zincirler birleştirildiğinde tanrı, erkek, yönetici sınıflar alt kısım da ise kadın, doğa, ezilen tüm toplumlardır. Sömürgecilikte egemen sınıf erkekle, ezilenler de kadınla özdeştir. Bunlar kol koladır. Bunları ayrıştırıp mücadele yapamıyorsunuz. Onun için biz feministiz, devrimci sosyalistiz ve toplumsal ekolojistiz vs, hepsi var. Önderlikte bunlar tesadüf değildir. Zaten bunu yapmazsanız, karşınıza çıkar. Önderlik kendi deneyimlerinden gördü. Sınıfsal bölünmelerin iktidara dayandığı bir dönemde, felsefe acaba kimi tutmuş, niye tutmuş? İşte buraya gelmek için bunları anlattık. 26 Felsefe ilk dönemlerinden sonra doğal felsefecilerin hızla aşılıp artık felsefenin yönetim sistemlerinin üstünde yoğun tartışmaların olduğu dönem bölünmeye gider. Bu dönemde taraf tutar. Onu meşru kılmaya dönüşür. Madde niye kadındır, peki beden de kadındır. Doğa ve ezilen sınıflar bedendir, tanrı karşısında bütün toplum bedendir. Peki, düşünce önce Allah’tadır. Bunun tezahürü toplumdadır. Sonra düşünce kimdedir? Yönetici sınıflardır, hatta düşünen toplum sakıncalı görülür. Sonra erkektedir. Kadının düşündüğü bile var sayılmaz. Doğanın hiç düşünmediği, hatta bir süre sonra cansız olduğu söylenir duruma gelmiştir. Ruh Allah’tır, yönetici sınıftır, erkektir. Doğa ruhlu olarak bile düşünülmez. Diğeri de tam tersidir. Niye duygu ile düşünce çatışıyor. Acaba tesadüf mü oluyor. Duygu kadında kalmış, toplumda kalmış. Hiç kimse Allahın duygusal olduğunu düşünür mü? Bunları hiç düşünmeyiz. Ezen sınıfların da merhameti yoktur, bu da nettir. Erkeğin duygusal olması, erkeklikten uzaklaşma olarak görülür. Bu nokta kadına yakınlaşma olarak görülür. Erkeklik duygusal olamaz. Böyle olursa kadına, doğaya yaklaşır. Onun için duygusal olamaz, zaten değildir de. Niye o zaman felsefeyi bölmüşler. Ters yüz etmeyi doğal felsefenin sınıflı felsefeye dönüşmesi için doğal felsefeyi ortadan kaldırmak için mi geliştirmişler acaba. Sınıfsal yapıyı meşrulaştırmak için felsefe gelişmiştir. O dönemden sonra veya gelişen felsefe acaba bu söylediğimiz çok güçlü sistemler tarafından denetime mi alınmıştır? Ataerkillik, sınıflı toplum tarafından felsefe bir bölünmeye tabi tutulmuş, kendi iç sistemini meşrulaştırmaya tabi tutulmuştur. Hangi kavramı tartışıyorsanız erkeklik kadınlık çıkıyor önünüze. Doğa toplum çelişkisi çıkıyor. Duyguyu tartışıyoruz demek ki duygu felsefi bir yorumla iktidarın eline verilmiştir. Duygu kötümsenmiş, küçümsenmiştir. Düşünce duygudan kopartılarak rasyonelleştirilmiştir. Ve en önemlisi çatıştırılmıştır. Şu anda herkes çatışma içindedir. Acaba düşünce mi önce gelir, beden mi önce gelir. Sınıfların çatışması gerekiyor. Düşünceyi ezen sınıfa, duyguyu da ezilen sınıfa benzetirsen, çatıştırırsan, bu algılayış sınıf çatışmasını besliyor. Peki, insanın ruhu ile bedeni tartışsın, öyle bir şey olabilir mi? Ruh bedene indirgenirse, Allah kavramına gerek var mı? Çatışma olmazsa, Allaha gerek yok demektir. Yani doğadan ruhu alıp Allaha verip diğerini çatıştırmak gerekir. Felsefe kavramları ile izah edilmiştir. Sen burada taraf tutuyorsun, bu da bir süre sonra fark edilmeyecektir. Önemli olan bu çatışmaya girmiş olmandır. Zaten doğacaksın, bu bekleniyor. Doğduktan sonra çatışmaya başlamak önemlidir. Taraflaşmak, bunların yansıması olarak felsefe bunları yorumlamıştır. Hangi kavramı tartışırsanız ataerkillikle karşılaşıyorsunuz. Bu noktadan sonra bu tartışmalarda yer tutmak insanın varlık sorunlarını çözüyor mu? Bilimsel gelişmeler sonucunda bu tartışmalar daha da önemli olmaktadır. Bunların verileri üzerinden kuantumda kullanılarak bunlar kabul edilmiyor. Bu yaşamda idealist yanların olmadığı anlamında söylenmiyor ya da materyalizmden ve idealizmden alınacaklar vardır. Bunları yadsımak anlamında da söylemiyoruz. Bu bölünmenin, sınıfsal bölünmenin gelişmesi gibi reddedilmesi gerektiği, felsefedeki bölünmenin reddedilmesi gerektiği tartışılıyor. 27 Düalist paradigmaya bir değinme yapıp geçelim. Sınıfsal yapının dayandığı değerler dizisi bu paradigmadır. Düalizm doğal olarak işliyor, bu sakıncalı da değildir. Çokluklar da var, bunlar sakıncalı değildir. Bu tarzda işleyen diyalektik sakıncalı değildir. Düalist değerler dizisi bunların çatışması paradigmasıdır. Sınıf çatışmasının kaynağını düalist paradigmadan aldığını söylüyorlar. Kadın erkek ayrı yaratılmıştır, çatışmalıdır bu çatışmadan özgürlük çıkacaktır. Düalist paradigmayı bu temelde ele alıyorlar. Düalist paradigmanın çatıştırmadığı şey yoktur. Sınıf çatışmasını besleyen çatışma düalist çatışmadır. Önce içinizde çatışma vardır. İstemlerinizle yapmanız gerekenler çatışır. Çok yoğun bir çatışma halinde yaşarız. Bu doğada da mümkün olan en üst seviyede çatıştırılır. Doğa, toplum ayrıştırılır ve çatıştırılır. Her şeyin arasına bu kadar fark koymak mümkün müdür? Orada bir bütünlük olmalıdır. Bu normal görülüyorsa, bu mu yanlıştır? Yoksa bizim düşünüp söylediğimizin bir olması mı doğrudur? Yani istemlerimizle bedensel varlığımızın birbirinden ayrılmaz olarak bir bütünlük olarak yaşamasıdır. Önderliğin dediği gibi “bir toz parçasında bile düşünce var”sa, klasik düşünce değil, “sezgisellik var”sa, dışarıdan müdahale edemediğimiz bir hareket kabiliyeti varsa, hareket halinde bir durum yaratıyorsa, bu anlamda onun bir düşüncesi varsa. Dikkat edelim, hiç çelişkileri olmaz demiyoruz, mutlak sınırlarla ayrışmamışsa. Önderliğin dediği gibi “her erkekte bir oranda kadın varsa”, bunlar karşıt mutlak bir tür olarak yaratılmamışsa, toplumsal cinsiyetçiliğin hiç olmadığı dönemler varsa. Ne olacak o zaman düalist değerler dizisi? Mutlak olarak doğuştan kaynaklanan ve öyle sürmesi gereken akıllı yöneten sınıflar ve akıldan uzak kalabalıklar vardır ve bunlar sürekli çatışmalıdır tezi yanlışsa? Bize söylenen ya doğa sana hükmetmeli ya da sen doğaya hükmetmelisin tezi yanlışsa? Bağırsaklarımız bitkisiyse, vücudumuzun önemli bir kısmı hayvansa, buna ek olarak evrimin doğal bir süreci yapılanmasında insan olarak gelişmişsek. O zaman niye diğer hayvanlara mutlak hâkimiyet kuralım? Bütün doğayı içimizde taşıyorsak o zaman biz doğayla mutlak karşıtlık için üretilmemişsek, bir çatışma pozisyonu yoktur yani. Bu verileri Önderlik savunmada işliyor. Felsefe insanlığa katkılar sunmuştur. Ama bu ayrılığı kabul edemeyiz. Sınıfsal bölünmeyi kabul etmemelidir. Böyle düşünce sistemlerini kabul edemeyiz. Bilim için de böyledir. Biz sınıflaşmayı meşrulaştıran felsefe bölümlerine de karşıyız. Biz şu anda ulaşılan verilerle maddenin düşünceden ayrıştırılamadığı noktasında bilgi sahibiyiz. Burada öncelik sonralığın varlık şartları açısından birinci olmadığını biliyoruz. Madde ile düşünce birbirinden ayrıştırılamaz. Hiç kimse düşüncesini bedensel yapısından ayrıştıramaz. Tarihsel zemine toplumsal gerekçelere dayanır. O zaman öncelik verilemez. Bu birbiriyle iç içe geçmiş olarak süreçler işler. Bazen insan önce düşüncesini oluşturur sonra katılım gösterilir. Aynı şey beden ve ruh için de geçerlidir. Önderlik buna hareket kabiliyeti, coşku ve değişik kelimeler kullanmıştır. Hepimiz zorluk yaparız, dayatımlar da bulunuruz, buna da Apocu ruh deriz. Hareket kabiliyeti yaratan anlamda bir ruh vardır. Bedenden ayrılamaz. Ama öncelik diye bir şey yoktur. İnsanın düşünsel ve bedensel şeylerini ayrıştırmak doğru değildir. Önderlik bundan dolayı karşı çıkıyor. Diyor ki anlamak uygulamaktır. Yaptığın düşündüğündür, düşündüğün yaptığındır. Düalist paradigmayı kabul etmiyor. Birbirinden ayrıştırıp hareket ettiremezsin. Bilgi doğadan gelir, insan bütünselliğinden, demokratik toplumsal cinsiyetçiliği aşmadan gelir. Sadece erkekten, yönetici sınıftan gelmez. O ayrımı bilginin mutlak kanunu olarak görmek gerçekçi değildir. Kuantum bunu izah etmiştir. Şu anda en küçük parçacıklarla uğraşıyorlar. Hatta bazı yapıların saniyelik olarak en küçük maddelerin oluşum ve kaybolması oluyor. Maddesel yapıda bir düşünce olmazsa, kim karar veriyor? Dışarıdan bir yönlendiricilik yok. 28 Maddenin üretimi tartışılıyor. Maddedeki düşünsel kabiliyetin çeşitliliği tartışılıyor. Normal felsefeye göre madde organik ve inorganik olarak ikiye ayrılır. Şimdi Önderlik canlı-cansız ayrımına karşıdır. Düşünsel yapıdan ayrı bir şey çizmiyor. Toz zerreciği için söylüyor, bunların birlikte işlediği süreçler olarak söylüyor. Newton fiziğinde bunlar tartışılıp ortaya konulan şeylerdir. Önderlik felsefenin yorumunu yapıyor. İnanç sistemine değiniyor. Toplumları düşünsel inanç sistemleriyle ayrıştırmıyor. Marksizm’den de ayrıştırmıyor. Toplum ve düalist değerler dizisi çatışıyor demiyor. Maddenin yansıması olarak da düşünce oluşur diye bir küçümsemeye girmiyor. Bunları yaparken de idealizme kaymıyor. Yani kutsal ruhun yönlendirdiğini söylemiyor. Ama düşüncenin alt zemininde bir toplum, bir insanlık varken, nasıl oluşup etkili olabileceğinin etkilerini veriyor. Önderlik özellikle neye karşı, felsefedeki bu ayrıştırmanın toplum ile doğa arasındaki çelişkiyi desteklediğini fark etmiştir; ondan dolayı bunların ayrıştırmasına kesinlikle gitmiyor. Bir toplumu yönetmenin en iyi yolu onu bölmektir, idealistseniz yöneten sınıfı tutmuşsunuz, materyalistseniz ezilen sınıfı tutmuşsunuz fark etmez ki. Sınıflaşmada taraf tutmak sınıflaşmayı aştırmıyor. Sınıflaşmayı bir sınıfı iktidara taşıyarak aştırmak mümkün değildir. Bir toplumu yönetmek istiyoruz, sınıflara bölelim ve çatıştıralım bu da düalist paradigmayı besliyorsa, sürekli sonraki bütün sınıf çatışmaları düalist paradigmaya dayanıyorsa, burada sizin iktidarcı tarzda tutmanız değiştirmiyorsa, sistem rahatsız olmaz ki o zaten bunu yaratıyor. Bundan dolayı da hangi tarafı tuttuğun fark etmez. Onu iktidara taşırmak da sorunu ortadan kaldırmıyor. İktidarcılıklara karşı olmak gerekir. Doğa karşısındaki iktidar birikmesine, kadın karşısındaki erkek birikmesine karşı olmak gerekir. Ama bu düalist paradigmanın kendisini aşmadan özgürlükçülüğü oturtmayacağı ortaya çıktı. Bir sınıfın iktidara taşınmasıyla sınıf çözümünün ortadan kaldırılacağı yanlıştır. Felsefenin bölünmesinin dayandığı zemin vardır. Sınıf bölünmesinden önce cins bölünmesi vardır. Cins bölünmesinde felsefe niye taraf tutmuş? Bu bölünmelerde erkekliğe çok şey düşmüş kadına az düşmüştür. Bir insanı bölerek yönetmek daha iyi değil midir? İnsanı yönetmenin en iyi yolu olarak düşüncesi ile duygusu arasında ikilik yaratmak iyi midir? Duygu ve düşünce çatışması sınıflı felsefenin en çok zarar verdiği yerlerden biri budur. Duyguyu küçümsemiş, aklı yüceltmişler. Bunun sonucu hiçbir insanda şu anda duygu küçümsemesi yok değildir. Acaba ilk iktidar bu anlamda bizim içimizde kurulmuyor mu? İnsanın topyekûn olarak yarısını bastırması ya duygusunu düşüncesinin üzerinde ya da düşünceyi duygunun üzerinde iktidar kılması önce insanı sınıflaştırmaz mı? Herkes içinde duyguyu küçümsediğinde özgürlükçü olamayacağını anlamamalı mı? Bir duygusal doğaya ihtiyaç duymuyor muyuz? İçimizden duygu atılmış, ekolojik toplum hayal gibi geliyor. Bu önce insanın içinde yapılıyor. Hayvanı küçümsediğinde, bütün doğayı küçümsemek çok normaldir. İktidarcı bir toplumun doğayı yönetmesi normal gelir. Bundan dolayı insanlık bunalımdadır. Bunu aşan bir tek Önderliktir. Söylediğimizle yaptığımız birbirini tutmuyor. Dışlama var, sanki birbirimizle ortak yanlarımız yokmuş gibi hareket ediyoruz. Hep içimizde benimsetiliyor. Düalist paradigmayı kaldırın, bir arkadaşa deyin ki sende kadınlık var. Cinayet konusu olur. Önce cinsiyet iktidarı içimizde kurulmuşsa, yani sen mutlak olarak erkek ve üstün olduğunu kabul etmişsen, kadını da hep bir alt olarak ele almışsan, cinsiyet ayrımını iktidarlaştırmışsan, ondan sonra bunu toplumda kurmak çok kolaydır. Felsefe insanı bölmede taraflaşamaz. Sınıflı felsefenin en sakıncalı yanı odur. Niye duyguyu çok küçümsediler felsefenin çıkışında? Çünkü erkek öne geçti. Onun için duyguyu bu kadar dışladılar. Yaşam üretiminin özü budur. Nasıl olur da bunu küçümsersin? Yapıldığı zaman 29 en kuru duygulara götürmez mi? İnsan nasıl bölünüyor? Felsefe niye bu konuda bir şey dememiş? İnsanlığın bu klasik felsefeyle bitirilme noktasına getirildiği bir dönem yaşanıyor şu anda. Akılcılığın kendinden çıkmış hali yaşanıyor. Dünyayı yaşanamaz hale getirdiler. Toplumsal sistem ona göre kuruldu. Özgürlüğü kendinde bulamıyorsun. Duygu düşünce dahi kolay kurulamıyor. Hatta bunların iç içe geçen yanlarına hiç anlam veremiyoruz. Yaygın bir çatıştırma yapıyoruz. Doğal felsefeden ayrışan sınıflı felsefenin geliştiği yanlar oluyor. Bu ayrışma insanların bölünüp daha rahat yönetilmesi için eklemlenmek istenmiş. Felsefede bunu aşan arayışlar çeşitli zamanlarda olmuş. Marks’ı da böyle anlamak gerekir. Başkalarını da böyle anlamak gerekir. Bu aşılamamıştır. Önderlik ve bazı düşünürler bunu deniyorlar. Proletaryanın kalkması gerektiğini söylüyorlar. Yapılan çatışmaya karşılar. Toplumsal cinsiyetçiliği yanlış buluyorlar. Duygu ile düşüncenin ayrıştırılamayacağını söylüyorlar. Hatta Önderlik bu düşünce ve duyguları yoğunca kullanır. Önderlikte düşünme ve yapma vardır. Bizi dahi bu noktalarda çok eleştirirdi. Felsefedeki bu ayrımın aştırılması tartışmaları yapılıyor. Sınıfsal felsefenin anlaşılması gerekir. Bunun insanlığa hiçbir şey kazandırmadığını söylemiyoruz. İşte ekollerdir ne zamandır insanlığı etkilediler ama önemli verileri de var. Yeni felsefi yaklaşımlarla farklı tartışmalar da geliştirildi. 30 Bölünme yaratmamalı değil, iktidara hizmet eder temelde olmamalıdır. Toplumsal cinsiyetçi ayrıştırma bile yanlıştır. Kadın ve erkeğin birbirine iktidar kurmadan yaşadığı dönem var mıdır? Kadının etrafında toplumsallaşma başlayıp erkeğin buna dâhil olduğu, özgür cinsiyet iktidarlarının kurulmadığı dönem var. Bundan sonraki bölünmeyi yaratan iktidarcı sistemlerdir. Yani bunun ortadan kaldırılması için nasıl bir felsefe benimseyeceğiz. Yoksa mücadele etmeyeceğiz değil. Kadını erkeğe iktidarcı, hâkim kılın bu sorunu çözemezsiniz. Burada Önderliğin yaptığı gibi felsefeci ve doğal diyalektik olmak iktidar kuracak mücadeleyi vermek değildir. İktidara götüren taraf tutmanın bir tuzak olduğunu söylüyoruz. Önderlik Marksizm için dedi ki, “devletçi kapitalizmin son mezhebi”. Her zaman biliyor ki, ezenler ezilenler arasında çelişkiler oluyor. Bunları yaptık devletle benzeşen yanlarımız oldu. Kadının iktidara gelmesi kadının erkeğe benzemesi oldu. Düalizmi çatıştırmanın getireceği sonuçlar bunlardır. Doğal dualistik ayrıdır, farklılıklar olur peki bunları nasıl çözeceksiniz? Ezilenlerden yana olman bir güç yaratıyor ama onu iktidara taşıman klasik felsefede çatışma oluyor. Sınıf içinde materyalizm adı altında bir tarafı tutmanız yetmiyor. Bu şekilde devlete geliyorsunuz idealist oluyorsunuz. Yer değiştiriliyor ama devam ediyorsunuz. Niye kabul edelim ki? Bir sınıf iktidara geçerse, toplum yerine düşünür, bunları kendinde görüyor. Bunları reddetmek doğrudur. Bir sınıfın özgürlüğünü iktidara değil, daha fazla özgürlüğe ve demokrasiye yakınlaştırma olarak görüyor. Sınıfı özgür yapmak için iktidar yapmak şart değildir ki. Bunların denemeleri yapıldı ve tutmadı. Mutlak karşıtlık uçların birbirini beslemesi, birbirine nihayetinde benzeşmesi, birbirine dönüşmesidir. Sovyetler az mı sınıfçıydı, az mı karşıtlık yaptı? Yok. Çelişkinin doğasında başında ve sonunda benzeşme ve iç içelik vardır. Bu doğal diyalektik bir bağdır. Bunun demokratik çatışması olur. Fakat birbirini yok etme üzerinde gelişen çatışma, iktidarcılığı doğuruyor. Doğal karşıtlık veya uzlaşma vardır, doğanın kendisi bir çelişkiler yumağıdır, karşıtlık yoktur veya çelişki yoktur denilemez elbette. Kastedilen bu değil, arkadaşların aklına hemen şu geliyor; ezen sınıfa karşı değilsen uzlaşıyorsundur. İktidara karşı iktidarcı bir mantıkla çatışmak çözüm getirmez. Kadın erkeğe karşı mücadele yürütüyor, fakat bir noktadan sonra erkeğe benziyor. Benzeşmenin başladığı nokta, iktidarcılığın başladığı noktadır. Bunlar hepsi denendi. Bu tür çatışmalar doğru mudur? Sistem buna hazırdır, Marksizm’i bile eritti. Üretim araçlarına sahip olanların demokratikleştirilmesiyle tüm toplumun demokratikleştirileceği tartışılmıyor? Üretim araçlarının özgürlük ve eşitlik yaratması olur. Karı ortadan kaldırın bir üretim özgürlük aracı yaratır. Ondan sonra siz grup mülkiyeti de düzenleyin kamu mülkiyeti de düzenleyin ama en iyisi meclislerin denetiminde üretim araçları sistemidir. Şimdi Önderlik diyor ki, erkekte kadın, kadında erkek biraz. Kendisinin farkında olsun, ezilmeye dayalı iktidar sistemi ortadan kaldırılsın, iktidara da gerek yok. Çatışan iki cins ve bir tarafı tutma, bunu iktidara taşıma mı doğrudur yoksa Önderliğin bu söylediği mi doğrudur? İki cinsiyeti örgütlemek ama iktidarı ortadan kaldırmak önemlidir. Bütünsel yanlar, iki cins için de herkesin farkında olması, bunların birbiriyle demokratik eşitlikçi ilişkisi önemlidir. Bundan dolayı da kaba materyalizmi aşıyoruz. Önemli verilere ulaşıyoruz. Ama bunları aşıyoruz. Grup yönetimi de içinde olmalı. Biz meclisin olmasını savunuyoruz. Arkadaşlar özel ile kamu mülkiyetini tartışıyorlar. Materyalizmden kalan bir alışkanlıktır. Özel mülkiyet 31 birinin çalması, kamu mülkiyeti birilerinin çalmasıdır. Hangisi daha kötü derseniz kamu mülkiyeti daha kötüdür. Kamu mülkiyeti diye bir şey yoktur. Meclis mülkiyeti olamaz mı? Niye yönetimin elinde olsun? İş organizasyonu durumunda yönetim olsun, kararları toplum kendi alsın. O toplum batıyorsa da batsın. Ama öyle olunca batmaz. Kürdistan’da yıllardır bekliyorlar. Bir sağlık ocağı köyde yapılsın diye bekliyorlar. Hatta bunu PKK’den bekliyorlar. Beklesinler ama o toplum niye kendi yapmıyor? Önemli olan burada üretimin niteliğini değiştirmektir. Bir üretim ya kapitalist ya sınıfsal ya da özgürlükçü eşitlikçidir. Üretimin bir iktidara bağlanması değil, üretimin topluma bağlanması daha önemlidir. İktidara bağlanması üzerinden onun demokratik olduğu söylenemez. İnsanlık toplumsallaşmasını sınıf çelişkisi ile başlatmadı. Sınıf çelişkisi suni, geri, yanlış, ezici ve insana aykırı bir çelişkidir. Sınıfların iktidarını ortadan kaldırmak gerekiyor. Yaşamını eşitliğe, özgürlüğe ve kendi kendini yönetime bağlayacaksın. Artı ürünü tüm toplumun denetiminde bir organizasyona kavuşturacaksın. Ve gerçek anlamda bir tek demokratik ekolojik toplum paradigması sınıf çelişkisini ortadan kaldırır. O zaman ne olur? Karşıtlık mutlaklığı ortadan kalkar. Cinsiyetlerin eşit yaşayacağına inanmıyor musunuz? Peki ya sınıfların eşit yaşayacağına? Sınıfların iktidar biriktirmeden sadece iş bölümüne döneceğine? Buyurun işte pekâlâ yaşanabilir. Kimin kimden üstünlüğü var ki? Var mı mutlak karşıtlık? Çelişki var, doğal karşıtlıklar da vardır. Ama iktidar uygulama üzerine bu karşıtlıklar yaşanmıyor. Mutlak karşıtlık demek karşıtlığın iktidarlaşması demektir. En radikal mücadele şu değildir; biz kapitalistleri kabul etmeyelim, devleti de, ama iktidara oynayalım ve kazanalım. Gidip biz kapitalist olalım. Biz eski mantıkla gidip devlet kursaydık, PKK’nin kadrolarının çoğu devlet memuru olacaktı. Bir süre sonra halk bizden şikâyet edecekti. İşte örnek belediyelerimizdir. Bu mudur sert mücadele? Yoksa iktidar ilişkilerini çözmek için, adalet görmediğin için, eşitlik-özgürlük görmediğin için mücadele ederim. İşte buna demokratik sosyalizm diyorlar. İktidarı beslemeden var olan çelişkileri ortadan kaldırmak. Bunun dayandığı değerler dizisi ve felsefi bakış açısı farklıdır. Bu karşıtlıkların mutlaklaştırılmasının dışındadır. Siz mutlaklaştırdığınız zaman çözümü de bu mutlaklılığa göre düşünüyorsunuz. Ama karşıtlık vardır. Post modernistlerin bazıları bunları söylüyor. Diyorlar ki kimlik meseleleri şimdi yoktur. Herkes öznedir, önemli olan bireyselliktir diyorlar. Karşıtlıkları yadsıyorlar. Diyebilir misin şimdi kadın ezilmiyor, Kürt toplumu da ezilmiyor, ezilen sınıflar yoktur. İşte bir diğer uç da budur. Marksistlerin ve post modernistlerin çözümü arasında kalamayız. Biz demokratik sosyalistleriz. Bu anlamda Marksizm’den de çok alacağımız var, tarihsel diyalektik materyalizmden de. Ama felsefik bakış açımızı ve örgütsel modellerimizi değiştirdik. Biz diyoruz ki karşıtlık vardır, karşıtlık içinde mücadele edeceğiz. Taraf da tutacağız, ama bizim karşıtlığa çözümümüz farklıdır. Biz karşıtlığı ortadan kaldırılması için, cinsiyetlerin eşit-özgür yaşamasını savunduğumuz için bir cinsiyetin iktidarını savunmuyoruz. Bir sınıfın iktidarını da savunmuyoruz. Arkadaşlar önderliğin söylediklerini anlamak istiyorlar. Ama eski düşünce kalıplarında kalmayın. Örneğin devletçi sosyalizmi bırakmak, mücadeleyi bırakmak değildir. Mesela ben bir Sovyet pratiğinin bizde yaşanmasının olumlu olmayacağını düşünüyorum. Bu mücadelesizlik değildir. Çoğu bizim ve Önderlik için, iktidarı hedeflememesini reformizm olarak yorumluyor. Önderlik bütün sınıflı sistemi ortadan kaldıracak öneriler yapıyor. İktidarı hedeflemediği için pasif görünüyor. Hâlbuki Önderlik şunu fark etmiş, sınıflı sistemin devamı olan, çok mücadele ediyormuş gibi görünen, karşıtlığı kendi lehine çözüyormuş gibi görünen ama çözmeyen bir durumla karşı karşıyayız. Bu bir pusudur. 2000 yıldır düalist değerler dizisi gerçekleşmiştir. Ve ben Yunan felsefecilerine helal olsun diyorum. Daha halen içinden çıkamıyoruz. Ve artık ikna olmakta zorlanıyoruz. Karşıtlıkların aşılabileceğine yönelik, bizde çok ciddi tepki var. Demokratik sosyalist değerler dizisi karşıtlığa karşı mücadele etmek ve karşıtlığı aşmaktır. Marksistler bu mutlak karşıtlıkları neden çıkardılar? 32 Yıl 1800 ortaları, çok sıcak işçi çatışmaları var, Marks toplumu yorumluyor, diyor ki toplumda şu anda iki ana damar çatışması var. Bunlar işçi sınıfı ve patron sınıfıdır. Sebebine bakıyor, bir tarafın artı ürüne ve üretim araçlarına sahip olması. Marks için bu çok önemli bir buluştur. O dönem sınıfsal perspektif için önemli bir buluştur. Ve diyor ki toplum sınıflardan oluşuyor. Ve sınıf çatışması belirleyicidir. Çözüm için sınıf çatışmasında üretim araçlarını eline geçirdiğin zaman sorun çözülür, yani mutlak çatışma, antagonist çatışma diyor. Bir tarafın diğerine hâkim olması ve yüz yıl da bunun için geçti. Şimdi böyle bir yorum olduktan sonra, çelişki böyle görüldükten sonra, karşıtlık mutlak ele alındıktan sonra, zaten bunlar pusudur. Bu düalist paradigmanın pususudur. Tarihe de böyle bakıyor, doğayı da, bilimleri de böyle ele alıyor. Aslında bir tesadüf değildir. Bilimin gelişimi ve hücre bulunuyor. Marksizm’in önemli bilimsel verilerinden birisi hücreye dayanıyor. Hücreyi inceliyorlar, günlük olarak bazıları ölür, bazıları yaşar. Zaten ölüm ne demek? İnsan hücrelerinin canlılığını tamamen kaybetmesidir. Velhasıl, diyor orada da karşıtlık var. Sonra o dönemin ortaya çıkan biyolojik verilerine de bakmaya devam ediyorlar. Diyalektiği, yani düalizmi her yerde görüyorlar. Gerçekten de öyledir. Ama hep karşıtlık da var diyorlar. Mutlak bir karşıtlaşma var diyorlar. Tam bu dönemde teorinin gelişim sürecine, evrim teorisi denk geliyor. Müthiş bir buluştur. En kaba haliyle evrim teorisi nedir? İnsanlık türü sürekli ileriye doğru ilerliyor. Ve zayıf türlerde altta kalıyor. İşte klasik diyalektik budur. O dönem koşullarında eldeki verilerle yapılan bu değerlendirme doğrudur. Yani önce toplumu çözüyorlar, toplumda iki sınıf vardır ve bunlar çatışma halindedir. Bakın Önderlik gibi ele almıyorlar. Ve bu sınıflar neden oluştu, oluşmalı mıydı demiyorlar. Oluşması yanlıştı. Madem oluşmuşsa oluşumu ortadan kaldıracak bir yöntem bulmak gerekiyor. Böyle düşünüyorlar tabii. Ana çözümü işçi sınıfının iktidar yapılmasında buluyorlar. Önderlik ise tam tersini söylüyor. Sınıfların çatışmasını da görünce, bunun doğada da, hatta toplumun bütün tarihinde de böyle olduğunu düşünüyorlar. Ellerinde fazla bilimsel veri yok. En fazla gittikleri hiyerarşik toplumun başıdır. O dönem Morgan gidiyor ve Güney Afrika’da bazı kabileleri çözümlüyor. Ve bunlar da hiyerarşiye geçmiş kabilelerdir. Ulaştıkları sonuç şudur. Hiyerarşik dönemdeki kabilelerde de yöneticilik var. Demek ki sınıflaşma, yani sınıf çelişkisi bütün tarihte mevcuttur. Peki diyorlar nasıl aşılmış? Yani bir toplum nasıl ilerlemiş? Sürekli üretim araçlarına sahip olmayanlar üretim araçlarına sahip olmuş ve toplum-tarih ilerlemiş. Buna da ilerleme demişler. Şunu bile düşünmemişler: madem ilerlemedir, niye feodalizm kölecilikten daha ileri olmasına rağmen üretim araçlarının iktidarını kaldırmamış. Hani daha ileriydi? Çünkü çelişki mutlak karşıtlık olarak ele alınıyor. Mutlak karşıtlıkla gidilirse, bir tarafın diğer tarafa hâkim olması düşünüldü. Sosyalist iktidar da olundu. Ama eşit sınıfsız toplum kurulamadı. Biz de bunun çok mücadelesini verdik. Ama komünist toplumu kuramadık. Şimdi buradaki terslik nereden kaynaklanıyor? Bizde mi bunu tekrarlayalım? Yani düalist paradigmayı tekrar mı edelim? Önderlik işte buradaki farkı anladı. Şimdi Önderlik diyor ki, doğadaki çelişkiler, karşıtlıklar, bir aradalıklar çok daha çeşitlidir. İkili karakter çoğu yerde bir aradadır. Varlığı da belirler. Fakat bunun mutlak karşıtlaşması yoktur. Uç noktalardaki karşıtlıklar yaşamı, toplumu, tarihi belirlememiştir ve belirlemiyor diyor. O nedenle bunun ortadan kaldırılmasına yönelik, yani düalist paradigmanın kabul edilmemesine yönelik bir mücadele olmalıdır. Demokratik ekolojik toplum paradigmasını bir sınıf paradigması temelinde ele almayın. Bizim Türklerle iktidarcı tarzda yapacağımız hiçbir şey yoktur. Bizim ezilen sınıf olarak ezen sınıfla bir iktidar mücadelemiz yoktur. Bu demokratik ekolojik toplum paradigmasını sınıf paradigması çerçevesinde ele almayı beraberinde getirir. Onun için diyalektik materyalizm ile tarihsel materyalizmi aşamazsınız. Ve sürekli ileriye doğru giden bir çatışmalar bütünü dışında bir şey kalmaz. Hâlbuki öyle değildir ve hedefimiz hiçbir zaman bu çatışmaları ortadan kaldıracak bir mücadele olmaz. Şu olur; bu çatışmaları ortadan kaldıracak bir mücadele anlayışıyla çatışmaları tekrarlamak olur. İşçi 33 devletli olduktan sonra işçi patron olur. Ve mücadele yeni gelen işçi ile götürülür. Bu düalist paradigmanın pususudur. Bu nedenle Marksizm ilk çıktığında ve nereye doğru gideceği belli olmadığında kapitalistler çok korktu. Ama 1920’lerden sonra kapitalizm Marksizm’in çözümlemelerini kullandı. Sosyal devlet teorisi Marksizm’den alınan verilerle geliştirildi. Bir süre sonra şunu fark ettiler; bunlar sert mücadele veriyorlar ama istedikleri benim istediklerimle aynıdır. Yani çok köklü bir değişim değildir. Ve egemenler bunu çok iyi anladılar. Şunu söylüyorlar, gelin biraz da iktidarı siz yürütün. Ve ezilen sınıflara da iktidarı verdiler. Kadro da verdiler, verirler de. Şimdi bir sürü kadın yönetici yapıyorlar. Peki, çelişki çözüldü mü? Kadın kavga etsin, gelsin milletvekili olsun acaba bu mu radikallik? Ezilenler bu pusuyu geç anladılar. Aynı muhalefet ve iktidarın yer değiştirmesi gibidir. Bu çelişkiyi çözmüyor. O nedenle bütün çelişkileri, sınıf çelişkisi üzerinden anlamamak gerekir. Şimdi biz paradigmamızı şöyle düzeltiyoruz. Diyoruz ki, düalist değerler dizisi baştan yanlıştır. Sonra diyalektiğe bakalım. Mutlak çatışmalar yaşamın gereği değildir. Yaşamı oluşturamaz. Olsaydı toplumsallaşma olmazdı. Var olan bugünkü çatışmalar, iktidarcı toplumunun bir ürünüdür. Ama bunun karşısında uzlaşmak hiçbir zaman olmaz. Ve başlıyoruz mücadeleye, sonra önerilerimizi yapıyoruz. 34 Toplumdaki, doğadaki temel ikili çatışmalar, sadece sınıf çelişkisi üzerinden değildir. Önderlik bunu şöyle yorumladı. ‘Sınıf çelişkisi diyalektik ikili çatışmaların %10’udur.’ Aynı oranda daha da belirleyici olan toplum iktidar düalizmi vardır. Bunun karşıtlığa dökülmesine biz katılmıyoruz. Ama şu anda böyle bir karşıtlık yaratılmıştır. Sonra kadın erkek cinsiyetlerinin iktidar çatışması vardır. Yani kadının erkeğin ortak sorunu vardır. İkisi de iktidara bulaştırılmış ya da biri iktidar diğeri de iktidar mekanizmasına sokulmuştur. Diğer düalist çelişkilerden birisi de budur. Diğeri de ekolojik toplum mantığı üzerinden iktidarcı toplumu ile doğal toplum düalizmindeki mutlaklaştırılmış karşıtlıktır. Bu paradigmanın anlaşılması için demokratik ekolojik toplum paradigması felsefesine giriyoruz. Burada kesinlikle mutlaklaştırılmış karşıtlıklar üzerinden hareket ediyoruz. Bu çatışmayı yaratılmış çelişkiler olarak gördüğümüz için çözümünü de demokratik sosyalizm olarak görüyoruz, yani iktidarlaştırılmamış toplumda görüyoruz. Onun için kavgamızı demokratik sosyalizmde görüyoruz. Biz şimdiden hafife almadan demokrasiyi kurarak demokrasinin geleceğini garanti altına alıyoruz. İçimizde sınıf çelişkilerini iktidara taşıyarak değil. Biz şunu da yaşadık, sınıf çelişkilerini iktidarcı ele alıp çözmek istediğimizde, kendi içimizde de iktidar mücadelesi verelim. Olmadı mı bizde iktidar çatışmaları dışarıya karşı iktidar mücadelesi veren bir gücün iktidar mücadelesini içine taşıması kadar normal bir şey yoktur. Aynısını bayan arkadaşlar da yaptı. Erkeğe karşı iktidar çatışması tarzında yaptıkları zaman erkek yönetimlerine benzediler. Erkekleşmeler gelişti. Bu savaşta da, siyasette de, ideolojide de oldu. Fark ettik ki, burada bir terslik var, karşıtına dönüşüyorsun ve bu radikal mücadele gibi gözüküyor. Şimdi nasıl çözeceksin çelişkiyi? Demek ki sosyalizmde devletçi sosyalizm öz değildir. Demokratik ekolojist şu anda içimizde de yaptığımız gibi kadın erkek iktidara yaslamadan eşit yaklaşmak ve bunu biraz dile getirirsek, bu kesinlikle zayıf bir mücadele değildir. Şu yanlış bir şeydir, biz mücadelemizi iktidara dayamayalım ama mücadeleyi iktidarcı verelim, mutlak karşıtlıklara dayandıralım. Mesela ben özgürlük istiyorum, Türkler istemiyor, mecbur savaşacağız, bizi kabul eder konuma getirmek için mecbur savaşacağız. Bizi kabul etmiyorlarsa bile bugünden özgür yaşayacağız. Ama niye bizim Türklerle savaşımımız mutlak bir karşıtlık olsun, Türklerle Kürtlerin yaşamında mutlak bir karşıtlık mı hâkimdir yoksa karşıtlıklar kadar daha da geniş olarak bir arada yaşadığımız dönemler mi hâkimdir? Bir arada yaşadığımız dönemler daha hâkimdir. Yani çelişkilerimizin olduğu, geçmişten beri iktidarcı yaklaşmasından kaynaklı olarak sömürüldüğümüz dönemler de vardır. Ama birlikte yaşadığımız ve kültürel alışverişin olduğu dönemler de vardır. Şimdi sorun şu: Biz hangisini hâkim kılacağız? Mutlak karşıtlığı kaldırmalı, bunun için mücadele etmeliyiz. Peki, bu mücadelesizleşme midir? Kesinlikle değildir. Yaptığınız mücadele yol, yöntem ve sonuç değiştiriyor. Mesela işçi sınıfı tarih içerisinde iktidara da taşındı, PKK’de yaşanmadı mı iktidar? Biz PKK’yi toplum kendi kendini yönetsin diye kurmuştuk, kadroların toplumdan üstün olması için değil. İktidar olunca özgürlük geldi mi? Kesinlikle gelmedi ve gelmeyecektir de. Dışa karşı iktidar mücadelesi yaptığımızdan, bunun içimize de yansımaları oldu. Kişiliklerimizde aşınma, bunalma, iktidarcılaşma, yanlış politikleşme tartışmaları olmadı mı? Bunlar kesinlikle çürütücüdür. Karşıtlık mutlak olarak ele alınırsa, müthiş bir yozlaşma, aşınma yaşanır. Önderlik artık şunu söylüyor, işçinin ezilmesini, burjuvazinin ezmesini, üretim araçlarını toplumsallaştırarak ortadan kaldıracaksınız, iktidarlaştırarak değil. Ve bu zayıf bir mücadele değildir. Hiçbir zaman Önderlik bir sınıfı kutsal ve geleceğin sınıfı ilan etmemiştir. Önderlik hiçbir zaman Kürt toplumunu kutsallaştırarak kutsal toplum olarak ele almadı, hep eleştirdi. Niye köle bir 35 toplumu kutsasın ki? Kutsa, sonra getir iktidara koy, en iyi ilan et, bu olur mu? Aynı şey kadın erkek ilişkilerinde de geçerlidir, yani karşıtlık vardır ama bu eşit, özgür bir arada yaşayamazlar anlamına gelmez. Bize karşıtlık gibi gösterilen birçok şey karşıtlık değildir. İşçi sınıfı ile patron karşıt mıdır? Hep uzlaşı vardır. Patronun diğer yüzü işçi sınıfı olmuştur. İşte örnek işçi sendikaları konfederasyonları, Kürt halkı ölüyor, bir şey diyor mu? İşçi sınıfı ölüyor, bir şey diyorlar mı? Örnek kadın erkek ilişkileri, karşıtlık vardır, birbirlerini ezen yanları da olmuş, bunların yaratılmasında iktidar çok önemli rol oynamıştır. Fakat karşıtlaşmanın dışında da yanları var. Şimdi bunların hepsini içeren bir mücadele olmaz mı? Verilirse sorun çözülür. Veremezseniz en fazla bu karşıtlık üzerinden yürürsünüz. Bu da iktidara götürür. Doğal toplumda da kadın erkek çelişkisi vardı, bu dönem herkesin aynı fabrikadan çıktığı tek insan tipi değildir. Toplum da ilkel olarak görülmedi. Böyle olsa nasıl insan ömrünün yüzde doksan sekizi için geçerli bir gerçek olurdu? Kişilik bu dönemde tabii ki vardır. Tektek bireyler vardır. Herkes düz, tek değildir. Mesela savaşa gidildiğinde her savaşçı yüzüne ayrı bir boya sürüyor. Yani kişiliği var ve başka bir şey tercih ediyor. Doğal toplum bireyin olmadığı homojen bir toplumsallaşma değildir. O dönemde de toplumda karmaşıklık vardır. Tüm toplumsal çelişkiler vardır. Fakat bunları iktidarcı hiyerarşik bir yöntemle çözmüyor. O dönemin insanı bugüne baksa, bugünün insanı kendini yönetemiyor ve bunun için de devlet çıkarmış der. Böyle yorumlar. Kendini yönetmeyi bilmeyen durumumuzla o zamanki insan karşısında beceriksiz kalırız. Mesela bugün bizim kullandığımız tüm temel şeyler o dönemde yaratılmıştır. Sanat, kültür, teknik vs. Peki neden karmaşık olmayan basit ilkel toplumlar diyoruz? Oysaki tüm sorunlarını çözebilen bir toplumsal yapıdır. Önderlik kapitalizmin yedeğine düşmeyi şöyle ifade ediyor; ‘Ben iki bin beş yüz yıllık bu tarihi ve şekillendirmeleri kabul etmiyorum.’ Bundan dolayı Önderlik doğal toplumu hedef alıyor ve bunun tekrardan kurulabileceğinden bahsediyor. Bu şekilde Önderlik kendi dayatmasını kapitalizme yapıyor ve bunu esas alırsak ilk defa mezhep olmayacağız. İktidarcı yaklaşım, karşıtına benzemeyi beraberinde getiriyor. Önderlik bu pusuyu fark etmiştir. Çünkü Önderlik iktidarcı yöntemlerle mücadele etmiyor ve doğal toplum özelliklerini devlete dayatıyor. Ve bu şekilde ilk defa özelliklerimizi dayatacağız. Mücadele ettikçe benzeşmeler yaşanacaktır. Çünkü mücadele yöntemlerini biz belirliyoruz. Bunlar iktidarcı sınıfın yöntemlerinin dışındadır. Biz şu anda karşıtımıza benzememek için aramıza büyük setler, duvarlar çekmişiz. İktidarcı topluma benzeşmenin önüne geçtik. Hatta bizde artık kadınlar istedikleri kadar erkeklerle mücadele de etsinler iktidarlaşmazlar, erkeğe dönüşmezler. Bunun tedbirleri alınmıştır. Ve hatta erkek de iktidarı taşıdığı için, en az kadın kadar özgürlük sorunu olduğunu ve yaşadığını fark ediyor. Doğal toplum felsefesinin anlaşılması için sınıflı toplum felsefesinden uzaklaşmak ve bağımsız düşünmek gerekiyor. Nasıl olur da iki bin beş yüz yıl önceki Yunan felsefecilerinin düşüncelerini esas alıp yaşamı yorumlamaya çalışırsınız? Artık bu tekrarı yapmayacağız. Yıllarca felsefeyi ikiye bölüp bir tarafını tuttuk, çatıştırdık ve bir tarafı iktidar yaptık. Artık bu yöntemleri bırakacağız. Bundan kaynaklı artık kimse kendini karşıtı olmadan açıklayamaz, izah edemiyor. Bir tanımlama meselesi olmuş, kadın erkeğe göre, işçi sınıfı burjuvaziye göre kendini tanımlıyor. Artık bu aşılmalıdır. Erkek karakteri olmayan cinse, kadın denilir. Ne alakası var, kadının apayrı özellikleri varır. Artık bu bakış açısı kaldırılıyor. Mesela kadını savaşta değerlendirelim; Zilan arkadaş neden değerlidir? Çünkü erkek gibi değil, kadın gibi savaşmıştır. Niye kadına, erkek gibi savaş densin ki? Bu doğaya aykırıdır. Mutlak cinsiyet kavgası ve zıtlaşmaları tehlikelidir. Esas mücadele eden demokratik sosyalistlerdir, devletçi sosyalistler değil. Onlar iktidara endekslenmişler. Toplum sorunlarını zihniyet, felsefe, ahlak ve sosyal bilim sorunlarını görmezler. 36 Demokratik sosyalistler ayrıntılarına kadar mücadele verirlerken, devletçi sosyalistler, iktidar dışındaki sorunlarla ilgilenmezler. Daha iyi anlaşılması için savunmadaki bazı bölümleri okuyalım. ‘Savunmada toplumsal gerçekliğe tekrar yaklaşmam sağlanan felsefik derinlikle ilintilidir. Sosyal bilim olarak felsefe tıpkı doğuş sürecindeki gibi rolünü günümüzde de oynamak durumundadır.’ Önderlik bunun için eski felsefeyi eksik görüyor ve yeni felsefeye büyük bir rol veriyor. ‘İktidarlaşmış bilime karşı felsefeye dönüş özgür toplumun çıkış ilkesidir. Felsefeye dayanmayan bir demokrasinin kolayca yozlaşacağı ve demagogların elinde halkları yönetmenin en soysuz bir aracı olacağı tarihte ve günümüzde sayısız örnekleriyle kendini göstermiştir.’ Önderliğin yeni felsefeye biçtiği rol budur. ‘Doğal topluma ilişkin açılması gereken bir sorun zihniyet ve ifade ediş tarzına ilişkin olabilir. İnsanın hangi zihniyet aşamasında şekillendiği önemini halen koruyan bir konudur. Bununla ilintili olarak öncelik zihniyete mi yoksa yapılanma ve aletlere mi verilmelidir?’ Bu felsefenin temel sorusudur. Önderlik de bunu soruyor ve sonra cevap veriyor: ‘Bu sorunun yanıtı önemlidir, tarih boyunca gelişen idealist ve materyalist felsefe anlayışlarının temelinde bu ikilem yatmaktadır. Bilimin en son vardığı sınırlar olan ‘kuantum’ (parçacıklar fiziği) ve ‘kozmos’ (evren bilimi) bize hayli ilginç yaklaşımlar sunmaktadır. Atom altı parçacık ve dalga fiziği olarak kuantum bambaşka alanlar açmaktadır. Sezgili, özgür tercihli düzenlerden tutalım, aynı anda farklı iki şey olmak, insan yapısından ötürü belirsizliği asla tam aşamama kuralına kadar tespitlere ulaşmaktadır.’ Yani Önderlik bu verilerle yeniden düşünmek gerekir diyor. Aynı anda farklı iki şey olmak diyor. Kuantum bunu ışınımla kanıtladı. Bir kâğıdı deldiler bir foton gönderdiler, bir parçacık her iki delikten de geçiyor. Yansıma şeklinden bir parçacığın aynı anda hem parçacık, hem de dalga hareketiyle ilerleyebildiği anlaşılıyor. Demek ki madde aynı anda iki şey olabiliyor sonucuna vardılar. Bu anlamda mutlak karşıtlıkların söylendiği gibi olmadığını ispatladılar. Yani karşıtlıklar yok değil, mutlak karşıtlık olmadığını ispatladılar. Okumaya devam edelim, ‘Kaba cansız madde anlayışı tamamen bir tarafa bırakılmaktadır.’ O zaman şunu soralım, cansız madde yoksa düşünce sadece insanda mıdır? Oysaki Önderlik toz zerreciğinde bile düşünce değil fakat bir hareket kabiliyeti vardır diyor. Artık bu içindeki maddesel çatışmaların hareketi de olabilir. Bu bakış açısıyla felsefedeki birçok şey değişecek ve insan merkezli bakış açısı aşılacaktır. ‘Son derece canlı, özgür bir evren karşımıza çıkmaktadır. Burada asıl muamma insanda, özellikle zihniyet durumunda yaşanmaktadır. İdealizme, sübjektivizme düşmekten bahsetmiyoruz. Çokça işlenen benzer felsefe tartışmalarına da girmiyoruz. Evrende bu kadar çeşitliliğe kuantum sınırlarında yol açıldığı tamamen anlaşılmaktadır.’ Yani Önderlik ikili karakterler mantığını çok çeşitlilik içinde ele alıyor. Okumaya devam edelim, ‘Artık atom parçacıklarının da ötesinde dalga parçacık evreninde olup bitenlerin başta ‘canlılık’ özelliği olmak üzere varlıkların her çeşidini oluşturduğunu görmekteyiz. Kuantum sezgiselliği derken bunu kastediyoruz. Gerçekten bu kadar doğal çeşitlilik ancak büyük bir zekâ ve özgürlük tercihiyle mümkün olabilir.’ Önderlikte düşünce maddenin basit bir yansıması değildir. Hemen uyarısını yapıyor ve bu idealist bir yorum değildir diyor. Bunlar da materyalizmin kaba kalan yönlerini açıklıyor. ‘Kaba, cansız maddeden nasıl bu kadar bitki, çiçek, canlı ve insan zekâsı türeyebilir?’ Önderlik bu değerlendirmeleriyle doğal felsefeye giriyor. Biz doğa ile karşıt olmak durumunda değiliz. Bu karşıtlığı biz unuttuk. ‘Her ne kadar canlı metabolizması moleküler temelde oluşmaktadır denilse de, moleküllerin atom ve atomların parçacık, parçacıkların dalga-parçacık düzeni ve ötesinde olup bitenler izah edilmedikçe, doğal çeşitliliği yetkin izah etmemiz mümkün görünmemektedir.’ Moleküller hareketi izah edilmedikçe oradaki canlılık, hareketlilik anlaşılmaz diyor. Evrene insana ve 37 bu hareketliliğe basit maddesel bir hareket olarak bakmıyor Önderlik. ‘Aynı çözümleme tarzını kozmosa ilişkin de yürütebiliriz. Evrenin büyüklüğünün son sınırlarında (eğer varsa) olup bitenler de kuantum alanındaki olup bitenlere benzemektedir. Burada karşımıza canlı bir evren anlayışı çıkmaktadır. Evrenin kendisi zihni ve maddesiyle bir canlı varlık olamaz mı? Kozmolojide gittikçe tartışılacak bir sorudur bu.’ Önderlik bununla evrenin de canlı olduğunu söylüyor. Yine evrenin büzülüp açılarak nasıl hareketi vardır? Tıpkı insanın nefes alması gibi oluyor. Hatta bunu dağların nefes almasına benzetiyor. Daha sonra zaten ‘insanı çözümlemek evreni çözümlemekte rol oynar.’ diyor. Evrenin hareket tarzında düşüncesiyle hareketinin iç içe geçtiğini söylüyor. Eski ayrıma göre felsefe o yüzden tartışılamıyor zaten. Kuantum ve kozmosun orta yerinde duran insana da mikro kozmos diyoruz. Çıkan sonuç şudur; her iki evreni kuantumu kozmosu anlamak istiyorsan insanı çöz. Gerçekten de insan tüm algılamaların öznesidir. Ne kadar bilgimiz varsa, insan ürünüdür. Esas incelenmesi gereken insanın algılama sürecidir. Bu bir anlamda evrenin şimdiye kadar, ölçülebilen yaklaşık yirmi milyar yıllık evren tarihidir. İnsan gerçekten bir mikro kozmostur. Evet, Önderlik klasik felsefedeki, ayrımın kuantum fiziği ile tekrardan gözden geçirilmesi gerektiğini söylüyor. Ve burada sezgiselliğin hatta maddenin hareketindeki karmaşanın böyle idealist materyalistlerin söylediği gibi kaba yorumlanamayacağını söylüyor. Çok muazzam hareketliliğin olduğunu çeşitliliği olduğunu ve hepsinin de sezgileri ile hareket ettiğini söylüyor. Birçok yerde hayranlık duyduğunu belirterek bizi bile üreten bir canlılık diyor. Düşünün insan acaba bir tesadüf sonucu mu üretilmiş? Gerçekten bitkiler ve hayvanlar toplantı yapmış biz de daha iyi bir ürün ortaya çıkaralım, biz bir toplum üretelim mi demişler acaba? İnsan türü üretilmiş, tabii burada bir toplantı yok da ama burada müthiş bir karar verme var. Onun için madde hareketi şudur; düz çizgisel gidiyor, tartışıyorlar. Bu çıkıyor, bu tartışmaların düşündürdükleri var. Maddeyi görüyoruz. Ben Yılmaz arkadaşı görüyorum, duyu organlarıma geliyor, düşünce bunu yorumluyor, Yılmaz arkadaş düşüncesi bende uyanıyor. Böyle basit olmadığını söylüyor. Maddenin basit bir yansıması olmadığını söylüyor. İçinde sıkı-sıkı, iç içe işleyen bir sistem olduğunu söylüyor. Yani Önderlik kaba materyalizmi düzelte-düzelte devam ediyor. İnsan yorumumuzu daha da geliştirirsek, şu varsayımlarımızı ileri sürebiliriz. İnsan oluştuğu tüm materyallerin canlılık, sezgisellik, özgürlük özellikleri olmasaydı, tüm bu özelliklerin toplu özellikleri olarak insan canlılığı, özgürlüğü, sezgiselliği de gelişmeyecekti. İnsan düşüncesi insanın basit bir yansıması değildir. Önderlik diyor ki, bu sezgisellik, canlılık, özgürlük hepsini birlikte sayıyor. Maddenin hareketi demiyor. Üretim araçlarının hareketi demiyor. Hepsini söylüyor. Olmasaydı, sezgiselliği, özgürlüğü gelişmeyecekti. Olmayan bir şeyden de yeni bir şey doğmayacaktı. Bu tespit cansız madde anlayışımızı çürütmektedir. Şüphesiz insan türü bir organizasyon, bir toplum olmadan birbirine bağlılık gelişmez. Ama bu organizasyon ve toplumda rol oynayan materyallerin bilgisel, sezgisel, anlamsal, özgürlüksel özellikleri olmadan da bilginin vücut bulmayacağı bir husustur. Yani insanda düşüncesi ile maddesi, maddesiyle düşüncesinin iç içe geçmiş müthiş bir oluşum sürecinde birbirini belirler. Ayrışma değil iç-içelikte belirler. Bilgiyi oluşturan ne kadar materyalse, materyali harekete geçiren de o kadar düşünsel, sezgisel, özgürlüksel tercihler var. Özünde bir şey yoksa neden yaratılsın? Bu değerlendirme ne tam dış doğadan basit bir yansımanın ne de insanın Descartes-vari bir düşünselliğin sonucu bilgilendiği yorumunu gerçekçi kılıyor. Ben böyle bir değerlendirme yapıyorum diye ne dış doğadan basit bir yansımanın, yani bir insan türü olarak basit bir yansımasıyız. Ne de Descartes’in dediği gibi düşünüyorum öyleyse varım. Beni yönlendiren tamamen düşünsel varlığımdır. Çünkü Önderlik ikisinin böyle ele alınmasına karşıdır. Önderlik bu sürecin birbirini beslediğini düşünüyor. Yani düşüncenin maddeyi, maddenin düşünceyi beslediğini düşünüyor. Yani karşıt olarak değil. Doğruya daha yakın görüş, kozmos ve kuantum evrenindeki oluşum özelliklerinin insanda da yaşandığıdır. Tabii ki kendi özgürlüğü temelinde bu yasalar 38 işlemektedir. Evrenler, insanda dile gelmektedir. Çıkan sonuç evrenin yetkin kavrayışı insanın yetkin kavrayışından geçer. Felsefede çok yönlü kendini bil, bu gerçeği dile getirmektedir. Önderlik kendi diyalektiğini açıyor ve diyor ki,” benim esas almayı uygun bulduğum temel dönemsel ayırımın ölçüsü felsefi bilimsel değeri ağır basan niteliktedir.” Evrenin genel işleyiş ilkesini esas almaktadır. Hegel’in oldukça işlediği ve temel felsefesi haline getirdiği tez, anti-tez, sentez üçlüsünü sistemin temeli olarak uygulanır kılmak süreçleri daha çok açıklığa kavuşturacaktır. Evrendeki tüm oluşumlar iki nitelikte ve çelişkili bir yapıyla mümkün kılmaktadır. Tabii bu hareket kaba mekanik hareket değildir. Özde değişimi çeşitliliği oluşturan bir hareketlenme söz konusudur. 39 Evreni varlık yokluk ikilemiyle başlatmak mümkündür. Varlık ve yokluğun karşı karşıya gelişi, yeni bir oluşumdur. Hareketin kendisidir. Yokluğa direnmesidir. Yokluk varlığı, varlık yokluğu bitirmeye çalışırken, sonuçta üçüncü bir eğilim bir nevi sentez olarak, oluşum halindeki evren ortaya çıkmaktadır. Buna benzer bir yaklaşım parçacık dalga ikilemidir. Tek başına parçacık ve dalga mümkün olmamakta, ancak birbirileri ile ilişki hareketi halinde, dolayısıyla oluşumu sentezleyebilmektedirler. Diyalektik yorumu, burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus diyalektik kavrayışımızın tez ve antitezin birbirini yok etme biçiminde değil, bastırma ve geriletme karakterinde geliştirilmesidir. Toplumsal sistemler tez-antitez haline tüm doğada olduğu gibi geldiklerinde birbirini birlikte taşırlar. Aralarındaki mücadele şüphesiz önemli gelişmelere yol açar. Hiçbir zaman tez eski halinde kalmaz, ama antitez kadiri mutlak olarak kendi öncülünü yemez. Ondan beslenerek ancak kendi kendisini geliştirir. Bu noktada diyalektiği açmakta biraz daha yarar var. Dogmatik Marksizm döneminde tez ve antitez toplumda yok etme biçiminde yorumlandı. Bu tarz bir yorum, aslında yapılan en temel teorik yanlışlardan biridir. Biyoloji başta olmak üzere, tüm bilimlerde gözlenen özellik, olguların gelişimi ve dönüşümlerinde karşılıklı besleyici yanın önem taşıdığıdır. Karşıtlık mutlak değildir, hatta besleyici yan daha da önemlidir, diyor Önderlik. Yok, etmeye benzer durumlar istisnaidir. Hâkim olan tez ve antitez konularının birbirlerini beslemesidir. Bunun en sade ifadesi olan anne çocuk ikilemidir. Çocuk ana ile çelişkili halde gelişir. Ama bundan çocuk anayı yok ediyor yorumunu çıkaramayız. Olsa olsa karşılıklı beslenme ile neslin sürdürülmesi olarak değerlendirebilir. Uç bir nokta fare ile yılan ikilemidir. Burada bile olan aşırı fare üreyişi ile yılan ender üreyişi arasında dengenin kurulmasıdır. Bakın yine yok etme değil, orada da dengenin kurulması üzerinde bir istisnai örnek olarak söylüyor. Bir tek iktidarcı toplum türleri bitirir. Diğerleri doğal bir mücadele yaşarken, hiçbir zaman bir tür bitirilmek için oturup bir toplantı yapıp milliyetçiliğe kapılıp, oturup biz bu yılan türünü bitirmeliyiz diyerek atom bombası üretmeliyiz demezler. Hiçbir zaman planlı ve iktidarlı olmadığı için de yaptıkları faaliyet, doğal yaşamın çatışmaları ve çelişkileri bir arada lığıdır. Ama Önderlik onu da dengeyi korumaya dayalı bir şey olarak ele alıyor. Çelişki yoktur demiyor. Ama birbirini bitirmediğini söylüyor. Burada bile olan aşırı fare üreyişi ile yılan ender üreyişi arasında dengenin korunmasıdır. Belki de yılanlar olmasa fareler dinozorlardan daha ezici tahrip rolü oynarlardı. Doğadaki varlıkların anlamsız olmadığını, hepsinin belli bir ekolojik anlamı olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Ama yine de uç nokta mutlak sınırlar kavramı çok sınırlı bir kesitte, yani Marksizm’in dediği gibi antagonist çelişkidedir. Önderlik antagonist çelişkiyi bile kabul etmemezlik yapmıyor. Bir de biliyoruz çelişkinin vardığı uç noktaları olur, ama bunun yaşamın hepsini belirlemediğini söylüyor. Ama yine uç nokta mutlak sınırlar kavramı çok sınırlı bir kesitte en azından kavram olarak geçerli olabildiğini temel doğal yasasının karşılıklı bağımlılık biçiminde geliştiğini, artık tüm birikimlerin fark ettiği bir özelliktir. Yani ağırlıkta olan karşılıklı bağımlılıktır, çatışsan çelişsen bile biliniyor. Tüm türlerin birbirine bağımlılığı ekolojik sistem, bu karşıtlığın mutlaklaştırmasının altına kibrit suyu döker. Mutlak sınırlar, uç nokta bu anlamda sınırlıdır. Karşılıklı bağımlılık biçimindeki ilişki daha geneldir diyor Önderlik. Bakın hiç uzlaşma demiyor. Zaten devletçiler hep bu noktalarda Önderliği zorlamak istiyorlar. Uzlaşma demiyor. Önderlik uzlaşma taraftarı değil ki, bağımlılık uzlaşma demek değildir. Bir çocuk annesine ne kadar bağımlıdır. Ama apayrı kişilik geliştirir. Anne onun üzerinde iktidar kurmuyorsa, o nankör çocuk ikinci gün 40 o annesine iktidar uygulamıyorsa, böyle karşıtlaştırmıyorlarsa, çok güzel bir ilişki, karşılıklı bağımlılık ama özgürlük içerisinde. Bu erkekle kadın arasında da öyle olur, olmalıdır. Sınıflar ortadan kaldırılıp üretim ilişkilerinde de böyle olmalıdır. Mesela bir berber bir manava bağlıdır, tabii birbirlerine hâkim olmasınlar. Ortaya bir patron çıkmasın bu ilişki sistematiği daha iyi iş bölümüdür. Bu geneldir zaten ve toplumu korur. İktidar toplumu farklı kurar. Önderlik buna karşıdır. Zaten o da genel bir işleyiştir. Toplumsallaşma da öyle kurulmuştur. Şu an doğada genel bir işleyiş var. Biz bile niye ölüyoruz? Bu kadar çatıştırıldığımıza rağmen, insan hayret ediyor. Zaten ben bu felsefecilerin delirmesini de anlıyorum. Tabii bakın hiçbirimiz özgür değiliz. İnsanlığa aykırı bir şey, neden kadın erkek çelişkisi var sorusuna gitmiyoruz. Kadın erkek çelişkisi var sorusuna gidilmiyor mu? Tabii ki gidiliyor. Niye ezen ezilen olmuş? Biraz anlam verdin mi insan bunalıma giriyor, bir de kaldıramıyorsun. Peki, ona rağmen niye yaşıyoruz? Bu kadar çatıştırılıyoruz. Filistinlilerle İsrailliler, kadın erkek hepsi çatışıyor. İnsanlar kendi içinde çatışıyor. Duygu, düşüncesi çatışıyor. Peki, nasıl ayaktayız? Şunun için ayaktayız; bize kapatmak, kamufle etmek istiyorlar, ama bütün bu çatışmalarımıza rağmen birbirimize muhtacız, karşılıklı bağımlılıklarımız var. Kendimizi onunla çatışırken bile özgür tanımlayabiliyoruz. Ve çok çalışıyor birbirimizi bitiremiyoruz. Bilimsel olarak Önderliğin dediği gibi Filistinliler üniter anayasalarına şunu koymuşlardır; İsraillileri ortadan kaldırana kadar savaş. Baktılar böyle bir şey mümkün değildir. Değiştirdiler ki gerçekten de mümkün değildir. Şimdi bizim özgürlüğümüze Türkler engel değil ki? Nereye kadar savaşacaksınız Türklerle? Türklerin iktidar yapısı engeldir. İkircikli yapıyı ortadan kaldırmak için çalışacaksınız. Amaç Türklerin hepsini ortadan kaldırmak değil. Zaten Türklerin hepsini ortadan kaldıramazsınız. Kaldırdığınızda dönüp baktığınızda arkanıza Türk yemekleri var. Türk kültürü var. Ortadan kaldırmıştık, halen içimizde var diyeceksiniz. Onun için böyle bir mutlaklaştırılmış çatışma sistemi bize gösterildiği gibi mutlak değildir. Onun için Önderliğin söylediği ilişki biçimi halen alttan alta yaşadığı için varlığını sürdüren bu kadar çatışmaya rağmen bitmeyiz. Çünkü alttan alta varlığımız sürer. Mesela cinsiyetlere bakalım. Erkekle kadın savaşıyor. Erkek kadını iktidar tarzında eziyor. Ama kurnazca aşık olabiliyorlar birbirlerine niye? Aşık oluyorsun, böyle bir şey varsa, iktidarcılık varsa ya aşık olma ya da aşık oluyorsan iktidarcılığı yapma. Bakın mutlaka çatışmalarına rağmen ortak yerde buluşuyorlar. Ona rağmen doğal felsefeyi ortadan kaldırmıyorlar. O kadar çatışmalarına rağmen, ortak noktalarını bitiremiyorlar, hatta karşılıklılığı ortadan kaldıramıyorlar. Doğasal olarak yapısında var. Tabii bozulan yanları düzeltmek gerekir. Gerçekten aşk varsa iktidar olmaz. İktidar varsa aşk olmaz. O çatışmada birbirlerini üstün kılmadan doğal diyalektiği karşılıklı bağımlılığı dönüp ortadan kaldırmak gerekir. Önderlik toplum sistemlerini değerlendirirken, yapmak istediği bir değişiklik, zorunluluk ve rastlantısallık konularındaki yaklaşımlarına ilişkindir. Kökeni tanrısal yasa anlayışında bulan Batı düşünce sisteminde sıkı bir nedensellik ve düz bir çizgide kesintisiz ilerleme anlayışı başta açıklamaya çalıştığımız kuantum ve kozmos fiziğindeki gelişmelerle artık çekildiğini getirmiştir. Zorunluluk ile rastlantısallığın bir arada yürüdüğünü söylüyor. Diyor ki Batı düşüncesindeki gibi zorunluluk kesin değildir. Düz çizgisel ilerleme zorunlu değildir. Çok sonradan hiç kimse bu tarihten 2500 yılı reddedecek ve 250 yılı ben doğru buluyorum diyemez. Niye biliyor musunuz? Yaşanmış değerler haksız olsaydı, yaşanmazdı. Ama yaşanmış demek ki mecburdu. Marksistler bile öyle dedi. Bir tek Önderlik kabul etmiyor. Çünkü orada işleyen yasada bir yanlışlık var diyor. Doğada da öyle değildir. Eğer öyle olsaydı, biz böyle olmazdık. Yöneticilik zorunluluktur, devlet zorunluluktur. Olsaydı toplumsallık olmazdı. Onun için niye kabul edelim diyor. Orada özgür tercihler ve rastlantısallığın birlikte işlendiğini söylüyor. Tabii bize diğeri hâkim kılındığı için zorunluluk işletilmeye başlanmış. Biz bir süre sonra zorunlulukla açıklamaya çalıştık. Ne diyor Marksist yasa; zorunluluğun bilinci özgürlüktür. 41 O zaman hiç özgür olamayacağız çünkü hep zorunluluklar olacak. Acaba zorunlulukların bilinci mi özgürlük yoksa zorunlulukları ortadan kaldırmak mı özgürlüktür? Yani özgür tercihini belirleyebilirsin ve önünde engel olan hareket neyse kaldırmak için mücadele edersin. Yoksa şöyle bir şey getiriliyor. Kadercilik zorunludur, bu tarafa gidilecek. Bunu anlayalım ona göre davranalım. Bu özgürlük niye farkında olduğun için özgürlük değildir. Mesela sınıf çatışmasını bilen bir arkadaşın çözümü yanlış yaparsa, bilmeyen bir arkadaştan bir farkı kalmaz. Mesela sen diyorsun toplum sınıflardan oluşur ve çatışıyorlar. Benim bunu fark etmem özgürlüktür diyorsun, sonra diyorsun ki, bu sınıf üretim araçlarına sahip olmadığı için eziliyor. Ve diyorsun ki, zorunlu olarak üretim araçlarının önündeki sınıflar aşılacaktır. Ve diğeri de örgütlendikçe üretim araçlarına sahip olacaktır ve özgür toplum oluşacaktır. Buraya doğru gidilecek bir zorunluluk var. Yorumluyorsun önemli olan bunu fark etmektir. O arada insan düşüncesi öyle bir pasifliğe indirgeniyor ki, şimdi bunun hiç bilincinde olmayan bir arkadaş, yani bu işleyişlerde senin farkın kalmıyor ki, o sadece farkında olmadan yaşıyor. Peki, acaba zorunlulukların bilinci özgürlük getirdi mi? Getirmedi, sosyalistler de bunu denediler. Hatta bakın Marksistler çok büyük bir idealist yasaya düştüler. Sanki günlük olarak özgür tercihler yok, sezgisellik yok, maddenin hareketinde çok karmaşık sistem yoktur. Dediler ki, gelecek şöyle olacak ve ilginçtir ki bunu bilim adına söylediler. Kim bilebilir geleceğin nasıl olacağını? Bugün de kendimizi nasıl hareketlendirirsek, belirleyici olabilir. Ama bilemezsiniz. Bu müthiş bir idealizmdir. Hatta kendini tanrı yerine koymadır. Ve özgürlük böyle tanımlandı, bunun farkında olmak olarak tanımlandı. Şimdiden böyle bir şeye gidebileceği için bugünün onun için onun mücadelesini yürütmek tek özgürlük olarak söylendi. Ve bakın öyle olmadığı ortaya çıktığında toplumlar çok kırıldı, insanlar çok kırıldı. Ve gelmedi komünizm, zaten gelmez de. Bugün de yapılan mücadele bile yanlıştır. Bugün de özgürlüğü şöyle tanımlarlar; senin mücadele etmen gerektiğinin farkına varmak özgürlüktür. Önderlik diyor ki, senin PKK’ye gelmen bile özgürlük değildir. Hatta örgüt içinde olmamıza rağmen, özgürlük için savaşmamıza rağmen yaygınca bizi köle olarak tanımladı. Aradaki farka bakın, Önderlik bizim için tek bir özgürlük şartı koyuyor, bugünde özgür yaşamıyor musunuz? Yaşamıyorsun. Hala kaba yorumlanabiliyor. Önderlikte tanım materyalist kaba yorumu aştığı gibi materyalizmin idealizme kayan yanlarını da aştı. Kesintisiz sürekli ilerleme anlayışı başta açıklamaya çalıştığımız, kuantum ve kozmos fiziğindeki gelişmelerle artık geçerliliğini yitirmiştir. Gelişmenin diyalektiğinde kaos aralığı her olguda kendini göstermektedir. Niteliksel değişimler bu aralığı gerekli kılmaktadır. Bu da kesintisizliğin, düz çizgide ilerlemenin zihinsel bir soyutlama, metafizik bir yaklaşım olduğunu ortaya koyar. Olmadığı halde zor saymadır. Çünkü zaten savunmanın ilk girişinde kaosu açarken söylüyor. Madde bazen geriye dönüyor, duruyor, bazen çok yaygın çatışmanın yaşandığı ilerlemenin durduğu kaos aralığı da oluyor. Çatışmalar oluyor, nereye hareket edecek? Madde ve toplum Marksistlerin dediği gibi zorunlulukların düz çizgisel ilerlemesiyle olmuyor, gitmiyor. Artık bu tanımlanmıştır. Hatta kuantumdan örnek veriyor; kuarklar var, en küçük madde yapılanmaları onlar birden yok olur. Daha kimse anlamamış niye yok olduğunu. Yani maddi ilerlemeyi boş verelim, yok oluyor. Tercihini yapıyor ve yok oluyor. İnsanın intihar etmesi gibi bir şeydir. Hani düz çizgisel ilerleme, hani bizde yaygın olarak geri dönüş yok gibi bir şey vardır. Her şey ileriye doğru gidiyor, geri dönülmez ya da bizde günlük olarak ilerleme var. Sayılır da. 2500 yıldır ilerleme yoktur. Nasıl yok? O kadar teknik gelişmiş, bilgisayar çıkmış. Çıkmış da ne olmuş? Özgürlükte, eşitlikte bir değişim oldu mu? Biz 2500 yıl önce yaşayan insanlardan niye daha az özgürüz. Böyle sorgularsan niye niteliksel sıçramalarımız zayıf? Hani her gün ilerliyorduk? İlerlemiyor olabiliriz. Niye şimdi bunlar tartışılıyor? Aralıktan düz çizgisel bir ilerleme her zaman mümkün değildir. Yani şu bile mümkün değildir. Bu da önemli kaos vardır, bunu da anlattık, ama şunu da biliyoruz. Marksistler gibi şuraya gidecek kesindir diyemeyiz. İşte Önderlik bunu da çürütüyor. Kaos aralığında düz çizgisel bir ilerleme her zaman mümkün değildir. Bunu okumanız da mümkün değildir. Sadece çabalarınız ve özgür tercihlerinizle rol 42 oynayabilirisiniz. Ve öyledir gerçekten de. Öyle olmasaydı, Marksistler komünizme gideceklerdi, devlet sistemleri ile ön görmüşlerdi de ama olmadı. Yani sen geleceğini belirlemezsin, o kaos aralığında kendi tercihlerini, hareketlerini, örgütlemeni koyarsın ve belirlemek istersin ama kesinlikle tarihin aynen maddenin çeşitliliği gibi tek bir kaynağı olsaydı, ezilen sınıflar iktidar olduğunda kurtulsaydı, bitseydi. Bu kavgalar keşke düz çizgisel bir nitelikte gelişseydi, tarih de böyle düz çizgisel olsaydı. Çeşitlilik olmasaydı, keşke bu cinslerden birisini üstün kıldığında çelişkiler çözülseydi. Düz çizgisel olsaydı, tek seçenekleri olsaydı. Olmadığı için zaten biz bunları yaşıyoruz. Onun için felsefemizi düzeltmek zorundayız. Şimdi sosyalizmde devletçi sosyalistler olmasaydı insanlık bu kadar soyutlanmayacaktı. Yani felsefeler yanlış olduğu için yanlış uygulandı. Birçok etkenin o aralıktaki ilişkilerinin çok sayıda çok yönlü gelişmelere yol açabilir. Tek etken yoktur, etkili de olabilirsiniz, tek etken yoktur çok çeşitlilik olacaktır. Çok yönlü gelişmelere yol açabilir. Önderlik yeni felsefeye doğal felsefe diyor, doğal diyalektik diyor. Burada materyalizmin tarihsel yorumunu önemli oranda alıyor. Ama geliştirerek eskiyi çok çok aşan, özde değiştiren bir yeni bakış oluşuyor. Marksizm bu tür tarihsel gelişmelerde belirleyici rolü üretim araçları ile ilişkilerine veriyor. Zihniyet savaşımına tarihi bir rol vermiyor. Yine etnisite ve dinsel grupların mücadelesine gerekli ağırlığı vermez. Diyalektik yöntemi dogmatik yaklaşımlarla tarihi kavrayışı bütünlüklü olmaktan uzaktır. Toplumun zihniyet ve siyasal anlamına gidebilecek büyük hareketlenmesini görmedikçe, ekonomik yorumlarla gerçeğin sınırlı kavrayışı kaçınılmazdır. Yani sınıf kavrayışı reddetmiyor ama yetersizdir diyor. Büyük toplulukların hareketlenmesine bir anlam vermeden, değişim gücü olarak tekniğe ve üretim yapısına ağırlık vermek farkında olmadan devlet çerçevesine mahkûm olmaya yol açar. Onu ele almak sadece devlete götürür. Dinlerin ve etnisitelerin, kabile, aşiret, kavim gerçeği büyük hareketlerini çözmeden yorumlamak hem yöntem, hem de içerik olarak ciddi yanlışlıklara ve göz ardı etmelere yol açar. Marksist yöntemlerle yapılan tarih yorumlarının kısır olmasından yanlış sonuçlara yol açmasında büyük rolü vardır. Tarihsel materyalizmi eleştiriyor. Geleneksel üst toplumun yüceltilmesine dayanan idealizmi aşalım derken, tersi olarak çok dar sınıf ve ekonomik yapı çözümüyle kaba materyalist yorumlara düşmüştür. Aydınlatılması gereken diğer bir tarihsel toplumsal sorun, geçmişin aşılmasında neyin aşılması gerektiğine ilişkindir. Doğada değişim ile biyolojideki evrimin kanıtlandığı gelişim yasası bir önceki olgunun bir sonrakinin içerisinde devam ettiğidir. Örneğin 1 hidrojen atomu ikileştiğinde helyum olur, hidrojen helyumda devam etmektedir. Yani başka bir madde olduğu gibi, aynı zamanda hidrojeni de helyum taşır. Hidrojen helyumda devam eder. Eğer helyum atomu parçalanırsa hidrojen tekrar açığa çıkar. Fakat helyum biçiminde niteliksel değişime de uğrar, ortaya çıkan başka bir olgudur. Biyolojideki halkaların birbirine binmesi benzer süreçlerdir. Bir önceki, sonrakini de içerir. Toplumda buna benzer bir değişim vardır. Üst toplum altını bağrında taşır. Fakat tersi doğru değildir. Alt toplum üstünü içermez. Çünkü yeni olgu yoktur. Dolayısıyla feodal toplum köleci sistem içten ve dıştan gelen saldırılar sonucunda yeni yüklenimler olarak gelişmesi ile şekillenmektedir. Tabii altın üstte kendini devam ettirebilmesi mutlak karşıtlığın gözüktüğü gibi olmadığını da gösteriyor. Niteliksel dönüşümler vardır. Fakat nicel dönüşümlerin hepsini, süreçlerini aşmadan içinde barındırarak sürdürüyor. Bizim paradigmanın felsefesini anlamaya ihtiyacımız vardır. Nasıl ki eskiden sınıf çatışmasına dayalı bir mücadele yürüttük. Sınıf felsefesini anlamaya çalıştık, yanlış da değildi, o dönemin mantığıydı. Şimdi de paradigmayı bu doğrultuda anlamalıyız. Eski değerleri getirerek eleştireceğimizi eleştirerek, mesela materyalizmi eleştirerek düzelterek ama bu, materyalizmi idealizme kayacak şekilde bırakmak anlamında değil. Onun için de rahat olmak ve eleştirmek lazım. Sınıflı felsefeyi eleştirmekten korkmamak gerekir. 43 Diyalektik yöntem olarak ikiliğin hareketi, değişimin sürekliliği, çelişkileri-ilişkileriçatışmaları, nicel ve nitel değişimi, bir aradalığı ve zıtlığı üzerinden açıklama yöntemidir. Bu tanımlamaların hepsi ilke düzeyinde diyalektiğin ilkeleri olarak işlenmiş, bir olay ve olguyu açıklamak için diyalektiği kullanmak o maddenin hareketini ve değişimini izlemek, iç çelişkilerine bakmak, iç çelişkilerin dış çelişkilerdeki çatışmalarını algılamak, bir arada olduğu diğer öğeleri algılamak, ona göre yorum yapmaktır. Sonra en önemli ilkelerinden biri de, bunu soyut ve rastgele değil, bir tarih, yani zaman ve mekân zeminine dayandırıp yapmaktır. Yani diyalektiğe göre hangi olay ve olgudan bahsediyorsanız, o olgunun ve olayın özelliği ne kadar önemli ise, sürekli değişimin izlenmesi ne kadar önemliyse, çelişki ve çatışmaları ne kadar önemliyse, nicel ve nitel değişimlerin izlenmesi ne kadar önemliyse, bütün bunların dayandığı zaman ve mekânın ruhuna göre onun özelliklerinden olan ve zamanın mekâna verilen yanlardan izah etmek diyalektiğin temel yöntemidir. Tarihteki bir olayı diyalektiğe uyarlarsın. Kürt sorununa diyalektik bir bakış açısı uygularsın. Kürt sorunu nedir? Kürt toplumunun özgürlüğünün Türk ve Kürt egemen sınıflarınca ele geçirilmesidir. İktidarcı şekilde yönetilmesi demektir. Kendi kendisini yönetmesine izin verilmemesidir. Peki sonra? Önce olguyu mu inceleyelim? Yer Ortadoğu, özel olarak Anadolu, Kürdistan, Arap ve Fars toprakları önce oluşum tarihini anlatacaksınız, sonra o zamanı getirip feodalizmin başladığı döneme, sömürgeciliğe getireceksiniz. Yani Kürt toplumunun özgürlüğünün elinden alındığı döneme getireceksiniz. Olguyu zamansal seyriyle devam ettireceksiniz. Her dönemde özgürlük arayışlarını, köleleştirme biçimleriyle getirip işleyeceksiniz. Sonra modern Türkiye cumhuriyetiyle, Lozan antlaşması ile Kürt toplumunun bölünmesinin artmasıyla, yani modern Kürt sorununu tekrar tanımlayacaksınız. Zamansal istek de böyle olacak. Bu olgunun taraflarını anlamanız için olayı bilmeniz gerekiyor. Birinci muhatap Kürt toplumu, sonra Kürt egemen sınıfları, sonra bir muhatap Türk egemen sınıflarını ele alırsın. Sonra genişletirsin; Kürt sorunundan kaynaklı Ortadoğu’daki diğer ulus ve devlet yapılarını ele alırsın. Hatta şimdi modern çağdan ele alırsanız, 18. yüzyıldan sonra dünyanın önemli emperyal güçleri de ve özellikle de Avrupa da bu soruna dahil olmuşlardır. Sonra bu ilişki diyalektiğinin hareketliliğini izlersiniz. Yani Kürt sorunu olgusunu bir tarihe dayandırarak, zaman ve mekâna dayandırarak, tarafları da tespit ederek hareketini izlersiniz. Yani bunların mücadeleleri nasıl olmuş? Çelişkileri ve çatışmaları nasıl bir seyirde hareketlilik izlemiş? Önderliğin yaptığı gibi neolitik dönemdeki Kürt toplumlaşmasından, sorunlarından başlayıp getirirsiniz, sonra çelişkilerini açarsınız, çatışmalarını ve ilişkilerini açıklarsınız. Mesela biz bütün toplumlarla birlikte yaşamışız, ama çatışmalarımız egemen sınıflarla olmuştur. Tarafları ortaya koyarsınız, çelişkileri ortaya koyarsınız. Sonra buradaki çelişki ve çatışmalardaki belirleyici unsurları yavaş-yavaş ortaya çıkartırsınız. Çatışma da çok olmuş, birlikte yaşamlar da olmuştur. Peki, hangi çatışma ve çelişkiler belirleyici olmuştur? Şuraya getirirsiniz; temel çelişki nedir? Temel çelişki şu diye karar verirsiniz. Kürt toplumu ile Türk egemenliği, Kürt egemenliği ile işbirliği yaptığı, iktidar ilişki sistemi, çelişkisi, bunun etrafında da çok değişik çelişkiler ve belirleyici olanlar vardır. Bir de etkisi olmayanlar vardır. Hatta bunlardan aşılanlar da vardır. Sonra devam edersiniz. Bu çelişki ve çatışmanın, hareketin taraflarını, mekânın ve zamanın hepsini, nicel ve nitel değişimini gözden geçirirsiniz. Bu nitel ve nicel değişimlerin artarak bir aradalıklarını ve zıtlaşmaların, karşıtlaşmaların nasıl belirlendiğini ve bu bir aradalıkların ne etkiler yarattıklarını ele alırsınız. Örnek olarak iki toplum arasında çok yaygın bir güvensizlik birikmiştir. Bir etkisi bu güvensizlik olmuştur. Bir de barış bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. Sert mücadele 44 olmasının sebepleri Türk egemenlerinin hiçbir şeyi kabul etmemesidir. Sonra yaygın bir tarihsel geçmiş, temel kültürel birliktelikler, yani bütün bir aradıkların ve zıtlaşmaların yorumunu yaparsınız. Sonra nereye götürmek istiyorsunuz? Bu çatışmayı, bütün olguyu nasıl hareket ettirmek istiyorsunuz. Tavır belirlersiniz. Ama olayı tespit ediyorsunuz, her yönüyle ele alıyorsunuz, düz bir mantık sergilemiyoruz. Çok çeşitli taraflarıyla ele alıyoruz. Sadece Kürt sorunu var, şunun için eziliyoruz değil. Bunun için savaş değildir. Bakın içine dünyayı katıyorsunuz, Ortadoğu’yu katıyorsunuz, Avrupa’yı, tarihi, zamanı, değişimleri katıyorsunuz. İşte bu tarzdaki olay ve olguları bütün yönleriyle izah etme, buna göre de düşünce sistematiğini de uygulama yöntemine diyalektik diyoruz. Gelişkin bir metottur. Çoğumuz bunu yapmakta zorlanırız. En dar yaklaştığımız zaman diyalektikten en uzak olduğumuz zamandır. Tepkilendiğiniz anı düşünün. “Bu arkadaş bana bunu söyledi. Ben daraldım.” Tek gördüğü o an duygunu inciten şeydir. Geniş çerçeveli yaklaşmazsın. Demezsin “niye o arkadaş dar yaklaştı? Niye bana bunu söylemiş olabilir? Yaşadığı duygu düşüncesi nedir?” Yani olgunun tek tarafı yoktur, birçok tarafı vardır. Sonra bunları etkileyiciler içinde ele alırsınız. Zamana ve mekâna dayandırırsınız. Belki de o arkadaş başka bir şey yaşamıştır. Daha geniş yaklaşırsanız, çözümü de daha rahat olur. Mesela PKK yöntemi tarihi çok yaygın olarak diyalektiği kullandı. Başta Önderlik o yüzden o kadar insanları tuttu, eğitti, savaştırdı. Yoksa mümkün değil, bunu yapamazsınız. Hatta Önderlik diyalektiği çok derin bir uygulama biçimine dayandırdı. Bizler bunu yaptığımız kadar başarılı olur, yapamadığımız kadar da sekter, kaçınılmaz olayları anlamayan, kendini tanımlamayan, .kendince de diyalektik uygulayan oluruz. Mesela içinizden bir sorun yaşıyorsunuz. İsterseniz tek taraflı yaklaşabilirsiniz. İsterseniz o zaman ve mekândan kopartarak izah edebilirsiniz. İsterseniz karşınızı hep suçlarsınız. Yaygın bir görüştür. Ama hissedersiniz ki, bu gerçeği tam ifade etmiyor. Sonra olaylar sakinleşince değerlendirirsiniz, birçok görmediğiniz yan görürsünüz. Yavaş yavaş diğer tarafları tanımlanır. Bu metotların en geniş uygulama tanımlamasına diyalektik diyorlar. Tabii bunun yanlış, eksik uygulamaları vardır. En genel yanlış, eksik uygulaması olgunun olayın tüm tarafı göz önünde bulundurulmaması, sonra temel çelişki tespit edilmez, görülmez. Nicel ve nitel değişimler karıştırılır. Yaygın olarak çelişkilerin çözümünde bu çeşitlilikle ele alıp ben merkeziyetçiliğe dayanmadan aşama yapılmaz. Yani merkezine kendini koyar. Kendini haklı görme, karşıyı haksız görme, hatta hiçbir şekilde karşının taraf olmayacağı, kesinlikle kendisinin haklı olduğu, sonra en yaygın olan şeylerden biri de zaman ve mekândan kopartıp ele almadır. Bu çok yaygın yapılır. Mesela bazı arkadaşlar neolitik toplumu hayal olarak görüyor. Niye gidemiyor oraya? Çünkü bu çağda öyle yaşıyoruz ki, orayı izah ettiğin zamanda da orada olmamış şeyleri söylüyorsun. Ya da o zamanda olmayacak, olamayacak şeyleri söylüyorsun. O olay ve olguyu açıkladığında o zamanın ruhuyla açıklayamıyorsun. Bu çok zordur. Biz bu tarih olayını anlattığımızda bugünkü kafamızla bugünkü zamanla yorumlarız. Oraya gidip aynen o zamanın özellikleriyle yorumlayamayız. Mekânsal yorumsa daha zordur. Hatta hemen hemen kalmamıştır. Acaba insanın yaşadığı ekolojik ortam, düşünsel yapısını, olay ve olguları nasıl belirlemiştir? Ona göre nasıl izah edebiliriz? Şimdi sorun şu; diyalektik metot insanlık tarihinde düşünce sistematiğinde en geniş yöntemlerinden biridir. O nedenle uygulanmalıdır. Fakat diyalektik tek düşünce metodu değildir. Burada bir eleştiri, bir fark koymak gerekir. Son savunmada Önderlik birçok yerde sezgisellikten söz ediyor. Hatta çocukça düşünmeye çok önem veriyor. Animisttir yani. Ayrıca rüyaların da insan yaşamında çok büyük yeri var. Bunu niçin söylüyor? Çünkü bunlar da bir düşünce biçimidir. Hatta bilimsel metot diyalektiği biraz daha özeleştirisiz mutlaklaştırmak istedi. Verilerle kanıtlayıp bu olay olgu böyledir dedi. Bu da bir metottur. Sezgisellikte diyalektik yoktur 45 Yani bir şey hissediyorsun, arka planını bilmiyorsun, nereye gideceğini bilmiyorsun. Taraflarını bilmiyorsun. Peki rüya? Rüyalarınızda diyalektik rüya gören var mı? Çoğunuz nerede olduğunuzu hatırlamaz. Bir damın başından aşağı atlıyordun. Acaba o dam nerdeydi bilmezsin. Hatta çoğumuzun rüyalarında zaman mekân yoktur bile. Sonra rüyalarımızın büyük kısmında taraf yoktur. Bazen tektir. Kesik kesiktir. Ama hepsinin bir mesajı, bir düşüncesi vardır. Hatta rüyalarını iyi yorumlayanlar günlük yaşamına onu katarlar. Bir düşünce biçimi gibidir. Gerçekten de öyledir. Rüya insanın düşünsel, bedensel yapısının dışında bir şey değildir. Onun için yorumlaman gerekir. Senin yaptığın bir faaliyet gibidir. Aynen yolda yürümek gibi, o da bir faaliyettir. Yorumladığında kendine katkı yapıyorsun. Bir düşünce biçimine dönüşüyor. Sezgisellikten söz ettik. Bizde niye var? Hatta diyalektiğe kavuşmamıştır. Hissediyoruz. Ağırlıkta duygusal hareket ettiğimizden kaynaklı olarak böyle oluyor. Mesela sana der ki “gel buraya gidelim.” Hissedersin, gitmek istemezsin. Başka taraflarını bilmezsin. Boğazda düşman var mı, yok mu bilmezsin. Hatta senin için zaman, mekân o an önemli değildir. Anlık bir parçadır. Ona göre bir sezgi gösterirsin. Hissedersin ve tavır alırsın. Kısacası diyalektik ana düşünce metotlarından biridir. Hatta gittikçe diğer metotlara da hâkim oldu. Çok önemli oranda kullanılmalıdır. Ama tek düşünce biçimi de değildir. Diğerlerini küçümsemek, animist düşünceyi küçümsemek değil. Kısacası diğer düşünce yapılanmalarına dayanmamalıdır. Diyalektiğin ilkeleri: Diyalektiğin de Önderlik tarzında yorumunu yapmamız gerek. Diyalektiğin dört ilkesi; · Her şey hareket halindedir. · Zıtların birliği ve karşıtlığı · Nicel nitel değişim dönüşüm · Her şey birbirine bağlıdır. Diyalektiği olay ve olgu üzerinde tanımladık. Her şeyin birbirine bağlı olduğunu, hareketli olduğunu, nicel ve nitel dönüşüme tabi tutulduğunu, zıtların bir arada ve karşıt tarzında işlediği- genelde burada bir aradalığı taktiksel dönüşümün çatışma üzerinde dönüşümün stratejik olduğu dile getirilir. Burada önemli olan diyalektik bir yöntem olarak doğru diyalektik ilkelere dayandığı arka felsefe, temel felsefeye düalist felsefe ise eksik uygulandı. Mesela karşıtlıklar felsefesine, sınıfsal felsefeye dayandırıyorsanız, sınıf çatışmasına dayalı madde ve olguyu düşünceyi olayı ele alıyorsanız, diyalektiği ona göre uygularsınız. Ve bu da daralma yarattı. Önderlik buna kaba materyalizm diyor. Marksizm’in bile bu sınırda kaldığını söylüyor. Ayrıca aynı diyalektik ilkeleri demokratik ekolojik toplum paradigmasına göre de anlatabiliyorsunuz. Bu sefer arka felsefesi değiştiği için ilkeleri tekrar düzelterek ele alıyorsunuz. Tartışıyorsunuz. Yorumluyorsunuz. Geliştirerek düzeltiyorsunuz. Her şey birbirine bağlıdır nasıl izah ediliyordu eskiden? Bir olay olgu birbirinden bağımsız değildir. Her şey birbirine bağlıdır. Her şey birbirini etkiler ve birbirine bağlıdır. Bağımsız değildir. Kürtler ezilmeseydi, PKK olmayacaktı. PKK olmasaydı, bizler mücadeleye gelmeyecektik. Her şey birbiriyle bağlantılı anlatılır. Daha sonra onun da birçok alt gerekçeye bağlı olduğu söylenir. Birçok şeyi de etkilediği, Kürt halkının yaşamını, Türk halkının yaşamını, egemen sınıflarının duruşlarını etkilediği söylenir. Gerçekten birbirine bağlılık, bağımlılık vardır. Ama acaba karşıtlık felsefesinin söylediği bağımlılık nasıl işliyor? Ona göre mi işliyor? Yani bağımlılık çok güçlüden az güçlüye, üretim araçlarına sahip olanında da olmayanında, devlet sahibi olanında olmayanın da doğru mu işliyor? Ya da daha da genel acaba bütün doğadaki olay ve olgular 46 gerçekten insana bağlı mı işliyor? Siz eğer sınıfsal paradigmaya göre ele alıyorsanız, böyle yorumlarsınız. Ve buna göre tanımını belirlersin. İnsan merkezlidir. Hatta öyle bir noktaya geliyor ki, her şey birbirine bağlıdır. Ama bunu bilecek tek canlı varlık insandır. Kuantum çıkana kadar böyle yorumluyorduk. Böyle söyleniyordu. Bundan dolayı insan, düşüncenin dışında bir sezgisellik kabul edilmediği için diğerinin herhangi bir hareketi olamayacağı söyleniyordu. Cansız madde onun için söylendi. Buradaki bağımlılık ilişkisinin doğadaki bütün bağımlılık ilişkilerinin bir tek insan tarafından algılanabileceğini, hatta bu bağımlılık ilişkisinin insanın algıladığı kadar var olduğu söylendi. Tehlikeli yanı ne oldu, nedir? Birbirine bağımlılık ilişkisi artık sınıfsal, ataerkil hale gelmiştir. Bu bağımlılık ilişkisi mutlaklaştırıldı. Birbirine bağımlılık, sınıfsal ve ataerkillilik doğadan kopmuş şekliyle iktidar toplumu şekliyle zannedildi hep. Şu anda çok yaygındır. Kavram olarak kullandığınızda ormanın kralı aslandır. Niye öyle söylüyorsun? Çünkü bende de kral var. İnsan toplumunda kral var. Sonra diyorsun ki, şu tür, bu tür üstündür. Yoktur böyle bir şey sen söylüyorsun. Artık bağımlılık ilişkisini öyle izah ediyorsun. Bir türün, bir türden akıllı olduğunu, yöneten olduğunu söylüyorsun. Kendindeki sınıfsallaşmadan hareket ediyorsun. Bütün insanlık tarihinin de doğadan koptuğunu söylüyorsun. Bunun normal bir bağımlılık ilişkisi olduğunu söylüyorsun. Diyorsun ki, insan akılcı bir tür olduğundan, doğayı ihtiyacı doğrultusunda kullanmalıdır. Yani ilişki ağının karşılıklı bağımlıların veya bütün bağımlılıkların sınıfsal ataerkil iktidarcı topluma dayandığı bir dönemde diyalektik ilke böyle algılanıp bu bütün tarihe, topluma, doğaya vurulmaya başlamış ve insan merkezli olmaktan kurtulamamıştır. Çünkü bütün bağımlılıkların bir tek anlayacak zincir halkası insan olduğu düşünülmüş. Doğru anlar. Çünkü tek akıllı varlıktır. Ama her şeyin insan aklının süzgecinde her bağımlılığın o süzgeçten geçtiği doğru değildir. Şu an kuantum kanıtladı, çok küçücük kuarklar diyorlar. Aklın eremediği ilişki bağımlılıkları var. O zaman bağımlılık ilişkisini doğal felsefeyle de anlatıyoruz. Çok çeşitlilik içinde her şeyin birbirine bağlı olması, karşılıklı bağımlılık içerisinde farkındalık. Herkesin birbirine bağımlı olması üzerinde kendi olma özgürlüğü, güçlü ve zayıf diye bir ilişki yoktur. Mesela güçlüsün. Güçlülüğe bağlılık ilişkisini meşru görmemek gerekir. Zayıf bir türün güçlü bir türe bağımlılık ilişkisini meşru görmemek, izah etmemek, açıklamamak gerekir. Öyle de değildir. Bunu öyle izah edersen sınırlı kalıyorsun. Kadın erkeğe bağımlı değildir. Erkek de kadına bağımlı olmamalıdır. Ama kadının erkeğin karşılıklı bağımlılık içerisinde olması kendisi olmasına engel değildir. Demokratik ekolojik toplumda bu yaklaşımı çok köklü düzeltmemiz gerekiyor. 47 Hareketlilik: neyin hareketi? Neye göre hareketlilik? Hareketlilik ilkesinin dayandığı arka temel nedir? Acaba bütün hareketler ileriye doğru mudur? İleri doğru olduğunu söylediğimiz şey nedir? Acaba birlikteliğimiz üretim araçlarına sahiplik midir? Devlet olmalı mıdır? Bize göre ilerleyen maddeler, karmaşıklaşan maddeler midir? Her karmaşıklaşan madde, yönetim organizasyonuna karışan madde acaba gerçekten ilerliyor mu? Acaba tarihte gerçekten ilerleme var mıdır, yok mudur? Buraya kadar sorgularsın. Önderlik hareketliliğin, maddenin, kuantumu anlamanın faydalı olduğunu söylüyor. Madde kesinlikle bir düalizm, çok çeşitlilik içerisinde ve bu çeşitlilik içerisinde sadece maddesel çeşitlilikler yoktur. Sezgisel, özgürlüksel çeşitlilik içerisinde hareket eder. Hareket ederken, kesinlikle düz çizgisel derken, şu anlamda çizgi çizip ileriye doğru gidilecek diye bir şey yok. Burada önemli olan bir fark, kaos aralığının devreye girdiğidir. Maddenin hareketliliğinde kesinlikler vardır. İşte bu kaos aralığı bilinci olarak maddenin hareketinde tartışmalar başladı. Sonra maddenin düşünce tarafından yönlendirilmiş biçimi de müthiş bir özgürlüksel tercih var. Madde doğal olarak kendi halinde ileriye doğru olamayacak. Orada özgür tercih çok belirleyici oluyor. Maddeyi neredeyse yeniden oluşturuyor. Hatta bazı yerlerde düşünce vardır. Madde yoktur. Ondan sonra bu düşünce toplum sistemini geliştiriyor. Klasik anlamda maddeyi demiyorum. Varlıksal oluşum olarak söylüyorum. Acaba kapitalist sanayi üretimi en üst aşamasıyla, sosyalizme gideceğini düşündüğünüz için bütün üretim araçlarının ilerlemesinin insanların özgürlüğüyle özdeş olduğunu, sürekli üretim araçlarının ilerlediğini, bunun için iyi olduğunu düşünürseniz, üretim araçlarına dayalı sürekli bir maddenin hareketli olduğunu dile getirirseniz doğru mudur? İnsanlar tartışıyor, Önderlik bütün uygarlık sistemini kabul etmedi. Diyor ki eşitlik, özgürlük ve demokrasi getirme anlamında bir ilerleme yaratmamıştır. Önderlik bunu daha da ileriye götürdü. Bütün sınıfsal yapının sapma olduğunu söyledi. İlerleyicilik değildir. Sosyalizme gitmek için gerekli olduğunu söylemedi. Ataerkil sistemin hiçbir zorunluluğa dayanmadığını, çalıp çırpma olduğunu, bir toplumsallaşmayı saptırma olduğunu söylüyor. Önderliğin diyalektiğine girmezsek, bir yerden sonra diğer yaklaşımlarla açıklayamazsınız. Bir yerde kesinlikle sınıfı, erkekliği, devleti, tek tanrılı dinliliği, dogmatizmi hep kutsarsınız. Hep meşru gelir, normal gider. Diğer bir ilke, Önderlik alıntılarıyla söylersek doğru, bir hareket vardır. Düz çizgisel bir hareket değildir. Kesinlik vardır. Kesinlikte düşünce ile madde iç içe çok yoğun olarak etkileşim yaptığı bir hareketliliktir. Sezgisellik, özgür tercihler, çok çeşitlilik önemli rol oynar. Ve maddenin hareketliliğinde kaos aralığı vardır. Maddenin ileri olup olmadığını, farklı kriterlerle ele alıp ilerleme demeliyiz. Bu nedenle biz sınıfsal yapıya da, uygarlığa da ilerleme demiyoruz. Ondan dolayı da Önderlik doğal topluma ilkel toplum demeyi bıraktı. Çünkü doğal toplum demokratik toplumdur. Atar bir damar olarak Önderliğin söylediği komünal itenin hareketinde bütün zorlanmalarına rağmen, -kaldı ki onun uygarlıkla da, sınıfsallıkla da bir alakası yoktur- mücadelelerle kendisini yaşatma çabasında bir hareketlilik vardır. Bunu önemli oranda geliştirdik. İlerleme diyebiliriz. Marksizm’i de, kapitalizmin bir mezhebi olmaktan kurtarıp böyle bir ilerlemeye kavuşturmak istiyor. Nicel nitel dönüşüm sınıflı felsefi yorumu dar kalır. Hatta nicel ve nitel karşı karşıya getirilir. Hani mutlak karşılaştırma mantığı var ya, der ki nicel süreçler nitel süreçlerin birikimidir. Nicel süreçler birikir. Nitel süreçlere geçer. Sonra nicel süreçler güç biriktirme süreçleridir. Önemli oranda belirleyici tarihi ve maddenin hareketini oluşturan nitel değişimlerdir. Örnek su 99 dereceye kadar kaynar. 100 derecede buharlaşır. 99 dereceye kadar olan bütün ısınmalara nicel değişim diyorlar. 100 dereceye de nitel değişim diyorlar. 48 Bunun mantığı nedir? Sınıf çatışmasıdır. Maddenin diyalektiğine yansıtmasıdır. İşçi sınıfı ve ezilen sınıf örgütlenmeli, biçimlendirmeli. Propaganda yapmalı, halka kavuşmalı bu süreçlerin hepsine duyulan ihtiyaç dönemine nicel değişim olarak ihtiyaç duyuluyor. Nitel değişim patlama anıdır. Bir doğruyu öğrenmeyi bir doğruyu yapmayı, devrimci sıçrama zamanı geldiğinde arkadaşlar yapamıyor ki duygunuz, düşünceniz hazır değilse, bu noktada patlama yapamıyor ki, oradan kaynaklanıyor. Bunun daha birçok örneği vardır. Nicel ve nitel değişim süreçleri birbirinden kopuk değildir. Doğal felsefe, doğal diyalektik bunları farklı ele alıyor. Nitel değişimlerin bütün yaşamı belirlediği anlar olduğunu da hiç bir zaman söylemiyor. Çok önemli olduğunu söylüyor ama yaşamımızın nitel ve nicel iç içe geçmiş devrim evrim süreçlerinin iç içe geçmiş eşit dönüşüm, maddesel dönüşüm, toplumsal dönüşümün toplumsal evrimle iç içe geçtiğini, yoğun bir süreçten oluştuğunu söylüyor. Zıtların bir aradalığı ve çatışması zaten Önderlik bu tezi savunmaların ilk bölümünde ele almıştır. Antagonist çelişkilere, yani en sert birbirini aşması gereken çelişkilere bile diyor vardır, yani doğrudur. Ama aşamazsın, yok edemezsin, varlığını yok edemezsin. En fazla geriletir, bastırırsın, o bile sürer. Sonra antagonist çekişmeler her şey değildir. Böyle anlar vardır. Ama her şey değildir. Daha sonra karşılıklı bağımlılık, yaşamın dengede gitmesi çelişkilerin farklı şekilde çözülmesi, yoğun çelişki ve bir aradalık tarzında yaşanması vardır. Şimdi burada sakıncalı olan, şu sınıf çatışmasından bir diyalektik ilkeye yansımış olarak bir aradalık, taktiksel zıtların çatışması, stratejik olarak görülür. Bir aradalık da tekrar nicel ve nitel değişimdeki gibi zaten hepsi aynı mantıkla ele alınmıştır. Güç biriktirme süreci olarak ele alınmış taktiktir. Esas diğerini aştığın zaman, stratejik çatışmaya geçtiğin zaman, bakın bu klasik siyaseti besliyor, iktidar olgusunu besliyor, devleti besliyor. Örneklendirecek olursak, bizde de arkadaşlar böyle yapıyor. Birbirini izliyor, bekliyor, eksiğini görüyor, yanlışını görüyor, o kişiyi aşma zamanı gelmiştir. Bir tekmilde gündem olur, artık o aşıldığında rahatlar. Genelde aştım dediği o arkadaşın tüm kötülüklerini ortaya koymadır. Aşmasına çalışma, değil ortaya koymadır. Aşmıştır, bak ben senden üstünüm. Aynısını sınıflar da yapar. Gücü biriktirir, diğerinden alır. Çatışmaya geldiğinde kesin biri kazanacaktır. Kim çok biriktirmişse o kazanacaktır. Onu aştığında sınıflar rahatlar. Bunu yapmak için iktidar kavgaları yürütülür. İster kişilik düzeyinde yaşansın, ister siyasal düzeyde yaşansın, ister devlet ve yönetimler düzeyinde yaşansın, hepsi bu şeyin klasik işletilmesidir. Ama aşılmaz, ilginçtir. Böyle ele alış biçimi sorunları çözmez. O nedenle tekrar düzeltilmesi gereken, kaba materyalizmden uzaklaştırılması gereken bir ilkedir. Önemlidir. Bir aradalık çok çeşitlidir. Stratejiktir. Önderliğin söylediği gibi düzeltmek gerekir. Sonra sert çatışma anları vardır, karşıtlıklar da vardır, yöntemleri de vardır. Ve eğer sürekli bir kriz haliyle yaşanılmayacaksa, çelişki ve çatışmaların özgürlük seçeneğiyle de işlenilmesine izin vermek gerekir. Yani çok çeşitlilik içerisinde kendin olmaya izin vermek lazım. Yapılan çatışmalar bunun için olmalıdır. Ki yok edilmiyor da zaten, benim bir arkadaşımın beğenmediğim özelliklerini eleştirmem lazım, fakat onun üzerinde iktidar kurmak için değildir bu. İdeolojik mücadele şart. Fakat zihniyet dönüşümü için, aştırtmak için. O zaman bir arada kalırken birbirimiz üzerinde üstünlük kurmadan, iki ayrı kişi olarak ama birbiriyle alıp veren ve daha iyi yaşayan olarak ilişki kurabiliriz. Ne kölelik ilişkisi olur, ne tahakküm ilişkisi olur. Bu bütün toplum için de geçerlidir. Yani çelişkilerin çözüm yöntemi olarak da stratejik öğeleri farklı yönlerden öne çıkarıyorsun. Yine çatışıyorsun, kısmi oranda çatışmaların birbirini yok etmeye yöneldiği dönemler de oluyor. Ama bu dönemler stratejik değildir. Ve bu dönemlerin sağlıklı çözüme kavuşturulması gerekir. Bu anlamda bir aradalık süreçlerinin taktik olarak ele alınması, sınıflı toplum felsefesi, ideal bir düalist toplum yapısını sürdürmek içindir. Düşünülecek olursa, erkek ve kadının hiçbir zaman bir araya gelemeyeceğini, insanın duygusu ve düşüncesinin hiçbir zaman bir araya gelemeyeceğini, ezen sınıfla ezilen sınıfın hiçbir 49 zaman bir araya gelemeyeceğini düşünerek çatışıyorsun. Ve bu süreçlerin hep geçici olduğunu, taktik olduğunu esas güç biriktirme üzerinden çatışma olduğunu, stratejik bir kavgaya hazırlanmak gerektiğini söylüyorsun. Bu bir pusudur. Ve şunu sana unutturmaya çalışıyorlar. Çok çeşitlilik içerisinde insanın kendisi olduğu, özgür yaşadığı bir dönem vardır. Toplumdan bile, doğadan bile toplum iktidarcı kopmadan yaşamış. Ve sana bir aradalığı her zaman taktik ve geçici gösterip çatıştırıyorlar. Şimdi burada iki noktaya dikkat etmek gerekir. Çatışma vardır, uzlaşma da vardır. Bu da doğrudur. Ve bunlar sınırlıdır. Biz siyasal olarak çok kullanırız, bu yanlıştır. Bir aradalık, çok çeşitlilik ama bunun içerisinde kendin olma vardır. Bunun için gerekirse kavga verme vardır. Her bir aradalık uzlaşma değildir. Biz bunu çok siyasal olarak kavramlaştırmışız. Bize yansıdığı için her zaman karşıtlığı kutsal hale getirmişiz. Her karşıtlık karşıtlık değildir. Her karşıtlık mücadele değildir. Birbiriyle çok çatışan arkadaşların uzlaştığını görürsün. Şimdi doğrusu şudur; bir aradalık içerisinde, çok çeşitlilik içerisinde kendin olmak için, özgür tercihine dayalı, kendini tanımlamaya dayalı kavga verebilirsin. Bunu artık tanım olarak neyle ifade edebilirsen et. Ama karşıtlık bunu karşılamaz. Biz bazen radikallik kavramını kullanıyoruz, bu karşılayabilir. Sekterlik de bunu karşılamaz, mutlak karşıtlıkçılık hiç karşılamaz. Onun için uç sınırları da doğru tanımlamamız gerekir. Her bir aradalığa uzlaşma dersek, işin içinden çıkamıyoruz. Şimdi bir arada olmalıyız deyince şu anlaşılıyor; Apocular diyor ki patron sınıfı ile işçi sınıfı bir arada kalmalıdır. Kadın erkek çelişkisi yoktur, bir arada kalınmalıdır. Biz bunu demiyoruz. Liberalizm işte. Biz bunu demiyoruz. Çok çeşitlilik içinde kendin olmak, bir aradalık içerisinde farkındalık ilkeleri farklı tanımlanmış. Uzlaşma deyince karşıtlık, karşıtlık deyince uzlaşma tanımlanıyor. O nedenle bir aradalık deyince hemen uzlaşmayla bütünleştiriliyor. Ve hemen diğer taraf tutuluyor, biz karşıt olmalıyız deniliyor. Sen diyorsun karşıtsan, çöz bu sorunu, çözmüyorsan yanlıştır. Aynı oranda uzlaşma içinde niye bir aradalık uzlaşma olarak yorumlanıyor. Uzlaşıcılar da çözsün. Varsay ki bu sorunlar yokmuş gibi çözsün. İradeli ve mücadeleci bir duruş gösterilmezse çözemezsiniz, orada da bir çürüme yaşanır. Hatta sorunlar ertelenir. Biz bu kutuplar arasında gidip gelmek zorunda değiliz. Sağcı-solcu, erkekçi-kadıncı veya işte liberal-dogmatik. Tanımlarımızı düzeltmek zorundayız. Önderliğin yeni felsefesine göre de tartışmak zorundayız. Onun için Önderliğe bu yeni ideolojiyi geliştirdiğinde, siz çok yumuşak bir şeye gidiyorsunuz, hatta uzlaşıyorsunuz diyenler oldu. Önderlik dedi on yıl sonra kimin radikal bir proje sunmuş olduğunu görürüz. Ki öyledir de. Önderliğin sunduğu proje bir aradalığı savunuyor doğru, ama mücadeleyi de savunuyor. Ama sorunu çözdüğünde sınıfsal yapının hepsini aşıyor. Bu ilkenin hepimizde uygulaması vardır. Yani bir aradalık, yine zıtların çatışması, bununla toplumlarda kurulmuş sınıf çatışmaları halen bu ilke ile ele alınıyor. Ve bu ilkenin sonucu da felakettir. Reel sosyalizmin çözülmesinin sebebi bu ilkedir. Bir arada olarak ele aldığı bütün ilişkileri merkezileşmeye doğru azaltmış, stratejik gördüğü şeyleri çatıştıra-çatıştıra merkezi güç biriktirmeyi ele almış, insanları, sınıfları, cinsiyetleri çatıştırmış, buradan biriktirdiği güçlerle devletleri oluşturmuşlardır. Yani çok bilinçlidir. O nedenle radikallik ve bir aradalık kavramlarını kullanabiliriz. Mücadelecilik ve bir aradalığı kullanabiliriz. Ama eski dar çıkmazdan çıkmamız gerekir. Bu dersi nerede anlattıysam, soruyoruz, size de soralım; çünkü düalist paradigmanın güzel bir örneğidir. Biraz bir tarafı anlattın mı, müsaade var mı diyor, sen uzlaşmayı mı söylüyorsun, sonra biraz karşıtlığı anlatıyorsun, sen bir aradalığı dıştalıyor musun? Mantık o kadar şekillenmiş ki bizde, biraz diğerini öne çıkar hemen siyasal bir yoruma kayıyor, bu uzlaşıcıdır ya da bu sekterdir diyoruz. Düalist paradigmada öyle hareket ediyoruz. Biz sekterlik ile uzlaşı arasında gidip gelmek zorunda olan toplumlar değiliz ki. Bu tecrübeyi çoktan edinmişiz. Sizler yaşamışsınızdır. Sekterliğin diğer ucu uzlaşıcılıktır, birbirine yapışık ikizler gibi. Dünya kadar yaşadık. En duygusal insanlar, sadece duygularıyla dar hareket eden, duygu ve düşünceleri arasında denge oluşturamayan insanlar, mülayim görünen insanlar en asabi insanlardır. En uzlaşıcı insanlar, en dar insanlardır. Değil mi? Kim kendisine sekter diyorsa, arka yüzüne bakın uzlaşma çıkıyor. Ben uzlaşıcıyım diyen 50 insanlara bakın, liberalim iyi götürüyorum diyen arkadaşa bakın, olmadık yerde patlamalar, intiharlar, kaçışlar çıkıyor. Bakın niye öyle oldu? Madalyonun diğer yüzü gibi bir şeydir. Çünkü doğrusu o değildir. Bunlar birbirini tamamlıyor. İki yanlış bir doğru etmiyor. Bu yanlış bir konumlanmadır aynı zamanda. Önderlik felsefesinin referans alınmasından ziyade, kendini karşıdakine göre konumlandırma, ona göre şekillenmedir. Onun için o tartışmalara girmeyelim. Doğrusu radikallikle mücadele ve bunlar da bir aradadır zaten. Hatta Önderliğin yaptığı gibi bir aradalığı sağlayacak mücadeleler vermek gerekir. Birbirini yok edecek biçimde değil. Bunu verirseniz sorunu çözdüğünüz gibi, stratejik olarak yaşamı, özgürlüğü, demokrasiyi doğal toplumla bütünleştirmeyi esas alıyorsunuz. Ve insanlığın bütün kazanımlarını da dıştalamadan üstlenebiliyorsunuz. Kurduğunuz toplumsal yapılanmada da, iktidarcı çatışmaları bitirebilirsiniz, çelişkileri değil. Bunun tek yolu da budur. Bu ilke tersinden ele alınmalıdır. 51 Diyalektiğin dört ilkesi değişti. Yeni felsefeyle bu diyalektiği ele almalısınız. Ama bakın felsefeyi anlattık, halen dönüp anlatacağız doğal felsefeyi. Eğer felsefeniz, yani arka zemininiz böyleyse, diyalektiği uygulayın. Arka zemininiz, yani felsefeniz, MarksistLeninist kalıyorsa, liberal kalıyorsa, devletçi sosyalist kalıyorsa, anarşist kalıyorsa siz diyalektiği öyle ele alıyorsunuz, yoksa diyalektik yanlış değildir. Sınıf çatışmacısı iseniz, diyalektiğin dört kanunu da öyle ele alıyorsunuz demektir. Biz bu eleştirileri de Önderliğin son savunmalarından kaba materyalizmin aşılmasına dayandırarak yaptık, bizim de geldiğimiz gelenektir. Onun aşılmasına yönelik diyalektiğin tekrar kuruluşunu tartışıyoruz. Sonuçta doğru biz de bir diyalektik uygulayacağız. Ama dayandığımız temel felsefe farklı olduğu için diyalektiği neredeyse özde, ilke uygulamalarını özde uygulayacak kadar tekrar uyguluyoruz. Savunma mekanizmasını nasıl geliştiriyorlar? Sen sınıf çatışmasını bir iktidar yapma temelinde tutmazsan, diyorlar ki ‘PKK’liler sınıf çatışmasını bıraktılar,’, ‘Devletle veya kapitalizmle uzlaşmayı tercih ettiler.’ Böyle bir savunma mekanizması, bu düşüncelerde de yaygın olarak vardır. Sen bir şeyi değiştirdiğin anda müthiş bir savunma mekanizması ortaya çıkıyor ve seni dıştalıyor, bastırıyor, eziyor. Biz diyoruz ki sınıf çekişmeleri vardır, ama sınıf çatışmaları iktidarla çözülmediği için -tecrübe çıkardık- üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla çözersiniz. Ve diyoruz ki, sınıfın iktidara kavuşturulmasıyla değil, sınıfın demokratikleştirilmesi üzerinden sınıf olmaktan çıkartılması, iş bölümüne dönüştürülmesi ile çözülür. Yani birçok yönden yöneliyoruz. Sınıfın alt basamakları olan, hiyerarşiye, hatta sınıfı besleyen ek hiyerarşilere, kadın-erkek hiyerarşisine, gençlikyaşlılık hiyerarşisine bile mücadele açıyoruz. Şimdi tabii bunları izah etmen gerekiyor. Daha köklü bir sınıf mücadelesini yapıyoruz. Peki, savunma mekanizması nedir? Sen o sınıfı yıkmak istiyor musun? İstemiyor musun? İstemiyorsan sen sınıf kavgacısı değilsin. Sebep Önderlikteki çelişki tanımı değişti. Sınıf çelişkisini de içeren toplum iktidar çelişkisi. Toplumun elini güçlendirecek güçlere ağırlık veriyor ve devletin elini zayıflatıyor. Önderlik çok sistematik olarak bunu yapıyor. Ulus kavramını devletten ayırdı. Devlet ulus, ulus devlet, Önderlik demokratik ulus diyor. Yani ulusu devletten aldı. Boşadı onları. Geliştirirsek bu ilerleyecek. Sonra sınıfı devletten aldı. Nasıl aldı? Sınıfı devletten aldı. Dedi ki, bir sınıfın özgürlüğü devletle buluşmasından geçmiyor. Demokrasiyle buluşmasından geçiyor. Demokratik üretimle buluşmasından geçiyor. Kadını zaten çoktan devletin elinden almıştı. Gençliği de almaya çalışıyoruz. O da sürüyor. Peki, toplumun diğer kesimleri? Biz inanç gruplarına da daha demokratik bir sistemle yaklaşacağımıza inanıyoruz. Bakın hepsi nedir? Bilinçli olarak devleti azaltma, toplumu çoğaltmadır ve bu sert bir kavgadır. Sonuçta bunu fark ediyor bazıları, Deniz Baykal onun için bağırıp çağırıyor. Siyasi partilerin altı boşalıyor. Bizde bile bazıları bağırıp çağırıyor. Başkanım elimizde bir şey kalmadı. ‘Biz bu halkı yönetemeyeceksek ne olacak, elimizde bir belediye var, siyasal parti iktidar için değilse ne içindir, zar zor bir koltuğa oturduk bırakın bu seçim döneminde biraz rahat yürütelim.’ diye bağırıyorlar. Ondan kaynaklanıyor. Hâlbuki başka yolu yoktur. Özel olarak işte sınıf mücadelesinde bizim değiştirdiğimiz şey şudur; önce üretim sisteminin demokratikleştirilmesi taraftarıyız. İktidara kavuşturulan hiçbir sınıf demokratik olmuyor. O zaten yalandır! İsterse en emekçi sınıflar olsun. Sonra üretim sistemi üzerinden demokratik sistemleri geliştirmek gerekir. Önderlik diyor ki, kar üretimi yanlıştır. Kar üretimi anti demokrasi getiriyor. Ne diyor? Hizmet, iş, yaşam üretimi yapılabilir. Kara dayalı olmayan üretim sistemi yapılabilir diyor. Öyle yapılırsa sanayi sistemi, ticaret, her türlü kooperatifler de yapılabilir. Çok kafa karışıyor. ‘Nasıl kar üretmez?’ Siz bir mahallede döner sermaye şirketi kurun. Örnek olarak hastane, ona dayalı, fona dayalı eczane sistemi 52 kurun, bütün mahalleyi oraya ortak edin, yaygın olarak tedavi olan parayı -ki ucuz da olurbir süre sonra tekrardan o mahallenin ihtiyaçları için kullanın, bir süre sonra o hastanenin döner sermaye sisteminden bile eğitim okulları, kreşler açabilirsiniz. Birkaç kişinin cebine kar girmeden bütün toplumun kar üretmeden yaşamını üretebilirsiniz. Bu demokratiktir diyor Önderlik. Yani topluma dönüşen üretim sistemi demokratiktir. Sonra ek olarak tedbirler düşünüyoruz. Üretim aracının partileşmesinden, devletleştirilmesinden yana değiliz. Bireyselleştirilmesine de çoktan karşıyız. Şimdi üretim araçlarının toplumsallaştırılması diyoruz. Üretim araçları toplumsallaştırıldıktan sonra hiçbir sınıfın sınıf olarak kalmayacağını düşünüyoruz. Bir iş bölümü olarak kalacağını düşünüyoruz. Şu anda PKK’de yaptığımız gibi birimiz lojistikçi olabilir, birimiz gümrüğe bakabilir, üretim araçlarının üzerinde kimsenin hakkı olmayabilir. Çözüm önerilerimiz farklıdır. Sınıfın demokratikleşmesi mücadelesi temelinde bir dönüşüm yaşatma projesidir. İşte bunların arka dayanağı farklıdır. Felsefi bakış açısı olarak sen sınıf çekişmesi görüyorsan, bu sefer ona çözümler üretiyorsun. Toplum iktidar çelişkisi üzerinden görüyorsan, ona göre çözümler üretiyorsun. Seni yönlendiren felsefe çok önemlidir. Çözümlerin, önerilerin, mücadele yöntemlerin ve örgütlerin buna göre değişiyor. Birçok konuda öyle oluyor. Üretim araçlarının ele geçirilmiş, bir de bunun devlete kavuşturulmuş halinin sınıfa özgürlük getirdiğini düşünüyorlar. Biz kendimiz yaşadık, birimize biraz fazla yetki verildiğinde ilk yaptıklarımız neler oldu? Yetki paylaşılır mı? Diyorlar ki, bir sınıfı devlete kavuştur, sonra özgürlükler paylaşılır. Proletarya adı altında komünistler neler yapmadı? İktidara kavuşturulmuş sınıf hayatta bir daha bunu paylaşır mı? Bu çok iyi niyet ve saflıktır. Emekçiyi iktidara kavuşturduğunda emekçilikten çıkıyor. Heval gelin özgürlüklerimizi paylaşalım. Elinize geçirdiğiniz mallarımızı paylaşalım. O da diyor ki, geçti benim daha çok alacağım intikam var. Bir beş on milyon öldüreyim. Hiç iktidarın özgürlük dağıttığı görülmüş mü? Şimdi de Kürtler adına bunu savunanlar var. Hele Kürtleri iktidara kavuşturalım, iktidar dağıtacağız diyenler var. Barzani ailesine bakıldığında özgürlük değil, ihale dağıtıyorlar. Birçok etki altındayız, kendi alışkanlıklarımız bile engeldir. Zaman da alabilir. Örneğin bir bakış açısı edinmek, onu yenilemek, paradigmayı ona göre anlamak, yavaş yavaş paradigmayı doğru bir örgüte dökmek zaman alabilir. Artık bütün bunlarda aksayan yanları düzeltmek, eleştiri-özeleştirimizi ona göre düzeltmek zaman alabilir. Halen arkadaşlar birbirine diyor ki, sende şu sınıfın özellikleri var. Sende toplumun özellikleri yok, sende iktidarın özellikleri var. Niye sanayi sınıfının özelliklerini esas alıyorsunuz ki? Yıllardır sende küçük burjuvalık özellikleri var, aydın özellikleri var, sende köylülük özellikleri var diyorsunuz ki? Belki de o sınıflar çok belirleyici değildir. Belki de daha geniş sınıflar vardır. Hiç kimse demiyor sende tarım toplumunun özellikleri var. Veya sen doğal toplum özellikleri yok diye sende duygu azdır diye eleştiri yapan bir arkadaş görmedim. Biraz kişiliklerimizde iktidar özelliklerini çözmeye başladık. Heval sende bu özellik yetkicidir. İlk savunmayı okuduğumuzda Önderliğin eleştiri-özeleştiri bölümünü okuduğumuzda yeni bir şey yok zannettik. Daha sonra bir daha okuduk. Müthiş bir farklılık var. Önderlik diyor ki, doğal diyalektik özellikler yoksa arkadaşınızı eleştirin. Bunun üzerinde iktidar kurmak için eleştirmeyin diyor. Emekçiliğin çok önemli bir değeri var toplumda. Birbirimizi emekçisin, emekçi değilsin diye eleştirmek güzeldir. Ama mesela sen niye daha az proletersin mesela küçük burjuvasın, hatta biraz daha köylüsün, sanayi sınıfının eleştirisidir. Birbirimizi mahvediyoruz. Biz daha sanayi sınıfının kutsallaştırılması üzerinden yoğun birbirine yönelimin yeni bir toplumsallaşma yarattığını görmemişiz. Etik ya da ahlakın sanayi sınıflarında olduğuna inanmıyoruz. Emekçileşmenin çok zayıf olduğunu düşünüyoruz. Biz proletaryayı emekçi 53 olarak çok az görüyorum, tamam patrondan daha emekçidir. Fakat hızla küçük burjuvalaşan bir özellik gösteriyor. Tarım sınıflarının çoğu köylülük de dâhil çok değerlidir. Aşılmaz, uzun süre aşılmaz. Hatta sanayiden daha fazla tarım sınıflarının toplumları toplumsallaşmaya daha yakındır. Keşke biz sanayi sınıfı döneminde yaşamasaydık. Tarım döneminde yaşasaydık, birbirimizi öyle eleştirseydik. Sen az plebsin, sende serflik az. O zaman bile daha değerli olabilirdik. Hiç kabul edemediğimiz, yoğun eleştirdiğimiz, gittikçe çok güçlü aşılması gerektiğini düşündüğümüz bir kapitalist sınıf bölünmesinin içimize yansımış tartışmalarını çok yoğun yaptık. Bu paradigma ile toplum iktidar çelişkisi üzerinden toplum adına eleştiri-özeleştiri vermek daha gerçekçidir. İktidarın bir tamamlayanı olarak hangi sınıf özellikleri varsa, onu eleştirmek. O belki emekçiliği daha fazla geliştirilebilir. Bir davranıştır, ama hemen edinilmesi zaman alıyor. Bir platform yapalım, o eleştiriler halen devam edecek, biraz zaman alıyor. Yenisini kavrayıp uygulama zordur. Bir de günlük yaşam ilişkilerinde düşünün birçok şeyde, hatta bizce bu paradigma içsel oluşur. Duygu, düşünce dengesini oluşturan, dengesini yakalayan arkadaş var mıdır? Çok zor. Kendisiyle barışık yaşama, yaptığı ile söylediğinin bir olması, bunun üzerine özel çalışması gerekir. Hatta özgürlük sınırlarınız nedir? Denediniz mi hiç? Bağımsız düşünceniz nereye kadar gidebilir? Bir şeyi korkacak kadar sorguladınız mı hiç? Bir de bu korkulacak kadar sorguladığınız şeyleri korkmayacak kadar söylediniz mi hiç? Hani devrimciler en özgür insanlardı. Acaba ben bunu söylesem neler olur? Şu denge nedir? Bana nasıl yaklaşılır? Bu tür anlayışlar mı daha fazla hâkim oldu? Hatta gittikçe bunun adına örgüt demeye başlıyoruz. Diyorlar ki burada dengeci yaklaşacaksın, burada böyle söyleyeceksin, sen bunu söylediğin için seni mahkûm ediyorum. Sonra bu bir örgüt anlayışı değildir, bir iktidarlaşmadır. Bir toplumsallaşmanın içerisinde o özgürlüklerden oluşan bir örgüt oluştursak, hiçbir örgüt hiç kimseyi korkutmasa. Bunu kurabilir miyiz? PKK ağırlıkta böyle yaşadı. Ne zaman ki siyasal dengeler, oyunlar, yetkicilik ağırlık kazandı, bozulmalar, yer-yer aşınmalar yapıldı. Bunlar yine aşılabilir. O zaman yine aynısının kurulmasından geçiyor. O toplumsallaşma üzerinden oluşturmak, bunun paradigmasını da uygulamak zordur tabii. O zaman eksiklikten arınacak bir katılım biçimini göstermesi gerekir. Çok çatıştık, politik yanlışlıklar olarak, çok uzlaştık, politik uzlaşmalar olarak, toplumsallığı zayıf bıraktık, çok yönlü kişilik özelliklerimizi geliştirmedik, ideolojiyi, ideolojik mücadeleyi bazen sadece Önderliğe bıraktık. Paradigmayı, felsefeyi çok az anlayacağımızı düşündük, az uyguladık. Bütün bunlar hep bizi çeşitli sorunlarla karşı karşıya bıraktı. Şimdi biz felsefeyi veriyoruz ya arkadaşlar da diğer derslerde indirgeme yapar. Diğer derslerde de faydalanacaklar, ayrıca da tartışacaklar. Mesela biz dedik ya demokratik ekonomik ayaklarının kurulması gerekir, bunun tartışılması gerekiyor. Sınıfsal bakış açısıyla ekonomik üretim araçlarına bakış açısı açısından, örneğin o yeni bir felsefik bakış açısı zaten onu uygulayacaksın. Diğer konularda da olacak. Ekonomik ayak zaten şimdi uygulamasını yapmadığımız için hepsi felsefi tartışma olarak kalıyor. Ama uzun sürer. Mesela karmaşıklaşmış ekonomik araçlarının demokrasi getirmediği söyleniyor. Örneğin şu anda otomatik sanayiye geçiliyor. Üretim araçlarının sahibi bile üretim sistemi üzerinde hâkim değil. Birkaç uzman dışında bilmiyor, öyle araçlar var. Sanayi sistemi teknoloji sistemi öyle bir noktaya gitti. Şimdi diyorlar bu demokrasi getirmiyor. Eskiden sanayi sisteminde şöyle bir şey vardı. Bölümlere ayırıyorlardı, hâkimiyeti öyle azaltıyorlardı. Anti demokrasiyi öyle yaratıyorlardı. Hangi bölümdeysen orayı biliyordun, geneli sorgulamıyorlardı bile. Yani bu fabrikanın sistemi böyledir diyemiyordun. Şimdi bu da aşıldı. Bir düğmeye basılacak tabii çok karmaşık bir düğme sistemi onu sadece birkaç tane uzman biliyor. Diyorlar ki, bu üretim sisteminin kimin elinde olduğundan önce bu üretim sisteminin kendisini demokratikleştirmek gerekir. Basit, denetlenebilinir ama verimli bir üretim sistemi olmalı. Basit derken insanın algılayamayacağı kadar karmaşık değil. Ama denetlenebilecek kadar basit. Yani 54 demokratik denetime alınabilecek kadar basit. Acaba o üretim sistemi anti demokrasi mi yaratıyor yoksa demokrasi mi yaratıyor? Tabi daha sonra o üretimin paylaşımı, üretimin mülkiyet ilişkileri o üretimin sınıfla bağları tartışılıyor. Şimdiki sendika sistemi tartışılıyor. Şimdiki sendika sisteminin siyasal partinin gölgesinde yedeği olduğu açıktır. Bütün partilerin de toplum odaklı partiler hariç, devletin bir yedeği olduğu düşünülürse, çıkmazdadır. Düşünün bütün sendika yöneticileri bir siyasal parti yöneticileri kadar etkilidir. Ama emekçi sınıfların özgürlüğü gelmiyor. Bizim memur sendikaları var. Yanında çalışan çaycısının işçi sendikalarına üye olmasına izin vermiyor. Diyor ki sen gidip sendikaya üye olursan, seni kovarım. Nasıl bir emekçi sınıf sendikasıdır? Alakası yok. İktidarcılaşmış. Böyle bir sistem var. Önderlik emek konfederasyonu dedi. Yani emeğin toplumsal üretimi dedi. Hatta emek tanımını sınıf tanımlamaları içinde yapmadı. Marksist emek tanımını küçük burjuva artı değer emek teorisi olarak yorumladı. Yetersiz gördü. Toplumsal üretim sistemi olarak tanımladı. Mesela Önderliğe göre bir çocuğun gülümsemesi bile üretime katılır. Bir annenin hiçbir zaman bir ömür boyu hiçbir ücret almadan, ama çok yoğun olarak ürettiği emek de toplumsal üretimdir. 55 Önderlik kadın ve anne tanımlamasını yaparken ısrarla söylüyor, hiç ömür boyunca maaş almamışsa, onun emeğine emek demeyecek miyiz? Artı değer teorisi üzerinden, en son sınır olarak Marksizm’de kalan emek değer teorisi üzerinden cevap veremezsiniz, çünkü sınıf olarak tanım yapılmıştır. Toplumsal üretim derseniz, böyle tanımlayacaksınız. Şimdi sizin komünler var. Herkes yaşama katılıyor. Yönetici de bir emekçidir, komündeki her arkadaş bir emekçidir. Biri biraz bir şeyden fazla anlıyorsa sorun değil, üstünlük kurmadan o da katılır. Öyle yaparsanız toplumsal üretimin bütün güçlerinin demokratik ve özgürlükçü katılımını sağlarsınız. Bir sınıfın daha fazla katılımını değil. Onun için bizde bütün güçler toplumsal emek olarak görülür. Yani bazen arkadaşlar söylüyor, kadın ve gençlik şöyle değil. Toplumda çoğunluk oluşturuyorlar ve bir de iyidir, hoşturlar. O zaman bunlar toplumun öncü gücüdürler, öyle değil. Toplumsal üretim tanımı yaptığımız için sınıfsal üretim gücü üzerinden değil. Onun için sınıfı da daha fazla da kadını da çünkü toplumsal üretimin önemli bir kısmı kadına aittir. Sonra gençliğe, çok önemli bir kısmı gençliğe aittir. Emekçi kesimleri çok önemli bir kısmı aittir. O zaman doğal olarak toplumsal üretim güçlerinin tanımı artıyor. Hatta Lenin’in sınıf tanımı, Önderliğin sınıf tanımına yetmez. Onun aşıldığı boyutlarda sınıfı tanımlayacaksın. Mesela üretim araçlarına göre mi sınıfı tanımlayacaksın yoksa toplumsal iş bölümüne göre mi sınıfı tanımlayacaksın. Artık o sınıfın oluşumu ve aşılması üretim araçları ve iktidara göre mi tanımlayacaksın? Toplumsal özgürlük düzeyine ve toplumsal üretim gücüne göre mi tanımlayacaksın? Yani ben sadece değinmeler yapıyorum. Mesela karın ortadan kaldırılması acaba artı değere hâkim olarak kar ortadan kaldırılır mı? Kaldırılamıyor. Üretim araçlarının mülkiyetini nereye bağlıyacaksınız? Bazıları bireysel mülkiyete diyor, bazıları diyor hayır toplum adına dar bir gruba, yönetime bağlayacaksınız. Bunun adına da parti olsun diyorlar. Ve bunun adını ısrarla savunarak kamulaştırma diyorlar. Bazıları komünizmi biraz uzatıp böyle olsun diyorlar. Önderlik onun için komünizm demedi, komünalizm dedi. Tabii doğru uygulanırsa, komünalizm komünizm mantığını da içerebilir. Ama doğrusu şudur; üretim araçlarını toplumun kararlaşma süreçlerine bağlamak gerekir. Böyle yaparsanız gerçek anlamda mülkiyet ilişkilerini engelleyebilirsiniz. O toplum ondan sonra ne kadar üretiyor, nasıl dağıtıyor, bir tanesine biraz veriyor. Bana bir kitap verilmesi benim o kitabı okumam, hatta o kitabın sahibi olmam hiç sakıncalı değil. Artık bunlar ekonomik tartışmalardır. Ben sadece birkaç değinme yapıyorum. Bilgiyi biz üretirsek bir sorun olmaz. Ve var olan üretilmiş bilgiyi doğru kullanırsak sorun yaratmaz. Bu yüzden halen söylüyorsunuz. Bilim iktidar ilişkisi aşılmıyor. Bu sebeple iktidara bulaşmış bilim, sendeki çok doğal özellikleri yok sayabiliyor. Bak sen rüya görüyorsun, duyguyu yaşıyorsun vücutsal yapında duygu doğal olarak var. Anatomi ve diğer bilimleri de tartışacağız. Onların bile kuruluşu iktidar sistemine hizmet eder şekilde kurulmuş. Diyorsun ki düşünce nasıl oluşur? Ve sana beynin mutlak hâkimiyetinde bir açıklama yapıyor. Aslında yönetime hizmet eder tarzda açıklıyorlar. Anatomi ise düşüncenin nasıl oluştuğunu yüz yıl önce bulmuş. Ama dile getirmiyor. Bak şu anda genetik bilimlerde öyle ilerlemeler var ki, birçoğunu din sakıncasından dolayı dile getirmiyorlar. İşte bak kuantum fiziğinde müthiş bir gelişme var. İstersek bu gelişmeyi özgürlükçü düşünceleri geliştirmek için kullanırız. Eğer biz geliştirmezsek, başkaları başka şeyler için kullanacaklar. Toplumu daha iyi yönetmek için ezenler ne yapıyor? Bio-iktidarı derinleştirmek için kullanıyorlar. Şu anda neredeyse sömürülmemiş duygumuz kalmamış, içine girilmemiş duygumuz kalmamış. Halen ikisini de bir araya getiremiyoruz. Ezenler de böyle kullanıyor ve bu alanda uzmanlaşıyorlar. Bu nedenle bilgiyi tekrar kendimizin kurması gerekir. 56 Doğal felsefe üzerine bizim dışımızda da çeşitli tartışmalar var. 1970’den bu yana ele alan yazarlar var. Bazıları biraz daha sistemli yapıyorlar, bazıları biraz daha dağınık. Bazı hareketler aynı hemen-hemen bizim gibi düşünüyorlar. Ama paradigmasal olarak Önderlik gibi sistemli ve düzenli değil. Yaşamla bütünleştirip o düzeyde ele alan değil. Mesela Boockhin’in 100/120 sayfalık bir kitabı var. Toplumsal ekolojiye çok ağırlık veriyor. Onun üzerinden felsefesini oturtuyor. Mesela Fatmagül Berktay var. Tavsiye ederim, arkadaşlar okusunlar. Direkt Önderliğin belirttiği bu paradigmasal felsefi bakış açısıyla kadın özgürlüğü ve cinsiyetler üzerine yazıyor. Yani bu felsefeyi uyguluyor. Ayrıca hareket olarak EZLN bize çok yakındır, iktidara karşıdırlar. Kadın özgürlüğünü bizim gibi cinsiyetler özgürlüğünün kaldırılma halkası olarak ele alıyorlar. Mesela demokratik sosyalizmi, yani kamusal sosyalizmi savunuyorlar, felsefi bakış açıları benzerdir. Felsefede evrenin yaratılışına kadar tartışmalar oluyor. Ama bazı şeyleri bilim kanıtlayamıyor, bundan dolayı kategori olarak ayrıdır. Ve hepsine ihtiyaç duyulur, bilimi o nedenle mutlaklaştırmıyorlar. İşte mesela bakalım; ‘Ben evrenin şöyle oluştuğuna inanıyorum,’ şeklinde yorum yapıyorsun. Bu felsefedir ama bilim bunu kanıtlayamıyor. Belki de bilim bunu kaç yıl sonra kanıtlayacak ama bu insanın özgür düşüncesine engel değil ki. Her şey bilimsel olmak zorunda değildir. Düşüncenin bazı kalıplarını bilim açıklayamayabilir. Bu kullanılmaması gerektiğini göstermez. Şimdi doğal felsefeye geçelim, biraz anlatalım. Eleştirilen eski felsefeyi anlattık. Tekrar anlatmakta fayda var, başa dönelim. Tekrar en başa dönüp felsefe nedir diyelim. Acaba tanımı için hangi kavramları terk etmeli hangilerini terk etmemeliyiz? Bence yaptığımız tanımlamaların, halen büyük bir çoğunluğu geçerliliğini koruyor. Yani insanı, doğayı, evreni anlama, tanıma çabası, bu konuda bakış açısı oluşturma, kendi deneyimleri üzerinden bir bakış açısı oluşturmak, buna dayalı bilgi deneyimi önemlidir. Ama ek yapacağım şu; Önderlik felsefenin yeni bir sosyal bilim olmasını istiyor. Bakın karıştırmayın, bilim olmasını demiyor. Pozitif bilim demiyor. Sosyal bilim olmasını istiyor. Yani sosyoloji gibi bir bilim olmasını istiyor. İnsanlığın evrenin yorumlama gücüne kavuşturulmasını istiyor. Niye bunu istiyor Önderlik? Toplumun yeniden kuruluşu için, iktidarın yeniden yorumlanıp sınırlandırılması için felsefenin yeniden devreye girmesini istiyor. Bu nedenle sosyal bilim niteliğinde dile getiriyor. Savunmalarda Önderlik şöyle değerlendiriyor: ‘Sosyal bilim olarak felsefe tıpkı doğuş sürecindeki gibi bir rolü günümüzde de oynamalıdır,’ Toplumsallaşmanın başındaki felsefenin, bireyleşmeye, bireyselleşmeye, toplumsallaşmaya çok büyük katkısı olduğunu söyledik. Felsefenin Yunanlıların ilk dönemlerinde bile ilk doğa felsefecileri yolu ile aslında özgürlükçü bir çıkış olduğunu, hatta onların sentezlediği Mısır felsefesinin, Zerdüşt, İbrahim felsefesinin Doğu ve Uzakdoğu felsefelerinin hepsinin sentezi yapılarak Yunanlıların ilk felsefelerinin özgürlükçü olduğundan bahsettik ve bu felsefenin özgürlük arayışını kapsadığını belirttik. Bu felsefenin kendini doğadan ayırmayarak, ben kimim sorusunu sorarak bir arayış gerçekleştirdiğini söyledik. Bu anlamda işte Önderlik o ilk dönemi derken, bunu ifade etmek istiyor. O zaman doğal felsefeyi, doğal diyalektiği, Apocu felsefeyi veya sınıflı felsefenin olmayan yorumlarını böyle tekrar yorumlamalıyız. Felsefeyi bu şekilde sosyal bilim olarak ele almalı, geliştirmeliyiz. Böyle bir bakış açısı edinmeliyiz. Acaba o halde doğal felsefe daha çok madde ve düşünce ayrımı üzerinde mi uğraşmak zorunda? Yoksa bundan daha önemli soruları olabilir mi? Acaba evrenin oluşumu, doğanın hareketi, bunun içerisinde toplum ve insanın hareketi daha geniş olarak ele alınırsa bu daha doğru olmaz mı? Bunu saptıran özellikler olarak iktidarın özellikleri bunun varlığı oluşturan yanları saptıran yanları aynı oranda toplumsallaştıran, bireyselleştiren ve özgürleştiren yanları, özgürlükten uzaklaştıran yanları, sonra bütün toplumsal süreçlerin güçlerin sınıfların oluşur mu? Özgürlüğe yakınlığı ve özgürlükten uzaklığı şimdi doğa 57 felsefesi, bunu daha fazla ele alsa daha doğru olamaz mı? Önderlik bunu yapıyor. Bunun içerisinde bir bölüm olarak varlık koşulları olarak madde ve düşünceyi tekrar tartışacağız. Önderlik de tartışıyor. Önderlik canlıcılık meselelerini bütün toplumu, bütün maddeleri içerecek şekilde tartışıyor. Sonra bunların çok köklü bir özgürlük yorumunu yapıyor ve varlığın oluşumunu tekrar tartışıyor. O nedenle aslında Önderlikteki tartışma ne olduğumuz, nereden geldiğimiz, kendimizi bilmemizin yöntemi Önderlik felsefesinin temelini oluşturuyor. Önderlik bu konuda yorumlar yapmaya başlıyor. Mesela kozmos diyor, kuantum diyor. Kozmosla en genel yorumu ele alıyor. Felsefe, teori dâhil en son bilimsel verileri alıyor. Felsefi harmanlamasını yapıyor. Ve biz kimiz sorusuna cevaplar aramaya başlıyor. Verdiği bir cevapta, biz mikro kozmosuz diyor. Evreni anlamak istiyorsanız, en küçük yapı taşı olan insandan anlayabilirsiniz diyor. Yani sorularına cevaplar vermeye başlıyor. Bu anlamda Önderliğin soruları, cevapları idealist ve materyalist felsefeyi kapsayacak şekilde aşıyor. Onun için doğal felsefe daha köklü sorularla uğraşmaya başladı, çünkü zaten bunların bölünmesi, uygulanması yaşanınca daha köklü bir ele alma başladı. Biraz daha özelleştirirsek doğal felsefe de ben kimim sorusuna cevap arıyor. Bu soruyu yeniden tartışmak gerekecek ama vereceğimiz cevaplar değişmelidir. Biz maddeden mi yoksa düşünceden mi geliyoruz? Bizde ruh mu beden mi birincidir? Bu sefer de bunu mu tartışacağız? Hayır! Bu sefer biz nereden geliyoruz sorusuna bazen felsefi, bilimsel, kuantumik, duygusal, sezgisel cevaplar aramaya başlayacağız. Gerçekten biz nereden geliyoruz? Bilmiyorum herkes bu konuda bir şeyler söyleyebilir. Mutlak bir doğru söylemiyorum. Tek hücrenin geliş kaynağı söyleniyor. Hatta tek hücrenin sudan olduğu söyleniyor. Önderlik burada farklı bir diyalektikle açıklıyor. Evrenin oluşumunu varlık yokluk çelişkisi üzerinden açıklıyor. Yani varlık yokluk düalizmini, yani doğal düalizmin üstünlüğünü değil diyor ki en genel anlamıyla varlık yokluk karşısında bir dirençtir. Evreni bu şekilde izah etmeye başlıyor. Biraz daha ben kimim sorusuna götürerek kendini tanıma üzerinden evrenden sonra doğa ile ele almaya başlıyoruz. Yani ilk moleküler yapının nasıl olduğunu, ilk hücrenin nasıl olduğunu, evrenle ilişkisi, hatta evrenin nasıl oluştuğu tartışmaları üzerinden daha yakın bir şekilde bizim doğadan geldiğimizdir. Şimdi doğa felsefesi bunu uzun-uzun yorumluyor. Önderlik diyor ki, insan doğanın akıllı bir uzantısıdır. Bunun için insan doğaya üstün değildir. İnsan doğadan ayrıştığı kadar farklılaşmıştır. Farklılaştığı kadar, yeteneklendiği kadar sorumlulukları vardır. Ve hiçbir şekilde insanla doğa arasındaki çatışma doğru değildir. Özellikle bunun iktidarlaşması hiç doğru değildir. Çünkü insan doğayı içinde taşıyarak gelir. Doğadan özgürlük alır. Daha sonra akıllı bir tür olarak gelişmesiyle de doğaya birçok şey verir. İnsan düşüncesinin doğaya kattığı çeşitlilik çok müthiştir. Bunun aynısı canlı türleri için de geçerlidir. Mesela insanı doğasal bir varlık olarak düşündüğümüzde hiçbir şeyi cansız olarak göremezsiniz. Bu, Önderlikteki cansız madde yoktur anlayışıdır. İlla ki canlı dediğimizin insan gibi etli, canlı, kanlı olması gerekli değildir. Bu bizim yorumumuzdur. Buna göre canlı dediğimiz insan, hayvan, bitki ve mantardır. Şimdi Önderlik diyor ki, öyle bir şey yoktur. Oluşum diyorsanız oluşum, sezgisellik diyorsanız sezgisellik kendi hareket kanunları diyorsanız kendi hareket kanunları şeklinde bütün canlı ve cansız ayrımını yapmadan, bütün doğanın organik bir yapı olduğunu görürsünüz. Hatta Önderlik evreni insanın nefes alış verişi gibi açılıp kapandığından bahsediyor. Hatta diyor ki, evrende mi nefes alıyor? Burada Önderlik idealist olarak evreni bir insana benzeştirmiyor. Ama canlılık kavramını Önderlik doğasal olarak genişletiyor. Biz tür olarak da farklılaşmaya başladıktan sonra bir tanımlama geliştirmişiz. İnsan türünün gelişimi yaşanmış. Ama uzun süre insan türü ayrışma yaşamasına rağmen, üstünlük kurmamış. Çatışmış, yenilmiş, sel felaketlerine uğramış, hatta insanlar birbirini yemiştir. Zaten bunlar çelişki ve çatışmalardır. Ama iktidar gibi sistemli, bilinçli, bazı üretim araçlarına dayalı yapılmamıştır. Hiçbir zaman mesela sınıfsallaşmaya kadar iktidara dayalı doğa sömürüsü yapılmamıştır. Bu aradaki insan ile doğanın bütün ilişkisi farkındalık ve bir aradalığa 58 dayanır. Bütün türlerde hemen-hemen yaşandığı gibi yani tür olarak ayrışıyor, hatta yetenekleşiyor da. Ama bunu üstünlüğe dönüştürmüyor. Aynı doğa ile ilişki ve kopuş biçimi toplumsallaşmasını geçecek. Bunun daha iyi anlaşılması için burada kadın devreye giriyor. Doğal felsefe zaten kadınsız anlatılamaz. Ana ve etrafındaki toplumsallaşma ilk kendinde farkındalık olmasına rağmen, kendisini hiç doğadan ayırmıyor. Hatta onun bir uzantısı olduğunu bilir, bundan dolayı üstünlük kurma yarışına girmiyor. Bu ilişki biçimi toplumsallaşmasına karakter verir. Yani kadın baştan beri toplumsallaşmada şu ilkeyi oluşturur. Başka türlerden farklı olduğunu anlar, fakat onlara karşı üstünlük ihtiyacı duymaz. Yeteneğinin farkına varma, bunu eşitlikçi, adaletçi, özgürlükçü bir toplum sistemi olarak kurma hâkimdir. Yoksa iktidarcı değildir. Özellikle geldiği kaynakları kurutma değildir. Mesela hiçbir zaman üstünlük sağlamaz. Tesadüf değil, halen Amargi deniliyor. Anaya dönüş, özgürlüğe dönüş, özgürlükle anaya dönüş birdir. Doğaya halen toprak ana denir. Hiç kimse toprak baba demez. Bu tesadüf değildir. O dönemden kalma kavramsallaştırmalardır. Toplumsallaşma da böyle gelişir. O nedenle kadında insanlara üstünlük kurayım düşüncesi yoktur. Herkesi yaşama katma düşüncesi hâkimdir. Bunun organizasyonunu da yapalım demiştir. Buna gönüllü otoriterlik diyorlar. Yani yönetim olgusu doğru ama iktidarcı olmayan bu gönüllü otoriterliktir. Toplum organizasyonunu bununla sağlıyor, bu çok önemlidir. Ekolojik denge kurulmuş, ekolojik ilke işlemiştir. Doğadan gelirken eşitlikçi özgürlükçü gelmiştir. Aynı sistemi kendi içinde de kurmuştur. Bu sistem de dışarıya eşitlik ve özgürlük getirmiş. Zaten ekolojik dengeyi bozduk, sonra sınıfsallaşmayı başlattık, daha sonra bu dışarıya da yansıdı. Aynı ilişki biçiminin çok muazzam şekilde türler arasında da olduğu söyleniyor ve insanın da türlerin evrim sürecinin son halkası olduğu söyleniyor. Bu anlamda üstün bir halka değildir. Son bir halka, akıllı bir halka ve hatta insanın genel olarak türlerin evrim sürecinde toplumsal bir ürün olduğu ve tüm türlere karşı sorumlu olduğu söylenir. Özellikle akıllı olduğundan dolayı söyleniyor. Sömürge üstünlük denilmiyor. 59