felsefeye giriş

advertisement
29/1/2012
Dersimiz felsefe. Biz felsefe ve tarih bilinci deyince, ağırlıklı olarak felsefeyi anlatıyoruz.
Fakat tarih bilinci eksik kalıyor. Onun için dersin yarısını tarih bilinci, diğer yarısını felsefe
olarak ayıracağız. Başta felsefeyi ele alacak ve daha sonra da tarih bilincine geçeceğiz.
Başta neden felsefeyi gördüğümüzü ele alacağız. Bu şekilde dersimize de kısmi bir giriş
yapacağız. Daha sonra felsefeyi tanımlamaya çalışacak ve bu kısımdan sonrasını
tartışmalar boyutuyla işleyeceğiz. Ardından felsefe ekollerini ele alacak ve iki büyük ekol
üzerinden tartışacağız. Daha sonra bunun dayandığı temel dayanakları ele alacağız. Bu
arada ağırlıklı olarak idealist paradigmaya gireceğiz. Tarih içerisinde bu ekollerin seyrine
değinecek ve günümüze kadar getireceğiz. İdealizmi ve tarihsel materyalizmi de Marksizm
de dâhil olmak üzere son uygulamalara da değineceğiz. Tüm bunların ardından da yeni
felsefeye giriş yapacağız. Bununla birlikte Önderliğin doğal felsefe ve doğal diyalektik
dediği konulara giriş yapacağız. Daha sonra ek bir bölüm olarak diyalektiği ele alacağız ve
diyalektiğin ne olduğu, kanunları, bunların işletilişi, işletilişindeki hatalar ve bu
doğrultudaki yeni diyalektik bakış açısı konularını ele alacağız. Oradan tarihsel
materyalizme değinerek bir geçiş yapacak ve bunu da tartışacağız. Önderliğin tarih anlayışı
üzerinde duracağız. Tarihe farklı yaklaşımları, bizim paradigmamızın dışındaki
yaklaşımları, özgürlükçü, toplumsal cinsiyetçi ve ekolojik olmayan diğer yaklaşımları da
tartışacağız.
Felsefeye değinirken, felsefe tanımlamaları içerisinde düşünce tarihine giriş yapacağız.
Daha sonra yeni felsefeye geçilirken de kuantuma değineceğiz. Kuantum fiziğini ele
almayacağız. Sadece oradan çıkarılan temel sonuçlara değineceğiz. Zaten kuantum
anlatılmadan, yani mantığı verilmeden yeni felsefe verilemez
Bir giriş yapmak gerekir, ona biz değinecek ve sonra tartışmalara geçeceğiz. Düşünce
tartışıyoruz, yani hatta düşünce üretiliyor. Bizde çok dar ideolojik bir tartışma üslubu
vardır. Felsefi de, aynı şekilde bilimsel, animist veya fetişist de bakabilmek gerekir.
Bundan dolayı arkadaşlar düşüncede rahat olabilmelidir. Söylediklerim yanlış mı değil mi
kaygısı duyulmamalıdır. Yine bazen oluyor arkadaşın düşüncesi yanlıştır değerlendirmesi
yapılabiliyor. Ama bunu bilemeyiz ki, belki kuantumik düşüncede arkadaşın fikrine de yer
vardır. Bu nedenle rahat bir katılım ve tartışma olmalıdır.
Neden felsefe dersi görüyoruz? Önderlik yeni bir paradigma geliştirdi. Hepimizde bu
paradigmayı öğrenmeye, hatta içselleştirip pratikleştirmeye, örgütselleştirmeye, örgüte
dökmeye yönelik bir çaba var. Hepimiz Önderliği anlamak istiyoruz, uygulamak istiyoruz.
Genel olarak yaklaşımımız niyetsel ve duygusal kalıyor. Yani Önderliğin sevilmesi, hatta
biraz anlaşılmaya çalışılması yeterli olarak görülüyor. Böyle bir algılayışla hareket ediyoruz.
Biliyoruz ki, bu yeterli değildir. Zaten çok yaygın olarak da zorlanıyoruz. Bunun temel
sebebi de, ben Önderlik paradigmasını alayım, okuyayım, hatta biraz da sevdiğimden
kaynaklı anladığımı düşüneyim, işte belli oranda da uyguluyorum şeklindedir. Bu,
Önderliği anlayıp uyguluyoruz deme yanılgısından kaynaklanıyor. Önderliği ve
paradigmasını anlamamız için, paradigmayı oluşturan bütün öğeleri diyalektik bir bağ
içerisinde bilmemiz ve algılamamız gerekir. Önderlik paradigmasını oluşturan bazı temel
ayaklar vardır.
Paradigma dediğimiz teorik bir çerçeve değildir. Önderlik paradigmasının bir ayağı
toplumsal cinsiyetçiliğe dayanır, demokrasi içerir. Diğeri de toplumsal ekolojiye dayanır.
Paradigma tanımıyla bunu oluşturan kavramların açılması yeterli görülmektedir. Ama öyle
1
olmuyor. Bu kavramları anlıyoruz. Çoğumuz demokrasiden anlıyoruz. Toplumsal
cinsiyetçilikte de ileri bir hareketiz, bunun mücadelesini veriyoruz. Ama toplumsal
ekolojide yeniyiz, yaygın olarak anlama, uygulama sorunlarımız vardır.
Şunu anlamışız, insanlar içerisindeki hiyerarşik bölünmenin doğa üzerinde hâkimiyet
yarattığını öğrenmişiz. Doğayı mahvettiğimizi de görmüşüz. Yani aslında yaşadıkça çok iyi
anladık ki, Önderliğin dediği yaşamsal bir şeydir. Yani sosyalist mi oluyorsun, insan mı
oluyorsun, demokrat mı oluyorsun, bu dünyanın sorununu çözeceksin diyor. Fakat
paradigmayı oluşturan bu kavramları anlamak, biraz da örgüte dökmek pratikleştirmek
yetmiyor, çünkü değerler dizisi bunlardan ibaret değildir.
Peki, paradigmaya nasıl bakacağız? Nasıl bir bakış açısı ve nasıl bir yaşamsallaştırma
olmalı? Paradigmayı tamamlayan tarih bilinci nedir? Yani bu paradigma nereden geliyor?
Hangi tarihsel çerçeveye dayanıyor? Hatta tarihin daha farklı sorunları var, hareketi nasıl?
Stratejisini ve taktiğini nasıl oluşturacağız. Paradigmanın tarihsel bakış açısı neye
dayanıyor? Etik anlayışı paradigmaya uygun mudur, değil midir? Bizim hala bakış açımız,
anlayışımız sınıflıdır, doğa baskıcısıdır, ama diyoruz ki, paradigmayı anlıyoruz, hatta
uyguluyoruz. Acaba gerçekten öyle midir? Sosyal bilimlere nasıl yaklaşıyoruz? Bir
paradigma bizde yaygın olarak yapıldığı gibi ideolojik olarak anlaşılmaz, ideoloji
inanmadır ve inanma üzerinden gelişir, inanç da her zaman yetmeyebilir. Bu durum
çoğumuzda da yaşanıyor. Yeni demokratik sosyalizm ideolojisi. Şu anda insanlığın ulaştığı
bilimsel verilerin en mümkününe en fazlasına ulaşabilmelidir. Önderlik kadroyu
tanımlarken, demokratik sosyalist kadro diyor, şu anda var olan bilimsel verilerin hepsini
bilebilmeli diyor. Her şeyi bilme anlamında değil ancak bilimin verilerini almış
olabilmelidir. Paradigmanın ideolojik ayağı için de, yani özelleştirilmiş disiplin olarak
ideoloji düşüncesi paradigmanın neresine yerleştirilebilir? Yoksa paradigma geniş mi
kalıyor? O zaman disipline edilmiş düşünceler sistemi olarak ideoloji nasıl olmalıdır?
Bunun programını oluşturmamız gerekiyor, yani şu anda dünyada yaşananlar neler, biz bu
paradigmayı dünyada yaşananlara nasıl uygularız?
Paradigmanın ayakları vardır. Bunlardan bir tanesi de felsefedir. Bakış açısı ve yaşam
biçimi dediğimiz de odur. Diğeri tarih bilincidir. Sosyal bilimlerin kendisi yeni sosyal
bilimler, etik anlayış, ideoloji, sonra devam ettirdik; programsal ele alış, program, parti,
yapı ve bunlar daha da arttırılabilir. Bütün bunlardan dolayı biz paradigmayı parçalı ele
alıp hepsine genelleştiren yaklaşımlar düzenliyoruz. En önemlisi de herkes aldığı parçayı
en önemli parça olarak tutup paradigmayı algıladığını söylüyor. Şimdi bu ayakların hepsini
bilmez, anlamaz, tartışmazsak, yerli yerine oturtmazsak, paradigmayı kesinlikle bütünsel
anlayamayız.
Biz bu nedenden dolayı felsefe görüyoruz. Bu kısım özellikle çok iyi anlaşılmalıdır. Biz
felsefeyi sadece tartışmak için görmüyoruz. Entelektüel bir tartışma olsun diye hiç
yapmıyoruz. Önderlik paradigmasını anlamaya, Önderlik sistemine girmeye dünyaya,
evrene, insana, insanlığa, bu paradigmaya denk bir bakış açısı edinmek istiyoruz. O
nedenle felsefeyi öğreniyoruz. Çoğu zaman tartışma noktaları da yanlış olmaktadır. Çünkü
bir arkadaş orasını almış, başka bir arkadaş başka bir yönünü almış, bayan arkadaşlar bir
yanını almış, gençlik bir yanını almış, bir arkadaş tarihsel yanını almış, bir diğeri biraz
felsefesini almış ve sonuçta herkes diyor ki paradigma budur. İşte paradigma o değildir,
paradigma onun bütününden oluşuyor. Ve böyle olunca biz çatıştırmaya başlıyoruz. Bir
arkadaş diyor ki, “sen paradigmayı az anlamışsın”, bir diğeri diyor “sen anlamamışsın”.
Daha bütününü anlamadan bir parçasını biraz alan hemen bütünüyle çatışmaya,
tartışmaya başlıyor.
2
Sonuç ne oluyor? Paradigmayı boşa çıkartma, uygulamama, inançsızlık geliştirmek oluyor.
En önemlisi de bütünsel uygulayamama sonucudur tabii. Parçalı uygulandığında
paradigma ortaya çıkmıyor. Parçalı algılama çok yaygındır. Diğeri de zor geliyor her
birimize, çünkü şunu anlıyoruz, aslında Önderlik gibi düşünmek ve uygulamak gerekiyor.
Ama Önderlik komple bir sistem ve bu çoğumuza çok zor geliyor. Bize bir çalışmanın bir
yerinden tutmak yeterli geliyor. Önderlik gibi yapamıyoruz. Ondan dolayı da böyle bir
tercih yapıyoruz ve bu da yanlış ve yetersizdir. O nedenle bizim Önderliğin düşüncesini
oluşturan bütün ayakları anlamaya, öğrenmeye ihtiyacımız vardır. Yani Önderliği anlamak,
uygulamak için stratejiktir. Bu açıdan biz bunlardan önemli bir ayak olan felsefeyi görecek,
tartışacak ve tabii tarih bilincine de değineceğiz.
3
Eğitim programı Önderliğin kafasıdır. Önderliğin kafası nasıl oluşuyor, işliyor, nasıl
çalışıyorsa, bizde de geliştirmek istediği budur. Biz de bunları ya pratiğimizle ya da eğitim
sistemimizle yaşıyoruz, buna felsefe diyoruz.
Acaba nasıl düşünmeliyiz? Önderlik nasıl düşünüyor? Sonra Önderlik tarihe nasıl bakıyor,
nasıl tahlil ediyor, sorunlarını nasıl ele alıyor, buna nasıl bir etik bakış açısıyla yaklaşıyor,
sosyal bilimleri ele alış biçimi nasıldır, teori için ne diyor, paradigma için ne diyor, ideoloji
için ne diyor ve demokratik sosyalizm ideolojisini nasıl oluşturuyor? Arka teorik çerçevesi
nedir? Paradigma çerçevesi nedir? Bunun politik uygulaması nasıl olabilir?
Demokratik komünalizmi çok yaygın olarak tartışıyoruz ve böylece topyekûn bir sistemle
karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Onun için bizim sistemi böyle bütünlüklü algılamada
ve uygulamada felsefe büyük bir rol sahibi oluyor. Bunun için de mümkün oldukça
Önderlik felsefesini ve özgürlük felsefesini tartışalım. Kimse sınır koymamalı ve rahat
tartışmalıdır. Önderliği anlama, paradigmayı doğru oturtan bakış açısı arkadaşlarda hâkim
olmalıdır.
Biz bu dersi hiç klasik felsefe tartışarak götürmeyeceğiz. Amacımız demokratik, ekolojik,
toplumsal cinsiyet özgürlüğüne dayalı toplumsal yaşamın bakış açısının nasıl olduğu,
Önderlik bu paradigmayı oluştururken felsefi temellerini nasıl attığı konularını ele alıp
tartışmaktır.
Diğer önemli bir şey de öğrenme çabası son yirmi, otuz yıl içerisinde arttı. Bu bize de
yansıdı. Klasik felsefe tartışmalarını -daha sonra biz buna sınıflı felsefe de diyeceğiz- daha
erken başlatıp yapmalıydık. Son yıllara kadar bırakmamalıydık. Özellikle 99 yılından sonra
daha fazla yapabilirdik. Önderliğin doğal felsefe dediği felsefi tartışmalara daha önce
geçebilmeliydik. Bu konuda PKK’nin 95 V. Kongre Politik Raporu’nda giriş yaptığı felsefi
yorum tarihsel materyalizmi de, idealizmi de aşıyor. Bununla ne biz, ne de Önderlik
sistemli bir şekilde uğraşabildi. 95 yılından sonra Önderlik bu alan üzerinde özel
uğraşamadı. Son yıllara kadar yeni paradigmayı oluşturana kadar bu tartışmayı
yaygınlaştıramadı. Ondan dolayı biz klasik felsefe tartışmalarıyla devam ettik. Aslında öyle
yapsaydık, insanlığın son yirmi, otuz yılda girdiği yoğunlaşma düzeyini daha hızlı
alabilirdik. Buna rağmen, Önderlik yeni felsefeyi oluşturmada çok hız kazandı. Hatta şu
anda demokratik sosyalist felsefenin temel düşünürlerinden biri haline geldi.
Demek ki bu şunu göstermektedir; dünyada bazı şeyler aşılıyor, bazı şeyler de kuruluyor.
Bunu genel olarak kaos aralığı olarak tanımlıyoruz.
Bütün dünya sistemleri denendi, bu sistemlerin denenmesi sonucunda başarısızlıklar
oluştu. Mesela liberalizm bir politik sistem olarak çöktü, sosyal refah devleti şu anda
kimseye yetmiyor, ekoloji sorunları düzeltilemedi, kadın özgürlüğünde hiç ilerleme yok,
çok yaygın bir toplumsal bunalım var, iktidar araçlarının hepsini kullandılar,
kullanılmayan iktidar yok, orduların çok büyük savaşları yaşandı, her çeşit yönetim
denendi fakat toplumsal sorunlara çözüm olamıyorlar. Reel sosyalizm denendi, devletçi
sosyalizmin 150 yıllık bir deneyimi oldu, 1871 Komün deneyiminden, 70–80 yıllık reel
sosyalist SSCB’ye kadar bu insanlık sorunlarını çözemedi. Liberalizmin de birçok uç
uygulamaları yaşandı, bunlar çözülemeyince toplumsal sistemler 68–70 yıllarına doğru
felsefi bakış açılarıyla da çöktüler. Bunların dayandığı dünya bakış açısının yetersiz olduğu,
yaşayış biçiminin yetmediği, eşitlik, özgürlük getirmediği tartışmaları yaşandı. Ve bu çok
4
yaygın olarak yeni arayışlar getirdi. Bu anlayışların bu dünya sistem uygulamalarının her
birinin dayandığı çok köklü bir bilimsel temel vardı, sosyal bilimler vardı, sosyal bilimlerin
dalları vardı. Fen bilimleri vardı; hepsi sorgulanmaya başlandı. Şu anda en yaygın olarak
tartışılan sorunlardan biri felsefeyle sosyal bilimlerin niye ayrıştırdıklarıdır. Ve bu yolla
felsefenin sosyal bilimlerden ayrıştırılması yoluyla ve sosyal bilimlerin genel olarak bilimle
iktidarın denetimine girdiği, hatta iktidar araçları olduğu tartışılıyor. Bunlar doğru mudur;
doğrudur. Önderlik de söylüyor. Sonuçta bilimin ahlaksızlaştırıldığı söyleniyor, yani bu ne
demek? Bilim özgürlükten yana tavır almıyor, eşitlikten yana tavır almıyor. Egemenden ve
iktidardan yana tavır alıyor ama bilim doğruyu söylemiyor, çoğu yerde kapatıyor,
doğrunun iktidarın hizmetine girmesine vesile oluyor. Bilimin herhangi bir yorum gücüne
kavuşturulmadan insanın dışına çıkartılmasıyla aslında insandan uzaklaştırılmasıyla
bilime yaklaştırıldığı söyleniyor.
Sonuçta söylenen, felsefeden uzaklaştırılmış bilimsel bakış açılarının insanlığın eşitlik,
özgürlük ve demokrasi sorunlarına cevap olamadığıdır.
Bu neyi getirdi? Felsefe tekrardan tartışılıyor. Acaba felsefeyle sosyal bilimleri yeniden
nasıl buluşturabiliriz, yani felsefeyi taraf tutar duruma nasıl getirmeliyiz diyorlar. Felsefe
boş bir teorik tartışma ortamı değildir diyorlar. Felsefe tekrardan toplumun temel
sorunları insanlığın temel sorunları, geçmişi, geleceği hakkında yorum yapmalıdır diyorlar.
Bu anlamda bilimdeki dar nesnel gerçeklik denilen insandan uzaklaştırılmış, onun dışında
bir gözlem düzeyinde bırakılmış, aslında bir çeşit tarafsızlaştırılmış bilgi sorgulanıyor.
Tarafsızlaştırılan her bilginin iktidara kaydığı ve ona da zarar olarak geri döndüğü
sorgulamasını yapıyorlar. O nedenle felsefenin burada müdahil olmasını istiyorlar. Yani ne
doğrudur, ne değildir? Sosyal bilimlerde -çünkü hepimiz gördük- şu anda müthiş bir
bilimsel teknik gelişme var ki, eşitlik özgürlük sorunlarını çözebilir.
Düşünebiliyor musunuz; şu anda dünyadaki bütün fabrika sistemleri 1 saat çalışsa
insanlığın bütün üretim sorunları çözülür. Bu haliyle müthiş bir şeydir. Dünyada gerçek
anlamda eşitlikçi demokratik yönetim olsa, tekniği bir saat doğru çalıştırsa bir yıl biz diğer
işlerimizi yapabiliriz. Bu düzey bilim-teknikte yakalanmış. Fakat bakın ozon tabakasını
deldiler, uzaya bir araç gidiyor. Merkür’ün fotoğraflarını çekiyor, geliyor ama ozon
tabakasına bir çözüm bulunamıyor! Çelişkiye bakın. İşte bundan dolayı burada felsefenin
devreye girmesini tartışıyorlar, biz de onun için tartışıyoruz.
5
6
Bir tarih yorumu yapın, bizim bilincimizde tarih, sınıflar çatışmasıdır. Ya onun dışında da
bir şeyler varsa, ya Önderliğin dediği gibi sınıflı toplum yaşamın yüzde birini dahi
oluşturmuyorsa? Ama biz diğerini okumamışız, bilmiyoruz. Ya da biliyoruz ama eski ezberi
bozmaktan zorlanıyoruz.
Şimdi örnek olarak söyleyelim. Sen bir tarih yorumunda bile Önderliğe ulaşamıyorsan,
peki sonra nasıl bir siyasal değerlendirme yapacaksın?
Bazıları var iyidir. Bazıları var kötüdür. İyiler arasında da kavga var. Kötüler arasında
da kavga var. Kötüleri sınırlandırmak için iyileri örgütlersek, iyilerle kötüleri de
çatıştırırsak, bu arada da iyileri tutarsak, iyileri güçlendirirken, kötüler arasındaki
çelişkileri de iyi kullanırsak başarılı oluruz. Bu siyasal değerlendirme yeterli midir acaba?
Ya dünya çok karmaşık hareket ediyorsa ki ediyor da. Dünyada şu andaki siyasal
aktörler, uygulamalar, duruşlar, kimlikler, sorunlar çok karmaşıktır. Peki, o zaman ne
olacak? O söylediğimiz dar çerçeve yetmiyorsa -ki zaten yetmemektedir- o halde bugünü
yorumlamada yetersiz kalabiliriz. Sonra nasıl bir bakış açısı edinmeliyiz? Bilim bilim
dedik, fakat anlaşılıyor ki, bilim bizi mahvetmiştir. Nerdeyse insan bilimsel düşünmek
istemiyor. Yanlıştır ama tepki duymaya başladık. 6 yıl önceye kadar da biz –hatta
tekmillerimizde, platformlarımızda- birbirimizi “arkadaş bilimsel düşünmüyor” diye
eleştiriyorduk.
Oysa niye dayatıyoruz ki arkadaşımıza en bilimsel düşünce budur diye? Peki, bilimde
görecelik varsa, senin bugün doğru dediğin, iki gün sonra yanlış çıkıyorsa? Bu dünya da
metafiziğinde yerinin olduğu ya gerçekse! Bilimdeki mutlaklık içinde milyonlarca insan
öldürülmüş. Biz de birbirimize dayatıyoruz işte “sen bilimsel düşünmüyorsun” diye.
Sonra tarih yorumunda hiçbir zaman biz ataerkilliği Önderlik gibi tartışamayız.
Tarihin içine duygu ve felsefe katmazsan, hiçbir erkek kadını anlamaz. Ama anlıyormuş
gibi davranırız. Biz erkekler olarak Önderlik paradigmasında bir ayakta hep sakatız.
Önderliğin doğrularını en kaba şekilde algılıyoruz. Ama Önderlik gibi tarihin içine duygu
katamıyoruz.
Niye bu kadar kadın erkek çelişkisi yaşanıyor? İnsanlığın yaşadığı temel bir sorundur.
Nasıl bir özgürlükçü olacaksın? Ne tutacak, ne tutmayacak acaba? Geleceği nasıl
kuracaksınız? Acaba bilimin de desteklediği bir iktidar sistemini arkasına alarak felsefi
yorumu da önemli oranda dıştalayarak veya çıkarına kullanarak arkasına alan bir iktidar
yapılanmasıyla mı toplumu kurtaracaksınız?
Yoksa Önderliğin son dönemde geliştirdiği gibi iktidarın dıştalanmasıyla mı? Buna
bakışınız nasıl olacak? Gelin, insanları nasıl ikna edeceksiniz? Nasıl bir felsefi duruşa
dayanıyorsunuz? Özgürlük nedir ve nasıl özgür bir toplum oluşturacaksınız? Nasıl bir
eşitlik istiyorsunuz? İnsanları nasıl ikna edeceksiniz? Yani gelecek toplumu kurmak için
düşünüyoruz, onu neye dayandırıyoruz? İnsanlar diyor ki, uygarlığın üç temel düşüncesi
vardır.
Birincisi, hep yöneten yönetilen var diyor. Bunlar olmazsa hep kaos olur diyor.
İkincisi, kadın için eksik bir yaratıktır diyor. Kadında duygu var, erkek ise akılcıdır.
Üçüncüsü, işte diyorlar ki, her zaman doğa insanlık için bir tehlike olmuştur. En güzel
toplum, insan doğaüstünde hâkim olandır ve başlangıçtan bunun var olduğu söyleniyor.
O zaman diyorsunuz ki, doğa ve insan eşit yaşamalıdır. Bu ciddi bir özgürlük getiriyor.
Önderlik ;“Bitki ve hayvanların dilini anlamadıkça ne kendimizi anlayabilecek, ne de
ekolojik toplumcu olabilecektik” diyor. İşte bunun için felsefi arka planı izah edeceksiniz.
Felsefenin çöken bilimleri tekrar ayağa kaldırmada rol oynadığını söylüyoruz.
Paradigmanın önemli bir ayağının felsefe olduğunu söylüyoruz. Bu açıdan bunları
tartışıyoruz. Önderlik bakış açısını edinip olayları yorumlama gelişiyor. Bunu yapmazsak
7
Önderliği kabul etmiş gibi görünüp ama kabul etmemiş oluyoruz. Bu da çok tehlikeli bir
durumdur. Sınıfsal düşünüp bunu da normal görmek tehlikelidir.
Çok dar bir materyalist olalım, duygu ve düşünceyi bir araya getirmeyelim, yaptığımız
ile düşündüğümüz farklı olsun, sonra diyelim ki,”biz paradigmayı uyguluyoruz”. Ama bu
şekilde olmuyor. İktidarcı olmayan bir siyasal parti olabilir mi? “Bir parti milletvekili
çıkarmayacaksa, iktidar olmayacaksa niye parti oluyor?” İşte mantık böyle işliyor.
Paradigmada kabul ediyorsun, ama pratik olarak farklı bakıyorsun. Her arkadaş
politika tartışıyor, neden kimse ideoloji tartışmıyor. Bunların verdiği zararları görmüyor
muyuz? Bunları yaptığımızda örgüt zayıflamıyor mu?
Demek ki, biz farklı ele alıyoruz, Önderlik farklı ele alıyor. Önce özeleştiri vereceğiz,
yenidünyayı anlayacağız. Felsefe yapacağız, tarih anlayacağız, ideoloji oluşturacağız.
Sonra bunu pratikleştireceğiz. Ben denge yapacağım, ben kariyer düşüneceğim diyeceksin.
Felsefi bakış açısı seni farklı yönlendiriyordur. Önderliğinki farklı yönlendiriyor. Bundan
dolayı da arada fark vardır. Önderlikle bütünleşmek için felsefe önemlidir.
Paradigmasal ve önderliksel bir oluşum olduğumuz için, o cepheden felsefenin
önemine değindik.
8
Önderliği anlamalıyız. Önderlik özgür bireyler istiyor, yoksa total bir toplum istemiyor.
Biz erkekler olarak kadın özgürlüğünden bahsediyoruz. Kadın gibi olamazsın elbette. Ama
kadının bakış açısına yakın bir bakış açısını geliştirebilirsin. Böyle olmayınca ikilik oluyor.
Örneğin özgürlüğe inanıyor, ama kadına baskıcı yaklaşıyor. Kadın özgürlüğünü salt bir
kadın sorunu biçiminde ele almayan kaç arkadaş var? Kadın hakkını savunan kaç arkadaş
var. Bir yerde paradigmanın bir ayağını terk ediyorsun, tümüne ters düşüyorsun. Bastırma
olursa bu nasıl olur? O nedenle iyi anlamak gerekiyor.
İdeolojik olarak iktidarı benimsememek gerekiyor. Peki, Kürtler devlet olmazsa nasıl olur?
Devleti gerçekten istemeyen, kendisini devletsiz yaşam ve topluma ikna etmiş kaç arkadaş
var? Bunlar yapılmazsa ikilik çıkıyor. Önderliği dinliyor ama pratik farklı oluyor. Buradaki
ikilik kesinlikle aşılmalıdır. Yoksa biz zarar veriyoruz. Yanlış bir iktidar kurarsan
birbirimize yanlış yaklaşırsak, bunlar da sorunları beraberinde getirir.
Demokratik sosyalist olmayan, bunu topluma verebilir mi? Özgürlüğü geliştirmeyen o
örgütü bitirmez mi? Bir sürü örgüt böyle bitmedi mi? Bunlardan yaşadığımız daralmalar
oluyor. Birbirine çok yanlış yönelmeler olmuyor mu? Arkadaşlar diyor ki, “ideoloji
Önderliğin üretim alanıdır.” Öyle şey olmaz. YA ÖNDERLİK GİBİ YAŞANIR YA DA
YAŞANMAZ. Önderliğin o faaliyetine katılmazsak, aramızda ikilik çıkar.
Bu yaşamda ne varsa bunun tek bir kriteri vardır; ya özgürlük getirir ya da getirmez, ona
bakılmalıdır. Yoksa sorun çok bilgi değildir. Şu anda dünyada çok bilgi var. Bazen hani
insan şaşırıyor bilgilerin bir kısmı kullanılmadan gidiyor. Her gün bir şeyler çıkıyor, nasıl
öğreneceğim diyorlar? Yaşamını eşit özgür istediğin gibi örgütleyebildiğin kadar bilgi
üretmek doğrudur. İşte bu bilgi ya bunu veriyordur ya da vermiyordur.
İşin kurnazlığı şurada; bu bilgilerin bütün insanlığa faydalı olduğu söyleniyor. En doğru
bilginin bu olduğu söyleniyor. Tamam, da, nasıl en doğru bilgiler bunlar olur da, benim
özgürlüğüme bir şey katmaz? Beni sisteme en iyi şekilde endeksler? Sınıflı sistemi aşamaz,
ataerkilliği aşamaz? Bu nasıl bir bilgidir? O zaman dünyaya, özgürlüğe, eşitliğe denk
gelmez. Bilimlerin büyük bir kısmını bir kalıba oturtuyorlar.
Tıp sistemi, Önderliğin komünal tıp tanımı şudur; toplum tıpı üretecek. Niye tıp devletin
elindedir? Genetikte o bilgiler var, niye insanlığın hizmetine sunulmuyor? Bu dikkat
çekmiyor mu? Bir sağlık taraması yapmak komünal tıp değil mi? Bu konuları dar
algılamayalım.
Bilimde yapılanlar da var; örneğin kuantum. Kuantumu bir buldular, her şey allak bullak
oldu Marksizm materyalizm sorgulandı. Dünyaya bakışımız sorgulandı. Vücudunuzu izah
edin desek denilecek; “baş gövdeyi yönetir”. Böyle şey mümkün mü, toplumu baş
yönetebilir mi? Sadece iktidar meşru görülsün diye bunu söylüyorlar. Her şeyi birbirine
bağlamışlar.
Sosyolojik toplum konuları var. Deniliyor ki, toplum kendini yönetsin. Önceden bu
söylenir miydi? Siyaset biliminde, yönetim kafadır toplum bedendir diye bir teori vardır.
Sonra hukuk buna göre düzenlenirdi. Kamu hukuku, idari hukuku diye.
9
Kamu hukuku denilen genel topluma ait olan şeylerdir ama devletin belirlediği şeylerdir.
Bütün hukuk sistemi devletin elindedir. Toplum kendi hukukunu yapamaz deniliyor. Bir
iki tane doğruya ulaşmamız bizi kandırıyor olmasın.
Şimdi bunlar felsefenin konuları olacak. Felsefenin tanımına geçelim. Felsefe deyince ne
anlıyoruz?
Din, mitoloji yorumlamalara dayanmayan insanlığı, evreni doğayı tanımlama çabasıdır,
mitolojiden sonraki temel insanlık düşünce sistemidir. O zaman öncesi neler var? Animizm
var, fetişizm var, totemizm, mitoloji var. Hangi dönemlere denk gelir. Dine giden ara
dönem var. Sonra tek tanrılı din oturacak. Dincilik başlamış ama tek tanrılı dincilik
oturmamış. Musa çıkacak ama diğer tek tanrılı dinler daha yok. Hıristiyanlık ve İslamiyet
daha yok.
Dönem olarak ne zaman? MÖ 500 ile sonra MS 500. Evet Önderlik buna felsefe çağı diyor.
Felsefe, kısaca sorunlar karşısında tedbir alma ve çözmedir. Filozofi’nin anlamı; bilgi
sevgisidir. Demek ki bilgiyle bir bağı var. Felsefenin önemli bir kolu olarak bilgi kolu
gelişiyor. Bu bağlamda Felsefe, bilimdir, doğayı tanıma ve araştırmadır. Evrendeki her şey
yorumlama biçimdir. Bakış açısıdır. İnsan bir olayı, olguyu değerlendiriyorken nasıl
benimsiyorsa
öyle
yorumlar.
Kişiden
kişiye
değişiyor.
Genel olarak dini felsefenin dışında değerlendirmemek gerekiyor. Ama bilimsel değildir,
dogmatiktir ama o da dünyayı yorumlama tarzıdır. Skolâstik bir süreç yaşandı bunu
görmeden
yaklaşabilir
miyiz?
Devam edelim; bireyin varlığını daha iyi tanıması ve sorgulaması. Felsefe bir anlamda
insanın kendisini tanımasıdır. Bir yoğunlaşma biçimidir. İnsanın düşünerek yaşam tarzıdır.
İnsan ile hayvanın birbirinden ayrılması sonrası ortaya çıkıyorsa, bu ayrışma düşünceden
kaynaklandığı için felsefe düşünmeye dayalı gelişiyor.
Yani kendini tanımlama çabasıdır. Toplumu da tanımlama çabasıdır. Toplum köledir
dersen, ona göre yaşıyorsun. Bu anlamda yaşam biçimidir. Diyalektik bir biçimde
gelişmiştir. İnsanlar niye kendini tanımlama ihtiyacı duydular. Özgürlük nedir? Nereye
gitmiştir? Felsefe bir dönem gibi insanlık tarihine damgasını vurdu.
Felsefe; Varlık sorularına cevap vermedir. Bazı gelişmeler tarih içinde kaybolmuştur
bundan dolayı felsefeye bakıyoruz. Disiplinli ve planlı düşünmeye felsefe denir. Biz niye
felsefe görüyoruz çünkü disiplinli planlı düşünmek istiyoruz.
Kimi filozof felsefeyi şöyle tanımlamıştır; Sokrat, doğruyu doğurtma ebeliğine felsefe
demiştir. Foucault, düşünme üzerine düşünme demiştir.
Peki, niye insanlık tarihinde bir dönem olarak çıktı? Niye bilgi sevgisi gelişti? Niye insanlar
biz kimiz diyorlar?
Yazar diyor ki “günümüzde düşünmek eğer kendi üzerine eğilmeyecekse, felsefenin felsefe
etkinliğinin ne anlamı olabilir? Hali hazırda o bilinen şeyi meşru kılmak yerine daha farklı
düşünmenin nasıl ve nereye kadar mümkün olabileceğini anlama çabasına
dayanmayacaksa neye dayanacaktır? Başkalarına dışarıdan hakikatlerin ne olduğunu,
hakikatlerini nasıl bulacaklarını dikte etmeye çalıştığında saçmalamaya başlar. Yani herkes
kendi hakikatini kendisi bulmalı, var olan bilgiyi tekrarlayacaksak, bu felsefe değildir.
Düşünme becerisi olarak tanımladığını ama düşünme becerisinde yeni olanları bulma ve o
10
anlamda felsefe yeni düşünceler ve düşünce sistemleri geliştirmektir” diyor. Sürekli bir
kendini tanımlama çabasıdır. Evreni, doğayı, toplumu anlama çabasıdır felsefe.
11
Felsefe özgürlük arayışını getiriyor mu getirmiyor mu? Biz bazen bütün bir ömrümüzü
yanlış yönlendiren bilgilerin denetiminde geçiriyoruz. Bazılarımız on, on beş yıl sonra
diyoruz ki, bak bu yanlışmış. Öyle olduğunu düşünürseniz ne kadar köle olan, yanlış olan
bilgilerle kendimizi yaşattığımız ortaya çıkmıyor mu?
Biz diyoruz ki, felsefe özgür düşüncedir. Sürekli bir sorgulamadır. Zaten kendisi özgür olan
kendi tanımını özgür koyan toplumu da özgür tanımlayabilir diyoruz. Evreni de anlayabilir.
Eğer tersi olursa da, tersinden yorumlar tabii. Yani kendini yanlış yorumlamışsa, yanlış
tanımışsa, toplumu da yanlış tanıyabilir. O nedenle geçmiş bilgileri tekrar etmek değil
yenisini
üretmek
daha
önemlidir
diyoruz.
Biz de onun için biraz tartışıyoruz değil mi? Yetmeyen şeyler ortaya çıktı şimdi. Yetecek
şeyleri arıyoruz. İşte felsefe demek ki bir özgürlük arayışı, sürekli bir özgürlük tanımıdır.
Günlük olarak yetinebileceğimiz, alıp da sarılacağımız kalıplar değildir.
Tanımlardan hareketle diyoruz ki insanın kendini aramasıdır. Kendinden başlayarak
doğayı, evreni yorumlayabilme tarzıdır. Bir yaşam biçimidir. Temelinde bir özgürlük
arayışıdır. Biraz kavşağına gitmek gerekir. Felsefe aynı zamanda bir kavşak olayıdır, yani
uygarlık tarihinde. Yeniden bir düşünce biçimidir. Bu yönünü biraz geliştirirsek, aynı
zamanda insanoğlunun ilk defa tanrıdan bağımsız düşünebilmesidir.
Demek ki kendi adına düşünme elinden alınmıştır. İşte burası önemlidir. Kim almış peki?
Biraz tarihe indiğinizde, örneğin Mezopotamya uygarlığını tanımlarken diyoruz ki,
uygarlığa beşiklik etmiştir. İlk dinler, bunun yaratımları, bunun insanlarda yarattığı
ilişkiler, bir sürü icat, bunların hepsi bir dindi aslında. Ama hepsi bilme tarzı olarak
tanrıyla ifade ediliyor. Mutlaka bir yer ile ifade ediliyor. Bu düşünceler de insana ait değildi.
Ama ne zaman bu bilgiler batıya taşırıldı, bu aynı zamanda düşüncenin, hatta felsefenin
teolojiden kopmasıdır. Bundan sonra insan biraz özgürleşebildi. Doğa ve evren içerisinde
kendine bir yer edinebildi. Bundan sonra zaten ikinci bir kavşak gündeme gelecek;
bilimlerin felsefeden ayrılması gibi.
Aslında mitoloji ve din o dönem için -sonradan başka şeyler de eklendi- insanın kendi
adına düşünmesini elinden almıştır. “Sen böyle yaratıldın, sen busun, böyle yaşaman
doğrudur, bu geçmişte de böyleydi, gelecekte de böyle olacak” demiş ve bu şekilde
düşünmesini elinden almıştır. Aslında bir anlamda özgürlüğünü de elinden almıştır.
Kendini tanımlamayan özgür de olamaz.
Felsefe çağı ayrı, felsefe çıkışı ayrı demektir. Söylendiği gibi bir dönem sonra bilim çağı da
gelecek. Bu ne demek? Biri diğerini bitirmeyecek ama biri hâkim olacak. Animizmin hâkim
olduğu dönemde felsefi düşünce, düşünce biçimi bile değildir. Ama felsefe ya da
düşüncenin olmadığı söylenemez. O zaman acaba felsefe toplumsallaşmanın başına kadar
götürülebilir mi? Herhalde götürülür.
Hatta hayvanların düşüncesi var mı yok mu? Hatta belki de sezgisel aşamadadır diyorsun.
Bir de ruhları var. Onu yadsıyamayız, doğanın da bir ruhu, bir de evrenin ruhu var. Acaba
onların felsefesi nasıl olacak. Evren de kendini tanımlamış değil mi? Sen evrene bir şey
yaptığın zaman tepki gösteriyor değil mi? Bakın ozon tabakası da delindi. Demek ki ruhu
var. Zaten evrenin bir hareket kanunu var. Bizim de dâhil olduğumuz, bazen karıştığımız,
12
bazen karışamadığımız bir hareket kanunu vardır. O zaman şu anlama gelir ki, acaba
felsefeyi neden bilimle anıyoruz, doğayla ansak daha iyi değil mi? Yani felsefeyi
yönlendiren kalıplaşmış veriler midir yoksa doğadaki ruh mudur? Doğadaki yaşayan bütün
kültür ve evrenin diyalektiğine mi daha yakındır?
Şimdi, en önemlisi, felsefenin bir bakış açısı olduğu bir tanım olarak anlaşılıyor. Neye
bakış açısı, insana, doğaya, topluma, evrene bir bakış açısıdır. Sonra buna göre bir konum
alma, kendini yerleştirme, arayışa girme gelişiyor. Kendini tanımlıyorsan ona göre bir
konum alıyorsun. Toplumu anlama çabası her yönüyle tarihiyle, geleceğiyle, sonra
yaşadığın evreni öğrenme çabasıyla zaten insan kendini bir yerlere yerleştirdiğinde ilk
göreceği şeylerden biri doğa, ikincisi de evrendir. O zaman ben nasıl bir zemine
dayanıyorum, bu zemin benim var oluş sürecimi nasıl etkilemiş ben bu zemini nasıl
etkiliyorum? İşte bu gibi arayışlara giriyor ve anlamaya çalışıyor. Hala çok yaygın olarak bu
konuda tartışmalar var.
Kuantum bile bu konuda bazı şeyleri söyledi, bazı şeyleri söyleyemiyor. Yani nasıl bir
evrenden geldik? İşte biz bu evrene ne veriyoruz? İlişki biçimimiz nasıldır? Doğayla
bağımız nedir? Bu konular halen çok yaygın tartışılıyor. Şimdi burada sakıncalı şöyle bir
yaklaşım var; bakış açısının insanın dışında oluştuğu, bir gözlük gibi dışarıdan alınıp
topluma, insana, evrene bakılabileceği, felsefenin bu olduğu şeklinde yaygın bir tanımlama
vardır. Yani şöyle materyalizmi öğrenirsen, onu alıp bir gözlük gibi takarsın bakarsın, bu
da yeni bir dogmatizm dışında bir şey getirmiyor. İnsanın bakış açısı kendisindedir. Çünkü
bilgi kendisindedir, tanımlama kendisindedir. Ve günlük olarak yaşıyorsun, organizma
olarak sen bir canlısın. Hareket ediyorsun, bilgi alıyorsun, bilgi veriyorsun, etkiliyorsun,
etkileniyorsun. Sonuçta bir hareketin var. Doğaya katılıyorsun, evrene katılıyorsun,
onlardan alıyorsun. Bütün bunların içerisinde sende bir bakış açısı oluşuyor. Bu anlamda
insanın ne söylediği değil, nasıl yaşadığı felsefesidir.
Mesela ben idealistim, ben materyalistim, işte bilmem ben neyim demek onun felsefesi
değildir. O nedenle bakış açısı bu tarzda tanımladığımız bakış açısıdır. Felsefe dışarıdan
alınıp edinilen, ona göre de insana, topluma, doğaya, evrene bir bakış açısı geliştirilen bir
yöntem değildir. Böyle tanımlanırsa dar kalır. Doğru, bir bakış açısıdır, ama dışarıdan
edinilen bir bakış açısı değildir. İnsanın bir canlı olarak yaşarken, hareket ederken,
etkilerken, etkilenirken, bilgiyi kendi içinde üretirken, bu sonuçlardan hareketle doğayı da,
evreni de tanımlama çabasıdır. Daha sonra doğadan, evrenden öğrendikçe de kendisini,
tanımını artırma özgürleştirme, eşitleştirme çabası olarak da devam eder. Bizzat insanla
işleyen bir bakış açısıdır. Bu anlamda herkesin bir felsefesi vardır. Doğru bulmayabilirsiniz,
özgürlükçü yanları az olabilir. Ama bizzat hareket kabiliyetinden kaynaklanan bilgi
üretmesinden kaynaklanan düşünmesinden kaynaklanan bir sistemsel işleyişi vardır. O
nedenle dışımızdaki bir bakış açısı değildir.
Genel olarak ikinci tanım, felsefe yaşam biçimidir. Yani bizzat yaşamım felsefemdir. Onun
için kendini bil deniyor ya. Kendini bildiğin kadar zaten yaşıyorsun, üretiyorsun. O senin
artık bir duruş biçimin oluyor. O şekliyle doğaya katılıyorsun, özgürlükte arıyorsun.
Katılımını da öyle belirliyorsun. O bir bakış açısı oluyor kısacası. Sen diyorsun ki “ben şu
anda şöyle yaşıyorum, şekiller var”, ona göre de tarihe bakıyorsun. Geleceği arıyorsun,
hemen bir potansiyel açığa çıkıyor. İşte bu felsefedir, bir duruş biçimidir.
Felsefe, anlaşılması gereken düşünce metotlarından biridir. İnsan hayvandan farkını
anlamaya başladığı anda felsefe başlar. Orada bir tanım yapılıyor, denir ki ben doğadan
ayrılıyorum. Nasıl ayrılıyorum? Akılcılıkla ayrılıyorum. Ama bu doğadan ayrılış üstünlük
anlamında değildir. Tür olarak kendini tanımlama başlıyor. Bitkiden, hayvandan
13
ayrıştığını fark ediyor. İnsan tür tanımlaması başlıyor. Kendine tanım koyuyor, işte bu
felsefenin başlangıcıdır.
O nedenle düşünceyle madde birbirinden ayrılmadığı için tür olarak başlangıç insan
türünün başlangıç evresiyle düşünsel yapısı birlikte başlar. Beden evrimsel bir süreç
yaşarken, düşünce de evrimsel bir süreç yaşar. Farklılıklar ortaya konulur. Bu anlamda
felsefe toplumsallaşmanın başlangıcıyla başlar. Toplumun kendisini tanımlamasıdır.
Doğal felsefe diyebileceğimiz, doğal toplum yaşamını yönlendiren kapsamlı bir düşünce
sistematiği vardır. Hatta insanlığın bir tür olarak ayrışırken, kendisine doğru bir tanım
yapmaması bile çok büyük zarar verirdi. Orada felsefe yanlış olsaydı, işte “ben doğadan
koptum, ben doğadan üstünüm” denseydi insanlık buraya gelemezdi. Çünkü diğer türlerle
hala çok içli dışlı yaşadığı bir dönemdir. Bunu o dönemin insanı iyi biliyor.
Bunu en iyi bilen kadındır, çünkü doğadan ilk kopan kadındır. Yanlış bir kopma değil ama
tür kopuşudur. Bedensel, düşünsel yapısının diğer türlerden ayrıştığını ilk fark eden
kadındır. Kadın kendi bedenine erkekten daha yakındır. Ondan dolayı toplumsallaşma
kadın üzerinden başlar. İşte orada bir felsefe var.
Bugünkü gibi olsaydı insanlık buraya gelmezdi. Hatta ömrünün yüzde doksan sekizi
dediğimiz o bölümü özgür yaşayamazdı. Varsayalım o dönemde felsefe yanlış kuruldu,
kadın erkek kavga etti. Daha yeni başlamış, zaten toplum dediğin kadın, erkek, bir
çocuktur. Kadın erkek birbirine girmiş olsaydı, çocuk üzerinde iktidar kavgası olsaydı,
insanlık bugünlere gelemezdi. Ya sınıflar kavgası olsaydı, yine buraya gelmezdi. Klan
içinde bütün malı birkaç kişi eline almış olsaydı, bugüne gelinemezdi.
4000 yıldır sınıflı yaşıyoruz, insanlık bitmek üzere. En fazla 50- 60 yıl daha böyle gider.
Yaşanan bunalımlar doğal sorunlar ortadadır. Yaşanacak bir insanlık kalmamıştır mevcut
durumda ki böyle devam ederse biter. Demek ki o dönemin çok köklü bir felsefik duruşu,
bilinci var. Ama bu dönemin aşılıp hiyerarşinin oluştuğu daha sistemleştirilmiş
düşüncenin devreye girdiği başta animizm, fetişizm, totemizm sonra mitoloji ve bu
düşüncelerden ayrılıp iktidar sınıflarının erkeğin eline geçtiği bir dönem gelir. Biz buna
genel anlamda hiyerarşinin başladığı, sonra sınıflaşmanın ve devletin geliştiği dönem
diyoruz. Orada artık tanım kalmamıştır. Doğal toplum kalmamıştır. Toplumun üstünde
olan yönetim anlayışı meşrulaşmıştır. Özgürlükler büyük oranda arttık kalmamıştır.
İnsanlar kafasını kaldırdıklarında buna engel olan kimdir? Şimdi bize hayal gibi geliyor. O
dönemin anıları daha canlı. Bir zamanlar birlikte yaşıyorduk, eşit yaşıyorduk. Kadın erkek
ilişkisi hiç böyle değildi. Ne oldu peki? İşte bu daha sorgulanıyor, bunun adı felsefedir. Ben
kimimdir, bu felsefedir. Orada yani insanlık tarihine doğal düşünüş olarak girmiş, kendini
tanımlamayla başlamış, evrende kendisini doğru tanımlamış, doğadan kopmadan bir
toplumsallaşmayla başlamış olan bütün felsefi yaklaşımların aşıldığı bir dönemde
tekrardan bir arayış olarak müdahale etmek ister. Bu döneme de felsefe çağı diyeceğiz ki,
bu dönemde etkin olmak ister. Bu insanlığın toplumsallaşmasıyla başlayan felsefi tarihsel
seyirde dönüm noktası olarak da dile gelir.
Felsefe her dönemde vardı. Bu dönem de sıradan bir dönemdir, öyle değildir. Bin yıl
insanlığı felsefe yöneltmiştir. Şimdi politika her şeydir, o zaman ise felsefeymiş. Hâkim bir
düşünce biçimi haline gelmiştir. Bu nedenle o döneme gereken önemle değiniyoruz.
İnsanlığın düşünce tarihinde mitolojiden sonra gelen bir dönem olarak tanımlıyor
Önderlik. Mitoloji ve din kalıplarına takılmadan dogmatizmi aşarak tekrardan kendisini
14
yapması olarak tanımlanır. Diyor ki, kul tanımını kabul etmeyip kendi tanımını
başkalarına bırakmadan kendi yapmadır.
Mitolojiden sonra özgür düşünce sistemi olarak felsefe önemli bir yerdedir. Tarih olarak
MÖ 500 MS 500’dür. Felsefe vardır, önce de vardır, sonra da vardır. Bilimden çıkarmaya
çalıştılar, ama tutmadı.
Fransız düşünür iyi söylemiş; düşünce üstüne düşünmedir. İnsanlık kendi üzerine
düşünmediği andan itibaren sizin yerinize başkası düşünüyordur ki, buna da kölecilik
denir. Herkes için geçerlidir. Düşünmüyorsanız, sizin yerinize başkası düşünüyordur. Yani
başkaları senden daha iyi düşünülebilir, fakat sen düşünceyi bırakamazsın. Şimdi
düşünmenin üzerine düşünme olacaksa felsefe bırakılmazdır.
15
Felsefenin başlangıcı batı değildir. Kavram olarak Yunanlılar isim takmış olabilir. Birçok
şeyi sentezlediği gibi, düşünceyi de sentezlemişlerdir. Ama başlangıç Yunanlılar değildir.
Allahın’a eleştiri yapan ilk peygamber Zerdüşt’tür. Diyor ki, “sen böyle yapmazsan, ben
sana inanmıyorum sen tanrıysan bunu yapmalısın”, bu da kötü bir şey değildir. Yavaş
yavaş gelişen hiyerarşiyle oluşan aslında devletçiliğin başı olacak inanışları sorgulamaya
başlıyorlar. Zerdüşt de o dönemde yaşıyor zaten. Bunun olduğu, özgürlüğün olduğu,
insanın kendi tanımını kendi yaptığı dönem aşılıyor. Tek tanrılı dincilik tanım yapmaya
gidiyor. Zerdüşt’ün çabası kendi tanımını kendi yapma çabasıdır. Bundan dolayı doğal
felsefeden sonraki önemli bir durağı Zerdüşt’tür.
O nedenle felsefenin aslında bir çağ gibi başlarken bile toplumsallaşmaya, birey
özgürleşmesine daha yakın bir başlangıcı vardır. Başlarken, özgür birey arayışının bir
sonucu olarak başlıyor. Özgürlüğün tekrar tanımlanmasının bir isyanı olarak başlıyor. Bu
tarzda Doğu’dan kaynağını almasında, tek tanrılı dinciliğin Doğu kaynaklı oluşmasının
büyük etkisi vardır. Toplumsallaşma da Doğu kaynaklı başlıyor ama bunların aşılması da
Doğu kaynaklıdır.
Felsefenin Doğu kaynaklı başlaması şaşırtıcı bir şey değildir. Hem de aşılması gerekenler
baskıcı bir şekilde Doğu’da oluşuyor. Yunanlılardan önce Mısırlılarda, Sümerlerde bütün
topluluklarda bu arayış vardır. Hala da vardır. Daha sonra Kürtlerde Alevilik ve Yezidiliğin
korunmasında bu felsefi bakış açısının etkisi vardır. İnsan iradesini başkasına teslim etmek
istemiyor. Hatta bizde neolitik özellikler olarak kalmasının da sebebi odur. Bu Doğu’da
daha fazladır, daha uzundur.
Burada Önderliğin tanımı; “felsefe, dogmatizmin aşılmasıdır” tespiti vardır. Zaten bundan
sonra bilimsel sürece bir ön basamak şeklinde olacaktır. Zaten tek tanrıcılıkla birlikte
ilerleyecek ve yavaş-yavaş bilime geçilecektir. Fakat felsefeyi tekrar dogmalara
kavuşturmamak gerekir. Bilimlerle tanımlanması bu anlamda biraz sakıncalıdır. Bilimden
biraz uzak durur, yani onu biraz aşar. Hatta felsefe yanlış olan ne varsa sorgular.
En özgürlükçü düşünce biçimidir. Bilginin insandan uzaklaştırılmasının sorgulanması
olarak söylüyorlar. Bilgi üretiminin toplumdan alınıp devlete verilmesine, onun üstünde
tanrılara verilmesine tekrardan toplumsal bir müdahaledir. Bu nedenle ben kimim sorusu
anlamlıdır. Sonra biz nereden geldik? Bu sorular gelecek olarak bizi nereye götürür? Yani
felsefenin bir diğer tanımı da, onun varlık sorunlarını tartışır olmasıdır. Etik anlayışı ve
oluşum süreçlerini tartışır. Düşünce süreçlerinin ilişkisini tartışır. Düşüncenin yol
yöntemlerini tartışır. Buna bağlı olarak duygu düşünceyi tartışır. Bütün kimlikleri tartışır.
Ben kimim sorusunu temel olarak özgürlük için sorar. Binlerce özgürlük tanımı
bulabilirsiniz. Özgürlük nedir gerçekten? Sürekli bir özgürlük arayışıdır. Kendini
tanımlamadır. Senin kendini tanımlama sorunların olacaktır. Duygunu nereye koyuyorsun?
Sendeki iktidar bitirilmiş mi? Düşünce sistemleri tartışmaları yapılıyor bunlarda
büyütmüyorsa, bitirir. Bunlar eşitlik içeriyor mu? Özgürlük içeriyor mu? Bazen arkadaşlar
kendileri inanmadığı şeyleri arkadaşlara dayatıyor.
Önderlik duygu, vicdan, zihniyet deyince sınıfta kaldık. Yani duygu zayıflığımız var. Kadın
insan ömründe duygusal üretim yaptığı için toplumu kurdu. Duygu küçümsenmez, yanlış
konumlandırıldığı zaman da sorunlar çıkıyor. Düşünceyi duyguya hâkim kılma da yetmiyor.
Duygusal arkadaşlara zayıf arkadaş olarak bakılıyor. “Güç biriktirmek” iyidir deniliyor, o
16
zaman demek ki, toplumsallaşmada zayıflıklar vardır. Kendimizi konumlandırmak için
felsefeyi yeniden pratikleştirmek için bunları tanımlamamıza ihtiyaç vardır.
Animizm nedir? Fetişizm nedir? Totemizm nedir? Mitoloji nedir? Genel olarak düşünce
nasıl oluştu? Felsefenin buna katkısı nedir? Animizm de bir felsefedir, hatta bilim de bir
felsefedir. Bilgiler yığınına bilim denir. Bu da felsefedir, buna karşı da çıkabilirsin.
Bunlardan dolayı genel insanlık tarihine göz atmakta fayda vardır. Düşüncenin oluşumu
üzerine tartışabiliriz.
Animist düşünce kimse de yok mudur? Kalmalıdır. Bu döneme insanlık için çocukluk
aşaması diyorlar. Şimdi çocuk gibi düşünmek ne kadar iyidir? Animist çocuklar gibi
düşünür. Her şeyi kendisi gibi görür. Mesela “bu ay niye gökyüzünde duruyor?” diye
çocuklar soruyor. Bunları sorarsan, sonrası da gelişir. Biz büyükler hiç soru sormuyoruz.
Önderlik animist düşünüyor, tarihe bakışı da bu temeldedir. Felsefeye de, maddeye de bu
temelde yaklaşıyor. Önderlik kendi bulduğu bir şeyi beğenmez, bakın en sonunda
komünalizmi diyor, belki yarın onu da beğenmez. Önderlikte canlıcı düşünce vardır. Aşırı
soyutlama erkekliğe ne kadar katkı sunmuş, bayan arkadaşlar günlük yaşamı daha fazla
takip eder, daha derin yaşarlar. Erkek daha çok hesaplıdır. Bir kadın için yetki az anlam
kazanabilir, ama bir erkek için böyle değildir. Düşünce sistemleri iç içe geçmiş ve kullanılır.
Bu sayılan düşünceler kullanılır ama mutlaklaştırmadan bu olmalı. Önderlik bize bunu
öğretti. Bunu yaygın olarak kullandı. Önderlik, “bende düşünce kalıpları katman
katmandır” diyor. Bir dinciden daha iyi tanrıyı anlatıyor. Kaba devrimciler gibi diyebilir,
“din uyuşturuyor” diye ama bunu yapmıyor. Aynı bir dinci gibi o mitolojiyi kullanıp sanki o
dönemde yaşamış gibi anlatıyor. O kadar yıldır etkisi olmuştur ve bunu bir anda yadsımaz.
Bizde bir Önderlik çocuktur, diğerleri hepimiz çok büyüğüyüz.
Önderlik her zaman söyler “ben bir çocuk gibi arkadaşlarıma ve etrafıma güvenirim. Ben
iyi yapıyorsam onların da yapabileceğini düşünürüm” der. Önderliği yönlendiren animist
düşüncedir. Önderliği doğaya yönlendiren ondaki animist damardır. “Ben canlıysam
doğada her şey canlıdır” demektedir. Onun için Önderlik vurduğu kuşlardan özür diledi.
Felsefi bir bakış açısı vardır. Önderlik şöyle dedi “ben insan türünün mutlak hâkimiyetini
kabul edemem”. “Ben özgür olmak istiyorsam, bu onunda hakkıdır” diyor. İşte bu felsefi
bir bakış açısıdır.
Animizm canlıcılıktır. Kendini ve yaşam özelliklerini her şeyde görme kendini herkes ve
her şeyde gören bir düşünce biçimidir. Henüz soyutlamanın olmadığı, insanlığın doğayı da
kendisi gibi gördüğü ve öyle tanımladığı, düşünce kalıplarını böyle oluşturduğu döneme
deniliyor. Hala düşünce yapımızda etkileri vardır. Somut, ağır, duygusal bakış açısına
dayalı, önemli oranda merakı içeren, dış dünyaya açılımı içeren, düşünceyi içeren
düşüncenin temelinde animist düşünce vardır. Mesela çok yaygın kullanılır, ‘Dağ üstüme
üstüme geliyor.’ derler oysaki bu olamaz. Ama dağı canlı düşünürsen ve canlı yorumlarsan
üzerine gelir.
Fetişizm ise daha çok sembollere dayalı düşünce biçimidir. Animizmden totemizme geçişte
bir dönemin bir düşünce yapısını oluşturur. İnsanların soyutlama yoluyla düşünmeye
yavaş-yavaş başladığı, semboller yoluyla düşünme biçimlerini izah ettiği bir dönemdir.
Mesela PKK bayrağı, bunu gösterince hiç konuşmanıza gerek yoktur. Toplum arkasında
yürümeye başlar. Aynı şekilde fetişizmden olumsuz etkilenmeler de vardır. Sapkın hale
gelmiş fetişlerde vardır. Mesela faşizm de kullanmıştır. Bazı bayraklarını sembollerini her
şeyin yerine geçirmişlerdir. Fetişizm halen insanlığın düşünce biçiminde vardır, yaşanıyor.
İnsanların kendilerini toplumu, evreni izah etme biçimi olarak devamlılığını sürdürüyor.
17
Totem için Önderlik şunu söylüyor. “Klan bilincinin sembolü totemdir.” Belki de tarihte ilk
soyut kavramlaştırma düzenidir. Totem dini olarak değerlendirilen bu düzen, ilk kutsallığı
ve tabu sistemini de oluşturmaktadır. Klan totemi simgesel değerde kutsamaktadır.
Totemle bir soyutlama başlıyor. Ve bir toplumu neyin simgelediğini düşünüyorlar. Mesela
buğday ifade edebilir ya da ay veya güneş ifade edebilir. Bu soyutlama ile tüm
toplumsallaşma gücü bir kavrama indirgenmekte ve bağlanmaktadır. Böylece bu
kavramlar kendini ifade etme, algılama, tanıma biçimine dönüşmüştür. Fakat bu totemin
başındaki soyutlama klanda daha hiyerarşi oluşmadığı için tehlike yaratacak konumda
değildir. Sonradan çok sert bir kutsama gelişecektir. Bununla artık bir totem tüm klanı
yönetmeye başlayacaktır. Totem klan ilişkisi başta daha eşitlikçidir, özgürlükçüdür, hatta
bu anlamıyla toplumu hareket ettiren bir özellik taşıyor. Yaşamın sürdürülmesinde bir rol
üstleniyor.
Şu anda Kürtleri toplumsallaştıran bir nevi totem nedir? Abdullah Öcalan’dır. Önderliktir.
Bu kutsamanın Kürtlere bir zararı yoktur. Niye Öcalan’dır? Topluma ne verecekse veriyor.
Özgürlük, eşitlik veriyor. Ve Kürt toplumunu onun gibi düşünerek hareket etmek istiyor.
Önderlik devletsiz toplumun iyi bir totemidir. Bu bir kutsama değildir. Çünkü Önderlik
yaşamı üretiyor, düşünce üretiyor, toplumun organizasyonunu sağlıyor. Önderlik Kürtlerin
soyutlaşmış biçimidir. Kürt toplumunu düşünmek istiyorsanız, bu Önderliktir. Önderliğin
ele alınışı Kürt toplumunun ele alınışıdır.
Mitoloji de yaygın olarak kullandığımız bir düşünce biçimidir. Mitoloji söylence demektir.
Söylenceye dayalı düşünce biçimidir. Hiyerarşinin oluştuğu bir döneme denk gelir.
Totemizm artık aşılmıştır. Soyutlama artık oturmuştur. Erkek hâkimdir. Doğa ile toplum
çelişkisi iktidarcı toplum tarafından kazanılmıştır. Sınıflaşma kente doğru oturmuştur.
Devlet kendi insanını tamamlamıştır. Bunun sisteminin izah edilmesi gerekir. Mitolojinin
oturduğu dönem böylesi bir dönemdir. Ve mitoloji ile artık yöneticilik erkeklik, dincilik
kutsallaştırılır. Söylencelerin ana kaynağı budur. Her mitolojide “doğanın vahşi olduğu,
insanın ona hâkim olması gerektiği, kadının eksik bir yaratık olduğu, erkeğin tam üretildiği,
ondan dolayı kadını da dâhil yönetmesi gerektiği, toplumun karmaşa yaşadığı, toplumun
yönetilme ihtiyacı duyduğu, akıllı yöneticilerin doğuştan gelerek toplumu yönetmesi
gerektiğini” söyler. Bir kısmında da özgürlük arayışı ve iktidarla dalga geçme görülür.
Bunlar biraz da derin mitolojilerdir. Önderliğin dediği gibi en genel haliyle yeryüzündeki
hiyerarşinin oturması için gökyüzündeki düzenin yeryüzüne indirgenerek uygulanmasıdır.
Mitolojik söylemle bu sistemin meşruiyeti hakkında insanlar ikna ettirilmeye çalışılır.
Hiçbir erkek, kadını anlamadığı oranda Önderlik felsefesine giremez. Ama animist tarzda
kadını anlamayı düşünmezsen, cinsiyet özgürlükçü olamıyorsun.
Orda yoldaşlık zayıf olur.
18
Soyutlama ile somutlama birbirini tamamlarsa, sakıncalı değildir. Aynı duygusal zekâ ve
analitik zekânın birbirini tamamlaması gibidir. Ama somutun sürekli devre dışı bırakılıp,
soyutlamanın çok öne çıkarılması soyutlama ile başlayan değerlerin öne çıkarılmasını
getiriyor. Mesela erkeklik, sınıfsallık, doğadan kopuş. O nedenle insanlığın ilk düşünce
biçimleri insanlığın tarihinden atılmamalıdır. Felsefenin de en büyük katkısı bunları
atmayıp insanlık için tekrardan kullanılıp değerlendirilmesinin önünü açmasıdır.
Düşünce-duygu, bilgi-varlık arasındaki derin mesafenin kapatılmasına yol açmasıdır. Bu
nedenle animist düşünce söylendiği gibi küçümsenecek bir düşünce değildir. Mesela bir
insan karşısındakinin canlı olduğunu düşünmezse, onu anlayamaz. Animist düşüncesi az
olan insanlarda insan sevgisi ve yoldaşlık zayıf olur. Hiçbir erkek, kadını anlamadığı
oranda Önderlik felsefesine giremez. Ama animist tarzda kadını anlamayı düşünmezsen,
cinsiyet özgürlükçü olamıyorsun.
Mesela şu anda doğanın insanı özgürleştiriciliği düşüncesi kesinlikle kalkmıştır. Ekoloji
düşüncesi unutulmuştur. 2500 yıl geçmesi nedeniyle insanlık doğanın verdiği
özgürleştirici değerleri unutmuştur. Ve doğaya artık ihtiyaç duymayacak şekilde bir
toplumsal üretim yapmıştır. Ondan dolayı şimdi çevrebilim küçümseniyor. Fakat şu
şekilde ele alınsa ‘Acaba ben özgürleşirken diğer canlılardan ne aldım?’ dense, insan
animist düşüncenin önemini anlar. Bizde bu zayıf kalan bir yandır. Doğanın içinde
kalmamıza rağmen, onun verdiği nimetleri henüz tam olarak anlayamıyor ve
kavrayamıyoruz. Yine aynı şekilde totemizm çok önemlidir. Sen toplumun kimlik tanımını
neyle yapıyorsun? Mesela yaşanan bir dar boğaz vardı, ezilen sınıfların kimlik tanımını
sınıfçı iktidar anlayışına göre yaptılar. Totem neydi? Proletarya diktatörlüğü, şimdi
Kürtlere de zorla şunu söylüyorlar. Kürt toplumunun kökeni devlet olacaktır. Nedir bu?
Kürtler özgür olmak istiyorsa, devlet olmalıdır. Devleti olmayan toplum özgür değildir
diyorlar. Bu totem yanlış bir totemdir. Devletin toplumumuzu tanımlamayı bir kavram
olarak görmesi yanlış bir düşünce kalıbı getiriyor.
İnsanlığın bütün düşünce evrimi iç içe geçerek işliyor. En doğrusu tüm bu sistemi eşitliğe,
özgürlüğe ve demokrasiye götürecek şekilde uygulamasını oturtmaktır.
Mitolojik düşünce döneminin sonunda da felsefe devreye giriyor. İlkin bir tanımını
yapalım. Paradigmadan, teoriden, ideolojiden farklarını ortaya koyalım. Önderlik teori için
teolojiden geldiğini söylüyor. Teolojinin de tanrısal bilgi olduğunu söylüyor. Tanrı bilgisi
ne demek? Her şey hakkında bilgisi olan demektir. Teori de kökenini buradan aldığı için en
genel bilgilenmelere teori deniliyor. Yaşam oluşumu hakkındaki en genel bilgilere teori
deniliyor.
Önderlik, “paradigma evrensel bakış açısıdır” diyor. Teorinin evrene, insana, topluma biraz
daha indirgenmiş bakış açısı düzeyinde ele alınan bölümüne paradigma deniliyor. Mesela
teori içerisinde birden fazla paradigma çıkarabilirsiniz. Önderlik ‘Teorinin biraz daha
özelleşmiş
biçimidir.’
diyor.
İdeoloji için Önderlik, “iradeleşmiş düşünce bütünlüğü” diyor. Bu daha özel bir tanımdır.
Programsal bir hale getirilebilecek, stratejisi çıkarılabilecek, taktik uygulamalara
kavuşturulabilecek disipline düşünce sistematiğine ideoloji deniliyor.
O halde felsefe bunların hiçbiri değildir. Bazen hepsi ile ilgilidir, fakat tanım olarak
farklıdır. Felsefe hepsinden farklı olarak özgür düşünce sistematiğidir. Farkı rahat bir
düşünce yapısı olmasındadır. Günlük bir yorumlama gücüdür. Aynı zamanda sürekli bir
19
yorumlama gücüdür. Mesela felsefede, ilk anda söylediğim, düşündüğüm doğrudur,
sorgulaması olmaz. Felsefe dün söylediğini bile yorumlayabilir. İdeoloji gibi hemen
disipline kavuşturulma derdi yoktur. Bazen teoriye yakınlaşır, ama konu alanları farklı
olabilir. Mesela varlık sorunları üzerine daha çok yoğunlaşır. Teori bu konuda çok daha
genel kalabilir. Felsefenin teori içerisinden gelip, kendisine seçtiği konular vardır. Mesela
maddenin hareketi üzerinde uzun-uzun durur. Teori ise dünyada hangi konu varsa, onun
hakkında görüş oluşturma biçimidir. Kategori olarak değil, fakat yakınlık olması için
felsefe, paradigma ve teori arasında oturtulabilir. Paradigma kadar hedefli değildir. Teori
kadar da geniş değildir. Felsefe bir yorum gücüdür.
Bu kavramlar iç içe geçmiştir ama karıştırmamak gerekir. Bir ideoloji oluşturmak için,
kesinlikle felsefe tanımlamaları yapmak gerekir. Ama ideoloji ile hareket ettiğiniz kadar,
felsefe ile hareket etmeyebilirsiniz. İdeoloji daha uzun sürelidir. Ama bu felsefe için geçerli
olmayabilir. Her paradigmanın da dayandığı bir felsefi temel vardır. Ve kendisi için
felsefeden faydalanarak uygun olanı alırlar, uygun zemine dayanırlar.
Genel felsefeye geçebiliriz. Daha önceden daha rahat tartışıyorduk. Felsefe nedir diyorduk
ve çeşitli tanımlar geliştiriyorduk. Daha sonra onu ikiye ayırıyorduk. İdealist ve materyalist
diyorduk. Sonradan da bir tarafı tutuyorduk. Bu bizim için materyalist felsefe idi. Sonra
bunun idealist felsefeye üstünlüğünü kanıtlayıp tarihinden bahsediyorduk. Bu tarz tabii
daha rahattı. Şimdi ise Önderlik bu tanımı aştı. Bu sefer daha farklı ele alacağız.
Felsefenin Yunanlılardan başladığı yanlıştır. Öncelikle bu yanlışın düzeltilmesi gerekir.
Felsefi çağda Yunanlıların önemli bir rol oynadığı doğrudur. Ama felsefe Yunanlılarda
başlamamıştır. Böyle yapılmasının altında Batı’nın kendi değerlerini yükseltmesi vardır.
Bundan dolayı idealizm ve materyalizmden önce doğal toplum felsefesinin açılması gerekir.
Bunun için doğaya yönelmek gerekiyor. Zerdüştilik, İbrahimlilik, Ezidilik üzerinde biraz
daha durulabilir.
İnsanlığın ilk tanımlamasının hepsi Doğu’da yapılmıştır. Toplum ilk Doğu’da oluşmuştur.
İlk inanış sistemleri Doğu’da gelişmiştir. İlk düşünce sistemlerinin başlangıcı da Doğu
klanlaşmalarına dayanır.
Tekrar felsefenin tanımı üzerinde durabiliriz. Felsefenin üç tanımı üzerinden, yani üç konu
alanı üzerinden ayrışması yaşanır. Aynı zamanda bu üç konu felsefenin de tanımı
sayılabilir. Birincisi varlık sorunları üzerinde tartışılır. Madde mi önce oluşmuştur,
düşünce mi önce oluşmuştur? Hangisi önce gelir? Ya da başka şekliyle de söylenebilir.
Varlığımız mı düşünceleri yoksa düşünceler mi varlığımızı oluşturur? Özü biz kimiz
sorusuna kadar da gider. İkinci tartışma konusu beden ruh ayrımıdır. Ruhsal bir
yapılanma mı bedensel bir yapılanmayı belirler ya da karşıtı mı? Ya da bizi hareket ettiren
ruh var mıdır yok mudur? Üçüncü tartışma konusu bilgi üzerinedir. Bilgi nereden gelir?
Bilginin kaynağı nedir? Bu soruların arayışı üzerinden felsefenin geliştiği söylenir.
Şimdi felsefe üzerindeki resmi anlatımı biraz geliştirelim. Önce ilkin Yunan felsefesinden
başlayalım. Thales ilk felsefeci sayılır. Thales ve sonraki beş felsefeci doğal felsefeci olarak
geçer. Ve onlar bu sorulara farklı cevaplar verirler. Varlığın kökenini doğada aramışlardır.
İnsanlığın halen doğa ile kopma sürecini tam yaşamamasından dolayı doğa ile anlatım
ağırlıktadır. İnsanın doğadan geldiği bağı halen kopmamıştır. Yani izah biçimleri
doğasaldır. Felsefe tarihinde bu aşama çok ağırlıklı ele alınmaz. Hatta bir çeşit, ilkel felsefe
olarak değerlendirilir. Sonraki dönem felsefede yavaş-yavaş ayrışmanın başladığı
dönemdir. Yani felsefenin temel konuları üzerinden farklı görüşler dile getirilir. İkiye
20
ayrışma cevaplara göre yaşanır. İdealist ve materyalist felsefe. Platon idealist felsefenin,
Demokritos ve Heraklitos da diyalektik materyalist felsefenin başlangıcını atıyor.
İdealizm Latince kökenlidir. ‘İdea’ düşünce demektir. İdealizm ise düşünceye dayalı bakış
açısı demektir. Madde düşünce tartışmasında idealizm düşünceyi tutar. Düşüncenin varlık
koşullarını belirlediğini söyler. Ruhu bedene üstün tutar. Yaşam varlığının kaynağı kutsal
ruha kadar götürülür. Bilgi konusunda da kaynağın düşünce olduğunu ve ruha dayandığını
söyler. Zaten en ideal bilgilerin kutsal ruhun bilgileri olduğunu söyler. Bu bazen tanrı,
bazen kutsal devlet, bazen yönetici sınıf, bazen de erkek olur.
Materyalizmin de kelime kökeni materyaldir. Madde demektir. Materyalizm ise maddeye
dayalı düşünce biçimi ve sistemidir. Materyalistler maddeyi tutarlar. Maddenin düşünceyi
belirlediğini, maddenin esas olduğunu, düşüncenin maddenin bir yansıması olduğunu
söylerler. Madde birincil ele alınır. Beden ruh ayrımında ya ruhu kabul etmezler ya da
ruhun bedenin bir yansıması olduğunu söylerler. Bedeni tutarlar, yani bu öyle bir noktaya
varır ki, manevi olarak birçok değeri yok ederler. Daha doğrusu manevi birçok şeyin
kökenini maddesel harekete bağlarlar. Bu düşüncenin küçümsenmesine doğru gider. Hatta
toplumu kategorize edip alt ve üst yapı diye tanımlarlar. Alt yapının ekonomiye dayalı tüm
toplumun maddesel hareketi olduğu, üst yapının hukuk bilincinin, siyasetin, kültürün, yani
düşünsel yapıların yansıması olduğunu dile getirirler. İdeolojiyi de öyle ele alırlar. Ve
zorunlulukların farkına varmak şeklinde tanımlarlar. Çok yoğun maddesel hareketin
hareket kanunlarını çıkardığını söylerler. Sınıfın birikmesinin ilerleme yarattığını söylerler.
Teknik araçların artmasının sınıflaşma yarattığını söylerler. Bu artışın yönetim
zorunluluğunu doğurduğunu söylerler. Yani yaygın olarak, madde hareketi ile her şeyi
açıklama çabası gelişir. Bilginin kaynağı sorusuna maddenin hareketini işaret ederler. Bilgi
maddenin hareketinin en iyi oluşmuş biçiminden gelir. Materyalistlere göre en iyi
felsefeciler maddenin hareketini en iyi anlayanlardır. Bu düşünce ileri gittikçe madde
okuması bilime dönüşür. Materyalizmin kendisinin bilim haline getirilmesi, son dönemde
de artık yeni-yeni tartışılıyor. Bu öyle abartıldı ki ‘Maddenin hareketi’ bilimin içinde
duygunun olmaması, normal görülmeye başlandı.
Bu iki temel ekole ek olarak farklı görüşler de vardır. Düalist paradigma, buna dayalı felsefi
bakış açısı, modernist paradigma ve felsefesi post-modernizm de vardır.
İdealistler yöntem olarak metafiziği kullandılar. Materyalistler de diyalektiği kullandılar.
Metafiziğin kelime anlamı da fizik ötesidir. Maddenin hareketinin anlaşılması için
düşüncesine bakmak gerektiği, hareket sebebinin bir kutsal ruh olduğu, bu ruhun dış bir
yönlendirme ile her şeyi yönlendirdiği, bunun anlaşılmasına dayalı, bir düşünce metodu
geliştirirler. Bu metoda topluca bu dünyanın maddesel varlığı küçümseniyor. Ve kabul
edilmiyor. Kutsal ruh bir noktadan sonra da insan iradesini tanımaz.
Diyalektik Latince ‘Di’ ‘İki’ kökenlidir. ‘Diyalog’ kökenlidir. İkiliklerin olması, bunların
karşılıklı ilişki, çelişki, çatışma içinde olmasına dayanır. İlişki, çelişki, çatışma birbirine
bağlılık çerçevesinde oluşum yöntemidir. Bu anlamda her şeyin ikili bir karakter taşıdığını
ve bunu hareket ettirenin ilişki ve çelişki olduğunu söylerler. Bunun çatışma yarattığını ve
bu çatışma söylemine ağırlık vererek bunun belirleyici olduğunu ifade ederler.
Felsefedeki bu ayrım iki dönem şeklinde günümüze kadar gelir. En son olarak
Marksistlerin materyalizmde dönüm noktası olduğu söylenebilir. İdealizmde de bilimsel
verilerin gelişmesi ile bir düşüş olduğu gözlemlenir. Din, felsefedeki bu ayrımlardan çok iyi
faydalanmıştır. Ve kendi politik yapılandırmasını da idealizme dayandırır. Daha sonra
bilimsel verilerin gelişmesi ile aydınlanma, Bacon ile başlayan pozitif bilimler etkisini
21
azaltmıştır. Materyalist felsefe de daha çok Hegel’e dayanır. Hegel, Kant ve Descartes
zirveleşmiş biçimidir. Dönemin bilimsel verilerine dayanır. Materyalizmin üst aşamasını
Marks ve Engels yapacaktır. Maddenin hareketini daha karmaşık anlatmaya başlarlar.
Hegel hareketi maddenin çatışmasına dayandırır. Daha sonra tarih yorumunda da tarihin
oluşumunu da çatışmaya indirger. Marksistler de ilk dönemlerinde ‘Yeni Hegelciler’ olarak
adlandırılır. Marks bu tanımlamadan sıyrılacaktır. Ve Hegel’i aşan felsefi bir çıkış
yapacaktır. Marksizm’in yaptığı şudur: maddeci diyalektik, buna diyalektik materyalizm
diyoruz, materyalizmi ve diyalektiği birleştirmiştir. Marks’a göre sınıfların çatışması
taktiksel çatışması değil, stratejik çatışması belirleyiciliği getirir. Marks madde ikilidir, bu
ikili hareket çatışarak, çelişerek, bir zemine dayalı sürekli hareket ederek, bir mekâna
oturarak oluşum şartlarını belirler. Düşüncenin de esas olarak bu çatışmaya katıldığını
getirir ve buna dayanarak hareket ettiğini dile getirir. Maddenin hareketinden çıkan veriler
de topluma ve tarihe uyarlanarak çatışırlar. Bu da sınıfların çatışmasını, alt ve üst yapı
ayrımını açıklamayı sağlar. Tarihe uyarlandıklarında tarihin sınıfların çatışması olduğunu,
bu sınıfsal çatışmanın başlangıç olduğunu ve bu çatışmanın tarihi sürekli ilerlettiğini
söylerler. Toplumsal sistemlerin zincirin bir halkası gibi geliştiğini söylerler. Sınıfsal
çatışmanın antagonist, kaçınılmaz ve uzlaşmaz bir çatışma olduğunu söylerler. Maddedeki
çatışmanın tarihte de olduğunu söylerler.
22
Felsefe tarihinden devam edelim.
Doğal felsefeciler neden aşıldı? Neden fazla tartışılmadı? İnsanın varlık nedeni suda,
havada, toprakta aranırken, neden farklı yerlerde aranmaya başlandı? Neden daha sonra
madde ile düşünce bu kadar öne çıktı? Neden bir ayrışma ve çatışmaya tabi tutuldu?
Materyalizmin de, idealizmin de aynı zamanda insanlığa çok büyük faydaları oldu. Neden
2000–2500 yıldır böyle bir bölünme sürdürülüyor? Bu bölünme topluma ne kazandırmış,
ne
getirmiş,
ne
götürmüştür?
Felsefenin böyle bölünmesi ve gelişmesine de Önderlik sınıflı felsefe demiştir. Nasıl bir
sınıflaşmadır bu? Ya da sınıflaşmanın neyine dayandığı için böyle söyleniyor?
Doğal felsefecilerden uzaklaşması ile felsefede bu ayrımın ve sınıflaşmanın başladığı
söylenir. Bu dönemde hiyerarşinin oluşmuş olduğu kent devletçiklerinin ortaya çıktığı,
ataerkilliğin oluştuğu, doğadan kopuşun yaşandığı, iktidar toplumunun artık doğa
üzerindeki hâkimiyetinin kesinleştiği bir dönemdir. Ve felsefe çağı böyle başlıyor. Doğal
felsefeciler ile felsefe çağının ilk özgür çıkışları hızlı aşılıyor. Temelini aldığı Zerdüşt,
İbrahim, diğer Ortadoğu inançları artık Batı’ya doğru giderken ortadan kalkarak,
sınıflaşmaya tabi tutularak, ya sindirilerek, senteze kavuşturularak ya da dıştalayarak
aşılıyor. Ondan dolayı sınıflı felsefe doğal inançları, düşünüşleri felsefeden dışlayarak
özgürlükçü, arayışçı özünü azaltarak kendini konumlandırıyor. Zaten ondan sonra da
bölünmeyi yaşıyor.
O dönemde temel üç şeye değinilecektir; birincisi ataerkillik, ikincisi sınıfsal yapı,
üçüncüsü inanç sisteminde tek tanrılı dinciliktir. İktidar toplumunu inanç sistemi olarak
da ele alabiliriz.
Acaba felsefede bu ayrışma bir taraf tutma mücadelesi olarak mı ele alınmıştır?
Sınıflaşmaya denk gelen, ataerkil anaerkilliğe toplum doğa ilişkisine denk gelen bir
ayrışma mı? Ya da felsefe mi bu ayrışmayı getirmiş? O dönemde üçlü bir kutsal evlilik
yapılmıştır. Tek tanrılı dincilik üzerinden ağırlıkta iktidar toplumu ile doğa ayrıştırılmıştır.
Doğal inanış bırakılmış, daha sonra da tek tanrılı dincilik biçiminde oluşmuştur. Toplum
önce hiyerarşi, sonra da devlet ile sınıfsal yapısını tamamlamış, erkeğin kadına egemenliği
netleşmiş ve bunlar paradigmasal yapıya kavuşturulmuştur. Özünü ataerkillikten almıştır
ve kendisini iki üç noktada açıklamaktadır. Yaşam erkeğe dayanır. Üretim erkekten gelir.
Yaratılış olarak erkek üstündür. Kadın için ise aynı üç dört noktada tersi söylenir. Yaşamın
kadından gelmediği, aksine kadının yaşamın ek uzantısı olduğu, erkeğin kaburga
kemiğinden geldiği söylenir. Kadının duygusal bir varlık olarak doğduğu, ondan kararsız
olduğu söylenir. Bundan dolayı da erkeğin kadını yönetimi zorunluluk olarak söylenir.
Ataerkilliğin temel savları bunlardır. Ataerkilliğin bu anlamıyla bir tersine çevirme olduğu
söylenir.
İlk tür olarak kendi farkına varan kadındır. Bilimsel olarak böyledir. Önderlik ‘Kadının
bedensel yapısındaki canlılık hiçbir zaman erkeğin anlayamayacağı kadar doğa ile içli
dışlıdır.’ diyor. Bundan dolayı da toplumsallaşma kadın, anaya dayanır. Demek ki yaşamın
kaynağı kadındır. Ataerkillikte bunun tersine çevrilmesi yaşanır. Kadın bedeninin
yasaklanması, cinselliğinin yasaklanması, sıkı kontrol altında tutulması, hatta kadının
yaşamdan o kadar uzaklaştırılmasının sebebi, yaşamın kadından geldiğinin unutturulması
23
içindir. Dinde kadının ikinci elden muhatap olduğu bunun için söylenir. Yaşanan, yaşam
kaynağının felsefi olarak tersine çevrilmesidir.
Diğeri de sınıfsal yapıdır. Toplumların toplumsallaşmasının asla kadından başlamadığı,
akıllı ayrışmış yetenekli toplumun kesimlerinin toplumu yönlendirmesi ile oluştuğu (bu
kesim genellikle yönetim sınıfıdır, yani erkektir) dile getirilir. Bunun kaynağı ise
toplumların yönetimsiz olamayacağıdır. Bunun uç uzantısı iktidarsız ve devletsiz
olunamayacağıdır.
Çok basit bir örnek verelim, yaygın olarak gürültünün olduğu yer karışık, anarşik ortamdır.
Ve şu söz sorulur, toplumun yönetimsiz, yöneticisiz kaldığı bir zaman var mıdır? Tarihi
böyle gösterirler ve yoktur derler. Sınıfsal yapı oluşturulduktan sonra meşru görülür ve bir
iş bölümü başlar.
Diğer bir şey de tek tanrılı din inanışı ve bunun giderek iktidarla buluşmasıdır. En önemlisi
de doğadan kopuş kaynağı tek tanrılı dinciliktir. Felsefe bile buna müdahale etmek istemiş
ve teslim olmuştur. Sınıflı felsefenin gelişmesinin sebebi de budur. Yani eskisi gibi, doğal
toplumdaki gibi insanları geliştiren şeylere inanılsaydı, yöneticilere ve tek tanrılı dinlere
ihtiyaç olur muydu? Cezalandıran, yasaklayan, bir faydası olmayan tanrıya inanılır mıydı?
Acaba bizim doğadan koparılmamız sınıflaşmanın, ataerkilliğin meşrulaştırılması için
olmasın? Eğer doğadan kopmasaydı, insan üzerinde iktidarcı, tek tanrıcı din geliştirilebilir
miydi? Çünkü yaşamla bağını koparmamış bir insan, doğa ile bağını koparmamış bir insan,
binlerce yıl sürecek mutlak dogmaları kabul eder miydi? Tabii ki etmezdi, yaşamı
sorgulayacaktı. Bunun olmaması için bağı koparmışlardır. İktidarın oluşması için tek
tanrılı dincilik üzerinden bir sistem oluşturulmuş ve ayrışma başlamıştır. Tanrı vardır,
ruhban sınıf vardır, toplum vardır, bunların netleşmiş biçimi de iktidarlaşmış toplumdur.
Zayıflık ve eksiklikler paylaşılmıştır. Böyle bir sistematiği oturtmuşlardır. Hiyerarşi aşılmış,
devletçilik başlamıştır.
Ortakçı bir katılımla cinsiyet özgürlüğüne dayalı değil, toplumsal cinsiyetçiliğe ve
hâkimiyete dayalı bir toplumsal sistem kamufle edilmiş. Kadının oluşturduğu, onun bir
uzantısı olduğu, ondan özgürlük alan bir toplumsal sistem tersine çevrilmiştir. Sonuçta
ataerkillik doğadan kopmuş, iktidarı oturtmuştur. Bunlar oluşarak doğal felsefeyi alt üst
edişle sınırlı kalmamışlar, bu aşamadan sonra iç içeklik gelişmiş, ataerkillik sınıfsallığı,
iktidar toplumunu, tek tanrılı dinciliği beslemiştir. Sınıfsallık ataerkilliği, tek tanrılı
dincilik ataerkilliği beslemiştir. O aşamadan sonra müthiş bir iç içelik geçmiş. Hatta
kavram ortaklaştırmalı birbirine güç vermeler yapılmıştır.
Allahın hiç kadın olduğunu düşünen oldu mu? Zaten Allah erkektir. Baskı ve
yaklaşımlarıyla anlaşılır. Yönetici sınıfların kadın olduğu aklınıza gelir mi? Tarihte yönetici
sınıflar erkektir. İktidar toplumu denilince akla erkek gelir. Doğanın bağrına girmek boyun
eğdirmek iktidar demektir. Beden özdeş görülmüştür. Hepsi için düşünce olarak tanrı
görülmüş, yani düşünce oraya verilmiştir. Duygu olarak kadın, beden alt sınıf görülmüştür.
Duygu bütünüyle kadına verilmiştir. Kadın da beden olarak görülür, doğa da, ezilen sınıflar
da böyledir. Hep bu şekilde görülmüştür. Ezilen sınıfları baş olarak düşünmezsiniz.
Erkekler kadının düşüncesinin olmadığını düşünür. Tesadüf değildir. Peygamberin bedeni,
yapısı gösterilmez. Tanrıya kutsal düşünce ile ruh düşmektedir. Tanrının üflemesi bile
yeterlidir diye anlatılır. Bütün kutsallıkların tanrının ruhundan alındığı söylenmiştir.
Bunlar tesadüf müdür peki? O nedenle Önderlik paradigmayı üçayaklı ele alıp bunları iç
içe geçiriyor. Bakın siz tek kadın cinsinin mücadelesi için savaşın, sadece bunu sınırlı
görün, bir yerlerde takılıyorsunuz. Örnek olarak ataerkillikle mi uğraşıyorsunuz,
gidiyorsunuz devlete çatıyorsunuz. Bakıyorsunuz ki, devlet de erkektir. Onunla da
24
mücadele etmek zorunda kalıyorsunuz. Devlet yetmemiş, bir de tanrı da erkektir.
Toplumun doğadan koparılmış ideolojik şekillenmeleriyle uğraşıyorsunuz. Ataerkil kanunu
değiştirirseniz, devlet bile karşı çıkar. Şimdi evliliğe bile devlet şahit oluyor. Öyle
gözüktüğü gibi değildir. Ataerkillikle oynamaman için tedbir alınmıştır. Oynaman demek,
devleti zayıflatmak demektir. Hemen izin vermezler. Evlenmeden çocuk yapma en büyük
suç ilan edilmiştir.
Varsayalım ki sınıf mücadelecisisiniz, bir sınıfın ezilmesini yanlış buluyorsunuz. İktidar
olmasını istiyorsunuz. Başka sınıfın yerine geçirtmek istiyorsunuz. Ataerkillikle,
hiyerarşiyle uğraşmıyorsunuz. Bunlarla uğraşmıyorsunuz ama yetmiyor. Bir sınıfı yıkmaya
çalışın, ilk karşılaşacağınız ataerkilliktir. Hatta bir sınıf ataerkillikle evlidir. Egemen
sınıflar ataerkildir. Geriletemezsiniz. Mücadelelerine kadını az alan devrimler hiçbir zaman
başarılı olamamıştır. Hatta kadını alsalar dahi erkek egemenliğinde geçen başarılı
olmamıştır. Aslında ataerkillikle uğraştığını fark etmeyen bütün devrimler, bir süre sonra
yıkılmıştır. Doğadan kopmuş iktidar inanışlarının hepsi duruyor, kuşatıyor ve gelip sizi
teslim alıyor. Hangi kavramla uğraşırsanız, diğeri karşınıza çıkıyor. Ama siz dogmatizmle
uğraştığınızda altından ne çıkar? Şu anda dünyanın en büyük dogmaları erkeklik,
sınıfsallık ve doğadan kopuş üzerinedir. Tesadüf müdür? Diyorsunuz ki, ben özgür inanışçı
olacağım. Önderlik buna demokratik sosyalist bilinç dedi. Haydi, yapın beyninizde bile ilk
karşınıza erkeklik çıkar. İktidar toplumu çıkar, yöneticilik çıkar. Aşırı sorgulamaya
gidenler, bu noktalardan korkar bile. Oturmuş cinsiyet kalıpları kırıldığı zaman kaldıramaz.
Bu düşünceleri geliştirirken karşınızda ilk ataerkilliği bulursunuz. O nedenle Önderlik
paradigmasında üçayak birlikte ele alınıyor. Tek-tek denedik, çok uğraştık ama böyle
olmadı. Emekçilik gelişti, iyidir. Az daha o sınıfı iktidara taşıyacaktık. Bunun denemelerini
yaptılar, gördük çözemedi. Kadın özgürlüğüyle biraz uğraştık, aile ile uğraştık, sonra
Önderlik buna toplumsal cinsiyetçilik dedi. Ama bu başta böyle değildi. Kadın
özgürlüğünün iktidara bulaştırılmadan yürütülmesini beceremedik. Bütün bunlar birlikte
ele alınırsa, yapılabilir olduğunu gördük. Kadının sınıf devrimine katılması, kadını
özgürleştirmiyor. Bunun çok çatışmalarını yaşadık. Partinin kadını partinindir, kadın
özgürlüğü dediğimiz, sınıf özgürlüğünden geçer diye denemeler yaptık. Şimdi Önderlik
toplumsal cinsiyet diyor. Bizim liberal sınıfın fenimizmden farkımız bununla gelişti. Bakın
biz kadın özgürlüğünü iktidar toplumsallaşmasından ayırmadan yapamadık. Aynen diğer
konularda olduğu gibi, ben sadece bu alanla uğraşacağım. Bunlar hiyerarşinin oluşması
döneminde iç içe geçmiş toplumsal yapı olarak birbirine güç verirler. Devlet tanımında ne
kadar tanrının olduğunu, ataerkilliğin olduğunu Önderlik söyledi. İlk ezilen sınıfın kadın
olduğunu söyledi. Doğadan kopuş ile tanrıça kültürünün bağlantısını Önderlik söyledi.
Ondan dolayı da paradigmasını üçayaklı bir temelde oluşturdu. Tek-tek karşı çıkanlar var,
ama Önderlik hepsini birleştirdi. Önderlik tarzındaki bir devrimcilik ataerkilliğe karşıdır,
sınıflaşmaya karşıdır, doğadan kopuş ve iktidarlaşmaya karşıdır. Bunları iç içe ele
almazsanız, bir tanesinde yaptığınız mücadele yetmiyor ve paradigma da bu değildir.
Demokrasiden anladım, kadın özgürlükçüsüyüm, o alanda kendimi geliştirdim anlayışı bir
noktadan sonra sizi boğuyor. Kadın özgürlüğü, doğadan kopuş beni ilgilendirmiyor, bir
sınıfı tutuyorum ve mümkünse bu ezilen sınıfı da iktidara taşıyacağım anlayışı olursa, hadi
yapın. Ki bu yapıldı da zaten. Sonuç sınıflaşmanın tekrarı olmuştur. Rusya bu konuda
muazzam bir derstir. Hızla tek tanrılı dinciliğe döndüler. Müthiş bir erime yaşandı. Devrim
bir toplumun iktidarlaşması değildir.
Kadın tarihini ya da demokrasiyi tartışmıyoruz. Felsefesini tartışıyoruz. Zaten doğal
felsefenin anlaşılması için nasıl bir ters yüz yapıldığının iyi anlaşılması gerekir. Buraları
anlatınca propaganda gibi anlaşılıyor ama öyle değildir. Bunlar yaşanmış, olmuş şeylerdir.
Bizde yaygındır. Bu noktalar hayal gibi gelmektedir. Böyle bir kavramlaştırma dönemi
olmuştur. Bu iç içe geçmişliğe Fatmagül Berktay, üçlü kutsal evlilik diyor. Buna biz
25
Önderlik tanımlamalarıyla hiyerarşinin başladığı, devletçiliğin oturduğu dönem de
diyebiliriz. Bunları kavramlaştırmanın da aynı olduğu, zaten bu alanlar üzerinde
araştırmaları olanlar var. Fatmagül Berktay’ın var, diğerlerinin var. Dünya sistemlerini
araştıranlar var. Önderlik bunları sentezlediği için biz şimdi daha rahat yorumluyoruz.
Kavramlaştırmalarda bir üst bir de alt zincir vardır. Ataerkillikte üstün olan erkek, alt
zincir olan kadındır. Peki, sınıf çatışmalarında alt olan ezilendir, üst ise egemendir.
Zincirler birleştirildiğinde tanrı, erkek, yönetici sınıflar alt kısım da ise kadın, doğa, ezilen
tüm toplumlardır. Sömürgecilikte egemen sınıf erkekle, ezilenler de kadınla özdeştir.
Bunlar kol koladır. Bunları ayrıştırıp mücadele yapamıyorsunuz. Onun için biz feministiz,
devrimci sosyalistiz ve toplumsal ekolojistiz vs, hepsi var. Önderlikte bunlar tesadüf
değildir. Zaten bunu yapmazsanız, karşınıza çıkar. Önderlik kendi deneyimlerinden gördü.
Sınıfsal bölünmelerin iktidara dayandığı bir dönemde, felsefe acaba kimi tutmuş, niye
tutmuş? İşte buraya gelmek için bunları anlattık.
26
Felsefe ilk dönemlerinden sonra doğal felsefecilerin hızla aşılıp artık felsefenin yönetim
sistemlerinin üstünde yoğun tartışmaların olduğu dönem bölünmeye gider. Bu dönemde
taraf tutar. Onu meşru kılmaya dönüşür.
Madde niye kadındır, peki beden de kadındır. Doğa ve ezilen sınıflar bedendir, tanrı
karşısında bütün toplum bedendir. Peki, düşünce önce Allah’tadır. Bunun tezahürü
toplumdadır. Sonra düşünce kimdedir? Yönetici sınıflardır, hatta düşünen toplum
sakıncalı görülür. Sonra erkektedir. Kadının düşündüğü bile var sayılmaz. Doğanın hiç
düşünmediği, hatta bir süre sonra cansız olduğu söylenir duruma gelmiştir. Ruh Allah’tır,
yönetici sınıftır, erkektir. Doğa ruhlu olarak bile düşünülmez.
Diğeri de tam tersidir. Niye duygu ile düşünce çatışıyor. Acaba tesadüf mü oluyor.
Duygu kadında kalmış, toplumda kalmış. Hiç kimse Allahın duygusal olduğunu düşünür
mü? Bunları hiç düşünmeyiz. Ezen sınıfların da merhameti yoktur, bu da nettir. Erkeğin
duygusal olması, erkeklikten uzaklaşma olarak görülür. Bu nokta kadına yakınlaşma olarak
görülür. Erkeklik duygusal olamaz. Böyle olursa kadına, doğaya yaklaşır. Onun için
duygusal olamaz, zaten değildir de.
Niye o zaman felsefeyi bölmüşler. Ters yüz etmeyi doğal felsefenin sınıflı felsefeye
dönüşmesi için doğal felsefeyi ortadan kaldırmak için mi geliştirmişler acaba. Sınıfsal
yapıyı meşrulaştırmak için felsefe gelişmiştir. O dönemden sonra veya gelişen felsefe acaba
bu söylediğimiz çok güçlü sistemler tarafından denetime mi alınmıştır? Ataerkillik, sınıflı
toplum tarafından felsefe bir bölünmeye tabi tutulmuş, kendi iç sistemini meşrulaştırmaya
tabi tutulmuştur.
Hangi kavramı tartışıyorsanız erkeklik kadınlık çıkıyor önünüze. Doğa toplum çelişkisi
çıkıyor. Duyguyu tartışıyoruz demek ki duygu felsefi bir yorumla iktidarın eline verilmiştir.
Duygu
kötümsenmiş,
küçümsenmiştir.
Düşünce
duygudan
kopartılarak
rasyonelleştirilmiştir. Ve en önemlisi çatıştırılmıştır. Şu anda herkes çatışma içindedir.
Acaba düşünce mi önce gelir, beden mi önce gelir. Sınıfların çatışması gerekiyor.
Düşünceyi ezen sınıfa, duyguyu da ezilen sınıfa benzetirsen, çatıştırırsan, bu algılayış sınıf
çatışmasını besliyor. Peki, insanın ruhu ile bedeni tartışsın, öyle bir şey olabilir mi? Ruh
bedene indirgenirse, Allah kavramına gerek var mı? Çatışma olmazsa, Allaha gerek yok
demektir. Yani doğadan ruhu alıp Allaha verip diğerini çatıştırmak gerekir. Felsefe
kavramları ile izah edilmiştir. Sen burada taraf tutuyorsun, bu da bir süre sonra fark
edilmeyecektir. Önemli olan bu çatışmaya girmiş olmandır. Zaten doğacaksın, bu
bekleniyor. Doğduktan sonra çatışmaya başlamak önemlidir. Taraflaşmak, bunların
yansıması olarak felsefe bunları yorumlamıştır. Hangi kavramı tartışırsanız ataerkillikle
karşılaşıyorsunuz. Bu noktadan sonra bu tartışmalarda yer tutmak insanın varlık
sorunlarını çözüyor mu?
Bilimsel gelişmeler sonucunda bu tartışmalar daha da önemli olmaktadır. Bunların
verileri üzerinden kuantumda kullanılarak bunlar kabul edilmiyor. Bu yaşamda idealist
yanların olmadığı anlamında söylenmiyor ya da materyalizmden ve idealizmden
alınacaklar vardır. Bunları yadsımak anlamında da söylemiyoruz. Bu bölünmenin, sınıfsal
bölünmenin gelişmesi gibi reddedilmesi gerektiği, felsefedeki bölünmenin reddedilmesi
gerektiği tartışılıyor.
27
Düalist paradigmaya bir değinme yapıp geçelim. Sınıfsal yapının dayandığı değerler
dizisi bu paradigmadır. Düalizm doğal olarak işliyor, bu sakıncalı da değildir. Çokluklar da
var, bunlar sakıncalı değildir. Bu tarzda işleyen diyalektik sakıncalı değildir. Düalist
değerler dizisi bunların çatışması paradigmasıdır. Sınıf çatışmasının kaynağını düalist
paradigmadan aldığını söylüyorlar. Kadın erkek ayrı yaratılmıştır, çatışmalıdır bu
çatışmadan özgürlük çıkacaktır. Düalist paradigmayı bu temelde ele alıyorlar. Düalist
paradigmanın çatıştırmadığı şey yoktur. Sınıf çatışmasını besleyen çatışma düalist
çatışmadır. Önce içinizde çatışma vardır. İstemlerinizle yapmanız gerekenler çatışır. Çok
yoğun bir çatışma halinde yaşarız. Bu doğada da mümkün olan en üst seviyede çatıştırılır.
Doğa, toplum ayrıştırılır ve çatıştırılır. Her şeyin arasına bu kadar fark koymak mümkün
müdür? Orada bir bütünlük olmalıdır. Bu normal görülüyorsa, bu mu yanlıştır? Yoksa
bizim düşünüp söylediğimizin bir olması mı doğrudur? Yani istemlerimizle bedensel
varlığımızın birbirinden ayrılmaz olarak bir bütünlük olarak yaşamasıdır. Önderliğin
dediği gibi “bir toz parçasında bile düşünce var”sa, klasik düşünce değil, “sezgisellik var”sa,
dışarıdan müdahale edemediğimiz bir hareket kabiliyeti varsa, hareket halinde bir durum
yaratıyorsa, bu anlamda onun bir düşüncesi varsa. Dikkat edelim, hiç çelişkileri olmaz
demiyoruz, mutlak sınırlarla ayrışmamışsa.
Önderliğin dediği gibi “her erkekte bir oranda kadın varsa”, bunlar karşıt mutlak bir tür
olarak yaratılmamışsa, toplumsal cinsiyetçiliğin hiç olmadığı dönemler varsa. Ne olacak o
zaman düalist değerler dizisi? Mutlak olarak doğuştan kaynaklanan ve öyle sürmesi
gereken akıllı yöneten sınıflar ve akıldan uzak kalabalıklar vardır ve bunlar sürekli
çatışmalıdır tezi yanlışsa? Bize söylenen ya doğa sana hükmetmeli ya da sen doğaya
hükmetmelisin tezi yanlışsa? Bağırsaklarımız bitkisiyse, vücudumuzun önemli bir kısmı
hayvansa, buna ek olarak evrimin doğal bir süreci yapılanmasında insan olarak gelişmişsek.
O zaman niye diğer hayvanlara mutlak hâkimiyet kuralım? Bütün doğayı içimizde
taşıyorsak o zaman biz doğayla mutlak karşıtlık için üretilmemişsek, bir çatışma pozisyonu
yoktur yani.
Bu verileri Önderlik savunmada işliyor. Felsefe insanlığa katkılar sunmuştur. Ama bu
ayrılığı kabul edemeyiz. Sınıfsal bölünmeyi kabul etmemelidir. Böyle düşünce sistemlerini
kabul edemeyiz. Bilim için de böyledir. Biz sınıflaşmayı meşrulaştıran felsefe bölümlerine
de karşıyız. Biz şu anda ulaşılan verilerle maddenin düşünceden ayrıştırılamadığı
noktasında bilgi sahibiyiz. Burada öncelik sonralığın varlık şartları açısından birinci
olmadığını biliyoruz. Madde ile düşünce birbirinden ayrıştırılamaz. Hiç kimse düşüncesini
bedensel yapısından ayrıştıramaz. Tarihsel zemine toplumsal gerekçelere dayanır.
O zaman öncelik verilemez. Bu birbiriyle iç içe geçmiş olarak süreçler işler. Bazen insan
önce düşüncesini oluşturur sonra katılım gösterilir. Aynı şey beden ve ruh için de geçerlidir.
Önderlik buna hareket kabiliyeti, coşku ve değişik kelimeler kullanmıştır. Hepimiz zorluk
yaparız, dayatımlar da bulunuruz, buna da Apocu ruh deriz. Hareket kabiliyeti yaratan
anlamda bir ruh vardır. Bedenden ayrılamaz. Ama öncelik diye bir şey yoktur. İnsanın
düşünsel ve bedensel şeylerini ayrıştırmak doğru değildir. Önderlik bundan dolayı karşı
çıkıyor. Diyor ki anlamak uygulamaktır. Yaptığın düşündüğündür, düşündüğün
yaptığındır. Düalist paradigmayı kabul etmiyor. Birbirinden ayrıştırıp hareket ettiremezsin.
Bilgi doğadan gelir, insan bütünselliğinden, demokratik toplumsal cinsiyetçiliği aşmadan
gelir. Sadece erkekten, yönetici sınıftan gelmez. O ayrımı bilginin mutlak kanunu olarak
görmek gerçekçi değildir.
Kuantum bunu izah etmiştir. Şu anda en küçük parçacıklarla uğraşıyorlar. Hatta bazı
yapıların saniyelik olarak en küçük maddelerin oluşum ve kaybolması oluyor. Maddesel
yapıda bir düşünce olmazsa, kim karar veriyor? Dışarıdan bir yönlendiricilik yok.
28
Maddenin üretimi tartışılıyor. Maddedeki düşünsel kabiliyetin çeşitliliği tartışılıyor.
Normal felsefeye göre madde organik ve inorganik olarak ikiye ayrılır. Şimdi Önderlik
canlı-cansız ayrımına karşıdır. Düşünsel yapıdan ayrı bir şey çizmiyor. Toz zerreciği için
söylüyor, bunların birlikte işlediği süreçler olarak söylüyor. Newton fiziğinde bunlar
tartışılıp ortaya konulan şeylerdir. Önderlik felsefenin yorumunu yapıyor. İnanç sistemine
değiniyor. Toplumları düşünsel inanç sistemleriyle ayrıştırmıyor. Marksizm’den de
ayrıştırmıyor. Toplum ve düalist değerler dizisi çatışıyor demiyor. Maddenin yansıması
olarak da düşünce oluşur diye bir küçümsemeye girmiyor. Bunları yaparken de idealizme
kaymıyor. Yani kutsal ruhun yönlendirdiğini söylemiyor. Ama düşüncenin alt zemininde
bir toplum, bir insanlık varken, nasıl oluşup etkili olabileceğinin etkilerini veriyor.
Önderlik özellikle neye karşı, felsefedeki bu ayrıştırmanın toplum ile doğa arasındaki
çelişkiyi desteklediğini fark etmiştir; ondan dolayı bunların ayrıştırmasına kesinlikle
gitmiyor.
Bir toplumu yönetmenin en iyi yolu onu bölmektir, idealistseniz yöneten sınıfı
tutmuşsunuz, materyalistseniz ezilen sınıfı tutmuşsunuz fark etmez ki. Sınıflaşmada taraf
tutmak sınıflaşmayı aştırmıyor. Sınıflaşmayı bir sınıfı iktidara taşıyarak aştırmak mümkün
değildir.
Bir toplumu yönetmek istiyoruz, sınıflara bölelim ve çatıştıralım bu da düalist
paradigmayı besliyorsa, sürekli sonraki bütün sınıf çatışmaları düalist paradigmaya
dayanıyorsa, burada sizin iktidarcı tarzda tutmanız değiştirmiyorsa, sistem rahatsız olmaz
ki o zaten bunu yaratıyor. Bundan dolayı da hangi tarafı tuttuğun fark etmez. Onu iktidara
taşırmak da sorunu ortadan kaldırmıyor. İktidarcılıklara karşı olmak gerekir. Doğa
karşısındaki iktidar birikmesine, kadın karşısındaki erkek birikmesine karşı olmak gerekir.
Ama bu düalist paradigmanın kendisini aşmadan özgürlükçülüğü oturtmayacağı ortaya
çıktı. Bir sınıfın iktidara taşınmasıyla sınıf çözümünün ortadan kaldırılacağı yanlıştır.
Felsefenin bölünmesinin dayandığı zemin vardır. Sınıf bölünmesinden önce cins
bölünmesi vardır. Cins bölünmesinde felsefe niye taraf tutmuş? Bu bölünmelerde erkekliğe
çok şey düşmüş kadına az düşmüştür. Bir insanı bölerek yönetmek daha iyi değil midir?
İnsanı yönetmenin en iyi yolu olarak düşüncesi ile duygusu arasında ikilik yaratmak iyi
midir? Duygu ve düşünce çatışması sınıflı felsefenin en çok zarar verdiği yerlerden biri
budur. Duyguyu küçümsemiş, aklı yüceltmişler. Bunun sonucu hiçbir insanda şu anda
duygu küçümsemesi yok değildir. Acaba ilk iktidar bu anlamda bizim içimizde kurulmuyor
mu? İnsanın topyekûn olarak yarısını bastırması ya duygusunu düşüncesinin üzerinde ya
da düşünceyi duygunun üzerinde iktidar kılması önce insanı sınıflaştırmaz mı? Herkes
içinde duyguyu küçümsediğinde özgürlükçü olamayacağını anlamamalı mı? Bir duygusal
doğaya ihtiyaç duymuyor muyuz? İçimizden duygu atılmış, ekolojik toplum hayal gibi
geliyor. Bu önce insanın içinde yapılıyor. Hayvanı küçümsediğinde, bütün doğayı
küçümsemek çok normaldir. İktidarcı bir toplumun doğayı yönetmesi normal gelir.
Bundan dolayı insanlık bunalımdadır. Bunu aşan bir tek Önderliktir.
Söylediğimizle yaptığımız birbirini tutmuyor. Dışlama var, sanki birbirimizle ortak
yanlarımız yokmuş gibi hareket ediyoruz. Hep içimizde benimsetiliyor. Düalist
paradigmayı kaldırın, bir arkadaşa deyin ki sende kadınlık var. Cinayet konusu olur. Önce
cinsiyet iktidarı içimizde kurulmuşsa, yani sen mutlak olarak erkek ve üstün olduğunu
kabul etmişsen, kadını da hep bir alt olarak ele almışsan, cinsiyet ayrımını
iktidarlaştırmışsan, ondan sonra bunu toplumda kurmak çok kolaydır. Felsefe insanı
bölmede taraflaşamaz. Sınıflı felsefenin en sakıncalı yanı odur. Niye duyguyu çok
küçümsediler felsefenin çıkışında? Çünkü erkek öne geçti. Onun için duyguyu bu kadar
dışladılar. Yaşam üretiminin özü budur. Nasıl olur da bunu küçümsersin? Yapıldığı zaman
29
en kuru duygulara götürmez mi? İnsan nasıl bölünüyor? Felsefe niye bu konuda bir şey
dememiş? İnsanlığın bu klasik felsefeyle bitirilme noktasına getirildiği bir dönem
yaşanıyor şu anda. Akılcılığın kendinden çıkmış hali yaşanıyor. Dünyayı yaşanamaz hale
getirdiler. Toplumsal sistem ona göre kuruldu. Özgürlüğü kendinde bulamıyorsun. Duygu
düşünce dahi kolay kurulamıyor. Hatta bunların iç içe geçen yanlarına hiç anlam
veremiyoruz. Yaygın bir çatıştırma yapıyoruz. Doğal felsefeden ayrışan sınıflı felsefenin
geliştiği yanlar oluyor. Bu ayrışma insanların bölünüp daha rahat yönetilmesi için
eklemlenmek istenmiş. Felsefede bunu aşan arayışlar çeşitli zamanlarda olmuş. Marks’ı da
böyle anlamak gerekir. Başkalarını da böyle anlamak gerekir. Bu aşılamamıştır. Önderlik
ve bazı düşünürler bunu deniyorlar. Proletaryanın kalkması gerektiğini söylüyorlar.
Yapılan çatışmaya karşılar. Toplumsal cinsiyetçiliği yanlış buluyorlar. Duygu ile
düşüncenin ayrıştırılamayacağını söylüyorlar. Hatta Önderlik bu düşünce ve duyguları
yoğunca kullanır. Önderlikte düşünme ve yapma vardır. Bizi dahi bu noktalarda çok
eleştirirdi. Felsefedeki bu ayrımın aştırılması tartışmaları yapılıyor.
Sınıfsal felsefenin anlaşılması gerekir. Bunun insanlığa hiçbir şey kazandırmadığını
söylemiyoruz. İşte ekollerdir ne zamandır insanlığı etkilediler ama önemli verileri de var.
Yeni felsefi yaklaşımlarla farklı tartışmalar da geliştirildi.
30
Bölünme yaratmamalı değil, iktidara hizmet eder temelde olmamalıdır. Toplumsal
cinsiyetçi ayrıştırma bile yanlıştır. Kadın ve erkeğin birbirine iktidar kurmadan yaşadığı
dönem var mıdır? Kadının etrafında toplumsallaşma başlayıp erkeğin buna dâhil olduğu,
özgür cinsiyet iktidarlarının kurulmadığı dönem var. Bundan sonraki bölünmeyi yaratan
iktidarcı sistemlerdir. Yani bunun ortadan kaldırılması için nasıl bir felsefe benimseyeceğiz.
Yoksa mücadele etmeyeceğiz değil. Kadını erkeğe iktidarcı, hâkim kılın bu sorunu
çözemezsiniz. Burada Önderliğin yaptığı gibi felsefeci ve doğal diyalektik olmak iktidar
kuracak mücadeleyi vermek değildir. İktidara götüren taraf tutmanın bir tuzak olduğunu
söylüyoruz. Önderlik Marksizm için dedi ki, “devletçi kapitalizmin son mezhebi”. Her
zaman biliyor ki, ezenler ezilenler arasında çelişkiler oluyor. Bunları yaptık devletle
benzeşen yanlarımız oldu. Kadının iktidara gelmesi kadının erkeğe benzemesi oldu.
Düalizmi çatıştırmanın getireceği sonuçlar bunlardır. Doğal dualistik ayrıdır, farklılıklar
olur peki bunları nasıl çözeceksiniz? Ezilenlerden yana olman bir güç yaratıyor ama onu
iktidara taşıman klasik felsefede çatışma oluyor. Sınıf içinde materyalizm adı altında bir
tarafı tutmanız yetmiyor. Bu şekilde devlete geliyorsunuz idealist oluyorsunuz. Yer
değiştiriliyor ama devam ediyorsunuz. Niye kabul edelim ki? Bir sınıf iktidara geçerse,
toplum yerine düşünür, bunları kendinde görüyor. Bunları reddetmek doğrudur. Bir sınıfın
özgürlüğünü iktidara değil, daha fazla özgürlüğe ve demokrasiye yakınlaştırma olarak
görüyor. Sınıfı özgür yapmak için iktidar yapmak şart değildir ki. Bunların denemeleri
yapıldı ve tutmadı.
Mutlak karşıtlık uçların birbirini beslemesi, birbirine nihayetinde benzeşmesi, birbirine
dönüşmesidir. Sovyetler az mı sınıfçıydı, az mı karşıtlık yaptı? Yok. Çelişkinin doğasında
başında ve sonunda benzeşme ve iç içelik vardır. Bu doğal diyalektik bir bağdır. Bunun
demokratik çatışması olur. Fakat birbirini yok etme üzerinde gelişen çatışma, iktidarcılığı
doğuruyor. Doğal karşıtlık veya uzlaşma vardır, doğanın kendisi bir çelişkiler yumağıdır,
karşıtlık yoktur veya çelişki yoktur denilemez elbette. Kastedilen bu değil, arkadaşların
aklına hemen şu geliyor; ezen sınıfa karşı değilsen uzlaşıyorsundur. İktidara karşı iktidarcı
bir mantıkla çatışmak çözüm getirmez. Kadın erkeğe karşı mücadele yürütüyor, fakat bir
noktadan sonra erkeğe benziyor. Benzeşmenin başladığı nokta, iktidarcılığın başladığı
noktadır. Bunlar hepsi denendi. Bu tür çatışmalar doğru mudur? Sistem buna hazırdır,
Marksizm’i bile eritti.
Üretim araçlarına sahip olanların demokratikleştirilmesiyle tüm toplumun
demokratikleştirileceği tartışılmıyor? Üretim araçlarının özgürlük ve eşitlik yaratması olur.
Karı ortadan kaldırın bir üretim özgürlük aracı yaratır. Ondan sonra siz grup mülkiyeti de
düzenleyin kamu mülkiyeti de düzenleyin ama en iyisi meclislerin denetiminde üretim
araçları sistemidir.
Şimdi Önderlik diyor ki, erkekte kadın, kadında erkek biraz. Kendisinin farkında olsun,
ezilmeye dayalı iktidar sistemi ortadan kaldırılsın, iktidara da gerek yok. Çatışan iki cins ve
bir tarafı tutma, bunu iktidara taşıma mı doğrudur yoksa Önderliğin bu söylediği mi
doğrudur? İki cinsiyeti örgütlemek ama iktidarı ortadan kaldırmak önemlidir. Bütünsel
yanlar, iki cins için de herkesin farkında olması, bunların birbiriyle demokratik eşitlikçi
ilişkisi önemlidir. Bundan dolayı da kaba materyalizmi aşıyoruz. Önemli verilere
ulaşıyoruz. Ama bunları aşıyoruz.
Grup yönetimi de içinde olmalı. Biz meclisin olmasını savunuyoruz. Arkadaşlar özel ile
kamu mülkiyetini tartışıyorlar. Materyalizmden kalan bir alışkanlıktır. Özel mülkiyet
31
birinin çalması, kamu mülkiyeti birilerinin çalmasıdır. Hangisi daha kötü derseniz kamu
mülkiyeti daha kötüdür. Kamu mülkiyeti diye bir şey yoktur. Meclis mülkiyeti olamaz mı?
Niye yönetimin elinde olsun? İş organizasyonu durumunda yönetim olsun, kararları
toplum kendi alsın. O toplum batıyorsa da batsın. Ama öyle olunca batmaz. Kürdistan’da
yıllardır bekliyorlar. Bir sağlık ocağı köyde yapılsın diye bekliyorlar. Hatta bunu PKK’den
bekliyorlar. Beklesinler ama o toplum niye kendi yapmıyor? Önemli olan burada üretimin
niteliğini değiştirmektir. Bir üretim ya kapitalist ya sınıfsal ya da özgürlükçü eşitlikçidir.
Üretimin bir iktidara bağlanması değil, üretimin topluma bağlanması daha önemlidir.
İktidara bağlanması üzerinden onun demokratik olduğu söylenemez. İnsanlık
toplumsallaşmasını sınıf çelişkisi ile başlatmadı. Sınıf çelişkisi suni, geri, yanlış, ezici ve
insana aykırı bir çelişkidir. Sınıfların iktidarını ortadan kaldırmak gerekiyor. Yaşamını
eşitliğe, özgürlüğe ve kendi kendini yönetime bağlayacaksın. Artı ürünü tüm toplumun
denetiminde bir organizasyona kavuşturacaksın. Ve gerçek anlamda bir tek demokratik
ekolojik toplum paradigması sınıf çelişkisini ortadan kaldırır.
O zaman ne olur? Karşıtlık mutlaklığı ortadan kalkar. Cinsiyetlerin eşit yaşayacağına
inanmıyor musunuz? Peki ya sınıfların eşit yaşayacağına? Sınıfların iktidar biriktirmeden
sadece iş bölümüne döneceğine? Buyurun işte pekâlâ yaşanabilir. Kimin kimden üstünlüğü
var ki? Var mı mutlak karşıtlık? Çelişki var, doğal karşıtlıklar da vardır. Ama iktidar
uygulama üzerine bu karşıtlıklar yaşanmıyor. Mutlak karşıtlık demek karşıtlığın
iktidarlaşması demektir. En radikal mücadele şu değildir; biz kapitalistleri kabul
etmeyelim, devleti de, ama iktidara oynayalım ve kazanalım. Gidip biz kapitalist olalım. Biz
eski mantıkla gidip devlet kursaydık, PKK’nin kadrolarının çoğu devlet memuru olacaktı.
Bir süre sonra halk bizden şikâyet edecekti. İşte örnek belediyelerimizdir. Bu mudur sert
mücadele? Yoksa iktidar ilişkilerini çözmek için, adalet görmediğin için, eşitlik-özgürlük
görmediğin için mücadele ederim. İşte buna demokratik sosyalizm diyorlar. İktidarı
beslemeden var olan çelişkileri ortadan kaldırmak. Bunun dayandığı değerler dizisi ve
felsefi bakış açısı farklıdır. Bu karşıtlıkların mutlaklaştırılmasının dışındadır. Siz
mutlaklaştırdığınız zaman çözümü de bu mutlaklılığa göre düşünüyorsunuz. Ama karşıtlık
vardır. Post modernistlerin bazıları bunları söylüyor. Diyorlar ki kimlik meseleleri şimdi
yoktur. Herkes öznedir, önemli olan bireyselliktir diyorlar. Karşıtlıkları yadsıyorlar.
Diyebilir misin şimdi kadın ezilmiyor, Kürt toplumu da ezilmiyor, ezilen sınıflar yoktur.
İşte bir diğer uç da budur. Marksistlerin ve post modernistlerin çözümü arasında
kalamayız. Biz demokratik sosyalistleriz. Bu anlamda Marksizm’den de çok alacağımız var,
tarihsel diyalektik materyalizmden de. Ama felsefik bakış açımızı ve örgütsel modellerimizi
değiştirdik. Biz diyoruz ki karşıtlık vardır, karşıtlık içinde mücadele edeceğiz. Taraf da
tutacağız, ama bizim karşıtlığa çözümümüz farklıdır. Biz karşıtlığı ortadan kaldırılması için,
cinsiyetlerin eşit-özgür yaşamasını savunduğumuz için bir cinsiyetin iktidarını
savunmuyoruz. Bir sınıfın iktidarını da savunmuyoruz. Arkadaşlar önderliğin
söylediklerini anlamak istiyorlar. Ama eski düşünce kalıplarında kalmayın. Örneğin
devletçi sosyalizmi bırakmak, mücadeleyi bırakmak değildir. Mesela ben bir Sovyet
pratiğinin bizde yaşanmasının olumlu olmayacağını düşünüyorum. Bu mücadelesizlik
değildir. Çoğu bizim ve Önderlik için, iktidarı hedeflememesini reformizm olarak
yorumluyor. Önderlik bütün sınıflı sistemi ortadan kaldıracak öneriler yapıyor. İktidarı
hedeflemediği için pasif görünüyor. Hâlbuki Önderlik şunu fark etmiş, sınıflı sistemin
devamı olan, çok mücadele ediyormuş gibi görünen, karşıtlığı kendi lehine çözüyormuş
gibi görünen ama çözmeyen bir durumla karşı karşıyayız. Bu bir pusudur. 2000 yıldır
düalist değerler dizisi gerçekleşmiştir. Ve ben Yunan felsefecilerine helal olsun diyorum.
Daha halen içinden çıkamıyoruz. Ve artık ikna olmakta zorlanıyoruz. Karşıtlıkların
aşılabileceğine yönelik, bizde çok ciddi tepki var. Demokratik sosyalist değerler dizisi
karşıtlığa karşı mücadele etmek ve karşıtlığı aşmaktır. Marksistler bu mutlak karşıtlıkları
neden çıkardılar?
32
Yıl 1800 ortaları, çok sıcak işçi çatışmaları var, Marks toplumu yorumluyor, diyor ki
toplumda şu anda iki ana damar çatışması var. Bunlar işçi sınıfı ve patron sınıfıdır.
Sebebine bakıyor, bir tarafın artı ürüne ve üretim araçlarına sahip olması. Marks için bu
çok önemli bir buluştur. O dönem sınıfsal perspektif için önemli bir buluştur. Ve diyor ki
toplum sınıflardan oluşuyor. Ve sınıf çatışması belirleyicidir. Çözüm için sınıf çatışmasında
üretim araçlarını eline geçirdiğin zaman sorun çözülür, yani mutlak çatışma, antagonist
çatışma diyor. Bir tarafın diğerine hâkim olması ve yüz yıl da bunun için geçti. Şimdi böyle
bir yorum olduktan sonra, çelişki böyle görüldükten sonra, karşıtlık mutlak ele alındıktan
sonra, zaten bunlar pusudur. Bu düalist paradigmanın pususudur. Tarihe de böyle bakıyor,
doğayı da, bilimleri de böyle ele alıyor. Aslında bir tesadüf değildir. Bilimin gelişimi ve
hücre bulunuyor. Marksizm’in önemli bilimsel verilerinden birisi hücreye dayanıyor.
Hücreyi inceliyorlar, günlük olarak bazıları ölür, bazıları yaşar. Zaten ölüm ne demek?
İnsan hücrelerinin canlılığını tamamen kaybetmesidir. Velhasıl, diyor orada da karşıtlık
var. Sonra o dönemin ortaya çıkan biyolojik verilerine de bakmaya devam ediyorlar.
Diyalektiği, yani düalizmi her yerde görüyorlar. Gerçekten de öyledir. Ama hep karşıtlık da
var diyorlar. Mutlak bir karşıtlaşma var diyorlar. Tam bu dönemde teorinin gelişim
sürecine, evrim teorisi denk geliyor. Müthiş bir buluştur. En kaba haliyle evrim teorisi
nedir? İnsanlık türü sürekli ileriye doğru ilerliyor. Ve zayıf türlerde altta kalıyor. İşte klasik
diyalektik budur. O dönem koşullarında eldeki verilerle yapılan bu değerlendirme
doğrudur. Yani önce toplumu çözüyorlar, toplumda iki sınıf vardır ve bunlar çatışma
halindedir. Bakın Önderlik gibi ele almıyorlar. Ve bu sınıflar neden oluştu, oluşmalı mıydı
demiyorlar. Oluşması yanlıştı. Madem oluşmuşsa oluşumu ortadan kaldıracak bir yöntem
bulmak gerekiyor. Böyle düşünüyorlar tabii. Ana çözümü işçi sınıfının iktidar yapılmasında
buluyorlar. Önderlik ise tam tersini söylüyor. Sınıfların çatışmasını da görünce, bunun
doğada da, hatta toplumun bütün tarihinde de böyle olduğunu düşünüyorlar. Ellerinde
fazla bilimsel veri yok. En fazla gittikleri hiyerarşik toplumun başıdır. O dönem Morgan
gidiyor ve Güney Afrika’da bazı kabileleri çözümlüyor. Ve bunlar da hiyerarşiye geçmiş
kabilelerdir. Ulaştıkları sonuç şudur. Hiyerarşik dönemdeki kabilelerde de yöneticilik var.
Demek ki sınıflaşma, yani sınıf çelişkisi bütün tarihte mevcuttur. Peki diyorlar nasıl aşılmış?
Yani bir toplum nasıl ilerlemiş? Sürekli üretim araçlarına sahip olmayanlar üretim
araçlarına sahip olmuş ve toplum-tarih ilerlemiş. Buna da ilerleme demişler. Şunu bile
düşünmemişler: madem ilerlemedir, niye feodalizm kölecilikten daha ileri olmasına
rağmen üretim araçlarının iktidarını kaldırmamış. Hani daha ileriydi? Çünkü çelişki
mutlak karşıtlık olarak ele alınıyor. Mutlak karşıtlıkla gidilirse, bir tarafın diğer tarafa
hâkim olması düşünüldü. Sosyalist iktidar da olundu. Ama eşit sınıfsız toplum
kurulamadı.
Biz de bunun çok mücadelesini verdik. Ama komünist toplumu kuramadık. Şimdi buradaki
terslik nereden kaynaklanıyor? Bizde mi bunu tekrarlayalım? Yani düalist paradigmayı
tekrar mı edelim? Önderlik işte buradaki farkı anladı. Şimdi Önderlik diyor ki, doğadaki
çelişkiler, karşıtlıklar, bir aradalıklar çok daha çeşitlidir. İkili karakter çoğu yerde bir
aradadır. Varlığı da belirler. Fakat bunun mutlak karşıtlaşması yoktur. Uç noktalardaki
karşıtlıklar yaşamı, toplumu, tarihi belirlememiştir ve belirlemiyor diyor. O nedenle bunun
ortadan kaldırılmasına yönelik, yani düalist paradigmanın kabul edilmemesine yönelik bir
mücadele olmalıdır. Demokratik ekolojik toplum paradigmasını bir sınıf paradigması
temelinde ele almayın. Bizim Türklerle iktidarcı tarzda yapacağımız hiçbir şey yoktur.
Bizim ezilen sınıf olarak ezen sınıfla bir iktidar mücadelemiz yoktur. Bu demokratik
ekolojik toplum paradigmasını sınıf paradigması çerçevesinde ele almayı beraberinde
getirir. Onun için diyalektik materyalizm ile tarihsel materyalizmi aşamazsınız. Ve sürekli
ileriye doğru giden bir çatışmalar bütünü dışında bir şey kalmaz. Hâlbuki öyle değildir ve
hedefimiz hiçbir zaman bu çatışmaları ortadan kaldıracak bir mücadele olmaz. Şu olur; bu
çatışmaları ortadan kaldıracak bir mücadele anlayışıyla çatışmaları tekrarlamak olur. İşçi
33
devletli olduktan sonra işçi patron olur. Ve mücadele yeni gelen işçi ile götürülür. Bu
düalist paradigmanın pususudur. Bu nedenle Marksizm ilk çıktığında ve nereye doğru
gideceği belli olmadığında kapitalistler çok korktu. Ama 1920’lerden sonra kapitalizm
Marksizm’in çözümlemelerini kullandı. Sosyal devlet teorisi Marksizm’den alınan verilerle
geliştirildi. Bir süre sonra şunu fark ettiler; bunlar sert mücadele veriyorlar ama istedikleri
benim istediklerimle aynıdır. Yani çok köklü bir değişim değildir. Ve egemenler bunu çok
iyi anladılar. Şunu söylüyorlar, gelin biraz da iktidarı siz yürütün. Ve ezilen sınıflara da
iktidarı verdiler. Kadro da verdiler, verirler de. Şimdi bir sürü kadın yönetici yapıyorlar.
Peki, çelişki çözüldü mü? Kadın kavga etsin, gelsin milletvekili olsun acaba bu mu
radikallik? Ezilenler bu pusuyu geç anladılar. Aynı muhalefet ve iktidarın yer değiştirmesi
gibidir. Bu çelişkiyi çözmüyor. O nedenle bütün çelişkileri, sınıf çelişkisi üzerinden
anlamamak gerekir. Şimdi biz paradigmamızı şöyle düzeltiyoruz. Diyoruz ki, düalist
değerler dizisi baştan yanlıştır. Sonra diyalektiğe bakalım. Mutlak çatışmalar yaşamın
gereği değildir. Yaşamı oluşturamaz. Olsaydı toplumsallaşma olmazdı. Var olan bugünkü
çatışmalar, iktidarcı toplumunun bir ürünüdür. Ama bunun karşısında uzlaşmak hiçbir
zaman olmaz. Ve başlıyoruz mücadeleye, sonra önerilerimizi yapıyoruz.
34
Toplumdaki, doğadaki temel ikili çatışmalar, sadece sınıf çelişkisi üzerinden değildir.
Önderlik bunu şöyle yorumladı. ‘Sınıf çelişkisi diyalektik ikili çatışmaların %10’udur.’ Aynı
oranda daha da belirleyici olan toplum iktidar düalizmi vardır. Bunun karşıtlığa
dökülmesine biz katılmıyoruz. Ama şu anda böyle bir karşıtlık yaratılmıştır. Sonra kadın
erkek cinsiyetlerinin iktidar çatışması vardır. Yani kadının erkeğin ortak sorunu vardır.
İkisi de iktidara bulaştırılmış ya da biri iktidar diğeri de iktidar mekanizmasına
sokulmuştur. Diğer düalist çelişkilerden birisi de budur. Diğeri de ekolojik toplum mantığı
üzerinden iktidarcı toplumu ile doğal toplum düalizmindeki mutlaklaştırılmış karşıtlıktır.
Bu paradigmanın anlaşılması için demokratik ekolojik toplum paradigması felsefesine
giriyoruz. Burada kesinlikle mutlaklaştırılmış karşıtlıklar üzerinden hareket ediyoruz. Bu
çatışmayı yaratılmış çelişkiler olarak gördüğümüz için çözümünü de demokratik sosyalizm
olarak görüyoruz, yani iktidarlaştırılmamış toplumda görüyoruz. Onun için kavgamızı
demokratik sosyalizmde görüyoruz. Biz şimdiden hafife almadan demokrasiyi kurarak
demokrasinin geleceğini garanti altına alıyoruz. İçimizde sınıf çelişkilerini iktidara
taşıyarak değil. Biz şunu da yaşadık, sınıf çelişkilerini iktidarcı ele alıp çözmek
istediğimizde, kendi içimizde de iktidar mücadelesi verelim. Olmadı mı bizde iktidar
çatışmaları dışarıya karşı iktidar mücadelesi veren bir gücün iktidar mücadelesini içine
taşıması kadar normal bir şey yoktur. Aynısını bayan arkadaşlar da yaptı. Erkeğe karşı
iktidar çatışması tarzında yaptıkları zaman erkek yönetimlerine benzediler. Erkekleşmeler
gelişti. Bu savaşta da, siyasette de, ideolojide de oldu. Fark ettik ki, burada bir terslik var,
karşıtına dönüşüyorsun ve bu radikal mücadele gibi gözüküyor. Şimdi nasıl çözeceksin
çelişkiyi? Demek ki sosyalizmde devletçi sosyalizm öz değildir. Demokratik ekolojist şu
anda içimizde de yaptığımız gibi kadın erkek iktidara yaslamadan eşit yaklaşmak ve bunu
biraz dile getirirsek, bu kesinlikle zayıf bir mücadele değildir. Şu yanlış bir şeydir, biz
mücadelemizi iktidara dayamayalım ama mücadeleyi iktidarcı verelim, mutlak karşıtlıklara
dayandıralım.
Mesela ben özgürlük istiyorum, Türkler istemiyor, mecbur savaşacağız, bizi kabul eder
konuma getirmek için mecbur savaşacağız. Bizi kabul etmiyorlarsa bile bugünden özgür
yaşayacağız. Ama niye bizim Türklerle savaşımımız mutlak bir karşıtlık olsun, Türklerle
Kürtlerin yaşamında mutlak bir karşıtlık mı hâkimdir yoksa karşıtlıklar kadar daha da
geniş olarak bir arada yaşadığımız dönemler mi hâkimdir? Bir arada yaşadığımız dönemler
daha hâkimdir. Yani çelişkilerimizin olduğu, geçmişten beri iktidarcı yaklaşmasından
kaynaklı olarak sömürüldüğümüz dönemler de vardır. Ama birlikte yaşadığımız ve kültürel
alışverişin olduğu dönemler de vardır.
Şimdi sorun şu: Biz hangisini hâkim kılacağız? Mutlak karşıtlığı kaldırmalı, bunun için
mücadele etmeliyiz. Peki, bu mücadelesizleşme midir? Kesinlikle değildir. Yaptığınız
mücadele yol, yöntem ve sonuç değiştiriyor. Mesela işçi sınıfı tarih içerisinde iktidara da
taşındı, PKK’de yaşanmadı mı iktidar? Biz PKK’yi toplum kendi kendini yönetsin diye
kurmuştuk, kadroların toplumdan üstün olması için değil. İktidar olunca özgürlük geldi mi?
Kesinlikle gelmedi ve gelmeyecektir de. Dışa karşı iktidar mücadelesi yaptığımızdan,
bunun içimize de yansımaları oldu. Kişiliklerimizde aşınma, bunalma, iktidarcılaşma,
yanlış politikleşme tartışmaları olmadı mı? Bunlar kesinlikle çürütücüdür. Karşıtlık mutlak
olarak ele alınırsa, müthiş bir yozlaşma, aşınma yaşanır. Önderlik artık şunu söylüyor,
işçinin ezilmesini, burjuvazinin ezmesini, üretim araçlarını toplumsallaştırarak ortadan
kaldıracaksınız, iktidarlaştırarak değil. Ve bu zayıf bir mücadele değildir. Hiçbir zaman
Önderlik bir sınıfı kutsal ve geleceğin sınıfı ilan etmemiştir. Önderlik hiçbir zaman Kürt
toplumunu kutsallaştırarak kutsal toplum olarak ele almadı, hep eleştirdi. Niye köle bir
35
toplumu kutsasın ki? Kutsa, sonra getir iktidara koy, en iyi ilan et, bu olur mu? Aynı şey
kadın erkek ilişkilerinde de geçerlidir, yani karşıtlık vardır ama bu eşit, özgür bir arada
yaşayamazlar anlamına gelmez. Bize karşıtlık gibi gösterilen birçok şey karşıtlık değildir.
İşçi sınıfı ile patron karşıt mıdır? Hep uzlaşı vardır. Patronun diğer yüzü işçi sınıfı
olmuştur. İşte örnek işçi sendikaları konfederasyonları, Kürt halkı ölüyor, bir şey diyor mu?
İşçi sınıfı ölüyor, bir şey diyorlar mı?
Örnek kadın erkek ilişkileri, karşıtlık vardır, birbirlerini ezen yanları da olmuş,
bunların yaratılmasında iktidar çok önemli rol oynamıştır. Fakat karşıtlaşmanın dışında da
yanları var. Şimdi bunların hepsini içeren bir mücadele olmaz mı? Verilirse sorun çözülür.
Veremezseniz en fazla bu karşıtlık üzerinden yürürsünüz. Bu da iktidara götürür. Doğal
toplumda da kadın erkek çelişkisi vardı, bu dönem herkesin aynı fabrikadan çıktığı tek
insan tipi değildir. Toplum da ilkel olarak görülmedi. Böyle olsa nasıl insan ömrünün
yüzde doksan sekizi için geçerli bir gerçek olurdu? Kişilik bu dönemde tabii ki vardır. Tektek bireyler vardır. Herkes düz, tek değildir. Mesela savaşa gidildiğinde her savaşçı yüzüne
ayrı bir boya sürüyor. Yani kişiliği var ve başka bir şey tercih ediyor. Doğal toplum bireyin
olmadığı homojen bir toplumsallaşma değildir. O dönemde de toplumda karmaşıklık
vardır. Tüm toplumsal çelişkiler vardır. Fakat bunları iktidarcı hiyerarşik bir yöntemle
çözmüyor. O dönemin insanı bugüne baksa, bugünün insanı kendini yönetemiyor ve
bunun için de devlet çıkarmış der. Böyle yorumlar. Kendini yönetmeyi bilmeyen
durumumuzla o zamanki insan karşısında beceriksiz kalırız. Mesela bugün bizim
kullandığımız tüm temel şeyler o dönemde yaratılmıştır. Sanat, kültür, teknik vs. Peki
neden karmaşık olmayan basit ilkel toplumlar diyoruz? Oysaki tüm sorunlarını çözebilen
bir toplumsal yapıdır.
Önderlik kapitalizmin yedeğine düşmeyi şöyle ifade ediyor; ‘Ben iki bin beş yüz yıllık bu
tarihi ve şekillendirmeleri kabul etmiyorum.’ Bundan dolayı Önderlik doğal toplumu hedef
alıyor ve bunun tekrardan kurulabileceğinden bahsediyor. Bu şekilde Önderlik kendi
dayatmasını kapitalizme yapıyor ve bunu esas alırsak ilk defa mezhep olmayacağız.
İktidarcı yaklaşım, karşıtına benzemeyi beraberinde getiriyor. Önderlik bu pusuyu fark
etmiştir. Çünkü Önderlik iktidarcı yöntemlerle mücadele etmiyor ve doğal toplum
özelliklerini devlete dayatıyor. Ve bu şekilde ilk defa özelliklerimizi dayatacağız. Mücadele
ettikçe benzeşmeler yaşanacaktır. Çünkü mücadele yöntemlerini biz belirliyoruz. Bunlar
iktidarcı sınıfın yöntemlerinin dışındadır. Biz şu anda karşıtımıza benzememek için
aramıza büyük setler, duvarlar çekmişiz. İktidarcı topluma benzeşmenin önüne geçtik.
Hatta bizde artık kadınlar istedikleri kadar erkeklerle mücadele de etsinler
iktidarlaşmazlar, erkeğe dönüşmezler. Bunun tedbirleri alınmıştır. Ve hatta erkek de
iktidarı taşıdığı için, en az kadın kadar özgürlük sorunu olduğunu ve yaşadığını fark ediyor.
Doğal toplum felsefesinin anlaşılması için sınıflı toplum felsefesinden uzaklaşmak ve
bağımsız düşünmek gerekiyor. Nasıl olur da iki bin beş yüz yıl önceki Yunan
felsefecilerinin düşüncelerini esas alıp yaşamı yorumlamaya çalışırsınız? Artık bu tekrarı
yapmayacağız. Yıllarca felsefeyi ikiye bölüp bir tarafını tuttuk, çatıştırdık ve bir tarafı
iktidar yaptık. Artık bu yöntemleri bırakacağız. Bundan kaynaklı artık kimse kendini
karşıtı olmadan açıklayamaz, izah edemiyor. Bir tanımlama meselesi olmuş, kadın erkeğe
göre, işçi sınıfı burjuvaziye göre kendini tanımlıyor. Artık bu aşılmalıdır. Erkek karakteri
olmayan cinse, kadın denilir. Ne alakası var, kadının apayrı özellikleri varır. Artık bu bakış
açısı kaldırılıyor. Mesela kadını savaşta değerlendirelim; Zilan arkadaş neden değerlidir?
Çünkü erkek gibi değil, kadın gibi savaşmıştır. Niye kadına, erkek gibi savaş densin ki? Bu
doğaya aykırıdır. Mutlak cinsiyet kavgası ve zıtlaşmaları tehlikelidir. Esas mücadele eden
demokratik sosyalistlerdir, devletçi sosyalistler değil. Onlar iktidara endekslenmişler.
Toplum sorunlarını zihniyet, felsefe, ahlak ve sosyal bilim sorunlarını görmezler.
36
Demokratik sosyalistler ayrıntılarına kadar mücadele verirlerken, devletçi sosyalistler,
iktidar dışındaki sorunlarla ilgilenmezler. Daha iyi anlaşılması için savunmadaki bazı
bölümleri okuyalım. ‘Savunmada toplumsal gerçekliğe tekrar yaklaşmam sağlanan felsefik
derinlikle ilintilidir. Sosyal bilim olarak felsefe tıpkı doğuş sürecindeki gibi rolünü
günümüzde de oynamak durumundadır.’
Önderlik bunun için eski felsefeyi eksik görüyor ve yeni felsefeye büyük bir rol veriyor.
‘İktidarlaşmış bilime karşı felsefeye dönüş özgür toplumun çıkış ilkesidir. Felsefeye
dayanmayan bir demokrasinin kolayca yozlaşacağı ve demagogların elinde halkları
yönetmenin en soysuz bir aracı olacağı tarihte ve günümüzde sayısız örnekleriyle kendini
göstermiştir.’ Önderliğin yeni felsefeye biçtiği rol budur.
‘Doğal topluma ilişkin açılması gereken bir sorun zihniyet ve ifade ediş tarzına ilişkin
olabilir. İnsanın hangi zihniyet aşamasında şekillendiği önemini halen koruyan bir
konudur. Bununla ilintili olarak öncelik zihniyete mi yoksa yapılanma ve aletlere mi
verilmelidir?’ Bu felsefenin temel sorusudur. Önderlik de bunu soruyor ve sonra cevap
veriyor: ‘Bu sorunun yanıtı önemlidir, tarih boyunca gelişen idealist ve materyalist felsefe
anlayışlarının temelinde bu ikilem yatmaktadır. Bilimin en son vardığı sınırlar olan
‘kuantum’ (parçacıklar fiziği) ve ‘kozmos’ (evren bilimi) bize hayli ilginç yaklaşımlar
sunmaktadır. Atom altı parçacık ve dalga fiziği olarak kuantum bambaşka alanlar
açmaktadır. Sezgili, özgür tercihli düzenlerden tutalım, aynı anda farklı iki şey olmak,
insan yapısından ötürü belirsizliği asla tam aşamama kuralına kadar tespitlere
ulaşmaktadır.’ Yani Önderlik bu verilerle yeniden düşünmek gerekir diyor. Aynı anda farklı
iki şey olmak diyor. Kuantum bunu ışınımla kanıtladı. Bir kâğıdı deldiler bir foton
gönderdiler, bir parçacık her iki delikten de geçiyor. Yansıma şeklinden bir parçacığın aynı
anda hem parçacık, hem de dalga hareketiyle ilerleyebildiği anlaşılıyor. Demek ki madde
aynı anda iki şey olabiliyor sonucuna vardılar. Bu anlamda mutlak karşıtlıkların söylendiği
gibi olmadığını ispatladılar. Yani karşıtlıklar yok değil, mutlak karşıtlık olmadığını
ispatladılar. Okumaya devam edelim, ‘Kaba cansız madde anlayışı tamamen bir tarafa
bırakılmaktadır.’ O zaman şunu soralım, cansız madde yoksa düşünce sadece insanda
mıdır? Oysaki Önderlik toz zerreciğinde bile düşünce değil fakat bir hareket kabiliyeti
vardır diyor. Artık bu içindeki maddesel çatışmaların hareketi de olabilir. Bu bakış açısıyla
felsefedeki birçok şey değişecek ve insan merkezli bakış açısı aşılacaktır. ‘Son derece canlı,
özgür bir evren karşımıza çıkmaktadır. Burada asıl muamma insanda, özellikle zihniyet
durumunda yaşanmaktadır. İdealizme, sübjektivizme düşmekten bahsetmiyoruz. Çokça
işlenen benzer felsefe tartışmalarına da girmiyoruz. Evrende bu kadar çeşitliliğe kuantum
sınırlarında yol açıldığı tamamen anlaşılmaktadır.’ Yani Önderlik ikili karakterler
mantığını çok çeşitlilik içinde ele alıyor. Okumaya devam edelim, ‘Artık atom
parçacıklarının da ötesinde dalga parçacık evreninde olup bitenlerin başta ‘canlılık’ özelliği
olmak üzere varlıkların her çeşidini oluşturduğunu görmekteyiz. Kuantum sezgiselliği
derken bunu kastediyoruz. Gerçekten bu kadar doğal çeşitlilik ancak büyük bir zekâ ve
özgürlük tercihiyle mümkün olabilir.’ Önderlikte düşünce maddenin basit bir yansıması
değildir. Hemen uyarısını yapıyor ve bu idealist bir yorum değildir diyor. Bunlar da
materyalizmin kaba kalan yönlerini açıklıyor. ‘Kaba, cansız maddeden nasıl bu kadar bitki,
çiçek, canlı ve insan zekâsı türeyebilir?’ Önderlik bu değerlendirmeleriyle doğal felsefeye
giriyor.
Biz doğa ile karşıt olmak durumunda değiliz. Bu karşıtlığı biz unuttuk. ‘Her ne kadar
canlı metabolizması moleküler temelde oluşmaktadır denilse de, moleküllerin atom ve
atomların parçacık, parçacıkların dalga-parçacık düzeni ve ötesinde olup bitenler izah
edilmedikçe, doğal çeşitliliği yetkin izah etmemiz mümkün görünmemektedir.’ Moleküller
hareketi izah edilmedikçe oradaki canlılık, hareketlilik anlaşılmaz diyor. Evrene insana ve
37
bu hareketliliğe basit maddesel bir hareket olarak bakmıyor Önderlik. ‘Aynı çözümleme
tarzını kozmosa ilişkin de yürütebiliriz. Evrenin büyüklüğünün son sınırlarında (eğer varsa)
olup bitenler de kuantum alanındaki olup bitenlere benzemektedir. Burada karşımıza canlı
bir evren anlayışı çıkmaktadır. Evrenin kendisi zihni ve maddesiyle bir canlı varlık olamaz
mı? Kozmolojide gittikçe tartışılacak bir sorudur bu.’ Önderlik bununla evrenin de canlı
olduğunu söylüyor. Yine evrenin büzülüp açılarak nasıl hareketi vardır? Tıpkı insanın nefes
alması gibi oluyor. Hatta bunu dağların nefes almasına benzetiyor. Daha sonra zaten
‘insanı çözümlemek evreni çözümlemekte rol oynar.’ diyor. Evrenin hareket tarzında
düşüncesiyle hareketinin iç içe geçtiğini söylüyor. Eski ayrıma göre felsefe o yüzden
tartışılamıyor zaten.
Kuantum ve kozmosun orta yerinde duran insana da mikro kozmos diyoruz. Çıkan
sonuç şudur; her iki evreni kuantumu kozmosu anlamak istiyorsan insanı çöz. Gerçekten
de insan tüm algılamaların öznesidir. Ne kadar bilgimiz varsa, insan ürünüdür. Esas
incelenmesi gereken insanın algılama sürecidir. Bu bir anlamda evrenin şimdiye kadar,
ölçülebilen yaklaşık yirmi milyar yıllık evren tarihidir. İnsan gerçekten bir mikro
kozmostur. Evet, Önderlik klasik felsefedeki, ayrımın kuantum fiziği ile tekrardan gözden
geçirilmesi gerektiğini söylüyor. Ve burada sezgiselliğin hatta maddenin hareketindeki
karmaşanın böyle idealist materyalistlerin söylediği gibi kaba yorumlanamayacağını
söylüyor. Çok muazzam hareketliliğin olduğunu çeşitliliği olduğunu ve hepsinin de
sezgileri ile hareket ettiğini söylüyor. Birçok yerde hayranlık duyduğunu belirterek bizi bile
üreten bir canlılık diyor. Düşünün insan acaba bir tesadüf sonucu mu üretilmiş? Gerçekten
bitkiler ve hayvanlar toplantı yapmış biz de daha iyi bir ürün ortaya çıkaralım, biz bir
toplum üretelim mi demişler acaba? İnsan türü üretilmiş, tabii burada bir toplantı yok da
ama burada müthiş bir karar verme var. Onun için madde hareketi şudur; düz çizgisel
gidiyor, tartışıyorlar. Bu çıkıyor, bu tartışmaların düşündürdükleri var. Maddeyi görüyoruz.
Ben Yılmaz arkadaşı görüyorum, duyu organlarıma geliyor, düşünce bunu yorumluyor,
Yılmaz arkadaş düşüncesi bende uyanıyor. Böyle basit olmadığını söylüyor. Maddenin
basit bir yansıması olmadığını söylüyor. İçinde sıkı-sıkı, iç içe işleyen bir sistem olduğunu
söylüyor. Yani Önderlik kaba materyalizmi düzelte-düzelte devam ediyor. İnsan
yorumumuzu daha da geliştirirsek, şu varsayımlarımızı ileri sürebiliriz. İnsan oluştuğu
tüm materyallerin canlılık, sezgisellik, özgürlük özellikleri olmasaydı, tüm bu özelliklerin
toplu özellikleri olarak insan canlılığı, özgürlüğü, sezgiselliği de gelişmeyecekti. İnsan
düşüncesi insanın basit bir yansıması değildir. Önderlik diyor ki, bu sezgisellik, canlılık,
özgürlük hepsini birlikte sayıyor. Maddenin hareketi demiyor. Üretim araçlarının hareketi
demiyor. Hepsini söylüyor. Olmasaydı, sezgiselliği, özgürlüğü gelişmeyecekti. Olmayan bir
şeyden de yeni bir şey doğmayacaktı. Bu tespit cansız madde anlayışımızı çürütmektedir.
Şüphesiz insan türü bir organizasyon, bir toplum olmadan birbirine bağlılık gelişmez. Ama
bu organizasyon ve toplumda rol oynayan materyallerin bilgisel, sezgisel, anlamsal,
özgürlüksel özellikleri olmadan da bilginin vücut bulmayacağı bir husustur. Yani insanda
düşüncesi ile maddesi, maddesiyle düşüncesinin iç içe geçmiş müthiş bir oluşum sürecinde
birbirini belirler. Ayrışma değil iç-içelikte belirler. Bilgiyi oluşturan ne kadar materyalse,
materyali harekete geçiren de o kadar düşünsel, sezgisel, özgürlüksel tercihler var. Özünde
bir şey yoksa neden yaratılsın? Bu değerlendirme ne tam dış doğadan basit bir yansımanın
ne de insanın Descartes-vari bir düşünselliğin sonucu bilgilendiği yorumunu gerçekçi
kılıyor. Ben böyle bir değerlendirme yapıyorum diye ne dış doğadan basit bir yansımanın,
yani bir insan türü olarak basit bir yansımasıyız. Ne de Descartes’in dediği gibi
düşünüyorum öyleyse varım. Beni yönlendiren tamamen düşünsel varlığımdır. Çünkü
Önderlik ikisinin böyle ele alınmasına karşıdır. Önderlik bu sürecin birbirini beslediğini
düşünüyor. Yani düşüncenin maddeyi, maddenin düşünceyi beslediğini düşünüyor. Yani
karşıt olarak değil. Doğruya daha yakın görüş, kozmos ve kuantum evrenindeki oluşum
özelliklerinin insanda da yaşandığıdır. Tabii ki kendi özgürlüğü temelinde bu yasalar
38
işlemektedir. Evrenler, insanda dile gelmektedir. Çıkan sonuç evrenin yetkin kavrayışı
insanın yetkin kavrayışından geçer. Felsefede çok yönlü kendini bil, bu gerçeği dile
getirmektedir. Önderlik kendi diyalektiğini açıyor ve diyor ki,” benim esas almayı uygun
bulduğum temel dönemsel ayırımın ölçüsü felsefi bilimsel değeri ağır basan niteliktedir.”
Evrenin genel işleyiş ilkesini esas almaktadır. Hegel’in oldukça işlediği ve temel felsefesi
haline getirdiği tez, anti-tez, sentez üçlüsünü sistemin temeli olarak uygulanır kılmak
süreçleri daha çok açıklığa kavuşturacaktır. Evrendeki tüm oluşumlar iki nitelikte ve
çelişkili bir yapıyla mümkün kılmaktadır. Tabii bu hareket kaba mekanik hareket değildir.
Özde değişimi çeşitliliği oluşturan bir hareketlenme söz konusudur.
39
Evreni varlık yokluk ikilemiyle başlatmak mümkündür. Varlık ve yokluğun karşı
karşıya gelişi, yeni bir oluşumdur. Hareketin kendisidir. Yokluğa direnmesidir. Yokluk
varlığı, varlık yokluğu bitirmeye çalışırken, sonuçta üçüncü bir eğilim bir nevi sentez olarak,
oluşum halindeki evren ortaya çıkmaktadır. Buna benzer bir yaklaşım parçacık dalga
ikilemidir. Tek başına parçacık ve dalga mümkün olmamakta, ancak birbirileri ile ilişki
hareketi halinde, dolayısıyla oluşumu sentezleyebilmektedirler. Diyalektik yorumu, burada
dikkat edilmesi gereken diğer bir husus diyalektik kavrayışımızın tez ve antitezin birbirini
yok etme biçiminde değil, bastırma ve geriletme karakterinde geliştirilmesidir. Toplumsal
sistemler tez-antitez haline tüm doğada olduğu gibi geldiklerinde birbirini birlikte taşırlar.
Aralarındaki mücadele şüphesiz önemli gelişmelere yol açar. Hiçbir zaman tez eski halinde
kalmaz, ama antitez kadiri mutlak olarak kendi öncülünü yemez. Ondan beslenerek ancak
kendi kendisini geliştirir. Bu noktada diyalektiği açmakta biraz daha yarar var. Dogmatik
Marksizm döneminde tez ve antitez toplumda yok etme biçiminde yorumlandı. Bu tarz bir
yorum, aslında yapılan en temel teorik yanlışlardan biridir. Biyoloji başta olmak üzere,
tüm bilimlerde gözlenen özellik, olguların gelişimi ve dönüşümlerinde karşılıklı besleyici
yanın önem taşıdığıdır. Karşıtlık mutlak değildir, hatta besleyici yan daha da önemlidir,
diyor Önderlik.
Yok, etmeye benzer durumlar istisnaidir. Hâkim olan tez ve antitez konularının
birbirlerini beslemesidir. Bunun en sade ifadesi olan anne çocuk ikilemidir. Çocuk ana ile
çelişkili halde gelişir. Ama bundan çocuk anayı yok ediyor yorumunu çıkaramayız. Olsa
olsa karşılıklı beslenme ile neslin sürdürülmesi olarak değerlendirebilir. Uç bir nokta fare
ile yılan ikilemidir. Burada bile olan aşırı fare üreyişi ile yılan ender üreyişi arasında
dengenin kurulmasıdır. Bakın yine yok etme değil, orada da dengenin kurulması üzerinde
bir istisnai örnek olarak söylüyor. Bir tek iktidarcı toplum türleri bitirir. Diğerleri doğal bir
mücadele yaşarken, hiçbir zaman bir tür bitirilmek için oturup bir toplantı yapıp
milliyetçiliğe kapılıp, oturup biz bu yılan türünü bitirmeliyiz diyerek atom bombası
üretmeliyiz demezler. Hiçbir zaman planlı ve iktidarlı olmadığı için de yaptıkları faaliyet,
doğal yaşamın çatışmaları ve çelişkileri bir arada lığıdır. Ama Önderlik onu da dengeyi
korumaya dayalı bir şey olarak ele alıyor. Çelişki yoktur demiyor. Ama birbirini
bitirmediğini söylüyor. Burada bile olan aşırı fare üreyişi ile yılan ender üreyişi arasında
dengenin korunmasıdır. Belki de yılanlar olmasa fareler dinozorlardan daha ezici tahrip
rolü oynarlardı. Doğadaki varlıkların anlamsız olmadığını, hepsinin belli bir ekolojik
anlamı olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır.
Ama yine de uç nokta mutlak sınırlar kavramı çok sınırlı bir kesitte, yani Marksizm’in
dediği gibi antagonist çelişkidedir. Önderlik antagonist çelişkiyi bile kabul etmemezlik
yapmıyor. Bir de biliyoruz çelişkinin vardığı uç noktaları olur, ama bunun yaşamın hepsini
belirlemediğini söylüyor. Ama yine uç nokta mutlak sınırlar kavramı çok sınırlı bir kesitte
en azından kavram olarak geçerli olabildiğini temel doğal yasasının karşılıklı bağımlılık
biçiminde geliştiğini, artık tüm birikimlerin fark ettiği bir özelliktir. Yani ağırlıkta olan
karşılıklı bağımlılıktır, çatışsan çelişsen bile biliniyor. Tüm türlerin birbirine bağımlılığı
ekolojik sistem, bu karşıtlığın mutlaklaştırmasının altına kibrit suyu döker.
Mutlak sınırlar, uç nokta bu anlamda sınırlıdır. Karşılıklı bağımlılık biçimindeki ilişki
daha geneldir diyor Önderlik. Bakın hiç uzlaşma demiyor. Zaten devletçiler hep bu
noktalarda Önderliği zorlamak istiyorlar. Uzlaşma demiyor. Önderlik uzlaşma taraftarı
değil ki, bağımlılık uzlaşma demek değildir. Bir çocuk annesine ne kadar bağımlıdır. Ama
apayrı kişilik geliştirir. Anne onun üzerinde iktidar kurmuyorsa, o nankör çocuk ikinci gün
40
o annesine iktidar uygulamıyorsa, böyle karşıtlaştırmıyorlarsa, çok güzel bir ilişki,
karşılıklı bağımlılık ama özgürlük içerisinde. Bu erkekle kadın arasında da öyle olur,
olmalıdır. Sınıflar ortadan kaldırılıp üretim ilişkilerinde de böyle olmalıdır. Mesela bir
berber bir manava bağlıdır, tabii birbirlerine hâkim olmasınlar. Ortaya bir patron çıkmasın
bu ilişki sistematiği daha iyi iş bölümüdür. Bu geneldir zaten ve toplumu korur. İktidar
toplumu farklı kurar. Önderlik buna karşıdır. Zaten o da genel bir işleyiştir.
Toplumsallaşma da öyle kurulmuştur. Şu an doğada genel bir işleyiş var. Biz bile niye
ölüyoruz? Bu kadar çatıştırıldığımıza rağmen, insan hayret ediyor. Zaten ben bu
felsefecilerin delirmesini de anlıyorum. Tabii bakın hiçbirimiz özgür değiliz. İnsanlığa
aykırı bir şey, neden kadın erkek çelişkisi var sorusuna gitmiyoruz. Kadın erkek çelişkisi
var sorusuna gidilmiyor mu? Tabii ki gidiliyor. Niye ezen ezilen olmuş? Biraz anlam verdin
mi insan bunalıma giriyor, bir de kaldıramıyorsun. Peki, ona rağmen niye yaşıyoruz? Bu
kadar çatıştırılıyoruz. Filistinlilerle İsrailliler, kadın erkek hepsi çatışıyor. İnsanlar kendi
içinde çatışıyor. Duygu, düşüncesi çatışıyor. Peki, nasıl ayaktayız? Şunun için ayaktayız;
bize kapatmak, kamufle etmek istiyorlar, ama bütün bu çatışmalarımıza rağmen
birbirimize muhtacız, karşılıklı bağımlılıklarımız var. Kendimizi onunla çatışırken bile
özgür tanımlayabiliyoruz. Ve çok çalışıyor birbirimizi bitiremiyoruz. Bilimsel olarak
Önderliğin dediği gibi Filistinliler üniter anayasalarına şunu koymuşlardır; İsraillileri
ortadan kaldırana kadar savaş. Baktılar böyle bir şey mümkün değildir. Değiştirdiler ki
gerçekten de mümkün değildir.
Şimdi bizim özgürlüğümüze Türkler engel değil ki? Nereye kadar savaşacaksınız
Türklerle? Türklerin iktidar yapısı engeldir. İkircikli yapıyı ortadan kaldırmak için
çalışacaksınız. Amaç Türklerin hepsini ortadan kaldırmak değil. Zaten Türklerin hepsini
ortadan kaldıramazsınız. Kaldırdığınızda dönüp baktığınızda arkanıza Türk yemekleri var.
Türk kültürü var. Ortadan kaldırmıştık, halen içimizde var diyeceksiniz. Onun için böyle
bir mutlaklaştırılmış çatışma sistemi bize gösterildiği gibi mutlak değildir. Onun için
Önderliğin söylediği ilişki biçimi halen alttan alta yaşadığı için varlığını sürdüren bu kadar
çatışmaya rağmen bitmeyiz. Çünkü alttan alta varlığımız sürer. Mesela cinsiyetlere bakalım.
Erkekle kadın savaşıyor. Erkek kadını iktidar tarzında eziyor. Ama kurnazca aşık
olabiliyorlar birbirlerine niye? Aşık oluyorsun, böyle bir şey varsa, iktidarcılık varsa ya aşık
olma ya da aşık oluyorsan iktidarcılığı yapma. Bakın mutlaka çatışmalarına rağmen ortak
yerde buluşuyorlar. Ona rağmen doğal felsefeyi ortadan kaldırmıyorlar. O kadar
çatışmalarına rağmen, ortak noktalarını bitiremiyorlar, hatta karşılıklılığı ortadan
kaldıramıyorlar. Doğasal olarak yapısında var. Tabii bozulan yanları düzeltmek gerekir.
Gerçekten aşk varsa iktidar olmaz. İktidar varsa aşk olmaz. O çatışmada birbirlerini üstün
kılmadan doğal diyalektiği karşılıklı bağımlılığı dönüp ortadan kaldırmak gerekir. Önderlik
toplum sistemlerini değerlendirirken, yapmak istediği bir değişiklik, zorunluluk ve
rastlantısallık konularındaki yaklaşımlarına ilişkindir. Kökeni tanrısal yasa anlayışında
bulan Batı düşünce sisteminde sıkı bir nedensellik ve düz bir çizgide kesintisiz ilerleme
anlayışı başta açıklamaya çalıştığımız kuantum ve kozmos fiziğindeki gelişmelerle artık
çekildiğini getirmiştir. Zorunluluk ile rastlantısallığın bir arada yürüdüğünü söylüyor.
Diyor ki Batı düşüncesindeki gibi zorunluluk kesin değildir. Düz çizgisel ilerleme zorunlu
değildir. Çok sonradan hiç kimse bu tarihten 2500 yılı reddedecek ve 250 yılı ben doğru
buluyorum diyemez. Niye biliyor musunuz? Yaşanmış değerler haksız olsaydı, yaşanmazdı.
Ama yaşanmış demek ki mecburdu. Marksistler bile öyle dedi. Bir tek Önderlik kabul
etmiyor. Çünkü orada işleyen yasada bir yanlışlık var diyor. Doğada da öyle değildir. Eğer
öyle olsaydı, biz böyle olmazdık. Yöneticilik zorunluluktur, devlet zorunluluktur. Olsaydı
toplumsallık olmazdı. Onun için niye kabul edelim diyor. Orada özgür tercihler ve
rastlantısallığın birlikte işlendiğini söylüyor. Tabii bize diğeri hâkim kılındığı için
zorunluluk işletilmeye başlanmış. Biz bir süre sonra zorunlulukla açıklamaya çalıştık. Ne
diyor Marksist yasa; zorunluluğun bilinci özgürlüktür.
41
O zaman hiç özgür olamayacağız çünkü hep zorunluluklar olacak. Acaba
zorunlulukların bilinci mi özgürlük yoksa zorunlulukları ortadan kaldırmak mı özgürlüktür?
Yani özgür tercihini belirleyebilirsin ve önünde engel olan hareket neyse kaldırmak için
mücadele edersin. Yoksa şöyle bir şey getiriliyor. Kadercilik zorunludur, bu tarafa gidilecek.
Bunu anlayalım ona göre davranalım. Bu özgürlük niye farkında olduğun için özgürlük
değildir. Mesela sınıf çatışmasını bilen bir arkadaşın çözümü yanlış yaparsa, bilmeyen bir
arkadaştan bir farkı kalmaz. Mesela sen diyorsun toplum sınıflardan oluşur ve çatışıyorlar.
Benim bunu fark etmem özgürlüktür diyorsun, sonra diyorsun ki, bu sınıf üretim
araçlarına sahip olmadığı için eziliyor. Ve diyorsun ki, zorunlu olarak üretim araçlarının
önündeki sınıflar aşılacaktır. Ve diğeri de örgütlendikçe üretim araçlarına sahip olacaktır
ve özgür toplum oluşacaktır. Buraya doğru gidilecek bir zorunluluk var. Yorumluyorsun
önemli olan bunu fark etmektir. O arada insan düşüncesi öyle bir pasifliğe indirgeniyor ki,
şimdi bunun hiç bilincinde olmayan bir arkadaş, yani bu işleyişlerde senin farkın kalmıyor
ki, o sadece farkında olmadan yaşıyor. Peki, acaba zorunlulukların bilinci özgürlük getirdi
mi? Getirmedi, sosyalistler de bunu denediler. Hatta bakın Marksistler çok büyük bir
idealist yasaya düştüler. Sanki günlük olarak özgür tercihler yok, sezgisellik yok, maddenin
hareketinde çok karmaşık sistem yoktur. Dediler ki, gelecek şöyle olacak ve ilginçtir ki
bunu bilim adına söylediler. Kim bilebilir geleceğin nasıl olacağını? Bugün de kendimizi
nasıl hareketlendirirsek, belirleyici olabilir. Ama bilemezsiniz. Bu müthiş bir idealizmdir.
Hatta kendini tanrı yerine koymadır. Ve özgürlük böyle tanımlandı, bunun farkında olmak
olarak tanımlandı. Şimdiden böyle bir şeye gidebileceği için bugünün onun için onun
mücadelesini yürütmek tek özgürlük olarak söylendi. Ve bakın öyle olmadığı ortaya
çıktığında toplumlar çok kırıldı, insanlar çok kırıldı. Ve gelmedi komünizm, zaten gelmez
de. Bugün de yapılan mücadele bile yanlıştır. Bugün de özgürlüğü şöyle tanımlarlar; senin
mücadele etmen gerektiğinin farkına varmak özgürlüktür. Önderlik diyor ki, senin PKK’ye
gelmen bile özgürlük değildir. Hatta örgüt içinde olmamıza rağmen, özgürlük için
savaşmamıza rağmen yaygınca bizi köle olarak tanımladı. Aradaki farka bakın, Önderlik
bizim için tek bir özgürlük şartı koyuyor, bugünde özgür yaşamıyor musunuz?
Yaşamıyorsun. Hala kaba yorumlanabiliyor. Önderlikte tanım materyalist kaba yorumu
aştığı gibi materyalizmin idealizme kayan yanlarını da aştı. Kesintisiz sürekli ilerleme
anlayışı başta açıklamaya çalıştığımız, kuantum ve kozmos fiziğindeki gelişmelerle artık
geçerliliğini yitirmiştir. Gelişmenin diyalektiğinde kaos aralığı her olguda kendini
göstermektedir. Niteliksel değişimler bu aralığı gerekli kılmaktadır. Bu da kesintisizliğin,
düz çizgide ilerlemenin zihinsel bir soyutlama, metafizik bir yaklaşım olduğunu ortaya
koyar. Olmadığı halde zor saymadır. Çünkü zaten savunmanın ilk girişinde kaosu açarken
söylüyor. Madde bazen geriye dönüyor, duruyor, bazen çok yaygın çatışmanın yaşandığı
ilerlemenin durduğu kaos aralığı da oluyor. Çatışmalar oluyor, nereye hareket edecek?
Madde ve toplum Marksistlerin dediği gibi zorunlulukların düz çizgisel ilerlemesiyle
olmuyor, gitmiyor. Artık bu tanımlanmıştır. Hatta kuantumdan örnek veriyor; kuarklar var,
en küçük madde yapılanmaları onlar birden yok olur. Daha kimse anlamamış niye yok
olduğunu. Yani maddi ilerlemeyi boş verelim, yok oluyor. Tercihini yapıyor ve yok oluyor.
İnsanın intihar etmesi gibi bir şeydir. Hani düz çizgisel ilerleme, hani bizde yaygın olarak
geri dönüş yok gibi bir şey vardır. Her şey ileriye doğru gidiyor, geri dönülmez ya da bizde
günlük olarak ilerleme var. Sayılır da. 2500 yıldır ilerleme yoktur. Nasıl yok? O kadar
teknik gelişmiş, bilgisayar çıkmış. Çıkmış da ne olmuş? Özgürlükte, eşitlikte bir değişim
oldu mu? Biz 2500 yıl önce yaşayan insanlardan niye daha az özgürüz. Böyle sorgularsan
niye niteliksel sıçramalarımız zayıf? Hani her gün ilerliyorduk? İlerlemiyor olabiliriz. Niye
şimdi bunlar tartışılıyor? Aralıktan düz çizgisel bir ilerleme her zaman mümkün değildir.
Yani şu bile mümkün değildir. Bu da önemli kaos vardır, bunu da anlattık, ama şunu da
biliyoruz. Marksistler gibi şuraya gidecek kesindir diyemeyiz. İşte Önderlik bunu da
çürütüyor. Kaos aralığında düz çizgisel bir ilerleme her zaman mümkün değildir. Bunu
okumanız da mümkün değildir. Sadece çabalarınız ve özgür tercihlerinizle rol
42
oynayabilirisiniz. Ve öyledir gerçekten de. Öyle olmasaydı, Marksistler komünizme
gideceklerdi, devlet sistemleri ile ön görmüşlerdi de ama olmadı. Yani sen geleceğini
belirlemezsin, o kaos aralığında kendi tercihlerini, hareketlerini, örgütlemeni koyarsın ve
belirlemek istersin ama kesinlikle tarihin aynen maddenin çeşitliliği gibi tek bir kaynağı
olsaydı, ezilen sınıflar iktidar olduğunda kurtulsaydı, bitseydi. Bu kavgalar keşke düz
çizgisel bir nitelikte gelişseydi, tarih de böyle düz çizgisel olsaydı. Çeşitlilik olmasaydı,
keşke bu cinslerden birisini üstün kıldığında çelişkiler çözülseydi. Düz çizgisel olsaydı, tek
seçenekleri olsaydı. Olmadığı için zaten biz bunları yaşıyoruz. Onun için felsefemizi
düzeltmek zorundayız. Şimdi sosyalizmde devletçi sosyalistler olmasaydı insanlık bu
kadar soyutlanmayacaktı. Yani felsefeler yanlış olduğu için yanlış uygulandı. Birçok
etkenin o aralıktaki ilişkilerinin çok sayıda çok yönlü gelişmelere yol açabilir. Tek etken
yoktur, etkili de olabilirsiniz, tek etken yoktur çok çeşitlilik olacaktır. Çok yönlü gelişmelere
yol açabilir.
Önderlik yeni felsefeye doğal felsefe diyor, doğal diyalektik diyor. Burada
materyalizmin tarihsel yorumunu önemli oranda alıyor. Ama geliştirerek eskiyi çok çok
aşan, özde değiştiren bir yeni bakış oluşuyor. Marksizm bu tür tarihsel gelişmelerde
belirleyici rolü üretim araçları ile ilişkilerine veriyor. Zihniyet savaşımına tarihi bir rol
vermiyor. Yine etnisite ve dinsel grupların mücadelesine gerekli ağırlığı vermez. Diyalektik
yöntemi dogmatik yaklaşımlarla tarihi kavrayışı bütünlüklü olmaktan uzaktır. Toplumun
zihniyet ve siyasal anlamına gidebilecek büyük hareketlenmesini görmedikçe, ekonomik
yorumlarla gerçeğin sınırlı kavrayışı kaçınılmazdır. Yani sınıf kavrayışı reddetmiyor ama
yetersizdir diyor. Büyük toplulukların hareketlenmesine bir anlam vermeden, değişim
gücü olarak tekniğe ve üretim yapısına ağırlık vermek farkında olmadan devlet çerçevesine
mahkûm olmaya yol açar. Onu ele almak sadece devlete götürür. Dinlerin ve etnisitelerin,
kabile, aşiret, kavim gerçeği büyük hareketlerini çözmeden yorumlamak hem yöntem, hem
de içerik olarak ciddi yanlışlıklara ve göz ardı etmelere yol açar. Marksist yöntemlerle
yapılan tarih yorumlarının kısır olmasından yanlış sonuçlara yol açmasında büyük rolü
vardır. Tarihsel materyalizmi eleştiriyor. Geleneksel üst toplumun yüceltilmesine dayanan
idealizmi aşalım derken, tersi olarak çok dar sınıf ve ekonomik yapı çözümüyle kaba
materyalist yorumlara düşmüştür. Aydınlatılması gereken diğer bir tarihsel toplumsal
sorun, geçmişin aşılmasında neyin aşılması gerektiğine ilişkindir. Doğada değişim ile
biyolojideki evrimin kanıtlandığı gelişim yasası bir önceki olgunun bir sonrakinin
içerisinde devam ettiğidir. Örneğin 1 hidrojen atomu ikileştiğinde helyum olur, hidrojen
helyumda devam etmektedir. Yani başka bir madde olduğu gibi, aynı zamanda hidrojeni de
helyum taşır. Hidrojen helyumda devam eder. Eğer helyum atomu parçalanırsa hidrojen
tekrar açığa çıkar. Fakat helyum biçiminde niteliksel değişime de uğrar, ortaya çıkan başka
bir olgudur. Biyolojideki halkaların birbirine binmesi benzer süreçlerdir. Bir önceki,
sonrakini de içerir. Toplumda buna benzer bir değişim vardır. Üst toplum altını bağrında
taşır. Fakat tersi doğru değildir. Alt toplum üstünü içermez. Çünkü yeni olgu yoktur.
Dolayısıyla feodal toplum köleci sistem içten ve dıştan gelen saldırılar sonucunda yeni
yüklenimler olarak gelişmesi ile şekillenmektedir. Tabii altın üstte kendini devam
ettirebilmesi mutlak karşıtlığın gözüktüğü gibi olmadığını da gösteriyor. Niteliksel
dönüşümler vardır. Fakat nicel dönüşümlerin hepsini, süreçlerini aşmadan içinde
barındırarak sürdürüyor.
Bizim paradigmanın felsefesini anlamaya ihtiyacımız vardır. Nasıl ki eskiden sınıf
çatışmasına dayalı bir mücadele yürüttük. Sınıf felsefesini anlamaya çalıştık, yanlış da
değildi, o dönemin mantığıydı. Şimdi de paradigmayı bu doğrultuda anlamalıyız. Eski
değerleri getirerek eleştireceğimizi eleştirerek, mesela materyalizmi eleştirerek düzelterek
ama bu, materyalizmi idealizme kayacak şekilde bırakmak anlamında değil. Onun için de
rahat olmak ve eleştirmek lazım. Sınıflı felsefeyi eleştirmekten korkmamak gerekir.
43
Diyalektik yöntem olarak ikiliğin hareketi, değişimin sürekliliği, çelişkileri-ilişkileriçatışmaları, nicel ve nitel değişimi, bir aradalığı ve zıtlığı üzerinden açıklama yöntemidir.
Bu tanımlamaların hepsi ilke düzeyinde diyalektiğin ilkeleri olarak işlenmiş, bir olay ve
olguyu açıklamak için diyalektiği kullanmak o maddenin hareketini ve değişimini izlemek,
iç çelişkilerine bakmak, iç çelişkilerin dış çelişkilerdeki çatışmalarını algılamak, bir arada
olduğu diğer öğeleri algılamak, ona göre yorum yapmaktır. Sonra en önemli ilkelerinden
biri de, bunu soyut ve rastgele değil, bir tarih, yani zaman ve mekân zeminine dayandırıp
yapmaktır. Yani diyalektiğe göre hangi olay ve olgudan bahsediyorsanız, o olgunun ve
olayın özelliği ne kadar önemli ise, sürekli değişimin izlenmesi ne kadar önemliyse, çelişki
ve çatışmaları ne kadar önemliyse, nicel ve nitel değişimlerin izlenmesi ne kadar önemliyse,
bütün bunların dayandığı zaman ve mekânın ruhuna göre onun özelliklerinden olan ve
zamanın mekâna verilen yanlardan izah etmek diyalektiğin temel yöntemidir.
Tarihteki bir olayı diyalektiğe uyarlarsın. Kürt sorununa diyalektik bir bakış açısı
uygularsın. Kürt sorunu nedir? Kürt toplumunun özgürlüğünün Türk ve Kürt egemen
sınıflarınca ele geçirilmesidir. İktidarcı şekilde yönetilmesi demektir. Kendi kendisini
yönetmesine izin verilmemesidir. Peki sonra? Önce olguyu mu inceleyelim? Yer Ortadoğu,
özel olarak Anadolu, Kürdistan, Arap ve Fars toprakları önce oluşum tarihini
anlatacaksınız, sonra o zamanı getirip feodalizmin başladığı döneme, sömürgeciliğe
getireceksiniz. Yani Kürt toplumunun özgürlüğünün elinden alındığı döneme
getireceksiniz. Olguyu zamansal seyriyle devam ettireceksiniz. Her dönemde özgürlük
arayışlarını, köleleştirme biçimleriyle getirip işleyeceksiniz. Sonra modern Türkiye
cumhuriyetiyle, Lozan antlaşması ile Kürt toplumunun bölünmesinin artmasıyla, yani
modern Kürt sorununu tekrar tanımlayacaksınız. Zamansal istek de böyle olacak. Bu
olgunun taraflarını anlamanız için olayı bilmeniz gerekiyor. Birinci muhatap Kürt toplumu,
sonra Kürt egemen sınıfları, sonra bir muhatap Türk egemen sınıflarını ele alırsın. Sonra
genişletirsin; Kürt sorunundan kaynaklı Ortadoğu’daki diğer ulus ve devlet yapılarını ele
alırsın. Hatta şimdi modern çağdan ele alırsanız, 18. yüzyıldan sonra dünyanın önemli
emperyal güçleri de ve özellikle de Avrupa da bu soruna dahil olmuşlardır. Sonra bu ilişki
diyalektiğinin hareketliliğini izlersiniz. Yani Kürt sorunu olgusunu bir tarihe dayandırarak,
zaman ve mekâna dayandırarak, tarafları da tespit ederek hareketini izlersiniz. Yani
bunların mücadeleleri nasıl olmuş? Çelişkileri ve çatışmaları nasıl bir seyirde hareketlilik
izlemiş?
Önderliğin yaptığı gibi neolitik dönemdeki Kürt toplumlaşmasından, sorunlarından
başlayıp getirirsiniz, sonra çelişkilerini açarsınız, çatışmalarını ve ilişkilerini açıklarsınız.
Mesela biz bütün toplumlarla birlikte yaşamışız, ama çatışmalarımız egemen sınıflarla
olmuştur. Tarafları ortaya koyarsınız, çelişkileri ortaya koyarsınız. Sonra buradaki çelişki
ve çatışmalardaki belirleyici unsurları yavaş-yavaş ortaya çıkartırsınız. Çatışma da çok
olmuş, birlikte yaşamlar da olmuştur. Peki, hangi çatışma ve çelişkiler belirleyici olmuştur?
Şuraya getirirsiniz; temel çelişki nedir? Temel çelişki şu diye karar verirsiniz. Kürt toplumu
ile Türk egemenliği, Kürt egemenliği ile işbirliği yaptığı, iktidar ilişki sistemi, çelişkisi,
bunun etrafında da çok değişik çelişkiler ve belirleyici olanlar vardır. Bir de etkisi
olmayanlar vardır. Hatta bunlardan aşılanlar da vardır. Sonra devam edersiniz. Bu çelişki
ve çatışmanın, hareketin taraflarını, mekânın ve zamanın hepsini, nicel ve nitel değişimini
gözden geçirirsiniz. Bu nitel ve nicel değişimlerin artarak bir aradalıklarını ve zıtlaşmaların,
karşıtlaşmaların nasıl belirlendiğini ve bu bir aradalıkların ne etkiler yarattıklarını ele
alırsınız. Örnek olarak iki toplum arasında çok yaygın bir güvensizlik birikmiştir. Bir etkisi
bu güvensizlik olmuştur. Bir de barış bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. Sert mücadele
44
olmasının sebepleri Türk egemenlerinin hiçbir şeyi kabul etmemesidir. Sonra yaygın bir
tarihsel geçmiş, temel kültürel birliktelikler, yani bütün bir aradıkların ve zıtlaşmaların
yorumunu yaparsınız. Sonra nereye götürmek istiyorsunuz? Bu çatışmayı, bütün olguyu
nasıl hareket ettirmek istiyorsunuz. Tavır belirlersiniz. Ama olayı tespit ediyorsunuz, her
yönüyle ele alıyorsunuz, düz bir mantık sergilemiyoruz. Çok çeşitli taraflarıyla ele alıyoruz.
Sadece Kürt sorunu var, şunun için eziliyoruz değil. Bunun için savaş değildir. Bakın içine
dünyayı katıyorsunuz, Ortadoğu’yu katıyorsunuz, Avrupa’yı, tarihi, zamanı, değişimleri
katıyorsunuz. İşte bu tarzdaki olay ve olguları bütün yönleriyle izah etme, buna göre de
düşünce sistematiğini de uygulama yöntemine diyalektik diyoruz.
Gelişkin bir metottur. Çoğumuz bunu yapmakta zorlanırız. En dar yaklaştığımız zaman
diyalektikten en uzak olduğumuz zamandır. Tepkilendiğiniz anı düşünün. “Bu arkadaş
bana bunu söyledi. Ben daraldım.” Tek gördüğü o an duygunu inciten şeydir. Geniş
çerçeveli yaklaşmazsın. Demezsin “niye o arkadaş dar yaklaştı? Niye bana bunu söylemiş
olabilir? Yaşadığı duygu düşüncesi nedir?” Yani olgunun tek tarafı yoktur, birçok tarafı
vardır. Sonra bunları etkileyiciler içinde ele alırsınız. Zamana ve mekâna dayandırırsınız.
Belki de o arkadaş başka bir şey yaşamıştır. Daha geniş yaklaşırsanız, çözümü de daha
rahat olur. Mesela PKK yöntemi tarihi çok yaygın olarak diyalektiği kullandı. Başta
Önderlik o yüzden o kadar insanları tuttu, eğitti, savaştırdı. Yoksa mümkün değil, bunu
yapamazsınız. Hatta Önderlik diyalektiği çok derin bir uygulama biçimine dayandırdı.
Bizler bunu yaptığımız kadar başarılı olur, yapamadığımız kadar da sekter, kaçınılmaz
olayları anlamayan, kendini tanımlamayan, .kendince de diyalektik uygulayan oluruz.
Mesela içinizden bir sorun yaşıyorsunuz. İsterseniz tek taraflı yaklaşabilirsiniz. İsterseniz o
zaman ve mekândan kopartarak izah edebilirsiniz. İsterseniz karşınızı hep suçlarsınız.
Yaygın bir görüştür. Ama hissedersiniz ki, bu gerçeği tam ifade etmiyor. Sonra olaylar
sakinleşince değerlendirirsiniz, birçok görmediğiniz yan görürsünüz. Yavaş yavaş diğer
tarafları tanımlanır. Bu metotların en geniş uygulama tanımlamasına diyalektik diyorlar.
Tabii bunun yanlış, eksik uygulamaları vardır. En genel yanlış, eksik uygulaması olgunun
olayın tüm tarafı göz önünde bulundurulmaması, sonra temel çelişki tespit edilmez,
görülmez. Nicel ve nitel değişimler karıştırılır. Yaygın olarak çelişkilerin çözümünde bu
çeşitlilikle ele alıp ben merkeziyetçiliğe dayanmadan aşama yapılmaz. Yani merkezine
kendini koyar. Kendini haklı görme, karşıyı haksız görme, hatta hiçbir şekilde karşının
taraf olmayacağı, kesinlikle kendisinin haklı olduğu, sonra en yaygın olan şeylerden biri de
zaman ve mekândan kopartıp ele almadır. Bu çok yaygın yapılır. Mesela bazı arkadaşlar
neolitik toplumu hayal olarak görüyor. Niye gidemiyor oraya? Çünkü bu çağda öyle
yaşıyoruz ki, orayı izah ettiğin zamanda da orada olmamış şeyleri söylüyorsun. Ya da o
zamanda olmayacak, olamayacak şeyleri söylüyorsun. O olay ve olguyu açıkladığında o
zamanın ruhuyla açıklayamıyorsun. Bu çok zordur. Biz bu tarih olayını anlattığımızda
bugünkü kafamızla bugünkü zamanla yorumlarız. Oraya gidip aynen o zamanın
özellikleriyle yorumlayamayız. Mekânsal yorumsa daha zordur. Hatta hemen hemen
kalmamıştır. Acaba insanın yaşadığı ekolojik ortam, düşünsel yapısını, olay ve olguları
nasıl belirlemiştir? Ona göre nasıl izah edebiliriz? Şimdi sorun şu; diyalektik metot
insanlık tarihinde düşünce sistematiğinde en geniş yöntemlerinden biridir. O nedenle
uygulanmalıdır. Fakat diyalektik tek düşünce metodu değildir. Burada bir eleştiri, bir fark
koymak gerekir. Son savunmada Önderlik birçok yerde sezgisellikten söz ediyor. Hatta
çocukça düşünmeye çok önem veriyor. Animisttir yani. Ayrıca rüyaların da insan
yaşamında çok büyük yeri var. Bunu niçin söylüyor? Çünkü bunlar da bir düşünce
biçimidir. Hatta bilimsel metot diyalektiği biraz daha özeleştirisiz mutlaklaştırmak
istedi. Verilerle kanıtlayıp bu olay olgu böyledir dedi. Bu da bir metottur. Sezgisellikte
diyalektik yoktur
45
Yani bir şey hissediyorsun, arka planını bilmiyorsun, nereye gideceğini bilmiyorsun.
Taraflarını bilmiyorsun. Peki rüya? Rüyalarınızda diyalektik rüya gören var mı? Çoğunuz
nerede olduğunuzu hatırlamaz. Bir damın başından aşağı atlıyordun. Acaba o dam
nerdeydi bilmezsin. Hatta çoğumuzun rüyalarında zaman mekân yoktur bile. Sonra
rüyalarımızın büyük kısmında taraf yoktur. Bazen tektir. Kesik kesiktir. Ama hepsinin bir
mesajı, bir düşüncesi vardır. Hatta rüyalarını iyi yorumlayanlar günlük yaşamına onu
katarlar. Bir düşünce biçimi gibidir. Gerçekten de öyledir. Rüya insanın düşünsel, bedensel
yapısının dışında bir şey değildir. Onun için yorumlaman gerekir. Senin yaptığın bir
faaliyet gibidir. Aynen yolda yürümek gibi, o da bir faaliyettir. Yorumladığında kendine
katkı yapıyorsun. Bir düşünce biçimine dönüşüyor. Sezgisellikten söz ettik. Bizde niye var?
Hatta diyalektiğe kavuşmamıştır. Hissediyoruz. Ağırlıkta duygusal hareket ettiğimizden
kaynaklı olarak böyle oluyor. Mesela sana der ki “gel buraya gidelim.” Hissedersin, gitmek
istemezsin. Başka taraflarını bilmezsin. Boğazda düşman var mı, yok mu bilmezsin. Hatta
senin için zaman, mekân o an önemli değildir. Anlık bir parçadır. Ona göre bir sezgi
gösterirsin. Hissedersin ve tavır alırsın. Kısacası diyalektik ana düşünce metotlarından
biridir. Hatta gittikçe diğer metotlara da hâkim oldu. Çok önemli oranda kullanılmalıdır.
Ama tek düşünce biçimi de değildir. Diğerlerini küçümsemek, animist düşünceyi
küçümsemek değil. Kısacası diğer düşünce yapılanmalarına dayanmamalıdır.
Diyalektiğin ilkeleri:
Diyalektiğin de Önderlik tarzında yorumunu yapmamız gerek. Diyalektiğin dört ilkesi;
·
Her şey hareket halindedir.
·
Zıtların birliği ve karşıtlığı
·
Nicel nitel değişim dönüşüm
·
Her şey birbirine bağlıdır.
Diyalektiği olay ve olgu üzerinde tanımladık. Her şeyin birbirine bağlı olduğunu,
hareketli olduğunu, nicel ve nitel dönüşüme tabi tutulduğunu, zıtların bir arada ve karşıt
tarzında işlediği- genelde burada bir aradalığı taktiksel dönüşümün çatışma üzerinde
dönüşümün stratejik olduğu dile getirilir. Burada önemli olan diyalektik bir yöntem olarak
doğru diyalektik ilkelere dayandığı arka felsefe, temel felsefeye düalist felsefe ise eksik
uygulandı. Mesela karşıtlıklar felsefesine, sınıfsal felsefeye dayandırıyorsanız, sınıf
çatışmasına dayalı madde ve olguyu düşünceyi olayı ele alıyorsanız, diyalektiği ona göre
uygularsınız. Ve bu da daralma yarattı. Önderlik buna kaba materyalizm diyor.
Marksizm’in bile bu sınırda kaldığını söylüyor. Ayrıca aynı diyalektik ilkeleri demokratik
ekolojik toplum paradigmasına göre de anlatabiliyorsunuz. Bu sefer arka felsefesi değiştiği
için ilkeleri tekrar düzelterek ele alıyorsunuz. Tartışıyorsunuz. Yorumluyorsunuz.
Geliştirerek düzeltiyorsunuz. Her şey birbirine bağlıdır nasıl izah ediliyordu eskiden? Bir
olay olgu birbirinden bağımsız değildir. Her şey birbirine bağlıdır. Her şey birbirini etkiler
ve birbirine bağlıdır. Bağımsız değildir. Kürtler ezilmeseydi, PKK olmayacaktı. PKK
olmasaydı, bizler mücadeleye gelmeyecektik. Her şey birbiriyle bağlantılı anlatılır. Daha
sonra onun da birçok alt gerekçeye bağlı olduğu söylenir. Birçok şeyi de etkilediği, Kürt
halkının yaşamını, Türk halkının yaşamını, egemen sınıflarının duruşlarını etkilediği
söylenir. Gerçekten birbirine bağlılık, bağımlılık vardır. Ama acaba karşıtlık felsefesinin
söylediği bağımlılık nasıl işliyor? Ona göre mi işliyor? Yani bağımlılık çok güçlüden az
güçlüye, üretim araçlarına sahip olanında da olmayanında, devlet sahibi olanında
olmayanın da doğru mu işliyor? Ya da daha da genel acaba bütün doğadaki olay ve olgular
46
gerçekten insana bağlı mı işliyor? Siz eğer sınıfsal paradigmaya göre ele alıyorsanız, böyle
yorumlarsınız. Ve buna göre tanımını belirlersin. İnsan merkezlidir. Hatta öyle bir noktaya
geliyor ki, her şey birbirine bağlıdır. Ama bunu bilecek tek canlı varlık insandır. Kuantum
çıkana kadar böyle yorumluyorduk. Böyle söyleniyordu. Bundan dolayı insan, düşüncenin
dışında bir sezgisellik kabul edilmediği için diğerinin herhangi bir hareketi olamayacağı
söyleniyordu. Cansız madde onun için söylendi. Buradaki bağımlılık ilişkisinin doğadaki
bütün bağımlılık ilişkilerinin bir tek insan tarafından algılanabileceğini, hatta bu bağımlılık
ilişkisinin insanın algıladığı kadar var olduğu söylendi. Tehlikeli yanı ne oldu, nedir?
Birbirine bağımlılık ilişkisi artık sınıfsal, ataerkil hale gelmiştir. Bu bağımlılık ilişkisi
mutlaklaştırıldı. Birbirine bağımlılık, sınıfsal ve ataerkillilik doğadan kopmuş şekliyle
iktidar toplumu şekliyle zannedildi hep. Şu anda çok yaygındır. Kavram olarak
kullandığınızda ormanın kralı aslandır. Niye öyle söylüyorsun? Çünkü bende de kral var.
İnsan toplumunda kral var. Sonra diyorsun ki, şu tür, bu tür üstündür. Yoktur böyle bir şey
sen söylüyorsun. Artık bağımlılık ilişkisini öyle izah ediyorsun. Bir türün, bir türden akıllı
olduğunu, yöneten olduğunu söylüyorsun. Kendindeki sınıfsallaşmadan hareket ediyorsun.
Bütün insanlık tarihinin de doğadan koptuğunu söylüyorsun. Bunun normal bir bağımlılık
ilişkisi olduğunu söylüyorsun. Diyorsun ki, insan akılcı bir tür olduğundan, doğayı ihtiyacı
doğrultusunda kullanmalıdır. Yani ilişki ağının karşılıklı bağımlıların veya bütün
bağımlılıkların sınıfsal ataerkil iktidarcı topluma dayandığı bir dönemde diyalektik ilke
böyle algılanıp bu bütün tarihe, topluma, doğaya vurulmaya başlamış ve insan merkezli
olmaktan kurtulamamıştır. Çünkü bütün bağımlılıkların bir tek anlayacak zincir halkası
insan olduğu düşünülmüş. Doğru anlar. Çünkü tek akıllı varlıktır. Ama her şeyin insan
aklının süzgecinde her bağımlılığın o süzgeçten geçtiği doğru değildir. Şu an kuantum
kanıtladı, çok küçücük kuarklar diyorlar. Aklın eremediği ilişki bağımlılıkları var. O zaman
bağımlılık ilişkisini doğal felsefeyle de anlatıyoruz. Çok çeşitlilik içinde her şeyin birbirine
bağlı olması, karşılıklı bağımlılık içerisinde farkındalık. Herkesin birbirine bağımlı olması
üzerinde kendi olma özgürlüğü, güçlü ve zayıf diye bir ilişki yoktur. Mesela güçlüsün.
Güçlülüğe bağlılık ilişkisini meşru görmemek gerekir. Zayıf bir türün güçlü bir türe
bağımlılık ilişkisini meşru görmemek, izah etmemek, açıklamamak gerekir. Öyle de
değildir. Bunu öyle izah edersen sınırlı kalıyorsun. Kadın erkeğe bağımlı değildir. Erkek de
kadına bağımlı olmamalıdır. Ama kadının erkeğin karşılıklı bağımlılık içerisinde olması
kendisi olmasına engel değildir. Demokratik ekolojik toplumda bu yaklaşımı çok köklü
düzeltmemiz gerekiyor.
47
Hareketlilik: neyin hareketi? Neye göre hareketlilik? Hareketlilik ilkesinin dayandığı arka
temel nedir? Acaba bütün hareketler ileriye doğru mudur? İleri doğru olduğunu
söylediğimiz şey nedir? Acaba birlikteliğimiz üretim araçlarına sahiplik midir?
Devlet olmalı mıdır? Bize göre ilerleyen maddeler, karmaşıklaşan maddeler midir? Her
karmaşıklaşan madde, yönetim organizasyonuna karışan madde acaba gerçekten ilerliyor
mu? Acaba tarihte gerçekten ilerleme var mıdır, yok mudur? Buraya kadar sorgularsın.
Önderlik hareketliliğin, maddenin, kuantumu anlamanın faydalı olduğunu söylüyor.
Madde kesinlikle bir düalizm, çok çeşitlilik içerisinde ve bu çeşitlilik içerisinde sadece
maddesel çeşitlilikler yoktur. Sezgisel, özgürlüksel çeşitlilik içerisinde hareket eder.
Hareket ederken, kesinlikle düz çizgisel derken, şu anlamda çizgi çizip ileriye doğru
gidilecek diye bir şey yok. Burada önemli olan bir fark, kaos aralığının devreye girdiğidir.
Maddenin hareketliliğinde kesinlikler vardır. İşte bu kaos aralığı bilinci olarak maddenin
hareketinde tartışmalar başladı. Sonra maddenin düşünce tarafından yönlendirilmiş
biçimi de müthiş bir özgürlüksel tercih var. Madde doğal olarak kendi halinde ileriye doğru
olamayacak. Orada özgür tercih çok belirleyici oluyor. Maddeyi neredeyse yeniden
oluşturuyor. Hatta bazı yerlerde düşünce vardır. Madde yoktur. Ondan sonra bu düşünce
toplum sistemini geliştiriyor. Klasik anlamda maddeyi demiyorum. Varlıksal oluşum
olarak söylüyorum. Acaba kapitalist sanayi üretimi en üst aşamasıyla, sosyalizme
gideceğini düşündüğünüz için bütün üretim araçlarının ilerlemesinin insanların
özgürlüğüyle özdeş olduğunu, sürekli üretim araçlarının ilerlediğini, bunun için iyi
olduğunu düşünürseniz, üretim araçlarına dayalı sürekli bir maddenin hareketli olduğunu
dile getirirseniz doğru mudur? İnsanlar tartışıyor, Önderlik bütün uygarlık sistemini kabul
etmedi. Diyor ki eşitlik, özgürlük ve demokrasi getirme anlamında bir ilerleme
yaratmamıştır. Önderlik bunu daha da ileriye götürdü. Bütün sınıfsal yapının sapma
olduğunu söyledi. İlerleyicilik değildir. Sosyalizme gitmek için gerekli olduğunu söylemedi.
Ataerkil sistemin hiçbir zorunluluğa dayanmadığını, çalıp çırpma olduğunu, bir
toplumsallaşmayı saptırma olduğunu söylüyor. Önderliğin diyalektiğine girmezsek, bir
yerden sonra diğer yaklaşımlarla açıklayamazsınız. Bir yerde kesinlikle sınıfı, erkekliği,
devleti, tek tanrılı dinliliği, dogmatizmi hep kutsarsınız. Hep meşru gelir, normal gider.
Diğer bir ilke, Önderlik alıntılarıyla söylersek doğru, bir hareket vardır. Düz çizgisel bir
hareket değildir. Kesinlik vardır. Kesinlikte düşünce ile madde iç içe çok yoğun olarak
etkileşim yaptığı bir hareketliliktir. Sezgisellik, özgür tercihler, çok çeşitlilik önemli rol
oynar. Ve maddenin hareketliliğinde kaos aralığı vardır. Maddenin ileri olup olmadığını,
farklı kriterlerle ele alıp ilerleme demeliyiz. Bu nedenle biz sınıfsal yapıya da, uygarlığa da
ilerleme demiyoruz. Ondan dolayı da Önderlik doğal topluma ilkel toplum demeyi bıraktı.
Çünkü doğal toplum demokratik toplumdur. Atar bir damar olarak Önderliğin söylediği
komünal itenin hareketinde bütün zorlanmalarına rağmen, -kaldı ki onun uygarlıkla da,
sınıfsallıkla da bir alakası yoktur- mücadelelerle kendisini yaşatma çabasında bir
hareketlilik vardır. Bunu önemli oranda geliştirdik. İlerleme diyebiliriz. Marksizm’i de,
kapitalizmin bir mezhebi olmaktan kurtarıp böyle bir ilerlemeye kavuşturmak istiyor.
Nicel nitel dönüşüm sınıflı felsefi yorumu dar kalır. Hatta nicel ve nitel karşı karşıya
getirilir. Hani mutlak karşılaştırma mantığı var ya, der ki nicel süreçler nitel süreçlerin
birikimidir. Nicel süreçler birikir. Nitel süreçlere geçer. Sonra nicel süreçler güç biriktirme
süreçleridir. Önemli oranda belirleyici tarihi ve maddenin hareketini oluşturan nitel
değişimlerdir. Örnek su 99 dereceye kadar kaynar. 100 derecede buharlaşır. 99 dereceye
kadar olan bütün ısınmalara nicel değişim diyorlar. 100 dereceye de nitel değişim diyorlar.
48
Bunun mantığı nedir? Sınıf çatışmasıdır. Maddenin diyalektiğine yansıtmasıdır. İşçi sınıfı
ve ezilen sınıf örgütlenmeli, biçimlendirmeli. Propaganda yapmalı, halka kavuşmalı bu
süreçlerin hepsine duyulan ihtiyaç dönemine nicel değişim olarak ihtiyaç duyuluyor. Nitel
değişim patlama anıdır.
Bir doğruyu öğrenmeyi bir doğruyu yapmayı, devrimci sıçrama zamanı geldiğinde
arkadaşlar yapamıyor ki duygunuz, düşünceniz hazır değilse, bu noktada patlama
yapamıyor ki, oradan kaynaklanıyor. Bunun daha birçok örneği vardır. Nicel ve nitel
değişim süreçleri birbirinden kopuk değildir. Doğal felsefe, doğal diyalektik bunları farklı
ele alıyor. Nitel değişimlerin bütün yaşamı belirlediği anlar olduğunu da hiç bir zaman
söylemiyor. Çok önemli olduğunu söylüyor ama yaşamımızın nitel ve nicel iç içe geçmiş
devrim evrim süreçlerinin iç içe geçmiş eşit dönüşüm, maddesel dönüşüm, toplumsal
dönüşümün toplumsal evrimle iç içe geçtiğini, yoğun bir süreçten oluştuğunu söylüyor.
Zıtların bir aradalığı ve çatışması zaten Önderlik bu tezi savunmaların ilk bölümünde ele
almıştır. Antagonist çelişkilere, yani en sert birbirini aşması gereken çelişkilere bile diyor
vardır, yani doğrudur. Ama aşamazsın, yok edemezsin, varlığını yok edemezsin. En fazla
geriletir, bastırırsın, o bile sürer. Sonra antagonist çekişmeler her şey değildir. Böyle anlar
vardır. Ama her şey değildir. Daha sonra karşılıklı bağımlılık, yaşamın dengede gitmesi
çelişkilerin farklı şekilde çözülmesi, yoğun çelişki ve bir aradalık tarzında yaşanması vardır.
Şimdi burada sakıncalı olan, şu sınıf çatışmasından bir diyalektik ilkeye yansımış olarak
bir aradalık, taktiksel zıtların çatışması, stratejik olarak görülür. Bir aradalık da tekrar
nicel ve nitel değişimdeki gibi zaten hepsi aynı mantıkla ele alınmıştır. Güç biriktirme
süreci olarak ele alınmış taktiktir. Esas diğerini aştığın zaman, stratejik çatışmaya geçtiğin
zaman, bakın bu klasik siyaseti besliyor, iktidar olgusunu besliyor, devleti besliyor.
Örneklendirecek olursak, bizde de arkadaşlar böyle yapıyor. Birbirini izliyor, bekliyor,
eksiğini görüyor, yanlışını görüyor, o kişiyi aşma zamanı gelmiştir. Bir tekmilde gündem
olur, artık o aşıldığında rahatlar. Genelde aştım dediği o arkadaşın tüm kötülüklerini
ortaya koymadır. Aşmasına çalışma, değil ortaya koymadır. Aşmıştır, bak ben senden
üstünüm. Aynısını sınıflar da yapar. Gücü biriktirir, diğerinden alır. Çatışmaya geldiğinde
kesin biri kazanacaktır. Kim çok biriktirmişse o kazanacaktır. Onu aştığında sınıflar
rahatlar. Bunu yapmak için iktidar kavgaları yürütülür. İster kişilik düzeyinde yaşansın,
ister siyasal düzeyde yaşansın, ister devlet ve yönetimler düzeyinde yaşansın, hepsi bu
şeyin klasik işletilmesidir. Ama aşılmaz, ilginçtir. Böyle ele alış biçimi sorunları çözmez. O
nedenle tekrar düzeltilmesi gereken, kaba materyalizmden uzaklaştırılması gereken bir
ilkedir. Önemlidir. Bir aradalık çok çeşitlidir. Stratejiktir. Önderliğin söylediği gibi
düzeltmek gerekir. Sonra sert çatışma anları vardır, karşıtlıklar da vardır, yöntemleri de
vardır. Ve eğer sürekli bir kriz haliyle yaşanılmayacaksa, çelişki ve çatışmaların özgürlük
seçeneğiyle de işlenilmesine izin vermek gerekir. Yani çok çeşitlilik içerisinde kendin
olmaya izin vermek lazım. Yapılan çatışmalar bunun için olmalıdır. Ki yok edilmiyor da
zaten, benim bir arkadaşımın beğenmediğim özelliklerini eleştirmem lazım, fakat onun
üzerinde iktidar kurmak için değildir bu. İdeolojik mücadele şart. Fakat zihniyet
dönüşümü için, aştırtmak için. O zaman bir arada kalırken birbirimiz üzerinde üstünlük
kurmadan, iki ayrı kişi olarak ama birbiriyle alıp veren ve daha iyi yaşayan olarak ilişki
kurabiliriz. Ne kölelik ilişkisi olur, ne tahakküm ilişkisi olur. Bu bütün toplum için de
geçerlidir. Yani çelişkilerin çözüm yöntemi olarak da stratejik öğeleri farklı yönlerden öne
çıkarıyorsun. Yine çatışıyorsun, kısmi oranda çatışmaların birbirini yok etmeye yöneldiği
dönemler de oluyor. Ama bu dönemler stratejik değildir. Ve bu dönemlerin sağlıklı çözüme
kavuşturulması gerekir. Bu anlamda bir aradalık süreçlerinin taktik olarak ele alınması,
sınıflı toplum felsefesi, ideal bir düalist toplum yapısını sürdürmek içindir. Düşünülecek
olursa, erkek ve kadının hiçbir zaman bir araya gelemeyeceğini, insanın duygusu ve
düşüncesinin hiçbir zaman bir araya gelemeyeceğini, ezen sınıfla ezilen sınıfın hiçbir
49
zaman bir araya gelemeyeceğini düşünerek çatışıyorsun. Ve bu süreçlerin hep geçici
olduğunu, taktik olduğunu esas güç biriktirme üzerinden çatışma olduğunu, stratejik bir
kavgaya hazırlanmak gerektiğini söylüyorsun. Bu bir pusudur. Ve şunu sana unutturmaya
çalışıyorlar. Çok çeşitlilik içerisinde insanın kendisi olduğu, özgür yaşadığı bir dönem
vardır. Toplumdan bile, doğadan bile toplum iktidarcı kopmadan yaşamış. Ve sana bir
aradalığı her zaman taktik ve geçici gösterip çatıştırıyorlar. Şimdi burada iki noktaya
dikkat etmek gerekir. Çatışma vardır, uzlaşma da vardır. Bu da doğrudur. Ve bunlar
sınırlıdır. Biz siyasal olarak çok kullanırız, bu yanlıştır. Bir aradalık, çok çeşitlilik ama
bunun içerisinde kendin olma vardır. Bunun için gerekirse kavga verme vardır. Her bir
aradalık uzlaşma değildir. Biz bunu çok siyasal olarak kavramlaştırmışız. Bize yansıdığı
için her zaman karşıtlığı kutsal hale getirmişiz. Her karşıtlık karşıtlık değildir. Her karşıtlık
mücadele değildir. Birbiriyle çok çatışan arkadaşların uzlaştığını görürsün. Şimdi doğrusu
şudur; bir aradalık içerisinde, çok çeşitlilik içerisinde kendin olmak için, özgür tercihine
dayalı, kendini tanımlamaya dayalı kavga verebilirsin. Bunu artık tanım olarak neyle ifade
edebilirsen et. Ama karşıtlık bunu karşılamaz. Biz bazen radikallik kavramını kullanıyoruz,
bu karşılayabilir. Sekterlik de bunu karşılamaz, mutlak karşıtlıkçılık hiç karşılamaz. Onun
için uç sınırları da doğru tanımlamamız gerekir. Her bir aradalığa uzlaşma dersek, işin
içinden çıkamıyoruz. Şimdi bir arada olmalıyız deyince şu anlaşılıyor; Apocular diyor ki
patron sınıfı ile işçi sınıfı bir arada kalmalıdır. Kadın erkek çelişkisi yoktur, bir arada
kalınmalıdır. Biz bunu demiyoruz. Liberalizm işte. Biz bunu demiyoruz. Çok çeşitlilik
içinde kendin olmak, bir aradalık içerisinde farkındalık ilkeleri farklı tanımlanmış.
Uzlaşma deyince karşıtlık, karşıtlık deyince uzlaşma tanımlanıyor. O nedenle bir aradalık
deyince hemen uzlaşmayla bütünleştiriliyor. Ve hemen diğer taraf tutuluyor, biz karşıt
olmalıyız deniliyor. Sen diyorsun karşıtsan, çöz bu sorunu, çözmüyorsan yanlıştır. Aynı
oranda uzlaşma içinde niye bir aradalık uzlaşma olarak yorumlanıyor. Uzlaşıcılar da
çözsün. Varsay ki bu sorunlar yokmuş gibi çözsün. İradeli ve mücadeleci bir duruş
gösterilmezse çözemezsiniz, orada da bir çürüme yaşanır. Hatta sorunlar ertelenir. Biz bu
kutuplar arasında gidip gelmek zorunda değiliz. Sağcı-solcu, erkekçi-kadıncı veya işte
liberal-dogmatik. Tanımlarımızı düzeltmek zorundayız. Önderliğin yeni felsefesine göre de
tartışmak zorundayız. Onun için Önderliğe bu yeni ideolojiyi geliştirdiğinde, siz çok
yumuşak bir şeye gidiyorsunuz, hatta uzlaşıyorsunuz diyenler oldu. Önderlik dedi on yıl
sonra kimin radikal bir proje sunmuş olduğunu görürüz. Ki öyledir de. Önderliğin sunduğu
proje bir aradalığı savunuyor doğru, ama mücadeleyi de savunuyor. Ama sorunu
çözdüğünde sınıfsal yapının hepsini aşıyor. Bu ilkenin hepimizde uygulaması vardır. Yani
bir aradalık, yine zıtların çatışması, bununla toplumlarda kurulmuş sınıf çatışmaları halen
bu ilke ile ele alınıyor. Ve bu ilkenin sonucu da felakettir. Reel sosyalizmin çözülmesinin
sebebi bu ilkedir. Bir arada olarak ele aldığı bütün ilişkileri merkezileşmeye doğru azaltmış,
stratejik gördüğü şeyleri çatıştıra-çatıştıra merkezi güç biriktirmeyi ele almış, insanları,
sınıfları, cinsiyetleri çatıştırmış, buradan biriktirdiği güçlerle devletleri oluşturmuşlardır.
Yani çok bilinçlidir. O nedenle radikallik ve bir aradalık kavramlarını kullanabiliriz.
Mücadelecilik ve bir aradalığı kullanabiliriz. Ama eski dar çıkmazdan çıkmamız gerekir. Bu
dersi nerede anlattıysam, soruyoruz, size de soralım; çünkü düalist paradigmanın güzel bir
örneğidir. Biraz bir tarafı anlattın mı, müsaade var mı diyor, sen uzlaşmayı mı söylüyorsun,
sonra biraz karşıtlığı anlatıyorsun, sen bir aradalığı dıştalıyor musun? Mantık o kadar
şekillenmiş ki bizde, biraz diğerini öne çıkar hemen siyasal bir yoruma kayıyor, bu
uzlaşıcıdır ya da bu sekterdir diyoruz. Düalist paradigmada öyle hareket ediyoruz. Biz
sekterlik ile uzlaşı arasında gidip gelmek zorunda olan toplumlar değiliz ki. Bu tecrübeyi
çoktan edinmişiz. Sizler yaşamışsınızdır. Sekterliğin diğer ucu uzlaşıcılıktır, birbirine
yapışık ikizler gibi. Dünya kadar yaşadık. En duygusal insanlar, sadece duygularıyla dar
hareket eden, duygu ve düşünceleri arasında denge oluşturamayan insanlar, mülayim
görünen insanlar en asabi insanlardır. En uzlaşıcı insanlar, en dar insanlardır. Değil mi?
Kim kendisine sekter diyorsa, arka yüzüne bakın uzlaşma çıkıyor. Ben uzlaşıcıyım diyen
50
insanlara bakın, liberalim iyi götürüyorum diyen arkadaşa bakın, olmadık yerde
patlamalar, intiharlar, kaçışlar çıkıyor. Bakın niye öyle oldu? Madalyonun diğer yüzü gibi
bir şeydir. Çünkü doğrusu o değildir. Bunlar birbirini tamamlıyor. İki yanlış bir doğru
etmiyor. Bu yanlış bir konumlanmadır aynı zamanda. Önderlik felsefesinin referans
alınmasından ziyade, kendini karşıdakine göre konumlandırma, ona göre şekillenmedir.
Onun için o tartışmalara girmeyelim. Doğrusu radikallikle mücadele ve bunlar da bir
aradadır zaten. Hatta Önderliğin yaptığı gibi bir aradalığı sağlayacak mücadeleler vermek
gerekir. Birbirini yok edecek biçimde değil. Bunu verirseniz sorunu çözdüğünüz gibi,
stratejik olarak yaşamı, özgürlüğü, demokrasiyi doğal toplumla bütünleştirmeyi esas
alıyorsunuz. Ve insanlığın bütün kazanımlarını da dıştalamadan üstlenebiliyorsunuz.
Kurduğunuz toplumsal yapılanmada da, iktidarcı çatışmaları bitirebilirsiniz, çelişkileri
değil. Bunun tek yolu da budur. Bu ilke tersinden ele alınmalıdır.
51
Diyalektiğin dört ilkesi değişti. Yeni felsefeyle bu diyalektiği ele almalısınız. Ama bakın
felsefeyi anlattık, halen dönüp anlatacağız doğal felsefeyi. Eğer felsefeniz, yani arka
zemininiz böyleyse, diyalektiği uygulayın. Arka zemininiz, yani felsefeniz, MarksistLeninist kalıyorsa, liberal kalıyorsa, devletçi sosyalist kalıyorsa, anarşist kalıyorsa siz
diyalektiği öyle ele alıyorsunuz, yoksa diyalektik yanlış değildir. Sınıf çatışmacısı iseniz,
diyalektiğin dört kanunu da öyle ele alıyorsunuz demektir. Biz bu eleştirileri de Önderliğin
son savunmalarından kaba materyalizmin aşılmasına dayandırarak yaptık, bizim de
geldiğimiz gelenektir. Onun aşılmasına yönelik diyalektiğin tekrar kuruluşunu tartışıyoruz.
Sonuçta doğru biz de bir diyalektik uygulayacağız. Ama dayandığımız temel felsefe farklı
olduğu için diyalektiği neredeyse özde, ilke uygulamalarını özde uygulayacak kadar tekrar
uyguluyoruz.
Savunma mekanizmasını nasıl geliştiriyorlar? Sen sınıf çatışmasını bir iktidar yapma
temelinde tutmazsan, diyorlar ki ‘PKK’liler sınıf çatışmasını bıraktılar,’, ‘Devletle veya
kapitalizmle uzlaşmayı tercih ettiler.’ Böyle bir savunma mekanizması, bu düşüncelerde de
yaygın olarak vardır. Sen bir şeyi değiştirdiğin anda müthiş bir savunma mekanizması
ortaya çıkıyor ve seni dıştalıyor, bastırıyor, eziyor. Biz diyoruz ki sınıf çekişmeleri vardır,
ama sınıf çatışmaları iktidarla çözülmediği için -tecrübe çıkardık- üretim araçlarının
toplumsallaştırılmasıyla çözersiniz. Ve diyoruz ki, sınıfın iktidara kavuşturulmasıyla değil,
sınıfın demokratikleştirilmesi üzerinden sınıf olmaktan çıkartılması, iş bölümüne
dönüştürülmesi ile çözülür. Yani birçok yönden yöneliyoruz. Sınıfın alt basamakları olan,
hiyerarşiye, hatta sınıfı besleyen ek hiyerarşilere, kadın-erkek hiyerarşisine, gençlikyaşlılık hiyerarşisine bile mücadele açıyoruz. Şimdi tabii bunları izah etmen gerekiyor.
Daha köklü bir sınıf mücadelesini yapıyoruz. Peki, savunma mekanizması nedir? Sen o
sınıfı yıkmak istiyor musun? İstemiyor musun? İstemiyorsan sen sınıf kavgacısı değilsin.
Sebep Önderlikteki çelişki tanımı değişti. Sınıf çelişkisini de içeren toplum iktidar çelişkisi.
Toplumun elini güçlendirecek güçlere ağırlık veriyor ve devletin elini zayıflatıyor. Önderlik
çok sistematik olarak bunu yapıyor. Ulus kavramını devletten ayırdı. Devlet ulus, ulus
devlet, Önderlik demokratik ulus diyor. Yani ulusu devletten aldı. Boşadı onları.
Geliştirirsek bu ilerleyecek. Sonra sınıfı devletten aldı. Nasıl aldı? Sınıfı devletten aldı. Dedi
ki, bir sınıfın özgürlüğü devletle buluşmasından geçmiyor. Demokrasiyle buluşmasından
geçiyor. Demokratik üretimle buluşmasından geçiyor. Kadını zaten çoktan devletin elinden
almıştı. Gençliği de almaya çalışıyoruz. O da sürüyor. Peki, toplumun diğer kesimleri? Biz
inanç gruplarına da daha demokratik bir sistemle yaklaşacağımıza inanıyoruz. Bakın hepsi
nedir? Bilinçli olarak devleti azaltma, toplumu çoğaltmadır ve bu sert bir kavgadır. Sonuçta
bunu fark ediyor bazıları, Deniz Baykal onun için bağırıp çağırıyor. Siyasi partilerin altı
boşalıyor. Bizde bile bazıları bağırıp çağırıyor. Başkanım elimizde bir şey kalmadı. ‘Biz bu
halkı yönetemeyeceksek ne olacak, elimizde bir belediye var, siyasal parti iktidar için
değilse ne içindir, zar zor bir koltuğa oturduk bırakın bu seçim döneminde biraz rahat
yürütelim.’ diye bağırıyorlar. Ondan kaynaklanıyor. Hâlbuki başka yolu yoktur. Özel olarak
işte sınıf mücadelesinde bizim değiştirdiğimiz şey şudur; önce üretim sisteminin
demokratikleştirilmesi taraftarıyız. İktidara kavuşturulan hiçbir sınıf demokratik olmuyor.
O zaten yalandır! İsterse en emekçi sınıflar olsun. Sonra üretim sistemi üzerinden
demokratik sistemleri geliştirmek gerekir. Önderlik diyor ki, kar üretimi yanlıştır. Kar
üretimi anti demokrasi getiriyor. Ne diyor? Hizmet, iş, yaşam üretimi yapılabilir. Kara
dayalı olmayan üretim sistemi yapılabilir diyor. Öyle yapılırsa sanayi sistemi, ticaret, her
türlü kooperatifler de yapılabilir. Çok kafa karışıyor. ‘Nasıl kar üretmez?’ Siz bir mahallede
döner sermaye şirketi kurun. Örnek olarak hastane, ona dayalı, fona dayalı eczane sistemi
52
kurun, bütün mahalleyi oraya ortak edin, yaygın olarak tedavi olan parayı -ki ucuz da olurbir süre sonra tekrardan o mahallenin ihtiyaçları için kullanın, bir süre sonra o hastanenin
döner sermaye sisteminden bile eğitim okulları, kreşler açabilirsiniz. Birkaç kişinin cebine
kar girmeden bütün toplumun kar üretmeden yaşamını üretebilirsiniz.
Bu demokratiktir diyor Önderlik. Yani topluma dönüşen üretim sistemi demokratiktir.
Sonra ek olarak tedbirler düşünüyoruz. Üretim aracının partileşmesinden,
devletleştirilmesinden yana değiliz. Bireyselleştirilmesine de çoktan karşıyız. Şimdi üretim
araçlarının toplumsallaştırılması diyoruz. Üretim araçları toplumsallaştırıldıktan sonra
hiçbir sınıfın sınıf olarak kalmayacağını düşünüyoruz. Bir iş bölümü olarak kalacağını
düşünüyoruz. Şu anda PKK’de yaptığımız gibi birimiz lojistikçi olabilir, birimiz gümrüğe
bakabilir, üretim araçlarının üzerinde kimsenin hakkı olmayabilir. Çözüm önerilerimiz
farklıdır. Sınıfın demokratikleşmesi mücadelesi temelinde bir dönüşüm yaşatma projesidir.
İşte bunların arka dayanağı farklıdır. Felsefi bakış açısı olarak sen sınıf çekişmesi
görüyorsan, bu sefer ona çözümler üretiyorsun. Toplum iktidar çelişkisi üzerinden
görüyorsan, ona göre çözümler üretiyorsun. Seni yönlendiren felsefe çok önemlidir.
Çözümlerin, önerilerin, mücadele yöntemlerin ve örgütlerin buna göre değişiyor. Birçok
konuda
öyle
oluyor.
Üretim araçlarının ele geçirilmiş, bir de bunun devlete kavuşturulmuş halinin sınıfa
özgürlük getirdiğini düşünüyorlar. Biz kendimiz yaşadık, birimize biraz fazla yetki
verildiğinde ilk yaptıklarımız neler oldu? Yetki paylaşılır mı? Diyorlar ki, bir sınıfı devlete
kavuştur, sonra özgürlükler paylaşılır. Proletarya adı altında komünistler neler yapmadı?
İktidara kavuşturulmuş sınıf hayatta bir daha bunu paylaşır mı? Bu çok iyi niyet ve saflıktır.
Emekçiyi iktidara kavuşturduğunda emekçilikten çıkıyor. Heval gelin özgürlüklerimizi
paylaşalım. Elinize geçirdiğiniz mallarımızı paylaşalım. O da diyor ki, geçti benim daha çok
alacağım intikam var. Bir beş on milyon öldüreyim. Hiç iktidarın özgürlük dağıttığı
görülmüş mü? Şimdi de Kürtler adına bunu savunanlar var. Hele Kürtleri iktidara
kavuşturalım, iktidar dağıtacağız diyenler var. Barzani ailesine bakıldığında özgürlük değil,
ihale dağıtıyorlar.
Birçok etki altındayız, kendi alışkanlıklarımız bile engeldir. Zaman da alabilir. Örneğin bir
bakış açısı edinmek, onu yenilemek, paradigmayı ona göre anlamak, yavaş yavaş
paradigmayı doğru bir örgüte dökmek zaman alabilir. Artık bütün bunlarda aksayan
yanları düzeltmek, eleştiri-özeleştirimizi ona göre düzeltmek zaman alabilir. Halen
arkadaşlar birbirine diyor ki, sende şu sınıfın özellikleri var. Sende toplumun özellikleri
yok, sende iktidarın özellikleri var. Niye sanayi sınıfının özelliklerini esas alıyorsunuz ki?
Yıllardır sende küçük burjuvalık özellikleri var, aydın özellikleri var, sende köylülük
özellikleri var diyorsunuz ki? Belki de o sınıflar çok belirleyici değildir. Belki de daha geniş
sınıflar vardır. Hiç kimse demiyor sende tarım toplumunun özellikleri var. Veya sen doğal
toplum özellikleri yok diye sende duygu azdır diye eleştiri yapan bir arkadaş görmedim.
Biraz kişiliklerimizde iktidar özelliklerini çözmeye başladık. Heval sende bu özellik
yetkicidir. İlk savunmayı okuduğumuzda Önderliğin eleştiri-özeleştiri bölümünü
okuduğumuzda yeni bir şey yok zannettik. Daha sonra bir daha okuduk. Müthiş bir
farklılık var. Önderlik diyor ki, doğal diyalektik özellikler yoksa arkadaşınızı eleştirin.
Bunun üzerinde iktidar kurmak için eleştirmeyin diyor.
Emekçiliğin çok önemli bir değeri var toplumda. Birbirimizi emekçisin, emekçi değilsin
diye eleştirmek güzeldir. Ama mesela sen niye daha az proletersin mesela küçük burjuvasın,
hatta biraz daha köylüsün, sanayi sınıfının eleştirisidir. Birbirimizi mahvediyoruz. Biz daha
sanayi sınıfının kutsallaştırılması üzerinden yoğun birbirine yönelimin yeni bir
toplumsallaşma yarattığını görmemişiz. Etik ya da ahlakın sanayi sınıflarında olduğuna
inanmıyoruz. Emekçileşmenin çok zayıf olduğunu düşünüyoruz. Biz proletaryayı emekçi
53
olarak çok az görüyorum, tamam patrondan daha emekçidir. Fakat hızla küçük
burjuvalaşan bir özellik gösteriyor. Tarım sınıflarının çoğu köylülük de dâhil çok değerlidir.
Aşılmaz, uzun süre aşılmaz. Hatta sanayiden daha fazla tarım sınıflarının toplumları
toplumsallaşmaya daha yakındır. Keşke biz sanayi sınıfı döneminde yaşamasaydık. Tarım
döneminde yaşasaydık, birbirimizi öyle eleştirseydik. Sen az plebsin, sende serflik az. O
zaman bile daha değerli olabilirdik. Hiç kabul edemediğimiz, yoğun eleştirdiğimiz, gittikçe
çok güçlü aşılması gerektiğini düşündüğümüz bir kapitalist sınıf bölünmesinin içimize
yansımış tartışmalarını çok yoğun yaptık. Bu paradigma ile toplum iktidar çelişkisi
üzerinden toplum adına eleştiri-özeleştiri vermek daha gerçekçidir. İktidarın bir
tamamlayanı olarak hangi sınıf özellikleri varsa, onu eleştirmek. O belki emekçiliği daha
fazla geliştirilebilir. Bir davranıştır, ama hemen edinilmesi zaman alıyor. Bir platform
yapalım, o eleştiriler halen devam edecek, biraz zaman alıyor. Yenisini kavrayıp uygulama
zordur. Bir de günlük yaşam ilişkilerinde düşünün birçok şeyde, hatta bizce bu paradigma
içsel oluşur. Duygu, düşünce dengesini oluşturan, dengesini yakalayan arkadaş var mıdır?
Çok zor. Kendisiyle barışık yaşama, yaptığı ile söylediğinin bir olması, bunun üzerine özel
çalışması gerekir. Hatta özgürlük sınırlarınız nedir? Denediniz mi hiç? Bağımsız
düşünceniz nereye kadar gidebilir? Bir şeyi korkacak kadar sorguladınız mı hiç? Bir de bu
korkulacak kadar sorguladığınız şeyleri korkmayacak kadar söylediniz mi hiç? Hani
devrimciler en özgür insanlardı. Acaba ben bunu söylesem neler olur? Şu denge nedir?
Bana nasıl yaklaşılır? Bu tür anlayışlar mı daha fazla hâkim oldu? Hatta gittikçe bunun
adına örgüt demeye başlıyoruz. Diyorlar ki burada dengeci yaklaşacaksın, burada böyle
söyleyeceksin, sen bunu söylediğin için seni mahkûm ediyorum. Sonra bu bir örgüt anlayışı
değildir, bir iktidarlaşmadır. Bir toplumsallaşmanın içerisinde o özgürlüklerden oluşan bir
örgüt oluştursak, hiçbir örgüt hiç kimseyi korkutmasa. Bunu kurabilir miyiz? PKK ağırlıkta
böyle yaşadı. Ne zaman ki siyasal dengeler, oyunlar, yetkicilik ağırlık kazandı, bozulmalar,
yer-yer aşınmalar yapıldı. Bunlar yine aşılabilir. O zaman yine aynısının kurulmasından
geçiyor. O toplumsallaşma üzerinden oluşturmak, bunun paradigmasını da uygulamak
zordur tabii. O zaman eksiklikten arınacak bir katılım biçimini göstermesi gerekir. Çok
çatıştık, politik yanlışlıklar olarak, çok uzlaştık, politik uzlaşmalar olarak, toplumsallığı
zayıf bıraktık, çok yönlü kişilik özelliklerimizi geliştirmedik, ideolojiyi, ideolojik
mücadeleyi bazen sadece Önderliğe bıraktık. Paradigmayı, felsefeyi çok az anlayacağımızı
düşündük, az uyguladık. Bütün bunlar hep bizi çeşitli sorunlarla karşı karşıya bıraktı.
Şimdi biz felsefeyi veriyoruz ya arkadaşlar da diğer derslerde indirgeme yapar. Diğer
derslerde de faydalanacaklar, ayrıca da tartışacaklar. Mesela biz dedik ya demokratik
ekonomik ayaklarının kurulması gerekir, bunun tartışılması gerekiyor. Sınıfsal bakış
açısıyla ekonomik üretim araçlarına bakış açısı açısından, örneğin o yeni bir felsefik bakış
açısı zaten onu uygulayacaksın. Diğer konularda da olacak.
Ekonomik ayak zaten şimdi uygulamasını yapmadığımız için hepsi felsefi tartışma olarak
kalıyor. Ama uzun sürer. Mesela karmaşıklaşmış ekonomik araçlarının demokrasi
getirmediği söyleniyor. Örneğin şu anda otomatik sanayiye geçiliyor. Üretim araçlarının
sahibi bile üretim sistemi üzerinde hâkim değil. Birkaç uzman dışında bilmiyor, öyle
araçlar var. Sanayi sistemi teknoloji sistemi öyle bir noktaya gitti. Şimdi diyorlar bu
demokrasi getirmiyor. Eskiden sanayi sisteminde şöyle bir şey vardı. Bölümlere
ayırıyorlardı, hâkimiyeti öyle azaltıyorlardı. Anti demokrasiyi öyle yaratıyorlardı. Hangi
bölümdeysen orayı biliyordun, geneli sorgulamıyorlardı bile. Yani bu fabrikanın sistemi
böyledir diyemiyordun. Şimdi bu da aşıldı. Bir düğmeye basılacak tabii çok karmaşık bir
düğme sistemi onu sadece birkaç tane uzman biliyor. Diyorlar ki, bu üretim sisteminin
kimin elinde olduğundan önce bu üretim sisteminin kendisini demokratikleştirmek gerekir.
Basit, denetlenebilinir ama verimli bir üretim sistemi olmalı. Basit derken insanın
algılayamayacağı kadar karmaşık değil. Ama denetlenebilecek kadar basit. Yani
54
demokratik denetime alınabilecek kadar basit. Acaba o üretim sistemi anti demokrasi mi
yaratıyor yoksa demokrasi mi yaratıyor? Tabi daha sonra o üretimin paylaşımı, üretimin
mülkiyet ilişkileri o üretimin sınıfla bağları tartışılıyor. Şimdiki sendika sistemi tartışılıyor.
Şimdiki sendika sisteminin siyasal partinin gölgesinde yedeği olduğu açıktır. Bütün
partilerin de toplum odaklı partiler hariç, devletin bir yedeği olduğu düşünülürse,
çıkmazdadır. Düşünün bütün sendika yöneticileri bir siyasal parti yöneticileri kadar
etkilidir. Ama emekçi sınıfların özgürlüğü gelmiyor. Bizim memur sendikaları var. Yanında
çalışan çaycısının işçi sendikalarına üye olmasına izin vermiyor. Diyor ki sen gidip
sendikaya üye olursan, seni kovarım. Nasıl bir emekçi sınıf sendikasıdır? Alakası yok.
İktidarcılaşmış. Böyle bir sistem var. Önderlik emek konfederasyonu dedi. Yani emeğin
toplumsal üretimi dedi. Hatta emek tanımını sınıf tanımlamaları içinde yapmadı. Marksist
emek tanımını küçük burjuva artı değer emek teorisi olarak yorumladı. Yetersiz gördü.
Toplumsal üretim sistemi olarak tanımladı. Mesela Önderliğe göre bir çocuğun
gülümsemesi bile üretime katılır. Bir annenin hiçbir zaman bir ömür boyu hiçbir ücret
almadan, ama çok yoğun olarak ürettiği emek de toplumsal üretimdir.
55
Önderlik kadın ve anne tanımlamasını yaparken ısrarla söylüyor, hiç ömür boyunca maaş
almamışsa, onun emeğine emek demeyecek miyiz? Artı değer teorisi üzerinden, en son
sınır olarak Marksizm’de kalan emek değer teorisi üzerinden cevap veremezsiniz, çünkü
sınıf olarak tanım yapılmıştır. Toplumsal üretim derseniz, böyle tanımlayacaksınız. Şimdi
sizin komünler var. Herkes yaşama katılıyor. Yönetici de bir emekçidir, komündeki her
arkadaş bir emekçidir. Biri biraz bir şeyden fazla anlıyorsa sorun değil, üstünlük kurmadan
o da katılır. Öyle yaparsanız toplumsal üretimin bütün güçlerinin demokratik ve
özgürlükçü katılımını sağlarsınız. Bir sınıfın daha fazla katılımını değil. Onun için bizde
bütün güçler toplumsal emek olarak görülür. Yani bazen arkadaşlar söylüyor, kadın ve
gençlik şöyle değil. Toplumda çoğunluk oluşturuyorlar ve bir de iyidir, hoşturlar. O zaman
bunlar toplumun öncü gücüdürler, öyle değil. Toplumsal üretim tanımı yaptığımız için
sınıfsal üretim gücü üzerinden değil. Onun için sınıfı da daha fazla da kadını da çünkü
toplumsal üretimin önemli bir kısmı kadına aittir. Sonra gençliğe, çok önemli bir kısmı
gençliğe aittir. Emekçi kesimleri çok önemli bir kısmı aittir. O zaman doğal olarak
toplumsal üretim güçlerinin tanımı artıyor. Hatta Lenin’in sınıf tanımı, Önderliğin sınıf
tanımına yetmez. Onun aşıldığı boyutlarda sınıfı tanımlayacaksın. Mesela üretim
araçlarına göre mi sınıfı tanımlayacaksın yoksa toplumsal iş bölümüne göre mi sınıfı
tanımlayacaksın. Artık o sınıfın oluşumu ve aşılması üretim araçları ve iktidara göre mi
tanımlayacaksın? Toplumsal özgürlük düzeyine ve toplumsal üretim gücüne göre mi
tanımlayacaksın? Yani ben sadece değinmeler yapıyorum. Mesela karın ortadan
kaldırılması acaba artı değere hâkim olarak kar ortadan kaldırılır mı? Kaldırılamıyor.
Üretim araçlarının mülkiyetini nereye bağlıyacaksınız? Bazıları bireysel mülkiyete diyor,
bazıları diyor hayır toplum adına dar bir gruba, yönetime bağlayacaksınız. Bunun adına da
parti olsun diyorlar. Ve bunun adını ısrarla savunarak kamulaştırma diyorlar. Bazıları
komünizmi biraz uzatıp böyle olsun diyorlar. Önderlik onun için komünizm demedi,
komünalizm dedi. Tabii doğru uygulanırsa, komünalizm komünizm mantığını da içerebilir.
Ama doğrusu şudur; üretim araçlarını toplumun kararlaşma süreçlerine bağlamak gerekir.
Böyle yaparsanız gerçek anlamda mülkiyet ilişkilerini engelleyebilirsiniz. O toplum ondan
sonra ne kadar üretiyor, nasıl dağıtıyor, bir tanesine biraz veriyor. Bana bir kitap verilmesi
benim o kitabı okumam, hatta o kitabın sahibi olmam hiç sakıncalı değil. Artık bunlar
ekonomik tartışmalardır. Ben sadece birkaç değinme yapıyorum.
Bilgiyi biz üretirsek bir sorun olmaz. Ve var olan üretilmiş bilgiyi doğru kullanırsak sorun
yaratmaz. Bu yüzden halen söylüyorsunuz. Bilim iktidar ilişkisi aşılmıyor. Bu sebeple
iktidara bulaşmış bilim, sendeki çok doğal özellikleri yok sayabiliyor. Bak sen rüya
görüyorsun, duyguyu yaşıyorsun vücutsal yapında duygu doğal olarak var. Anatomi ve
diğer bilimleri de tartışacağız. Onların bile kuruluşu iktidar sistemine hizmet eder şekilde
kurulmuş. Diyorsun ki düşünce nasıl oluşur? Ve sana beynin mutlak hâkimiyetinde bir
açıklama yapıyor. Aslında yönetime hizmet eder tarzda açıklıyorlar. Anatomi ise
düşüncenin nasıl oluştuğunu yüz yıl önce bulmuş. Ama dile getirmiyor. Bak şu anda
genetik bilimlerde öyle ilerlemeler var ki, birçoğunu din sakıncasından dolayı dile
getirmiyorlar. İşte bak kuantum fiziğinde müthiş bir gelişme var. İstersek bu gelişmeyi
özgürlükçü düşünceleri geliştirmek için kullanırız. Eğer biz geliştirmezsek, başkaları başka
şeyler için kullanacaklar. Toplumu daha iyi yönetmek için ezenler ne yapıyor? Bio-iktidarı
derinleştirmek için kullanıyorlar. Şu anda neredeyse sömürülmemiş duygumuz kalmamış,
içine girilmemiş duygumuz kalmamış. Halen ikisini de bir araya getiremiyoruz. Ezenler de
böyle kullanıyor ve bu alanda uzmanlaşıyorlar. Bu nedenle bilgiyi tekrar kendimizin
kurması gerekir.
56
Doğal felsefe üzerine bizim dışımızda da çeşitli tartışmalar var. 1970’den bu yana ele alan
yazarlar var. Bazıları biraz daha sistemli yapıyorlar, bazıları biraz daha dağınık. Bazı
hareketler aynı hemen-hemen bizim gibi düşünüyorlar. Ama paradigmasal olarak Önderlik
gibi sistemli ve düzenli değil. Yaşamla bütünleştirip o düzeyde ele alan değil. Mesela
Boockhin’in 100/120 sayfalık bir kitabı var. Toplumsal ekolojiye çok ağırlık veriyor. Onun
üzerinden felsefesini oturtuyor. Mesela Fatmagül Berktay var. Tavsiye ederim, arkadaşlar
okusunlar. Direkt Önderliğin belirttiği bu paradigmasal felsefi bakış açısıyla kadın
özgürlüğü ve cinsiyetler üzerine yazıyor. Yani bu felsefeyi uyguluyor. Ayrıca hareket olarak
EZLN bize çok yakındır, iktidara karşıdırlar. Kadın özgürlüğünü bizim gibi cinsiyetler
özgürlüğünün kaldırılma halkası olarak ele alıyorlar. Mesela demokratik sosyalizmi, yani
kamusal sosyalizmi savunuyorlar, felsefi bakış açıları benzerdir.
Felsefede evrenin yaratılışına kadar tartışmalar oluyor. Ama bazı şeyleri bilim
kanıtlayamıyor, bundan dolayı kategori olarak ayrıdır. Ve hepsine ihtiyaç duyulur, bilimi o
nedenle mutlaklaştırmıyorlar. İşte mesela bakalım; ‘Ben evrenin şöyle oluştuğuna
inanıyorum,’ şeklinde yorum yapıyorsun. Bu felsefedir ama bilim bunu kanıtlayamıyor.
Belki de bilim bunu kaç yıl sonra kanıtlayacak ama bu insanın özgür düşüncesine engel
değil ki. Her şey bilimsel olmak zorunda değildir. Düşüncenin bazı kalıplarını bilim
açıklayamayabilir. Bu kullanılmaması gerektiğini göstermez.
Şimdi doğal felsefeye geçelim, biraz anlatalım. Eleştirilen eski felsefeyi anlattık. Tekrar
anlatmakta fayda var, başa dönelim. Tekrar en başa dönüp felsefe nedir diyelim. Acaba
tanımı için hangi kavramları terk etmeli hangilerini terk etmemeliyiz? Bence yaptığımız
tanımlamaların, halen büyük bir çoğunluğu geçerliliğini koruyor. Yani insanı, doğayı,
evreni anlama, tanıma çabası, bu konuda bakış açısı oluşturma, kendi deneyimleri
üzerinden bir bakış açısı oluşturmak, buna dayalı bilgi deneyimi önemlidir. Ama ek
yapacağım şu; Önderlik felsefenin yeni bir sosyal bilim olmasını istiyor. Bakın
karıştırmayın, bilim olmasını demiyor. Pozitif bilim demiyor. Sosyal bilim olmasını istiyor.
Yani sosyoloji gibi bir bilim olmasını istiyor. İnsanlığın evrenin yorumlama gücüne
kavuşturulmasını istiyor. Niye bunu istiyor Önderlik? Toplumun yeniden kuruluşu için,
iktidarın yeniden yorumlanıp sınırlandırılması için felsefenin yeniden devreye girmesini
istiyor. Bu nedenle sosyal bilim niteliğinde dile getiriyor. Savunmalarda Önderlik şöyle
değerlendiriyor: ‘Sosyal bilim olarak felsefe tıpkı doğuş sürecindeki gibi bir rolü
günümüzde de oynamalıdır,’ Toplumsallaşmanın başındaki felsefenin, bireyleşmeye,
bireyselleşmeye, toplumsallaşmaya çok büyük katkısı olduğunu söyledik. Felsefenin
Yunanlıların ilk dönemlerinde bile ilk doğa felsefecileri yolu ile aslında özgürlükçü bir çıkış
olduğunu, hatta onların sentezlediği Mısır felsefesinin, Zerdüşt, İbrahim felsefesinin Doğu
ve Uzakdoğu felsefelerinin hepsinin sentezi yapılarak Yunanlıların ilk felsefelerinin
özgürlükçü olduğundan bahsettik ve bu felsefenin özgürlük arayışını kapsadığını belirttik.
Bu felsefenin kendini doğadan ayırmayarak, ben kimim sorusunu sorarak bir arayış
gerçekleştirdiğini söyledik. Bu anlamda işte Önderlik o ilk dönemi derken, bunu ifade
etmek istiyor. O zaman doğal felsefeyi, doğal diyalektiği, Apocu felsefeyi veya sınıflı
felsefenin olmayan yorumlarını böyle tekrar yorumlamalıyız. Felsefeyi bu şekilde sosyal
bilim olarak ele almalı, geliştirmeliyiz. Böyle bir bakış açısı edinmeliyiz.
Acaba o halde doğal felsefe daha çok madde ve düşünce ayrımı üzerinde mi uğraşmak
zorunda? Yoksa bundan daha önemli soruları olabilir mi? Acaba evrenin oluşumu, doğanın
hareketi, bunun içerisinde toplum ve insanın hareketi daha geniş olarak ele alınırsa bu
daha doğru olmaz mı? Bunu saptıran özellikler olarak iktidarın özellikleri bunun varlığı
oluşturan yanları saptıran yanları aynı oranda toplumsallaştıran, bireyselleştiren ve
özgürleştiren yanları, özgürlükten uzaklaştıran yanları, sonra bütün toplumsal süreçlerin
güçlerin sınıfların oluşur mu? Özgürlüğe yakınlığı ve özgürlükten uzaklığı şimdi doğa
57
felsefesi, bunu daha fazla ele alsa daha doğru olamaz mı? Önderlik bunu yapıyor. Bunun
içerisinde bir bölüm olarak varlık koşulları olarak madde ve düşünceyi tekrar tartışacağız.
Önderlik de tartışıyor. Önderlik canlıcılık meselelerini bütün toplumu, bütün maddeleri
içerecek şekilde tartışıyor. Sonra bunların çok köklü bir özgürlük yorumunu yapıyor ve
varlığın oluşumunu tekrar tartışıyor. O nedenle aslında Önderlikteki tartışma ne
olduğumuz, nereden geldiğimiz, kendimizi bilmemizin yöntemi Önderlik felsefesinin
temelini oluşturuyor. Önderlik bu konuda yorumlar yapmaya başlıyor. Mesela kozmos
diyor, kuantum diyor. Kozmosla en genel yorumu ele alıyor. Felsefe, teori dâhil en son
bilimsel verileri alıyor. Felsefi harmanlamasını yapıyor. Ve biz kimiz sorusuna cevaplar
aramaya başlıyor. Verdiği bir cevapta, biz mikro kozmosuz diyor. Evreni anlamak
istiyorsanız, en küçük yapı taşı olan insandan anlayabilirsiniz diyor. Yani sorularına
cevaplar vermeye başlıyor. Bu anlamda Önderliğin soruları, cevapları idealist ve
materyalist felsefeyi kapsayacak şekilde aşıyor. Onun için doğal felsefe daha köklü
sorularla uğraşmaya başladı, çünkü zaten bunların bölünmesi, uygulanması yaşanınca
daha köklü bir ele alma başladı. Biraz daha özelleştirirsek doğal felsefe de ben kimim
sorusuna cevap arıyor. Bu soruyu yeniden tartışmak gerekecek ama vereceğimiz cevaplar
değişmelidir. Biz maddeden mi yoksa düşünceden mi geliyoruz? Bizde ruh mu beden mi
birincidir? Bu sefer de bunu mu tartışacağız? Hayır! Bu sefer biz nereden geliyoruz
sorusuna bazen felsefi, bilimsel, kuantumik, duygusal, sezgisel cevaplar aramaya
başlayacağız. Gerçekten biz nereden geliyoruz? Bilmiyorum herkes bu konuda bir şeyler
söyleyebilir. Mutlak bir doğru söylemiyorum. Tek hücrenin geliş kaynağı söyleniyor. Hatta
tek hücrenin sudan olduğu söyleniyor. Önderlik burada farklı bir diyalektikle açıklıyor.
Evrenin oluşumunu varlık yokluk çelişkisi üzerinden açıklıyor. Yani varlık yokluk
düalizmini, yani doğal düalizmin üstünlüğünü değil diyor ki en genel anlamıyla varlık
yokluk karşısında bir dirençtir. Evreni bu şekilde izah etmeye başlıyor. Biraz daha ben
kimim sorusuna götürerek kendini tanıma üzerinden evrenden sonra doğa ile ele almaya
başlıyoruz. Yani ilk moleküler yapının nasıl olduğunu, ilk hücrenin nasıl olduğunu, evrenle
ilişkisi, hatta evrenin nasıl oluştuğu tartışmaları üzerinden daha yakın bir şekilde bizim
doğadan geldiğimizdir. Şimdi doğa felsefesi bunu uzun-uzun yorumluyor. Önderlik diyor
ki, insan doğanın akıllı bir uzantısıdır. Bunun için insan doğaya üstün değildir. İnsan
doğadan ayrıştığı kadar farklılaşmıştır. Farklılaştığı kadar, yeteneklendiği kadar
sorumlulukları vardır. Ve hiçbir şekilde insanla doğa arasındaki çatışma doğru değildir.
Özellikle bunun iktidarlaşması hiç doğru değildir. Çünkü insan doğayı içinde taşıyarak
gelir. Doğadan özgürlük alır. Daha sonra akıllı bir tür olarak gelişmesiyle de doğaya birçok
şey verir. İnsan düşüncesinin doğaya kattığı çeşitlilik çok müthiştir. Bunun aynısı canlı
türleri için de geçerlidir. Mesela insanı doğasal bir varlık olarak düşündüğümüzde hiçbir
şeyi cansız olarak göremezsiniz. Bu, Önderlikteki cansız madde yoktur anlayışıdır. İlla ki
canlı dediğimizin insan gibi etli, canlı, kanlı olması gerekli değildir. Bu bizim
yorumumuzdur. Buna göre canlı dediğimiz insan, hayvan, bitki ve mantardır. Şimdi
Önderlik diyor ki, öyle bir şey yoktur. Oluşum diyorsanız oluşum, sezgisellik diyorsanız
sezgisellik kendi hareket kanunları diyorsanız kendi hareket kanunları şeklinde bütün canlı
ve cansız ayrımını yapmadan, bütün doğanın organik bir yapı olduğunu görürsünüz.
Hatta Önderlik evreni insanın nefes alış verişi gibi açılıp kapandığından bahsediyor. Hatta
diyor ki, evrende mi nefes alıyor? Burada Önderlik idealist olarak evreni bir insana
benzeştirmiyor. Ama canlılık kavramını Önderlik doğasal olarak genişletiyor. Biz tür olarak
da farklılaşmaya başladıktan sonra bir tanımlama geliştirmişiz. İnsan türünün gelişimi
yaşanmış. Ama uzun süre insan türü ayrışma yaşamasına rağmen, üstünlük kurmamış.
Çatışmış, yenilmiş, sel felaketlerine uğramış, hatta insanlar birbirini yemiştir. Zaten bunlar
çelişki ve çatışmalardır. Ama iktidar gibi sistemli, bilinçli, bazı üretim araçlarına dayalı
yapılmamıştır. Hiçbir zaman mesela sınıfsallaşmaya kadar iktidara dayalı doğa sömürüsü
yapılmamıştır. Bu aradaki insan ile doğanın bütün ilişkisi farkındalık ve bir aradalığa
58
dayanır. Bütün türlerde hemen-hemen yaşandığı gibi yani tür olarak ayrışıyor, hatta
yetenekleşiyor da. Ama bunu üstünlüğe dönüştürmüyor. Aynı doğa ile ilişki ve kopuş
biçimi toplumsallaşmasını geçecek.
Bunun daha iyi anlaşılması için burada kadın devreye giriyor. Doğal felsefe zaten kadınsız
anlatılamaz. Ana ve etrafındaki toplumsallaşma ilk kendinde farkındalık olmasına rağmen,
kendisini hiç doğadan ayırmıyor. Hatta onun bir uzantısı olduğunu bilir, bundan dolayı
üstünlük kurma yarışına girmiyor. Bu ilişki biçimi toplumsallaşmasına karakter verir. Yani
kadın baştan beri toplumsallaşmada şu ilkeyi oluşturur. Başka türlerden farklı olduğunu
anlar, fakat onlara karşı üstünlük ihtiyacı duymaz. Yeteneğinin farkına varma, bunu
eşitlikçi, adaletçi, özgürlükçü bir toplum sistemi olarak kurma hâkimdir. Yoksa iktidarcı
değildir. Özellikle geldiği kaynakları kurutma değildir. Mesela hiçbir zaman üstünlük
sağlamaz. Tesadüf değil, halen Amargi deniliyor. Anaya dönüş, özgürlüğe dönüş,
özgürlükle anaya dönüş birdir. Doğaya halen toprak ana denir. Hiç kimse toprak baba
demez. Bu tesadüf değildir. O dönemden kalma kavramsallaştırmalardır. Toplumsallaşma
da böyle gelişir. O nedenle kadında insanlara üstünlük kurayım düşüncesi yoktur. Herkesi
yaşama katma düşüncesi hâkimdir. Bunun organizasyonunu da yapalım demiştir. Buna
gönüllü otoriterlik diyorlar. Yani yönetim olgusu doğru ama iktidarcı olmayan bu gönüllü
otoriterliktir. Toplum organizasyonunu bununla sağlıyor, bu çok önemlidir. Ekolojik denge
kurulmuş, ekolojik ilke işlemiştir. Doğadan gelirken eşitlikçi özgürlükçü gelmiştir. Aynı
sistemi kendi içinde de kurmuştur. Bu sistem de dışarıya eşitlik ve özgürlük getirmiş. Zaten
ekolojik dengeyi bozduk, sonra sınıfsallaşmayı başlattık, daha sonra bu dışarıya da yansıdı.
Aynı ilişki biçiminin çok muazzam şekilde türler arasında da olduğu söyleniyor ve insanın
da türlerin evrim sürecinin son halkası olduğu söyleniyor. Bu anlamda üstün bir halka
değildir. Son bir halka, akıllı bir halka ve hatta insanın genel olarak türlerin evrim
sürecinde toplumsal bir ürün olduğu ve tüm türlere karşı sorumlu olduğu söylenir.
Özellikle akıllı olduğundan dolayı söyleniyor. Sömürge üstünlük denilmiyor.
59
Download