1 İçindekiler Peygamberimizin Hz Aişe’ye tokat atması ve Hz. Zeyneb evliyken onu görüp beğenmesi doğru mudur? ...............................................................................................................................3 Haya imandandır, hadisi ne demektir? Hayasız olanlar neden cehennemdedir? .....................5 Kura çekmenin dinimizdeki yeri nedir; üç defa kura çekmek sünnet midir? ............................6 Hatalarla dolu zulümlerle dolu bir yönetimde halk ayaklanabilir mi?......................................7 "Alimlerin mürekkebi Şehidlerin Kanından değerlidir" rivayeti sahih midir? ........................8 Anne rahminde çocuk mudğa safhasındayken kaç santimetredir? Ayetin bilimsel açıklaması var mı? ..........................................................................................................................................9 Savaş esirleri müslüman olursa serbest kaldığı doğru mudur? ...............................................11 Cariyelere sağ elin mülkü denmesinin sebebi nedir? ...............................................................12 Doğru bilgi hakkında Gazali ve Bediüzzaman’ın düşünceleri nelerdir? .................................13 Ortaçağ İncillerinde "Dünya düz bir tepsidir" ibaresi yer alıyor muydu? ..............................14 2 Peygamberimizin Hz Aişe’ye tokat atması ve Hz. Zeyneb evliyken onu görüp beğenmesi doğru mudur? - Hz. Aişe’den rivayet edilen hadis sahihtir. Burada Hz. Aişe, Resululllah’ın bu hareketlerini garipsediği için arakasına düşmüştür. Zihninde iki ihtimal olabilir. Birincisi: Hz. Peygamberin bu gece karanlığında, böyle yavaşça evden çıkmasının ilahi bir hikmeti olabilir düşüncesiyle bunu bilmeyi merak etmiş olabilir. İkincisi: Bir insan olarak Hz. Aişe, Hz. Peygamberin eşlerinden birinin yanına gitme ihtimalini düşünmüş olabilir. Hadiste yer alan “Ey Aişe! Allah'ın ve Rasûlünün sana haksızlık edeceğini mi zannettin?” ifadesi, efendimizin bu ikinci ihtimal üzerinde durduğunu göstermektedir. Ancak asıl konu olan birinci ihtimali de (Cebrail’in kendisini çağırdığını söyleyerek) açıkça beyan etmiştir. İlgili hadisin meali şöyledir: Hz. Ayşe validemiz anlatıyor: "Peygamber (asm), yanımda kalması gereken bir gece geldi ve ridasını çıkardı, ayakkabılarını çıkardı ve onları ayak tarafında bıraktı. İzarının bir ucunu yatağına açtı ve yanı üzere yattı. Fazla zaman geçmeden o benim uyuduğumu sandı, yavaşça ridasını aldı, yavaşça ayakkabılarını giydi, (yavaşça) kapıyı açtı ve çıktı. Sonra kapıyı yavaşça kapattı. Ben de örtümü başımın üzerine saldım, başımı da örttüm. Sonra izarım ile de kapandım. Sonra onun izinden yola koyuldum. Nihayet Baki mezarlığına geldi. Uzunca ayakta durdu. Sonra üç defa ellerini kaldırdı, sonra yana saptı, ben de yana saptım. O hızlandı, ben de hızlandım. Koşmaya başladı, ben de koştum. Daha da hızlı koşmaya başladı, ben de daha da hızlandım. Onu geçtim, içeri girdim. Daha henüz uzanmıştım ki o da içeri girdi. Ne oluyor ey Ayşe, göğsün inip kalkıyor, karnın da şişmiş bulunuyor. Anam-babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü dedim ve ben de ona (durumu) bildirdim. O benim önümde gördüğüm karartı sen miydin dedi. Ben evet dedim. Göğsüme vurdu. Sonra şöyle dedi: Allah'ın ve Rasûlünün sana haksızlık edeceğini mi zannettin? Ayşe dedi ki: İnsanlar her neyi gizlese Allah onu bilir. O evet (diye buyurdu). (Devamla) buyurdu ki: O gördüğün vakit Cibril bana geldi, bana seslendi. Sesini senden gizledi. Ben de ona karşılık verdim. Ona verdiğim karşılığı da senden gizledim. Sen buradayken yanına girmezdi. Çünkü elbiselerini çıkarmıştın. Ben senin uyuduğunu sanmıştım. Seni uyandırmak hoşuma gitmedi ve yalnızlıktan korkacağından çekindim. Cebrail bana dedi ki: Rabbin sana Baki'dekilere gitmeni onlar için mağfiret dilemeni emrediyor. Peki ey Allah'ın Rasûlü nasıl söyleyeyim diye sordum. Şöyle buyurdu: “De ki: ‘Selam size ey müminlerin ve müslümanların diyarında bulunanlar. Allah bizden önden gidenlere de, geriye kalanlara da rahmet buyursun. Bizler de -inşaallah- size elbette yetişeceğiz’" (Müslim, Cenaiz 103; Ahmed, Müsned, 6/221) 3 - Hz. Peygamberin Hz. Zeyneb ile evlenmesinin bir gerekçesi olarak bazı kaynaklarda yer alan “Hz. Zeyd ile evli iken evinde görüp ondan etkilendiği”ne dair bilgi doğru değildir. Nitekim, İbn Kesir, bazı tefsir ve hadis kaynaklarında yer alan bu bilgilerin doğru olmadığını belirterek bunlara yer vermemiştir. (bk. İbn Kesir, Ahzab, 33/36-37. ayetlerin tefsir) İbn Aşur’un da belirttiği gibi, Hz. Zeyneb Hz. Peygamberin halasının kızıdır. Kendisi istemediği halde, Hz. Peygamberin tavsiyesi üzerine Hz. Zeyd ile evlenmeyi kabul etmiştir. “Allah ve Resulü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın müminin, o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab, 33/36) mealindeki ayette bu hususa vurgu yapılmıştır. Hz. Peygamber’in halasının kızı olan Zeyneb’i daha önce görmemesi mümkün değildir. Bu sebeple (soruda işaret edilen) söz konusu kıssaların hiç bir sahih mesnedi, hiçbir sağlam senedi yoktur. Çoğu mesnetsiz yorumlardan ibarettir. (bk. İbn Aşur, Ahzab, 33/36. ayetin tefsiri) Allah bu evliliğin gerekçesini açıkça şöyle beyan etmiştir: “Zeyd eşini boşayıp onunla ilişkisini kestikten sonra, Biz onu sana nikâhladık ki, bundan böyle evlatlıkları, eşleriyle ilişkilerini kestikleri, onları boşadıkları zaman, o kadınlarla evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri her zaman gerçekleşir.” (Ahzab, 33/37) Kur’an’da bu gerekçe açıkça ortada iken nübüvvetin şanına yakışmayan kıssalara itibar etmemiz elbette mümkün değildir. -Şunu da belirtelim ki, dinsizler tarafından en çok konuşulan Hz. peygamberin, Hz. Zeyneb’le evlenmesi mevzuu, -bize göre- başlı başına bir mucizedir. Çünkü, Arapların soyluluğa çok önem verdiği, kölelere hiç değer vermediği bilinmektedir. Hz. Peygamber(a.s.m) halasının kızı Zeynebi, -o istemediği halde, sırf Hz. Peygamber(a.s.m)’i kıramadığı için, “evet” dediği- azatlı kölesi Zeyd’le evlendirmesi, Zeyd’in boşamasından sonra kendisinin onunla evlenmesi, özellikle “insanların evlatlık aldıkları kimseyi kendi çocuğu olarak telakki ettiği” bir bölgede bunu yapması, başlı başına bir mucizedir. Kur’an’ın da işaret ettiği gibi, kendisi böyle bir sahnede yer almayı asla istemediği için, Zeyd’in boşanma isteğini hep geri çevirmiş, sabır tavsiye etmiştir. Üstelik, Kur’an’da onun bu endişesine de işaret edilmiştir. Bütün bunları alt altta, üst üstte koyun ve insanların en akıllısı, en onurlusu, en hikmetlisi, en şereflisi, en saygını, dostları kadar düşmanları da en çok olan Hz. Muhammed (a.s.m) gibi afif ve nezih bir insanın kendi isteğiyle böyle dostlarını üzen, düşmanlarını sevindiren bir sahnede rol alması düşünülebilir mi? Ama realite, bu sahnede yer aldığını göstermektedir. Demek ki, bu işler onun isteği dışında, yukarıdan gelen emirlerin bir sonucu olarak cereyan etmiştir. Bu ise, onun hak peygamber olduğunun belgesidir. Tabii ki düşünebilenler için.. 4 Haya imandandır, hadisi ne demektir? Hayasız olanlar neden cehennemdedir? Haya, yapılması veya yapılmaması çirkin görünen ve ayıplanan şeylerden kişiyi uzak durduran bir duygudur. Bu da her hak sahibinin hakkını vermek anlamına gelir. Buna göre, kişinin Allah’a karşı, insanlara karşı, kendi nefsine karşı, meleklere karşı, hatta diğer varlıklara karşı da hayanın kullanım alanı ve farklı dereceleri vardır. O halde, haya Allah’ın bütün emir ve yasaklarına riayet etmeyi ön gören bir duygu olarak, gerçek anlamda kişide tahakkuk ederse gideceği yer cennettir. Böyle bir duygu kalbi yumuşatan, incelten, yerine göre sızlatan bir özelliği vardır. Haya konusunda kişinin kalbinin katı olması demek, Allah’tan da insanlardan da utanmayan ve dolayısıyla istediğini yapmaktan çekinmeyen anlamına gelir. Böyle bir kimsenin kalbi, bazı konularda çok yufka da olsa, örneğin çoluk-çocuğuna, arkadaşlarına çok düşkün de olsa, burnu sızlayıp ağlasa da, Allah’ın ve kulların hakkını vermediği sürece İslam terminolojisinde yine de katı demektir. Her ahlakın çekirdeği itibariyle söz konusu olduğu gibi, hayanın da yaratılıştan var olan tarafı yanında, insanların sonradan kazandığı tarafı da vardır. Hadiste yer alan ve imandan olduğu bildirilen haya, insanların kendi iradeleriyle, gördükleri İslami eğitim ve terbiye ile kazandığı hayadır. Kalbi katı olanın cehennemde olması: kişinin Allah’ın, insanların ve kendi nefsinin hakkını vermeyecek derecede hayadan uzak olması ve dolayısıyla katı bir kalbe sahip olması anlamına gelir. Bizim gördüğümüz hadisin Türkçesi şöyle de olabilir: “Haya imandandır, iman ise cennettedir. Beza (hayasızlık, küfürbazlık) ise cefadandır (kötü huydan, ahlaksızlıktandır). Cefa ise cehennemdedir.” (Zevaid, h. no: 12706) Diğer taraftan Peygamberimiz (asm); “Her dinin bir ahlakı vardır; İslam’ın ahlakı da hayâdır.” (İbn Mace, Zühd, 17), “Hayâ imandandır.” (Buhari, İman, 16), “Hayâ bütünüyle hayırdır.” (Müslim, İman, 61), “Hayâ sadece hayır (iyilik) getirir.” (Buhari, Edep, 77) ve “Dört haslet peygamberlerin sünnetindendir. Hayâ, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmektir.” (Tirmizi, Nikah,1) buyurmak suretiyle hayânın; müslümanların en belirleyici ahlaki nitelikleri ve değer ölçüleri arasında bulunması gerektiğini ifade etmiştir. Peygamberimizin konuyla ilgili hadisleri; hayânın imanla ilişkisine dikkat çekmenin yanı sıra, onun bütünüyle hayır olduğuna ve her türlü hayra vesile olduğuna vurgu yapmaktadır. İslam alimlerinin; “Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı davranmaktan sakınmak” tanımıyla daha geniş bir anlam kazanan hayâ duygusu, bu yönüyle sadece birey vicdanına bağlı ahlaki bir özellik olarak kalmayıp, toplumsal huzur ve barışa da önemli katkıları olan bir ameldir. 5 Kura çekmenin dinimizdeki yeri nedir; üç defa kura çekmek sünnet midir? 1. Kur'an-ı kerimin Al-i İmran suresi 44. ayeti ile bunun öncesi ve sonrasındaki ayetlerde; çocuk iken Hz. Meryem’in bakımını üstlenme konusunda bir grup insanın kalemlerini (kura araçları) atarak yani kura çekerek bu görevi üstlenme yarışı içine girdikleri ve bu hususun çekişme konusu olduğu, sonunda ilahi takdir gereği bu vazifenin Hz. Zekeriyya’ya nasip kılındığı anlatılmaktadır. Kuraya katılanlar Beytülmakdis’in hizmetçileri veya burada görevli din adamlarıdır. Kura yoluna başvurmanın İslam’da da caiz olduğu sonucuna ulaşan bazı fakihler bu ayeti de delil gösterirler. Ayrıca, Saffat süresi 141. ayetinde de Hz. Yunus'un gemiden atılırken kura çekildiğine işaret edilmektedir. Bununla beraber, önceki şeriatlerde kur'a çekmenin hemen bütün konularda caiz olduğu, ancak Hz. Muhammed'in şeriatinde buna bazı sınırlamalar getirildiği, alimlerin geneli tarafından ifade edilmiştir. Mesela İslamda, bir kişiye bakma ve onu koruyup gözetme işi, kur'a ile değil, akrabalık derecesine göre belirlenmektedir. Bunu ifade eden ayetler vardır. Yunus (a.s.)'ın bindiği geminin ağır yük sebebiyle batma tehlikesiyle karşı karşıya kalması ve gemidekilerden birinin denize atılmasının çözüm yolu olarak görülmesi durumunu anlatan ayette belirtildiğine göre, denize kimin atılacağının tesbiti için kur'a çekilmiş ve kur'a Yunus (a.s.) aleyhine sonuçlanmıştır. İslam'da, aynı durumla karşılaşılması halinde kur'a çekilmeyeceği, çünkü herkesin eşit yaşama hakkına sahip olduğu, hatta, gemide had veya tazir cezasına çarptırılmış bir suçlu bulunsa bile, bu suçlunun dahi denize atılamayacağı ve daha başka çözüm yollan aranacağı görüşü benimsenmiş ve bu hükmün yalnızca Yunus (a.s.)'a mahsus olduğu belirtilmiştir. Kur'a konusunda Hz. Peygamberden nakledilen birçok hadis ve uygulama vardır: Ebu Hureyre'nin naklettiğine göre Hz. peygamber "İnsanlar ezan (okuma)da ve ilk safta ne (kadar fazilet ve sevab) olduğunu bilselerdi ve bunu ancak kur'a ile elde edebilecek olsalardı aralarında kur'a çekerlerdi" buyurmuştur. (Buhari, Ezan, 9, 32; Müslim, Salat, 28; Tirmizi, Mevakit, 52) Yine Hz. Ayşe'nin naklettiğine göre Hz. Peygamber bir sefere çıkacağı zaman hanımları arasında kur'a çeker ve kur'a kime çıkmışsa beraberinde onu götürürdü. (Buhari, Hibe, 15; Müslim, Fedailu's-Sahabe, 13) Diğer taraftan, Medîne'de, Ensar'ın hangi muhâciri iskân edeceği kur'a ile belirlenmiş (Buhârî, Şehâdât, 30, Menâkıbu'l Ensâr, 46), yine bir defasında ezanı kimin okuyacağı konusunda sahabe arasında anlaşmazlık çıkınca, problem kur'a ile çözümlenmiştir. (Buhârı, Ezan, 9) Kur'a çekmek, hakkın ispatı için değildir, kalpleri hoş tutmak ve kırgınlığı önlemek içindir. Kişilerin "hak"larıyla ilgili olan konularda kur'a çekmek caiz değildir. Bu konuda, delillere itibar edilerek karar verilir. Örneğin sokakta bulunan bir çocuğun babası kimdir diye kur'a çekilemez, araştırılır ve delillere göre mahkeme tarafından bir karar verilir. Ancak bir hakkın verilmesinde değil de, bir hediyenin veya ilave bir iyiliğin yapılmasında, ya da bir hakkın nöbetleşe kullanılmasında sırayı belirlemek için kura çekilebilir ve bu durumda kura çekilmesi diğer kişilerin kalbinin kırılmasını da önler. 6 Örneğin şayi hisseli bir arazinin ortaklarının her birinin bu araziden aynı anda yararlanması ve arazinin bölünmesi mümkün değilse, her dönem bu araziyi birisi kullanmak üzere anlaşabilirler ve sırayı belirlemek üzere aralarında kur'a çekebilirler. Dolayısıyla kur'a hakkında genelleme yaparak sünnettir denemez; duruma göre mubah, mendup veya haram olabilir. 2. Kur'anın üç defa çekilmesinin sünnet olduğu bilgisi doğru değildir. 3. Kur'a çekiminin yöntemleri halkın adetlerine göre belirlenir. Ancak kur'a ne kadar hile endişesinden ve kuşkudan uzak olursa o kadar kabul görür. Bir kutudan isim çekmek şeklinde olabileceği gibi başka türlü de olabilir. Hatalarla dolu zulümlerle dolu bir yönetimde halk ayaklanabilir mi? a. Hangi şart ve durumlarda devlete/yönetime, sultana isyan edileceği kurallara bağlanmıştır. Yönetim İslam'dan ayrılırsa isyan farzdır. Yönetim günaha ve zulme saparsa en az zararla ya yola getirilir veya değiştirilir. Gerekçe meşru olur, zarar-fayda hesabı da doğru yapılmış olursa isyana "anarşi, fitne" denemez. b. Devlete göre kendi haklı, halka göre de kendi haklıysa, doğruya nasıl varılmalı? Alimlerden ve uzmanlardan oluşan danışma meclisi (şûrâ, ehlü'l-halli ve'l-akd) bu konuda karar verir. c. İslam dininde yönetim, halkın isteğine göre mi yoksa devletin isteğine göre mi yapılmalı? İslam dinine göre yönetim, şeriatın hükümlerine göre olur; devlet de halk da buna uymakla yükümlüdür. Hükmün ne olduğunu da alimler ortaya koyarlar. Prof. Dr. Hayrettin Karaman 7 "Alimlerin mürekkebi Şehidlerin Kanından değerlidir" rivayeti sahih midir? Söz konusu Arapça açıklamalarda yer alan ve rivayetin zayıflığına dikkat çekilen tahlillerde hadisin durumu zaten görülüyor. Bu açıdan başka söylenecek bir şey yoktur. - Ancak bu hadisin senedi itibariyle zayıf da olsa, manasının doğruluğunu gösteren pek çok örnek verilebilir. Mesela: İslam ümmetinin kabul ettiği dört mezhep imamları, sahabeden ve Mehdiden sonra en yüksek mertebededirler. Bu mertebeleri ilimleri sebebiyledir. - “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) mealindeki ayette ehl-i ilme ve ilim vasfına üstünlük verilmiştir. - Mücadele suresinin 11. ayetinde de “kendilerine ilim verilenlerin” üstün derecelerine vurgu yapılmıştır. - Münavî’nin şu mukayesesi de oldukça önemlidir. Öyle şehitler var ki, onlardan bir tanesi bir çok alimden üstün gelir. Ve Öyle alimler de var ki, onlardan bir tek alim, pek çok şehitten daha üstün gelir. (Feyzu’l-Kadir, 6/466) - Şehitlik mertebesi ancak ilimle tespit edilmiştir. Şehit ancak alimlerden öğrendiği ilimle bu mertebeye talip olur. Peygamberler şehit değil, ilimle peygamber olmuşlardır. Bu açıdan bakıldığında mutlak ilim, mutlak şehitlikten daha üstündür, denilebilir. Ancak, kişilik bazında muvazene edildiği zaman, bazen şehit, bazen alim daha üstün olabilir. İlave bilgi için tıklayınız: Peygamberlikten sonra şehitlerin mi yoksa alimlerin mi mertebesi ... "Alimin mürekkebi, şehidin kanından ağır gelecek." Burada hangi alim... 8 Anne rahminde çocuk mudğa safhasındayken kaç santimetredir? Ayetin bilimsel açıklaması var mı? Cevap 1: Prof. Marshall, ceninin alaka safhasındaki durumunu gösterirken şöyle diyor: Nutfe bir müddet sonra alaka (pıhtılaşmış kan, su sülüğü, asılan nesne), daha sonra mudğa, yani dişle çiğnenmiş görünümdeki et hâline gelir. Mudğa safhasında cenin bir santimetre boyundadır. Meşhur müslüman bilim adamı Zendani’nin bildirdiğine göre, Kur’an ve hadis ile modern bilim arasında karşılaştırma yapmak için, Ekim 1983’de Suudi Arabistan 8. Tıp Kongresi toplandı. Toplantının panelinde "Kur'ân ve Hadiste ilmî mûcizeler" konusu da bulunuyordu. Kongreye 2500 tabip katıldı. Embriyoloji ve Nisaiye sahasında dünya çapında yedi tabip tebliğ sundular, tartıştılar. Üç gün boyunca devamlı surette "Tıp şunu keşfetti, Kur'ân da şöyle diyor" dendi durdu. Ekranda ceninin (embriyo) durumu görünüyor, peşinden âyet ve hadisler geliyordu. Derken, beklenmedik bir hâdise oldu: Hâdiseye şahid olan kongre üyesi Zendani bir taraftan durumu tesbit eden video kasetini harekete geçirirken, diğer taraftan o fevkalâde heyecanlı sahneyi âdeta yeniden yaşayarak şöyle demeye devam etti: "Bu müzakerelerin sonunda Prof. Tataca ayağa kalktı: (Bu zat da kongre çalışmalarında rol almıştı. Kendisi Tayland Çiengmai Üniversitesinde Embriyoloji bölüm başkanıdır. Ülkesine döndükten sonra Tayland'daki üniversitesinde Kur'ân ve Hadisteki ilmî mucizeyi anlatan bir konferans verdi Sonra da bize, işte bu video kasetini gönderdi. Kasette de görüleceği üzere Tataca, konferansının sonunda, kendisini dinleyen üniversite öğretim elemanlarına ve dinleyicilere şöyle diyor:) İşte şimdi şu gerçeği açıklamanın tam yeri ve zamanıdır: Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve Hz. Muhammed de O'nun Resulüdür. Böylece İslâma girdiğimi ilân ediyorum!" Bu konuda geniş bilgi için Prof. Dr. Suat Yıldırım’ın, “İlim Adamları İki Büklüm” (Sızıntı, yıl :6, sayı:69- Tefsir/ Ekim 1984) adlı makalesine bakılabilir. Diğer bir ilim adamı Keith de, Kur’ân’daki nutfe, aleka ve mudğa tâbirlerinin, yâni bu üç safhanın husûsiyetlerinin hepsinin de ilmî hakîkatlerle uygunluğu yanında tıp âlemine büyük bir ışık tutmakta olduğunu da ifâde eder. Nutfe hâli olarak ifâde edilen safha, ilmî araştırmaların bütün özelliklerine sahiptir. Aleka safhası, asılı ve donuk bir kan vaziyetindedir. Ceninin bütün hayat özellikleri, bu pıhtı hâlindeki kanda depolanmıştır. Mudğa ise, çiğnenmiş et demektir. Şekline bakıldığında, onun sanki çiğnenmiş bir et parçası hâlinde olduğu görülür. Âdeta üzerinde diş izleri vardır. Bu araştırmalar neticesinde Keith, Kur’ân ve Hazret-i Peygamber hakkında büyük bir hayranlık duyar ve Kur’ân’ın 1400 sene evvelki bu mûcizesini büyük bir itmi’nân hâli içinde tasdîk eder. Kur’ân’dan öğrendiği bilgileri, Before We Are Born (Biz Doğmadan Önce) isimli kitabının ikinci baskısına ilâve eder. Kendisine: "Bu bilgilerin Kur’ân’da bulunmasını nasıl îzah edersin?” diye sorulunca: “O Kur’ân, Allah tarafından indirilen vahiyden başka bir şey değildir.” cevâbını vermiştir. (Gary Miller, The Amazing Qur’an, s. 34-39) Demek ki bilim adamları Kur’an ve hadislerin Embriyoloji konusundaki terminolojisinden dolayı hayretlerini ifade ediyor ve bir kısmı iman ediyor… 9 Cevap 2: Lisanu’l-Arab’da “Mudga” için “anne rahmindeki canin alaka evresinden çıkıp et şekline dönüşürse, ona mudga denir” ifadesi kullanılmıştır. (bk. Lisanu’l-Arab, MDĞ maddesi) Yani: “çiğnemlik et parçası” yerine yalnız “et” sözcüğü kullanılmıştır. Bu çok doğru bir tespittir. Çünkü Kur’an’ın bu ifadesinin maksadı, insanın anne rahminde geçirdiği evreleri göstermektir. Alaka evresinde rahim duvarina asılı olmakla beraber, biraz da kan rengine benzer (en azından et şeklinin dışında bir konumdadır). İşte ayette “Mudga” kavramıyla ceninin et şeklinde dönüşmesi manasında kullanıldığında şüphe yoktur. Yorumcuların buna “çiğnemlik et parçası” demeleri, onun gerçekten bir lokma olduğu anlamına gelmez. Her bir evrenin süreci günlerce sürer. Bazı hadis rivayetlerinde “40”ar gün olarak belirtilmiştir. Kırk günlük bir sürecin başında bir kaç mm. lik bir et parçasının o evrenin son kısmında “çiğnemlik bir et parçası" denilebilecek kadar büyümesi, 1-2 cm. olması mümkündür. İlginçtir, Lisanu’l-Arab’da Mudğa’nın bir et parçası için kullanıldığına bir delil de, bir hadis rivayetinde Kalb için de “mudğa” sözcüğünün kullanılması gösterilmiştir. (bk. Lisanu’l-Arab, a.g.y/Hadis için ayrıca bk. Kenzu’l-Ummal, h.no:7291) Bu da gösteriyor ki, bu kelime, sadece belli bir hacimde olanı değil, genel olarak bir et parçasını anlatmaktadır. Bir yumruk kadar bir et parçası olan kalbe de mudga denilir; bir mm. veya bir cm. et parçasına da Mudğa denilir. 10 Savaş esirleri müslüman olursa serbest kaldığı doğru mudur? Buhari “Zincirlerle Bağlanan Esirler Babı” başlığı altında verdiği bir hadis rivayetine göre, peygamberimiz şöyle buyurdu: “(Dünyada esirlikle) zincirlere bağlanan, (sonra İslâm'a girip esirlikten kurtularak âhirette) cennete giren bir cemaatten Allah razı oldu." (Buhari, Cihad, 144) Ebu Davud’daki rivayet şöyledir: “Allah zincirlerle bağlı olarak cennete sürüklenen bir toplumdan hoşnut oldu." (Ebu Davud, Cihad,114) Alimler bu hadisi açıklarken şu görüşlere yer vermişler: İnsanlar müslümânlarla harb ediyorlar, esîr düşüyorlar, zincirleniyorlar. Sonra müslümânliğm hakikatini öğreniyor ve kendi istekleriyle müslümân oluyor, cennete giriyorlar. Allah da bunların cennetle mükâfatlanmalarından razı oluyor. (bk. Kastallânî, ilgili hadisin şerhi) Câhiliyet devirlerinde esirlerin elleri, ayaklan zincirlerle bağlanır idi. İslâm'ın ilk devirlerinde Arab'ın ve bütün beşeriyetin bu eski âdeti üzere esîrler zincirlenmiş, İslâm'ın yükselme devri girince bu kaldırılarak "İslâm medeniyetinde esîr almak, esîr olmak" derecesine yükselmiştir. Buna göre, esir alınmış ve zincire (hakikaten veya mecaz olarak esaret zincirine) vurulmuş bazı kimsler, İslam’ın hak olduğunu idrak etmiş ve imana gelmişler. Bunların önce zorla esir alınmaları onların hoşlarına gitmemiş olduğundan, sonradan bu sayede müslüman olup cennete girmeleri, “bir zorlama, onların iradelerinin dışında vuku bulmuş bir olay olarak” değerlendirilmiştir. (bk. İbn Hcaer, Fethu’l-Bari, ilgili hadisin şerhi) İslam’da prensip olarak, esir alınanlar maslahata göre, devlet tarafından öldürülebilir, bir fidye karşılığında veya bir karşılık olmaksızın serbest bırakılabilir. Detaylarda mezhepler arasında farklı görüşler vardır. Ancak, bir esir müslüman olduktan sonra asla öldürülemez. Yukarıdaki hadis rivayetlerinden de bu mesajı almak mümkündür. (geniş bilgi için bk. V. Zuhayli, el-Fıkhu’lİslamî, 6/469-475) 11 Cariyelere sağ elin mülkü denmesinin sebebi nedir? Sağ elin mülkü diye belirttiğiniz sözcük, Arapçada bir kavram olarak kullanılır. İster cariye ister köle olsun, kölelik statüsündeki olan kimselerin efendisine olan aidiyetinin ifade etmek üzere: “Mülkü’l-Yemin” kavramı kullanılır. Aslında bu deyim, Kur’an’dan alınmıştır. Örneğin: Müminun suresinin 6. ayetinde cariyeler için “Ev ma meleket eymanüküm-Sağlarınızın/sağ ellerinizin sahip olduğu” ifadesi kullanılmıştır. Nur suresinin 31. ayetinde ise, köleler için “Ev ma meleket eymanuhünnekadınların sağ ellerinin sahip olduğu.." ifadesine yer verilmiştir. Bu sebeple, “Mülkü’l-Yemin” kavramı için yapılan “sağ ellerin sahip olduğu” şeklindeki tercüme de tam doğru değildir. Çünkü, bu tercüme terkipteki iki Arapça kelimenin sözlük anlamlarına göre yapılmıştır. Halbuki, bu bir ıstılahtır/deyimdir/ kavramdır; tercümesi de ona göre yapılmalıdır. Nitekim meallerde genellikle bu deyim yerine göre “Cariye”, yerine göre de “köle” olarak tercüme edilmiştir. Sağ el tabiri her iki el için de kullanılır. Sağ el -insanlar arasında- daha kuvvetli ve daha şerefli kabul edildiği için, insanın bir şeye sahip olduğu ifade edilirken, Arapça’da genellikle “sağ el” tabiri kullanılır. Onun için köle-cariye için bu ifadeyi “sağ elin/ellerin..” yerine “elin/ellerin sahip olduğu” veya “ellerinin altında bulunalar” şeklinde ifade edilmesi daha uygundur. Mesela: Suat Yıldırım hocanın meali şöyledir: “Onlar mahrem yerlerini günahlardan korurlar. Yalnız eşleri ve cariyeleri ile ilişki kurarlar. Çünkü bunu yapanlar ayıplanamazlar.” (Müminun, 5-6); “ellerinin altında bulunanlar (köleler).” (Nur, 31) Elamlılı Hmadi Yazır’ın meali şöyledir: “Ancak, eşleri ve sahibi bulundukları cariyelerine karşı durumları başka; çünkü bunlarla ilişkileri yüzünden kınanmazlar.” (Müminun, 5-6) Süleyman Ateş’in meali: “yahut ellerinin altında bulunan(köle)lerine.” (Nur, 31) Diyanet meali: “Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu (câriyeleri) hariç.” (Müminun:6); “ellerinin altında bulunanlar (köleleri).” (Nur, 31) Özetlersek: “Mülkü’l-yemin” Kur’an’dan istihraç edilen bir ıstılahtır. Özellikle köle ve cariyelerin sahiplerine olan aidiyetlerini, efendi/hanımefendilerinin onlara olan malikiyetlerini ifade eder. 12 Doğru bilgi hakkında Gazali ve Bediüzzaman’ın düşünceleri nelerdir? İmam Gazali ve İmam Bediüzzaman’ın bu konudaki görüşleri diğer İslam alimlerinin büyük çoğunluğunun görüşlerine uygundur. Bu konuda, bilginin temel unsurları olan ve bu bilginin bize ulaşmasını sağlayan “doğru bilginin” yollarının tespiti önem arz etmektedir. Doğru ve kesin bilgi yolları üçtür: a) Havass-ı selime denilen sağlam duyu organlarıyla idrak edilen bilgi. Gözle gördüğümüz bir ağaç, kulağımızla işittiğimiz bir ses buna örnek olabilir. b) Akl-ı selim denilen donanımlı bir altyapıya sahip fikir ve düşünce sistemiyle algılanan bilgi. Akl-ı selim, vahyin ışığında terbiye görmüş, ilimle ve irfanla donanmış, objektif bir perspektif kazanmış bir düşünce sisteminin adıdır. c) Haber-i sadık denilen yalan olma ihtimali bulunmayan bir kaynaktan gelen bilgi. Bu sadık haberlerin başında Allah’ın indirdiği vahiyler ve mütevatir hadisler gelir. Bu üç bilgi edinme yolu, alimlerin ittifakıyla doğru bilginin tespit yollarıdır. Bunun yanında alimler arasında tartışmalı da olsa, doğru bilginin iki yolu daha vardır. Bunlardan biri, ilham, diğeri ise, kalbe aniden gelen ve fikrin sürat-i intikalinden ibaret olan hads-i sadıktır. Bu ilham nevinden bir sezgidir. 13 Ortaçağ İncillerinde "Dünya düz bir tepsidir" ibaresi yer alıyor muydu? İncilin, -eski-yeni arasında kalan- durumunu şu anda muvazene edecek durumda değiliz. Ancak şunu biliyoruz ki, İncil mensubu olan kilise adamları güneş merkezli bir dünyayı kabul etmiyorlardı. Bilindiği üzere, Galileo, kendisinden önce Copernicus'un öne sürdüğü güneş merkezli evren kuramını benimsemiş ve bu nedenle Vatikan kilisesi tarafından iki defa yargılanmıştır. Kilise dünya merkezli bir evren anlayışını savunuyor ve Copernicus teorisini dine/İncil’e aykırı buluyordu. 1614'te ilk mahkemesinde bu bilim adamının ilgili görüşlerini yayması ve öğretmesi yasaklanmış, 1632-33'de yazdığı bir kitap nedeniyle yargılanması sonucu ömür boyu ev hapsine mahkum edilmiştir. Bu olaylar nedeniyle Galileo tarihte bilim ve din çatışmasının bir sembolü haline gelmiştir. Yetmiş yaşında hapsedilen Galilei’nin gözleri kör oldu ve 1642 yılında hapiste öldü. Bu tarihi olaya baktığımızda, papazların güneş merkezli bir dünyaya inanmamalarının sebebi, bunun dine aykırı olmasıdır. Dinin kaynağı İncil olduğuna göre, İncil’de böyle bir ifadenin olduğunu /veya en az böyle bir yoruma müsait bir ifade tarzının olduğunu akla getirir. 14