TᅢワRKᅣᄚSTAN VE ᅢヨTESᅣᄚ: Gezdiklerim, Gᅢᄊrdᅢᄐklerim

advertisement
TÜRKİSTAN
VE
ÖTESİ
Gezdiklerim,
Gördüklerim
FARUK ARSLAN
1
12 Nisan 1969'de Ankara'da doğdu. Aslen Çorumludur. 3 yıllık GATA Sağlık Astsubay
Hazırlama Okulu'ndan mezun oldu. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü
bitirdi. Hazar'ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997'de ‘Uluslararası Hukukçu’ unvanını
kazandı. Kanada’da Centennial College'den 2008’de ‘Sosyal Toplumcu’ diplomasıyla mezun
oldu. Toronto’da York Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümünde yüksek eğitim gördü ve
2011’de tamamladı.
Arslan, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti. Hazar'ın enerji
rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı basında
yayımlandı. Azerbaycan Zaman gazetesinde muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe yazarlığı
yaptı. CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. 2 yıl süresince Türkiye'de yayımlanan
Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı. Azerbaycan'da yayımlanan ilk çocuk
gazetesi Tomurcuk'un kurucularından oldu. Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar
Ankara'da diplomasi, dış politika ve enerji muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan Zaman
gazetesine yönelik özel araştırma dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı.
Azerbaycan Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği ve Kanada Etnik
Gazeteciler Derneği üyesidir.
2000-2001’de Kanada’da Zaman gazetesi temsilciliği görevini üstlenirken, Toronto muhabiri
olarak çalıştı. Kanada Türkleri’nin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi Sunrise'ı kurdu ve
bir yıl boyunca editörlüğünü üstlendi. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla
sırasıyla Gündüz, Muhalif, Gelecek gazetesi, Hür Gelecek gazetelerinde ve 2009’dan beri
Milli Ocak’ta köşe yazısı yazdı. 2004 yılında Metafizik Magazin dergisinde yazıları
yayımlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin tirajla yayımlanan ve ücretsiz dağıtılan Canada
Türk’te 2006’dan beri köşe yazısı yazıyor. 2000’den beri ise, internet medyasında aralıksız
köşe yazılarıyla haberciliğini sürdürüyor. Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve
Türkiye vatandaşı olarak Kanada’da gazetecilik yaşamına devam ediyor. Arslan, iyi derecede
İngilizce, Almanca ve Azerbaycan Türkçesi biliyor.
Yayımlanmış Eserleri:

Matrix’in 11 Eylül Kurgusu

Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları

Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu

Petrol Satrancı veya Hazar’da Petrol Kurdu

Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada

Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi

Keşmir’de Hz. İsa Efsanesi

September 11 Fiction of Matrix (English)

Vadi’nin Şifresi Çözülüyor veya Kurtlar Vadisi Fenomeni

Esra’rlı Sosyolojik Tahliller

Karakutu Ergenekon’un Karanlık İsmi: Tuncay Güney

Mason Bektaşiler

Eşekler Sınıfı: Askeri Okulda İrtica Paranoyası

İlk Muhacirler Azerbaycan

Kanadalı Müslümanlar, Mühtediler, Türkler

Narratives on Canadian Muslims, Reverts, Turks (English)

Tevhid Havarisi Barnaba

Sociological Writings in the Canadian Perspective (English)

Merchant Splitting and Processing Plant: Business Plan (English)

Teşkîlât-ı Ergenekon

Türkistan ve Ötesi : Gezdiklerim, Gördüklerim

Aykırı Konuşmalar, 15 Tarihi Röportaj
2
TAKDİM
Sansür, 10. köy, Ebu Zer ve Behlül-i Dânâ
"Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar" demiş atalarımız. Hakla batılı ayırt etmeyi
vazifesi bilenler için her zaman bir 10. köy vardır. Hep bir Ebu Zer Gifari, bir Behlül-i
Dânâ gibi yaşamak, ismimin manasıyla müsemma olmak istemişimdir. Fethullah Gülen
1991’de imzaladığı Hikmetler kitabı ve 1993’de benim için imzaladığı Cevşenime aynı şey
yazmıştı. İlkinde, hakkın batıldan ayrılmasında dava arkadaşım, ikincisinde dava kardeşim
Faruk Arslan beye...
Bu güne kadar 9 köy dolaştım, yine de doğru bildiklerimi karşımda kim olursa olsun
ve nerede bulunursam bulunayım söylemekten çekinmedim. Kimi zaman "deli", kimi zaman
"çatlak", kimi zamanda "adamı varda böyle konuşuyor" dediler. "Doğrucu Davud, doğrucu
emin olmak zorunda mısın"; "Azıcıkta kıvırt canım, herkes kıvırtıyor bu ahirzamanda"
dediler. Yumuşak üslupla sansür yapmak isteyen eski bir sansürcü editörüm, "Doğru
söylemek doğrudur, ama her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir." kelamına yapıştı,
söyleyene saygı duyduğumu bildiği için. Sansür, sansür, sansür... Nefret ettiğim bir kelime....
Gazetecilik, beyinlere sansür uygulandığı zaman biter; zaten yapılana gazetecilik değil
başka şeyler denir. Gazeteci, kendi beynine sansür uygulamaya başlayınca gazetecilik
yapamaz olur. Bir gazeteci neden kendi beynine sansür yapar? Kalemi bazı iç ve dış şer
odaklarına satılmış veya dış ihanet şebekelerinin ağına düşmüş olabilir. Çalıştığı medya
patronunun siyasi ve ekonomi çıkarlarının kurbanı olmuştur. Çalıştığı medya organının belirli
bir yayın çizgisi vardır, dolaşabileceği sınırları bilir ve çaresiz beynine en büyük kötülüğü
yapar; yazacağını yazmadan sansürler. Bu handikapları yaşamadım diyen gazeteci bilin ki,
yalan söylüyordur.
Sansür, Türk medya tarihinin her döneminde varolagelen bir gulyabanidir. Padişahlar,
paşalar, askerler, ekonominin baronları, bürokratlar, siyasiler sansür yapmak için hiç bir fırsatı
kaçırmadılar ülkemizde. Darbeler önce basını susturdu. Darbe planlayanlar önce gazetecileri,
medyayı satın veya etkisi altına alır, yönlendirir. Darbe yapanları öven medyamız, ancak
darbe sathı mahalinden çıkılınca eleştirir gibi yapar, aslında hep güce tapar. Darbeci ufukta
göründü mü, "yavşak" karakteri hortalayıverir. İrtica masalının mazisi Babıali tarihiyle eşittir.
İktidar savaşı veya büyük bir hortumculuk olayı mı var, gizlemek gerekiyorsa en güzel şal
irticadır.
Devletin sırları vardır, ama sır olmayanlarında sır diye sansürlendiği çok olur. Mesela
Mavi Akım anlaşmasında Turusgaz adıyla kurulan hortumlama çarkını gizlemek için
siyasetçi-bürokrat-iş adamı ortaklaşa kurmuştur sansür düzenini. İrtica bahane vurgun
şahanedir. Yüce Divan'da yargılanan Mesut Yılmaz'ın davası zaman aşımından düşer, imza
atan bakanı Cumhur Ersümer'inde davası zaman aşımına uğratılmak üzeredir nasılsa. Bunları
koruyanlar hep gizli kalacaktır. Milyarlarca dolar Rusya'dan gaz alan Türkiye, gazı BOTAŞ'a
pazarlayan aracının 3 Rus ve 3 Türk ortağını bilmekle beraber yüzde 5 hisseye sahip ortak
veya ortakların kim olduğunu bilememektedir. Turusgaz'ın neden kurulmak zorunda olduğunu
da sorgulayamamıştır.
Benim bilmem ve bu ortakları ve sorumlularını kapılar ardında gazeteci olarak sorguya
çekmem bir işe yaramaz. Çünkü nihayetinde istihbarat şefini, haber müdürünü, yayın
yönetmenini, sayfa editörünü, genel yayın yönetmenini aşamam. Muhabirin yazdığı haber
girene kadar en az 7 barikatı aşmak zorundadır. Kaynaklarınız çok sağlamda olsa, üç saçayağı
3
oturmuş, 5 N 1 K kuralını harfiyen uygulamış dahi olsanız haberiniz 'uygunsuz' bulunur ve
emeğiniz hiçe sayılarak çöpe manşet oluverir. Her engeli aştınız diyelim, bir telefonla yarın
işinizi kaybedebilirsiniz.
Girmeyeceğini bildiğim, ama gazeteye girmesi gerektiğine inandığım haberleri
sokmak için ne taktikler uyguladığımı bilemezsiniz. Müdür takımını evlerine postaladıktan
sonra gece baskısına haberi yerleştirmek için az gece mesaisine kalmadım. Gececi müdür ama
sürgün gazeteci arkadaşlar sağolsunlar. Kafamı kırmak isteyen editörlerim az olmadı. Ama iyi
gazeteciye her gazete ihtiyaç duyar. Kızsalarda vurucu, esas, manşet olacak habere sizi
gönderirler. Bazen kaleminizle tetikçilik yaptığınızı yıllar sonra farkedersiniz. Hiç unutmam;
haber kısırlığı çekilen hafta sonlarını bekler, bir kündüne getirir, pazar gününe girmeyecek
haberimi sokardım.
Çoğu zaman başlığı yumuşatır, girişi değiştirir, içeriği korurdum. Haberlerin sadece
başlığı ve girişini okuyan sansürcüler ordusunu bu şekilde by-pass yaptığım çok olmuştur. Hiç
bir taktik başarılı olamazsa, elde ettiğim bilgiyi-haberi yayınlatacak bir gazete-medya ve
müstear ismim mutlaka vardır. Kaç tane müstear ismi kullandığımı bazen bende
hatırlamıyorum. Bu zahmetlere gazeteciliğe inanıyorsanız; halkı bilgilendirmeyi Hakka
hizmet olarak algılıyorsanız katlanırsınız. Aksi taktirde çoğunluk gibi "aman sendeci" olur,
sansürcülere teslim olursunuz.
5. müslüman olan Ebu Zer Gifari hazretlerine hep imrenmişimdir. O kendisine sansür
uygulanamayan biriydi. Sadece 4 müslüman var iken kelime-i şehadet getirdi ve gitti
Kabe'nin tepesine çıktı inancını haykırdı. Halbuki Allah birdir demekten başka birşey
bilmiyordu, din henüz öğrenebileceği kadar şekillenmemişti. Öldüresiye dövdüler. Ertesi gün
yine anlattı. Tekrar dövdüler, sövdüler. Yine anlattı. Tekrar dayak yeyip ölmesine ramak
kalınca peygamberimiz ona hicret etmeyi ve güçlendiklerini duyduğu zaman dönmesini istedi.
Medine'ye hicret edildikten ve Mekke feth edildiği dönemde Ebu Zer Gifari geri döndü.
Ancak Asrı Saadet'de bile anlatılan dine ters davranışlar olabiliyordu. İnsan olan yerde
mutlaka sorun vardır. Gifari bunlara müdahale ediyor, susmuyordu. Paşalara, ağalara
dokundu. Peygamberimize şikayet ettiler. Durum hassastı, bazılarını kaybetmek istemeyen
peygamberimizin bu ağaların hamurunu İslam'a göre yoğurması için zamana ihtiyacı vardı.
Gifarı ise hemen düzeltmek istiyordu. Gifari yine yollara düştü.
Peygamberimiz onun için "Yalnız doğar, yalnız yaşar, yalnız ölür" demişti. Emeviler
döneminde Arap milliyetçiliği tırmandı, Amr ibnül As gibi bir sahabe Şam valisi olarak
fethedilen ülkelerden elde edilen ganimetler sayesinde debdebeli bir hayat yaşamaya başladı.
Halk arasında ayrımcılık yapıldığını gören ve haksızlığa tahammül edemeyen Gifari,
huzuruna çıktı ve yaptığının doğru olmadığını peygamberimiz, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in
hayatlarından örneklerle anlattı. Huzurdan çıkarmak, kovmak istediler. Vali As engel oldu.
Gifari, gerçektende yalnız olarak bir çöl evinde öldü. Cenazesini peygamberimizin mucizevi
hadisinde belirtildiği gibi oradan tevafuk eseri geçen bir sahabe topluluğu kaldırdı. Gifari,
İslam tarihinde haksızlığa, yanlışlığa zarar görmek-yalnız kalmak bahasına susmamayı tercih
eden hakperest şahsiyeti; bana göre ise sansürsüz yayın yapan gazeteciliği temsil ediyor.
2. ideolüm Abbasi'lerin ünlü halifesi Harun Reşd zamanında yaşamış olan Behlül
Dana; 8. yüzyıl döneminin evliyasındandır. Meczûb derlerdi ama Hak âşığıydı. Zaman zaman
aklından zoru olan kimselere has tavırlar takınır, herkes de bundan dolayı kendisini deli
sanırdı. Ama bunu maksatlı yapardı Behlül Dana hazretleri. Daima Harun Reşid'in yakınında
bulunur, çeşitli sebepler hasıl ederek onu uyarırdı. Hayatı, sadeliği ve hakkı tutup kaldıran
haksızlığa susmayan tarzı çok hoşuma gidiyor. Onu yaşarken anlayan azdı, öldükten sonra
kıymeti daha fazla anlaşıldı. Uyarıcı gazeteciliği, halkın arasında dolaşarak tarihte en iyi o
yaptı.
Bir gün halka doğu yolu göstermek için söylediği sözlerden rahatsız olanlar, Hârûn
Reşd'e gidip; "Sultanı, bizim yaptılarımızın ona ne zararı var? Bizi kendi hâlimize bıraksın.
4
Sonra her koyun kendi bacağndan asılır." gibi sözlerle şikâyet ettiler. Bunun üzerine Hârûn
Reşd, Behlül Dânâ'yı çağırttı, halkın isteğini bildirdi. Behlül Dânâ hiç sesini çıkarmadan
sarayı terk etti. Birkaç koyun aldı kesti, bacaklarından mahallenin köşe başlarına astı. Bunu
gören halk gülerek; "Deliden başa ne beklenir, yaptı yine bir şey hep böyle zâten." Diyorlardı.
Aradan günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokuyor, bundan da bütün mahalle zarar görüyordu.
Kokudan durulmaz hâle gelince, aynı kişler Hârûn Reşd'e gidip, durumu anlattılar. Behlül
Dânâ'yı çağırtıp sorduğunda: "Bir kötünün herkese zararı olduğnu herhalde anladılar. Ben bir
şey yapmadım, her koyunu kendi bacağndan asılmadğını onlara gösterdim." diye cevap verdi.
Behlül bir gün Hârûn Reşd'in taht odasını boş buldu ve çıkıp tahta oturuverdi. Bunu
gören askerler onu kamçı ile dövmeye başadıar. Askerler vurdukça o; "Vah Hârûn Reşd. Vah
Hârûn Reşd!" diyordu. O esnâda halîfe geldi ve manzara karşsıda donup kaldı. Askerleri
uzaklaşıdıtan sonra; "Ey Behlül! Bu ne hâl?" diye sordu. Behlül; "Senin için ağlıyorum.
Burada tahtı boş bulup bir an oturdum. Bu kadar kırbaç yedim. Sen ise senelerdir bu taht
üzerinde oturuyorsun. Hâlin ne olur diye düşndüm." Hârûn Reşd; "Peki ne yapmam lâzım?"
dedi. Behlül; "Mâdem ki bu yükün altına girdin. Zulme meyletme. Adâlet üzere ol. Böylece
tahtında otur." buyurdu.
Farklı bir gün yine Hârûn Reşd ile karşılaştığı Behlül’e; "Seni gördüğüme çok
sevindim. Çünkü uzun zamandır seninle konuşmayı arzu ediyordum." dedi. Hazret-i Behlül
güldü ve; "Benim böyle bir arzum yoktu." Cevâbını verdi. Buna rağmen Hârûn Reşd
kendisinden nasîhat istedi. "Ne nasîhatı istiyorsun? Şu saraya bak, bir de kabirlere bak!
Bunlardan ibret almayan, nasîhat almayan, nelerden alır! Hâlin ne olacak, ey müminlerin
emîri! Yarın Cenâb-ı Hakk'ın huzûruna çıkacaksın. Büyük küçük yaptığın her şeyden suâl
olunacaksın. Bunlara nasıl cevap vereceksin iyi düşün! Bu hesap zamânıda aç ve susuz
olacaksın, çıplak bulunacaksın. Orada bulunanlar sana bakıp gülecekler. Perişan hâlin orada
meydana çıkacak, başka nasîhatı ne yapacaksın?" dedi. Adâleti ile meşhûr olan Hârûn Reşd
onun nasîhatlarından çok istifâde ettiğini bildirdi.
Başka bir gün Behlül'ü kabristanda gördüler. Ayaklarını kabir taşları arasına sokmuş
toprakla oynuyordu. Kendisine; "Ey Behlül ne yapıyorsun?" diye sordular. Onlara gâyet sâkin
olarak; "Bana eziyet etmeyen, gıybetimi yapmayan insanlarla oturup sohbet ediyorum. Bunlar
sağ olanlardan daha emin." diye cevap verdi.
10. köy, benim için 2000 ile 2006 arası sonsaniye.net, 2007’den beri Almanya’da yayınlanan
Platform dergisi, 2006 ile 2011 arası Kanada’da yayımlanan Türklerin gazetesi Canadatürk
idi. 1998 ile 2003 arasında Ali Alperen mahlasıyla yazdığım Türkistan köşesi, rahmetli
Muhsin Yazıcıoğlu’nun kurduğu Büyük Birlik Partisi’nin yayın organlarındaydı. Bunlar
sırasıyla Gündüz, Muhalif, Gelecek ve Hür Gelecek Gazeteleri, 2008’den beri ise, kendi
ismimle yazdığım Milli Ocak idi. Aslında Behlül-i Dânâ benzeri yazarlara kapısını açan bu
yayın organları, bir nevi sansürcü medyaya 'nanik' diyordu.
5
GEZDİKLERİM
Paris’te Élysée Palace
6
Paris SİAL'den Fransa'nın görünümü
30.Ekim.2006
Romantizmin, sanatın, edebiyatın, ticaretin, modanın, Avrupa Birliği siyasi ayak
oyunlarının, ırkçı milliyetçiliğin, laikliğin merkezi Paris'e ikinci gelişim. Daha önce gazeteci
olarak Şubat 1997'de merhum Azeri Lider Haydar Aliyev ile resmi bir geziye gelmiş, Fransa
Devlet Başkanı Chirac'ın ikamet ettiği Elize sarayından belediyeye, parlamentoya kadar tüm
resmi birimlerde dolaşmıştım. Bu sefer iş adamı olarak, iki yılda bir Paris'te 22-26 Ekim
tarihleri arasıda düzenlenen Gıa Ürünleri Fuarına (SİL) katılmak için buradayım.
Nord Villepinte Parc de Expositions fuar alanıda gerçekleştirilen fuara beşkıadan 136 binin
üzerinde ziyaretçi katıldı.100 ülkeden 5 bin 200 firma ürünlerini sergiledi. İk kez düzenlendiğ
1964 yııdan bu yana gıa sanayiinin her sektörünü, her ülkeyi ve dünyanı her bölgesini
gündeme getiren fuarda perakende, toptan satı, ihracat ve ithalat, hazı yemek ve yemek
servisleri konularıdaki sektörleri oluşuran katııcıar, görücüye çıktı. Türkiye ve Kanada'dan
mal ihraç etmek ve ürün ithal etmek isteyenler böyle fuarları kaçırmamalı. Fuarda, Kanada'ya
temsilcilik vermek isteyen bir sürü firma yetkilisiyle konuştum. İlgi alanım olmadığı sektörler
konusunda ilgilenenlere danışmanlık yapmak için kart ve kataloglarını aldım. Devasa fuarı
tamamen gezmem mümkün değildi. Bu nedenle sadece kendi sektörüme odaklandım.
Kanada'nın mükemmel bir imajı var. Kanada kartını gören hemen iş tekliflerini sıralıyor.
Piyasada dolaşan bizim gibi fazla Kanadalı yoktu. Kanada'dan gelenler genelde üretim yapan
büyük firmalardı.
SİL'e bu yı beklenenin aksine Türkiye'den rekor katıı oldu. Sözde Ermeni soykırımını
eleştirene cezayı öngören yasayı Meclis'te kabul eden Fransa'yıprotesto etmek için az sayıda
Türk firması katılmadı. Siyaset ve duygusal tepki, iş adamlarına pratikte etki etmez,
politikacılar ve halk öyle sanır. İtanbul Ticaret Odasıı patronajıda, Kanada ve Amerika
Birleşk Devletleri'ne ait standı yanıda 2006 metrekarelik bir alanda Türkiye'nin her tarafıdan
gelen 113 firma ürünlerini tanıtı. 1989 yııda sadece 8 firmanı katıdııfuarın geçen yı
Almanya'da düzenlenen ANUGA ayağında Türkiye sadece 963 metrekarelik bir alan almıtı
Fuarda, Algida'nı kaymaklıekmek kadayılıdondurmaya Altı-SİL ödülü verilecek.Türk
ürünlerinden şrbet ve çekirdeksiz zeytin de ödüle layı görüldü. 2004 SIAL'de Kuru Gıalar
kategorisinde "TukaşAşre" Türk aşuresinde ödül kazandırmıştı.
Paris yolculuğumuz bavulumuzun havalimanında çıkmaması ile başladı. 3 gün sonra otele
getirdiklerinde içindeki kıymetli eşyaların çalındığını hayretle gördük. Böyle durumlarda
medeni sandığınız Fransızların pekte medeni olmadıklarını düşünüyorsunuz. Dünyanın en
mükemmel metro, tren, banliyo sistemine sahip Paris'te metroya 5 gün içinde 100 Euro
ödemek zorunda kaldık ve halkın bu masrafın altından nasıl kalktığı konusunda küçük bir
araştırma yaptık. Meğerse piyasada sahte metro biletleri dolaşıyor. Günlük 19 Euroluk pass
yerine çoğu Afganlı bilet kalpazanlarına Fransızlar 5 Euro ödüyorlarmış. Torontolular aylık
metropass'a sadece 90 dolar ödedikleri için şükretmeliler. Kanada'da metro sistemini
dolandıran azdır. Fransa'da ise bu aidiyatdan sayılıyor. Üstelik metro trenlerinde klima sistemi
olmadığı için sonbaharda olmamıza rağmen resmen Fin hamamında olduğu gibi piştik, sauna
yaptık. "Yazın sıcakta Fransızlar bu metroda nasıl yolculuk yapıyor" diye metroda bir
Fransıza takıldım. Kısaca, "cehennemde yandıklarını farzederek" diye cevap verdi. 20
7
milyonluk Paris'te metronun ulaşmadığı yer yok. Yanlış trene binerseniz 2 saatiniz
kayboluyor. Fransızların bile yanlış trene binerek yolu bana sormaları karşısında epey
güldüm. Metro haritasını çözmek kolay değil.
Paris'teki otelimize gece ulaşmak için trenden indiğimizde ne taksi ne otobüs
bulabiliyorduk. Daha ilk gün oto stop yapmayı öğrendik. Aynı gün uzun yıllardır Paris'te
bulunan ve bize gece Paris turu yaptıran arkadaşım Mehmet Nam'a utana sıkıla oto stop
maceramızı anlattığımızda güldü ve " Siz bu işi öğrenmişsiniz. Paris'te herkes oto stop yapar
ve Fransızlar arabalarına yabancı almaktan çekinmez" dedi. Nam'ın verdiği cesaretle 4 oto
stop daha yaptık Paris'te. Fransızların sıcakkanlı yüzüyle bu sayede tanıştık. Daha elimizi
kaldırır kaldırmaz araba duruyor ve koyu bir muhabbet başlıyordu. Fransızlara, " Kanada'da
oto stop yapmayı denemeyin ya ağaç olur donarsınız veya hasta olur günlerce kendinize
gelemezsiniz" dedim. Buda bir Kanada gerçeği.
Fransızlar, konuşmaya açık, kültürlü insanlar. Ancak hükümetlerinin asimilasyon
politikası, ülkenin göçmenlerini isyana teşvik edecek kadar katı. Kanada gibi entegrasyon ve
çok kültürlülük politikaları yok. Özetle, "Biz üstün bir kültürü ırk ve medeniyetin evlatlarıyız;
Fransa'da yaşıyorsan Fransız olacaksın ve eriyeceksin havasındalar." Geçtiğimiz yaz Paris'te
yaşanan arabaların yakılma olayına şaşmamak gerek. Ayrıldığımız gün an altda kalarak
ekonomik olarak ezilmiş zavallı göçmenlerin metroda yine yangın çıkardıkları haberi anons
ediliyordu. Zengin ile fakir arasındaki uçurum korkunç boyutlarda. Metroda, köprü altlarında,
sokaklarda yatan insanlar, Fransa'nın Kanada gibi pekte sosyal bir devlet olmadığı, acımasız
bir kapitalizmi yaşadığı izlenimini uyandırıyor. Bir yanda keyfinin zirvesinde olan zenginler,
öbür yanda yiyecek ekmek bulamayan fakirlerle dolu bir Paris manzarası karşınıza çıkıyor.
Göçmenler, ezildikçe eziliyor. Burunlarından kıl aldırmayan Fransızların ve medeniyetlerinin
sonunu iyi görmedim. Yaşamın çok pahalı olduğu Fransa, ciddi bir ekonomik kriz yaşarsa
fakirlerin yol açtığı bir iç savaşa sürüklenebilir.
Fransa'da Türklerin konumu ve imajı, nüfusları 400 bin olmasına rağmen oldukça
kötü. Bu ülkeye yurdumuzun eğitimsiz köylüleri yerleşmiş. Bunları kınamak için yazmıyorum
Fotoğrafı çekmeye çalışıyorum. Yüksek eğitim gören insanlarımız son 50 yıldır İngilizce
konuşan ülkeleri tercih ettiği için bugün dahi fazla master ve doktora yapan öğrencimiz yok
Paris'te. Ülkemizde Fransızca gerileyen bir dil. Fransızlar imparatorluk gücünü kaybettikce
asabileşen, gururları kırıldıkça hırçınlaşan ve ABD karşısında aşağılanmayı kabullenmeyen
onurlu bir millet. Bizde onurlu ve imparatorluk mirasyedisi bir milletiz.
Fransız vatandaşlığını kabul etmeyi asimile olmak olarak algılayan Türk
vatandaşlarımız nüfusları 500 bin ve Fransız vatandaşı olan Ermeniler karşısında lobi
oluşturamıyor. Politikacılar oy verecek kelle hesabı yaparlar. Türklerin özkimliklerini
korumaları için hizmet verecek kurumları henüz oturmamış. Birkaç cami ve dernekle bu iş
yürümez. Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinden çok gerideler. Fransız devletçiliğinin ağır
kuralları ve eritme politikalarını yadsımıyorum. Almanya'nın aksine Fransa'da Türkler iş
piyasasında yoklar. Evlerinde atölye açarak vergiden kaçma girişimleri kredi oluşturmalarını
ve büyük işlere imza atmalarını engelliyor. İş kurmanın ve eleman çalıştırmanın maliyeti
Türkleri sindirmiş. Yılardır ülkede kaldığı halde Fransızca konuşamayan ve kendi gettosunda
yaşayan çok Türkiyeli var. Türk işadamları derneğinde dönerci, bakkal esnafımız bulunuyor.
Fransız firmaları ile milyar dolarlık ticari işler yapan büyük Türk firmaları, Paris'teki Türk
toplumu tabanına inerek, lobi kurmaya niyetli gözükmüyor. Çünkü kendileri "laik ve entel",
Türk toplumu "cahil ve köylü " din gibi bağlarla Fransız asimilasyonuna direniyor. Bu
nedenle Fransa'da daha çok Ermeni tasarıları çıkar, tepkimiz yumurta kapıya dayanınca anlık,
duygusal olur ve sonuç vermez. Paris Büyükelçimizin bile resmen, " Bu yasa çıkacak,
engelleyemiyoruz" diye yasa çıkmadan önce beyanat verme talihsizliğinde bulunması,
acizliğini, daha da kötüsü ne Fransa Türk toplumuna, nede Ankara'ya fazla güvenmediğini
8
ortaya koyuyor. Fransa'da Türk lobiciliği, Türk iş mekanlarının ve NGO'larının yükselişiyle
paralel sağlam kurulmazsa, Avrupa Birliği üyeliğimizi unutun.
Fransa'dan dönüşümüzde olaylıydı. Uçağa yetişmek için dört saat önceden otelden
çıkmamıza rağmen uçağı Fransızların havalimanında yürüttüğü inşaat projesi nedeniyle
kaçırdık. Bu durumu ancak boarding passın üzerine yazıyorlar. Uçağa binmek için
koştursanızda kapıların yarım saat erken kapandığını öğreniyorsunuz. Hemen size başka bir
uçak ayarlamak için müşteri servisine götürüyorlar ve suçun kendilerinde olduğunu kabul
etmemekte direniyorlar. Klasik Fransız inatı işte! Durumu kavradıktan sonra atağa geçerek
dikbaşlı görevliyi yola getirmemiz yarım saat sürdü. ABD aktarmalı uçuş buldular. Testi
yolda kırılmasın diye Cezayir kökenli Air France müşteri yetkilisine hiç olmazsa dönüşte
bavulumuzu kaybetmemeleri konusunda uyarma gereği duydum. Nafile çabaymış! Bir
valizimiz Boston'da çıkmadı.
ABD'den geçince Amerikalıların ahiret soruları ile muhatap olmak zorunda
kalıyorsunuz. Amerikalı göçmen görevlisi " Niye direk Toronto'ya uçmadın da ABD'den
transit geçiyorsun diye sorunca" yüzüne bir Osmanlı tokatı atmak istedim. Sadece onların
tarzı sahte bir gülümsemeyle ' Fransızlara sorun; uçağı kaçırdık ve pek meraklısı olmadığımız
halde ülkenizden geçmek zorunda kaldık' dedim. Bu aksama yüzüanden Ottawa'daki
Cumhuriyet resepsiyonu kaçırdım. Toronto'ya ayak basınca kendimi evime, vatanıma gelmiş
gibi hissettim. Kanada gibi ülke yok. Kıymetini bilelim, sunduğu fırsatlardan yararlanalım.
9
Hasta komşumuz Ermenistan ve Karabağ
02.02.1998
Türkiye—Ermenistan ilişkilerinin Karabağ’a ipotekli olması Türkiye–Azerbaycan
stratejik işbirliğinin de bir sonucu. Azeri kamuoyu ve yönetimi de bu konuda çok hassas.
Doğu illerinin ve bazı işadamlarının sınırın açılması yönündeki çabaları Bakü’de,
“Azeri—Türk dostluğu üç—beş kuruşa mı değişiliyor? Bizim kardeşliğimiz, ilişkilerimiz
paraya satılamaz. Türk ve Azeri kamuoyu buna izin vermez” yorumunun sık sık gündeme
gelmesine yol açıyor. Savaş’ın sebebi orman! 1918’de Azerbaycan’da 30 bin Azeri’yi
katleden Ermenilerin “Büyük Ermenistan hayali” Karabağ’da başlamıştı. 15 bin mevcuduyla
Azerbaycan’ın yardımına giden Türk ordusu Mondros Mütarekesi nedeniyle geri dönerken,
Mehmet Emin Resulzade başkanlığında doğunun ilk demokratik cumhuriyeti kuruldu.
Kızılordu’nun 1920’de Bakü’yü işgalinin ardından Ruslar, Ankara hükümetiyle 1921’de Kars
anlaşmasına imza atarak Nahçıvan’ı Türkiye garantörlüğüne verirken, Karabağ’ın özerklik
statüsü ile Azerbaycan’a bağlanması şartını pazarlık yaparak kabul ettirdiler. Ruslar,
SSCB’nin dağılma sürecini Karabağ’ı Azerbaycan’dan kopartma girişimi ile başlattılar.
15 Haziran 1988’de Ermenistan Meclisi’nin ‘Karabağ’ı ilhak’ kararından sonra
Ermeniler tarafından Karabağ ormanlarının yok edilmesi nedeniyle miting düzenleyen iki
Azeri gencin öldürülmesiyle ilk kıvılcım ateşlendi. Bakü’de oluşan tepkiler, “Karabağ’ı
kimseye vermeyiz” şeklini alınca, Ermeniler, Ermenistan’da yaşayan 250 bin Azeri’yi ülkeyi
terke zorlayarak tek milletli devlet projelerini başlattılar. Azeriler’in cevabı Azerbaycan’da
yaşayan 200 bin Ermeni’yi göndermek oldu. Temmuz 1989’da Azerbaycan Halk Cephesi
kuruldu; bu yıl sonuna kadar 216 Azeri Karabağ’da hayatını kaybetti. Ermeni tarafını tutan
Gorbaçov, Bakü Azatlık Meydanı’nı dolduran bir milyonu aşkın Azeri’nin tepkisini kırmak
amacıyla olağanüstü durum ilan etti. 20 Ocak 1990’da Bakü’ye giren tanklar eşliğinde özel
eğitim görmüş, uyuşturucu almış Rus komando birliği, 441 kişiyi katlederken 600’ü aşkın
kişiyi de yaraladı. Artık Karabağ’da iki toplumun beraber yaşama ihtimali ortadan kalkmıştı.
13 Ocak 1992’de Azerbaycan Meclisi aldığı kararla “Kurtuluş Savaşı”nı başlattı.
Karabağ’a giren Ermeniler, 30 bin Karabağ Azerisi’ni göçe mecbur etti. Ermeniler, 366. Rus
Alayı’nın yardımıyla 26 Şubat’ta 7 bin nüfuslu Hocalı kasabasını işgal ederek savaşı
resmileştirdiler. Savaş sonunda Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini kaybetmişti. 1,5
milyon Azeri, göçmen ve mülteci oldu. Savaş sırasında 25 bin Azeri genci şehit olurken, 5 bin
genç de esir düştü, her kentte bir şehitler mezarlığı kuruldu. Göçmenler ülkenin her köşesine
yerleştirildi, 200 bini aşkın göçmen ise hâlâ çadırlarda. Azerbaycan’ın savaştan gördüğü
maddi zarar 40 milyar dolar. Manevi zararı hesaplamak ise mümkün değil.
AGİT süreci başlıyor
3 Ekim 1993'te Haydar Aliyev’in cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından başlayan barış
süreci, Agdam’ın işgalinden sonra Aliyev’in BM ve AGİT’e başvurusuyla başladı. 16 Mayıs
1994’te Bişkek protokolüne imza atan Ermeni ve Azeri tarafı ateşkes konusunda anlaştı.
1994’te yapılan AGİT zirvesinden tarihi bir karar çıktı: “AGİT’in ilk barış gücü Karabağ’da
konuşlandırılacak.” Ancak bu kararın uygulama mekanizması kalıcı barış maddelerinde
uzlaşılamaması nedeniyle bir türlü belirlenemedi. Aliyev’in girişimleri sonucu AGİT Minsk
grubu kuruldu. Grubun Rus eşbaşkanı Vlademir Kazimirov’un “oyalama’’ taktikleri sonucu, 2
10
yılda hiç bir ilerleme sağlayamayan Minsk Grubu’nun çalışmaları, eşbaşkanlığına ABD’nin
getirilmesiyle ivme kazandı. 2 Aralık 1996’da Lizbon’da gerçekleştirilen AGİT zirvesinde
Aliyev, veto hakkını son dakikaya kadar kullanarak, Karabağ sorununun çözüm prensiplerini
Ermenistan dışında 52 ülkeye onaylattı. Buna karşılık Ermenistan Minsk Grubu’na Fransız
eşbaşkan tayin edilmesini sağlayarak durumu lehine değiştirmeye çalışsa da, Bakü’nün ısrarı
üzerine ABD’li eşbaşkan görev başına getirildi. Minsk Grubu’nun Rus, Amerikan ve Fransız
eşbaşkanları bir yandan hızlı bir çalışma sergilerken, diğer yandan Minsk Grubu başkanlığına
getirilen ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbott, Karabağ için ‘son ve alternatifsiz’
olarak nitelenen çözüm planını taraflara sundu. ABD’nin devreye girmesinde Azeri
petrollerinden pay alması büyük rol oynadı. Fransa’ya da petrol payları veren Aliyev, petrol
kartını kullanarak, bu yıl yapılan G—7 Denver zirvesinden de Azerbaycan lehine karar
çıkmasını sağladı. Aliyev’in ABD’ye düzenlediği 10 günlük resmi ziyaret ve ABD’li petrol
şirketleriyle imzalanan 10 milyar dolar tutarındaki anlaşma, ABD’nin Kafkas politikasında
önemli değişiklikler yapmasına neden olması hasebiyle, bölgedeki nüfuzuna darbe
vurulduğunu anlayan Rusya’nın tedirgin olmasına yol açtı. AGİT’in sunduğu ve Bakü’nün
kabul ettiği çözüm planı şöyle: “6+2 formülüne esasen işgal altındaki Azeri toprakları iki
aşamalı koşulsuz boşaltılmalıdır. İlk aşamada 6 kent (Kelbecer, Agdam, Gubatlı, Zengilan,
Fizulu, Cebrail) boşaltılırken, göçmenler yurtlarına dönmeli, oluşturulacak tampon bölgeye
çok uluslu AGİT barış gücü yerleştirilmelidir. İkinci aşamada Karabağ’a en yüksek statü
verilir (Tataristan modeli: Dışişleri ve savunma dışında tamamen özerk), Şuşa ve Laçin
boşaltılır. Karabağ ile Ermenistan’ı birleştiren Laçin geçidini AGİT gücü korur. Ermeni
ordusu, Karabağ polisine çevrilir. Karabağ’da bulundurulması gereken silah miktarı AKK
anlaşması çerçevesinde Ermenistan’a tanınan miktarı geçemez. Ermenistan, Azerbaycan’ın
toprak bütünlüğünü tanır.” İki ay önce sunulan sözkonusu çözüm paketini hemen kabul eden
Bakü, şimdi MİNSK Grubu tarafından söz verildiği gibi 1997 yılı sonuna kadar kalıcı
barış konusunda Ermeni tarafının ikna edilmesini bekliyor. Geçen hafta tarafların plana ilişkin
cevabını almaya gelen MİNSK Grubu’nun üç eşbaşkanı, Erivan ve Hankendi’ne 10 gün daha
süre tanıdı. Erivan yumuşadı, Hankendi uzlaşmıyor AGİT planının iki aşamalı formülüne
Erivan sıcak bakarken, Hankendi savaş ihtimalini öne sürüyor. Yukarı Karabağ Ermenileri,
bağımsızlık iddialarından vazgeçmiyor. Bundan sonra; uluslararası baskılar nedeniyle
Karabağ’ın bağımsızlığını tanımamış olan Ermenistan’ın doğrudan Bakü—Hankendi
görüşmelerinin başlamasını teklif etmesi muhtemel. Ancak Bakü, Hankendi’ni muhatap
almıyor. Azerbaycan’ın petrolüyle ABD’nin dış politikasını satın aldığını öne süren
Ermenistan’ın Rusya ile askeri müttefiklik anlaşması imzalaması aslında Azerbaycan’ı ve
Türkiye’yi hedef alıyor ve bu Kafkaslar’da ABD ile Rusya arasında bir nüfuz savaşının artık
başladığını gösteriyor. Rusya’nın Karabağ için sunduğu çözüm planı aslında ABD’ninkinden
farklı değil. Rusya’nın AGİT barış gücünün çoğunluğunun Rus askerlerinden oluşturulması
yönündeki ısrarı büyük bir handikap olarak değerlendiriliyor.
Rusya, Kafkasya’da hakimiyetini Ermenistan’ı maşa olarak kullanarak sürdürmek
istiyor; Ermenistan’da konuşlandırdığı 3 üs ve 10 bin Rus askerinden, 2 üssü
Türkiye—Ermenistan sınırını koruyor. ABD ise topraklarında Rus askeri ve üssü
bulundurmayan, petrol zengini Azerbaycan’ı kendine partner seçti. Geçtiğimiz günlerde
Strassburg’daki Avrupa Konseyi zirvesinde Ermenistan’ın Karabağ sorununun çözümünde
“AGİT prensipleri”ni kabul ettiğini gösteren belgeyi imzalaması bu ülkenin uluslararası
baskılar karşısında geri adım atması olarak nitelendiriliyor. AGİT Minsk Grubu üyeleri
Karabağ sorununun 1998’de AGİT prensipleriyle çözümleneceğinden emin görünüyorlar.
Yeltsin de önümüzdeki aylarda Moskova’da Rusya, ABD, Fransa, Azerbaycan ve Ermenistan
devlet başkanlarının katılımıyla kalıcı bir barış anlaşmasının imzalanabileceği sinyalini
veriyor. Dışişleri Bakanı Yevgeni Primakov’un geçtiğimiz hafta yaptığı ani Bakü ziyaretinin
ardından Moskova’da, AGİT planının mimarı ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Strobe
11
Talbott’la basına kapalı bir araya gelen Rus yetkililerinin de nihayet “olur” verdiği,
Yeltsin—Chirac ikilisinin Strassburg’daki arabuluculuk girişiminden anlaşılıyor. Bakü, uzun
süren diplomatik süreçten kazançlı çıktığı için mutlu, ancak karara uyulmayacağını hesap
ederek temkini elden bırakmamaya da gayret ediyor.
KARABAĞ'I KARIŞTIRAN AZERBAYCANLI
Önce Karabağ’ı, sonra Ermenistan’ı karıştıran, cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan’ı
istifaya göndermesinin ardından Taşnakların gölgesinde iktidara yürüyen, 16 Mart
seçimlerinde cumhurbaşkanlığına en yakın isim olan, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığını da
vekaleten yürüten Başbakan Robert Koçaryan aslında Azerbaycanlı. 12 adayın yarışacağı
seçimin şaibesi işin başında ortaya çıktı. Seçim Kanunu’na ve 1995’te kabul edilen anayasaya
aykırı olarak Koçaryan’ın adaylığı uzun süren tartışmalardan sonra 6 Mart’ta Merkezi Seçim
Komisyonu (MSK) Başkanı Haçatur Beziryan tarafından onaylandı. Halbuki Seçim Kanunu
adayların en az 10 yıl Ermenistan vatandaşı olmasını gerektiriyor. Koçaryan, önceleri
Ermenistan’ın 1 Aralık 1989’da Karabağ’ı ilhak kararını aday olabilmesine gerekçe gösterse
de hukuki açıdan bu imkansız; Koçaryan da zaten tepkilerden çekinerek bu yola tevessül
etmekten vazgeçti. Çünkü bu karar henüz lağvedilmemiş olsa bile, Karabağ’ı resmen
tanımayan Ermenistan’ın böyle bir adım atması dünya kamuoyu önündeki ‘masumluk’
iddialarıyla çelişki oluşturuyor. Cumhurbaşkanı adaylarından Grant Haçaturyan, mevcut
çelişkiyi ‘’Koçaryan eğer adaysa, niye Karabağ Ermenileri seçmen değil?’’ biçiminde
özetliyor.
Koçaryan’ın, “Erivan ile Hankendi arasındaki hukuki ilişki Karabağlıları seçmen
yapar” iddiası, seçim sonrası izleyeceği radikal çizgiden haber veriyor. Diğer adaylardan
Vazgen Manukyan ve Davit Şahnazaryan da, Koçaryan’ın adaylığını anayasanın delinmesi
olarak niteliyor. Adaylardan Aşot Bleyan’ın Koçaryan hakkında Anayasa Mahkemesine suç
duyurusunda bulunması, şaibenin boyutunu ortaya koyuyor. Merkezi Seçim Komisyonu, onay
gerekçesinde, yabancı ülkelerin Koçaryan’a Ermenistan’ın diplomatik pasaportlu vatandaşı
olarak verdiği vizeleri esas gösteriyor. Koçaryan, Mayıs 1997’den beri Karabağ’ın sözde
Cumhurbaşkanlığından Ermenistan başbakanlığına terfi etmiş olsa da, sözkonusu gerekçe 10
yıl şartının üstünü örtmüyor. Kanuna göre, seçime katılabilmek için 25 bin imza toplaması
gereken Koçaryan’ın, kısa sürede 56 bin imza toplaması da şüpheli; aday olmayacağını
açıklamış biri, nasıl bir anda bu kadar imza toplayabilir? Koçaryan’ın AGİT gözetimine
yönelik yasal engellerin kaldırılmasına destek olmaması da, seçime gölge düşürüyor.
Türkiye’den toprak talebi Koçaryan’ın cumhurbaşkanlığına vekalet ettiği 4 Şubat’tan
bu yana geçen 40 gün içinde 1994’te kapatılan ırkçı Taşnak Partisi’ni açması, siyasi suçluları
serbest bırakması, Taşnakların 6 yıldır sürgünde yaşayan lideri Eduard Ohenasyan’ın
dönüşüne izin vermesiyle verdiği ‘seçim rüşveti’, ülkenin en büyük gücü Taşnak Partisi’nin
Koçaryan’a seçimde tam desteğiyle sonuçlandı. Büyük Ermenistan hayalinden bir an olsun
vazgeçmeyen Taşnaklar, Kars, Ağrı ve Van’ı Ermenistan sınırları içinde görüyor.
Azerbaycan’ın işgal altında bulunan Karabağ dışındaki 6 kenti, bu haritadan daha
geniş sınırları kapsasa da bu onları tatmin etmeye yetmiyor. Halbuki, eskiden Karabağ’da
yaşayan 80 binlik nüfuslarıyla yüzde 70 çoğunluğu oluşturan Ermeniler bugün çoğu Bakü’den
göçme sığıntı Ermenilerden oluşan 50 bin kişiyi Karabağ’da zorla iskan etmişken,
Azerbaycan’a ait diğer 6 kenti nasıl dolduracaklarını hesab etmiyor olsalar gerek. Karabağ
konusunda realist, Ermeni çıkarlarına uygun ve barışçı yol izleyeceklerini dile getiren
Koçaryan’ın, savaştan ve yol açtığı kötü yaşam koşullarından bezmiş halkın nabzını tutarak
savaş partisi olmadıklarını vurgulaması ilgi çekici. Koçaryan’ın, daha önceden dışişleri
bakanlığı ve Milli Araştırmalar Merkezi Başkanlığında da bulunan ABD vatandaşı Raffi
Ovanesyan’ı, Basın ve Enformasyon bakanı ataması ABD’ye göz kırptığını gösteriyor.
12
40 gündür cephe bölgelerinde sık sık bozulan ateşkes hakkında Ermenistan Savunma
Bakanlığı’nın, ‘Biz bozmadık’ savunmasını yapması, halkın savaş endişesinin giderilmesini
amaçlıyor. Ermenistan’da bağımsız Logos Sosyoloji Merkezi’nin yaptığı seçim
araştırmasında yüzde 35 oyu alarak ilk sırada yer alan Koçaryan’ın en büyük rakibi,
Ermenistan’ı 1974—1988 arasında yönetmiş ve Komünist Parti Başkanlığını yapmış olan
sürpriz aday Karen Demirciyan. Sovyetler’in son lideri Gorbaçov’un ekonomiden sorumlu
yardımcısı Ermeni asıllı Agabekyan’ın baskısıyla, Karabağ konusunda ılımlı politika izlediği
için yönetimden uzaklaştırılan Demirciyan, yüzde 34 oyla Koçaryan’ı izliyor. Petrosyan’ın
taraftarlarının yanı sıra eskiye nostaljik özlem duyan komünist seçmenin de oylarını alan
Demirciyan, ‘eski tüfek’lerden olması hasebiyle Bakü’nün tercihi. Azerbaycan
Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’le konuşarak anlaşabilecek, savaş istemeyen, sorunların
diplomatik yolla çözümünden yana ılımlı bir isim. Demirciyan’ı Öğrenci Sendikalar
Birliği’nin adalet teşkilatı ile Gençler Akademisi de destekliyor. Demirciyan seçime katılmak
için 37 bin imza topladı; ikinci tura çıkamaması halinde Koçaryan’ı destekleyeceğini
gizlememesi ise ona artı puan kazandırdı. Son kamuoyu araştırmalarında, savaş isteyen
kararsız çoğunluğun Demirciyan’a yönelmesi, Koçaryan’ın taraftarlarını, özellikle Taşnakları
şimdiden çileden çıkartıyor.
Kamuoyu araştırmalarında üçüncü gösterilen Vazgen Manukyan’ın ise topladığı imza
rakamı 303 bin. Manukyan’ın popülerliği, eskiye nazaran oldukça azalmış durumda. Eylül
1996’da yapılan son cumhurbaşkanlığı seçiminde sabık cumhurbaşkanı Petrosyan’ın rakibi
olmuş, seçimi yüzde 41 oy alarak kılpayı kaybetmiş, seçimde sahtekârlık yapıldığı
gerekçesiyle seçimi tanımamış ve tüm muhalefeti örgütlemiş, yönetimi devirmek için
mitinglerden mitinglere koşmuş Milli Demokrat Parti Başkanı Manukyan’ın oylarının yüzde
20’lere gerilemesinin sebebi Taşnakların daha radikal bir aday olan Koçaryan’ı desteklemesi.
Cumhurbaşkanı adaylarının çokluğu, içinde bulunan kaos ve seçmendeki kararsızlıktan haber
veriyor. Kamuoyu araştırmalarının yüzde 21 seçmenin kararsız olduğunu göstermesi, hiç bir
adayın salt çoğunluğu tutturamayarak seçimin ikinci tura kalma ihtimalini artırıyor. Bu
durumda, Koçaryan’la ikinci turda kozlarını paylaşacağı tahmin edilen Demirciyan’a
muhalefetin, özellikle komünistlerin vereceği destek, Demirciyan’ı sürpriz biçimde
cumhurbaşkanlığına taşıyabilir.
Ermenistan Savunma Bakanı Vazgen Sarkisyan ve Karabağ’ın sözde Savunma Bakanı
Samvel Babayan’ın “Karabağ’da taviz vermeyiz. Gerekirse 1999 baharında tekrar savaşırız”
şeklinde attıkları çığlıklara Koçaryan’ın da destek olacağının bilinmesi, savaş istemeye
kararsız seçmenin Demirciyan’a akmasına yol açabilir. AGİT Planı’nı benimsemediği de
bilinen Koçaryan’ın Karabağ sorununu dondurarak zaman aşımına bırakma isteği,
Ermenistan’ın daha uzun süre tecritte kalması anlamına geliyor. Bakü, Tiflis ve Moskova’daki
idarecilerle eski dostluğu ve kader birliği bulunan Demirciyan, uzlaşma arayan kişiliği
nedeniyle, Ermenistan’a denge getirebilir. Yeni cumhurbaşkanını bekleyen tablo hiç de içaçıcı
değil. Ermenistan’ın ekonomik durumu BDT ülkeleri içinde en kötü olanı. Dünya Bankası ve
IMF’nin sunduğu reçetelerin hiç birini yerine getiremeyerek, sonunculuğa demir atan
Ermenistan, insani yardımlarla yaşıyor. Her üç kişiden birinin insani yardım aldığı, sözde 3.5
milyon nüfusa sahip ülkeyi son 6 yılda terkeden 900 bin kişiden çoğunluğunu yüksek öğrenim
görmüş, meslek ve sanat sahibi yetişkinler oluşturuyor. Göç edenlerin yüzde 90’ının Rusya’da
yaşaması nedeniyle seçimde oy kullanabilmeleri maksadıyla Moskova, Stavropol, Kırım,
Sen–Petersburg gibi kentlerde de seçim sandığı kuruldu. Ermenistan’ı terkeden ebeveynler,
kaçış nedenlerini yaşam koşullarının kötü olmasının yanı sıra çocuklarını askerden kaçırarak
anlamsız bir savaşta ölmelerini önlemeye bağlıyor. Bu nedenle seçim, savaş istemeyen,
bezgin çoğunluk ve Büyük Ermenistan hayaliyle ülkeyi ekonomik ve siyasi açıdan dış güçlere
muhtaç duruma düşüren, ancak ‘Karabağ’da galip geldik’ edebiyatını kullanan Taşnak
zihniyetli azınlık arasında, Ermeni halkının tercihini belirlemesi açısından tarihi bir önem arz
13
ediyor. Erivan yönetimini Karabağlıların ele geçirmesi, Ermenistanlıları rahatsız ediyor. Bir
bakıma önümüzdeki yıllarda Kafkaslar’da istikrar mı, kargaşa mı olacağını da gösterecekti.
Elbette seçimi savaş korosu Taşnaklar kazanacaktı. Ama neden?
TAŞNAKLARIN KANSIZ ZAFERİ
Ermenistan Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan istifa mı etti, yoksa kansız biçimde
devrildi mi tartışıladursun, Karabağ sorununun çözümünde asıl engel teşkil eden Taşnakların
legalleşerek yönetimi tamamıyle ele geçirmesi, Karabağ’da dört yıldır süren ateşkes ve barış
sürecini, başladığı noktaya getirdi. Aslında herşey 1890’da Taşnak adı altında Ermenilerin
örgütlenerek Osmanlı tebası altında 500 yıl beraber yaşadıkları Türklerden ayrılmak
istemeleri ve “Büyük Ermenistan” hayaline kapılmalarıyla başladı. Özellikle 1905 ve 1918
yıllarında Doğu Anadolu’da gerçekleştirdikleri katliamlar, “milleti sadıka” unvanı kazanmış
Ermeni halkına olan güveni yok etti. 1915’te 1,5 milyon Ermeni’nin toplu olarak sürgün
edilmesi (Ermenilerin soykırım iddiasına neden olan olay), o dönemde Osmanlı’yı rahatlattı.
Ancak, Azerbaycan, Karabağ ve şimdiki Ermenistan arazisine yerleşen Ermeniler daha
sonraları Sovyetlerin çatısı altında devletleşecekti. 1923’te Kars Anlaşması’yla Ermeniler
Karabağ’a özerklik koparmayı başardılar.
Dahası, Nahcıvan ile Azerbaycan’ı birleştiren Zengezur Azeri bölgesi de Ermenistan’a
verilerek Türkiye ile bağlantı tamamen kopartıldı. 1988’e kadar Ermenistan’da Ermenilerle
beraber yaşayan 250 bin Azeriyi kötü bir sürpriz bekliyordu. Sevan gölü (Göğgöl) çevresinde
en güzel mekanlarda Ermenilerle birlikte yaşamış bu Azeriler, Taşnaklar tarafından
otobüslere, trenlere doldurularak kovuldular. Azeriler de Azerbaycan’da yaşayan Ermenileri
geri gönderdi. Artık iki milletin bir arada yaşaması imkansız hale gelmişti. Milliyetçilerin
zaferi Ermenistan Milli Harekatını, bugün iktidarı ele geçiren 11 kişi yönetiyordu. Levon Ter
Petrosyan onlardan biriydi. Petrosyan’ın yönetime gelişi Ermenistanlı olmasındandı. Aslında
harekatı yönlendirenlerin tamamına yakını Karabağ Ermenisiydi. Petrosyan’ı deviren radikal
kesimin tamamının Karabağlı olması, Ermenistan’ın Karabağ’ı değil, Karabağ’ın
Ermenistan’ı ilhak ettiğini gösteriyor.
Petrosyan da 1 Aralık 1989’da Ermenistan Parlamantosu’nu Karabağ’ı ilhak kararı
alması için zorlamış, halkı örgütlemişti. 1989’da bu nedenle bir yıl Moskova hapishanesinde
yattı. 7 dili anadili gibi konuşan Petrosyan, Taşnaklar sayesinde savaş için örgütlediği orduyu
Karabağ dışına da taşarak Azerbaycan’ın 6 kentini işgal ettirmek için kullandı. Ülkesinde 30
bin askeriyle iki Rus üssü konuşlandıran, Rusya ile askeri işbirliği anlaşması yapan da
Petrosyan’dı. Peki, onu kim devirdi? Moskova mı, Taşnakların desteğini almış Karabağlılar
mı? 1991 ve 1996’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini Petrosyan, söz konusu haraketin
adayı olarak kazanmıştı. Ancak Petrosyan 28 Aralık 1994’te Taşnak partisini, terör
eylemlerinde bulunduğu ve dış ülkelerden yardım aldığı gerekçesiyle kapattırdı. Zaten yüzde
52 oy alarak kılpayı cumhurbaşkanı olan Petrosyan’a karşı Taşnaklar ana muhalefetin başkanı
Vazgen Manukyan’ı desteklemiş, adayları kazanamayınca 26 Eylül 1996’da parlamantoyu
basmışlardı. Seçimde sahtekarlık yapıldığını öne sürerek anayasa mahkemesine başvuran
Manukyan, hem muhalefetten hem de ABD’deki Ermeni lobilerinden destek aldıysa da sonuç
elde edemedi.
Petrosyan, bu olaydan sonra İçişleri Bakanı ve Güvenlik Teşkilatı Başkanı silahdaşı
Karen Şahnazaryan’ı görevinden azledip Karabağlı Serj Sarkisyan’ı bu göreve getirerek ilk
hatasını yaptı. Başbakan Grant Bagranyan’ın istifasının ardından ise Petrosyan, Mayıs
1996’da bu göreve Karabağ’ın sözde cumhurbaşkanı seçilmiş Robert Koçaryan’ı getirerek
ikinci hatasını yaptı. Karabağ harekatının lideri olan şimdi Erivan’da ipleri ele geçiren Robert
Koçaryan’ı Petrosyan, muhalefetle iyi dialoğu olduğu için tercih etmişti. Aliyev’in başarılı
mekik diplomasisi neticesinde uluslararası baskıya dayanamayan Petrosyan, barıştan başka
yol olmadığını kavramış, ancak Karabağlı Ermenileri nasıl ikna edeceğini şaşırmıştı. Taşnak
14
terörü ve istifalar Karabağ sorununun çözümünde AGİT MİNSK Grubu’nun sunduğu iki
aşamalı plana sıcak bakan ve ortak bir deklarasyona Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’le
beraber 10 Eylül 1997’de Strassbourg’da imza atan Petrosyan’a karşı darbe süreci geniş bir
platforma yayılarak başlatıldı. Petrosyan’ın ‘başka çözüm yolu yok’ demesi üzerine Taşnaklar
yine terörle sahneye çıktı. Erivan ve Hankendi’nde sürekli mitingler düzenleyen muhalif
gruplara Ermeni basını ve dışarıda Ermeni lobisi de eşlik etti. Ermenistan Güvenlik
Konseyi’ni toplayan Petrosyan güvenlik birimlerini seferber etti.
Terör olaylarının Erivan ile Hankendi arasında AGİT’in Karabağ planı konusunda
görüş ayrılığından kaynaklandığı belirtilse de, Petrosyan’ın yakın çevresine karşı düzenlenmiş
terör olaylarını Taşnakların işlediğini herkes iyi biliyordu. Karabağ liderleri bu iddialara sert
tepki göstererek Erivan’a ültimatom verdi. Petrosyan’ın en yakın adamı olan Erivan Valisi
Vano Sıradekyan’ın istifası üzerine işin ciddi olduğunun farkına varıldı. Dışişleri Bakanı
Aleksandr Arzumanyan’ın istifa etmesi ve parlamentoda 50 milletvekilinin muhalefete
geçmesinin ardından, kendisine karşı darbe düzenleyen üçlü grubu; Başbakan Robert
Koçaryan, İçişleri Bakanı ve Güvenlik Teşkilatı Başkanı Serj Sarkisyan ve Savunma Bakanı
Vazgen Sarkisyan’ı yanına çağıran Petrosyan, kan dökülmeden istifa edeceğini açıkladı.
Ve ertesi gün 3 Şubat’ta Ermenistan Televizyonu’ndan istifa ettiğini duyururken, barış
çağrısında bulunmayı ihmal etmedi. Petrosyan, savaş partisinin kazandığını ifade ediyordu.
Şimdi ne olacak? Ermenistan Meclis Başkanı Babken Aratsiyan ve yardımcılarının
Petrosyan’ın istifasının parlamentoda onaylanmasının ardından istifa etmeleri ve yeni Meclis
Başkanı seçtirilen Koçaryan’ın müşaviri Hosrov Artunyan’ın cumhurbaşkanlığı vekilliğini
Koçaryan’a teslim etmesi, Ermenistan’a bundan sonra Koçaryan takımının yani
Karabağlıların hükmedeceğini gösteriyor. 16 Mart’ta yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde
Koçaryan aday olmayabileceğini açıklasa da bu, kanunların hali hazırda imkan
vermemesinden kaynaklanıyor. Koçaryan Azerbaycan vatandaşı.
Kanuna göre ise cumhurbaşkanı adayının en az 10 yıl Ermenistan vatandaşı olması
gerekiyor. Meclis’in anayasada değişiklik yapması Koçaryan’ı aday yapabilecek. Koçaryan,
beklenenin aksine savaş kararı almadı; Petrosyan’ın imzaladığı anlaşmaların ve Karabağ’da
AGİT MİNSK Grubu sürecinin devam edeceğini duyurdu. Bakü’de Haydar Aliyev de
barıştan yana tavır koydu. AGİT sürecine ümidini ve güvenini ifade etti. Bu 40 günlük
aşamada savaş beklenmese de, yeni cumhurbaşkanının izleyeceği politika, durumu daha da
netleştirecek. Koçaryan, Karabağ’a önce statü verilsin, sonra toprakları boşaltırız diyor.
Pazarlığa yukarıdan başlayacağı ise kesin. Bağımsızlık iddiasından başlayarak Karabağ’a
konfederasyon statüsünde ısrar edecek Koçaryan’la Bakü’nün uzlaşması mümkün
görünmüyor. BM Güvenlik Konseyi’nin yaptırım uygulamayacağını iyi bilen Koçaryan,
AGİT’in tasfiye kararlarına da aldırış etmeyerek, Filistin ve Kıbrıs örneklerinde olduğu gibi
sorunu yıllarca sürüncemede bırakması da muhtemel.
Koçaryan’ın en radikal adımı kendisini başa getirenleri unutmayarak Taşnak
Partisi’nin faaliyetini legalleştirmesi ve siyasi mahkumların tümünü serbest bırakması oldu.
Yani son seçimde Petrosyan’a karşı Demokrat Parti Başkanı Vazgen Manukyan’ı destekleyen
Taşnaklar artık Koçaryan’ı destekleyecek. Seçim için adaylığını şimdiden koyan Vazgen
Manukyan yine ciddi bir rakip. Diğer aday Komünist Parti Başkanı Sergey Badalyan’a yine
fazla şans verilmiyor. Kısacası, Taşnak destekli Karabağlılar Ermenistan’a hakim olarak
kansız bir zafer kazandı. Karabağ sorununu iyice düğümleyecek yeni yönetim tabii ki Rusya
ile iyi ilişkiler kuracak. Bakü–Ceyhan petrol hattına karar verileceği Ekim 1998 öncesi,
Kafkasya’daki istikrarsız ve güvensiz tablo kime hizmet ediyor dersiniz? Ermenistan petrol
oyununun dışında kalmak istemiyor. Bu hattın kendi arazisinden geçmesini istiyor. Barışa
karşılık boru hattı tavizini Bakü verirse, Moskova bu işe ne der? Bu denklemin cevabını
Erivan’daki yeni yönetim verecekti. Yani statükoya devam...
15
Çuvas Türkü kültürel entegrasyon istiyor
29 Eylül 1999
20 kitabın yazarı olan Sarbi, Rusya Federasyonu'na bağlı Çuvaşistan Özerk
Cumhuriyeti'nde yayımlanan Çocuk Bike adlı derğinin Genel Müdürü, ayrıca Çuvaş Kadınlar
Birliği Başkanı. Şairliğine güveniyor , ruhunun Yunus Emre'den ilham aldığına inanıyor.
Çuvaş Türkü, Türk dünyası ile kültürel entegrasyon, çocuk, genç ve kadınlara eğitim yatırımı
istiyor.
Türk dünyasının müziğini , şiirini, adet ve geleneklerini herşeyini beğendiğini dile
getiren Raisa Sarbi, Türk dünyasının kültürel entegrasyon sayesinde köküne, özüne daha hızlı
döneceğini vurguluyor . Sarbi, Türklerle Batılıları şöyle karşılaştırıyor ve Türkiye'den
beklentilerini şöyle açıklıyor : '' Batılıların teknolojisi gelişmiş, ama birbirlerine
güvenmiyorlar ; evlerine girip dışarı çıkmıyorlar. Utanma duyguları yok, bedenlerini
göstermek normal karşılanıyor, gizlilik mefhumu kalmamış. Bu nedenle er-geç kurdukları
medeniyet çökecek. Açık saçıklık olursa maneviyat yok olur. İnsanın mahremiyatını koruyan
bir örtüsü olmalı. Türk dünyasının geleceğine iyimser bakıyorum. Çünkü aile ve akrabalık
ilişkileri tüm Türklerde sağlam kalmış. Büyüklere saygı ilğimi çekiyor. Batıya yakınlaştıkça,
onların değerlerini benimsedikçe özümüzden uzaklaşıyoruz. Ne olursa olsun bizi kimse
aslımızı inkara zorlayamaz.
Çuvaş Türkleri Hıristiyan, ama yine de Türk kültürü ile yaşıyor. 1226 yılında dilimizi
ve devletimizi kaybetmemize rağmen bugünlere Türk olarak ulaşmış ve asimile olmamışsak,
Çuvaşistan ilelebet yaşıyacak demektir. Çuvaş Türkü, Türk dünyası ile kültürel entegrasyonun
sağlanmasını istiyor. Bu ağır sorumluluğun görevin bayraktarı olarak Türkiye'yi görüyor. Batı
ve Rus kültürü etkisinden uzaklaşmak için bu tarihi misyon yerine getirilmeli . '' 1996'da
İstanbul, Ankara, Çorum ve Amasya şiir festivallerine davet üzerine katılan Raisa Sarbi ,
kendisine gösterilen ilğiden öylesine duyğulanmışki ,' Gözlerim yaşardı .Sanki tanıştığım
insanlar, gezdiğim yurtla ruhani olarak daha önceden tanışıyordum. ' diyor.
Raisa Sarbi, çocuk, genç ve kadınlara yönelik yayınları Çuvaş dilinde Çuvaşistan'da
yeniden dirilten isim; diğer tüm yayınlar Rusça. Okula gitmeyen çocuklar için Tete (oyuncak
) derğisi, 1941'de kapatılan , öğrenci iken 1985'de tekrar açtığı okul sürecindekiler için
Şilcuna derğisi ve 1990'de açtığı Kadınlar Derğisi bunların başlıcaları. Ayrıca 2 edebiyat
dergisi de ilk defa Çuvaş dilinde yakın tarihte yayına başlamış. Bu dergilerin
Cumhurbaşkanlığına bağlı olmasına rağmen finansman sıkıntısı çektiklerini ifade eden Raisa
Sarbi, maiyetinde 13 kişi çalışmasına karşın onlara 9 aydır maaş veremediğini anlatıyor. Son
kitabını yayımlatmak için garajını sattığını söyleyen Sarbi, Türk dünyasının bir parçası olan
Çuvaşistan'ın sorunlarına özellikle Türkiye'den daha fazla ilği gösterilmesini beklediklerini
belirtiyor. Bilği, iletişim ve kültürel etkiletişim çağına girdiklerini hatırlatan Sarbi, bugünün
çocuk ve gençlerine, özellikle kadınlara eğitim yatırımı yapılması halinde Çuvaşistan'ın
geleceğinin çok parlak olacağını kaydediyor. Rusya Federasyonu'na bağlı Özerk Cumhuriyet
olan Çuvaşistan'da faaliyet gösteren Suvar Teşkilatı Başkanı Oleg Tspyonkev , Çuvaş şairi'nin
, '' Biz olmuşuz, varız ve olacağız. '' sözlerini hatırlatarak , ilelebet var olmayı sürdüreceklerini
, kendilerine Çeçenleri örnek aldıklarını belirtiyor .Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra
hızlı bir şekilde özlerine dönen Çuvaş Türklerinin artık kendi dillerinde eğitim yaptıklarını,
kültürel varlıklarını korumak için yoğun çaba içinde olduklarına dikkat çeken Tspyonkev,
yenilmez sanılan Rusları mağlup eden Çeçenlerin, Çuvaşlara bağımsızlığın nasıl korunması
gerektiğini göstererek örnek olduklarını vurguluyor.
16
NOSTALJİK HAYALLERİ ÇEÇENLER BİTİRDİ
Rusya Federasyonunda hala demokratik bir sistem yerine ' Büyük Rusya hayalleri '
peşinde koşanların bulunduğunu ifade eden Oleg Tspyonkev, ''Bu Rus milliyetçisi geçinen
güruh, özerk cumhuriyetlerin lavedilmesini, tekrar valilikler vasıtasıyla Moskova'ya
bağlanılması gerektiğini ileri sürüyordu. Eğer Çeçenleri yenselerdi, bu süreç kaçınılmaz
gözüküyordu. Bu nedenle Çeçenlere minnetdarız .Nostaljik hayalleri Çeçenler bitirdi. '' dedi.
İmperatorluk zihniyetinin tüm milli halkların haklarını yıllardır gaspettiğini ,püskürtülen
lavların henüz soğumadığını, Rusya'nında Sovyet mantığı ile hareket etmesi halinde
saatlerinin sayılı olduğunu savunan Tspyonkev, '' 1991'de bağımsızlığımızı ilan ettik, özerk
cumhuriyet statüsü aldık, kendi cumhurbaşkanımızı seçtik, Milli Kongremizi kurduk. 1997'de
yapılan seçimde Vjaceslav Timofeev cumhurbaşkanı seçildi. Ancak kazandığımız hakları geri
almak isteyenler var. Tehlike sürüyor. Bu nedenle Çuvaşların mücadele etmeye hazırlıklı
olması gerekiyor. '' uyarısını yaptı .
GENÇLERE GÜVENİYORUZ
Çuvaş gençlerinin artık Çuvaşça konuşmaktan utanç duymadığını, 1991'den beri
kazanılan hakları gençlerin tepkileri yardımıyla elde ettiklerini anlatan Oleg Tspyonkev,
Çuvaşistan'ın geleceği için gençlere çok güvendiklerini söyledi. Rus basın organlarından
bazılarının , uyanan gençliği ve öz kültürüne dönmek isteyenleri ' Çuvaşları hiristiyanlıktan
müslümanlığa döndürecekler; bunların Türkiye casusu ' diye iftira attığına dikkat çeken
Tspyonkev sözlerine şöyle devam etti : '' Bunların hepsi yalan. 1960'da Çuvaşistan'da Çuvaşça
eğitim yasaklandı, bilim dili Rusça olacaktı ; Rusça bilmeyen yükselemezdi, işe giremezdi.
Şimdi Çuvaşlar dillerine ve kültürlerine sahip çıkıyor. Din ayrımı yapmıyoruz. Biz
Hiristiyanız, ama bu unsurun bizi Türk dünyasından ayırmayacağını ümit ediyoruz.
Enformasyon ablukası altındayız. Türkiye'den , Türk dünyasından bilği alamıyoruz. Tüm
Türk dünyasının ortak bir televizyonu, gazetesi olursa aramızda iletişim kurulabilir.
Umudumuzu gençlere bağladık . ''
ÇUVAŞİSTAN'IN KİMLİK KARTI
Nüfus : 1 milyon 800 bin ; Yüzde 65 Çuvaş Türkü , yüzde 26 Rus, kalanları Tatar ve diğer
etnik milletler.
Başkenti : Çeboksarı
1991'den beri Rusya Federasyonu'na bağlı Özerk Cumhuriyet ,
Cumhurbaşkanı : 1997'de seçilen Çuvaş Türkü Vjaceslav Timofeev
Yerel Yönetim : Milli Kongre şeklinde parlemanto
Dili : Çuvaşca
Dini : Hiristiyan
Tarihi : Kökenleri Türk asıllı Kum ve Bor Bulgarlarına dayanıyor. ( Bulgar kelimesi sonraları
Slavyenleşti ) 7. asırda Büyük Bulgar Devleti, Arap akınları nedeniyle Kuzey Sibirya'ya
çekildi ve üçe bölündü.Volga kuzeyinde İdil-Ural bölgesinde kurulan Volga -Kum devleti
Çuvaşların ataları tarafından kuruldu. Çuvaşlar Göktanrı inancını 17 asra kadar koruyan tek
Türk toplumu. 10. asırda ünlü komutan Almuş başkanlığında Çuvaşların bir kısmı Müslüman
oldu; ancak bunlar Başkırd ve Tatarlara karışarak milliyet değiştirdi. Aynı tarihte El-biruz
dağı eteklerine yerleşen 120 bin Çuvaş aslında Balkar-Kabardin toplumlarıylada akraba.
Şimdiki Çuvaş topraklarında kalanlar 16.17. yüzyılda Rusların baskısıyla Hıristiyan
oldu.Ruslar Hıristiyan olanlara tavizler verdi. 1152'de Kazan'ı ele geçiren Ruslar Çuvaşlarla
ilgili tüm resmi belgeleri yok etti. Çuvaşları Türk ve İslam dünyasından ayırmaya çalıştı.
Ancak Çuvaşlar Türklüklerini , gelenek ve kültürlerini korudu. Hıristiyan olmaları nedeniyle
Stalin tarafından 1944'de sürgün edilmeyen tek Türk ve Kafkas topluluğu Çuvaşlardı. Bu
nedenle Çuvaşlardan sadece 200 bini dışarıda yaşıyor . Sovyet döneminde Rus kültürü
etkisinde kalmalarına karşın 1991'den itibaren hızlı biçimde öze dönüş yaşandı.
17
100 bin şarkı diyarı: Çuvaşistan
21.09.1999
İdil–Ural'da bulunan Türki halklar ( Çuvaş–Tatar–Başkurt ) Büyük Bulgarları ortak ataları
olarak kabul ediyor. Bölgede 3 Fin–Ugor ( Mari–Mordva–Udmurt ) özerk cumhuriyeti ve 10
idari bölgenin dışında Rus ve Ukraynalılarda yaşıyor.
13. yüzyılda Moğol komutan Batu'nun hakimiyetine daha sonra ise Türk–Moğol devleti Altın
Orda'nın hakimiyetine giren bölge Türk olma özelliğini Kazan Hanlığı'nın Korkunç İvan
tarafından işgal edildiği 1552'ye kadar sürdürüyor. Ruslar bölgeyi ele geçirince tarihin tüm
izlerini sistematik olarak yok ediyorlar. Tarihi eserleri yok etselerde yörenin yerli Türk halkı
ortadan kaldırılamıyor. Türk halkı, kendini işgal eden Ruslardan daha köklü, yüksek bir
kültüre sahip olduğu için varlığını koruyor. Ancak Ruslarla birlikte yaşamak onları ekonomik,
kültürel, sosyal açıdan geride bırakıyor. Bu acı gerçeği milli müzelerini gezerken
hissediyorsunuz. 15. yüzyıldan sonra insanların yaşam düzeyleri geriliyor, Bolşevik
döneminde sürgünler, acılar birbirini izliyor ve Sovyetler'in dağılmasından sonra bugünlere
enkaz halinde bir bölge ulaşıyor. Rusya, bölgeye ekonomik olarak bakmıyor, gelişmelerine
yardımcı olmuyor, ama idari olarak her şeye karışmayı sürdürüyor. Rusya'nın hassas
karnındaki bu bölge yeni yeni uyanıyor.
Ünlü Çuvaş yazar Michael Yukma. bana Çeboksarı’da son
kitabını imzalıyor
" Yıkılmadım, ayaktayım " balonu
Dünya Türk Gençleri Birliği ( DTGB) tarafından Çuvaşistan'ın başkenti Çeboksarı'da 9. Türk
Gençlik Günleri ve Kurultayı etkinliğine giderken, hala Sovyetler Birliği dönemini yaşayan,
birincil tehdit olarak eskiden olduğu gibi ' Pantürkizm'i gören bir yapı ile karşılaşmayı
beklemiyordum. 2 yıldır dış hatlardan gelen uçak seferlerini kaldırarak tekrar ' kapalı toplum '
haline dönen Çuvaşların hava alanı gümrüğü, 60 kişilik ekibimizi 5 saat aradı, görüntüledi,
okumak için getirdiğimiz kitaplarımızı ideolojik sandı, sanki dilimizi biliyormuş gibi
okumaya çalıştı. Rejimin bekçisi KGB, " Yıkılmadım, ayaktayım " demek istiyordu; aşağıda
okuyacağınız manzara ise gerçeklerin bambaşka olduğunu ortaya koyuyor. Üst düzey bir
18
Çuvaş yetkilinin korka korka fısıltı ile kulağıma söylediği, " Er–geç mutlaka Moskova'dan
kopacağız. " itirafı hafızamın derinliklerine kazındı.
Çuvaşistan, Orta Volga'nın sağ kıyısında ve onun kolları olan batıdaki Sura ve doğudaki
Svigiya arasında yerleşiyor. Bayrakları ağaç desenli kırmızı ve sarı ağırlıklı. Bayraktaki üç
yıldız, geçmişi, bugüne ve geleceği ; sarı güneşi ve güzelliği, kırmızı hayatı simgeliyor. Ağaç
motifleri, çizgileri her alanda hayatlarına yansıyor.
Mamutların kalıntıları bu ülkede yer alıyor; daha geçen ay bulunan son mamut kalıntısı ve
insan iskeletleri bölgenin çok eski yerleşim alanı olduğunu gösteriyor.Ülkede 21 bölge ve 9
büyük şehir bulunuyor. Çeboksarı, Yeni Çeboksarı, Yadrin, Şumerla, Kazlovka, Kanaş, Alatr,
Şivilisk büyük şehirleri. Ülkenin yüzölüçümü Kuveyt'den büyük Kıbrıs'dan küçük.
Çuvaşların Atatürk'ü Yakınoviç
Çuvaş dili, diğer Türk lehçelerinden farklı. En eski Türk dili Orhun ve Yenisey diline daha
yakın. Uzun süre bu alfabeyi kullanan Çuvaşlar daha sonra Arap alfabesini 18. yüzyıldan
itibaren ise Kril alfabesini kullanıyor. Çuvaş dilini 1871'de yeni alfabe yazarak yeniden
dirilten ve Lenin'in babası Nikoloy Ulyanov'la birlikte 130 Çuvaş ilkokulu açan İvan
Yakınoviç Çuvaşların Atatürk'ü bugün. Resmi, heykeli, hatırası her yanı süsleyen Yakınoviç,
Çuvaşlara, " 100 bin şarkı, 100 bin güzel söz, 100 bin iyi insan istiyorum. " diye seslenmiş.
Çuvaş Türkleri bu çağrıyı yerine getirerek müziğe, edebiyata büyük bir ilgi duymuşlar son
100 yıl içinde. Kızların ceyizinde piyano; oğlanların müzik literatüründe mutlaka, mızıka,
gramafon veya flüt mevcut. Kızlar evlenirken evin tüm donanımını getiriyor, erkek tarafı ise
ev alıyor. Köy düğünlerinde kızlar biraraya gelip şarkı söyleyip eğleniyor, şehirde ise evlilik
merasimi Türkiye'de olduğu gibi geleneksel adetleri yitirmiş durumda. Çuvaş edebiyatında
100 bin şarkı var; 7'den 77'ye herkes şair. Bunun nedenini dillerinin lirik olmasına bağlıyorlar.
Barış sevdalısı Çuvaşlar, sakin yaşamlarını hiç bozmamışlar; kuşku yok ki 100 bin iyi insanda
yetiştirmişler. Çuvaşların övündükleri iki önemli isim var. Uzaya çıkan üçüncü astranot olan
Andrev Nikoloy ve dünya klasikleri içinde kendine yer bulan şairleri Michael Sespik. Halen
yaşamını sürdüren 70 yaşındaki Nikokoloy için geçen hafta Çeboksarı Dram Tiyatrosunda bir
devlet töreni düzenlerek yaş günü kutlandı. Sespik'in ise 100. yaş yıl dönümünün kutlanması
için yapılan hazırlıklar sürüyor.
Ekonomik durum felç
Çuvaşistan'da hayat sanki Sovyetler hiç dağılmamış gibi devam ediyor. Serbest piyasa
ekonomisine geçiş çok yavaş ilerliyor. Halkın alım gücü çok düşük. Maaşlar 10 ila 40 dolar
arasında değişiyor. Halk nasıl geçiriyor sorusu, " Elektrik, su,gaz bedava " dile cevaplansada
durum içler acısı. Ekonomik bağlantıların kopuşu ile birlikte devasa hacimde planlanan
fabrikalar kapasitelerinin çok altında çalışıyor. Sovyet Planlama Merkezi, Çuvaşistan'da
kumaş, traktör, bira ve elektrikli ev aletleri üretilmesini öngörmüş.
Çuvaşistan Hbka Kumaş Fabrikası 53 hektar üzerine 1953'de kurulmuş, her türlü kumaşı
üretiyor, tüm Sovyetlerin ihtiyacını karşılayacak biçimde devasa yapılmış. Fabrika'nın
Pamuktan İplik Üretim Bölümü Müdürü Vlademir Nikolay, " Fabrikanın bugün 100 kat düşük
kapasite ile çalışıyor. 1990 öncesi 20 bin kişi çalışordu, şimdi 5000 çalışanımız var, bunların
2500'ünü de süresiz izne gönderdik, ihtiyaç olursa çağırıyoruz. Yıllık 14 milyon metreküp
kumaş üretiyoruz. 2000 tezgahtan 483'ü çalışıyor, kalanı yatmaktan paslanmak üzere. "
şeklende sitem ediyor. Özbekistan ve Tacikistan'dan eskisi gibi pamuk alamadıklarını belirten
Nikoloyev, Avrupa'nın en büyük fabrikasının halinin içler acısı olduğunu belirtiyor.
Vergilerin yüzde 70'i Moskova'ya
Eskiden 15 bin işçinin çalıştığı 11 modelde traktör, buldozer ve iş makinasi üretin Traktör
fabrikasının durumu da kumaş fabrikasından farklı değil. Traktöre talebin azalması bir yana
19
fabrika işçilerini de kaybetmiş durumda. Elektrikli ev aleti üreten 3 fabrika ve bira üreten
10'dan fazla küçük üretim, dolum tesisleri de kapasitelerinin çok altında çalışıyor. Fabrika
Müdürleri, fabrikalardan elde edilen gelirin yüzde 70'nin vergi olarak Moskova'ya gitmesi
nedeniyle zaten ülkelerine bir şey kalmadığını, sadece insanların iş sahibi gibi gözüktüğünü
dile getiriyorlar.
Sibirya'ya kadar uzanan meşhur Tayga ormanları, ülke topraklarının yüzde 35'ini oluşturuyor.
Bu ormanda bulunan Meşe'nin çok dayanıklı bir türünü Amerikalılar 1950'de ithal etmişler.
Ağaç oymacılığı son derece gelişmiş; Çuvaşlar adeta ağacı yaptıkları eserlerde konuşturuyor.
Ovaya kurulmuş ülkenin en önemli geçim kaynagı tarım ve orman. Kışlar uzun geçiyor.
Sürekli yağmur yağan ülkede insanlar, ormandan topladıkları mantarları hem üç öğün yiyor
hemde satıyor. Karadenizlinin hamsisi ne ise Çuvaş için mantar o. Mantarın binbir türlü
yemeği yapılıyor. Lahana ve patates ise halkın iki temel besin kaynağı. Şifalı ot konusunda
uzman Çuvaşların en önemli gelir kaynağı meyve suyu ve bira yapımında kullanılan Şerbetçi
otu. Rusya'nın yüzde 85 oranında Şerbetçi otu ihtiyacını Çuvaşistan karşılıyor.
Çuvaşistanda misafirleri tuz ve ekmekle karşılamak eski bir Türk geleneği
Öğrenciler geleceğe köprü
Çuvaşların kendilerine özgü sakin bir tabiatları var. Çuvaşların erkeği de kadına da oldukça
güzel yaratılmış bir fiziğe sahip. Gözler yeşil veya mavi, saçlar sarı olsada Ruslardan
tenlerinin beyazlığı ile hemen ayrılıyorlar.Türkiye'de yüksek öğrenim gören 100 Çuvaş
öğrenci, yurt dışından gelen öğrenciler içinde en sorunsuz öğrenciler olarak parmakla
gösteriliyor. 14 bin öğrencinin okuduğu Çuvaşistan Devlet Üniversitesinde 20 ülkeden
öğrenci mevcut; bunların 80'i Türkiye'den. Çuvaşistan Devlet Üniversitesi Rektörü ve Milli
Kongre Başkanı Lev Kurakov, öğretmen kökenli, büyük bir eğitimci. Önümüzdeki 5 yıl da
yapılması gerekenleri Sovyet döneminde olduğu gibi ' 5 yıllık kalkınma planı ' çerçevesinde
proje haline getirmiş ve bizzat uygulatıyor.
Çuvaşlar, Çuvaş diline yapmış olduğu bu hizmetden dolayı Lenin'in babasını ve Lenine toz
kondurmuyorlar. Sovyet toplumlarında zulüm yapmadık millet bırakmayan Stalin'e ise atış
20
serbest. Darwin teorisi okullarda ateşli tartışmalara yol açıyor. Ders kitaplarında Darwin
yaşatılmasına rağmen yeni nesil maymundan geldiklerine inanmıyor ve evrimi reddediyor.
Sovyetler'in dağılması ile birlikte eskiden yasak olan uzak doğu sporlarına ilgi son derece
artmış. Dünya Olimpiyat Komitesi'nin Başkanı Vyaçeslav Timofoyev, Rusya karate
şampiyonu. Çuvaşistan'ın Alparslan Türkeş'i olarak tanımlayabileceğimiz Timofoyev ateşli
bir Türkçü. 1997'de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kaybetmiş, seçimi Rusya Meclis'i
Federal Senatosu'nun üyesi Nikoloy Fodorov kazanmış. Timofoyev, " Ruslar, Türk halkları
politikalarını gözden geçirmeli. Milli, dini ayrımcılığa son vermeli, Slavyen milliyetçiliği
yapmamalı. " diyor. Timofoyev, 22 yaşındaki 1998'de dünya karate şampiyonu olan oğlu
Alman Timofoyev'inde aynı zamanda antrenörü. Alman, 22 ülkenin katıldığı Karate Komite
Döğüşlerinde 3 defa dünya 5 defa Rusya şampiyonu olduğunu söylüyor. Çuvaşistan'da döğüş
sporlarına büyük bir ilginin olduğunu ifade eden Alman, 20 spor okulunda binlerce öğrenci
bulunduğu dile getiriyor. Geçtiğimiz ay tüm dögüş sporları federasyarı aynı çatı altında
birleştirilmiş.
Çeboksarı'da 1993'de açılan Türk–Çuvaş Türk Lisesi herkesin gözdesi. Üç defa mezun vermiş
ve öğrencilerin yüzde 100'ü üniversiteye girmiş. Ziyaret ettiğimiz ülkenin en başarılı Lisesi
Çuvaş Milli Okulu'nun Müdürü Valery Romanov , Türk okulu açıldıktan sonra ülkede yapılan
tüm olimpiyatlarda madalyalarını onların topladığını ifade ediyor. Türk Lisesi ile koordineli
çalıştıklarını söyleyen Romanov, ' Türkiye'yi onlarla tanıdık ve sevdik. ' diyor.
Türk–Çuvaş Türk Lisesi Müdürü Hasan Oktan, 1300 başvurudan 50'sini imtihanla aldıklarını,
170 öğrenciden 110'nun yurtda kaldığını söylüyor ve şu ilginç bir notu ekliyor : " Türkiye'de
öğrenciler yurt da kalmak istemezler. Burada öğrenciler o denli okulla bütünleşti ki eve
gitmek istemiyor hepsi yurtda kalmak istiyor. " Oktan, Rusya Fizik Olimpiyatlarında 2. olan
öğrencilerini Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin'in kabul ederek özel bursla okuttuğunu
belirtiyor. Öğrencilerin ücretsiz okutulduğunu, ancak bu yıldan küçük bir ücret alınmaya
başlanacağını ifade eden Oktan, bilgisayar destekli İngilizce–Rusça–Çuvaşça–Türkçe yapılan
eğitimin rakipsiz olduğunu dile getiriyor.
"Demek bizde Türkmüşüz!"
Çuvaşların kökenleri Türk asıllı Kum ve Bor Bulgarlarına dayanıyor. (Bulgar kelimesi
sonraları Slavyenleşti ) 7. asırda Büyük Bulgar Devleti, Arap akınları nedeniyle Kuzey
Sibirya'ya çekildi ve üçe bölündü.Volga kuzeyinde İdil-Ural bölgesinde kurulan Volga -Kum
devleti Çuvaşların ataları tarafından kuruldu. Çuvaşlarda eski Türk dini inançlarına ait izleri
bugünde görüyorsunuz. Rusça Çeboksarı Çuvaşca adı Şupaşkar olan başkent'deki Şaman
tepesine bez bağlayarak dilek tutuyorlar. Konuklarını ekmek ve tuzla karşılıyorlar.Komşu
Ulyansk mahal bölgesinde 2000 kişinin yaşadığı iki Çuvaş köyünde Şaman Türklerini ziyaret
ediyoruz. Yıllardır Türkleri düşman Sırpları kardeş saydıran anlayış nedeniyle soğuk
karşılanıyoruz. Ancak insanlarla diyalog kurup ' serçe, elma, anne gibi ' ortak kelimelerimizi
saymaya başlayınca Çuvaşlarında Türk olduğuna inandırıyoruz onları. Bizleri uğurlarken
gözleri yaşarıyor, dillerinden " Demek bizde Türkmüşüz, Türkiye'de kardeşlerimiz
yaşıyormuş " sözleri dökülüyor. Bu topraklara Türkiye'den ilk defa biz ayak basıyoruz.
Çuvaşlar, Türk olduklarının farkına yeni varıyor.
Hırıstiyanlık Çuvaşları koparamadı
10. asırda ünlü komutan Almuş başkanlığında Çuvaşların bir kısmının Müslüman olduğunu
ancak bunların Başkırd ve Tatarlara karışarak milliyet değiştirdiğini öğreniyoruz. Şimdiki
Çuvaş topraklarında kalanlar 16.–17. yüzyılda Rusların baskısıyla Hıristiyan olanların
torunları. Halen müslüman kalmış Çuvaş Türkü'nün sayısı bu topraklarda sadece 1500.
Çeboksarı İmamı Hayrat Haybullah , müslümanlığın Çuvaşistan'da resmi dinler içinde
sayılmamasından yakınıyor. Tatar, Özbek, Tacik ve Azerilerden toplam 50 bin müslümanın
ülkede yaşadığını anlatan Haybullah, " Başkent Çeboksarı'da mescitimiz yok. Ancak "
21
Şumarka ve Kanaş adlı iki büyük şehirde ve 38 'i köyde olmak üzere 40 mescitimiz var. 25'de
Kuran öğrencimiz bulunuyor. " diyor. Haybullah, ateizmin ve cahilliğin sürmesinden,
insanların Hıristiyanlığı da, Müslümanlığıda bilmemesinden şikayet ediyor.
Ruslar Hıristiyan olanlara tavizler vermiş. Ancak Çuvaşlar Hrıstiyanlığı kabul etmelerine
rağmen ne Slavyen Hırıstiyan ne ed Türk sayılmış iki arada bir derede kalmışlar.1552'de
Kazan'ı ele geçiren Ruslar Çuvaşlarla ilgili tüm resmi belgeleri de yok etmişler. Çuvaşistan
Yazarlar Birliği Başkanı Mişşi Yukma 13–20 yüzyıl arasında Çuvaşların tarihlerini her
yönüyle ortaya çıkartan bir kitabı henüz üç ay önce yazarak köprüleri yeniden kurmaya
çalışıyor. 150 kitap sahibi, eserleri 144 dile çevrilmiş Yukma'nın bu son kitabı ders kitabı
olarak okutulması kararlaştırılmış durumda. Ruslar, tarih boyu Çuvaşları Türk ve İslam
dünyasından ayırmaya çalışsada Çuvaşlar Hırıstiyan olmasına rağmen Türk gelenek ve
kültürlerini korumayı becermişler. Ruslar Çuvaş Nikolay Buçurin'i Çin'e Hıristiyanlığı
anlatması için gönderiyor. Buçurin, misyonerlik yerine 1853'de bugün bile temel eser kabul
edilen Çin–Moğol tarihini yazıyor. Hıristiyan olmaları nedeniyle Stalin tarafından 1944'de
sürgün edilmeyen tek Türk ve Kafkas topluluğu Çuvaşlar oluyor. Bu nedenle Çuvaşlardan
sadece 200 bini dışarıda yaşıyor . Çuvaşların Hırıstiyan olması Türk dünyasından
koparılmalarına yetmiyor. Halen yönetim Çuvaşlara Fin–Ugor kökenli yerli halk olduğunu
dayatıyor. Ancak dışarı açıldıkça Çuvaşlar, dil, gelenek ve göreneklerin Türk kültürülü ile
özdeş olduğunu görerek, özüne dönüyor.
Çuvaşistan Milli Müzesi'ni gezerken Arapça bir kitabe buluyoruz. Tarih 1575. Hacı oğlu
Simbol. Allah dedi ki : " Her nefis ölümü tadacaktır. " Çuvaşların Ruslarla yaptığı savaşta
ölen bir mücahitin mezar taşı; bu kanıt Çuvaşların eskiden müslüman olduğunu doğruluyor.
Müze yetkililerinin karşı çıkmasına rağmen fotoğrafını çekiyoruz.
22
Manevi başkent Türkistan ve Hoca Ahmet Yesevi
15 Eylül 1998
Hoca Ahmet Yesevi ve alperenleri ile batini Bektaşiliğin dinsel akraba sayılarak
bağdaştırılması, Masonik Bektaşilerin bir hilesidir. Yesevi’nin Hanefi itikadında bir Kalenderi
şeyhi olduğu söylenebilir, ( Doğrul, Koca 1980, 2003), ancak kesinlikle bir ‘İsmaili Daisi’
sayılması kabul edilemez. ( Bulut, Kaygusuz, 2000). Yesevi ile bugünün Bektaşi Alevilerinin
dini anlayışları arasında uçurum var. Hele Cumhuriyet gazetesinin vefat eden eski başyazarı
İlhan Selçuk gibi Sabataycı Mason Bektaşiler, Bektaşiliği saçma sapan Bektaşi fıkralarına
indirgeyip Yesevi’yi ağızlarına bile almamalıydı. 150 yıl önceki Alevilik ve Bektaşilik ile
bugün arasında dağlar kadar fark var iken, bin sene önceki Yesevi’nin bugünkü Alevi
Bektaşiliği onaylayacağını öngörmek, referans yapmak safdilliktir. Veya kasıt,
bozgunculuktur.
Hoca Ahmet Yesevi, “İslam Tasavvufu ile Türk töresinin bileşimini yaparak Orta Asya’da
Müslümanlığı yayan ‘Ulu Ata’dır. Türkler arasında İslam’ın ve doğru İslam’ın yayılmasında
en önemli yer O’nundur. Ahmet Yesevi, Divanı Hikmet adıyla bilinen eserine “Bismillah
diyerek hikmet söyledim; taliplere dür ve gevher saçtım” diye başlıyor. Dür ve gevher dediği
Ayetler ve Hadislerdir. Yesevi’nin ana kaynağı Kuran’ı Kerim’dir. Ahmet Yesevi yolundan
yetişen O’nun izbasarlarının en önemlileri Orta Asya’da Hakim Ata Süleyman Bakırgani,
Anadolu ve Balkanlarda Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre’dir. Hakim Ata, Piri’nin yolundan
giderek yazdığı hikmetlerde “Hazret Sultan’ın Hıristiyanlar, Yahudiler ve Moğollarla
ilgilendiğini yazıyor.” Yesevi dergâhında dağıtılan aşı almak için kimseye dini, mezhebi,
tarikâtı, milliyeti sorulmazdı.
İnsan olan herkese yardım edilirdi. Hacı Bektaş Veli aynı anlayışı Anadolu’ya taşıdı.
‘İncinsen de kimseyi incitme!’ sözü çok bilinen ve tekrarlanan bir sözdür. Yunus Emre bir
Yesevi izbasarı ve Hikmet geleneğinin en önemli şairidir. (Zeybek, 2008).
Ekim 1998’de bir Türk kurultayı vesilesiyle gidip 15 gün kaldığım Türkistan’da ve türbesini
görme imkanı bulduğum Yesevi’yi yakından tanıdım. Türbesinde halen manevi bir hava
hissediliyor. Yesevi'yi ziyarete gelen misafirlerin Arslan Baba'da bir gün geceleyerek ' icazet '
almaları, sonra Yesevi'nin huzuruna çıkmaları eski bir gelenek. Bende öyle yaptım.
Arslan Baba halkın inanışına göre bir sahabe, bir iddiaya göre Selman-ı Farisi. Ancak
Peygamberimizden 300 yıl önce doğduğu 33 dini çok iyi bildiği, nihayet İslamiyeti seçtiği
yönündeki bilgilerle Selman-ı Farisi iddiası çelişiyor. Daha çok Hızır anlatılıyor gibi. Arslan
baba tam 850 sene yaşamış olabilir mi? Olmaz böyle şey demeyin, Namık Kemal Zeybek’ten
dinlediğim rivayet şöyle: '' Peygamber Efendimiz bir gün sahabelerine, ' Ben de bir emanet
var, bizden çok sonra yaşayacak birine çocuk yaşta ulaştırılacak, bunu kim yapar ' diye sorar.
Arslan Baba, bu görevi kabul eder. Peygamberimizde ağzından bir hurma çıkartarak Arslan
Baba'nın dilinin altına koyar. Allah senin ömrünü artırsın diye dua eder. Diyar diyar dolaşan
Arslan Baba , hurmayı 500 yıl dil altında saklar. Türkistan'a Ahmet Yesevi 7 yaşında iken
gelir. Arslan Baba'yla karşılaşan Yesevi'nin ilk sözü ' emanetimi ver ' olur. Baba, emaneti
Yeseviye verir. Baba otağını Türkistan'a kurar. Yesevi' Arslan Baba'nın öğrencisi olur. Onun
ahlakiyle ahlaklanır. Arslan Baba öldüğünde artık Ahmet Yesevi, bölgenin manevi direği,
Türklere müslümanlığı sevdiren kutlu bir kişidir. '' Bu meşhur hikaye, Yesevi’nin
peygamberimizin varisi bir alim olduğunu gösterir. Arslan Baba'nın türbesi 12. asırda
yapılmış, 14. asırda Timur tarafından yenilenmiş 1907'de ünlü mimar Kalbirza Misafiroğlu
tarafından 3. defa restore edilmiş. İlk türbesinden iki direk hala ayakta duruyor. Halk bu iki
23
direğe kutsaliyet izafe ediyor. Türbeden içeri girerken adete yerde sürünecek kadar saygı
gösteriyorlar. Arslan Baba'nın şeceresi duvarda asılı. Yaşlı bir Kazak Şamanist kadın elinde
bıçak ve tesbihle gelen misafirlere uzun bir dua ettiriyor. Atilla'dan Timur'a tüm ulu Türk
hakanlarının adlarını bir bir sayıyor.
Arslan Bab (Baba) türbesinin hemen karşısında Kurban Ata adlı türbe dikkatimi çekiyor.
Kırgızıstan'da ki Su nehri yakınlarında 28 yıl yaşamış Yesevi'nin Alperen'i, bir evliya olarak
kabul ediliyor. Türbedar Mirali Ulu Mevlün, Kurban Ata'yı ' hiç kimseye kötülük yapmamış,
kul hakkı yememiş ' diye tanımlıyor. Kurban Ata'nın asıl mezarı 70 kilometre uzaklıkta Kara
Buğra'da. Arslan Baba'ya yakın olsun burada Özbek Ali Çaribek sembolik bir türbe yaptırmış
Kurban Ata'nın elbiseleri, Çapan, tesbih takya ( sarık ), Asa ve Kuran'ı hediye etmiş; kendi
mezarını da yanına gömülmesini sağlamış. Rivayete göre, Kurban Ata, öleceği yeri ve zamanı
söylemiş ve birden ortadan kaybolmuş. Asıl mezarının başında büyük bir ağaç bulunuyor,
halk bu agacı da kutsal kabul ediyor. Kurban Ata'nın 6 oğlu var ; Tiney, Çartı Bas, Çarı,
Sasık, Köten, Kyikkişi. Kazakça Geyikli baba anlamına gelen Kyikişi'nin Bursa'da türbesi
bulunan meşhur Yesevi müridi Geyikli Baba ile aynı kişi olduğu sanılıyor.
Tarihçi Fuat Köprülü'ye göre, İslamiyet Türkler arasında Melamilik vasıtasıyla girmiştir. 10.
yy'de Maveraünnehir'de Buhara, Semerkand, Fergana gibi şehirlerde eski Şamanlar ve Budist
rahipler gibi menkıbe anlatan, manzum ilahiler okuyan Arslan Baba, Korkut Ata, Çoban Ata
gibi Türk şeyhler ortaya çıkmıştır. İslam'ı tasavvuf aracılığıyla öğrenen Türk topluluklar için
Budist, Şamanist ve Maniheist rahiplerden Kalenderi derviş anlayışına geçiş zor olmamıştır.
Çünkü yeni intisap edilen şeyhlerde Kamlar gibi gelecekten haber veriyorlar, kalpten
geçenleri biliyorlar, yağmur yağdırıp gittikleri yerlere yeşillik getiriyorlar, hastaları tedavi
ediyorlardı. Sufizmin örgütlü ayinleri sayesinde genellikle eğitim görmemiş cahil halk
zümrelerinin sosyal ihtiyaçlarının karşılanması amaçlanmıştır. Özellikle müzik, raks, sazlı ve
sözlü ayinler göçebe halkın ilgisini çekmiştir. İzzeddin Doğan, Fethullah Gülen’i bir
ziyaretinde, ‘sazlı ve sözlü’ geleneğin o devirlerde olup olmadığını soruyor. Gülen, 10 saniye
düşünüyor, ‘ Vardı, İzzeddin bey’ diyor. Bu sosyal bir gerçektir. Türk müslümanlığını
Araplardan ayıran bariz farklardandır.
Anadolu Türkleri, Timur’u Yıldırım Beyazıt’ı Ankara savaşında 1402’de yendiği, kafese
koyduğu, Türk birliğini parçaladığı için pek sevmezler. Aslında sağlam bir müslüman olan
Timur, büyük bir İslam kahramanıdır. Mason Bektaşilerin beslendiği kaynak olan Karamiler,
İsmailliler, Haydariler ve Hurufilerin önderlerini, takipçilerini ve öğretilerini kökünden
kazıyarak ortadan kaldırmış, İslam’a büyük hizmet yapmıştır. Ülkemizde Timur nefretinin
nedeni acaba Mason Bektaşilerin Timur’dan intikamı olabilir mi? 14. asırda 27 ülkenin hakanı
olan müthiş komutan Emir Timur'un girdiği hiçbir savaşta yenilmemesinin manevi bir sırrı
olduğuna inanılır. Orta Asya topraklarında yaygın kanaata göre, Timur'u Ahmet Yesevi
kanatları altına almıştır. Halbuki Timur Yesevi'den 200 yıl sonra yaşamış bir hükümdardır.
Rivayete göre, rüyasında Yesevi'den öğrendiği bir zafer duasıyla Timur'un yenilmez olduğuna
inanılır.
Timur, hayatı boyunca alimlere ve Allah dostlarına büyük hürmet gösteren bir hükümdardı.
Yesevi'nin kendine öğrettiği duayla muzaffer olmasının ardından, kendi kendine, Yesevi'nin
türbesinin külliye haline getirme sözü verir ve bu sözünü tutar. Timur'un yenilmezlik sırrı
olarak anlatılan öykü ise şöyle : '' 14. asırda Altınordu Devletini yıkan, Orta Asya'yı
hakimiyeti altına alan Emir Timur, rivayete göre Ahmet Yesevi'yi rüyasında görür. Yesevi
Timur'a zafere giden duayı öğretir. Artık Timur'da Yesevi'nin bir mürididir. Böylelikle TimurYesevi arasında bir gönül bağı oluşur. Timur, 14. asrın sonlarında (1405)'te Yesevi'ye
görkemli biçimde yeniden türbe inşa ettirir. Timur, bu girişimiyle tüm Türklerin sevgisini ve
desteğini kazanır." Yesevi'nin öğrettiği duayı hiç ihmal etmeyen Timur, bir gün yakın
arkadaşına girmiş olduğu bunca savaşta yenilgi yüzü görmemesini şu ifadelerle açıklar:
"Ahmet Yesevi'nin duasını ettim, onun mezarını korudum, müritlerine dokunmadım. Allah'da
24
beni hep muzaffer kıldı. " Emir Timur'un vefat şeklide çok ilginçtir. İnatcılığı ve aldığı
karardan asla dönmemesiyle bilinen Timur, en son Çin'e gerçekleştirdiği sefer öncesi
Türkistan 'da Sır derya'ya yakın Arıs nehri kenarında konaklar. Çok soğuk olduğu için
askerler Çin'e gitmek istememektedir. Askerin bu direnişini kırmak için, o soğuk karlı kış
günü Arıs nehrinde çıplak olarak yüzmeye başlar. Kar üstünde iki gün oturarak askerine örnek
olmaya çalışır. Ancak o kara soğuğa üç gün dayanabilir. Yakalandığı zatüre sonunda hayata
gözlerini kapar.
Mason Bektaşiler, Yesevi’yi bir İsmailli Daisi göstererek Alevilik kapsamı içine katarlar.
Oysa Yesevi Maturidir ve şeyhi Yusuf Hemedani adlı Hanefi alimidir. (Fığlalı, Ocak 1990).
'Kim olursan ol gel ' öğretisini Mevlana'dan önce kullanan Yesevi, Mevlana gibi dergahına
gelenlere herhangi bir dini baskı yapmıyarak İslamiyetin engin hoşgörüsünü gösteriyordu.
Hidayet yolunu gösteren Yesevi, gelenlerin İslamiyetle şereflenmesi için yanıp tutuşuyordu.
Yesevi'ninde Mevlana gibi bazı mihraklar tarafından kullanılmaması için Yesevi'yi iyi
anlamak zorundayız. Yesevi’yi Mason Bektaşilerin kucağına bırakırsak, ortaya içi boşaltılmış
bir İslam, dışı posa, iğreti bir öğreti, alperenleriyle işret yapan bir tarikat şeyhi çıkar.
‘Yeseviyim, Mevleviyim, Bektaşiyim’ diye övündüğü halde, O erenlerle ilgisiz, hatta
düşmanlık yapan nice insanlar, nice Mason Bektaşiler gördüm. Rakı sofrasında alperenlik
taslıyorlardı…
Binlerce yıldır Türklerin manevi atası ve öz Türkçe'mizin mimarı olarak kabul edilir Hoca
Ahmet Yesevi... Yesevi'nin bu topraklar üzerinde yaşaması ve vefat etmesi, Türkistan'ın tüm
Türk devlet ve toplulukları tarafından manevi başkent olarak görülmesinide beraberinde
getirir. Müslümanlığın Orta Asya steplerinde neşvü nema bulup çiçek açmasında Hoca Ahmet
Yesevi'nin çabaları tartışılmaz. Ahmet Yesevi, Türklükden ve Türkçe'den hiç taviz vermemiş,
müslümanlığı doğru anlamış, Mevlana gibi kapılarını her dinden, ırkdan insanlara açmış
evliya ve alperenlere ufuk, vizyon sunmuş bir Pirdir. Hristiyan, Şamanist, Yahudi, Budist,
Müslüman ayrımı yapmamıştır. Bu nedenle hala değişik inançlara sahip Türkler, Yesevi'yi
ortak ataları olarak görüyor. Buda Yesevi'nin engin hoşgörüsünün bir kanıtıdır. Peki
Yesevi'nin referansı ne? Türklük mü, Müslümanlık mı? Yoksa her ikisi mi? Hristiyan,
Şamanist, Müslüman Türklerin onu ortak ata kabul etmesi referansının Türklük olduğunu
gösterir mi? Bu profilden yaklaşanlar, ‘ Yesevizm’ diye bir ' izm ' ile ve yeni bir tarikat
neşvesiyle ortaya çıkıyor. Bu tarikat üyelerinin bazı vakitlerde gizli gizli Yesevi'nin
Türkistan'daki türbesine gelip zikirli ayinler yaptıklarını öğrendim. Türkistan köylülerinin
Yesevi halkası oluşturup, zikir yaptığı bu ayini izledim. Bu zikir, bugün Cerrahi, Rufai ve
Kadirilerin yaptığı zikirle benzerdir. Semahla alakası yoktur.
25
Yesevi dergahın tam ortasında 3 bin litre su alan 6 asırlık bir kazan bulunuyor.
Kazan’ın Türklerin egemenlik sembolü olarak görüldüğünü ifade eden Zeybek, kazanın
Sovyet baskısı altında esaret yaşadığına dikkat çekti ve kazanın başına gelenleri şu şekilde
dile getirdi: "Sovyet baskısı altındaki yıllarda bilinçli olarak, bu kazan Leningrad'daki Erimtaj
müzesine kaldırılmıştı. Daha sonra Kazak aydınlarının yoğun baskı üzerine kazan eski yerine
geri getirilerek konuyor." diyen Zeybek kazan'ın manevi boyutuyla ilgili olarak da şunları
anlatıyor: " Kazanın içi şerbetli su ile her zaman dolu olarak dururdu. Dervişlerin yaptığı
zikirler sırasında kazanın üzerinde nurların görüldüğü rivayet edilir. Bu şimdiki tabirle
vücuttan çıkan elektrolar olarak belirtiliyor. Zikir sonrasında susayan ve hararet içerisinde
bulunan dervişler bu kazandan içtikleri bu nurlu suyla serinliyordu. Zikir başlamadan önce
parola belliydi. Zikir sırasında ya ter, ya kan, yada can çıkması zikirin samimiyeti için çok
önemli bir noktaydı. Şu anda kazanı ziyarete her kesimden insan geliyor. Fakat kazana
maksadı dışında işlevler yüklenmiş durumda. Ziyarete gelenler kazana para atarak dilekte
bulunuyorlar. Bu sonradan çıkan yanlış adeti biz düzelteceğiz. Bu konuyu Cumhurbaşkanı
Nazarbeyev'de ilettim." Zeybek, bugün gerçek alperen kültürünün Orta Asya’da açılmış Türk
okullarıyla temsil edildiğini itiraf etmiş bir Yesevi aşığı.
Yesevi külliyesine ziyarette bulunanlara buğday ve etin birlikte kaynatılmasınıdan elde edilen
"Herse" veya "Keşkeş" denilen bir yemeğin yedirilmesi eski bir gelenek. Külliye aynı
zamanda eskiden üniversite şeklinde de kullanılmaktaydı. Zamanın sayılı kütüphanelerinden
biride bu kulliye içerisinde mevcuttu. Şimdi yine büyük bir kütüphane de külliye'ye eklenmiş
durumda.
Ünlü şairimiz Yahya Kemal, Yesevi'yi şöyle tanımlıyor: ''Ahmet Yesevi olmasaydı, Türk
milliyeti olmazdı.'' 1186 yılında vefat eden Yesevi'nin kendisini insanlığa adamış öylesine
güçlü bir inancı var idi ki, 63 yaşından sonra ' Yeryüzünde Peygamber Efendimizden fazla
yaşamak haram bize ' diyerek yeraltında hazırlattığı ' Çilehane ' olarak adlandırılan çukurda
ölene kadar yaşadı. Koyu bir Hz. Muhammed aşığıdır. Elbette Hz. Ali’yide sever. Bugünkü
26
müslümanlar, ‘Hz. Ali’yi sevmek Şialıksa, en büyük Şia, Alevi benim’ söylemini
anlayamıyor. Oysa geçmişte Rafizi olmakla suçlanan İmam Şafi de aynı cevabı vermişti.
Yesevi, bugün Orta Asya ve dünyanın imdatına koşan alperenler gibi on binlerce öğrenci,
Alperen yetiştirdi. Yesevi, alperenlerini (gönülleri fetheden ) tüm dünyaya, o cümleten
Anadolu'ya gönderdi. 1990’den beri ‘ bu borcu ödemek boynumuzun borcu’ diyenler, Orta
Asya’ya Anadolu’dan tersine alperen göcü başlattı. Ahmet Yesevi, Türklerin müslümanlığa
benimsediği 10. asırda tarihin akışını değiştirecek ölçüde rol üstlendiği kabul edilir. 20. yılına
yaklaşan tersine göçte, tarihin akışını değiştirmeye devam ediyor. Yesevi’nin misyonu ile söz
konusu misyon birbirine benziyor. Her ikiside Türkçe’nin yayılmasına, İslam’ın Türkçe
anlayışıyla başka dinden olanlara anlatılmasını sağlıklı buluyor. Bu benzerliklerin halen
doktora tezi yapılmaması büyük eksiklik...
Yesevi, dönemin Türk hakanları, Hanları, beyleri 'Farisi' dilinde yazıp çizerken, resmi ve
edebi dili ' Farsça ' kılmış iken O, Türkçe' yi savundu, ' Türkçe ' konuştu, müslümanlıkla
özdeşleşmiş ' Türk milliyetçilik' şuurunu yoğurdu. Yesevi Gönüllüler Harakatı, 12. asırda
tufan gibi gelen Moğol tehlikesine karşı direnecek gönül erlerini halkın içine zamanında
yerleştirdi. 40 yıldır görülen benzer ‘Gülen Haraketi’nın aynı dalgakıran görevi gördüğü
yadsınamaz. Yesevi, Türk devletleri ve halkı Moğol istilası nedeniyle ayaklar altında
ezilirken, müritleriyle gönüllere su serpti, umut tohumlarını ektirdi.
Yunus Emre, Yesevi’nin bu rüşeymlerden beslendi, asırları eskiten ulu bir çınar oldu
gönüllerde, kalplerde. Bir rivayete göre, Yesevi'nin bir milyon öğrencisi veya sempatizanı
vardı. Yesevi kazandı; hırçın Moğol kavmi müslüman oldu ve Türkler arasında eriyerek
Türkleşti. Cengiz Han'ın torunları Ögedey, Çağatay müslüman olarak Türk-İslam sentezini
benimsedi, İslamiyete hizmet etti. İşte Ahmet Yesevi, Timur'dan Abay'a, Çoğan'dan,
Celaleddin Harzemşah'a, Alparslan'dan Mevlana'ya Yunus Emre'ye, Hacı Bayram Veli'ye,
Geyikli Baba'ya Saltuk Buğra'ya Babür'e kadar tarihte tanıdığımız tüm ulu Türklerin öncüsü,
rehberi, koruyucuydu. Gönüllerde kurduğu tahtı kimse yıkamadı. Özbekistan, Kazakistan,
Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızıstan, Azerbaycan, hatta Babür'ün mirası üzerinde kurulan
Afganistan, Hindistan, Pakistan gibi ülkelerde hatta Balkanlarda derin izler bıraktı. Yesevi
gibi oalanlar hep kazanacak, granit gibi kalbi olan yeminli din düşmanlarını dahi insafa
getirecektir. Allah’ın izniyle gerçek Sufizmin eritmediği kalp yoktur, yalancı Sufizmin
tehlikeleri ise çoktur. Mason Bektaşilik, sahte sufizm ile bu alanının dini derinliğini yok
etmiş, etki gücünü eritmiştir. Etrafında dönüp dolaşanlar içine girip beslendiği ana kaynaktan
hakiki iman iksirleri içmiyor; şekilcilik, gösteriş önplanda.
Romanya'nın Babadağ kentinde yer alan Sarı Saltuk Baba türbesini Haziran 2000’de ziyaret
ederken, yine Yesevi'nin soluklarını, nefesini duymuştum. Hacı Bektaş Veli'nin öğrencisi olan
Sarı Saltuk, Büyük Selçuklu devleti yıkılırken 1263'de Rumeli topraklarına adım atmış bir
Yesevi devamcısı. Balkanların Türkleşip müslümanlaşmasında Saltuk Baba'nın yeri çok
önemli. O, ilk alperen... Tatarlara da müslümanlığı götüren Sarı Saltuk. gönüllerin sultanı
olmanın dünya saltanatı elde etmekten ne denli önde olduğunu ispatlıyan bir abide. Saltanat
sahipleri unutuldu, ama Yesevi gönüllerde yaşıyor, amel defteri hiç kapanmadı. Rusya arazisi
içinde kalan alanları kapsayan coğrafyada Türklerin ortak paydası mazide olduğu gibi
bugünde Ahmet Yesevi... ‘Türkistan Ortak Evimiz’ projesi temelinde Yesevizm, Özbekistan
Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'un da desteklediği belki de tek proje. O, bu topraklarda
parçalanan unsurları birleştiren maya olarak görülüyor.
Ünlü tarihçi Hammer'ın '' Türkler olmadan tarih yazılamaz ' tesbiti ne kadar önemliyse,
Yesevi'nin İslamiyetden gıdalanarak Türklük bilincini yeniden yoğurması gerçeği de
köklerimize sahip çıkmamız açısından o denli önemli tarihi bir hakikat. Yesevi'yi Yesevi
yapan İslamiyetti. Kimlik kartı Türktü. Yesevi'nin referansını sadece Türklük olarak
gösterilmesi onun bir kanadı kırık kuşa çevirmektir. Onun İslami hüviyetini görmemezlikten
gelenleri Yesevi Divanı'nı okumaya davet ediyorum. Unutmamak için hafızanıza kazıyın:
27
Yesevi ve Yesevi'nin alperenleri olmasaydı, bugün Anadolu müslüman ve Türk olamazdı,
Türk kalamazdı. Macarların akibetine uğrardı. Mason Bektaşilerin Sarı Saltuk’u kendi kafa
yapılarında bozuk bir Bektaşi sayıp, Yesevi’nin talabesi Hacı Bektaş’ı çarpıtmalarına,
üzerlerinden siyaset yapmalarına artık göz yumamayız. Siyasi mecradan kurtarılan Aleviliğin
sahte Bektaşilikten ayrışmasıyla gerçek dini hüviyetine kavuşturulması, kaçınılmaz bir
süreçtir.
RUMLARA TÜRK MAĞDURİYETİ
Türkistan'a gelmişken yakındaki şehirlerden en ilginci olan Kentau'ya uğramadan
edemiyoruz. Türkistan'a 30 kilometre uzaklıkta Rumlar tarafından kurulan Kentau kenti,
uluslararası şehircilik ödülü almış bölgenin en gelişmiş kenti. Rumlar bu topraklara Stalin
tarafından sürülmüş ;sürgün olayının ilğinç tarafı Rumların Türk diye mağdur edilmiş olması .
Bu Rumlar Trabzon 'dan Kafkas'a sürgün eden Pontus Rumlarının torunları. 1944 de Ahıska
Türklerini ve Kafkas toplumlarını sürgün eden Stalin, adet gelenek ve sima olarak Türklere
benzeyen Rumları Türk zannetmiş. 2. dünya savaşı sonrası Almann esirlerin bir kısmı da bu
kente yerleştirilmiş. 40 bin nüfuslu kentin yüzde 75'ini çok kısa bir süre önce Rumlar
oluşturmasına karşın son 6 yılda Yunanistan'ın girişimiyle Rumlar göç etmeye başlamış. 15
günde bir Yunanistan'a otobüs kalkıyor. Bu Rumları Yunanistan , Ege'deki adalara
yerleştiriyor. Kentau, adı ile özdeş tam bir maden şehri. Yerin altı oyuk oyuk, maden tünelleri
yeraltında yeni bir şehir oluşturmuş; yeraltı suları nedeniyle şehri su basmasın diye sürekli
motorlar dışarı su pompalıyor. Demir, kurşun, uranyum , bakır çıkartılıyor, halkın büyük
bölümü de madenlerde çalışıyor. Büyük bir mervi fabrikası mevcut şehirde; fabrika çalışanları
2. dünya savaşında Sovyet ordusunun yüzde 90 mervi ihtiyacını bu fabrikadan karşılamakla
övünüyor. Kentau'da evler Alman tipinde inşa edilmiş, yollar geniş ve asfaltlı, yol kenarları ve
şehrin her tarafı agaçlarla çevrili, yemyeşil. Rumlar ve Almanlar, evlerini 500 ABD doları
gibi komik bir rakama satarak şehri terkediyor. Bu nedenle nüfus yoğunluğu Kazaklar lehine
değişmiş; Kazaklar zengin, Alman ve Rumlar ise fakir duruma düşmüş. Şehrin her tarafı
parklar, oyun bahçeleri, sinema, tiyatro ve eglence merkezleriyle dolu. Sosyal imkanları,
altyapı sorunun olmaması ve yerleşim planının mükemmelliği nedeniyle Türkistan'da çalışan
üst düzey yetkililer ve zenginler Kentau'da oturuyor. Türkistan, Kazakların yaşadığı bir şehir
oldugu için hiç bir hizmet götürülmemiş, geri bırakılmış. Kentau'da bir zamanlar milletler
mozainin yaşadığını en iyi simgeleyen her millete ait bir anıtın mevcudiyeti. Alman, Rum,
Koreli, Çinli herkesin bir anıtı var . Anlaşılan tüm savaş esirleri Kent'auda ağırlanmış ! Maden
İşçileri Parkında yeralan Japon Mezar anıtı'nın niçin burada olduğuna dair kimse yeterli
açıklama getiremiyor. Sovyetler Birliği dağılmadan önce elektirik enerjisini Özbekistan'daki
elektirik santralından alan Kentau kentinde 1991 yılından beri elektirik sorunu yaşanıyor. Son
yıllarda o muhteşem dokusunu bakımsızlık nedeniyle kaybetmeye başlamıış Kentau. Artık
Kentau'da da fabrikalar çalışmıyor, insanlar işsiz...
TÜRK OKULLARI KENTAU'DA
Modern , ama şimdilerde cansız ve ruhsuz bir şehir haline gelen Kentau'ya hayat veren Türk
okullar. O tarihteki geniş cografyaya hükmeden muhteşem Türkistan'ın manevi başkenti olan
Türkistan ve çevresinin Ahmet Yesevi döneminde olduğu gibi ilim ve kültür merkezi haline
getirilmesi için Türkiye'den fedekar insanlar yoğun çaba harcamış.Kazakistan Cumhurbaşkanı
Nursultan Nazarbeyev'in imzaladığı kararname ile 1991'de kurulan ve Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel'in , başbakan iken ziyaret ettiği 29 nisan 1992'de ortak hale getirilen Hoca
Ahmet Yesevi Türk - Kazak üniversitesi'nin, Tıp, edebiyat, siyaset, işletme, iletişim, sanat
başta olmak üzere 13 fakülte de 50'e yakın bölümü, 73 kürsüsü ; 400'ü Türkiye'den gelmiş 10.
589 öğrencisi bulunuyor.Üniversite'nin Kentau'da Tıp ve Ekoloji fakültelerinde 400 kişi
yükset öğrenim görüyor.Kentau'da parmakla gösterilen, başarılarıyla halkın gözdesi haline
28
gelmiş Türkistan Türk-Kazak Erkek Lisesi, Kazakistan'da tam 29 lise ve Almatı'da ki
Süleyman Demirel Üniversitesi'nde 2500 öğrenciye eğitim veren KATEV Eğitim ve Öğretim
Vakfı tarafından açılmış. Kentau Lise Müdürü Mehmet Cahit Okay, okullarında 164
öğrencinin eğitim gördüğünü belirtirken, kapasitelerinin kısıtlı olmasından dolayı daha fazla
öğrenci alamamaktan dertli. Bu yıl yapılan sınava 1500 öğrenci başvurmuş, içlerinden en zeki
52 öğrenci okula girebilmiş. İngilizce, Kazakca, Rusca ve Türkçe eğitim yapılan okulda yarım
ders yılı içinde öğrenciler ingilizce öğrenerek yıl kaybetmeden Biyoloji, Matematik, Fizik ve
Kimya'yı ingilizce olarak okumaya başlıyor. Okulun başarıları hakkında bilği veren Müdür
Okay, '' Asya Kimya olimpiyatlarında 1. ve 2., biyoloji olimpiyatlarında 4. okulumuzdan çıktı.
İlk mezunlarımızdan 24'ü de üniversiteyi kazandı. Bunlardan 20'si Türkiye'de Bogaziçi,
ODTÜ gibi üniversiteleri, 4 kişi de Kazakistan'daki üniversiteleri kazandı. Japonya'ya
Amerika'ya giden öğrencimiz var. Kentau'da başarılarımızı kıskanan, İngiltre'ye götürmek
için öğrenci arayan bir İngiliz koleji, öğrencilerimizi transfer etmek için yüksek miktarda
rüşvet teklif ediyor . Ama hiç birinin aklını çelemediler. Kazaklar bizleri kendilerinden
ABD'li ve İngilizleri yabancı görüyor. '' diyor.
Türkistan, Türkiye'den gelmiş Alperenlerin eğitim yatırımı sayesinde geleceğe ümitle
bakıyor. Bir zamanlar Anadolu 'ya dervişlerini, erenlerini gönderen Ahmet Yesevi'ye olan
borcumuz belkide böylece bir nebze ödenmiş oluyor. Anadolu, Yesevi'nin müridlerine nasıl
kucak açmış, onların manevi önderliği sayesinde müslümanlaşmış ve Türkleşmiş ise bugün de
aynı biçimde kapılarını Türkiye'den gelmiş bu genç Alperenlere açan ensar, muhacirlerini
bağrına basıyor. Bu topraklarda dolaşan Yesevi'nin ruhaniyetini hissediyorsunuz.
Cumhurbaşkanı Nazarbeyev'in söylemine hemen katılıyorsunuz : Sadece Kazakistan'ıın değil,
tüm Türk dünyası'nın manevi başkenti Türkistan...
Solsdan sağa: Ersin Demirci ( Azerbaycan Zaman temsilcisi), Faruk Arslan (CHA
Azerbaycan temsilcisi, Zelimhan Yakup ) Azeri Şair ve Milletvekili ve Adem Öcal (Çağ
Öğretim A.Ş. İşletmeleri Azerbaycan Genel Koordinatörü). 12 Nisan 1998.
29
Avrasya misyonu, DA Dergisinin Doğuşu
22.06.2011
1998’de Avrasya coğrafyasına hitap eden akademik seviyede yazıların yer alacağı ortak bir
derginin çıkartılması fikri hayalimizi süslüyordu. Azerbaycan'ın ünlü sanat tarihçisi,
gazeteci–yazar Prof.Dr. Rafael Hüseynov ile hararetli sohbetlerimiz sırasında bu istek önce
öneri haline getirildi. Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı,milletvekili Anar Rızayev'de
bizimle aynı fikirdeydi. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın düzenlediği bir toplantıda Anar bu
arzusunu ilk defa yüksek sesle seçkin bir topluluk önünde dile getirdi. Bu öneriye sahip çıkan
Vakfın Başkanı Harun Tokak ve ilgisini bu alana yoğunlaştıran Vakfın Genel Sekreteri Erkan
Tufan Aytav, ilk tohumu Bakü'de atmaya karar verdiler. 9 Haziran 1999'da Bakü'de içinde
bulunmaktan mutluluk duyduğum tarihi bir toplantı yapıldı. ABD'de yaşayan Türk
tarihçilerinin duayeni, ünlü ismi, ABD'li stratejistlerin Sovyet ve Türk tarihi Danışmanı
Prof.Dr. Kemal Karpat sırf bu iş için Bakü'ye gelmişti. Bakü Devlet Üniversitesi Türkoloji
Bölüm Başkanı Prof.Dr. Tevfik Hacıyev, Anar Rızayev, Rafael Hüseynov, Türkiye'den
Nevval Sevindi, Tufan Aytav ve Şeref Oğuz, kurulacak Avrasya Platformu ve çıkartılması
planlanan Diyalog Avrasya dergisi için önerilerini sundular. Prensipler belirlendi,çerçeveler
çizildi. Bu tür toplantılardan diğer Avrasya başkentlerinde de yapıldı. Üç ayda bir
yayımlanacak Türkçe ve Rusca, Balkanlar için Türkçe ve İngilizce DA dergisinin ilk sayısı
geçtiğimiz günlerde çıktı.Derginin yayın kurulu işin ciddiyetini de ortaya koyuyor. Kimler
yok ki ? Arnavutluk Yazarlar Birliği Başkanı Xheavir Spahiu, Azerbaycan Yazarlar Birliği
Başkanı Anar Rızayev, şair yazar Bahtiyar Vahapzade, Prof.Dr. Tevfik İsmailov, Arif
Emrahoğlu, Bosna Hersek'ten Prof.Dr. Enes Telidija, Gürcistan'dan Prof.Dr. Giulalasania,
Kazakistan milletvekili ve yazarı Şarhan Murtaza, Kırgızıstanlı yazar Cengiz Aytmatov,
Makedonyalı yazar İlhami Emin, Moğolistan Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Dashdondov,
Bağımsız Moldova gazetesi Başeditörü Boris Tihinviç Marian, Romanya Yazarlar Birliği
Başkanı Prof.Dr. Mihail Nicolau Miron, Rusya'dan Moskova Üniversitesi Asya–Afrika
Enstitüsü Müdürü Mihail S.Meyer, Şarkiyyat Enstitüsü Müdürü Rastislav Barisovic, Türkolog
Dimitri Dimitriyesevic Vasiliyev, Bizim Dağıstan dergisi Genel Yayın Müdürü Murtzali
Dugriliçiov, Tataristan milletvekili Razil Valeyev, Yazarlar Birliği Başkanı Prof.Dr. Fuat
Galimullin, Başkurdustanlı yazar Ravil Bıkbayev, Tuvalı yazar Aleksandr Viktoroviç Matin,
Türkmenistan Yazarlar Birliği Başkanı Atamurat Atabayev, Ukrayna'dan Pavlo
Arhipoviç,Yazarlar Birliği Başkan Yardımcısı Viktor Maksimoviç Kodun, Kırım'dan Prof.Dr.
İsmail Kerimof Hasanoviç. Bu isimlerin çoğunluğunu eminim Türkiye'deki aydın kesimimiz
yeni duyacaktır. Oysa bu şahıslar ülkelerinde ve kendi sınırlarının ötesinde saygın bir konuma
30
sahipler ve oldukça iyi tanınıyorlar.
Azerbaycan'ın ünlü sanat tarihçisi, gazeteci–yazar Prof.Dr. Rafael Hüseynov ile
hararetli sohbetlerimiz sırasında Avrasya Platformu ve DA dergisini çıkartma istek ve
öneri si canlı haline getirildi. Fotoğrafta Azerbaycan zaman’ın köşe yazarları aylık
yaptıkları istişare toplantısından sonra görülüyor. 1 Nisan 1998.
KALEM VE FİKİR SAVAŞI
Nihayet bir Avrasya misyonu geçte olsa ortaya çıktı. Eskiden dünya coğrafyasının yüzde 35'ni
kaplayan Sovyetler Birliği çatısında zoraki bir Avrasya birliği vardı. Bu topraklardaki insanlar
eski dönemde rejimin öngördüğü biçimde ve tek tüfek yayın organlarında yayımlanan
yazılarından az çok birbirlerini tanıyordu. Son 10 yıldır bu imkanlarda ortadan kalktı,bir
boşluk meydana geldi.Yeni nesil birbirinden kopuk yetişiyor. Akademik düzeyde bu coğrafya
insanlarının birbirlerini tanımaya,fikirlerini öğrenmeye,barış ve uzlaşma için görüş
alışverişinde bulunmaya ihtiyacı var. Çünkü aydın kesimi oluşturan fikir bağlamında bu elit
tabaka ülkelerinin iç ve dış politikalarının belirlenmesinde önemli rol oynuyor. Ancak
sanıldığı gibi bu tabaka maddi açıdan zengin edğil, ülkelerindeki oligarşilerle gizli bir
mücadele halindeler. Bu nedenle bu onurlu insanlara sahip çıkmak gerekiyor.21. yüzyılda
savaşlar artık kalemle,fikirle yapılacak.
Ünlü ABD'li stratejist Zbıdnev Brezinski bu coğrafya büyük bir satranç tahtasına benzetiyor.
Etnik savaşlar,darbeler,suikastlar,çevrilen entrikalar büyük oyunun kilometre taşları olarak
karşımıza çıkıyor. Toplumlar sağduyularını kaybedip ayrılıkçılığı körükleyen toplum
mühendisleri sahneye çıktığı zaman diyaloğa zaman kalmıyor. Türkiye'nin dış politikasında
Avrasya misyonunun olduğunu Dışişleri Bakanı İsmail Cem'den sık sık duyuyoruz. Ancak bu
misyon için ne yapıldığını ne anladıklarını anlamakta zorluk çekiyorum. Başbakan Bülent
Ecevit daha Türkistan'ın doğu tarafına adımını atmadı, Bakan Cem Avrupa ülkelerini
gezmekten bu coğrafyaya gitmeyi henüz aklına getiremedi. Avrasya misyonunun gönüllü
kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri arasında geliştirilip halktan halka ilişkilerin güçlenmesi
31
için Rusya'nın tekrar dağılmasını mı bekliyorlar ? Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi tam üye
yapmasının en az 15 yılı bulacağını,Bakan Cem söylemedi mi ? AB'ye tam üye olduktan
sonra 12 yılda serbest dolaşım hakkını istemeyeceğimizi taahhüt ettiğimize göre 25 yıl
Avrupa hayali ile uyutulmaya devam edeceğiz. Arap ve İslam dünyası ile bağlarımız o denli
kopartıldı ki, 'birlikteliği ' hayal dahi edemez olduk. Geriye Avrasya kalıyor. Demirperde'nin
çözülüşünden sonra ortaya çıkan fırsatlar Türkiye'nin Avrasya'da önünü açıyor. DA dergisi bu
fırsatı değerlendirmek için yerinde bir girişim. Umarım Ankara bunların farkına bir gün
gerçekten varır !
Bakü’den doğan Avrasya Diyalog Platformu
Bakü, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra dağılan ilim adamlarını biraraya getirmede
de beşik oldu. Aslında herşey Bursa Zaman temsilcisi Ersin Demirci'nin 1996 sonlarında
Azerbaycan Zaman temsilciliğine atanması ile başlamıştı. Demirci, 50 kişilik kadrosuyla
kendi matbaasında haftada beşgün renkli basılan, Cihan Reklam Ajansı milyon dolara yakın
ciro yapmış, 60 bin tirajlı Tomurcuk adlı ülkenin tek çocuk gazetesini çıkarmış, mükemmel
bir Bakü Zaman kadrosu bulmuştu. Cihan Haber Ajansı, Türkiye’ye ayda 120 haber
yolluyordu, bu bir rekordu. Uyumlu bir çalışma ekibinin varlığı, bayrak yarışını yukarılara
taşımasının ilk habercisiydi. Ancak bu gerçekten kolay değildi. Gazetenin tek eksiğinin ses
getirecek meşhur yazarlar olduğuna yaptıkları ilk toplantıda Ersin Demirci karar vermişti. Bu
görev Cihan Haber Ajansı Azerbaycan temsilcisi, Bakü muhabiri Faruk Arslan’a tevdi edildi.
Faruk’un ilk işi ülkenin en iyi gazetecilerini ve yazarlarını Türkiye usulü Zaman’da köşe
yazmaya ikna etmek oldu. Başyazar olarak dönüşümlü üç isim belirlendi: Bahtiyar
Vahapzade, Rafael Hüseynov ve Gulu Muharremli.
Azerbaycan Televizyonu Haber Müdürü Gulu Muharremli, Azerbaycan'ın Mehmet Ali
Birandı idi. Hazırladığı haber programlar ve yorumlar ilgi ile izleniyordu, oldukça sempatik
ve mütevazi biriydi. Doğrusu teklifi kabul etmesi beklenmiyordu. Hemen ‘evet’ dedi, hemde
seve seve. Ülkenin Murat Bardakçısı Kürdemirli Rafael Hüseyvov, 20 kitap yazarı bir sanat
tarihçisi, hemde profesördü. Hem yazar, hem üniversitede öğretim üyesi bir akademisyen,
hem Amerika'nın Sesi radyosu Bakü temsilcisi aktif bir gazeteciydi. Sonraki dönemlerde
milletvekili oldu. Fahri Kürdemirli Faruk’un ve Agaresul Memmedov’un ricasını kıramadı.
Hemde haftada üç gün yazmayı ve başyazarlık yapmayı kabul etti.. Rahmetli Aliyev ile arası
yaptığı haberlerden dolayı bozuktu, Azerbaycan Zaman’a yazmas ayesinde barışabileceğini
umuyordu. Yanılmamıştı. Daha sonra milletvekili olmasını sağlayacak süreç böylece
başlamıştı…
Azerbaycan'ın Halk Şairi, tabir cazise Azerbaycan'ın yaşayan Necip Fazıl'ı, meşhur yazar-şair
Bahtiyar Vahapzade, ülkeye ilk muhacirler adım attığından beri yanında olmuş biri olarak hiç
düşünmedi. Tek mesele çok yaşlı olmasıydı. Geceleri uyumuyor, gündüzleri geç kalkıyordu.
Her köşe yazısını evine gidip konuşarak yazmak lazımdı. Bu gidiş gelişler hayat hikayesini
yazmaya sevkeden bir serüvene dönüştü.
Ekonomi yazarı Maliye Bakanlığı uzmanlarından Dr. Azim Azimov, Bakü Üniversitesi'nden
tüm Azeri gazetecileri yetiştiren üstad Prof. Şirmemmet Memmedov, şair Şahmar Ekberzade,
tıp konularında Prof. Adil Ubadullayev bey, tarım konularında ise Tarım Bakanlığında
çalışan, daha sonra Çağ Öğretim'in danışmanı olarak başarılı hizmetlere imza atmış
Kürdemirli Dr.Ağaresul Memmedovdu. Azerbaycan'ın meşhur gazetecileri Azatlık
Radyosundan Elmira Ahmedov'da yazacaktı, köşe yazarlığı kabul etmişti, aniden vefat etti.
Kafkas Üniversitesi'nden Prof. Davut Akyüz, Nahçıvan eski Eğitim Bakanı Nazım bey namı
diğer Gürsel Adalı, Çağ Öğretimden Adem Öcal, Azerbaycan Zaman’ın diğer yazarlarıydı.
Yazarlarla yapılan Nisan 1998’deki aylık olağan toplantılarında, her yazısı ses getiren bir
belgesel olan Rafael Hüseynov, Sovyetler yıkıldıktan sonra eski görkemli yazarlar arasında
32
iletişim kalmadığından yakındı ve ortak bir yayını, siyasi olarak taraf olmayan bu gönüllüler
haraketi tarafından yapabileceğin ortaya attı. Vahapzade, bunu gönülden destekledi. Hatta
bunu Zaman heyetinin boynuna öyle bir borç olarak koydu ki, ‘yapılmaz ise öbür tarafta
yakam elinizde olur’ demeye getirdi.
Fikir babası kesinlikle Hüseynov, ateşleyicisi Vahapzade olan platformun doğması için ilk
tohum böylece Bakü'de atıldı. İstişarede alınan kararlar uygulanmak zorundaydı. Bu kolay
değildi. Ersin Demirci, İstranbul-Bakü arasında mekik dokumaya başladı. Gazeteciler ve
Yazarlar Vakfı, 1994’de İstanbul’da kurulmuştu. Abant platformları ile sses getirmeye henüz
başlamamıştı. Böyle bir projeye sıcak bakar mıydı, bilinmiyordu. Başkan Harun Tokak'ı ve
genel sekreteri Erkam Tufan Aytav’ı ikna etmek, Ersin Demirci için zor olmadı. Hatta hemen
bir yazarlar toplantısı yapılması için tarih bile belirlendi. İstanbul'daki toplantıya iki fikir
babasının gönderilmesi için karar kılındı.
Ancak Hüseynov, çok meşgül biriydi ve programı örtüşmedi. Bu nedenle Vahapzade ve onun
ikna ettiği Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar Rızayev, 15-17 Eylül 1998 'de İstanbul
Silivri Klasis Otel'de yapılan 1. Avrasya Gazeteci ve Yazar Kuruluşları Diyalog Toplantısına
katıldı. Anar, o toplantıda böyle bir platform ve dergi girişiminin başarılı olmayacağını dile
getirmişti. Çünkü, büyük heyecanla atılan adımların arkası hiç gelmiyordu.17 merkezî
Avrasya ülkesinin gazeteci cemiyetleri ve yazar birlikleri başkanlarının katıldığı bu toplantı
ile bir ilk gerçekleşiyordu. Merkezî Avrasya ülkelerinin aydınları, Avrasya'nın merkez
şehirlerinden biri olan İstanbul'da bir araya geliyorlardı. SSCB'nin dağılmasının üzerinden 8
yıl geçmişti. Merkezî Avrasya aydınları birbirlerini ve ülkelerini daha yakından tanıma,
anlama adına bir araya gelmişti. Çünkü tarihin şekillenmesine büyük tesiri olmuş bu coğrafya,
tarih boyunca büyük medeniyetlerin beşiği olmuş bir kültür havzasıydı. Blokların yıkılması
ile oluşan yeni süreçte önemi bir kat daha artmıştı. Halkların diyaloğu aydınların
diyaloğundan geçiyordu. Dostluklar hemen kuruluverdi. Dertler ve sorunlar paylaşıldı.
Problemler benzerlik gösteriyordu. Ama en büyük sorun olarak “diyaloğun eksikliği” ve
“beraberinde gelen önyargılar” toplantıdaki bütün katılımcılar tarafında da ortaya kondu.
Diyalog, birbirimizi tanıma, anlama ve barış adına neler yapılabileceği konuşuldu.
Yapılan görüşmeler sonucu 2 önemli karara varıldı: İlki; Diyalog eksikliği probleminin
çözümü için köprüler kurulması gerekmektedir. Öncelikle ortak bir yayın organına şiddetle
ihtiyaç hissedilmektedir. Avrasya'nın sesi ve soluğu olacak bir dergi çıkarılmalı, aydınlar bu
dergide buluşmalı. İkincisi; ilk olarak gerçekleştirilen bu toplantının her yıl yapılması ve bu
toplantıların kurumlaşmasının gerekliliği.
Böylelikle uluslar arası bir gönüllü kuruluş olan Diyalog Avrasya Platformu'nun (DAP) ve Da
dergisinin tohumları atılmış oldu. Diyalog toplantısında görüşülen ve ilke temelinde yararlı
olduğu ortak düşüncesine varılan konuların takibi için Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı
bünyesinde bir daimi sekreterya oluşturuldu. Derginin genel koordinatörlüğüne ve
sekretaryaya Erkam Tufan Aytav" başına getirildi. Avrasya Diyalog Toplantısı bir gücün
mutlak egemenliği yerine, ilgili bütün ülkelerin ortak hayati çıkarları ve kültür, düşünce, fikir
alanında anlaşma, uzlaşma arayışları için atılmış ilk adımdı. Avrasya'nın köprüsü Türkiye'ydi.
İstanbul'un da 2 kıtayı birbirine bağlayan bir köprü konumunda olması ve Avrasya'nın zengin
kültürel çeşitliliğini, geçmişini ve bugününü, moderni ve egzotiği buluşturmasından dolayı bu
toplantıya ev sahipliği yapmayı hak ediyordu.
2. toplantı, fikrin doğduğu yer Bakü'de Haziran 1999'da küçük bir otel lobi odasında yapıldı.
Ersin Demirci bu organizeyi yapmak için çok emek harcamıştı. O günlerde Bakü'den tayini
diplomasi muhabiri olarak Ankara’ya çıkarılan Faruk Arslan’un yolu tevafuk olarak 5. Türk
zirvesi ve Cumhurbaşkanı Demirel'in gezisini izleme vesilesiyle tekrar Bakü'ye düştü. Ancak
Kerimov yüzünden zirve ertelenmişti ve cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Bakü’ye
gelmemişti. Faruk, gazeteye boşyere masraf olduğunu düşünürken, kendini birden Avrasya
Platformu toplantısında konuk gazeteci olarak buldu. Ersin Demirci, ' bu oluşumda seninde
33
payın var, katılmandan onur duyarız' diye taltif etmişti.
Kader kalemi yazmıştı; bu toplantıya katılması için bilmeden Bakü'ye Faruk’u da göndermiş,
sevabına nail etmişti. Türkiye'den Nevval Sevindi, Şeref Oğuz, ABD'den Tarih profesörü
Kemal Karpat, Erkam Aytav, Bakü Üniversitesi Türkoloji Kürsü başkanı Profesör Tevfik
Hacıyev, Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar Rızayev, Prof. Rafel Hüseynov,
Dr.Ağaresul Memmedov, Prof. Davut Akyüz, Adem Öcal, Dr. Azim Azimov, İmran
Bedirhanov ve Dr.Gulu Muharremli ile aynı masada Avrasya Diyalog dergisinin yayın
yapısından basımına, dilinden dağıtımına kadar herşey görüşüldü, karara bağlandı.
Yılların eskitemediği meşhur tarihçi Kemal Karpat'ın bilinmeyen yönü dergicilikte olan
tecrübeleri ve fikirleri, gerçekten şaşırtıcıydı. Derginin yazı işleri ve yazacak yazarlar orada
seçildi ve kimlerden yazı alınacağı isim isim belirlendi. Artık kurumsallaşan yapılanma
hazırdı, doğum tamamlanmıştı. Da dergisi Rusça ve Türkçe yayınlanacaktı. Aslında İngilizce
bölümlerde öngörülmüştü, ancak uygulanamadı.
"Da" Rusça"da evet demek; açılımı da Diyalog Avrasya’ydı. Hem Türkçe, hem de Rusça isim
ihtiyacını fazlasıyla karşılıyordu. "Rusya ve Türkiye bu coğrafyanın iki merkeziydi. Rusya
göz ardı edilerek bu coğrafyada bir şey yapmak doğru değildi. Bu gerçeğe en çok Orta Asya
ülkeleri vâkıftı. Da ile ilgili protokol şöyle geliştirilmişti; Da Limitet şirketi girişimci firma,
Lenin Kütüphanesi Vakfı yayıncı firma olacaktı.
Dergi Moskova"da Rusya lisansıyla, Rus dergisi statüsüyle yayın yapacaktı, hiç aksatmadan
düzenli olarak yaptıda. Rusça konuşmayan diğer Avrasya ülkeleriyle ilgili yeni bir model
oluşmuştu. Sözgelimi Moğolistan"da yayınlanacak olan Da, Moğolca olacak, Da"nın yayın
ilkeleri dışına taşmayacak, yerel haberlere yer vermekle birlikte ana derginin yüzde 70"ini
yayınlamak zorunda olacaktı. Yayınlandığı ülkeler: Türkiye, Rusya Federasyonu, Arnavutluk,
Azerbaycan, Romanya, Bosna-Hersek, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Makedonya,
Moldova, Ukrayna, Moğolistan, Türkmenistan, Ukrayna olarak belirlendi.
Derginin bir anayasası vardı: "Ülkeler arasındaki diyaloğu tahrip edecek rencide edici
ifadelere, makale ve fotoğraflara yer vermemek. Sıcak, siyasi sorunları platformda gündeme
getirmemek." İzlenen yol ise; ortak yönlerin güçlendirilmesi için önce diyalog, sonra
anlamak, daha sonra anlaşma ve son evre, barış içerisinde birlikte
yaşayabilmek.Azerbaycan"da ve Kırgızistan"da bizzat devlet başkanları "da"nın toplantılarına
daha sonra katıldılar. 15 ülkede çıkan bir derginin tek tek ülkelerden en üst düzeyde destek
görüyor olması önemliydi.
Kırgızistan"da " 2004 yılı yılın dergisi ödülünü" almıştı. Avrasya coğrafyasının geneline hitap
edip, yerel destek gören başka dergi örneği de yoktu. Muhtar Şahanov"un ifadesiyle da"nın
başarısı bu kültürel girişimi iş adamlarını arkasına alarak sürekli hale getirebildi. Eskiden
Moskova'da buluşan ünlü yazarlar Cengiz Aytmatov, Anar, Elçin, Muhtar Şahanov, Olcas
Süleymav, Rostislav B. Rıbakov'ın artık bulaşma yeriydi bu platform.... Yayın kurulunda
Türkiye"den şu isimler yer alıyordu: İlber Ortaylı, Kemal Karpat, Şerif Mardin, Halit Refiğ,
Mete Tunçay. 13 Haziran 2000 tarihinde, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının rotası yine
Azerbaycan’a yönelmişti. Onların deyişiyle, “Takdimat Merasimi”, bizim deyişimizle
Diyalog Avrasya dergisi tanıtım kokteyli için Bakü’ye gidildi. Heyet oldukça renkli idi: Prof.
Dr. Mehmet Saray, köşe yazarları Gülay Göktürk, Zeynep Göğüş, Hüseyin Gülerce, da dergisi
Yayın Yönetmeni ve Vakıf Başkanı Harun Tokak.
Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin organize ettiği Diyalog Avrasya dergisinin ilk tanıtım
kokteyli üst düzeyde konukların katımlıyla yine Bakü’de gerçekleşti. Toplantının onur
konuğu Azerbaycan Devlet Başkanı sayın Haydar Aliyev’di. Azerbaycan Yazarlar Birliği
Başkanı Anar, Azerbaycan’ın ülkemizde de tanınan milli şairi Bahtiyar Vahapzade ve Harun
Tokak’ın konuşmalarını müteakip kürsüye gelen sayın Aliyev, gerek derginin konusunu
oluşturan Avrasya ile, gerekse dergimizin muhtevası ile ilgili oldukça derin ve titiz analizlerde
bulundu. Bir saate yakın süren konuşmasında Aliyev, “Avro-Asya”nın dünyanın geleceğinde
34
oynayacağı rolün önemine değindi ve derginin bu istikbali parlak coğrafyada bir kültür
köprüsü olmak suretiyle önemli bir fonksiyon ifa edeceğine dikkat çekti.
Bu tarihten sonra düzenli basılmaya başlayan AD dergisi ve her yıl başka bir ülkede yapılan
ADP toplantıları mükemmel bir diyalog ortamı oluşturuyordu.
Bakü, sen ne güzelsin, ne velüt verimli bir topraksın… Avrasya Diyalog Platformu ve DA
senin bağrında doğdu… Senin bağrında 1918’in İslam ordusunun ilk şehit Türk muhacirleri
yatıyor. O askerin onuruna anıt mezar yapılması macerası kolay olmamıştı. Türk askerine anıt
mezar yaptırılmasının öyküsü, Azerbaycan Zaman’ın çalışanlarının kolektif bir destanıdır…
DA dergisinin 33. sayısı
Diyalog Avrasya Platformu’nun (DAP) 9. Genel Kurul toplantısı 14 ülkeden 600 aydının
katılımıyla Antalya’da gerçekleştirildi. Seçim heyecanının yaşandığı genel kurulda tek aday
olan Ukraynalı Prof. Dr. Volodemir Sergeyçuk yeni dönem başkanı seçildi. 2008-2010 yılları
eski Eşbaşkanı Harun Tokak ise yeniden eşbaşkan olarak seçildi. Dönem başkanlığı bayrağını
devralan Sergeyçuk, 2 yıllık başkanlık süresince çok başarılı projelere imza atmayı
hedeflediklerini belirterek, komite üyelerine teşekkür etti. Eş başkanlığa seçilen Harun Tokak
ise yeni başkana destek sözü verdi. Görevini devreden Kazakistan Yazarlar Birliği Başkanı
Nurlan Orazalin, yeni başkana başarılar dileyerek her zaman yanlarında olacağını ifade
etti.Genel kurulda Platformun eski Dönem Başkanı Nurlan Orazalin açılış oturumunda 20082010 yılı dönem faaliyetlerinin raporunu sundu. Katılımcılardan tam not aldı. Son görev
olarak 2008-2010 yıllarında platforma üye olanlara toplu üyelik formu verdi. Projeler içinde
Avrasya Pedagoji Kulübü’nün kurulması, Avrasya Yazarlar Birliği toplantısının yapılması,
Hakemli Akademik dergi hazırlanmasına, misafir kalem projesi ve ‘Büyüklerin Dünyasında
Çocuklar’ konulu bir konferansın yapılması kararlaştırıldı. Ayrıca üç aylık yayın yapan Da
dergisinin Avrasya coğrafyasını yansıtması amacıyla yeni konular görüşüldü. “Avrasya
Aydınları Buluşması” adıyla 500 aydının katıldığı Genel kurulda bu yıl farklı olarak 500
aydına katılım belgesi verildi. Estonya heyetinin başvurusu neticesinde, Estonya’nın da
DAP’a üyeliği kabul edildi ve Hindistan’ın gözlemci olarak katılmasına karar verildi.
35
Ateş Hattındaki Gürcistan
1 Ağustos 2000
Problemsiz komşumuz: Türkiye'nin sorunu olmadığı tek komşusu belki de Gürcistan. Türkiye
için bu ülke Orta Asya'ya açılan bir geçiş kapısı; Gürcistan için ise Türkiye, Batı'ya açılan bir
köprü. Sınır komşusu olmasına rağmen Türkiye'nin Gürcistan'la ilişkileri Sovyetler Birliği'nin
dağılmasından sonra başladı. 9 Mart 1990'da bağımsızlığını ilan etmesinden sonra geçen
sürede, değişen jeopolitik ve jeoekonomik politikalar nedeniyle iki ülke arasındaki ilişkiler
stratejik zemine oturdu. Ankara, Gürcistan'ın önemini Hazar'ın enerji rezervlerinin üzerinde
bulunan koridor haline gelmesinden sonra daha iyi fark etti. Çeçenistan savaşı ve enerji
savaşının ateş hattında yer alan ülkesi olan Gürcistan'a, askeri, siyasi, ekonomik teminatlar,
Ankara tarafından Washington'un devreye girmesiyle 8 yıl gecikerek verildi. NATO, üstü
örtülü biçimde Gürcistan'ı koruma kapsamına aldı. Gürcistan Savunma Bakanı David
Tevsadze de Gürcistan askeri sisteminin 2004 yılında NATO standartlarına uygun olacağını
söylüyor. Putin'in Rus liderliğine seçilmesinin hemen ardından Tiflis'de Şevardnadze ile
görüşen CIA Başkanı George Tenet, muhtemel Rus provokasyonlarına karşı teyakkuza
geçtiklerini Tiflis'e bildirdi. Bu sırada arka bahçesini kaybetmenin acısını yaşayan Moskova,
Gürcistan'ı karıştırmak için geleneksel etnik ayrımcılık kartlarını yeniden açtı.
Gürcistan, gerçekten dört bir yandan ateş hattında yer alıyor. Türkiye'nin bölgedeki kaderini
etkileyecek Gürcistan'ı bu nedenle her yönüyle masaya yatırarak daha iyi tanımak zorundayız.
Eduard Şevardnadze Türkiye -Gürcistan Dostluk ve Dayanışma Vakfı ile bu ülkeye
yaptığımız gezide, bu yakın; ama meçhul kalmış 'uzak komşu'muzu tanımaya çalıştık.
Gürcü soydaşlar buluştu
1. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar sadece Hıristiyan olan Gürcülerin bir bölümü Müslüman
olduktan sonra iki ayrı coğrafyada iki ayrı dinde yaşamlarını sürdürdüler. Türkiye'deki
Müslüman Gürcülerin geçmişi 300 yıllık. Artvin'in Borçka ilçesinin Murgul kasabasında
Gürcüler tarafından ilk cami yapıldı. Gürcüleri de devşirmek isteyen Osmanlılar, yetenekli
çocukları devşirerek Müslüman Gürcülerin atalarını yetiştirdi. Daha sonra Müslümanlaşan bu
Gürcüler, Türkiye için kanlarını döktüler ve Türk kimliği ile bu vatanın ayrılmaz harcı haline
geldiler. Hatta en iyi Türk milliyetçileri Gürcü Müslümanlar arasından çıktı.
Türkiye'deki Gürcü akrabaları ile Sovyetler'in dağılmasından sonra buluşan Gürcüler, iki
farklı kültürle büyümüş soydaş olarak kucaklaştı, birbirlerinin farklılığına saygı duydu.
Türkiye ile Gürcistan arasındaki ilişkiler son dönemde her alanda doruğa çıktı. Halktan halka
dostluk kuran Türkiye'de yaşayan Gürcüler, Abhazya'dan gelen 300 bin mültecinin dertlerine
bir nebze olsun deva olabilmek için Gürcistan'a insani yardım götürdü. 26 kişilik kafile ile
Gürcistan'a turistik bir gezi düzenleyen Eduard Şevardnadze Türkiye–Gürcistan Dostluk ve
Dayanışma Vakfı Yönetim Kurulu üyeleri, zor şartlar altında yaşayan Gürcü mültecileri de
unutmadı. Kobuliti, Batum, Poti, Kutaisi, Bakaroni, Borjomi, Gori, Mestheka,Telavi ve
Tiflis'in tarihi ve turistik mekanlarını gezen heyeti yerel yöneticiler karşıladı. Yıllar önce
ayrılmak zorunda kaldıkları akrabaları ile buluştu, ata baba topraklarını tanıdı. 93 Rus
harbinden sonra 2. Abdülhamit ile Rus Çarı Aleksandr arasında yapılan anlaşmaya göre
Batum, Rusya'ya bırakılmış, ancak halk nerede yaşamak istiyorsa tercih yapması için serbest
bırakılmıştı. Türkiye'deki Gürcülerin çoğunluğu bu hazin terk ediş öyküsünün çocukları,
torunlarıydı.
Rus liderler Gürcü
Gürcüler, Rus tarihine de şekil veren önemli şahsiyetleri yetiştirdi. Küçük bir Moskova
prensliğinden Rus imparatorluğunu kuran Deli Petro, Sovyetleri kurup ayakta tutan Stalin ve
36
en son olarak Rusya'yı yeniden kalkındırmak isteyen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin
birer Gürcü... Moskova'da ' pazar mafyası'nı elinde tutan Gürcüler, kendilerine özgü dil,
kültür ve medeniyet anlayışlarıyla Slavyen kökenli olmadıkları için deyimin tam ifadesiyle '
iki arada, bir derede ' kalmış durumdalar.
Kafkasya tarihi, kültürel bir kavram olmaktan çok coğrafi bir kavramdır. Bu bölgede yaşayan
birçok ulusun ne tarihi, ne ırkı ne de kültürel bakımından ortak değerleri ve geçmişleri yoktur.
Bölge, değişik adet, dil ve kültürlere sahip ulus, milliyetler ve kabilelerden meydana gelen bir
etnoğrafya müzesini andırmaktadır. Ancak Gürcüler, aşırı denebilecek milliyetçilik duyguları
ile vatanlarına oldukça bağlılar. Nitekim Stalin, ölüm döşeğinde ayakkabı tamirciliği yapan
babasına gönderdiği vasiyet niteliğindeki mektupda, "Baba, ben SSCB'yi yönettiğim dönemde
ve hayatımda hiçbir zaman Gürcü milletine ihanet etmedim." diye yazıyordu. 2. Dünya
Savaşı'nda 600 bin Gürcü'nün ön cephede ölümüne yol açmakla suçlanan Stalin, ne olursa
olsun Gürcistan'da yüzde 90'a yakın bir çoğunluğun takdiriyle milli kahraman. Savaş sırasında
Almanlara esir düşen oğlu Yakubov ile Almanların generalini ' birbirlerinin dengi değiller'
diye değişmeyen ve oğlunun kurşuna dizilmesine göz yuman Stalin, bu anlamda adil, idealleri
uğruna kan dökmekten çekinmeyen bir dava adamı olarak görülüyor. Bin çeşit elması ile
meşhur Gori kentinde doğan Stalin'in doğduğu ev müze yapılmış. Stalin'i 2. Dünya Savaşı
sırasında gezdiren 80 ton ağırlığındaki kurşun, top geçirmez zırhlı trene girenlerin 'Komünist '
çıktığı esprisi yapılıyor. 15 yaşında devrim için faaliyete başlayan Stalin tam 6 defa hapse
atılmış, kaçmış; 7 defa ise sürgün edilmiş, ama yılmamış. Lenin ölüm döşeğinde Stalin'e,
"Biliyorum yerime geçmek istiyorsun. Ancak halk arkandan gelmez." deyince gözü kara şahin
adam Stalin, hazır olan cevabını vermiş: "Üzülmeyin. Onlar arkamdan gelmezse, ben onları
senin yanına gönderirim."
Polütbüro'daki toplantılarında hapşırarak sessizliğini bozanları kurşuna dizdiren, aksıranın
ortaya çıkmasından sonra ise "Geçmiş olsun" diyen ilginç bir otorite. Stalin olmasa idi,
Sovyetler'in kısa sürede dağılacağı, atom silahının olmayacağı, uzaya çıkılamayacağı ve
Rusların 2. Dünya Savaşı'nı kaybedeceği görüşünü eski Sovyet topraklarında herkes kabul
ediyor.
Sovyetleri yıkan kan
1918 Mayıs'ında bağımsızlığını ilan eden Gürcü Cumhuriyeti'ne Şubat 1921'de işgalci
Kızılordu son verdiğinde Bolşevik yönetiminin Rus oyunları da start alıyordu. 1922'de
SSCB'ye giren Gürcistan'da özerk yönetim yoktu. Rus yanlısı Gürcü lider, Sovyet lideri
Gürcü asıllı Stalin'in habersiz 5 Aralık 1936'da Abhazya ve Acarya ile Güney Osetya'ya
özerklik statüsü verince kızılca kıyamet koptu. Stalin'den ağır fırça yiyen Gürcü lider, o gün
intihar ederek yaşamına son verdi.
Sovyetler'de ilk bağımsızlık rüzgarları Baltık ülkeleri ile birlikte Gürcistan'da başladı. 9 Nisan
1989'da Tiflis'te bağımsızlık isteyenlerin üzerine tankları süren Rus birlikleri 21 kişiyi
öldürdü. Bu dökülen ilk kan bağımsız ateşini tüm SSCB'de yaktı. 31 Mart 1991'de yapılan
referandumda halk yüzde 98 oranında 1918'deki cumhuriyetin onarılmasını istedi. 9 Nisan
1991'de Gamsahurdia, parlamentoya bağımsızlık deklarasyonu sundu ve kabul edildi. Halkın
yüzde 86,5 oyuyla mayıs ayında cumhurbaşkanı olan Gamsahurdia, muhalefete bağlı
birliklerin parlamentoyu kuşatması üzerine 6 Ocak 1992'de ülkeyi ailesi ile terk etti. Daha
sonra bir suikasta kurban gitti.
Ekim 1992'de yapılan seçimlerde yıkılan Sovyetler'in son Dışişleri bakanı Eduard
Şevardnadze devlet ve parlamento başkanı, 1995'de ise resmen cumhurbaşkanı oldu. 9 Nisan
2000'de yeniden devlet başkanı seçilen Şevardnadze, Rusya, Türkiye, İran, Ukrayna, ABD ve
Azerbaycan'la dengeli ilişkiler kurarak kurtlar sofrasına dönen ülkesine istikrar getirmeye
çalıştı.
AB'nin TRACEKA programı çerçevesinde planladığı Avrasya koridoru– Büyük İpekyolu
37
projesi – ve ABD'nin Bakü–Ceyhan ile Bakü–Supsa'ya verdiği destekle hayat bulan
Şevardnadze, 9. cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından ortaya atılan Kafkas İstikrar
Paktı'na umutlarını bağladı.
Gürcistan'a terör tezgâhı
Gürcistan Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze'ye 3 defa suikast düzenlendi. 9 Şubat 1998'de
düzenlenen suikast sonrasında ortaya çıkartılan suç örgütü, Kafkaslar'da istikrarsız bir düzen
hedefleyenlerin iç yüzünü de ortaya koydu. Cumhurbaşkanı Şevardnadze de, suikastın asıl
nedenini, ''Hazar petrolünün ülke arazisinden taşınmasını istemeyen güçlere'' bağladı.
Gürcistan Vatandaş Birliği Parti Başkanı İrina Şareşvili'ye göre ise, Kafkaslar için aynı
merkezden yönetilen bir tezgahın düğmesine basılmış, petrolün Gürcistan'dan geçmemesi için
suikast düzenlenmiş, Ermenistan'da yönetim ise bu nedenle değiştirilmişti. Gürcistan İçişleri
Bakanı Kaha Targamadze'nin açıkladığı suç örgütünde kimler yoktu ki; eski Cumhurbaşkanı
Zviad Gamsuhirdia'nın taraftarları, eski Güvenlik Teşkilatı İgor Georgidze taraftarları,
Çeçenistan savaşında bulunmuş Kuzey Kafkasyalılar. 20 kişiden oluşan bu örgütün
Kafkasya'da bir askeri üste talim gördüğü, yakın bir komşu tarafından finanse edildiği ve
ortak maksadının Eduard Şevardnadze'yi ortadan kaldırarak yönetimi ele geçirmek olduğuna
dikkat çekildi. Gürcistan Devlet Başkanı Eduard Şevardnadze'ye 9 Şubat'ta düzenlenen
suikast girişiminin zanlıları arasında bulunan eski bir Gürcü bakan Rusya'da tutuklandı.
Şevardnadze'nin Rusya'yı, kendisine suikast girişimi düzenleyen teröristlere sığınma imkanı
vermekle suçlaması, bu nedenle Moskova ile ilişkileri gerginleştirmesi sonrasında, Rus
güvenlik güçleri, Gürcü makamlarının aradığı kişilere karşı ilk operasyonu gerçekleştirdi.
Gürcistan'ın önceki lideri Zviad Gamsahurdiya döneminde maliye bakanlığı yapmış olan
Guram Absandze, Rusya'nın Smolensk bölgesinde tutuklandı. Gürcistan İçişleri Bakanlığı
basın merkezine göre Rusya, Absandze'yi Gürcistan'a iade etmeyi planlıyordu. Absandze'nin,
Şevardnadze'ye suikast girişiminin arkasındaki kişilerden biri olduğu, ayrıca devlete ait para
ve malları zimmetine geçirdiği öne sürülüyordu.
Etnik savaşlar zayıflatıyor
1992'de başlayan Abhazya ve Osetya savaşları Gürcistan'ı çok zayıflattı. Gürcü–Abhaz
gerginliği ateşkese rağmen devam ediyor. Gürcistan'a bağlı Güney Osetya da ülkeden
ayrılarak Rusya'ya bağlı Kuzey Osetya ile birleşmeye çalışıyor. 1993'te Gürcü ordusu
Suhumi'den çekilmek zorunda kaldı. Evlerini, yurtlarını terk eden 300 bin Gürcü göçmen,
kötü şartlar altında yaşıyor, evlerine dönecekleri günü bekliyor. Eduard Şevardnadze,
Türkiye–Gürcistan Vakfı Genel Müdürü Mevlüt Artvinli ve beraberindeki heyet geçtiğimiz
günlerde, İnegöl Belediyesi Başkanı Hikmet Şahin ve Magari Tekstil'in sahibi Adem
Zengin'in verdiği giyecek ve yiyecek yardımlarını Gürcü göçmenlere verilmek üzere
Şevardnadze'nin eşi Nanuli Şevardnadze'nin kurduğu Tüm Dünya ve Gürcü Kadınları İçin
Vakfı'na teslim etti. Artvinli, Türkiye'deki tüm Gürcü kökenli vatandaşlarımızı Gürcü
göçmenlere yardıma çağırıyor. Vakfın iki ülke arasındaki halklar arasında köprü kurduğuna
değinen Artvinli, Mesheteka ile Ünye arasında kardeş şehir ilişkisi kurulduğunu, yakında
Fatsa ile Kobuliti arasında da aynı ilişkinin kurulacağını ifade ediyor. MÖ 5. yüzyılda kurulan
Mesheteka, antik İberya'nın başkenti, Tiflis'e 20 km uzaklıkta 60 bin nüfuslu bir şehir olarak
kalmış. Belki de dünyanın en iyi metrosuna sahip Tiflis'in ise nüfusu bir milyona yakın.
Kafkasya'nın kalbi Tiflis'te atıyor.
Abhazya ile Gürcistan arasında oluşturulan sınırda şu anda Rus Barış Gücü askeri bulunuyor.
Abhazya savaşında 6 bin kişinin komutanlığını yapmış Şevardnadze'nin Batı Gürcistan
danışmanı Anzor Margiani, etnik savaşların Gürcistan'ı zayıflattığını, savaşın Rusya'ya
yaradığını söylüyor. Margiani, "Asırlardır kız alıp verdiğimiz kardeşlerimiz Abhazları Ruslar
bize bir günde düşman yaptı. Abhazyalıyım, silah çektiğim akrabam, kardeşim benim.
Kimseyi öldürmedim. Babamı savaşta kaybettim. Bu savaşın bitmesi için dua ettim. Tüm
38
savaşlar çirkindir." diyor. Savaşta, bin beş yüz Gürcü, 2 bin Abhaz, 2 bin de Rus ölmüş.
Savaştan önce 100 bin olan nüfus şimdi 40 bin kalmış. 'Benim karnım tok, ama Abhaz
kardeşlerimin aç.' diyen Margiani, Türkiye'den savaşmaya gelen Abhazların ortada
Müslüman–Hıristiyan savaşı var sandığına dikkat çekiyor ve ekliyor: "Böyle bir savaş yok.
Abhazların sadece yüzde 10'u Müslüman." Abhazya Rusya'ya giden yolları kestiği için
Batum, Kobuliti gibi turizm kentleri ve meyve ambarlarının ticari bağlantıları yok olmuş.
Kobuliti belediye başkanı da, çay, turunçgiller ihraç eden ve yılda 3 milyon turist ağırlayan
kentin gelirinin 3 milyon dolara düştüğünü belirtiyor.
Abhazya Türkiye'yi de vuracak!
Abhazya savaşı, Karabağ savaşı kadar Türk kamuoyunun dikkatini çekmedi. Ancak Rus
kayığına binen Abhazları, Moskova bölgedeki Türk–Amerikan nüfusunun sona erdirilmesi
için son zamanlarda araç olarak kullanmaya başladı. 'Tiflis'e Abhaz sorununu bir günde
çözerim' mesaj gönderen Rus lider Putin, buna karşılık, Gürcistan'ın Türkiye ve ABD ile
askeri işbirliği yapmaması ve ülkede görev yapan Türk askerlerinin geri gönderilmesini istedi.
Tiflis yönetimini korkutan öneriler bununla kalmıyor. Putin, bir yandan Gürcü vatandaşlarına
vize uygulama tehditinde bulunurken diğer yandan 300 bin Gürcü mülteciye Rus vatandaşlığı
vermeyi de önerdi. Putin, bu girişimiyle Gürcistan'da bulunan 4 askeri üssünün sürekli
kalması için geçerlilik kazandırmaya çalışıyor. 1994'te bu üslerin 25 yıl kalması için
Şevardnadze'nin imzaladığı anlaşmayı Gürcü parlamentosu onaylamıyor. Parlamento 2001
yılına kadar Batum'dan 2005 yılında ise diğer iki üsten Rus askerinin geri gönderilmesi için
oldukça kararlı. Daha önce Batum'da bulunan Rus Hava İndirme Tugayı, 26. ve 53. Piyade
alayları, 1992 ve 1995'te bölgeden gönderilmişti. 10 bin askerin bulunduğu Korpi kod adlı
Batum üssü, Sovyetler döneminde Türkiye'yi hedef alan en önemli askerî birim olarak
kullanıldı. Şimdi yerinde yeller esiyor. Buna rağmen Rus 3. ordusu Tiflis'te, 28. Zırhlı Tümen
Ermenilerin yaşadığı Ahalkaliki belgesinde, Abhazya'da çıkarılacağı iddia edilmesine karşın
5. ordu duruyor.
Borjomi şifa dağıtıyor
Ölüm hariç her hastalığın şifası kainatta mevcut. Uzun yıllardır çare bulunamayan diyabet,
şeker hastalarına müjde. Diyabetin şifası Gürcistan'ın Borjomi kentinde yerin altından 180 C0
'de çıkan şifalı suda bulundu. Sindirim sistemi bozuklukları, ülser ve gastrit'i kesin tedavi
eden Borjomi suyu, akciğer ve karaciğer rahatsızlıklarında da etkili oluyor. 35 C0'de çıkan
başka bir kaynaktan çıkan Borjomi natural ve maden suları da mide rahatsızlıklarına iyi
geliyor.
1890'da keşfedilen son 110 yılda tam 7 defa uluslararası yarışmalarda 'altın madalya' ile
ödüllendirilen Borjomi suyu şimdi dünyaya açılıyor. Sovyetler Birliği döneminde yılda 5
milyon şişelik üretimi ile kapalı bir dünyada pazarlanan Borjomi suyunu ihraç etmek için
yabancı firmalar harekete geçti. 35 değişik şişeleme yapmak ve yıllık kapasiteyi 70 milyon
şişeye çıkarmak için girişimde bulunan bir İngiliz firması, Tiflis yönetiminden ve
parlamentosundan cevap bekliyor. Borjomi suyu, Gürcistan'ın stratejik fabrikası sayılması
nedeniyle, yabancı yatırımcı TBC Group için Gürcistan Parlamentosu'nun onayı gerekiyor.
Gürcistan Şişe ve Maden Suyu Şirketi ile TBC Group'un ortak üreteceği Borjomi, Avrupa'ya
ve diğer ülkelere "Real Borjomi " adıyla pazarlanacak.
Borjomi kentinin her tarafı kaplıca ve otellerle dolu. Halk, suyun çıktığı Uluslararası Park'tan
şişelerini ücretsiz olarak doldurabiliyor. Borjomi Şifalı Suyu Kaplıcalarının başhekimi Tengiz
Chkoıa, hastalığın derecesine ve çeşidine göre 14 gün ve 24 günlük iki ayrı seans halinde
uygulanan Borjomi tedavisinin kesin sonuç verdiğini söylüyor. Chkoıa, "Borjomi suyu 110
yıldır şifa dağıtıyor. Kaplıcada uzman doktor kadromuz var. Sindirim sistemi bozuklukları,
diyabet hastalığı, akciğer ve karaciğer rahatsızlıklarına Borjomi suyu iyi geliyor. Buraya
39
Rusya'dan çok hasta ve turist geliyor. Türkiye'den de gelmesini bekliyoruz." diyor. Borjomi
kaplıcasının içinde yer alan Stalin'in evi yurtdışından gelecek üst düzey konuklar için
kullanılıyor.
Ermenistan'a taşeron ticareti
Tiflis'te henüz 4 ay önce kurulan Türk İşadamları Derneği, 50 işadamını üye yapmış.
Derneğin Yönetim Kurulu Başkanı Kenan Yıldırım, Türk işadamlarının Ermenistan pazarını
keşfetmesinin ardından taşeron firmalar kurulduğunu anlatıyor. Gürcistan ile Türkiye
arasındaki ticaret hacmi 330 milyon dolar, ancak bunda Ermenistan'a yapılan ticaret de var.
Türkiye'nin Ermenistan sınırını Karabağ ihtilafı çözümlene kadar kapatması ticareti
durduramamış. Yıldırım, "Türkiye'nin Ermenistan'a ambargosu işe yaramıyor. Ermenistan
pazarını keşfeden Türk firmaları Gürcülerle ortak Tiflis'te taşeron firmalar kurdular. Bunların
sayısını bile hesaplayamadık. 1999'da 150 milyon dolarlık Türk malı Ermenistan'a satıldı. Bu
yıl bu rakamın da üstüne çıkılır. " diye konuşuyor.
Batum'u by–pass
Abhazya'nın başkenti olan Batum, Poti Limanı'nın geliştirilmesine ilişkin Tiflis'in
çabalarından sonra Avrasya koridoru projesinde by–pass edilmiş. Batum Limanı'nda ölüm
sessizliği var, kapasitesinin yüzde 10'u ile çalışıyor. Bunda Şevardnadze ile Acaristan
Cumhurbaşkanı Aslan Abahidze arasında cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında tırmanan
gerilimin de katkısı var. ANAP lideri Mesut Yılmaz'ın devreye girerek Abahidze'den 9
Nisan'da yapılan seçimden Şevardnadze lehine çekilmesini istemesi nedeniyle Abahidze,
Ankara'ya biraz kırgın. Rusların Abahidze ile Şevardnadze arasında çatışma çıkması planını
bozan Ankara, Gürcistan'ın toprak bütünlüğünün korunması için her türlü güvenceyi de
Tiflis'e veriyor. Abahidze'nin yeni bir anayasa taslağı hazırlaması ve Acarya'nın serbest bölge
yapılması için hazırlıklarına hız vermesi, Tiflis'te tartışmalara neden oluyor. Ancak
Türkiye'den de TIR, kamyon gibi nakliyat araçları Sarp Sınır Kapısı ve Acarya'da alınan
rüşvetler nedeniyle güzergah değiştirmesi Acarya'ya ağır darbe vurmuş. Her gün 500 Türk
TIR'ı artık Ro–Ro gemisi ile Samsun'dan Poti Limanı'na gidiyor. Poti Limanı'nın
geliştirilmesi için Avrupa Kalkınma Bankası 150 milyon dolar, Japon Eximbank'ı ise 160
milyon dolar kredi ayırmış. Bakü–Supsa hattının hemen yakınında olan Poti Limanı ayrıca
demiryolu ile getirilen Hazar'ın enerji rezervleri ve Orta Asya'nın diğer zenginliklerini de
Batı'ya taşıyor. Supsa ve Poti limanları, Ermenistan, Azerbaycan ile Romanya, Ukrayna,
Bulgaristan, Yunanistan gibi ülkelerin ve AB'nin de dikkat merkezinde yer alıyor. Liman harıl
harıl çalışıyor. Azeri, Türk, Rus ve İngiliz tanker gemileri Hazar petrolünü buradan teslim
alıyor.
Laz ve Ermeni kartı
Moskova'nın kullandığı kartlardan biri de 'Laz kartı'. 1992 yılında eski cumhurbaşkanı
Gamsuhirdia'nın taraftarları Laz'dı. Batı ve Doğu Gürcistan'ı birbirine bağlayan dünyanın en
büyük tünellerinden biri ile Lazların yaşadığı Kutaisi, Bakaruni kentlerine geçiliyor. 3 km
uzunluğundaki tüneli, bugünün imkanları ile Gürcülerin yapmaya mali güçleri yetmez.
Batum, Kobuliti, Supsa, Poti, Kutaisi üzerinden ulaşılan bu bölgenin manzarası, kendinizi
Karadeniz Bölgesi'nde hissetmenize neden oluyor. Her taraf ağaçlarla dolu. Bakaruni'deki kış
sporları merkezi ve teleferik, İsviçre'nin Alplerini andırıyor. Bu mekan uluslararası kayak
yarışmalarında kullanılmak için yapılmış; bugün bakımsızlığa terk edilmiş durumda.
Moskova, Lazistan kartını unutmuş değil. Şevardnadze'den sonra Tiflis'e "ihraç" etmeyi
planladığı Gürcistan'ın eski İstihbarat Teşkilatı Başkanı İgor Georgidze Moskova'da 'hazır
asker' olarak tutuluyor. Rusların, kullanmaya başladığı en önemli kart ise şüphesiz Ermeniler.
Ahalkalaki bölgesine 'inzibati özerklik' verilmesi için Ermenileri kışkırtan Rus askeri
40
istihbaratı, bu konuda bildiriler hazırlayarak uçaklarla halkın üzerine atmış. Ermeniler de
özerklik talebi ile Tiflis'e başvurusunu yapmış. 400 bin Ermeni'nin yaşadığı bölge ile
Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan da yakından ilgileniyor. Ermenistan'daki
Ermeniler, bu bölgeye şimdiden 'Kuzey Ermenistan' demeye başladılar. Gürcüler bu
girişimden yeni bir münakaşa ocağının açılacak olmasından dolayı çok rahatsız.
Bakü–Ceyhan hattının bu bölgeden geçecek olması endişeleri daha da artırıyor. Ahıska
Türklerinin asıl vatanı olan bölgede aslında pek çok yerleşim yeri boş. 1944'te 350 bin
Ahıskalıyı 3 gün içinde vagonlara doldurarak Özbekistan'a sürgün edilmesinden bu yana 56
yıl geçti. Ancak bölgenin dengesi kurulamadı. Şevardnadze, bölgeye 5 bin Ahıska Türkü'nün
pasaportlarına Gürcü yazdırmak kaydıyla yerleşmesi için Mart 1998'de bir kararname
imzalasa da, Ahıskalılar, kimliklerinden Türk isminin silinmesine razı olmuyor. Ankara'nın
bu konudaki girişimleri de bugüne kadar sonuç vermedi.
Enerji savaşının görünmeyenleri
Gürcistan'da 370 bin civarında da Azeri Türk'ü yaşıyor. Gamsuhirdia döneminde büyük
sıkıntı çeken Azerilerin 80 bini 1992–1994 yılları arasında Azerbaycan'a göç etti. Bu oyun
Rusların bir taktiğiydi. Enerji hatlarının bölgeden geçmesini istemeyen Moskova, Azeriler ile
Gürcülerin arasını bozmak istedi. Şevardnadze ile Azeri lider Haydar Aliyev arasında dostluk
ilişkisi kurulduktan sonra sorunlar ortadan kaldırıldı. Göçmenlerin büyük bölümü geri döndü.
İki ülke GUUAM birliği çerçevesinde stratejik ilişki kurdu. Şevardnadze ve Aliyev sık sık bir
araya geldiler. Yaptıkları resmi ziyaretlerde Sovyet usulü üst düzey karşılama töreni ile krallar
gibi ağırlandılar. Rusların Azeri kartı ile oynama şansı ortadan kaldırıldı. Bakü–Supsa ve
Bakü–Ceyhan hatları ve Hazar gazının pazarlanması projeleri iki ülkeyi birbirine sımsıkı
bağladı, kenetledi. Bakü–Ceyhan hattının yapımı için Gürcistan'da 15 bin kişiye istihdam
sağlanacak; yıllık 200 milyon dolar transfer ücretinden gelir elde edilecek.
Şu sıralar Gürcistan'ın gaz, petrol ve elektrik şebekeleri üzerinde yabancı ülkeler büyük bir
rekabet içindeler. Rusların Gazprom ve Lukoil şirketleri, eski gaz hatlarını satın alıp
Rusya'nın malı yapmaya çalışıyor. Bu plana karşı BP–Amoco ve ABD'li şirket Chevron kendi
projelerini ortaya koydu. Şahdeniz'de bulunan Azeri gazının Türkiye'ye pazarlanması
BP–Amoco için Bakü–Ceyhan'dan daha fazla ve daha önce gelir getirecek öncelikli bir proje.
Azerbaycan'da gaz hatları hazır olduğu için, Gürcistan'da 269 km'lik yeni bir boru hattı
yapımı için çalışmalar sürdürülüyor. Ayrıca mevcut gaz şebekesinin rehabilitesi ve Gürcü
elektrik sisteminin uluslararası hatta konnektesi, Rusya'ya bağlılıktan kurtulunması için
önemli projeler arasında yer alıyor. Bu arada Chevron, 1934 yılında kapatılan Bakü–Batum
petrol boru hattını rehabilite ederek yılda 10 milyon ton petrol nakletmek için çalışmalarına
devam ediyor.
Özetle, Gürcistan enerji savaşlarının tam ortasında yer alması hasebiyle ateş hattında yer
alıyor. Rusya'nın geleneksel karıştırma politikaları Tiflis'i tedirgin ediyor. Ankara ve
Washington'un verdiği teminatlar, Gürcistan'ın Ankara Büyükelçisi Tarıyel Lebanidze'nin
deyimiyle "Tiflis'i çok rahatlattı." Ancak mücadele daha bitmedi, yeni başlıyor. İçinde
bulundukları ekonomik kriz nedeniyle Sovyet dönemine nostaljik bir özlem duyan Gürcü
halkı, Türkiye'ye çok güveniyor. Umdukları yerden bekledikleri desteği bulamamaları halinde
rotanın Moskova'ya çevrilmesi kaçınılmaz gözüküyor.
Komşu soydaşlarýmýz mültecilerimizi unutmadı
Abhazya'dan gelen Gürcü mültecilerine Türkiye'deki Gürcülerden soydaş yardımı
Türkiye'de yaşayan Gürcüler, Abhazya'dan gelen 300 bin mültecinin dertlerine bir nebze
olsun deva olabilmek için insani yardım getirdi. 26 kiþilik kafile ile ülkemize turistik bir gezi
düzenleyen Eduard Şvardnadze Türkiye–Gürcistan Dostluk ve Dayanışma Vakfı Yönetim
Kurulu üyeleri, zor şartlar altında yaşayan mültecileri unutmadı. Kobuliti, Batum, Poti,
41
Kutaisi, Bakaroni, Borjomi, Gori, Mestheka,Telavi ve Tiflis'in tarihi ve turistik mekanlarını
geçen heyete, Tiflis Opera ve Balet Devlet Tiyatrosu'nda Müzik resitalı sunuldu.
Ögrencilerden oluşan Gürcü folklor ekipleri heyete neşeli anlar yaşattı. Özellikle kılıç kalkan
oyunu büyük beğeni topladı. Konuklar, Gürcü musiki ve folkloruna hayran kaldılar.
Yardımı getiren Ulusoy Turizme ait Türk otobüsünden giyecek ve yiyecek oluşan malzemeler
ilk önce bir kamyona boşaltıldı. Yardımı teslim töreninde konuşan Eduard Şvardnadze
Türkiye–Gürcistan Dostluk ve Dayanışma Vakfı Genel Müdürü Mevlüt Artvinli, Türkiye'deki
tüm Gürcü vatandaşlarını zor şartlar altında yaşayan 300 bin Gürcü mülteciye yardım etmeye
çağırdı. Dost ülke Gürcistan'a yapılan yardımların iki ülke arasında köprüler kurduğuna dikkat
çeken Artvinli, "Gürcistan Cumhurbaşkanı Eduard Şvardnadze'nin eşi Nanuli Şvardnadze'nin
başında bulunduğu Gürcü Kadınları Dünya İçin Vakfı hayırlı çalışmalar yapıyor. Getirdiğimiz
yardımı muhtaç olanlara dağıtmaları için bu vakfa teslim ediyoruz. Bu yardımları veren
İnegöl Belediye Başkanı Hikmet Şahin ve Magari Tekstil sahibi Adem Zengin'e teşekkür
ediyorum." dedi. Artvinli, İnegöl Belediye Başkaný Hikmet Şahin'in Gürcistan
Cumhurbaşkanı Eduard Şvardnadze'ye gönderdiği mektubu da teslim etti.
Yapılan yardımı ve mektubu, Gürcü Kadınları Dünya İçin Vakfı Başkan Yardımcısı Maya
Kvezereli teslim aldı. Kvezereli, teslimat töreninde yaptığı konuşmada, yardım gönderen
belediye başkanı ve hayırsever iş adamına teşekkür etti. Kvezereli, "Vakfımız Nanuli
Şvardnadze tarafından 1992'de kuruldu. Yoksullara, ruhi ve fiziki eksikliği olan çocuklara ve
yardıma muhtaç insanlara yardım ediyoruz. Türkiye'den bugüne kadar çok yardımlar aldık.
İnegöl belediye başkanı Hikmet Şahin ve Magori Tekstil sahibi Adem Zengin'e de teþekkür
ederiz. " dedi. Getirilen yardımın tabii ki tüm mültecilere yetmeyeceğini dile getiren
Kvezereli, şöyle konuştu: "Bizde ihtiyacı olanların listesi var. Şu anda herkes tatilde olduğu
için yardımları Eylül ayından itibaren dağıtmaya başlayacağız. Aileleri seçeceğiz, sonra
çağırıp yardımı teslim edeceğiz." Kamyona yüklenen yardım malzemeleri daha sonra Vakfın
deposuna götürüldü ve sayılarak teslim edildi.
42
Drakula diyarı Romanya
1 Temmuz 2000
Bizler ilkokul yıllarından itibaren "Orada bir köy var uzakta, gitmesekte gelmesekte o köy
bizim köyümüzdür" nakaratını tekrar ederek gidip geldik okullarımıza. Biraz daha
büyüdüğümüzde, ortaokul ve lise yıllarında, "Çırpınırdı Karadeniz"in ağıt gibi hüzün yüklü
mısraları dillerimizi ve gönüllerimizi süsledi. Üniversite yıllarında ise "Vatan ne Türkiye'dir
Türklere ne Türkistan/ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir Turan" sözlerinin muhtevasını
derinlemesine anlamaya çalışırken, milletler arenasında kamil manasıyla varolabilmek
mücadelesinin yanında, sözü dinlenir bir güç olabilmek için gerekli mücadeleyi ve bu
mücadelenin unsurlarının neler olabileceğini düşünmeye başladık...
Milleti millet yapan unsurları, milli benliğimizi kazanmaya başladığımız doğumumuzdan
itibaren öğrendik, yaşadık; öğretmeye ve yaşatmaya çalıştık.
Dil, din ve ırk birliği... Ya da Gaspıralı İsmail'in o eşsiz veciz deyişiyle, "Dilde, fikirde, işte
birlik"... Savaşlar, sürgünler, göçler, afetler Türk'ü başka başka coğrafyalarda yaşama
zorunluluğuna itmiş, mekan farklılıkları, zalim yönetimlerin baskıları ve zamanın da menfi
tesiriyle, kökü aynı dalları birbirine yabancılaştırma gayreti sahnelenmişti yıllardır. Ancak
Allah'a sonsuz hamd olsun ki, bu alçakça gayretlerin çoğunun boşa gittiğini yaptığımız
gezilerin hemen hepsinde yerinde müşahede ettik. Türk insanı, dilini, dinini koruduğu gibi
Türklüğünü de unutmamıştı.
Unutmayan Türkler...
Türklüklerini unutmayanlar...
Türklükleri unutturalamayanlar...
Ve hep Müslüman-Türk kalacaklar...
Onlara dünyanın dört bir tarafında rastılıyoruz... "Unutmayanları unutmak bize yakışmaz"
düstürundan hareketle onları bir kez daha güçlü şekilde hatırlamaya çağırıyoruz...
Bu unutma/unutmama ve hatırlama gayretinde yolumuz bu kez Romanya'ya düştü. Ve orada
karşılaştıklarımızın, yaşadıklarımızın, bizleri olduğu kadar okuyunca sizleri de
şaşırtacağından eminiz... Çünkü "Muhalif" adına yaptığımız gezi/araştırmada birçok ilke imza
atmanın gururunu yaşıyoruz... Romanya gerçeğini ve Romanya'daki soydaşlarımızı merak mı
ediyorsunuz?.. İşte her yönüyle Romanya...
Kısa tarihçe
Romenler de Türkler gibi uluslarını dişi bir kurtdan süt emen iki kahramanın kurtardığına
inanıyor. Bir nevi Romen Türeyiş destanı diyebileceğimiz bu olayı yansıtan izler ve
arkeolojik eserler Romenlerin müzelerini süslüyor. M.Ö'ki tarihlerde yaşanan bu olayda süt
emen iki kardeşten biri diğerini öldürerek bugünkü Roma kentini kuruyor. Roma'yı kuran
"kurdoğlu"nun ulusu ile yerli halk olan Daclar birbirlerine karışıyorlar. M.S. 1.,2. ve 3.
yüzyıllarda Roma imparatorluğunun bir parçası oluyorlar. Dilleri en eski Latince'ye yakın
olan Romenler, bu nedenle İtalyanları, Yunanlıları ve Makedonyalıları kendilerine en yakın
akraba olarak görüyor.
Tarihi aşinalık
Romanya beş büyük bölgeden oluşuyor. Bu bölgelerin adlarına hemen hepimizin tarihi bir
aşınalığı var: Eflak, Boğdan, Dobruca, Erdel (Transilvenya) ve Moldova.Bu tarihi kulak
dolgunluğunun nedeni ise gayet basit. Çünkü bu bölgeler yıllarca Osmanlı çatısı altında
kalmış.
43
Demografik ilginçlik
Romanya demogragik açıdan ilginç bir ülke. 23 Milyonluk nüfus tam beş yıldır hiç artmamış.
Bu da beş yıldır doğum ve ölüm oranlarının paralellik arzettiğini gösterirken, genel nüfusun 5
yıl daha yaşlandığını gösteriyor. Avrupa'nın genel hastalığı olan "ailevi değerlerden
yoksunluk" Romanya için de kısmen söz konusu... Genç çiftler için çocuk yapmak
"katlanılması gereken ekstra bir külfet" olarak
algılanıyor.
Azınlık Bakanlığı
Ülkede 17 milli azınlık var. Çingeneler milli azınlıktan sayılmıyor ancak 4 milyonluk
mevcudiyetle Romenlerden sonra en büyük nüfus payına sahipler. Milli azınlıklar
sıralamasında Macarlar 3 milyon ile başı çekerken Türkler 100 bin rakamıyla üçüncü sırada
yer alıyorlar. Almanlardan Polonyalılara, Çeklerden Korelilere kadar 17 azınlığı bünyesinde
barındıran Romanya her azınlığa ayrı bir statü vermiş ve bir de Milli Azınlık Bakanlığı
kurmuş. Her azınlık bir milletvekili çakırma hakkına sahip. Bu nedenle Dobruca bölgesinde
yaşayan Türk nüfus Osmanlı bakiyesi Türkler ve Tatarlar diye iki azınlığa ayrılmış. Bu ayrım
biraz da göstermelik ve siyasi. Çünkü her azınlık bir milletvekili çıkarma hakkına sahip.
Türkler ve Tatarlar ayrımı sayesinde iki milletvekili çıkarabiliyorlar.
Mezhep Bakanlığı
Nüfustaki ilginçlik dinlerin dağılımı konusunda da kendini gösteriyor. Romanya'da adeta
mezhepler cenneti. Ülkede 12 Hırıstiyan mezhebi var ve onlara göre hepsi de hak din olarak
sayılıyor ve devlet bunları resmi olarak tanıyor. Müslümanlık ve Yahudilik diğer tanınan
dinler arasında yer alıyor. Azınlıklar nasıl Azınlık Bakanlığına bağlı ise mezheplerin de tabi
olduğu bir Mezhep Bakanlığı mevcut.
Müslümanların statüsü 1948'de belirmenmiş,bugünkü kalıba sığmasa bile halen geçerliliğini
koruyor. Romanya'da müslümanlar Bulgaristan'a göre şiddetli biçimde asimile edilmeseler de
Komünizm'in dinlere düşmanlığı burada da yansımış. Ezanların okunduğu,çanların çalındığı
ülkede aslında camiler ve kiliseler birlikte özenle kapatılmış. Allah'ın evlerinde ibadet edecek
kimse kalmayınca kapılara kilit vurmak doğal olarak hiçte zor değil.
İLK ALPEREN : SARI SALTUK
Romanya'ya adımınızı atıp özellikle tarihi bölgeleri gezmeye başladığınız andan itibaren bize
tanıdık gelen isimler gülümsemeleri, tarihi eserlerin gözkırpmalarıyla karşılaşıyoruz.
Karayoluyla Köstence'ye giderken "Mecdiye" ilçesi Sultan Abdülmecit'in bıraktığı bir hediye
olarak göğsümüzü kabartıyor. Her köşesi buram buram Türklük ve Müslümanlık kokan
Romanya'da Mecidiye ilçesini Anadolu'nun herhangi bir ilçesinden ayırt edemiyoruz. Öyle ki
bu benzerlik bir cuma namazı vakti girdiğimiz camide Türkçe okunan hutbe ile daha da ayırt
edilmez bir hal alıyor. Evet, Romanya'da, bir ilçede, bir camiye giriyorsunuz ve bir imam
Türkçe hutbe okuyarak ruhlarınıza inşirah saçıyor... Cuma kılmanın hazzını artık varın siz
tahmin edin.
Mecidiye'den bir saatlik mesafede, Babadağ'da bir başka güzellik kucak açıyor bize.
Restarasyonunu geçen yıl 300 bin dolar harcayarak Türkiye'nin tamamladığı Gazi Ali Paşa
Cami bir vakar abidesi olarak yükselen minareleriyle "hoşgeldiniz" selamı çakarken,
içlerimizde nicedir kıpırdaşan coşkunluk, Tuna Orduları Komutanı Gazi Ali Paşa'nın
türbesinde okunan Fatihalarla biraz olsun ferahlıyor.
Babadağ'da asırlık unutulmuşluktan sonra vefayla hatırlanmanın hazzını yaşayan bir başka
44
mekan da Balkanlara ilk Müslüman-Türk mührü vuran Sarı Saltuk Baba'nın türbesi oluyor.
Sarı Saltuk Osmanlı'dan 100 yıl önce Rumeli topraklarına ilk adımı atan ilk Alperen.1263'de
bu topraklara adımını atan Saru Saltuk tıpkı Yunus Emre, Nasreddin Hoca gibi tüm Balkan
topraklarında yaşayan müslümanlar tarafından benimsenen ve sahip çıkalan manevi bir
dinamik. Öyle ki bir çok yerde mezarı ve türbesi var.
Sarı Saltuk'un gerçek mezarı olarak kabul edilen Babadağ kasabasındaki, ıstıratgahı ise
oldukça metruk bir halde, bakımsız. Daha düne kadar bir damı bile yokmuş. Romen hükümeti
ile anlaşma yapılarak kültürel varlık adı altında restore çalışmalarına yeni başlanacak. Şu an
ki halini, Balkanların kapılarını gönül ve kılıç gücüyle bizlere açan zata "hürmetsizlikten"
başka bir kelimeyle ifade edemiyoruz. Neyseki geçte olsa gösterilen ihtimam vefasızlığın
sona ermesi bakımından sevindirici.
Koyuncu Baba
Türbenin yerini Koyuncu baba adlı bir piri fani tesbit etmiş. Bir çoban olan Koyuncu Baba,
koyunların Saru Saltuk'ın bugün bulunan türbesinin üzerinden geçmediklerini görmüş ve
kuşkulanmış. Bir akşam rüyasında Saru Saltuk'u görmüş,ona mezarının yerini göstermiş.
Tıpkı Molla Gürani'nin Eyüp Sultan'ın yerini tesbit ettiği gibi. Bu mekanı kazınca Saru
Saltuk'un mezar taşını bulmuşlar. Mezar taşı bugünde türbenin kapısında duruyor.
Müslümanlar,hatta Hırıstiyanlar taşın önüne gelip mum yaktıkları için maalesef taş kararmaya
başlamış. Koyuncu babanın türbesi de hemen Saru Saltuk'un yakınlarında yer alıyor.
Saru Saltuk'un bu topraklara gelişi Bizans imparatorunun özel izni ile olmuş. Moğol
istilasından sonra yıkılmakta olan son Selçuklu Hükümdarı 2. İzzeddin Keykavus 'un annesi
Bizans imparatorunun kızı. Bir nevi dayısı yiğenin ricası üzerine Sarı Saltuk'un kafilesine
imkan tanımış. Saru Saltuk, Hacı Bektaş Veli'nin öğrencisi bir Yesevi müridi. Hoca Ahmet
Yesevi'nin misyonunu Balkanlara taşıyan Saru Saltuk, Tatarlara İslamiyeti götüren evliya
olarakta anılıyor. Sarı Saltuk'un yaptırdığı cami ve medrese Kosova savaşları sırasında
yıkılmış. Tuna Orduları Komutanı Gazi Ali Paşa 1522'de yıkılan medresinin hemen yakınında
yeni bir külliye kurmuş. Zebil ve Sarıköyler ile 60 bin dönümlük ormanlık araziyi ölürken
miras olarak bu külliyeye vakfetmiş. 1837'de bu külliye genişletilmiş.1900'da bu külliyeye
Babadağ'da müslüman ve Türk kalmayınca Mecidiye'ye almışlar.1948'de komünist
döneminde kapıtılan külliye Diyanet Vakfı'nın himmetiyle 1996 yılında tekrar açılmış.
Mustafa Kemal Lisesi daha ziyade bir imam hatip görünümünde . Türkiye'den 7 öğretmen
görev yapıyor, diğer 60 öğretmen yerli. 300 öğrencinin öğrenim gördüğü okulda öğretmenlik
ve ilahiyat alanında din eğitimi veriliyor. Ancak Romen hükümeti lise mezunlarına
öğretmenlik hattı tanıyan yasayı kaldırmış. Bundan dolayı okul bu yıldan itibaren okul
müfredatını değiştirip yüksek okul statüsü almaya hazırlanıyor.
LAZ KÖYÜ
Kişisel hikayesine biraz sonra değineceğimiz Oflu bir Laz olan Sabit Danış'la tanışmamız,
duyduğumuzuda hayretlerimizi gizleyemediğimiz bir bilgiyi öğrenmemize vesile oluyor. Bu
bilgi bizi hayrete düşürdüğü kadar, keşfetme aruzumuzu da sonuna kadar körüklüyor.
Sabırsızlıka Sabit Bey'den bize rehberlik ederek bilgiyi kaynağında kontrol ve doğrulunuğu
teyit etmek istidiğimizi söylüyoruz. Son derece mütavazi ve anlayışlı olan Sabit Bey bizi
kırmıyor ve kendi arabasıyla, Köstence'ye çok uzak olanmayan ve meraklarımızı yatıştıracak
yere doğru bizi yola çıkarıyor. Mesafe kısa ancak, hedefe bir an önce vasıl olmak heyecanı
kısa mesfayi bitip tükenmek bilmez bir hale sokuyor. Neyse ki ileride görünen ve gittikçe
belirginleşen bir tabela silüetini işaret eden Sabit Bey'in "işte geldik" sözleri sıkışan
meraklarımıza emniyet sübabı gibi geliyor ve geniş bir nefes alıyoruz. Tabelanın yanına 20
metre kala artık üzerindeki yazı bütün netliğiyle gözlerimize hitap ediyor: LAZU...
Hazine bulmuş define avcıları gibi tabeladaki Lazu yazısına hayran ve şaşkınlıkla bakarken
45
Sabit Bey'in anlattıklarıyla şaşkınlığımız bu kez yerini bildik bir tebessüme terkediyor.
Lazu'nun gerçek ismi LAZ KÖYÜ imiş. Ancak komünizmin baskıcı yönetimi isimler
üzerinde işlemiş ve Çavuşesku döneminde Laz Köyü, Lazu olmuş. Laz Köyü'nün hikayesi ise
tam fıkralık. Bundan 90 yıl önce bizim lazlar bu sahillere balık avlamak için gelip üç ay veya
sezonun verim durumuna görealtı ay kalıyorlarmış. Yerli halk sempatik tavırları sayesinde
lazları pek sevmiş, "eşlerinizi de alın gelin buraya yerleşin. Size toprak falan da verelim"
demişler. Laz köyüne 60 hane yerleşen Lazlar komünizm döneminde dönmek istemişler. Ama
komünistler halklar arasında eşitlik,sosyal adelek olacak diye lazları oyalamışlar. Köyün adını
Lazu diye değiştirmişler. Nihayet geçim sıkıntısı nedeniyle kısa bir süre önce Laz köyü
dağılmaya başlamış. Hala köyde 5 hane Laz evi var. Gördüklerimizden sonra aramızda şu
espriyi yapmaktan kendimizi alamıyoruz: Galiba lazın gitmediği hiçbir yer yok.
ANADOLU KAPLANLARI TÜRK SINIRLARINI ÇOKTAN AŞTI
Sabit Danış aslen Trabzon, Of'lu... Yaşı 37 olan Sabit Danış tabiri yerinde ise feleğin
çemberinden yaşından fazla, 40 takla atarak geçmiş... Aç kalmış, açık kalmış ama hiçbir
zaman umudundan birşeyler yitirmemiş. Çalışmış, çabalamış ve başarıyı yakalamış. Ara alıp
satarken, yurtdışına ufak tefek mal pazarlamış önceleri. Daha sonra işlerini büyütmüş. 17
yıllık Romanya macerası halen devam ediyor; ama artık ilk çıkış noktasından fersah fersah
yüksekte Sabit Bey.
İş mekanı Köstence Sabit Bey'in. Ancak Romanya'nın tamamında tanınan, sözü dinlenen biri.
Köstence İşadamları Birliği'ni kuran ve Başkanlığını yürüten Sabit Danış, son olararak bir
milyon dolara 350 yataklı bir otel yatırımında bulunmuş. Harabe halinde özelleştirme
ihalesinden aldığı otel oldukça geniş bir alana kurulu ve şu an ki değeri on milyon dolar.
Karadeniz'in kıyısında. Ne var ki fiziki mekanın müsaitliğine rağmen dev tesis bakımsızlık ve
ihmal yüzünden çürümüş, her yeri dökülüyor. İhaleyi kazanmanın yetmediğini söyleyen Sabit
Bey, oteli adam edip hizmete açabilmek için asıl önemli işin bundan sonrası olduğunu
belirtiyor.
Sabit Danış diğer iş atılımlarını da şöyle anlatıyor: "Köstence tren istasyonunda 41 işyeri olan
bir ticaret merkezi kuruyorum. Ayrıca iki fırın, üç lokanta ve oto alım satım işini
yürütüyorum. Romanya geleceğin AB ülkesi,çok önemli bir pazar. İş adamlarımıza her türlü
yardımı ücretsiz yardımı yapmaya hazırız. Özelleştirme pastasından Türk iş adamları önemli
paylar alabilir. Ancak kendi başlarına haraket edenler Romen çetelerin eline düşüyor. "
Danış, Sümerbank'ın patronu Ömer Hayyam Garipoğlu'nun Akmaya şirketi ile 740 milyon
dolara satın almaya talip olduğu, ancak geri çekildiği Romanya'nın ve Avrupa'nın en büyük
petrol rafinerisini satın almak için girişimde bulunmuş. Köstence'ye Türkiye'den kim gelirse
gelsin yardımcı olmaya çalışıyor.
PKK'nın çingene tuzağı ve Türk müteşebbislerine uyarı
Romanya'ya giden zengin Türk iş adamlarını daha önce kaldıkları otellerle anlaşmalı biçimde
takip ederek soyan PKK-Romen-Çingene çetesi, taktik değiştirerek Türk iş adamlarını ülkeye
davet edip rehin alarak fidye istemeye başlamış. Romanya'daki 100 bine yakın Türk'ün ve
Çingenelerin çoğunlukta yaşadığı Dobruca bölgesindeki liman kenti Köstence'de kısa bir süre
önce rehin skandalı yaşandığını öğreniyoruz. Köstence'de geçtiğimiz yıl Türk iş adamlarını
koordine ederek Köstence Türk İş adamları Birliği'ni kuran cemiyetin başkanı Sabit Danış,
Türk büyükelçiliği, Köstence başkonsolosluğu ve iş adamları birliğine başvuruda bulunup
bilgi almadan Türk iş adamlarının Romanya'ya gelmemesi konusunda uyarıyor. Danış, "
Turizmci kimliğiyle güney sahillerinin turistik otellerini dolaşan mafya üyeleri Türk iş
adamlarını Romen turist getirecekleri vaadiyle aldatarak ayrıntıları görüşmek için ülkesine
davet ediyor. Bu yeni bir metod. Geçtiğimiz günlerde Marmaris'teki bir otel sahibini
46
Köstence'ye getirdiler. Rehin alarak fidye istediler. İş adamımız söyledikleri hesaba 30 bin
dolar yatırarak canını kurtardı. Bu olay ferdi değil. Bu olayın hemen ardından iki olay daha
yaşandı. Polis suçluları bulamıyor. " diye tehlikeye dikkat çekiyor.
AIDS tehdidi ve Nataşa uyarısı
Köstence İşadamlarından tüyler ürpertici bir gerçeği daha öğrendik. Geçtiğimiz haftalarda
Köstence Devlet Hastanesi'nin Başhekimi 300 bin nüfuslu kentde kayıtlı 2000 AIDS hastası
olduğunu açıklamış. Bu rakamın en az iki katı olduğu sanılıyor. Romanya genelinde de rakam
büyük. İngilizler bu nedenle Avrupa'da Romanya'yı AIDS konusunda en tehlikeli ülke ilan
etmiş. Aldığımız bilgilere göre İngilizler biri Köstence'de olmak üzere ülkede 4 AIDS
hastanesi kurmaya hazırlanıyorlar. Doğu bloku çözülmeden önce 1985'de Romanya'ya gelen
Danış, AIDS hastalağının 1991 sonrası artış gösterdiğini, Romen hayat kadınlarının hastalığı
Türkiye'ye de yaydığını ifade ediyor..
ZULMÜN SOMUT BELGESİ: MODERN PİRAMİD
Romanya'yı 1965-1989 arasında demir yumruğu ile yöneten Çavuşeşcu adeta 20. yüzyılda
yaşamış bir firavun gibi. Firavunlar piramid yaptırdığı gibi Çavuşesku da modern bir piramid
yaptırmış. Romence adıyla Casa Poporului, Türkçesi bir tezat numunesi olarak "halk evi". Adı
"halk evi" ancak halk sarayın yakınına dahi yaklaştırılmamış. Komünist parti üyeleri için
sarayın etrafında lüks konutlar yaptırılmış ama onlar da Doğu Blokunun çöküşüyle bu
mekanlarda oturamamışlar. Evet zulum payidar olmadığı gibi dünya da zalimlere yar
olmuyor.
Tam 14 yılda 17 bin işçiyi 24 saat çalıştırarak 6000 odalı bu sarayı başkent Bükreş'in ortasına
konduran Çavuşescu, sarayın 20 kat altında dev sığanaklar inşa ettirmiş. Ayrıca sarayın
altından şehri dolaşan gizli geçitler mevcut. 3 milyar dolar bu saraş için harcanmış ama
Çavuşescu'ya bu sarayda oturmak nasip olmamış. Kendi halkı tarafından kurşuna dizilen
belkide ilk devlet başkanı olan Çavuşescu ile firavunlar arasında benzerlik kurmamızın tek
nedeni bu modern piramid değil. Piramidin projesini yapan mimarları ve işçileri firavunlar
gibi Çavuşescu'da değişik metodlarla öldürtmüş. Bunlardan biri de Neceddin Demirbec. Oğlu
Erdin Dmeirbec babasının esrarengiz ölümünü şöyle anlatıyor : " Babam bu sarayın
yapımında çalıştı. İşi bittikten üç ay sonra 1987'de şüpheli biçimde öldü. Hastaneye kaldırdık,
antibiyotik zehirlenmesi dediler. Oysa babam ilaç almamıştı. Daha sonra öğrendik ki, inşaatda
çalışanların çoğunluğunun sonu böyle olmuş. İşçilere radyoaktif madde vererek kısa sürede
ölmeleri sağlanmış. Sessiz ölüm. " Projenin 100 mimarının ölümü daha ilginç. Hepsi arka
arkaya şüpheli biçimde ölünce halk durumu anlamış. Mimarları öldürmek için zehirli iğne
kullanılmış. Bu mimarların hiçbiri diğer mimar arkadaşının projesini bilmiyormuş.
Çavuşescu, bütünün parçalarını tek bilen isimmiş. Bu nedenle hala 20 kat yerin altında neler
var, kimse bilmiyor. Çavuşescu ve eşinin ölümü de hayli ilginç. Özgürlük meydanında halka
yine maaşlarınızı yükselteceğim diye yalan söylerken halk birden daha fazla sabredemiyor ve
ayaklanıyor. Helikopterle Çavuşescu ve eşini kaçıran pilot korkuyor,havada vururlar diye
başkanı bir tarlaya indiriyor. Bir taksi ile Braşov'daki Peleş adlı sarayına gitmek isteyen
Çavuşescu bu sarayın girişinde öldürülmek için bekleniyor ve kurşuna diziliyor.
Peleş sarayında Kraliçe Elizabeth tarafından yaptırılan bir Türk salonu var. 1866 yapımına
başlanan saray 1876'da tamamlanmış. Türk salonu ise 1905'de dekore edilmiş. Romanya'nın
kayak merkezi olan Peleş sarayının çevresi doyum olmaz yeşilliği ile tam bir cennet.
Karpatların eteklerinde bir çok oteller mevcut. Burada misafiri olduğumuz Romanya'nın
İstihbarat Teşkilatı Eski Başkanı merhum Bohçet Michay'ın evinde Romen aile tarafından çok
sıcak karşılanıyoruz.
47
BENZİN TARLASI
Toprağın altından ne çıkarılır ? Patates, soğan, havuç veya su ya da biraz derine inerseniz
belki petrol. Romanya'nın Köstence kenti yakınlarındaki Kestalu köyünden geçerken, tarlara
dağılmış insanların hummalı bir faaliyet içinde toprakta birşeyler çıkardıklarını gördük.
Ellerinde kalın ipler, iplein ucunda farklı renk ve ebatta kovalar, bunları biteviye toprağa
sallıyorlar ve sonra ritmik hareketlerle çekiyorlar. Merak ettik sorduk: "ne çıkarıyorlar" diye.
Aldığımız cevapla şaşkınlığımız ve hayretimizi gizleyemeyerek "olmaz böyle şey" demekten
kendimizi alamadık. Köylüler toprağın altından benzin çıkarıyorlardı. Evet, evet bildiğimiz
benzin. Topraktan suyla birlikte çıkarıyorlar, yoğunluk farkı nedeniyle su alta, benzin üsste
kalarak kendiliğinden ayrışıyor; üstteki benzini başka bir kaba aktarıyorlar ve benzin
kullanıma hazır.
Evet olmaz böyle şey! demeyin oluyor. Tarladan benzin çıkıyor. Peki bu işin sırrı ne?.. İşte bu
işin sırrı... .3 yıl önce tarlalarına ektikleri ürünün kuruması üzerine şüphelenen köylüler 5
metre derinliğinde kuyu kazınca tarlanın altında bir benzin gölü oluştuğunu tesbit etmişler.
Yerin altından ham petrol değilde işlenmiş benzin çıkması üzerine köylüler yaz-kış, gecegündüz benzini çıkartarak piyasa fiyatını yarısına satmaya başlamışlar.
Kestalu köylülerinden Elenar-Viktor Mihailoviç çifti, ailece 24 saat benzin çıkartarak 3 yıldır
geçimlerini buradan karşıladıklarını söylüyor. Viktor Mihailoviç, " 300 km ötede Ployeşt
rafinerisinden gelen işlenmiş benzin Köstence'deki limandaki borularla gidiyor. Bunlar en az
70 yıllık borular. Çürümüşler.Değiştirmeye devletin gücü yetmiyor. Tarlamızdaki mahsulü
kurutan benzini çıkartarak kurtulmaya çalışıyoruz. Ama yine doluyor. Tam üç yıldır benzin
çıkartmaya tüm köylüler sürdürüyor. Yeraltı su artezyenlerine yakın olduğu için su ile benzin
beraber çıkıyor. Su hafif,benzin ağır olduğu için ayrıştırmak kolay oluyor. " diye konuşuyor.
Bir kişinin günde 20 litre benzin çıkartığını,aile olarak aylık kazançlarının 1000 doları
bulduğunu ifade eden Mihailoviç, " Polis, jandarma ve özel tim bize engel olmaya çalıştı.
tarlada yüzlerce delik açtık. Nöbetçi koydular,bizi durduramadılar. Ülkede ortalama maaşlar
80 dolar,ama benzin satışından iyi para kazanıyoruz. " diye durumlarını anlatıyor.
Boru hattı tamirini bir kaç kez yapmalarına karşın devletin dikiş tutturamamış. Son çare
olarak üç ay önce benzin pompalamayı durdurmuşlar. Anlaşcağınız taşı toprağı sıkıp benzin
çıkartan Romen köylülerin bu altın yumurtlayan tavuğu artık kesiliyor.
PKK ÜSSÜNE DARBE
PKK, Balkan üssü olan Romanya'da örgüt elebaşları Abdullah Öcalan'ın yakalanmasının
ardından çözülme sürecine girmiş. İçişleri Bakanı Saadettin Tantan'ın Romanya İçişleri
Bakanı Dudu İonescu ile geçtiğimiz günlerde yaptığı PKK zirvesinin ardından güvenlik
anlaşması imzalamasından sonra ülkeye giriş çıkışlarda PKK denetimi sıkılaştırılmış. Ancak
PKK zirvesinden hemen sonra PKK'nın Bükreş'teki bürosunun yerini değiştirerek yeni
bürosuna taşınmış.Örgütün Romanya'daki iletişim dergisi olan Mezopotamya ise bölgelerdeki
bürolarına kepenk vurmuş gözüküyor.
Türkiye'nin Köstence Başkonsolosu Hayati Soysal, PKK'nın faaliyetlerinin Türklerin yaşadığı
Dobruca bölgesinde sistemli ve organize çalışma ile tamamen bitirildiğini söylüyor. PKK'nın
Türk vatandaşlarını sahipsiz görerek haraç alma sistemi kurduğunu anlatan Soysal, " PKK
militanı haraç alırken önceden numaraları alınmış bankotlarla suçüstü yaptırdık. Birkaç kez
bunu tekrarladık. Bundan sonra PKK çekinmeye başladı,büyük bir etki meydana getirdi. "
diyor.
Bükreş ve çevresinde PKK sempatizanlarının lokanta ve hastane işletmelerinin olduğunun
bilindiğine işaret eden Soysal, Mezopotamya adlı dergilerinin Köstence şubesinin
kapandığını, Öcalan'ın yakalanmasından sonra PKK'nın dağılma sürecine girdiğini
vurguluyor. Köstence'de bulunan Türk iş adamlarını organize ederek Türk İş adamları birliği
48
kurduklarını dile getiren Soysal, " PKK kötü imajı nedeniyle vatandaşlarımızı korkutmuş,bir
baskı havası estirmiş. İşadamlarımızın birliği ve vatandaşlarımızın kenetlenmesi ile bu belayı
kontrol altına aldık. İş adamlarımız örgütlendi. PKK'ya verilen her paranın Türk askerine
kurşun olarak geri döndüğünü anlattık. " şeklinde konuşuyor. Başkonsolos gerçekten görev
yaptığı iki yıl içinde yerinde hiç oturmamış. Ondan önceki konsolosları ile Türkler tanımıyor
bile. Çünkü duvarlarını aşıp sorunlarla boğuşmamışlar...
SAHTE KAHRAMAN : DRACULA
Gün ışığını sevmez. Kötülük kadar karanlık.
Kan içerek beslenir. Sırtlandan daha vahşi. Benzetmek sırtlana hakaret.
Tabutlarda yaşayan: İğrenç bir ölüm kadar soğuk.
Ve teferruatına girmeden temel özellikleriyle zulüm ve ürkünçlük abidesi olan bu yaratık aynı
zamanda bir asilzade; Kont...
Kimden mi söz ediyoruz. Hani şu meşhur Vampir'den, Kont Dracula'dan...
Kim bu Dracula, gerçekten var mıydı yoksa bir efsane mi?.. Kaynağı, kökeni ne?.. İşte
Romanya gezimiz sırasında Dracula gerçeğini araştırmak için 700 km yol katederek
Köstence'den Transilvanya'ya, Dracula'nın toprakları olan Braşov'a, ve onun yaşadığı Bran
Şatosu'na gittik.
Karşılaştığımız manzara bir gerçeği tescil ediyordu. Dracula veya her kim ise hakikaten
zalimmiş. Bu hükmü vermek için Bran Şatosunu uzaktan görmek bile yetiyor. Öte yandan
Dracula'nın abartılı bir korku-gerilim kahramanı olduğu hükmü edinmeniz de zor olmuyor.
Romenlerin Dracula'yı bir milli kahraman olarak sahiplenmelerine ise inanamıyorsunuz...
Gelelim Dracula ile ilgili öğrendiğimiz gerçeklere. Bran şatosu 1377 yılında Baroşov halkı
çalıştırılarak bölgenin hakimi Voyvodalar tarafından yaptırılmış. 1395-1427 yılları arasında
bu şato'da yaşayan kont Dracula'nın asıl adı Mircai (İhtiyar) Batrin.9 köy kendisine bağlı olan
bir derebeyi. Bu Dracula sakin tabiatlı, hırçın biri değil.1413'de köylülere tapu dağıttığı için
iyilikleriyle anılıyor. Ancak eşi cani. Genç kalabilmek arzusu ile bakire kızları şatoda keserek
kanları ile banyo yapmış. İşte bu cani kadının torunu gerçek Dracula; dede-babalarının
ünvanını devam ettirmiş.
Filmlere konu olan Kont Dracula Fatih Sultan Mehmet'in Enderun'daki mektepden sınıf
arkadaşı olan Vlad Sepec. Osmanlı bölgeye hakim olmaya başladıktan sonra Voyvodaların
çocuklarını Enderun'da okutarak derebeylerini kendine bağlı kılmak istemiş. Ancak yinede
Balkanlarda Osmanlı akıncılarına kan kusturan güçlerin başında Sırplar ve Kont Dracula
geliyor. Osmanlı elçisini dahi kazığa oturtan, halkını katletmekle ün kazanmış diğer namıyla
tarihte bilinen şekliyle Kazıklı Voyvoda. Bran şatosu aynı zamanda ülkenin gümrük kapısı.
19. yüzyıla kadar bölgenin vergilerini bu şatoda oturan Voyvodalar toplamış. 1457-1504
yılları arasında hüküm süren Dracula, savaşlardan çok reformları ile tanınıyor. Güya
zenginlere karşı fakirleri savunmuş. Türk vev Alman tarih kitapları böyle demiyor. Alman
tarihçi Hammer'e göre Romanya'da Dracula'nın da bağlı olduğu en büyük Voyvoda Büyük
İstifan, " Ülkemizi başka bir güç idare edecekse bu adil bir idareye sahip Osmanlı olmalıdır "
diye Dracula'ya vasiyet ediyor. Dracula'nın idare ettiği köylerden birinin adı sıkı durun
Türkeş... Bran Şatosu'nun yanından akan nehrin adı ise Türk çayı.
Dracula'nın korku rejimi
Şato'yu ve Romanya'yı gezerken ülkeden Osmanlı ve Türk izlerinin silinme gayretini
görüyorsunuz. Romenlerin tarih kitaplarında hiç yenilgi yok. 'Bu topraklar 400 yıl Osmanlı
hakimiyetinde nasıl kaldı ? sorumuza aydın kesimden Romenler cevap veremiyor. Ortada bir
yanlışlık olduğunu anlıyorlar ama,böylesi işlerine geliyor. Yoksa yeni nesile nasıl milli şuur
ve kimlik verebilirler ? Romanya'nın 5 bölgesi 2. Beyazıt döneminde tamamen Osmanlı
hakimiyetine girmiş. Romanya'da kimse Dracula'nın nasıl öldüğünü bilmek istemiyor. Bölge
49
halkına kan kusturan Dracula'yı Osmanlı akıncılarının ele geçirip,yargılandıktan sonra halkın
huzurunda asıldığını,kellesinin diyar diyar dolaştırıldığını bir türlü kabullenememişler. Onun
yerine ' o ölmede,ölemez ki ' filmlerini seyretmeyi tercih ediyorlar. Neyse tekrar dönelik
Şatoya. Şato'ya daha sonraki yıllar 25 kent bağlanmış.1498'de Braşov kentinin kurulmasından
sonra 1651'e kadar Şato bu kentin yönetimine dahil edilmiş.1848-1849'de derebeylerin
hakimiyetine son verilip köylülerin artık onlara bağlı olmadağı ilan edilince şato önemini
kaybetmiş.1 Aralık 1920'da bu Şato 1866'da kurulan Romen Krallığına verilmiş. Kraliçe
Elizabeth şatoyu gezerken o tarihe kadar kimsenin fark edemediği bir keşifte bulunmuş.
Şato'da gizli bir geçit var,ikinci kat ile üçüncü katı birleştiriyor. Bu ayrıntının şu önemi var.
Kont Dracula,malum hayalet hikayeleri ile halkı bu geçik sayesinde aldatmış. İkinci ve
üçüncü katlarda ayrı toplantılar yapan Dracula iki toplantıyı da idare ederek hayalet olduğunu
isbatlamış. Kont Dracula'nın diğer taktiği ise 10 km uzaklıktaki diğer şatosu Risnov'a bir
benzerini koyması. Böylece halk Dracula'nın gerçekten uçtuğuna inanmış. Şato'da insanı
ürküten figürlerin bulunması Dracula'nın büyük oyununu perdeliyor. Şato,1956 yılında
komünist yönetim tarafından müze haline getirilmiş. Romenler Dracula'yı yaşadığı dönemde
tüm suçluları kazığa oturtup ülkede istikrarı sağladığı için kahraman diyor. Öyleki, çeşme
başlarındaki altın kupaları bile halk çalmaya korkar hale gelmiş. Yani bir korku rejimi kurmuş
Dracula. Bran şatosunun etrafı Dracula sembolünü işleyen hediyelik eşyalar satanlarla dolu.
Dracula ülkeye büyük gelir getiren bir turizm aksesuarı. Ülkede Dracula adına gazete bile var.
Yakın günlerde Yolsuzluğa karşı mücadele derneği kurulmuş.Derneğin amblemi ve ilham
kaynağı Dracula. Bran şatosunun yer aldığı kasabanın bugünkü nüfusu 100 bin civarında. 80
km ötede Bistrison adlı başka bir Dracula şatosu daha var. Dracula'nın hatıra defterini
imzalarken Romenlere kendilerine kötü değil iyi huylu kahramanlar bulmalarını tavsiye
ediyoruz. Zaten Dracula'yı kan içen vampir sıfatı ile sinemacıların gündemine sokan
Romenler değil İngilizler. Bir İngiliz yazarın romanından esinlenen beyaz perde üstadları
çektikleri yüzlerce versiyon Dracula filminde tarihi gerçeklerden oldukça uzakta
seyrediyorlar.
Dracula'nın veya nam-ı diğer Kazıklı Voyvoda'nın bizdeki kaynaklarda geçen serüveni ise
kısaca şöyle:
Yildırın Beyazıt zamanında vergiye bağlanan Eflâk Prensliği'nin başına Fatih Sultan Mehmet
tarafından Vlad (Kazıklı Voyvoda) getirilmişti (1456). Osmanlılara bağlı görünen Vlad
aslında gizliden gizliye düşmanlık ediyordu Vlad'ın Fatih'in elçilerini kazığıa oturtarak
öldürmesi üzerine 1462 yılında Fatih, Eflâk'a bir sefer düzenledi. Boğdan'dan da yardım alan
Osmanlı kuvvetleri Voyvodayı uzun süre takip etti. Neticede, sığındığı Macarların,
Osmanlılarla yaptığı anlaşma üzerine Vlad'ı esir etmeleri ile mesele çözüldü. Fatih
voyvodalığa Radul'u getirdi ve Eflâk bir Osmanlı eyaleti hâline geldi. 1455'ten itibaren
Osmanlı Hâkimiyetini tanıyan Boğdan Prensliği'nin Kefe'nin fethinden sonra izlediği
düşmanca siyaset üzerine Osmanlı kuvvetleri 1476'da Boğdan'a girdi. Fatih'in bizzat başında
olduğu Osmanlı kuvvetleri Boğdan ordusunu büyük bir bozguna ugrattı. Böylece Boğdan da
yeniden Osmanlı hâkimiyetini tanımış oluyordu.
Özetle, Kazıklı Voyvoda kötü şöhretini ve batı tarafından milli kahraman ilan edilme
özelliğini sırf bir kaç Osmanlı elçisini haince öldürmesine borçlu...
Bu gerçeklerden sonra Dracula’dan ve vampirden korkanlar, boş yere ürktükleri için
hayıflanabilirler.
Romanya, Transilvenya deyince akla hemen vampir masallarının meşhur kahramanı Dracula
geliyor. Romenler de Türkler gibi uluslarını dişi bir kurtdan süt emen iki kahramanın
kurtardığına inanıyor. Bu olayı yansıtan taş figür müzelerini süslüyor. M.Ö yaşanan bu olayda
süt emen iki kardeşten biri diğerini öldürerek bugünkü Roma kentini kuruyor. Roma'yı kuran
bu kurdoğlu'nun ulusu ile yerli halk olan Daçlar birbirlerine karışıyorlar. M.S. 1., 2. ve 3.
50
yüzyıllarda Roma imparatorluğunun bir parçası oluyorlar. Dilleri en eski Latince'ye yakın
olan Romenler, bu nedenle İtalyanları, Yunanlıları ve Makedonyalıları kendilerine en yakın
akraba olarak görüyor.
Romanya, Eflak, Boğdan, Erdel (Transilvenya) Moldova adlı 5 coğrafi bölgeden oluşuyor. 23
milyonluk nüfusu tam 15 yıldır hiç artmamış.Yaşlı nüfus tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi
hızla artış gösterirken, kadınlar çocuk yapmamakta direniyor. Ülkede 17 azınlık var. 3 milyon
Macar ve 4 milyon Çingene iki büyük azınlık. Almanlardan, Polanyalı, Çeklere, Korelilere
kadar her azınlık ayrı bir statüye sahip. .Milli Azınlık Bakanlığı kurulmuş. Her azınlık bir
milletvekili çıkarma hakkına sahip. Bu nedenle Dobruca bölgesinde yaşayan Türk nüfus
Osmanlı kalıntısı Türkler ve Tatarlar diye iki azınlığa ayrılmış, böylece iki milletvekili
çıkartıyorlar. Ülkede 12 Hıristiyan mezhep onlara göre hak din olarak sayılıyor. Müslümanlık
ve Yahudilik diğer tanınan dinler arasında yer alıyor. Bunların tabi olduğu bir Mezhep
Bakanlığı mevcut. Müslümanların statüsü 1948'de belirlenmiş, bugünkü kalıba sığmasada
halen geçerliliğini koruyor. Romanya'da müslümanlar Bulgaristan'a göre şiddetli biçimde
asimile edilmeselerde, Komünizm'in dinlere düşmanlığı bu ülkeye de yansımış. Ezanların
okunduğu, çanların çalındığı ülkede aslında camiler ve kiliseler birlikte özenle kapatılmış.
Allah'ın evlerinde ibadet edecek kimse kalmayınca kendiliğinden kapılarına kilit vurmuşlar.
51
Volga'nın dev Türk ülkesi : Tataristan
22 Ekim 1999
1740 km'lik yolu göze alıp Kazan–Astrahan vapurlarına binerseniz Hazar'a çıkıyorsunuz.
İdil'in diğer bir kolu olan Çulman nehri, Orta İdil bölgesini Ural dağları ve Batı Sibirya'ya
bağlıyor. Sibirya'ya ve Orta Asya'ya ulaşım yolları üzerinde bulunması ve yaz aylarında
kurulan panayırlar Kazan'ın ticari önemini artırıyor. Volga boyunun dev Türk ülkesi
Tataristan 450 yıldır boyunduruk altında olmasına rağmen zengin Türk kültürünü yaşatıyor.
Ruslarla uzun süre birlikte yaşamak onları çok sabırlı yapmış. Olaylara, bağımsızlık
düşüncesine Kafkaslılar gibi duyguları ve heyecanları ile değil, temkinli yaklaşmayı tercih
ediyor, geleceğe umutla bakıyorlar.
1917'de Bolşeviklerin beyannamesinde yer alan ' halklar kendi kaderini belirleyebilir '
ilkesinden Tatarlar ancak 1990'da yararlanabildi. Daha önce 1920'de kendilerine lütfen verilen
' yetkisiz özerklik'ten federal cumhuriyet statüsüne yükselen Tataristan bugün Rusya'da en
geniş haklara sahip tek cumhuriyet. Tataristan'ın statüsü , uluslararası hukukta ' en yüksek
statü ' tanımına en iyi uyan bir örnek olarak gösteriliyor. Savunma ve dış politika dışında
Kazan yönetimi tamamen bağımsız. Dış ekonomik ilişkilerinde serbest kararlar alabiliyor.
Tataristan'ın bugünkü nüfusu 4 milyon civarında. Tatarlar, ülkenin nüfusunun yüzde 55'ini
oluşturuyor, geriye kalanların çoğunluğu Ruslar. Oysa Rusya Federasyonu ve Türki
cumhuriyetlerde yaşayan Tatar sayısı 6 milyonu buluyor.
Sanayi ve kültür şehri Kazan
Başkent Kazan İdil–Ural bölgesinin en önemli kültür ve sanayii merkezi. Ruslar belgeleri yok
ettikleri için şehrin ne zaman kurulduğu bilinmiyor. Bugün eski Kazan olarak anılan şehir
Kazan'ı ikiye bölen Kazanka ırmağının 45 km yukarısında yer alıyor. Daha sonra şehir
Kazanka ırmağının İdil'e karıştığı bugünkü yerine taşınmış. 20. yüzyıla girerken Kazan
Sovyetlerin en önemli sanayi merkezlerinden biri haline getirilmiş. Ancak nedense metro
inşaatı geç başlamış halen de bitirilemedi. Şehir içi ulaşımda tramvayların ağırlığı var.
Tramvay sürücülerinin hepsinin kadın olması ilgi çekici. Son yıllarda özel otomobil
sayısındaki artış nedeniyle trafik tıkanmaya başlamış; en büyük sorun ise park sorunu.
Tataristan'da kadınlar erkeklerden daha fazla çalışıyor. Asfatlama, inşaat ve sıva gibi işlerde
kadınların çalışması dikkat çekiyor.
Kazan, bugünde sanayiisi gelişmiş bir şehir. Sabun imalatı, dericilik, kürkçülük, ayakkabı
yapımı, petrol arıtma, uçak, elektronik ve hassas aygıt yapımı ile kimyasal madde üretimi
sektörlerini bir hayli gelişmiş buluyoruz. Kazan'ın en işlek caddesi Bauman'da görülen binbir
türlü insan manzaraları Paris'i andırıyor. Cadde ortasında resim yapan, garmafon çalan
kadınların yanı sıra kitap satan pek çok tezgah dikkatleri çekiyor. Bir deve ve bir eşeği ile
turist taşıyan bir Tatar, Kazan'ın Batı görüntüsünü birden doğu'ya çeviriveriyor. Bu cadde
üzerinde tam üç tane Türk dönercisi var. Ancak yaptıkları döner bildiğimiz dönere pek
benzemiyor. Antalya ve İstanbul adlı dönercilerin patronlarına bakarsanız Kazan'daki tek
rakipleri aynı cadde üzerindeki Mc Donald's dükkanı. Kazan'da üç Türk fırını açan ve günde 6
bin Türk ekmeği satan İdris Arısoy, " Türk ekmeği lüks ekmek olarak tüketiliyor. 6 satış
noktamız var. " diyor. Eda şirketinin sahibi Arısoy, birde döner dükkanı açmış; işlerini yavaş
yavaş büyütmek istiyor. Çünkü hızlı büyüyenler, zenginleşenler mafyanın eline düşebiliyor.
Türk iş adamı her zemine ayak uydurmayı başarıyor.
1804 yılında kurulan ve Rusya'nın sayılı üniversitelerinden olan Tolstoy ve Lenin gibi ünlü
isimlerinde eğitim gördüğü Kazan üniversitesi, şehire Rusya içinden ve yabancı ülkelerden
52
çok sayıda öğrenci çekiyor. Kazan Üniversitesinin 1825'de inşa edilen ana binası bir sanat
harikası. Devlet müzesi, milli kütüphane, opera binası, kültür merkezi, Tatar tiyatrosu, sirk,
Mercani , Apanay, Ercim, Bumay camileri, St. Paul ve St. Peter Katedrali, Gorki Parkı, Stalin
döneminde konut olarak yapılmış apartmanlar Kazan'da görülmesi, ziyaret edilmesi gereken
yerler arasında yer alıyor. Kenar semtlerde ahşapdan yapılmış evler, 19. yüzyıl mimarisini
taşıyan konutlar oldukça nostaljik izlenim veriyor. 300 yıllık binaların bile halen ayakta
olması insanı şaşırtıyor. Kazan'ın dışındaki evlerde ve köylerde mutlaka bir ' mança ' Fin
hamamı bulunuyor.
Volga nehri üzerinde Kazan’da yaptığım tekne gezintisinde.. 20 Ekim 1999.
Yeltsin'in burs verdiği Türk öğrenci
Tataristan'da Ertuğrul Gazi Öğretim İşletmeleri tarafından açılmış 7 Türk okulu,1992'den beri
yetiştirdiği öğrencilerle adını duyurmuş durumda. 1600 öğrencinin okuduğu liselere girmek
imtihanla ; yoğun başvuru nedeniyle kabul sınavları üniversite imtihanı gibi geçiyor.
Kazan'daki Uluslararası Türk–Tatar Lisesi'nin Müdürü Mehmet Çetin, Rusya'daki bilim
olimpiyatlarında birinci olan öğrencilerini Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin ve
cumhurbaşkanı Şaymiyev'in kabul etiğini, Yeltsin'in bu öğrencilerine özel burs vererek
53
ödüllendirdiğini söylüyor. 1999'de dünya ekoloji olimpiyatlarında birinci olan
öğrencilerininde aynı iltifata mazhar olduğuna değinen Çetin, bugüne kadar 4 mezun
verdiklerini, hepsinin üniversitelere girdiğini
vurguluyor.
İslamiyeti kabul eden ilk Türk devleti
İdil–Ural diye adlandırılan bölge bugün Rusya'nın Avrupa kesiminde bulunan eski bir Türk
ülkesi. Hunların buralarda 375 yılında görüldüğü biliniyor. Türklerin bu
yörede devletleşmesi VII.–VII. asırda Büyük Bulgar Devleti'nin kuruluşu ile başlıyor.
İdil–Ural'da bulunan Türki halklar ( Çuvaş–Tatar–Başkurt ) Büyük Bulgarları ortak
ataları olarak kabul ediyor. Bölgede 3 Fin–Ugor ( Mari–Mordva–Udmurt ) özerk
cumhuriyeti ve 10 idari bölgenin dışında Rus ve Ukraynalılarda yaşıyor. İslamiyeti resmen
kabul eden ilk Türk devleti olan Büyük Bulgar devletini kuranlar bugünkü Tatarların ataları.
Bulgar belgelerinde, 921'de Halife Muktedir tarafından İdil Bulgarlarına gönderilen elçilik
heyetinde İbn Fadlan'ın katip olarak bulunması bu bilgiyi bize ulaştırıyor. Bulgar Hanı Almış
halifeye gönderdiği iki namede ülkesinde İslamiyeti yaymak ve cami inşaası için uzmanlar
göndermesini rica ediyor. Bu devlet İslamiyeti kabul etmekle Doğu Avrupa'da Türk–İslam
kültürünün temsilcisi oluyor. Ancak bu devlet Moğollar tarafından yıkılıyor, en büyük şehir
olan Bulgar 1236'da tahrip ediliyor. Büyük Bulgar devletinin resmi din olarak kabul ettiği
İslamiyet gerek Altın Orda gerekse Kazan Hanlığı döneminde en görkemli dönemini yaşıyor.
1391'de Timur'un Altın Orda Devleti Hanı Toktamış'ı mağlup edince zayıflayan 1437'de
Kazan Hanlığı kuruluyor. Korkunç İvan Grozni 1552'de Kazan'ı işgal ederek Rus
hakimiyetini başlatıyor.
Şaymiyev örnek lider
Sovyetler yıkıldığından beri Tataristan'ın başında bulunan ve 1996'da tekrar seçilen
Cumhurbaşkanı Mintemir Şaymiyev'in tüm Rusya müslümanları üzerinde büyük bir etkisi
var. Bir yıl önce Moskova Belediye Başkanı,Türk dostu sayılan Yuri Lujkov ve eski başbakan
Yevgeni Primakov'la Rusya Anavatan Partisi'ni kuran Şaymiyev, Rusya'da 2000 yılında
yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde Lujkov'un adaylığını destekleyerek müslüman oyları
kanalize edecebilecek güçte görülüyor. Rus politikasında 21 yüzyılda Türk ve müslümanların
izi, tozu olacaksa bunda Lujkov– Şaymiyev ittifakının büyük rolü olacağı kesin. Tataristan,
Rusya kaos ortamında bocalarken akılcı politikalar izleyerek ekonomisini güçlendiriyor,
siyasi polemiklere girmiyor. Ancak Şaymiyev, Kosova ve Çeçenistan olaylarında Rusya
müslümanlarının gönlüne göre sesini yükselterek, Moskova'dan bağımsız düşündüğünü sık
sık gösteriyor. Tataristan'ın Rusya Federasyon'unda refah düzeyi en yüksek toplum olması
dikkat çekiyor.
Tataristan Cumhurbaşkanı Mintemir Şaymiyev, Rusya Devlet Başkanı Boris
Yeltsin'in yakın çevresinin adı karıştığı Rusya'ya açılan dış kredilerin Avrupa
ülkeleri 'nin bankalarında açılan şahsi hesaplarda aklanarak yolsuzluk yapıldığı
yönündeki iddialara kendisininde adının karıştırılmasını sert bir dille eleştiriyor.
Tataristan Petrol Şirketi Tatneft'in Yönetim Kurulu Üyesi olan oğlu Radik Şaymiyev'inde
petrol şirketinden zimmetine para geçirdiği şeklindeki suçlamanın iftira niteliği taşıdığını
ifade eden Cumhurbaşkanı Şaymiyev, oğlunun suçsuz olduğunu vurguluyor ve sözlerini şöyle
sürdürüyor : " Tatneft'in Rusya'nın bir yıldır içinde bulunduğu ekonomik kriz nedeniyle 900
milyon dolar borcu olduğu doğru. Bu şirkete devlet önceleri çok yardım etti. Şimdi şirket
yabancı ülkelere petrol ihraç ederek kendi yağı ile kavrulsun istiyoruz. Tataristan'ın yıllık
petrol üretimi 7 milyon tonu düşük kaliteli olmak üzere toplam 25 milyon tondur. Bu miktar
şirketin borçlarını ödemesi için yeterli bir rakamdır. "
54
Tataristan'ın sembolü: Kul Şerif Camii
Kazan'ın Grozni tarafından alınmasından sonra yıktırılarak yerine kilise yaptırılan Kazan
Hanlığı'nın görkemli eserlerinden Kul Şerif Cami, Kazan'ın Kremlin'inde üç yıldır yeniden
yapılıyor. Tataristan'ın bağımsızlık mücadelesinin sembolü olan caminin yapımı için tüm
Tatarlar seferber olmuş durumda.Tataristan Cumhurbaşkanı Mintemir Şaymiyev'inde 5
milyon Ruble ile bu kampanyaya öncü olmuş. Bu girişimden sonra tüm devlet kurumları ve
çalışanları cami için yardımlarını ulaştırmış.Şaymiyev, cami inşaatı ile birlikte halen müze
olarak kullanılan Kul Şerif caminin yerine yaptırılmış Vladoveşenskiy kilisesinin restore
edilmesine de izin veriyor.
Caminin inşaatını üstlenin İlk Umut Şirketi sahibi Ökkeş Geçer, 1992'den beri Rusya'nın 17
şehrinde toplam 600 milyon dolar tutarında 63 tahahhüt işi yapmış örnek bir Türk iş adamı.
Cumhurbaşkanı Şaymiyev'in odasına direk girebilen ender insanlardan. Caminin Tataristan'ın
sembolü haline geldiğini ifade eden Geçer, evlenen her Tatar çiftinin mutlaka camiye gelerek
dua ettiğini söylüyor. Kaba inşaatı için 3 milyon dolar harcanan caminin toplam 6 milyon
dolara mal olacağını belirten Geçer, caminin 2001'de tamamlanarak ibadete açılacağını dile
getiriyor. Geçer, aynı anda 1000 kişinin ibadet edebileceği caminin Türk, Tatar, Mısır,
Osmanlı, Selçuklu, İran mimarisinin izlerini taşıması için özel bir çalışma yapıldığını ifade
ediyor.
Süyümbike Hatun'un hatırası
Caminin ortak müslüman kültürünü yansıtacağını söyleyen Geçer, caminin
ilginç öyküsünü şöyle anlatıyor: " Kul Şerif cami İslam aleminin ilk 8 şerefeli camisi idi.
Kazan'ı işgal eden Korkunç İvan camiyi yıktırmakla kalmadı, caminin taşlarının
Moskova'da Kremlin'in yanındaki büyük kilisenin inşasında kullanılmasını sağladı.
Şehir halkını kılıçtan geçiren İvan, Kazan Hanlığı'nın güzelliği dillere destan son
kraliçesi Süyümbike Hatunla evlenmek istedi. Buna rıza göstermeyen kraliçe
kendini kapatıldığı 7 katlı gözetleme kulesinden atarak intihar etti.Kazan'da bugün de ayakta
kalan en görkemli yapıt olan bu kule 4 katlı 53 metre yüksekliğinde, kırmızı tuğlalardan
yapılmış. Tatarlar, Süyümbike Hatunu bu cami ile özdeşleştirdi. Cami yerine yaptırılan kilise
Sovyet döneminde müze haline getirildi. 1996'nın Ramazanında caminin yapımı için temel
atıldı. Ancak Cumhurbaşkanı Şaymiyev proje yükseldikçe yapıyı beğenmedi. Bu nedenle bir
çok İslam ülkesindeki camiler incelenerek yeni bir proje çıkartıldı. Kazan valisi Kamil
İshakov başkanlığında komisyon oluşturuldu. Türkiye'de Süleymaniye ve Selimiye'yi gezen
Tatar heyet bu camileri çok beğendi. Türk mühendis Şükrü Özyıldızcı projeyi hazırladı.
Şaymiyev, inşaatın sorumluluğu tarafıma verdi. Ustaları,işçileri Türkiye'den getirdik. Bu cami
bizim, Türkiye'nin namusu. Keşke Türkiye'den de bu caminin yapımı için maddi destek
sağlanabilse idi."
Dinin gerekliliği anlaşıldı
İvan Grozni döneminden itibaren Tatarların Hıristiyanlaştırılması için Ortadoks kilisesi ile
birlikte Ruslar baskı yapmaya başlıyor. Ülkede Hıristiyan Tatarlar için ayrı bir tanım
kullanıyor. Kreşin denilen bu Tatarları, diğer müslüman Tatarlar ' Ruslaştırılmış, özünden
uzaklaşmış ' bir topluluk olarak görüyor.
Çar döneminde müslümanlara yapılan baskıya rağmen Rusya genelinde müslümanlar 1800'de
1463 eser yayımlatmayı başarmışlar. 2. Katerina'nın müslümanlara yönelik yumuşak
politikası sonucu Ufa'da bir dini merkez kurulmasını Başkurtlar olumlu karşılarken, Tatarlar,
Rusya Müslümanlarının bölünmesini amaçlayan sinsi bir plan olarak değerlendiriyor. Çünkü
daha önce müslümanların dini merkezi Kazan iken bu ağırlık daha sonra Ufa'ya kaydırılmış.
Resmi rakamlara göre 1913 yılında Kazan eyaletinde 680 kilise ve manastıra mukabil bin 890
cami mevcutmuş. 1917'de ise 2223 cami ve 3.683 resmi imam bulunuyordu.Komunizm ile
55
birlikte tüm dinlere baskı yapılmaya başlanmış. Ancak yine de Bolşevik idaresinde diğer
dinlerin yanında en büyük darbe müslümanlara indiriliyor. Tataristan ve Başkurdustan
bölgesinde Sovyetler yıkılmadan önce ayakta kalabilmiş cami sayısı sadece 30 civarında.
1991'den beri ise Tataristan'da yapılan cami sayisi 1000'i geçiyor. Kazan valisi Kamil İshakov
başta olmak üzere üst düzey memurlardan zengin iş adamlarına kadar herkes adeta kendi
adına bir cami yaptırıyor. Eski kilise ve camiler onarılırken yeni kiliselerin de yapılması
dikkat çekiyor. Cumhurbaşkanı Şaymiyev'in ' Dinin gerekliliği anlaşıldı ' sözleri değişimin
kilometre taşlarını özetlemeye yetiyor.
Petrol zengini fakir ülke
Tataristan bugüne kadar iki milyar ton petrolünü Moskova'ya vermiş petrol zengini fakir bir
ülke görünümünde. Bu teşbih çıkartılan petrol miktarına göre zenginliğin halkın tüm
katmanlarına yayılmadığı için yapılabilir. 1990'da 34 milyon ton petrol çıkartılmasına rağmen
bu petrol gelirinin çok az bir bölümü Tataristan'a veriliyor. 1991'de sadece bir milyon ton
petrol satılmasına izin verildi. Bu nedenle Tataristan'ın dış borcu sürekli büyüyor. Büyük para
kazanması gereken Milli petrol şirketi Tatneft'in tam 900 milyon dolar borcu var. Ülkedeki
petrol rafinerelierinde yılda 25 milyon ton petrol işlenenebilir, ancak geliri yine ülkeye değil
büyük bölümü Moskova'ya gidiyor. Buna karşın dış ekonomik ilişkilerinde bağımsız bırakılan
Tataristan, ABD, Çin, Türkiye, İngiltre, İspanya, İtalya, Yugoslavya, Almanya, Polonya,
Hollanda gibi ülkelerle ticari ilişki kuruyor. ABD dış ticaretde ilk sırada yer alıyor. Kazan
hava limanını inşa eden telekomünikasyon ve küçük petrol işletmelerine yatırım yapan
Fransız şirketleri ikinci sırada bulunuyor. BDT ülkeleri eli ilişkiler oldrukça kopuk. Türkiye
ile ilişkiler merhum cumhurbaşkanımız Turgut Özal ve Cumhurbaşkanı Şaymiyev'in karşılıklı
ziyaretleri ile başlamış. Tataristan'ın dış ticaretinde Türkiye 5. sırada yer alıyor. Tataristan'ın
2000 yılı dış ticaret hacmi hedefi 60 milyon dolar. TU –154, TU–136 tipi yolcu uçakları
üreten uçak fabrikasının Tataristan'da olması büyük bir kazanç. Dış ülkelerle Rusya'nın uçak
seferlerinin artması fabrikaya yaramış. Yeni üretilen TU–204–200 tipi yolcu uçağı diğer
modellere göre daha konforlu, teknik donanımı iyi ve ekonomik.
KAMAZ ekonominin belkemiği
Tataristan'da Sovyetlerin ihtiyacını karşılamak için 1976'da yapılan KAMAZ fabrikasından
Moskova'nın pay ve vergi alma işlemi halen sürüyor. Yılda 25 bin kamyon satan fabrika
bunun iki binini ihraç ediyor. Yedek parça satışından yılda 75 milyon dolar civarında gelir
elde ediyor. Ancak satışlar ve üretim eskiye göre yüzde 100 düşmüş durumda. Çünkü yıllık
üretimi 150 bin olan fabrika artık pazar bulmakta zorluk çekiyor. ABD'nin KKR İnvestiya
adlı şirketi ile fabrikanın 3.5 milyar dolarlık ortaklık anlaşması bulunuyor. Euro–1 ve Euro–2
modelleriyle Avrupa pazarlarını zorlamaya başlayan fabrika, yılda 10 binin üzerinde kamyonu
Avrupa'ya satmayı hedefliyor. İhraç projesine paralel olarak 19 yabancı şirkete distribütörlük
verilmiş. Daha çok ziraat ve inşaat işlerinde kullanılan KAMAZ kamyonları gerçekten çok
dayanıklı üretiliyor. Böyle bir devasa fabrika hiç bir ülke de yok.
Moskova ile Kazan yönetimi arasındaki en önemli sorun Moskova'nın borçlarını ödememesi.
Tataristan'daki askeri fabrikalardan aldığı 96 milyar Ruble'lik silahların parasını Moskova'nın
ödememesi nedeniyle işçilerin maaşları verilemiyor. Bu sorun tüm alanlarda görülüyor.
Ülkede bulunan 752 kolhoz, 347 sovhoz kollektif zirai kuruluş ve 666 firma teşkilatında
büyük sorunlar yaşanıyor. Ancak Türki cumhuriyetlerde olduğu gibi sistem tamamen dağılmış
durumda değil. Tayga denilen Sibirya'nın Kuzey ormanları, ülkenin ekonomisinde önemli bir
yere sahip. Tayga ormanları Saba ilçesinden başlıyor. Balta girmemiş bu çam ormanlarında
her türlü vahşi hayvan yaşıyor. Yüzyıllardır ormanların tabi dokusu bozulmadan özenle
korunmuş. Sanayii de kullanılmak üzere ağaç kesilsede hemen yerine yenisi dikiliyor. Ağaç
işçiliği , oymacılık, orman işletmeceği, arıcılık fevkalede gelişmiş durumda. Kontrollü kesilen
56
ağaçlar, ' kereste fabrikasına , kağıt fabrikasına veya mobilya fabrikasına ' gidecekler diye
tasnif ediliyor. Tatar köylerinde hayvancılık ve tarım başlıca geçim kaynağı olma özelliğini
koruyor. Köylerde son yıllarda başlatılan Tatarca eğitim Tatarların özlerine dönüşlerinde en
büyük adım olarak değerlendiriliyor.
Tataristan Din İşleri Başkanı Osman İshakov ,
' Dini hoşgörüde örneğiz '
Tataristan'da 7'den 77'ye müslüman herkes Eylülden itibaren okullarda, camilerde
Kuran öğrenmek için seferber oluyor. Gerçek laikliği Tataristan uyguluyor. Dini
hoşgörüde Tataristan müslümanları tüm dünyaya örnektir. Kilise, cami ve havra
ülkemizde yanyanadır. Hıristiyan vatandaşlarımızla hiç bir sürtüşme yaşanmamıştır.
Devlet, din işleri birbirinden ayrı olsada devlet 1991'den beri mescitlerin yapımında,
din öğretiminin yanında ve yardımcısıdır. Tataristan'da dini hizmete verilen imkanlar
çoğu Arap ülkesinde bile yok. Devlet dinin gerekli olduğunu anladı. Kim hangi dine
inanıyorsa onu serbetçe anlatmasına izin verildi. Cumhurbaşkanımız Mintemir
Şaymiyev cami yaptırıyor, zenginler, devlet kurumlarında çalışanlar mescitlere
destek veriyor.
Din, mezhep, tarikat ayrımı tartışmasının Tataristan'da yaşanmıyor. Türkiye'den
din eğitiminde yardımcı olmalarını bekliyoruz. Dini eğitime sadece müftülerin, din
adamlarının değil Türkiye'de olduğu gibi herkesin sahip çıkmasını istiyoruz.
Fertlerin dine hizmet etmesi açısından Türkiye'yi model seçtik. Ancak Türkiye'de
son zamanlarda laiklik adına kopartılan fırtınaya bir anlam veremiyoruz. Dine,
dindara bakış açısının soğuması bizleri üzüyor. Din, Hıristiyanlık bile
olsa insanı terbiye eder. Son zamanlarda artış gösteren uyuşturucu , içki
düşkünlüğü başka türü dizginlenemez. Sovyet döneminde 17 olan cami sayısı
Tatar müslümanların gayretleri ile bugün 1000'i aştı. 47 bölgede müftülüğümüzü
kurduk, imamları biz, müezzinleri 76 ildeki halk ihtiyar meclisleri atıyor, maaşlarını
karşılıyor. Bunun olumlu ve olumsuz yönleri var. Halkın maddi durumu iyi değil, bu
nedenle camilerin yapımında devlet kuruluşlarının önemli yardımları oldu. 10
medrese kuruldu, bunlarında 1500 öğrencisi var. Kazan İslam Üniversitesinde
Kuran ve Şeriat fakültelerinde 50 öğrenci okuyor. Bu rakam bu yıl 300'e
çıkartılacak. Türkiye, Mısır, Ürdün, Suriye'den öğretmenler medreselerimizde
çalışıyor.15'i Türkiye'de olmak üzere 40 öğrenci yurt dışındaki üniversitelerde dini
eğitim alıyor. Okullara Ahlak ve Din Tarihi adında din dersi konulmasına muvaffak
olduk. Özellikle Tatarların yaşadığı köylerdeki okullarda din eğitimi başarıyla
yürütülüyor.
57
Kırım Tatarları birleşmek istiyor
24 Eylül 2007, Toronto
Sovyetler Birliği döneminde ana yurtlarından sürgün edilen ve son 200 yıldır zoraki göç
ettirilen Kırım Tatarları, yurt dışında yaşayan soydaşlarını birbiriyle irtibatlandırmak için
harakete geçti. Kırım'da Kardeşlik Derneği'ni kuran, Türkiye'de üniversite eğitimlerini
tamamlayıp ana yurtlarına dönmüş Süleyman Mukhamed Ali ve Mustafa Ametov ile Güzel
Mujdabayeva, Nariman Baliç ve Giray Bekirov adlı beş genç, Türk İşbirliği ve Kalkınma
Ajansı (TİKA) Kırım Ofisi'nin projelerini desteklemesiyle Toronto'ya 9-16 Ağustos tarihinde
bir gezi düzenledi, İntercontinental Otel'inde bir konferans ve forum gerçekleştirdi. Forumun
resmi açılış töreninde, Kırım'dan özel misafirler olarak Kırım Tatar Milli Meclisin Başkanı
Mustafa Abdulcemiloğlu, Sovyetler Birligi zamanında Amerika'nın Özgürlük radyosunda
uzun yıllar çalışan Kırım Tatar Milli Demokratik Hareketin üyesi Ayşe Seytmuratova ve
Kırım Özerk Cumhuriyeti'nin Haberleşme Komitesi'nin başkanı Şevket Memetov katıldılar.
Toronto'daki yerel Kırım Tatar Cemiyetin'in başkanı Sedat Nezir, yardımcısı Nasib Gafar ile
beraber, New York'daki Kırım Tatar diasporasının yöneticilerinden Yakub Cilen ve Rüstem
Borluca hazır olarak bulundular. Forum sırasında Kardeşlik Derneği'nin Kıram Akmescit'deki
ofisi ile Toronto arasında canlı bağlantı kuruldu ve forum katılımcıları birbirlerini görme ve
duyma imkanına sahip oldular. Kırım Tatarlarının ' Yakup Ağa' olarak nitelendirdiği liderleri
Yakub Cilen yaptığı konuşmada, Kırım Tatar halkının kalkınması yolunda eğitim, kültür ve
haberleşme gibi sahalarda çeşitli projeler üreten ve gerçekleştirmeye gayret eden bu gençlere
her türlü desteği vermeye hazır olduklarını belirtirken, gelecek forumun New York şehirinde
düzenlenmesini teklif etti. Forum'da Kanada'ya Kırım'dan, Almanya'dan ve Beyaz Rusya'dan
gelen gençler yerli diasporanın temsilcilerine ve Fransa'nın Leon kenti, Moskova, Taşkent ve
Akmescit'ten bağlanan diğer gençlere kendi projelerini sundular. İstanbul'da finans eğitimi
alan ve Akmescit'de esnaflık yapan Süleyman Mukhamed Ali, projeleri arasında özellikle
diasporalarda yaşayan soydaşlarına ana dil olan Kırın Tatarcasının öğretilmesi, diasporalar
arasında tek elden haberleşme ağının oluşturulması, genç uzmanların ve üniversite
öğrencilerinin yabancı ülkelerde staj programlarına katılımlarını sağlayacaklarını ifade
ederken, bunların gerçekleştirilmesinin gençler tarafından üretilen değişik projelere finans
kaynaklarının bulunmasına bağlı olduğunu söyledi. Mukhamed Ali, gençlerin bu projeleri
diasporanın temsilcileriyle müzakere ettikten sonra onları beraber gerçekleştirmeyi teklif
ettiğini dile getirdi. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesini tamamladıktan sonra iki sene
önce Akmescit'de Meydan adlı bir radyo yayınına başlayan Mustafa Ametov, forumda
sunulan fikir, teklif ve projelerin kısa zamanda ve bir defada gerçekleştirilmesinin mümkün
olmadığına işaret ederek, bunları hayata geçirmek için daha nice forumlar ve bunun gibi
etkinlikler düzenlemek gerektiğine dikkat çekti. Dünya'nın çeşitli ülkelerinde yaşayan Kırım
Tatarlarını biraraya getirmek için ilk defa birilerinin teşebbüste bulunduğunu hatırlatan
Ametov, " Bu nedenle kurulan bağları güçlendirmek için hem zaman hem de büyük gayret
sarf etmek zaruridir. Biz gençler olarak kendilerimize güveniyoruz ve başaracağımızdan
eminiz. Karşımıza çıkacak çileleri ve zorlukları göğüslemeye hazırız." dedi. Geziye sponsor
bulunmasında öncü olan Giray Bekirov, TİKA'nın yolculukla ilgili masraflarının üstlenerek
forum projesine destek verdikleri için teşekkür etti. Toronto'da diasporalarına ve konuklara
yemek veren Sedat Nezir ve Nasib Gafar'a minnetdarlığını sunan Bekirov, Nil Academy'de
kültür ve müzik şöleni gecesi düzenleyerek kardeşliklerini gösteren Kanada Türk Dostluk
Vakfı yetkililerine şükranlarını sundu. Kanada Türk Dernekleri Federasyon'undan Mehmet
Bor, katıldığı müzik gecesinde kendisininde Kafkas kökenli olduğunu belirtirken, yaptığı
Tatarca konuşma ile alkışlandı ve konuklara Nil Academy'nin hediyelerini sundu. Tatarca
söylediği şarkılarla geceyi renklendiren Kırım'da Diş Hekimliği 5. sınıfta okuyan Güzel
58
Mujdabayeva, bir hafta süren program boyunca şarkılarını seslendirdi ve yeni çıkan albümünü
imzaladı. TRT'de ve Silifke Festivali'nde daha önce şarkı söylediğini ifade eden sanatçı
Mujdabayeva, son iki yıldır yaptığı müzik çalışmalarıyla ülkesinde tanınır hale geldiğini,
böylesine anlamlı bir gezide ücret almadan müziklerini tanıtmayı amaçladığını söyledi. Öte
yandan Nariman Baliç, Friends lokantasında yapılan diaspora yemeğinde akardiyonda
ustalığını sergiledi.
SÜRGÜN ve GÖÇLER KADERLERİ OLDU
Kırım Tatarlarının son 200 yıllık tarihi tamamen zoraki göçler ve sürgünlerle dolu. Kırım
Tatarları, Stalin tarafından 1944'de tek bir Kırım Tatarı anavatanında bırakılmayacak şekilde
soykırım uygulanarak sürgün edildi. 1967'den itibaren Sovyet içinde fiilen dönüş süreci
başladı. Fakat dönen herkes bin türlü zulümle karşılaştı. Herşeye rağmen, 1967'den 80'lerin
sonuna kadar yirmi yıllık süre içinde binbir güçlükle, sahte kağıtlarla 10 bin kişi kadar
girebildi. Fakat bu sürgündeki halkın çok küçük bir kısmıydı. Sovyetler Birliği'nin dağılma
süreci dahilinde, vatana geri dönüş kitleler halinde, dev dalgalar halinde başladı. Gene
engellemeler çıktı, zorluklar çıkarıldı, insanlar kapı dışarı edildi ama, artık önünde
durulabilecek gibi değildi. Özellikle, 89-90-91 ve 92 yıllarında yüzbinlerce Kırım Tatarı,
Kırım'a berbat şartlar altında döndüler. Son on yıllık süreçte yaklaşık 300 bin Kırım Tatarı
Kırım'a dönmeyi başardı. Bugünkü durumda Kırım nüfusunun %15'ini bile oluşturmuyorlar.
Halen Kırım Tatarları’nın yarısından fazlası halen sürgün yerlerinde yaşıyorlar. Orta Asya
Cumhuriyetleri’nde özellikle Özbekistan'da ve Rusya Federasyonu’nun muhtelif yerlerine
dağılmış şekilde, kısmen Kuzey Kafkasya'da da, özellikle Krasnodar civarında bulunuyorlar.
Ekonomik, sosyal ve idari engeller vatana dönüşün önünde çok büyük engeller olarak
duruyor. Aslında en büyük Tatar diaporası, 3 milyonluk bir nüfusla Türkiye'de bulunuyor.
Kırım Tatarları için Türkiye'ye göç, özellikle Rus-Türk harplerinin hemen sonrasında bazen
arifesinde zoraki gerçekleşmişti. 1783'de Kırım'ın ilhakinden hemen sonra, 1790'larda,
1812'de, 1829'da, hiçbiriyle karşılaştırılamayacak ölçüde büyük olarak 1860-1861'de,
1874'de, 1878'de, 1890'larda, 1903'de, 1918-1922 arasında, ve 1933'de, ve hatta 2. Dünya
Harbi’nden sonraki mülteciler de sayılırsa, 1944'de Kırım'dan Türkiye'ye büyük çaplı göçler
oldu. Türkiye'deki Kırım Tatar diasporasının aktif iştirakiyle Kırım'a dönen Kırım
Tatarlarının bugün durumu nisbeten iyileştirildi. Sadece insani destek olarak değil, siyasi ve
sosyal destek olarak Kırım Tatar diasporasının faaliyetleri, aynı zamanda Türkiye'nin de oraya
ilgi göstermesine neden oluyor. Bugün için Türkiye'de, Almanya'da, Romanya'da,
Bulgaristan'da, Amerika'daki Kırım Tatar diasporasından Kırım'a kitlevi dönüşler
beklenmiyor. Kanada'da sadece Kırım Tatarı 50 aile yaşıyor.
59
ALMANYA’DA 7 GÜN 7 ŞEHİR
1 Ekim 2000 Berlin/Ankara
Almanya’nın Berlin kentinde Cem Evi’ni 1 Ekim 2000’de ziyaretim, hayatımda yeni bir sayfa
açtı. Ankara’ya döndüm ve hemen Almaya maceramı ayzmaya karar verdim. Sabahın ilk
saatlerinde bir okurun benle görüşmek istediğini santral operatörümüz Tuncay söylediğinde,
'hemen bağla' dedim. Okurlarla görüşmeye, eleştirilerini, elbette iltifatlarını duymaya
bayılırım. Almanya hükümetinin resmi davetlisi olarak gittiğim 'Almanya'da Göç, İltica ve
Alman Hukuk Devleti' konulu, bir haftalık Almanya gezimden yeni dönmüştüm, tarih 3 Ekim
2000'i gösteriyordu, saat 9.00 sularıydı. Ahizenin ucundaki ses çok kibardı. Kendisini eski bir
MİT mensubu olarak tanıttı ve hayretle sordu:
Gerçekten Faruk Arslan ile mi görüşüyorum?
‘Evet’ deyince, 'şaşkınlığımı maruz görün, siz bir ezberi haberinizle bugün bozdunuz, sizi
tebrik etmek için aradım.' dedi. Ne yaptığımın farkında bile değildim.
Yaşlı bir eski bürokrat olduğu izlenimi veren ses, kendisinin MİT'de yıllarca Alevilerden
sorumlu masada çalıştığını, 'Aleviler nasıl altıya sekize böler, birbirine düşürürde öyle
yönetiriz' diye politikalar yazdıklarını ve hayata geçirdiklerini dile getirdi. Çalıştığım Zaman
gazetesi Sünnileri temsil ettiği için Alevilere düşman olmalıydı, haklarını asla savunmamalı,
hep ayrımcılık kokan haberler üretmeliydi. Hep böyle gideceğini öngörmüşlerdi.
'Bunun yanlış olduğunu bilsemde, üstlerimizin verdiği görevleri yerine getirdik ve Alevileri
ülkenin başına bela olmasınlar, güçlenmesinler diye böldük' diye öz eleştiri yaptı okurum.
Uzun konuştuk, bu haberlere devam etmemi, Türkiye'nin kaderinin bir gün değişeceğini,
Alevisiyle Sünnisiyle, Türküyle Kürdüyle, laikiyle antilaikiyle kardeş olduğunu anlayacağı
temennisinde bulundu. Bu ayrımcılığı kimlerin planladığını merak ettim ve peşine düşmeye
karar verdim.
Kamplaşma, kutuplaşma, ayrıştırma, ötekileştirme sona erecek ve ülkemiz yeniden ‘Tek
Yürek ve Tek Türkiye’ olacak diye o gün büyük bir neşe ile işe başladım. Peki bu haber
gazeteye nasıl girmişti?
Alman yetkililer, Berlin gezimiz sırasında, bizi Kilise'den Cem evine dönüştürülen mekana
götürmüştü. Berlin'de faaliyet gösteren Anadolu Alevileri Kültür Derneği ve Başkanı Metin
Küçük 5 kişiden oluşan gazeteci ekibini çok iyi karşılamıştı. İçlerinde sadece ben röportaj
yapmak istedim. Alevilerin Almanya modelini ve Türkiye'nin ihlal ettiği haklarını,
mücadelelerini, haksızlıklarını anlatan Küçük, hangi gazeteden olduğumu görüşme sonrası
kartvisitlerimizi değiş tokuş yapınca anladı.
Birden ayağa fırladı, yüzü değişti, kızardı, bozardı: Ne! Ben şimdi 'dinci', 'Alevi düşmanı' bir
gazeteye mi mülakat verdim diye kükredi. Yaftalıyordı. Alman rehberimiz, kendisini zor
yatıştırdı. Yüzüme nefretle, düşmanca baktı ve 'çalıştığın gazete bu mülakatı asla yayınlamaz,
siz hiç bir zaman bizi savunmadınız, savunmazsınızda' dedi. Önyargılıydı. ‘Bir takım
60
elbisesine bahse girelim mi?’ diye öneride bulundum. Kabul etti. Cem Evi'nden ayrılırken
elimi sıkmadı.
Haber gazeteye ertesi gün 'Aleviler AB'ye güveniyor' başlığıyla Dış Haberlere yarım sayfa,
sayfa manşeti ve 1. sayfadan anonslu fotoğrafımla birlikte girdi. Haberi Almanya'dan
göndermiş ve telefonda Dış Haberler Gece Sorumlusu Yakup Şalvarcı'ya girdiğim bahisten
bahsetmiştim. Zaman'ın sınırlarını zorlayan bir gazeteciydim, böyle haberleri gazeteye
sokmanın en iyi yolu gece servisiydi. Boğaziçi mezunu bir aydın olan ve Zaman'ın misyonunu
bilen Yakup, tüm sorumluluğu üzerine alarak haberi girdi. Sağ kesimler, henüz diyalog
çalışmalarına başlamamış, Alevi açılımını yapmamıştı. Alevi açılımı artık zaruridir. O
günlerde sadece Cumhuriyet gazetesine yakıştığı sanılan bir haberdi. Bugün dahi halen
tartışılan Alevi haklarından ve taleplerinden radikal bir biçimde şöyle bahsediyordu:
İnanç hürriyeti doğrultusunda eşit ve adil muamele talebi ile uzun soluklu bir eylem planı
hazırlayan Aleviler, bugüne kadar verilmediğini savundukları haklarını alabilmek için AB'nin
Ankara ile oturacağı pazarlığa güveniyor. Almanya'da 92 dernekten oluşan Turgut Öker
başkanlığındaki Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu ile Berlin'de faaliyet gösteren bin 200
üyeli Anadolu Alevileri Kültür Derneği, AB tarafından Ankara'nın önüne konulması beklenen
bir Almanya modeli ortaya çıkardı. Berlin'de 40 bin Alevi Türk vatandaşına din eğitimi verme
yetkisini alan Dernek Başkanı Metin Küçük, Berlin'de elde ettikleri hürriyetle şekillenecek
yeni modelin Türkiye içinde model olacağını söyledi. Küçük, Aleviliğin İslam dininin Batıni
bir yorumu olduğunu Almanların benimsediğini bildirdi. Başbakan Bülent Ecevit'in ve
bugüne kadar siyasi partilerin Alevilere verdikleri sözleri tutmadığını ifade eden Metin
Küçük, hükümet ve parlamantonun duyarsızlığını sürdürmesi halinde önce Türkiye'de davalar
açılacağını, sonuç alınmaması halinde daha sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne
gidilerek inanç hürriyetlerine yönelik hakların alınacağını savundu. Alman Danıştay'ının
kendilerini bir dini cemaat olarak kabul ederek din eğitimi verme yetkisi verdiğini hatırlatan
Küçük, verilen yetkinin alınamayacağını ve baskılarla yozlaştırılamayacağını belirtti. Küçük,
"1949 Alman anayasasının 23. maddesine göre dini kurumlar ders verebiliyor. Berlin ve
Werder Bremen'de 1948'deki eski anayasa da geçerli olduğu için bu yetki kolay alınıyor.
Hamburg'da farklı olarak yetki kiliselerde. Ancak tolerans göstererek mevcut müfredat içinde
ders verilmesine izin veriyorlar. Berlin modelinde ise kendi müfredatımızı oluşturarak
hukuken elimizden alınamayacak bir hürriyet elde ettik. Sunduğumuz kültürel projelere göre
devletden maddi destekde alıyoruz. " dedi. 2001'de başlayacakları, seçmeli Alevi din dersi
müfredatı ile ilgili ev ödevlerini çalıştıklarını, hazırladıkları müfredatın Alman bakanlık
komisyonu tarafından uygun bulunduğunu ileri süren Küçük, " Sünnilere din eğitimi verme
yetkisi alan İslam Federasyonu ve diğer cemaatlerle ortak bir müfredatı kabul etmemiz
mümkün değil. Bunun için yasalar değişmeli." diye konuştu. Din dersini Türkiye'deki
yöntemle değil bilimsel, pedagojik olarak vereceklerine değinen Küçük, sadece Türkiye'den
değil Balkanlardan gelen Alevi çocuklarınında bu eğitimden yararlanacağını söyledi.
AB'de kültürler ve dinler kaynaşırken, Alevi toplumuna haklar verilirken asırlardır yaşadıkları
Anadolu'da inanç hürriyetlerinden yoksun bırakılmalarını sert bir dille eleştiren Küçük, Tekke
ve zaviyeler kanununa göre 1925'den beri Hacı Bektaş Veli'nin türbesinin müze ve yasaklı
bölge olarak kullandırılmasının inanç hürriyeti ile örtüşmediğini öne sürdü. Diyanet İşleri
bütçesinden Alevilere pay verilmesini öneren Küçük, önemli olan Alevilerin AB yolunda iken
Türkiye'deki hak ve hürriyetlerini almaları olduğunu vurguladı. Türkiye'ye giden AB'li
diplomatların ve Alman politikacıların Türkiye'yi kendilerinden sorduklarını iddia eden
Küçük, ekim ayında açıklanacak AB'nin Türkiye İlerleme 2000 raporunda Alevilerle ilgili
bölümünde yer alacağını kaydetti.
Her yıl AB’nin hazırladığı raporlarda Kürtlerden sonra artık Alevilere de geniş yer ayrılıyor.
Metin Küçük'ten halen bir takım elbise alacağım var. Aleviliği İslam'dan ayırarak ayrı bir din
61
haline getirmeye çalışan bazı iç ve dış fitne odakları, 7 milyonu aşkın Alevi vatandaşımızı
tahrik etmeye hazırlanıyordu. Bu haberi sansürsüz yazdım. 8 yıldır aynı noktadayız. Almanya
İstihbaratı, Alevilerimizi yönlendirirken, Ankara seyrediyor. Alevi Bektaşi Federasyonu
Başkanı Ali Balkız’a göre, ülkemizde 20 milyon, Devlet Bakanı Said Yazıcıolu’na göre 7
milyon Alevi yaşıyor. Geçen süre içinde Alevilere hakları verilmedi. Bunu istismar eden
Almanya'da Alevi dernekleri çatısı altında birleştiren Turgut Öker başkanlığındaki Almanya
Alevi Birlikleri Federasyonu, 22 Temmuz 2007 seçimi öncesi katıldıkları Cumhuriyet
mitingleri ve 9 Kasım 2008 Alevi mitinginde, hükümeti yıpratmaya yönelik derin devlet
Ergenekon'un Psikolojik Savaş oyunu sahnedeydi. Almanya’da Almanca verilen Alevi
derslerinde Aleviliğin İslam’dan ayrı bir din gibi empoze edilmesi nedeniyle gurbetdeki
Türkler, ana akımı temsil den Türklerden keskin bir biçimde ayrıldı. Alman İstihbaratının
istediğide buydu. Kendi kültürel zenginliğimizi inkar ettiğimiz için Almanlar, başımıza çorap
örüyor. Seyredenler kaybediyor.
Alman Federal Konseyi İnsan Hakları Komisyonu Başkanı, Yeşiller Milletvekili Claudia Roth
ile Almanya’da Meclis’teki ofisinde yaptığım görüşme yine gazeteye kolay girecek cinsten
değildi. Roth, AB'nin Türkiye'ye karşı iki yüzlü politika izlediğini belirterek, yıllardır
Türkiye'yi dışarıda tutmak için insan hakları sorunlarını bahane ettiğini söyledi. Roth,
"Kırmızı Kart" gören Türkiye'nin diğer adayülkelerle eşit şansa kavuşturulmasını tarihi bir
fırsat olarak nitelendirdi. Roth, "Türkiye'de güç hala Genelkurmay ve askeri kesimin elinde.
Burada değişim olması gerekli. Sivil hukukta askerin rolü önem taşıyor. Genelkurmay'ın
işlerine açıklık getirilerek nokta konulmalı. AB'ye uyum için büyük bir bütçe harcanacak.
125 milyar dolarlık askeri silahlanma yapılırsa Kopenhag kriterlerini yerine getirmek için
Ankara bütçe oluşturamaz. Türkiye seçimini yapmalı. Ya AB yolu. Ya militar demokrasi.
Türkiye'nin son 30 yılında yolunda gitmeyen işlerden askerler sorumlu." dedi. Roth,
silahlanma yolunu seçecek Türkiye'nin insan haklarında iyileştirme yapamayacağını,
demokratik hukuk devleti anlayışını yerleştiremeyeceğini savundu. Bakanlar Kurulu'ndan
geçen AB için yapılacak reformlar raporunun referans ve çalışma belgesi olarak
kabul edilmesine olumlu not veren Roth, görevden alınan Gürsel Demirok tarafından
hazırlanan rapordan çıkartılan bölümler ile ilgili uyarılar yaptı. Fikir özgürlüğünün
"kozmetik" biçimde tartışılmasını eleştiren Roth, "311. ve 312. maddede de Terörle Mücadele
Kanunu'nun 8. maddesinde de değişiklik yapılmalı. Basın özgürlüğü şartsız biçimde
gerçekleştirilmeli. Özgürlükler herkes için geçerli olmalı. Azınlık ve kültürel haklar
verilmeli." diye konuştu. Roth, demokratik çözüm için askeriyeye mi, yoksa sivil idarenin
iktidarı ele almasına mı ağırlık verilmesi gerektiğine Türkiye'nin karar vermesini istedi.
Neyin değişeceği belli Türkiye'nin AB'ye alınmasını istemeyen Hıristiyan Demokratlar'ın
(CDU) Türkiye'ye silah satılmasını desteklemesini "iki yüzlülük" olarak tanımlayan Roth,
AB'yi Hıristiyan kulübü olarak gören Türkiye karşıtlarının "kültür uyuşmazlığı" gerekçesini
ortaya attığına işaret etti. Din meselesinin kriter olmadığını hatırlatan Roth, "CDU, müslüman
Türkiye'yi AB'ye aldırmamayı politika haline getirdi. AB'de ideolojik tartışmalar yaşanacak.
Bunlar olurken TSK'nın istikrarı koruma adı altında idareye karışmasını ciddiye alıyorum.
Bu yanlış bir yoldur. Neyin değişmesinin istendiğini Türkiye artık bilmeli." dedi. Demokrasi
yolunda ilerlerken TSK'nın PKKlı diye kürtleri öldürmesini sert bir dille eleştiren Roth, "
AB'nin yolu Diyarbakır'dan geçer." diyen ANAP lideri Mesut Yılmaz'ı "kurnaz bir
politikacı" olarak nitelendirdi. Avrupa'nın en büyük ordusunun TSK olduğunu, NATO üyesi
Türkiye'nin güvenlik konusunda yalnız kalmayacağını savunan Roth, son zamanlarda gelişen
Türk–Yunan dostluğunun devam etmesi halinde bu konuda da sorun beklentisinin
kalmayacağını ileri sürdü. Roth Türkiye'ye yardım etmek istediğini, ancak kusurları
görmezlikten gelerek "üç maymunları" oynamayacağını vurguladı.
Roth’un söylediklerini haberleştirip gazeteye sokmamı sağlayan Yakup Şalvarcı’ya
62
teşekkürler. Zaman gazetesinin gece serviside olmasa bu tür haberleri sansürsüz sokmak, o
yıllarda oldukca zordu.
IRKÇILIK AB'yi KORKUTUYOR
İki Almanya'nın birleşmesinin ardından artan yabancı düşmanlığı AB'yi tedirgin ediyor.
Almanya ve Avusturya'dan sonra yabancılara yönelik artış gösteren ırkçı eylem ve kriminal
olaylar İsviçre'ye de sıçradı. Geçtiğimiz günlerde ( Eylül 2000) İsviçre'de büyük bir miting
düzenleyen Neonazistler ve yabancı işçi karşıtları, yabancıların çalışma ve oturma izinlerinin
iptal edilerek sınırdışı edilmelerini istedi. Konuyla ilişkin bir grup Türk gazetecinin sorularını
cevaplayan Almanya Adalet Bakanlığı Ceza Kanunu uygulamalarından sorumlu Daire
Başkanı Klaus Abmayer, 20 yıl önce önemsemeyerek önlem almadıkları yabancı
düşmanlığının büyük bir sorun haline geldiğini söyledi. Bir çok ırkçı, Neonazist partiyi
kapattıklarını, şiddete başvuranları cezalandırdıklarını ifade eden Abmayer, "Kızıl Tugaylar
terör örgütü gibi aşırı sol grupları kontrol altına aldık, ancak aşırı sağ grupları ihmal ettik. 20
yıl sonra aklımız başımıza geldi. 1991'den sonra ırkçı eğilim arttı. Yabancı düşmanlarına karşı
yoğun bir mücadele başlattık. Toplum bilinçlendiriliyor."dedi. Alman Başbakan Seröder'in
Doğu Almanları, "Irkçı saldırılar devam ederse zararlı çıkarsınız. Yatırımlar azalır, maddi
bakımdan çökersiniz."diye uyarı yaptığını hatırlatan Abmayer, ırkçı saldırıların Batı Almanya
tarafında da görülmesinden dolayı endişelerinin arttığını bildirdi.
BÖLÜCÜLÜKLE KARŞILAŞMADIK
Alman anayasasına göre ülke bütünlüğüne karşı gelenleri ve anayasal düzeni bozmak
isteyenleri ömür boyu hapisle cezalandırdıklarını dile getiren Abmayer, ancak bugüne kadar
bölücülük yapanlarla karşılaşmadıkları için, kimseye ceza verilmediğini söyledi. Türkiye'nin
Güneydoğu'sunda karşılaştığı soruna karşı aldığı önlemleri anladıklarını belirten Abmayer,
Almanya'da böyle bir sorun çıkmadığı için kendilerini mutlu saydıklarını kaydetti.
Türkiye'deki sorunun merkezi yönetimde ısrar edilerek yetkinin paylaştırılmamasından
kaynaklandığını savunan Abmayer, "Almanya da 16 eyalet var. Eğitim , okul, üniversite ve
polis sistemi konularında yetki eyaletlerin elindedir. Kültürel her türlü hakkı veriyoruz. Bir
vatandaş istediği gibi serbest dolaşamıyorsa rahat değildir. Merkezi yönetimle rahatlığı
sağlamak zordur. Belediyelere yetki verilirse pek çok sorun cözümlenir"diye konuştu.
PKK'nın ve Avrapa'daki siyasal kuruluşu ERNEK'nın çizgisini değiştirerek artık şiddet
eylemine başvurmadığına değinen Abmayer, bireysel olarak suç işlemeyen herkesin hukuk
devleti anlayışı çerçevesinde serbestçe yaşayabileceğini ifade etti.
AVRUPA'DA YABANCILARIN NÜFUSLARA GÖRE ORANI
Lüksemburg:34.1 İsveç :6
İsviçre :19.3 Danimarka :4.7
Avusturya :9 Hollanda :4.4
Belçika :9 İngiltere :3.4
Almanya :9 İrlanda :3.2�
Fransa :6.3 İtalya :1.8
63
Almanya'da din dersi çıkmazı
Berlin'de yaşayan Türklere din dersi verilme yetkisini alan İslam Federasyonu ve Anadolu
Alevi Derneği'ne gelen tepkileri göz önüne alan Berlin Eyalet Yönetimi 'ortak müfredatın'
belirlenmesi gerekçesi ile Türk dernek ve vakıf yöneticileri arasında uzlaşma zemini arıyor.
Ankara'nın Diyanet'in muhatap alınması önerisi ise, Almanya anayasası ve eyalet yasası
nedeniyle geri çevrildi. Berlin Eyaleti Yabancılar Sorumlusu Barbara John, Almanya'da
laiklik anlayışının Türkiye'den farklı olduğunu belirterek, din dersi sorununu politik değil
hukuk çerçevesinde çözümleyeceklerini söyledi. İslam Federasyonu'nun FP ile
ilişkilendirilmesinin sorun meydana getirdiğini ifade eden John, "Din dersi müfredatı devlet
tarafından onaylandı.
Ancak eğitim yetkisi sırf devletin elinde değildir. İslami taologlar görüşlerini ortaya koysun.
Tüm gruplarla sağlayalım istiyoruz. Berlin modeli oluşturuyoruz. Diyanet'i tek başına
muhatap alamayız. Ama katılımcı olur." dedi. Türkiye gibi merkezi bir yönetime sahip
olmadıklarını, yasalar doğrultusunda uygulamanın Berlin Eyaleti tarafından
gerçekleştirildiğini ifade eden John, Hristiyanlara devlet kontrolünde din eğitimini İslami
örgüt olarak kabul ettiği İslam Federasyonu'nun vermesini Alman laiklik anlayışına göre
yasal bulduklarını vurguladı. John, Alevilere din eğitiminde ayrı yetki verilmesini ise,
"Sünni İslam'ın dışında olduklarıı belirtiyorlar. Bu nedenle muhatabımız Alevi Derneği'dir"
diye açıkladı.
Din eğitimi Almanca olsun
Konuya ilişkin görüşlerini dile getiren Yeşiller Partisi'nin Türk asıllı milletvekili Cem
Özdemir, Almanya'da yaşayan diğer milletlere mensup müslümanların da dikkate alınarak
din eğitiminin Almanca verilmesini savundu. Diyanet'i Alevilerin kabul etmediğini
hatırlatan Özdemir, " Yeşiller iktidarda iken hiç bir sünniye alevi, hiç bir aleviye de sünni
din eğitimi verdirmem" dedi. İslam Federasyonu'na yetki verilmesini Alman politikacıların
yasaları değiştirmede gösterdiği ciddiyetsizliğe bağlayan Özdemir, "Ortak müfredattan
uzlaşma sağlanmadan Federasyon eğitime başlayamaz. Yaşar Nuri Öztürk ve diğer islami
grupların katkıları ve Alman yetkililerle yapılacak görüşmelerle çerçeve belirlenmeye
başladı. Önemli olan dil değil, içerik. Türkler Almanya'da iyi bir vatandaş olmalı. Din
dersinde tüm dinlere ait bilgileri Almanca olarak öğrenmeli. Entegre olmuş bir Türk,
Türkiye'nin çıkarına işler yapabilir. " diye konuştu.
Berlin Eyaleti Parlementosu'nda Türkleri temsil eden Yeşiller milletvekili Özcan Mutlu, ise
Özdemir ile aynı görüşü paylaşmadığını bildirdi. Mutlu, Türk çocuklarının Almanlarla aynı
sınıfta din eğitimi görmesini istedi. Berlin Eyaleti bütçesinin tüm dini gruplara ayrı din
eğitim verilmesi için bütçe ayıramayacağını savunan Mutlu, "İslam Federasyonu 20 yıl
mücadele etti. Berlin yasaları Alman anayasasından daha önce kabul edildiği için yasal bir
yetki aldı. Bunu fırsat bilen Aleviler de yetki iznini kopardı. Sorun bir iken iki oldu. Türkler
arasında diyalog kurularak din dersinin tek bir müfredat halinde okutulmasına çalışıyoruz.
Tüm dinler derste tanıtılmalı. Türkler Almanlarla ancak böyle kaynaşabilir" diye konuştu.
64
AB pazarlığı çözümleri belirleyecek
Essen, 30 Eylül 2000
Türkiye Araştırmalar Merkezi(TAM) Başkan Yardımcısı Çiğdem Akkaya, AB'ye Türkiye'ye
tam uyum sürecinde kapalı kapılar arkasında yapılacak pazarlıkların ihtilaflı konularda
çözümü belirleyeceğini söyledi. Bir grup Türk gazetecinin sorularını cevaplandıran Akkaya, 8
Kasım'da AB tarafından açıklanacak Katılım Ortaklığı Belgesi'nde sanıldığı gibi iltilaflı
konuların da yer aldığı detaylı konuların yer almayacağını belirterek, Türkiye'nin ödevlerinin
kaba hatları ile kalemeahınacağını bildirdi. AB'nin Türkiye'ye baskı yapmayacağını sorunları
ortaya koyarak kararı Türkiye'ye bırakacığına dikkat çeken Akkaya, "AB Helsinki
Zirvesinden sonra geriye dönüş olmaz.Ancak Türkiye pes ederse o zaman durum değişir."
dedi. AB'nin de kendi içinde ihtilafları bulunduuna değinin Akkaya, "İngiltere, İsveç'le
beraber Danimarka'da Euro para birimine geçmeyli reddetti. AGSK'da NATO üyesbi Norveç
yer almayı geri çevirdi. AB kendi içinde entegrasyon konusunda bölünüyor." diye konuştu.
Aralık Fransı zirvesinde AB'nin tarihi bir karar alacağını hatırlatan Akkayı, sözlerini şöyle
sürdürdü;"Genişleme sürecinin 2003'de başlatılıp başlatılamayacağı bile belli değil. AGSK
karar mekanizmasında AB üyelerinin nüfuslarına göre etkin olması karara bağlanacak. Buna
göre İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya etkin konuma gelirken küçük ülkeler
güçsüz konuma itiliyor. Türkiye, AB'ye giirerse nüfusuna göre etkin ülkelerden olacak. AB
bugünkü AB olmayacak."
AB göçmene mecbur
Hamburg, 2 Ekim 2000
7.5 milyon göçmen yabancı işçinin yaşadığı Almanya'da ilk defa bir Türk, Yabancı Göçmen
Komisyonu üyeligine seçildi. 22 üyeli komisyonda görevine başlayan Öger Tur sahibi Vural
Öğer, başta Almanya olmak üzere nüfusu yaşlanan, genç sayısı azalan AB ülkelerinin yabancı
göçmen kabul edeceğini söyledi. Almanya'nın en büyük sorununn göç olduğuna dikkat çeken
Vural Öğer, "Alman istatistiklerine ve BM araştırmasına göre, 2050 yılında 82 milyon nüfuslu
Almanya'da nüfus 60 milyona inerken yabancı nüfus 22 milyona yükselecek. 25 milyon genç
nüfus 11 milyona düşücek. Yeni doğan 700 bin çocuktan 180 bini yabancı asıllı. Her yıl 870
bin insan ölüyor. Alman toplumu değişiyor. 1000 Alman kadını 1400 çocuk doğuruyor.
Yunan medeniyeti de böyle bitti. Durumun vehametini anlayan yömetim, yılda 500 bin
genç, eğitimli, meslek sahibi yabancıyı göçmen olarak almaya hazırlanıyor. Ancak bunu
sokaktaki insana nasıl anlatacaklarını bilmiyorlar." dedi. Yeni kabul edilecek yabancı göçmen
yasasının olumlu bir sayfa açabileceğine değinen Öğer, AB'nin genişleme sürecinin bu
sorunla doğrudan ilişkisi olduğunu savundu. Öncelikli olarak AB'ye girecek Çek
Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan'dan yılda Almanya'ya 280 bin diğer AB ülkelerine 40
bin yabancı göçmenin gelmesinin beklendiğini ifade eden Öğer, "Özellikle enformatik
alanında Almanya'nın 500 bin yetişmiş insana ihtiyacı var. Türk gençleri bu alanda meslek
sahibi olmalı. Diğer milletlerle eşit şanslara sahipler. Almanya'ya yabancı ile evlilikten 60 bin
insan her yıl geliyor. 50 bin civarında Rusya'daki Almanları getiriyorlar. Açık kapanmıyor.
Almanya yabancı politikasını değiştirmek zorunda. ABD, Kanada, Avustralya'da olduğu gibi
65
göçmenlere cezbedici imkanlar sunacaklar. Almanya ve AB'nin geleceği buna bağlı." diye
konuştu.
Vural Öger: Türkiye'yi tanıtmaktan aciziz
Öger Tur sahibi Vural Öger, katı devlet görüntüsü ile Türkiye'nin tanıtım yapmakta aciz
kaldığını belirtken, makro turizm politikası olmamasından yakındı.
Genelkurmay gibi planlı, insani ilişkilerde uzman kamu ve özel sektör görevlileri ile tanıtım
yapılması gerektiğini vurgulayan Öğer, yurtdışında yaşayan Türk vatandaşlarının istihdam
edilerek Türkiye'nin partilerüstü başarılı bir tanıtım kampanyası yapabileceğini savundu.
Turist götürdükleri Mısır, Fas, Tunus, Küba ve Çin'den tanıtım için para aldıklarını
söyleyen Öğer, Türkiye'den ise söz verilmesine rağmen tek kuruş almadıklarını ileri sürdü.
Turizm Bakanlığı'nın Öger'e ayrılan 20 milyon DM'lik tanıtım bütçesi payının halen
kendilerine ulaştırılmadığına işaret eden Öger, " Türkiye broşürüne bile para alamadık.
Türkiye'de makro turizm politikası yok; zaten mevcut bütçesi ile bu imkansız. Türkiye'nin
kendi zenginliği satış yapıyor. Bu yokluk içinde Turizm Bakanı Erkan Mumcu pratik
zekasıyla büyük işler başardı. " dedi. Hannover'deki Expo–2000 fuarında yer alan Türk
pavilyonunun hiç ilgi toplamamasını örnek gösteren Öger, uluslararası bir fuarda bile
Türkiye'nin kenri kültürünü, ülkesini tanıtmaktan aciz kaldığına dikkat çekti.
Uludağ'a Alman turist
Bacasız fabrika turizmin 12 aya yayılması için projeleri bulunduğunu ifade eden
Öger, bu yıl ilk defa kış turizmi için Uludağ'a Alman turist getireceklerini söyledi. 2001
yılındaki yeni turizm hedeflerini açıklayan Vural Öğer, 2000 yılında 750 bin turist
getirdiklerini, 2001 yılında 1 milyon turist getirmeyi amaçladıklarını bildirdi. Öger, "
Almanya'nın 11 şehrinden uçak kaldırarak 2001'de Ege bölgesine ağırlık vereceğiz.
Marmara bölgesini ilk defa tanıtım kataloglarına aldık. Side, Kemer, ve Marmaris'te golf
sahaları yaparak kaliteli döviz bırakan turisti getirmeyi hedefleliyoruz. Golf turizmine
gelecek turist bir haftalığına 10 bin dolar veriyor. Türkiye'nin otelleri çok iyi noktaya geldi.
Ancak çevre düzenlemesinin yetersizliği ve eğlenecek mekan yokluğu nedeniyle para
harcayan turisti getiremiyoruz. " dedi.
'AB markasıyız '
Son 7 yıl içinde Türkiye'ye 1 milyar dolar turizm geliri kazandırdıklarını hatırlatan
Öger, " 2000 yılında tanıtım kampanyalarının katkılaryla çok iyi bir turizm sezonu geçirildi.
Yüzde 70 satışlarda artış oldu. Türkiye'ye 750 bin turist getirdik. 9 milyar DM'lik
ciromuzun 700 milyon DM'si Türkiye'den. 2 otel inşaatı bu yıl bitirerek, 11. otelimizi
Türkiye'de açacağız. Türkiye'de 180 milyon DM'lik turizm yatırımımız var. 7 bin kişi
çalıştırıyoruz. TUI ve Nechermann gibi firmalar 600 bin turist getirdi; otellere yatırım
yapmıyor, kiralıyorlar. Buna rağmen yabancıların büyük turizm atağından bahsedilirken
Öger gözardı ediliyor. 10 yıldır Avrupa'da bir numarayız; bir AB markasıyız. Öger AB'ye
girdi. Markasız AB'de hiç bir iş yapamazsınız. En zor iş: Türk'ü Türk'e anlatmak. " diye
konuştu.
Öte yandan Öger Tur'un 2.5 milyon marklık yardımı ile Alman-Türk Yardım Vakfı,
Gölcük Değirmendere'de depremzede kimsesiz çacuklar için 120 kişilik çocuk köyü
inşatına başladı. Vakıf Başkanı Mehpare Bozyiğit, 12 bin metrekare kurulu alanı bulacak
çocuk köyüne yerleştirilecek çocuklara Alman kardeş aile de bulacaklarını söyledi.
66
Ude SteinBach: "Değişmeden Türkiye AB'ye
giremez"
Hamburg, 2 Ekim 2000
Almanya Şark Enstitüsü Başkanı Prof.Dr Ude Steinbach, Türkiye'nin mevut haliyle
değişmeden AB'ye giremeyeceğini söyledi. Bir grup Türk gazetecinin sorularını
cevaplandıran Ude Steinbach, 1923 laiklik ve milliyetçilik anlayışına göre kurulmuş
Türkiye'nin artık değişimi farketmesi gerektiğini belirterek, toplum içindeki değişimleri
gözönüne alarak gerçekleştireceği reformlarla AB'ye üye olunabileceğini savundu.Ude
Steinbach, Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar'da etkili Türkiye'nin AB'ye üye olmasını
"Avrupa için büyük bir kazanç, zenginlik" olarak değerlendirdi.
'Arabulucukta bulundum '
1994'de PKK lideri Öcalan ile görüştüğü için "istenmeyen adam" ilan edilerek Türkiye'ye
giremediğini hatırlatan Steinbach, arabuluculukta bulunduğunu itiraf etti. Steinbach,
"Öcalan'a şiddete başvurmaması için öneri götürdüm. Bunu Almanya için yaptım.
Arabulucukta bulunmam sayesinde PKK Almanya'da terörü bıraktı. Daha esnek oldu." diye
konuştu. Daha önce" Kürtler yok" söyleminde ısrar eden Türk politikacı ve
diplomatlarının ağız değiştirdiğini ileri süren Steinbach, "Alman hükümetinin terör örgütü
PKK ile ilişkilerinin hatalı olduğunu kabul ediyorum. PKK bitmesine rağmen Almanya'da
halen yasaklı. Bunun gibi Kürtlerin varlığını inkar eden Türk devletine de bir anlam
veremiyorum." dedi. Türk politikasını Almanya'ya , AB'ye satmak" isteyenlerden büyük tepki
gördüğünü dile getiren Steinbach, buna rağmen Alman yönetimine Türkiye'in AB'ye
alınmasına ilişkin raporlar sunduğunu bildirdi. Steinbach, Atatürk'ün merhum Cumhurbaşkanı
Turgut Özal gibi gerçekçi ve pragmatist olduğunu belirtirken, "Atatürk bugün yaşasaydı
Türkiye'nin AB'ye üye olmasını isterdi. Daha gerçekçi davranırdı. Toplumun değiştiğini
görür, Türkiye'nin çok renkli kültürel yapısına sahip çıkardı." ifadelerini kullandı.
AB tarafgirlerden soruyor !
Öte yandan AB'nin Türkiye'yi Avrupa'da yaşayan radikal uçlu Türk vatandaşlarından sorduğu
ileri sürüldü. Türk Toplumu Genel Başkanı Prof. Dr. Hakkı Keskin, AB diplomat ve
politikacılarının "aşırı uç" olarak bilinen kesimleri muhatap kabul etmesini "bilinçli
tarafgirlik" olarak nitelendirdi. Hakkı Keskin, 200 Vakıf ve derneği çatısı altında toplayan
kuruluşları yerine Almanların Türkiye karşıtlarını muhatap aldığını savundu. Türkiye
hakkında olumsuz görüş bildirenlerin dikkate alındığını söyleyen Keskin, AB'nin kendilerini
de dinlemesini istedi. Almanya'da yaşayan Türklerin toplumun ayrılmaz bireyi olması için
mücadele ettiklerini belirten Keskin, "Türklerin azınlık sorunu oluşturmayacaklarını
belirttik. 40 yıldır yabancı değil göçmeniz. Eşit hak istiyoruz. Amerikalıların araştırmasına
göre 2030'da Almanya'da 7.5 milyon Türk, 50 milyon Alman yaşayacak. Almanlarda
tedirginlik var." dedi.
67
Doğu'nun ilk mizah dergisi: Molla Nasreddin
Aksiyon Sayı: 77 / Tarih : 25-05-1996
1906 yılında yayın hayatına başlayan Molla Nasreddin dergisinin 90. yaş günü Azerbaycan'da
kuılandı. Azerbaycan'ın büyük yazar, çizer ve şairleri;faaliyellerini sürdürdüğü 25 yıl boyunca
hep bu derginin tezgahından geçtiler
1906 yılının 7 Nisan günü yayın hayatına atılan Molla Nasreddin mizah dergisi, ilk sayısında,
sadece Azerbaycan'a değil tüm Doğu'ya yönelerek şöyle sesleniyordu: "Size söyleyip geldim.
Ey benim Müslüman kardeşim. O defa benim sohbetimden hoşlanmayarak çeşitli bahanelerle
kaçıyordunuz "
Doğu'nun ve İslam dünyasının bu ilk mizah dergisinin 90. yaş günü geçtiğimiz günlerde
Azerbaycan'da kutlandı. Yayın hayatına başlamasının 90. yılında Azeri ilim adamları,
edebiyat üstadları ve gazeteciler onu unutmadılar. Şehitler Hıyabanı'nda kurucusu Mirza Celil
Gluzade'nin mezarına karanfil koyan topluluk, 90 yıl önce 0nun söylediği sözlerin halen
aktüelliğini koruduğunu kaydettiler.
Molla N asreddin dergisi devrinde türünün tek örneğiydi. Kısa zamanda Azerbaycan'ın
yanısıra tüm Doğu'da şöhret kazandı. Dönemin aksaklıklarını mizah yoluyla tenkit eden dergi,
faaliyetlerini sürdürdüğü 25 yıl içinde Azerbaycan'ın büyük yazar, çizer ve edebiyatçılarına,
şairlerine okul oldu. Üzeyir Hacıbeyov, Ömer Faik, Ahmet Agayev, Alikulu Kemkusar,
Mirzabala, Azim Azimzade ve daha ni celeri hep onun tezgahından geçtiler.
Azerbaycan Yeni Nesil Gazeteciler Birliği Başkanı Arif Aliyev'e göre Molla Nasreddin
dergisi "Bir yudum azatlık"tı. Aliyev "Onun yayını Azerbaycan gazetecilik tarihinde dönüm
noktası, önemli bir olaydı. Bugünkü azat, bağımsız, demokrasi yanlısı basınımız da Molla
Nasreddin 'in devamıdır" diyor.
Azerbaycan Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Hacı Hacıyev de Molla Nasreddin'in yayın
hayatına başlamasının tarihi bir hadise olduğunu belirtiyor: "Cehalet ve zulüm içinde yaşayan
imanımıza bu dergi manevi destek verdi. O dönemde çıkan tüm dergi ve gazetelerden farklı
olarak halk diline ini/miş, sade ifadeler ve mizah anlayışıyla Sovyet işgaline tek başına karşı
koymuştu. Ruslar daha sonra onun sesini susturdular.
68
Gördüklerim
Bin yıldır sönmeyen ateş Bakü’nün Muhammedi Köyünde.
Abşeron Yarımadası Hırdalan Toprak Müdürü Mirsalih o yeri
gösteriyor... 21 Mart 1998.
69
Araplar Türkiye’yi keşfediyor!
01/02/2011
Türkiye’nin imajı, son yüzyıl boyunca pek parlak değildi. Arap dünyasında müslüman
sayılmayan, Batı dünyasında ise demokrasi ve insan haklarını geliştirememiş klasik bir Doğu
toplumuydu! Esir olmadık, bağımsızlığımız resmen elimizden alınamadı ama esir milletler
kadar boynumuz eğriydi, ezik yaşadık... Son yıllarda sanki ülkemizin üstüne sihirli bir değnek
değmiş gibi imajımız düzeldi. Bu bir sosyal fenomen... Bazı milletler ve devletler düşüş
yaşarken, yükselen bir değeriz. Neden acaba? Sorumuza cevap niteliğinde bazı gözlemlerimi
aktarmak istiyorum. Cezayirli Arap bir sosyoloji ve politika profesörü, yaptığım görüşmede,
2002 yılından beri ülkemizde yaşanan paradigma değişimini sivil toplumun varlığına,
bireylerin özgürce kendisini ifade edebilmesine bağladı. Arap dünyasında hüküm süren
diktatörleri, anti-demokratik rejimleri ise demokrasiden yoksunluk ve sivil toplumun
susturulmasıyla esaslandırdı. Birey özgürlüğünün olmadığı yerde adalet ve düzen
sağlanamıyor. En fazla şaşırtan yorumu şuydu: “ Demokrasi yoluyla iktidara gelen
muhafazakar, demokrat liberal bir merkez sağın varlığı, radikal akımların önünü kesmek
isteyen Arap dünyası için bir umut ışığı.” Cezayirli Profesör, Türkiye modelinin yerel
değişikliklerle Cezayir’de uygulanmasını hayal ettiğini vurguladı. Bu konuda Fransızca bir
makale yazmaya hazırlanıyor. Doğrusu hiç böyle düşünmemiştim.
Engels’in meşhur ‘ideal sağlıklı toplum’ teorisi aklıma geldi. Devletin birey tarafından
desteklenmesi üzerinde duran Engels, sırasıyla bir toplumda tamamlılık arzeden dairede
şunların olması gerektiğini yazmıştı: Birey, arzular, mülk, ceza, ahlaki değerler, aile, sivil
toplum, devlet ve tekrar birey. Bunlardan biri eksik olsa, o toplumun batması haktı. Nitekim
Engels’in ideal dairesinden bilerek mülkü çıkartan Karl Marx, toplumları uçuruma sürükledi.
Komünizmin ve sosyalizmin koca bir ütopya ve yalan olduğunun ortaya çıkması için bir asır
geçmesi gerekti. Milyonlarca insan Komünizm uğruna heba edildi. Engels’in ideal
toplumunun olmazsa olmaz şartı sivil toplumdu ve aileydi. Engels bildiğimiz manada
demokrat değildi, ama insan düşünce yapısının gideceği yolu sezmişti. Tamamlanmış dairede
bütünlük esastı. Türkiye, yıllarca dairede sivil toplumu oluşturamadı. “Kaç darbe yaparsak
yapalım bu toplumdan ses çıkmaz, hiç bir birey gıkını çıkartamaz” diyen despotça yaklaşım
politik kültüre hakim oldu. Sivillerin boynu kıldan inceydi! Direnmediler, dik durmadılar.
Askeri darbeleri toplum hak etmişti ki, vuku buldu!
Türkiye’nin son iki nesli, fikirlerin özgürce tartışıldığı, inancın yeniden diriliş muştusu
sunduğu demokratik bir ortamda büyüdü. Daha doğrusu baskıcıların hep kaybettiği dönem
başladı. Milletin elit olmayan fakir çocuklarına üniversite okurken ilk defa sahip çıkıldı.
Kurda kuşa yem olmadılar. Komünizmin çöküşü ile birlikte Anadolu kaplanlarının sesi
duyuldu. Meydanı boş bulan fesat komitelerinin yürüttüğü “beşinci kol faaliyetleri”, ilk defa
karşılarında direnen bir sivil toplum gördü.
Ancak dışarıda imajımız berbattı. 1990’da Msır’daki El Ezher Üniversitesi’nde master
yapmaya giden hafız bir arkadaşım Kahire’de bindiği takside “Türkler müslüman değil” diye
aşağılanmıştı. Müslümanlığını ispatlaması için hafızım dediği halde Fatiha okumasını isteyen
taksi şoförünü arkadaşım ne yapsa inandıramadı. Araplara sırtımızı dönmüştük, onlar da
bize... Beş yıl önce Regina’da Suudi kraliyet ailesinden doktora yapan aydın biriyle
70
konuşuyordum. Kalıplaşmış önyargısıyla, “Türk hükümeti kafir” dedi. Saatlerce süren
izahattan sonra özür diledi, Türklerin haklarını helal etmeleri için dualarında yalvaracağını
ifade etti. Arapların Türkiye’ye ilgisi başarılı biçimde yürütülen ‘Kamu Diplomasisi’
ürünüdür.
Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün davetlisi olarak geçtiğimiz ay
Türkiye’ye gelen Arap dünyasının en tanınmış köşe yazarlarından Fehmi Hüveydi, ‘Türk dış
politikasının Arap dünyasındaki algılanışını, “Arap halkları Türkiye’ye kucak açtı” diye
özetledi. Karar verici bir merkez konumuna yükselen ülkemizden övgü ile bahseden
Hüveydi’nin köşe yazıları 8 büyük Arap gazetesinde aynı anda yayınlanıyor. Şuna da vurgu
yaptı: “Araplar, artık hem yatırıma hem de tatile ülkemize geliyor.”
York Üniversitesi’nde faaliyet gösteren Orta Doğulu Öğrenciler Derneği’nin (MESA)
12 Ocak’ta düzenlediği panelin konuşmacısı Türkiye’nin Toronto Başkonsolosu Levent
Bilgen’di. Arap dünyasındaki kraliyet ailelerine danışmanlık yapan bir York Üniversitesi
profesörü de diğer konuşmacıydı. Arapları, Türkiye’de bekleyen iş ve yatırım imkanları
masaya yatırıldı. Türkleri ise Dubai ve Abu Dabi’de bekleyen fırsatlar konuşuldu. Programı
tertipleyen Arap öğrencilerle konuştum. Türkiye, onların gözünde ideal bir ülke.
Arapların ülkemizi keşfetmesi ilk önce dizilerimizle başladı. Modern hayatı merak
eden Araplar, hem laik, hem de dindar olabilen demokrat, müslüman Türkleri idealize etti.
Dış politikada izlenen popülerizm, Arapları etkiledi. Özellikle İsrail’e “haddini bildiren” bir
Türkiye, özlenen bir tabloydu. Her ne kadar “Davos’ta One Minute” ve “Mavi Marmara
Gemisi Skandalı” şamarlarının başarılı birer kamu diplomasisi atağı olarak görsem de, netice
mükemmeldi. Yıllardır hep konuşan ama hiç iş yapmayan kendi liderleri ile kıyaslandığında
ortada uçurum vardı. Dünyanın 16. büyük ekonomiye sahip ülkemizin ürünleri, Arap
pazarlarında sevgiyle karşılandı. “Helal mi?” diye sorgulanmadı. Müslüman olup olmadığımız
artık söz konusu edilmedi. Arap ülkelerinde kral gibi karşılanan politikacılarımız, imaj
operasyonunun meyvesini yiyor.
İsrail ile yaptığımız hiç bir askeri veya ticari anlaşmayı iptal etmemiş olmamız sıradan
Arap vatandaşı için artık önemli değil. Toronto Üniversitesi’nden Kanadalı bir profesör,
önümüzdeki yaz bir yıl boyunca araştırma yapmak için İstanbul’a gidecek. Suriye’ye gitmesi
kesinleşmiş iken dümeni Türkiye’ye kırmasını veciz biçimde izah etti: “Diktatör ülke
Suriye’ye gidersem İsrail’e sokmuyorlar. İsrail’e gidersem Suriye’ye almıyorlar. Oysa ben
İsrail ile Türkiye’ye aynı pasaport ile gidebilirim. Türkler, hem kültürlü, hem de hoşgörülü,
başka din ve kültürlere saygılı.”
Suudi Arabistan da dahil olmak üzere Arap dünyasında “ateist” oranının yüzde 20’lere
vardığını buraya not etmeliyim. Bunun sebebi despot rejimlerdir. Her baskı ve zorlama tepki
doğurur. Türkiye, Araplar için “sivil toplum cenneti” demek; Sevap da, günah da serbest...
71
Çok kültürlülük çakma mı?
15.10.2010
Sivil toplum örgütleri (NGO), genellikle “grassroot” harekettir, toplum tabanından sivil
inisiyatifle çıkar, yukarıdan inme “Yakoben” değildir. “Çakma NGO”lar ise, ‘devlet destekli’
veya ‘besleme’ oldukları için bağımsız olamazlar. Dini ve manevi hassasiyetlerle kurulmuş
NGO’lar 1980’lerden beri yükselişte. Fransızların dine saygılı sekülerizm yerine kullandığı
din karşıtı “despot laiklik” çöküyor.
‘Post modernizm’in ‘neoliberal’ politikalarla kol gezdiği dünyada, ulus devletler
önemsizleşiyor, çok uluslu şirketler devletlerden daha etkin hale geliyor. Ekonomi dünyası
maneviyatımızı yok ediyor, aşırı tüketim çılgınlığı tekelleşiyor ve toplum şuuru ölüyor. Eğer
toplumu insanı merkez alarak sevgiyle yeniden inşa edecek, inanç ve ümidimizi canlandıracak
yüksek ruhlar çıkmazsa, mevcut kapitalist sistemin yol açtığı krizden çıkış yöntemi yok
gözüküyor. Dünyanın çivisi çıkarken, ülkemizde tam tersine iki değişim birden yaşanıyor.
‘Elitist’ grubun statükocu yapısı yıkılırken, dün ‘köylü’ diye küçümsenen halk, demokrasi
sayesinde ilk defa iktidar ve muktedir oluyor.
İkinci değişim, manevi boyutlu bir sosyal patlama. Ülkemizde siyasal iktidara talip olmayan,
artık küreselleşen sosyal bir “güç cemiyeti” var. Bünyesine herkesi alabildiği için artık
“Cemaat” değil, cemiyetler. Geniş kitlelere, milletlere yayılma kabiliyeti ve gücü kullanış
tarzı, laikliğin koruyucusu olduğunu iddia eden kesimi ürkütüyor. Küresel bir Türk ekonomik
ve siyasi varlığını hayal eden, kültürel boyutta ülkeyi geleceğe hazırlayan bu güç, bazılarını
rahatsız ediyor. “İslamofobik” bir histeri ile iftiralara uğruyorlar. Bağımsız gücü kontrol
altına alamayan elitist grup, çok endişeli.
Empati yaparak onları anlamaya çalışıyorum, yaşadıkları akıl durması karşısında şok
oluyorum. Hayal ürünü iftiraların varacağı yer, çıkmaz sokak. Ayrımcılık ve nefret suçu
işliyorlar. Laiklik aracını, NGO dövmek için kullanmaları üzücü.
Almanya Başbakanı Angela Merkel’in “Çok kültürlülük başarısız oldu” görüşü, Kanada’da
bir süredir devam eden tartışmaları alevlendirdi. Amerikalıların farklı unsurları bir potada
eritme politikası olan ‘ The Melting Pot’ zihniyeti hortladı. Asimilasyon çağrışımı yapan bu
anlayış, Kanada’da 1971’de kabul edilen ‘Çok Kültürlülük Kanunu’ ve izlenen resmi
politikalara aykırı. Ancak The Globe and Mail gazetesinin yaptığı kamuoyu araştırmasına
göre, halkın yüzde 62’si potada eritmekten, yüzde 38’i mozaikten yana. 40 yıldır uygulanan
çok kültürlülük politikaları, Kanada’nın dünyadaki en sağlam imajı. 20 yıl sonra Kanada
nüfusunun yüzde 30’nun yabancı bir ülkede doğanlardan oluşacağı hesaplanıyor. Yeni gelen
göçmenlerin Kanada kimliğini benimsemediği görüşü yaygınlaşıyor. Kültürler ve dinler arası
diyalog köprüleri sağlıklı kurulamadığı için Kanada gittikçe gettolaşıyor. Müslümanların hızlı
artışı da bazı merkezleri telaşlandırmaya başladı. Bu düşüncelere, Liberal Parti Federal
Milletvekili Rob Oliphant ile görüşmemiz sırasında kapıldım. Bazı Hıristiyan akımlar ve
Ortodoks Yahudiler, ülkeye daha fazla müslüman gelmesini engellemelerini talep ediyorlar
politikacılardan. Allah’tan, Kanadalılar ‘korku’, ‘çıkar’ ve ‘önyargı’larıyla hareket edenlere
kuşkuyla bakıyorlar. “Din yobazı”, “kör”, “şaşı” veya ”mantıksız” değiller. Barış, demokrasi
ve insan haklarından yanalar. Fakat onlar da çok kültürlülüğün başarısız olmasından
endişeliler. Oliphant ile bu konularda sosyolojik, antropolitik ve filozofik lezzette entelektüel
bir ufuk turu yaptık. Nedenine gelince... Oliphant’ı Kanada’daki Ermeni diasporası
geçtiğimiz yaz Ermenistan’a ve Karabağ’a götürdü. Azerbaycan’ın Ottawa büyükelçiliğinin,
‘bizden izin almadan işgal altında olan, Azerbaycan’a bağlı Karabağ’a gidemezsiniz’ tavrına
72
aldırmamış. Daha önce de Yasmin Ratansi ve başka milletvekilleri benzer gezilere
katılmışlardı. Oliphant, Ottawa büyükelçiliğimizdeki üst düzey bürokratlara gezi dönüşü
izlenimleri ile ilgili brifing verdi. 2 senedir tanıdığım Oliphant, açık sözlü ve şeffaf birisi.
Ermenilerin ve Türklerin kendisini etkilemeye çalıştığını biliyor. İki tarafın görüşünü de
dinlediği ve tarafsız kalabildiği için kendisini iki taraftan daha zeki buluyor. Muhafazakarların
Ermeni konusuna bakış açısını parlamentodan geçen ‘ayrımcı yasa’, okullara sokulan ‘nefret
dersi’ ve iki ülke ilişkilerini krize sokan başbakan açıklamasıyla zaten biliyorsunuz. Eski
Büyükelçimiz Aydemir Erman gibi, Büyükelçi Rafet Akgünay’da da, ‘iktidarda Muhafazakar
parti var iken ilişkilerin düzelmeyeceği’ yargısı hakim. Umut bağlanan Liberallerin görüşünü
bilmemizde fayda var.
Azerbaycan’da 7 yıl kalmış, Karabağ savaşını yakından takip etmiş ve sözde “Ermeni
soykırımı” ile ilgili yüzlerce haber yazmış bir gazeteci olarak, Oliphant’a kendi tecrübelerimi
aktardım. Aynı müzik, yemek, aile kültürü hatta dili paylaşan Ermeni ve Türk toplumlarının
aslında birbirlerinden nefret etmediğini dile getirdim. Örnek olarak şunu verdim: “Aksi halde
90 yıldır Kanada’da bulunan Ermeniler çocuklarına Türkçe öğretmezdi.” Oliphant,
Ermenilerin kendisine sunduğu kahveyi Türk kahvesi, baklavayı da Türk baklavası olarak
tanıttığını anlattı.
Sorunu kaşıyan, iki ülkedeki politikacılar, bürokratlar, aşırı milliyetçilik üzerinden rant
yapan Ermeni diasporası, onlara kanarak parlamentosundan karar çıkartan devletler. Oliphant,
‘tarihçiler karar versin’ görüşüne katılıyor ve destekliyor. Şu anda Ankara’nın resmi tavrı da
bu. Liberallerin çoğunluğu umarım aynı görüştedir. Oliphant, Ermenistan’da halkın fakir ve
çaresiz halinden çok etkilenmiş. Bu ülkeye ekonomik açıdan yardım edebilecek tek ülkenin
Türkiye olduğunu kavramış. Ermenilerin İran ile her alanda içli dışlı olması onu ürkütmüş.
“İsrail’i haritadan silmek lazım” diyen Tahran’ın Molla rejimi yerine Türkiye’nin
Ermenistan’la sıkı fıkı olmasını şart olarak görüyor. İşte bu nokta çok önemli. Oliphant,
Ermeni diasporasının Erivan üzerindeki etkisi, ortaya koyduğu kabul edilemez ön şartlardan
haberdardır, ama Ermeni derin devletinde Karabağlı Taşnakların rolünden haberi olduğunu
sanmıyorum. Oliphant, Ermeni konusunda arabuluculuk yapmaya hazır ama diyaloğa açık
insanlarla... Filistin-İsrail, Sri Lanka-Tamil, Pakistan-Hindistan, Pakistan-İsmaili, BosnaSırp, Kosova-Sırp, Türkiye-Ermenistan, Çin-Tayvan, Türk Kıbrıs-Rum Kıbrıs, RusyaGürcistan şeklinde on ihtilaf saydı. Tüm bu dış sorunların vatandaşlarınca Kanada’nın iç
politikası haline getirilmesi halinde çok kültürlülük sistemlerinin çökeceğini düşünüyor.
Haksız da sayılmaz. Oliphant, Kanada’da yaşayan yüzlerce milleti, konuşulan dili, yaşanan
kültürel zenginliği çok kültürlülük politikasının kazanımı olarak görüyor. Almanya Başbakanı
Merkel’in “Çok kültürlülük başarısız oldu” görüşüne katılmıyor.
Görüşü şöyle: “Almanların göçmenlik kanunu oldukca ırkçı. Bize model, örnek
olamaz. Biz model olabiliriz. Ülkesindeki Türk toplumunu asimile etmeye çalışıyor, onlar da
kendilerini dışlayan tavır nedeniyle entegre olmuyorlar ve gettolaşıyorlar. Biz bunu
istemiyoruz. Türkler, Kanada vatandaşı olmalı, insan haklarını merkez alan değerlerimizi
Kanada kimliğinde pekiştirmeli, ikinci kimlik olarak Türk Kanadalı olabilmeli. Ülkelerinin iç
ve dış sorunlarını diasporaya taşımamalılar. Yoksa dünyadaki tüm ihtilaflarla burada
boğuşuruz ve çok kültürlülük politikamız iflas eder.”
73
Türkiye neden İsrail’i dövüyor, İran’ı koruyor?
01 Temmuz 2010
G-20 zirvesi boyunca dünya liderleri, Türkiye’nin İran’ı neden koruyup kolladığını
öğrenmeye çalıştı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, iki gün kaldığı Toronto’da liderlere
normalleşmeye gidilmesi için İsrail’den beklediği dört adımı yine teker teker sıraladı.
Başbakan’ın Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Adana Milletvekili Ömer
Çelik’in yanısıra Başbakan’ın Başdanışmanı ve Diplomosi Koordinatörü İbrahim Kalın ile iki
konuyu derinlemesine tartıştık. “Felaket tellallığı” yapanlar G-20 zirvesinin Türkiye açısından
“fiyasko” ile sonuçlandığını, “kötek” yemekle geçtiğini, “başarısız” olunduğunu yazadursun,
olan bitenleri birinci elden size aktarıyorum.
The Toronto Star köşe yazarı Haroun Sıddıqu’nın İsrail politikası konusunda başbakanla
görüşmesini ayarlayan İbrahim Kalın, Kanada medyasında ilk defa Türkiye’nin görüşlerinin
doğru ve çarpıtılmadan yansıtılmasını sağladı. Sıddıqu ile iki yıl önce Dubai’de bir Arap
zirvesinde tanışan Kalın, G-20’den önce İstanbul’a gelen yazarla Toronto’da yapılacak
görüşmenin altyapısını hazırladı. Sıddıqu’nin 27 Haziran’daki köşe yazısında belirttiği gibi
İsrail’in şunları yapması gerekiyor:
1) Türkiye’den özür dilemeli;
2) Mavi Marmara baskını nedeniyle sebep olduğu maddi manevi zararı tazmin etmeli;
3) Uluslararası soruşturmayı kabul etmeli ve
4) Gazze’ye uyguladığı ablukayı kaldırması şarttır.
Kalın, bu konuda çok kararlı ve ciddi olduklarını tekrarlıyor. Statüko ve eski mentalite
değişmeden bölgeye barış gelemeyeceğini söylüyor. Zirveden önce bir hafta boyunca
ABD’de Amerikalı senatörler ve Yahudi lobileriyle görüşen Ömer Çelik ve İbrahim Kalın
ikilisinin muhataplarına ne dediğini doğrusu çok merak ediyordum. Kalın, İsrail’in Gazze
ablukasını kaldırması ve uluslararası hukuku tanımasının kendi güvenliği ve saygınlığı
açısından yararlı olacağını, kısacası İsrail’in iyiliği için girişimde bulunduklarını vurguladı.
Kalın, Mavi Marmara saldırısında İsrail’i haklı çıkaracak hiç bir husus göremiyor.
Başbakan’ın İsrail’e yönelik çok sert konuşmalar yapmasının AK Parti iktidarını yıkma
çabasında olan iç güçlerin dışarıdan daha güçlü destek almasına yol açıp açmayacağını
sorguluyorum. Hayret! Hiç endişeli değil iki danışmanda. Bir ara Ömer Çelik, Kanada’daki
Yahudi lobisinin gücünü soruyor ve Türklerin ne kadar Yahudi lobisi ile diyalog ve ilişki
kurduğunu sorguluyor. Koca bir hiç maalesef!
Erdoğan’ın koyduğu koşulları yerine getirmenin Mavi Marmara baskınının sorumluluğunu
üstlenmek anlamına geleceğini ve Başbakan Benjamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Ehud
Barak’ın suç işlediklerini itiraf etmiş olacağına dikkati çekiyorum. Halihazırda bizzat
Netanyahu’nun atadığı sözde bir “Uluslararası Komisyon” konuyu incelemekle görevli.
Burada görev alan bir Kanadalı ile bir İrlandalıya oy hakkı tanınmadı. İki danışmanda
uluslararası komisyon kurdurmada kararlı. Bakalım İsrail’in “olayın üstünü örtme
komisyonu” bu sefer dünyayı uyutabilecek mi?
Sıddıquı’nın Başbakanla görüşmek için tarafımızdan yardım istediğini ve görüşme talebini
başbakanlığa ilettiğimizi söyleyince, Kalın gülümsüyor: “İstersen bu görüşmeyi ben
ayarladım diye yazabilirsin” diye takılıyor.
Sıddıqı’nın Batı ekseninden uzaklaşmadığı halde Türkiye’nin İran’ı neden korup kolladığını
anlayamadığını İbrahim Kalın’a aktarıyorum. Sıddıqu’nın bu sorusunu, “İran, sadece
Farslılardan oluşan bir ülke değil. Akraba bağımız bulunan 25 veya 30 milyon Azeri Türkünü
barındırıyor. 1639 Kasrı Şirin anlaşmasından beri değişmemiş bir sınırımız var, ayrıca 3
74
milyar dolarlık sıcak sınır ticaretimiz mükemmel” diye cevapladığımı söylediğimde Kalın,
yanıtımı eksik buluyor. Şunları ekliyor: “İran ile Türkiye’nin yıllık ticaret hacmi 30 milyar
dolar. Elbette İran lehine bir hacim var. Büyük miktarda doğalgaz alıyoruz. Kimse
Türkiye’den İran’a yaptırım veya ambargo uygulamasını boş yere beklemesin. Amerikalı ve
Batılı muhataplarımıza bunu açıkca deklare ettik. En ucuz doğalgazı İran’dan satın alıyoruz.
Rusya ile birlikte İran’ın gaz ithalatımızda payı yüzde 60’ın üstünde. Bize alternatif bir
kaynak göstersinler, İran ile ilişkilerimizi bozalım. Biz aslında bölgede İran ile pek çok alanda
rakip bir ülkeyiz. Ama bölgede komşumuza savaş açılması ve yaptırım uygulanması en fazla
Türk ekonomisine zarar verir.”
G-20 zirvesinin hemen ardından Rusya’nın Türkiye ve Brezilya’nın aldığı inisiyatife
yakınlaşması AK Parti’nin izlediği onurlu politikanın doğruluğunu ispatlar mahiyette. Rusya
Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Türkiye ve Brezilya'nın Tahran yönetimiyle vardığı uranyum
takası mutabakatı doğrultusunda, ABD ile birlikte Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'na
(UAEK) , Rusya, ABD, İran ve UAEK arasında bir toplantı yapılmasını önerdi. Aynı sırada
Viyana Grubu'yla nükleer müzakereleri iki ay donduran İran, Türkiye ve Brezilya ile uranyum
takasına ilişkin görüşmelere yakın zamanda başlayacağını açıkladı. BM Güvenlik Konseyinin
İran’a yeni yaptırım uygulanması kararını destekleyen, ancak bu kararın ardından ABD,
Kanada ve AB'nin BM yaptırımları dışında kendi yaptırım paketlerini uygulama yönünde
harekete geçmesinden rahatsız olan Rusya, Tahran yönetimiyle müzakereye böylece destek
vermiş oldu. Malumunuz İran,17 Mayıs tarihinde Türkiye ve Brezilya'nın arabuluculuğunda
Tahran Deklarasyonunu imzaladı. Bu anlaşma çerçevesinde, düşük düzeyde zenginleştirilmiş
1,200 kilogram uranyumunu, Türkiye üzerinde yüksek oranda zenginleştirilmiş 120 kilogram
uranyumla takas etmeyi kabul etmişti. Viyana Grubu ise takas anlaşmasını reddetmiş ve BM
Güvenlik Konseyi, Türkiye ve Brezilya'nın ret oyu verdiği oturumda İran'a yönelik yeni
yaptırımları onaylamıştı. Batı, nükleer programını durdurmayı reddeden İran'ın hedefinin
atom bombası üretmek olduğundan şüpheleniyor. İran ise programın nükleer yakıt elde etmek
için yürütüldüğünü ifade ediyor. Türkiye aslında İsrail’i dövmüyor, sevdiği için hukuk
kuralları içinde haraket eden, demokratik ve barışcıl bir ülke olmaya çağırıyor. İran’ı da
aslında isteyerek kollamıyor, kendi ekonomisini ve çıkarlarını koruyor. Zaten uluslararası
ilişkilerde dost yoktur, çıkar vardır…
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, 1992 Nissan model arabasına
bindirip karizmasını çizdiği için banai yani Faruk Arslan’a “ Bangladeş Faruk “ ismini taktı.
G-20 zirvesinde artan güvenlik önlemlerini teker teker aşarak konukları kaldıkları otelin
yakınlarından almayı 27 Haziran pazar günü başardım ve, Ömer Çelik ve Başdanışman
İbrahim Kalın’ı kendi arabasına bindirdim.
“Bu arabaya oturarak karizmamı çizdirmeyi kabul ediyorum” diyen Çelik, stresli günün
esprisini patlattı. Çelik, “ Sizin polis kontrolünden nasıl geçtiğinizi görür görmez Türk
olduğunuzu hemen anladım. Önce kırmızı ışıkta geçtiniz ve yolu tıkadınız. Polis şok oldu.
Bunu olaganüstü kriz uygulanan bir sırada başkası yapamaz. İkincisi, önde son model
Escalade marka pahalı bir cip, arkada kırmızı renkte çok eski bir araba ile başbakanlık
heyetini almaya gelmeyi, ancak bir Türk akıl edebilir. “ dedi. Yazarımız Arslan’ın “
Protestocular lüks arabalara molokof kokteyli atıyor, bu araba dikkat çekmeyeceği için daha
güvenli. Ayrıca karizmanızı arabamla biraz çizelim” gerekçelerine epey gülen Çelik, “ Senin
adını bundan sonra Bangladeş Faruk koyuyorum. Bu muameleyi birde Bangladeş’te maruz
kalabilirdik. Zaten Bangladeşlilere de benziyorsun.” diye takıldı. Başbakanın Başdanışmanı
İbrahim Kalın, “G-20 zirvesinin en büyük şoku Toronto’da bu araba ile gezmemiz oldu.”
dedi.
75
Bir diplomasi bulmacası!
01/07/2010
Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın G20 zirvesi vesilesiyle Toronto’da Kanada
Türk toplumu ile görüşme diplomasisi tam bir bilmeceye dönüştü. Ottawa Büyükelçiliğimiz
ve Toronto Başkonsolosluğumuzun programa koyduğu 26 Haziran Cumartesi günkü buluşma
son anda iptal edildi. Spekülasyonlar, manipülasyonlar, komplo teorileri havada uçuştu.
Görüşmeyi bizzat iptal ettiği ileri sürülen Erdoğan, programdan hiç haberi olmadığını
Toronto’dan ayrılmadan önce yaptığı basın toplantısında söyledi.
Ziyaretten önce Başbakan’ın başdanışmanı, özel kalemi ve basın müşavirinden,
görüşmenin olacağını öğrendim. Peki son anda ne olmuştu?
Bu soruyu, 27 Haziran Pazar günü öğlen yemek yediğimiz Genel Başkan Yardımcısı
Ömer Çelik, Hükûmet Sözcüsü Bekir Bozdağ, Başdanışman İbrahim Kalın ve heyette bulunan
AK Parti Kahramanmaraş Milletvekili Veysi Kaynak ve İstanbul Milletvekili İbrahim Yiğit’e
teker teker sordum.
Kafam daha fazla karıştı.
Hepsinin ağız birliği etmişçesine ortak söylemi, görüşmenin güvenlik gerekçesiyle
Kanadalıların baskısı üzerine iptal edildiğiydi.
Başbakan’ın ANAuçağının indiği saatlerde, yani 25 Haziran Cuma günü akşam saatlerinde
konukların kalacağı Royal York Hotel’in koridoruna bırakılmış sahipsiz bir çanta bulundu.
Kırmızı alarm verildi.
Kimyasal bomba saldırısı olacağı üzerinde duruldu.
Uzmanlar çağrıldı.
Başbakanımız Erdoğan ve ekibinin yanı sıra Hintli ve Rus başbakanlar da havalimanında 1.5
saat bekletildi.
Çantadan ise hiçbir şey çıkmadı.
Aynı gece yarısı Başbakan’ın ekibiyle irtibat kurduğumda görüşmenin olacağı söylendi.
Ancak ertesi gün iki polis otosunun yakılması ile kontrolden çıkan gösterici protestoları
nedeniyle yeniden kırmızı alarm verildi.
Güvenlik önlemleri üst düzeye çıkarıldı.
Tütün kullanan bir milletvekilimizin ifadesiyle; ‘sigara içmek için otelin her dışına çıkıp içeri
girdiğinde, üstü arandı’.
Tam on beş kez ve her defasında aynı polisler kendisini aradı.
76
Bu atmosferde, Bakan Mehmet Şimşek’in Kanada Türk Ticaret Odası (TCCC)’nın davetiyle
dışarı çıkmasına izin verilmedi.
Aynı biçimde Kanadalılar, iki milletvekilimizin Türk toplumu ile dışarıda buluşma önerisini;
“Sizi koruyabileceğimize garanti veremeyiz!” diyerek geri çevirdiler.
Güvenlik bölgesinin içinde herkes hapis kaldı.
Dışarıdan içeriye gelecek Türk toplumu temsilcileri de reddedildi.
AK Parti Milletvekili İbrahim Yiğit; “Görüşme olsa bile Türk toplumu ile kendilerinin
görüşeceğini,” dile getirdi.
Oldukça üzgündü.
O hâlde Türk toplumu neden Başbakan’la görüşeceğine inandırıldı?
Bu sorunun cevabını Büyükelçilik biliyor.
Görüşme oldu veya olmadı fark etmez.
Toplum temsilcileri seçilirken uygulanan ayrımcılık kriterleri, Ankara’ya Ottawa’dan
gönderilen raporları teyit eder biçimde skandaldı!
Daha önce THY’nin açılış galası ile Türk bakan ve milletvekillerinin Nil Akademi’yi ziyareti
sırasında izlenen, toplumun bir kesimini dışlayan politikalar, yine sahnedeydi!
Kanada Türk toplumunun iki federasyonu arasında ayrımcılık yapacaklarına, ikisine de eşit
yakınlıkta olsalardı, sadece görevlerini yapmış olacaklardı.
Allah aşkına, Türk toplum temsilcilerinin katılacağı toplantı böyle mi organize edilir?! Şu
anki hâliyle Kanada Türk Dernekleri Federasyonu (KTDF), Türk toplumunun, bir kesimini
temsil edebilir.
Öte yandan bünyesinde 30`a yakın vakıf ve derneği barındıran Anadolu Kültürleri
Federasyonu (AHF), 6 ayrı eyalette 12 ayrı şehirde Türkiye`nin tarihî, turistik, kültürel ve
ticari alanlardaki tanıtım ve temsil misyonunu ifa ediyor, bu doğrultuda sosyal, ekonomik ve
kültürel faaliyetler yapıyorlar.
Bu zirvede ayrımcılık yapılmadan Türk toplumu tümden kucaklanabilirdi. Geçmişteki
yanlışlardan ders alınmış olabilir, tek yanlı davranma terk edilebilirdi.
Ne gezer! Başbakanımızla Türk toplum üyelerinin yapacağı toplantıyı organize etme görevi,
Büyükelçi Rafet Akgünay tarafından Başkonsolos Levent Bilgen’e verildi. Bilgen ise, davet
görevini KTDF’ye sundu.
‘Sekreterya’ gibi çalışan kurum yetkilisi, kendi yönetim kurulu ve üye 7 dernek başkanını
ancak organize edebildi.
77
Listeyi teslim etme saatine 1 saat 15 dakika kala AHF’ye üye Kanada Kültürlerarası Diyalog
Merkezi’ne (CIDC) telefon mesajı bırakıldı.
Niçin arandığı bile söylenmedi. AHF yetkilileri, hem Büyükelçimize hem de
Başkonsolosumuza 23 Haziran’da resmî mektup göndermiş, davet bekliyordu.
Başkonsolosumuz Leven Bilgen ile 25 Haziran sabahı bir telefon konuşması yaparak izlenen
politikanın yanlışlığını aktardım.
Toplantıya çağrılmayanlar ile ilgili: “Bilmediğin şeyler var!” dedi ve güvenlik gerekçesiyle
açıklayamayacağını ifade etti.
Kanadalı yetkililerin bazı isimleri onaylamadığını, gerekçesini söyleyemeyeceğini dile getirdi.
(İsimler henüz istenmemişti ve verilmemişti ki!)
Bilgen; “Tek bir dünya görüşünü temsil edenlerin toplantıya çağrıldığını nasıl tespit ettiğimi,”
sordu.
Gazeteci ve yazar kimliğimle durumun vahametini tüm çıplaklığıyla izah etmek zorunda
kaldım.
Zirvenin koordinesini yapan Kanadalı polis ve siyaset kanadı, geçen sene CIDC aracılığıyla
Türkiye’ye giden politikacı ve bürokratlar.
Kanadalılarla bir sorun yoktu.
Büyükelçiliğimiz, insafa, son gün saat 2.30’da geldi ve AHF’den beş kişiyi akredite etti.
Bu skandalı hafifletti ama ayıbın üstünü tam örtemedi.
Bilgen ile görüşmeyi yapmadan önce KTDF Başkanı Mehmet Bor’dan toplantıya kimlerin
yazdırıldığı ile ilgili detaylı bilgi almıştım.
Başbakan’ın Başdanışmanı ve Diplomasi Koordinatörü İbrahim Kalın ile durumu önceki gün
zaten konuşmuştum.
Başdanışman, net biçimde: “Tek yanlı yapılacak bir toplantıya Başbakan’ın katılması uygun
değil, iki federasyonun temsilcilerinin de bulunduğu ortak bir görüşme ayarlanmalı,” dedi.
Haklıydı. Başbakan’ın Özel Kalemi ve Basın Danışmanı, İbrahim Kalın ve Ömer Çelik olayla
bizzat yakından ilgilendi.
Bilgen ile yaptığımız görüşmeyi Başbakanlığa ileteceğimi kendisine söyledim.
Yoğun bir diplomasi yürüterek ayrımcılığı kısmen önlediği için teşekkürü hak ediyor.
Görüşmenin iptal edilmesi, kaderin bir adaleti oldu!
Bulmacayı bilmem çözebildiniz mi, Başbakan ile Kanada Türk toplumunun buluşması sizce
neden iptal edilmiş olabilir?
78
Çözüm: NATO Türk Barış Gücü
05/06/2010
Gazze’ye giden gemilere saldıran İsrail, aptallık denizinde yüzüyor. Beyaz bayrak taşıyan 32
milletten oluşan aktivistlerin 400’ü Türk kökenli, 700 silahsız kişi. Çok sayıda gazeteci
bulunan gemiye saldıranların sanırım imaj derdi yok. Savaş suçu veya insanlığa karşı suç
işliyorlar. İsrail ile Türkiye savaş hâlinde olmadığı hâlde, hangi akla hizmetle barış misyonu
olan gemide Türk vatandaşları katledilebilir? Osmanlı döneminde olsa bu bir savaş sebebiydi.
Krize tek çözüm yolu şudur: Artık NATO bünyesinde Türk Barış Gücü, Gazze Şeridi’ne
yerleşmeden insani yardımlar mazlum Filistinlilere asla ulaştırılamaz. Sınırsız güç kullanan
İsrail’i dizginleyebilecek tek güç Türk ordusudur. Kalıcı barışçıl çözüme zemin hazırlayacak
tek yol budur. Gerisi angarya ve nafile çaba...
İsrail’i Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, hatta tüm dünya ülkelerinin kınaması
yetmez. Nasıl olsa takmıyor. Yaptırımlar uygulamadan İsrail uslanmaz. Ekonomik ve siyasi
boykotla yalnızlaştırma, nükleer silahlarının elinden zorla alınması da yetmez. İsrail sadece
silahtan, güçten anlar. Yıllardır Sam Amcası şımartmıştır onu. Tüm çakma yalanlarına
inanmak zorundadır. Uyanalım; bir millet, Filistinliler ölüyor. Dünya vicdanı için atılan son
adımı da iğfal etti İsrail. Söz ve kararlar geçersiz, bahane denizi tükendi.
Tel Aviv’in, İsrailli politikacıların hiçbir bahanesi kabul edilemez. Devletini savunmak böyle
olmaz. İsrail, meşruiyetini kaybetti. Suçu savunma, acizliğin, edepsizliğin itirafıdır.
Uluslararası suda insan öldürmek ve yaralamak sadece korsanlara mahsustur. 1947’de
bağımsızlığını ilan eden İsrail, hâlen “korsan devlet” gibi davranıyor. Bir devlet İsrail’in
yaptığını yaparsa bunun adına “devlet terörü” denir. Elini Türk kanına bulayan İsrail, resmen
cami duvarına işedi. Zannımca siyaseten intihar etti. Müslüman dünyasındaki 50 yıllık
dostunu kaybetti. Türkiye’de eski dostları bile onu savunamaz artık!
İsrail, Türkiye’den intikam alma peşinde. “One Minute” olayı ile gerildiği sanılan ilişkiler
aslında AK Parti iktidara geldiğinden beri ‘limoni’. 1995’te Türk ordusu ile beş milyar
dolarlık askerî anlaşmalar imzalayan İsrail’in Mossad’ı, son 25 yıldır istihbarat alanında Türk
MİT’inin “kanka”sıydı. Daha geçtiğimiz aylarda medyamızda Genelkurmay’da Mossad’a bir
oda ayrıldığı gündeme geldi. Bilgi paylaşım iş birliği sürüyor. Kim bilir, bundan sonra güven
bunalımı oluşur da, belki kapatılır. Ordumuzun kararı kritik ve önemli.
Barış gemisine saldırı düzenlendiği saatlerde Hatay İskenderun’da Deniz İkmal tesisine
roketli saldırı düzenlenmesi tesadüf olamaz. Altı asker öldü, yedisi yaralandı. PKK’nın
Amanoslar saha sorumlusu tarafından yapıldığı iddia edilen saldırı, Mossad’ın işine benziyor.
Uzun zamandır PKK militanlarını Kandil’de eğittiği biliniyordu. Türkiye’nin yumuşak karnı
Kürt sorunu. İsrail, bir süredir nöbeti Amerikalılardan devraldı. Son zamanlarda artan şehit
cenazelerinin ardında AK Parti’yi ilk seçimde götürmek isteyen ‘karanlık bir koalisyon’ var.
“Cumhuriyetçi Amerikan derin devleti” ile “Siyonist, Mason, Evangelist” ittifakı, Tel Aviv ile
Ankara’nın ilişkilerinin bozulmasına en fazla sevinen kesim. Böylelikle Başkan Barack
Obama’nın bile AK Parti’yi cezalandıracağını hesaplıyorlar.
Roketli saldırı ile verilen mesaj açıktı: “Geri adım atmaz iseniz, daha çok genç asker ölür!...”
Eskiden olsa yerdik, içimize sinmesede sindirir, yutkunurduk. Ancak hükûmetin bu tehdide
79
pabuç bırakacağını sanmam. Kasımpaşalı Başbakanımız ile halkımız paralel düşünüyor. İsrail
yanlış hesap yapıyor. Türk halkının nefretini kazanarak bir yere varamazlar.
Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te yeni yerleşim yerleri açma kararı alan İsrail’i yakın günlerde
ABD ve Kanada bile protesto etti. 2008’den beri Gazze’ye insani yardım ulaştırılmıyordu.
Çünkü Gazze’de kontrolü tüm baskılara rağmen Hamas elinde bulunduruyor. Amerikan
kuklası Filistin yönetimi başkanı Mahmud Abbas, sadece Batı Şeria’da etkili.
Geçen ay başında başlayan barış görüşmeleri, İsrail’in Filistinlilere devlet kurdurmaya ve
Kudüs’ü paylaşmaya niyeti olmadığını perçinledi. Bir süredir yapımı devam eden büyük
duvar, “İKİNCİ BERLİN UTANÇ DUVARI” olarak tarihe geçti bile. Filistinlileri Batı
Şeria’da sıkıştırıyorlar. Gazze katliamına sessiz kalan dünya, atılan bombalarla şehrin yüzde
75 oranında yok edilmesine göz yumdu. Uluslararası Af Örgütü’nün daha geçtiğimiz günlerde
açıklanan raporu, beş Gazzeli'den dördünün insani yardıma muhtaç olduğunu ortaya koydu.
Buna rağmen İsrail Başbakan’ı Bünyamin Netanyahu: “Gazze’de yardıma ihtiyacı olan kimse
yok ki, gemilere izin verelim.” diyebildi. Bu kadar yalan fazla. Utanmazlık diz boyu...
İsrail’in Türkiye’ye gıcık olması normal. İran’ın uranyumu zenginleştirip nükleer silah elde
edeceği bahanesi, neredeyse beş yıldır devam ettirilen bir yılan hikâyesi. İran’a ambargo ve
yaptırımlar işe yaramadı. Savaş kapıdaydı ki, Türkiye ve Brezilya ara çözüm buldu. İran’ın
zenginleştirmeyi başardığı uranyum ile nükleer santrallerde kullanacağı saf uranyumu
Türkiye’de takas yapmayı kabul etti. Savaş tehdidi ve yaptırım oyuncakları ellerinden alındı,
“Sam Amca” ile “David Dayı” küplere bindi. Bununla kalmayan Ankara, BM Güvenlik
Konseyi’ndeki geçici üyelik statüsünü kullanıp 139 ülkeden imza aldı. Ne için mi?
Ortadoğu’da kalıcı barışı tehdit eden ve tek nükleer silaha sahip olan İsrail’i bu silahlardan
arındırmak için. Bu amaçla uluslararası bir konfrerans çağrısı yapıldı. İsrail çileden çıktı.
Köşeye sıkışan İsrail’in özür dilemesi ve öldürdüğü insanlara tazminat ödemesi gerekiyor.
Ayrıca engellenen insani yardımın Gazze Şeridi’ne ulaştırılması, bu özrün olmaz ise olmazı.
BM’den çıkan 30 gün içinde bağımsız rapor hazırlanması kararı , tepkileri unutturma ve
yaptıklarının İsrail’in yanına kâr kalması girişimidir. NATO’yu olağanüstü toplantıya çağıran
Ankara, buradan bir ‘NATO Barış Gücü’ kararı çıkartmalıdır. Filistin devleti artık
kurulmalıdır. Tarafların anlaşamayacakları tek sorun olarak kalacak Kudüs’e ‘uluslararası
kent’ statüsü verilebilir. Tüm inançlara açık politika dışı bir şehir hâline getirilmesi ve
güvenliğinin NATO Türk Gücü tarafından sağlanması tek çözüm yoludur. Ordumuzun eline,
bozulan imajını düzeltmek için mükemmel bir fırsat geçti. TBMM acilen bu kararı almalıdır.
80
Kedinin uzanamadığı ciğer
15.09.2009
Evvela bu makale, “insani kedi”leri hicveden bir yazıdır, kediler üzerilerine alınmasın! Bir
olayı, bir bozuk davranışı daha iyi tanımlamak için deyimlerimiz, atasözlerimiz bulunmaz
cevherdir. Bazen sevgimizi, bazen kızgınlığımızı, bazen de kinayemizi satirik bir üslupla
anlatmak için özneyi “kedi”ye benzetiriz. En çok kullandığımız, “kedi yetişemediği (veya
uzanamadığı) ciğere pis (murdar veya halk arasında mundar) dermiş” atasözümüzdür.
İnsanlar elde edemediklerini kötüler, beğenmez, hor görür, kulp takar anlamındadır. Kendisi
başarısız olup başkalarının sonuca ulaştığını görünce “kıl olurlar”. Bu atasözünde önemli olan
kedinin ve ciğerin konumlarının ne olduğudur. Ciğer kötü ise kedi zaten ona ulaşmak istemez,
iyi olduğu halde elde edemediği için kedi sinir krizleri geçirmektedir. Yetersizliğinden dolayı
dışa vuran hezeyanları, umutsuz çırpınışları artık bir nevi züğürt tesellisidir.
Herkesin “ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca” demeye hakkı vardır. Bu görüşe
saygı gösterilir. Ancak duruşunu yanlış seçen atasözündeki kedilerin davranışı “çamur at izi
kalsın” şeklinde olduğu için çirkindir. Esasen kişi ve kişiler, elde edemeyecegi bir metayı, bir
makamı, bir başarıyı kötüleyerek veya aşağılayarak kendi kendini kandırmaktan öte gidemez.
Neden elde edemediğini veya elde etmesinin gerekli olup olmadığını düşünmez, açıkcası
kıskanır. Sadece nefsini sever ve beğenmiştir, bu nedenle kimseyi sevemez, kabullenemez.
Ayrımcılık, kin, nefret gözünü bürümüştür, ciğeri kötülemek için “cami duvarına işer”.
En çirkef ve üzücü olan iftira atan bu kedilerin ciğeri seyrederken gözyaşı döküp ağlaması,
ağzının suyunun akmasıdır. Ciğerin sürekli etrafında dolaşmış, ona aşık olmuş, ama ‘öteki’
gördüklerini hazmedememiştir; kedimiz hazımsızdır. Gıpta hissinin verdiği itiş gücüyle
gereksiz eleştiri ve yergide bulunduğunun farkına varamayacak kadar aklı az çalışmaktadır.
Gerçekte kedi, uzanamadığı ciğere pis deyip burun kıvırmaz. Onu elde etmek için ısrarla yeni
plan ve projeler geliştirir. Ulaşamadığını unutmak için nefret yöntemine başvurmuş, acizliğe
düşmüştür.
Kedimiz ya ciğere uzanma kabiliyetinden mahrumdur veya tembeldir. Suçlu olduğunu bilen
kedi ‘zeytinyağı gibi üste çıkmak’ için tiyatro oynamaktadır, rol kesmektedir. Çünkü, “kedi
gibi suçlu”dur, başı eğik olmasına rağmen kendisini “kedi gibi masum” ve utangaç gösteren
“hinoğlu hindir”. Bizim kedi, haddizatında “kedi gibi korkak”, “kedi gibi ürkek”, “kedi gibi
uyuşuk”tur. İltifat beklediklerine “kedi gibi sokulur” ve “kedi gibi koyna girer”. Ama bazen
de “kedinin fare ile oynaması gibi”dir aradaki ilişki. O zaman, “kedi gibi hırçınlaşır”. Ama
çoğu zaman “kedi gibi değişken ve kaprisli tavırlar” ortaya koyar. Çıkar ilişkilerinde “kedi
gibi mırlar” ve “kedi gibi numaralar” yapar. Çünkü “kedi gibi sığınmak” zorundadır.
Kedili benzetmeler, sokak konuşmalarından en edebi metinlere, akademik çalışmalardan argo
konuşmalara kadar kendine yerler bulmuştur. Çok sızlanan birine hemen “kedi gibi
mızıktama” diyoruz. Suçundan dolayı bir kenarda sessizce oturan “süt dökmüş kedi gibi” dir.
Şımaran, yakın durmaya çalışan insanlar, “kedi gibi şımarır” ve “kedi gibi sırnaşır”. Şarkılara
da girmiş olan “nankör kedi” deyimi, vefasızlığı pek güzel anlatıyor.
Elbette kedili tüm atasözü ve deyimlerimiz olumsuz manalar içermez. Kediler, hayvanlar
arasında, insana en yakın, en sıcak duran asil mahluklardır. Yerlerinde duramayan, hoplayan,
zıplayan, dans edenlere “kedi gibi tırmanmak”, “kedi gibi sıçramak”, “kedi gibi oynamak”
ifadelerini kullanırız. Geceleri yollarda size rehberlik eden, yol sınırlarınızı çizen beyaz ve
kırmızı parlak uyarıcıların adı “kedi gözü”dür. Bazen birinin size yakınlaşma çabasını “kedi
gibi yalakalık yapmak” olarak algılayabilirsiniz ama kim bilir belki de o size sadece “kedi
gibi sürtünerek” bir sevgi gösterme çabasındadır. İnsanlar bazen “kedi gibi yaramaz”, “kedi
gibi hırçın”, “kedi gibi atik” olurlar. Mutfakta çok dolaşan, ne pişiyor diye gözleyen çocuk da
81
olsa, bey de olsa yaptığı iş “mutfak kedisi gibi ayak altında dolaşmak”tır. Su içmenin de kedi
gibisi olur mu demeyin. Konuşma özürlü çocuklar için doktorların önerilerinden biri de,
özürlü çocuğun, küçük bir kaptan “kedi gibi su içmesi”dir. Bu egzersizle çocuk konuşma
özrünü atlatabilir.
Kediler, “dokuz canlıdır” ve “dört ayak üstüne düşerler” deriz. İnsanoğluda bazen “İki ayağı,
iki kolu üzerine düşer”. Ama basireti, feraseti bağlanır, içinde olduğu nimetlerin ne
farkındadır nede verene hamd edecek, şükredecek tıynettedir. Oysa kediler, “miyav” demez
onların ‘mırmır’ları aslında Rablerini ‘Er Rahim Er Rahim’ diye sürekli zikretmelerindendir.
Köpekler kendisine yemek verene köle olup geçici sahibine sadık kalır, ama dinen necisdir,
pistir. Oysa asıl sahibine gönülden bağlı kediler geçici sahibini fazla takmadığı için nankör
sanılır, buna mukabil dinen temizdir.
Gerçektende kedilerin üzerine fazla varırsanız yüzünüzü çırmalar. Savunma alanını küçülten
kedi, çıkış alanı büyütmek için içgüdüsel olarak korku duygusunu içselleştirir. Korku kokusu
yaydığı ve simasını refleks olarak korkunçlaştırdığı sırada kedilere yanaşılmaz. Kedi kaplan
olur, zarar verir. Kaç tırmık atacağı belli olmaz. Bu korku psikolojiyle sırtını köşeye verir,
buna “kedi gibi köşeye sıkıştırılmış” diyoruz.
Bakmanın da kedice olanı vardır. “Kedinin ete baktığı gibi” bakarsanız, aç olduğunuz ya da
ihtiraslı olduğunuz anlaşılır. Kedinin suni olarak yaydığı korku nöbetini fazla takmazsanız,
kedi yeniden uysallaşır. Fazla ciddiye alırsanız, “gözleri kedi gibi parlar”. Bizim kedi, esasen
“ciğerci kedisi gibi” semizdir. Çok gezen ve her tarafa giren bir “sokak kedisi”nden daha
kötüdür, iftiracı, fitneci bir “kara kedi”dir. Şunu da unutmayalım, “avcı kedi mırlamaz”.
Kedinin ciğeri pislemesine aldırmayalım, “it ürür, kervan yürür”. Yiğidi öldürüp hakkını
teslim edemeyecek kadar nasipsiz “nankör kedi”, hırsından hasedinden elbet bir gün çatlar.
Kedilerden tekrar özür diliyor, ‘Bizim Kedi’yi insafa çağırıyorum.
82
Kendi Davos’umuza doğru...
15 Haziran 2009
Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) tarafından 3 ile 5 Haziran
arasında düzenlenen DTM’deki Dünya Ticaret Köprüsü’de, 145 ülkeden iki bin 300 işadamı,
Türkiye'den üç binin üzerinde işadamı ile buluştu. Bu etkinliğin dört gün öncesinden itibaren
4 trilyon dolarlık ekonomiye sahip 39 ülkenin bakanı İstanbul’daydı. ‘Dünya Ticaret
Bakanları Zirvesi’nde ekonomik krizden çıkış yolları tartışıldı. Burada toplanan ülkelerin 24
tanesi 2009 yılını büyüyerek kapatacak ülkeler. Hedef bundan Türkiye’ninde pay almasıydı. 7
gün süren zirve sonunda milyarlarca dolara yakın iş bağlantısı yapıldı, en önemlisi kalıcı iş
dostlukları kuruldu.
İstanbul’da geçirdiğim üç gün boyunca, Davos’a alternatif bir dünya zirvesinin doğuşuna
şahitlik ettiğimi sanıyorum. Fuarların iptal edildiği bir dönemde katılım beklenenin
üzerindeydi, her yıl büyüyerek marka haline gelecek bir Türk Davos’u İstanbul’da doğdu.
Küresel ekonominin krize girdiği bir dönemde krizin ortaya çıkardığı fırsatları, iş adamları
aralarında görüştü. Herkes şu tesbitte bulundu: Bu kadar iş adamını ‘ticari gol’ atması için
ancak bir sivil toplum gücü biraraya getirebilirdi, devlet değil…
Küresel kriz taşları yerinden oynatırken, Batı'dan kopan para kendine güvenli limanlar
ararken, Türkiye'de birileri dünü değil yarını konuşmak, geleceğin dünyasında söz sahibi
olmak için emek veriyordu. TUSKON’un daha önce düzenlediği Afrika, Pasifik, Avrasya ve
Ortadoğu Avrupa zirveleri ayrı ayrı ırmaklardı. Hepsi Dünya Ticaret Köprüsü'nün altında
buluşarak güçlerini test ettiler. Ülkemizden 3 bine yakın işadamı muhatapları ile birebir
görüşme fırsatını yakaladı. Yabancı şirketler özenle seçilmişti. Büyükelçilik, konsolosluk bile
bulunmayan coğrafyalardan gelenler çok bereketli geçen bir zirveye tanık oldular.
Kısacası TUSKON yönetimi, üye derneklerle büyük bir başarı hikâyesi yazıyor.
Unutulmamalı ki, İsviçre'nin Davos kasabasında yapılan toplantılar, yıllar sonra bir kıvam
yakaladı. Biliyorsunuz; ‘One Minute’ olayından sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bir
daha Davos’a katılmayacağını açıkladı. Davos, dünya ekonomisinin sonraki birkaç yılına
şekil veriyor. Artık kendi Davos’umuzu kurmanın vakti geldi.
TUSKON'un bugün mütevazı adımlarla kurduğu ticaret köprüsünün Türkiye'yi Afrika'da,
Ortadoğu'da, Latin Amerika'da, Pasifik'te veya Asya'da nasıl bir konuma taşıdığının farkına
yakında varacağız. Hiçbir hasat bir günde yapılamaz. Tohum saçmadan, çapa yapmadan, ter
dökmeden, en önemlisi hasada kadar sebat etmeden 'bereket versin' denilemez. Rekabetin
köylere kadar indiği bir dönemde ticarette başkaları ile işbirliği yapmadan öne çıkmak,
şirketler kadar ülkeler için de fevkalade zor.
İşte TUSKON üyeleri ile hep bu noktaya dikkat çekiyor. Davos'ta toplantılar yapıldığında
elbette bizden de birileri katılacaktır. Ancak yakın coğrafyamızda olup bitenler, sağlık,
bilişim, enerji ve tarım odaklı fırsatlar, Türkiye'nin edilgen kalma lüksünün olmadığı mesajını
veriyor. Ekonomik haritalar çizilirken masanın etrafında iş dünyamız yer almalı. Yeni pazarda
omuz omuza veremezsek küresel kriz bitse de şirketlerimizin asıl krizi yeni başlayacaktır.
Bu tür zirveleri daha da geliştirebilmenin yolu, ‘sen-ben, bizden-öteki’ gibi suni ayrımların
cenderesinden zihinlerimizi kurtarabilmekten geçiyor. İş dünyasının temsilcisi konumundaki
83
oda ve derneklerin başkanları daha çok icabet etmeli bu davetlere. Ülke adına kalıcı bir iş
yapılırken, bunu ille de belli bir zümre yapabilir oportünizminin tuzağına düşmesek keşke!
Aynı zirveyi TÜSİAD düzenleseydi, bazıları bu yılın olayını ‘cafcaflı’ haber yapardı.
Başbakan Erdoğan’ın açılış resepsiyonunda dile getirdiği, 'Para civa gibidir. Uygun şartları
nerede bulursa oraya gider' sözlerine katılıyorum. Amerikalı Yahudiler bugün harıl harıl kızıl
Çin’e milyarlarca dolar yatırıyor. Paranın dini, milleti, şucusu, bucusu yoktur.
Bugün TUSKON'un zirvesinde, yarın TÜSİAD'ın panelinde, yetmedi MÜSİAD'ın fuarında
kompleksiz birlikte buluşmak ülkemizi dev yapar. Gocunmadan, gücenmeden Davos'a
alternatif çıkarmak için ter dökmeliyiz. Türkiye bu hedefe çok yakın. Emin olmak isteyenler,
bu etkinlik için koşarak bir araya gelen işadamlarının gözlerindeki ışıltıya baksa yeterdi.
DTM’inin yemekhanesinde aşçı, ‘bugün yedi bin kişi burada yemek yedi’ dediğinde çok
sevindim.
Zirvede 400 adet olan stand sayısının gelecek yıl sektörlere göre artırılacağını ve Hall
sayısının ikiden beşe çıkartılacağını tahmin etmek zor değil. Bu yıl bir deneme yapıldı ve
yoğun ilgiyle karşılaşıldı. ANUKA ve SİAL ayarında bir dünya fuarında iş görüşmeleri, artık
firmaların standlarında yapılıyor. Böylece iş görüşme trafiği daha doğal oluyor, kim kiminle
görüşeceğini daha rahat buluyor. Özel iş yemekleri zirve yapılan yerde veya yakın anlaşmalı
lokantalarda yaplırsa vakit kaybı önlenir. Çünkü iki günde iki bakanla yediğim iki iş yemeği,
İstanbul trafiği yüzünden iki günümün yarısını aldı.
TUSKON, 'Gönül Köprüsü' adını verdiği yeni projesiyle de konuk işadamlarının kalbini
kazanmayı başardı. Hiç tanımadıkları işadamlarının evine misafir olan yabancı konuklar, Türk
misafirperverliğini de yakından görme imkânına sahip oldu. Kültürler ve dinler arası diyalog
için mükemmel bir zemin oluşturan iş adamlarına destek veren ana unsur, 115 ülkede açılmış
Türk okullarıydı.
Türk okullarının yeşerttiği umutlar, Türkçeyi dünya dili yapma gayretindekilerin meyveleri
olan gençleri aynı günlerde ülkemize göndermişti. Büyükler ticaret, küçükler eğitim-kültür
için İstanbul'daydı. Bu iki kare çok önemli. İstanbul'daki Davos'un mütercimliğini Türk
okullarından mezun en az iki lisan bilen dünya çocukları yaptı.
Ülkemizin en etkin sivil toplum örgütü, hem konuklara Türkiye'deki iş imkanlarını gösterdi
hem de Türk aile yapısını yakından tanıma imkânı sundu. TUSKON Başkanı Rızanur Meral
ve Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi’nin dediği gibi bu zirve,
krize meydan okuyan, dünyayı kaotik ortamdan çıkaracak olan bir meydan okuyuştu. Dünya
ticaretinin büyük emeklerle geldiği noktaya bir yılda kriz bahanesiyle darbe isteyenlere karşı
durmak gerekiyordu. Kendi Davos’umuza doğru dev bir adım atıldı, hayırlı olsun…
84
Iki tarafında sakladığı gerçekler
15 Nisan 2009
ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ile Ermenistan’ı yakınlaştırma çabaları, Azerbaycan’ı
üzdü. Azeriler, Türkiye’nin Karabağ’ın feda edilmesi karşılığında “sözde soykırım” yasa
tasarısının gündeme getirilmemesi tavizini aldığını düşünüyor. Ermenistan’la sınır kapısının
açılması, Karabağ diplomasisinde Ermenileri köşeye sıkıştıran ekonomi kartının heba
edilmesi anlamına geliyor. Ermenilerin “sözde soykırım” karın ağrılarının pek çok yüzü
bulunuyor. Bakü kadar Ankara’da bu konuda çok hassas. Ağırlığını koyup, dayatmaları,
haksızlıkları bitirmeden Ankara’nın kendi ayağına kurşun sıkacağını sanmıyorum.
Ruslar, Ermenistan’ı hep Türkiye ve NATO blokuna karşı askeri bir üs olarak gördü.
Ekonomik olarak hiç bir zaman elinden tutmadı. Ermenistan vatandaşları, bugün dünyanın en
yoksul halkı. Yüzde 90'ı dışarıdan gelen insani yardımlarla yaşıyor, yarısı işsiz, perişan. Son
19 senede bir milyondan fazla nüfus kaybetti. Yurtdışında yaşayan hiç bir Ermeni gidipde
Ermenistanda yaşamak istemez. Zengin diaspora Ermenilerinin, fakir Ermenistanlılara yardım
toplama kartı ellerinden alınmadan, Ermenistan’la sağlıklı ilişkiler kurmak zor.
Bir ‘soykırım endüstrisi’ yöneten Taşnak, Hınçak ve Ramgavar gibi diasporada etkili Ermeni
siyasi partileri, kin siyasetiyle Ermenileri yıllardır sömürüyor. Türk düşmanlığına dayanarak
ceplerini doldururken, Ermenilere güya “milli bilinç” taşımaya çalışıyorlar. Aynı husus,
sayıları pek fazla olan Ermeni kültür ve hayır dernekleri için de geçerlidir. Soykırımla yatıp
kalkan Ermeniler, kendi söyledikleri yalanlara da inanmış durumdalar.
Ermeniler hiç bir platformda, 1860 ile 1915 arası Genelkurmay belgelerine göre 508 bin
sivil Türk ve Kürt’ün ölümüne yol açtıklarından bahsetmezler. 24 Nisan tarihi, bu terörizmi
destekleyen az sayıda elebaşı Ermeninin 1915’te sürgüne gönderildiği tarihtir, toplu tehcirle,
ölümlerle alakalı değildir. Osmanlı’nın yerinde hangi devlet olsa, ulusal güvenlik söz
konusu olunca aynı kararı alırdı.
Türkler, İttihat ve Terakki’ye mensup derin devletin silahşörlerinin kan davasının intikamını
almak isteyen Kürtleri Ermenilere karşı tehcir sürecinde organize ettiklerini bilmezler.
Ergenekon’un JİTEM’i nasıl devleti temsil etmiyorsa, bu faşist grubun savaş şartlarında
Kürt çeteciler eliyle ölümüne yol açtığı Ermeniler olayı da devleti bağlamaz. Bu suçları
işleyenler, ihmali görülenler İngiliz işgali altında olduğumuz yıllarda zaten cezalandırıldı, en
önemlisi devletin sistematik katliam yaptırmadığı ortaya çıkarıldı. Tarih saptırılamaz. Bu
arada 150 binden fazla yetim Ermeni çocuğunun Türk ailelere evlatlık verildiği, 150 bin
Ermeninin takiyye yaparak müslüman Alevi gözüktüğü, Ermenilerin yararına gizlenir.
Bunlar, iki tarafında sakladığı acı gerçekler.
1915 tehcirinden kırk küsür yıl sonra, zenginleşen Ermeni diasporası Yahudileri model alarak
soykırım ticaretine başladı. Bu yoldaki yoğun faaliyetler, diaspora Ermenilerinde milliyetçilik
duygularının doğmasına yol açtı. Bu şövenizm, 1970'li ve 80'li yıllarda, 1915 tehciri ile hiçbir
ilişkisi olmayan 34 Türk diplomatının hunharca katledilmesine neden oldu. Bu durum, ancak
yerel Ermeni kiliselerinin, siyasi partilerinin ve derneklerinin devamlı olarak aşıladıkları Türk
nefretinin yarattığı travma ile izah edilebilir.
Ermeni terörizmi, Türk diplomatlarından başka yabancılara da zarar vermeye başlayınca 1986
yılında ASALA feshedildi, güçlerini PKK’ya devretti. Ermeniler bu tarihten sonra "soykırım"
ile ilgili iddialarını bazı ülkelerin parlamentolarından ve bazı uluslararası kuruluşlardan 1915
85
tehcirinin aslında bir “Ermeni soykırımı” olduğuna dair kararlar çıkartarak ispatlamaya
çalıştılar. İç savaş kapsamına giren, hastalıkların rol oynadığı 300 bin ölümü sahtecilikle 1,5
milyona çıkardılar, katlettikleri ‘öteki’nin ölümünü ıskaladılar.
Ayrıca Ermeni diasporası, çeşitli ülkelerdeki kamu oyunu etkilemeye yönelik faaliyetlere
ağırlık verdiler. Görünüşte bilimsel nitelik taşıyan tezleri çok sayıda makale ve kitap,
konferans, panel ve benzeri toplantılar, yazılan, yazdırılan roman, hikaye, şiir, tiyatro
eserleriyle desteklendi. Her yıl çeşitli ülkelerde sergiler düzenlendi, belgesel filmler çekildi.
Kendi yaptıklarını ustaca gizlediler, mazlumu oynadılar, ağlaştılar.
Diaspora ve mevcut Erivan yönetimi ile garip halkı birbirine karıştırmayın. Ermenistan’ı
1998’den beri Karabağ işgalinden güç kazanarak iktidara gelen Taşnakcı Robert
Koçaryan’ın10 yıllık başkanlık döneminden sonra onun kuklaları yönetmeye başladı. Ermeni
derin devletinin sahibi faşist Taşnaklar sevilmezler, sahtekarlık yapılmayan bir seçimde yüzde
10 bile oy alamazdı. Potansiyel lider Karen Demirçiyan’ı 1999’da Meclis’i basarak öldüren
Taşnak teröristler bugün devletin ta kendisi. Korku ülkeye hakim. Ermeni diasporası ile
Taşnak derin devlet arasındaki bağ çok güçlü. Bu ekonomik ve siyasi bağ koparılmadan,
Obama’ya güvenerek kapıları açmak hatadır.
Diaspora Ermenilerine muhtaç durumdaki Erivan yönetimi, Türkiye ile ilişkileri soykırım
iddialarının kabulüne endeksledi. Ankara, 1993’den beri 16 yıldır Ermenistan ile kapıları
kapadı ve ilişkileri Karabağ işgalinin sona erdirilmesi prensibine bağladı. Bu politikadan
İranlılar ve Gürcüler nemalandı. Ermeni halkı, Gürcistan ve İran üzerinden Ermenistan'a
taşınan Türk ürünlerini tüketiyor. Yıllık 300 milyon dolarlık Türk gıda ürünleri Ermenistan'da
satılıyor. 60 binden fazla Ermenistan Ermenisi Türkiye’de kaçak yaşıyor.
Karabağ savaşını ve ardından diplomasisini uzun yılllar yakından takip etmiş bir gazeteci
olarak, Ermenistan’da dayanma mecali kalmadığını söylüyebilirim. Karabağ dışında yedi
Azeri kentini pazarlık için işgal eden Ermenilerin bu toprakları dolduracak nüfusu
bulunmuyor. Yedi kenti iade karşılığında Karabağ’ın bağımsızlığını dayattıkları için son barış
görüşmeleri tıkandı. Kiliti açabilecek tek anahtar Türkiye’nin elinde. Soykırım yalanı karın
doyurmuyor. Ermenilere ekonomik açıdan tek yardım edebilecek “katalizör ülke” kozumuzu
iyi oynamalıyız.
Kanadalılara bu konuyu anlatırken, anlayacakları bir yaklaşım sergilemeliyiz. Mesela
Vancouver’da Çinliler bağımsızlık savaşı için silahlansalardı ve yüzbinlerce sivil insan
öldürselerdi, Ottawa yönetimi Çinlileri tehcir etmekle kalmaz, cezalarını da verirdi.
Kızılderelileri planlı yok eden Kanada, 2. dünya savaşında Kanada vatandaşı Japonları,
kamplara almış, sınırdışı etmekle kalmamış, mülklerine de el koymuştu. Ermeniler, Türklerle
bin yıllık birlikte barışcıl yaşamdan sonra neden bu hale düştüklerini sorgulayıp özeleştiri
yapsalar, barış uzakta değil.
86
Yol haritasının yolları taşlı!
01.05.2009
Ankara ve Erivan’ın, 24 Nisan öncesi bir ‘Yol Haritası’nda anlaşmalarını bekliyordum. Yol
haritasına taş koyanlara rağmen statüko sarsıldı. Ergenekon’un Azerbaycan’daki ayakları
kaybetmeye mahkum. Dalgalar, geçmişte hesap vermeyen, çözümsüzlüğü çözüm gören
çetenin Orta Asya ayağına doğru ilerliyor.
Ergenekon’un Azerbaycan’da rahmetli lider Haydar Aliyev’e karşı giriştiği 1994, 1995 ve
fazla bilinmeyen 1999 darbeleri ile 5 suikast girişiminin Türk ayağına henüz hesap
sorulamadı. Savcılar, kimlerin sorumlu olduğunu merak ediyorlarsa, 2005’te yayımlanan
‘Hazar’ın Kurtlar Vadisi’ kitabıma bakabilir. Yasin Aslan, Kamil Yüceoral, Okan Acar,
Ferman Demirkol, Engin Alan, Ertuğrul Güven, Altan Karamanoğlu, Necabettin Ergenekon,
Mithat Alpay, Enver Altaylı, Tansu Çiller ve diğerleri. Sadece İbrahim Şahin ve Veli Küçük
içeride şu anda, oda bu darbelerden ötürü değil. Bu arada Azeri Ergenekon’undan Tenzile
Rüstemhanlı’nın Azeri medyası üzerinden Türkiye’yi köşeye sıkıştırma taktiği tutmadı.
Canadatürk’ün geçen sayısındaki ‘İki tarafında sakladığı gerçekler’ başlığındaki derin analiz
yazım TRT’nin ilgisini çekmiş, sabahın erken saatlerinde aradılar. TRT Radyo 1’in Gün
Ötesi programına 23 Nisan’da canlı bağlanarak yarım saat süresince sorulara cevaplar
verdim.
Yol haritasının içeriği özenle saklanmasına rağmen Ankara’nın neleri kabul ettirmiş
olabileceğini yorumladım. Ortak tarih komisyonu kurulmasının hayati önem taşıdığını
vurguladım. Ermeni diasporasının yıllardır başka ülkelerin parlamentolarından geçirttiği
sözde soykırım yalanının sonuna gelindi.
Diaspora, vatanı olmadığı halde başka ülkelerde yaşayan milletlerin oluşturduğu lobi
grubudur. Türkler, güçlü bir vatana sahip oldukları için diaspora kurmazlar. Ermenilerin
asırlardır bir devleti olmadı. Diaspora Ermenileri Ankara’nın muhatabı değildir. Başka
parlamentolarda bir milletin tarihi yazılamaz, yargılanamaz. Ermenistan, ASALA terör
örgütünü kuran Taşnaklar ve Diaspora’nın kontrolüne girerek bölgede yalnızlaştığını ve
yoksullaştığını kavradı. Erivan’da koalisyon hükümetinde olan Taşnak partinin restine
rağmen yol haritası kabul edildi, soykırım önkoşulu rafa kalktı.
İki ülkenin kuracağı ortak alt ve üst komisyonlarında çalışma yapacak tarih komisyonuna
başka ülkelerde isterlerse tarihçi gönderebilir, politikacı veya diplomat değil. Belgeler
konuşacak, arşivler açılacak. Özellikle Boston arşivlerinin açılması, bilinçli soykırım
olmadığına dair Ermenilerin acı gerçekleri kabul etmesini kolaylaştıracaktır.
Sonuçta, ırkçı Taşnakların ve soykırım endüstrisinden mahrum kalacak diasporanın taş
koymalarına Erivan direnebilirse, makul bir sonuç deklarasyonu çıkacaktır. İki tarafta
geçmişte birbirlerine yaşattıkları üzüntü verici olaylardan dolayı pişmanlıklarını belirtecek ve
geleceğe umutla bakacaklar. Ermenilerin geçmişte yaşamayı bırakıp, barışı seçmelerini
umuyoruz. Böylelikle ülkemizin başını ağrıtan tasarılar geçerliliğini yitirecektir. Ermeniler
yıllardır kendilerini soyan diasporadan kurtulacaktır.
Eş zamanlı olarak büyükelçiliklerin kurulması ve sınırların açılması masada olsa da,
elbette Karabağ işgali sona ermeden yol haritasında ilerleme sağlanamaz. İnsan yaşamayan,
mayınlanmış 7 Azeri kentini hemen iade etmeye hazır olan Ermenilerin, Ermenistan ile
Karabağ’ı birbirine bağlayan Laçin koridorunun kontrolunu üstlenmesi sorunu aşıldı.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, ‘olur’ verdi. Azeri medyası, bu tavizi çok
sorgulayacaktır. Bir milyon mültecinin topraklarına dönmesi, kamuoyunu rahatlatacaktır.
Diplomaside ‘al, ver vardır’, toptan kazanç ve hiçtencilik yoktur.
87
Karabağ’ın statüsü, yol haritasındaki en önemli taşlardan. Bakü, en yüksek statüyü öneriyor,
Taşnaklar direniyordu. AGİT MİNSK Grubunun Fransız, Amerikan ve Rus eşbaşkanlarının
16 yıldır başarısız biçimde sürdürdükleri diplomatik misyon, artık sonuç vermeli. Açıkcası
Karabağ’da barış sağlansa bile bölgenin eski meskunu 25 bin Azerinin geri döneceğinden
kuşkuluyum. Karabağ, ileride mükemmel bir turist cenneti olur.
Azerbaycan anayasasında devletin ‘üniter’ olduğunun belirtilmesi, özerk yönetimlere pek
sıcak bakılmadığını gösteriyor. Sanki Nahçıvan özerk cumhuriyet değilmiş gibi! Karabağ
Azerbaycan’a bağlanacaksa anayasanın değişmesi gerekecektir. Bu çelişkiyi, 1995’de anayasa
kabul edilirken, üniversiteden Anayasa Hukuku hocam eski Meclis Başkanı Sefa Mirzayev’e
sorduğumda aldığım cevabı buraya şimdilik yazmayayım.
Azerbaycan’da yönetime yuvalanmış Rus lobisi, statükonun devamı için taş koymaya devam
edeceklerdir. Karabağ üzerinden kopartılan fırtınanın perde arkasında Rus yanlısı Azerilerin
ve Rus istihbaratının petrol ve gaz mafyası duruyor. Moskova, Azeri gazını ve petrolünü
kendi hatlarına istiyor, Türkiye ise yapımı Bakü-Ceyhan hattına paralel tamamlanan Şahdeniz
hattına. Aslında iki ülkeninde gözü 25 milyar metreküp rezervi olan Türkmenistan gazında.
Hazar’ın altından boru hattı projesi fiyasko ile sonuçlanmıştı. Türkmenler gazını hem
Rusya’ya hemde İran’a veriyor, onlarda bize yüksek ücretle satıyor.
Zurnanın ‘zırt’ dediği yer burası. Obama, Ankara’ya sadece sembolik önemi olan sınır
kapısını açmayı önermedi. ‘Nabucco’ adlı proje ile Azeri ve Türkmen gazını Avrupaya
ulaştırma projesinde, Ermenistan’da güzergahlara eklenmek isteniyor. Rusya’nın Gürcistan’a
rahatca girip askeri işgale kalkışması, boru hatları güvenliğini tehdit ediyor. Erivan’a
söylenen: ‘ Uslu çocuk ol!. Ankara ve Bakü ile anlaş! Türkmen gazını İran-ZengezurErmenistan/Aralık kapısı üzerinden geçirelim’ idi. Zengezur, Nahçıvan ile Azerbaycan
arasındaki Ermeni bölgesi. Barış boru hattı adlandırılacak hatla bir taşla kuş katliamı
yapılacak anlayacağınız. Türkmenistan’da kilit konuma sahip, milyar dolarlık yatırımları
bulunan Ahmet Çalık arabuluculuk yapıyor. Moskova’nın tansiyonunu yükseltecek bu
girişim, Tahran ikna edilmeden zaten olamaz. Türkiye, tüm tarafları ikna edebilecek tek güç.
Rusya ile Ergenekon’un son yıllarda neden kader yoldaşlığı yaptıkları sanırım yeterince
anlaşılmıştır. Bakü yönetimini ve halkını Ankara’ya küstürmeye çalışan çevre, statükodan
medet uman, nemalananlardır. ‘Karabağ satılıyor’ söylemini öne çıkaran bu güruhun,
1999’dan beri 240 adet Karabağ’ı kurtarma derneği kurup Bakü yönetimini devirmek için İran
ve Rus istihbaratları ile birlikte darbeler tezgahladığını hatırlatırım. Başarılı olsalardı,
Azerbaycan’da cumhurbaşkanı olarak şu anda uyuşturucu taciri kaçak darbeci Mahir Cevadov
oturuyor olacaktı. Azeriler, bazen dostunu, düşmanını ayıramayacak kadar aşırı duygusal
davranabiliyorlar.
Yol haritasının yolları taşlı, ama gerçekleştirmek imkansız değil. Türkiye, nihayet büyük bir
devlet gibi haraket ediyor.
88
Özür dileyene değil diletene bakın!
01 Ocak 2009
Bir grup "aydın"ımız güya sivil inisiyatifle Ermenilerden "özür" diliyor, ama kimse bu
kampanyanın nereden çıktığı konusunda kuşkulanmıyor. Zengin Ermeni diyasporasının bir
oyunu ile karşı karşıyayız. Eş zamanlı biçimde Ermenilerinde Türklerden özür dileyeceği
yalanıyla Türk aydınların aldatıldığını düşünüyorum.
Oysa Türkiye’deki kampanyanın başlamasından birkaç gün önce, 9 Aralık’ta Ermenistan’daki
gazetelere tam sayfa ilan veren üçyüz ‘Ermeni aydın’ Türkiye’yi ‘sözde soykırım’ı tanımaya
çağırıyordu. Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sargisyan’ın Türkiye ile yumuşama politikasına
muhalefet eden Daşnak Partisi, bu kampanyaya tam destek veriyordu.
Bu kampanya, özür dilemeyi değil, o yıllarda yaşanan ortak acıları paylaşmayı hedefleseydi,
masum gözükebilirdi. Osmanlı, Balkanlarda beş milyon, Kafkaslarda üç milyon evladını
kaybetti. Yemen’i, Hicaz’ı hiç saymıyorum. Biz ağıt yakmadık, kuşaktan kuşağa
torunlarımıza nefret şırıngalamadık. Acılarımızın üstünü örttük. Aslında İngilizler, Ruslar,
Fransızlar, Yunanlılar ve İtalyanlar önce Türklerden sonrada, Türk kardeşlerini arkadan
hançerlettikleri için Ermenilerden özür dilemelidir.
Kampanya, bu haliyle tamamen Ermeni tezlerine hizmet ediyor. Olumlu veya olumsuz
yapılan her haber, her makale ekmeklerine yağ sürüyor. Meşhur isimlerin imza attığı yalanı
haber oluyor, ertesi gün yalanlanıyor. Kamuoyu oluşturuluyor. Diyaspora, Erivan, gizli ve
açık Türk Ermenileri ortak haraket ediyor. Kendine Türk aydını diye niteleyen ‘az gelişmiş’
ülkenin ‘ çok gelişmiş beyinli’ zavallıları bile bile ‘lades’ diyor.
Haydi gelin ortak tarih komisyonu kuralım diyoruz, yanaşmıyorlar. Ermeni çeteleri, Osmanlı
savaştayken arkamızdan vurmaya kalktı, çaresiz tehcir yoluna gidildi. Bulaşıcı hastalıklar ve
açlıkla mücadele edilen savaşın berbat koşullarında, tehcirin de etkisiyle çok sayıda Ermeni
vatandaşımızı kaybetmiş olmamız üzücüdür. Savaş ortamında ölen milyonlarca müslüman
Türk, Arap, Çerkez, Boşnak, Arnavut ve Kürt’ün adına da üzgün olmalı değil miyiz?
Almanların Yahudilere, Fransızların Cezayirlere, Amerikalıların ve Kanadalıların
Kızılderelilere yaptığı, ‘bilinçli soykırımı, katliamı’, Türkler yapmadı.
Bu kampanyanın kimler tarafından planlandığını ve amacının ne olduğunu kendi kulaklarıyla
duyan bir gazeteci olarak tarihe şahitlik ettiğimi sanıyorum:
Tarih: 14 Kasım 2007.
Yer: Kanada’nın Toronto kenti, Holly Trinity Ermeni Kilisesi.
Organizatör: Dünya Ermeni Birliği.
Konu: 'Hrant Dink cinayeti ve Türkiye'nin AB üyeliği süreci' konulu panel
Konuşmacı: Agos'un Genel Yayın Yönetmeni Etyen Mahçupyan.
Ermeni diyasporası, Kanada’da Türklere yapmadığını bırakmadı. Bu nedenle panele gidip
gitmeme konusunda tereddütlüydüm. Organizatör Aram Sarkisyan’ı aradım, ‘gelirsem bir
sorun çıkar mı?’ diye sordum. Mahçupyan ile bir dönem aynı gazetede çalışmamı referans
göstererek ikna ettim. Doğru yerde, doğru zamanda cesurca bulunursanız, kulağınızda delikse
hiç olmadık bilgileri duyabilirsiniz.
89
Ermeniler önce aralarında bir Türk gazetecinin bulunmasını garipsediler. Biraz sohbet edince,
yüzde 90’ı Anadolu’dan gelmiş Ermeniler olduğunu öğrendim, ortak paydalar hemen
bulundu, yumuşadılar. Panel öncesi Mahçupyan ile görüşürken şaka yollu konuşmasında
‘sansasyon’ verip vermeyeceğini sordum. ‘İyi gazeteci isen çıkarırsın’ demekle yetindi.
Verdide: Bir milyon Ermeni kökenli müslüman varmış ülkemizde...
'Türkiye'yi diyaspora Ermenisi olarak nasıl demokratikleştirip tarihi gerçekleri tanıtabiliriz'
sorusuna Mahçupyan ' Türkiye size çok uzak. Siz önce Ermeni diyasporasını
demokratikleştirin. Soykırım konusunu, güç, makam ve para elde etmek için kullanıyorsunuz.'
diye cevapladı.
Yuhalama bekliyordum. Salonda bir alkış koptu. Çok şaşırdım. Yanımda oturan 70
yaşlarındaki Ermeni bayan kulağıma eğilip, ‘Diyaspora Ermenisi deyip duruyorlar, kim
bunlar’ diye sordu. Gülerek, ‘sizsiniz’ dedim. Ardı ardıya ‘sözde soykırım’soruları gelince
Mahçupyan ağzındaki baklayı çıkardı. Bugün safca ‘özür diliyorum’ kampanyasına imza
koyan yufka yürekli Türk halkını nasıl kafesleyeceklerini anlattı. Hedef, devlet dilemiyorsa
halka özür diletmekti. Olayı gündemde tutmaktı.
Mahçupyan, Ermeni Diyasporasının ABD ve diğer devletleri kullanarak Türkiye'ye soykırımı
tanıma baskısı yapmasının Türkiye'de ırkçılığı yükselttiğine değindi. Diyasporada tek tükte
olsa pozitif seslerin yükselmesinin yararlı olacağını, bireysel tepki oluşmadan Türk devletinin
asla soykırımı kabul etmeyeceğini savundu. Türk toplumunun kendi aralarında ‘soykırımı’
konuşmaktan korkmadığına işaret etti. Pek çok Türkün Ermenilerin katledildiğini üzülerek
kabullendiğini, ancak seslerini daha fazla yükseltmek için bin yıllık geleneğe sahip ırkçı laik
elitlerden ve bürokrasiden çekindiğini öne sürdü.
Mahçupyan’ın şu tesbitleri ilginçti: Türkler, başkalarının zoruyla değişiklik yapmayı
sevmezler. ABD, Kanada üzerinden baskı yapmanız olumsuz etki yapıyor. AB süreci,
Türkiye'yi demokratikleştiriyor. Diyaspora, süren entellektüel tartışmaya tercüme eserlerle
katkı sunmalı ve bunu propaganda kokusu çıkartmadan yapmalısınız…
Kısacası, sayısız devlete parlamentolarında istedikleri gibi geçersiz tarih yazdıran, ancak bu
şekilde Türk devletini köşeye sıkıştıramayan Diyaspora, Türk halkından elde edeceği özür
dileme imzalarını soykırımı tanıma kararı olarak yurt dışında pazarlamayı planlıyor.
Bir yıl devam edecek imza kampanyası, Diyasporanın kokusu çıkmadan ustaca yürütülüyor.
Ne demişler, özür dileyene değil diletene bakın!.. Ermeni Diyasporasına bravo doğrusu. En
çok risk alarak Ermenilerden özür kampanyası bekleyen safdillere üzülüyorum. Karşı taraftan
kampanya yetişmezse bu enkazın altında kalacakları kesin.
90
Ermenilerle yakınlaşma dayatılıyor
01.08.2008
Erivanda sahada kazanan Türkiye, diplomaside de kazanacak mı? Düğün ve bayram değil
iken eski enişteleri olarak baldız niyetine Ermenileri öpmemizden Azeriler hoşlanmadı.
Karabag sorununda çözüm sağlanmadan yapılan sıcak temas nedeniyle öfkelenen Azerileri
yatıştırmak zor. Bazı bilinen ve bilinmeyen gerçekleri dile getirmenin zamanı geldi.
Ermenilerle yakınlaşmamızı isteyen Batı ve ABD, Rusya'nın kucağından Ermenistan'ı
kurtarmak için Türkiye'ye güveniyor. Ukrayna, Gürcistan ve Azerbaycan'ın NATO üyesi
yapılması artık kaçınılmaz hale geldi. Rusların Osetya olayında kullandığı askeri işgal
yöntemi, Abhazya ve Osetya'nın bağımsızlıklarını tanıması, Bakü'ye göz dağıydı. Karabağ'ı
askeri yolla almak için bir süredir düzenli ve güçlü bir ordu hazırlayan Azerbaycan, aynı yolu
benimseyen Gürcistan'ın başına gelenlerden dersler çıkardı.
NATO'nun petrol boru hatları ve güzergahlarını korumak için Güney Kafkasya'ya doğru
genişlemesi yeni bir strateji değil. 1998'de varili 10 dolar olan petrol fiyatlarını 2000'li
yıllarda 100 dolar ve üstüne çıkartmaya çalışan petrol şirketlerinin önünde bir handikap vardı.
Bir yandan petrol gelirleri artmadan milyarlarca dolar tutan petrol boru hatlarını inşa etmek
istemiyorlardı. Öte yandan Rusların yükselen gaz ve petrol gelirleriyle 10 sene sonra yeniden
bölgesel güç olacağını da biliyorlardı. NATO'nun varlığını petrolcüler koruyor. Bakü Ceyhan
zamanında yapıldı, bugün olsa güzergahı Ermenistan olurdu.
Hazar'da petrol paylaşımı çoktan bitti, şimdi güzergahlar savaşı son halini alıyor. Ermenistan,
tüm güzergahların dışında kalmış durumda. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Kasım
ayında yapılacak başkanlık seçimleri öncesi Ermeni lobisinin ve petrolcülerin ısrarla istediği
bir formülü Ankara'ya dayatıyor. Ermenistan'la yakınlaşma rüzgarı tesadüf değil. Daha
öncede Gürcistan'den geçen petrol hatlarının güvenli olmadığı tezini savunanlar,
Ermenistan'dan geçen petrol boru hattı için Tansu Çiller'in başbakanlığı döneminde 1995'de
Amerikalı Ermeni işadamları vasıtasıyla baskılar yaptılar. Hatta Özer Çiller rüşvetini bile aldı.
Karabağ sorunu, 1992'de ilk defa ortaya atılan Gobl planı çerçevesinde çözümlenerek Bakü
ikna edilecekti. Bu plan, Karabağ ile Nahçıvan ile Azerbaycan'ı birbirine bağlayan Zengezur
bölgesinin değişimini öngörür. Bu bölge Ermenistan'ın toprakları içindedir.
Cumhurbaşkanı Gül ile başlatılan futbol diplomasisi petrol güzergahına karşılık Karabağ
sorununu çözme yolunda gelişebilir. Karabağ sorununu güya çözmeye çalışan AGİT MİNK
Grubu'nun Rus, Fransız ve Amerikan üyeleri, 16 yıldır körler diplomasisi yürütüyor. Ermeni
ve Azeri liderlerin buluşmaları nezaket görüşmesinden öte gidemiyor. Ermenistan'ın
bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerden olan Ankara, haksız işgali sürdürdükleri için 16 yıldır
sınırlarını kapatmış, diplomatik ilişkiyi dondurmuş durumda.
Ermeniler ve Rusların Karabağ dışında Agdam, Gubatlı, Cebrailli, Kelbecer, Zengilan, Fizuli
ve Laçin kentlerini işgal tuttuklarını unutmayalım. Bu kentleri diplomaside pazarlıkla geri
verirken Karabağ'ı vermeyelim diye fazladan işgal ettiler. Bir milyon Azeri halen mülteci
konumunda. Bu kentler mayınlandı, yağmalandı, ama kimse yaşamıyor. Kuzey Irak'tan
kovulan PKK'nın bu bölgeye yerleşmesi söz konusu. Karabağ ve diğer kentlerin
göçmenlerinin, bu kentler geri alınsa bile yurtlarına dönmede istekli olacağından kuşkuluyum.
Göçmenler, Bakü ve çevre kentlerinde yerleşik düzene geçtiler. Harap durumdaki bu kentlerin
yeniden inşasına 100 milyar dolar harcanması gerekiyor.
Ermeniler, BDT ülkeleri içinde en fakir ülke, halkının yüzde 90'ı dış insani yardımla yaşıyor.
Ülkede gelişecek hiç bir sektör bulunmuyor. Herkes kaçıyor, ülkemizde 60 bin kaçak
Ermeniye göz yumuluyor. Sınırlar kapalı ama, dükkanlarda Gürcistan veya İran yoluyla
getiriken Türk malları dolu. Daha önce nüfusu 150 bin olan Karabağ'da bile 70 bin kişi
91
yaşıyor. Ermenistan'ın 3,5 milyon olan nüfusundan bir milyonu Rusya'ya kaçtı. Bu kaçaklar,
sadece Ermenistan'daki Rus üslerinde askerlik yapmak için geliyor. 50 bin kişilik Rus ordusu
aslında Ermenilerden oluşuyor.
Karabağ'ın bağımsızlığını Ermenistan ve Rusya'nın tanımadığını, bu nedenle BM'den
sürdürülen işgal nedeniyle çıkan 4 kınama kararını takmadıklarını hatırlatalım. 1998'den beri
Erivan yönetimine aşırı ırkçı Taşnak Sutyun partisinin Karabağ kolunun hakim olduğunu
unutmayalım. Sözde soykırımın tanınmasında ısrar eden ve devlet politikası haline getiren bu
küçük kesim Ermenistan'ın derin devleti. Seçimler sahte yapılıyor, Rus askeri gücüne
dayanılıyor, ama yardımlar Fransa ve ABD'deki zengin Ermeni diasporasından geliyor.
1992'den beri Gürcistan ve Azerbaycan ordularını NATO üyelikleri öncesi eğiten, lojistik
destek sağlayan Türk ordusunun bu ülkelerdeki varlığı çoktandır sır değil. Bakü'de 10 sene
önce Harp Akademisi kuruldu, Sumgayt, Nasosi ve Şamahı'da yıllardır Azeri ordusuna
komando eğitimi verildi. Her yıl onlarca genci ülkemizdeki subay ve astsubay okullarına alan
Türkiye'nin Tiflis'de 5 milyon dolara inşa edip Gürcü ordusuna hediye ettiği lüks orduevini
hiç saymıyorum. Yıllardır Gürcü ordusunu eğitip, bir kaç askeri üs kurarken, NATO'nun
verdiği görevi yapıyordu Ankara.
Eski Gürcü devlet başkanı Eduard Şvardnadze'ye 3 suikast, 2 darbe girişimi gerçekleştiren
Moskova, Gürcistan'ın enerji güzergahı haline gelmemesi için her türlü kaos planını uyguladı.
Bu suikastlardan Şverdnadze, cinleri kullandığı sanılan Lila Gagaşvili adlı bir kahinin
önceden bildirmesi ile kurtuldu. Sık sık kaşınan Acaristan sorunu Ankara'nın devreye girmesi
ile çözüldü. Ahalkalaki'de Ermeni sorunu halen uykuda. Rus ayısı, agresif davrandığı için bir
defa daha Gürcistan'da kaybeden olmaya mahkum.
Ruslar, Osetya'ya saldır emrinin Tiflis'e NATO veya Washington'dan geldiğini düşünüyor.
Yoksa Gürcü Cumhurbaşkanı Saakasvili, 30 bin kişilik ordusuyla kaybedeceğini bile bir
devin karşısına çıkacak, 16 yıldır dondurulan bir sorununu kaşıyacak kadar başıboş değil.
Abhazya ve Osetya'nın ilan ettikleri De Facto bağımsızlıklarını kimse tanımasada arkalarında
Rusların olduğu açıktı. Oldukca milliyetçi olan Gürcüler, toprak bütünlüklerinden taviz
vermiyor, iki özerk bölgeyi kaybettiklerine inanmak istemiyorlardı.
NATO ise, Tiflis'e bu iki sorunlu bölgeyi bünyesinden kesip atmadan veya soruna kalıcı
çözüm bulmadan birliğe üye olamayacağını defalarca el altından bildirdi. Kesip atma
formülünü uygulayacak Gürcü siyasetçiyi yaşatmazlar, Ruslar izin vermeden çözümde olmaz.
Bu pis işi Ruslara yaptırmak gerekiyordu. Rus işgali Gürcülerde Rus düşmanlığını pekiştirdi,
hiç bir Gürcü politikacıların üstlenemeyeceği cerrahi ameliyatı Ruslar yaptı. Artık
Gürcistan'ın NATO üyesi olması için önünde engel kalmadı. Rus askeri tamamen çekildiğinde
bu süreç başlayacaktır, enerji güzergahını NATO koruyacaktır.
NATO'ya üyelik çalışmalarına ilk başlayan merhum Azeri lider Haydar Aliyev, Rusların
düzenlediği 5 suikast ve 3 darbe girişiminden kılpayı kurtulmuştu. Başarılı diplomasi izleyen
Aliyev, Karabağ'a en yüksek statü vermeyi önersede Ruslar Karabağ kartını bırakmaya
yanaşmadı. NATO'nun Karabağ sorunu dururken Azerbaycan'ı içine alması, Ermenistan
dolayısıyla Rusya ile karşı karşıya gelmesi anlamına geliyor.
Azerileri küstürmeden, bilakis Karabağ sorununda ilerleme sağlayarak Ermenistan'ın
Türkiye'nin kucağına paket teslimini NATO öngörüyor. Yeni petrol güzergahı aşkına Karabağ
sorununu Ankara'ya çözdürme girişimine Erivan ve Bakü'nün vereceği tepkiden çok
Moskova'nın tutunacağı tavır daha önemli. İki ülkede denizin bittiğinin farkında. Azeriler, 7
kentini geri alsın, imar etsin, Karabağ'a Tataristan ayarında statü verilsin, Zengezur
bölgesinden barış petrol hattı geçirilsin ve 16 yıldır çalışmayan demiryolu tamir edilsin,
karasal bağlantı açılsın derim. Bu kazan kazan formülüdür.
92
Stephan Kinzer'in yazamadıkları
27 Şubat 2006, sonsaniye.net
Asıl suçlu, Ermeni toplumunu kışkırtan ve aldatan emperyalist devletler idi. Şimdi ki savaşlar
cephede değil cephe gerisinden yürütülüyor. Günümüzdeki genç Ermeni nesli kin içinde kan
davası gütmek için yetiştirmek isteyenler, Ermenileri tekrar maşa olarak kullanmak isteyen
aynı emperyalist güçlerdir. New York Times'ın İstanbul muhabiri Stephan Kinzer, giderayak
Erzincan'dan tanıklarla yaptığı söyleşi sonrası yazdığı makalade Ermenileri haklı çıkardı.
Radikal yazıları ile tanınan Kinzer, nedense Türklerin katliamına tanıklık yapmış insanlarla
konuşmadı.Türklerin katledildiğini görmezlikten gelerek hakikatlere gözlerini yumdu. Bir
haberci tarafları dinlemeden haberin sacayaklarını oturtmuş olamaz. Tek taraflı haber,
yanlıdır. Kinzer'in yazamadıklarını bilmek her Türk gencinin bir görevidir.
ARKADAN HANÇERLEYEN "MİLLET–İ SADIKA"
Aslında herşey 1870'lerde Taşnak ve Hıncak Ermeni Komitelerinin kurulmasıyla başladı.
1876–77 Osmanlı–Rus savaşında yenilmemizle birlikte Ermeni kabusu ortaya çıktı. Galip
devlet Rusya ile anlaşma yapmamızda Ermeniler arabulucu idi. Ayastefanos ve Berlin
anlaşmalarına göre Ermeniler artık Osmanlı'yı parçalamak isteyenlerin Truva Atları idi.
Bağımsız Ermenistan hayali o dönemde Rus,İngiliz,Fransız herkese ütopya geliyordu. "Milleti
Sadıka" sanılan Ermenilerin ihanet edeceğine Osmanlı aydınları bir türlü inanmak istemedi.
1914 yılına kadar yaşanan sürtüşmeler geçiştirildi.1905'de 2. Abdulhamit'e suikast
düzenlemeleri bile uyanmamızı sağlamadı. Ancak Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Ermeniler
silahları ile birlikte Osmanlı ordusundan firar ettiler.1914–1916 yıllarında genel bir isyan
başlatan Ermeniler, Rus komutanların emrinde Müslümanların cellatları oldular.
Asker kaçaklarının yakalanması ve celp için köylere giden Jandarmalara ateş açarak karşılık
veren Ermeniler artık zivanadan çıkmıştı. Düşman saflarına geçtikleri yetmiyormuş gibi
askerlik görevini yapmak isteyen askerlere yollarda saldırdılar. Ermeni piskoposu ve
Taşnaklar, Ermeni katilleri cinayet işlemeleri ve haydutluk yapmaları için teşvik ediyordu.
Seferberlik ilanı üzerine, Van bölgesinin idaresini meşhur komitecilerden Van milletvekili
Vremyan'a, Bitlis ve Muş çevresini de yine Van milletvekili Vahan Papazyan'a verdiler.Muş
vadisinde Çanklı Manastır, Kızıl Manastır ve Kepenek cephaneliğe dönmüştü. Bitlis ve
çevresinde isyanlar organize edildi. Van'da isyan başlatan Ermeni Komiteciler Erciş ve
Adilcevaz'a dadandılar. Rus ve İran'dan giren 400 Ermeni haydut açıkça 'Ermenistan kuruldu'
pankartı taşıyordu. Bu bölgelere Mısır ve ABD'den bombalar getirildi. köylere varıncaya
kadar çeteler örgütlendi. Müslüman halk hiç bir zaman Ermeniler kadar silaha sahip olamadı.
İlk saldırıyı hep Ermeniler yaptı.Kan davasını onlar başlattı.
Bitlis,Muş,Van,Hakkari,Siirt,Erzurum,Erzincan ve Trabzon illerinde masum Türkler'e ve
Kürtler'e karşı yapılan Ermeni ve Rus mezalimi belgelerle ve dökümanlarla ispatlanmıştır.
Sivil halka yönelik katliamlar o denli dehşetli idi ki, toplu mezarların hepsi henüz
bulunamadı.Ermenilerin bu isyanlardan amacı,askeri muhabere,ulaşım ve haraketlere
ihlal,askeri kuvvet ve birlikleri meşgul etmekti. Ermeni komitecilerin en samimi dostları, akıl
hocaları İngiliz,Rus ve Fransız konsolosları idi. Ermeniler artık devleti değil komiteyi
tanıyordu.
KATLİAM DEĞİL : KAN DAVASI
Osmanlı hükümetinin bu durum karşısında 1915'te aldığı Tehcir kararı yerindeydi. Hangi ülke
olsa 14 ayrı cephede savaşan ordusunun ve cephe gerisindeki milletinin selameti için bu yola
93
tevessül ederdi. Aslında biraz geç kalınmıştı. Tehcir işlemi başlanana kadar Ermeniler bir
milyondan fazla müslümanı öldürmüştü. Bu artık bir kan davası haline gelmişti. Tehcir
sırasında güvenlik güçlerinin tüm dikkatine rağmen kan davasının kısasının alınmasına engel
olmak güçtü. Ayrıca tifo salgını da tehcir sırasında ölümlere yol açtı. Ancak bu rakam
kesinlikte Ermenilerin iddia ettiği gibi 1,5 milyon olmadı. Bu tarihte bu rakam dünyadaki
toplam Ermeni sayısına yakındı. Ölen Ermeni sayısı 300 bin iken öldürülen Türk ve Kürtlerin
sayısı bu rakamın en az dört katı idi.
Savaşı müteakip İtilaf devleti İstanbul'u işgal ettiklerinde Ermeni katliamı iddiasını ispat
edemediler. Amerikan arşivleri ve belgeleri Ermenilerin iddialarının tersini söylüyordu; bu
nedenle soy kırım,katliam komedisi daha 1920'de bitmişti. İşgalci güaçleri tatmin etmek için
"Günah Keçisi " ilan edilerek idam edilen Boğazlıyan Kaymakamı'nın dramını her
anımsadığımda boğazımda birşeyler düğümlenir. Ermenilerin öldürdükleri Talat ve Cemal
paşalar ile Ermeni terör örgütü ASALA tarafından şehit edilen 34 diplomatımız, yüzyılın
yalanının kurbanlarıdır.
AZERİ TÜRKLERİ'DE KATLEDİLDİ
Azeri kardeşlerimizin başına Ermeni komiteciler tarafından getirilenler ise tam bir facia
olmakla kalmadı, son yüzyılda Azerbaycan topraklarını gaspeden Ermenistan büyüdükçe
büyüdü. 1905-1907 yıllarında Erivan valiliğine bağlı 100 bin Azeri Türkü'nün yaşadığı 199
köy yakıldı, yıkıldı, 1919'da ise aynı havalide iki ay içinde 99 Azeri köyü yaşayanlarıyla
beraber yok edildi. Bakü'de en korkunç katliam ise 18 mart 1918'de, Rus ordusunu
Azerbaycan'ı antikomünistlerden kurtarmak için çağıran Stephan Şamuyan başkanlığındaki
24'ü ermeni 26 Bakü komiseri tarafından gerçekleştirildi. Üç gün içinde sadece Bakü'de 10
bin Azeri Türkü katledildi. Guba ve Şamahı kentlerinde toplu kıyımlar yapıldı. Guba'da iki
gün içinde 2800 kişi öldürüldü, 105 ev yakıldı, 122 köy dağıtıldı. Şamahı'da da 40 köy
yakıldı, yıkıldı. Şamuyan 13 Nisan 1918'de Lenin'e yazdığı mektupda, ' Düşman yok edildi. ''
diyordu. Büyük Britanya'nın Bakü büyükelçisi, Londra'ya gönderdiği telgrafında dehşeti şöyle
özetlemişti : '' Bakü'de ölülerden başka müslüman kalmadı. ''
NURİ PAŞA KURTARDI
Soykırım'ın boyutları, yedi düvelle savaşan Osmanlı ordusunun zorlu günlerde dahi
kardeşlerine yardım elini uzatmasıyla büyümeden durduruldu. Doğu Cephesi komutanı Kazım
Karabekir, Enver paşa'nın kardeşi, Nuri Paşa komutasında 15 bin Mehmetçiği Nahçıvan
üzerinden Bakü'ye gönderdi. Bakü'yü ele geçiren Ermenilere karşı Gence'de Mehmet Emin
Resulzade'nin baniliğini yaptığı başbakanlığını ise Fethali han Foyiski'nin üstlendiği Müsavat
hükümeti kurulmuştu. Ağustos 1918'de Ermeni–Rus ordusunu mağlup eden Enver paşa,
eylülde Bakü'ye girerek Müsavat hükümetini buraya taşıdı. 1800 mehmetçiğin şehit olduğu bu
savaşın kahramanları halen Bakü'de şehitler mezarlığında anılarına yükseltilecek anıta
müştak. 30 eylül 1918'de imzalanan Mondros mütarekesi, Enver paşa'nın Bakü'yü Enzeli'de
oturan İngiliz general Thomson'a devretmesini öngörsede, Ermeni teröristleri kısmen
temizlenmişti. Thomson, Müsavat hükümetini tanımakla kalmadı, mart katliamının başmimarı
Şamuyan kaçmasına karşın, 25 Bakü komiserini Türkmenistan'ın Agcakum çölünde kurşuna
dizdirerek, ülkede Ermeni komitecilerin yükselttiği tansiyonu düşürdü. Ancak komiteciler
Bakü dışında rahat durmadılar.1918-1919 yıllarında Nahçıvan'la Azerbaycan arasındaki
Zengezur bölgesinde 115 köy dağıtıldı, 7730 sivil ahali vahşice öldürüldü. 28 nisan 1920'de
Azerbaycan'ı resmen işgal eden 11. Rus kolordusu komutanı Kirov'un ilk işlerinden biri
1920'de Zengezur bölgesini Ermenistan'a birleştirmek için siyasi karar almak oldu. 1923'de
ise Karabağ'a zoraki bir özerklik statüsü verildi.
94
SICAKLIĞINI KORUYAN KATLİAMLAR
1948–1953 ve 1988'de Ermenilerin soykırım sendromu değişik tarzda nüksetti. Sovyet
bürokrasinin damarlarına sızan Ermeni hastalar, sistemin kuralcılığına rağmen, 250 bin Azeri
Türkü'nü bu defa öldürmeden tarih boyu yurt edindikleri topraklardan kovdu. Sevan ( Asıl adı
Göyçe) gölünün çevresi, yemyeşil Göyçe mahalı,eski Türk diyarı bu gün mezar kadar sessiz.
Ermenistan'ın tek milletli monopolis'e çevrilmesi doğrultusunda son 8 yıldır yürüttüğü
sistemli katliamlar, Karabağ kazanınıda kaynattı. Karabağ'da yaşayan 41 bin Azeri göç etmek
zorunda kaldı. Karabağ savaşında 35 bin kişi öldü, 50 bin kişi sakat kaldı.
26 Şubat 1992'de Rus 7. ordusuna bağlı 366. tugayla beraber 7 bin Azeri'nin yaşadığı Hocalı
kentini basan soykırım sendromuna yakalanmış Ermeni hastalar, şehri yakmakla kalmadı, 485
kişiyi de katletti. Karabağ'ın Şuşa ve Laçin kentleri dışında işgal edilen 6 Azeri kentlerini
boşaltan bir milyonu aşkın Azeri göçmen, Taşnak komitecilerin ve 50 bin Rus askerinin
konuşlandığı Ermenistan'da hayatın normale dönmesini bekliyor. Rus askeri istihbaratı ve
Taşnaklar ülkeyi manipule ettiği için hayat bir türlü normale dönmüyor.
ERİVAN'IN DEVLET POLİTİKASI
Günümüzde de Ermeni soykırımı yalanını gündeme getiren ama hiç bir zaman Türk
katliamlarını görmek istemeyenlerin ulaşmak istedikleri nihai hedef Ermeni diasporasını
Anadolu'ya getirmektir. Bazı Ermeni örgütlerinin izlediği bu politikayı, Ermenistan devlet
politikası haline getirdi. Sovyetler'in dağılmasından sonra sözde bağımsızlığını ilan eden
gerçekte Rus idaresinden kurtulamayan Ermenistan, 1998'den itibaren Taşnakların kontrolüne
girdi. Oysa 1994'de bu parti ırkçı ve zararlı görülürek Ermenistan Eski cumhurbaşkanı Levon
Ter Petrosyan tarafından kapatılmıştı. Terör Ermenistan'ı teslim aldı. Cumhurbaşkanlığına
Taşnak komitecilerin ellerinde gelen Karabağlı Robert Koçaryan, soykırım için Türkiye'nin
kendilerinden özür dilemesini isteyecek kadar küstahlaştı. Hatta UNESCO'ya mektup
göndererek Osmanlı'nın kuruluşunun 700. yıldönümünün uluslararası düzeyde kutlanmasına
engel olmaya çalışıyordu. Galiba başardı da.. Deprem nedeniyle geçtiğimiz yıl kutlanmasını
ertelediğimiz bu yıl ise 'artık geç oldu' bahanesiyle kutlamaktan vazgeçtiğimiz 700. yıl şöleni
törenleri ,etkinlikleri esrarengiz biçimde başlamadan bitti.Osmanlı mirası üzerine kurulmuş 35
devletden temsilcilerin çağrıldığı etkinliğe güya fazla ilgi olmaması nedeniyle tören iptal
edildi. Osmanlı'ya geçmişine küsmüş bir milletin temsilcileri, dünya kamuoyu önünde
oynanan sözde Ermeni soykırım komedisine ne kadar engel olabilir ki?
İSRAİL'İN DÖNEKLİĞİ
Yıllardır Amerika'daki güçlü lobileri ve dünya sermayesindeki payları nedeniyle yakın ilişki
içinde olduğumuz İsrail, ağız değiştirdi. 24 Nisan'ı her yıl soy kırım günü diye anan
Ermenilerin imdatına bu yıl Yahudiler yetişti. İsrail Milli Eğitim Bakanı Yossi Sarid ve
Adalet Bakanı Yossi Beilin'in arka arkaya yaptığı şok açıklamalar Ankara'yı derinden sarstı.
Yahudi bakanlar, " Türkler Ermeni soy kırımını tanısın,bu olayı ders kitaplarına alalım. "
diyordu. Bu olayı münferit,şahsi görüş diye geçiştirmeye çalışan Tel Aviv'den Ankara'nın
talep ettiği resmi özür gelmedi. Oysa İsrail'de Ermeni diasporası bulunmuyor. O halde ne
oluyor ? Ermeniler yıllardır Amerikan Kongresinde, Fransız Senatosunda Rus
Dumasında,İtalyan,Belçika,İsveç ve Danimarka parlamentolarında Ermeni soy kırım yasası
çıkartmak için tüm güçlerini kullanıyor. Bunlardan bazılarında belli ölçüde başarılıda oldular.
Başarılı olunmadığı sanılan ülkelerin yönetimleri, bu kozu Türkiye'ye karşı kullanıyor. 2000
yılında Ermenilerin özellikle ABD'de taktik değiştirdikleri gözlemleniyor. Virginia'da
amaçlarına ulaşan Ermeniler, ABD'nin diğer eyaletlerinde artık Yahudilerle işbirliği yapmaya
başladılar. New York'un dört büyük parçasından biri olan New Jersey parlamentosunda
Yahudiler ve Ermeniler ortak bir soykırım tasarısını gündeme getirdiler. Bu tasarıda
dünyadaki tüm soy kırımların tanınması öngörülüyor. Tutsilerden,Bosnalılara,Çeçenlerden
95
Yahudi,Asuri ve Kürtlere kadar pek çok milletin adı tasarıda geçiyor. Bu tasarı ile Ermeniler,
şimdiye kadar karşılarına çıkan Yahudileri de cenaplarına çektiler. Bu nedenle Yahudi
bakanların bu yılki sürpriz çıkışları aslında Ankara için sürpriz olmamalıydı. Genital Line
şirketine bugüne kadar Türkiye lehine lobi çalışması yapması için yılda 3 milyon dolar
ödeyen Ankara, ne zaman ABD'de yaşayan Türkleri hatırlayacak merak ediyorum.
Yahudilerde döneklik yaptığına göre Türk'ün hakkını hukukunu Türk'ten başka kimsenin
layıkıyla savunmayacağını umarım geç olmadan anlarız.
Azeri Türkü'nün yaşadığı katliamlar halen sıcaklığını koruyor. Öldürülen sanki sinek,böcek..
Türkiye Türklerinin yaşadığı katliamın tanıklarını da bulmak mümkün.
Şahitler,tanıklar,mağdurlar hâlâ yaşıyor.Tabi Ermeni değil ki,85 yıl sonra bile yalanları ile
birlikte tarih yapılsın. Türklerin katliamını kim hatırlıyor? Türkiye uzmanı olarak ülkesine
döndüğünü sanan Amerikalı gazeteci Stephan Kinzer, Ermenilerin nasıl katliam yaptığını
merak etmiyebilir. Ya Türkler.Biz unutmamak zorundayız...
96
İlk Şehit Muhacir Türklerin Anıtı
31 Mart 1998
30 Mart 1998 sabahı, sabahın dokuzunda çalan telefonun ucunu kulağına götürdüğünde Enes
Öznük az kalsın dilini yutacaktı. Tarih 30 Mart 1998. Yer Azerbaycan Neşriyatı 2. katı
Azerbaycan Zaman gazetesi. Gazetenin üç yıldır Yazı İşleri Müdürlüğünü ve Yayın
Yönetmenliğini yapan Enes bey, ahizenin öte ucundaki hemşerisinin sesini hemen tanımıştı.
Kendisi gibi Erzurumlu Fethullah Gülen Hocaefendi idi arayan.
Ne olmuştu acaba? Çok önemli bir olay olmasa Gülen asla direk aramazdı. Çok acil bir
vukuat olmalıydı. Kendisini toparlayarak ‘ buyurun hocam’ dedi Enes bey. Ahizenin ucundaki
endişeli ses tok bir edayla net konuştu:
“Yarın oraya resmi ziyaret için Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı
geliyor. Dün MGK toplantısında çok önemli tek bir gündem maddesi olduğunu öğrendik.
Ancak ne konuşulduğunu öğrenemedik. Çok gizli tutuluyor, kimseye bilgi verilmiyor.
Karadayı’yı hava limanında karşılayın. Bakü Türk Lisesinin çocukları elerinde çiçekle
karşılasınlar. Karadayı’nın Türk okulları ile ilgili görüşünü merak ediyoruz. Eğer çiçeği alır
ve çocukları severse bu olumlu bir işaret olacaktır.”
Enes bey, “Emriniz olur hocam” diye heyecanla, sesi kekeledi. Adeta esas duruşa geçmiş,
rengi benzi sararmıştı. Durumu anlamıştı. Kısa konuşma sonlandığında bir süre konuşamadı.
Nutku tutulmuştu. Kalbi güm güm atıyordu.
‘Azer’ diye yüksek sesle bağırarak telefonlara bakan santral görevlisini odasına çağırdı.
Hemen bekletmeden talimatını verdi: “Hemen Faruk Arslan, İmran Bedirhanlı, Ali Macidov,
Ürfan Memmedov, Samed Melikov ve Ilgar Vugarlı’yı haber toplantısına çağır, derhal odama
gelsinler.”
Durum aciliyet arz ediyordu. Hemen harekete geçmek elzemdi. Biraz önce kimin aradığını
toplantı ekibiyle gizlemeden paylaştı. Şok olma sırası haber merkezi ekibine gelmişti. İlk defa
Gülen Hocaefendi böyle bir istekde, hemde aracı koymadan bulunuyordu. O halde durum çok
nazik olmalıydı.
Enes Öznük, “Ne yapmalıyız arkadaşlar?” diye teker teker sordu. Herkes görüşünü söyledi.
En parlak görüş, Samed Melikov’dan çıktı. 20 yıllık gazeteci olan Samed, “elimizde bomba
gibi bir haber var, onu patlatmanın tam zamanı”, dedi usulca ve ekledi:
“Bu haberi manşet yapıp Karadayının eline sıkıştırmalıyız ve Aliyev’e olayı duyurmalıyız.
Aliyev’in eminim bu rezillikten haberi yoktur.”
Haber müdürü İmran, hangi haber olduğunu hemen anlamıştı. Çekincesini söylemeden
edemedi: “Bu haberi yayınlarsak Azerbaycan Zaman tarihe altın harflerle adını yazdırır.
Ancak ya Haydar Aliyev haberi çok beğenir, destekler bizi. Veyahut da çok kızar, gazeteyi
kapatır. Çünkü haberde Bakü valisi Rafael Allahverdiyev’in İngiliz şehitleri anıtı yapılması
için aldığı rüşveti yazacağız. Yazmalıyız, zira aynı adam Türk anıtına yıllardır karşı çıkıyor.
Anlaşılan beklediği rüşveti Türk büyükelçiliği vermiyor.”
Cihan Haber Ajansı Azerbaycan temsilcisi Faruk Arslan, eklemede bulundu: “İmran beye
katılıyorum. Ayrıca ilk Türk şehitlerinin anıt mezarının yapılmasına karşı çıkan Kafkas İslam
Dairesi başkanı Allahşükür Paşazadeyi de rezil etmeliyiz. Güya Türkler Sünni, Azeriler
Şiaymışda, Şehitler Hıyabanında Türk şehitlerine mezar ayrımcılık çıkarırmışda. Bilmem ne!
Şeyhin görüşünü teybe kaydettik. Adam zaten açıkca düşmanlık yapıyor, gizlemiyor. Aliyev,
bu haberden sonra kesinlikle şeyhi yanına çağırıp sağlam bir fırça çeker. Türk anıt mezarının
önünde duran tüm engelleri tek tek yazmalıyız ki, Haydar Aliyev ve Karadayı net bir resim
üzerinde konuşsunlar. Bu iş çok uzadı. 1992’den beri dört Türk büyükelçisi, dört askeri ataşe
97
değişti, halen yerlerinde sayıyorlar. Fırsat bu fırsattır.”
Ürfan Memmedov ve Ilgar Vugarlı canı gönülden destekledi: “Zaman gazetesinden başka bir
gazete bunu yazarsa Aliyev ciddiye almaz” dedi gazetenin emektarı, “Kolhoz” lakaplı, beyaz
saçlı ‘Aksakal’ı, Urfan Muallim.
Ali Macidov patladı: “1920’de Mehmet Emin Resulzade başkanlığındaki bağımsız
Azerbaycan’ın ilk meclisi Türk askerine anıt mezar yapılması için bir proje hazırlamıştı. Bu
projenin kopyası elimize geçti. Bu anıt mezarı kapak yapalım basalım. Rus ordusu Kirov
başkanlığında işgal etmeseydi bu anıt mezar 1920’de yapılacaktı. Bizi Ermeni katliamından
kurtaran Türklere borcumuzu ödemeliyiz. Zaman gazetesi buna vesile olursa tarih yazar.”
Karar verilmişti. Manşet ve kapak fotoğrafı belliydi. Sıra bu haberin basılacağı gazetenin
Karadayı’ya nasıl ulaştırılacağına gelmişti.
Gazetenin fotoğrafçısı Rauf’u çağırdı, Enes Öznük. Faruk Arslan’a işaret etti: “Sen çıkma.”
Enes Öznük sakin ve kararlı konuştu: “Faruk, senin deli cesaretine ihtiyacımız var. Bu
gazeteyi tüm bürokratik ve diplomatik engelleri hava limanında aşarak ancak sen
ulaştırabilirsin. Rauf, senden haber bekleyecek ve olayı bol bol fotoğraflıyacak.”
Durum anlaşılmıştı. Rauf ve Faruk gülümsedi. Bu tür şov her zaman ele geçmezdi.
Enes, onlar çıktıktan sonra Samanyolu Tv’nin Bakü temsilcisi Tahir Karanfil’i telefonla aradı
ve durumu izah etti. STV kameramanı Murat Erkan’da artık şova hazırdı.
Enes beyin telefonu tekrar çaldı. Bu defa arayan Çağ Öğretim İşletmeleri Azerbaycan
temsilcisi Adem Öcal idi. Bakü Türk Lisesi öğrencilerinin ellerinde pankart ve çiçek ile hava
limanının içine girmeye çalışacaklarını söyledi. Ancak eğer içeri almazlarsa dışarıda
bekleyeceklerdi. Bu bekleyişin Karadayı’ya haber verilmesi elzemdi. Aksi halde arabalara
binen protokol hızla yanlarından geçerdi. Enes Öznük tekrar Faruk Arslan’ çağırdı ve durumu
anlattı. Karadayı ile Bakü Türk Lisesi öğrencileri mutlaka buluşturulmalıydı…
Azerbaycan Zaman temsilcisi Ersin Demirci, Bakü hava limanında Karadayı’yı beklerken
ayaküstü Türkiye’nin Bakü Askeri Ataşesi Saldıray Berk ile sohbet ediyordu. Berk, biraz
sonra yapılacak şovdan habersizdi. Gazetenin manşetini görmüş, takdirlerini dile getiriyordu.
Şunları söyledi: “Eğer bana gelseydiniz size arşivlerimizdeki başka belgeleride sunardım.
1992’den beri uğraşıyoruz ama görünmeyen engelleri aşamıyoruz. Zaman, tarihi bir manşet
atmış, helal olsun.”
Protokol sıralanmış, Karadayı’nın uçağının inişini bekliyordu. Türkiye’nin Bakü Büyükelçisi
Kadri Ecvet Tezcan, protokolun sonunda duran Faruk Arslan’ı hemen fark etti ve protokoldan
uzaklaştırdı. Ceketinin cebine gazeteyi koyan Faruk ısrarcıydı. Tekrar protokole geçti. Tekrar
kovuldu. Altıncı kovulmadan sonra büyükelçi patlamıştı:
“Faruk, sen gazetecisin, diplomatik kurallara göre protokole geçemezsin. Herhalde kuralları
bilmiyorsun.”
Sessizce başını salladı ama içinden kurnazca gülümsedi Faruk. Uçak inmiş, Karadayı
protokolde bulunanların tek tek ellerini sıkıyordu. Büyükelçi Tezcan ise tek tek tanıtıyordu.
Sıra protokolun sonuna gelmişti ki, büyükelçi Tezcan’ın dili tutuldu, yüzü kızardı,
sinirlenmemeye çalıştı.
Faruk Arslan kendini tanıtıp, cebindeki gazeteyi çıkartıp sunuma başlamıştı bile. Bu arada
elini sıktığı Karadayı’yı bırakmıyordu. O bırakmayınca Karadayı’da bir yere gidemiyordu.
Dinlemek zorundaydı. Azeri ve Türk gazeteciler, kameramanlar, fotoğrafçılar etrafını
çevirmiş deklanşörlere basıyorlardı. Zaman fotoğrafçısı Rauf ve STV’den Murat Erkan ve
Tahir Karanfil çoktan en stratejik yeri kapmıştı. Azerbaycan Savunma bakanı Sefer Abiyev ne
olduğunu anlamaya çalışıyordu. Korumalar donmuş kalmışlardı, müdahale edemiyorlardı.
Karadayı, beş dakika Faruk’u dinledi. Gözlerinin içi gülüyordu. Tok bir sesle bu girişimi
desteklediğini şöyle açıkladı: “Haydar Aliyev cenapları ile bu konuyu görüşeceğim, merak
etmeyin!”
98
Faruk Arslan’ın 31 Mart 1998’de Bakü’ye gelen Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı
Karadayı’nın elini bırakmaya niyeti yoktu. Türk Mehmetçiğine anıt mezar projesinin
başladığı andu bu. Hem de Türk okullarının yaşatıldığının anlaşıldığı dakika..
Faruk Arslan, “Bir konu daha var, paşam!” dedi. Ne olduğunu da hemen söyledi: “Sizi
karşılamaya gelen Bakü Türk Lisesinin öğrencilerini hava limanı içine almadılar. Çıkışta sizi
bekliyorlar. Onları sevindirirseniz seviniriz.”
Karadayı, kafasını salladı, hiç bir şey söylemedi.
Çıkışta öğrencileri gören Karadayı, şoföre dur işareti yaptı. Artık protokol diye bir şey
kalmamıştı zaten. Güvenlik sorunu umurunda bile değildi. Kendisine çiçek veren küçük elleri
teker teker sıktı, gözlerinden öptü ve sordu: “Nasılsınız çocuklar!”
Mesaj alınmıştı. 30 Mart 1998 MGK’sında Karadayı Türk okullarını infaz etmemişti…
Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir’in ‘ Türk okullarına el koyalım, devleştirelim’ önerisi
havada kalmıştı. Çünkü Dışişleri Bakanlığı raportörü Müsteşar Yardımcısı Osman Faruk
loğoğlu, Türk okulları ile olumlu rapor sunmuş ve bu okulların Türkiye’nin imajını düzelten
en iyi girişim olarak nitelendirmişti. Loğoğlu, Büyükelçilik yaptığı 1995 ile 1998 arası Türk
okullarını yerinde incelemiş ve Azerbaycan muhacirleri ile yakından tanışmıştı ve
önyargılarını kaldırmıştı. İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ında raporu farklı değildi. Çevik
Bir’in MGK zirvesinin ardından Faruk Loğoğlu’nun evine yaptığı gece baskınıda işe
yaramamıştı. Bu gelişmeler, henüz bilinmiyordu.
Karadayı’ya Zaman’ın yaptığı karşılama haberi aynı akşam Azerbaycan Tv ve Samanyolu
Tv’nin ilk haberi idi. Azerbaycan Zaman’ın manşeti, tüm Azeri gazetelerinde önplana çıktı.
Türkiye Zaman haberi arka sayfadan yarım sayfa gördü. Azerbaycan Zaman’ın ertesi günkü
manşeti ile belliydi: “Karadayı’dan projemize destek.”
Gerçektende Karadayı, Aliyev ile görüşmesinde Zaman’ın manşetindeki ‘Türk Askeri Anıt
Mezarı’ projesine gündeme getirdi. Aliyev, olayın gündeme geleceğini zaten öğrenmiş,
gerekli hazırlığı yapmıştı. Kafkas İslam Dair esi Başkanı Allahşükür Paşazade ve Bakü valise
99
Rafael Allahverdiyev gerekli fırçaları yemişlerdi. Aliyev, anıt meza için gerekli talimatı
hemen verdi. Bakü büyüielçiliği anlaşmaları hazırladı ve Dışişleri bakanı İsmail Cem’e sundu.
Zaman’ın bu başarısı, belkide Saldıray Berk’in ve büyükelçi Ecvet Tezcan’ın hanesine başarı
olarak yazıldı. 2000 yılının yazında tamamlanan anıt mezar rahmetli İsmail Cem tarafından
törenle açıldı.
Türkiye’den gelenlerin Bakü'ye geldikten sonra ilk ziyaret ettikleri Türk ve Azeri
şehitlerin yanyana yattığı yerin adıydı artık "Şehitler Hıyabanı". Çünkü burada ilk
şehit muhacir Türklerin anıtı da bulunuyordu. Her şey Karadayı’nın gazetemizdeki
projeyi uygulamasıyla başladı.
Bakü ve Hazar Denizine nazır bir tepede Azerbaycan'ın bağımsızlığı sürecinde 1991'de
Ruslara karşı, Karabağ meselesinde Ermenilere karşı savaşan Azerbaycan Türklerinin
mezarları ve 1918 yılında Nuri Paşa komutasında Bakü'ye girerek Ermeni ve Ruslardan şehri
kurtaran Türk birliklerinden şehit olanların anıtları koyun koyunuaydı. Bu başarı, aslında ilk
gazeteci muhacirlerin gazetecilik başarısıydı. Azerbaycan Zaman’ın kolektif destanıydı.
Devlet politikaları her ne olursa olsun sürecek ebedi Türkiye-Azerbaycan dostluğunun ne
olduğu Bakü'deki şehitlikte anlaşılıyordu. Azerbaycan ve Türkiye'nin bayrakları arasında
mütevazi bir anıtla, Anadolu gençlerinin isimleri bakır plakalara kazındı, hatırlandı. Şehitlikte
bir de Türk camisi Diyanet işleri tarafından yaptırıldı. Genelde Azerbaycan'da yaşayan
Türkler Cuma ve bayram namazlarını burada kılıyorlardı. Kardeşliğin kanla yoğrulan
temeliydi ilk şehit muhacirlerimiz… Ekim - Kasım - Aralık 2004’deki yazısında 1918’in şehit
ilk muhacirleri ile ilgili duygularını ifade eden Erdal Karaman, onların öyküsünü gelecek
nesillere şöyle aktarıyor:
Osmanlı Devleti, l.Dünya savaşında dört yıl boyunca, yedi cephede dönemin en güçlü
devletleriyle savaşmak zorunda kaldı. Ülkenin her bölgesinde bir cephe açılmışken, o tarihte,
Azerbaycan’ın durumu farklı değildi. Azerbaycan’ın; ilmî, iktisadî ve askeri bakımından
ilerlemesi kasten engellendi. 1918 yılında Azerbaycan işgal edildi. Azerbaycan’ın birçok şehri
100
ele geçirildi. Düşman işgalciler Ermeni Şaumyan’ın idare ettiği hareket, tümüyle halka
yönelmişti. Bakü’de, Türklere karşı 18 Mart-1 Nisan 1918 tarihleri arasında korkunç
boyutlara ulaşan katliam gerçekleştirdiler. Bu katliamda 12.000 Azerbaycan Türkü şehit
edildi. Baskı ve vahşetlerinden kurtulmak için Bakü’deki halkın yarısı şehri terk etmek
zorunda kaldı. İstanbul’a, Azerbaycan’ın çok zor durumda olduğuna dair haberler gelmeye
başladı. Azerbaycan’ın durumu, çabuk hareket ettirmeyi gerektiriyordu. Enver Paşa, üvey
kardeşi Nuri Paşa’yı Kafkas İslam Ordusunu kurmak amacıyla Azerbaycan’a gönderdi.
Düşmanların yapmış oldukları vahşet akıl almaz hal almıştı. Halk çok zor günler geçiriyordu.
Onlar için tek ümit kaynağı Anadolu Türkleriydi. Türk ordusu Azerbaycan’a geldiğinde halk
yollara döküldü, orduyu coşkuyla karşıladı.
Gence’ye, 25 Mayıs 1918’de gelen Nuri Paşa, burada çalışmalarına başladı. Ordu
hazırlıklarını tamamladıktan sonra Nuri Paşa komutasındaki birlikler, işgalcilerin eline geçen
Salyan’ı, Ağsu’yu, Kürdemir’i, Şamahı’yı aldı. Bakü hâlâ işgalcilerin elindeydi. Bakü’ye
hücum eden Türk ordusunun ilk harekatından kesin sonuç alınamadı. Zor durumda olan halk
bu durumdan rahatsız oldu. İşgal altında bulunan Bakü’de işkenceler had safhaya ulaşmıştı.
Halk çaresizdi, insanların çaresizliğini gören Abdullah Saik, "Niçin Böyle Geciktin" başlıklı
şiirinde halkın halet-i ruhiyesini şöyle anlatıyordu: Sensiz kalbim kırık, sönük, çiğnenmiş,
hırpalanmış Ömür şişem taşa değmiş, hayatım parçalanmış, Kırık bir saz gibi sızlar kanlı,
yorgun telleri. Yıkılır da yakar bütün kaygı vurmuş elleri. Şu vatanın öksüzleri, gelinleri,
dulları, Göz yaşıyla sulanmış hep geçtiğimiz yolları. Yolunuzu beklemekten benizleri
sararmış, Hiç gelmedin. O şen gülen yürekleri gam almış. Sen gelmezsen, dolumsanmış
yürekler Sen gelmezsen, harabeye dönen kalp âbâd olmaz. Sen gelmezsen, güneş doğmaz,
ümit gülüm açılmaz Dudaklarım gülmez, sönük bahtıma nur saçılmaz. Başkasını istemem de,
Ey Türk, çabuk sen gel, sen Beklemekten yoruldum, ah, işte geç kaldın neden? Yollarına taş
mı dizilmiş? Ya azgın kullar mı? Bırakmıyor? Taş, demir ya, çelik olsa da onlar. Yüreğinde
şelaleden en metin, kızıl ateşle Yak onları, erit, söndür, çiğne, boğ, ez, hırpala, Hain alçak
düşmanlara kol gücünü hep göster. Aç yolları, çabuk gel ki kalbim seni pek ister. “
Bununla birlikte birinci Bakü hücumundan sonra halk, ordunun daha hızlı hareket etmesi için
Nuri Paşa’ya, Bakü’deki durumun vehametini anlatan bir mektup gönderdi. Bu mektupta: "Ey
Türk Askeri! Eğer sen Bakü’yü alamazsan, Bakü’de, senin için hazırlanan sofralar konaksız
kalacak, senin için kesilen kurbanlar düşmana kalacak. Eğer sen bu şehri alamazsan,
müslüman gelinlerin duvaklarını düşman yırtacak, senin muzaffer olman için kalkan elleri
zalimler kesecek." şeklinde halkın durumu anlatılıyordu.
İkinci Bakü hücumunda, düşman birlikleri Türk ordusunun, hücumlarıyla etkisiz hale
getirildi. Düşman bozguna uğratıldı. Şehir, işgalcilerin elinden alındı. Halk, Nuri ve Halil
Paşaları kurtarıcı sıfatıyla karşıladı. Onların sayesinde Azerbaycan’ın başkenti istiklaline
kavuştu. Azerbaycan halkı, kurtuluş gününün Kurban bayramına denk gelmesiyle çifte
bayram sevinci yaşadı. Türk ordusu, Bakü savaşlarında ve bu savaşlardan önce çarpıştığı
birçok bölgede yüzlerce şehit verdi. Bu cephelerden birisi de Şamahı’ydı. Şamahı
yakınlarında şehit olan bir subayımızın yaralanmasından şehit olmasına kadar geçen süre
içersinde çeşitli duygusal anlar yaşandı. Şamahı civarında yapılan savaşlarda şehit düşen, bu
askerimizin ismi bazı kaynaklarda İzzet, bazı kaynaklarda da Kadir olarak geçüyor. Askerin
destanı günümüze kadar nesilden nesile anlatıla geldi. Rütbesi binbaşı olan askerin şehit
olmasını Elfayım Eziz, "Azadlık Namına" adlı kitabında şöyle anlatıyordu: İzzet Bey, Aşot
adındaki bir düşmanın ateş etmesi sonucunda yere yığılır. Ağır yaralanan binbaşının
yardımına, civarda yaşayan insanlar koşar. Askerimiz yaralandığında orada bulunan Gülsabah
adındaki kadın, olaya başından beri şâhid olmaktadır. Başörtüsünü çıkarır, askerin yarasını
sarmak ister. İzzet Bey: "Bacım kolumu sağlam tut, ben kurşunu çıkarayım" der. Kurşunu
çıkarır. İzzet Bey, Gülsabah’tan cebinde bulunan mendili çıkarmasını ister. Mendili Gülsabah
İzzet Bey’e verir. Mendilin içine kurşunu koyduktan sonra, İzzet Bey: "Artık tamamdır, her
101
şey bitti, yaramı bağlamaya gerek yok. Kanım bu topraklara aksın." der. Halsiz şekilde yerde
uzanan İzzet Bey, silah sesleriyle kendisine gelir. Türk ordusu gelmiştir. Askerler İzzet Bey’i
yaralayan askeri orada çıkan çatışmada vururlar. Ordunun gelmesine İzzet Bey çok sevinir.
Karşısında Nuri Paşa’yı görünce heyecanlanır. Nuri Paşa İzzet Bey’in yanına yaklaşır, İzzet
Bey’in başını dizlerine kor. Artık İzzet Bey son anlarını yaşamaktadır. Nuri Paşa’ya: "Paşam
bir Türk paşasının dizlerinde can vermek benim için büyük bir şereftir." der. Nuri Paşa: (onu
teselli etmek için) "Sen yaşayacaksın daha çok zafer kazanacaksın" cevabını verir. Fakat,
İzzet Bey son anlarını yaşadığının farkındadır. Bitkin bir şekilde uzanan binbaşının etrafında
herkes diz çöker, Şeyh Muhsin Kur’an okumaya başlar. İzzet Bey vatanından binlerce
kilometre uzaklıkta ölüm kalım savaşı veren soydaşlarına yardım etmenin huzurunu yaşadığı
anlarda sessiz bir şekilde okunan Kur’an’ı dinler. Orada bulunan insanların bu tablo
karşısında duygularına hakim olamayıp gözyaşlarını tutamadıkları görülür. İzzet Bey, bir ara
doğrulur yanındakilerden haklarını helal etmelerini ister. Cebindeki mendili zorla çıkarıp Nuri
Paşa’ya: -Paşam! Babam, Anadolu’da topraklarımızı korumak için vuruşurken ağır
yaralanmış. Vücuduna isabet eden kurşunu güç bela çıkardıktan sonra, yanında bulunan silah
arkadaşlarına, "Bu kurşunu oğluma verin, ben vatanım için kahramanca savaştım, ülkem için
canımı vermek üzereyim. Ona söyleyin beni yaralayan şu kurşunu yanında taşısın, bunu iki
etsin." der ve vücudundan çıkan kurşunla ikiz kardeşler gibi duran şehadet nişanlarını
göstererek: "Paşam! babamın vasiyetini yerine getirdim. Onun söylediği gibi kurşunu iki
yaptım. Hâlâ kurşunun üzerindeki kanım kurumadı. Siz de bu kurşunu alın oğluma verin, ona
babasının da kahramanca savaştıktan sonra şehit düştüğünü anlatın, bu kurşunları üçe
çıkarmasını söyleyin." der. Son sözlerini söyleyen İzzet Bey vurulduğu yerde dünyaya
gözlerini yumar. Halk, İzzet Bey’i yaralandığında Şamahı’ya götürmek ister, fakat o orada
defnedilmesini vasiyet eder. Onun vasiyeti üzerine kendi vatanı olarak gördüğü topraklara,
Şamahı yakınlarındaki Acıdere mevkine defnedilir. O günden bu güne kabrin adı "Türk
mezarı" olarak anıla gelir. Türk kabriyle yapılan araştırmalar, Bahtiyar İsmailli (Türkcanlı)
isminide ön plana çıkartıyor. Bu şehit mezarıyla Dr. İsmaili’nin adı, adeta özdeşleşmiştir.
Onun anlattıklarına göre sonradan işgalciler tarafından birkaç kez kaldırılmak istenir. Bu
yönde harekete geçenler hükümet nezdinde girişimlerde bulunmalarına rağmen isteklerine
nail olamazlar. Zaman içersinde çeşitli tahribata uğrasa da halk tarafından tamir edilir. Kabrin
taşı ilk defa Şamahı kasabası kaymakamı tarafından diktirilir. Bu hayırsever vatandaş daha
sonra, 1928’de öldürülür. Kabre halkın sahip çıkması yanında şâirler de şiirleriyle vefa
borcunu yerine getirmişlerdir. O dönemde rejimin baskılarından dolayı şehit askere karşı
yeterli ilgiyi gösteremediklerini, bu duygularını kalplerinde sakladıklarını Azerbaycanlı şâir
Gabil şu mısralarla dile getiriyor: Türkün kabri Kadim Şirvan yollarının Üstündedir.
Azerbaycan toprağının, Altında yok, Sinesinde, Göğsündedir, Kollarının üstündedir. Ben bu
kabrin devrinde Yetmiş bir yıl lâl olmuşam, Sağır olmuşam, Yetmiş bir yıl Bu basit bir zaman
değil Bu garibin Muzdaribin Bu askerin Bu yaverin Şehit ruhu, Şanlı ruhu huzurunda
Hacâletten hâr olmuşam. Türk sözünü, Türk adını Dilimize getirmek de cinayetti. Türkün
kabri Hasret kaldı. Anaların bacıların Sımsıcak gözyaşına Gözyaşını bulut sıktı Yağış döktür
baş taşına Türkün kabri hasret kaldı Anaların bacıların Ağısına. Bunu reva görmem hiç
Düşmanımın da düşmanına. Türkün kabri hasret kaldı Anaların bacıların kara matem
libasına.” Sonraki dönemde garip kalan kabre halkın ilgisi devam etti, etrafını Şamahılı,
Muhammet isminde bir şoför düzeltmişti. Daha sonra aynı şekilde Şamahılı Babahan
Rızahanov adındaki başka bir şoför de mezarın etrafını demirle çevirmişti. Babahan 1964’te
sorgulandı, ifadesi alındıktan sonra altı gün gözaltında tutuldu, o dönemde Türkiye ve
Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin yumuşaması neticesinde Babahan serbest bırakıldı.
İleriki dönemlerde Bahtiyar İsmaili’nin (Türkcanlı) oğlu Atilla tarafından tamir edilen kabre
Türk bayrağı da kondu. Mezarın başına şu mısralar yazılı: Bir Türk kahramanındır bu mezar,
Gör nasıl yer ile yeksan eyleyipdir hakzar, Kafkas İslam yolunda eyleyip zinhar canın Erseyi
102
harp içre bir aslanındır bu mezar.” Halk tarafından sürekli ziyaret edilen mezar, bir dönem
adakta bulunulan kutsal bir mekan haline geldi. Gabil’in şiirinden de anlaşılacağı gibi
çocukları olmayan bazı çiftlerin burayı ziyaret edip çocukları olması için dua ettikleri
görülmekte. “Bir sonsuz bey, Sonsuz gelin Nezir niyaz eylediler Sûmâna yüz tuttular Haktan
murat eylediler. Diz çöktüler Bu mezarın önünde Kadim Şirvan toprağında Söylediler: Allah
teki evlat versin Oğul, ya kız” Bahtiyar Vahabzade "Tenha mezar" şiirinden bir kaç mısrayı
yaptırmış olduğu levhayla birlikte yolcuların gelip geçtiklerinde görebilecekleri bir mekana
astırması yanında mezarın etrafını da düzelttirdi. Vahabzade’nin yolculara seslendiği şiir
şöyledir: Yolun kenarında tenha bir mezar Üstünde ne adı var ne soyadı. Ey yolcu, arabanı
eyle bu yerde Soruş kimdir yatan tenha yerinde O bir Türk zabiti kahraman, metin Doğma
kardeşine yardıma geldi. Kırgına tutulan milletimizin Haklı savaşına yardıma geldi. Uzakdan
hay verip senin sesine Geldi, geldi dönmedi öz ülkesine. Düşman saflarını o, soldan sağa
Biçip destesiyle cepheyi yardı. Toprağın uğrunda düşüp toprağa Senin toprağını sana gaytardı.
Özü koruduğu, hem can verdiği Yolun kenarında defnedildi o. Uğrunda canını kurban verdiği
Toprağı özüne vatan bildi o, Yolcu arabanı bu yerde durdur. O mezar önünde sen tazim eyle
Saygı duy, dua ver onun ruhuna, Ayak bastığın yer borçludur ona.”
1918’den, her türlü baskı ve zulümlerin tertip edildiği bir dönemden, günümüze kadar
nöbetini bihakkın tutan Türk şehidi, Azerbaycan halkının kalbinde onlara verebileceği en
değerli hediyeyi, canını vererek taht kurmuştu. Bir dönemde kimliklerden Türk isminin
çıkarılmasına, bu ismi söyleyenlere en ağır cezaların verilmesine rağmen, Türk ismi bu
kabirde ölümsüzleşmişti. Bu sessiz kabir, adeta yoldan gelip geçen yolculara, o dönemde
Azerbaycan’da gerçekleştirilmek istenilen menfur düşünceyi sessiz haliyle anlatıyor. Ciltlerce
kitabın ve binlerce hatibin yapamayacağı tesiri yakınından geçenlerin kulağına sanki
fısıldıyor. Tarihî vazifesini yapmış olmanın huzuruyla yoldan gelip geçenleri bu ilk muhacir
şehitleri selâmlıyor. 1918’in ilk şehit Türk muhacirlerini rahmetle anımsıyoruz.
103
Ermeniler 518 Bin Türk'ü Öldürdü
30 Mart 2006
Türkiye, bugüne kadar sözde Ermeni soykırımı iddiaları nedeniyle, dünya kamuoyunda
sıkıntılı dönemler yaşadı. Türkiye’nin, hep savunma psikolojisinde kaldığını belirten Devlet
Arşivleri Genel Müdürü Yusuf Sarınay, “Ermeni iddialarına cevap vermekle çok zaman
kaybettik” dedi. Arşivlerin, dünya tarihinin objektif bir biçimde yazılması konusunda anahtar
olduğunu vurgulayan Sarınay, Ermeni sorununun çözümünün de Osmanlı arşivinden geçtiğini
söyledi. Ermeni komitelerinin, katlettikleri belgelenmiş Müslüman Türk sayısının 518 bin 105
kişi olduğunu belirten Sarınay, “Her şey belgeleriyle ortada. Biz, bu konuda yorum
yapmadan, ciddi eserler ortaya koyduk” dedi. 1. Dünya Savaşı esnasında güvenlik
gerekçesiyle alınan bir kararla daha güvenli bölgelere yapılan sevk ve iskânın Batı
kamuoyunda Ermeni soykırımı olarak lanse edildiğine işaret eden Sarınay, söz konusu
iddiaların, bugüne kadar doğrulanmamış olduğunu vurguladı. Sarınay, Kanuni Sultan
Süleyman döneminde Kerkük’te yapılan sayımda da bölgenin yüzde 91’inin Türkmen
çıktığını vurguladı. Sarınay ile makamında yaptığımız röportaj şöyle: Savunma
psikolojisinden çıkmamız lazım -Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesinde neler
bulunuyor? Genel Müdürlüğümüze bağlı üç ana hizmet birimi var. İstanbul’da Osmanlı
Arşivleri Daire Başkanlığı, Ankara’da Cumhuriyet Dönemi Arşivleri Daire Başkanlığı ve
Dokümantasyon Daire Başkanlığı var. Arşivimizin odak noktasını ve bütün dünyanın ilgi
odağını ise Osmanlı İmparatorluğu dönemi oluşturuyor. Osmanlı Arşivleri Daire
Başkanlığı’ndaki belgelerimiz, Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren başlıyor. Fatih
döneminden günümüze 150 milyon civarında arşiv belgesi yer alıyor. Bu arşivler, dünya
tarihinin objektif bir biçimde yazılmasında anahtar belgelerdir. Nitekim, Ermeni sorununun
çözümü de Osmanlı arşivinden geçmektedir. -Türkiye, Ermeni iddialarıyla ilgili dünya
kamuoyunda zaman zaman zor durumda kalıyor. Peki, belgeler bu konuda ne diyor? Biz, bu
konuda belgeye dayalı, yorum yapmadan ciddi eserler ortaya koyduk. 15 ciltlik bir yayın
yaptık ve dünya kütüphanelerine de bunu dağıtıyoruz. Ermeni sorunu konusundaki belgeleri,
biz internet üzerinden günümüz Türkçesi’ne çevirerek peyderpey vermeye başladık. Belgeler,
olay olduğu anda yazılmış. Bunun üstüne bir yorum yapmıyoruz, objektif bir şekilde ortaya
koyuyoruz. Yaklaşık 1.5 yıldır İngilizce özetler de yaparak biz bunları göndermeye devam
ediyoruz. İlk etapta amacımız, Ermeniler konusunda kamuoyunu, bilim adamlarını
aydınlatmak, bu belgelere dikkat çekmek, bu konunun siyasi, ideolojik bakış açılarına kurban
gitmesini önlemek. Ermeni konusunun da objektif bir biçimde değerlendirilmesi gerektiğini
anlatmayı amaçlıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Ermeni konusunda savunma
psikolojisinden bir an evvel çıkması lazım. Şimdiye kadar, devlet olarak bizim eksikliğimiz,
hep savunma psikolojisinde kalmaktı. Ermeni iddialarına cevap vermekle çok zaman
kaybettik. -Ermeniler’in yaptıkları katliamlar yer ve zaman olarak belgeli mi? Rus Ordusu’ya
işbirliği yaptılar Madalyonun hep bir yüzü tartışılmış ve Türkiye’de Ermeniler’in öldürüldüğü
şeklinde olay ortaya konulmaya çalışılmıştır. Buna karşı Türkiye hep savunmada kalmıştır.
Halbuki, Ermeni olaylarının nasıl cereyan ettiği, nasıl çıktığı yolundaki belgeleri sistematik
bir şekilde incelemeye aldığımız zaman, ilk dikkatimizi çeken şu oldu: Ermeni komiteleri,
Ermeniler tehcir edilene kadar ve tehcir sonrası bile yüzbinlerce Müslüman Türk’ü katletmiş.
Yani, bu katliamlarla da yetinmeyip, Türkiye’yi işgal etmeye çalışan Rus Ordusu’yla
doğrudan işbirliğine yöneldikleri için, Osmanlı tehcir kararı almış. Osmanlı’nın niçin tehcir
kararı aldığını, Ermeniler’in Anadolu coğrafyasında yaptıkları katliamı, biz yer ve zamanına
göre bütün belgeleri ile ortaya koyduk. -Belgelerde katledilen Türk sayısı kaç? Osmanlı
arşivleri, Birinci Dünya Savaşı öncesi, savaş sırası ve savaşın hemen akabinde Ermeni
104
komitelerinin katlettikleri Müslüman Türk sayısını 518 bin 105 kişi olarak belgelemektedir.
Belgesiz olanlar da var. Biz, tam belgeleyemediğimiz hiçbir rakamı da ortaya koymadık.
Ermeniler’in bu katliamı sadece Anadolu’da değil, Azerbaycan’da da yaptıklarını ortaya
koymak için Azerbaycan arşiviyle de işbirliği yaparak, ‘Azerbaycan Belgelerinde Ermeni
Sorunu’ diye bir cilt hazırladık. Ermeniler, Azerbaycan’da da toplu katliamlar yapmışlar. Bir
başka bakış açımız da, bu iki toplum yüzlerce yıl barış içerisinde bir arada yaşarken, neden
19. Yüzyıl’ın sonunda böyle bir kavgaya tutuşmuşlar? Biz, ‘bunun nedenlerini ortaya
koyalım’ dedik. Üç ciltlik “Osmanlı Belgelerinde Ermeni Fransız İlişkileri” adlı bir kitap
çıkardık. Eserde, 1878-1918 yılları arasındaki olaylara ait 75 belge yer almaktadır. -Elinizdeki
belgeler ne anlatıyor? Bu üç ciltte, Fransa’nın, Ortadoğu’daki sömügecilik politikalarını
yürütebilmek için, Anadolu’da Ermeniler üzerine nasıl yaklaştığı, Ermeniler’in, Katolik
mezhebine zorla dahil edilmesi belgeleriyle anlatılıyor. Fransa, daha sonra bunların
örgütlenmesini sağlamış, para ve silah yardımı yapmış. Hatta daha da ileri gidip, belli
bölgelerde lejyoner kamplarında eğitimler vererek, Anadolu Ermenileri’ni, Suriye
Ermenileri’ni, Türk Ordusu’na karşı Fransız Ordusu’nda savaştırmıştır. Bütün bunları biz
herhangi bir yorum yapmadan belgeleriyle ortaya koyduk. Şu anda, İngiltere’nin rolüne
yönelik 3-4 ciltlik bir eser hazırlanmakta; iki cildi bitti. Sonra, ‘Rusya’nın bu işteki rolü nedir’
onları da ortaya koyacağız. Buradaki temel amacımız; geçmişteki tarihi olayları tüm
gerçekleri ile ortaya koymak. Biz, ‘olay şöyle olmuştur, böyle olmuştur’ demeden gerçekleri
belgeleriyle ortaya koyuyoruz. Belgeleri aynen koyuyoruz; hiç bir ekleme, yorum yapmadan...
-Her şey belgeli ortada ve bu belgeleri de bütün dünyaya dağıtıyoruz. Peki neden bu iddialar
sürüyor? Belgeler, etkili bir biçimde kullanılamıyor. Bu gerçeği de kabul edelim. Özeleştiri
yaparsak, bu konularda Türkiye’de uzman yetersizliği var. Bu kitaplar aslında Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün görevi değil, üniversitedeki akademisyenlerin görevi. Herkes, izin aldıktan sonra arşivleri gezebilir, inceleyebilir mi? Tabii ki. Üstelik, bu izin
geldiğinizde veriliyor. Bir müracaat formumuz var. İçeride belgemiz yırtılmasın diye onu
doldurtup, taahhütname alıyoruz. Amerikalılar’ın ilgisi büyük - Gizlilik unsuru yok mu? Çok
uzun dönemlerle ilgili bir gizlilik kültürümüz yok. Yakın dönemlerle ilgili bütün devletlerde
olduğu gibi bizim de belli ilkelerimiz var. Biz de, 30 yılı dolmamış belgeyi araştırmaya
açmıyoruz. -Bugüne kadar hiç hırsızlık olayı oldu mu? Yani, bir-iki defa İstanbul’da
yabancıların girişimleriyle karşılaştık, suç üstü yakalandılar. Kişisel, vakıf arazisiyle ilgiliydi,
devletlerarası ilişkileri ilgilendiren bir konu değildi. -Arşivleri nasıl koruyorsunuz? Arşivin
her tarafında kamera sistemi ve güvenlik teşkilatımız var. Onun ötesinde, belgelerin
bulunduğu arşiv depolarımız var. Belgelerimiz burada güvenlikli bir şekilde, çelik kapılar
ardında saklanır. Bu depolara herhangi birinin girmesi mümkün değildir. Otomatik yangın
sistemi vardır. İklimlendirme dediğimiz bir olay ile depolarımızın hem nem oranını, hem
sıcaklık oranını kağıtta herhangi bir bozulmaya meydan vermemek için sürekli koruyoruz. Yılda kaç ziyaretçi geliyor? Osmanlı arşivlerinde 3 bin 700 civarında araştırmacı araştırma
yaptı. Türkler ile birlikte araştırmalar toplam 19 bini buluyor. Ziyaretçi sayısı 1985’lerden
günümüze artmıştır. Bu artışta ABD’liler bir hayli önde bulunuyor. Daha sonra, Japonya,
Fransa, İngiltere ve Almanya geliyor. Kerkük’te ezici Türkmen çoğunluğu -Belgeler, Kerkük
konusunda ne diyor? Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki sayımla ilgili belgelerde
Kerkük’te yüzde 91 oranında Türkmen çıkıyor. Barzani ve Talabani yanlıları tarafından,
Kerkük bölgesinin son 1 yılda demografik yapısı oldukça değiştirildi. Bu açıdan Kerkük’ün
gerçekten kime ait olduğunu tespit edebilmek için, tarihi belgelerde geriye doğru gidilmesi
lazım. Bugünkü durum olduğu gibi kabul edilirse, uluslararası camia da, Irak da, Türkiye de
yanlış sonuçlara gidebilir. Örneğin, Kanuni döneminde tahriri yapılan 111 numaralı Kerkük
Livâsı Mufassal Tahrir Defteri’nde bölgede yaşayan toplumların etnik kimliği ve bağlı
oldukları aşiretler belirtilmiş. Defterdeki veriler incelendiğinde, bölgede 7 bin 320 erkek
nüfusunun yaşamakta olduğu ve bunların yüzde 90’ının Türkmenler’den meydana geldiği
105
görülmektedir. Bunların 6 bin 990’ı Müslüman, 180’i Hıristiyan ve 150’si Yahudi’dir.
Kıbrıs’ta Türk hâkimiyeti -Kıbrıs da çok tartışılan konulardan biri. Osmanlı arşivini
incelediğimiz de bu konuda neler görüyoruz? Osmanlı dönemine ait belgeler, arazi ve işyeri
yapısı itibariyle Kıbrıs’ta Türk hâkimiyetini gösteriyor. Biz, bu amaçla da ‘Osmanlı
İdaresi’nde Kıbrıs’ adlı belgesel eser yayınladık. Mesela Osmanlı Devleti’nde ilk defa nüfus
sayımı adı altında 1831 yılında Müslüman ve gayrimüslim nüfusu ortaya çıkarmak ve bu
sayede asker ve vergi potansiyelini tespit etmek için sayım yapılmış. Kıbrıs’ta bulunan
dükkân, han, hamam, kahvehâne, fırın, vb. gibi işyerlerinin sayısı 969 olarak görülürken,
bunun 676 adedi Müslümanlar’a, 293 adedi de gayrımüslimlere ait. Yalnızca erkek nüfusunun
esas alındığı 1831 tarihli sayımda Kıbrıs Adası’nın nüfusu 45 bin 365 kişi çıkmış. Bunlardan
29 bin 780’i gayrimüslim, 15 bin 585’i de Müslüman ahalidir.
106
Rusya'nın Yahudi Oligarhlarla dansı!
28 Şubat 2006
Rusya'da yeni bir Hitler vakası ile mi karşıkarşıyayız ? Putin, 2004 yılı başkanlık seçimlerinde
altını oyan Yahudi petrol baronlarının ABD ile ortak hareket ettiğini düşünüyor olabilir.
Haksızda sayılmaz. Rusya ve kendi kaderi Yahudi Oligarhların temizlenmesine bağlı.
Rusya'nın ekonomisi son yıllarda büyük oranda enerji ihracatlarından gelen gelire
endekslendi. Petrol fiyatları düşerse ekonomik krize giren, yükselirse rahatlayan Rusya'da
medya ve petrol baronlarının ortak özellikleri Yahudi olmalarıydı. Bu kuralı Hitler gibi
değiştirmeye çalışan Putin, ülkenin dört büyük Yahudi Oligarh'ını da bakın nasıl kısa sürede
diskalifiye etti.
Putin'in ilk hedefi Nezamisnaya Gazetaa, İzvestiya gibi gazetelerin sahibi, BDT Genel
Sekreterliği yapmış, esasen bir petrol baronu olan Boriz Brezevsky idi. Kremlin'de Yeltsin
döneminde itibarlı bir konuma gelen bu Yahudi Oligarh'ı Putin, Çeçenlere silah sattığı için
affetmedi. Brezevsky, Çeçenlere el altından silah sağlayan Rus generallerin paralarını
Londra'ya hesaplarına yatırıyor, Çeçenlerden ise peşin alıyordu. Dudayev, Şamil Basayev ve
Raduyev ile görüşmelerinin kayıtları sanırım Putin'i çileden çıkarmıştır. Brezevsky, pılıyı
pırtıyı toplayıp Rusya'yı terkedeli dört yıldan fazla oldu. Londra'da Putin sonrası için hesaplar
yapıyor. ABD-İsrail ve İngiltre üçgenine hizmet ediyor.
Putin'in ikinci hedefi, Rusya'da biraralar kaliteli, tarafsız, eglenceli yayınları ile Sovyet
kalıntısı tvleri silmiş ve 100 milyon izleyici kapasitesine ulaşmış NTV Tv'nin sahibi
Aleksandr Gussınsky idi. Bu medya imparatoruna KGB kalıntısı Putin'in sabrı uzun sürmedi.
Sürekli Putin'i eleştiren NTV susturulmalıydı. O'da yurtdışına kaçarak yakayı kurtardı. Ancak
geçen aylarda Atina'da yakalandı. ABD'nin devreye girmesi ile Yunanistan'ı terketmemesi
şartıyla kefaletle serbest bırakıldı. Bu Yahudi Oligarh'da diğerleri gibi bir petrol baronuydu.
Putin'e göre Batı'ya çalışan bir ajandı.
İngiliz Chelsea futbol kulübünün sahibini Roman Abramoviç de petrol baronu bir Yahudi
Oligarh. Chelsea takımına 250 milyon dolar harcadı. Bugünlerde Chelsea'nın 1 milyar dolara
malolacak yeni stadına 350 milyon dolar harcamaya hazırlanıyor. Onunda arası Putin ile açık.
Yeltsin döneminde Rusya dışına çıkartılan 200 milyar dolara yakın Rus kara parasını izini
takip eden Putin, adresin Abromoviç olduğunu keşfetmekte gecikmedi. Bu paraların büyük
bölümü henüz Rusya'ya döndürülemedi.
Şahsi serveti 10-12 milyar civarında olduğu söylenen Rusya’nın en zengin kişisi Mihail
Hadorkovsk, hakkındaki suçlamalar ispatlandığı takdirde en az 10 yıl hapiste kalacak. 40
yaşında genç bir Yahudi işadamı. Yeltsin döneminin özelleştirme zenginlerinden ve Rusya’da
‘Oligarklar’ denen 7-8 kişiden meydana gelen bu yeni zenginler grubunun en önemli
üyelerinden olan Hadorkovski Moskova’da bir fabrikada çalışan bir mühendis ailenin tek
erkek çocuğu. Sovyetlerden kalan kalıntıyı iç etmnin yollarını daha dağılmadan önce bulan
Hadorkovski, kurduğu kooperatifi ve bankası ile kısa sürede milyarlar kazandı. 1991-93
yılları arasında bizzat kendisi de devlette görev alan; önce zamanın başbakanının özel
ekonomi danışmanı, daha sonraları da Yakıt ve Enerji Bakanlığı’nda bakan yardımcılığı
görevni yapan bu uyanık Yahudi, devlet memuru iken malı götürmüş. Ticaret şirketleri tahıl,
petrol, şeker, maden pazarlayarak ya da satarak muazzam kârlar elde ederken; bankası
Menatep de hem Moskova Belediyesi’nin ve hem de paralı önemli federal bakanlıkların
hesaplarını üzerine alarak bu hesaplar sayesinde kısa zamanda milyar dolarlık bir banka olup
çıkmıştı.
Bu dört kafadarın buluştuğu şirket ise Yukos ve yeni birleştiği ortağı Sibnefttir. Yukos ve
107
Sibneft şirketlerinin geçen ay resmen birleşip YukosSibneft adını alan ve dünyanın dördüncü
büyük petrol şirketi haline gelen bu dev şirketin mülkiyeti, kontrolü, hisseleri ve bunların
geleceği konusu bu krizin en temel sebebi. Putin yönetimin başsavcılık kanalıyla hisselerin
yüzde 44’üne el koyması ya da bunları dondurmasından önce YukosSibneft’in hisse dağılımı
şöyleydi: Mihail Hadorkovski yüzde 26,48, bir başka oligark ve İngiliz Chelsea futbol
kulübünün sahibini Roman Abramoviç yüzde 26,01, Hadorkovski’nin arkadaşları Leonid
Nevzlin yüzde 3,56, halen hapiste olan Platon Lebedev yüzde 3,11, Mihail Brudno yüzde 3,11
ve Vasili Şaknovski yüzde 3,11... İsmi gözükmeyen Boris Brezevsky, Sibneft'in gizli
ortağıdır...
Bu değişik hisselerden yüzde 44’ü bugün el konulmuş durumda ve bunlar üzerinde herhangi
bir işlem yapılamıyor. Ne var ki, el konulan hisselerin büyük bölümünün sahibi olan
Hadorkovski’nin hisselerinin başına geleceğini önceden iyi tahmin ettiği için bu konuda en az
2 ay önce çok özel bir anlaşma yaptı. Bu anlaşma Hadorkovski ile ünlü Yahudi bankerlerden
Lord Jakob Rothschild arasında yapılmış çok önemli bir özel anlaşma. Buna göre,
Hadorkovski sahibi olduğu hisselerinin oldukça büyük bir bölümünü Lord Rothschild’e çok
önceden devretmiş bulunuyor. Tahminlere göre, devredilen hisselerin değeri yaklaşık 8 milyar
dolar ve Lord Rothchild bu hisselerle YukosSibneft’i kontrol edebilecek güce ve imkana
kavuşmuş bulunuyor. Hadorkovski ile Lord Rothschild esasen çok iyi dostlar.
Hadorkovski’nin Londra’daki Açık Rusya Vakfı’nda yıllardır birlikte çalışıyorlar. Herhalde
hem bu yakın dostça ilişkilerden hem de Rothschildler’in gücüne duyduğu güvenden olsa
gerek Hadorkovski kontrol hisselerini bu ünlü ve güçlü bankere emanet etmiş oluyor.
Hapishanede bulunan Hadorkovski’nin geçen hafta YukosSibneft’in icra kurulu başkanlığı
(CEO)ndan istifasıyla yeni koltuğa şirket hemen Simon Kukes adlı bir Amerikalı yöneticiyi
atadı. Yeni CEO Kukes yabancı yöneticilerin de yer aldığı 7 yöneticiden meydana gelen
yönetim icra kurulunun yeni başkanı oluyor böylece. Aslen Rus asıllı bir Amerikan vatandaşı
olan Kukes, Rus petrol dünyasının iyi bilen, bu dünyanın içinde yıllarca çalışmış bir yönetici.
1990’lı yıllarda Rus Tyumen petrol şirketini yönetmiş olan Kukes geçen yaz Yukos’a
geçmişti. Kukes’e ilaveten bir başka Amerikalı yönetici de YukosSibneft’in icra kurulunda
görev alacak muhtemelen. Bu şahıs YukosSibneft’in işletmeden sorumlu alt şirketi YukosMoskow’un başına geçen hafta Hadorkovski’nin arkadaşı-ortağı Vasili Şaknovsky’nin
savcılık tarafından vergi kaçakçılığı takibatı başlatması üzerine getirilen Steven Theede adlı
Kansaslı bir Amerikalı yönetici.
Rusya'yı karıştıran bu gelişmelerin baş oyuncusu ABD eski Dışişleri Bakanı Yahudi kökenli
Henry Kissinger dan başkası değil. Putin'i isyan ettiren kriz onun Rusya’ya iki ay önceki
ziyareti ve baba Bush vasıtasıyla Başkan Putin ile görüşmesiyle başladı. Hadorkovski’nin
kurduğu, Londra’da hayır vakfı olarak tescil edilmiş Açık Rusya adlı vakfın mütevelli
heyetinde bulunan yaşlı kurt, Putin'e bazı Amerikan petrol şirketleri adına Hadorkovski’nin
Yukos–Sibneft’teki büyük hissesini satın alma sürecini başlatmak için geldiğini söyledi. Bu
konuda kesin kararı verecek olan Başkan Putin’i razı etmek, onun muhtemel tavrını önceden
öğrenmek isteyen Kissinger, Putin'in ABD ziyareti öncesi zemin hazırladı. Putin, Camp
David'de Başkan Bush'a söz vermedi, hatta tek kelime dahi etmedi.
2004 yılı başından itibaren 12 milyar dolarlık Yukos–Sibneft dünyanın dördüncü büyük petrol
şirketi ve dünya petrol piyasasının önemli oyuncularından biri olacaktı. Hadorkovski’nin
Yukos–Sibneft’teki hisselerini Exxon–Mobil ya da Chevron–Texaco’nun satın almak
istediğini belirten Kissinger'a Putin'in ne nasıl karşılık verdiğini Hadorkovski operasyonu ve
yüzde 44'lükYukos hissesine el konulmasından sonra anladım. Putin, Yukos-Sibnefti tekrar
Ruslaştırdı, millileştirdi ve ABD'nin dünya petrolünü tekeline alıp, petrol fiyatları ile oynama
imkanı vermedi. Şirketin dev Amerikan petrol şirketlerince alınması dünya petrol piyasası
bakımından şüphesiz çok önemli bir gelişme olacaktı. Böylece, üretim–arz durumundan fiyat
teşekkülüne kadar bu piyasadaki Amerikan ağırlığı daha da artacak ve tabii gerçekleştiği
108
takdirde OPEC de bu yeni durumdan önemli ölçüde etkilenecek; ayrıca zaten başlamış olan
Amerikan–Rus petrol–enerji işbirliği sürecinde önemli bir adım daha atılmış olacak, daha
doğrusu Rusya işgalsiz ABD kontrolüne tamamen girecekti.
Putin, bir Hitler değil belki ama Yahudi Oligarhlara ' Dur' demeyi başarması sürpriz bir
durum. Yahudiler, 2004 yılı seçimlerinde büyük ihtimal Putin'e karşı yok edilemeyen son
Oligarh petrol baronlar Rusı Viktor Çernomırdin ve Yahudi Oligarh ortağı Anatoli Cubais
atlarına oynayacaklar.
109
Persona Non Grata
28.04.2007
The Toronto Star gazetesinin köşe yazarı, Toronto Üniversitesi’nin ünlü Uluslararası İlişkiler
uzmanı Prof. Dr. Haroun Sıddıqı, yazacağı analiz yazı için görüşüme başvurdu. Herşeyi
başından olduğu gibi gizlemeden anlattım, zaten Türkiye’yi bir Türkten daha iyi takip ettiği
için gerçeklerin üstünü örtmem mümkün değildi. Sonuçta demokrasinin kazanacağını ve
statükonun er veya geç kaybedeceğini söyledim.
Tek model insan oluşturma devri 20. yüzyılda sona erdi. Batılı ülkeler, çok kültürlülüğü
özümseyerek zenginleşen ve çok seslilikten çekinmedikce gelişen toplumlar. Bu nedenle
cumhurbaşkanlığı krizimizi, neden parlamenter sistemimizin felç edildiğini anlatamıyoruz.
Ülkemizin imajını tam düzeltdik derken asker vesayeti tekrar hortladı. 3. sınıf kategorisine
itilmişliğin verdiği kompleksle eziliyoruz. Ülkemiz Batılı medyada sadece kötü şeyler
olduğu zaman haber oluyor. 10 gündür yaşanan iktidar ve gerçek muktedir krizini, izah etmek
kolay değil. Sıddıqı, müslüman bir aydın olduğu için anladı, ancak Batılı gibi yazacağına
eminim.
Diplomaside, istenmeyen adama “Persona Non Grata” denir. Bir devlet istemediği diplomatı
veya büyükelçiyi bu sözcükle geldiği ülkeye bildirir ve biletini keser. Kendini toplumun
“doğal lideri” veya “vazgeçilmez kurtarıcısı” zannettiği halde kendisiyle bile barışık
olmayanları ne yapmalı? Peki Abdullah Gül gibi istenen bir adam neden birden istenmeyen
adam olur ki?
Katılımcılık ve demokrasi, aydınlarımızın dilinden düşmeyen klişe laflardır. Dünyanın her
yanında sol dayanışmacı, sağ ise bireyci tutum takınırken, Türkiye toplumunda durum tam
tersi. Sol jargonu kullananların sergilediği görüntü ve dayandıkları temel unsurlar ünlü sol
akademisyen, yazar, sanatçı ve siyasetçi Zülfü Livaneli’nin dediği gibi sevgisizlik ve
kıskançlık. Sevgi, hoşgörü, demokrasi ve hazmetme kültürü olmadan demokrasi yerleşmez.
Kavga ve nefret kültürünün neticesi ayrılık, hicran türküsüdür.
İmajı zaten yerlerde gezen Türk solu, “kavgacı”, “itici”, “uzlaşmaz”, “Yakoben”, “antipatik
karakterli” ve “bireysel bencilliğe” odaklı şahıslar tarafından temsil edilince, virüs gibi
bulaştığı kurumu hastalandıran bir portre çiziyor. Sivil toplum ve siyasi yapılanmaları
“bağnaz arkadaş çifliği” manzarası verdikce, işleri rast gitmiyor, çuvallıyorlar. Sanırım sevgi
kültürüne aşina olmadıklarından olacak, bilmediklerine düşmanlık duyuyorlar.
Reformcu değil statükocu olduklarından çıkmaz sokaklarda boğuluyorlar. Bu nedenle kuru
kalabalıklar içinde yalnızlar ve toplum vicdanında “persona non grata” olmuşlar. Kin ve
hasetleri ortaya çıkıyor, gizli kalmıyor; marjinalleşiyor ve küçülüyorlar. Değişmesi gerekenin
kendi sığ düşünce sistemleri olduğunun farkına varamıyorlar. Ayrımcılık kokan düşüncelerini
bilimden uzak bilimsellikleriyle, taassup kriterleriyle, çağdışı yobazlıklar ile örtmeye
kalkmaları üzüntü verici.
Akıntının tersine kürek çekmek sadece toplumumuza zaman kaybettiriyor. “Eski tüfekler”
köşelerine çekilseler, toplum belki rahat bir nefes alacak. Toplum, sıcak, sevecen,
kucaklayıcı, genç, dinamik yeni simalar arıyor. Samimiyeti ve niyetli belirsiz, negatif ışın
yayan ruhlarla, ne muasır medeniyet seviyesine çıkmak için mücadele edilebilir nede
herhangi bir milli konuda ortak koordine sağlanabilir. Ermeni meselesinde, onlarca
parlemantolardan geçen tasarılardan sonra laiklerimiz, Türklerin yaşama ve insan haklarına
saygı üzerinden mücadele edilmesini talep ediyorlar. Ancak ülkemizde öteki görülen
Türklerin yaşama, seçme, seçilme ve insan hakları, yobaz laikler tarafından önyargılarla
elinden alınmaya çalışıldı.
110
Bu ülkenin evlatları olarak Ermenilere karşı tezimizi savunduğumuzda samimiyetimizden
kuşku duyuyorlar. Kendi öz vatandaşına bugün antidemokratik davranan askeriniz veya derin
devletiniz, geçmişte Ermenilere soykırım yapmış olabilir diye suçlanıyoruz. Elimizi
zayıflatan bu görüntü karşısında halen ülkemizi savunuyoruz. Hakikatde ise Ermenilerden
beklediğimiz insanlığı kendi öz halkımızdan esirgediğimiz Türkiye düşmanları tarafından koz
olarak kullanılıyor. Ve yurt dışında imajımız bozuluyor.
İnsanları oldukları gibi kabul etme, düşüncelere, inançlara saygı göstermek çok zor mudur?
Kimse kimsenin mukaddesatını sorgulayamaz, yargısız infaz yapamaz. Soyut kavramları
somut önyargılar için kullananlar, toplum dışında kalıyorlar. Sözde değil özde bu değerlere
kimin ne kadar bağlı olduğunu kamuoyu dediğimiz toplumun nabzını tutarak anlamalıyız,
bunun yolu sandıktır. Herkesin bakış açısı farklıdır, görüşlerine saygı duyarız. Sandıkta
konuşan halka saygı duyulmadığı izlenimi, yurt dışında gittikce perçinleşiyor. Keşke farklı
görüşteki insanlarda insanımıza güven, demokrasiye inanç eksenli aydın duruşu olsa ve ortak
paydalarımızda konuşabilsek. Hiç olmazsa birbirimize insan olarak saygı duyabilsek.
Statükoyu dünya ülkelerinde genellikle muhafazakarlar korur; liberal, sosyal demokrat veya
kendini demokrat olarak tanımlayan her kesim, reformdan, değişimden, ileriye gitmekten
yana tavır koyar. Bizim ülkemizde bunun tam tersi yaşanıyor. Ortak paydalarımızda
buluşmak, el ele ülkemizi temsil etmek var iken, düşmanlığı, nefreti seçenlerin, istenmeyen
adam ilan edilerek toplumdan dışlanması kaçınılmaz sonuçtur. Sevgi sevgi doğurur, nefrete
sevgi ile yaklaşmak sevgi insanının prensibidir.
Konuşulmayacak kadar agresif ve diyaloğa kapalı, önyargılarının esiri bir aydın, okumuş olsa
bile ziyalı değildir, karanlıktadır. Her kesimle konuşmaya açık olmalı ve her samimi
çalışmayı kim yaparsa yapsın takdir etmeyi bilmeliyiz. Değişim rüzgarına direnç
gösterenlerin daha uzun süre toplumun önünde birer engel olarak kalabileceklerini
sanmıyorum. Maskeler kalktı, takke düştü, kel göründü: Kral çıplaktı. Kabına sığmayan
ülkemize biçilen gömlek dar geliyor.
Cumhurbaşkanlığı tartışmalarını bu zaviyeden baktığımda Abdullah Gül’e kimlerin,
neden tahammül edemediklerini anlayabiliyorum. Demokrasi dışı kriterlerle ve derin odakları
arkasına alarak siyaset yapanlar, çağ dışında kalmışlar, kaybetmeleri hak olan son kalelerini
kaybetmemek için hukuku hiçe sayabiliyorlar ve bunu yaparken hukukun boşluklarını
kullanıp hukuku bile siyasileştirebiliyorlar. Hukuka olan inancımız yargı bağımsızca tamdır.
Demokrasi, kayıtsız şartsız milletin hakimiyetidir. Laiklerimiz, demokrasinin kendi
aleyhlerine işlediğini düşünüyorlar. Çıkmaz sokakta akıntıya kürek çektikçe batıyorlar.
Cumhurbaşkanını halkın seçmesi daha hayırlı olacaktır. Aksi halde 7 yıl Erdoğan’ın atadığı
Abdullah Gül’ün halkın tamamının adayı olmadığı tartışılacak ve gerginlikler sürecekti.
Halkın seçtiği cumhurbaşkanı dindar ve eşi başörtülü olursa, aşağı indirmek için ne gibi bir
bahane bulacaklarını merak ediyorum. Persona Non Grata’nın kim olduğunu biz susalım,
bundan sonra sandık söylesin.
111
Gürcü kahinin Cumhurbaşkanı adayı
15.05.2007
2000 yılı kehanetleri Gürcü Halk Gazetesinde yayımlanan Gürcü kahin Lila
Gagasvilli, Ahmet Necdet Sezer’in ismini vererek cumhurbaşkanı seçileceğini,
Demirel’in siyasi mevta olacağını bildirmişti. Diğer kehanet : Türkiye'yi adeta yeni
baştan kuracak ve tarihe geçecek cumhurbaşkanı 10. veya sonraki cumhurbaşkanıdır.
Lila, geçen Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Türkiye'nin cumhurbaşkanının isminin
baş harfini vermiş ve "A. M. mi yoksa A. N. mi bilemiyorum." diye hafifçe sürçme
yapmıştı. Muhyiddin Arabi’nin Türkiye’nin 10. dönemi veya sonrası için kehaneti ile
Lila’nın kehanetleri örtüşüyordu. Türkiye eski şaşalı günlerine geri dönecekti,
kaderinde vardı, Levhi Mahfuzda yazılmıştı.
Hıristiyan Kahin deyip geçmeyin. Hıristiyan veya şeytani cinlerle ilgisi olabilir ve
gizli saklı yerlerde alınan kararlara ulaşabilir. Veya Levhi Mahfuzla ilgili bilgilere
ulaşana ulaşmış olabilir. Gürcistan'da yaşayan yaşlı kahin kadın, o yıllarda oldukça
popülerdi. Söz konusu gazetenin tarihi seçimden sonra olsa dikkate almazdım. Ama 30
Aralık 1999 tarihliydi. Yani seçimden 5 ay önce. Şevardnadze'ye düzenlenen iki
suikast girişimini tarihiyle, şekliyle önceden haber veren Lila, Gürcistan eski
Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze tarafından kendisini ölümden kurtardığı için baş
tacı edilmişti.
Anekdotu Gürcistan’a Ağustos 2000’de düzenlediğim gezi sonrası Ankara büromuzda
‘fıkra olsun, gülelim’ diye anlatmıştım. Henüz herkes Sezer’in nasıl seçildiğini merak
ediyordu ve şoku atlatmamıştı. Kırmızı ışıkta duran mütevazi bir cumhurbaşkanımız
olmuş, sanki tombaladan çıkmıştı. 2000’in Ağustos’unda güya irticacı memurları YAŞ
üsulü yargısız infazla atılmasını kapsayan Bakanlar Kurulu’nun Kanun Hükmünde
Kararnamesini derin askerlerden gelen tehditlere rağmen iki defa veto ettiği için ne
kadar çok sevinmiştik. Kamuoyunda birden askerlerden daha fazla güvenilir hale
gelmişti.
Bu hengamede kahinin söylediklerini ve olayın bana nasıl intibak ettiğini hatırladım.
Gürcü gazetesini elime tutuşturan Gürcistan İş adamları Cemiyeti ve Dostluk Derneği
Başkanı Kenan beydi. Tiflis Büyükelçisi’nin konuyla yakından ilgilendiğini ve
kehanetleri tercüme ettirip Ankara’ya gönderdiğini anlatmıştı. Kahin işte deyip
ciddiye almamıştım. Şu kahinleri oldum olası zaten sevmezdim.
Kahin, Ahmet Necdet Sezer'in isminin baş harflerini resmen bildirmişti. Ankara Haber
Müdürümüz Salahattin Karakış’a olayı anlattım ve Karakış, 20.08.2000 tarihli Zaman
gazetesinde Poli Diyalog adlı köşesinde ‘fıkra olsun’ diye konuyu yazdı.
Gürcü kahin Lila'nın eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile ilgili 1999'da söylediği
kehanet gerçekleşince şaşkınlığımız yerini hayrete bıraktı. Lila, Demirel'in üzerinde kara
bulutlar gördüğünü, 2000 yılında ya öleceğini ya da iktidardan ilelebet bir daha ayağa
kalkamayacak biçimde ineceğini söylemişti. Yani siyasi mevta olmasından bahsetmişti. Gürcü
kadının Demirel öngörüsü gerçekleşti, Demirel en az 10 defa siyasete dönüş hazırlığı yaptı,
ama dönemedi. Halkın kendisine artık itibar etmediğini geçenlerde itiraf eden Demirel’in
kendisi. ‘Acaba Demirel, bir yerlerde siyasetten temelli tasfiye edildi de, kahine cinleri haber
yetiştirdi’ dedim içimden. Demirel, ne zaman ayağa kalkmak istese tökezledi veya
tökezletildi. Bir bilen olmuştu ne kadar unutulmamak için çırpınsada bir kaybeden.
Daha da enteresanı Sezer'le ilgili öngörüsüydü. Sezer'in dönemi veya sonrasında Türkiye’nin
çağ atlayacağını, yeniden yapılanarak baştan sona yenileneceğini söylemişti. 10. veya ondan
112
sonraki cumhurbaşkanının ilk başlarda küçümseneceğini ileri süren Kahin, halbuki Türkiye
için bugüne kadar gelen cumhurbaşkanlarının hepsinden fazla ve yararlı hizmetlerde
bulunacağı kehanetinde bulunmuştu. Gürcü kahin Lila’ya göre, Türk halkının gönlünde taht
kuracak bu cumhurbaşkanı Türkiye'yi adeta yeni baştan kuracak ve tarihe geçecekti. 10.
cumhurbaşkanından bu atılımları göremesekte, 2003’den itibaren yeniden bir doğuş
yaşadığımızı dost düşman herkes kabul ediyor. 11. cumhurbaşkanımız kim olursa olsun,
enkaz içinde bir ülke değil sıçrama tahtasında bir ülke teslim alacak.
Cumhuriyet tarihinin 10 cumhurbaşkanı konusunda bilmediğimiz gerçekleri
hatırlayalım:
M. Kemal Atatürk tek partili dönemde ve iki ayrı Anayasanın yürürlükte olduğu
dönemlerde seçilmiştir. (1921 ve 1924) İsmet İnönü hem tek partili hem de çok partili
dönemde Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Diğer 8 Cumhurbaşkanı çok partili dönemde
seçilmiştir.
1921 ve 1924 Anayasalarının yürürlükte olduğu dönemlerdeki Cumhurbaşkanları, ard
arda birçok kez seçilmişlerdir: M. Kemal Atatürk (4 kez), İsmet İnönü (4 kez), Celal
Bayar (3 kez) 1961 ve 1982 Anayasalarının yürürlükte olduğu dönemlerde ise
Cumhurbaşkanları birer kez seçilmişlerdir.
Cumhurbaşkanlarının kökenleri açısından, 1923’ten günümüze kadar 3 dönem
yaşanmıştır: Cumhuriyet Kurucuları Dönemi (1923–1960) ; Asker Kökenli
Cumhurbaşkanları Dönemi (1961-1989) ; Sivil Kökenli Cumhurbaşkanları Dönemi
(1989 - 2007)
Cumhuriyetin ilanından günümüze kadar 18 kez Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmıştır.
1980’de yapılan seçimlerden sonuç alınamamış, diğer 17 seçim, Cumhurbaşkanının seçimiyle
sonuçlanmıştır. Bir Cumhurbaşkanımız da seçimle değil halkoylamasıyla belirlenmiştir.
(Kenan Evren)
Bugüne kadar sonuç alınmış 17 Cumhurbaşkanlığı seçiminden: 13’ü birinci turda
sonuçlanmıştır: M. Kemal Atatürk (4 kez), İsmet İnönü (4 kez), Celal Bayar (3 kez), Cemal
Gürsel (1 kez) ve Cevdet Sunay (1 kez) 3’ünde ise üçüncü turda sonuç alınmıştır: Turgut
Özal, Süleyman Demirel ve A. Necdet Sezer. 1 seçim 15. turda sonuçlanmıştır: Fahri
Korutürk. 1 seçim sonuçsuz kalmıştır (1980).
1989 seçimlerindeki oylamalara muhalefet katılmamıştır. Turgut Özal, yalnızca ANAP’lı
milletvekillerinin ve bir bağımsız üyenin katıldığı birleşimde Cumhurbaşkanı seçilmiştir.
1973’de seçim turları devam ederken TBMM’deki siyasi partiler, ortak bir aday üzerinde
anlaşamayınca, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın görev süresinin iki yıl uzatılması
konusunda görüşbirliğine varmıştır. Ancak bu konudaki anayasa değişikliği önerisi, hem
Millet Meclisi hem de Senatoda reddedilmiştir. Bunun üzerine AP, CHP ve CGP; Kontenjan
Senatörü Fahri Korutürk’ün adaylığı konusunda uzlaşmaya varmışlar, 15. tur oylamada aday
gösterilen Fahri Korutürk gerekli oy çoğunluğunu sağlayarak Cumhurbaşkanı seçilmiştir.
2000 seçimi yaklaşırken hükümet partileri arasında sağlanan görüşbirliği ile
Cumhurbaşkanlarının görev süresini 5 yıla indiren ve bir kez daha seçilmelerine olanak
sağlayan anayasa değişikliği önerisi TBMM’ye sunulmuştur. 5 artı 5 diye adlandırılan ve
DYP de desteklemiştir. Öneri TBMM’de reddedilmiş, daha sonra siyasi partilerin ortak adayı
olan A. Necdet Sezer Cumhurbaşkanı seçilmiştir.
En uzun süre görev yapan Cumhurbaşkanı, M. Kemal Atatürk’tür. (15 yıl 12 gün) Onu 11 yıl
6 ay 11 gün ile İsmet İnönü, 10 yıl 5 gün ile Celal Bayar izlemektedir. En kısa süre görev
yapan Cumhurbaşkanı ise 3 yıl 5 ay 8 gün ile Turgut Özal’dır. İlk iki Cumhurbaşkanı tek
113
partili dönemde seçilmiştir: M. Kemal Atatürk ve İsmet İnönü. İsmet İnönü, hem tek partili
hem de çok partili dönemde seçilmiştir.
Dört Cumhurbaşkanı partilerinin Genel Başkanı iken seçilmişlerdir: Mustafa Kemal Atatürk,
Celal Bayar, Turgut Özal ve Süleyman Demirel. İki Cumhurbaşkanı, Başbakanlık görevinde
iken seçilmişlerdir: Turgut Özal, Süleyman Demirel. Üç Cumhurbaşkanı Parlamento dışından
seçilmiştir: Cevdet Sunay, Kenan Evren ve Ahmet Necdet Sezer.
İki Cumhurbaşkanı, görevleri başındayken vefat etmiştir: Mustafa Kemal Atatürk ve Turgut
Özal. Bir Cumhurbaşkanı, askeri müdahale sonucunda görevini bırakmak zorunda kalmıştır:
Celal Bayar. Bir Cumhurbaşkanının görevi, uzun süren rahatsızlığı sonucu hazırlanan Tıbbi
Kurul Raporu üzerine sona erdirilmiştir: Cemal Gürsel.
11. cumhurbaşkanımız sanırım asker olmayacak ve sivil cumhurbaşkanlığı dönemi
devam edecek. Hasta veya yaşlı olmayacak, eceli gelmezse görevini 7 yılda
tamamlayacak ve 12. cumhurbaşkanına darbe süreci yaşanmadan devredebilecek. Çok
partili bir Meclis’de tek aday içinden seçilmeyecek, birden fazla adayın demokratik
biçinde yarışacağı bir ortamda seçilecek, yani adaylığı dışarıdan tasarlanmayacak.
Tepeden kondurma olmayacak, parlamento dışından bir isim dayatılamayacak.
Kısacası halkıın temsilcisi seçileceği için 11. dönem Türkiye’nin yeniden yapılanıp
şaha kalktığı bir dönem olabilir.
114
Milli Görüş ne düşünüyor?
01.05.2007
Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı için seçilmesine en fazla sevinenlerden biri Milli Görüş
Teşkilatı oldu. Avrupa Milli Görüş Teşkilatı Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan dün akşam
Toronto'da Kanada Milli Görüş'ün misafiriydi, bizde onların misafiri olarak Gül'ün kendileri
için ne anlama geldiğini konuştuk. Evvela Gül'ü halen çok seviyor ve güveniyorlar.
Aralarındaki buzların erimesi için Gül, uzlaşmacı, yumuşak ve sevecen kişiliğiyle bir şans
olarak görülüyor.
Cumhurbaşkanı adayım başından beri Gül'dü. Karahan'a da söyledim; eğer başka biri olsaydı
üzülürdüm. Recep Tayyip Erdoğan'ın krizi başından beri çok iyi yönettiğini düşünüyor
Karahan. Erdoğan aday olsaydı, AK Partisi Olağanüstü Kongre toplamak zorunda kalacaktı,
Genel Başkan seçimleri, delegeler, çıkar gruplarının yeni başbakana yalakalık ve dalkavuk
yapma yarışları, eskilerin hayal kırıklıkları, küskünler derken parti içten karıştırılmaya müsait
hale gelecekti. Dış ve içerideki aktörler hazır kıta bekliyordu. Genel seçime gidilirken parti
gereksiz yere yıpranacak ve seçimde toplum mühendislerinin öngördüğü ilginç bir Meclis
aritmetiği ortaya çıkacaktı. Erdoğan'ın beklenmeyen fedakarlığı, derin odakların planlarını
boşa çıkardı. Cumhurbaşkanlığını değil 5 yıl daha başbakanlığı seçti. Oysa senaryo farklı
yazılmıştı. CHP Lideri Baykal'ın ağır tahrikleri Erdoğan'ı Çankaya'ya zorluyordu.
Önümüzdeki seçimde Doğu'dan AKP oylarını büyük ölçüde DTP'nin güçlü bağımsız adayları
karşısında kaybedecek ve parlamentoya 50 DTP'li girecekti tesbitinde bulundu Karahan. CHP
ve MHP'nin yanı sıra ANAP, DYP ve Genç Parti ortaklığınında parlamentoya girmesi halinde
yüzde 30'un üzerinde oy alacak AKP, en fazla 220 milletvekili çıkartabilecekti. Planlar
Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığına çıkarak ülkenin gerilmesi ve AKP'nin oy kaybına uğraması
üzerine yapılmıştı. Koalisyon kaçınılmaz olacaktı. Şimdi derin odakların işi zorlaştı. B
planına geçmek zorundalar. Elleri zayıfladı. Geçmiş olsun.
Erdoğan, önceleri kendisi çıkmayı düşünüyordu. Hrant Dink cinayetinin verdiği mesajı
algıladı ve uygun aday arayışına geçti. Gül hem en güçlü hemde en zayıf adaydı. Erdoğan'a
karşı olanlar, aynı gerekçelerle Gül'e karşı olabilirdi. Nitekim bazı köşe yazarları hemen
döktürmeye, kin kusmaya başladı. Bu nedenle şimşekleri kendi üzerine çekerek kamuoyunu
başka adaylarla meşgul etti Erdoğan. Bilgi sızdırmayı çok ustaca yaptı. Kendisinden başka
hiçbir adayı yıprattırmadı. İlk gelen derin bilgiler adayın eşinin başörtülü olmayacağı
yönündeydi. Yapılan anketlerde sunulan isimler bu görüşü destekliyordu. Nevzat Yalçıntaş,
Köksal Toptan, Vecdi Gönül, Burhan Kuzu gibi adaylara fazla şans vermiyordum.
Erdoğan, kafasındaki adayları Genelkurmay Başkanı ve TÜSİAD ile paylaşmıştı. Sanırım bu
adaylar içinde Gül yoktu. Erdoğan'ın adaylıktan vazgeçtiğini uzun süredir biliyorlardı.
Basında yazılan çizilen senaryolara eminim çok gülmüşlerdir. Tandoğan mitingi Erdoğan'ı
zorlayan önemli etken değildi, zaten aday olmayacaktı. Ancak Tandoğan'ın inadına Erdoğan,
kafasına adaylığı tekrar koyduğunda Malatya provokasyonu gerçekleşti. Türkiye'nin
karıştırılması için derin devlet, sağ uçtaki en zayıf kolunu kıpırdatmıştı, diğer ahtapot kolları
ülkeyi kana boyayabilirdi. Mesajı bu sefer net olarak algılayan Erdoğan'ın 'sürpriz aday'
açıklamasının ardından kadın aday üzerinde duruldu, askerlerin onayını almış Vecdi Gönül'ün
şansı arttı. Nimet Çubukçu ve Edibe Sözen sürecin en komik adaylarıydı. Sürpriz adayın
eşleri başörtülü olmayan Beşir Atalay veya Mehmet Aydın olduğuna dair duyumlar almıştım.
Hatta bir kaynağım Mehmet Aydın'a Erdoğan'ın teklifte bulunduğunu ve kabul ettiğini
fısıldamıştı. Güya ilmine çok güvenen Aydın'ın Sezer gibi ablukaya alınma ihtimali,
Erdoğan'ın gözünü korkuttu. Milli Eğitim Bakanlığı derin odaklardan ret yemiş Atalay
uzlaşma değil dayatma adayı olurdu. Spekülasyon ve yönlendirmelerden usanmıştım.
115
İşte tüm kamuoyunun kafasının karışık olduğu bir sırada ' Gül ya cumhurbaşkanı yada
başbakan' yazısını kaleme aldım. Hedef saptırma politikalarına inat, sağduyunun adayını
açıkladım. Bilerek değil bilmeyerek yazdım. Galiba bilmediğim zaman daha iyi toto
tutturuyorum. Türkiye'nin 2008'den itibaren tamamen normalleşip uçmaya başlayacağına dair
işaretler vardı. 'Bu sıçramayı nasıl yapabilir' diye kafa yordum ve ortaya tek potansiyel
adayım Abdullah Gül çıktı. Hem doğu hem Batı ile diyaloğu sağlam tek adaydı. 100 milyar
dolara yakın Arap sermayesi ülkemize gelmek için Gül gibi Arapça bilen, Suudi Arabistan'da
çalışmış, doktorasını İslam ülkeleri üzerine yapmış bir uzman olarak tanınan sıcak, güvenilir
bir cumhurbaşkanı bekliyordu, Sezer gibi sağı solu belli olmayan biriyle muhatap olmak
istemiyordu. Avrupa Birliği, ülkemizi üye yapmak için Gül gibi demokrat, insan hakları ve
birey özgürlüklerine saygılı İngilizce direk anlaşabilecekleri halkın içinden gelen bir
cumhurbaşkanı arzuluyordu. Ortadoğu'da barış mimarı olabilecek tek uzlaşmacı isim olarak
lanse edilen Gül, Washington'da barış yanlılarının da sevgilisiydi. İran krizinde oynadığı rol
takdir ediliyordu.
Tek endişem eşinin başörtülü olması nedeniyle yıpratılmasıydı. Gül'ün yapıcı kişiliğine
duyulan sempati ve o doyumsuz gülümsemesi, en fazla önyargıya sahip olanlarda bile
yumuşama meydana getirmişti. Erdoğan'ın eşi Emine hanıma, Bülent Arınç'ın eşi Münevver
hanıma duyulan şiddetli nefret sanki Gül'ün hanımı Hayrünnisa'ya daha az duyuluyordu.
Gül'ün ilk konuşmasında eşinin başörtüsünü bireysel tercih olarak kabullenilmesimi arzu
etmesi ve gelen tepkilerin nisbeten düşük olması tedirginliğimi umuta bıraktı. Eşinin
baöörtülü okuyamama mağduriyeti nedeniyle AİHM'ne yaptığı kişisel başvuruyu dile dolayan
bir kaç yazar müsveddesinden başka hayasız saldırı yapan olmadı. Gül gibi bir
cumhurbaşkanını beğenmiyorlarsa, bu zevata kimseyi beğendiremezsiniz. Onlar umutsuz
vaka, sosyoloji değil psikolojinin uzmanlık alanına giren kronik rahatsızlıkları var; hatta
kimisi sanırım şizofreni yani tedavisi mümkün değil.
Avrupa Milli Görüş Teşkilatı Genel Başkanı, benim gibi düşünmüyor; başından beri Abdullah
Gül'ün Erdoğan'ın kafasındaki tek aday olduğu görüşünde. Hatta Bülent Arınç'ın 'Gül'ün ve
Erdoğan'ın dışında kim aday yapılırsa adaylığını koyacağı' restinide danışıklı dövüş olarak
değerlendiriyor. 'Arınç'ın direnci etkili oldu' görüşüme de katılmıyor. Ona göre, başarılı bir
politikayla Erdoğan ve Arınç yerine kamuoyunun Gül'ü tercih etmesi bilinçli bir psikolojik
savaşla sağlandı. İsmi gündeme getirilmeyerek erken yıpratılmadı. Adet bozulmadı, gerçek
cumhurbaşkanı adayını 24 saat kala öğrendik. Kaza olabilirdi, ama olmadı. Karahan, Gül'ün
son gece yarısı Erdoğan'ın aklına endişeleri giderilerek sokulmasına mantıklı bulmuyor.
Meçhul üst düzey bir devlet adamının Gül'ü fısıldamasıyla aday yapıldığı iddiası, Erdoğan'ı
küçümsemek olur.
Gül'ü uzun yıllardır tanıyan Karahan, Türkiye'nin gerçek demokrat ve tarafsız bir
cumhurbaşkanı göreceğini söylüyor. Edindiğim izlenime göre, Necmeddin Erbakan'dan
kaynaklanan gelenekçiler ve yenilikçiler ayrımı yanılsamasının sonuna gelindi. AKP'nin
başarılarını gelenekçiler artık takdir ediyor ve kıskançlığı bir kenara bırakarak destek
olunması gerektiğini savunuyor. Yurt dışındaki Milli Görüş yapılanmaları Almanya merkezli
Avrupa, Avusturalya ve Kanada olmak üzere 3 merkezden gelenekçi kanat tarafından
yürütülüyordu. Yenilikçi AKP'ye önceleri burun kıvıran ve dışlayan eski tüfekler, çark ederek
ayrılığı bitirmeye, bükemediği eli öpmeye hazırlanıyor. Gül'ün cumhurbaşkanlığı eskilerin
dargınlığını sona erdirecek bir gelişme. Erdoğan'ın sert tavırları karşısında AKP'den uzak
duran gelenekçi Milli Görüş, iktidarın nimetlerinden faydalanmayı yararlı görmeye başladı.
AKP düşmanlığı gelenekçilere hiçbir getiri sağlamadı.
Saadet Partisi can çekişiyor, Erbakan'ın dünya değiştirmesiyle siyasi mezarlığa gömüleceği
günü sayıyor. Kısacası Gül'ün adaylığına çok sevinen eski tüfekler, Erdoğan cumhurbaşkanı
olsaydı, bu kadar sevinmeyebilirdi. Milli Gazete'nin AKP karşıtı tutumu değişecek mi, merak
ediyorum. Gül'ün adaylığna halen kıskançlıkla ve başörtüsüne ilişkin suçlamalarla yanaşması
116
kabul edilebilir bir mentalite değil. Avrupalı Milli Görüşcüleri daha akıllı ve pragmatist
buldum. Darısı Türkiye'deki asıllarının başına. Acaba önümüzdeki genel seçimde gelenekçi
adayların seçilecek yerlerden milletvekili adayı konması şartıyla Saadet Partisi kendisini
tasfiye edip, yüzde 2'lik oylarını AKP'ye mi kanalize edecek? Bu sadece teori ve bir gözlem.
Karahan'ın bir esprisi ile sonlandırayım: Kayseriler yine kazandı. Ya başbakan ya
cumhurbaşkanı Kayserili olacak diyorlardı, haklı çıktılar. Kayseri, Anadolu kaplanı olduğunu
Gül ile bir kere daha gösterecek. Canadatürk Editörü Hasan Yılmaz'ın esprisini yazmadan
geçemeyeceğim: Sanki rüya gibi, eğer bir askeri darbe olmazsa Gül gibi cumhurbaşkanımız
olacak... İnanılır gibi değil.
Yeni cumhurbaşkanımız Gül, vatana, millete hayırlı olsun!
117
4. Türkçe Olimpiyadı'nın düşündürdükleri
19.Haziran.2006
Türkçe'ye verdiği önem nedeniyle devlet madalyasına layık görülmesi gereken gözyaşlı
manevi dinamiğimize TBMM Başkanı Bülent Arınç sahip çıktı. 4. Uluslararası Türkçe
Olimpiyadı ödül törenininde herkes oradaydı, dört kesim hariç. Milliyetçiler, CHP, bazı dini
cemaatler ve askerler...
23 Nisan Çocuk bayramında her yıl çeşitli ülkelerden getirdiğimiz çocuklardan farklı olarak
84 ülkeden gelen 355 dünya çocuğu, Türkçe konuşup yarışıyor, vicdanında zerre kadar insaf
kalmış herkesi ağlatıyordu. Gelecek sene 120 ülkeden, 10 sene sonra BM'e kayıtlı olan ve
olmayan tüm ülkelerden öğrencilerin katılacağı spikerler tarafından açıklandı. Yani tüm
dünyada Türk okulu ve dil merkezi açılmıştı veya açılacak; meyveleri gelecekti.
TBMM Başkanı Bülent Arınç, ''İstanbul Kongre ve Gösteri Merkezi''nde düzenlenen 4.
Uluslararası Türkçe Olimpiyadı ödül töreninin finalinde oldukça duygulu bir konuşma yaptı.
Bu başarının önderini methettiği konuşmasında gururlu, mutlu ve heyecanlı olduğunu, bu
çocuklarla ve onlara Türkçe'yi mükemmel şekilde öğreten gönüllüler hareketiyle iftihar
ettiğini üzerine basa basa vurguladı. Tüm çocukların ülkelerine ödül ile gönderilmesini istedi.
Daha konuşmasını bitirmeden Zaman gazetesi sahibi Ali Akbulut, her öğrenciye 1000 USD
doları hediye ettiğini bir not ile bildirdi. Tam 355 bin doları gözünü kırpmadan veren
Akbulut, milliyetçi, ulusalcı geçinip icraat yapmayanlara okkalı bir ders verdi: Devletin
cebinden değil kendi cebinizden Türkçe'ye, milletinize hizmet ediniz.
Arınç, gelecek sene katılacak öğrencilere TBMM Özel Ödülü verileceğini açıkladı.
Konuşmasında Moğolistan konusunda verdiği örnek ilgimi çekti. Nurullah Genç'in naat
yarışmasında birinci olan meşhur Yağmur şiirini okuyan Moğol öğrenci dereceye
girememişti. Doğrusu şiiri okuyan öğrencinin telaffuzu nedeniyle bu sonucu bekliyordum.
Arınç'ın üzüldüğü belliydi. Bu nedenle kapalı kutuyu açtı. Ulanbatur'a büyükelçi olacağını
duyunca elinden bardak düşen, ben orada yaşayamam diye isyan eden bir diplomatın ruh
haletini anlattı. Oysa bu büyükelçi 5000 USD doları maaşla, kendisine tahsis edilen özel
makam aracı ve konutda yaşayacak, elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyecekti.
Moğolistan'a direkt uçuş yoktu, gidebilmek için Çin, Kazakistan veya Japonya'dan aktarma
yapılmalıydı. Oraya giden ve Türk okulları açan muhabbet fedailerini bu engeller
durduramamıştı. Üstelik 300 usd gibi düşük bir maaşa neredeyse karın tokluğuna
çalışıyorlardı. ODTÜ, Bilkent veya Boğaziçi bitirmeleri farketmiyordu, tayin kurasından kime
neresi çıkarsa gidiyorlardı. Büyükelçinin beklediği gibi torpil yaptırmak akıllarının ucundan
bile geçmiyordu. Dönmeye değil sanki ölmeye gidiyorlardı. Ve samimi çabaları başarılı
oluyordu.
Arınç'ın konuşması beni 1991 yılına götürdü. Moğolistan'dan ilk defa milletvekili Moğol
Kazak Kadir bey, 29 öğrenciyi Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla Kuran ve Türkçe
öğrenmeleri amacıyla İstanbul'a göndermişti. 15 günlük tren yolculuğuyla Rusya- Bulgaristan
üzerinden gelmiş ve perişan bir halde Büyük Çamlıca Kuran Kursu'na teslim edilmişlerdi.
Türkiye yüzölçümünün iki katına sahip Moğolistan'da sadece 2 milyon insan, 20 milyon at,
küçük ve büyük baş hayvan yaşıyordu. Çin'de kalan Aşağı Moğolistan'dan zaten dünyanın
haberi yoktu. Kazakistan'a yakın Bayan Olgey kentinde 150 bin Kazak Türkü yaşıyordu; bu
ilk gelenler oradandı. Çin, Rusya ve Moğollar arasında sıkışmış, ilkel bir hayat yaşayan,
neden yaşadıklarını bilmeyen Moğolistan Kazakları, içki, uyuşturucu girdabındaydı.
Göktürkler'in tarihi Orhun Kitabeleri'ni barındıran topraklar insan kaynakları açısından böyle
çoraktı.
O yıllarda doktor yardımcısı olarak Çamlıca'nın revirine bakıyordum. Ayrıca Bulgaristan'dan
118
gelen ve kursta kalanlarla ilgileniyordum. Moğolistan'dan gelenlerin halini gören Harun bey,
bu gariplerin rehberliğini başka bir garipe tarafıma verdi. Kursta Kuran hocası çoktu, ama
Türkçe hocası yoktu. Zoraki olarak Türkçe öğretmenliği tevdi edilince ne yapacağımı
şaşırdım. Onlar Kazakca ve Moğolca biliyordu. Bense henüz 20 yaşında roman denemesi
yazmış 21 yaşında genç bir yazar adayı olmama, Çamlıca öğrencileriyle Muhabbet adlı bir
dergi çıkartmamıza rağmen henüz Türkçe'yi bile iyi bildiğimden kuşkuluydum. Tarzanca
Türkçe öğretmenliği yaptım ve 4 ay sonra şakır şakır Türkçe konuşmaya başladılar. Sünnetsiz
oldukları için 15-30 yaş arasında olan bu gençleri Doç. Dr. Ümit beyle sünnet ettik. Kadir
bey, 4 ay sonra gelip öğrencilerin Kuran ve Türkçe öğrendiğini görünce hemen 100 öğrenci
daha göndermeye karar verdi. İlk öğrenciler aslında zor öğrencilerdi. Neler çekildiğini tahmin
edemezsiniz. Büyüğümüz gerekirse kolunuzu kesin onlara yedirin, elinizi onlara kaldırırsanız
affetmem demeseydi, doğrusu o çileye sabredilir miydi bilemiyorum...
Bu zor öğrenciler, öğrencileri Türkiye değil kendi ülkelerinde eğitme fikrini önplana
çıkarmıştı. Böylece Moğolistan'a giderek orda öğrenci seçme fikri ortaya atıldı. Mustafa
Tezcan ve Enver Hoca'dan oluşan ekip benle beraber Moğolisan'a gidip 2 ay kalacaktı. O
sırada Azerbaycan'dan gelen ekip, Çamlıca'dan birini isteyince kendimi bir anda Moğolistan
yerine Bakü'de gazete kuracak ekibin içinde henüz gazeteci olmadığım halde buldum.
Giderken aksakalımıza orada ne yapacağız diye soran saf bir arkadaşımıza şunları söylemişti:
Ne yapacağınızı bilmiyor musunuz? Temsil görevi yapacaksınız. Hiçbir şey bilmesenizde
düzgün bir müslüman olarak yaşamanız yeterli. Krilden Latin alfabesine geçip Türkçe'yi
öğrenmelerini sağlayacaksınız. 21. yüzyılda Türkçe bilim dili olacak. Türkiye'yi tanıtacak
hasret köprüleri kuracaksınız.
Bazı arkadaşlarımızın bunu ütopya olarak gördüğünü hatırlıyorum. Türkçe bilim dili olacak
ve 21. yüzyıla damgasını vuracak ha! 1992 başındaki bir diyalogdan bahsediyorum. Bugün
bunun ütopya olmadığını görüyoruz.
Bu arada Bayan Olgey'de 5 Kuran Kursu açtığını iddia eden, ilk getirdiği öğrencilerin
ailelerinden rüşvet alan ve para sızdırmaya çalışan Kadir beyin foyası ekip Moğolistan'a
gidince ortaya çıkmıştı. 2 ay çadırda kalan ve sivrisneklerle mücadele eden ekip daha sonra
Çamlıca'da eğitim gördükten sonra Türk lise ve üniversitelerinden mezun olan 29 öğrenciyi
anahtar olarak kullanıp 3 Türk okulu açmayı başardı. Türkçe olimpiyadına şiir okuyan kız
öğrenci, işte 15 yıllık bir emeğin meyvesi olarak Arınç'ı duygulandırmayı başardı. O sahneye
o kız gelene kadar nice emekler harcandı, bilen bilir...
Türkçe olimpiyadında muhtemelen çağrıldığı halde yerlerini almayan Türk milliyetçiliğinin
temsilcileri olduğunu söyleyen MHP'liler acaba kıskançlık mı duyuyorlar? MHP lideri Devlet
Bahçeli, en azından bu tür etkinlikleri kaçırmayan Namık Kemal Zeybek'i orada görmek
isterdim. Jüride yer aldığı açıklanan Yeni Çağ gazetesi yazarı Arslan Tekin de yanılmıyorsam
orada değildi. Yıllarca Türkçe' den yurtdışındaki Türklerden bahseden ve bu yönde politika
izleyenlerin bu samimi çalışmayı takdir etmesi beklenirdi. Oysa rahmetli Ebulfey Elçibey ile
1998 ve 2000 yıllarında yaptığım röportajlardan biliyorum: Türk okullarının Türkçe
öğretmediğini İngilizce öğreterek ABD'ye çalıştığı iddiasını ileri sürüyorlar. Bu safsataya
inanan ülkücü sayısı azımsanmayacak kadar fazla. Elçibey, ölmeden önce verdiği son
röportajda tarafıma pek çok ülkede 50 bin insana Türkçe öğreten insanın ayağını öperim
diyerek emaneti ehline teslim etmişti. Bu röportajın kasedini tarihi bir delil olarak halen
saklarım. Başbuğ Alparslan Türkeş'inde ölmeden önce takdir hislerini çekinmeden ilettiğini
biliyoruz. O halde günümüz milliyetçilerine ne oluyorda burun kıvırıyorlar? Ulusalcı akımları
çıkartarak milliyetçileri yeni amaçlar doğrultsunda kullananlara bu soruyu sormak lazım.
Safkan ülkücüler masumdur.
CHP Lideri Deniz Baykal ve CHP'lileri de orada göremedim. Oysa pek çok CHP'linin Türk
okullarını ziyaret ederek takdir hislerini ziyaretçi defterlerine çekinmeden yazdığı biliniyor.
Japonya'da Osaka'da açılacak Türk Dil Kursu'nun parasını himmet edecek kadar
119
duygulanmıştı CHP Belediye başkanları. Tokyo'daki Dil kursunu ziyaretlerinde bir yıl içinde
6000 Japonun Türkçeyi öğrendiğini duymuş ve Türkiye'yi tanıtmanın en iyi yolunu bulan
gençleri aralarında para toplayarak ödülendirmişlerdi.. Pekala neden yoktunuz olimpiyad
töreninde muhteremler? Eğer geldilerde canlı yayında göremediysem özür dilerim. Diğer
katılamayanlara girmek istemiyorum. Bazı medya organlarının haberi veriş tarzı sorunluydu.
Böyle bir etkinliği mesela Aydın Doğan düzenleseydi veya Türk okullarının elde ettiği
başarıya Koç veya Sabancı'nın eğitim kurumları ulaşsaydı; acaba kör ve şaşı olarak bakmayı
sürdürürler miydi? Niyetim zaptiyelik yapmak değil. Elbette isteyen istediği yere katılır veya
katılmaz. Ama medyanın çelişkili tavrı eleştirilmeli ve sorgulanmalı. CHA aracılığıyla 44
ülkede ve 40 yerel televizyonda canlı yayımlanan bir tören sıradan değildir; en azından haber
değeri taşır.
Bu yazıyı kendime pay çıkarmak için yazmadım. Görmeyen gözlere ve hissetmeyen kalplere
ulaşmak zordur. Bu başarıya neden kendilerinin ulaşamadığını sorguluyorlardır. Herşeyin
para ile olduğunu sanan maddeciler bile bu işin para ile olamayacağını kavradı. Rahmi Koç,
bir kaç okulun hakkından gelemediklerini 100 ülkede 500 okulun nasıl yürüdüğünü merak
ettiğini söylemişti. Sadece insan faktörüyle de izah edilemez. Netice itibariyle üniversiteden
yeni mezun, çok genç insanlar bu okulların öğretmenleri. Maddi destek verenler küçük ve orta
ölçekli esnaflar, öyle büyük holdingler değil. Onlar almak değil vermek için çırpındıkları için
bazılarının gözünde çok büyütülüyorlar. Kısmeti olmayanın zaten hayırlı işte bezi olamaz. Bu
kadar fakir ve garip bir topluluk peki nasıl oluyorda başarıya ulaşabiliyor?
Elbette Allah'ın inayeti ve yardımıyla... Duayla... O gözüyaşlı gurbet hüzünlüsünün isim isim
alperenlerine dua ettiğini biliyorum. Burunları kanamadan gittikleri çok tehlikeli bölgelerde
hizmet edebiliyorlarsa bunda bir keramet vardır. Her kim kendine pay çıkartıyorsa şirke
giriyor demektir. Ben yaptım, ben ettim mırıltıları şeytanın kulak tırmalayan gürültüsüdür.
Allah kullarını kullanır. Rahmetine nail edecekse vesile kılar. Doğru zamanda doğru yerde
olmak elbette önemlidir. Ancak Allah'ın inayeti yoksa en zengin ve en zeki insanlarda olsanız
kalplere, gönüllere giremezsiniz. Samimiyet ve ihlasınız yoksa, Alah rızası için haraket
etmiyorsanız tüm şartlar lehinize gibi gözüksede verim alamazsınız. Arınç bu gerçeği, hiçbir
çıkar peşinde koşmayan, dönmek için gitmeyen ışık ordusundan verdiği örneklerle simgeledi,
taşı tam gediğine koydu.
Ne mutlu küçükte olsa bu kutlu seferberliğe destek verenlere, emek harcayanlara... Gözyaşı
damarları kuruyanlara ne desek abesle iştigaldir.
120
Türkçe Olimpiyatları: Ütopyadan gerçeğe
02.Haziran.2007
5. UluslararasıTürkçe Olimpiyatları finaline TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın konuşması
damgasını vurdu. 'Bu iş politika ile olmaz, parayla olmaz, silah zoruyla da olmaz' diyen
Arınç, 30 yıllık siyasi yaşamını 50 ile çarpsan yinede bu hizmeti gerçekleştirenlerin
yaptıklarının yanına bile yaklaşmayacağını samimi biçimde itiraf etti. Kanada'nın Toronto
kentinde bulunan Nil Academy öğrencisi Adam Hizan, Kanada'yı temsilen ilk defa katılsa da,
550 öğrenci arasından sıyrılıp yarı final ve finale çıkamadı.
Adı ıolimpiyat için Türkçeleşiren Anadolu Gösteri ve Kongre Merkezi'nde 2 Haziran'da
gerçekleşirilen final gecesinde gözyaşı, duygu seli ve sevinç vardı. Moğolistan'da geçtiğimiz
yıl şehit olan Adem Tatlı'nın eşi ve oğlu küçük Ömer Faruk'un Arınç'ın eşi Münevver
Arınç'tan vefa ödülünü alması törenin en dokunaklı anıydı. Bülent Arınç, yaptığı konuşmada
çok bariz görünen, ancak bazı kesimlerinin dile getirmekten çekindiği noktaların altını çizdi.
Neydi bunlar?
Biri size çıkıp 15 yıl önce tüm dünyada her miletden insana Türkçe öğreteceğim, okullar
açacağım dese ve sizden bağış istese cevabınız ne olurdu?
Peşin ücrete alışmış Türk toplumumuzda en iyi tabirle aklınızdan zorunuz olduğu
düşünülürdü. Her türlü yolsuzluk ve hortumculuğun, hilekarlığın, sahtekarlığın ve riyakarlığın
kol gezdiği bir ortamda muhatabınız sizi ütopyanız ile başbaşa bırakırdı. Eminim bu yola
başkoyanları yıldırmak isteyenler çok oldu. Yılmadılar.
Ahlak, sevgi, hoşgörü, adanmışlık ruhu, samimiyet ve ihlas. Dünyanın dört bir yanında Türk
okulları açan ve sevgi çiçekleri yetiştiren eğitim sevdalısı muhabbet erenlerinin temel
özellikleriydi. Arınç, bunları çok iyi tesbit etmişti. Bu şekilde devam edilmesini ve çıraklarn
ustadan bu kutsi meşaleyi aynen devralarak üstadlarını utandırmamasını istedi.
Koşarken atınız çatlarsa onu doğuran kısrak utansın. Şerefli, onurlu koşarken ölebilmek,
yaşarken başkalarını yaşatmak için yaşadığı için öldüğünde yaşamak, yaşatılmak. Adem Tatlı,
Türkiye'den 10 bin kilometre uzaklığındaki Moğolistan'a bu duygularla gitmiş ve hizmet ettiği
10 yılın ardından, öldüğü yere gömülmüş bir erendi. Tatlı gibi nice meçhul Hak dostları,
isimsiz muhabbet fedailerinin geri dönmemesine' gemileri yakarak' gittiğini ve artık yüzü
aşkın şehidin ücra ülkelerde yattığını biliyorum.
Toprağa tohum atılıpda gül ve çiçek bitirmediği görülmemişti. Nice kışlar, boranlar, rüzgarlar
görsede çürüdüğü düşünülen tohum bahar gelince güller, sümbüller açar, nice çınarları işte o
tohum fihristesinde taşırdı. Arınç, toprağa tohum atanların ve sevgi ile gözyaşı ile
sulayanların güzel ve bereketli çiçekler, ağaçlar, mahsüller almasını veciz biçimde izah etti ve
şaşırılmamasını öğütledi.
Bazılarının bu güzel çalışmalara kendi bencil ve çıkarcı bakış açılarından bakmaları ve işin
arkasında bir hinlik aramalarına değinen Arınç, TBMM'nin yüzde 99'u, milletimizin yüzde
yüzü TBMM'in bu olimpiyadlara gelen ve ödül alanları mükafatlandırmasına karşı
çıkmadığını, destek verdiğini söyledi. Geriye kalan küçük marjinal azınlığın balçıkla
sıvanamayan güneşe gözünü kapatması veya şaşı bakması, sanırım onlar adına bir
talihsizliktir.
15 yıl önce ütopya görülen Türkçe'nin dünyanın konuştuğu sevilen bir dil ve bilim dili
olacağına inananların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Arınç'ın ifadesiyle suya düşen
bir damlanın etrafında halkalar oluşturması misali, bu ihlaslı ilk damla dalga dalga yayıldı,
büyüdü, büyümeye devam ediyor.
Bu ilk damla, Yağmur Gözlü'nün gözyaşıydı. 1990 ve 1992 periyodunda ve sonrasında
defalarca ' Türkçe Bilim Dili' olacak, gittiğiniz ülkelerde Türkçe öğretecek ve ülkemizle bu
121
ülkeler arasında sağlam köprüler kuracaksınız demişti. En yakınındaki insanların, hatta
gönderilenlerin bile bu fikri ütopya olarak gördüğünü hatırlıyorum.
1991 ve 1992 yıllarında Azerbaycan ve Orta Asya'ya giden ilk kalıcı aksiyoner ekibin içinde
olmayı Allah nasip etmişti. Size tuhaf gelecek ama gidenler niye gittiğini ve orada ne
yapacaklarını bilmiyorlardı. Ama sormaya utanıyor, hacalet çekiyorlardı. Her yerde bir tane
deli gibi veli vardır. Biri kendini tutamadı ve sordu: Orada ne yapacağız?
Derin bir sessizlik oldu ve hepimizi teker teker röntgenimizi çeker gibi süzdü, hayretle sordu:
Orada ne yapacağınızı bilmiyor musunuz? Bu serzeniş aslında oraya acaba yanlış adamlar mı
gidiyor endişesiydi. Hz. Musa gibi Hz. İsa gibi Hz. Muhammed (SAV) gibi O'nu da hiçbir
zaman Allah'ın kendisine hizmet etmek için sunduğu insanların kifayetsizliğinden,
garipliğinden, cahilliğinden, yoksulluğundan, çocuk yaşta olmasından ve köylülüğünden
dolayı şikayet ederken görmemiştim. Elindeki malzeme ne ise onunla yemek yapar, asla
isyankar olmaz, sabreder, hamd eder ve şükrederdi.
Evet. Gerçekten bilmiyorduk. Ağzından dökülen ilk cümle şöyle oldu: Türkçe 21. yüzyılın
bilim dili olacak, siz orada Türkçe öğretecek, oradaki insanları Türk insanın engin hoşgörü ve
sevgi dünyasına davet edecek ve Türkçemizde en derin manasını bulan insani değerlerde
bizleri kavuşturacak buluşturacaksınız.
Hepimiz birbirimizin gözünün içine baktık, vardır bir hikmeti der gibi başımızı salladık ve
henüz ikna olmamış şekilde yola koyulduk. İtiraf etmeliyim ki, hepimizin bu gerçeğe
inanması ve ütopya olmadığını kavraması yıllar aldı. Türkçe olimpiyadları, bu ihlaslı, çileli
çabaların meyvelerini gördüğünüz hazır bir yemek. Aslında 25 yıl meyve beklemeyin, sabırlı
olun tavsiyesiyle haraket edildiği için kısa sürede çiçekler açılması umulmuyordu. Çiçekler
hemen açtı, çünkü zaman ve zemin susuzluktan, sevgisizlikten, hasretten çatlamıştı, daha
fazla bekleyemezdi.
İhsan edilen bir İlahi inayet, tükenmek bilmeyen Hazine sahibinden kutlu bir hediyenin
nişansidir Türkçe Olimpiyadı. Yoksa bu lütuf ve ihsan, bu uğurda koşturanların çok liyakatlı,
çok zengin, çok itibarlı, arkalarında güçlü güçler olmasından değildir. Ne parayla, ne politik
güç ile ne silah zoruyla insanların kalbini kazanabilirsiniz. Sevgidir ana kaynak, ancak Allah
sevgisine dayanmıyor ve oradan beslenmiyorsa sevgi dahi tek başına yetersizdir. Bu sırrı
anlamayanlara değirmenin suyunu izah etmek oldukca zor. Olimpiyada katılan 550 öğrenciye
kimin, neden kişi başı 1000 dolar, toplam 550 bin dolar verdiği, her işte bir yeniği arayanların
kafasını daha fazla meşgul ediyordur. Basiret gözleri kapalıysa göğe altın harflerle hakikatları
yazacak veya yazılmasına dua edecek halimiz yok. Bulağın kaynağı Anadolu'nun tertemiz
alın teri, fedakar iş adamlarıdır.
90'lı yıllarda Türkiye, kendi kabı içinde sıkışmış, dışarıya açılamayan ve aşağılık
kompleksinin verdiği gururla kuru, lafta milliyetçilik yapılan bir ülke konumundaydı.
Osmanlı'nın kredisini bitirmiş bir mirasyediydi. Oysa Yağmur Gözlü, halen Osmanlı'nın ve
Türk Milletinin şuuraltı kredisinin varlığına inanıyor ve ölü toprağının üzerlerinden atılarak,
en verimsiz görülen topraklara dahi tohum atılmasını istiyordu. Nadasa bırakılmış ve uzun
süredir çorak kalmış verim alınmayan arazilerde toprağın münbitleşmesi, tohum ekenin
kabiliyeti ve ehliyeti kadar Rahmet'i indiren Rahman'ın iltifatından kaynaklanır ve sonuçta
sebebler dairesinde veren, yardıma yetişen Sebeblerin Yaratıcısı'dır.
Rahmetli Ebulfeyz Elçibey, son röportajımızda, ' dünyanın 50 ülkesinde ( 2000 yılında
öyleydi) farklı milletlerden 50 bin insana Türkçe öğretenin eli, ayağı öpülür' diye itirafta
bulunmuş, ve yaz eğer bu gerçeği söylediğim için ' Fethullah Gülenci olacaksam bende
Fethullahçıyım' demişti. Elçibey, Atatürkçüydü, ülkücüydü, Türkçüydü, Türkiye sevdalısıydı,
ancak Türk okullarına cumhurbaşkanlığı dönemimde İngilizce öğretiliyor diye karşı çıkmıştı.
Bazı fitne odaklarından çıkartılan mesnetsiz iddialara kandığı için özür dileyen Elçibey'in
samimi itirafı, Türk ve Türkçe sevdalısı herkesin eğer kalbi bozulmamış, ruhunu şeytana
satmamış, vicdan özgürlüğünü kaybetmemişse, ütopyadan gerçeğe dönüşen bu hizmetleri
122
takdir edeceğini, en azından yiğidi öldürüp hakkını vereceği umudumu canlı tutmuştu.
Elbette bunca insanın güven duyarak, itimat ederek, canlarını, cananlarını, mallarını,
mülklerini, hayatlarının en bereketli dönemlerini bu yolda sarfetmeleri ile şirketi maneviye,
kabule şayan dua gücü ortaya çıktı. Amacım şahısları yüceltmek değil ekip çalışmasıyla
ortaya konan performansa dikkat çekti, ama ilk damlayı suya bırakanı anmamak vefasızlık ve
haksızlık olur. Sebeplere riayet ederek çalışılırsa Allah'ın fiili duların yanında kavli, dili
duaları kabul etmesi beklenir. Politika, para, silah, yani güç kullanarak değil gerçek sevgi
kaynağına iltica edilirek azimle yürünürse ütopyalar gerçek olur. Keşke ülkemizden başka
babayiğitlerde çıksa, dünya büyük, daha Türkçe öğretecek ve Türkiye'yi tanıtacak çok insan
var.
123
Afrika'ya okul seferberliği
07.Ekim.2006
Kaderi ve rengi kara Afrika'ya bir süredir Anadolu'dan giden alperenler okullar açıyor,
yardım ellerini uzatıyor. En güzel hayrın Afrika'ya el atmak olduğunu düşünüyorum.
ABD'de televizyonların en uzun devam eden talk-şovunun yapımcısı, meşhur zengin zenci
Oprah Windfrey'i yardımseverliği nedeniyle sevmeyen yoktur. Bu nedenle sivri dilli olmasına
ve olmadık sansasyonları umulmayan adamlar hakkında patlatmasına rağmen kimse ona
batamaz. Meşhur muhalif Michael Moore, Oprah'ın ABD başkanlığına adaylığını koyması
için 2000 ve 2004 seçimlerinde ciddi ciddi on-line üzerinden ve mektupla imza kampanyası
başlatmıştı. Bende imzalamıştım. Öyle konular işliyor, öyle insanların elinden tutuyor ki,
gönül rahatlığıyla alkışlıyorsunuz.
Oprah'ın Güney Afrika'da topladığı 40 milyon dolarla okula gidemeyen kız çocukları için
okullar açtığını dün CNN'de gördüm. Tek şartı kızların, çocuklarını okutmayan teneke
evlerden gelmesi ve normal veya üstünde okuma yeteneğine sahip olması. Açlara ve hastalara
yardım getiren ve AIDS'l Afrikalıların elinden tutan Oprah, gözümde biraz daha büyüdü.
Kimi zaman bunları şov için yaptığını düşünürüm. Ancak Oprah'ın programlarını izleseniz
samimi olduğunu anlıyorsunuz. Küçük iken babasının tecavüzüne uğrayan Oprah, fakirlik ve
yokluklardan bugün ABD'nin en zengin ve güçlü 10 kadını arasına girdi. Buna rağmen
tevazuyu elden bırakmıyor ve zor günlerde neler çektiğini anımsayıp herkesin özellikle
renktaşlarının yardımına koşuyor. Sadece yardım toplamakla kalmıyor, kendisi de elini cebine
atıp milyon dolarlar bağışlıyor.
Afrika'ya yardım için kampanya başlatan Bill Clinton'u da çok takdir ediyorum. Gerçi
bakıyorsunuz bu yardımların ulaştırılması, bir katakülle ile Hıristiyan Misyoner teşkilatların
eline geçmiş ve yardımı verirken birde İncil veriyorlar. Afrika'nın en ücra köşelerine giden ve
yıllarca kalan nice Rahip ve Rahibeler var. Ayrıca misyoner teşkilatlar maaşlı doktor,
öğretmen gibi profesyonel insanlarda gönderiyor. Sadece World Vision ve United Way'ın
Afrika bütçesi ve programlarını okumuştum, dudağım uçukladı. Kuzey Amerika'da
"Afrika'daki açlar ve muhtaçlar için günde 1 dolar verin" kampanyasını yıllardır
sürdürüyorlar. Bundan 200-300 sene önce yüzde yüze yakını müslüman olan Afrika'nın
Hıristiyanlaştırılması, sömürgeci devletlerin bu kıtayı işgaliyle başladı. Bir yandan beyaz ırk
mensupları onları ezdi, katletti, zenginliklerini çaldı; diğer yandan ise, dindar beyaz
misyonerler kıtanın yarısını özverili çalışmalarıyla Hıristiyan yapmayı başardı.
Afrika, kapitalist dünya altında ezilen ve adaletsiz sistemin ceremesini an fazla çeken bir kıta.
Sıtma gibi tedavisi olan bir hastalıktan her yıl milyonlarca insan ölüyor. Sağlıklı, temiz su
bulmak çok zor. Ancak parası olan dağlardan getirilen su bidonlarına para ödeyebiliyor.
Çoğunluk, nereden bulursa mikroplu suları içiyor ve kullanıyor. Su içtikleri su birinkitisini
görseniz, tiksinirsiniz. Parası olmayanca ne yapsın, çaresiz buradan kullanıyorlar. Dolayısıyla
sıtma eksik olmuyor. Eğer sıtmaya yakalanan Afrikalının cebinde o gün 2 dolar varsa
eczaneden Kinin ilacını alıyor, kurtuluyor; yoksa ölüyor. Bu kadar basit biçimde insanlar telef
oluyor. Yeni doğan çocukların yüzde 30'u ilk yaşınada ölüyor, istatistiğe yansımayan oranın
daha büyük olduğu biliniyor. Ne doktor, nede ilaç var. Devlet, tüm 3. dünya ülkelerinde
olduğu gibi sadece bürokrasi ve rüşvet alıp milletini soymak için var gözüküyor.
Kenya'da Türk okulu açan alperenlerle bu yaz Alanya'da karşılaştım. Açtıkları okula o kadar
yoğun talep olmuş ki, kabul imtihanı bizim meşhur üniversite imtihanı gibi yapılabilmiş ve
okula ancak yüzde 2'ye girenler alınabilmiş. Okul özel olduğu için paralı olmak zorunda.
Belirlenen düşük rakamı bile, yemeğe ekmek, içmeye su bulamayanların ödemesi
124
beklenemez. Çok zeki olup parası olmayanları burslu okutuyorlar. Kenya'nın yüzde 75'i
Hıristiyan, yüzde 25'i müslüman. Okulda din ayrımı yok, gerçek hoşgörünün ne olduğunu
Afrikalı ilk defa görüyor. Ancak Üniversitelerde okuyan müslüman nüfusu sadece yüzde 2,
liselerden okul bırakan müslümanların oranı yüzde 60'ın üzerinde. Müslümanlar genellikle
teneke evlerde veya taşrada aç bihaç yaşıyor, sinekler gibi ölüyorlar. Zenci Hıristiyanlarında
durumu iyi değil, zengin olan ve hükmeden yine beyaz Hıristiyanlar. Debdebeli bir hayat
yaşıyorlar ve ülkenin para eden emlağı onlara ait; hükümetin kim olacağı ve ekonomi
onlardan soruluyor. Okulun kapasitesi 150 olmasına rağmen 300 öğrenci sığdırmışlar. Henüz
150 öğrenci var iken Kenya Eğitim Bakanlığı'ndan müfettişler denetime gelmişler ve bu okula
ve yatılı yurduna 150 öğrenciyi nasıl sığdırdıklarını anlatmaları için bakanlıkta brifing
vermeye çağırmışlar. Gözüyaşlı bu durumu anlatan alperenlerin Afrika rehberi, hemen (bu
geçtiğimiz yaz) yeni tahsis edilen arsada okul inşaatına başlanıp eylül sonunda bitirilmesini
istiyordu. 3 ayda okul mu bitermiş demeyin. İsteyince bitiyor. Tüm inşaat malzemeleri,
labratuvar malzemeleri, sıraları, boyası ustalarına kadar gemiye yüklenip Türkiye'den gitmiş
ve okul yetiştirilmiş diye duydum. Okul inşaatında çalışan bir Kenyalı işçinin ilginç talebi ve
sitemi beni çok etkiledi. Demirci ustasından inşaat bitince demir kesme aletini istemiş Kenyalı
işçi. Türk işçi olur deyince, " Yalan söylüyorsun, vermezsin. Siz beyazlar bize teknoloji
vermezsiniz. Halen demiri testere ile tek tek kesiyoruz. Bu nedenle inşaatlar yıllarca sürüyor.
Siz ise kısa sürede bitirdiniz." demiş. Türk usta şaşırmış. Teknoloji dediği basit bir demir
kesme makası. İnşaat bitince vermiş makası. Kenyalı gözyaşlarına boğulmuş ve sarılmış. "Siz
beyazsınız, ama farklı beyazsınız" demiş ve şöyle noktalamış: "Beyaz bizi hep sömürdü, insan
yerine koymadı, geri bıraktı, kendine esir etti, Hıristiyan olduk yine yaranamadık. Galiba sizin
insanlığınız müslümanlığınızdan geliyor; Türkleri ömrüm boyu hep seveceğim."
Rehber abi, Türk iş adamlarına sesleniyor ve yanlarına meslek öğretmeleri için Afrika'dan
gençler, çocuklar getireceğini söylüyordu. Afrikalıya beyaz sömürgeciler hiç balık tutmayı
öğretmemişti, hep hazır balık vermişti. En basit meslekleri bile bilen yoktu. Özellikle
Ramazanlarda yardım götürdükleri Teneke evlerinde yaşanan insanlık dramlarını ifade
ettikten sonra geçtiğimiz kurban bayramında yaşanan başka bir dramı anlattı. Türkiye'den bazı
insanlar "ülkemizde o kadar fakir insan yok, bu sene kurbanlarımızı Afrika'ya gönderelim"
diye sözleşmişler ve paralarını adlarına kesilecek isimlerle göndermişler. Ayrıca yüklü
miktarda erzak ve kıyafet toplamış ve ulaştırmışlar. Bu yardımları bir helikopterle 3 yıldır
yağmur yağmayan, kuraklık nedeniyle canlı hayvanları ölen, müslümanların yaşadığı ücra bir
kente götürmüşler. Bundan sonrasını dinlerken gözyaşlarımı tutamadım. Halkı bir meydana
toplamışlar, yardımları indirmişler, dağıtacaklar. Çift sıra dizilen Kenyalı müslümanlar,
yardım paketini almaya gelmiyor, aradaki 12 metrelik mesafeyi koruyorlar. Bakışları şüpheci
ve donuk. Yardımı getirenler içlerinden, "' Ne kadar onurlu insanlar; aç oldukları halde
yardımı almaya gelmiyorlar " diye düşünüyorlar. Saatler geçiyor, kimse yerinden
kımıldamıyor. Bu işte bir tuhaflık olduğunu anlıyorlar ve helikopter pilotunun tercümanlığı
sonucunda acı gerçeği öğreniyorlar. 1905 yılında İngilizler aynı kente gelip yardım
dağıtacağız diye halkı toplamışlar. İki sıra milleti dizmişler. Daha sonra hepsini çoluk çocuk
kadın yaşlı demeden kurşuna dizip katletmişler. Bu hikaye nesillerden nesile sözlü
anlatılagelmiş. Ne zaman bir beyaz görseler akıllarına bu katliam geliyormuş. Üstelik
bizimkilerde halkı aynı tarzda dizip aynı gerekçeyi söyleyince sonlarının yine katliam
olacağımı sanmışlar. Karınları aç olduğu için çaresizce bekliyorlarmış.
Uganda'ya okul açılması için gönderilen bir arkadaşın hikayesini anlattı Rehber abi. Tam
"Beşinci Boyut"luk veya "Sır Kapı"lık bir hadise. Gelecek yıl bu ülkede Türk okulu
yükselecek, gerekli izinler Allah'ın inayetiyle alınmış. Bu ülkelere hizmet vermeye giden
arkadaşlara imreniyorum. Zekatını, bağışını, kurbanını, bursunu bu ülkelere gönderenleri
takdir ediyorum. Biz nasıl gönderebiliriz diyorsanız, Anadolu'dan yükselen 'Afrika Afrika
geliyoruz' çığlığına biraz kulak kabartmanızı öneririm.
125
Babam olmak ister misin?
17.Aralık.2006
New York'un en merkezi parkında oturmuş, kendisine çok yabancı ve tuhaf gelen insanları
seyrediyordu. 27 yaşındaydı, bekardı ve gençti. Ne olduysa bir anda oldu. Parkta oynayan bir
kız çocuğu yanına yaklaştı ve kendisine güven telkin eden bu yabancıya sokuldu. Hayatı
boyunca unutamayacağı samimi bir talep, kızın dudaklarından aniden döküldü: Babam olmak
istermisin?
Şok olmuştu; "acaba başkasına mı söylüyor?" diye ister istemez arkasına doğru başını
çevirerek baktı. Ne istediğini bilen bir edayla arzusunu tekrarlayan bir çift mavi gözle bu sefer
gözgöze geldiğinde içi burkuldu, hıçkırarak ağlamamak için kendini zor tuttu. Henüz 5
yaşında ya var, ya yoktu Amerikalı kızın. Bakışları zıpkın gibi deliciydi, "bir dokunsan bin
ah" işiteceğin belli bu kızın derdinin, yaşından pek büyük olduğunu içindeki vicdanın sesi
söylüyordu. Derinden yüreği yaralandı; gözlerinden iki damla yaş farkında olmadan sessizce
yanaklarından aşağı doğru süzüldü. Ne yapabilirdi ki ? Amerika'ya geleli daha birkaç gün
olmuştu. 1986 yılının yazıydı. Türk Hava Kuvvetleri, onu F 16 tip savaş uçaklarının bakım ve
onarımı konusunda 10 aylık kursa göndermişti. Günleri sayılıydı bu hiç tanımadığı ülkede.
Yurduna dönerken hala o beş yaşındaki Helen'in kulak tırmalayan çığlığını tüm benliğinde
duyuyordu: Babam olmak ister misin?
Aradan yıllar geçti. Ordudan ayrılmış ve bir gazetede İstanbul'da çalışmaya başlamıştı. Daha
sonra Azerbaycan'da gazete kurmakla görevlendirilmiş ve geçirdiği 3 yılın ardından çalıştığı
gazete onu ABD'de gazete çıkarması için tayin etmişti. Çok sevindi. Helen'in dokunaklı sesi
yıllardır beyninde zonkluyordu, birden siması gözünün önünde belirdi. Aradan geçen 9 sene
içinde büyümüş, 14 yaşına gelmiş olmalıydı. "Acaba bir baba bulabildi mi?" diye düşündü.
Artık evliydi ve iki çocuk sahibiydi. Gazetede iş arkadaşlarıyla sohbetleri sırasında ABD'de
evliliklerin kısa sürede boşanmayla sonuçlandığını ve ortada kalan çocukların ya tek anne
veya babayla yaşamak zorunda kaldığını veyahutda anne ve babaları tekrar evlendiğinde üvey
anne veya babanın yanında büyüdüklerini öğrendi. Yıllardır ABD'de yaşayan dostlarına
Helen'i anlattığında hiç heyecanlanmadılar. Bu tür vakalara alışmışlardı, adiyatdan
sayıyorlardı. Devlet, ayrı düşmüş ailelerin bir şekilde ellerinden alınmış çocuklarını koruyucu
ailelerin yanına veriyordu. Devletin bu konu üzerine eğilmesi insanları vurdumduymaz
yapmıştı. Güya kimse kimsesiz değildi. Halbuki herkes babası ve anneside olsa yalnızdı bu
ülkede. Anne veya baba sevgisinden uzak büyüyen bu çocukların ruhlarının bir köşesinde yer
edinmiş "itilmiş kakılmışlık" duygusu zamanla küllensede, onarılmaz bir yara olarak
kalıyordu. Beyaz tenli anne ve babanın önlerine kattıkları iki tane zenci çocuğu parkta
gezdirirken gördüğünde, artık şaşırmıyordu. O'da alışmaya başladı. "Bir çocuk evlat edinelim"
diye eşini zorlarken bir kız çocukları dünyaya geldi. "Helenler yine öksüz ve yetim bir köşede
ağlıyor, bir baba, bir anne arıyor" diye kendi kendine söyleniyor, içi içini kemiriyordu.
Gazete yönetimi, kendisini bu sefer Kanada'da gazete kurması için tayin etmişti. Eşi 1997
yılında evde "daycare" denilen çocuk bakıcılığına başlamıştı. Aklı hep "Helenler"deydi.
Eşinin baktığı çocuklar, ücret karşılığı belli saatlerde bakımını üstlendikleri anne babalı
çocuklardı. 12 yaşının altında çocukların evde yalnız bırakılması yasak olduğu için çalışan
aileler küçük yaştaki çocuklarını okul saatleri dışında işten gelene kadar daycare kurumlarına
veya evinde çocuk bakanlara teslim etmek zorundaydı. Kanada'da Children Society,
çocukların her türlü haklarını koruyor, çocuklarına bakmakta ihmal gösterenlerin çocuklarını
ellerinden alarak koruyucu ailelere veriyordu. Genellikle aile içi şiddetden dolayı dayak
yiyen, ensest ilişkiye maruz kalan, taciz edilen çocukları öğretmenleri okulda tesbit ediyor ve
yetkililere durumu bildirerek müdahale ettiriyordu. Hastanede doktorlarında böyle bir gizli
126
görevi vardı. Ailesinin kusurundan dolayı bakımsız kalmış, dövülmüş çocukların ellerinden
alınması için çok hassas davranıyorlardı. 12 yaşından küçük çocukları evde yalnız bırakanları
komşuları polise ihbar ediyor ve aynı işlem yapılıyordu. Boşanmalardan sonra anne ve
babanın bakmayı reddetmesinden dolayı yetim ve öksüz kalmış çocuklardan daha fazla
devletin hassas tutumundan dolayı Children Society'e teslim edilmiş çocuk vardı. Annesi ve
babası ölmüş çocuklarda eklendiğinde ortaya müthiş bir rakam çıkıyordu. Kanada adeta
"yetim çocuklar ülkesi"ydi.
2002 yılında eşi ve çocuklarıyla görüşerek koruyucu aile olmaya ailecek karar verdiler. İlk
şart eşinin sürücü belgesi sahibi olmasıydı. Eşi hemen kursa yazıldı, araba kullanmayı öğrendi
ve ehliyet aldı. Oturdukları kent olan Missisauga'ya bakan Peel Aid kurumunu (her bölgede
farklı isimlerde kurumlar mevcut) telefonla arayarak bilgi aldı. Bir Kilise'de ön brifing
verilmesi amacıyla randevu kopartıldı. Bir saat boyunca çağrıldıkları Kilise'de "niçin"
sorusuna yanıt vermeye çalıştılar. Helen'in çaktığı kıvılcımdan başlayarak birer birer içini
döktü, gerekçelerini sıraladı. Müslüman bir ailenin koruyucu aile talebinde bulunmasını
yadırgayan yetkili yumuşadı ve oldukça kalın bir dosyayı koltuğunun altına sıkıştırdı.
Formların doldurulmasının ardından başvuru yapıldı ve kısa süre sonra evlerine bir yetkili
gelerek "Background Check" (Arka Plan) kontrolü yapmak istediğini bildirdi. 15 sayfadan
oluşan sorular tek tek ailenin en küçüğünden en büyüğüne her ferdine soruldu. Ayrı bir odaya
alınan aile fertleri tek tek mülakatdan geçirildi. İki kızı ve bir oğlu vardı. Herhangi birisi
koruyucu aileye verilecek çocuklarla aynı evde yaşamak istemediğini söyler veya kıskançlık
emaresi gösterirse başvuruyu reddediyorlardı. Bu mülakatlarda ayrıca anne ve babalarının
kendilerine nasıl davrandığını, ilişkilerini sorgulamışlardı. Eşler arasındaki ilişkileri masaya
yatırmışlardı. En önemlisi hepsi bu işe istekli olmalıydı. Tüm testlerden başarıyla geçtikten
sonra maddi durumlarını araştırmaya başladılar. Devlet, teslim ettikleri ailenin gelirinin
kendilerinin verdiği yardıma gereksinimi olmadanda bakımlarını karşılayabilecek seviyede
olmasına dikkat ediyordu. Aile, bu işi ticari bir amaçla para kazanmak için yapmaya
kalkışıyorda ret cevabı veriyorlardı. Bu aşamayıda geçtikten sonra sıra tüm aile üyelerinin
katılmasının mecburi olduğu bir haftalık kursa geldi. Polisten sabıkaları olmadığına dair
"temiz belgesi" istendi.
Polistende temiz çıktıktan sonra 3. safhaya geçildi. House evinde yaşıyorlardı, fiziki zeminleri
uygundu. Ancak "basement" denilen bodrum katında çocukların kalmaması şartı konuldu. Bir
yangın kurtarma planları olmalıydı. "3 ila 5 ay arası sürer" denilen süreç 6 ayda
tamamlanmıştı. Bekleme süresi bitmişti, artık korunmaya muhtaç çocuklar gelmeliydi. Üç
kategori grubu vardı: 0 ile 5 yaş, 6 ila 12 yaş ve 12 ila 17 yaş arası. Veya yeni doğan bebek ila
18 aylık arası. Çocuklar arasındaki kıskançlığın önüne geçilmesi için alacakları çocukların 2
ila 3 yaşlarında kendi çocuklarıdan küçük yaş grubunda olmasını tercih ettiler. Genellikle yeni
doğan kimsesiz bebeklere daimi kalacakları aileler bulunuyor ve evlatlık işlemi 2 yaşlarına
gelmeden bitiriliyordu. Çocuklar, anne ve babalarının gerçek velileri olmadığını asla
bilmiyordu. Korunması için geçici süre verilen çocukların ne zaman ellerinden alınacağı
hikayesine göre değişiyordu. Eğer gerçek anne ve babası çocuğu geri almak için
mahkemelerde fazla sürünmez ve iyi bir anne ve baba olacaklarını ispat ederlerse, kısa
sürebiliyordu. Bazı çocuklar evlerinde sadece on gün kalmış, bazısı 4 ayda geri alınmıştı.
Devlet çocuklara sağlık sigortası yaptırıyor, sağlık kartıyla tüm sağlık giderlerini karşılıyordu.
Aylık verdikleri ücret; gıda, kıyafet gibi temel ihtiyaçlarını sağlayacak biçimde
hesaplanıyordu. Çocukların aileleri kesinlikle kendilerini tanımıyor, evlerinin yerini
bilmiyordu. İlk yıl, ayda bir defa daha sonraki yıllar iki ayda bir sorumlu oldukları sosyal
güvenlik yetkilisi teftişe geliyordu. Çocuklardan sorumlu başka bir devlet yetkilisi ise, rutin
olarak ayda bir defa veya istediği zaman gelip ani teftiş yapma hakkına sahipti.
127
Son 3 yıldır kendilerine verilen yaşları birbirine yakın 3 kardeşi çok sevmişlerdi. Anne ve
babası ayrı yaşıyordu. İkiside uyuşturucu kullanmaktan sabıkalı ve halen kullanan, düzenli bir
hayat kuramayan, öz çocuklarına bakmaktan aciz kimselerdi. Çocuklar, kendi anne ve
babalarıyla yaşamak istemiyordu. Zaten onlarda istemiyordu.
2 yaşından büyük çocuklara mahkemede hakim kimle yaşamak istediğini soruyordu. Anne ve
baba "hayırsız" olunca anneanneleri bakımlarını üzerine alıp, devletin verdiği yardıma
konmak için mahkemeye başvurmuştu. Avukatların katıldığı mahkemenin her celsesinde
ilginç bir tablo yaşanıyordu. Hakimin sorusuna çocuklar tek bir ağızdan "tek yürek" cevap
veriyorlardı. Her defasında çocuklar, kendilerine sadece bakmakla kalmayan; sevgilerini,
şefkatlerini ve yüreklerini veren baba Halim ve anne Nurten Dağlar çiftini tercih ediyorlardı.
Bu nedenle mahkeme sürüp gidiyordu. Henüz sabi olan 3 yetim çocuk öz kardeşleri sandıkları
çiftin diğer çocukları Yusuf, Halime ve Betül'ü çok seviyorlardı. Bu çocukları daimi evlat
edinmek için mahkemeye başvuran Halim Dağlar, "Kody", "Kyler", "Savana" adlı üç masum
anne ve babalı yetimin başını okşarken, New York parkında 1986'da ateşi, koru yüreğinin
derinliklerine yerleştiren Helen'in temessülünü karşısında görüyor ve dokunaklı sesi
kulaklarından gitmiyordu: Babam olmak ister misin?
128
Fehmi Koru'dan Ahmet Hakan çıkmaz!
14.Haziran.2006
Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Fehmi Koru'nun Bilderberg
toplantsına katılmasını ' Cemaatden firar' olarak nitelendirdi.
Böylelikle komplo terorilerinin çöktüğünü belirterek, Koru'yu yayın toplantılarına çağırdı.
Cüneyit Ülsever ise, Bilderberg toplantılarına katılanları ' daha önce ' Medya Fahişesi' olarak
tanımlayan Koru'nun müstear adı olan kulis yazarı Taha Kıvanç'ı özür dilemeye davet etti.
Koru'nun Ahmet Hakan gibi nedamet getirmesini bekliyorlar. Koru'yu hiç tanımadıkları ve
önyargıları ile analiz ettikleri bu yorumlardan anlaşılıyor.
Arnavut kökenli olan Koru, Artnavutlara has koyu inatçılığı ile meşhurdur. 1986'dan beri 20
yıldır Koru'nun ve Kıvanç'ın köşe yazılarını hiç sektirmeden okurum. Gazeteci olmama sebep
olan yazardır Koru. Gençlik yıllarımın ideolü, örnek yazarıdır. Bakü'den 1998'de Ankara'ya
diplomasi muhabiri olarak tayin olduğumda beraber çalışacak olmamızdan dolayı çok
sevinçliydim. Koru'nun yazılarından iyi bir gazeteci olmak için gerekli altı altın ana kuralı
öğrenmiştim. Bunlar; çok okumak, iyi bir arşiv tutmak, İngilizceyi mükemmel öğrenerek
Batılı kaynakları sadece resmi değil alternatif bilgi sunanlarla birlikte izlemek, olayların perde
arkasını didik didik etmek için şüpheci ve heyecanlı olmak ve edindiğim bilgileri cesur
biçimde kaleme alarak hafızama kazımak...
Koru'nun günde en az bir kitap bitirdiğini, hızlı okuma teknikleriyle İngilizce veya Türkçe
farketmiyor; bin sayfalık bir kitabı bir saatde müteala ettiğini biliyorum. Günde 3-4 saatini
internetde alternatif bilgiye ulaşmak için geçirdiğini, sadece çok okuyan değil çok gezen bilir
prensibiyle çok gezdiğini ve kulis bilgilere ulaşmak için önemli resepsiyonları bir muhabir
gibi takip ettiğini gözlemledim. Doğu ile Batı'yı mezcederek hem Suriye'de hem ABD'de
Harvard'da eğitim alan Koru, iyi bir eğitimin yanısıra, güçlü hafızası ve analitik kabiliyeti ile
Türk basının gerçek duayenidir. Ona yetişmek için gerçekten 40 fırın ekmek yemek
gerekliydi.
Koru ile Ankara'daki ofisinde ilk karşılaşmamız tam bir hayal kırıklığı idi. Koru'yu bir cemaat
yazarı sanan Özkök'ü kınamıyorum. Bende öyle sanıyordum. Koru, belkide Türkiye'nin ender
özgür kalemlerinden biridir. Kendi yayın çizgisi ve katı prensipleri vardır. Sansürsüz
yazamayacağı medyada çalışacağını sanmam. Bunu o gün anladım. Beni odasına ' kovmak '
için çağırmıştı. Ankara'ya torpil ile gelen bir cemaat gazetecisi olduğum önyargısına
kapılmıştı. Meğerse Genel Müdürümüz Hüseyin Gülerce ve Ankara temsilcimiz Hidayet
Karaca, Koru'yu by-pass yaparak, ona hiç sormadan tayinimi gerçekleştirmişti. Koru, çatık
kaşlarla bana bakarak, ' Sen kimin adamısın bilmiyorum. Bak ben asabi, huysuz bir adamım,
benle çalışamazsın. Haber merkezine girmeni yasaklıyorum, git CHA'da çalış, nerede istersen
orada çalış; ama bana görünme' dedi. 'Abi siz örnek aldığım bir yazarsınız' diyecek oldum
daha fazla kızdı. Meğerse abi kelimesi cemaatde kullanılan bir tanımlama olduğu için gıcık
oluyormuş. Ben abi filan değilim dedi, kestirip attı. Kızgın kızgın Koru'nun yüzüne, ' Ben
şeytanla bile uyum içinde çalışırım' dediğimi, odasından burnumdan soluyarak çıktığımı
hatırlıyorum. Odada bulunan Haber Müdürümüz Selahattin Karakış ve Mustafa Ünal'ın
yaşadıkları şok halen gözlerimin önünde. Ben, önce Allah'a sonra çalışma azmime ve
kabiliyetlerime güveniyordum. Bazıları bu cesareti, 'dayısı var' diye yorumluyordu.
Başımdan aşağıya kaynar sular döküldüğünü tahmin edersiniz. Ama pes etmedim. ' Koru'nun
istemediği bir muhabir Ankara'da çalışamaz' diyen dostlarımın uyarılarına kulak asmadım.
Koru'ya nasıl bir gazeteci olduğumu göstermeye karar verdim. İstanbul merkez adıma özel bir
masaüstü bilgisayar gönderene kadar bir ay labtopumla çayhaneden haber yazdım. Ankara'da
yeni olmama rağmen günde beş haber yazıyordum, bunlardan ikisi sayfa manşeti olarak
129
gazetede çıktıkça Koru kafayı yedi, haberleri nereden yazdığımı merak etti. Çaycı belki
söylemiştir. Aramızı bulmaya çalışan CHA Ankara temsilcisi Süleyman Ünal'ın verdiği
desteği unutamam. Koru'ya görünmemek için 15 günlük Kazakistan gezisi ayarladım. Zor
günlerdi. Koru'nun haber merkezinde çalışan muhabirleri bile tanımadığını, haber
toplantılarına hiç katılmadığını, bürosuna seyrek uğradığını öğrendiğimde epey şaşırdım.
Koru çok gezen biriydi ve yolu adeta ara sıra Ankara'ya uğruyordu. Özkök'ün haber
toplantısına katılma çağrısına gülüp geçiyorum. Koru, haber toplantısı sevmez. Yeni Şafak'ta
da haber toplantılarına katıldığını sanmıyorum. Kazakistan dönüşümde Koru'nun çalıştığım
gazeteden ayrıldığını öğrendim. ' Boşadığımız karının topuklarına bile bakmayız' diyen Koru,
evini ziyaretgaha çevirmelerine rağmen geri dönmedi. Haber Merkezi'ne zafer kazanmış
komutan edasıyla girdim. O günlerdeki espri, Koru'yu gazeteden benim uzaklaştırdığımdı.
Oysa bambaşka gerekçeleri olduğunu biliyordum. Bu konuyu açmayayım.
Koru ile gazeteden ayrıldıktan sonra mükemmel dost olduk. Her resepsiyonda konuşuyorduk.
Koru, gazeteciliğimi, haberlerimi takip ettiğini ima ediyordu. Daha sonraları yazdığım üç
kitabıda köşesinde tanıttı ve takdir hislerini kompleksiz biçimde beyan etti. Bana odasında ilk
görüşmemizde yaşattığı soğuk duşu unutturdu. Doğrusu asıl vefa beklediğim ve kitaplarımı
birkaç satır yazmasını dilediğim yerlerin sessizliğe gömülmesi karşısında Koru'nun
büyüklüğünü tekrar idrak ettim. Koru, vefalı bir dost. Kendisine has üslubu olan bir istikrar
abidesi. Koru'ya 1998 sonlarında Hürriyet ve Star gazeteleri transfer teklifinde bulundu.
Uzanların siyasi tetikçisi olması beklenemezdi, hemen reddetti. Merhum Yavuz Gökmen'den
sonra Özkök, Koru gibi güçlü kalemi olan ve sağ okuyucuya hitap edecek bir yazar arıyordu.
Doğan Grubu medyasında yer alan Koru röportajları bunun sinyaliydi. Ancak Emin Çölaşan
ve Bekir Coşkun, Koru Hürriyet'de yazmaya başlarsa istifa edeceklerini Özkök'e bildirdi.
Koru'dan vazgeçildi. Cüneyit Ülsever, Hürriyet'in yeni Gökmen'i oldu. Ancak Ülsever sağcıliberal geçinmesine rağmen pekte dini hassasiyeti olan biri değildi. Yeri geldiğinde viskisini
yudumlardı. Ayrıca pek çok yazısı sağ okuyucu için sorunluydu. Gökmen'de farklı değildi,
ancak Türkiye'deki sağ okuyucu artık daha seçiciydi. Bu nedenle Kanal 7 haberlerini sunarak
sükse yapan, İskele Sancak programının yapımcısı Ahmet Hakan yazar olarak devşirildi.
Hakan, kompleksli biri olduğunu ' Beyaz Türkler' taifesine katılır katılmaz gösterdi. Dini
çevrelerin yanlışlarını içeriden biri olarak ifşa ederek sansasyon takılmaya başladı.
Değişmenin faziletlerini yazdı; her iki yazısından birinde nasıl evrim geçirdiğini anlatarak
sarkastik bir histeri örnekleri sergilemeye başladı. Daha dün eleştirdiği masonları bile
dindarlardan korumaya kalktı. Danıştay saldırısını ve ortaya çıkan çeteleri basite indirgeyerek
Özkök'le aynı çizgiye geldi. Belki ondan bunu istemediler, ama gönüllü olarak Hürriyet'in
devletçi yayın kalıbına 'çuk' oturdu. Özgür kalemini, imajını, çizgisini koruyamadı. Kanal
7'den onu Hürriyet'e taşıyan kitleyi yazılarıyla incitti. Bu taktikle itibar kazandığını sandı.
Koru'dan neden Ahmet Hakan olmaz şimdi anladınız mı? Koru, Bilderberg toplantısını,
bugüne kadar kimsenin yazmadığı tarzda kendi üslubunu koruyarak yazacaktır. İyi bir
gazeteci, çağrılan her yere alternatif bilgi edinmek için gider. Bazen 'off the record' bilgiler
verilsede bunları hafızasında saklar, zamanı gelince yazar. Koru'nun Bilderberg'den
yazacakları ne Ülsever'in beklediği gibi özür ve tek taraflı resmi görüş, nede Özkök'ün
beklediği gibi komplo teorilerini dışlayan sadece bilinmesi istenen, görünen yanıltıcı tablo,
kamuoyuna lanse edilen olacaktır. Ayrıca masonlar dahil olmak üzere dünyadaki tüm gizli
örgütlerin bir süredir şeffaflaşarak kendilerini topluma tanıtmaya çalıştıkları unutulmamalı.
Koru gibi bir yazarı davet ederek güçlerini birinci elden reklam etmek istiyor olabilirler. Zira
artık gizli örgütler gizli değiller. Özkök gibi halen Matrx'in hayal dünyasında yaşayıp derin
analizlere komplo diyenler marjinal kalmaya başladı. Bilderberg gibi kurumlar artık gizlenme
ihtiyacı hissetmiyorlar. Koru'nun yerinde olsam bende Bilderberg'e giderdim ve gördüğüm,
duyduğum her bilgiyi sansürsüz biçimde yazardım. Kemikli, ilkeli, tutarlı gazeteciliğin gereği
budur.
130
İbrahimi olmak sanatı
23.Nisan.2007
İbrahimi olmanın kaçınılmaz sonucu; kendini horlayan, dışlayan, sürgün eden ehli
dünyanın kaybetmekten en çok korktuğu koltuğuna birgün gelip İbrahimi ferdin
oturtulmasıdır. 'Oturacak' demiyor Kuran, 'oturmuştur' diye kesin bir geçmiş zaman kipi
kullanıyor. İşte asıl imtihan bundan sonra başlıyor. Çünkü o koltuğu kaybeden ehli dünya
daha evveller senin gibi ehli ukbaydı, kaybedenlerden oldu, zalimliği nefsine mağlup olarak
seçti.
'Mesleğimiz Haliliye, yolumuz kardeşliktir' demiş siyasetden şeytandan kaçan gibi kaçan
üstad. 'Muhammedi olmanın yolu evvela İbrahimi olabilmekten geçer' demiş yolunun
yolcusu. 'Hz. İbrahim hepimizin ortak atası, dinler arası, kültürler arası diyaloğun ortak
paydası' demiş her dinden inananlar. Hidayet yollarına engeller döşendiği bu fitne döneminde
hidayete vesile olma izin reçetesini İbrahim suresi sunuyor.
Kuran'da her surede ayrı bir ahenk ve düzenli bir yapı var. İbrahim suresinde 7 ila 3 düzeni
mevcut. Ayrıca tevafuk esasına dayalı olarak sayfalar arasında ilişki vardır. Kuran şifreli bir
kitap değil, avamında havassında anlayabileceği Allah'ın kelamı, bir söz mucizesi. Sayılarla,
Ebced hesaplarıyla ortaya konan mucizelerinden bahsetmiyorum. Mükemmel inşaat işçiliğini
andıran mühendislik projesinden ve mesajını ayetlere nakşetme sanatından bahsediyorum.
Kuran Bakara suresindeki ilk ayetlerde dediği gibi Kuran kendini ancak samimi olarak
okuyan ve hidayet ehli olanlara açıyor. Müttakiler için kurtuluş reçetesidir Kuran. Mealini
okudum, ne varki içinde diye tafra yapanlara gül yüzünü açmaz. Ondaki ses musikisi doğru
okunursa anlamayanları bile etkiler. Sır gibi gözüken ayetleri, faydalanmak için okunursa
görünmeyen sırlarınıda okuyana açar: Tüm kaderi ev kainatı içinde bulur, fert bazında
dertlerinizin devası olduğunu görürsünüz, çünkü günümüze de ışık tutar. Asırlar geçsede
doğru yola girenlerin yolunu aydınlatır, sözünün nuru kalp gözünüzü açar Kuran; çünkü ziyası
sönmeyen güneş gibidir.
Hz. İbrahim'in kıssaları Kuranda anlatılır. Bunları sadece geçmiş dini hikayeler zannedenler
yanılıyor. Her asır ve döneme baktığı gibi bugüne de bakar bu kıssalar. İbrahim suresinde ehli
dünya ve ehli ukbanın sıfatları 3 kategoride ele alınır. Ehli dünya kimdir? Ahirete inandığı,
helal ve haramın ne olduğunu bildiği halde hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için yaşayan ve
dünya hayatını ukbaya bilerek tercih edendir. İkinci sınıf, bencil ve kapitalist bir yaşam
sürerken, ahiretini kazanmaya çalışanları engellemeye, alay etmeye, hor görmeye çalışandır.
Üçüncü kesim, dinini hayatına hayat yapmaya çalışanlara karşı savaş açan ve ukbayı yok
sayandır. Zalimliğe varan günahlara kapılar açtıkları için sonları şaşkınlık ve bu dünyada dahi
hüsrandır.
Peki ehli ukba, ehli hidayet veya Sıratı Müstakim denen doğru yola giren kimdir? Rabbimiz
diyorki bu kullarına: Onlar, sağlam bir biçimde iman eden, namazını dosdoğru kılan ve Allah
yolunda infak edendir. Bunları yapabilmek güçlü bir tevekkül gerektirir. İbrahimi olabilme
yoluna nerede ve hangi şartlarda bulunursa bulunsun söz konusu üç şartı yerine getirmekle
girilebilir. Doğru yol, otoban bir yol değildir, engebeli, dikenli, dağ patika yoludur; ancak
mutlaka selamete eriştirir. Bu yola girenleri zorlu imtihanlar bekler. Eğer sabredilirse,
hamdedilirse ve şükredilirse Allah'ın yardımı, inayeti, ihsanı yetişir. Hz. Musa'nın kavmini
alarak Mısır'dan çıkışı sonrası peşinden kovalayan Firavun ve askerlerini Kızıldeniz'de boğan
ve inananları sahili emniyete çıkartan, vaadini yerine getirmiştir. Bu zorlu yola talip olanları,
bugün dahi yarı yolda bırakması mümkün değildir. Yeterki doğru yolda sebat edelim.
İmkansızları bahşetmek O'nun için çok kolaydır. Hikmet, şecaat ve ihlas sahiplerine onun
yolu zor görünmez.
131
Hz. İbrahim'in cömertliği, misafirseverliği, yumuşak huylu ve sevecen olması herkesin
malumudur. Misafirsiz sofraya oturmamıştır, misafirsizliği bereketin kesilmesi ve felaket
hesap eder. En büyük özelliği ise Allah'a tevekkülde çıktığı zirvedir. Nemrud onu mancınığa
koyar ateşe atarda, ' Rabbim beni kurtar' diye dua etmez, tevekkülle hikmetini bekler, sual
etmez. Ateş gül bahçesi, göl; odunları balık olur ibret olsun diye, tabi anlayana... Mısır'a
güzeller güzeli eşi Sara ile gelir, ancak şehvet hastası Firavun eşini zorla aldırıp, cariyesi
yapmak ister. Sabreder, eşini kurtarmak için yalvarmaz zalime. Yüksek imana sahip Sara
validemiz, öyle bir dua ederki, Firavun her yaklaştığında titrer zıngır zıngır, emeline
ulaşamaz. Üstelik korkar Hz. İbrahim ve eşinden. Başlarına bela olsun diye cariye köle olan
Hz. Hacer validemizi onlara hizmetçi diye verir. Onun şer gördüğünde hayırlar böyle başlar.
Kadın fıtratındaki kıskançlığa rağmen Sara validemiz zoraki kumaya sabreder, anlayışla
karşılar. Çocuk veremeyen bir kısır olması nedeniyle üzgündür. Sırf Allah yolunun davası Hz.
İbrahim'den gelen bir evlatla devam etsin diye Allah'ın rızasını gözeterek kumaya sabreder.
Ve peygamberimizin sulbunden geleceği Hz. İsmail doğar. Bu derece sabreden Sara kulunu
Allah, kocamış yaşında bir evlatla mükafatlandırır ve Hz. İshak doğar.
Hz. Hacer ve oğlunu, o dönemler kimsenin yaşamadığı çöl olan Mekke'ye bırakmasını isteyen
Allah'ın emrini sorgulamadan, tevekkülle uygular Hz. İbrahim. Allah'a yedi tevekkül ve dua
ile sığınır. Bu yedi dua aslında İbrahimilerin dilinde pelesenk, azığı olmalıdır. Sabrının,
hamdının ve şükrünün yanıtını veren Allah, Aziz ve Hamid isimleriyle izzet verip yükseltecek
ve övülenden kılacaktır. Peygamberimizin büyük atasını doğuran Hz. Hacer'in tevekkülle
imtihanı başlamıştır. Safa ve Merve arasında koşuşturan garip annenin evladı Hz. İsmail'in
ayakları dibinde Zemzem fışkırır. Eş ve evlat emanetini Allah'ın korumasına iade eden Hz.
İbrahim, onların zayi olmayacağını güvenmesine karşın derdinden ciğerini deler, ama bir defa
bile Rabbinin emirlerini sorgulamaz, sabreder. Hz. İsmail 12 yaşına geldiğinde bu sefer
oğlunun kurban edilmesi adağını yerine getirmekle imtihan edilir. Bu imtihanıda geçer.
Dedemizin sünneti kurban ibadeti ve kıyamete kadar kıblemiz olan Kabe işte bu tevekkül ve
sabır neticesinde doğar. Bu nedenle her namazda Salli ve Barik dualarıyla Hz. İbrahim ve
ailesine dua ediyor İbrahimi olmak istiyor, Hz. Muhammed ve ailesine dua edip Muhammedi
elçilerin hidayete giden yolları ışıklandırmalarını arzuluyoruz.
İbrahimi olmak gördüğünüz gibi kolay değil. Hz. İbrahim'in verdiği imtihanlara gögüs
gerebilecek derecede iman ve tevekkülü elde etmek lazım. Hele Muhammedi olmak daha zor.
Hz. Muhammed (SAV) ve onun sahebelerinin 23 yılda yaptığı inkılabı yapabilecek gerçek
Muhammediler yetiştirmenin yolu, öncelikle İbrahimi olabilmekten geçiyor. Hz. İbrahim
diyar diyar dolaşmış, hicret içinde hicretler, gurbetler yaşamış, dilini bilmediği topraklarda
İbrahimi özellikleriyle halkın sevgilisi olmuştur. Sevecendir, toleranslıdır; itici, nefret ettirici
değildir. Kalbi, evi herkese açıktır, ayrımcılık yapmaz, kardeşi görür, sever insanları. Allah'ı
sevdiği ve tam tevekkülle bağlandığı için halkın gönlüne girmiş, nereye giderse gitsin
sevilenlerden olmuştur. Hidayete vesile olmanın fiziki şartlarda imkansız göründüğü yerlerde,
arazilerde gönüllere, kalplere gireceklere sırlı bir reçete sunmuştur. İbrahimi özelliklere talip
olanlar Allah'in izin ve inayetiyle kendileri farkına varmasalarda hidayet güneşini taşırlar,
nice hayırlara vesile olurlar.
İbrahimi olmanın kaçınılmaz sonucu; kendini horlayan, dışlayan, sürgün eden ehli dünyanın
kaybetmekten en çok korktuğu koltuğuna birgün gelip İbrahimi ferdin oturtulmasıdır.
Oturacak demiyor Kuran, oturmuştur diye geçmiş zaman kipi kullanıyor. İşte asıl imtihan
bundan sonra başlıyor. Çünkü o koltuğu kaybeden ehli dünya daha evveller senin gibi ehli
ukbaydı. O koltuğa boş yere oturtulmamıştı. Eğer İbrahimi olmayı sürdüremezsen,
Muhammedilerin yetişmesine zemin hazırlayamazsan elde ettiğini sandığın o dünya makamı
senin kurdun olur ve sıratı müstakimden zalimliğe giden tehlikeli yola seni sokabilir. Allah'ın
imtihanları ölene kadar devam eder. O halde, İbrahimiliğin asgari özelliği olan üç şartı yerine
132
getirmekten asla geri durma. Bunlar geriye dönüp İbrahim surenin ortasında 31.ayete
baktığımızda göreceğimiz gibi sağlam bir biçimde iman eden, namazını dosdoğru kılan ve
Allah yolunda infak edendir. Bu aslında Mekki dönemdeki müslümanlığın üç şartıdır. Bunu
korumaz isen en başa dönersin ve surenin 3. ayetinde zikredilen ehli dünya olursun.
Neden Muhammedi değilde İbrahimi olmaya çalışalım diye sorabilirsiniz. Muhammedi
olabilecek kabiliyetde olsaydık zaten dünyada müslümanların hali böyle perişan kalmazdı. O
yürek var mı bize? Hele bir İbrahimi olalımda, belki neslimizden cihanı adaletle, nurla
dolduracak bir Muhammedi nesil yetişir.
NOT: Okuyucularım bu yazıyı yazabilecek kabiliyetde olmadığımı düşünüp, intihal yaptığım
zannıyla boş yere suizana girmesin, gıybet yapmasınlar. Yazı, İbrahim suresinin tefsiriyle
ilgili konunun uzmanı şahıstan dinlediğim sohbetden esinlenerek kaleme alındı. Kısa yazmaya
çalıştığım için kopukluklar olabilir, genel olarak giriş, gelişme ve sonucu yakaladığımı
sanıyorum.
133
Genetik olarak Türk değilseniz, ne yaparsınız?
02.Temmuz.2006
Genetik bilimi, size 7 kuşak hatta daha öncesi soyunuzun hangi milletlerle karışarak
geldiğini söylüyor. İnternet üzerinden başvurup yapıp, 100 ABD doları öderseniz ve saç
telinizi gönderirseniz, sonucu gönderiyorlar. Peki ya Türk değilseniz, ne yaparsınız?
Kan bağına dayalı milliyetçilik yapma modası galiba geçiyor. Türkiye'deki genetik uzmanları,
Anadolu'da Orta Asya kökenli gen taşıyanların çok az olduğunu söylüyor. Prof. Dr. Aslıhan
Tolun'a göre: Anadoludaki Türklerin gen yapısı Asya'daki Türkçe konuşan toplumlardan çok,
Anadolulu çıkıyor. Genetik yapı olarak, Orta Asya'dan çok Yunanistan, Bulgaristan gibi
komşularımıza benziyoruz.
Geçtiğimiz 1000 yılda Anadolu'da Türk dili ve kültürü yayıldı. Ancak genetik veriler,
Selçuklu ile Orta Asya'dan Anadolu'ya gelen Türk geninin burada fazla yayılmadığını
gösteriyor. Kendinizi "Türk" sayabilirsiniz, ama kökleriniz başka yere uzanabilir. Göç
edenlere ek olarak Anadolu kavimleriyle de karıştığımızı kabul etmeliyiz. Stanford
Üniversitesi, Türkiye üzerinde yaptığı araştırmada Anadolu'da sadece yüzde % 9 oranında
Orta Asya Türk kanına rastlamış.
Pek çoğumuz üç kuşak önce nereden geldiğimizi bilmiyoruz. Şahsen Karakeçeli
Türkmenlerden geldiğimi 2 büyük dedeme dayanarak söyleye biliyorum. Ama daha öncesini
bilemiyorum. Geçmişte yakın akrabalarımızdan biri kazara mesela bir Ermeni gelin aldıysa,
koyu bir Azeri Türk milliyetçisi olan eşim ' Ermeni kanı' test sonuçlarında çıkarsa beni
kapının önüne koyabilir. Genetik soy yapısı ve haritanızı daha detaylı verilerle öğrenmek için
kan örneğide gönderir, 100 dolar daha ekstra öderseniz, damarlarınızdaki kanda kaç tane
milletin karışımı var, dominant karakteristik özellikleriniz neler öğrene bilirsiniz. Test, yüzde
70-80 doğru sonucu veriyor.
Yabancı tarihçiler, Türk kelimesini Müslüman tabiri ile eş anlamlı olarak kullanmışlardır.
Osmanlılardan bahsederken Türkler dediler. Boşnaklar onlar için Türklerdi. Zamanla Türk ve
Müslüman kelimeleri Müslüman dünyada da eş anlamlı olarak kullanılmaya başlandı.
Nitekim şu anda Arnavutluk gibi Balkan Müslümanları, "Hangi dindensin?" sorusuna,
"Elhamdülillah Türk'üm" cevabını veriyor. Pakistandaki sözlüklerde de, Türk kelimesi ,
"mahbûb ve müslim" kelimeleriyle açıklanıyor. Hatta Avrupalılar Türk kelimesini kullanırken
Araplar dahil birçok müslüman halkı kastederek Türk demişlerdir. Yani Avrupa Türk derken
müslümanları kastediyordu.
Avrupa'lı bugün bile kuzey ve batıdaki Müslümanlara Boşnak da olsa, Bulgar da olsa,
Makedon da olsa hepsine de "Türk" diyor. Aslında "Türkler geliyor" derken müslümanları
kastetmişti. Türkiye (Turchia) ismi Selçuklunun Anadoluyu almasından beri süregelmiş bir
kelimedir. Anadolu'ya "Türkiye" denmesinin sebebi Selçuklu Türklerinin Anadoluda nüfus
çoğunluğu olduğu için değildi, Anadoluyu hakimiyeti altına alıp kontrol etmelerinden
dolayıydı. Çünkü Anadoluya önce Türkmen askerler gelmiş ve bu militer güçle Anadoluya
hakim olmuşlardı. Kim hakimse onların ülkesi denmişti.
Türkmenler feth ettikleri yerlere bir süre Rumların ülkesi demeye devam etmişti. Mevlana'nın
lakabı bu nedenle Rumi'dir. Anadolu'ya gelen aşiretleriyle gelen Oğuz boyları çoğunluğu
Sarıkeçeli ve Karakeçeli Türkmenlerin müslümanlaştırma çabaları sayesinde Rum diyarı
birkaç yüzyılda Türk diyarı oldu. Kalıntıları kalan Hititler, Fenikeliler, Urartular, Midyalılar,
Frigyalılar, Lidyalılar, Romalılar, Rumlar asırlar sonra aynı potada İslam ve Türk dili
sayesinde eridi. Son kalan 1.5 milyonluk Türkleştiremediğimiz Rum nüfusu, Lozan
anlaşmasıyla Atatürk tarafından Yunanistan'a gönderildi. Bu konuda Atatürk'e ne kadar
teşekkür etsek azdır. İlk defa kurduğumuz bir devletde nüfusumuzun yüzde 99'u müslüman ve
134
Türk oldu. Bu arada Ermenilerin 1915'de postalanmasını sağlayanlara da teşekkür borçluyuz.
Osmanlı Türklüğü geri plana iterek Amerikalı ve Kanadalıların bugün yaptığı gibi siyasi bir
Osmanlı vatandaşlığı kültürü yerleştirmeye çalışmıştı. İmparatorluk olmak istiyorsanız, bu
kaçınılmazdı. Roma'nın milleti neydi sorusuna verilecek cevap yoktur. Fransız
milliyetçilerinden etkilenen Jön Türklerle başlayan ve İttihat ve Terakki ile devam eden
süreçte Atatürk, Türkiye'de yaşayan herkesi Türk kabul etti ve karmakarışık olan soy
meselesini teke indirdi. Bu nedenle gerçektende 'En büyük Türk, Atatürk'tür.
Türkler, Hunlar döneminden beri yabancı gelin almayı pek sevdiler. Hun ve Göktürk
hakanlarının hepsinin eşi Kutlug Bilge hariç Çinliydi. Selçuklular, Türkmenliğe sıkı sıkıya
bağlı olmasına rağmen hakanlar ve halk arasında İran kızı almak modaydı. Edebiyat ve saray
dili Farscaydı, ama halk Türkçe konuşuyordu. Anadolu'ya gelince Rum kızlarını
müslümanlaştırma süreci yaşandı. Rum kızlarını da pek sevdik…
Osmanlı Padişahları ise her milletden gelin almayı tercih etti. Bunu politik amaçlar için yaptı.
Başka milletlerle akrabalık bağı kurulması Osmanlı'nın devlet kültürü haline geldi. Ancak
Osmanlı sarayına gelen yabancı gelinler öncelikle Enderun mektebi düzeyinde dini ve kültür
terbiyesinden geçirildi. Müslüman olan yükseldi. Saray ve edebiyat dili Arapça ve Farscaydı,
ama halk hala Türkçe konuşuyordu.
Osmanlı yönetiminin birinci derecede yöneticisi konumunda olan padişahların aldıkları
gelinlere göz atacak olursanız içlerinde pek az özbe öz Türk kökenliye rastlarsınız. GazeteciYazar Faruk Bildirici'nin bu konudaki araştırması, milliyetçi kardeşlerimiz tarafından topa
tutulmuştu. Bildirici, bu gelinlerin müslüman olarak Türkleştiğini net olarak yazmayınca
ortaya nesebi belirsiz bir Osmanlı hanedanı iftirası çıktı. Hangi saltanat, krallık veya
monarşiye giderseniz gidin oradaki sülalenin evlilik yoluyla politik akrabalıklar kurduğunu
tesbit edebilirsiniz. 1915'de tehcir olayından sonra, bizi çok sevdikleri için ülkemizde kalan
300 bin Van-Hakkari hattındaki Ermenilerin Türk-Alevi kimliğiyle Türkleştiğini nedensebelki onları aşırı milliyetçilerimizden korumak için- tarihçilerimiz yazmaktan imtina
etmişlerdir.
Faruk Bildirici'nin yazdığı Osmanlı hanedanı sicili şöyle:
İlk Osmanlı Padişahı Osman beyin annesinin Türk, Moğol veya Acem kökenli olduğuna dair
rivayetler varsa da, bunlara ait bir kanıt bulunamamıştır. Osman Beyin iki eşi vardı, Mal ve
Bala Hatunlar. Her ikisininde Moğol asıllı olduğu iddia edilsede herhangi bir kanıt yok.
Moğolların bu dönemde müslüman olarak Türkleştiğini ve eridiğini sanırım hatırlatmama
gerek yok. Cengiz Han'ın 200 bin kişilik Moğol ordusu, ölümünden 40 yıl sonra Türkleşmişti.
Orhan Bey: Osman Bey'in Mal Hatun isimli eşinden doğdu. Eşleri Rum asıllı Horofira
(Nilüfer Sultan), Rum Asporçe ve Rum Teodora idi. 1. Murad: Horofira'dan doğdu. Eşleri
Bulgar-Yahudi melezi Marya ve Bulgar Tamar idi. Yıldırım Beyazıd: Marya'dan doğdu.
Eşleri: Sırp kökenli Olivera, Devlet Hatun, Bulgar Olga, Maria, Angelina ve Anita idi.
Çelebi Mehmed: Olga'dan doğdu. Eşleri: Sofia, Anna, Veronica'dı. 2'ci Murad: Veronica'dan
doğdu. Eşleri: Nache la Bazory (Fransız), Mara Despina, Stella idi. Fatih: Mara Despina'dan
doğdu. Eşleri: Rum Zaganoz paşanın kızı Kornelya, Anna, Helen, Tamara idi. 2.ci Beyazıd:
Kornelya'dan doğdu. Eşleri: Beti, Anita, Suzi, Liliana, Katherin, Nina, Martha ve Danilova
idi. Yavuz Sultan Selim: Annesi (Beti, Anita, Suzi, Liliana, Katherin, Nina,Martha ve
Danilova... tartışmalı). Eşleri: Polonyalı Helga (Hafsa Sultan), Hafsa Sultanın Dulkadiroğlu
beyliğinin prensesi olduğu da iddia edilir. Sırp Aleksandra (Ayşe Sultan). Kanuni Sultan
Süleyman: Polonya'lı Helga'dan doğdu. Eşleri: Bir Rus papazının kızı Roksalan (Hürrem
Sultan), Sicilya'lı Rozaline (Gülfem Hatun). 2'ci Selim (Sarı Selim): Roksalan'dan doğdu.
Yahudi Rasel (Nurbanu Sultan). Sarı Selim, kızı Esmahan'ı Hırvat veya Sırp kökenli
müslüman veziri Sokullu Mehmet Paşa ile evlendirdi. 3. Murat: Raşel'den doğdu. 130
cariyesinden 112 çocuğu oldu. Eşleri:Venedik'li Sofia Baffo (Safiye Sultan), Polonyalı Mona
(Mihriban Sultan),Macar Ninuska (Nazperver Sultan), Rus Olga (Şahhüban Sultan),
135
Romanyalı Meri (Fahriye Sultan). 3'cü Mehmet: Sofia Baffo'dan doğdu. Eşi: Yunanlı Helen
(Handan Sultan), İspanyol Sinderella Violetta (Mahpeyker Sultan).
1'ci Ahmet: Helen'den doğdu. Eşleri: Rum Evdoksia (Mahfiruz Sultan), bir Rum Papazının
kızı Anastasia (Mahpeyker Köşem Sultan). 1'ci Mustafa (Deli Mustafa): 3'cü Mehmed'in eşi
Sinderella Violetta'dan doğdu. 2'ci Osman (Genç Osman): Evdoksia'dan doğdu. 4'cü Murad:
Anastasya'dan doğdu. Eşleri:Keti, Anna (Atifet Sultan),Helena (Cihannüma Sultan).
1.ci İbrahim (Deli İbrahim): 4'cü Murad'in kardeşiydi. 4'cü Mehmet (Avcı Mehmet):
Nadya'dan doğdu. Eşleri: Rum Evemia (Emetullah Gülnüs Sultan), Korsika'lı Bella (Afife
Sultan), Romanyalı Cesika (Güner Sultan), Ermeni Flora (Gülbeyaz Sultan), Rum Helen
(Hatice Sultan). 2'ci Süleyman: Katrin'den doğdu: Eşleri: Yok. Cariyeleri vardı.
2'ci Ahmet: Lehistanli Yahudi Eva. Eşleri: Giritli Rum Yeremiye (Rebia Sultan), Mora'li
Diana (Sayeste Sultan). 2'ci Mustafa: Evemia'dan doğdu. Eşleri: Rus Vera (Mahfiruze Sultan),
Sırp Mari (Hafize Sultan), Giritli Rum Aleksandra (Saliha Sultan). 3'cü Ahmet: Rum
Emevia'dan doğdu.
1'ci Mahmut: Aleksandra'dan doğdu. Eşleri: Fransız Julienne (Hatem),Sicilyalı Lili (Raziya),
Macar Maggi (Tiryal), Rus Olga (Verdinaz). 3'cü Osman: Mari (Şehsuvar Sultan)'dan doğma.
Eşleri: Sırp Olga (Ferhunde), Sicilyalı Olivya (Zerki). 3'cü Mustafa: Gürcü Janet (Mihrisah
Sultan)'dan doğdu. 1.ci Abdülhamid: İda (Rabia Sultan)'dan doğma).
3'cü Selim: Gürcü Janet (Mihrisah), Eşleri: Patricia (Afitab), Linda (Nefizar), Berti (Pakize),
Alis (Tabisefa), Lisa (Hüsnümah), Rosa (Nurisems), Anna (Rafet), Magdalena (Ziybifer). 4'cü
Mustafa: Bulgar Sonya (Seniyeperver Sultan)'dan doğma. Eşleri:Flora (Dilpezir), Adela
(Seyyare), Sofi (Peykidil, Gloria (Sevkidil). 2'ci Mahmut: Fransız Aimee (Naksidil)'den
doğma.
1. Abdülmecid: Rus Suzi (Bezmialem Sultan)'dan doğdu. Eşleri: Safiraz Ermeni, Bezmara
(Bezmican) kökeni bilinmiyor, Fransız Vilma (Şevkefza), Ermeni Verjin (Tirimüjgan Abdülhamid'in annesi), Rum Karoli. Abdülaziz: Hamam natırı Çingene Besime'den doğma.
Eşleri: Camelya (Dürrünev), Asporce (Gevher), Anna (Edadil), Adela (Hayranidil) ve Alis
(Nesrin).
5. Murat: Fransız Vilma (Şevkevza Sultan)'dan doğma. Eşleri: Carmen (Cananiyar), Marone
(Elaru), Elfi (Filiztan), Clarissa (Gevheri), Henna (Reşan) v.b. 2. Abdülhamid: Çerkez Verjin
(Tirimüjgan Sultan)'dan doğma. Mehmet Reşat: Rum Sofi (Gülcemal Sultan)'dan doğma.
Vahdeddin (5. Mehmet): Abdülmecid'in karısı Henriet (Gülüstü Sultan)'dan doğma. Eşleri:
Emine Nasik Eda ve saray bahçıvanının kızı Nevzut. Kökeni bilinmiyor; Çerkez olduğu
iddiaları var.
Gerçek şudur: Yabancı gelin seviyoruz. Son elli yılda Almanlar, son 15 yılda ise, Ruslar moda
oldu. Türklerin soyu Yahudiler gibi anadan değil babadan geçer. Genetikçilerin dominant
karakterlere göre hazırladığı harita farklı çıkabilir. 'Selçuklu ve Osmanlı Türk dili
konuşmuyordu' diyenlere inanmayınız. Osmanlıca, Türk dilinin zirvesidir. 13. yüzyılın köylü
dili İngilizce, farklı dillerden kelime çalarak bugün bir milyon kelime kapasitesine ulaştı ve
bilim dili oldu. Osmanlıca'nın zenginliği korunabilseydi, bugün İngilizce değil Türkçe bilim
dili olacaktı. Türklüğümüzün taşıyıcısı müslümanlığımızla birlikte dilimizdir. Dilimizi
köreltmeye çalışanlar, asıl kanı-karakteri bozuk olanlardır. Osmanlı'da hangi hakanının karısı
kimmiş, Türk değil miymiş; bu beni fazla ilgilendirmiyor. Müslüman olmuş ise konuşmak
bile abestir. Önemli olan dinimizi ve dilimizi bize ulaştırmalarıdır. Türkçe bugün konuşulan 6
bin dünya dilinden ölecek değil yaşayacak, gelişecek dillerdendir. Tatmin olmadıysanız;
damarlarınıza safkan asil Türk kanı taşıyıp taşımadığınızı öğrenmek bir tık uzakta. Şahsen
Türk ve müslüman olduğum için gurur duyuyorum. Genetik yapımı hiç merak etmiyorum.
Kan bağına dayalı kafatası milliyetçiliği yapanları anlamakta zorluk çekiyorum. Fazla fanatik
takılanları önce genetik bir testden geçirelim, ondan sonra oturup şu milliyetçilik meselesini
tekrar konuşalım.
136
Kanadalı 'Fırtına' Süper Nine
16.Ekim.2006
Kanada'nın Mississauga kentinin 85 yaşındaki Belediye Başkanı Hazel McCallion,
Kanada'nın en uzun süre belediye başkanı; 10.defadır üst üste seçiliyor. Torun sahibi bir
nine olmasına rağmen çalışma temposuyla gençleri utandıran ve başarılarıyla ancak saygı
uyandıran McCallion, kısa ifadeyle ' fırtına' lakaplı bir ' Süper Nine'.
2005 yılında hükümet onu dünya belediye başkanları yarışmasına aday olarak gösterdi. Finale
kalan Atina, Guatemala ve Pampanga belediye başkanları ile yarıştı. Oylamada 2. sırada
gözüküyor.Mississauga, dünyanın yaşanabilir en iyi şehri olabilmek için Aralık ayında sonucu
açıklanacak yarışmada Madrid ve Milan ile finale kaldı. Mississaugalılar onu çok seviyor.
Ölmeden veya adaylıktan çekilmeden onu koltuğundan edebilecek kimse gözükmüyor.
Kanada'nın 6., Ontario'nun 3. büyük kentini başarıyla yönetiyor.
Halen zaman zaman hockey ve golf oynayacak kadar dinç ve zinde, güncel problemlere pratik
çözüm bulacak kadar yeniliklere açık ve aksiyoner, kıvrak ve keskin zekası ile karşısındakini
hemen etkileyebilen, hiç bir zaman ' Ben yaptım' demeyen hep ' Biz' diyen kibirden uzak
mütevazi bir kişilik. Kesinlikle bir feminist değil, dinine bağlı bir muhafazakar. Ama
Muhazakar Parti'nin son yıllarda yaptığı yanlışlıkları eleştirmekten çekinmiyor ve tarafsız bir
görüntü çiziyor.
Hazel McCallion'a Türkleri ve Müslümanları tanıtmak için evine davet eden Mississauga'da
yaşayan Halim Dağlar, benide çağırarak bu tarihi olaya şahitlik etmemi istedi. Dağlar, Kanada
Türk Dostluk Birliği adına Ramazan boyunca evindeki iftarlara Mississauga'daki encümen
üyeleri, milletvekilleri ve başka dinlere mensup insanları çağırdı. Batılı ülkelerde İslamiyete
yapılacak en güzel hizmet müslümanlığı iyi temsil ederek sevdirmek. Bir insana bile gerçek
müslümanın asla terörist olamıyacağını göstermek çok önemli hale geldi. İslam ve müslüman
imajının bilinçli olarak bozdurulduğu bu dünyada müslümanların üzerine düşen görev,
bireysel olarak aksini ispat etmektir.
Dağlar'ın iftar davetlerine katılanlardan Kanada Başbakanı Stephan Harper'ın müslüman
danışmanı Milletvekili Wajid Khan, belki içlerinde tek müslüman olanıydı. Khan ile
müslümanların sorunlarını ve başbakana iletmesi gereken konuları Türkleri seven bir
Pakistanlı olması nedeniyle daha rahat konuştuk. Khan, Hazel McCallion ve iftarlara katılan
encümen üyeleri, Türklerin Kanada yaşamında etkin olmaya başladığını yeni öğrendiler,
müslümanların sıcak, gülen yüzüyle tanıştılar.
Evindeki 3 çocuğuna ek olarak devletden aldığı 3 yetim çocuğa da bakan Halim Dağlar ve eşi,
eşsiz yemekleri ve olumlu İslami duruşlarıyla; Türkleri ve müslümanları doğru temsil etme
görevini başarıyla yerine getiriyorlar. Konuklarının hepsi ' Foster Child Family' bir aileye
konuk oldukları için memnuniyetlerini dile getirirken, bu kısa ziyaret sonrası müslümanları ve
Türkleri yanlış tanıdıklarını itiraf etmekten çekinmiyorlar.
Yoğun belediye başkanlığı yarışı ve iş maratonunda 15 dakikalığına Dağlar'ın evine gelen
Hazel McCallion, Türk kahve-snack tarzı yemeklerin ve sıcak sohbet atmosferinin etkisiyle 2
saat bizimle beraber oldu. O, 1978'den beri Mississauga'da yapılan tüm belediye başkanlığı
seçimlerini aralıksız kazandı. Kasım ayında yapılacak belediye başkanlığı seçiminde yine
rakibi yok. Sağlığım yerinde olduğu ve seçmen beni istediği sürece, hizmete devam diyor.
Emekli olmaya hiç niyetli değil.
Neden kazanıyor ve rakibi yok? Bugün Mississaugalılara sunulan yaşam koşulları sayesinde
daha uzun ömre sahip oldukları artık ispatlandı. Hava kirliliği sorununu büyük ölçüde çözdü.
Okul, hastane, kütüphane, kreş, park gibi altyapı çalışmalarını kusursuz yaptı. Baktığınız
zaman kentde iğreti duran tek bina göremezsiniz. Mississauga bütçesini zarardan artı veren
137
hale getirdi. kent, gelişen sanayi kurumları, sosyal imkanları, modern evleriyle Toronto ve
diğer kentlerden sürekli göç alıyor. O, Mississauga'yı geçtiğimiz 30 yılda etkin bir iş merkezi;
temiz, güvenli, sevecen ayrıcalıklı bir yuva kıldı.
Onunda dediği gibi, önceden veya sonradan gelelim farketmez hepimiz Kanadalıyız veya
göçmeniz. Ekmeğini yediğimiz, suyunu içtiğimiz ülkeye nankörlük etmemeliyiz. Bunun
Türkçesi ana vatanına ihanet etmek değildir. Ona bu ülkeyi evimiz olarak gördüğümüzü
söyledim. Elbette sunduğu imkanlardan eşit oranda yararlanmalıyız. Türklerin dinlerinin
inançlarının gereklerini yerine getirirken aynı zamanda modern-ılımlı müslümanlar olması,
fundamentalist radikal olmamaları, McCallion'un ilgisini çekti. Toronto City Hall'da ve çeşitli
kentlerde verilen dinler arası diyalog iftarlarını takdirle karşılarken, gelecek yıl burada da
düzenlenmesini istedi.
AIDS'den ölenler nedeniyle yetim kalan çocuklar onu çok etkilemiş. İnsanların telef olduğunu
gördüğünüzde içinizdeki insani duygular kıpırdıyor, yardım etmek ve insan olmanın
gereklerini yerine getirmek istiyorsunuz diyor.
Hazel McCallion bir insan ve insani özelliklerini kaybetmemiş biri. Dünyadaki pek çok ülke
gezmiş. Hindistan'da açlık ve fakirlik sınırının Çin'den daha kötü olduğunu görmüş. Afrika'nn
açlıkla, AIDS gibi hastalıklarla pençeleştiğine şahit olmuş. Bunlara yardım edilmesi
gerektiğine inanmış ve harakete geçmiş. Birkaç sene önce 'Hazel's Hope' kampanyası
düzenledi. Yardım toplayarak binlerce ölen AIDS'li velileri yüzünden yetim kalmış
çocukların imdatına koşmaya çalışmış Mississaugalılar, 400 bin dolar bağış vermiş ve
bununla 75 çocuğa sponsor olunmuş. Ama yetersiz buluyor. Varlıklı herkes hergün 2 dolar
verse ne kadar para birikir diye sordu. Cevabı kendi verdi: Belki milyar dolarlar. Yani
yapılacak daha çok iş var demek istedi.
Fırtına lakaplı Süper Nine, bilmiyorum sizlere neler düşündürdü? Öncelikle bol konuşup
yazan ama İslamiyeti doğru temsile fazla katkı sağlamayan, kendini beğenmiş biri olduğumu
düşündürdü. Halim beyi takdir edip imrendim. Daha işin çok başında olduğumuzu ve insani
değerlere hizmet etmenin yaşı ve emekliliği olmadığını öğretti. 60'ını geçince sadece mezara
hazırlık yapanların veya sadece kendi nefislerini tatmin peşinde olanların, kendini düşünen
'benciller' olduğunu anımsattı.
138
Lusiferizm ve Satanizm
10.Haziran.2006
Samanyolu Tv'de 2005 ile 2006’da iki yıldır devam eden Mavi Rüya adlı bir dizi vardı.
Dizide ölümsüzlük sırrına ulaşmak için mükemmel anne DNA'sı arayan Beyaz Çizgi
Vakfı'nın karanlık şatosunda yaptıkları anlatılıyor. Masonik simgelere sık sık yer verilen
dizide Zeynep Öğretmen ve ailesi tek başlarına bu karanlık grupla savaşıyordu. Son
zamanlarda emniyet ve istihbaratda işin içine girdi. Geçtiğimiz sezon başı diziye şeytani
planların önderi konumuna yükselen Lusifer, diziye ayrı bir anlam kazandırdı. Lusifer ismi
tesadüfen seçilmemişti. Bir süredir Lusiferizm konusunda ciddi araştırmalar yapıyorum. Gizli
örgütlerde yaşayan Satanik şifreyi çözmek için öncelikle Lusiferizmi ve Satanizmi iyi analiz
etmek gerekiyor.
Satanizm'in, iki yaşam sebebi var. Biri Allah'a isyan etmek, başkaldırmak. İkincisi, şeytana
kul olmuş üyelerinin inananlara karşı açtığı ilan edilmemiş gizli savaşını ve gizli
gündemlerini perdelemek. Bu insanlar çocuk değiller; ' Hey Efendimiz Şeytan' diye açıkça
haykırmıyorlar, ancak kullandıkları semboller sayesinde dikkatli gözlerden kaçamıyorlar.
Aralarında sembollerle kurdukları bir haberleşme dili var. Onlar, her ülkede global bir
seçkinler, zenginler ve güçlüler topluluğu. Politikacı, gazeteci, iş adamı, doktor veya
avukatlar. Sıradan vatandaş değiller. Satanist olduğunu açıkca ilan edenler tehlikeli değiller ve
normal vatandaşlar; ancak kimliklerini gizleyenler ise çok tehlikeliler. Çünkü, şeytanlaşmış
insan oldukları için hem şeytanın hemde Allah'ın varlığını kabul etmiyorlar. Şeytanın en
büyük hilesi, kendini yok kabul ettirmesidir. Eski Mısırdan beri yaşatılan ve günümüzde
putlaştırılan Satan'ın seçkin gruptaki ismi Lüsifer, bağlı oldukları akım ise Lüsiferizm
Lusiferizm, New Age akımını ortaya çıkartalı çok olmadı. Amerikan ulusal güvenliği, bu
akımı çok tehlikeli saydı. Herşey 1982'de Rahip Moore'un Sovyetler Birliği'nden dönüşünde
başlamıştı. 1970'lerde Vietnam savaşına karşı barış oluşumlarına katılan Moore, 1983'de ABD
ve Kanada üzerinde terör çalışmalarıyla tanınan Sovyet kurumuna girmişti. Sovyetlerin şeytan
imajı silinerek diyalog başlatıldı. Lüsifer Vakfı'nın sözcüsü Mikhail Gorboçov'un yeni dünya
düzeni hiyerarşisine aldı. Kafasındaki beni işaret kabul eden Lüsiferizm yanlıları Gorboçov'un
şeytana hizmet edecek en iyi figür olarak kucak açtılar.
Anglo-Amerikan Establishment adlı aşırı bir grup ve medyası halen ABD'de Satanizm ve
Lüsiferizm kültürünü yaydığı için soruşturma geçiriyor. Bir takım uyuşturucu trafiği ve
kullanımda artış, seri cinayetler ve şiddet olaylarını bu grubun desteklediği veya bağlıların
artışına etki ettiği ileri sürülüyor. İngiliz Satanizm uzmanı Dianne Core, bir savaşın ortasında
olduğumuza ve şeytani silahların gençler arasında yaygınlaştığına dikkat çekiyor.
Sözkonusu grubun Moskova ile Washington arasında Soğuk Savaş dönemi sonrası yapılan
Yeni Yalta anlaşmasını sağlayan danışman üyeleri, Birleşmiş Milletler ve Elit Amerikan
toplumundaki zengin, seçkinleri bulunuyor. "New Age Akımı" adı altında BM çatıısnda
dünya barışına hizmet ettiğini iddia eden gruba üye olanların çocuk pornosuyla içli dışlı,
homoseksüel yaşamları inanılmaz bir tezat oluşturuyor.
Manhattan^daki S&M Homoseksüel kulübünde, Mineshaft ve Hellfire Club'da (ismini 18.
yüzyıldaki Gizli İngiliz Şeytan Toplumu'ndan alıyor) yaşananlar, New York polisinin
soruşturması sonrası kapatılmaları ile sonlanmıştı. 1984'de Demokratların Devletbaşkanı
yardımcısı adayı Geraldine Ferraro'nun kocası John Zaccaro, tesbit edilen organize suç
örgütünün arkasındaki isimdi.
New York'taki St. John the Divine katedralı, tüm ABD'de New Age akımın ana kurumu
haline geldi. Amaçları, eclipse the Age of Pisces (Christianity) ve Age of Aquarius (Lucifer).
Katedral papazı Paul Moore'nun zenginliği Nabisco şirketine dayanıyor. 1950'lerin sonunda
139
ilk defa ortaya çıkan şeytani yeni dünya düzenini ortaya atan fikir babası. Indianapolis de
papazlık yaparken "People's Temple" kültünün temsilcisi Jim Jones'dan yetkisini aldı.
1977'de papaz Moore, bir lezbiyen olan orduda asker Ellen Marie Barrett ile ilişkisini Time
dergisine 'Allah'a yakınlaşmamı sağlıyor' şeklinde izah ederek açıklayarak Hıristiyan
dünyasını şoke etti. St. John Katedralinde 1922'de Alice Bailey tarafından kurulan Lüsifer
Vakfı'na ve organizeye katılan papaz Moore, Ne Age adı altında Tibetvari Buddhizmin Sufi
Freemasonry türevini icat etti. İbni Sina ve Arap müslümanların rönansansına karşı yapılanan
akım, Mısır eski cumhurbaşkanı Enver sedat'ın suikastla öldürülmesini organize etti. Zen
Merkezi, liberal oluşumlar, lezbiyen kurumları gibi günahlarına beraat arayan günahkarların
merkezine dönüştü. Gittikçe büyüyen Satanic New Age akımı, Yahudi-Hiristiyan kültürünü
tehdit eder hale geldi. Satanistlerin yol açtığı çocuk ölümleri hızlandı.
Şeytan Kilisesi ve 'Kara Papa'
Bilinen Satanizmin kurucusu Anton Szandor LaVey, şeytan Kilisesi'ni kurarak işe başladı.
Kendisini Kara Papa ilan etti; Satanist İncil'i kaleme aldı; Şeytan'a dünyanın dört bir yanında
onbinlerce mürit kazandırdı. Anton Szandor LaVey içimizdeki şeytanların en ünlüsü ve belki
de en masumuydu. Vaazlarında "kurban" geleneğine karşı çıktı; sübyancılığı, tecavüzü,
cinayeti "çağdaş uygarlıkla bağdaşmayan zararlı ve gereksiz eylemler" ilan etti. Yine de
"erdemliler"in baş hedefiydi. Hayatının en büyük "kötülüğünü" müritlerine, tam da Cadılar
Bayramı kutlanırken yaptı: Öldü. Hem de yerine halife bırakmadan...
1967 yılının yağmurlu bir sonbahar akşamı ünlü oyuncu Jane Mansfield avukatı ve sevgilisi
Sam Brody ile New Orleans yakınlarında o korkunç trafik kazasını geçirdiğinde, ilk akla
gelen kişi "Şeytan'ın Papa"sı Anton LaVey olmuştu. Brody'nin Şeytan Kilisesi'ne karşı
kampanya yürüttüğü için lanetlendiği biliniyordu. Üstelik LaVey, müridi Mansfield'i bir süre
önce açıkça uyarmıştı: "Onun başına müthiş bir felaket gelecek, uzak dur!" Brody kaza anında
beyin kanamasından öldü. Mansfield'in sonu ise çok daha korkunç olmuştu. Çarpmanın
şiddetiyle arabanın kaportası bir giyotine dönüşüp güzel oyuncunun kafasını kopartıverdi.
Kaza sonrasında kapısını çalan gazetecilere çok üzgün olduğunu söyledi LaVey. Haberlerde
ona ithafen şu demeç de yer aldı: "Olay saatlerinde Jane'in bir dergide yayımlanan fotoğrafını
kesiyordum. Makasın ucu kaçtı, kafasını da koparttım. Ne garip rastlantı!" LaVey efsanesi
Amerika'da bu olaydan sonra büyümeye başladı. San Francisco varoşlarından birinde, eski bir
randevuevinden bozma "Şeytan Kilisesi"nin kapısı tarikata girmek, Satanist ayinlere katılmak
isteyenlerle dolup taştı.
1968'de Roman Polanski'nin, korku klasiği "Rosemary'nin Bebeği"ni çekerken kapısını
çaldığı ilk "uzman" LaVey oldu. Üstada ayrıca Şeytan rolü uygun görülmüştü. Yıllar sonra bir
röportajda, Polanski'ye olan hayranlığından söz ederken "Bir Ulusun Doğuşu, Ku Klux Klan
için ne kadar önemliyse Rosemary'nin Bebeği de Satanizm açısından aynı öneme sahiptir,
engizisyondan sonra bizim için en büyük reklam oldu" diyordu Anton LaVey. Film sayesinde
Satanizm Amerika'da beklenmedik bir popülerliğe ulaşmıştı.
Bir yıl sonra Polanski'nin eşi ve çocukları Charles Manson Çetesi tarafından vahşice
katledilince, faturası şaşırtıcı biçimde LaVey'e çıkartıldı. Çetenin "Kara Papa"nın Satanik
görüşlerinden etkilendiği söyleniyordu. Oysa Manson'ın "efendi"si, "Phais" tarikatının
kurucusuydu. Bunu sadece karanlık dünyanın müdavimleri biliyordu. Manson Çetesi'nin
irkiltici cinayeti Anton LaVey'in yaşamında bir dönüm noktasını oluşturacaktı. O ana kadar
Satanistler'in faaliyetlerine tolerans gösteren dindar Amerikalılar harekete geçti. Satanistler'in
faaliyetleri yakından izlenmeye, hatta baskı grupları kanalıyla engellenmeye çalışıldı.
Bununla birlikte Anton LaVey adı Satanist dünyada bir fenomene dönüşüverdi.
Biyografisine bakarsanız Howard Stanton LaVey ya da bilinen adıyla Anton Szandor LaVey,
üstadı Şeytan'a bile pabucunu ters giydirecek kadar zeki, marifetli bir fani. Kökü Avrupa'ya
uzanan göçmen bir ailenin çocuğu. Chicago doğumlu. İlk uğraş alanı müzik. Piyanodan
140
obuaya geçmiş. 15 yaşında San Francisco Senfoni'de ikinci oboist olmuş. Sonraları trompet,
trombon, klarnet ve keman çalmayı öğrenmiş. Paganini'nin şöhretini sarsmamak, müzik
dünyasında "ikinci şeytan kemancı" vakasına yol açmamak için olsa gerek, 20'li yaşlarında
müziği bırakıp sirk dünyasına adım atmış. LaVey'in sirkteki ilk işi kafes bakıcılığı. Ahbaplığı
ilerletince aslanlarla gösterilere çıkmaya başlamış. O zamanlar en büyük numarası, aslanların
ağzına kafasını sokmak. Fakat günün birinde dostlarından biri ağzını kapatıp ensesinden et
koparınca LaVey meslek değiştirme gereği duymuş.
Bir sonraki işi morgda polis fotoğrafçılığı. San Francisco polis yetkilileri ceset fotoğrafları
çeken genç adamın egzantrik karakterini çabuk farketmiş. LaVey, merkeze alınıp gerçeküstü
olaylarla ilgili telefonları cevaplandırmakla görevlendirilmiş. "Ceset fotoğrafları çekerken
kötülüğün binbir boyutuna tanık oldum. Çevremdekiler, kaderi böyleymiş, tanrı istemiş,
diyordu. Dünya gittikçe garip gelmeye başlamıştı. Gece kulüplerinde piyanomun eşliğinde
striptiz yapan kızlara şehvetle bakan adamları pazar günü org çalarken kilisede görüyordum.
Çocuklarını da alıp geliyor, bağışlanmak için yakarıyorlardı. Anladım ki gerçekte kilise
ikiyüzlülüğün mabedidir."
Anton LaVey yaşadıklarından ders aldı. Vardığı sonuç doğrultusunda insanlığa bir nevi
katkıda bulunmaya karar verdi. 1966 Nisanı'nın son gününde harekete geçti. Dünyanın dört
bir yanındaki cadıların "Walpurgisnacht"ı kutladığı o akşam kafasını kazıdı, kara cübbesini
giydi ve Şeytan'a bağlılık yemini etti. "Kara Papa" ünvanıyla "ikiyüzlülüğün temsilcisi"
dinlere karşı savaş açtı. 29 Ekim 1997 akşamı, 67 yaşında bir kalp krizi sonrası dünya
değiştirene dek, yani 31 yıl boyunca, kurduğu Şeytan Kilisesi kanalıyla Satanist mücadelesini
devam ettirdi.
LaVey'e göre önemli olan tanrı değil insandı. Şeytan'ı "İnsanoğlunu özgürleştiren isyan ruhu,
reddin somut ifadesi ve uygarlığın ilerlemesini sağlayan gelişme güdüsü" olarak tanımlıyordu.
Öğretisini üç kitabıyla açıkladı: "Satanik İncil," "Şeytan'ın Not Defteri" ve "Satanik
Törenler."
Uzmanlar Anton LaVey öğretisini "eklektik" nitelemesiyle değerlendiriyor. Satanizm
konusunda "önyargısız" değerlendirmeleri popüler bir yaklaşımla yeniden biçimlendirdiği
ileri sürülmekte. Büyük oranda 20. yy'ın en etkileyici "okült" şahsiyeti Aleister Crowley'nin
(1875 - 1947) izini taşıdığı savunuluyor. Ünlü şair Y.B Yeats ve Drakula'nın yazarı Bram
Stoker gibi LaVey de Crowley'nin deneyimlerinden, kitaplarından etkilenmiş. Ancak
üstadının içinde yer aldığı Altın Şafak ve Ordo Templi Orientis gruplarından farklı olarak
daha "masum" bir Satanist felsefe geliştirmiş. Çevresindeki canlılara gereksiz yere zarar
vermeyi, acı çektirmeyi reddeden "ılımlı" bir Satanizm anlayışı. Gücünü kan ve ölüm yerine
seksten alan "pop" Satanizm.
LaVey'e göre "Şeytan," kutsal kitaplarda çizilenin dışında bir varlık. Antik İbranice ismine
uygun biçimde, tarih boyunca "muhalif" olanı temsil etmiş. Dinlere, insanın hayvansal özünü
reddeden ya da kısıtlayan kurallara karşı bireyin özgürlüğünü temsil ediyor. Dolayısıyla
dinlere şiddetle muhalif. Kutsal kitaplardaki öğretilerin tam tersini uygulamanın insanlık için
çıkar yol olduğunu savunuyor. LaVey, insanı Nietzsche'yi çağrıştıran bir yaklaşımla "üstün
varlık" olarak tanımlıyor. "Sadece istediğimiz zaman, istediğimize karşı iyi davranmalıyız.
Kimse bize hep iyi olmamız gerektiğini söyleyemez. Eğer biri seni hırpalıyorsa sen de onu
ezip yok etmelisin" diyor bir eserinde. Vasiyeti de gereksiz iyilik gösterilerine karşı bir
duyuru: "Mezarıma, hayattaki tek pişmanlığım yersiz yere iyi olduğum anlardır, yazın!"
Kilise tarafından her fırsatta topa tutulan LaVey'in bugün sadece Amerika'da 20 bin civarında
müridi var. Tarikatının İngiltere ve Almanya dahil olmak üzere birçok ülkede temsilcisi
bulunuyor. Dünyanın dörtbir yanındaki milyonlarca Satanist, LaVey tarikatının İnternet
sayfaları kanalıyla birbiriyle sürekli bağlantı içinde. Amerikan Ordusu'nun belgelerine
bakılırsa, Şeytan Kilisesi hükümet tarafından resmen din olarak tanınıyor.
141
SON YAZI
Cankuşu’nuz var mıdır?
1.08.2006
Uçmak eylemini üzerinde taşıdığından ve insan ruhu da bedenden kuş gibi uçup ayrıldığından
dolayı ‘cankuşu’ diye anılır ruhumuz. Cankuşu, aslında aynı duygu ve düşünceleri, sırrınızı
paylaştığınız, sizi gönülden çıkarı olmadan seven, kendi frekansınızda, denginiz olan bir
gerçek dost, bir muhabbet ehli arkadaş veya gözünün içine baktığınızda ferahladığınız bir
sevgilidir.
Bir cankuşunuz bile yoksa kuru kalabalıklar içinde yalnız ve kimsesiz yetimsiniz demektir;
dünya sizin olsa dahi gözünüzde bir kıymeti yoktur. Alevi dedesi Cemal Hoca derki: Bülbül
olsam güle ne? Turna olsam göle ne? Ben dedim yarim olsun. Ben yar sevsem ele ne?
Cankuşunuz yanıbaşınızda bile dursa siz farketmedikten sonra Kaf Dağında yaşayan, en güzel
ve yüce kuş olarak tanımlanan ulaşamayacağınız Zümrüd-ü Anka’dır. Cankuşunuzu
bulduktan sonra gülün dikenine katlanırsınız. Sevginiz karşılıksız değilse cankuşunuzla bir
can olur, hep sohbeti canan soluklarsınız. Bir cankuşu iseniz, başkasının yoldaşınızı,
candaşınızı kınamasına güler geçer, cankuşunuza toz kondurmazsınız.
Karacaoğlan, bir dörtlüğünde kendini sevgili bahçesine yerleşmeye niyetli görünen kuşa
benzetiyor: Ben de bir kuş idim, geldim ötmeye. Yarin bahçesinde mesken tutmaya. Göz
kaldırdım cemaline bakmaya. Ak gerdanda benler öldürdü beni. Egoizm, bencillik, enaniyet,
kibir, böbürlenme bu devrin en büyük hastalığı. Eskiden bir kaç tane firavun varmış, bugün
her nefis adeta birer firavun taşıyor. Firavunun özelliği hakikatı bilmesine rağmen nefsine
yenildiği için düşmanlık yapması, gözünü güneşe kapatması ve sadece kendi nefsini sevdiği
için cankuşuna asla sahip olamamasıdır. Bu nedenle hırsından, kıskançlığından çatlar ve
ıssızlığa, lanete mahkum olur.
Alevi-Bektaşi inancında kutsal sayılan turnanın sesini Hz. Ali'den aldığı yönünde bir inanç
vardır. Halk edebiyatı ve resim süsleme sanatında en çok işlenen motiflerden biri de kuş'tur.
Öyleki kuş, örneğin turna, birbirini sevenlerin birbirine name göndermek için başvurduğu bir
posta aracı olmuş ve onların tüm sırlarını, sevdalarını, umutlarını, türkülerini kanadında
götürüp getirmiştir. Bu inancı Pir Sultan Abdal, dizelerinde şöyle dile getirmiştir: Hazreti
Şah'ın avazı. Turna derler bir kuştadır. Asası Nil deryasında. Hırkası bir derviştedir. Abdal’ın
anlatmak istediği şifre cankuşudur ve o kuşa aşılmaz engebe sayılan nefsinden fazla o kuşu
sevmekle ulaşılabilir.
Büyük tasavvuf düşünürü Mevlana, Mesnevi'sinde simgesel anlamlarıyla kuşlardan
yararlanmıştır. Mevlana, Şeb’ini bulana kadar yalnızdır. Her can arayış içinde canların canını
arar, durur. Kimi bulur, kimi ise bulduğu halde öteler; kibir, rekabet ve kıskançlık damarıyla
önyargılarına esir düşer, ruhunu rahatlatacak sahile yaklaşamaz, hatta söver, hakaret eder,
utanmadan iftira atar. Kainatın mayasını sevgide gören ve insanı Yaradan’dan ötürü seven,
insana düşman olamaz, terör işleyemez, insan öldüremez. Ancak Rabbini inkar edenlere tüm
mevcudatın hakkı nedeniyle darılır, kötü sıfat ve haraketlerinin düzelmesi için ıslahlarına
duacı olabilir. Atalarımız ’Vatan ve millet sevgisi, Allah sevgisindendir’ derler; dolayısıyla
hainler ve ihanet şebekeleri, sevgi ve hoşgörüyü anlayamamış nefislerden çıkar. Allah rızası
142
soluklu yaşayan erenlere saldırı, erenlerin piri Hz. Ali’ye hakaretle eşdeğer ölçüde edepsizlik,
saygısızlıktır.
Türk-İslam sanatlarında kuşlar, hayranlıkla işlenmiştir. Osmanlı padişahlarının simgesi
Humayın, takma adı olan, masallarda anlatılan Humakuşu, zihnimize ‘Devlet kuşu’ deyimiyle
girmiştir. Kuşların tekkesini Hz. Süleyman'ın kurduğu söylenir. Yunus bir şiirinde şöyle der:
Süleyman kuş dilin bilir dediler, Süleyman var Süleyman'dan içeri. Seyrani ise, ‘Süleyman'dır
kuş dilini söyleyen. Her Süleyman kuş dilini ne bilsin.’ diyerek herkesin kuşları anlamaya
kabiliyetinde olamayacağını bildirir.
Kuş motifi en çok halk şiirinde işlenmiş ve halk ozanlarının, âşıklarının hep esin kaynağı
olmuştur. Nizamoğlu ise şöyle der şiirinde: Biz bu dünyada bir kuşuz. Her yana uçup geçeriz.
Hakkın nimetlerin yeyip. Suların için gezeriz. Kuş misali yaşayanlar kuşun sahibine
tevekkülle teslim olur ve kalabalıklar içinde gurbet, hicret ve hicran yaşarken, özünü
anımsatacak ve Hakka götürecek fedakar, cefakar, samimi, ihlaslı kullar içinde arar
cankuşunu. Şebi Aruza eren aşıka aşk anlatılmaz ki. O’nu bulan neyi kaybeder, O’nu
kaybeden neyi bulmuştur ?
Rabbinin bunca nimetlerini tatdıktan sonra halen şükretmeyenlerin kuş dilinden anlaması ve
bir cankuşuna sahip olması beklenemesede, sabırla bekliyoruz. Anadolu’nun bizim olan
değerlerini yoğuran kültürün mayası olarak bellediğimiz sevgi unsurunda, o sevginin gerçek
sahibine duyulan hakiki sevgi ateşi vardır. En fazla namaz kılma niteliğiyle tüm erenlerin
Cankuşu ve ilim kapısı olmuş Hz. Ali’ye bu nedenle aşığız, sevdalıyız. Yakın geçmişin
karanlık günlerinde yaşayan ve Türkiye toplumunun inanışa yeniden yönelişini, keşfedişini ve
öz kimliğine dönüşünü algılayamayanlar kendi kısır çıkmaz sokaklarında kuşları, Hz. Alileri
şucu bucu kulplarıyla yargız ınfaz edip esasen intihar ettikleri, sevgi atmosferini öldürdükleri
için üzülüyoruz.
Önyargıları parçalamanın atomu parçalamaktan daha zor olduğunu biliyoruz. ‘Gelin
kardeşler, bir olalım, diri olalım, iri olalım’ diyen Hacı Bektaş’tan bari haya etseler, aynı
telden çaldığımızı anlayacaklar, gerçek faşistin ırka, mezhebe, dine, kültüre dayalı nefret
tohumu ekenler olduğunu kavrayacaklar. Üzerilerinde sırıtan ölü toprağını atmak için
yüreğimizi Mevlana, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan ve nice Anadolu erenleri
kadar geniş tutmaya azimliyiz. Yunus gibi, ‘ Dövene elsiz, sövene dilsiz, aşık birazda
gönülsüz olsa gerek’ diyoruz ve darılmamaya yemin ediyoruz.
Ayrıştırma, kamplaştırma, kutuplaştırma döneminin gericilik, yobazlık, irtica olduğunu ve bir
daha ümitsizlik girdabında boğulmaya niyetli olmadığımızı, küsmeye değil kucaklaşmaya
geldiğimizi anlatmaya taş sopa ile saldırsalar bile kızmadan devam edeceğiz. Kanada’da
yaşadığı halde çok kültürlülüğü ve farklılıkları olduğu gibi kabul etme olgunluğuna
erişememiş olanlara kendi öz kaynaklarına, Bizim Anadolu’ya dönmelerini diliyoruz.
Keşke herkes bu soruyu kendine soracak cesaretde olsa: Cankuşu’muz var mıdır?
143
Download