Giriş - bilimname

advertisement
bilimname III, 2003/3, 183-201
BATI DÜNYASI NELER OKUYOR I
Bedri Gencer
Yrd. Doç. Dr., Kocaeli Ü.
[email protected]
Giriş
Dünyada her yıl yayınlanan on binlerce, özellikle İngilizce kitap, günümüzde
modernliğin ötesine geçiş sancıları yaşayan Batı dünyasında süregelen olağanüstü
yoğunluktaki bilimsel-entelektüel faaliyetin somut göstergesi. İngilizce ve diğer
Batılı dillerden Türkçe’ye çevrilen eserler ise tabiri caizse “denizden bir katre” misali
kalıyor. 1980’li yılların ortalarından itibaren1 Türkiye’deki tercüme politikası ve tekniğine dair kafa yoran biri olarak bu konuda maalesef oldukça bilinçsiz, el yordamıyla bir yayıncılık anlayışının sürdüğünü söylemek zorundayım. Elbette Türkiye’nin
mevcut kültürel potansiyeliyle Batılı kültürel faaliyetin bu hızına erişmek veya yaklaşmak zor. Ancak daha bilinçli ve seçici bir tercüme politikası, kaliteli telif artışının
da ön şartlarından biridir. Öte yandan Türkiye’de dergilerde yabancı dilde, özellikle
İngilizce-konuşan dünyada çıkan kitapları tanıtmaya yönelik pek bir çaba da yok
maalesef. Bazı okuyucularımız belki izliyorlardır, biz bir süredir çeşitli dergilerde
Batıdaki belli başlı yayınevleriyle kişisel temasa geçerek edindiğimiz kitapları Türk
okuyucularına tanıtmak için çaba harcıyoruz. Bu konuda değerli dostumuz Prof. Dr.
Yunus Apaydın’ın da davetini memnuniyetle kabul ederek sayfalarına konuk olduğumuz Bilimname’de de siz değerli okurlara Batı Düşüncesinin son ürünlerinden
kesitler aktarmaya çalışacağız bundan sonra.
Görüleceği gibi kitapların konuları, bir dizi temel alanı kapsıyor; Felsefe, sosyoloji, tarih, politika, din ve İslam gibi. Başlıktaki “Batı dünyası” aslında geniş kapsamlı bir deyim; bu, İngilizce yazan veya eserleri bu dile çevrilen, bu atmosferde
eser veren herkesi, Müslüman, Hintli vb. kapsıyor. Bu sayıda Batıda, üçü özel(Blackwell, Polity, Sage) ve üçü de üniversite yayınevi(Princeton, California,
Johns Hopkins) olmak üzere önde gelen 6 yayınevinden seçtiğimiz, çağdaş Batı
düşüncesinin nabzının attığı toplam 29 kitabı tanıtacağız. Amacımız, daha veciz bir
tanıtımla daha çok kitabı tanıtabilmek. Tanıtımlarda, kitapların başlıklarının Türkçelerini verdiğimiz gibi, yazarlarını Türkçe literatürde bir bağlama oturtmaya, daha
1
Bak. Gencer, Bedri “Tercüme Tekniği,” İlim ve Sanat, 5, (Ocak-Şubat 1986): 95-97
Bedri Gencer
184
önce Türkçe’ye çevrilip çevrilmediğine de işaret etmeye çalıştık. Sanıyoruz, bunlar
bugün Batılı entelektüel dünyanın neler araştırdığı ve ürettiği hakkında Türk
okuyucularına az-çok yeterli bir fikir verecektir. Ümidimiz, bunların hem Türkçe’ye
tercüme için eser arayan yayıncılara, hem de orijinal dilinden okuma imkanı olan
okuyuculara kılavuzluk açısından yararlı olması.
BLACKWELL
Contested Knowledge: Social Theory Today (Tartışmalı Bilgi: Günümüzde Sosyal Teori), Steven Seidman, Blackwell, 2004,284 s. ISBN
0-63122671-0
“Sosyal teori”, modern toplumun gittikçe karmaşıklaşan doğasını disiplinlerarası bir perspektiften anlama çabasının ürünü, sosyolojik, kültürel veya politik
teoriden farklı yeni bir disiplin. Bu açıdan sosyal teori, modern toplumdaki sosyalin
doğasına yönelik genel bir ilgiyi kapsıyor. “Klasik Geleneğin Doğuşu” başlıklı Birinci
Bölüm, Comte, Durkheim, Marx ve Weber olmak üzere sosyal teorinin klasik sosyolojideki kaynaklarını gözden geçiriyor. “Klasik Geleneği Yeniden Düşünmek: Amerikan Sosyolojisi” başlıklı İkinci Bölüm, Talcott Parsons, Peter L. Berger ve Thomas
Luckmann’ın Büyük Teorilerini ele alıyor. “Klasik Geleneği Yeniden Düşünmek: Avrupa Teorisi” başlıklı Üçüncü Bölüm, Jürgen Habermas’ın Eleştirel Teorisini, Stuart
Hall ve İngiliz Kültürel İncelemelerini, ve Anthony Giddens ve Pierre Bourdieu’nun
Eleştirel Sosyolojisini el alıyor. “Revizyon ve Başkaldırılar: Postmodern Dönüş” başlıklı Dördüncü Bölüm, Jacques Derrida, Jean-François Lyotard ve Jean Baudrillard’ın
postmodern dünyasını, Michel Foucault’nun disiplin toplumunu ve Zygmunt
Bauman’ın Postmodernliğin Sosyolojisini inceliyor. “Revizyon ve Başkaldırılar: Kimlik
Politikası ve Teori” başlıklı Beşinci Bölüm ise, Feminist teori, eleştirel ırk teorisi ve
sapkın kimlikler teorisiyle birlikte sömürgecilik-sonrası teoriyi ele alıyor. Sosyal analiz ile ahlakî taraftarlığı birleştiren çalışma, sosyal teorinin kamusal ve politik alanlardaki işlevlerine de işaret etmeyi ihmal etmiyor.
Key Contemporary Social Theorists (Anahtar Çağdaş Sosyal Teoristler),
Anthony Alliott-Larry Ray(eds.), Blackwell, 2003, 286 s. ISBN 0-631-21972-2
Her ne kadar çağımızda Kant ve Hegel gibi “büyük anlatılar” geliştirecek cins
kafalar neslinin kesildiği söylense de postmodernizm ile karakterize çağdaş düşünce
büyük bir dinamizm göstermekte. Bunun sonuçlarından biri, felsefe, politika ve
sosyoloji gibi disiplinler arasındaki geleneksel sınırların kalkmasıyla sosyo-politik
düşüncenin “sosyal teori” adıyla daha geniş bir içeriğe kavuşması. Kitapta çeşitli
açılardan çağdaş düşünceye damgasını vuran şu 41 sosyal teorist inceleniyor:
Theodor Adorno, Jeffrey C. Alexander, Louis Althusser, Hannah Arendt, Jean
Baudrillard, Zygmunt Bauman, Ulrich Beck, Daniel Bell, Jessica Benjamin, Walter
Benjamin, Homi Bhabha, Maurice Blanchot, Pierre Bourdieu, Manuel Castells,
Nancy J. Chodorow, Gilles Deleuze, Jacques Derrida, Norbert Elias, Michel Fou-
Batı Dünyası Neler Okuyor? (I)
185
cault, Hans-Georg Gadamer, Anthony Giddens, Erving Goffman, Jürgen Habermas,
Stuart Hall, Max Horkheimer, Luce Inigaray, Fredric Jameson, Julia Kristeva,
Jacques Lacan, Claude Lévi-Strauss, Niklas Luhmann, Jean-François Lyotard, Herbert Marcuse, Claus Offe, Richard Rorty, Eve Kosofsky Sedgwick, Alain Touraine,
Bryan S. Turner, Paul Virillo, Raymond Williams, Slavoj Zizek. Görüleceği gibi, burada Türk okuyucusuna aşina olduğu kadar yabancı isimler de var. Diğer yandan
bu Batılı yelpaze dışında, şakirdi niteliğindeki Homi Bhabha olmasına rağmen, Franz
Fanon ile birlikte sömürgecilik-sonrası teorinin kurucusu kabul edilen Edward Said
yer almıyor.
The Blackwell Companion to Political Theology (Blackwell Siyasî İlahiyat Kılavuzu), Peter Scott-William T. Cavanaugh(eds.), Blackwell, 2003, 562 s.
ISBN 0-631-22342-8
Batıda Ortaçağlardan yeniçağlara doğru Kilise ile Devlet arasındaki mücadelede Devletin galebe çalması sonucu, dinî ve politik bilgi tamamıyla ayrışma noktasına geldi. Sekülerizasyon adı verilen bu süreçte dinin tamamıyla sahneden vicdanlara çekildiği zannedilmişti. Ancak XX. yüzyıla doğru Devlet’in kriziyle birlikte dinin
siyasî alandaki önemi tekrar keşfedilmeye başladı. Augustine ve Thomas gibi Ortaçağ Hıristiyan babalarının siyasî düşünce alanındaki birikimi bilinmiyor değildi; ancak çağdaş Alman filozofu Carl Schmitt’in Türkçe’ye de çevrilen ünlü kitabı tarafından gündeme getirilen “siyasî ilahiyat” sayesinde din ile siyasî düşünce arasındaki
ilişki yeni bir zaviyeden görülmeye başladı. Schmitt’e göre, tüm anahtar siyasî kavramlar, aslında, sekülerleşmiş teolojik kavramlardı. Yani sekülerleşme sürecinde
dinî ilke ve pratikler kaybolmamış, sadece kılık değiştirmişti. Siyasî teolojinin yeni
bir disiplin gibi görülmesinin sebebi buydu. 35 bölümden oluşan çalışma, bu alanda
ciddî bir boşluğu dolduruyor. Denemeler, Kitap ve Sünnet gibi Hıristiyan kaynakların
siyasî yönlerini, teolojinin feminist, ekolojik, siyah ve barışçı hareketler gibi siyasî
ideolojilere sızmasını, belli başlı siyasî ilâhiyatçılar ve teolojik hareketlerinin katkısını
değerlendiriyor, Teslis gibi merkezi Hıristiyan doktrinlerin nasıl politikayı içine aldıklarına işaret ediyor ve teolojinin nasıl günümüzdeki siyasî meselelere etki ettiğini
gösteriyor. Buradaki teoloji kavramı, neredeyse münhasıran Hıristiyanlığa delalet
etmekle birlikte, sonunda siyasî teoloji üzerine Yahudi ve Müslüman perspektiflere
de yer verilmiş.
POLITY
Revolutions and History (Devrimler ve Tarih), Noel Parker, Polity, 1999,
232 s. ISBN 0-7456-1136-2
Batıda Roma İmparatorluğunun yıkılışından beri bir düzen arayışı içinde. Bu
yolda Avrupa’nın son üç yüz yıllık tarihi devrimlerle geçmiş. Bu nedenle devrimler,
tarihî sosyoloji denen disiplinin önemli araştırma konularından birini oluşturuyor. Bu
konuda ilk akla gelen çalışmalar, -ilki Türkçe’ye de çevrilen- Charles Tilly, Theda
186
Bedri Gencer
Skocpol ve Ted R. Gurr’a ait. Parker’in çalışması bu zengin literatürün bir özeti mahiyetinde. Yazar, devrim kavramını dünya tarihi ve fikirler tarihi içinde ve yeni bir
dünya kurma çabalarını simgeleyen modernliğin evrimi bağlamında inceliyor. Yazarın bulgularına göre, bugüne kadar analitik bir incelemeye tabi tutulmadığı içindir
ki, çeşitli ülkelerdeki devrim potansiyeli tam kestirilememiştir. Geleceğe yönelik
bilinçli adımlar olmaktan ziyade, devrimler daima tarihî kriz durumlarına karşı riskli
cevaplar olarak gerçekleşmiştir.
Yazara göre devrimler sadece oldukları için önem arzetmezler. Onlar aynı
zamanda kendine özgü tarihî etkilere sahip olan bir anlama sahiptir Bu sebeple
onların arkasındaki anlamın keşfi, çok-boyutlu, disiplinler-arası bir incelemeye bağlıdır. Anlatı tarihi ve eylem ve zaman felsefelerinden kaynaklanan fikirleri uyarlayan
çalışma, “devrimci anlatı” şeklinde yeni bir kavram geliştiriyor. Devrimlerin niçin, ne
zaman ve nasıl gerçekleştiği gibi temel sorulara cevap arayan yazar, kavramın,
kolektif kimlik, gelecek tasarımı ve eylem açısından taşıdığı anlamı deşiyor ve özellikle giriş kısmında devrimle bağlantılı birçok kavramı da açıklığa kavuşturuyor. Esas
itibariyle Avrupa tarihi ve medeniyetinin bir ürünü olarak görülen devrimleri, aynı
zamanda Batıyla karşılaşmanın doğurduğu akültürasyon bağlamında Batılı-olmayan
dünyanın da yaşadığı evrensel bir fenomen olarak analiz ediyor yazar. Çalışma
böylece, devrim, tarih, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler ve modernlik araştırmacılarının eşit derecede ilgisini çekecek bir nitelik kazanıyor.
Nature: Western Attitudes Since Ancient Times (Tabiat: Kadim Zamanlardan Beri Batılı Tavırlar), Peter Coates, Polity, 1998, 246 s.
ISBN
07456-1656-9
Özellikle Batılı düşünce tarihi konusunda genel nitelikte birçok çalışma var
Fakat bu konudaki genel çalışmaların yanında, belli bir kavram etrafındaki düşüncelerin gelişiminin sergilendiği tematik çalışmalar kuşkusuz çok daha ilgi çekici. Tabiat
ta tarih boyunca Batlı ve Doğulu düşünürleri meşgul eden bu merkezi kavramlardan
biri. 1960’lı yıllarda dünya çapında hız kazanan sosyal hareketler içinde çevrecilik de
önemli bir yer edinmiş ve bu bağlamda “tabiata dönüş” sloganıyla Rousseau’nun
fikirleri tekrar gündeme gelmişti. Aslında bu tarihten önce ilk kez, Türkçe’ye de
çevrilen The Idea of History (Tarih Tasarımı, Ara Yay. 1987)adlı çalışmasıyla ünlü
İngiliz filozof Collingwood, kavramın düşünce tarihindeki izini süren orijinal bir inceleme yapmıştı. Coates’in çalışması onunkini aşmak demesek de, tamamlayan ve
daha da zenginleştiren bir çalışma.
Tabiat, genelde yanıltıcı olarak basit, tarih-ötesi, değişmez niteliğe sahip bir
gerçeklik olarak görünse de, aslında, insan telakkileri ve etkileri, yani kısaca insan
cinsiyle etkileşim açısından bir tarihe sahip. Yazar, bilginin temellendiği ontolojik bir
arkaplan olarak tabiattan, insan türünün doğal hayat alanı olarak tehdit altındaki
tabiata kadar Batı dünyasında kadim zamanlardan bu yana tabiat hakkındaki belli
başlı anlayışları ele alıyor. Böylece Batılı dünya görüşündeki değişimlere paralel
Batı Dünyası Neler Okuyor? (I)
187
olarak, tabiat kavramının da nasıl ciddi şekilde değiştiği görülüyor. Yazar, bu konudaki diğer çalışmalardan farklı olarak, tabiatı saf bir şekilde düşünce tarihi açısından
değil, kısmen sosyolojik diyebileceğimiz bir yaklaşımla, maddi çevrede insankaynaklı değişimlerin hikayesi içinde ele alıyor. Bu açıdan, çalışmayı
Collingwood’unkinden ayıran temel bir yön aslında, yazarın, son otuz yılda ‘yeşil’
yazarların tabiatla geçmişteki ilişkilerimizi nasıl yorumladıkları, günümüzün ekolojik
sorunlarına çözüm bulabilmek için ataların fikirlerini nasıl yeniden keşfe çalıştıklarını
saptamaya yönelik ilgisi. Yazar, çalışmasını, “yeni ekoloji, küresel ısınma, genetik
mühendisliğindeki ilerlemeler ve hayvan davranışı üzerine araştırmalar” gibi gelişmeler bağlamında tabiatın geleceğinin tartışılmasıyla bitiriyor.
SAGE
Handbook of International Relations (Uluslararası İlişkiler Elkitabı),
Walter Carlsnaes-Thomas Risse-Beth A Simmons(eds.), Sage, 2003, 571 s. ISBN 07619-6304-9
İlk kez uluslararası ilişkiler hakkında “disiplinin durumu” türünden kapsamlı
ve yetkin bir değerlendirme yapmak üzere bir araya gelen dünyanın önde gelen
uzmanlarının hazırladığı bu elkitabı, üç bölüm halinde, çağdaş araştırma konuları ve
günümüzdeki tartışmalar kadar disiplinin tarihi, felsefî ve teorik köklerini inceliyor.
İlk bölüm, alan içindeki ana yaklaşımları sunarak rasyonalizm ve konstrüktivizm
arasındakiler dahil olmak üzere disiplin içerisindeki süregelen tartışmaların birçoğunu açığa çıkarıyor. İkinci bölüm, devlet ve iktidar, ulusal ve ulusalötesi aktörler,
küreselleşme ve rakip feminist perspektifler gibi konu açısından merkezi anahtar
kavramları ve bağlamsal faktörleri keşfetmeye geçiyor. I. ve II. bölümlerde sunulan
perspektif ve analitik araçları tamamlamak üzere tasarlanan son bölüm ise, bugün
uluslararası ilişkilerde birtakım anahtar önemde esaslı konuları gözden geçiriyor.
Bölümde ele alınan konular, dış politika, savaş ve barış, güvenlik işbirliği, barışyapımı ve çatışma-çözümü, milliyetçilik ve etnisite, finans, ticaret, gelişme, mukayeseli bölgesel bütünleşme, çevre, insan hakları ve uluslararası hukuktan oluşmaktadır.
Handbook of Historical Sociology (Tarihî Sosyoloji Elkitabı), Gerard Delanty-Engin F. Isin(eds.), Sage, 2003, 417 s. ISBN 0-7619-7173-4
Fransız Devriminden sonra altüst olan bir dünyayı rayına sokmak, sosyal değişim sürecine bir yön verme amacıyla sosyoloji doğdu. Fakat geçmişin reddiyle
geleceğe yönelen sosyoloji hafızasız, yeni bir toplum yaratma amacıyla soyut,
makro bir teorik perspektif geliştirdi. Ancak insanlığın devamlı karşılaştığı müzmin
sorunların kaynağını geçmişte aramaya yönelik kaçınılmaz ihtiyaç, sosyal bilimcileri
tekrar tarihe eğilmeye itti. Toplum çözümlemesini kolektif beşeri pratiğin ana fonunu, dekorunu oluşturan tarihsel bağlamda yapma gereği, Braudel ve Annales okulu
gibi öncülerin sayesinde, sosyoloji ile tarihin izdivacıyla “tarihî sosyoloji” adı verilen
Bedri Gencer
188
disiplininin doğmasına yol açtı ve böylece toplumsal çözümleme somut, anlamlı bir
zemine kavuştu. Disiplinin serüvenini gözden geçirmek için tasarlanmış bu yetkin
elkitabının Birinci Kısmı, Marx, Weber, evrimci ve işlevselci yaklaşımlar, Annales
Okulu, Elias, Nelson ve Eisenstadt’ı kapsayan temellere eğiliyor. İkinci Kısım, modernleşme, geç Marksizm, tarihî coğrafya, kurumsal kültürel tarih, düşünce tarihi,
sömürge-sonrası ve şecere yaklaşımları gibi ana yaklaşımları incelemeye geçiyor.
Üçüncü Kısım ise, devlet teşkilinden, milliyetçiliğe, sosyal hareketlerden sınıflara,
patriarkiden mimariye, dini ve ahlaki düzenlemeden dönemleştirme ve Doğu-Batı
gibi coğrafileştirme problemlerine kadar disiplinin ana temalarını tartışıyor.
Illuminating Social Life: Classical and Contemporary Theory
Revisited (Sosyal Hayatı Aydınlatmak: Klasik ve Çağdaş Teoriye Yeniden Bakış),
Peter Kvisto, Sage, 2001, 396 s.
ISBN 0-7619-6717-7
Günümüzde yaşanan postmodernlik, yani sanayi ve modernlik-sonrası toplumsal evreye geçiş sürecinde klasik sosyolojik teorinin günümüz toplumunun ihtiyaçlarına karşılık verme potansiyeli hakkında ciddi kuşkular gündeme geldi. Bu
örneği nadir görülen çalışma, bu konuda bir adım olarak, klasik sosyolojik teorileri
günümüz toplumunun belli bazı sorunlarına uyarlayarak aktif hale getirmeye çalışıyor. Bu girişimin önemli bir sebebi, modern dünyaya özgü, kabaca “teori ile pratik
arasındaki açık” olarak ifade edebileceğimiz bir olgu. Öğrenciler özellikle bu yüzden
teorilerin işe yararlığı konusunda ciddi kuşkular barındırıyorlar. Çalışma, iki ana
bölümden oluşuyor. Birincisinde, klasik sosyolojinin dört atlısı, Marx, Weber,
Durkheim ve Simmel’in teorik miraslarını gözden geçiren yazarlar, onları internet,
alkol bağımlılığı gibi bazı güncel sorunlara uyarlayarak teorilerin süregelen değerlerini test ediyorlar. İkinci bölüm ise, “yeni-işlevselcilik, mübadele teorisi ve rasyonel
tercih, eleştirel teori, feminizm, yorumsamacılık, dramaturgi, postmodernizm ve
küreselleşme teorisi” olmak üzere sekiz belli başlı çağdaş teorinin klasik teoriyle
bağlantı noktalarını inceliyor.
PRINCETON UNIVERSITY PRESS
Islam: A Guide for Jews and Christians (İslam:Yahudi ve Hıristiyanlara
Bir Kılavuz), F. E. Peters, Princeton University Press, 2003, 285 s. ISBN 1-69111553-2
F. E. Peters, dünyada yaşayan en ünlü oryantalistlerden biri. Bir bütün olarak
monoteistik, İbrahimî dinlerde vukuf sahibi Peters, tarafsız, empatik bir şekilde
İslamı bu gelenek içinde konumlandırarak ortaklık ve farklılık yönlerinin izharına
dikkat ediyor genel olarak çalışmalarında. Burada yazarın Yahudilik ve Hıristiyanlık
arasındaki belli akrabalığa karşın, İslamın spesifik konumunu vurgulama çabası
dikkate değer. Bu kitabı da İslama giriş konusundaki diğer, genel eserlerden ayıran
şey, Yahudi ve Hıristiyan arkaplandan okuyuculara mukayeseli bir perspektiften
temel yönleriyle İslamı tanıtmayı amaçlaması. Buradaki perspektif keza, saf teorik
Batı Dünyası Neler Okuyor? (I)
189
olmaktan çok tarihî; yani İslamı, oluşum, pratik-teori etkileşimi sürecinde, tarihî ve
coğrafi ortamın özelliklerini de dikkate alarak anlatma çabası hakim esere. Öncelikle
Kitab’ı ele alan çalışma, Tevrat ve İncil’de de yer alan Tekvin, Hübut, Huruç, Tufan
gibi tarihî dönüm noktalarının Kur’an’da işleniş tarzının ortak ve farklı yönlerini gösterdikten sonra, onun Batılı okuyucuya en yabancı yönlerini belirtiyor. İşlenen temel
konular arasında, Mekke’nin önemi, Hz. Muhammed’in vahiylerinin tarzı, biricik
Müslüman topluluğun yaratılması yer alıyor. Yazar, değişik açılardan Hz. İsa ile Hz.
Muhammed’i kıyaslıyor, İslamî emir ve merasimi tasvir ediyor, Sünnî ve Şiî toplulukların yapısını tafsil ediyor, savaş, kadın, tasavvuf ve şahadet gibi konulardaki temel
İslamî inançları belirtiyor.
One True God: Historical Consequences of Monotheism (Bir Hak Tanrı: Tektanrıcılığın Tarihî Sonuçları), Rodney Stark, Princeton University Press, 2003,
319 s. ISBN 1-691-11500-1
Zamanla gelenek dediğimiz fenomene dönüşen din, her topluluk açısından
dünyanın inşası ve sürekliliğini sağlayan temel kaynak. Ancak Yahudilik, Hıristiyanlık
ve İslamı kapsayan İbrahimî dinlerin zuhuru, dünya tarihinin seyrini değiştirdi; çünkü bunlar evrensel vizyonla gelmişlerdi. Buna göre dinler evrensellik vizyonuyla
geliştikçe tek-tanrıcı olmaya yöneliyorlardı. İbrahimî dinlerin her biri “Bir Hak Tanrı”
iddiasıyla gelmişti. Dolayısıyla, monoteist dinler, hakikatin inhisarı iddiasının ürünü
tikelcilik sayesinde birleştiricilik kadar bölücülük potansiyeline de sahipti yazara
göre. Bu şiddetli rekabet, başka çok-tanrılı dinlerin mensuplarına olduğu kadar,
kendi dinleri içindeki inançta sapkın akımlara ve diğer kardeş monoteist dinlere de
yönelikti. Çünkü İbrahimî dinler içinde her sonra gelen yeni din, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi önceki dinlere hükümsüz kaldıkları iddiasıyla soğuk bakıyordu. Ancak
kitabın en temel zaafı, hepsini aynı kefeye koyarak, üç İbrahimî din arasındaki
hayatî yapısal farklılıkları gözden kaçırması, üçünün de monoteizmini düalistik ve
politeistik olarak nitelendirmesi. Oysa ırkla özdeş Yahudiliğin Tanrısı kendi ırklarına
inhisar ederken, Hıristiyanlarınki ise üç-boyutlu idi. Ancak İslam, mutlak tevhide
dayalı yegane Tanrı inancını getirmişti. Bu yüzden Batıdaki din savaşlarının daha
çok Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında olması tesadüf değildi.
The Many and the One: Religious and Secular Perspectives on
Ethical Pluralism in the Modern World (Nice ve Bir: Modern Dünyada Ahlakî
Çoğulculuk Üzerine Dinî ve Seküler Perspektifler), Richard Madsen-Tracy B.
Strong(eds.), Princeton University Press, 2003, 372 s. ISBN 1-691-09993-6
Çalışma Batı ve Batı-dışı, İslam kimlikleri arasındaki tarihî karşılaşma sürecinde bir dönüm noktası olarak alınan 11 Eylül’den sonra gelişen literatürün bir örneği.
Bu olaylarda saldıran ve saldırılan taraflardan ikisinin de kendisini “iyi” ve karşı
tarafı da “kötü” olarak tasvirinin sonunun ölümcül bir medeniyetler-arası çatışmaya
varabileceği endişesi, küreselleşen dünyamızda farklı kimliklerin değersel çoğulculuğa dayalı olarak bir arada yaşama imkanı hakkındaki bu gibi çalışmaları hızlandır-
190
Bedri Gencer
dı. Temelde konjonktürel gerekçelerle girişildiği için çok azı sorunları köklü bir şekilde ele almayı başarabilen bu tür çalışmalardan çıkan sonuca göre amaç, temel
mutabakat yerine ancak geçici bir mutabakat(modus vivendi) sağlamak. Ancak
mevcut haksız güç ilişkilerinin beslediği derin bir meşruiyet krizinin hüküm sürdüğü
dünyamızda bunun evrensel barış adına ne derece kalıcı ve sağlıklı bir çözüm sunabileceği oldukça kuşkulu.
Çalışma, ahlakî çoğulculuğun klasik liberalizm, liberal eşitlikçilik, eleştirel teori, feminizm, tabii hukuk, Konfüçyanizm, İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi farklı
düşünce gelenekleri tarafından nasıl anlaşılabileceğini sorguluyor; şu sorular ekseninde: İdeal bir toplum ahlakî olarak üniform veya farklı mıdır? Devlet, ahlakî temelli farklılıkları korumalı, yasaklamalı veya müdahale etmeli midir? Vatandaşların
hak ve ödevlerine dair ihtilâflar nasıl ele alınmalıdır? Devlet, ötenazi gibi yaşam ve
ölüm kararlarını düzenlemeli midir? Cinsel ilişkiler hakkındaki çatışık görüşler ne
ölçüde uzlaştırılmalıdır? Çalışmada “İslam ve Ahlakî Çoğulculuk” bölümünü yazan
Dale F. Eickelman, Türkiye’den Bediuzzaman ve Nurculuk hareketine de bu bağlamda genişçe yer ayırıyor.
Tocqueville Between Two Worlds: The Making of A Political and
Theoretical Life (İki Dünya Arasında Tocqueville: Bir Siyasî ve Nazarî Hayatın
Oluşumu), Sheldon S. Wolin, Princeton University Press, 2003, 650 s. ISBN
1691-11454-4
Bugün halen hayatta olan ve 11 Eylül sonrası süreçte, kendisi de bir Yahudi
olduğu halde Yahudi yeni sağın Amerika’yı maruz bıraktığı totalitarizm tehlikesine
karşı kuvvetli çıkışlarla temayüz eden Sheldon S Wolin, Leo Strauss, Isaiah Berlin,
Judith N. Shklar, Quentin Skinner gibi çağımızın en önde gelen siyasî teori araştırmacılarından biri sayılıyor. Bu abidevi eser, Avrupa ile Atlantik siyasî gelenekleri
arasında köprülük yapan merkezi bir siyasî filozof olarak Alexis de Tocqueville’i
inceliyor. Fransız politikasında da tutkulu ve aktif bir kariyer yapan Tocqueville,
Amerikan tarihindeki en etkili siyasî düşünür sayılıyor. Onun düşünce mirasını tam
olarak sergilemek için Wolin, biyografiden monografiye giderek oldukça detaylı bir
şekilde kişisel hayat gelişimi içinde düşüncelerinin formasyon sürecini inceliyor.
Amerika’da Demokrasi adlı ünlü eseri Türkçe’ye de çevrilen(İhsan Sezal tarafından)
Tocqueville, bizzat siyasî hayattaki inisiyatifi sayesinde soyut, spekülatif bir siyasî
düşünce yerine, pratik-teori bütünlüğü içinde daha gerçekçi ve verimli bir düşünce
geliştirmişti. Yazara göre, Tocqueville’nin entelektüel mirası, yalnızca geçmişten
bugüne kaynaklık değil, geleceğe projeksiyon ve herkesin katkısına açık daha adil
bir toplum tasarımı, kamu felsefesi açısından da merkezi önemi taşıyor. Amerika’nın
başarısının sırrı bu açıdan, pratik ile teoriyi, Eski Dünya ile Yeni Dünyayı ve gelenek
ile modernliği optimal bir şekilde sentezleyebilen Tocqueville’in entelektüel kaynaklığında yatıyor.
Batı Dünyası Neler Okuyor? (I)
191
The Machiavellian Moment: Florentine Political Thought and the
Atlantic Republican Tradition (Makyavelî An: Florentin Siyasî Düşüncesi ve
Atlantik Cumhuriyetçi Geleneği), J. G. A. Pocock, Princeton University Press, 2003,
634 s. ISBN 1-691-11472-2
Bu, çağımızın en ünlü siyasî düşünce tarihçilerinden sayılan J. G. A.
Pocock’un ilk kez 1975 yılında yayınlanan anıtsal eserinin yazarın yeni önsözüyle
yapılan yeni baskısı. Eser, Machiavelli ve diğer Rönesans İtalyası düşünürler tarafından diriltilen klasik cumhuriyet idealinin modern tarihî ve toplumsal bilinç açısından sonuçlarının klasik bir incelemesi. Buradaki “an”dan kasıt, kronolojik açıdan
Makyavelyen düşüncenin tezahür ettiği an ve tarz; yani düşünceyi belirleyen tarihî
konjonktürün önemine vurgu. İkincisi de, düşünürleri böyle bir cumhuriyet fikri ve
ona vatandaş katılımı önerisine sevkeden, geçmiş ile geleceğin kesişim anı ve bunun sonucunda uyarılan öz-bilinç. Modernliğin karakteristiklerinden biri de insanın
tarihî mukadderatına dair kriz bilincinin sonucu kendi üzerinde düşünce(selfreflexivity). Aydınlanma, geçmişin reddiyle geleceğe yönelik bir ilerlemeyi esas
alırken, modernliğe özgü bu tarih/zaman bilincinin geçmişe yönelik boyutu Rönesans ve Machiavelli kuşağıyla başlıyor. Bu incelemenin en çarpıcı sonuçlarından biri,
kavramların tarihî semantiklerindeki hayatî değişimin teşhisi. Machiavelli kuşağı,
yaşadıkları tarihî kriz konjonktürüne karşılık yaptıkları “dengeli cumhuriyet, dinamik
erdem, sivik kişiliğin oluşturulmasında silahlar ve mülkiyetin rolü gibi” klasik cumhuriyetten önemli kavramsal değişikliklerle, Batı siyasî düşünce tarihine, özellikle
kitapta incelenen Anglo-Amerikan dünyasına bugün halen tartışılan önemli bir miras
bırakmışlardır.
The Wheel of Law: India’s Secularism in Comparative
Constitutional Perspective (Hukuk Çarkı: Mukayeseli Anayasal Perspektifte Hindistan Sekülerizmi), Gary Jeffrey Jacobsohn, Princeton University Press, 2003, 324
s. ISBN 1-691-09245-1
Dinin gündelik hayata nüfuz ettiği toplumlarda dinî hürriyet nasıl sağlanabilir? Yazar, İsrail ve Amerika’yı kapsayan benzersiz bir uluslar-arası mukayeseli çerçevede Hindistan’da sekülerizmin(laiklik) anayasal gelişimini gözden geçirmek suretiyle bu konuyu ele alıyor. Ona göre, bir ülkenin tikel anayasal teori ve pratiği,
onun sosyo-politik geleneği bağlamında anlaşılmalıdır ki bu zaten bir toplumun
kültürü ile kanunları arasındaki ilişkiye dikkat çeken Montesquieu’dan itibaren bilinen bir gerçeğin vurgulanmasıdır. Dini hayatın seküler demokratik bağlılıkla derin
bir gerilim içinde olduğu Hindistan’ın tecrübesi, sadece dinin toplumun yapısına
nüfuz ettiği ülkelerde ortaya çıkan hukuk usulü ve siyasî teori soruları değil, aynı
zamanda daha geniş, anayasal rejimlerde dinî hürriyeti sağlama misyonu hakkında
da değerli bir perspektif sunmaktadır. Hindistan’ın sosyal yapısı dinle o kadar içiçe
girmiş vaziyettedir ki, yazara göre, anlamlı sosyal reform baştan manevi alanda
devlet müdahalesini varsayar. Bu sebeple Hindistan’ın kast sistemi ve diğer dinî
Bedri Gencer
192
temelli pratiklerin engelleyici etkilerini düzeltmek için tasarlanmış “düzeltici” seküler
anayasalcılık modeli, devletin kendisini belli bir dinle özdeşleştirdiği İsrail’in “vizyonsal” laikliği ve Amerika’nın asimile edici sekülerizmi ile karşıtlık oluşturmaktadır.
Principles of Economic Sociology (İktisat Sosyolojisinin İlkeleri), Richard
Swedberg, Princeton University Press, 2003, 366 s. ISBN 1-691-07439-9
XX. yüzyılın son çeyreğinde bütün sosyal bilimler gibi ekonomi de önemli paradigma değişiklikleri yaşadı. Adam Smith’in ünlü “görünmez el” temasında
prototipik ifadesini bulan Newtoncu mekanistik evren tasavvuruna dayalı sistemik,
makrocu perspektiflerin aşılmasından sonra örneğin Schumpeter’in “Küçük Güzeldir” sloganında duyurduğu gibi ekonomi de sosyolojik açıdan mikroyu ve sahiciyi
incelemeye yöneldi. İktisadî fenomen de, sistem veya yapı kavramlarının ötesinde,
bütün sosyal bilimlerde yaşanan “dilsel” ve “kültürel devir”(lingustic or cultural
turn) sayesinde incelenmeye başladı. Bu açıdan geçen 15 yıl, kökeni Max Weber’e
dayanan ekonomik sosyolojinin revaç ve işlevinde bir patlamaya tanık oldu. Disiplinin son ulaştığı durumun bir dökümünü simgeleyen bu önemli çalışma, aynı zamanda daha ileri teorik gelişmeye de bir zemin sağlıyor.
Yazar, “sosyal’in görünmeyen yüzü” olarak tanımlanan kültürün ekonomik
fenomen üzerindeki etkilerine ve ekonomik eylemlerin sosyal yapılarda vücut bulma
tarzlarına özel bir dikkat vererek alanın ekonomik hayata yönelik eleştirel bakışlarını
tasvir ediyor. Bütün ekonomik kurumları gözden geçiren yazar, ekonominin siyaset,
hukuk, kültür ve cinsiyetle olan ilişkisini açığa çıkarıyor. Ona göre, ekonomistler
çoğu kez sosyal ilişkilerin önemini yeterince belirtmeyi es geçerken, keza sosyologlar da çoğu kez öz-çıkarcı davranışın ekonomik kararlarda oynadığı rolü hakkıyla
vurgulamayı ihmal ederler. Bu yüzden ekonomik sosyologları bekleyen ana iş, ona
göre, çıkarlar ve sosyal ilişkilerin nasıl ekonomik eylemi etkilemek için birbirleriyle
irtibat halinde çalıştıklarına dair teorik ve ampirik bir anlayış geliştirmektir.
What is World Literature (Dünya Edebiyatı Nedir), David Damrosch,
Princeton University Press, 2003, 324 s. ISBN 1-691-04986-6
Dünya edebiyatı Batı-merkezci bir bakış-açısıyla Kuzey Amerika’da uzun süre
Avrupa şaheserlerinin kabul edilmiş dizisi olarak görüldü. Fakat yeni gelişen bir
küresel perspektif, bu Avrupa odağına ve doğrudan “şaheser” kategorisine meydan
okudu. Dünya literatürünün çağdaş kapsam ve amaçlarına geniş bir açıdan bakan
ilk kitap niteliğindeki bu eser, hızla değişen bir dünyada dünya edebiyatının kullanım ve istismarlarını tartışıyor. Sümerlerden Azteklere, ortaçağ tasavvufundan
postmodern meta-kurguya uzanan vaka incelemelerinde yazar, eserlerin ulusaldan
küresel bağlama doğru geliştikçe görülen değişme tarzlarını inceliyor. Dünya edebiyatını yetkin bir eserler dizisi olmaktan çok, bir tedavül ve okuma tarzı olarak sunan
yazar, dünya edebiyatının tercümeyle değeri artan eser olduğunu öne sürüyor. Ona
göre etkin olarak sunulduğu takdirde bir dünya edebiyatı eseri, kaynak ile alıcı kül-
Batı Dünyası Neler Okuyor? (I)
193
türler arasında yaratılan ve her ikisi tarafından ortaklaşa biçimlendirildiği halde
yalnızca biri tarafından sınırlandırılamayan bir oval uzaya intikal eder. Oturmuş
klasikler ve yeni eserler benzer şekilde bu tedavül tarzına katılırlar, fakat onlar süreçte ciddi bir şekilde istismar edilebilirler. XIX. yüzyılda yeniden keşfedilen
Gılgamış Destanından bugün Rigoberta Menchu’nun eserlerine kadar yabancı eserler, çoğu kez editör ve mütercimlerinin doğrudan ihtiyaçları tarafından tahrif edilmiştir; neredeyse bazen telifle tercümenin karıştığı Türkiye’de de çok daha sık olduğu gibi.
Arab Nationalism in the Twentieth-Century: From Triumph to Despair (Yirminci Yüzyılda Arap Milliyetçiliği: Zaferden Umutsuzluğa), Adeed Dawisha, Princeton University Press, 2003, 340 s.
ISBN
1-691-10273-2
II. Dünya savaşından sonra parlak günler yaşayan Baas ideolojisiyle karakterize Arap milliyetçiliği, Arapların 1967’de İsrail karşısındaki Altı Gün savaşındaki
onur kırıcı yenilgisinden sonra kolay kolay belini doğrultamadı ve neredeyse
nisyana terkedildi. Dawisha ise geriye dönerek onun tarihini yeniden yazarak muhtemel serinkanlı değerlendirmelere zemin sağlıyor. Ona göre Arap milliyetçiliği,
çoğu kişinin sandığının aksine XIX. yüzyılda değil, I. Dünya Savaşından sonra XIX.
yüzyıl Alman romantik milliyetçiliğinin etkisiyle ve büyük ölçüde, bizde Ziya Gökalp
ile giriştiği eğitim ile ilgili tartışmalarda “Sâtı Bey” adıyla tanınan Satı el-Husrî’nin
çabalarıyla gelişmiş ve ‘50’li ve ‘60’lı yıllarda Mısırlı Cemal Abdünnâsır’ın karizmatik
liderliği altında boy atmıştı. Yazar, Arap milliyetçiliğinin, Osmanlı İmparatorluğunun
çöküş sürecinden 1950’li yıllardaki Mısır ve Suriye’nin birleşmesiyle ve Irak’ta milliyetçi devrimle yükselişine ve 1967’deki İsrail karşısındaki hezimetiyle aldığı darbeye
ve nihaî çöküşüne varan süreci izliyor. Dawisha, bu esnada, Arap milliyetçiliğinin
kültürel ve siyasal boyutlarının, yani daha geniş, kültürel Arapçılık olgusu ile birleşik
bir Arap devletine yönelik seküler bir ideolojik özlemin birbirinden ayrılması konusundaki genel ihmali de eleştiriyor. Bunun sonucunda, ona göre, son yıllarda rakip
ideolojiler, hiç değilse İslamî militanlık, acımadan siyasî milliyetçiliğin yerini almıştır.
Rethinking Europe’s Future(Avrupa’nın Geleceğini Yeniden Düşünmek),
David P. Calleo, Princeton University Press, 2003, 395 s. ISBN 1-691-11367-X
Eser, XXI. yüzyıla girerken küreselleşen dünyada değişen güç dengeleri açısından Avrupa’nın geleceğini değerlendiriyor. Batı-dışı dünyada Batı, genelde yekpare bir grup olarak algılanırken, temelde kendi içinde Eski ve Yeni Dünya, Avrupa
ve Amerika olarak ayrışmış durumda. Bu ayrışma soğuk savaş döneminden sonra
daha da belirginleşti. Bu çalışma da, soğuk savaş dönemi sonrasında özellikle Avrupa Birliği’nin gelişim sürecinin hızlanmasına paralel olarak gittikçe ayrışan Batılı,
Amerikan perspektifinden, özellikle de strateji ve güvenlik kaygıları açısından Avrupa’nın geleceğinin değerlendirmesini ifade ediyor. Tarih, siyasî ekonomi ve felsefenin bulgularına dayanan yazar, niçin uzun bir süre Avrupa’nın dünyanın en büyük
problemi olarak kaldığını ve nasıl Soğuk Savaşın iki kutuplu taksiminin ona bir tür
Bedri Gencer
194
istikrar getirdiğini izah ediyor. Soğuk savaş bittikten sonra, yazara göre, Avrupa
tekrar daha geleneksel tarihiyle yüzleşme riskiyle karşı karşıya geliyor. Özellikle ve
Avrupa’nın Müslüman komşuları gibi birçok muhtemel faktörlerle kimse, Avrupa’nın
geleceğini garantiyle öngördüğünü iddia edemez. Kitabın sonunda yazarın Amerika’nın tek başına ve doğrudan dünya hakimiyetini sürdürmesini güçleştiren Rusya
ve Çin gibi nevzuhur güçlerle karakterize çoğulcu bir dünyada, Amerika ile Avrupa
arasında güçler dengesine dayalı bir küresel liderlik şeması sunması ilginç.
Distant Proximities: Dynamics Beyond Globalization(Uzak Civarlar:
Küreselleşmenin Ötesindeki Dinamikler), James N. Rosenau, Princeton University
Press, 2003, 372 s. ISBN 1-691-09524-8
Küreselleşme olgusu, küreselleşme kavramını aşıyor mu? Dünyanın yaşayan
en önde gelen uluslararası ilişkiler bilginlerinden olan Rosenau, küreselleşme olgusunun dinamik doğası karşısında olgu hakkındaki kavramsal şemaların yetersizliğini
bu soruyla ifade ediyor. Özellikle Soğuk Savaş ve 11 Eylül sonrası süreç, küreselleşmenin dinamik ve sonuçları üzerinde daha derin bir tefekkürü zorunlu kıldı. Genelde makro süreç ve ilişkilerle ilgilenen uluslararası ilişkilercilerden farklı olarak
Rosenau, mikro, sosyolojik bir perspektifi benimseyerek aktivist ve elitler kadar
sokaktaki adamı da mercek altına alıyor. Yazar, bireysel düzeyde insanlar ile kolektif düzeyde devletler, hükümet-dışı organizasyonlar ve ulusal-ötesi birlikler arasındaki bağlantı ve etkileşimleri ustaca işliyor. Böyle yaparak yazar, dışarıdaki olay ve
süreçler giderek artan bir hızla içerideki hayatın seyrine nüfuz ettikçe, gerçekte,
uzak civarlar haline geldikçe, nevzuhur gerçekliğin nasıl açılım kazandığını ustaca
aktarıyor bize. Yazar, öncelikle sakinlerinin her yerdeki gelişmelere karşı yönelişleri
açısından çeşitli, yerel, küresel ve özel dünyalar arasında ayırım yaparak başlıyor.
Daha sonra da bu dünyaların sakinlerinin nasıl, dünya sahnesini dolduran ve insan
hakları, çürüme, küresel ekonomi ve küresel hükümet gibi hususları gündemde
tutan oldukça farklı kolektiviteleri biçimlendirdiği ve onlar tarafından biçimlendirildiğinin analizine geçiyor.
UNIVERSITY OF CALIFORNIA PRESS
Meaning and Modernity: Religion Polity and Self(Anlam ve Modernlik:
Din Siyaset ve Ben), Richard Madsen et al., University of California Press, 2002,
345 s. ISBN 1-520-22657-7
Robert N. Bellah, Peter L. Berger ile birlikte çağımızın en önde gelen ve yaratıcı din sosyologlarından biri. İkisi de modernleşme ve sekülerleşmenin dinle bağlantısı konusunda ufuk açıcı çalışmalarla tanınıyor. Kategorizasyonlara bakılırsa,
Berger’inki daha çok fenomenolojik, Bellah’ınki ise ahlakî sosyoloji olarak adlandırılıyor. Klasik Batı felsefesinde ilk kez Rousseau tarafından kullanıldığı halde, “sivil
din” kavramı, çağımızda onun ismiyle anılıyor. Örneğin ünlü Fransız sosyologu
Bourdieu’nun “sembolik şiddet” kavramı gibi, onun çalışmasını simgeleyen “sembo-
Batı Dünyası Neler Okuyor? (I)
195
lik realizm” kavramı, modernliğin sınırlamalarını aşmak ve analizini dönüştürmek
için gerekli sembolik vukufu sunarken onun ikilemleriyle gerçekçi bir şekilde karşılaşmanın da bir yolunu simgeliyor. Max Weber’in Protestan ahlakıyla kapitalizmin
doğuşu arasında ilişki kuran ünlü tezini, Bellah, Japonya gibi ülkeler üzerinde mukayeseli araştırmalarla genişletmiş. Bellah’ın bütün çalışması, özellikle Amerikan
toplumuna yönelik ahlakî bir ıslahat amacı taşıyor. Onun çalışmasını değerlendirmeyi amaçlayan kitapta ele alınan konular arasında, çağdaş sivil toplumların dini
boyutu, dinî ve kapitalist değerler arasındaki ilişki, modernliğin kültürel eleştirisi,
sivik bir tazelenme vaadi taşıyan moral bakışların önemi yer alıyor.
The Secular Revolution: Power Interests and Conflict in the Secularization of American Public Life(Seküler Devrim: Amerikan Kamusal Hayatının Sekülerleşmesinde İktidar, Çıkarlar ve Çatışma), Christian Smith(ed.), University
of California Press, 2003, 484 s.
ISBN 0-520-23561-4
Sosyoloji literatüründe uzun süre, modernleşme ile sekülerleşme arasında
mekanik bir nedensel ilişki kurulmuştur. Buna göre modernleşme süreci, zorunlu
olarak doğa üstüne inanç olarak dine inancın çözülmesi anlamında sekülerleşmeye
yol açmaktadır. Ancak zamanla yapılan araştırmalar, bunların farklı dinamikler ve
öznelerin ürünü farklı süreçler olduğunu gösterince, tarihî-sosyolojik-mikro araştırmalar sekülerleşmenin gerçek doğasını göstermeye yönelmişlerdir. Weber’in daha
çok Batı Avrupa tarihine ilişkin olarak geliştirdiği “farklılaşma” ve “rasyonelleşme”
gibi kavramlar adeta soyut, kendiliğinden bir makrososyal sekülerleşme sürecini
anlatmaktadır. Oysa arkasındaki insan öznesi ve ilişkilerinin dinamiğini keşfetmeden
bu makro süreçleri somut olarak anlamak mümkün değildir. Bu mikro sekülerleşme
sürecini, Eski Dünyanın bilgi birikimi ve tecrübesi ışığında yeni bir toplum inşasına
yönelen Yeni Dünyada, Amerikan örneğinde çok daha net bir şekilde izlemek mümkündür. Amerika XIX. yüzyılın sonlarında belli bir toplumsal mutabakat ve atılım
ruhuyla bir yandan modern bir toplum yaratmak için dev adımlar atarken, öte yandan dinin kamusal hayattaki rolünün tespitine yönelik yoğun bir kültürel rekabete
sahne olmuştur.
Çalışma, bu rekabetin kapsamlı bir dökümünü sunmayı amaçlıyor. Buna göre, Amerikan kamusal hayatında 1870’ler civarında başlayan dinin gittikçe azalan
otoritesi, modernleşmenin bir yan-ürünü değil, aksine, sosyal kurumların kontrolünü ele geçirmeye ve kendi kültürel otoritelerini arttırmaya çalışan kültürel ve entelektüel seçkinlerin kasdî bir başarısı. Bu, mikro sekülerleşme sürecindeki rekabetin
doğası, tarafları, araç, amaç ve tarzları açısından kullanılan temel kavramlar, ajans,
çıkarlar, iktidar, kaynaklar, seferberlik, strateji ve çatışma. Başlıkta kullanılan “devrim” kavramının gerekçesi ise, iktidar ve otorite, seferberlik hususları ve kültürel ve
kurumsal dönüşümün boyutlarına vurgu. Çalışmadaki din kavramı, toplulukların,
doğaüstüne yönelmiş kendi tikel inanç ve pratik sistemleri tarafından biçimlendirilmiş ayırıcı hayat tarzı olarak somut, sosyolojik bir anlamda kullanılıyor. Kamusal
196
Bedri Gencer
hayat ise, Habermas’ın çizgisinde, kültürel olarak farklı insan gruplarının hayatlarının önemli boyutlarını yöneten veya etkileyen ortak normatif ve kurumsal düzenlemelerle birlikte yaşayacakları alanlar anlamında kullanılıyor. Bu, temelde, hukuk,
eğitim, bilim, tıp ve basın gibi alanları kapsıyor. Çalışma kısaca, Yahudi-Hıristiyan
çizgideki elitlerin XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyıl başlarında Amerika’da bu alanlardaki sekülerleştirme çabalarını tasvir ediyor.
Imaginary Communities: Utopia the Nation and The Spatial Histories of Modernity (Suretâ Cemaatler: Ütopya Ulus ve Modernliğin Uzaysal Tarihleri), Phillip E. Wegner, University of California Press, 2002, 297 s. ISBN 1-52022829-4
Batıda Orta ve Yeni Çağlarda Rönesans ile birlikte dünya görüşü ve bunun
sonucunda Tanrı, insan ile birlikte uzay ve zaman kavramları da değişmeye başladı.
Aydınlanma, modernliği, geçmişten çok geleceğe bakan yüzüyle daha çok tarih
felsefesi açısından, zamansal boyutuyla kavramsallaştırdı. Ancak zamanla mekansal, uzaysal tasavvurdaki değişimin öneminin anlaşılmaya başlamasıyla birlikte modernliğin “uzaysal tarihleri” gelişmeye başladı. Bu çizgide çalışma, modernliğin temel birimi olarak ulus-devletinin doğuşunu, ütopyacı literatürde görülen Batılı dünya-görüşündeki değişimle açıklıyor. Ulus-devletleri, B. Anderson’un Türkçe’ye de
çevrilen ünlü eserinde olduğu gibi aslında “halk” gibi varolmadığı halde zihnen varlığı tasarlanan “hayali cemaatler” olarak vücut buldu. Kelime olarak “yok-ülke” anlamına gelen ütopyalar bu hayali, kurgusal birimlerin tasarımı açısından ulusdevletlerine kaynaklık etti. Cemaatlerin yaşadığı yer geleneksel dünyada “şehir”di;
bu, mekansal bir birimin ötesinde, ulus-devletinden önce insanların yaşadığı temel
siyasî, sosyo-ekonomik ve kültürel birimi ifade ediyordu. Ütopyacı literatürün vücut
verdiği ulus-devleti ise yeni, hayali bir mekansal ve sosyo-kültürel birime delalet
ediyordu. Thomas More’un eserinde en ünlü örneğini bulan ütopyacı edebiyatın
sosyal ve politik teori bakımından temel önemini tebarüz ettiren nadir bir çalışma.
The Political Landscape: Constellations of Authority in Early Complex Polities(Siyasî Manzara: Erken Kompleks Siyasetlerde Otorite Burçları), Adam
T. Smith, University of California Press, 2003, 331 s. ISBN 1-520-23750-1
Geleneksel dünya görüşü, zaman ve tarih bilincinin merkeze geçtiği modern
dünya görüşünün aksine, kutsal bir mekan/uzay bilinciyle temayüz ediyordu. Sosyal-siyasal topluluğun temel birimi olarak “polis”(şehir) ve “kozmopolis”(evrensel
şehir) kavramları da bu bilinci ifade ediyordu. Mekan tasavvuru ve bu tasavvurun
“manzaralar” olarak ifadesi, o topluluğa özgü sosyal ve siyasal organizasyon modelini de yansıtıyordu. Oysa insan deneyimini zamansal boyutta temellendiren Hegel
ve Marx gibi modern düşünürlerin çizgisindeki sosyal bilimler, siyasî rejimlerin zaman içinde dönüşümünün analizine ağırlık vererek uzaysal boyutu ihmal etmişlerdir. Çalışma ilk kez arkeolojik bir bakış açısından uzaysal düzenlemeler bağlamında
Batı Dünyası Neler Okuyor? (I)
197
erken dönem kompleks siyasî rejimlerin çözümlemesini yaparak otorite örüntülerini
belirlemeyi amaçlıyor.
İki ana kısma ayrılan çalışma, önce manzaralar sayesinde otoritenin anayasasını anlamaya yönelik bir çabadan kaynaklanan merkezi teorik sorunların tafsiline
odaklanıyor. İkincisi ise, “jeopolitik, politik, rejimler ve kurumlar” şeklinde jenerik
terimlere atıfla tasvir edilebilir dört politik ilişkiler kümesinde manzaraların rolünü
analiz ediyor. Bu ilişkiler, üç birincil arkeolojik örnek içerisinde keşfedilmiştir: Klasik
dönem Maya, M. Ö. İlk bin yılı Urartu Krallığı ve M. Ö. son üç ve erken ikinci bin yıl
esnasında Güney Mezopotamya. Siyaset olgusuna çeşitli açılardan yaklaşan, siyaset
bilimi, sosyolojisi, antropolojisi gibi disiplinler, yazarın geliştirmeye çalıştığı politik
antropoloji ile yeni bir boyut kazanacak gibi görünüyor. Bunun siyasî hayatın çağdaş teorileştirilmesinde entelektüel bir dönüşüm yaratabilecek temel katkısı da,
erken modern siyasî rejimler incelemesinde uzay kavramlaştırılmasının geliştirilmesi. Rejim çözümlemesinde “uzay”ı bağımsız bir değişken olarak alan yazar, Devlet
gibi modern siyasî tasavvurun ürünü kavramların bu arkeolojik-politik analizde ne
kadar sığ kaldığını da vurguluyor.
Rethinking Evil: Contemporary Perspectives(Şerri Yeniden Düşünmek:
Çağdaş Perspektifler), Maria Pia Lara(ed.) University of California Press, 2001, 307
s. ISBN 1-520-22634-8
Öteden beri teodisi(ilahi adalet açısından şer problemi) din felsefesinin en
temel konularından biri olmuş. İnsanlar dünya hayatının ayrılmaz parçası kötülüklerin kaynağını genelde, ontolojik düzlemde arayarak buradan da Tanrının nasıl bunların zuhuruna izin verdiğinin hikmetini, özellikle “iyilik/kötülük” diyalektiği ve nihaî
adalet açısından sorgulamışlar. Ancak bilgiyi, varlıktan çok insan öznesinde
temellendiren Kartezyen modernliğin zuhuruyla bu bakış açısı değişmeye başlıyor.
İnsanı evrenin merkezine koyarak onu, kendi kaderinin hakimi konumuna getiren
hümanist dünya görüşü, Aydınlanmacı iyimserlikle pekişiyor. Ancak Fransız devriminden Birinci ve İkinci dünya savaşlarına uzanan süreç bütün bu iyimserliği yok
ediyor. Bu kez çağdaş aydının, kötülüklerin kaynağını doğada veya Tanrıdan çok,
bizzat insanda, daha doğrusu Tanrıdan uzaklaşmış insanda aramaktan başka çaresi
kalmıyor. Kitabın birinci kısmı, metafizik şer tasavvurlarından uzaklaşma süreci
üzerine odaklaşıyor. İkinci bölüm, ahlak felsefesiyle ilişkili bir problem olarak şer
tartışmasını yeniden biçimlendiriyor Şer kavramına, özgürlük, ajans, sorumluluk ve
yargı gibi kategorileri sokmuş oldukları için Kant ve Arendt, bu denemelerin çoğunda en sık geçen filozoflar. Üçüncü kısımda, insan eylemlerinin merkezi bir özelliği
olarak şer hakkındaki yeni ahlakî ve sosyal anlayışlarla Arendt’in kavramsal mirası
genişletiliyor. Dört ve beşinci kısımlar ise, anlatıların yalnızca kötülüğü kavramsallaştırmakta değil, fakat onun ne olduğunu kararlaştırmakta da önemli bir rol oynayabileceği fikrini işliyor.
198
Bedri Gencer
A Culture of Conspiracy: Apocalyptic Visions in Contemporary
America(Bir Komplo Kültürü: Çağdaş Amerika’da Gaybî Vizyonlar), Michael
Barkun, University of California Press, 2003, 243 s. ISBN 1-520-23750-1
Dünyevî zamanın sonunda kıyametin eşiğinde gelerek yeryüzünü geçici bir
cennete çevirecek mesih veya mehdi olarak adlandırılan bir “kurtarıcı” fikri, çeşitli
kültür ve dinlerde yüzyıllardır bilkuvve mevcut. Vahyi reddederek aklının kılavuzluğunu esas alan modern insanın bilinçaltında meknuz kötünün inkişafı sonucu modern dünyada, haksızlıklar ve savaşlar insanlık tarihinde misli görülmemiş bir şekilde arttı. Bu da binyılcılığın, siyaset psikolojisinde “siyasî patoloji” olarak nitelendirilen komplo teorisyenliğiyle birleşerek modern insanın zihin sağlığını tehdit eden
tehlikeli bir zihniyet veya halet-i ruhiye kazanmasına yol açtı. Kötülerin sürekli sinsi
bir şekilde çalışarak kendi geleceklerini tehdit ettiği inancı, sözgelimi her taşın altında Yahudi parmağı aramak gibi bir tavır, Türkiye ve Ortadoğu ülkeleri gibi, doğrudan veya dolaylı olarak Batılı sömürgeciliğe maruz kalmış, dinin kuvvetli sosyal
etkisine karşın tarihî olarak kimliklerinin maddi tezahüründen tatmin bulamayan
ülkelerde oldukça yaygın.
Öte yandan bu paranoyalar, maddi tatmine ulaşmasına rağmen manevi boşluk içindeki Batılı ülkelerde, özellikle Amerika’da çok daha yaygın. İnternet gibi modern kitle iletişim araçları ise bu paranoyak teorilerin daha da hızlı ve tehlikeli bir
şekilde tedavülüne yol açtı. UFO’ya inananlar, Hıristiyan mesihçiler ve sağ-kanat
komplo teorisyenleri Amerika’yı sarmış durumda. Kennedy suikastı, Oklahoma City
bombardımanı ve 11 Eylül saldırılarının hepsi, gizli planlara dair ayrıntılı öyküler
doğurdu. Çok daha az bilinen husus ise, bu komplocu dünya-görüşlerinin, garip ve
öngörülemez bir şekilde nasıl UFO kültü, Nostradamus ve Illüminati gibi eski “uç”
kavramlarla bağlantı kurmaya başladığıdır. Bu giderek yaygınlaşan fikirlerin olağanüstü şecerelerini ve zaman içinde dönüşümlerini açıklığa kavuşturan siyaset bilimci
Barkun, bu şehirli menkıbeler ağının İnternet ve kitle iletişim araçlarındaki
altkültürler arasında nasıl yayıldığını, yakınlarda nasıl yeni bir komplocu düşünüş
tarzının doğduğunu ve en önemlisi bu olgunun nasıl Amerikan kültüründeki daha
büyük değişikliklerle ilgili olduğunu bize gösteriyor.
The School of History: Athens in the Age of Socrates(Tarih Okulu:
Sokratesin Çağında Atinalılar), Mark Munn, University of California Press, 2002, 525
s. ISBN 0-520-236-85-8
İlerlemeci ütopyaların ıskartaya çıkarıldığı postmodern dönemin karakteristiklerinden biri de, özellikle Batı medeniyetinin temeli sayılan Yunan ve Roma dünyasının derinliklerine yönelik araştırmaların yoğunluk kazanması. Kadim Atina, örneğin
çağımızda sonu gelmez tartışmalara konu olan demokrasinin ideal örneğini sergilemesi açısından tarihte bir laboratuar oluşturmaktadır ve bu yüzden günümüzde
insanlar demokrasiyi başarabilmek için özellikle bu ideal modelin kültürel sırlarına
vakıf olmak zorundadırlar. Munn’un çalışması, M.Ö. V. yüzyılın sonlarında(478)
Batı Dünyası Neler Okuyor? (I)
199
doğan klasik Atina demokrasisinin kapsamlı bir kültürel ve entelektüel tarihini çıkarıyor. Nispeten kısa bir süreçle 404 yılına kadar hüküm süren Atina İmparatorluğu,
tarihteki diğer Akdeniz İmparatorluklarına kıyasla ne hacim, ne de süre, yani nicelik
olarak etkileyici olmasa da, demokratik bir rejimin yaratılması açısından biricikti.
Nicelikten çok niteliğin ön plana çıktığı bu doğrudan demokraside, iktidar
mekanizmasına hükmeden herhangi bir hanedan ya da yönetici oligarşi yoktu. Siyasî, adlî ve askerî iktidar, hünerli konuşmacıların rakiplerinin benzer çabalarına
karşı çoğunluğa nüfuz etmeye çalıştığı kamusal tartışmalar sayesinde kullanılıyordu.
İktidar mekanizmasının tamamıyla kamuya açık, şeffaf bir tarzda şekillendiği bu
dünyada, iktidar talipleri, argümanlarını, dar, hizipsel çıkarlara göre değil, aşkın
prensiplere göre koyarak kamu desteğini ve cezasını sağlamaya çalışıyorlardı. Atinalıların imparatorlukla ülfetlerinin gelişim sürecinde, tartışma hünerlerini bilemek
ve argümanları hatırlanabilir kılan prensipleri ifade etmek için yazmayı kullanması,
yeni söylem alışkanlıklarına ve yargı standartlarına vücut verdi ve bu alışkanlıklar
bilahare Batı medeniyetinde belağat, siyasî felsefe, anayasal hukuk ve tarihin temellerini oluşturdu.
JOHNS HOPKINS UNIVERSİTY PRESS
Constantine and the Bishops: The Politics of Intolerance(Konstantin
ve Piskoposlar: Hoşgörüsüzlük Politikası), H. A. Drake, Johns Hopkins University
Press, 2002, 609 s. ISBN 0-8018-7104-2
Eser, eski Roma ile Hıristiyanlık tarihinin kesiştiği sosyo-politik ve kültürel, disiplinler-arası bir çalışma olarak öne çıkıyor. Bugüne kadar tarihçiler arasındaki
yaygın kanaate göre, dinin doğuşundan itibaren emperyal Roma paganlar(putperest) ile Hıristiyanlar arasında amansız bir mücadeleye sahne olmuş ve
Konstantin’in(306-337) ihtidasıyla Hıristiyanlık paganizme galebe çalmıştı. Fakat
ünlü antik dönem tarihçisi Drake
bu standart yaklaşımın dışına çıkarak
Konstantin’in hükümdarlığı ve Hıristiyanlarla ilişkisi konusunda daha rafine bir inceleme yapıyor.
Drake’ye göre Konstantin’in aradığı yalnızca inanılacak bir din ve Tanrı değil
aynı zamanda bir sosyal siyasa idi. İmparatorun ihtidası aslında bütün Roma dünyasının Hıristiyanlaşması anlamına gelmiyordu; özellikle teslis akidesinin etkisiyle
Hıristiyanlığın monoteist vurgusunun zayıflığı sonucu, Roma dünyası tanrılarla ve
rakip inanç ve sahiplerini manevi ve politik iktidardan uzaklaştırmaya çalışan kişilerle dolu olarak kaldı. ‘Düzen’ ve bu düzen anlayışının gereği monoteist ve Ortodoks
bir ‘inanç’ emperyal sistemlerin karakteristiği olduğu için disiplin arayışı içindeki
İmparator Konstantin de Hıristiyan din adamlarını kullanmaya çalıştı; tıpkı Napolyon’un Fransız devriminden sonra ülkesini tekrar Roma Katolik Kilisesine bağlamasındaki niyette olduğu gibi. Drake’nin bu kapsamlı anlatısında, özellikle, Yahudiliğin
aksine, formel-öğretisel boyutu zayıf olduğu için çok güçlü bir politik yapıda boca-
200
Bedri Gencer
layan Hıristiyanlığın mensuplarının nasıl emperyal otoriteyle uzlaşmak için pazarlıklara giriştiği, inanç mücadelesi altında nasıl bir iktidar mücadelesi yürütüldüğü,
Hıristiyanlığın içinde sonraki yüzyıllarda ortaya çıkacak bölünmelerin tohumlarının
bu dönemde atıldığı görülüyor. Drake’nin bu geniş perspektifli ve zengin-kaynaklı
çalışmasının, Batıda din-devlet ilişkileri tarihine ciddi bir katkı yapacağı kesin.
A History of Philosophy in the Twentieth-Century (Yirminci Yüzyılda
Felsefe Tarihi), Christian Delacampagne, Trs. M.B. Debevoise. Johns Hopkins
University Press, 2001, 330 s. ISBN 0-8018-6814-9
Bunalımlar çağı olan XIX. ve XX. yüzyıllardaki sosyo-politik ve kültürel gelişmelerle sıkı etkileşimden dolayı bu yüzyıldaki felsefe tarihini yazmak kolay değil.
Ancak yazar, bu işi göze alıyor. Bugün Karl Mannheim’ın düşünce tarihine getirdiği
sosyolojik yaklaşımı dikkate almayan yok gibi. Yazara göre zamanın büyük felsefi
tartışmaları bütünüyle vücut buldukları tarihî bağlamdan, bu yüzyılın kilometre-taşı
olaylarından, en başta I. ve II. dünya savaşlarından soyutlanarak anlaşılamaz. Bunun en somut örneklerinden biri Martin Heidegger’in Nazizmle işbirliğinin felsefesiyle ilişkisi. Bu sebeple yazar, bazı düşünürlerin düşüncelerinin anlaşılması için biyografik ayrıntılarına daha fazla girme gereğini duymuş. Böyle bir yaklaşımı destekleyen diğer bir faktör de özellikle Kıta Avrupa’sında hakim felsefe telakkisi. Örneğin
geleneğin daha güçlü olduğu Anglo-Amerikan dünyada felsefe daha teknik bir faaliyet olarak görülürken, kadim Yunan filozoflarının anlayışı uyarınca Kıta Avrupa’sında felsefe siyasal ve sosyal misyonuyla öne çıkmış. Dolayısıyla eldeki çalışmayı teknik anlamda bir felsefe tarihinden ziyade düşünce tarihi olarak okumak uygun.
Yazar, Anglo-Amerikan analitik ile kıtasal felsefe gelenekleri arasındaki ayırımı veri almaksızın bu yüzyıldaki düşüncenin gelişimini bir bütün halinde inceliyor.
Bu yüzyıldaki düşünceyi birtakım felsefi okullardan ziyade daha geniş bir çerçevede
trendler halinde ele alıyor. Örneğin “son felsefeleri” başlığı altında Spengler,
Toynbee, Marx gibi farklı dallardan isimlerin tarih felsefesi açısından görüşleri analiz
ediliyor. Keza kitabın ilgi çekici bölümlerinden biri de Alman Yahudi filozoflarının
düşüncesinin analizi. Özellikle Nazi iktidarından sonra Avrupa ve Amerika’ya kaçan
bu düşünürlerin yarattığı büyük düşünce ivmesinin, Anglo-Amerikan dünyadaki
entelektüel açılımda ciddi rol oynadığı görülüyor. Felsefe ile sosyoloji arasındaki
sınırları iyice aşındıran Foucault, Derrida, Lyotard ve Habermas gibi filozofların analizi de ihmal edilmemiş. Kitabın tercümesinin Türkçe’de bir boşluk dolduracağı kesin.
The Evolution of Western Private Law (Batılı Özel Hukukun Tekamülü),
Alan Watson, Johns Hopkins University Press, 2001, 320 s.
ISBN 0-80186484-4
Batı Dünyası Neler Okuyor? (I)
201
Geleneksel dünyada bütün siyasî ve sosyal felsefe bir anlamda “tabii hukuk”tan ibaretti. O sebeple Batılı modernleşme tarihi, aslında, hukuk alanındaki
dönüşümün, tabii hukuktan pozitif hukuka geçişin tarihi. Konu, bu itibarla, hem
Max Weber gibi sosyologların, yani hem hukuk sosyolojisinin, hem de hukuk tarihi
ve mukayeseli hukuk etüdünün işi. Kitabın ana konusu, Batıda hukukî değişme;
önce Roma hukukundaki, ondan sonra daha geniş olarak değişim olgusu ve değişim faktörleri. Eserde yazarın odaklaştığı, özel hukuk. Zira, özel ile kamu hukuku
arasındaki ayırım daha ziyade modern dünyaya özgü. Öyle ki özel hukuk alanındaki
tedvin hareketleri ancak 1750’lere kadar uzanıyor. Geleneksel dünyada özelkamusal alan ayırımı görülmediği, toplumsal ilişkilerin merkezini özel alan oluşturduğu için, geleneksel olarak hukuk dendiğinde anlaşılan özel hukuktur. Bu yüzdendir ki Batıdaki Anglo-Amerikan müşterek hukukunun Kıta Avrupa’sındaki sivil hukuk
sisteminden ayrıldığı alanı da anayasa veya idare hukukundan çok özel hukuk oluşturmaktadır.
Hukukî sistemlerin oluşumunu Batı Avrupa tarihindeki sosyo-politik gelişmelere paralel olarak alan yazar, bununla birlikte gene de hukukun özerkliğini ve toplamsal düzen açısından bu özerkliğin korunmasındaki elit inisiyatifini esas alıyor.
Ona göre hukuki değişme, hukukçu seçkinlerin, yasa-yapıcıların kültürü sayesinde
meydana gelir. Ancak bu öznel bir kültürden ibaret olmayıp, az-çok yaşadığı toplumun genel kültürünün ve evrensel hukukî kültürün etkisini taşır. Bu temelde özerk
nitelikteki hukukî değişme sürecinde, önemli olan adet, yasa gibi hukuk kaynaklarıdır. Yazar, bunların ışığında özellikle müşterek hukuk ve nizamî-sivil hukuktaki yasama kavramının farklı anlamlarını ve hukuki değişim sürecindeki rollerini işliyor.
Türkiye’deki hukuk inkılabına da atıf yapan yazarın bu bağlamda ele aldığı diğer bir
husus da, farklı hukuk sistemleri arasındaki etkileşim ve alışveriş. Kısaca, Batı özel
hukukunu bir süreç olarak alan yazar, örneğin Harold Berman’ın abidevi eserinde
yaptığı gibi Kilise hukuku ve devlet sayesinde tabii hukuktan pozitif hukuka geçiş
noktasındaki devrimi dikkate almıyor.
Download