Bezen Balamir Coşkun - Uluslararası İlişkiler Kütüphanesi

advertisement
ULUSLARARASI İLİŞKİLER
TARTIŞMALARINDA
ÇANAKKALE SAVAŞI
ISBN: 978-605-65942-2-9
1. Basım, Ekim 2015
ULUSLARARASI İLİŞKİLER TARTIŞMALARINDA ÇANAKKALE SAVAŞI
YAZARLAR: BEZEN BALAMİR COŞKUN, TOLGA ÖZTÜRK, BURAK GÜLBOY,
HASAN B. YALÇIN, GÜROL BABA, NEJAT TARAKÇI, AŞKIN İNCİ SÖKMEN,
AYŞEGÜL ÖZERDEM
© Copyright 2015, RÖLE AKADEMİK YAYINCILIK. SERTİFİKA NO.: 28503
Bu baskının bütün hakları Röle Akademik Yayıncılığa aittir. Yayınevinin yazılı
izni olmaksızın, kitabın tümünün veya bir kısmının elektronik, mekanik ya da
fotokopi yoluyla basımı, yayımı, çoğaltımı ve dağıtımı yapılamaz.
Genel Proje Koordinatörü: Esra Diri [email protected]@yahoo.com.tr1. Basım: İstanbul- Ekim 2015
Sayfa Tasarımı: Hamide Yalçın [email protected] Tasarımı: Tarık Kaan Yağan [email protected]ı: Birlik Fotokopi Baskı Ozalit ve Büro Malz. San. Tic. Ltd. Şti.
Sertifika No.: 20179
Birlik Sok. No.: 2 Nevin Arıcan Plaza 1 Levent- İSTANBUL
Tel: (0212) 269 30 00 Faks: (0212) 269 39 80
Röle Akademik Yayıncılık
Aydınlar Cad. Güzelce Mah. No.: 358
(Jandarma Kampı Yanı)
Büyükçekmece, İstanbul 34530.
(212) 868 04 26
İçindekiler
1. Çanakkale Savaşı ve Türk ve Avusturalya
Ulus Kimliklerinin İnşası
Bezen Balamir Coşkun ..................................................................... 1
2. Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı
Tolga Öztürk ....................................................................................21
3. Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’deki Savaş Konseyi’nde
Çanakkale Harekât Kararının Alınmasının Güç Geçişi Teorisi
Çerçevesinde Değerlendirilmesi
Burak Gülboy...................................................................................45
4. Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı
Hasan B. Yalçın ...............................................................................89
5. Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları’nın
Uluslararası İlişkiler Teorileri Açısından
Değerlendirilmesi
Gürol Baba.....................................................................................113
6. Çanakkale’ye Jeopolitik Bakış
Nejat Tarakçı .................................................................................131
7. Feminist Uluslararası İlişkiler Teorileri Açısından
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı
Aşkın İnci Sökmen.........................................................................143
8. Realizm, Güvenlik ve Çanakkale
Ayşegül Özerdem ...........................................................................165
Açık Çağrı
Uluslararası ilişkiler çalışmak geçmişin izinden yola çıkıp bugünü
anlamayı ve geleceği öngörebilmeyi öğrenmeyi hedeflemektedir.
Bölüm dersleri sırasında disiplin içinde yer alan kuramlar, kavramlar ve konular çoğu zaman Batı’nın siyasal tarihinin örnek olayları
üzerinden anlatılmaya çalışılmaktadır. Anglo Sakson kökenli bir
doğuşla başlayan ve tarih boyunca gelişme gösteren uluslararası ilişkiler disipline ait literatürün bu şekilde gelişmesi doğaldır. Ancak
hem disipline ait kuram ve kavramlara hem de küresel siyasi tarihe
yabancı bir öğrenci için disiplini anlamak ne kadar kolaydır? Bu çalışma ile uluslararası ilişkiler literatürü içinde yer alan tartışmaları
Türkiye’nin siyasal tarihinin örnek olayları üzerinden analiz etmek
hedeflenmiştir. Bu amaç doğrultusunda, öğrencilerin öğretim hayatları boyunca duydukları tarihsel örnekler ile, kavramları ve konuları daha kolay bir şekilde anlayabilecekleri düşünülmektedir.
Bu bağlamda ilk çalışma, Uluslararası İlişkiler Tartışmalarında
Çanakkale Savaşı başlığı ile hazırlanmıştır. Bu proje, her yıl belirlenen konu başlıkları ile sürekli yenilenerek devam edecektir. İnternette açık erişimde yer alan kitaplar ISBN numarasına sahiptir
ve dolayısıyla akademik dosyalarda kullanılabilir. Başlattığımız bu
projenin ilerleyebilmesi ve daha çok kesime ulaşabilmesi için eleştiri
ve yorumlarınızla bize sağlayacağınız katkılar büyük önem taşımaktadır.
Projenin ilk adımın atılmasında bize verdikleri destekten dolayı,
Bezen Balamir Çoşkun’a, Tolga Öztürk’e, Burak Gülboy’a, Hasan
B. Yalçın’a, Gürol Baba’ya, Nejat Tarakçı’ya, Aşkın İnci Sökmen’e
ve Ayşegül Özerdem’e teşekkür ederim.
Esra Diri
İstanbul, 2015
1
Çanakkale Savaşı ve
Türk ve Avusturalya
Ulus Kimliklerinin İnşası
Bezen Balamir Coşkun*
GİRİŞ
Çanakkale Savaşı, bir diğer adıyla Gelibolu Savaşı, tüm dünyada
impratorluklar döneminin sona erdiği ve ulus-devlet döneminin
açıldığı 20. yüzyılın ilk yarısında dünya tarihinde yaşanan paradigmatik değişimin sinyallerini veren bir savaş olarak tarihteki yerini
almıştır. Başta Çanakkale cephesinde zafer kazandıkları halde topyekün savaşın mağlubu olan Alman ve Osmanlı İmparatorlukları ve
Çanakkale’de yenildiği halde büyük savaşın muzafferleri tarafında
olan İngiltere ve Fransa olmak üzere, Çanakkale Savaşı bu savaşta
yer alan tüm tarafların tarihlerinin seyrini değiştirmiştir. Birinci
Dünya Savaşının seyrini değiştiren bir cephe olmakla birlikte Çanakkale Savaşı özünde 20. yüzyıl devletler sisteminin değişmesine
yol açmıştır.
Çanakkale Savaşı tarihçiler ve askeri stratejistler tarafından
değişik boyutları ile ele alınsa da Çanakkale Savaşı’nın en dikkat çekici yanı, bu savaşın Türk ve Avustralya ulus kimliklerinin inşasında
oynadığı roldür. Çanakkale sadece Birinci Dünya Savaşı sonrasında
müttefiklerin işgal ettiği Osmanlı topraklarında ortaya çıkan Kurtuluş Savaşı ve sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti için değil,
bu savaşta Britanya Krallığı için savaşan Avustralya için de ulusal
kimlik inşasının önemli bir yapı taşı olmuştur.
Uluslararası İlişkilerde realist yaklaşımların odak noktası olan
devletlerin sadece çıkar maksimizasyonu mantığıyla çalışan makinelermiş gibi ele alınmasının eleştirilmeye başlanmasıyla devletlerin
ulus kimlikleri ve bu ulus kimliklerin uluslararası siyasete yansıma*
Zirve Üniversitesi,İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.
2
Bezen Balamir Coşkun
ları inceleme konusu olmaya başlamıştır. Ulus kimlikleri konusunun
ele alınmaya başlaması ve sosyal inşacı yaklaşımların uluslararası
ilişkilere uygulanması ile birlikte literatürde yoğun olarak işlenmeye
başlanmıştır. Ulus kimliklerinin inşa süreçleri ve ulus kimliklerin
uluslararası siyaset karar mekanizmalarındaki rolü üzerine çalışmalar bir yandan Alexander Wendt gibi teorisyenlerin sosyal inşacı
yaklaşımlarının uluslararası ilişkilerde modellenmesi ile gelişirken
diğer yandan, diayelektik kimlik teorileri ile Ernst Gellner ve Benedict Anderson gibi sosyal bilimcilerin ulusların oluşması ve milliyetçilik üzerine yaptıkları çalışmaların harmanlanması ile ulusal kimlik
inşası uluslararası ilişkilerde ele alınan konular arasındaki yerini almıştır. Bu bölümde öncelikle kimlik kavramı ve bu kavramın ulusal
kimlik inşası bağlamında literatürde nasıl tartışıldığı ele alınacak,
daha sonra ise Çanakkale Savaşının bir ulusal kimlik miti/hikayesi
olarak Türk ve Avusturalya ulusal kimliklerinin inşasında nasıl yer
aldığı tartışılacaktır.
Kimlik Kavramı ve Ulus Kimliğinin İnşası
Türk Dil Kurumu, Büyük Türkçe Sözlük’te kimlik kavramını şöyle
tanımlamıştır:
1.Toplumsal bir varlık olarak insana özgü olan belirti, nitelik ve özelliklerle, birinin belirli bir kimse olmasını sağlayan
şartların bütünü... 2. Kişinin kim olduğunu tanıtan belge,
kimlik belgesi, tanıtma kartı, hüviyet. 3. Herhangi bir nesneyi
belirlemeye yarayan özelliklerin bütünü.1
Aynı sözlükte, ben kavramı, “kişiyi öbür varlıklardan ayıran bilinç
ve bir kimsenin kişiliğini oluşturan temel öge, ego” olarak tanımlanırken; öteki (ya da diğeri) kavramı ise, “sözü edilen veya benzer
iki nesneden önem ve konum bakımından uzakta olan ve mevcut
kültürün içinde dışlanmış olan” olarak tanımlanmıştır.
Etimolojik olarak kimlik ve ben, kesişen kavramlardır. Etimolojik kökenine bakıldığında, İngilizce kimlik kelimesi (identity),
Latince idem’den gelmektedir ve Latince idemin anlamı ‘aynı’dır.
Psikolojide kimlik kavramı, kişisel kimliği, kişinin hayatının değişik
dönemlerinde ya da hayatı boyunca kendini nasıl tanımladığını anlatır. Kişiliğin devamlılığı, Hume ve Locke gibi İngiliz empirisistler
tarafından sıkça kullanılmıştır. Onlar, kimlik kavramını, ben’in bü1
http://tdkterim.gov.tr/bts/ (19 Ocak 2015 günü erişilmiştir).
Çanakkale Savaşı
3
tünlüğünü açıklamak için kullanmışlardır.2
Hegel ve Marx, kimlik sorunsalını ve ben/öteki kavram ikilisini
buluşturmuşlardır. Hegel’e göre, “ben bilinci”, ancak kendini diğerleri ile kıyasladığında gelişir. Birey, diğer bireylerle karşılaştığında,
kendi kendinin farkına varır, bu süreçte kendini başkalarının yerine
koyar. Bundan memnun olup olmamasına göre, ötekini referans alarak, kendi kimliğini üretir.3 Ben bilincinin diğerlerinin ben bilinçlerine referansla belirgenleşmesi, hem ben’in hem de öteki’nin hareket
noktasını belirlemek açısından önemlidir. Her iki taraf da, hareketlerini, hem karşı tarafın taleplerine hem de kendi istemlerine göre
yönlendirmek ister.4 Marx ise, Hegel’in yaklaşımını yeniden formüle
ederek, daha çok dialektik prensip üzerine yoğunlaşmıştır.5 Marx’ın
Hegel’in dialektiğini yeniden formüle etmesi ve kimlik oluşumunu
bununla açıklaması, kimlik oluşumu kavramına getirilen en klasik
yaklaşımlardan biri olmuştur. Dialektik yaklaşım, herşeyi kendisiyle
eş olarak tanımlayan bir yaklaşım olan metafizik dünya görüşüne
alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Dialektik metafizik, mantığı tamamen inkar etmemekle birlikte, Marx ve Hegel’e göre, metafizik
yaklaşım tek başına herşeyi açıklayamamaktadır.
Hegel ve Marx’ın dialektik yaklaşımına göre, ben, diğerleri ile
ilişkileri ve iletişimi ile paralel olarak, ben bilincini ve kimliğini geliştirir. Bu bağlamda tüm toplumlar, ben ile öteki arasındaki dialektik ilişkinin bir sonucu olarak ortaya çıkıp, kolektif kimliklerini kazanırlar. Dolayısıyla, toplumlar sürekli bir gelişim ve değişim süreci
içindedirler. Bu açıdan bakıldığında, tarihsel bir boyutu da vardır,
toplumsal dialektiğin. Toplumlar ebedi değildir, tarihin belli dönemlerinde ortaya çıkarlar, gelişirler ve yok olurlar, ya da başka bir
formda hayatlarına devam ederler. Tezatlar, hem kimliğin hem de
ilişkilerin temelinde yatar. Dialektik yaklaşımı savunan düşünürler,
tezatlardan bahsederken, genel olarak canlı-cansız tüm maddeleri
ve düşünceler arasındaki tezatları ifade ederler. Dialektik düşünürlerin bahsettiği tezat mantığı, kimlik olgusunun açıklanmasında çok
önemlidir. Bu argümana göre herşey, diğer şeyler ile ilişki halindedir
ve kendi kimliğini, diğerleri ile olan iletişimi sırasında, ötekine kar-
2
3
4
5
Iver B. Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation,
Manchester: Manchester University Press, 1999, s. 216.
G.W.F Hegel, Phenomenology of Spirit, (translated by A.V. Miller ), Oxford: Oxford University Press, 1977, s. 111.
G.W.F Hegel, Phenomenology of Spirit, s.112.
Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation, s. 3.
4
Bezen Balamir Coşkun
şılık olarak tanımlar.6 İnsan toplumlarını da bir varlık olarak tanımlarsak, bu dialektik formül, toplumlar için de geçerlidir. Neumann’a
göre, kolektif kimlik ile ilgili tüm okumalar hala dialektiktir.7 Öteki
kavramı, 20. yüzyıl kıta Avrupası felsefecileri için başlıca tartışma
konularından olmuştur.8 Neumann, ben ve diğer kavram ikilisi çevresinde gelişen fikirlerin, dört farklı yaklaşımla ele alındığını ileri
sürmektedir. Bunlar; etnografik yaklaşım, psikolojik yaklaşım, Kıta
Avrupası yaklaşımı ve Doğu yaklaşımı. Neumann, etnografik yaklaşımı, Emile Durkheim’in sosyal işbölümü teorisine dayandırır.
Durkheim’in sosyal işbölümü teorisine göre, grup içi ve grup dışı
ayrımlar, sosyal işbölümü esnasında ortaya çıkar. Durkheim, bu bölünmeyi, kimlik oluşumunun temeli olarak ele alır.9
Birinci Dünya Savaşı sonrasında ben ve diğerleri arasındaki ilişkiler ile ilgili çalışmalar, etnik guruplara ve ulus-devletlere odaklanmıştır. Frederik Barth (1969), “Etnik Guruplar ve Sınırları” isimli
eserinde, etnik gurupların oluşumlarını ve bu guruplar arasındaki
sınırların nasıl çizildiğini inceler. Barth ve meslekdaşları, kolektif
kimlik oluşumunun, öncelikle ben ve öteki arasındaki sınırların
analizi ile anlaşılabileceğini iddia etmişlerdir. Barth’a göre, bir etnik
gurubu diğerlerinden ayıran sınırlar, bu iki gurubun kimlik belirleyicileridir. Ben ve öteki arasındaki farklar, kendilerini hangi kimlik
belirleyicileri ile tanımladıkları ile yakından alakalıdır. Kendilerini,
diğer etnik guruplardan belli birtakım özellikleri ile ayırt eden etnik guruplar, diğerleri ile ilişkilerine de bir takım sınırlar getirmiş
olurlar.10 Barth, etnik guruplar arasındaki sınırları, aralarındaki sosyal etkileşimlere bakarak gözlemler. Bu yaklaşım, kimliklerin ben
ve öteki arasındaki etkileşim sırasında oluştuğunu tartışan dialektik
yaklaşımla benzerlik gösterir. Barth’ın kolektif kimlik oluşumu analizi, sadece etnik gurupları ele aldığı için, değişik etnik gurupların
biraraya gelmesiyle oluşan ulus gibi gurupların kimlik oluşumlarını
açıklamaktan uzaktır.
Analizin seviyesini ulusları da içine alacak şekilde genişlettiğiHegel 1977, Marx, Karl (1977 [1975]) Early Writings (Translated by Rodney
Livingstone and Gregor Benton), New York: Penguin Books.
7 Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation, s.3.
8 Bernstein 1991 içinde Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation, s.3.
9 Durkheim 1964:115-122 içinde Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation, s.4.
10 Frederick Barth, “Introduction”, Fredrik Barth (der.), Ethnic Groups and Boundaries: The Social Organization of Cultural Difference, Londra: George Allen and
Unwin, 1969, s.15.
6
Çanakkale Savaşı
5
mizde, Benedict Anderson’un uluslarla ilgili çalışmaları önümüze
çıkar. Anderson, ulus olmayı, tarihsel bir süreç içinde oluşan ve duygusal meşruluğu olan bir fenomen olarak ele alır. Tarihsel süreç içinde ulus olmaya yüklenen anlamlar değişse de, ulus olmak, duygusal
bir mirası da beraberinde getirmektedir. Anderson’a göre, 18. yüzyılda ortaya çıkan ulus olma süreci, günümüze değin çok değişik tarihsel süreçlerden ve kültürel olgulardan etkilenmiştir. Günümüzdeki
ulus kimliklerinin belirleyici unsurları, erken dönem ulus imajlarının birer yansımasıdır.11 Anderson, ulusları birbirinden ayıran net
sınırlar olmadığından dolayı, ulus kavramının muhayyel bir kavram
olduğunu iddia etmektedir. Pratikte ulus-devlet diye tanımlanabilecek homojen yapılar neredeyse yok denecek kadar azdır, ya da aynı
ulusa mensup kişiler, yaygın olarak aynı coğrafyayı paylaşmamaktadırlar. Uluslar, hayal ürünüdür, çünkü aynı ulusa mensup insanlar,
ulusdaşlarının çoğunu tanımaz bile, ama yine de kendilerini belli
bir ulusun mensubu olarak tanımlarlar. Herşeye rağmen ulus sürekli
bir yoldaşlık ve kardeşlik olarak görülür. Bu noktada önemli olan
ulusları oluşturan insanların algılamaları ve uluslarına ait düşünceleridir.12
Kimlik ve ben arasındaki ilişki ele alındığında, Neumann, benliğin oluşumunun, kimliği tanımlayan bir anlatı süreci olduğunu işaret eder. Bu süreçte, aynı anda birden fazla kimlik müzakere edilir
ve bir hikaye oluşarak ben’in kimliğini vücuda getirir.13 Neumann,
benliğin gelişimini, kimliğin oluşumuna bağlı olarak görür. Kimlik
oluşumu sürekli devam eden bir süreç olduğu için benliğin kendini tanımladığı hikayeler her zaman tutarlı değildir.14 Bu bağlamda
uluslar sözkonusu olduğunda, ben’in tek bir tanımı yoktur, çünkü
benlik oluşumu dinamik bir süreçtir ve devletlerin kimliği kendileri
için önemli olan ötekileri referans alarak, onlarla etkileşim halinde
oluşur.
Ringmar’a göre, benlik, sosyal etkileşim olmazsa varolamaz. Benlik, anlatılar ile şekillenir. Hiçbir zaman tam anlamıyla kendimizin
ya da karşımızdakinin kim olduğunu bilemeyiz, sadece neye/kime
benzediğini söyleyebiliriz.15 Uluslar gibi kolektif varlıklar ele alındı11 Benedict Anderson, Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread
of Nationalism, Londra: Verso Editions 1983, s.14.
12 Anderson, Imagined Communities
13 Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation, s.219.
14 Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation, s.219.
15 Erik Ringmar, Identity, Interest and Action: A Cultural Explanation of Sweeden’s
Intervention in the Thirty Years War, Cambridge: Cambridge University Press
1996, s.74.
6
Bezen Balamir Coşkun
ğında, onlar için de benzer bir hikaye anlatarak kendini tanımlama
ve tanıtma süreci vardır. Ringmar’ın argümanına göre, anlatılan hikayeler aracılığıyla toplumlar, kendi kendilerine nasıl bir ulus-devlet
olduklarını ve olacaklarını anlatırlar. Bu şekilde devletlerin çıkarları
da formüle edilir. Ringmar’a göre hikayeler, toplumların kendi kendilerini diğerleri ile etkileşim halinde anlatır, diğerlerinin hikayeleri
de ben’le etkileşimleri çerçevesinde oluşur.16 Diğerleri de aynı şekilde kendi haklarında, kim olduklarıyla ilgili hikayeler anlattıkları
gibi, ben’le ilgili, ben’i nasıl algıladıklarına dair hikayeler anlatırlar.
Kısaca, ben ve öteki, anlattıkları hikayeler aracılığıyla kimliklerini
ve çıkarlarını oluştururlar. Ben’in kendisi hakkında anlattığı hikayeler, kendisi için önemli olan diğerlerin hikayeleri ile onaylanmasıyla
birlikte, ben’in kimliği diğerleri tarafından da tanınmış olur.17 Ulus
devletlerin hikayeleri, tarih kitaplarında anlatılan resmi tarih aracılığıyla okunur. Özellikle yeni kurulan ya da bağımsızlığını kazanan
devletlerin kendilerine ait yeni bir kolektif kimliğe ihtiyaçları vardır.
Kolektif kimlik ulus-devletlerin diğer topluluklardan farklılıklarını
ortaya koyma, aidiyet bilinci/duygusu ortaya çıkarır. Bu kapsamda
dil, kültür, din, tarih ve maddi koşulların yanında ortak hafıza ve
içselleştirilmiş geçmiş olmalıdır.18 Prizel’in deyimiyle “kuvvetli bir
kültürel ve siyasi hınç duygusu” devletlerin ulusal kimlik oluşumunda temel rol oynar. İmparatorluk sonrası ya da kolonyal rejimlere
karşı kurulan devletlerde uluslar kendilerine has özellikler icat eden
bir toplum ideali inşa ederler.19 Ulusal kolektif kimliğin inşa ve yeniden inşa sürecinde ise simgeler, ritüeller ve mitler çok önemli rol
oynar. Ulusun inşasına dair hikayeler yoluyla insanlar kolektif kimliklerini simgesel bir biçimde kurarlar. Bu hikayelere yapılan duygusal atıflar ulus-kimliğin inşası ve yeniden üretilmesinde kaynak olur.
Ulus kimliğinin kurgulanması ve oluşması sürecinde “ötekiler”den
ayırt edilmesi için bu tarihsel mitlerin/hikayelerin kullanılması ve
bazen yeniden icat edilmesi mümkündür. Kolektif olarak paylaşılan
anılar, mitler ve geleneklerin bir araya getirdiği bireyler arasında bir
dayanışma bağı oluşur.20
16 Ringmar, Identity, Interest and Action, s.128.
17 Ringmar, Identity, Interest and Action.
18 Nur Vergin, “Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları”, Salih Özbaran (der.), Buca Sempozyumu, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1994, s.108-109.
19 Ilya Prizel, National Identity and Foreign Policy: Nationalism and Leadership in
Poland, Russia and Ukraine, New York: Cambridge University Press, 1998, s. 2425.
20 Anthony D. Smith, Milli Kimlik, (Çev.: B. S. Şener,) İstanbul: İletişim Yayınları,
1994, s. 34.
Çanakkale Savaşı
7
Smith’in bahsettiği gibi ulusal kimliğin asıl işlevi “tarihi ve kaderi
olan güclü bir topluluk” duygusu oluşturmaktır ve bu işlevi yerine
getirmesinde tarihi hikayeler ve mitler seçilir ve vurgulanır: “Milli
kimliğin asıl işlevi, insanları şahsen unutulmaktan kurtarmak ve kolektif imanı ihya etmek için tarihi ve kaderi olan güclü bir topluluk
duygusu oluşturmaktır. Millet sadece ebediyet vaadinin dayandırılacağı uzak bir geçmişle övünmekle kalmaz, restorasyon ve itibar
vaadine anlam verebilmek için kahramanlarla dolu altın bir çağı da
anlatılamak durumundadır. Bu etno-tarih ne denli dolu ve zengin
olursa o denli ikna edici olur ve ulusun fertlerinin yüreğine o kadar derinden oturur.”21 İşte bu noktada ulus-devlet inşasında ve ulus
kimliğinin inşasında şanlı bir tarih yazılması ve altın çağ hikayesi
yazılması önemlidir. Savaşlardaki kahramanlıkların tüm ulusa maledilmesi, kahramanlık, fedakarlık, yoldaşlık gibi karakter özelliklerin
ön plana çıkarılması, kahramanlar yaratılması ve kahramanlık öykülerinin icat edilmesi kolektif kimlik inşasında sık kullanılan araçlardır. Burada hem Türkler hem de Avustralyalılar için tüm bu işlevleri
yerine getiren bir tarihi olay olarak Çanakkale Savaşı ele alınacaktır.
Çanakkale Savaşı ve bu savaş çevresinde üretilen mitler, öyküler ve
kahramanlar Türk ve Avustralya ulus kimliği inşasında nasıl ele alınmıştır? Nasıl kullanılmıştır? Çanakkale Savaşı ile ilgili yazılan öyküler, yaratılan mitler ne açılardan farklılık göstermekte ne açılardan
benzerlik göstermektedir? gibi soruların cevapları aranacaktır.
http://www.byegm.gov.tr/uploads/docs/say%C4%B1-4_web.pdf
(12.07.2015 tarihinde erişilmiştir).
21 Smith, Milli Kimlik, s. 247-248
8
Bezen Balamir Coşkun
ANZAK RUHU, GELİBOLU VE AVUSTURALYA ULUSAL
KİMLİĞİNİN İNŞASI
“Gelibolu Avusturalya ve Yeni Zelanda için sadece bir cephe
değildir, ulus kimliklerinin doğduğu yerdir”22
ANZAC (Avustralian and New Zeland Army Corps) özünde Çanakkale Savaşına katılmış olan Avusturalya’lı ve Yeni Zelandalı
birliklerin tamamını ifade etse de zaman içinde Avusturalya’lıların
Çanakkale Savaşını bir ulus inşası aracı olarak daha çok sahiplenmeleri dolayısıyla ANZAK kısaltması Avusturalya’lıları akla getirir olmuştur. Anzak kimliğinin Avusturalya’lılarca sahiplenmesindeki en büyük rolü, Anzak birlikleri ile birlikte cepheye giden
ve Avusturalya hükümeti tarafından cepheden haberleri vermekle
görevlendirilen Charles Bean oynamıştır. Savaş sırasında cepheden
haberler vermekle yetinmemiş, savaş sırasında tuttuğu günlükleri Avusturalya’nın Birinci Dünya Savaşı Resmi Tarihi adı altında 12
ciltlik bir çalışma olarak yayınlamıştır.23
Bean’in çalışmasının ana argümanı Çanakkale Savaşı’nın
Avusturalya’nın bir ulus olarak doğmasına yol açmasıdır. Bean
Avusturalya’da deneyimli, güçlü ve birbirine özel bir arkadaşlık
bağı ile bağlı Anzak kimliği efsanesinin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bean’in tanıklığına dayanan bu kahraman Avusturalya’lı savaşçı
kimliği inşasını eleştiren çalışmalar sonradan yapılsa da inşa edilen
Anzak ruhu efsanesi Avusturalya ulus kimliğinin temel taşlarından
olarak günümüze kadar gelmiştir. Bean’in Anzak tanımlaması biraz
romantik olsa da böylesine bir savaşta kendini ispat etmek bir ulusun kimliğinin ve ulus ruhunun oluşumunda harç görevi görmüştür.
Bean’e göre Avusturalya kendilerinin olmayan bir savaşta savaşın
ana tarafı olan Britanya İmparatorluğu’nun askerlerinden daha fazla
kahramanlık gösterip cephede hayatını kaybederek bir nevi baptist
olarak kendi kimliğine kavuşmuştur.24
22 John North, Gallipoli: The Fading Vision, London: Faber, 1936, s.20.
23 Charles Edwin Woodrow Bean, Official History of Australia in the War of 1914–
1918 Volume I-XII, Australian Imperial Force in France during the Allied Offensive, 1918 1st Edition, 1942; Dijital versiyonu için bkz: http://www.awm.gov.au/
histories/first_world_war/AWMOHWW1/AIF/Vol6/ (20 Ocak 2015 tarihinde
erişilmiştir).
24 Charles Bean’in çalışmasının kapsamlı bir özeti için Carolyn Holbrook, “Historiography 1918 - Today (Australia)”, International Encyclopedia of the First World
War, 1914-1918 Online, http://encyclopedia.1914-1918-online.net/article/
historiography_1918-today_australia, (19 Ocak 2015 tarihinde erişildi).
Çanakkale Savaşı
9
Bean’in Anzak ruhuna dini referanslarla yaklaşması manevi unsurların da inşa edilen kahramanlık hikayesine eklenmesine yol açmıştır. İnşa edilen bu efsaneye göre Avusturalya’lı askerlerin askerlik
yeteneklerinin olağanüstü olduğu ve bu yeteneklerini yetiştikleri
Avuturalya topraklarına borçlu oldukları aktarılır. Avusturalya’nın
doğal arazisinin Avusturalya halkını fiziksel açıdan güçlü kıldığı,
atıcılık, binicilik, kendi kendine yetme ve hayatta kalma gibi özellikleri geliştirmelerine yardımcı olduğu bu sebeple de Avusturalya’lı
askerlerin Çanakkale’deki en dayanıklı ve mahir askerler olduğu hikayesi Anzak ruhunu memleketin topraklarının ortaya çıkardığı bir
başarı olarak ortaya serer.25
Peter Dennis’in de belirttiği gibi İngilizlerden bağımsızlığını
kazanan ve Britanya dışından gelen göç dalgasıyla İngiliz kimliği
zayıflayan ve bir göçmen ülkesi haline gelen Avusturalya için yeni
bir ulus kimliği arayışı başlamıştı. Böylece Avusturalyalı sanatçılar,
siyasetçiler, tarihçiler vb. Avusturalya’nın tarihinde yer alan mitleri
incelemeye başladılar. Bu arayışta Avusturalya’lıların kendi savaşları
olmamasına rağmen Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında fedakarca ve kahramanca savaştıkları, özellikle Çanakkale Svaşında gösterdikleri sağlam karakter özelliklerinin altının çizilmesiyle bir Anzak
ruhu üzerine oturtulmuş bir ulus kimliği inşa süreci başladı. Dennis’e
göre katıldıkları bu savaşın sonucunda birlikte savaştıkları taraf yenilse de bunun Avusturalya’lılar için bir yenilgi değil kazanç olduğunu, Çanakkale Savaşı’nda dökülen kanın ve yapılan fedakarlıkların
Avusturalya’lıların İngilizlerden farkını ortaya çıkardığını söyler.26
Çanakkale Savaşı Avusturalyalı kimliğinin İngiliz kimliğinden ayrıştığı bir dönüm noktasıdır. Gelibolu çıkartmasından önce kendini
Avusturalya’lı mı İngiliz mi tanımlamakta zorluk çeken Avusturalya’lılar bu savaştan sonra kesin çizgilerle kendi Avusturalya’lı kimliklerini ayırt etmiş ve kendilerini Avusturalya’lı olarak tanımlamaya başlamışlardır. Diyalektik kendini ötekiden ayırma süreci sadece
Çanakkale Savaşı sonrasında inşa edilen kahraman, fedakar, güçlü
Avusturalya’lı kimliği üretilmesini değil, İngilizlerin Çanakkale Savaşındaki beceriksizlikleri ve zor durumlarda Anzakları kaderlerine
terk etmeleri gibi hikayeler ve anektodlarla İngilizlerin ötekileştirilmesini de içermektedir. Ancak bu yolla Avusturalya ulus kimliği İngiliz kimliğinden ayrışmıştır. Bir önceki kısımda bahsi geçen Barth,
25 Jenny MacLeod, Reconsidering Gallipoli, Manchester: Manchester University
Press, s. 2004.
26 Peter Dennis et al., “The Anzac Legend”, The Oxford Companion to Australian
Military History, Melbourne: Oxford University Press, 1995, s. 42-49.
10
Bezen Balamir Coşkun
Ringman ve Neumann’ın çalışmalarında da tartışıldığı üzere ulus
kimlik inşasında ve inşa edilen kimliğin ötekilerden farklılaşmasında kimliğin savaş/direniş/kahramanlık hikayeleri gibi altın çağa dair
referanslara dayandırılması öngörülen bir durumdur.
Bean’in günlüklerine dayanarak inşa edilen Anzak ruhu ve Anzak efsanesi ileriki dönemlerde Çanakkale’de savaşmış askerlerin
aileleri tarafından mektuplarının, günlüklerinin basılması, anı olabilecek malzemelerin müzelerde yer alması ve de her yıl kutlanan
25 Nisan Anzak törenleri ile yerleşik bir ulus kimliğinin bel kemiği
olmuştur. Savaşın anılarının bu şekillerde sürekli olarak gündemde
tutulması Çanakkale Savaşını ulus devlet yapımının önemli bir aracı
haline getirmiştir.
Avusturalya’da Çanakkale Savaşı ile ilgili sık sık anlatılan anekdotlardan biri de Birinci Dünya Savaşı sonrasında düzenlenen barış
konferanslarına Avusturalya’nın da katılması gerektiğini düşünen
zamanın Avusturalya Başbakanı Williams Hughes’un buna karşı
çıkan Amerikan Başkanı Woodrow Wilson’a verdiği şu cevaptır:
“Sayın Başkan, ben 60.000 şehit adına konuşuyorum. Siz kaç şehit
adına konuşuyorsunuz?” Hughes’un 1917 yılında savaşa katılan ve
savaşın ana taraflarından bile olmayan Avusturalya’dan daha az kayıpla çıkan ABD’nin Avusturalya’nın barış konferansına katılımını
engelleme çabasına itirazı Çanakkale Savaşı’nın Avusturalya’nın
kendini savaşa taraf olmuş diğer bağımsız devletlerle eşit olarak görmeye başladığını göstermektedir. Ayrıca Avusturalya İmparatorluk
Ordusu’nun Birinci Dünya Savaşı’na İngiliz İmparatorluğu tarafında
katılan ordular arasında gönüllü olarak katılan tek ordu olmasıdır.
Savaşa gönüllü olarak katılan 417 bin civarında Avusturalya’lının
çoğunluğu başkent dışından kırsal bölgelerden katılan gençlerdir, ki
bu da inşa edilen ulus kimliğinin Avusturalya halkı tarafından bizzat
yaratılan bir efsaneye dayandırılması açısından önem arz etmektedir.
Çanakkale Savaşı ve bu savaşın Avusturalya’da hatırlanma rutini
John Stephens tarafında “ölümün demokratikleşmesi” olarak nitelendirilir.27 Anzak hikayesinde tek başına anılan hiç bir asker hatta
askeri lider yoktur. Anzak ruhu Çanakkale’de Savaşan tüm Avusturalyalı askerlere atfedilen bir ruhtur, kahramanlık efsanesidir. İşte bu
yönüyle Çanakkale Savaşı Avusturalya için halktan yukarıya yansıyan bir kolektif kimlik inşasına kapı açması nedeniyle ön plana çıkar.
27 John Stephens, “Remembering Wars: Documenting Memorials and War Commemoration in Western Australia”, The Journal of Architecture, Cilt 15, no. 5,
2010, s. 638.
Çanakkale Savaşı
11
Bu savaşın anısına inşa edilen anıtların sadece savaşı hatırlamaya
yönelik olmaması, barış parklarının da Anzak ismi ile özdeşleşmesi,
bir savaş ile ortaya çıkmasına rağmen barışçı bir ulus özelliğinin de
ifadesi haline gelir. Anzak sadece savaşçı ve asker bir ulus kimliği
inşasının aracı olmamıştır. Anzak bir aile ve ulus özelliği olarak vfedakarlık, güvenilirlik ve iyi vatandaşlık özelliklerini içine alan sivil
bir ideoloji olarak Avusturalyalıların sosyalizasyon sürecinde yer
almıştır. Stephen’in deyimiyle Anzak Avusturalya kültürü ve ulus
kimliğini biraraya getiren kültürel olarak kodlanmış bir metfordur.28
Anzak ruhunun Avusturalya’lılar tarafından ne kadar içselleştirildiği Vietnam Savaşı’na katılan Avusturalya’lıların anılarında da
yer almaktadır. Vietnam Savaşına katılan ve bu savaşın insanlık dışı
ortamında varoluş mücadelesi veren Vietnam gazisi Bob Gibson
anılarında onu ayakta tutanın ve savaşa devam motivasyonu veren
şeyin Çanakkale Savaşında hayatını kaybeden dedesinin Anzak üniformalı fotoğrafı ve onunla ilgili olarak ailede anlatılan kahramanlık
hikayeleri olduğunu söylemiştir.29 Gibson’un dedesini idolleştirmesi ve Çanakkale’den yıllarca sonra yapılan başka bir savaşta varoluş
motivasyonu olarak görmesi Anzak ruhunun Avusturalya’lıların sadece ulus kimliğini değil kendi bireysel kimliklerinin inşasında da
oynadığı rolü gözler önüne seren bir paylaşımdır.
Gelibolu cephesinde savaşan son gazilerden Ron Kyle 1995 yılında Gelibolu çıkarmasının 77. yıldönümünde yaptığı bir konuşmada Gelibolu’nun Avusturalya halkı için bir uyanış olduğunu,
Gelibolu’dan önce Avuturalya’lıların Britanya İmparatorluğu’nun
her dediğini yerine getiren bir halk olduğu, bunun Gelibolu’dan sonra değiştiğini söylemiştir.30 Gelibolu gazisi bir askerin bu ifadesi savaşın Avusturalya ulus kimliğinin oluşmasındaki ateşleyici etkisini
işaret etmesi açısından önemlidir. Aynı törende zamanın Başbakanı
Paul Keating Çanakkale Savaşının Avusturalya tarihindeki en ünlü
savaş olduğunu ve bu savaşta ortaya çıkan Anzak ruhunun Avusturalya’lıların hayatında önemli bir yer tuttuğunu, Avusturalyalıların
Anzak ideallerinden esinlendiklerini ve Anzal değerlerinin Avusturalya ulusunun temel değerleri olarak kabul edildiğini söylemiştir.31
28 Stephens, “Remembering Wars”, s. 640.
29 Terry Colling, Beyond Mateship: Understanding Australian Men, East Rosewille:
Simon and Schuster, 1992, s.12.
30 Ron Kyle Elisa Adams tarafından alıntılanmıştır. Elise Adams, Simpson Gallipoli Essay Runner Up, Queensland, 2001, http://www.afssse.asn.au/simpson/
prize2001/essays/adams2001.htm (19 Ocak 2015’te erişilmiştir).
31 Mark Ryan (der.) “Advancing Australia: The Speeches of Paul Keating, Sydney,
1995, s.279.
12
Bezen Balamir Coşkun
Çanakkale Savaşı’nın anıları ve bu savaş etrafında inşa edilen
ideal Avusturalyalı kimliği, her yıl yenilenen, yeni yapılan anıtlar ve
anma törenleri ile tekrar tekrar hatırlanmakta ve yeni kuşaklara aktarılmaktadır. Kuşaktan kuşağa Anzak ruhunun aktarılması okullarda
yapılan aktiviteler ile de pekiştirilmektedir. Örneğin Avusturalya’da
her yıl Gelibolu konulu kompozisyon yarışmaları düzenlenmektedir. 2001 yılında bu kompozisyon yarışmasına katılarak dereceye
giren öğrencilerden biri Gelibolu Savaşı ile ilgili şöyle yazar: “Her
yıl 25 Nisan’da Avuturalya’da Avusturalya ve Yeni Zelanda’dan giderek Gelibolu kıyılarına çıkartma yapan askerlerimizi anıyoruz.
Aslında, onların mirası olan ve gerçek Avusturalya’lıların kalbinde
yaşayan Anzak ruhu hepimizin gündelik yaşamlarına değişik şekillerde dokunmaktadır.”32 Avusturalyalı öğrencinin kompozisyonuna
yansıyan bu gurur Çanakkale Savaşında çarpışan Avusturalya’lıların
kahramanlık öykülerinin bir ulusun ulus kimliğinin inşa sürecinde
nasıl olup da tüm ulusa atfedilebildiğini gösteren delillerden biridir.
ÇANAKKALE SAVAŞI VE TÜRK ULUS KİMLİĞİ
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.33
Türkiye Cumhuriyeti 700 küsür yıllık bir imparatorluğun küllerinden doğmuş ve bu imparatorluğa rağmen Anadolu’yu ve İstanbul’u
işgal etmiş olan diğer imparatorluklara karşı bir kurtuluş savaşı vererek kurulmuş bir devlettir. Bu bakımdan yeni kurulan devletin
kendine ait yeni bir kolektif ulus kimliğine ihtiyacı olmuştur. Daha
önceki kısımlarda da tartışıldığı gibi ulus kimlik, belirli bir alanda
(vatan) kök salmış grupların/etnik toplulukların diğer gruplardan
farklarını ortaya koyma, aidiyet, ve biricikliği yansıtan unsurlardan
oluşur. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu sosyo-politik
dinamiği Balkan savaşları, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşları’yla
inşa edilmiştir.34 Kemal Karpat’a göre bu bir dizi savaş sonrasın32 Elise Adams, Simpson Gallipoli Essay Runner Up, Queensland, 2001, http://
www.afssse.asn.au/simpson/prize2001/essays/adams2001.htm (19 Ocak 2015’te
erişilmiştir).
33 Mehmet Akif Ersoy, Çanakkale Şehitlerine şiirinden
34 Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, İstanbul: İnkilap Yayınevi, 1992, s.373
Çanakkale Savaşı
13
da Anadolu’da kurulan yeni devletin kurucu felsefesi bağlamında
Türkiye Devleti’ne karşı yapısal anlamda siyasî bir aidiyet sorunu
yoktu.35
Türk milliyetçiliği Fransız devriminden etkilenerek, ulusal kimlikte maddi öğelerden ziyade soyut, moral ve manevi öğeleri ön plana çıkaran sivil milliyetçilik unsurlarını benimsemiştir. Cumhuriyet
anayasası, Türklüğü siyasî bir vatandaşlık olarak tanımlar ve Türkçe
konuşan Müslüman unsurlar etnik merkez olarak görülür. Bu siyasi
kimlik etrafında ulusal kimlik bilinci inşa edebilmek için ise etnikkültürel motiflerle siyasal semboller güçlendirilir. Kemalist milliyetçilik tekçi bir siyasal millliyet etrafında kutgulandığı için ulusu
kaynaşmış ve homojen bir kütle olarak görür ve bu homojenlik varsayımını güçlendirecek bir kimlik inşasına girişir.36
Çanakkale Savaşı Avusturalya’lıların olduğu gibi Türkler için
savaş alanında rüştünü ispat etme anlamı taşımasa da Çanakkale
Savaşı’nda ortaya çıkan birlik-beraberlik duygusu, Mustafa Kemal’in
lider olarak ortaya çıkması ve her şeyden önemlisi son demlerini
yaşayan bir imparatorluk için son kazanılan zafer olması açılarından
önemlidir. Çanakkale Cephesi komutanı Liman von Sanders’in emir
subayı Binbaşı Prigge anılarında bu noktaya şöyle değinmiştir:
(Kumkale çıkartması sırasında) ..... Türklerde de, birliğinin
başında saldırıya kalkan kimi yiğit subaylar ve erler yaşamlarını yitirmişlerdi. Yeniden canlanan Osmanlı İmparatorluğu
tarihi için yeni bir kıvanç sayfası yazılmıştı.37
Çanakkale Savaşı yeni Türk devletinin kimlik inşasında Kurtuluş
Savaşının arkasında yer alsa da Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde Türk halkının üzerine çökmüş umutsuzluk ve değersizlik
hissinin ortadan kalkmasına yol açması açısından önemlidir. Şanlı
geçmişin son kalıntılarını tüketmekte olan bir imparatorluğun tebası olarak İngiliz mandası mı daha iyi olur yoksa Amerikan mandası
mı tartışmalarına kendi bağımsız devletlerini kurabilecekleri umudunun tohumlarının atıldığı yer Çanakkale olmuştur.
35 Kemal Karpat, Osmanlıdan Günümüze Ortadoğu’da Millet, Milliyet, Milliyetçilik,
İstanbul: Timaş Yayınları, 2011
36 Murat Alakel, “İlk Dönem Cumhuriyet Türkiye’si Ulus İnşası Sürecinde Milliyetçilik ve Sivil-Etnik İkilemine Dair Teorik Tartışmalar”, Akademik Bakış, Cilt 5,
No. 9, 2011, ss.1-30
37 Erich R. Prigge, Çanakkale Savaşı Günlüğü (Yayına Hazırlayan Bülent Erdemoğlu), İstnabul: Timaş Yayınları, 2011, s.68
14
Bezen Balamir Coşkun
http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/175-kolordu-tarihi-fotograflar-i/offset/100
(18.05.2015 tarihinde erişilmiştir).
“Size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” şiarıyla yönlendirilen ve Çanakkale düşerse uluslarının bir geleceği olmayacağına inanan Türkler için Çanakkale Savaşı hem bir devrin sona erdiği hem de
yeni bir altın çağın kapılarının açıldığı anlamı taşımaktadır. Çanakkale Savaşı sadece bir askeri muharebe değil aynı zamanda medeniyet
yarışında geri kalmış bir ulusun medeni dünyaya karşı verdiği bir savaştır. Bu defa ötekileştiren medeni Batı değil, Türklerdir. Medeniyet
ve teknoloji yarışında geri kalmış, küçümsenmiş Türkler bu savaşta
kazandıkları başarıyla ile Batı’yı ötekileştirir. Avusturalya örneğinde
olduğu gibi Türk’ler için de İngiliz’lerin -ve Fransız’ların-Çanakkale
Savaşı sırasındaki beceriksizlikleri eleştirilmiş, Fransa’nın ve Britanya
İmparatorluğu’nun bekası sorgulanmıştır. 2014 yılında Başbakanlık
Çanakkale Savaşı
15
Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü tarafından Türkçe’ye
çevrilerek yeniden basılan ve Çanakkale Savaşları döneminde cephe gerisindeki halkı bilgilendirmek ve askerin moralini yükseltmek
için yayımlanan Harp Mecmuası’nda yer alan Çanakkale’den Kaçanlara -İngiliz’lere- ve Çanakkaleden Kaçanlara -Fransızlara- başlıklı yazılar bu küçümseyici, hor gören tavrın net bir ifadesidir. Hasta
adam olarak adlandırılan ve ölümü beklenen Osmanlı’nın İngilizleri
püskürtmesi Türk gibi güçlü/asker millet Türk kimliğinin yeniden
canlandırılmasına yol açmıştır. Sömürge sistemine de eleştirel referanslarla Türk’lerin savaşının sadece işgalcilere değil sömürgeci/emperyalist sisteme karşı olacağının da işaretleri verilmiştir:
İngiltere, ey maskeli haydud-ı müdebdeb
Ey arzı soyan rahat-ı akvamı çalan hep
Biz kavmini millet, seni devlet zannettik
Git tayf-u hayalet gibi maziye refik ol
...
Müstemleke çal, çöller aşır, kafileler soy
...
Harb etme fakat.38
Türkün kanıdır kavminizin maksadı hala
...
Hayret ne derin bir uçurum gayr-ı dininiz
En hisliniz, en fazılınız, en medeniniz
Türk’ün kanını mezc ederek Hakk’ın adıyla39
Benzer bir şekilde, zamanın epik şairlerinden Mehmet Akif Ersoy’un
Çanakkale Şehitlerine şiiri kendi kimliğine sahip çıkan, Batı’yı ötekileştiren ve Batı’nın yarattığı medeniyeti hor gören bir üslupla anlatır Çanakkale Savaşını:
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’yaKaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
38 Ali Fuat Bilkan (yayına hazırlayan), Harp Mecmuası, Başbakanlık Basın Yayın ve
Enformasyon Genel Müdürlüğü, 2104, s. 68
39 Bilkan, Harp Mecmuası, s. 69
16
Bezen Balamir Coşkun
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
....
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Mustafa Kemal, bu savaşta liderlik kapasitesini ispat etmiş, her şeyini ortaya koyarak savaşan Türk ordusunu başarılı bir biçimde sevk
ve idare ederek hem asker sayısı hem de savaş teknolojileri açısından
kat ve kat üstün müttefiklerini ber taraf etmeyi başarmıştır. Her ne
kadar Çanakkale Savaşı kendisi de bu savaşta vurulan ama mucizevi bir şekilde merminin cep saatine isabet etmesiyle hayatta kalan
Mustafa Kemal çevresinde hikayeleştirilse de bu savaşa katılanlarla
ilgili anlatılan yerel ve kişisel anekdotlar da Çanakkale Savaşı efsanesinin ulusal bir gurur kaynağı olarak günümüze kadar gelmesine yol açmıştır. Bir arkadaşı ile birlikte Nusret Mayın gemisinden
attığı mayınlarla HMS Ocean gemisini batıran Onbaşı Koca Seyit,
yaralı Anzak subayını kucağında taşıyan isimsiz Türk askeri, Oflu
Ali Çavuş’un öncülüğünde kendi cenaze namazlarını kılıp, dualarını
ettiklten sonra hücuma geçen bölük, yoklama listesinin hepsine şehit yazılan bir sınıf dolusu öğrenci40 gibi sayısız hikaye Türk kolektif
kimliğinin inşasında ve yeniden üretilmesinde çok sık başvurulan
kaynaklar olmuştur. 18 Mart günü okul yemekhanelerinde Çanakkale Savaşı’nda askerlerin öğle yemeği menüsünde yer alan üzüm
hoşafının çıkması, Çanakkale Şehitliklerinin en çok tercih edilen
okul gezisi mekanlarından olması bu yeniden üretimin araçlarıdır.
Zaman zaman, yeni nesle bu ulusun nasıl şartlar altında kurulduğu, ne kadar kan döküldüğü ve ne kadar canın feda edildiği bilicinin aktarılması, vatan için kanını ve canını vermekten çekinmeyen
kahraman Türk ulusu kimliğinin yeniden üretilmesi için Çanakkale
Savaşı efsanesinin canlı tutulması önemlidir.
Çanakkale sanıldığı gibi sadece Atatürkçü ve laik kesimler tarafından benimsenen bir efsane değildir. Çanakkale Savaşı her kesimden insanın bir araya gelip vatanları uğruna can verdikleri/kan
döktükleri ve bu sayede bir milli birlik ortamı yaratılarak Kurtuluş
Savaşı’nın başlamasına vesile olan bir olay olduğundan Çanakkale
Savaşı toplumun tüm kesimlerinin gururla paylaştığı bir ortak hafızadır.
40 Recep Şükrü Apuhan, Çanakkale: Ölüme Koşanlar 1915, İstanbul: Timaş Yayınları.
Çanakkale Savaşı
17
Çanakkale Savaşı ile ilgili anlatılan hikaye ve anekdotların büyük
bir kısmı da Türklerin inançlı oldukları ve inançları sayesinde bu
kadar cesur ve güçlü olabildiklerine dairdir. Mustafa Kemal’in Türk
askerinin cesareti anlatırken “okumak bilenler ellerinde Kuran’ı Kerim ile yürüyorlar, bilmeyenler Kelime-i Şehadet çekerek yürüyorlar.
Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve tebrik
bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur” cümlelerini kurması ve bu referansın sık
sık yapılması “inançlı, vatanı için şehit olmaktan kaçınmayan Türk”
kimliğinin inşasında kullanılan anektotlardandır. Binbaşı Prigge de
anılarında Müslüman Türk askerleri övücü cümleler kullanır:
Müslüman, özellikle Anadolu askeri erken kalkar. Derin bir
inançla dolu olarak, günün başlangıcı Allah’a adanmıştır.
Doğu’ya döner, alnıyla sekiz kez toprak anaya değerek, sabah
yakarışını yapar.41
İmanlı Türk askeri imajına vurgu yapan en önemli referans ise yine
Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitlerine şiiridir. Bu şiirde
Mehmet Akif Ersoy Çanakkale’de şehit olan askerleri Bedir savaşında Hz. Muhammed ile savaşanlar ile eş değer tutar:
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm.
...
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedi serhaddi;
‘O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme’ dedi.
...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
...
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.
...
‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Türk resmi tarihinde Çanakkale Savaşı Türk’lerin tek başına verdiği
bir savaş gibi verilir, Almanların cephedeki rolünden pek bahsedil41 Prigge, Çanakkale Savaşı Günlüğü, s. 34
18
Bezen Balamir Coşkun
mez. Bunun ardında yatan sebep savaş üzerinden yaratılan anlatı ile
biz ve öteki ayrımını ortaya daha net koymaktır. Müslüman Türk
- Hıristiyan Batı dünyasına karşı bir mücadele vermiş ve bu mücadeleden muzaffer ayrılmıştır. Savaşta bir cihat atfı da vardır ki Ersoy
şiirinde açıkça şöyle der:
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
...
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.
Mehmet Akif Ersoy’un bu şiirinin Türkiye’de Milli Eğitim Müfredatında işlenen Çanakkale Savaşları ya da Birinci Dünya Savaşı konulu ünitelerin hepsinde yer aldığı ve Çanakkale Savaşı ile ilgili resmi
tarih öğretisinin bu şiir etrafında şekillendiği düşünülürse Ersoy’un
Çanakkale Şehitlerine şiiri Çanakkale Savaşı ile ilgili anlatının temel
metni olarak kabul edilebilir. Bu metnin içinde verilen sembol ve
ifade edilen duyguların inşa edilen / yeniden üretilen Türk kimliğinin ana hatlarını içerdiği açıkça görülür.
Çanakkale Savaşı ile bağlantılı olarak inşa edilen kimlik vatan
toprağı ile de bağlanmıştır. Çanakkale Savaşı ve sonrasında yapılan
savaşlar yeni ulusun kimliğini bayrak (kırmızı zemin üzerine hilal
ay ve yıldız), toprak ve uğruna dökülen kan/verilen can üçlemesi
üzerinden bir kahramanlık destanı olarak kurgulanmasına yol açmıştır. Mithat Cemal Kuntay’ın cumhuriyetin 15. yıldönümü için
yazdığı şiirinin son iki mısrası olan “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak eğer üstünde ölen varsa vatandır” mısralarının
Cumhuriyet dönemi edebiyatının en çok atıf yapılan mısraları olmasının da temelinde bu yatar. Aynı şekilde Mehmet Akif Ersoy sadece
Çanakkale Şehitlerine şiirinde değil, İstiklal Marşının pek çok yerinde de kan-bayrak-toprak üçlemesine yer vermiştir.
SONUÇ
Bu bölümde Çanakkale Savaşı’nın sonuçları sosyal inşacı yaklaşım ile ele alınarak Çanakkale Savaşı’nın Türk ve Avusturalya kolektif kimliklerinin inşasında oynadığı rol tertışılmıştır. Öncelikle,
Britanya İmparatorluğu’nun sömürgesi olarak varlığını sürdüren
ve Birinci Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılan Avusturalya’nın
Çanakkale Caphesinde yaşadıkları ve bu savaş sırasında ve sonrasında nasıl olup da İngiliz kimliğnden farklı bir Avusturalya ulus
Çanakkale Savaşı
19
kimliğinin gelişebildiği ele alınmıştır. Çanakkale Savaşı çerçevesinde ele alınan Avustralya ulus kimliğinin inşa süreci hem Marksist
ve Hegelian çizgideki diyalektik kimlik inşası argümanlarına hem
de Ringmar, Barth ve Neumann’ın ele aldığı kolektif kimlik oluşumu tartışmalarına örnek teşkil eden bir vaka olarak önümüze serilmiştir. Avusturalya’nın hem kendi kimliğini oluşturabilmek için
bir ideal Avusturalyalı modeli inşa edilmesinde hem de İngilizleri
ötekileştirerek Avusturalya’lı bir ben/biz oluşumunda Çanakkale
Savaşı önemli bir yapı taşı olmuştur. Anzak ruhu olarak şekillenen
bu kimlik günümüzde halen Avusturalya’lı ulus kimliğinin yeniden
üretilmesinde kullanılmaktadır.
Benzer bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak
kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin kolektif kimliğinin inşasında da Çanakkale Savaşı önemli bir yer tutar. Yeni kolektif kimliğin hem Osmanlı’dan ayrışmasında hem de devamlılık unsurları
taşımasında Çanakkale önemli bir yapı taşı olmuştur. Çanakkale’de
yazılan “destan” ortak hafızaya Türk’ün medeni Batı’ya kafa tutması olarak işlenmiş ve Kurtuluş Savaşı’nın bir nevi provası olmuştur.
Kahraman, imanlı asker millet kimliği Çanakkale Savaşlarında pekişmiş ve Batı’nın medeniyetine rağmen Batı’ya karşı savaş verilebileceğine dair inanç açığa çıkmıştır. Dönemin askeri eliti ve entellektüelleri Çanakkale Savaşı’nda Türklerin gösterdiği iman gücünü
değişik şekillerde dile getirmiş ve bu söylem yeni Türk kimliğinin
inşasında önemli bir rol oynamıştır. Çanakkale Savaşı efsanesi günümüze değin değişik vesilelerle -anıt ziyaretleri, anma törenleri,
okul müfredatı, popüler filmler ve kitaplar- sürekli canlı tutularak
Türk kolektif ulus kimliğinin yeniden üretilmesine ve ortak hafızanın canlı tutulmasına yardım etmiştir.
Bu bölümde kısaca değinilmeye çalışıldığı gibi, her iki toplum
için de ulus-devlet inşası sürecinin başladığı varsayılan Çanakkale
Savaşı işte bu sebeple sosyal inşacı uluslararası ilişkiler yazını için
önemli bir çalışma alanı olarak ortaya çıkar. Burada her ne kadar
sadece Avusturalya ve Türkiye örneklerine yer verilse de aynı çalışma Hindistan ve Yeni Zelanda üzerine de yapılabilir. Çanakkale
Savaşına Britanya İmparatorluğu ile birlikte katılan tüm sömügeler
bu savaş sırasında Britanya’nın çöküşünün hızlandığına ve bir çözülmenin yaşandığına bizzat tanıklık etmiş ve böylece bağımsız olabileceklerine dair rüştlerini ispat etmişlerdir. Öte yandan zaten dağılmakta olan bir imparatorluğun temsilcileri olarak imparatorluğun
çöküşünü umutsuzlukla izleyen Türkler için ise Çanakkale Savaşı
yeni bir ulus devletin inşa edilebileceğine dair bir umut olmuştur.
20
Bezen Balamir Coşkun
KAYNAKLAR
Ali Fuat Bilkan (yayına hazırlayan), Harp Mecmuası, Başbakanlık Basın
Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, 2104.
Anthony D. Smith, Milli Kimlik, (Çev.: B. S. Şener,) İstanbul: İletişim
Yayınları, 1994.
Benedict Anderson, Imagined Communities: Reflections on the Origin
and Spread of Nationalism, Londra: Verso Editions, 1983.
Erich R. Prigge, Çanakkale Savaşı Günlüğü (Yayına Hazırlayan Bülent
Erdemoğlu), İstnabul: Timaş Yayınları, 2011.
Erik Ringmar, Identity, Interest and Action: A Cultural Explanation of
Sweeden’s Intervention in the Thirty Years War, Cambridge: Cambridge University Press 1996.
Frederick Barth, “Introduction”, Fredrik Barth (der.), Ethnic Groups and
Boundaries: The Social Organization of Cultural Difference, Londra:
George Allen and Unwin, 1969.
G.W.F Hegel, Phenomenology of Spirit, (translated by A.V. Miller ), Oxford: Oxford University Press, 1977.
Ilya Prizel, National Identity and Foreign Policy: Nationalism and Leadership in Poland, Russia and Ukraine, New York: Cambridge University Press, 1998.
Iver B. Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation, Manchester: Manchester University Press, 1999.
Jenny MacLeod, Reconsidering Gallipoli, Manchester: Manchester University Press.
John North, Gallipoli: The Fading Vision, London: Faber, 1936.
John Stephens, “Remembering Wars: Documenting Memorials and
War Commemoration in Western Australia”, The Journal of Architecture, Cilt 15, no. 5, 2010.
Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, İstanbul: İnkilap Yayınevi, 1992.
Kemal Karpat, Osmanlıdan Günümüze Ortadoğu’da Millet, Milliyet, Milliyetçilik, İstanbul: Timaş Yayınları, 2011.
Murat Alakel, “İlk Dönem Cumhuriyet Türkiye’si Ulus İnşası Sürecinde
Milliyetçilik ve Sivil-Etnik İkilemine Dair Teorik Tartışmalar”, Akademik Bakış, Cilt 5, No. 9, 2011.
Nur Vergin, “Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları”, Salih Özbaran (der.),
Buca Sempozyumu, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1994.
Peter Dennis et al., “The Anzac Legend”, The Oxford Companion to
Australian Military History, Melbourne: Oxford University Press,
1995.
Recep Şükrü Apuhan, Çanakkale: Ölüme Koşanlar 1915, İstanbul: Timaş Yayınları.
Terry Colling, Beyond Mateship: Understanding Australian Men, East
Rosewille: Simon and Schuster, 1992.
2
Güç Dengesi Teorisi ve
Çanakkale Savaşı
Tolga Öztürk*
GİRİŞ
Çanakkale Savaşı, Birinci Dünya Savaşı’nın, Osmanlı İmparatorluğu
açısından en önemli cephelerinden birisidir. İmparatorluklar yüzyılının sona ermesi, topyekûn savaş yönteminin ortaya çıkması, savaşın devlet düzeyinde ve toplumsal önemi açısından etkilerinin çok
derin olduğunu bize göstermektedir. Çok kutuplu bir uluslararası
sistemin hüküm sürdüğü 20. yüzyılın başları, uluslararası aktörler
arasında neredeyse tek karar verici mekanizmanın devlet olduğu bir
dönemdir. 20.yüzyıl, Reelpolitiğin tarihte en güçlü hissedildiği dönemlerden birisidir. Böyle bir uluslararası sistemde devletler kendi
çıkarları ve güvenlikleri için ittifak kurma yolları aramışlardır. Birinci Dünya Savaşı, kurulan ittifaklarla birlikte hegemon güç olabilmek için nihai bir hesaplaşma niteliği taşımaktadır.
Çanakkale Cephesi’ni söz konusu topyekûn savaşta önemli kılan
temel etmenlerden birisi, Birinci Dünya Savaşı’nı yaklaşık 2 yıl uzatmasıdır. Buna ek olarak Çanakkale Savaşı tarihte görülen en çetin
yıpratma savaşlarından birisi olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda, devletlerin çıkar ve güvenlik anlayışlarının ön planda tutulduğu gerçeğinden yola çıkılarak, Çanakkale Savaşı’nın stratejik önemi
yadsınamaz boyuttadır. Birleşik Krallık ve Fransa ittifakı ile Almanya
ve Osmanlı ittifakının bir araya getirdiği somut ve diplomatik parametreler savaşın gidişatı ve sonuçları açısından önem arz etmektedir.
Güç dengesi yaklaşımına göre, devletlerin askeri kapasitesi,
ekonomik ve teknolojik gelişmişlikleri, politik etkinlikleri, olası bir
savaşta öne çıkmaları için gerekli parametrelerdir. Bu yaklaşıma
bağlı olarak ulusal çıkarlar başta olmak üzere, tehdit algısı, coğrafi
*
Arş. Gör. Akdeniz Üniversitesi, İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü, Öğretim Elemanı ve Doktora Öğrencisi.
22
Tolga Öztürk
yakınlık gibi etkenlerin de ittifak oluşumlarında değerlendirilmesi
gerekmektedir.
Bu çalışmada, Birinci Dünya Savaşı’nda ittifak oluşumlarının
güç dengesi teorisi çerçevesinde nasıl yaşandığı; Çanakkale Savaşı
özelinde ise oluşturulan ittifakların somut olarak değerlendirilmesi yer almaktadır. Makalenin birinci bölümünde güç dengesi teorisi
Birinci Dünya Savaşı genelinde ele alınacaktır. İkinci bölümünde,
Çanakkale Savaşının güç dengesi teorisiyle ilişkisi ortaya konulacak,
üçüncü ve son bölümünde ise savaşın döneme ve günümüze olan
etkilerinin değerlendirmesi yer alacaktır.
http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/175-kolordu-tarihi-fotograflar-i/offset/120
(18.05.2015 tarihinde erişilmiştir).
Güç Dengesi Teorisi ve Birinci Dünya Savaşı
Devlet mekanizmasının temel mantığı, çıkarlarını uluslararası sistemde maksimize etmek, bunun yanında kendisine karşı oluşan ya
da oluşabilecek tehditleri bertaraf etmektir. Tarih boyunca hiçbir
devletin dünyanın tüm coğrafyasında mutlak hâkimiyet kurduğu
gözlemlenmemiştir. Dolayısıyla her hangi bir devletin bütün dünyada mutlak hâkim olabileceği, bundan sonraki süreçte göz ardı edilebilecek kadar düşük bir ihtimaldir. Bu bakımdan, devletler düzeyinde uluslararası sistem anarşik bir yapıya sahiptir. Bu yapı içerisinde
devletlerin çıkarları sürekli birbirleriyle çatışmaktadır. Bu ortamda,
her devlet kendi güvenliğini arttırmak adına diğer devletlerle işbirliği (ittifak) içerisinde olmak ister. Bu ittifaklar hem devletlerin çıkarlarını maksimize etmek için, hem de güvenliklerini sağlama almak
Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı
23
için ortaya koydukları doğal bir reflekstir. Tarihte, Thucydides ve
Kautilya’dan Birinci Dünya Savaşı’na, oradan da günümüze kadar
devletlerin tepkileri benzer olmuştur.1
Herhangi bir ittifak ilişkisine girildiği zaman temelde iki yol
tercih edilir. Bunlardan ilki dengelemek, ikincisi ise ardıncılıktır.2*
Uluslararası sistemde dengelemek, ardıncılığa göre daha yaygın biçimde tercih edilmektedir. Dengelemenin yaygın olarak görüldüğü
uluslararası sistem, diğerine kıyasla daha güvenli olarak tanımlanabilir. Güç dengesini oluşturan temel yaklaşım, hegemon olmaya aday
olan, genelde en kuvvetli ve saldırgan devlete karşı diğer devletlerin ittifak kurması olarak tanımlanabilir. Bu refleksin temel nedeni,
saldırgan devletin hegemon olup, diğer devletlerin egemenliklerine
son verme tehlikesidir. Bu bağlamda, görece güçsüz ve/veya saldırgan olmayıp statükoyu korumak isteyen devletler, kendilerini savunmak için reaksiyon gösterirler.3 Birinci Dünya Savaşı’nda Birleşik
Krallığın ittifak tercihleri de, kendi adalarının güvenliği adına Kıta
Avrupa’sındaki gücün asla tek bir kuvvetli devletin eline geçmemesi
yönünde olmuştur. Winston Churchil’in Birleşik Krallığın bu politikasını ifade eden sözleri: “dört asır boyunca İngiltere’nin dış politikası, Avrupa kıtasında en güçlü, en agresif, en baskın gücün karşısında
olmuştur. Aslında en güçlünün yanında yer alıp zaferin kazanımlarını
paylaşmak çok cazip olabilirdi. Fakat biz her daim görece güçsüzün
yanında yer alarak Avrupa kıtasına askeri tiranlıkların hâkim olmasının önüne geçtik”4 şeklinde olmuştur. Bu sözler açıkça devletlerin güç
dengesi politikasını tercih etmelerinin somut bir kanıtıdır.
Benzer ittifak tercihleri, tarih boyunca farklı ülkeler tarafından
oluşturulmuştur. ABD’nin SSCB’ye karşı görece daha güçsüz olan Çin
ile uzlaşmaya gitmesi ve bunun yanında diplomatik yollarla SSCB ile
Çin arasında oluşabilecek her türlü hizipleşmeyi gizli ya da açık olarak desteklemesi, denge politikasında şartlar uygun olduğunda güçsüzün destekleneceğine iyi bir örnektir.5 Birinci Dünya Savaşında
1
2
3
4
5
Brian Healy, Arthur Stein, “The Balance of Power in International History:Theory
and Reality”, The Journal of Conflict Resolution, Cilt 17, No 1, 1973, s 34.
“Ardıncılık” terimi, İngilizce “Bandwagoning” sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmıştır. Makalenin genelinde İngilizce yerine bu Türkçe tanım tercih edilmiştir.
“Dengelemek” terimi de benzer olarak söz konusu teorinin yazarları tarafından
İngilizce “Balancing” olarak kullanılmaktadır.
Stephen M. Walt, “Alliance Formation and the Balance of World Power”, International Security,Cilt 9, No 4, 1985, s.4.
Winston S. Churchill, The Second World War, Boston, Houghton Mifflin, 1948,
s207-208.
Henry A. Kissinger, White House Years, Boston, Little Brown, 1979, s. 178.
24
Tolga Öztürk
Birleşik Krallık, kıta Avrupa’sında görece olarak Almanya’ya oranla
daha güçsüz taraf olan Fransa’yı desteklemiştir. Böylece Almanya’nın
hem sanayi devriminden sonra kıtadaki yükselişine ket vurmak istemiş, hem de yaklaşık iki asır boyunca elde ettiği sömürge topraklarını, sömürge arayışı içerisinde olan Almanya’dan korumak istemiştir.
İlk büyük savaşın arifesindeki dönemin en büyük dünya güçlerinin,
Kıta Avrupa’sı içerisindeki dağılımı bu şekilde olmuştur. Fakat söz
konusu üç büyük gücün dışında Rusya, İtalya, Avusturya-Macaristan ile Osmanlı da bulunmaktadır. Dolayısıyla Osmanlı ve Rusya’yı
da Avrupa ülkeleri olarak değerlendirdiğimizde, yedi büyük gücün
olduğu bir uluslararası denge ortamı vardır. Coğrafi yakınlık, söz
konusu başat güçlerin ittifak tercihlerinde de etkili olmuştur. Bunun
yanında, Avrupa kıtasında bulunan güçsüz ülkelerin tercihleri, her
ne kadar temel ittifaklardaki dengeyi değiştiremeyecek boyutta olsa
da, jeostratejik açıdan önem arz etmekteydi. Örneğin Almanya ile
Osmanlı arasındaki ittifakın coğrafi olarak tamamlayıcısı Bulgaristan, buna bir örnek olarak gösterilebilir. Dolayısıyla, “bu ülkelerin
ittifak yaklaşımları nasıl olur ve toplam dengeyi nasıl etkiler?” sorusunun cevabı bulunmalıdır. Bu nedenle küçük devletlerin ardıncılık
yaklaşımının irdelenmesi gerekmektedir.
Ardıncılık Yaklaşımı: Büyük güçlerde olduğu gibi, zayıf devletler de tamamen yok olma korkusuyla genellikle görece güçsüz devletlerin yanında yer alıp dengeleme yoluna gitmek isterler. Örneğin
Kenneth Waltz; güçsüz devletler ittifak tercihlerinde ciddi baskı
altında olmadıkları sürece, görece güçsüz ülke ile birlikte hareket
edeceklerini söylemiştir. Böylelikle, tamamen saldırgan güçlü devlet
tarafından mevcut durumun değişmesinden kendilerini alı koymak
istediklerini belirtmiştir.6 Fakat coğrafi yakınlık, ya da savaş halinde
ilerleyen safhalarda bu durum değişiklik gösterebilir. Bu bağlamda,
Scott Thompson ise dominant güç ilerledikçe ya da güç kazandıkça,
kendi lehine bir hareket oluşturacağını ifade etmiştir. Zayıf güçlerin
de dominant güce tabi olarak ittifaka katılım eğilimi göstereceklerini söylemiştir.7 Yine Henry Kissenger, ABD’nin uluslararası düzeni
kurmakta göstermiş olduğu faaliyetlerinde herhangi bir tereddüt
yaşarsa ve ya bir eksiklik gösterirse, müttefiklerinin düzeni kuran
kimse onun yanında yer almaya başlayacağını söyleyerek8 Scott
6
7
8
Kenneth N. Waltz, Theory of International Politics, New York, McGraw Hill,
1979, s 127.
W. Scott Thompson, “The Communist International System”, Orbis, Cilt 20, No
4, 1977, s. 843.
Kissinger, A.g.e., s 172.
Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı
25
Thompson’ın belirttiği şekilde ardıncılığı açıklamıştır. Teorisyenlerin görüşlerinden yola çıkarak ardıncılığın, dengelemede olduğu gibi
basit bir şekilde açıklamasının bulunmadığı görülebilir. Dolayısıyla,
Birinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’daki zayıf güçlerin tercihlerinin
diğer faktörler de göz önünde bulundurulmadan açıklanması beklenemez. Bu bakımdan, görece güçsüz Balkan devletlerinden Bulgaristan, 1915 senesinde görece güçsüz olan Almanya, AvusturyaMacaristan, Osmanlı ittifakında yer almıştır. Dolayısıyla bu seçimde
Bulgaristan’ın Waltz’ın öne sürdüğü gibi hareket ettiğini söyleyebiliriz. Bulgaristan’ın bu savaşa dair kendi coğrafyasından kaynaklanan özel sebepleri bulunmaktadır. Bulgaristan’ın Almanya tarafını
seçmesindeki özel nedenlerin başında ise diğer balkan devletlerinin
Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya tarafında yer almaları gelmektedir.
Zira Bulgaristan kendisini diğer balkan devletlerinin tehdidi altında
hissetmekteydi. Bu tezin tam tersi olarak, Yunanistan ve Sırbistan
ise Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya tarafını tercih etmişlerdir. Bu
da Scott Thompson ve Henry Kissenger’ın öne sürdüğü tezi desteklemektedir. Bu bağlamda, ardıncılık teorisinde ittifak tercihlerinin
bölgenin ve ülkenin koşullarına göre değişeceğini söyleyebiliriz.
Birinci Dünya Savaşı’nın ittifaklarının karakteri bize, klasik anlamda, görece agresif olmayan birinci derecede kuvvetlerin kendi
aralarında anlaşmasını ve güçsüz olan ikinci derecede kuvvetlerin
ise tehdidin uzak ihtimal olduğu bir ittifaka dâhil olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda, Almanya’ya karşı kurulan ittifak böyledir.9
Savaştaki ittifak ilişkilerinin yapısının açıklanması için, diğer faktörleri de sıralamamız yerinde olacaktır.
Toplam Güç: bir ülkenin toplam yeterlilikleri nüfus, endüstri,
askeri kapasite, teknolojik kapasite, ekonomik büyüklük ve bunlara benzer verilerle açıklanabilir. Söz konusu ülke bu konularda ne
kadar güçlü olursa, o denli potansiyel tehdit taşımaktadır. Çok kutuplu dünyada uluslararası sistem, iki kutuplu dünyaya göre daha
karmaşık bir hal almaktadır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde söz
konusu kapasiteler göz önüne alındığında, yukarıda saydığımız yedi
büyük gücün hangi safta yer alacağı önemli hale gelmektedir. Basit
bir şekilde resmedildiği takdirde, sayıca fazla olan taraf potansiyel
kazanan olarak karşımıza çıkar.10 Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcındaki İttifak yapısını, bir tarafta Almanya, müttefikleri Avusturya-Macaristan, Osmanlı Devleti, diğer tarafta ise Birleşik Krallık,
9
Walt, A.g.e., s 7.
10 Harold Nicolson, The Congress of Vienna: A Study in Allied Unity, New York,
Harcourt Brace and Company, 1946, s 205-206.
26
Tolga Öztürk
Fransa, Rusya oluşturmaktadır. Birleşik Krallık tarafında 1915 yılından itibaren yer alan İtalya ise, güç dengesi açısından belirleyici bir
ülke olmuş ve savaşın seyrini Birleşik Krallık ve müttefikleri lehine
değiştirmiştir. Fakat bunun yanında, Çanakkale Savaşı’nın, toplam
güç açısından savaşın gidişatına yönelik önemli bir etkisi olmuştur.
Rusya’nın müttefikleriyle bağlantısının kopması sonucunda, 1917
devriminin yaşanmasına ve Rusya’nın savaştan çekilmesine kadar
giden yol ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, Çanakkale Savaşı, hem Birinci Dünya Savaşı’nın ittifak dengelerini derinden etkilemiştir, hem
de Savaşın süresinin uzaması açısından iki taraf için de yıpratıcı
sonuçlar meydana getiren bir nitelik taşımaktadır. Bu doğrultuda,
Çanakkale Savaşı İttifak teorisi bağlamında da kilit öneme sahiptir.
Coğrafi Yakınlık: Güç dengesi teorisinde ittifak oluşumları incelenirken en önemli etkenlerden birisi de coğrafi yakınlıktır. Devletler doğal olarak kendilerine yakın olan tehditlere karşı daha hassas davranmak zorundadırlar. Zira yakın tehditlerden görecekleri
zarar, coğrafi nedenlerden dolayı, her zaman daha fazla olacaktır. Bu
bağlamda, jeopolitik ve jeostrateji güç dengesi teorisinde önemli bir
yer tutar.11* Coğrafi yakınlık konusunda, büyük güçler ile küçük güçler farklı ittifak tercihlerinde bulunma eğilimde olurlar. Büyük güçler, yakınlarındaki diğer büyük güçlere karşı hareket ederler. Küçük
güçler ise yakınlarındaki büyük güçlerden taraf olmayı seçme eğilimindedirler. Büyük güçlerin yakınlarındaki diğer büyük gücü kendilerine tehdit ve düşman olarak algılamaları, kendi etki alanlarını
tehdit etmesinden kaynaklanmaktadır. Küçük güçlerin ise yakınlarındaki büyük güçlerle ittifak kurma eğilimleri, direnme güçlerinin
bulunmayışından ve söz konusu etki alanına karşı koyamayışlarından kaynaklanır. Bu duruma, Rusya’nın etki alanında olan ve coğrafi olarak yakında bulunan Baltık devletleri ile Finlandiya örnek
gösterilebilir. Rusya’nın gücü ve baskısı karşısında fazla seçenekleri
olmadığından, ardıncılık örneği göstererek Rusya’nın gücüne tabii
olmuşlardır.
Coğrafi olarak büyük güçlerin karşı karşıya gelmesi için Almanya ile Fransa örneğinde yaşandığı gibi yalnızca kara sınırında karşılaşmak gerekmez. Buna ek olarak yakın kıyılarda bulunan denizlerdeki devletler de birbirini tehdit olarak algılayabilir. Birinci Dünya
Savaşından önce Birleşik Krallık ile Almanya deniz kuvvetleri Kuzey
denizinde karşı karşıya gelmişlerdir. Almanya’nın muazzam bir hızla
11 jeopolitik ve jeostratejik yaklaşımların daha ayrıntılı açıklaması için bkz: Nicholas J. Spykman, America’s Strategy in World Politics: The United States and the
Balance of Power, New York, Harcourt Brace and Company, 1942.
Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı
27
donanma kuvvetlerinin gücünü arttırması Birleşik Krallığı rahatsız
etmiştir. Dolayısıyla Birleşik Krallık, Almanya’yı birinci dereceden
tehdit olarak algılamıştır. Almanya, 1871 yılından 1919 yılına, yani
Birinci Dünya Savaşı sonunda mağlup oluncaya dek, donanmasına
çok fazla yatırım yapmıştır. Kayzer 2. Wilhelm’in emriyle Almanya,
küçük bir Prusya donanmasından Birleşik Krallığın donanma gücünden sonra dünyanın en büyük 2. donanma gücüne dönüşmüştür. Amiral Alfred Von Tirpitz önderliğinde donanma büyük bir
güce erişmiştir. Alfred Von Tirpitz’in donanma üzerine yatırım yapma düşüncesinin çıkış noktası ise Amerikalı teorisyen Alfred Thayer
Mahan’ın deniz gücüne yönelik stratejileri olmuştur.12* Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcına yönelik algıda, Almanya’nın sahip olduğu
bu donanma gücü ve Kuzey Denizinden dolayı Birleşik Krallık ile
coğrafi olarak yakın bulunmaları, ittifak oluşumlarını temelden etkileyen bir diğer faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.13
Büyük güçlerin coğrafi olarak birbirlerine yakın olmaları bir diğer ittifak ilişkisi sonucunu daha beraberinde getirmektedir. Basit bir
anlatımla ifade edildiği takdirde; “düşman komşumun komşusu dostumdur” şeklinde açıklanabilir.14 Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya ile
Birleşik Krallığın müttefik olmasının temelinde bu kural yatmaktadır.
Almanya coğrafi nedenlerden dolayı hem Birleşik Krallık için hem de
Rusya için bir tehdit oluşturuyordu. Çanakkale Savaşı’nın yaşanmasında ve savaştaki ittifakların şekillenmesinde rol oynayan Osmanlı’nın
müttefik seçimi de coğrafyadan bağımsız değildir. Rusya’nın, Osmanlı
Devleti için coğrafi olarak daha yakın (kuzey-kuzeydoğusunda doğrudan komşusu) bir tehdit oluşturması bu seçimin nedenlerinden
birincisidir. İkinci olarak ise, Birleşik Krallığın Osmanlı’nın eski toprakları olan başta Mısır gibi stratejik bölgeleri elde etmesiyle, Birleşik
Krallık ile de güneyinden doğrudan komşu olup tehdit altına girmiştir. Böylelikle Osmanlı’nın ittifak tercihini Almanya’dan yana kullanmasında, coğrafyanın etkisi de yadsınamayacak boyuttadır. Almanya
aynı şekilde, Fransa için de en yakındaki tehdit olarak algılanmıştır.
Bu bağlamda, Birinci Dünya Savaşı’nda oluşan ittifakların coğrafi boyutta mantıklı bir açıklaması bulunmaktadır.
Saldırı Gücü: Uluslararası sistemi yine Birinci Dünya Savaşı
şartları altında, yani çok kutuplu bir yapıda düşündüğümüzde, dev12 Daha fazla bilgi için bkz: Alfred T. Mahan, The Influence of Sea Power Upon History 1660-1783, Boston, Little Brown and Company, 1890.
13 Paul M. Kennedy, The Rise of the Anglo-German Antagonism, London, Allen
and Unwin, 1980, s. 421.
14 Walt, A.g.e.,s 10.
28
Tolga Öztürk
letlerin saldırı güçlerinin müttefik seçiminde önemli rol oynadığını
görürüz. Savaşta karşılıklı kutuplaşma esnasında tüm şartların eşit
olduğu kabul edildiği takdirde saldırı gücü, savunma gücüne nazaran üstün olan avantajlı durumdadır.15 Ayrıca, saldırı gücü ittifak
oluşturmak için iki türlü politik tercihe neden olur. Birincisi, yakın
coğrafyadaki güçsüz devletlerin saldırı gücü yüksek olan devletle
ittifak kurma eğilimini güçlendirir. İkinci olarak ise, saldırı gücü
yüksek olan büyük güce karşı, diğer güçlü devletlerin ittifak kurma
süreleri kısalır ve ittifakları daha sağlam olma eğilimindedir.16
Birinci Dünya Savaşı esnasında her iki durum da yaşanmıştır.
Almanya’nın yaptığı askeri yatırımlar neticesinde saldırı gücü kıtadaki diğer devletlere nazaran çok daha önde olmuştur. Bu bağlamda
coğrafi olarak yakınındaki Avusturya-Macaristan (zaten Almanya
ile çok kuvvetli ortak kültürel bağlara sahip olması da önemli bir tercih sebebidir) ile Osmanlı Devletinin ittifak tercihinde Almanya’nın
saldırı gücünün yüksekliği etkili olmuştur. Bu bağlamda Enver Paşa
gibi Osmanlının üst düzey komutanlarının Almanya hayranlığı tarihe not düşülmüştür.17
Saldırgan Niyetler ve Diplomasi: Güç dengesinin oluşumunda
diplomasi ve devletlerin niyetleri ya da algılanan niyetleri önem arz
etmektedir. Büyük güçler arasında algılar çok önem taşır. Devletler
rakip güçlerin saldırgan bir tavır içerisinde olduğuna ikna olursa, hem
saldırgan niyetli güce karşı askeri önlemler almak suretiyle cevap verilir, hem de diğer büyük güçlerle hızlı bir şekilde ittifak yoluna gidilir.
Böylelikle saldırgan güce karşı olabildiğince güçlü bir blok oluşturulur. Buna verilecek en güzel örnek, Bismarck’ın izlediği diplomasidir.
Almanya 19.yüzyıl sonunda Bismarck sayesinde hem Rusya hem de
Fransa ile ikili antlaşmalara imza atarak bir yandan agresif bir şekilde
büyümüş ve güçlenmiş, diğer yandan da uyguladığı dengeli politikayla güçlü ülkeleri ürkütmemeyi başarmıştır. Fakat Bismarck’tan sonra
Almanya bu denge politikasını sürdürememiş; Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya’yı kendisine karşı pozisyon almaktan alıkoyamamıştır.
Bunun neticesinde de Birinci Dünya Savaşı meydana gelmiştir. Neticede diplomasi, ittifak oluşumlarının tek başına önüne geçebilecek bir
etken olmasa da, güç dengesinin korunması ve savaştan kaçınabilmenin en önemli enstrümanlarından olarak kabul edilebilir.
15 Walt, A.g.e., s 11.
16 John J. Mearsheimer, The Tragedy of Great Power Politics, New York, W.W. Norton and Company, 2001, s 168.
17 Durdu Mehmet Burak, “Enver Paşa’nın Hayatı ve İngiliz Belgelerindeki Düğün
Raporu”, Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt 13, No 1, 2005, s 8.
Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı
29
Denge Politikası ve Ardıncılık Nedenleri: 1914 yılında uluslararası sistem Avrupa kıtasındaki ülkeler arasındaki rekabetten dolayı
çok gergin bir vaziyetteydi. Birleşik Krallık ve Fransa gibi iki büyük
sömürge gücünün yanında, Rusya gibi Avrasya’da çok geniş alanlara
sahip ülkelerin zengin kaynaklara sahip toprakları bulunmaktaydı.
Bu bağlamda sanayileşmesini tamamlamış bilhassa Birleşik Krallık
ve Fransa, sahip oldukları sanayileri için hammadde bulmakta da
sıkıntı yaşamamaktaydı. Fakat bu iki ülkeden farklı olarak Almanya
ve İtalya ise, sanayileşmelerini geç de olsa tamamlamalarına karşın
diğer iki ülke gibi hammaddeye ulaşabilecek büyüklükte sömürge
topraklarına sahip değillerdi. Dolayısıyla teknolojik yeterliliğe ulaşmış bu iki büyük güç, ister istemez bir paylaşım savaşına doğru yol
almaktaydılar. Bu açıdan konu basit bir şekilde ele alındığında, Almanya ve İtalya’nın ilk etapta ittifak kurması gerektiği söylenebilir.
Fakat İtalya, Osmanlı toprağı olan Kuzey Afrika’daki Trablusgarp
(Libya) topraklarına, daha sonra Etiyopya’ya sahip olmasıyla, bu
paylaşım savaşında Almanya’nın yanında yer almamıştır. Dolayısıyla Almanya, kıta Avrupa’sında acilen sömürge ihtiyacı ile diğer
kuvvetlerin karşısında yer almıştır. Bunun yanında Avusturya-Macaristan ise, Almanya ile benzer nedenlerden ve kültürel yakınlığın
etkisiyle Almanya ile ittifak kurmuştur.18
Burada değinilmesi gereken diğer güç Osmanlı İmparatorluğu’dur.
Osmanlı artık ekonomik olarak iflas etmesine rağmen, elinde hala
ciddi büyüklükte bir toprak parçası bulunduran, nispeten yüksek
sayıdaki askeri varlığıyla orta derecede bir kuvvet olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda, Osmanlı’nın toprakları Akdeniz, Karadeniz,
Hazar denizinin birleştiği noktada, bir başka deyişle Asya, Avrupa
ve Afrika’nın ortasında bulunmasından dolayı hem stratejik bakımdan, hem de ticari bakımdan çok önemli bir yerdedir. Dolayısıyla
sanayileşmiş devletler tarafından sömürgeleştirilmek için cazip durumdadır. Birleşik Krallık, Rusya ve Fransa’nın, Osmanlı topraklarını paylaşmaya önceden niyetli oldukları anlaşılmaktadır. Bu bağlamda zaten Osmanlı ile ittifak kurmaktan kaçınmışlardır.19
Birinci Dünya Savaşında oluşan dengenin büyük güçler tarafından belirlenmesini, ana hatlarıyla izah etmek zor değildir. Fakat
ardıncılık yapan bilhassa balkan ülkelerini izah etmek daha karmaşıktır. İlk olarak, ardıncılık yapan ülkelerin sayısı arttıkça savaşa
sürüklenme olasılığı da o derecede artacaktır. Zira ardıncılık artan
18 Roland G. Usher, “Austro-German Relations Since 1866”, The American Historical Review, Cilt 23, No 3, 1918, s 577-595.
19 http://avalon.law.yale.edu/20th_century/sykes.asp (Erişim Tarihi: 22-08-2015)
30
Tolga Öztürk
bir ivmeyle bir gruba doğru yönelmekteyse, karşı grup daha evvel
müdahalede bulunmak isteyecektir.20
Birinci Dünya Savaşı esnasında olduğu gibi, dengelemenin daha
yoğun olduğu bir ortamda ardıncılık tercih edilirse, daha fazla zarar görmek olasıdır. Tersi durumda da, ardıncılığın yoğun olduğu
bir uluslararası sistemde, dengelemek büyük zararlara yol açabilir.
Birinci Dünya Savaşı’nda ardıncılık politikasını tercih eden Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan’ı ele aldığımızda karşımıza şu olası
şartlar çıkmaktadır: 21
Birincisi, ardıncılık politikası güden küçük devletler, kendi coğrafyası yakınlarında diğer küçük devletlere karşı denge politikası
gütmektedirler. Bu bağlamda Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan
için Balkanlarda çok çetin bir çıkar çatışması ve denge politikası olduğu yadsınamaz.
İkinci olarak, ardıncılık politikası güden devlet, kendi çıkarlarını
korumak için yeterli miktarda müttefiklerinden yardım alamayacağını düşünebilir. Ardıncılık politikasıyla dâhil olduğu ittifak grubundan nemalanmak isteyebilir.
Son olarak, çok güçlü bir komşuya sahipse, ardıncılık yapmak
durumunda kalabilir. Bu bağlamda, Almanya, Avusturta-Macaristan ve Osmanlı ittifak grubuna dâhil olan Bulgaristan’ın davranışı
açıklanabilir. Bulgaristan, başta kendi coğrafyasında Sırbistan ve Yunanistan ile rekabet halinde olduğundan ve coğrafi olarak neredeyse
iki ülkenin ortasında bulunduğundan, bu yolu tercih etmesi mantıklı görünebilir. Ayrıca Osmanlı ile doğrudan sınırının bulunması, sınır komşularından görece en kuvvetlisinin karşısında bulunmak istememesi de kendi içerisinde tutarlı bir yaklaşım olarak görülebilir.
Neticede, dengelemek ve ardıncılık politikasının karmaşık yapısının altındaki parametreler; güç, coğrafi yakınlık, saldırı kapasitesi
ve diğer devletlerin amaçları olarak gösterilebilir.
İdeolojinin Güç Dengesindeki Yeri: “İdeolojik dayanışma” teriminden ilk olarak Hans Morgenthau bahsetmektedir. Buna göre,
ideolojileri aynı ya da benzer olan ülkelerin birbirleriyle iyi ilişkiler
içerisinde olması veya müttefik olma olasılıkları, farklı ideolojiyle
yönetilen devletlere göre daha yüksektir. Bu teoriye ek olarak, benzer ideolojiyle yönetilen devletlerin daha fazla politik ve kültürel
paylaşımda da bulunacağı belirtilmektedir. Bu paylaşımlar da müt-
20 Walt, A.g.e.,s 13-14.
21 Edward V. Gulick, Europe’s Classical Balance of Power, Toronto, The Norton Library, 1967, s 16.
Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı
31
tefiklik zemini için gayet uygun bir ortam yaratmaktadır.22
İdeolojik yakınlık burada aynı zamanda kültürel zemini de barındırmaktadır. Bu bağlamda, tarihte devletlerin hem ittifak ilişkilerine hem de sosyolojik boyutuna etki eden gelişmeler yaşanmıştır.
Örneğin Çin’de gerçekleşen Mao devriminin karşısında bulunan
Çan Kay Şek’in Hıristiyan dinine mensup olması23 ABD’nin desteğini kazanmasında etkili olmuştur. Benzer örnekler Soğuk Savaş yıllarında da çokça gözlemlenmiştir. Fakat Birinci Dünya Savaşı esnasında ideolojinin ittifak oluşumlarında ne gibi etkilerinin olduğunu
sistemli bir şekilde açıklayarak anlayabiliriz.
İlk olarak, benzer ideolojideki ülkelerle ittifak kurmak, devletin
kendi siyasi prensiplerine sahip çıkması anlamına geleceğinden, bu
davranış o devletin iç politikasında da rahatlamasına yol açacaktır.24
Buna örnek olarak, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluklarının ittifak halinde bulunmaları verilebilir.
İkinci olarak ise, benzer ideolojideki devletlerin ittifak halinde
olmaları birbirlerine daha fazla güvenmelerine olanak sağlayacaktır. Yine Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğunun kaderi, Birinci Dünya Savaşı esnasında ideolojik olarak
aynı yolda olduklarını bize göstermiştir. Birinci Dünya Savaşı, artık
İmparatorlukların çöktüğü ve ulus devletlerin uluslararası sistemde
varlıklarını kesin olarak ispat etikleri bir savaş olarak, aynı zamanda bir “ideolojik sistem” savaşı niteliği de taşımaktadır. Dolayısıyla,
Avusturya-Macaristan ve Osmanlının ideolojik sistem olarak “çağdışı” kaldığının bir göstergesi Birinci Dünya Savaşı olmuştur. Ulus
devlet anlayışı karşısında imparatorluklar kaybetmiş ve savaşın neticesinde dünya buna göre şekillendirilmiştir.
Üçüncü olarak, benzer ideolojilerin bulunduğu bir grupta ittifaka katılmak, ideolojisinin zayıf düştüğü bir devlete bilhassa iç politikada daha fazla meşruiyet kazandıracaktır. Örneğin, Osmanlı’nın
Avusturya-Macaristan ile yaptığı ittifakta, 19.yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başlanan monarşi, az da olsa nefes almıştır.
Son olarak, ideolojinin bizzat kendisi, ittifak ilişkisi kurulmasını
emrediyor olabilir. 25 İslam buna iyi bir örnektir. Birinci Dünya Savaşı’ndaki ve onun özelindeki Çanakkale Savaşı’ndaki ittifak ilişkilerini
22 Hans J. Morgenthau, Politics Among Nations: The Struggle fof Power and Peace,
New York, McGraw Hill, 2005, s 184-186.
23 Jay Taylor, The Generalissimo:Chiang Kai Shek and the Struggle for Modern
China, Cambridge, Harvard, 2005, s 2.
24 Walt, A.g.e.,s 18-19.
25 Walt, A.g.e.,s 20.
32
Tolga Öztürk
ilgilendiren en önemli ideolojik meselelerden birisi de Hilafet meselesidir. Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı’nın eline geçen hilafet, ideolojik olarak tüm Müslüman dünyaya birleşmeleri gerektiğini
salık veren bir kurumdur. Bir başka deyişle ittihadı İslam’ın göstergelerinden birisi de hilafet makamıdır.26 Her ne kadar Osmanlı’nın
refah zamanında hilafet, siyaseten sembolik olarak devam etmişse
de, savaş esnasında Müslümanların potansiyel gücünü kullanmak
için, politik ve ideolojik olarak ciddi bir öneme sahip olmuştur.
Çanakkale Savaşı’nda ise ideolojinin etkisi ittifak dengelerini etkileyebilecek boyutta yaşanmıştır. İlk etapta Birleşik Krallık, Britanya İmparatorluğu’nun bir parçası olan Hindistan’dan, Çanakkale’de
savaşmak üzere 10.000 ile 20.000 arasında asker göndermiştir. Fakat
Hindistan’daki halkı ikna etmek için çok fazla propaganda yapmak zorunda kalmıştır. Bunun nedeni ise, halkın ekseriyetinin Müslüman olmasıdır. Müslüman halkı ikna etmek için ittihatçıların ve müttefikleri
Almanların, halifeyi rehin aldıklarını söylemişlerdir. Bu propaganda
kısmen sonuç vermiş ve Çanakkale’de savaşmak üzere belli bir asker
toplanabilmiştir. Fakat Çanakkale’ye geldiklerinde durumun farkına
varan ve bilhassa Müslüman olan Hindistanlı askerler saf değiştirmek
suretiyle Osmanlı tarafına geçmişlerdir.27 Saf değiştiren Hindistan askerlerinin tahmini olarak 10.000 asker kadar olduğu belirtilmiştir.28
Bu açıdan bakıldığında, ideolojinin ittifak ilişkileri açısından
çok ciddi askeri sonuçlara yol açabileceği görülebilir. Osmanlı’nın
Çanakkale Savaşında zafer kazanmasının nedenleri arasında, itilaf
devletleri arasında yaşanan bu kopuşun da bir etkisinin olduğu muhakkaktır.29
Çanakkale Savaşı özelinde itilaf devletlerinin yaşadığı sıkıntılardan bağımsız olarak, Birinci Dünya Savaşı genelinde, ideoloji
konusunda Osmanlı ve müttefikleri aleyhine işleyen bir durum söz
konusu olmuştur. Müttefiklik ilişkileri açısından uygun ortamı sağlaması için söz konusu ideolojinin olabildiğince az hiyerarşik olması
gerekmektedir. Bu nedenle, Birleşik Krallığın başını çektiği müttefiklerin yönetim biçimleri olan demokrasi (parlamenter monarşi),
26 http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/1936/20294.pdf (Erişim tarihi 25-072015)
27 Mustafa Keskin, Hindistan Müslümanlarının Milli Mücadele’de Türkiye’ye Yardımları 1919-1923, Kayseri, Erciyes Üniversitesi Yayınları, 1991, s 20-49.
28 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dâhiliye Nezaret-i Emniyet-i Umumiye Seyrüsefer
Müdürlüğü, no: 40 – 1, 04.R.1338
29 Mim Kemal Öke, Güney Asya Müslümanlarının İstiklal Davası ve Türk Milli Mücadelesi, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988, s 70-75.
Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı
33
daha avantajlı olmalarını sağlamaktaydı. 30 Bu bağlamda, savaşın genelinde monarşi ile idare edilen Avusturya-Macaristan ile Osmanlı
dezavantajlı durumda olmuşlardır. Sonuç olarak genel bir çerçeve
çizilmesi gerekirse, bir devlet demokratikleştikçe ittifak kurması
kolaylaşır; tam aksine mutlak monarşi ya da komünizm benzeri
ideolojilerde müttefiklik zorlaşır. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı esnasında yönetim biçimi her ne kadar meşruti monarşi olsa da,
kendi içerisinde de bir sistem bunalımı yaşadığı için, demokratik
olmasının ya da o dönemin ulus devletleri ile müttefik olmasının
çok zor olduğu görülebilir. Neticede karşı taraftan doğrudan ciddi
bir tehdit algılanmadıkça ideolojik dayanışma ortaya çıkar. Ayrıca
ideoloji, devletler tarafından diplomatik bir araç olarak kullanılır.
Bu araç kimi devletler tarafından tavizsiz uygulanması gereken bir
araç olarak da görülebilir. Son tahlilde, ideolojiler denge politikasında yardımcı bir eleman olarak görev alırlar.31
İttifak Kuramı ve Uluslararası Yardımlar: İttifak kuramının
değişmez gerçeklerinden bir diğeri ise, dış yardımların ittifakları
kuvvetlendireceğidir. Ekonomik ve askeri yardımlar, devletlerin yeni
müttefikler kazanmasını sağlar. Ayrıca, hâlihazırdaki müttefiklerle
bağların kuvvetlendirilmesinde de önemli rol oynayacaktır. Dış yardımın, hem yardım eden devlet, hem de yardım alan devlet bakımından farklı hassas noktaları bulunmaktadır. Birincisi, bağış alan devlet, bağış yapan devletten sürekli daha fazla yardım alma eğiliminde
olacaktır. Bu durumda, yardım eden devlet giderek isteksizleşmeye
başlayacaktır. Bu da bir ikileme yol açacaktır. Yardım eden ülke, karşı
tarafın “daha fazla elini taşın altına koymasını ister”. Fakat yardım
edilen ülke bunu yapmaktan kaçınır ve sürekli daha fazla yardım talep ettikçe, karşılığını alırsa daha fazla güçlenir. Yardım alan devlet
güçlendikçe de, yardım eden ülkeye karşı daha sert tutum alıp, ittifak ilişkisini dahi kendi çıkarları doğrultusunda sonlandırabilecektir.
Dolayısıyla bu durum, yardım eden devlet için adeta bir terazi gibidir. Yardım, söz konusu şartlar altında, dozunda yapılmalıdır.32
Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı’nın Çanakkale cephesinde
savaşırken, aynı zamanda farklı birçok cephede savaşmasını, kısmen uluslararası yardımlar açıklayabilir. İngilizlerin ulusalcılık propagandasıyla, Arap kabilelerine çeşitli bağımsızlık vaatleri ve buna
30 Walt, A.g.e., s 21.
31 Andreas Wimmer ve Yuval Feinstein, “The Rise of The Nation State across the
World, 1816 to 2001”, American Sociological Review, Cilt 75, No 5, 2010, s 764790.
32 Walt, A.g.e.,s 27-28.
34
Tolga Öztürk
bağlı olarak krallık teklif etmeleri buna örnektir. İngilizler, Arap kabile liderlerini dış yardımlarla da yanlarına çekip, Osmanlı’ya karşı
Ortadoğu’da daha fazla cephe açabilmiştir. Dolayısıyla, Birinci Dünya Savaşı esnasında bu yardımları etkin bir şekilde kullanan Birleşik
Krallık ve Fransa, avantajlı bir durum elde etmiştir.33
Politik Nüfuz: Bir devlet savaş ya da barış esnasında, rakip gördüğü ya da çıkarlarının bulunduğu başka devletlerin politik sistemlerine nüfuz etmeye çalışır. Savaş zamanlarında, itilafta olunan devletin sistemini manipüle etmek için çaba sarf edilir.
Hedefteki devletin karar alma mekanizmalarında, kilit noktada
bulunan bürokratlarla ve siyasilerle anlaşma yoluna gidilip, mevcut
şartlar içerisinde söz konusu devletin müttefikliğe ya da karşı gruba
dâhil olmasına çalışılır. Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı’na girerken,
toprakları Birleşik Krallık tarafından hedefe konulduğu için, söz konusu politik nüfuz, Osmanlı’yı ya savaşın dışında tutma ya da kötü
ihtimalle Almanya tarafında savaşması yönünde gerçekleştirilmiştir.
Bu nüfuz aynı zamanda Almanya’nın yeni cepheler açma isteği ve
Rusya’ya güneyden, boğazlardan yardım gitmemesi için Osmanlı’da
bizzat başkentte görevli diplomat Liman von Sanders tarafından,
Almanya lehine, müttefik olmak için yapılmıştır.34 Dolayısıyla, söz
konusu politik nüfuz, Çanakkale Savaşı’nın yaşanmasına vesile olan
yolda önemli bir etken olarak yer almıştır.
Osmanlı’nın yaşadığı bu etki dışında, lobi faaliyetlerinde bulunarak, ya da lobi faaliyeti yürütebilecek sivil toplum kuruluşlarını
destekleyerek, farklı devletlere politik çıkarlar doğrultusunda nüfuz
edilebilir. Bunun yanında Birinci Dünya Savaşı’nda çok sık yaşanan
propaganda faaliyetleri ile de politik nüfuz gerçekleştirilebilir.
Propaganda’nın pozitif ya da negatif etki etmesi istenilip, o doğrultuda faaliyet gösterilebilir. Örneğin, İngilizlerin Ortadoğu’da Arap
milliyetçiliğine yönelik yaptığı propaganda faaliyetleri Osmanlı’yı
çok zor durumda bırakmıştır. Sonuç olarak, politik nüfuzun etkili olabilmesindeki en önemli ayrıntı ise, hedefteki devletin politik
olarak zayıf düşmüş olması gerekliliğidir. Bu bağlamda Osmanlı,
ulus devlet rüzgârlarının estiği 20.yüzyıl başında politik ve ideolojik
olarak zayıf düştüğü için, topraklarındaki propaganda faaliyetleri ve
politik nüfuz çabalarına yeterince karşı koyamamıştır.35
33 Donald M. McKale,” Germany and the Arab Question in the First World War”,
Middle Eastern Studies, Cilt 29, No 2, 1993, s 236-253.
34 Walt, A.g.e., s 31.
35 Ralf Haswell Lutz, “Studies of World War Propaganda, 1914-33”, The Journal of
Modern History, Cilt 5, No 4, 1933, s 496-516.
Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı
35
Güç dengesi ve dengelemek kavramlarının Birinci Dünya
Savaşı’nı ilgilendiren boyutları, yukarıda bahsedildiği gibi olmakla
birlikte, savaştaki ittifak yapısı içerisinde görülmeyen Bloodletting
ve Buck Passing36* yollarına da başvurulabilir.37
Görüleceği üzere, devletlerin ittifak kurmaları için uluslararası
sistemdeki güç dengesi çok önemlidir. Bu dengeyi kurabilmek için
ise, çıkar maksimizasyonu hedefindeki devletlerin, coğrafyası, ekonomisi, askeri yeterlilikleri, teknolojik üstünlükleri, diplomatik kabiliyetleri ve niyetleri önem arz etmektedir.
Çanakkale Savaşı’nın Güç Dengesi
Çanakkale Savaşı, hem nedenleri, hem de neticesi itibariyle Birinci
Dünya Savaşı’na katılan tüm ulusları derinden etkilemiştir. Çanakkale Savaşı’nın iki tarafı da yıpratıcı etkisi çok büyük olmuştur. Bu
savaşa giden yol, denge teorisinin alt başlıklarından birisi olan jeopolitikle doğrudan ilgilidir.
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde bahsettiğimiz ekonomik olarak güçlenmiş ve yeni toprak kazanımları ve hegemonya
hedefleyen bir Almanya, Avrupa kıtasının ortasında bulunmaktadır.
Almanya’nın bu durumu, onun olası bir savaş durumda kaderini belirleyen coğrafyasıyla uyumlu bir strateji beslemesini gerekli kılmıştır.
Söz konusu stratejinin ilki, doğusunda Rusya ile batısında Fransa’nın
bulunmasından dolayı iki cepheli bir savaştan kaçınma gerekliliğidir.
Aslında bu politikayı Bismarck uygulamayı başarmış, bunu da diplomasiyi etkin kullanarak dengelemeyi başarabilmiştir.38 İki cepheli
bir savaştan kaçınmanın imkânsızlaşabileceği durumlarda ise, bir “b”
36 Kavramların tam Türkçe karşılığı bulunmadığından doğrudan literatürde kullanıldığı gibi yazılmıştır. Bloodletting: İki güç arasında savaşın devam etmesini
isteyen üçüncü gücün uyguladığı politikadır. Burada İran-Irak savaşı örnek gösterilebilir. Savaş sırasında hangi taraf ilerleme kaydederse, ABD diğer tarafı destekleyerek her hangi bir tarafın kazanmasını istememiştir. Burada hedef, savaşı
olabildiğince uzatıp iki tarafında yıpranmasını sağlamaktır.
Buck Passing: Bu kavram aslında bir poker deyimi olmasına karşın uluslararası ilişkiler terminolojisinde kendisine yer bulmuştur. Daha çok büyük devletler
arasında kendisini gösteren bu durum savaştan olabildiğince kaçmaya çalışıp,
saldırgan devleti başka bir güce yönlendirmeye çalışmasıdır. 2.Dünya Savaşı
öncesi İngiltere ve Fransa’nın, Almanya ile Münih antlaşmasını imzalaması ve
Almanya’yı SSCB’nin üzerine yönlendirmesi örnek gösterilebilir.
37 Thomas J. Christensen ve Jack Snyder, “ Chain Gangs and Passed Bucks: Predicting Alliance Patterns in Multipolarity”, International Organization, Cilt 44, No 2,
1990, s 137-168.
38 Lawrence D. Steefel, “Bismarck”, The Journal of Modern History, Cilt 2, No 1,
1930, s 74-95.
36
Tolga Öztürk
planı Alman subay Schlieffen tarafından geliştirilmiş ve onun adını
almıştır. Bu plan Almanya eğer iki cephede birden savaşmak durumunda kalırsa, önce batı cephesinde Fransa’nın hızlı bir şekilde mağlup edilip, ardından Rusya ordularını tahkim edene dek, Alman kuvvetlerinin çoğunluğunu doğu cephesine kaydırmaya dayanmaktaydı.39
Almanya’nın iki cephede birden savaştan kaçınma planı, Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya arasında oluşturulan ittifak ile sonuçsuz
kalmıştır. Savaştan kaçınılamamış ve sonrasında Sclieffen planı olarak bilinen plan, Birinci Dünya Savaşı başladığında uygulamaya konulmuştur. Almanya, derhal Belçika üzerinden Fransa’yı işgal ederek
etkisiz hale getirmek istemiş, fakat Marne Savaşında Almanya’nın
müttefikler tarafından durdurulması Sclieffen Planını çökertmiştir.
Marne’da, savaşın kilitlenip cephe savaşına dönüşmesiyle birlikte, yeni stratejik açılım arayışları iki ittifak grubu tarafından hız
kazanmıştır. İngiltere ve Fransa, Almanya’yı doğu cephesinden daha
şiddetli sıkıştırmayı ve bu bağlamda batı cephesinde rahatlayarak
savaşı sonlandırabileceklerini düşünmekteydiler. Bunun için, doğudaki müttefikleri Rusya’ya yardım götürmeleri gerekmekteydi.
Rusya, hem askeri teknoloji hem de ekonomik olarak Almanya ile
baş edebilecek kapasitede olmadığından, bu yardım daha da önem
kazanmaktaydı.
Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yılında ortaya çıkan bu tabloda,
coğrafyanın önemi çok ciddi hissedilmiştir. Churchill’in başlangıçta Rusya’ya ulaşmak için öngördüğü ilk yol, Baltık Denizinden
Almanya’yı yarma planıydı. Plan, Almanya’nın Kiel şehrinin kuzeyinde bulunan Borkum adasını ele geçirerek, Kuzey Denizinden
Almanya’ya blokaj uygulamaktı. Böylelikle hem Rusya’ya kuzeyden
yardım gönderilebilecek hem de Danimarka ve Hollanda’nın üzerindeki baskı kırılarak Almanya kuzeyinden, karadan ve denizden çevrelenerek mağlup edilebilecekti. Fakat Birleşik Krallık Savaş Konseyinde, Churchill’in bu teklifi, Çanakkale alternatifine göre başarı
şansı daha az görülüp reddedilince, Çanakkale Savaşı tek alternatif
olarak kalmıştır.40
Baltık Denizi ve Avrupa’nın orta kesimleri Alman kontrolünde olduğundan, Birleşik Krallık ve Fransa, kalan tek seçenek
Akdeniz’den dolaşıp güneyden boğazları kullanarak Rusya’ya ulaşmak
39 Terence M. Holmes, “One Throw Over the Gambler’s Dice: A Comment on Holger Herwig’s View of the Sclieffen Plan”, The Journal of Military History, Cilt 67,
No 2, 2003, s 513-516.
40 Patrick Salmon, Scandinavia and the Great Powers 1890-1940, Cambridge,
Cambridge University Press, 1997, s 91-92.
37
Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı
ve Almanya’yı tamamen kuşatmak istemişlerdir. Bu strateji, Birleşik
Krallık ve Fransa’ya, galibiyet halinde, kendi içerisinde birden fazla
kazanım vaat etmekteydi. Çanakkale’den geçip İstanbul’u ele geçirerek
Osmanlı’yı savaşın dışına çıkarmak, Rusya’nın Osmanlı boğazları üzerinde egemen olma isteğine ket vurmak, Balkan coğrafyasındaki ülkelerin İngiltere ve Fransa safında savaşmasını sağlayarak Almanya’yı
Avrupa’da daralan bir çember içine güneyden hapsetmek ve savaşı
olabildiğinden erken bitirmek olarak bu amaçlar sıralanabilir.41
Güç dengesi teorisine göre, Birinci Dünya Savaşı’na katılan ülkelerin somut verileri, savaşın potansiyel kazananı hakkında bize
önemli ipuçları sunacaktır.
Birinci Dünya Savaşı 1914 – İtilaf Devletleri
Nüfus
GSMH
Alan
Ülke
(milyon) (Milyar Dolar) (Milyon km2)
Birleşik Krallık
Fransa
Rusya
Britanya Kolonileri
Fransız Kolonileri
46
39.8
173.2
380.2
48.3
226.4
138.7
257.7
257
31.5
0.3
0.5
21.7
13.5
10.7
Toplam
687.5
911.3
46.7
Kaynak: Stephen Broadberry, Mark Harrison, “The Economics of World War I: A
Comparative Quantitative Analysis”, Journal of Economic History, Cilt 66, No 2,
2006, s 514.
Ülke
Birinci Dünya Savaşı 1914 – İttifak Devletleri
Nüfus
GSMH
Alan
(milyon) (Milyar Dolar) (Milyon km2)
Almanya
Avusturya-Macaristan
Osmanlı Devleti
Alman Kolonileri
Toplam
67
50.6
23
10.7
151.3
244.3
100.5
25.3
6.4
376.5
0.5
0.6
1.8
3
5.9
Kaynak: Stephen Broadberry, Mark Harrison, “The Economics of World W Journal
of Economic History ar I: A Comparative Quantitative Analysis”, , Cilt 66, No 2, 2006,
s 514-515.
41 Matthew Farish, “Modern Witnesses: Foreign Correspondents, Geopolitical Vision, and the First World War”, Transactions of the Institute of British Geographers, Cilt 26, No 3, 2001, s 273-287.
38
Tolga Öztürk
Tablolarda görüldüğü üzere, savaşın sonucunu etkileyecek verilerde, itilaf devletlerinin oluşturduğu ittifak, kâğıt üzerinde savaşın
kazananı olacaklarını bize göstermektedir. Hem nüfus, hem ekonomik güç, hem de toprak büyüklüğünün getireceği stratejik avantajlara sahip bu ülkeler neticede Birinci Dünya Savaşı’nın kazananı
olmuşlardır.
Çanakkale Savaşı’nın ise, Birinci Dünya Savaşı’nın bir cephesi
olsa da, kendi içerisinde değerlendirildiğinde, çok farklı neticeleri
olmuştur. Savaşın kazananı olan Osmanlı Devleti ile itilaf devletlerinin güç dengesini karşılaştırdığımız takdirde ortaya ilginç neticeler
çıkmaktadır. Yukarıdaki, tabloda Osmanlı’nın ekonomik kapasitesinin, Avrupalı büyük güçlerden çok daha az olmasına paralel bir
şekilde, askeri teknoloji bakımından da itilaf devletlerinden daha zayıftır. Bunun yanında, Osmanlı ordusu toplam muharip asker sayısı
bakımından da itilaf devletlerinden daha zayıf bir görünüm teşkil
etmektedir.42
Çanakkale cephesindeki veriler, Britanya İmparatorluğu adına
489.000 asker, Fransa adına ise 79.000 asker katıldığını bize göstermektedir. İtilaf devletleri toplamda 568.000 askerle muazzam bir güç
oluşturmaktadır. Osmanlı Devletinde ise bu güce karşılık verecek
Çanakkale cephesindeki 5. Ordusu 315.500 kişiden oluşmaktaydı.43
Bu bağlamda, yalnızca somut verilere bakılarak kazanan tarafı
önceden belirlemek mümkün olmamaktadır. Zira yukarıda bahsettiğimiz üzere, somut verilerle birlikte önemli rol oynayan birçok etken bulunmaktadır. Çanakkale Savaşı’nda bu etkenlerden en önemlisi askeri taktik ve strateji olarak karşımıza çıkmaktadır.
İlk olarak, Çanakkale Savaşı’nın karar vericilerinden Britanyalı
Churchill ve Fisher’in Osmanlı Devletinin görece zayıflığına aldanıp, yalnızca denizden savaş gemileriyle operasyon yapıp, İstanbul’u
ele geçirme planlarının çöktüğü görülecektir. Deniz savaşı 19 Şubat
1915’ten yaklaşık bir ay sonra, 18 Mart 1915 yılında, itilaf kuvvetlerinin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Türk topçularının karadan atışları
ve denizden döşenen mayınlarla, İngiliz ve Fransızlar ağır kayıplar
vermiştir. Ardından 25 Nisan 1915’te başlayan kara harekâtı ise, bu
kez denizden ciddi destek bulamamıştır. İtilaf kuvvetlerinin bu temel yanlışından sonra, kara harekâtının komuta kademelerinde de
ciddi sıkıntılar yaşanmıştır.44
42 Edward J. Erickson, Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First
World War, Londra, Greenwood Press, 2001, s 75-100.
43 Erickson, A.g.e., s 95.
44 Edward J. Erickson, “Strength Against Weakness: Ottoman Military Effective-
Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı
39
Osmanlı Devletinin Çanakkale’de savaşan 5. Ordusu, askeriyenin en iyi yetişmiş elitlerinden oluşmaktaydı. Bilhassa Esat Paşa gibi
Balkan Savaşlarında bulunmuş ve askeri savunma taktikleri konusunda uzman bir komutan ile Mustafa Kemal gibi iyi yetişmiş ve
yine savaş tecrübesi bulunan bir komutan, Osmanlı için ciddi bir
avantaj teşkil etmekteydi. Ayrıca, orduya komuta eden Liman Von
Sanders ve diğer kumandanlar arasındaki haberleşme çok iyiydi.
İtilaf devletlerinde ise, 1917 yılına kadar ofansif savaşta herhangi
bir üstünlük kuramayan ordu, en başarısız denemelerinden birisini
Çanakkale’de yaşamıştır.45
Birinci Dünya Savaşı’nın en belirleyici özelliklerinden birisi de,
savaşın çoğu cephede bir kilitlenme yaşayıp yıpratma savaşına dönüşmesi gerçeğidir. İtilaf devletleri, ekonomik ve beşeri olarak ittifak
devletlerinden her ne kadar büyük olsalar da, savaş uzun sürmüştür. Gelişen askeri savaş teknolojisi, kilitlenen cephe savaşlarının ve
uzayan sürenin temel sebebi olarak görülebilir. Bu bağlamda, Çanakkale cephesinde Osmanlı’nın temel amacı, itilaf devletlerinin
başkent İstanbul’a ulaşmasının engellenmesiydi. Daha iyi bir ihtimal
olarak, itilaf devletlerinin Çanakkale’de denize dökülmesi cephede
kesin zafer olarak düşünülebilir, fakat bu Osmanlı’nın askeri kapasitesi göz önünde bulundurulduğunda, mümkün gözükmemektedir. İtilaf devletleri açısından ise, cephenin temel amacı, bir an önce
İstanbul’u ele geçirerek Osmanlı’yı savaş dışı bırakmaktır. Sonuçta,
Osmanlı’nın en iyi ikinci ihtimal olan hedefi gerçekleşmiştir. Çanakkale savaşı cephede kilitlenmiş, bir yıpratma savaşına dönüşerek itilaf kuvvetlerini 1915 yılı içerisinde çıkmaza sürüklemiştir. Görüleceği üzere, yalnızca somut veriler savaşı kazanmaya yetmemektedir.
Bilhassa savaş esnasında hem coğrafyayı tanımak, hem askeri taktik
stratejileri iyi uygulamak, hem de askeri savaş teknolojilerinin savaşın gidişatına nasıl etki edebileceğini iyi düşünmek gerekmektedir.46
Güç dengeleri açısından bakıldığında ise, Çanakkale Savaşı’nın
kazananı olmadığını söyleyebiliriz. İtilaf devletlerinin yaklaşık 1,5
askerine karşı 1 askerle savaşan Osmanlı, kaybettiği 10 askerine
karşılık 7 düşman öldürebilmiştir. İtilaf devletlerinin askeri teknolojik kapasiteleri göz önünde bulundurulduğunda, bu istatistik
Osmanlı’nın taktik anlamında çok iyi bir savaş verdiğinin göstergesi
ness at Gallipoli 1915”, The Journal of Military History, Cilt 65, No 4,2001, s
1009-1011.
45 Erickson, A.g.e., s 995-996.
46 Erickson, A.g.e., s 1009-1010.
40
Tolga Öztürk
olsa da, beşeri sermayesinden ve ekonomisinden ciddi anlamda yaralandığı gerçeğini de değiştirmemiştir.47
http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/175-kolordu-tarihi-fotograflar-i/offset/240
(18.05.2015 tarihinde erişilmiştir).
SONUÇ YERİNE
Güç dengesi, en güçlü olan ya da saldırı gücü en yüksek olan
devletin, diğer devletlerin aralarında yaptıkları ittifaklarla dengelenmesidir. Birinci Dünya Savaşı’nın temelleri, uluslararası sistem
içerisinde kendi konumunu yükseltmek isteyen Almanya karşısında, mevcut konumlarını sürdürmeye çalışan Fransa ve Birleşik Krallığın ittifakı ile atılmıştır. Almanya’nın yanında, uluslararası siyasi
arenada milliyetçilik hareketlerinin yükselmesiyle sistem anlamında
sürekli kan kaybeden Osmanlı Devleti ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yer almıştır. İki eski imparatorluğu Almanya safına iten
bir diğer önemli neden ise, jeopolitik konumları olmuştur. Bunun
karşılığında, Rusya yine jeopolitik nedenlerle Birleşik Krallık-Fransa ittifakına katılarak Almanya’yı doğudan çevrelemiştir. Bahsettiğimiz bu 6 büyük devletin toplam güçlerini bir kenara bıraksak
dahi, 1915’ten sonra itilaf devletleri adına savaşa katılan İtalya, dengeleri Birleşik Krallık, Fransa, Rusya lehine değiştirmiştir. Yukarıda
bahsettiğimiz denge politikasında, sayıca üstün olan müttefiklerin
47 Erickson, A.g.e., s 1011.
Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı
41
avantajını itilaf devletleri elde etmiştir. Bu durumun haricinde, Birinci Dünya Savaşı’nın topyekûn savaş olmasından dolayı ülkelerin
toplam askeri güçlerinin önemi büyük olmuştur. Ayrıca nüfus, teknoloji, ekonomi gibi belirleyici etkenler de karşılaştırıldığında itilaf
devletlerinin üstünlüğü tartışmasız kendisini göstermektedir.
Savaşın sonucunu doğrudan etkileyebilecek jeopolitik avantajlar
da itilaf devletlerinden yana olmuştur. İttifak devletleri, Almanya ile
Orta Avrupa’dan başlayan, güneydoğuya doğru Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devleti ile Arabistan yarımadasına kadar devam
eden bir hattı elinde bulundurmaktaydı. Buna karşılık itilaf devletleri ise neredeyse geri kalan dünya topraklarının tümünü ellerinde
bulunduruyordu. Bu muazzam coğrafya dezavantajı da ittifak devletlerinin en büyük mağlubiyet gerekçelerinden birisidir.
Yine jeopolitiğin bir sonucu olan Çanakkale Savaşı ise, Birinci
Dünya Savaşı’nda farklı bir yer tutmaktadır. Kaybeden tarafın kazandığı bir cephe olarak öne çıkan Çanakkale, sonuçları açsından
çok önemli bir savaştır. Zaten bir yıpratma savaşı olan Birinci Dünya
Savaşı’nın uzamasına yol açarak, savaşan her iki tarafın ekonomik
sıkıntılarını derinleştirmiş ve hegemonyanın Avrupa Kıtasından
Amerika’ya geçişinin zeminini hazırlayan etkenlerden birisi olmuştur. Ayrıca Rusya’daki devrimin nedenlerinden de birisidir. Modern
Türkiye’nin inşasında başat rollerden birisini üstlenmiştir. Her ne
kadar 1915’te boğazı geçemeyen itilaf kuvvetleri, 1918 Mondros
mütarekesiyle İstanbul’a tek kurşun atmadan demir attılarsa da, ulusun kalbinin savunmasında verilen mücadele bakımından eşsiz bir
cephe olarak tarihteki yerini almıştır. Yalnızca Türk ulusunun değil,
savaşa katılan başta Anzaklar olmak üzere tüm ulusların tarihlerinde ve toplumlarında derin izler taşımaktadır.
Çanakkale savaşı, kendi özelinde incelendiğinde, güç dengesi
bakımından, toplam gücün neticeye etki eden tek faktör olmadığını
kanıtlamıştır. Askeri strateji, coğrafyayı tanıma ve motivasyon gibi
ek unsurların sonuca ne kadar etki edebileceğini bize göstermiştir.
Neticede, hiçbir cephenin savaşılmadan kazanılamayacağının en
büyük örneklerinden birisi olmuştur.
Çanakkale ve İstanbul boğazları, Çin’den başlayıp, Hindistan ve
İran üzerinden Anadolu topraklarına ulaşan, muazzam toprak büyüklüğü, nüfus ve ekonomik potansiyel barındıran ipek yolunun
Avrupa kıtasına ulaşan anahtar noktasını temsil etmektedir. Bu yol
üzerindeki devletlerin yüzyıllar süren zenginliği ve gücü, Avrupalı
sömürge güçleri tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kesintiye
uğratılmak istenmiştir. Okyanuslar üzerinden oluşturulmaya çalışı-
42
Tolga Öztürk
lan alternatif iktisadi çevrim denemeleri, sömürgeleştirme çabaları
ve İpek yolu üzerindeki devletleri istikrarsızlaştırmayla 18.yüzyıldan
21.yüzyıla kadar, Batının hegemonyası başarıyla sürmüştür. Çanakkale cephesi ile Batının Ortadoğu’ya indiremediği son darbe, Birinci
Dünya Savaşı neticesinde imzalanan Mondros antlaşmasıyla, itilaf
devletleri gemilerinin tek kurşun atmadan Çanakkale’den geçerek
İstanbul’a demirlemeleriyle indirilmiştir.
Bugün tam yüz yıl sonra Çanakkale ve İstanbul boğazlarının önemi, toplam güç bakımından Batıyı yakalayan, hatta bazı alanlarda
geride bırakan Çin, Hindistan, İran, Türkiye hattıyla artmıştır. Batılı
müttefiklerin yüz yıl önceki istikrarsızlaştırma denemeleri, kurmuş
oldukları küresel statüko nedeniyle devam ettirilmek istenmektedir.
25 Nisan 2015 günü Çanakkale Savaşı’nın yüzüncü yılı anma törenlerinde hazır bulunan Birleşik Krallık veliaht prensi Charles, törene
alışık olunmadık şekilde askeri üniformalarıyla iştirak etmiştir. Bunun yanında, Çanakkale boğazına demirleyen HMS Bulwark isimli
savaş gemisinde geceyi geçirmiş ve resepsiyon düzenlemiştir. HMS
Bulwark 1899 yılında yapılan ve 1914 yılında Osmanlı’nın savaşa
girmesine sebebiyet veren Alman Goeben (Yavuz) zırhlısını boğazlara kadar kovalayan gemiyle aynı adı taşımaktadır.48
Güç dengesi teorisine göre, devletlerin büyük güçleri dengelemek için ittifak kurmaları reel politiğin olağan davranışıdır. Soğuk
Savaştan sonra dünya tekrar, Birinci Dünya Savaşı zamanındaki gibi
çok kutuplu bir yapıya doğru evrilmiştir. Dolayısıyla ekonomi, coğrafya, askeri kapasite ve teknoloji devletler açısından en az yüz yıl
öncesi kadar önemlidir. Zira Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale cephesi örtülü biçimde de olsa hala devam etmektedir.
KAYNAKLAR
Alfred T. Mahan, The Influence of Sea Power Upon History 1660-1783,
Boston, Little Brown and Company, 1890
Andreas Wimmer ve Yuval Feinstein, “The Rise of The Nation State across the World, 1816 to 2001”, American Sociological Review, Cilt 75,
No 5, 2010
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dâhiliye Nezaret-i Emniyet-i Umumiye
Seyrüsefer Müdürlüğü, no: 40 – 1, 04.R.1338
48 Dan Van Der Vat, The Ship That Changed the World: the Escape of the Goeben to
the Dardanelles in 1914, Minneapolis, Olympic Marketing, 1986, s 150-165.
Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı
43
Brian Healy ve Arthur Stein, “The Balance of Power in International
History:Theory and Reality”, The Journal of Conflict Resolution, Cilt
17, No 1, 1973
Dan Van Der Vat, The Ship That Changed the World: the Escape of the
Goeben to the Dardanelles in 1914, Minneapolis, Olympic Marketing, 1986
Donald M. McKale,” Germany and the Arab Question in the First World
War”, Middle Eastern Studies, Cilt 29, No 2, 1993
Durdu Mehmet Burak, “Enver Paşa’nın Hayatı ve İngiliz Belgelerindeki
Düğün Raporu”, Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt 13, No 1, 2005
Edward J. Erickson, “Strength Against Weakness: Ottoman Military Effectiveness at Gallipoli 1915”, The Journal of Military History, Cilt
65, No 4,2001
Edward J. Erickson, Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in
the First World War, Londra, Greenwood Press, 2001
Edward V. Gulick, Europe’s Classical Balance of Power, Toronto, The
Norton Library, 1967
Hans J. Morgenthau, Politics Among Nations: The Struggle fof Power and
Peace, New York, McGraw Hill, 2005
Harold Nicolson, The Congress of Vienna: A Study in Allied Unity, New
York, Harcourt Brace and Company, 1946
Henry A. Kissinger, White House Years, Boston, Little Brown, 1979
Jay Taylor, The Generalissimo:Chiang Kai Shek and the Struggle for Modern China, Cambridge, Harvard, 2005
John J. Mearsheimer, The Tragedy of Great Power Politics, New York,
W.W. Norton and Company, 2001
Kenneth N. Waltz, Theory of International Politics, New York, McGraw
Hill, 1979
Lawrence D. Steefel, “Bismarck”, The Journal of Modern History, Cilt 2,
No 1, 1930
Matthew Farish, “Modern Witnesses: Foreign Correspondents, Geopolitical Vision, and the First World War”, Transactions of the Institute
of British Geographers, Cilt 26, No 3, 2001
Mim Kemal Öke, Güney Asya Müslümanlarının İstiklal Davası ve Türk
Milli Mücadelesi, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,
1988
Mustafa Keskin, Hindistan Müslümanlarının Milli Mücadele’de Türkiye’ye
Yardımları 1919-1923, Kayseri, Erciyes Üniversitesi Yayınları, 1991
Nicholas J. Spykman, America’s Strategy in World Politics: The United
States and the Balance of Power, New York, Harcourt Brace and
Company, 1942
Patrick Salmon, Scandinavia and the Great Powers 1890-1940, Cambridge, Cambridge University Press, 1997
Paul M. Kennedy, The Rise of the Anglo-German Antagonism, London,
Allen and Unwin, 1980
44
Tolga Öztürk
Ralf Haswell Lutz, “Studies of World War Propaganda, 1914-33”, The
Journal of Modern History, Cilt 5, No 4, 1933
Roland G. Usher, “Austro-German Relations Since 1866”, The American
Historical Review, Cilt 23, No 3, 1918
Stephen Broadberry ve Mark Harrison, “The Economics of World War
I: A Comparative Quantitative Analysis”, Journal of Economic History, Cilt 66, No 2, 2006
Stephen M. Walt, “Alliance Formation and the Balance of World Power”,
International Security,Cilt 9, No 4, 1985
Terence M. Holmes, “One Throw Over the Gambler’s Dice: A Comment
on Holger Herwig’s View of the Sclieffen Plan”, The Journal of Military History, Cilt 67, No 2, 2003
Thomas J. Christensen ve Jack Snyder, “ Chain Gangs and Passed Bucks:
Predicting Alliance Patterns in Multipolarity”, International Organization, Cilt 44, No 2, 1990
Winston S. Churchill, The Second World War, Boston, Houghton Mifflin, 1948
W. Scott Thompson, “The Communist International System”, Orbis, Cilt
20, No 4, 1977
http://avalon.law.yale.edu/20th_century/sykes.asp (Erişim Tarihi: 2208-2015)
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/1936/20294.pdf (Erişim tarihi
25-07-2015)
3
Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’deki
Savaş Konseyi’nde Çanakkale Harekât
Kararının Alınmasının Güç Geçişi
Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
Burak Gülboy*
28 Haziran 1914’te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı
Arşidük Franz Ferdinand’ın Saraybosna’da uğradığı suikast sonucu öldürülmesinin ardından Avusturya-Macaristan ile Sırbistan
arasında başlayan gerginlik, 1 Ağustos’ta bir Avrupa savaşına dönüştü. 1 Ağustos’ta Avrupa’nın büyük güçleri karşılıklı hamleler
sonucunda savaşa dahil olmuşlarsa da, İngiltere’nin konumu belirsizliğini korumaktaydı. 3 Ağustos’ta Alman ordularının Belçika’ya
girmesinin ardından İngiltere, Almanya’ya 24 saatlik bir ültimatom
vererek Belçika’nın tarafsızlığının ihlalinin durdurulmasını, aksi
takdirde bunun iki ülke arasında savaş nedeni sayılacağını bildirdi.
Almanya’nın bu ültimatoma cevap vermemesi sonucunda İngiltere
4 Ağustos’ta Avrupa savaşına taraf oldu.
İngiltere’nin savaşa giriş gerekçesi –Belçika’nın tarafsızlığının
ihlal edilmesi-, bu devletin başlayan savaşı algılama biçimini yansıtmaktadır. 2 Ağustos itibariyle Avrupa’nın büyük güçleri savaşa
tutuşmuş iken, İngiltere’nin konumu halen belirsizliğini sürdürmekteydi. Almanya ile Avusturya-Macaristan ve Fransa ile Rusya arasında mevcut olan ittifakların tersine, İngiltere’nin Avrupa’nın hiç bir
devleti ile bir ittifak anlaşması bulunmamaktaydı. Buna karşılık İngiltere 1904’te Fransa ve 1907’de Rusya ile sömürge alanlarındaki sorunlarına yönelik uzlaşma sağlayan anlaşmalar yapmıştı. 1905’teki
ve 1911’deki Fas krizlerinde açıkça Fransa’nın yanında yer almasına
ve Almanya ile donanma yapımı konusunda rekabet halinde olmasına karşılık, İngiltere temel amacını Avrupa’daki güç dengesinin
devamlılığının sağlanması olarak tanımlamaktaydı.
*
İstanbul Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler
Bölümü.
46
Burak Gülboy
1905’te alt seviyede başlayan ve 1911’de olgunlaşan görüşmelerde İngiliz ve Fransız askeri yetkilileri olası bir Avrupa savaşı durumunda iki ülkenin ortak katkıları konusunda planlar yapmış olmalarına karşın, iki tarafın hükümetleri seviyesinde yazılı taahhütler
bulunmamaktaydı. Ancak bu duruma tek istisna 1912’de İngiliz ve
Fransız donanma bakanlıkları arasında nota teatisi ile yapılmış olan
Manş Denizi’nde ve Akdeniz’de iki ülkenin donanma güçlerinin ortak kullanımı ile ilgili bir uzlaşma bulunmaktaysa da bu belgeler dış
işleri bakanlıkları seviyesinde kalmış ve de hükümetler tarafından
onaylanmamıştı.1
İngiltere 1815’ten beri Avrupa’ya yönelik dış politikasının temelini kıtanın büyük güçlerinin oluşturduğu bir güç dengesinin
sağlanması üzerinde oluşturmuştu. Birbirine yakın güçteki Avrupa
devletlerinin arasında oluşan bu güç dengesi tek bir gücün Avrupa’yı
kontrol altına almasını engellediği gibi, böylesine bir durumda Britanya adalarına yönelecek tehditler de ortadan kalkmaktaydı. Bu
amaçla İngiltere kıta devletleriyle bağlayıcı hiç bir ittifaka girmeyerek, bunun yerine denge unsuru olarak kalmaya çalışmaktaydı.
1890’da II. Wilhelm’in Alman tahtına geçmesi ile beraber Alman dış
politikasının radikal bir biçimde değişimi, İngiltere’nin dış politikasındaki istikrarı da sarsmıştı. Yeni Alman dış politikasının agresif ve
istikrarsız atılganlığı bir yandan Avrupa güç dengesini sarsarken, diğer yandan da İngiltere’nin hem kıtasal hem de kıta ötesi çıkarlarını
zedelemekteydi. Bu durum ise yavaş başlayan ama hızla gelişen bir
Alman-İngiliz karşıtlığı yaratmıştı. Gün geçtikçe artan bu karşıtlığın
sonucunda İngiltere, kendi gibi Alman dış politikasından rahatsızlık duyan Fransa ve Rusya ile uzlaşma zemini yakalamıştı. 1904 ve
1907’deki antlaşmalar bu anlamda üç devletin aralarında Avrupa dışında yaşamakta oldukları sorunları çözümleyen uzlaşmaların ürünleriydiler. Alman dış politikasına karşı Avrupalı güçlerin verdikleri
tepkilerin yaratmış olduğu Avrupa’daki cepheleşmeye karşılık, İngiltere gün geçtikçe kurduğu uzlaşmaları Almanya’yı kontrol altında
tutabilecek bir güç dengesinin bir tür devamı şeklinde algılamaktaysa da 1914’e gelindiğinde bu uzlaşmalar ister istemez İngiltere’yi
Avrupa’daki cepheleşmenin bir parçası durumuna getirmişti.2 İngiliz
dış politikasında 1911’deki Agadir Krizi ertesinde açıkça belirgin
hale gelen Alman karşıtlığına rağmen, Fransa ve Rusya ile de açık
1
2
Kenneth Douglas (İngilizceye çev.), The French Army A Military-Political History, New York, George Braziller Inc, 1963, s 79.
Richard Hamilton, ve Holger Herwig, Decisions for War 1914-1917, Cambridge,
Cambridge University Press, 2004, ss 135-137, 144-145.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
47
bir ittifak içine girilmemesi, Avrupa’da gittikçe belirginleşen kutuplaşma içinde İngiltere’nin pozisyonunu belirsizleştirmekteydi.3 Bu
durum İngiltere’nin savaşa giriş nedenini Fransa ve Rusya’ya bir destek olma yerine Belçika’nın tarafsızlığına bağlaması ile de görülmekteydi. Avrupa’da beklenmedik çabuklukta ve anilikte başlayan savaş
İngiltere için ne politik anlamda, ne de askeri anlamda hedeflerini
tanımlamaya fırsat bulamadan katıldığı bir karşılaşmaydı.4
http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/176-kolordu-tarihi-fotograflar-ii/offset/120
(18.05.2015 tarihinde erişilmiştir).
3
4
O dönemde İngiltere’nin Avrupa sistemine karşı yaklaşımını algılamak için şu
kaynaklara bakılması faydalıdır: Gilbert Murray,The Foreign Policy of Edward
Grey, Oxford, Clarendon Press, 1915; Count Max Montgelas British Foregn Policy
under Sir Edward Grey, , New York, Alfred A.Knopf , 1928; F.H. Hinsley (ed.),
British Foreign Policy under Sir Edward Grey, Londra, Cambridge University
Press, 1977.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı ile ilgili değişik yaklaşımlar için şu kaynaklara bakılmasının faydalı olduğu düşünülmektedir: Thompson ve Herwig, a.g.e.;
Keith Williams (Editör), Decisions for War 1914, New York, St. Martin’s Press,
1995; Burak Gülboy, Mutlak Savaş, Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri Üzerine
Clausewitzyen bir Çözümleme, İstanbul, Uluslararası İlişkiler Kütüphanesi, 2014.
48
Burak Gülboy
HEGEMONİK SAVAŞ VE GÜÇ GEÇİŞİ YAKLAŞIMI
Gerek Birinci Dünya Savaşı’nın kökenlerini ve gerekse de Başlangıç sürecini İngiltere’nin Avrupa’da güç dengesini korumak yönündeki endişesinin ön kabulü ile anlamlandırmak, İngiltere’nin
savaşa giriş sürecini anlamlı hale getiren bir bütünlük ortaya çıkartmamaktadır. Bunun yerine İngiltere’nin Avrupa sistemindeki yerini
ve bu sistemde 1900’lerin başında meydana gelen büyük değişimi
anlamlandıracak bir teorik kurulum gerekmektedir.
Klasik realizm, uluslararası sistemin yapısında barış olarak nitelenen bir statükoyu sağlayan mekanizma olarak nitelediği “güç dengesi” yaklaşımı, genel olarak eşit güce sahip devletlerin ya da bunların oluşturduğu ittifak ve koalisyonların birbirlerine yaklaşık güçte
olması itibariyle çatışmaktan çekineceği ve karşılıklı olarak birbirlerini dengeleyeceği bir yapının varlığı tezi üzerinde şekillenmektedir.
Bu çerçevede rölatif olarak birbirine eşit olan güç yapıları çatışma
ile diğerini etkisizleştirme konusunda yetersiz kalacağından, ortaya
bir denge çıkmakta ve bu denge de uluslararası sistemde çatışma yerine birlikte yaşama durumunu ortaya çıkartmaktadır. Bu duruma
uygun olarak aktörler yalnızca kendi güçlerini maksimize etmeye
çalışmamakta, aynı zamanda bu gücü rakiplerinin güçlerine orantılı
olacak şekilde de geliştirmeye çalışmaktadırlar. Böylece uluslararası
sistemde aktörlerin güç maksimizasyonu sürekli yenilenen bir denge ortaya çıkartarak sistemin devamlılığını sağlamaktadır.
Klasik realizmin ana akım teorisyenleri olarak anılan Hans
Morgenthau ve Morton Kaplan, Neo realizmin önemli teorisyeni
Kenneth Waltz, İngiliz Okulu’nun başat ismi Hedley Bull ve daha
pek çok önemli uluslararası ilişkiler disiplini teorisyeni güç dengesi
ile ilgili teorik açılımlar geliştirmişler ve bu çerçevede uluslararası
sistemin yapısını bu yaklaşım çerçevesinde incelemişlerdir.5 Genel
kabule göre güç dengesinde olan bozulmalar ya da diğer bir deyişle güç dengesizliklerinin ortaya çıkması sistemi çatışmaya açık hale
getirmekte ve bu durumlarda çatışmalar ya da daha ileri bir nokta
olarak savaşlar meydana gelmektedir.
Güç dengesi yaklaşımının tersine, “güç geçişi” yaklaşımı uluslararası sistemde güç yapısı birbirine yakın olan devletlerin ya da bun5
Bkz. Hans Morgenthau, Politics Among Nations, 4. Basım, New York, Alfred A.
Knopf, 1967; Kenneth Waltz, Theory of International Politics, Londra, AddisonWesley Publishing, 1979; Hedley Bull, The Anarchical Society, 2. Basım, Londra,
MacMillan, 1995; Morton Kaplan, “Balance of Power, Bipolarity and other Models of International Systems”, The American Political Science Review, Cilt 51, No:
3, (Eylül 1957), s. 684-695.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
49
ların oluşturduğu ittifakların denge yerine çatışma yaratma potansiyelini incelemektedir. A.F. Kenneth Organski tarafından oluşturulan
bu yaklaşım uluslararası sistemi hegemonik bir düzen olarak kabul
etmekle birlikte bu hegemonyayı dört katmana ayırmaktadır. Dört
katmanın en tepesinde sistemdeki fayda kaynaklarının paylaşımındaki en büyük paya sahip olan bir hegemon güç bulunmaktadır.
İkinci katmanda ise sistemin düzenini devam ettiren ve kaynakların
dağılımını kontrol eden büyük güçler yer almaktadır ve bu güçler
genelde hegemonun potansiyel rakipleri konumundadırlar. Üçüncü
katmanı bölgesel etki kurma yeteneğine sahip olan fakat hegemona
karşı bir rekabet yürütme yeteneğine sahip olmayan orta güçlerden
oluşmaktadır. En alt katmanda ise bölgesel olmakla beraber etki
yeteneği sınırlı olan küçük güçler bulunmaktadır. Organski, temel
olarak hegemon gücün sahip olduğu güç yapısına benzeşen ve yakınlaşan bir büyük gücün sistemdeki statükodan memnunsuz hale
gelmesi ve hegemon gücün pozisyonunu elde etmek üzere meydan
okuması sonucunda savaşın kaçınılmaz hale geldiğini savlamaktadır ve bu çerçevede güç dengesi yaklaşımının çatışmayı önleyici
mantığına ters düşmektedir. Büyük güçler hegemon tarafından belirlenmiş olan uluslararası sistemin statükosundan ve değerlerinden
memnun oldukları süreçte sistem barış ortamını korumaktadırlar;
aksine bir durumda ise meydan okuyan güç sahip olduğu potansiyel itibariyle de ikincil bir rolü kabul etmek istememektedir ve bu
durumda sistem savaşa yatkın hale gelerek istikrarsızlaşmaya başlamaktadır. Böylece, Organski’nin yaklaşımı çerçevesinde, uluslararası sistemin geçmişinde büyük güçlerin içine girmiş oldukları çatışmalar da uluslararası sistemde hegemon pozisyonu ele geçirmek için
yapılmış hegemonik savaşlar olarak anlam kazanmaktadırlar.6
Organski’nin savlarından da anlaşılacağı üzere güç geçişi yaklaşımı büyük güçlerin hâkim bulunduğu bir hiyerarşiye ve gene yalnızca büyük güçlere odaklıdır. Douglas Lemke daha sonradan bu
yaklaşımı bölgesel hiyerarşilere de uyarlayarak daha geniş bir analiz alanına taşımıştır.7 Bunun dışında güç geçişi yaklaşımı George
Modelski, William Thompson ve Paul Kennedy gibi döngüsel tarih
alanında eserler veren akademisyenler için de hazırlayıcı olmuştur.8 Uluslararası sistemin evrimci bir yapıda olduğuna işaret eden
6
7
8
Bu kısımda Organski’nin yaklaşımı özetlenmiştir. Daha geniş bilgi için bkz.
A.F.K. Organski, World Politics, New York, Alfred A. Knopf, 1958.
Douglas Lemke, “Small States and War: An Expansion of Power Transition Theory”, Parity and War, Ann Arbor, Michigan State University, 1996, s. 77-91.
Bkz. Paul Kennedy, The Rise and Fall of the Great Powers”, Londra, Fontana
50
Burak Gülboy
Modelski, sistemin anarşik yapısına karşın, düzenin bir hegemon
tarafından belirlendiğini savlar. Ona göre dünya güçlerinin teknik
tanımı, “karşılıklı bağımlılığın küresel düzeyinde, düzen sağlama piyasasını tekelleştiren (yani yarısından daha fazlasını kontrol eden)
birimler” olmalarıdır.9 Modelski 1500’lerin başından beridir devamlılığını sürdüren uluslararası sistemin, beş devrede dört hegemonun
düzeninden geçtiğini belirtir.10 Söz konusu beş düzenin ortak özellikleri ise hegemonların yapısal özellikleri ile ilgilidir. Bu çerçevede
“küresel savaşa dayanan kökenleri ve küresel savaş çerçevesinde biçimlenmiş tecrübeleri; üzerine inşa oldukları güç tekeli, temsil ettikleri fonksiyonel özellikler ve kaçınma becerisini gösteremedikleri
bölgesellik eğilimleri”11, bu beş düzenin ortak özelliklerini oluşturur.
İlk iki özelliğin içeriğine bakıldığında gücün, Modelski’nin vurgulamalarında da askerî bir anlam önceliğinde düşünüldüğü fark edilir. Modelski’nin kendisi de güç tekeli özelliğinden bahsederken bu
özelliğin öncelikli olarak askerî olanaklara dayandırıldığını belirler.12
Sistemin kontrolü için vazgeçilmez bir özellik olan güç tekeli, sürekli
olarak meydan okumalarla karşılaştığından aktif bir rekabet ortamını canlı kılar. Klasik realizmde güç paradoksu kavramının benzeri
olarak da nitelenebilecek bu rekabet, özellikle zirve noktasından düşüşe geçmiş bir hegemonun var olduğu bir sistemde, hiyerarşinin
tepesindeki güçler arasında karşılıklı bir güç ve alan paylaşımı yarışını canlandırır. Bu rekabetçi karşılaşmalar ise hegemonun, sistemin
düzeninin devamlılığını sağlamak üzerine kurulu olan uzun vadeli
hesaplarını ikincil bir seviyeye itelerken, mevcut meydan okumalara
karşılık vermek gibi kısa vadeli çıkarlar öncülleşir. Bu durum, hem
tek kutupludan çok kutupluluğa giden bir yapıyı ortaya çıkartır ve
hem de hegemonun dönemini sona erdirmesi muhtemel olan küresel savaşın kökenlerini ve nedenlerini hazırlar. 13
Güç geçişi yaklaşımının son kuşak teorisyenlerinden biri olan
9
10
11
12
13
Press, 1989; George Modelski, “The Long Cycle of Global Politics and the Nation
State”, Comparative Studies in Society and History, Cilt. 20, No. 2, Varieties of
Modernization(Nisan 1978), s. 214-235.
Modelski, a.g.m.
Bu hegemonlar sırasıyla Portekiz, Hollanda, İngiltere ve ABD’dir. İngiltere’nin
hegemonyası birbirini takip eden iki ayrı dönemde devamını sürdürmüştür.
A.g.m.
A.g.m, s 226.
A.g.m., s 227.
Bu konuda bkz. Robert Gilpin, “The Theory of Hegemonic War”, The Journal
of Interdisciplinary History, Cilt 18, No. 4, The Origin and Prevention of Major
Wars (Bahar, 1988), s. 591-613.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
51
John Mearsheimer’ın da katkıları önemlidir. Mearsheimer’a göre
uluslararası sistem büyük güçlerin birbirleri arasında denge kurmak
için sürekli bir etkileşim içinde bulundukları yapıdır. Bu çerçevede
onun vurgusu uluslararası politikayı büyük güçlerin etkileşimi özelinde açıklamaktır.14 Meirsheimer’a göre devletler sistem içindeki
pozisyonlarını diğerlerine oranla daha iyi bir konuma taşıma eğilimindedirler. Bu nedenle de bir yandan bunu sağlayacak olan araçları edinmeye çalışırken, diğer taraftan da bunları kendilerini daha
uygun pozisyona taşımak için kullanırlar. Ona göre kıta güçleri olan
kara devletleri daha çok toprak elde etme ya da komşuları üzerinde
hâkimiyet kurma yöntemleri ile bölgesel hegemoniler oluşturmaya
çalışırlar. Kıta gücü olmayan ve denizler tarafından ayrılmış bölgelerdeki güçler ise benzer şekilde deniz hâkimiyeti ve deniz aşırı
imparatorluklar oluşturarak kendi bölgesel hegemonilerini oluşturmaya çalışırlar ve hatta kıtasal güçlerin aralarındaki mücadelelerde
kendi üstünlüklerine uygun sonuçlar verecek “dengeleyici” roller
üstlenirler. Bu durum da göstermektedir ki, büyük güçlerin tamamı
yayılmacı ve hegemonik eğilimlere sahip, bencil birimlerdir. Uluslararası sistemin anarşik yapısı ve devletlerin diğerlerinin gücüne
oranla takındıkları tavır kendi içinde bir rasyonellik yaratmasına
karşılık, uluslararası siyaset ahlaki ilkelerin geçerli olduğu bir değer
yapısına sahip değildir. Mearsheimer aynı zamanda ekonomik karşı
bağımlılığın, ulusüstü demokratik organizasyonların ve iç politikanın devletlerin dış politikadaki davranış kalıpları üzerinde etkisinin
devletlerin davranış kalıpları üzerinde belirleyici olmadıklarını öne
sürmektedir.
Mearsheimer için uluslararası politika büyük güçlerin üretmiş
olduğu karşıt etkileşimlerin çatıştığı bir eylemler bütünüdür. Bu çerçevede büyük güçler bir yandan kendi hegemonyalarını sağlamlaştıracak saldırgan stratejiler izlemek için fırsat kollarken, bir yandan
da rakiplerinin benzer stratejilerini dengelemek zorundadırlar. Bu
karşıt stratejilerin getirdiği eylemler bütünü çatışmayı da kaçınılmaz
kılmaktadır. Bu nedenle de uluslararası sistem çatışmaya eğilimli
hassas bir denge yapısı üzerinde durmaktadır.15
Mearsheimer, 17. Yüzyıldan günümüze gelen süreçte büyük güçlerin arasındaki ilişkileri değerlendirerek, uluslararası sistemin çatışmaya eğilimli ama denge üzerine kurulu yapısı bir ucunda “den14 Richard N. Rosecrance, “War and Peace”, World Politics, Sayı 55, Ekim 2002, s
144.
15 John Meirsheimer, The Tragedy of Great Power Politics, New York, W.W. Norton
& Company,2001, s. 166-167.
52
Burak Gülboy
gesiz çok kutupluluk” ve diğer ucunda da “çift kutupluluk” olan bir
yelpaze üzerinde analiz edilebileceğini öne sürmektedir. Ona göre
dengesiz çok kutupluluk çatışmaya en fazla eğilimli istikrarsız yapı,
çift kutupluluk ise tersine barış için en istikrarlı yapı olarak belirginleşmektedir.16 Bu iki uç arasında ise daha az ve daha fazla istikrarlı
yapılar bulunmaktadır.17 Sistemin sürekli bir istikrar içinde olmaması ise Mearsheimer’ın büyük güç politikasının trajedisi olarak
nitelediği hegemonik dönüşümlerin meydana çıkardığı istikrarsızlıkların getirdiği yapısal değişimlerin uluslararası ortamı çatışmaya
sürüklemesidir.18 Basit anlamda büyük güçler hegemonik yayılmaya
eğilimli olduklarından sürekli olarak güç potansiyellerini yükseltmeye ve bu gücü yayılma yönünde kullanmaya, diğerleri ise buna
karşı durmaya çalışırlar. Güç potansiyelleri yakın olduğunda sistem
daha istikrarlı olmaktadır ama bu geçici bir durumdur. Bir hegemonun güçsüzleşmesi başka bir gücün onun yerini almak için hareketlenmesini getirir. Bu durum sürekli tekrarlanan ve sonu olmayan bir
süreçtir.
http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/176-kolordu-tarihi-fotograflar-ii/offset/20
(18.05.2015 tarihinde erişilmiştir).
16 A.g.e., s 337-346.
17 Meirsheimer, “Structural Realism”, Tim Dunne, Milja Kurki, Steve Smith, International Relations Theories, Oxford, Oxford University Press, 2007, s 79.
18 Rosecrance, a.g.m., s 153.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
53
Mearsheimer’ın 19. Yüzyıl için değerlendirmesi şu şekildedir:
1815-1902 yılları arası dönem dengeli bir çok kutupluluk dönemidir. Fakat İngiltere’nin hegemonik üstünlüğündeki düşüş Almanya
gibi potansiyel hegemonun meydan okuması ile karşılaştığında sistemin dengesi bozulmaya başlamış ve 1902’den 1918’e değin sistem
en istikrarsız yapı olan dengesiz çok kutupluluğa dönüşmüştür.19 Bu
nedenle de yüzyılın ilk yarısında meydana gelen savaşlar istikrarlı
sistem yapısını etkilememiş olsa da, dengenin bozulması ile Birinci
Dünya Savaşı gibi bir büyük güç trajedisi ortaya çıkmıştır.
GÜÇ GEÇİŞİ YAKLAŞIMI VE İNGİLTERE’NİN HEGEMON
ROLÜNÜN SARSILIŞI
George Modelski, uzun döngü tezinde İngiltere’nin 1713-1793 ve
1815-1918 arasında birbirini takip eden iki döngü içerisinde uluslararası sistemin hegemonu olduğunu savlamıştır. İngiltere’nin ilk
hegemonluk döngüsü dolaylı bir hegemonya üzerine kuruludur. Bu
döngü çerçevesinde İngiltere, “kendinden önceki dünya güçlerinin
koloni toprakları üzerinde doğrudan bir hâkimiyet kurmadan, herkes için uygun olan ama en büyük kârın kendisi tarafından alındığı
bir küresel ekonomik üstyapı yaratmıştır.”20 Böylece İngiltere, küresel ekonomiyi kontrol eden bir finans merkezi oluştururken, bu
dolaylı üstünlüğü “dengeleyici” bir diplomasi ile eşleştirmiştir. Bu
çerçevede, İngiltere, Avrupa’daki devletlerin toprak mücadelelerine
doğrudan taraf olmaktansa, onları sürekli olarak Avrupa’ya konsantre tutabilecek problemleri körükleyecek olan değişken koalisyonları
kurma yolunu seçti. Böylece Avrupalı güçler, dikkatlerini kıta dışına
çevirebilecek olan enerjiyi üretmekten yoksun kalmaktaydılar. Bu
durumda da İngiltere; Fransa ve İspanya gibi deniz aşırı imparatorlukların Avrupa dışındaki toprakları üzerinde yavaş ama emin bir
şekilde etki ve hâkimiyet kurmayı başardı.
1815 sonrasında, uluslararası sistem yeniden şekillenirken, İngiltere, önceki dönemdeki hegemonik değerlerini yenisine de aktardı. Bu ikinci döngünün başlangıcında, İngiltere’nin hegemonyasını
temsil eden iki olgu ortaya çıkmaktaydı. Bunlar, deniz hâkimiyeti
ve dünya ticaretini kontrol altında bulunduran konumudur. Sanayi
Devrimi’nin de etkisiyle endüstriyel bir üstünlük elde etmiş olması,
19 Meirsheimer, The Tragedy of Great Power Politics, s 350-354.
20 Modelski, a.g.m., s 222.
54
Burak Gülboy
İngiltere’nin, sistemin diğer üyelerini de rahatsız etmeyecek serbest
ticarete dayalı bir ekonomik doktrini sistemin işleyişine sunmasını
sağladı. Böylece İngiltere, bu ekonomik doktrin kendi lehine işlemeye devam ettiği sürece ve bunu destekleyen (denizlerle sınırlı) askerî
üstünlüğüne karşı etkili bir tehdit ortaya çıkmadığı sürece dolaylı
hegemonyasını sürdürmeyi başardı.
Bu noktada, Modelski’nin hegemon özelliklerini İngiltere üzerinden yeniden değerlendirmek faydalı olacaktır. İngiltere’nin, ikinci
hegemonik döngüsüne başlaması Napolyon Savaşları’nın ertesinde
olmuştur. Bu nedenle uluslararası sistem üzerindeki İngiliz hegemonyasının özellikleri, hem önceki dönemde İngiltere’yi hegemon kılan
ve hem de bu savaşlar süresince İngiltere’nin yeni hegemonyasına hazırlayan dinamikler çerçevesinde oluşmuştur. Önceki dönemde kökenlenen ekonomik üstünlük, deniz hâkimiyeti ve dengeci diplomasi,
Napolyon Savaşları sırasında ve sonrasındaki kazanımlar ile pekişmiştir. Özellikle, Viyana Kongresi ile İngiltere’nin eline geçen Cebelitarık,
Malta, Cape Colony, Seylan, Santa Lucia, Trinidad Tobago ve Heligoland gibi bir dizi önemli ada, İngiltere’nin, Meksika Körfezi, Ümit
Burnu, Akdeniz, Hint Okyanusu gibi deniz ticaret rotalarının tamamı
üzerinde kontrol ve ikmal üsleri sağlamıştı. Gene İngiltere, Napolyon
Savaşları’ndan diğer Avrupalı devletlerin donanmalarının toplamını
aşan sayıda gemiye sahip bir donanma ile çıkmıştı. Bu kazançların
tamamı Viyana Kongresi’nde Avrupa’nın yeniden kurulan hiyerarşisi
tarafından resmen tanınmakla kalmamış, 1815’teki Dörtlü İttifak ile
de İngiltere, Avrupa Ahengi’nin içine girerek Avrupa siyasetine etki
edebilecek bir diplomatik pozisyon kazanmıştı. Viyana Kongresi kararlarında suyollarının tüm devletlerin kullanımına açıklığı ilkesinin
kabulünü sağlayan İngiltere, aynı zamanda köle ticareti ve korsanlık
ile mücadele konularında da sorumluluğu üzerine almıştı.
Viyana Kongresi ertesinde, İngiltere’nin bir hegemon olan fonksiyonel yapısı bu özelliklerin birleşimi üzerine kurulmaktaydı. İngiltere bir yandan serbest ticareti küresel bir ekonomik doktrin hâline
getirerek görünüşte bir fırsat eşitliği yaratmaktaysa da, henüz Sanayi
Devrimi ile yeni tanışmaya başlayan kıta devletlerinin İngiltere ile
rekabet edebilecek bir gücü yoktu. Bu nedenle serbest ticaretten en
çok kazanan devlet gene İngiltere’ydi. Benzer bir şekilde Napolyon
Savaşları’ndan büyük bir ekonomik yük ile çıkmış olan ve hâlen birbirlerini sürekli kollamak zorunda olan kıta devletleri, askerî bütçelerini kara güçlerinin yapılanmasına harcamak durumundaydılar.
Bu da, zaten büyük bir donanmaya sahip olan İngiltere’yi, denizlerde
herhangi bir rekabetten uzak tutmaktaydı.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
55
Ekonomik ve donanma özelinde askerî dinamiklerin üzerine
kurulduğu bir güç potansiyeline sahip İngiltere, bu potansiyeli diplomasi alanında hegemonik bir üstünlük kurmak için de etkinleştirmekteydi. Bu çerçevede İngiltere, Avrupa Ahengi’nin diplomatik
yeteneklerini kendi çıkarı için sonuna kadar sömürmekle kalmadı;
aynı zamanda bu uzlaşmanın çöküşünün kökenlerini de hazırladı.
1831’de, Belçika’nın Hollanda’dan ayrılmasını, Londra Konferansı
ile Avrupa Ahengi içindeki hiyerarşinin bütün devletlerine onaylatmak, İngiltere’nin, Viyana Kongresi kararlarına indirdiği önemli bir darbeydi. Akdeniz’e yönelik Rus yayılmasının önünü kesmek
için de 1841 Boğazlar Sözleşmesi ve 1856 Paris Konferansı’nı kullanarak önce boğazları ve sonra da Osmanlı coğrafyasını Avrupa
Ahengi’nin sınırları içine katmak ise bu düzenin imhası yolundaki
en önemli adımlardı. Bunun ötesinde, 1854’ten sonra Çin üzerinde
etki kurmak ve 1882’de Mısır’ı kontrol altına almak gibi tek taraflı
müdahalelerde İngiltere, meşruiyet ihtiyacı duymayan bir hegemon
görünümündeydi.
19. yüzyılın geneline yayılan bu diplomatik üstünlük, İngiltere’nin
direkt katılmaktan kaçındığı Avrupa kıta devletlerinin kendi aralarındaki mücadeleler ile eşleştiğinde İngiltere’ye belirleyici bir konum
sağlamaktaydı. İngiltere, sistemin hegemonu olarak kendi konumunu tanımlamak zorunda değildi; buna karşılık sistem hiyerarşisi
içinde konum kazanmak isteyen devletler için İngiltere’nin kabulü
önemliydi. Örneğin, Almanya’nın birleşmesi, İngiltere’nin olumlu
yaklaşımı olmadan mümkün olamazdı; Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki yayılması da İngiltere’nin tepkisel tavrı nedeniyle mümkün olmadı. 19. yüzyılda, Avrupa siyasal sistemini bir güç
dengesi olarak niteleyen yazarların, İngiltere’yi “dengenin dengeleyicisi” olarak nitelemesi doğru gibi gözükse de, gerçekte, İngiltere’ye
“sistemin belirleyicisi” demek daha doğru olacaktır. Hans Morgenthau, İngiltere’nin bu konumunu, uluslararası sitemin güç dengesinin dengenin “denetçisi” olarak nitelerken, İngiltere’yi de “dengenin
dengeleyicisi” olarak görmektedir.21
Modelski, 1860’lardan itibaren İngiltere’nin hem deniz üstünlüğünde ve hem de ekonomik alanda önemli meydan okumalarla
karşılaşmaya başladığını belirtmektedir.22 Bu durum hem demiryollarının gelişiminin gemiciliğe rakip bir taşıma kapasitesi ortaya
çıkartması ve hem de Sanayi Devrimi’nin yayılmasının ekonomik
rekabeti arttırması ile ilgilidir. Almanya’nın birleşmesi ve Avrupalı
21 Morgenthau, a.g.e., s 187-189.
22 A.g.m., s 223.
56
Burak Gülboy
devletlerin emperyalist yayılma yarışı da İngiltere’nin kıta dışındaki dokunulmazlığını etkilemeye başlamıştır. Bu durum İngiltere’nin
yavaş da olsa bir negatif ivme içine doğru yönlendiğini simgelemektedir.
Modelski’nin bahsettiği düşüşü biraz açmak faydalı olacaktır.
Paul Kennedy, İngiltere’nin 18. yüzyıldan beridir süregelen ekonomik üstünlüğünü sona erdirecek gelişmelerin 1860’ların başından
itibaren uluslararası sistem içinde canlanmaya başladığına işaret etmektedir. Bu canlanma hem ABD’nin hızlı bir ivmelenme ile büyüyen ekonomik verimliliği, hem de Sanayi Devrimi’nin Avrupa kıtasına girmesi ile olgunlaşmaya başlayan kıta devletlerinin ekonomik
büyümelerinin sonucudur.23 Eski teknolojilere dayanan ekonomik
üretimi hâlen verimli bir geri dönüş getirdiğinden İngiliz üreticileri
yeni teknoloji yatırımlarına yönelmekte gönülsüzlerdi. Buna karşılık
hızla gelişen rakip ekonomiler İngiliz ekonomik hegemonyasının
üstün niceliğini, ancak nitelik ile alt edebileceklerinin farkındaydılar. Bu durum da 1850’lerin sonundan itibaren gerek endüstriyel
ve gerekse de askerî alanlarda dünya çapında büyük bir teknolojik
atılımın başlangıcına vesile oldu. İlginç şekilde, İngiltere’nin bu teknolojik gelişmelerin keşfinde payı pek az olmasına karşın, bunların
kopyalayarak uyarlamadaki becerisi büyüktü. Fakat bu uyum sağlama süreci dahi, İngiliz ekonomik üstünlüğünün daralmasına engel
olamadı. 1880’lerin sonlarına doğru ABD, Almanya ve hatta kimi
zaman Fransa tarafından üretilen mallar, İngiliz üretimi mallara
karşı pazar paylarını ele geçirmeye başladılar. İngiltere bu kayıpları
sömürgeleri ile olan ticaretini arttırarak bir tür iç pazar açılımı ile
kapatmaya çalışsa da bu düşüş İngiliz hegemonya döngüsünün ekonomik temeline ciddi bir darbe indirmekteydi.24
İngiltere, 19. Yüzyıl sona ererken, güç geçişi yaklaşımın önerdiği
memnunsuzların İngiliz hegemonyasına meydan okumaları karşısında direkt olarak Avrupalı güçlerden ve endirekt olarak da Avrupa
dışındaki güçlerden gelmekte olan tehditlerle uğraşmak durumundaydı. 1890’ların ortalarından itibaren İngiliz karar alıcıları bir yandan bu tehditleri etkisizleştirebilecek açılımları üretmek, diğer yandan da İngiltere’nin pozisyonunu sağlamlaştırabilecek seçenekleri
değerlendirmek üzere çalışmaktaydılar. Bu çerçevede İngiliz karar
23 Kennedy, The Rise and Fall of Great Powers, Londra, Fontana Press, 1989, s 246248.
24 Bu dönemde ivmelenen ekonomik ve siyasi rekabet ile ilgili bkz. Norman Stone, Europe Transformed 1878-1919, Londra, Fontana Press, 1983, s. 13-75, ayrıca
İngiltere’nin gerileyişi için bkz. Kennedy, The Rise and Fall of British Naval Mastery, New York Humanity Books, 1998, s. 77-192.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
57
alıcıları bir yandan realistlerin güç dengesi yaklaşımının söylemine uygun bir dış politika retoriği geliştirirken, diğer yandan da bu
retoriği güç geçişi yaklaşımının çatışmacı söylemine uygun bir dış
politika stratejisi ile eşleştirdiler. Böylece İngiltere 1890’ların sonunda emperyalist rekabet seviyesinde tehditlerle kendi hegemonyasını
zorlayan rakipleri ile tek tek hesaplaşarak ya da basitçe onları uzlaşmaya zorlayarak ve ilgilerini başka yöne yönelterek onları etkisizleştirmeyi başardı. 1900’lerin başında İngiltere en önemli iki rakibi olan Fransa’nın ve Rusya’nın kendine yönelen ortak tehditlerini
etkisizleştirmiş olduğu gibi, bu iki devletin dikkatini Avrupa’ya ve
Almanya ile olan rekabete odaklamayı başarmıştı. Böylece İngiltere
yalnızca hegemonyasına karşı gelen iki önemli gücü etkisizleştirmekle kalmamış, onları kontrol edebileceği bir ortaklığın da zeminini hazırlamıştı. Bu çerçevede İngiltere, özellikle ekonomik hegemonyasına karşı yükselen Alman tehdidine karşı da başarılı bir karşı
duruş üretmiş olmaktaydı. Bu analizden çıkarılabilecek olan sonuç,
Birinci Dünya Savaşı öncesindeki sistem yapısında İngiltere’nin güç
dengesinden çok bir güç geçişine karşı durmakta olduğudur. Bu
yüzden de 1914’ün Ağustos’un başlayan savaş İngiltere’nin uzaktan
seyredebileceği bir çatışma değildi ve İngiltere’nin savaş hedefleri bulanık ve belirsiz kalsa da, temel savaş hedefinin Almanya’nın
etkisizleştirilmesi olduğu söylenebilir. Bu savaş hedefi İngiltere’yi
Fransa ve Rusya ile aynı safa sokarken, 1904 ve 1907’deki anlaşmalar
ile sağlanmış olan uzlaşmanın da Almanya’ya karşı ortak bir cephe
oluşturulması için uygun bir zemin sağladığı belirtilmelidir ve bu
şartlar altında güç geçişinin uygun gördüğü hegemonik savaş modeli ortaya çıkmıştır.
Bu aşamada İngiltere’nin yönetim yapısında, başlayan savaş ile
ilgili, karar alma mekanizmasının tanımlanması faydalıdır. Savaşın başladığı andan, Kasım 1914’ün sonuna kadar, savaş ile ilgili
karar alma merci hükümeti oluşturan ve İmparatorluk Savunma
Konseyi’nin danışmanlığını yaptığı, 22 üyeli Kabineydi; Savaş Bakanlığı ve Amirallik ise uygulamadan sorumlu birimlerdi. İmparatorluk Savunma Komitesi 1901’de oluşturulmuş ve 1904’te revize
edilmiş bir kurumdu ve görevi imparatorluğun güvenliği için gerekli
olan enformasyonun toplanması ve koordinasyonu ile zaman içinde
ortaya çıkacak sorunlara çözümler üretmekti. Bu çerçevede söz konusu komitenin kabineye yalnızca danışmanlık yapması ve gerektiğinde tavsiyelerde bulunması öngörülmüştü. 25
25 Tim Coates (editör), Lord Kitchener and Winston Churchill- The Dardanelles Comission, Part 1, Londra, The Stationary Office, 2000, s. 14-15.
58
Burak Gülboy
Başlayan savaşın beklentilerin ötesinde geniş çapta olması ve geniş alanlara yayılması, bu yönetim sistemini yetersiz bıraktığından,
Kasım ayının sonunda savaşın organizasyonundan sorumlu olacak
bir Savaş Konseyi oluşturuldu. Savaş Konseyi esasen kabinenin savaş eforunun organizasyonu ile daha yakından ilgili olan bakanlıkların temsilcileri ile İmparatorluk Savunma Komitesi’nin üyelerinden bazılarının bir araya gelmesinden oluşmaktaydı. Konsey hem
Kabinenin hem de İmparatorluk Savunma Komitesi’nin yetkilerini
birleştiriyordu.26 Bu durumun ortaya çıkardığı sonuç İngiltere’nin
savaşı yürütme prosedürünün sivil otoritenin üzerinde sivil-askeri
karma bir otorite tarafından üstlenilmesi olmuştur. Savaş Konseyi
Başbakan Herbert H. Asquith, Dışişleri Bakanı Edward Grey, Maliye
Bakanı David Lloyd George, Donanma Bakanı Winston Churchill,
Savaş Bakanı Lord Herbert H. Kitchener, İmparatorluk Genelkurmay Başkanı Archibald Wolfe Murray, Amirallik Birinci Lordu John
A. Fisher ve Arthur Balfour’dan oluşmaktaydı. Bu isimler dışında
yapılan toplantılara değişen başka isimlerin dahil olması olağan bir
durumdu27
Savaş Konseyinin üyelerinin kişiliklerindeki ve savaşa olan yaklaşımlarındaki farklılıklar, ilerleyen dönemde İngiltere’nin savaşa
olan yaklaşımını ve savaş hedeflerinin belirlenmesini etkileyecek bir
faktördü. Başbakan Asquith ve Dışişleri Bakanı Grey kabinenin en
önemli iki ismi olmakla birlikte, İngiltere ile Fransa arasındaki işbirliğine sıkı sıkıya bağlı isimlerdi ve özellikle Grey İngiltere’nin savaşa
girme kararının mimarı konumundaydı.28
Savaş Bakanı Lord Kitchener ise geçmişi parlak başarılarla dolu
Viktorya Dönemi İngilteresi’nin en önemli askeri kişiliğiydi. Kamuoyundaki popülerliğinin yanı sıra politik çevrelerde de büyük bir
saygınlığa sahip olan Kitchener; Genelkurmay’daki bütün üst rütbeli
subayların cepheye gitmesi nedeniyle Savaş Bakanlığını tek otorite
olarak yürütmekteydi. Ordu ile ilgili bütün düzenlemeler, atamalar
ve organizasyonlar onun istediği şekilde yürüyordu ve sahip olduğu
karizmanın büyüklüğü ve askeri çevrelerdeki etkisi nedeniyle ne politikacılar, ne de askerler tarafından verdiği kararlar hiç bir biçimde
eleştirilmemekteydi.29 Genelkurmay Başkanı Archibald Wolfe Mur26 A.g.e., s 18-19.
27 Robert Rhodes James Gallipoli, Londra, Pan Books, 1965, s 18.
28 Bu konuda şu kaynaklara bakmak faydalıdır: Edward Grey, Why Britain is in the
War and What She Hopes for the Future, Londra, Fisher and Unwin, 1916.
29 Philip Magnus, Kitchener-Portrait of an Imperialist, Londra, John Murray, 1958,s.
299-303.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
59
ray ise Kitchener’ın karizması altında ezilen bir isimden öteye gidememekteydi.30 Fransa cephesindeki birlikleri komuta eden General John French ile fikirbirliği etmiş olan Kitchener savaşın sonunu
belirleyecek olan cephenin Batı cephesi olduğu inancındaydı ve bu
inancı ordunun aşağı yukarı bütün kademelerinde kabul görmekteydi.31
Donanma Bakanı Churchill ile Amirallik Birinci Lordu Fisher
Savaş Konseyi içinde donanmayı temsil eden isimlerdi. Konsey içinde ordunun temsili tamamen meslekten gelen askerler tarafından
yapılmaktaysa da donanmanın temsili açısından durum farklıydı.
1911’den beridir Donanma Bakanlığını yürütmekte olan Churchill,
konseyin diğer üyelerinden yaşça genç olmasına karşılık, ateşli ve
yaratıcı kişiliği ile dikkat çeken bir isimdi; fakat Kitchener’ın tersine askeri konularda tecrübesi oldukça az olan bir sivildi. Churchill,
İngiltere’nin savaşa girişini desteklemekle birlikte, bu savaşın İmparatorluk için büyük fırsatlar içerdiğini düşünmekteydi ve ona göre
bu fırsatları gerçekleştirebilmek için kullanılması gereken temel
araç da İngiliz Donanması olmalıydı. Donanma ile ilgili uzmanlık
konuları söz konusu olduğunda ise Churchill’in yanında Amirallik
Birinci Lordu Fisher bulunmaktaydı. 1905’teki Dretnot Devrimi’nin
mimarı ve 1904-1909 arasında Amirallik Birinci Lordluğu yapmış
olan Fisher da İngiliz Donanmasının İngiltere adına savaşa en büyük katkıyı yapabilecek araç olduğuna inanmaktaydı. Fisher önceki
görevi süresince Almanya ile İngiltere arasındaki donanma yarışının
en önemli destekçisi olmuştu. 1909’da görevinden istifa etmesinin
ardından ise Churchill ile yakın ilişkiler kurmuştu. Ekim 1914’te
Churchill’in de isteğiyle yeniden Amirallik Birinci Lordluğuna
atanmasına karşılık Fisher, Churchill’den farklı olarak, donanmanın temel anlamda Alman deniz gücüne karşı kullanılması fikrindeydi. Fisher konumu itibariyle Churchill’in astı durumundaydı ve
Kitchener’a danışmanlık yapan Sir Archibald Wolfe Murray’a denk
bir görev üstlenmekteydi.
Savaş Konseyinin diğer bir önemli ismi de Lloyd George’du.
Konsey içinde olumlu gözlemleri, katkıları ve yerinde eleştirileri ile
öne çıkmaktaydı. Gerçekçi yaklaşımı ile İngiltere’nin başlayan savaşa girmesi gerektiğine inanmış ve savaş ilanı kararına destek vermişti. Bunun yanında ordunun yönetimi ve kullanımı konusunda ciddi
eleştiriler üretmekten de geri durmamaktaydı. Bu anlamda sık sık
Kitchener ile karşı karşıya gelmekteydi. Churchill ile tam bir uyuş30 Coates, a.g.e., s 22-23.
31 Liddel Hart, The History of the First World War, Londra, Papermac, 1997 s. 35.
60
Burak Gülboy
ma içinde olmamasına karşılık, bir deniz gücü olan kendi ülkesinin
kaynaklarının herhangi bir sonuç üretmeyen Batı cephesinde harcanmasına karşıydı.32
Gösterişli adına ve üstlendiği işleve karşılık Savaş Konseyi gerçekte etkili bir işleyişe sahip değildi. Düzenli bir şekilde toplanmadığı gibi (genelde Başbakanın isteği ile toplanmaktaydı), aldığı kararları da kabine ile paylaşmamaktaydı. Konseyi oluşturan kişiler farklı
görüşlere sahip politikacılar ya da politikleşmiş askerlerdi. Ekonomik ve askeri konularla ilgili bürokratlar yalnızca ihtiyaç duyulduğu zamanlarda konseyin toplantılarına katılmakta ve çoğu zaman
bunların fikirlerine ya da önerilerine dahi başvurulmamaktaydı.33
Konsey içinde kabineyi temsil eden bakanlar yeri geldiğinde görüş
bildirmelerine ve eleştirilerde bulunmalarına karşılık, konseyin karar alma mekanizmasında Başbakan Asquith, Savaş Bakanı Kitchener ve Donanma Bakanı Churchill’in isimleri öne çıkmaktaydı.34
Bundan öte, konsey içinde askeri birimleri temsil eden Kitchener ve
Churchill genellikle konseyin onayına danışmadan Savaş Bakanlığı
ve Amirallik Dairesi gibi kendilerine bağlı olan birimlerde bağımsız
kararlar alarak bunları uygulamaya sokmaktaydılar. Bu durum da
ister istemez ülkenin kaynaklarının dağılımı ve kuvvetlerin kullanımı ile ilgili ciddi sorunlar ortaya çıkartmaktaydı.
Bütün bu karmaşık ve dağınık organizasyon içinde ayrı uçları
temsil eden Kitchener ve Churchill farklı fikirleri ve yönettikleri kurumların rekabeti doğrultusunda bir tür güç mücadelesi yürütmekteydiler. Başbakan Asquith ise bu iki uç arasında bir tür denge görevi
üstlenmekteydi. Dışişleri bakanı Grey ise İngiltere ve Antant’ın diğer
üyeleri arasında diplomatik ilişkilerden sorumluydu. Nihayetinde
savaşın erken döneminde belirsizliğini koruyan İngiltere’nin savaş
hedefleri ile ilgili kararlar da bu fikir çatışmaları çerçevesinde şekillendi.
32 Richar Toye, Lloyd George and Churchill, Rivals for Greatness, Londra, Mc Millan,
2007, s. 133-134.
33 James, a.g.e., s 24-25.
34 Coates, a.g.e., s 18-19.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
61
GÜÇ GEÇİŞİ ÇERÇEVESİNDE İNGİLTERE’NİN SAVAŞ
HEDEFLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Savaşlar kapsamlarında çatışmalar barındırıyor dahi olsalar, sonuçta organize olmuş topluluklar tarafından belli hedeflere ulaşmak
için yapılan mücadelelerdir. Bu ilişki mantığı çerçevesinde önceden
saptanmış hedefler için kaynakların dağılımı ve organizasyonu yapılarak söz konusu mücadele yürütülür. 1914’e değin genellikle savaşların mantığı aşağı yukarı bu satırlarda bahsedildiği biçimde şekillenmişti. Buna karşılık Birinci Dünya Savaşı, bu savaşa taraf olan
aşağı yukarı bütün devletlerin net ve kesin hedefler belirleyemediği
bir karşılaşma oldu. Gerçekte savaşan hiç bir devletin yaşamadığı
güvenlik endişelerinden, emperyalist paylaşımlara kadar uzanan bir
yelpaze üzerinde Avrupa’nın büyük güçleri savaşın gidişatı süresince
değişikliklere uğrayacak savaş hedeflerini sürekli yenileyerek değiştirdiler.35 Bu durum özellikle Antant devletleri grubunu oluşturan
İngiltere, Fransa ve Rusya için daha fazla geçerliydi. Nihayetinde üç
devletin aralarında kurdukları bir askeri ittifak olmadığı gibi, savaş
stratejilerinin ve hedeflerinin belirlenmesi de aralarında ciddi sürtüşmeler yaratabilecek kadar zorluklar içermekteydi. Temel olarak
bu üç devlet önceki dönemde emperyalist yarışta ciddi birer rakip
konumundaydı; her biri Avrupa’daki güç dengesinden farklı anlamlar çıkartmaktaydı ve rakiplere karşı yapılacak harekâtların alanları
hem emperyalist dengeyi, hem de güç dengesini dönüştürebilecek
unsurlar taşımaktaydı. Üç devletin aralarında ortak bir askeri komuta yapısının olmaması da söz konusu harekâtların planlanmasını
genelde politikacılara ya da onlara yakın olan üst rütbeli askerlere
bırakmaktaydı.
Savaş stratejisinin ve hedeflerinin belirlenmesi ile ilgili söz konusu durum belki de en fazla İngiltere için geçerliydi. Savaş Konseyinin
yapısından ve fikir ayrılıklarından doğan yaklaşımlar, daha savaşın
başından itibaren, İngiltere’nin savaş hedeflerini mevcut durumun
idare edilmesi ile ortaya çıkan fırsatların değerlendirilmesi arasında
gidip gelen bir belirsizliğe sürüklemişti.
Batı ekolü şeklinde anılan ve başını Kitcehener ve üst rütbeli ordu
subaylarının çektiği grup, savaşın kazanılması için Almanya’nın yenilgiye uğratılmasının ilk hedef olduğu konusunda fikir birliği içindeydiler. Bu grubun ortak görüşü ise savaşın Batı cephesinde kazanılacak zafer sonucu geleceği idi. Bu amaçla İmparatorluğun elindeki
kara gücünün tamamı Fransa’daki cepheye angaje edilmiş durum35 Eric J. Hobsbawm, Age of Extremes, 2. Basım, Londra, Abacus, 1996, s. 28-29.
62
Burak Gülboy
daydı. Diğer taraftan 1914 yılının Eylül ayının başındaki Marne Savaşının ardından Batı cephesindeki çarpışmalar karşılıklı siperlerde
devam eden bir yıpratma savaşına dönüşmüş durumdaydı ve Alman
ordusu durdurulmasına karşın, yenilgiye uğratılmış değildi.
İmparatorluğun Batı cephesindeki siper savaşına saplanmasına
ve bu cephede kazanılacak bir zafere bel bağlanmasına en ciddi eleştiriler ise Donanma kanadından gelmekteydi. Churchill ve Fisher’ın
başını çektiği ve zaman zaman Lloyd George’un da dahil olduğu,
Doğu ekolü olarak adlandırılan, bu kanadın temel inancı nihai zaferin Batı cephesinde kazanılacağı olmasına karşılık, Batı cephesinde
harcanan insanın, malzemenin ve enerjinin İngiltere’nin hem tarihi vizyonuna uygun olmadığı, hem de İmparatorluk kaynaklarının
boş yere harcandığı yönündeydi. Nihayetinde İngiltere bir yüzyıl
boyunca Avrupa’daki krizlerde ve savaşlarda donanmasının gücü ile
taraftı. 1899’daki Boer Savaşı ise İngiltere’nin kara gücünü kullanmaktaki yetersizliklerini sergilemişti. Fransa’yı savaşta tutabilmek
için İngiltere’nin kaynaklarının Batı cephesinde harcanması yerine, elde bulunan en etkili araç olan donanma ile zafere gidebilecek
başka alternatiflerin üretilmesi de mümkündü. Üstelik donanmanın
sağladığı manevra alanı siper savaşına saplanıp kalan kara ordusuna
oranla çok daha büyüktü. Bütün bu argümanların üreticisi ve sözcüsü Churchill, Savaş Konseyinin oluşturulmasından kısa bir süre
sonra, Konsey toplantılarını bir dizi plan bombardımanına tutmaya
başladı. Bu planlardan en önemlileri ise Çanakkale ve Borkum Harekat Planlarıydı.
ÇANAKKALE’YE HAREKAT FİKRİNİN ORTAYA ÇIKIŞI:
Birinci Dünya Savaşının başlangıcı olan 1 Ağustos’tan, İngiltere’de
Savaş Konseyinin ilk toplantısını yaptığı 25 Kasım 1914’e değin geçen süre içerisinde gerek karada ve gerekse denizlerde ilk önemli
çarpışmalar yaşanmış ve savaşın o güne değin yapılanlardan daha
geniş çaplı ve daha yoğun olacağı aşağı yukarı anlaşılmıştı. Alman
ordusunun ilerleyişi Eylül ayının başında Marne’da durdurulduğunda Fransa’nın olası bir işgalden kurtulduğu kesinleşmişti. Bir kaç
hafta sonra ise Rusya’nın Tanenberg’de uğradığı bozgun bu devletin
savaşma gücüne önemli bir darbe indirmişti. Kasım ayında Osmanlı
İmparatorluğunun Almanya’nın yanında savaşa girişi ile İngiltere’nin
Mısır’ın güvenliği ile ilgili dikkatini yönlendirmesi gereken yeni bir
alan ortaya çıkmaktaydı. Nihayet Kasım ayının ortasında meydana
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
63
gelen Birinci Ypres Savaşında İngiltere’nin Fransa’ya yollamış olduğu
sefer kuvvetinin çok ağır kayıplara uğradı. Verilen büyük kayıplara
karşılık İngiltere’nin savaşa giriş amacı kısmen gerçekleştirilmiş gibi
gözükmekteydi. Antant hala ayaktaydı ve Almanya arzuladığı zaferi
elde edememişti. Ordu üzerine düşeni yapmıştı.
Kasım ayının sonuna değin savaşın denizlerdeki gidişatı ise İngiltere için pek de iç açıcı değildi. Uzak Doğu’daki Alman Kruvazör
Filosu Kasım ayının başında Coronel Deniz Savaşında bir İngiliz filosunu yenilgiye uğrattı.36 İngiliz Donanmasının savaşın başındaki
diğer büyük başarısızlığı Alman Akdeniz Filosunu oluşturan Goeben
savaş kruvazörünün ve Breslau hafif kruvazörünün Osmanlı İmparatorluğuna sığınmalarını engelleyememesiydi.37 Bu olay Osmanlı İmparatorluğunun savaşa girişine neden olacak gelişmelerin bir
parçası olduğundan önemliydi. Ordunun tersine donanma beklenen
performansını göstermekten uzaktı.
25 Kasım’da Savaş Konseyi ilk toplantısını yaptığında İngiltere
için savaşın gidişatı bu durumdaydı. Konsey’in ilk toplantısında
Churchill ilk defa Çanakkale Boğazına kara ve deniz güçleri tarafından kara ve deniz güçleri tarafından ortak yapılabilecek bir harekâtın
uygunluğu fikrini ortaya attı. Churchill’in bu konuyu ortaya atma
nedeni Kitchener’ın Mısır’ın savunulması ile ilgili başlattığı bir tartışmaydı ve Churchill’in argümanı Mısır’ın savunulmasının en başarılı yolunun Osmanlı İmparatorluğunu hayati bir bölgede tehdit
etmek olduğuydu. Churchill’in argümanı Kitchener’ın öne sürdüğü
Batı cephesi dışında başka bir bölgeye ayrılabilecek kaynak yetersizliği ve Mısır’daki İngiliz güçlerinin de böylesine bir tehdit oluşturabilecek güce sahip olmadıkları gibi nedenlerle Konsey içinde kabul
görmedi.38
Churchill’in öne sürdüğü harekât fikri aslında daha önceden
mevcut olan ama hayata geçmemiş bir planın yansımasıydı. 19
Ağustos 1914’te Yunan Başbakanı Venizelos, Yunan Kralından aldığı
yetki ile İngiltere’ye başvurarak, Yunan kara ve deniz kuvvetlerini ve
Yunan limanlarını gerektiği takdirde Antant devletlerinin hizmetine
vermeyi teklif etmişti. Bu teklif ise Dışişleri Bakanı Grey tarafından
Osmanlı İmparatorluğunun tarafsızlığını bozacağı endişesi ile red36 Pasifik’teki Alman Kruvazör Filosunun harekâtları için bkz. Keith Yates, Graf
Spee’s Raiders, Annapolis, Naval Institue Press, 1995.
37 Bkz. Redmond Mclaughlin, The Escape of ‘the Goeben’-Prelude to Gallipoli, MW
Books, 1974. Aynı kitap Türkçeye Nejat Dalay tarafından Yavuz’un Kaçışı olarak
çevrilmiş ve Milliyet Yayınları tarafından 1978 yılında basılmıştır.
38 James, a.g.e., s 25.
64
Burak Gülboy
dedilmişti.39 Churchill ise bu teklifi önemli bir fırsat şeklinde algılamıştı. Churchill Osmanlı İmparatorluğunu düşman saflarını itecek
bir hamle olmasını kabul etmekle birlikte, ortaya çıkacak fırsatların
kayda değer olduğunu düşünmekteydi. Ona göre İngiliz Akdeniz
Filosunun da desteğini alacak Yunanistan’ın vaat ettiği güçlerin Çanakkale boğazının kapalılığının yaratabileceği sorunları kolaylıkla
ve efektif bir şekilde çözebilecek olması kayda değer bir durumdu.
Bu dönemde Gelibolu Yarımadasındaki Türk askeri varlığı oldukça zayıftı ve Yunan Genelkurmayının elinde olası bir harekât için
planlar mevcuttu. Her şeyden önce Osmanlı İmparatorluğu gittikçe
Almanya’nın tarafına yaklaşmaktaydı. Churchill’e göre de Marmara
denizinde beklemekte olan Goeben ve Breslau gemilerinin de Osmanlı İmparatorluğuna bu yolda baskı yaptıkları aşikârdı.40 Gelibolu
Yarımadasının ve Çanakkale Boğazının kontrol altına alınması hem
bu gemilerin etkisiz hale getirilmesini, hem de Osmanlı imparatorluğunun tarafsızlığının devamı konusunda baskı yapılmasını sağlayabilecekti. Bütün bunların ötesinde Churchill, böylesine bir başarının Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’nın oluşturacağı
ve İngiltere’nin destekleyeceği yeni bir Balkan ittifakını da mümkün
kılacağını düşünmekteydi. 41
Churchill, Alman ordusunun Paris’e ilerleyişi ile birlikte Osmanlı
İmparatorluğunun Yunanistan ve İngiltere’ye karşı savaş açma olasılığının artması üzerine, böyle bir durumda yürürlüğe girecek bir
harekât planı için hazırlıklara başladı. İlk olarak İngiliz Donanmasına ait güçlerin Marmara Denizine girebilmesi amacıyla, Gelibolu
Yarımadasının Yunan Ordusu tarafından işgal edilmesi ile ilgili Amirallikten ve Savaş Bakanlığının Askeri Operasyonlar Departmanından temsilcilerin katılacağı bir konferansın toplanmasını sağladı. Bu
konferans sonucunda 60.000 kişilik bir gücün böylesine bir harekât
için yeterli olacağı sonucuna varıldı. Yunan Donanmasındaki İngiliz
Danışmanlık Heyetinin başkanı Amiral Mark Kerr irtibatıyla ilişki
kurulan Yunan Genelkurmayı da İngiliz Donanması ile yapılacak
bir ortak harekâtı onaylamasına karşılık, Yunanistan Bulgaristan’ın39 C. Jay Smith Jr., “Great Britain and the 1914-1915 Straits Agreement with Russia:
The British Promise November 1914”, The American Historical Review, Cilt 70,
No.4, (Temmuz 1965), s. 1019.
40 Goeben savaş kruvazörü ve Breslau hafif kruvazörü Alman Donanmasının Akdeniz Filosunu oluşturan gemilerdi ve savaş başladığında İngiliz Akdeniz Filosunun takibinden kaçarak, Osmanlı İmparatorluğuna sığınmışlardı.Bu gemiler
daha sonradan Osmanlı İmparatorluğu tarafından satın alındı ve isimleri Yavuz
ve Midilli olarak değiştirildi.
41 Winston Churchill, The World Crisis 1911-1918, Londra, Free Press, 2005, s. 279.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
65
da bütün gücüyle Osmanlı İmparatorluğuna saldırmasını şart koştu.
Yunan hükümeti de Genelkurmayının endişelerini paylaşmaktaydı.
6 Eylül’de Venizelos Atina’daki İngiliz temsilcisi ile yaptığı konuşmada, Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğuyla karada teke tek bir mücadeleye girişmekten çekinmediğini ve ülkesinin böyle bir durumla
baş edebileceğini belirterek, asıl olarak Yunanistan’ın Bulgaristan’ın
açıklamış olduğu tarafsızlığa güvenemediğini; hepsinden öte,
Sırbistan’ın Avusturya tarafından işgali durumunda, Bulgaristan
ve Osmanlı İmparatorluğunun birlikte Yunanistan’a saldırmasının
kritik bir durum olacağını anlattı. Churchill ise bu endişeleri yersiz
bulmakla birlikte, Dışişleri Bakanı Grey’le yaptığı görüşmede Yunan
ordusu yerine Çanakkale’ye yapılacak olası bir harekâtta Rusya’nın
Pasifik limanlarından gönderilebileceği bir Rus gücünün böylesi bir
harekât için yeterli olacağını belirtti. Churchill basit düşünmekteydi;
kendi sözleri ile yaptığı değerlendirme şu şekildeydi: “Gelibolu’nun
alınması için ödenecek bedel şüphesiz ki ağır olacaktı, ama Türkiye ile
artık savaş olmayacaktı. 50.000 kişilik iyi bir ordu ve deniz gücü- işte
Türk belasının sonu”.42 Lloyd George’da Çanakkale yerine Selanik’e
42 Churchill World Crisis adlı eserinde bu plan ve hedefleri ile ilgili şunları yazmıştır:
“...Türkiye ile bir savaşın ağırlığını küçümsemiş olduğum düşünülse de,
Türkiye’nin eninde sonunda bize saldıracağına emindim ve Fransa’daki Alman
istilasının eninde sonunda durdurulacağına inancım sonsuzdu. Bu iki tahminim de doğru çıktı. Kendi bakış açımın bilgece olduğunu iddia etmiyorum, fakat
doğru bir tarihsel bakış açısı olduğunu göstermeye çalışıyorum. Böyle bir bakış
açısı çerçevesinde üretebilecek politika Yunanistan’ın Kavala’yı Bulgaristan’a verilmesini teklif etmesi karşılığında, Kıbrıs’ın da tamirat olarak Yunanistan’a verilmesini teklif etmeyi sağlayabilirdi. Gene Sırbistan’ın Manastır’da Bulgaristan
adına düzeltmeler yapması için baskı üretebilirdi. Bu düzenlemelerin o zaman
başarılı olup olamayacağı hakkında bir şey söylemek istemiyorum.
....
Türkiye’de neler olduğuna aldırmadan Balkan Devletlerini bir araya getirecek politikayı üretebilecek bir fırsatı yaratmak için çabalarımı arttırdım. Bu yoldan hiç
vazgeçmememe karşın, okuyucu Kabine’nin yönetilmesindeki diğer argümanları
da anlamalıdır. Savaşın henüz çatışma olmayan bölgelere yayılmasını engellemeye yönelik adanmış arzu; Türkiye ile yaşanacak bir anlaşmazlık durumunda
Hindistan’da doğabilecek tehlikeler; 1914’teki müthiş askeri zayıflığımız; Lord
Kitchener’ın iki Hint Tümeninin Süveyş Kanalı üzerinden geçirilmesine kadar
doğuyu mümkün olduğunca sessiz tutmak istemesi; Rusya’nın İstanbul ile ilgili kuşkusunu ve kıskançlığını uyandırmadan, Yunanistan’ın ve özellikle de Kral
Konstantin’in desteğinin sağlanmasındaki zorluklar ve , son olarak, müttefiklerin
asıl cephelerde büyük başarılar kazanamadan veya Balkanlarda büyük bir güç
bulundurmadan, Bulgaristan’ın ve Kral Ferdinand’ın Tötonik sistemden koparılıp koparılamayacağı üzerine –pek de yabana atılamayacak- şüpheler.
Daha sonradan bu soruları Sir Edward Grey ile konuştuğumda en fazla son konu
üzerinde üzerinde durdu. ‘Bulgaristan Almanya’nın savaşı kazanamayacağına
inanana kadar, bizim ona söz verdiğimiz başkalarının toprakları karşılığında savaşa girmeyecektir’. Alman ordusunun Kuzey Fransa’daki hızlı ilerleyişi, Fransız
66
Burak Gülboy
bir çıkartma yapılması taraftarı olmasına karşılık, böyle bir girişimin sonuçları konusunda Churchill’e yakın görüşlere sahipti.43
Churchill’in görüşleri savaşın bu erken döneminde genelde
Antant’ın, özelde ise İngiltere’nin açmazlarını oldukça iyi yansıtmaktadır. Cephelerdeki başarısızlıkların getirmiş olduğu itibar kaybı, özellikle İngiltere’nin diplomatik kartlarını sınırlamaktadır. Diğer
taraftan, askeri ağırlığını Fransa’ya yoğunlaştırmış olan İngiltere doğuda ciddi bir zayıflık içindeydi. Bu çerçevede diplomatik ve askeri
dış politika araçlarından yoksun olarak İngiltere’nin pazarlık payları düşüktü. İmparatorluğun kaynaklarının seferberliği yavaş olarak
gelişmekteyse de Churchill bu anlamda bazı fırsatların kaçırılmakta olduğunu düşünmektedir. İngiltere desteğindeki Yunanistan’ın
Osmanlı İmparatorluğu üzerinde sağlayabileceği bir üstünlüğün,
yeni bir Balkan ittifakına dönüştürülmesi ve bu ittifakın Osmanlı
İmparatorluğunu savaş dışına itmesi, şüphesiz ki, İngiltere’yi hem
hükümetinin Bordeaux’ya taşınması, Antwerp’in düşüşü, Hindenburg’un Ruslar
karşısındaki müthiş zaferleri, bütün bunlar, Türklerin olduğu gibi, Bulgarların da
aklını çelmekteydi. Ordusu olmayan, ayıracak bir tek askeri olmayan, gönderecek
bir tane tüfeği olmayan, yalnızca donanması ve parası ile İngiltere Yakın Doğu’da
pek fazla göz doldurmamaktaydı. İstanbul üzerindeki Rus çıkarları, Kral Konstantin ve Kral Ferdinand’ın ihtirasları ile direkt çatışma halindeydi. Sonuçta Balkanlarda tek bir ileriyi görebilen göz, dahi Venizelos, mücadelenin asıl ahlaki tarafını
algılamıştı, savaşan tarafların gerçek göreceli güçlerini görebilmişti ve Alman ordusunun zaferleri ile İngiliz İmparatorluğunun görülmesi zor ama sonsuz kaynakları
çerçevesinde yavaşça toparlanan deniz gücü arasındaki değer farkını layıkıyla takdir edebilmişti.”, A.g.e., s 280.
43 Lloyd hatıratında şunları yazmaktadır:
“ İstanbul’daki Türk yöneticilerine baskı yapabilmek amacıyla Çanakkale’ye donanma tarafından yapılacak bir harekâtın planı donanma otoriteleri tarafından daha
önceden birden fazla kez gözden geçirilmiştir. Gelibolu’dan öte Asya sahillerinin de
kontrol altına alınmadığı durumlarda harekatın fazla riskli olduğu her seferinde
anlaşılmıştır. Projenin incelendiği her seferde müttefiklerin daha sonradan yaptıkları denemede karşılaştıkları tehlikelerin varlığı görülmüştür. Güçlük ortadadır- iki
yanda savunulması mümkün yüksekliklerin kontrolünde yapılacak bir donanma
geçişi. Bu iki kıyı düşman elinde kaldığı süreçte, başarılı bir geçiş sağlansa bile dönüşte boğazın donanmanın geçişine mayınlar ve tahkim edilmiş mevziler ile kapatılabileceği anlaşılmıştır. Yunanlılar savaşın erken döneminde müttefiklerin yanında savaşa katılmayı önerdiklerinde, Gelibolu Yarımadasını işgal edecek yeterlilikte
bir gücü göndermeye hazırdılar. Böyle bir şey yaptıklarında Çanakkale’nin hikâyesi
çok daha farklı olurdu. Bütün savaşın hikâyesi de anlatıldığından çok daha farklı
olurdu. Fakat anlaşılmaz bir nedenden dolayı Sir Edward Grey, Yunanlıların bu
teklifini geri çevirdi. Onun yorucu tereddütleri bizi savaşa sokmasına karşılık,
bu tereddütler savaşın içindeyken de bizi aksatmaktaydı. Balkanlardaki duruma
yönelik daha enerjik ve anlayışlı bir davranış sergilenmesi Yunanistan’ın yanında
Bulgaristan’ı da savaşa çekebilirdi. Hatta İtalya dahi daha erkenden savaşa girebilirdi.”
David Lloyd George, War Memories of David Lloyd George, Londra, Ivor Nicholson and Watson, 1933,Cilt 1, s. 389-390.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
67
Mısır’ın, hem de Hindistan’ın güvenliği konusunda rahatlatacaktı.
Ayrıca Goeben ve Breslau savaş gemilerinin etkisiz hale getirilmesi
ile beraber Doğu Akdeniz’de Antant devletleri rakipsiz kalacaklardı.
Bütün bunların gerçekleşmesi için ise İngiltere’nin kullanabileceği
araçlar Balkan devletlerinin toprak arzularını ateşleyecek diplomatik rüşvetler ve donanmanın verebileceği destek olacaktı.
Churchill’in ve Lloyd George’un görüşleri hem İngiliz yönetim
kademesindeki fikir ayrılıkları hem de İngiltere’nin savaş hedeflerinin belirsizliği ile ilgili bazı ayrıntılar vermektedir. Dışişleri Bakanı Grey ve Savaş Bakanı Kitchener Osmanlı İmparatorluğunun
savaş dışında tutulmasını faydalı görmekte iken, Churchill savaşı
Balkanlara yayacak girişimlerin yapılması taraftarıdır ve hatta kendi inisiyatifi ile böyle bir durumu doğuracak fırsatın ortaya çıkması
için çalışmaktadır. Lloyd George ise Balkanlardaki durumun daha
değişik fırsatlar yarattığını düşünmektedir. Ona göre Gelibolu yerine Selanik’e yapılacak bir çıkartma Yunanlılardan herhangi bir
karşı koyma görmeyeceği gibi, burada tutulacak bir köprübaşının
Fransa’nın da askeri desteği ile zamanla geliştirilmesi, hem Balkan
devletlerine politik bir baskı üretilmesi, hem de gerektiğinde buradan askeri harekât yapılmasını sağlayabilecekti.44
Son olarak Churchill’in girişimleri dikkat çekici ayrı bir noktayı daha işaret etmektedir. İngiliz Kabinesi içinde değişik branşların
kendi inisiyatifleri ile farklı girişimler üretmekte oldukları bellidir.
Donanma Bakanı olan Churchill, daha karar verilmemiş bir harekât
için kendi başına aldığı kararlarla hazırlıklar yaptırmış ve diplomatik girişimlerde bulunmuştur. Bu girişim ilk değildir. Ekim ayında
Antwerp’e çekilmiş olan Belçika ordusuna destek vermek için Donanmaya ait deniz piyadelerinden oluşan bir gücü, gene kendi inisiyatifi ile Antwerp’e yollamıştır.45 Gene Kasım ayının başında Çanakkale Boğazının çıkışında bekleyen İngiliz savaş gemilerine boğazın
girişindeki Türk bataryalarını bombardıman etme emrini vermiştir.46 Churchill’in bu tür girişimlerinin nedeni aslında yukarıdaki
kendi sözlerinde gizlidir. Ona göre toparlanmakta olan İngiliz gücü
etkinliğe ulaştığında, bu etkinliği eyleme sokabilecek hareket nokta44 A.g.e., s. 392-394.
45 A. J. P. Taylor, The Struggle for Mastery in Europe 1848-1918,3. Basım, Londra,
Oxford University Press, 1960, s.34-35.
46 3 Kasımda yapılan bu bombardıman Osmanlı askeri yetkililerine boğazın savunmasındaki yetersizlikleri göstermesine ve bu tarihten sonra boğazda yeni önlemler alınmasına neden olduğu için ciddi biçimde eleştirilmiştir. Trumbull Higgins,
Winston Churchill and the Dardanelles, Londra, William Heinemann Ltd., 1963,
s. 68.
68
Burak Gülboy
ları elde tutulmalıdır. Buna karşılık savaşın bu ilk döneminde İngiltere eldeki gücünü ağırlıkla Fransa cephesine yoğunlaştırdığından
Churchill’in bu cüretkâr planları Savaş Bakanı Kitchener ve Fransa’daki İngiliz Görev Gücü’nün Komutanı Sir John French tarafından
kabul görmemekteydi. Bu nedenle Churchill de kendi kontrolünde
olan donanmanın kaynaklarını kendi planları için kullanmaktaydı.
Lloyd George dahi bu durumdan şikâyet etmekte ve kendi fikri olan
Selanik Projesini Savaş Konseyine sunmasına karşılık, Kitchener’ın
ve Churchill’in askeri konularda başkalarını dinlemekte pek de istekli olmadıklarını, dahası kendi komutalarındaki güçleri kendi inisiyatifleri ile kullanabilme avantajları olduğunu yazmaktadır.47
Savaş Konseyi oluşturulduktan ve 25 Kasımdaki ilk toplantıdan
sonra, konsey içindeki fikir ayrılıkları belirginleşmişti. Dışişleri Bakanı Grey’in diplomatik dengeleri gözetmekte olan hassaslığı belirgindi ama savaşın gittikçe yayılan görünümü artık diplomasideki
manevra alanını daraltmaktaydı. Asıl karşıtlık Kitchener’ın temsil
ettiği ordu ile Churchill’in temsil ettiği donanma arasındaydı. Zaferin Batı cephesinde ordu tarafından kazanılacağı beklentisinin en
önemli temsilcisi Kitchener’ın konsey içinde sahip olduğu ağırlık
karşısında donanmanın etkin kılınması tezini savunan Churchill’in
planlarının kabul görmesi bu dönemde pek de kolay gözükmemekteydi. Bu durum ise 25 Kasımdaki ilk toplantıda Churchill’in
Çanakkale’ye yapılmasını istediği harekâtın reddedilmesini açıklamaktaydı.
ÇANAKKALE’YE BİR ALTERNATİF: BORKUM HAREKÂTI
Kasım ayının sonuna gelinirken savaşın gidişatı Churchill’in yaklaşımlarını olumlayacak bir dizi gelişmeyi de beraberinde getirdi.
Bunlardan ilki Batı cephesindeki savaşın Manş kıyılarından İsviçre Alplerine değin uzanan bir cephe üzerinde kilitlenmiş bir siper
savaşına dönüşmesiydi. İkinci olarak hiç bir devletin böylesine
uzayacak bir yıpratma savaşına hazırlanmamış olmasından dolayı
ortaya çıkan cephane sıkıntısıydı. Üçüncü olarak ise Osmanlı İmparatorluğunun Almanya’nın yanında savaşa girişiydi. Bununla
bağlantılı olarak ise Rusya’nın Almanya ve müttefikleri karşısında
ard arda uğradığı yenilgilerle beraber, Osmanlı İmparatorluğunun
da savaşa katılmasıyla içine girdiği sıkıntılı durumdu. Nihayetinde
47 Lloyd George, a.g.e., s 392-394.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
69
İngiltere’nin ve Fransa’nın Rusya’ya yardım edebilecek bağlantıları
zayıflamış olduğundan Rusya’nın askeri konumu hassaslaşmıştı ve
Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğuna karşı bir kaç cephede birden yalnız başına savaşmak durumundaydı.
Buna karşılık Rusya’nın uğradığı yenilgilerde yaşadığı malzeme kaybı ve Rus silah sanayisinin bu kayıpları karşılayamaması Rusya’nın
ciddi zorluklarla karşılaşmasına neden olmuştu.
Savaşın gelmiş olduğu nokta Antant için sıkıntılı bir durumun
göstergesi de olsa Savaş Konseyi içinde savaş hedefleri için hâkim
olan görüşlerde büyük bir değişiklik yoktu. Tersine gelişmeler
Churchill’in istediği yönde gitmekteydi. Aralık ayına gelindiğinde
Alman donanmasının ülke karasuları dışındaki bütün savaş gemileri etkisiz hale getirilmiş, dominyonlardan ve sömürgelerden yola
çıkan asker konvoyları hedeflenen noktalara ulaşmış, Osmanlı ordusunun Süveyş Kanalına saldırısı başarısızlıkla sonuçlanmış ve denizlerdeki kontrolün ele geçirilmesi ile beraber Almanya denizden ablukaya alınmıştı. Artık donanma kullanılmaya hazır durumdaydı.48
(Churchill, 2005, s 280). Churchill’in cephelerdeki mevcut durum
karşısında İngiltere için öngördüğü stratejik yaklaşım şuydu:
“Savaşın dev boyutuna rağmen, sorunsalının temeli değişmemişti.
Merkez Güçlerin Kuzey Denizinden, Ege’ye ve oradan da daha gevşek
şekilde Süveyş Kanalına uzanan cephe çizgisi, herşeyden öte, prensipte
küçük bir ordunun, iki kanadını denizlere vermiş olarak, bir yarımada üzerine yerleşmesinden farklı değildi. Fransa, kendi içinde devam
eden bir savaş alanı olarak düşünüldükçe, durum tamamen bir tıkanmışlığa girmektedir ve Alman işgalcilerinin cephesi yarılamamakta
veya çevrilememektedir. Ama bakış açısı savaşın bütün alanını içerecek biçimde genişletildiğinde, savaşın büyüklüğü tek bir muharebe
gibi düşünüldüğünde ve İngiliz deniz gücü sahne aldığında en uzağa
ulaşan karakterde çevirme hareketlerinin karakteristiği müttefikler
için mümkün hale gelmektedir. Bu çevirme hareketleri o kadar büyük
ölçekli ve o kadar karışıklıklardır ki, her biri kendi içlerinde ayrı birer
savaştır. Bunların herbiri başka bir savaşta büyük kabul edilebilecek
ordular gerektirirler. Bu harekatlar deniz gücü ve kendilerine has diplomasi gerektirirler.
Bu anda, Fransız Genelkurmayı düşmanın çevrilebilecek bir kanadı olmadığından şikayet ederken, Tötonik İmparatorluklar aslında
iki kanatları çerçevesinde aşırı bir kırılganlığa sahiptiler. Bu anlamda
1915’in başında savaşın durumunun öne çıkan üç açık gerçeği şunlardı: Birinci olarak, asıl cephe olan Fransa’daki tıkanmışlık; ikinci olarak,
48 Churchill, a.g.e., s. 297-298.
70
Burak Gülboy
Rusya’nın tamamen yenilgiye uğratılmasından önce bu tıkanmışlığın
acil bir biçimde giderilmesi ve üçüncü olarak da, bu tıkanıklığın büyük amfibi ve politik-stratejik operasyonlar ile açılabilmesi ihtimali.”.
Aralık ayının sonuna gelinirken, Churchill’in yaklaşımındaki
değişiklik göze çarpmaktadır. İngiliz Donanmasının denizlerdeki hâkimiyeti sağlaması ile beraber Churchill kendi tezlerini destekleyecek argümanları da sağlamıştır. Bu çerçevede bakıldığında
Churchill’in Kasım ayında öne sürdüğü Balkanlara endeksli bölgesel
yaklaşımını oldukça genişlettiği de belirgindir. Bu çerçevede artık
yalnızca Çanakkale Boğazı değil, Baltık Denizi de Churchill’in ilgi
alanına girmiştir. Baltık Denizi ile ilgili yaklaşımında Churchill’e en
önemli destek ise Amirallik Birinci Lordu Fisher’dan gelmektedir.
Tıpkı Çanakkale Harekâtı Planı gibi aslında Baltık Denizinde yapılması öngörülen harekât da yeni bir fikir değildi. Daha savaş başlamadan önce Churchill donanma desteğinde Hollanda, Almanya,
Danimarka ya da İskandinav kıyılarına çıkartmalar ile bazı önemli
liman ve adaların işgal edilmesini öngören plan taslakları hazırlatmıştı. Churchill 31 Temmuz 1914’te bu taslakları incelenmesi için
Başbakan ve Savaş Bakanlığına yollamışsa da savaş başladıktan sonra taslaklar göz ardı edilmişti (Charmley , 1993 , s 107-108).49 Bunun
ardından Churchill bu sefer, 19 Ağustos’ta, Rus Genelkurmay Başkanı Grand Dük Nikola’ya başvurarak, Danimarka ve İsveç arasında
yer alan kanaldan İngiliz Donanmasını Baltık Denizine yollamayı
önermiş ve Alman Donanması ile yapılacak kesin sonuçlu bir savaşın ardından Rus ordusuna ait birlikleri Alman sahillerine çıkartmayı teklif etmişti. Rus Genelkurmayı ise İngiliz Donanmasının Alman
Donanmasını kesin bir şekilde etkisizleştirmesi durumunda böyle
bir harekâtın olumlu görüldüğünü bildirmişti.50 Amiral Arthur K.
Wilson’un Almanya’ya ait Heligoland adasını işgal etme projesi ise
17 Eylül’de üst rütbeli deniz subaylarının katıldığı Loch Ewe Konferansında tartışılmış ama kabul görmemişti.51
Aralık ayına gelindiğinde, Churchill daha Fisher’ın Amirallikteki ilk döneminde hazırlatmış olduğu eski bir planı yeniden
gündeme getirdi. Borkum Planı adı verilen plana göre Baltık Denizinde bulunan, Danimarka’ya ait, Borkum adası işgal edilecek ve
burası Scleiswig-Holstein’ın işgali için bir üs olarak kullanılacaktı.
49 John Charmley, Churchill, The End Of Glory, A Political Biography, New York,
Harcourt Brace and Company, 1993, s 107-108.
50 Robert K. Massie, Castles of Steel, New York, Ballantines Books, 2003, s.296.
51 Paul G. Halpern, A Naval History of World War I , Annapolis, Naval Institute
Press, 1994, s. 101-102.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
71
Bu harekâtı ise Kiel Kanalının işgali takip edecekti. Kiel kanalının
işgali Alman Açık Deniz Filosunu etkisiz bırakacaktı. Danimarka
İtilaf devletleri tarafında savaşa girmeye zorlanacak ve bu ülkenin
topraklarına çıkacak İngiliz birlikleri Kiel Kanalını güvence altına
alacak; bunun ardından da İngiliz Donanması Baltık Denizine girerek kontrolü sağlayacaktı. Baltık Denizinin kontrol altına alınması
ile beraber Rus birlikleri Berlin’e 100 milden daha az mesafede olan
Pomeranya kıyılarına çıkartmalar yapacaktı. Plan için Mayıs 1915
tarihi öngörülmekteydi.52
Borkum Planının en ateşli destekleyicisi Fisher’dı. Daha öncede, 1904-1909 tarihleri arasında, üstlenmiş olduğu Amirallik Birinci
Lordluğu görevinde Alman Donanmasını, İngiliz Donanmasının
en önemli rakibi olarak tanımlamış ve bu amaçla Dretnot sınıfı
gemilerden oluşan yeni İngiliz donanmasının yapımını başlatmıştı. Savaşın başında Churchill’in isteğiyle yeni baştan göreve geldiğinde fikirlerinde en ufak bir değişiklik yoktu; fakat donanmanın
işlevine yaklaşımı çok önemli noktalarda Churchill’den farklılaşmaktaydı. Churchill’in tersine, Fisher bir askerdi ve fikirleri aslında
Kitchener’dan çok da farklı değildi. Ona göre, İngiliz Donanmasının
temel işlevi düşmanı yenmekti ve düşman kesinlikle Alman Donanmasıydı. Ordu nasıl Fransa’da Alman ordusu ile mücadele ediyorsa
donanma da Alman Donanması ile mücadele etmeliydi. Çanakkale
Boğazı ya da Balkanlar donanmanın kaynaklarının boş yere kullanımı olacaktı. Daha önce Amirallik Birinci Lordluğu görevini üstlendiği süreçte olası bir İngiliz-Alman savaşında İngiliz Donanmasının
Baltık Denizinde yapacağı harekâtlar ile ilgili planlar hazırlatmıştı.53 Kasım ayında göreve geldiğinde ilk işi küçüklü büyüklü gemilerden oluşan 602 parçalık yeni bir gemi yapım planı olmuştu. Bu
plan içinde yer alan Monitör tipi ağır top taşıyan ve özellikle kıyı
bombardımanı için yapılmış tekneler ile Beetle adı verilen çıkartma
tekneleri ilgi çekiciydi. Fisher’ın planlarını kendi çizdirdiği bu teknelerin yapılış amacı Baltık’ta yapılacak çıkartmalarda kullanılacak
olmalarıydı.54
52 A.g.e., s. 103
53 Bu planlar ile ilgili bkz. Paul Haggie, “The Royal Navy and War Planning in the
Fisher Era”, Journal of Contemporary History, Cilt 8, No: 3, (Temmuz 1973), s
113-171
54 Massie, a.g.e., s. 294-295; Fisher’ın Baltık Denizinde yapılacak harekat ile ilgili
yaklaşımının ne kadar olumlu olduğu kendi hatıralarından da anlaşılmaktadır:
“Bay Churchill Baltık Projesi ile ilgili olarak coşkulu olma konusunda kimseden
daha geri değildi, ve o da Kuzey sularının şüphe duyulmaksızın asıl savaş alanı
olduğuna inanmaktaydı; O ve Maliye Bakanı Bay Lloyd George, büyük amacı
72
Burak Gülboy
Fisher’ın Borkum Planına bağlılığı açık olmasına karşın, Aralık
ayının sonlarında Churchill’in Baltık’ta yapılacak bir harekata karşı
şüpheleri artmıştı. Bu durum iki isim arasında ciddi tartışmaların ve
fikir ayrılıklarına neden oldu. Diğer taraftan Churchill bu dönemde
Savaş Konseyi içinde Akdeniz ile ilgili yaklaşımı konusunda Asquith
ve Lloyd George gibi isimlerden gittikçe daha fazla destek gördüğünü hissetmekteydi. Nihayet, Borkum Planının rafa kaldırılmasının
diğer bir nedeni ise Çanakkale’ye yapılacak harekât için beklenmedik bir fırsatın ortaya çıkışıydı.
BİR GÜÇ GEÇİŞİ MODELİ OLARAK ÇANAKKALE
HAREKATI’NIN PLANLANMASI:
1914 yılının Aralık ayının sonu Savaş Konseyi içinde Batı ve Doğu
ekolleri arasındaki fikir ayrılıklarının oldukça belirginleştiği bir dönemdir. Bu döneme kadar Kitchener’ın ağırlığı ve etkisi Batı ekolünün görüşlerini konsey içinde etkin tutmuş olmasına karşın, Doğu
ekolünün muhalefeti de gün geçtikçe artmıştı. 1914 yılı biterken İngiltere beklemediği büyüklükte bir savaşın içine, beklemediği ölçüde
bulaşmıştı. Aralık ayına gelindiğinde Kitchener’ın etkisi dahi Savaş
Konseyi içindeki hoşnutsuzluğu bastıramıyordu.
30 Aralık’ta Başbakan Asquith, biri Savaş Konseyi Sekreteri Pascal Maurice Hankey’den ve diğeri de Churchill’den olmak üzere, iki
memorandum aldı. 55 Bunlardan iki gün sonra da Lloyd George tagerçekleştirecek 612 teknelik bir armadanın çabucak –çoğu bir kaç hafta içinde,
yalnızca birkaçı da bir kaç ay içinde tamamlanmak üzere- yapımı fikrine görkemli
karşılık vermişlerdi; ve ben de kendimi, gizliliği koruyarak, yalnız kendi ellerimi
kullanarak -ikisi göstermelik olacak olan- üç ordunun yapacağı üç değişik çıkartmayı gerçek hale getirecek olan organizasyonları yapmaya hazırladım. Aynı zamanda, harekatlar başlaması öngörülen zamandan kısa bir süre öncesinde Rus
orduları ile işbirliği yapacakların deneyim kazanması ve sanatı öğrenebilmesi için,
50000 kişilik bir gücün yapacağı harekatın 12 inçe 1 footluk bir ölçekte canlandırmasını görebilmeleri için Southampton’da bindirme ve Stokes Bay’da çıkartma
tatbikatları ile ilgili bütün hazırlıkları yaptım.”
John A. Fisher, Memories and Records, New York, George H. Doran Company,
1920, s.68..
55 Maurice Pascal Hankey hazırladığı bir memorandum ile Fransa cephesindeki
müttefik ordularının bütün gayretlerine rağmen bir ilerleme sağlayamadığını,
kendi kayıplarının düşmanınkinden fazla olmaya başladığını ve bu cephede başarılı bir sonuç elde edilmesinin mümkün olamayacağını açıklamış; ardından
cepheyi karşıdan zorlamak yerine çevresinden geniş bir çevirme manevrası yapılmasını önermişti. Bu manevranın Balkanlar ya da Osmanlı boğazları üzerinden yapılması uygun gözükmekteydi. Bkz. Higgins,a.g.e., s. 74-75; Churchill’in
memorandumun içeriği önceki başlıkta belirtilen yaklaşımı içermektedir.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
73
rafından hazırlanan bir başka memorandum Başbakana ulaştı.56 Üç
memorandum da birbirlerinden bağımsız olarak Fransa’da tıkanmış
olan durumu eleştirmekte ve savaşın gidişatında yaratılabilecek alternatiflerden söz etmekteydiler.57 Batı cephesinden gelen kayıplarla
ilgili haberlerden ve bu cephedeki askeri durumdan son derece rahatsız olan Asquith, özellikle Lloyd George’un Selanik’e bir güç çıkartarak ve Balkan devletlerini organize ederek Avusturya-Macaristan ya da Osmanlı İmparatorluğuna karşı hareket edilmesi fikrinden
etkilenmişti. Temelde bu memorandumlarda öne sürülen görüşlere
sıcak bakmasına karşın, Fransa’dan, General John French’ten gelen,
bu cepheden asker çekilmesi durumunda müttefik ordularının çok
zor durumda kalacağı ve muhtemel bir yenilgi tehlikesinin açık olduğu yönündeki raporları da dikkate almak durumundaydı. Batı
ekolü ile Doğu ekolü arasına sıkışan Asquith’in askeri yaklaşımı
önemli ölçüde Kitchener tarafından şekillendiğinden, Başbakan’ın
Savaş Konseyini yönlendirmesi söz konusu değildi.58
Savaş Konseyi içindeki belirsizliği çözümleyen Kitchener’ın kendisi oldu. 2 Ocak 1915’te Kitchener, Churchill’e Petrograd’dan gelen
ve içeriğinde Rus Genelkurmay Başkanı Grand Dük Nikola’nın yardım talebini içeren bir telgrafı iletti. Grand Dük Nikola, Rus ordusunun Kafkasya’da başlayan Osmanlı ileri harekatı karşısında zayıf
konumda bulunduğunu belirterek, İngiltere’nin Rusya’nın pozisyonunu rahatlatabilecek ve Türklerin dikkatini Kafkaslardan başka bir
yöne çekebilecek bir kara ya da deniz gücü gösterisi girişiminde bulunup bulunamayacağını, ya da en azından bu konuda yanıltıcı raporların yayınlanıp yayınlanamayacağını Kitchener’a sormaktaydı.
Kitchener ise telgrafa eklediği notta donanmanın böylesine bir girişim yapma olanağını konusunda Churchill’in fikrini istemekteydi.
İkili ilerleyen saatlerde yaptıkları görüşmede donanmanın yapacağı
56 Lloyd George’un 31 Ocak’ta sunduğu memorandumda ülkenin toparlanmakta
olan kaynaklarının Fransa’daki cephe gibi muğlâk sonuçlar verecek bir alanda
harcanacağına, daha az malzeme ve emekle ulaşılabilecek askeri, politik ve diplomatik başarıların kazanılabileceği alternatif aranması gerektiğine değinmektedir.
Ona göre bu alan Almanya’yı müttefiklerini etkisiz hale getirerek güçten düşürebilecek bir inisiyatifin kullanılabileceği Balkanlar olmalıdır. Memorandumun
son cümlesi ise ilginç bir uyarı ile sonlanmaktadır: “Yetersiz özen ve hazırlık ile
planlanan ve uygulanan harekâtlar genellikle facia ile sonuçlanırlar”. Bkz. Higgins,
a.g.e., s. 76-77
57 Robin Prior, Gallipoli-The End of the Myth, New Haven, Yale University Press,
2010, s. 14-15.
58 George H. Cassar, Asquith as War Leader, Londra, Continuum International
Publishing Group, 1994, s. 57.
74
Burak Gülboy
olası bir harekatla ilgili fikir alışverişinde bulundular.59
Aynı gün Churchill, Kitchener’dan ikinci bir mektup daha aldı.
Bu mektupta Kitchener, Ruslara Kafkaslarda yardım için bir şeyler
yapılabileceğini belirtmekteydi. Ona göre, İngiltere’nin elinde olası
bir kara harekatı için yeterli miktarda askeri yoktu. İzmir’e yapılabilecek bir harekâtın, bu bölgedeki Hıristiyanlara yönelik katliamlara
neden olması muhtemeldi. İskenderun ise daha önceden denenmişti
ve buraya ikinci kez yapılacak bir harekâtın büyük bir etkisi olmayacaktı. Suriye sahillerinin de durumu aynıydı. Doğu’ya yollanan Türk
takviyelerini engellemenin tek yolu ise Çanakkale’ye yapılacak bir
harekât olabilirdi. Grand Dük Nikola’nın dediği gibi, bu harekâtın
hedefinin İstanbul olacağı şeklinde raporların yayınlanması faydalı
olabilirdi. Kitchener mektubunu “Büyük bir şey için bir kaç aydan
kısa bir sürede hazır olamayız.” şeklinde bitirmekteydi. Aynı gün
Kitchener Dışişleri vasıtasıyla Petrograd’a yolladığı telgrafta, Grand
Dük Nikola’ya, Türklere karşı bir güç gösterisi için adımlar atılacağını ama böylesine bir güç gösterisinin Kafkaslardan bir geri çekilmeyi
ya da buraya yollanan takviyeleri durduracağı konusunda derin şüpheler olduğunu bildirdi.60
2 Ocak’ta Lord Kitchener ile Churchill arasındaki görüşmelerde
Kitchener’ın yaklaşımındaki ciddiyetin yoğunluğu tartışılır gözükmektedir. Kitchener, baskı altındaki bir müttefiki rahatlatabilecek
ama İngiltere’nin savaş eforunu Batı cephesinden saptırmayacak bir
güç gösterisi istemektedir. Bu nedenle de kara gücüne ihtiyaç göstermeyecek bir gösteri harekâtının donanma tarafından yapılmasını
hesaplamaktadır. Churchill’e işaret etmek istediği noktanın bu olduğu belirgindir. Böylesine bir güç gösterisinin başarısından dahi şüpheleri vardır ve bunu da Petrograd’a yolladığı telgrafta belirtmiştir.
Diğer taraftan Kitchener’ın son aylarda Churchill, Lloyd George ve
Fisher’dan gelen baskılara karşı Rusya’nın yardım talebini kullandığı
da söylenebilir. Churchill’e yolladığı iki mektupta da olası bir harekât
gösterisi durumunda donanmanın böylesine bir harekâtı yalnız yapacağını ve hiç bir kara gücünün bu harekât için ayrılamayacağını
bir kaç kez belirtmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere Kitchener Savaş Konseyi içinde güç kazanan donanmanın işlevinin arttırılmasını isteyen Doğu ekolünün ilgisini çekecek bir bahane üretmiştir.
Çanakkale’ye yapılacak bir güç gösterisi hem Doğu ekolünün eleştirilerini azaltacak, hem de Fransa cephesindeki başarısızlıkların
59 Churchill, a.g.e., s. 318-319.
60 Lord Kitchener’dan Winston Churchill’e 2 Ocak 1915 tarihli mektup. Bkz. Churchill, 2005, s 319, Lord Kitchener’ın telgrafı içi bkz. Churchill, a.g.e., s. 320.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
75
yaratmış olduğu sorunlu politik durumdan ilginin farklı bir tarafa
yoğunlaşmasını sağlayacaktır.61
2 Ocak’taki görüşmelerin ardından Çanakkale’ye yapılacak
harekât fikrine olan ilgi canlanmaya başladı. İlk olarak 3 Ocak’ta
Churchill Fisher’dan Çanakkale’ye yapılacak bir harekâtı destekleyen
ve cüretkâr bir plan içeren bir mektup aldı. Bu mektupta Fisher Savaş Konseyinin az toplantı yapmasından ve yavaş karar almasından
şikâyet etmekteydi. Bunun ardından ise Yunanistan ve Bulgaristan’ın
da katılacağı, Fransa cephesinden çekilecek birliklerle beraber donanmanın yapacağı bir harekâtın ayrıntılı planını önermekteydi.62
Aynı gün Churchill Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Carden’e bir
telgraf yollayarak, Çanakkale Boğazının yalnızca savaş gemileri ile
zorlanıp zorlanamayacağını sordu. Bu telgrafın son cümlesi önemliydi: “sonuçların taşıdığı önem, büyük kayıpları meşru kılacaktır.”.63
5 Ocak’ta Carden’den Churchill’e gelen cevap Çanakkale
Boğazı’nın savaş gemileri ile geçilmesinin mümkün olamayacağını
ve böyle bir geçişin ancak çok sayıda ve tipte geminin katılacağı genişletilmiş harekâtlar ile başarılabileceğini içermekteydi. Aynı gün
Savaş Konseyinde yapılan görüşmede Çanakkale’de yapılacak bir
güç gösterisinin yaratacağı politik sonuçların olumluluğu görüşülürken, Amirallikte yapılan toplantılarda da askeri yetkililer olası bir
harekâtın başarı şansının bulunduğu yönünde fikir bildirmişlerdi.
61 2 Ocak’ta Kitchener Fransa’daki Sir John French’e bir mektup yollayarak, Fransa’da
yapılması muhtemel harekâtların cepheyi yarma şansı olmadığı kanısında olduğunu, bunun yerine İtalya ve Romanya gibi yeni müttefiklerin kazanımıyla zaferin başka alanlarda kazanılabileceğini yazmıştır. French ise cevabında gerekli
takviyeler, topçu desteği ve cephanenin emrine ulaşması durumunda cepheyi
yarma şansı olduğunu bildirmiştir. French, Lloyd George’un Selanik’e yapılacak
çıkartma konusundaki fikirlerine katılmaktadır, fakat Çanakkale’ye yapılması muhtemel harekatın ordu ve donanmanın işbirliği ile yapılmasının tam da
Almanya’nın istediği bir girişim olduğunu ve Rusya’nın olası bir savaştan çekilmesi durumunda bu harekatta kullanılacak her kara askerine batı cephesinde ihtiyacı olacağını bildirmiştir. French cevabını aynı zamanda Asquith’e de göndermiş ve Başbakan da bu cevabı Savaş Konseyi üyelerine dağıtmıştır. Bu anlamda
hem Sir John French, hem de konsey üyeleri ile Kitchener arasında yavaş yavaş
su yüzüne çıkmakta olan bir krizin belirginleştiği söylenebilir. Higgins,a.g.e., s.
77-78; Lloyd George da Kitchener’ın sorumluluklarının ve savaşı tek elden yürütüyor olmasının kendisini sıkıntıya sokmuş olduğu fikrindedir:
“Yalnızca donanma tarafından yapılacak bir harekat fikri her cepheye daha fazla
cephane ve asker göndermek baskısı altında olan sıkıntılı Savaş Bakanı için mutlu
bir kurtuluştu. Bu konudaki endişeleri iki yada üç ay için Amiraller tarafından
paylaşılacaktı.”, Lloyd George,a.g.e., s 395.
62 Fisher’dan Churchill’e 3 Ocak 1915 tarihli mektup, bkz. Churchill, 2005,s 320.
63 Telgrafın sonunda yer alan bu cümlenin beklenen cevabın olumlu olması için
bir yönlendirme olduğu iddia edilebilir.Higgins, a.g.e.,s 79; Prior, s. 14-15;; Bkz.
Amirallikten Amiral Carden’e Telgraf, 3 Ocak 1915, Churchill, a.g.e., s. 322.
76
Burak Gülboy
Bu şartlar altında 6 Ocak’ta Churchill Amiral Carden’e yolladığı telgraf ile Çanakkale’ye yapılacak genişletilmiş bir harekât için ihtiyaç
duyduğu gücü ve izlemeyi düşündüğü planı bildirmesini istedi. 11
Ocak’ta ise Carden’in planı Churchill’e ulaştı.
Carden’in planı 4 aşamalıydı. İlk üç aşama Çanakkale Boğazındaki Osmanlı müstahkem mevkilerinin kademeli bombardımanlarla yok edilmesini ve boğazdaki mayınların temizlenmesini, son
aşama ise mayın avlama gemileri tarafından eşlik edilen filonun
boğazı geçerek Marmara Denizine girişini içermekteydi. Harekâtın
sonlanması için mevcut şartlar devam ettiği süreçte bir aylık bir süre
yeterli görülmekteydi. Carden’in ilk aşamada öngördüğü filonun
içeriği Dördü mayın önleyici engeller ile donatılmış 12 savaş gemisi, 3 savaş kruvazörü (ikisi Marmara’ya girişte hazır olmak şartıyla),
3 hafif kruvazör, 1 filotilla lideri, 16 destroyer, 6 denizaltı, 4 deniz
uçağı, 1 hastane gemisi, 6 kömür ikmal gemisi ve 2 cephane ikmal
gemisi olarak belirlenmişti.64 Filonun geri kalanı ise boğazın açık
tutulmasını ve mayın tarlalarının tamamen temizlenmesini sağlayacaktı. Churchill, 12 Ocak’ta Carden’in planına dayanarak Amiralliğe
yolladığı telgraf ile Çanakkale Harekâtı ile ilgili nihai planların yapılmasını ve bu harekât için oluşacak filoya katılacak gücün belirlenmesini emretti. Harekâtın başlaması için Churchill 1 Şubat tarihini
öngörmekteydi.65
7-8 Ocak’taki Savaş Konseyindeki 1915 yılında izlenmesi hedeflenen askeri strateji ile ilgili görüşmeler karşılıklı fikirlerin öne
sürüldüğü ve uzlaşmanın sağlanamadığı toplantılar oldu. Churchill
13 Ocak’taki toplantıya Çanakkale Harekât Planının teklifi ile geldiğinde, başta Asquith olmak üzere, bütün üyeler böylesine bir açılımı
memnun etmeye hazır haldeydiler.66 Savaş Konseyinin yaptığı toplantıda Çanakkale Harekâtı ile ilgili plan oybirliği ile kabul edildi.
Alınan kararın içeriği şöyleydi: “Amirallik acil olarak, İtalya’ya baskı
yapması amacıyla, Adriyatik’te Cattaro ya da başka bir noktaya karşı etkili bir harekâtı göz önüne almalıdır. Aynı zamanda Amirallik
Şubat ayında, ana hedefi İstanbul’un alınması olmak üzere, Gelibolu
Yarımadasının bombardımanına başlamak üzere hazırlanmalıdır.”
15 Ocak’ta Churchill, Carden’e yolladığı telgraf ile Savaş Konseyinin
kararını bildirerek, söz konusu harekât için hazırlıklara başlamasını
64 Roger Keyes, The Naval Memoirs of the Admiral of the Fleet,New York, E.P.Dutton
and Co., 1934, s.180-181.
65 Churchill’in Amiralliğe yolladığı 12 Ocak 1915 tarihli telgraf için bkz. Churchill,
a.g.e., s. 324-327.
66 Cassar, a.g.e., s. 57.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
77
emretti ve yine telgrafla Fransız hükümetini ve Grand Dük Nikola’yı
haberdar etti.67
Savaş Konseyinin almış olduğu kararın yapısı incelendiğinde
İngiltere’nin 1915 yılı başında daha önceden hesaplanmamış, yeni
savaş hedeflerine yöneldiği anlaşılmaktadır. Bu hedefler 1914’tekinden farklı olarak İtalya’nın savaşa dâhil edilmesi ve İstanbul’un
alınmasını içermektedir.68 İlk bakışta basit gibi görünen bu hedefler
aslında büyük bir geri planı içermektedir. Adriyatik’te öngörülen ve
İtalya’ya baskı yapması hedeflenen harekât tavsiyesinin bir şaşırtmaca olduğu bellidir. Çanakkale’ye yönelik harekât ve İstanbul’un
alınması ise Churchill tarafından arzuladığı gelişmeleri tetikleyecek
bir başlangıç olarak algılanmaktadır. Diğer taraftan başta Kitchener
olmak üzere konsey içindeki pek çok kişinin, Churchill’den farklı
olarak, bu harekâttan beklentilerinin pek de büyük olmadığı söylenebilir. Örneğin, Kitchener beklenen etkiyi göstermediği takdirde
bombardımandan vazgeçilebileceğini belirtmiştir. Fisher ise memnuniyetsizliğini sessizliği ile göstermiştir. Churchill onun sessizliğini plana onay verdiği şeklinde yorumladığını yazmaktadır.69 Lloyd
George ise, hatıralarında Savaş Konseyi içinde kendisinin harekât ile
ilgili şüpheli tek isim olarak yalnız kaldığını ve Fisher’ın da genelde
sessiz kalmayı seçtiğini yazmaktadır.70 Daha sonradan Çanakkale
Harekâtına katılan Akdeniz Görev Gücü’nün Genelkurmay Heyetinde görev alan General Gerald Ellison ise, 13 Ocak’ta konseyde
alınan kararda, Churchill’in harekâtın yalnızca donanma tarafından
yürütüleceğini taahhüt ettiğini; bu taahhüt üzerine Konseyin oybirliği ile kararı aldığını; beklenen etkiyi göstermediği takdirde ise
harekâtın devam etmeyeceği üzerinde Konseyin fikir birliği olduğunu yazmıştır.71
67 Churchill, a.g.e., s. 327-328.
68 John Masefield, bu hedefleri şöyle tanımlamaktadır:
“Türklere, başkentlerinin tehlike altında olduğu ve onu savunmak için sınırlardaki cephelerden asker çekmek zorunda oldukları konusunda tehdit yaratarak
Kafkaslardaki büyük Türk askeri güçlerini Rus müttefiklerimizden başka alanlara yönlendirmek önemliydi; Balkan devletlerine yakın olan bir alanda cüretkâr
bir askeri gösteri ile onların hayal güçleri üzerine oynamak mümkündü, Mezopotamya’daki yatırımlarımız için ve Mısır’ın güvenliği için hayatiydi.”
John Masefield, Gallipoli, New York, The Mac Millan Company, 1918, s.24.
69 Churchill, a.g.e., s.327.
70 Lloyd George, a.g.e., s. 395-396.
71 Gerard Ellison, The Perils of Amateur Strategy, Londra, Longmans, Green and
Co. Ltd., 1926, s. 38-39.
78
Burak Gülboy
ÇANAKKALE HAREKÂTININ HEDEFLERİ
Oybirliği ile alınmış olmasına karşın, daha başından itibaren hedefsizlik ve anlaşmazlıklar üzerine kurulu olan harekâta neden onay
verilmiştir? Başka bakış açılarından bakıldığında harekât ile ilgili
değişik sorular da üretilebilir. Gerçekte Çanakkale Harekâtı ile ilgili
alınan kararın fazla ayrıntıya girilmeden ve çabuk bir şekilde alındığı bellidir. Henüz Amirallik gerekli planları ve organizasyonları hazırlamamış olduğu gibi, karar yalnızca Carden’in önerisi olan plan
üzerinden alınmıştır. Bunun dışında harekâtın yapılması öngörülen
bölge 19. yüzyılın önemli bir kısmını meşgul etmiş ve halen çözülememiş olan Doğu Sorunu’nun alanını kapsamaktadır ve İngiltere’nin
müttefiki konumundaki Fransa ve Rusya gibi bu sorunla yakından
alakalı olan devletlerin vereceği tepkiler hesaplanmamıştır. Savaş öncesinde İstanbul’a yapılacak bir işgal hareketinin Rusya ile
İngiltere’yi savaş durumuna getireceği açıkken, şimdi böylesine bir
hedefin açıklanmasının yaratacağı tepkinin ne olabileceği de belli
değildir. Bu şartlar altında harekâtın olası başarısının Antant’ı sona
erdirecek bir durumu bile doğurabilme ihtimali mevcuttur.
Churchill kararın alınma sürecinde başta Fisher olmak üzere
Amirallikteki üst rütbeli subayların da harekât ile ilgili olumlu yaklaşımları olduğunu belirtmekteyse de, gerçekte durum farklıydı.72
Daha 13 Ocak’taki toplantı yapılmadan önce Amirallikteki üst rütbeli subaylar böylesine bir harekâtın kara gücünün desteği olmadan
yapılamayacağı yönünde çekincelerini belirtmişlerdi; buna karşılık
toplantıda mevcut olan bu subaylara ise fikirleri dahi sorulmamıştı.73
Bütün bu argümanlar bir araya geldiğinde Çanakkale Harekâtı
ile ilgili kararın önemli stratejik hedeflerin gerçekleştirilmesinden
çok, Savaş Konseyi içindeki 1914 yılında İngiltere’nin savaşa girişteki hedefsizliği ve Fransa cephesindeki kilitlenmişlik çerçevesindeki
edilgenliği temsil eden gruplaşmanın doğurmuş olduğu karşıtlık ve
hoşnutsuzluğu aşmak için alındığı söylenebilir. Bu çerçevede Çanakkale Harekâtı ile ilgili alınan karar stratejik ve askeri hedefler
güden bir yaklaşımdan çok politik bir karar olarak görülmelidir.
Harekât kararının alınması Savaş Konseyi içindeki politik bir
çıkmazın çözümlenmesi olarak ortaya çıkmış olmasına karşın, yeni
bir anlaşmazlığın doğmasına yol açtı. Bu sefer tepki Amirallikten
72 Churchill, a.g.e., s. 327.
73 Higgins, a.g.e., s. 80-81; Elison, a.g.e., ss. 39-40, 44; Ayrıca bu konuda ayrıntılı bir
analiz için bkz. C.E. Calwell, The Dardanelles, Londra, Constable and Company
Ltd, 1919, s. 1-13.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
79
gelmekteydi. Churchill’in isteği ve inisiyatifi etrafında şekillenmeye başlayan Çanakkale Harekâtı, amirallikteki üst rütbeli subaylar
arasında ciddi bir rahatsızlık yaratmıştı. Amirallikteki genel görüş
hayata geçirilmesi gereken asıl harekâtın Kuzey Denizinde ya da
Baltık’ta yapılması gerektiği yönündeydi. Bu çerçevede Borkum Planı hazırlanmıştı ve buna alternatif olarak da Belçika’daki Zeebrugge
Kanalının bombardımanı ve bloke edilmesi ile ilgili başka bir projenin çalışmaları devam etmekteydi. Özellikle kendisinin fikir babası
olduğu Borkum Planının rafa kaldırılmış olması Fisher’da büyük bir
hayal kırıklığı yaratmıştı ve Churchill’in ona danışmadan Çanakkale Harekâtını ortaya atmış olması da Fisher ile Churchill’in arasına
belirgin bir soğukluğun girmesine neden olmuştu.
Amirallikten gelen tepki 25 Ocak’ta Fisher’ın kaleme aldığı bir
memorandum ile şekillendi. Bu memorandum özetle İngiliz Donanmasının tarihsel rolünün kara hedeflerine saldırmak değil, denizlerde hâkimiyet kurmak olduğu fikri üzerine kuruluydu. Bu çerçevede
İngiltere’nin denizlerdeki rakibi Almanya’ydı ve donanmanın gücünü bölerek başka alanlara kaydırmak, donanmanın yerine getirmesi
gereken görevi sekteye uğratacaktı.74 Fisher eklediği bir not ile söz
konusu memorandumun Savaş Konseyi üyelerine de dağıtılmasını
istemekteydi. Buna karşılık Churchill Fisher’ın memorandumunu,
27 Ocak’ta kendi eklediği cevapla yalnızca Başbakan Asquith’e yolladı. Konseyin diğer üyeleri ise gerçekte Amiralliğin düşüncelerini
yansıtan bu memorandumdan haberdar olmadılar75. Bu durum Çanakkale Harekâtı konusunda Churchill’in Amiralliği bir anlamda
devre dışı bırakarak, inisiyatifi tamamen tekeline aldığının göstergesidir. 28 Ocak’ta Asquith, Churchill ve Fisher arasında, Savaş Konseyinin toplantısından önce yapılan görüşmede de Asquith desteğini
Churchill’in yaklaşımına verdiğini açıklamıştır.76 Bu gayrı resmi görüşme Fisher’ın ve dolayısı ile Amiralliğin asıl görüşlerinin büyük
ölçüde devre dışı bırakılmasıdır.
Askeri yaklaşımın devre dışı bırakılması ile artık Çanakkale
Harekâtının geleceği kesinleşmişti. Bu hava içinde 28 Ocak’ta yapılan Savaş Konseyi toplantısı harekâtın olası sonuçlarının değerlendirildiği bir havada geçti. Konsey sekreteri Albay Pascal M. Hankey’in
toplantıda tuttuğu tutanak hem konseyin havasını, hem de Çanak74 Fisher’ın Churchill’e 25 Ocak 1915’te yolladığı memorandumun tam metni için
bkz. Churchill, a.g.e.,s. 349-350.
75 Ellison, a.g.e., s. 43-44; Churchill’in cevabını içeren 27 Ocak 1915 tarihli memorandum için bkz. Churchill, a.g.e.,s. 351-354.
76 Churchill, a.g.e.,s. 351-354.
80
Burak Gülboy
kale Harekâtının olası başarısı sonucunda ulaşılması beklenen hedefleri göstermesi açısından yararlıdır:
“Bay Churchill, Grand Dük Nikola’yla ve Fransız Amirallik
Dairesi’yle bağlantı kurarak, onları Çanakkale’ye yapılacak donanma
harekâtı konusunda bilgilendirdiğini söyledi. Grand Dük coşkuyla cevap vermişti ve bu saldırının kendine yardımcı olabileceğini bildirmişti. Fransız Amirallik Dairesi ise olumlu bir karşılık vermiş ve yardım
vaat etmişti. Harekâtın Şubat ayının ortasında başlaması için hazırlıklara başlanmıştı. Churchill Savaş Konseyinin şüphe götürmez bir
biçimde riskler içeren bu harekâta önem verip vermediğini sordu.
Lord Fisher anladığı kadarı ile bu sorunun o güne değin düşünülmediğini söyledi ve bu konu ile ilgili kendi görüşlerinin Başbakan tarafından bilindiğini ekledi.
Başbakan bu güne kadar atılmış olan adımlar çerçevesinde bu sorunun sürüncemede bırakılamayacağını söyledi.
Lord Kitchener donanma harekâtının hayati önem taşıdığını düşünmekteydi. Eğer başarılı olursa etkilerinin, yeni oluşturulan ordu
birliklerinin kazanacağı bir zafere eşdeğerde olacaktı. Planın en değerli yanı ise eğer tatmin edici ilerleme sağlanamazsa, saldırı durdurulabilirdi.
Bay Balfour Çanakkale Boğazına yapılacak harekâtın başarısı durumunda şu sonuçlara ulaşılacağına işaret etti:
Başarı Türk Ordusunu ikiye bölecekti;
İstanbul bizim kontrolümüze geçecekti;
Rus buğdayına sahip olma avantajını elde etmemize ve Rusya’nın
ihracatına devam etmesine neden olacaktı;
Bu durum Rusya’nın ihracat yapamamasından dolayı ortaya çıkan nakit sıkıntısını ve bunun yaratmış olduğu hoşnutsuzluğu giderecekti;
Aynı zamanda Tuna ırmağına geçişi sağlayacaktı;
Bu kadar umut vaat eden bir operasyonu hayal etmek bile güçtü.
Sir Edward Grey başarının Bulgaristan’ın ve bütün Balkanların
yaklaşımını kesin olarak belirleyeceğini söyledi.
Bay Churchill Akdeniz Filosu Komutanının harekâtın yapılabilirliği konusunda inancını belirttiğini söyledi. Bunu başarması için
de üç hafta ila bir ay bir süreye gerek duymaktaydı. Gerekli gemiler
Çanakkale’ye ulaşmak için yoldaydılar. Mr. Balfour’un tahkikatlarına cevap olmak üzere ise Fransızların Avusturya denizaltılarının
Çanakkale’ye kadar ulaşamayacağı garantisi verdiklerini söyledi.
Lord Haldane Türklerin denizaltıları olup olmadığını sordu.
Bay Churchill bu ana kadar yapılan tahkiklerde Türklerin deni-
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
81
zaltılara sahip olmadığı sonucuna ulaşıldığını söyledi. Asıl bombardımanlarda büyük bir kayıp beklenmediğini ama mayınların temizlenmesi safhasında bazı kayıpların beklenmesi gerektiğini bildirdi. Asıl
zorluklar dış kalelerin susturulmasının ardından, sıranın boğaza saldırılması sırasında yaşanacaktı. Bunun ardından Churchill saldırının
planını harita üstünde anlattı.” 77
Çanakkale Harekâtının muhtemel sonuçları çerçevesinde saptanan hedefleri Şubat ayında Savaş Konseyine sunulan iki memorandumdan da takip etmek mümkündür. Bunlardan ilki Lloyd
George’un 22 Şubat 1915’te Konseye sunduğu memorandumdur.
Lloyd George konseye sunduğu memorandumda ilk olarak
Almanya’nın Batı ve Doğu cephelerinde sağladığı üstün konumdan
bahsederek, bu durumun yarattığı ağırlığın Almanya ve müttefikleri
ile tek başına mücadele etmekte olan Rusya’nın aleyhine gelişmekte olduğunu anlatmaktadır. Bu anlatımın ardından memorandum
özetle şu şekilde devam etmektedir: İngiltere ve Fransa’nın Rusya’ya
vermekte olduğu maddi yardımın yetersizliğinin yanı sıra, bu iki
ülkenin mevcut askeri gücünün Almanya’yı Batı cephesinde sıkıştıracak yeterlilikte olmadığı belirgindir. Antant devletlerinin elinde
insan gücü ve hammadde olmasına karşın, eğitimli orduların yetiştirilmesi ve gerekli cephanenin üretilmesi için zaman gerekmektedir
ve mevcut savaşın süresinin de uzayacağı kesin görünmektedir. Bu
şartlar altında Rusya’nın yükünü hafifletmek için Batı cephesindeki müttefik gücünü zayıflatmadan kısa süre içinde ne yapılabilir?
Yardım için iki faktör öne çıkmaktadır: Balkanların ve İtalya’nın
müttefiklerin yanında savaşa girişi. Bu çerçevede yapılmış olan
hamle Çanakkale’ye düzenlenmesine karar verilen harekâttır. Eğer
bu harekât başarılı olursa, Balkan devletleri nezdinde kesin bir etki
yaratma ihtimali büyüktür ve bu durumda avantajları İngiltere’nin
lehine kullanmak için çabuk hareket etmeye hazır olmak gerekmektedir. Bunun anlamı ise, yalnızca Gelibolu Yarımadasını değil,
bütün bölgeyi kontrol altına alabilecek büyüklükte bir askeri gücün
toplanabilme gereğidir. Bunun sonucunda Romanya, Yunanistan ve
büyük ihtimalle Bulgaristan müttefiklerin yanında savaşa gireceklerdir. Bu devletlerin savaşa dâhil olması ise Avusturya’nın kanadına
1.5 milyon askerden oluşan bir ordu yerleştirecektir. Bu durum hem
Rusya’yı rahatlatacak ve hem de dolaylı biçimde Fransa’daki durumu
etkileyecektir. Mücadeleyi eşitleyip, Rus ordusunun yeniden düzenlenmesi için zaman sağlayacaktır. Başarısızlık durumunda ise Balkanlardaki durum tamamen aleyhte değişecektir. Toprak kazanma
77 Churchill, a.g.e.,s. 355-356; Coates, a.g.e., s. 97-98.
82
Burak Gülboy
şanslarını kullanmak isteyecek Bulgaristan, Romanya ve İtalya’nın
şanslarını Almanya’nın yanında savaşa girerek deneyecekleri kesindir. Bu nedenle Çanakkale Boğazına yapılacak geçiş hareketi püskürtülse dahi bölgedeki dostlara yardım edecek bir askeri gücün
bölgeye gönderilmesi gereklidir. Nihayet Lloyd George, bütün bu
sürece ek olarak en kısa zamanda Yunanistan ve Romanya üzerinde
etki kuracak diplomatik girişimlere de başlanmasını önermektedir.78
Savaş Konseyine sunulan diğer memorandum Lord Kitchener’ın,
25 Şubat’ta, Lloyd George’un memorandumuna cevap olarak sunduğu metindi. Kitchener metninde Lloyd George’un saptamalarına katılmaktaydı. Özellikle de savaşın uzayacağı konusunda Lloyd
George ile aynı fikirde olmasına karşılık, bu zaman içinde ortaya
çıkacak mücadelenin bir yıpratma savaşı olacağını ve bu yıpratma
savaşının sonuçlarının uzun vadede alınacağını öne sürmekteydi.
Kitchener İngiltere’nin savaşın sonunda galip gelmesi için iki amaçtan birini gerçekleştirmek zorunda olduğu kanısındaydı. Bunlardan
ilki müttefiklerin Alman topraklarında ya da bu topraklar dışında
kesin bir zafer ya da bir galibiyetler zinciri kazanmasıydı; ikincisi
ise Almanya’nın savaş alanlarındaki ordularını gerektiği gibi destekleyemediği bir duruma düşeceği zamana değin devam edecek bir
yıpratma mücadelesiydi. İngiltere’nin kaynaklarının bu uzun mücadele için yeterli olduğunu ama bu kaynakların yavaş bir biçimde
kullanıma hazır hale geldiğinden hareket eden Kitchener, bunlardan
kullanıma hazır olanların ise gereken yerlerde ve gereken biçimde
kullanılması gerektiğini belirtmekteydi. Çanakkale Harekâtında
donanmadan büyük beklentiler vardı, fakat bu anda Gelibolu Yarımadasındaki Türk kuvvetlerine karşı savaşacak yeteri sayıda asker
yoktu. Yakın Doğu’daki durum geliştikçe, eldeki askerlerin en iyi biçimde nasıl kullanılacağına karar verilecekti.79
Gerek 28 Ocak’ta yapılan Savaş Konseyi toplantısının tutanağı
ve gerekse de Şubat ayında Lloyd George ve Kitchener tarafından
sunulan memorandumlar 1915 yılı başında İngiltere’nin savaş hedeflerini savaşın başından o zamana kadar geçen altı ay içerisindeki
belirsiz yaklaşımın çok ötesine taşıdıklarının göstergeleri olarak görülmelidir.
78 Lloyd George’un 22 Şubat 1915 tarihli memorandumunun tam metni için bkz.
Lloyd George, a.g.e.., s. 422-432.
79 Lord Kitchener’ın 25 Şubat 1915 Tarihli memorandumunun tam metni için bkz.
Lloyd George a.g.e.., s. 434-438.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
83
ÇANAKKALE’YE HAREKAT KARARININ GÜÇ GEÇİŞİ
YAKLAŞIMI ÜZERİNDEN ANALİZİ:
Güç geçişi yaklaşımı temel olarak hegemon gücün sahip olduğu güç
yapısına benzeşen ve yakınlaşan bir büyük gücün sistemdeki statükodan memnunsuz hale gelmesi ve hegemon gücün pozisyonunu
elde etmek üzere meydan okuması sonucunda savaşın kaçınılmaz
hale geldiğini öne sürmektedir. Büyük güçler hegemon tarafından
belirlenmiş olan uluslararası sistemin statükosundan ve değerlerinden memnun oldukları süreçte sistem barış ortamını korumaktadırlar; aksine bir durumda ise meydan okuyan güç sahip olduğu
potansiyel itibariyle de ikincil bir rolü kabul etmek istememektedir
ve bu durumda sistem savaşa yatkın hale gelerek istikrarsızlaşmaya
başlamaktadır. Bu tür istikrarsızlıklar sonunda ortaya çıkan savaşlar
ise yeni bir hegemonyanın inşası için yapıldıklarından hegemonik
savaşlardır.
Güç geçişi yaklaşımının teorik açılımından düşünüldüğünde Birinci Dünya Savaşı, İngiliz hegemonyasına olan Alman başkaldırısı
çerçevesinde bir hegemonik savaş karakteri taşımaktadır. Bu çerçevede İngiltere, kendi hegemonyasının sağladığı düzenden memnun
konumdaki Fransa ve Rusya ile işbirliği yaparak, Alman başkaldırısına karşı koymuştur. Bu durum da İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından oluşturulan Antant’ın temel savaş hedefini “Alman yayılmacılığını durdurma” ortak amacına indirgemiştir. Bu durum Kasım
ayında üç devletin aralarında yaptıkları görüşmeler ile Almanya ile
ayrı barış anlaşmaları imzalamayacakları konusunda uzlaşmaları ile
pekişmiştir.80 Zaten savaşı yönlendirecek bir strateji üretmek için yeterli açılım sağlamaya müsait olmayan bu savaş hedefi Antant’ı bir
arada tutsa da, 1914’ün Aralık ayına gelindiğinde Alman yayılması
durdurulmuş ama Alman ordusu yenilgiye uğratılamamıştı. Dahası
Belçika’nın tamamının ve Fransa’nın kuzey batı bölgelerinin işgal altına düşmesi, Tannenberg Çarpışmaları sonrasında Rus ordusunun
hücum gücünün tamamına yakınını yitirmesi Antant kanadının savaş stratejisinin geleceğini belirsizleştirmişti. İngiltere açısından ise
savaşın gidişatı Fransa’yı savaşta tutmak üzere destekleme darlığına
kadar gerilemişti. Kasım ayının sonunda statikleşen Fransa cephesi
aynı zamanda özelde İngiltere’nin ve genelde bütün Antant’ın savaş
hedeflerini karartmıştı. Aralık ayında artık Fransa ve Rusya’nın savaş
80 Smith Jr, agm. s. 1015-1034; Robert J. Kerner, “Russia and the Straits Question
1915-1917”, The Slavonic and Eastern European Review, Vol. 8, No: 24, March
1930,ss. 589-600.
84
Burak Gülboy
hedefleri Almanya’ya karşı kendi devamlılıklarını sürdürebilme çizgisine kadar gerilemişti ve bunun ötesinde İngiltere de bu kopuşun
etkisi altında savaşın gidişatına yapacağı katkı konusunda belirsiz
bir tavır içine girmişti. Dahası aynı durum İngiliz Savaş Konseyi’ni
ikiye bölerken, ortaya ciddi bir politik kriz de çıkartmıştı.
1915’e girilirken Rusya’nın İngiltere’ye yaptığı çağrı Savaş
Konseyi’nin yaşamakta olduğu politik krizi bir anda çözümledi.
Rusya’nın talebi ertesinde ortaya çıkan fırsat, zaten konsey içinde
Doğu kanadı olarak anılan ekolün hâkimiyetini belirginleştirdi.
Buradan ortaya çıkan ise İngiltere’nin yeni stratejik yaklaşımı olan
Çanakkale Harekât Planı oldu. Bu harekât planı basit bir askeri manevradan fazlaydı ve askeri beklentilerden çok diplomatik ve politik kazançları hedeflemekteydi. Başta Churchill olmak üzere, Savaş
Konseyi’nin üyeleri arasında Osmanlı İmparatorluğu’na duyulan
politik ve askeri anlamda duyulan küçümseme belirgindir ve bu nedenle harekâtın askeri hazırlıkları büyük bir ihmaller zinciri içinde
geçmiştir.81 Diğer taraftan harekâtın siyasi açılımları ise Antant için
farklı bir boyut yaratmıştır.
Çanakkale Harekât Planı’nın içerdiği coğrafi alan olan Doğu Akdeniz, harekâtın nihai hedefi olarak kabul edilen İstanbul ve siyasi
hedef olarak belirlenen Osmanlı İmparatorluğu’nu savaş dışına itilmesi İngiltere’nin 19. yüzyıldaki hegemonyasında dahi sahip olmadığı bir üstünlüğü elde etmesi anlamını taşımaktaydı. Bu çerçevede
İngiltere harekât kararı ile adeta terse bir güç geçişi durumu ortaya
çıkarmaktaydı. Eğer harekât yalnızca İngiltere tarafından yürütülürse ve dahası başarılırsa Doğu Akdeniz ve Osmanlı coğrafyası gibi
oldukça geniş bir emperyal alanda tek elli bir İngiliz hâkimiyetinin
ortaya çıkması mümkündü. Bu durum zaten uluslararası sistemde
düşmekte olan İngiliz hegemonyasını pekiştirmek ve mevcut hegemonik savaştan İngiltere’yi üstün çıkartmak için yeterli olabilirdi.
Böylece İstanbul’u hedefleyen Çanakkale Harekâtı basit bir askeri
manevradan savaşın kaderini değiştirecek bir stratejiye dönüşmekteydi ve bu anlamda Almanya ile yürütülmekte olan hegemonik
mücadelenin ötesine geçmekteydi; çünkü hedeflenen alanda başarı
durumunda Fransa’nın ve Rusya’nın da dışlanması söz konusu olabilirdi.
Çanakkale’ye harekât kararından haberi olan önce Fransa ve
sonra da Rusya İngiltere’nin stratejisini fark etmişlerdir. Harekâtın
planları konusunda daha fazla bilgilendirilen Fransa çabucak
81 Bu konuda Robin Prior’un çalışması çerçevesinde sunduğu değerledirmeler
önemlidir. Bkz. Prior, Gallipoli-The End of the Myth.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
85
harekâta dâhil olma yoluna başvurmuştur. Gerçekte Fransız Ordu
Komutanlığı’nın ve Donanma Bakanlığı’nın harekâtın başarısı konusundaki derin şüphelerine rağmen, Fransız hükümeti başarı durumunda ortaya çıkması muhtemel yeni düzende İngiltere’nin tek
elli hâkimiyet kurmasını istememekteydi.
Çanakkale’ye harekât konusundaki planlar konusunda ancak 17
Şubat’ta haberdar edilen Rusya ise panik ile karışık acil önlemler ile
harekâta dâhil olma yoluna girmiştir. Rus Genelkurmayı Çanakkale önlerinde harekâta başlamış olan İngiliz-Fransız ortak filosuna
acilen bir irtibat subayı yollamış ve Pasifik filosunda görev yapan
Askold hafif kruvazörü müttefik filoya katılmak üzere Ege Denizi’ne
gönderilmiştir. 82 Rusya’nın verdiği bu tepkilerin nedeni İngiltere ve
Fransa’nın Rusya ile bilgi paylaşımının alt seviyede kalmasıydı. Bu
durum da Rusya’nın İngiltere’nin ve Fransa’nın harekata Rusya’nın
katılmasını istemedikleri yönündeki şüphesini pekiştirmekteydi. Bu
nedenle yalnızca sembolik şekilde müttefik filo içinde temsil edilmek istemeyen Rusya, müttefik filoya destek olması amacıyla Rus
Karadeniz Filosu’nun İstanbul Boğazı’nı zorlayacak bir harekâta
hazırlanması ve İstanbul’un işgaline katılması amacıyla 5. Kafkas
ordusunun gemilerle taşınmak üzere Batum’da toplanması yönünde
hazırlıklara başlamıştır. Diğer taraftan bunlar verilmiş aşırı tepkilerdi ve Rus Karadeniz Filosu’nun Karadeniz’deki savaş ve taşıma
potansiyeli bu tartışılan projelerin çok altındaydı.83 Verilen aşırı tepkilerin nedeni İngiltere ve Fransa’nın başarılı olma ihtimalleriydi. Bu
anlamda ortaya çıkan görüntü yalnız Rusya’nın askeri tepkilerindeki
panik durumunu değil, İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki işbirliğinin zayıflığını da göstermekteydi.
İngiltere ve Fransa’nın Doğu Akdeniz’de yeni bir hegemonya kurma hevesi içinde olduğu şüphesi ve Rusya’nın dışarıda bırakılacağı
endişesi yalnızca Rusya’daki askeri otoriteler değil, politik otoriteler
tarafından da hissedilmekteydi. Bu çerçevede Kasım ayında Antant
arasında yapılmış ve bu bölgedeki düzenlemeleri savaş sonrası alınacak ortak kararlara bırakan, fakat resmi olamayan, uzlaşmalar
bozulmuş olmaktaydı. Bu durum da Rus Dış İşleri Bakanlığı’nın İngiltere ve Fransa’ya harekâtın sonrasında ortaya çıkacak yeni durum
ile ilgili bir uzlaşma saptanması için bir memorandum sunmasına
neden oldu. Gelinen nokta Antant’ın dağılması veya devam etmesi
çizgisiydi.
82 George Nekrasov, North of Gallipoli, New York, Columbia University Press, 1992,
s. 46.
83 Ibid, s. 47.
86
Burak Gülboy
Şubat ayı sona ererken harekâtın yalnızca savaş gemileri ile yapılmasının imkânsızlığı yavaş yavaş ortaya çıkmaktaydı ve bu çerçevede İngiliz ve Fransız hükümetleri harekâta katılmak üzere bölgeye
kara güçleri gönderilmesini onayladılar. Bu durum Rus politik ve
askeri çevrelerindeki şüpheleri daha da arttırdı. Rusların ısrarı sonrasında Mart ayı başında Antant Dış İşleri arasında yapılan nota
değişiklikleri ile “İstanbul Uzlaşması” adını alan ve daha sonradan
benzerleri devam edecek olan gizli paylaşım anlaşması kabul edildi.
Bu anlaşmaya göre, harekât sonrasında Rusya İstanbul’u alacak ama
şehir bir açık liman haline getirilecekti. Osmanlı coğrafyası ise daha
sonradan saptanacak ve üç devletin ortak çıkarına göre belirlenecek
etki alanlarına bölünecekti.84
Fransa ve Rusya’nın dahil olması ile Çanakkale Harekatı yalnızca bir İngiliz stratejisi olmaktan çıkmıştır. Bir anlamda İngiltere’nin
erişmekte olduğu güç geçişi önlenmiştir. Bu durum aynı zamanda
güç değişimlerinin hegemonik savaşlarla sonlanmayabileceğinin de
göstergesi olmalıdır. Diğer taraftan, harekat üç devletin de emperyal ihtiraslarını sonuna kadar canlandırmakla kalmamış, aynı zamanda yürütmekte oldukları savaşın hedeflerini ve stratejisini ciddi
bir biçimde değiştirmiştir. Ayrı bir deyişle ortak savaş hedeflerinde
geri düşmüş ve dağılmakta olan Antant yeniden toparlanmıştır. Bu
da hegemonik uzlaşmaların da güç geçişlerinde önleyici bir model
oluşturabildikleri konusunda bir örnek sayılabilir.
KAYNAKLAR
A. J. P. Taylor, The Struggle for Mastery in Europe 1848-1918,3. Basım,
Londra, Oxford University Press, 1960.
Burak Gülboy, Mutlak Savaş, Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri Üzerine Clausewitzyen bir Çözümleme, İstanbul, Uluslararası İlişkiler
Kütüphanesi, 2014.
C. Jay Smith Jr., “Great Britain and the 1914-1915 Straits Agreement
with Russia: The British Promise November 1914”, The American
Historical Review, Cilt 70, No.4, (Temmuz 1965).
C.E. Calwell, The Dardanelles, Londra, Constable and Company Ltd,
1919.
Count Max Montgelas, British Foregn Policy under Sir Edward Grey ,
New York, Alfred A.Knopf , 1928.
84 Bu görüşmelerin detayları ve karşılıklı notaların içerikleri için bkz., J.C. Hurewitz, Diplomacy in the Near and the Middle East: A Documentary Record19141956,Princeton, Van Nostrand, 1956, Cilt II, s. 7-11.
Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi
87
David Lloyd George, War Memories of David Lloyd George, Londra, Ivor
Nicholson and Watson, 1933,Cilt 1.
Douglas Lemke, “Small States and War: An Expansion of Power Transition Theory”, Parity and War, Ann Arbor, Michigan State University,
1996.
Edward Grey, Why Britain is in the War and What She Hopes for the
Future, Londra, Fisher and Unwin, 1916.
Eric J. Hobsbawm, Age of Extremes, 2. Basım, Londra, Abacus, 1996.
F.H. Hinsley (ed.), British Foreign Policy under Sir Edward Grey, Londra,
Cambridge University Press, 1977.
George H. Cassar, Asquith as War Leader, Londra, Continuum International Publishing Group, 1994.
George Nekrasov, North of Gallipoli, New York, Columbia University
Press, 1992.
Gerard Ellison, The Perils of Amateur Strategy, Londra, Longmans, Green and Co. Ltd., 1926.
Gilbert Murray,The Foreign Policy of Edward Grey, Oxford, Clarendon
Press, 1915.
J.C. Hurewitz, Diplomacy in the Near and the Middle East: A Documentary Record1914-1956,Princeton, Van Nostrand, 1956.
John A. Fisher, Memories and Records, New York, George H. Doran
Company, 1920.
John Charmley, Churchill, The End Of Glory, A Political Biography, New
York, Harcourt Brace and Company, 1993.
John Masefield, Gallipoli, New York, The Mac Millan Company, 1918.
John Meirsheimer, The Tragedy of Great Power Politics, New York, W.W.
Norton & Company,2001.
Paul Kennedy, The Rise and Fall of British Naval Mastery, New York
Humanity Books, 1998.
Kenneth Waltz, Theory of International Politics, Londra, Addison-Wesley Publishing, 1979.
Liddel Hart, The History of the First World War, Londra, Papermac,
1997.
Morton Kaplan, “Balance of Power, Bipolarity and other Models of International Systems”, The American Political Science Review, Cilt 51,
No: 3, (Eylül 1957).
Paul G. Halpern, A Naval History of World War I , Annapolis, Naval
Institute Press, 1994.
Paul Haggie, “The Royal Navy and War Planning in the Fisher Era”, Journal of Contemporary History, Cilt 8, No: 3, (Temmuz 1973).
Philip Magnus, Kitchener-Portrait of an Imperialist, Londra, John Murray, 1958.
Redmond Mclaughlin, The Escape of ‘the Goeben’-Prelude to Gallipoli,
MW Books, 1974.
88
Burak Gülboy
Richar Toye, Lloyd George and Churchill, Rivals for Greatness, Londra,
Mc Millan, 2007.
Richard Hamilton and Holger Herwig, Decisions for War 1914-1917,
Cambridge, Cambridge University Press, 2004.
Richard N. Rosecrance, “War and Peace”, World Politics, Sayı 55, Ekim
2002.
Robert Gilpin, “The Theory of Hegemonic War”, The Journal of Interdisciplinary History, Cilt 18, No. 4, The Origin and Prevention of Major
Wars (Bahar, 1988).
Robert J. Kerner, “Russia and the Straits Question 1915-1917”, The Slavonic and Eastern European Review, Vol. 8, No: 24, March 1930.
Robert K. Massie, Castles of Steel, New York, Ballantines Books, 2003.
Robert Rhodes James, Gallipoli, Londra, Pan Books, 1965.
Robin Prior, Gallipoli-The End of the Myth, New Haven, Yale University
Press, 2010.
Roger Keyes, The Naval Memoirs of the Admiral of the Fleet,New York,
E.P.Dutton and Co., 1934.
Winston Churchill, The World Crisis 1911-1918, Londra, Free Press,
2005.
4
Savunma-Saldırı Dengesi ve
Çanakkale Savaşı
Hasan B. Yalçın*
GİRİŞ
Çanakkale Savaşı yakın dönem Türkiye tarihinin en kurucu ve en
acı zaferlerinden biridir. Osmanlı Devleti’nin son büyük zaferi sayılabilecek bu muharebede büyük askeri zayiat verilmiştir. Fakat
aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarının savaşta
edindikleri tecrübeler ve benzeri sonuçlarıyla bu destansı savunma
mücadelesi yeni kurulacak devletin de kimliğini şekillendiren en
önemli unsurlardan biri haline dönüşmüştür.
Bu çalışma Çanakkale Savaşı öncesinde ve esnasında savunmasaldırı dengesinin oynadığı rolü ele alacaktır. Devletlerin savaş kararı alışından, savaş kararlarının uygulanmasına kadar tüm savaş süreçlerinde dönemin savaş teknolojilerinin etkisi olduğu genel kabul
gören bir değerlendirmedir. Buna göre devletler bazı dönemlerde
teknolojinin saldırgan eylemlere uygun olduğunu düşünürken, bazı
dönemlerde ise teknolojinin savunmacı eylemlere uygun olduğunu
düşünebilir. Bu tür düşünceler devletlerin savaş kararı alışını ve savaş
esnasında uyguladıkları yöntemleri ciddi anlamda etkilemektedir.
Özellikle saldırının avantajlı olduğunun düşünüldüğü dönemlerde
devlet liderleri savaşın kısa sürede sonlanacağına ve erken seferber
olanın kati şekilde kazanacağına inanma eğilimi gösterdiklerinden,
belki hiç çıkmayacak, belki de çıksa bile dar bir alana hapsolabilecek
savaş kısa sürede zincirleme reaksiyonlar halinde etrafa yayılır.
Savaş teknolojilerinin saldırı savaşını daha avantajlı hale getirdiğine dair yanlış bir algının Avrupa’da, özellikle askeri liderler
arasında, oldukça yaygın bir inanış biçimi olduğu bir dönemde başlayan Birinci Dünya Savaşı ve onun içerisindeki Çanakkale Savaşı
bu anlamda ilginç bir örnek teşkil etmektedir. Bu çalışma Çanak-
*
Ticaret Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.
90
Hasan B. Yalçın
kale Savaşı’nın başlatılmasında ve yürütülmesinde savunma-saldırı
dengesinin oldukça önemli bir rol oynadığını göstermeyi amaçlamaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nın bir cephesi olan Çanakkale’ye
İtilaf devletlerinin saldırısının altında saldıran tarafın hızlı ve kati
bir sonuca oluşabileceği inanışı bulunmaktaydı. Avrupa cephelerinde yaşanan durgunluk Çanakkale cephesinde elde edilebilecek hızlı
bir sonuçla kırılabilirdi. Böyle bir inançla başlayan Çanakkale Savaşı
sekiz ay boyunca sürmesine rağmen, İtilaf güçleri için beklenen sonuçların hiçbiri elde edilememiştir. Aksine tüm savaş boyunca savunmayı avantajlı konuma getiren savaş teknolojileri savaşın kaderini belirlemiştir. Her iki taraf da defalarca karşılıklı taarruza geçmiş
olmasına rağmen, savunma hatları düşürülememiştir.
Çalışma takip eden dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm
savunma-saldırı dengesini özetleyecek savaş teknolojilerinin Güvenlik İkilemi ile olan ilişkisi çerçevesinde nasıl yanlış algılanabileceğini ele alacaktır. İkinci bölüm savunma-saldırı dengesinin Birinci
Dünya Savaşı’na dâhil olan Osmanlı liderlerinin Almanya ile ittifak
kurma ve savaşa dâhil olma kararları üzerinde nasıl bir etki yaptığını
değerlendirecektir. Üçüncü bölüm daha özelde Çanakkale Savaşı’nı
ele alacaktır ve Çanakkale Cephesi’nin başlatılmasında özellikle İtilaf devletlerinin saldırının avantajlı olduğuna dair yanlış algısının
büyük rol oynadığı gösterilecek, ayrıca savunma teknolojilerinin
savaşın kaderini nasıl etkilediği ve kurmayların bu sonuçlara nasıl
tepkiler verdiği incelenecektir. Dördüncü bölüm sonuç yerine genel
bir değerlendirmedir.
SAVUNMA-SALDIRI DENGESİ VE SAVAŞ
Savunma-saldırı dengesi ana hatlarıyla tanımlanacak olursa, devlet
liderlerinin savaş kararı alırken savaş teknolojilerini göz önünde
bulundurduğu ve savaş teknolojisinin savunma silahlarını mı yoksa
saldırı silahlarını mı öncelediğine dair kanaatlerin devlet başkanlarının kararlarını etkilediği fikrine dayanır(Van Evera 1984; Van
Evera 1999). Buna göre, bir önceki savaşta hangi tür silah teknolojilerinin etkili olduğuna dair dersler çıkaran kurmaylar bir sonraki
savaşa çıkardıkları bu dersler ışığında hazırlanırlar. Fakat özellikle
saldırı silahlarının avantajlı göründüğü bir savaştan sonra saldırgan stratejilerin avantajlı olduğu fikrini abartmak askeri çevrelerde yaygınca karşılaşılan bir durumdur(Snyder 1991). Bu nedenle
saldıranın avantajlı olduğunun düşünüldüğü dönemlerde devlet
Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı
91
liderleri savunma planlarını saldırgan stratejilere oturturlar ve savaşı hızlı, kesin sonuç veren ve düşman topraklarında gerçekleştirilmesi gereken bir olgu olarak görme eğilimine girerler. Böylesi bir
algı yaygınlık kazandığında ise kısıtlı kalabilecek ve belki de hiç çıkmayacak bir savaş erken hareket edenin kazanacağı fikri nedeniyle
tetiklenir(Christensen ve Snyder 1990).
Savunma-Saldırı dengesi üzerine üretilen çalışmalar kaynağını
güvenlik ikilemi literatüründen almaktadır(Herz 1950; Jervis 1978;
Glaser 1997). Devletlerin anarşik uluslararası sistem içerisinde hissettikleri güvenlik ihtiyacının silah teknolojilerindeki gelişmelerle
olan ilişkisi üzerine kurulmuştur. Silah teknolojilerinin sistem düzeyinde etki yaratabileceğine dair genel kanıyı paylaşan bu uzmanların
çalışmalarında teknolojik değişimlerin devletlerin güvenlik algılarını veya yanlış algılarını nasıl değiştirdiğini, bu değişimlerin devletlerin karar alma mekanizmalarına nasıl yansıdığını ve bu yansımanın
da uluslararası sistemde doğabilecek merkezi bir savaş üzerine nasıl
etki ettiğini değerlendirmek temel meseledir.1
http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/175-kolordu-tarihi-fotograflar-i/offset/20
(21.06.2015 tarihinde erişilmiştir).
1
Bu bakımdan savunma saldırı dengesi mantığı Robert Jervis’in geliştirdiği psikolojik algılama ve yanlış algılama meselesiyle de doğrudan ilişkilidir. Konuyla
ilgili olarak bakınız: (Jervis 1976)(Jervis 1988)
92
Hasan B. Yalçın
Güvenlik İkilemi uluslararası ilişkilerin en merkezi kavramlarından birisi olarak görülebilir. Sistemik bir dinamik olarak değerlendirilen Güvenlik İkilemi anarşik uluslararası sistemde devletlerin duyabilecekleri güvenlik kaygısının kendisinin bir güvenlik sorununa
neden olabileceği fikrine dayanır. Anarşik uluslararası sistemde yani
merkezi otoritenin bulunmadığı uluslararası ilişkilerde devletler
kendi güvenliklerini kendileri sağlamak mecburiyetindedir. Hukukun ya da hukuku sürdürecek bir yürütme organının olmadığı bu tür
sistemler aktörlerin kendi kendine yardım düzeni olarak düşünülür.
Böyle bir düzende devletler herhangi bir tehditle karşılaştıklarında
yardımlarına gelebilecek bir devlet otoritesi bulunmadığından her
devlet kendi başının çaresine bakmak zorundadır. Devletin bekasını
sürdürmek istemesi devletlerin çeşitli güvenlik önlemleri almasıyla
mümkün olacaktır. Bu çerçevede güvensiz bir ortamda bulunduğu
hissine sahip bir devlet kendi güvenliğini artırıcı tedbirler alacaktır. Fakat bu tedbirler kendi güvenliğini artırırken bir başkasının
güvenliğini tehdit eder hale gelecektir, çünkü güvenliğini sağlamak
isteyen aktör silahlanma yoluna giderse, diğer devletlere karşı bir
güvensizlik unsuru olacaktır. Bu durumda diğer devletlerin de silahlanmaya başvurması ve kendi güvenliğini garanti altına almaya
çalışmasından daha doğal bir şey olamaz. Fakat sonuç olarak sistemin içindeki tüm aktörler kendi güvenliklerini sağlamaya çalıştıkları için bir güvensizlik ortamının doğuşuna katkı sunmuş olurlar.
Güvenlik arayışı adına güvensizliğin doğuşuna Güvenlik İkilemi adı
verilir. Bir tarafın güvenliği diğer tarafın güvensizliği olacağından,
diğer taraf da kendini güvenlik altına almak istediğinde toptan bir
güvenlik sorunu ortaya çıkmaktadır. Silahlanma yarışları bu durumun en güzel örneklerinden biridir. Bir taraf sırf kendi güvenliğini
sağlamak adına silaha yaptığı yıllık harcamayı artırdığında daha fazla silah sahibi olacaktır. Fakat onun daha fazla silah sahibi olması
rakibi tarafından bir tehdit olarak görüleceğinden, rakibi de silaha
yaptığı yatırımı artırma yoluna gidecektir. Bu durumda silah harcamalarını ilk artıran taraf eski duruma kıyasla daha güvende olmayacaktır. Hatta silahlanma yarışının bir kısır döngüye dönüşüp her iki
tarafta birden teker teker zararlı olma ihtimali olduğu gibi bir zincirleme reaksiyon sonucu tarafları savaşa sürüklenme ihtimali bile
vardır. Soğuk Savaş boyunca Amerika ve Sovyetler Birliği özellikle
nükleer silahlar üzerinden bir silahlanma yarışını girmişlerdi. Bu silahlanma yarışı ne Amerika’yı ne de Sovyetler Birliği’ni daha güvenli
hale getirdi. Fakat iki taraf da bu anlamsız gibi görünen yarışı devam
ettirdi. Sırf güvenlik kaygıları nedeniyle dünyayı defalarca ortadan
Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı
93
kaldırabilecek nükleer başlık üretimine devam edildi. Güvenlik İkilemini yönetmek adına bir işbirliği çabası olan yumuşama (detente)
dönemleri hariç tutulacak olursa, Soğuk Savaş’ın güvensizlik ortamı
kendi kendini üretmeyi sürdürdü.
Güvenlik İkilemi mantığına dayanan birçok uzman güvensizlik
sorununun farklı değişkenlerce farklı dönemlerde farklı anlamlar
kazanabileceği fikrine sahip oldular. Güven ve güvensizlik meselelerinin oldukça kişisel, dolayısıyla doğru algılama veya yanlış algılama
gibi psikolojik etkenlere açık olması sebebiyle ittifak ilişkilerinden
savaş kararlarına kadar etki ettiği düşüldü.
Savunma-Saldırı dengesi literatürü tam da Güvenlik İkilemi
mantığının bu özellikleri üzerine inşa ederek ortaya çıkmıştır. Buna
göre silah teknolojileri devletlerin güvenlik stratejilerini etkileme
kabiliyetine sahiptir. Karar alıcılar silah teknolojilerinin savunma
stratejilerini mi yoksa saldırı stratejilerini mi daha avantajlı kıldığına dair bir kanaat geliştirirler ve güvenlik stratejilerini bu kanaate
göre şekillendirirler(Posen 1984). Savunma silahlarının saldırı silahlarına göre daha avantajlı sonuçlar doğurduğu düşünüldüğünde,
savunma stratejilerine öncelik verilirken, saldırının daha avantajlı
olduğu düşünüldüğünde ise saldırı stratejileri ön plana çıkar. Savunmanın avantajlı olduğu dönemlerde fetih hareketlerine ve yayılmaya yönelik doktrinler bir kenara bırakılırken, saldırının avantajlı
olduğu dönemlerde güvenliğin mümkün olduğunca ileri hatlarda
kurulması gerektiği fikri ön plana çıkar ve devletler güvenliklerini
sağlamak için yayılmak gerektiğini düşünür. Örneğin nükleer silahların hakim olduğu bir askeri teknoloji döneminde saldırı stratejileri benimseyip güvenliği agresif bir şekilde yayılma yöntemiyle
sağlamak yerine, nükleer silahların savunmaya getirdiği öncelikler
göz önüne alınarak savunma stratejileri hatta caydırıcılık stratejileri
benimsenir.
Silah teknolojilerinin devletlerin güvenlik stratejilerine yaptığı
etki ile Güvenlik İkilemi’nin karar alıcılar üzerinde ürettiği algı ve
yanlış algının birleşmesinden savunma-saldırı dengesi literatürü
doğar. Buna göre sistem içerinde karar alıcılar hangi tür silahların
savunmayı ya da saldırıyı avantajlı konuma getirdiğine dair her zaman doğru algılama ve değerlendirme biçimi sağlayamaz. Bazen
psikolojik bazen örgütsel faktörlerin bazen de önceki tecrübelerden
edinilmiş derslerin de katkısıyla liderler çoğu zaman savunma-saldırı dengesini yanlış okumaya çok yatkındır. Örneğin yaşlı Moltke’nin
saldırı savaşıyla elde ettiği başarıyı tekrarlamak isteyen ve bunun
kendi üzerinde yarattığı baskıyı hisseden yeğen Moltke’nin savunma
94
Hasan B. Yalçın
silahlarının üstünlüğüne rağmen, saldırı stratejilerinin üstünlüğü
olduğunu düşünmesi gibi psikolojik nedenlerle yanlış algılama üretilmiş olabilir. Aynı şekilde bir ülkede asker-sivil ilişkilerinde denge
askerden yana ağır basıyorsa, örgütsel olarak krizleri askeri yöntemlerle bitirme düşüncesine sahip olma ihtimali daha yüksek olan askeri liderler saldırının daha etkin olduğuna dair bir yanlış algı üretiyor olabilir. Veya 1870 Fransa Prusya Savaşı’nın sonuçlarına bakarak
saldıranın avantajlı olduğu fikri bir önceki büyük savaştan edinilmiş
bir ders olarak ülkedeki kurmay kadronun saldırı stratejilerine yönelik planlar yapmasına neden olabilir. Tüm bu ve benzeri durumlar
birleştirildiğinde savunma-saldırı dengesi liderlerin yanlış algılamaları nedeniyle karar mekanizmalarında etkili sonuçlar üretebilir.
Savunma-saldırı dengesinin ne ifade ettiği aslında yirminci yüzyılın ilk yarısındaki olaylar silsilesi ele alınarak açıklanabilir. Buna
göre Birinci Dünya Savaşı devletlerin güvenlik stratejilerini bir önceki büyük savaş olarak gördükleri 1870 Fransa-Prusya Savaşı’na
göre hazırlamalarının bir nedeni iken, İkinci Dünya Savaşı Birinci
Dünya Savaş’ından edinilen dersin bir sonucu olarak görülebilir.
1870’de hızlı bir şekilde mobilize olmayı başaran Alman ordusunun
Fransa’yı çok kısa bir süre içerisinde yenilgiye uğratması bir efsane
olarak Avrupalı liderlerin zihinlerinin önemli bir parçasını oluşturuyordu. Büyük bir askeri başarı olarak değerlendirilen bu savaş,
yaşlı Moltke’nin Alman ordusuna esnek bir manevra kabiliyeti kazandırmasının sonucuydu(Holborn 1986, 287). Fransız ordusunu
Fransa topraklarında karşılayarak, ordusunu son ana kadar parçalı
tutması, ancak son iki gün içerisinde birleştirmesiyle savaş stratejileri üzerine düşünenlerin dersler çıkardığı bir harekât planı olarak görülmüştür ve sonraki dönemlerde askeri uzmanlar tarafından taklit
edilmiştir (Herwig 1994, 251). Avrupalı devletler bu savaştan hiçbir
sonuç çıkarmadıysa bile, saldırının savunma üzerindeki üstünlüğü
sonucunu çıkardılar. Alman Genelkurmayı’nı yaşlı Moltke’den devralan ve yeğen Moltke’ye devredecek olan Schliffen için de bu savaştan çıkaracak dersler vardı. Almanya o tarihlerde genişlemesini bir
evreye kadar getirmiş ve artık elinde bulunanı korumaya çalışan bir
aktör olarak düşünülmekteydi.
En azından Bismarck o dönemlerde böyle düşünmekteydi.
Bismarck’a göre Almanya o zamana kadar ulaşması gereken bölgelere ulaşmıştı. Bundan sonra atacağı yayılmacı adımlar rakiplerini daha fazla tedirgin edebileceği ve Avrupalı diğer devletlerin
Almanya’ya karşı birleşmesi ihtimalini doğurabileceği için gereksiz
ve tehlikeliydi. Bismarck’ın en temel korkusu Almanya’nın Rusya ve
Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı
95
Fransa ile aynı anda savaşmak zorunda kalması ihtimaliydi. Tüm
mesaisini böyle bir ittifakın kurulmasını engellemeye harcayan Bismarck, karmaşık ittifaklar ağı yaratarak böyle bir birleşmeyi diplomatik zeminde önleme arayışındaydı.
Alman Genelkurmayı da diplomasinin başarısız olacağı ve savaşın doğabileceği bir durumda bu iki taraflı savaşın nasıl yürütülebileceğine dair düşünmekteydi. Schliffen’in Alman askeri stratejisini kurarken Fransa Prusya savaşından etkilendiği genel kabul
gören bir anlayıştır. Buna göre Schliffen Alman ordusunun Fransız
ve Rus ordularına karşı sayısal dezavantajı düşünüldüğünde savaşın
iki cephede birden uzun süre sürdürülmesinin mümkün olmadığını
düşünüyordu. Bu ordularla Alman ordusunun ancak tek tek karşılaşınca bir şansı olabilirdi. Rus ordusu ile girişilebilecek bir savaş
coğrafyanın derinliği nedeniyle kısa sürede tamamlanamayacağından ve özellikle yaşlı Moltke’nin Fransa’yı birkaç hafta içinde devre
dışı bıraktığını bildiğinden, Schliffen için Fransa’ya karşı erken mobilize olarak 6 hafta içinde Fransa’yı devre dışı bırakmak mümkün
olursa, bundan sonra Rusya ile tek başına savaşmak da mümkündü.
Rusya’nın ordusunu mobilize etmesinin coğrafi genişliği nedeniyle
bir ay sürebileceği düşünüldüğünde, bu Almanya’ya Fransa’ya karşı
yeterli zaman veriyordu. Fakat bunun için Almanya’nın son derece hızlı seferber olması ve Fransa’yı önleyici bir saldırıyla devre dışı
bırakması gerekiyordu. Bu amaçla Alman ordusu bütün kuvvetini
kendi sağ kanadına yığarak Belçika üzerinden Fransa’ya girecek, sol
kanatta bıraktığı iki tümeni örs gibi kullanacak, Fransız ordusunu
kuzeyden güneye yani örse doğru süpürecek ve böylelikle Fransız
ordusunu mengeneye sıkıştırıp imha edecekti(Rothenberg 1986,
318). Schliffen için önemli olan iki nokta vardı. Birincisi hızlı ve erken hareket etmek, ikincisi ise ölmeden önce son sözlerinde söylediği gibi sağ kanadı güçlü tutmak. İşin ilginç tarafı Almanya-Prusya
Savaşı’ndan ders çıkaran tek taraf Almanlar değildi. Fransızlar da,
Ruslar da saldırı savaşının üstünlüğüne inanıyordu. Rusya seferberlik konusundaki dezavantajını gidermek için Almanya’dan daha
önce seferber olması gerektiğini düşünürken, Fransızlar Almanya’yı
Alman topraklarında karşılamak gerektiğini düşünüyor ve en iyi
savunmanın saldırı olduğunu slogan haline getiriyorlardı. 1914’e
gelindiğinde liderlerin kafasında erken seferber olanın savaşı kısa
sürede kazanacağı fikri oldukça yaygın bir şekilde yer alıyordu.
1914’te Avusturya-Macaristan veliahtı vurulduğunda her taraf çıkabilecek bir savaş durumunda geç kalmak istemiyordu. AvusturyaMacaristan’ın Sırbistan’a verdiği notanın hemen ardından Sırbistan’ı
96
Hasan B. Yalçın
kaybetmek istemeyen Rusya seferber oluyor, Rusya seferber olunca
Avursturya-Macaristan’ı kaybetmek istemeyen Almanya seferber
oluyor, Rusya’yı kaybetmek istemeyen Fransa da seferber oluyordu.
Belki Balkanlar’da sınırlı kalabilecek belki de hiç başlamayacak bir
savaş bir dünya savaşı haline dönüşüyordu.
Fakat savaş askeri kurmayların beklentilerini doğrulamadı. Doğrulamak bir kenara tam aksi bir sonuç doğurdu. Saldırının avantajlı
olduğu kısa bir savaş değil, savunmanın avantajlı olduğu uzun bir
savaş ortaya çıktı. Savaşın ilk evresinde ilerlemeler olmuş gibi görünmesine rağmen karşılıklı mevziler kurulduğu andan itibaren,
hiçbir taraf bir adım öteye gidemedi. Saldırı yapanlar büyük zayiatlar verdi. Savunma pozisyonlarında kırılmalar olmadı.
Neden böyle olduğu bugün artık bir tarihi olay olarak çok daha
iyi okunabilmektedir. O dönemin kurmaylarının saldırının avantajlı olduğuna dair kanaatleri yanlış çıkıyordu. Son büyük savaş olan
Fransa-Prusya Savaşı’na odaklanan kurmaylar 1870’ten 1914’e kadar
geçen sürede yaşanan teknolojik gelişmeleri görememişlerdi. Artık
saldırı değil, savunma avantajlıydı. Çünkü artık siper savaşı ortaya
çıkmış ve siperler Boer Savaşı’nda, daha da önemlisi 1905 Rus-Japon
Savaşı’nda kullanılmıştı. Makinalı Tüfek, dikenli tel, yer altı sığınakları (bunker) gibi savunan tarafın avantajına olan yeni teknolojiler
savaşın doğasını değiştirmişti. Makinalı tüfekler hızlı hareket eden
ordulara değil, siperi kazıp arkasına geçerek sabit noktadan kullanılan araçlardı. Dikenli tel siperlerin ele geçirilmesini engelliyordu.
Saldırının avantajına olduğu düşünülen demiryolları karşı tarafa
geçen orduları değil, inşa edildiği coğrafyanın içerisindeki savunmayı kuvvetlendiriyordu. Kurmaylar ise kendilerini bu yeni teknolojiye uygun olarak güncelleyememişti. Saldırının avantajlı olduğu
efsanesinin peşine takılan devletler dört yıl boyunca bir adım ileri
gidemedi.
Birinci Dünya Savaş’ının bu hali Avrupalı kurmayların ders çıkarmasına neden olacaktı. Ama genel itibariyle doğru dersi çıkardıklarını söylemek yine mümkün değildir. 1918 sonrasında özellikle
Fransızlar siper savaşlarının etkinliğini göz önünde bulundurarak,
Alman tehdidine karşı en iyi stratejinin bu kez savunmada kalmak
olduğu fikrini geliştirdiler. Tüm Avrupa’da artık savaşın çok hızlı
olmayacağı ve saldırganların savaştan istedikleri sonucu elde edemeyecekleri fikri yaygındı. Bu kanı hem yatıştırma (appeasement)
politikalarının ardındaki hem de dönemin askeri planlamalarının
ardındaki temel mantıktı. Hitler Almanya’nın başına geçtiğinde
uzun süre boyunca Hitler’in gerçek niyetleri tartışma konusu oldu.
Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı
97
Avusturya’yı ilhak ettiğinde Hitler’in daha ileri gidemeyeceği düşünülmüştür. Çekoslovakya’yı da dâhil etmeye kalkıştığında Avrupalı
diğer devletler özellikle İngiltere Çekoslovakya’nın da feda edildiğinde Hitler’in tatmin edilebileceği kanaatine vardılar. Çünkü savaş
çok maliyetliydi ve Hitler’e karşı yürütülecek bir savaş Almanya’nın
topraklarında çamura saplanmak anlamına gelebilirdi. Hitler’i
mümkün olduğunca tatmin etmeye ve yatıştırmaya çalışmak ana
mantık oldu. Kimsenin kendini dengeleyemeyeğine dair yanlış algıya kapılan Hitler ise Polonya’yı işgal ettiğinde de kendisine karşı
bir savaş başlatılabileceğini düşünmek için bir gerekçeye sahip değildi. Stalin de böyle düşünüyor olmalı ki, Polonya işgali sırasında
Hitler’in karşısına dikilmek dururken, Hitler’in peşinden giderek
Polonya’yı Hitler’le paylaştı. Aslında savunmanın öncelikli olduğu
bir durumda kimse Hitler’i dengeleme görevini üstlenme niyetinde değildi. Fransa’nın ise askeri açıdan savunma stratejilerine güvenmekten başka çaresi yoktu. Kendi topraklarında iyi bir savunma
hattı kurduklarında güvenliklerini teminat altına alacaklarını Birinci Dünya Savaş’ı göstermişti. Fransızlar 17 yıl boyunca Maginot
Hattı’nı inşa ettiler. Bir savunma ve siper sistemi olan Maginot Hattı
Alman işgalini engelleyecekti. Fakat Almanlar iki hafta içinde Paris’i
işgal ettiler. Çünkü savunma saldırı dengesi değişmişti ve Avrupalı
liderler bu dengeyi yine yanlış algılamıştı.
Bahsi geçen örneklerde de görüleceği üzere silah teknolojileri
devletlerin güvenlik stratejilerini belirlemede önemli bir rol oynamaktadır. Dönemin teknolojilerini doğru da değerlendirseler yanlış
da değerlendirseler, liderler bu hesaplamalara dayalı planlar yapma
eğilimindedir. İkinci Dünya Savaşı öncesindeki gibi savunmanın
avantajlı olduğu düşüncesi hâkim olduğunda devletler kurdukları
güvenlik hatlarının kendileri için yeterli olduğu hissine kapılıp ortaya çıkan tehdide zamanında cevap üretme güçlüğü çekebilirler.
Bu durumda savaş sorumluluktan kaçısın bir sonucu olarak ortaya
çıkar. Diğer taraftan Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi saldırının avantajlı olduğu kanaati yaygınlık kazanırsa, bu kez liderler
belki çıkmayacak, çıksa da sınırlı kalabilecek bir savaşı zincirleme
reaksiyonların bir sonu olarak üretebilirler. Savunmada beklenildiğinde zamanlama gibi kıymetli bir savaş unsurunun düşmana kaybedilebileceği fikri etken seferberliklere neden olur. Bir seferberlik
diğer tarafın seferberliğini tetikler. Savaşı kendi topraklarında savunma halinde değil, düşman topraklarında yürütmeye yönelik
eğilimler hız kazanır ve savaşın geniş coğrafyalara yayılmasını tetikler. Bu durumun en klasik örneği Birinci Dünya Savaşı’dır. Savaşın
98
Hasan B. Yalçın
Almanya, Fransa gibi taraflarınca bu algının nasıl üretildiği konusunda bugün oldukça çok sayıda çalışma bulunabilir. Fakat özellikle
Osmanlı’nın savaşa dâhil oluşu bu perspektiften ele alınmamıştır.
Bir sonraki bölüm Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve daha sonraki
bölüm Çanakkale Savaşı’nda savunma-saldırı dengesinin ne tür bir
rol oynadığını ele alacaktır.
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NA GİDEN YOL
Bu çalışmanın konusu özel olarak Çanakkale Savaşı’dır. Fakat Çanakkale Savaşı’nı savunma saldırı dengesi bakımından tek başına
ele almak yerine, Birinci Dünya Savaşı bağlamında ele almak daha
uygun olacaktır. Savunma-saldırı dengesinin liderler tarafından algılanış biçiminin savaş kararına nasıl etki ettiğini göstermek için
Çanakkale Savaşı’nın da içinde yer aldığı Birinci Dünya Savaşı’nın
başlangıcından itibaren ele alınması gerekir.
Birinci Dünya Savaşı’na dâhil olurken, Osmanlı liderlerinin
karar mekanizmalarında çok farklı unsurlara rastlanabiliyor olmasına rağmen, saldırının avantajlı olduğuna dair kanaatin diğer kanaatlere oranla daha yaygın olduğu iddia edilebilir. Uzun süredir
toprak kaybetmekte olan Osmanlı Devleti için Almanya gibi güçlü bir müttefikle birlikte hareket etmenin avantajlı olabileceği fikri
yaygınlık kazanmış gibi görünmektedir. Fakat bu durum Almanya
veya Fransa örneklerinde olduğu gibi bir doktrin haline getirilmiş
değildi. Aksine son ana kadar tartışmalıydı ve Osmanlı’nın tercihlerine bağlı olmaktan ziyade uluslararası güç dağılımının sunduğu
imkânlar çerçevesinde şekillenerek ilerledi. Birinci Dünya Savaşı’nın
başladığı tarihte, Osmanlı Almanya’ya diğer tarafa olduğundan burun farkıyla daha yakın olmasına karşın, son ana kadar her iki tarafla da ittifak ihtimallerini değerlendirmiş, fakat özellikle İngilizlerin
Osmanlı’yı bir değer olarak değil, maliyet olarak görmeleri nedeniyle kendini savunmak isteyen Osmanlı taarruz gerektirecek bir ittifaka girmek durumunda kalmıştır. Bu çerçevede saldırının avantajlı
olarak düşünülmesi nedeniyle savaşa sürüklenmişlikten çok savaşa
dâhil olmanın kaçınılmaz hale geldiği ve Almanya’dan başka ittifak
alternatifinin kalmadığı bir anda saldırının avantajlı olduğu fikri
meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanılmış olabilir.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı’nın ittifakını kendisinin tercih ettiğini söylemek bir abartı olacaktır. Tarihin akışına bakılacak olursa, Osmanlı’nın seçeneklerinin elinden zamanla kaydığı
Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı
99
ve Almanya ittifakının kendini gün geçtikçe dayattığı görülebilir.
Aslında Birinci Dünya Savaşı’na yaklaşırken Türk-Alman ilişkileri pek sıcak değildi (Shirkey 2009, 132). İttifak görüşmeleri devam
ederken, Almanların da Osmanlı ile yapılabilecek bir ittifaka çok
sıcak baktıklarını söylemek mümkün değildir. Alman tarafından
Osmanlı ile yapılacak bir ittifakı değerli bulanlar kadar zararlı bulanlar da vardı. Almanları ikna etmek ve Osmanlı ile yapılacak bir
ittifakın Almanya için kıymetli olabileceğini göstermek için Enver
Paşa Moltke ile yaptığı görüşmelerde savaşa büyük ordularla katkı
sunabileceklerini, hem Balkanlar’da hem de Kafkaslar’da Ruslara
karşı güçlü bir cephe kurabileceklerinin sözünü veriyor (Aksakal
2008, 110). Keiser Wilhelm ağırlığını ittifaktan yana koyana kadar
ittifak ihtimali uzun süre tartışılmıştı. Şayet Alman tarafı savunmanın avantajlı olduğunu düşünmüş olsaydı, yeni bir cephe açmayı ve
savunulacak alanı genişletmeyi değil, Avrupa’da güçlü bir savunma
merkezi kurmayı düşünebilirdi. Savaşın Osmanlı coğrafyasına yayılması ancak taarruzun avantajlı olduğunu düşünen bir zihniyetin
ürünüydü.
Osmanlı tarafında İngiltere ve Rusya ile dahi ittifak seçenekleri
sonuna kadar değerlendirilmeye çalışılmıştı. Osmanlı kabinesinin
parçalı yapası düşünülecek olursa, Cavid Bey gibilerin İngiltere ile
bizzat Enver Paşa’nın Rusya ile müzakereler sürdürdüğünü biliyoruz. Tabi ki Enver Paşa Almanya’ya çok daha yakın duruyordu. Fakat
bu müzakere çabalarının hepsinde ittifak seçenekleri Osmanlı’nın
yüzüne kapanıyordu. Genelde Enver Paşa’nın kabinenin diğer
üyelerini bile haberdar etmeden Almanlarla anlaştığı bilgisi üzerine inşa edilen değerlendirmeler Enver Paşa nedeniyle Türkiye’nin
Almanya’yı tercih ettiğini iddia etmektedir. Bu şekilde bakılacak
olursa savaşa dâhil olurken, Osmanlı’nın saldırgan stratejilerin
avantajlı olduğuna dair bir kanaate sahip olduğu iddiasına kanıt
olarak görülebilir. Enver Paşa’nın özellikle Kafkas Cephesi’nde bir
taarruz planına geçişi bunun en güzel örneğidir. Erken saldırıya geçenin çabuk bir zafer kazanacağı fikri Sarıkamış’ta denenmiş ve ağır
bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Burada Sarıkamış Harekâtı ile ilgili
uzun bir tartışmaya girilmeyecektir ama Sarıkamış Harekâtı için de
elde doktrin haline getirilmiş bir saldırının avantajına dair bir siyasetin var olduğu söylenemez. Daha çok Enver Paşa’nın kişisel inancı
ile ilgili bir durum söz konusudur.
Diğer taraftan Almanya’dan başka seçeneği kalmayan Türkiye’nin
Almanya’yla anlaştığı fikri kabul edilecek olursa, Enver Paşa ittifakın bir sebebi değil, bir sonucu olarak bile görülebilir. Aslında Enver
100
Hasan B. Yalçın
Paşa’nın tavrı ön plana diğer ittifak seçenekleri tüketildikçe ortaya
çıkmıştır. Özellikle İngiltere Türkiye’ye bu kadar ilgisiz kalmamış olsaydı o zaman Enver Paşa’nın Alman yanlısı oluşu tek başına bir şey
ifade etmezdi.
Görünen o ki, son ana kadar Osmanlı İngiltere ile yapılacak
bir ittifakı devrede tutmaya çalıştı. İddia edildiği gibi baştan beri
Almanya’ya yakın değildi. Benzer bir izlenime sahip olan Churchill
Maliye Nazırı Cavid Bey ile yaptığı yazışmaları örnek göstererek
(Churchill 1923, 523)durumu şu şekilde dile getirmiştir:
Bütün bunlara rağmen, Türkiye’deki İngiliz nüfuzu o kadar
derin ve eski kökenlere dayanmakta ve Türklerin zihninde üretilen ilgisizlik izlenimi o kadar güçlüydü ki, Türkiye
1914’ün başına kadar bir İngiliz ittifakından memnun olurdu. Bu yalnızca yaşlı Türklerin değil, fakat aynı zamanda
genç Türklerin de umuduydu.
Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde zor zamanlardan geçmekteydi. Balkan Savaşları Osmanlı’nın zihninde son derece canlıydı. Birinci Balkan Savaşı’nda büyük kayba uğramış, İkinci
Balkan Savaşı’nda ise Edirne’yi geri almıştı. Oldukça güçten düşmüş
ve Balkan devletlerinden veya bu devletlerin herhangi birinden
gelebilecek bir saldırı en yakın tehditti. Birbirine sınırları bulunan
Yunanistan, Bulgaristan ve Osmanlı bağlamında düşünüldüğünde,
Osmanlı için en yakın müttefik ihtimali Bulgaristan’dı. Bulgaristan
ile gerçekleştirilebilecek bir ittifak belki savunma amaçları için yeterli olarak görülebilirdi. Böylelikle o tarihte İtilaf devletleri ile karşı karşıya gelmeden sınır güvenliği sağlanabilirdi. Fakat böylesi bir
ittifak sadece savunma için o da belki yeterli olabilirdi. Pozitif bir
katkı sunmayacağı kesin, savunma için yeterliliği de şüpheli olan bu
seçenek Osmanlı liderleri için çok tercih edilebilir değildi (Shirkey
2009, 133). Eğer böyle bir düşünce mevcut ise o zaman uluslararası
sistemde bir dönüşüm gerçekleştirmek isteyen revizyonist Almanya
ile ittifak kurmak gerekli görülmüş olabilir. Çünkü Birinci Dünya
Savaşı Osmanlı liderleri tarafından bir “büyük fırsat” olarak da algılanmakta ve savaşın oldukça kısa süreceği düşünülmekteydi (Aksakal 2008, 93).
Kısaca söylemek gerekirse, şu ana kadar ortaya çıkmış dokümanlarda Osmanlı kurmaylarının saldırının avantajlı olduğuna dair
kapsamlı planlamalar yaptıklarını ve bu çerçevede savaşa giriş sürecini hızlandırdıklarını söyleyecek yeterli kanıt mevcut değil. Her ne
kadar Enver Paşa’nın taarruza yönelik bir eğilimi olduğu artık nere-
Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı
101
deyse tartışılmadan kabul edilen bir tanımlama olmasına rağmen,
bu eğilimin Enver Paşa’nın kişisel özelliklerinden mi kaynaklandığını, yoksa önceki savaşlarda edinilen tecrübelerden bir ders çıkararak saldırının avantajlı olduğunu mu düşündüğüne dair yeterli kanıt
yok. Feroz Ahmad’a göre, şayet Enver Paşa daha iyi bir alternatife
sahip olsaydı Almanlarla olan yakınlığı bitirmeye hazırdı (Ahmad
2008, 138). Diğer taraftan mevcut tarihi belgeler çok kutuplu bir
uluslararası sistemin bir parçası olan Osmanlı devletinin tüm zayıflığına rağmen, savunmacı niyetlerle saldırgan dış politika izlediğini
göstermektedir. Neredeyse tüm kurmaylar devleti savunmayı düşünürken, biraz da iyi hesaplamadan saldırgan davranışlara sürüklenmişlerdir. Bu davranışların iyi hesaplanmış yanlış algılamalardan
kaynaklandığı iddia edilemez. Aksine iyi hesaplamaya çalışan fakat
yapısal faktörler nedeniyle farkında olmadan saldırgan davranışlara
giren bir kurmaylar heyeti olduğunu söylemek daha doğrudur. Ortada ne bir Schliffen Planı vardır, ne de en iyi savunmanın saldırı
olduğuna dair bir motto. Örneğin Balkan Savaşları’nda Bulgar güçlerinin Bolayır’a kadar ilerlemeleri Gelibolu yarımadasına yönelik sağlam savunmacı hazırlıkların yapılmasını sağlamıştı (Erickson 2001,
986). Osmanlı Çanakkale’yi yaklaşık otuz yıllık bir süredir tahkim
ediyordu. O tarihlerde Osmanlı’nın saldırgan savunma doktrinine
sahip olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Var olan saldırgan
emellerin de ne kadarı iyi planlanmış veya ne kadarı bir önceki savaştan kalan alışkanlıklardan ibarettir bilinmez. Fakat ayrıntılı bir
taarruz doktrini olmadığı da açıktır. Bu bakımdan Osmanlı’nın savaş davranışları bir çeşit sürüklenme olarak düşünülebilir. Almanya
ile bir ittifak anlaşması imzalandığında bile İttihat Terakki liderleri
bile bunun İngiltere ile bir savaş anlamına geleceğini düşünmüyordu.Talat Paşa’ya göre kapitülasyonların kaldırılması ve Osmanlı’nın
toprak bütünlüğünün garanti altına alınması durumunda Osmanlı
Hükümeti savaştan uzak durmak istiyordu. Bu bağlamda Enver Paşa
Ruslara bir jest olarak Kafkas sınırındaki askerlerin çekilmesini bile
teklif ediyordu (Ahmad 2008, 131).
ÇANAKKALE SAVAŞI
Çanakkale Savaşı örneğine gelindiğinde ise saldırının avantajlı olduğuna dair inanışın özellikle İtilaf devletlerinin harekâtı başlatma kararında oldukça etkili olduğu görülebilir. İtilaf devletlerinin
Çanakkale Cephesi’nde harekete geçişinin sebepleri olarak şunlar
102
Hasan B. Yalçın
gösterilebilir: Birinci Dünya Savaşı’nın tüm cephelerinde yaşanan
kilitlenme halini aşmak, Rusya’ya yardım götürmek, Osmanlı cephesini hızlı bir şekilde sonlandırmak ve özellikle Mısır’ı Çanakkale’de
taarruza geçerek savunmak.Bu hedefler göz önünde bulundurulduğunda karar alıcıların saldırının avantajlı olduğuna dair algılarını göstermektedir. Bu algı Çanakkale Savaşı’nın İtilaf devletlerince
aslında pek de iyi hesaplamadan başlatılmasında etkili olmuştur.
Buna ilaveten çok ilginç bir şekilde savunma saldırı dengesinin savaş esnasında savaşın kaderini belirleyen etkenlerin başında geldiği
de söylenebilir. Her ne kadar İtilaf devletlerinin liderleri saldırının
avantajlı olduğuna inanmış olsa da, Büyük Savaş’ın tüm cephelerinde olduğu gibi Çanakkale’de de savunmanın üstünlüğü belirleyici bir
rol oynamıştır. Her iki taraf da savunmada başarılı olurken, saldırıya
geçtiklerinde başarısız olmuşlardır. Ayrıca kaba bir hesapla saldırıya geçen hangi taraf olursa olsun, genelde büyük zayiatlar vermiştir.
Ancak saldırı harekâtları defalarca başarısız olmasına rağmen, her
iki tarafın kumandanlarının da bu sonuçlara göre yeniden pozisyon
aldıklarını ve faydasız taarruzlardan kaçındıklarını söylemek de
mümkün değildir. Taraflar ağır kayıplar vermelerine rağmen, fırsat
bulduklarında tekrar tekrar taarruza geçmeyi denemişlerdir.
Çanakkale Savaşı’nın başlamasında ve idaresinde savunma saldırı dengesinin karar alıcılar üzerine nasıl etki ettiğini anlamak için
İtilaf güçlerinin planlarına odaklanmak gerekir. Zira Türk tarafı
Çanakkale’de savaşın doğası gereği savunma pozisyonundaydı. Savaşın yerini ve şeklini iradi bir şekilde tercih etmediğinden, Türk
tarafının Çanakkale Savaşı öncesi savunma-saldırı dengesini nasıl
değerlendirdiği konusu en azından savaş öncesi için değerlendirme
dışı tutulabilir. Savunma saldırı dengesinin Çanakkale Savaşı’nın
başlangıcına etkisini değerlendirmek için genel olarak İtilaf devletlerinin tercihlerine, özel olarak İngiltere’nin tercihlerine, daha da
özel olarak savaşı kurgulayan Churchill’in tercihlerine odaklanmak
gerekir. Churchill’in konuya yaklaşımına bakılırsa da Çanakkale
Savaşı’nın başlatılmasında saldırının avantajına olan inancının etkin
olduğu görülür.
Çanakkale Savaşı bir meydan muharebesi değildi. Yapılan bir
çıkarma harekâtına karşılık verilen bir siper savaşıydı. Aslında bir
çıkarma harekâtı olarak da planlanmamıştı. İngilizlerin yaptıkları
kötü hesaba göre İtilaf donanması boğazı geçip İstanbul’a ilerleyecekti. İlk başlarda kara çıkarması hiç planlanmamıştı. Ancak denizden geçişin tek başına yeterli olmadığının anlaşılmasından sonra
kara çıkarmasına karar verildi.
Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı
103
Savunma-saldırı dengesi literatürü esas itibariyle kara orduları
üzerinden yapılan hesaplamalara odaklanır. Deniz savaşları pek bu
açıdan değerlendirilmemiştir. Fakat Çanakkale Savaşı’nın başlangıcı
ve ilerleyişine bakılacak olursa, saldırının denizde dahi daha avantajlı ve kesin sonuçlar üreten bir strateji olduğuna dair bir inanışın bulunduğu görülebilir. Churchill boğazı geçen Kraliyet Donanması’nın
Osmanlı’yı çok kısa sürede devre dışı bırakacağına inanıyordu. Boğaz’daki otuz yıllık top tahkimatını ve deniz mayınlarının İngiliz donanmasını durdurabileceğini neredeyse hiç düşünmüyordu.
Churchill’in başka hesapları vardı. Savaştaki durgunluğu kırma niyeti bunların başında geliyordu. Hem zor zamanlar geçiren
Ruslara yardım hem de savaşa dahil olmuş ve oldukça zayıf olduğu
düşünülen Osmanlı Devleti’nin devre dışı bırakılması gerekiyordu.
Bu savaşla Avrupa cephelerindeki durgunluk İtilaf devletleri lehine
kırılmak istenmiştir. İlk baştan itibaren Churchill’in savaşa dair kanaatlerinin kolay bir savaş olacağı ve hızlı bir taarruzun işe yaracağı
yönündeydi. Churchill’e göre, Osmanlıyı hızlı bir şekilde devre dışı
bırakmanın yolu Çanakkale’den geçecek Kraliyet Donanması’nın
doğrudan İstanbul ve boğazları ele geçirmesiydi. Bütün saldırgan
planlarda olduğu gibi Churchill de hedefi kolay ve hızlı elde edilebilir olarak görmekteydi(Gilbert 2004, 15). Bu çerçevede öncelikle
kara çıkarmasına bile ihtiyaç olmayacağı düşünülüyordu. Kraliyet
Donanması’nın etkinliğine güvenen İtilaf devletleri boğazları ele geçirmenin ve böylelikle Osmanlıyı saf dışı etmenin peşindeydi. Donanmayla hızlı bir sonuç almaya yönelik bu plan saldırının avantajlı
görüldüğüne ve dolayısıyla Çanakkale’de savaşın başlamasına katkı
sunduğu görüşüne destek vermektedir.
Sonradan başlayacak kara çıkarması da esasen hep Osmanlı’nın
boğazdaki ateş gücünü ortadan kaldırmaya yönelik olarak planlanmıştı. Tek amacı donanmanın geçişini engelleyen topların devre dışı
bırakılmasıydı. Kara harekâtının Gelibolu yarımadasını ele geçirmek ve bir kara ordusuyla İstanbul’a yürümek gibi bir amacı yoktu.
Boğazdaki Osmanlı topçusunu susturmak yeterliydi. Churchill operasyonu Türkiye’nin doğrudan kalbine yapılacak bir operasyon olarak düşünüyordu. Kara harekâtının ilk üç gün içinde savaşın kaderini belirleneceğine inanmaktaydı. Savaş sonrasında yazmış olmasına
rağmen ve savunmanın avantajlı olduğu fikrinin ortaya çıkmış olmasına rağmen, Churchill hala hızlı taarruzların başarılı olabileceği
fikrine sahipti. Saldırgan stratejinin üstünlüğüne inanan tüm diğer
dönem liderlerinde olduğu gibi Churchill’e göre, “İyi bir planın aslı
başlangıçtaki operasyonun hızı ve şiddetiydi (Churchill, 1923, II
104
Hasan B. Yalçın
Cilt, 434). Aksi takdirde sürpriz şansı yitirilmiş olacak ve Türk tarafı
tahkimatını daha rahat sağlayacak ve geniş kaynaklarını belli noktalara seferber edebilecekti. Aslında Çanakkale Savaşı bu şekliyle ele
alındığında Churchill’in açıkça saldırının avantajına inandığının en
güzel örneklerinden biridir. Bu savaş kısa, kolay ve doğrudan hedefin kalbine yapılacaktı. Churchill’in bu inanışı Çanakkale Savaşı’nı
tetiklemesine katkı sunacaktı.
Churchill’in Çanakkale Savaşı’nı planlarken boğazları ele geçirme ve Ruslara yardım götürme hedefleri üzerine yeterince düşünülmüştür. Fakat bu savaşla Mısır’ı da savunmak istemesi konusuna
yeterince vakit ayrılmış değildir. Aslında Churchill’in hedeflerinden biri de İngiltere’nin sömürgelerine ulaşımında ve küresel deniz
hâkimiyetini sürdürebilmesinde kaçınılmaz olarak görülen Süveyş
Kanalı’nın savunulmasıydı (Gilbert 2004, 18). Çanakkale bu anlamda kilit bir taarruz alanı olarak belirginleşmektedir. Saldırının
avantajına inanan Churchill Mısır’ı savunmak yerine, taarruzun
avantajını ön plana çıkartan bir planla Çanakkale’ye saldırılması
gerektiğini düşünüyordu. Saldırının avantajlı olduğunu düşünen
tüm diğer liderler gibi, Churchill de savaşı düşman topraklarını taşımanın peşindeydi. Bu durum savaşı savunmada değil,saldırı halinde yürütme kaygısının bir sonucudur. Savunma hatlarını kurarak
Süveyş Kanalı’nı savunmaktansa, rakibin boğazlarını tehdit etmek
ve savaşı düşman topraklarında yapmak daha avantajlı görünüyordu. Bu mantık saldırının avantajlı olarak görüldüğünün en belirgin
özelliklerinden biridir. Saldırıyı avantajlı olarak gören liderler kendi
hatlarını kurmak yerine, düşmanı hızlı bir harekâtla devre dışı bırakmak isterler. Bu açıdan bakıldığında Çanakkale Savaşı İngilizlerin Osmanlı’ya karşı acil ve kesin sonuçlar üretecek bir cephe açmak
istemesinin bir sonucudur.
Diğer tarafta Osmanlı kurmaylarının da daha kısıtlı imkânlara
rağmen, saldırının avantajına inandığı ve savaşmak için Çanakkale’yi
değil başka bölgeleri tercih ettiği gözlemlenebilir. Özellikle Kanal
Operasyonu ve Kafkas Cephesi hem İngiltere’ye hem de Rusya’ya
karşı savaşı düşman coğrafyasında yapmak istemenin göstergeleridir (Ünalp, 2014). Fakat Kafkas Cephesi’nin çöküşü, Kanal’da da
gerekli başarının materyal kaynak eksiklikleri nedeniyle sağlanamaması ve İtilaf donanmasının boğazı muhasara altına almasından
sonra Çanakkale’de savunma hattını kurmak kaçınılmaz olmuştu.
Bereket versin ki, Çanakkale’yi savunmakla görevli 5. Ordu taarruzu değil savunmayı önceleyen bir planlamaya gitmişti. Osmanlı
ordusunun sahil hatlarında konumlanmak yerine iç kısımlardaki
Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı
105
yüksek tepeleri savunma stratejisi Çanakkale Cephesi’nin Osmanlı
lehine sonuçlanmasının en önemli kaynaklarından bir haline gelecektir. Savaş Churchill’in beklediği gibi saldıranın avantajına değil,
savunanın avantajına gelişmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın diğer cephelerinde gözlemlendiği gibi Çanakkale’de de savunmada bulunan
taraf galip çıkmıştır. Çöküş döneminde olduğunu bildiğimiz, askeri
kabiliyetleri oldukça sınırlı olan ve son yüzyılda neredeyse hiçbir
savaşı kazanamamış olan Osmanlı tarafı savunma teknolojilerinin
avantajını yaşamıştır. Çok kolay bir lokma olduğunu düşünülebilecek Osmanlı Devleti İtilaf devletlerinin iştahını kabartıyordu. Hızlı
bir şekilde ilerlemek isteyen İtilaf ordusu Gelibolu’ya güçlü bir çıkarmayla başlayacaktı. Fakat savaş hemen bir siper savaşına dönüşecekti. Böylelikle Birinci Dünya Savaşı’nın cephelerinin çoğunda olduğu
gibi saldırının avantajlı olduğu fikrine dayalı planlamalardan biri
daha başarısızlığa uğrayacaktı. Hızlı ve kati sonuçlar yerine uzun ve
sonuçsuz siper savaşına girilmiş olacaktı.
Savunma saldırı dengesinin savaş kararına etkisine ilaveten savaş esnasında da ciddi etkisinin olduğunu görüyoruz. Çanakkale
Savaşı bu anlamda savunmada bulunmanın avantajlarının defalarca
test edildiği ve doğrulandığı bir örnek olmuştur. Aylarca süren kara
muharebelerine bakıldığında, saldırıyı gerçekleştiren tarafların hep
ağır kayıplarla mağlup olduğu görülmektedir. Siper savaşının etkisiyle aslında İtilaf ordusuna oranla oldukça zayıf olduğu düşünülen
Osmanlı ordusu savunma savaşında ısrar ederek, Çanakkale’yi başarılı bir şekilde savunmuştur. İtilaf devletleri her yarma denemesinde başarısızlığa uğramış ve ufak çaplı ilerlemeler dışında hezimete
uğramıştır. İnce ayrıntılara girildiğinde ve savaşın teknik ve taktik
düzlemlerinde bu şekilde sonuçlanmasına çok fazla sayıda farklı
açıklamalar bulunabilir. Fakat diğer taraftan savaşın genel ilerleyişine bakıldığında savunmanın avantajlı olduğu bir savaş teknolojisinin etkinliğinin savaşın sonucunun belirlenmesinde en temel faktör
olduğu görülebilir.
Bu durumu Savaş esnasında yürütülen operasyonların sonuçları ve bu operasyonlar sırasındaki zayiat rakamlarını mukayese
ederek göstermek mümkündür. Oldukça iyi çalışılmış olmasına
rağmen sekiz aylık Çanakkale Savaşı’nın günlük bilançolarını elde
etmek mümkün değil.2Fakat diğer taraftan eldeki çalışmalardan or2
Çanakkale Savaşı esnasındaki kayıpların belirlenmesinde iki soru vardır. Birincisi özellikle Osmanlı tarafının kayıplarının kaydında ciddi sorunlar mevcuttur
ve özellikle Osmanlı kaynakları iyi incelenmiş değildir. İkincisi Çanakkale Savaşı kabaca üç ayrı cephede pek çok birlik tarafından uzun bir süre zarfında
yapılmış muharebelerden oluşmaktadır. Dolayısıyla günü gününe net rakamlar
106
Hasan B. Yalçın
taya çıkan kayıp rakamlarının karşılaştırılmasına bakılacak olursa,
taarruzda bulunan tarafın savunmada olana oranla çok daha ciddi
kayıplar verdiğini ortaya koyacak yeterli sayıda örnek bulunabilir.
Örneğin savaşın ilk dönemi yapılan çıkarma harekâtlarına bakılacak olursa, İtilaf kuvvetlerinin savunmadaki Osmanlı ordusuna
oranla daha fazla kayıp verdiği görülecektir. 25-26 Nisan tarihleri
İtilaf kuvvetlerinin büyük kayıplar verdiği, diğer taraftan Osmanlı ordusunun İtilaf güçlerine oranla sahillerde çok küçük birlikler
bulundurmasına rağmen, başarılı bir savunma sergilediği de görülecektir. Savunma hattını sahillerde değil, yarımadanın yüksek iç
kesimlerinde kurmaya özen göstermiş olan Liman vonSanders sahillerde oldukça küçük birlikler bulundurmayı tercih etmiştir (ATASE, Cilt V, Kitap II, 10; Liman 58). Erickson’a(2001, 1007) göre:
25 Nisan’daki ilk karaya çıkışlar esnasında, İtilaf taburları
Türk bölüklerinin karşısına çıkıyordu ve 150 adama karşı 1000 adam gönderiliyordu. İtilaf taburları hızlıca tugaya
(yaklaşık 4000 kişilik) çıkarılırken, Türkler taburlarla (yaklaşık 700 kişilik) tahkim ediliyordu.
Böylelikle Liman vonSanders sahillerde esnek savunma hatları yaratıyor ve sürpriz ataklara karşı önlem almış oluyordu (vonSanders,
83). Çıkarma yapılan bölgelere yeni tahkimatlar sevk ediyordu. Savunmanın avantajını kullanan Türk tarafı daha az sayıda askerle
başarılı olabiliyordu. Fakat Osmanlı tarafı ne zaman karşı taarruza
geçip düşmanı denize dökme niyetine girdiyse bu kez de Osmanlı
tarafı başarısızlığa uğramıştır. Çıkarmasını tamamlamış İtilaf birliklerini siperlerinden söküp atmak mümkün olmadığı gibi Osmanlı
tarafında büyük zayiata neden olmuştur. Özellikle 1-2 ve 4-5 Mayıs
tarihlerinde yapılan karşı taarruzlar hiçbir sonuç üretmemiştir. Oldukça küçük birliklerle düşman ilerlemesi durdurulabilirken, güçlü
birliklerle yapılan taarruzlar işe yaramıyordu. 19 Mayıs taarruzu da
benzer bir sonuç üretmiştir (Özdemir ve Mutaf, 2012).
Örneğin Seddülbahir Cephesi’ne bakılacak olursa, 22 Mayıs saldırısını gerçekleştiren Fransız birlikleri 2000 kadar zayiat verirken,
Türk tarafının zayiatı ancak 500 kadardı (ATASE, Cilt V, Kitap III,
41). Seddülbahir’in önemli bir parçası olan Kirte muharebeleri de bu
çerçevede anlaşılabilir. Üç farklı Kirte muharebesinde bu durum oldukça açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. İtilaf kuvvetlerinin en ciddiye
bulmak oldukça zordur. Farklı kaynaklar neredeyse her muharebe için farklı rakamlar sunmaktadır. Fakat yine de genel gidişatı çıkarabilecek örnekler bulmak
da mümkündür.
Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı
107
aldıkları cephelerin başında gelen Kirte Köyü’nün hemen önünde
meydana gelen bu çatışmalarda her üç denemelerinde de ağrı kayıplar vermişlerdir. Birinci Kirte Muharebesi kara harekâtının üçüncü
gününde gerçekleşmiş bir İtilaf taarruzudur. Aspinall-Oglander’e
göre 3000 civarında kayıp veren itilaf kuvvetlerinin yarımadada
ilerlemenin planlandığı gibi kolay olmayacağını anladıkları ilk çatışmaydı (Aspinall-Oglander 1929, 290). Türk tarafının kaybı ise
nispeten daha azdı ve 2378 ile sınırlıydı (ATASE, Cilt V, Kitap II,
203). İkinci Kirte Muharebesi ise Birincisine nispetle daha kapsamlı bir saldırı harekâtıydı ve İtilaf güçlerinin büyük kayıplar vererek
durdurulduğu bir çatışma oldu. Türk tarafının kaybı 2000 civarında
tahmin edilirken, İtilaf kuvvetlerininki 6500 kişidir (ATASE, Cilt
V, Kitap II, 267). Üçüncü Kirte Muharebe ’sinde İtilaf kuvvetleri 4
Haziran’da son kez taarruza geçti. İngilizler 4500, Fransızlar 2000 civarında kayıp verirken, Osmanlı tarafında ölü ve yaralı toplam 5000
civarında kayıp verilmiştir (Erickson 2001, 87-88).
Arıburnu Cephesi’nde de durum çok farklı değildir. Nisan ayının
son beş günü saldırıda bulunan İtilaf kuvvetleri daha fazla kayıp verip başarısızlığa uğramışken, düşmanı denize dökmek için Mayıs’ın
ilk haftasında karşı taarruza geçen Osmanlı tarafı da ağrı kayıplar
vermiş, fakat buna rağmen düşmanı siperinden çıkarıp denize dökememiştir. Düşmanın 25 Nisan tarihinde gerçekleştirdiği çıkarma
harekatına karşı başarılı savunma gerçekleştiren 19. Tümen 25 ve
26 Nisan tarihlerinde gece taarruzlarında başarı gösterememiştir
(ATASE, Cilt V, Kitap II, 80). 19 Mayıs’ta Anzak Koyu’na yapılan
Türk taarruzu ise Osmanlı ordusu için ağır kayıplarla sonuçlanmıştır. “3420 şehit, 6064 yaralı olmak üzere yaklaşık 10000 kişi”lik zayiat vardı (ATASE, Cilt V, Kitap III, 18). Aynı taarruz için Erikson
Türk tarafının kaybını 3000’i ölü, 13000 civarında tahmin ederken,
buna karşılık Anzak tarafında bu sayının 1000’i bile bulmadığını
düşünmektedir(Erickson 2001, 88). İtilaf güçlerinin 12, 15 ve 27
Ağustos tarihlerinde gerçekleştirdiği son taarruzları da Anafartalar Grubu başarılı bir şekilde savuşturmuş ve 3860 ölü ve yaralı
ile kapatmıştır (Erickson 2001, 91). Görülebileceği gibi Arıburnu
Cephesi’nde de saldırıya geçen taraflar her seferinde başarısızlığa
uğramış ve ağır zayiat vermiştir.
Savunmanın avantajına ve saldırının avantajlı olduğuna dair
yanlış algının Çanakkale Savaşı esnasında defalarca test edildiğini
görmek mümkündür. Bu duruma örnek teşkil edebilecek daha ayrıntılı çalışmalarda daha çok örnek bulmak mümkündür. Fakat konuyla ilgili kurmayların ne tür sonuçlar çıkarıldığına dair genel bir
108
Hasan B. Yalçın
değerlendirme yapmak gerekirse, sekiz aylık savaş esnasında savunmanın avantajının çok net biçimde kavrandığını söylemek mümkün
değildir. Her iki tarafta da çok farklı isimler defalarca faydasız saldırı
eylemlerine girişmekten kendini alamamıştır. Savunmada kalmayı
tercih edenlerin dahi savunmanın avantajlı olduğuna dair askeri kanaatlerinden hareketle savunmayı tercih ettiklerini söylemek doğru
olmaz.
Çanakkale savaşı başladığı dönemde en genel hatlarıyla iki savunma sistemi kurma ihtimali vardı. Birincisi düşmanı sahilde karşılamak, ikincisi ise düşmanı içeride karşılamak ve savunma derinliğini
kullanmaktı. 5. Ordu Komutanı Liman vonSanders ikinci alternatifi seçerek savaşın başında savaşın kaderini belirleyecek bir karar
almıştır denilebilir. Düşman çıkarmasını sahilde karşılamak yerine
daha savunmacı bir strateji belirleyerek savunma hatlarını yüksek
tepelere kurarak, intikal hatlarını güçlendirmeyi planladı(Hart 1972,
172). Alman komutanın bu kararı alırken savunma saldırı dengesinde savunmanın daha avantajlı olduğunu düşündüğü için böyle bir
tercihte bulunduğunu söylemek oldukça güçtür. Oldukça geniş biçimde yazdığı anılarının hiçbir yerinde savunma teknolojileri üstün
olduğu için böyle bir tercihte bulunduğuna dair bir kanıt yoktur. Bunun yerine daha ziyade kendi elindeki imkânlara odaklı karar aldığına dair imalarda bulunmaktadır. Liman vonSanders’in anılarının
önemli bölümünde Osmanlı devlet teşkilatından ordusuna, subaylarından askerlerine kadar hepsine dair şüpheci bir yaklaşımı olduğu
sezilebilir(vonSanders, 71). Liman VonSanders Gelibolu’ya gelir gelmez, iki şeye önem vermiştir. Birincisi intikal yolları inşa ettirmek,
ikincisi eğitim faaliyetlerini artırmaktır. Savaş boyunca merkeze
gönderdiği telgraflarda sürekli elinde yeterli güç bulunmadığından
yakındığını da biliyoruz. Gerçi her komutanın savaş esnasında bu
tür şikâyetlerde bulunmasından daha doğal bir şey olamaz, ancak
Liman VonSanders Enver Paşa’nın daha saldırgan bir tavır takınması gerektiğine dair baskılarına cevaben hep elinde yeterli güç olmadığını dile getirmiştir. Bu bakımdan LimanvonSanders’in savunmacı
bir plan yapmasının nedeni daha ziyade elindeki orduya saldırı için
yeterince güvenmemesi nedeniyle olduğu düşünülebilir.
Fakat Harbiye Nazırı Enver Paşa ise saldırının avantajına inananların başında geliyordu. Düşmanın sahillerde dar bir alana
ancak yerleşebilmişken ve daha fazla yerleşme imkânı bulamadan
denize dökülmesigerektiği fikrine inanıyordu (ATASE, Cilt V, Kitap
II, 206). Defalarca da 5. Ordu’ya derhal karşı taarruza geçmesi için
baskı yapıyordu (Travers 2001, 967). Çanakkale’de saldırının elve-
Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı
109
rişli olmadığını birebir tecrübe etmemesinden de olabilir veya sık
sık dile getirildiği gibi Enver Paşa’nın saldırıyı daha avantajlı gören
karakterinden de olabilir ancak Enver Paşa sürekli taarruzu düşünmüştür. Fakat Liman vonSanders’in kendisi de tüm savunmacı
eğilimine rağmen, zaman zaman taarruzun cazibesinden kendisini
alamamıştır (vonSanders, I, 94).
Çanakkale Savaşı üzerine yapılan askeri tarih çalışmalarının
çoğunluğu sürpriz olarak görülen savaşın sonucu üzerine odaklanmaktadır. Osmanlı Devleti’nin askeri yetersizliklerini verili olarak
kabul eden bir anlayışa dayanan bu çalışmalar nasıl olup da İtilaf
Devletleri’nin bu savaşı kaybettiğine odaklanmaktadır(Hickey 1995)
(James 1965). Diğer taraftan bazıları da aslında bu durumun tam tersi
olduğunu yani aslında Osmanlı’nın bu savaşa hazırlıklı olması nedeniyle efektif bir savunma gerçekleştirdiğini savunmaktadır(Erickson
2001). İtilaf devletleri mi kaybetti yoksa Osmanlı mı kazandı? Bu
savaşın en müphem kısmı olarak bu görüldüğünden tartışma buraya odaklanmıştır. Ancak daha geniş bir perspektiften yani silah
teknolojileri perspektifinden bakıldığında önümüze daha farklı bir
resim çıkmaktadır.
SONUÇ
Çanakkale Savaşı modern Türkiye tarihinin en belirleyici, en trajik
ve şanlı kaynaklarından biridir. Üzerinden yüzyıl geçmiş olmasına
rağmen, hala Türkçe çalışmalarda hak ettiği akademik çabaya kavuşamamıştır. Konu çok farklı biçimlerde çalışılmayı beklemektedir.
Böyle bir çabanın bir ürünü olabilecek bu çalışma uluslararası ilişkiler ve uluslararası güvenlik perspektifinden konuya yaklaşmıştır.
Çanakkale Savaşı’nın başlangıcında ve yürütülmesinde silah teknolojilerinin ve bu teknolojinin algılanış biçiminin etkisi değerlendirilmiştir.
Özelde Çanakkale Cephesi’nin hem de genelde Birinci Dünya
Savaşı’nın başlangıcında saldırının avantajlı olduğuna dair yanlış
algının etkili olduğuna dair kuvvetli deliller bulunmaktadır. Çanakkale Savaşı hızlı bir taarruzla Osmanlı’yı devre dışı bırakmak ve
savaşı kendi coğrafyasında değil Osmanlı coğrafyasında yürütmeye
yönelik İngiliz planının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Savunmanın avantajlı olduğu bu savaşta siperler aşılamamış ve taarruza
kalkan taraf düşman siperleri önünde ağır zayiata uğrayarak başarısız olmuştur. Savaş sırasında saldırının avantajlı olduğu algısının bir
110
Hasan B. Yalçın
illüzyon olduğu defalarca ortaya çıkmış olmasına rağmen, taraflar
karşılıklı taarruzları sürekli yenilemeyi tercih etmişlerdir. Görünen
o ki, silah teknolojilerinin etkinliğine dair yanlış algı Çanakkale
Savaşı’nın hem üretilmesine hem de sürdürülmesine katkıda bulunmuştur.
KAYNAKLAR
ATASE, Birinci Dünya Savaşında Çanakkale Cephesi: 25 Nisan 1915 –
04 Haziran 1915. V. Cilt, II. Kitap, Ankara: Genelkurmay Basımevi,
2012.
ATASE, Birinci Dünya Savaşında Çanakkale Cephesi: 04 Haziran 1915
– 09 Ocak 1916. V. Cilt, II. Kitap, Ankara: Genelkurmay Basımevi,
2012.
B. H. Liddell Hart, History of the First World War. London: Pan Books
Ltd, 1972.
Barry R. Posen, The Sources of Military Doctrine: France, Britain, and
Germany between the World Wars. Ithaca: Cornell University Press,
1984.
Bülent Özdemir ve Mutaf Abdülmecit, Çanakkale Muherabatı: Cihan
Harbinde Osmanlı Harekat-ı Tarihçesi. Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayınları, 2012.
C. F. Aspinall-Oglander, Military Operations Gallipoli: Inception of the
Campaign to May 1915. London: Heinemann, 1929.
Charles Glaser, “The Security Dilemma Revisited.”World Politics 50, no.
1 (Ekim 1997): 171-201.
Edward J. Erickson, “Strength against Weakness: Ottoman Military Effectiveness at Gallipoli, 1915.”The Journal of Military History 65, no.
4 (Ekim 2001): 981-1011.
Edward J. Erickson, Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in
the First World War. Connecticut: Greenwood Press, 2001.
Feroz Ahmad, From Empire to Republic: Essays on the Late Ottoman
Empire and Modern Turkey. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008.
Gunther E. Rothenberg, “Moltke, Schliffen, and the Doctrine of Strategic Envelopment.”Makers of Modern Strategy: from Machiavelli tothe Nuclear Age içinde, düzenleyen Peter Paret, 296-325. Princeton:
Princeton University Press, 1986.
Hajo Holborn, “The Prusso-German School: Moltke and the Rise of
the General Staff.”Makers of Modern Strategy: from Machiavelli to
the Nuclear Age içinde, düzenleyen Peter Paret, 281-295. Princeton:
Princeton Uniersity Press, 1986.
Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı
111
Herwig, Holger H. “Strategic Uncertainties of a Nation-State: PrussiaGermany, 1871-1918.”The Making of Strategy: Rulers, States, and
War içinde, düzenleyen Williamson Murray, MacGregor Knox
ve Alvin Bernstein, 242-277. Camberidge: Cambridge University
Press, 1994.
Jack Snyder, Myths of Empire. Ithaca: Cornell University Press, 1991.
John H. Herz, “Idealist Internationalism and the Security
Dilemma.”World Politics 2, no. 2 (1950): 157-180.
Martin Gilbert, “Churchill and Gallipoli.”Gallipoli: Making History içinde, düzenleyen Jenny Macleod, 14-43. London: Frank Cass, 2004.
Michael Hickey, Gallipoli . London: John Murray, 1995.
Mustafa Aksakal, The Ottoman Road to War in 1914: The Ottoman
Empire and the First World War. Cambridge: Cambridge University
Press, 2008.
Rezzan F. Ünalp, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin Kuzey
Afrika’ya Yönelik Askeri Faaliyetleri. Ankara: Genelkurmay Basımevi, 2014
Robert Jervis, “Cooperation under the Security Dilemma.”World Politics
30, no. 2 (Ocak 1978): 167-214.
Robert Jervis, “War and Misperception.”Journal of Interdisciplinary History 18, no. 4 (Bahar 1988): 675-700.
Robert Jervis, Perception and Misperception in International Politics.
Princeton: Princeton University Press, 1976.
Robert Rhodes James, Gallipoli. London: Batsford, 1965.
Stephen Van Evera, “The Cult of the Offensive and the Origins of the
First World War.”International Security 9, no. 1 (Yaz 1984): 58-107.
Stephen Van Evera, Causes of War: The Structure of Power and the Roots
of War. Ithaca: Cornell University Press, 1999.
Thomas J. Christensen ve Jack Snyder, “Chain Gangs and Passed Bucks:
Predicting Alliance Patterns in Multipolarity.”International Organization 44, no. 2 (Bahar 1990): 137-168.
Tim Travers, “Liman von Sanders, the Capture of Lieutenant Palmer,
and Ottoman Anticipation of the Allied Landings at Gallipoli on 25
April 1915.”The Journal of Military History 65, no. 4 (Ekim 2001):
965-979.
Tim Travers, “The Ottoman Crisis of May 1915 at Gallipoli.”War in History 8, no. 1 (2001): 72–86.
Winston Churchill, The World Crisis. 1923.
Zachary C. Shirkey, Is This a Private War or Can Anybody Join? The
Spread of Interstate War. Surrey: Ashgate, 2009.
5
Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale
Savaşları’nın Uluslararası İlişkiler
Teorileri Açısından Değerlendirilmesi
Gürol Baba*
GİRİŞ
Çalışma Çanakkale Cephesi’nin açılmasına neden olan faktörleri,
Doğu Sorunu (The Eastern Question) üzerindeki Büyük Güçlerin
çıkar çatışmaları çerçevesinde ele alınarak değerlendirmektedir.
İlgili değerlendirme tarihi ve teorik olmak üzere iki bölümde ele
alınmaktadır. Birinci bölüm, Doğu Sorunu Çerçevesinde Büyük
Güçlerinin stratejilerini genel bir biçimde değerlendirmekte ve Çanakkale Savaşları’nın sadece Birinci Dünya Savaşı’ndaki son dönem
gelişmelerin değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesine değin
dayanan çok uzun dönemli oluşumların bir sonucu olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır. İkinci bölüm, bu oluşumları uluslararası ilişkiler teorileri kapsamında bir örnek olay olarak irdelemektedir. Bu
irdeleme yapılırken, çoğulcu bir yaklaşım izlenerek, ilgili gelişmelere aydınlatıcı bir yorum getirebilecek tarzdaki uluslararası ilişkiler
teorilerinden uygun olanları ele alınmıştır.
DOĞU SORUNU VE BÜYÜK GÜÇLERİN** OSMANLI
İMPARATORLUĞU ÜZERİNDEKİ STRATEJİLERİ
Orta Doğu’nun sınırları, Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar, Osmanlı Devleti’nin Asya ve Afrika’daki toprakları olarak tanımlan-
*
**
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.
Çalışmamızda, “Büyük Güçler” den kastedilen, İngiltere, Fransa, Rusya ve
Avusturya-Macaristan’dır. Ancak Almanya ve İtalya da, ulusal birliklerini sağladıktan sonra bu gruba katılmışlardır.
114
Gürol Baba
mıştır. Çalışmanın temel vurgularından biri olan Doğu Sorunu, bu
dönemdeki en köklü problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Doğu
Sorunun süregeldiği bölge ise, Mısır’dan başlayıp Türk Boğazları’na
kadar bir hilal çizerek uzaması nedeniyle Verimli Hilal adı verilen
coğrafyadır.
Doğu Sorunu adı verilen, Osmanlı İmparatorluğu’nun Büyük
Güçlerce parçalanma sorunsalının ortaya çıkışındaki temel sebep,
Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine girmesiyle birlikte
gücünü kaybetmeye başlamasıdır. Bu oluşumla birlikte Büyük Güçler, 18. yüzyıldan itibaren Verimli Hilal bölgesine nüfuz etmek için
her tür fırsatı değerlendirmeye başlamışlardır.
Söz konusu dönemle birlikte bölgede, Büyük Güçlerin çıkar çatışmalarının giderek artan bir şiddete sahip olduğu görülmektedir.
Büyük Güçlerin, çıkar çatışmaları sonucunda bir araya gelip paylaşım temelli bir işbirliği oluşturamamaları, bu devletleri “oldu-bitti”
politikalarına yöneltmiştir. Söz konusu politikalar da, beklenenin
aksine, herhangi bir devletin tek başına bölgeye hakim olmasına
engel olmuştur.1 Hatta, tek başına hakim olmak bir yana, çıkarlar
arasındaki dengeyi bozucu en ufak bir hareket dahi, doğrudan diğer
tarafları harekete geçirmektedir. Bu şekilde denge, dengeyi bozucu devletin sınırlandırılması şeklinde yeniden kurulmaktadır. Esas
olarak bu dengeyi sağlayan unsur ise, Osmanlı Devleti’nin toprak
bütünlüğüdür. Bir başka deyişle, zayıf bir Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü bu güçler açısından, sadece bireysel çıkarları için bir
kayıp veya kazanç konusu değil aynı zamanda, tümünün refahının
dayandığı uluslararası sistemin istikrarını sağlayan bir unsurdur.
19 yüzyılın başında, bu güçlerden hiçbirinin tek başına, Osmanlı
Devleti’ni sona erdirecek kadar güçlü olmaması, ayrıca hiçbirinin
de Osmanlı’ya karşı birleşmek istememesi de, yukarıda belirtilen
neden yanında Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün bir süre
daha devam etmesine neden olmuştur.2
Diğer yandan, Doğu Sorunu’nu tarafların mutlak kazançları anlamında ele alacak olursak, Osmanlı Devleti’nin egemenliği bölgede
zayıfladıkça, bu kazançlar birbirine o kadar zıt bir hal almıştır ki,
bir Büyük Gücün elde ettiği ayrıcalık, diğeri için doğrudan bir kayıp haline gelmektedir. Kaldı ki, Büyük Güçlerin Bölgedeki çıkarları
birbirleriyle zıt oldukları kadar iç içedir de. Ulusal birliklerini tamamlayan Almanya ve İtalya, ayrıca İngiltere tarafından, soruna ta1
2
Carl L. Brown, International Politics and the Middle East; New York, Princeton
University Press, 1984.
Yahya Armajani, Middle East Past and Present; New Jersey, Prentice Hall, 1970
Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları
115
raf haline getirilmeye çalışılan Yunanistan, kendi çıkarları ile Doğu
Sorunu’na dahil oldukça, Orta Doğu’daki durum daha da karmaşık
bir hal alacaktır.
Doğu Sorunu’nun en can alıcı noktası, Osmanlı başkentinin de
bulunduğu Verimli Hilal’in kuzey ucu yani Türk Boğazları’dır. Bu
bölge üzerinde Büyük Güçlerin ulusal çıkarlarını en üst düzeyde tatmin edecek yeni bir rejim, Doğu Sorunu’nun topyekün çözümünde her zaman kilit bir role sahip olacaktır. Çanakkale Harekatı’na
karar verilişi de, her ne kadar 1914 sonbaharında, Birinci Dünya
Savaşı’nın Batı cephesinde ortaya çıkan kilitlenmenin bir sonucu
olarak görülse de, temelde bu gerçeğe dayanmaktadır.
Başka bir deyişle; Doğu Sorunu, Verimli Hilal bölgesinin paylaşımı ile ilgili bir sorun olarak görülse de, bu bölgedeki sorunların
tümü bir zincir şeklinde Türk Boğazlarına dayanmaktadır. Boğazların ve İstanbul’un yönetimi konularında getirilecek herhangi yeni
bir düzenleme Büyük Güçlerin, sorunu değerlendirme şeklini de değiştirecektir şeklindeki bir yorum yanlış olmayacaktır. Bu çerçevede
Çanakkale Harekatı, Osmanlı Devleti’ni sona erdirerek, başta Doğu
Sorunu’nun her döneminde farklı boyutlarda ve sürekli artan bir
öneme sahip olan Türk Boğazları olmak üzere, Osmanlı topraklarının paylaşımını hedeflemesi anlamında, Doğu Sorunu’nun çözümü
konusundaki en önemli oluşumlardan biridir.
Daha önce de belirtildiği gibi, Osmanlı üzerindeki paylaşım
çabalarını körükleyen uluslararası çıkarlar arasında bir uzlaşma
kurulamamıştır. Bu nedenle Büyük güçlerden her biri sadece kendi çıkarını geliştirmeye çalışırken, ister istemez diğeriyle çelişir bir
ortama sürüklenmiştir. Bu durumu çözmek için bir anlaşmaya da
varamadıklarından, en azıdan, mümkün olduğunca uzun bir dönem bölgeden, gerekli ekonomik ve stratejik kazançları elde etme
yoluna gitmişlerdir. Böyle bir politikanın uygulanabilmesi için de,
Osmanlı gibi zayıf bir egemenin, bölgedeki varlığını sürdürmesi
gerektiği açıktır. Diğer taraftan, Osmanlı Devleti de 19. yüzyıl. ile
birlikte, Avrupa’daki değişen güç dengelerine ayak uyduramadığı
için, zaten dış tehditlere karşı büyük ölçüde savunmasız kalmıştır
Ancak coğrafi yerleşimi, yani sahip olduğu coğrafyanın jeostratejik
önemi, bu kadar yoğun dışsal tehdide rağmen, bir anda yıkılıp gitmesine de engel olmuştur. İşte bu durum, geçici de olsa Osmanlı’nın
toprak bütünlüğü ve egemenliğini, uygulaya geldiği “denge politikası” ile korumasını sağlamıştır. Bu politika kısaca Osmanlı yönetiminin, Büyük Güçlerin Orta Doğu konusundaki çelişen çıkarları
arasında, dönemsel olarak kendisine müttefik olacak devlet veya
116
Gürol Baba
devletler grubuyla ittifaka girmesini öngören, çok yönlü bir ilişkiler sistemi olarak tanımlanabilir. Denge politikası da temelde, Doğu
Sorunu’nun en önemli öğesi olan Boğazlar eksenine dayanmaktadır
ve bu nedenle Boğazlar, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü’nün
korunmasında etkili olabilmiştir.
Bu unsurlara ek olarak Doğu Sorunu’nda, Büyük Güçler arasında sadece çıkar çatışmasının değil, ciddi bir güven krizinin yaşandığını da belirtmek gerekir. Bu güven krizini yaratan en önemli faktör,
Rusya’nın Türk Boğazları konusundaki duyarlılığıdır. Rusya’nın kendisi için son derece hayati olan bu bölgeler için, eğer gereken tavizleri elde ederse, özellikle Üçlü İtilaf ’ın (1907) kuruluşu sonrasında,
karşı bloktan bir güç ile bile ayrı bir anlaşmaya girebileceği şüphesi,
İngiltere ve Fransa’nın Doğu Sorunu çerçevesindeki başlıca endişesi
olmuştur. Hatta aynı endişe Birinci Dünya Savaşı’nda da giderilememiştir. Bu çerçevede, Çanakkale Cephesi her ne kadar görünürde
Rusya’ya yardım amacıyla seçilmiş olsa bile, gerisinde Rusya’yı kontrol etme amacının bulunabileceğini de göz önüne almak gerekir.
1871 yılıyla birlikte, söz konusu bu şemaya (Fransa-Rusya-İngiltere
arasındaki) Birinci Dünya Savaşı’na neden olan genel krizi tırmandıran en önemli aktörlerden biri olan Almanya da, ulusal birliğini
sağladıktan sonra katılacaktır.
Almanya’nın uluslararası arenada, ve çok geçmeden sömürgecilik rekabetinde, etkisini arttırmaya başlamasıve bu çerçevede, özellikle II. Wilhelm yönetimiyle birlikte Osmanlı Devleti’ne yaklaşması, Büyük Güçlerin Osmanlı’ya ilişkin görüşlerini de değiştirmeye
başlamıştır. 3 Bu durum Osmanlı Devleti’nin; egemenliğini ve toprak
bütünlüğünü koruyabilmek için, dönemsel olarak Büyük Güçlerin
çelişen çıkarları arasında değişen ittifaklara girmesini öngören, çok
yönlü bir ilişkiler sistemi olarak tanımlanabilecek; denge politikasının yön değiştirmesine neden olmuştur. Bunun Büyük Güçlerin
çok taraflı ilişkileri anlamındaki sebebi, ulusal birliğini sağlayan
Almanya’nın Avrupa’da mevcut ekonomik ve askeri rekabeti tırmandırmaya girişmesine bağlı olarak, karşısına aldığı İngiltere, Rusya ve
Fransa’nın birbirleriyle yaptıkları ittifak anlaşmalarıdır. Bu anlaşmalar sonrasında Almanya ve sömürge rekabetinde yanına müttefik
olarak aldığı Avusturya-Macaristan hariç, Büyük Güçler Osmanlı’ya
olan desteklerini çekmiş ve dahası, Doğu Sorunu’nun çözümü için
Osmanlı’nın parçalanmasını savunmaya başlamışlardır.
3
Paul Kennedy, The Realities Behind Diplomacy; George Allen Unwin, London,
1981
Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları
117
Almanya’nın sömürge yarışına girişi, ordu ve donanmasını ciddi ölçüde kuvvetlendirmesi, bu durumdan tedirgin olan Avrupa’nın
diğer güçleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya’yı da kendi aralarında
birleşmeye itmiştir. Bu kutuplaşmada, özellikle İtilaf Güçlerinin
kısa vadeli “güvenlik ikilemlerini” çözme hedefinde olduklarını görüyoruz. İtilaf Güçleri’nin, kısa vadeli güvenlik çıkarları temelinde
örgütlenişleri, Birinci Dünya Savaşı boyunca da ortak bir strateji
güdememelerine de hatta, uzunca bir süre savaşın gidişatı ile genel
bir strateji geliştirebilecekleri bir toplantı yapamamalarına sebep olmuştur.
http://www.huffingtonpost.co.uk/2015/04/24/remarkable-gallipoli-pictures-show-the-firstworld-war-battlefield-then-and-now_n_7065450.html ( 24.06.2015 tarihinde erişilmiştir).
Almanya’nın Orta Doğu ve Osmanlı Devleti’ne yaklaşmasında
uyguladığı en temel politika, Doğu Politikası ve bu politikanın en
somut öğesi de Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi’dir. Proje görünüşte, Osmanlı’yı ekonomik ve siyasal olarak bütünleştirmeyi hedeflemektedir. Ancak, sadece Anadolu ile sınırlı kalmayıp, İngiliz
ve Fransız etki bölgelerini de öngören birtakım hususlar içermesi;
esas amacın Almanya’nın Orta Doğu’ya yerleşip bu bölgede etkin
bir denetim kurabilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Boğazlar ve Orta
Doğu’ya egemen bir Almanya ise, İtilaf Devletlerinin hiçbirinin
118
Gürol Baba
planlarına uymamaktadır. Osmanlı‘nın yıkılması öngörülürken,
hiç beklenmeyen bir aktörün, hem de Almanya gibi karşı kutbun
liderinin Osmanlı topraklarının paylaşım şemasına dahil olması, bu
devletlerin Osmanlı hakkındaki tüm stratejilerini alt üst edecektir.
Fakat her iki bloğun da henüz savaşa hazır olmamaları, birbirleri
hakkındaki şüpheleri tırmandırmaktan çok, öncelikle Bağdat Demiryolu ve Orta Doğu’daki etki alanlarını saptamak için, aralarında
anlaşmaya gitmelerine sebep olmuştur. Yalnız, Almanya bu anlaşmalar yapılırken, mümkün olduğunca siyasal öğelerden kaçınarak,
bölgede ekonomik çıkarlara sahip olmayan Rusya’yı dışlayabilmek
için, daha çok ekonomik çıkarlar üzerinde durmuştur. Bölgede ekonomik çıkarlara sahip en önemli ülke, kapitülasyonlardan yararlanarak Osmanlı da çok ciddi yatırımlara girmiş olan Fransa’dır, öte
yandan İngiltere’nin de Osmanlı topraklarında önemli yatırımları
vardır. Fakat İngiltere’yi, bu çerçevede bölgedeki diğer devletlerden
ayıran en temel husus, 1913 yılında Anglo-Persian Petrol şirketinin
Mezopotamya ve İran’da tespit ettiği ve işlenmeye uygun 6 milyon
tonluk bir petrol rezervi konusunda bilgi sahibi oluşudur.4
Doğu Sorunu şeması içinde etki-tepki politikalarına yönelmiş
olan Osmanlı İmparatorluğu kendisine yaklaşan Almanya’ya eğilim
gösterirken, İtilaf Devletleriyle olan bağını da koparmamaya çalışmıştır. Ancak İtilaf Güçleriyle bağını koruyup, ittifak kurmaya çalışırken de, her hamlesinde de başarılı olamamıştır. Bu başarısızlığın
sebepleri içinde, sadece askeri ve ekonomik gücünün yetersizliğini
değil, 1914 Haziranı’na yaklaşılırken Avrupa’nın genel durumunu
da değerlendirmek gerekir. Bu dönemde Rusya, Boğazlar konusunda sürekli olarak farklı çıkış yolları aramaktadır. İngiltere’ye yaptığı
baskılar dışında her an Osmanlı veya Almanya ile de gizli bir ittifaka
girme eğilimi içerisindedir. Oysa ki, Avrupa’nın artık genel bir savaşa yaklaştığı dönemde Doğu Cephesi’nde oldukça büyük bir insan gücüne sahip Rusya’nın Üçlü İtilaf ’tan ayrılması dengeleri ciddi
bir biçimde bozacaktır. Dolayısıyla İngiltere, kontrollü bir biçimde
Rusya’yı talepleri konusunda yatıştırma gayretindedir.
Rusya’nın kendi Bloğundan (yani Üçlü İtilaf ’tan), Boğazlar üzerindeki emellerine karşı doğrudan ve sert bir tepki görmemesine
rağmen, sürekli olarak kendisine müttefik bulma arayışı şu şekilde değerlendirilebilir; Rusya o dönemde yaşadığı sosyo-ekonomik
sıkıntılardan dolayı sürekli güç kaybetmektedir ancak, topraklarında hayati çıkarları bulunduğu Osmanlı Devleti’nin parçalanma
4
Geoffrey Miller, Straits: British Policy Towards the Ottoman Empire and the Origins of Dardanelles Campaign; Hull, University of Hull Press, 1997
Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları
119
eşiğinde olduğu bir dönemde, bu paylaşımdan mahrum kalmak da
istememektedir. Osmanlı’nın yıkılması ertesinde oluşacak güç boşluğunu tek başına dolduramayacak, hatta böyle durumda oluşacak
ani gelişmeleri dahi kontrol edemeyecek oluşu da onu, sürekli olarak
başka bir müttefik arayışına yöneltmiştir.
Rusya’nın, Osmanlı topraklarının paylaşımından hedeflediği ana
bölge, önce de altı çizildiği gibi, Boğazlardır. Rusya için, Boğazlar
üzerinde Büyük Güçlerden herhangi birinin veya güçlü bir Osmanlı Devleti’nin egemenliği arasında, her iki durumda da yönetimin
de etkin olmayacağı için, pek de bir fark yoktur. Öyleyse Rusya için
temel hedef, Osmanlı’nın güçlenmesinin veya Osmanlı’nın yıkılıp
oluşacak güç boşluğunun kendisi dışındaki Büyük güçlerle doldurulmasının engellenmesidir.
Boğazlar söz konusu olduğunda, Rusya’nın Üçlü İtilaf içerisinde yaptığı anlaşmalar dahi geri plana itilebilmektedir. Zaten İtilaf
Güçlerinin birbirleriyle yapmış oldukları ve Üçlü İtilafı kuran anlaşmalar, salt askeri temelli değildir. Salt askeri temelli olsa dahi, İngiltere ve Fransa’nın Rusya ile iletişim kanalları Osmanlı’nın savaşa
girmesi durumunda kapanacaktır. Öte yandan İngiltere’nin kıtadaki
muharebelere yardımda bulunacak düzeyde geniş kara kuvvetleri
bulunmamaktadır. Fransa da zaten savaş başladığında Almanya ile
uğraşacaktır. Yani bir bakıma Rusya’nın, müttefiklerinin askeri güçlerine güvenmemekte haklı olduğunu belirtilebilir. Rusya, müttefiklerinden yardım alamadığı takdirde, Doğu Cephesine sıkışacaktır
ve bu durumda tek çıkış yolu Boğazlar olacaktır ki, Rusya hiçbir
Büyük Güç ile bu bölgeyi paylaşma niyetinde değildir. Rusya için
en iyi koşulda, eğer Boğazlar Almanya’nın elinde kalmazsa, kendisine yardım için İngiltere ve Fransa buraya yerleşecektir. Bu durum
da Rus tezine aykırıdır. Dolayısıyla, Rusya savaştan önce Boğazları
kendi kontrolüne alıp, savaş süresince veya savaş sonunda kendisini,
Boğazlar konusunda kurulacak yeni rejimin dışında bırakacak bir
fiili durum ile karşılaşmak istememektedir. Savaş sırasında müttefiklerinden gereken yardımların geçişi için taşıdığı önemin dışında
Türk Boğazları Rusya için, Ukrayna’daki endüstrileşme ve Baku’deki
petrol endüstrisi için ciddi bir öneme sahiptir. Endüstrileşme için
başta Fransa’dan olmak üzere almış olduğu yabancı borçları azaltarak dış ticaret dengesini kurması gerekmektedir bu amaçla ihracat
yolunun yani Boğazların sürekli açık olması gerekmektedir. Ayrıca,
Osmanlı devletinin endüstrileşme sonrasında zayıf olarak bölgede
olmalı ve Rusya için bir pazar teşkil etmelidir.
120
Gürol Baba
Kısacası, Rusya ile İtilaf devletleri arasında Boğazlar ekseninde
sürekli ve önemli bir güven krizi vardır. Rusya bu bölge için İngiltere ve Fransa’ya güvenmezken, İngiltere ve Fransa da bu konuda
Rusya’nın, ani ve tepkisel adımlar atabileceğinden veya kendisine
verilecek tavizler karşılığında savaştan çekilebileceğinden hatta, Almanya ile ayrı bir ittifak anlaşması veya saldırmazlık paktına girebileceğinden endişe duymaktadır. Rusya’nın ciddi bir iktisadi bunalım
içinde oluşu ve endüstrisi gelişmiş Almanya’nın, Osmanlı ile de müttefik olmasından dolayı Rusya’ya İngiltere’den daha etkin ve çabuk
bir şekilde yardımda bulunabilecektir. Bu şüphenin savaş boyunca
giderilemediğini görmekteyiz ve bu nedenledir ki, Rusya’nın İtilaf
Devletlerine tam olarak entegre olmadığını dahi belirtilebilir.
Doğu Sorunu çerçevesinde Rusya’nın İtilaf Güçleri’ne olan güvensizliğinin Türk Boğazlarıyla sınırlı olduğu söylenemez. İngiltere’nin
çıkarları İran’ı, Doğu Akdeniz’i ve tüm Mezopotamya’yı içine aldığından ve Türk Boğazları da Rusya’nın bu bölgeye doğrudan çıkışını
sağladığından, hem Rusya hem de İngiltere için özel bir önem taşımaktadır. Ancak İngiltere’nin bu çerçevede tek önem verdiği bölge
Türk Boğazlarıdır, demek de doğru olmayacaktır. Kısacası İngiliz
yönetimi, Rusya’nın söz konusu bölgeye inmesine neden olacak her
türlü güzergaha tepkiseldir. Bu güzergah ister İran üzerinden isterse
Afganistan üzerinden olsun İngiltere doğrudan karşı çıkacaktır.
ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ EKSENİNDE
ÇANAKKALE SAVAŞLARI
Çanakkale Savaşları, Doğu Sorunu’nun merkezinde yer alan Verimli
Hilal’in en sorunlu kesimi olan Türk Boğazlarını hedefleyen bir cephede yapılmıştır. Bu duruma ek olarak dönemin hemen hemen tüm
Büyük Güçleri bu cephenin kapsadığı uluslararası suyolu üzerinde
hayati sayılabilecek ekonomik, siyasi ve askeri çıkarlara sahiptir Verimli Hilal bölgesinin, uluslararası ilişkiler teorisyeni Mackinder’in
de belirttiği gibi, Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemin stratejik merkez alanı (heartland)5 oluşu, yani bu coğrafyaya sahip olan devletin
dünya güç dengesi içerisinde başat bir rol oynayabilme potansiyeli,
bu Büyük Güçlerden herhangi birinin bu bölgeye tek başına sahip
olmasını başından beri engellemiştir. Bu nedenle, Birinci Dünya Sa5
Halford Mackinder, “The Geographical Pivot of History”; Geographical Journal,
Cilt 23, Sayı 4, 1904, 421-437.
Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları
121
vaşı öncesi Büyük Güçler arasındaki dengede en önemli unsur, “Verimli Hilal’in paylaşımıdır” denilebilir.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bu güçler, söz konusu bölgede kurulacak rejim konusunda bir fikir birliğine varamamışlardır. Bu durum Verimli Hilal üzerinde oynanan oyunu, bir
“zero-sum game” haline getirmiştir. Yani taraflardan birinin kazancı
doğrudan diğerinin kaybı olmaktadır. Bu oluşum, güç dengesi mekanizmasının işlemesini sağlayacak faktörlerin ortadan kalkmasının
doğrudan bir sonucudur. Bunlar Henry Kissenger’in de vurgulamış
olduğu, 3 başlık altında toplanabilir.6 İlk olarak, her devlet başka bir
devletle ittifak yapmak için kendisini serbest hissetmelidir, ancak bu
durumun 1890’da Bismarck görevden alınıncaya kadar devam ettiği
görülür. Bundan sonra Büyük Güçlerin kurmuş olduğu koalisyonlar
o kadar katı bir hal alırlar ki, hangi amaç için bir araya geldiklerini
dahi unuturlar. İkinci koşul değişmez ittifakların varlığına rağmen,
dengeyi sağlayan gücün, bu ittifakların hiçbirinin üstünlük elde
edememesini sağlamasıdır. 1907’de Üçlü İtilaf kuruluncaya kadar
İngiltere’nin oynadığı rol budur, fakat Almanya’nın sivrilmesine engel olamamıştır. Üçüncü koşul ise, ittifaklar arasında dengeleyici bir
gücün olmaması durumunda, bir sorun çıktığında ittifak siteminin
sağlayacağı esneklikle ya taviz verilerek ya da, ittifaklarda değişiklik yapılarak dengenin korunmasıdır. Bu şartlar ortadan kalkarsa,
diplomasi katılaşır ve belli konularda, burada Türk Boğazları örneğinde görüldüğü gibi, seçenekler ve diplomatik yöntemler sınırlanır.
Osmanlı’nın İtilaf Devletlerine ittifak anlaşması için yapmış olduğu başvuruların reddedilmesinin temel sebebi de budur. Osmanlı
başvurularında devamlı olarak Boğazlar konusunda bir garantiyi
ön koşul olarak sunmaktadır. Oysaki Boğazlar konusunda verilecek
olan garantiler aynı zamanda, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün
de korunması demek olduğundan, Büyük Güçler açısından Doğu
Sorunu’nun çözülmesine engel teşkil etmektedir. Oysa ki, İtilaf
Devletleri, Birinci Dünya Savaşı’na girerlerken Doğu Sorunu’na bir
son vermeyi yani Osmanlı’yı sona erdirmeyi hedeflemişlerdir. Bu
da Goeben ve Breslau savaş gemileri, Rus limanlarını bombalamasa da Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na gireceğini göstermesi
açısından önemlidir. Goeben ve Breslau olayından önce, Osmanlı
Devleti’nin İngiltere ile diplomatik bağları zaten oldukça gevşemiştir. Öte yandan, 2 Ağustos 1914’te, Osmanlı Devleti Almanya
ile ittifak anlaşması imzalamıştır. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti’ni
parçalamayı düşünen İtilaf Güçlerinden tamamıyla uzaklaşmıştır.
6
Henry Kissinger, Diplomasi; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1994.
122
Gürol Baba
Kısacası, Goeben ve Breslau savaş gemilerinin Çanakkale Boğazı’na
girmesinden öncesinde dahi, Osmanlı Devleti’nin savaşa girişi için
diplomatik bir altyapı oluşturulmuştur.
Osmanlı Devleti’nin savaşa girişini, Mikrokosmik Çatışma Teorilerine göre değerlendirecek olursak; 17. yüzyılın sonundan itibaren sürekli olarak Büyük Güçlerin baskılarına ve tehditlerine maruz
kalan Osmanlı Devleti, Almanya ile ittifak kurmasıyla bu tehdidin
en yüksek haliyle karşı karşıya kalmıştır. Söz konusu teorik yaklaşımda da vurgulandığı üzere, bir toplumun organize olmuş bir güç
birliğine karşı mücadeleye girişebilmesi için, öncelikle organize olmuş birlikten gelen tehdidin artık en ciddi boyutuna ulaşmış diğer
yandan da mücadele girecek olan toplumun bu mücadele için gereken hazırlıklılığa sahip olması gerekmektedir.7 Büyük Güçlerin artık
açıkça Osmanlı Devleti’nin egemenliliğini ve toprak bütünlüğünü
sona erdirme niyetinde olmaları ve Osmanlı Devleti’nin 2 Ağustos
1914 tarihinde Almanya ile sonuçlandırmış olduğu ittifak anlaşması, yukarıda sayılan iki koşulun da sağlandığını göstermektedir.
Böyle bir durumda, toplum siyasi, ideolojik, ekonomik, sosyo-kültürel yapısına yönelen tehditleri ortadan kaldırmak için, öncesinden
daha saldırgan ve hevesli olabilir. Osmanlı Devleti’nin savaşa girer
girmez, Sarıkamış operasyonunda çok kayıp vermesine rağmen,
Rusya üzerine düzenlediği operasyona devam etmesi ve Çanakkale
Cephesi’nde göstermiş olduğu kararlılık, bu duruma örnek olarak
gösterilebilir.
Realist teorisyenlerin devletler arası ilişkiler genel şeması için
ortaya koydukları gibi, Doğu Sorunu ve Birinci Dünya Savaşı içerisinde yapılmış olan ittifaklar kaygandır ve bunlar içerisinde devletler, büyük ölçüde mutlak çıkarları çerçevesinde hareket ederler.
Ulusal güvenlik sorunları devletlerin gündemlerinin en temel konusudur. Bu nedenle dış politika yapım sürecindeki bir rasyonel
karar alıcı öncelikle güvenliğini arttırmayı hedeflemelidir. Ancak
bunu yaparken hiçbir zaman bir tek devlete veya devletler grubuna
güvenmemelidir, çünkü uluslararası ilişkilerde her zaman “aldatma”
sorunsalı vardır oysa ki buna karşı cezalandırmada bulunacak bir
uluslararası otorite yoktur. Bu sebeplerden dolayı devletler, uluslararası arenada sadece kendi kabiliyetlerine güvenebilirler. Bu kavram
kendi kendine yardım olarak belirtilebilecek “self-help”tir.8 Bu duru7
8
Elton B. Mc NEIL, The Nature of Human Conflict; Prentice Hall, Englewood
Cliffs, 1965.
Benjamin Frankel (ed.), Realism: Restatements and Renewal; London, Frank
Cass, 1996, s. 128-130.
Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları
123
mu en açık olarak İngiliz, Rus ve Fransız ilişkilerinde görmekteyiz.
Üçlü İtilafın kuruluşuna kadar, hatta Birinci Dünya Savaşı içerisinde
bile bu güçler arasında tam bir güvenin olmadığını ve her birinin,
devamlı olarak aldatılma tehlikesine karşı hazırlıklı davranmaya çalıştığını görüyoruz. Bu durum için şöyle bir saptama yapmak uygun
olacaktır, Birinci Dünya Savaşı için savunma amaçlı kurulan ittifaklar, tarafları, kaçınılmaz yükümlülükler altına sokmuştur. Bu durum
özellikle İtilaf Bloğu için geçerlidir. Çıkarlar kesin olarak belirlenmediği için taraflar esnek davranmış ve ittifaklara bel bağlamamaya
çalışmışlardır. Siyasi karar alıcıların da, savaş boyunca büyük ölçüde
askeri karar alıcıların etkisi altında kalmaları, bu esnekliğe fazla izin
vermediği için ittifaklar devam etmiştir. Savaşın başında blokların
ortaklaşa kararlaştırdıkları ve çok yakın görülen hedeflerin gittikçe uzaklaşmaları ise tarafların ittifaklardan kopamamalarına sebep
olmuştur.
Fransa, İngiltere’ye topyekün bir kıta savaşına girmeyeceği inancıyla güvenmezken; İngiltere ile birlikte Rusya’nın Boğazlar konusunda Almanya veya Osmanlı ile ayrı bir anlaşma yapabilmesi
tehlikesine karşı Rusya’dan kuşkulanmaktadır. Özellikle de savaş
öncesi dönemlerde kurulan ittifaklarda çıkarları yeterince tatmin
edilmemiş tarafların, karşı kutba kayabilme ihtimali mevcuttur.
İngiltere’nin, Rusya’nın Almanya ile ittifak yapabilme ihtimalini ve
Rusya’nın da İngiltere ve Fransa’nın kendisinden ayrılabileceğini
düşünmelerinin sebebi budur. Uluslararası entegrasyon teorileri bu
durumu ittifakların istikrarsızlığı olarak nitelendirirler. Bu anlamda,
George F. Liska ve William Riker’e göre, bir ittifak modelini sona
erdirecek en önemli oluşum, taraflardan birinin karşı bloktan biriyle
ayrı bir anlaşmaya girmesidir ki.9 Bu teori çerçevesinde değerlendirildiğinde Rusya’nın Almanya veya Osmanlı Devleti ile anlaşma
yapması Üçlü İtilaf ’ı sona erdirebilecektir.
Yukarıda belirttiklerimizin ötesinde, Doğu Sorunu çerçevesinde
İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki ilişki, Sistem Teorisyenlerinden Morton A. Kaplan’ın ortaya koyduğu birimlerin davranış şekilleri şemasına da uymaktadır.10 Taraflardan her biri savaşmak yerine
birbirleriyle anlaşma yolunu seçmekte, ancak bu sırada bireysel güçlerini arttırmaktadır. Diğer bir yönü, bu anlaşma sistemi, taraflardan
9
George F. Liska, Nations in Alliance: The Limits of Interdependence; Baltimore,
Johns Hopkins Press, 1962; William H. Riker, The Theory of Political Coalitions;
New Haven, Yale University Press, 1962.
10 Morton A. Kaplan, New Approaches to International Relations; New York, St.
Martin’s Press, 1968.
124
Gürol Baba
herhangi birinin veya yeni bir aktörün, bu çalışmaya göre söz konusu aktör Almanya’dır, sisteme egemen olmasını engellemeyi hedefler.
Son olarak, anlaşmanın tarafları yenilgiye uğramış veya zayıf olan
aktörlerin, burada Osmanlı Devleti, sistem içinde varlığını sürdürmesine izin vermektedirler.
Almanya’nın coğrafi olarak Rusya ve Fransa ile çevrilmiş olmasının sonucu militarizminin körüklenmiş olması, Boğazlar
üzerindeki İngiliz-Rus çatışması, Balkanlarda Avusturya-Rusya
çekişmesi, İngiltere’nin Hindistan yolunun güvenliğini sağlama çabası ve Fransa’nın Yakın Doğu’daki çıkarlarının yarattığı sorunlar
diplomatik yöntemlerin çözebileceğinin çok ötesine geçmişti ve bu
durum da, Avrupa Güç Dengesini kökten değiştirecek ve Osmanlı
Devleti’nin sonunu getirecek olan Birinci Dünya Savaşı’nın patlak
vermesine sebep olmuştur.
Burada Doğu Sorunu’na tekrar dönecek olursak, Orta Doğu’da
oynanan oyunun uluslararası ilişkilerde işbirliği teorilerindeki belli
unsurlara uyduğunu da belirtmek gerekir. Söz konusu teorilerin yan
ödemeler (side payments)11 başlığında geçtiği gibi eğer bir işbirliği
şemasına katılacak olan aktörlerin sayısı artarsa, o işbirliğini oluşturmak için çok daha fazla seçenek oluşur. Ancak Boğazlar sorununda görüldüğü gibi, eğer aktörlerin çıkarları birbirleriyle çelişiyorsa, işbirliği şemasını kurmak gittikçe zorlaşır.
1807’de Napolyon, Tilsit’te Rusya’ya Türk Boğazlarından serbest geçiş hakkını tanımamıştır. Kırım Savaşı’nda Rusya’ya karşı
birleşen İngiltere ve Fransa da Rusya’nın İstanbul’u ele geçirmesini engellemişlerdir. 20. yüzyılda ise Hitler Sovyetler Birliği’nin Boğazlar bölgesi ve İran Körfezi’ndeki, “meşru çıkarları” dediği hakları reddetmiştir. 1947’de Truman Doktrini ve Merkezi Antlaşma
Örgütü (CENTO)’nün kuruluşu da bu bölgedeki devletleri Sovyet
yayılmacılığına karşı korumak içindir. Sadece bir defa, Çanakkale
Savaşları sırasında, 1915 tarihli Londra Anlaşması’nda, Avrupa Devletleri, Boğazlar bölgesini Rusya’ya bırakmışlardır. Bu da, Osmanlı
Devleti’ni, Rusya’nın aktif olmadığı bir harekat ile yenilgiye uğratarak ve Osmanlı topraklarında yapılacak paylaşımları Rusya olmadan
yapabilmek için kullanılabilecek bir manevra izlenimi vermektedir.
Çanakkale Savaşları, uluslararası ilişkilerdeki bir başka gerçeği
göstermesi açısından da önemlidir. Uluslararası arenada daimi dostluklar ve düşmanlıklar yoktur.12 Süveyş Kanalı’nın açılışına, hatta
11 Joseph Grieco, Cooperation among Nations; Ithaca, N.Y., Cornell University
Press, 1990.
12 David Brown, Palmerston and the Politics of Foreign Policy, 1846-1855; Manches-
Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları
125
Üçlü İtilaf ’ın kuruluşuna kadar İngiltere ile Rusya Boğazlar üzerinde
çekişmekteydiler, ancak birinci Dünya Savaşı konjonktürel gelişmeleri onları, Mart 1915’e taşıdı ve İngiltere, Rusya’nın Boğazlar üzerindeki taleplerini kabul etti.
Elbette, Çanakkale Savaşlarını, sadece Doğu Sorunu’na endeksleyip, Birinci Dünya Savaşı’ndan soyutlayarak değerlendirmek de
doğru olmayacaktır. Bu savaşlar, Birinci Dünya Savaşı’nın kaderini
belirleyen en önemli cephelerden birini de oluşturur. Ayrıca bu cephe, Osmanlı’nın başkentine yakın oluşu ve bu nedenle kaybı sonucunda tüm ülkenin elden gitmesi şeklinde bir tehlikeyi barındırdığı
için olsa gerek Osmanlı’nın en başarılı olduğu cephedir.
Birinci Dünya Savaşı sürecinde, Çanakkale Cephesi’nin diğer
alternatifler arasından tercih edilmesindeki en önemli sebep, İtilaf
Devletleri için çok sayıda fırsatı bir arada getirmesidir. Bir taraftan
Rusya’ya yardım edilecekken diğer taraftan Osmanlı sona erdirilecek ve Almanya’nın Doğu’daki müttefiki ortadan kaldırılacaktır. Bu
şekilde Doğu Sorunun da çözüleceğine inanılmaktadır. Almanya
Osmanlı’nın parçalanmasıyla Doğu’da Rus desteğiyle birlikte sıkıştırılacak ve savaş böylece sona erecektir. Ancak 1915 yılında İngiltere
ve Fransa’nın ekonomik ve askeri durumları değerlendirilecek olursa, her ikisinin de Rusya’yı içinde bulunduğu dar boğazdan çıkarabilecek malzemeye sahip olmadığı görülmektedir. Diğer taraftan, o
dönemin lojistik imkanlarını da göz önüne alacak olursak, Osmanlı Devleti yıkılmış olsa da Fransız ve İngiliz Orduları, İstanbul’dan
Flanderlere uzayan bir rotayı kat edecek hıza ve yeterli sayıda birliğe
sahip değildir. Bu kadar uzun bir cephe boyunca kaybedilecek asker miktarını bir kenara bırakalım, İngiltere Çanakkale Cephesi’ne
bile ilk başta kara ordusu göndermeyi reddetmiş sadece bir deniz operasyonu ile saldırılmasına karar verilmiştir. Dolayısıyla ne
İngiltere’nin, ne de yine Çanakkale cephesine asker gönderilmesine
baştan beri karşı çıkmış Fransa’nın, Doğu’da daha fazla asker kaybına tahammülleri yoktur. Çanakkale Cephesinde başarısız olununca,
Selanik’e, yani Almanya üzerine yürüyebilmek için daha rahat hazırlanılıp harekat düzenlenebilecek bir yere çıkarma yapılmasına karşılık bu plan başarısız olmuştur. Bütün bunlar göz önüne alındığında
Çanakkale Cephesi’nin savaştaki kilitlenmeyi çözmekten çok, yani
Osmanlı’yı sona erdirmek ve Rusya’ya gereken yardımı sağlamaktan çok, İngiltere’nin yerleşerek savaştan sonra Orta Doğu’daki gelişmeleri kontrol edebileceği bir üs veya Osmanlı’nın savaş sonunda
yıkılmasıyla birlikte ortaya çıkabilecek güç boşluğunu doldurulması
ter, Manchester University Press, 2002, s. 82-83.
126
Gürol Baba
sırasında kendi çıkarları gereğince idare edebileceği bir merkez olarak düşünüldüğü akla gelmektedir.
Bu plan çerçevesinde İngiltere, Rusya’yı talepleri konusunda
yatıştırma gayretindedir. Yalnız bunu yaparken de sürekli olarak,
Rusya’yı ileride Boğazlarda kendi kontrolü altında bırakacak bir
düzenleme peşindedir. Bunu Çanakkale cephesi’nin coğrafyası ve
cephenin açıldığı tarihi değerlendirdiğimizde görebilmekteyiz. Eğer
savaş sonunda İstanbul’un yönetiminde Rusya etkin olursa, İngiltere, Çanakkale Bölgesi’ndeki varlığıyla Boğaz geçişlerinde söz sahibi olmaya devam edecektir. Cephe’nin açıldığı tarihte ise Rusya
bölgeye asker sevk edemeyecek durumdadır. Yalnız, İngiltere’nin
savaş sonrasında da, Rusya’nın İstanbul’a hakim olmasını engellemeye çalıştığı genel kanısını ortaya konulabilir, çünkü Çanakkale’de
açılacak bir cepheye mümkün olduğunca fazla sayıda aktörü, Yunanistan ve Japonya gibi, dahil etmeye çalışmıştır. Bunun sebebi,
Japonya ve Yunanistan’ın göndereceği kuvvetlerle, Rusya’nın Çanakkale Cephesi’nde kilit bir askeri pozisyon elde etmesi güçleşecektir.13 (Tuncoku 2002) Bu şekilde, Mart 1915 Antlaşmasına rağmen
İstanbul, Rus yönetimine bırakılmayacaktır. Rusya yerine İstanbul
yönetiminde, İngiltere’ye çok daha yakın olan Yunanistan’ın bölgede
savaş sırasında savaş sonrasında da, etkin olması sağlanacaktır.
Rusya bu durumun farkında olduğundan Türk Boğazları konusundaki taleplerini, geri çekmemiştir. Rusya denizlere açılmanın
kendi dış politikası için bu derece önemli oluşunu Uluslar arası
İlişkiler Teorilerinden coğrafi faktörlerin güç ile olan ilişkisini inceleyen Alfred Thayer Mahan’ın da belirttiği gibi bir devletin ulusal
gücünü maksimize edebilmek için deniz gücünü arttırması gerektiği
teorisinden hareketle açıklanabilir.14 Mahan’a göre ulusal güç, coğrafi hareketlilikle paraleldir. Yani bir devlet denizlere hakim olduğu
sürece coğrafi hareketliliğe, kara güçlerinden daha fazla sahip olacaktır. Rusya’nın denizlere hakim olması durumunda, zaten ciddi
bir kara gücüne sahip olmasında dolayı Büyük Güçler içerisinde ilk
sırayı alması muhtemeldir. Rusya’yı bu güce kavuşturacak olan da
şüphesiz Türk boğazlarıdır.
Rusya’nın sıcak denizlere açılma politikasının Rus yönetimi için
ne derece önemli olduğunu anlayan İngiltere, sadece Verimli Hilal
Bölgesi’nin kuzey ucunu değil, güney ucunu da benzer şekilde doğ13 A. Mete. Tuncoku, Çanakkale 1915: Buzdağının Altı; Ankara, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 2002.
14 Alfred Thayer Mahan, The Influence of Seapower upon History, 1660-1783; Boston, Little Brown and Company, 1897.
Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları
127
rudan kendinin veya ulusal çıkarına yakın politikalar güden devletlerin etkisine sokmak istemeye yönelmiştir. Çünkü yukarıda da
belirtildiği gibi, Birinci Dünya Savaşı’nın konjonktürü İngiltere’yi,
Mart 1915 yapılan anlaşma ile Rusya’nın Türk Boğazları üzerindeki
taleplerini kağıt üzerinde de olsa kabul etmesine neden olmuştur.
Bu nedenle, Rusya’nın genişleyebileceği ve İngiltere’nin imparatorluk yolunu tehdit edebileceği bölge olan Doğu Akdeniz’i kontrolünde tutabilmek için Arap yerel liderlerle, Mekke Şerifi Hüseyin gibi,
yakın ilişkiler kurmuş, Arap Bağımsızlık hareketini desteklemiş,
1914’te Kıbrıs’ı ilhak etmiştir. Hatta İsrail Devleti’nin kuruluşunda
bir dönüm noktası olan 1917 Balfour Bildirgesi’nde dahi söz konusu
bölgenin kontrolünü elde tutma hedefinin bulunduğu belirtilebilir.
Çanakkale Cephesi’nin açılması ve sadece deniz operasyonunun
yapılması karar verilişine, karar alma teorileri çerçevesinde baktığımızda başka bir yön karşımıza çıkmaktadır.15 Bu durum karar
alma esnasında, karar alıcıların içinde bulundukları örgütsel veya
kurumsal yapının karar almadaki önemidir. Bu yapı karar alıcıları
ciddi bir biçimde kısıtlayabilir ve eğer karar bir grup tarafından verilecekse, grup içindeki belli kişi veya kişilerin alınacak kararı etkileyebilmelerini sınırlandırabilir. İngiliz Savaş Konseyi üyelerinden Sir
John Fisher’in, Çanakkale Boğazı’na yapılacak operasyonun sadece
deniz kuvvetleriyle yapılması durumunda başarısız olacağını vurgulamasına rağmen, yukarıda belirtildiği gibi İngiltere’nin buraya kara
kuvveti göndermesinin çok zor olması nedeniyle, Fisher’in bu fikri
dikkate alınmamıştır. Yani kurumsal yapı karar alıcıların bir kısmını
karar alma sürecinden dışlayabilir. Bir başka deyişle, örgütsel veya
kurumsal yapı, belli kişi veya grupları karar alma sürecinden dışlayarak, kendi “karar birimi”ni oluşturabilmektedir.
Öte yandan, Çanakkale Cephesi’nin açılmasına karar verilmesi
Realist teoriye göre de değerlendirilebilecek bir durumdur. Realist
teorisyenlerden Robert Straus Hupé’nin de belirtmiş olduğu gibi,
yönetici elitler içinden bir bireyin güç arayışı ve hırsı tüm toplumu
saldırgan bir hale getirebilir.16 Özellikle de dış politika yapım sürecinde karar alıcılardan bir kısmının bu bireye uyum sağlaması alternatiflerin dikkatlice etüt edilmesine engel olabilmektedir. Çanakkale
Cephesi’nin açılmasına karar verilmesi ve ilk operasyonun sadece
deniz harekatıyla gerçekleştirilmesi konusunda İngiliz Birinci Deniz
15 James E. Dougherty, Robert L. Pfaltzgraff, Contending Theories of International
Relations; New York, J.B. Lippincott Company, 1971.
16 Robert Strausz Hupé, Power and Community; New York, Frederick A. Preager,
1956.
128
Gürol Baba
Lordu Winston Churchill’in, İngiliz Savaş Kabinesi’ndeki etkinliği
bu duruma bir örnektir.
SONUÇ
Çanakkale Savaşları, Doğu Sorunu’nun çözümünü amaçlayan Büyük Güçlerin, Çanakkale Boğazı’nda kilitlenişlerinin sembolüdür.
Her ne kadar bu savaşların sebepleri Birinci Dünya Savaşı’nda Batı
cephesinin kilitlenişi gibi görünse de, kökleri Verimli Hilal bölgesinin paylaşımının ilk kez hedeflendiği 19. yüzyıl’a kadar uzanır.
Büyük Güçlerinin Doğu sorunu üzerindeki politikaları ele alındığında Çanakkale Cephesinin hedeflediği bölge olan Türk Boğazları anlamında, söz konusu politikaların olağan bir sonucu olduğu
öne çıkmaktadır. Orta Doğu’ya “oldu-bitti” politikalarıyla getirilmeye çalışılan çözümler bölgede siyasal ve ekonomik hedeflere sahip
olanlarca hep kendi çıkarlarına zarar verecek boyutlarıyla değerlendirilmiştir. Bu nedenle söz konusu taraflar arası ilişkiler, fırsatçılık
(opportunism) temelinde örgütlenmiştir. Büyük Güçler, Osmanlı’ya
emperyalist bir çerçeve içerisinde, barışçıl bir biçimde nüfuz etmeye çalışmışlarsa da, yapılsaldan öte sadece pratik bir takım sonuçlar
elde edebilmişlerdir. Hiçbir Büyük Güç, Osmanlı Devleti ile ilişkilerini tam bir emperyalist temele oturtamadığı gibi kalıcı etki bölgeleri de kuramamıştır. Bu nedenle, Verimli Hilal bölgesinin paylaşılması konusunda taraflar birbirlerinin çıkarlarına ancak, Sykes-Picot
Anlaşması (1916) ile başlayan gizli anlaşmalar yoluyla rıza göstermişlerdir.
İtilaf Devletleri, Verimli Hilal üzerinde düğümlenmiş çok sayıda
çıkar olduğu için, Osmanlı’nın kolaylıkla etki alanlarına ayrılmayacağını fark etmişlerdir. Bu nedenle de, Doğu Sorunu’nu çözmek için
öncelikle Osmanlı’yı parçalamaya yönelmişlerdir. Çanakkale Savaşları, bu amaca hizmet etmek için çıkmıştır. Kısacası, Çanakkale Cephesinin sadece Birinci Dünya Savaşı’nda Batı Cephesinde yaşanan
kilitlenmeyi çözmek için açılan bir cephe olduğu belirtmek eksik bir
ifade olacaktır.
Çanakkale Cephesi’nin açılma kararı, Doğu Sorunu üzerinde
süregelen güç dengesini sona erdirmeyi de hedefleyen bir stratejidir. Çanakkale Cephesi’nin açılışına kadarki sürede Doğu Sorunu
değerlendirilirse, güç dengesi ilkelerinin hemen hemen tümünün
uygulandığı görülebilir: toprak tavizleri, ittifaklar, etki alanlarının
belirlenmesi, müdahaleler, diplomatik pazarlıklar, anlaşmalar ve
Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları
129
nihayetinde, Çanakkale Savaşları ile “savaş”. Çanakkale Cephesi’nin
açılışına kadar, Doğu Sorunu konusunda başta İngiltere olmak üzere tüm Büyük Güçler güç dengesini korumaya çalışmışlardır. Ancak
karşı bloğun lideri Almanya’nın da bu şemaya katılmasıyla kullanılacak taktikler tükenmiş ve sonuçta yeniden dengeyi sağlayabilmek
için savaşa karar verilmiştir.
Çanakkale Savaşları’na yol açan gelişmelerin birden fazla uluslar
arası ilişkiler teorisi çerçevesinde değerlendirilmesi ise çalışmamızın
ikinci bölümünde uyguladığımız çoğulcu yaklaşımın bir sonucudur.
Bu yaklaşımın tercih edilmesindeki en önemli sebep sosyal bilimlerdeki oluşumların tek bir teoremle değerlendirilmesinin eksik/
yetersiz bir takım sonuçlara sebebiyet verebileceğidir. Bu nedenle,
Çanakkale Savaşları’na sebep olan faktörler ve söz konusu süreç boyunca meydana gelen önemli dönüm noktaları güç dengesi, realizm,
sistem teorisi, mikrokosmik çatışma teorileri ve jeopolitik çerçevesinde ele alınarak irdelenmeye çalışılmıştır.
KAYNAKLAR
A. Mete Tunçoku ve C. Taşkıran, Çanakkale, Churchill ve Anzaklar, Genel Kurmay Basım Evi. Ankara,2000.
A. Mete Tunçoku, Çanakkale 1915: Buzdağının Altı, Türk Tarih Kurumu
Basımevi. Ankara,2002.
Alfred Thayer Mahan, The Influence of Seapower upon History, 16601783, Little Brown and Company, Boston,1897.
Carl L. Brown, International Politics and the Middle East, Princeton University Press. New York,1984.
David Brown, Palmerston and the Politics of Foreign Policy, 1846-1855,
Manchester University Press, Manchester,2002.
E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, 9. cilt İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya
Savaşı. Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,1996.
Elton B. Mc Neil,The Nature of Human Conflict,Prentice Hall. Englewood Cliffs,1965.
Frankel Benjamin, (ed.) Realism: Restatements and Renewal, Frank
Cass. London,1996.
Geoffrey Miller, Straits: British Policy Towards the Ottoman Empire
and the Origins of Dardanelles Campaign,University of Hull Press.
Hull,1997.
George F. Liska , Nations in Alliance: The Limits of Interdependence,
Johns Hopkins Pres. Baltimore,1962.
Halford Mackinder,The Geographical Pivot of History, Geographical Journal, Vol. 23, No. 4, 1904.
130
Gürol Baba
Henry Kissinger, Diplomasi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,1994.
İ.Görgülü ve İ. Çalışlar, On Yıllık Savaşın Günlüğü, Yapı Kredi Yayınları.
İstanbul,1997.
James E. Dougherty ve Robert L. Pfaltzgraff, Contending Theories of International Relations, J.B. Lippincott Company. New York,1971.
Joseph Grieco, Cooperation among Nations; Cornell University Press,
Ithaca N. Y,1990.
Morton A. Kaplan, New Approaches to International Relations, St.
Martin’s Pres. New York,1968.
Paul Kennedy, The Realities Behind Diplomacy, London, George Allen
Unwin. London,1981.
Robert Strausz Hupè, Power and Community, Frederick A. Preager,New
York,1956.
Selahattin Çetiner, Çanakkale Savaşı Üzerine Bir İnceleme, Harp Akademileri Basımevi. İstanbul,1992.
William H. Riker, The Theory of Political Coalitions, Yale University
Pres, New Haven,1962.
Y. H. Bayur,Türk İnkılabı Tarihi,Türk Tarihi Kurumu Basımevi. Ankara,1983.
Yahya Armayani, Middle East Past and Present, Prentice Hall Inc, New
Jersey,1970.
6
Çanakkale’ye Jeopolitik Bakış
Nejat Tarakçı
GİRİŞ
On ay yirmi gün ile Birinci Dünya Savaşı’nın en kısa süreli cephesi olan Çanakkale cephesi, hem cephenin açılmasındaki gerekçeler, hem de sonuçları itibariyle, dünya çapında çok büyük siyasi,
askeri,kültürel, toplumsal ve ekonomik değişikler yaratmıştır. Aslında, Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’nın süper güçleri arasında genel anlamda bir sömürge, özel anlamda bir petrol alanı paylaşım
savaşıydı. Bu savaş, Osmanlı Devleti’nin katılması ile bambaşka bir
boyut kazanmıştır. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi hem savaş
alanını genişletmiş, hem de Ortadoğu’nun tarihini büyük ölçüde
değiştirmiştir. Ortadoğu’nun geleceği, savaşa katılan güçler arasında bir pazarlık konusu haline gelmiştir. İngiltere, petrol kuyularının
güvenliği için Mezopotamya’yı işgal etmiş ve Arap ayaklanmasını
desteklemiştir.Almanya’nın Osmanlı Devleti ile olan ittifakının ana
amacı da güney Rusya üzerinden Kafkas petrollerine, Osmanlı Devleti üzerinden de Ortadoğu petrollerine ulaşmaktı. Müttefik Donanmanın Çanakkale’de durdurulması, hem OsmanlıDevleti’ne üç
hayati yıl kazandırmış, hem de, savaşı en az iki yıl daha uzatarak,
Müttefiklerin insan gücü ve ekonomik bakımdan yıpranmasına neden olmuştur. Bu durum, dolaylı olarak iki politik ve askeri faktörü
Türkiye lehine çevirmiştir. Birincisi, 1917 Ekim Devriminden itibaren Rusya’da rejim değişmiş ve kuzeydeki düşman geçici olarak
siyasi ve askeri arenadan çıkmış, ikincisi ise, İstiklal Savaşı süresince
özellikle insan gücü ve ekonomik olarak harbin başlangıcına nazaran daha fazla yıpranmış düşmanlarla mücadele şansı kazanılmıştır.
Daha ironik bir yaklaşım ise, yeni Rusya rejiminin İstiklal Savaşı
süresince Mustafa Kemal’in mücadelesine doğrudan sağladığı destektir. Böylece Türk milleti Çanakkale’de 4 yıl sonra başlayacak var
olma mücadelesi için dolaylı yoldan müttefik bir komşuyu yaratmıştır.
132
Nejat Tarakçı
SAVAŞ ÖNCESİ STRATEJİK DURUM
Savaşın başlangıcından kısa süre önce, savaşanların nüfus ve ekonomik durumları şöyle idi.
Ülke
Nüfus(1910)
İhracat Geliri (1913)
ABD
92 Milyon
1850 milyon dolar
Almanya
65 Milyon
1285 milyon dolar
İngiltere
45 Milyon
969 milyon dolar
Fransa
40 Milyon
İtalya
35 Milyon
Rusya
156 Milyon
Osmanlı
19 Milyon
Askeri personel olarak 200 bin İngiliz, 48 bin Fransız, 30 bin ANZAC1. 6 bin Hintli cephede görev almıştır.
Sanayileşme ve savaş gücünün bir göstergesi olan çelik üretimindeki durum ise, milyon ton olarak şöyleydi:
Rusya
4.20
İngiltere
6.94
Fransa
1.70
İtalya
0.15
Almanya
15.34
ABD
21.56
Yukarıdaki tablolar ABD’nin yardımı olmaksızın, Avrupa’nın
endüstri ve savaş gücünün tek başına Almanya ile başa çıkmaya
yetmeyeceğini açıkça göstermektedir. Ayrıca, Rusya’nın insan gücü
ve petrolü de vazgeçilmez bir stratejik kuvvet çarpanıydı. Rus insan
gücü, Müttefiklerin silah ve teknolojisi ile desteklenebilirse, Almanya ancak o zaman yenilebilirdi. Bu arada, uzun vadeli çıkarları bakımından, İngilizleri desteklemek maksadıyla, Yahudiler de, müttefik
ordularına katılmak ve Türklere karşı savaşmak üzere karar aldılar. Mısır’da bulunan Yahudiler, işsiz gençlerden oluşan 600 kişilik
bir gönüllü taburu kurarak Çanakkale’ye sevk ettiler. Çanakkale’de
Alman teknolojisi ile Türk’ün savaşma azim ve iradesi, Mustafa
1
ANZAC: Avustralian New Zealand Army Corps
Çanakkale’ye Jeopolitik Bakış
133
Kemal’in askeri dehası ile birleşince, takviye alamayan Rusya, büyük ölçüde insan zayiatına uğramış, Alman ordusunu ancak iklim ve
arazi şartları durdurabilmiştir. Çok dar bir coğrafyadaki savaşa her
iki taraftan toplam 950 bin kişi katılmış, 537 bin kişi kaybedilmiştir.
18 Mart 1915 günü müttefik donanmanın verdiği zayiata, çıkarma
harekâtının başarısızlığı da eklenince mağlubiyet ve cephenin terk
edilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Çünkü 91 su üstü gemisi, 14 denizaltı ve 50’den fazla nakliye gemisinden oluşan müttefik donanma
31 zırhlısından % 35’ni, 14 denizaltısından % 60’nı kaybetmişti.
http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/175-kolordu-tarihi-fotograflar-i/offset/40
(18.05.2015 tarihinde erişilmiştir).
İNGİLTERE’NİN STRATEJİK KARARI
Bu arada, savaştan üç yıl önce 1911 yılında alınan son derece stratejik
bir karar, dünyanın en güçlü donanmasına sahip olmasına rağmen,
sınırlı bir kara gücüne sahip İngiltere’yi Birinci Dünya Savaşı’nda tek
bir stratejiye mecbur etmişti: Süratle petrole ulaşmak ve kontrol
altına almak.Bu stratejinin nedeni İngiltere Donanmasının yakıtını
kömürden petrole değiştirmekti.Churchill’in İngiliz Donanmasını
kömürden petrole geçirmesi o kadar önemli bir dönüm noktasıydı ki,
Büyük Britanya İmparatorluğunun Ortadoğu ve Akdeniz stratejisini, hatta küresel stratejisini de kökten değiştirmesini gerektiriyordu.
Hindistan’dan gelen ham ve yarı mamul maddeler sayesinde ayakta
duran İngiltere sanayisi bile, ikinci plana atılmıştı. İngiltere’nin gü-
134
Nejat Tarakçı
venliğinin temel unsuru olan Kraliyet Donanması, ülkede var olan
bir enerji kaynağından, ülkede hiç olmayan ve İngiltere’ye 2000 deniz milinden daha uzun bir yerdeki bir kaynağa bağımlı kılınmıştı.
Bu kararın içindeki azim, yaşama ve ayakta kalma içgüdüsü, hem
İngiliz halkını hem de ülkeyi yöneten politikacıları petrol bölgelerinde yer kapma planını büyük bir ihtirasla uygulamaya sevk etmişti. Böylece, İngiltere,deniz ticareti ve sömürge politikalarına ilaveten
petrol kaynaklarına hâkim olma stratejisine de kaçınılmaz şekilde
kendini bağlıyordu. Bu karar sadece İngiltere için değil, Avrupa,
Orta Doğu, kuzey Afrika, Kafkasya, bölgelerini de içine alan yeni
bir güç mücadelesinin başlangıcını teşkil ediyordu. İngiltere ana vatanından binlerce mil uzaklıktaki bu mücadelenin esas unsurunu,
yine, kömürden petrole geçen deniz gücü oluşturuyordu. Bir anlamda deniz gücü, daha güçlü olmak için kendi yakıtının peşine yine
kendisi düşüyordu. Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı, başta
İngiltere olmak üzere Müttefiklerin asıl amacı Rusya’yı kurtarmak
değildi. Asıl amaç, yaklaşmakta olan Bolşevik İhtilalini önleyerek
Rusya’yı parçalamaktı. Böylece Çar’a karşı potansiyel direniş bölgeleri olan Kafkasya’yı sömürgeleştirerek dünyanın ilk petrol rafinesinin olduğu Bakü’yü ve petrol terminali olan Batum’u ele geçirmekti.
Çanakkale’nin Donanma ile zorlanması kararında, 20 Şubat 1807
tarihinde Koramiral Ducworth komutasında 12 gemilik bir İngiliz
filosunun Çanakkale Boğazı’ndan rahatça geçerek Osmanlı başkentini tehdit etmesinin de önemli rol oynadığı değerlendirilmektedir.
On iki gün süren bu tehdit, Osmanlı Sarayını büyük bir korku içinde
bırakmıştı. Ancak 100 yıl sonra çok farklı şartlar vardı ve bu şartların en önemlisi şüphesiz Mustafa Kemal Atatürk’tü.
ÇANAKKALE NEDEN HEDEF SEÇİLDİ?
Rusya’ya yardım için iki jeostratejik eksen vardı
Birinci Eksen: Akdeniz- Türk Boğazları- Karadeniz- Rusya
İkinci Eksen: Arap Denizi- Hürmüz Boğazı- Basra Körfeziİran- Hazar Denizi- Rusya
Birinci Eksen;
• Karasal bir engelle karşılaşmadan doğrudan deniz yolu ile
kuvvet tatbikine uygundu
• Batı blokunun denizlerdeki üstünlüğü de bu eksenin kullanılmasında kolaylık ve avantaj sağlayacaktı
Çanakkale’ye Jeopolitik Bakış
•
135
Ayrıca, tahliye sağlayacak Rusya’nın en işlek liman ve demiryolları Karadeniz’de idi.
ÇANAKKALE SAVAŞINDA YUNAN DESTEĞİ
1830’da kurulan Yunanistan, hala Osmanlı’dan toprak kazanma peşindeydi. Megali İdeanın en büyük lokması İstanbul’du. Bu nedenle müttefiklere açık ve limitsiz destek sağladılar. Limni Adası’nı ve
Mondros Limanını müttefiklere tahsis ettiler ve işbirliği yaptılar.
Çanakkale geçilseydi Yunanlıların zaferden önemli bir pay alması
kaçınılmazdı. Geçilemediği için 4 yıl sonra İzmir’e çıkmaya karar
verdiler. İstiklal Savaşı’nda aldıkları acı yenilgi ile gerçekle yüzleşebildiler. Bütün bunlara rağmen Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nda
Yunanlılara yiyecekyardımı yapmış bin Yunanlı çocuğu İstanbul’da
tedavi edilmesini sağlamıştır.
ÇANAKKALE SAVAŞI’NDA ALMAN ETKİSİ
Alman silah teknolojisi ile Mustafa Kemal’in askeri dehası sonucu
belirleyen en önemli faktördü. Alman topları müttefik zırhlıların
boğazı geçmesini engelleyecek kadar etkili idi. Nedeni, çok büyük
tahrip gücü olan mermiler atabilmesiydi. Ayrıca Almanya bölgeye
406 deniz mayını depolamıştı. Nusret Gemisinin döktüğü son kalan 26 mayın harbin kaderi üzerinde en büyük etkiyi yapmıştı. Sekiz müttefik denizaltının sızmayı başarmasına rağmen, Almanların
boğaza kurduğu denizaltı ağ maniaları da önemli derecede fayda
sağladı. Almanya’nın keşif uçağı desteğini de unutmamak gerekir.
Almanya’nın diğer önemli bir desteği de Edirne’de kurulan cephane
laboratuvarı idi.Edirne’nin Karaağaç bölgesinde Almanlar cephane
yapım laboratuvarı kurdular. Bu talep Alman filo komutanı Amiral
Souchon’dan gelmişti. Cephane imali için Almanya’dan Deniz Albayı Piper ve teknik personel Karaağaç’a geldi. Her türlü ham madde
yoksunluğuna rağmen top mermileri üretimi harekâtı idame edecek
şekilde sürdürebildi. Midilli gemisi mayın yarası nedeniyle İstinye’de
havuzda olduğu sırada bir kısım personel de Karaağaç’taki imalathanede görev aldı.
136
Nejat Tarakçı
ALMAN DENİZCİLERİ SİPERLERDE
Almanya’nın subay desteği dışında cephede asker bulundurmadığı
bilinmektedir. Ancak şiddetli çarpışmalar süresince bunun çok çarpıcı bir istisnası oldu. Alman denizcileri sadece denizlerde savaşmadılar. 24 Mayıs 1915’te Gelibolu’ya müttefik çıkarması başlayınca Yavuz ve Midilli personelinden oluşturulan 44 kişilik bir makineli tüfek
bölüğü, üsteğmen Bolz komutasında kara muharebelerine katıldılar.
Bu kahraman denizciler büyük yararlılıklar sağladılar. İlk bölükteki
44 kişiden 7 kişi sağ kaldı. Bolz yaralanmıştı. Kısa zamanda iyileşen
Bolz yeni bir makineli tüfek bölüğü ile yeniden kara muharebelerine katıldı. Tam dokuz hücumu geri püskürttüler. Yeni bölük de
çok zayiat verdi. Bolz bölüğü geri çekerek kalanlar ve İstanbul’dan
gelen personelle 3 subay ve 150 er ve 12 makineli tüfek oluşan yeni
bir bölükle yeniden cepheye geri döndü. İngilizlerin Suvla Koyu’na
yaptıkları çıkarmada Midilli’den Deniz Teğmeni Hildebrand, 4 makineli tüfekle ilk hatlarda mevzilendi. Teğmen Hildebrand dâhil 16
kişilik mürettebatın 12’si şehit oldu. Almanların Çanakkale cephesine katkıları bununla kalmadı. Alman personelin görev aldığı Muavenet gemimiz, İngiliz zırhlısı Goliat’ı batırdı. Almanya’dan cepheyi
yararak Akdeniz’e giren ve Çanakkale’ye kadar gelen Alman U-21
denizaltısı Triumph ve Majestic gemilerini batırdı. Bu durum müttefik filonun caydırılmasında ve geri çekilme kararının verilmesinde
büyük rol oynadı.
İNGİLTERE’NİN ÇEKİLME KARARI
18 Mart 1915 Çanakkale Zaferi’nden iki ay sonra 14 Mayıs 1915’te
toplanan İngiliz Savaş Komitesi çok tartışmalı geçti. Ertesi gün esasen Çanakkale’nin yalnız donanma ile zorlanması denemesine ta
başta karşı bulunmuş olan Amiral Fisher, Deniz Bakanı Churchil’in
kendisine danışmadan bir takım gemilerin yola çıkarılması buyruğunu verdiğini öğrenince 15 Mayıs’ta işinden çekildi. Aslında
Müttefikler açısından Gelibolu Seferi’nin tek olumlu yönü tahliyenin mükemmelliği ve bu tahliyeden çıkan derslerin, İkinci Dünya
Savaşı’nın amfibi harekâtında kullanılmasıydı.
Çanakkale’ye Jeopolitik Bakış
137
ÇANAKKALE MAĞLUBİYETİNİN İNGİLTERE ÜZERİNDEKİ
ETKİLERİ
Avrupalı ulusları boyundurukları altına almış Asyalı tek ulus olan
Türklerin Çanakkale Deniz Zaferi, İngiltere’de o kadar çok şaşkınlık
yaratmıştır ki, meşhur ve muhafazakâr İngiliz bürokrasisi bile işlemez hale gelmiştir. Deniz Bakanı ile Deniz Kuvvetleri Komutanı birbirlerinden habersiz hareket eder hale gelmişlerdir. Savaşın 1916’da
bitmeyip iki yıl uzaması, Batılı Bağlaşık savaşçılardan en çok İngiltere için yıkıcı olmuştur. 1918 bırakışmasından sonra, Osmanlı ile
yapılacak antlaşma şartlarının aşırı ağır olmaması ve İstanbul’un
Türkler ’de kalma isteğini iletmek için bir Hint Kurulu Avrupa’ya
geldi. Hint Kurulunun taleplerini, Başbakan Llyod George 19
Mart 1920’de “Türkler Boğazlardan geçmemizi engellediler, bu
olay savaşı iki yıl uzattı, hatta bir süre için onun sonucunu bile
tehlikeye düşürdü” şeklinde cevaplandırmış ve bu intikam hissi,
Sevr Anlaşmasının maddelerine acımasızca ve en ağır bir şekilde yansıtılmıştı. İngiltere, Çanakkale Savaşı’nın sonuçlarından
en fazla etkilenen ülkeydi. Bu ülke, yiyeceğinin büyük bir kısmını
dışarıdan getirtmek zorundaydı. Buna karşılık en büyük sanayi
ürünleri ve kömür ihracatçılarından biriydi. Londra, dünyanın
bankası durumundaydı. İngiliz ticaret donanması yeryüzünde var
olan aynı türdeki bütün uzak denizler donanmalarının yarısına yakındı ve taşıyıcılıkta ülkeye koskocaman kazançlar sağlamaktaydı.
Yıllardır ulusal gelirlerle giderler arasındaki ayrım, ona, dış ülkelerde dört milyar altın lira değerinde yatırım yapmak olanağını sağlamıştı.Ancak savaş çıkınca o, ister istemez dışarıya sattığı malların
yapımını durdurup var gücünü savaş sanayiine yöneltmek zorunluğunda kalmıştır. Savaş 1916 yılında bitseydi, İngiltere, dışarıdaki
alıcılarını pek kaybetmezdi ve henüz aşırı ölçüde altüst olmamış
olan dünya ekonomisiyle genel ticaret, eski yollarda az değişiklikle
yeniden yürüyebilirdi. Öyle olmayıp savaş dört yıl sürünce, İngiliz
mallarının alıcıları kendi ülkelerinde yeni fabrikalar kurmaya ve
var olanları çoğaltıp genişletmeye koyuldular. Hele barışın, hem
resmisinin, hem de gerçeğinin yıllarca gecikmesi, bu alıcıları kendilerini geniş ölçüde İngiliz mallarına muhtaç olmayacak duruma
getirmiştir. Almanların 1Şubat 1917’de başlattıkları amansız denizaltı savaşı, en çok İngiliz ticaret donanmasını eritmiştir. Savaş nedenleri yüzünden İngiltere yeter ölçüde gemi yapamadığından, deniz
ulaştırmasında Amerika, onu çok geçtiği gibi, Japonya’da tehlikeli bir
rakip olmuştur. Fransa yakılmış ve yıkılmış olan en zengin illerini
138
Nejat Tarakçı
onarmaya uğraşırken, İngiltere’nin halkını çalıştıracak böyle yerleri olmadığından ve eski alıcılarının çoğunu bulamadığından büyük
bir işsizlik yıkımı ile karşı karşıya kalmıştır. Başbakan Lloyd George
bir Amerikalı gazeteciye verdiği demeçte içinde bulunulan durumu
şöyle açıklamıştır: Bizim dayanma gücümüz düşmanlarınkinden
hiç kuşkusuz daha büyüktür. Ancak bize düşen bu kez yıpratıcı bir
savaşın bir veya birkaç yıl daha sürmesi sonucunda kendimizin
ve uygar dünyanın durumunun nice olacağını iyice incelemektir.
Savaşın uzamasının anlamı nedir? Bugüne değin 1.100.000 kişi
kaybettik 15.000 subay öldü, kaybolanlar da ayrı. Bu iş uzarsa aynı
gidiş devam edecektir. Bu adalarda yaşayan erkeklerin en değerlilerini yavaş yavaş ancak emin bir biçimde öldürtmekteyiz. Bugüne değin üstümüze binen mali yük hesaplanamayacak ölçüde büyüktür. Onu günde beş milyon lira arttırmaktayız. Yurdun, insan
varlığı, malî yıkım ve üretim araçlarının yok edilişinden uğradığı
kayıpları yerine koyabilmesi için kuşaklar gelip geçecektir.Bütün
bu yükü çekmek görevimizdir ancak özverilerimizin ödülünü görebileceğimiz saptanabilirse. İngiltere Başbakanının ortaya koyduğu bu durum, ülkede mecburi askerliği de gündeme getirmiş ancak
kabul görmemiştir. Özellikle subay kayıpları yukarıda belirtilen ekonomik kayıplarla birleşince, İngiltere İstiklal Savaşı’ndan bir an önce
çekilmenin uygun olacağını değerlendirmiştir. Sakarya’da Yunan
ordusunun yenilmesi ile ümitleri tamamen tükenen İngiltere uzlaşı
yolları aramaya başlamıştır. Özetle, Çanakkale Zaferi dolaylı olarak
İstiklal Savaşı’mıza çok büyük destek ve katkı sağlamıştır.
http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/175-kolordu-tarihi-fotograflar-i/offset/20
(18.05.2015 tarihinde erişilmiştir).
Çanakkale’ye Jeopolitik Bakış
139
TÜRKLERİN DOLAYLI KAZANIMLARI
Çanakkale Zaferi, dolaylı olarak iki politik ve askeri faktörü Türkiye
lehine çevirmiştir.
• Birincisi, Rusya’daki rejim değişikliği nedeniyle kuzeydeki
düşman geçici olarak siyasi ve askeri arenadan çıkmış,
• İkincisi ise, İstiklal Savaşı süresince özellikle insan gücü ve
ekonomik olarak harbin başlangıcına nazaran daha fazla yıpranmış düşmanlarla mücadele şansı kazanılmıştır.
Çanakkale geçilseydi, Sevr Anlaşması 3 yıl önce imzalanacaktı ve
Rusya da Osmanlı topraklarından pay alacaktı.Büyük olasılıkla İstiklal Savaşı diye bir savaş söz konusu olamayacaktı
ÇANAKKALE ZAFERİNİN SONUÇLARI
•
•
•
•
Müttefik Donanmanın Çanakkale’de durdurulması, hem Osmanlı Devleti’ne üç hayati yıl kazandırmış, hem de savaşı en
az iki yıl daha uzatarak, Müttefiklerin insan gücü ve ekonomik bakımdan yıpranmasına neden olmuştur.
23 Eylül 1915’de Mustafa Kemal’in, Almanya’nın İstanbul Elçiliği görevlilerinden Dr.Ernest Jackh’e söyledikleri:
Tam manasıyla Ruslar gibi karaya tıkıldık. Ruslar çökmeğe mahkûmdurlar; çünkü Boğazları kapayarak onları
Karadeniz’e tıkadım. Bu suretle, müttefiklerinden ayrı
düşürdüm.Fakat biz de aynı sebep dolayısıyla yıkılmaya
mahkûmuz. Gerçekten biz, Akdeniz, Kızıldeniz ve Hint
Okyanusu sahillerine yerleşmiş bulunuyoruz; fakat herhangi bir okyanusa çıkmayı göze alamayız. Deniz kuvvetlerine sahip olmayan bir kara kuvveti olmak itibariyle biz,
yarımadamızı, kara kuvvetlerini hiçbir tehdide uğramaksızın istediği sahile getirebilen deniz kuvvetlerine karşı savunmaya asla muktedir olamayacağız.
Deniz ve kara harekâtıyla bir bütün olarak gerçekleştirilip
tüm anlamı ve çarpıcılığıyla Türk Harp Tarihi’nde yerini alan
Çanakkale Muharebeleri Mustafa Kemal (Atatürk) gibi bir
dâhiyi yaratmış, Birinci Dünya Harbi’nin bitiminden hemen
sonra başlayacak Milli Mücadele’nin bu eşsiz liderini Türk
ulusuna kazandırmıştır.
İngiltere ve Fransa’nın, bir yıl boyunca Gelibolu
Yarımadası’nda yarım milyondan fazla büyük bir kuvveti
140
•
•
•
Nejat Tarakçı
tutmak zorunda kalmaları ve bunun % 50’sini kaybetmiş bulunmaları, Birinci Dünya Savaşı’nın genel seyrini etkilemiştir.Keza Türklerin de bu cepheye ayırdığı 300.000’den fazla
askerden verdiği zayiatın, 211.000’e ulaşmış olması diğer cephelerdekinden kıyaslanamayacak bir fazlalık göstermektedir.
Bunun insan gücü açısından yarattığı boşluk, yalnız Birinci
Dünya Harbi sırasında değil, onu izleyen Türk İstiklal Harbi
boyunca da hissedilmiştir.
Avusturalya ve Yeni Zelanda gibi İngiliz dominyonu deniz aşırı ülke askerlerinin, sırf İngiliz çıkarları uğruna
Çanakkale’de Türklere karşı muharebeye zorlanıp, yabancı
topraklarda hayatlarını yitirirken, bu askerlerin kafalarında cevaplarını tam olarak bulmadıkları birçok soruyu da
doğurmuştu. Bu sorular, cepheden ailelerine gönderdikleri
mektupların zamanla açıklanmasından anlaşılmaktaydı. Bu
ve benzeri olaylar, İngiliz sömürge ve dominyonlarında gitgide ulusal bilincin kıvılcımlarını oluşturmakta gecikmedi.
Nitekim 9 Eylül 1922’de Yunanlılar İzmir’de denize döküldükten sonra, muzaffer Türk ordularının Boğazlar bölgesine
yönelip yaklaşmaları üzerine, Churchill’in dominyonlardan
yeniden yardım talebi, Avusturalya başbakanının, “Tek bir
askerin hayatına tehlikeye koymayacağını ve savaşa karar
verilirse, dominyondan iş birliği istenmemesi gerektiğini”
belirten anlamlı yanıtıyla karşılaşmıştı. Çanakkale Muharebelerinin ilginç yanlarından biri, iki hasım ordunun döğüşken askerleri arasında yakınlaşmanın getirdiği dostluğun,
zamanla artmış olmasıdır.
Gerçekten Anzak asker ve komutanları, Çanakkale’de yiğitçe çarpışan Türklerin hem asker, hem de insancıl yönlerini
yakından izleyerek, onların kendilerine tanıtıldığı gibi barbar bir ulusun çocukları olmadığını görüp anlamak fırsatını
bulmuşlardı.İşte bu durum, ülkeler arasındaki siyasi ilişkileri
de olumlu yönde etkilemiş ve savaş sonrasında, Avustralya
ve Yeni Zelanda ile anlamlı dostlukların oluşmasının başlıca
nedeni olmuştur.
Çanakkale Muharebelerinin bir başka ilginç tarafı da, Orta
Doğu’da bu günkü İsrail Devleti’nin kurulmasında etken
bir rol almış olmasıdır. Nitekim Siyonist liderlerinden Vladimir Eugeueniç, Gelibolu’daki Gönüllü Yahudi Birliğinin
Hikâyesi adlı eserinde, konuyu açıkça şöyle dile getirmektedir Gelibolu’ya yolladığımız 600 kadar gönüllü Yahudi
Çanakkale’ye Jeopolitik Bakış
•
•
•
•
141
askerinin savaş sırasında gösterdiği üstün çaba ve başarı,
davamızın dünyaya tanıtılması ve dikkate alınması bakımından çok yararlı olmuştur. Gerçekten Birinci Dünya Savaşı henüz sona ermemişken, 2 Kasım 1917’de benimsenen
Balfour Bildirisi bu günkü İsrail’in kurulmasında etken bir
rol oynamıştır.
Anlaşma Devletleri tarafından Boğazların açılarak Rusya’ya
ulaşılması halinde Rusya, dış alım-satım olanağına kavuşacağından, ekonomik dengesini kurup sıkıntıdan kurtulacak,
İngiltere-Fransa da Rusya ve Romanya’nın zengin buğday
ürünlerinden yararlanıp, gerek silahlı kuvvetlerinin, gerekse
halkının yiyecek gereksinimlerini sağlamış olacaklardı ki, bu
gerçekleşememiştir.
Keza Boğazlar açılabilseydi, Tuna yolu da yeniden trafiğe açılıp Karadeniz’deki 120 parça ticaret gemisinden yararlanma
olanağı elde edilecekti. Hâlbuki Çanakkale Zaferi, yalnız Rusya ile İngiltere, Fransa’nın değil, bunların aynı zamanda diğer
Batılı devletlerle olan karşılıklı ticari ve ekonomik ilişkilerini
de olumsuz yönde etkilemiş, ne İngiltere ve Fransa, müttefiki
Rusya’ya ihtiyacı olan silah ve cephaneyi ulaştırabilmiş, ne de
Rusya Batılıların ihtiyacı olan buğdayını Akdeniz’e aktarabilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı başında Boğazların kapatılıp, bu savaş
sonuna kadar açılamaması, kuşkusuz uluslararası ticari ilişkileri de olumsuz yönde etkilemişti. Nitekim Karadeniz’de;
İngiltere, Rusya, Fransa, Belçika ve İtalya’nın toplam 85, Yunanistan, Romanya, Danimarka, İsveç ve Hollanda’nın toplam 27, Almanya, Avusturya-Macaristan’ın toplam 17 olmak
üzere, genel toplamı l29’u ve toplam tonajı 350.000’i bulan
ticaret gemisi mahsur kalmıştır
Zaferin, yukarıdaki ticari ve ekonomik etkinliklerinin yanında, Türk ulusu açısından sosyal alanda da etkileri görülmüştür. Çanakkale deniz ve kara muharebelerinde toplam
211.000 insan zayiatı veren Türk ulusu, bu arada binlerce
eğitimli insanını ve aydınını da kaybetmişti. Kesin olmayan rakamlara göre, 100.000’den fazla öğretmen,Mülkiyeli,
Tıbbiyeli ve Türk ocaklarında yetişmiş okur-yazar yitirildiği
sanılmaktadır. Böylece o günün koşullarında ülkenin beyin
takımını oluşturan küçümsenemeyecek bir sayıya ulaşan bu
kayıpların, olumsuz etkileri, savaş sırasında olduğu kadar,
bu savaşı izleyen Türk İstiklal Savaşı’nda da fazlasıyla his-
142
Nejat Tarakçı
sedilmiştir. Nitekim 1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra,
Atatürk’ün başlattığı inkılaplar ve bunların paralelinde girişilen reformların kitlelere yaygınlaştırılıp mal edilmesinde,
hayli sıkıntılar çekilmiştir.
KAYNAKLAR
Daniel Yergin, Petrol, İş Bankası Yayınları, 2007.
Du Jourdin M. Mollat, Avrupa ve Deniz , AFA Yayıncılık ISBN: 975-414316-1, İstanbul, 1993.
Hans Huner, İki Bayrak Altında, Dz. Basımevi, 1976.
Herbert Richmond, Devlet Adamları ve Deniz Kuvveti, Deniz Basımevi,
1956.
Herkül Milas, Yunan Ulusunun Doğuşu, İletişim Yayınları 4 İstanbul,
1994.
Hikmet Bayur, XX. Yüzyılda Türklüğün Tarih ve Acun Siyasası Üzerindeki Etkileri, TTK 1974.
Jean Leune, Megali İdea’nın Yalancı Cenneti, Kurtiş Matbaacılık, 1995.
Teodore Herzl, Yahudi Devleti, Ataç Yayınları, 2007.
7
Feminist Uluslararası İlişkiler Teorileri
Açısından Birinci Dünya Savaşı ve
Çanakkale Savaşı
Aşkın İnci Sökmen*
1.GİRİŞ
Uluslararası İlişkilerin özerk bir disiplin olarak ortaya çıkışı 1919’da
Aberystwyt’teki Wales Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler kürsüsünün kurulmasıyla başlamıştır. Disiplinin yapısını 1914-1918
yılları arasındaki Birinci Dünya Savaşı‘nın ve sonrasındaki barış
ve düzen arayışları şekillendirmiştir. Temel odak noktaları egemen
devletler arasındaki savaş ve barış, çekişme ve uzlaşma konularıdır.
Savaşlar zafer kazanmayı umut eden devletler tarafından başlatılan
ve verecekleri kayıplardan daha fazla kazanım elde etmeyi bekledikleri bazen mantıklı bir tercih ya da meşru bir tercih olarak görülmekteydi. 20. yy başlarında ise modern endüstriyel toplumlar için
yeni silahların yol açtığı geniş kapsamlı ölüm ve yıkım, karşılıklı bağımlı dünya ekonomisinin çöküşü, siyasi istikrarsızlık ve kaos gibi
savaşın ağır maliyetleri, zaferin getireceği kazançların yanında çok
küçük görülmektedir.
Uluslararası ilişkiler teorileri, uluslararası ilişkilerin tanımı, yapısı, ele aldığı çalışma konusu ile kendine özgü bir uluslararası ilişkiler gerçekliğini soyutlar. Uluslararası ilişkiler teori tarihini realizm
ve idealizm ya da pozitivizm ve konstrüktivizm gibi disiplin içi teorik
görüşler arasında “ büyük tartışmalar” şekillendirmiştir. 1980 ortalarında ortaya çıkan ve disiplin içi üçüncü büyük tartışma olarak
adlandırılan, pozitivistler ile post pozitivistler arasındaki tartışma,
post-modern yaklaşımların sosyal bir inşacı niteliğe sahip kimlik,
etnisite, cinsiyet gibi konulara odaklanarak disiplini zenginleştirmişlerdir. Post-modernizm, post-yapısalcılık, eleştirel teori ve feminist uluslararası ilişkiler teorileri bu grup içerisinde yer almaktadır.
*
İstanbul AREL Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.
144
Aşkın İnci Sökmen
Makale, I. Dünya Savaşı sırasında Gelibolu Yarımadası’nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve
kara muharebelerinden oluşan, Çanakkale Savaşı’nı Feminist Uluslararası İlişkiler teorisinin temel tezleri üzerinden bir analiz yapmayı
amaçlamaktadır. Feminist Uluslararası İlişkiler teorisi, klasik uluslararası ilişkiler teorilerinin batı merkezli, erkek temelli olduğunu eleştirerek, toplumsal cinsiyet temelinde tüm uluslararası askeri, politik,
ideolojik ,ekonomik süreçlerin yeniden kavramlaştırılmasına vurgu
yapmaktadırlar. Kısaca Uluslararası ilişkilerde, “kadın nerededir?”,
uluslararası ilişkilerin ve gücün bir toplumsal cinsiyeti var mıdır?
Kadınlar uluslararası karar merkezlerinde etkin hale gelirlerse, feminist yaklaşım uluslararası ilişkilere ne katkı sunacağını ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Bu yazıda temel olarak, Liberal ve Eleştirel
Feminist bakış açısından Birinci Dünya Savaşı’nda hegemonyacı güç
olan İngiltere ve karşı tarafta yer alan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
kadınlara, erkekler ile birlikte savaş ve barış konularında eşit statü
verilseydi, savaş önlenebilir miydi ve genel olarak I. Dünya Savaşı
sırasında her iki ülkenin kadınlarının üstlendiği görevler Eşitlikçi
feminist bakış açısıyla ne kadar örtüşmekte olduğu ortaya konacaktır. Çanakkale savaşı, I. Dünya Savaşı içerisinde yer alan bir deniz ve
kara muhaberesi olduğu için, I. Dünya Savaşı genelinde bir analiz
yapılacaktır.
2. FEMİNİZM
Feminizm, kadın-erkek ayrımcılığına karşı çıkarak, kadınların haklarını tanıyan, cinsler arasında siyasal, ekonomik ve toplumsal eşitliği savunan bir teori ve harekettir.1Kavramı ilk olarak 1837’de kullanan Fransız Ütopyacı Sosyalist Charles Fourier’dir. Fourier, kadın
haklarının genişletilmesinin tüm toplumsal ilerlemenin genel prensibi olarak görmüştür. Sosyal gelişme kadınlara verilecek daha geniş
özgürlükler ile mümkün olabileceğini ileri sürmüştür.2 Liberal siyasi
ideolojinin önemli düşünürlerinden John Stuart Mill, TheSubjection
of Woman (Kadınların Köleleştirilmesi) kitabını yayımlayarak, kitabında erkeğin kadın üzerindeki hakimiyetini insanoğlunun gelişmesinin önündeki en büyük engel olarak gördüğünü yazmıştır.3
1
2
3
June Hammam, Feminism , Routledge Pub, 2014, sf. 7
Marlene LeGates, In Their Time :A History of Feminism in Western
Society,RoutledgePubl, 2001, sf 163.
Bkz. John Stuart Mill, The Subjection of Women, http://www.earlymoderntexts.
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı
145
Biyolojik cinsiyet farklılığı, doğuştan kadın ve erkeğin biyolojik
olarak farklı olmasıdır. Toplumsal cinsiyet farklılığı ise kültürden
kültüre değişen sosyalleşme süreci içerisinde kadının erkekten farklı
olduğunu varsayan yaratılmış farklılıktır. Feminist teori, toplumsal
cinsiyet eşitsizliğinin doğasını anlamayı amaçlar ve toplumsal cinsiyet politikaları, iktidar ilişkileri, cinsellik üzerinde odaklaşır. Örnek
olarak seçme ve seçilme hakkının elde edilmesi, eşit eğitim alma,
kamusal hayatta kadın sayısının artması, kürtaj hakkı verilebilir. Feminist hareket içerisinde, kadın ve erkek eşitliğini savunan gruplar
olduğu gibi, kadının erkekten üstün olduğunu ileri süren radikal feminist gruplarda bulunmaktadır.
Aydınlanma döneminde İngiliz kadın yazar Mary
Wollstonecroft’un 3 Ocak 1792 tarihinde yayımladığı A Vindication of the Rights of Woman (Kadın Haklarının Savunusu Bildirisi)
feminist anlamda ilk çalışmalardan biri olarak kabul edilmektedir.
4
Amerikan Bağımsızlık Bildirisi (1776) hem de Fransa’nın İnsan
Hakları Bildirisi (1789) devletin insanlara müdahale etmeyeceği
vazgeçilmez doğal hakları olduğu fikrine dayanmaktaydı. Feministlerde, erkeklerin sahip olduğu doğal haklara kadınlarında sahip
olabileceğini düşünerek çabalarını bu yönde yoğunlaştırmışlardı.
Temelde erkek egemen toplum yapısı ataerkilliği eleştiren feminizm
üç dalga halinde gelişmiştir.
İlk dalga kadınların seçme hakkını kazanmaları üzerinde gelişti. Bu hakkı kazanınca her tür cinsiyet ayrımı ve önyargı ortadan
kalkacağı düşünülmüştü. I. Dünya Savaşı’nın son yıllarında pek çok
ülke kadınlara oy hakkı tanımıştır.5 Oy hakkı kazanmak kadın örgütlenmesini zayıflatmıştır. 1960’larda başlayan ikinci dalga, “kadının özgürleşmesi” üzerine gelişmiştir. Amerikalı Betty Friedan’ın
The Feminine Mystique (Kadınlığın Gizemi, 1963) kitabı6 ikinci dalganın feminizmin gelişmesini sağlamıştır. Kadının eve hapsolmasından ve eş rolünden özgürleşerek, orta sınıflar içerisinde yer alan
çalışma hayatı olmasını savundu. 1966’da dünyadaki en büyük kadın
4
5
6
com/pdfs/mill1869.pdf, (Kasım, 2009) sf.1.
Josephine Donovan, Feminist Teori Entelektüel Gelenekler, (çev) Aksu Bora,
Meltem Ağduk Gevrek, Fevziye Saylan, İstanbul : İletişim Yayınları, 8. Baskı
2014, sf.21.
ABD anayasasında yapılan bir değişiklikle, 1920 yılında kadınlara oy kullanma
hakkı tanındı. İngiltere’de ise seçme hakkı 1918’de genişletildi ancak kadınlar
on yıl sonra erkeklerle eşit seçme hakkına sahip olmuşlardır.
Bkz. Daniel Horowitz, Betty Friedan and The Making of The Feminine Mystique: The American Left , The Cold War and modern Feminism, Sheridan Books,
1998.
146
Aşkın İnci Sökmen
örgütü ve en güçlü baskı grubu olan, Milli Kadın Örgütü (National
Organization of Women, NOW) kurdu. Bütün kadınlar arasında
dayanışma üzerine kurulu “kız kardeşlik” düşüncesinin birleştirici
bir ideolojisi ön plana çıkmıştır.1980’lerin ortalarından günümüze
kadar olan dönem, üçüncü dalga feminizm dönemi olarak kabul
edilmektedir. Post-feminizm olarak da adlandırılan bu dönemde,
daha fazla kadının çalışma hayatında olması nedeniyle artık toplum
ataerkil sayılmamaktadır. Ancak erkeklere oranla daha düşük maaş,
düşük statü ve yarı zamanlı işlerde çalışan kadın çoğunluğu toplumda erkeklere göre daha az kontrole ve aile içinde ikincil role sahip
olmaları ile daha az temsil yeteneğine sahiptirler. Özgürleşme hedefinden vazgeçip erkek gibi asimile olan sözde bir eşitlik kadınlar tarafından benimsendiği görülmüştür. Ataerkillik bir şekilde kendini
sürdürerek, yapmacık özgürleşme şekilleri yaratarak kadını ikincil
konumda tutmaya devam etmektedir. Üçüncü dalga ataerkilliğin
yok edilmesi üzerine yoğunlaşmıştır.
Feminizm ideolojisi, içerisinde Liberal Feminizm, Marksist veya
Sosyalist Feminizm ve Radikal Feminizm olarak üçe ayrılmıştır. Birinci ve ikinci dalga feminist hareketler liberalizmin fikir ve değerlerinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Bireyciliğe büyük önem veren
Liberal Feminizm, cinsiyet, ırk, renk, inanç veya dinine bakmaksızın
eşit muamele hakkı olduğunu ileri sürer. Bu nedenle kadınlara karşı
yapılan ayrımcılık, kesinlikle yasaklanmalıdır.7 Marksist veya Sosyalist Feminizm, kadın-erkek arasındaki toplumsal cinsiyet farklılığının nedeninin kapitalizm den kaynaklandığını ileri sürerler. Friedrich Engels’in Aile, Özel Mülkiyet ve Devletin Kökeni, 8(1884) adlı
eserinde burjuva ailesi ataerkil ve baskıcıydı, çünkü mülkiyet hakkı
babadan oğula geçiyordu. Bu nedenle özel mülkiyet ortadan kalkınca ataerkil yapılar da sona erecekti. Ancak sınıf farklılığı, cinsiyet
farklılığından daha önce gelmekteydi. Bu nedenle feministler öncelikle kadın hareketi yerine işçi hareketini desteklemeliydiler. Simone
de Beauvoir, Eva Finges ve Germaine Greer9 tarafından geliştirilen
Radikal feminizm, ataerkilliği siyaset, kamusal hayat, ekonomi, sosyal, kişisel boyutta ortadan kaldırılmasını savunmuştur. Cinsiyet
7
8
9
Andrew Heywood, Siyasi İdeolojiler, Adres yay, 8. Baskı, 2014, sf.245-247
Bkz. Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Ailenin Kökeni, http://www.
mucadelebirligi.com/pdf/klasikler/ailenin%20ve%20ozel%20mulkiyetin%20
ve%20devletin%20kokeni.pdf
Bkz. Simone de Beauvoir, O Kadın “İkinci Cins”, Payel Yay, 8. Basım, 1993;
Eva Finges, Patriarchal Attitudes : Women in Society (AtaerkilTutumlar), Persea
Books, 1987 ; Germaine Greer, The Female Eunuch (Hadım Edilmiş Kadın),
Harper Perennial Modern Classics, 2008.
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı
147
baskısı toplumun temel özelliğidir ve diğer adaletsizlik biçimleri
(sınıf istismarı, ırk ayrımı vb.) ikinci derecedir. Toplumsal cinsiyet
eşitsizliği siyasi açıdan en önemli konu olarak görülür. Bu eşitsizliğin nedeni de toplumun ataerkil yapısıdır.
Aralarındaki görüş farklılığına rağmen, üç feminist tarzın ortak
konuları : kamusal/özel ayrımı, ataerkillik, cinsiyet ve toplumsal
cinsiyet, eşitlik ve farklılıktır. Kamusal alan ile kast edilen siyaset
genelde hükümet kurumları, siyasi partilerdir. Bu alanda erkek egemenliği hakimdir. Özel alan ise aile hayatı ve kişisel ilişkileri kapsar.
Kadınlar özel alanda aile ve ev sorumluluklarıyla sınırlanmıştır. Jean
B. Elshtain Kamusal erkek-özel kadın ayrımının, feministler için ortadan kaldırılması gereken bir ayrım olduğunu ileri sürmüştür.10
Ataerkillik feministler için, toplumda erkek egemenliği veya erkek üstünlüğünü ifade eden, kadın-erkek arasındaki eşitsizliği yaratan bir kavramı tanımlar. Kökü ailede olan bir kavramdır. Kadın
biyolojik yapısı (fiziksel) nedeniyle toplum içinde ikinci sırada olması gerekir. Buna kadının “biyolojik kaderi” denir. Feministler bu
biyolojik kaderi ret etmişlerdir.
Toplumsal cinsiyet ise kültürel bir kavram olarak, toplum tarafından kadına ve erkeğe verilen rolleri belirler. Önemli olan erkek
ve kadınların cinsiyetlerine göre değil, birey olarak dikkate alınmasıdır. Feminizmin amacı ataerkilliği yıkmak ve cinsiyet baskısına
sona erdirerek eşitliği sağlamaktır. Bu eşitlik liberal feministler için
yasal ve siyasi eşitlik iken, sosyalist feministler için ekonomik eşitlik, radikal feministler içinse aile ve kişisel hayattaki eşitlik anlamına
gelmektedir.
Feminist görüş içerisinde bu üç farklı görüş dışında, sabit kadın kimliğini ret eden Post-modern veya Post-yapısalcı Feminizm,
erkek ve kadınların toplumsal cinsiyet özelliklerinin biyolojik değil
psikolojik olduğunu savunan Psikoanalitik Feminizm, ırk farklılıklarını göz ardı eden ve kadınların baskıya dayanmalarını öneren
Siyahi Feminizm , Batı dışı feminist görüşleri savunanların oluşturduğu Üçüncü Dünya Feminizmi ve Sömürge sonrası Feminizm gibi
yeni feminist görüşlerde yer almaktadır.
10 Jean BethkeElshtain, Public Man, Private Women : Women in Social and Political Thought, Oxford University Press, 1981.
148
Aşkın İnci Sökmen
3. FEMİNİST ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİSİ11
Ulusal sınırları aşarak, uluslararası alanda önemli bir siyasal ideoloji olan feminizm, uluslararası ilişkiler disiplinine 1980’lerin
ortalarından itibaren etkin olmaya başlamıştır. Alternatif dünya
düzenini ve küresel güç ilişkilerini toplumsal cinsiyet açısından
incelemişlerdir. Disiplinin geleneksel yaklaşımlarını, evrensel ve
objektif olmamaları ve kadınları dikkate almadıklarını ileri sürerek eleştirmiştir. Feminist uluslararası ilişkilerin gelişmesinde, Ann
Tickner (Uluslararası ilişkiler alanında feminist yaklaşım hangi
analitik soruları sormaktadır), Cynthia Enloe (anti militarist kadınlar uluslararası sistemin neresinde yer almakta), Christina Slyvester,
Jean Bethke Elshtain’ın (savaşta kadının rolü) çalışmaları olmuştur.12 Yazarlar çalışmalarına “uluslararası ilişkilerde kadın nerededir?” sorusu ile başlamışlar, “uluslararası ilişkilerin ve gücün bir
toplumsal cinsiyeti var mıdır? ve kadınlar uluslararası karar alma
mekanizmalarında varlıklarını gösterdiklerinde, feminist yaklaşım
uluslararası ilişkiler disiplinine ne katkı sunacağını” açıklamaya çalışmışlardır.
Feminist uluslararası ilişkiler düşünürleri, iki büyük dünya savaşı
sonrası, savaşların neden çıktığı ve barışın nasıl korunacağı konularını ve devletlerin davranışları ile uluslararası çatışmaları, toplumsal
cinsiyeti bir değişken olarak kullanarak, açıklamaya çalışmaktadır11 Bkz. Jacqui True , “ Feminizm “ , Uluslararası İlişkiler Teorileri, Scott Burchill, Andrew Linklater, Richard Devetak, Jack Donnelly, TeryyNardin, Matthew
Paterson, Christian Reus-Smit, Küre Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2013, sf. :
315-347; Mehmet Evren Eken, “ Feminizm, Maskülinite ve Uluslararası İlişkiler Teorisi: Uluslararası Siyasetin Toplumsal Cinsiyeti”, Uluslararası İlişkiler
Teorileri, (ed.) Ramazan Gözen, İletişim Yayınları, İstanbul, sf.443-493; Özlem
Tür ve Çiğdem Aydın Koyuncu, “ Uluslararası İlişkilerde Toplumsal Cinsiyet”,
Küresel Siyasete Giriş Uluslararası İlişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler,
(ed.) Evren Balta, İletişim Yay, İstanbul, 2014, sf. 221-239; Sinan Birdal, “
Feminizm”, Uluslararası İlişkilere Giriş, (ed.) Şaban Kardaş ve Ali Balcı, Küre
Yayınları, İstanbul, 2014, sf. 169-180; Muhittin Ataman, “Feminizm: Geleneksel Uluslararası İlişkiler Teorilerine Alternatif Yaklaşımlar Demeti “, Alternatif
Politika, Cilt 1: Sayı: 1, 2009, sf.1-41.
12 Bkz. AnnTickner, Gender in International Relations, Feminist Perspectives
on Achieving Global Security, New York ColombiaUniversityPress, 1992 ;
CynthiaEnloe,Muzlar, Plajlar ve Askeri Üsler-Feminist Bakış Açısından Uluslararası Siyaset, Çitlembik Yayınları, 2003 ve Manevralar-Kadın Yaşamının
Militarize EdilmesineYönelik Uluslararası Politikalar, İstanbul, İletişim Yay,
2006; Christina Slyvester,Feminist Theoryand International Relations in a
PostmodernEra, Cambridge UniversityPress, 1994 ve Feminist International Relations –An UnfinishedJourney , Cambridge UniversityPress, 2002; Jean
BethkeElshtain,WomenandWarwith a newEpilogue, Chicago UniversityPress,
1995 veWomen, MilitarismandWar : Essays in History, PoliticsandSocialTheo
ry,Rowman&LittlefieldPub, 1990.
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı
149
lar. Neorealist Kenneth Waltz, uluslararası ilişkiler teorilerinin analiz
seviyeleri (açıklanan şey) yani devlet, sistem ve birey üzerine inşa
edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Geleneksel yaklaşımlar devlet ve
sistem davranışlarını açıklamaya odaklanırken, Feminizm devlet
dışı aktörlere, marjinalleştirilmiş insan gruplarını, kısaca birey analiz seviyesini ele almıştır. Cyntia Enloe, Muzlar, Plajlar ve Askeri Üsler (Bananas, Beaches and Bases, 1989) kitabında uluslararası siyasetin bireysel kimlikleri de içerdiğine değinmiştir.Enloe’ya göre dünya
siyasetinde kadınlar, her zaman uluslararası siyasetin bir parçası
olmuşlardır ancak bu şekilde görülmediğini vurgulamıştır.Kadınlar
güçsüz yapıda olduğu için kamusal alanın dışında, özel alanda yer
almalarını istenmiştir. Enloe gibi feminist araştırmacılar, kadınların
hem askeri faaliyetlerin yardımcı hizmetlerinde hemşirelik gibi katkıda bulunduklarını, hem de devlet-dışı aktör olarak kara mayınlarının yasaklanmasına yönelik küresel protesto hareketinde, Nükleer
silahsızlanma kampanyaları gibi protesto gösterilerinde daha aktif
yer alarak görünürlüklerini arttırdıklarını ortaya koymuşlardır.
Realist Hans Morgenthau’nun, uluslararası politika bir güç mücadelesidir, devletler üstünde düzen ve istikrarı sağlayacak uluslararası bir hükümet olmadığından ortaya çıkan anarşik uluslararası
sistemde güç ve güvenlik önceliklidir. Realistlerin güç kavramı, Feminist düşünürler tarafından yeniden yorumlanarak, güç ilişkileri
özellikle savaş ve emperyalizm stratejileri erkek merkezli ve ataerkildir. Ann Tickner, Morgenthau’nun güç siyasetinin altı ilkesinin
ortaya koyduğu güç kavramının eril özelliklere dayandığını belirtmiştir.13 Erkeklikle özdeşleştirilen kas gücü, egemenlik, zorlayıcı
diplomasi, anarşive güçle özdeştirilir. Güvenlik sağlayıcı tek aktör
erkeklerdir.Laura Sjoberg’e göre Uluslararası ilişkiler, kadın-erkek
arasındaki biyolojik farklılıktan yola çıkarak, toplumsal cinsiyeti
inşa eden, cinsiyet yanlısıdır. Bu cinsiyet yanlı yapı, uluslararası sistemin yapısını, bu yapı içerisindeki devlet davranışlarını ve aralarındaki güç ilişkilerini belirlemektedir.14 Cinsiyet yanlısı bu sistem
sonucunda, Joshua Goldstein’a göre, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin
daha yüksek olduğu devletler, daha fazla savaşa ve devlet şiddetine
başvurma eğilimi gösterdiğini ileri sürmüştür.15 Morgenthau’nun in13 Ann Tickner, “ Hans Morgenthau’s Political Principles of Political Realism : A
Feminist Reformulation”, Millennium Journal of International Studies, 17 (3),
1988, sf.429-440
14 Laura Sjoberg, “ Gender, Structure and War : What Waltz Couldn’t See “, International Theory, 4/1, sf.1-38
15 Joshua S. Goldstein, War and Gender : How Gender Shapes The war System and
vice versa , Cambridge University Press, 2001.
150
Aşkın İnci Sökmen
san doğasındaki kötülük görüşü, devletin lideri erkeğin hırlı, güç peşinde koşan, kindar ve zorba olmasından dolayı devletler arasındaki
düşmanca duyguları yaratmaktadır. Kadın-erkek eşitliğinin en fazla
olduğu devletler, İskandinav ülkeleri gibi daha barışçıl, insan hakları
ve demokrasi konusunu ön plana çıkaran bir dış politika izledikleri
günümüz dünyasından örnek olarak verilebilir. Böylece uluslararası
ilişkiler disiplininin ortaya çıkmasında temel unsur olan savaş neden gerçekleşir sorusuna, feminist uluslararası ilişkiler düşünürleri,
ulusal siyasetteki toplumsal cinsiyet hiyerarşisi ve iç politikanın dış
politikayı etkileyerek çatışmaya neden olmasıyla açıklarlar.
Feminist bakış açısı, yüksek politika (güvenlik) konuları ile alçak
politika (ekonomi ve sosyal) konular arasında bir hiyerarşi olmadığını ileri sürer. Uluslararası ilişkilerin ele aldığı konular açısından baktığımızda, geleneksel yaklaşımlar ağırlıklı olarak, savaş ve
çatışmaya odaklanmış, kadın konuları ikinci planda kalmıştır.Bu
görüşün aksine günümüzde insani güvenlik kavramını temel alan
eleştirel güvenlik çalışmalarında, kadınların savaş ve çatışmalarda
en mağdur olan bireyler olduğu yaşanılan olaylarda ampirik olarak
ispatı bulunmaktadır. Paul Kirby,çalışmasında tecavüzün savaşlarda bir silah ve strateji olarak kullanıldığını ortaya koymuştur. 161995
Bosna Savaşı sırasında, Sırpların, Boşnak ve Hırvat kadınlara yönelik tecavüzü bir savaş stratejisi olarak uygulamaları, Uluslararası
Ceza Mahkemesi tarafından tecavüzün, Savaş suçlarına yönelik Cenevre Konvansiyonu kapsamında bir savaş suçu olarak görülmeye
başlanmıştır.17
Diğer yandan dış politika ve savunma çalışmalarında, kadınlar
nadiren dış politika kararlarını alan ve uygulayan, devletlerarası
çatışmaları yürüten kurumların içerisinde yer almakta olduklarını
ileri sürmüşlerdir. Aktif olarak karar verme mekanizmalarında kadınlar olması gerektiğini varsayan feminist bakış açısının savaş karşısındaki duruşu, topluma ciddi zarar veren savaşları erkeklere göre
daha az desteklemeleri ve çekinceli yaklaşımlarıdır. Tüm ülkelerde
savaşı başlatan ve yürüten silahlı kuvvetlerin yürütme kademelerinde, askeri yapılar içinde kadınların sayısı ve rolleri artmakla birlikte,
savaş kararını alanlar erkek ağırlıklıdır. Erkek alanı olarak görülen
savaş ve şiddet ancak kadın-erkek eşitliği sağlanarak azaltılabilir. Bu
16 Paul Kirby, “ How is Rape A Weapon Of War ? : Feminist International Relations, Modes of Critical Explanation and The Study of Wartime Sexual Violence
“, European Journal of International Relations, 2012, sf.1-25.
17 Daha detaylı bilgi için bkz :Gökçen Alpkaya, Eski Yugoslavya için Uluslararası
Ceza Mahkemesi, Turhan Kitapevi, Ankara, 2002.
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı
151
açıdan Feminist enternasyonal hareketin en büyük başarısı, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 30 Ekim 2000 tarihli, 1325 sayılı kararı önemli bir adımdır. Bu kararın içeriğinde, dünyada artık
silahlı çatışmaların toplumsal cinsiyet açısından etkilerine, barışın
korunması, barışın inşası konularında kadınların aktif olmasına yer
vermektedir. 1325 sayılı karar, kadın, barış ve güvenlik normu çerçevesinde, şiddet ve savaşın kadınlar üzerindeki etkilerine ve engellemedeki yükümlülüklerine yer vermektedir.18
Feminist perspektiften uluslararası ilişkilerdeki geleneksek güvenlik anlayışı da, toplumsal cinsiyet temellidir. Tickner’agöre güvenlik, askeri, ekonomik ve cinsel olsun her türlü şiddetin yokluğu
olarak tanımlanır. 19 Bu şekilde yeniden tanımlama askerlik alanında İsrail’de olduğu gibi kadın-erkek eşit şekilde askerlik hizmeti
yapma olarak yeni bir yurttaşlık tanıma götüreceğini ileri sürmüştür.
Feministler kimin güvenliği ve ne tür tehditler sorusuna, bireylerin
veya grupların güvenliği temelinde, kadının güvenliği ve kadına
yönelik tehditlere odaklanmışlardır. Böylece savaş tehdidinin yanı
sıra, şiddet, tecavüz, yoksulluk, cinsiyet ayrımı, ekolojik yıkım daha
güvenlik alanını genişleten bir yaklaşım benimsemiştir.20Feminist
Güvenlik Teorisi, kadın ile güvenlik-barış-savaş arasındaki ilişkiyi
yeniden kavramsallaştırmaktadır. Bu teorinin varsayımlarına göre;
kadınlar barışı gerçekleştirmede erkeklerden daha başarılıdır. Bu
nedenle bürokraside, kritik karar mercilerinde kadınların sayısının
artması gerekir. Böylece dünya daha işbirliğine uygun hale gelirken,
çatışma riskleri de azalacaktır.21
4. I. DÜNYA SAVAŞI VE ÇANAKKALE MUHAREBESİ
28 Temmuz 1914’te başlayan savaş, itilaf devletleri ( Birleşik KrallıkFransa-Rusya İmparatorluğu) ile ittifak devletleri (Almanya İmpara18 United Nations Security Council 1325 Resolution, adopted by the Security Council at its 4213 th meeting on 31 October, 2000.http://daccess-dds-ny.un.org/
doc/UNDOC/GEN/N00/720/18/PDF/N0072018.pdf?OpenElement
19 Ann Tickner, Gender and International Relations Feminist Perspectives on Achieving Global Security, New York: Colombia University Press, 2012, sf. 663
20 Çiğdem Aydın Koyuncu, “ Feminist Uluslararası İlişkiler Yaklaşımları Açısından Güvenlik Konusunun Analizi”, Ankara Üniversitesi Siyasi Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 67, No 1, 2012, sf.124.
21 Eric C. Blanchard, “ Gender International Relations and The Development of
Feminist Security Theory “, Chicago Journals, Vol 28, No 4, Summer 2003, sf.
1303.
152
Aşkın İnci Sökmen
torluğu, Avusturya Macaristan İmparatorluğu, Bulgaristan, Osmanlı
İmparatorluğu) arasında gerçekleşmiş, dört yıl gibi uzun süren bir
Avrupa merkezli dünya savaşıdır. Dünya tarihi açısından önemli bir
dönüm noktasıdır. Savaş sonrasında imparatorluklar yıkılmış,bir
çok yeni devlet kurulmuştu. 19. Yüzyıl siyasi ideolojilerinden Liberalizm, Faşizm ve Bolşevizm arasındaki çatışmaları da ortaya çıkarmıştır.
Realist Hans Morgenthau’nun Uluslararası Politika kitabında,
belirttiği gibi, devletler arasındaki güç ve iktidar mücadelesi olan
uluslararası politikada22, dış politikasını fiilen sahip olduğundan
daha fazla güç elde etmek ve güç dengesini kendi lehine göre değiştirmek isteyen Almanya’nın, İngiltere ve Fransa’nın ekonomik
hakimiyet alanlarını (sömürgelerini) ele geçirme ve küresel sistemde var olan İngiltere hakimiyetini kendi lehine çevirme amacını güden bir politikası savaşın nedenleri arasında sayılabilir. 1815 Viyana
Kongresi’yle oluşturulmuş Avrupa’daki güçler dengesini, ulaşmış olduğu sanayi ve askeri silah teknolojiyle değiştirebileceğine inanmış
Almanya, savaşı politikasının bir devamı olarak düşünmüştür.
1912-1914 Balkan Harbi sonrası, Osmanlı İmparatorlu’ğu ekonomik ve askeri açıdan geriletmişti. İmparatorluk sınırları içerisinde
bulunan Ortadoğu petrol yataklarını ele geçirmek, Almanya gibi dış
politikasını fiilen sahip olduğundan daha fazlasını elde etmek isteyen ve 18.yüzyılda uluslararası sistemin hegemonyacı devleti olan ve
bunu 19.yüzyılda da devam ettirmek isteyen İngiliz İmparatorluğu
için temel bir ulusal çıkar hedefiydi. I. Dünya Savaşı’nın başlangıcı sırasında Osmanlı hükümeti, İngiltere ve Fransa ile ittifak arayışı
içerisinde olsa da, emperyalist çıkarlar izleyen ve Balkan Savaşı sonrası ekonomik ve askeri yapısının zayıflığıyla bu savaşı kaybedeceği
düşünüldüğü için sonuçsuz kalmıştır. . Almanya’nın Osmanlı topraklarında elde ettiği imtiyazlar, aralarında küresel rekabet olan İngiltere ve Fransa için ciddi bir rahatsızlık vermekteydi. Savaş bu toprakların Osmanlı’dan çıkarak kendi lehlerine geçmesiyle Almanlara
ciddi bir darbe vurabilir, Almanya’nın yayılmacı siyasetinin önünü
kesebilirdi. Osmanlı topraklarının tamamı I. Dünya Savaşı sırasında
savaş alanı olmuş ve İtilaf devletleri arasında gizli ve açık antlaşmalarla taksim edilmiştir. Almanya, Boğazları kapatarak ve Kafkasya’da
Ruslara karşı, Süveyş Kanalı’nda da İngilizleri engelleyebileceği düşünerek, Osmanlı hükümeti ile 2 Ağustos 1914’te Türk-Alman itti-
22 Hans J. Morgenthau, Uluslararası Politika Cilt 1.,(çev) Baskın Oran ve Ünsal
Oksay, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1970, sf 5.
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı
153
fakını imzalamıştır.23
Almanlar I. Dünya Savaşının ilk altı haftasında her yerde başarı kazansalar da, zafere ulaşamamışlardır. Süre uzadıkça kaynakları
azalmış ancak sonunca kadar mücadeleye devam etmişlerdir. Sömürgelerinden büyük destek alan İngiltere ve Fransa, denizden ablukaya aldığı Almanya’ya nefes aldırtmamıştır. Bu ablukaya karşılık,
Almanlar sınırsız denizaltı savaşıyla karşılık vermişlerdir. Sınırsız
denizaltı savaşı U-35 Alman denizaltısının, İngilizlerin sömürgelerinden gelen kaynak gemilerini batırarak savaşı kendi lehine çevirmeye çalışmışlardır. Ancak Amerikan Lusitania gemisinin 1915
yılında, Alman denizaltısı tarafından batırılması, 1917 yılında Amerika Birleşik Devletleri için bir savaşa girme nedeni sayılmıştır.24
Amerikalıların savaşa girmesi, insan ve malzeme kaynağı tükenen
İtilaf devletleri için savaşın kendi lehine sonuçlanmasına neden olmuştur.
Çanakkale muharebeleri, Batı cephesinde sıkışan savaşa bir çözüm olarak düşünülmüştür. Savaş genel olarak Batı cephesi (Batı
Avrupa toprakları) ve Doğu cephesi (Orta Avrupa, Doğu Avrupa,
Rusya ve Romanya’nın batısında kalan topraklar) olarak iki ana cephede gerçekleşmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi toprakları
üzerinde Kafkasya cephesi, Çanakkale cephesi, Sina ve Filistin cephesi, Hicaz-Yemen cephesi, Irak cephesi ile İran, Galiçya ve Makedonya gibi ikinci seviyedeki cephelerde gerçekleşmiştir. İstanbul ve
Çanakkale Boğazları, bu boğazlara hakim olan devlete önemli bir
deniz gücü olmaksızın savaş gemilerinin Karadeniz’e gidiş-gelişe
istediği gibi engel olma imkanı tanıdığından stratejik öneme sahiptir. Karadeniz’de yapılacak donanma hareketi içinde bir üs imkanı
sağlamaktaydı.25 Batı’daki siper hatları aşılamayınca, Çanakkale ve
İstanbul Boğazları aşılarak Rusya’ya ulaşılması hedeflenmiştir. Boğazlar ele geçirildikten sonra Rusya ile ortak hareket edecek İtilaf
devletleri, İttifak devletlerine karşı daha iyi savaşabileceklerdi.
Çanakkale Savaşı deniz ve kara muharebelerinden oluşmaktadır.
3 Kasım 1914’te başlamış, 9 Ocak 1916’ya kadar aralıklarla yaklaşık
14 ay sürmüştür. Nusret mayın gemisinin Boğaza mayın döşemesi
sonucu İngiliz donanması geçemeyince, muharebeler karadan asker
23 Ali Akyıldız ve Zekeriya Kurşun, Osmanlı Arap Coğrafyası ve Avrupa Emperyalizmi, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2015, sf. 15-28
24 Mehmet Tanju Akad, “ 1.Dünya Savaşı -100. Yıl “, Tarih Dergisi, Ekim 2014,
Sayı 5, sf. 36-37.
25 KlausWolf, Gelibolu 1915 Birinci Dünya Harbi’nde Alman –Türk Askeri İttifakı
, (çev) Eşref Bengi Özbilen, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mart 2014,
sf.8.
154
Aşkın İnci Sökmen
çıkararak ele geçirme stratejisi nedeniyle, kara savaşı şeklinde 8,5
ay sürmüştür. Siperlerde kurşun, bomba ve şarapnel altında Anzak
ve İngiliz Birliklerinin ilerlemesi engellenmiştir. İtilaf devletleri 9
Ocak 1916’da Çanakkale’yi tamamen terk etmek zorunda kalmışlardır. Ölüm kalım savaşı niteliğinde gerçekleşen Çanakkale Savaşı,
I. Dünya Savaşı’nın uzamasına neden olurken, Rusya’ya İngiltere ve
Fransa’nın yardım etmesini engelleyerek Sovyet devriminin önünü
açmış, Türkler içinse, I. Dünya savaşı sonrası Anadolu’nun işgalden
kurtarılması için başlatılacak Kurtuluş Savaşı’na bir özgüven ve milli
mücadele ruhu yaratmıştır. 26
Avusturya-Macaristan veliahttı Franz Ferdinand’ın 28 Haziran
1914 günü, Saraybosna ziyaretinde bir Sırp milliyetçisi tarafından
öldürülmesine karşılık, Avusturya’nın 28 Temmuz 1914’te Belgrad’ı
bombalayarak Sırbistan’a savaş açması, bunu takiben Almanya’nın 1
Ağustos’ta Rusya’ya, 3 Ağustos’ta Fransa’ya savaş ilan etmesiyle başlayan dünya savaşı dört yıl sürmüştür. 29 Eylül 1918’de Bulgaristan’ın
savaştan çekilmesi, 30 Ekim 1918’de Mondros mütarekesiyle Osmanlı İmparatorluğu, 3 Kasım 1918 Avusturya-Macaristan, Almanya’nın
11 Kasım 1918’de mütareke imzalayarak yenilgileriyle sonuçlanmıştır. Çanakkale muharebeleri, I. Dünya savaşının önemli cephelerinden biri olarak, ortaya çıkardığı sonuçlar itibariyle savaş tarihinde
önemli savaşlar arasında sayılmıştır. Güç mücadelesini sıfır toplamlı
bir sonuç olarak gören Realist uluslararası ilişkiler teorisi açısından,
I. Dünya Savaşı’ndan İngiltere ve Fransa daha güçlenerek çıkarken,
savaşta ittifak devletlerini oluşturan İmparatorlukların toprakları
parçalanmış, Almanya küresel güç mücadelesinde zayıflamış bir aktör olarak yerini almıştır.
5. FEMİNİST ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİSİ
AÇISINDAN I. DÜNYA SAVAŞI VE ÇANAKKALE
MUHAREBESİ
1980’li yıllardan itibaren Anti militarizme karşı çıkarak, kamusal
alanda karar mercilerinde söz sahibi olunmasıyla daha barışçıl bir
dış politika izleyerek savaşı engelleyebileceğini ileri süren feminist
uluslararası ilişkiler teorisyenleri, I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkma26 Ahmet Yavuz, “ Çanakkale Kara Muharebeleri ve Savaşın Sonuçları”, Adana
Haber Gazetesi, (11 Nisan 2015) http://www.adanahabergazetesi.com.tr/yazicanakkale-kara-muharebeleri-ve-savasin-sonuclari.html
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı
155
sını toplumsal cinsiyetçi bir yaklaşımla açıklamaya çalışırlar. Feminist düşünürlerden Cynthia Cockburn, savaşı “Topluca örgütlenen,
öldürücü silahların kullanıldığı, tarafların bir amaç ya da çıkar için
çarpıştığı, en önemlisi de öldürmenin cinayet olarak görülmediği, toplumsal açıdan onaylanmış bir çatışma olarak” tanımlar.27 I. Dünya
savaşındaki temel çıkarlar ekonomik ve siyasi üstünlük mücadelesi
olarak ön plana çıkmıştır. Realist teorinin güç mücadelesini insan
doğasındaki bencillik ve rekabet ile ilişkilendirirken, feministler
için bu insan doğası kadınlardan çok erkekleri tanımlamaktadır. I.
Dünya Savaşı sırasında öne çıkan devletlerin yöneticileri İngiltere’de
Kral V. George, Alman İmparatoru II. Wilhelm, Avusturya-Macaristan imparatoru Franz Joseph, Osmanlı padişahı V. Mehmet gibi
ataerkil düzeni temsilen karar mercilerinde erkeklerin olduğu görülmektedir. Liderlerin cinsiyetine baktığımızda, savaş ve emperyalizm stratejileri erkek merkezli ve ataerkil olduğu feminist görüş
doğrulanmış olmaktadır. I. Dünya Savaşını başlatan neden, erkek
liderlerin özellikle Alman imparatorunun dünya siyasetinde savaşı
politikalarının devamı olarak görerek, yayılmacı ve revizyonist bir
strateji izlemesidir.
İlaveten burada feminist görüş açısından önemli nokta, savaş
öncesi ve patladığında kadınların oy hakkının ülkelerde olmamasıydı. Kadınlar hükümetlerine karşı oy hakkı mücadelesi vermekteydiler. Savaş sonrasında Britanya ve ABD’de kadınlar oy hakkı
kazanmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu içerisinde de aristokrat, üst
sınıf, saray ve devlet yöneticilerinin ailelerinden gelen kadınların
19.yüzyılda kadın haklarını savunmak için dernekler kurmuşlardı. Erkekler gibi eşit haklar talep etmekteydiler. Kadın dergileri ve
dernekler aracılığıyla haklarını savunmaktaydılar. Ülke sorunlarına
katkıda bulunmak için siyasal parti kolu gibi çalışan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kadın şubeleri de vardı. Kadın dernekleri Osmanlı
içerisinde kamusal görünürlüklerini arttırarak, tanınma ve haklar
talep etmişlerdir.28Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılarak, Kurtuluş
savaşı sonrası, bu savaştaki üstün hizmetlerinden dolayı Türk kadını, kurulan 1923 Türkiye Cumhuriyeti’nde, dünyanın birçok ülkesindeki kadınlardan daha önce 1934 yılında seçme ve seçilme hakkına sahip olmuştur. Seçme ve seçilme hakkını temsilen oy hakkı
olmaması, demokrasi çerçevesinde savaş kararı alan bir hükümeti,
27 CynthiaCockburn, Buradan Baktığımızda Kadınların Militarizme Karşı Mücadelesi, (çev) Füsun Özlen, Metis yay, İstanbul, 2007, sf.278
28 Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti Erkekler Devlet Kadınlar Aile
Kurar, İletişim Yay, İstanbul, 2014, sf.92-101
156
Aşkın İnci Sökmen
bir sonraki seçimlerde oy ile cezalandırma seçmeme kararında karar mercilerinde kadınların hiçbir hükmünün olmamasını göstermektedir. Savaş kararı veren bürokraside kadının olmaması, savaşın
önleyiciliğindeki feminist duruşu ortadan kaldırmaktadır.
CynthiaEnloe’nun “küresel siyasette kadınlar nerede ?“ feminist
sorusundan yola çıkarak, “I. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında kadınlar neredeydi ?” sorusunu cevaplamak feminist analiz
açısından önemlidir. Savaşların yükü ve şiddetini sivil cephede, işgal
edilmiş topraklarda, muharebe meydanlarında en ağır hisseden kadınlar olmaktadır. I. Dünya savaşı uzun ve çok cepheli bir yıpratma
savaşı olduğundan, savaşa giren bütün ülkelerin sivil halkı kitleler
halinde seferber etmiş, bu topyekün seferberlik nedeniyle kadınlarda
savaş sırasında çok çeşitli roller üstlenmişlerdir.29 Lojistik tedarikinde, silah üretiminde, askeri hemşirelik, istihbarat elemanı ve direniş
savaşçısı olarak ülkelerin silahlı kuvvetlerinde görev yapmışlardır. O
dönemin ülkelerin silahlı kuvvetlerinin tamamı erkeklerden oluşsa
da destek görevlerinde ve bizzat savaşan gruplar içerisinde kadınlarda yer almıştır. I. Dünya savaşı ve Çanakkale savaşı, Osmanlı kadınlarını da daha aktif hale getirmiştir. Askerlerin ihtiyaçlarını karşılamak için dikim evlerinde, kumaş fabrikalarında, bakanlıklar ve
bankalar gibi memurluk görevlerinde, hemşire ve hastabakıcı olarak
savaş cephelerinde görev almışlardır.30Kamusal –özel alan ayrımı
içerisinde “ kadının yeri evidir” görüşü, savaş zamanında geçerliliğini kaybetmiş, gerek üretim alanında gerekse savaş alanında kadınlar
etkin olmuşlardır. Liberal feministlerin kadın-erkek eşitliği savaş zamanında üstlendikleri roller nedeniyle kısmen gerçekleşmiştir.
Her ulus için bir savaş, bir ulusal meşru müdafaa savaşı gibi göründüğünden, kadın-erkek olsun vatandaşlar üzerine düşen gören
yükümlülükleri yerine getirmeye çalışmışlardır. Savaş sırasındaki “
vatanseverlik” propagandaları ve radyo programları bir çok ülkede
kadınları aktif göreve çağırmıştır. 1917’den daha fazla erkeğin orduda görev yapabilmesi için İngiliz ve Amerikalı kadınlar silahlı
kuvvetlere alınmıştır. 1917’de Britanya’da Kadın Ordu Muavin Bir29 Kadınların I. Dünya Savaşı sırasındaki etkinlikleri için Bkz. Joyce Berkman, “
Feminism, War and Peace Politics : The Case of World War I.” in Woman, Militarism and War : Essays in History, Politics and Social Theory, (eds.) Elshtain
and Tobias , Savage , Rowman and Little field , 1990, sf.141-160; Lettie Gavin,
American Women in World War I: They also served , University Press of Colorado , 1997 ; Diana Condell and Jean Liddiard,Working for Victory, Routledge
, 1987; Gilbert Stone, Women Workers of World War I about Britain, Mansion
Field ,2007.
30 Zümrüt Sönmez, Savaşın Kadınları, Yarımada yayınları, 2008.
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı
157
likleri, Kraliyet Donanması Kadınlar Birliği ve bir yıl sonra da Kraliyet Hava Kuvvetleri Kadınlar Birliği kurulmuştur. 300 Rus kadın “
ölüm taburu “ adlı grup altında, I. Dünya Savaşı sırasında cephede
erkekler ile yan yana savaşmıştır.31 Çanakkale savaşı sırasında siperler arasında kadın keskin nişancılarında olduğu, İngiliz, Avustralya,
Yeni Zelandalı askerlerin mektup ve günlerinde ve o yıllarda çıkan
gazetelerdeki röportajlardan anlaşılmaktadır. Günlüklerde tasvir
edilen Türk kızlarının 18-21 yaşlar arasında olduğu, savaşa aktif olarak katıldıkları belirtilmektedir32.
Kadınların savaş alanında yer aldığı görevlerden biri de casusluk
alanındadır. Tammy Proctor, Kadın İstihbaratı: I. Dünya Savaşı’nda
Kadınlar ve Casusluk (Female Intelligence: Women and Espionage
in The First World War)33 kitabında, İngiliz Gizli Servisi içerisinde düşman sinyallerini dinleyen, mesajları deşifre eden, bilgi aktaran meraklı kadınlar olarak görev yaptıklarını belirtmiştir. Viktorya döneminin önemli gezginlerinden, tarih eğitimli Getrude Bell,
Arabistanlı Lawrence kadar ünlü İngiliz bir kadın istihbaratçıdır.
Ortadoğu’da çok uzun zaman geçirerek, I. Dünya savaşı sonrası İngiliz stratejilerinin oluşmasında önemli bilgiler ilettiği varsayılmaktadır. Savaş sırasında yüksek oranda Alman ve Avusturya Macaristan
uyruklu kadınlar İngiliz erkekleriyle evlenerek vatandaş olmuş, şüphe teşkil edenler ajan çıkmıştır. Mata Hariadıyla bilinen Hollanda
doğumlu dansöz, Alman istihbaratçısı olduğu şüphesiyle Fransa’da
idam edilmiştir. Erkek istihbaratçı görevlerinin aynı zorluk derecesi
içerisinde casus olarak görev yapan kadınlar, I. Dünya Savaşı sırasında bu meslek alanında kadın-erkek eşitliğini sağlamışlardır.
Savaş sırasında cephe gerisindeki görevler açısından ön plana çıkan meslekler doktor ve askeri hemşirelik olmuştur. Kadınların bu
görevler için seferber edilmesi, kadınların askeri yapılar içerisinde
militarize olarak, ücret-rütbe-istihdam yapılarının bir parçası haline
gelmeleriydi. Böylece kadınların tam vatandaşlık haklarını elde edebilmeleri için önemli bir unsur haline gelmişlerdir. Gönüllü Hemşire Kıtası (First Aid Nursing Yeomanry-FANY) 1907’de kurularak
seçkin ve gösterişli kadınları bünyesinde barındırmıştır. Fransa ve
İngiltere’de aktif olarak cephelerde yer almışlardır. Benzer şekilde I.
31 AnnKramer, Dünya Savaşlarında Kadın Casuslar, (çev) Tülin Er, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 2014, sf. 11-13
32 Zümrüt Sönmez, “ Çanakkale’nin Keskin Nişancı Kadınları”, Derin Tarih Dergisi, Çanakkale Özel Sayısı, 2015, sf. 124-125; Mete Tunçoku, Çanakkale 1915
Buzdağı’nınAltı , Ankara TBMM Basımevi, 2005, sf.110-111.
33 Tammy Proctor, Female Intelligence: Women and Espionage in The First World
War, New York University Press, 2003.
158
Aşkın İnci Sökmen
Dünya Savaşı boyunca ve Çanakkale savaşı sırasında Türk kadınları hemşire, hastabakıcı görevlerini üstlenmişlerdir. Hilal-i Ahmer
(Kızılay ) Cemiyeti bünyesinde 1912’de kurulan Hanımlar merkezi
cephede savaşan askerlere, yaralı hastalara, şehit ve asker ailelerine
yardım etmişlerdir. Çanakkale savaşları sırasında özellikle ordunun
ihtiyacı olan iç çamaşırı, giyecekler kadınlar tarafından temin edilmiştir.34
1.Dünya savaşı emperyalist bir savaş olarak, yıllardır savaşa karşı çıkmayı bekleyen sosyalist II. Enternasyonal partileri genel greve
gitmek yerine, milliyetçilik duyguları ağır basarak tüm güçleriyle
devletlerini desteklemişlerdir. Savaş karşısında en faal tutum alan
Rosa Luxemburg dahi, kendisine gösterilen ulusal güvenlik tehlikeleri karşısında sınıf dayanışmasından bir anda vazgeçerek savaşa
karşı çıkmadılar. Sosyalist feministler açısından da benzer bir tutum
içerisinde olmuşlardır. 35 Çocuklarını ve eşlerini askere yollayan
anneler, erkekleri askerliğe teşvik ederek milliyetçi-vatansever bir
çizgide, feminist anti militarizm görüşünden ayrı hareket etmişlerdir. Kadınlar vatanseverliklerini ispat etmek için gönüllü olarak bir
çok görev üstlenmişlerdir. 1. Dünya Savaşı’nda topraklarını daha da
kaybetme riskinde olan bir Osmanlı toplumu içerisinde bu savaşı
desteklememek kadınlar için doğru bir seçenek olamazdı. Önemli
cephelerinden biri olan Çanakkale Savaşı sırasında kadınların gösterdiği seferberlik ve yardım faaliyetleri, beka problemi ön plana çıkmış bir ulusun meşru müdafaası olarak değerlendirilmelidir.
Avrupa’da savaş sırasında yapılan propagandalarda ana temalar
bayrak- vatan ve kadın üzerinden şekillenmiştir. Osmanlı hükümeti
de aynı şekilde savaş propagandasını bu temalar üzerinden yapılandırmıştır.36 Milliyetçi söylemler, çoğunlukla vatanı bir kadın bedeni
olarak düşünürler. Ulus ise erkek kardeşler birliği olarak varsayılır.
Vatanın sevilen bir kadın olarak tasavvur edilmesi, uğruna mücadele edilmesi azmini de beraberinde getirmektedir. Toprak kayıpları, sevdiği kadının namusunu koruyamayan bir erkeğin utancına
benzer duygular çağrıştırmaktadır. Vatan hem sevilen kadın hem de
anne olarak uğruna ölümü bile göze alınan, mücadele edilen bir tema
34 Nevin Yazıcı, “ Çanakkale Savaşı’nda Türk Kadının Rolü”, Akademik Bakış,
Gazi Ünv Yay, Cilt 5, Sayı 9 , Kış 2011, sf.249-252.
35 HewStrachan, Birinci Dünya Savaşı, (çev) Ümit Hüsrev Yoksal, Say Yayınları,
2014, sf. 57-58.
36 Meryem İlyada Atlas, “ Birinci Dünya Savaşı : Maskülen Savaş, Feminen
Propaganda “, Lacivert Dergisi, Sayı 8, Aralık 2014, http://www.lacivertdergi.com/dosya/2014/11/28/birinci-dunya-savasi-maskulen-savas-feminenpropaganda?paging=2
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı
159
olarak, savaş propagandalarında ön plana çıkarılmıştır.37Osmanlı seferberlik propagandası, Osmanlıların namusunun korunması üzerinden, milletin onuru o milletin kadınlarının erdemlerini temsil
etmesi ve düşmanların saldırılarının sadece İslam dinini değil Osmanlı kadınlarının da namusunu tehdit ettiği üzerine odaklanmıştı.
Dolayısıyla, savaşta orduda hizmet etmek kadınların namusunu da
korumaya hizmet edecek yani tüm milletin onurunu da savunmuş
olacaktı. 38Milli bilinç birçok kadının ilk defa kendilerini kamusal
örgütlenmede ve kamusal tartışmalarda yer alabilecek kadar güvenli
hissetmelerini sağlamıştır. Savaş sırasında işgale karşı ve mütareke
şartlarına direnişi meydanlarda mitinglerle kürsüye çıkan devrin
öncül kadınları içerisinde Halide Edip Adıvar, Şukufe Nihal, Fatma
Aliye gibi hanımlar yer almıştır. Mitinglerde halkın savaşa destek
vermesi için propagandalar yürütmüşlerdir. Milliyetçi duyguların
yanı sıra, ulusun bağımsızlığını yeniden inşa etmek, kadınların özgürleşmesini de teminat altına alınması demekti.
Erkekler savaşla, güç gösterileriyle bağlantı kurulurken, kadınlar
barış ile ilişkilendirilir. Feminist aktivizm ile barış aktivizm arasındaki bağlantıdan baktığımızda, kadınların savaş karşıtı aktivizmi
de 1. Dünya Savaşı sırasında toplu gösteriler olarak hükümetlerine
yönelik protestolar şeklinde gerçekleşmiştir. Savaş sırasında Amerikalı kadınların girişimiyle 1915 yılında Kadınların Barış Partisi kurulmuştur. Alman, İngiliz, İtalyan kadınlarında katılımıyla Lahey’de
düzenlenen bir konferansta savaş lanetlenerek, tüm kadınların birbirleri arasındaki dayanışmayı arttırması amaçlanmıştır. Birbirlerini
kız kardeş gören bu kadınlar, bütün dünya kadınları adına savaşan
devletleri barış yapmaya çağırmıştır.39 Avrupa savaşı başlatan ve
sürdüren devletler olarak, kadınlarının bu yöndeki çabası önemlidir. Ancak emperyalist ulusal çıkarlar her zaman daha ön planda
olduğu için sadece bir umut olarak kalmışlardır. Anneliğin, feminist anti militer düşünce de çok önemli oynadığı gerçeği de dikkate
alınmalıdır. “Koruyucu anne sevgisi” sadece kendi çocuklarının değil, savaştıkları düşmanın çocuklarını için duyulan genel kaygıyı da
içermektedir.40 Bu düşünce de kadın anti-militarist barış hareketini,
37 AfsanehNajmabadi, “ Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan : Sevmek, Sahiplenmek, Korumak”, içerisinde Vatan Millet Kadınlar, (der.) Ayşe Gül Altınay, İletişim Yay, 2004, sf.129-134.
38 Mehmet Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Seferberliği, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 2015, sf.86.
39 AndreeMitchel, Feminizm, (çev) Şirin Tekeli, Kadın Çevresi yayınları, 1984, sf.
116.
40 NiraYunalDavis, Cinsiyet ve Millet, İletişim yayınları, İstanbul, 2010, sf.207-
160
Aşkın İnci Sökmen
etnik/dinsel/sınıfsal farklıları önemsemeyen kadınların, birbirlerini
kız kardeş görerek barış etrafında birleşmesini kolaylaştırıcı bir etken olabilmektedir.
SONUÇ
Uluslararası ilişkiler teorileri içerisinde, uluslararası politikayı toplumsal cinsiyet açısından inceleyen feminist uluslararası ilişkiler
teorisi savaş ve barış konularına farklı kavramsallaştırmalar getirmektedir. Avrupa merkezli, sonuçları itibariyle önemli değişikliklere
neden olan 1. Dünya Savaşı ve onun cephelerinden biri olan Çanakkale muharebelerine feminist uluslararası ilişkiler teorileri açısından
bir analizi bu yazının içeriğini oluşturmaktadır.
Feminist uluslararası ilişkiler teorisinin temel varsayımlarına
dayanarak, egemenlik, güç, emperyalist çıkarlar erkeklik ile özdeşleştirilmiş ve 1. Dünya Savaşı sırasına katılan ülkelerin erkek liderlerini motive eden doğalarındaki hırs, rekabet, daha fazla güç erki
dürtüleriyle ispatlanmıştır. Askeri seferberlik, erkeklerin kadınların
yeni beceriler kazanmasına ve yeni sorumluluklar üstlenmesine izin
vermesine gerekli hale getirmiştir. Ordu ve savaşlar asla sadece erkeklerin alanı olmamıştır. I. Dünya savaşı zamanında ordular, sınıf,
etnik, yaş ve toplumsal cinsiyet farklılıklarını aşan milli dayanışma
ve vatanseverliğin merkezi durumunda oldukları görülmektedir.
Feministler güvenliğin yeniden yorumuna toplumsal cinsiyeti
katarak özel olarak kadınların savaşta değil, askeri durumlarda ve
hatta barış zamanlarında karşılaştıkları toplumsal cinsiyete özgü
riskleri ön plana getirmişlerdir. Kadınlar savaş dönemi içerisinde
gönüllü olarak birçok görevlerde bulunarak, kendi özgürleşmelerinin de önünü açmaya çalışmışlardır.
Savaşın önemli cephelerinden biri olan Çanakkale muharebelerinde, yine Osmanlı kadının savaşta ordunun eksiklerini tamamlamak için ciddi bir seferberlik içerisinde yer alarak ikincil görevlerde bulunmuştur. Savaş siperlerinde yer alan asker kadınlarında yer
alması bu savaşın kadın-erkek eşitliğini kısmen gerçekleştirdiğini
gösteren önemli unsurlarından biridir. Gelecek nesillere ortak milli
irade ruhu olarak aktarılan Çanakkale Savaşı, Mustafa Kemal önderliğinde Kurtuluş savaşı için önemli bir özgüven sağlamış, kadınlarında desteği ile 1923 yılında modern Türk Cumhuriyeti’nin kurul208.
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı
161
masına öncülük etmiştir. Türk kadınlarının sömürgeci savaşlardaki
direniş başarısına karşılık, Atatürk tarafından 1934 yılında anayasa
ve Seçim Kanunu’nda yapılan değişiklikle, seçme ve seçilme hakkı
alarak, siyasal haklarına kavuşmuştur. Asker ordu millete oğullar
yetiştiren Türk kadını, Türk modernleşmesi açısından da önemli
görevler üstlenmiştir.
KAYNAKLAR
AfsanehNajmabadi, “ Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan : Sevmek, Sahiplenmek, Korumak”, içerisinde Vatan Millet Kadınlar, (der.) Ayşe
Gül Altınay, İletişim Yay, 2004.
Ali Akyıldız ve Zekeriya Kurşun, Osmanlı Arap Coğrafyası ve Avrupa
Emperyalizmi, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2015.
AndreeMitchel, Feminizm, (çev) Şirin Tekeli, Kadın Çevresi yayınları,
1984.
Andrew Heywood, Siyasi İdeolojiler, Adres yay, 8. Baskı, 2014.
AnnKramer, Dünya Savaşlarında Kadın Casuslar, (çev) Tülin Er, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014.
Ann Tickner, “ Hans Morgenthau’s Political Principles of Political Realism : A Feminist Reformulation”, Millennium Journal of International Studies, 17 (3), 1988.
Ann Tickner, Gender in International Relations, Feminist Perspectives
on Achieving Global Security, New York Colombia University Press,
1992.
Ann Tickner, Gender and International Relations Feminist Perspectives
on Achieving Global Security, New York: Colombia University Press,
2012.
Christina Slyvester,Feminist Theory and International Relations in a
Postmodern Era, Cambridge University Press, 1994.
Çiğdem Aydın Koyuncu, “ Feminist Uluslararası İlişkiler Yaklaşımları
Açısından Güvenlik Konusunun Analizi”, Ankara Üniversitesi Siyasi
Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 67, No 1, 2012.
CynthiaCockburn, Buradan Baktığımızda Kadınların Militarizme Karşı
Mücadelesi, (çev) Füsun Özlen, Metis yay, İstanbul, 2007.
CynthiaEnloe,Muzlar, Plajlar ve Askeri Üsler-Feminist Bakış Açısından
Uluslararası Siyaset, Çitlembik Yayınları, 2003.
Daniel Horowitz, Betty Friedan and The Making of The Feminine Mystique: The American Left , The Cold War and modern Feminism,
Sheridan Books, 1998.
162
Aşkın İnci Sökmen
Eric C. Blanchard, “ Gender International Relations and The Development of Feminist Security Theory “, Chicago Journals, Vol 28, No 4,
Summer 2003.
Feminist International Relations –An Unfinished Journey , Cambridge
University Press, 2002.
Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Ailenin Kökeni, http://
www.mucadelebirligi.com/pdf/klasikler/ailenin%20ve%20ozel%20
mulkiyetin%20ve%20devletin%20kokeni.pdf
Gökçen Alpkaya, Eski Yugoslavya için Uluslararası Ceza Mahkemesi,
Turhan Kitapevi, Ankara, 2002.
Hans J. Morgenthau, Uluslararası Politika Cilt 1.,(çev) Baskın Oran ve
Ünsal Oksay, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1970.
HewStrachan, Birinci Dünya Savaşı, (çev) Ümit Hüsrev Yoksal, Say Yayınları, 2014.
Jacqui True , “ Feminizm “ , Uluslararası İlişkiler Teorileri, ScottBurchill,
Andrew Linklater, Richard Devetak, JackDonnelly, Teryy Nardin,
MatthewPaterson, ChristianReus-Smit, Küre Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2013.
Jean BethkeElshtain, Public Man, Private Women : Women in Social and
Political Thought, Oxford University Press, 1981.
Jean BethkeElshtain,Women and War with a new Epilogue, Chicago
University Press, 1995.
John Stuart Mill, The Subjection of Women, http://www.earlymoderntexts.com/pdfs/mill1869.pdf, (Kasım, 2009).
Josephine Donovan, Feminist Teori Entelektüel Gelenekler, (çev) Aksu
Bora, Meltem Ağduk Gevrek, Fevziye Saylan, İstanbul : İletişim Yayınları, 8. Baskı 2014.
Joshua S. Goldstein, War and Gender : How Gender Shapes The war System and vice versa , Cambridge University Press, 2001.
Joyce Berkman, “ Feminism, War and Peace Politics : The Case of World
War I.” in Woman, Militarism and War : Essays in History, Politics
and Social Theory, (eds.) Elshtain and Tobias , Savage , Rowman and
Little field , 1990.
June Hammam, Feminism ,Routledge Pub, 2014.
KlausWolf, Gelibolu 1915 Birinci Dünya Harbi’nde Alman –Türk Askeri
İttifakı , (çev) Eşref Bengi Özbilen, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mart 2014.
Laura Sjoberg, “ Gender, Structure and War : What Waltz Couldn’t See
“, International Theory, 4/1.
Lettie Gavin, American Women in World War I: They also served ,
University Press of Colorado , 1997 ; Diana Condell and Jean
Liddiard,Working for Victory, Routledge , 1987; Gilbert Stone,
Women Workers of World War I about Britain, Mansion Field ,2007.
Marlene LeGates, In Their Time :A History of Feminism in Western
Society,Routledge Publishing, 2001.
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı
163
Mehmet Tanju Akad, “ 1.Dünya Savaşı -100. Yıl “, Tarih Dergisi, Ekim
2014, Sayı 5.
Mehmet Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Seferberliği, Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, 2015.
Mehmet Evren Eken, “ Feminizm, Maskülinite ve Uluslararası İlişkiler
Teorisi: Uluslararası Siyasetin Toplumsal Cinsiyeti”, Uluslararası İlişkiler Teorileri, (ed.) Ramazan Gözen, İletişim Yayınları, İstanbul.
Meryem İlyada Atlas, “ Birinci Dünya Savaşı : Maskülen Savaş, Feminen
Propaganda “, Lacivert Dergisi, Sayı 8, Aralık 2014, http://www.lacivertdergi.com/dosya/2014/11/28/birinci-dunya-savasi-maskulensavas-feminen-propaganda?paging=2
Mete Tunçoku, Çanakkale 1915 Buzdağı’nınAltı , Ankara TBMM Basımevi, 2005.
Muhittin Ataman, “Feminizm: Geleneksel Uluslararası İlişkiler Teorilerine Alternatif Yaklaşımlar Demeti “, Alternatif Politika, Cilt 1:
Sayı: 1, 2009.
Nevin Yazıcı, “ Çanakkale Savaşı’nda Türk Kadının Rolü”, Akademik
Bakış, Gazi Ünv Yay, Cilt 5, Sayı 9 , Kış 2011.
NiraYunalDavis, Cinsiyet ve Millet, İletişim yayınları, İstanbul, 2010.
Özlem Tür ve Çiğdem Aydın Koyuncu, “ Uluslararası İlişkilerde Toplumsal Cinsiyet”, Küresel Siyasete Giriş Uluslararası İlişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler, (ed.) Evren Balta, İletişim Yay, İstanbul,
2014.
Paul Kirby, “ How is Rape A Weapon Of War ? : Feminist International
Relations, Modes of Critical Explanation and The Study of Wartime
Sexual Violence “, European Journal of International Relations, 2012.
Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti Erkekler Devlet Kadınlar
Aile Kurar, İletişim Yay, İstanbul, 2014.
Simone de Beauvoir, O Kadın “İkinci Cins “,PayelYay, 8. Basım, 1993;
Eva Finges, Patriarchal Attitudes : Women in Society (AtaerkilTutumlar), Persea Books, 1987 ; Germaine Greer, The Female Eunuch
(Hadım Edilmiş Kadın), Harper Perennial Modern Classics, 2008.
Sinan Birdal, “ Feminizm”, Uluslararası İlişkilere Giriş, (ed.) Şaban Kardaş ve Ali Balcı, Küre Yayınları, İstanbul, 2014.
Tammy Proctor, Female Intelligence : Women and Espionage in The First
World War,New York University Press, 2003.
United Nations Security Council 1325 Resolution, adopted by the Security
Council at its 4213 th meeting on 31 October, 2000.http://daccessddsny.un.org/doc/UNDOC/GEN/N00/720/18/PDF/N0072018.
pdf?OpenElement
Women, Militarism and War : Essays in History, Politics and Social
Theory,Rowman& Littlefield Pub, 1990.
Zümrüt Sönmez, “ Çanakkale’nin Keskin Nişancı Kadınları”, Derin Tarih Dergisi, Çanakkale Özel Sayısı, 2015.
Zümrüt Sönmez, Savaşın Kadınları, Yarımada yayınları, 2008.
8
Realizm, Güvenlik ve Çanakkale
Ayşegül Özerdem*
Makalemiz üç bölüm olarak düzenlenmiştir. Birinci kısımda güvenliğin önemi, klasik realizmin güvenlik anlayışı ve eleştirel yönleri
üzerinde durulmuş, ikinci kısımda Çanakkale boğazının güvenlik
açısından önemine tarihsel süreç bazında yer verilmiş, boğazların
güvenliğinin sağlanmasının özellikle enerji transferi açısından değerine vurgu yapılmıştır. Son bölümde ise Çanakkale boğazının
güvenliğinin sağlanmasının sadece realist perspektiften ele alınmasının doğru olmayacağı ifade edilerek güvenlik, refah ve demokrasi
üçlüsünün bağıntısına dikkat çekilmiştir.
REALİZM VE GÜVENLİK ANLAYIŞI
Siyasi literatürde güvenlik kavramı, dönemsel olarak farklı anlamlar ifade etmiş, gelişmiş ülkeler ve gelişmemiş ülkeler bazında farklı
manalarda anılmıştır. Her ne kadar sübjektif ve muğlak bir zeminde
tanım sorunu yaşansa da, günümüzde güvenlik kavramı askeri, politik, ekonomik, sosyolojik, psikolojik ve çevresel yönleri ile bir bütünlük ifade etmektedir. Özellikle soğuk savaş sonrası realist bakış
açısının önem kazanmasının etkisi ile güvenlik tanımı devlet güvenliği ile özdeş hale gelmiştir. Klasik realizm, uluslararası ilişkileri devletlerarası ilişkiler olarak tanımladığından ve devletlerarası ilişkileri
de güç ekseninde gördüğünden, güvenlik kavramına yüklediği anlam büyüktür. Bununla beraber realist kuramcılar güvenlik kavramı
üzerinde çok fazla teori üretmemişlerdir1.Realist kuramda, güvenliğin uluslararası sistemde devlet eliyle sağlanması anlayışı, beraberinde bireyin de güvenliğinin sağlanacağı düşüncesini doğurmuştur.
Dolayısıyla asıl olan birey güvenliği değil devletin güvenliğidir.
Realizmin güvenlik anlayışına göre uluslararası sistemin temel
aktörleri egemen devletlerdir, sistem doğası gereği anarşiktir ve bu
*
1
Polis Akademisi, Uluslararası Güvenlik Doktora Öğrencisi.
Özlen Çelebi, ”Güvenlik”, Haydar Çakmak (Ed.), Uluslararası İlişkiler Giriş Kavram ve Teoriler, Ankara, Barış Yay., 2007, s. 71.
166
Ayşegül Özerdem
anarşik durum belirsizlik halidir2. Devletlerin hedeflerine ulaşmaları için tek engel diğer egemen devletlerin güç sınırıdır zira devletler
çıkar hedeflidir, savaşlar çıkar çatışmalarının sonucunda güç ve güvenlik için yapılır ve devletin olağan bir uzantısıdır.
Realizmde kötülük insanın da devletin de baskın tarafıdır; tıpkı
insanlar gibi devletler de güç tutkunu, çıkarcı ve kötüdür bu nedenle
uluslararası politikada çatışmalar ve savaşlar daimidir. Amaç gücü
elde etmek ve ulusal çıkarlar doğrultusunda kullanmaktır. Dolayısıyla güvenlik için askeri güç şarttır vebu noktada güvenlik ikilemi ortaya çıkarki bu durum bir devlet kendi güvenliğini sağlamak
adına diğer devletin güvenliğine tehdit unsuru oluşturabilir3.Devlet
askeri gücü olduğu ölçüde güvendedir. Realizmde ulusal güvenliğin
askeri boyutta sağlanabileceği ve askeri güç ile ülke yönetilebileceği
kabul edilmiştir4. Devlet kendinden güçsüz devletlere karşı güven
hissederken, eşit güçteki ve güçlü devletlere karşı güvensizlik duymaktadır dolayısıyla güçlü devlet tehdit unsurudur.
Defansif (savunucu) realist perspektifte, sistemin mihenk taşı
aktörlerin birbirini ne ölçüde tehdit olarak algıladığıdır; buna göre,
uluslararası aktörler, saldırgan ve yok edici bir tavırdan ziyade olası tehditlere karşı önlem almaya odaklanmalıdır, hedef statükoyu
korumaktır. Tam aksi tezi savunan Ofansif (saldırgan) perspektif
ise gücün sürekli aktarımına odaklıdır, amaç güç maksimizasyonun önceliğidir, dolayısıyla, tehdit algılaması ikincil plandadır ve
yayılmacı politika kabul edilebilir boyuttadır5. Öncülüğünü John
Mearsheimer’ın yaptığı Ofansif neo-realistler devletlerin özellikle
askeri güç olarak tanımladıkları güvenliğinin elde edebilecekleri
maksimum güç ile sağlayabileceklerini ve bundan dolayı revizyonist
devletlerin daha güvenli olduklarını savunmaktadır6. Her iki bakış
açısının da temel hedefi ülkelerin anarşi ortamında güvenliğinin
sağlanmasıdır. Uluslararası sistemdeki istikrarsızlıklar devletlerin
güvenliği için risk oluşturur bu nedenle devletler tehditlere karşı
askeri ittifak yoluna gidebilirler ki bu ittifakların temel amacı çıkar2
3
4
5
6
Hobbes’un anarşik düzen ve güvensizlik teorisi için bkz., Thomas Hobbes, Leviathan, London, Penguin, 1985, s.183-188.
Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri, İstanbul, Alfa, 2004, s. 197-198. Neorealistlerin “security dilemma” modeli için bkz.,Stephen M. Walt, “TheRenaissance of Security Studies” International Studies Quarterly, 2, 35,1991.
Mustafa Aydın, “Uluslararası İlişkilerin Gerçekçi Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği”, Uluslararası İlişkiler, 11, 2004, s. 39-40
Chris Brown, Kirsten Ainley, Uluslararası İlişkileri Anlamak, çev. Arzu Oyacıoğlu, İstanbul, Yayınodası, 2008, s.39.
Chris Brown, a.g.e.,s.39.
Realizm, Güvenlik ve Çanakkale
167
ların gerçekleşmesidir.
Realist kuramcılar, uluslararası sistemi güvenlik ve güç mücadelesi olarak gördüklerinden devlet çıkarları ile uluslararası hukukun
ve örgütlerin etkisine inanmaz ve işbirliğinin sınırlı olacağını savunurlar. Neo-realizm klasik realizmden farklı olarak ulus devlet yapılarının güvenliği ile birlikte uluslararası sistemin güvenliğinin de
gerekliliğine vurgu yapar ve böylelikle güvenliği ulus devlet ile sınırlamamış olur. Realizm güvenlik analizinde ülkelerin iç dinamiklerini ve jeopolitik yapısını yadsır ve bu noktada eleştirilere maruz kalır.
Bununla beraber, uluslararası ilişkiler çalışmalarında realizmin
yadsınamayacak derecede etkili olduğunu belirtmek mümkündür.
Nitekim II. Dünya savaşından sonra ortaya çıkan paradigmalar ve
eleştirel yaklaşımlar kaynağını realizmden almıştır. 1970 sonrası literatürde kuram hızla kan kaybetmiş, temel varsayımları sorgulanmaya başlanmıştır. Küreselleşme ile birlikte, askeri güvenlik anlayışının
dışında da güvenlik olabileceği düşüncesi ortaya çıkmıştır. Uluslararası ilişkilerde ekonomik unsurların göz ardı edilemeyeceği, yalnızca askeri konular kapsamında bir güvenlik değerlendirmesinin
eksik ve tehlikeli olabileceği uluslararası ekonomi politikası çalışma
alanının ağırlık kazanması ile iyiden iyiye kabul görmeye başlamıştır7. Soğuk savaşın bitmesinin ardından bireyin de uluslararası aktör
olduğu kabul edilmiş, bireyin güvenliğinin ulusal güvenlik sağlamak
adına devlet eliyle tehlikeye atılabileceği tartışılmaya başlanmıştır.
Realizmin çatışmacı dinamizmi bugün pek çok uluslararası güvenlik çalışmasının arka planında yer almıştır fakat realizmin güvenlik konusunu genellemesi ve devlet ile sınırlaması, diğer politika
unsurlarını göz ardı etmesi realist kuramın eleştirisidir. Realizmin
aksine post modern yaklaşımlar güvenliğin tarihsel sarmalda iç güvenliği de kapsayan bir bütün olduğunu savunur. Hukuk, insan hakları, evrensel değerler, işbirliği, moralite gibi değerlerin kuramda yer
almaması ve güvenlik bağlamında ihmal edilebilirliği realist felsefenin diğer eleştiri konularıdır. Günümüzde, bu eleştiriler ışığında,
güvenliği koruyacak ve temin edecek tek aktörün devlet olmadığı
kabul edilmiş ve klasik realist anlayışın ötesinde yeni güvenlik tanımlamalarına gidilmiştir.
Ulus devletin güvenliğinin ve “ulusal çıkarının” yüceltilmesi
siyaseti özerk bir zemine kilitler. Oysa siyasetin sebebi bireydir ve
devletin bireylerin eylemlerinin soyut bir tezahürü olduğu düşünüldüğünde ulus devleti yaratan iradenin farklı aktörlere de rol verebileceği aşikârdır. Nitekim bugün uluslararası arenada farkı aktörlerin
7
Özlen Çelebi, a.g.m. , s. 71.
168
Ayşegül Özerdem
de siyasette söz sahibi olması bunu kanıtlar niteliktedir. Bununla
beraber, güvenlik sağlayıcı güç olarak devlet iradesini gösterecek
kuvvette bir aktör de henüz siyaset sahnesine çıkmamıştır. Dolayısıyla güvenlik sağlayıcı irade bazında farklı aktörler ile paralel bir zeminde devlet iradesi zaruri olmaktadır. Nitekim neo-realist akımın
günümüzdeki en önemli kuramcılarından John Mearsheimer’egöre
askeri güvenlik ve devlet hala önemlidir. Jessica Tuchman Mathews
gibi teorisyenler bu görüşü desteklemiş ve güvenlik kavramının genişlemesinin ve zemin kayması yaşamasının askeri konuların önemini azaltmadığı görüşü ile Mearsheimer’e destek vermişlerdir8.
Soğuk Savaşın ardından realizmin değişime ve işbirliğine izin
vermeyen anlayışı yerini liberal ve yapısalcı teorilere bıraksa da realizm hala politik zeminde tartışılmaktadır. Realist teorinin cevap
vermekte yetersiz kaldığı konuların olması, kuramsal olarak eksikliklerinin bulunması onun artık geçerliliğini yitirdiği manasına
gelmemektedir; realist kuramın önem verdiği güvenlik bugün hala
uluslararası ilişkilerde kilit kavramdır. Nitekim ulusal ve uluslararası
güvenlik sağlama konusunda devletler hâlâ realist kurama paralel
olarak güce önem vermektedir. Özellikle 11 Eylül saldırılarından
sonra Amerika ve Avrupa’da güvenlik algısı realist felsefenin paralelinde gitmekte ve güvenlik sağlama adına diğer devletlere karşı müdahaleci tavır sergileyebilmektedirler. Keza bugün çatışmalı
topraklarındaki rejim karşıtı muhalif güçlerin uluslararası güvenliği
tehdit etmesinin dayanağı realist paradigmanın köklerinde aranabilir. Bununla beraber, realist teorinin temel kuramlarında revizyona
gidilmeksizin küresel ve ülkesel güvenliği analiz etmek olası gözükmemektedir.
ÇANAKKALE BOĞAZI VE GÜVENLİK
Türkiye jeopolitik olarak stratejik bir noktada bulunmaktadır ve konum itibariyle Türkiye’nin kendi sınırları dâhilinde dışa kapalı bir
politika izlemesi oldukça zordur. Jeostratejik yapı çevre ile ilgilenmeyi, sınır ötesi politikalar geliştirmeyi zaruri kılmaktadır. Anadolu
tarih boyu çatışmalı bir hafızaya sahip olmuştur ve bu hafıza bugün de Türkiye’nin güvenliğini sağlamak konusunda belirleyicidir.
8
John J. Mearsheimer, “Structural Realism”, Tim Dune, Milia Kurki ve Steve Smith
(ed.), International RelationsT heories: Discipline and Diversity, Oxford Univ.
Press, 2013, 77-93; Jessica Tuchman Matthews, “Redefining Security”, Foreign
Affairs, 68-2, 1988, s. 162-77.
Realizm, Güvenlik ve Çanakkale
169
Bölgede tehdit potansiyelinin odak noktalarından birisi de boğazlardır. Karadeniz ve Ege denizini birbirine bağlayan İstanbul boğazı
ile Adalar kapısı olan Çanakkale boğazı uluslararası hukukta geçiş
açısından bir bütün olarak kabul edilmiştir9. Asya ile Avrupa’yı birleştiren bu geçitler tek bir devletin toprakları içinde olduğundan
savunmaya elverişlidir ve tarih boyunca değişen tüm olgulara rağmen önemini muhafaza etmiştir10.Akdeniz ve Karadeniz arasındaki
kuvvet dengesi olan İstanbul ve Çanakkale boğazlarının I. Dünya
Savaşı (1914-1918) ve II. Dünya Savaşı (1939-1945) dönemlerinde
oynadığı roller bu iddianın açık kanıtıdır. Dünya Savaşları süresince, Boğazlarda güvenlik zaman zaman ittifaklar ile zaman zaman ise
denge politikaları ile sağlanabilmiştir. İstikrarsız bir bölgede yaşamanın neticesinde güçlü bir savunma stratejisi geliştirerek güvenliği
garanti altına almak mecburiyetinde olan Türkiye, belirsiz tehdit ve
risklere karşı barış zamanından itibaren millî savunma olanaklarını güçlü tutmak ve silahlı kuvvetlerini olası tehditlere karşı hazır ve
güçlü bir yapıda bulundurmak zorundadır11. Bununla beraber boğazları elinde tutan devlet, önemli bir donanma kullanmak zorunda olmadan yalnızca gözetlemesiyle savaş gemilerinin Akdeniz ile
Karadeniz arasında gidip gelmelerini engelleyebilir12. Nitekim tarih
boyunca boğazlara egemen olan güçler, gözetleme noktaları ile deniz hâkimiyetlerini perçinlemişlerdir. Çanakkale Boğazı’nda güvenlik amaçlı yapılan ilk gözetleme kuleleri Truvalılar döneminde inşa
edilmiştir. Truvalılar boğaz egemenliğini bu noktalardan kontrol
edebilmiş, geçişlerde güvenliği sağlayabilmişlerdir.
Fakat Truvalıların bu egemenliği onları Truva savaşına sürüklemiştir. Truva savaşı Yunanlılar ile boğazları ellerinde bulunduran
Truvalılar arasında gerçekleşmiştir13. Çanakkale kıyılarında olan
savaşın nedeni Truva’nın güçlenmesinin Atina’da yarattığı güvenlik
kaygısı ve ticari üstünlüğün hazmedilememesidir. Savaşın bahanesi
Spartalı Helen’dir fakat asıl fitil bakır ticareti ile ekonomik olarak
güçlenen Truvalıların Çanakkale ve Ege’de gücü eline geçirmesi;
ekonomik ve askeri olarak Yunanlıları tehdit etmeye başlamasıdır.
Güç dengesinin bozulması kuşku ve çatışma ile birleşince savaş ka9
10
11
12
Sevin Toluner, Milletlerarası Hukuk Dersleri, İstanbul, Beta Yay., 1996, s.156.
Cemil Bilsel, Türk Boğazları, İstanbul, İsmail Akgün Matbaası, 1948, s. 6;
http://www.tsk.tr/1_tsk_hakkinda/tarihce.html
Yusuf Hikmet Bayur, “Boğazlar Sorununun Bir Evresi (1906-1914)”, Belleten, C.7,
S.28, s. 93
13 Cemal Tukin, Osmanlı İmparatorluğu Devrinde Boğazlar Meselesi, İstanbul, Üniversite Matbaası, 1947, s.19.
170
Ayşegül Özerdem
çınılmaz olmuştur.
Çanakkale bölgesinin jeostratejik konumu bu bölgenin tarih
boyunca istilaya uğramasının en önemli nedenlerindendir. Çanakkale tarih boyunca Lidyalılar, Persler, Makedonyalılar, Romalılar,
Bizanslılar ve Osmanlılar tarafından hâkimiyet altına alınmıştır14.
Anadolu’dan Avrupa’ya geçişi sağlaması, Marmara denizi ile Ege
denizini bağlaması bu boğaza hâkimiyetin beraberinde Marmara,
İstanbul boğazlarına ve Karadeniz’e de askeri ve ticari olarak hâkim
olmayı da getirmiştir.
Boğazın bu derece öneminden dolayı kıyılara karşılıklı kaleler
inşa edilmiş, bölgede savaşların daimi olması ve savunmanın gerekliliği tahkimatları zorunlu kılmıştır. Çanakkale’de ilk tahkimat Pers
krallığı döneminde 5.yy’da yapılmış, daha sonra Bizans imparatoru
I. Justinianus tarafından Gelibolu kalesinin yeniden inşa edilmesi ile
boğaz, ikinci büyük tahkimatı geçirmiştir15. Eceabat’a 4 km. uzaklıkta stratejik öneme haiz olan Sestoskalesi yine I. Justinianus döneminde tahkimat geçirmiştir.
Karesi ve Aydınoğulları beyliklerinin seferlerine maruz kalan
boğaz, 1346 yılında Karesi beyliğinin Osmanlı devletine katılması ile
Osmanlı’nın askeri ilgisine maruz kalmıştır. Burada bir deniz üssü
kurmayı amaçlayan Osmanlı’nın beklediği fırsat Kantakuzenos’un
Orhan Bey’den yardım istemesi ile ayağına gelmiş; Justinianus’a
karşı Kantakuzenos’u destekleyen Osmanlı, karşılığında Tzympe
(Cimbi, Umurbeglü) kalesini almıştır16. Kalenin alınması ile beraber Hisar’daki Bizans askerleri sürülmüş yerine Anadolu’dan askerler yerleştirilmiştir. Bu askeri yapılanma Aşıkpaşazade’de şöyle ifade
edilir:
“Ehl-i islâmdancoğ adam gerek…feth olunan hisarlara komağ
için ve hem yarar gâzi yoldaşlar gönderünüz…yevmen fe-yevmen
durmadan Karası vilâyetinin halkı gelür oldular; gelenler yurt tutub
gazâya meşgul oldular, el hâsıl asker-i islâm arkadandı”17.
14 Metin Tuncel, “Çanakkale Boğazı”, TDVİA, Cilt 8, İstanbul, 1993, s. 199.
15 Burcu Özgüven, Barut ve Tabya: Rönesans Mimarisi Bağlamında Fatih Sultan
Mehmet Kaleleri, ( Y.L. Tezi, İTÜ, 1997) s. 113-114
16 Halil İnalcık, “Fatih’e Kadar Çanakkale Boğazı, Gelibolu Osmanlı Üssü ve Osmanlı-Venedik Karşılaşması”, Mustafa Demir (ed.), Çanakkale Savaşları Tarihi,
Cilt 1, İstanbul,2008, s. 17.
17 Aşıkpaşazade 40, Bâb; Halil İnalcık, “Çanakkale Boğazı Özet ve Kronoloji”, Çanakkale Savaşları Tarihi, Cilt 1, İstanbul, Değişim, 2008;Halil İnalcık, “Fatih’e
Kadar Çanakkale Boğazı, Gelibolu Osmanlı Üssü ve Osmanlı-Venedik Karşılaşması”, Mustafa Demir (ed.), Çanakkale Savaşları Tarihi, Cilt 1, İstanbul,2008, s.
17.
Realizm, Güvenlik ve Çanakkale
171
Osmanlı’nın Çanakkale’de ilk tersanesi Gelibolu’da yapılmış,
inşası 1390 yılında başlamıştır18. Tersanenin kuruluş amacı Boğazlardan geçişi engellemek değil; Osmanlı donanmasına güvenli bir
gözetleme üssü oluşturabilmektir. Nitekim Gelibolu tersanesi bu
bölgeye Osmanlı ordusunun yerleşmesini sağlamış, aynı yıl boğaz
muhafızlığı kurulmuş, böylelikle Bizans’ın Akdeniz’e inmesi engellenmiş, boğazlar güvenlik altına alınmıştır. Çanakkale Boğazının ele
geçmesi özellikle İstanbul’un alınması açısından çok önemlidir; zira
böylelikle Bizans’ın düşürülmesindeki en kritik jeopolitik engellerden bir tanesi bertaraf edilmiştir. Fetret devri sonrası Çelebi Mehmet, babası Yıldırım Bayezid’in kurmuş olduğu boğaz muhafızlığını
geliştirilmesini sağlamış ve Gelibolu kalesini tahkim ettirmiştir.
İstanbul kuşatması sırasında Bizans’a yardıma gelen gemilerin
Çanakkale’den rahatlıkla geçtiğini gören ve Çanakkale Boğazı’nın
iç güvenlik açısından kilit konumda olduğunu kavrayan Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra, 1463’de boğazların en
dar yerine denizin kilidi manasına gelen Kilid-ül Bahr (Eceâbad)
ve Kale-i Sultâniye (Çanakkale) kalelerini inşa ettirmiş, Çanakkale
Boğazı ağzında bulunan Bozcaada’ya da bir hisar yaptırarak boğazlarda Osmanlı Devleti’nin “mutlak hâkimiyet” devrini başlatmıştır19.
Yapılan kalelerin güvenlik açısından stratejik önemi bir yıl sonra,
1464’de Venediklilerin Çanakkale Boğazına saldırısının geri püskürtülmesiyle daha da iyi anlaşılmıştır. Fatih Sultan Mehmet sonrası farklı zamanlarda boğazın güvenliği için karşılıklı altı kale daha
yaptırılmıştır; Anadolu kıyısına Kumkale, Avrupa yakasına Seddulbahr 17. yy.’da inşa ettirilirken, Camburnu, Köseburnu, Naraburnu
ve Bigalı kaleleri 18. ve 19. y.y.’da yaptırılmıştır. Gelibolu kalesi ise
zaman zaman tadilat görmüş, eklemeler yapılmak suretiyle yeniden
yapılandırılmıştır. Yapılan kalelerin amacı yüzyıllardır süregelen bir
savaş geleneğine uygun olarak, savunmadan çok taarruza yöneliktir. Askeri bir bölge olmasının doğal sonucu olarak boğazda ihtiyaç doğrultusunda kaleler inşa edilmiş, bu kalelerin yapımı devletin
politik ve ekonomik gücü ile doğru orantılı olarak artmıştır. 1770
yılında Rus donanmasının Çanakkale’ye dayanmasının ardından
ihmal edilen boğazın tahkimi yapılmış, mevcut tabyalara eklemeler
olmuştur, fakat Rus tehlikesinin geçmesinin ardından kaleler tekrar
18 Özgüven, a.g.e., s.114.
19 Halil İnalcık, “Çanakkale Boğazı: Özet ve Kronoloji”, Mustafa Demir (ed.), Çanakkale Savaşları Tarihi, Cilt 1, İstanbul,Değişim, 2008, s.66; Süleyman Kocabaş,
Türkiye’nin Canı Boğazlar, İstanbul, Vatan Yay., 1994, s.3.; Kemal Beydilli, “Boğazlar Meselesi”, TDVİA, Cilt 6, İstanbul, 1992, s. 267.
172
Ayşegül Özerdem
ihmal edilmiş, tabyalar ve tahkimat yeniden harap bir duruma gelmiştir. III. Selim (1789-1807) devrine kadar bu durum devam etmiştir.Fransız ordusu mensubu M. Jucherreau de St. Deny boğazlar
ile ilgili bir rapor hazırlamış ve III. Selim’e sunmuştur20. Raporda
Çanakkale’nin güvenlik açısından önemine vurgu yapılmış ve kalelerin savunmaya yeterli olmadığı, kuvvetli bir donanmanın boğazı
rahatlıkla geçebileceği ve Naraburnu’nun tahkim edilmesi gerektiği
ifade edilmiştir21. Rapor sonrası, Seddul-bahr ve Kilid-ül Bahr kaleleri arasına ve Gelibolu kıyısına yeni tabyalar inşa edilmiştir. 19. y.y.
ortalarında ve ikinci yarısında boğazın kıyılarına Mecidiye, Hamidiye, Mesudiye, Namazgâh, Yıldız, Ertuğrul ve Orhaniye adlarında
yeni tabyalar meydana getirilmiştir22. 1914 I. Dünya harbine kadar
boğazdaki tabyalara zaman zaman eklemeler yapılmış ve yabancı gemilerin geçişi engellenmiştir. Çanakkale’nin konum itibariyle askeri
olarak savunmaya uygun yapısı, İstanbul’u hedef alan akınlara set
olmasına sebep olmuştur.
Çanakkale’nin set olma özelliği gibi Osmanlı devleti de özellikle
19. yüzyılda İngiltere’nin Rusya’ya karşı set devleti olmuştur. Çarlık Rusya’sının Boğazları ele geçirip İngiltere’yi Hindistan yolunda
tehdidine karşı boğazlara egemen dişleri sökülmüş bir Osmanlı,
İngiltere’nin güvenlik politikasına uygundu. Fakat Osmanlı ve Rusya
arasında imzalanan Hünkâr İskelesi Anlaşması (1833) İngiltere’nin
bu güvenlik politikasına büyük bir darbe indirmiş ve bu tarihten itibaren İngiltere, Rusya’ya karşı, ıslahatlar ile güçlendirilmiş Osmanlıya destek vererek güvenliğini kontrol altına alma yolunu seçmiştir.
1839 Tanzimat fermanı işte bu desteği arka planında barındırmaktadır. Akabinde gelen 1856 Islahat Fermanı İngiltere’nin Türkiye’de
rejim ve iktidar değişmelerine müdahalesini iyice takviye etmiş,
1876 yılında Meşrutiyet’e geçişte İngiltere’nin etkisi zirveye çıkmıştır23. Sanayi devrimine yenilen Osmanlı güvenliğini ve mevcudiyetini korumak adına himayeye muhtaç olmuş ve güvenlik için teknolojiye ilk yenilgisini almıştır. I. Dünya savaşı bu yenilginin devamı
niteliğindedir ve boğazlar ile bitişin fitili ateşlenmiştir. İkinci yenilgi
II. Dünya savaşı sırasında boğazlara yönelik Sovyet tehdidine karşı
20 https://archive.org/details/rvolutionsdecon00saingoog/ Erişim tarihi 07.03.2015
21 Metin Tuncel, “Çanakkale Boğazı”, Mustafa Demir (ed.), Çanakkale Savaşları Tarihi, Cilt 1, İstanbul,Değişim, 2008, s.126.
22 Tuncel, a.g.e. , 127.
23 Süleyman Kocabaş, Türkiye’nin Canı Boğazlar, İstanbul, Vatan Yay., 1994, s. 191192.
Realizm, Güvenlik ve Çanakkale
173
ABD’den yardım alınması ile yaşanmıştır24. Savaş sonrasında da eksen kayması yaşayan Türkiye denge politikası yürütmekte zorlanmış,
İsmet İnönü dönemi ile başlayan güvenlik endişesi, iç dinamikler ve
dış baskılar ile birleşmiş ve devlet güvenliğinin ancak demokratik
devletler topluluğu içerisinde yer alarak sağlanabileceği görüşünün
ağırlık kazanmasına sebep olmuştur. Nitekim Türkiye’nin tek partili
rejimden, çok partili sisteme geçişini veAvrupa Birliği kriterlerini
uygulama girişimlerini bu perspektiften okuduğumuzda tarihsel
olarak sürecin devam ettiğini gözlemlemek mümkündür.Tarihsel
deneyimler bizlere göstermektedir ki; boğazların güvenliğinin sağlanması jeopolitiğin ekonomiye ve demokrasiye pozitif etki etmesine neden olmuştur. Başka bir ifade ile güvenlik endişesi ile refah ve
demokrasi seviyesi artmıştır.
I. Dünya Savaşı’nın sonunda 20 Temmuz 1936 tarihinde imzalanan Montreux (Montrö) sözleşmesinin ardından boğazlar uluslararası geçişlere açılmıştır. Tarihsel olarak boğazlar konusunda
daima aynı iki nedenden ötürü anlaşmazlık çıkmıştır; boğazların
hâkimiyeti ve yabancı geçişlere açıklığı. Monteux,Türkiye boğazlarının milli olma özelliğini koruyan ve günümüzde uluslararası
ulaştırmada kullanılan diğer boğazlardan geçiş rejimlerine kıyasla
boğaz devletinin güvenlik yetkilerini asgarî kısıtlayan bir antlaşma
olmuştur25.
Çanakkale stratejik olarak güvenli bir enerji koridoru olabilme
potansiyeline sahiptir. Boğazların Doğu-Batı ve Kuzey-Güney enerji
haritasının odağında olması başta ABD, Avrupa olmak üzere Rusya
ve Çin’in bölgedeki istikrar ve güvenliğe ilgisini artıracaktır. Boğazların, giderek istikrarsızlaşan Orta doğuya alternatif olarak görülmesi tesadüf değildir. Bununla beraber, ülkemiz coğrafyasında istikrar ve demokratikleşme geçişi dolaylı yoldan da olsa boğazların
güvenliği ile ilintilidir.
Günümüzdeki güvenlik algısı, demokratikleşme adımlarında
lokomotif rol oynamaya devam etmektedir, özellikle komşu devletlerde yaşanan güvenlik zafiyetleri ve iç savaşlar bu lokomotifin
daha da hız kazanmasına olumlu yönde etki etmesi iç politikanın
doğru hamleleri ile mümkün olacaktır. Görünen odur ki güvenli
ve demokratik topraklar enerji aktarımında başat rol üstlenecektir.
24 Kocabaş, a.g.e., s.194.
25 Cemal Tukin,a.g.e.; Cemil Bilsel, Türk Boğazları, İstanbul, İsmail Akgün Matbaası, 1948;Başak Bükülmez ve Timur Küpeli, “Küresel Güçlerin Karadeniz
Startejilerinin Önündeki Engel: Montrö” http://dergipark.ulakbim.gov.tr/guvenlikstrtj/article/view/5000098938/5000092194 /Erişim Tarihi, 07.03.2015
174
Ayşegül Özerdem
Boğazlara, dolayısıyla Karadeniz ve Akdeniz’de hâkimiyet enerji politikalarını manipüle edebilme yetisini de beraberinde getirecektir.
Orta Doğu’nun yakın zamanda istikrara kavuşmayacağı ve petrol güvenliği açısından küresel güçlerin yüzünü Orta Asya ve Hazar
petrolüne döneceği öngörüsü Boğazların petrol hattı olabileceği fikrini de beraberinde getirmektedir.Uluslararası Enerji Ajansı’nın (International Energy Agency) 2000-2030 dönemini kapsayan raporu
ve 2014 Dünya Enerji raporu incelendiğinde ABD, AB ve Japonya
gibi sanayileşmiş ülkelerin enerji kontrolü konusunda rekabetinin
ve fosil enerji kaynaklarının (petrol, kömür, doğalgaz) kullanımının
önlenemez biçimde artacağı bu nedenle enerji açığı ile karşı karşıya
kalan gelişmiş ülkeler ile enerjiyi ihraç edip karşılığında teknoloji
satın alan ülkeler arasında bağımlılığın iç içe geçeceği ifade edilmektedir26.Rapora göre bu durum, enerji kaynaklarının güvenliği konusunda endişeleri de beraberinde getirecek, uluslararası enerji nakil
hatlarının güvenliği konusu özellikle gelişmiş devletlerin gündeminin zirvesine taşınacaktır. Dolayısıyla, güvenliğin sağlanamadığı
ülkelerden ziyade barış ve güven ortamının hâkim olduğu ülkeler
enerji nakil yolu olarak görülecektir. Ortadoğu’dan enerji naklinin
bölgedeki istikrarsızlık sebebiyle günden güne zorlaştığı aşikârdır;
yeni konjonktürde Orta Asya ve Hazar enerjisi daha da fazla önem
kazanacağı ve dolayısıyla boru hattı alternatifleri başta ABD ve Rusya olmak üzere Çin ve Avrupa Birliği ülkelerini karşı karşıya getireceğini öngörmek mümkündür. Bu konjonktürde, Türkiye’nin ve
boğazların önemi artacak, enerji nakillerinin Türkiye üzerinden
gerçekleşmesi halinde İstanbul ve Çanakkale boğazlarının stratejik
boyutu farklı bir derinliğe sahip olacaktır.Astrahan Seferi (1568) ile
başlayan ve I. Dünya Savaşı’na kadar süregelip Soğuk Savaş ile yeni
bir boyut kazanan ilişkilerin Sovyet Rusya’sının çöküşünün ardından
daha barışçıl bir zeminde ilerlemesinin ardından, bugün Rusya ikili
ilişkiler enerji bağlacı ile normalleşecek gibi gözükmektedir. Kuşkusuz, Rusya ve Türkiye’yi yakınlaştıracak olan bu hamleler, ABD ve
AB nezdinde siyasi algıda farklılık yaratacaktır.
SONUÇ
Güvenlik bir varoluş sorunsalıdır ve insanların, ülkelerin, kurumların varlığını sürdürebilmesi için gereklidir. Uluslararası ilişkilerde
26 http://www.iea.org/Textbase/npsum/WEO2014SUM.pdf;http://www.eia.gov/forecasts/ieo/pdf/0484(2014).pdf,/ Erişim tarihi 07.03.2015.
Realizm, Güvenlik ve Çanakkale
175
sistemsel yapının alt kimliğini belirlemede temel etkendir. Realist
bakış açısı başta olmak üzere gelenekselci ekoller güvenlik merkezli
teoremler geliştirmişler ve güvenliğin oluşturulması, muhafazasına
yönelik önermelerde bulunmuşlardır. Yalın ve analitik tespitleri realist teoremi diğerlerinden farklı bir konuma taşımış ve günümüze kadar tartışılmasını sağlamıştır. Realist teori, gücün bir uzantısı
olarak gördüğü güvenliği temin etmeyi vazgeçilmez kabul ederken
bunu sağlamada sadece devleti aktör olarak belirleyerek kuramsal
zafiyet oluşturmuştur. Çatışma odaklı ve devlet merkezli güvenlik
paradigmasının gerek düşünsel gerekse eylemsel anlamda güvenliği
tesis etmekteki yetersizliği 20. yüzyılın buhranlı dönemlerinde daha
iyi anlaşılmış ve bu paradoks, güvensizliğin nasıl çözümleneceğine
dair yeni teorik ve metodolojik yaklaşımların oluşmasına sebep olmuştur. Global değişimleri açıklama ve öngörülerde bulunabilme
işlevini görecek bir teori üretmek oldukça zordur. Bu nedenle, düzeni teorileştirme çabası her daim başarısızlığa mahkûm olacak gibi
gözükmektedir.Sonuç itibariyle, global ilişkileri tek teori üzerinden
açıklamak yanıltıcı olduğu gibi başarısızlıkla da sonuçlanacaktır.
Dünyanın jeopolitiği, ticaret yöntem ve yolları, askeri ittifakları,
güvenlik algılamaları günden güne değişmektedir. Haberleşme ağlarının çoğalması sosyal medyanın çeşitlenmesi, farklı savaş yöntemlerinin ortaya çıkması terörün sınır kavramının ortadan kalkması
güvenliğin tanımını ve sağlanabilirliğini teorik zeminden daha geniş
bir sahaya taşımıştır. Yeni dünya düzeninde güvenlik kavramı, terör
ve teröre destek verenler ekseninde yoğunlaşmaktadır. Kuşkusuz bu
görüşün hakimiyet kazanmasında ABD’nin “güvenlik leştirme”
(securitization) politikasının yoğun bir etkisi vardır. Güvenlik kavramının terörizm ve destekçileri bazında algılanması, güvenlik sorunu yaratanların manipüle edilmesi güvensizlik halüsinasyonlarını
da beraberinde getirmiştir. Güvensizlik kavramının sürekli vurgulanmasıyla, bir süre sonra, uluslararası sistemin sağlıklı reflekslerini
kilitlenmesi olasıdır. Güvensizlik algısı beraberinde birlikte hareket
etme, daha ileri aşamada ise sürüye dâhil olmayı getirecektir ki bu
aşamada teklik ve bireysellik yitirilecektir. Yeni yönelimleri iyi analiz etmek ve coğrafi konumlanmayı akılcı çerçevede değerlendirmek
ülkesel çıkarlarımızın lehine olacaktır. Keskin teori ve aşırı önermelere kendimizi hapsetmek yerine, ulusal çıkarların korunmasının ve
barışçıl çözümlerintemel amaç olduğu politik bir zeminde, küresel
ilişkilerin sadece devletler bazında olmadığını kavrayarak strateji
belirlemek mümkündür.
Çanakkale boğazı tarih boyunca Anadolu’nun güvenliği için kilit
176
Ayşegül Özerdem
rol oynamıştır. Bugün de bu durum devam etmektedir. Çanakkale,
değişen jeopolitiği ile Asya ve Avrupa arasında enerji geçiş güzergâhı
olabilme potansiyeline sahiptir. Özellikle Ortadoğu’daki istikrarsızlığın ardından Avrupa ve Amerika’nın ihtiyacı olan enerjinin güvenli aktarımı için Çanakkale havzası artan bir değere sahip olacaktır.
Bununla beraber, Boğazların Ortadoğu ve Hazar enerji hatlarının
merkez üssü olabilmesi hayalinin denge politikası oluşturmaksızın
gerçekleşmesi halinde bunun bir bağımlılık haline gelmesi kuvvetle
muhtemeldir. Bu nedenle, jeostratejik değişimin sinyallerini iyi okuyarak, güç ve güvenlik dengesini oluşturabilmek temel hedef olmalıdır.
Bölgeden rahat ve güvenli geçişe dair üretilecek tüm stratejiler
başta Avrupa olmak üzere Amerika ve Rusya’nın da ilgisini çekmektedir. Türkiye’nin özellikle siyasi, ekonomik ve askeri konularda Ege,
Marmara ve Karadeniz kıyıdaşları ile işbirliğine gitmesi, karşılıklı
çıkar noktaları tesis etmesi hem boğazların güvenliği açısından hem
de ülke güvenliği açısından dengeli bir politika yürütülmesini sağlayacak ve böylelikle ABD, Rusya ve AB etkisi daha az hissedilecektir.
Ülkelerin yatırım, ticaret, enerji ile birbirine karşılıklı olarak, dengeli
bir biçimde bağlanması güvenliğin ve barışın en büyük teminatıdır.
Bu teminata sadece devletler değil diğer aktörler de dâhil olacaktır
ki bu da en güvenilir yoldur.
Homeros’un İlyada’sına göre Çanakkale’de boğazının şahit olduğu Truva savaşları Spartalı Helen için başlamıştı. Osmanlı Devleti’ni
içine çeken I. Dünya savaşının kıyamet tohumları ise boğazlardan
geçemeyen tahıllar ile atılmıştı. Homerik bir dünyada yaşamadığımız ve Troya atları ile yenilmeyeceğimiz realizmini kabul etsek de
Çanakkale’nin güvenliğinin geçmişte olduğu gibi bugün de önem
arz ettiğini tarih ve mevcut durum bizlere göstermektedir. Amaç ve
aktörler değişse de, realist perspektiften bakıldığında, Çanakkale’nin
jeopolitik olarak güvenlik zafiyetlerinin olma olasılığı bakidir.
Montreux Sözleşmesi pek çok tartışmaya konu olarak günümüze kadar gelmiş, boğazlarda barış ve güvenliği sağlama açısından
başarılı bir anlaşma olmuştur. Türkiye’ye önemli stratejik avantaj
sağlayan Montreux, teknik olarak miadını doldurmuş olmasına
karşın korunmak zorundadır. Sözleşmenin ikinci maddesinin barış zamanlarında ticaret gemilerine tanıdığı sınırsız geçiş hakkının
revizyonuna ilişkin Türkiye’nin taleplerinin, enerji nakil hatlarının
ardından daha da artacağı öngörüsünde bulunmak mümkündür.
Enerji nakilinin artması ile Türkiye boğazlarında can, mal ve çevre
güvenliğini tehlikeye atacak kaza meydana gelme olasılığı da arta-
Realizm, Güvenlik ve Çanakkale
177
caktır. Türkiye, bu durumu önlemek için geçişlerde gerekli denetimi
Montreux çatısında gerçekleştirme yollarını arama imkânına sahiptir. Bununla beraber, sözleşmenin 28. maddesi gereği taraf devletlerden birinin fesih hakkı mevcuttur ve 29. madde beraberinde
değişiklik talep edebilme olanağını sunmaktadır. Olası bir değişiklik
talebinde Türkiye’nin yalnız kalma ihtimali yüksektir ki bu durumda
güç dengesi devreye girecektir. Montreux’da maddesel değişiklikten
yola çıkarak bütünsel değişiklik taleplerinin çözümsüzlük boyutuna
gelmesi olasılığına karşı, mevcut eksikliklerin uluslararası konvansiyonlar bazında çözümlenmesi Türkiye’nin güvenlik ve güç kaybını
önleyecektir.
Uluslararası İlişkilerde coğrafya gücün ve güvenliğin bir parçasıdır ve diğer unsurlara nazaran en sabit ve en durağan olandır.
Nicholas Spykman’ın da ifade ettiği gibi “Coğrafya uluslararası ilişkilerde en temel unsurdur; bakanlar gelir ve gider; hatta diktatörler
bile ölür ama dağlar yerinde kalır. Çanakkale bakidir ve bu bağlamda, bir başka Çanakkale savaşında kan kaybetmemek adına güvenlik stratejisi oluşturmak, enerji jeopolitiğini iyi analiz ederek resmin
bütününü görerek bir vizyon belirlemek gerekmektedir. Bu noktada
kritik eşik realizmin kuşkucu tavrını paranoyaya dönüştürmeksizin,
diğer faktörleri de hesaba katarak, barışçıl çözümler bulabilmektir.
Boğazlarda istikrar ve barışa sadece Türkiye’nin değil dünyanın da
ihtiyacı vardır.
KAYNAKLAR
Burcu Özgüven, Barut ve Tabya: Rönesans Mimarisi Bağlamında Fatih
Sultan Mehmet Kaleleri, ( Y.L. Tezi, İTÜ, 1997).
Cemal Tukin, Osmanlı İmparatorluğu Devrinde Boğazlar Meselesi, İstanbul, Üniversite Matbaası, 1947.
Cemil Bilsel, Türk Boğazları, İstanbul, İsmail Akgün Matbaası, 1948.
Chris Brown, Kirsten Ainley, Uluslararası İlişkileri Anlamak, çev. Arzu
Oyacıoğlu, İstanbul, Yayınodası, 2008.
Halil İnalcık, “Çanakkale Boğazı Özet ve Kronoloji”, Çanakkale Savaşları Tarihi, Cilt 1, İstanbul, Değişim, 2008.
Halil İnalcık, “Fatih’e Kadar Çanakkale Boğazı, Gelibolu Osmanlı Üssü
ve Osmanlı-Venedik Karşılaşması”, Mustafa Demir (ed.), Çanakkale
Savaşları Tarihi, Cilt 1, İstanbul,2008.
John J. Mearsheimer, “Structural Realism”, Tim Dune, Milia Kurki ve
Steve Smith (ed.), International RelationsTheories: Discipline and
Diversity, Oxford Univ. Press, 2013.
178
Ayşegül Özerdem
Metin Tuncel, “Çanakkale Boğazı”, TDVİA, Cilt 8, İstanbul, 1993.
Mustafa Aydın, “Uluslararası İlişkilerin Gerçekçi Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği”, Uluslararası İlişkiler, 11, 2004.
Özlen Çelebi, ”Güvenlik”, Haydar Çakmak (Ed.), Uluslararası İlişkiler
Giriş Kavram ve Teoriler, Ankara, Barış Yay., 2007.
Sevin Toluner, Milletlerarası Hukuk Dersleri, İstanbul, Beta Yay., 1996.
Stephen M. Walt, “TheRenaissance of Security Studies” International
Studies Quarterly, 2, 35,1991.
Süleyman Kocabaş, Türkiye’nin Canı Boğazlar, İstanbul, Vatan Yay.,
1994, s.3.; Kemal Beydilli, “Boğazlar Meselesi”, TDVİA, Cilt 6, İstanbul, 1992.
Süleyman Kocabaş, Türkiye’nin Canı Boğazlar, İstanbul, Vatan Yay.,
1994.
Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri, İstanbul, Alfa, 2004.
Thomas Hobbes, Leviathan, London, Penguin, 1985.
Yusuf Hikmet Bayur, “Boğazlar Sorununun Bir Evresi (1906-1914)”, Belleten, C.7, S.28.
Download