mycosis fungoides hastalarında helicobacter pylori prevalansı ve

advertisement
T.C
Sağlık Bakanlığı
Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Dermatoloji Kliniği
Şef: Uzm. Dr. Tülin Mansur
MYCOSİS FUNGOİDES HASTALARINDA
HELİCOBACTER PYLORİ PREVALANSI VE
ETYOLOJİDEKİ ROLÜ
(UZMANLIK TEZİ)
Dr. Murat Bulut
İstanbul-2006
ÖNSÖZ
Uzmanlık eğitimime bilgi ve deneyimleriyle değerli katkılarından dolayı sayın
hocam Şef. Dr. Tülin Mansur ve Doç. Dr. Adem Köşlü’ ye,
Eğitimim süresince bilgi ve deneyimlerini esirgemeyen, her zaman ilgi ve
manevi desteğini gördüğüm şef yardımcılarımız sayın Uzm. Dr. Aynur Karaoğlu,
Uzm. Dr. Deniz Balaban’ a ve başasistanımız sayın Uzm. Dr. Kadriye Koç’ a,
Rotasyonlarım sırasında eğitimime katkılarından dolayı II. Dahiliye klinik şefi
sayın Doç. Dr. Zekai Kuyubaşı ile İnfeksiyon hastalıkları klinik şefi sayın Uzm. Dr.
Özcan Nazlıcan’ a,
Birlikte uyum ve hoşgörü içinde çalıştığım değerli uzman ve asistan
arkadaşlarım, klinik hemşire ve personeline,
Bana her konuda ve her zaman manevi desteğini esirgemeyen sevgili aileme,
Sonsuz saygı ve teşekkürlerimi sunarım.
Dr. Murat Bulut
2
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ VE AMAÇ
4
GENEL BİLGİLER
6
HASTALAR VE METOD
36
BULGULAR
37
TARTIŞMA
45
SONUÇ
49
ÖZET
50
KAYNAKLAR
52
3
GİRİŞ VE AMAÇ
Kutanöz lenfomalar,
deride
malign
lenfositlerin
klonal çoğalmasıyla
karakterize heterojen neoplastik hastalıklar grubudur. İlk olarak deride başlayan ve
tanı konulduktan sonra altı ay içerisinde deri dışı tutulum saptanmayan olgular primer
kutanöz lenfoma olarak kabul edilir. Primer kutanöz lenfomalar T ve B
lenfositlerinden kaynaklanmalarına göre iki grup altında incelenirler. Bu iki grup
klinik, histopatolojik, immunofenotipik ve prognostik açılardan anlamlı derecede
farklılıklar göstermektedir. Kutanöz lenfomaların %65’i T, %25’i B hücreli
lenfomalardır. Kutanöz T hücreli lenfomaların (KTHL) en sık karşılaşılan iki alt tipi
mikozis fungoides (MF) ve Sezary sendromudur. Yıllardır KTHL etyolojisinde, kronik
antijen uyarısı ile oluşan yaygın inflamatuvar cevap sonrasında epidermisde T
hücrelerinin malign klonal çoğalması suçlanmaktadır. Etyoloji hala tam olarak
aydınlatılamamışsa da, bu süreçte rol alabilecek birçok ajan ve risk faktörleri öne
sürülmüştür(1-10).
Sınırsız klonal T hücre çoğalmasının mekanizması henüz tam olarak
açıklanamamıştır, ancak MF’in sürekli antijen uyarımı ve gen mutasyonu sonucunda,
çok aşamalı bir patogeneze bağlı olarak geliştiği kabul edilmektedir. MF, deride
bulunan ve diğer T hücrelerinden farklı olarak yüzeylerinde kutanöz lenfosit antijeni
reseptörü taşıyan T hücrelerinin habisleşmesinden kaynaklanır. Kronik antijen uyarısı,
süperantijen ve/ya da gen mutasyonu sonucu moleküler değişikliklerin ortaya çıkışıyla
bağışıklık sistemi cevabı bozulur (1-10).
Helicobacter pylori’nin deri hastalıklarından özellikle kronik ürtiker, akne
rozase, akiz soğuk ürtikeri, herediter angionörotik ödem, psoriazis, alopesi areata,
Behçet hastalığı, reküran aftöz stomatit, Sweet sendromu ve dermatitis herpetiformis
4
gibi hastalıkların etyolojisinde rol oynayabileceği bildirilmiştir(11,12). Ayrıca
marjinal hücre kökenli, düşük gradlı bir B hücreli lenfoma olan MALT lenfomalarda
H.pylori sürekli antijenik uyarıyla klonal çoğalmaya sebep olmakta ve MALT lenfoma
gelişiminde etyolojik ajan olarak suçlanmaktadır (13). Bu da primer KTHL ile H.
Pylori enfeksiyonu arasında bir ilişki olabileceğini akla getirmektedir. İmmün sistemi
sürekli uyarma yeteneğine sahip olan H. Pylori’nin MF etyolojisinde rolü olup
olmadığına dair kanıtlar ve çalışmalar bulunmamaktadır.
Bu temel bilgiler ve düşünceler doğrultusunda MF etyopatogenezinde H.
pylori’nin olası rolünü ortaya koymak için düzenlediğimiz çalışmamızda, MF ve
yaş/cinsiyet uyumlu kontrol hastalarında, kanda H. pylori antikoru ve gaitada H.
pylori antijeni pozitiflik oranlarının belirlenmesi ve aralarında istatistiksel bir farklılık
olup olmadığının araştırılması amaçlandı. Ayrıca MF hastalığının klinik evresi ve
hastalığın süresiyle H. pylori pozitifliği arasındaki olası ilişkinin değerlendirilmesi
planlandı.
5
GENEL BİLGİLER
Kutanöz lenfomalar
Lenfomalar lenfoid dokunun neoplastik hastalıklarıdır. İmmunolojik ve
histopatolojik farklılıkları nedeniyle Hodgkin ve non-Hodgkin lenfomalar şeklinde
ikiye ayrılırlar. Non-Hodgkin lenfomalar klinik ve morfolojik görünümlerinin yanında
immunolojik belirteçlere ve prognoza göre sınıflandırılmışlardır. Ekstranodal nonHodgkin lenfomalar içinde primer gastrointestinal lenfomalardan sonra en sık
karşılaşılanı primer kutanöz lenfomalardır. Primer kutanöz lenfomalar B ve T
lenfositlerinden kaynaklanmalarına göre iki grup altında incelenirler. Bu iki grup
klinik, histopatolojik, immunofenotipik ve prognostik açılardan anlamlı derecede
farklılıklar göstermektedirler. Lenfositlerdeki çeşitli yüzey belirteçleri lenfoma
tiplerinin birbirinden ayrılmasında yardımcı olur. KTHL’ların en sık karşılaşılan iki alt
tipi MF ve Sezary sendromudur. 1806 yılında Fransız dermatolog Alibert ilk kez
mantar şeklinde deri tümörü olan bir hastada MF’i tanımlamıştır (1).
KTHL’lar,
MF’ten non-MF KTHL’lara kadar geniş bir spektrumu kapsar
(10). Bütün MF formları KTHL olmakla beraber tüm KTHL’lar MF değildir (14).
MF klinik görünümleri:
MF’in klinik olarak olarak belirgin şekilde ortaya çıkmasına kadar, çoğunlukla
hasta veya hekim tarafından fark edilemeyen veya önemsenmeyen uzun bir dönem
geçmektedir. Erken lezyonlar ekzemayı taklit eden bir dönemden geçerler ve tanıyı bu
dönemde koyabilmek için sık sık biyopsi yapmak gerekir (2). Nonspesifik skuamlı
deri lezyonlarının bulunduğu ve birkaç aydan birkaç yıla kadar (ortalama altı yıl) süren
devrede inflamasyon ve kaşıntı görülebilir(10). Pre-mikotik evredeki lezyonlar topikal
kortikosteroidlere cevap verebildiği gibi, tedavi edilmese bile ortadan kaybolabilirler.
1876’da Bazin MF’in üç evrede incelenebileceğini öne sürmüştür. Ancak, bu
6
lezyonlara eritrodermik formun da eklenmesi gerektiği de bildirilmiştir (1). Bunlar
sırasıyla:
a) non-spesifik eritematöz patch (yama) ya da pre-mikotik evre,
b) infiltre plak (likenoid)
c) tümör (fungoid) olarak tanımlanırlar.
Yama (patch) evresi: MF klinik olarak fark edilmeden yavaş seyir gösterek
yıllarca sürebilir. Lezyonlar yavaş büyüyen yuvarlak, oval, polisiklik veya serpijinöz
görünümde, morumsu kırmızı renkte, net sınırlı yamalar şeklinde karşımıza çıkarlar.
Bu evrede lezyonlar tek veya çok sayıda olabildikleri gibi eritematöz, hafif skuamlı ve
merkezleri atrofik görünümlü de olabilirler. MF tipik olarak vücudun güneş görmeyen
kapalı bölgelerinde; “mayo bölgesi”olarak da ifade edilen, kalçalar, baldırlar, alt karın
ile aksilla ve göğüsleri
içine alan kıvrım bölgelerinde
görülür (1, 2, 3, 10).
Lezyonların merkezinde ince kırışıklıklar görülebilir ve bu atrofi ile karışabilir.
Hastalık nadiren akneiform, büllöz, papillomatöz, hipopigmente ve hiperkeratozik
atipik lezyonlarla başlayabilir. Yama lezyonlar semptomsuz veya yoğun kaşıntılı
olabilirler. Kaşıntı infitrasyonun göstergesidir. Tekrarlayan ekskoriasyonlar sıklıkla
sekonder likenifikasyona sebep olurlar (3).
İnfiltre plak evresi:
Plaklar iyi sınırlı, deri yüzeyinden kabarık, kırmızı
kahverengi renkte ve eritematözdürler (2). Bu dönemde MF tanısı daha kolay
konabilir.
Plakların yüzeyi skuamlı, kurutlu veya sağlam olabilir. Plaklar yama
lezyonları üzerinden veya normal görünümlü deriden gelişebilirler. Plaklar deri
kıvrımlarını atlayarak yayılırlar. Lezyonlar oldukça persistandır ve zaman içinde
birbirleri ile birleşip, anüler, köşeli veya serpijinöz şekiller alabilirler (10). Bazen
spontan regresyon da görülebilir. Plakların periferinde aktivasyon varken, merkezi
iyileşme gösterebilir. Büyük plakların merkezinde keskin sınırlı sağlam deri
7
adacıklarının bulunması MF’i akla getiren bulgulardandır. Bu evrede lenfadenopati
görülebilir, ancak sıklıkla dermatopatiktir. Saçlı deri tutulumu sonucunda alopesi
görülebilir. Hastalık göz kapaklarına ve dış kulak yoluna yayılma gösterebilir (3).
Avuç içi ve ayak tabanlarında hiperkeratoz ve fissürler gözlenebilir (3, 4). Tırnaklarda
distrofi, deride poikiloderma ve hipopigmentasyon oluşabilir (3). Hastalarda tipik
olarak yoğun kaşıntı mevcuttur.
Tümör evresi: Diğer evrelere göre daha nadir rastlanır. Tümörler yama ve plak
lezyonlarından gelişebileceği gibi, de novo da oluşabilirler. Tümörler
her yerde
görülebilmekle birlikte en sık aksilla, kasık, popliteal fossa ve kadınlarda meme altı
gibi vücudun kıvrım yerleri ile yüzde görülürler. Yüz tutulumu sonucunda aslan yüzü
görünümü ortaya çıkabilir. Kaşıntı tümör lezyonlarında daha hafiftir. Tümörler sıklıkla
birkaç cm çapında, deriden kabarık, yumuşak, morumsu kırmızı ya da
kırmızı
kahverengi, yarım küre şeklindedirler. Nekroz ve ülserasyon gösterebilirler, infekte
olabilirler. Ağrı görülebilir. Sistemik hastalık bulguları da bu dönemde belirginleşir (7,
10).
Diğer klinik görünümler:
MF d’emblee: Vidal ve Brocq (5) 1885 yılında hızlı gelişen ve öncü lezyon
saptanmayan büyük tümöral lezyonların görüldüğü “tumeur d’emblee” klinik formunu
tanımlamışlardır. Bu form seyrektir ve MF hastalarının % 5-10’undan daha azında
görülür (2). Bazı araştırıcılar bunun lenfomaya bağlı ikincil deri tutulumu olduğunu
iddia ederken, bazıları da ayrı bir hastalık olarak kabul edilmesi gerektiği
görüşündedirler ( 2,6,7).
Eritrodermik MF: Bazı hastalarda yaygın eritroderma görülebilir. Eritroderma
de novo gelişebileceği gibi MF sonrası da gelişebilir. Deri belirgin olarak eritemli,
skuamlıdır ve tipik olarak simetrik sağlam deri adacıkları gözlenir. Bu sağlam görünen
8
deri adacıkları karın, antekübital ve aksiller bölgeler gibi sıklıkla deri katlantıları ve
kıvrım yerleridir. Buna “şezlong” belirtisi denir. Yüz tutulumu ile kıvrımların
belirginleşmesi sonucu “aslan yüzü” oluşabilir. Saçlar ve diğer vücut kıllarında
dökülme, palmoplantar hiperkeratoz, fissürler, onikodistrofi, ektropiyon tabloya
eklenebilir. Hastalarda şiddetli kaşıntı vardır ve buna bağlı olarak ekskoriyasyon,
eksüdasyon görülebilir (7,10). Bu tabloya lenfadenopati ve hematolojik parametreler
eklenince Sezary sendromundan bahsedilir. Sezary sendromu diyebilmek için
eritrodermi, KTHL ile uyumlu deri biyopsisi, lenfadenopati (dermatopatik veya
neoplastik) ve periferik kanda %5’in üzerinde atipik lenfosit (= serebriform nükleuslu
Sezary hücreleri) bulunmalıdır(10, 15, 7).
Poikilodermik MF:
Hastalarda özellikle göğüs ve kalçaların en fazla
etkilendiği yaygın poikiloderma mevcuttur. Hiper-hipopigmente alanlar, telenjiektazi
ve atrofi belirgindir. Kaşıntıdan çok yanma hissi vardır (8).
Bunların dışında MF klinik olarak farklı dermatozlara benzer görünümlerde
karşımıza çıkabilir. Bunlar akantozis nigrikans, alopesi, büllöz erüpsiyon, komedonlar
ve epidermal kistler, saçlı deride dissekan selülit, dizidroz, eritema multiforme, akiz
iktiyoz, görünmeyen dermatoz, pigmente purpurik dermatoz, iskemik ayak, keratozis
likenoides
kronika,
nekrobiyozis
lipoidika,
perioral
dermatit,
porokeratozis,
palmoplanter püstülöz, piyoderma gangrenozum, sarkoidoz, sarkoma, vezikülobüllöz
erüpsiyon, vitiligo, psoriazis, pitriyazis alba, eritem anüler santrifüj’dür (9). Sistemik
bulgular ise dermatopatik ya da neoplastik lenfadenopati ve diğer organ metastazlarına
ait bulguların yanında zayıflama, halsizlik gibi semptomlardır.
Ayırıcı tanı: Yama ve plak evresinde MF birçok selim dermatozla karışabilir.
Atopik dermatit, kontakt dermatit, seboreik dermatit, mantar enfeksiyonları, psoriazis,
parapsoriazis, intertrigo, anüler eritemler, liken planus ve alopesi başlıcalarıdır.
9
Tümoral evrede psödolenfoma, lenfomatoid papüloz, lökemia kutis ve B hücreli
lenfoma ile karışabilir. Eritrodermik görünümde ise ilaç reaksiyonları, pitriyazis rubra
plaris, psoriazis, seboreik dermatit ve atopik dermatit ile ayırıcı tanı yapılmalıdır (7,
10).
Epidemiyoloji:
Erken epidemiyolojik çalışmalar 1980 öncesinde MF insidansında önemli bir
yükseliş olduğunu göstermiştir (14). Yeni yapılan geniş verili çalışmalar ortalama
yıllık artış hızının 0.3/100 000 olduğunu ortaya koymaktadır (16) . MF insidansı
ABD’de yaklaşık 0.5-1/100 000 düzeyindedir. MF tipik olarak yaşlıların hastalığıdır
ve tanı konduğunda ortalama yaş 55 dolayındadır. Artan yaşla orantılı olarak prevalans
da artar. Afrika kökenli Amerikalı’larda ve erkeklerde, beyazlara ve kadınlara kıyasla
iki kat daha sık gözlenir (1).
Etyopatogenez:
Yıllardır KTHL’nın etyolojisinde, kronik antijen uyarısı ile oluşan yaygın
inflamatuvar cevap sonrasında, epidermisdeki T hücrelerinde malign klonal çoğalma
olması suçlanmaktadır. Etyolojide rol alabilecek birçok ajan ve risk faktörleri öne
sürülmüştür (10).
Mesleki ve çevresel faktörler:
Bazı araştırmacılar petrokimya, tekstil, metalurji gibi iş alanlarında çevresel
kontakt allerjenlerle temasın kronik antijen uyarısına yol açtığını ve KTHL’ daki
atipik T hücrelerinin buna proliferasyonla yanıt verdiğini iddia etmişlerdir (4). Ancak
yapılan bir vaka-kontrol çalışmasında MF ve kimyasal ajana maruz kalma arasında bir
ilişki ortaya konamamıştır (17).
10
Kalıtım:
Ailesel olgular bildirilmesine rağmen, KTHL’nin genel olarak sporadik olduğu,
gerçek kalıtsal geçiş özellikleri göstermediği kabul edilmektedir (4).KTHL olgularında
az sayıda sitogenetik çalışma olmasına rağmen, çok sayıda yapısal ve sayısal
kromozomal bozukluk bildirilmiştir.
Onkogenler:
Tümör baskılayıcı gen olan p53’ün nokta mutasyonu ve hücrede birikmesi
yüksek
grade
KTHL’de
belirginken,
düşük
grade
KTHL’da
değişiklik
göstermemektedir. Bu durum, KTHL patogenezinde genetik/moleküler düzeydeki
tümör baskılayıcı fonksiyonun defekte uğramasının KTHL gelişimine etkisi
olabileceğini düşündürmektedir (18). İnflamatuvar deri hastalıklarında da hücre
yüzeylerinde bulunabilen, apoptozis yavaşlatıcı etkiye sahip bcl-2’ nin artmış
sergilenmesi
sonucu
apoptozisin
baskılanmasıyla
hücrelerin
ölümsüzleşmesi,
lenfomalardaki patogenetik mekanizmalardan biri olabilir. Bu noktada apoptozisin
KTHL’daki moleküler/genetik regülasyonuna yönelik daha ileri çalışmalar önem
kazanmaktadır (4,19).
Radyasyon ve immünsüpresyon:
Radyasyon ve immünsüpresyonun KTHL’da risk faktörü olabileceğine ilişkin
çalışmalar olmakla birlikte (20, 21), epidemiyolojik çalışmalar bu görüşü
desteklememektedir (22).
Bakteriyel Süperantijenler:
Staphylococcus aureus kolonizasyonunun KTHL’da hastalığın aktivasyonuna
neden olduğu, süperantijenik ekzotoksinlere Sezary hücrelerinin yanıt verdiği ve
antibakteriyel
tedavinin
Sezary
sendromu
eritrodermisini
hafifletebileceği
gösterilmiştir (4, 23). KTHL’lı hastaların %75’inin kan veya deri kültürlerinde St.
11
aureus pozitif bulunmuştur (10). KTHL’ li olgularda süperantijenlerin malign hücre
aktivasyonuna nasıl yol açtığı tam açıklanamamakla birlikte S. aureus’ un ürettiği bir
süperantijen olan toksik şok sendrom toksini-1 ‘in seçici olarak Vß-2 ekspresse eden
CD-4 pozitif hücrelerinin çoğalmasını tetiklediği düşünülmektedir (24).
Virüsler:
Erişkin T-hücreli lenfomanın HTLV-1 ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir
(25). HTLV-1’in KTHL oluşumundaki rolünü destekleyen bulgulardan biri, kültür
ortamında üretilmiş MF hücrelerinde elektronmikroskopik olarak HTLV-1’den
ayrılamayan viral partiküllerin görülmesidir. PCR tekniği ile sıklıkla periferik kan
mononükleer hücrelerinde HTLV bileşenleri gösterilebilir. Dolaylı olarak ELİSA testi
ile bazı olgularda HTLV’ye karşı antikor saptanabilir. KTHL’li olguların B lenfosit ve
Langerhans hücrelerinde HTLV-1 proviral DNA’sı gösterilebilir. Tüm bu verilere
karşın HTLV-1’in kendisi hala gösterilememiş ve bazı araştırıcılar KTHL tanısı almış
ve HTLV-1’e ilişkin pozitif veri bulunmuş olguların bir kısmının inceleme
yöntemlerinin gelişmesiyle daha sonradan erişkin T hücreli lenfoma tanısı aldıklarını
göstererek HTLV-1 teorisini red etmişlerdir (26). Bazıları ise MF’li ve Sezary
sendromlu olguların kan ve doku örneklerinde HTLV-1 DNA’sını gösterememişlerdir.
Amerikan ve Avrupa popülasyonlarında yapılan çalışmalarda da MF ile HTLV-1
ilişkisi gösterilememiştir(10). Bu uyumsuz bulguların KTHL’nin çok geniş bir
spektrum göstermesi ve inceleme yöntemlerinin farklılığına bağlı olabileceği
düşünülebilir. Ayrıca KTHL ile ilişkili immünsüpresyon sonucu sekonder viral
bulgular da ortaya çıkabilir (25). KTHL’ de B hücre ve Langerhans hücresinde viral
enfeksiyon şüphesinin bulunması, viral enfeksiyonunun T hücre çoğalması için kronik
uyarıcı faktör olarak rol oynayabileceğini, fakat T hücrelerinin tek klonunu büyüten T
hücre enfeksiyonu olmadığını düşündürmektedir. Yani, defektif HTLV-1 varlığı tümör
12
gelişiminde provokatör faktör olabilir (25). Sonuç olarak veriler HTLV’nin birincil
etyolojik faktör olmaktan çok KTHL’de görülen immünsüpresyona ikincil olarak viral
enfeksiyonların devreye girdiğini ve tümör gelişiminde uyarıcı bir faktör olarak rol
oynayabileceğini düşündürmektedir.
Bir grup araştırıcı ise Herpes simpleks virüs (HSV) ile ilişki kurmuşlardır.
HSV primer olarak deri ve sinir hücrelerini hedefler. T lenfosit ile epidermis arasında
immünolojik bir ilişki olması, KTHL’nin primer olarak deride başlaması HSV’nin
potansiyel rolünü akla getirmektedir. Lezyonlarda hem HSV DNA’sı, hem de HSV’ye
özgül antijenler gösterilmiştir (27). Fakat, HSV infeksiyonu ile malign lenfoma
gelişimi arasında doğrudan ilişki gösterilememiştir (4). HHV-6’nın etyolojik rolünü
araştıran bir çalışmada, lenfomatoid papülozisli ve MF’li olgularda HHV-6 düşük
oranda gösterilmiş ve önemli bir rolü olmadığı düşünülmüştür (28).
EBV’ün özellikle Burkitt lenfoma başta olmak üzere diğer lenfoproliferatif
hastalıklarda olduğu gibi MF’te de patojen olabileceği ileri sürülmüştür(10). Sınırlı
sayıda araştırmada EBV DNA’sı T hücreli lenfomalarda izole edilmiş, anti EBV
düzeyi kontrollere göre yüksek bulunmuş, kültürde üretilmiş MF lenfositlerinde EBV
gösterilmiş, ancak diğer virüslerde olduğu gibi EBV ile lenfoma arasında doğrudan
ilişki gösterilememiştir (4, 29).
Son yıllarda HIV ile KTHL arasındaki olası ilişkiye yönelik çalışmalar
bulunmaktadır (4, 30) Ancak, HIV’in doğrudan rolünden çok, immünsüpresyonun
rolü üzerinde durulmaktadır .
Sonuç olarak, başta HTLV-1 olmak üzere KTHL gelişimiyle pek çok virüsün
ilişkisi araştırılmıştır. Ancak, bulgular virüslerin primer etyolojik faktör olduğunu
gösterememekte, provokatör faktör olabileceklerini düşündürmektedir.
13
Patofizyoloji:
Sınırsız klonal T hücre çoğalmasının mekanizması henüz tam olarak
açıklanamamıştır, ancak sürekli antijen uyarımı ve gen mutasyonu sonucu KTHL’nin
çok aşamalı bir patogeneze bağlı geliştiği kabul edilmektedir.
KTHL, deride bulunan ve diğer T hücrelerinden farklı olarak yüzeylerinde
kutanöz lenfosit antijeni (KLA) reseptörü taşıyan T hücrelerinin habisleşmesinden
kaynaklanır. Deri endotelinde kutanöz inflamasyon süresince beliren ve giderek artan
E-selektine bağlanan hafıza T hücrelerinde KLA yapımı artar. Tüm T hücreleri KLA
üretme kapasitesine sahiptirler ve belirli uyaranlar ile KLA üretimi indüklenebilir (10).
KLA, KTHL dışında, derideki kronik inflamatuar olaylardaki T lenfositlerde de vardır.
İn vitro çalışmalar periferik kandaki uyarılmış T lenfositlerin KLA sergilediğini
göstermiştir, ancak
E-selektine bağlanmayı sağlayan düzenleyici sinyal henüz
belirsizdir (31). KLA, derideki endotel hücrelerinde E- selektine bağlanır ve sonuçta
damar dışına sızarak inflamasyonun olduğu deri alanına gelir. Erken dönem KTHL’da
keratinositlerde artmış olan intersellüler adezyon molekülü-1 sergilenmesi ve
lenfositlerde mevcut lenfosit fonksiyonu ile ilişkili antijen-1 (LFA-1) sonucu
lenfositler keratinositlere bağlanma eğilimindedir. T hücre reseptörlerine bağımlı
aktivasyonla lenf nodlarında antijen sunumu olur ve bu noktada T hücreleri CD45RO
sergilerler. En tipik malign T hücreler CD3+, CD4+, CD45RO+, ve KLA+
lenfositlerdir (32, 33). CD4+ T lenfositleri Th-1 ve Th-2 olmak üzere ikiye ayrılırlar.
Erken dönem veya iyi seyirli KTHL’ larda Th-1, agresif seyirli lenfomalarda Th-2
hakimdir. Th-1 lenfositler poliklonal çoğalma gösteren non-malign T lenfositler olup,
tümör infiltre eden lenfositler (TİL) olarak da adlandırılırlar. Th-2 lenfositler ise,
monoklonal çoğalma gösteren malign T lenfositlerdir (4, 32, 33). Th-1’ den Th-2’ ye
dönüşümün moleküler ya da genetik mekanizmaları açık değildir. Kronik antijen
14
uyarısı, süperantijen ve/veya gen mutasyonu sonucu moleküler değişikliklerin ortaya
çıkışıyla bağışıklık sistemi cevabı bozulur (33, 34). KTHL’de epidermis ve dermisde
antijen sunan hücreler (Langerhans hücreleri) artmıştır. Bu hücreler tarafından aktive
olan T-hücrelerinin, non-malign poliklonal T hücreleri olduğu düşünülmektedir.
Malign T hücreleri ise antijenden bağımsız yolla aktive olurlar. Langerhans hücreleri
sitokinler aracılığıyla fonksiyonel programlarını değiştirip, non-malign T hücreleri
üzerine aşırı oranda uyarıcı etki gösterirler (35). Sitokinler immün yanıtta önemli rol
oynarlar. Th-1 kaynaklı sitokinler immün sistemde antitümör etki göstererek, pozitif
immün yanıta; Th-2 kaynaklı sitokinler ise negatif immün yanıta yol açarlar. Th-1
kaynaklılar IL-2, INF- γ ve TNF’dir. Th-2 kaynaklılar ise IL-4, IL-5, IL-6, IL-10 ve
IL-13’dür. KTHL patogenezinde temel kusur Th-2 kaynaklı sitokin üretimindedir.
Bunun sonucunda sitotoksik hücrelerin aktiviteleri azalır; antijen ve mitojenlere T
hücre yanıtı bozulur; IgE artar ve eozinofili görülür (33, 34). IL-2’nin antitümoral
potansiyeli vardır ve IL-4 ile IL-10 tarafından baskılanır (32). INF-γ, antitümoral
etkilidir. IL-4 çoğalma üzerine etkilidir; ileri evre KTHL’ de hem doku, hem de
dolaşımdaki düzeyleri artmıştır. Bu sitokin IgA, IgE artışına ve eozinofiliye neden
olur, ayrıca klonal çoğalmayı engelleyen antitümör mekanizmalarda baskılanmaya
neden olarak, KTHL’ nin ilerlemesine yol açar (33, 34). IL-6, lenfosit göçünü ve T
hücre üretimini artırır. IL-7 ise keratinosit kaynaklı bir sitokindir, T hücre üretimini
uyarır ve KTHL için güçlü bir büyüme faktörüdür. Malign T hücrelerinin IL-7 ile
ilişkili olduğu bilinmektedir (33). IL-10 tümör gelişimine INF-γ ve IL-2’ yi
baskılayarak yol açar. IL-12 ise sitotoksik T hücrelerinin güçlü aktivatörüdür.
Tedaviye cevap veren hastaların periferik kanlarındaki CD4/CD8 T hücresi oranındaki
düşüklük ve CD8 sayısındaki artışın tedaviye cevapsız hasatalardan anlamlı derecede
fark gösterdiği saptanmıştır.( 36). MF’in uzun dönem prognozunun CD8+ TİL ile
15
ilişkili olduğu biliniyor( 37). Bu sayede IL-12 antitümöral etki gösterir. IL-12, IL-10
tarafından inhibe edilir. KTHL’de IL-12 üretiminde hata vardır. IL-12, INF- γ üretimi
için gereklidir (32). Ayrıca, KTHL’de malign T hücrelerde , antitümöral etkisi olan
TGF-beta reseptör sayısında azalma olmaktadır. Bunun sonucunda TGF-beta’nın
antitümöral etkinliğini gösteremediği ve malign T hücrelerin de bu etkiye direnç
kazandığı gösterilmiştir(38).
Histopatoloji:
MF
tanısında
değerlendirmesidir.
en
Erken
önemli
yaklaşım
yama
evresindeki
deri
biyopsisinin
lezyonların
histopatolojik
nonspesifik
kronik
inflamasyonlardan ayırımları histopatolojik olarak güçtür. Kesin tanı için birden fazla
biyopsi alınması gerekebilir. MF lezyonları içinde epidermal ülserasyon, sekonder
bakteriyel infeksiyon ve foliküler müsinozis gibi sekonder değişiklikler histopatolojik
görünümü değiştirebilir. Topikal kortikosteroid kullanımı,
sistemik tedaviler ve
uygulanan diğer tedaviler tanıda zorluk yaratabilir, bu yüzden biyopsiden bir ay önce
hasta steroid kullanımını kesmelidir (10). Aynı biyopsi örneğinde tanıda yardımcı
olacak bir çok bileşen bir arada bulunabilir(39- 41 ). Yama evresinde papiller dermiste
bulunan fibrozisin derecesi ve kollajen demetlerin kalınlığının artışı kabaca lezyonun
yaşı ile orantılıdır. Dermal infiltrat yoğundur ve lenfositlerden oluşur. Bu
lenfositlerden bazıları atipi gösterebilir. Epidermisde hafif akantoz, hafif hiperkeratoz
ve odaklar halinde parakeratoz ile karakterize psoriaziform hiperplazi görülür. Hafif
sponjiyoz ile beraber düzensiz nükleuslu lenfositler epidermisin içinde görülebilir. Bu
lenfositler bazal membranın epidermal tarafına çizgisel tarzda yerleşerek inci kolyeye
benzerler. Poikilodermik tipte epidermisde düzleşme ve atrofi, bazal tabakada
vakuolizasyon ve epidermisin altında bant şeklinde mononükleer hücre infiltrasyonu
görülür. Histopatolojinin oldukça tanısal olduğu plak döneminde dermal infitrat
16
başlangıçta üst dermisde lokalize, yaygın veya bant şeklindedir ve zamanla alt dermise
doğru yayılır. Nonspesifik kronik inflamasyon tarzında olan infiltratın içinde lenfosit,
histiyosit, bazen eozinofil ve plazma hücreleri ile değişik derecede MF hücreleri
bulunur. MF hücreleri hiperkromatik, düzensiz sınırlı nükleusları olan hücrelerdir. Geç
dönemde bazı MF hücreleri atipi gösterir, bunlar gerçek MF hücresi olarak
adlandırılır. Epidermotropizm epidermis içinde dağınık, tek tek mononükleer hücreler
görülmesidir. Nükleusları genellikle bir halo (vakuol) ile çevrili olan bu hücrelerin bir
arada bulunmalarına ‘Pautrier mikroabsesi’ denir.. Tümöral evrenin histopatolojisinde
iki temel özellik vardır. Bazı hastalarda plak dönemindekine benzer polimorf bir
infiltrat vardır, ancak infiltrat daha yoğundur ve subkutan yağ dokusuna kadar uzanır.
Tümör eğer plaklardan gelişmiş ise tek tük epidermotropizm görülebilir.
Bazal
membran ile infiltrat arasında papiller dermisde infiltrasyonun gözlenmediği alan
(=Grenz zonu) mevcuttur. Tümör hücreleri pleomorfik, hiperkromatik nükleuslu
hücreler olup büyüklükleri farklıdır. Küçük orta büyüklükte serebriform hücrelerdir
veya çentikli nükleusu olan büyük lenfositlerdir (1,3, 42).
İmmünofenotip:
İmmünhistokimyanın
MF’de değeri sınırlıdır. İmmünhistokimyada parafin
içine gömülü kesitlerle, T hücre göstergeleri CD2, CD3, CD4, CD8; B hücre
göstergesi CD20 ve aktivasyon göstergesi CD30 çalışılmaktadır. MF’de erken T hücre
göstergesi olan CD7 silinmiş olabilir, ancak hastaların 1/3’inde pozitiftir. Genel olarak
hücrelerin çoğunluğu CD45RO+ CD4+ CD7- özelliktedir. Erken evre MF, diğer
birçok yardımcı T hücre infiltrasyonu ile giden benign inflamatuvar hastalıklarda
olduğu gibi normal T hücre infiltrasyonu içerdiğinden bu iki hastalık grubunun
immünhistokimya ile ayrımı güçtür. CD4/CD8 oranında artış MF için özgüldür ve bu
immün boyama ile kolayca gösterilebilir (1, 42,43).
17
Sınıflama:
KTHL sınıflamasında henüz tam bir fikir birliği sağlanamamıştır (Tablo 1).
1994’ de morfolojik, immünolojik ve genetik özelliklere dayanan bir sınıflama
oluşturulmuştur. Bu sınıflama gözden geçirilmiş Avrupa-Amerikan lenfoma
sınıflaması (REAL) olarak bilinir. Daha sonra EORTC sınıflaması oluşturulmuş ve bu
spesifik olarak primer kutanöz lenfomaları klinik ve biyolojik durumlarına göre ele
almıştır (44).
Tanı ve Değerlendirme:
Hastaların öncelikle ayrıntılı anamnezleri alınmalıdır. Daha sonra lezyonların
dağılım yerlerine göre lenf nodu, dalak ve karaciğer muayenesi de dahil olmak üzere
fizik muayeneleri yapılmalıdır. MF bir çok hastalığı taklit edebildiği için tanısı
öncelikle deri biyopsisi ile yapılmaktadır. Klinik olarak şüpheli lezyonlara her 6-12
ayda tekrarlanan biyopsiler yapılmalıdır. Biyopsi dışında laboratuar testleri ( tam kan
sayımı, Sezary hücreleri için kan yayması), flow sitometri ve immünoperoksidaz
yöntemleri (yüzey belirteç kayıpları gösterilir) ile tanı desteklenir. Fizik muayenede
palpabl lenfadenopati saptanırsa biyopsi veya ince iğne aspirasyonu yapılmalıdır. İç
organ tutulumu olan olgularda buna yönelik görüntüleme yöntemleri ve histolojik
değerlendirmeler yapılmalıdır.
Evrelendirme:
Klinik değerlendirme ve histopatoloji MF tanısını koymada genellikle yeterli
olmaktadır. Ancak, hastalığın tümör- lenf nodu- metastaz (TNM) sınıflaması ile
evrelendirilmesi de yapılmalıdır. Bu evrelendirme MF ve Sezary sendromu için 1979
‘da MF Cooperative Group tarafından önerilmiştir. Bu sistemde evrelendirme tutulan
vücut yüzeyi oranı, deri görünümünün tipi, lenf nodu ve iç organ tutulumlarına göre
yapılır. Periferik kan tutulumu bu evrelendirmede yer almaz (3, 45, 46). Günümüzde
18
kullanılan evreleme sistemi ise TNM modifikasyonu olan ve Sausville ve ark.(46)
tarafından önerilen TNMB sınıflamasıdır. Burada periferik kan tutulumu da
evrelemeye dahil edilmiştir. Tablo 2’de MF için TNMB sınıflaması, Tablo 3’de ise
klinik evrelendirme gösterilmiştir. Modifiye TNM ve evreleme sınıflamasında T2, T2a
ve b olarak ayrılmaktadır (Tablo 4). Şiddetli yama ve plak lezyonlu olgularda sürvi
açısından önemli farklılıklar saptanmış ve böyle bir sınıflama yapılmıştır. T2a, % 10’
dan fazla yama, T2b ise % 10’dan fazla plak lezyonu tanımlamaktadır (1, 7, 10, 46).
Tablo 1. REAL, EORTC ve KIEL sınıflamalarının karşılaştırması
T veya B hücre
T hücre
EORTC
Mikozis Fungoides
REAL
Mikozis Fungoides
KIEL
Küçük
serebriform
T hücre
T hücre
T hücre
T hücre
MF ilişkili foliküler müsinozis
Pagetoid retikülozis
Granulomatöz sarkık deri
Sezary sendromu
Sezary sendromu
Küçük
serebriform
T hücre
T hücre
Lenfomatoid papulozis
CD30+ büyük T hücre lenf.
Anaplastik
Pleomorfik
Immunoblastik
Anaplastik büyük hücre lenf.
Perifer T hücre lenfoma
Perifer T hücre lenfoma
Büyük
hücre,anaplastik
Pleomorfik
T immunoblastik
T hücre
T hücre
T hücre
B hücre
B hücre
B hücre
B hücre
B hücre
CD30- büyük T hücre lenfoma
Pleomorfik büyük hücre
Immunoblastik
Pleomorfik, küçük-orta
hücre,
hücre,
Perifer T hücre lenfoma
Perifer T hücre lenfoma
Subkutan panikülit benzeri T Subkutan panikülit T hücre
hücre lenfoması
lenfoması
Folikül merkez hücreli
Folikül merkez hücreli lenfoma
lenfoma
1.Ağırlıklı küçük hücre
2.Karışık küçük ve büyük
hücre
3.Ağırlıklı büyük hücre
Yoğun büyük B hücre lenfoma
Pleomorfik
T immunoblastik
Pleomorfik, küçük
hücre
Sentroblastik/sentro
sitik
Sentroblastik
Monomorfik
Multilobule
Sentrositoid
Immunositoma/marjinal zon
Ekstranodal marjinal zon B Immunositoma
B hücreli lenfoma
hücre lenfoma
Plazmasitoma
Plazmasitoma
Plazmasitoma
Bacağın büyük B hücreli Yaygın büyük B hücre lenfoma Sentroblastik
lenfoması
Monomorfik
Polimorfik
Multiloblu
Sentrositoid
B
immunoblastik
lenfoma
Intravasküler büyük B hücre
lenfoma
19
Tablo 2. MF için TNMB sınıflandırması
T (Deri)
T0
T1
T2
T3
T4
N (Lenf nodu)
N0
N1
Klinik ve histopatolojik olarak şüpheli lezyon
Sınırlı yama/plak (tüm deri yüzeyinin< % 10)
Yaygın yama/plak (tüm deri yüzeyinin> % 10 )
Tümör
Yaygın eritrodermi
Lenf nodu klinik olarak tutulmamış
Lenf nodu büyümüş, (reaktif/dermatopatik)
histolojik tutulum yok
Lenf nodu klinik olarak palpabl değil,
histolojik tutulum var
Klinik olarak büyümüş,
histolojik olarak tutulum var
N2
N3
M (İç organ)
M0
M1
B ( Periferik kan)
B0
B1
İç organ tutulumu yok
İç organ tutulumu var
Periferik kanda atipik (Sezary) hücresi yok (<%5)
Periferik kanda atipik (Sezary) hücresi var (>%5)
Tablo 3. MF için klinik evrelendirme
Klinik evreler
IA
IB
IIA
IIB
III
IVA
IVB
T
T1
T2
T1-2
T3
T4
T1-4
T1-4
N
N0
N0
N1
N0-1
N0-1
N2-3
N0-3
M
M0
M0
M0
M0
M0
M0
M1
Tablo 4. MF için modifiye TNM’ye göre klinik evrelendirme
Klinik evreler
IA
IB
IIA
IIB
IIIA
IIIB
IVA
IVB
T
T1
T2a
T1-2a
T2b
T3
T4
T1-4
T1-4
N
N0
N0
N1
N0-1
N0-1
N0-1
N2-3
N0-3
M
M0
M0
M0
M0
M0
M0
M0
M1
20
Prognoz:
Çok merkezli 152 hastayı içeren bir çalışmanın sonuçları, prognostik açıdan üç
alt grup olarak hastaları tasnif etmenin yararını göstermiştir (46). Düşük riskli grup
(evre IA, IB, IIA) yama ve plak lezyonlarını içerir. Bu grubun ortalama sürvisi 12
yıldan fazladır. Orta riskli grup ( IIB, III ve IVA) plak, tümör veya eritrodermi
lezyonlarını içerir. Periferik kan ve lenf nodu tutulumu vardır. Bu grubun ortalama
sürvisi 5 yıldır. Yüksek riskli grup ( IVB), iç organ tutulumu ve lenf nodu tutulumları
vardır. Ortalama sürvileri 2,5 yıldır. MF’de sürvi için en önemli belirleyici T evresidir.
T1 evresi (deri tutulumu) mükemmel bir prognoza sahipken, T3 (tümör) ve T4
(eritrodermik) evreleri kötü prognoz gösterirler. Benzer olarak, lenf nodu veya iç
organ tutulumu veya Sezary hücresinin varlığı da kötü prognoz göstergesidirler. Diğer
tanımlanmış kötü prognoz göstergeleri ise kutanöz tümörlerin varlığı, yaygın
eritrodermi, palpabl lenf nodları, Sezary hücresi, eozinofili ve iç organ tuıtulumudur.
Diğer bağımsız değişkenler ise serum laktat dehidrogenaz enzim yüksekliği ve deri
infiltrasyonunun kalınlığıdır. Yaşlılar (35 yaşından büyükler) daha kötü prognoza
sahiptirler denilebilir. İç organ tutulumu olanların ortalama yaşam süresi 25 aydır.
Deri dışı en sık tutulum lenf nodlarındadır; bunu akciğer, karaciğer ve dalak izler.
Anaplastik büyük hücre lenfomasına transformasyon 2 -19 ay arasında değişen sürviye
yol açar (47, 48).
Tedavi:
Günümüzde KTHL’nin kesin tedavisi yoktur. Tablo 5’te MF’de baş vurulan
çeşitli tedavi seçenekleri gösterilmiştir. Bu tedavi seçenekleri malign hücre tahribatına
yol açan ve hastanın immün sistem cevabını arttırmaya yönelik tedavilerdir. Tedaviye
cevap, hastalığın evresine ve tedavi seçeneğine göre değişir. Yan etkileri azaltmak için
hastalığın erken evresinde konservatif tedavi tercih edilirken, hastalığın ileri
21
evrelerinde agresif tedavi uygulanır. Tedavinin başarısı alınan cevaba göre
değerlendirilir. Tam cevap, lezyonların 1 aydan daha uzun süre ile kaybolmasıdır.
Kısmi cevap ise yine 1 aydan daha uzun süreli dönem içinde %50’den fazla gerileme
olarak tanımlanır. Hastalığın evresi ve deri dışı tutulum varlığı tedaviye cevabı
belirleyen en güvenilir göstergelerdir. Hastalık seyrinde nüksler sık görülür (1). MF’de
evreye göre tedavi seçimi ise (49):
Evre IA, IB, IIA (erken evre); topikal mekloretamin, karmustin ya da fototerapi
(PUVA, geniş bant UVB ve son yıllarda dar bant UVB) seçilebilir. Bu yöntemlere
yanıt alınamazsa elektron beam ya da mekloretamin ve PUVA’nın birlikte kullanımı
denenebilir. Bunlara karşı yanıtsızlık ya da hastalığın ilerlemesi durumunda ise ek
olarak interferon (İF) veya retinoidler ya da tek ajanlı kemoterapi kullanılabilir.
Evre IIB’de topikal kemoterapi ve PUVA’nın birlikte kullanımı ya da elektron
beam seçilebilir. Dirençli olgularda İF ya da retinoidler tedaviye eklenebilir. Buna
karşın hızla büyüyen lezyonlarda ise çok ajanlı kemoterapi ya da lokal radyoterapi
kullanılabilir.
Evre III’de fotoferez, mono- ya da poli-kemoterapi, elektron beam, PUVA ile
birlikte topikal kemoterapi kullanılabilir. Klinik yanıt yetersiz ise IF ve retinoidler
eklenebilir.
Evre IV’de ise çok ajanlı kemoterapi ya da topikal kemoterapi ve PUVA
kombinasyonu seçilebilir. Yanıt yetersiz ise fotoferez, IF ya da retinoidler eklenebilir.
22
Tablo 5. MF tedavisinde baş vurulan tedavi seçenekleri (1)
Topikal tedavi
Fototerapi
Radyoterapi
Kortikosteroid
Ultraviole
(UVA,UVB)
PUVA
Lokal yüzeyel
tedavi
Total
deri Beksaroten
elektron beam
tedavisi
Purin analogları
Mekloretamin
(Nitrojen
mustard)
Karmustin
Fotodinamik
tedavi
Beksaroten jel
Sistemik
kemoterapi
Retinoidler
Klorambusil
Siklosporin
Doksorubisin
Etoposid
Somatostatin
analogları
İmmünoterapi
Monoklonal
antikorlar
İnterferonlar
Interleukin-2
füzyon toksini
Interleukin -12
Aşı tedavisi
Kemik iliği nakli
Helicobacter pylori enfeksiyonu
Helicobacter pylori (H.pylori), yüzyılımızın başından beri insan mide salgıları
içinde görülmesine karşın, kronik aktif gastrit, peptik ülser ve mide adenokarsinomu
ile ilişkisi 1983 yılında anlaşılmıştır. 1893 yılında Bizzozero köpek midesinde spiral
bir mikroorganizma gözlemiş, 1906’da Krienitz benzer bir bakteriyi mide kanserli bir
hastanın midesinden izole etmiş, buna rağmen bilim 1982 yılına kadar mideyi asitli
ortamından dolayı steril kabul etmiştir. H.pylori ilk kez 1983’de Warren ve
Marshall’ın Avusturalya’da Campylobacter benzeri spiral mikroorganizmaların insan
midesinde kolonize olduğunu göstermesiyle dikkatleri çekmiştir. 1989 yılında
Goodwin ve ark. bu mikroorganizmayı Campylobacter genusundan tamamen ayırmış;
helikal yapısı ve sıklıkla midenin pilor bölgesinden izole edildiği için Helicobacter
pylori adını vermişlerdir ( 50, 51).
23
Mikrobiyolojik özellikler:
H.pylori, kısa sarmallı ve S harfi şeklinde (bazen kokoid formunda), katalaz,
oksidaz ve üreaz pozitif, 0.5-0.9x3 µm boyutlarında, gram (-) bir mikroorganizmadır.
Tek uçtan çıkan 4-7 flajeli ile lofotriköz görünümdeki bu bakteri hareketlidir.
Bakterinin dış membranı örtü şeklinde devam ederek flajelleri de kaplar ( 52).
H.pylori midede antrumda yerleşerek yaşar ve mukus içerisinde koloniler
yapar. Üreaz enzimi ile üreyi amonyağa çevirip, çevresinde bazik bir ortam
oluşturmak suretiyle kendisini mide asidinin zararlı etkisinden korur. Helicobacter
genusu içinde sadece H.pylori’nin konakçısı insandır. H.pylori midede antrumda
mukus tabakası içinde serbest olarak yer almakla birlikte, adhezin aracılığı ile endotel
hücresine yapışması ve endositozu da söz konusudur.
Kültür ve Biyokimyasal özellikler:
Zorunlu mikroaerofilik bir mikroorganizma olup %5-10’luk CO2’li ortamlara
gereksinim duyar. Yüzeyi kurumuş besiyerlerinde üreyemez. H.pylori, %5-7 at kanlı
agarda zayıf da olsa bir hemoliz oluşturur. Üremesi için uygun diğer besiyerleri
Brucella, çikolata, Colombia ve Skirrow agarlardır (50,51,53,54). İdeal olarak
37ºC’de, %98 nemli ve %5-15 CO2’li ortamlarda 4-7 günde, yaklaşık 1-15 mm
çapında, yuvarlak, dışbükey, şeffaf koloniler yapar (50,51,55,56). H.pylori üreaz,
katalaz, DNAaz, alkalen fosfataz, lösinaminopeptidaz, gamaglutamil aminopeptidaz
enzimleri
salgılayabilir.
H.pylori,
antibiyotiklere
duyarlılık
bakımından
da
Campylobacter fetus’e benzer. Penisilinler, sefalosporinler, tetrasiklinler, eritromisin,
rifampisin, aminoglikozidler, metronidazol ve bizmut bileşiklerine duyarlıdır.
Kotrimoksazol, sefsulodin ve polimiksin dirençlidir. Ayrıca, safra tuzlarına duyarlılığı
nedeniyle barsakta üremesi olanaksızdır (50,51,57-59)
24
Antijenik yapı, virulans ve patojenite: Tablo 6’ da gösterilen özellikler bu
mikroorganizmanın virulans ve patojenitesinde çok önemli rol oynar. Flajeller
antijenleri ise hem Campylobacter’lerle hem de tür içinde ortak yapıdadır. Ayrıca
‘vakuol yapıcı sitotoksin’ H.pylori’lerin %65’inde vardır ve epitel hücresinde vakuol
oluşumu ile karakterli bir hasara yol açmaktadır (52, 60).
Tablo 6. H.pylori’nin bazı temel özellikleri
Özellik
Spiral şekil
Flagella
Lipopolisakkaritler;
GM3
gangliozid
ve
Lewis
B
antigenlerine özgül bağlanmayı
sağlar.
Üreaz A ve B
Etki
Mukus içinde motiliteyi sağlar.
Hareketin etkin oluşunu sağlar.
Gastrik mukus sekrete eden hücrelere selektif
kolonizasyon
Gastrik ortamda yaşam sürdürme (bazı
deneysel çalışmalarda amonyağın epitel
hücresine toksik etkisi gösterilmiş)
Katalaz
Gasrik ortamda ve muhtemelen de fagositik
vakuollerde (H2O2’den korunarak) yaşama
Fosfolipaz A ve B
Mukusun epiteliyal hücre membranın
sindirimi, mukus ıslaklığının artışı
Proteaz
Mukusun ve epitelial hücre membranın
sindirimi, mukusun eriyebilirliğinin artışı.
Vakuol yapıcı sitotoksin (Vac A)
Epitel hücresi zararlanması
Düşük
molekül
ağırlıklı Nötrofil ve mononükleer hücreleri kendine
kemoatraktif proteinler(porinler)
çekerek reaktif oksijen bileşikleri ve
interlökinlerin salınması
Cag A (Cytotoxin Associated gen Sitotoksin oluşumu ve peptik ülserle ilişkili
A)
olduğu düşünüyor.
Isı şok proteinleri (Hsp A ve B)
Otoimmünitede rol oynar.
Epidemiyoloji:
H.pylori enfeksiyonları dünya da oldukça yaygındır. Enfeksiyona yakalanma
oranları yaşla giderek artmaktadır. Etkenin bulaşma yolları tam olarak bilinmemekle
birlikte,
özellikle
gelişmekte
olan
ülkelerde,
kontamine
sular
sorumlu
tutulmaktadır(51).
25
Enfeksiyon, gelişmekte olan ülkelerde 20 yaş altı bireylerde %75’ten fazla
oranda pozitif bulunmaktadır. Türkiye’deki durum da buna uymaktadır. Ülkemizde 08 yaş çocukların enfekte oluş hızı yıllık %10 civarında olup enfeksiyon çocukluk
çağında hızla kazanılmakta ve adelosan çağa gelmeden toplumun büyük kısmı enfekte
olmaktadır. Özden ve ark. nın yaptıkları çalışmada ilkokula başlama döneminde H.
Pylori %68 pozitif bulunmuştur. Gelişmiş ülkelerde ise enfeksiyonun prevalansı
düşüktür(%25-50). Ancak gelişmiş ülkelerde de enfeksiyonun çocukluk çağınlarında
alındığı bilinmektedir(kongre kitapcığı). Bakteri haftalarca suda aktivitesini korur,
akarsuda canlılığı devam eder. Sporadik vakalar hipoklorhidri ile alakalıdır. Mide
entübasyon çalışmalarında, bu hastalarda akut nötrofilik gastritin nedeni
olarak
H.pylori bulunmuştur (52,53, 61).
Bulaşma yolları:
H.pylori enfeksiyonunda genetik yatkınlık söz konusudur. H.pylori eşler
arasında ve aile içi yakın temasla bulaşabilir. Ancak seksüel aktivite bir risk faktörü
değildir. Enfeksiyon etnik azınlıklarda, geniş aile fertlerinde, düşük sosyoekonomik
gelir seviyesine sahip ailelerde, aşırı kalabalık ortamlarda yaşayan çocuklarda sık
görülür. H.pylori bazı çalışmalarda dental plak ve tükrükten de izole edilmiştir. İçme
ve kullanma sularında kontamine gıdalarla bulaş söz konusudur. Kedi ve evcil kümes
hayvanlarıyla da bulaş söz konusu olabilir. H.pylori’nin su kaynaklı enfeksiyonlarda
görülmesi ve feçesten izole edilmesi fekal-oral bulaşı da doğrular. Üst gastrointestinal
endoskopilerde %1-3 oranında geçiş rapor edilmiştir. Mesleksel risk grupları olarak da
gastroenterologlar, endoskopistler ve son yıllarda diş hekimleri de sayılmaktadır (5153).
26
Patogenez:
H.pylori’nin insan organizmasında tek yaşayabildiği yer mide mukozasıdır.
Mukoza biyopsi örneklerinde bu bakteriye genellikle rastlanır; mide salgıları ile tükrük
ve safrada da bulunabilir. Bakterinin en sevdiği yer midenin antrum mukozasıdır.
Bunun nedeni, bakterinin mukus salgısı yapan yerlerde daha kolay üreyebilmesidir.
Burada doku invazyonu yapmadan yüzeye tutunarak çoğalır ve yaşar. Mide
mukozasını örten mukus tabakasındaki nötrale yakın pH, mikroorganizmanın
yaşamasını olanaklı kılar. H. Pylori mide salgı bezlerinin derinliklerinde de üreyebilir,
ancak özellikle intestinal mukozada üreyebilme yeteneği yoktur. Bulunduğu yerde
mukozalarda üreyerek mukozal değişikliklere ve kronik aktif gastrit ve peptik ülsere
neden olur. Etkenin epidemi şeklinde hipoklorhidri ve akut gastrit yaptığı da
bildirilmiştir (62,63). H.pylori’nin oluşturduğu kronik aktif gastritte mukoza
yüzeyinde bakteri kolonizasyonunun neden olduğu polimorf çekirdekli lökosit
infiltrasyonu vardır. Bakteriye nötrofiller içinde fagosite edilmiş şekilde de rastlamak
olasıdır (64,65).
H.pylori, salgıladığı üreaz enzimiyle CO2 ve NH4 oluşturur. Bu, bakteriyi mide
sıvısı içindeki düşük pH’dan korur. Öte yandan NH4, mide epitel hücreleri için
toksiktir; hücreler arası tutunmayı azaltır ve etkenin salgıladığı sitotoksinlerin etkisini
artırır. Gastrit oluşumu, özellikle de bu oluşumun kronikleşmesi, ülser oluşumunu
provoke eder. Duodenal ülserlerde de, duodenumdaki antral hücrelerin metaplazileri,
bu ülserlerin oluşum yeridir. Öte yandan, mukus salgılayan hücreler üzerindeki
sitotoksik etki, koruyucu mukus salınımını azaltır. Bunda bakterinin ürettiği müsinaz
enziminin de doğrudan etkisi vardır. Böylece, sindirim enzimleri doğrudan mukoza
üzerine etki etme olanağı bulurlar. H.pylori’nin duodenumda nasıl ülser yaptığı tam
açıklık kazanmamıştır. Antrum mukozasında yerleşen mikroorganizmanın duodenal
27
bikarbonat salınımını engellediği, salgıladığı mediyatörler aracılığı ile de mukoza
kayıplarına yol açtığı kabul edilmektedir (66-68).
H.pylori’nin kronik aktif gastrit, peptik ülser (mide, duodenal), mide
karsinomu ve Mucosal Associated Lenfoid Tissue (MALT) lenfoma ile ilişkisi değişik
çalışmalarla ortaya konmuştur.
Son çalışmalar, H.pylori enfeksiyonunun MALT lenfoması için ciddi risk
faktörü olduğunu göstermiştir. MALT lenfoma öncelikle düşük dereceli B-cell
lenfoma olup tüm mide lenfomalarının %10’nu oluşturur. Normal mide MALT
içermez, yalnız kronik H.pylori enfeksiyonundan sonra bulunur. Mide dokusundaki
lenfoid infiltrasyon derecesi ile enfeksiyonun şiddeti ilişkilidir. Mide MALT lenfomalı
164 olguluk seride hastalardan alınan biopsi örneklerinin tamamında H.pylori
infeksiyonu pozitif bulunmuştur. Mide epitelindeki kronik infeksiyon sitokin
indüksiyonuna yol açmakta, IL2, IL8, T lenfositleri
uyararak IL6, IL10 ve Tümör
Büyüme Faktörü salınmasını, sonuçta lenfositlerin uyarılması ile IgA yapılmasını
sağlamaktadır. Kronik enfeksiyonun devam etmesi ve B lenfositlerin sürekli
uyarılması mide MALT lenfomasını geliştirmektedir. Birçok çalışma H.pylori
eradikasyonunun MALT lenfomanın gerilemesine yol açtığını göstermiştir (67).
H. pylori bugün, asitle birlikte, peptik ülser etyopatogenezinde rol oynayan en
önemli faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Duodenal ülser hastalarının %90’ınından
fazlası H.pylori ile enfektedir. Sandıkçı ve ark. yaptıkları çalışmada 500 kişilik bir
endoskopi grubunda H.pylori pozitifliğini genelde %86, duodenal ülserde %91,
gastritde %87, mide malignitelerinde %85 olarak bildirmişlerdir (51).
28
H.pylori’de var olan bazı özellikler, oluşturduğu immunolojik yanıt ve yaptığı
kronik inflamasyon, mukozanın koruyucu mekanizmalarını zayıflatarak asit ve diğer
zararlı etkenlerinin saldırısına açık hale gelmesine yol açar. H.pylori’nin postprandial
gastrin düzeyini artırarak ve antral somatostatin düzeyini azaltarak mide asit
sekresyonunu uyardığı gösterilmiştir. Duodenum mukozasının devamlı fazla asit
salgısı ile karşılaşması burada gastrik metaplazi oluşmasına yol açmakta, daha sonra
H.pylori mideden duodenuma geçip bu metaplazik adacıklarda kolonize olarak
duodenit oluşturmakta, bu da asidin mukozayı daha kolay ve çabuk tahrip etmesine
yol açarak sonuçta ülser oluşturmaktadır (53).
H.pylori’nin mide kanseri ile ilişkisi tartışmalı olmakla birlikte, zaman içinde
gastritin prekanseröz bir lezyon gastrik atrofiye yol açmasından dolayı H.pylori bugün
Dünya Sağlık Örgütü tarafından 1.derece kanserojen mikroorganizma olarak kabul
edilmektedir. Lancet’te 1993’de yayınlanan bir çalışmada H.pylori varlığının mide
kanseri riskini 6 misli artırdığı gösterilmiştir.
H.pylori’ye immünolojik yanıt:
H.pylori enfeksiyonu konakta sistemik spesifik ve nonspesifik bir dizi yanıt
oluşmasına neden olur. Bakteriye karşı nonspesifik savunma mekanizmaları mukus,
sindirim enzimleri, lizozim, laktoferrin ve oral kavite ile midedeki diğer antimikrobial
bileşenlerdir. H.pylori midenin mukus bariyerini, spiral yapısı ve flagellası ile geçerek
mide mukozasına ulaşmayı başarır. H.pylori mide mukozasına ulaşınca, epitel
hücrelerinin birbirlerine temas ettikleri yerlere yapışır. Serbest kalan bakteriyel
antijenler, kemotaksinler ve diğer bileşenler özellikle PMNL ve makrofajları aktive
eder. Daha sonra IL1, IL6, IL8 ve TNF beta salgılanır. H.pylori antijenleri
olgunlaşmamış B lenfositlerine sunulur. İlk antikor yanıtı IgM şeklindedir. Daha sonra
IgA ve IgG antikorları salgılanır. IgM birkaç ay içinde kaybolur, IgA ise mide
29
mukozasındaki yerel yanıtın bir parçasıdır ve daha uzun süreli kalır. Sistemik antikor
yanıtının en önemli bileşeni IgG, özellikle de IgG1’dir. IgA’nın ise alt sınıfı IgA1’dir.
IgA antikorları H.pylori’nin mide epiteline yapışmasını engellerken, IgG, kompleman
fiksasyonu ve aktivasyonunda yol oynar. Kısa ömürlü olan IgG2 ve IgG4 yanıtları yeni
bir infeksiyon lehine değerli bir bulgudur (51,52).
Hücresel immün yanıt:
Normal koşullarda lamina propriada dağınık T lenfositler ve epitel içinde
birkaç T lenfosit bulunur. H.pylori infeksiyonunda bu bölgelerdeki T lenfositler artar.
Aktive edilen T lenfositleri kronik inflamasyonun genişlemesine neden olur.
İnflamasyon kontrol altına alınamazsa devamlı epitel hasarı ile atrofik gastrit gelişir.
Atrofik gastrit baskılayıcı mekanizmaların yetersiz çalıştığının göstergesidir.
H.pylori’ye karşı antibiyotik tedavisi sonucu eradikasyon sağlanırsa hem IgG hem de
IgA düzeylerinde, eradikasyon sağlanmasa bile antijen yükü ile ilgili olarak IgA
düzeylerinde düşüş gözlenir (50,52).
Tanı:
H.pylori tanısında invaziv (histoloji, kültür, hızlı üreaz testi) ve non-invaziv
(üre nefes testi, serolojik testler, H.pylori Gaita Antijen Testi, PCR (Polimeraz Zincir
Reaksiyonu)
kullanılmaktadır. Serolojik testler daha çok kitle taramalarında ve
geçmişteki H.pylori infeksiyonu ile temasın varlığının araştırılmasında kullanılır.
Dispeptik hastalarda önce serolojik araştırma yapılır. Tedavi öncesi histoloji ve kültür,
tedavi takibinde ise üre solunum testi daha yararlıdır.
1.Kültür ve Histolojik İnceleme: H.pylori infeksiyonlarının tanısında etkene
yönelik bakteriyolojik yöntemler kullanılmaktadır. Endoskopi sırasında alınan
örneklerin mikroaerobik koşullarda (%90 azot, %5 oksijen, %5 karbondioksit) kültürü
yapılabilir. Üreyen tipik bakterilerde üreaz, katalaz ve oksidaz enzimlerinin varlığı tanı
30
koydurucudur. Mikroskobik incelemelerde tipik bakteriler görülür. Ancak, bakterinin
genellikle yaygın değil de fokal şekilde üremesi dolayısıyla, biyopsi örneklerinde
etken saptanamayabilir. Bu nedenle üreme olmayışı her zaman için negatif olarak
değerlendirilmemeli, diğer yöntemlerle doğrulanmalıdır (51,52,56).
Standart mide biyopsisi, histolojik tanıda bir başka invaziv seçenektir. H.pylori
araştırılmasında biyopsi materyali ve epitel tabakaları rutin olarak boyanır. HE boyası
ile H.pylori’nin tanımlanması güçtür. Fakat etkenin etrafında
PMNL artışının
görülmesi H.pylori enfeksiyonu lehine bir göstergedir. Giemsa boyası ile H.pylori
kolayca boyanır. Histolojik incelemeye alternatif yöntemler duyarlılığı ve özgüllüğü
daha yüksek olan hızlı üreaz test’leridir.
2. Hızlı Üreaz Testi (CLO test): CLO (Campylobacter Like Organism) test,
geliştirilen ilk ticari üreaz testidir. Bu test, fenol red ve üre içeren bir agar jelden
oluşur (69). CLO Test, invaziv (endoskopi ve mide biyopsisi ile) bir yöntem olmasına
karşın, %90’dan fazla duyarlılığı ve özgüllüğü olan ve bu nedenle yaygın kullanılan
bir testtir. Bu testte; mide biyopsi örneklerindeki H.pylori’lerin, çıkardıkları üreaz
enziminin aktivitesi araştırılmaktır. Biyopsi örneklerindeki üreaz enzimleri, üre ve pH
değişikliğine duyarlı boya içeren bir ortamda üreyi parçalar ve açığa çıkan OH iyonları
ortamda renk değişikliğine neden olur. Yersinia enterocolitica ve Proteus vulgaris gibi
üreazı pozitif olan bakterilerin varlığında karışıklık doğabilir. Fakat H.pylori
varlığında üreaz testi 1 saat içinde olumlu sonuç verir, diğer bakterilerde ise 12 saat
gerekir. (70).
3. Üre solunum testi: Noninvaziv ve ürenin hidrolizi prensibine dayanan bir
testtir. Midede H.pylori’nin varlığında üre hidrolize olur, solunumla açığa çıkar. Bu
test radyoaktif karbon (C14 veya C13) ile işaretlenmiş ürenin ağızdan alımı, bunun
bakteri tarafından parçalanması ve sonuçta ortaya çıkan işaretli CO2’nin ekspirasyon
31
havasında saptanması esasına dayanır. Ancak bu test duyarlı olmasına karşın(%95),
çok özgül değildir; daha çok eradikasyonun doğrulanmasında kullanılır. Tedaviden
hemen sonraki dönemlerde yalancı negatiflikler gözlenebilir.
4. Serolojik testler: H.pylori ile mide mukozasının infeksiyonu yerel immün
yanıt yanında sistemik yanıtla da sonuçlanarak serumda spesifik IgG ve IgA; midede
salgısal IgM ve IgA düzeyinin artışına neden olur. Antikorlar infeksiyona karşı
koruyucu olmaktan çok tanı değeri taşımaktadır (69). Bireyin geçmişte H.pylori
infeksiyonu ile ilişkisinin araştırılmasında kanda anti-H.pylori IgG, M ya da IgA
antikorlarının aranması yararlı, ucuz ve hızlı testlerdendir. Serolojik yöntemler,
özellikle epidemiyolojik çalışmalarda ve tedavinin izlenmesinde yararlıdır. Başarılı
tedavi edilen olgularda IgG cevabı azalırken, nükslerde tekrar yükselir. Piyasadaki son
dönem ELISA testlerinin çoğunun duyarlılığı %100’e, özgüllüğü ise %95’e
ulaşmaktadır (69, 70).
4.a. cagA (Citotoxin associated gen A): cag-A, H.pylori’nin mide mukozasına
yapışmasında katkısı olan bir proteindir (53). cagA (+) H.pylori ile enfeksiyonda, mide
distalinde adenokanser ve duodenum ülseri gelişim riski artmaktadır. Bu nedenle,
cagA (+) suşla infeksiyonun spesifik olarak saptanması büyük önem taşımaktadır.
cagA (+) suşların saptanmasında serolojik testler ve PCR kullanılabilir (69).
4.b. vacA (Vakuol yapıcı sitotoksin): vacA geni, H.pylori suşlarının değişik
ökaryotik hücrelerde vakuolizasyona neden olan toksik bir proteinini kodlamaktadır
(69).
4.c. Lewis antijeni (LewisAg): Lewis antijeni en iyi eritrosit yüzeyinde
tanımlanmıştır ama mide mukozasını da içeren çeşitli tipte epitel hücreleri üzerinde de
bulunur. Lewis kan grup antijenleri H.pylori LPS’inin antijenik epitoplarıdır. Bu
32
antijenler serolojik tiplendirme için uygun olduğundan epidemiyolojik çalışmalarda
kullanılabilir (69).
5. H.pylori Gaita Antijen Testi: Bu yöntem, dışkı örneğindeki H.pylori
antijeninin bu antijene spesifik monoklonal bir antikorla kaplı kolloidal lateks
partikülleri ile reaksiyona girmesi ve oluşan kompleksin reaksiyon bölgesine
kromotografik göçüne dayanır. Örneğin; Simple H.plyori Rapid Test’inde reaksiyon
bölgesine gelen bu kompleks, reaksiyon bölgesinde bulunan H.pylori antijenine
spesifik bir antikorla reaksiyona girerek pembe renkli bir bant oluşturur. H.pylori
olmayan örneklerde sadece mavi renkli kontrol bantı oluşurken, pozitif örneklerde
pembe ve mavi (kontrol) bantlar oluşur (71).
6. PCR: Bakteriye özgü 16S ribozomal RNA’nın amplifiye edilmesine dayanan
polimeraz zincir reaksiyonu yöntemi ise yaygın şekilde kullanılmaktadır. PCR,
H.pylori’nin tanısında çok duyarlı ve özgül bir test olarak büyük ümitler sunmaktadır
(69).
33
Tablo 7. H.pylori’nin tanısı.
Metod
Örnek
Hızlı serolojik
Serum
D
Ö
(%) (%)
95
85
Laboratuarda
yapılan
serolojik testler
(ELISA)
Serum
Mide sıvısı
dışkı
95
95
95
95 96.8
100
95
100
Üre nefes testi
Nefes
9598
9598
100
100
Biyopside üreaz
testi (CLOtest)
Mide
9095
98
100
87.5
Histoloji
(Giemsa, HE)
Kültür (biyopsi)
Mide mukozası
98
98
99.2
94.5
Mide mukozası
100 100
97.7
Kültür (dışkı)
Dışkı
9095
3050
100 100
96
PCR
Dışkı, mide bx
örneği, mide
suyu, diş
taşları..
Dışkı
95
95
100
97.7
97
99
100
96
HpSA
(H.pylori stool
antigen)
PPD
(%)
91
NPD
(%)
98
Yorum
Var ya da yok
şeklinde10 dk. da son
uç
Antikor titrasyonunu
gösterir, tedavi sonrası
her zaman Ak düşüşü
çabuk olmaz (12-18
ay) ve bu devam eden
enfeksiyonu da
gösterebilir.
C13’de radyasyon yok,
pahalı. C14 daha ucuz,
daha basit.
20 dk.da sonuç
alınabilir ama biyopsi
gerekir.
Basit ve oldukça
kesin, tekrarlanabilir.
Uzun sürer, pahalı.
Antibiyotik duyarlılık
testleri için araştırma
amaçlı yapılıyor.
Araştırma amaçlıdır,
yalancı pozitiflikler
göz önüne alınmalı.
Dışkıda H.pylori
antijenini saptayan
ELISA testidir.
(D: Duyarlılık, Ö: Özgüllük, PPD:Pozitif prediktif değer, NPD: Negatif prediktif
değer)
34
Tedavi:
H.pylori penisilin (P), ampisilin (AMP), amoksisilin (AMX), eritromisin (E),
gentamisin (CN), sefalosporinler, tetrasiklin (TE), florokinolonlar, imipenem (İPM) ve
metronidazole (MET) duyarlıdır. Ayrıca, kolloidal bizmut substrat ve bizmut
subsalisilat da bakteri üzerinde etkilidir. Ülser tedavisinde kullanılan histamin2reseptör antagonistleri (H2RA), sukralfat ve benzerlerinin antibakteriyel etkileri yoktur
(72,73). Eradikasyon olasılığı tekli antibiyotiklerde %50-70, ikili antibiyotik
kullanımında ise %90 civarındadır. Temelde ikili ve üçlü kombinasyon tedavileri
olmak üzere iki ana rejim vardır. Pratikte kullanılan tedavi kombinasyonları; 1.Klasik
bizmut üçlü tedavisi 2.H.pylori üçlü tedavisi 3.Ranitidin–bizmut citrate (RBC) tedavisi
4. Bizmut dörtlü tedavi şeklindedir.
Proton pompa inhibitörü(PPI) ve RBC köklü tedaviler günde iki kere ilaç
kombinasyonu ile yapılmaktadır. Burada klaritromisin (KLA) 500 mg günde 2 kere,
metronidazol (MET) 500 mg günde 2 kere veya AMX 1 g. günde 2 kere şeklindedir.
PPI ve RBC’nin başarı oranları benzerdir. Tedavi süreleri 10-14 gün kadardır.
H.pylori için antibiyotik duyarlılık testi yapılmış ise kür oranı %95-99 olarak beklenir.
KLA+MET kombinasyonu KLA+AMX kombinasyonuna göre daha başarılıdır.
Bizmut ilaveli dörtlü tedavi (daha çok Birleşik Devletler’de tercih ediliyor) TE (500
mg), MET (250-500 mg), sekresyon azaltıcı ilaç olarak kullanılmaktadır. MET
dirençli olgularda günde 3 kez 500 mg MET+PPI tedavisi ile iyi sonuçlar
alınmaktadır. Lansoprazol monoterapisi de antibiyotiklerle yapılan kombine tedaviler
kadar etkin bulunmuştur (72, 73).
HASTALAR VE METOD
Çalışmaya İstanbul Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi (n=21) ve İstanbul
Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dermatoloji Kliniklerinde (n=10) takip ve
tedavileri yapılmakta olan toplam 31 MF hastası ile yaş ve cinsiyet uyumlu 31 kontrol
bireyi alındı. Biyopsi ile tanıları konmuş MF grubundaki hastalar PUVA, interferon ve
retinoik asit tedavi protokolleri altında izlenmekteydiler. Kontrol grubu ise
etyolojilerinde H. Pylori’nin etken olarak düşünülmediği şikayetlerle iç hastalıkları ve
dermatoloji polikliniklerine başvuran bireylerden oluşmaktaydı. Çalışmaya alınan tüm
bireyler araştırma hakkında bilgilendirildi ve sözlü onayları alındı. Çalışma olgularının
tümünden venöz kan örnekleri ve gaita örnekleri alındı. Örnekler İ.Ü Cerrahpaşa
Mikrobiyoloji Laboratuarı‘nda çalışılarak, serumda H. pylori IgG antikor düzeyleri,
Enesis Diagnostics HpG Screen ELISA Kit(Cambridgegeshire, United Kingdom) kiti
yardımıyla rapid-ELISA (enzyme linked immunosorbent assay) yöntemiyle, gaitada
H. pylori antijeni Femtolab H. pylori CNX(Cambridgegeshire, United Kingdom) kiti
yardımıyla
EIA(enzyme
immunoassay)
yöntemiyle
kalitatif
olarak
ölçüldü.
İncelemede <1.1 ISR üzeri antikor değerleri ve 450nm dalga boyunda 0.190 üzeri
değerde absorbans gösteren gaita örnekleri pozitif olarak değerlendirildi.
BULGULAR
Hasta grubunda (n=31) kadınların sayısı 14 (% 45,2) iken, kontrol grubunda
(n=31) kadınların sayısı 16 (% 51,6) olarak bulundu (p>0.05). Hasta grubunun yaş
ortalaması 52,16 ± 13,58 (yaş aralığı 27-85 yıl), kontrol grubunun ise 52,13 ± 12,80
(yaş aralığı 30-79 yıl) olarak bulundu (p>0.05)(Tablo 8 ve Grafik 1). H. pylori
antikoru kontrol grubu bireylerinden 22’sinde (%71), hasta grubundaki bireylerden ise
24’ünde (%77,4) pozitif saptanırken, H. pylori antijeni kontrol grubunda 15 (%48,4),
hasta grubunda ise 13 (%41,9) bireyde pozitif saptandı (p>0,05) (Tablo 9, Grafik 2,3
ve 4). Grupların demografik özellikleri ve antijen-antikor sonuçları tablo 10’ da
gösterilmiştir. Hasta grubundaki bireylerin cinsiyet, yaş, hasatlık süresi ve evresi
açısından kendi içindeki dağılımına bakıldı (tablo 11). Ayrıca hasta grubunun hem
antijen, hem antikor pozitif-negatifliği cinsiyet, yaş, hastalık süresi ve evresine göre
dağılımı karşılaştırıldı (p>0.05) (Tablo 12 ve 13).
Tablo 8. Grupların yaş ortalamasının karşılaştırılması
Hasta grubu
YAS
Kontrol grubu
Ortalama
SS
Ortalama
SS
p
52,16
13,58
52,13
12,80
,992
Grafik 1. Grupların yaş ortalamasının karşılaştırılması
90
80
70
60
50
40
YAŞ
30
20
Hasta grubu
Kontrol grubu
Tablo 9. Grupların antijen-antikor pozitif ve negatifliğinin karşılaştırılması
Hasta grubu
Kontrol grubu
n
%
n
%
Erkek
17
54,8
15
48,4
Kadın
14
45,2
16
51,6
Negatif
7
22,6
9
29,0
Pozitif
24
77,4
22
71,0
Negatif
18
58,1
16
51,6
Pozitif
13
41,9
15
48,4
Ki-kare
p
0,25
0,61
1
0,33
0,56
2
0,26
0,61
0
Cinsiyet
HP antikor
HP antijen
Grafik 2. Grupların cinsiyete göre dağılımı
60
50
40
Hasta grubu
30
Kontrol grubu
20
10
0
Erkek
Kadın
Grafik 3. Grupların H. pylori antikoru sonuçlarına göre dağılımı
60
50
40
Hasta grubu
30
Kontrol grubu
20
10
0
Erkek
Kadın
Grafik 4. Grupların H. pylori antijeni sonuçlarına göre dağılımı
60
50
40
Hasta grubu
30
Kontrol grubu
20
10
0
Negatif
Pozitif
Tablo 10. Grupların demografik özellikleri ve H. Pylori antijen-antikor pozitifnegatifliği
Kontrol
Hastaları
E. K
MK
A.V
H.A
N.B
S. G
N.B
H.C
M.B
A.K
Ç.Ş
R.S
E.T
A.U
İ.K
H.A
N.Ç
H.Y
N.T
S.B
M.T
M.Ş
H.Ç
S.C
A.A
H.C
S.K
M.T
N.U
K.G
H.A
Y/C
73/K
30/K
45/E
40/E
48/K
39/E
65/E
57/K
31/E
44/E
66/K
57/K
53/K
43/K
41/E
56/K
43/E
72/E
43/E
52/K
55/E
74/E
43/K
34/K
61/K
58/E
45/K
58/E
50/K
79/K
61/E
H. P
antk
(-)
(+)
(+)
(+)
(+)
(+)
(+)
(+)
(-)
(+)
(+)
(+)
(-)
(+)
(+)
(+)
(+)
(+)
(-)
(+)
(+)
(+)
(+)
(-)
(-)
(+)
(-)
(+)
(-)
(+)
(+)
H. P
antj
(+)
(-)
(+)
(-)
(-)
(+)
(-)
(+)
(-)
(-)
(-)
(-)
(-)
(-)
(+)
(-)
(+)
(-)
(-)
(+)
(+)
(-)
(-)
(-)
(-)
(-)
(-)
(-)
(-)
(+)
(+)
MF
hastaları
M.E
M.G
L.C
A.Ö
M.B
V.İ
M.B
F.E
H.Ö
K.S
F.A
Z.B
M.B
Y.Ç
F.G
İ.Ö
İ.D
Ç.A
N.Ö
F.V
H.Ö
F.E
M.G
H.Ç
Y.Y
F.Y
Z.Y
M.Ş
İ.Ş
Z.H
N.Ç
Y/C
58/K
56/E
53/K
36/E
31/E
53/E
54/K
60/K
49/K
85/E
30/K
27/E
48/E
71/E
43/K
52/E
44/E
71/K
42/E
68/K
59/K
50/E
63/E
64/K
57/E
30/K
41/K
43/E
63/E
63/K
53/E
Evre Hastalık
süresi
IB
20 Yıl
IB
2 Yıl
IIA
5 Yıl
IB
1 Yıl
IA
5 Yıl
IB
2 Yıl
IB
1.5 Yıl
IB
4 Yıl
IA
5 YıL
IB
10 Yıl
IIB
2Yıl
IB
1 Yıl
IB
3 Yıl
IB
3 Yıl
IA
2 Yıl
III
2 Yıl
IA
5 YıL
IB
2 Yıl
IB
1 Yıl
IB
4 Yıl
IB
7 Yıl
IB
20 Yıl
IA
11 Yıl
IB
1 Yıl
IB
2 Yıl
IA
2 Yıl
IA
6 Yıl
IA
3 Yıl
IA
1 Yıl
IB
1 Yıl
IB
1 Yıl
H. P
antk
(-)
(+)
(+)
(+)
(-)
(+)
(+)
(-)
(+)
(+)
(+)
(+)
(+)
(+)
(+)
(+)
(+)
(+)
(+)
(+)
(+)
(+)
(-)
(-)
(+)
(+)
(+)
(-)
(+)
(+)
(+)
H. P
antj
(-)
(-)
(-)
(+)
(-)
(-)
(-)
(-)
(+)
(-)
(+)
(-)
(+)
(+)
(-)
(-)
(+)
(+)
(-)
(-)
(-)
(+)
(+)
(-)
(+)
(-)
(+)
(+)
(+)
(-)
(+)
Tablo 11. Hasta grubunun yaş, evre ve hastalık süresi
n
%
Erkek
17
54,8
Kadın
14
45,2
<50
12
38,7
50+
19
61,3
IA
9
29,0
IB, IIA, IIB, III
22
71,0
<3
14
45,2
3+
17
54,8
Cinsiyet
YAS
EVRE
SÜRE yıl
Tablo 12. H. Pylori antijen pozitif-negatifliğinin hasta grubunda evre, yaş ve
hastalık süresine göre dağılımı
HP antijen
Negative
Pozitif
n
%
n
%
Erkek
7
41,2
10
58,8
Kadın
11
78,6
3
21,4
<50
6
50,0
6
50,0
50+
12
63,2
7
36,8
IA
3
33,3
6
66,7
IB, IIA, IIB, III
15
68,2
7
31,8
<3
10
71,4
4
28,6
3+
8
47,1
9
52,9
Ki-kare
p
4,40
0,036*
0,52
0,470
Cinsiyet
YAS
EVRE
0,114
SÜRE yıl
1,87
0,171
Tablo 13. H. Pylori antikor pozitif-negatifliğinin hasta grubunda evre, yaş ve
hastalık süresine göre dağılımı
HP antikor
Negative
Pozitif
n
%
n
%
Erkek
3
17,6
14
82,4
Kadın
4
28,6
10
71,4
<50
3
25,0
9
75,0
50+
4
21,1
15
78,9
IA
3
33,3
6
66,7
IB, IIA, IIB, III
4
18,2
18
81,8
<3
2
14,3
12
85,7
3+
5
29,4
12
70,6
Ki-kare
p
Cinsiyet
0,671
YAS
0,565
EVRE
0,384
SÜRE yıl
0,412
TARTIŞMA
KTHL’nın, hala tam olarak bilinmeyen bazı antijenlerin kronik uyarısının
tetikleyici etkisiyle başlayan yaygın inflamatuar cevap sonucunda, epidermisde T
hücrelerinin malign klonal çoğalması ile oluştuğu düşünülmektedir. (1-10 ).
Sınırsız klonal T hücre çoğalmasının mekanizması henüz tam olarak
açıklanamamıştır, ancak sürekli antijen uyarımı ve gen mutasyonu sonucu MF’in çok
aşamalı bir patogeneze bağlı geliştiği kabul edilmektedir. MF, deride bulunan ve diğer
T hücrelerinden farklı olarak yüzeylerinde kutanöz lenfosit antijeni reseptörü taşıyan T
hücrelerinin malign hücrelere dönüşümünden kaynaklanır. Kronik antijen uyarısı,
süperantijen ve/ya da gen mutasyonu sonucu moleküler değişikliklerin ortaya çıkışıyla
bağışıklık sistemi cevabı bozulur (1-10). MF infiltrasyonundaki Th-1 lenfositler
poliklonal çoğalma gösteren non-malign T lenfositlerdir. Th-2 lenfositler ise,
monoklonal çoğalma gösteren malign T lenfositlerdir (4, 32, 33). Th-1’ den Th-2’ ye
dönüşümün moleküler ya da genetik mekanizmaları açık değildir. KTHL’de epidermis
ve dermisde antijen sunan hücreler (Langerhans hücreleri) de artmıştır. Bu hücreler
tarafından aktive olan T hücrelerinin, non-malign poliklonal T hücreleri olduğu
düşünülmektedir. Malign T hücreleri ise antijenden bağımsız yolla aktive olurlar.
Langerhans hücreleri sitokinler aracılığıyla fonksiyonel programlarını değiştirip, nonmalign T hücreleri üzerine aşırı oranda uyarıcı etki gösterirler (35). Sitokinler immün
yanıtta önemli rol oynarlar. Th-1 kaynaklı sitokinler immün sistemde antitümör etki
göstererek, pozitif immün yanıta; Th-2 kaynaklı sitokinler ise negatif immün yanıta
yol açarlar. KTHL patogenezinde temel kusur Th-2 kaynaklı sitokin üretimindedir.
Bunun sonucunda sitotoksik hücrelerin aktiviteleri azalır; antijen ve mitojenlere T
hücre yanıtı bozulur; IgE artar ve eozinofili görülür (33, 34).
KTHL’daki bilinmeyen antijenik uyarı için birçok ajan ve risk faktörleri öne
sürülmüştür. Bu hastalar üzerinde yapılan bazı çalışmalarda deri ve kan kültürlerinde
S. aureus %75 oranında pozitif bulunmuş ve Sezary eritrodermisinin antibakteriyel
tedaviyle hafifleyebildiği gösterilmiştir.(4,23, 10). S. aureus’un ürettiği bir
ekzotoksinin bundan sorumlu olduğu düşünülmektedir. Bulgular süperantijenin
lenfosit infiltrasyonunu arttırdığı ve T hücrelerinde klonal çoğalmaya sebep olacak
kronik antijenik uyarıyı oluşturduğunu göstermektedir.
S. aureus dışında, KTHL etyopatogenezinde HTLV-1, EBV, HIV gibi çeşitli
virusların rolü üzerinde de durulmuş, ancak bu etkenlerin daha çok immünsüpresyona
ikincil olarak aktive oldukları kanısına varılmıştır.
H.pylori insan mide salgıları içinde görülen ve kronik aktif gastrit, peptik ülser
ve mide adenokarsinomu ile ilişkisi kesinleşmiş, spiral şekilli, gram negatif bir
bakteridir. H.pylori’ nin sistemik inflamatuar mediatörlerde değişiklik yaparak veya
koagülasyon üzerinde etkili olarak, karaciğer ve kan hastalıkları yanısıra bazı deri
hastalıklarında rol oynadığı düşünülmektedir(12). H.pylori’ nin deri hastalıklarından
özellikle kronik ürtiker, akne rozase, akiz soğuk ürtikeri, herediter anjionörotik ödem,
psoriazis, alopesi areata, Behçet hastalığı, reküran aftöz stomatit, Sweet sendromu ve
dermatitis
herpetiformis
gibi
hastalıkların
etyolojisinde
rol
oynayabileceği
bildirilmiştir. Bununla birlikte, bugüne kadar yapılan çalışmalarda ve olgu
sunumlarında H.pylori’nin, bu hastalıkların etyopatogenezinde kesin bir rol oynayıp
oynamadığı, eğer rolü varsa, doğrudan bir infeksiyon ajanı olarak mı, yoksa dolaylı
olarak, immünolojik yollarla mı etki gösterdiği tam olarak aydınlatılamamıştır. Bunun
için büyük hasta gruplarında karşılaştırmalı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır(11).
MF etyolojisinde birçok ajan suçlanmışken, H.pylori ile ilgili yeterli veri
mevcut değildir. Literatür taramalarında, bugüne dek H.pylori’nin KTHL’lardaki olası
rolünü araştıran bir çalışmaya rastlanmamıştır. Ancak H. pylori’nin antijenik uyarıya
yol açarak bir B hücreli lenfoma tipi olan MALT lenfomaya neden olduğuna dair
çalışmalar bulunmaktadır. H. pylori ile ilişkili gastrit sonucunda midedeki lamina
probia bölgesinde CD4+ T lenfositler ve B hücreleri çoğalmaktadır. Antijen sunumu
sonucunda B hücre çoğalması ve lenfoid folikül gelişimi olmaktadır(74). İlk defa
Wotherspoon ve ark.ları tarafından H. pylori ve H.heilmannii’nin mide mukozasında
MALT lenfoma gelişimini tetikleyebileceği gösterilmiştir(74,75). H.pylori’ nin MALT
lenfoma gelişiminde rolü olduğu görüşü, antibiyotik tedavisi ile H.pylori eradike
edildiğinde tümörde de regresyon olması ile desteklenmektedir. MALT lenfoma
hastalarda ek neoplazmları araştıran bir çalışmada, MALT lenfomalı 27 olgunun
3’ünde (%11), bir veya birkaç ek kanser (toplam 8 tümör) saptanmıştır. Bu hastalardan
birinde MALT lenfoma gelişiminden önce melanomaya ek olarak MF gelişimi
bildirilmiştir. MALT lenfomalı hastalarda başka kanserlerinde görülebilmesi bu
hastalarda genetik bir instabiliteyi düşündürmektedir. Bu çalışmada H. pylori’nin %83
oranında pozitif bulunmuş olması MALT lenfoma etyolojisinde bu bakterinin rolünü
desteklemektedir (13). Kısa süre önce, biri intestinal MALT lenfoma olmak üzere,
MALT lenfoma-KTHL beraberliği gösteren 2 olgu daha bildirilmiştir. MALT lenfoma
ile KTHL’nın birlikteliğinin gösterildiği
bu vakalar rastlantısal olabileceği gibi,
genetik predispozisyon ve neoplastik T lenfositlerinin kapasitesi ile de ilişkili olabilir
(76).
H.pylori enfeksiyonu dünyada oldukça yaygındır. Enfeksiyona yakalanma
oranları yaş artışıyla iyi bir bağlantı gösterir. Bir bölgede H.pylori prevalansı kalabalık
yaşam, kötü hijyen koşulları ve düşük sosyoekonomik koşullar ile de artmaktadır.
Özellikle Türk toplumu gibi sosyoekonomik düzeyi ve hijyenik koşulları yeterli
olmayan toplumlarda bakteri insanlar arasında kolaylıkla yayılabilmektedir(51).
Ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerde H.pylori prevalansı %70-90 civarındadır.
Kronik H.pylori infeksiyonu dolayısıyla gelişen sürekli antijenik uyarı T lenfositleri
aktive ederek klonal çoğalmaya zemin hazırlayabilir. Amerika Birleşik Devletleri’nde
MF insidansının, düşük sosyoekonemik koşullarda yaşayan Afrika kökenlilerde daha
yüksek olduğu gösterilmiştir(10). H. pylori’ nin de sosyoekonomik düzeyi düşük
toplumlarda
sık görülen bir
enfeksiyon olması, bakterinin MF insidansındaki
yükseklikte rol oynayabileceği şüphesini doğurmaktadır. Bu nedenle, prevalansı
yüksek sayılabilecek bir bakteri olan H.pylori’nin Türk MF popülasyonundaki
pozitiflik oranlarının bilinmesi ve normal popülasyonla karşılaştırılması önem
taşımaktadır.
Öte yandan ülkemiz sosyoekonomik, genetik ve çevresel faktörlerden dolayı
diğer gelişmiş batı toplumlarından farklılık arz eder. Bu yüzden o toplumlarda
rastlanmayan risk faktörleri bizim toplumumuz için önemli bir risk oluşturabilir.
Ayrıca prevalansının toplumda yüksek olması bir bakterinin o toplumdaki bireylerdeki
KTHL etyopatogenezindeki olası rolü için bir gösterge oluşturmayabilir.
Bu varsayımlardan yola çıkarak düzenlediğimiz çalışmamızın sonucunda, MF
hastalarında geçirilmiş H. pylori enfeksiyonu kanıtı olan H. pylori IgG antikoru ve
antijenle temasın bir göstergesi olabilen
gaitada H. pylori antijeni pozitifliğinin
istatiksel olarak kontrol hastalarından farksız olduğu ortaya çıktı (p>0.05). Ayrıca
çalışmada hasta grubu hem antijen, hem antikor pozitifliği açısından yaş, cinsiyet,
evre ve hastalık süresine göre değerlendirildiğinde, bu parametrelerle pozitiflikler
arasında istatiksel olarak bir anlamlılık bulunmadı (p>0.05).
SONUÇ
Çalışmamızdan elde edilen bulgular, Türk toplumunda MF tanısı almış
hastaların kan örneklerindeki H. Pylori IgG antikoru ve gaita örneklerindeki H. Pylori
antijeni pozitifliğinin, kontrol bireylerinden anlamlı farklılık göstermediğini ortaya
çıkardı. Tartışmada belirtildiği üzere ve elde ettiğimiz bulgular doğrultusunda, Türk
toplumunda MF ile H. Pylori arasında bir ilişkinin varlığından söz etmek mümkün
değildir. Ancak bu konuda Türk toplumunda çok merkezli ve daha geniş hasta
grubunu kapsayan çalışmalara ihtiyaç vardır.
ÖZET
İmmun sistemi uyarma yeteneğine sahip ve antijenik stimulasyona neden olan
H. Pylori’nin, MF etyopatogenezinde rolü olup olmadığı tartışmaya açıktır. Ülkemiz
sosyoekonomik, genetik ve çevresel faktörlerden dolayı diğer gelişmiş batı
toplumlarından farklılık arz eder. Bu yüzden o toplumlarda rastlanan risk faktörleri
bizim toplumumuz için önemli bir risk unsuru oluşturmayabilir. Dolayısıyla hem
literatürde yeterli veri olmaması, hem de ülkemizde prevalansı yüksek sayılabilecek
bir bakteri olan H. Pylori’ nin Türk MF populasyonundaki kronik immun yanıtın bir
göstergesi olan H. Pylori antikoru ve antijenik uyarının sürdüğünün göstergesi olan H.
Pylori antijen varlığının bilinmesi önem taşımaktadır. Bu temel bilgiler ve düşünceler
doğrultusunda MF etyopatogenezinde H. Pylori’nin olası rolünü ortaya koymak için
düzenlediğimiz çalışmamızda, MF ve yaş/cinsiyet uyumlu kontrol hastalarında kanda
H. Pylori antikoru ve gaitada H. Pylori antijeni pozitifliği belirlendi ve aralarındaki
istatistiksel farklılık araştırıldı. MF hastalığının klinik evresi ve hastalığın süresiyle H.
Pylori arasındaki ilişki değerlendirildi. Çalışmaya biyopsi ile tanıları konmuş ve
tedavi altında takip edilen 31 MF hastası ve 31 de kontrol olgusu dahil edildi. Çalışma
olgularının tümünden hasta venöz kan örnekleri ve gaita örnekleri İ.Ü Cerrahpaşa
Mikrobiyoloji laboratuarında. rapid-ELISA (enzyme linked immunosorbent assay)
yöntemiyle H. Pylori IgG antikor düzeyleri Enesis Diagnostics HpG Screen ELISA
Kit(Cambridgegeshire, United Kingdom) kiti yardımıyla serumda, EIA(enzyme
immunoassay) yönetemiyle gaitada H. Pylori antijeni Femtolab H. Pylori
CNX(Cambridgegeshire, United Kingdom) kiti yardımıyla kalitatif olarak ölçüldü.
İncelemede <1.1 ISR üzeri antikor değerleri ve 450nm dalga boyunda 0.190 üzeri
değerde absorbans gösteren gaita örnekleri pozitif olarak değerlendirildi. Kontrol
grubu bireylerinden 22 hastada (% 71), hasta grubundaki bireylerden ise 24(%77,4) H.
Pylori antikoru pozitif saptanırken, H. Pylori antijeni kontrol grubunda 15 (%48,4),
hasta grubunda ise 13 (%41,9) bireyde pozitif saptandı (p>0,05). Çalışmamızdan elde
edilen bulgular, Türk toplumunda MF tanısı almış hastaların kan örneklerindeki H.
Pylori IgG antikoru ve gaita örneklerindeki H. Pylori antijeni pozitifliğinin, kontrol
bireylerinden anlamlı farklılık göstermediğini ortaya çıkardı. Tartışmada belirtildiği
üzere ve elde ettiğimiz bulgular doğrultusunda, Türk toplumunda MF ile H. Pylori
arasında bir ilişkinin varlığından söz etmek mümkün değildir.
KAYNAKLAR
1. Kim-James HY, Heffernan MP. The diagnosis, evaluation, and treatment of
cutaneous T-cell lymphoma.. Curr Probl Dermatol 2001; 13:301-340.
2. Dalton JA, Yag-Howard C, Messina JL, Glass LF. Cutaneous T-cell lymphoma.
Int J Dermatol 1997; 36: 801-809.
3. Hoppe RT. Mycosis fungoides and the Sezary syndrome: pathology, staging and
treatment. Curr Probl Cancer 1990; 295-361.
4. Diamandidou E, Cohen PR, Kurzrock R. Mycosis fungoides and Sezary
syndrome. Blood 1996; 88: 2385-2409.
5. Vidal E, Brocq L. Etude sur le mycosis fungoide. Le France Medical 1885; 2:946950.
6. Blasik LG, Newkirk RE, Dimond RL, Clendenning WE. Mycosis fungoides
d’emblee: a rare presentation of cutaneous T-cell lymphoma. Cancer 1982;
49:742-747.
7. Braun-Falco O, Plewig G, Wolff HH, Burgdorf WH. Dermatology. 2nd ed. Berlin,
Springer 2000; 1617-1623.
8. Özarmağan G. Lösemi ve lenfomalar. Tüzün Y, Kotoğyan A, Aydemir EH,
Baransü O (eds). Dermatoloji, 2. Baskı, Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul 1994;
685-692.
9. Zackheim HS, Mc Calmont TH. Mycosis fungoides: the great imitator. J Am Acad
Dermatol 2002; 47: 914-918.
10. Latkowski JA, Heald P. Cutaneous T Cell Lymphomas. In: Freedberg IM, Eisen
AZ, Wolff K, (eds). Fitzpatrick’s Dermatology in General Medicine, Vol 2, 6th ed.
New York: Mc Graw Hill 2003; 1537-1558.
52
11. Aydın F, Şentürk N, Cantürk T, Turanlı A.Y. Helicobacter Pylori ve İlişkili Deri
Hastalıkları. Türkderm 2004; 38: 102-105
12. Leontiadis GI, Sharma VK, Howden CW. Non-gastrointestinal tract associations
of Helicobacter pylori infection. Arch Intern Med 1999;159;10:925-938.
13. Luppi M, Longo G, Ferrari MG, Ferrara L, Marasca R, Barozzi P, Morselli M,
Emilia G, Torelli G. Additional neoplasms and HCV infection in low-grade
lymphoma of MALT type. Br J Haematol 1996;94:373-375.
14. Heald P et al: Skin selective lymphocyte homing mechanisms in the pathogenesis
of leukemic cutaneous T-cell lymphoma. J Invest Dermatol 1993; 101:222-226
15. Sézary A, Bouvrain Y. Erythrodermie avec presence de cellules monstreuses dans
le derme et le sang circulant. Bull Soc Fr Dermatol Syphil 1938; 45 :254-254
16. Weinstock MA, Gardstein B. Twenty-year trends in the reported incidence of
mycosis fungoides and associated mortality. Am J Pub Healt 1999; 89:1240-1244
17. Whittemore AS. Mycosis fungoides in relation to environmental exposures and
immune response: A case control study. J Natl Cancer Inst 1989; 81: 1560-1562
18. Lauritzen AF, Vejlsgaard GL, Hou-Jensen K, et al. P 53 protein expression in
cutaneous T-cell lymphomas. Br J Dermatol 1995; 133: 32-36.
19. Dummer R, Michic SA, Kell D, et al. Expression of bcl-2 protein and ki-67
nuclear proliferation antigen in benign and malignant cutaneous T-cell infiltrates. J
Cutan Pathol 1995; 22: 11-17.
20. Pascual J, Torrelo A, Teruel JL. Cutaneous T cell lymphomas after renal
transplantation. Transplantation 1992; 53: 1143-1145.
53
21. Kaufman D, Gordon LI, Variakojis D. Succesfully treated Hodgkin’s disease
followed by mycosis fungoides: A case report and review of the literature. Cutis
1987; 39: 291-296.
22. Weinstock MA. Epidemiology of mycosis fungoides. Semin Dermatol 1994; 13:
154-159.
23. Tocura Y, Heald PW, Yan SL, Edelson RL. Stimulation of cutaneous T- cell
lymphoma cell with superantigenic staphylococcal toxins. J Invest Dermatol 1992;
98: 33-37.
24. Musette P, Bachelez H. Cutaneous T-cell lymphomas and bacterial superantigens.
Blood 1997; 90: 472-473.
25. Lessin SR, Vowels BR, Rook AH. Retroviruses and cutaneous T-cell lymphoma.
Dermatol Clin 1994; 12: 243-253.
26. Zucker FD,Pancake BA. The role of human T-cell lymphotrophic viruses (HTLV1 and 2) in cutaneous T-cell lymphomas. Semin Dermatol 1994; 13: 160-165.
27. Duvie M, Magee K, Storhz KH. İn situ hybridization for HSV in mycosis
fungoides and alopecia areata. J Invest Dermatol 1989; 92: 423-423.
28. Brice SL, Jester JD, Friednash M, et al. Examination of cutaneous T-cell
lymphoma for HHV by using the polymerase chain reaction. J Cutan Pathol 1993;
20: 304-307.
29. Lee PYP, Charley M, Tharp M, Jegasothy BV, Deng JS. Possible role of EBV
infection in cutaneous T-cell lymphoma. J Invest Dermatol 1990; 95: 309-312.
30. Nahass GT, Kraffert CA, Penneys NS. Cutaneous T cell lymphoma associated the
acquired immunodeficiency syndrome. Arch Dermatol 1991; 127: 1020-102
54
31. Kieffer JD et al. Neutrophils, monocytes, and dendritic cells express the same
specialized form of PSGL-1 as do skin-homing memory T cells: Cutaneous
lymphocyte antigen. Biochem Biophys Res Commun. 2001; 20;285:577-587.
32. Pişkin G, Anadolu R. Kutanöz T hücreli lenfomanın immünolojisi. Türkderm
1997; 31: 192-202.
33. Rook AH, Heald P. The immunopathogenesis of cutaneous T cell lymphoma.
Hematol Oncol Clin North Am 1995; 9: 997-1010.
34. Herrick C, Heald P. The dynamic interplay of malignant an benign T-cells in
cutaneous T-cell lymphoma. Dermatol Clin 1997; 15: 149-157.
35. Hensen ER. Immunoregulatory events in the skin of patients with cutaneous T-cell
lymphoma. Arch Dermatol 1996; 132: 554-561.
36. Heald PW et al. Treatment of erythrodermic cutaneous T-cell lymphoma patients
whit photopheresis. J Am Acad Dermatol 1992; 17:427-433.
37. Hoppe RT et al. CD8-positive tumor infiltrating lymphocytes influence the longterm survival of patients whit mycosis fungoides. J Am Acad Dermatol 1995;
32:448-453.
38. Nowell PC, Moore JS. Aberrant responses of human lymphocytic neoplasms to
cytokine regulation. Immunol Res 1998; 17: 171-177.
39. Guitart J et al. Histologic criteria for diagnosis of mycosis fungoides: Proposal for
a grading system to standardize pathology reporting. J Cutan Pathol 2001; 28:174183.
40. Burg G et al. Pathology of cutaneous T-cell lymphoma. Hematol Oncol Clin North
Am 1995; 9:961-995
55
41. Glusac EJ et al. Cutaneous T-cell lymphoma. Refinement in the application of
controversial histologic criteria. Dermatol Clin 1999;17:601-614
42. Le Bott PE, Mc Calmont TH. Cutaneous lymphomas and leukemias. In Elder D
ed. Lever’s Histopathology of the Skin. 8th edition. Philedelphia: LippincottRuven 1997: 820-827.
43. Wolff-Sneerdorf A et al. Analysis of T cell receptor b chain genes by southern
blotting in known and suspected cutaneous T cell lymphomas. Clin Exp Dermatol
1995; 134: 282-282.
44. Willemze R, Kerl H, Sterry W, Berti E, et al. EORTC classification for primary
cutaneous lymphomas: a proposal from the cutaneous lymphoma study group of
the European Organization for Research and Treatment of Cancer. Blood 1997;
90: 354-371.
45. Bunn PA, Lamberg SI. Report of the comittee on staging and classification of
cutaneous T cell lymphomas. Cancer Treat Rep 1979; 63: 725-727.
46. Sausville EA, Eddy JL, Makuch RW, et al. Histopathologic staging at initial
diagnosis of MF and the Sezary syndrome. Ann Int Med 1988; 109: 372-382.
47. Crowley JJ, Nikko A, Varghese A, Hoppe RT, Kim YH. Mycosis fungoides in
young patients: clinical characteristics and outcomes. J Am Acad Dermatol
1998;38:696-701.
48. Kuzel TM, Roenigk HH, Rosen ST. Mycosis fungoides and the Sezary syndrome:
a review of pathogenesis, diagnosis, and therapy. J Clin Oncol 1991;9:1298-1313.
49. Ergun T, Yücelten D. Derinin T-hücreli lenfomasında tedavi. Türkderm 1997;
31:94-102.
50. Marshall BJ. Helicobacter pylori. Am J Gastroenterol 1994; 89: 116-119.
56
51. Sandıkçı MÜ, Köksal F. Helikobakter enfeksiyonları.Topçu A, Söyletir G,
Doğanay M. (Eds.), Enfeksiyon Hastalıkları. Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul
1996;1005-1009.
52. Brooks GF, Janet SB, Stephen AM. Jawetz M. Melinck&Adelberg’s Medical
Microbiology, 21. Baskı, Appleton & Lange, Connecticut 1995; 242-243.
53. Graham DY. Therapy of Helicobacter pylori: Current status and issues.
Gastroenterology 2000;118: 2-5.
54. Breuer T, Graham DY. Costs of diagnosis and treatment of Helicobacter pylori
infection: When does choosing the treatment regimen based on susceptibility
testing become cost effective? Am J Gastroenterol 1999; 94: 725-729.
55. Göral V. Helicobacter pylori’de tanı yöntemleri. Aktuel Tıp Derg 2000; 5:7-10.
56. Taviloğlu K, Türkoğlu S, Küçüker MA, Küçüker MA, Akyüz A, Buğra D,
Büyükuncu Y, Ang A. Helicobacter pylori tanısında serolojik yöntemin Histolojik
ve mikrobiyolojik yöntemlerle karşılaştırılması. Türk Mikrobiyol Cem Derg 1994;
24: 179-183.
57. Miehlke S, Graham DY. Antimicrobial therapy of peptic ulcer. Int J Antimicrob
Agents 1997; 8: 171-174.
58. Kung NN, Sung JJ, Yuen NW. One-week ranitidine bismuth citrate versus
colloidal bismuth subcitrate-based anti-Helicobacter triple therapy: A prospective
randomized controlled trial. Am J Gastroenterol 1999; 94: 721-725.
59. Bazzoli F. My approach to Helicobacter pylori eradication. Eur J Gastroenterol
Hepatol 1999;11: 37-40.
60. Covacci A, Telford JL, Del Giudice G. Helicobacter pylori virulence and genetic
geography. Science 1999; 284: 1328-1330.
57
61. Özden A, Dumlu Ş, Özkan H. ve ark. Transmission of Helicobacter pylori.
Gastroentoroliji 1994; 5:411-415
62. Nichols RL and Smith JW. Intragastric microbial colonization in common disease
states of the stomach and duodenum. Ann Surg 1973; 182: 57-561.
63. O'Connor HJ. Review article: Helicobacter pylori and gastro-oesophageal reflux
disease-clinical implications and management. Aliment Pharmacol Ther 1999; 13:
117-120.
64. Anand BS, Graham DY. Ulcer and gastritis. Endoscopy 1999; 31: 215-218.
65. Blaser MJ. Not all. Helicobacter pylori strains are created equal. Should all be
eliminated? Lancet 1997; 349: 1020-1022.
66. El-Omar EM, Oien K, El-Nujumi A. Helicobacter pylori infection and chronic
gastric acid hyposecretion. Gastroenterology 1997;113: 15-19.
67. Graham DY. Benefits from elimination of Helicobacter pylori infection include
major reduction in the incidence of peptic ulcer disease, gastric cancer, and
primary gastric lymphoma. Prev Med 1994;23: 712-716.
68. Graham DY. Helicobacter pylori infection in the pathogenesis of duodenal ulcer
and gastric cancer: A model. Gastroenterology 1997;113: 1983-1986.
69. Ustaçelebi, Ş. (ed.). Temel ve Klinik Mikrobiyoloji. Güneş Kitabevi/Ankara 1999;
536-540.
70. Fidan, I., Türet, S.: Helicobacter Pylori Enfeksiyonunda Patogenez ve Tanı,
Enfeksiyon Dergisi 1999; 13: 455-460.
71. Helicıbacter pylori Ag one step (Ürün monogramı), Linear Chemicals
www.linear.com
58
72. Chiba N, Rao BV, Rademaker JW, Hunt RH.: Meta-analysis of efficacy of
antibiotic therapy in eradicating H.pylori. Am J Gastroenterol 1992; 87: 17161727.
73. Aydın Y, Aydın L, Ceran F, Ateş Y, Yıldız M.: Helikobakter pylori enfeksiyonu.
İç Hastalıkları Progress 2003;4: 124-127.
74. Morgner A, Bayerdörffer E, Neubauer A, et al. Malignant tumors of the stomach.
Gastroenterol Clin North Am 2000; 29: 593-607.
75. Labenz J, Malfertheiner P. Helicobacter pylori in gastro-oesophageal reflux
disease: Causal agent, independent or protective factor? Gut 1997; 41: 277-300.
76. Ohmatsu H. et al. Mycosis fungoides associated with intestinal mucosa-associated
lymphoid tissue lymphoma. Int J Dermatol 2005;44:878-880.
59
Download