Editörden İ nsan, Yüce Allah’ın ruhundan üfleyip eşyanın isimlerini/hakikatlerini öğrettiği ve yeryüzünün halifesi kıldığı mükerrem bir varlıktır. Yaratılış özellikleri itibarıyla kâinatın özü kabul edilen insanı değerli yapan, ayrıcalıklı kılan en önemli unsurlar; aklı, fikri ve bilgisidir. İnsan, kendisine bahşedilen bütün özellikleriyle yeryüzünü imar etmek ve yaşanılabilir bir dünyayı kurmakla görevlidir. Bu da ancak bilgi, hikmet ve gayretle olabilir. Tarihte büyük medeniyetler inşa eden milletlerin ardında, yetiştirdikleri bilge şahsiyetler vardır. Medeniyetler, ancak yüksek düşünce ufkuna sahip şahsiyetlerle yükselir. Bu yüzden tarihsel süreç içinde her millet bilgiye önem vermiş, eğitime yatırım yapmış, genç nesillerin eğitimine ve geleceğe hazırlanmasına özel bir önem atfetmiştir. Günümüzde de ilimde, teknikte ilerlemiş, dünyaya öncülük etmiş milletlerin en önemli yatırımları bilgiye ve insan yetiştirmeye yöneliktir. Rahmet Peygamberi (s.a.s.) cahiliye toplumundan, zamanlarından altın çağ diye söz ettiren erdemli bir toplum meydana getirmiştir. Hz. Peygamber’in eğitiminden geçen ashab-ı kiram, asırlardır insanlığın manevi ufkunu aydınlatmaya ve yol göstermeye devam etmektedir. Onun izinden giden Müslümanlar da, asırlar boyu ilim, hikmet ve maneviyat önderleri olmuşlardır. Bugün ilim ve teknolojinin hayatımızı pek çok alanda kolaylaştırmış olmasına, gittikçe artan varlık ve bolluğa rağmen, insanlığın istediği huzuru yakalayamamış olması, toplum olarak neleri ihmal ettiğimiz konusunda da bizlere ipuçları vermektedir. Günümüzde modern toplumun problemlerine karşı Kur’an ve Hz. Peygamber’in öğretileri çağın has- talıklarına çözümler sunan engin bir hazinedir. Yapılması gereken şey, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in mesajlarında bulunan ilkeleri çağın idrakine söyletip yaşamak ve yaşatmaktır. Dergimizin Nisan ayı kapak konusunu “Hz. Peygamber ve İnsan Yetiştirme Düzenimiz” olarak belirledik ve kapsamlı bir dosya hazırladık. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz, “İnsan-ı Kâmil” başlıklı makalesi ile kâmil müminin insan yetiştirme düzeni içerisinde asıl hedeflenen insan modeli olduğundan bahisle, Peygamberî ahlaka vurgu yaptı. Prof. Dr. Murat Sülün, “Kur’an’da İnsan Eğitimi” konusunu ayetler ışığında ele aldı. Prof. Dr. Zafer Erginli, “İslam Medeniyetinde İnsan Yetiştirme” tasavvurunu, tarihî süreçler üzerinden sentezleyerek bizlerle paylaştı. Prof. Dr. Zekeriya Güler, “Hz. Peygamber’in İnsan Eğitimi”ni asr-ı saadet temelinde ve Hz. Peygamber dönemi itibarıyla nasıl okumamız gerektiği zaviyesinden bizlere aktardı. Doç. Dr. Aliye Çınar, “Modern Zamanlarda İnsan” başlıklı yazısında, modern zamanlarda insan yetiştirme bağlamında İslam’ın örnek uygulamalarına atıflarda bulundu. “İnsan Yetiştirme Düzenimiz Üzerine Düşünceler” yazısını Necla Koytak kaleme aldı. Bu yıl Kutlu Doğum Haftasının da temasını oluşturan ve yurt içinde yurt dışında pek çok etkinliğin gerçekleştirileceği “İnsan Yetiştirme Düzenimiz” konusunda birbirinden değerli kalemlerin değerlendirmelerini ilginize sunarken, çabalarımızın, geleceğimiz adına hayati önemi haiz insan yetiştirme hassasiyetimiz noktasında yeni bir duyarlılık oluşturmasını diliyorum. Bir sonraki sayıda yeniden buluşmak dileğiyle... alman D r. Yüksel S diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 1 İçindekiler gündem 6 Kâmil Mümin ve İnsan-ı Kâmil Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz tefekkür 34 Dindarın Samimiyet Sınavı Prof. Dr. Nevzat Tartı 10 Kur’an’da İnsan Eğitimi Prof. Dr. Murat Sülün 29 İnsan Yetiştirme Düzenimiz Üzerine Düşünceler Necla Koytak 44 Peygamberin Yetimleri Rukiye Aydoğdu 14 İslam Medeniyeti’nde İnsan Yetiştirmenin Temel İlkeleri Prof. Dr. Zafer Erginli 37 Said Halim Paşa Dr. Elif Arslan 46 İman ve İbadette İhlas ve Samimiyet Mukadder Arif Yüksel 20 Hz. Peygamber’in İnsan Eğitimi Prof. Dr. Zekeriya Güler 40 İşidin Ey Yarenler Yrd. Doç. Dr. Mustafa Tatçı 53 Bir Ağaç Nasıl Korunur Selim Şahin 26 Modern Zamanlarda İnsan Doç. Dr. Aliye Çınar Köysüren 42 İslam Ümmeti Neden Bu Duruma Düştü Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı 54 Güneş Adası Rodos Dr. Mehmet Sılay Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Dr. Yüksel SALMAN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk GÖRGÜLÜ Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu Mustafa BAYRAKTAR 2 Yayın Koordinatörleri Mustafa BEKTAŞOĞLU Dr. Lamia LEVENT Mutlu DOĞAN [email protected] diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 Tashih Mesut ÖZÜNLÜ Teknik Servis Latif KÖSE Arşiv Ali Duran DEMİRCİOĞLU Yönetim Merkezi Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No: 147/A 06800 Çankaya/ANKARA Tel: 0312 295 7306•Faks: 0312 284 7288 Abone İşleri Tel 0312 295 7196-94 Faks: 0312 285 1854 e-mail: [email protected] Abone Şartları Yurt içi yıllık: 60,00 TL Yurt dışı yıllık: ABD: 30 ABD Doları AB ülkeleri: 30 Euro Avustralya: 50 Avustralya Doları İsveç ve Danimarka: 250 Kron İsviçre: 45 Frank Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün metafor 50 “Ev” İnsanın Kendi Kalbidir İbrahim Arpacı hayata dair 61 Çocuk İstismarı ve Şiddet Rukiye Karaköse 58 Kagem Kalem Kitap Kahve İbrahim Arpacı 68 İslam’da Ekolojik Denge Yrd. Doç. Dr. Hasan Yaşaroğlu 76 Ezan ve Kur’an Yahya Kemal Beyatlı 64 Bir Medeniyet Fatihi İrfan Fethi Gemuhluoğlu Firdevs Kapusızoğlu 72 İtaat Doç. Dr. İsmail Karagöz 77 Diyanet’e Soralım Din İşleri Yüksek Kurulundan Hz. Peygamber’in Mekke’de İnsanları Kazanmaya ve Yetiştirmeye Yönelik Faaliyetleri Prof. Dr. Adnan Demircan 74 Anlatırsan Anlarım Projesi Halime Karabulut 79 Kitaplık Ahmet Vural 66 T.C. Ziraat Bankası Ankara Akay şubesindeki IBAN: TR0001 0007 6005 9943 0850 01 no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-mailin Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye İşletmesi Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı no: 147/A 06800 Çankay/ANKARA adresine gönderilmesi gerekir. Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Diyanet Aylık Dergi (Türkçe) Temsilcilikler Yurt içi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri Yurt Dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri Ataşelikleri www.diyanet .gov.tr [email protected] [email protected] Yayınlanacak yazılarda düzletme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir. Tasarım: Dorukkaya Matbaacılık Yay. Rekl. Ve Madencilik Enerji Ve İnşaat A.Ş. Macun mah. 3. Cad. no: 2 Yenimahalle/ANKARA Tel: 0312 397 1197•Faks: 0312 397 1198 Baskı: Korza Yayıncılık Basım Sanayi Tic. Ltd. Şti. ANKARA Tel: 0312 342 22 08•Faks: 0312 341 28 60 www.korzabasim.com.tr Basım yeri: Ankara/Basım Tarihi: 31/03/2014 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 ISSN – 1300-8471 3 Başmakale Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı İnsan Yetiştirme Düzenimiz H z. Peygamber (s.a.s.), hiç kuşkusuz, bütün Müslümanlar için her zaman ve her asırda yegâne örnektir. Mühim olan, her asırdaki Müslümanların onun (s.a.s.) rehberlik ve önderliğine ne kadar ve ne şekilde başvurabildikleridir. Önemli olan, Müslümanların, onun (s.a.s.) insanlık âlemine kazandırdığı değerlere, evrensel ilke ve esaslara ne ölçüde riayet edebildikleridir. Çünkü İslam Peygamberi (s.a.s.), kızgın çölün bereketsiz topraklarında bedevi insanlardan oluşan bir toplumdan İslam medeniyetinin nüvesini teşkil eden medeni bir toplumu hem de çok kısa bir zaman diliminde inşa etmiş, aşağıların aşağısına yuvarlanmış insanlığı yüksek değerlerle buluşturmuştur. Kısacası Hz. Peygamber (s.a.s.), çok kısa bir sürede küfür, şirk, kin, nefret ve intikam toplumunu iman, İslam, sevgi, muhabbet ve rahmet toplumuna dönüştürmüştür. Bugün, topyekûn insanlığımızın çok çetin sınavlardan geçtiği günleri yaşıyoruz. Yerel, bölgesel ve küresel ölçekte yaşanan hadiseler, zaman zaman insanlığın ölmekle karşı karşıya kaldığına dair bizlerde ciddi endişelere neden olmaktadır. Hassaten ona (s.a.s.) ümmet olanların birbirleriyle olan ilişkilerindeki dikkatsizlik, özensizlik ve ölçüsüzlük, bugün biz Müslümanlar için artık acı veren birer yük olmaya başlamıştır. Bütün insanlık için hayırlı bir ümmet ve örnek bir topluluk olarak hakka, hakikate, adalete ve ahlaka rehberlik etmekle yükümlü olduğumuz halde, ne yazık ki birbirimizle olan ilişkilerimiz başta olmak üzere, birer Müslüman olarak diğer insanlarla, eşyayla, tabiatla hatta topyekûn hayatla olan ilişkilerimizde ciddi bir istikamet kaybı içinde olduğumuzu itiraf etmek gerekir. Kur’an-ı Kerim’in temel sabiteleri ve evrensel mesajları, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) çağlar üstü örnekliği ve rehberliği önümüzde dururken, Rabbimiz hak, 4 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 hakikat, adalet, ahlak, fazilet ve erdem yolunda hizmet etmeyi hepimize emretmişken, Hz. Peygamber (s.a.s.), insan-ı kâmil olmanın yollarını sünnet-i seniyyesiyle bizlere en güzel bir biçimde göstermişken, ne yazık ki bugün İslam dünyası, İslam’ın dünyası olmaktan çok uzaktır. Üzülerek ifade edelim ki, İslam coğrafyası bir ilim ve medeniyet coğrafyasından bir zulüm ve mazlumiyet coğrafyasına dönüşmüştür. İslam diyarları, barışın, esenliğin ve huzurun diyarları olmaktan çıkmış, fitnenin, düşmanlığın, şiddetin ve savaşın diyarları haline gelmiştir. İslam ümmeti, tevhit, vahdet, birlik, beraberlik ve kardeşlik şuurundan uzaklaşmış, tefrika, ayrılık-gayrılık ve ayrımcılık girdabına düşmüştür. Müslümanlar, kardeşlik ahlakının ve hukukunun gereklerini yerine getirmekten uzaklaşmış, ümmet-i Muhammed olma bilincini kaybetmiştir. İslam medeniyetinin okulları olan mezhepler, gerilim ve çatışmanın kaynağı olarak görülmeye başlanmıştır. Müslümanlar, ırkçılık, mezhepçilik, meşrepçilik ve cemaatçilik hastalığına yakalanarak küçük mensubiyetleri kimliğe dönüştürmüşler ve asıl büyük mensubiyet olan İslam’ın önüne geçirmeye kalkışmışlardır. Bugün İslam’ın dünyadaki temsili doğru bilgiye dayanan, tarihte İslam medeniyetini kuran anayolla değil, daha çok modern zamanlarda ortaya çıkmış uç hareketlerle gerçekleştirilmek istenmektedir. İslam medeniyetinin belli başlı hasletlerini bir bir çökertmeye yol açacak olan bu hâl ve gidişat hiçbir şekilde tasvip edilemez. İçinde derin sarsıntıları, hesaplaşmaları ve arayış sancılarını barındıran bu durumla zaman kaybetmeden yüzleşmek, kayıp ve ihmallerimizi telafi etmek, “Nereye gidiyoruz?” dedirten soruların peşine takılarak yaşadığımız evden mahalleye, köyden kente, ülkeden, gönül coğrafyamıza ve İslam dünya- sına kadar, ancak “hâl-i pür melal” olarak değerlendirilebilecek bu mevcudiyetin ciddi bir şekilde hesabını vermek zorundayız. Zira bugün din-hayat, din-siyaset, din-devlet, din-insan ilişkileri konusunda İslam dünyasında üretilen bilgi birikimi, bütün bu ilişkileri doğru kurmaya yetmiyor. İlahî hakikat çerçevesinden bakıldığında her insan fıtrat üzere hayata katılmaktadır. Her birey, yaşama alanlarında türlü etkileşimlere açık bir şekilde, inanç, bilgi ve değer kaynakları arasında dolaşarak kimliğini inşa etmekte, kendini imar etmektedir. Neticede kişinin iradesi şekillendiğinde, kişi tercihlerine ve yönelimlerine sahip çıkmaya başladığında, niyet ve yönelimlerinin hesabını verebilir bir kıvama geldiğinde kendisini bir zihniyet dünyasının içinde bulmaktadır. Bütün bu süreçler, bütün bu mecralar, insan yetiştirme düzeni olarak adlandırılmaktadır. İnsan yetiştirme düzeni, aslında her insanı kendi sistematiği içinde yapılandırmak, biçimlendirmek ve kurgulamak isteyen, kısacası düzenleme iddiası taşıyan her yapının biricik derdidir. Bu itibarla içinde yaşadığımız dünyanın insan yetiştirme mekanizmalarının, hepimizi kuşatan zihniyet dünyalarının değerlendirilmesi elzemdir. Resmî ve gayriresmî kurumlar, özel ve kamusal yapılar, din alanının örgütlenmiş tezahürleri, gelenekler, inançlar, ideolojiler, siyasal hedefler, zihniyet yapısını besleyen dinî ve kültürel oluşumlar, dinî bakiyenin sık sık gözden geçirilmek zorunda kaldığı karşılaşmalar, sosyal bilimcilerin severek kullandığı öteki kategorisindeki yapılar, tarikatlar, cemaatler, modern bilgi sistematikleri, küresel etkilere açık millî ve dinî yönelimlerde yorumlama zafiyetleri… Doğrusu tüm bu öğelerin yeniden değerlendirilmesi son derece önem arz etmektedir. Öte yandan klasik İslam medeniyetinin bu yüzyıla sarkan boyutlarının önemli ölçüde zayıflatıldığını, medeniyetimizin belli başlı hasletlerini besleyecek kurumlardan uzak kaldığını, dinin sadece camiye hasredildiğini de unutmamak gerekiyor. Aynı şekilde geçtiğimiz yüzyılın başlarından itibaren bütün dünyayı kuşatan sekülerizm, modernizm, pozitivizm, dünyevileşme ve bireyselleşmenin sadece bizim coğrafyamızda değil topyekûn insanlık sathında dinin nereye konulup yerleştirileceği konusunda ciddi bir hercümerç yaşandığı da izahtan varestedir. Diğer taraftan köy ve kent hayatının kendi kıvamlarında hayata kattığı insanın, oldukça çeşitlenmiş hareket alanları içinde din-i mübin-i İslam’la kuracağı bağlantı, ilişki, yakınlık ve beklentiler hala muallaktadır. Bugün sorulması gereken sorular şunlardır: İnsanımızı nasıl yetiştiriyoruz? Nasıl bir insan özlemi içerisindeyiz? Yetiştirdiğimiz insanlar nasıl bir gelecek vaat ediyor? Yetiştirilen her bir insan ne ölçüde muteber ve ideal hasletlerle kendi kişiliğini buluşturmayı öncelemiştir? Bu konuda sorumluluklarımızı müdrik miyiz? Bütün bu sorulara doğru, yerinde ve tutarlı bir cevap verebilmek için her şeyden önce bizi kuşatan şartla- rı, geldiğimiz dünyayı, bizi besleyen dil ve söylemleri, içinde bulunduğumuz zihniyet yapılarını, kişiliğimize ve kimliğimize ağırlığını veren değer ve söylemleri hesaba katmamız gerekiyor. Topyekûn insan yetiştirme fikriyatımızı, düzenlerimizi, bilgi ve bilinç üreten mekanizmalarımızı yeniden ele almak mecburiyetindeyiz. Bu çerçevede İslâm dünyası olarak din eğitimi veren kurumlarımız, medreselerimiz, İslam üniversitelerimiz, ilahiyat fakültelerimiz, imam-hatip okullarımız, müfredatlarını, programlarını, âlim yetiştirme anlayışlarını yeniden gözden geçirmek zorundadır. Velhasıl okullarda, fakültelerde, örgün ve yaygın eğitim kurumlarında, camilerde, Kur’an kurslarında, gönüllü kuruluşlar ve STK’larda, vakıf ve derneklerde, öğrenci evlerinde, pansiyon ve yurtlarda, ailelerde, evlerde, mahallelerde, kitle iletişim araçlarında, yazılı ve görsel basında, sosyal medyada insanlara nasıl bir İslam anlatıldığını ve hangi metotlarla öğretildiğini yeniden ele almak durumundayız. Bu mesele, her şeyden önce gelecek nesillerimizin din-i mübin-i İslam hakkında yanlış kanaat edinmemeleri için de bir an önce ele alınması gereken bir konudur. Zira Müslümanlar olarak bizler haklı olarak içinde yaşadığımız dünyanın akışı hakkında söz sahibi olmak isteriz. Çocuklarımızı, gençlerimizi ve gelecek nesillerimizi hangi dünyanın beklediğini sadece merak etmekle kalmaz, bizatihi sorgularız. Hızlı ve vahşi dünyevileşmenin baskısını aşmak isteriz. İnsan, evren ve Allah ilişkilerinin olması gerektiği tarzda olmasını isteriz. İslam’ın tevhit, nübüvvet ve mead öğretisinin, dünya ve ahiret vurgusunun doğru bir şekilde öğretilmesini isteriz. Hakkın hak, batılın batıl olarak fark edilip bilinmesine çaba harcarız. Adalet ilkesinin her zaman revaçta olması için gayret eder, her türlü zulüm ve haksızlığın ortadan kalkması için elimizden geleni yaparız. Kur’an-ı Kerim’in her birimize yüklediği sorumluluklar çerçevesinde “Emri bil maruf, nehyi anil münker” ilkesine bağlı olarak mefsedete karşı çıkmaya, hak ve hakikate destek olmaya çalışırız. Hepimiz Cenab-ı Hakk’ın razı olacağı iman ve istikamet doğrultusunda sulh ve salahın egemen olduğu bir toplum içinde yaşamak isteriz. Bugün bu amaç ve yükümlülükleri yerine getirebilmek için insan yetiştirme düzenimizin hemen her aşamasının sıkı bir şekilde gözden geçirilmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu konuda nerede hata yapıldığını ve bu hataların mahiyetini ve maliyetini değerlendirmek her fırsatta bizlere yeni ufuklar kazandıracaktır. Sonuç olarak bugün bir kez daha dindarlığımızın ahlak ve hukuk yerine neden tefrika ve gerilim ürettiğini; yüreklerimizdeki peygamber sevgisinin içimizdeki kin, öfke ve nefreti neden bitirmediğini; Müslümanlığımızın kardeşlik ahlakı ve hukukunun gereklerini yerine getirme konusunda neden yetersiz kaldığını kendimize yüksek sesle sormak ve insan yetiştirme düzenimizi yeniden ele almak zorundayız. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 5 Gündem Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Kâmil Mümin ve İnsan-ı Kâmil Her varlığın en mükemmeli temsil ettiği bir alan vardır. İnsan en mükemmel değildir. Fakat o en mükerrem yaratıktır. nsan yaratılışı itibarıyla Allah’ın yeryüzünde halifesi (Bakara, 2/30.) ve ahsen-i takvim sırrına mazhardır. (Tin, 95/4.) İnsanın Allah’ın halifesi olması, Allah’ın sıfatlarından bazı tecelliler taşımasındandır. Nitekim: “Ben Âdem’in yaratılışını tamamladığımda ona ruhumdan üfürdüm.” (Hicr, 15/29; Sad, 38/72.) ayeti ile “Allah Teala Âdem’i kendi suretinde yarattı.” (Buhari, İstizan, 1; Müslim, Birr, 115.) hadisi, insandaki ilahî ve rabbani tarafa işaret etmektedir. “Ruh Rabbimin emrindendir.” (İsra, 17/85.) ayeti de ruhtaki imaret, idare ve otorite özelliğini ifade ettiğinden, insanın “hilafet” sıfatının bu emir ve dolayısıyla ruhla alakalı olduğunu göstermektedir. İ İnsanın “ahsen-i takvim” üzere yaratılmış olması, maddi ve manevi olarak en güzel kıvamda olması demektir. Maddi ve manevi güzellik, gerek fiziki ve cismani bakımdan, gerek ahlak ve maneviyat itibarıyla ruhani bakımdan, insanın güzel bir kıvama erebilecek bir biçimde yaratılmasıdır. 6 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 İnsan, âlemlerin suretlerini şahsında toplayarak zıtları birleştirmekle evrenin (makrokosmoz) muhtasar bir numunesi (mikrokosmoz) olarak ortaya çıkmıştır. Arifler insanı “nüsha-i kübra” ve “zübde-i âlem” olarak görmüşlerdir. İnsanın güzelliği ve ahsen-i takvim sırrına mazhar bulunuşu bu âlemin özü mesabesinde oluşundandır. “Ahsen-i takvim” suret ve maddede değil, “hüsün” denilen manayı kavramadadır. Hüsün duygusundan hareketle, güzeller güzeli “ahsenü’lhalikin”i anlamada, O’nun hüsn-i mutlakla sıfat-ı kemalini tanıyıp O’nun ahlakıyla ahlaklanmadadır. İnsan doğuştan bu kıvam ve kabiliyettedir. Yoksa insan dış organları açısından mükemmel değildir. Nitekim güç ve kuvvette fil, aslan ve kaplan gibi hayvanlar, insandan çok ileridedir. İşitmede gece kelebeği denilen yarasa son derece mükemmeldir. Keza koku almada kene bütün hayvanlardan ve dolayısıyla insandan öndedir. Aslında her varlığın en mükemmeli temsil ettiği bir alan vardır. O hâlde insan en mükemmel bir hayvan değildir. Fakat o en mükerrem yaratıktır. Çünkü: “Biz insanoğlunu en mükerrem surette yarattık.” (İsra, 17/70.) buyrulur. Mükerremlik sıfatı, cismani ve ruhani olmak üzere iki kısımdır. Cismani olanı mümine de, kâfire de şamildir. Ruhani olanı ise Cenab-ı Hakk’ın ikram ettiği nübüvvete ve risalete, İslam ve hidayete mazhar olan peygamberlere ve mümin kullara hastır. Kâmil mümin denilince bütün kusur ve hatalardan arınmış bir insan hatıra gelmemelidir. İslam’da layuhtilik (günahsızlık) ilkesi yoktur. Doğuştan gelen bir günah ve suçluluk da yoktur. İnsan elbette hata ve günahtan salim olamaz. Kur’an’daki: “Sizi boş yere mi yarattığımızı sanıyorsunuz?” (Müminun, 23/115.) “İnsanoğlu başıboş salıverileceğini mi zannediyor?” (Kıyame, 75/36.) ayetlerinde istifham-ı inkâri ile ifade edilen insanın yaratılış sırrının cevabı: “Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56.) ayetinde bulunmaktadır. İslam sanatında hat ve tezhip sanatlarının meşk olduğu hilye-i şerifler Hz. Peygamberin fiziksel özellikleri, karakteri, insanî ve ahlakî niteliklerini konu edinmektedir. İnsanın yaratılış gayesi kulluk olduğu için arifler ubudiyet ile hürriyet arasında bir irtibat görürler. İnsanın yabancılaşma sonucu kulluktan uzaklaşmasıyla hürriyetten de kopacağını; köleliğe, nefse ve hevaya kulluğa yöneleceğini ifade ederler. Çünkü Allah Teala: “Nefsini tanrı edineni gördün mü?” (Furkan, 25/43.) buyurarak buna işaret etmektedir. İnsan Allah’a kul olduğu sürece hürdür, nefsinin esaretinden kurtulmuştur. Allah’a kulluktan uzaklaştığı sürece esirdir, nefsinin kölesidir. Kâmil bir mümin ancak Allah, peygamber, insanlar ve dünya ile ilişkilerinde temayüz eden özellikleriyle tanınır. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 7 Gündem Her insan potansiyel bir insan-ı kâmildir. Çünkü insan, insan-ı kâmil olabilecek kabiliyetler taşır. Bu kabiliyetlerini geliştirenler, o makama erişebilir. 1- Allah ile ilişkilerindeki özellikleri Edep, güzel ahlaktır, isardır, başkalarını kendine tercihtir. Feragat ve fedakârlıktır. En azından kendisi için istediğini başkaları için de istemek, kendisi için istemediğini başkaları için de istememektir. Bu, insanda sevgi doğuracak bir paylaşımdır. Kâmil bir müminin Allah ile ilişkilerindeki en önemli özelliği iman, ikan, ihsan, teslimiyet ve tevekküldür. İmanın iki boyutu vardır: Marifet ve muhabbet; yani Allah’ı önce esma ve sıfatlarıyla tanımak, ardından O’nun sayısız nimet ve ihsanlarını görüp sevmektir. Bu sevgi sebebiyle O’na ikan ve ihsan duygusuyla bağlanıp görüyormuş gibi kulluk etmek, O’na güvenmek ve teslim olmaktır. O’ndan gelecek her şeye rıza göstermektir. Emirlerine boyun eğmek ve gereği gibi kul olmaktır. Toplum içinde insanı ahlaki açıdan yaralayacak ve başkaları nezdinde küçültecek, dedikodu, gıybet, suizan, nemime, iftira, istihza gibi negatif vasıflardan; ahlaki marazlardan uzak durmaktır. Kardeşlik duygularını zedeleyecek, birlik ve beraberliği bozacak tavırlardan kaçınmaktır. 2- Peygamber ile ilişkilerindeki özellikleri 4- Dünya ile ilişkilerindeki özellikleri Kâmil müminin Allah ile ilişkisinin bir boyutunu da üsve-i hasene olan Hz. Peygamber ile ilişkileri teşkil etmektedir. Çünkü Allah Teala, sevgisine mazhar olmayı peygamberini ittiba şartına bağlamıştır. (Âl-i İmran, 3/31.) Peygamberin emrettiği şeyi alıp uygulamayı; sakındırdığı şeyden uzaklaşmayı emretmiş, (Haşr, 59/7.) Peygambere itaati kendine itaate denk saymıştır. (Nisa, 4/80.) Bu itibarla peygamberine iman ve ona gönülden bağlılık olmadan, Allah’a imanda kemal gerçekleşmez. Peygambersiz bir din, rehbersiz bir dinî hayat düşünülemez. Mümin-i kâmil için dünya bir araçtır. Nitekim Kur’an’daki: “Allah’ın size kıyam ve kıvam vesilesi kıldığı mallarınız.” (Nisa, 4/5.) ifadesi bunu göstermektedir. Dünya malının insanı aldatmaya yönelik tuzakları eksik olmaz. Nitekim Kur’an’da bununla ilgili pek çok ayet vardır: “De ki: Dünya metaı azdır. Takva sahipleri için ahiret daha hayırlıdır.” 3- İnsanlarla ilişkilerindeki özellikleri Kâmil bir müminin insanlarla ilişkilerinde en önemli özelliği merhamet, adl ve ihsandır. Merhamet, Rahman mazharı bir gönle sahip olmaktır. Adalet hakkı gözeterek denge ile hareket etmek, ihsan ise ziyadesini yapmaktır. İnsanın çevresindeki insanlara karşı iyilik yapması, her türlü hayâsızlık ve kötülükten uzaklaşması sosyal hayatın gereğidir. (Nahl, 16/90.) Üsve-i hasene olan Hz. Peygamber’in gösterdiği biçimde İslam’ın güzelliklerini edeple yaşamak gerekir. Edep, bütün hayır ve meziyetlerin toplamıdır. Utanılacak tavır ve davranışlardan uzak durmak demektir. 8 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 (Nisa, 4/77.) Dünyadan kurtulmanın yolu, faniliğini düşünüp ona kapılmamaktır. Ayet-i kerimede: “Rabbinin adını an ve her şeyi bırakıp O’na yönel!” (Müzzemmil, 73/8.) buyrulmaktadır. Hadis-i şerifte de: “Dünyadan yüz çevirirsen Allah seni sever. İnsanların elinde olandan yüz çevirdiğin takdirde insanlar tarafından sevilirsin.” (İbn Mace, Zühd, 1.) İrfan geleneğinde insan-ı kâmil düşüncesi İnsan-ı kâmil kavramının irfan geleneğinde, lügat anlamından farklı ve kapsamlı ontolojik bir manası vardır. İnsan Allah’ın yeryüzünde halifesidir. Bu itibarla Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarına mazhar olan, hazarat-ı hams ve meratib-i vücudu kendinde toplayan kişiye insan-ı kâmil denir. İnsan-ı kâmil fikri, varlık fikrinin devamıdır ve onunla alakalıdır. Nitekim İbn Arabi’ye göre kâinat ilk önce ruhsuzdu. Tıpkı cilası vurulmamış bir ayna gibiydi. Âdem bu cilasız aynanın cilası ve ruhu olmuştur. Ona göre insan, ilahî isim ve sıfatlarının, bütün kemallerini aksettiren cismi, büyük âlem cisminden küçük olsa bile, onun bütün hakikatlerini kendinde toplamaktadır. İnsan-ı kâmil Allah’ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır. İnsan-ı kâmil, maddi ve manevi bütün kemal mertebelerini kapsamaktadır. İnsan-ı kâmil, Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Ancak onun tarihî şahsiyeti değil, henüz Âdem balçık hâlindeyken peygamber olan Muhammed (s.a.s.)’dir. (bkz. Keşfü’l-hafa, II, 121 (2015).) Yani hakikat-i Muhammediyye’dir. İnsan-ı kâmil, varlığın ve hilkatin gayesidir. Zira ilahî irade ancak onun vasıtasıyla tahakkuk edebilir. Eğer insan-ı kâmil olmasa Allah bilinemezdi. İnsan-ı kâmil, ilahî tecellilerin temsilcisi olduğu için onu tanımak Allah’ı tanımak demektir. Bu nedenle irfan muhitlerinde: “Kendini bilen Rabbini bilir.” (Keşfü’l-hafa, II, 234 (2530).) anlayışı yaygınlık kazanmıştır. Hacı Bayram Veli’nin şu kıtası bu anlamdadır. Bilmek istersen seni / Can içre ara anı Geç canından bul anı / Sen seni bil, sen seni İrfani telakkide her insan potansiyel bir insan-ı kâmildir. Çünkü insan, insan-ı kâmil olabilecek kabiliyetler taşır. Bu kabiliyetlerini irfan usullerine göre geliştirenler, o makama erişebilir. “İnsan-ı kâmil” kavramı genellikle Hz. Peygamber ve ona niyabeten kutup ve gavs mesabesindeki rical için kullanılır. “Mümin-i kâmil” kavramı ise “insan-ı kâmil” kapsamının dışında kalan kemal ehli inananlar için kullanılmaktadır. Böyleleri büyük günahlardan kendilerini koruyan, bilerek küçük günahları yapmayan kimselerdir. Fâni olanlardan geçip ebedî olana dayanmak ve böylece mümin-i kâmil olmak kolay iş değildir şüphesiz. Bunun yolu sağlam bir iman, ibadet ve ahlak ile Hz. Peygamber sevgisi ve bu sevgiyle dolu olanları sevmektir. Nitekim şu nebevi dua bunu talim etmektedir: “Allah’ım! Bana Seni sevmeyi, Seni sevenleri sevmeyi, Senin sevgine yaklaştıran şeyleri sevenleri sevmeyi nasip et!” (Tirmizi, Daavat, 73.) diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 9 Gündem Prof. Dr. Murat Sülün Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kur’an’da İnsan Eğitimi Kur’an’da, emir-yasak ve tavsiyeler etkili, hikemi bir dille sunulduğu gibi, tarihî olaylar nezih bir üslupla anlatılmakta; müşriklerin ağır itham ve iddiaları bile soğukkanlılıkla ele alınmaktadır. ur’an-ı Kerim, işe kavramları yerli yerine oturtarak başlamıştır. Kur’an’ın hiçbir kelimesi kendi icadı değildir. Kur’an kelimeleri; Arap zihin dünyasına ait kelimelere ek olarak, ehlikitap kavramlarından ibarettir. Kur’an; Allah, melek, cehennem gibi en temel kavramları bile önünde hazır bulmuştur. Ama o, bunlara farklı, sahih anlamlar yükleyerek onları başka bir dünyaya aktarmıştır. Çünkü önemli olan, dolaşımdaki kelimeye ne mana yüklendiğidir. Bu; sadece beşeri birer parola, sembol ya da taşıyıcı olan kelimelerin Kur’an öncesinde yanlış manalarla doldurulduğu anlamına gelir ki, yeni bir soluk olan İslamiyet, iletişimin temel aracı olan bu anlam kalıplarının (elfaz/kelimat) içindeki gerçek dışı, batıl manaları temizle- K 10 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 mekle işe başlamış olmaktadır. Bu gerçekleştirilmeden mesaj sağlam bir şekilde aktarılamaz. Bunun ne kadar önemli olduğu Konfüçyüs’ün meşhur vecizesinden de bilinmektedir! Konfüçyüs’e: “Bir ülkede yönetici olsaydınız, ilk iş olarak ne yapmak isterdiniz?” diye sordular. “Kuşkusuz ilk iş olarak dili düzeltirdim.” diye karşılık verdi. Dinleyiciler şaşırdılar: “Niçin?” dediler. Konfüçyüs’ün karşılığı şöyle oldu: “Çünkü” dedi, “Dilde bozukluk varsa, söylenen şey, söylenmek isteneni anlatmaz; söylenen, istenen anlamı yansıtmazsa, yapılması istenen şey yapılmaz; istenen yapılmazsa, ahlak ve sanat bozulmaya uğrar; eğer ahlak ve sanat bozulursa, adalet doğru yoldan çıkar; adalet doğru yoldan çıkarsa, halk çaresiz bir bunalıma sürüklenir. Sonunda söylenen söz hakkında doğru karar verme fırsatı kalmaz. Böyle bir durumu önlemek her şeyden önemlidir.” Mesela dindar tanımını değiştiren Kur’an; ‘iyi’liği, cömertliği, cimriliği farklı parametrelerle tanımlamış; sırf Kâbe mütevellisi olmanın insana değer katmayacağını (bkz. Tevbe, 9/19; ayrıca Enfal, 8/34-35 ve Ma’un suresi.); insanın sağa sola dönmekle Allah katında makbul hâle gelemeyeceğini vurgulamıştır. (bkz. Bakara, 2/177; ayrıca Bakara, 2/189 ve Âl-i İmran, 3/92.) Kur’an eğitiminin temel hedefi, insanı yüce Allah’a kalbiselim ile götürmektir. (bkz. Şu’ara, 26/88-89.) Bunun için de insanı selim fıtratına döndürmeye (Rum, 30/30-31; ayrıca A’raf , 7/172 (kalubela).); fıtratını bozan, kalbini karartan pisliklerden arındırıp ahlak-ı hamide diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 11 Gündem Kur’an eğitiminin temel hedefi, insanı yüce Allah’a kalbiselim ile götürmektir. Bunun için de insanı selim fıtratına döndürmeye, fıtratını bozan, kalbini karartan pisliklerden arındırıp ahlak-ı hamide ile donatmaya çalışmaktadır ki, dinin iki temeli sayılan zekât ve salat bu maksada yöneliktir. ile donatmaya çalışmaktadır ki, dinin iki temeli sayılan zekât ve salat bu maksada yöneliktir. Kur’an’da, insanoğluna başıboş olmadığı, dünyada ‘hak’ bir gaye için bulunduğu bilinci kazandırılmak istenmekte; Allah’a karşı güven duygusu aşılanmakta; insanı yaratıp yaşatanın O olduğu ve insanı yalnız bırakmayacağı vurgulanmaktadır. (bkz. Kıyame, 75/36.) Kur’an’da, emir-yasak ve tavsiyeler etkili, hikemi bir dille sunulduğu gibi, tarihî olaylar nezih bir üslupla anlatılmakta; müşriklerin ağır itham ve iddiaları bile soğukkanlılıkla ele alınmaktadır. Sevgi ve korku motifleri Kur’an’da gayet dengeli, yerli yerinde kullanılmış; Yüce Allah bir yandan ‘Gafur, Rahim’ bir yandan da ‘azabı sert’ bir Rab olarak tanıtılmıştır (Hicr, 15/49-50.); cennetin anlatıldığı yerde cehenneme, cehennemin anlatıldığı yerde de cennete temas edilmiştir. Kur’an’ın adlarından biri olan mesani, Kur’an temalarının bu ikili yapısına işaret etmektedir. İnsanoğlu; genelde merhametli, sevgi dolu, yumuşak ve nazik bir söylemden anlamakla birlikte, sadece sertlikten anlayan insanların bulunduğu da bir gerçektir. Bütün ideal örnekleri kuşatan cennete yönelik vaatlerin işe yaramadığı kimseler mutlaka çıkmakta, bunlar da korkunç cehennem azabı ile tehdit edilmektedir. Allah hiç kimsenin zorla iman etmeyeceğini bildiği için (bkz. Maide, 5/48; Hud, 11/118.), “Dinde zorlama olmaz.” (Bakara, 2/256; ayrıca Yunus, 10/99.) ilkesini getirerek, muhataplarını ikna etme yolunu izlemiş; inkârcılara kanıt sunmakla kalmamış, onların inanç ve iddiaları hakkında da kendilerinden kanıt istemiştir. (Bakara, 2/111; Enbiya, 21/24; Neml, 27/64; Kasas, 28/75; Saffat, 37/157.) İzinden gidilen kimselerin dünyada daha önce yaşamış olmaları onlara bir üstün- 12 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 lük ya da haklılık kazandırmaz. Atalar pekâlâ kafalarını çalıştırmadıkları için yanlış yolda gitmiş cahil kişiler olabilirler. (bkz. Bakara, 2/170; Maide, 5/104.) Kimlikler değil, eylemler esastır. (Bakara, 2/62; Maide, 5/69; Lokman, 31/22.) “Birine güvenip dayanacak olan; (eşe dosta, hısım akrabaya, kavm ü kabileye değil) sadece Allah’a güvenip dayansın.” (Yusuf, 12/67; İbrahim, 14/12.) diyen Kur’an’ın sahibi, müminlerine öz güven aşıladığı gibi, kitabına ve elçisine o kadar güvenmiştir ki, bunların aleyhindeki iddiaları aktarmaktan çekinmemiş; bunları görmezden gelmeyip, teker teker ele alıp cevaplandırmıştır. (Örneği: En’am ve Furkan sureleri.) “Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme!” (İsra, 17/36.) diyerek şahsi ‘gözlem’in önemini vurgulayan Kur’an-ı Kerim, verili durumun doğruları temsil etmiyor olabileceğini, mevcut durumu esas almaksızın gerçeği bizzat inceleyip aramak gerektiğini hatırlatmaktadır. Çünkü her koyun kendi bacağından asılacak, üzerinde yük bulunan hiç kimse başkasının yükünü çekemeyecektir. İnsanoğlu genelde gerçekleri algılayıp kabul edebilecek bir kapasiteye; temiz bir fıtrat ve akla sahiptir (Rum, 30/3031; A’raf, 7/172.) bu kapasiteyi yanlışa yönelten canlı cansız etkenlerden sıyrıldıkça hakkı kolayca bulabilir. Kur’an’da gariban kâfirlerden (müstaz’af) ziyade, inkâr önderi niteliğindeki azılı elebaşların hedef alınmış olmasının sebebi budur. Bu azılı tiplerin ortadan kaldırılmasıyla insanların fevç fevç İslam’a girdikleri tarihî bir realitedir. Bazı olguların muhataplarca daha iyi anlaşılabilmesi için Kur’an’da çeşitli temsiller kullanılmıştır. Söz gelimi Allah’a ortak koşmanın anlamsızlığı anlatılırken şöyle buyrulur: Allah’tan başka yalvardıkları- nız; bunların tamamı bir araya gel(ip güç ve becerilerini birleştir)seler bir tek sinek bile yaratamazlar. Hatta sinek onlardan bir şey kapsa, ondan onu bile kurtaramazlar. Demek ki hem isteyen âciz, hem de istenen (yani put da putperest de)!.. (Hac, 22/73-74.) Allah karşısında birilerini veli edinenlerin durumu, örümceğin durumuna benzetilebilir; hani (ağ örerek) yuva edinir ya!.. Oysa en çürük ev örümcek yuvasıdır... Keşke bilselerdi! (Ankebut, 29/41.) Cennet ve cehennem temsillerle insan idrakine indirildiği gibi, ‘Yüceler Yücesi’ Allah da idrakimize temsili ve antropomorfik ifadelerle indirilmiştir. Dilin kendisi, birtakım temsillerden; parola ve simgelerden oluşmakta değil midir? İnsan dili, Allah’ı anlatabilir mi; tavsif edebilirse de tasvir edebilir mi? O Allah ki, hiçbir şeye benzetilemediği gibi ‘tasavvur’a dahi konu edilemez. Şairin ‘bilinmez meşhur’ dediği bu aşkın (müteal) varlık, insanoğluna tamamen soyut, felsefi, tenzihi bir dille anlatılamayacağı için, –çünkü bu dille anlatılan bir gerçeğin insanlarca benimsenmesi imkânsız denecek kadar zordur– Kur’an’da teşbihi, temsili dengeli bir anlatım üslubu hakimdir. Malum, sebebin özel oluşu hükmün genel olmasını engellemez. Kur’an’da bir kişiden, zümre ya da milletten bahsediliyorsa, o bağlamda getirilen tenkitler sadece o kişileri değil tüm muhatapları ilgilendirir. Söz gelimi ehlikitapla alakalı tenkitler, yeri geldiğinde Müslümanlara yönelik okunmalı; Yahudi âlimlerinin eleştirildiği ayetlerde günümüz İslam âlimlerinin de eleştirildiği düşünülmelidir. (Örneği: Bakara, 2/40-48; A’raf, 7/176.) Kur’an’da, aklı eren herkesin eğitilmesi lüzumu üzerinde durulur. (Örneği: Lokman Hekim’in oğluna verdiği öğütler; namazın çoluk çocuğa mutlaka benimsetilmesi ve “Ey insanlar!” hitabı…) Son olarak; eğitimin başarılı olabilmesi için, terbiyecinin de terbiye edilmiş olması gerekir. İnsanları eğitmekle görevlendirilen elçiler daima sağlam karakterli, anlayışlı, dürüst, güvenilir, onurlu, akıllı/ zeki insanlar olmuştur. Bir eğitim gönüllüsü; ahlak- lı, şefkatli, sevgi dolu, merhametli, mütevazı, olgun ve ön yargısız olmalı; bencil, çıkarcı, haris ve mutaassıp olmamalıdır. Aile büyüklerinin, din ve bilim adamları ile siyasilerin terbiyesi bu bağlamda önem kazanmaktadır. Tahsil arttıkça cahillik de artıyorsa, koca koca diplomalara karşılık “nitelikli” suçlarda büyük artış yaşanıyorsa, eğitimde sorun var demektir. “Akıl yaşta değil, baştadır.” gerçeği çoğu insan tarafından anlaşılmamakta; kerli ferli insanların yanlış olduğu besbelli birtakım tutum ve davranışları “vardır bir bildiği” çaresizliğiyle sineye çekilmektedir. Hatta bazen bunlarda keramet aranmaktadır. Oysa peygamberlere genelde yaşını başını almış kendilerinde büyüklük vehmeden (müstekbir) Ebu Cehil gibi tipler karşı çıkmışlardır. Çünkü statükoyu onlar temsil etmektedir… Bu sebeple, işe büyüklerin terbiyesinden başlanmalıdır. Kur’an’ın ideal insan karakteri şu ayetlerde gösterilmektedir: * Mütevazı, alnı secdeli, ne müsrif ne de cimri, zina ve adam öldürmekten uzak duran muvahhitler (Furkan, 25/63-68.) * Allah’a yönelen, kulluk eden, hamdeden, oruç tutan, rükû eden, alnı secdeli, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan, Allah’ın çizdiği sınırlara riayetkâr (Tevbe, 9/112.) * İmanlı, mal varlığından başkalarına hak tanıyan, salatı ikame edip zekâtı aksatmadan veren, sözüne sadık, dar ve zor anlarda sabredebilen (Bakara, 2/177.) * Allah’a karşı teslimiyetli, mümin, gönülden itaat eden, dürüst ve samimi, sabırlı, huşu ve tevazu sahibi, kendi malından başkasına hak tanıyan, oruç tutan, namuslu, Allah’ı hatırından çıkarmayan (Ahzab, 33/35.) * Bollukta da darlıkta da Allah için harcayan, öfkesine hâkim olan, insanları bağışlayan, ağır ve çirkin bir suç işlediğinde ya da bizzat kendisine karşı haksızlık ettiğinde Allah’ı hatırlayarak derhal günahının bağışlanmasını isteyen, işlediği bir kötülük üzerinde bile bile ısrar etmeyen müttakiler. (Âl-i İmran, 3/134, 135.) diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 13 Gündem Prof. Dr. Zafer Erginli RTEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Medeniyeti’nde İnsan Yetiştirmenin Temel İlkeleri Âlimin temel hedeflerinden biri, bir sadaka-i cariye bilinci içerisinde, her yönüyle iftihar edilebilecek talebeler yetiştirmektir. nsan, bağlanmakla unutmak arasında gidip gelen bir sarkaç gibidir. Sözlüklerdeki mana varyasyonları, onun çevresi ve hemcinsleriyle uyum hâlinde yaşayabilmesinden dolayı ünsiyetle (alışmak, uyum sağlamak) Allah’a verilen ahdi unutması yüzünden nisyan (unutkanlık) arasında kalan bir varlık olduğunu ortaya koymaktadır. İnsanı açıklayan ve deri, kabuk gibi anlamlara gelen beşer kavramı bir yandan insan türünü ifade ederken, diğer yandan aynı kökten gelen müjde anlamındaki büşra kelimesi de insanın gelebileceği mükemmel hedefi müjdelemektedir. İnsanı içine alan Âdem kelimesinin kök anlamları içerisinde tip, örnek, insicam ya da ülfet kavramları da ilk insanın örnekliği yanında ünsiyet yönüne işa- İ 14 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 ret etmektedir. (krş. Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem b. Manzûr, Lisânü’l-‘Arab, nşr. Emin Muhammed AbdülvehhâbMuhammed es-Sâdık el-Ubeydî, Beyrut 1996, c. I, ss. 95-99, 231236, 413-414; er-Râgıb el-Isfahânî, Müfredâtü elfâzi’l-Kur’ân, nşr. Safvân Adnân Dâvûdî, Dâru’l-Kalem-Dâni’ş-Şâmiyye, Dımaşk- Bu yönüyle insan bütün bilgilerini ilk olarak Allah’tan almıştır: “Allah Âdem’e tüm isimleri öğretti.” (Bakara, 2/31.) Beyrut 1412/1992, s. 70, 94, 124-126. Din, insana unuttuğu hakikati hatırlatan ilahî çağrının ifadesidir. Bu kavramın, âdet, durum, hüküm, ceza, mükâfat, itaat, hesap, yönetme-yönetilme, tapınma, tevhit, İslam, şeriat, hudut, millet gibi anlamlara gelmesi yanında, aynı kökten gelen borç anlamındaki deyn mastarının din mastarından ge- len hesap anlamıyla kavramsal ilişkisi de insanın kendi başına bırakılmadığına işaret etmektedir. Bu noktada din kavramının Batı dillerindeki karşılığı olan religion kavramına verilen anlamlardan birinin yeniden bağlanma oluşu da insanın rehberliğe ihtiyacının bir başka göstergesidir. (Bu konuda bir tahlil için bk. William Chittick, Varolmanın Boyutları, trc. Turan Koç, Bu iki kavram üzerinde yapılan tahliller, insanın hem varlık, hem bilgi, hem de ahlaki değerler açısından Allah’a borçlu olan ve bu durumun farkında bulunan bir varlık olduğunu ortaya koymaktadır. Tevhit inancı yanında toplum nizamı hakkında uyarılarda da bulunan (Şuara, 26/105-197.) peygamberlerin görevi, insanlığı unuttuğu hakikatle yeniden tanıştırmak ve insan insana yaşamanın yollarını öğretmektir. İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s. 53-56.) İnsan varlığının algılanabilir tüm verimlerini içeren medeniyet kavramının da din kavramıyla irtibatlı olduğu dikkat çekmektedir. (bk. Nakîb Attâs, Modern Çağ ve İslâmî Düşünüşün Problemleri, trc. Mahmut Erol Bazı sosyolojik tahliller de medeniyetlerle onların arka planındaki dinî yapılanmalar arasında sıkı irtibatlar görmektedir. (Örnek bir tahlil için bk. Ali Şeriatî, Kültür ve İdeoloji, trc. Kılıç, İnsan Yayınları, İstanbul 1989, ss. 80-95.) Orhan Bekin, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 27-49. Ayrıca bk. a. mlf., Medeniyet ve Modernizm, trc. Ahmet Yüksek, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 202 vd.) Peygamberimizin (s.a.s.) hicretle başlayan ve medeniyet kavramına kök olmasıyla dikkat çeken ana şehri -Medine’yikurması da bu kavramlar arasındaki ilişkinin yaşayan boyutudur. Dinin mekân boyutunu temsil eden Medine, İslam insanının yetiştirildiği şehir- diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 15 Gündem Peygamber-sahabe arasındaki hoca-talebe ilişkisi, İslam Medeniyeti’nin sonraki yüzyıllarında farklı boyutlarda, aynı değerlerin yaşatılmasıyla nesillerden nesillere aktarılmıştır. Bu aktarımın ilim, sanayi ve güzel sanatlar gibi çeşitli boyutları bulunmaktadır. dir. Bu yönüyle Medine, Kitab’ın peygamber terbiyesindeki laboratuvar kentidir. Bu kentte yetişmiş olan örnek nesil sahabe neslidir. Hz. Peygamber, kendisinin güzel ahlakı tamamlamak için gönderildiğini (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk,1, 8; İbn Hanbel, II, 381.) beyan ederken, medeniyetin temelindeki yüksek değerlerin öğreticisi olduğunu da ifade etmiş oluyordu. Hz. Aişe’nin deyimiyle o, insanlığa bu değerlerin yaşanabilirliğini gösteren “canlı bir Kur’an” (Müslim, Kitab-ü Salati’l-Müsafirin, 139; Nesai, Kıyamü’l-leyl, 2.) idi. Şu ifade onun bu özelliğini ortaya koymaktadır: “Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Hz. Muhammed’i (s.a.s.) peygamber olarak gönderdi. Biz, Rasulüllah’ı neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız.” (Nesai, Taksir, 1.) Onun tuvalet adabına varıncaya kadar her şeyi ümmetine öğretmesini alay konusu yapmak isteyen müşriklerin sorusuna Selman-ı Farisi’nin verdiği cevap da bunu ortaya koymaktadır: “Evet, o bize… her şeyi öğretir.” (Buhari, Vudu, 1, 11; Ebu Davud, Taharet, 4.) Bu ifade Peygamberimizin insan yetiştirme işinin, sadece inançla sınırlı kalmadığını, hayatın bütününü kapsadığını göstermektedir. Şu hâlde din insanı bir bütün olarak muhatap almakta, onun bütününe hitap etmekte, peygamber de bütün hayatıyla insanlığa örnek olmaktadır. Çünkü insan maddi ve manevi yönleriyle bir bütündür. (Bu noktada İslam ile Hristiyanlığın insan anlayışlarının bir mukayesesi için bk. Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, trc. Salih Şaban, Nehir Yayınları, İstanbul 1993, s. 244-249. Bu farklılığın mimari sahadaki yansımalarının vurgulandığı bir yaklaşım için bk. Turgut Cansever, Şehir ve Mimarî Üzerine Düşünceler, Ağaç Yayıncılık, İstanbul 1992, s. 13-14.) Bu terbiyenin sürdürülebilirliği de ancak aynı yöntemin nesiller boyunca devam etmesiyle mümkündür. Peygamber-sahabe arasındaki hoca-talebe ilişkisi, İslam Medeniyeti’nin sonraki yüzyıllarında 16 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 farklı boyutlarda, aynı değerlerin yaşatılmasıyla nesillerden nesillere aktarılmıştır. Bu aktarımın ilim, sanayi ve güzel sanatlar gibi çeşitli boyutları bulunmaktadır. Hadis ilimleri başta olmak üzere, ilimlerin bir bilenden alınması usulü ilk zamanlardan beri İslam ilim tarihine damgasını vurmuştur. İlmî hayatın medeniyetimizdeki gelişimine bakıldığında, ilim kavramının öncelikle Kitap ve sünneti ihtiva ettiği (bk. İlhan Kutluer, “İlim”, DİA, XXII, 111.), dolayısıyla ilim sahibi olabilmek için öncelikle dinî bilginin temelinde yer aldığı bir kültür birikimine sahip olunması gerektiği fikri karşımıza çıkmaktadır. Bu kabul, öncelikle peygamberin getirdiği bilgi ve değerlerin merkeze alınması, dolayısıyla insanlığın peygambere talebe olması gereğinin ifadesidir. Bu çerçevede ilmî usullerin ilk temsilcilerinin sahabe arasından çıkması rastgele bir durum değildir. Fıkıhtaki rivayet ağırlıklı ekollerin İbn Abbas, rey ağırlıklı ekollerin ise İbn Mes’ud tarafından temsil edildiği, sonradan gelen fıkıh âlimlerinin de bu sahabileri izledikleri bilinmektedir. İmam Malik hadis çevresindeki fıkıh anlayışıyla Medine uygulamalarının derlemesini yapmak suretiyle sahabeye talebe olurken, İmam-ı Âzam Ebu Hanife de aynı neslin izinden giderek rey ekolünün gelişmesini sağlamıştır. İmam-ı Âzam’ın talebeleri İmam Şafii’yi, İmam Şafii de İmam Ahmed b. Hanbel’i yetiştirmek suretiyle bu bire bir eğitimin fıkıh ilmi içerisinde sürdürülmesine katkı sağlamışlardır. İmam-ı Âzam gibi ticaret hayatının içinde de bulunan âlimler, talebelerini sadece ilmî bakımdan değil, mali yoksunluklarına da kayıtsız kalmamış, ekonomik gücü zayıf olan talebelerine destek olmuşlardır. Bu uygulama, sonraki yüzyıllarda vakıflar yoluyla sisteme bağlanacak, medrese ilim konusundaki merkezî konumunu vakıf sistemi yoluyla ayakta tutacaktır. An- Bir sanat mektebi olduğu kadar, maneviyat ocağı olarak da bilinen Ahilik sistemi, çırağı sadece sanatkâr olarak eğitmemekte, ona ahlaki bir olgunluk kazandırmayı da hedeflemekteydi. cak âlimin temel hedeflerinden biri, bir sadaka-i cariye bilinci içerisinde, her yönüyle iftihar edilebilecek talebeler yetiştirmektir. İlmî hayat başta olmak üzere hayatın her yönünü destekleyen vakıf sisteminin ayakta durması, ticaret ve sanayi hayatının canlılığıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Mesnevi’sinde yeryüzündeki bütün sanatların vahiy ürünü olduğunu açıkça söyleyen Mevlana’nın şu ifadeleri maddi medeniyetin temelinde de manevi değerlerin bulunduğunu göstermektedir: Nihayet terzilik ve mimarlık ve dülgerlik ve kuyumculuk ve ilm-i nücum ve tıp vesaire gibi sayılmakla bitmeyen türlü hıref ve sanayi insanın bâtınından peyda olmuştur. Taştan ve kerpiçten zuhur etmemiştir. (krş. Mevlânâ, Mesnevî (Tıpkıbasım), Ankara 1993, IV, 178a (beyt 1294-1297); (trc. Adnan Karaismailoğlu, İstanbul 2004, IV, 60); a. mlf., Fîhi mâ Fîh, trc. Ahmed Avni Konuk, haz. Selçuk Eraydın, İstanbul 1994, s. 48-49.) Ticaret ve sanayi de İslam Medeniyeti’nin usta-çırak ilişkisi içerisinde gelişen önemli bir koludur. İslam meslek erbabı, her şeyden önce peygamberleri rehber gören bir anlayışa sahiptir. Bütün mesleklerin peygamberlerden ve sahabeden birer piri olduğunu kabul eden anlayışın belli bir dönemdiyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 17 Gündem Hz. Peygamber’in sadece bir peygamber değil, aynı zamanda bir insan, bir devlet başkanı, bir komutan, bir hâkim, bir aile reisi, bir baba, ama hepsini de kapsayan bir muallim oluşunun fonksiyonel bir tarzda hayatımıza yeniden taşınması bir ihtiyaç olarak öne çıkmaktadır. den sonra tasavvufi nitelikli esnaf nizamnameleri olan fütüvvetnamelere hâkim olması yanında, bir pîre ve ustaya bağlı olmayan kişilere hakaret maksadıyla söylenen “nursuz pirsiz adam” ifadesi de talebenin hocasıyla, çırağın da ustasıyla tanınıp bilindiğini ortaya koymaktadır. (Abdülbâkî Gölpınarlı, “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, c. XI, (1949-1950) sy. Mimar Sinan’ın ağzından, kendisini marangoz olarak yetiştiren ustasına yazılan şu dua mahiyetindeki şiir de, sanatta ustaya verilen değeri göstermektedir: 1-4, s. 91-92, 101.) Hudâ şâd eyleye rûh-ı revânın İde Firdevs-i Âlâ’da mekânın Benim üstâdıma kim âferin bâd Beni neccarlıkta kıldı üstâd (Mimar Sinan ve Tezkiretü’lBünyân, ed. Metin Sözen, haz. Suphi Saatçi, Emlâk Bankası Yayınları, İstanbul 1989, s. 52.) Bir sanat mektebi olduğu kadar, maneviyat ocağı olarak da bilinen Ahilik sistemi, çırağı sadece sanatkâr olarak eğitmemekte, ona ahlaki bir olgunluk kazandırmayı da hedeflemekteydi. İnsanı bir bütün olarak ele alan sistem liyakat esasına göre işlemekte, çırağın ustasından hem sanatın inceliklerini, hem de ahlaki olgunluğun sırlarını yaşayarak öğrenmesi esasına dayalı olarak çalışmaktaydı. Bütün yükselme aşamalarında, mesleki öğütler kadar, ahlaki öğütlerin yoğun mesajları altında kalan aday sanatkâr, kendinden çok başkalarını düşünen bir esnaf tipi olmak üzere yetiştirilmekteydi. Bu terbiye metoduyla yetişen esnaf tipi, haksız rekabete iltifat etmeyen karakteriyle, yakın bir zamana kadar toplum hayatımızda ağırlığı hissedilen bir ahlaki duruşun temsilcisi olmuştur. (Ahmet Tabakoğlu, Türkiye İktisat Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2009, s. 334. a. mlf., Toplu Makaleler I İktisat Tarihi, Kitabevi, İstanbul 2005, s. 344, 346. 18 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 Yusuf Ekinci, Ahîlik ve Meslek Eğitimi, MEB Yayınları, İstanbul 1989, s. 22, 31, 35-39; Muhittin Şimşek, Ahilik: TKY ve Tarihteki Bir Uygulaması, Hayat Yayınları, İstanbul 2002, s. 151, 162-172.) Günümüzde ahlaki boyutu göz ardı eden mesleki eğitim, sadece meslek ahlakının değil, toplum ahlakının da yozlaşmaya uğramasına sebep olmaktadır. İnsanı parçalayan her sistem gibi, mesleki eğitim de ahlaki boyuttan soyutlandıkça, sadece ahlaki yönü yok etmekle kalmamakta, ortada sanat ve meslek adına da bir şey bırakmamaktadır. Bire bir eğitimin ortaya çıktığı sahalardan biri de güzel sanatlardır. Sanatın zirvesi sayılan şiirin bu noktada özel bir yeri vardır. Kur’an’da ilk bakışta şairler aleyhinde görülen ifadeler, iman edip salih ameller işleyenleri istisna etmekle (Şuara, 26/224-227.), peygamberlerin eğitim halkasına giren ve dolayısıyla bir geleneğe mensup olan şairleri sapkın şairlerden ayrı tutmaktadır. Bu çerçevede imanı ve insani değerleri Hz. Peygamber’den öğrenen şair sahabiler, şiirlerini de Allah Rasulü’nün emrine vermişlerdi. Hakkında ölüm fermanı varken, yaşadığı pişmanlık sonucu “peygamber şairi” olmaya hak kazanan Kâb b. Züheyr, bunun en çarpıcı örneğidir. İbn Hişam’ın Siyer’inde bir kabilenin şiir ve hitabet yoluyla Müslüman olması gibi eşsiz örneklerin de süslediği bu hususa özel bir önem verilmiştir. (İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, thk. Mustafa es-Seka-İbrâhim elEbyârî-Abdülhafîz Şelbî, Kahire ts., III-IV, s. 560-567.) Şiirini peygamber öğretileri emrine veren sahabi şairlerin tavrına paralel olarak pek çok sufi, yaşadığı yüksek düzeydeki manevi tecrübeleri şiirle anlatmayı tercih etmiştir. Sanatın soyutluğuna bağlı olarak tasavvuf yoluna girmek, dolayısıyla bir rehbere bağlanmak, şairlerin de olmazsa olmazlarından biri sayılmış, hatta bir mürşide intisap etmeden şiir vadisinde yol almaya çalışan kişiler, kendi yeteneklerini yeterli gördükleri suçlamasıyla ayıplanmışlar- Hakları Hukuku, Yetkin Yayıncılık, Ankara 1997, s. 106; Hasan dır. Bir tasavvufi yola dâhil olmasa bile en azından ona yakın görünmek, belli bir dönemde şairler arasında yaygınlık kazanmıştır. (Bu hususta örnek Abdioğlu, “Yönetişim İlkelerinin Uygulamasında Kamu Denetçi- bir metin için bk. Mahmut Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir Osmanlı Ta- ye Açısından Önemi”, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilim- savvuf Şiirinin Poetikası, İnsan Yayınları, İstanbul 2004, s. 88-89. ler Dergisi, yıl 6, sy. 11, Bahar 2007/2, s. 81-82.) Tekke ve sanat hayatı için bk. Mustafa Kara, Din Hayat ve Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergâh Yayınları, İstanbul Bu durum da göstermektedir ki, o dönemde yaşayan münevverler, soyut imgeye dayalı şiir ve sanatın, ancak manevi tecrübeyle istikamet kazanabileceği gerçeğini fark etmişlerdir. Batı sanatının “bir meydan okuyuş”, İslam sanatının ise “Allah’a boyun eğiş” olarak tasvir edilmesi, (krş. Meh2013, ss. 183-210.) met Aydın, Din Felsefesi, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir 1987, s. 236-238; Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm Sanatı ve Mâneviyâtı, İnsan Yayınları, trc. Ahmet Demirhan, İstanbul 1992, s. 19-20, 256; Şeriatî, Medeniyet ve Modernizm, 121 vd.; Vedat Erkul, Sanat ve İnsan, Timaş Yayınları, İstanbul 1996, s. 136.) İslam sanatının temelinde yer alan tevhit yanında, saf ve sahih geleneğe bağlılığın da ifadesidir. Hoca–talebe, usta–çırak ilişkisinin kaybolduğu eğitim modellerinin yaygınlaşmasıyla, hayatın profanlaşması tehlikesi baş göstermiştir. Bu durumun sorumluluk anlayışını göz ardı eden, değerlerden soyutlanmış bir özgürlük vurgusuyla ahlaki hassasiyetleri yok sayan bir noktaya yönelmesi günümüzün tehlikelerinden biri olarak karşımızda durmaktadır. İnsan parçalandıkça hayat parçalanacak, parçalanmış hayatlar, insanın parçalanmışlığını daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Süluk ile meslek’i, dolayısıyla ahlak ile ekonomiyi birleştiren Ahilik tecrübesi, bizde fonksiyonel yönlerinden soyutlanmışken, Batı dünyası Ahilik tecrübesini bir kalkınma modeli olarak kullanmakta, İsveç Kralı XII. Şarl tarafından Ahilik kurumundan mülhem olarak İskandinav ülkelerinde “kamu denetçiliği” kurumunun geliştirildiği görülmektedir. (krş. Nurettin Öztürk, “Ahîlik Teşkilâtı ve Günümüz Ekonomisi, Çalışma Hayatı ve İş Ahlâkı Açısından Değerlendirilmesi”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sy. 7, Aralık 2002, s. 43-44; Şeref Ünal, Temel Hak ve Özgürlükler ve İnsan liği (Ombudsmanlık) Kurumu ve Avrupa Birliği Sürecinde Türki- Öte yandan İslam sanatındaki soyutluğun, alabildiğine somuta yönelmiş bir mantaliteye sahip olan Batılı sanat çevrelerinin ulaşmak istediği bir hedef hâline gelmesi, bu çerçevede Picasso gibi bir sanatkârın hat sanatını soyut sanata temel olarak takdim etmesi de, (Ünlü ressam Picasso’nun hat sanatı hakkındaki sitayişkâr ifadeleri için bk. Aydın, 237-238; Erkul, 141-142.) bizde değeri bilinmeyen unsurların başkaları tarafından hedef olarak ortaya konulduğunu göstermektedir. Ancak kültürel bakımdan gururumuzu okşayan bu etkilenimler çevresinde unutulan ve İslam Medeniyeti’nin insan yetiştirme esaslarını oluşturan iki temel husus vardır ki, bu hususlar dikkate alınmadan, sözü edilen tecrübelerin huzurlu bir ortam sağlaması asla mümkün olmayacaktır. Bunlardan birincisi, sahih inanç temeline dayalı hoca– talebe, usta–çırak ilişkisi, ikincisi ise insanın tüm gelişim süreçlerinin, ancak onun bütünlüğünün korunmasıyla gerçek hedefine ulaşabileceğidir. İşte bu iki husus, Hz. Peygamber’in hayatında en mükemmel şekliyle birleşmiş bulunmaktadır. Bu noktada Hz. Peygamber’in sadece bir peygamber değil, aynı zamanda bir insan, bir devlet başkanı, bir komutan, bir hâkim, bir aile reisi, bir baba, ama hepsini de kapsayan bir muallim oluşunun fonksiyonel bir tarzda hayatımıza yeniden taşınması bir ihtiyaç olarak öne çıkmaktadır. Böylelikle hoca–talebe, usta–çırak ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasında onun rehberliği bize yol gösterecektir. Unutulmaya yüz tutmuş olan değerler yeniden hatırlanacak, insan insana yaşamanın sırlarını sunan değerler ışığında hayatın bütünlüklü bir şekilde yeniden yapılandırılmasının önü açılmış olacaktır. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 19 Gündem Prof. Dr. Zekeriya Güler İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hz. Peygamber’in İnsan Eğitimi Hz. Peygamber’in ahlakı Kur’an, sünneti ise onun insan eğitiminde uyguladığı yöntem ve örnek hayat tarzıdır. üce Kur’an, “Verdiği nimetler hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.” (En’am, 6/165.) ayetiyle insanın varoluş sebebinin ve yaratılış hikmetinin denemek olduğunu öğretir. Denemenin (sınama, imtihan) muhatabı olan bu varlık, insan olarak doğar. Ancak onun insan olarak yaşaması ve insan olarak ölmesi o kadar kolay değildir. Zira insan “çok zalim ve çok cahil”, “zayıf” ve “tahammülsüz” olarak yaratılmıştır: “Gerçekten insan pek tahammülsüz bir tabiatta yaratılmıştır. Başına bir fenalık geldi mi sızlanır durur. Ama ona bir nimet nasip olursa kendisinden başkasını yararlandırmaz. (Mearic, 70/19-21.) “Bu ayetlerin ardından; namazlarını devamlı ve özenle kılıp gereklerini titizlikle yerine getiren, aç, biilaç kalmışlara destek çıkan, hesap gününün farkında olan, iffet ve güvenilirliğini koruyan insanlar istisna edilerek onların cennetlerde ağırlanacakları müjdesi verilir. Y 20 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 Kur’an-ı Kerim’de denemek fiilinin bireysel ve toplumsal hayattaki tezahürünün; kulluk, adil yönetim anlayışı ve siyaset tarzı ve yeryüzünün imar ve ıslahı olduğu görülür (Zariyat, 51/56; A’raf, 7/128-129; Sad, 38/26; Hud, 11/61.). “Çok zalim ve çok bilgisiz” insanın emanet olarak üstlendiği (Ahzab, 33/72.) görev ve sorumluluk da budur. İşte, “Ben bir muallim olarak gönderildim.” ve “Kim benim sünnetimden, yani hayat tarzımdan, izlediğim yol ve yöntemden yüz çevirirse benden değildir!” diyen Peygamberimiz (s.a.s.) gençlik, olgunluk, yaşlılık ve düşkünlük dönemlerindeki görev ve sorumluluğunu hatırlatmış ve tabiatında zıtları toplayan (camiu’l-ezdad) bir varlık olarak insanı yetiştirmeyi hedeflemiştir. Bilindiği üzere, Hz. Peygamber’in ahlakı Kur’an, sünneti ise onun insan eğitiminde uyguladığı yöntem ve örnek hayat tarzıdır. Abdullah b. Abbas Rasul-i Ekrem’in hadis ve sünnetlerine göre Müslüman kimlik ve kişilik, dünyevileşen değil dünya-ahiret dengesini gözeten, yalancı ve ikiyüzlü değil dürüst ve güvenilir, konjonktür değil hikmet ve hakikat yanlısı, sert ve kaba değil yumuşak ve nezaketli, tamahkâr değil kanaatkâr, açgözlü değil tokgözlü, cimri değil cömert, kendini beğenip böbürlenen değil mütevazı, külfetli değil ülfet eden ve edilen olmalıdır. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 21 Gündem Rasul-i Ekrem, her yaştan insana değer verir, onunla muhatap olan her bir sahabi, kendisine daha çok değer verildiği izlenimi edinirdi. Onun nezdinde özellikle gençlerin daha özel bir yeri vardı ve sıcak iletişim kurarak onlarla uzun sohbet ederdi. (r.a.), “Her birinize bir şeriat ve bir yol yöntem verdik.” (Maide, 5/48.) ayetinde “yol ve yöntem” manasına gelen minhac kelimesini sünnet diye açıklar. Hz. Peygamber’i sevmek, Allah’a iman ve itaatin gereğidir. Şüphesiz onu sevmek, onun mükemmel rehberliğinin farkına varmak ve onu örnek almak demektir. Örneklik (üsve-i hasene) veya rol-model kişilik algısı, bir sosyal varlık olarak insanın yetiştirilmesinde, tutum ve davranışlarının geliştirilmesinde etkili bir yöntemdir. Derler ki, “Lisan-ı hâl, lisan-ı kalden entaktır.” Yani örnek fiil ve davranış, kuru bir laftan daha fazla tesir eder. Bu yazıda Hz. Peygamber’in insan yetiştirme sürecinde rehberliği ve uyguladığı eğitim yöntemlerine işaret edilecektir. Aile ve çevrenin çocuk üzerindeki etkisi Peygamberimiz (s.a.s.), “Dünyaya gelen her çocuk fıtrat üzere doğar. Onu ana babası Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.” (Buhari, Tefsir (sure 30), 1; Ebu Davud, Sünnet, 17; Muvatta’, Cenaiz, 53; Ahmed b. Hanbel, II, buyurarak ortam ve çevre şartlarının insan eğitiminde etkili bir unsur olduğunu, çocuğun doğuştan gelen temiz tabiatının ve berrak zihin dünyasının özellikle anne babanın dinî inanç ve değerlerine göre şekillendiğini ifade etmiş bulunmaktadır. Çocuk özellikle aile mektebine göre şekillenir, çünkü o, anne babadan iktibaslar taşımaktadır. 233.) Rasulüllah (s.a.s.), “Yavrum!” diyerek çocuğun duygu dünyasına hitap edip onun dikkatini toplayarak öğütte bulunurdu: “Yavrucuğum (Enes), ailenin yanına girdiğinde selam ver ki bu, hem senin için, hem de hane halkı için bereket olsun!” (Tirmizi, İsti’zan, 10.) Bu aşamada Rasul-i Ekrem’in ilk öğrettiği şeyler arasında pratik düşünce ve inanç esasları olurdu. Nitekim Rasulüllah (s.a.s.), terkisine binen Abdullah b. Abbas’a “Şunu iyi bil ki, bütün insanlar toplanıp sana bir fayda sağlamaya çalışsalar, 22 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 Allah’ın sana takdir ettiği kadar fayda sağlayabilirler. Onlar sana zarar vermek üzere bir araya gelseler, Allah’ın sana takdir ettiği kadar zarar verebilirler.” (Ahmed b. Hanbel, I, 293.) diyerek bir ömür boyu onu motive edecek ve hayatını anlamlı kılacak gerçekleri öğretiyordu. Gençlerle özel iletişim kurmak Rasul-i Ekrem, her yaştan insana değer verir, onunla muhatap olan her bir sahabi, kendisine daha çok değer verildiği izlenimi edinirdi. Onun nezdinde özellikle gençlerin daha özel bir yeri vardı ve sıcak iletişim kurarak onlarla uzun sohbet ederdi. Onun rahmet ikliminde yetişen gençler, ondan aldıkları bilgiyi ve yaşadıkları tecrübeyi bir ömür boyu tatlı birer hatıra olarak yaşarlar ve onları başkalarıyla paylaşmaktan mutluluk duyarlardı. İşte o bahtiyar gençlerden birisi Ebu Mahzure’dir. Henüz İslamiyet ile müşerref olmamış Kureyşli bu genç insan, bir grup arkadaşıyla birlikte Peygamberimizin (s.a.s.) vesile olduğu iman heyecanını şöyle anlatır: “Peygamber (s.a.s.) Huneyn Gazvesinden dönüyordu. Ben, hepsi Mekkeli on kişilik gençler grubuyla beraberdim. Huneyn yolunda Peygamber ile karşılaştık. Müezzini namaz için ezan okuyordu. Biz bir köşeye çekildik ve alay ederek müezzinin söylediklerini tekrar etmeye başladık. Peygamber bizi duymuştu. Ezan bittikten sonra “Şu gençlerin içinde gür ve güzel sesli biri var!” diyerek bizi yanına çağırttı. Peygamber (s.a.s.): - Gür sesli olanınız hanginiz? diye sordu. Herkes beni gösterdi. Bunun üzerine Peygamber yanımdakileri saldı, beni ise alıkoydu. Sonra bana: - Haydi, bir ezan oku! dedi. Peygamber’den ve bana emrettiği işten son derece nefret ettiğim hâlde, kalkıp önünde ayakta durdum. Bizzat kendisi bana ezanın okunuşunu öğretti. Ezanı bitirdiğimde beni çağırdı, içinde bir miktar gümüş para olan bir kese verdi. Sonra alnımı, göğsümü elleriyle sıvazladı ve “mübarek olsun!” diyerek beni tebrik etti, hayır ve bereket duasında bulundu. Ben: - Ya Rasulallah! Mekke’de ezan okumama izin ver, dedim. O da: - Peki, bu vazifeyi sana verdim, buyurdu. İşte artık o anda Peygamber’e (s.a.s.) duyduğum nefretten bende bir iz kalmamış, kalbim onun sevgisi ile dolup taşmıştı. Rasulüllah’ın (s.a.s.) Mekke valisi Attab b. Esid’e geldim ve onunla birlikte Rasulüllah’ın (s.a.s.) emir ve talimatı üzerine müezzinlik yaptım. (Ahmed b. Hanbel, III, 409; Nesai, Ezan, 5, 6; İbn Mace, Ezan, 2; İbnü’l-Esir, Üsdü’l-gâbe, I, 150, V, 292.) Mekke’nin fethedildiği yıl Hz. Peygamber’le Cirane’de karşılaştıktan sonra Müslüman olan Ebu Mahzure, ömrünün sona erdiği hicri 59 yılına kadar Mescid-i Haram’da müezzinlik vazifesi yaptı. Böylelikle o, Bilal-i Habeşi’nin okuduğu ezan ile alay edecek kadar önceleri büyük bir kin ve düşmanlık beslerken, sonraları muazzam bir hayranlık duyduğu Rasul-i Ekrem’in dört müezzininden biri olma şerefi kazandı. Kendisinden sonra Mescid-i Haram müezzinliğini asırlarca oğlu ve torunları devam ettirdi. Rasul-i Ekrem’in gençlerle kurduğu iletişim örneklerinden birisi de şudur: Enes (r.a.) anlatıyor: Yahudi bir çocuk (veya delikanlı) Peygamber’e hizmet ederdi. Bir gün hastalandı. Peygamber (s.a.s.) ziyaretine gitti, baş ucuna oturdu ve “Müslüman ol!” diyerek onu İslam’a davet etti. Çocuk heyecanla yanındaki babasına baktı. Babası, “Ebu’l-Kasım’a itaat et (yavrum)!” dedi. O da hemen Müslüman oldu. (Az sonra çocuğun hayata gözlerini yumması üzerine) Peygamber (s.a.s.), “Onu ateşten kurtaran Allah’a hamdolsun!” diyerek oradan ayrıldı. (Buhari, Cenaiz, 79; Ebu Davud, Cenaiz, 5; Ahmed b. Hanbel, III, 175.) Alternatif göstermek Alternatif çözüm yolunu göstermek ve dua edip manevi destek vermek, Rasulüllah’ın (s.a.s.) insan eğitiminde uyguladığı önemli bir yöntemdi. Rafi’ el-Gıfari (r.a.) anlatıyor: Ben henüz bir çocuk iken hurma ağacı taşlamıştım. (Suçüstü yakalandım ve) beni Rasulüllah’a (s.a.s.) götürdüler. Bana “Yavrucuğum, hurmayı niçin taşladın?” diye sordu. Ben, “Karnım açtı, yemek için!” diye cevap verince Rasulüllah (s.a.s.), “Yavrum, hurmayı taşlama, altına düşenlerden ye” dedi. Sonra başımı okşadı ve “Allah’ım, bu çocuğun karnını doyur!” diye dua etti. (İbn Mace, Ticarat, 67; Ebu Davud, Cihad, 85.) Kolaylık ilkesi ve itidal çizgisi Rasul-i Ekrem, “Din kolaylıktır. Dinde kim kendini zora sokar ise (mükemmel ve kusursuz olsun derken onun) altında kalır (ezilir ve büsbütün ibadetten kesilir). O hâlde orta yolu izleyin ve ümitvar olun. Günün sabahı, akşamı, biraz da gecesiyle destek ve yardım isteyin!” (Buhari, İman, 29.) ve “Bir nehir kenarında da olsan abdestte yine israf söz konusudur.” (İbn Mace, Taharet, 48; Ahmed b. Hanbel, II, 221.) hadisleriyle pedagojik bir dil kullanarak itidal ve disiplin sahibi nesillerin yetiştirilmesini hedeflerdi. İtidal çizgisi, her türlü aşırılıktan kaçınıp duygu, düşünce, hareket ve davranışlardaki denge ve orta yol demektir. Şayet bu denge süreklilik gösterip karaktere dönüşürse fazilet adını alır. Ayrıca Rasul-i Ekrem, “Allah, (birinci derecede teşri kılınan) azimetlerin yerine getirilmesini sevdiği gibi (şer’i mazeretlere binaen ikinci derecede vaaz edilen) ruhsatlarının da yerine getirilmesini sever.” (Ahmed b. Hanbel, II, 108; İbn Hıbban, Sahih, II, 69, VI, 451. Hadis, İbn Mes’ud, İbn Abbas ve İbn Ömer’den merfu olarak rivayet edilir. Şuayb el-Arnavut, İbn Abbas’ın merfu tariki için sahih, İbn Ömer’in merfu tariki için kavî, İbn Mes’ud tariki için hadisiyle kolaylık yolunu gösterir. Abdullah b. Amr (r.a.), ibadeti hafif tutma ve ağır yükten uzak durma hususunda Rasul-i Ekrem’in kendisine hatırlattığı ruhsat ve kolaylığı kabul etmediğinden, ömrünün sonunda pişmanlık duyduğunu itiraf eder. Rasul-i Ekrem’in Abdullah b. Amr’a (r.a.) yönelik uyarılarından birisi de şöyledir: “Abdullah! Falan kimse gibi olma, çünkü o gece ibadetine devam ederken artık kalkmaz oldu.” (Buhari, Teheccüd 19; Müsde mevkuf olarak daha sahih değerlendirmesini yapar.) lim, Sıyam 185.) Açıktır ki bu hadis, nefsine ağır gelen bir yükü fazla çekemediğinden bir müddet sonra usanıp onu tamamen bırakmak gibi bir yanlışa düşmemesi ve kesintiye uğratmak bir yana iki günü birbirine denk olacak şekilde yerinde saymaması için mümini uyarır. Ailenin huzur ve mutluluğu Rasul-i Ekrem’i evrensel çapta en güzel örnek olarak sunan Yüce Rabbimiz, erkeklerin eşlerine mudiyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 23 Gündem amelesi konusunda şu talimatı verir: “Onlarla (hatunlarınızla) iyi geçinin. Şayet onlardan hoşlanmazsanız, biliniz ki, Allah’ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.” (Nisa, 4/19.) Bu ayetten ilham alan Rasul-i Ekrem de şu hikmet yüklü mesajını verir: “Mümin erkek, mümin kadına (eşine) buğzetmesin! Şayet onun bir ahlakını sevmezse başka bir ahlâkından hoşlanır.” (Müslim, Rada, 61.) Dünyaya veda edeceği günlerinde Hz. Peygamber, biricik kızının üzüldüğünü görünce “Fatıma! Sen mümin kadınlarının hanımefendisi olmak istemez misin?” (Buhari, İsti’zan, 43.) diyerek evladının ruhunu okşayan ve teselli eden merhametli bir baba, torunu Hasan ile Üsame b. Zeyd’i kucağına alıp “Allah’ım, bu ikisini sev, ben bu ikisini seviyorum!” (Buhari, Fezailü ashabi’n-nebi, 18.) diyerek onlara dua eden şefkatli bir dede, “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en iyi olanınızdır. Ailesine karşı en iyi olanınız da benim!” (İbn Mace, Nikâh, 50.) beyanıyla mükemmel bir eştir. “Ailene namazı emret. Kendin de ona sabırla devam et.” (Taha, 20/132.) ayeti gereğince Rasul-i Ekrem, eşine ve çocuklarına namaz kılmaları gerektiğini söylerdi. Toplumsal barış, adil yargı ve yönetim Rasul-i Ekrem’in, davacı ve davalı için gösterdiği şu muhakeme usulü, adaletin tecellisi ve toplumsal barış açısından büyük önem arz eder: “Ancak ben bir beşerim. Siz bana davanızı getiriyorsunuz. Olur ki biriniz, diğerine nispetle delilini gereğince bilir, davasını ortaya koyar ve (hitabet sanatını ve ikna kabiliyetini iyi kullanarak) kendini iyi savunur. Böyle bir durumda, onun sözüyle kardeşinin hakkından bir şey alır ve lehine hüküm verirsem, ancak ben ona bir ateş parçası vermiş olurum! O hâlde onu almasın/tutmasın.” (Buhari, Şehadat, 27; Müslim, Akdıye, 4; Ebu Davud, Akdıye, 7; Tirmizi, Ahkâm, 11; Nesai, Kudat, 13; İbn Mace, Ahkâm, 5; Muvatta’, Akdıye, 1; Ahmed b. Hanbel, VI, 203.) Hz. Peygamber, ehliyet sahibi ve tevfike refik olan bir yöneticiyi cennetle müjdeler: “Ehlicennet üçtür: Adil, sadaka-zekât veren ve muvaffak olan bir yönetici, bütün yakınlarına ve Müslümanlara karşı merhametli ve ince kalpli kimse, iffetine düşkün, 24 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 bakmakla yükümlü ve sorumlu olduğu kimseler olmakla birlikte istemekten çekinen kişi.” (Müslim, Cennet, 63; Ahmed b. Hanbel, II, 425.) Ne var ki Rasul-i Ekrem, fıtrat ve yapısı itibarıyla müsait olmayan kimseye emanetin, idari görev ve sorumluluğun verilmesini istemezdi. Nitekim vergi memurluğu görevi isteyen Ebu Zer el-Gıfari’ye, “Sen güçsüzsün; bu iş bir emanettir; emanet, üstesinden gelemeyen kimse için kıyamet gününde zillet ve perişanlık doğurur.” diyerek uyarıda bulunmuştu. (Müslim, İmare, 16.) Ayrıca “Emanet kaybedildiği (işler ehli olmayanlara verildiği) zaman kıyameti bekle!” (Buhari, İman, 1.) hadisiyle Rasul-i Ekrem, güvenilirliğin kaybedilmesi durumunda, ahlakın dejenere olup toplumsal çöküşün yaşanacağını hatırlatırdı. “Kimin ameli kendisini geriletir ise, soy kütüğü onu ileri götürmez.” (Müslim, Zikir, 38.) diyerek de üstünlük ölçüsünün etnik köken değil amel, ahlak, görev ve sorumluluk bilinci (takva) olduğunu vurgulardı. Dua ve iltica Rasul-i Ekrem’in insan eğitiminde duanın, Allah’a iltica ederek neticeyi O’ndan bilmenin hususi bir yeri vardı: “Allah’ım, doymayan nefisten, korkmayan kalpten, faydasız ilimden ve kabul olunmayan duadan sana sığınırım!” (Nesai, İstiaze, 65.) “Ey Hayy ve Kayyum olan Allah’ım! Senin rahmetine iltica ediyor ve senden yardım diliyorum. Benim bütün işlerimi düzelt ve beni bir an olsun nefsimle başbaşa bırakma!” (Hâkim, Müstedrek, I, 545.) Evinden çıkarken de şöyle derdi: “Allah’ın adıyla Allah’a dayandım. Allah’ım, dalalete düşmekten veya dalalete düşürülmekten, ayağımın kaymasından veya kaydırılmasından, zulüm yapmaktan veya zulme uğramaktan, bilgisiz ve gafil davranmaktan veya hoyrat muamele görmekten sana sığınırım.” (Ebu Davud, Edeb, 112; Tirmizi, Deavat, 35; İbn Mace, Dua, 18; Ahmed b. Hanbel, VI, 306.) Netice Rasul-i Ekrem’in insan eğitimi çerçevesinde örneklerle verilen söz konusu maddeler dışında; onun ihtiyaç kadar, sade ve anlaşılır konuşması, tekrarları, mektupları, iknaları, çizgi ve şekiller çizmesi, işa- Hz. Peygamber’in hedeflediği terbiye sistemi ve eğitim yönteminde, insanın insan üzerine hâkimiyeti değil, insanı insan yapmak vardır. Allah için sevmek ve Allah için buğuz etmek, müsamaha ve suçluları cezalandırmak, şaka ve latife yapmak, tedricilik, soru-cevap ve temsil (örneklendirme) yöntemi hep onun hayat tarzında vardır. retler kullanması, hicap duyulan konularda işaretle yetinmesi, durum ve seviyelere göre davranması, verimli ve uygun zaman dilimi gözetmesi, yanlış anlamalara sebep olmamak ve yersiz konuşmalara fırsat vermemek için açıklama yapması, rüya anlatması, dinlemesi ve yorumlaması gibi pek çok ilke ve yöntem mevcuttur. Hâsıl-ı kelam, onun hedeflediği terbiye sistemi ve eğitim yönteminde, insanın insan üzerine hâkimiyeti değil, insanı insan yapmak vardır. Allah için sevmek ve Allah için buğuz etmek, müsamaha ve suçluları cezalandırmak, şaka ve latife yapmak, tedricilik, soru-cevap ve temsil (örneklendirme) yöntemi hep onun hayat tarzında vardır. Rasul-i Ekrem’in hadis ve sünnetlerine göre Müs- lüman kimlik ve kişilik, dünyevileşen değil dünyaahiret dengesini gözeten, yalancı ve ikiyüzlü değil dürüst ve güvenilir, konjonktür değil hikmet ve hakikat yanlısı, sert ve kaba değil yumuşak ve nezaketli, tamahkâr değil kanaatkâr, açgözlü değil tokgözlü, cimri değil cömert, kendini beğenip böbürlenen değil mütevazı, külfetli değil ülfet eden ve edilen olmalıdır. Vefasızlık, ümitsizlik, mümine lanet ve beddua, kin ve düşmanlık, bencillik, kıskançlık, aldatma, korkaklık ve öz güven eksikliği, bıkkınlık ve yılgınlık, heva ve hevese uymak, boş ümit ve kuruntulara kapılmak ise Kutlu Nebi’nin sunduğu insan modelinde yoktur. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 25 Gündem Doç. Dr. Aliye Çınar Köysüren Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Modern Zamanlarda İnsan İnsanoğlu tefekkür boyutunu yitirdikçe, varlıktan uzaklaşmakta, böylece kendinden de ırak düşmektedir. Çünkü varoluşunu fikredemeyen kişi, varoluşsal olarak varlıkla temasa geçemeyecektir. Teknik aklın ürettiği konfor ve tüketim çılgınlığı konformizmi besleyecektir. ünümüzde teknoloji, bir yandan insan varlığının yaşamını kolaylaştırırken öte yandan bazı bakımlardan tehdit etmektedir. Dolayısıyla teknoloji, iki ucu keskin bir bıçak görünümü vermektedir. G Alman düşünür Heidegger, Batı düşüncesinde teknikteki gelişmenin düşünceyi durdurduğunu söylemişti. O, düşüncenin düşmanı akıl derken de bunu ifade etmişti ve nihayetinde bu vurgu, bizim dünyamızdaki ifadesiyle, Yaratıcı’nın unutulmasını haber veriyordu. İnsanoğlu akılla gelişirken tefekkürü iptal etti; dahası varlıkla veya varoluşuyla bağını kopardı. “Teknik düşünmez.” diyen alman filozof, salt matematiksel aklın da düşünmeyeceğini, onun ürünleri arasında sıkışıp kalan insanın da düşünce tutulması yaşayacağını işaret ediyordu. Varo26 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 luşun nihai kaynağıyla sadece tefekkür irtibata geçebilir. Bu nedenle akıl, Varlık’la (Vücut) irtibata geçemez; sadece var olanları (mevcudatı), tıpkı kendisi gibi türeyenleri akledebilir. İnsanoğlu tefekkür boyutunu yitirdikçe, varlıktan uzaklaşmakta, böylece kendinden de ırak düşmektedir. Çünkü varoluşunu fikredemeyen kişi, varoluşsal olarak varlıkla temasa geçemeyecektir. Teknik aklın ürettiği konfor ve tüketim çılgınlığı konformizmi besleyecektir. Nitekim konformizm, 19. yüzyıla kadar İngiliz kilisesinin emir ve din yorumuna uygun yaşayan -ancak tefekkürünü paranteze alan insanlar- için kullanılagelen bir tanımdı. Kilisenin anlaşılmaz inanç akideleri ve dogmalar da, düşünceyi kilitlediğinden, onlarda bir tür yabancılaşma getirmişti. Kendinden uzaklaşma, var- lığı unutmayı getirir ve tefekkür kanallarının kilitlenmesi de tam bir varoluş tutulmasıdır. Günümüzde ise konformizm, standartlara uygun düşünce ve davranışlar sergileyen insanlar için kullanılır. Varlıktan uzaklaşma, kilisenin biçimcilik ve kuralcılığı yüzünden zuhur ederken; günümüzdeyse tekniğin ve teknolojinin tahakkümünden kaynaklanmaktadır. Dindeki ilgi, korku ve bağlanmanın yerini, benzer şekilde toplumsal ikiyüzlülük (hipokrasi) almaya başlarsa, tam da kendimizden uzaklaşma başlayacaktır. Aynı şekilde gösterişçi bir toplum ve rekabet kültürü de ikiyüzlülüğü beslediği için, âdeta kişi zamanla oynadığı role kendisi de inanacaktır. Bir tür bellek kaybı veya yanılsama anaforundan geçen insanlar başlangıçta hayal, maske ve gerçekliği ayırt edebilirken, süreç içinde maske gerçek yüzmüş gibi algılanacaktır. Dahası gün geçtikçe gerçek olan yanlış gibi görülecektir. Tam olarak otomatiğe bağlanmış, robotlaşmış bir yaşam içinde görev bilinciyle gündelik yaşamın rutinini yerine getirme bir tür ritüele dönüşecek- tir. Oyun oynamayı anımsatan ritüeller, mekanizmin ve belirlenimciliğin sonuçlarına yaklaşacaktır. Oyun oynarken hesap edilemeyen geçmiş imgeler ve geleceğe dönük hayaller vardır. Oysa konformizm hayale yer bırakmayacak kadar belirli bir dünyada sabit ve belirlenmiş bir gösterimde olmayı yeğler. Oyun oynarken hazlar, sevinçler, hayaller ve bilinç dışı durumlar gibi hesaba katılamayan boyutlar vardır ve onlar oynarken etkin olur. Oysa konformizm aşırı akılcılığa rapt olduğundan, bunları zaman kaybı ve israf olarak görecektir. Salt akılcılık, insanın duygu irade ve eylem boyutunu önemsemez. Anlamanın/anlamın yerini bilme/nedensellik alacağından geçmiş ve geleceği birbirine bağlayacak hikâye ve öyküler de yıkılacaktır. Anlamı taşıyan semboller buharlaşacak; onların yerini sadece işaretler almış olacaktır. Toplum içinde kabul görmek için gerekli bütün kuralları yerine getiren kişi yaşama sanatını bilmiş sayılacaktır. Ancak burada sanat kelimesini oldukça cömert kullanmış olabiliriz. Zira sanat bundan böyle doğayı taklit etme olmayıp; es- diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 27 Gündem Tefekkür ve tezekkür için zamandan da önce, “an” oldukça önemli bir mefhumdur. An kaçırılınca, gafletin karabasanları çöreklenir durur üstümüze. Hükümran olan akıl da, bir protez uzuv gibi taşıyamaz olur bunca yükü. kiden var olan sanat eserlerinin imajinasyonlarının üzerinden yeni bir taklit yapmaktan ibarettir. Zira sanat, varoluşu tefekkür ettikçe açığa çıkar. İnsanların çok çalışmasının nedeni de bir anlamda kendi unutulmuşluğunun acısını hissetmeme stratejisidir. Çok çalışma, kendinden kaçış için oldukça iyi bir paravandır. İş yükü, varoluşun ağırlığını perdeledikçe, varoluşun kapıları demir parmaklıklarla örülecektir. O, âdeta gözleri perdeli, elleri kelepçeli ve kulakları tıkalı bir mahkûmdur. Kendinden uzak ancak rutine ve mekâna tutukluluk durumunda tam da eşya ve maddenin hükümranlığı altında ezilmektedir. Böylece imaj ve etiket, paravan ve maske işlevi görecektir. Modern zamanda insan varlığının kaçtığı bir diğer kuytu köşe ise sanal dünyadır. Bugün duygularımızı ve isteklerimizi dahası teşhir arzumuzu eksiksizgediksiz sanal paylaşım sitelerinde gerçek kılıyoruz. Böylece ruhsal yapımızda mevcut olan hayal ve gerçek arasındaki mesafe de sorun olmaktan çıkmaktadır. Zaten hayali veya sanal olanı gerçeğin yerine ikame etmiş durumdayız. Sosyal paylaşım siteleri başka pek çok sorunu da gölgeleyerek -çözülmeden- ertelemiştir. Bundan böyle, sosyalleşme veya sosyalleşememe gibi bir sorun da tarihin karanlık dehlizlerine gömülmeye adaydır. Çünkü herkes oldukça faal bir şekilde bu sitelerde vardır. Dolayısıyla, sosyal olamama sorunu da buharlaşmaktadır. Hatta sosyalleşme göstergesi olarak, tebrik ve taziye konusunda dünden daha çok istekli ve dakik olduğumuz görülecektir. Hatta hiç tanımadıklarımız bile acılarımızı paylaşmakta, bizi içten içe duygulandırmaktadır! Elbette garip şeyler de olmuyor değil bu esnada. Mesela bir arkadaşınız, annesinin vefat haberini paylaşıyor ve pek çok kişi bunu beğe28 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 niyor! Şimdi bu, ne anlama geliyor? Acaba ölene sevindiğimizi mi? Düşünmeden beğen butonuna basma âdetini yerine getirme ameliyemizi mi göstermektedir? Daha nelerimizi ifşa etmiyor ki sanal dünya… Teşhirciliğe tutkunluğumuzu da fazlasıyla ele vermekte bu yeni dünya. Pişirilen yemeklerden tutalım da, kıyafetlere ve düğün derneklerimize kadar her şey sanal ortamda. Böylece başkalarını merak eden yapımız da tatmin oluyor. Farklı yaşantılara bir tuşla ulaşıp hatta dedikodudan daha sahici bilgilere ulaşabiliyor. Eskiden el âlem kaygısı ve korkusu vardı. Şimdilerde herkes arkadaş, herkes tanıdık konumundadır. Sanki şimdilerde gizli saklımız da pek kalmadı. “Kimin, nerede, ne yapıyor” olduğuna, ilişkilerin başladığına hemencecik şahit oluveriyoruz. Elbette bunun olumsuz yönleri bir tarafa, ikiyüzlülükten zoraki de olsa özgürleştiriyor bizi. Çünkü eskiden, “el” görmediği sürece, nahoş tabloları işlemek neredeyse cesaret göstergesi gibi algılanmıştır. Oysa şimdi, kameralardan tutalım da, internetin görü ve kayıt gücünden saklanmak pek kolay gözükmüyor. Bütün bu sorunlarla nasıl yüzleşileceği konusunda, oturup konuşulabilir; ancak asıl tehlike şu: Gençlere eğer ibnü’l-vakt olmasını öğretmeyi düşünüyorsak, artık çok geç kalmışız demektir. Çünkü bu sanal dünya zaman tüketen bir canavardan başka bir şey değil. Zamanı kaptırdıysak, düşünme melekesini rafa kaldırırız. Çünkü tefekkür ve tezekkür için zamandan da önce, “an” oldukça önemli bir mefhumdur. An kaçırılınca, gafletin karabasanları çöreklenir durur üstümüze. Hükümran olan akıl da, bir protez uzuv gibi taşıyamaz olur bunca yükü, bunca bedeni. Gündem Necla Koytak İnsan Gelişimi ve Toplumsal Eğitim Vakfı (İGETEV) Genel Sekreteri İnsan Yetiştirme Düzenimiz Üzerine Düşünceler Biz Müslümanlar, yeryüzünde Allah’ın (c.c.) halifesi olarak yaratıldığımıza inanan insanlar olarak kendimizi yeryüzünün her köşesindeki zulümden sorumlu saymak durumundayız. Bu anlamda tüm insanlık için adalet, barış, esenlik vadeden bir dünyanın kurulması yönünde çaba sarf etmekle yükümlüyüz. atı’da, “aydınlanma” diye anılan zihinsel dönüşüm üzerinde gelişen ideoloji ve yaşam biçimi olan modernizmin küresel ölçekte yaygınlaştığı ve farklı kültürleri dönüştürdüğü bir çağda yaşıyoruz. Akıl, bilim, demokrasi, değişim, gelişimcilik gibi kavramlar üzerinden kurduğu seküler otoriterlik ile total bir paradigmaya hapsolan modernizm, bütün insanlık için dinlerin oluşturduğu geleneksel düzlemden keskin bir kopuşu ifade etmektedir. Dünya ve maddi hayat ile sınırlı varlık anlayışı çerçevesindeki zihinsel kurulumuyla modernizm, S. H. Nasr’ın ifadesiyle, “İnsanlığın tarih yolculuğunda uğradığı bir yol kazasıdır.” uzak değerler, yaşam biçimi ve ilişkiler sistemi pek çok problemi beraberinde getirdi. Bilinç yaralanmasına uğrayan insanoğlunu anlamsızlığın pençesine itti. Daha bugüne gelmeden çok öncele, 18 ve 19. yy düşünürleri, Spinoza, Goethe, Shiller, Fichte, Feurbach, Hegel, Marx, Kierkegard yaşadıkları çağın katı, boş, amaçsız ve ruhsuz bir çağ olduğundan yakındılar. 20. yy’da, maneviyatın kaybedilmesiyle birlikte yaşamın yitip giden anlamının ardından girdiği bunalımı aşmaya çalışan Varoluşçu düşünceyi “Endüstriyel toplumda insanın insana özgü niteliklerini yitirmesine, yüz yılı aşkın bir süredir süregelen bir isyan.” olarak betimliyor bir başka düşünür. Modernizmin ürettiği ve dayattığı maneviyattan İnsanın sonsuzlukla irtibatını oluşturan ruhi ve ma- B diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 29 Gündem nevi boyutunu yok sayan bu düşünce ve yaşama biçimi, insanın doğaya, diğer insanlara ve bizzat kendi öz varlığına yabancılaşmasını getirdi. Bu konuda 20. yüzyılın ruhbilim alanının prensi olarak anılan R. D. Laing, manevi boyutu baskılanan çağdaş insan için “bölünmüş benlik” ten söz eder. Günümüzün ünlü düşünürlerinden Edgar Morin, “Geleceğin Eğitimi için Gerekli Yedi Bilgi” adlı kitabında, modernizmin küresel sonuçlarını şöyle tasvir ediyor: “Bu çağ hem tek bir dünya dokusu yarattı hem de bu dokuyu parçaladı; gelişmiş toplumlar gezegenin refah çevrimi içindeyken, dünya halklarının çoğunluğunu oluşturan Afrikalı, Asyalı, Güney Amerikalılar gezegenin yoksulluk çevrimi içindeler. Dünya devletleri kaba ve esrik, güçlü ve aciz tiranlar olarak gezegen üzerinde egemenler. Yerküre üzerinde dalga dalga yayılan teknik ve sınai gelişme etnik, kültürel, insani çeşitlilikleri yok etme eğilimi gösteriyor. Gelişme çözümlediğinden daha çok sorun yarattı ve Batı’nın müreffeh toplumlarını etkileyen derin bir uygarlık bunalımına ulaştı. Batı’da doğan uygarlık, kendisini geçmişe bağlayan palamarlarını çözerek, bilim, akıl, ekonomi ve demokrasinin ortak gelişmeleri sayesinde ilerlemenin sonu olmayan geleceğine doğru yöneldiğini sanıyordu. Oysa Hiroşima bize bilimin birbiri30 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 ne karşıt iki yüzü olduğunu öğretti. Sınai gelişmenin kültürel yıkımlar ile ölümcül kirlenmelere yol açtığını gördük; refah uygarlığının mutsuzluk ta doğurabileceğini gördük. Şayet modernlik, ilerlemeye, tekniğe, bilime, ekonomik gelişmeye koşulsuz iman ise bu modernlik ölmüştür.” Toplumları geleneksel yapılarından koparan ve yeni bir insan modeli ortaya çıkaran Modernizmin temel paradigmalarına baktığımızda özünde dine karşı bir tepki niteliğini taşıdıklarını görürüz. Örneğin, “insan her şeyin ölçüsüdür” diyerek insanı yücelten ve onu kendi başına bağımsız hakikat sayan, insanı kendi üzerinde sınırlayıcı Tanrı’ya başkaldıran varlık konumuna taşıyan hümanizm çok kapsayıcı ve kuşatıcı bir paradigma değişimi yaratmıştır. Pek çok düşünür, bu ve benzeri modern paradigmalara dayalı zihinsel kurulum ve tasavvurun ürünü olarak insan tabiatı hakkında, eksik ve yanlış veya yetersiz tanımlar geliştirmişlerdir. Modern kültür ve modern insan bu tanımlar çerçevesinde şekillenmiştir. Örneğin, Thomas Hobbes (17. yy) , “İnsan insanın kurdudur.” şeklinde bir tanım getirirken J. J Rousseau insanın duygusal yaşamını yücelterek kişisel mutluluğa odaklanan bireyselliğin, her türlü bağlayıcı kuraldan özerk ve atomistik “birey”in, başka bir ifadeyle modern kimliğin mimarisini oluştur- muştur. J. Lock, insanı “tabula rasa”, toplumun şekillendireceği boş levha olarak tanımlamış; Freud, insanı tümüyle bencil bir varlık olarak tasvir etmiştir. Günümüz düşünürlerinden M. Foucault ise, “İnsan tabiatı diye bir şey yoktur.”, “İnsan benliği siyasal bir üründür.” şeklindeki yaklaşımını şöyle ifade etmektedir: “Modern toplumda insan vaat edildiği gibi özgür ve özerk değildir. Sistemin temel mantığını meşrulaştırıcı ve normalleştirici söylemlerle disiplin altına alınıp kendi kendini denetleyen, baskı altına alan özne hâline gelmiştir.” Bugüne geldiğimizde, psikoloji ve psikiyatri alnının uzmanları aile, toplum denetimi ve gelenek kaybından dolayı ortaya çıkan “ boş benlik” olgusunun yol açtığı bunalımları dile getirirken bu konuda psikoloji biliminin katkısını da sorguluyorlar. Amerikan Psikoloji Kuruluşu APA’nın başkanı Campell’in, “Psikoloji ve psikiyatri bireyi bencil bir biçimde güdülenmiş olarak tanımlamanın ötesinde açık veya kapalı bir şekilde böyle olması gerektiğini de öğretiyor.” şeklindeki eleştirisi dikkate değerdir. “Boş benlik” olgusundan söz ederken uzmanlar, dinî ve ahlaki değerlerin yok olmaya başlamasıyla benliğin, eksilen bu yaşam amacı kaynaklarının yerini doldurmak için taşıyabileceğinden fazlasını yüklenmekte olduğunu söylüyorlar. M. B. Smith’e göre, “Kendini gerçekleştirme, kendine bağlılık, kendi isteklerine odaklanma gibi sırf benliğe yönelik yaşam amaçları, hayata yön vermekte yetersiz kalıyor.” İnsani değerleri eksik, buna karşılık her şeye hâkim olduğuna dair özerklik… Benliğin bu şekilde kavramsallaştırılışının olumsuz sosyal sonuçları Amerikan toplumunun ve psikolojinin başka eleştirmenleri, bireyci benliğin ön plana çıkmasına ve yüceltilmesine karşı çıkıyor ve “benliği aşan değerlere” yönelmeyi öneriyorlar. Netice olarak, insanın bencilliği üzerinde yükselen ve Frijtof Capra’nın ifadesiyle, “çatışma, rekabet, baskı ve tehdit üreten” dolayısıyla gücü yücelten haz kültürü kendi insan tipini yetiştirmek- te. Sorunların temelinde, zihinsel kurgudan eğitim pratikleri ve düzenlemelerine kadar insanın manevi ve ruhi cevherine, ahlaki benliğine yeterince yer verilmemesi, heva hevesinde insana neredeyse sınırsız özgürlük tanırken sorumluluktan hiç söz edilmemesi gerçeği yatmaktadır. Bilindiği gibi modern eğitim “eğitim üretim içindir” paradigması doğrultusunda yalnızca yasalara saygılı uysal yurttaş ve mesleki formasyon için geliştirilmiş zekâyı hedefler ve böyle yaparak insanı doğal aidiyetlerinden koparıp devasa bir aygıta, ulus devlete ve modern kapitalist sisteme bağlar. İnsanın manevi yanının gelişmesini, şahsiyetinin tekâmülünü desteklemeye yer vermez ve temel varoluşsal ihtiyacı olan yaşamın aşkın amacına dair arayışına cevap vermez. Bundan da öte, modern eğitim sisteminin hiçbir noktasında, pratik yaşamı kolaylaştırmak için insanın kendini tanıması, insanları anlaması, doyurucu ilişkiler kurması ve sürdürebilmesi, duygularını yönetebilmesi ve sahip olduğu çok yönlü ve neredeyse sınırsız potansiyellerini açığa çıkarabilmesinin yolu yordamı çerçevesinde hiçbir eğitim içeriğine yer verilmemekte. Bu durumda, daha yaşanabilir, daha adil ve güvenli bir gelecek inşasında, bir toplumu veya hatta insanlığı ilgilendiren ileri boyuttaki çok yönlü sorunların çözümünde kuşkusuz ki uzmanlık ve mesleki formasyon veren eğitim yetersiz kalır. Eğitimle toplum arasında dinamik bir ilişki olmalıdır ilkesinden hareketle, ağırlıklı olarak sınırsız özgürlüğün, bencillik ve bireyselliğin yol açtığı sorunların bu kez sorumluluk ağırlıklı bir eğitimi gerekli kıldığını söyleyebiliriz. Özellikle biz Müslümanlar, yeryüzünde Allah’ın (c.c.) halifesi olarak yaratıldığımıza inanan insanlar olarak kendimizi yeryüzünün her köşesindeki zulümden sorumlu saymak durumundayız. Bu anlamda tüm insanlık için adalet, barış, esenlik vadeden bir dünyanın kurulması yönünde çaba sarf etmekle yükümlüyüz. Dünyada ciddi dönüşümlerin yaşandığı bir dönediyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 31 İnancımıza göre doğru bilgi, varlıkların gerçek ve doğru yerlerinin bilinmesidir. Doğru bilgi olmadan adalet ikame edilemez. me seyirci kalmak yerine geçmişte kurup yüzyıllarca yaşattığımız sevgi ve erdem medeniyetine yeniden hayatiyet kazandırmak için sönmeyen hayallerimiz ve umutlarımız var. ru okumasını sağlayacak ve bu dünyaya özellikle insani anlamda fark yaratacak katkılarda bulunma heyecan ve motivasyonu kazandıracak içeriğe sahip dersler konulmasını öneriyorum. Genel sistem teorisinin, umudumuzu perçinleyen ve “kelebek kanadı ilkesi” olarak bilinen ilkesi, “kaotik ortamlarda en küçük bireysel çabaların bile beklenmedik ölçüde büyük sonuçlar doğurabileceğine” işaret ederek bize cesaret veriyor. Ayrıca, Ana-baba, aile, okul, arkadaş, sosyal çevre, toplum ve kültürün etkisi ile ve sosyalleşme süreçleriyle ergenliğe kadar pasif alıcı durumunda kişiliği oluşan gençlere, eğitimin iradi etabı olarak kendini eğitme, kendi kişiliğini yeniden inşa etme çabasının heyecanını yaşatacak, Allah’a gerçek anlamada kulluğun, ruhumuzdaki ilahi cevherden gelen ahlaki özellikleri ve insani potansiyelleri olabildiğince açığa çıkarmak suretiyle kendi tekamülümüzün aktörü olmak gayretini aşılayacak eğitim içerikleri oluşturulmasının gerektiğini düşünüyorum. Yeni bir toplumsal kültürel yapılanma bireysel olmaktan çok grup çabaları ile mümkündür. Bunun için potansiyel olarak Allah’ın yeryüzündeki potansiyel vekili olduğu bilinci içerisinde, Allah’ın ahlakıyla örülmüş bir şahsiyete sahip; insanı açıklamaya, incelemeye ve etkilemeye yönelik muhkem bilgileri bütünleştirebilen, sosyal vizyon sahibi, inançlı ve kararlı kadroların yetişmesi gerekmekte. Kaldı ki bugün Müslüman bir gencin, Batı kültürünün hangi fikri temeller üzerinde ve nasıl bir hakikat anlayışı doğrultusunda geliştiğini bilmeden onun meydan okumalarına karşı durması fevkalade zordur. Modern kimlik temel özelliğini değişmez hakikat, ilke ve değerlerin inkârından ve ilahî otoriteye başkaldırma tavrından alır. Modern kimliğin bu karakteristik özelliğini ve mahiyetini kavramadan, bu kültürün âdeta bombardımanı altındaki Müslüman bir gencin kendi kimliğini onun bozucu etkilerinden arındırması oldukça güçtür. Bunun için, eğitim sistemimizin lise seviyesi için müfredat programına İnsana dair, insanlığa dair, kendini bilmeye dair, hayata dair, hayatın anlamı ve gayesine dair, insan ilişkilerine dair, “duygusal zekâ” denilen ve esasında “şahsiyet tekamülüne” karşılık gelen yetenekler kümesinin geliştirilmesini destekleyecek; kendi kültür havzasının bilgeliği ve özgün irfanını tanımasını, yaşadığı dünyayı doğ32 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 Çağın sorunlarının niteliği, insan üzerinde yeniden düşünmemizi zorunlu kılıyor. O hâlde bu ders içeriği için, insanın hakikatini yansıtan, insanın yaratılıştan getirdiği çok boyutlu varlık yapısını ortaya koyan bir insan tanımı geliştirmek başlangıç noktamız olmalı diye düşünüyorum. İnsanlığın gidişini etkileyen ve değiştiren temel adım paradigmaların değişimidir. “Paradigma, zorunlu kılar ve yasaklar; kavramlaştırma ve mantıksal işlemlerin seçilmesini ve belirlenmesini gerçekleştirir. Kavranabilirliğin temel kategorilerini ortaya koyar ve bunların kullanımını denetler. Böylece bireyler kendilerinde kültürel olarak kayıtlı bulunan paradigmalara göre bilir düşünür ve davranırlar. (E.Morin) Bir düşünür, “Hayvanlar arasında yiyen ve yenilen vardır, güçlüler zayıfları yerler. İnsanlar arasında ise tanımlayan ve tanımlananlar arasında benzer bir ilişki söz konusudur.” diyerek temel kavramları tanımlayan ya da hayata yön veren paradigma- ları belirleyen aktörlerin dünyayı şekillendirdiğine işaret ediyor. Öte yandan, C. Meriç’in, “tanımlayan tahrif eder” şeklindeki ifadesi de bu gerçeği işaret etmekte. Nitekim insanın manevi ve Yaratıcı’yla irtibatlı (ruhi) yanını tanım dışında bırakan modern düşüncenin, insanın bu yönünün gelişmesinin önüne geçmiş ve insan doğasını tahrif etmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. O hâlde, Kur’an ve hadis gibi temel referanslarımızdan yola çıkarak insan tanımımızı ortaya koymakla söz konusu ders içeriğini oluşturmaya başlayabiliriz. Aslına bakarsanız, Bütün dinlerin ve dinî öğretilerin eğitiminde hem kalkış noktası hem de değişmeyen ortak hedef “Kendini bil !” kalıbı ile ifade edilegelmiştir. Felsefi düşüncenin en yüksek amacının da “Kendini bilme” olduğunu genellikle herkes onaylar. Görünen o ki, “kendini bilme”, kendi potansiyellerini ortaya koymanın, kendi var oluşuna bir yol çizmenin, tekâmülünü gerçekleştirmenin ilk adımı olması itibarıyla bu merkezi konuma sahip olmakta. ğu, denge ve uyum içeren durum veya ilişki biçimi demektir. Bu yüzdendir ki insanın hakikatle ilişkisi ahlaki dünyasının temelidir. Bu itibarla “insanın doğası nedir?” sorusuna verilen karşılık, insanın yaratılış hakikatini içinde barındırdığı oranda insanca bir yaşamın yolunu açar. 1- Sad, 28/71-72: “Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti: “Muhakkak ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman onun için saygı ile eğilin.” İnsan davranışlarının, insan haysiyetine yakışır nitelikler taşıması, aynı şekilde insanın ilişkilerini, aile, siyaset, eğitim, ekonomi vb. toplumsal kurumları adalet ilkesi çerçevesinde düzenlemesi ve sürdürebilmesinin temel şartı da, insanın ve elbette ki varlıklar âleminin hakikatine ve var olmanın hiyerarşik sırasına dair doğru bilgiden yola çıkmasıdır. İnsanın hayattaki doğru konumunun tanınmasına ilaveten insanın bu konumun gerektirdiği rolü üstlenmesini sağlayan bir disipline de sahip olması gerekir. İnancımıza göre doğru bilgi, varlıkların gerçek ve doğru yerlerinin bilinmesidir. Doğru bilgi olmadan adalet ikame edilemez. Çünkü adalet, her şeyin (varlıkların) gerçek ve doğru konumunda oldu- Kur’an’da insan fıtratına dair pek çok açıklama yer alır. Buraya yalnızca bana en çok heyecan veren, dinamizm kazandıranlarını alacağım. 2- Hicr, 13/28-29: “Hani Rabbin meleklere “Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin.” demişti. 3- Şems, 91/7-8-9-10: “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene ant olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” 4- Bakara, 2/156: “Onlar; başlarına bir musibet gelince, ‘Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aitiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.’ derler.” diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 33 Tefekkür Prof. Dr. Nevzat Tartı YYÜ İlahiyat Fakültesi Dindarın Samimiyet Sınavı İ yi bir Müslümanın Kur’an ve sünnette vurgulanan vasıflarından birisi, inanç, ibadet ve muamelede samimiyet sahibi olmasıdır. Samimiyet insanın içinden geldiği gibi ve herhangi bir karşılık beklemeksizin davranması durumudur. Bu kavram, ihlas, iyi niyet, güvenilirlik, hasbilik, içtenlik, özü sözü bir olmak ve özellikle dürüstlük ile de ifa- 34 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 de edilmektedir. Gösteriş, içi-dışı başkalık, kandırma, aldatma ve ikiyüzlülük gibi vasıflar ise bunun zıddıdır. Samimiyet meselesi, insanın davranışlarının zahir/ görünen ve bâtın/görünmeyen olmak üzere iki yönünün bulunmasından dolayı gündeme gelmekte- İyi bir Müslümanın Kur’an ve sünnette vurgulanan vasıflarından birisi, inanç, ibadet ve muamelede samimiyet sahibi olmasıdır. Samimiyet insanın içinden geldiği gibi ve herhangi bir karşılık beklemeksizin davranmasıdır. dir. Dindarlığın zahiri yönü fıkıh ve görünmeyen manevi yönü tasavvuf ilmi içinde ele alınmaktadır. Bu iki yön birleştirilmediği zaman, dindarlık ya sadece şekillerden ibaret kalmakta, ya da sadece içte var olduğu düşünülen bir iddiaya dönüşmektedir. İbn Miskeveyh (ö. 421/1030) ve Gazali’nin (ö. 505/1111) ahlak tanımları samimiyet ve dürüstlüğü merkeze almaktadır. Onlara göre ahlak, düşünmeksizin, kolaylıkla davranmamıza neden olan bir duygu ve melekedir. (Çağrıcı, Mustafa, İslam Düşüncesinde Ahlak, İstanbul 2000, s. 156.) Bunu şöyle örneklendirebiliriz: İyilik yapmak durumunda olan bir kişinin, hiç düşünmeden gerekeni yapması ile çevresine baktıktan ya da bir süre düşündükten sonra aynı şeyi yapması samimiyet açısından farklıdır. Yine bir kötülükle karşı karşıya olan birisinin de hiç düşünmeden ondan uzak durması ile etrafını kontrol ettikten sonra birileri var diye onu işlemekten kaçınması dürüstlük açısından farklıdır. Samimiyetin önemini vurgulayan birçok ayet ve hadis bulunmaktadır. Örneğin bir rivayete göre Hz. Peygamber “Din nasihattir.” demiş ve bunun üzerine sahabe “kime karşı” diye sormuşlardı. O da “Allah’a, Kitabına, rasulüne, Müslüman idarecilere ve bütün Müslümanlara karşı.” demişti. (Müslim, İman 95.) Şimdi konumuzu bu hadis çerçevesinde sürdürmek istiyoruz. Söz konusu hadiste samimiyetin, aşağıda kısaca ele alacağımız üç temel noktası yer almaktadır: İmanda samimiyet Allah (c.c.)’ın hiç hoşlanmadığı ve affetmediği şeylerden birisi inancına şirk karıştırmak ve inanıyormuş gibi görünmektir. Hâlbuki bu bir tür samimiyetsizliktir. “Münafıklar sana geldiklerinde: ‘Senin Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ediyoruz’ diyorlar...” (Münafikun, 63/1.) ve “İnsanlardan bazıları, inanmadıkları hâlde ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık’ diyorlar. Allah’ı ve inananları aldatmaya çalışıyorlar...” (Bakara, 2/8-9.) mealindeki iki ayette bu durum dile gelmektedir. Her ne kadar münafıklarla ilgili olsa da bu türden ayetler ile Allah (c.c.) esasen Müslümanları da uyarmaktadır. Hatta şu ayette bu uyarı daha açık bir biçimde yer almaktadır: “Ey inananlar, insanlara gösteriş gayesiyle malını verip Allah’a ve ahiret gününe inanmayan kişi gibi, başa kakarak ve eziyet ederek sadakalarınızı boşa çıkarmayın...” (Bakara, 2/264.) “Kalbini imana samimice açan kişi kurtulmuştur.” (Ahmed b. Hanbel, V, 147.) mealindeki hadiste ise samimi inanış bir kurtuluş reçetesi olarak sunulmaktadır. İbadette samimiyet Allah (c.c.), ibadetlerin sadece kendisi için yapılmasını ve gösterişten uzak olmasını istemektedir. Konuyla ilgili çok sayıda ayetten iki tanesinin meali şöyledir: “İkiyüzlüler, Allah’ı aldatmaya çalışıyorlar. Aslında Allah onları aldatır. Namaza kalkmada tembellik ederler, insanlara gösteriş yaparlar…” (Nisa, 4/142-143.) “Onlar mallarını insanlara gösteriş için verirler, Allah’a ve ahiret gününe de inanmazlar…” (Nisa, 4/38.) Gösterişte kalan dindarlık, dinin temel hedefleri ve yerleştirmeye çalıştığı kalıcı değerler açısından son derece tehlikelidir. Maddi ve manevi çıkar elde etme, menfaat ve haksız kazanç sağlama, ilgi çekme ve kendini öne çıkarma gibi gösterişe neden olan sebepler dinin yasakladığı davranışlardır. Bu yüzden gösteriş amaçlı olarak cemaatle namaz kılan ile öyle olmayan iki kişinin dindarlık göründiyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 35 tüsü aynı olsa da samimiyet açısından farklıdır. İş edinmek veya işini korumak için dindar görünen birisi de başkalarını yanılttığı için ahlaki bir problem yaşamış olur. Bu durumda ihtiyacı değil de dindarlığı işe girmek için gizli ya da açık bir şekilde şart koşan yaklaşım, din adına ahlaki bir sorun olan din istismarına kapı aralamış olur. Bir kutsi hadiste samimiyetin ibadetteki önemi şöyle dile gelmiştir: “Allah (c.c.) buyurdu ki; kulumun benim için yaptığı en güzel ibadet bana karşı samimi olmasıdır.” (Ahmed b. Hanbel, V, 254.) İnsanlar arası ilişkilerde de samimiyet ve dürüstlük son derece önemlidir. Güven ve huzur ortamının sağlanması için belki de ilk şart odur. Şehirde, mahallede, sokakta, ailede, iş ortamında, komşulukta, yolculukta, alışverişte, camide, okulda vb. her yerde samimi ve dürüstçe kurulacak ilişkiler bu güven ortamının yeşermesi ve gelişmesine katkı sağlar. Muamelatta samimiyet İnsanlar arası ilişkilerde de samimiyet ve dürüstlük son derece önemlidir. Güven ve huzur ortamının sağlanması için belki de ilk şart odur. Şehirde, mahallede, sokakta, ailede, iş ortamında, komşulukta, yolculukta, alışverişte, camide, okulda vb. her yerde samimi ve dürüstçe kurulacak ilişkiler bu güven ortamının yeşermesi ve gelişmesine katkı sağlar. Aksi hâlde toplumda insanların birbirine güvenmediği, kandırıldığı, istismar edildiği ve horlandığı bir ortam oluşur. Ne yazık ki Müslüman bir toplum olmamıza ve İslam’ın bu konularda kesin yasakları bulunmasına rağmen sık sık samimiyet eksikliğinden kaynaklanan bazı acı tecrübeler yaşandığı görülmektedir. İşte burası, Müslümanlar olarak sınava tabi tutulduğumuz önemli noktalardan birisidir. Bu bakımdan söz ve davranışı uyumsuz bir din tebliğcisi ve farklı görüşleri yok sayıp üstünü örten bir ilim adamı başarısız bir samimiyet sınavı vermektedir. Fakir iken zenginleri eleştirip zengin olduğunda fakirleri unutan kişi, yıllarca haksızlıklardan ve mağduriyetlerden şikâyetçi iken yetki sahibi olduğunda aynı haksızlıkları yapan bir idareci, kendi bürosunda işleri savsaklayan fakat başka bir kurumun bürosunda işi geciktiğinde feryat eden bir memur ve geçmişteki yaklaşımı ile sonraki arasında tamamen zıtlık bulunan bir politikacı da olumsuz bir samimiyet sınavı vermektedir. Yine, satmak için ürettiği ürünlerden (hormon ve gdo gibi ge36 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 rekçelerle) yemeyen bir çiftçi, başlangıçta müşteriye nazik davranıp işi büyüdükten sonra tavır değiştiren ya da müşteri kandıran esnaf ile hastalarına uyguladığı tedavi yöntemini (sakıncalarından dolayı) kendine veya yakınlarına uygulamayan bir sağlıkçı da aynı şekilde bu başarısız sınavın içindedir. Dolayısıyla yaşayan herkes dindarlığında, davranışlarında ve mesleğinde samimiyet açısından sınavda olduğunu unutmamalıdır. İman, ibadet ve sosyal ilişkilerde samimiyet ölçümü son derece hassas bir konudur. Başkalarının bazı tespitleri olsa da bu görev, öncelikle kişinin kendisine ve vicdanına düşmektedir. Esasen insanın kendi davranışlarını samimiyet açısından denetleyen doğal ve güçlü bir iç kontrol mekanizması vardır. Bir hadis-i şerifte tanımlanan “ihsan” kavramında bu anlatılmaktadır. Allah Rasulü’ne göre “ihsan” Allah’ı görüyormuş gibi davranmaktır. Çünkü biz onu görmesek de O bizi görmektedir. (Müslim, İman, 7; Ahmed b. Hanbel, I, 27.) Dolayısıyla burada en önemli nokta, başkaları onun hakkında bir fikir yürütmeden önce kişinin bu konuda kendini denetlemesidir. Ancak bir insan davranışlarındaki dürüstlük veya sahteliğin tespitinde dahi samimi değilse, başkalarını aldattığı gibi, kendisini de aldatmış olur. Bu da muhtemelen tedavisi zor bir kişilik bozukluğu göstergesidir. Müslüman Bilginler Dr. Elif Arslan Diyanet İşleri Uzmanı Said Halim Paşa (1864-1921) Said Halim Paşa için İslam’ın toplumsal yapısı İslam’ın mutlak hâkimiyeti temeli üzerine kuruludur. İslamlaşmak ise İslamiyet’in inanç, ahlak, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir. K öklü bir aileden gelen, devlet adamlığı yönünün yanı sıra çok okuyup yazmasıyla bilinen, küçük yaşta Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce öğrenen, bunun yanı sıra sanatla, musikiyle ve tarihî eser koleksiyonerliği ile ilgilenen Said Halim Paşa için pek çok tanımlama yapılabilir. Ancak biz, onun bütün yönleri arasında, toplumun içinde bulunduğu durum üzerinde kafa yoran ve bu durumdan kurtuluş çareleri arayan bir düşünür olmasının ön plana çıktığını düşünerek şehit edilmesinden sonra Eşref Edib Bey’in kaleme aldığı yazıdaki tanımlamasıyla anmayı tercih ederek yazımızın başlığını “Düşünen Bir Kafa: Said Halim Paşa” olarak belirledik. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu olan Said Halim Paşa, Kahire’de dünyaya gelmiş, 1870’te ailece İstanbul’a yerleşmişlerdir. İlköğrenimini özel hocalardan yaptıktan sonra üniversite tahsilini İsviçre’de siyasi ilimler alanında tamamlamıştır. (M. Hanefi Bostan, “Said Halim Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 35, s. 557.) İsviçre dönüşünde, babası Halim Paşa, millî seciyelerinin zaafa uğramış olabileceği endişesi ile Said Halim Paşa ile onun gibi yurt dışında eğitim gören kardeşi Abbas Halim Paşa’yı imtihana tabi tutmuş ve her ikisi de babalarına bu hususta yeterli olduklarını göstermişlerdir. (Hayred- din Karaman, İslami Hareket Öncüleri 1, İz Yayıncılık, İstanbul 2013, s. 52.) Yurda döndükten sonra devletin çeşitli kademelerinde görev alan, kısa sürede padişahın gözde adamı olan Said Halim Paşa’nın bir süre sonra Jön Türk hareketiyle irtibat kurduğu, padişahı istibdatla suçlayarak onun kuvvetli bir muhalifi olduğu, daha ileri dönemlerde ise İttihat ve Terakki Cemiyeti müfettişi ve sonrasında başkanı olduğu görülecektir. (Bostan, s. 557.) İmparatorluğun son döneminde yaşayan İslamcı pek çok düşünür, âlim ve devlet adamının hayatında görülen bu çelişkili durum, Said Halim Paşa’nın hayatı için de açıklanmakta zorlanılan hususlardan olmuştur. Said Halim Paşa’nın yedi makaleden oluşan Buhranlarımız isimli eseriyle diğer eserlerini “Buhranlarımız ve Son Eserleri” başlığı altında bir araya getirerek yayınlayan Ertuğrul Düzdağ, Paşa’nın İslamcı kişiliği ile İttihatçılığı nasıl bağdaştırdığını “devlete hizmet için başka bir yol bulamamış olması” (M. Ertuğrul Düzdağ, Said Halim Paşa Buhranlarımız ve Son Eserleri, İz Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 24.) şeklinde açıklarken Hayreddin Karaman ise şöyle bir açıklamayı uygun görmüştür: “Paşa ideoloji ve hatta siyaset anlayışı bakımından İttihatçılarla aynı çizgide olmadığı hâlde tek çare gördüğünden onlara katılmış, otoritesiyle aşırılıklarını ve yanlışlarını engelleyebileceğini ummuştur.” (Karaman, s. 59-60.) Paşa, gerçekten de İttihatçıların kuklası olmamış, cemiyet içindeki aşırılıkları frenleyen bir siyaset gütmüştür. (Bostan, s. 558.) Ancak Birinci Dünya Savaşı başladığın- diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 37 da İttihatçıların ileri gelenlerinden Enver Paşa’nın gizli anlaşmaları neticesinde, kendisinden habersiz olarak, iki Alman gemisinin Karadeniz’e girmesi ve ondan sonra da Osmanlı Devletinin, kendisini savaşın içinde bulması gibi gelişmelerden anlaşılıyor ki Paşa’nın otoritesi, İttihatçıların aşırılıklarını engellemeye her zaman yetmemiştir. Nitekim bu olay üzerine Said Halim Paşa istifa etmiş ancak padişahın şey olur, tasavvur edilsin!” (Düzdağ, s. 186.) Meşrutiyet taraftarı olan Paşa, 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’in de onca gayrete rağmen amacına ulaşamamasını, tatbik edilen metodun yanlışlığıyla açıklar. Ona göre Meşruti idare mutlaka gereklidir ancak bu, kendi toplumumuzun şartlarını düşünmeden, yabancı anayasaların tercüme edilmesi ve bunlar üzerinde bazı değişiklikler yapılmasıyla başarılabilecek Mondros Mütarekesi sonrasında Divan-ı Âli’ye verilen, tevkif edilip Divan-ı Harb-i kadar basit bir konu değildir. Paşa, Meşrutiyetten ve Örfi’de yargılanan, İngilizler tarafından önce Mondros’a, arkasından Malta’ya süyeni anayasadan beklentirülen Paşa’nın karakterini belirleyen önemli unsurlardan biri de İslam davasına lerin gerçekçi olmadığını içten bağlılığıdır. ifadeyle şunları söylüyor: “Kanun-ı Esasi’nin, cemiyeısrarları üzerine istifasını geri almıştır. Bundan sontimizin siyasi ve iktisadi durumunu akşamdan sara İttihat ve Terakki kadrosu ile araları gittikçe açıbaha değiştirecek mucizeli bir kudrete sahip oldulacak olan Paşa, 1917’de hastalığını ileri sürerek isğunu; pek bayağı olan iç çekişmelerimizi bize unuttifa edecektir. (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi I, turacağını ve hepimizi yalnız Osmanlı vatanının Dergah Yayınları, İstanbul 2011, s. 142.) şan ve azametini düşünen necip ve büyük bir Osİslamcı bir düşünür ve devlet adamı olan Said Ha- manlı ailesi hâlinde birleştirip kaynaştıracağını umlim Paşa için İslam’ın toplumsal yapısı İslam’ın muştuk. Yazık ki daha ilk seneden itibaren bütün mutlak hâkimiyeti temeli üzerine kuruludur. (Said bu tatlı ümitler ve güzel hayaller uçup gitti… En ileri ve mesut milletler derecesinde haklara sahip olHalim Paşa, İslam ve Batı Toplumlarında Siyasal Kurumlar, Pınar mak gibi çocukça bir arzu bizi daha aşırı iddialaYayınları, Şubat 1987, s. 21.) İslamlaşmak ise İslamiyet’in ra götürdükçe götürüp, hırs ve iştihamızı arttırmış inanç, ahlak, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir. O, bu tatbikin ge- olduğundan, maddi durumumuza artık hiç tahamrekliliğini “İslamlaşmak” makalesinde şöyle açıklar: mül edemez olduk.” (Kara, s. 194-195.) “Kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen bir adamın, kabul etmiş bulunduğu dinin esaslarına göre hissetmesi, düşünmesi ve hareket etmesi gerekir… Bir Kant’ın yahut bir Spencer’in ahlak görüşüne inanan, sosyal hayatta Fransız, siyasette İngiliz usulünü kabul eden bir Müslüman, ne kadar bilgili olursa olsun, ne yaptığını bilmeyen bir kimseden başka bir şey değildir… Bir adamın zihninde, uyuşmaları imkânsız bunca zıt fikirler bulunur ve çatışıp dururlarken, o adamın kafası ve vicdanı nasıl bir 38 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 Batı medeniyetinden istifade etmemiz gerektiğini düşünen Said Halim Paşa, bu noktada yapılan hataları ısrarla vurgulamış ve o da pek çok çağdaşı gibi “Batı’dan istifade edelim ama nasıl?” sorusunun cevabı üzerinde kafa yormuştur. “Bunun için mutlaka Batılılaşmamız gereklidir” şeklinde oluşan yanlış kanaatin, bütün gayretlerimizi faydasız ve güdük bırakan en esaslı yanlışımız, her değişikliği iyilik olarak görmenin ise bir vehim ve gaflet eseri olduğunu dile getirirken şu veciz ifadelere yer ve- Said Halim Paşa, Buhranlarımız adlı kitabında yer alan ‘İslam’da İctimaiyyat’ başlıklı makalesinde İslam toplumunun yaşadığı sorunları irdeleyici bir üslupla ele almıştır. rir: “Ne yazık ki, bu yanlış kanaat ve zanlara uyarak, bütün varlığımızla Batılıları taklide koyulduk. Bunu o kadar iyi başardık ki, inancı, his ve ananesi, ilim ve fenni tamamen taklitten ibaret sahte bir dünya kurabildik. Şimdi artık dışı parlak ama aslında ölüm getiren arzu ve hayaller içinde, mest ü müstağrak, yaşayıp durmaktayız.” (Düzdağ, s. 101.) Paşa, bu konuda takip etmemiz gereken yolun, Avrupa medeniyetini mümkün olduğunca millileştirmek, yani mümkün mertebe muhitimize ısındırmak olduğunu söylerken vatan kavramına da bu konu bağlamında bir tanım getiriyor: “Her milletin milli kanun ve ananeleri, üzerinde yaşadığı topraktan daha kıymetli bir ‘manevi vatan’ meydana getirirler.” Ve bu tanım doğrultusunda güçlü bir eleştiri koyuyor ortaya: “Bizim gibi vatan toprağını korumak uğrunda asırlardan beri, kanını cömertçe dökmüş olan bir milletin, ‘manevi vatanına karşı ilgisiz kalıp, sevgisizlik ve saygısızlık göstermesi, tasavvuru güç, anlaşılmaz bir hatadır.” (Düzdağ, s. 105.) Said Halim Paşa’nın genellikle Mehmed imzasıyla yayınladığı sekiz kitabı (Taassub, Mukallidliklerimiz, Meşrutiyet, Buhran-ı İctimaimiz, Buhran-ı Fikrimiz, İnhitat-ı İslam Hakkında Bir Tecrübe-i Kalemiyye, İslamlaşmak, İslam’da yanında hatıraları, mektupları ve Divan-ı Âli’nin sorularına yazılı olarak verdiği cevapları vardır. Derin muhtevaya sahip olan bu kitaplarının ancak bir kısmından bazı düşüncelerine yer verebildiğimiz Paşa’nın karakterinden de söz edilmesi gerektiği kanaatindeyiz: Teşkilat-ı Siyasiyye) Geniş kültür sahibi, çok okuyan bir devlet adamı olarak bilinen Paşa, aynı zamanda nezaketi, iyi ahlakı, alçak gönüllülüğü, sebat ve mertliğiyle de anılmaktadır. 1913’te getirildiği sadrazamlık makamında iken ortaya koyduğu başarılarda, şahsiyetinin rolüne değinen Eşref Edib Bey, onun duruşunu şöy- le anlatmaktadır: “O zaman Babıali’nin siyasetinde görülen merdane tavır, hiç şüphe yoktur ki, Said Halim Paşa’nın himmetinin eseri idi. Babıali’nin Avrupa’ya karşı eski vaziyetiyle, o zamanki vaziyetini hatırlayıp karşılaştıranlar, kendisinin bu hususta ne kadar mühim tesiri olduğunu bilirler. Gerek Edirne’nin geri alınmasında, gerek Adalar meselesinde gösterilmiş olan sebat ve mertliğin büyük bir kısmı, hiç şüphe yoktur ki, Said Halim Paşa’ya aittir. Çünkü onun ahlakı tetkik edilecek olursa, en büyük hasletinin cesaret ve sebat olduğu pek güzel anlaşılır.” (Düzdağ, s. 39.) Mondros Mütarekesi sonrasında Divan-ı Âli’ye verilen, tevkif edilip Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanan, İngilizler tarafından önce Mondros’a, arkasından Malta’ya sürülen Paşa’nın (Bostan, s. 558.) karakterini belirleyen önemli unsurlardan biri de İslam davasına içten bağlılığıdır. Onun bu yönü Malta sürgünü sırasında samimi dostlarından birine yazdığı mektupta şöyle ortaya çıkmaktadır: “Azizim… İki senedir çektiğimiz hakaretli muameleleri bir gün gelir sana anlatırım. Fakat şimdi sana söyleyebileceğim bir şey varsa, o da, böyle bir muameleye maruz kaldığımdan dolayı duyduğum iftihardır. Çünkü ben bu hakaretlere, her Müslüman için mukaddes olan maksada elimden gelebildiği kadar hizmet ettiğimden dolayı maruz kaldım…” (Düzdağ, s. 45.) 29 Nisan 1921’de Malta’da serbest bırakılan Paşa’nın İstanbul’a dönme isteği sakıncalı bulunup reddedilince o da Roma’ya yerleşti. Orada 5 Aralık 1921’de konağının önünde bir Ermeni suikastçı tarafından öldürüldü. Ziyaret etmek isteyenler için bildirelim; naaşı İstanbul’a getirilerek II. Mahmud türbesi bahçesinde babasının yanına defnedildi. Rabbim mekânını cennet eylesin. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 39 Lisan-ı Kalp Yrd. Doç. Dr. Mustafa Tatçı Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yunus Emre, sarf ettiği her sözü ilahî Kelimetullah’ın imbiğinden geçirerek dile getirmiştir. 1 240-1320 yılları arasında yaşayan Yunus Emre medeniyet tarihimiz açısından fevkalade önemli bir şahsiyettir. Önemlidir; zira o, tarihte yaşayan her arif gibi şiirlerinde vazettiği ahlaki değerler sistemiyle, ortaya koyduğu fikirleriyle zihinlerde, gönüllerde ve dilde güzelliklere imza atmış bir şahsiyettir. Şiirlerinde gönül dünyasının zenginliğini görebileceğiniz Yunus Emre, sarf ettiği her sözü ilahî Kelimetullah’ın imbiğinden geçirerek dile getirmiştir. Onun şiirleri, mürşidi Taptuk Emre’nin ateşinde pişmiş, kendi gönül dünyasında harmanlanmıştır. Bizde Yunus Emre’nin “Aşk Güneşe Benzer” şiirinin tahliliyle Yunus Emre’nin bu aşkın gönül dünyasından nasiplenmeye çalışacağız. durur. Güneşten nasiplenemeyen meyve gibi aşksız insan da olgunlaşamaz. Burada güneşin aşk ile ilgisi “mehr/mihr” kelimesini hatırlatmaktadır. Bu kelime Yunus’un şiir diline girmiştir ve bir anlamıyla muhabbet diğer anlamıyla güneş demektir. AŞK BİR GÜNEŞE BENZER Aşk-ı ilahî, belli bir terbiyeden geçen Hak salikinin gönlünde tecelli eder. Böyle bir aşk, irfanla birlikte insana bahşedilen iki büyük hazineden biridir. Muhabbetullah yoksa o gönülden faaliyet gösteren kudret nefs-i emmare olacaktır. Emmare nefs sahiplerinin davranışları ve sözleri kılıç ve kalkan seslerine karışan savaşçı insanların davranış ve sözlerine benzer. Esasen kalpler ancak zikirle hayat bulur, yeşerir, yumuşar. Nitekim ayette şöyle denmektedir: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur.” (Ra`d, 13/28.) Gerçek şu ki, dili zikretmeyen kişinin gönlü hayat bulmaz, eğitilmez, sevgiyle dolmaz ve Hakk’ı tanımaz. İşitin ey yârenler aşk bir güneşe benzer Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer Aşkı var gönül yanar yumşanır muma döner Taş gönüller kararmış sarp-katı kışa benzer Ol sultan kapusunda ol hazret tapusunda Âşıkların yıldızı her dem çavuşa benzer Geç Yunus endişeden ne gerek bu pîşeden Ere aşk gerek önden andan dervişe benzer İşidin ey yârenler aşk bir güneşe benzer Aşkı olmayan gönül misâl-i taşa benzer (Ey dostlar dinleyin! Sözlerime kulak verin. Aşk aynen bir güneşe benzer. O hangi gönüle girerse onu yakar, olgunlaştırır/aydınlatır. Sevgisiz gönül ise, aynen sert/kaba, yontulması zor/ bir taş gibidir.) Güneş yansıdığı mekânı aydınlatır, değdiği topraktaki meyveleri olgunlaştırır. Tıpkı bunun gibi aşk da insanın hamlığını giderir, çiğlerini pişirir, erdirir, ol40 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 Taş gönülde ne biter dilinde ağu düter Niçe yumşak söylese sözü savaşa benzer (Taş gibi katılaşmış bir gönül/bahçesin/de ne biter, ne yeşerebilir? Tabii ki hiçbir/çiçek/şey bitmez! Böyle bir kişinin ağzından da herkesi zehirleyen acı sözler çıkar. O, ne kadar yumuşak konuşsa da sözleri/savaşan insanların bağrışmaları gibi/gürültülü, incitici ve serttir.) Aşkı var gönül yanar yumşanır muma döner Taş gönüller kararmış sarp-katı kışa benzer (Aşka düşen gönül yanar/yandıkça da/yumuşayıp eriyen bir mum gibi olur. Aşktan mahrum olan taş/gibi katı/gönüller ise yaşanması zor sert kara kışa benzer.) Sarp katı kış, buz kesen, dondurucu soğukların yaşandığı zemheri demektir. Yunus, katı kalpli eğitime müsait olmayan ve Hak sevgisinden mahrum olan “hayvandan da aşağı” davranışlar sergileyen insanlardan “taş gönüller” diye söz etmektedir. Buna karşılık aşka müştak, Hakk’a vuslat arzusunda olan gönülleri de muma benzetmektedir. Mum nasıl ki bir kıvılcımla yanar, yumuşar ve erir giderse, âşıklar da öyledir! Kâmil insanların Hızır gibi ab-ı hayat olan sözleriyle, aşka düçar olurlar. Bu aşk da zaten aşk Refrefi olup onları, gidecekleri yere, visal-i Hakk’a götürür. Hakk’a sülukun bir hedefi de insanın sevgi yoluyla eşyanın ve nefsinin hakikatini tanımasıdır. Hak saliki, Yunus Emre, tarihte eşyanın hakikatini tanıdıkça merhameti artacak, demir kalbi hamur hâline gelecektir. Bu manada tasavvufun hedefi, yumuşak gönüllü yaşayan her arif gibi şiirlerinde ve merhametli insanların yetişmesini sağlamaktır. vazettiği ahlaki ve değerler sistemi- Ol sultan kapusunda ol hazret tapusunda Âşıkların yıldızı her dem çavuşa benzer yle, ortaya koyduğu fikirleriyle zihinlerde, gönüllerde ve dilde yeniliklere imza atmış bir şahsiyettir. (O sultanın kapısında, o hazretin huzurunda bulunan âşıkların yıldızları parlaktır. Bu âşıkların talihleri kendilerini her dem bir çavuş gibi korur, kollar gözetir.) Yunus bu beytinde mürşid-i hakikinin (sultanın) huzurunda bulunan Hak âşıklarının yıldızını (yani talihini) saray çavuşuna benzetir. (O sultanın kapısında, o hazretin huzurunda bulunan âşıklar çok talihlidir. Zira bu âşıklar tıpkı sarayda padişahın özel korumalığını yapan çavuşlar gibi sultana en yakın kişilerdir.) Bilindiği gibi eski nücum bilgisine göre gökteki yıldızların insanların ahlakı ve talihi üzerine müessir olduğuna inanırlardı. Yunus da bu bilgiden hareketle âşıkların uğurlu bir zamanda dünyaya gelmesinden hareketle yıldızlarının onları tıpkı bir çavuş gibi koruyacağını ima etmiş olabilir. Bir vahdet-i vücutçu olan Yunus’a göre âşıkın nefsinden başka düşmanı olmadığına göre, yıldızı (talihi) bir çavuş gibi âşıkı kimden koruyacaktır? Tabii ki nefis ordularından! Bu beyitte devrin sosyal hayatına uygun olarak âşık, güçlü bir sultana, sultanın özel muhafızlığını yapan çavuşa ve muhkem bir saraya mensup talihli bir kişi gibi tasvir edilmektedir. Sarayın dışında (şeriat makamında) kan gövdeyi götürürken içeride (hakikat makamında ilahî huzurda bulunan) âşık nefs askerlerinden emin bir şekilde yaşamaktadır. Hülasa, Yunus’un bu beyitteki murat ettiği mana; çavuşun padişaha yakınlığından hareketle, herhâlde âşıkın mana sultanına kurbiyeti olsa gerektir. Şu da var ki, bu beyitteki sultan, tarikat makamında mürşid-i kâmil (Taptuk), hakikat makamında ise ruh-ı kutsi olarak değerlendirilmelidir. Zira Yunus’un her ifadesi içten içe dört makam üzere yorumlanmalıdır. Geç Yunus endişeden ne gerek bu pîşeden Ere aşk gerek önden andan dervişe benzer (Ey Yunus! Bütün korkulu düşüncelerden kurtul. Bu yolu/huyunu, vehmi düşüncelerini/terket. Er/Eren/kişiye önce aşk gerekir. Kişi sonra dervişe benzer.) Yunus bu beyitte sözü kendine döndürerek, vehmi düşüncelerle oyalanan Hak arayıcılarına aşk ve irfan yolunu göstermekte, şöyle demek istemektedir: “Ey Hakk’a talip olup da vehmi düşünceleri kendisine mani olan insan! Bırak şu ipe sapa, yola yordama gelmez düşünceleri! Şöyle mi olacak böyle mi olacak, şu mu doğru bu mu doğru gibi sorularla yalpalayıp durma! Aşka gel! Senin derdin aşk, dermanın da aşk. Seni kestirmeden Cenab-ı Hakk’a sadece aşk götürür. Gel bunu kabul ediver. Dervişlik haza aşktan ibarettir, vesselam!” diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 41 Vahyin Aydınlığında Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi [email protected] İslam Ümmeti Neden Bu Duruma Düştü? “Bir toplum sahip olduğu dinî-ahlaki değerleri kötü yönde değiştirmedikçe, Allah o topluma nasip ettiği (esenlik, güç ve refah gibi) nimetleri geri almaz.” (Enfal, 8/53.) Son asırlarda İslam ümmeti olarak büyük sarsıntılar geçiriyoruz. Sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel buhranların ardı arkası kesilmiyor. Belimizi doğrultup ayağa kalkamıyoruz. Birlik beraberlik ruhu gittikçe zayıflamaktadır. Mezhep, meşrep ve etnik çatışmalar ümmetin vahdetini tehdit etmektedir. İyi bir imaja sahip değiliz. Kısaca ümmet olarak insanlığa güzel örnek olamıyoruz. teki değişim tasavvurların değişmesi ile başlar. Çünkü tasavvurlar insanın düşünce ve fiillerinin kaynağını oluşturur. İslam kendi mensuplarına beşeri düşüncelerden farklı bir değerler sistemi sunar. Hayat-hayat sonrası, kazanmak-kaybetmek, kurtuluşa ermek-hüsrana uğramak; evet bu ve benzeri kavramlar bu dünya görüşünde köklü farklılıklar gösterir. Şüphesiz ki bütün bunlar sebepsiz değildir. Siyasi, kültürel ve ekonomik birçok nedenden bahsedilebilir. Ancak Kur’an’ın sözünü ettiği temel bir hakikat vardır ki o da şu ayette geçmektedir: “Bir toplum sahip olduğu dinî-ahlaki değerleri kötü yönde değiştirmedikçe, Allah o topluma nasip ettiği (esenlik, güç ve refah gibi) nimetleri geri almaz.” (Enfal, 8/53.) Tarih, manevi değişimi olumlu yönde yaşayan nice topluluklarla doludur. Müminler, gönülden Rablerinin buyruklarına bağlı kaldıkları müddetçe bu dünyada yücelmişler, iktidar ve itibar sahibi olmuşlardır. İnsanlığın barış ve adalet içerisinde yaşamasına önemli katkılar sağlamışlardır. Ebedî mükâfatı esas aldıkları için, dünyevi nimetlerin kapıları onlara açılmıştır. (Araf, 7/96; Nuh, 71/10-12.) Ancak ilahî buyruklara sırt çevirdikleri zaman da zillete düşmüşler, itibarlarıyla oynanmıştır. (bk. Ayet, fert ve toplum ilişkisinde iç ve dış dinamiklerden bahsetmektedir. Buna göre toplumun sosyolojik yapısı, fertlerin psikolojik yönelişlerine bağlıdır. Fertlerin hayatına yön veren iç dinamikler sağlam olursa dış dinamikler de sağlam olur. Toplum bilgide, medeniyette gelişir; ekonomi ve siyasette güçlenir, uluslararası ilişkilerde nüfuz sahibi olur. Ayette insanların nefislerinde olanı olumsuz yönde değiştirmelerinden bahsedilmektedir. Nefis42 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 Nahl, 16/111; Sebe’, 34/15.) Mesela İsrailoğullarının tarihine baktığımızda şunu görürüz: Onlar, ilk dönemlerde ilahî lütuflara mazhar oldular. Göklerin ve yerin, bereket kapıları onlara açıldı. Güç ve iktidar sahibi olup diğer milletlere üstünlük sağladılar. (Bakara, 2/47.) Ne var ki zaman içerisinde Allah Teala’ya olan saygılarını kaybettiler. Gözleri dünyevi güç ve iktidardan başka bir şey görmez oldu. (Bakara, 2/96.) Helal-haram demeden dünya malını iç ettiler. (Maide, 5/42; Nisa, 4/160-161.) Neticede Allah Teala da desteğini onlardan çekti. Böylece asırlarca esarete ve sefalete maruz kaldılar, oradan oraya sürülmekten kurtulamadılar. (İsra, 17/5-7; Âl-i İmran, 3/112.) İslam ümmetine gelince şunu görüyoruz: Müslüman topluluklar tarihte insanlığın din, diyanet, kültür ve medeniyetine önemli katkılar sağladılar. Güç ve kudret sahibi oldular. Huzur ve refah içerisinde asırlarca onurlu bir hayat sürdüler. Dünyanın değişik yerlerinde mazlumlara arka çıktılar. Ancak son iki asırda İslam ümmeti kendine hayat veren değerlerden uzaklaştı. Yabancı kültürlere özenti hastalığı bünyeyi sardı. Bilgi ve irfana gereken önem verilmedi. Kendi kültürüne yabancılaşan kuşaklar yetişti. Oysa bunların dedeleri, alnı secdeli, dili dualı, fazilet sahibi insanlardı. Nitekim geçen asırda bu toprakları, düşman işgalinden bu fedakârlık timsali insanlar kurtarmıştı. İşte ümmetin bu duruma gelmesinin sebebi, iç dünyada yaşanan zaaf ve sapmalarda aranmalıdır. Yoksa bizler tarihin kurbanları değiliz. Bir şanssızlık ve talihsizliğe uğramadık. Eğer bir sorumlu aramak gerekiyorsa, bu Müslümanların kendileridir. Çünkü toplumların izzet sahibi olmaları-zillete düşmele- ri, bu toplulukları meydana getiren fertlerin kendi inanç ve fiillerinin bir sonucundan başka bir şey değildir. Allah Teala’nın dilediğine mülkü vermesi, dilediğinden onu alması; dilediğini izzet sahibi yapması, dilediğini de zillete düşürmesi bir hakikattir. (Âl-i İmran, 3/26.) O da, tabiatta olduğu gibi sosyal hayatta da işleyen kanunları Allah’ın koyması gerçeğidir. Bu tür anlatımlar Kur’an’ın ifade tarzının bir özelliğidir. Yoksa bunlar, tarihin gidişatında belirleyici ve sorumlu olanın insan olduğu hakikatini göz ardı etmemiz sonucunu doğurmamalıdır. (bk. Nisa, 4/79; Yunus, 10/44; Rum, 30/41.) Şüphesiz ki Allah Teala, müminlerin yardımcısı, onların koruyucusudur. (Ğafir, 40/51; Hac, 22/38.) Ancak bu da yine onların hak ve adalete dayalı bir toplum oluşturmaları, bilgi ve medeniyeti öncelemeleri ile mümkündür. Çünkü sadece hak ve hakikate mensup olmak muvaffakiyet için yeterli değildir. İslami manada değişim, günümüzdekinden farklı olarak nefisten, iç dünyadan başlıyor. Görüntüyü ve zahiri değil, batını ve özde olanı önceliyor. Fert fert insanların iç dünyalarını maneviyatla bezemeleri ile oluyor. Öyle ise önce fertlerin şirk, kibir, gurur, gösteriş ve nifaktan temizlenmesi gerekmektedir. (Şems, 91/9-10.) Çağdaş dünyada görüntü, görsellik, zahir ve şekil önemlidir. Ancak bizim değerler sistemimizde şekil, özün bir yansıma- sıdır. Öz olmadıkça görüntünün bir anlamı yoktur. Kalp güzelliği olmadıkça kalıp güzelliği bir değer ifade etmez. Çünkü Yaratıcı kalıp güzelliğine değil, kalp güzelliğine bakar. (Müslim, Birr, 34.) İslam’ın nazarında cemiyetlerin değişimi, moda tabirle “toplum mühendisliği” ile olmuyor. Yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru oluyor. Kalpten başlıyor, kalbiselimle oluyor. Çünkü değişimin gerçekçi ve kalıcı olması için özde olması, duygulara ve düşüncelere sinmesi gerekiyor. Aksi takdirde bir netice alınması mümkün değildir. Kur’an insanları değerlendirirken kemiyetten daha çok keyfiyeti ön plana çıkarır. Sayısal çokluktan ziyade bireysel/psikolojik niteliğe vurgu yapar. (Enfal, 8/65-66.) Sabırlı, inançlı, disiplinli az sayıdaki bir topluluğun bu vasıflardan yoksun büyük bir topluluğa galip geleceğini söyler. (Bakara, 2/249.) Şu hâlde fert fert her insanın, kendi hayatında etkili olan değer ve ilkeleri gözden geçirmesi gerekir. Zira insan, kötüye ve şerre itiraz edebilecek ve onu hayra çevirebilecek bir potansiyele sahiptir. Bir insan içinde yaşadığı toplumu değiştiremez; ancak kendi nefsinde olanı değiştirebilir. Onu istediği yönde şekillendirebilir. Şerden hayra, isyandan itaate, günahtan sevaba dönebilir. Şaki bir kul iken bahtiyar bir kul, zalim birisi iken adil bir kimse olabilir. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 43 Hadislerin Işığında Rukiye Aydoğdu Diyanet İşleri Uzmanı Peygamber’in Yetimleri Sehl b. Sa’d’dan nakledildiğine göre; “Allah Rasulü (s.a.s.), ‘Ben ve yetime kol kanat geren kimse cennette böyle (yan yana) olacağız.’ buyurdu ve aralarını hafifçe ayırarak işaret parmağıyla orta parmağını gösterdi.” (Buhari, Talak, 25.) 44 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 Çölün tam ortasında, göğün en tepe noktasına geldiğinde güneş, en çok onların içini kavururdu çöl sıcağı. Gece olup, karanlık aynı çölü bağrına bastığında, soğuk çöl rüzgârları en çok onları savururdu. Kimi bir savaştan arta kalandı, kimiyse hastalıktan. Çoğu, bitmek bilmeyen kan davalarında kaybetmişti biricik babasını. Bazısı, bakımsızlık ve fakirliğe kurban vermişti tutunacak en sağlam dalını. Babasız kaldıklarından beri isimlerini unuttular, onlara bundan böyle “yetim” dendi. Yetim, yani “yalnız”, yani “tek başına.” Lügatler yalnızlıkla, muhtaçlıkla, geride kalmakla birlikte andı onların adını. (İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, XII, 645-646.) Yalnız lügatler mi? Adları ağır sözlerle birlikte anıldı yıllar yılı, bedenleri en ağır işlerde kullanıldı. Küçücük yürekleri, kibirli bakışlar altında ezildi. Malları talan, haklarıysa gasp edildi. Kendi babalarının mallarına varis olmaları engellendi. Enes, Abdullah, Beşir, Sehl, Süheyl ve diğerleri… Şimdi onların her biri peygamberin yetimleriydi. Bakışları peygamberin bakışlarına kenetlenmiş, onun mübarek ağzından çıkacak sözlere dikkat kesilmişlerdi. Öyle ki söylenecek olan onlarla ilgiliydi. Yetimlerin peygamberi, mübarek iki parmağını kaldırdı, bu defa kime, neyi müjdeleyecekti? Belli ki parmakları, cennete giden yola işaret edecekti: “Ben ve yetime kol kanat geren kimse cennette böyle (yan yana) olacağız.’ buyurdu. Nebi ve aralarını hafifçe ayırarak işaret parmağıyla orta parmağını gösterdi.” (Buhari, Talak, 25.) Kanadı kırık yetimlere kol kanat gereni, onların yaralarına merhem olanı, gözlerindeki yaşı sileni cennetle müjdeliyordu Nebi. Kimsesizlerin kimsesi olanlara, gönlünde gariplere yer verenlere, yetim Peygamber cennette, yanı başında yer ayırıyordu. Zira o, yetimliğin, bir yanı eksik bir tarafı yarım yaşamanın ne demek olduğunu herkesten iyi bilirdi. Rabbinin kendisini yetim bulup barındırdığı gibi (Duha, 93/6.), inananların da hanelerinde yetimlere yer açmalarını öğütlüyordu: “Müslümanlar arasında en hayırlı ev, içinde kendisine iyi davranılan bir yetimin bulunduğu evdir. Müslüman- lar arasında en kötü ev ise içinde kendisine kötü davranılan bir yetimin bulunduğu evdir.” (İbn Mace, Edeb, 6.) Saadet asrında, haneler içinde peygamberin hanesi, yetimlerin en çok huzur buldukları yerdi. Kanadı kırık yavrular için peygamberin kanatları altında yer bulmak ne yüce bir saadetti! Öyle ki Allah Rasulü, kendi Fatıma’sı ihtiyaçları için babasının kapısını çaldığında, Bedir’in yetimlerinin daha öncelikli olduğunu söylemişti. (Ebu Davud, Harac, 19-20.) Yuva sıcaklığını hane-i saadette bulan yetimlerden biri Enes’ti (r.a.). Babasız kaldıktan sonra Medine’de annesi ile birlikte yaşayan küçük Enes, Allah Rasulü’nün hizmetine verilmiş, on yıl onun yanında bulunmuştu. Allah Rasulü, “Yavrucuğum”, (Müslim, Âdab, 31.) “Enescik” (Ebu Davud, Edeb, 1.) diye seslendiği Enes’e bir kez olsun “öf!” bile dememiş ve herhangi bir şey için onu asla azarlamamıştı. (Müslim, Fedail, 51.) Sevgili Peygamberimiz, ashabından savaşlarda şehit düşenlerin yetimleriyle de yakından ilgilenmişti. Allah Rasulü’nün amcasının oğlu Cafer b. Ebu Talib, Mute’de şehit düştüğünde, ardında boynu bükük üç yetim bırak- mıştı. Onlardan biri olan Abdullah b. Cafer, babasının şehadetiyle, kuş yavruları gibi kalakaldıklarını, Allah Rasulü’nün kendilerine sahip çıktığını, üzerlerindeki matem havasından kurtulmaları için onların evlerine gelerek perişan hâldeki kardeşleriyle beraber kendisini tıraş ettirdiğini, yıllar sonra tatlı bir anı olarak yâd etmişti. (Nesai, Zinet, 57; Ebu Davud, Tereccül, 13.) Babasını Uhud Savaşı’nda kaybeden gözü yaşlı Beşir’i de Allah Rasulü teselli etmiş, ona “Ben senin baban olayım, Âişe de annen olsun istemez misin?” diyerek bu mahzun yavrunun gönlünü en güzel şekilde almayı başarmıştı. (İbn Hacer, İsabe, I, 302.) Babasının yerine Allah Rasulü’nü koyan Beşir, artık Medine’de bulunan tüm çocukların olmayı arzu ettikleri bir yerdeydi. Enesler, Abdullahlar, Beşirler… Her biri saadet asrında ayın etrafını çevreleyen hale misali Allah Rasulü’nün etrafında kendilerine yer edinmişlerdi. Her biri Allah Rasulü’nün engin merhametinden nasiplenmiş, Peygamber’in (s.a.s.) yetimleri olma saadetine ermişlerdi. Bugün de şefkat dolu bir bakışın hasretini çeken, kuytularda anılmayı bekleyen, çaresizliğin belini büktüğü yetimler var ve onların her biri inananlara Hz. Peygamber’in (s.a.s.) emaneti… Yetime şefkat, imanın üzerimize yüklediği bir kulluk, bir ümmet görevi. Ancak bugün perdelenmiş gözlerimizle onları göremez, kaskatı kesilmiş yüreklerimizle onların acısını hissedemez olduk. Kibirden başımızı indiremediğimiz için yetimlerin gözyaşlarını silemez olduk, onlarla aynı dünyada yaşadığımızı unuttuk. Nefsimiz sarp yokuşlarda kaldı da onları aşamaz olduk. (Beled, 90/12-14.) Dünyalıklarla doldurduğumuz yüreğimizde yetime, yoksula, kimsesize yer bırakmadık, kimseye acıyamaz olduk. Göz pınarlarımızı kuruttuk, kimse için ağlayamaz olduk. Oysa katı kalpliliğin şifasının yetim başı okşamak olduğunu haber vermişti Nebi. (İbn Hanbel, II, 387.) Şefkatle yetimin başını okşayana ellerinin değdiği saç teli sayısınca mükâfat verileceğini müjdelemişti. (İbn Hanbel, V, 250.) Yetime kol kanat gerenle cennette komşu olacağını haber vermişti. (Buhari, Talak, 25.) Sevgili Peygamberimiz’in yetimleri onun yanı başındaydı. Ve bizler, yetimlerimize yakınlığımız kadar yakınız Rasul-i Ekrem’e. Peki, bizim yetimlerimiz nerede? diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 45 Hikmet Penceresi Mukadder Arif Yüksel İlçe Müftüsü Bayat-Çorum İman ve İbadette İhlas ve Samimiyet İbadette ihlas, ibadet öncesi bir niyet tashihidir, abdest kadar önemli ve gereklidir. Abdestle görünen kirler, ihlasla manevi kirler temizlenir. İ nançta tevhit üzere olmaya, söz ve davranışta ise yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeye ihlas denir. Sözlükte halas ve hulus kökünden gelen ihlas kelimesi, arınmak, saflaştırmak, kurtulmak, karışık ve şaibeli olmamak anlamlarına gelir. Din ıstılahında ise ihlas; iman, ibadet, ahlak, amel ve dua gibi her türlü dinî görevleri halkın övme ve beğenmesini, yerme ve kınamasını önemsemeden sırf Allah için iyi ve halis bir niyetle yapmak, şirk, riya, nifak ve süm’a (duyurma) vb. şaibelerden uzak durmak, samimi ve dosdoğru olmak demektir. (Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB yay. s. 299.) Kur’an’da on yerde geçen “muhlisıne lehuddin” ifadesi, yalnızca Allah’a yönelip O’na kulluk etme, O’na dayanıp güvenme, kendini Allah’a adama, saf dindarlık şeklinde hem riyaya hem de şirke zıt bir anlam taşır. İnsan, kurtuluşun sadece Allah’ta olduğunu bildiğinden başı sıkıştığında sadece Allah’a dua eder: “Sizi karada ve denizde yürüten Allah’tır. Bulunduğunuz gemi, içindekileri güzel bir rüzgârla götürürken yolcular neşelenirler; bir fırtına çıkıp da onları her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları anda ise Allah’ın dinine sarılarak; ‘Bizi bu tehlikeden kurtarırsan ant olsun ki şükredenlerden oluruz.’ diye O’na yalvarırlar. Allah onları kurtarınca, hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar! Geçici dünya haya46 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 tında yaptığınız taşkınlık aleyhinizedir. Sonra dönüşünüz bizedir. Yaptıklarınızı size bildiririz.” (Yunus, 10/22-23.) Allah’ın lütfu ile kurtulanların bazısı ise doğru yolu bulur: “Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı zaman, dini tamamen Allah’a has kılarak Ona yalvarırlar; onları karaya çıkararak kurtardığında, içlerinden bir kısmı doğru yolda kalır. Zaten ayetlerimizi bilerek ancak hain nankörler inkâr eder.” (Lokman, 31/32.) (Bu ayetin Ebu Cehil’in oğlu İkrime hakkında indiği rivayet edilir. Mekke’nin fethinden sonra deniz yoluyla kaçmaya çalışırken fırtınaya yakalanmış ve “Ya Rabbi eğer bizi kurtarırsan Müslüman olacağım” diye söz vermiş ve kurtulunca da peygamberimizin huzuruna gelerek Müslüman olmuştur.) (Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neş. İstanbul, ty. VII/78.) Dua ve ibadet sadece Allah’a yapılır “O daima diridir, O’ndan başka ilah yoktur. O hâlde dinde ihlaslı ve samimi kişiler olarak O’na dua edin. Övgü, âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (Mü’min, 40/65.) “Hâlbuki onlara ancak, dini yalnız Allah’a has kılarak ve hanifler olarak Allah’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. İşte sağlam din budur.” (Beyyine, 98/5.) Ayette geçen hanif kelimesi, eğriliğe sapmadan İhlas ve samimiyet, sadece inanç ve ibadette cari olan bir husus değildir. Samimiyet, kişinin karakteri ile özdeşleşmeli ve hayatın bütün alanlarına nüfuz etmelidir. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 47 doğru yoldan giden muvahhit anlamına gelir. Terim olarak Hz. İbrahim’in tevhit dini, (Allah’ı bir tanıma) anlamına gelir. Allah’a inanan, tevhit üzere olana hanif denir. • Melek onu bilemediği için sevap hanesine yazamaz, • Şeytan bilemediği için bozamaz, • Nefis de bilemediği için şımaramaz. İnançta ihlas Şeytan, ihlaslı kişilere zarar veremeyeceğini itiraf etmiştir. (bkz. Hicr, 15/40.) Bu sebeple ihlas, peygamberlerin başlıca niteliklerinden sayılmıştır. (bkz. Yu- İnançta ihlas, “Lailahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur.) kavli ile ifade edilen kelime-i tevhidin ilme’l-yakin ikrarı ile gerçekleşir. İslam’a giriş, Allah dışında tanrı, kutsal, yüce olduğu iddia edilen her şeyin inkârı ile başlar. “La ilahe” kavli, ruhu ve düşünceyi batıl düşüncelerden temizlemek ve ruha bir nevi gusül abdesti aldırmaktır. Tevbe suresinin 28. ayetine göre tevhidin zıddı olan şirk manevi pislik olarak vasıflandırılmıştır. Bu pislikten temizlenmeden, inanç ve düşünceyi sağlamlaştırmak, ruhu temizlemeden ve ruha gusül abdesti aldırmadan da inancı sağlam hâle getirmek mümkün olmaz. İnancı sahih olmayanın ibadeti de makbul değildir. Kur’an’ın sıralamada 112. suresi, “Kulhüvallahü ehad” ayeti ile başlayan sureye, tevhitte ihlası en güzel şekilde ifade ettiği için “ihlas” ismi verilmiştir. İbadette ihlas İbadette ihlas, sadece Allah’ın rızası gözetilerek, riyadan, dünyevi beklentiden uzak durarak sağlanır. Evde kıldığı namaz ile camide kıldığı namaz (usul yönünden) farklı olanın, dindarlığına ilgi ve dikkat çekmeye çalışanın ve ibadetine riya/gösteriş karıştıranın ihlası yoktur. İbadette ihlas, tasavvuf erbabının, hayatın temel gayesi hâline getirdiği “İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi” (Allah’ım, amacım sana yakın olmak, talebim de rızanı kazanmaktır.) şeklindeki hüsnüniyet ve beyan içselleştirilerek elde edilir. Kalbin Allah’a ve Onun değerlerine içten bağlanmakla ihlas, dünyaya ve maddi çıkara bağlanmakla da ihtiras meydana gelir. İbadette ihlas, ibadet öncesi bir niyet tashihidir, abdest kadar önemli ve gereklidir. Abdestle görünen kirler, ihlasla manevi kirler temizlenir. Cüneydi Bağdadi’ye göre ihlas o kadar gizlidir ki, 48 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 nus, 10/24.) İlgi ve dikkat çekmek birçok kimsenin hoşuna gider. Nefis, bilinmek, tanınmak, popüler olmak, gündemde kalmak, meşhur olmak ister. Fakat bütün bunlar dinî değerler teşhir edilerek yapılamaz. Samimi Müslüman, dinî değerlere tabi olarak Allah katında değerli olmaya gayret eder, riyakâr ise dini istismar ederek insanlar arasında prim yapmaya çalışır. Eğer bir kimse bir yerlere gelmek ve dünyevi birtakım menfaatleri elde etmek için mutlaka dikkat çekme gereği duyuyorsa bunu bilgisi, görgüsü, yeteneği, hüneri, kaliteli işi, nezaket ve zarafeti ile yapmalıdır, takva ve vera imajı ile değil. Ebu Bekir Dehhak, kişinin ihlaslı olduğunu sanması dahi ihlas eksikliğine işarettir, der. Allah, bir kulunun ihlasını makbul saymak isterse, onun ihlasını görmesine engel olur. Bu durumda o kişi muhlis değil, muhlas olur. Muhlis, bir kişinin kendi gayreti ile ihlaslı olmaya çalışmasıdır, muhlas ise Allah tarafından kendisine ihlas bağışlanan kişidir. Zünnun el-Mısri’ye göre, kişinin hayırlı işlerde övülme ile yerilmeyi eşit sayması, işlediği amelleri unutması ve işlediği amelden sevap alması gerektiğini düşünmemesi onun ihlaslı oluşunun alametidir. İhlas, bir şeyin bizatihi halis olmasıdır. Som altın diyoruz ya, onun gibi bir şey. İhlaslı sayılmak için saf niyet yeterli değildir. İhlas için iyi niyetle birlikte şunlar da gereklidir: 1- Sağlam bir iman, 2- Kitap ve sünnete uygun salih amel, 3- Ticari faaliyetlerde dürüstlük, 4- İnsanlar arası ilişkilerde samimiyet. Dilimizde ve kültürümüzde samimiyet; hasbi olmak, karşılık beklemeden sırf iyi ve faydalı olduğu için yapmak ve içtenlik anlamlarına gelir. İhlas ve samimiyet, sadece inanç ve ibadette cari olan bir husus değildir. Samimiyet, kişinin karakteri ile özdeşleşmeli ve hayatın bütün alanlarına nüfuz etmelidir. İşte samimiyet dürüstlük, dostlukta samimiyet ise yakınlıktan ziyade hasbilik şeklinde tezahür eder. İhlas ve samimiyet, dindarlığın kalitesini tayin eden yegâne ölçüdür. İhlas; kişinin kalbini, beynini, şahsiyetini her türlü malayaniden sıyırarak başlangıçta Allah’ın yaratmış olduğu orijinal tabiata, fıtrata dönmesidir. Daha sonra ilim öğrenip öğreten âlime “sen ne yaptın?” diye sorulur, o da; - İlim öğrendim ve öğrettim, senin rızanı kazanmak için Kur’an okudum, der. Allah Teala kendisine, - Yalan söylüyorsun, sen Allah için ilim yapmadın, âlim desinler diye öğrendin, güzel okuyor desinler diye okudun, o hâlde yürü cehenneme denilir. Cömert adama da ne yaptığı sorulur. O da; - Allah’ım! Senin rızan için malımı infak ettim der, ona da, - Sen cömert desinler diye bunu yaptın, denilerek hayrı kabul edilmez ve cehenneme atılır. (Müslim, İhlas, faal bir akıl, güçlü bir irade ve temiz bir kalp ile elde edilir. İmare, 152, bkz. (Heyet) Riyazü’s-Salihin Şerhi, Erkam yay. İstan- İhlas, kişinin hayattaki önceliklerinde ve değer yargılarında da müşahede edilebilir. Gerçekleştiği alana göre ihlasın kazandığı mahiyet şöyledir: Bir yerde topluma mal olmuş, birçok kişinin emeği ile ortaya konulmuş güzel bir eseri, eserde katkısı olan herkes tek başına sahiplenmeye çalışıyor. Biri, bu eser benim fikrim diyor, birisi, benim projem diyor, bir diğeri masrafının önemli bir kısmını ben karşıladım, burayı ben yaptırdım diyor, bir başkası burayı hizmete ben açtım diyor. Belki hepsinin de o eserde katkısı var ancak her birinin “benim eserim” şeklinde bir sahiplenme girişimi, yapılan hayrından elde edilecek sevabın zayi olmasına yol açıyor. Oysa Allah’ın bilmesi yeterli sayılmalıdır. Bırakın eseriniz halk nezdinde fail-i meçhul kalsın. Halkın takdirine güven olmaz. Bu gün bir sebeple övdüğünü, yarın başka bir sebeple yerebilir. Önemli olan, Allah’ın bilmesi ve takdir etmesidir. Bunun için: • İnançta ihlas, Allaha iman ve teslimiyettir. • İbadette ihlas, salih amel, ameli Allah için ve usulüne uygun bir şekilde ifa etmektir. • İş hayatında ihlas, helalinden kazanma hassasiyeti, kaliteli hizmet sunmak ve kaliteli ürün imal etmektir. • İnsani ilişkilerde ihlas, menfaat beklemeden yardımlaşmak, bir işi iyi desinler diye değil, iyi olmak görevimiz olduğu için öyle yapmaya çalışmaktır. Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.s.), ihlassız kimselerin ahiretteki kötü akıbetini şöyle açıklıyor: Ahirette üç kişi getirilir: Biri şehit, diğeri âlim üçüncüsü de zengin tüccar. bul 1997, I/95.) “Yap bir iyilik at denize, Şehide ne yaptığı sorulduğunda; - Senin uğrunda çarpıştım, şehit edildim, der. Fakat Cenab-ı Hak ona, Balık bilmezse Halik bilir,” denilmiştir. Halktan beğeni bekleyen biri, Hakk’ın sonsuz rahmetine karşılık, halkın geçici alkışını tercih etme gafletine düşmüştür. - Yalan söyledin, sana cesur adam desinler diye çarpıştın, buyurur ve o adam yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılır. Hülasa ihlas ve samimiyet; hayata, işe, söze, davranışa ve davranışın sahibine değer katan eşsiz bir değer kaynağıdır. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 49 Metafor İbrahim Arpacı “Ev”İnsanın Kendi Kalbidir Kendi kalbi insanın evidir. İnsan bu yüzden kendinden kaçıp yine kendine sığınandır. Günahlarından utanıp, kendi kalp evine kapanan ve aradığını yine kapandığı o kalp evinde bulandır. 50 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 E v, İslam medeniyetinde aşkın bir öge… Öze dönüş yolculuğunda varılması istenen mekân ve sığınanın kendini güvende hissettiği yerdir. Diğer bir deyişle, endişenin sona erdiği, teslimiyetin başladığı saha; kozmik, bilişsel ve hissi olan bir mefhumdur. Ev çatıdır, yurttur; girildiğinde selamette olunan, insanın kendini güvende hissettiği ilk sığınak, kadim ev, baba ve oğlun inşa ettiği yapının adıdır. İnsan dünyanın bütün doğal deviniminden buraya sığınır. Bu yüzden ev, âdemoğlunun dünyevi çatısıdır. İnsan onunla sıcaktan, soğuktan, korunur, hayatını idame ettirir ve böylelikle kendine yaşam alanı sağlar. Ev, insanın kendi kalbidir. Kendi kalbi insanın evidir. İnsan bu yüzden kendinden kaçıp yine kendine sığınandır. Günahlarından utanıp, kendi kalp evine kapanan ve aradığını yine kapandığı o kalp evinde bulandır. Ev, “geceleyin istirahat edilen yer” anlamına gelir. İnsan akşam olunca yorulduğu bir dünyadan istirahatgâhına yani evine döner. Hem ev, İslam toplumunda kimsenin açıkta kalmadığı, aile bireylerini bir yapı altında toplayan bir kurumdur. Öyle ki, ev olgusu, Müslüman ferdi yalnızlık gibi bir duygudan müstağni kılar. Varlığımızın başlangıcı ilk evimizdir. Tüm insanlık kendi hayat serüveni boyunca “ilk evini,” öze dönüş yolculuğunu arzular. Dünyadaki tüm semiyotik evler de o ilk eve dönüşü sembolize eder. Kişinin kendi vatanından ayrılması, aklını ve kalbini yaratıcının emretmediği şeylerle meşgul etmesi, evden uzağa bir göçtür. Öyle ki, hakikat rotasından çıkıp nedensiz yere fırtınalı suların yönüne kürek çekmektir. Yazılan hep eve dönüş hikâyeleridir. Mecnun’un yıllarca çöllerde gezme hikâyesi aslında kalp bağlaması gereken Allah’a bir yolculuktur. Allah’a yapılan tüm yolculuklar, kulun ilk yaratılışa attığı kulaçtır. Çünkü kâinattaki tek gerçek, faili hakiki olan Allah’tır. Diğer tüm evler geçici, suni ve aldatıcıdır. “Sür çıkar ağyarı kalpten, ta tecelli ide Hak Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan” diyen Niyazi Mısri, Hak’tan başka ne var ise gönülden silip atmalı ki, o kalp hakkın tecelligâhına uygun hâle gelsin. “Nasıl bir padişah kötü bir saraya gelmez ise, Allah da temizlenmeyen o kalp evine uğramaz.” diyerek, insan bedeninde en latif tecelligâh yeri olan kalbin bir hane, bir ev olduğunu bu veciz mısra ile dile getiriyor. Bu yüzden ev, aynı zamanda müminin gönlüdür. Dünyayı baki sanıp ona bel bağlamak, Allah’tan başka evler aramaktır. Biz işte bu yüzden bir sembol olarak, bizi yaratan sonsuz kudret sahibinin Kâbe’sine gideriz. “Rızaullah” olan gerçek evin yerine, sembolik evini ziyaret ederiz. Böylelikle iyi niyet mektubunu Yaratıcı’ya sunmuş oluruz. Bundandır ki, madden gittiğimiz bir “beyt” iken, hâl dili ile o evin Rabbine şöyle deriz: “Biz özümüze dönmek istiyoruz. Bu dünya evimizin dışı ve biz hakiki evimizi arzuluyoruz.” Mademki bir yolcuyuz; gurbette ölmek istemeyiz. Muradımız, Allahın rızasından uzağa düşüp sonsuz bir sıla içinde olmak değildir. İnsan, hakiki fail olan Allah’ın öz yurduna dönmek için sürekli evine doğru sefer eder. Hakiki failden uzağa sonsuz gurbete düşmek istemez. Tüm çabası bunun içindir. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 51 İnancımızı rahat bir şekilde yaşadığımız beldelerimiz, mescitlerimiz, temiz tutmakla mükellef kılındığımız kalplerimiz, ahlaki değerlerimiz; tüm bunlar kendi evimiz. Kâbe ki, Allah’ın rıza kapısını sembolleyen bir başka evimiz. Nihayetsiz ahiret yurdu bizim evimiz. Bu yüzden her daraldığımızda zor durumda kaldığımızda bu evlerden birine sığınırız. Ya içinde yaşadığımız eve, ya ibadet ettiğimiz eve, ya da kalp evimize… Öldüğümüzde ise kabir evine götürülürüz. Dünyada başımızı sokacağımız bir evimizin olmaması, insanlar tarafından terk edildiğimizi gösterir. Bu katlanılabilir olandır. Fakat biz ahiret yurdunu, dar-ı bekayı isteriz; ille de isteyenlerdeniz. Ta ki, ebedî evimize razı olunmuş şekilde dönmek uğruna dünyada derme çatma bir eve “eyvallah” deriz. Tüm hayatımız gerçek evimizin duvarlarına bir güzel taş daha koyabilmek mülahazası ve çabası ile geçer. Şairin dediği gibi, “belki de şu gök kubbede bir hoş seda” bırakarak ahiret yurdumuzu ışıklandırmaktır gaye. Gör ki, Kur’an bizlere açıkta kalan evlerden bahsediyor. Dolayısı ile ev bir manada vefanın, ahdin, sadakatin, merhametin, gerçek kardeşler olabilmenin, özverinin, özümsemenin, sabrın ve ko52 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 lektif bir şekilde hareket etmenin bildirgesini yapmış oluyor. Ev, yaşadığımız dünyanın her alanıdır. Yaşadığımız ev de böyle muhakkak. Bir evde birey olmak aynı zamanda ahlaki birikimleri de kendinde barındırmaktır. Çünkü ev bir ailenin ikamet ettiği aynı değerler paydasında hareket ettiği yapıdır. Bu yüzden ev, ahlaki değerlerin yaşatıldığı yerdir. Ev içinde yaşatılan değerlerle vardır. Evin içinden insanı ya da insani değerleri aldığınızda geriye beton, ahşap ve taştan başka bir şey kalmayacaktır. Nitekim kutsiyet atfedilen Kâbe’de taştan yapılmış değil midir? İnsan eğer değer yargılarını kaybederse evini kaybeder. Kalp evi kendisinden çok uzağa düşer. O vakit tehlikelere açık hâle gelir. Muarız fikir ve gayriahlaki düşünce onun tüm benliğini ele geçirir. Zihin evimiz, ahlak evimiz, kalp evimiz, dünya evimiz, mukaddes evimiz ve baki âlem olan evimiz. Şimdi sormak gerekir: Bizim kaç evimiz var? Daha önemlisi, gaye evlerimizi temiz tutmak iken hangi evimizin bir diğerinden ayrı olduğunu söyleyebiliriz ki? Din Görevlisinin Hatıra Defterinden Selim Şahin İlçe Müftüsü Gölova-Sivas Bir Ağaç Nasıl Korunur? A lmanya’nın Münih şehrinde dört yıla yakın bir süre din görevlisi olarak görev yaptım. Görev yaptığım bölge Münih’in kenar mahallesinde bir semt idi. Mülkiyeti ile birlikte satın alınmış etrafı çevrili doğa harikası bir bahçede değişik ağaçlar yıllara meydan okumaktaydı. Cami bahçesindeki bir ağaç güz mevsiminde döktüğü yaprakları ile etrafı kirletiyor, temizliği de cemaatimizden yaşlı kimselere kalıyordu. Bir sabah namazı sonrası cemaatimizden bazı kimseler bu ağacın etrafa zarar veren dallarından kurtulmak üzere testere ve küçük baltalarla ağacı budamaya başladılar. Buna değdi şuna değmedi derken geriye sadece gövdesi kaldı. Hacı amcalar bu temizlikten dolayı gayet memnun bir tavırla yaptıkları işi anlatırken cemiyet başkanı (başlarına geleceklerden haberi olduğu için) bu işin yanlışlığını anlatmaya çalışsa da olan olmuştu. Hacı amcalar, “Bir şey olmaz, ne güzel budadık, ağaç daha gür çıkacak, bir şey olsa bu zamana kadar olurdu.” diye konuşurlarken cemiyete bir yazı geldi. Kim görmüş haber vermiş ise yazı kesilen ağaçtan bahsediyordu. Ayrıca habersiz şekilde ve ölçülere uygun kesilmediğinden bahsediyor, acilen savunmayla birlikte 150 euro ön cezanın gönderilmesi isteniyordu. Bizim cemiyet yetkilileri çok tedirgin oldu… Sonra savunmayla birlikte belirtilen ön para cezasını da ilgili birime gönderdiler. Olay böyle bitseydi hafif atlattık denilebilirdi ama öyle olmadı. Aradan biraz zaman geçince yine bir mektup geldi. İlgili ağacın kesimi ile ilgili savunmamız yeterli görülmemişti. Ayrıca belediyeden habersiz kesilen bu ağaç için 1500 euro cezalandırılmıştık ve kesilen ağaca karşılık aynı cinsten bir fidanın bahçede uygun bir yere dikilmesi istenmişti. Bu bizim için tam bir şok etkisi yapmıştı. 1500 euro para cezası ve yeni bir ağaç… Artık olan olmuştu. Belirtilen para ödendi ve yeni bir ağaç da dikildi. Bu arada budanan ağaca kökünden kesilme izni çıkmış olsa da o da gür bir şekilde fidanlar verdi. Evet, bir ağaç işte böyle korunur. Gördüğümüz o büyüleyici manzaralar böyle sıkı tedbirlerle sağlanıyor. Darısı bizim başımıza… Bizim değerlerimizde de bu güzellikler mevcut… “Birinizin elinde bir fidan varken kıyamet kopacak olsa bile derhal onu diksin.” hadisi ve bu terbiye ile hemhâl olan ecdadımız “Yaş kesen baş keser.” diyerek söyleyeceğini söylemiştir. Sorumsuzca kesilen ağaçlar, yakılan ormanlar aslında toplum olarak geleceğe kurşun sıkmaktır. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 53 Gezgin Dr. Mehmet Sılay GÜNEŞ ADASI RODOS Sahilleri, sokakları, yamaçları, camileri, Osmanlı vakıf çarşıları, müzeleri, mezarlarıyla kendi evimiz gibi... 54 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 V izesiz ve harçsız, sadece on milyon liralık deniz otobüsü biletiyle, kırk beş dakika içinde Marmaris limanından Rodos adasına ulaşıyoruz. Hisar burçlarının üzerinden gülümseyen kubbeler, minareler ve saray bacalarıyla Rodos’a değil sanki Üsküdar’a yaklaşıyorduk. Rodos’ta bir zamanlar bizim olan Osmanlı profili tüm belgeselleriyle yaşıyor. Rodos diğer adıyla Güneş adasındaydık. Yaz mevsiminin en uzun gününde saatlerce sahilleri, sokakları, yamaçları, camileri, Osmanlı vakıf çarşılarını, müzeleri, mezarlarımızı görüyor ve sonunda da kısa bir nezaket ziyareti için Rodos’taki T.C. Konsolosluğunda yani kendi evimizde bir çay içimi konaklıyoruz. Genç yaşlı herkes için, Rodos’un mutlaka görülmesi gerek. Coğrafya ve tarih derslerinde ortaöğretim gençliğine Rodos nasıl öğretiliyordu? Hatırlamaya çalışalım lütfen... Rodos; On iki Adaların en büyüğüydü... Ege Adalarından biriydi... Hatta Yunan adalarından biri… Rodos’u görüp gezdikten sonra yüreğimizden bir nida kopuyor... ‘’El insaf!’’ Rodos bize o kadar yakın ve o kadar bizden ki… Ev ve kahve sohbetleriyle kurulan insan ilişkileriyle, okul ve köyleri de gezdikten sonra bu kanımız pekişiyor. Ege denizindeki adalar jeolojik bakımdan kesinlikle Asya kıtasına ait idi ve hepsi de Anadolu karasının uzantılarıydı. Hele haritalarda, Rodos, Anadolu’ya iri bir nazar boncuğu, bir çiçek, bir meyve gibi asılı durmaz mı? Midilli ve İstanköy horoz sesleri duyulacak kadar bize yakın, Rodos Anadolu kıyılarına sadece 12 kilometre... Ve tam dört yüz yıl uçsuz bucaksız Lindos ve Farilaki çayırları Batı Anadolu hayvancılığının kışlağı olmuş. Keçi sürülerini taşıyan mavnalar, Kumburnu sahillerine asırlar boyu her kış gelir demir atarmış... Kışın Rodos yaylaları Anadolu’dan yaylım için gelen koyun ve keçi sürüleriyle şenlenirmiş... Ancak Lozan bozgunuyla Rodos Adası elimizden çıkınca, çoğumuzun zihninde Moğolistan kadar uzaklaşmış! Oysa Marmaris’ten bindiğimiz deniz otobüsü bizi üç çeyrek saatte Rodos’a ulaştırıvermişti. Sadece kırk beş dakikada Rodos’taydık. Ada görünürken hayretler içinde kalıyorduk. Limana girerken şaşkınlığınız bir kat daha artıyor. Surların üzerinden gülümseyen kubbeler ve minareler bizleri kahır ve hasretle selamlıyordu. Rodos’ta, üç adet Türklere ait vakıf, içinde 900 cilt el yazması kaynak kitabın bulunduğu bir kütüphane, üç adet hamam, on iki adet abidevi Osmanlı Kışın Rodos yaylaları Anadolu’dan yaylım için gelen koyun ve keçi sürüleriyle şenlenirmiş... Ancak Lozan bozgunuyla Rodos Adası elimizden çıkınca, çoğumuzun zihninde Moğolistan kadar uzaklaşmış! diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 55 çeşmesi, bir Kadiri tekkesi ve çoğu Sultanların namaz kıldığı 28 (yirmi sekiz) adet cami olduğunu biliyor muydunuz? Dört asır önce, denizleri haraca bağlayan tapınak şövalyelerinden, ağır bedel ödeyerek ve kırk beş bin şehit vererek aldığımız adada bugün, evlad-ı fatihandan iki bin beş yüz kişinin hangi sosyal şartlar içinde yaşamaya çalıştıklarını biliyor muydunuz? Buyurun, Cem Sultan’ın Muhteşem mazimizle, aydınlık geleceğimiz arasına nisyan duvarı örmüşüz. Unutmamızı istemişler, unutmuşuz... Bizans’ın üzerine yürüyüp, İstanbul’u kuşatan sahabe orduları Rodos’u tam 63 yıl ellerinde tuttular. Şimdi onlardan geriye, dış surlar üzerinde küçük bir hatıra kaldı; Arap Kulesi. 56 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 defalarca yokuş yukarı yürüdüğü taş döşeli Şövalyeler caddesinden ve ahşap minareli Bedesten Mescidi’nden geçip, Fethi Paşa Kütüphanesine doğru çıkalım. Tarihiyle, coğrafyasıyla, sevinciyle, hüznüyle bizi hatırlatan Rodos’u birlikte gezelim. Narçiçeği fesinin püskülü yana yatmış, barut kokan bir Osmanlı paşası; Ahmet Fethi Paşa. Duvardaki resminden fırlayıp çakıl mozaik döşeli avluya inecek. Muhteşem mazimizle, aydınlık geleceğimiz arasına nisyan duvarı örmüşüz. Unutmamızı istemişler, unutmuşuz... Bizans’ın üzerine yürüyüp, İstanbul’u kuşatan sahabe orduları Rodos’u tam 63 yıl ellerinde tuttular. Şimdi onlardan geriye, dış surlar üzerinde küçük bir hatıra kaldı; Arap Kulesi. Cem Sultan’ın 12 yıllık sürgünü bu adada başladı. Fatih’in sevgili oğlu şair Şehzade, Napoli’de Papa’nın eliyle zehirlenerek şehit edildi... Cem Sultan, Osmanlı tarihinde ayrı bir dram, ayrı bir ağıt ve hüzündür... Perçinli demir parmaklıklar arasın- dan onun gezindiği avluya ibretle bakıyoruz. Kanuni’nin komutanı Çoban Mustafa Paşa, 40 bin şehit verip, adayı fethediyor. Tam dört yüz yıl Rodos, devlet-i ebet müddetin kültür ve ticaret köprüsü oluyor. Bu huzur adası, şöhretli sürgünlere de ev sahipliği yapıyor. 1912 Balkan badiresi İtalyanların işgal dönemidir. Fakat Rodos için asıl millî felaket l923 Lozan Antlaşmasında on iki ada üzerindeki tüm egemenlik haklarımızdan vazgeçtiğimizi kabul etmekle başlıyor. Lozan’ın sorumlularınca Batum gibi, Halep, Kerkük-Musul gibi Rodos da Misak-ı Millinin dışına düşüyor, yabana terk ediliyor. 1947’de, sahipsiz kalan adada Müslüman Türkler Fethi Paşa Kulesinde Türk bayrağı çekiyor ve günlerce Anadolu’dan gelecek bir manga Türk askerini bekliyorlar. Gerçek sahipleri gelsin de adayı alsın diye. Bakışları ufuklara asılı kalıyor… diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 57 Kültür-Sanat-Edebiyat İbrahim Arpacı Kagem Kalem Kitap Kahve K AGEM: Açılımı, Kadın Aile ve Gençlik Eğitim Merkezi olsa da, bu kuruluşun kısa bir sürede sosyal, kültürel, dinî eğitim ve öğretim alanında yaptıkları faaliyetleri ile İslami entelektüel bir zemini yakaladığını söyleyebiliriz. Aslında bu kuruluşu tanımlayacak olursak KAGEM, “İslam dininin en doğru şekilde anlaşılması ve günümüz dinamikleriyle buluşturulması için gayret sarf eden ve çalışmaları sonucunda elde edilen bilgiyi, yazılı, görsel ve dijital yayınlar aracılığı ile ulusal ve uluslararası kamuoyu ile paylaşan bir merkezdir.” diyebiliriz. 58 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 KAGEM, kadın ve din, aile yapıları, gelenek ve modernite, çağdaş dini akımlar, tarih, medeniyet ve sanat gibi konularda bilgi ve söylem üretmek üzere; üniversiteler ve akademik kuruluşlarla iş birliği yaparak sempozyumlar, çalıştaylar, atölye çalışmaları ve çeşitli ilmî toplantılar düzenleyerek, üretilen bilgiyi sivil bir anlayışla ulusal ve uluslararası çapta kamuoyunun istifadesine sunan bir kuruluş özelliği de taşımaktadır. Kuruluşundan bugüne tarihî sürecine baktığımızda 2011 yılından bu yana sorumluluk alanlarını büyüterek geniş bir yelpazede hizmet vermeye başlamış olan KAGEM’in belirt- KAGEM, kadın ve din, aile yapıları, gelenek ve modernite, çağdaş dini akımlar, tarih, medeniyet ve sanat gibi konularda bilgi ve söylem üretmek üzere; üniversiteler ve akademik kuruluşlarla iş birliği yaparak sempozyumlar, çalıştaylar, atölye çalışmaları ve çeşitli ilmî toplantılar düzenleyerek, üretilen bilgiyi sivil bir anlayışla ulusal ve uluslararası çapta kamuoyunun istifadesine sunan bir kuruluş özelliği de taşımaktadır. tiğimiz gibi sadece kadınlara yönelik faaliyetlerde bulunan bir kurumken, şimdi kısa bir sürede, toplumun tüm kesimlerine hitap edecek bir noktaya geldiğini söyleyebiliriz. Mütevelli Heyet Başkanlığını Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in yaptığı, Türkiye Diyanet Vakfı bünyesinde faaliyet yürüten KAGEM’in, çalışmalarına nitelik açısından baktığımızda misyon ve vizyon olarak, ilahiyatı edebiyat ile, edebiyatı ise felsefe ile daha fazla ilişkilendirip, özellikle gençler için hem bir düşünce mektebi, hem kendilerini ifade edebilecekleri bir platform oluşturmayı hedeflediklerini, tüm bu faaliyet alanlarından anlayabiliyoruz. Bunu ise davet edip, söyleşide bulundukları değerli yazar ve akademisyenler kanalı ile yaptıklarını söyleyebiliriz. Geçtiğimiz aylarda Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, KAGEM Müdürü Hicret Toprak’ın katılımıyla açılışı gerçekleştirilen, KALEM Kitap-Kahve, bu hizmetlerin bir başka ayağını oluşturuyor… Bizim üzerinde durmak istediğimiz de yakın zamanda açılışı gerçekleşen ve o günden bugüne az bir sürede yapılan faaliyetler ile adından söz ettiren KALEM Kitap-Kahve’yi tanımak ve hizmetlerindeki gaye ve hedeflerini ortaya koymak olacaktır. Öncelikle KALEM Kitap-Kahve ismi ile ilgili olarak, bu ismin bir hakikate işaret (raci) edilerek verildiğini anlamak zor değil… Gayesi ilim ve fikrin neşvünema bulması ve bu ortamda yayılmasını sağlamak olan KALEM Kitap-Kahve, ilk yaratılan kaleme ve kalemin mürekkep akıtacağı bir sahifeye, yazılacak ilme, kitaba işaret ettiğini düşünmek yanlış olmayacak. Mana alanı ile müsemma bu kafe, geniş, ferah ve nezih ortamıyla, gelenlere kendi evindeymiş hissi veriyor. Öyle ki, içindeki dekorun, onu süsleyen levhaların, raflardaki kitapların, öteden beri hep burada duruyor oldukları hayaline kapılıyorsunuz. Belki de insana bu hissi uyandıran şey, birbiri sırtına yaslanan kitapların oluşturdukları ahenktir. Zaten Kafe’ye girdikten bir süre sonra kendinizi herhangi bir kitabın sayfalarını karıştırırken bulmanız mümkün. Tüm bu güzelliklerin, bir hafta sonu veya hafta içi sevdiklerinizi alıp, sıcak bir çay eşliğinde orada bir söyleşiye katılmanızı ve bir süre kitaplar arasında vakit geçirmenizi sağlamanız açısından gönlünüze iyi geleceği kanaatindeyiz. Kitap satışının yanında kafe bölümü olan bu merkeze, İslami entelektüel çevreye ve bu çevrenin beslendiği insan kitlesine de talip diyebiliriz… Kapıları herkese açık olduğu gibi, gönüllerinin de tüm ziyaretçilere açık olduğunu anladığımız KALEM KitapKahve, her hafta perşembe ve cumartesi günü düzenledikleri söyleşi ve zaman zaman konferanslarla, katılımcıların bu kanalla, ilmî kültürel bir birikim edinmelerine de vesile olmuş oluyor. Her hafta ülkenin tanınmış, birbirinden kıymetli edebiyatçı, akademisyen, fikir insanını konuk eden KALEM Kitap-Kahve, ihtimal ki, kendileriyle hayatımız boyunca yollarımızın kesişmeyeceği, beğendiğimiz, kendimize örnek aldığımız yazar ve akademisyenleri davet ederek, mesafeler arası uzaklığı, kalbi yakınlığa çevirmiş oluyor. KALEM Kitap-Kahve’nin şöyle bir boşluğu da doldurduğunu söyleyebiliriz: Sokağa çıktığında bazı dini hassasiyetlerinden dolayı gideceği yeri çok sınırlı olan insanlar için burası, yeni bir adres, yeni diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 59 KAGEM, çalıştay, sempozyum, konferansların dışında ilim, kültür ve sanatın bir medeniyet tasavvuru için ayrılmaz bileşenler olduğu inancıyla geleneksel sanatların yaşatılmasına yönelik olarak da atölye çalışmaları yürütüyor. Bu doğrultuda zaman zaman hüsnühat, tezhip, minyatür, ciltçilik, gitar, fotoğraf atölyeleri, ebru sergileri ve eleştirel film okumaları açmakta ya da bu sanatı icra eden sanatçıların eserlerini KALEM Kitap-Kahve bünyesinde ziyaretçilerin beğenisine sunmaktadır. oynayan Müslüman kadınlar üzerine bir konferans serisini tamamlamışlar. bir kapı komşusu denilebilir… Aynı zamanda okuldan çıkan üniversiteli gençlerin kahvelerini içip, gerektiğinde derslerini çalışabilecekleri, KALEM KitapKahve, yeterli teveccühü yavaş yavaş görmeye başlamış olacak ki, misafirleri hiç eksik olmuyor. KAGEM 2012-2013 faaliyet dönemine Prof. Dr. Sadettin Ökten’in verdiği “Medeniyet Üzerine Düşünceler” konferansıyla başlamış; yıl içinde Prof. Dr. M. Sait Hatipoğlu “Hz. Peygamber Döneminde Eğitim ve Kadın”; Prof. Dr. Mahfuz Söylemez ise “Hz. Peygamber’in Bir Günü” konulu konferans vermişler. Ayrıca “Türkiye’de ve Dünyada Yoksulluk Karşısında Biz” ve “Koruyucu Aile” panelleri gerçekleştirilmiş. Yıl içinde ayrıca 4 farklı tarihte “İz Bırakan Kadınlar” başlığı altında İslam tarihinde etkin rol 60 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 Bu yıl ise Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu konferansıyla açılışı gerçekleştiren KAGEM bunun dışında gerek KALEM Kitap Kahve’de gerekse KAGEM bünyesinde şimdiye kadar Prof. Dr. Ali Erbaş ile “Yahudilik Tarihi”, İsmail Kılıçaslan ile “Yazmak ve Söylemek Sakinleştirir mi, Gül Yetiştiren Adam” kitabıyla özdeşleşen Rasim Özdenören, Prof. Dr. Yurdagül Mehmedoğlu, Şaban Abak, Ebubekir Kurban, Doç. Dr. Vehbi Başer, Dr. Necdet Subaşı, Hatice Görmez ile “Örnek Şahsiyet Hz. Hacer”, Prof. Dr. Mustafa Öztürk ile “Kur’an’a Yönelik Söylemlerin Değeri”, Prof. Dr. Saim Yeprem ile “İnanç Problemleri”, Prof. Dr. Bedri Gencer ile “Modern Dünyada Anlam Arayışı”, Hilmi Yavuz ile “Medeniyet ve Kültür Meselemiz”, Doç. Dr. Oktay Taftalı ile “Gündelik Yaşam Kültürü”, Kamile Akdede ile “Felsefi Açıdan Ebru Sanatı”, başlıklarıyla konuk olan çok değerli yazar ve akademisyenlere önümüzdeki zamanlarda yenileri de ekleneceğe benziyor. Şunu da belirtmek gerekir ki, KAGEM, tüm bu çalıştay, sempozyum, konferansların dışında ilim, kültür ve sanatın bir medeniyet tasavvuru için ayrılmaz bileşenler olduğu inancıyla geleneksel sanatların yaşatılmasına yönelik olarak da atölye çalışmaları yürüttüğünü biliyoruz. Bu doğrultuda zaman zaman hüsnühat, tezhip, minyatür, ciltçilik, gitar, fotoğraf atölyeleri, ebru sergileri ve eleştirel film okumaları açmakta ya da bu sanatı icra eden sanatçıların eserlerini KALEM Kitap-Kahve bünyesinde ziyaretçilerin beğenisine sunmaktadır. Hayata Dair Rukiye Karaköse Psikoterapist/Sosyolog Çocuğun sağlığını, fiziki ve psikolojik gelişimini olumsuz etkileyen, bir yetişkin, toplum ya da devlet tarafından bilerek ya da bilmeyerek yapılan hareket ya da davranışlara “çocuk istismarı” denmektedir. ÇOCUK İSTİSMARI H er çocuk sevgi dolu bir ortamda büyümeyi hak eder. Ancak ne yazık ki bazı çocuklar ihmale ve istismara uğramakta, şiddete maruz kalmaktadırlar. Çocuğun sağlığını, fiziki ve psikolojik gelişimini olumsuz etkileyen, bir yetişkin, toplum ya da devlet tarafından bilerek ya da bilmeyerek yapılan hareket ya da davranışlara “çocuk istismarı” denmektedir. İhmal de tıpkı istismar gibi zarar verir ve yaralar. İstismar çok çeşitli şekillerde olabilir. Fiziksel istismar: Çocuğun kaza dışı sebeple bir yetişkin tarafından yaralanması ve örselenmesidir. Bir tokattan başlayarak çeşitli aletlerin kullanılmasına kadar devam edebilir. En yaygın rastlanılan ve VE teşhis edilmesi en kolay olan istismar tipidir. Kimi durumlarda istismara bağlı ölüm riski de ihtimal dahilindedir. Çocuk istismarı süreci açığa çıkarılarak bu ihtimalin önüne geçilebilir. Aile içi şiddetle ilgili hükümlü gençler üzerinde yapılan bir araştırmada da bu gençlerin %78’inin anlaşmazlık ve şiddet yaşanan ailelerde yetiştikleri belirlenmiştir. Aile içi şiddet çocukta stresi artırmakta, bu da çocuğun beyin gelişimini olumsuz etkilemektedir. Cinsel istismar: Çocuğun bir yetişkin tarafından cinsel uyarı ve doyum için kullanılması, fuhşa zorlanması, pornografi gibi suçlarda cinsel obje oladiyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 61 Çocuğun sağlığını, fiziki ve psikolojik gelişimini olumsuz etkileyen, bir yetişkin, toplum ya da devlet tarafından bilerek ya da bilmeyerek yapılan hareket ya da davranışlara “çocuk istismarı” denmektedir. me, küçük düşürme, alaylı konuşma, lakap takma, aşırı baskı ve otorite kurma şeklinde de olabilir. Duygusal ihtiyaçların karşılanmaması, sürekli eleştirme, yaşının üstünde sorumluluklar bekleme ve kardeşler arasında ayrım yapma, değer vermeme olarak da sıkça karşımıza çıkar. rak kullanılmasıdır. İstismara uğrayan çocuklarda kız-erkek oranı %3’tür, erkek ve kız mağdurların sayıları arasında büyük fark bulunmamaktadır. - Dünyaya karşı belli bir ilgisizlik - Depresif ve pasif davranış - Karşısındakine çok temkinli yaklaşmak - Kendine güvensizlik - Korku - Küçük yaşlardaki davranışlara dönüş (regresyon) İstismarcıların %96’sı erkek, istismarcıların %80’i de çocuğun tanıdığı birisidir. Cinsel istismar mutlaka şiddet içermek zorunda değildir. Yine cinsel istismarda da çocuğun rızasının olup olmadığına bakılmaz. Zira çocuklar kendini koruyabilecek ve muhakeme yapabilecek durumda olmayabilirler. Çocuğa karşı birinci derece akrabaları tarafından cinsel tacizde bulunulmasına ise “ensest” denir. Ensest olaylarının sadece %10’u açığa çıkmaktadır. Cinsel istismar sonunda çocuklarda çeşitli ruhsal sorunlar görülür: - Tekrarlayıcı, rahatsız edici düşünceler, - Uykuya dalma güçlüğü, - Olayla ilgili kâbuslar, - Öfke patlamaları ve saldırganlık, - Konsantrasyon güçlüğü, - Suçluluk ve utanç duyma, - İçe kapanma, depresif belirtiler, - Aileden uzaklaşma, evden kaçma, - Olayı anımsatan nesnelere karşı yoğun psikolojik sıkıntı, - Olayı anımsatan kişiler, görüntüler ve yerlerden kaçınma, - Korku reaksiyonu, - Yaşına uygun olmayan cinsel davranışlar gözlenebilir. Okuldan kaçma, okul ve disiplin problemleri, başarıda düşüş de cinsel istismar sonrası görülen diğer sorunlardır. Duygusal istismar: Çocuğun, ihtiyacı olan ilgi ve sevgiden yoksun bırakılarak psikolojik zarar görmesidir. Tanımlanması en zor ancak ne yazık ki en sık rastlanılan istismar şeklidir. Aşağılama, yalnız bırakma, ayırma, korkutma, yıldırma, tehdit etme, suça yöneltme şeklinde olabildiği gibi, önemseme62 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 Duygusal istismarın belirtileri şunlardır: Ekonomik istismar: Çocuğa bakmakla yükümlü kişilerin çocuğu ekonomik gelir kaynağı olarak görüp ondan maddi kazanç elde etme isteğidir. Anne babalar çok para kazanma arzularını tatmin etmek için çocuklarını kullanabilirler. Çocuğu yaşına ve fiziksel-ruhsal yeterliliklerine uygun olmayacak şekilde çalıştırmak, kazancına el koymak ekonomik şiddet olarak değerlendirilir. İhmal: Çocuğa bakmaktan sorumlu kişinin bu sorumluluğunu yerine getirmemesidir. İhmal pasif bir olgudur. Ancak bu, zararının daha az olduğu anlamına gelmez. İhmal, fiziksel ve duygusal olmak üzere iki ana grupta incelenmektedir. Sebep olan faktörler arasında açlık düzeyinde yoksulluk, aile içi şiddet, istismar, anne/babanın ruhsal sorunları, çocuğun gelişim geriliği, beslenme yetersizliği, yoksulluğa bağlı beslenme yetersizliği sayılabilir. Fiziksel ihmal genellikle hekim ve ebe tarafından belirlenir. Duygusal ihmal ise çocuğun ilgi, sevgi ihtiyacını görmezden gelmek ve onu bundan mahrum etmektir. Çocuk suçluluğu üzerine yapılan araştırmalara göre ailesi tarafından ihmal edilen çocukların suça yönelme olasılıkları yüksektir. Çocuk istismarı konusunda önemli noktalar Cinsel istismara her sosyoekonomik grupta rastlanabilmektedir. Çocuklar istismar hakkında yalan söylemezler. Bu konuda hikayeler uyduranlara ender rastlanır. İstismarın kısa ve uzun süreli etkileri çocuğun duygusal ve fiziksel sağlığı açısından çok önemlidir. Çocukların görünüşü ya da davranışı istismara sebep olamaz. Anlamını bile bilmedikleri olayları kışkırtmaktan ve bunlara yol açmaktan dolayı suçlanamazlar. İstismarcılar genellikle çocuğun tanıdığı, bildiği yerleri tercih ederler. Okul ve çevresi, ev ve okul arasındaki yol, bir arkadaş ya da akrabanın evi gibi mekânları seçerler. Dünyada çocuk istismarı ABD’de 15 yaş altında hastaneye başvuran çocuklar arasında çocuk istismarı sıklığı 2.7/1000 olarak bildirilmektedir. İngiltere’de haftada dört çocuk, istismar ve ihmal nedeniyle ölmekte. İngiltere Ulusal Çocuk İstismar ve İhmali Merkezi (NCCAN), çocuk istismarı sayısını yılda 200.000’den fazla olarak tahmin etmektedir. Her çocuğun sevgiye, korunmaya, sıcak bir yuvaya, beslenmeye, eğitime ve oyun oynamaya ihtiyacı ve hakkı vardır. “ “ Zihinsel ya da bedensel özürlü, hiperaktif, özgül öğrenme güçlüğü çeken, uyum güçlüğü çeken çocuklar şiddete daha sık maruz kalmaktadırlar. Araştırmalara göre; çocuk ve genç suçluların çoğunluğu istismara uğramış çocuklardır. Çocuk yaşadığını öğrenir. Ve bunları geleceğe taşır. İhmal ve istismara uğramış çocuk geleceğin istismar ve ihmal eden kişisidir. Oysa her çocuğun sevgiye, korunmaya, sıcak bir yuvaya, beslenmeye, eğitime ve oyun oynamaya ihtiyacı ve hakkı vardır. Bebeklik ve çocukluk döneminde oyun oynamak, çocuğa araştırma, çevreyi tanıma ve problem çözmeyi öğrenme imkânı sağlayarak dil ve zeka gelişimini destekler. Anne babalar olarak bu görevi ne kadar yerine getirebildiğimizi sorgulamamız gerekir. Onlara ne derece iyi örnek oluyoruz? Onları ne kadar dinliyoruz? Bize anlatamadıkları bir dertleri ve sakladıkları bir konu olduğunda bunu onun hâl ve tavrından anlayabiliyor muyuz? Çocuğumuz başına gelen kötü bir olayı hemen gelip paylaşabilecek kadar bizi kendine yakın hissediyor mu? Onların eğitimine ne kadar önem veriyoruz? Eğitimi yalnızca başarılı ders notları olarak görmenin ötesinde psikolojik açıdan da gelişimini önemsiyor muyuz? Bu sorulara olumlu cevaplar verebildiğimiz ölçüde çocuklarımızı olumsuzluklardan koruyabiliyor ve onların ruh sağlığına yatırım yapıyoruz demektir. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 63 İz Bırakanlar Firdevs Kapusızoğlu Bir Medeniyet Fatihi İRFAN FETHİ GEMUHLUOĞLU Eyi düşlerimin yoru Kara ekmeğimin akça mayası Susayınca çağıldak sular sesi Dost budur, Hak dost F ethi Gemuhluoğlu “Merhabanın nuru beni söyletiyor, dilimiz açılıyor.” diye başlarken sözüne, biz de onun ruh-i kudsilerine merhaba diyeceğiz. Evet, merhaba ey gönüllerin fatihi, gerçek dost. O; “Hayalleriniz, düşleriniz büyük olsun. Büyük rüyalar görün. Osmanlı bir rüyanın eseridir. Medeniyet insanlığın büyük rüyasıdır.” diyerek gördüğü rüyanın tüm insanlığa şifa olmasını, Türk milletinin kuruyan damarlarına can vermesini istiyordu. Bir eli gelenekte diğer eli medeniyetin gerektirdiği usullerde olan bir nesildi onun rüyası. İki doğum arasında Fethi Gemuhluoğlu, Arapgirli bir Türkmen ailesinin çocuğu olarak 1923 yılında İstanbul Göztepe’de doğdu. Çocukluğu ve gençliği Göztepe ve Erenköy semtlerinde geçti. Gençliğin dünyaya bakışında âdeta bir devrim yaratan fikir ve hareketlerinin arkasında ailesinin mayalamış olduğu aşk ve irfan vardı. Haydar Paşa Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üni- 64 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 versitesi Hukuk Fakültesinde öğrenimini sürdüren Gemuhluoğlu fakülteden mezun olamadı. 19501955 yıllarında İstanbul’da çeşitli okullarda Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yaparak abide şahsiyetiyle nice güzel evlatlar yetiştirdi. 1955-63 yıllarında ise İstanbul’da Spor ve Sergi Sarayı Müdürlüğü yaptı. 1959 yılında Dr. Emine Suzan Hanımefendi ile evlendi; Mehmet Ali ve Veli Selman isimlerinde iki evladı oldu. 1963-1965 yıllarında, Almanya’da serbest gazetecilik yaptı. Bir süre Millî Eğitim Bakanlığı özel kalem müdürü olarak çalıştıktan sonra 1966-70 yılları arasında Türkiye Odalar Birliği Basın Müşavirliği görevinde bulundu. Çok sayıda vakıf, dernek, hayır kurumunda yönetim kurulu üyeliği yaparak bütün gücünü insanlığa faydalı olabileceği yerlerde kullandı. Gençlerin Türkiye’yi, kendi değerlerini koruyarak, muasır medeniyetler seviyesine çıkaracağına inandı. Kabiliyetli fakat imkânsızlıkların sınırladığı gençlere maddi manevi destek sağlamak, bir ağabey şefkatiyle onları yetiştirmek düşüncesiyle kuruluşunu gerçekleştirdiği “Türk Petrol Vakfı”nın Genel Sekre- terliği görevini sürdürürken, 5 Ekim 1977’de İstanbul’da mekân değiştirdi. Kabri İstanbul Göztepe’de Sahrayı Cedit mezarlığındadır. Türküler kadar renkli yaşamak… Fethi Gemuhluoğlu edebiyatta, müzikte, sinemada, resimde, ebruda, tezhipte, mimaride gelenekten beslenerek varlık gösterecek bir toplum rüyasıyla Türkiye topraklarının her bir köşesine tohumlar serpiştirip, bir nesle imzasını atmıştır. Fethi Gemuhluoğlu soluksuz yaşadığı renkli yaşamına o kadar çok şey sığdırdı ki tasavvuftan siyasete, iktisattan Türk tarih ve kültürüne kadar ilgilendiği pek çok sahada bir otorite kadar tesirliydi. Hep dostluğu telkin eden ve bütün insanlığa dostluğun ne demek olduğunu öğreten Fethi Gemuhluoğlu siyaseti; Türkiye’nin hedeflerini gerçekleştirmesi, medeniyetin mütekâmil bir noktasında yer edinmesi için bir araç olarak görmüştür. Bu meyanda Fethi Gemuhluoğlu Kıbrıs’ı Koruma Cemiyetinin kurucularından biriydi ve genel sekreterliğini yürütmüştü. O siyasetin içinde olmasına rağmen politikadan, ideolojik hareketlerden daima uzak durdu. Siyasetten beklentisi, “İslam’ın beynelmileline ittibaen şark milletlerinin, Müslüman halkların birlik ve beraberliği”ydi. Fethi Gemuhluoğlu edebiyatta, müzikte, sinemada, resimde, ebruda, tezhipte, mimaride gelenekten beslenerek varlık gösterecek bir toplum rüyasıyla Türkiye topraklarının her bir köşesine tohumlar serpiştirip bir nesle imzasını atmıştır. “Cebinizde kalan son parayla simit alıp da karnınızı doyurmayın, gidin onunla bir film yahut bir tiyatro seyredin.” diyerek gençliğe seslenirken sanatın, millet varlığının en güzel tezahürü olduğunu biliyordu. Ona göre kişi, düştüğü yerden ayağa kalkardı. Yurdumuzda yabancılaşmanın sanatla başladığını, değerlerimizden verdiğimiz ödünün en önce sanatta görüldüğünü öne sürerken hiç de haksız değildi. Sanatın bitmez tükenmez tazeliğiyle, tekrar ayağa kalkacağımıza inanan Fethi Gemuhluoğlu, sanatla bizatihi ilgilenmiş, etrafındakileri de teşvik etmiştir. Uzun yıllar boyunca söz ve yazı orucu tutarak kalemine suskunluğu telkin ederken, gecesini gündüzüne katmış, hiç durmadan okumuştur. Fethi Gemuhluğlu’na göre; “Medeniyetin zeminini oluşturan bilgelik damarı, hayatın hemen bütün alanlarında kendini dile getirmedikçe, o muazzam yapı yeniden kurulamaz.” İşte bu yüzden hayatın her alanında tesiri kuvvetli, dinç bir nesil yetiştirme gayretiyle dörtnala koşmuştur. Allah’ın ahlakıyla ahlaklanınız “Gönül bir dereye benzer, ona her türlü çer çöp, pislik düşebilir. Bütün mesele bunları biriktirip taaffün edecek hâle getirmemekte. Onlar geldikleri gibi geçip gitmelidirler.” diyerek gönlü akıp giden, hasretle denizine kavuşmayı bekleyen bir ırmağa benzetmiştir. O ırmak ki hem kendini hem etrafındakileri yuyup yıkayan, tüm pisliklerden arındıran mahiyettedir… Fethi Gemuhluoğlunun gönlü; insanların ruhuna teneffüs eden, şifa veren bir sebil gibiydi. Yüzlerce güvercinin nasiplendiği ilim ve irfan çeşmesi, aşk çeşmesiydi. Fethi Gemuhluoğlu için ahlak çok önemliydi. “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanınız.” diyordu. Gözyaşıyla yıkanan ruhlarımızı “Hâlık’a tâzim ve mahlûka şefkat” ile özgürleştirmemizi istiyordu. İnsanın esfel-i safilin ve eşref-i mahlukat olmak arasındaki ince çizgiyi geçebilmesinin ancak bu ahlak üzere olmasıyla mümkün olabileceğini düşünüyordu. “Yalnız insanların değil; kurdun, kuşun, dikenin, otun da hakkını görüp gözetin diyordu.” Annelere sesleniyordu. “Çocuklarınıza yaramazlık yapıyorlar diye kızmayınız, biraz sabırlı olunuz. Çocuklar yaramazlıklarını şimdi çocuk iken yapsınlar da yarın büyüdükleri zaman yapmasınlar. Böylesi daha hayırlı değil mi?” diyerek bu ahlakın temelinin ailede atıldığına dikkatleri çekiyordu. O gönül fethine çıkan bir Deli Dumrul idi Fethi Gemuhluoğlu âdeta gönül fethine çıkan bir Deli Dumrul olarak gönüllerimizde tatlı bir terennüm bırakmıştır. “Ben insanlara evliyaymış gibi muamele etmekten hiçbir zarar görmedim. Herkese evliyaymış gibi hürmet ederim. Evliya ise zaten hakkıdır, değilse layık olsun.” düşüncesi onun tek başına bir mektep olmasını sağlamıştır. Kadınanasının onu hangi akça sütle emzirdiğini, dervişliği iliklerine kadar yaşayan bir sevgi adamı olduğunu onun bu sözlerinden anlıyoruz. O; âleme, güzelliğe açılan bir pencereden yaşlı gözleriyle bakmış ve gitmiştir. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 65 Tarihten Sayfalar Prof. Dr. Adnan Demircan İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Mekke’de İnsanları Kazanmaya ve Yetiştirmeye Yönelik Faaliyetleri H z. Peygamber’in (s.a.s.), Medine’de insanları yetiştirme ve ümmeti şekillendirme çalışmaları hakkında daha fazla bilgimiz olduğu hâlde Mekke’deki çalışmaları hakkındaki bilgimiz sınırlıdır. Bunun sebebi, Mekke döneminde, o yıllarla ilgili bilgileri nakledecek Müslümanların sayısının az olması, Müslümanların maruz kaldıkları baskı ve sıkıntılar olmalıdır. Allah Rasulü’nün (s.a.s.) ilk vahiy tecrübesiyle karşılaşmasından sonra başlayan tebliğ süreci, aynı zamanda Müslümanları eğitme ve onları yetiştirme sürecidir. Bu dönem, ayrıca Allah Rasulü’nün (s.a.s.) tebliğci ve eğitimci olarak ilahî iradenin gözetiminde daha kapsamlı bir tebliğ yapabilmesi ve baskılara direnebilmesi için yetiştiği bir süreçtir. Onun tebliğ süreci, yaşadığı sıkıntılarla ve karşılaştığı zorluklarla birlikte gelişme göstermiştir. İlk vahiy tecrübesini yaşadıktan sonra olanları yakın çevresindekilere anlatan Hz. Peygamber, yakınlarından Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir, Zeyd b. Harise gibi bazı insanlardan gördüğü desteği Kureyşlilerin çoğundan göremedi. Allah Rasulü (s.a.s.), açık tebliğin başlamasından sonra muhataplarına yönelik topluca tebliğ denemeleri yaptı. Önce çağrısını Haşimoğullarını evine davet ederek yaptı. Bu amaçla iki teşebbüste bulundu; ama hedefine ulaşması mümkün olmadı. Sonra Kureyşlilere seslenerek onları topladı. Kendilerini Allah’ı birlemeye, O’ndan başkasına itaat ve ibadet etmemeye davet etti; ancak yaptığı bu davetlerden ne Haşimoğullarından, ne de Kureyş’ten umduğu olumlu karşılığı buldu. Allah Rasulü’nün ilk zamanlardaki önemli faaliyetlerinden biri, kabile liderlerine yönelik oldu. Onların Müslüman olmasını önemsiyordu. Zira kabile liderlerinin Müslüman olması, diğer Kureyşlilerin de Müslüman olmasını kolaylaştıracaktı. Ancak Allah 66 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 Rasulü (s.a.s.), kabile liderlerine yönelik tebliğ çalışmalarına olumlu yanıt alamadı. Kendileri Müslüman olmadıkları gibi, Müslüman olmak isteyenleri engellediler ve Müslüman olanlara işkencelere varan baskılar yaptılar. Hz. Peygamber, kabile liderlerinden gördüğü tepki üzerine şahıslara yönelik bire bir tebliğ çalışmalarına ağırlık vermeye başladı. Tebliği bizzat kendisi yaptığı gibi, İslam’ı kabul eden kimseler de arkadaşlarına ve yakın çevrelerine yönelik tebliğ faaliyetlerini yürütüyorlardı. Bunlardan Hz. Ebu Bekir gibi kimseler, İslam’a davet faaliyetlerinde oldukça başarılı da oldular. Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) çağrısıyla Osman b. Affan, Zübeyr b. Avvam, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebi Vakkas, Talha b. Ubeydullah gibi sonraki yıllarda etkin olan şahsiyetler Müslüman oldu. (İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, I, 239-241.) Allah Rasulü’nün (s.a.s.) tebliğ faaliyetleri, bir kısmı yakın akrabaları da olan Kureyşlilerden beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. Liderlerin direnç gösterdiği İslam’a, ilgi gösterenler de vardı. Özellikle gençler arasında Hz. Peygamber’in mesajının ciddi yankıları oldu. Müslüman olanların bir kısmı Kureyş liderlerinin çocukları ve akrabalarıydı. Başkalarına kötü örnek olmamaları için bu genç Müslümanları Hz. Peygamber’den uzak tutmak, hatta mümkünse eski dinlerine geri çevirmek, Ebu Cehil, Ümeyye b. Halef, Nadr b. el-Haris gibi bazı müşriklerin görev olarak gördükleri bir hedefti. Hz. Peygamber’in, Müslümanlara yönelik baskıları azaltmaya matuf çalışmalarından biri, Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın (v. 55/675) evini Müslümanların buluşma ve eğitim merkezi olarak kullanmasıdır. Burası Safa tepesinin yanındaydı. Konum olarak Harem’in yakınında olduğu için stratejik bir önemi vardı. Hz. Peygamber’in insanların ihtida etmelerini sağlamak ve onları eğitmek amacıyla bire bir çalışma yaptığı Darü’l-Erkam, Mekke tebliğ tarihinde önemli bir yere sahiptir. Evin sahibi olan Erkam b. Ebi’l-Erkam, 17-18 yaşlarında, 7. veya 8. kişi olarak Müslüman olmuş Mahzumoğulları’ndan biriydi. Erkam, evini Hz. Peygamber’in tebliğ faaliyetleri için tahsis etmiş; Mekke’de Müslümanların ümmet bilincini oluşturmalarına eviyle önemli katkılarda bulunmuştu. Salim gibi sosyal konumları açısından zayıf insanlar olduğu gibi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi güçlü kimseler de vardı. Hz. Peygamber’in Erkam’ın evini bir sığınma ve buluşma mekânı olarak kullanması, baskıların artması sürecinde ortaya çıkan bir gelişmedir. Zira müşrikler, insanları çabuk etkilediğini düşündükleri için Allah Rasulü’nün (s.a.s.), çocuklarıyla ve yakınlarıyla serbestçe görüşmesine izin vermiyorlardı. Müşriklerin baskısını boşa çıkarmak amacıyla takriben Müslümanların yarısını Habeşistan’a gönderdi. Habeşistan’a giden 110 kadar Müslüman arasında Hz. Peygamber’in amcaoğlu Cafer b. Ebi Talip, damadı Ümeyyeoğullarından Osman b. Affan, Mus’ab b. Umeyr, Zübeyr b. Avvam ve Abdurrahman b. Avf gibi kimseler vardı. Erkam’ın evi, hem Müslümanların bir araya gelip görüştükleri bir yerdi; hem de Hz. Peygamber’in Müslümanları eğittiği ve bir kimlik oluşturmaya çalıştığı bir merkezdi. Orada pek çok kişi Müslüman oldu. Hz. Ömer, Erkam’ın evinde Müslüman olanlardandır. Müslümanların açıkça Kâbe’nin yanında ibadete karar vermeleri de burada gerçekleşti: Bir pazartesi gecesi Peygamber (s.a.s.) şöyle demişti: “Ey Allah’ım! Şu iki kişiden sana en sevimli olanıyla İslam’ı yücelt! Ömer b. el-Hattap ile ya da Amr b. Hişam (Ebu Cehil) ile!” Ömer b. el-Hattap ertesi gün erkenden geldi ve Erkam’ın evinde Müslüman oldu. Oradan çıktılar, tekbir getirip Kâbe’yi tavaf ettiler. (İbn Sa’d, Kitabü’t-Tabakati’l-Kebir, III, 224.) Erkam’ın evi, İslami tebliğdeki öneminden dolayı “Darü’l-İslam” (İslam’ın Evi) adıyla anılırdı. Erkam, vefatından önce evini satılmamak üzere çocuklarına vakfetti. Bu ev, Abbasi halifelerinden Ebu Cafer Mansur’un iktidar dönemine kadar içinde onun soyundan gelenlerin oturdukları, kiraya verdikleri ayakta duran bir vakıf olmaya devam etti. (İbn Sa’d, Kitabü’t-Tabakati’l-Kebir, III, 224.) Müşrikler, yeni dinin yayılmasını engellemeye çalıştıkça Hz. Peygamber de onlara karşı tedbirler alıyordu. Bu çerçevede Müslümanlar arasındaki dayanışmayı arttırmak amacıyla bazı kimseleri kardeşleştirdi. Kendisi, Hz. Ali ile kardeşleşirken, Hz. Hamza’yı Zeyd b. Harise ile Hz. Ebu Bekir’i Hz. Ömer ile Hz. Osman’ı Abdurrahman b. Avf ile Zübeyr b. Avvam’ı Abdullah b. Mesud ile Ubeyde b. el-Haris’i Bilal el-Habeşi ile Mus’ab b. Umeyr’i Sa’d b. Ebi Vakkas ile Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’ı Salim ile ve Said b. Zeyd’i Talha b. Ubeydullah ile kardeşleştirdi. (İbn Habib, Kitabü’l-Muhabber, s. 70-71; Belazüri, Ensabü’lEşraf, I, 270.) Böylece bir kısmı zayıf kabilelerden, anlaşmalılardan ya da azatlılardan olan on sekiz kişi kardeşleştirilmiştir. Aralarında Bilal el-Habeşi ve Aralarında ileri gelenlerin çocuklarının da olduğu grubun Habeşistan’a gitmesi, müşrikleri Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara yönelik baskılarını arttırmaya sürükledi. Nitekim Haşimoğullarının Hz. Peygamber’e desteklerini azaltmak amacıyla ambargo uygulandı. Üç yıl devam eden sosyal ve ekonomik boykot döneminde Hz. Peygamber’in Mekkelilere yönelik tebliğ faaliyetlerini devam ettirmesi mümkün değildi. Hac döneminde Mekke dışından gelen ziyaretçilere yönelik tebliğ teşebbüsleri de müşriklerin planlı engellemesiyle karşılaşıyordu. Hz. Peygamber’in Mekke dönemindeki tebliğinin ve eğitiminin merkezinde Kur’an-ı Kerim vardı. Bütün konuşmalar, Kur’an çerçevesinde yapılıyor; tebliğ, daha çok Kur’an’dan pasajlar okunarak gerçekleştiriliyordu. Müslüman olanlarla ilgili anlatılanların çoğu, muhatapların okunan Kur’an’dan etkilenmeleri üzerine Hz. Peygamber’in getirdiği dine iman ettiklerine dairdir. Mekke’de Müslümanların gündemini inen ayetler ve onları öğrenme çabası meşgul ediyordu. Hz. Peygamber’in vurguladığı iki ilahî mesajdan öncelikli olanı tevhit, yani Allah’a ortak koşmamaya çağrıydı. İkinci önemli inanç ilkesi ise ahiret inancıydı. Ahiret inancı, ilahî iradenin işaret ettiği hayatı yeryüzünde kurmak için Müslümanların davranışlarını herhangi bir otoritenin isteğiyle değil, inançlarından gelen manevi güçle şekillendirmelerini sağlıyordu. Bu inanç, Müslümanların en büyük gücüydü. Allah Elçisi’nin (s.a.s.) Mekke’de yetiştirdiği sayıları 230 kişi kadar olan bu Müslümanlar, donatıldıkları Kur’an bilgisiyle ilahî mesajı o gün bilinen dünyanın en ücra köşelerine kadar taşımışlardır. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 67 Yeşil Alan Yrd. Doç. Dr. Hasan Yaşaroğlu Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İSLAM’DA EKOLOJİK DENGE C enab-ı Hak, insanoğlunu halife olarak yaratmış ve dünyayı emrine vermiştir. Dünyayı imar ve ıslah etmek, doğayı korumak, ekolojik dengenin bozulmasına mani olmak, ölçüye ve ahenge riayet etmek, insanoğlunun en mühim vazifelerindendir. İnsan, kâinattaki dengeyi bozmadan, atmosferi kirletmeden ve doğayı tahrip etmeden yaşamayı, buna uygun bir hayat düzeni kurmayı başarmak zorundadır. 68 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 Ölçü, ahenk ve dengeye riayetsizlik sonucu ortaya çıkan olumsuzluklar, Kur’an tarafından ve Kur’an açısından fesat ve zulüm olarak ifadelendirilmiştir. Dengeyi bozacak, doğayı tahrip edecek iş ve faaliyetlerde bulunmak fesattır ve aynı zamanda bu zulümdür. Bu kâinatı mesken edinmiş olan, onun nimetlerinden istifade eden insanın, fesada ve zulme karşı etkili tedbirler geliştirmesi mutlak zorunluluk iken, insanın bizzat bu tür zararlı faaliyetler Doymak bilmeyen, bozgunculuk peşinde koşan, enerji kaynaklarını ele geçirmek için kan akıtan yozlaşmış insan, hem doğayı alabildiğine tahrip etmekte, hem de dünya barışını alt üst etmektedir. içerisine girmesi, dünyanın geleceği açısından kaygılara ve derin endişelere neden olmakta, bizzat insanın kendi eli ile kendi geleceğini karartması, çok çelişik bir durum ortaya çıkarmaktadır. Kâinattaki ahenk ve dengeyi korumakla görevli insan, ne yazık ki bu görevini yerine getirmemekte ve bu doyumsuz insan, kâinatın dengesini bozacak yanlış faaliyetler içerisine girmektedir. Kâinatın, bu arada dünyanın, dengesini bozan bizzat insanın kendisidir. İnsanoğlu, doğal dengeyi, kendi kişisel çıkarları ve doymazlığı uğruna altüst etmiştir. Cenab-ı Hakk’ın halife olarak yarattığı ve dünyayı emrine ve korumasına verdiği insanoğlu, yapmış olduğu işler neticesinde tabiatın düzeninin bozulmasına ve yerkürenin yaşanmaz hâle gelmesine sebebiyet vermektedir. Bu da bir manada melekdiyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 69 lerin endişelerinde haklı çıktıklarını kanıtlamaktadır. Hani, Cenab-ı Hak, meleklere: “Ben yerkürede bir halife yaratacağım.” diye emr ü ferman buyurduğunda, melekler: “Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın.” (Bakara, 2/30.) şeklinde, endişelerini dile getirmişlerdi. Dünyanın ekolojik dengesinin bozulması, bu fesadın gerçekleşme şekillerinden biri olarak değerlendirilebilir. Cenab-ı Hak tarafından halife olarak yaratılan insanoğlunun görevi dünyayı ıslah ve imardır. Fakat insanoğlu çıkarcılığı yüzünden bu görevini yerine getirmemektedir. Aksine fesat üretmektedir. Doymak bilmeyen, bozgunculuk peşinde koşan, enerji kaynaklarını ele geçirmek için kan akıtan yozlaşmış insan, hem doğayı alabildiğine tahrip etmekte, hem de dünya barışını altüst etmektedir. Hâlbuki onun görevi salah üretmek, ıslah etmektir. Dönem dönem insanlığa gelen uyarıcı Peygamberler, insana her daim bu görevini hatırlatmışlardır. Kur’an-ı Kerim’de, Hud suresinde ifade edildiğine göre, peygamberlerin insanlığa iletmiş oldukları mesaj, “Bizim ıslahtan başka, salah üretmekten başka, barıştan başka bir amacımız yoktur. Biz sadece ve sadece gücümüz oranında ıslah etmek istiyoruz.” (Hud, 11/88.) mesajıdır. Tahrip edilmiş, yaşanmaz hâle getirilmiş doğa, bir 70 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 anlamda cehennemi ifade etmektedir. Cennet ise bunun zıddıdır. Cennet müminin meskenidir. Cennet fesat için değil, salah için koşan insanın gideceği yerdir. Fesada direnen, yozlaşmaya karşı çıkan, görev ve sorumluluğunu bilinçli bir şekilde yerine getirmeye çalışan, ıslah ve imarı gaye edinen mümin, sonuçta cennete girmeye hak kazanacaktır. Cennet bir anlamda içerisinden nehirler akan yeşilliklerle kaplı doğadır. Cenneti de cehennemi de uzaklarda aramamak gerekir. İnsanın ihya ettiği doğa onun cenneti, tahrip ettiği, yaşanmaz hâle getirdiği doğa ise onun cehennemidir. İnsana emanet olarak verilen doğa, sadece ve sadece insanın yararlanması için yaratılmamıştır. Dünyanın insanın emrine verilmiş olması sadece ona tahsis edildiği anlamına gelmez. Doğada başkalarının da hakkı vardır. İnsan doğayı hem, canlı cansız tüm varlık âlemi ile paylaşmalı hem de doğayı, onların yaşamasına uygun ve elverişli hâle getirmelidir. Doğaya ihtimam göstermelidir. Emanetin anlamı budur. Emanete ihanet, onun elden gitmesine sebep olmaktadır. İnsanoğlunun doğaya ve tabiata acımasız davranmasına karşın, tabiat ona şefkatli davranmaktadır. Tabiat, çoğu yerde “tabiat ana” şeklinde ifade edilmiştir. Tabiatın ana diye ifade edilmesi bir şefkat hissinin dile getirilmesidir. Ana, şefkat demek- tir. Tabiat, ana şefkatini temsil etmektedir. Tabiat ana, insanoğlunun tüm azgınlığına, doymazlığına rağmen ona yine de şefkatle muamele etmektedir. İnsan ise bu şefkate acımasızlık ve nankörlükle cevap vermektedir. hurma bahçeleri duvarlarla çevrilmiş, sebebini sorduğunda, dediler ki: - Ya Rasulallah, bu duvarlar hurmaları başkalarından korumak için yapılmıştır. Herkes hurmasını topladıktan, kendisine bir yıl yetecek miktarda hurmasını alıp evine götürdükten sonra geri kalan hurmalar ne olacak, herkes yıllık ihtiyacını alsın geri kalanı ise fakir fukaraya kalsın. Dolayısı ile fakir fukara kendine yetecek miktarda yıllık hurma ihtiyacını rahatça alabilsin… Canlılar içerisinde şefkati ana, bitkiler içerisinde ise orman ve ağaç temsil etmektedir. Orman ve ağaç tıpkı bir anne gibi şefkatle kucaklar insanı ve gölgesinde serinle- Kâinattaki ahenk ve dengeyi korumakla Bu kısa açıklamanın artir onu. Fakat ne yazık görevli insan, ne yazık ki bu görevini yerine dından Kâinatın Efendisi ki kendisini bedava getirmemekte ve bu doyumsuz insan, kâinatın ilk talimatını verdi. serinleten o masum “Yıkın bu duvarları…” ağaç, doymaz, çıkarcı dengesini bozacak yanlış faaliyetler içerisine ve menfaatperest in- girmektedir. Bu gerçekler genel itibasan tarafından acımarıyla dünya çevre eksenisızca katledilmekteni yansıtmaktadır. Dünya dir. Çıkarcılığın, mengenel ekseninden Türkiye özel eksenine döndüğüfaatperestliğin, doymazlığın günümüzdeki ifadesi müzde, çok yoğun bir doğa tahribi ile karşı karşıise vahşi kapitalizmdir. Vahşi kapitalizm ne yazık ya kalmamız kaçınılmazdır. Türkiye’de doğa tahriki gölgesini satamadığı ağacı kesmektedir. binin adı betonlaşma ve düzensiz kentleşmedir. BiPeygamberimiz ağaç kesmeyi yasaklamıştır. Ağaç zim bu işi, bu yapılaşma ve düzgün kentleşme işini kesmeyi yasakladığı gibi çıkarcılık ve menfaatpe- başaramadığımız ayan beyan ortadadır. Yapılaşma restliği de hoş görmemiştir. Esas olan yardımlaş- ihtiyacı ile doğayı koruma gerçeğini bir arada yümaktır. Komşun aç iken sen tok yatamazsın, men- rütemedik. Bizde yapılaşma, doğa tahribi demekfaatin uğruna doğayı tahrip edemezsin, ağacı kese- tir. Düzgün kentleşme ve yapılaşmayı, doğayı tahmezsin, kanaat etmek, yetinmek zorundasın. rip etmeden başarmış ülkeler var. Uçaktan aşağıya baktığımızda, bazı ülkelerde yemyeşil bir doğa Peygamberimiz’in Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde, Medinelilere vermiş olduğu ilk emir, ilk ta- ile bazı ülkeler de ise, mesela Türkiye’de, düzensiz limat, selamlaşmak ve yardımlaşmaktır. Mekke’de kentleşme ile beton ile yüz yüze gelme bahtsızlığıhurma bahçelerinin etrafında duvar yoktu. Pey- nı yaşamamız, bizim açımızdan, çok ama çok üzügamberimiz Medine’ye göç ettiğinde bir baktı ki cü ve ülkemiz adını doğrusu çok düşündürücüdür. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 71 Kur’an Kavramları Doç. Dr. İsmail Karagöz Rehberlik ve Teftiş Başkanı İtaat Sözlük anlamı “İtaat” kelimesi sözlükte; boyun eğmek, yumuşak davranmak, birinin isteğine, emir ve yasağına isteyerek uymak anlamındadır, “isyan” ve “fısk” kelimelerinin zıddıdır. Din dilindeki anlamı Din dilinde “itaat”; Allah ve peygamberin emir ve yasaklarına isteyerek uymak, yapılmasından dolayı sevap elde edilen herhangi bir ameli yapmaktır. Kur’an’daki anlamı Kur’an’da “itaat” kavramı, övme ve yerme ifadesi olarak kullanılmıştır. İtaat edilenler açısından itaat emredilmiş veya yasaklanmış; insanların ve cinlerin itaat ve isyan edebilmelerine karşılık meleklerin ve diğer varlıkların sadece itaatlerinin söz konusu olduğu bildirilmiştir. 1. Kendilerine itaat edilmesi emredilenler Allah’a, peygambere ve Müslüman yöneticilere itaat edilmesi emredilmiş, bu emre uyanlar övülmüş ve kendilerine mükâfat vaat edilerek itaat teşvik edilmiştir. a) Allah’a ve peygambere itaat Kur’an’da 20 ayette Allah ve peygambere itaat etmek birlikte zikredilmiştir. “Ey müminler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin.” (Nisa, 4/59; Âl-i İmran, 3/32.) “Kim Allah’a ve peygamberine itaat ederse büyük bir 72 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 kurtuluşa ermiştir.” (Ahzab, 33/71.) Peygamberimiz, “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin ve itaatin üzerine sabit kıl” diye dua etmiştir. (Ahmed, VI, 251.) Allah’a ve peygambere itaat, müminlerin en bariz özelliğidir. (Tevbe, 9/71.) “Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve peygamberine çağrıldıkları zaman müminlerin sözü ancak, “işittik ve itaat ettik” demeleridir.” (Nur, 24/51.) İman ettikten sonra Allah ve peygambere itaatten yüz çevirmek, imanla bağdaşır bir davranış değildir. Bunu ancak münafıklar yapabilir. (Nur, 24/4748.) Çünkü Allah’a ve peygamberine itaat, imanın gereğidir. (Enfal, 8/1.) Allah’a ve peygamberine itaat etmeyenler, ahirette pişman olurlar. (Ahzab, 33/66.) Allah’a ve peygamberine itaat; Allah ve peygamberin emir ve yasaklarına, tavsiye ve hükümlerine, helal ve haramlarına uymaktır. Allah’a itaat eden peygambere, peygambere itaat eden de Allah’a itaat etmiş olur. (Nisa, 4/80.), Peygamberimiz (s.a.s.), “Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur, bana isyan eden de Allah’a isyan etmiş olur.” (Buhari, Ahkâm, 1.) buyurmuştur. Peygamberler, kendilerine itaat edilmesi için gönderilmiştir. (Nisa, 4/64.) b) Emir sahiplerine itaat “Ey Müminler! Allah’a itaat edin, peygambere ve sizden (olan) ulü’l-emre itaat edin.” (Nisa, 4/59.) “Ulü’l-emr”; iş, emir ve buyruk sahibi demektir. “Ulü’l-emr” ile kastedilenlerin; raşit halifeler, devlet başkanları, komutanlar, yöneticiler, bilginler ve fakihler olduğu söylenmiş (Taberi, IV, 5/147-150.) ise de ulü’l-emr; askerî, resmî ve sivil her seviyede yönetmek ve emretmek durumunda bulunan her insanı içerir. Ayette, “Allah’a itaat edin” ve “peygambere itaat edin” denilmiş ayrıca “ulü’l-emre itaat edin” denilmeyip “ulü’l-emre” itaat, peygambere itaat ile birlikte zikredilmiş ve “sizden” niteliği ile kayıtlanmıştır. Dolayısıyla itaatin farz olabilmesi için ulü’l-emrin Müslüman olması ve emrettiği şeyin Allah ve peygamberin emriyle örtüşmesi, İslam’a ve aklıselime uygun olması gerekir. Allah’a ve peygambere isyan olan konularda yöneticilere itaat olmaz. Bu sebeple Peygamberimiz (s.a.s.), “Günah olan bir fiil ile emredilmesi hariç müslüman kişinin sevdiği ve sevmediği her konuda itaat etmesi ve söz dinlemesi farzdır. Eğer günah ile emredilirse (Müslüman) bu konuda itaat etmez ve söz dinlemez.” (Müslim, İmare, 38.) buyurmuştur. Çünkü Peygamber (s.a.s.)’in beyanına göre, “Allah’a isyan konusunda insana itaat olmaz. İtaat ancak maruf (İslam’a ve aklıselime uygun olan şeylerde) olur.” (Müslim, İmare, 39.) Mesela bir yönetici içki, hırsızlık, yalan, iftira, zulüm vb günah fiillerin yapılmasını emretse bu emre uyul- maz. Eğer günah olan söz ve fiillere uyulursa emri veren gibi uygulayan da sorumlu ve günahkâr olur. Maruf olan şeylerde yöneticilere itaat, peygambere itaat gibidir. Bu sebeple Peygamber (s.a.s.), “Bana itaat eden Allah’a itaat etmiştir. Bana isyan eden Allah’a isyan etmiştir. Yöneticilere itaat eden bana itaat etmiştir. Yöneticilere isyan eden de bana isyan etmiştir.” (Buhari, Ahkâm, 1.) ve “Yöneticilerinize itaat ediniz.” (Ahmed, II, 93.) buyurmuştur. Müslüman olmayan yöneticilere itaat, dinen farz kılınmamıştır. Bu hususta itaat değil varsa ahde (verilen söze ve yapılan sözleşmeye) riayet söz konusudur. Ancak, Müslüman olmayan yöneticilere itaat dinen farz değil demek onlara isyan edilmesi gerekir anlamına gelmez. (Yazır, II, 1375.) Müslüman nerede yaşarsa yaşasın, emri kimden alırsa alsın ancak İslam’a uygun olanları yapmak zorundadır. Anne babalar, öğretmenler, ustalar, işverenler ve her seviyedeki yöneticiler, “ulü’l-emr” kavramına dâhildir. Çocukların; anne babalarına itaat etmeleri, hatta onlara “öf” bile dememeleri gerekir. Ancak, günah olan bir fiili yapmalarını istedikleri zaman onlara itaat edilmez. (Ankebut, 29/8; Lokman, 31/15.) 2. Kendilerine itaat edilmesi yasaklananlar Kur’an’da Allah’a, peygambere ve Müslüman yöneticilerin maruf olan emirlerine itaatin emredilmesine karşılık müşrik, münafık, kâfir, Hristiyan, Yahudi, bozguncu, günahkâr, müsrif, yalancı ve yalanlayıcı insanlara itaat edilmesi yasaklanmıştır. “Kâfirlere ve münafıklara itaat etme.” (Ahzab, 33/48.) “Ey müminler! Ehli- kitaptan (Hristiyan ve Yahudilerden) herhangi bir gruba itaat ederseniz imanınızdan sonra (onlar) sizi döndürüp kâfir yaparlar.” (Âl-i İmran, 3/100.) “Ey müminler! Eğer inkâr edenlere itaat ederseniz sizi arkanıza (küfre) çevirirler. Bu takdirde ziyana uğrayanlara dâhil olursunuz.” (Âl-i İmran, 3/149.) Bu ve benzeri ayetlerde Allah; kâfir, müşrik, münafık ve ehlikitaba itaat edilmesini yasaklamaktadır. Bunlara itaat; onların İslam’a uymayan inanç, düşünce, söz, eylem ve davranışlarını benimsemek ve uygulamaktır. Nitekim Yüce Allah, “(Ey Peygamberim!) Rabbinin hükmüne sebat et ve onlardan (kâfirlerden) hiçbir günahkâra veya nanköre itaat etme.” (İnsan, 76/24.) buyurmuştur. Burada yasaklanan şey, kâfirlerin küfür ve isyan olan inanç, söz, düşünce ve eylemlerine uymaktır. Küfür ve günah olmayan hususlarda onlara itaatte bir sakınca yoktur. (Beydavi, VI, 427-428.) Din konusunda Allah ve peygamberden başkasının İslam’a uymayan inanç, düşünce ve sözlerini kabul eden, Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını haram kılan kimse, Allah’a bunları ortak koşmuş olur. Çünkü din ve helal haram konusunda Allah’tan başkasını hâkim (hüküm verme, helal ve haram koyma) konumuna yükseltmiş olur. (Nesefî, II, 476-477.) Kendisine itaat edilen birçok insan Allah yolundan saptırılabilir. (En’am, 6/116.) Allah’a isyan konusunda insanlara, büyüklere, liderlere, başkanlara itaat edip doğru yoldan sapanlar, ahirette pişman olurlar. “Keşke Allah’a itaat etseydik ve rasule itaat edeydik.” (Ahzab, 33/66.) ”Rabbimiz! Biz beylerimize ve büyüklerimize uyduk da bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onlara büyük bir lanet eyle.” (Ahzab, 33/6768.) derler. 3. Diğer canlıların itaati İnsanlar gibi cinlerin de Müslüman ve kâfir, itaatkâr ve isyankâr olanları vardır. (Cin, 72/11, 14, 15.) Melekler, Allah’ın emrettiği şeylere isyan etmezler ve emredildikleri şeyleri eksiksiz yaparlar. (Tahrim, 66/6.) İnsan ve cin dışındaki varlıklar ise; yaratıldıkları amaç doğrultusunda hareket ederler, isyanları söz konusu değildir. (Ra’d, 13/15; Fussılet, 41/11.) Yüce Allah, her varlığa bir görev vermiş ve kâinata bir nizam koymuştur. İnsan ve cinlerin iradi hareketlerinin dışında bütün varlıklar, kendilerine verilen görevleri yaparlar ve ilahî nizama uyarlar. Sonuç olarak; insan ve cinlerin dışındaki canlı ve cansız bütün varlıklar, Allah’ın emirlerine isteyerek itaat ederler, ilahî yasalara uyarlar, asla isyan etmezler. Cin ve insanlara itaat ve isyan edebilme yeteneği verilmiş, itaat veya isyan iradelerine bırakılmıştır. Ancak Kur’an’da; Allah, peygamber ve Müslüman olan yöneticilerin, İslam’a ve aklıselime uygun olan emir ve yasaklarına itaat emredilmiş; müşrik, münafık, kâfir, Hristiyan, Yahudi, yalancı, bozguncu insanların İslam’a aykırı olan söz ve buyruklarına itaat yasaklanmıştır. Yapılmasından dolayı sevap elde edilen, Kur’an ve sünnete uygun olan her inanç, söz, fiil ve davranış itaattir, Allah ve peygambere itaat eden ibadet etmiş olur. Kur’an’ın her emir ve yasağına, her ilke ve kuralına uymak itaat ve ibadettir. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 73 Örnek Projeler Halime Karabulut Anlatırsan Anlarım Projesi İşitme engellilerin dinî değerleri öğrenmelerinin yanında ilgi ve yetenekleri doğrultusunda zararlı alışkanlıklar ve ortamlardan uzak durmalarına imkân sağlayan bir çalışma niteliğini de taşımaktadır. G ünlerden cuma, Çorum Müftülüğünden Abdullah Sanar namaz için Merkez Veysel Karani Camii’ne gider. İmam, hutbe için minbere çıktığında, bir kişinin de hemen minberin yanında ayağa kalkarak okunan hutbeyi işaret diliyle etrafındakilere anlatmaya başladığını görür. Namazdan sonra işaret dili çevirmeninin yanına giderek tanışır. Engellilere karşı duyarlılığı ile dikkat çeken bu zat, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olduğunu ve etrafındaki cemaatin de İşitme Engelliler Lisesi öğrencileri olduğunu söyler. Bu durumdan haberdar olan Çorum İl Müftüsü Mehmet Aşık işaret dilini bilen bir ilahiyatçının varlığını büyük bir avantaja çevirmek için proje koordinatörü Abdullah Sanar ile birlikte engellilere yönelik bir proje hazırlamaya karar verirler. Kısa sürede yapılan çalışma ve araştırmalar neticesinde Çorum’da 100’ün üzerinde işitme engelli vatandaş tespit edilir. Ayrıca, Çorum Özel Eğitim Meslek Lisesinde (Ordu, Sivas, Samsun, Kayseri, Yozgat, Çankırı, Kastamonu ve Kırıkkale illerinden gelen) eğitim gören 90 öğrenci de projeye dâhil edilir. Yapılan vaaz ve okunan hutbelerin işitme engelli cemaat tarafından anlaşılmasını sağlamak için, Merkez Murad-ı Rabi Ulu Cami ve İşit74 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 me Engelliler Lisesi yanında bulunan Veysel Karani Camileri seçilir. Projenin daha çok kişi tarafından bilinmesi için, İl Müftüsü Mehmet Aşık, proje koordinatörü Abdullah Sanar ve İl Millî Eğitim Müdürlüğü bünyesinde çalışan işaret dilini de çok iyi bilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni Yakup Meral ile birlikte “Anlatırsan Anlarım Projesi”ni basına tanıtır. Yerel basının büyük ilgi gösterdiği toplantıda, Aşık; Engelli vatandaşların dinî bilgileri öğrenme konusunda sıkıntı çektiklerini, onlara bu hizmeti vermenin boyunlarının borcu olduğunu belirterek, bu projeyi başlattıklarını belirtir. Projeyi ilk etapta işitme engellilere yönelik olarak hazırladıklarını, ilerde görme engelliler için de proje hazırlayacaklarını belirten Mehmet Aşık, engellilere dinî bilgi verebilecek eleman sayısını artırmaya yönelik özel kurslar açmak suretiyle engellilerin dinî bilgilerden mahrum kalmaması için gereken çabayı göstereceklerini belirtir. “Anlatırsan Anlarım Projesi” kapsamında, işitme engellilerin dinî hayatına katkı sağlamak ve doğru dinî bilgiyi sunmak amacıyla; işaret dili ile hutbe ve vaaz anlatımı, bütün engelli grupların ramazan ayı boyunca teravih namazlarını rahat bir şekilde cemaatle kılmalarını sağlamak ve yapılan va- azların ayrıca işaret diliyle anlatılması başta olmak üzere çeşitli hizmetler yürütülmüş, işitme engellilere yönelik iftar yemeği düzenlenmiş ve yaz Kur’an kursu açılmıştır. Dünya Engelliler Gününde ise özel bir program tertip edilmiştir. Bu programda; İşaret dili ile ilahi konseri verilmiş, Kur’an-ı Kerim okunurken panoya ayetler yansıtarak işaret dili ile Kur’an-ı Kerim meali verilmiş ve aynı zamanda Braille alfabeli kabartmalı Kur’an-ı Kerim’den ayetler okunmuştur. Projeye katılan yetmiş işitme engelliye Kur’an-ı Kerim hediye edilmiştir. Proje etkinliklerinin resim ve video kayıtları alınmış ve proje faaliyet kitapçığı basılmıştır. Çorum Müftülüğünün iştirakçi olarak katkı sağladığı Orta Karadeniz Kalkınma Ajansının (OKA) desteklediği ve Millî Eğitim Bakanlığı Modüllü 120 saatlik “Sessiz Dil Projesi” ile Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğünün düzenlediği işaret dili kursuna 2 Kur’an kursu öğreticisi ve 13 Din görevlisi katılarak sertifika almıştır. “Anlatırsan Anlarım Projesi” kapsamında, Çorum merkezde ikamet eden yaklaşık 100’ü aşkın işitme engelli vatandaş ile Çorum Özel Eğitim Meslek Lisesinde (İşitme Engelliler Meslek Lisesi) eğitim gören 90 öğrenci faydalanmıştır. Ayrıca proje kapsamında kamu personeline ve halka yönelik de faaliyetler yürütülmüştür. İşaret dili kursu açılmış, müftülük personeline, kamu kurum ve kuruluşlarındaki personel ile gönüllü vatandaşlara da işaret dili öğretilmiştir. Bu yönüyle proje, kamu kurum ve kuruluşları ile STK’ların, engelliler için işbirliği çalışmalarını gösteren çok değerli bir çalışmadır. Bu proje; işitme engellilerin dinî değerleri öğrenmelerinin yanında ilgi ve yetenekleri doğrultusunda zararlı alışkanlıklar ve ortamlardan uzak durmalarına imkân sağlayan, bedensel, zihinsel, ruhsal ve sosyal gelişimlerini destekleyecek, entelektüel birikimlerini artıracak bir çalışma niteliğini de taşımaktadır. Proje, ilk olarak Millî Eğitim Müdürlüğünden görevli Yakup Meral ve Kerebi Gazi Vakfı üyesi İbrahim Latif Aslan tarafından vaaz, hutbe, dinî konferans ve sohbetlerin işaret diliyle anlatılması ile başlamış ve daha sonraları işaret dili sertifikası alan din görevlileri ve işitme engellilerin katkısı ile devam etmiştir. Bu projeyi başlatma sebebini İl Müftüsü Mehmet Aşık şöyle anlatıyor: “Bir gün yaşlı bir amca yanıma gelerek 40 yaşında işitme engelli bir oğlu olduğunu, kırk yıldır hasta ve yatağa bağlı yaşadığını, o güne kadar da kendisiyle hiçbir iletişim sağlayamadığını, işaret dilini bilmediğini söyledi. Hz. Muhammed (s.a.s)’i anlattığımız bir sohbette ise, işitme engelli bir genç: “Muhammed kim, nerede yaşıyor, ben tanımıyorum onu” deyince bundan derin bir üzüntü duyduk ve böyle bir proje yapmaya karar verdik.” Projenin başlamasını sağlayan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni Yakup Meral ise; işitme engellilerin dinî bilgileri öğrenmekte büyük zorluk çektiğini, onları anlamak ve yardımcı olma noktasında kendilerine destek verenlerin çok az olduğunu fark ettiğinde, engellilere bir nebze olsun yardımcı olmak için, özel bir çaba göstererek işaret dilini öğrendiğini ve elinden gelen bütün gayreti bundan sonra da göstereceğini belirtmektedir. Yakup Meral, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in: “Müminler birbirini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve birbirine şefkat göstermede tek bir beden gibidir. O bedenin bir organı acı çektiği zaman, bedenin diğer organları da uykusuz kalıp acı çekerler.” (Müslim, Birr, 66.) ifadeleriyle işaret ettiği, “kardeşinin derdiyle dertlenen kâmil bir mümin” tavrını sergilemeye devam edecektir. İl Müftüsü Mehmet Aşık, proje koordinatörü Abdullah Sanar, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni Yakup Meral, Kerebi Gazi Vakfı üyesi İbrahim Latif Aslan, projede emeği geçen bütün personel ve katılımcılar biliyor ve inanıyor ki: Âmâ olmak görmeye engel, ortopedik engelli olmak yürümeye engel, işitme engelli olmak duymaya engel… Fakat bunların hiçbiri İslam dinini öğrenmeye ve ibadetlerini yapmaya engel değildir, kendilerine mutlu bir hayat sunabilirsek! Engellilerle doğru iletişim kurar ve onları hayatın her alanına dâhil edebilirsek! Onların saygınlıklarını güvence altına alıp öz güvenlerini geliştiren ve toplumsal yaşama etkin biçimde katılmalarını kolaylaştıran şartları kendilerine sunabilirsek… diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 75 Eskimeyen Yazılar Yahya Kemal Beyatlı Ezan ve Kur’an B irçok günlerimi Ziya Gökalp ile konuşarak geçirdim. Diyarbakır’ın bir harika olan bu oğlu konuştuğu zaman istikbalin muhayyel bünyanını kuran dev gibi bir mimara benzerdi; ilk Müslümanlar gibi mütedeyyin ilk Türkler gibi bani idi. Maziyi arkasına çevirmiş sabit bir bakışla yalnız istikbale bakardı. Maziye karşı daüssılamı hararetle söylediğim bir gün dedi ki: Harabisin harabati değilsin Gözün mazidedir ati değilsin Ben de mazinin kulağıma fısıldadığı bir ses ile cevap verdim. “Ne harabi ne harabatiyim Kökü mazide olan atiyim.” dedim. Bir cevaptan başka bir manası olmayan bu sözde sonraları hissettim ki, küçük bir hakikat varmış. Mütarekeden sonra maziye karşı daüssılam arttı. Kendimi avutmak için tek başıma İstanbul’da geziniyordum. Bu şehirde geçen beş asırlık hayatımızın safhalarını birer birer hissettikten sonra gönlüm bir merhalede tevakkuf etti. Fatih’in Edirne’den İstanbul üzerine yürüdüğü 857 senesinin baharını hissettim. Edirne’den İstanbul üzerine o yürüyüş; yirmi iki yaşında bir çocuk olan o Fatih; Kostantiniyye fethine dair bir hadisin müjdesini hisseden o asker; tarihin en büyük faslını açmaya gelmiş olan o ejder gibi toplar Gelibolu’dan gelen o binbir yelkenli, beyaz donanma; hâsılı o safha kalbimde canlandı. Elli yedi gün süren muhasaradan ihtiyar Akşemsettin’in kocamış bir kartal gibi kollarını açarak top gürültüsüne karışmış bir sesle: “Ya müfettiha’l-ebvab!” diye bağırdığı tepelerden surlara baktım. İhtiyar Karaca Bey’in Rumeli askerlerini yıldırım gibi boşaltarak kırdığı Edirnekapı ve Tekfur Sarayı burçlarının üstünde oturdum. Zağanos Paşa’nın elli yedi gün Türk hamlesiyle yıkmağa çalıştığı Eğri Kapı ve Haliç kulelerini gezindim. Yedikule’den Eyüp’e kadar, Topkapı’dan Edirne’ye kadar, Türk ordularının bir sel gibi taştığı uzun yolda yürüdüm. Topkapı’dan Edirnekapı’ya kadar giden büyük surun orta kapısından şehre girdim. Rumi Mayısın yirmi doku- 76 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 zuncu Salı sabahı şafak sökerken, fetih askeri ilk defa buradan girmiştiler. O şafak vaktini, müthiş mahşeri 857 seneden beri İslam’ın muntazır olduğu o sabahı, o büyük saatleri, o coşkunluğu, o sevinci bütün kalbimle hissettim. Fatih’in büyük tabutunun cephesinde duran destarı, Bellini’nin meşhur resmi kadar canlı bir tasvirin vehmini veriyordu. Fakat bu gördüğüm rüya maizdi. Bir gün Ayasofya minaresinden ezan okunduğunu işittim. 857 senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defa okunmuş olan bu ezan, hal-i vâki’di. Bu ezanı dinlerken Fatih’i asıl manasıyla ilk defa idrak ettim. Yine bir gün padişahımızın Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkü’nü ziyaret ediyordum; uzaktan Kur’an okunuyordu, yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken nereden geldiğini ziyaretimde rehber olan zata sordum. Dedi ki: “Hırka-i Saadet Dairesi’nden geliyor.” Peygamber Efendimiz’in hırkasını sakladığımız cennet gibi yeşil bir odanın Türkkâri penceresi önünde durduk. İçerde iki hafız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş gözlerini yummuş oturuyordu, diğeri diz çökmüş, müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu, rehberime sordum: Hırka-i Saadet önünde Kur’an ne zaman okunur? Dedi ki: “Dört asırdan beri her saat! Geceli gündüzlü.” Yavuz Sultan Selim’in Hırka-i Saadeti Mısır’dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hafız nöbetle Kur’an okur. Türk tarihinde bir dakika bile buradaki Kur’an sesi kesilmemiştir. Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevi temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor! Eskişehir, Afyonkarahisar’ın, Kars’ın genç askerleri siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz! (Bu yazı İstanbul Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü tarafından yayınlanan “Aziz İstanbul” adlı kitaptan alınmıştır.) Diyanet’e Soralım Din İşleri Yüksek Kurulundan Namazda harfleri yerli yerince çıkarmamakla namaz bozulur mu? Namazda Kur’an’dan bir bölüm okumak farzdır. Bu farzın yerine getirilmiş olması için, Kur’an’ın doğru, usulüne uygun olarak okunması gerekir. Okuyucunun dilinin sürçmesi ve yanılmasına zelletülkari veya lahn denir. Namazda yapılan kıraat hatalarının namazı bozup bozmayacağı konusunda fakihler birtakım ölçüler getirmişlerdir. Bunlar şöyle özetlenebilir; Kur’an kasten manası değişecek derecede yanlış okunursa namaz bozulur. Hata veya unutarak yanlış okunması hâlinde ise; (bir harf yerine başka bir harf okunması şeklinde meydana gelen yanlışlıkta), bu kelimenin Kur’an’da bulunup bulunmadığına ve mananın değişip değişmediğine bakılır. Buna göre; bir harf değişir de bu değişiklikle kelimenin manası değişmez ve Kur’an’da da o kelimenin benzeri varsa namaz bozulmaz. Şayet harf değişmekle kelimenin manası bozulmaz, fakat bu kelimenin bir benzeri Kur’an’da yoksa İmam Ebu Hanife ? ve İmam Muhammed’e göre namaz bozulur, İmam Ebu Yusuf’a göre bozulmaz. Eğer harfin değişmesiyle mana değişir ve Kur’an’da da benzeri bulunmazsa namaz bozulur. Diğer yandan namazdaki kıraatlerde sin ve sad gibi mahreç yakınlığı bulunan harflerde, harflerin tam mahrecinden çıkarılamaması durumunda namaz bozulmaz. Fakat âlimlerin çoğunluğu “Allahü ehad” yerine “Allahü ehat” demenin namazı bozacağı görüşünde oldukları için, İhlas suresini okurken “dal” harfini, “te” gibi okumamaya dikkat etmek gerekir. Aynı zamanda mahreç yakınlığı olmamakla birlikte bazı harfler yaygın olarak karıştırıldığı için ayırt etme zorluğu bulunan bu çeşit harflerin birbiri yerine geçirilmesi durumunda birçok fakihe göre namaz bozulmaz. Mesela “dat” yerine “dal”, “zal” veya “zı” harfinin okunması böyledir. Çünkü bu durumlarda zaruret ve kaçınılması mümkün olmayan bir durum (umum-ı belva) vardır. Namazın dışında ve namazda tilavet secdesi nasıl yapılır? Kur’an-ı Kerim okunurken secde ayetlerini okuyan veya dinleyen kimsenin tilavet secdesi yapması vaciptir. Secde ayeti okuyan kişi namazda değilse, ister ayeti okur okumaz, ister daha sonra kalkıp secdeyi yapar. Namaz kılan kişinin namazda secde ayeti okuması hâlinde, secde ayetinden sonra üç ayetten daha fazla okumayıp, rükûya eğilecekse, tilavet secdesine niyet ederek rükûya gider. Yapmış olduğu bu rükû aynı zamanda tilavet secdesi yerine de geçer. Şayet üç ayetten daha fazla okuyacaksa, tilavet secdesine niyet ederek doğrudan secdeye gider ve bir defa secde yaptıktan sonra ayağa kalkıp kaldığı yerden kıraate devam eder. Tilavet secdesi bir namaz olmasa da; taharet, kıbleye dönmek, niyet etmek, avret yerlerinin örtülü ol- ması gibi namazda aranan şartlar tilavet secdesinde de aranır. Ancak tilavet secdesinde iftitah tekbiri sünnettir. Tilavet secdesi yapacak kişi, ellerini kaldırmadan doğrudan doğruya ‘Allahu Ekber’ diyerek bir kere secdeye gidip üç defa “Subhane Rabbiye’l-alâ” dedikten sonra yine ‘Allahü Ekber’ diyerek başını secdeden kaldırır. Böylece tilavet secdesi tamamlanmış olur. Yani tilavet secdesinden sonra teşehhüt (et-Tahiyyatü) ve selam yoktur. Tilavet secdesini gerektiren ayetleri işiten kişi, hemen secde yapmaya fırsat bulamaz ise, “Semi’na ve eta’na ğufraneke Rabbena ve ileyke’l-masir” demesi müstehaptır. O anda yapamadığı secdeyi daha sonra yapar. diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 77 Sehiv secdesini yapmayı unutan birine ne lazım gelir? Yapılması gereken sehiv secdesini yanılarak veya unutarak terk eden bir kimse, eğer selam verdikten sonra gülmek, konuşmak, yönünü kıbleden çevirmek gibi namaza aykırı bir işte bulunursa veya sehiv secdesi yapmaya vakit kalmaz ise, bu kimseden sehiv secdesi düşer. Namazı iade etmesi de gerekmez. Ancak namaza aykırı bir davranışta bulunmadan secdeyi hatırlarsa hemen secde eder. Cemaatle namazda kamet yapılırken ne zaman ayağa kalkılır? Cemaatle kılınan namazda, cemaatin namaz için ayağa ne zaman kalkacağı hususu, adap ve müstehaplarla ilgilidir. Müezzin “haydi kurtuluşa” anlamına gelen “hayye ale’l-felah” cümlesini söylediğinde imam ve cemaat ayağa kalkar, imam namaza başlar, cemaat da ona uyar. Ancak namaza kametin bitiminde başlanması da caizdir. Kameti getiren aynı zamanda imamlık da yapacaksa kamet bitince namaza durulur. Şafii mezhebine göre ise kamet bittikten sonra namaz için ayağa kalkmak müstehaptır. İmam ayağa kalkmadan yahut henüz gelmeden cemaat namaz için ayağa kalkmamalıdır. Peygamberimiz (s.a.s.): “Namaz için kamet getirildiğinde beni görmeden ayağa kalkmayın.” (Buhari, Ezan, 22.) buyurmuştur. Ancak imamdan çok da geri kalmamalı; imam ile birlikte namaza başlayacak şekilde hazır olabileceği kadar bir süre önce yerinden kalkmalıdır. Kazaya kalan namazlar cemaatle kılınabilir mi? Namaz belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken bir farz olduğu için, bir mazeret olmaksızın tembellik ve ihmal yüzünden namazı vaktinde kılmayan kimse günahkâr olur. Hz. Peygamber (s.a.s.) uyuyakalma ve unutmayı bir mazeret kabul etmiş ve bu iki sebepten biriyle bir namazın vaktinde kılınamaması durumunda, hatırlanıldığı vakit kılınmasını söylemiştir. Hz. Peygamber’in bu husustaki ifadesi şöyledir: “Biriniz uyuyakalır veya unutur da bir namazı vaktinde kılamaz ise, hatırladığı vakit o namazı kılsın; o vakit, kaçırdığı namazın vaktidir.” (Buhari, Mevakit, 37; Müslim, Mesacid, 314-316.) İmamla aynı vaktin namazını kılıyor olmak kaydı ile kazaya kalan namazlar cemaatle kılınabilir. Nitekim Hendek Savaşı’nın zor şartları altında Rasulüllah (s.a.s.) dört vakit namazı kılma fırsatı bulamamış; bilahare şartlar uygun hâle gelince de bu namazları ashabına cemaatle kıldırmıştır. Abdullah b. Mesud’un olayla ilgili rivayeti şöyledir: “Müşrikler, Hendek Savaşı’nda Rasulüllah’ı dört vakit namaz kılmaktan alıkoydular. Nihayet, gecenin bir kısmı geçtikten sonra Bilal ezan okudu ve kamet getirdi; Hz. Peygamber ikindiyi kıldırdı; sonra Bilal kamet getirdi, Hz. Peygamber akşam namazını kıldırdı; sonra Bilal yine kamet getirdi, Hz. Peygamber yatsı namazını kıldırdı.” Kaza edilecek olan namazlar arasında bir sıra takip etmek şart mıdır? Kaza edilecek namazlar arasında sıra gözetilip gözetilmeyeceği bu namazları kılacak kimsenin durumuna göre değişir. Buna göre sahib-i tertip kimseler yani daha önce vaktinde kılmadığı bir namaz üzerinden başka bir namaz geçirmemiş veya en fazla beş vakit namaz geçmiş olanlar vaktinde kılamadıkları ilk namazdan başlayarak sırayla kılarlar, ardından içinde bulundukları vaktin farzını kılarlar. Sahib-i tertip olanlar için bu sıraya uymak vaciptir. 78 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 Sahib-i tertip olmayan yani altı vakit veya daha çok namazı kazaya kalmış olan kimselerin ise, bu namazları kaza ederken tertibe riayet etmesi gerekmez. Eğer sadece vaktin farzını kılacak kadar bir zaman kalmışsa bu takdirde kaza namazlarını değil önce vaktin namazını kılar. Kişi altı vakitten fazla kazaya namaz bıraktığında sahib-i tertip olmaktan çıkar. Bu durumda dilediği vakitte dilediği namazın kazasını kılabilir. Şafii mezhebine göre ise tertibe riayet vacip değil müstehaptır. Kitaplık Ahmet Vural Türkiye’de Siret Yazıcılığı Siret Sempozyumu-I İ slam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)’in hayatının bir başka ifade ile ‘siretin’ en iyi şekilde bilinmesi ve tanıtılması Müslümanlar başta olmak üzere bütün insanlık için ehemmiyet arz etmektedir. Türkiye’de geçmişte olduğu gibi bugün de Hz. Peygamber’in hayatını, dönemini ihtiva eden araştırmalar yapılarak gerek kitap, makale, deneme gibi yazılı; gerekse şiir, nesir, sinema, tiyatro, çizgi film gibi edebî ve sanatsal eserler ortaya konulmaktadır. Bu minvalde Hz. Peygamber’in vahiy ile getirdiği Kur’an’ın ve üstlendiği misyonun farklı zümrelere nasıl anlatılması gerektiğini değişik bakış açısıyla ele alabilmek amacıyla düzenlenmiş olan “Türkiye’de Siret Yazıcılığı” sempozyumunda sunulan tebliğler ve tartışmalar Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları tarafından kitap hâline getirilmiştir. Türkiye’de Siret Yazıcılığı Sempozyumu-I yaklaşık otuz akademisyenin emeği ile sunulmuş geniş katılımlı bir çalışmanın ürünüdür. Eser, açılış ve protokol konuşmalarını, yedi oturumda akademisyenler tarafından sunulan tebliğleri ve nihayetinde yapılan değerlendirme-kapanış konuşmalarını içermektedir. Oturumlarda ele alınan konular şunlardır: I. Oturumda Osmanlı’dan Günümüze Siret Yazıcılığı, II. Oturumda Türkiye’de Siret Yazarları, III. Oturumda Siretin Neliği ve Sorunları, IV. Oturumda Siret Yazıcılığının Eleştirisi, V. Oturumda İnterdisipliner-Pedagojik ve Görsel Açıdan Siret Ya- zıcılığı, VI. Oturumda Doğu’da ve Batı’da Siret Yazıcılığı, Etkileri, VII. Oturumda ise Siret Yazıcılığında Anokronizm-Kronoloji-Malzeme. Kitapta yer alan bildiriler, bir siyer denemesi veya Hz. Muhammed’in hayatına dair bilgileri ele alan araştırmalar değildir. Aksine, onun hayatının çocuklardan yetişkinlere kadar değişik yaşlardaki insanlara nasıl anlatılması, öğretilmesi gerektiği üzerine yapılan tartışmaları ele alan tebliğleri ihtiva etmektedir. Ayrıca İslam Peygamberi’nin gelecek kuşaklarca nasıl anlaşılması ve anlatılması gerektiği üzerine ortaya atılan yeni görüşlerin ve düşüncelerin ele alınmasını gündeme taşıyan bildirileri bir araya getirmiş bulunmaktadır. Türkiye’de Siret Yazıcılığı Sempozyumunda siyer yazımında ön plana çıkan temaların, üslubu itibarıyla siyer yazım çeşitleri gibi güncel konuların ve sorunların yanında; kaynakların kullanılmasının, disiplinler arasında yardımlaşmanın ve yöntem tartışmalarının da ele alınarak farklı görüşler sunulması önemlidir. Türkiye’de Siret Yazıcılığı Sempozyumu isimli eser, gelecekte bu konular üzerine araştırma ve inceleme yapacak olanlara ışık tutacak ve Hz. Peygamber’in vahiyle getirdiği misyonun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. (Türkiye’de Siret Yazıcılığı Sempozyumu-I, TDV Yayınları, Ankara 2012,762 s.) diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 79 Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı H z. Muhammed (s.a.s.)’in hayatın gerçekleri içinde doğru bir şekilde tanıtılmasını ve anlaşılmasını sağlamak, onun evrensel niteliğe sahip olan faaliyetlerini, davranışlarını ortaya koymak amacıyla Prof. Dr. İbrahim Sarıçam tarafından kaleme alınan “Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı” (440 s., DİB yay., 2012.) adlı kitabın Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlarından 7. baskısı yapılmıştır. Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı; kullanılan kaynaklar açısından zengin, olayların doğru bir şekilde tespit edilmeye çalışıldığı, her şeyden önce genel kabul görmüş, doğru ve sağlam kabul edilen rivayetlerin esas alındığı bir çalışmanın ürünüdür. Sarıçam, eserini “hayatı”, “kişiliği”, şeklinde klasik birkaç bölüme ayırmak yerine, birbiriyle bağlantılı konuları ardı ardına sıralayarak ana başlıklar altında vermektedir. Hicret’e kadarki kısım- 80 diyanet aylık dergi • Nisan 2014 • sayı 280 da konuları “Hz. Muhammed’in Peygamber Olarak Gönderildiği Ortam”, “Peygamberliğine Kadar Hz. Muhammed”, “Peygamberliğin Mekke Dönemi” başlıkları altında kronolojik olarak vermiş, Medine döneminde ise “Hz. Muhammed’in Örnek Kişiliğinden Kesitler”, “Hz. Muhammed’in Aile Hayatı”, “Toplumsal Sorunlar Karşısında Hz. Muhammed” gibi başlıklarla sistematik olarak sunmuştur. Çalışmasında imkânlar ölçüsünde görsel malzeme kullanmış, mekânları tanıtıcı resim, harita ve şekillere yer vererek konuların daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır. Hz. Peygamber’in hayatının ve faaliyetlerinin ele alındığı bu eserde, Hz. Peygamberi (s.a.s.) ağırlıklı olarak savaşlarıyla tanıtmaktan ziyade savaş dışındaki faaliyetlerine de yer verilerek Peygamberimizin adil, barışçı, çevreci, vs. kimliği de vurgulanmıştır. Sarıçam; duru, anlaşılır ve akıcı bir üslup kullanarak birçok insanın keyifle okuyacağı bir eseri istifadeye sunmuştur. Hz. Muhammed’in tarihî kişiliğini ve bu kişilik çerçevesinde gerçekleştirdiği faaliyetleri ile örnek davranışlarını günümüz kuşağına en doğru biçimde aktarmaya çalışarak, ülkemizde Hz. Peygamberle (s.a.s.) ilgili yapılan çalışmalara katkıda bulunmuştur. Müşterek Râvi Teorisi Ve Tenkidi Fatma Kızıl Ankara 2014 İsam Yayınları s: 543 İslâm Düşüncesinin Dönüşüm Çağında Fahreddin Er-Râzî Editör: Ömer TÜRKER Osman DEMİR Ankara 2013 İsam Yayınları s: 615 Başkaları İçin Ağlayabilmek Doç. Dr. Halil Altuntaş Ankara 2011 Diyanet Vakfı Yayınları s: 320 Türkiye’de Misyonerlik Faaliyetleri Komisyon Ankara 2005 Diyanet Vakfı Yayınları s: 160