TURK MALI ANAYASA.indd

advertisement
GELİŞEN TÜRKİYE
VE
YENİ ANAYASA
2012
Türk Mallarının Tanıtımı ve
Kullanılmasını Teşvik Derneği
Yayın No: 1 - 2012 - İstanbul
GELİŞEN TÜRKİYE VE YENİ ANAYASA 2012
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Yayın no: 1
Yazarlar
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş
T.B.M.M. Anayasa Komisyonu Eski Üyesi
Erdoğan Erdoğdu
Türk Mallarının Tanıtımı ve
Kullanılmasını Teşvik Derneği Başkanı
Genel Yayın Yönetmeni
Kitap Editörü
Proje Sorumlusu
Kitap Tasarım
Nevzat GÖKALP
Yaşar CELEP
Av. M. Veysel GÜLDOĞAN
Recep ÖNDER
ISBN 978-605-4357-05-5
Birinci Basım Aralık 2011
İkinci Basım Mart 2012
Baskı ve Cilt Acar Grup Basım Sanayi ve Ticari Yatırımlar A.Ş.
Adres: Beysan Sanayi Sitesi Birlik Caddesi No: 26
Acar Binası Haramidere/Beylikdüzü İstanbul
Tel: 0212 422 18 34 - 422 18 00 (pbx)
www.acar-group.com
TÜRK MALLARININ TANITIMI VE KULLANILMASINI TEŞVİK DERNEĞİ
Muradiye Mah. Hüsrevgerede Cad. Kalıpçı Sk. No: 54 Nişantaşı - İstanbul
Tel: 0212 258 93 54 - Faks: 0212 258 93 44
Kütük Nu: 34-112-115
www.türkmalı.com.tr • www.turkmallari.org
facebook.com/Türk Malı
twitter.com@TURKMALIDERNEGI
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş 1933 yılında Ankara’da doğdu. İlk ve
Orta Öğrenimini Ankara’da yapan Nevzat Yalçıntaş, Ankara Ticaret Lisesi’nden mezun oldu. İstanbul Yüksek Ticaret ve İktisat
Okulu’nu 1954’de bitirdikten sonra Fransa Caen Üniversitesi Hukuk ve İktisadi İlimler Fakültesi’ndeki Doktorasını 1957 yılında
Pekiyi derece ile tamamladı.
Akademik yaşamına Ankara’da başlayan ve kısa bir süre sonra
İstanbul Üniversitesinde görev alan Nevzat Yalçıntaş 1958-1960
yılları arasında Genel Kurmay Başkanlığı Araştırma ve Geliştirme Kurulu’nda Araştırmacı olarak vatanî hizmetini yaptı. Yedek
Subaylık görevi sonrasında 1962-1963 yılları arasında Doçentlik
Çalışmaları için İngiltere’de Londra Üniversitesi London School of
Ekonomics and Social Sciens’de bulundu.
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, 1958 yılında Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü İktisat Uzmanı olarak ilk defa devlet görevine başlamış,
arkasında sırasıyla; İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyeliği (1960-1998), Devlet Planlama Teşkilatı Sosyal Planlama Daire Başkanı (1968-1970), Vekaleten İktisadi Planlama
Daire Başkanı (1969-1970), Avrupa Göçmen İşçiler Kurulu Üyeliği (1973-1975), TRT Genel Müdürlüğü (1975), İslam Kalkınma
Bankası Araştırma ve Eğitim Ensititüsü Kurucu Başkanlığı (19821986), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanlık Baş Müşaviri ve Yüksek İstişare Kurulu Başkanlığı (1986-1990) görevlerini
yerine getirmiştir.
Türkiye’yi dünyanın birçok ülkesinde çeşitli uluslararası kuruluş
ve toplantılarda temsil eden Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, ülkemiz
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
3
içinde ve dışında özel sektör kuruluşlarında üst düzey yöneticilik
ve danışmanlık görevlerinde bulunmuştur. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, 1996-1998 yılları arasında da Türkiye Gazetesi’nde başyazarlık yapmıştır.
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, 1995 yılınında Türkiye ve Suudi Arabistan arasında Türk kamyon şoförlerinin Captagon isimli uyuşturucu haplarla yakalanması sonucunda meydana gelen “İdam
Krizi”nde dönemin Başbakanı Tansu Çiller ve Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel tarafından “Olağanüstü Arabulucu” olarak
Suudi Arabistan’a gönderilmiş ve Devlet Başkanı protokolüyle
karşılanmıştır. Yalçıntaş, Suudi Arabistan Veliahd Prensi Abdullah ile Türkiye adına görüşme yaptıktan sonra Prens Abdullah:
“Sayın Yalçıntaş, Cumhurbaşkanımıza ve Başbakanınıza sizin
gibi bir dostumuzu gönderdikleri için teşekkürlerimizi iletin”,
diyerek uğurlamıştır. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın “Olağanüstü
Arabulucu”luğuyla çözümlenen “İdam Krizi” O’nun uluslararası
ilişkilerde etkili ve saygın bir yere sahip olduğunun bir delilidir.
Neticede 50’ye yakın idama mahkum edilmiş ve cezaları kesinleşmiş Türk şoförlerinin hiçbiri infaz edilmemiştir.
1998 yılında Fazilet Partisi’nin yaptırmış olduğu bir kamuoyu araştırmasında, halkın siyasette en çok görmek istediği “akademisyen”
olarak öne çıkan Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş kendine birçok parti tarafından yapılan teklifler arasında Fazilet Partisi’ni tercih ederek
TBMM’ne 1999 Genel Seçimlerinde İstanbul Milletvekili olarak
girmiştir. 2000 yılında Cumhurbaşkanlığına aday olan Yalçıntaş,
2002 genel seçimlerinde AK Parti’den tekrar İstanbul Milletvekili
olarak TBMM içinde yer almışır. 2007 genel seçimlerinde ise kendi
isteği ile milletvekili adayı olmamıştır. AGİT (Avrupa Güvenlik ve
İş Birliği) Parlamentosu’nda da Başkan Yardımcılığı görevini yürütmüş olan Yalçıntaş,halen merkezi Almanya’nın Köln şehrinde
bulunan “Avrupa Müslümanlar Birliği” (EMU) ve Hollanda’daki
“Rotterdam İslam Üniversitesi”nin Şeref Başkanıdır.
4
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
İÇİNDEKİLER
Önsöz
7
TBMM Başkanlığı’na Dilekçe
Türk Tarihi
11
13
Türk Devleti
25
Türk Kültürü
29
T.B.M.M Anayasa Komisyonu Eski Üyesi Prof. Dr. Nevzat
Yalçıntaş Hocamızın Hazırladığı ve T.B.M.M Başkanlığına
Sunduğumuz Yeni Anayasa Çalışması 35
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa
35
ÖNSÖZ
37
1. Millet Bütünlüğünün Tam ve Devamlı Sağla­namaması 39
2. Anayasal Düzenin Milli İradeye Dayalı ve
İs­tikrarlı Olarak Gerçekleştirilmemesi 40
YENİ ANAYASANIN BEŞ ESASI 43
1. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin İstiklali (İstiklal prensibi) 46
2. Vatan Toprakları ve Milletin Bölünmezliği (Bütünlük Prensibi) 46
3. Demokrasi ve İnsan Haklarına Dayalı Cumhuriyet
(Cumhuriyet Prensibi) 47
4. Ortak Milli ve Manevi Değerlerimiz (Kimlik) 47
5. Gelişmiş Türkiye ve Güçlü Ordu 48
TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI -TEKLİFLER- 49
BAŞLANGIÇ 51
Başlangıç Gerekçe 51
Devletin Adı ve Şekli 52
Omzumdaki Gözyaşları 58
Türklük ve Etnisite 63
Değiştirilme Hükmü ve Darbeler 67
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
5
Eşitliğin Korunması 68
Din ve Vicdan Hürriyeti 70
İKİNCİ BÖLÜM VE MÜTEAKİP KISIMLAR 75
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Hayat 75
Devletin Görevi 76
Ailenin ve Çocukların Korunması 76
Türkçenin Yaygınlaştırılması 78
42. Maddeye Ek 79
İlim, Araştırma ve Öğretim Hürriyeti 81
Yüksek Öğretim Koordinasyon Kurulu 82
Yabancıların Durumu 85
Sendikalar ve Toplu Sözleşme 90
İşçi ve İşveren İlişkileri 91
Tarih, Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması 92
Seçimler ve Siyasi Faaliyette Bulunma Hakları 93
Siyasi Partiler 93
Siyasi Parti Faaliyetleri 95
Türkiye Büyük Millet Meclisi 96
Milletvekili Sayısı 97
Milletvekili Yaşı ve Mezuniyeti 97
And İçme 98
Cumhurbaşkanı Görev ve Yetkileri 98
Milli Savunma 99
Genelkurmay Başkanlığı 100
Kurumlar 101
Anayasa Mahkemesi 101
Geçici Hükümler 101
TÜRK DİLİ KONUŞAN ÜLKELER İŞBİRLİĞİ KONSEYİ’NİN
KURULMASINA DAİR NAHÇIVAN ANLAŞMASI -ORJİNAL METİN- 103
6
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
ÖNSÖZ
Anayasalar devletlerin temel ilke ve kurumlarını düzenleyen,
kişilerin haklarını güvence altına alan üstün hukuk kurallarından
oluşur. Demokratik bir anayasa, ülkedeki belli başlı tüm toplumsal kesimlerin üzerinde uzlaştığı bir toplum sözleşmesi niteliğindedir. Yalnızca belli bir kesimin görüşleri doğrultusunda oluşturulan bir anayasa, yakın tarihimizdeki örneklerden görülebileceği
gibi, ne kamu barışını korumada başarı sağlayabilir, ne de uzun
ömürlü bir belge olabilir. Bir anayasanın kendisinden beklenen işlevi yerine getirmesi, yani devlet organlarının uyumlu çalışması,
ülke fertlerinin haklarını güvence altına alması ve iç barışı sağlaması, ancak bütün toplumsal kesimler tarafından sahiplenilmesi,
korunması ve yüceltilmesi ile mümkündür.
Milletin “benim anayasam” diye sahiplenmediği hiçbir belge,
bir anayasadan beklenen işlevleri yerine getiremez. Vatandaşların
sahip çıkacağı, toplum sözleşmesi niteliğindeki bir anayasa, hem
hazırlanma yöntemi, hem de içeriği bakımından bazı özellikler taşımalıdır.
Tüm vatandaşların sahipleneceği, yönetenlerin kendilerini
tartışmasız bağlı hissedeceği çağdaş bir anayasa, ancak özgür ve
demokratik bir ortamda, tüm toplum kesimlerinin yapım sürecine
katıldığı bir yöntemle ortaya çıkabilir. Son Anayasamız olan 1982
Anayasası’nın en çok eleştirilen yönlerinden biri, demokrasinin askıya alındığı, özgür tartışma ortamının bulunmadığı bir ortamda
hazırlanmasıydı.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
7
Demokratik bir anayasanın hazırlanmasında en sağlıklı yol,
anayasa metninin nispi temsil sistemine göre seçilen ve yalnızca
bu konuda yetkili kılınan bir Kurucu Meclis tarafından kaleme
alınmasıdır. Belli başlı tüm toplum kesimlerini temsil edecek bir
Kurucu Meclis, güncel politik baskı ve tartışmalardan uzak bir
şekilde, Milletin geleceğini ve uzun vadeli çıkarlarını düşünerek
gerçek bir toplum sözleşmesi niteliğindeki anayasa metnini ortaya
çıkarabilir.
21. yüzyılda Türkiye’ye kılavuzluk edecek çağdaş bir anayasa,
Cumhuriyet’in kazanımlarını koruyan, bu kazanımları yeni ilke ve
kurumlarla geliştiren bir metin olmalıdır, çoğulcu, özgürlükçü ve
demokrasi hedefinden uzaklaşmamalıdır.
Yeni anayasanın, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ve demokrasinin
sağlıklı işlemesinin bir gereği olarak yargı bağımsızlığını güçlendirmesi gerekir. Bağımsız yargı, demokrasinin ve hukuk devletinin güvencesidir.
Türkiye, bulunduğu coğrafyadaki gücünü ve saygınlığını laik
ve demokratik bir ülke olmasından alıyor. Toplum barışının, inanç
özgürlüğünün, akla ve bilime göre örgütlenen çağdaş bir toplum
düzeninin güvencesi olan laiklik, Cumhuriyet’in en temel kazanımlarından biridir.
Türkiye 40 yılı aşkın süredir, Devleti vatandaşlarına insanca
bir yaşam düzeyi sağlamakla görevlendiren anayasal kurallara
sahiptir. Anayasamızdaki sosyal devlet ilkesi ve sosyal haklar,
onurlu ve insanca yaşama düzeyinin vazgeçilmez araçlarıdır. Yürürlükteki anayasada yer alan sosyal haklar, bugüne kadar çok
yetersiz düzeyde gerçekleştirilebilmiştir. İçinde bulunduğumuz
küreselleşme süreci, zaten sosyal hakları olumsuz yönde etkilemektedir. Yeni anayasanın bu olguyu dikkate alarak sosyal hakları güçlendirmesi gerekmektedir.
Çağdaş demokrasi çoğulcu demokrasidir. Çoğulcu demokraside
hükümet, ülkeyi yöneten güçlerden yalnızca biridir. Hükümetin
yanı sıra yargı organları, parlamento, özerk kuruluşlar, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, sendikalar, dernekler gibi
8
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
sivil toplum kuruluşları da ülke yönetiminde doğrudan ya da dolaylı biçimde etkilidir. Hükümet bütün bu aktörlerin uyum içinde
çalışmasını gözetmek ve anayasal ilkeler doğrultusunda yönlendirmekle yükümlüdür.
Herkesin tüm insan haklarından yararlanması, çağdaş demokratik devletin temel özelliklerinden biridir. Anayasaların en
önemli işlevlerinden biri de vatandaşların hak ve özgürlüklerini
güvence altına almasıdır. Anayasa, 2000’li yıllarda insan onuruna yönelen yeni tehditleri dikkate alarak yurttaşları bu tehditlere
karşı koruyacak yeni hakları güvence altına almalıdır.
Türkiye’nin kalkınması, gelişmesi, çağdaş uygarlık yolunda
emin adımlarla yürümesi için, ciddi reformlara ihtiyacı vardır.
Türkiye’ye 21. yüzyılda kılavuzluk edecek çağdaş bir belge olacak
yeni anayasanın yalnızca devlet kurumlarının işleyişini düzenlemekle yetinmeyip, toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmesine rehberlik etmesi vatandaşların en büyük beklentisidir.
Anayasa önerisinde, toplumun duyarlı olduğu konular olan milletvekili dokunulmazlığının çağdaş ülkelerdeki gibi sınırlanması,
siyasal partilerin lider sultasından kurtarılarak demokratikleştirilmesi, cinsiyet eşitliğinin sağlanması, seçim sisteminin temsilde
adaleti sağlayacak biçimde yeniden düzenlenmesi ve vatandaşların hak arama yollarını genişletmelidir.
Yeni Anayasa Cumhuriyet’in kazanımlarını, sosyal hakları,
hukukun üstünlüğü ilkesini, yargı bağımsızlığını, laikliği, devlet
kurumlarının uyumlu ve dengeli işleyişini düzenleyen bir barış ve
güvence kontratı olmalıdır.
Yeni Anayasa çalışmalarını yürütmek üzere Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nde, Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurulmuştur.
Anayasa yapım sürecine ilişkin usul ve esaslar bütün ayrıntıları
ile bu komisyonda ve Türk Kamuoyunda tartışılmaya başlanmıştır.
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği olarak, TBMM Başkanı Sayın Cemil ÇİÇEK’in bütün vatandaşları bireysel veya örgütlü bir şekilde aktif olarak yeni anayasa yapım sürecine katılma çağırısına uyarak görüşlerimizi bildirme kararı aldık.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
9
Çağımızın Dede Korkut’u, milletimizin yetiştirdiği önemli ilim,
fikir ve hizmet adamı, T.B.M.M Anayasa Komisyonu Eski Üyesi ve
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği Danışma Kurulu Başkanı çok kıymetli Prof. Dr. Nevzat YALÇINTAŞ
hocamızın hazırlamış oldukları ve T.B.M.M Başkanlığı’na kendilerinin de ayrıca sunduğu Yeni Anayasa Çalışması’nı esas alarak
30.12.2011 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na
sunduğumuz bu çalışmayı kitap haline getirerek milletimizin de
istifadesine sunmak istedik.
Yüce Milletimize hayırlar getirmesi dileğiyle.
Erdoğan ERDOĞDU
İstanbul, 2012
10
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
TBMM BAŞKANLIĞINA
Ankara
12 Haziran 2011 seçimleri öncesinde bütün siyasi partilerimiz tarafından gündeme getirilen yeni bir anayasa yapılması konusu, seçim sonrasında da gündemin en önemli
maddelerinden biri olmuştur. Türkiye’de ilk defa halkın da
katılımıyla bir anayasa yapılacak olması, sürece ilişkin usul
ve esasların iyi tespit edilmesini zorunlu kılmaktadır.
Yeni Anayasa çalışmalarını yürütmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsil edilen 4 siyasi parti üye bildirmiş ve Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurulmuştur. Anayasa yapım sürecine ilişkin usul ve esaslar bütün ayrıntıları ile bu Komisyonda ve Türk Kamuoyunda tartışılmaya
başlanmıştır.
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
olarak, TBMM Başkanı Sayın Cemil ÇİÇEK’in bütün vatandaşları bireysel veya örgütlü bir şekilde aktif olarak yeni
anayasa yapım sürecine katılma çağırısına uyarak görüşlerimizi bildirme kararı aldık.
Bu çerçevede, milletimizin yetiştirdiği önemli ilim, fikir,
hizmet ve siyaset adamı T.B.M.M Anayasa Komisyonu Eski
Üyesi, Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik
Derneği Danışma Kurulu Başkanı çok kıymetli hocamız,
Prof. Dr. Nevzat YALÇINTAŞ hocamızın izni ile kendilerinin hazırlamış oldukları ve T.B.M.M Başkanlığı’na sunduğu
Yeni Anayasa Çalışması’nı esas alarak önerimizi Yüce Meclisimize sunmayı bir görev kabul ediyoruz.
Saygılarımızla.
Erdoğan Erdoğdu
Başkan
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
11
TÜRK TARİHİ
Bundan 2220 yıl önceydi. Genç bir hükümdar Asya bozkırlarında güçlü bir devlet kurdu. Hükümdarın adı Mete idi ve Türk
Milleti ona Oğuz Han dedi. Oğuz, Türk Milletinin tarihte adı bilinen ilk Mehmetçiğiydi ve buna hürmeten Türk soyu, hep onun
destanlardaki adını sahiplenerek anıldılar: Oğuzlar…
Oğuz kelimesi bir rivayete göre Ok kökünden türemişti ve birinci çoğul kipiyle anılıyordu (Ok-uz). Çünkü Türk töresinde yay
tabi olunanı (kağan ve hükümdarı), ok da tabi olanı (millet ve
orduyu) temsil ederdi. Böylece Oğuz, baştan başa bir ordu milletin
adı oluyordu.
Oğuz Devleti’nin kuzey komşusu olan Tunghular, iç savaşlardan sonra genç hükümdar Mete’nin elinde kalan Hun Devleti’nin
ezeli rakibi idiler. Hunları mahvetmek için daima fırsat kolluyorlardı. Tecrübesiz kağan Mete’ye bir elçi gönderip ondan en sevdiği
atlardan birini istediler. Türk töresinde at verilmezdi; bu bir savaş
çığlığı demekti. Mete aksakallar kurultayına danıştı. Güngörmüş
bilgelerin kararı kesindi: “Türk töresinde at verilmez, savaşılır!”
Mete, bu karara karşı çıkarak atı vermeyi tercih etti. Milletini mevsimsiz ve hazırlıksız bir savaşın içine sürükleyerek zaafa uğratmak
istemiyordu. Tunghular atı alınca daha da cesaretlendiler ve bu sefer Mete’den kadınını istediler. Kurultay yine “Olmaz, savaşalım!”
dedi. Mete, onları yine şaşırttı ve en sevdiği hatununu gönderme
yolunu tuttu. Oğuz İli’nde taşlar yerinden oynamaya başlıyordu;
halk onurlarının incindiğini düşünüyor, “Töre bozuldu!” diye söyleniyordu. Genç hükümdarın işi gerçekten zora girmişti.
Bu arada Tunghulardan bir elçi heyeti daha geldi. Bu seferki
talepleri toprak idi. İki ülkenin arasındaki sınıra yakın bir yerde,
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
13
çorak bir arazi vardı. Hiçbir işe yaramayan, ekilip biçilmeyen bir
yerdi. Kurultay, atını ve hatununu veren Mete’nin bu araziyi de
vermesinde bir mahzur görmediler; “Verelim, savaşmaktan iyidir!”
dediler. Ama Mete şiddetle karşı çıktı ve Oğuz adıyla tarihe geçmesinin kapısını aralayan kararını açıkladı:
At ve kadın benimdi, benim şahsî sevgim ve sevgilimdi; ama
toprak milletindir. Bağrıma taş basarak sevgimi bastırabilirim,
ama milletin bağrına taş basmak bir hükümdara yakışmaz. Onun
birliği ve bütünlüğü, saadetinin temeli olan vatan sevgisine dayanır. En işe yaramayan bir parçası da olsa vatanın tek karışı düşmana verilemez; savaşacağız!
Savaştılar ve yendiler. Orta Asya’da o zamana dek yaşamış en
büyük devlet olan Oğuz Devleti işte bu savaştan sonra, o çağa ait
Misak-ı Milli’nin hızı ve ideali ile kuruldu.
Bugün Türkiye’de yaşayan Türklerin ataları Büyük Selçuklu
İmparatorluğu’nu kuran Oğuz Türkleridir. Oğuzlar, Göktürkler
zamanında onların idaresine bağlı olarak Selenge Irmağı boylarında yaşıyorlardı. Bütün Türk boyları içinde Göktürk iktidarına en
çok baş kaldıranlardan biri de Oğuzlardı. En sonunda Uygurlar’la
birlikte Göktürk ailesinin saltanatını yıktılar ve Türk Devleti’ne
hâkim oldular. Sonraları Kırgız boyundan Türklerin baskısıyla
Oğuzlar daha batıya, Seyhun Nehri civarına göçmek zorunda kaldılar ve oraya yerleştiler. İçlerinde büyük bir bölümü Kuzey Karadeniz üzerinden Ukrayna ve Balkanlara gitti. Avrupalıların “Uz”
dedikleri bu Oğuz kitlesi zamanla Hıristiyan olarak kayboldu, bir
kısmı Bizans ordusunda hizmet ederken Malazgirt Savaşı’nda akrabaları olan Selçuklu Oğuzları’nın tarafına geçtiler.
Hazar Kağanlığı’na bağlı olan Oğuzlar, XI. yüzyıl başlarken bu
kağanlığın dağılmaya yüz tutmuş olması dolayısıyla dağınık bir
halde bulunuyorlardı. Doğularında kuvvetli Karahanlı Hakanlığı,
güneylerinde daha kuvvetli Gazneliler vardı. Oğuzlar’ın büyük bir
bölümü Gazneliler’e tâbi olduğu halde Çağrı Bey’le Tuğrul Bey,
Karahanlılar’ın Talas valisi olan Yağan Tegin Mehmet Buğra
14
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Han’a bağlıydılar. Yağan Tegin, Talas ırmağı boyundaki Selçi şehrini dirlik olarak Çağrı ve Tuğrul beylere vermişti.
Türkiye’nin kurulmasını sağlayan tarihî ve destanî hareketlerin can alıcı noktası olan Dendânekan Meydan Savaşı 23 Mayıs
1040 yılında olmuştur. 1039 Haziranı’nda, ilerleyen ağır Gazneli
Ordusu’yla Selçuklular arasında bir sıra savaşlar başladı. Bu savaşlarda Selçuklu Ordusu’nun ruhunu Çağrı Bey teşkil ediyordu.
Selçuklular kesin sonuçlu savaşa girmeyerek yıpratma taktiğini
kullanıyordu.
Türkiye Devleti’nin kuruluşunda çok büyük payı olan bu kahraman Oğuz Beyi, Mikaîl Yabgu’nun büyük oğlu, Selçuk Subaşı’nın
da torunudur. Mikaîl Yabgu büyük ihtimalle babası Selçuk Bey’den
önce ölmüş, fakat tarihe Çağrı Bey ve Tuğrul Bey adında iki ateş
parçası oğul bırakmıştır.
Gazneliler’in Selçuklular üzerine kesin yürüyüşü 3 Mayıs
1040’ta başladı. Gazneliler Ordusu büyük su sıkıntısı içinde yürüyordu. 21 Mayıs 1040 Cuma günü Dandânakan Ovası’nda yapılan
büyük meydan savaşı Selçuklular’ın kesin zaferiyle bitti. Çağrı
Bey, bundan sonra devletinin doğu bölgesi olan Horasan’ın hâkimi
olarak kalmış ve ölünceye kadar mevkiini korumuştur. Kardeşi
Tuğrul Bey devletin başına geçmiştir.
Sultan Tuğrul Bey Azerbaycan Valiliğine tayin ettiği kardeşi
İbrahim Yınal’ı Anadolu seferine görevlendirdi. Bu sırada Erran
bölgesine fetihlerde bulunan Kutalmış’ıda onunla birlikte Rum
(Anadolu) gazâsına gitmek üzere vazifelendirdi. İbrahim Yınal büyük bir ordu ile ( Bizans kaynaklarına göre yüz bin) Anadolu’ya
girdi. İki ordu Pasinler Ovası’nda karşılaştılar. Selçuklu - Türk Ordusu kesin bir zafer kazandı. Selçukluların Bizans’la Anadolu’ya
akınlarda yaptığı ilk ciddi savaş Türk kuvvetlerinin zaferi ile sonuçlanmıştır. (18 eylül 1049 Cumartesi Pasinler)
Amcası Tuğrul Bey’in ölümünden sonra devletin başına geçen
Çağrı Bey’in oğlu Alparslan devrinde de Anadolu içlerine akınlar
devam etti. Türk akıncıları gün geçtikçe daha ileri bölgelere yayılıyorlardı 1070 yılında Sultan Alparslan Anadolu’ya geldi, Malazgirt
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
15
Kalesini fethetti. Nihayet 26 Ağustos 1071 Cuma günü öğleden
sonra Bizans İmparatoru R.Diogenes’in komutasındaki Bizans Ordusu ile Sultan Alparslan komutasındaki Selçuklu - Türk Ordusu
çarpışmaya başladı. Çok şiddetli geçen savaş akşama doğru Türk
Ordusu’nun kesin zaferi ile sonuçlandı.
Okul kitaplarında devletimizin ne zaman kurulduğuna dair bir
işaret yoktur. Bazıları Malazgirt Savaşı’nın yapıldığı 26 Ağustos
1071 tarihini devletimizin başlangıcı sayıyorlar. Bu düşünce tamamıyla yanlıştır. Çünkü Malazgirt Savaşı çoktan kurulmuş kuvvetli
bir devletin diğer bir kuvvetli devleti yenmesinden başka bir şey
değildir. Dandânakan Savaşı ise Selçuklu Hanedanının idaresindeki Türklerin, Gaznelileri yenerek Horasan ülkesini onlardan koparmasını, burada bağımsız olarak teşkilâtlanmasını ve fetihlere
başlamasını sağlamış, yani Türkiye’yi kurmuş ve bizi bugüne getirmiş olan bir çarpışmadır.
Türk yöneticilerinde devamlılık bilinci vardır. Türk Hanedanı
değişir, yerine bir devlet -hanedan kurulur, bu devletin başındaki
hanedan kendini daha evvelkinin devamı addeder. Kaynaklardan
açıkça anlaşıldığına göre, Göktürkler kendilerinin Hun’lardan
geldiğine inanıyorlardı. Uygurlar da Göktürkler gibi kendilerinin
atalarını Hunlar olarak kabul ediyorlardı. Uygur Hükümdarları,
Büyük Hun İmparatoru Mete’nin seviyesine ulaşmak için güç sarf
ederlerdi.
Bu bilinç halkta da mevcut idi. Nitekim Türk Milleti, Osmanlıları tamamen Anadolu Selçukluları’nın devamı olarak görmüştür.
Son Selçuklu Sultanı’nın Osman Bey’e “mülk”ü devrettiğine dair
bir inanış süregelmiştir. 1289 yılında Selçuklu Sultanı, Osman
Bey’e yolladığı bir elçi ile “ ferman, tuğ, bayrak, kılıç “gibi egemenlik sembolleri yollamıştır.
Söğüt ve Eskişehir’i kapsayan Sancak’a Osman Beyin atandığı yazılıydı.1299’da Selçukluların son anlarını yaşadığı senede,
Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden gelen göçmenler başlarında oymak beyleri olduğu halde Osman Beyin etrafında toplandılar.
16
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Osman Bey’e bağlılık töreni de Oğuz Töresi’ne göre yapılmıştır:
Hazır bulunanlar onun önünde diz çöküp onun verdiği kımızı içtiler. Bu ona itaat ve sadakat göstereceklerinin işaretiydi.
Osmanlılar Oğuzlara mensup olmakla öğünür ve köklerini bağlamaya çalışırlardı. Osmanlı tuğrası Devletin sonuna kadar Oğuzlara ait şeklini korumuştur. Gerçekte, Büyük Selçuklu Devleti’nin
ilk Sultanı Tuğrul Bey (1040 -1063) bütün resmi belgelerde ve
mektuplarda Oğuzlar’ a özgü, tuğra olarak ok ve yay kullanmıştır. Sonraları ok ve yay işaretleri kaldırıldı. Ancak tuğralarda Osmanlıların sonuna kadar, isim ve unvanları ok ve yay biçiminde
yazılmıştır.
Türk Devleti ne zaman kuruldu? diye soranlara gerek resmi gerekse gayri resmi ağızlardan verilen iki cevap var ki ikisi de yanlış;
Rejim değişikliğini devlet kuruluşu sananlar bu soruya 29 Ekim bunun biraz olsun doğru olmadığını sezinleyenlerse 26 Ağustos 1071
karşılığını verirler. Peki, bundan 941 yıl önce Bizans’a karşı Malazgirt meydan muharebesini kazanan ordu Selçuklu Devleti’nin
ordusu değil miydi? Bu gün Türkiye Cumhuriyeti adını taşıyan o
devlet Malazgirt’ten 31 yıl önce, 23 Mayıs 1040 tarihinde, Dandanakan Meydan Muharebesi sonunda Gazneli Devleti’nden, yani
Doğu Türk Devleti’nden, koparak kurulmamışıydı? Malazgirt’in
Muzaffer Komutanı Alparslan Türkiye’nin ikinci devlet başkanı
değil miydi? Hem sonra 1055’te Abbasi Devleti’nin “Resmi Hamisi” sıfatını alan devlet kuruluşundan bir yıl önce (1070’de) nasıl
Kudüs’ü Fethetmiş olabilir?
Oğuz Türk’leri Selçuklu Hanedanı yönetiminde, 1040 yılında Dandanakan Meydan Muharebesinde Gaznelileri yenerek istiklaline kavuşmuştur.
26 Ağustos 1071 Malazgirt Meydan Muharebesinde Bizanslıları yenerek, Anadolu’yu yeni bir Türk Yurdu yapmıştır. 2012 yılı devletimizin kuruluşunun 972. yıl dönümüdür.
1071,Türklerin Anadolu’ya 3. girişlerinin değil, kitlesel olarak
girişlerinin tarihidir, esasen Türklüğün Anadolu’daki tarihinin
Sümerler ile başladığı bilinmektedir. Saka Türkleri ve Hun’ların
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
17
da Anadolu’ya girdikleri bilinmektedir. Daha sonra m.s. 4. 5. ve 6.
yüzyıllarda Türkleri Anadolu’da Balkanlarda ve Kafkaslardan gelip yerleştirilen bir kavim olarak görürüz. Bizans ile işbirliği yapan
bu kavimlerin birçoğu Hıristiyanlaşmışlardır. Abbasi Ordusu’ndaki Türk hassa birliklerinin de Tarsus’tan başlayıp Erzurum’a uzanan hat üzerine yerleştikleri bilinmektedir.
Özellikle 9. yüzyılda bu bölgedeki Türk nüfusu artmış, Eskişehir’e kadar uzanan hatta birçok kent, geçici olarak Türkler tarafından işgal edinmiştir. Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki Türk
askerî varlığına Bizans, ancak 928- 964 yılları arasında son vermiştir. Erzurum’dan Adana’ya kadar olan bölge Bizans Orduları
tarafından geri alınmıştır. Bu bölgedeki Türklerin yenildikleri
dönemde 100.000 atlı çıkardığı bilinmektedir. Yani sayıları küçümsenecek ölçüde değildir. Selçukluların ilk Anadolu seferini
1015 -1016 yıllarında Çağrı Bey gerçekleştirmiştir. Daha sonraki yıllarda Selçuklular Anadolu’nun sınırlarını özelliklede Güney
Kafkasya’yı denetim altına almışlardır. 18 Eylül 1049 da Kutalmış
Beyin kazandığı Pasin Muharebesi askeri açıdan Malazgirt’ten
daha az önemli değildir.
2.bin yıla girerken gerçekleşen bu gelişme Türklerin 1000 ile
2000 yılları arasına da jeopolitik çerçevelerini belirlemiştir. Oğuz
Türkerinin önemli bir bölümü için hedef Batıya, Avrupa’ya ilerleyerek Avrupa Kıtası üzerinde hâkimiyet kurmak olmuştur. Öte
yandan Asya’da kalan Türkler için doğuda Çin batıda Osmanlı güneyde Hint ve kuzeyde Sibirya tundralarının çevirdiği ve tıkadığı
ölü bir jeopolitiğin hâkim olduğu dönem başlamıştır. Denizlerden
ve İpek Yolu’nun niteliğini yitirmesi ile birlikte dünya ticaret yollarından uzak kalmıştır bu coğrafya. Gerçi Cengiz ve Timur gibi
cihangirler çıkararak belirli süreçlerde Asya’nın tümüne yakın bir
alanına ve doğu Avrupa ya yayılan imparatorluklar kurduysa da,
bu imparatorluklarında sıklet merkezi daima İç Asya olmuştur.
Bu imparatorlukların, sıklet merkezinin jeopolitik zayıflığı yüzünden hızlı dağılış ve çöküşler yaşamıştır.
18
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
İstanbul’un 1453’de fethi Avrupa’nın zihni haritasında bir kayma yaratmış ve Avrupa sınırlarını İstanbul’a kadar geri çekmiştir.
İstanbul’un fethinden sonra önce Balkanlar’daki varlığını sağlamlaştıran Osmanlı daha sonra Kırım’ı ve Doğu Karadeniz kıyısını
sınırları içine katarak kuzeye karşı güvenliğini sağlamıştır.
Yavuz döneminde İran, Suriye ve Mısır’daki Türk Hanedanlarını (Devletlerini) yenerek sırtını yani doğusunu güvence altına
almıştır. Yavuz’u doğuya dönen ilk Osmanlı sultanı yapan eğer
Fatih’in Trabzon’u fethi ve Akkoyunlu Devleti’ni yıkan doğu seferi
sayılmaz ise, İslâmî devlet ideolojisinde bir vurgu noktası yapması
değil, İran-Türk Devleti’nin Osmanlıya Şiayı ideolojik bir araç olarak kullanarak meydan okumasıdır.
Osmanlı ilerlemesi devam etmekteyken 1521 de Balkanları
Avrupa’nın geri kalan kısmına bağlayan Belgrat,1526 da Budapeşte alınmış,1529 da ilk kez Viyana’nın önüne gelinmiştir. Artık
Osmanlı gücünün ve yayılışının zirvesindedir. Ancak bu zirveden düşüş sanıldığı kadar hızlı da olmamıştır. Kanûnî 1566’ da
ölmüştür. Onun ölümünden 30 yıl sonra 1596 da Türkler Haçova’
da Kocatepe’den önce son büyük meydan muharebelerini kazanmışlardır. Devlet’in gelişmesi hızını kaybetse de devam etmiştir.
Kanûnî’nin ölümünden 103 sene sonra Girit fethedilmiştir.
17.yüzyılın başında,1601 de İstanbul’da Türk Devleti’ni yönetenlerin, dönemin süper gücünü yönettikleri sabittir. Ancak, gücünün zirvesinde gibi gözüken bu güç, öte yandan Hıristiyan batı ve
Hıristiyan kuzeyin iç hatlar kıskacına düşmeye başlamıştır.
1701 yılı,1699’da gerçekleşen Karlofça Anlaşması’nın üzerinden geçen iki yılın ardından, Karlofça’nın şokunun devam ettiği
bir yıldır.1801 ise gerilemenin belirginleştiği, 16.yüzyılda geniş bir
alanda başlayan iç hatlar kıskacının sıkışmaya başladığı bir dönemdir. Napolyon’un orduları, Mısır’a çıkmışlardır. Yunanistan’ın
ve Sırbistan’ın kopuşları yakındır. Kafkasya da Rus işgal savaşları başlamanın arifesindedir. Türkistan’da Rusya ilerlemektedir.
1901 ise 1918 e kadar sürecek milli felaketlerin habercisidir.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
19
Burada çok kısa özetlenen 500 yıllık Türk tarihini jeopolitik konseptine yerleştirirsek, karşımıza çıkan manzara
şudur:
Daha sonraki dönemlerde Kırım’ın doğusundan Kafkasya’ya,
batısından Balkanlara sarkan Rus gücü Osmanlıyı her iki taraftan
sıkıştırmıştır. 1598 de Sibirya Hanlığı,1606 Nogay Ordusu Ruslar
tarafından ortadan kaldırılır. Rusların açıktan kuşatması devam
etmiş 1632 de Saha ve Yakutistan’ı, 1731 de batı Kazakistan’ı
1756 da Altay’ı işgal etmişlerdir. Osmanlı güneyden batılı denizci uluslar tarafından kuşatılması ise Ümitburnu’nun keşfedilmesi
ve ardından Hint Okyanusu’na ulaşılması ile gerçekleştirilmiştir.
Osmanlı her ne kadar bunun farkına varmış ve oluşturduğu Hint
okyanusu Filosu ile mücadele etmeye çalışmışsa da başarılı olamamış ve geri çekilmiştir.
I.Viyana Seferi’nden 154 yıl sonra Türkler 2. kez Viyana önüne gelmişlerdir. Viyana Kuşatması Avrupa içinde dönüm noktası
olmuş ve Osmanlı karşısında oluşturulan koalisyon ilk Avrupalılık bilinci ve fikrinin de oluşmasında önemli bir rol oynamıştır.
Viyana’dan geri çekiliş 1699 da Karlofça Anlaşması ile sonuçlanmıştır. Osmanlı’nın ilk toprak kaybı gerçekleşmiştir. 1699 da Karlofça Anlaşması bu cephe ilişkisine yeni nitelikler kazandırmıştır.
Bu Anlaşma ile Avrupa’da ilk defa toprak kaybeden Osmanlı Devleti Avrupa içlerine ilerleme stratejisinden kaybedilen toprakları
geri alma müdafaa stratejisine yönelmiştir. Karlofça Anlaşması
Kanûnî’nin ölümünden 133 yıl sonra gerçekleşmiştir. Bazı tarihçilere göre Karlofça gerileme döneminin başlangıcı kabul edilir.
Çünkü Osmanlı ilk kez toprak kaybetmiştir.
Ancak Karlofça’ nın nihâî bir mağlubiyet olup olmadığı tekrar
sorgulanmalıdır. Çünkü 1739 da 40 sene sonra Osmanlı Ordusu
Almanları yenerek kaybedilen yerleri geri alacaktır. Ancak nihâî
ve geri çevrilemez yenilgi 1768 -1774 savaşı sonunda Ruslar karşısında alınır. Çünkü ilk kez Osmanlı Türk ve Müslümanların
meskûn olduğu bir toprağı kaybeder ve bir daha geri alınamaz.
20
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Rus kuşatması dış hatlardan içe yönelir ve doğrudan Osmanlıyı
hedef alır. 1783 de Kırım Hanlığı ortadan kaldırılır. Böylece Küçük
Kaynarca antlaşması ile 1774 den 1920 ye 156 sene devam eden
büyük bir geri çekiliş başlar. Anadolu ya yönelik olan bu geri çekiliş 3 kıtadan Avrupa’dan, Afrika’dan ve Asya’dan ger çekiliştir ve
sadece ordunun değil halkında geri çekilişidir. Osmanlı Devleti’nin
yenildiği tarihte Türk Orduları cumhuriyetin sahip olduğu alandan daha büyük bir alanı elerinde tutmaktaydılar. Fakat Anadolu
ya dönüş esas olarak tamamlanmamıştır.
Esasen 21.yüzyıla girerken, Türkiye ve Türkiye’nin ötesinde
bütün Türk Dünyası,16. yüzyıldan bu yana en şanslı olduğu yüzyıla girmiştir. 16.yüzyıl ‘Türk yüzyılı’ diye adlandırılır. Bu yüzyılda dört ayrı Hanedan-Devlet çatısı altında örgütlenmiş olan
Türkler, 85 milyon kilometre kare olan eski dünyanın 40 milyon
kilometre karesini kontrol altında tutmaktadırlar. Sadece Osmanlı Devleti’nin yayıldığı alanın 19 milyon kilometrekare olduğu hatırlanmalıdır.
Anadolu’nun da Türkler için güvenli bir yer olduğunu söylemek
mümkün değildir. Türklerin yok edilmesi hedeflenmektedir. Batı
bu hedefe oldukça yaklaşmıştır. 1920 yılında dünya Müslümanlarının ancak % 2 si 400 milyonun 10 milyonu, yani Sakarya ile Aras
nehirleri arasında yaşayan Türkler özgürdür. Onlar da kelimenin
tam anlamıyla bir ölüm kalım mücadelesi vermektedirler.
Büyük Zafer’den ancak 5 yıl sonra M. Kemal ATATÜRK 1927
de Büyük Nutuk’u, Batıya karşı kazanılan savaşın nihâî bir galibiyeti temsil etmediğini ancak bir ateşkes olduğunu anlatan Gençliğe Hitabı ile bitirir. Nihayet seksenli yıllarda Bulgaristan’da yaşanan baskılar, Balkanlar’da geçtiğimiz asrın başında başlayan Osmanlı Devleti’ni Avrupa topraklarından, Asya içlerine doğru sürme, nihâî tasfiyenin bitmediğinin ilk işareti idi. Doksanlı yıllara
gelindiğinde ise Bosna ve Kosova’da yaşanan etnik kıyımlar nihâî
tasfiyenin hala devam ettiğini açıkça ispat ediyordu. Boşnak ve Arnavutların birinci derecede başvurdukları ülkenin Türkiye olması
tarihi bir zorunluluğun ve Türkiye’nin sorumluluğun gereğidir.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
21
Türkiye’nin Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu’daki siyasi etki
temeli Osmanlı bakiyesi Türk ve Müslüman topluluklardır. Geçmiş dönemde bu toplulukları Türk dış politikasının yükleri gibi
görmek göç yoluyla başta Balkanları ve diğer bölgeleri boşaltma
politikasının yanlışlığı bu gün açık bir tarzda ortaya çıkmıştır.
1922 ile 1071 arasındaki 861 senenin özeti bir Milletin,
Türk Milleti’nin tek başına bir uygarlık adına, İslâm Medeniyeti adına, birleşik bir kıtanın, Avrupa’nın uluslarına
karşı ve bir uygarlıkla yaptığı mücadeledir. Bir milletin
birleşik bir uygarlıkla tek başına böyle bir mücadele verdiği görülmemiştir.
Cumhuriyet Dönemi dış politikası Osmanlı Devleti’nin son yüzyıllarına damgasını vuran bu tarihi mirasın ortaya çıkardığı reflekslerle uluslararası konjonktürün gerektirdiği zorunlulukların
kesişim alanı üzerinde gelişmiştir. Stratejik zihniyetin derin kıvrımlarında bu tecrübe birikiminin izlerini barındıran dış politika
yapımcısı siyasi elit, reflektif - yansıtıcı savunma dürtüsü ile reel
güce orantılı bir dış politika pozisyonu arayışına yönelmiştir.
Bu yıllarda İslâm Dünyası tarihinin en bunalımlı döneminde
bulunmakta ve her alanda bir ölçek küçülmesi sürecini yaşamakta
idi. Türk Dünyası ise Bolşevik Devrimi’nden sonra tamamıyla esaret altına düşmüş bulunuyordu.
Böylece Osmanlı Devleti’nin dayandığı İstanbul merkezli ve
Anadolu - Balkan eksenli siyasi güç havzasının uluslararası hinterlant oluşturma iddiasının iki önemli zemini olarak görülen
İslamcılık ve Türkçülük reel anlamda önemini kaybetmiş görünüyordu. Bu durum yeni yönetimi uluslararası sistem açısından
kabul edilebilir bir deklarasyona sevk etti.
Yeni devletin bütün uluslararası mesuliyet ve iddialarından
soyutlandığını ilan eden bu deklarasyon - bildirge iki temel unsuru ihtiva ediyordu. Uluslararası alanda iddialı bir konum yerine
Misakı-ı Milli sınırlarını ve ulus–devleti müdafaa stratejisi, yeni
Türk Devleti’nin yükselen Batı eksenine alternatif değil, bu eksenin bir parçası olması.
22
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesinde ifadesini bulan bu yeni yaklaşım, barış eksenli idealist bir uluslararası ilişkiler çizgisini göstermesi yanında sömürgeciliğin zirveye ulaştığı
uluslararası konjonktürü, toplu durumu göz önüne alan ve bu
çerçevede sömürgeci güçlerle çatışmaktan kaçınan realist bir dış
politika tavrını öne çıkarmaktaydı. Böylece, yaklaşık iki yüz yıldır
birçok Batı ülkesi karşısında aynı anda sürdürülen anti sömürgeci
direnişin Osmanlı Devleti’nin üzerindeki çözücü etkisinden kaçınılmaya ve Osmanlı Devleti’nin bakiyesi topraklar üzerinde yeni
bir uluslararası konum belirlemeye çalışılıyordu.
Yine de özellikle Atatürk Dönemi’nde Rusya, İran ve Afganistan gibi Avrasya güçleri ile geliştirilen ilişkiler doğuya doğru derinliğine uzanan kısmen bağımsız alternatif hinterlant oluşturma
çabası olarak görülebilir.
Bu günden, tarihe bakarsak Cumhuriyet, Milletimiz için 861
sene süren sürekli savaştan sonra Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesine, kendisine karşı girişilen bütün dolaylı saldırı ve
örtülü harp yöntemlerine rağmen mümkün olduğunca sadık kalan
Cumhuriyet Türkiyesi, Osmanlı’dan devir aldığı 10 milyonluk fakir, hasta ve bitap düşmüş Milleti 75 milyonluk genç sağlıklı ve
dinamik bir nüfusa ulaştırmayı başarmıştır.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
23
TÜRK DEVLETİ
XV. Yüzyılda, bizde, belirli bir tarih görüşü vardı: Türk tarihinin en eski çağları olarak Oğuz Han Destanı’ndan bahis olunur,
sonra pek kısa bir Selçuklu tarihi anlatılarak Osmanlılara geçilirdi. Böylece eski tarihçiler, Osmanlıları daha mühim ve üstün
tutmakla beraber, Türk tarihini bir bütün halinde gözden geçirirlerdi. Fakat bu tarih görüşü köklenmeden baltalandı. Hele, Hoca
Sadeddin gibi bir münevverin, eserine doğrudan doğruya Osmanlılarla başlamasından sonra, bizim için Türk tarihi sadece “Osmanlı
Tarihi” olarak kaldı. Ve daha önceki Türklerden, az veya çok, yabancı milletler gibi bahsedilmeye başlandı. Türk tarihi, sıralanmış
bir bütün haline konulmadı. Çünkü çeşitli hükümdar sülâlelerinin
zamanları ayrı ayrı devletlermiş gibi ele alınıyor ve Türkler birçok
yerlerde birçok devletler kurup bunlardan hiç birisini uzun müddet yaşatamamış bir millet gibi gösteriliyordu.
Hâlbuki gerçek hiç de böyle değildir. Çünkü Türk tarihi aralıksız bir bütündür. Mesele, onu sistemleştirmekten ibarettir. Çünkü
Türk tarihi; İngiliz, Alman veya Fransız milletlerinin tarihi gibi
ele alınamaz. Bunun sebebi, Türk tarihinin, o milletlerin tarihi
kadar basit olmayışıdır. Bundan başka bu milletlerin tarihi, hemen hemen, hep aynı dar bir alanda geçtiği için, onların tarihlerini
sıraya koymak kolaydır. Fakat Türk tarihi için bu, mümkün müdür? Bazen Çin’de, bazen Mısır’da, bazen Avrupa’da gördüğümüz
Türklerin tarihini bir çerçeveye sığdırmak güç bir iş gibi gözükür.
Bundan dolayıdır ki şimdiye kadar Türkler, kırk yerde kırk devlet
kuran bir millet sayılmış ve Türk tarihini kronolojik bir düzene
sokmak teşebbüsü görülmemiştir.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
25
Eskiden, tarihin destanlarla karışık olduğu zamanlarda, Türklerin kafasında daha sistemli bir tarih görüşü vardı. Bu gün, birçok
bilinmeyen gerçekler meydana çıktığı için, artık, o eski görüş ile
yetinmek mümkün değildir. Bunun için bir yeni tarih sistemi bulmak zorundayız. Tarihimize vereceğimiz sistem, dileklerimize uygun olmalı ve bu sistem, bize yalnız geçmişimizi en parlak şekilde
göstermekle kalmamalı, aynı zamanda ilerisi için de yol çizmelidir.
Birçok milletler için tarih, bir vatan tarihidir. Meselâ Fransızlar için vatan tarihinden başka bir tarih usûlü gütmek mümkün
değildir. Bundan dolayı da Fransızlar için millet, o vatan içinde
oturan ve birbirine karışan insanların topluluğundan doğan varlık demektir. Çünkü Fransızlar ne Gol, ne Lâtin, ne de Germen
olduklarını iddia edebilirler. Bu unsurların hepsinin aynı vatanda
karışmasından doğan bir millet oldukları için, vatan tarihini esas
olarak almaya mecburdurlar.
Bize gelince; bizim şimdiye kadar sahip olduğumuz “Tarihi
Görüş”ümüz yanlıştır.
Çünkü bizim için millet-devlet esasını kabul etmek millî menfaatlerimiz için daha uygun olduğu halde, biz, millet tarihi şöyle
dursun, devlet ve vatan tarihini bile bir yana bırakarak, yalnız
sülâle ve rejim tarihini esas olarak kabul ettik. Her sülâleyi bir
devlet sayarak, şimdiye kadar, sülâleler sayısınca devlet kurduğumuzu ileri sürdük. Fakat düşünmedik ki o kadar devlet kurduysak, bunların hiç birisini de yaşatamamış olduk!
Hâlbuki her zaman bir Türk devleti vardı. Çünkü gerçekte bu
kadar devlet kurmuş değil, bu kadar sülâle değiştirmiş bulunuyorduk. Tarihi hayatları uzun olan bütün milletlerde olduğu gibi
bizde de bir takım hükümdar sülâleleri gelmişti. Başka milletler
onları hükümdar sülâleleri diye saydıkları halde, biz, ayrı devletler diye kabul ettik. Bu çeşit hükümdar sülâlelerinin zamanlarını
ayrı devletler olarak kabul etmek elbette ki yanlıştır. İngiltere’de,
Fransa’da sülâleler nasıl birbirlerinin ardından gelmişse ve
Fransa’da Kapet, Burbon, Orlean, Napoléon; Almanya’da Saksonya, Frankonya, Baviyara, Habsburg; İngiltere’de Anju, Tudor, Stu26
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
ard devletleri yoksa ve bunlar sadece hanedanlar ise; bunun gibi,
Türk ilinde de Kun, Göktürk, Uygur, Selçuk, Osmanlı devletleri
yok, sülâleleri vardır. Bazen, iki veya daha çok sülâle idaresinde
iki veya daha çok siyasî Türk zümresinin bulunması ve bunların
birbirleriyle çarpışmaları bu kuralı bozamaz.
Nasıl ki Almanya’da düne kadar aynı zamanda hâkim olan
birçok sülâleler bazen birbirleriyle çarpıştıkları, hatta bunlardan
bazıları Fransızlar ile birleşerek öteki Almanlara karşı yürüdükleri halde Alman devleti bir devlet sayılıyor idiyse, bizde de aynı
şekilde bir devlet olmak gerekir. Eğer bütün milletler tarihlerini
bizdeki gibi değerlendirselerdi, o zaman, meselâ İngiltere’de İki
Gün Savaşı’nda iki devlet bulunduğunu kabul etmek lâzım gelirdi.
Yine Fransa’da, kontlukların kuvvetlenip kral nüfuzunun gücünü
kaybettiği zamanlarda, birkaç devlet bulunduğunu kabul etmek
gerekirdi. Hele XVIII. ve XIX. yüzyıllar Almanyası, içinden çıkılmaz bir hal alır, belki de Almanya denilen varlığın inkâr edilmesi lüzumu baş gösterirdi. Hiçbir Fransız “Fransız ihtilali Fransız
Milleti’nin miladıdır” demez. Hiçbir İngiliz Magna Carta veya
Cromwell devrimi İngiliz milletinin miladıdır, gibi bir cehalet izharında bulunmaz.
Türk Ordusu’nun 2220 yıllık tarihinden, İstanbul Üniversitesi’nin 558. kuruluş yıldönümünden, mülkiyenin 151. kuruluş yıldönümünden, Vakıfların 967. kuruluş yılı,
Polis Teşkilatının 166 kuruluş yıldönümünden, Sayıştay’ın 149
kuruluş yıldönümünden, Yargıtay’ın, ve daha birçok kurum ve
kuruluşun bilmem kaçıncı kuruluş yıldönümünden söz edecek ve
ondan sonra kalkıp Cumhuriyet öncesini yok sayacaksınız. Bu tavır babasını inkâr eden ancak maddi mirasına sahip çıkan evladın
durumuna benziyor.
Hanedanları ayrı devlet saymak, hanedancılık zihniyeti
ile hareket etmektir.
Osmanlı Devleti yıkılmış, onun yerine Türkiye Cumhuriyeti gelmiştir, düşüncesi yanlıştır. Çünkü bir Osmanlı Devleti yoktu ki yıkılmış olsun.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
27
Sadece Osmanlı hanedanı vardı. Yıkılan odur. Yani devlet aynı devlettir sadece devlette rejim değişmiştir.
Çünkü Millet aynı Türk Milleti. Bayrak aynı ay yıldızlı
bayrak. Dil aynı dil Türkçe.
Din aynı din İslam. Vatan, biraz küçülmüşte olsa aynı
vatan. Cumhuriyeti kuran kadro (Osmanlı Paşaları) Hanedanlık dönemi askeri ve bürokratik kadrosu. Nasıl bu devlet ayrı bir devlet diyebiliriz?
28
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
TÜRK KÜLTÜRÜ*
Türk kültürünün kurucu unsuru, yani o kültürün arkasındaki yapı Medeniyettir. Medeniyetin özü ahlâk ve
ahlâkın merkezindeki değer ise adalettir.
Türk kültürün kurucu öğeleri olarak Türk Medeniyeti’ni anlamak yerinde olacaktır.
Türkiye’nin içinde bulunduğu kültür veya medeniyet için birbirinden farklı adlandırmalar, kimi zaman “Türkistan Medeniyeti”
olarak, kimi zaman “İslâm Medeniyeti” olarak, hatta kimi zaman
“Türk-İslam Batı Medeniyeti” kavramları kullanılmıştır.
Son iki yüzyıllık bir süreç dikkate alındığında, artık Türkİslâm Batı Medeniyeti demek de doğru olabilir. Bu adlandırma da
tartışmaya, düşünceye açık bir konudur. Ancak yine de en uygun
ve isabetli tabir, “Türk Kültürü” tabiridir. Birincisi, Türk Medeniyeti denildiğinde, bazılarının iddiasına göre 5000 yıl, ama en
azından en eski yazılı ürünü dikkate alındığında, 2000 yıllık geçmişi olan bir millet, medeniyetinden bahsedilir. İkincisi, neredeyse
kadîm dünyanın orta kuşağında Çin’den Balkanlara kadar uzanan
bir hilâl üzerinde var olmuş bir milletten ve 2000 yıl boyunca var
oluşunu sürdürebilmiş bir medeniyetten bahsedilmektedir.
Türk kültürü, 2000 yıl içerisinde farklı kültür ortamlarında,
farklı medeniyetlerle birlikte var olmuş bir medeniyet demektir.
Öyleyse en belirleyici adı ve tüm bunları kuşatacak bir adı bulmak
gerekir. Medeniyet, sürekli ekleye ekleye bir varlık meydana getirmek değildir. Dolayısıyla “Türk medeniyeti”, hatta bir çevre olduğuna göre “Türk Medeniyet Çevresi” adı daha isabetli bir ad olabilir.
Kültürün kurucu öğeleri deyince, daha ziyade medeniyeti ve
medeniyetin içinde olanları algılamak gerekir. Medeniyet denilen
* Türkiyenin Stratejik Vizyonu 2023 Projesinden iktibas edilmiştir.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
29
alanın da değerlerden meydana geldiği bellidir, değer deyince biraz daha felsefi ya da daha özelleştirecek olursak, ahlaki olanlar
kastedilebilir.
Medeniyet aslında bir ahlâktan ve ahlâk anlayışından oluşan
bir yapıdır. Bu perspektiften bakıldığında, kültürün kurucu öğesinin ne olduğu üzerinde daha rahat düşünülebilir.
Ahlâk tek başına felsefî, etik, tek başına bireyde somutlaşmış
bir şey değildir, belki onların tamamını kucaklayıcı bir şeydir.
Ahlâk eylemleri düzenleyen, insanların nasıl ve niçin yaşaması gerektiğini söyleyen bir alandır.
Geçmişe bakıldığında, ahlâk kendisini Türk Medeniyeti içerisinde belli bir bilgelik tasavvurunda sunmuş olandır. Öyleyse,
kültürün kurucu öğelerinden bir tanesine ahlâk gözüyle bakmak
pekâlâ mümkündür. Ve ahlâktan değerler anlaşılıyorsa, bu değerlerin de organizasyonunu sağlayacak bir değer bulunmalıdır. Söz
konusu alandan yoldan çıkıldığında, bu değerin diğer değerlere de
hem anlam katacak, hem varlık katacak ve hem de varlıklarını
devam ettirecek değerin adalet olduğu anlaşılmaktadır.
Belli bir adalet anlayışı ve belli bir adalet yorumunu Türklerin
asırlar içerisinde, bin yıllar içerisinde geliştirdiği ve kuşaklara aktardığı hikmetin içerisinde görmek mümkündür. Bunu
Türklerin hem İslâmiyet’te, hem tam İslâmiyet’e geçiş sürecinde, hem de İslâmiyet’ten önceki yaşamında da görmek mümkündür. Adalet her zaman kendisini sadece “adalet” sözcüğü içerinde
sunmaz. Adalet, sırasıyla o hak duygusuyla, o hak bilinciyle bir
merhamete dönüşür. Öylelikle, asıl kurucu olan başka şeyleri de
kurarak, o yaşanılanları biçimlendirir.
Adalet, devletin de kendisine tabi olmak zorunda olduğu, hatta
ve hatta burada yasadan bahsedilmiyor, burada bir bilinçten, bir
duygudan bahsedilmekte, hatta ve hatta “benim” de yalnızken tabi
olmak zorunda olduğum bir iç varlık oluşturmaktır.
Türk Kültürü’nün kurucu unsuru, yani o kültürün arkasındaki
yapı medeniyettir, medeniyetin özü ahlâk ve ahlâkın merkezindeki değer ise adalettir. Türk medeniyetinin ya da Türk kültürünün
30
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
kurucu öğesi olmak bakımından üzerinde durulacak unsur ki belki
ahlaktan önceki unsur hiç şüphesiz ki, dildir, Türkçedir. Dil, kültürün hem kurucusu, hem koruyucusu, hem de somutlaşmış halidir.
Dil sadece gramer kurallarından ibâret bir yapı değildir. Dil,
üzerinde az çok düşünmüş herkesin fark edeceği bir husustur.
Diller insanların birbirinden kendisiyle, kendisi aracılığıyla aldıkları dünyayı, doğayı, varlığı biraz şekillendirerek, yönlendirerek
taşırlar, yani dil düşünceye istikamet kazandırır. Dil, kavramları
ve değerleri belli bir düzenekte birbirini çağrıştırarak kazanmaya
imkân tanıyacak yapıları içerisinde barındırır, dil içinde inançları,
düşünüşleri ve hayalleri barındırır. Ve bir dilin medeniyet dili olabilmesi için gereken en önemli şart, bir inancı ifade edebilme, bir
inancı ortaya koyabilme başarısı göstermesidir. Türkçe bir inanca,
birkaç inanca alanlık edebilmiş başarılı bir dildir.
Konunun dışına çıkarak örneklemek gerekirse, Almancayı Almanca yapan, İncil’in Almanca ifade edilebilmesidir. Eğer inancı,
inançları ifade edebiliyorsa, o dil bir medeniyet dilidir. Bir dil tarih
boyunca başka dillerle ilişki içerisinde olmasına rağmen, alışverişte bulunabilmesine rağmen, hala varlığını koruyabiliyor ise o kurucu ve koruyucu unsuru olmayı hak ediyor demektir. Bilindiği üzere,
Ubıhça gibi birçok dil kaybolmaktadır. Türkçe ise var oluşunu koruyabilmiş bir dildir. Türkçe üstelik dışarıya açık olma konusunda
da ilginç bir yapısı olan dildir. Dışarıdan kelime alma ve başka kelimelere açık olarak kavram alma konusunda da ilginç yapıya sahip.
Fakat değişmez bir kuralı da vardır; adlar alır, ama yüklemlerini,
yani ilişkilendirmeyi, kültürü de kendisinde göreceğimiz kısmı saklı tutar. Kültürün kurucu unsurunun olmazsa olmazı dildir.
Kültürü meydana getiren kurucu unsurlardan biri de kurucu
“mihver” veya “yaratıcı” denilen “atadır”. “Ata” ile kastedilen ise,
yukarıda bahsedilen 2 unsura da örnek olabilecek birkaç isimdir. Ata, varlık, yokluk zamanlarında yeni bir kavrayış, yeni bir
istikamet gösterebilendir. Ama bu gösteriş, bir rasyonel gösteriş
değildir. Bu gösteriş bir yaşayıştır, bir yaşamadır, bütün bir varlığıyla göstermedir. Burada atalar kültünden vb. bahsedilmemektedir. Atalar kültü de belki bu bağlamda yeniden değerlendirilebiGelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
31
lir. “Mihver insan” yol gösteren, kültürün ve medeniyetin önemli
unsurlarıdır. Medeniyet ve kültür bu üç unsurla ifade edilmelidir.
Atalar derken, 13. y.y. çok önemlidir. Bugünkü Türk Medeniyeti
söz konusu olduğunda, XIII. y.y.’ın kilit önem taşıdığı kesindir. 13.
y.y. üzerinde pek bir düşünce sorgulaması yürütülmemiştir.
Ancak sırası geldiğinde, dünyaya sahip olduğumuz evrenselliğimizi tanıtırken hep 13. yüzyıldan berisini örnekler sunarız. XIII.
yüzyılda yaşayan Yunus Emre bir Atadır, Mevlana bir
Atadır, Hacı Bektaş bir Atadır, Yusuf Has Hacib bir Atadır, Itri
bir Atadır, kendi alanlarında değerlere, yapmakta olduklarına, değerler manzumesine yeni bir anlam, yeni bir varlık katar.
Medeniyeti ve kültür bunlarla anılmalıdır. Mevlâna Anadolu’dan
“Gel ne olursan ol gel, yine gel. ” diye seslenmiş. Aynı şekilde Yunus
Emre kurucu bir Atadır, o da “Ben gelmedim dava için, benim işim
sevgi için, dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim” demiş.
Ata, varlıkla hayatı, değerler manzumesiyle birlikte çözme yolunu gösteren hayati unsur ve yaşayan örnektir, konuşmaya sürekli devam eder. Mevlana ”Satrancı öyle bir oyna ki 700 yıl sonra
dahi şah mat diyesin” demiş. Bu mısralar 700 yıl boyunca konuşulan büyük ve davetkâr kültürün önemli parçaları ve unsurudur.
Bir diğer husus, coğrafyalar ve zamanlar farklı olmasına rağmen medeniyetlerin ortak tarafı olmalıdır. Bu ortaklık, adalette
bir araya gelir. Buna ilginç örnekler sunmak mümkündür:
“Kutadgu Bilig’de” Orta Asya’dan Yusuf Has Hacib XI. y.y
daire-i-adaletle ilgili “Eğer güçlü bir devlete sahip olmak istiyorsan, güçlü bir orduya sahip olmalısın, güçlü bir ordu istiyorsan,
vergi toplamalısın, vergi toplamak istiyorsan, adil bir şekilde yöneteceğin bir halk olmalı” diyerek yol göstermiştir. Görüleceği üzere,
daire adalette açılıp, adalette nihayete ermektedir. Öyle ise adalet
kültürün temel belirleyicisidir.
Bu adalet dairesi, XVI. y.y düşünürlerinden Kınalızade Ali
Çelebi’nin Ahlâki-i Alâî’sinde de şekillendirilmiş olarak yer almıştır. Kınalızade de “lazımın en lazımı” dediği adaletü ü devlet
ve toplumsal işleyişi özetler. Söz konusu edilen adalet konusunu,
32
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
toplumsal düzeni, siyasi işlemi, yani XI. y.y. “adalette yürüttüğün
zaman halk yönetebilirsin” şeklindeki felsefeyi, XVI. y.y. coğrafya olarak Orta Asya’nın göbeğinden unsurları çoğaltarak Farabi
de işlemiştir. Adaletin hikmetteki şeklini o tasavvufa gitmeksizin
“her şey haktan, hakkı kadar hak almıştır” diyerek dile getirmiştir.
Buradaki Farabi’nin hak dediği Tanrı değildir, topluma işleye
işleye yansıttığı adaletten başka bir şey değildir. Aradan 400- 500
yıl geçmiş olmasına, toplum hayatında yeni unsurlar meydana gelmiş olmasına rağmen, Farabi’nin de bu felsefesinde adaletin önemi
muhafaza edilmiştir. Bu da Türk medeniyetinin, onu oluşturan
değerlerdeki devamlılığını ve benimsenme özelliğini göstermektedir. Türk medeniyetinin temel değeri olan adalet sadece hukuki
bir değer değil, aynı zamanda ahlaki ve ontolojik bir değerdir ki
onun bu cephesi özellikle Farabi tarafından vurgulanır. Üç farklı
zaman ve üç farklı kulvar olmasına rağmen, burada adalet temel
çıkış noktası olmuştur.
Anlaşılacağı üzere, Türk Kültürü’nün kurucu öğelerinin neler
olduğu ve nerede bulunduğu konuları meçhul değildir. Bir millet
kültürü birlikte üretir, onun için kurucu öğelerini genişletmek de
son derece önemlidir. Aslında kimin üreteceğini, kimin yaşatacağını belirlemek, tespit etmek zordur. En küçük, hatta en önemsiz bir
öğesi diyebileceğimiz unsur dahi kültüre mutlak şekilde bir katkıda bulunur. Musiki, din, sanat, hatta yemek kültürü bile kültürü
meydana getirir. Ancak kültürün kurucu öğeleri, kendinden önce
mevcut olana bir katkıda bulunan değil, daha ziyade kültür adına atfedilenlerin arkasında durabilecek öğelerdir. Dini, kültürün
kurucu öğelerinden saymak pek doğru olmaz. Çünkü Türk İslam
kültürünün 1000 yıllık bir tecrübesi var, Türk medeniyetinin geçmişi ise 2000-3000 yıllar öncesinde inşa edilmiştir. Ancak yine de
İslâm, hedef olarak ahlâk isteyen bir kurumdur. Ahlâktan derin
bir değerler manzumesini anlamak gerekir.
Erdoğan ERDOĞDU
İSTANBUL 2012
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
33
21. ve 22. Dönem İstanbul Milletvekili,
T.B.M.M Anayasa Komisyonu Eski Üyesi
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Hocamızın Hazırladığı ve
T.B.M.M Başkanlığına Sunduğumuz
Yeni Anayasa Çalışması
GELİŞEN TÜRKİYE
VE
YENİ ANAYASA
2012
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş
T.B.M.M Anayasa Komisyonu Eski Üyesi
İSTANBUL
ÖNSÖZ
Türkiye Cumhuriyeti, devlet ve millet olarak, 1923’te kurulduğundan günümüze kadar önemli başarılar kay­detmiş ve gelişmeler
gerçekleştirmiştir. 1919 ila 1922 yılları süresinde cüretkâr müstevliye karşı yürütülen “Milli Mü­cadele” savaşı sonunda, düşman
geri püskürtülmüş, kut­sal vatanımızda, daima dalgalanmış olan
şanlı bayrağımız altında batısı ve doğusuyla, yakılmış, tahrip edilmiş, on binlerce evladı şehit edilmiş, bir o kadarı yaralanıp, sakat
bırakılmış, çoğunluğu yaşlı, kadın ve çocuk olan bir millet, varlığını koruyup, yaşamını sürdürmüştür.
İstiklal Harbi’nin sona erdiği yıllarda Türkiye’nin top­lam nüfusunun 10 ila 11 milyon arasında olduğu hesap edilmiş fert başına
düşen milli gelirinde 50 ila 60 dolar ol­duğu iktisat ve istatistik
uzmanları tarafından tahmin edil­miştir. Tabiatıyla yut içi gayri
safi milli hasılanın meydana geldiği esas üretim tarım sektörüne
dayanıyordu.
Ülkemizin ölüm-kalım savaşını parlak bir zaferle ka­zanan dahi
ve kahraman Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları birkaç
vilayeti dışında harabe hale getirilmiş Türkiye’yi mamur ve kalkınmış hale getirmek için, hiç
beklemeden çalışmaya koyuldular. İzmir yangınının tabiri caizse, külleri soğumadan orada ilk İktisat Kongresini ço­ğulcu bir iştirakle topladılar ve takip edilecek iktisat siya­setini tespit ettiler.
Cumhuriyetimizin 10. yılında, 1930’lar da Türkiye bü­yük Liderinin öncülüğünde kendisine güveniyor, “Dünya Ekonomi Krizine”
rağmen, bütün yoksulluk ve sosyo-ekonomik engelleri aşacağına
inanıyordu. Halkımız ve ay­dınlarımız gözleri ileri ufuklarda şu
marşı haykırıyorlardı:
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
37
“Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan”
“On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan”
Bu milli ümit, ilerleme ve gelişme azmi, öngörülen bir mucize
gibi, içinde bulunduğumuz yıllarda gerçekleşti.
Halen, toplam nüfusumuz 75 milyon civarındadır. Yani
1930’lardaki 15 milyonluk nüfusumuza 60 milyon yeni Türk vatandaşı eklenmiştir. Bunlar bizleriz, hepimiz, eşimiz, evlat ve torunlarımızdır. Vatanımızı, üzerinde ha­yat sürdüğümüz ülkemizi
fakirleştirmedik, tam aksine, Türkiye kalkındı, yenileşti ve refah
devleti istikametinde zenginleşti.
Demokrasiye geçtiğimiz 1946 ve sonraki yıllarda Türkiye’de
250-300 dolar seviyelerinde seyreden fert başı­na düşen milli gelir
halen (2011) 10 bin dolar seviyelerine ulaşmıştır.
Benimde içinde bulunduğum nesiller hep “Türkiye yüzde 80’i
köylü olan bir ülkedir” diye öğrenmiş ve söy­lemişizdir. Bu oran artık tersine dönmüş, halkımızın kahir ekseriyeti yenileşen, gelişen
şehirlerde yaşıyor.
1970’lerin başında, Devlet Planlama Teşkilatında, ih­racatımızın
ilk defa 2 milyar doları bulduğu haberi açık­landığı zaman, hepimiz
adeta bayram havasına girmiş ve başta Müsteşarımız rahmetli
Turgut Özal olmak üzere bu seviyenin asgari taban olduğunu, gelecek yıllarda bu 2 milyar doların, devamlı arttırılması üzerine o
yılların genç uzman ve yöneticileri olarak adeta yemin etmiştik.
İhraca­tımızın bileşimi ağırlıklı olarak tütün, fındık, pamuk, incir,
kuru üzüm gibi tarım ürünleri idi. Tütünü de dış ülkelere satmakta zorluk çekiliyordu.
Halen ihracatımız 100 milyar dolar ve üzeri rakamlar­la ifade
ediliyor. Bu rakam 2008 dünya ekonomi krizine rağmen gerçekleştiriliyor ve ihracat bileşimi artık sanayi ürünleri başta olarak
açıklanıyorsa, Türkiye ekonomisinin sağlam temellere dayandığını söyleyebiliriz. Elbette ki bazı sorunların varlığını inkar etmeden, onlara sürekli çözümler getirmek sorumluluğu duygusu ve
kararlığı ile Cumhuri­yetimizin pek çok sosyo-ekonomik ve kültürel
alanlardaki başarılarını ve gelişmeleri sayabiliriz.
38
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Bunlara ait, bu satırların yazarının inceleme ve yayın­ları vardır. Buradaki mukadder ve hayati sual, halen, han­gi konular ve
sahalarda başarıya ulaşamadığımız, kısacası başarısız kaldığımız
hususudur. Değerli okuyucularımız, böyle bir önsözde uzun bir liste teşkil edecek noksanlık ve başarısızlıkları açıklayıp tahlil etmemizi elbette bekleme­yecektir.
Burada, sadece iki noksanımıza, sağlam ve devamlı çözümlere
kavuşturamadığımız, millet hayatımızda ağır kayıplara, yıpranmaya uğradığımız, asla ihmal edileme­yecek, milletimize ayak bağı
olan, dünyada, haklı davala­rımızda dahi sesimizi kısıtlayan, gücümüzü zayıflatan iki önemli meselemize kısaca işaret edeceğim:
1. Millet Bütünlüğünün Tam ve Devamlı Sağla­namaması
Halihazırda ve en yakın tarih olarak 1984 senesinden beri
Türkiye, devlet ve millet olarak bölücü terör örgütü ve bağlı kuruluşların saldırıları, kanlı eylemleri, insanlık dışı vahşi düşman
hücumları ile karşı, karşıyadır. Vatan ve milletimize karşı ermeni
Asala terörünün, milletlerarası müdahalelerle de sona ermesi aynı
tarihte, etnik ve ırkçı te­mele dayanan Marksist ayırımcı, bölücü
terör örgütü önce sınırlarımız içinde ve Irak’ın ABD tarafından
işgal edilme­sini müteakip bu ülkenin kuzey bölgesinde yerleşip,
üsler teşkil ederek Türkiye’ye karşı silahlı saldırılarını devamlı
sürdürmüştür.
Halen Irak’ın kuzeyinde varlık ve silahlı eylemlerini sürdüren
terör örgütü, ülkemizin güney-doğu bölgesini Türkiye’den koparmak ve diğer coğrafyalardaki alanlarla birleşerek sınırlarımız üzerinde ayrı bir devlet kurmayı ni­hai hedefi olarak seçmiştir. Güneydoğu bölgemizi de yer­leşeceği ve destek sağlayacağı alan olarak
görmektedir. Bu acı sonucun meydana gelmesinde elbette devlet
ve millet olarak yapılan hataların rolü olmuştur.
Türkiye ve dünyadaki “Terörizm”i, kıymetli akademik meslektaşım ve konunun önde gelen uzmanlarından Prof. Dr. Mahir
Kaynak ile hazırladığımız ve genç araştırmacı Ahmet Almaz’ın da
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
39
katkıda bulunduğu müşterek eseri­mizde1 çeşitli yönleriyle incelediğimizden, konuyla ilgi­lenen aziz okuyucularımızın aşağıda işaret edilen kitaba başvurmaları yararlı olacaktır.
2. Anayasal Düzenin Milli İradeye Dayalı ve
İs­tikrarlı Olarak Gerçekleştirilmemesi
Cumhuriyetimizin ilk dönemlerine ait ”rejimin istik­rarlı bir
düzen içinde devam ettirilmesi” durumu ve niyeti 1960 senesi 27
Mayısında yapılan askeri darbe ile son bul­muştur. Kısaca “27 Mayıs Darbesi” milli iradeyi çiğnemiş, bağlı olduklarını söyledikleri
rahmetli Atatürk’ün “En Bü­yük Eseri” TBMM’ni kapatmış, iktidar
milletvekillerini tu­tuklayıp ıssız bir adaya hapsetmiş ve zamanın
Başbakanı, Maliye ve Dışişleri Bakanlarını idam ettirmiştir.
T.C. Devleti ve milletimizin varlığında, ilerlemesinde onulmaz
yaralar açan bu darbe, kendisinden ibaret kalma­mış, maalesef ordumuzun içinden başka gruplar örgütle­nerek Türkiye’de arka arkaya sıralanan “darbeler dönemi” başlamıştır.
Şüphesiz ki, hür seçimleri, milletin irade ve tercihleri­ni yok
sayan ve böylece “ Cumhuriyet” rejimini özünden yıkan bu darbe
örgütleri her defasında Anayasa’ları kendi totaliter düzenlerine
uygun olabilecek yapıda ve hüküm­lerde yeniden yazmış ve yürürlüğe koymuşlardır.
Haddi zatında, 27 Mayıs 1960 darbesi ile başlayan ve demokratik cumhuriyeti yıkarak totaliter bir düzen, hem de çeşitli Anayasa
metinleri neşrederek, tesis eden hareketler;ilham, teşkilatlanma
ve icraatlarını, aynı dö­nemlerde dünyanın özellikle 2 bölgesinde
yapılan diğer darbe ve rejimlerden alıp, onların kavram ve metotlarını uygulamışlardır. Bu darbe rejimleri şunlardır.
Ortadoğu da, ülkemize komşu “Ba’as”çı, askeri, sol 1. diktacı
darbeler. Bunlar Suriye’den başlayarak Irak, Mısır, Libya, Tunus,
1 Terör ve Türkiye, Nevzat YALÇINTAŞ, Mahir KAYNAK, Ahmet ALMAZ – Mart 2011, İst. / Nokta Kitap
40
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Yemen darbeleri. Bu darbelerden, Suriye’de olduğu gibi “mezhep”
esasını temel hareket noktası alan darbe türleri de mevcuttur.
27 Mayıs darbesinden sonra ortaya çıkan bazı askeri müdahale
girişimlerinde, ülkemizde de, gerçekte bir facia olabilecek “mezhep” ayırımcılığı temayülleri görülmüşse de, hemen aklı selim ağır
basmış ve ülkemiz ortaçağa has bir iç çatışma felaketine sürüklenmemiştir.
Türkiye’de baş gösteren “darbecilik” zihniyet ve 2. hareketlerinin esinlendiği, kendisine örnek aldığı bir diğer “darbe geleneği”
ise “Latin Amerika”da sık sık baş gösteren ve bu ülkelerde demokratik düzenleri yıkan, siyasi, sosyo-ekonomik, felaketler getiren
“Askeri Cunta” tipli, iktidarı askeri güç ve silahla gasp eden tür
müdahalelerdir.
Burada işaret ettiğimiz Latin Amerika “Askeri Cunta” türü
darbeleri, dünya kamuoyu ile birlikte bizim insanları­mız da takip
edip, az çok bildiklerinden bunların üzerinde durmayacağım.
Türkiye tarihi kökleri, her dönemde müstakil olmuş, hür insanlar ülkesi, Cumhuriyet döneminde de büyük başarılar gerçekleştirmiş ve 1946’dan buyana demokra­siye geçerek milletimizin serbest
iradesini temsil eden TBMM’ne sahip vatandaşlar olarak, yukarıda işaret edilen veya hangi türden olursa olsun dikta rejimlerini
asla ka­bullenmemiş, meşru görmemiştir.
Bugün, Türk milletinin, şerefi, seviyesi ve sosyo-ekonomik, kültürel yapısına uygun, muasır yeni bir Ana­yasa ve ondan kaynaklanan hukuki düzenin bütünlük ve tutarlığına acilen ihtiyacı vardır.
Bu yeni Anayasa’nın önü­müzdeki asırlara uzanacak tarzda ömürlü, kısa ve vatan­daşlar tarafından anlaşılır olması gerekmektedir.
Bu kutsal görev borcu, başta TBMM bütün üyelerinin ve hepimizin omuzlarındadır. Yüce Yaratıcı yardımcımız olsun.
NOT: Türkiye son asırlarda “ modernleşme” çabala­rında yönünü batı demokrasilerine dönmüştür. Bunun neticesi olarak 1959
senesinde Avrupa Birliği’ne (AB) tam üye olma başvurusunu yapGelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
41
mıştır. Fakat bilindiği gibi, o tarihten bugüne kadar beklediği neticeyi alamamış “tam üyelik” yolculuğunda tünelin çıkışı hala görülememiştir. Bazı AB üyeleri Türkiye’nin “tam üyelik” statüsüne
karşı olduklarını açıkça beyan etmektedirler.
Bu konuda ülkemizin tek hareket alanı “Avrupa Bir­liği” değildir. 2009 senesinde Türkiye, Azerbaycan, Kaza­kistan ve Kırgızistan Devlet Başkanları ile Türkmenistan Devlet Temsilcisi,
Nahcivan’da “Türk Konseyi” (Nahci­van Anlaşması)nı imzalamışlardır.
Kardeş ülkelerle yapılan bu Anlaşmanın tam metnini kitabımızın son sayfalarında EK olarak vermeyi faydalı gördüm.
Ayrıca, kitabın hazırlanıp siz aziz okuyucularımıza ulaş­masında değerli katkıları olan yardımcım Nevzat Gökalp Beye kalbi teşekkürlerimi bildiririm.
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş
Ağustos 2011
Çatalca
42
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
YENİ ANAYASANIN
BEŞ ESASI
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
43
Türkiye’mizin devamlı gelişmesi, için temelde, ülke­mizin istikrar içinde bulunması, siyasî ve sosyo-ekonomik yapının milletçe
üzerinde mutabık kaldığımız bazı sağlam esaslara dayanmış olmasına bağlıdır. Bu millî mutabakatın hukukî belgesi ise “Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası”dır.
Türkiye’miz, cumhuriyetle birlikte ve son 50 yıldan beri çeşitli alanlarda gelişmesini, sosyo-ekonomik kalkın­masını sürdürüyor. Bu “Cumhuriyet Dönemi”ne yani 90 yılı kapsayan sürece
bir bütün olarak baktığımızda geliş­menin yavaşladığı hatta kalkınmanın eksi olduğu, yani Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH)’nin
gerileyip, azaldığı za­man ve seneleri de görmekteyiz. Bu olumsuz
yılları daha yakından incelediğimizde, bunların siyasi ve sosyal
ba­kımdan ülkenin çalkantılı, istikrarsız, çatışmalı, gergin bir ortam içinde olduğunu gözlemleriz. Daha kısa bir ifade ile istikrarsız dönemler, ülkemizi pek çok alanda geriletmiş, buna karşılık
istikrarlı, huzurlu ve çatışmasız yıllarda ise kalkınma ve gelişme
devamlı olmuştur.
Bu istikrarsızlık, karışıklık ve darbeler sürecine “Ana­yasa
Krizleri” de eşlik etmiş ve Anayasalarımız son 50 se­nedir sürekli
değişimlere uğramıştır.
Türkiye’mizin tarihi ve milli yapısı itibariyle, derin, sağlam,
bütünleştirici, ayrımcılığı ve istikrarsızlığı önleyici bir mutabakat,
şu beş esasa dayanma zaruretini ortaya çı­karmaktadır. Bu temellere dayanan bir Anayasa çok daha uzun ömürlü olacaktır:
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
45
1. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin İstiklali
(İstiklal prensibi)
İstiklal prensibi, şüphesiz ki, fazla izaha ihtiyaç göster­
memektedir. Bir milletin varlığını sürdürebilmesinin tek ve en
önemli şartı bağımız bir devlete sahip olmasıdır. Dünya milletleri
arasında Türklerin belki de en önemli ayırıcı far­kı, tarihi boyunca
hep devleti olması, o devletin yönetimi altında bağımsız yaşayıp
başka devletlerin sömürgesi ha­line gelmemiş olmasıydı. Karanlık
mütareke yıllarında, İs­tanbul işgal altında iken dahi, Ankara’da
müstakil devleti­mizin bayrağı T.B.M.M.’de ve Ankara Kalesi’nin
en yüksek burcunda gururla dalgalanıyor ve ordumuz milletimizin
içinden çıkarak onun en kudretli koruyucusu durumun­daydı.
Şüphesiz ki günümüz dünyasında, milletler, birbirle­riyle çok
sıkı işbirliğine, devlet yönetimleri “entegrasyon”a (bütünleşmeye)
gidebiliyorlar. “Avrupa Birliği” gibi mo­deller gerçekleştiriyorlar.
Yani “Karşılıklı Bağımlılıklar” ortaya çıkıyor. Fakat bu modeller
her devletin istiklalinin özüne dokunmadan, anayasalarında özel
şartlarla, gerçek­leştiriliyor. Hiçbir AB üyesi milli bağımsızlığını
kaybet­miyor. 2009 yılının Ekim ayında Nahcivan’da imzalanan
“Türk Konseyi” Anlaşması da bu niteliktedir.
2. Vatan Toprakları ve Milletin Bölünmezliği
(Bütünlük Prensibi)
Bugünkü dünyamızın somut şartları, yeni devletle­rin kurulması, ülkeden ülkeye büyük göçler vs. Müstakil devletler içinde “çok
kültürlülük” gerçeğini doğurmuştur. Bunlar, kültürel, dini, etnik
topluluklardır. Bu gruplar ve yerli etnisiteler, millet ve toprak
bütünlüğünü parçalayıp, bozmadan iç içe yaşamaktadırlar. Bu,
pek çok ülkede görül­düğü gibi, 21. Asrın bir evrensel özelliğidir.
Türkiye’mizde, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sonucunda,
kaybe­dilmiş topraklardan pek çok etnik grup ülkemize göç edip
yerleşmişlerdir. Ayrıca yerli etnik topluluklar da vardır. Bu topraklar onların da vatanıdır. Fakat etnik toplulukların mevcudiyeti
46
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
milletin ve devletimizle vatanımızın parça­lanmasına yol açamaz.
Millet varlığının bölünmesi, oradan hareketle vatan topraklarının
ayrılması şüphesiz ki kabul edilemez. Bütünlük Prensibini milletçe korumamız, bütün problemlerimizi buna sadakat göstererek
çözmemiz gere­kir. Etnisite özelliği taşıyan topluluklar kendi dillerini kul­lanmak ve kültürel özelliklerini yaşamakta serbesttirler.
3. Demokrasi ve İnsan Haklarına Dayalı
Cumhuriyet (Cumhuriyet Prensibi)
Çağımızın en gelişmiş siyasi rejim şekli cumhuriyet olmuştur.
Bu rejim sadece bir halk idaresi ve hâkimiyeti ölçütleriyle kalmamış ve fakat aynı zamanda, özellikle 2. Dünya Harbi sonrası,
gerçek demokrasi ve insan hakları boyutları ile evrensel olarak
yaygınlaşmıştır. Şeklî cumhu­riyet rejimlerinin demokrasi, insan
hak ve hürriyetleri ile derinleşmiş olması fert ve toplulukları daha
mesut kılmış ve dolayısıyla devletlerine içten bağlılıkları ve toplum ola­rak kaynaşmalarını takviye etmiştir.
Türkiye’mizde de demokrasi ve insan haklarına saygı gösterilmesi daha da gelişirse milli birlik ve bütünlüğü­müz o ölçüde güçlenecektir.
Yeni Anayasada ferdi insan hak ve hürriyetleri bu açı­dan yer
almalıdır. Cumhuriyetimizin şekli “Demokratik Cumhuriyet” olmalıdır.
4. Ortak Milli ve Manevi Değerlerimiz (Kimlik)
Yukarıda işaret edildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Dev­letimiz,
Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak pek çok etnik grubu
topraklarında barındırmaktadır ve bu et­nisitelerin, eşit vatandaşlar olarak tümü “Türk Milleti”nin asli unsurları olarak ulusumuzu
meydana getirmektedir. “Türk” isimlendirmesi kadim zamanlardan beri Çin ve daha sonra Avrupa kaynaklarında ortaya çıkmıştır. Yani 1923 Cumhuriyetin bir ürünü değildir. Türkistan’da ve
Anadolu-Rumeli coğrafyasında asırlar boyu beraber ya­şamış etnik
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
47
Türklerle diğer gruplar, tarihin akışı içinde kaynaşmış ve “ortak
milli ve manevi değerler” e sahip ol­muşlardır. Etnik özellikleri tahrip etmeden bu “Bir Millet” olmanın müşterek değerlerini koruyup
devam ettirmeli­yiz. Bunlar: Din, dil, müşterek tarih, kültür, adet
ve gele­neklerdir. Bu müşterekler, asla, “asimilasyon” açısından değerlendirilmemelidir.
Milli ve manevi değerlerimizi yıpratan her girişim, an­layış ve
uygulama millet bütünlüğümüzü sarsan bir darbe niteliğindedir.
5. Gelişmiş Türkiye ve Güçlü Ordu
Yukarıda saydığımız dört madde bir bütün teşkil et­mektedir.
Fakat dünyamızın bir “milletler yarışı” dünyası olduğunu asla
unutmamalıyız. Bu yarışta geride kalmak ve zayıf düşmek varlığımızın tehlikeye girmesi sonucunu doğurur. Bu tehlikeye karşı en geçerli teminatımız gelişmiş bir ülke ve ekonomi ile kesin
caydırıcı teknolojiye sahip milli bir ordudur. Bugünün dünyasında
savaş araçları ve teknolojisi en üst derecede geliştirilmiştir. Bir
ülkenin top­rak bütünlüğü istiklâl ve hürriyetlerinin, nihaî hesapta, asıl teminatı silahlı kuvvetleridir. Ordumuzun caydırıcılığı,
barışın en güvenilir garantisidir. Halkımızın “Peygamber Ocağı”
dediği silâhlı kuvvetlerimizi yıpratmaya ne siville­rin ne de bazı
mensuplarının hakları vardır. Bu iki hedef­le birlikte, demokrasi,
insan hakları, sosyal adalet ile milli kimlik sağlam bir şekilde gerçekleştirilmelidir.
Bunlar birbirlerini bütünleyen niteliklerdir.
48
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASASI
-TEKLİFLER-
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
49
BAŞLANGIÇ
“İnsanlık tarihinin çok uzak geçmişinden beri, Türk milleti varlığı ve kimliğini devam ettirmiştir. Sultan Al­paslan,
Osmangazi, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, İkinci Sultan Mahmut ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi büyük öncü ve kahraman, devlet
başkanları, şanlı tarihimizde yer alan müstakil devletlerimizin unutulmaz yöneticileri olmuş­lardır.
Bugün, Türkiye Cumhuriyeti aziz Türk milletini; İstiklâl,
adalet, eşitlik, hürriyet, insan hakları, hukukun üstünlüğü,
demokrasi ve gelişme ilkelerine kesin ve ka­rarlı bir inançla
sadık kalarak ve Yüce Yaratanın koruma­sıyla sonsuza kadar yaşatıp, yükseltecektir.”
Başlangıç Gerekçe
İstiklaline sahip toplumlar “Devlet”lerini kurarak var olmaktadırlar. Konuya bu açıdan bakıldığında, “Devlet”in en kısa tariflerinden biriside: “Toplumların, kendi varlık­larını sürdürebilmek
ve daha ileri seviyedeki hedeflerini gerçekleştirebilmek için teşkilatlanmış halidir.” Bu teşki­latlanma, bir başka deyimle “Devlet
Olma” öncelikle o top­lumun vazgeçilmez ihtiyaçlarına ve gelecek
için beklenti­lerine cevap verecek, onları karşılayacaktır. Bunlar
kısaca: Adalet ve güvenliği sağlamak, dış tehditlere karşı kuvvet
hazırlayıp savunmayı temin etmek, her türlü kamu harca­malarını
karşılamak için Maliye sistemi kurmak refah ve gelişmeyi gerçekleştirmek gibi görevlerdir.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
51
Türk toplumları da çok eski çağlardan beri çeşitli coğ­rafyalarda
“Devlet”ler kurup müstakil yaşama irade ve gü­cünü, kudretini gösterdiği için bu “Anayasa” çalışmasının ‘Başlangıç” kısmında Türk
Devletlerinin kurucularından ve başkanlarından ön safta olan bazılarını sembol olarak zikrettik. Bu geçmiş, uzun asırlara dayanan
tarihî derin­lik, halen mevcut ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın
üyesi ve sayıları 200’e yaklaşan devletlerden belki de iki haneli
sayıları bulmayan çok nadir bazılarına ait özelliktir. Bu­günkü ve
gelecekteki bütün nesillerimiz, atalarımızın bize bıraktığı bu muhteşem tarihî mirası şuurlarında daima ya­şatmalıdır. Bizler esir
olmayan bir milletin nesilleriyiz.
Cumhurbaşkanlığı forsunda yer alan parlak yıldızlar bu büyük
mirası bize hatırlatan sembollerdir. TBMM’nin genel kurulunun
tavanında salonu aydınlatan devasa avi­zenin de aynı mirasa işaret ettiğini hatırlayalım.
Başlangıç metninin ikinci kısmında ise bugünkü mo­dern Türk
halkının halen ve gelecekte takip edeceği temel ilkelerden en hayati
ve evrensel olanlar sayılmaktadır. Şüphesiz ki milletimiz ve devlet
için çok önemli olan başka ilkeler de vardır. Bunlar “sosyal”, “dünyevilik”, (laiklik) vs gibi esaslardır. Fakat bu nitelikte olanlar Anayasanın mad­delerinde yer alacağı için “Başlangıç”ta sayılmamıştır.
Anayasa belgelerinde, bir milletin bugünkü ve gele­cekteki varlığı, istiklâl, hürriyet ve refahı için vazgeçilmez irade beyanı olduğundan “Başlangıcın” bitiş cümlelerinde Cenab-ı Hakk’ın koruyucu sıfatı yer almıştır. Pek çok ilke­nin Anayasalarında benzer ulvi,
ilahî atıflar mevcuttur.
Yeni Anayasamız için yeni bir Başlangıç yazmak zaru­reti; 1982
Anayasasında yer alan metnin uzun, siyasî bir ideolojinin örgütlenmesi ve çapraşık ifadeler kullanılmış olmasından dolayı doğmuştur.
Devletin Adı ve Şekli
Madde 1 -Devletin Adı “Türkiye Cumhuriyeti”dir. Türkiye Devleti Demokratik bir cumhuriyettir.
52
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
“Türkiye Cumhuriyeti” Büyük öncü Mustafa Ke­mal Atatürk
ve arkadaşları tarafından kurulduğundan beri bu isim hep devam etmiştir. Değişmemelidir. “Cum­huriyet” kavram ve terim
olarak kendiliğinden bizatihi “Demokrasi”yi kapsamamaktadır.
Bu durum hem uygula­mada ve hem de siyaset literatüründe böyle olmuştur. İkin­ci Dünya Harbinden (1939-1945) önceki dönemde
“Krallık” yönetimleri terk edilerek birçok ülkede ve özellikle Avrupa Kıtası’nda “Cumhuriyet” isimlendirilmesine sahip siyasî rejimler ortaya çıkmıştır. Bunların pek çoğu gerçek “Halk idaresi” niteliğinde değil ve fakat tam aksine diktatorya idareleriydi. İspanya,
İtalya, Almanya, Romanya, Rusya önde gelen örneklerdir. Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ismindeki Cumhuriyet vasfına
rağmen, tarihin en baskıcı, Stalin ve diğerlerinin diktatörlüğüne
dayanan ağır zulüm rejimleriydi.
Halende, günümüzde, devletlerinin ismi ”cumhu­riyet” olup ta,
parti ve şahıs diktası ile yönetilen ülkeler mevcuttur.
Türkiye’mizde de özellikle 1960 yılını takip eden se­nelerde
çeşitli “Hükümet ve Meclis Darbeleri” vukuu bul­muş. Ardı ardına gelen dikta yönetimleri “Halk idaresi” ve dolayısıyla “Milletin
iradesine” dayanan siyasî rejim de­mek olan, Anayasamızda yer
alan “Cumhuriyet”i mana­sında ve uygulamada tahrip etmişler ve
fakat yapılan Ana­yasalarda “Cumhuriyet” terimini muhafaza etmişlerdir.
Hâlbuki milletimizin her dönemde teyiden İstediği ve 1946 yılından beri rejim şekli “Demokrasi” olmuş ve her fırsatta seçim oylamalarında iradesini “çoğulcu” “De­mokratik Cumhuriyet” lehine kullanmıştır. Hükümet ve TBMM’ne karşı yapılan darbelerle demokratik yönetim şekli kaldırılarak gerçek anlamında “Cumhuriyet”e
karşı darbe yapılmış olmaktadır. Öyleyse halkımızın başından beri
içten benimsediği Cumhuriyeti, çağımız dünyasında, Yeni Anayasamızda olmazsa olmaz niteliği ile birlikte zik­retmemiz hayatî
önem taşımaktadır. Dolayısıyla Devleti­mizin şeklini ifade ederken
“Demokratik Cumhuriyet” de­mek daha uygun olacaktır. Darbe fikirlerini oluşturanların gerçekte bir iktidarı değil ve fakat aynı zaGelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
53
manda “Cumhu­riyeti” tahrip ettiklerini net bir şekilde görmeleri
sağlana­cak ve toplum direnci daha güçlü hale gelecektir.
1982 Anayasasında yer alan ve “Cumhuriyetin Nitelikleri”ni
sayan 2. Maddenin açıklığa kavuşturularak yeniden yazılması zarureti vardır. Yeni ifade şekli olarak şu metin kabul edilebilir:
“Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzur, millî
dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı,
hedefleri sosyal, iktisadi ve kültürel gelişme olan Atatürk
milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen te­mel ilkelere
dayanan, dünyevi bir hukuk devletidir. “2
1982 Anayasasının 2. Maddesinde iki virgül arasında yer alan
“Atatürk Milliyetçiliği” tabiri bizim yukarıda tek­lif ettiğimiz ifadede açıklık kazanmaktadır. Bu tabire net­lik kazandırmak bir zaruretten doğmaktadır. Çünkü çeşitli marjinal siyasî ve ideolojik
cereyanlar rahmetli Atatürk’ün görüşlerini çarpıtarak, Türkiye’de
ve özellikle de 1960 darbesini takip eden yakın geçmişten bugüne
kadar ken­di totaliter ve milletimizin temel, kök manevi değerlerini zayıflatmak maksadıyla “Atatürkçülük” isimlendirmesi ile yaymak ve bazı zorlama usulleri ile hakim kılmak iste­mişlerdir.
Gerçekte ise büyük öncü Atatürk’ün bu marjinal dik­tacı ve militan görüşleri benimsememiş olduğu aşikârdır. Atatürk hakkında
yapılan ciddi ilmi çalışmalara, bu ara­da merkezi Ankara’da bulunan “Atatürk Araştırmaları Merkezi”nin yayınlarına bakıldığında
O’nun temel görüş ve hedefleri açıklıkla görülür. Hiç şüphesiz ki
bunlardan önde gelen bir inancı milletimizin “Muasır Medeniyet”
seviyesini gerçekleştirmesi bir diğeri de, TBMM bahçe­sindeki heykelinde yer almış olan “Cumhuriyet Kültür Demektir.”vecizesidir.
Bu ifadeler “Atatürk Milliyetçiliği” deyimini isabetli bir manaya
kavuşturmaktadır.
2 Görüldüğü gibi biz 2. Maddede teklif ettiğimiz bir değişiklik “laiklik”
kelimesi yerine “dünyevilik” kavramının kullanılmasıdır. Şayet komisyon, “laiklik” tabirini, ciddi mahzurlarına rağmen muhafaza etmek
isterse, o halde, yeni yanlış yorum, anlayış ve uygulamaları bertaraf
etmek için “laik”liğin doğru tarifini ek olarak yapmalıdır.
54
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Anayasamızın 2. Maddesi için bizim yaptığımız ikinci değişiklik “laiklik” kelimesi, terimi yerine “dünyevi” teri­minin kullanılmış
olmasıdır. Bu değişikliğin asıl sebebi bu terimin hem uygulamada
ve hem de bazı sosyal ve siyasî gruplar tarafından çok olumsuz,
militanca ve millet bütün­lüğünü bölücü tarzda anlaşılıp, sonu gelmeyen tartışma ve gerginliklere yol açmış olması ve toplum huzuruna zarar verici bu görüş ve davranışların halen devam etmesidir.
Aziz meslektaşım, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin
değerli Anayasa Profesörü, TBMM Anaya­sa Komisyonunun âlim
Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu, Anayasa Hukuku alanın temel
kaynaklardan başta gelen eserinde 2. Maddedeki laiklik kavramı
için şu açıklamayı yapmaktadır: (Sayfa 56)
“... Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise her
ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi ibadetini yapabilmesi ve dinî inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bi
muameleye tabii kılınmaması ma­nasına gelir.”
Değerli meslektaşımızın bu görüşüne katılıyoruz ve bu yorumun doğru olduğunu teyit ediyoruz. Fakat konu­nun, paralarda olduğu gibi, bir diğer yüzü de vardır. Soyut kavramlar ilmî, hukukî,
içtimaî terimler toplumda yaygın biçimde kullanılıp anlaşıldığı
şekilde mana kazanırlar. Lâiklik terimi, ülkemizde uygulama bulduğu hallerde ön­celikle kamu otoritesini kullananların din alanına
keyfi ve baskıcı bir şekilde müdahale etmesi şeklinde görülüp an­
laşılmaktadır. Dolayısıyla Sayın Kuzu’nun insan haklarına dayalı
hürriyetçi ve dürüst akademik anlayışı ülkemizde, bazı kısa süren
dönemler hariç, bir özlem olmuştur.
Hürriyetçi Batı Bloğuna dâhil olmak için 1946 yılında başlatılan Demokrasiye geçiş karar ve uygulamalarından kısa bir süre
sonra Türk Ceza Kanunu’na meşhur 163. Madde eklenerek dinî yaşam, fikirler ve dindarlar üzeri­ne ağır, ezici, cezaevlerine ülkesini
ve milletini seven pek çok sayıda vatandaşı sevk edici bir anormal
uygulama başlatılmıştır. Sözde “Laikliği Koruma” adına sürdürülen cezalandırmalardan çok sayıda fikir adamı, din hizmetli­leri,
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
55
dinine, inancına hizmet etmek isteyenler, sade Türk vatandaşları,
yazarlar, gazeteciler mahkûm edilmişler ve mağdur olmuşlardır.
Bu baskıcı, millî bütünlüğümüzü bölücü, fikir, din ve vicdan hürriyetlerine tamamen aykırı menfi uygula­ma rahmetli,
Türkiye’nin şansı, değerli devlet adamı aziz dostum ve Devlet
Plânlama Teşkilâtı’nda âmirim Turgut Özal’ın Başbakanlığına kadar devam etti. Ancak onun ay­dın görüşlüğü ve kararlılığı sayesinde 141, 142 ile birlikte 163. Madde yürürlükten kaldırıldı.
Burada baskıcı, militan laikçi, müdahaleci davranışları benimseyip, inananları, fikir sahibi olanları ağır şekilde ce­zalandırıcı
uygulamaları yürütenlerin diğer inananlarımızı mağdur edip ve
yıldırmakta olduğunu bizzat yaşadığımız bir örnekle açıklamak
isterim.
Rahmetli Cumhurbaşkanımız Turgut Özal, 163, 141 ve 142.
Maddeleri kaldırmak için yoğun çaba gösterdiği ve hatta çile çekmek derecesinde yorulduğu günlerin bi­rinde benimle ve değerli
kardeşim Ali Coşkun’la konuşur­ken, bizlere: “Özellikle 163. Maddenin Ceza Kanunundan çıkarılması çabalarımda bizzat kendi
kabinemdeki bazı Bakan arkadaşlarımdan dahi direnme görüyorum. Sizden bunları ziyaret edip görüşme yapmanızı rica ederim.
Ne dersiniz?” diye sordu. Her ikimizde rahmetliye “tabiatıyla, hem
onlara gider bu önemli girişimin gereğini anlatır, ikna ya çalışırız”
dedik ve söz konusu Bakanlarımızı ziyarete başladık.
Tipik bir endişe ve hâkim olan çekinmeyi anlatmak için bu görüşmelerden birini burada zikretmek isterim. Önem­li Bakanlıklardan birinin başında bulunan bir dostumu­zu ziyaret edip diğer
maddelerle birlikte 163. Maddenin kaldırılması gerektiğini kendisine, izah ettiğimizde bana endişeli bir tavır ve ses tonuyla: “Peki
Hocam o zaman ortalığı sarıklılar, cüppeliler ve deli dervişler sarmaz mı?” diye sormuştu. “Ben ve Sayın Ali Coşkun böyle bir şey
olmayacağını, halkımızın anlayış ve medeni seviyesinin yüksek
olduğunu ayrıca komünizme kapılmış olanlarında Türkiye’de o zamanki Sovyet Rusya rejiminin meddahlı­ğını yapamayacağını” anlatıp, neticede kanun değişikliği yapılması hususunda ikna ettik.
56
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Yasaklayıcı maddeler kaldırıldığında sonuç, rahmetli Turgut
ağabeyinin ve onun gibi düşünenlerin haklı oldu­ğunu gösterdi.
Dinimiz İslâmiyet konusunda böyle endişeli tavırlar dışında asıl üzerinde durulması gerekli olan husus ise Türkiye’mizde
İslamî hemen her olumlu hareket ve ge­lişmeye karşı çıkan, cephe
alan, ellerine geçen hemen her fırsatta dinî öğretim, yaşayış ve
hürriyetleri kısıtlamaya, zayıflatıp, etkisiz hale getirmeye uğraşan
davranışları sür­düren grupların anlayış ve faaliyetleridir.
Bu kişi ve gruplar şüphesiz ki insan hakları ve hürri­yetler temelindeki bir ‘laiklik’ anlayıştan uzak ve genel­liklede İslâm dininin temel inanç ve öğretilerinden yaban­cılaşmışlardır. İslamiyet,
camiler, ezan, Kur’an Kursları, İmam-Hatip Okulları, örtünme,
din dersleri, Diyanet İşleri Başkanlığı, Din Hizmetleri görevlileri
v.s gibi pek çok ko­nuda bu kişi ve gruplar hemen reaksiyoner bir
tutumla menfi görüş ve davranış sergileyip cephe almaktadırlar.
İslami konularda karşıt, olumsuz ve genellikle bölücü tutumlar özellikle de Türkiye’mizin 1960 yılından sonraki “Darbeler
Döneminde” ortaya çıkmıştır. Bütün darbelerde ve girişimlerinde
Anayasada yer alan “Laiklik” kavramı “Laikliğin tehlikede olması”
“Laikliğin korunması“ “Laik­liğe Sadık Kalma” v.s benzeri sloganlar darbeleri meşrulaş­tırıcı ana motif olarak ileri sürülmüştür.
1982 Anayasasında yer alan bazı olumlu düzenlemeler dışında, diğer darbelerde ve özelliklede 28 Şubat müda­halesinde, dinî
öğretim, yaşayış tarzı, çalışma ve istihdam edilme hakkı gibi en
temel hak ve hürriyetler ağır bir bi­çimde, akıl ve insaf ölçülerini
aşan derecede, ihlâl edilmiş on binlerce dindar vatandaş ve genç
kızlarımız gibi toplum içinde en müşfik ihtimam ve teşvike lâyık
evlatlarımız bu dönemde mağdur edilmişlerdir.
28 Şubat darbesinde ortaya yeniden çıkan zihniyet ge­nelde
Türk halkının manevi değerlerine karşıt bir görüş ve davranışı
temsil etmektedir. Bütün bu cebredici zihniyet ve icraat yanlış,
insan hakları ve demokratik prensiplere zıt bir “militan laiklik”
anlayışına dayandırılmıştı.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
57
Omzumdaki Gözyaşları
Bu totaliter ve militan lâiklik anlayışının acısını halkı­mız, yine
bir darbe ertesinde gelen “Başörtüsü Yasağı”nda çekmiştir ve halen de kısmen hafifletici şekilde çekmekte­dir. Böyle bir yasağı salim bir akılla kabullenmek mümkün değildir. Başın, saçları göstermeyecek şekilde kapatılması kadınlar için dinî bir gerektir ve Türk
toplumunda bu veci­be asırlardan beri sürdürülmüştür. En son
resmî talep üze­rine TC Diyanet İşleri Başkanlığı, bu İslami gerekliliği teyit eden görüşünü, müdellel bir şekilde, görevine tam müd­
rik ve vakur bir Başkan olan Sayın Tayyar Altıkulaç döne­minde
açık olarak vermiştir. O dönem Başbakanlık sorum­luluğunu yürüten Sayın Bülent ULUSU bu Anayasal ve rahmetli Atatürk’ün
mirası olan kuruluşun görüşüne karşı çıkan, kabullenmeyen bir
davranış içine girmemiştir.
Fakat daha sonraki dönemde başörtüsü yasağı özellik­le yüksek
öğrenimini yapmak isteyen kız öğrencilerimize ve devlet müesseselerinde çalışmak isteyen hanımlara kar­şı bütün şiddeti ile tatbik
edilmiştir. Lise tahsilini tamamla­yıp, pekçok zorluklarla üniversite
giriş sınavlarını kazanıp yüksek öğrenimi yapmaya hak kazanmış
genç kızlarımız üniversite kapılarından içeriye sokulmamış, daha
önce fa­kültelerde okuyanların sınıflarına devamı dolayısıyla tah­
sillerini tamamlayıp diploma almaları önlenmiş, sınavlara sokulmamışlardır. Bir defasında üniversitesini derece ile bitiren bir genç
kızımızın diploma töreninde, sahnede dip­lomasını alırken arkadan
gelen bir hanım polis memuru bu genç kızın baş örtüsünü, herkesin
gözleri önünde zorla çe­kerek çıkarmıştır. Üniversitelerin önünde
başörtülü öğren­ciler gruplar halinde protestolar yapıp, ağlamışlardır. Kısa­ca bu “Laiklik Korumasında” devlet terörü estirilmiştir.
Yanlış ve bölücü bir laiklik anlayışı ve uygulamasının halkımıza nasıl bir ıstırap çektirdiğini yaşadığım bir deği­şik olayla açıklamak isterim:
Sovyet Rusya dağılmaya başladığında TV yapımcısı yakın
dostum Sayın Zafer Karatay’la, bir heyet halinde Kırım’a gittik.
Bahçesaray’da, Giray’ların Han Sarayı’nda, Taş avlu’da, 70 yıl
58
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
sonra ezan okunarak “Şükür Namazı” kıldık. Namaz ve duadan
sonra soydaşlarımız önce bir­birlerine sarıldılar, tebrik ettiler ve
gözyaşları boşalmaya başladı. Sevinç ve heyecanın son noktasında
olan Kırım­lı soydaşlarımız sonra bana geliyor boynuma sarılıyor
ve başlarını omzuma dayayıp ağlıyorlardı. Bunlardan iş ada­mı bir
genci çok net hatırlıyorum. Benden uzun boyluydu, boynuma sarılmış sağ omzuma başını koyup hıçkırarak ağlıyordu. Sırtını okşayıp
teselli etmeye çalıştım. Kucaklaş­malar, tebrikler sona erdiğinde,
hayretle ceketimin omuz­larının ıslanmış oluğunu gördüm. Bu ilk
defa oluyordu. Fakat bunlar Kırımlı kardeşlerimin sevinç gözyaşlarıydı. Onlar kendi vatanlarında, tarihî başkentlerinde, Giraylar
Sarayı’nın avlusunda serbestçe, hep beraber şükür nama­zı, şehri
dolduran gür ezanı dinleyerek kılmışlardı. Saray içindeki süngülü
muhafızlar da bu olayı sessizce seyret­mişlerdi.
Burada şüphesiz konumuz Kırım ve orada çöken Sov­yet rejimi
sonrası kavuşulan din ve ibadet hürriyetini an­latmak değil. Fakat
omuzlarımın gözyaşları ile ıslandığı bu olay ilk defa olmuş ve fakat
son olmadı. Bu sorunun kendi ülkemizde, hemen tamamı Müslüman olan Türkiye’de Sel­çuklunun, Osmanlı ve Cumhuriyetin güney Kalesi muhte­şem ve narin Antalya’da yaşadım.
Başörtüsü yasağının terör estirmeye dönüştüğü za­manlardı.
Antalya’ya, başmakale ve yazılarımı yayınla­yan Türkiye
Gazetesi’nin şehirdeki bürosuna gitmiştim. Oradaki görevliler,
benim büroya geleceğimi öğrenen bir kişinin beni beklediğini söylediler. Bu 50 yaşlarında, dinç, yapılı, sanki Toroslardan şehre
gelmiş mütevazı bir aile ba­basıydı. “Bana Antalya’da üniversitede
Tıp Fakültesi’nde okuyan ve son sınıfa gelmiş kızından bahsetti.
O’nun ai­leden yüksek öğrenime giden tek çocuğu olduğunu söyle­di.
Diğerleri henüz küçüktü. Anlatışından bu büyük kızını çok sevdiği görülüyordu. Hocam ümidimizi bu kızımıza bağladık. O mezun
olup doktorluk yapacaktı, hepimiz çok ümitliydik. Senelerce ailece
fedakârlık yaptık. Artık Fakül­tesini bitirmeye az kalmıştı. Fakat
şimdi kızımı Fakültesine sokmuyorlar, sınıfta kalacağını hatta
üniversiteden ceza verilip atılacağını söylüyor. Bütün sebep olarak
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
59
başörtüsü­nü gösteriyorlar. Şimdi evimiz de başta kızım olmak üzere üzüntüler içindeyiz, ne yapacağımızı bilmiyoruz. Kızım ve annesi her gün gözyaşı döküyor” dedi ve “Torosların bu yiğit babası, bu
yağız çiftçi gözyaşlarını döktü”. Kırımdan sonra omuzum 2. defa
ıslanmıştı. Fakat bunlar sevinç değil ıstırap gözyaşları idi, kendi
öz vatanında, görevi gençliği yetiştirmek olan kişilerin katı, fanatik davranışları yüzün­den. Bütün isteği son sınıfa gelmiş, yakında
doktor olma­sını bekledikleri kızının Fakültesinden içeri sokulması
ve derslere girebilmesiydi.
Bu acıklı manzara karşısında çaresiz babanın anlattıkla­rı ve
ağlaması beni etkilemiş ve ne yapacağımı düşünmeye başlamıştım. Teselli edici bazı sözler söyleyerek ağlamasını durdurdum ve
sonrada kızının konusuyla meşgul olacağı­mı ve hemen bazı temaslarda bulunacağımı vaat ettim. Kar­şımda bir aile dramı bir gençlik dramı vardı. Niçin ülkeye, değerli varlığımız yüksek öğrenim
gençliğine hizmetle, on­ların yetişmesinden sorumlu kişiler, onların geleceğini alt-üst ediyorlar, öğrenimlerini önlüyorlardı? Sadece Antalyalı çiftçi babanın doktor çıkacak kızı söz konusu değildi.
Başta İstanbul, bütün diğer üniversitelerdeki dindar kızlarımızın
önlerini kestiler, terör estirdiler, sınavlara almadılar, örtüle­ri var
diye iş vermediler çalışmalarına mani oldular. Bu ki­şiler nasıl bir
zihniyet ve ruh yapısına sahiptirler? Hatırıma derhal lisansüstü
tahsilimi ve araştırmalarımı yaptığım Pa­ris, Cean, Saıbrüken,
Londra ve diğer Avrupa ve ABD üni­versiteleri geldi, bunlar gerçek
ilim ve öğretim kuruluşları idi. Orada okuyan öğrenciler ne kadar
hür ve mutlu idiler. Benim ülkemin gençlerinin bir kısmı, o senelerde, ya anar­şinin içine düşürülmüş, ya inançlarında samimi ve
tutarlı oldukları için, pek çok zahmetle giriş hakkı kazandıkları
fakültelerine giremiyor, kapılardan kovuluyorlar, diğer bir kısmı
da zaruretler içinde kıvranıyorlardı.
Ayrıca Devlet Planlama Teşkilatında çok verimli geçen seneleri
düşündüm. Kabiliyetli ve çalışkan genç uzmanla­rımızla ülkemizin
yüksek vasıflı insan gücü açığını kapat­mak için yaptığımız planları, programları, çalışmaları……
60
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Bu acı duruma yol açıp, ilkel uygulamalara sebep olan­lar, vicdanlarında insani duygulara yer ayırmayan, her şeyi çağdışı ideolojilerin sloganlarına göre değerlendiren, fanatik ruh yapısına
sahip her türlü meslekten kişilerdi. Ailelerimize ve on binlerce kız
çocuklarımıza ve hanımla­rımıza acı yaşattılar, ciddi kayıplara yol
açtılar, gözyaşları akıttırdılar. Veballeri büyüktür.
Yanlış bir lâiklik anlayışı ile sosyal yapımıza, milli bü­tünlük
ve dayanışmamıza indirilen darbeler sadece yük­sek öğrenimdeki tesettür meselesi ve bu hanımlara pek çok istihdam kapılarını
kapatmadan ibaret değildir. İmam Hatiplerle birlikte, Kalkınma
Plânlarımızın hedeflerine tamamen zıt bir şekilde bunların Yüksek Tahsil görme imkânlarını daraltılar. Bunu yapabilmek için bu
okullar­dan mezun gençlerin önünü, hak ettikleri başarı puanlarını keyfi kararlarla düşürdüler. 28 Şubat Post-Modern Darbe­si
sonucunda ayrıca, isteyen ebeveynleri yazın çocukla­rının Kur’anı
Kerim okuma ve diğer din bilgilerini alma imkânlarına engel çıkardılar. 28 Şubat darbesinin bazı so­rumluları ülkemizde hafız
yetişme imkânını tamamen or­tadan kaldırma girişimi yaptılar.
Sonuç alamadılar.
İslâmi öğretim ve yaşama tarzına karşı olan bütün bu ve diğer
icraatı yapan ve fikirleri ileri sürenler “Laik’’ olma­nın gereğini yerine getirdiklerini iddia etmekte, ülkemizde sonu gelmez gerginliklere yol açıp milletçe bütünlüğü­müz, dayanışma ve huzuru zedeleyip zayıflatmaktadırlar. Bu Cumhuriyetimizin en azından son
70 yıldır içine düşü­rüldüğü bir rejim zaafı olmuştur.
Demokratik Cumhuriyetimizde yanlış anlayış ve uy­gulamalar
sonucunda ifade ettiği mananın özü ve gerçe­ğini kaybederek bir
sosyal gerginlik, bölünme ve hatta ça­tışma mefhumu haline gelen
“Laik” kelimesi yerine. Yeni Anayasamızda medeni dünyanın pek
çok ülkesinde kabul edilip benimsenen ve Türkçede yeri olan içeriği derhal an­laşılan “dünyevi” (seküler) terimini kullanmak daha
isa­betli olacak. Sosyal yaşantımızı bölücü olan bu Fransızca terimin anlaşılmazlığı giderilecektir.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
61
Esasen “laik” terimi pek az devletin Anayasasında (Fransa,
Meksika, Hindistan, Türkiye gibi) yer almakta­dır. Daha çok sayıda ülke ise devletlerinin fonksiyonlarını “dünyevi” (seküler) olarak
tanımlamakta ve bu çerçevede “din ve vicdan Hürriyeti”nin tam
bir teminat altına almak­ta aynı zamanda da milletlerinin taşıdığı
dinî inançlara ya­bancı olmamaktadır.
Sovyetler birliğinin dağılmasından sonra müstakil hale gelen
Cumhuriyetlerde de benzer durumlar vardır. Bun­lardan kardeş
Azerbaycan Cumhuriyeti Anayasası buna örnek gösterilebilir.
Azerbaycan, müstakil Azerbaycan Cumhuriyetinin Anayasasını
hazırlarken, mutat olduğu gibi bir komisyon teşkil etmişti. Anayasa taslağını hazırla­makla görevli bir komisyonun Hukuk Profesörü
bir üyesi Türkiye’ye geldi ve benimle de Azerbaycan’ın hazırlan­
makta olan Anayasası konusunda istişarelerde bulundu. Burada
hemen şu noktayı belirteyim ki Azerbaycan Dev­letinin istiklâli ile
birlikte bazı temel ekonomik-mali ka­nunların hazırlanıp Millet
Meclisine sevk edilmesinde bu kardeş ülkenin üst derece bürokratları ile beraber çalışmış­tık. Bu tasarılar Meclisten geçip kanunlaştığı zaman, neşre­dildikleri Resmi gazetelerin birer nüshasını bana
Bakû’de hediye etmişlerdi.
Anayasa hazırlığı için Azerbaycan’dan Türkiye’ye gelen komisyon üyesi profesörle pek çok nokta üzerinde durduk. Bu arada
Anayasanın genel esaslarını görüşür­ken bana “Laik”lik umdesini
sordu, ben de Türkiye’de bu terimin anlaşılması ve uygulanmasında başlangıçtan bu­güne kadar ülkemizde ortaya çıkan problemleri, ayrışma ve çatışmaları, darbe gerekçelerini ve diğer hususları an­lattıktan sonra “Devletinizin asıl fonksiyonu olan dünya
İşleri’ni insan haklarını, kuruluş yapınızı, Anayasanızda belirtin.
Bu Devletin “Din Hizmetleri ve Öğretimine” sırt çevirmesi anlamına gelmez; bu konuda Türkiye’nin uy­gulamasını örnek alabilirsiniz, sakın “Laik’lik kavramına takılıp ihtilaflara düşmeyin,
sonu gelmez tartışmalara, ça­tışmalara dalmayın, darbelere gerekçe hazırlama gafleti­ne kapılmayın” şeklinde fikrimi açık bir
şekilde belirttim. ‘’Dini inanç ve müesseseleri dışlamayan daha
62
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
modern ve Demokratik terminolojiyi kullanın diye ifade ettim’’
Mu­hatabım bu ve diğer gerekli hususları not alıyordu. Teşek­kür
etti ve Azerbaycan’a döndü.
Bir müddet sonra Azerbaycan Cumhuriyeti Anayasası kanunlaşmış olarak bize geldi. Merakla ve dikkatle met­ni inceledim,
“Devletin Esasları” bölümünün ilk maddesi olan 7. Maddenin 1.
Fıkrasında “Laiklik” terimi değil “dün­yevi” tanımlaması yer almıştı. Fıkra aynen şöyledir: Azer­baycan devleti, demokratik, hukuki,
dünyevi ve üniter bir cumhuriyettir. Memnun oldum. Dinî inanç ve
mensubiyeti sağlam, kadim ve müesseseleri sağlıklı olan milletimizin Anayasasında da başlangıcından beri çatışmayı beraberin­de
getiren “Laik”lik terimi yerine devletimizin bu alanda asıl fonksiyonunu anlaşılır bir şekilde belirten Türkçe bir terimin konması daha
isabetli olacaktır. Bu kelime “dünye­vi” ve benzer bir diğeri olabilir.
Son olarak, 1982 Anayasamızın 2. Maddesindeki ni­telikler arasında zikredilen “sosyal” terimi, ifade edildi­ği şekliyle, muğlâk, net
olarak anlaşılmaz bir durumda­dır. Bu terim başlangıçta da tartışmalara yol açmıştır ve “sosyalizm”le bir ilgisi olup olmadığı polemik konusu ol­muştur. Şüphesiz ki “sosyal” teriminin “sosyalizm”i
çağ­rıştığı, ona atıf yapıldığı doğru bir görüş değildir. Fakat öte
taraftan da “Devlet” elbette ki sosyal, bir tüzel kişiliktir, aksi düşünülemez. Dolayısıyla buradaki asıl maksadı 5. Maddede yer
alan “Devletin Temel Amaç ve görevleri ara­sında şu şekilde ifade
edebiliriz:
“...... Devlet muhtaçlar ve düşük gelir gruplarını sos­yal
barış, sosyal adalet ve sosyal denge uygulamaları ile korur.
Türklük ve Etnisite
1982 Anayasasının 66. Maddesi “Türk Vatandaşlığı” hususunu
düzenlemekte ve “Türklük” kavramını tanımla­maktadır. Tanımlama aynen şöyledir:
“Madde 66- Türk Devletine vatandaşlık bağı olan herkes
Türk’tür.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
63
“Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür...”
Bu tanım yerindedir ve Anayasal olarak hukukî an­lamda “Türk
olma halini, statüsünü tespit etmektedir.
Fakat günümüzde ayrımcılık ve bölücülük cereyan­ları, çatışma
ve başkaldırma eylemleri başladığından beri (1984’den itibaren)
milletimizin “Türk Milleti” olarak ta­nımlanmasına karşı çıkan
mensup oldukları “etnik köken­lerini öne çıkararak bir dizi “ayrıcalıklar” talep eden sosyal gruplar mevcuttur. Bölücülerin kanlı
eylemleri sonucu 40 binden fazla insanımız hayatını kaybetmiş,
bir o kadarı da yaralanmış, sakat kalmıştır.
Bu ayrımcıların bazıları da Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” vecizesini de yanlış değerlendirmekte ve buna karşı çıkarak,
bulunduğu yerlerden kaldırılmasını is­temektedirler. Bu durumu
isteyenlerin bir kısmı “Türklük” mensubiyetini zayıflatmak kastı
ile hareket etmekte, diğer­leri ise Türkçenin nüanslarını bilmemektedirler. Merhum büyük Gazi bu özdeyişiyle “ırkçı” görüşüyle soy
itibariyle Türk olanları şüphesiz ki kastetmiyor ve fakat toplayıcı
ve kucaklayıcı bir deyişle ‘’türküm diyene’’ tabirini kullana­rak ‘’aidiyet’’ haline işaret etmektedir.
Aynı vatan topraklarında yaşayan vatandaşlar olarak çeşitli etnik kökenlerden gelebiliriz. Bu, özellikle 20 milyon km2’ye ulaşan
ve 622 yıl süren büyük Devletin bugünkü varisleri olarak tabiidir.
Bir üst kimlik olarak bugün Türk aidiyetini bildirmekte olumsuz
olan ne vardır? Hepimiz kendi etnik kimliğimizi unutmadan “Türk
Milleti” bütünü içinde olduğumuzu gurur duyarak söyleyebiliriz.
cedle­rimiz de öyleydi. Omuz omuza, el ele bu güzel, bereketli topraklarda, müşterek vatanımızda, hiçbir dönemde esaret altına girmeden şerefleri ile yaşadılar ve vatanlarını savun­dular.
Esasen “Türk” lüğün sosyolojik tanımlamasında da ırkçılık,
soy, araştırma unsuru dün de bugünde olmamış­tır, yoktur: “Türkçe konuşan ve İslâm inancına sahip olan kişiler Türk’tür.”
İslâm inancı temelde ve genel olarak Türk tanımlama­sında
bin yılı aşan müşterek tarihimizde temel unsur ol­muştur. Fakat
şüphesiz ki, istisna olan küçük topluluklar mevcuttur: Gagavuz64
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
lar, Çuvaşlar, Rusya Federasyonu’nda, Sibirya’da bazı türk asıllı
toplumlar bu duruma örnek teş­kil ederler.
Ayrıca bugün Türkiye hudutları dışında Batı Avrupa, Kuzey
Amerika ve Avustralya’da sayıları, toplam, mil­yonlarla ifade edilen anadilleri Türkçe ve imanları İslâm olan önemli bir nüfusumuz
mevcuttur. Bu kardeşlerimizin vatandaşlık statüleri ne olursa olsun Türk’türler ve “Ben Türk milletine mensubum” demeleri belirtip, beyan etme­leri kâfidir. Evet onlar Türkiye’de yaşayan, kardeşleri gibi milletimizin ayrılmaz parçalarıdır. Kimse aksini söyleme
hakkına sahip değildir ve böylece Türkiye’deki “vatandaş­lık” düzenlemeleri buna uygundur. Mevcut bazı zorluklar kaldırılmalıdır.
Etnik gruplar ülkemizde ana dilleri değişik, Ermenice, Rumca, İbranice olan gayri Müslim, Türk vatandaşı top­luluklar vardır.
Cetlerimiz, tarih boyunca bu toplulukla­ra, insanlığa örnek teşkil
edecek şekilde en geniş anlamda serbesti yet tanımış. Din, dil ve
kültür hayatlarında kendi özellik ve tercihleri ile varlıklarını, cemaat ve müesseseleri­ni, ibadet mekân ve şekillerini devam ettirmişlerdir. Lozan Anlaşmalarında bu azınlıklara, kökenleri ve dinî
sebepler­le bazı ilâve haklar ve imkânlar tanınmıştır. Şüphesiz
bun­ların zedelenmemesi gereklidir.
Yukarıdaki paragrafta zikredilen gayri Müslim Türk vatandaşlarımız dışında İslâm inancına bağlı, fakat kendi etnik özellikleri
olan ve milletimizin ayrılmaz parçalarını teşkil eden etnik topluluklarda vardır. Daha önce işaret et­tiğimiz gibi Yüce Osmanlı
Devletimizden Cumhuriyetimi­ze bu etnisiteler miras kalmışlardır.
Bu topraklar onların da, diğerleri gibi, vatanıdır. Gayri Müslim
ekalliyetlerin önemli bir kısmı, Osmanlı Ermenilerinde olduğu gibi
ye­niden çizilen sınırların ötesinde Suriye, Lübnan, Irak gibi komşularımızda kalmış veya mübadele anlaşmasıyla Ana­dolu Rumlarıyla Yunanistan’daki Müslüman Türkler yer değiştirmişlerdir.
Fakat ve elbette değişik etnisiteye sahip Müslüman topluluklar
ülkemizdeki “azınlıklar”la aynı yapı ve statü­de değillerdir. Onlar
bu ülke ve milletin asli unsurlarıdır. Bu Müslüman ve etnik özellikleri olan topluluklara “ekal­liyet” elbisesi giydirip, millet bütünGelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
65
lüğünden ayırmaya çalışmak hem onlara ve hem de milletimizin
tümüne kar­şı yapılacak en büyük haksızlık ve millet bütünün her
bir cüz’ünün zarar göreceği, tehlikeli anlayış ve teşebbüsler­dir.
Halen Türkiye’de ırkçı ve etnik fanatizmden beslenen, tahrik edilen “ayrımcı-bölücü” çatışma ve çarpışmaların sebep olduğu beşeri
ve gayrı kayıpların büyüklüğü ve dehşetini hissetmeyen bilmeyen
kimse yoktur.
Devlet ve millet olarak ortak bir anlayışa gelmeliyiz. Bir taraftan devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü te­mel umde olurken
diğer taraftan da kimlikleri yok edici anlayış ve uygulamalara saplanılmamalıdır.
Her bir kişi kendi kimliğini kendisi belirleme hak­kına sahiptir ve etnik topluluklar kendi ana dillerini ko­nuşmada, o
dilden yayın yapmak ve etnik özelliklerini yaşatmakta serbesttirler.
Kendi kimliklerini kendilerinin tayin ettiği ve onu yaşamada
serbest olan kişi ve toplulukların Türkiye’nin millet ve toprak bütünlüğünü bozmaya katılmayacağını ve bunun ağır bir suç olacağını idrak edeceğini düşünmek tabii bir davranıştır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamaları teyiden rah­metli
Atatürk’ün dahiyane bir tespitini zikretmek isterim. ‘’milletimiz
din ve dil gibi iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip ala­mamıştır ve alamaz’’ Atatürk söylev ve demeçleri: 66-67
1982 Anayasasının 3. Maddesine “Başkent Ankara’dır”
son cümlesinden önce şu cümle eklenebilir:
“Arması, iki yanı buğday başakları ile çevrilmiş, al zemin üzerinde, uçları gökyüzüne bakan ay yıldızdır”
Devletlerin, kendilerine has bayrakları ile birlikte, pra­tik kullanım ve temsil maksatları için resmi “arma” larıda mevcuttur.
Nitekim Cumhuriyet dönemimizden öncede Osmanlı Devletimizin
bilinen “Devlet Arması” da olmuş­tur. Son senelerde de bu orijinal
ve estetik “Arma” dekora­tif maksatlarla kullanılmaktadır. Fakat
66
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
demokratik Cum­huriyetimizde sade, anlaşılır ve Devletimizi temsil edecek bir armaya pratik anlamda ihtiyaç vardır.
Böyle bir devlet arması yeni Anayasamızın 3. Madde­sine yukarıda belirttiğimiz şekliyle eklenebilir. Al zemin üzerinde ay yıldızın
uçlarının gökyüzüne doğru bakması Milletimiz ve Devletimizin daima yükselmesi ve yücelme­sini sembolleştirmektedir. Ay yıldızımızı kucaklayan ve çevreleyen iki dolgun buğday başakları ise vatan
toprakla­rının bolluk ve bereketiyle millet olarak köklerimizi ifade
etmektedir. Aynı zamanda iki başak Asya ve Avrupadaki vatan
topraklarımızın bir ve beraberliğini sembolize et­mektedir.
Böylece 3. Maddede yer alan diğer unsurlarla birlikte “Devlet
Arma”mız bir bütün teşkil edecektir.
Değiştirilme Hükmü ve Darbeler
Anayasalar elbette ki çok önemli hukuk, kanun belge­leridir.
Ait oldukları ülkelerin bugün ve yarınlarını şekil­lendirir, ülke halkının yönetimlerini, beklentilerini, hak ve mesuliyetlerini belirlerler. Devletin yapısını kurar ve temel hukukî örgüyü tespit eder.
Bu vasıfları ile Anayasa metinlerinin sık sık değişmesi beklenmez, istikrar gözetilir. Fakat şüphesiz ki Anayasalar Kutsal
Kitap’lar, Kelâm-ı Kadim değildir ve ilahi Hüküm­leri ihtiva etmez.
Değişen ilişkiler, iç ve dış şartlar toplum­ların beklentilerine uygun
olarak Anayasalar da değişirler. Topyekûn, bir milletin iradesini
aksettiren Anayasa hü­kümlerinin değişmesi TBMM’nin nitelikli
çoğunluğu ta­rafından teklif edilmeli ve nitelikli çoğunluğu tarafından kabul edilmelidir. Bu değişikliklerin gerçekleşebilmesi için takip edilecek usuller referandumu gerektiren haller özel kanunu tarafından düzenlenir. Her ne şekilde olursa olsun, millet iradesinin
neticesi olan Anayasanın hukuk esasları, demokrasi rejiminin gerekleri dışında zorlamalarla değiş­tirilmesi, ılga edilmesi TBMM’ye
dayatılması meşru değil­dir ve ağır bi suç teşkil eder.
Bu hukuk ve kanun dışı uygulama ve girişimler uzak olmayan
bir geçmişte Türkiye’de vukuu bulmuş çok acı olaylar ve büyük
kayıplar yaşanmıştır.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
67
Milletimizin irade ve kararının bir sonucu olan Anaya­sa ve
onun getirdiği insan hakları ve hürriyetlerine dayalı çoğulcu demokratik düzen başta TBMM olmak üzere Dev­let erkinin bütün
kurum ve kuruluşları tarafından korun­malı, totaliter ve vesayetçi
hiçbir odaklaşma ve girişimlere yol verilmemelidir.
Dolayısıyla yeni Anayasa’da aşağıdaki madde yer al­malıdır:
Madde 4 – Millet irade ve hâkimiyetinin sonucu olan
Anayasa’nın verdiği yetkileri ve hukuk esaslarına sadık
olarak yürütülen uygulama erkini toplumun hiçbir kesi­mi,
kurum, kuruluş, örgüt ve kişiler zorla ele geçiremez ve değiştiremezler.
Milli hâkimiyetin zorla ele geçirilmesi ağır bir suç­tur.
Yakın geçmişte ülkemizde “Milli Hâkimiyet” esası­nı tahrip ederek yoK eden darbe ve girişimlerin millet ve devletimize verdiği
ağır zararlar, ıstırap ve kayıpları göz önüne getirdiğimizde insan
hak ve hürriyetlerine dayalı demokratik cumhuriyet rejiminin kararlı bir şekilde ko­runmasının hayati önemi daha açık bir şekilde
idrak edilir. Bu Anayasal hüküm herkesi bağlayıcı bir görevdir.
Eşitliğin Korunması
Yeni Anayasamızın başlangıç olarak teklif ettiğimiz me­tinde
Türkiye Cumhuriyet’imizin kesin ve kararlı bir şekil­de sadık kalacağı temel ilkelerden üçüncüsü olarak “Eşitlik” umdesine yer vermiş bulunuyoruz. Başlangıç metninin açık­lanmasında, diğer birçok ilkenin ülkemizde ihlal edildiğini, bu ihlallerin aynı zamanda
gerçek anlamından saptırılmış, bir “laiklik” kavramına bağlanmak
çabasında bulunulduğu anlatılmıştı. Bu yanlış durumun şüphesiz
ki en çarpıcı örne­ği “türban” veya “başörtüsü” yasağı olmuştur.
Bu yasak se­nelerce, hatta bu gününe kadar, her yaştan hanımlarımızın başta öğrenim görme, çalışma, sağlık hizmetlerinden
yarar­lanma gibi pek çok hak ve hürriyetlerden mahrum edilmesi
sonucunu doğurmuştur. On binler ve belki de yüz binlerce kadın
68
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
ve genç kızımızın mağdur edildiği bu haksız yasak uygulaması
dramının ortadan kaldırılması için yapılan her hukukî teşebbüs,
“katı ve hukukla bağdaşmayan” yorum­larla önlenmiş, bu sosyal
dram ve mağduriyet devam ettiril­miştir. Bazı hukukçularımızın
tabii hukuk kuralları ile açık­lanamayacak bu yasakçı yorumları
uygulamada çok sert ve “insan aklına zarar” örnekler ortaya çıkarmıştır. Bunları, ör­nekleri de zikrederek, tarihe not düşürecek
araştırmacılara bırakmak şimdilik yeterlidir.
Birkaç on yıldır Türkiye’de sürüp giden bu traji-komik problemi sonlandırmak ve ülkemizde medeni bir sosyal ve eğitim-istihdam hayatı tesis etmek için Yeni Anayasamızın “Kanun Önünde
Eşitlik” bahsine bir fıkra eklenmesi şart görülüyor.
1982 Anayasası’nın 10. Maddesine ek fıkra:
Hiçbir kişi inancından, yaşama tarzından, giyi­− minin
şeklinden dolayı insan hak ve hürriyetlerinden ve özellikle
öğrenim, işe girme, çalışma, sağlık gibi hizmet­lerden yararlanma haklarından mahrum edilemez, kına­namaz.
Bu hak ve hürriyetleri engelleyenlerin suçları − Türk
Ceza Kanunu’nda düzenlenir.
Milletimizin topyekûn iradesini temsil edecek yeni Anayasamızda Devletimiz bu haksız ve traji-komik yasak­tan kurtulmalıdır. Bir dönemde TBMM’ndeki ve Bakanlar Kurulu’ndaki Millet
vekilleri kendi seçtikleri Cumhurbaş­kanının görev yaptığı mekana
örtülü hanımları ile gireme­diler. Bir kısmı da bu durumu ihdas
eden Köşk Daveti’ne icabet etmediler.
Böyle bir yasağı ihdas edenler, Anayasal bir kurum olan ve
hayati önem taşıyan T.C Diyanet İşleri Başkanlığı’nın değerli ve
bilgin Başkanı Tayyar Altıkulaç zamanın da “başörtüsü-tesettür”
konusunda verdiği resmi görüşü (Fet­vayı) görmezlikten geldiler. O
tarafa bakışlarını kararttılar.
Doğru, yanlış her indî, şahsî görüş ve eylemlerini T.C’ nin kurucusu dahi kahraman, rahmetli Atatürk’e bağlayan yasakçılar
bu büyük önderin muhterem ve merhume an­nesi ve hanımının da
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
69
başlarının örtülü olduğunu dikkate bile almadılar ve millet bütünlüğünü bölücü tutumlarını devam ettirdiler.
Yeni Anayasada 1982 Anayasası 10. Maddesinde ki ek fıkra yer
aldığında, 1982 Anayasasında “Temel Hak ve Hürriyetlerin sınırlanması başlıklı 13. Maddedeki ”Laik Cumhuriyet” deyimi “Dünyevi ve Demokratik Cumhuri­yet” tabiri şeklini alacaktır.
Esasen 1982 Anayasası’nın “Temel Haklar ve Ödevler” başlıklı
ikinci kısmı bütün maddeleri ile (12. ve 40.) yeni­den ele alınıp incelenerek, demokrasi, evrensel değerler ve toplumumuzun ulaştığı
sivil düzey değerlendirilerek yeniden yazılmalıdır.
Din ve Vicdan Hürriyeti
1982 Anayasası’nda “Din ve Vicdan Hürriyeti” başlıklı bir maddenin bulunması (24.md) yerinde olmuştur. Esa­sen aslî ve doğru
manada “laik”liğin en önemli öğelerin­den birisi de kişilerin “Din
ve Vicdan” hürriyetine sahip olmasıdır. Bu hak ve hürriyetlerin
inkârı ancak dinî inanç ve vicdanî kanaatleri reddeden, onlara karşı olan Komü­nist Sovyet Rusya gibi ülkelerde görülmüştür. O tür
rejim­lerde Marksist bir anlayışla ateizm yaygınlaştırılmaya çalı­
şılmakta ve her bir din, ibadetler, öğrenim, dinî ve vicdanî kanaat
içeren yayınlar yasaklanmaktadır. Sembolik bir-ikisi dışında camii, kilise ve havralar başka faaliyetlere tahsis edilmektedir.
24. Maddenin ilk fıkrasında isabetli olarak “herkes, vic­dan, dini
inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir” denildikten sonra müteakip
fıkra da “14. madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet,
dinî ayin ve törenler serbesttir.” Hükmüne yer verilmiştir.
Şimdi bura da şu sual zihinlere gelmektedir: “Acaba böyle bir
tekrara lüzum var mıdır? Çünkü özellikle Ana­yasa da yer alan,
hüküm ifade eden maddelerin birbirine tezat teşkil eder şeklinde
yorumlanması şüphesiz ki doğ­ru olamaz. Temel Kanun olan Anayasaların madde ve hü­kümleri bir ‘bütün’ teşkil etmesinden dolayı
bunların yo­rumları birbirine uygun, birbirini destekler ve tamamlar şeklinde olmalıdır.
70
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Esasen Anayasa’nın 14. Maddesindeki tek hüküm şöyledir:
“Anayasa’da yer alan hak ve hürriyetlerin hiç­biri Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı
amaçlayan faaliyetler bi­çiminde kullanılamaz.”
Görülüyor ki 14. Madde isabetli olarak genel geçi­ci bir hüküm
getirdiğine göre bu durum 24. Madde’deki “hürriyet”ler içinde caridir. Anayasa “Kodifikasyonu”nda da yani metinleştirilmesinde
maddelerin birbirine uyumu esastır.
14. Maddedeki “lâik” kelimesi yerine “dünyevi” teri­mini koymak yeterlidir.
Burada bazı zihinlerde 2. bir soru da gelebilir: 14. Madde’deki
hükümler yerinde midir? Kesin kanaatimiz şudur burada korunan
“Devletin ülkesi ve milletiyle bö­lünmez bütünlüğü”, “Temel hak ve
hürriyetler” bugün de ve yarında asla vazgeçmeyeceğimiz esaslardır. Bunlar yeni Anayasa’mızda da yer almalıdır.
Titizlikle muhafazası gereken birlik, bütünlük ve temel hak ve
hürriyetler, ülkemizin uzun zamandır içinde bulun­duğu şartlar dolayısıyla, tahrip edilme girişimleriyle karşı karşıya kalmaktadır.
Bu satırların okuyucuları en yeni bazı masum gibi gösterilen “bölme” ve “parçalama” hatta tah­rik girişimlerini hatırlayacaklardır:
12 Haziran 2011 genel milletvekili seçimlerinin hemen öncesinde Güneydoğu Anadolu’muzun bazı yerleşim yer­lerinde yanı başlarında Müslüman halkımızın namazlarını kıldığı büyük camiler
mevcut ve açıkken bazı vatandaşları­mız, organizatörlerin öncülüğünde açık havada ayrı Cuma namazı kılmışlar ve mahalli bir dille
hutbe dinlemişlerdir.
Bu bölünme, ayrışma teşebbüsü burada kalmadı yine aynı bölgemizin bir ilçesinde üniversal bir çağrı olan Ezan yine yöreye has
bir dille okunmuştur. Bu ayrıştırıcı ve bö­lücü teşebbüsler dinimizin en hassas vazgeçilmez esasla­rından olan Cuma namazlarında, ibadete çağrı için okunan Ezan’ın aslî dilinden başka bir dille
yapılıyor. Bu tür gi­rişimlerin ne için, hangi hedefe yönelik olarak
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
71
yapıldığını anlamak herhalde zor değildir. Ayrıca o bölgede görev
ya­pan imamlardan bazıları şehid edilmişlerdir.
Müşterek vatanımızın bölünmez bir bölgesi olan Güneydoğu’nun
bazı yerleşim noktalarında bu müessif girişimler yapılırken çocukluk ve gençlik yıllarımı yaşadı­ğım ülkemizin Başkenti ve Türkçemizin orada doğup bü­yüyen herkesin ana dili olduğu güzel Ankara’mızda. Başta şehit çocukları olan babam ve annem olmak üzere
hemen herkesin, namaza çağrı olan Ezan’ın Türkçe okunmasını
hiçbir şekilde benimsemediklerini, Ezan-ı Muhammediye hasret
çektiklerini bugün gibi hatırlıyorum. Dahası da var: İlk hür ve
dürüst 14 Mayıs 1950 Milletvekilleri seçimlerinin yapılıp TBMM
toplantılarının ilklerinin bir gününde, mec­lis, muhalif ses çıkmadan “Ezan okuma şeklini serbest” bıraktığında Ulus’ta Meclis’in
önüne biriken Ankaralıların birbirlerine sarılıp gözleri yaşlar içinde sevinçlerini, şükür­lerini belirttiklerinde o kalabalığın arasında
bizzat bulunu­yordum. Hafızam o genç yaşta bu manzarayı kaydettiği gibi, hemen o gündeki ilk vakit namazında Ankara’daki, bütün
minarelerden “Allahü Ekber” sedalarının yükseldi­ğini işittim. O
gün bir bayram havası esti:
İstiklâl Harbi’nin kalpgâhında ve şüphesiz vatanın bütün şehir
ve köylerinde. Bu, halkın halk için yönetimi demek olan genç Cumhuriyetimizin, “Devlet-Millet” bü­tünlüğünün, ayrılmazlığının hiç
şüphesiz daha güçlendiği bir gündü. Yeni Meclis en güzel kararını
almış devlet mille­tiyle tekrar kucaklaşmıştı, ikisinin arasındaki
“sosyal akit” yeni ve güçlü bir imza daha kazanmıştı.
Bizler, bu ülkenin evlatları, doğduğumuzda bu ezan kulaklarımıza okunur, camilerimizde, bu ezanın çağrısı ile omuz omuza vererek sadece Cenab-ı Hakka secde eder ve mutlak inandığımız ölümsüzlüğe bu ezanla uğurlanırız. Bu inanç ve ibadet bütünlüğünü bozmaya çalışanla­rın, fırsat bulduklarında nelere cür’et edeceklerini
hepimiz düşünmeliyiz. Yakın ve uzak tarih böyle niyet taşıyanla­rın
nihaî hesapta elde ettikleri sonucun şu olduğunu gös­teriyor: Hüsran. Yalnız temenni edelim ki “Ba’de harab-ül Basra” olmasın Millet olarak bütünlüğümüzün en temel esasını din birliğimizin teşkil
72
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
ettiğini, burada bölünüp, parçalanıp, birbirimizden ayrılmaya asla
tolerans göster­meyeceğimizi idrak etmemiz gerekmektedir.
Cumhuriyetimizi kuranlar, başta gazi Mustafa Ke­mal Atatürk
olmak üzere dinimiz İslâmiyet üzerinde ih­tilafa düşüp, bölünüp
çatışmalara sürüklenmememiz için Cumhuriyetin ilanından sadece aylar sonra “Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuşlardır. Cumhuriyetimizin 100. Yılına doğru gittiğimiz bu zamanlarda eğer asırlık süre içinde, ta­bii karşılanabilecek bazı fikir ayrılıkları dışında
Türkiye’de ağır dinî ayrışmalar, bölünmeye varan çatışmalar ortaya
çıkmamış, dinî bütünlüğümüz tahrip edilmemiş ve misyo­ner nüfuzu, propagandaları zemin tutamamışsa bu olumlu durumda Diyanet
İşleri Başkanlığımızın, azimli, yorulmak bilmez ve sağduyulu gayretlerinin, çalışmalarının büyük payı olmuştur. Milletimiz mabetlerimizde bilgilenip en güzel ve vakur şekilde ibadetlerini yapabiliyor,
muktedir olanlar bilinçli bir şekilde haclarını eda ediyorlar, ülkemi­
zin tümünde dinimizin emrettiği birlik ve huzur hâkimdir. İslam’ı
kabulden bugüne gelen Din ve devlet beraberliği (Din-ü Devlet) ve
vatan-millet ayrılmazlığı (mülk-ü mil­let) asrımızın modern anlayış
ve kuruluşları çerçevesinde, pek çok devletleri kıskandıracak bir
şekilde ülkemizde devam etmektedir. En müşkül ve problemli zamanlarda, halkımızın kalbi kan ağlarken dahi milletimizin Devletine karşı çıkmaması, sabırla sükûnetini koruması, Devleti ve vatanı
için canını seve seve feda etmesi bizi bir tek vücut haline getiren bu
asırlar öncesinde başlayan tarihi miras ve an’anedir.
Hiçbir ilmî ve pratik tutarlılığı olmayan ve ideolojik içerikli
görüşlerle Diyanet Teşkilâtı’nın varlığına itiraz eden kişiler ya
Anayasa Kodifikasyonu’nun tekniğinden habersizdirler ya da T.C.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ku­ruluşunun 1924 yılı başlarında
olduğu; Laiklik teriminin ise Anayasamıza 6 Ok’tan birisi olarak
1937 yılında dâhil edildiğini hatırlamak istemiyorlar.
Yeni Anayasamızda da, T.C Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir
Anayasal kuruluş olarak ve görevlerini muhafaza ede­rek yerini alması mutlak gereklidir.
Aksini ileri sürenlere burada başka bir gerçeği, hem ta­rihte ve
hem de günümüzde mevcut değişmeyen bir gerçe­ği hatırlamalarını
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
73
isterim: Müslüman milletimiz bu ülke ve devletin sahibi aslisidir.
Azınlık bir cemaat değildir. Gayr-i Müslim vatandaşlarımız Lozan Anlaşması’ndan da gelen cemaat haklarını koruyup, cemaat
teşkilâtlarını kurabilir­ler. Milletimiz ise kendi bir kısım dinî hizmetlerinin, iba­det ve öğretim gibi, devleti eliyle, resmî olarak organize edilmesini istemiş ve bu hususlar Anayasa ve kanunlarla
kabul edilmiştir.
Bu yerleşmiş olan düzen sadece Cumhuriyet döne­mine de has
değildir, asırlardan beri gelmiş, yalnız yeni­lenmiş, modern şartlara cevap verir hale getirilmiştir. Aslî muhtevasından çıkarılarak,
bir çatışma ideolojisi haline getirilmiş yanlış laiklik yorumlarıyla
Cumhuriyetimizin temel taşlarını yerinden oynatmayalım. Doğruları yanlış­lardan ayırma akıllılığını, beceri ve titizliğini gösterelim. Eğer hâlâ bir “restorasyon” dönemindeysek başarıları, ka­
zanımları tahrip etmeyelim. Enerji ve dikkatimizi hataları­mızı;
yeni huzursuzluklara yol açmadan, gelişmiş, sosyal ve siyasî dengesini demokrasi şartlarında gerçekleştirmiş ülkelerin başarılarından örnek alarak, düzeltelim.
Millet varlığında ve ülke yönetiminde büyük bir boşluğu önemli
hizmetleriyle dolduran Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1982 Anayasasındaki konumu aynen koru­nabilir:
“Madde 136- Genel İdare içinde yer alan Diyanet İş­leri
Başkanlığı, dünyevilik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî
görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanun­da gösterilen görevleri yerine getirir.”
Yukarıda yer alan görev ve unsurlarını;
Siyasetin dışında kalmak,a)
Millet dayanışması veb)
Bütünleşmesini amaç edinmek gibi hedefleri sağla­c) mada Diyanet İşleri Başkanlığımızın, verimli millet-devlet birliğini sağlamlaştırıcı hizmetler verdiğini belirtmek biz­ler için vicdanî bir
vazifedir.
74
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
İKİNCİ BÖLÜM VE MÜTEAKİP KISIMLAR
Buraya kadar olan açıklamalarımızda Yeni Anayasa­mızda yer
almasını zaruri gördüğümüz maddeleri, 1982 Anayasası’na göndermeler yaparak kısa gerekçelerle izah etmiş olduk. Fakat özellikle
17. Maddeden sonra gelen maddelerde, bir Anayasa hazırlama teknik ve usullerin­den ziyade pekçok detay ve izahları kapsayan diğer
kanun ve hatta yönetmenliklerde yer alması gereken hükümlere
yer verilmiştir. Ayrıca çok sayıda yapılan “Değişiklik” ler, “Ek Fıkralar” ve “Mülga”larla 1982 Anayasası yaygın de­yimiyle “yamalı
bohça”ya dönmüş, diğer ciddi sebeplerle de Milletimiz ve Devletimize layık bir metin vasfına sahip değildir.
Dolayısıyla Yeni Anayasamızın hazırlanmasından sorumlu Komisyon, diğer heyetler ve sonuçta TBMM’ni uzun, titiz, bilgili, sorumlu bir çalışma beklemektedir.
TBMM’nin yeni döneminin en önemli ve muhakkak en takdire değer eseri örnek bir Anayasa olmalıdır. Başta mevcut T.C.
Hükümeti’nin her fırsatta yaptığı çağrıya uy­gun olarak bu örnek
eserin en iyi şekilde hazırlanabilmesi için geniş ölçüde bir katkı
sağlanması zaruridir.
Biz de, kendi sahamızda, önemli gördüğümüz bazı dü­zenlemeler
hakkında tekliflerimizi kısaca, ilgili ve sorumlu kişi ve mercilere
sunarak bu vatandaşlık görevimizi yerine getirmek arzusundayız.
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Hayat
Toplumun ekonomik, sosyal, kültürel ve manevî ya­şayışı kendi
normal seyri içinde var olmaktadır. Devletin diğer pek çok konuda
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
75
olduğu gibi, burada da her alana, kesime ve kişilere müdahil olması, etkili olması gereksiz ve zararlıdır. 1982 Anayasası bu yanlışlığa düşmüş, hazırlan­makta olduğu kısa dönemin olaylarının istikametinde pek çok detay meseleye ait hükümler getirmeyi hedef
almış, kısa bir ifadeyle “konjonktür”e tâbi olmuştur.
Yeni Anayasada ise Millet varlığının iktisadî, sosyal, kültürel
ve manevi hayatında tayin edici temel umdeler ve Devletin yeri belirtilmeli ve toplumun tabii yaşayışına mü­dahaleci hükümlerden
kaçınılmalıdır.
Bu serbestiyetçi bakış açısından yeni Anayasamızda şu maddeler yer alabilirler:
Devletin Görevi
Madde- Devlet ekonomik kalkınmayı gerçekleştir­mek,
sosyal, kültürel ve mânevî gelişmeyi sağlamak için gerekli
tedbirleri alır, uygulamalar yapar.
Devlet bu alanlarda faaliyet gösteren özel sektör ve kesimleri teşvik eder.
Yukarıda sayılan alanlarda devlet kanun koyma, düzen­lemeler
yapma, yatırım, kurumsal tedbirler alma gibi icra­ata başvuracaktır. Madde zikredilen “mânevî gelişme”den daha çok “genel ahlâk”
kuralları ve bunlara uyum ve saygı davranışlarının geliştirilmesi
kastedilmektedir.
Ailenin ve Çocukların Korunması
Madde- Aile Türk toplumunun temelidir ve eşler arasındaki saygı ve eşitliğe dayanır.
Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle kadın, ana
ve çocukların korunması ve millet nüfusunun azal­masını
önleme, gelecek genç nesillerin devamını sağla­yıcı tüm tedbirleri alır.
Devlet, her türlü istismar ve şiddete karşı çocukları koruyucu, şahsiyetlerini geliştirici tedbirleri alır.
1982 Anayasası’nda 41. Madde de yerinde olarak be­lirtildiği
gibi “Aile” toplumumuzun temeli ve çekirdeğidir. Tarihimiz boyunca hep böyle olmuştur ve halende öyledir. Genel olarak batı ülkelerinde aile bağları zayıflamakta ve çözülmektedir. Bu ülkeler bu
çözülmeyi durdurmak için pek çok tedbire başvurmakta ve malî
harcamalar yapmak­tadırlar.
Benzer gerilemeler ve bozulmalara uğramamak için Türkiye aileyi koruma politikalarını geliştirme ve güçlen­dirmelidir.
Yukarıda teklif ettiğimiz madde de bazı yeni unsurlara yer vermiş bulunuyoruz. Bunlar kısaca şunlardır:
1. Fıkrada “eşitlik” beraber ve ondan önce “saygı” unsurunu
ilâve ettik.
2. Fıkrada “aile plânlamasının öğretimi ile uygulamasını sağlamak” hedefi çıkarılmıştır. Modern toplumlarda bu tercih ve uygulama çiftlerin kendilerine bırakılmakta­dır. Bu çıkarılan cümlenin yerine “millet nüfusunun azal­masını önleme, “gelecek genç nesillerin
devamını sağlayıcı tüm tedbirlerin alınması hedefi konulmuştur.
Bilindiği gibi gelişmiş ülkelerde, nüfus olgunlaşma (maturite)
seviyesine ulaşmakta ve nüfus eksilme safhası­na girmekte ve bu
durum ise o ülkeler için ciddi ekonomik, sosyal ve moral problemlere yol açmaktadır. Batı Avrupa ülkelerinde ve özellikle komşumuz
Rusya’da bu sorun şiddetle yaşanmakta, ailelerin çocuk sahibi
olma tercihleri, gittikçe artırılan “aile ödemeleri” ile teşvik edilmektedir.
Ülkemizde devlet ve özel sektörümüzün atılımları ile ekonomi
sevindirici bir şekilde, cumhuriyetimizin başlan­gıcından beri gelişmekte, refah seviyesi yükselmekte, şehir­leşme sür’atle artmakta
ve zenginleşme devam etmektedir. Bütün bunlar ve diğer faktörler
neticesinde de Türkiye’nin nüfusunda “maturite” safhasına gelmiş
ve doğum oranla­rına bağlı olarak nüfus artış hızında sürekli ve
belirgin bir düşüş trendi ortaya çıkmıştır.
Demografi ilimin verileri ve Rusya, dahil Avrupa ül­kelerinde
görülen ciddi sosyo-ekonomik olumsuzluklar Türkiye’mizin bu teGelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
77
mel konuda geç kalmadan etkili tedbir­ler almasını zaruri kılmaktadır. Bu uygulamaların olumlu ve gelişmeci yönde olması, aileyi
güçlendirmesi nitelikte olması gerekmektedir.
Burada şahsi bir not da düşmek isterim. Fransa’da doktora öğrenim yıllarında, yukarıda zikredilen “aile plan­laması” uygulamalarının bizim tür ülkelerde ciddi olum­suzluklara yol açacağını gördüğümden dolayı ülkeme döndükten sonra bizdeki yanlışlığı genç
bir akademisyen ve araştırmacı olarak anlatmaya devamlı gayret
ettim.
Devlet Plânlama Teşkilatı’nda kendi sorumluluğum altındaki “Sosyal plânlama” çalışmaları dışındaki ülkem­deki bu “yaygın
yanlış”ı ve etkili bir bir şekilde düzeltme imkânı olmadı. Anayasalar gibi temel mevzuatın hazırla­yıcıları da bu tür alanlarda uzman
bilgisi olan kişilere baş­vurmak gereğini duymadıklarından yıllarca bu gayrî ilmî, olumsuz uygulamalar yapıldı. Ülkemizin aleyhine
olan bu uygulama bazı dış kuruluş ve çevreler tarafından teşvik
edilmiştir. Şurasını da hatırlatalım ki son dönemde hükü­met yetkilileri sorunu gördüler ve düzelmesi için topluma hatırlatıyorlar.
Bir milletin refah seviyesinin yüksek olması şüphesiz ki nüfusunun azlığına değil ve fakat zengin kaynaklara sahip olması
ve bunları en verimli bir şekilde değerlendirmesine bağlıdır. 2011
yılının 75 milyonlu Türkiye’nin refah seviye­sini, fert başına düşen milli geliri iktisadi güç ve zenginliği 1930’ların ortalama 15
milyon nüfuslu Türkiye’sinden şüp­hesiz çok daha fazladır. O tarihten bugünlere nüfusumuza katılan 60 milyon Türk yurttaşımız
Türkiye’yi fakirleştir­medi, zenginleştirdi.
Türkçenin Yaygınlaştırılması
Bizim de Yeni Anayasa’nın başlangıç maddesinde tek­raren teklif ettiğimiz ve önceki Anayasalarımızın tümünde olduğu gibi Devletin, dili Türkçedir. Bu esas değişmemeli ve zayıflatılmamalıdır.
1982 Anayasası’nın 42. Eğitim ve öğretimle ilgili maddesinde de,
son fıkrada, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurum78
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
larında Türk va­tandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” hükmü yer almaktadır. Bu maddeye en son fıkra olarak
aşağıdaki hüküm eklenmelidir:
42. Maddeye Ek
“Devlet Türkçenin gelişme ve dünyada yaygınlaş­ması
için gereken tedbirleri alır, düzenlemeler yapar.”
Türkçe dünyanın en eski köklü ve yaygın dillerinden birisidir.
Birleşmiş Milletlerin “UNESCO” teşkilâtının araş­tırmalarına göre
dilimiz Türkçe Dünyada en çok konuşu­lan 10 dil arasındadır.
Diller konusunda uzman ilim adamları ve araştırmacı­lar dünyada 2100 civarında değişik dilin varlığını, konuş­tuğunu tespit etmişlerdir. Sadece Hindistan’da konuşulan mahalli dil sayısı 200’e
ulaşmaktadır. Afrika’da, Asya’da, yakınlığımızda olan Kafkasya’da
da çok çeşitli diller konu­şulmaktadır.
Kafkasya’daki dillerin çokluğundan dolayı, adeta her tepenin
arkasında değişik bir dil olduğundan eski Arap coğrafyacıları ve
bu bölgeye gelen gezginler Kafkas mın­tıkasına “Cebel-i Elsine”
“diller ülkesi” demişlerdir. Za­manımızda bu dillerden bazıları kaybolmaktadır. “Ibıhça” bunlardan birisidir.
Söz konusu 2100 civarındaki konuşulan dillerden sa­dece 75
kadarının 1 milyondan fazla insan tarafından ko­nuşulup yazılı şekilde olduğu, yani yazı dili haline getiril­miş olduğu da yine ilmî
olarak tespit edilmiştir.
İşte Türkçemiz, bu 75 civarındaki dünya dillerin­den en çok konuşulan ilk 10’u içerisinde bulunmaktadır. UNESCO’nun tespitine
göre İngilizce, Mandarin Çincesi, İspanyolca, Portekizce, Bahasa
Endonezya’ca gibi çok yay­gın dillerin bulunduğu diller grubunda
yer almaktadır.
Türkçe Türkiye dışında Çin Seddi’nden Adriyatik’e kadar uzanan coğrafyada, Avrasya’da yer alan milyonlar­ca kişinin ana dilidir. Ayrıca, batı Avrupa, kuzey Amerika ve Avustralya’da yaşayan,
Türkçe konuşanların sayısı da milyonlarla ifade edilmektedir.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
79
TBMM’nin 22. Döneminin son haftalarında “Yunus Emre Türkçe Kültür Merkezleri” kanununun kabulü sıra­sında söz alan konuşmacılar ve bizzat bu satırlarının yaza­rının yaptığı açıklamalar Türkçenin “Dünya Dilleri”nin ön safta gelenlerinden biri olma
özelliğine sahip olduğu açık­lıkla ortaya koymuştu. Bu konuda Devletimizin sorumlu­luğunun bir Anayasa hükmü haline getirilmesi
yerinde ve zaruridir.
Şu hususu belirtmekte fayda vardır ki geniş Türk coğrafyasında değişik türkçe lehçeleri konuşulmakta ve yazılmaktadır.
Bunların hepsinin, müşterek lehçe olarak, İstanbul’da konuşulup
yazılan Türkçeyi tek örnek almala­rı Kırımdan İsmail Gaspıralı,
Azerbaycan’dan Vahapzade, Kazakistan’dan Cengiz Aymatov gibi
pek çok fikir, edebi­yat adamları ve yazarlar tarafından belirtilmiştir. Böylece Türkiye’nin dil birliği konusundaki sorumluluğu daha
da artmaktadır.
Türkçenin yukarda yer aldığı gibi “gelişmesi” ve “yay­gınlaşması”
için her şeyden önce kendi ülkemiz Türkiye’de bütün okul kademelerinde, yeni tüm okullarda, ilköğre­timden Üniversitelere kadar
öğretimin Türkçe yapılmasına doğrudan bağlıdır. Bütün ilim, teknik ve meslek dallarında öğretimin kendi öz dilimizde yapılması
Türkçeyi de geliş­tirecek, zenginleştirecek ve çağın tüm kavram ve
terimleri­nin Türkçe ifadesini mümkün kılacaktır.
Ülkemizde bütün kademelerde öğretimin Türkçe ya­pılması
başka dillerin öğrenilmesine asla engel teşkil et­meyecektir. Yabancı dillerin de öğrenilmesi için Devlet lüzumlu tedbirleri alacak,
düzenlemeler yapacaktır, hatta destekçi olacaktır. Dolayısıyla
Yeni Anayasamızda şöyle bir hüküm yer almalıdır.
Madde- Türkiye’de öğretim, bütün kademelerde, Türkçe
yapılır. Milletlerarası antlaşma hükümleri sak­lıdır. Yabancı dillerin öğrenimi, ayrı kurslarda sağlanır. Devlet yabancı
dillerin öğrenilmesini destekler.
Bu hüküm dolayısıyla, bazı okul ve üniversitelerde ya­bancı dil
öğretimi yapılmasının getirdiği mahzurlar önlen­miş olacaktır.
80
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
İlim, Araştırma ve Öğretim Hürriyeti
Bir ülkenin her sahada ilerlemesi, dünyadaki medeni­yet yarışında ön saflarda olabilmesinin vazgeçilmez şartla­rından biriside,
şüphesiz ki orada ilmi çalışmalar, araştırma ve öğretim faaliyetlerinin hür, serbest olmasına bağlıdır. Bu hürriyetler sağlanmadan
ilim adamlarının araştırmacılar ve öğretim üyelerinin verimli olması, çağdaş bilgileri yeni nesillere aktarabilmesi ve değişik sosyo-ekonomik alanlar­da gelişmeleri sağlamaları mümkün değildir.
Öyleyse Yeni Anayasamızda aşağıdaki gibi bir hükmün yer alması,
geç­miş tecrübeleri de göz önünde tutarak zaruri olmaktadır:
Madde- Yüksek öğretimin her kademesinde çalışan öğretim üyeleri, görevlileri ve araştırmacılar ilmi çalış­maları, fikir ve kanaatlerini açıklamak ve öğretim faali­yetlerinde serbesttirler, bunlardan dolayı kınanamaz ve kısıtlanamazlar.
Bir ülkenin ilim adamları, araştırmacı öğretim üye ve görevlileri, ilmî ve fikrî üretimde, yayınlarında hür olmaz­larsa, baskı ve
cezalandırma tehdidi altında bulunurlarsa, orada yenileşmenin,
hataları düzeltmenin dolayısıyla ge­lişmenin önü kesilmiş olacaktır. Bu ise toplumun hayat da­marlarının kesilmesi demektir.
Türkiye’mizin yakın geçmişinde, ilim ve fikir adamla­rının susturulması, hatta kanaatlerinden dolayı cezalandı­rılması olayları,
üniversitelerimizde cereyan etmiş, pek çok profesör, doçent ve yardımcıları gibi ilim adamları, listeler halinde, çalıştıkları yüksek
öğretim kurumlarından tasfiye edilmiş, işlerine son verilmiştir.
Bu tasfiyeler askerî darbelerden sonra vukuu bul­muştur. Hangi meslekten olursa olsun kişiler, T.C. Ceza Kanunu’nda yazılı belirgin suçlardan dolayı, meşru mah­kemelerde yargılandıktan sonra cezalandırılır.
Darbeler döneminde bu hukukî esasa saygı gösteril­memiştir.
Şahsi fişlemeler sonucu genellikle köklü üniver­sitelerimizde görevli pek çok akademisyenin işine son ve­rilmiştir.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
81
Bu hal hukukunun ve akademik hürriyetlerin, serbes­tiyetin
açık ihlâlidir. İlim adamı, öğretim üye ve görevlileri suç işlemez
elbette denemez. Fakat suçların bilinmesi ve hangi ceza kanunu
maddelerinin ihlâl edildiği açıkça bil­dirilmesi ve âdil yargılama
esastır.
Böylece, yüksek vasıflı işgücü yetiştirecek üniversi­te ve yüksek okullarımız ilim adamlarının bir kısmından mahrum olmuş ve
keyfi tasarruflarla akademik hürriyet çiğnenmiştir.
Bu tür baskı ve mesleğinden tasfiye endişesi bir kısım ilim
adamlarını suskunluğa ve “Şartlara uyma” yoluna sevk etmekte,
konfarmist bir hayat anlayışı ile hakikatin değil gücün, güçlünün
savunucusu olmaktadırlar.
Ülkemizde bazı akademisyen ve yazarların millet ira­desi hürriyet ve haklar, demokrasi konularında bu insan onurunu esas alan
hayati kavramları savunacakları yerde darbelere, dikta rejimlerine, baskı ve haksızlıklara adeta arka çıkmaları, ilmî, akademik
hürriyet gibi temel vasıflar­dan uzaklaştıkları, hür fikir ve ifade
sahibi olamadıklarını göstermektedir.
Bu hal ise bir toplum için büyük bir kayıptır, gerçek­tende hayat
damarlarından birisi tıkanmıştır. Genç yaşla­rımda büyük hocalarımdan şöyle bir beyit işitmiştim:
“Sanma ki zulüm ile âlem olur harap.
Eyler onu müdana-i âliman harap”
“Müdana” kelimesi burada menfaat peşinde olmayı ifade ediyor.
Yüksek Öğretim Koordinasyon Kurulu
Ortaöğretimden sonra gelen yüksek öğretim kademesi ülke ve
millet için vazgeçilmez, hayati öneme sahiptir. Üni­versite, yüksek
okullar ve araştırma enstütüleri tarafından sağlanan bu öğretim
ve eğitim, yukarıda belirtilmiş olan, ilmî düşünce, çağdaş seviye ve
akademik hürriyetler gibi esaslara göre yürütülür.
Türkiye’de sayıları artmış ve artmakta olan, bütün ülke sathına yayılmış bulunan, yüksek öğretim kuruluşlarının verimlilikle82
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
rini artırma ve seviyelerinin yükseltilmesi için aralarında millî ölçüde bir koordinasyonunun sağlanması gereklidir. Bu ihtiyaç Yeni
Anayasa’da şöyle bir madde ile belirtilip, yer alabilir:
Madde- Bütün üniversitelerin yatırım kadro yeni akademisyenlerin yetiştirilmesi, ilmî sahada işbirliği ve iş bölümü yapmak ve benzer alanlarda birlikte karar ver­mek için
yüksek öğretim kuruluşları arasında bir “Yük­sek Öğretim
Koordinasyon Kurulu” kurulur.
Bu kurulum teşekkül şekli, yetki alanları ve çalışma usulleri
kendi özel kanununda belirtilir.
Madde- Üniversiteler ve bağlı fakülteler, kendi yöne­tim
organlarını, kendi öğretim üyeleri arasından seçerler. Rektörler, fakülteler arasında dönemsel esasa dayalı ola­rak seçilirler.
Üniversitelerin ve yönetimlerinin bağlı olduğu esas
usuller özel kanunlarında yer alır.
Gerek Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) ve gerekse üni­
versitelerimizin kuruluş ve çalışma usulleri, yetkilerinin kullanılması, çeşitli müdahaleler geçmişte derin uyuşmaz­lıklar ve huzursuzluklara yol açmıştı. Böyle bir ortam ülke­nin eğitim ve öğretim
hayatında, giderilmesi zor kayıplara da yol açıyordu.
Bu durumun ana sebeplerinden biri, hiç şüphesiz, YÖK’ün
kuruluşunun askerî döneme rastlaması ve bu­nun neticesi olarak
da düzenlemenin askerî anlayışa göre şekillenmiş olmasıdır. Çıkarılan kanunun yanlışlıklarını düzeltmek gayretiyle hemen başlangıçta İstanbul Üniver­sitesi Beyazıt Yerleşkesi’nden (Hukuk,
İktisat) bu satırların yazarı, Edebiyat Fakültesi’nden merhum hocamız Prof. Dr. Muharrem Ergin, Tıp Fakültelerinden Prof. Dr.
Süleyman Yalçın’ın da bulunduğu bir İstanbul Üniversitesi heye­
ti olarak Ankara’ya gittik. TBMM’nin binasında o günkü askerî
yönetim çalışıyordu. Yönetimin genel sekreteri Nec­det Üruğ Paşa
bizleri nezaket ve saygıyla karşıladı. Rahat görüşebilmemiz için,
tatil Cumartesi gününü ayırdı. YÖK konusunu, kanunu ana esasları ve önemli ayrıntılarıyla müzakere ettik.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
83
Değerli ve yetkin bir general olan, sayın genel sekreter sonuçta
bize “YÖK kanununun bu şeklinin düzeltilmesi ancak bir, kısa da
olsa, uygulama neticesinde yapılabilece­ği anlaşılıyor, hocalarım”
demek durumunda kaldı. Bizler, daha önce tanıdığımız ve demokrat görüşlü olduğunu bil­diğimiz Üruğ Paşa’ya teşekkür ettik ve
İstanbul’a dönerek meslektaşlarımıza durumu aktardık.
Sonra ülkemizde normal durum sivil idare avdet etti. Fakat
YÖK’te ve kanunun uygulamasında gerekli esas değişiklikler
yapılmadı. Bir iki istisnası ile, örnek olarak Prof. Dr. Mehmet
Sağlam’ı zikredebiliriz, YÖK başkanları, askerî anlayışı, bazen çok
daha katı şekilde uygulamaya soktular. Birer akademik kuruluş
olan üniversitelerin me­selelerini, zamanlarının Ordu Komutan’ları ile çözme yo­luna giden YÖK başkanları görüldü. Rahmetli Prof.
Dr. Tu­ran Feyzioğlu’nun sıkça söylediği “Kötü kanunlar dahi iyi
uygulayıcılar elinde müspet sonuçlar verir” kuralı YÖK’te işlemedi. Bazı başkanların kendi meslektaşları üzerinde ta­hakküm kurma halleri acı sonuçlar verdi.
YÖK çalışmalarının uzun süre bekleneni verememesi, hatta aksi olumsuz durumların ortaya çıkmasının bir diğer sebebi de bu Kurul’un varlığı ve çalışmalarına ait ayrıntıla­rın 1982
Anayasası’nda yer alması olmuştur.
Anayasa’daki değişiklikler, gerekli olduğu zaman, kısa sürede
ve sık olarak yapılamamaktadır. Kanun değişiklik­leri yapmadaki
esneklik şüphesiz ki Anayasalarda yoktur. Bu bakımdan hem YÖK
hem de üniversiteleri ilgilendiren pekçok hususun kendi özel kanunlarında düzenleme zo­runluluğu vardır.
Masum ve fakat yanlış olana bir örnek vermek gere­kirse, ülkemizin en köklü üniversitelerinden ilki İstanbul Üniversitesi’nin
Rektörlüğü, seçimdeki kural sebebiyle tıp mesleğinde olan meslektaşlarımıza tescil edilmiş gibidir.
Bu gibi hallerde rektör seçimi, daha önceleri olduğu gibi, fakülteler arasında dönemsel (rotasyon) hale getirile­bilir. Bu değişiklik
kanunda yapılabilir.
84
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Buraya kadar yaptığımız açıklamalar gösteriyor ki, 1982 Anayasası’nda yer alan “Yüksek Öğretim Kurumları ve Üst Kuruluşları” düzenleyen ve ayrıntılı hükümleri içe­ren maddeler (130, 131 ve
132) tamamen kaldırılmalı, onla­rın yerine, teklif ettiğimiz, “Yüksek Öğretim Koordinasyon Kurulu”nu ihdas eden madde getirilmelidir. YÖK ve üni­versitelere ait ayrıntılı hükümler kendi özel
kanunlarında bulunmalıdır.
Akademik kuruluşlar olan üniversiteler ve yüksek öğ­retimin
tümü keyfi ve ideolojik olmayan yönetim şekil ve anlayışına kavuşturulmalıdır. Yeni Anayasa bu esası gös­termelidir.
Yabancıların Durumu
Türkiye, tarihi boyunca ve özelliklede Osmanlı Devleti’nin yükselme döneminden beri dışa açık bir ülke olmuştur. Pek çok ülke,
toplum ve devletlerle sürekli ilişki­lerimiz kurulmuş, karşılıklı çıkarlar sağlanmış ve etkileşim olmuştur.
Fakat Osmanlı Devlet’imizin gerileme sürecinde ya­bancı ülke
ve kuruluşlarla ilişkilerimizde ülkemiz aleyhine bir denge kayması ve maddi ve manevi kaynaklarımızın ecnebiler tarafından istismar edilip, sömürülmemiz duru­mu ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla cumhuriyetle birlikte ve özelliklede birinci İzmir
İktisat Kongresi sonrası Devletimiz, pek çok alanda “korumacı”
ve hatta “içine kapanma” denilebilecek bir po­litika takip etmiştir.
Fakat 2. Dünya Harbi’nden sonraki on yıllarda Türkiye, özellikle
de rahmetli Turgut Özal’lı dö­nemde “Dış Dünyaya Açılma” atılımlarında hızlı adımlar atmıştır. Mevzuat değişiklikleri ve uygulamalar olmuştur.
Bu olumlu gelişmeler elbette ki ülkemizin maddi ve manevi varlıklarının yabancıların istekleri, hedefleri istika­metinde ülkeye zarar verecek tarzda kullandırılması ma­nasına gelmemelidir. Dolayısıyla bazı alanlarda kısıtlama­ya varan tedbirler alınması zaruridir.
İşte bu maksatla eğitim, öğretim, kültür ve savunma sanayi gibi
alanlarda Türkiye’mizi yabancı nüfuzuna, ko­rumasız terk etmek
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
85
ülkemizin bütünlüğüne, kültür birli­ğimiz ve vatan topraklarının savunulmasını zaafa uğratıcı sonuçlar doğurur. Öyleyse Yeni Anayasa’mızda böyle bir olumsuzluğu giderecek bir hükme ihtiyaç vardır:
Madde- Yabancılar Türkiye’de üniversite ve yüksek okul
açamazlar. Devlet, yüksek vasıflı insan gücü açığı­nın bulunduğu alanlarda, öğrencilerin, yurt dışındaki üniversite
ve araştırma merkezlerinde öğrenim yapması­nı kolaylaştırır ve burslar verir. Yurt dışından, Türk Yük­sek Öğretim
Kurumları’na öğrenim için gelmek isteyen öğrencilere
imkânlar hazırlar. Komşu ve Türk Dili konu­şan ülkelere
öncelik tanınır.
Madde- Yabancılar, medya kuruluş ve tesisleri, radyo,
televizyon, günlük gazeteler, süreli yayınlar ve benzerle­ri
ile doğrudan savunma sanayii üretimi yapan kuruluş ve tesislerin yönetimine hâkim sahipleri, işleticileri ve hissedarları olamazlar.
Günümüzde “Hakimiyet kurma”, “Egemenlik tesis etme” gibi
durumlar, çok değişik vasıtalar kullanma ve muğlak terminolojiyi
yaygınlaştırma şekilleri ile, sessiz usullerle tesis edilebilmektedir.
Bu alanda ön planda olan devletler, diğerleri üzerinde etkilerini tesis ve sağlamlaştır­ma için, görünüşte masum, gerçekte yönlendirme, kontrol etme hedeflerine geniş kitlelerin dikkat ve karşıtlığını
çek­meden ulaşmayı değişik ve ince politika teknik ve taktik­lerle
gerçekleştirmişlerdir.
Geçmiş asırlarda “kolonyalizm” sömürgeleştireceği ülkelere
önce İncil ve din adamları gönderip, müteakiben de ellerinde süngü ve silahı olan istilacı birliklerini sevk ederek oraları hakimiyetleri altına alıyorlardı.
2. Dünya Harbi sonunda Sovyetler, Nazilerden kurtar­dığı ülkeleri askerî güçle işgal etmiş ve sonrada hem o mil­letler dahilinde
ve hedef ülkelerde yayılmacı ideolojisini, komünizmi, yerleştirmeye çalışmıştır.
Böylece hem “tepeden” ve hem de “içten” pek çok za­yıf devlet
üzerinde hakimiyetin tesis ve devam ettirmek istemiştir. 1990’lar86
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
da Gorbaçov dönemiyle birlikte dikta, zulüm ve sömürü sistemi
çökmüş, yeni müstakil ülkeler kendi devletlerini kurmuşlardır.
Bugünün şartlarında, diğer ülkeler üzerinde hâkimiyet kurmak
ve devam ettirmek hedefini seçmiş olan güçlü ak­tif devletler yeni,
sessiz ve masum görünen teknikler ge­liştirmişlerdir. Bunlardan
en derinden etkili olanları ise “eğitim”, “kültür”, “iletişim”, “yayın”
alanlarında yapılan çalışmalar ve şüphesiz ki savunma sisteminde
görülen ba­ğımlı kılma politikalarıdır.
Eğitim, kültür, iletişim yayınlar vasıtasıyla hedef ülke­deki bir
kesim aydın ve onlar vasıtasıyla da kitleler üzerin­de zihni, düşünce, dünya görüşü alanlarında derin bir etki ve yönlendirme gücü
elde eden aktif devlet, bu yaptırım üstünlüğünü tabii olarak kendi
çıkar ve gayeleri lehine kullanmaktadır.
Zihni bağımlılık durumuna getirilen topluluklar, mil­letler en
uysal bir tarzda aktif ülkelerin politikalarını kabul­lenmekte ve
netice olarak çeşitli alanlarda sömürülmekte­dirler. Burada, en yakın geçmişten, herkesin hatırlayacağı bir örnek verebiliriz. Birinci
Körfez Savaşı sırasında A.B.D, İngiltere, Fransa ve diğer ittifak
devletleri, müştereken et­kili bir psikolojik harp taktiği uyguladılar: “Irak’ın devlet başkanı Saddam’ın elinde, cehennem topları,
füzeler gibi öyle ‘Kitle imha silahları’ bulunmaktadır ki, çok uzak
men­zilleri, Türkiye’de Ankara’yı hatta daha uzakları vurup tahrip
edebilir.” Öyleyse Irak’a yakın her ülke Irak’a savaş ilan etmelidir.
Türkiye üzerinde de bu etki güçlü bir şekilde yapıl­dı. Ülkemiz
Irak’a karşı savaşa, koalisyon kuvvetleriyle beraber katılmadı ve
fakat Ankara gibi büyük şehirlerde “Irak’ın imha edici füze ve bombalarına karşı” günlerce “gece karartmaları” yapıldı. Bu şüphesiz
gülünç ve aynı zamanda acınacak bir durumdur. Sonuçta, uluslararası bir “kontrol heyeti” Irak’ın hiçbir kitle imha silahına sa­hip
olmadığını net bir şekilde açıkladı. Bu örnek İttifak Devletleri’nin
yalana dayalı bir propagandanın nasıl etkili ve yönlendirici olabileceğini göstermiştir.
Türkiye dün ve bugün NATO gibi güçlü bir kolektif savunma sistemi içindedir ve “soğuk savaş” sürecinde bu statü bize çok faydalı
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
87
olmuştur. Varşova Paktı dağılması­na rağmen bizim NATO içinde
bulunmamız ülkemizin sa­vunması yönünden hayati öneme haizdir.
Bu gerçeği tespit etmekle beraber bir başka değişmez gerçeği
de daima zihinlerimizde canlı tutmak ve gereğini yapmak zorundayız. “Bir ülkenin gerçek savunma ve cay­dırıcı gücü kendi
milli ordusunun gücü ve imkânlarıyla ölçülür.” Ülkenin savunması gibi hayati vazgeçilemez ve mukaddes bir görev, esasta,
başka ülkelerin kararlarına ba­ğımlı olarak yürütülemez. Bu durum kendi içinde pek çok rizikoyu içerir.
Bu tespit hiçbir zaman ülke savunması, savaşta galip gelmek
için müttefiklerle işbirliği yapmamak manasına elbette gelmeyeceği gibi, her türlü dış kaynakları kullan­mamak olarak yorumlanamaz. Çok güçlü bir orduya sahip Fatih Sultan Mehmet dahi surları
yıkan topların imalinde Macar ve diğer vasıflı işgücüne başvurmuştur. Tarihte pek çok olumlu örnekler vardır.
Fakat, bugünkü dünya şartları ve konjonktür savun­ma gücümüzün hususiyle savunma sanayi ve teknolojisi alanlarında, hızla
ve ileri derecede takviye edilmesi zaru­retini ortaya çıkarmıştır.
Sür’atle zaman zaman estirilen karamsar atmosferi bertaraf edip
ordumuzun ve savunma sanayimizin “caydırıcı” gücünü en üst seviyeye yükseltici atılımları gerçekleştirmemiz erteleyemeyeceğimiz, hayati bir hedeftir. Teknolojik hamlelerle tam caydırıcı güce
sahip olmak, muhakkak ki en verimli savunma şeklidir. Böyle bir
hedefi hakiki anlamda gerçekleştirmek kendi savaş sanayi­mize
kendimizin sahip olmamız ve geliştirmemizle müm­kündür. İleri
teknolojide dış katkı ve işbirliği çoğu zaman kaçınılmazdır, fakat
tesislerin sahibi ve yönetimi “milli” olma zarureti vardır.
Yukarıdaki açıklamalarımızda üniversite, medya sa­vunma sanayii gibi öğretim, iletişim, ülke bütünlüğünü doğrudan ilgilendiren kritik ve hayati alanların yabancıla­ra devredilemeyeceği bu
sahalarda yabancılar lehine özel­leştirmeler yapılmaması gerektiğini belirttim.
1982 Anayasası’nın 47. ve kenar başlığı “Devletleştir­me ve
Özelleştirme” olan maddesinde devlet özelleştirme­lerine ait hü88
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
kümler yer almıştır. Uygulamada, özelleştirme alanında lüzumlu
olanlarının yanında ülke ve halkımızın aleyhine hatalı bir kısım
özelleştirmeler yapılması girişim­leri olmuş, bunların bir kısmı
kamu oyumuz ve TBMM’nin yerinde hassasiyeti karşısında önlenmiş ve fakat bazıları maalesef yürürlüğe konmuştur.
Bu hatalı özelleştirmelerden bir tanesi de Tekel’in yani kamu
yönetiminin elinde, kontrolünde bulunan alkollü içkilerin üretim
ve satışının özelleştirilmesi olmuştur. Bu karar şüphesiz ki halk
sağlığına açıkça ve ağır şekilde zarar verici niteliktedir. Özel sektör, dünyanın her yerinde “karmaksimizasyonu” peşindedir, bu
örnekte alkollü içki tü­ketimini ne kadar teşvik edip artırırsa kârı
o kadar yüksek olacaktır. Nitekim öyle de olmakta, özel firmaların, reklam ve diğer teşvik gayretleriyle Türkiye’de alkol tüketim
ve alışkanlığı devamlı ve endişe verici bir seyir takip ederek artmaktadır.
TBMM’de İstanbul Milletvekili olarak bulunduğum sorumluluk döneminde alkollü içki üretim ve satışını özel­leştiren mevzuatı
önlemek için, milletvekili yetkileri için­de, gayret sarf ettim. Maalesef netice alamadım. Samimi kanaatim bu mevzuatı hazırlayıp
TBMM’den geçiren ve lehte oy kullanan meslektaşlarım ağır ve
veballi bir hata işlemişlerdir. Ülkemizde alkol tüketiminin artması, hasta­nelerimize başvuran alkolik vatandaşlarımızın çoğalması,
Türkiye’yi kısa sürelerle ziyaret eden turist sayısının fazla­laşması
ile izah edilemez. Alkollü içki imal ve satışını ser­best bırakan mevzuatı hazırlayan ve halkımıza, gençliği­mize karşı işlenen bu vebale
el kaldıran pek çok politikacı halen yeni dönem TBMM’nin üyeleridir. Halkımızın, ne­sillerimiz ve ırkımızın, genel sağlığına aykırı bu
durumu, umarız ve dua ederiz ki, önleyici tedbirleri kararlaştırıp
uygulamaya koyarlar. Değerli Cumhurbaşkanımız Sayın Doç. Dr.
Abdullah Gül’ün bu hayati sağlık konusunda ini­siyatifi başlatıcı
bir rolü olabilir. Bu alanda sigara içmeyi kısıtlama başarılı uygulamasından daha da olumlu sonuç­lar alınabilir. Böylece ağır bir hata
ve vebal düzeltilebilir.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
89
Sendikalar ve Toplu Sözleşme
Devletin, yoksullar, yaşlılar, bakıma muhtaç olanlar, engelliler
ile alt gelir gruplarını, sosyal adalet, sosyal ve ekonomik denge,
vatandaşların insanlık haysiyetine uy­gun yaşama imkânlarına
sahip olmaları ilkelerini gözete­rek, koruma görevini daha önce
belirtmiştik. Bugün bütün gelişmiş modern devletlerde bu sorumluluk kabul edilerek, çeşitli sosyo-ekonomik tedbirler alınmakta,
uygulamalar yürürlüğe konmakta ve toplumda sosyal barış, huzur
sağ­lanarak sürekli gelişme gerçekleştirilmektedir.
Gelirinin, geçiminin kaynağını esasta sadece emeğinin teşkil
ettiği işçiler de devletin koruma ve gözetmesi altın­da olmalıdır. Bu
emekçilerin, iş güvenliği ve ailelerinin ya­şama şartlarını, sosyal
endişelerden mahrum bir “Serbest Ekonomi Piyasası”nın konjonktür el şartlarına terk edil­mesi kabul edilemez.
Bu temel anlayış sebebiyle, özellikle, sanayii inkılâbından günümüze kadar, modern devletler, işçileri, çalışan kadın ve çocukları koruyucu tedbirler almışlar, po­litikalar geliştirmişlerdir.
Bu koruma uygulamalarından en önemlilerinden bi­risi de işçilerin sendika kurma hakkına sahip olmaları ve çalışma şartlarını
işverenlerle karşılıklı toplu sözleşmelerle kararlaştırmalarıdır.
İşçi sendikalarının Batı Avrupa’da ortaya çıkıp iş pi­yasasında
yerlerini almalarından yakın tarihlere kadar ge­çen uzun sürede
sınıf mücadeleleri yapan, çatışmacı siyasi sendikalarla varlıklarını
sürdürmüşlerdir. Bu tür sendika­lar, sosyal barış ve huzuru sarsmakta ve pekçok kayıplara sebebiyet vermektedirler.
Özellikle, 20. Yüzyılın ortasından itibaren Batı Dünyası’nda
ortaya çıkan gelişmeler, bu tür sınıf mücade­lesi yapan, siyasi ve
militan yapıdaki sendikaları geri pla­na itmiş amacı işçilerin, çalışanların refahı yaşama şartları­nı düzeltmek olan “mesleki sendikacılığı” güçlendirmiştir. Böylece toplumdaki sosyal huzur bozulmadan çeşitli sek­törlerde kayıp ve karşıtlıklar ortaya çıkarmadan,
işçiler ve diğer çalışanların dengeli talepleri gerçekleşmektedir.
90
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Ülkemizde de çalışma hayatında, işçi-işveren ilişkile­rinde, son
dönemlerde, gelişmiş batı ülkelerinde olduğu gibi karışıklıklara,
sosyal çatışma ve kayıplara yol açma­dan mesleki sendikacılık anlayışı ile uygulaması güç ka­zanmaktadır. Bu durum, ülke ekonomisinin sürekli büyü­mesi ve işçilerimizin hayat seviyesinin yükselmesinde çok önemli olmuştur.
Marksist anlayışlı, çatışmacı, siyasi sendikacılıktan, iş­çilerin
hayat seviyesini yükselten, çalışma şartlarını düzel­ten mesleki,
profesyonel sendikacılığa geçiş, devam eden olumlu bir gelişmedir.
Fakat çalışma ilişkilerindeki bu değişim esasta ücretle­rinden
başka gelirleri olmayan işçilerin, sistem içinde ken­dilerine ait bir
devlet koruması şemsiyesinden mahrum bırakılmaları anlamına
gelmez. 1982 Anayasası’nda işçi ve işverenlere ait düzenlemeler
uzun maddeler, çok fazla sa­yıda eklerle, maddeler 51-55 karmaşık
hale gelmiştir. Aşa­ğıdaki teklifte yer aldığı gibi işçi-işveren ilişkileri 3 mad­dede kısaca esas olarak ifade edilebilir ve ayrıntılar özel
kanunlarında düzenlenir.
İşçi ve İşveren İlişkileri
Madde- İşçi ve işverenler ücret ve diğer çalışma şart­
larını ferden karşılıklı olarak veya üyesi oldukları sendi­
kalar aracılığı ile kararlaştırırlar.
Toplu sözleşme vasıtasıyla yapılan uzlaşmalarda, hakkaniyet, sosyal barış, sosyal adalet, ekonomik ve sos­yal denge
ilkeleri gözetilir.
Madde- Toplu sözleşme ve müzakerelerinde uzlaşma
sağlanamadığı hallerde arabulucu ve bağdaştırıcı safha­
lardan geçilmeden, işçi ve işveren taraflar grev ve lokavt
eylemlerine başvuramazlar.
Madde- Sendikalar, toplu sözleşmeler, grev ve lokavt
eylemlerine ait düzenlemeler kendi özel kanunlarında yer
alır.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
91
Grev ve lokavtlar iyi niyet kurallarına aykırı tarzda,
sosyal barışı bozan, toplum zararına ve milli serveti tah­rip
edecek şekilde kullanılamaz.
Tarih, Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması
1982 Anayasası’nın 63. Maddesinde yukarıdaki başlık altında
Devletin, zikredilen varlıkların korunmasında yük­lendiği görev
ve sorumluluk hükmü yer almaktadır. Fakat bu maddenin metninden açıkça anlaşılacağı gibi bunlar Türkiye hudutları içindeki
varlıklardır.
Türkiye Coğrafyası dışında da çok önemli tarih ve kül­tür mirasımız bulunmaktadır. Bunların azımsanmayacak bir kısmının,
zaman içinde, karşıt yönetimler tarafından tahrip ve yok edildiği
bilinmektedir. Buna rağmen önemli ölçüde olanlar halen ayaktadır ve bunların ihya edilmesi Türkiye Cumhuriyeti’nin manevi
sorumluluğundadır. Yı­kılmış bir “Mostar” köprüsünün tekrar yapılıp, açılması ülkemizin tarih ve kültür alanlarındaki evrensel itibarının yükselmesine önemli ölçüde hizmet etmiş ve milletimizin
derin bir sevinç duygusu yaşamasına yol açmıştır.
Tarihi ve kültür mirasımızın, bağlarımızın öncelikle bu­
lunduğu bölge, Avrasya Kıtası’nın güney kuşağıdır, daha net bir
ifade ile doğuda Orhun Abideleri ile batıda Dirina Köprüsü, Gül
Baba dergâhına kadar uzanan kuşaktadır. Bu bölgede yapılan koruma görevlerini Yeni Anayasa’da hükme bağlamak üzere, 1982
Anayasası’nın 63. Maddesi aynen muhafaza edilerek, ona aşağıdaki şu fıkra eklenmesi yerindedir.
Ek fıkra- devlet Türkiye dışında ve öncelikle Türk dili
konuşan ülkeler ve topluluklarda bulunan tarih ve kültür
mirasını korur. Gereken işbirliği anlaşmalarını yapar.
Bilindiği gibi, esasen bu bölgedeki pek çok tarih ve kültür varlıklarımızın Hoca Ahmet Yesevi Külliyesi’nden Sultan Muradın
Kosova’daki türbesine kadar, ihya edilip, dünya turizmine açılmış92
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
tır. 1982 Anayasası’nın 63. Mad­desine yukarıdaki fıkranın ilavesiyle hükümlerinin Yeni Anayasa’da yer alması, konunun önceliği
ve uygulamada önemi bakımından yerinde olacaktır.
Seçimler ve Siyasi Faaliyette Bulunma Hakları
Bu konuda 1982 Anayasasının 67. Maddesinin ilk dört fıkrası
aynen Yeni Anayasa’da yer alabilir, diğer fıkralar il­gili özel kanunlara aktarılmalıdır.
Siyasi Partiler
Gerçek bir demokratik Cumhuriyet Yönetimi’nin ço­ğulcu ve
hür siyasi partiler mevcut olmadan ve bunlar faa­liyetlerini serbestçe yürütüp, dürüst düzenlenen seçimlere eşit hukuki zeminde
katılmadan, söz konusu olamayacağı açıktır.
Ülkemizde, demokratik bir yönetimin başlangıcı saya­bileceğimiz, 1908 Meşrutiyeti ile aynı zamanda siyasi parti­lerimiz kurulmaya ve açık bir şekilde faaliyete geçtiler. Bu dönem beraberinde, önlenemez şiddet olayları, devletin en üst kademelerine kadar
uzanan siyasi cinayetler, baskınlar ve darbeler getirdi. Sonuçta,
İttihat ve Terakki Fırkası’nın katı dikta yönetimi ve isabetsiz icraatı, uzun asırlar varlı­ğını sürdürmüş olan Osmanlı Devleti’nin,
yok olup tarihe mal olmasına yol açtı.
Cumhuriyet Dönemi’nin başlangıcında rahmetli Ata­türk yakın
arkadaşı Fethi Okyar’a Serbest Fırka’yı kurdu­rarak demokrasiye
geçme ideali istikametinde bir adım at­tırdıysa da bu teşebbüs başarılı olamadı; Türkiye tek parti yönetimiyle 1946 yılına kadar geldi.
1946 yılında, iç ve dünya şartlarının etkisi, Cumhur­başkanı İsmet İnönü’nün isabetli öngörüşü ile Celal Bayar, Adnan Menderes
ve arkadaşları, mer’i kanunlar değiştiri­lerek Türkiye’de demokratik rejime geçişe sağladılar. 1946 yılı seçimleriyle 1960 darbesine
kadar geçen sürede ve ağır­lıklı olarak iki siyasi partinin, CHP ve
DP sert ve hırçın siyasi mücadeleleri Türk siyasi hayatına hakim
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
93
oldu. 1960 yılı 27 Mayısı’nda yapılan askerî darbe, onar yıl aralıklı ola­rak ortaya çıkan yeni darbe ve müdahalelerle Türkiye, fiili
olarak bir “Demokrasi ve vesayet” rejimi yaşadı. Bu “De­mokrasi
ve vesayet” rejiminin en önde gelen belirti araz ve göstergelerden
birisi de hiç şüphesiz sık sık siyasi par­tilerin kapatılması idi. Öyle
ki kendi kamuoyumuz ve batı demokrasi ülkelerinde Türkiye’nin
bir “Partiler mezarlığı” haline getirildiği görüşü yerleşmeye başladı. Bu anormal ve gerçekte ülkemiz, devletimiz ve cumhuriyetimizi
zayıf­latıp, yıpratan bu darbe ve diğer müdahaleler, zaman za­man
dış desteklerin devreye girmesiyle Türkiye’ye hesap edilemez kayıplar verdirdiler.
İşte, bu dönemde, Yeni Anayasa hazırlıkları ile mille­timizin;
iradesine dayanan, sağlıklı ve sağlam bir demok­rasiye kavuşmamızın çalışması yapılıyor. Gerçek bir de­mokratik Cumhuriyet yönetimini, çoğulcu siyasi partiler olmadan bu partilerin güvenlik
içinde istikrarlı faaliyet­lerde bulunmalarını sağlamadan tesis etmemiz mümkün değildir.
Unutmayalım ki, ülkemiz, ekonomimiz tüm hızıy­la yeni kalkınma hamleleri yaparken, halkın önemli bir çoğunluğunun oyları
ve TBMM’nin kararı ile bir siyasi partimiz T.C hükümetini kurup
yürütme sorumluluğunu omuzlarına almış iken; oldukça zayıf ve
geçersiz argüman­larla iktidar partisinin kapatılması girişimi yapılmıştır. Bu yanlış talebi yapan ve destekleyenler, bekledikleri
gerçek­leşse idi, ülkemiz ve demokrasimizin ne kadar büyük kaos
ve kayıplara sürüklenebileceğini acaba tam hesap edebil­mişler
miydi? Anayasa Mahkeme’miz, yerinde aldığı bir kararla muhtemel ağır kaos ve kayıpları önledi.
Bu geçmiş müşahhas örnekte gösteriyor ki demokrasi­nin vazgeçilmez temel kuruluşları olan siyasi partilerimi­zin güven içinde,
istikrarlı çalışmalar yapıp fonksiyonları­nı icra edebilmeleri, varlıklarının anayasa teminatına sahip olmalarını gerekli kılmaktadır.
1982 Anayasamızın bu güvenliği verdiği söylenemez. Ayrıca 68
ve 69. Maddeler, ancak kendi kanun ve yönetme­liklerde yer alma94
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
sı gereken pek fazla ayrıntılarla uzatılmış­tır. Bu durum anayasa
yapma tekniğine aykırıdır.
Dolayısıyla demokratik Cumhuriyetimizin yapısını daha da
güçlendirmek, siyasi partilerimizin varlıklarını güvence altına almak ve sağlıklı faaliyetlerini düzenlemek için Yeni Anayasamızda
aşağıdaki hükümlere yer vermek gereklidir.
Siyasi Parti Faaliyetleri
Madde- Siyasi partiler, demokratik Cumhuriyetin ve siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.
Vatandaşlar, siyasi parti kurma, partilere girme ve partilerden ayrılma hakkına sahiptirler.
Siyasi partilerin kurulma, faaliyet ve kapatılmasına ait
hükümler kanunlarda gösterilir.
Madde- Siyasi partilere karşı, aşağıdaki eylemlerin odağı haline geldiği hallerde kapatma kararı verilir:
- Şiddete başvurmak veya teşvik etmek,
- Irkçı ayrımlar yapmak veya teşvik etmek,
- Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bö­lünmez
bütünlüğüne karşı olmak veya bu tür girişimleri teşvik
etmek.
- Siyasi partilerin üyelerinden birinci fıkrada yer alan
fiilleri ferden yapanlar, kişisel olarak sorumludurlar.
- Temelli olarak kapatılan partiler bir daha kurula­maz.
- Yabancı devletlerin uluslararası kuruluşlardan ve Türk
uyruğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi
yardım alan siyasi partiler temelli kapatılır.
Madde- Kanunda gösterilen Genel Kurulları’nı yap­
mış ve seçimlerde iştirak etmiş siyasi partilerin hakkın­da
Anayasa Mahkemesi tarafından verilen kapatma ka­rarları,
TBMM’de görüşülüp, oylanmadan önce kesinlik kazanmaz.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
95
Türkiye Büyük Millet Meclisi
1982 Anayasası’nın, Anayasa yapma tekniği ve özelli­ğine aykırı
düşen kısımları, bilhassa “Üçüncü Kısım” baş­lığı altında toplanmış,
75. Maddeden başlayarak “Altıncı Kısım”a kadar 74. Madde devam
eden kısımlar ve bölüm­leridir. Ancak ilgili kanun ve yönetmeliklerde yer alma­sı gereken, çok sayıda ayrıntı Anayasa hükümleri
olarak yazılmıştır. Bu, Anayasayı adeta “kırkambar” hüviyetine
sokan hüküm ve ayrıntılar onu temel yasa niteliğinden uzaklaştırmış gereksiz yere uzun ve millet-devlet hayatı­nın devam eden seyri
içinde, vaki olan her gelişme ve de­ğişmelerde, değiştirilmesi zaruri
bir yasa haline getirmiştir. Bu durum, başka bir deyimle Anayasayı
“konjonktürel” bir kanun hüviyetine sokmuştur. Böyle bir vaziyetin
bera­berinde getirdiği mahzurlar, tıkanıklıklar çok açıktır.
Dolayısıyla başta devletimizin T.B.M.M gibi temel organları ve
kuruluşları olmak üzere bütün “teşkila­tı esas iye”si, Anayasa’da
sadece “görev ve yetkileri” ve “İşleyişleri”nin ana esasları itibariyle
yer almalı diğer ve çoğu usullere, nisaplara ait ayrıntılar özel kanunları, tü­zükler ve yönetmeliklerde gösterilmelidir. Böylece yeni
Anayasamız, öncekilerde olduğu gibi kısa ve orta vadeli hususları
bünyesinde bulunduran, kısa ömürlü bir metin olmak zafiyetinden
kurtulup asırları kapsayan 22. yüzyı­lın dahi ötesine uzanan bir temel yasa niteliği kazanacak­tır. Çalışmalarımızın, gayretlerimizin
hedefi bu olmalıdır. Kökleri tarihin en eski zamanlarına uzanan az
sayıda mil­letlerinden birisi olan Türk milletinin temel yasası 2030 senelik olmamalı ve fakat yüz yıllara uzanmalıdır.
Bu hedefin yoğun bir düşünce, uzun ve yorucu bir çalışma ve
çoğulcu bir katılım gerektirdiğini idrak ediyo­rum. Fakat meydana
gurur duyulacak bir eser “Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası’nı
getireceksek, sadece siyasi beklentiler için değil ve fakat milletimizin geleceğini he­defliyorsak bu ciddiyet, titizlik ve ilmî davranışa
sahip ol­malıyız.
Bu anlayış çerçevesinde şimdiye kadar belirttiğim ve kendi bilgi ve tecrübelerim içinde olan tekliflerime diğer bazılarını da ekleyerek raporumu tamamlamak istiyorum.
96
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Milletvekili Sayısı
T.B.M.M’nin, millet ve devlet hayatımızdaki mevkii, görevleri
fevkalade önemli, çeşitli ve hayatidir. Çalışma­larını verimli olarak
yürütecek sayıda milletvekilinden teşekkül etmelidir. Milletvekilleri, Genel Kurul mesaisi dışında çok sayıda Komisyonlarda çalışacak, yurt içi ve dışı görevleri olacaktır. Bu tür görevlerin layıkıyla
yerine getirilmesi için T.B.M.M.’de makul sayıda milletvekili bu­
lunmalıdır. Fakat bugünkü 550 milletvekili sayısı ihtiyaç­lardan
fazladır ve bunun mahzurları uygulamada ortaya çıkmaktadır.
Bunlar görülen ve bilinen hususlar olduğu için burada vaktinizi
almak istemiyorum.
Esasen hatırlanacağı gibi bu 550 rakamı, eski sayıya eklenmek
istenen “Türkiye Milletvekilliği” teşebbüsünün gerçekleştirilememesinden dolayı, yani asıl beklenenin dı­şında ortaya çıkmıştı.
Bundan dolayı 550 sayısının kısmen indirilmesi faydalı ve gerekli
görülmektedir. Yeni sayı 500 olabilir.
Madde-Türkiye Büyük Millet Meclisi genel oyla se­çilen
beş yüz milletvekilinden oluşur.
Böylece teşekkül edecek 500’ler Meclisinin daha ve­rimli çalışacağı kanaatindeyim.
Milletvekili Yaşı ve Mezuniyeti
1982 Anayasasının 76. Maddesi milletvekili seçilme ya­şını 25
ve öğrenim şartını da “ilkokul” olarak tespit etmek­tedir. Bir taraftan Türkiye’de öğrenim süresinin uzaması, milletvekili olacak
kişinin, milletvekilliği sona erdikten sonra da geçimini sağlayacak
bir meseleğe daha önceden sahip olma zarureti, öte yandan Cumhuriyetimizin bir ba­şarısı olan genel öğrenim düzeyinin yükselmiş
olmasını göz önünde tutarsak yeni durum şu şekilde kabul edile­
bilir.
Madde: Otuz yaşını dolduran her Türk milletvekili seçilebilir. En az lise ve dengi okullardan mezun olma­yanlar
milletvekili seçilemezler.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
97
And İçme
1982 Anayasasında milletvekillerinin “And içme” met­ni (madde 80) bazı temel kavramları, “bağımsızlık”, “bü­tünlük”, “egemenlik”, “hukukun üstünlüğünü içermekle beraber yazılı şekli itibariyle akıcılığı olmayan çetrefillidir. Bunun böyle olduğunu her seçimden sonra T.B.M.M.’de yapılan yemin törenlerinden çok açık
olarak görmekteyiz. Türkçe seviyeleri ortanın çok üstünde olan
birçok millet­vekilimiz bu metne takılmakta onu yanlış veya eksik
oku­maktadır. Bu Yeni Anayasamızda yeni bir yemin metninin yeniden yazılması zaruretini göstermektedir.
Yeni metinde “namusum” ve “şerefim” kavramların­dan
sonra “Bütün mukaddesatım üzerine” ibaresinin ila­vesi
yerinde olacaktır. Çünkü “namus” ve “şeref” ağırlık­la sübjektif,
indi kavramdır, her fert ayrı yoruma, anlayışa sahip olabilir. “Mukaddesat” lafzı ise kullanış ve maksatta daha somut ve müşterek
değerleri içermekte ve öyle de an­laşılmaktadır. Bunlar “inanç sistemi”, “vatan”, “bayrak”, “ezan”, “hak” gibi kavramlardır.
Cumhurbaşkanı’nın And içme metni de (1982 Madde 103) yukarıda belirttiğimiz mülahazalar ışığında yeniden yazılmalıdır.
Cumhurbaşkanı Görev ve Yetkileri
Türkiye, 1982 Anayasası’nda yapılan değişiklikle Cumhurbaşkanının, halk tarafından seçilmesi sistemine geçti. Bu yeni sistemin nasıl örgüleneceği, başkanlık siste­minin hangi türünün kabul edileceği henüz kararlaştırılıp yürürlüğe sokulmamıştır. Yeni
Anayasamız ayrıntıları ile tartışılmaya başlandığında bu önemli
konu daha da ayrın­tıları ile ortaya çıkıp kanunlaşma zemini bulunacaktır.
Biliniyor ki 1982 Anayasasının hazırlanıp kabul edil­me döneminde Türkiye’nin yaşadığı siyasi şartların da bir sonucu olarak
Cumhurbaşkanına oldukça geniş görev ve yetkiler verilmiştir. Askeri yönetim sona erip demokratik kurallar işlemeye başlayınca
98
Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
bizzat T.B.M.M.’nin seçtiği Cumhurbaşkanları, Sayın Ahmet Necdet Sezer gibi, bu yetkilerin fazlalığını ifade etmişlerdir.
Gerçekten, Yeni Anayasa, mevcut ve gelecekteki şart­ları, gelişmeleri göz önüne alarak Cumhurbaşkanı’nın “Görev ve Yetkilerini” (1982-Madde 104) yeniden tanzim etmelidir.
Yeni düzenleme için bir örnek, eğitim alanında verile­bilir.
Üniversitelerin sayının gittikçe artmış olduğu da dü­şünülürse,
“Yüksek Öğretim Kurulu üyeleri seçmek” “Üni­versite rektörlerini seçmek” gibi yetkiler Yeni Anayasada yer almaz, buna mukabil
“Yüksek Öğretim Koordinasyon Kurulu Başkanı”nı atamak yetkisi
söz konusu olabilir.
Milli Savunma
Türkiye Cumhuriyeti devletinin varlığı ve istiklali, ni­hai bir
hesapta, Türk Ordusunun mevcudiyeti ve savaş gü­cüne bağlıdır.
Aziz Türkiye topraklarına millet olarak ayak bastığımız tarihten
bugüne hiçbir gücün boyunduruğu al­tına girmemiş, müstemleke
olmamış yakın gelecekte 1000 yıla ulaşacak tarih içinde her zaman
kendi sancaklarımız altında yaşamış isek bunu iki temel faktöre
borçluyuz.
1- Milletimizin sarsılmaz kutsal vatan ve onun uğru­na şehit
olma inancı, şehitler mutlak mutluluk ülkesine açılan cennet
kapılarına tebessüm ederek girerler. Büyük kahraman Mustafa
Kemal’in Çanakkale’de savaşan asker­lerimizin düşman siperlerine nasıl atıldıklarını tasvir eden cümleleri hafızalarımızdan asla
silinmesin.
2- Türk Ordusunun Kahramanlığı. Türkiye’miz gibi dünyanın
en fırtınalı, en çok göz konan bir coğrafyada bin yıldan beri istiklalimizi daima korumuş isek bunu şanlı ordumuzun kahramanlığı,
üstün komuta yeteneği, savaş gücü ve kabiliyetine borçluyuz. Her
ikisi de ağustos ayın­da tecelli eden Malazgirt ile Afyon sırtlarında
kazanılan Başkomutanlık Meydan Muharebesi zaferleri arasındaki tarihte nice milli gurur tabloları yer aldı.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012
99
Bugünün gerçekleri ise, bize bir diğer hakikati gös­teriyor, öğretiyor. Yukarıda işaret ettiğimiz her iki faktör mutlaka baki kalmak
üzere modern savaşların yüksek tek­nolojinin ürünü olan silahlarla yapıldığı ve kolektif savun­ma sistemine dahil olunsa dahi asıl
savunma gücünün o ülkenin kendi öz gücüne dayandığı realitesi.
Bu durumda, Yeni Anayasamızda, varlık ve istikla­limizi muhafaza etmek ve yüksek caydırıcılık seviyesine devamlı sahip olabilmek için Devletin temel sorumlulukla­rından birini şöyle bir madde
ile tespit edebiliriz:
Madde-Devlet, savunma sanayinde dış ülkelere ba­ğımlı
olmama ve ileri teknoloji ürünü silah ve diğer sa­vaş araçlarını milli olarak üretme hedeflerini takip eder.
Şüphesiz ki böyle hayati hedeflerin gerçekleştirilmesi devletin
elinde bulundurduğu kaynak ve imkânlara bağ­lıdır. Başka türlü
düşünülemez. Fakat Madde’de yazılı hüküm, kaynakların artırılması ve bütün imkânların en verimli şekilde kullanılması anlamına gelmektedir. Bu sa­tırları güzel ve hikmet dolu bir atasözümüzle
bitirelim:
“Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz.”
Genelkurmay Başkanlığı
Genelkurmay Başkanlığı hiçbir ülke ve ordunun vaz­
geçemeyeceği hayati bir teşkilattır. Orduların tam bir birlik ve
koordinasyon içinde bulunması zarureti vardır. Bunu da Genelkurmay Başkanlığı sağlar. Bu kadar hayati bir gö­revi olan bir kuruluşun mevcudiyeti devletin iki başlı hale dönüşmesi sonucunu
doğurmaz. Bunu sağlamak için 1982 Anayasasının 117. maddesinde bir değişiklik yapmak ge­rekli olacaktır.
Madde- .................. “Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığına bağlı bir kuruluştur.”
Ayrıca bu durum şöyle bir fayda da getirecektir. Bilin­diği gibi
son yarım yüzyıla varan zaman diliminde varlık ve istiklalinizi
koruyucusu şerefli ordumuzun içerisinde bazı unsurlar, kutsal sa100 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
vunma görevlerini ihmal ederek siyasi müdahalelere karışmışlardır. Bu durumların tekrar zuhur etmesini önlemede Milli Savunma Bakanlığı ek ve etkili bir sorumluluk hizmeti yapacaktır.
Kurumlar
1982 Anayasamızda bazı kurumların kuruluş ve yöne­tim usuleri hakkında maddeler yer almıştır (Madde 133, 134, 135). Bu kurul
ve kurumların görev ve yönetim biçim­lerinde, zamanın şartlarına
göre değişiklikler olabilir ayrı­ca yeni kurul ve kurumlar kurulabilir. Bunlar Anayasada değişiklik yapma gereğini doğurabilir.
Bu ve diğer mahzurları önlemek için bu maddeler Yeni Anayasada metinden çıkarılarak kendi kanunlarını muha­faza ve geliştirme daha da uygundur.
Anayasa Mahkemesi
Yeni Anayasada “Anayasa Mahkemesi” hakkındaki bütün
maddeler, geçmiş bütün çalışma esas ve usulleri, ve­rilmiş olan kararlar, T.B.M.M.’nin görev ve yetkileri, kişi hak ve hürriyetleri ve
diğer temel konular muvacehesin­den tümüyle incelenip yeniden
yazılmalıdır.
Bu çalışmalar şüphesiz Anayasa Mahkemesi’nin de görüşlerinin alınması zaruridir.
Geçici Hükümler
Yeni “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası” kabul edilip, yürürlüğe
girince, 1982 TC Anayasası tümüyle kaldırılmış olacağından yeni
Anayasada yer alacak “geçici hükümler” gerektiği ölçü ve şekilde
maddelendirilecektir.
Bu raporumuzda yeni “TC Anayasası” hakkında tek­liflerimizi
kısa gerekçelerle kaleme aldık. Bunları nihaî metni hazırlayacak
Komisyon veya Komisyonlarla Türki­ye Büyük Millet Meclisimizin
bütün değerli üyelerine say­gılarımızla sunuyoruz. Cenab-ı Hak
yardımcıları olsun ve milletimizi korusun.
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 101
TÜRK DİLİ KONUŞAN ÜLKELER
İŞBİRLİĞİ KONSEYİ’NİN
KURULMASINA DAİR
NAHÇIVAN ANLAŞMASI
-ORJİNAL METİN-
AZERBAYCAN
KAZAKİSTAN
KIRGIZİSTAN
TÜRKİYE
TÜRKMENİSTAN
ÖZBEKİSTAN
KIBRIS
104 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 105
106 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 107
108 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 109
110 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa 2012 111
TÜRK DİLİ KONUŞAN ÜLKELER
İŞBİRLİĞİ KONSEYİ’NİN KURULMASINA
DAİR NAHÇIVAN ANLAŞMASI ESNASINDAKİ
SICAK GÖRÜNTÜLER
112 Türk Mallarının Tanıtımı ve Kullanılmasını Teşvik Derneği
Download