davranış bilimleri ünite 1

advertisement
DAVRANIŞ BİLİMLERİ
ÜNİTE 1
DAVRANIŞ BİLİMLERİ VE DİĞER SOSYAL BİLİMLERLE İLİŞKİSİ
Davranış bilimlerini oluşturan diğer temel bir disiplin sosyolojidir. Sosyoloji, grupların veya toplumların oluşması, toplumsal değişim
yasaları, toplumsal kurallar, grup davranışları, grup dinamiği, toplumsal davranış düzlemi, kültürlenme, kültürleşme, kültürel değişme gibi
konuları inceleyen bilim dalıdır. Davranış bilimlerini oluşturan diğer bir bilim dalı ise sosyoloji ile psikolojinin ara kesitini oluşturan sosyal
psikolojidir. Sosyal psikoloji, psikolojinin yaptığı gibi bireyi ele almaz, aksine sosyolojinin yaptığı gibi grubu veya toplumu da inceleme
konusu yapmaz; sosyal psikolojinin konusu, herhangi bir grubun üyesi olan bireyin davranışını inceler. Davranış bilimlerini oluşturan diğer
bir bilim dalı ise antropolojidir. Antropoloji toplumları tüm kurum ve kuruluşlarıyla ele alır. Toplumsal yapıyı oluşturan çeşitli kültürlerin kişi,
grup ve kurumsal yapılar üzerindeki etkisini inceleme konusu yapar.
DAVRANIŞ ve DAVRANIŞ BİLİMLERİ
 “Davranmak” ile ilişkilendiren “davranış kavramı”; tutum, tavır ve hareket tarzı gibi anlamlara gelmektedir Davranış kavramının
konusunu, insan davranışlarının arkasındaki temel motivasyonu, güdüleri, inanç ve tutumları incelemek oluşturur.
 Kısaca davranış “organizmanın belirli bir uyarıcıya karşı gösterdiği bilinçli tepki” olarak tanımlanabilir.
 Örgütsel anlamda davranış da, örgütsel ortam içinde kişilerin görevleri, rolleri, statüleri ve yetkileri kapsamında ortaya koydukları
eylemleridir.
Davranış Bilimleri
 Bilimler farklı biçimlerde sınıflandırılmışlardır. En genel sınıflama “doğa bilimleri” ve “sosyal bilimler”dir. Doğa (fen) bilimleri başta
fizik olmakla birlikte biyoloji, kimya gibi bilimlerdir. Doğa bilimleri doğada gerçekleşen biyolojik ve fiziksel olaylarla ilgilenir. Konusu
daha çok doğaya egemen olan fizik kanunlarını saptamak ve varlığın biyolojik ve fiziksel temellerini sorgulamaktır.
 İnsan davranışlarını farklı disiplinlerle açıklama ihtiyacının hissedilmesi bugün “davranış bilimleri” adını verdiğimiz bilimler setinin
ortaya çıkmasını sağlamıştır. Berelson ve Steiner'e göre Sosyal Bilimler; antropoloji, ekonomi, tarih, siyaset bilimi, psikoloji ve
sosyoloji gibi altı disiplini kapsayan bir bilimler grubudur.
 Davranış kavramının konusunu oluşturan insan faaliyeti çeşitlilik gösterir.
 Davranış kavramı, söz konusu çeşitlilik içerisinde insanın gözlenebilen ve ölçülebilen eylemlerini inceler. İnsan davranışlarının
önemli özelliklerinden biri, çok nedenli ve karmaşık olmasıdır.
 Temel amacı ise insanı anlamak, davranışlarının arkasındaki temel niyeti sorgulamak ve açıklamaya çalışmaktır. Burada şunu
belirtmek gerekir ki davranış bilimleri sırf başkalarının davranışlarını açıklamayı amaç edinen bir bilim dalı değildir.
 Davranış bilimleri şu sorulardan hareketle insan davranışlarını inceler:
ranıyor?
davranış ilişkisi nedir?
DAVRANIŞ BİLİMLERİNİN ÖZELLİKLERİ
 Davranış bilimlerinin temel amacı, örgütlerdeki insan davranışlarını açıklayarak örgütte çalışanlar ve çalışanlarla yöneticiler
arasındaki insan ilişkilerini daha üst düzeylere çıkarma bilgi ve yeteneğini geliştirmektir.
 Davranış bilimleri başta psikoloji, sosyoloji, sosyal psikoloji ve antropoloji olmak üzere birçok bilim dalıyla ilgili olmasına rağmen
sosyal bilimlerin diğer bilim dallarıyla da dolaylı olarak ilgilidir.
 Dolaylı ilgili olduğu sosyal bilimlerin içinde; ekonomi, tarih, siyasal bilimler, coğrafya, felsefe, hukuk gibi bilimler yer alır.
 Sosyal bilimler, en kısa tanımıyla insanın tutum ve davranışlarını ve her tür eylemlerini sistematik olarak inceleyen bilim dalı olduğu
için insan davranışlarının incelenmesini konu edinen davranış bilimleri de insanı birey, grup, örgüt, işletme sistemi, kültür ve
evrensel düzey gibi çeşitli düzeylerde ele alarak inceler.
 İnsanlar sürekli değişirken, onların davranışlarının ne olacağını önceden kestirmek kolay değildir. Bu nedenle davranış bilimcileri,
belirli koşullarda insanların çoğunluğunun muhtemel davranışlarının ne olacağını tahmin etmeye çalışırlar. Bireylerin
davranışlarının tahmin edilmesi ise ancak ortalama insan davranışlarının incelenmesiyle mümkün olabilir.
 Davranış bilimlerinin özellikleri aşağıdaki gibi sıralanabilir:
urumun veya herhangi bir örgütün iklimiyle ilgilidir,
plarının önemini vurgular,
 Davranış bilimleri, öncelikle insanların davranışları hakkında varsayımlar geliştirir. Örgütsel hedeflere ulaşabilmek, amaçları
gerçekleştirebilmek için insanın geniş bir potansiyele sahip olduğu ve bu potansiyelin örgüt lehine ortaya çıkarılması gerektiği
düşüncesi egemendir.
 İnsanın bu tür sosyal ihtiyaçları ancak davranış bilimlerinin verileriyle tespit edilebilir ve giderilebilir.
 Davranış bilimleri örgütleri bir sistem yaklaşımı çerçevesinde ele alır.
DAVRANIŞ BİLİMLERİNİN DİĞER DİSİPLİNLERLE İLİŞKİSİ
 Davranış bilimleri, devamlı olarak bilim dallarının ayrılmasını durdurma ihtiyacından ortaya çıkmıştır.
 Davranışları bir bütün olarak değerlendirme ihtiyacı, insanı konu alan sosyal bilimlerde disiplinler arası bir mutabakatın sağlanması
zorunluluğunu doğurmuştur ki, bunun sonucu olarak davranış bilimleri, bir disiplin grubu olarak oluşmuştur.
DAVRANIŞ
BİLİMLERİ VE İLGİLİ
BİLİM DALLARI
SOSYOLOJİ
SOSYAL
PSİKOLOJİ
PSİKOLOJİ
ANTROPOLOJİ
Psikoloji insan davranışlarında “niçin?” sorusuna cevap arar. Sosyoloji “nasıl?” sorusuyla ilgilenir. Antropoloji çevre ile insan
davranışı arasında “ne ilişki var” sorusunu araştırır.
Davranış Bilimleri ve Psikoloji İlişkisi
 Psikoloji, davranış bilimleri içerisinde en hâkim konumda olan disiplindir.
 Psikoloji kişilik sistemleri ile insan faaliyetleri arasındaki ilişkiyi bilimsel olarak ele alıp inceler. Psikolojinin amacı davranışı anlamak,
tahmin etmek ve kontrol etmektir.
 18. yüzyıla kadar felsefenin kapsamı içinde incelenen psikoloji daha sonra bağımsız bir bilim olarak önem kazanmaya başladı.
Özellikle Wundt'un çalışmaları psikolojinin ayrı bir bilim dalı haline gelmesinde önemli bir yere sahiptir. Wundt 1879'da ilk
deneysel psikoloji laboratuarını kurmuş ve bazı psikolojik konuların bilimsel yöntemlerle incelenebileceğini göstermiştir. Bu
döneme kadar evrendeki olaylar genellikle felsefe disiplini bağlamında iki temel kategoride ele alınmıştır. Bu kategoriler; maddi
olaylar ve psikolojik-ruhsal olaylardır.
 Psikoloji biliminin temel amaçları şunlardır:
Betimleme: Bu amaç, birbiriyle ilişkili olan davranışların ve davranışları belirleyen koşulların saptanmasını içerir. Söz konusu
ilişkiler araştırmalarla ortaya konur.
Açıklama: Bu amaç, davranışları açıklayan genel ilkelerin ve kuramların oluşturulmasını kapsar. Bu gibi genel ifadelerin
temelinde, betimleme amacına hizmet eden araştırmalar bulunur
Yordama: Bu amaç, davranışların önceden tahmin edilmesiyle ilgilidir.
Kontrol: Bu amaç ise, davranışların seçilen bir düzeyde veya istenen bir biçimde geliştirilmesini içerir.
 Davranış bilimleri içerisinde en hâkim konumda olan psikolojinin diğer bir ilgi alanı kişilik yapıları ile insan faaliyetleri arasındaki
ilişkiyi bilimsel olarak ele alıp incelemektir.
 Psikoloji insan davranışlarını ve bu davranışlarla ilgili psikolojik, sosyal ve biyolojik süreçleri inceleme konusu yapar. Meslek olarak
ise psikolojinin insanın psikolojik sorunlarına çözüm bulmak gibi önemli bir işlevi vardır. Bunun için psikologlar iki önemli ilişki
üzerinde dururlar: Bunlardan ilki, beyin ve davranış ilişkisi; ikincisi ise, çevre ve davranış ilişkisidir.

 Davranış bilimleri aşağıdaki gibi bazı varsayımları psikolojiden ödünç almıştır:
genellikle sergilendikleri çevredeki sosyal şartlarla
açıklanması gerekir.
 Bugünkü anlamda psikoloji insan davranışlarını belirli çevresel koşullar içinde organizma-çevre etkileşimi bakımından ele
almaktadır.

 Psikoloji bugün davranışı uyarıcı- organizma ve tepki bağlamında ele almaktadır. Bunlar davranışın temel unsurlarıdır. Bunları
kısaca aşağıdaki gibi açıklayabiliriz:
yarıcı: Organizmaya etki eden her tür enerji değişikliğidir. Aynı uyarıcı karşısında farklı bireyler farklı davranışlar
gösterirler. Uyarıcılar karşısında bireylerin davranışları aynı olsaydı psikoloji bilimine gerek kalmazdı. Uyarıcı bilindiği
takdirde davranışın ne olacağının bilinmesi çok basit bir işlem olurdu.
Tek bir hücreden bile oluşsa bir canlıya organizma denir. Fakat psikoloji araştırmalarında en çok maymunlar,
fareler ve benzeri organizmalar incelenir.
Bir organizmada yer alan ve bir organizma tarafından yapılan her türlü eylemdir. Diğer bir tanımla davranış
belli bir etkiye karşı gösterilen bilinçli bir tepkidir. Davranışı refleksten veya bilinçsiz bir hareketten ayıran temel faktörler:
bilinç, niyet, istek, davranışın sonucunu kestirme ve amaçtır.
Psikolojinin dalları
Psikoloji bilimi farklı alt disiplinlerden oluşan bir bilim dalıdır. Bu disiplinler farklı psikolojik uzmanlık alanlarını oluşturur. Psikolojinin alt
disiplinlerini veya temel uğraş alanları şunlardır:
Deneysel Psikoloji: Duyum, algı, öğrenme, bellek, güdü ve davranışın fizyolojik temelleri gibi alanlarda incelemeler yaparak davranışın
temel nedenlerine ilişkin bilgi edinmeyi amaçlayan psikolojinin bir alt dalıdır. Kısaca, ruhsal olayları deneysel yöntemlerle incele ruh bilim
dalıdır.
Sosyal Psikoloji: Grup üyeliğinin bireyin davranışları, tutumları ve inançları üzerindeki etkileri ile ilgili bir uzmanlık dalıdır. Bireylerin, üyesi
oldukları toplumsal grupların toplumsal-ekonomik koşulları içinde oluşturdukları ortak davranış, tutum, düşünce, tasarım, alışkanlık ve
özelliklerini inceleyen bilim dalı.
Gelişim Psikolojisi: Büyüme ve gelişme sonucu davranış ve bilişsel sistemde ortaya çıkan değişiklikleri inceleyen psikoloji dalı.
Organizmanın davranışında doğumdan ölüme kadar tüm yaşam boyunca gözlenen davranış değişikliklerini inceler.
Uygulamalı Psikoloji: Psikolojinin değişik alanlarında ortaya konan ilkelere geliştirilen uygulamalı bir psikoloji dalı. Başka bir ifade ile
psikoloji biliminin bulunduğu prensiplerin günlük hayata uygulanması.
Klinik Psikolojisi: Davranış bozukluklarını tanıma, tedavi etme ve nedenlerini bilimsel olarak araştırmayı konu edinen psikoloji dalı. Kişiliğin
gelişmesi ve bunu etkileyen etmenler, davranış bozuklukları, normal dışı davranışlar klinik psikolojinin inceleme konusuna girer. Bireyin
davranış bozuklukları karşısında uyumlu bir yaşam sürmesi için neler yapılabileceği ile ilgili çeşitli yöntemler geliştirilir.
Davranış Bilimleri ve Sosyoloji İlişkisi
Sosyoloji bireysel davranışlar yerine aile, din grupları, sapkın grup davranışı, siyasal gruplar, endüstriyel organizasyonlar, ekonomi ve eğitim
gibi konular üzerinde çalışır. Sosyologlar ise toplum, toplumsal kurumlar ve insan ilişkileri üzerinde çalışan kişilerdir. Sosyologlar için önemli
olan ihtiyaç, güdü, kişilik gibi bireysel faktörler değil, toplum ve toplumla olan ilişkiler yani makro açıdan yaklaşım olmaktadır. Sosyoloji
sosyal grup davranışı ve sosyal süreçlerle ilgilenir. Toplumlar, kurumlar, örgütler ve gruplar sosyolojinin başlıca inceleme alanlarıdır.
Sosyoloji, grupların, ailelerin ve toplumların yaşam tarzlarını, sosyal tabakalaşma ve sosyal değişim kuramları gibi konuları inceler. Birey
sosyolojinin doğrudan konuları arasında yer almaz. Sosyal gruplar ve sosyal süreçlerle ilgili kuramlar geliştirir.
Sosyolojinin temel konusu;
imi incelemektir.
Sosyologlar birbirinden izole olarak yaşayan kişilerle değil, aksine birbirini etkileyen, iletişim kuran, diğer bir ifadeyle bir sosyal ortam içinde
ilişki kurarak yaşayan gruplarla ilgilenir.
Sosyolojinin önemli bazı alt dalları
Sosyolojinin alt dalları toplumsal kuralların çoğalması, bilgilerin giderek farklılaşması ve çeşitlenmesi, üretim ilişkileriyle uzmanlık alanlarının
artması gibi nedenlerden doğmaktadır.
Bilgi sosyolojisi: Bilginin toplumsal gelişme ve değişmedeki rolünü ortaya koymaya çalışan bir bilim dalıdır. Sosyolojinin en önemli
dallarından biri, bilgi sosyolojisidir. Sosyal ve kültürel yapıları ve bu yapılara uygun düşen bilgi türlerini araştırır.
Sanayi sosyolojisi: İşyerinin güvenliği, yapısı, verimlilik, sendikalaşma hareketleri, sanayi ve toplum ilişkileri, işçi işveren ilişkileri gibi konuları
inceler. Kısacası sanayi sosyolojisi iş ve endüstri sorunlarıyla uğraşmakta ve bunların örgütlenme biçimlerini incelemektedir.
Kent sosyolojisi: Kentlerin toplum bütünlüğü içindeki yerleri ve oluşum, işleyiş ve değişimini inceleyen sosyolojinin bir dalı. Kentlerin
oluşumu, kent yaşamının insan ve toplum üzerindeki etkileri, konutları, kentsel yaşam ve kentsel yaşamın doğurduğu sorunlar, yeni
kentlerin kuruluşu ve gelişmesi, kentlerin yerleşim düzeni gibi konuları inceler.
Hukuk sosyolojisi: Hukuk belirli bir toplumda, grupların toplumsal ilişkileri ve eylemleri üzerinde emredici, kuralcı ve yaptırımcı bir etki
yapar.
Siyaset sosyolojisi: Toplumlarda, toplumsal gruplarda siyasal erkin toplum bütünü içindeki yeri ile oluşum, işleyiş ve değişimini düzenlilikleri
içinde inceleyip açıklamayı amaçlayan toplum-bilim kesimidir.
Eğitim sosyolojisi: Eğitim düzeninin yapısını, kurumlarını ve işleyişini düzenlilikleriyle inceleyen toplumbilim dalı. Belirgin bir toplumsal yapı
içindeki eğitim sorunlarına ilişkin araştırmalar yapan bir disiplindir.
Davranış Bilimleri ve Sosyal Psikoloji İlişkisi
Kişiler arası ilişkiler bireysel amaçları etkileyerek davranışları yönlendirmektedir. Kişi bazen diğer insanların etkisiyle gerçekçi
davranmaktan ziyade, duygusal davranabilmektedir. Burada grubun birey üzerindeki sosyal psikolojik etkisinden söz ediliyor
demektir.
Sosyal psikolojinin hedefi grup içerisinde insanın varlığını ve onun sosyalleşmesini sağlamaktır. İnsan kognitif, duygusal ve
motivasyonel gelişimini, hayatta kazanacağı statü ve rollerini bir grupta sosyalleşme süreciyle öğrenmektedir.
Psikolojik sosyal psikoloji akımı, olayları içten dışa, bireyden çevreye doğru inceler. Temel amaç, bireyin davranışını ve bunun
nedenlerini sosyal çevre içinde farklı birey düzeyinde anlamak ve açıklamaktır.
Sosyal psikoloji insanların davranışlarını sosyal ve kültürel ortam içinde inceleyen psikoloji dalıdır. Allporta’a göre, sosyal psikoloji
bireylerin düşünce, duygu ve davranışlarının, başkalarının gerçek ya da hayal edilen varlığından etkileniş tarzını anlama ve
açıklama çabasıdır.
Muzaffer Şerif’e göre sosyal psikoloji, sosyal uyaran durumlarıyla ilgili bireylerin deneyim ve davranışlarının bilimsel incelemesidir.
Günümüzde insan, yoğun bir etkileşim ortamı içerisindedir ve bulunduğu çevreye uygun davranışlar göstermek durumunda
kalmaktadır. Güncel yaşamın temelinde sosyal etkileşim bulunmaktadır ve bireysel, sosyal veya grupsal tatmin bu etkileşimin
sonucunda ortaya çıkmaktadır.
Psikolojinin yaptığı gibi gruptan veya toplumdan bağımsız birey tekiyle ilgilenmediği gibi, sosyolojinin yaptığı gibi bireyden bağımsız
grup veya toplumla da ilgilenmez
Sosyal psikolojinin iki boyutu




Sosyal psikoloji tarihinde, bireysel yaklaşım taraftarları ile kültürel yaklaşım taraftarları arasında köklü bir tartışma yapıla gelmiştir.
Bu yaklaşımlardan birisi, sosyal fenomenleri, kültürü ve sosyal sistemleri, bireysel değişimlerinin bir sonucu olarak görmüştür.
Sosyal psikolojinin bu iki özelliği, bu alanda psikolojik sosyal psikoloji ve sosyolojik sosyal psikoloji akımlarını doğurmuştur.
Psikolojik sosyal psikoloji: Üzerinde durduğu konuları içten-dışa (bireyden-çevreye) doğru inceler. Buradaki amaç, kişinin
davranışlarını ve bunun nedenlerini sosyal çevre içinde fakat kişi düzeyinde (mikro) açıklamaktır. Burada birey sosyal çevresinde
incelenir.
Sosyolojik sosyal psikoloji: Burada olaylar dıştan içe (çevreden- bireye) doğru incelenmektedir. Araştırma birimi, bireyi de içine alan
sosyal çevre ya da gruptur. Yaklaşım, kişinin iç psikolojik olaylarına değil; kişiler arası olaylara, grup düzeyine yöneliktir
Davranış Bilimleri ve Antropoloji İlişkisi
Günümüzde antropoloji davranış bilimlerinin temel disiplinleri arasında yer almış bulunmaktadır. Konusu da insan, toplumlar ve
kültürlerdir. Bugün antropoloji, genetik veya somatik, etnolojik veya kültürel, psikolojik insan ve eylemi gibi görünüşlerle uğraşan
spesifik bir bilim dalıdır. Antropoloji bu geniş çerçeve içerisinde her konuyla değil, belirli sorunlarla uğraşır.
Davranış bilimleri arasında yer alan antropoloji geleneksel toplumları inceler.
Antropoloji insanın kökenini, biyolojik yapısını, somatik ve kültürel özelliklerini, toplumsal davranışlarını konu edinen ve bunları
kendine özgü yöntemleriyle inceleyen bilim dalıdır.
Antropolojinin üzerinde durduğu ve halen günümüzde geçerliliğini koruyan bazı sorular bulunmaktadır:
ve toplumlar neden ya da nasıl değişiyor?
Antropoloji, kültürel antropoloji ve fiziksel antropoloji olarak iki kısma ayrılmaktadır. Kültürel antropoloji; arkeoloji, etnoloji,
linguistik ve sosyal antropolojiyi içerir; buna karşılık fiziksel antropoloji ise antropometri alt disiplinini içine alır.
Kültürel antropoloji ve alt alanları
 Kültürel antropoloji insanın nesilden nesile aktarılan manevi yönü üzerinde durur. Bu açıdan bakıldığında kültürel antropoloji daha
geniş bir alanı kapsamaktadır.
 Kültürel antropolojinin alt alanlarını aşağıdaki gibi açıklayabiliriz:
Arkeoloji: Tarih öncesi uygarlıkları, özellikle kazılar yoluyla elde edilen maddî kalıntılarını yorumlayarak inceleyen bilim dalıdır.
İnsanın maddî kültürünü ve bu kültürün yazılı belgelerden önce incelenmesi prehistorya'nın ya da prehistorik arkeolojinin
konusudur.
Etnoloji: İnsanı konu edinen özellikle ilkel diye nitelenen insan topluluklarını ve onların kültürlerini inceleyen bir disiplin. Başka bir
tanımla etnoloji, ırkların kaynağını, yeryüzündeki dağılışlarını ve özelliklerini inceleyen bilim dalıdır.
Lengüistik: Dillerin yapısal özelliklerini, konuşma biçimlerini inceler. Hem dillerin belirli gruplarının tarihini hem de bugün
konuşulan dilleri inceler.
 Lengüistik ikiye ayrılır: Bunlardan ilki tanımlayıcı lengüistik, diğeri de formel lengüistiktir. Formel Lengüistik ise işaretler bilimi
olarak, dilin soyut özelliklerini yani sembollerin sınıflaması için geçerli olan kuralları araştırır. Formel Lengüistik kendi arasında üç
alt alana ayrılır: Bunlardan ilki sentakstır (sözdizimi). Sentaks, mesajın iletimi açısından işaretlerin ilişkisini konu alır.
Fiziksel antropoloji ve alt alanları
İnsanın biyolojik gelişmesinin tarihiyle ilgilidir. İnsanın insan olabilmek için geçirdiği aşamaları ele alır. Çeşitli insanların fiziksel
özelliklerini inceler. İnsan ırklarını, insanın doğuştan modern hele gelinceye kadar geçirdiği biyofizyolojik değişiklik ve aşamaları ve ırk
karışımlarını ele alır. Irkların karşılaştırılması ve ırk ilişkileri belli başlı konularıdır. Antropoloji insan biyolojisinin araştırılmasıdır; fakat
sadece bunu konu edinmez.
DAVRANIŞ BİLİMLERİ
ÜNİTE 2
GÜDÜLENME VE GÜDÜLENME KURAMLARI
İHTİYAÇLAR VE GÜDÜLER


İhtiyaç, insanda eksiklik veya yoksunluk hissi uyandıran, içsel ve dışsal, psikolojik veya fizyolojik her tür faktördür. İhtiyaçlar kişinin
fizyolojik ve psikolojik denge durumunu (homeostazi) bozan, karşılanmasıyla (tatmin) birlikte tekrar eski denge durumuna
dönülmesini sağlayan psikolojik ve fizyolojik özellikleri olan durumlardır. Kişi yaşamını sürdürmek için ihtiyaçlarını tatmin etme
gereği duyar.
Birinci derece temel ihtiyaçlar ve ikinci derece tamamlayıcı ihtiyaçlar olarak iki grupta incelenebilir. Başka bir sınıflandırmaya göre
ise ihtiyaçlar; fizyolojik (yeme, içme vb.), güvenlik (sağlık sigortası, iş garantisi, soğuktan korunma), sosyal, (arkadaşlık, grubun
üyesi olma vb.,) ve psikolojik (başarı, statü, sosyal kabul görme, kendini gerçekleştirme)’tir.
İhtiyaç Kavramı
Doğumdan itibaren en erken öğrenilen şey ihtiyaçların tatmin edildiğinde haz ve doyum, tatmin edilmediği zaman acı ve üzüntü
kaynağı olduğudur. Giderilmediği zaman yokluk veya eksiklik duygusu oluşturan her şey ihtiyaçtır. İnsanların tutum ve
davranışlarının arkasında çeşitli ihtiyaçlarının tatminine yönelme vardır. İnsanlar yaşamlarını sürdürebilmek ve mutlu bir yaşam
sürebilmek için ihtiyaçlarını karşılamak durumundadırlar.
İhtiyaçlar şiddetlerine göre, zorunlu (temel) ihtiyaçlar ve zorunlu olmayan (ikincil) ihtiyaçlar olarak iki gruba ayrılır. Zorunlu
ihtiyaçlar, insanın yaşamını devam ettirebilmesi için mutlaka gerekli olan hava, gıda ve su gibi fizyolojik ihtiyaçlardır.r. İhtiyaçların
diğer bir özelliği tatmin edildikçe şiddetinin azalmasıdır. İhtiyaçların tatminine devam edildikçe, belirli bir aşamadan sonra bu
ihtiyacı gideren şeylerin tüketimi insana haz vermek yerine ıstırap vermeye başlar.
İhtiyaçları; yaşamı sürdürmek için zorunlu olan ihtiyaçlar, yaşamı kolaylaştıran ihtiyaçlar ve yaşamı güzelleştiren ihtiyaçlar şeklinde
de sınıflandırabiliriz. Bu kısa girişten sonra ihtiyaçları genel olarak aşağıdaki gibi iki kategoride ele almak mümkündür:
o Birincil İhtiyaçlar; Bu tür ihtiyaçlar insanın yaşaması için temel olan ihtiyaçlardır. Karşılanmadığı zaman çeşitli rahatsızlıklar,
hatta ölüme kadar varan sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu tür ihtiyaçlar; yeme, içme, barınma, cinsellik gibi insanın fizyolojik
yapısının gerektirdiği ihtiyaçlardır.
o İkincil ihtiyaçlar; İnsanların toplumsal ilişkilerinin, sosyal statülerinin, sorumluluk, görev ve rollerinin gereği olan ihtiyaçlardır.
Bu yönüyle bunları sosyal ihtiyaçlar olarak nitelendirmek mümkündür. İkincil ihtiyaçlara; sevmek, sevilmek, ait olma hissi,
beğenilme ve rekabet duygusunu örnek olarak verebiliriz.
İhtiyaçların özellikleri şunlardır:
 İhtiyaçlar çok sayıdadır. İnsanın evreni algıladığı, olguları tanıdığı ölçüde
ihtiyaçları farklılaşır. Gözlemleri arttıkça, tecrübe ettikçe her geçen gün ihtiyaçlara
yenileri eklenir. Tatil yapma alışkanlığı olmayan birinin tatil yapması böyle bir ihtiyaçtır.
 Tatmin edildikçe şiddetleri azalır. Özellikle fizyolojik ihtiyaçlar böyledir; ancak aynı şeyi psikolojik ihtiyaçlar için söylemek
doğru değildir. Örneğin, susuz birinin su içtikten sonra, aç bir insanın doyduktan sonra ihtiyacı ortadan kalkar. Ancak sevgi
gören bir çocuğun sevgi ihtiyacının azalması veya ortadan kalkması söz konusu değildir.
 İkame özellikleri vardır. İhtiyaçları karşılarken, ikame özelliği olan çeşitli nesnelerle bunları ikame etmek mümkün olabilir.
Su yerine maden suyu, ayran veya meyve suyu içmek, yemek yerine meyve yemek fizyolojik ihtiyaçları ikame edebilir.
Burada psikolojik ihtiyaçları başka bir şeyle ikame etmenin kolay olmadığını belirtmek gerekir.
 İhtiyaçların şiddeti farklıdır. Yukarıda da açıklandığı gibi hayat için zorunlu olan, hayatı kolaylaştıran ve hayatı güzelleştiren
ihtiyaçlar vardır ve bunların şiddeti birbirinden farklıdır. Hayat için zorunlu olan ihtiyaçların şiddeti doğaldır ki hayatı
güzelleştiren ihtiyaçlardan daha fazladır.
İhtiyaçların temel özelliği fayda sağlamalarıdır. Fayda, mal ve hizmetlerin ihtiyaçları karşılama (tatmin etme) özelliğidir.
Güdü Kavramı
 Organizmayı belli bir amaca yönelik davranışa iten iç güce güdü adı verilir. Burada yeri gelmişken belirtelim ki organizma, her türlü
canlı varlıktır.
 Organizmanın bir amaca yönelebilmesi için, öncelikle o amacın organizmanın dengesini değiştirmesi (homestasisin bozulması) ve
hoşnutsuzluk yaratan bir gerginlik halinin ortaya çıkması gerekir.
 Güdü kavramı, organizmayı bir amaç için hareket ettiren saiklerdir. Bunlar organizmanın dengesini koruyucu içsel faktörlerdir ve
muhtemelen organizmanın içinde maddî ve potansiyel olarak bulunurlar. Şunu belirtmek gerekir ki güdü, psikolojinin temel
kavramlarından biri olmasına rağmen, bu kavram evrimci biyolojinin psikoloji üzerindeki etkisinden doğmuştur.
 İhtiyaçların karşılanması için itici içsel güçlere ihtiyaç vardır ki bunlara da güdü diyoruz. İnsan biyolojik, psikolojik ve sosyal bir
organizmadır.
 İhtiyaçları ve güdüleri diğer organizmalar bağlamında değil de insan bağlamında incelediğimiz zaman, insanın biyolojik, psikolojik
ve sosyal bir organizma olduğu anlaşılmaktadır.
Güdü ve Dürtü İlişkisi
 Güdü, insanı yaşaması ve gelişmesi için bilinçli, belli ve düzenli olarak, bir ihtiyacını doyurmaya yönelten iç güçtür. Güdüler,
öğrenilmemiş ya da öğrenilmiş olabilirler. Güdü, dürtüyü ve ihtiyacı kapsayan bir kavramdır.
 Fizyolojik kökenli güdülere dürtü denmektedir. Dürtü; açlık, susuzluk, cinsellik, acı veren durumlardan kaçma biyolojik veya
fizyolojik kökenli saiklerdir.
 Kısa tanımıyla fizyolojik kökenli güdülere dürtü denmektedir. Dürtü; açlık, susuzluk, cinsellik, acı veren durumlardan kaçma gibi
biyolojik veya fizyolojik kökenli saiklerdir.
 Güdü, organizmanın ihtiyacını gidermek için belli bir yöne yönelme eğilimidir. Organizmanın davranışını şekillendiren ve
yönlendiren güdülerdir.
 İnsanı, yemek, içmek gibi yaşaması için gereken davranışlara yönelten ve doğuştan getirilen itici iç güce dürtü denir.
 Organizmanın yaşamını sürdürebilmesi için yeme içme gibi maddî ya da uyku gibi maddî olmayan fizyolojik ihtiyaçlarını karşılaması
gerekir.
GÜDÜLERİN SINIFLANDIRILMASI
o
o
o
o
o
o
o
İnsan, yaşamını ve soyunu sürdürme arzusundadır. Bunun yolu, güdülerini doyurmaktır. İnsanın cinsellik, güvenlik, merak gibi
güdüleri doğuştan gelir.
İnsanın, kalıtsal ve öğrenilmiş güdülerinin üzerinde pek çok araştırma yapılmış ve çok sayıda güdü, dürtü ve ihtiyaç belirlenmiştir.
Bunlar aşağıdaki gibi sınıflandırılmıştır:
* Dengelenim güdüleri (Açlık, susuzluk, solunum gibi),
* Cinsel güdüler (Evlenme, aile kurma, çocuk büyütme gibi),
* Duygusal güdüler (Korku, kızgınlık, öfke, nefret, dehşet, kaygı, sevgi, aşk gibi),
* Kendiliğinden doğan güdüler (Merak, bilişsel yönlenme gibi),
* Toplumsal güdüler (Başarı, bağlanma, dayanma, birlikte yaşama gibi).
Güdüler temelde öğrenilmiş ve öğrenilmemiş güdüler olmak üzere iki kategoride ele alınabilir.
Öğrenilmemiş güdüler ise birincil güdülerdir ve bunlar doğuştan getirilirler.
Birincil güdüleri üç grupta ele alabiliriz. Bunlardan ilki açlık, susuzluk gibi fizyolojik kökenli birincil güdülerdir.
İkincisi cinsellik ve analık güdüleri gibi fizyolojik kökeni olan, ancak bu kökenden bağımsız olarak da sürebilen güdülerdir.
Üçüncü grupta ise başarma, bağlanma, araştırma gibi fizyolojik kökeni olmayan güdüler vardır.
GÜDÜLER
Öğrenilmiş (Sosyal)
Öğrenilmemiş (Birincil)
Açlık ve susuzluk
Cinsellik ve analık
Araştırma, faaliyet ve kurcalama
Öğrenilmiş Güdüler
 Birlikte olma güdüsü. Birlikte olma güdüsü, çocukluğun erken evrelerinde gelişen bir güdüdür.
 Kişi ancak başkalarıyla birlikte olarak bu duyguyu yeneceğini düşünür. Birlikte olma ihtiyacında olan bireyler başkalarıyla olan
ilişkilerinde duygusal eğilimler gösterirler. Bu duygusal eğilimlerden biri de onlarla rekabet ve yarışma duygusudur. Bu duygu
bireyin güçlü olma güdüsünden kaynaklanır.
 Güçlü olma güdüsü. Güçlü olma, başkalarıyla rekabet etme, yarışma ve onların davranışlarını denetleme, etkileme, yönlendirme ve
kendi iradesini onlara kabul ettirme isteğinden kaynaklanmaktadır. Güçlü olma isteği, kimilerine göre bireyin temel güdüsüdür.
 Yapılan araştırmalar güçlü olma isteğinin erkek ve kadınlarda farklı olduğunu göstermiştir.
 Başarma güdüsü. Başarı güdüsü de sosyal güdülerden biridir ve öğrenilmiş bir güdüdür. Başta anne ve baba olmak üzere yakın ve
uzak çevrede diğer insanlarla olan etkileşim sonucunda öğrenilir. Başarılı olma isteği bazen mükemmellik düzeyine ulaşınca kişide
çeşitli davranış bozukluklarına neden olabilir. Şu veya bu yoğunlukta herkeste başarılı olma isteği vardır.
 Sosyal kabul görme güdüsü. İnsanların beğenilme ihtiyaçları vardır. Beğenilme ihtiyacının en somut olarak ortaya çıktığı alanlar
kişinin yaptığı işlerin ve ortaya koyduğu davranışların başkaları tarafından beğenilmesi yani sosyal kabul görmesidir. İnsan kendini
ancak sosyal bir ortamda var edebilir. Ayrıca başkaları tarafından sevilmek, beğenilmek ve onaylanmak insanın sosyal gelişiminin
bir sonucudur.
 Kendilik değeri güdüsü. Kişinin kendi hakkında olumlu düşünme, kendisine karşı pozitif olma güdüsüdür. Kendilik değeri, farklı
biçimlerde doyurulabilen bir güdüdür. Bu yollar; sosyal kabul görme, kendilik veya benlik algısını yükseltme, saygınlık ya da güç
kazanma, rekabet duygusu taşıma, kendinden memnun olma veya kendini sevme, kendilik değeri güdüsünün gereğidir. Kendilik
değeri kişinin kendisini görmek istediği yerde görmesiyle doyurulabilir.
Öğrenilmemiş Güdüler (Birincil Güdüler)
o
o
Kişinin sonradan sosyal öğrenme yoluyla elde etmediği, aksine doğuştan getirdiği birincil nitelikteki güdüleri öğrenilmemiş
güdülerdir. Bunlar; açlık, susuzluk, cinsellik, analık, araştırma ve kurcalama güdüleri gibi birincil güdülerdir. Birincil güdülerden
açlık, susuzluk gibi güdüler vücutta bazı fizyolojik değişikliklerden kaynaklanır ve bunlar genellikle fizyolojik dürtüler olarak
adlandırılırlar.
Açlık ve susuzluk güdüleri. Kişi dış uyaranlar yoluyla açlık hissini algılar. Bunun sonucunda yeme davranışı ile bu ihtiyaç tatmin
edilirse, kişi haz duyar, bu ihtiyacı tatmin edilmezse kişi elem duymaya başlar. Kişinin acıktığını bir başkasından öğrenmesi gibi bir
durum söz konusu değildir. Açlık ve susuzluk güdüleri (fizyolojik kökenli olduğu için dürtüleri de diyebiliriz) birbiriyle yakından
ilişkilidir. Su, vücudun biyokimyasal fonksiyonunu görmesi için gereklidir. Susuzluk nedeniyle kan hacmi azalır ve bu durum böbrek
üstü bezlerinin belirli hormonları salgılamasına neden olur. Bu hormonlar beynin hipotalamus bölgesinde susuzluk duygusu ortaya
çıkarır.
o
o
Cinsellik ve analık güdüsü. Cinsel davranış, iç ve dış etkenlerin birleşmesiyle ortaya çıkar. İç etkenler hipofiz bezinin kontrol ettiği
hormonlardır. Ergenlik döneminde bu hormonlarda görülen artış, cinsiyet güdüsünü yükseltir. Cinsellik ve analık güdüleri,
insanların ve hayvanların yaşamlarını sürdürmeleri için önemli bir işlev görür. Erkek ve dişiden her biri diğerine cazip görünür. Bu
cazip görünmeyi cinsellik güdüsü sağlar. Bu sayede neslin devamını sağlamak mümkün olur.
Araştırma, faaliyet ve kurcalama güdüsü. Bedensel faaliyetlerin bazıları araştırma ve merak duygusundan kaynaklanır. Merak
öğrenilmemiş bir güdüdür. Kişi merak güdüsünü araştırma yaparak, sorarak ya da bir şeyleri kurcalayarak, karıştırarak yenebilir.
GÜDÜLEME TEORİLERİ

Güdülenme, isteme, gerekseme, arzu etme, dürtü gibi sözcüklerle anlatılan; insanın bir çaba içinde bulunmasına ilişkin genel bir
kavramdır. Güdülenme, insanın ihtiyaçlarını doyurmak, amaçlarını gerçekleştirmek için davranışta bulunmaya itilmesini anlatır.
Güdülenmeye neden olan zorlanma, içsel ve dışsal olabilir. İnsanın davranışa geçmesi, içinden gelen zorlanmayla olduğunda buna
içsel güdülenme, dıştan gelen zorlamayla olduğunda buna dışsal güdülenme denir. İçsel güdülenme, insanın iç çevresinin
uyarıcılarına dayandığı için yaşamsal önemdedir.
Organizmanın, ihtiyaçlarını karşılamak için harekete geçip ihtiyacını gidermesi sürecine güdülenme denir.
Güdülenme, organizmaya istek, arzu, umut ve enerji verir. Güdülenmiş biri daha geç yorulur, amaca ulaşmak için daha istekli ve
arzulu olur.



GÜDÜLEME TEORİLERİ
KAPSAM TEORİLERİ
SÜREÇ TEORİLERİ
- İhtiyaçlar hiyerarşisi
- Bekleyiş Kuramı
- Başarı Güdüsü
- Geliştirilmiş Bekleyiş Kuramı
- Çift Faktör Kuramı
- Davranışsal Şartlandırma
Kuramı
Kapsam
- ERGTeorileri
Kuramı
o
o
o
Motivasyon veya güdüleme, Lâtince “movera” hareket ettirme fiilinden gelmektedir. - Eşitlik Kuramı
Güdüler içsel faktörlerden kaynaklanır ve güdüler, güdüleme süreciyle fonksiyonel hale gelir.
Güdülenme teorilerini iki ana grupta toplamak mümkündür. Birinci grup Kapsam (Content) Teorileridir. Kapsam teorileri içsel
faktörlere ağırlık veren teorilerdir. İkinci grupta ise Süreç (Process) Teorileri vardır ve bunlar dışsal faktörlere ağırlık veren
teorilerdir. Kapsam teorileri, kişinin içinde bulunduğu ve onu belirli yönde davranışta bulunmaya yönelten faktörlerdir.
İhtiyaçlar hiyerarşisi teorisi
 İhtiyaçlar, kişinin id, ego ve süper egosundan kaynaklanan güdülenmenin nasıl olduğunu açıklamaktadır.
 Ego, kişinin çevresi ile ilişki/iletişim kurma, sosyal süreçlere girme gibi ihtiyaçlarını karşılamak için onu güdüler.
 “İd”den gelen istekler egonun olumlu tepki vermesiyle doyurulmaya çalışılır. Buna göre id, kişinin fizyolojik ihtiyaçları ile ilgili iken
ego, onun sosyal ihtiyaçlarını karşılayan bir özellik gösterir. Süper ego ise id ve egodan gelen ihtiyaçların hangilerinin kabul
edilebilir olduğu, hangisine olumlu tepki verilebileceği konusunda kişiyi denetler.
 Abraham Maslow, insan güdülerinin evrensel bir hiyerarşisi olduğunu ileri sürer.
 İhtiyaçlar hiyerarşisi teorisine göre, insanın her davranışının arkasında ihtiyaçları vardır.
 İhtiyaçlar hiyerarşisi teorisi, insan ihtiyaçlarını aşağıdaki gibi ele alır:
- Fizyolojik ihtiyaçlar: Yeme, içme, uyuma. (Örgütlerde; ücret ve uygun çalışma ortamı)
- Güvenlik ihtiyacı: Can ve mal güvenliği. (Örgütlerde; iş güvenliği, örgütsel adalet, emeklilik, sosyal güvenlik...)
- Ait olma ihtiyacı (sosyal ihtiyaçlar): Arkadaşlık, iletişim, etkileşim (Örgütlerde; grup üyeliği, sendika üyeliği, yönetici
ilgisi...)
- Sevgi ve takdir (öz saygı) ihtiyacı: Tanınma, imaj, itibar, prestij (Örgütlerde; takdir edilme, üst görevlere terfi,
ödüllendirilme...)
- Kendini gerçekleştirme (tamamlama) ihtiyacı: Yetenek geliştirme, yaratıcılığını
kullanma vb., (Örgütlerde, iş tatmini...)
 Maslow’a göre kişi yukarıda hiyerarşik bir düzen (örüntü) şeklinde var olan ihtiyaçlarını yine bir sıra düzeni şeklinde tatmin etmeye
çalışır.
Herzberg’in çift faktör kuramı
Çift faktör kuramı aslında Herzberg’in “İşinizde kendinizi ne zaman en iyi ve ne zaman en kötü hissedersiniz?” yani “İhtiyaçlarınız
en fazla hangi durumda karşılanmış olur?“ sorusunu cevaplandırmak için geliştirilmiştir.
Kişinin yaratıcılığını gösterme, yeteneğini ortaya koyma gibi ihtiyaçları ilk grup ihtiyacıdır ve dolayısıyla bunlar ilk basmak motive
edici faktörlerdir.
Çift faktör teorisinin ikinci grubunu ise hijyen faktörleri oluşturur. Bunlar; ücret, çalışma koşulları, örgüt iklimi, iş güvenliği, iş
sağlığı, örgütsel adalet unsurları, iletişim ve etkileşim koşulları, örgüt politikaları gibi faktörlerdir.
Mc Clelland’ın başarı ihtiyacı teorisi

McClelland, ihtiyaçların öğrenmeyle, sonradan kazanılan bir özelliğinin olduğunu ileri sürmektedir. Başarma ihtiyacı teorisine göre
insan, üç tür ihtiyacın etkisi altında davranır. Bu ihtiyaçların hem birey hem de toplum yaşamında önemli yeri vardır. Başarma
ihtiyacı teorisi, ihtiyacı şu şekilde tespit etmektedir:

İlişki kurma ihtiyacına göre insan sosyal bir varlıktır ve kendini ancak bir sosyal yapı veya grup içinde ifade edebilir.
Başarma ihtiyacını fazla hisseden insanların özellikleri şunlardır:
kişisel tatmindir.
ma ihtiyaçları yüksektir.

Başarma ihtiyacı teorisine göre kişileri iş yerinde başarılı kılmak için onları başarısız kılabilecek aşırıya kaçan amaçların, belirsiz
görev tanımlarının bulunmaması gerekir.
Alderfer’in ERG teorisi
Alderfer insan ihtiyaçlarını; var olma (existance), ait olma (relatedness) ve gelişme (growth) olmak üzere üç grupta incelemektedir.
Sayılan ihtiyaçların İngilizce karşılıklarının baş harfleri ERG olduğu için teoriye ERG teorisi denmiştir.
Alderfer’in belirlediği ikinci ihtiyaç türü ise ait olma ihtiyacıdır. Bunlar insanın başkaları ile birlikte olma, sosyal ilişki kurma, gruba
mensup olma gibi sosyal ihtiyaçlarını kapsar.Alderfer insan ihtiyaçlarını; Var olma (Existance), Ait olma (Relatedness) ve Gelişme
(Growth) olmak üzere üç grupta incelemektedir.
Maslow’un “doyumdan sonra bir üst basamağa geçilir” şeklindeki doyum-ilerleme varsayımına rağmen, Alderfer doyumsuzluk
sonucu ortaya çıkan hüsran-gerileme kavramını ortaya atmıştır.
Süreç Teorileri
Wroom’un bekleyiş teorisi
 Wroom’a göre motivasyonun temelinde iki neden vardır. Bunlar; valens ve beklentidir.
 Bekleyiş teorisinde birincil sonuçlar, insan için arzulanan bir şey olmamasına rağmen, birincil sonuçların ikincil sonuçlara
ulaşmasının aracı olduğu algısı, kişinin birincil sonuçlara karşı pozitif ilgi duymasını sağlayacaktır.
 Teorideki bekleyiş kavramı kişinin davranışlarının sonucunda algıladığı olasılığı ifade eder. Bu olasılık, belirli bir çabanın
belirli bir ödülle karşılık bulacağıyla ilgilidir. Bu teoride başarı, ödüllendirilmiş davranışın fonksiyonudur.
 Teori matematiksel olarak ifade edilirse, Valens “–1” ile “+1” arasında değerler alır. Kişinin herhangi bir ödüle verdiği
değer, ödülün ihtiyaçları tatmin etme derecesini gösterir.
 Kişinin valensi ile gayreti arasında pozitif ve negatif yönde doğru bir orantı vardır. Bekleyiş “0” ile “+1” arasında değer alır.
Kişi çabası ile elde ettiği sonuç (ödül) arasında ilişki görmezse bekleyişi “0” olur. İnsanın hem bekleyişi hem de o sonuca
verdiği değer (valens) yüksek olursa, bu onun motive olmasını, dolayısıyla ihtiyacın tatminini artırır. Bunu matematiksel
olarak şöyle ifade edebiliriz. Motivasyon = Valens x Bekleyiş.
Lawler ve Porter’ın geliştirilmiş bekleyiş teorisi
Bu teori aslında Wroom’un modelinden farklı bir model önermez; sadece aynı modele bazı eklemeler yapar. İki modelin ortak
noktası, insanın motivasyonu ile valens ve bekleyişi arasında ilişkinin olduğudur.
Woom’dan farklı olarak Lawler ve Porter motivasyon için kişilerin aldığı ödüllerin başkalarının ödülleriyle eşit olduğunu algılamaları
gerektiğine inanır.
Skinner’ın davranış şartlandırma teorisi


Pavlov’un edimsel koşullanma konusunda yaptığı deneylerden etkilenen Skinner Davranış Şartlandırma olarak bilinen kuramını
geliştirmiştir.
Olumlu davranışları göstermek ve sonra da onları alışkanlık haline getirmek için yönetim psikolojisinde dört yöntem kullanılır.
Bunlar; olumlu pekiştirme, olumsuz pekiştirme, ortadan kaldırma ve cezalandırmadır.
o Olumlu pekiştirme. İnsanın belli bir davranışta bulunması ve onu sürdürmesi için teşvik edilmesidir.
o Olumsuz pekiştirme: İnsanın belli bir davranışta bulunmaması konusunda pekiştirilmesidir. Kişinin istenmeyen bir davranışı
yapmamasını sağlamak için başvurulan bir pekiştirme aracıdır.
o Son verme. Bir davranışı ya ortadan kaldırma veya ortaya çıkışını tümüyle önleme amaçlı tedbirlerdir.
o
ç almaya yarayabilir. Ceza, istenmeyen davranışı ortadan kaldırabilir; fakat
istenen davranışı yaptırma gücü zayıftır. Kişinin olumsuz davranışına ceza yoluyla son verilebilir; ancak olumlu davranışta
bulunması ceza yoluyla sağlanamaz.
Adams’ın eşitlik teorisi
 İnsanların, özellikle yönetilen konumunda olanların, örgütlerinden beklentilerinin başında adalet ve hakkaniyet kurallarına uygun
bir yönetim gelir.
 Adams’a göre kişinin ihtiyacı çalıştığı ortamla ilgili olarak algıladığı eşitlik ya da eşitsizliğe göre farklılaşacaktır.
 Adams’ın geliştirdiği eşitlik teorisi dört temel kavrama dayanır:
- Birey. Eşitliği ya da eşitsizliği algılayan kişi.
- Karşılaştırma. Kendi yaptığı iş ile başkasının yaptığı iş ve elde edilen ödüllerin karşılaştırıldığı diğer kişiler.
- Girdiler. Kişinin işine kattığı beceri, bilgi, yetenek gibi her şey.
- Çıktılar. Kişinin işten elde ettiği; ücret, itibar, statü, sorumluluk gibi ödüller.
DAVRANIŞ BİLİMLERİ
ÜNİTE 3
STATÜ-ROL DAVRANIŞI VE SOSYAL KURUMLA
STATÜ KAVRAMI
Statü kavramı kişiye ekonomik ve siyasal haklar veya ayrıcalıklar sağlayabilen toplumsal bir mevkiye karşılık gelmektedir. Weber’e göre
başkaları tarafından toplumsal gruplara yüklenen onur ve saygınlık derecesi bakımından farklılaşmayı ifade etmektedir. Kavram,
günümüzde bir toplumda geçerli olan kültürel değer ve normlar doğrultusunda kişilerin mesleksel konumlarına, bağlı bulundukları aile,
aşiret, cinsiyet gibi değişik durumlarına atfedilen itibar, ünvan ve güç gibi değerlendirmeleri içermektedir. Statü, kısaca davranış düzlemi
içerisinde bireylerin bulundukları pozisyon ve sosyal ilişkiler alanıdır. Davranış düzlemi ise sınırları belirlenen davranışlar topluluğu olarak
tanımlanabilir. Bireyler yaşamları boyunca farklı sosyal gruplara ve ilişkiler sistemine dahil olma zorunluluğundan dolayı çok sayıda davranış
düzlemi ile karşı karşıyadır. Bireysel davranışlar davranış düzlemi içinde anlam kazanır ve sosyal davranışlar haline döner. Farklı davranış
düzlemlerinde benzer görünümlü ve benzer işleyişli statüler olabileceği gibi, benzer görünüşlü farklı işleyişli statüler de olabilir. Statülerin
genel olarak şu özellikleri bulunmaktadır:
Bazı statüler doğuştan vardır, bazıları ise sonradan kazanılır: İnsanların statülerinin bazıları doğuştan getirdiği statüler olmasına
karşın, bazıları da bireysel çabalarla oluşturulmuş statülerdir. Bu doğrultuda statüleri iki şekilde inceleyebiliriz.
Verilmiş Statüler: Bireyin kazanmak için herhangi bir çaba sarf etmediği, doğuştan gelen statülerdir. Örneğin, cinsiyet, ırk,
zengin ya da yoksul bir ailenin çocuğu olmak gibi.
Kazanılmış Statüler: Bireyin doğuştan sahip olmadığı, yaşam içerisinde kendi çaba, beceri, yetenek ve başarısı sonucunda
ulaştığı toplumsal konumdur. Eğitim ve fırsat eşitliği bireylerin farklı statülere ulaşmalarında önemli bir faktördür.
Öğretmen, doktor, öğrenci, anne-baba olmak gibi.
Aynı anda birden çok statüye sahip olunabilir: Her birey farklı davranış düzleminde farklı statülere sahip olabilir. Kişinin
toplumdaki statüsünün belirlenmesine ilişkin değişkenlerin sayısı çoktur. Toplumdaki statü eş zamanlı olarak gelir, eğitim, etnik
köken ve cinsiyete göre tanımlanabilir. Bu farklı değişkenler birbirleriyle tutarlı olduğu zaman “statü tutarlılığı” ya da “statü
kristalleşmesi”nden bahsedilebilir. Bireyin sahip olduğu statüler arasında en etkin olanına “anahtar statü” denir. Anahtar statü,
bireyin o toplumdaki veya bulunduğu ortamdaki en temel görevlerini ve kimliğini belirler.
Bazı statüler doğumdan ölüme kadar değişmezken bazıları daha kolay değişir: Cinsiyetin doğumdan ölüme kadar aynı kaldığı
söylenebilirken; meslek, yaş, mal varlığı ve dış görünüşün değişken olduğu görülmektedir. Toplumların yapısına göre statü değişimi
olarak sosyal hareketlilikten bahsedilebilir.
Her statü belli kurallara bağlıdır: Kişilerin sosyal düzende içinde bulundukları statüye uygun davranışlarda bulunması gerekir. Bir
şirketin müdürü iş yerinde müdür, evde eş ve baba, aile büyüklerinin yanında ise çocuk statüsündedir. Bir müdürün evde de eşine
ve çocuklarına müdür olarak davranması beklenenin aksi yönünde bir davranış olacaktır.
Statüler arası ilişki ağı vardır: Bir bireyin sahip olduğu statüler birbirinden bağımsız değillerdir. Aralarında çeşitli ilişkiler vardır.
Bireyin yaşı, mesleği, oturduğu ev, kullandığı araba birbirini tamamlayıcı özellikler taşır. Birey 10 yaşında evli olamaz ya da araba
kullanamaz. Meslek sahibi değildir. Bunların olması için belli bir yaşa, eğitime, tecrübeye ihtiyaç vardır.
Statüler toplumdan topluma değişiklik gösterebilir: Toplumun bize dayattığı başarı ölçütleri her daim geçerli ve evrensel ölçütler
değildir. Yüksek statüye yol açan özellikler ve beceriler, dünyanın her yerinde ve tarihin bir kesitinde geçerliliğini korurken, başka
bir yerde ve başka bir zamanda son derece alakasız görünür. Bu durumda sözü edilen statü, içinde bulunulan toplumun şartlarına
göre belirlenir ve yine şartların değişmesiyle beraber değişiklik gösterebilir. Örneğin, günümüzde Amerika’da doktorluk yüksek
statülü bir konum sayılırken, Orta Çağ’da Avrupa’da din adamlığı yüksek statü sayılmaktaydı. Hatta Ortaçağ’da doktorluk yapanlara
kötü gözle bile bakılmıştır.
Japonya’da kişinin statüsü, bağlı olduğu grubun statüsüne dayanmaktadır. Japon çalışanları çoğu kez sadece isimleriyle değil, aynı
zamanda şirketle olan yakın ilişkilerine göre işe kabul edilirler. Tokyo Üniversitesi gibi üniversitelere devam etme, Toyota Şirketi veya
Maliye Bakanlığı gibi seçkin kurumlarda istihdam edilme Japon toplumlarında yüksek bir statü olarak kabul görür. Almanya’da ise eğitimle
ilgili başarılar yüksek bir değere sahiptir.
Hindistan’da statü bireyin içinde bulunduğu kastla belirlenir. Hint sosyal hiyerarşisinin dayandığı Kast sistemi toplumu dört gruba böler.
Birinci grup entellektüel tabakadır, bilginler ve rahipler (Brahmanlar) bu tabakada yer alır. İkinci grup askerler, prensler ve üst düzey
memurların (Kshatriyalar) oluşturduğu tabakadır. Üçüncü grup tüccarlar, toprak sahipleri ve çiftçilerin (Vaişyalar) yer aldığı tabakadır.
Dördüncü tabaka ise işçiler ve köleler (Sudralar) dir. Bunların dışında kast sistemine dahil edilmeyen dokunulmazlar (Paryalar) olarak
adlandırılan kişiler bulunmaktadır. Bunlar insanlığın en aşağı tabakasında yer alırlar ve hiçbir hakları yoktur. Bu sistemde bir kişi ne kadar
açık renkliyse o kadar üst tabakada yer alır. İngiltere’de ise sınıf sistemi kendini devam ettirme eğilimindedir ve sınıflar arası hareketlilik
sınırlıdır.
ABD’nin sınıf yapısı ise İngiltere’den daha az uç bir noktadadır ve hareketlilik daha fazladır. Amerika’da da İngiltere’de olduğu gibi üst,
orta ve işçi sınıf bulunmakla birlikte belirli bir sınıfın mensubu olmak bireyin ekonomik başarılarına ve eğitim altyapısına göre belirlenir.
Geleneksel yapısı, dinin etkisi ve akrabalık ilişkileri ile Türkiye’de de sınıflar arası hareketliliğin nispeten sınırlı olduğu söylenebilir. Statü
anlayışının toplumdan topluma değişmesi durumunun bir örneği de Viktorya döneminden verilebilir. O dönemde statü ve saygınlık
kazanmak, gösterişli eşyalara sahip olmakla ölçülüyordu.
Statü Faktörleri ve Statü Sembolleri
Her davranış düzlemi içerisinde statüyü belirleyen faktörler bulunmaktadır. Statüyü etkileyen faktörler, bireyin yetenekleri, eğitim
seviyesi, sahip olunan meslek, yaş ve cinsiyet durumu olarak belirlenmiştir. Bireysel yetenekler, davranış düzlemi içerisinde bireylerin
yapabilecekleri işlerin belirleyicisi durumundadır. Her davranış düzleminde bireylerden istenen görevler vardır. Bu görevleri yerine
getirecek kişide bulunması beklenen yetenek ve özellikler, söz konusu statüyü işgal edecek kişiler için oluşturulmuştur. Bu durum, statüler
arasındaki önem farkını belirleyecektir. Belli statülerdeki bireylerin o statüde olmaktan dolayı elde ettiği imkânlara ise statü sembolleri
denir.
ROL KAVRAMI
Statü ve rol, sosyal yaşam için uygun davranış kalıbını oluşturmada iki önemli faktördür. Rol davranışı statünün belirlediği görevler ve
hakların bireyce kullanılmasıdır. Kısaca kişinin statüsüne uygun davranışına rol denir. Buna göre rol, bireyin yerine getirmek zorunda
olduğu fonksiyon, rol davranışı ise; bireyin söz konusu fonksiyonu yerine getirmeye ilişkin davranışı olarak değerlendirilebilir. Statü,
davranışın senaryosunu oluştururken; rol davranışı bu senaryonun bir düzlem içerisinde gerçekleştirilmesidir.
Rol Çeşitleri
Rol, herhangi bir sosyal pozisyonu işgal eden kişinin davranış biçimlerinin toplamı; kişiden diğerleri ile olan ilişkilerinde beklenen faaliyet
kalıpları ve davranışlar; mevcut normlardan kaynaklanan beklentilere sahip pozisyon, bireyin kişiliğiyle sosyal sistemin yapısı arasındaki
birleşme noktası, bireyin bir toplumun üyesi olarak icra edebilme kapasitesi içindeki normatif beklentiler sistemi olarak tanımlanır. Rolü
oluşturan üç unsur vardır. Bunlar; çevrenin beklentileri, kişinin algıları ve davranışlardır. Kısaca rol oynamada görülen kişisel farklılıklara
rağmen belirli bir statünün gerektirdiği rol oynama biçimi vardır ve böyle bir statüyü işgal eden bütün bireyler, statüye ilişkin temel
normlara uymak zorundadırlar. Bir davranış düzlemi içerisinde gerçekleşecek olan rolleri, gerçekleşme biçimleri ve yaygınlıklarına göre üç
grupta toplamak mümkündür. Bunlar; temel roller, genel roller ve bağımsız rollerdir.
 Temel roller: Kişilerin yaş ve cinsiyete bağlı olarak gerçekleştirmek durumunda oldukları rollerdir. Erkek, kadın, çocuk,
genç, yetişkin, yaşlı olmak gibi.
 Genel roller: Kişilere toplum tarafından niteliklerinden dolayı verilen, toplumca kabul edilmiş olan, sınırları davranış
düzlemlerine göre değişen, sonuçları çoğu zaman toplumu veya grubu etkileyen rollerdir. Mesleki roller gibi.
 Bağımsız roller: Bireylerin kendi istek ve iradelerine bağlı olarak gerçekleştirdikleri rollerdir. Bunların kazanılması veya
yerine getirilmesi zorunlu değildir. Dans kursuna gitmek, tenis kulübüne üye olmak gibi.
Rol Çatışması
Rol çatışması, bireyin aynı anda birden fazla rol davranışını gerçekleştirmek durumunda kalması ve kişinin davranış düzlemini
benimsememesi durumunda ortaya çıkabilir. Kişi-rol çatışması dört farklı şekilde görülebilir:
 Bireyin aynı anda birden fazla rolü gerçekleştirmek durumunda kalması. Örneğin, bir polisin hırsızlık iddiasıyla çağrılan evde oğlunu
yakalaması veya kaza yerine gelen bir hekimin yaralılar arasında eşine rastlaması.
 Bireyin mevcut yetenek ve özellikleriyle rol gereklerinin uyumsuz olması. Bu tür rol çatışması iki şekilde olabilir. Birincisinde kişinin
yetenek ve özellikleri rol gereklerinin üzerinde olacak şekilde bir uyumsuzluk söz konusudur. İkincisinde ise kişinin yetenek ve
özellikleri rol gereklerinin altında kalmaktadır.
 Bireyin yerine getirmek zorunda olduğu kendi rolünü veya davranış düzlemini sevmemesi hali. Örneğin, ilaç kokusundan hiç
hoşlanmayan birinin eczacılık bölümünde okuması.
 Bireyin davranış düzleminde değişiklik olmasına rağmen rol davranışını değiştirememesi durumu. Örneğin, bir yöneticinin iş
yerinde astlarına, evde çocuklarına davrandığı gibi davranması.
Örgütsel davranış açısından işgörenlerde rol çatışmasına neden olan faktörler; amaç farklılıkları, kaynakların dağıtımı, yöneticilerin tutum
ve davranışları, örgüt içindeki iletişim tarzı ve örgütün çalışanlardan beklentileridir. Örgütlerde rol çatışmasının aşağıdaki gibi farklı
nedenleri vardır:
o Rolün gereklerinin biliniyor olmasına rağmen zamanla toplumsal değişim nedeniyle bireyin yeni rol ve geleneksel rol arasında
kalması,
o Rolün bireyin değer yargıları ile çelişkiler içermesi,
o Süreç içerisinde beklenen rollerin birbirini izleyen bir tutarlılık içerisinde olmaması,
o Rol göndericinin birbiriyle çelişen ve uyumsuz beklentilerde olması,
o Birden fazla rol göndericinin taleplerinin çakışması,
o Rol sorumlusunun yerine getirmesi gereken roller arasında tercih yapamaması,
o Bireye yerine getirebileceğinden fazla rolün yüklenmesidir.
Rol Belirsizliği
Rol belirsizliği, bireyin rolleri konusunda yeterli bilgisinin olmaması durumudur. Örgütsel düzlemde işgörenlerin kendisine verilen görevde
istenen performansı ortaya koyabilmesi için gerekli bilgiye sahip olmaması durumudur. Rol sınırları düzenli ve açıkça tanımlanmış
olduğunda kişiyle rol arasında bir uyum olmakta, bu da rol açıklığını yansıtmaktadır.
 Görev Belirsizliği: Örgütte çalışanların yapacağı iş ile ilgili belirsizliğin olmasıdır. Rolün nasıl yerine getirileceğine ilişkin bilgi
eksikliği olması rol belirsizliğinin düzeyini belirler.
 Sosyal - Duygusal Belirsizlik: Kişinin kendisini başkalarının nasıl değerlendirdiğinden emin olamamasıdır. Değerlendirme
ölçütü açık olmadığında veya diğer çalışanlardan geri bildirim alınamadığında bu belirsizlik yaşanır.
SOSYAL KURUMLAR
Bireylerin ihtiyaçlarını karşılama biçimi, toplumun kültürel yapısına ve kişilerin olanaklarına ve içinde bulundukları sosyal grubun yapısına
göre farklılık gösterir. Bireylerin toplum içinde nasıl davranması gerektiğini ve bu davranışların kurallarını belirleyen, kişilere belli şekillerde
davranması için zorlayıcı etkide bulunan, aralarında birlik ve bütünlük olan uyumlu ve örgütlü bütünlere sosyal kurumlar denir. Sosyal
kurumlar, bir toplumda ortak algılanan ilişkilerin genel yönü olarak görülebileceği gibi bireylerin davranışlarını düzenler.
SOSYAL KURUMLAR
DİN
Aile Kurumu
AİLE
DEVLET
EĞİTİM
Aile kurumu ise diğer tüm kurumların temelinde yer alır. Çünkü ekonomi, din, yönetim, eğitim gibi sosyal kurumlar öncelikle aile içerisinde
şekillenir. Aileyi, eşlerin duygusal ve üremeye dair gereksinimlerinin karşılandığı, çocukların bakımının ve eğitiminin üstlenildiği, ortak amacı
ve inançları olan bir yapı şeklinde tanımlayabiliriz. Geleneksel geniş aile, büyükanne ve babaların, dede ve torunların birlikte yaşadıkları,
evlenen erkek çocukların da eşlerini aile içine getirdikleri aile tipidir. Geniş ailenin toplumun tüm yönleri ile ilgili aşağıdaki gibi çeşitli
işlevleri bulunmaktadır:
 Ekonomik işlev: Aile aynı zamanda hem üretim hem de tüketim birimidir. Aile içinde yaşa ve cinsiyete göre bir iş bölümü
mevcuttur. Evin reisi aynı zamanda hem baba hem patron; çocuk ise hem oğul hem de çıraktır.
 Saygınlık işlevi: Birey ait olduğu aile ve akrabalık çerçevesinde bulunduğu konuma göre saygınlık edinir. Kişinin statüsünü bilmek
için “kimlerdensiniz” diye sorulur.
 Eğitim işlevi: Çocuk toplumun kültürünü, mesleksel bilgilerini aile içinde edinir. Aile içindeki büyüklerin küçük çocukların
eğitilmesinde büyük payları vardır.
 Koruyucu işlev: Geniş ailelerin yaygın olarak görüldüğü geleneksel toplumlarda tüm aile üyeleri dıştan gelen saldırılara birlikte karşı
koyarlar.
 Dinsel işlevi: Geleneksel geniş aileler, kendi üyelerine dinsel eğitim verir ve aynı zamanda üyelerinin dinsel eğitimin gereklerini
yerine getirip getirmediğini denetler.
 Eğlenme ve dinlenme işlevi: Aile üyeleri yapılan tüm eğlencelere ve törenlere birlikte katılır. Düğün, sünnet vb. törenlerde aile
üyelerinin hepsi bulunur.
 Çocuk yapma işlevi: Geleneksel geniş ailelerde yeni evlenen çifte, çocuk yapmaları ve neslin devamını sağlamaları konusunda aile
üyeleri tarafından bilgi verilir.
 Psikolojik doyum sağlama işlevi: Geleneksel geniş ailede psikolojik ilişkiler yoğun değil yaygındır. Kişi, ailesi ve çocukları ile olan
ilişkileri kadar; anne, babası ve kardeşleri ile de psikolojik bağlar içinde bulunur.
İletişim ve etkileşim söz konusu olduğunda daha demokratik bir ilişki söz konusudur. Aile içi karar mekanizmalarının işleyişinde tüm aile
üyeleri kararlara katılır. Çocuk, ailesi içerisinde insan ilişkilerini gözlemler, yaşar ve bu ilişkileri belirleyen anlaşma, uzlaşma, bağlılık, iş
birliği gibi olumlu niteliklerle beraber, anlaşmazlık, çekişme ve çatışma gibi olumsuz durumlarda takınacağı tutumları da öğrenir. Özellikle
okul öncesi dönemde anne ve baba, çocuk üzerinde oldukça etkilidir. Çocuk bu dönemde anne ve babasının olumlu ve olumsuz yönlerini
benimseyerek içine sindirir. Aile, çocuğu sosyalleştirirken, çocuklara toplumun değer ve normlarına uygun bir birey olmayı öğretir.
Böylelikle onların sosyalleşmelerine yardımcı olurken, çocuklar da sosyalleşmenin temel değerlerini içselleştirerek nesiller arası kültür
aktarımını gerçekleştirirler. Aile içerisinde temeli atılan ve daha sonra eğitim kurumları tarafından pekiştirilen bilgilerle birey kişiliğini ve
kimliğini oluşturarak sosyalleşir. Birey eğitim kurumlarında salt bilgi değil aynı zamanda toplumsal sorumluluklarını da kazanmaktadır.
Bütün sosyal kurumlarda olduğu gibi aile kurumu da toplumsal değişimlerden etkilenmektedir. Son yirmi yıl içinde tüm sanayileşmiş
ülkelerde aynı hanede oturan insanların oranı önemli ölçüde azalırken, boşanma oranları da etkili bir şekilde artmaktadır.
Eğitim Kurumu
Bir sosyal kurum olarak eğitim kurumları, bireylerin toplum içinde uyumlu bir şekilde yaşamalarını sağlayacak olan toplumsal kuralları
öğrenmelerinde etkili rol oynayan kurumlardır. Aile içerisinde temeli atılan ve daha sonra eğitim kurumları tarafından pekiştirilen bilgilerle
birey kişiliğini ve kimliğini oluşturarak sosyalleşir. Sosyalleşme sürecine önemli katkı sağlayan okulda, sosyalleşme daha resmi ve örgütlü
olarak gerçekleştirilmektedir. Platon için eğitilmiş insan, doğru seçimler yapabilen, doğru kararlar alabilen kişidir. Aristo ise eğitimi, yalnız
zihnin eğitimi olarak değil bir gelişme süreci, insan ruhunun her yönünü ilgilendiren ve sonunda kişilik oluşumuna götüren bir süreç olarak
algılamıştır. Yunanlılar eğitimi genel olarak onurlu yaşama sanatı olarak görmüşlerdir. Erasmus, hoşgörüyü savunmuş bir filozof olarak
öğrenimden baskıyı çıkartıp onun yerine özgürlüğü ve eğlenceyi koymayı istemiştir. Locke ise eğitim kurumlarında çocuklara yaşlarına göre
özgürlük tanınarak gereksiz baskı ve kısıtlamaya başvurmadan yaşamalarının sağlanması gerektiğini belirtmiştir. “Çocuk neyi öğrenmeye
hazır ise onu öğretin” ilkesinin benimsenmesini savunmuştur. Günümüzde eğitim kavramı ile ilgili olarak yapılan tanımlarda şunları
görebiliriz:
 Eğitimin toplumsal işlevinde amaç, toplumun sürekliliğini sağlamak için toplumla uyumlu bir biçimde hareket eden
bireyler yetiştirmektir. Eğitim kurumları bu işlevlerini yerine getirebilmek için bireylere, içinde yaşadıkları toplumun
kültürel mirasını öğreterek, bireylerin toplum kültürünü geliştirecek şekilde yetiştirilmelerini sağlar.
 Eğitimin siyasal işlevinde amaç, toplumdaki bireylere ulusal değerleri kazandırıp ulus bilinci oluşturmak, var olan siyasal
düzeni korumak, lider ve seçmen yetiştirmektir.
 Eğitimin ekonomik işlevinde ise amaç, toplumdaki bireylerin gerekli beceri ve yetenekleri kazanmasını sağlamak, üretim
ve tüketimin önemini bilen bireyler yetiştirmektir. Bu üç işlevin yanı sıra eğitim, bireyin kendini gerçekleştirmesinde, insan
ilişkilerinin gelişmesinde, sorumluluklarını bilen bir vatandaş olarak yetişmesinde de oldukça etkilidir.
 Her toplum kendi yaşam biçimi çerçevesinde eğitim etkinliklerinde bulunmaktadır. İlkel dönem topluluklarında ok atma,
korunma ve öldürmeye ilişkin bilgi, beceri ve davranışlar gerekli olduğundan eğitimin amaçları bu gerekliliklere göre
belirlenmiştir. Her dönemde eğitimin amacı, bireysel ve toplumsal açıdan hayatta kalma becerilerinin oluşturulması
olmuştur.
 Eğitim sosyolojisinde işlevselci yaklaşıma göre çağdaş toplumda eğitim iki işlevi ile önem kazanmıştır. Eğitim; yetenekli
kişileri ayırıp seçmekte ve böylece en yetkin ve azimli olanların en yüksek, en zor konumlara gelmesini sağlamakta
kullanılan etkin ve akılcı bir araç durumuna gelmiştir.
Devlet Kurumu
Devlet, insanların toplum yaşamında başvurdukları bir örgütlenme biçimidir ve siyasal bir organizasyondur.
Devlet, insanların toplum yaşamında başvurdukları bir örgütlenme biçimidir ve siyasal bir organizasyondur. Devlet, farklı anlayış ve
ideolojilere göre, “bir sınıfın diğer sınıfları egemenliği altına almasını sağlayan örgütlenme”, “bütün toplumu kapsayan ve birleştiren bir
kuruluş”, “amaç değil, toplumsal düzeni ve birlikteliği sağlayan bir araç”, “ulusun hukuki kişilik kazanmış şekli”, "etkili olarak yürürlükte
bulunan bir hukuki normlar sistemi", "politik birleşme ve bütünleşmeyi sağlayan bir simge, sembol" veya "belli bir ülke üzerinde yerleşmiş
zorlayıcı yetkiye sahip üstün iktidar tarafından yönetilen bir insan topluluğunun meydana getirdiği politik kuruluş” olarak tanımlanmaktadır.
MÖV. yüzyılda Atina'da ortaya çıkan sofizm akımına göre ise devlet insan yapısıdır. İnsanların güven içerisinde yaşayabilmeleri ve az
zahmetle çok iş başarabilmeleri için aralarında anlaşarak kurdukları bir kurumdur. Bu görüş, devletin, insanların aralarında yaptıkları bir
anlaşma sonucu ortaya çıktığı düşüncesine götürür. Sokrates, toplumun doğuştan erdemli oldukları sanılan soylularca yönetilmesinden
yana değildir. Soylu azınlığın değil erdemli, bilgili azınlığın yönetimini istemektedir. Sokrates, yasaları yazılı olan ve yazılı olmayan yasalar
olarak ikiye ayırır. Yazılı yasalar, toplumu yönetenlerin yaptıkları yasalardır. İş bölümü ve uzmanlaşma toplumu giderek büyütür ve
beraberinde sınıfları getirir. Toplumda iki tür sınıf vardır. Bunlar; üreticiler sınıfı ve toplumu koruyan ve yönetenler sınıfıdır. Aristoteles,
hocası Platon’un savunduğu görüşlerin aksine her devir ve tüm toplumlar için geçerli olacak tek bir yönetim biçimini kabul etmez. Çeşitli
yönetim biçimleri öngörür ve bunları inceler. Bunlar;
o Monarşi: Monarşi tek kişinin yasalara uygun yönetimidir. Değişik uygulamaları olur. Mutlak monarşide, tüm iktidar tek
kişidedir. Kişi toplumdaki her şeyin efendisidir. Monarşinin bir türü de devletin kurucusu olan ya da savaşta kazandığı
başarı ve yiğitlik nedeniyle toplumun minnet duygusunun ifadesi olarak bir kişiyi başa geçirmesi biçiminde ortaya çıkar.
Bazen monarşi, hayat boyu monarşi biçimini alır. Yetkiler babadan oğula geçme yoluyla değil seçimle elde edilir.
o Aristokrasi: Aristokrasinin temel ilkesi erdemdir. Her yönden en mükemmel, en seçkin, en dengeli, en uyumlu kişilerin
yönetimidir. İyi insan aynı zamanda iyi bir yurttaştır yani yöneten kişidir. Aristokrasi, görevlilerin servete değil erdeme
göre seçildikleri bir yönetimi anlatır.
o Cumhuriyet: Oligarşi ve demokrasinin iyi yönlerini birleştiren bir yönetimdir. Aristoteles’e göre zenginlik ve özgürlüğün
birleşmesi orta sınıfın üstünlüğünü sağlayacaktır ve orta sınıf toplumda erdemi temsil etmektedir. Bu yönetimde
demokrasi ve oligarşinin belirgin özellikleri aynı anda ortaya çıkacaktır.
o Tirani: Tirani de monarşi gibi tek kişinin yönetimidir. Ancak tiran yasalara uymadan toplumu kendi çıkarı doğrultusunda
yönetir, yönetim şiddete dayanır, toplum değerleri tek kişi tarafından sömürülür.
o Oligarşi: Oligarşiyi belirleyen ilke servettir. Aristoteles, değişik oligarşi türleri öngörür. Oligarşinin bir biçiminde yönetim
kadrosunda yer alabilmek için belli bir derecede mal mülk sahibi olmak koşulu aranır. İktidar birkaç zengin kişinin elinde
toplanmıştır.
o Demokrasi: Özgür fakat varlıklı olmayan kimseler çoğunluğu oluşturarak yönetimi ellerine alırlarsa bu yönetim demokrasi
olur. Demokrasi eşitlik ilkesine dayanır.
Devlet kurumu farklı tarihsel dönemlerde ve farklı ülkelerde o ülke toplumunun yapısına ve iktidarı elinde bulunduranların politikalara göre
şekil almaktadır.
 J.Bodin, devleti; birçok ailenin ve onların ortak mallarının egemen güç tarafından yönetilmesi şeklinde tanımlar.
 Saint Simon ise devletin siyasal ve hukuki kurumun ötesinde ekonomik bir kurum olduğunu ileri sürer.
 Marx'a göre sınıflara bölünmüş bir toplumda devlet, ekonomik bakımdan egemen olan sınıfın siyasal gücünü ifade etmektedir.
 Weber ve Engels' e göre devletin doğuş nedeni, sınıf farkının varlığıdır. Askeri hakimiyet ile kurulan egemenlik boyun eğdirilenlerin
ekonomik olarak sömürülmesidir.
Din Kurumu
Din, sosyal dokunun içinde ortaklaşa saptanmış inançlar sistemi ve en ince ayrıntısına dek kurallandırılmış törenler bütünü olarak
tanımlanabilir. Din insanların yaşamlarını şekillendirmesinde sosyal, kültürel ve ekonomik alanları da içine alacak şekilde sosyal bir olgu
olarak görülmektedir. Dinin bireysel etkisinin yanında, kişinin toplum içerisinde diğer insanlarla olan ilişkilerinde, davranışlarında ve
ahlakında etkili olmaktadır. Din inananları birbirine bağlayarak birtakım gruplar ve kurumlar oluşturma gücüne sahiptir. Sosyolojik
araştırmalar dinin bu yönüyle ilgilidir. Din olgusunun insan ve toplum yaşamında büyük bir öneme sahip olması nedeni ile toplumu makro
düzeyde açıklamaya kalkan kuramcıların, kaçınılmaz biçimde din üzerinde durdukları, din kurumunu teorik sistemlerin bir parçası olarak ele
aldıkları bilinmektedir. Din, bir sosyal kurum olarak toplumsal yapıyı düzenlerken, kendi sistemi içerisinde bireysel düşünceyi etkilemeye
çalışır. Çatışmacı teorinin öncüsü olan Marks’a göre ise din bir yandan sömürü ve sınıf çelişkilerini gizleyen bir söylem, öte yandan da
ezilenlerin ve yoksulların sefalete katlanmasını sağlayan bir afyon olarak işlev görür. Marks, burjuvanın gücünü meşrulaştırdığı ve işçi sınıfın
da bu duruma boyun eğerek kendine yabancılaşmasında dini etkin bir faktör olarak görür. Weber, “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’’
adlı çalışmasında din ile sosyokültürel ve ekonomik yapı arasında bir ilişki olduğunu ve karşılıklı etkileşimde bulunduğunu söylemektedir.
Toplum bilim çalışmalarında en yaygın din çözümlemelerinin de esas olarak Parsons’un “eylem teorisine’’dayandığı ileri sürülmektedir.
DAVRANIŞ BİLİMLERİ
ÜNİTE 4
TUTUMLAR
TUTUMLARIN TANIMI, BİLEŞENLERİ VE ÖZELLİKLERİ
Tutumların Tanımı
Tutumlar, nesneler, kişiler veya olayları değerlendirmeye yönelik -olumlu ya da olumsuz- insan zihninde oluşan ve davranışlara alt yapı
oluşturan yargılardır. Tutumlar, herhangi bir kişinin bir şeyler hakkındaki deneyimlerinin ya da hissettiklerinin yansıması gibidir. Örneğin, bir
kişinin “işimi seviyorum” şeklinde bir ifade kullanması ve bu yönde bir yargıya varması, ilgili kişinin işine ilişkin tutumunu yansıtmaktadır.
Kişinin “işine yönelik” bu tür bir tavır takınmasında, toplumun “iş”e bakışından, kişinin yöneticisi ile olan ilişkisine kadar birçok faktör etkili
olmaktadır. Tutum, bir bireye atfedilen ve onun bir psikolojik obje ile ilgili düşünce, duygu ve davranışlarını düzenleyen ve onların düzenli
şekilde oluşmasını sağlayan eğilimlerdir. Aşağıda tutumlara ilişkin bazı tanımlara yer verilmektedir:
Kâğıtçı başına göre tutum, bir bireye atfedilen ve onun bir psikolojik obje ile ilgili düşünce, duygu ve davranışlarını düzenlenyen ve
onların düzenli şekilde oluşmasını sağlayan eğilimlerdir.
Şerif ve Şerif’e göre tutumlar, psikolojik bir sürecin herhangi bir değer yargısıyla damgalanmış bir nesne veya duruma ilişkin olarak
bireyin olumlu mu yoksa olumsuz mu duygusal tepki göstereceğini belirleyen ve oldukça sürekliliği olan hazır olma durumudur.
Budak’a göre tutum, kişinin belli bir insan, grup, nesne, olay gibi unsurlara karşı olumlu veya olumsuz düşünmesine, hissetmesine
veya davranmasına yol açan oldukça istikrarlı, yargısal bir eğilimdir.
Özgüven’e göre tutum, bireylerin belirli bir kişiyi, grubu, kurumu veya bir düşünceyi kabul ya da reddetme şeklinde gözlenen,
duygusal bir hazır oluş hali veya eğilimidir.
Tutumların Bileşenleri
Tutumlar, basit gibi görünmesine rağmen oldukça karmaşık bir kavramdır. İnsanların herhangi bir konuya ilişkin tutumunu
öğrenmek istersek, kişinin hızlı şekilde ve basit bir yanıt verebildiğini
görürüz.
ŞELİL 1
Bilişsel bileşenler
Bilişsel bileşen, insanların tutum nesnesine ilişkin düşünce, bilgi ve inançlarından oluşmaktadır. Diğer bir ifadeyle tutumlar, bir tutum
nesnesine ilişkin düşüncemize ya da genel olarak inançlarımıza göre şekillenmektedir. Bilişsel temelli tutumlar, insanların kıyaslama sonucu
tutumlara değer yüklemeleri ve bu tutumlarla ilişkilendirerek bir nesneyi kişiselleştirmeleri anlamına gelen “nesne değerleme” olarak da
bilinir. Tutumları oluşturan bilişsel bileşenlerin oluşumunda, kişilerin kıyaslama yaparak zihinsel bir değerlendirme yapması önemli yer
tutar. Şekil 1’de görüldüğü üzere- çalıştığı işletmede herhangi bir ödülü (mesela terfi etmeyi) hak ettiğini düşünen bir kişi, ödülü kendisi
alamaz ve ödülü başka bir çalışma arkadaşı alırsa, ödülü veren kişiye karşı olumsuz bir düşünce içine girecektir. Bu durum, tutumun bilişsel
boyutuna bir örnek olarak verilebilir.
Duygusal bileşenler
Bireylerin tutum nesnesine ilişkin tüm hisleri ve değerlendirmeleri duygusal bileşenleri oluşturmaktadır. Duygusal bileşen, bireylerin
tutuma konu olan canlı-cansız, soyut-somut unsurlara karşı duydukları heyecanın yoğunluğu ile ilgilidir. Bir nesneye ilişkin olumlu tutumu
olan bir birey bu nesneyi veya objeyi olumlu olarak değerlendirmekte ve bu nesne veya objeye karşı olumlu duygulara sahip olmaktadır.
Buna karşın, olumsuz tutum besleyen birey ise, nesneyi daima olumsuz değerlendirmekte ve doğal olarak olumsuz duygular beslemektedir.
Davranışsal bileşenler
Davranışsal bileşenler, bir tutum objesine karşı gözlemlenebilen davranışların tümünden oluşmaktadır. Dolayısıyla bu tutum grubu,
insanların herhangi bir tutum objesine karşı nasıl davrandıklarının gözlemlenmesine dayanmaktadır. Şekil 4.1’de görüldüğü üzere,
yöneticisinin kendisine haksızlık yaptığını düşünen bir çalışan, kendisine haksızlık yapıldığını öncelikle zihinsel olarak değerlendirecektir
(bilişsel süreç). İkinci aşamada, çalışan, yöneticisinden hoşlanmama eğilimi içine girecektir (duygusal süreç). Son aşamada ise başka bir iş
aramaya ve/veya yöneticisi hakkında dinleyen herkese şikayette bulunmaya başlayacaktır (davranışsal bileşen).
Tutumların Özellikleri
Tutumların tanımı ve oluşumu incelenince bir bütün olarak bazı özelliklere sahip oldukları görülür. Bu özellikler, tutumların her üç bileşenini
de kapsamaktadır. Tutumların özellikleri şunlardır;
o
o
o
o
o
o
o
Tutumların her birinin kuvvet derecesi bir diğerinden farklıdır.
Tutumlar, içerdiği faktörlerin sayısına ve içerdiği faktörlerin türüne bağlı olarak karmaşıklık göstermektedir. Herhangi bir tutumun
içerdiği faktör sayısı ne derece fazla ise karmaşıklık derecesi o düzeyde artmaktadır.
Tutumların bileşenleri arasında tutarlılık söz konusudur. Tutum bileşenlerinden birisinin olumlu olduğu durumda diğer tutum
bileşeni de çoğunlukla olumlu olacaktır.
Bireylerin tutumları genellikle birbiri ile etkileşim halindedir.
Bireyler doğuştan tutum edinmiş şekilde doğmazlar. Tutumlar, sonradan yaşantılar sonucu elde edilen deneyimlere bağlı olarak
oluşmaktadır.
Tutumlar, dayandıkları inançlar ve değer yargıları devam ettikçe varlığını devam ettirir.
Tutumlar genellikle öğrenme temelinde oluştuğu için değişirler. Ancak tutumların değişmesi için değişimi sağlayabilecek altyapının
sağlanmış olması gerekir.
TUTUMLAR İLE İLGİLİ KAVRAMLAR
İnançlar
Türkçe sözlükte inanç, “bir düşünceye gönülden bağlı bulunma durumu” olarak tanımlanmaktadır. İnançların, bireylerin kendi iç dünyasının
bir yönü ile ilgili algılamalarının ürünü olan ve devamlılık gösteren duygular ağı olduğu bilinmektedir. Bu sürekli duygular ağı, bireyin yaşamı
devam ettiği sürece edindiği bilgileri, bireyin kanaatlerini ve bireyin imanını kapsamaktadır.
Değerler
Toplumda üyelerin paylaştığı ölçütler veya hükümler olan değerler, sosyal yaşamın sürdürülmesinde önemli rol oynamaktadır. Değerler,
bireylerin herhangi bir nesneye karşı bilişsel bir tavrından ziyade davranışsal tavır ve yönelimiyle ilgilidir. Değerler, toplumda kabul görmüş
doğrulara göre şekillendiği için bireyleri toplumsal doğrulara da yönlendirir. Bu sayede, bireylerin doğru tutumlar oluşturmalarını sağlar.
İdeolojiler
İdeoloji kavramı Fransızca kökenli olup idéologie kavramından türemiştir. İdeolojiler, insan zihninin algılama, kavrama, düşünme, kıyaslama
gibi işlemlerinin ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. İdeoloji kavramı Türkçe sözlükte, “siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir
hükümetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü”
şeklinde tanımlanmaktadır. İdeolojilerin ortaya çıkmasında, insanların yaşamlarında geliştirdikleri fikirlerin ve ortaya koydukları davranış
biçimlerinin sistemleştirilmesinin büyük önemi vardır.
TUTUMLARIN OLUŞUMUNDA ROL OYNAYAN ETMENLER
İnsanlar, yaşamları süresince canlı ya da cansız çok sayıda unsura karşı deneyim edinmektedir. Bu deneyimler sonucunda objelere karşı
düzenli şekilde süregelen tavır takınmalar başlar. Bu tavır takınmalar genel olarak tutum olarak ifade edilir ve insanların gerek toplumsal,
gerekse çalışma hayatında konumlarını belirler. Tutumlar, doğuştan gelmemekte ve bir anda ortaya çıkmamaktadır. Bu nedenle, tutumların
oluşumu belli bir zamanı almaktadır. Tutumların oluşumuna neden olan faktörler genellikle bireyin kendisinden ve kendisi dışındaki
unsurlardan kaynaklananlar olmak üzere iki gruba ayrılır.
Tutumların oluşumunda etkili olan faktörler;
Genetik faktörler; doğrudan doğruya bireyin doğuştan gelen özellikleri ile ilgilidir. Bu faktörlerin, tutumların oluşumu üzerinde
etkisi olduğu düşünülmektedir. Ancak, etkisine rağmen tutumların oluşumundaki rolünü belirlemeye yönelik az sayıda
araştırmanın olduğu görülür. Çünkü tutumların oluşumunu etkileyen faktörlere yönelik çalışmaların önemli bir kısmı çevresel
faktörlere odaklanmaktadır.
Fizyolojik faktörler; bireyin olgunlaşma düzeyi, ilaç ve uyuşturucuya bağlılığı gibi unsurlardan oluşmaktadır. Olgunlaşma düzeyi,
hem bireyin tecrübelerinin artmasını sağlamakta hem de tutumların oluşumu ve değişimi üzerinde etkili olmaktadır.
Deneyimler, tutumlara ilişkin araştırmalarda üzerinde oldukça fazla durulan bir faktördür. Çünkü genellikle bir konu ya da bir
objeyle ilgili tutum sahibi olmanın temel yolu olarak o konu ya da objeyle ilgili deneyim geçirmiş olmak gösterilir.
Deneyimler; yoluyla tutum geliştirmemize olanak sağlayan olaylar olumlu şekilde olabileceği gibi olumsuz şekilde de
olabilmektedir. Tutumların oluşumunda rol oynayan bir diğer faktör de bireyin kişilik özelliğidir.
Kişilik; insanların yaşadıkları hayat içinde ortaya koydukları tüm davranışların ve sahip oldukları özelliklerin toplamına denir. Kişilik,
bir bireyi diğerlerinden ayırmakta, bireyin sosyal ve fiziksel ortam ile etkileşim şeklini belirlemekte ve birey için ayırt edici özellikler
taşımaktadır. Bireylerin tutumlarını genellikle başkalarından öğrendiği gerçeği göz önüne alındığında, aile bireyin ilk karşılaştığı
öğrenme ortamıdır. Tutumların oluşum sürecinde rolü her geçen gün artan bir diğer faktör medyadır. Toplumdan topluma önemi
değişmekle birlikte medya içinde tutumların oluşumu üzerinde en etkili aracın televizyon olduğu düşünülmektedir. Sosyal sınıflar,
aynı veya benzer yaşam tarzını benimseyen ve bu durumun bilincinde olan insanların meydana getirdiği tabakalardır.
Bireyin Kendisi Dışındaki Unsurlardan Kaynaklanan Faktörler:
Aile ve Arkadaşlar (Ana-Baba ve Arkadaşlar); Ailenin tutum oluşumundaki etkisini belirlemeye yönelik bir araştırmada, okul
öncesi yaştaki çocukların %95’inin, ilkokuldaki çocukların %80’inin, üniversitedeki gençlerin ise %50-60’ının ebeveynleriyle aynı
politik partiyi destekledikleri sonucuna ulaşılmıştır
Medya (Kitle İletişim Araçları); Toplumdan topluma önemi değişmekle birlikte medya içinde tutumların oluşumu üzerinde en etkili
aracın televizyon olduğu düşünülmektedir. Yapılan birçok araştırmaya göre, televizyonun izlenme süresi ve görsel çekiciliği yeni
tutumların oluşması, mevcut tutumların değiştirilmesi ve mevcut tutumların pekiştirilmesini sağlamaktadır.
Sosyal Sınıf; Sosyal sınıflar, aynı veya benzer yaşam tarzını benimseyen ve bu durumun bilincinde olan insanların meydana
getirdiği tabakalardır. Sosyal sınıfları oluşturan çok sayıda unsurdan bahsetmek mümkündür. Bunlar içinde yaşam tarzı, gelir
durumu ve eğitim düzeyi ön plana çıkmaktadır. İnsanların içinde bulunduğu sosyal sınıf, tutumların oluşumunda etkili
olmaktadır. Çünkü insanlar, öncelikle içinde bulundukları sosyal sınıfların değer yargılarını benimserler ve bu değer yargıları
doğrultusunda tutum geliştirirler.
Grup Üyeliği; Gruplar, psikolojik olarak birbirinin varlığından haberdar olan ve kendilerini bir grup olarak hisseden insan
topluluklarına denir. Aynı gruba üye olan bireyler, duygularının uyumu ve düşüncelerinin yakınlığı nedeniyle birbiriyle
anlaşabilmekte ve karşılıklı olarak birbirinden haz alabilmektedir. Bireyler için toplumun genel tutumları yanında, üyesi olduğu
grubun tutumları da önemlidir.
TUTUMLARIN İŞLEVLERİ





Tutumların birey açısından çok sayıda işlevinden bahsetmek mümkündür. Bireyler bu işlevler sayesinde, olumsuz duygulardan
kurtulmakta, benliğinin gelişmesini sağlamakta, belli ihtiyaçlarını doyurmaktadır. Aşağıda tutumların işlevlerine detaylı şekilde yer
verilmiştir.
Egoyu Savunma İşlevi: Tutumlar, kişinin kendine veya kendi grubuna yönelttiği olumsuz duyguları diğer kişilere veya gruplara
yansıtmasına izin verir. Bu sayede, kişi bu olumsuz duyguların etkilerinden korunur.
Uyum Sağlayıcı İşlevler: Tutumlar, kişiyi gelecek herhangi bir durumda kendisine zarar verecek olaylardan ve nesnelerden koruma
görevini yerine getirir. Birey geçmişte olumsuz bir durum ile karşılaşmış ve bu duruma ilişkin bir tutum oluşturmuşsa, gelecekte
benzer durumlarla her karşılaşmasında kendini koruyucu tepkiler verecektir. Bu tepkiler, bilişsel olabileceği gibi duygusal ve
davranışsal da olabilmektedir.
Benlik Geliştirici İşlevler: Bireylerin, kendi değerlerini yansıtan tutumları özellikle ifade etme eğiliminde olduğu varsayılmaktadır.
Dolayısıyla bireylerin geliştirdiği çok sayıda tutum, onun tutumlarına ilişkin konuların geçtiği ortamlarda kendilerini ifade etme
mutluluğu kazanmalarını sağlamaktadır.
İhtiyaçların Doyurulması İşlevi: Tutumlar, bireylerin doğrudan ihtiyaçlarını doyurma yönünde işlevleri de yerine getirmektedir.
Bilgi Sağlama İşlevi: Tutumlar, kişinin dünyasını düzenleme ve yapılandırma işlevine hizmet etmektedir. Bunun yanında
tutumlarımız daha önceden kalıplara bağlı kalarak dış dünyadan gelen uyarıları sistemli şekilde sınıflandırmamızı sağlar. Bu
sınıflandırma, herhangi bir zamanda hazır bilgi havuzu oluşturmamıza ve karar verme aşamasında hızlı hareket etmemize olanak
sağlar.
TUTUMLAR VE DAVRANIŞLAR
Tutumların ilgi çekici olmasının bir diğer nedeni, davranışlarla ilişkisi ve davranışlar üzerindeki etkisidir. Tutumlar ile davranışlar arasındaki
ilişkinin ilgi çekici olmasının temel nedeni, tutumların bilinmesinin davranışların tahmin edilebilmesine olanak sağlamasıdır. Tutum-davranış
ilişkisi üzerinde oldukça sık durulan bir konu olmasına rağmen, tutumların davranışları her durumda etkilemediğini de belirtmek gerekir.
Bazı araştırmaların sonuçları bu konudaki tutarsızlığa vurgu yapmaktadır. Tutumlar ile davranışlar arasındaki ilişkinin ilgi çekici olmasının
temel nedeni, tutumların bilinmesinin davranışların tahmin edilebilmesine olanak sağlamasıdır. Tutumlar ve davranışlar arasında tutarlılık
veya tutarsızlığa neden olan çok sayıda faktörden bahsetmek mümkündür. Bu faktörler şunlardır:
o Tutumların Gücü (Kuvveti): Her tutum belli bir güce sahiptir. Bu güç, tutumun bilişsel, duygusal ve davranışsal bileşenlerinin
toplamına eşittir. Tutumun gücü, onun davranışlarla arasındaki ilişkiyi pekiştirmede önemli sayılabilecek bir unsurdur. Çünkü
kuvvetli bir tutumun davranışa dönüşme olasılığı, kuvveti düşük bir tutuma göre daha yüksektir.
o Tutumlarda Kararlılık: Genellikle kolay şekilde anımsanan ve kararlılık özelliği gösteren tutumların davranışları ortaya çıkarma
ihtimali daha yüksektir. Bu tür tutumlar bireyleri, özellikle bilişsel ve dugusal açıdan daha fazla baskı altına alır ve uyarıcı etkisi ile
birey üzerindeki baskısı kendini sürekli hissettirir.
o Tutumlara Ulaşılabilirlik: Bilginin insan zihnine ulaşma hızı, karar alma ve davranış sergileme üzerinde etkili olmaktadır.
o Zaman Faktörü: Tutum-davranış ilişkisini açıklamada önem taşıyan bir diğer faktör zamandır. Tutum ile davranışı ölçme arasında
geçen süre ne kadar uzun olursa, tutum-davranış arasında tutarlılık gözlenme olasılığı o derece düşmektedir.
o Farkındalık: Farkındalık kavramı, bireylerin kendi tutum ve davranışlarının ne ölçüde farkında olduklarıyla ilgilidir. Farkındalık,
tutum ve davranış ilişkisini güçlendiren önemli bir unsurdur.
o Tutumların Davranışlarla İlişkililik Derecesi: Genel olarak davranışlar, kendisi ile özel bağı olan tutumlarla daha ilişkilidir. Diğer bir
ifadeyle çok genel olan tutumların davranışlarla bağı oldukça düşük düzeydedir.
o Durumsal Baskılar: İnsanların içinde bulundukları durum (yaptığı iş, görevi, rolü vb.), tutum ve davranış ilişkisini etkileyen bir diğer
faktördür. Durumsal faktörlerin baskın olduğu zamanlarda, özellikle derecesi zayıf olarak kabul edilebilecek tutumlar, davranışlar
üzerinde belirleyici olmayacaktır. Durumsal baskılar, bireylerin zaman zaman benzer tutum nesnesine farklı tepkiler vermesine de
neden olabilmektedir.
TUTUMLARIN DEĞİŞİMİ VE DEĞİŞİM KURAMLARI
Tutumların Değişimi
Tutum değişikliği bireylerin herhangi bir konudaki görüşünün ve bakış açısının değiştirilmesini ifade etmektedir. Son yıllarda tutumların
değiştirilmesi konusuna ilgi giderek artmaktadır. Özellikle piyasa ile bağlantılı iş yapan ve müşteriler üzerinde etkili olmaya çabalayan
işletmeler ve bu işletmelerin halkla ilişkiler, pazarlama gibi bölümleri için tutum değişikliği ilgi çekici olmaktadır.
Tutumlardaki değişimler ise benzer şekilde karakteristik davranış tarzında meydana gelen önemli değişikliklere göre ölçülür. Tutumlar,
göndermelerle ilgili bir görüşe ya da bir taraf olmaya karşılık geldiğinden, tutumun değişmesi, bu görüş ya da yanlılığın yönünde ve
derecesinde bir değişiklik olduğu anlamına gelmektedir. Tutum değişiklikleri, genellikle belirli bir konu hakkında yeni görüşün edinilmesi ve
bireyin yeni bir yöne eğilimiyle sonuçlanmaktadır.
Tutumların Değişimine İlişkin Kuramlar
Tutumların temel özelliklerinden biri dinamiklik özelliğidir. Bu özellik, tutumların belli zaman zarfında değişebildiğine veya
değiştirilebildiğine işaret etmektedir. Toplumda bireyler sürekli olarak tutumlarını değiştirmeyi hedef alan çok sayıda durumla karşı
karşıyadır. Tutumların değiştirilmesi konusu geçmişten günümüze özellikle yönetenler ve yönlendirenler için ilgi çekici olmuş; II. Dünya
Savaşı’ndan sonra ise oldukça fazla irdelenmeye başlanmıştır. Araştırmacılar bu dönemlerle birlikte tutumların değişimini açıklamak ve
anlamak için çok sayıda kuram geliştirmişlerdir. Bu kuramların bazılarını aşağıdaki şekilde saymak mümkündür:
Öğrenme Kuramları: Öğrenme kuramlarının başlangıcının Yale Üniversitesinden Carl Hovland ve meslektaşlarının çalışmalarına
dayandığı bilinmektedir. Bu kuram, temelde tutumların koşullandırma yoluyla değiştirilebileceğini savunmaktadır. Diğer bir
ifadeyle tutumlar, büyük ölçüde diğer davranış ve alışanlıkların kazanılma şekline benzer şekilde kazanılmakta; bireyin tutum
konusunun birtakım iyi veya kötü deneyimlerle ilişkilendirilmesi tutum değişimine zemin hazırlamaktadır.
Bilişsel Tutarlılık Kuramı: Bu kurama göre bireyler, bilişleri arasında tutarlılık gösterme eğilimindedir. Bu tutarlılık arama
mücadelesi tutumların gelişiminde, değişiminde ve biçimlenmesinde temel etkendir. Bilişsel tutarlılık kuramını açıklamaya yönelik
birçok destekleyici alt kuram geliştirilmiştir. Bunlar; Heider’in denge kuramı, Osgaood ve Tanenbaum’un uygunluk kuramı,
Festinger’in bilişsel çelişki kuramı gibi alt kuramlardır.
Kendini Algılama Kuramı: Bu kuram bilişsel tutarlılık kuramının dayandığı temel varsayımlarla bağlantılı olarak “Bem” tarafından
geliştirilmiştir. Birçok araştırmacı tarafından bilişsel çelişki ve kendini algılama kuramının aynı kestirmede bulunduğu
düşünülmektedir.
Beklenti-Değer Kuramı: Bu kurama göre, tutumların oluşumu ve değişimi farklı tutumların olumlu ve olumsuz yönlerini tarttıktan
sonra en iyi seçeneğin tercih edildiği varsayımına dayanır.
İşlevsel Kuramlar: İşlevsel kuramların temeli, Smith, Bruner, White’ın “Kişinin tutumları ne işe yarar?” sorusuna dayanmaktadır.
İşlevesel kuramların bakış açısına göre bireyler, toplumsal yaşamda psikolojik açıdan kendileri için rahatlatıcı işlevleri yerine
getiren tutumları seçmekte ve benimsemektedir. İşlevsel kuramlar, bireyler için aşağıda belirtilen fonksiyonları yerine
getirmektedir:
 Araçsallık işlevi, tutumların bireylerin birtakım amaçlarına hizmet ettiğini ve bireylerin özellikle psikolojik gereksinimlerini
karşılamada araçsal rol oynadığını iddia eder.
 Değer ifade edici işlev, insanların tutumlarının kişisel değerleriyle tutarlı bir seyir izlemesi durumunda bireyin tatmin
olacağını savunur. Bu işlevi yerine getiren tutumlar, bireyin öz kimliğini koruma ve olumlu bir görüntü yaratma isteğinden
kaynaklanır.
TUTUMLARIN ÖLÇÜLMESİ
Tutum ölçekleri, “bireylerin çeşitli tutum konularına ilişkin tepkilerini belli kurallar dahilinde ve sayısal olarak değerlendirmesi esasına
dayandıran” ölçüm araçlarıdır. Tutumların ölçülmesi konusu tutum araştırmalarının en önemli kısmını oluşturur. Tutum araştırmaları,
bireylerin belli bir zaman birimindeki davranışlarının doğrudan veya dolaylı olarak öğrenilmesi sürecine denir. Tutumların ölçümü konusu
önemli olmakla birlikte, oldukça zor bir iştir. Çünkü genellikle tutumların doğrudan ölçümü imkânsız gibi görülmektedir. Bu nedenle
tutumların ölçümünde, dolaylı yoldan ölçüm tercih edilmektedir. Dolaylı şekilde ölçümde, genellikle kullanılan davranış, sorulara cevap
vermek ya da fikir belirtmek şeklinde olur. Tutumların ölçümünü başarılı şekilde yapabilmek amacıyla araştırmacılar tarafından farklı ölçme
teknikleri geliştirilmiştir. Bu teknikler, doğrudan ve dolaylı teknikler olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır.
Tutumların Doğrudan Ölçülmesi
Thurstone, bireylerin tutumlarını doğrudan gözlemenin olanaksız olduğunu öne sürmüş ve tutumların sözel bir ifadeye yansıyan kanılar
aracılığıyla ölçülebileceğini belirtmiştir. Tutumların doğrudan ölçümünde “tutum ölçekleri” kullanılmaktadır. Genel olarak, tutumların
ölçümünde en sık kullanılan ölçekler şunlardır:
 Thurstone tipi ölçekler,
 Likert tipi ölçekler,
 Guttmann tipi ölçekler,
 Bogardus’un Sosyal Mesafe Ölçeği,
 Duygusal Anlam Ölçeği.
Tutumların Dolaylı Şekilde Ölçülmesi
Tutumların doğrudan belli yargıları kullanarak ve anket uygulayarak ölçülmesi her durumda araştıran için yeterli olmayabilir. Bu nedenle,
tutumların ölçümünde dolaylı ölçüm yöntemlerinden de yararlanılmaktadır. Tutum araştırmaları, bireylerin belli bir zaman birimindeki
davranışlarının doğrudan veya dolaylı olarak öğrenilmesi sürecine denir. Tutumların dolaylı yollardan ölçümünde yararlanılan bazı
yöntemlere aşağıda yer verilmiştir:
Projektif Testler: Projektif testler, daha çok işe alım esnasında insan kaynağının kişiliğinin ölçümünde kullanılan dolaylı testler o
larak bilinmektedir. Bu testler, bireylerin tutumlarının dolaylı yollardan ölçülmesi amacıyla da kullanılmaktadır.
Davranış Gözlemi: La Piere gibi araştırmacıların dolaylı yollardan tutum ölçümünde başvurdukları yöntemdir. Bu yönteme göre,
tutum ölçümü doğal ortamda ve tutumu ölçülecek kişi olaydan haberdar olmadan yapılmaktadır. Çinli bir misafire ilişkin örnek,
dolaylı yoldan davranış ölçümüne örnek olarak gösterilebilir.
Hazır Bilgiler: Arşiv taramaları, halk hikâyeleri, romanlar, gazete haberleri, istatistikler, nüfus kayıtları gibi basılı ve görsel
materyaller hazır bilgi kaynaklarıdır. Bu bilgi kaynaklarının tutum ölçümünde anlamlı bir çıkarımdan bulunabilecek şekilde
kullanılabilmesi için sistematik şekilde incelenmesi gerekmektedir.
Duygusal İfade Gözlemi: Duygusal ifade gözlemi, bireylerin herhangi bir durum karşısında mimiklerinin, ses tonunun, yüz
ifadesinin incelenerek, tutumlarına atıf yapma ve çıkarımda bulunmayı esas alan yöntemdir. Duygusal ifade gözlemi yapabilmek
için araştırmacının duyguları ifade eden her bir göstergeyi doğru algılaması ve yorumlaması gerekir.
DAVRANIŞ BİLİMLERİ
KÜLTÜR VE DAVRANIŞA ETKİSİ
ÜNİTE 5
KÜLTÜR KAVRAMI VE ANLAMI
Larausse şu şekilde tanımlamaktadır: “Kültür, bir toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden, her türlü duygu, düşünce, dil,
sanat, yaşayış unsurlarının tümü, belli bir konuda edinilmiş, geniş ve sistemli bilgidir.” Kültür, en geniş anlamıyla insanoğlunun doğada
değişim yaratarak ortaya çıkardığı, her türlü fiziksel ve düşünsel birikimidir. Sosyal bilimlerin bu önemli, bir o kadar da karmaşık kavramının
ne anlama geldiğini tespit etmek neredeyse imkânsızdır. Kültür üzerine yapılan tanımlar; genellikle, insan gruplarının üretimlerini de içeren
belli başlı kazanımlarını, deneyimlerini, tarihi süreç içerisinde geliştirdikleri sembolleri, kuşaktan kuşağa aktarılan davranış kalıplarını
içermektedir. Kavramın kökeni ve sözcük anlamı bir yana, kültür kavramı insan tecrübesi ve onun yaşam tecrübesi ve tarzı anlamına
gelmektedir. Kültür kavramı antropolojideki teknik anlamıyla ilk defa 1865 yılında E.B.Taylor tarafından kullanılmış, sistematik olarak
tanımlanmış ve yine Taylor tarafından temel bir kavram haline getirilmiştir. Taylor’a göre kültür, insanın bir toplum üyesi olarak edindiği
bilgi, inanç, sanat, ahlâk, hukuk ve törelerle her türlü beceri ve alışkanlıklarının tümüdür. Ülkemizde kültür kavramını sistemli bir şekilde ilk
inceleyen Ziya Gökalp olmuştur. Gökalp’a göre kültür, bir toplumun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve aralarında dayanışma meydana
getiren kurumlardır. Kültürün millî, medeniyetin milletler arası olduğunu ifade eden Gökalp, kültürü, “yalnız bir milletin dinî, ahlâkî, hukukî,
aklî, estetik, lisanî, iktisâdi ve fennî hayatlarının ahenkli bir bütünüdür” şeklinde tarif eder. Kültür, “bir yaşam biçimi” dir. Kültür bu yönüyle
toplumların ve bireylerin yedikleri, içtikleri, yazdıkları/okudukları, sevindikleri, sevdikleri, öfke ve hasret duydukları tüm faktörlerin
toplamıdır. Malinowski’ye göre kültür, âletlerden ve anayasal belgelerden, insana özgü düşünce ve becerilerden, aynı zamanda inanç ve
törelerden oluşmaktadır. Kültür genel olarak bir toplumun “maddî” ve “manevî” değerler bütünü olarak tanımlanır. İnsan bir kültüre hazır
doğar ve çevresinde karşılaştığı her şey maddî ve manevî kültürün unsurlarıdır. Birçok tanımı yapılmış olsa da tanımların ortak
özelliklerinden yola çıkarak kültürün dört farklı anlamda kullanıldığını belirten Güvenç, kültürün anlamlarını netleştirmek için şu
gruplandırmayı yapmaktadır:
Bilim alanındaki kültür, bu uygarlıktır.
Beşeri alanındaki kültür, bu eğitim sürecinin ürünüdür.
Estetik alandaki kültür, bu güzel sanatların kaynağıdır.
Madde ve biyolojik alanda kültür, bu üretme, tarım, ekin, çoğalma ve yetiştirmeyi kapsar.
Tanımlar farklı açılardan yapılsa bile kültür tanımlamalarının tümü için ortak olan bazı tespitler vardır ki, bunların ilki kültürün dinamik bir
anlam taşıdığıdır.Zira kültürün fiziksel varlığı yoktur, açık değildir. Boyutları kesin olarak ortaya konmuş değildir; ancak her kurum ve
kavram gündelik işleyiş sırasında davranışları yönlendiren bir dizi varsayımlar, kavrayışlar ve kesin kurallarla birlikte ortaya çıkar. Kültürün;
sosyoloji ve antropoloji, psikoloji, psikiyatri ve diğer bilim dallarında farklı tanımları yapılmıştır. Bu tanımlar; tasvirci tanımlama, tarihselci
tanımlama, kuralcı tanımlama, psikolojik tanımlama, yapısalcı tanımlama ve genetik tanımlamadır. Bütün bu farklı kültür tanımlamalarının
ortak yönü, kültürün toplumsal yapıyı düzenleyen davranış kuralları olarak kabul edilmesidir.
KÜLTÜRÜN ÖZELLİKLERİ
Fichter, kültürün kendisini oluşturan bütün kurumların işlevlerinin ötesinde, farklı bir işleve sahip olduğunu ifade eder. Fichter’e göre
kültürün aşağıdaki gibi dört özelliği vardır:
o Kültür, toplumları birbirinden ayırmaya yarayan işaret ve sembollerdir.
o Kültür, içinde bulunan toplumun değerlerini içerir ve onları yorumlar.
o Kültür, bir toplumda toplumsal dayanışmanın unsurlarını oluşturur.
o Kültür, bir toplumun toplumsal gelişimini sağlayan faktörlerden oluşur.
Kültür her şeyden önce bir soyutlamadır. Toplumun yüceltilmiş, idealize edilmiş veya karşı kültürle eleştirilen, değiştirilmesi önerilen genel
değerler ve davranışlar dizgesini dile getirir. Her toplumda kültürel yapıyı, kültürel norm ve kalıpları gösteren bazı özellikler vardır. Bu
özellikleri aşağıdaki gibi açıklayabiliriz:
Evrensellik. Kültürü tanımak, tanımlamak çabasına girdiğimiz zaman, “kültür” ile değil, farklı “kültürler” ile karşılaşırız. İnsanın temel
davranışlarını yansıtan kültürler birbirine benzer ve evrenseldirler; ancak insanın ikincil davranışlarını yansıtan kültürler kişilere ve
toplumlara özgüdür. Toplumlara ve kültürlere kimlik kazandıran bu kültürel farklılıklardır.
Toplumsallık. Kültürü ortaya çıkaran bireyler değil, toplumdur. Aynı zamanda kültürün yaşaması da toplum sayesinde olabilir. Bir kişinin
tutum ve davranışının tek başına bir anlam ifade edebilmesi için söz konusu davranışların ait olduğu kültürel ortamda ortaya konması
gerekir. Bunu çöle düşen bir yağmur damlası ile havuza düşen bir yağmur damlası örneğiyle açıklayabiliriz.
Süreklilik. Kültürün önemli bir özelliği de moda gibi gelip geçici bir heves veya alışkanlık olmaması, tarihsel bir sürekliliğinin olmasıdır. Her
toplum kendi kültürüne sahiptir ve toplum var oldukça, kültür de var olmaya devam eder.
Tarihsellik. Kültürel niteliği belirleyen diğer bir faktör, kültürel niteliğin tarihsel oluşudur. Burada tarihsellik kavramı kültürü oluşturan
faktörlerin belli bir zaman dilimi içinde bir anda ortaya çıkmadığı, aksine kültürel unsurların (dil, yazı, din, bilim, giyim-kuşam, sanat, mimari
vb.) oluşması için tarihsel bir sürece ihtiyaç olduğu görülmektedir. Bu çerçevede kültür bir gelenektir.
Öğrenilirlik. Kültür genetik faktörlerle değil, adet ve alışkanlıkların gelenekselleşmesi yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılır. Kültür sonradan
öğrenilen maddî ve manevî değerler bütünüdür.
Kalıtsallık. Genetik kültür tanımlamasına göre “kültür, geçmişteki davranış normlarının geleceğe aktarılabilen sonuçları”dır. Bu sonuçların
aktarılmasında genetik faktörlerin rolü vardır. Oysa bir kültürel nitelik olan kalıtsallık niteliğine göre kültürel aktarmada genetik faktörlerin
değil, tutum ve davranışların kalıtsallaşmasının rolü vardır. Kalıtsallık niteliğine göre kültür veya onun kapsamına giren öğeler, doğum
yoluyla geçen birer kalıt değildir.
Devingenlik ve değişkenlik. Evrende var olan her şey tarihsel bir akış içindedir. Hiçbir şey hareketsiz değildir. Varlık dünyası her zaman ya
bir oluş veya bir çözülme sürecindedir. Bu süreçlerin ikisi de bir canlılığı ve hareketliliği ifade eder. Kültürler de bir devingenlik ve
değişkenlik gösterir. Kültürel devingenlik daha hızlı ve daha kapsamlıdır.
Değişim. Daha önce ifade edildiği gibi kültür toplumsal bir süreçtir ve etkileşim sonucunda ortaya çıkar. Kültürel etkileşim veya kültürleşme
“süreklilik” şeklinde devam eder. Kültürel değişim akan bir nehir gibidir. Görünürde su her zaman vardır; ancak nehir suları hiçbir zaman
aynı sular değildir.
Fonksiyonellik. Kültürün bir başka özelliği birey, grup veya toplum yaşamında bir anlamının ve öneminin olması, kısaca işlevselliğinin
bulunmasıdır. Bilindiği gibi fonksiyon kavramı, matematikte birbirine bağlı değişkenler arasındaki ilişkileri ifade eder. Gündelik dilde
“fonksiyon”, bir varlığın kendisinden beklenen görevi yerine getirme yeteneğidir.
Birlik içinde çokluk. Kültürler alt kültür unsurlarının uyumlu bir bileşimidir. Adına genel kültür veya üst kültür denilen olgu, çeşitli alt kültür
unsurlarından oluşur. Alt kültürler; yerel kültürler, sınıf kültürleri veya daha geniş anlamda bölgesel kültürlerden oluşur.
Yayılma. Kültür insana ve topluma ait değerler olduğu için yayılma özelliği gösterir. Kültürel yayılma kültürün maddî veya manevî öğelerinin
sürekli içten dışa ya da dıştan içe doğru yayılma göstermesi anlamına gelir. Kültürler yayılma sırasında benimsenirse yerleşir; aksi halde
dışlanır. Kültürün özelliği benimsenen değerlerden oluşmasıdır.
Kültür görelidir. Kültürün göreli (izafî veya genel olmama) ilkesine göre herhangi bir kültürdeki insan veya grup davranışları o kültüre hastır
ve sadece o kültürün temel varsayımları veya değerler sistemine göre anlam kazanır. Toplumların kültürünü oluşturan unsurlar her
toplumda aynı değildir. Kültürü oluşturan unsurların toplumdan topluma farklılık göstermesi, kültürün göreli olduğunu gösterir.
Kültür rasyonel olmak zorunda değildir. Kültür insanların ve toplumların tarihsel süreç içinde edindiği tüm maddî ve manevî değerler
bütünüdür ve göreli olması yönüyle bilimsel rasyonellikten ayrılır. Rasyonel olan genellikle genel, evrensel, nesnel ve rasyoneldir; ancak
kültürel olan özel, göreli ve özü itibarîyle rasyonel olmak durumunda değildir. Kültür semboliktir. Kültür kendini davranışlarla, simgelerle,
sembollerle, kısaca maddî ve manevî unsurlarla gösterir. Kültür gruplarının ortaya koyduğu sembolik unsurlar farklı kültürlerde farklı
anlamlar ifade eder. Söz konusu anlamlar, sadece o kültüre hastır.
KÜLTÜRÜN UNSURLARI
Kültür; insanlara geçmiş kuşaklardan miras kalan değer, norm, düşünce, tören, dünya görüşü ve davranış kalıplarını kapsar. Her toplumun
kültürü farklı olduğu gibi toplumların kültürleri de farklı kültür unsurlarından oluşur. Kültürel antropologların üzerinde anlaştıkları genel
kültür unsurları şunlardır:
Aile. Kişinin içinde doğduğu ilk çevresi, dilini ve alışkanlıklarını öğrendiği ilk kurumdur. Ailede kişi kültürün en önemli unsurlarından biri olan
dili (buna beden dili de dâhildir), alışkanlıkları, geleneği, töreyi, büyük ve küçüklerle iletişim biçimlerini öğrenir.
Dil. Dil davranışlarla birlikte kültürün önemli taşıyıcılarından biridir. Davranışların şekillenmesini sağlayan dildir. Dil aynı zamanda kültürün
kuşaklar arası aktarımının da önemli aracıdır Dil, duygu ve düşüncelerin ses, işaret, resim, yazı ve görüntü aracılığıyla iletilmesini sağlayan
ve kendi içinde kuralları ve sürekliliği olan iletişim aracıdır. Dil, öğrenilebilir ve organize edilmiş semboller sistemidir.
Eğitim. İlkokuldan yüksek öğrenime kadar eğitim kurumlarında eğitim sürecinde kişi geçmiş nesillerin bilimsel birikimlerini öğrenme olanağı
bulur. Böylece eğitim, beceri ve görgülerinin kuşaklar arasında aktarılmasında, kültürün değişmesi ve yeniden şekillenmesinde önemli rol
oynar.
Ekonomi ve teknoloji. Ekonominin temelini üretim ve tüketim faaliyetleri oluşturur. Üretim ve tüketim sürecinde insanlar çeşitli âletler
kullanır. Bu âletlerin şekli, üretim sürecinde kullanım biçimi kültüre göre şekillenir. Ayrıca iş bölümü, uzmanlaşma ve mesleklerin dağılımı
kültürel faktörlere göre şekillenir.
Sanat. Sanatsal etkinlikler, sanatın algılanış biçimi ve sanata bakış tarzı bütün bunlar genel kültürün önemli unsurları arasındadır. Kısaca
sanat kültürün ayırıcı özelliklerinden biridir.
İnançlar. İnsanın psikolojik sağlığının vazgeçilmez unsurlarından biri inançlardır. İnançlar, sorgulama düzleminin dışına çıkarılmış temel
kabullerdir.
Değerler ve normlar. Değerler, geçmişte ve şimdi gerçeğin, iyinin doğrunun ve erdemli olanın ne olduğuna dair bireysel bilgilerden
oluşur. Değerler, tutum ve davranışları ortaya koyarken; onlara yol gösteren insan bilincinin derininde yatan inançlardır. Değerler,
ortak iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı tanımlar ve bunların standartlarını ortaya koyar. İnsanların eylemlerini nitelendirme,
değerlendirme ve yargılama işlevi görür. Değerler sayesinde insanlar neyi yapıp, neyi yapamayacakları konusunda bir düşünceye
sahip olurlar.
Normlar ise bireyin ne yapması veya yapmaması gerektiği hakkında toplum tarafından oluşturulan ortak beklentilerdir. Nerede, ne
zaman, nasıl davranılması gerektiğini belirleyen davranış kalıplarıdır. Normlar en yalın anlamıyla bir toplumda, sosyal bir çevrede
veya bir kurumsal ortamda uyulması gereken kurallar bütünü anlamına gelir.
Devlet. Toplumların ve kültürlerin ortaya çıkardığı bir üst örgütlenme biçimidir. Devlet bir milletin belli bir merkezi otoriteye bağlı
olarak ve bir toprak parçası üzerinde örgütlenmiş şeklidir. Devleti oluşturan en önemli unsurlardan biri olan milleti ortaya çıkaran
önemli faktörlerden bir kültürdür. Yani millet varsa kültür zorunlu olarak vardır.
Adetler (Ritüeller). Adetler kurum üyelerinin algı ve davranışlarını, kurumsal kültürle uyumlu hale getirmek için tekrarlanan ve standardize
edilen eylemlerdir. Adetler kurum içerisinde kültürel değerleri güçlendiren, alışılmış ve tekrarlanan eylemlerdir. Milletlerin kendilerini diğer
milletlerden ayıran özellikler toplamı kültürleri olduğu gibi aynı iş kolunda çalışan örgütleri de diğer örgütlerden ayıran özellikler vardır.
Örgüt kültürünü oluşturan farklı unsurlar vardır. Kurum kültürünün unsurları, kurumsal bir ortamda, kurumsal kültürün oluşmasını
sağlayan değer, norm, şekil, biçim ve çeşitli uygulamalardır. Kurumsal kültür birçok unsurdan oluşur. Bu unsurlar; sosyal ve fizikî
çevre, metaforlar, hikâyeler, mitler ve efsaneler, kuruma özgü dil, çeşitli törenler ve ritüeller, davranış kuralları, liderler ve
kahramanlar, semboller, inançlar, değerler, tutumlar, temel varsayımlar ve kurum tarihi gibi unsurlardır. Bunlardan en önemlilerini
aşağıdaki gibi açıklayabiliriz:
Liderler ve kahramanlar.
Liderlik, insanları belli hedeflere yönlendirme, onları inandırma ve ikna etme yeteneğidir. Liderler kişilikleri, inançları,
tutumları, davranışları, felsefeleri ve ilkeleri ile kurum üyelerine model olma özelliği gösterirler.
Kahramanlar kararlarıyla ve davranışlarıyla örgüte yararlı hizmetlerde bulunmuş, bu hizmetleri nedeniyle büyük saygı
ve itibar kazanmış kişilerdir. Kurumsal kültürün önemli bir unsuru olan kahramanlar, kurumsal değerleri kendi kişilik
özelliklerinde somutlaştıran kişilerdir.
Törenler. Kurumlar sosyal, mekanik, teknik ve ekonomik sistemlerdir. Kurumların sosyal sistem olması tüm sosyal yapılarda olduğu gibi
kurumsal yapılarda da bazı törenlerin, kutlamaların, ayinlerin imge ve sembollerin olması kaçınılmazdır. Tören bir grubun amaçlarını
gerçekleştirmesini kolaylaştıran simgesel eylemlerdir. Kurumsal anlamda törenler, kurum tarihi bakımından anlam ve önem taşıyan bir
olaya kurumun verdiği önemi gösterme aracıdır. Törenlerin düzenleniş amacı, özel bir önem verilen bir düşünce ve davranışın sürekliliğini
sağlamaktır. Törenler kahramanlar veya liderler tarafından ortaya konan kurumsal değer, kurumsal anlayış ve kurumsal faaliyetin kültüre
dönüştürülme aracıdır.
Simge (sembol)ler. Simgeler grup için özel anlam taşıyan söz, biçim ya da eylemlerdir. Simgeler, fikirler, değerler ve duyguların kurum
üyeleri arasında iletilmesini mümkün kılan biçimsel araçlardır.
Varsayımlar. Varsayım “doğru” kabul edilen yargı ve genellemeleri ifade eder. Varsayımlar, kuramsal sonuçlara ulaşabilmek için başlangıçta
“öyle” oldukları kabul edilen öngörülerdir. Varsayımlar, kurum üyelerinin algı, düşünce, his, tutum ve davranışlarını yönlendiren, onların
kurumsal yaşama ilişkin kabul ettikleri; iyi-kötü, doğru-yanlış, yararlı-yararsız, anlamlı-anlamsız gibi ön kabullerini içerir.
Kurumsal Normlar. Normlar, olması gerekenleri ifade eden ilkelerden her biridir. Bir başka tanımla normlar, kurumsal olarak kabul görecek
tavır ve davranışlara ilişkin ortak beklentileri gösteren kurallardır. Gruptaki insanların ilişkilerini düzenler ve eylemlerine yön verir. Normlar,
genellikle değerlerin biçimlenmiş halidir ve bir grubun tüm üyelerince paylaşılması halinde kolektif bir düzenleme aracı olur. Normlar,
kurumsal kültür içinde davranışları düzenleyen ve sosyal sistemi kurumsallaştıran öğelerdir. Normlar, değerler gibi kurumsal iyi ve kurumsal
kötünün çerçevesini belirleyen, doğru ve yanlışın sınırlarını gösterirler.
Artifaktlar. Bir kurumda tüm görünürdeki, yani gözlemlenebilir davranış şekillerini ve kuralları ifade eder. Kurumda somut olarak
algılanabilir, fenomen olarak değerlendirilebilir her tür unsur, artifakttır. Artifaktlar, insanların işitebileceği, görebileceği ve hissedebileceği
somut kurumsal unsurlardır.
Hikâyeler ve efsaneler. Hikâyeler bir toplumun geçmişi, mevcut durumu ya da gelecekteki akışını etkileyecek olayları kapsar. Kurumsal
değer ve inançları yerleştirmek amacıyla, kurumun tarihinden alınan yaşanmış olayların sözlü ifadesidir.
KÜLTÜR TÜRLERİ
Kültür sınıflaması farklı ölçütlere göre yapılır; kültürün yaygınlık derecesi, kültür öğelerinin birleşimi, kültürün oluşum biçimi, toplumların
yaşam tarzları, dilleri, folklorları, bölgesel dağılımları, hatta bireylerin ekonomik durumları kültür sınıflandırmalarında etkili olur. Kültürleri;
taşıyıcısına, egemenlik alanına, çıkış veya oluşum kaynaklarına, görünüş ve biçimine, kültürü belirleyen araca ve kullanım alanlarına göre
ayrıma tabi tutabiliriz. Bu değişkenleri çoğaltmak, hatta kendi içinde sınıflandırmak mümkündür. Kültürün sınıflaması yapılırken çeşitli
ölçütler esas alınır. Kültürün; genel kültür, üst kültür veya alt kültür, maddî kültür ve manevî kültür, bireysel kültür, ulusal ve evrensel kültür
gibi türleri bulunmaktadır.
KÜLTÜR TÜRLERİ
Bireysel ve
toplumsal kültür
Milli ve evrensel
kültür
Genel kültür ve
alt kültür
Karşı veya kontra
kültür
Maddi kültür ve
manevi kültür
Post figüratif,
cofigüratif
prefügüratif
kültür
Bireysel Kültür ve Toplumsal Kültür
Kültür bireysel ve toplumsal kültür olarak sınıflandırılabilir. Bireysel kültür, bireyin içine doğduğu genel kültürden aldığı somut ve soyut
değerler bütünüdür. Toplumsal kültür veya genel kültür ise bir toplumu oluşturan bireylerin paylaştıkları duygu, düşünce, davranış ve
inançlardan oluşan kalıplar, normlar ve değerlerin toplamıdır. Kısaca genel kültür bir toplumun topyekûn yaşam biçimidir. Bireye, ait olduğu
toplum tarafından kazandırılan bir kimliktir. Bireyin kimliği, toplumun kültürü vardır. Bireysel kültür nitelemesi ancak ait olunan toplum
içinde fonksiyoneldir ve bir anlam ifade eder.
Milli (Ulusal) ve Evrensel Kültür
Kültür özü ve içeriği itibarîyle özeldir; bireye ve topluma hastır. Törenler, alışkanlıklar, mimarî ve sanat eserleri, barınma ve giyinme
biçimleri toplumlara örgüdür. Zira kültürün temelinde toplumsal farklılıklar bulunmaktadır. Bu nedenle evrensel kültür nitelendirmesi her
şeyden önce kültürün özüne ve tanımına aykırı düşmektedir. Kültürün önemli öğeleri olan giyinme, barınma, eğlenme, yas ve sevinç
ritüellerinin tümü, topluma hastır ve bunların evrensel niteliği yoktur. Evrensel kültür, bir çağa ve bir tarihsel döneme dünya ölçüsünde
hâkim olan, diğer kültürlere baskın çıkan herhangi bir “çoğul kültür”dür. “Evrensel kültür” nitelemesi, Batı kültürünün egemen kültür
anlayışının bir kültürel mirası olarak terminolojiye girmiştir.
Genel (Milli) Kültür
Genel kültür ayrımı, belli bir toplumda kültürün yaygınlık derecesine göre yapılır. Genel kültür, özel bir toplumun genel alışkanlıkları,
değerleri, inançları, sanat ve mimarî şekilleri, kısaca somut ve soyut tüm değerlerini ifade eder. Her toplumun hem alt kültürü, hem de
genel kültürü vardır. Bir milletin kültüründen söz edildiği zaman, burada söz konusu olan genel kültürdür. Genel kültür, toplumu oluşturan
alt kültürlerin uyumlu birleşimi sonucunda ortaya çıkan bir üst kültürdür. Bütün karmaşık toplumlarda, sayısız alt kültür var olmuştur. Alt
kültürlerin oluşmasında bölgesel iç göçlerin veya uluslar arası göçlerin etkisi büyüktür. Günümüzde sıklıkla göç olgusu yaşanmaktadır. Göçle
birlikte insanlar, yaşam şekillerini de âdeta gittikleri yere götürürler.
Alt Kültür
Kültür, bireyler bazında farklılıklar gösterdiği gibi gruplar bazında da farklılıklar göstermektedir. Kültür içindeki bu farklılıklar alt kültür
olarak adlandırılmaktadır. Kültür bir değerler sistemidir. Bir toplumun genel kültürü, üst bir sistem olarak, çok sayıda alt kültür veya alt
sistemden oluşur. Bunlar alt kültür unsurlarıdır. Alt kültür, bir topluma hâkim olan genel kültür veya üst kültürden farklılık gösteren ve
azınlık gruplarınca benimsenen kültürdür. Göreli olarak küçük ve homojen kültürler dışında aynı genel kültürü oluşturan alt kültür unsurları
arasında tam bir uyum söz konusu değildir. Alt kültür unsurları bir sistem bütünlüğü çerçevesinde genel kültürü veya milli kültürü oluşturur.
Bir toplumun genel kültürü içerisinde alt kültür unsurları; inanç farklılıkları, adetleri, farklı etnik yapıları, çeşitli sosyo ekonomik
tabakalaşmalar ve coğrafî bölge farklılaşmalarıdır. Alt kültür-genel kültür çelişkisinin fazlalığı, toplumsal tabakalaşmayı artırdığı gibi
toplumsal barışı bozan önemli bir faktördür.
Etnik gruplar. Ülke içinde bulunan birçok etnik grup, ait oldukları grubun özelliklerine göre benzer biçimlerde giyinir,
sanatsal etkinliklerde bulunur, müzik dinler ya da üretiminde bulunur ve kendi dilindeki gazete ve dergileri okurlar. Bu
nedenle bu gruplarda aynı türden yaygın davranış biçimleri ve satın alma davranışları görülür. Etnik gruplar, kendi kültürel
tanımlamaları için geçmişten seçilmiş ortak gelenekleri kriter alan, genelde endogamik gruplardır.
Coğrafî alt kültürler. Ülkenin farklı bölgeleri, fiziksel ve sosyal çevre, o bölgede oluşan kültürü etkiler. Coğrafî alt kültürleri
belirlemede iki tür yaklaşımdan söz edilebilir. Geo-demografik yaklaşımda, bir ülkede benzer demografik karakterlere
sahip olan bölgeler alt kültür olarak tanımlanır. Çünkü, her bir bölgenin kendine özgü değerleri vardır.
Maddî Kültür ve Manevî Kültür
Kültürün maddî ve manevî olmak üzere iki yönü vardır. Birincisi, insanın kendi eseri olan yapılar, teknikler, yollar, üretim ve ulaştırma
vasıtaları gibi gözle görülür unsurlardan ibaret maddî kültür unsurlarıdır. İkincisi, bir milleti millet yapan ve onun öz şahsiyetini belirleyen
örfler, adetler, kolektif davranışlar ve tutumlardan meydana gelen manevî kültür unsurlarıdır.
Maddî kültür, toplumun yarar elde etmek amacıyla kullandığı her türlü araçlardan oluşur. Binalar, yollar, ulaşım araçları vb. maddî kültür
unsurlarıdır.
Manevî kültür ise toplumsal yaşayıştan kaynaklanan ortak duygu ve düşüncelerdir. Din, ahlâk, inançlar, töre, adet, örf, sanatlar vb. manevî
kültür unsurlarıdır.
Maddî ve manevî kavramlarının yönlendirmesiyle denilebilir ki insanların fizyolojik ihtiyaçlarını karşılayan araçlar “maddî kültür” unsurlarını
oluştururken, onların psikolojik veya manevî ihtiyaçlarını karşılayan kültür araçları, “manevî kültür” veya değerler kültürü unsurlarını
oluşturur. Bir başka ayrıma göre insanın doğayla mücadelesi sonucunda ortaya çıkardığı fiziksel faktörler maddî kültür iken; inanç ve
değerleri, manevî kültür unsurlarını oluşturur.
Karşı Kültür
Hâkim kültürün genel özelliklerini reddeden ve onunla açıkça çatışmaya giren toplumsal grupları nitelendiren kültüre “karşı kültür” denir.
Hâkim kültüre “reddiye” ve onunla çatışma özelliği ile alt kültürden ayrılmaktadır. Bir toplumda hoşgörü sınırlarını aşan, toplum norm ve
değerleri ile çatışan, sosyo-ekonomik ve politik düzenin karşısında olan, genel kültüre uyum göstermeyen ve yerine göre direnen kültüre
“karşı kültür” denir.
Post Figüratif, Cofigüratif ve Prefigüratif Kültür
Bu kültür ayırımı, öğrenme zamanına göre yapılmıştır. Post figüratif kültür, sonradan öğrenilen kültürdür. Yani insanların atalarından
öğrendiği kültürdür. Toplum üyeleri bu kültürü genellikle yavaş yavaş öğrenir. Daha çok ilkel toplumlarda geçerli olan bir kültürdür.
KÜLTÜR DEĞİŞMELERİ ve TÜRLERİ
İnsana ve topluma ait tüm değerler değiştiği gibi kültür de değişir. Evrende sabit bir şey yoktur; her şey sürekli bir akış ve oluş içindedir.
Kültür de değişir, dönüşür ve bir halden başka bir hale girer. Malinowski’ye göre kültür değişmesi bir toplumun mevcut sosyal, maddî ve
manevî yapısının bir biçimden başka bir biçime dönüşmesi sürecidir. Kültürel değişme, toplumun genelinin veya bazı kurumlarının kültürel
özelliklerinin kalıcı birtakım değişikliklere uğraması anlamına gelir. Ancak kültürel değişim hiçbir zaman kültürel başkalaşma anlamına
gelmez. Kültürel değişimde kültürün asıl öğeleri korunurken, kültürel başkalaşmada kültürün asıl öğeleri de ortadan kalkar ve başka bir
kültürel yapı ortaya çıkar.
Teknoloji Ve Ekonomik Faktörler
Teknoloji üretim için kullanılan yöntemler ve araçlardır. Teknoloji yardımıyla üretim araçları dönüştürülerek kullanım için yararlı hale
getirilir. Teknoloji, fizikî çevredeki işlenmemiş kaynakları toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak bir duruma getirmek için kullanılan araçlar ve
yöntemlerdir. Teknoloji, fizikî çevredeki işlenmemiş kaynakların toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak bir duruma getirmek için kullanılan
araçlar ve yöntemlerdir. İnsanların ekonomik güçleri değiştikçe satın alma ve tüketim alışkanlıkları, zevkleri, arzuları, heyecanları kısaca
yaşam biçimleri de değişir. Kültürün aynı zamanda bir yaşam biçimi olduğu dikkate alınınca ekonomik yapıda meydana gelen bir değişim,
beraberinde kültür değişimini meydana getirir.
Fiziki Çevre Faktörleri
İnsanlar bir bakıma çevrelerinin ürünüdür. Çevresini değiştiren insanların yeme içme alışkanlıkları, yerleşim tarzları, kısaca yaşamın maddî
unsurlarında önemli değişimler yaşanır. Bu değişimlerin diğer adı kültür değişmesidir.
Başka Kültürlerle Temas
Adına bilgi veya iletişim çağı denilen bir dönemde toplumların birbirleriyle, daha doğru bir ifadeyle kültürlerin birbirleriyle teması hızla
artıyor. Bu dönemde kültürel etkileşim, daha önceki dönemlerle karşılaştırılmayacak kadar hız kazanmış durumda. Kültürleri ve inançları
belli bir coğrafyada tutmak kolay olmadığı gibi iletişim teknolojilerinin hızla geliştiği bir ortamda kültürel etkileşimin önüne geçmek de kolay
olmamaktadır. Bir kültür başka bir kültürle temas sağladığı zaman kültürün maddî unsurlarındaki değişimi manevî unsurlardaki değişim
izler.
Kültürün Kendi İçindeki Değişme ve Gelişmeleri
Kültür tıpkı büyüyen, kökleşen ve serpilen bir çınar gibidir; bugünkü çınar dünkü çınar olmadığı gibi, bugünkü kültür de yarınki kültür
değildir. Kültürleme, bireyin doğumundan ölümüne kadar toplumun istek ve beklentilerine uyacak şekilde kendini düzenlemesi ve uyum
yönünde çaba göstermesidir. Kültür değişmeleri konusunda önemli kavramlardan biri kültürleşme, kültürleme ve kültürlenmedir. Burada
kültürleşme, insanın tüm yaşam evrelerini kapsayan bir süreçtir. Doğuştan ölüme kadar kesintisiz bir şekilde devam eder ve insanın zihinsel
yapısında sürekli bir değişme olur. Kültürlenme, farklı kültürler arasında etkileşim sonucunda ortaya çıkan bir kültürel değişime durumudur.
Farklı bir kültürel çevrede yaşamaya başlayan bireyin kendi kültüründe bulunmayan yeni alışkanlıklar edinmesi kültürlenmedir. Özellikle
göç durumlarında bir bireyin kendine özgü kültürü, karşılaştığı yeni kültürden etkilenerek değişimler meydana gelir. Bu değişimi sağlayan
şey, karşılaştığı bu yeni kültürün öğeleridir. Kültür değişmelerinde önemli kavramlardan biri de kültürel yayılmadır. Kültürel yayılma belli bir
kültürü bilinçli çabalarla başka topluma kazandırma çalışmasıdır. Geçmişte ve bugün misyonerler, tüccarlar ve diğer göçmen gruplar
aracılığıyla yayılan popüler kültür, günümüzde ise özellikle kitle iletişim araçları aracılığıyla toplumların otantik kültürlerini ortadan
kaldırarak kozmopolit bir küresel kültür ortaya çıkarmaktadır.
Serbest Kültür Değişmesi
Kültür değişmeleri iki şekilde olur. Bunlardan biri serbest kültür değişmeleri, diğeri zorunlu kültür değişmeleridir. Serbest kültür değişimi,
farklı kültürel yapılara sahip toplumların karşılaşması durumunda yaptıkları kültürel alışveriştir. Serbest kültür değişimi aynı zamanda bir
kültürün eğitim, teknolojik ve ekonomik gelişmeler sonucunda kendi içinde serbestçe değişmesi anlamına gelir. Serbest kültür değişmesi,
insana ve topluma ait her şeyin değişmesi gibi doğal bir durumdur.
Zorunlu Kültür Değişmesi
Zorunlu kültür değişmesi, bir toplumun başka bir toplumu hâkimiyeti altına almasıyla, kendi değerlerini, inancını ve topyekûn kültürünü
diğer topluma kabul ettirmesidir. Egemen bir kültürün daha zayıf bir kültürü etkisi altına alması, onu kendi içinde eritmesi şeklinde olursa
buna asimilâsyon denir.
Zorunlu kültür değişmeleri, çoğunlukla şu yollarla gerçekleşebilir:
Bir toplumun, başka bir toplumu işgal etmesiyle kendi kültürünü zorla benimsetmesi (emperyalist yöntem),
İktidar gücünü ele geçiren bir ihtilâlcı grubun sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasî anlayışlarını veya ideolojilerini topluma zorla
benimsetmeye çalışması,
Yönetici elit tabakanın devlet sisteminde yasal yollarla, toplumsal yapıda ise sosyal plânlama yoluyla bazı değişiklikler yaparak, ileri
bir zamanda toplumsal yapıda bazı değişimlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlama.
KÜLTÜR VE DAVRANIŞ İLİŞKİSİ
Kültürle davranış arasındaki ilişkiden önce, kültürle inanç arasındaki ilişki üzerinde durmak gerekir. İnanç kelime anlamı itibarîyle bir
düşünceye gönülden bağlı olmak demektir. Her toplumun kendine özgü inançları ve değerleri vardır ve bunlar o toplumun kültürünün
öğeleridir. Bunlar aynı zamanda bir kültürü diğerinden ayıran manevî kültür unsurlarıdır. Kültür bir bireyin her tür bilgisini, inancını
değerlerini, alışkanlıklarını, tutum ve davranışlarını içine alır. Her toplumun kendine özgü inançları ve değerleri vardır ve bunlar o toplumun
kültürünün öğeleridir. Bunlar aynı zamanda bir kültürü diğerinden ayıran manevî kültür unsurlarıdır. Bir kültürde özgürlük serbestlik
şeklinde anlaşılırken, başka bir kültürde özgürlük sorumluluk tarzında anlaşılır ve bütün bu anlayış farklılıkları kişinin inancına yansır.
İnançlar ise davranışın temelinde yatan en önemli faktörlerden biridir. Bilindiği gibi davranışların arkasında tutumlar, tutumların arkasında
ise inançlar vardır. İnançlar ve tutumlar kültüre göre şekil alır.
ÖZET;
Kültür genel olarak bir toplumun sahip olduğu maddî ve manevî değerlerinden oluşan bir bütündür. Toplumda mevcut her tür
bilgi, ilgi, alışkanlık, değer yargıları, tutumlar, davranışlar, görüş düşünce ve tüm davranış şekilleri o toplumun kültürünü oluşturur.
Buna göre kültürün iki genel boyutunun olduğu anlaşılmaktadır; bunlar maddî kültür boyutu ve manevî kültür boyutu. Maddî
kültüre şekil veren temel faktörün de manevî kültür olduğu dikkate alınınca aslında kültürü oluşturan manevî değerler bütününün
maddî (somut) alana yansımasıyla, kültürün manevî maddî boyutu ortaya çıkmış olur. Bu nedenle kültür denilince daha çok
“manevî” kültürün akla gelebileceğini ileri sürmek mümkündür. Bir insan topluluğunun (millet) ortak inanç ve uygulamaları onun
kültürünü oluşturur ve kültür bu yönüyle özel ve o millete has maddî ve manevî değerler bütününü ifade eder.
Kültürü, insanların ve toplumların psikolojik dünyalarına ve somut deneyimlerine anlam vermelerini sağlayan değerler, tasarımlar,
semboller ve simgeler bütünü olarak görebiliriz. Kültürler somut simgelerden, sembollerden ve deneyimlerden oluşur. Zaman
içinde kabul edilme durumuna göre tüm topluma yayılır ve toplumların ve grupların davranışlarını, inançlarını, tutumlarını ve
değerlerini oluşturur Kültür, toplumların tarihsel süreç içerisinde karşılaştıkları her tür ihtiyaçlarını çözmek amacıyla geliştirdikleri
ortak/paylaşılmış çözümler bütünüdür.
Kültür, toplumların ve grupların tecrübelerini, inançlarını, sanat anlayışlarını, ahlâkî ve hukuksal normlarını adet ve gelenekleri ile
sosyal bir varlık olarak tüm değerlerini içeren bir kavramdır. Burada yapılan tanım oldukça geniş ve kapsamlıdır. Bir toplumun
taşıdığı tüm değerleri ve ortaya koyduğu tüm eserleri kapsar. Kültür tanımında “değer” ve “eser” kavramları oldukça önemlidir.
Buna göre yeni bir tanım yapacak olursak diyebiliriz ki kültür; bir toplumun sahip olduğu değerler ve ortaya koyduğu eserler
bütünüdür. Bu tanım, kültürün içinde barındırdığı tüm maddî (somut) ve manevî (soyut) unsurları kapsayan geniş bir içeriğe
sahiptir. Kültür değişmeleri sırasında bu iki boyutta değişmeler yaşanır; ancak maddî kültür unsurlarının değişimi manevî kültür
unsurlarından daha hızlı ve kolaydır.
DAVRANIŞ BİLİMLERİ
ÜNİTE 6
ÖĞRENME VE ÖĞRENME KURAMLARI
ÖĞRENME KAVRAMI VE ANLAMI
Öğrenme, bir değişim aracı ya da değişimin sonucunda varılan sonuçtur. Daha çok eğitim sürecinde bir keşif, bir aşamadır. İnsanın
öğrenmesini tanımlamak zordur; bu zorluğu yenmek için pek çok çalışma yapılmakta ve kuramlar geliştirilmektedir. Öğrenmeye
sistemli yaklaşım, öğrenme sürecinin sistemli bir süreç olduğunu varsayar. Öğrenme yeni alışkanlıklar kazanmak için herhangi bir
durum karşısında tepkilerin düzenleniş süreci olarak tanımlanabilir.
Öğrenme insan özelliklerinin sonradan edinilmiş bütün yanlarını kapsar. İnsanın öğrenmesini tanımlamak zordur; bu zorluğu
yenmek için, pek çok çalışma yapılmakta ve kuramlar geliştirilmektedir.
Öğrenme bilişsel bir süreçtir; dolayısıyla öğrenme sistemi, bilişsel sistemin bir benzeridir. İnsan öğreneceği davranışı önce anlar,
sonra yorumlar, daha sonra da sınar. Sınama sonunda kendi gücüne dönüştürdüğü güçle düşünce üretir. Öğrenme, kurumsal
düşüncelerden, uygulama ve tecrübelerden elde edilen bilgilerle insan inançlarını, değerlerini, tutum ve davranışlarını değiştirme
sürecidir. Şu halde, öğrenme sonucu bilgi ve tecrübe birikimi olmaktadır.
Yapılandırmacı kurama göre bilginin elde edilmesi için aşağıdaki dört unsurun bulunması gerekir:
 Birey
 Öğrenme nesnesi (olgu veya olay),
 Birey ile nesne arasında etkileşim,
 Bireyin söz konusu nesneye yüklediği kişisel anlamdır.
Öğrenme, kavram olarak değişme kavramını da içerdiğinden, davranıştaki her değişim sürecinde oluşan öğrenmeye, öğrenme
süreci adı verilir.
Bireyin öğrenme sürecine aktif olarak katılımlarını ve öğrenme etkinliklerinin onların tecrübe ve yaşantılarıyla ilişkilendirilmesini
gerektirir. Öğrenmenin oluşabilmesi için bireyin yeni olayları veya olguları zihninde daha önce öğrendikleri ile ilişkilendirmesi
gerekir.
Crow’a göre öğrenme, değişmeyi içeren bilgi, tutum ve alışkanlıkların kazanılmasıdır. Bireyin kişisel ve toplumsal uyumunu sağlar.
Öğrenme, kavram olarak değişme kavramını da içerdiğinden, davranıştaki her değişim sürecinde oluşan öğrenmeye, öğrenme
süreci adı verilir. Burton, öğrenmeyi, bireyde, çevresiyle etkileşimi sonucu oluşan, bir gereksinmeyi karşılayan ve onun çevresiyle
baş edebilir hale gelmesini sağlayan bir değişim olarak tanımlamaktadır. Haggard’a göre öğrenmeyi, yaşantının sonucunda
davranışta meydana gelen değişmedir.
Öğrenme ile ilgili tanım ve açıklamalar, öğrenme eyleminin bazı ortak noktalarının olduğunu göstermektedir. Bunlar;
 Yaşantı ürünü olması,
 Kalıcı olması,
 Davranış değişikliğinin meydana gelmesi,
 Bir süreci içermesidir.
Refleksleri, öğrenme sonucunda ortaya konan davranışlardan ayırmak gerekir.
Öğrenme sonucunda kişinin davranışlarında kalıcı etkiler meydana gelir. Bilindiği gibi davranış organizmanın bir etkiye karşı bilişsel
süreçler sonucunda ortaya koyduğu tepkidir. Bu davranışlardan bir kısmı öğrenmenin sonucunda ortaya çıkmaz; bilinçdışı olarak
meydana gelir.
Öğrenme belli bir süreci kapsayan zihinsel bir etkinliktir. Bu süreçte öğrenmeyi etkileyen birçok faktör vardır. Her şeyden önce
öğrenmenin olabilmesi için öğrenenin buna hazır olması gerekir. Bir organizmanın, istenilen davranışı göstermesi, daha doğru bir
ifadeyle öğrenebilmesi için gerekli biyolojik alt yapıya sahip olması gerekir. Buna kısaca türe özgü hazıroluş denir. Öğrenme
sürecini etkileyen diğer bir faktör de olgunlaşma durumudur. Öğrenmenin gerçekleşmesi için öğrenmenin içeriğine uygun bir
olgunluk düzeyinde bulunmak gerekir.
Öğrenme sürecinde kişi önceki öğrenmelerinden etkilenir. Buna göre her yeni öğrenme öncekinin etkisinde gerçekleşir. Öğrenme
sürecinde önceki öğrenmelerin sonrakileri etkilemesi, aktarım (transfer) olarak adlandırılır. Bu aktarımda bir alanda öğrenilmiş
bilgi ve beceriler bir başka alandaki bilgi ve becerilerin öğrenilmesini kolaylaştırıyor ise buna olumlu aktarım, öğrenmeyi
zorlaştırıyor ise olumsuz aktarım (olumsuz transfer) denir. Buna aynı zamanda ileriye ket vurma denir.
Öğrenmeyi etkileyen bir diğer faktör ise zekâdır. İnsanların zekâ düzeyleri yükseldikçe, öğrenme hızları ve yetenekleri artar.
Öğrenme süreci aşağıdaki aşamaları kapsar:
 Anlama aşaması. Öğrenme süreci, öğrencinin kendisine gösterileni algılaması ile başlar. Önce öğrenen hedef davranışı iyi
algılamalıdır. Hedef davranış, insanın trafik kurallarına uygun davranan bir yaya olmasıysa, bu hedefin ne olduğunu neye
yaradığını, niçin gerektiğini ve benzeri yönlerini anlayabilmelidir.
 Yorumlama aşaması. Yorumlama aşamasında kişi, gösterilen hedef davranış ile öğretilenlerden algılayabildiklerini
irdelemeye çalışır.
 Öğrenmenin imlerini yakalama. İm (ipucu, cue), öğrenmeyle gelen bir uyaranın, insana ne yapacağını, nasıl yapacağını
üstü kapalı olarak gösteren ipucudur. İnsan, öğrenme sürecinde birçok uyaran alır. Bu uyaranlar, yapılacak tepkiyi üstü
kapalı olarak imler. İmler, uyaranın parçalarıdır.
 Yorumlamada kararsızlık. Öğrenme sürecinin yorumlama aşamasında insan, kararsızlığa düşebilir. Kararsızlık, kimi kez
insanı zorlayarak öğrenmeden vazgeçirebilir; bazen de yorumlama aşamasını gereğinden fazla uzun sürdürebilir.
 Öğrenmeyi sınama aşaması. Sınama, insanın sunulan bilgi, beceri ve tutumu öğrenmek için yaptığı gözlenebilir
davranışlarıdır. Yorumlama, öğrenme için ne ve nasıl yapılacağıyla ilgili kararların uygulamaya konulmasıdır. Sınamayla
insanın öğrenim görevini yorumlaması bitmiş değildir. İnsan, sınama aşamasında öğrendiklerini yorumlayarak yeni
kararlar alır.
 Öğrenme sisteminin çıktısı. İnsan, öğrenme sürecinde anlama, yorumlama ve sınama aşamalarını geçerek, öğrenmenin
ürününü (öğrenilen) elde eder. Öğrenmenin ürünü, öğrenen kişinin davranışlardaki değişimle kendini gösterir.
ÖĞRENMENİN ÖZELLİKLERİ VE ŞEKİLLERİ
Öğrenme sürecinde birey elde ettiği yeni bilgilere kendilerine özgü bir anlam yüklemektedir. Dolayısıyla bireyin öğrenmesi, kendisine
sunulan bilgilerin ham biçimiyle değil bu bilgileri kendi zihninde yapılandırdığı biçimiyle gerçekleşmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında,
öğrenmenin doğasına ilişkin olarak, yapısalcı teori, aşağıdaki temel öğrenme ilkelerini ileri sürmektedir:
 Öğrenme aktif bir eylemdir. Pasif bir bilgi ve deneyim alma süreci değil aktif bir anlam oluşturma sürecidir.
 Öğrenme kavramsal bir değişmeyi içerir. Bireyin çeşitli kavramlar ile ilgili önceki anlayışını daha geçerli hale getirmek için onu
yeniden yapılandırır.
 Öğrenme özneldir. Öğrenme bireyin öğrendiklerini çeşitli semboller, metaforlar, imgeler, grafikler veya modeller yoluyla
içselleştirmesidir.
 Öğrenme durumsaldır. Çevresel şartlara göre şekillenir; öğrenciler, egzersiz yapmaktan ziyade, gerçek hayat problemlerine benzer
nitelikteki problemleri çözmeyi öğrenirler.
 Öğrenme sosyaldir. Öğrenme, bireyin düşüncesini paylaşmak, bilgi alışverişinde bulunmak ve problemleri iş birliğine dayalı olarak
çözümlemek üzere başkalarıyla olan etkileşimleri sayesinde gelişir.
 Öğrenme duygusaldır. Zihin ve duygu birbiriyle ilişkilidir; dolayısıyla öğrenmenin doğası; bireyin kendi becerileri hakkında sahip
olduğu görüşler ve farkındalıklar, öğrenme amaçlarının açıklığı, kişisel beklentiler ve öğrenmeye karşı olan motivasyonundan
etkilenir.
Öğrenmenin niteliği, öğrenme sürecinde önemlidir. Öğrenme, değişmek demektir; dolayısıyla öğrenme, bireyin kendi yaşantısı
sonucunda bilgi, tutum ve davranış değişikliği olarak tanımlanabilir.
Öğrenme şekillerini aşağıdaki gibi açıklayabiliriz:
o Algılama yoluyla öğrenme. Bireyin dış dünyadaki nesneler hakkında duyu organları yoluyla duyumsadığı mesajların
beyinde yorumlanması ve anlam kazandırılmasıdır.
o Gözlem ve taklit yoluyla öğrenme. Basit olarak bireyin çevresinde gelişen bir olayı veya davranışı gözlemlemesi ve onu
olduğu gibi taklit etmesidir.
o Model alma yoluyla öğrenme. Bu öğrenme, bireyin kendi çevresinde değerli olarak gördüğü bir tutumu veya davranışı
örnek almasıdır.
ÖĞRENME KURAMLARI
İçinde bulunduğumuz uygarlığı yaratmak, daha önceki insanlardan daha zeki veya yetenekli olduğumuz için değil daha çok şey
öğrenmiş olmaktan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle uygar toplumlar eğitim sistemlerini önemli bir ulusal strateji olarak algılar ve
eğitim kalitelerini sürekli artırmak için çabalarlar.
Her kuram öğrenme olgusunu farklı yönden incelemiştir. Kimi öğrenmeyi sadece davranışsal süreçlerle açıklarken, kimi bilişsel
olarak, kimi öğrenmeyi bilgi işlem eylemi olarak görürken, kimi de nörofizyolojik olarak ele almaktadır. Öğrenme olgusunun tüm
yönlerini açıklayan bir tek kuram henüz geliştirilmiş değildir.
ÖĞRENME
KURAMLARI
Davranışçı Kuramlar
Bilişsel Kuramlar
Duyuşsal Kuramlar
Nörofizyolojik Kuram
Davranışçı Kuramlar
Davranışçı kuramlardan biri Ivan Pavlov’a ait klasik koşullamadır. Rus fizyologu olan Pavlov fizyolojik araştırmalarının büyük bir
kısmını köpeklerin koşullanmaları üzerine yapmıştır. Diğer birçok araştırmanın yapılmasında olduğu gibi Pavlov’un araştırması da
rastlantı sonucu ortaya çıkmıştır. Bir gün Pavlov, üzerinde araştırma yaptığı bir köpeğin, boş yemek çanağını görünce, kendisine
yemek veriliyormuş gibi salgı ürettiğini gözlemiştir. Olayı daha ayrıntılı olarak incelemek isteyen Pavlov, köpekler üzerinde
koşullama deneyi yapmaya karar vermiştir. Klâsik koşullanma söz konusu kararın sonucunda yürütülen bir dizi araştırmayı
kapsamaktadır. Bu araştırmalarda doğal uyarıcı ile koşullu uyarıcının beraber verildiği her durumda organizmanın iki uyarıcı
arasındaki ilişkiyi öğrendiği görülmüş ve buna kazanma adı verilmiştir.
Davranışçı kuramlar, öğrenmenin uyarıcı ile davranış arasında ilişki kurularak geliştiğini ve pekiştirme yoluyla davranışın devam
ettiğini belirtir.
Gözlenebilir ve ölçülebilir uyaranları ve tepkileri esas alan davranışçı yaklaşımda üç temel öğrenme süreci vardır. Bunlar klâsik
koşullanma, edimsel koşullanma ve gözlem yolu ile öğrenmedir.
Gözlem Yoluyla Öğrenme veya diğer adıyla Sosyal Öğrenme kuramına göre ise insan davranışları sadece pekiştirmeler yoluyla
biçimlendirilmez; aksine öğrenme bilişsel, davranışsal ve çevresel faktörlerin karşılıklı etkileşimleriyle gerçekleşen karmaşık bir
süreçtir.
Klâsik koşullama kuramı (Pavlov)
Koşullanma, bir canlının yaşamını sürdürecek yiyecek, su gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmasını güvenceye alan ışık, ses, koku gibi
uyaranları öğrenmesidir. Klâsik koşullanma şu varsayıma dayanır: Eğer insana ihtiyaçlarını karşılayan doğal uyarıcıyla birlikte doğal
olmayan bir uyarıcı verilirse, bu uyarıcıya yapılan tepki ile insanın ihtiyacı karşılanırsa ve bu deney birçok kez yenilenirse, doğal
uyarıcı verilmeksizin, doğal olmayan uyarıcı verildiğinde insan buna doğal uyarıcıymış gibi tepkide bulunur. Bu deney sonunda
insan doğal olmayan uyarıcıya koşullanır ve doğal uyarıcıya gösterdiği tepkiyi yineler. Buna koşullu tepki denir.
Koşullanma, bir canlının yaşamını sürdürecek yiyecek, su gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmasını güvenceye alan ışık,
ses, koku gibi uyaranları öğrenmesidir.
Davranışçı öğrenme yaklaşımı Ivan Petrovich Pavlov ve izleyicisi Amerikalı bilim adamı, John B. Watsona’a dayanmaktadır. Bu
yaklaşım öğrenmeyi, “bir uyarı alma ve o uyarıya bir reaksiyon-tepki hazırlama” olarak algılamaktadır. Pavlov, uyarıcı-tepki
ilişkilendirme deneylerinde refleksif davranışların oluşmasında dış uyarıcıların etkili olabileceğini ortaya çıkarmaya çalışmıştır.
Köpeklerle ilgili deneyinde, köpekleri beslediği zaman, onların salya ürettiğini fark eder. Köpekler yiyeceği görür görmez salya
üretmektedirler. Pavlov, daha sonra köpeklere yiyecek verirken zil çaldığında ve bu durumu da birçok kez tekrar ettiğinde, artık
köpeklerin yiyecek olmadan da sadece zil sesine (koşullu uyarıcı) bile salya salgıladığını fark eder. Dolayısıyla Pavlov’a göre,
köpekler zil sesine şartlanmışlardır. Pavlov’un bu deneyi, davranışçı öğrenmede uyarıcı-tepki ilişkisini doğurmuştur. Klâsik
koşullanmacılar, zil ile salya arasındaki bağı “öğrenme” olarak tanımlamaktadır.
Zira öğrenme dediğimiz özünde kavramları kavrama, bunlarla yeni düşünceler üretebilmedir. Bu yönüyle öğrenme insana has bir
olgudur. Bu çerçevede hayvanların sadece terbiye edilmelerinden bahsedilebilir.
Pavlov’un deney düzeneğinde et, kokusu ve tadıyla tüm köpekleri uyaran koşulsuz yani doğal uyarıcıdır. Koşulsuz uyarıcılar,
organizmayı doğal olarak uyarabilen ve organizmada tepkiyi otomatik olarak meydana getiren uyarıcıdır. Koşulsuz uyarıcıya karşı
gösterilen tepki koşulsuz tepkidir. Koşulsuz tepki göstermek için koşullanmak veya koşullu bir uyarıcının (zil sesi) olması gerekmez.
Koşullu uyarıcıya karşı gösterilen tepkiye ise koşullu tepki (zil sesinin salyaya neden olması) denir.
Klâsik koşullanma yoluyla öğrenilenler sonradan ortadan kaldırılabilir.
Klâsik koşullanmanın daha iyi anlaşılması için modeli açıklayan bazı kavramların bilinmesi gerekir. Bu kavramlardan biri,
pekiştirmedir.
Klâsik koşullanma kuramının diğer önemli kavramlarından biri sönme ve kendiliğinden geri gelmedir. Koşullanma sürecinde
pekiştirilmeyen davranışlar zamanla söner. Nitekim öğrenme bir pekiştirmeyle (zil sesi-et eşleştirmesi) sağlandığı için pekiştirme
yapılmazsa süreç tersine işler. Koşullu uyarıcı, uyarıcı olma yeteneğini kaybederek sönme olur ve koşullu tepki ortadan kalkar.
Kendiliğinden geri gelme ise sönen bir koşullu tepkinin bellekten tümüyle silinmeden gerek duyulduğu zaman kendiliğinden
(otomatik) geri gelmesidir.
Olumsuz pekiştirmede, belli bir davranışı, kişiyi üzen rahatsız edici bir durumun ortadan kalkması izlerse, o zaman bu davranışın
tekrarlanma olasılığı artar.
Koşullu uyarıcılar birbirine çok yakın olsa da organizma aralarındaki ayrımı fark ederek koşullu tepki göstermez. Buna ayırma denir.
Koşullu uyarıcı ve koşullu tepki durumunda insanlar genellikle olumlu veya olumsuz durumları, alâkasız alanlara da yansıtırlar.
Garcia etkisi denilen bu duruma göre kişi biri hakkında olumlu bir düşünceye sahip ise ondaki tüm tutum ve davranışları olumlu
olarak görür.
Edimsel (Operant) koşullama kuramı (Skinner)
Edimsel koşullanma, organizmanın belli bir uyarana karşı gösterdiği bir tepkinin pekiştirilerek tekrar gösterilme olasılığının
arttırılmasıdır. Skinner, yalnız tepkilerin değil edimlerin de şartlanabileceğini ileri sürmüştür. Tepkiler belirli uyarıcılara gösterilir.
Edimler ise çevresel uyarıcılardan bağımsız, içten gelen ve kendiliğinden yapılan hareketlerdir.
Operant şartlanmada olumlu sonuç veren bir edimin tekrarlanma olasılığını artırmak mümkündür. Bunun için edimin
ödüllendirilmesi gerekir. Bu olumlu veya olumsuz pekiştirmelerle olabilir. Olumlu pekiştirmede, belli bir davranış kendiliğinden
meydana geldiğinde bunu ileride davranışın tekrarlanma olasılığını artıran kıvanç verici bir olay izler. Buna ödül veya teknik terimle
“olumlu pekiştireç” denir.
Edimsel koşullanmanın temelinde yatan düşünce; pekiştirilen davranışlar devam ettirilirken, pekiştirilmeyen davranışların zamanla
sönmesidir. Edimsel koşullanma kuramının; tepkisel davranış, edimsel davranış, tepkisel koşullanma ve edimsel koşullanma olmak
üzere dört temel kavramı vardır.
Kuramda tepkisel davranış, bir uyarıcı tarafından oluşturulan davranışlardır ve tüm refleksleri kapsar.
Edimsel davranış bir davranış sonuçları tarafından kontrol edilir. Davranıştan sonra kişi haz veya ödül duygusu yaşarsa
davranış tekrar eder, aksi halde davranıştan sonra organizma acı veya elem duygusu yaşarsa, davranış tekrar etmez.
Tepkisel koşullama, Pavlov’un klâsik koşullaması ile (koşullu uyarıcının koşullu tepkiye neden olacağı) aynı anlamdadır.
Edimsel koşullama, iki bakımdan incelenebilir. Bunlardan ilki, uyarıcı bir pekiştirici tarafından desteklenirse tepkiler de
tekrarlanır. İkincisi ise uyarıcıları destekleyen her pekiştirme, edimsel tepkinin meydana gelme sıklığını artırır.
Pigmalion etkisi, diğer kişiler hakkında hatalı görüşleri olan kişinin, kendi hatalı görüşlerini doğru biçimde değerlendiremeyeceği
anlamına gelir.
Edimsel koşullanma kuramında iki temel kavram vardır ve bunlar kuramın anlaşılması bakımından önemlidir. Bunlardan biri
kendini gerçekleştiren (doğrulayan) kehanet, diğeri de batıl davranışlardır.
Bitişik (bağlantı) kuramı (Watson - Guthrie)
Bağlantı kuramına göre öğrenme, sınama-yanılma süreciyle olur. Bağlantı kuramında insanların uyaran-tepki bağlantılarını seçmesi
ve engellerini ayıklaması önemlidir. Bu kurama göre öğrenmede dört etken önemlidir. Bunlar; dürtü, im, tepki ve ödüldür.
Watson, öğrenmenin insanın çocukluk, olgunluk ve yaşlılık dönemlerinde çevresindeki uyarıcılara gösterdiği tepkilerin birleşmesi
sonucu koşullanma yoluyla ortaya çıktığını belirtmektedir.
 Dürtü, insanın içinden gelen ve onu uyarana karşı tepkide bulunmaya iten güçtür. Dürtüler çoğunlukla temel
güdülere dayanır. Ama uyarana yanıt vermede öğrenilmiş güdüler de etkilidir.
 İm. Uyarandan gelen ipuçlarıdır. İm, insanın dürtüsünü doyurmak için yapacağı tepkiyi yönlendirmesine,
sınırlandırmasına ve tepkinin yapılmasına yardım eder.
 Tepki. İnsanın dürtüsünü doyurmak için uyarana verdiği yanıttır. Bu yanıtın doğru seçilmesi ve verilmesi gerekir.
 Ödül. İnsanın dürtüsünün doyurulmasıdır. İnsan dürtüsünü doyurduğunda içine düştüğü dengesiz durumdan
kurtularak durulur ve rahatlar.
Bağlaşımcılık (Thorndike)



Bilim adamları tutumla davranış arasında korelasyonun zayıf olduğunu belirtirler. Ancak uyarıcılarla davranış arasında tam bir
korelâsyon veya bağlaşımcılığın olduğunu ileri süren Thorndike, uyarıcı ve davranışın birbirine nöronal (sinirsel) bir bağla
bağlandığını savunur.
Thorndike’ a göre öğrenmenin en temel ilkesi deneme-yanılma yoluyla yapılan öğrenmedir. Bu kuram daha sonra seçme ve
bağlama yoluyla öğrenme olarak da ifade edilmiştir.
Thorndike’a göre öğrenme, her şeyden önce büyük sıçramalarla kazanılmaz; küçük, istikrarlı adımlar sonucunda gerçekleşir.
Edimsel koşullanma, öğrenme üzerinde kurulmuş ve davranışı belirleyen bir olgu olmuştur.
Sistematik davranışçı kuram (Hull)
Bir mühendis olan Hull, öğrenmeyi matematiksel bir modelle açıklamaya çalışmıştır. Hull, kuram oluşturma anlayışında, varsayımsal veya
mantıksal tümdengelim (dedüksiyon) yöntemlerini benimser. Hull’a göre bir davranış sürecinde dışsal bir uyarıcı, duyu sinirlerinde etkiyi
başlatır. Duyu sinirleri üzerindeki etki, uyarıcı ortadan kalktıktan sonra da birkaç saniye sürer. Hull, bu etkiyi uyarıcı izi olarak
adlandırmaktadır. Davranışçıların geleneksel Uyarıcı - Tepki formülü, Hull’ın modelinde Uyarıcı - Uyarıcı kalıntısı - Tepki şeklinde formüle
edilir. Hull’un üzerinde durduğu temel kavramlardan biri de duyusal uyarıcıların etkileşimidir.
Bilişsel Kuramlar
 İnsan pek çok davranışı koşullanarak öğrenir; ancak insan karmaşık davranışlarını bilişsel gücü ile kazanır. Bilişsel kurama göre
öğrenme süreci bir içgörüdür. Doğrudan gözlenemez. Öğrenmenin sonunda insanın davranışlarında oluşan değişme gözlenerek,
öğrenmenin olup olmadığına ilişkin bir kanıya ulaşılır.
 Bilişsel öğrenme, öğrenme olgusunu aşağıdaki gibi açıklamaktadır:
Yer öğrenme. Bireyin çevreyle ilgili mekânsal harita, ya da bilişsel harita oluşturmasıdır.
Taklit ve örnek alma. Bireyin başka birini taklit etme ya da davranışlarını örnek almasıdır.
Kavrama yoluyla öğrenme. Tipik bir kavrama deneyinde bir problem sorulur. Görünürde hiçbir ilerleme olmadan
bir süre geçer, sonra çözüm birdenbire gelir.
Bilişsel kuramcılar, öğrenme sürecinde U-T (uyarıcı-tepki) teorilerini kabul etmemektedirler. Bunlardan birisi
olan Edward C. Tolman, öğrenmenin deneme-yanılma deneyimleri ile değil sistemli ve amaçlı olduğuna yönelik
araştırmalar yapmıştır.
Bilişsel kuramlar; Tolman’ın geliştirdiği İşaretsel Öğrenme Kuramı, Wertheimer, Köhler ve Koffka’nın geliştirdiği
Gestalt Kuramı, Bandura’nın geliştirdiği Sosyal Bilişsel Öğrenme Kuramı’ndan oluşmaktadır. Hayvanlar üzerinde
yapılan deney sonuçlarını insanlara genelleyen davranışçı kuramcıların aksine, bilişsel kuramcılar, merkeze insanı
koyarlar ve bazı zihinsel süreçlerin sadece insana özgü olabileceğini ileri sürerler.
İşaretsel öğrenme kuramı (Tolman)
Bilişsel kuramlar, temelde davranışçı kuramlardan ayrıldığı için bilişsel kuram teorisyenleri davranışçılar gibi davranışları bölerek veya
parçalayarak değil bir bütün olarak değerlendirir. Davranışçıların uyarıcı-tepki tarzındaki davranış formülü, bilişsel kuramcıların elinde
uyarıcı-organizma-tepki şekline dönüşür. Tolman’a göre davranışçıların davranışı küçük birimlere bölerek değerlendirmeleri, bütünü gözden
kaçırma anlamına gelir.
Organizma bilişsel haritalarını kullanarak kendini amaca ulaştıran yolu seçer; bu durum en az çaba ilkesi olarak adlandırılır.
Tolman’ın geliştirdiği bilişsel öğrenme kuramında öğrenme her zaman bilinçli ve iradî bir eylem olarak görülmez. Yapılan araştırmalar, örtük
öğrenmenin zihinsel imge veya bilişsel harita olarak depolandığını ve bunların da öğrenme olarak ortaya çıktığını göstermektedir.
Organizma bilmediği bir durumla karşılaştığı zaman bu imge veya haritaları kullanır. Örneğin, kişi belli güdü durumlarıyla belli nesneleri
ilişkilendiriyorsa buna kateksis öğrenme denir.
Gestalt kuramı (Wertheimer, Köhler, Koffka)
“Gestalt” kelimesi Almanca “hep, bütün” anlamına gelmektedir. Gestalt psikolojisi sadece öğrenme üzerinde odaklanmış bir psikoloji
değildir. Gestalt kuramcıları aynı zamanda algılama üzerinde de durmuşlardır. Kuramın temelini oluşturan düşünce; bir organizma, kendini
oluşturan parçaların örgütlenmiş bir bütünüdür anlayışıdır. Organizmayı parçalayarak, onu fiziksel ve kimyasal elementlere indirgeyerek
anlamak mümkün değildir. Çünkü her bütün kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazladır ve farklıdır.
Gestalt kuramının temelini oluşturan düşünce; bir organizma, kendini oluşturan parçaların örgütlenmiş bir bütünüdür anlayışıdır. Çevresel
uyaranların yaşantılarla deneyimlenmesi insan beyninde bir etki bırakır. Beyinde meydana gelen söz konusu etkinliği Koffka bellek süreci
olarak adlandırmaktadır. Ancak Koffka’ya göre bu etkinlik bir kez yaşanıp biten bir şey değildir. Bunun beyinde izi (hatırası) kalır. Bu ize
Koffka bellek izi demektedir. Gestalt psikologlarından Köhler, içgörüsel öğrenme ve problem çözme yaklaşımını geliştirmiştir.
İç görüsel öğrenmenin ve problem çözmenin ilkeleri şu şekilde belirlenmiştir:
Problem çözme sürecinde ön çözümden çözüme geçiş, anî ve kesin bir şekilde gerçekleşir.
İçgörü yoluyla edinilen deneyim, genellikle net ve hatasızdır.
İçgörü yoluyla problem çözümü, uzun süre hatırlanır ve diğer problemlerin çözümüne uyarlanabilir.
Daha zeki olanlar diğerlerine
Köhler içgörüsel öğrenme ve problem çözme yaklaşımı üzerinde dururken, Wertheimer iki farklı problem çözümünden bahseder.
İlk kez Rus psikolog Bluma Zeigarnik’in ifade ettiği bu etki, bitmemiş işlerin ve ilişkilerin daha kolay, daha sık hatırlandığı üzerinde durur.
Yarım kalan aşkların unutulmadığını, yarım kalan tatillerin daha fazla zevk verdiğini ve unutulmadığını açıklar. Kurama göre
tamamlanmayan önemsiz şeyler, tamamlanan önemli şeylerden daha fazla hatırlanır. Araştırmalar bireyin tamamlanmamış işleri,
tamamlanmış işlerden daha kolay hatırladıklarını göstermiştir. Bunun nedeni dürtünün davranışla tamamlanmamasından dolayı doyuma
ulaşılamamış olmasıdır.
Sosyal bilişsel öğrenme (Bandura)
Sosyal öğrenme kuramı, insanın pek çok davranışını çevresinde bulunan insanların yaptığı davranışları öykünerek öğrendiğini savunur.
Öykünme, örnek alınan bir insanın davranışlarının benzerlerinin yapılmasıdır. Bandura’ya göre bir kişinin gözlemleyerek öğrenmesi, kişinin
sadece diğer kişilerin etkinliklerini basitçe taklit etmesi ile değil deneyimlediği olayları bilişsel olarak işleme tâbii tutması yoluyla olur. Kısaca
Bandura’ya göre gözlem yoluyla öğrenme ile taklit yoluyla öğrenme aynı şeyler değildir. Gözlem yoluyla öğrenmede bilinç daha uyanık veya
daha işlevseldir. Davranışı pekiştirilen bireyin davranışlarını gözlemleyen kişilerin de benzer davranışları gösterme sıklığı artar. Bandura
gözlenen davranışların, bireyi sadece bilgilendirmekle kalmayıp, aynı zamanda davranışı yapma konusunda güdüleyeceğini belirtir.
Sosyal bilişsel öğrenme kapsamında Bandura aşağıdaki gibi bazı ilkeler belirlemiştir:
Karşılıklı belirleyicilik ilkesi. Bu ilkeye göre bireyle çevre birbirini karşılıklı olarak etkiler; yani bireyle çevre arasında etkileşim vardır. Bireyin
davranışı ve çevre, karşılıklı olarak etkileşim içersindedir. Bu etkileşimler, bireyin daha sonraki davranışları üzerinde de etkili olur.
Sembolleştirme kapasitesi. Bandura, insanların, dünyayı olduğu gibi değil, bilişsel semboller veya temsilciler aracılığıyla tanımladıklarını
belirtir. İnsan konuşurken ve düşünürken sürekli semboller kullanır. Dildeki kelimeler aslında sembollerdir. Dünyayı da nesnelerle birlikte
algılarız. Nesneler ise soyut düşüncenin somut görüntüleri ve sembolleridir.
Öngörü ve dolaylı öğrenme kapasitesi. Her insan gelecek için plân yapar ve o plân doğrultusunda geleceği öngörmeye çalışır. Kişinin
öngörü kapasitesi arttıkça, geleceği için plân yapabilme kapasitesi de artar. Dolaylı öğrenme kapasitesi insanların başkalarının davranışlarını
ve bu davranışların sonuçlarını gözlemleyerek öğrenmesini ifade eder.
Sosyal bilişsel öğrenme süreci, kişinin öğrendiklerini gözlemleri yoluyla öğrendiğini ve burada farklı süreçlerin etkili olduğunu
belirtmektedir. Bunlardan biri Dikkat sürecidir. Gözlem yoluyla öğrenmede dikkat, öğrenmenin temel faktörlerinden biridir. Birey, model
alacağı veya gözlemleyeceği uyaranlara dikkat etmedikçe, onları doğru biçimde algılayamaz; algılayamadığı zaman da öğrenme eylemi
gerçekleşemez. Sürecin ikinci aşamasında hatırda tutma vardır.
Bilgiyi İşleme (Duyuşsal) Kuramı
Duyuşsal kuram, öğrenmenin nasıl gerçekleştiği ve doğasının nasıl olduğundan çok onun sonuçlarıyla ilgilidir. Bu kuram, kişinin sağlıklı
benlik algısı ve ahlaki gelişimi gibi duyuşsal sonuçlarıyla ilgilenir. Bu nedenle öğrenmenin zihinsel, duyuşsal ve davranışsal sonuçlarının
birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını ileri sürer. Kurama göre kişi çevresinden sürekli olarak kendisine ulaşan duyu uyaranlarını
değerlendirip düşünsel, duyuşsal veya davranışsal tepkide bulunur.
Öğrenme sürecinde algılamayı kodlama takip eder. Kodlama, kısa süreli bellekteki bilginin, uzun süreli belleğe belli sembollerle
aktarılmasıdır.
Bilgi işleme kuramına göre öğrenmeyi sağlayan süreçler şu şekilde işler:
Çevredeki uyarıcıların alıcılar (duyu organları) yoluyla duyumsanması,
Bilginin işlenerek duyusal kayıt altına alınması,
Duyusal kayda alınan uyaranların dikkat ve seçici algı yoluyla kısa süreli belleğe geçirilmesi,
Bilginin kısa süreli belleğe kaydedilmesi,
Bilginin tekrarlar yapılma yoluyla uzun süreli bellekte depolanması,
Bilginin uzun süreli bellekten işleyen belleğe çağrılması veya hatırlanması,
Bir davranışta bulunmak için bilginin işleyen bellekten tepki üreticisi olan kaslara gönderilmesi.
Bilişsel süreçler şeklindeki öğrenme dikkat, algılama, kodlama ve anlamlandırma basamaklarından oluşur. Öğrenme sürecinde algılamayı
kodlama takip eder. Kodlama, kısa süreli bellekteki bilginin, uzun süreli belleğe belli sembollerle aktarılmasıdır. Davranış değişimi olmadığı
müddetçe zihnin değişmesi sadece entellektüel duyguları tatmine yarar. Duyuşsal değişme gerçekleşmediği sürece de kişiliğin değişmesi
mümkün değildir.
Duyuşsal öğrenme aşağıdaki süreci izler:
Algılama: Belirli bir fikir, olay ya da uyarıcıya dikkat etme, bunlara karşı hoşgörülü olma ve belirli uyarıcıları diğerlerinden ayırarak seçme
anlamına gelir.
Tepkide bulunma: Uyarıcılarla ilgilenme ve onlara tepkide bulunmayı kapsar.
Değer verme: Bir davranış, olay ya da olguya önem verme; bir değeri diğerlerine tercih etme ve bir değere kendini adama.
Örgütleme: Farklı değerleri tutarlı bir değerler sistemi oluşturacak şekilde örgütleme.
Bütünleştirme: Özümsenen değerlerle tutarlı bir yaşam felsefesi ya da dünya görüşü geliştirmedir.
Nörofizyolojik Kuram (HEBB)
Kurama göre çocuk, rastgele bir şekilde birbiriyle ilişkilenmiş, karmaşık bir nöron ağı donanımı ile dünyaya gelir. Nöron ağları, duyusal
yaşantılar yoluyla organize olur. Çevre ile etkileşim sırasında, nöronlar arasında rastgele bağlantılardan oluşan ağ şekillenerek, ağ sistemine
yeni bağlantılar eklenir. Nörofizyolojik kurama göre, öğrenme beyinde limbik sistem adı verilen bölgede gerçekleşir.
Beyin Temelli Öğrenme İlkeleri
Beyin, öğrenmenin merkezi ve temel kaynağıdır. Beyin temelli öğrenme beyinde meydana gelir; dolayısıyla beynin genel yapısını
ve öğrenme tarzını kavramak gerekir. Beyin sağ ve sol yarım kürelerden oluşur. Bu yarım kürelerin görevleri aynı değildir. Ancak
bunlardan birinin diğerine bir üstünlüğü yoktur. Beyin işlerken her iki yarım küre birbiriyle etkileşim hallindedir .
Beynin sol yarım küresi zihinsel ağırlıklıdır, nesneleri ve adları hatırlama işlevi görür. Kelimeleri, kavramları beller ve onlarla
düşünmeyi sağlar. İnsan duyguları sol yarım kürede kontrol edilir. Ayrıntıların fark edildiği bölgedir. Analitiktir; yazma ve
konuşmada daha işlevseldir. Sağ yarım küre ise sezgilerle ilgilidir. Yüzleri hatırlar, daha çok görüntülerle düşünür.
Beynin sağ ve sol yarım kürelerini dikkate alan ve zihinsel deneyimlere nörofizyolojik açıdan destek sağlayan nörofizyolojik kuramın
öğrenme ilkeleri aşağıdaki gibi sıralanmaktadır:
Beyin paralel bir işlemcidir. İnsan beyni düşünce, duygu ve imgeleme gibi farklı işlevleri eş zamanlı olarak işleme sokabilir.
Öğrenme fizyolojik bir olaydır. Kalp, akciğer, mide veya böbrek gibi beyin de fizyolojik kurallara göre çalışır. Öğrenme nefes alıpverme kadar doğal bir işlevdir ve onu engellemek veya kolaylaştırmak mümkündür. Etkin bir öğrenmenin sağlanabilmesi için
beynin yenilik, keşif, problem çözme gibi alıştırmalarla zorlanması gerekir.
Anlam yükleme, örüntüleme ile olur. Örüntüleme, elde edilen duyu verilerinden yararlanarak bilginin anlamlı biçimde organize
edilmesidir. Beyin kendine göre anlamlı örüntüleri kabul ederken anlamsız olanları ise reddeder. Anlamsız örüntüleme, o sırada
beynin algılamasına göre manasız bilgi parçalarıdır.
Duygular örüntülemede önemli yer tutar. Öğrenme; beklenti, ön yargı, ilgi, öz saygı, eğilim, iletişim ve sosyal etkileşim ihtiyacı gibi
duygulardan etkilenir.
Beyin parça ve bütünü aynı anda algılar. Sağlıklı bir insanın matematik, müzik veya sanat öğretiminde beynin her iki yarım küresi,
etkileşim halindedir. Bir konunun öğretilmesinde konunun parçaları ve bütünü karşılıklı etkileşimde bulunur.
Öğrenme amaçlı ve amaçsız süreçlerden oluşur. Öğrenme ortamında kişi bilinçli olarak ve farkında olduğu şeylerden daha
fazlasını öğrenir. Uyarıcılardan aldığı sinyallerin çoğu beyne farkında olmadan girer ve bilinçaltında yeni örüntüler kurarak
öğrenmeyi başlatır.
Öğrenme yeteneği zihni zorlayan faaliyetlerle artar, tehditle ketlenir. Beyin uygun düzeyde zorlandığında öğrenme de en uygun
düzeye (optimum) ulaşır. Tehdit ise kaygıya neden olur ve kaygı öğrenme kapasitesini azaltıcı etki yapar.
Hiçbir beynin öğrenmesi, diğerine benzemez. Öğretim, farklı beyin yapılarına hitap etmelidir.
ÖZET;
•Aristo, insan bilme eğiliminde ve öğrenme ihtiyacı olan bir varlıktır diyor. Öğrenme insan hayatının vazgeçilmez bir parçasıdır. Yeni
doğmuş bir çocuk önce annesini tanır, tanımlar, onun kokusunu ve sesini algılar. Sonra anne sesi ile diğer sesler arasında ilişki kurar; sesleri
seçici algı yeteneği ile sesler arasında ayrım yapar. Bütün bu süreçler öğrenmenin unsurlarıdır. Öğrenme çocukluktan başlayıp gençlik,
olgunluk ve yaşlılık dönemleri olmak üzere kesintisiz biçimde devam eden bir süreçtir. Yaşamı sürdürme ve basit daha basit bir yaşamdan
daha karmaşık bir yaşama geçiş için öğrenme bir zorunluluktur. Yapılan çeşitli araştırmalar öğrenmeye yönelik farklı bakış açılarının ve
kuramların ortaya çıkmasını sağlamıştır.
•Öğrenmenin sonunda öğrenende davranış değişiklikleri ortaya çıkar. Öğrenme, öğrenilenlerin bellekte saklanması, öğrenenin, öğrendiğini
algılaması ve öğrendiği davranışı alışkanlığa dönüştürmesidir. Öğrenmenin diğer bir yönü ise öğrenme sürecine dayanan soyut bir etkinlik
olmasıdır. Soyut tanımlar, bir etkiye karşılık gösterilen tepkinin, öğrenenin hafızasına yerleşmesidir. Bunlar öğrenmenin nasıl olduğu
yönündeki tartışmaların sürdüğünü göstermektedir.
•Kısaca öğrenme ve öğretmeyle ilgili tartışmalar yeni değildir; zira bu ilgi insanlık tarihi kadar eskidir. Örneğin, Platon’a göre bilgi insan
zihninde depolanmış olarak doğuştan vardır. Platon, öğrenmeyi, insan ruhunun gördüklerini veya emdiklerini geri çağırma, hatırlama veya
akla getirme süreci olarak ifade etmektedir. Platon için öğretme, bireye bu hatırlama sürecinde yardım etmektir. Ona göre birey daha
önceden herhangi bir olay, olgu veya nesne hakkında herhangi bir şey bilmiyorsa, o bireyin o olguyu öğrenmesi imkânsızdır.
DAVRANIŞ BİLİMLERİ
ÜNİTE 7
DUYGULAR VE HEYECANLAR
DUYGU KAVRAMI VE ANLAMI
Duygu, bireyin ruh halinde biyokimyasal veya çevresel etkilerle oluşan karmaşık psikofizyolojik bir değişimdir. Duygu vücuttan dışa doğru
yansıyan bir hareketi ifade eder. Duygu veya İngilizce adıyla emotion dışa doğru hareket anlamına gelir. Dış dünyadan gelen uyarıcılara veya
vücudumuzdaki dürtülere doğuştan gelen, türe özgü belirli reaksiyonlar veririz. Bunlar önceden düzenlenmişlerdir. Duygular genel olarak
kişinin yaşama uyum sağlamasını kolaylaştıran programlanmış davranış kalıplarıdır. Duygular; algılar, psikolojik tepkiler ve bilinci de içeren,
insanın genel psikolojik durumunu koordine eden içsel durumlardır. Duygular, “bilincin etkisi olmadan, iç ve dış olaylara bir tepki olarak
ortaya çıkan ve anlatılması zor olan elem veya haz duygusu yaratan psikolojik olgulardır. Duygunun tanımlanmasının zorluğu, onun
kapsadığı alanın genişliğinden kaynaklandığı gibi kavramın belirsizliğinden de kaynaklanmaktadır. Bu nedenle psikologlar ve felsefeciler
“duygu”nun anlamı üzerinde tartışmaktadırlar. Duygular, düşünceler ve devinimler gibi psikolojik hallerin birbirinden ayrılması güç olduğu
gibi bunların birinin nerede başladığı, diğerinin nerede bittiğini belirlemek de kolay değildir. Aynı zamanda duygu, düşünce ve devinim
arasında bir ilişki vardır. Duyguların en olumlu olanlardan ve bizi en çok mutlu kılanlardan, en olumsuz olanlara, yani bizde acı
uyandıranlara kadar iki nokta arasında; şaşkınlık, merak, umut, heves, arzu ve bekleyiş gibi başka duygular da vardır. Duygular şiddetine
göre “gerilim” uyandıranlar veya “gevşek” olanlar olmak üzere de sınıflandırılabilir. Duyguların haz, elem ve yoğunluk gibi üç temel
boyutunun bulunduğu anlaşılmaktadır. Duyguların bir diğer yönü de kişiler üzerindeki etkisinin farklı olmasıdır. İnsanlar huylarına ve
mizaçlarına göre yani yaşadıkları duygusal durumun yoğunluğu, şiddeti veya kalıcılığına göre nitelendirilirler. Bazı insanlar daha neşeli, şen
iken, diğerleri daha hüzünlü, öfkeli, kederli, endişeli veya kaygılı olabilir. Bazıları korkak, bazıları kahraman olabilir. Bütün bunlar kişiyi
nitelendirmeye yarayan temel faktörün taşıdığı duyguların şiddeti olduğunu göstermektedir. Kısaca her insanda duygusal yaşamın kendine
has özellikleri vardır. Bir insanın duygusal tepkilerinin genel özelliklerine “huy” denir.
DUYGULAR VE HEYECANLAR
Duygular haz ya da elem verici, yoğun ya da ılımlı, gergin ya da gevşek olmalarına göre üç bakımdan nitelendirilebilir. Duyguların çok yoğun
veya şiddetli olanlarına ve insanda gerginlik uyandıran duygulara heyecan denir. Bir başka tanımla şiddeti çok fazla olan, kısa süreli,
bedensel belirtilerin eşlik ettiği duygusal durumlara heyecan denir. Duygu ve heyecan kavramına yakın anlamı olan bir diğer kavram da
tutku kavramıdır. Tutku, şiddeti ve sürekliliği fazla olan, insanın uyumsal davranışlarını bozabilen duygusal durumlardır. Heyecanlar üç
düzeyde incelenebilir. Bu düzeyleri aşağıdaki gibi açıklayabiliriz:
Öznel yaşantı düzeyi. Her insanın kendine özgü bir yaşamı vardır; bu yaşam onun öznel deneyimlerinden oluşur. Yani bir insan
belli bir duyguyu veya heyecanı doğrudan tecrübe eder ve bu yaşantı onun için özneldir.
Duygusal davranış düzeyi. İnsan bazen acı, bazen öfke, bazen de hüzün duygusu hisseder. Hüzün duygusu örneğin insanın
gözünden süzülen iki damla yaş şeklinde ortaya çıkabilir. Gözyaşları kişinin öznel deneyimlerinin, dış dünyaya yansımış davranış
düzeyleridir. Gözyaşı, kişinin aslında ne gibi duygular içinde olduğunu gösterir; yani kişinin duygu durumu hakkında ipucu verir.
Duygusal yaşantı süresince bedende oluşan fizyolojik olaylar. İçinde bulunulan duygusal durum psikosomatik etkiler ortaya
çıkarır.
Heyecanlar karmaşık süreçlerdir; bunların meydana gelişinde merkez sinir sistemlerinin rolü olduğu gibi, beden iç organlarının da
rolü vardır.
Heyecanlar, bir bakıma çok yoğun ve şiddetli, kısa süreli duygulardır. Tıpkı güdüler gibi heyecanlar da, davranışların nedenleri
arasındadır. Ancak güdüler içsel faktörlerle ortaya çıkarken, heyecanlarda uyarıcı dış çevreden gelir. Bazı durumlarda kişi kendisine
çok fazla heyecan duygusu yaşatan beklenmedik bir durumla karşılaştığı zaman, organizmanın hem fiziksel hem de psikolojik
durumu üzerinde gözlenen davranışlar ortaya çıkar.
DUYGU KURAMLARI
Duyguların meydana gelişini ve insanın psikolojik ve fizyolojik yapısını açıklamak amacıyla farklı kuramlar geliştirilmiştir. Bu kuramlar JamesLange kuramı, Cannon Bard kuramı, Arnold-Linsey Kuramı, Bilişsel kuram ve Sosyobiyolojik kuramdır.
James-Lange Kuramı
Amerikan psikolog William James ve Danimarkalı psikolog Carl Lange ayrı ayrı yerlerde aynı yıl içinde aynı kuramı ortaya atmışlardır.
Gözlerin büyümesi, tüylerin diken diken olması fizyolojik bir durum olarak kalmaz; aynı zamanda duygusal bir tepkiyle tamamlanır. Issız bir
sokakta köpekle karşılaşan kişinin köpeği gördükten sonra vücudunda fizyolojik değişmeler meydana gelir ve ardından korku duygusu
oluşur.
Cannon Bard Kuramı
Cannon-Bard kuramı, James-Lange kuramının eksiklerini giderme amacıyla geliştirilmiştir. Bu kuram da iki farklı psikolog tarafından ayrı ayrı
yayınlarda ileri sürülmüştür.
Bilişsel Kuram
Duygu kuramları içerisinde en çok kabul edilen kuram bilişsel kuramdır. Bilişsel kuram, hem günlük yaşantılarla hem de bilimsel deneylerle
desteklenmektedir. Bu kurama göre bedenimizde olup biten fizyolojik değişikliklere, çevremizde bulunan uyarıcılar çerçevesinde anlamlı
duygusal tepkiler veririz. Kurama göre bilişsel süreçler duyguların tanımlanmasında ve anlamlandırılmasında önemli rol oynar.
Sosyobiyolojik Kuram
Sosyo-biyolojik kuram, insanın sosyal davranışının bir evrim sonucunda bu noktaya geldiği üzerinde durmaktadır. Buna göre sosyal
davranışlar doğal bir seçim sürecinden geçerek bugünkü şeklini kazanmıştır. Bu kuramda, duyguların fizyolojik temelinin ne olduğu ve nasıl
oluştuğu üzerinde durulmaz. Duyguların niçin devam ettiği ve insan yaşamında ne tür işlevleri olduğu üzerinde durulur. Sosyo-biyolojik
kuram, duyguların, insanın çevresine uyum sağlamasına yardımcı olacağını ileri sürmektedir.
Duyguların Sınıflandırılması
Duygu psikolojisi üzerine çalışanlar duyguları sınıflamaya çalışmışlar, ancak bunda kesin bir sonuca ulaşamamışlardır. Bununla birlikte
duyguların sınıflandırılmasında birtakım görüşler ortaya çıkmıştır. Bunlardan bazıları, bedensel, ruhsal ve manevî olmak üzere üç duygu
türünü kabul eden sınıflandırmalar olduğu gibi duyguların süresi, yoğunluğu ve şiddetini esas alan sınıflandırma da vardır.
Diğer bir duygu sınıflaması ise duyguların iyi veya yüce oluşu ile aşağı ve kötü oluşlarıyla ilgilidir. Kişiyi; iyiye, erdemli olana, güzele, doğruya,
adaletli davranmaya sevk eden, sevgi, iffet, güven vs. gibi duygular yüce duygular olarak kabul edilirken; kıskançlık, korkaklık, nefret,
utanmazlık, onursuzluk aşağı duygular olarak kabul edilmektedir. İnsana elem ya da haz veren duygular çok çeşitlidir. Bunlar; sevindirici,
yasaklayıcı ve savunucu ile saldırıcı duygular olarak üç başlık altında toplanabilir. Sevindirici duygular, insanı haz veren davranışa yöneltirler
ya da insana bir davranışın sonunda haz verirler. Yasaklayıcı ve savunucu duygular ise korku, sıkıntı, üzüntü, hüzün, keder, bıkkınlık, tiksinti,
iğrenme gibi duygulardır. Saldırıcı duygular, insanı karşısındakine elem verecek bir tutum takınmaya, eylemde bulunmaya yönelten
duygulardır. Duygular, insanları nesnelere, olaylara veya olgulara yaklaştıran veya onlardan uzaklaştıran; düşünceleri takip etmeleri
yönüyle, pozitif-negatif duygular olarak iki genel kategoride sınıflandırılabilir. Duyguları negatif ve pozitif olarak sınıflandırmanın yanında
onları primer ve sekonder olarak da sınıflandırmak mümkündür.
Primer duygular, doğuştan varolan kişinin yaşama uyum sağlamasını kolaylaştıran ve önceden düzenlenmiş duygulardır. Primer
duyguların amacı; bedeni, kaç ya da savaş durumuna hazırlamaktır.
Sekonder duygular, yaşama hazır cevaplar şeklindeki kontrol dışı primer duygulardan farklı olarak, bilinçli ve sistemli fikirlerle
başlar. Bu fikirler, zihinsel imgeler şeklinde insan beyninde ifadesini bulur.
Duyguların Özellikleri
Duygular, özellikleri itibarîyle iki gruba ayrılır. Bunlardan biri temel duygular, diğeri karmaşık duygulardır. İnanç, kızgınlık, yaş, korku, aşk,
heyecanlanma ya da neşe gibi duygular temel duygular iken; şevk, hayal kırıklığı veya yetersizlik gibi duygular karmaşık duygulardır.
Karmaşık duygular daha basit duyguların birleşiminden oluşur. Basit duygular daha tepkisel, kısa süreli olmasına rağmen, karmaşık duygular
daha kurgusal, daha kalıcı ve uzun süreli yoğun duygulardır.
Düşüncelerin doğrusu ve yanlışı varken; duyguların doğru ya da yanlışı yoktur. Şiddetli veya zayıf, yoğun veya yüzeysel olabilirler ama doğru
veya yanlış olmazlar. Algılar ve bunlara dayalı olarak ortaya çıkan yargılar duyguları yönlendirir. Duyguların arkasındaki algılar doğru veya
yanlış olabilir; ama duygular yine doğrudur ve onların yanlışı olmaz.
Duyguların İfadesi
Duygular kendilerini ifade ediliş biçimleriyle ortaya koyar. Duyguları ifade etmenin temelinde farklı kültürler ve farklı diller vardır. Bazı
dillerde duyguları ifade etmeninin basit şekilleri varken, bazı dillerde duygu ifade ayrımları karmaşıktır ve nüanslar önem kazanır. Özellikle
farklı beden dilleri, duyguları farklı şekilde ifade etme aracıdır. İnsan bir bakıma kültürel bir varlıktır ve her kültür farklı özellikleriyle diğer
kültürlerden ayrılır.
Kişinin hissettiklerini tanımlamasından sonra bu duyguları ifade etmesi önemlidir. Duyguları ifade etmek şu yollarla olabilir:
Konuşarak ifade etmek,
Yazarak ifade etmek.
Konuşarak ifade etmek. Duyguları ifade etmenin en iyi yolu, onları dinlemeye ve paylaşmaya hazır bir dost veya arkadaşla paylaşmaktır.
Paylaşma sadece duyguları konuşmak değil onları dışa vurmaktır.
Yazarak ifade etmek. Duygular çok mahrem, başkalarıyla paylaşılmak istenmiyorsa, yazarak duyguların oluşturduğu gerilimden bir ölçüde
kurtulmak mümkün olabilir. Aksi halde “kafaya takmak” gibi bir durumla karşılaşmak kaçınılmaz olur ve kişi bu durumda olumsuz
duyguların ömrünü uzatmış olur. Örneğin, tansiyon takip kartları tutanlar aynı zamanda bir duygu günlüğü de tutar ise olumsuz duyguların
tansiyon üzerindeki psikosomatik etkisini görebilirler. Duyguları ifade etmenin üçüncü adımı ise öfke veya düşmanlık, sevgi veya muhabbet
gibi ne tür duygular oluşuyor ise onların oluşmasına kaynaklık eden kişilerle iletişim kurmak, daha doğru bir ifadeyle onlarla yüzleşmek
duyguları ifade etmenin üçüncü adımıdır. Bu adımlar kısaca aşağıda açıklanmıştır: Duyguları tanımlamak. Duygular aşağıdaki üç adımla
tanımlanabilir:
Bastırılmış duygulardan kaynaklanan belirtileri tanımlamak,
Bedene dönmek,
Duyguları kesin bir şekilde ayırt edebilmek.
Bastırılmış duygulardan kaynaklanan belirtileri tanımlamak. İnsanın duygusal durumunu etkileyen ve bastırılmış duygulara bağlı gelişen
belirtiler vardır. İnsan içinde tuttuğu, başkasıyla paylaşmak istemediği duygularını ne ölçüde kendi içinde yaşasa da, bunlar fiziksel veya
psikolojik olarak kendini mutlaka belli eder. Bastırılmış duygular kendini; kaygı yoluyla, depresyonla, psikosomatik semptomlarla ve kas
gerginliği ile belli eder.
Kaygı. Birçok faktör kaygının oluşmasına neden olabilir. Bazen bir belirsizlik durumu, bazen beklenmedik olumsuz bir haber
duymak, bazen istenmeyen biriyle karşılaşmak kaygının ortaya çıkmasına neden olabilir.
Depresyon. Kişinin günlük yaşama uyumunu bozacak dereceye ulaşmış üzüntü, melânkoli veya keder durumudur. Kişinin ilişki ve
etkinliklerini etkilemeyen, üzgün olma durumu depresyon değil, moral bozukluğudur. Klinik depresyon tıbbî bir teşhistir ve moral
bozukluğundan farklıdır. Depresif kişi kendisini yorgun, üzgün, sinirli, motivasyonsuz ve apatik hissedebilir. Klinik depresyon, moral
bozukluğu gibi normal üzüntü hissinden daha yoğun yaşanır ve kişinin gündelik yaşamını etkileyecek düzeyde çöküntü duygusu
oluşturur.
Psikosomatik semptomlar. Psikosomatik, psikololojik kökenli olan, fiziksel hastalıklara verilen genel addır. Genellikle duyarlı A tipi
kişiler olarak ifade edilen insanların temel rahatsızlıkları olan baş ağrısı, yüksek tansiyon ve ülser gibi rahatsızlıklar, kaygılı, öfkeli ve
depresif kişilerin yaşadıkları rahatsızlıklar psikosomatik belirtilerdir. Bunlar daha çok ifade edilmeyen duygulardan kaynaklanır.
Psikosomatik belirtiler kronik strese, yıllar boyu ifade edilmemiş duygulara vücudun ödediği bir bedeldir
Kas gerginliği. Gergin, sıkılmış kaslar, genellikle duyguların uzun süreli ifade edilmemesinin sonucu ortaya çıkan psikosomatik
belirtidir. İnsan, duygularını ifade etmeyip kendi içinde yaşadığı zaman, bu duygular kasları sıkmaya veya daha gergin kasların
oluşmasına neden olur.
Bedene dönmek. Gündelik telâşlarla, sorunlarla, kaygı ve endişelerle uğraşmak ve bu olumsuz duyguların üstesinden gelmek
durumunda olan insan, bu tür duygulara neden olan olumsuz olayları kafasına takarak olumsuz duyguları daha uzun süreli
yaşamak durumunda kalmaktadır. Kişinin zihinsel takınık durumdan kurtulup kendisiyle yüzleşebilmesi için aşağıdaki yöntemlerin
kullanılması yararlı olabilir:
Fiziksel gevşeme: Beden gergin ve kişinin kafası istemediği duyguların etkisi altında ise bu durum strese ve
bedende gerilime neden olur. Kas geriliminden ve stresten kurtulmak için meditasyon ve diğer sporlarla
gevşetilmesi yararlı olur.
Duyguları tanımak veya ayırt etmek. Herhangi bir his oluştuğunda, bu hissin kaynağının ne olduğunu veya
duygunun ne tür bir duygu olduğunu tanımlamak onları tanımlamayı sağlar. Duygular olumlu ve olumsuz
duygular olarak tanımlanabilir.
Olumlu duygular. Dostça, eğlendirici, emin, güvenilir, emniyetli, ferahlatıcı, gururlu, güzel, harika, hevesli,
affedici, anlayışlı, becerikli, canlı, cesaretli, cesur, destekleyici, heyecan verici, cömert, değerli, heyecanlı, hoşnut,
huzurlu, kendine güvenen, kuvvetli, mutlu gibi duygular olumlu duygulardır.
Olumsuz duygular. Dalgın, korkak, düşmanca, güvensiz, endişeli, huzursuz, inatçı, kararsız, kaygılı, kızgın,
kötümser, küçük düşürülmüş, küçümseyici, nefret dolu, öfkeli, önyargılı, paniğe kapılmış, sabırsız, sıkılgan,
sıkıntılı, sinirli gibi duygular ise olumsuz duygulardır.
DUYGUSAL YAŞANTILAR
Duyguların insanın yaşantısıyla ilgili öznel bir yönü vardır. İnsanın bir duyguyu yaşaması salt ona özgüdür ve onun iç dünyasıyla ilgilidir. Her
canlı, varlığını tehdit eden etkenlerden kaçınır. İnsan bilincinde bu kaçınma, korku algısıyla olur.
Korkunun, aşırı olması veya kontrolden çıkması, yaşamın normal biçimde sürdürülmesini zorlaştıran bir duygu durumu oluşturur.
Öfke. İnsanın algıladığı bir tehdit karşısında sergilediği düşmanlık duygusudur. Öfke çeşitli nedenlerden kaynaklanabilir.Öfkenin ortaya
çıkmasına neden olan faktörler arasında; haksızlığa uğrama, engellenme, fiziksel veya psikolojik saldırıya maruz kalma, hayal kırıklığı,
tehditler sayılabilir. Kişinin öfkelenmesi durumunda aşağıdaki beş boyut birbiriyle ilişkiye girer:
Biliş. O andaki düşünceler ve zihinsel süreçlerdir.
Duygu. Öfkenin yol açtığı uyarılmadır.
İletişim. Öfkeyi çevreye yansıtma biçimidir.
Etkileniş. Öfkeli iken hayatı algılama biçimidir.
Davranış. Öfkeli insanın sergilediği davranışlardır.
Öfke durumunda vücut çok hafif bir tepkiden hiddete kadar değişen farklı yoğunlukta tepkiler verir.
Öfke anî bir duygu olarak gelişmez; aksine bir süreç şeklinde ortaya çıkar. Bu sürecin aşamaları şunlardır:
Fiziksel veya psikolojik uyaran(lar) duyguyu harekete geçirir,
Düşük bir stres ve gerginlik başlar,
Vücut enerjisini arttıran adrenalin salgısı artar,
Kalp ve nabız sıklığı artar,
Kan basıncı dolayısıyla tansiyon yükselir,
Vücut ve zihin “savaş ya da kaç” tepkisi için hazırdır.
İnsanın fiziksel ve psikolojik sağlığını olumsuz yönde etkileyen öfkenin kontrol altına alınması ve yönetilmesi gerekir. Araştırmalar, öfke
duygusunu yanlış biçimde boşaltmanın saldırganlığı daha çok arttırdığını ve öfke konrolünü sağlamada hiçbir yararı olmadığını
göstermektedir.
Mutluluk. Bir ihtiyacın tatmini sağlandığında ya da hedefe ulaşıldığında duyulan hoş bir duygudur. Yaşamdan alınan uzun süreli tatmin
duygusudur. Kişi yaşamdan ne ölçüde pozitif duygular alıyorsa o ölçüde mutludur. Bireyin ihtiyaçları ve amaçları sürekli değişir.
Peki, mutluluk nasıl elde edilir? Yukarıda da ifade edildiği gibi mutluluk kişinin kendine ve topluma karşı görevini ifa etmekten
kaynaklanan bir hoşnutluk ve esenlik halidir. Dolayısıyla mutluluğun işlevsel yönü, kişinin kendine ve topluma karşı görevini
yerine getirmenin sonucunda elde edilen bir duygu olmasıdır. Mutluluk duygusunun yaşanmasını sağlayan faktörlerden bazıları şunlardır:
Sükûnete (durulum) ulaşmış bir psikolojik durum,
Kişinin sadece kendisini değil, toplumun diğer fertlerini de yücelten bir değerler sistemi,
Kişinin kendini değerlendirmesinde gerçekçilik,
Çevredeki insanlarla dostluk ve fedekarlık temelinde yürüyen iyi ilişkiler,
İnsana ve insanla ilgili her şeye karşı duyulan içten samimî bir sevgi.
Mutluluğu sadece maddî faktörlerde arayan bu bakış açısı, manevî bir hal, yaşamdan elde edilen bir hoşnutluk durumu olarak gören bakış
açısı tarafından reddedilmektedir.
DUYGULARIN KONTROLÜ VE YÖNETİMİ
İnsan organizması bir makine düzeninde çalışmaz; kararsızlıklar ve düzensizlikler gösterir. Bazen öfkeli bazen mutlu, bazen sinirli, bazen
sevinçli olabilir. Kısaca insan haz ve elem duyguları arasında birçok duyguyu kısa süreli aralıklarla yaşayabilir. Duyguların kontrolü ve
yönetimi için öncelikle yapılması gereken şey kişide söz konusu duygusal durumu ortaya çıkaran duygu kaynaklarını veya faktörlerini tespit
etmektir. Duyguları tanımak. Duyguların kaynağı, yoğunluğu, türü bilindiği zaman kişi duyguyla davranış arasında bağlantı kuracak,
dolayısıyla duyguların bireyi yönetmesine izin vermeden kendisi duyguları yönetebilecektir. İster haz duygusu ister elem duygusu olsun, bu
duyguların yönetilebilir veya kabul edilebilir düzeyde tutulması gerekir. Duyguların yönetimi. Duyguların kontrolü veya yönetimi kişiden
kişiye farklılık gösterse de, duyguların kontrol altına alınıp yönetilmesinin bazı kuralları vardır. Duygu yönetiminin altı basamaklı stratejinin
birinci basamağı kişinin ne istediğini bilmesi ve aşırı duygu yoğunluğunun azaltılmasıdır. İkinci basamak, bireyin duygularına güvenmesi ve
her tür duygunun yönetilebilir olduğunun kabul edilmesidir. Üçüncü basamak, duyguların verdiği mesajı algılamak, anlamak ve kabul
etmektir. Duygular kabul edilmezse, onun tedavisi, kontrolü ve yönetimi mümkün olmaz. Dördüncü aşama, kişinin kendine güvenmesi ve
olumsuz duygularını olumluya çevirebileceğine inanmasıdır. Beşinci aşama, ne kadar güçlü olursa olsun kişinin o duyguyu kontrol edecek
gücü kendinde bulacağına inanması ve ona göre davranmasıdır. Altıncı basamak ise heyecan duyup harekete geçmek ve önceki
tecrübelerden yararlanarak duyguları yönetilebilir düzeyde tutmaktır. Duyguların ifadesi. İster olumlu ister olumsuz duyguların
kontrolünden kurtulmak için kişinin bunları başkalarıyla paylaşması anlamına gelir. Duyguların ifadesinde önemli olan duyguların kime
hangi yolla ifade edileceğidir. Bir düşmanlık duygusu nasıl ifade edilebilir? Kızarak, bağırarak duyguyu ifade etmek, doğru bir yönetem
değildir.
Duygu kontrolü ve yönetimi, özellikle olumsuz duyguların kişinin fevri (patlayıcı) davranışlarını engellemesi ve kabul edilebilir (olgun)
davranış gösterme yeteneğini artırma becerisidir. Buna kısaca duygusal olgunluk diyebiliriz. Duygusal olgunluğun en önemli özelliklerinden
biri, duyguları kontrol edebilme yeteneğidir. Duruma ve zamana göre davranış ortaya koymak, duygusal olgunluktur.
Duygusal olgunluğa ulaşmış insanların özellikle şunlardır:
Kızgınlık ve öfke
Korku ve kaygı,
Üzüntü ve depresyon.
Kızgınlık insanın olgun davranışlar ortaya koymasını engelleyen bir duygu durumudur. İnsanın bazı durumlarda kızgın olması da normal bir
durumdur; ancak kızgınlığı bir yaşam biçimi haline getirmek doğru değildir. Öfkenin kontrolü veya yönetimi mümkündür; ancak bu nasıl
veya hangi yöntemle yapılacaktır. Şüphesiz kişilerin öfkelenme nedenleri farklı olduğu gibi öfke kontrol yöntemleri de farklıdır. Doğru
yöntem kişinin öfke nedeni, öfke kaynağı ve öfkesini ifade etmesine göre değişir. Öfkeyi kontrol etmek için geliştirilmiş öfke kontrol
yöntemleri vardır. Bunlardan genel olarak kabul edilenler; bilişsel, duyuşsal, iletişim, duygusal ve davranışsal öfke kontrol yöntemleridir.
Bilişsel yöntemler. Öfkenin kontrolü konusunda öfkenin tanımlanması ilk adımdır. Tanımlanma, öfkeye neden olan faktörlerin neler
olduğunu ve onlardan korunmanın nasıl olacağı konusunda ipucu verir. İkinci adımda ise öfke kontrol yöntemleri konusunda çeşitli
alternatifler oluşturulur. Bu alternatifler arasında öfke kontrolüne yarayacak en uygun alternatif belirlenir ve sonra da bu alternatifin
uygulanmasıyla öfke kontrol edilmeye çalışılır. Diğer bir bilişsel öfke kontrol yöntemi de öfkenin kontrolünde sonucun ne olacağını
düşünmektir. İletişimle öfke kontrol yöntemleri. Öfkeyi iletişimle kontrol etmenin ilk adımı, öfkeyi içinde yaşamamak, onu ifade etmektir.
Gasp edilmiş haklarınızı düşünerek, uğradığınız vefasızlıklara yanarak, içinizde öfke biriktirmek doğru bir yaklaşım değildir. Öfke nasıl kişinin
kendisini negatif duygularla doldurması (şarj) ise öfkeye neden olan duyguları kaynağına inerek başkasına anlatma (deşarj) öfke kontrol
yöntemi olabilir.
İletişimle öfkeyi kontrol etmenin bir diğer yolu yansıtmadır. Yansıtma kişinin kendi davranışının kabul edilemez olduğunu kabul etmesi,
kendini de sorgulama becerisi göstermesidir. Bu süreçte, kabul edilemez görülen davranış üzerinde durulur. Durum net bir şekilde
tanımlanır ve açıklanır.
Duygusal kontrol yöntemleri. Duygusal kontrol yöntemlerinin başında duyguların farkında olmak vardır. Yani önce teşhis, sonra tedavi
gelir.
Davranışsal kontrol yöntemleri. Bir yolunu bulup öfkeli durumda iken kişinin nasıl davranışta bulunduğunun farkına varmasını sağlamak
bir davranışsal kontrol yöntemidir.
Davranışsal öfke kontrol yöntemlerinden biri de davranış değiştirmedir. Bu yöntem, olumsuz davranışların daha olumlu olanlarla yer
değiştirmesi demektir. Yalnız kalmak öfkeye neden oluyorsa sohbet ortamı oluşturmak, oturmak öfkeye neden oluyorsa yürüyüşe çıkmak,
uykusuzluk öfkeye neden oluyorsa uyumaya çalışmak gibi yöntemlerle öfke kontrolü yapılmaya çalışılır.
ÖZET:
•Duygu, insanın iç ve dış çevresinden gelen uyarıcıların, onda elem ya da haz türünden izlenimler yaratmasıdır. Coşku ise kamçılanmış,
duyguya göre daha yoğun ve güçlü duygudur. Duyguya bakarak coşku, insanda daha yüksek bedensel ve ruhsal değişiklikler yaratır. Coşku
insanın davranışını hızlandırır; ama aşırılaştığında davranışı dondurabilir. İnsan olgunluk çağına kadar haz ve elem türünden duygular yaşar.
Duygu ve coşkular hem insanı davranışa yönelten bir güdü, hem de bir davranışın sonucunda elde edilen sonuç olabilirler. Ancak bir
davranışın karmaşık süreci içinde duygunun, neden mi yoksa sonuç mu olduğunu ayırmak zordur.
•Kişi gündelik yaşamında haz ve elem duygusu arasında gidip gelir. Haz ve elem duygusal yaşamın iki yönü olarak ortaya çıkar. Bu iki uç
duygunun arasında ise şaşkınlık, umut, umutsuzluk, merak ve bekleyiş gibi diğer birçok duygu vardır. Kısaca insan duygusal bir varlıktır.
Duygusal yaşamın niteliği bakımından insanlar birbirlerinden farklılık gösterir. Bu farklılığın temelinde haz ve elem gibi iki zıt veya uç
duygunun yaşanma düzeyi veya yoğunluğu vardır.az ve elem sarkacının haz ucuna yakın olanlar, neşeli, sevnçli, mutlu, huzurlu, coşkulu
insanlar olarak tanımlanırken; aynı sarkacın elem ucuna yakın olanlar kederli, öfkeli, hüzünlü, gergin, stresli, karamsar ve kaygılı insanlar
olarak tanımlanırlar. Daha önce de ifade edildiği gibi haz ve elem bir insanı başka bir insandan ayırır.Duygusal yaşamın süreklilik gösteren
özellikleri kişinin mizacını gösterir ve kişiler toplum içinde mizaçlarına göre tanınırlar.
•Duygular ve heyecanlar gündelik yaşamda farklı tonlarda, farklı yoğunlukta sürekli yaşanır. Her insan günün her anında, farklı bir
duygunun kontrolündedir. Mutluluk verici bir durumla karşılaştığı zaman kişi mutluluk duygusunun, hüzün veren bir durumla karşılaştığı
zaman hüzün duygusunun, öfkeye neden olan durumla karşılaştığı zaman öfke duygusunun, acı ve elem veren bir durumla karşılaştığı
zaman da acı veya elem duygusunun kontrolündedir. Her zaman bu tür duygularla karşılaşmak gerekmeyebilir. Bazı durumlarda kişi
kendisini mutlu eden veya onda “haz” duygusu oluşturan bir duyguyu hayal ederek “haz” duygusu, elem veya acı veren bir olayı hatırladığı
zaman “elem” veya “acı” duygusu yaşayabilir.
DAVRANIŞ BİLİMLERİ
ÜNİTE 8
İLETİŞİM
İLETİŞİM KAVRAMI ve ANLAMI
İletişim mesajın bir kanal aracılığıyla kaynak ile hedef arasında iletilmesidir. En kısa tanımı ile iletişim “kaynakla hedef arasında mesaj
alışverişidir.” Mesaj paylaşma faaliyeti olan iletişim, kişilerin kendilerini ifade edebilme ihtiyaçlarının sonucunda ortaya çıkar. İletişim,
bireyler arasındaki ilişkiler sistemi olarak da tanımlanabilir. İletişim, kişilerin amaçsız etkileşimleri olmaktan çok, bir etki oluşturmaya veya
davranışa neden olmak amacıyla, mesajın kaynaktan hedefe aktarılmasıdır. Her insan iletişimi farklı biçimde algılar. Bir mesajı almak,
yorumlamak ya da göndermek, insanın kişisel inanç ve değerleri tarafından etkilenir. İnsanoğlunun sosyal ilişkilerde başarısının arkasında,
iletişim yeteneği vardır. İletişim bir mesaj alışverişidir; ancak burada açıklanması gereken şey mesajın ne olduğudur. Mesaj; bilgi, düşünce,
duygu, inanç ve tutum, jest ve mimik gibi algılama sürecinde kullanılan her tür olgudur. İletişim aslında bir anlam arama çabasıdır. İletişim
esas olarak simgeler aracılığıyla bir kişi ya da gruptan diğerine bilginin, düşüncelerin, tutumların veya duyguların iletimidir. İletişim,
tarafların anlam yaratıp, anlaşmaya varabilmek amacıyla mesaj paylaşım sürecidir. Yukarıdaki tanımlarda da görüldüğü gibi, sosyal
bilimlerde diğer tüm kavramlarda olduğu gibi iletişim kavramına da herkes tarafından kabul edilen bir tanım yapmak oldukça zordur. Sözsüz
iletişim, sözlü iletişimi kapsamaz ancak, sözlü iletişimde sözsüz iletişimin bir unsuru olan beden dili, sürekli kullanılır ve ikisinin anlamlı bir
biçimde kullanılması, sözlü iletişimin etkinliğini artırır.
İLETİŞİMİN UNSURLARI
İletişimin unsurlarını, temel unsurlar ve ikincil unsurlar şeklinde genel bir ayrıma tabi tutabiliriz. Kaynak, mesaj, kanal ve alıcı iletişimin
temel unsurları iken kodlama, kod açma, algılama, değerlendirme, çevre ve geri bildirim iletişimin ikincil unsurlarıdır. İletişimin ikincil
unsurları olmadan da iletişim kurulabilir ancak iletişimin etkinliğini artırmak için iletişimin ikincil unsurlarına ihtiyaç vardır. Aşağıda iletişimin
kurulabilmesi için gerekli olan iletişim unsurları üzerinde durulmuştur.
Kaynak (Gönderici)
Kaynak, iletişimin başlatıcısıdır; iletişimi başlatan veya iletiyi gönderendir. Kaynak olmadan iletişim kurulamaz. İletişim önce kaynağın
zihnindeki düşünce şeklinde ortaya çıkar. Kaynak, sahip olduğu tecrübe ve bilgilere göre, mesaj oluşturur; yani mesajı iletmeden önce onu
“kod”lar. Bir düşünceyi formüle eder ve mesaj halinde kanalı kullanarak alıcıya gönderir. İletişim, gönderici ve alıcı olmak üzere en az iki
kişiyi gerektirir; bununla birlikte alıcı ikiden fazla olabileceği gibi göndericisi de ikiden fazla olabilir.
Mesaj (İleti)
Mesaj, alıcı için bir uyaran olarak işlev gören uyarıcılardır. Mesaj kavramının birçok anlamı vardır. Örneğin, mesaj, herhangi bir yerde bir
biçimde açığa vurulan sözcük ya da imgeyi ifade eder. Mesaj, göndericinin fikirlerinin ve isteklerinin sembollere dönüşmüş halidir.
Sembollerin tek başlarına bir anlamları yoktur, anlamları gönderici ve alıcı yükler. Eğer alıcının verdiği ve göndericinin algıladığı anlamlar
birbirlerine uygun ise “tam iletişim” söz konusu olur. İletişim, kaynağın gönderdiği mesajın, alıcı tarafından algılanmasıyla kurulur. İletişimin
görünür yönü genellikle mesajdır. Çünkü mesajın alıcıları ve iletişimin izleyicileri, öncelikle mesajı, mesajın anlamını, amacını ve etkisini
algılamak durumundadırlar. Mesaj gönderilmeden önce oluşturulur, yani kodlanır. Bilginin, düşüncenin duygunun iletime uygun, mesaj
haline getirilmesine kodlama denir. Kodlama simgelerin anlama dönüştürülmesidir. Bir “şey”i temsil eden ama onunla doğal bir ilişkisi
olmayan simgeler kodlanarak mesaja dönüştürülür. İletişimin etkinliği, mesajın alıcıya ulaşmasına değil, istenen biçimde ulaşmasına ve bir
davranış değişikliği yapmasına bağlıdır. Mesajın yorumlanarak anlamlı bir şekilde algılanmasına kod açma denir.
Kanal (Mesaj Yolu)
Kanal, sinyali taşıyan herhangi bir fiziksel araçtır. Işık dalgaları görsel sinyalleri, hava dalgaları ise ses sinyallerini taşır. Kanal fiziksel (ses,
beden), teknik (telefon) ya da toplumsal olabilir (okullar, gazeteler vb.). Kanal, mesajın göndericiden alıcıya iletildiği yoldur. Kanal, ışık
dalgaları, radyo dalgaları, ses dalgaları, telefon kabloları ve sinir sistemi gibi mesajı taşıyan araçlardır. Etkin bir iletişim için kullanılan kanal,
mesaja uygun olmalıdır. Mesajın bozulmadan iletilmesi uygun bir kanalla mümkün olur. Kanal, kaynak ve alıcı arasındaki bağdır. İnsanın beş
duyu organı, onun iletişim kanallarıdır. İki kişinin konuşmasını sağlayan bir telefon sistemi de, başka bir örnek olarak gösterilebilir.
Alıcı (Hedef)
İletişimin gerçekleşmesi için en az iki kişiye ihtiyaç vardır. Bunlardan biri kaynak diğeri alıcıdır. İnsan kendisiyle kurduğu iletişimin dışında,
tek başına bir iletişim kuramayacağına göre, mutlaka alıcı veya alıcılar gerekir. Kodlanmış mesajı alan ve kodunu açan kişi alıcıdır. Alıcı,
mesajı taşıyan sembolleri algılayıp anlam vererek, iletişimi sonlandırır ya da kendisi bir mesaj göndererek gönderici konumuna geçer. Alıcı,
gönderilen mesajı alan kişidir. İletişim sürecinde, kaynağın gönderdiği mesaja hedef olan kişi, grup ya da kitleye alıcı denir. Örgütlerde
gönderilen mesaj tek olmasına rağmen, aynı mesajın tek ya da çok alıcısı bulunabilir. Alıcının mesajla iletilen anlamı verip vermemesi birçok
faktöre bağlıdır. Tam iletişim, hem kaynağın hem de alıcının kullanılan sembollerin anlamlarını bilip, onlara ortak anlam vermesi sayesinde
kurulur. Kaynak gibi alıcının da iletişim kurma yeteneği; onun iletişim becerisine, tutumuna, tecrübe ve bilgisine bağlıdır.
Filtre (Algılama) ve Değerlendirme
Algı kavramı genel anlamıyla duyu organları aracılığıyla alınan uyarıların (duyusal sinyal, simge, sembol) anlamlı bütünlük oluşturacak
şekilde örgütlenmesi ve yorumlanmasıdır. Duyu organlarımıza ulaşan veriler/uyaranlar, algılama olmaksızın tek başlarına bir anlam ifade
etmez. Bunların bir anlam ifade edebilmeleri için verilerin algılanması gerekir. Bize ulaşan duyumlara algılama neticesinde tepkiler
gösteririz. Önce mesaj filtre edilir. Filtre, göndericinin ve alıcının mesajları değerlendirmesidir ve burada devreye algılama girer. Algı, kişinin
belli bir bilgiyi duyma, organize etme, anlama ve değerlendirmesidir.
Geri Bildirim (Feed-Back)
Geri bildirim, alıcı ve gönderici arasında geriye bilgi akışıdır. Bu sayede, gönderici mesajının anlaşılıp anlaşılamadığını öğrenir. Geri bildirimin
olmadığı bir iletişim, “tek yönlü iletişim” iken; geri bildirimin olduğu iletişim, “çift yönlü iletişim”dir.
Geri bildirim, iki yönlü iletişimin ortaya çıkmasının zorunlu bir unsurudur. İletişim süreçlerinde temel kültürel ve dil farklılıkları, iletişim
problemlerine neden olur. Bu durumda, sağlıklı bir geri bildirimde bulunulamaz. Geri bildirim, mesajın içeriğine göre olumlu ve olumsuz
olmak üzere iki kısma ayrılır. Olumlu (pozitif) geri bildirim bir davranışı zaten ilerlemekte olduğu yönde destekleyen ya da pekiştiren geribildirimdir. Alıcı mesajı tam olarak algılar ve bunu kaynağa doğru biçimde gönderirse, buna pozitif geri bildirim denir.
İLETİŞİM SÜRECİ
İletişim sürecinin öğelerini ve işleyişini açıklayabilmemiz için önce iletişimin süreç olduğunu açıklamamız gerekir. Toplum bilim
sözlüğünde süreç, “bir olayın düzenli olarak ve birbirini izleyen değişimlerle gelişmesi, başka bir olaya dönüşmesi” olarak
tanımlanmaktadır. İletişim de birkaç adımı gerektiren bir süreçtir. Süreç, göndericinin düşünceleri, duyguları veya görüşleri kodlamasıyla
ve hedefe göndermesiyle başlar. İletişim süreci, bir mesajı herhangi bir kanalla gönderen gönderici veya kaynak, gönderilen mesaj veya
ileti, mesajın gittiği kanalve mesajı alan hedef veya alıcı olmak üzere dört temel unsurdan oluşur. Bu unsurlardan biri eksik olursa, iletişim
kurulamaz. İletişim süreci, kaynağın bir mesajı anlaşılır biçimde kodlayarak, alıcıya göndermesiyle başlar. İletişim sürecinde kaynak, iletmek
istediği mesajı, önce hedef tarafından algılanabilir ve anlaşılabilir işaretlere dönüştürür; yani kodlar. Kodladığı mesajı bir araç (sözel ve
görsel) veya kanal aracılığıyla gönderir. Mesajı alan hedef, gönderilen mesajın kodunu açar, onu algılar; yani yorumlar ve bu yorumuna göre
tepkisini kodlayıp geri gönderir (geri-bildirim). İletişim sürecinin dördüncü unsurunu, iletişim kanalı oluşturur. İletişim kanalı, mesajın
göndericiden alıcıya doğru aktığı yolu ifade eder. İletişim sürecinin önemli bir unsuru da çevresel faktörlerdir. Çevre faktörleri,
mesajın iletişim kanalı içinden akışını etkileyen koşulları ifade eder.
İLETİŞİM TÜRLERİ
İletişim türlerini; sözlü iletişim, sözsüz iletişim ve
yazılı iletişim olmak üzere üç gruba ayırabiliriz. Bir
başka sınıflandırmaya göre iletişim; kişinin kendisi
ile iletişimi, kişiler arası iletişim, grup iletişimi ve
kitle iletişimidir.
Grup ilişkilerinin yapısına göre iletişim; biçimsel
olmayan (informel) iletişim, biçimsel (biçimsel)
iletişim, dikey iletişim ve yatay iletişimdir.
Kullanılan kanallara ve araçlara göre iletişim; görsel
ve işitsel iletişimdir. Kullanılan kodlara göre
iletişim; sözlü iletişim, yazılı iletişim, sözsüz iletişim;
zaman ve mekân boyutlarına göre iletişim; yüz yüze
iletişim ve uzaktan iletişimdir.
Sözlü İletişim
Sözlü iletişim, konuşma dili olarak da adlandırılır. Sözlü iletişim; yüz yüze görüşmeler, toplantılardaki konuşmalar, sözlü sunumlar, halka
hitaplar, telefonla yapılan görüşmeler, eğitim kursları, konferanslar, resmi konuşmalar, kurmay toplantıları, komiteler ve uyum programları
gibi çeşitli biçimlerde yapılır. Sözlü ve sözsüz iletişim, iki temel iletişim kurma yöntemidir. Gönderici ve alıcı arasındaki konuşmanın her türü
sözlü iletişimdir. Sözlü iletişim, yüz yüze interaktif biçimde olabileceği gibi radyo, televizyon ve telefonla da olabilir. Sözlü iletişim, primer
(birincil) iletişim biçimidir. Sözlü iletişim, “dil ve dil-ötesi” olmak üzere, iki kısma ayrılır. Karşılıklı konuşmaları, hatta mektuplaşmaları, “dil ile
iletişim” olarak kabul edebiliriz. Dil ötesi İletişim ise, sesin niteliği ile ilgilidir; ses tonu, sesin hızı, şiddeti, hangi kelimelerin vurgulandığı,
duraklamalar ve benzeri özellikler, dil-ötesi iletişim sayılır. Dil ile iletişimde, kişilerin “ne söyledikleri”, dil-ötesi iletişimde ise, “nasıl
söyledikleri” önemlidir.
Sözsüz İletişim
Sözcükler, iletişimin birincil araçlarıdır. Sözlü iletişimde kullanılan sözcükleri destekleyen daha birçok öğe vardır. Bu öğelere, ikincil mesaj
kanalları denir. Sözsüz iletişim, iletişimin temel türlerinden biridir. İletişimin birincil aracı dildir; fakat mesajın gönderilmesinde ve
alınmasında, iletişime katkı sağlayan başka faktörler de vardır. Sözsüz iletişim veya vücut dili yoluyla; elbiseler, mekân kullanımı, kelimelerin
vurgulanış biçimi, jest ve mimikler, göz hareketleri ve göz teması mesaj iletimine yardımcı olur. Yüz ifadesi, göz hareketleri, duruş, giyimkuşam, ses özelikleri sözsüz iletişim araçlarıdır. Sözsüz iletişim, en ilkel toplumsal davranış olarak tanımlanan beden dilinin ortak ifadesidir.
Sözsüz iletişim, beş temel fonksiyona sahiptir. Bunlar; sözsüz jestlerle sözlü mesajı pekiştirmek amacıyla kullanılan olumlama hareketleri
veya tekrar, yine jestlerle kafayı olumsuz anlamda sallayarak yalanlama veya aksini iddia etme, sözlü mesajın yerine geçebilecek bir
davranışta bulunma, gözlerle mesaj iletme bu türe girer. Mesajın anlamını tamamlama ve mesajı vurgulama da bir sözsüz iletişim biçimidir.
İnsanlar, genellikle üç biçimde sözsüz iletişim kurarlar. Bunların ilki mekân kullanımıdır. Daha üst düzeyde olanların kullandıkları mekânlar,
statü ve otorite durumlarını gösterecek biçimde tasarlanır. Sözsüz iletişimin ikinci türünü beden dili oluşturur. Konuştuğumuz sırada
birinden uzaklığımız, beden diliyle iletilmiş bir mesajdır. Yakın temas, samimiyeti veya düşmanlığı akla getirdiği gibi göz teması, pozitif veya
negatif hisleri iletmenin aracı olarak kullanılır. Vücut ve kol hareketleri, konuşmada duraksama ve elbise beden dilinin önemli unsurlarıdır.
Sözsüz iletişimin üçüncü unsuru ise dil yoluyla betimlemedir. Betimlemede, mesajın asıl anlamlarının yanında, yan anlamlarının üzerinde
durulur.
Yazılı İletişim
Yazı, insanın ve toplumların geçirdiği kültürel evrim sürecinin ürünüdür. Yazı, merkezi bürokrasi ve taşra örgütleri arasında toplumsal
yaşamın temel ilkelerinin, siyasî otorite tarafından eşgüdümlenmesi olanağı sağlamıştır. Yazılı hukuk kuralları, geleneklere dayalı hukuksal
düzenlemelerin, yerel özelliklerinin ve faklılıklarının aşılmasında ve evrensel norm halini almasında önemli rol oynamıştır.
İLETİŞİMİN ENGELLERİ
İletişim engelleri, mesajın iletilmesini ve alınmasını engelleyen tüm faktörlerdir. İletişim sürecinde iletişimin etkinliğini engelleyen pek çok
faktör vardır. Bu faktörlerden bir kısmı iletişimin yapıcı engelleri, diğerleri de bozucu engelleridir. Gönderilen mesajı sürekli reddetmek ve
ona olumsuz geri bildirimde bulunmak, bozucu iletişim engeli olduğu gibi onu sürekli kabul etmek ve mesaja katkıda bulunmamak da bir
iletişim engelidir. Mesajın uygun zamanda ve uygun yapıda kodlanması ve iletilmesi için özen göstermek, yanlış bir şey yapmamaya veya
konuşmamaya çalışmak ise yapıcı bir iletişim engelidir.
İletişimin bozucu engeller aşağıdaki faktörlerden kaynaklanır:
İnsanların iletişime olan ihtiyaçlarının farkında olmamaları,
İnsanların iletişimin önemini yeterince kavrayamamaları,
İnsanların etkin iletişim yöntemlerini bilmemeleri.
İnsanlar arasında etkin iletişimin en önemli engellerinden biri, mesajı anlamadan önce onu yargılama ve değerlendirmeye kalkmaktır.
Kişisel İletişim Engelleri
İletişimin kişisel engelleri, gönderici ve alıcının mesajı kodlarken, gönderirken veya kod açarken gerekli dikkati göstermemelerinden
kaynaklanan engellerdir. Kişiler arasında iletişim sürecinin istenilen biçimde gerçekleşmesini engelleyen faktörlerden biri sözcüklere
boğulma (verbalizm)dır. Kaynak, hedefle paylaşmak istediği düşünceyi, bilgiyi, haberi veya bir duyguyu hedefin anlayacağı biçimde
iletmezse, bu durum kişisel iletişim engeli oluşturur. Anlatılanların karıştırılması diğer bir kişisel iletişim engelidir. Kişiler arasında etkin
iletişimin gerçekleşmesini engelleyen faktörlerden biri sözcüklere boğulmadır. Mesajı algılayamama da diğer bir kişisel iletişim engelidir.
Kaynak, sözlü anlatım sırasında hedefin algı hızını hesaba katmadan ve anlayıp anlamadığını gözlemeden, mesajlarını peş peşe iletirse,
hedef daha ilk cümlenin anlamını kavrayamadan, ikinci, üçüncü ve izleyen diğer cümlelerle karşı karşıya kalır. Sonuçta alıcı başlangıçta bir
iki cümleden sonra anlatılmak isteneni izleyemeyecek ve iletişim engellenecektir. İlgi duymama da bir kişisel iletişim engelidir. Bir iletişim
sürecinde alıcının ilgi duymaması, ya konuyu önceden bilmemesinden ya da o zamana kadar hiç uğraşmamış olduğu ve zor sandığı yabancı
bir konuyla karşılaşmasından doğabilir. Dinlememek ise iletişimin önündeki en önemli engeldir. Fiziksel çevrenin verdiği rahatsızlıklar da
iletişim sürecinin engelidir. İletişim ortamındaki aşırı sıcaklık veya soğukluk, havanın nemli olması, kötü ışık düzeni ve gürültülü çevre,
iletişimi engelleyen fiziksel etmenlerden bazılarıdır. Diğer bir kişisel iletişim engeli ise fizyolojik ve psikolojik rahatsızlıklardır. Hedefin
fizyolojik veya psikolojik rahatsızlığı, çok üzüntülü veya çok sevinçli olmak gibi, süreci bütünlük içinde algılayamaması durumları da,
iletişimin kişisel engelleridir. Kişisel farklılıklar, kaynak açısından mesajı kodlarken, alıcı açısından onu algılarken ortaya çıkar. Kişisel
farklılıklar, kaynağın kullandığı sembolleri etkilerken, alıcının mesaja göstereceği tepki psikolojik, duygusal, kültürel kısaca kişiliğinden
bağımsız değildir.
İletişimin kişisel engellerinden en önemlilerinden biri, algılama farklılıklarıdır. Algılama farklılığı, dışsal ve içsel olmak üzere iki faktörden
kaynaklanır. Dışsal faktörler; düzlem farklılığı, yoğunluk, hareketlilik, tekrarlama, yenilik, benzerlik gibi faktörlerdir. İçsel faktörler ise kişilik,
ihtiyaçlar, amaçlar, motivasyon, değerler ve tutumlar, geçmiş tecrübeler ve alışkanlıklar, algılama konusundaki içsel unsurlardır. Algılama,
iletişim sürecinde önemli rol oynar. Çünkü her mesaj göndericinin algılaması sonucunda oluşur ve algılama iletişim sürecinde filtre görevi
görür; yani bir iletişim engelidir. Bireylerin içinde bulunduğu psikoloji, algılamanın kişisel engellerini oluşturur. Herhangi biriyle iletişim
kurduğumuz zaman, duyduğumuz veya anladığımız şey, geniş ölçüde bizim kişisel tecrübelerimize bağlıdır.
Dil ve Anlatım Güçlükleri
Dil, iletişimin temel unsurudur. Dil karmaşık biçimde kullanılırsa, iletişim engeline yol açar. Bu nedenle iletişimde basit, yalın ve açıklayıcı bir
dil kullanılmalıdır. Konuşmacı mümkün olduğu kadar dinleyicinin diliyle konuşmalıdır. Dil ve anlatım bozukluklarından kaynaklanan iletişim
problemi semantik bir problemdir. Strauss and Sayles’e göre dil temelde gerçekleri ve hissedilenleri ifade etmede sembol kullanma
yöntemidir. Sözcüklerin anlamı, kelimelerde değil, onların kullanımındadır. Kelimeleri kendi anlamlarının dışında kullandığımız zaman
onların anlamı, yani doğru iletişimin anlamı, empati derecesine bağlıdır. Tüm meslek ve iş kollarının, kendi özel dili vardır. İnsanların belli bir
meslekî teknik dille iletişim kurmaları, jargon olarak bilinir. Jargon aynı teknik, kavramsal çerçeveye sahip olanlar bakımından oldukça
etkilidir; ancak teknik kavramları bilmeyenler için bir iletişim engelidir. Dil ve anlatım güçlüklerinin ortadan kaldırılması için takip edilecek
birkaç adım vardır. Bunları aşağıdaki gibi gösterebiliriz:
Mecaz, istiare ve teşbih sanatlarına fazla yer verilmemelidir.
Kısa kelimeler, uzun kelimelere; kısa cümleler, uzun cümlelere tercih edilmelidir.
Cümlenin anlamına katkısı olmayan kelime, cümle içinde bulunmamalıdır.
Cümleler hedefe göre kurulmalı, jargondan uzak durulmalıdır.
Olumlu anlamları olan sözcükler seçilmelidir.
Dinleme ve Algılama Yetersizliği
İletişim, gönderici ve alıcı arasında mesaj alışverişidir; dolayısıyla iletişimin etkinliğini sadece gönderici belirlemez, aynı zamanda alıcının
dinleme ve algılama yeteneği de belirler. Etkin bir dinleme, aktif dinleme olarak ifade edilir. Aktif dinlemede, hedef, kelimelerin pasif bir
alıcısı değildir; aynı zamanda duyduklarını hissetmeye ve gerçekleri algılamaya özel önem gösterir ve konuşmacının etkinliğinin artmasına
yardımcı olur. Aktif dinleme, konuşmacı açısından, alıcının söylenenleri kavramasını gerektirir; aktif dinleme, aynı zamanda bir empatik
dinleme biçimidir. İletişimin dinleme ve algılamadan kaynaklanan engelleri; atlama, savsama (omission), çarpıtma (distortion) ve aşırı
anlam yükleme (overload)dir. Atlama, “mesajın bazı kısımlarını silmektir.” Atlamada, alıcı mesajı bir bütün olarak kavrayamaz; sadece
kavrayabildiklerini alır ve diğerlerini geçer. Çarpıtmada ise, alıcı mesajın anlamını değiştirmeye çalışır. Çarpıtma dikey iletişimde olduğu gibi
yatay iletişimde de olur. Çarpıtma, amaç ve değerlerin farklılığından kaynaklanır.
Bilgi Eksikliği
Yetersiz bilgi, iletişim sürecinde, kaynak ile hedef arasında engel oluşturur. Gönderilen mesajı anlamayan biri, duruma göre ya anlamadığı
yerleri aklından doldurur ya da ilgisi dağılıp başka şeyler düşünmeye başlar. Göndericinin mesajın içeriğini dolduracak kadar bilgili olmaması
durumunda da, iletişim engeli ortaya çıkar. Göndericinin bilgi eksikliğinden dolayı, iletişim engelinin ortaya çıkmaması için mesajının
içeriğini bilmesi gerekir.
Cinsiyet ve Kültür Farklılıkları
Kadınlarla erkekler arasında ortak bazı beden dili özellikleri vardır. Bunun yanında cinsiyete göre, kültürden kültüre değişen farklı sözsüz
iletişim yöntemleri de bulunmaktadır. Cinsiyet farklılıkları, özellikle geleneksel toplumlarda önemli bir iletişim engelidir. Kadınlarla erkekler
arasında görüşme engelleri, görüşmeler sırasında sosyal mesafe, cinsiyetten kaynaklanan iletişim engelleridir. Farklı cinsiyette olmanın
farkında olmak, bir iletişim engelidir. Kız ve erkek çocukların yetiştirilme biçimi, özellikle geleneksel toplumlarda önemli farklılıklar gösterir.
Geleneksel toplumlarda kız çocuklarının beden dilini kullanmaları, geleneksel değerlerle sınırlandırılır. Erkeklerin beden dilini
kullanmalarına göreli olarak daha fazla izin verilir. Bu nedenle iletişimde kadın ve erkekler farklı iletişim biçimleri geliştirirler. Mesaj
iletiminin cinsiyete göre farklı olduğu diğer bir beden dili öğesi de, dokunmadır. Dokunma dostluğu ve kişiselliği sembolize eder. Dokunma
bazen yakınlık göstermenin bir ifadesi iken, bazı durumlarda mesafeli, resmi davranmanın bir gereği olarak mesaj taşır. Bu yönüyle
dokunma, bir statü ve güç gösterisi olarak kullanılır. İnsanlar arasında anlamların değişimi olan iletişim, kültürel farklılıklar tarafından da
engellenir. Bir düşünce, kodlama sırasında semboller ve dil aracılığıyla yeniden yorumlanır. Kod çözme sırasında da mesaj tekrar
yorumlanarak, yeni bir anlama kavuşur. Bu anlamı, alıcı belli bir biçime göre kodlar; ancak iletişimde kullanılan semboller ve dil, bireyin bilgi
birikimine ve kültürel yapısına bağlıdır. Yönetici, farklı kültürlerden gelen gönderici ve alıcıyı anlama ihtiyacı duyar.
İletişimin Psikolojik Engelleri
İnsanlar genellikle kendi inançları ile çatışan mesajları ya inkâr eder ya da reddederler. Bazen inkâr etmediği mesajı ön yargılarına
uydurmak için mesajın şeklini değiştirir veya dönüştürür. Çoğu kez iletilen bilgi, alıcının bilgisiyle çatışır. İleti, alıcının inancına uygun değilse,
alıcı onun geçerliliğini reddeder, dahası onu çarpıtır, unutmaya çalışır veya duyduğunu saptırır. İletişimin engeli olarak, sadece alıcının
kişisel tecrübesi değil, aynı zamanda göndericinin anlatım biçimi ve psikolojisi de iletişim engeli olabilir. Kaynağın verdiği mesaj, alıcı
tarafından alınmak istenmediğinde, iletişim engellenir. Buna tıkanık iletişim denir. Tıkanık iletişimde mesajlar genellikle alıcısız kalır. Bu
durumda, alıcı dinlediklerini anlamsız olarak değerlendirir. Alıcı fiziksel olarak var olmasına rağmen, psikolojik olarak orada değildir.
Duyguların iletilmesinde, kelime karmaşasından doğan bazı güçlükler vardır. Dikkat dağınıklığı, iletişim sürecinde önemli bir psikolojik
engeldir. Dikkati dağınık olan biri, göndericinin mesajını anlamaz; çünkü hedef o sırada başka şeylerdüşünmektedir. Mesajı duyar; ancak
algılayamaz. Dikkat dağınıklığını aşmanın en iyi yolu, etkin dinleme alışkanlığı kazanmaktır. İletişim sürecinin iki temel unsuru olan gönderici
ve alıcı, aynı zamanda etkin iletişimi engelleyici olabilir.
İLETİŞİM ENGELLERİNİ AŞMA YOLLARI
İletişim engellerinin aşılması, iletişim engelleri olarak belirtilen durumların ortadan kaldırılmasıyla gerçekleştirilmiş olur. İetişim engellerini
ortadan kaldırmak için şu yöntemlerin kullanılması gerekir:
Kaynak, sözlü mesajı alıcının anlayacağı ve algılayabileceği biçimde iletmelidir.
Mesaj, alıcının ilgisini çekecek gerçek ve çekici örneklerle desteklenmelidir.
Mesaj, alıcıyı etkileyecek türden bir kanalla gönderilmelidir.
Kaynak ve alıcının fiziksel ve psikolojik rahatsızlıkları giderilmelidir.
Mesajın anlaşılıp anlaşılmadığı geri bildirimle kontrol edilmelidir. İletişim engelleri, iletişim etkinliğini engelleyen faktörlerdir. Etkin
yönetimsel iletişim becerisi, söz konusu engellerin ortadan kaldırılmasına yardımcı olabilir. İletişim engellerini ortadan kaldırmanın
en etkin yolu, öncelikle engelin farkına varmak ve sonra da onu ortadan kaldırmaktır.,
İletişimin Kişisel ve Çevresel Engellerini Aşmak
İletişimin kişisel ve çevresel engelleri; teknik faktörlerden, çevresel faktörlerden ve bireysel faktörlerden kaynaklanabilir. İletişimin
engellerini aşmak için önce bu engellerin nelerden kaynaklandığını tespit etmek gerekir. Sonra, aşağıdaki yöntemlerle iletişimin engelleri
ortadan kaldırılmaya çalışılır.
Algılama farklılıkları ve yetersizliği. İnsanlar farklı inanç, düşünce, kültürel yapı ve tecrübeye sahip oldukları için aynı mesajı farklı
algılayabilirler. İletişimde farklı algılamadan kaynaklanan engelleri ortadan kaldırmanın yolu, empatik iletişim kurmaya çalışmaktır. Algılama
engeli genellikle seçici algılamadan kaynaklanır. Algılama seçiciliği, alıcının mesajın dinlemek istediği kısımlarını dinleyip, mesajın geri
kalanına kendini kapatmasıdır. Algılama seçiciliği etkin iletişim için bir engeldir.
Dil farklılıklılarını ortadan kaldırmak. Jargonun, teknik terimlerin gereğinden fazla kullanılmadığı, doğal ve yalın bir dil, söz konusu engeli
ortadan kaldırmaya yardımcı olur. İletişimde bir dil engeli ortaya çıktığı zaman, gönderici alıcıları soru sormaya teşvik etmeli, açık olmayan
noktaları açıklamaya çalışmalıdır.
Duygusal reaksiyonları ortadan kaldırmak. İletişimin duygusal engelleri varsa, onları aşmanın en iyi yolu, iletişim problemine neden olan
duyguları anlamaya çalışmak ve her insanın farklı duygusal özelliklerinin olduğunu kabul etmektir.
Sözlü ve sözsüz iletişim arasındaki uyuşmazlığı aşmak. Sözlü ve sözsüz iletişim arasındaki uyuşmazlığı ortadan kaldırmanın anahtarı,
göndericinin yanlış anlaşılmaya neden olacak söz ve davranışlarının farkına vararak, onların iletilmesine engel olmaktır. Jestler, yüz
ifadeleri, tavırlar ve diğer temel sözsüz iletişim faktörleri, gönderilen mesaja uygun olmalıdır.
Güvensizliği ortadan kaldırmak. Güvensizliği ortadan kaldırmanın hiç şüphesiz en etkin yolu, güven yaratmaktır. Güvenilirlik; bireyin
dürüstlüğü, adalet duygusunun gelişmişliği, iyi niyeti, yetenekleri, sorumluluk duygusu ve diğerleri tarafından iyi tanınma gibi özelliklerinin
sonucunda ortaya çıkar.
Ağdalı ifadelerden kaçınmak. Ağdalı ifadelerden kaçınmak, alıcının mesajın kodunu tam olarak çözerek, onu doğru anlamasına yardımcı
olur. Ağdalı ifadeden kaçınmak, mesajın iletilmesi sırasında ortaya çıkan belirsizliği azaltarak, gürültüyü etkisiz hale getirir.
Alıcının duygu dünyasını ayarlamak. İletişim kurduğunuz zaman, niyetinizi açıklamanız gerekir. Bir şey söylemeye veya onu özel biçimde
söylemeye ihtiyacınız olur; fakat mesajınızı karşı tarafa göre ayarlama gereği duyarsınız. Böyle durumlarda mesaj alıcının duygu dünyasına
göre ayarlanarak, iletişim engeli ortadan kaldırılmaya çalışılır.
Geri bildirim kullanmak. Geri bildirim, etkin bir iletişim için gereklidir ve bilgi elde etme sürecidir. İletişimde geri bildirim, kaynağın
gönderdiği mesajı, alıcının yorumlayarak tekrar kaynağa iletmesidir.
Pekiştirme kullanmak. Mesaj birkaç farklı biçimde, karşı tarafa iletilir. Başarılı bir iletişim için, mesajın bazı durumlarda birkaç kez
tekrarlanmasına veya yazılı iletişimde önemli kısımların altının çizilmesine pekiştirici denir. Yazılı iletişimde pekiştirici kullanımı, sözlü
iletişimde beden dilinin yerine geçer.
Basit bir dil kullanmak. İletişimde basit bir dil kullanımının önemi açıktır; fakat çoğu insan kendini açıkça ve jargon kullanmadan ifade
etmez. Dilin gücü karmaşık kullanımında değil, ortalama insanlar tarafından bile kolaylıkla anlaşılmasındadır.
Sözleri davranışlarla desteklemek. İletişim, sadece etki ortaya çıkarmaz, aynı zamanda güven de sağlar. Bir mesaj, sözden ibaret
kalmamalıdır; mesajın gereğine uygun bir davranışın ortaya çıkmasına da yardımcı olmalıdır.
Yüz-yüze iletişim kurmak. Yüz yüze iletişim en etkin iletişim biçimidir. Bunun nedeni, göndericinin alıcıdan direkt geri bildirim alma
olanağına sahip olmasıdır. Eğer gerekiyorsa, mesajda ve ona karşı gösterilecek tepkide, bir değişim olanağı vardır.
İletişimde farklı kanallar kullanmak. Bazı mesajlar, çeşitli biçimlerde gecikme tehlikesine uğramadan çabucak ve yazılı olarak iletilmek
durumundadır.
Dinleme Becerisi Geliştirmek
Dinlemek bir saygı gösterisidir. Karşısındaki kişi tarafından dinlenen birinin özgüveni artar, kendisiyle barışık mutlu bir kişi olma olasılığı
yükselir. Empatik dinleme, tanım olarak kişinin iç dünyasını anlayarak onun gözüyle dünyayı görebilme çabasıdır. Dinleme duymaktan
farklıdır. Duyma, sesleri fiziksel olarak algılamaktır. Dinleme ise, seslerin anlamını zihinsel olarak belirlemekle ilgilidir. Dinleme duymaktan
farklıdır. Duyma, sesleri fiziksel olarak algılamaktır. Dinleme ise seslerin anlamını zihinsel olarak belirlemekle ilgilidir. Etkin bir dinleme için
öğrenilebilir on temel beceri öğesi vardır. Bunları aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:
Konuşmayı kesin; hiç kimse konuşarak dinleyemez,
Konuşmacıya kolaylık sağlayın, onun rahatlamasını sağlayın,
Dikkatleri dağıtan şeyleri ortadan kaldırın,
Sabırlı olun, başka hiç kimse ile iletişim kurmaya çalışmayın,
Kendinizi rahat ve hafif tutun, başka bir şeyle oyalanmayın,
Soru sorun, konuşmacının mesajını başka sözcüklerle açıklayın,
Konuşmayı bırakın, bu aşamada konuşmak çok çekici olabilir ancak bunu yapmayın, konuşmacının sözünü bitirmesini bekleyin.
Etkili kapsayıcı dinlemede konuşmacının söylediklerini anlamak
için geniş bir sözcük dağarcığına sahip olmak gerekir. Dinleyici
söylenenleri tam anlamak için sorular sorar. Empatik dinleyiciler,
mesajın duygusal boyutunu duyabilirler, düşünce ve konularla
olan ilişkisini kurabilirler. Eleştirel dinlemede, iletilen mesaj belli
bir değerlendirmeye tabi tutularak dinlenir. Bu tür dinlemede
insan, mesajı yargılayarak ikna olmaya çalışır. Bu tür dinlemede
mesaj mantıksal çerçevelerden geçirilerek ve söylenenlere
kanıtlar aranarak dinlenilir.
Eleştirel dinleme aktif bir dinleme biçimidir. Geri bildirimde bulunmak bakımından bilimsel içerikli dinlemelerin eleştirel dinleme olması
gerekir. Destekleyici dinleme, konuşmacının kendini daha iyi ifade etmesine katkı sağlayan bir dinleme biçimidir.
ETKİN İLETİŞİM
Etkin iletişim, mesajı mümkün olduğu kadar göndericinin gönderdiği anlama yakın biçimde hedefe tam olarak iletmekle mümkün olur. Etkin
iletişim, anlam düşüncesine ve anlamların tutarlılığına bağlıdır. Etkin iletişim, alıcının algılayabileceği şekilde mesajı ona iletmekle, mesajın
tam olarak algılanması ve gerekli tepkinin gösterilmesiyle sağlanır. Etkin bir iletişim kurmadan önce iletilecek mesaj, iyice araştırılmalıdır.
Her iletişimin doğru bir amacı olmalıdır. İletişim plânlamasında ilgili olanlara danışmak, onların görüşlerine başvurmak gerekir. İletişimin
etkinliğini artırmak için mesajın içeriği kadar tonlamasına da özel önem verilir. Etkin iletişim bir süreçtir ve iletişimin tamamlanması gerekir.
Etkin bir iletişim şu unsurları kapsar:
Bilinen ve geniş kapsamlı bir iletişim yapısının oluşturulması,
Çeşitli görevler yüklenmiş kişiler arasındaki ilişkilerin kurallarla belirlenmesi,
İnsanlar arasındaki ilişkilerin, uyumlu bir şekilde birbirine bağlanması.
Kaynak ve hedefin mesaja aynı anlamı vermeleri etkin iletişim değil, tam iletişimdir.
İletişimde etkinlik, mesajın eksiksiz ve anlamını kaybetmeden, kısaca kodlandığı şekilde alıcıya ulaşmasıdır. Buna göre iletişim etkinliğinin
aşağıdaki gibi beş temel amacı vardır:
İletilecek mesajın kodlanması ve iletilmesi,
Mesajın kodunun çözülmesi ve filtre edilmesi,
Mesajın algılanması ve değerlendirilmesi,
Mesajın kabul edilmesi,
Mesaj doğrultusunda alıcının harekete geçmesi.
Kısaca alıcının mesaja göre olumlu geri bildirimde bulunmasını sağlamak için onun ikna edilmesi gerekir.
ÖZET:
İnsan ilişkilerinin sürdürülmesi için iletişim zorunludur. Bir bakıma iletişim, insanın yaşamını sürdürmesinin zorunlu bir unsurudur.
İletişim, yaşamı anlamlandırma sürecidir. İnsan bu anlamlandırma sürecinde kendisiyle, başkasıyla veya grupla iletişime girer ve
gündelik tecrübelerinde pek çok etkinliği iletişim kurarak gerçekleştirir. Bugün iletişim alanında kullanılan tekniklerde hızlı ve
önemli gelişmeler yaşanmaktadır. İletişim alanındaki gelişmeler, bireysel, örgütsel ve ülkeler arasında kurulan iletişim ağları
sayesinde veri iletimini kolaylaştırmakta ve iş yapma yöntemlerinde köklü değişikliklere neden olmaktadır.
İletişim, insanın kendini sosyal bir varlık olarak ifade etmesi için zorunludur. İnsan, çevresi ile iletişim kurarak yaşar. Onun her
davranışı, konuşması, susması, kısaca duruşu kendini ifade etmesidir; yani mesaj iletmesidir. İletişim, anlam üretme, iletme ve
algılama sürecidir. İletişimin asıl amacı, anlaşılabilir mesajların gönderilmesi ve karşı tarafın tutum ve davranışlarında değişiklik
yapmaktır. İnsan yaşamını iletişim kurarak sürdürür. Yaşam bir bakıma iletişim kurma serüvenidir. Normal zihinsel fonksiyonlara
sahip olan bir insan, iletişim kurmadan yaşayamaz. İletişim, insanın bireysel ve sosyal yaşamının vazgeçilmez unsurudur. İnsan
gündelik yaşamında diğer insanlarla, kurumlarla, gruplarla veya kendisiyle iletişim kurarak yaşar.
Bireysel, örgütsel ve toplumsal yaşam biçimlerinde iletişim bir ihtiyaçtır. Bir sosyal yapı içinde iletişime ihtiyaç göstermeyen hiçbir
iş yoktur; çünkü iletişim, insanların birbirlerini anlamaları için gerekli olan bir köprüdür. Köprünün bir ayağında kaynak, diğer
ayağında alıcı (hedef) bulunur. İletişim, bu iki ayak arasındaki mesaj alışverişidir. İletişimi kaynaktan, alıcı veya alıcılara mesajın
iletilmesi olarak düşünmek doğru değildir; çünkü mesajı gönderen kişinin genellikle bir amacı vardır. Kaynak, gönderilen mesaj
doğrultusunda hedefin bir davranışta bulunmasını bekler. Hedefin göstereceği davranış ise mesajı alma biçimine ve mesajın alınma
derecesine bağlıdır. Mesajı gönderenin (kaynak) istediği davranışın, alıcı tarafından gösterilmesi halinde etkin iletişim gerçekleşir.
İnsan ister tek başına, ister toplumla birlikte yaşasın, amacına iletişim kurarak ulaşabilir.
DAVRANIŞ BİLİMLERİ
ÜNİTE 9
ALGILAMA VE ALGI YASALARI
GİRİŞ:
Bireyin çevresinde olup bitenlere tepki vermesi için önce çevreden gelen uyarıcıları algılaması gerekir. Organizmayı etkileyen herhangi bir
faktöre uyarıcı denir. Ses, renk, koku, tat gibi uyarıcılar beyni uyarır ve algılama sürecini başlatır. Çevresel uyarılar duyu organları vasıtasıyla
duyumsanır ve kişi buna göre tepkide bulunur. Algılama sadece uyarıcılarla ilgili bir durum değildir; yani algılama sadece dışsal faktörlere
(uyarıcı) bağlı değildir; aksine içsel ve dışsal faktörlerin etkileşimiyle olur.
ALGILAMA VE ALGI KAVRAMI
Algılama, uyaranların duyumsanması işlemine verilen addır. Algılama, duyu ve duyum aracılığı ile meydana gelir. Alıcıların dış çevreden
duyular vasıtasıyla aldığı uyaranları sinirsel enerjiye çevirmesi sürecine algılama, ortaya çıkan ürüne de algı adı verilir. Beyne gelen duyu
verilerinin beyinde işlenerek belirli bir yapı ve organizasyona sokulma işlemidir. Algılamanın olması mutlak eşiğin üzerinde bir
duyumsamanın olmasına bağlıdır. Mutlak eşik organizmanın tepkide bulunabilmesi için gerekli en küçük uyarıcı şiddetidir. Algılar ihtiyaçları,
güdüleri ve tutumları etkilediği gibi, ihtiyaçlar, güdüler ve tutumlar da algılamayı etkiler. Aynı şekilde algılamanın bir fizyolojik bir de
psikolojik boyutu vardır. Bu nedenle farklı kültürel değerlere ve sosyo-ekonomik özelliklere sahip insanların algılama düzeyleri farklı
olmaktadır.
Duyu süreçleri. Birey duyu organlarıyla çevresindeki çeşitli uyarımlara ulaşır. Çevre uyarımları duyular vasıtasıyla alınıp bilinçte
değerlendirildiği zaman, algılama gerçekleştirilmiş olur.
Simgesel süreçler. Simge, bir obje veya durumu temsil eden işarettir. Örneğin, limon resmi görülünce ekşi tadı algılanıp kişinin
ağzının sulanması, simge temelli bir algılama örneğidir.
Duygusal süreçler. Algılamanın duygusal süreçlerinde, uyarımın taşıdığı mesaj ve bilgiyi aşan bir anlam üzerinde durulur. Örneğin,
bir olayı ya da nesneyi algılarken onun yalnız bellekteki geçmiş izlenimleri ve simgeleri birleştirilmekle kalmaz, başka anlamlar
üretilmeye çalışılır.
Algılama iki biçimde karşımıza çıkar; deneysel algılamalar ve zihinsel algılamalar. Deneysel algılamalar, duyu organları yoluyla
algıladıklarımız; zihinsel algılamalar ise altıncı hissimizle algıladıklarımızdır. Birinci algılamayı sayısal, fiziksel ve maddi özellikler
meydana getirirken; ikincisini oluşturmak ve elde etmek daha zordur. Zihinsel algılamaları sağlamak için karşı tarafın
algılamasındaki sınırları, engelleri bilmek ve mesajı buna göre vermek gerekir. Algılama anında beyin, bireyin içinde bulunduğu
psikolojik veya fiziksel durumdan etkilenir. Aç insanın yiyeceği gördüğü sıradaki algısı ile tok insanın algısı farklıdır. Algı kişinin
beklentileriyle, geçmiş deneyimleriyle, diğer duyu organlarından gelen başka duyuları, toplumsal ve kültürel etkenleri hesaba
katmasıyla, duyuları seçme, bazılarını ihmal etme, bazılarını kuvvetlendirmesiyle, duyulara bazı eklemeler ve çıkarmalar
yapmasıyla oluşur. Algı (percept, sense) kavramı genel anlamı ile duyu organları aracılığıyla alınan uyaranların (duyusal sinyal,
simge, sembol) anlamlı bütünlük oluşturacak şekilde örgütlenmesi ve yorumlanmasıdır. Algılar çok boyutlu etkileşimli bir
düzlemde gerçekleşir. Algı, uyarıcının alınmasıyla başlar ve tanımlanmasıyla biten alt süreçlerle tamamlanır. Algı, idrak etme,
uyaranın içeriğine vakıf olma, bir etkiye maruz kalma ve ona tepki gösterme olgusudur. Algı, algılanan şeyin gerçeğine ulaşmak,
olayı ve olguyu tüm boyutlarıyla kuşatmak ve ilgi kurmaktır. Algılar duyular sayesinde olur ancak algılama (perception) genellikle
duyularla karıştırılır. Uyarıcı sürekli ise ve enerji düzeyinde bir değişiklik meydana gelmiyor ise duyu organı uyarıcıya uyum sağlar
ve tepkide bulunur; böylece algıda süreklilik oluşur. Örneğin tabak, bardak, çatal ve kaşıklardan oluşan kurulu bir masayı
algılarken, sadece gözün retinasına düşen verilere dayanılmış olunursa, masanın üzerindeki tabaklar uzaktayken oval, yaklaşınca
yuvarlak gözükürdü. Bardaklar uzaktan küçük, yakından büyük olurdu. Bu durum algı dünyasında içinden çıkılmaz bir karmaşa
yaratırdı. Beyin karmaşayı algısal değişmezlerle çözerek önlemektedir.
ALGILAMA SÜRECİ
Algılama süreci genel olarak iki aşamadan oluşur; bunlardan ilki seçici dikkat, diğeri de organizasyondur. Seçici dikkat dış dünyadan gelen
uyarıcıların tamamının beyne ulaşmayarak bunlardan bazılarının seçilerek algılanmasıdır. Algısal seçimi etkileyen değişkenlikler, algılayan
uyarıcıyla ilgili özellikler ve ikincisi de algılayan bireyle ilgili özelliklerdir. Algılama sürecinde bireyin beklentileri, deneyimleri, ihtiyaçları,
eğitim düzeyi, toplumsal ve kültürel etkenler sürece dâhil olur. Algılama sürecinde bireyin beklentileri, deneyimleri, ihtiyaçları, eğitim
düzeyi, toplumsal ve kültürel etkenler sürece dâhil olur. Gelen duyuları seçme, bazılarını ihmal edip bazılarını güçlendirme, aradaki
boşlukları doldurma ve beklentilere göre anlam verme faaliyetleri bu aşamada gerçekleşir. Duyu organları, algılamanın araçlarıdır. İnsan, iç
ve dış çevresinden gelen uyarıcılarla karşı karşıya kalır; bunları duyar ve kaydeder. Kaydettiği ilk izlenimi yorumlar. Yorumlarının doğruluğu
geri bildirimle denetlenir ve uyarıcılar yolu ile gelen etkiyi “anlam”a veya “davranış”a dönüştürür. Böylece tutumlar ve davranışlar algılara
göre biçimlenir. Aristo “algılayan” veya “algılayıcı” kavramını hem “algılama yeteneğinin güç ve potansiyeline sahip olan” anlamında hem
de “şu anda algılama fiilini gerçekleştiriyor olan” anlamında kullanmaktadır. Algılama, hem “belirli bir algı, güç veya yetisine sahip olma”
hem de “belirli bir algı fiilini (algılama) gerçekleştiriyor olma” demektir. Aristo’ya göre duyu yetisi, yanmaya hazır olan bir maddeye benzer
ve faaliyetine başlamak için de ilk ateşlemeyi (algılamayı) başlatacak bir ateşleyiciye (uyarıcı) ihtiyaç vardır.
Algılama bir süreçtir ve yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi beş aşamadan
oluşur. Bu aşamalar uyarıcı, duyu, izlenim, dönüt ve anlamadır. Algılama
süreci algılanan nesnenin, olayın niteliğine göre kısa ya da uzun sürebilir.
Bu aşamaların süresi, oluşumu, algılamanın sağlamlığı bakımından
önemlidir. Algılama aşamaları ve olası engeller aşağıdaki gibi
açıklanabilir:
Uyarıcı (stimulus). Algı bir uyarıcıyla başlar. Uyarıcı, organizmayı
etkileyen çevresel etkendir. Deriye batan iğne, göze çarpan ışık, desen,
renk ve şekil, kulağa gelen sesler birer uyarıcıdır. Uyarıcılar kişinin
duyumsama yeteneğini harekete geçiren faktörlerdir.
Algılama bir süreçtir; bu sürecin en başında algılanan şey açısından bakınca uyarıcılar vardır. Uyarıcılar, organizmanın duyu verileri
vasıtasıyla algıladığı her şeydir. Uyarıcı, insanın dış çevresinden olduğu gibi iç çevresinden de gelebilir. Dış ve iç çevreden gelen
herhangi bir uyaran olmadan algılama süreci başlayamaz. Biliş sisteminde uyaranlar, daha çok karmaşıklaşarak yanında bilgi,
beceri, tutum gibi girdiler getirir. Uyarıcının alınabilmesi için uyarcıyı alacak olan duyu organındaki alıcıların yeterince duyarlı
olması gerekir. Duyu organlarının alıcı gözelerince alınan uyarıcılar, beyindeki duyu merkezine sinirlerle taşınır. Bireyin duyu
organlarından duyu merkezine giden sinirler sağlıklı olmadığında, duyum süreci engellenir.
Duyu. Duyular, alıcı hücrelerin dış çevreden aldığı fiziksel enerjiyi, sinirsel enerjiye çevirmesiyle oluşur. Bu sinirsel enerji beyinde
işlenir ve işlemin sonucunda algısal ürün ortaya çıkar. Dokunulan bir cismin sert-yumuşak, soğuk-sıcak olarak algılanması gibi.
Burada sertlik veya sıcaklık duyu verisinin yani uyarıcının algı sürecinin sonunda (algılama) tanımlanması veya kodlanmasıdır.
Örneğin, bilmediğimiz dili konuşan birinin cümlelerini algılayamayız. Çünkü duyu organları sesleri bir sinirsel enerji olarak beyne
taşımasına rağmen, beyin kendisine taşınan her şeyi algılama başka bir ifadeyle işleme yeteneğine sahip değildir. Aksi halde beynin
her problemi çözmesi, her soruya cevap vermesi gerekirdi. Beynin duyular vasıtasıyla aldığı uyarıcıları algılayamayacağını anlaması
da bir tür algıdır. Duyu organlarımızın beyne gönderdiği duyusal veriler beyin tarafından işlenir. Yani duyu verisinin belli fark
eşiğinin üzerinde olması durumunda beyin bunları işler (algılar). Çevreden organizmaya ulaşan bütün fiziksel uyarıcılar, duyu
organlarında kimyasal ya da elektriksel değişikliklere sebep olur. Çevreden gelen bu etkilerin duyulabilmesi yetisine de duyu denir.
Duyu, alıcı hücrelerin dış çevredeki fiziksel enerjileri yakalayarak sinirsel enerjiye çevirmesiyle oluşur. Dış dünyadaki mesajları
organizma duyu organları aracılığıyla alır. Algılar duyular üzerine kuruludur; duyular algıya temel oluşturur. İnsana çevresinden pek
çok fiziksel güç etkide bulunur. Duyu derecesi, az veya çok şiddetli olmasıyla ölçülür. Algı ise hemen her zaman duyuya ihtiyaç
duyar, aynı zamanda duyusal etkileri kavramayı sağlayan faaliyetlerin tümüdür. Duygu bir tasarım, duyu bir etkinin sonucudur.
Örneğin, sevinç bir duygu, açlıksa bir duyudur. Bu bakımdan, şiirsel tasarımlar dışında, duygunun insan bedeninde bir yeri yoktur,
ama duyunun belli bir yeri vardır; insanın karnı acıkır, ama sevincin yeri belli değildir.
İzlenim. Kimi zaman duyu organları algılamaya yetecek güçte duyu alamazlar. Çevreden gelen uyarıcılar, anlamaya yetecek güçte
olmadığında insanda yalnızca bir izlenim bırakırlar. İzlenim, uyarıcıların tam anlaşılmamış etkileridir. Bulanık, yetersiz olan
izlenimler, çevreden gelen uyarıcıları yanlış algılamaya yol açabilir.
Geri bildirim. İnsanın izlenim aşamasında, belirsizlikten, yanılgıdan ve ön yargıdan kurtulmak için edindiği duyuyu yorumlayarak
değerlendirmesidir. Bu değerlendirmenin sonunda insan, edindiği duyudan geri bildirim alır. Geri bildirimler, insanın ilgisinin
yeniden duyuyu yaratan uyarıcıların kaynağına yönelmesini sağlar.
Anlama. Anlama aşamasıyla algılama süreci tamamlanır ve ortaya algı çıkar. İnsan, bir anlama ulaştığında davranışına temel olacak
bir algıyı edinir. İnsanın anladığı, yanlış da olabilir. İnsanı gerçek olmayan algılara iten nedenler şunlar olabilir:
 Duygusal yeğleme. İnsan, beğendiği, sevdiği, hoşlandığı nesneleri, olayları, bulanık ortamda bile olumlu (iyi, güzel, doğru)
yönde algılar.
 Ketleme. İnsan, görmek istemediği, özellikle utanç duyduğu nesnelerden, olaylardan gelen uyaranları, ketleyerek duymama
eğilimi gösterir.
 Kümelendirme. İnsan, çevresinde olan nesneleri, olayları, insanları, “ak” ile “kara” gibi zıt kümelere ayırdığında (kategorize
etme), kendini bu ayırımdan birine yanlı görüp, diğerine ilişkin algılarını olumsuzlaştırma eğilimi gösterir.
 Yaşantıyı karıştırma. İnsan, geçmişte edindiği algılarını, aynı ya da benzer olaylara, nesnelere ilişkin son algılarıyla
değiştirebilir; bu değişiklik yanlış da olabilir doğru da olabilir.
 Alışkanlık. Sürekli algılanan olaylara, nesnelere karşı oluşturulan alışıklık, olay ya da nesne değişse bile, ayrımına varılmadan,
eskisi gibi algılanmaya yol açabilir.
 Ortamın etkisi. Aynı uyaran, farklı ortamda farklı algılanabilir.
Sonuç olarak algılamanın doğru ve gerçek olması için dış uyaranların insanın duyu/algı organlarına kadar gelmesini engelleyecek fiziksel
engelin olmaması gerekir. Algılamanın ve anlamanın doğruluğu için fiziksel engelin bulunmaması yeterli değildir.
ALGI TÜRLERİ
Algıları iç ve dış algı şeklinde sınıflandırabiliriz. Algılama için uyarıcıya ihtiyaç vardır. Ancak uyarıcı olmadıkça algılamanın olamayacağını
söyleyemeyiz. Nesnelerin insan aklında meydana gelen şekilleri ve görüntüleri vardır. Bunlara dış algı denir. Dış algı, dış dünyadaki
nesnelerin insan zihnindeki resimlerine ilişkin algıdır. Dış algılar, hayaller, geçmişteki izlenimlerin tamamlanmasından ve kendi içinde
bütünleşmiş duyulardan oluşur. Algıları iç veya dış algı olarak ayrıma tabi tutmamızı sağlayan, duyunun kaynağıdır. Algılar aşağıdaki gibi
dörtlü bir ayrıma tabi tutulabilir:
Duyu algısı. Eşyaya ait özelliklerin duyu organları aracılığıyla alınarak nitelik, nicelik, yer ve durum gibi kategoriler hakkında bilgi
sahibi olunmasıdır.
Hayal algısı. Eşyayı, yine duyu algısındaki özellikleriyle, fakat bu kez ortada eşya olmadan, onun gözden uzak olarak hayal edilmesi
ve hatırlanışıyla ilgili algılardır.
Vehim ve tikel algı. Duyulara ilişkin tikel anlamların algısıdır.
Akıl algısı. Tikel veya tümel bütün soyut anlamların algısıdır.
Algılama sürecinde sezgiler de önemli rol oynar. Sezgi, dolaysız kavrama anlamına gelir. Sezgi, insanın içine işleme, içine doğma,
düşünmeden anlama, düşünmeden bilme, bilinç dışı kavrama yeteneğidir.
İnsan, duyu süreçleri bağlamında iç ve dış algılar yoluyla çevresindeki olayları
değerlendirir. Nesne algılanması dış algılar yoluyla oluyorsa önemli ölçüde
öğrenmeye dayanır. İnsanın olayları sağlıklı değerlendirebilmesini algılarının
sağlamlığı, doğruluğu, reel olana uygunluğu belirler. Buna göre algılamanın
sağlamlığı;
Gerçek izlenimlere,
Doğru, gerçek duyulara,
Gerçek algılara,
Gerçek algılama yeteneğine bağlıdır.
Algı, uyaranların meydana getirdiği, hatırlattığı veya telkin ettiği duyular yoluyla nesnelerin bilinmesidir. İnsan uyaranları iki şekilde
algılayabilir; tecrübe ve zihinsel olarak. Algı bu yönüyle duyularla şekillenen bütün zihni yapıyı, hayallerin bütün çağrışımını ve birikimini
kapsar.
ALGILARIN ÖZELLİKLERİ
Algılama sürecinde bir tek uyarana değil, uyaran gruplarına tepkide bulunuruz. Algılama sürecinde duyusal bilgi, nesnelere dönüştürülerek
algılanır. Örneğin, vücudun herhangi bir yerinde basınç duyumu yürüyen bir böcek (nesne) olarak, bir değneğin yere düşmüş gölgesi,
değneğin görünmediği yerden düz bir sopa olarak algılanır. Bunlar insanın, duyu ve uyarıcıyı bir şekle, forma, nesneye dönüştürerek
algıladığını gösterir. Bu dönüştürme sürecinde, kişinin bilgisi ve tecrübeleri etkili olur. İnsan çevreden uyaranlar yoluyla aldığı tüm duyuları
algılamaz. Bunlardan bazılarını seçerek algılar. Aksi halde zihinsel süreçlerde içinden çıkılmaz bir karmaşa oluşurdu. Algılamanın
özelliklerinden biri seçici olmasıdır. İnsan gündelik yaşamında sayılamayacak kadar çok sayıda uyarıcıyla karşı karşıya kalır. Ancak bunlardan
sadece algılamak istediklerini algılar. Buna seçici algılama denir. Seçici algılama “seçici maruz kalma”, “seçici dikkat” ve “seçici hatırlama”
unsurlarından oluşur. Burada seçici maruz kalma kişinin ihtiyaçları, alışkanlıkları ve tutumları ile uyumlu olan uyarıcılara kendini açık hale
getirmesidir. Seçici dikkat ise kişinin ihtiyaç ve isteklerini karşılayan uyarıcıya karşı dikkatinin daha uyanık olmasıdır. “Alıcı Gözle Bakma”
ifadesi, seçici dikkati göstermektedir. Algılamanın bir diğer boyutunu ise seçici hatırlama oluşturur. Algılama sürecinde bir tek uyarana
değil, uyaran gruplarına tepkide bulunuruz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12
Algılamanın bir diğer özelliği de derinlik ve uzay algılamasında ortaya çıkar. Zihindeki tasarımlar, algılama sürecinde belli birtakım duyumlar
alır, bunları tanımlar ve yorumlar. Bu nesneleri çeşitli nitelikleri ile bir kez öğrendikten sonra bunlarla farklı zamanlarda ve durumlarda
karşılaştığımız zaman veya onlara farklı açılardan baktığımız zaman farklı görünmelerine rağmen biz onları hep aynı görürüz. Bu olguya
algısal değişmezlik denir. Tanıdığımız birinin bizden uzaklaştıkça görüntüsü küçülmesine rağmen onu hep aynı büyüklükte algılarız. Buna
büyüklük değişmezliği denir. Nesne kendisine bakıldığı açıya göre farklılaşmasına rağmen onu daima aynı biçimde görürüz. Bu değişmezliğe
biçim değişmezliği denir. Algılamada değişmezliği sağlayan diğer bir etken şekil-zemin algısıdır. Şekil-zemin algısı nesnelerin üzerinde
bulundukları ortamdan ayrı olarak algılanmasıdır. Algılamayı belirleyen uyarıcı özelliklerine ilişkin etkenlerin yanında, algılayana ilişkin
özellikler de vardır. Algılamayı belirleyen uyarıcı özelliklerine ilişkin etkenlerin yanında, algılayana ilişkin özellikler de vardır. Herkesin eşit
bir algılama yeteneği yoktur ve söz konusu eşitliği bozan çeşitli etkenler vardır. Bunları aşağıdaki gibi açıklayabiliriz:
o İhtiyaçlar. İnsan ihtiyacına yönelen bir varlıktır. İhtiyaç insanların uyarıcılara tepki verme, onları algılama durumlarını etkiler. Aç bir
insanın dikkatini eğlence programları çekmediği gibi, uyku ihtiyacı olmayan birinin otellere dikkat etmesi beklenemez.
o Beklentiler. Hayatta sadece ihtiyaçlar değil aynı zamanda istekler ve beklentiler de vardır. İnsanların dikkatleri, beklentileri
üzerinde daha fazla yoğunlaşır. Hayattan bir beklentisi kalmamış birinin yatırım plânları yapması beklenmediği gibi aşırı iş
yoğunluğu içinde olan birinin, tatil programı yapması da beklenemez.
o İlgiler. İnsanların beklentileri ilgileriyle yakından ilişkilidir. Otomobil merakı olmayan, otomobillere ilgi duymayan birinin otomobil
fuarlarını gezmesi beklenemez.
o Öğrenme, bilgi ve deneyim. Bunlar algılamayı kolaylaştıran etkenlerdir. İnsan, uyaranlara; bilgilerine, deneyimlerine ve
yeteneklerine göre tepki gösterir. Trafik uyarıcılarının ne anlama geldiğini bilmeyen birinin, bunlara doğru bir tepkide bulunması
beklenmez.
o Algı alanı. Belirli bir süre içinde ayırt edici tepki gösterilen çevre, özellik ve varlıkların tümüne algı alanı denir.
o Algı dayanağı. Bir tutumun, inanç ya da eylemin arkasında yatan ve bunları denetleyen, sınırlandıran değerler ve anlamlar
bütünüdür. Farklı toplumsal normlara sahip iki kişi aynı durumla karşılaştığında bu durumu farklı algılar.
İllüzyon(yanılsama),uyarıcıların hatalı algılanması sonucunda algının yanlış olmasıdır. İllüzyon basit bir algı hatası değil algılamanın hatalı
olması sonucunda ortaya çıkan yanlış algıdır. İki şekilde oluşur. Fiziksel illüzyon ve psikolojik illüzyon. Fiziksel illüzyon nesnenin şeklinden
başka bir şekilde algılanmasıdır.
Ponzo İllüzyonu. Uzaklık ipuçlarının kişiyi yanıltmasıdır. Linear perspektifteki derinlik ipuçları ve yatay planın yüksekliği, mesafe ipuçları
sağlayıp ikisi de eşit uzunlukta olsa da yukarıdaki çizginin daha uzakta ve daha uzun algılanmasına yol açar. Hallüsinasyon(Sanrı). Bir
uyarıcıyı bulunmadığı halde varmış gibi algılamaktır. Olmayan şeyleri görmek, olmayan sesleri işitmek gibi dayanaksız algılamadır. Genellikle
ateşli hastalıklar, alkol, uyuşturucu vb uyarıcılar hallüsinasyonlara neden olur.
Phi (Fi) Fenomeni. Art arda gelen durgun uyarıcıların hareket ediyormuş gibi algılanmasıdır. Algılara ilişkin bir diğer özellik ise imkânsız
algılardır. Beyin nesnenin tekil parçalarından gelen bilgiyi seçer ama bu bilgi yorumlanmak için var olan zihinsel şemalarımızla
eşleştirildiğinde üç boyutlu şekil “tuhaf” bir şekil olarak ortaya çıkar.
ALGI YASALARI
İnsan dış dünyasını tanıyabilmek için duyu organlarına ihtiyaç duyar. Ancak, duyu organlarının sıradan işleyişi, algılama için yeterli değildir.
İllizyon basit bir algı hatası değil, algılamanın hatalı olması sonucunda ortaya çıkan yanlış algıdır. Aslında onun duyu organları uyarılırsa,
ilgisini çeken bir durum olursa, sonuç çok daha başka olabilir. Bir olay, durum kişiyi motive ediyorsa, motifin derecesine göre kişi kendisini o
uyarıcıya odaklar, onu dikkatle gözleyip inceler ve izlenimlerini hafızasına yerleştirir. Kişinin kendisini motive eden varlık ya da olayı
gözleyebilmesi için yapmış olduğu seçme faaliyetine dikkat denilmektedir. Dikkat, bilincin açıklık ve işlevsellik derecesi, insanın algılamaya
hazır oluş düzeyidir. Dikkat, duyuları algılamayı sağlar. Buna göre dikkati, duyu organlarının bilinci bir uyarana yönlendirmesi olarak
tanımlayabiliriz. Tanımlar dikkatin, zihinsel ve bedensel yeteneklerin, uyaran üzerinde yoğunlaşma durumu olduğunu göstermektedir.
Dikkat bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde ortaya çıkabilir. Bilinçli olarak ortaya çıkan dikkat, bilişsel süreçlere bağlıdır; oysa bilinç dışı dikkat
yüksek bir sese, bir hareketliliğe veya parlak bir ışığa yönelebilir. Dikkat bir fark etme durumudur ve dış dünyanın fark edilebilmesi, algıyla
başlar ve algı için dikkat bir başlangıç ve ön koşuldur. Dikkat algılama sürecini başlatır. Bilinçli veya bilinçsiz olarak, yönlendirmenin veya
bilinç dışı bir uyaranın etkisiyle ortaya çıkabilir. Algılama sürecinde dikkat bir seçim faaliyeti olarak ortaya çıkar. İnsanın seçim yeteneği
üzerinde birçok faktörün etkisi vardır. Bunlar iç ve dış faktörler olarak iki grupta incelenebilir:
Dış faktörler. Kişinin sosyal ve fizikî çevresinden algıladığı faktörlerdir. Günümüzde daha çok reklâmcılık tekniği, bu tür uyarıcılarla
insanların dikkatini geniş ölçüde etkilemektedir. Bu konuda dikkati etkileyen başlıca faktörler; uyarıcının durumu, şiddeti, büyüklüğü,
devamlılığı, hareketliliği, tekrarı, ayrılmış ve farklı oluşudur.
İç faktörler. Bunlar insanları bir seçim faaliyetine yönelten ve içten gelen güç/güdü kaynaklarıdır. Özellikle fizyolojik ve psiko-sosyal kaynaklı
motiflerdir. Bu faktörler insanın kültürüne, eğitimine, alışkanlıkları ve sosyal yaşantısına bağlıdır. İçsel faktörler; açlık, susuzluk, cinsiyet gibi
fizyolojik temelli güdüler olabildiği gibi heyecanlar (sevgi, kin-nefret, öfke, korku), ilgi ve beklenti gibi psikolojik ve sorumluluk bilinci gibi
toplumsal nedenler de olabilmektedir. Algılama sürecinde önemli bir faktör olarak değerlendirilen dikkatin bir tek boyutu veya türü yoktur.
Farklı dikkat türlerinden bahsedilebilir. Bunları aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz:
İlgi dikkati. Ortaya çıkması için bilinçli bir tercih gerektirmeyen dikkat türüdür. İnsanın özel ilgisi ve merak duygusu bu tür dikkatin
oluşumunu sağlar. İlgi ya da merak insanlarda genetik faktörlerden, kültür ve eğitimin etkisinden kaynaklanabilir. Kişilik
özelliklerinin sonucu olarak insan bilinçli bir çaba harcamadan uyarımlara karşı daha dikkatli olabilmektedir.
Bilinçli dikkat. Bu durumda zihinsel faaliyetin bir hedefi vardır ve insanın bir düşünce sürecinde özel bir gayret göstermesi, zihinsel
çaba harcaması gerekir. Burada insan kendi arzusu ve iradesiyle gözlediği olay, durum, nesne ya da kişiye dikkatini yöneltmektedir
ve zihinsel yönden aktif durumdadır.
Bilinçli olmayan dikkat. İnsanın elinde olmadan bazı olay, durum ya da kişilerle ilgili uyarımlar, onun dikkatini çeker. Örneğin,
insanın çok sevdiği veya nefret ettiği insanlar kalabalıklar içinde herkesten daha fazla dikkatini çeker. Erken fark etme veya dikkat
etme üstünlüğü, bilinç dışı nedenle ortaya çıkar. Duyu organları tarafından algılanan uyarıcıların zihinsel süreçler tarafından
formlara dönüştürülmesi, belirli kurallar çerçevesinde olur. Uyarıcı yapısına ilişkin etkenler, duyu organlarını etkileyen çok sayıda
uyarıcıdan hangilerine dikkat edeceği ile ilgilidir. Dikkati ve dikkat yoluyla algılamayı belirleyen uyarıcı ve bireysel özelliklere ilişkin
etkenleri aşağıdaki gibi açıklayabiliriz:
Şiddet ve büyüklük. Bir uyarıcının şiddeti ve büyüklüğü arttıkça uyarıcının algılanma yeteneği artar. Parlak bir ışık solgun olanına
göre, yüksek bir ses, kısık olanına göre daha kolay algılanır.
Kontrast. Kendisiyle birlikte algılanan diğer uyarcıların bulunduğu bir ortamda kontrast oluşturan bir uyarıcının algılanma olasılığı
daha yüksektir. Kız öğrenciler arasında başka bir kız öğrencinin algılanması, erkek öğrenciler arasındaki bir kız öğrencinin
algılanmasından daha zordur.
Hareket. Uyarıcıların hareket halindeki bir nesneden gelmesi, sabit bir nesneden gelmesinden daha fazla dikkatleri çeker (uyarıcı
etkisi yapar). Bu nedenle, vitrinlerde nesneleri hareketli ortamlarda sergilemenin uyarıcı etkisi daha fazladır.
Tekrar ve pekiştirme. Uyarıcının algılama gücünü artıran diğer bir faktör, tekrarlar ve pekiştirmedir. Ancak tekrarın çok fazla
olması, rutinleşme, monotonlaşma etkisi oluşturduğu için, zamanla algılamayı zorlaştırabilir. Uygun zamanda yapılan tekrarlar,
fark etmeyi kolaylaştırır.
Farklılık ve yenilik. İnsanlar, farklılıkları, aykırılıkları ve gariplikleri sıradan olanlardan daha erken algılar. Bir kişi için sıra dışı olan
bir uyarıcı, rutin ve alışılmış olandan daha erken algılanır.
Değişmezlik. Algının bir başka özelliğidir. Asılı bir duvar saati, farklı açılardan bakınca şekil değişimine uğramasına rağmen,
değişmezlik algısı sayesinde her yerden daire şeklinde görülür. Açı farklılığı, şekli gerçekte elips hale getirmesine rağmen
değişmezlik algısı, insanın onu her zaman daire şeklinde görmesine neden olur. Bu durum uyarıcıların şekillerinin beynimizde yeni
baştan yorumlanmasından kaynaklanır. Algının nasıl işlediği ve algılamaya esas teşkil eden faktörler algı yasalarını oluşturmaktadır.
Algı Gestalt psikologlarına göre bir örgütlemedir. Gestalt psikologları algı yasalarını bütünün parçaların toplamından daha farklı ve
büyük olduğu ilkesine göre tanımlayarak, algı yasalarını aşağıdaki gibi açıklamaktadırlar:
Zemin-şekil yasası. Her tür algıda bir zemin ve bu zeminden önce göze çarpan bir şekil bulunur. Algılamada zemin üzerinde dikkati
çeken şekli görür ve onu algılarız. Burada zemin-şekil yer değiştirebilir ve dikkat ettiğimiz nesne şekil olurken diğer uyarıcılar
zemini oluşturabilir.
Yakınlık yasası. Organizma bir alan içinde bulunan nesneleri birbirine yakınlıklarına göre gruplayarak algılar. Buna yakınlık yasası
denir. Yakınlık, zamanda yakınlık ve mekânda yakınlık olmak üzere iki şekilde incelenebilir.
Mekân algısı. Mekân algısı, mekân içinde birbirine yaklaşan nesnelerin bir bütün olarak algılanmasıdır. Yağan yağmurda tek tek
damlaları değil yağmurun kendisini algılarız. Ormandaki ağaçları tek tek değil ormanın kendisini görürüz. Bunlar mekânda yakınlık
algısıdır.
Süreklilik yasası: Organizma anî, birdenbire olan değişikliklerden çok, sürekliliği algılar. Peş peşe yanıp sönen lâmbaları
dönüyormuş gibi görmek, algılamada süreklilik yasasından dolayıdır. Aynı yönde giden birimler, çizgiler birbiri ile ilişkili olarak
algılanırlar. Süreklilik algısında organizma devam eden bir etkinliği algılama eğilimindedir.
Benzerlik yasası: Organizma birbirine benzeyen uyarıcıları gruplayarak algılar. Buna benzerlik yasası denir. Benzerlik yasası hem
görsel hem de işitsel uyarıcılarda geçerlidir. Örneğin, sarışın birini gördüğümüzde kuzey ülkeleri, esmer birini gördüğümüzde ise
aklımıza Afrika gelir. Koreliler de çekik gözlü olmasına rağmen aklımıza önce Japonlar gelir. Bunun sebebi benzerlik algısıdır.
Tamamlama yasası: Tamamı görülmeyen nesneler bütün olarak algılanır. Tamamlama yasası nesneleri tamamlama olduğu gibi
olayları da tamamlama konusunda insanı yönlendirir. Tanıdığımız ancak tamamını görmediğimiz nesneleri zihnimizde tamamlarız.
Tamamını bilmediğimiz nesneleri veya olayları zihnimizdeki izlenimlere göre tamamlarız.
Pragnaz yasası: Gestalt psikologlarının algı yasaları ile ilgili en kapsamlı yasaları “Pragnaz Yasası”dır. Bu yasaya göre; “her psikolojik
olayda anlamlı, tam ve basit olma eğilimi vardır.” İnsanlar nesneleri, olayları, uyarıcıları bütün olarak algılama eğilimindedir.
Basitlik Yasası. Basit parçalar daha kolay algılanır. Diğer unsurlar eşit olduğu halde, birey basit, düzenli bir şekilde organize edilmiş
figürleri daha kolay ve daha erken algılama eğilimindedir. Bu yasa, algılanan nesne öyle olmasa bile algılamanın simetrik, düzenli,
düzgün olan iyi bir biçime, şekle, bütüne doğru olduğunu göstermektedir.
ALGILAMA VE ATFETME (YÜKLEME)
Atfetme (attribution), kişinin kendisinin veya başkasının davranışlarını yorumlaması ve onlara anlam yüklemesidir. Yükleme, algılanan
insanın davranışlarına bakarak onun içsel durumunu tanımak ve davranışlarının nedenlerini bilmek için nedensel çıkarsama yapmadır.
Atfetme veya diğer adıyla yükleme insanların bir olayın niçin ve neden kaynaklandığı üzerinde varsayımlarda bulunarak, ilişkilerden anlam
çıkarmasıdır.
Algılama sürecinde algılanan uyaranlara anlam yükleme anlamına gelen atfetme sürecinde insan genellikle aşağıdaki soruların cevabını
bulmaya çalışır:
Çevrede tanık olduğumuz şeylerin anlamı nedir?
İnsan davranışlarında iç veya dış nedenlerin etkisi nedir?
Çevrede olup bitenlerin mantıklı bir temeli var mıdır?
Yükleme (attribution), kişiler hakkındaki izlenimlere dayanır. İnsanlar, güdüleri, niyetleri ya da kişiliği içsel nedenlerle ve çevrenin fiziksel
şartları gibi dışsal nedenlerle yorumlar. Çıkarsama olmadan kurulan ilişkiler yüzeyseldir. Bu çıkarsamanın doğru olabilmesi için ilişkiye
dayanak olan davranışların şu özelliklerinin olması gerekir:
Davranış tutarlı (consistency) olmalıdır. Koşullar ne olursa olsun sürekli yapılan davranışlara anlam yüklemek pek yanıltıcı olmaz.
Bir davranışın bir kez yapılması, süreklilik göstermemesi, ardındaki nedeni kestirmeye yetmez.
Davranış belirgin (distinction) olmalıdır. İnsanın belli bir etkiye, belli bir tepki göstermesi, tepkisine anlam yüklenmesini
kolaylaştırır. İnsan, aynı durum ya da aynı etki karşısında aynı tepkiyi gösterdiğinde, davranışın nedeni daha iyi kestirilebilir. Böyle
bir davranış belli bir duruma özgü olur ve başka davranışlardan ayırt edilebilir.
Davranış başkalarınca da yapılabilir olmalıdır. Aynı duruma ya da aynı etkiye başka insanlar da aynı tepkiyi gösterdiğinde, aynı
davranışı gösterme konusunda insanlar arası genel bir görüş bulunduğunda, ilişki kurulan insanın yaptığı davranışın ardındaki
amacı kestirmek daha kolaydır.
Davranış insanın yalnız başına olduğunda da yapılabilir olmalıdır. İnsanın içtenlikle yaptığı davranış, yalnız başına olduğunda
yaptığıdır. Başkalarının etkisi olmadan yapılan davranışın ardındaki nedenler daha doğru kestirilebilir.
Yüklemeye ilişkin sayılan bu özellikler, algılamanın salt, uyaranlarla veya mesajlarla sınırlı olmadığını göstermektedir.
ÖZET:
•Algılama, organizmanın çevresinde olup bitenleri anlamlandırması, değerlendirmeler yapması için uyarıcıların duyu verileri şeklinde beyne
ulaşmasıyla başlayan ve söz konusu uyarıcıların tanınması, tanımlanması ve değerlendirilmesiyle yani algılanmasıyla süren ve sürecin
sonunda bir şekil, desen, sertlik, yumuşaklık, soğukluk, sıcaklık şeklinde bir algıyla biten süreçtir. Algılama, duyu organları ile elde edilen her
tür uyaranın beyinde şekillenmesi ve görünüm kazanmasıdır. Tanımdan da anlaşıldığı gibi algılama sadece bir tanıma ve tanımlama değildir;
aynı zamanda uyaranların yorumlanması, karşılaştırılması ve değerlendirilmesiyle oluşan bir süreçtir. Algılama sürecinde uyaranlara yorum
karıştığı için uyaran farklı, algı ise daha farklıdır. Başka bir ifadeyle gerçek ile algının farklı olması, süzgeçten geçirme nedeniyledir.
Süzgeçten geçirme duyuların algıladığı uyaranların seçilmesi ve yorumlanarak algılanmasıdır.
•Algılama sürecinde kişi, uyarıcı ile önceki bilgileri arasında bir uyumlaştırma yapmaya çalışır. Bu nedenle uyumlaştırma sürecinde gerçek,
kişinin algılamasının etkisinde kalarak farklılaşır. Kişi, uyarıcıyı eski bilgilerine dayanarak yorumladığı için aynı uyarıcı farklı kişiler tarafından
farklı biçimde algılanır. Kişide o uyarıcıya dair eski bir veri veya bilgi yoksa uyumlaştırma-uyarlama yapılamaz. Algılamanın yapılabilmesi,
duruma veya nesneye ait bir kanaatin olmasına bağlıdır. Uyumlaştırma sürecinde birey, uyaranlara bazı eklemeler veya çıkarmalar yapar.
Bunun nedeni durumun kişinin istediği gibi algılanmasını sağlamaktır. Yalan ifadeler bu ekleme ve çıkarmanın örneklerdir.
•Algılamayı kolaylaştıran çeşitli faktörler vardır. Büyüklük bunlardan biridir. Büyük nesneler küçüklerden daha fazla dikkati çeker ve
algılamayı kolaylaştırır. Zıtlık da algılamayı kolaylaştıran diğer bir faktördür. Birbirine zıt renkler, şekiller, nesneler daha çok ilgi çeker.
Algılamayı etkileyen diğer bir faktör ise tekrardır. Tekrarlanan uyaranlar bir kez görülenlerden daha fazla dikkati çeker. Tekrarlar algılamayı
kolaylaştırdığı gibi öğrenmeyi de kolaylaştırır; ancak rutin tekrarlar yeterince uyarılmaya neden olmadığı için algılamayı azaltır. Algılamayı
kolaylaştıran diğer bir faktör hareketli cisimlerin hareketsiz olanlara göre daha fazla dikkati çekmesidir. Algılama bazen illüzyon ve
halüsinasyon gibi algı yanılmalarıyla bozulur. Bu nedenle çoğu kez uyarıcı farklı, algı farklıdır.
DAVRANIŞ BİLİMLERİ
ÜNİTE 10
KİŞİLİK
KİŞİLİK KAVRAMI
Kişileri fiziksel özelliklerinin yanı sıra zihinsel özelliklerini değerlendirerek ayırmaya çalışmak hepimizin günlük yaşantımız içerisinde sıklıkla
yaşadığı bir durumdur. Psikolojide kişilik, günlük yaşamda kullandığımızdan çok daha derin anlamlar taşımaktadır. Kişilik, insanların dünyayı
nasıl görüp yorumladığını ve ona nasıl tepki verdiğini yansıtan bir kavramdır. İnsanların bireyler olarak farklılaşmasının mihenk taşını
oluşturmaktadır. Psikoloji bilimi subjektif değerlendirmelerin ötesine geçerek psikolojik yapıyı, süreçleri ve organizasyonunu keşfetmek
amacıyla kuramsal ve deneysel çalışmalar gerçekleştirmiştir. Kişilik, farklı durumlarda insanı tutarlı bir şekilde davranmaya iten bir güç
olarak karşımıza çıkmaktadır. Kişiliği tanımada ölçüm aracı davranıştır. Bir başka deyişle kişilik, davranışsal açıdan tanımlanabilir. Psikoloji
biliminde bireyin kişiliğini tanımlamada iki ayrı yaklaşımdan söz edilmektedir. Bunlardan birincisi insan kişiliğinin temel yönlerini tanımlayıp,
kişisel özellikleri ölçmek için yol ve yöntemler tasarlamaya çalışan kural koyucu (nomotetik) yaklaşımdır. İkinci yaklaşım ise bireyin kendine
özgülüğü ya da eşsizliği üzerinde durmakta ve bireyi entegre bir bütün olarak değerlendirmektedir. İdiyografik yaklaşım olarak
kavramsallaştırılan bu yaklaşım kişiliği analiz ederken belirli kanun ve sınıflandırmalara dayanmadan, öznel ve bireysel deneyimleri ön plana
çıkarmaktadır. Bu iki yaklaşım arasındaki en önemli farklılık, kişiliğin doğal mı yoksa çevresel bir oluşum şeklinde mi meydana geldiği
noktasında ortaya çıkmaktadır. Bu konuya kişiliği oluşturan faktörler açıklanırken daha ayrıntılı bir şekilde değinilecektir. Kişilik tanımının
göze çarpan bir diğer özelliği, bireyin diğerlerinden farklı olarak şekillenen özelliklerinde ortaya çıkan tutarlılıktır. Davranış, tutum ve kişilik
kavramları davranış bilimlerinde birbirinden bağımsız olarak ele alınamayan kavramlardır. Psikolojik işlevsellik olarak da ifade edilen bu
durum, kişilik ve davranışlar arasındaki etkileşimi ve bu etkileşimin sürekliliğini vurgulamaktadır. Bir başka ifade ile kişinin yaşamındaki
gelişim süreci boyunca yönelimleri, amaçları ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan davranış, tutum ve kişiliği arasında karşılıklı etkileşime
dayalı bir ilişki söz konusudur. Davranış bilimlerinde davranış, tutum ve kişilik kavramları karşılıklı etkileşim içierisindeki olgular olarak
değerlendirilmektedir.
KİŞİLİĞİ BELİRLEYEN FAKTÖRLER
Psikoloji bilimi içerisinde kişiliğin kaynağına ilişkin tartışmalar halen daha devam etmektedir. Kişilik doğuştan gelen bir özellik mi yoksa
zamanla çevresel etkenler ve deneyimle kazanılan bir nitelik midir? Gen mi çevre mi (nature versus nurture ) tartışması olarak da bilinen bu
konuda her iki görüşün taraftarları da kişiliğin kalıtsal ya da çevresel faktörler tarafından belirlendiğine dair güçlü savlar ortaya
koymaktadırlar. Bu derin tartışmaların ışığında gelinen noktada hem kalıtsal hem de çevresel faktörlerin kişiliğin oluşumunu etkileyen
faktörler olarak benimsendiğini söylemek mümkündür.
Kalıtsal Faktörler
Kalıtım, bireyin doğuştan elde ettiği fiziki yapı, cinsiyet,
güzellik, kas ve refleks kapasitesi, enerji düzeyi,
biyolojik ritim gibi anne babadan devralınan biyolojik,
fizyolojik ve psikolojik özelliklerdir. Ayrı ortamlarda
yetişen tek yumurta ikizlerinin benzer özellikler
taşıması kalıtımın kişilik üzerindeki etkisinin en açık
kanıtıdır. Kişilik ve davranış üzerinde kalıtsal
faktörlerin etkisi ile çevresel faktörlerin etkisi
arasındaki etkileşim daha da karmaşık olabilmektedir.
Çevresel Faktörler
Bireyin içinde bulunduğu çevrenin kişiliğin gelişimini etkilediği kabul edilmektedir. Kişiliğin oluşumunu etkileyen çevresel unsurlar üç ayrı
başlık altında incelenebilir: Aile, toplum ve kültür, deneyim.
Aile
Bireyler doğumla birlikte belirli bir ailenin parçası haline gelirler. Aile, bir noktada bireyi daha geniş anlamda topluma takdim eden bir aracı
konumundadır. Bu noktada anne-baba ve kardeşler bireyi içinde yaşanılan kültürün davranış standartlarına alıştırmada önemli roller
üstlenmektedirler. Bu etki, yalnızca çekirdek aile üyeleri ile sınırlı kalmayıp büyük anne ve baba, amca, teyze, hala, kuzen gibi geniş aile
fertleri ile de ortaya çıkabilmektedir. Ailenin bireyin kişiliğinin gelişimine etki etme yolları çok çeşitlidir:
Toplum ve Kültür
Bireyin içerisinde doğduğu ve yetiştiği çevrenin davranış norm ve modelleri noktasındaki standartları kişiliğin oluşumu ve
gelişimi üzerinde etkili olmaktadır. Bu etki mahalle ve okul gibi görece somut farklılıklarda kendini belli edebileceği gibi
toplum ya da kültür gibi daha soyut temellerde de ortaya çıkabilmektedir. Sonuç olarak her toplumsal yapı içerisinde
bireyler toplumsallaşma ya da sosyalizasyon süreci aracılığı ile o toplumsal kültüre uygun kişilik özelliklerine sahip olma
yönünde teşvik edilmektedir.
Deneyim
Bireyin ait olduğu arkadaş grubu ya da diğer sosyal gruplar ve yaşamın ortaya çıkardığı genel deneyim ve tecrübeler de
kişiliğin gelişmesine etki etmektedir. Üç yaşlarında kişiliğin ham haliyle görece olarak istikrar kazanmaya başladığı kabul
edilmektedir. Kişilik zamanla değişmeye ya da gelişmeye devam etmekle birlikte bu değişimlerin en köklü ve büyük olduğu
dönemler çocukluk ve ergenlik çağlarıdır. Bu durum oldukça normaldir.
KİŞİLİK KURAMLARI
Kişiliğe ilişkin araştırmalar iki farklı açıdan hareketle gerçekleştirilmektedir. Psikolojideki bu farklı bakış açıları nomotetik (kural koyucu) ve
idiyografik (bireysel) yaklaşımlar olarak belirtilmektedir. Nomotetik kuramlar kişiliği, özelliklerin belirlenmesi ve ölçümü aracılığı ile ortaya
koymaya çalışırken bu süreçte kişilik testlerini kullanmakta ve kalıtsal faktörlerin kişiliğin en önemli belirleyicisi olduğunu varsaymaktadır.
İdiyografik kuramlar ise kişiliği tanımlamada her bireyin eşsizliğinin dikkate alınması gerektiğini savunmaktadır. Bu kuramlar testlerin kişiliği
ölçmede sınırlı bir değere sahip olduğunu belirterek buna gerekçe olarak da kişiliğin, bireyin özgörüşü (self-concept) açısından
tanımlanması gerektiğini göstermektedir. Dolayısıyla idiyografik kuramlar bünyesinde kişilik, birey ile içinde yaşadığı çevre arasındaki
dinamik etkileşimin bir fonksiyonu olmaktadır.
Yine de bu ayrım bütün kişilik kuramlarını kapsayan bir farklılık noktası değildir. Bir başka ifade ile nomotetik ve idiyografik yaklaşımların
ikisini birden bünyesinde barındıran kuramlar da mevcuttur. Bu tür kuramlar genelde alanda yapılan ve bu iki ayrımdan herhangi biriyle
özdeşleştirilemeyen kişisel katkılar sonucunda ortaya çıkmıştır.
Eysenck’in Kişilik Kuramı
Eysenck, kişiliğin önemli boyutlarını belirlemek için gerçekleştirdiği çalışmalar sonucunda kişiliğin iki önemli boyutu olduğu
görüşünü ileri sürmüştür. Bunlar dışa dönüklük-içe dönüklük ve nevrotiklik-dengelilik şeklindedir. Her iki boyut açısından bireyin
kişiliğinin ölçek üzerinde hangi noktada yer aldığı testlerle ortaya çıkarılmaktadır. Bu doğrultuda dışa dönüklük canlı, yaşam dolu ve
sosyal olmak gibi özelliklerle ortaya çıkarken; içe dönüklük ise utangaç, sessiz ve çekingen gibi özelliklerle kendini belli etmektedir.
İkinci boyutun birinci uç noktasını oluşturan nevrotiklik de tedirginlik, mutsuzluk ve duygusal denge yoksunluğu gibi nitelenen bir
kişilik yönüne işaret etmektedir. Ölçeğin öbür ucunda yer alan dengelilik ise dingin, sakin, güvenli ve duygusal açıdan dengeli bir
kişilik yönünü yansıtmaktadır. Eysenck, bu iki boyutu dört geleneksel mizacın oluşturulmasında temel olarak kullanmıştır.
Bunlardan ilki iyimser ve tez canlıdır. Soğukkanlı mizaç, duygusuz görünümlü, sakin, ilişkilerinde makul ve dirençli kişisel
özelliklerini temsil etmektedir.
Cattell’in Kişilik Kuramı
Cattell, Eysenck gibi testler ve çoklu
istatistiksel yöntemler kullanarak
oluşturduğu kişilik modelinde, kişiliğin
bireyin günlük yaşam içerisinde belirli
bir durum ya da ortamda ne yapacağını
belirleyen faktörler bütünü olduğunu
ifade etmektedir. Catell’in oluşturduğu
16 Kişilik Faktör:
İdiyografik Kuramlar
İdiyografik kuramlar, kişiliğin eşsizliği üzerinde durarak sosyal dünyanın bireyin zihninde
anlamlandırıldığını vurgulamaktadır. Dünyayı neden-sonuç ilişkileri içeren bir yapıda gören
kuralcı yaklaşımların aksine idiyografik kuramlar sosyal dünyanın onu yaşayan bireylerin
zihninde yaratıldığı ya da anlamlandırıldığı fikrini savunmaktadır. Bunun sonucunda da bireyler
arasında yaşanan sosyal dünyayı kavramsallaştırma noktasında farklılıklar ortaya çıkmaktadır.
Dolayısıyla bireysel davranışı anlamak için öncelikle bireyi ve onun sosyal dünyayı
değerlendirme biçimini anlamak gereklidir.
Bu noktadan hareketle idiyografik kuramlar, ortak özelliklerin belirlenmesi ve ölçümünden çok
kişiliğin benlik gelişimi yönü üzerinde daha fazla durmaktadır. Kuralcı yaklaşımlar kişiliğin
ölçümüne yönelik olarak pek çok araç sunarken idiyografik yaklaşımlar bireylerin ve onların
kişiliklerinin eşsizliğini vurgulamaktadır. Charles Cooley, kişilik tartışmalarına ayna benlik
kavramı ile katkı sağlamıştır. Cooley, davranışın etkileşimci doğasına dikkat çekerek benliğin bu
etkileşim sürecinin sonucu olarak geliştiğini ifade etmektedir. Buna göre birey kendini
diğerlerinden kendine ilişkin edindiği izlenimlerle değerlendirmektedir. Charles Herbert Mead
de bu anlayışa genelleştirilmiş başkası kavramını eklemiştir. Bu kavram benlikte var olan iki
unsuru yansıtmak amacıyla kullanılmaktadır.
“Beş Büyük” Faktör Kuramı
Kural koyucu yaklaşımların gerçekleştirdiği
araştırmalar, beş faktörlü bir yapının kişiliği
açıklayabileceği sonucuna varmıştır. Beş
Büyük Faktör Kuramı olarak bilinen bu
kuramın kavramsallaştırdığı boyutlar şu
şekildedir:
Dışa Dönüklük: Bu faktör bir uçta
sempatiklik ya da cana yakınlıkla
iddialılığın diğer uçta ise
çekingenlik ve utangaçlığın olduğu
bir özellik taşımaktadır. Dışadönük
bireylerin, olumlu duygusal
durumlar yaşaması daha olasıdır.
Duygusal Denge: Kendinden emin
ve güvenli olmaktan öfkeli, kaygılı
ve bunalımlı olmaya kadar geniş
bir aralığı ifade eden boyuttur.
Duygusal dengesi düşük ya da
nevrotik kişilerin olumsuz
duygusal durumlar ve aşırı stres
yaşama olasılığı daha yüksektir ve
bu kişilerin genel olarak hayata
bakışı negatiftir.
Uyumluluk: Bireyin birlikte
çalışmayı sevmek, hoşgörülü
olmak ve diğerlerine güvenmekle
huysuz, kavgacı ve saldırgan olmak
arasında nerede yer aldığını ifade
eden faktördür. Uyumluluğu
yüksek bireyler diğerleri ile iyi
geçinirler, daha naziktirler ve iyi
birer takım oyuncusudurlar.
Sorumluluk: Bir uçta sorumluluk
sahibi olmak, öz disipline ve azme
sahip olmak gibi özellikler, diğer
uçta ise güvenilmezlik, plansızlık
ve düzensizlik gibi niteliklerin yer
aldığı faktördür.
Deneyime Açıklık: Kişinin yeni
deneyimlere ne ölçüde açık
olduğunu ifade eden faktörün bir
ucunda yaratıcılık, açık fikirlilik ve
meraklılık gibi özellikler yer alırken
diğer uçta ise ilgisizlik ve dar
görüşlülük gibi özellikler göze
çarpmaktadır.
Birey bu beş faktörün her biri için ölçeğin iki
zıt kutbu arasında bir yerlerdedir. Bu
modelin kişiliğin yapısını tanımlamada ve
bireylerin karakterlerini ya da bireysel
özelliklerini belirlemede evrensel
uygulanabilirliğe sahip olduğu
belirtilmektedir.
Bu unsurlar bireyin eşsiz ve spontan (kendiliğinden) yönleri ve toplum içerisinde yaşanılan deneyimler sonucu ortaya çıkan öğrenme süreci
ile içselleştirilen norm ve değerlerdir Carl Rogers ise kişilik gelişiminde temel amacın farklılaşmamış benlik algısından farklılaşmış bir benlik
algısına doğru ilerleme olduğunu ifade etmektedir. Erikson da kişiliği tüm yaşam boyunca sürekli bir biçimde değişen ve gelişen bir olgu
olarak değerlendirmektedir. Ona göre birey çeşitli yaşam safhalarından geçtikçe çözülmesi gereken gerilimler ya da çatışmalar yaşar.
Örneğin, 12-18 yaşları arasında birey, kimliği ve rolleri arasında bir gerilim yaşar. Bu çatışmaları başarıyla çözen bireyler sağlıklı bir kişilik
gelişimi ortaya koyarken bu aşamalarda çözülemeyen sorunlar ileride daha büyük sıkıntılara yol açabilir. Bu modelde bireysel farklılık
kavramı ve benliğin gelişimi arasında açık bir bağlantı vardır ve bu bağlantı zaman içerisinde ortaya çıkan dinamik ilişkiler yumağı
bütününde gerçekleşmektedir.
Freud’un Psikoanalitik Kuramı
Freud’a göre davranışın ve kişiliğin temelleri bilinçaltındadır. Bir başka ifade ile ona göre bilinçaltı güdüler, davranışın en önemli
belirleyicisidir. Birey, içgüdüsel dürtüleri ile sosyal engeller arasında kalarak bir iç çatışma yaşar ve kişilik de bu çatışmanın sonucunda
oluşur. Bu bakış açısı ile bir yetişkinin herhangi bir davranışı, bilinçaltında bastırdığı ama hala daha çarpıtılmış ve önemli etkiye sahip
birtakım anıların yansıması olabilmektedir.
Freud’a göre kişiliğin id, ego ve süperego şeklinde kavramsallaştırılabilecek üç yönü vardır:
İd: Bireyin içgüdüsel ve bilinçsiz olarak kabul edilen istek, arzu ve duygularını içerir. Dürtü şeklindeki bu istek ve duygular kişilik
sisteminin en ilkel yapısıdır. Hazzın çok önemli olduğu bu alan, bireylerin doğuştan getirdikleri ve öncelikli olarak tatmin etmeleri
gereken biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçlardan oluşmaktadır. Birey bu alanda isteklerinin anında ve tam olarak doyurulmasını ister.
Sosyal sınırlamalardan etkilenmeyen id bencil, bireysel ve mantıksızdır.
Ego: Bireyin istekleri (id) ile yapması gerekenler (süperego) arasında bir arabulucu işlevi görür. Bir başka ifade ile “id”in isteklerini
“süperego”ya uygun hale getirmeye çalışır. Bu alanda bir önceki alanın aksine gerçekçi bir bakış açısı vardır. Bütün arzu ve
ihtiyaçların tatmin edilemeyeceği kabul edilir. Engellemelere karşı hoşgörü söz konusudur. Özetle bu alanda birey mantıklı,
gerçekçi ve hoşgörülüdür. Ego, arabuluculuk işlevini etkin bir şekilde yerine getiremezse bireyde zihinsel gerilim ve çatışma ortaya
çıkar. Düzenli çalışan ego ise sağlıklı bir zihinsel yapı ve davranışlarda tutarlılık sağlar.
Süperego: İçselleştirilmiş kültürel ve sosyal normları temsil eden içsel, eleştirel ve ahlâkileştirici otoriteyi ifade etmektedir.
Ulaşılması gereken idealleri ve mükemmeli kapsayan süperego, bireyin toplumsal kurallara uyarak topluma ayak uydurmasını
sağlamaya çalışır. Süperego, bireyin davranışlarını toplumun beklenti ve kuralları çerçevesinde kontrol eder. Süperego,
istenmeyen davranışların ortaya çıkması durumunda bireyin suçluluk duyması gibi mekanizmalarla cezalandırma gerçekleştirirken
olumlu ya da istenen davranışların ortaya çıkması halinde ise gururlanma ve takdir gibi ödüller kullanır.
Freud, id ile süperego arasındaki çatışmayı dengelemek amacıyla egonun geliştirdiği birtakım savunma mekanizmalarından
bahsetmektedir. Ego savunma mekanizmalarının başlıcaları şunlardır:
Yüceltme: İdden gelen isteklerin kabul edilebilir bir içeriğe dönüştürülmesini anlatmaktadır. Örneğin;saldırganlık, cinsellik gibi belli
bazı ilkel dürtülerin açığa çıkmasının uygun olmadığı koşullarda, kişinin bu enerji birikimini güzel sanat yapıtları, spor ve iş
başarıları gibi eylemlere yönelterek olumlu bir biçimde kullanması gibi.
Bastırma: Bilinç eşiğine ulaşan ve uygun olmayan istek ve düşüncelerin otomatik olarak bilinçdışı alana yönlendirilmesidir. Bir
başka deyişle bastırma, istenmeyen duygulanım, anı ya da dürtülerin bilinçten uzaklaştırılması durumudur.
Yadsıma (İnkâr): Kişi sorunun bilinçli olarak dayanılamayan, acı veren, rahatsız eden istek, gereksinim, duygu ve düşünce gibi
yönlerinden uzaklaşmak için olayın varlığını kabul etmez, önemsemez, bunlarla ilgili bilgi edinmekten kaçınır, görmezden gelir.
Yansıtma: Kendinde ya da kendisi ile ilgili durumlarda varolan istenmedik ya da katlanılamayan bir özelliğin, karşısındaki kişiler ya
da durumlarda var gibi algılanılmasıdır. Bu kişiler kendi hataları olmasına karşın başkalarını suçlarlar. İnsanlara güvenmeyen
birinin, diğerlerini güvensiz bulması örnek olarak düşünülebilir.
Karşıt Tepki Oluşturma: Suçluluk duygusu yaratan tehlikeli istekler çok yoğun olduğunda bunların baskı altında tutulması da
güçleştiğinden kişi, bu isteklerinin tam karşıtı olan bilinçli tutum ve davranışlar geliştirerek kendini korumaya çalışır. Böylece kişi,
içsel dürtülerine kesin engeller koyarak baskı mekanizmasını pekiştirir ve olumsuz dürtülerini bilinç düzeyinden uzak tutmuş olur.
Karşılık görmediği için nefrete dönüşen bir aşk bu savunma mekanizmasına örnek olarak verilebilir.
Gerileme: Bu durumda birey id ve süperego arasındaki sorunun çözümünü daha önceki gelişim dönemlerinde tatmin sağladığı
davranış örüntülerini tekrar ederek gidermeye çalışmaktadır. Bu durum çocuklarda, yeni bir kardeşleri olduğunda idrar, dışkı
tutamama ya da bebeği kıskanarak onun gibi davranma şeklinde görülebileceği gibi büyük düş kırıklıklarında, hastalık geçiren
kişilerde ya da yatılı okul öğrencilerinin eve dönüşleri sırasında daha çocuksu davranışlar şeklinde görülebilmektedir.
Yalıtma (İzolasyon): Bu savunma mekanizması, bir yaşantı ile ilgili duygusal yönlerin ayırt edilerek tekdüze ve renksiz hale
getirilmesidir. Örneğin kişi, geçmişte bir yakınını kaybettiği trafik kazasını, sanki olay başkasının başından geçmiş gibi duygusuz bir
biçimde anlatabilir.
Yapma Bozma: Geçmişte yapılan ve uygun görülmeyen bir şeyin hiç yapılmamış hale getirilmeye çalışılmasıdır. Günlük yaşamda sık
sık özür dilemeler bu savunma mekanizmasının tipik bir örneğidir.
Jung’un Kuramı
Freud’un öğrencisi olan Jung, Freud’dan farklı olarak bireyin kişiliğinin yalnızca geçmiş yaşantısı dikkate alınarak düşünülemeyeceğini, kişilik
oluşum ve gelişim sürecinde bireyin geleceğe yönelik amaçlarının da önemli olduğunu ifade etmektedir. Jung, üç farklı kişilik düzeyinden
bahsetmektedir: Bilinç düzeyi, bireysel bilinçdışı düzey ve ortak bilinçdışı düzey.
Bilinç Düzeyi: Kişiliğin bu yönü bireyin gerçeği, günlük yaşam içerisideki deneyimleri sonucunda benimsemesini sağlamaktadır.
Kişisel Bilinçdışı Düzey: Bu düzey her kişiliğin bireyselliği olgusuna dayalıdır ve bireyler arasındaki farklılıklar kapsamındaki karmaşık
boyutlardan oluşmaktadır. Bir başka deyişle her insan ya bilince hiç ulaşamayan ya da ulaştıktan sonra çatışma yarattığı için
bastırdığı duygu, dürtü ve düşüncelerden oluşan kendi kişisel bilinçdışı düzeyine sahiptir.
Ortak Bilinçdışı Düzey: Tüm insanların sahip olduğu ortak bilinçdışı alanı ifade etmektedir. Bu alan kalıtımla geçmiş ve sosyal olarak
türetilmiş evrensel deneyimleri kapsamaktadır. Her birey kişiliğinin içinde böyle bir yön taşımaktadır. Kişiliğin oluşumunda
geçmişten gelen ve bireylerin kalıtım yolu ile sahip oldukları davranış şekillerinin de önemli bir payı bulunmaktadır.
Jung’un teorisinde kişilik farklılıkları içe dönüklük ve dışa dönüklük şeklindeki uç noktalar bağlamındaki işlevlerde gözlenmektedir. İçe
dönüklükte zihinsel fonksiyonlar içsel ve subjektif dünyaya yönelirken dışa dönüklükte ise zihinsel işlevler dış ve objektif dünyaya
yönelmektedir. İçe dönük kişiler, utangaç, çekingen, duygusal çatışma durumunda kendi içine kapanan ve iç hayatlarıyla fazlasıyla ilgili olan
kişilerdir. Jung’a göre kişilerin bilgiyi elde etme ve değerlendirme şekillerine bakıldığında dört farklı yaklaşımdan ya da zihinsel işlevden söz
etmek mümkündür:
Duyuş: Bireyin kapsamlı bilgi tabanını sistemli, somut ve yapısal bir yolla çözmeye çalışmasını ifade etmektedir.
Sezgi: Rutin faaliyetlerden hoşlanmayan, belirlilik ve sınırlılıklardan çok olasılıklarla ilgilenmeyi tercih eden bireyleri anlatmaktadır.
Düşünme: Sorun çözmede diğerlerinin duygularını sürece dâhil etmeden, mantık ve akıl olgularını kullanma şeklindeki yaklaşımdır.
Hissetme: Etraflarında sosyal uyum ve birlikteliğe önem veren, diğerleri ile iyi geçinen ve etraflarında sevilen kişileri anlatan
yaklaşım biçimidir.
Bu tanımlamalar ışığında Jung’un oluşturduğu çerçevede iki yönün olduğunu; duyuş ve sezginin çerçevenin birinci yönünün uç noktalarını
oluşturduğunu, ikinci yönde ise düşünme ve hissetme şeklinde kavramsallaştırılabilecek iki uç noktanın var olduğunu söyleyebiliriz.
KİŞİLİĞİN VE KİŞİSEL FARKLILIKLARIN ÖLÇÜMÜ
Yukarıda ele aldığımız kişilik kuramlarının pek çoğu birtakım
ölçüm araçları ile kişiliğin ölçülebileceğini ifade etmektedir.
Kişiliği ölçmek amacıyla tasarlanan araçlar kişinin belirli
durumlardaki koşul ve uyarıcılarla olan ilişkilerini sistematik bir
biçimde gözlemleyen ölçüm araçlarıdır. Bu şekilde geliştirilen
araçlarla bireyin kişilik özellikleri bilindiğinde davranışları
tahmin etmek mümkün olmasa da kişiliğe ilişkin olarak elde
edilen bilgilerin genel olarak davranışların tahmininde önemli
bir yol gösterici olduğu söylenebilir. Kişiliği ölçmek amacıyla
kullanılan yöntemler üç başlık altında incelenebilir:
Objektif Testler
Bu tür testler bireyin önceden hazırlanmış bir ifade setindeki maddelere doğru, yanlış ya da evet, hayır şeklinde cevap
vermesi ile gerçekleştirilen testlerdir. Kişilik ölçümünde yaygın bir şekilde kullanılan objektif testler, kişiliğin farklı yönlerini
ölçmek amacıyla tasarlanmış ölçüm araçlarıdır. Örneğin Minesota Çok Yönlü Kişilik Envanteri sıkça kullanılan objektif
testlerden biridir. Çok yönlü bir ölçüm aracı olan bu test, kişiliğin farklı özelliklerinin yanı sıra ruhsal birtakım bozuklukları
da ortaya çıkarmayı amaçlayan bir kişilik görüntüsüdür. Daha önce açıkladımız “Beş Büyük Faktör” de NEO Kişilik
Envanteri adlı objektif test tarafından ölçülmektedir.
Projektif Testler
Projektif testlerde bireylere, soyut bir şekil ya da resim gösterilmekte ve bireylerden ne gördüklerine ilişkin tanımlamalar
yapması istenmektedir. Objektif testlerin aksine bireyler bu testlerde uyarıcılara ilişkin tepkilerini özgürce ortaya
koyabilirler. Bu tür testlerin gerekçesi her bireyin aynı dürtüye, kişiliğinin kendine özgü boyutlarını yansıtacak ölçüde farklı
tepki vereceği düşüncesidir.
Rorschach Testi. Kişiliğin ölçümünde yaygın bir şekilde kullanılan projektif testlerden biridir. Bu testte 10 kart üzerine
basılmış simetrik mürekkep lekeleri bireylere teker teker gösterilmekte ve ne algılandığı sorulmaktadır. Etkin sonuç
alınabilmesi için bu konuda tecrübeli ve bilgili kişiler tarafından gerçekleştirilmesi gereken test sonunda bireylerce verilen
cevaplar, testin çok sayıda ve çeşitli kişilik özelliklerine sahip kişilere uygulanması sonucu elde edilen standart normal
değerlerle kıyaslanmakta ve bireyin kişilik özellikleri açığa çıkarılmaktadır.
Projektif testlerin bir başka örneği de Tematik Algı Testidir. Farklı kişi ve durumları gösteren resimlerin bulunduğu testte
bireyden her resim için bir öykü anlatması istenmektedir. Testin temel varsayımı, bireyin kendini resimdeki kişiyle
özdeşleştirerek, onu tarif ederken kendi duygu ve düşüncelerini yansıtacağıdır. Standart bir puanlama sistemine sahip
olmayan Tematik Algı Testinde, testi uygulayan kişi bireyin anlattıklarına yoğunlaşarak, gizlenmiş duygu ve düşünceleri
belirlemeye çalışır.
Davranışsal Ölçümler
Kişilik, davranışsal ölçümler aracılığı ile de ölçülebilir. Bu tür ölçümler kontrol altındaki durumsal koşullarda bireyin sergilediği davranışı
gözlemlemeyi içeren kişilik değerleme araçlarıdır. Davranışsal ölçümlerde davranış bir şekilde derecelendirilmekte ve bu derecelendirme
sonucunda da bir kişilik endeksi ortaya çıkmaktadır.
Download