Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1

advertisement
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ KAVRAMI ÇERÇEVESİNDE İŞ-AİLE
YAŞAMI UYUM POLİTİKALARI VE TÜRKİYE
Nursel KARAMAN *
Özet: İş ve aile sorumluluklarında dengenin sağlanamamasından
kaynaklanan ve genellikle işe ilişkin sorumlulukların, hane içi rollere gereken
zamanın ve ilginin aktarılmasını engellemesiyle ortaya çıkan iş-aile yaşamı
çatışması, belirli bir zamana ve mekâna ait toplumsal cinsiyet rolleriyle yakından
ilişkilidir. Hane içi sorumlulukları ve bakım hizmetlerini çoğunlukla kadına atfeden
geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri, kadının çalışma yaşamına katılıp katılmama
kararında etkili bir faktördür. Özellikle düşük gelir seviyesi ve/veya eğitim seviyesi
gibi dezavantajlı durumlarla birleştiğinde, eşitsiz toplumsal cinsiyet algısının
kadınların çalışma yaşamından çekilmesine yol açtığı görülebilmektedir. Çalışma
yaşamına katılan kadınlar ise bu durum nedeniyle, iş-aile çatışmasını erkeklere
nazaran daha yoğun düzeyde yaşamaktadırlar. Bu çalışma, özellikle 1990’lardan
sonra pek çok Avrupa ülkesinin sosyal politika gündeminde önemli bir yer tutan işaile yaşamı uyum politikalarının eşitsiz toplumsal cinsiyet rollerinin
dönüştürülmesine etkisi üzerine odaklanmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’de de
uygulanmakta olan mevcut iş-aile yaşamı uyum politikalarının bu etkiye ne ölçüde
hizmet ettiği çalışmamızda değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: iş-aile yaşamı uyumu, toplumsal cinsiyet, toplumsal
cinsiyet eşitliği, refah rejimleri
WORK-FAMILY LIFE HARMONIZATION POLICIES WITHIN
THE FRAMEWORK OF THE CONCEPT OF GENDER EQUALITY AND
TURKEY
Abstract : The work-family life conflicts caused by inability to balance work
and family responsibilities and usually emerged with blocking transfer required time
and interest for household roles because of work responsibilities, are closely
associated with gender roles belonging to a particular time and place. The
traditional gender roles, often attributed to women household responsibilities and
Araştırma Görevlisi, Gazi Üniversitesi, İİBF, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri
Bölümü, ([email protected] )
*
86
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
care services, are an effective factor on women’s decision whether to participate in
working life. It can be seen that perception of unequal gender leads to withdraw
women from work life, especially when it merges with disadvantageous situations
such as low income and/or low education. Because of this, women participate in
work life have work-family conflicts more intensely than men. This article focus on
that the effect of work-family life harmonization policies that included significantly in
the social policy agenda of many European countries especially after the 1990s to
transform unequal gender roles. In this context also the contribution of the current
work-family life harmonization policies in Turkey to this effect will be tried to
appreciate in the article.
Key Words: work-family life harmonization, gender, gender equality,
welfare regimes
GİRİŞ
Günümüz endüstri sonrası modern toplumlarında, gerek iş hayatında gerekse
iş dışı yaşam alanında artan roller ve sorumluluklar, genel olarak çalışan tüm bireyler
için iş-yaşam çatışmasını önemli bir sorun alanı haline getirmiştir. Ancak yapılan pek
çok araştırma bu konuda cinsiyetler arasında önemli farklar olduğuna ve kadınların
bu çatışmayı erkeklere göre daha yoğun biçimde yaşadıklarına işaret
etmektedir(Karaca Çakınberk, 2011:174). Kısaca iş-aile sorumluluklarının yerine
getirilmesinde dengenin sağlanamaması şeklinde ortaya çıkan iş-aile çatışmasının, işyaşam çatışmasının genellikle en önemli bileşenini oluşturduğunu söylemek
mümkündür.
Peki, kadınları erkeklerden daha fazla iş-aile çatışması yaşamaya iten
unsurlar nelerdir? Bu soru bizi kaçınılmaz olarak cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve
cinsiyet rolleri kavramlarını düşünmeye yöneltmektedir. Bu soruya cinsiyet
perspektifinden bakıldığında, temel olarak iki ayrı biçimde cevap vermek
mümkündür. İlk olarak cinsiyetçi ideoloji çerçevesinde, kadınların erkeklere göre
daha duygusal, kırılgan, stres karşısında daha dayanaksız olmaları nedeniyle iş-aile
çatışmasını erkeklere göre daha yoğun yaşadıkları ileri sürülmektedir. İkinci olarak
ise kültürel çevrede biçimlenen toplumsal cinsiyet normları dikkate alındığı takdirde,
hane içi sorumlulukların geleneksel olarak erkeklerden ziyade kadınlara atfedildiği
görülmektedir. Dolayısıyla çalışan kadınların iş ve aile yaşamını uyumlaştırmada
daha fazla güçlük çekmelerinin onların salt kadın olmalarından değil, iş ve aile
yaşamı birlikte düşünüldüğünde erkeklere nazaran daha fazla sorumluluk
üstlenmelerinden kaynaklandığı ifade edilmektedir. Günümüzde kadın ve erkek
arasındaki rol farklılıklarının doğuştan geldiğini, dolayısıyla normal
karşılanabileceğini ileri süren görüşler artık pek itibar görmemektedir. Buna karşılık
genel kanı, toplumsal cinsiyet rollerinin genel olarak öğrenilmiş olduğu ve zamana
ve yere göre değişmesinin mümkün olduğudur(Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal
Eylem Planı, 2008:15). Çalışmamızda da bu görüşten hareket edilerek, temel olarak
87
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
iş ve aile yaşamını uyumlaştırma politikalarının eşitsiz toplumsal cinsiyet rollerini
dönüştürmedeki ve toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamadaki rolü üzerinde durulmaya
çalışılacaktır.
Son yıllarda önemli bir sosyal politika alanı olarak gerek teoride tartışılan
gerekse pek çok ülkede uygulamada yerini bulan iş-aile yaşamı uyum politikaları,
toplumsal cinsiyet kavramıyla iki yönden ilişkilidir. Öncelikle, kurumsal bakım
hizmetleri gibi bazı politikalar başlangıçta bir toplumda var olan toplumsal cinsiyet
algısı üzerinden şekillenmektedirler. Bu algı da genellikle kendini en açık şekilde aile
yapısı içerisinde göstermektedir. Aile, refah rejimlerinin devlet ve piyasa ile birlikte
üçüncü bileşenini oluşturmaktadır. Buna göre, ailenin temel refah sağlayıcı kurum
olarak görüldüğü refah rejimlerinde, bakım sorumluluklarının aile tarafından yerine
getirilmesi beklendiğinden kamusal destek mekanizmaları ön plana çıkmamaktadır.
Aile içerisinde ise geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde bu
sorumlulukların daha ziyade kadınlara yüklendiği görülmektedir. Dolayısıyla var
olan toplumsal cinsiyet algısı politika zeminini daraltabilmektedir. Ancak buna
rağmen izlenen etkin politikalar bu mevcut algıyı dönüştürme olanağına da sahiptir.
Bu nedenle yalnızca istihdam ve verimlilik kaygısıyla ortaya konan politikalara değil,
toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini dönüştürmeye yönelik politikalara ihtiyaç
duyulmaktadır.
Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama bakımından son yıllarda
bazı paradigma değişikliklerine rastlansa da, iş-aile yaşamı uyumlaştırma
politikalarının hala yukarıda bahsedilen amaca yönelik olmaktan uzak olduğu
görülmektedir. Dolayısıyla gerek işgücü piyasasında gerekse aile içi sorumlulukların
paylaşılması konusunda kadınlar aleyhine önemli ölçüde eşitsizlikler devam
etmektedir. Çalışmamızda toplumsal cinsiyet kavramına ve toplumsal cinsiyet temelli
refah rejimleri yazınına genel olarak değinildikten sonra, toplumsal cinsiyet eşitliğini
sağlama bakımından etkin iş-aile yaşamı uyum politikaları bazı gelişmiş ülke
örnekleri üzerinden değerlendirilecektir. Son olarak Türkiye’deki kamusal ağırlıklı
mevcut iş-aile yaşamı uyum politikaları yine bu çerçevede değerlendirilmeye
çalışılacaktır.
TOPLUMSAL CİNSİYET VE TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ
KAVRAMLARINA GİRİŞ
Toplumsal cinsiyet (gender) terimini sosyolojiye sokan Oakley’e göre;
cinsiyet (sex), biyolojik kadın-erkek ayrımını anlatırken; toplumsal cinsiyet, kadınlık
ile erkeklik arasındaki buna paralel ve toplumsal bakımdan eşitsiz bölünmeye
gönderme yapmaktadır. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet, kadınlar ve erkekler
arasındaki farklılıkların toplumsal düzlemde kurulmuş yönlerine dikkat
çekmektedir(Oakley, 1972 akt. Marshall, 2005:98).
Toplumsal cinsiyet kavramının geniş açılımları olan kapsamlı bir kavram
olması sebebiyle bu kavramın basit şekilde kadın sorunlarına indirgenmesi ya da
kadınlarla erkekler arasında yalnızca bir ezme/ezilme ilişkisi olarak tanımlanması söz
88
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
konusu değildir. Kavramı, kadınlarla erkekler arasındaki ilişkilerden öte tüm
toplumsal ilişkiler bağlamında değerlendirmek daha kapsayıcı olmaktadır. Bu
bağlamda toplumsal cinsiyetin; herhangi bir biyolojik kökeni olmaksızın kadına ve
erkeğe atfedilen tüm karakter/kişilik yapılarını, iş ve görevleri, beklentileri, davranış
kurallarını ve alışkanlıkları ifade ettiği söylenebilir(Barışık, 2014:42).
Toplumsal cinsiyet kavramıyla yakından ilişkili bir başka kavram cinsiyet
rolleridir. Cinsiyet rolleri (gender roles) genel olarak belirli bir toplumda
cinsiyetlerden beklenen öğrenilmiş davranış kalıplarını ifade etmektedir. Erkeklerin
ve kadınların nasıl davranacağını ve başkaları tarafından nasıl muamele göreceğini
tanımlayan cinsiyet rolü beklentileri büyük ölçüde basmakalıp kategoriler üzerine
kuruludur. Bir insan kategorisine yönelik sabit, genellikle doğru olmayan ve olumsuz
nitelikler atfedilmesinden oluşan kalıplaştırma, eşitsiz davranışların bir başka deyişle
ayrımcılığın ortaya çıkmasını kolaylaştırmaktadır(Zastrow, 2013:605).
Cinsiyet rollerinin biyolojik olarak mı yoksa kültürel olarak mı
belirlendiğine dair literatürde iki temel görüşten söz edilebilir. Bunlardan ilki,
erkeklerle kadınlar arasındaki farklılıkların dünyada erkeklerin etkin ve baskın,
kadınların ise edilgen ve ikincil bir rol oynamalarına neden olan biyolojik bir sonuç
olduğunu öne süren cinsiyetçi ideolojidir. Elbette kadınlar ve erkekler arasında belli
anatomik, cinsel, hormonal ve üremeyle ilgili farklılıklar vardır. Her cinsiyet erkeklik
ve kadınlık hormonlarına sahip olmakla birlikte, kadınlar daha yüksek oranda dişilik
hormonları, erkekler de daha yüksek oranda erkeklik hormonları taşımaktadır.
Kadınlar ve erkekler arasındaki esas farklılığın bu noktada ortaya çıktığını iddia
edenler, bazı hayvan türleri üzerinde yapılan ve erkeklik hormonları dişilere enjekte
edildiği takdirde, dişilerin daha güçlü cinsel dürtülere sahip olduklarını ve
saldırganlaştıklarını gösteren araştırmaları (bunlar insanlara uygulanabilir ya da
uygulanamaz
durumda
olabilir)
görüşlerine
dayanak
olarak
göstermektedirler(Zastrow, 2013:606).
Buna rağmen bilim insanları bu hormonal farkın insanlarda görece önemsiz
bir fark ortaya çıkardığını, çünkü insan davranış kalıplarının hayvanlardan farklı
olarak büyük çoğunlukla öğrenilmiş olduğunu ileri sürmektedirler. Bu çerçevede
cinsiyet rollerine ilişkin diğer yaklaşım, rol farklılıklarının öncelikli olarak
sosyalizasyon örüntülerine bağlı olduğunu ifade etmekte ve bunu destekleyen
araştırmalar ortaya koymaktadır. Margaret Mead’in “Üç İlkel Toplumda Cinsiyet ve
Mizaç(1935)” adlı çalışması, cinsiyet rolü beklentilerinin biyolojik olarak
belirlendiği düşüncesini çürüten klasik bir eser sayılmaktadır. Çalışma 1930’ların
başında Yeni Gine’deki üç kabile arasında yürütülmüştür. Mead, Amerikalılar
tarafından dişil ve eril olarak sınıflandırılan birçok karakteristiğin bu kabilelerde
farklı tanımlandığını göstermiştir. Araştırmaya konu olan bir kabilede hem erkekler
hem de kadınlar bizim “erkeksi” olarak tanımlayacağımız şekilde davranırken,
ikincisinde her ikisinin de “kadınsı” dış görünüşle davrandığı bulgulanmıştır.
Üçüncüsünde ise kadınlar “erkeksi”, erkekler “kadınsı” davranmaktadır. Bu
89
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
çalışmadan Mead, cinsiyet rolü beklentilerinin öncelikli olarak kültürel öğrenme
deneyimleriyle belirlendiği sonucuna varmıştır(Zastrow, 2013:607-608).
Cinsiyet rolü beklentilerinde kültürler arasında varyasyonlar olduğu gerçeği,
aynı zamanda bu cinsiyet rollerinin biyolojik olarak belirlenmek yerine öğrenilmiş
olduğunu destekler(Zastrow, 2013:608). Bu nedenle, toplumsal cinsiyetin getirdiği
rollerin dinamik olduğu ve içeriğinin zamana ve yere göre değişebildiği kabul
edilmektedir(Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı, 2008:15).
Toplumsal cinsiyet eşitliği (gender equality) kavramı ise toplumsal cinsiyet
ilişkilerinin belirlenme sürecine ve bunun sonucunda iki cinsiyet arasında doğan güç
ilişkilerine ve farklılıklarına dayanmaktadır. Son yıllarda giderek daha fazla önem
kazanan toplumsal cinsiyet tartışmalarının önemi, Dünya Bankası’nın toplumsal
cinsiyet eşitliği ve kalkınma çerçevesinde yayınlamış olduğu Dünya Kalkınma
Raporu’nda(2012) iki temel başlık altında belirtilmiştir. Buna göre, öncelikle
toplumsal cinsiyet eşitliği kendi içinde önemlidir; çünkü kişinin kendi seçtiği hayatı
yaşayabilme ve mutlak mahrumiyete düşmeme yetisi temel bir insan hakkıdır ve
kadın veya erkek herkes için eşit olmalıdır. İkinci olarak toplumsal cinsiyet eşitliği
araçsal yönüyle de önemlidir; çünkü daha fazla cinsiyet eşitliği ekonomik verimliliğe
ve diğer kilit kalkınma sonuçlarına ulaşılmasına katkıda bulunmaktadır.
Toplumsal cinsiyet eşitliğinin kalkınmada araç olarak görülmesinde başlıca
üç unsur ön plana çıkmaktadır. Öncelikle kadınların beceri ve yeteneklerinin doğru
kullanılmamasının ekonomik maliyeti yüksektir ve her geçen gün daha da
yükselmektedir. 2012 Dünya Kalkınma Raporu’na göre kadınlar günümüzde küresel
işgücünün %40’tan fazlasını, tarımsal işgücünün %43’ünü ve dünyadaki üniversite
öğrencilerinin yarıdan fazlasını temsil etmektedir. Bu nedenle cinsiyet eşitsizliklerine
yol açan kimi cinsiyet rolleri kalıplaştırmalarının, kimi insanlar tarafından daha
üretken roller üstlenilmesini ve mevcut yeteneklerin kullanılmasını engellemesi
nedeniyle topluma maliyeti büyük olmaktadır. Diğer yandan kadınların donanımları
ve sahip oldukları fırsatlar bir sonraki nesli de şekillendirmektedir. Çeşitli ülkelerde
yapılan araştırmalarda kadınların kendi eğitim ve sağlıklarındaki iyileşmelerin
çocuklar üzerinde de olumlu etkiye sahip olduğu görülmüştür. Annelerin beslenme
durumlarının daha iyi olması, daha iyi çocuk sağlığı ve çocukların hayatta kalma
oranları ile ilişkilendirilmiştir. Öte yandan kadınların eğitim durumunun, daha
yüksek aşılanma oranları, daha iyi beslenme ve daha düşük çocuk ölüm oranları gibi
bir dizi alanda çocuk sağlığı üzerinde olumlu etkiye sahip olduğu bulunmuştur.
Üçüncü olarak kadın ve erkeklerin sosyal ve siyasal açıdan aktif hale gelerek kararlar
aldıkları, politikalar geliştirdikleri, eşit şansa sahip oldukları bir alan yaratmak,
zaman içinde temsil gücü daha yüksek kurumların ve politika tercihlerinin önünü
açması bakımından önem taşımaktadır(Dünya Kalkınma Raporu Toplumsal Cinsiyet
Eşitliği ve Kalkınma, 2012:4-7).
Raporun vurguladığı noktalara bakıldığında toplumsal cinsiyet eşitliğini
sağlama yönündeki çabaların temelini çoğunlukla ekonomik kaygıların oluşturduğu
görülse de; bir alanda elde edilen kazanımlar, toplumsal cinsiyet eşitliği sonuçlarının
90
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
çeşitli alanlarının birbirleriyle ilişkili olması nedeniyle, diğer alandaki gelişmeleri
hızlandırması bakımından önem taşımaktadır.
Bazı durumlarda açık biçimde görülebilen toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini
her zaman net bir biçimde ortaya koyup analiz edebilmek çok kolay olmamaktadır.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin analizinde özellikle önem taşıyan üç nokta
bulunmaktadır. Birincisi, aynı hane içinde yaşayan kadınların ve erkeklerin refahını
ayrı ayrı ölçmek sorun yaratabilmektedir. Bu sorun, hane halkının harcamalarına
ilişkin verilerin yetersizliği ile daha da güçleşmektedir. İkincisi tercihler, ihtiyaçlar
ve kısıtlılıklar kadın ve erkek arasında sistematik bir şekilde farklılık gösterebilir ve
bu farklılık, hem biyolojik faktörleri hem de öğrenilmiş sosyal davranışları
yansıtmaktadır. Bu noktada yukarıda değindiğimiz, cinsiyet rolü beklentilerinin
biyolojik temelli mi yoksa kültürel temelli mi olduğu tartışmaları ön plana
çıkmaktadır. Üçüncü olarak toplumsal cinsiyet, gelir düzeyleri ve sınıf ayrımlarıyla
kesişmektedir. Belirli cinsiyet eşitsizliklerinin sonraki kuşaklarda yeniden üretimi,
“cinsiyet eşitsizliği tuzakları” yaratmakta, bu tuzaklardan ise en çok yoksullar ve
toplumun dışlanmış kesimleri etkilenmektedir.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliklerine özgü bu özellikler, toplumsal cinsiyet
eşitliğinin sonuçların eşitliği olarak mı yoksa fırsat eşitliği olarak mı ölçülmesi
gerektiği sorusunu gündeme getirmiştir. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin fırsat eşitliği
çerçevesine oturtulmasını savunanlar, bunun bireylerin kontrolü dışındaki şartlardan
kaynaklanan eşitsizlikler ile tercih ve seçimlerdeki farklılıkların ortaya çıkardığı
eşitsizlikleri birbirinden ayırt etmeye olanak verdiğini öne sürmektedirler. Sonuç
eşitliğini savunanlar ise, tercih ve tutumlardaki farklılıkların büyük oranda
öğrenilmiş olduklarını ve doğuştan gelmediklerini, yani bunların kadınların ve
erkeklerin sosyal norm ve beklentileri içselleştirmelerine neden olan kültür ve
çevrenin bir sonucu olduklarını ileri sürmektedirler. Kadınların ve erkeklerin güç ve
statü açısından aralarındaki farklılıklar, eşitsizlikleri devam ettiren hedefler,
davranışlar ve tercihler olarak içselleştirilebilir. Bu nedenle, düşük hedeflerin ve kıt
fırsatların oluşturduğu kısır döngüyü kırmanın tek yolu sonuçları eşitlemeye
çalışmaktır. Bunlarla beraber bir üçüncü yaklaşım, hem kuramda hem de ölçümde
birbirleriyle sıkı sıkıya bağlı görülen fırsat ve sonuç eşitliğini birlikte ele alarak
toplumsal cinsiyet eşitliği çerçevesinde hem fırsatlara hem de sonuçlara odaklanmak
olmuştur. Buna göre uygulamada fırsatları sonuçlardan bağımsız ölçmek zordur.
Ancak insanlar, neyin adil veya hakkaniyetli olduğu konusunda anlaşmaya
varamasalar bile kabul edilemez derecede adaletsiz düzenlemelerin ortadan
kaldırılması konusunda hemfikir olacakları gibi toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin
vahim örneklerinin ortadan kaldırılması gerektiğinde de hemfikir olacaklardır(Dünya
Kalkınma Raporu Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Kalkınma, 2012:5).
Ancak günümüzde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin boyutlarının birçok
alanda hala çok yüksek olması, bu konuda sadece vahim örneklerin ortadan
kaldırılmasıyla yetinilemeyeceğini, gerek bireysel gerek kurumsal olarak daha ciddi
adımların atılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Farklı ülkelerin toplumsal cinsiyet
91
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
eşitliği konusunda attığı farklı adımları ise o ülkelerdeki refah rejimlerinden
ayrıştırarak değerlendirmek eksik bir değerlendirme olacağından refah rejimlerinin
toplumsal cinsiyete bakışına da değinmek yerinde olacaktır.
REFAH REJİMLERİ VE TOPLUMSAL CİNSİYET
Bireyin toplumsal olarak korunmasının sağlanmasına yönelik devlet, piyasa
ve aile arasındaki toplumlara özgü eklemlenmeyi belirtmek için kullanılan refah
rejimi(Buğra, 2012:47), kurumsal yapısı ve politik uygulamaları ile bir toplumda var
olan toplumsal cinsiyet rollerini korumakla birlikte onları etkileyip değiştirme
olanağına da sahiptir. Toplumsal cinsiyet rollerinin ve kadın-erkek ilişkilerinin refah
devleti yapısını belirlediğine ve refah devletlerinin kadınların toplum içindeki
rollerine ve ailenin yapısına ilişkin bir dizi varsayım üzerine kurgulandığına işaret
eden çalışmalar bulunmaktadır. Bu çalışmalara göre aile yapısı ve toplumsal cinsiyet
ideolojisi; sosyal hizmetler, sosyal yardımlar ve sosyal haklar üzerinde çok açık bir
şekilde etkili olmaktadır(Dedeoğlu, 2012:211). Yani, refah rejimleri ve toplumsal
cinsiyet ideolojileri arasında çift yönlü bir ilişki olduğu ve başlangıçta var olan
toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden inşa edilen refah rejimleri içerisinde, daha sonra
uygulanan kimi politikaların toplumsal cinsiyet rollerinin dönüşümüne hizmet ettiği
görülmektedir.
Refah rejimleri sınıflandırılması denildiğinde öncelikle akla Esping
Andersen’ın (1990) önerdiği üçlü refah rejimi tipolojisi gelmektedir. Bu
sınıflandırmaya göre refah rejimleri; muhafazakâr/korporatist, sosyal demokrat ve
liberal olmak üzere üç tür tipoloji içerisinde değerlendirilmektedir. En tipik örneğini
Almanya olarak görebileceğimiz muhafazakâr/korporatist modelin en önemli
özelliği, tabakalandırılmış bir sosyal koruma sistemine dayanmasıdır ve bu sistemin
hakları, temelde erkek hane reisinin işteki konumuna göre belirlenmektedir.
İskandinav ülkeleriyle özdeşleşen sosyal demokrat sistemde, işteki konumdan ziyade
yurttaşlık statüsüne dayanan evrensel haklar ön plandadır. ABD ve İngiltere’de
gözlenen liberal model ise büyük ölçüde piyasa temelli olup sadece toplumun sınırlı
kesimine yönelik minimal sosyal politika müdahalelerini içermektedir(Buğra,
2012:47).
Andersen’ın yukarıdaki sınıflandırmasına, kurumsal bir modelleme
yapamayan ülkeleri içermemesine ve ailenin refah sunumunda oynadığı rolü dikkate
almamasına yönelik getirilen eleştirilerden hareketle, 1990’larda Güney Avrupa’daki
sosyal koruma sistemi bu üçlü modele eklenmesi gereken ayrı bir tip olarak
tartışılmaya başlamıştır. Bu modele atfedilen en önemli özellik olarak ailenin sosyal
dayanışmadaki merkeziliği ve “çalışan erkek” merkezli sosyal güvenlik sistemi,
muhafazakâr tipoloji ile büyük oranda örtüşmekle birlikte, sosyal güvenliğin parçalı
ve kurumsallaşmamış yapısı bu modelin ayırt edici özellikleri olarak ön plana
çıkmaktadır. Bu modelde zayıf ve dar kapsamlı sosyal hizmetlerin aynı zamanda
92
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
çoğunlukla akrabalık/tanıdıklık ilişkilerine dayalı olarak eşitsiz bir şekilde dağıtıldığı
görülmektedir(Buğra, 2012:48, Dedeoğlu, 2009:43).
1990’lı yıllarda toplumsal cinsiyet perspektifinden geliştirilen alternatif
refah rejimleri modellemeleri de literatürde sıkça tartışılmaya başlamıştır. Farklı
kriterler üzerinden sınıflandırmalar geliştirilse de bunların ortak noktası, genellikle
devletin çocuk ve yaşlı bakımındaki rolü ve yardım programları olmuştur(Dedeoğlu,
2009:43). Kadınların ev içi hizmet ve bakım sağlamaktaki rollerinin ne kadarının
devlet yardım ve hizmetleri ile üstlenildiği ve bunun karşılığında kadınların ne
kadarının çalışan olarak işgücü piyasasına katılmasına olanak sağlandığı cevap
aranan sorular haline gelmiştir(Dedeoğlu, 2012:214).
Pateman’ın(1986) Amerikan refah devletini toplumsal cinsiyet normlarını
taşıyan ve sürdüren bir oluşum olarak değerlendiren analizine göre, kadınlar bu
ortamda öncelikle refah uygulamalarının “yararlanıcıları” konumundadırlar(Buğra,
2014:144). Modern vatandaşlık kavramının kadın ve erkeğin istihdam durumuna
göre tanımlandığını ve sosyal hakların işgücü piyasasındaki konuma bağlandığını
ileri süren bu yaklaşıma göre, sosyal haklardan yararlanan ve sosyal görevleri olan
tam
vatandaşlık
tanımı,
daha
ziyade
yetişkin
erkeklere
atıfta
bulunmaktadır(Dedeoğlu, 2012:212).
Refah rejimlerinin toplumsal cinsiyete bakışını formüle eden popüler bir
yaklaşım Lewis’in “erkek hane reisi(male breadwinner)” olarak adlandırılan modeli
olmuştur. Bu model hane içerisinde temel olarak erkeğe para kazanma ve evi
geçindirme, kadına ise çocuk ve yaşlı bakım sorumluluklarını yükleyen bir dizi
varsayım üzerine kurulmuştur. Bu modelde hane içi bakım sorumluluğu kadında,
kadının ekonomik sorumluluğu ise erkeğin üzerindedir. Kadınlar ve çocuklar, çalışan
erkek üzerinden sosyal sigorta programlarından yararlanmaktadırlar. Lewis, bu
modelin baskınlığının ülkelere göre farklılık gösterebildiğini ve özellikle II. Dünya
Savaşı’ndan sonra kadınların işgücü piyasasına zorunlu katılımları ile birçok ülkede
aşınmış olduğunu vurgulamaktadır. Özellikle 1970’li yıllardan itibaren İsveç çiftgelir kazanan ailelerin yaygınlaşması ile giderek bu modelden uzaklaşan ülkelere
temel bir örnektir.(Lewis, 2003:177).
Orloff(1993), Hobson(1994), Sainsbury(1996) ve Jensen’ın(1997)
sınıflandırmaları da benzer biçimde refah rejimleri ve kadın istihdamı/bakım
hizmetleri arasındaki ilişkiyi ele alan modeller olmuşlardır.
Orloff’a göre refah rejimlerinin toplumsal cinsiyet eşitliğine katkısını
anlamlandırabilmek için bazı soruların cevaplandırılması gerekir. Kadınların işgücü
piyasasına kolaylıkla girmelerini engelleyen ayrımcı yasal uygulamalar var mı?
Devletin sağlamış olduğu bakım hizmetleri sayesinde kadınların azalan hane içi
bakım sorumlulukları, onların ücretli işgücü piyasasına katılımlarına ne derece
olanak sağlıyor? Bu yaklaşıma göre, kadınları çalışan erkek hane reisi
bağımlılığından kurtaran ve onlara kendi başlarına bir hayat kurma imkânı veren
93
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
refah devleti uygulamaları ve istihdam alanındaki düzenlemeler refah rejimlerinin
ayırıcı noktasını oluşturmaktadır(Orloff, 1997:190-195).
Hobson’a göre refah devletlerinin bakım hizmetlerini sunarken seçtiği
metotlar kadın istihdamı açısından önemli olmaktadır. Bu çerçevede Hobson, bakım
hizmetlerinin kadınların evde kalarak işgücü piyasasından çekilmelerine neden
olabilecek doğrudan ve sürekli para yardımı şeklinde mi yoksa kadınların ücretli
çalışmalarına olanak veren kurumsal bakım hizmetleri şeklinde mi sağlandığının
önemine dikkat çekmektedir(akt. Orloff, 1997:193).
Sainsbury’nin sınıflandırması ise çalışan olmalarının yanı sıra kadınların
aile içindeki rolünün anne mi eş mi olarak kurgulandığı üzerinden yürütülen üçlü bir
ayrıma dayanmaktadır. Yani kadınların anne, eş ve çalışan olarak görüldükleri üçlü
bir tipoloji yaratılmıştır(Dedeoğlu, 2012:213-214).
Jensen, bakım hizmetlerinin kim tarafından ve ne kalitede verildiğine
odaklanarak bu çerçevede bir refah sınıflandırması gerçekleştirmiştir. Buna göre
evde bakım hizmetleri, erken çocukluk eğitimi, emeklilik aylıklarında yapılan
iyileştirmeler sosyal vatandaşlığın gereği olarak sunulması
gereken
hizmetlerdir(Jensen, 1997:185-186).
Andersen de daha sonra yaptığı çalışmalarda devlet ve piyasa ilişkilerine
dayandırdığı klasik tipolojilerini ailenin refah sağlayıcı rolünü dikkate alarak yeniden
ele almıştır. Yine muhafazakâr/korporatist, sosyal demokrat ve liberal olarak üçe
ayırdığı farklı refah rejimlerinde bu defa ailenin rolünün ve kamu ya da piyasadan
sağlanan bakım hizmetlerinin kadın emeğini istihdama yönlendirmede önemli bir
araç olduğunu vurgulamıştır. Andersen, daha çok sanayi sonrası toplumlarda ortaya
çıkan, ev kadınlığının ortadan kaybolması ile işgücü piyasalarının yeniden
düzenlenmesi ve kadınların işgücü piyasalarına katılımlarını sağlayan sosyal
politikaların aynı zamanda ortaya çıkışını “yeni toplumsal cinsiyet ilişkileri
sözleşmesi” olarak adlandırmaktadır. Fakat bu yeni koşullara karşın var olan ataerkil
sistemler, kadınlar ve erkekler arasında bakım hizmetlerinin nasıl paylaşıldığını
belirleyerek, kadınları işgücü piyasasına kanalize eden kamusal bakım hizmetlerinin
düzeyini etkilemektedir(Dedeoğlu, 2012:214-216). Andersen’a göre bir toplumsal
cinsiyet eşitliği dengesinin olgunlaşması için iç dinamikler yetersiz kalır ve bu
durumda dışsal bir girdiye ihtiyaç vardır. İşte bu dışsal girdi de dönüşüme uyarlanmış
olan refah devleti politikaları olacaktır(Andersen, 2011:227). Andersen ayrıca
cinsiyet rolleri ve kadınların konumundaki mevcut dönüşümler; eğitim seviyesi
yüksek, imtiyazlı sosyal sınıflara mensup kadınları kapsadığı ve toplumun alt
kesimlerine yayılmadığı sürece, bu dönüşümlerin “tamamlanmamışlığına” dikkat
çekmektedir. Başka bir deyişle toplumsal cinsiyet eşitliği arayışı, bir orta sınıf
meselesi
olarak
kaldığı
sürece
toplumsal
eşitsizlikler
süregelmeye
mahkûmdur(Andersen, 2011:221).
Walby’nin(2004) analizine göre ise refah devletlerinin kadın erkek eşitliğini
sağlamaya yönelik politikaları nasıl uyguladıkları, özel ataerkil sistemlerden kamusal
94
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
ataerkil sistemlere doğru olan evrimin yönünü belirlemektedir. Buna göre bu evrim
üç farklı çerçevede gerçekleşmektedir. Refah devleti merkezli dönüşüm (welfare
state-led) ile İskandinav modelinin devlet eliyle sağlanan bakım hizmetleri desteğiyle
kadınların işgücü piyasasına katılımlarının sağlandığı görülmüştür. Amerikan
modeline vurgu yapan piyasa merkezli dönüşüm (market-led), kadınların işgücüne
katılımını daha çok piyasa mekanizması tarafından sağlanan hizmetler ile mümkün
kılmaktadır. AB tarafından geliştirilen düzenleyici politika merkezli dönüşüm
(regulatory policy-led) ise ayrımcılığa ilişkin yasal düzenlemelerin kaldırılmasını,
çalışma saatlerinin uyumlaştırılarak kadınların zamanının hem bakım hem de çalışma
için ayarlanmasını
ve
sosyal içerilme politikalarının uygulanmasını
amaçlamaktadır(Dedeoğlu, 2012:215).
Refah devleti analizlerine toplumsal cinsiyet perspektifi kazandıran bu
teorik tartışmalar, uygulamadaki politikaların toplumsal cinsiyet eşitliğini
gerçekleştirmede ne derece etkili olduklarının değerlendirilmesine de olanak
vermektedir. Son dönemde iş-aile çatışmasının daha çok sorgulanır hale geldiği ve bu
çerçevede dengeyi sağlamaya yönelik oluşturulan iş-aile yaşamı uyum politikalarının
toplumsal cinsiyet normlarının dönüştürülmesinde ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin
sağlanmasında önemli bir araç olduğu görülmektedir.
TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİNİN SAĞLANMASINDA İŞ-AİLE
YAŞAMI UYUM POLİTİKALARININ YERİ VE ÜLKE ÖRNEKLERİ
İş ve aile yaşamına yönelik uyumlaştırma politikalarının toplumsal cinsiyet
eşitliği politikaları bağlamındaki yerini kavrayabilmek için, öncelikle cinsiyet
eşitliğine ilişkin yaklaşımları ve bu yaklaşımlar temelinde şekillenen politikaları
sınıflandırmak yararlı olacaktır.
Genel olarak bakıldığında toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin üç farklı
kavramlaştırma üzerinden hareket edildiği görülmektedir. Bunlardan ilki, kadın ve
erkeğin aynı olduğu varsayımı üzerinden oluşturulan ve kadınlarla erkeklere aynı
davranılmasını gerektiren eşitlik kavramıdır. Kadın ve erkek arasındaki farklılığa
vurgu yapan ikinci kavramlaştırma ise birbirlerinden farklı olan kadın ve erkeklerin
farklı katkılarının eşit olarak değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürmektedir.
Toplumsal cinsiyet eşitliğinin kavramsallaştırılmasına ilişkin üçüncü yaklaşım ise var
olan toplumsal cinsiyet ilişkilerinin dönüştürülmesine yöneliktir(Rees, 1998, akt.
Walby, 2005:325). Bu üçlü kavramlaştırma bir başka ifadeyle Booth ve Bennett
(2002) tarafından “eşit muamele perspektifi”, “kadın perspektifi” ve “cinsiyet
perspektifi” adları altında yorumlanmıştır(akt. Walby, 2005:326).
Cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik bu farklı yaklaşımlar, pratikte hangi
yaklaşımın benimseneceği ve devletin cinsiyet eşitliğini sağlamada hangi yöntemi
kullanacağı gibi soruların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Her üç yaklaşımın kendine
95
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
özgü stratejisi ve vizyonu olmakla birlikte, bu yaklaşımların genel olarak zaman
içinde eşit davranmadan, özel eşitlik programlarına ve oradan da cinsiyet rollerini
değiştirecek politikalara evrilen bir süreç içerisinde uygulandığı görülmektedir. Bu
nedenden ötürü bir politika dokümanında birden fazla yaklaşımın öğelerini bulmak
mümkün olabilmektedir. Dolayısıyla bu yaklaşımlar birbirlerinden ayrılan değil,
aksine üçlü bir sacayağı olarak birbirlerini tamamlayan ve birbirlerine gerekli olan
yaklaşımlar olarak görülmelidir(Dedeoğlu, 2009:47).
Eşitlik perspektifi etrafında geliştirilen politikalar daha çok istihdam
alanında, kadınlar ve erkekler arasındaki farkları ve ayrımcılık içeren uygulamaları
ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Örneğin kadınlar ve erkekler için eşit istihdam
oranı, eşit işsizlik oranı ve eşit ücret gibi. İkinci akım politikalar ise kadınların
toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde, erkeklerden farklı olarak üstlendikleri
sorumlulukları hafifletmek amacıyla kadınlara özel politikalar olarak tasarlanmıştır.
Örneğin bu politikalardan en önemlisi çocuk bakımı konusunda konulan hedefler ve
programlardır. Cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik üçüncü hareket noktası ise ev
içindeki geleneksel kadın erkek rollerinin ve istihdam alanında toplumsal cinsiyet
rollerinin dönüştürülmesidir. Bu alanda geliştirilen politikalar, kadın ve erkek
arasında hem mesleki hem de aile içi sorumlulukların paylaşımını artırması
bakımından önemli olmaktadır(Dedeoğlu, 2009:47-48).
Bu bağlamda iş ve aile hayatını uyumlaştırma politikalarını özellikle
kadınlara özgü olarak geliştirilen ikinci ve toplumsal cinsiyet rollerini dönüştürmeye
yönelik üçüncü politika yaklaşımları içerisine yerleştirmek mümkün görünmektedir.
Cinsiyet rolü, beklentiler, değerler ve algılar gibi değişkenler bireylerin iş ve
aile ile ilgili deneyimlerini etkilemektedir. Yerleşik toplumsal cinsiyet rollerine bağlı
olarak aile bağlantılı, gerilim odaklı iş-aile çatışmasının genel olarak cinsiyet ile
ilişkili olduğu görülmektedir. Cinsiyet farklarını inceleyen araştırmaların çoğu,
kadınların erkeklere göre daha çok çatışma içinde olduklarını belirtmektedir.
Dünyada iş ve aile içindeki roller arasındaki uyumsuzluğun yol açtığı kişisel ve
örgütsel sorunlar, kadınların özellikle de eğitimli, kariyer sahibi kadınların iş
hayatında artması ile dikkat çekmeye başlamıştır(Karaca Çakınberk, 2011:174). İş
yaşamını aile yaşamının önüne alan erkekler “kariyer odaklı” olarak nitelendirilirken,
birçok toplumda aynı şekilde davranan kadınlar hoş karşılanmamaktadır.
Kadının ev işleri, erkeğin ise eve gelir getirmekle yükümlü olduğu
geleneksel aile yapısı içinde, çalışan erkeğin rol çatışması daha düşük olmakta, yani
kadının ailevi sorumlulukların çoğunu üstlenmesiyle erkekler iş yaşamına daha fazla
ağırlık verebilmektedirler(Kağnıcıoğlu, 2013:26). Dolayısıyla iş ve aile arasındaki
çatışmaların çözümü, piyasa ekonomilerinin erken gelişme evrelerinde erkeğin
dışarıda çalışarak parayı kazandığı, kadının evde ücretsiz çalışarak ev içi işlerden
sorumlu olduğu cinsiyete dayalı toplumsal işbölümüne dayanan ataerkil aile modeli
olmuştur. Ancak piyasa ekonomilerinin ilerleyen aşamalarında kadınların artan
oranda işgücüne katılımlarıyla birlikte, uyumlaştırma sorununa ataerkil aile modeli
dışında kamusal alanda çözümler üretmek zorunlu hale gelmiştir(İlkkaracan, 2010:7).
96
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
Kadının hem çalıştığı hem de ev, aile ve çocuklarla ilgili birçok sorumluluğu
üstlendiği durumlarda iş-aile çatışmalarının da en üst düzeye çıktığı görülmektedir.
İlk “aile dostu” düzenlemeler de çalışan kadınların sorunlarının çözülmesine yönelik
yapılmıştır.
Endüstri sonrası toplumlarda devletler, artık bir sosyal risk olarak kabul
edilen iş-aile çatışmasını önleyecek çeşitli politik araçlar kullanmaktadırlar. İş ve aile
yaşamını uyumlaştırma politikaları, ev içi iş yükü ile iş yerindeki sorumlulukları
bağdaştırmaya yönelik yasal, kurumsal ve sosyal destek mekanizmalarını
geliştirmeyi hedefleyen politikalar olarak tanımlanabilir.(İlkkaracan, 2010:8).
Günümüzde bu politikalar AB tarafından tanınıp desteklenen toplumsal cinsiyet
eşitliğinin ana akımlaştırılması yaklaşımı (gender mainstreaming) kapsamında da
artık pek çok Batılı devletin gündeminde yer almaktadır.
Piyasaya dayalı refah uygulamalarını en aza indirmeye gayret eden ve iş-aile
çatışmasını çözme yükümlülüğünü ailelerden alarak kamu sektörüne aktaran
politikaları teşvik eden Norveç, Danimarka, İsveç ve Finlandiya’nın içinde
bulunduğu İskandinav ülkeleri Avrupa ülkeleri içerisinde en iyi iş-aile yaşam
düzenlemelerine sahip ülkeler olarak kabul edilmektedir. Uyguladıkları politikalarla
bu ülkeler yalnızca aile yaşamının iyileştirilmesini sağlamamakta, kadının aile
sorumluluklarından
bağımsızlığını
sağlayarak
cinsiyet
eşitliğini
de
desteklemektedirler(Kağnıcıoğlu, 2013:28).
Bu ülkelerin tümünde çocuk bakım hizmetleri kamusal olarak finanse
edilmekte ve bu konuda ailelere profesyonel destek sağlanmaktadır. Örneğin İsveç’te
çocuk bakımı ve okul öncesi eğitim hizmetlerine dair yasaların kapsamının giderek
genişletilmesi ve 1990’ların başında yaşanan küçük bir baby-boom‫٭‬,kamu destekli
çocuk bakımına yönelik talepte büyük bir artışa yol açmıştır. Kamu destekli çocuk
bakımından faydalanan 2, 3, 4 ve 5 yaşındaki çocukların oranı 1990’da %55-65 iken,
bu oran 2007’de %91-97’ye çıkmıştır. Öte yandan bakım ücretlerine konulan üst
sınır, 1990’lardan bu yana gelirdeki artış göz önüne alındığında çocuk bakımına
ödenen ücretin gelir içindeki yüzdesinin giderek azalmasını sağlamıştır(Nyberg,
2010:123-128).
İsveç’te çifte kazananlı aile modelinin yerleştirilmesinin bir ayağını kamu
destekli çocuk bakımı oluştururken, diğer ayağını ise annelik izninin ebeveyn iznine
dönüştürülmesi oluşturmuştur. Günümüzde İsveç’te ebeveyn izni 16 aydır ve
ebeveynlere bu süre boyunca aylık ödenek bağlanmaktadır. Ebeveynler 16 aylık
ebeveyn izni ve ebeveyn ödeneği haklarını çocuğun doğumundan veya evlatlık
durumunda evlatlık edinilmesinden 8 yaşına gelinceye kadar, zamana yayarak
kullanabilmektedirler. İlk olarak 1995’te uygulanmaya başlayan “baba ayı” ile
ebeveyn izninin bir ayı ebeveynler arasında devredilemez hale getirilmiştir. Ebeveyn
‫٭‬
Baby boom: Doğum oranlarında gözlemlenen belirgin artış dönemi.
97
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
izni kullananlar arasında babaların oranı 1985’te %23 iken 2007’de %44’e
ulaşmıştır(Nyberg, 2010:130-131).
Benzer biçimde Norveç hükümeti de 1978’den bu yana cinsiyet eşitliğini
teşvik konusunda aktif bir politika yürütmektedir. 1978’de kabul edilen ve tüm kamu
kuruluşlarının iş, eğitim ve sağlık gibi tüm politika alanlarında cinsiyet eşitliğini
teşvik etmesini zorunlu kılan Cinsiyet Eşitliği Yasası 2002 yılında güçlendirilmiştir.
Yine İsveç’tekine benzer şekilde 1993 yılında getirilen babalık izni kotası ile izin
kullanan babaların sayısında önemli bir artış yakalanmıştır(Ed. Çolak, 2011:143144).
İş-aile yaşamı dengesine ilişkin düzenlemeler açısından İskandinav
ülkelerine en yakın durumda olan ülkeler arasında Belçika, Lüksemburg ve
Hollanda’nın oluşturduğu Benelüks ülkeleri ve Fransa gelmektedir(Kağnıcıoğlu,
2013:29).
Hollanda emek piyasasının en çarpıcı özelliklerinden biri, kısmi zamanlı
çalışmanın yaygınlığıdır. Kısmi zamanlı istihdam, sadece Hollanda istihdam
politikası için değil, Hollanda eşitlik programı için de hayati önem taşımaktadır.
Esnek ve tam zamanlı olmayan çalışma saatlerinin hem kadınlar hem de erkekler
tarafından benimsenmesi, cinsiyet eşitliği açısından vazgeçilmez görülmektedir.
“Kombinasyon modeli (combination model)” olarak adlandırılan ve tam zamanlı ve
kısmi zamanlı çalışma pratiklerinin kişi tarafından yaşam döngüsü içerisinde
dönüşümlü olarak kullanıldığı ve bu şekilde ev dışı çalışma ile ev içi işlerin
birleştirilmesine olanak sağlayan model, uygulamadaki çeşitli aksaklıklara rağmen
(kısmi zamanlı çalışmanın kadınlar arasında çok yaygın olmasına rağmen erkekler
arasında hala yeterince yaygınlaştırılamaması gibi) 1990’lardan itibaren Hollanda
hükümetinin emek ve bakım alanındaki temel politikası olarak kabul
edilmiştir(Plantenga, 2010:178-182).
Evi erkeğin geçindirdiği kabulüne dayanan geleneksel modelden, 1,5
zamanlı çalışma modeline (erkeğin tam, kadının kısmi zamanlı çalıştığı model) geçiş,
Hollanda’da, ilk çocuk sonrası işlerini bırakan kadınların oranının 1980’lerde
%58’den 2005’te %11’e düşmesini sağlamıştır(Plantenga, 2010:181).
Fransa’daki iş ve aile yaşamlarının uyumlaştırılması politikalarının geçmişi,
19. yüzyıldan bu yana devam eden aile politikalarına dayanmaktadır. Fransa’da aile
politikalarının önemli bir parçası olan anaokulları 1881’de açılmıştır. Fransız
anaokulu sistemi, bu uzun geçmişi ve 2-5 yaş aralığında tüm çocukları içermesi
nedeniyle genellikle dünya çapında örnek gösterilmektedir(Silvera, 2010:146).
Öte yandan Almanya ve Avusturya’da da çift gelirli aile modelini
desteklemeye yönelik politikalar son dönemde ortaya çıksa da, muhafazakâr refah
rejiminin işlediği bu ülkelerde hala büyük ölçüde kadınların rolüne ilişkin geleneksel
bakış açısının devam ettiği ve iş-aile dengesi uygulamalarının genellikle erkeğin
çalışmasına dayalı ve aile desteğini ön plana alacak şekilde oluşturulduğu
görülmektedir. Cinsiyet rollerine ilişkin muhafazakar algı açısından Güney Avrupa
98
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
ülkelerinde de benzer bir durum söz konusu olmakla birlikte, bu ülkeler görece zayıf
ve kurumsallaşmamış kamu bakım hizmetleri bakımından yukarıdaki ülkelerden
ayrılmaktadırlar(Kağnıcıoğlu, 2013:29-31).
Sonuç olarak iş ve aile yaşamı uyumlaştırma politikalarına bakıldığında tek
ve standart bir Avrupa modeli yerine, ülkelere göre oldukça farklılık gösteren bir
politika demeti ile karşılaşılmaktadır. İş ve aile yaşamı açısından uygulamaya özgü
sorunsallar en gelişmiş ülkelerde dahi kendini göstermeye devam etmektedir.
Örneğin ebeveyn izninin kadın istihdamını ve eşitliği destekleyip desteklemediğini
görmek çok kolay olmamaktadır. Uzun dönemli ebeveyn izni, kimi yazarlarca
anneler için iki ucu keskin bir bıçak olarak görülmektedir(Nyberg,2010:140). Sorun
ebeveyn izninin ne kadar ve ne zaman uzun ve kısa olacağına karar vermektir. Uzun
bir dönem için alınan ebeveyn izni, yalnızca kadınların emek piyasasına bağlılığı
açısından değerlendirildiğinde, izin sonrasında geri dönme hakkı olduğu müddetçe
muhtemelen büyük bir sorun yaratmayacaktır. Bu uygulama, kadınların işgücüne
katılım oranlarını artırması itibariyle daha eşitlikçi bir emek piyasası için önemli bir
adım oluşturmaktadır. Ancak uzun dönemli ebeveyn izninin sadece annelerce
kullanılması, emek piyasasının cinsiyet ayrımcı yapısını ve ücret eşitsizliğini teşvik
edebilmesi açısından bir sorun yaratabilir. Bilginin çok çabuk eskidiği durumlarda
veya amacın kariyer ve maaş yükselişi olması halinde uzun dönemli işten uzak
kalmaktan ziyade, kısa dönemli ebeveyn izni tercih edilir. Ayrıca ebeveyn izni ne
kadar kısa olursa, babanın bundan faydalanması ihtimali de o kadar düşük olacaktır.
Dolayısıyla ebeveyn izni kısa da olsa uzun da olsa, kadın evin ve ailenin asıl
sorumlusu olmayı sürdürdüğü müddetçe, geleneksel aile rolleri tekrarlanacak ve bu
politikanın toplumsal cinsiyet rollerini dönüştürerek cinsiyet eşitliğini sağlamaya
gözle görülür bir katkısı olmayacaktır.
Diğer yandan kamusal çocuk bakım hizmetlerine erişebilirlik konusunda
çeşitli gelir gruplarındaki aileler arasındaki eşitsizlikler diğer bir önemli sorun
alanıdır. Yapılan çeşitli araştırmalar, daha yüksek eğitimli ve/veya daha yüksek
gelirli ebeveynlerin diğer ebeveynlerle karşılaştırıldığında, kamu destekli çocuk
bakımından daha çok faydalanabildiklerini doğrulamaktadır(Nyberg,2010:129).
Örneğin Fransa’da iş ve aile yaşamını uyumlaştırma politikaları, kadınlar arasında
eşitsizliği artırdığı iddiasıyla eleştirilmektedir(Silvera, 2010:147). Buna göre
Fransa’da yüksek nitelikli olan bir grup kadın, çocuk bakım hizmetlerinden ve aile
desteklerinden gözle görülür derecede faydalanırken, daha az nitelikli ve ekonomik
açıdan daha az güvenceye sahip kadınlar, özellikle ikinci çocuktan sonra emek
piyasasından ayrılmaya itilmektedir. Kamu politikasının asgaride tutulduğu ve bakım
hizmetlerinin ağırlıklı olarak piyasadan karşılandığı liberal refah rejimlerine sahip
ülkelerde bu eşitsiz durum daha vahim şekilde kendini göstermektedir. Piyasanın
sunduğu seçenekler üzerinden pazarlık etmek ya da bakım hizmetlerini kendileri
üstlenmek durumunda olan aileler arasında düşük gelirli olanlar, genellikle gelirleri
özel bakım hizmetlerini karşılayamadığından zorunlu olarak ikinci seçeneği tercih
etmek durumunda kalmaktadırlar. Bu durumun bir başka sonucu, yüksek gelirli
ailelerin çocuk bakımı için düşük gelir grubunda yer alan kadınları çalıştırmasıyla,
99
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
kadın
istihdamı
konusunda
yaratmasıdır(Kağnıcıoğlu, 2013:30).
gelir
grupları
arasında
farklılaşma
Son olarak iş ve aile yaşamını uyumlaştırma politikalarının, toplumsal
cinsiyet eşitliğine katkısı değerlendirilirken dikkate alınması gereken bir husus da bu
politikaların temel olarak ne amaçla ortaya konmuş olduğudur. Bir görüşe göre bu
politikalar temelde istihdamı ve üretkenliği artırmanın bir yolu olarak görüldüğü
takdirde, pragmatik bir hal almakta ve toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama
amacından uzaklaşmaktadır(Beneria ve Martinez-Iglesias, 2010:203). Feminist
yazarlar, bu bakış içinde gelişen politikaların AB’nin neo-liberal gündeminin bir
parçası olduğuna ve erkeklerin davranışlarını değiştirme hedefinin ufuktan
kaybolduğuna işaret etmektedirler. Baachi (1999) ise, iş ve aile yaşamını
uyumlaştırma politikalarının cinsiyet rollerini değiştirmekten çok kadınların
istihdama girişlerini sağlayan bir araç olduğunu göstermektedir(Dedeoğlu,
2012:216). Özellikle kısmi ya da esnek çalışma uygulamaları bu yönden zaman
zaman eleştirilebilmektedir. Örneğin yarı zamanlı çalışma İspanya’da kadın
istihdamını teşvik edecek bir faktör olarak değil, yüksek istihdam sağlayacak bir araç
olarak değerlendirilmektedir. Mevcut yarı zamanlı işler, genellikle düşük sosyal
fayda ve kötü çalışma koşulları anlamına gelmektedir(Salido ve Moreno, 2014:43).
Aile ve akrabalık bağlarının sosyal dayanışmadaki önemi, öncelikli sosyal
güvenlik düzenlemelerinin formel istihdam alanında çalışanlara yönelik olmasına
rağmen enformel istihdamın yaygınlığı ve sosyal güvenliğin hala uygulamadaki tam
kurumsallaşmamış yapısı, Türkiye’nin genellikle Güney Avrupa/Akdeniz refah
rejimleri arasında gösterilmesine neden olmuştur(Buğra, 2012:51). Toplumsal
cinsiyet eşitliğini sağlama ve iş ve aile yaşamını uyumlaştırma politikaları açısından
pek çok Avrupa ülkesine göre yolun başında olan ve daha ciddi sorunlarla karşı
karşıya kalan Türkiye’de, son yıllarda bu konudaki mevcut politikalara genel
hatlarıyla bir sonraki bölümde yer verilmektedir.
TÜRKİYE’DE TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİNİ SAĞLAMAYA
YÖNELİK İŞ-AİLE YAŞAMI UYUM POLİTİKALARI
Refah rejimi sınıflandırmaları içerisinde en çok Güney Avrupa refah
modeliyle benzerlik taşıdığı gözlemlenen Türkiye’de parçalı ve hiyerarşik bir refah
rejimi öne çıkmaktadır. Sağlık ve emeklilik sistemlerine giriş, genellikle formel
istihdam alanında çalışan ve prim ödeyen kişiler ve aileler için düzenlenmiştir. Bu tür
bir sosyal devletin enformel çalışmanın, kendi adına çalışanların ve ücretsiz aile
işçilerinin egemen olduğu bir istihdam yapısı içinde var olduğu düşünülürse, hem
formel yapı hem de sosyal güvenlik sistemi, nüfusun büyük çoğunluğu için güvence
sağlamaktan uzak kalmaktadır(Dedeoğlu, 2012:218).
Kapsayıcı bir sosyal güvenlik ve yardım sisteminin yokluğunda, aile ve
akrabalık bağları birçok kişi için sosyal devletin sağladığı güvenlik ve yardımın
yerini almaktadır. Toplumsal yapının devamlılığında ve yeniden üretilmesinde
100
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
ailenin böyle merkezi bir konumda olması, kadınların toplum içindeki başat rollerinin
eş ve anne olması ile sonuçlanmaktadır. Kadınların aile içindeki konumlarının
devamlılığı, refah devletinin yapısının da devamlılığı anlamına geldiğinden, bu iki
süreç birbirini destekler konumdadır(Dedeoğlu ve Elveren, 2012:41). Bu sistemin
olası bir sonucu olarak ise kadınların ekonomik yaşama katılımı düşük kalmakta ya
da bu katılım çoğunlukla enformel ve ev eksenli çalışma biçiminde
gerçekleşmektedir.
Toplumsal cinsiyet temelli işbölümü bağlamında ev işleri ve bakım
hizmetleri, kadınlar tarafından yapılan ve yapılması beklenen işlerdir. Erkeklerin
geleneksel olarak muaf tutulduğu bu işlerden kadınların sorumlu kılınması, onların
ev dışında çalışma kararlarını etkileyen önemli bir faktördür. Kadınlar ev dışında
çalışma veya çalışmama kararı alırken evde yapmakta oldukları işlerin aksama
olasılığını, çocukların ve yaşlıların kimler tarafından bakılacağını, iş saatleri dışında
evdeki işler için ayırabilecekleri zamanı düşünmek zorundadırlar(TÜSİADKAGİDER Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Raporu, 2008:157-158). AB
ülkelerinde kadınların ücretsiz emek saatleri erkeklerinkinin 2-3 katıyken, Türkiye’de
bu oran, erkeklerinkini takriben 6 katından fazladır ve Türkiye, ev içi ücretsiz işlere
ayrılan zaman açısından en büyük cinsiyet uçurumuna sahip ülke
görünümündedir(İlkkaracan, 2010:52).
Türkiye’nin AB’ye aday ülke olarak kabul edilmesiyle başlayan süreçte,
cinsiyet eşitliği politikaları alanında adımlar atılarak önemli yasal düzenlemeler
gerçekleştirilmiştir. 2001 ve 2004 yıllarında yapılan anayasal değişiklikler ile devlet,
eşitlik ilkesini hayata geçirmekle sorumlu ilan edilmiştir. 2002 yılında yürürlüğe
giren yeni Medeni Kanun’da ve 2005 yılında yürürlüğe giren yeni Ceza Kanunu’nda
kadınlara karşı ayrımcılığın kaldırılmasına ilişkin ciddi düzenlemeler yapılmıştır.
Örneğin aile reisliği kavramının kaldırılması, eşlerin eşit hak ve yükümlülüklerinin
güvence altına alınması, evlilik birliği sırasında edinilmiş malların eşit paylaşılması
gibi alanlarda kadınlar lehine düzenlemeler getirilmiştir. 2003 yılında 4857 sayılı İş
Kanunu ile işgücü piyasalarında kadın erkek eşitliğini destekleyen AB direktiflerine
uyum sağlanmaya çalışılmıştır. Bu reformların, kadınların konumunun bağımlı
vatandaşlıktan bağımsız vatandaşlığa doğru kaymasını sağlayarak, bir paradigma
değişimi yaratması bakımından önemli olduğuna dair değerlendirmeler
bulunmaktadır(Dedeoğlu, 2009:48, 2012:219). Şüphesiz bu yargıda doğruluk payı
olmakla birlikte, cinsiyet eşitliğini sağlama açısından Türkiye’deki iş ve aile yaşamı
uyum politikalarına bakıldığında, gerek mevzuatta gerekse uygulamada hala ciddi
yetersizlikler ve sorunlar olduğu görülmektedir.
Türkiye’de iş ve aile yaşamını uyumlaştırma amaçlı kamu politikaları temel
hatlarıyla; çocuk sahibi ebeveynlere tanınan izinler, çocuk bakımı ve okul öncesi
eğitim hizmetleri, bakım yardımları ve esnek çalışma düzenlemeleri olmak üzere dört
başlık altında değerlendirilebilir(Bakırcı, 2010:62).
Türkiye’de, İş Kanunu m.74 ve Devlet Memurları Kanunu m.104/A
uyarınca kadın işçilere ve memurlara doğumdan önce 8 ve doğumdan sonra 8 hafta
101
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
olmak üzere toplam 16 hafta aylıklı izin öngörülmüştür. Çoğul gebelik hallerinde
doğumdan önceki 8 haftalık süreye 2 hafta daha eklenmektedir(Bakırcı, 2010:63-64).
Babalık izni ise memur babalar için 10 gün olarak belirlenmişken, yalnızca Basın İş
Kanunu’na tabi işçi babalar için 3 günle sınırlanmıştır(Kurnaz ve Atalay, 2013:22).
Bunun dışında 4857 sayılı İş Kanunu’nda işçi babalar için konuya ilişkin herhangi bir
düzenlemeye yer verilmemiştir.
Mevcut düzenleme yalnızca memur ve işçi babalar arasında ayrım
yapmamaktadır. Aynı zamanda hâlihazırda kadın memurlar doğum izni süresince
aylıklı izinli sayıldıkları için hiçbir gelir kaybına uğramazken, kadın işçilere
kazançlarının tamamı ödenmemekte, günlük kazancın en fazla üçte ikisi kadar geçici
işgöremezlik ödeneği bağlanmaktadır. Bu düzenleme hem 183 sayılı Analığın
Korunması Hakkındaki ILO Sözleşmesi’ne hem de Anayasa’nın eşitlik ilkesine
aykırılık teşkil etmektedir(Bakırcı, 2010:64).
İşçi ve memurlara ilişkin standart olmayan ve ayrımcılık içeren
düzenlemelerin yanı sıra ülkemizde mevcut yasal düzenlemelerdeki en büyük
eksiklik, henüz çocuk bakım sorumluluğunun anne ve baba arasında ortak
paylaşılmasına olanak sağlayacak bir ebeveyn iznine yer verilmemiş
olmasıdır(Işığıçok, 2005:787). 2004 tarihli Devlet Memurları Kanunu ile İş
Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’nda, işçi ve memur
kadınların ücretli analık izni sürelerinin eşitlenmesine, bunun yanı sıra analık
izninden sonraki ücretsiz çocuk bakım izninin, çalışan her iki ebeveynin de
kullanabileceği 6 ay süreli ebeveyn izni şeklinde düzenlenmesine dair hükümler yer
almaktadır. Aynı zamanda Tasarı, ebeveyn izninden Batılı ülkelerde olduğu gibi
çocuk sahibi olanların yanı sıra evlat edinen ailelerin de yararlanabilmesine olanak
sağlamaktadır. Ancak söz konusu Tasarı, en son 2008 yılında TBMM’ye sevk
edilmiş olmasına rağmen bugüne kadar yasalaşamamıştır(Bakırcı, 2010:66, (Işığıçok,
2005:787-788).
Türkiye’de iş ve aile yaşamı uyum politikaları konusunda bir başka
darboğaz, erken çocukluk bakım ve eğitim hizmetleri alanında yaşanmaktadır. Bu
alana yönelik genel kanı, bu hizmetlerin Türkiye’de hala ev merkezli, aile odaklı
hizmetler olarak sunulmakta olduğu ve kurumsallaşmakta geç kalındığıdır(Ecevit,
2010:88). Burada kurumsallaşmadan kastedilen yalnızca konunun politik açıdan
benimsenmesi ve yasal olarak düzenlenmesi değil; kurulan kurumların devamlılık
göstermesi, yaygınlaşması, bunun için düzenli kaynak ayrılması, toplum tarafından
kabul görüp benimsenmesi ve bu kurumların yokluğu durumunda da toplum
tarafından talep ediliyor olmasıdır. Böyle bir tanımdan hareketle, Türkiye’de erken
çocukluk bakım ve eğitiminin kurumsallaşması denildiğinde kısmen 60-72 ay çağ
grubunun okullulaşması akla gelirken, 36-48 ve 48-60 ay arası çocukların bakım ve
eğitiminin kurumsallaşmasından söz edilememektedir(Ecevit, 2010:100-110). Gerek
kamu gerekse özel bakım kurumlarına bakıldığında 0-3 yaş grubundaki çocuklar için
sunulan hizmetlerin oldukça sınırlı olduğu görülmektedir. Kamu kuruluşları
bünyesinde açılmış olan kreş ve gündüz bakımevlerinin sayısında beklenen artış
102
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
yerine son yıllarda gözlemlenen azalışlar ve işverenlerin kendilerine yasalarla
getirilen yükümlülükleri ne derece karşıladıklarına dair sağlıklı verilerin
bulunmaması da bu politika alanında yaşanan problemlere örnek
gösterilebilir(Toksöz, 2012:116). Bakım hizmetleri denildiğinde öncelikle akla çocuk
bakımına yönelik hizmetler gelirken, engelli ve yaşlı bakımı nispeten ihmal
edilegelen bir alan olmuştur. Hatta Türkiye’de engelli ve yaşlı bakımına yönelik
hizmetlerin, çocuk bakım ve eğitim hizmetlerine göre ikinci planda kaldığı ve bu
hizmetlerin çeşitlendirilmesinde daha fazla sıkıntı yaşandığı görülmektedir. Bu
kapsamda sürdürülebilir bir uzun süreli bakım politikasının ve bakım
alternatiflerinin, engelli ve yaşlı bakımını da kapsayarak genişletilmesi gerektiği
düşünülmektedir(Kurnaz ve Atalay, 2013:42).
Türkiye’de toplumun genelinin yararlandığı aylık (periyodik) aile
yardımlarından söz etmek de mümkün olmamaktadır. Çalışan ebeveynlerden
yalnızca memurlar, farklı koşullar ve sürelerle çocuk için yapılan aile yardımlarından
yararlanmaktadırlar. Devlet Memurları Kanunu m.202-206 uyarınca, aylık
(periyodik) çocuk yardımı ödeneği, devlet memurlarına her ay aylıklarıyla birlikte
ödenir. Özellikle cinsiyet eşitliği perspektifinden bakıldığında sorunlu bir düzenleme,
eşlerden her ikisinin de memur olduğu durumda bu ödeneğin yalnızca “kocaya”
ödenmesinin hükme bağlanmış olmasıdır. Dolayısıyla bu maddede, Medeni
Kanun’dan çıkarılmış olmasına rağmen “koca” sözcüğü varlığını korumakta ve
erkeğin aile reisi olduğu anlayışı egemenliğini sürdürmektedir(Bakırcı, 2010:77).
İş ve aile yaşamının uyumlaştırılması çerçevesinde önerilen çözüm
yollarından bir diğeri, ebeveynler için esnek çalışma düzenlemelerinin öngörülmesi
ve esnek çalışmanın kolaylaştırılmasıdır. Ancak Türk hukuk mevzuatında iş ve aile
sorumluluklarını uzlaştırmada uygulama alanı bulabilecek esnek çalışmaya ilişkin
düzenlemeler, iş ve aile sorumluluklarını uzlaştırma amacını ya da hedefini
taşımadığı için, bu konuda devlete ve işverene doğrudan yükümlülükler
yüklememektedir. İş Kanunu’ndaki esnek çalışmaya ilişkin düzenlemeler, iş ve aile
yaşamını uyumlaştırma hedefiyle yapılmamıştır. Örneğin; çocuk, engelli, hasta ve
yaşlı bakımı yükümlülüğü olanlara çalıştıkları saatlerde değişiklik yapma,
yoğunlaştırılmış iş haftası veya evden çalışmayı talep etme hakkı, işverene bu tür
talepleri karşılama zorunluluğu ve bu tür taleplerin reddi durumunda işçiye iş
mahkemesine başvuru olanağı tanınmamıştır. İş Kanunu’ndaki esnek çalışmaya
ilişkin düzenlemelerde amaç, daha ziyade artan küresel rekabet koşullarına
ekonominin uyumlaştırılması ve piyasa ihtiyaçlarını karşılayarak verimliliğe ilişkin
kaygıların giderilmesi olmuştur. Dolayısıyla güvenceli esnekliğe ilişkin
düzenlemelere yer verilmemiştir(Bakırcı, 2010:79-82).
Öte yandan ister üretkenlik ve verimlilik amacıyla isterse iş ve aile yaşamını
uyumlaştırma amacıyla uygulansın, pek çok ülkede esnek çalışma biçimleri,
erkeklerden ziyade kadınlara özgü çalışma biçimleri olarak ortaya çıkmıştır.
Özellikle Türkiye gibi ülkelerde güvence sağlayan düzenlemelerle desteklenmeyen
esnek çalışma biçimlerinin, düşük kaliteli işlerde kadın istihdamını yaygınlaştırarak,
103
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
kadınları ikincil işgücü konumuna itmesi ve onlara yönelik ayrımcılığı pekiştirmesi
tehlikesi ortaya çıkmaktadır(Bakırcı, 2010:82, Kurnaz ve Atalay, 2013:42-43).
Dolayısıyla esnek çalışmaya ilişkin düzenlemelerin sağlam temellere dayandırılarak,
kadın istihdamı üzerindeki uzun dönemli etkisi göz önüne alınarak ve işverene
getireceği maliyetler de değerlendirilerek gelişigüzel yapılmaması gerekmektedir.
Sonuç olarak Türkiye’nin iş ve aile yaşamını uyumlaştırma mekanizmaları
açısından oldukça geri durumda olduğu söylenebilir. Türkiye’deki egemen bakım
rejimi, ağırlıklı olarak kadınların aile/ev içi işlerden tek başlarına sorumlu olduğu,
dolayısıyla büyük çoğunluğun tam zamanlı ev kadınlığını temel meslek olarak
benimsediği, tek (erkek) kazananlı hane modeli çerçevesinde şekillenmiştir. Mevcut
bakım rejimi ve emek piyasası yapısı çerçevesinde, özellikle lise ve altı eğitimli
kadınlar açısından işgücüne katılım, iş ve aile sorumlulukları açısından kaçınılmaz
bir çatışma anlamına gelmektedir. Türkiye’de uyumlaştırmaya yönelik yasal ve
kurumsal eksiklikler ve bunlarla etkileşim içerisindeki emek piyasasındaki toplumsal
cinsiyet eşitsizlikleri, özellikle uluslar arası perspektiften bakıldığında daha çarpıcı
hale gelmektedir(İlkkaracan, 2010:17). Bakım hizmetlerine yönelik kamusal
kurumların yetersizliği ve devletin bu konudaki sosyal politikasının, kadınların
omuzlarındaki yükü hafifletecek kurumsal hizmet sunumu yerine hane içinde kadının
artan sorumluluğunu teşvik yönünde olması, cinsiyete dayalı işbölümünü destekleyen
kamusal arka planın varlığına işaret olabilir(Toksöz, 2012:118). Dolayısıyla
Türkiye’deki sınırlı iş-aile yaşamı uyumlaştırma politikalarının geleneksel toplumsal
cinsiyet rollerini dönüştürmeye çalışmak bir yana bu roller üzerinden kurgulanmaya
devam ettiği görülmektedir.
SONUÇ
Yüzyıllar boyunca bireyler tarafından çalışmaya yüklenen anlamda bazı
değişmeler gözlense de genel olarak çalışma, bireylerin yaşamında merkezi bir
konuma sahip olmaya devam etmiştir. Çalışma ya da bir işe sahip olma, yalnızca
bireylerin maddi karşılık alarak kendilerinin ve bakmakla yükümlü oldukları kişilerin
yaşamını idame ettirmelerini sağlamakla kalmayıp, onlara sosyal yaşamda bir statü
vaat ederek psikolojik olarak doyuma ulaşmaları bakımından da önemli bir araç
olmuştur. Ancak 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, çalışmaya ve işe atfedilen bu
anlamda bazı değişimler de gözlenmiyor değildir. Sanayi sonrası toplumlarda
gözlenen genel durum, bireylerin yaşamlarını çalışma odaklı kurmayıp, kendilerine
ve ailelerine daha fazla zaman ayırmaya istekli olmalarıdır. Özellikle vasıflı işgücü
arasında görülen bu eğilim, işin getirdiği sorumluluklar yaşamın diğer alanındaki
faaliyetlere zaman ayırmayı güçleştirdikçe, iş-yaşam dengesinin kurulamamasından
kaynaklanan yoğun bir stres ve tatminsizlik durumunu ortaya çıkarmaktadır. İşyaşam çatışmasının kapsamı içerisinde düşünebileceğimiz iş-aile çatışması da bu
bağlamda genel olarak işe ve haneye ilişkin sorumlulukların dengelenememesi
şeklinde kendini göstermektedir. Öte yandan günümüz modern toplumlarında yoğun
şekilde görülen iş-aile çatışmasının tek kaynağı, işe atfedilen anlam ve işe yönelik
104
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
beklentiler değildir. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında kadınların işgücüne
katılımının belirgin biçimde artması, modern aile yapısını tek (erkek) kazananlı
aileden çift kazananlı aileye döndürmeye başlamıştır. Erkeğin evin geçimini
sağlamakla yükümlü olduğu geleneksel aile yapısında, haneye ve çocuklara ilişkin
sorumluluklar büyük ölçüde kadın tarafından yerine getirildiği için, erkek açısından
iş ve hane sorumluluklarını dengelemek nispeten daha kolay olmuş, böylelikle iş-aile
çatışmasının şiddeti daha düşük düzeylerde kalmıştır. Ancak kadının da işgücü
piyasasında yerini almasıyla, kaçınılmaz olarak, haneye ilişkin sorumlulukların eşler
arasında paylaşılması ve her ikisinin de yetersiz kaldığı durumlarda kamusal desteğin
sağlanması gereksinimi ortaya çıkmıştır.
Yakın zamanda gerçekleşen bu değişimler, genel olarak bir toplumda
kadınlara ve erkeklere atfedilen roller ve davranışlar arasındaki ayrışmayı ifade eden
toplumsal cinsiyet olgusuyla da yakından ilişkilidir. Çünkü yukarıda bahsedilen, eşler
arasında haneye ilişkin sorumlulukların paylaşılması ya da var olan refah rejimi
çerçevesinde iş ve aile yaşamını uyumlaştırmaya yönelik sosyal politikalar, büyük
ölçüde mevcut toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden işlemektedir. Örneğin, her iki eşin
ücretli olarak hane dışında çalışması durumunda dahi, haneye ilişkin sorumlulukların
eşit paylaşılması söz konusu olmamakta, yine esas yük kadınlar üzerinde
kalmaktadır. Öte yandan, toplumsal cinsiyete ilişkin normlar hane içinde öğrenilse
de, çoğu zaman toplumsal cinsiyet eşitliği açısından hareketsiz kalan veya daha ileri
giderek yanlı davranan kurumlar tarafından pekiştirilmektedir. Örneğin, ev ve bakım
işleri için alınan sorumluluktaki farklar, cinsiyet rollerine dayansa da; işgücü
piyasalarındaki ayrımcılıkla ve kurumsal çocuk bakım hizmetlerinin yetersizliğiyle
güçlenmektedir.
Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren feminist perspektiften ortaya atılan refah
rejimi sınıflandırmaları, devlet tarafından sunulan ve iş-aile yaşamına ilişkin
uyumlaştırma politikalarını da içeren toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının
tartışma alanını genişletmiştir. Teorideki tartışmaların gelişmesine paralel biçimde,
birçok Avrupa ülkesinde gerek ebeveyn izinleri gerek erken çocukluk eğitimi gerekse
esnek çalışma düzenlemeleri konusunda olsun pek çok alanda, iş-aile yaşamı uyum
politikaları uygulamaya konulmuş ve geliştirilmiştir. Sosyal demokrat refah
rejimlerine sahip ülkeler, liberal ya da muhafazakâr refah rejimlerine sahip olan
ülkelere göre, bu politikaların hayata geçirilmesinde daha ön plana çıkmaktadırlar.
Türkiye ise bu konuda pek çok ülkeye göre oldukça geri pozisyonda yer
almaktadır. Ülkemizde henüz gelişmiş, uluslararası standartlara sahip bir yasal
mevzuata ulaşılamadığı gibi, mevcut yasal düzenlemeler de uygulamaya
geçirilemediği takdirde hukuk metinleri üzerinde kalmaya mahkûm olmakta,
toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama konusunda yeterince etki gösterememektedirler.
Gelişmiş iş-aile uyumlaştırması politikalarına sahip ülkelerde dahi, bu politikalar
hala toplumun dezavantajlı kesimlerini kapsama konusunda eksik kalırken,
Türkiye’de bu ayrım çok daha keskin biçimde kendini göstermektedir. Eğitimli ve
yüksek gelirli kesimler, mevcut sınırlı hizmetlere ulaşmada sıkıntı yaşamamakta,
105
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
hatta çoğu zaman piyasadan yüksek maliyetlerle karşılayabildikleri hizmetler
sayesinde kamusal hizmete ihtiyaç duymamaktadırlar. Ancak toplumun düşük gelirli
kesimleri, kendi imkânlarıyla piyasadan sunulan hizmetleri satın alamadıkları gibi,
kamusal hizmetlere ulaşmada da zorluk çekmektedirler. Dolayısıyla özellikle eğitim
düzeyi düşük, alt ve orta gelir grubunda ev içi bakım hizmetleri alanında, kadının
ağırlık gösterdiği geleneksel bakım rejimi büyük ölçüde varlığını devam
ettirmektedir. Diğer yandan Türkiye gibi kadın istihdamının henüz istenilen seviyeye
ulaşmadığı ülkelerde, iş-aile yaşamı uyumlaştırma politikaları izlenirken, kadın
istihdamı açısından işverenleri caydırıcı pozisyona düşürebilecek ve kadını işgücü
piyasasında ikincil ve kırılgan konuma getirebilecek politikalara karşı dikkatli
olunmalıdır. İş ve aile yaşamını uyumlaştırma politikaları, kadının korunmaya
muhtaç olduğu ve bu nedenle desteklenmesi gerektiği varsayımından hareket eden
politikalar değil; kadın veya erkek tüm çalışanların ev ve iş sorumluluklarını
dengelemelerine yardımcı olarak huzurlu ve verimli bir iş ve aile yaşamına sahip
olabilmelerini sağlama ve toplumda var olan cinsiyet eşitsizliklerini dönüştürme
amacıyla hareket eden politikalar olmalıdırlar.
Sonuç olarak, iş-aile yaşamı uyum politikaları, sadece çalışanların iş ve
yaşam tatminine ulaşmalarını sağlayıcı bir motivasyon kaynağı değil; gerek
toplumsal cinsiyet eşitliği gerekse makro ekonomik istihdam ve büyüme alanlarını
doğrudan etkileyen önemli bir sosyal politika alanıdır ve bu doğrultuda daha ciddi
biçimde ele alınması gerektiği düşünülmektedir.
KAYNAKÇA
ANDERSEN, Gosta Esping. (2011). Tamamlanmamış Devrim, çev.
S.Çağatay, İletişim Yayınları, İstanbul.
BAKIRCI, Kadriye. (2010). Türk Hukukunda İş ve Aile Sorumluluklarının
Uzlaştırılması: Uluslararası Hukuk ve AB Hukuku Çerçevesinde Bir Değerlendirme,
Emek Piyasasında Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Doğru İş ve Aile Yaşamını
Uzlaştırma Politikaları, der. İ. İlkkaracan, İTÜ BMTKAUM, İstanbul, s.59-86.
BARIŞIK, Salih. (2014). Emek Arzında Cinsiyet Eşitsizliği Kısıtı, İktisat ve
Toplum Dergisi, Yıl 4, Sayı 8, s.39-46.
BENERIA, Lourdes ve MARTINEZ-IGLESIAS, Maria. (2010). Yeni
Toplumsal Cinsiyet Düzeni ve İş ve Aile Yaşamını Uzlaştırma Politikaları: İspanya
Örneği, Emek Piyasasında Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Doğru İş ve Aile Yaşamını
Uzlaştırma Politikaları, der. İ. İlkkaracan, İTÜ BMTKAUM, İstanbul, s.201-225.
BUĞRA, Ayşe. (2012). Türkiye’nin Değişen Refah Rejimi: Neoliberalizm,
Kültürel Muhafazakârlık ve Yeniden Tanımlanan Toplumsal Dayanışma, Türkiye’de
Refah Devleti ve Kadın, der. S. Dedeoğlu ve A.Y. Elveren, İletişim Yayınları,
İstanbul, s.47-69.
BUĞRA, Ayşe. (2014). Türkiye’nin Ekonomik Kalkınma Sürecinde
Modernleşme, Dini Muhafazakârlık ve Kadın İstihdamı, Akdeniz’de Kadın
106
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
İstihdamının Seyri, der. A. Buğra ve Y. Özkan, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 125153.
ÇOLAK, Ömer Faruk(ed.). (2011). Modern Babalar Norveç’in Babalık İzni
Üzerine Gelişmekte Olan Politikası, Dünyada Cinsiyet Eşitliği İş Dünyası Dergisinde
(1999-2006) Yayınlanan Makaleler, Efil Yayınevi, Ankara, s.141-145.
DEDEOĞLU, Saniye. (2009). Eşitlik mi Ayrımcılık mı? Türkiye’de Sosyal
Devlet, Cinsiyet Eşitliği Politikaları ve Kadın İstihdamı, Çalışma ve Toplum Dergisi,
Sayı 21, s.41-54.
DEDEOĞLU, Saniye. (2012). Türkiye’de Refah Devleti, Toplumsal
Cinsiyet ve Kadın İstihdamı, Türkiye’de Refah Devleti ve Kadın, der. S. Dedeoğlu
ve A.Y. Elveren, İletişim Yayınları, İstanbul, s.211-229.
DEDEOĞLU, Saniye ve ELVEREN, Adem Yavuz. (2012). Giriş:
Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet, Toplum ve Refah Devleti, Türkiye’de Refah Devleti
ve Kadın, der. S. Dedeoğlu ve A.Y. Elveren, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 29-45.
Dünya Bankası. (2012). Dünya Kalkınma Raporu Toplumsal Cinsiyet
Eşitliği ve Kalkınma, Washington DC.
ECEVİT, Yıldız. (2010). İş ve Aile Yaşamının Uzlaştırılması Bağlamında
Türkiye’de Erken Çocukluk Bakımı ve Eğitimi, Emek Piyasasında Toplumsal
Cinsiyet Eşitliğine Doğru İş ve Aile Yaşamını Uzlaştırma Politikaları, der. İ.
İlkkaracan, İTÜ BMTKAUM, İstanbul, s.87-114.
IŞIĞIÇOK, Özlem. (2005). İstihdamda Eşitlik Politikaları Kapsamında
Avrupa Birliği’nde ve Türkiye’de Ebeveyn İzni, İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi Mecmuası, Cilt 55, Sayı 1, s.777-789.
İLKKARACAN, İpek. (2010). Giriş Bölümü, Emek Piyasasında Toplumsal
Cinsiyet Eşitliğine Doğru İş ve Aile Yaşamını Uzlaştırma Politikaları, der. İ.
İlkkaracan, İTÜ BMTKAUM, İstanbul, s.7-20.
İLKKARACAN, İpek. (2010). Uzlaştırma Politikalarının Yokluğunda
Türkiye Emek Piyasasında Toplumsal Cinsiyet Eşitsizlikleri, Emek Piyasasında
Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Doğru İş ve Aile Yaşamını Uzlaştırma Politikaları,
der. İ. İlkkaracan, İTÜ BMTKAUM, İstanbul, s.21-57.
JENSEN, Jane. (1997). Who cares? Gender and Welfare Regimes, Social
Politics, Cilt 4, Sayı 2, s.182-187.
KAĞNICIOĞLU, Deniz. (2013). Refah Devleti Modellerine Göre Avrupa
Birliği’nde İş-Yaşam Çatışması ve İş-Yaşam Dengesi Politikaları, Çimento
Endüstrisi İşverenleri Sendikası Dergisi, Cilt 27, Sayı 1, s.22-39.
KARACA ÇAKINBERK, Arzu. (2011). İş’te Kadın Olmak, Nobel
Akademik Yayıncılık, İstanbul.
KURNAZ, Işıl ve ATALAY, Duygu. (2013). İş-Aile Yaşamının
Uyumlaştırılması: Türkiye’de Güncel Tartışmalar Rapor No: 2013/2, Anka Kadın
Araştırma Merkezi, Ankara.
LEWIS, Jane. (2003). Economic Citizenship: A Comment, Social Politics,
Cilt 10, Sayı 2, s.176-185.
MARSHALL, Gordon. (1999). Sosyoloji Sözlüğü, çev. O.Akınhay ve
D.Kömürcü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.
107
Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi, 2014, 49, (1) : 86-108
NYBERG, Anita. (2010). Çocuk Bakımına Kamu Desteği ve Ebeveyn İzni
İsveç’te Ne Dereceye Kadar Etkili Oldu?, Emek Piyasasında Toplumsal Cinsiyet
Eşitliğine Doğru İş ve Aile Yaşamını Uzlaştırma Politikaları, der. İ. İlkkaracan, İTÜ
BMTKAUM, İstanbul, s.115-144.
ORLOFF, Ann Shola. (1997). Comment on Jane Lewis’s “Gender and
Welfare Regimes: Further Thoughts”, http://sp.oxfordjournals.org/
PLANTENGA, Janneke. (2010). Hollanda’da İş ve Aile Yaşamının
Uzlaştırılması: Kısmi Zamanlı Çalışma Stratejisinin Faydaları ve Maliyetleri, Emek
Piyasasında Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Doğru İş ve Aile Yaşamını Uzlaştırma
Politikaları, der. İ. İlkkaracan, İTÜ BMTKAUM, İstanbul, s.177-199.
SALIDO, Olga ve MORENO, Lois. (2014). İspanya’da Kadın İstihdamı ve
İspanyol Refah Rejiminin Gelişimi, Akdeniz’de Kadın İstihdamının Seyri, der. A.
Buğra ve Y. Özkan, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 29-55.
SILVERA, Rachel. (2010). Fransa’da İş ve Aile Yaşamının Uzlaştırılması:
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği İçin Yeni Bir Yaklaşım Olarak “Parentalizm”, Emek
Piyasasında Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Doğru İş ve Aile Yaşamını Uzlaştırma
Politikaları, der. İ. İlkkaracan, İTÜ BMTKAUM, İstanbul, s.145-176.
T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü. (2008-2013).
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı. Ankara.
TOKSÖZ, Gülay. (2012). Neoliberal Piyasa, Özel ve Kamusal Patriarka
Çıkmazında Kadın Emeği, Türkiye’de Refah Devleti ve Kadın, der. S. Dedeoğlu ve
A.Y. Elveren, İletişim Yayınları, İstanbul, s.103-126.
TÜSİAD-KAGİDER. (2008). Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği:
Sorunlar, Öncelikler ve Çözüm Önerileri.
WALBY, Sylvia. (2005). Gender Mainstreaming: Productive Tensions in
Theory and Practise, http://sp.oxfordjournals.org/content/12/3/321.extract
ZASTROW, Charles. (2013). Sosyal Hizmete Giriş, ed. D.B.Çiftçi, Nika
Yayınevi, Ankara.
108
Download