Burhan 58:Burhan.qxd

advertisement
EDİTÖR
Bismillahirrahmanirrahim
“Ey akıl sahipleri ibret alın” (Haşr suresi -2)
Su gibi akıyor zaman. Kalem ne yazmışsa hikmet-i ilahi olarak
o cereyan ediyor. Bizlere sadece boyun bükmek kalıyor. Sadece kulluk… Yani işimize bakmak, üzerimize lazım olanla ilgilenmek… Hepsi
bu. Yaşadığımız çağ bir sürat çağı. İnsan da, bu çağın akıntısına kapılmış bir zamanzede. Modern hayat koşuşturmacalar içinde geçiyor.
İnsanoğlu, günlük hayat serüveninde karşılaştığı hadiseler zinciri
içinde arkasına bakıp düşünmeden, maddenin sığ cidarlarını aşıp ruhunun derinliklerine dalamadan yeni bir güne merhaba diyor.
Oysa misafir edildiğimiz şu dünya gezegeninde makro âlemden mikro âleme kadar cereyan eden her şey, meydana gelen her hadise sırlı bir hikmet tahtına hareket ediyor.
Yıl 5
Sayı 58
Temmuz 2010
Geçirdiğimiz trafik kazasından gördüğümüz bir rüyaya, çocuğumuzun aniden hastalanmasından kıl payı kaçırdığımız vasıtaya
kadar, duru bir bakış açısına sahip olamadığımızdan dolayı çözümleyemediğimiz, hikmetine vakıf olamadığımız ama hepsinin bir anlam
çerçevesi olan ve ibret dili ile bize bir şeyler fısıldayan nice sırlar, hadiseler meydana geliyor. Hz. Musa (a.s.) ile ilgili şu meselde anlatılan
hadiselerin sırlı yüzü ne kadar düşündürücüdür:
Bir çeşme başına su içmek için bir süvari geldi. Süvari, hem
kendi su içti, hem de atını suladı. Adam giderken para kesesini düşürdü, fakat farkına varmadı. Daha sonra çeşme başına bir çocuk
geldi ve su içerken para kesesini görüp aldı ve gitti. Bu sırada süvari,
kesesini düşürdüğünü fark edip çeşme başına geri döndü. O sırada
çeşmeden bir âmâ adam su içmekte idi.
Süvari âmâ adama kesesini sordu. Adam bilmediğini söylediği
halde süvari inanmadı ve adamı öldürdü. Musa Peygamber şaşkındı
ve hadiselerin iç yüzünü her şeyi bilen Rabbinden sordu. Cevap oldukça şaşırtıcıydı: Süvarinin babasını, kendisi henüz küçük bir çocuk
iken bu âmâ adam Öldürmüştü. Süvarinin düşürdüğü kesenin içindeki miktar ise süvarinin, keseyi alan çocuğun babasına olan borcunun karşılığı idi, tamı tamına... Evet, hayatın tenteneli perdeleri
altında bilmediğimiz nice sırlı, nice hikmetli hadiseler meydana geliyor. Bize düşen de, ibretler, hikmetler meşheri olan bu âlemde, kader
kaleminin Sahibi’ne olan imanımızı her dem taze tutmak.
Tabii ki hadiselerin iç yüzünü, eşyanın perde arkasını anlayabilmek için hayata iman gözlüğü ile, dupduru bir mü’min yüreği ile
bakmak gerekiyor. Yoksa cismaniyetin dar çerçevesi içinde yaşayarak başımıza gelen hadiselerdeki bize sunulan mesajı çıkarmak mümkün değil.
Evet, Rabbimizin bize en büyük lütuflarından biri olan ruh cevherimizi O’na açık tutabilirsek, hayatın manasını anlayabilir, Muhammed İkbal’in ifadesi ile, kendi sedefimizin içinde inci yapabiliriz.
Gayret bizden, yardım Allah’tan... Selam ve dua ile…
içindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: Sayı: 58
Temmuz 2010
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
4 “MÜSLÜMAN OLMAM NEYİ
48 Ramazan Işık: “Sizin duanız
GEREKTİRİR?”
birçok insanı dize getirecek.”
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Röportaj: Aydın BAŞAR
7 AÇIK MEKTUP
52 İMAN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK
Sebahattin TÜZÜN
ENGEL TEKEBBÜR
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
8 Din Ne Kadar Yaşan(m)ıyor?
YAYIN KURULU
Fuat TÜRKER
Yusuf ELİBOL
54 Kudüs’te Son Osmanlı
Ahmet HALİLOĞLU
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Musa KARACA
GRAFİK TASARIM
12 LÂNETLİLER!
Nihat MORGÜL
FUTBOL
Burhan Ajans
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
Hasan BAŞAR
16 Besmeleyi Anlamak
Aydın BAŞAR
62 Muhabbet Bahçesi
Tek Sayı: 6 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
6 Aylık Abone: 36 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Yusuf ELİBOL
18 BERAT GECESİ
Mehmet TALU
64 Takva
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No 291928
IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
24 Manevî İklime Efendimiz
(s.a.s)’den Manevî Reçeteler
Sezgin ÇAKIR
IBAN TR690001001673441655885002
Mehmet Akif Mah.
30 MODERN DÖNEM KUR'AN
Kuran Kursu Cad.No: 87
TELAKKİLERİ
Sultanbeyli / İST.
Dr. Ebubekir SİFİL
Tel: +9 (0216) 498 94 00
[email protected]
www.burhandergisi.com
BASKI
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu
değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade
edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı
yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin
sorumluluğu reklam verene aittir.
68 BURHAN ÇOCUK
39 EKMELÜDDİN BÂBERTÎ’NİN
PEYGAMBERLİK ANLAYIŞI
70 Nalıncı Baba Hazretleri
Kadir Recep MUHAMMED
Hatice FURHAN
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Ayşe BAĞCIVAN
Musa KARACA
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
66 EŞİNİZE EN SON NE ZAMAN
HEDİYE ALDINIZ?
Hesap No: 1673–44165588-5002
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
59 SEKÜLER DÜNYANIN YENİ DİNİ:
42 BAYBURTLU ŞEYH
EKMELEDDİN’İN 73 FIRKA
RİSALESİNDEKİ RAVENDİYYE FIRKASI
İLE İLGİLİ DEĞERLENDİRMELER
Prof. Dr. Arif YILDIRIM
4
“Müslüman Olman Neyi Gerektirir?”
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Din Ne Kadar Yaşan(m)ıyor ?
Fuat TÜRKER
18
Manevi İklime Efendimiz (s.a.v)’den
Manevi Reçeteler
Sezgin ÇAKIR
30
İman Önündeki En Büyük Engel Tekebbür
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
59
8
Berat Gecesi
Mehmet TALU
24
Modern Dönem Kuran Telakkileri
Dr. Ebubekir SİFİL
52
Seküler Dünyanın Yeni Dini Futbol
Hasan BAŞAR
Başyazı
“MÜSLÜMAN
OLMAM NEYİ
GEREKTİRİR?”
çinde yaşadığımız zamanda her şey,
olanca hızıyla ve olanca kiniyle bizim üzerimize çullanıyor. Olaylar, yazılı ve görsel
iletişim vâsıtaları olan gazete, televizyon, internet ve diğerleri, îmânımızı kalbimizden,
ibâdetimizi hayatımızdan, ahlâkımızı vicdânımızdan söküp almak için üzerimize çullanıyorlar. İktidarlar, idâreciler, zenginler, güç
sahipleri, eli kalem tutanlar hepsi, bizi değiştirmek ve kendilerine benzetmek için uğraşıyorlar. Hatta bizim olan gazeteler, bizim
olan televizyonlar bile bizi değiştirmek için
gayret gösteriyorlar. Sanki böyle bir görev
üstlenmişler. Bizi çağa uydurmak, modernizme teslim etmek için onlar da üzerimize
çullanıyorlar. Üstâd Necip Fazıl Kısakürek,
“İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş
damla su; Bir hayata çattık ki, hayata
kurmuş pusu.” sözünü boşuna söylememiş. Üstâd, bugünü görseydi ne derdi
acaba?
İ
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Çevresindeki dayatmalara karşı direnemeyip savrulan Müslüman, kendisini yeniden gözden geçirmelidir.
Sosyal hayatta, âile hayatında, ferdî
yaşantısında durmadan taviz veren
Müslüman, olduğu yerde durmalı ve
kendini ciddî bir muhâsebeye tâbi
tutmalıdır.
4
Bu olup biten yüklenmelerden dolayı
insanımızda ciddî bir savrulma var. İnsanlarımız, rüzgârın önündeki saman çöpü gibi
savruluyorlar. Bugün, “sapasağlam Müslüman” dediğimiz insana yarın ne diyeceğimizi
şaşırıyoruz. Dün, beraber yola çıktığımız insanın, yolun yarısında bizi terk etmesine bir
anlam veremiyoruz. Yıllarca başörtülü olarak tanıdığımız yazarların başörtülerini çıkarmalarına, sakallı olarak tanıdığımız
insanların sakallarını kesmelerine de bir
Temmuz 2010
mânâ veremiyoruz. İnsanlar, patır patır dökülüyor;
hızlı bir şekilde değişiyorlar. İyiden kötüye doğru,
güzelden çirkine doğru, hayırdan şerre doğru kayan
kayana… Dökülen dökülene. Müslüman insanların
düğünleri, düğünlerdeki masrafları, oyun ve eğlenceleri, bizi ciddî mânâda üzüntüye sevk ediyor. Sözünde durmayan, insanları aldatan insanımızın
sayısı gittikçe çoğalıyor. Yaşadığı çağa ayak uyduran, inandığı gibi yaşamayı değil de yaşadığı gibi
inanmayı seçen insanımızın sayısı gittikçe artıyor.
Müslüman, teslim olan insandır; gideceği yolu
seçen insandır. Müslüman, öyle kolay kolay makas
değiştirmez, arkadaşını satmaz, yolunu terk etmez.
Müslüman, olaylara îmân nûru ile bakan, ferâsetle
ileriyi gören, dostunu düşmanını iyi seçen, dolduruşa gelmeyen ağır insandır. Olayları iyi okuyan, her
şeyi gerçek mânâsı ile anlamlandıran, sık sık fikir
değiştirmeyen kararlı insandır. Çünkü Müslüman’ın
bir elinde Kur’ân, bir elinde de Sünnet vardır. Allah’a kul, Hz. Muhammed’e ümmet olan şahıs, nasıl
olur da olayların önünde bir saman çöpü gibi, bir o
tarafa bir bu tarafa savrulur? Kur’ân’dan ve Sünnet’ten beslenen bir Müslüman, nasıl olur da sık sık
fikir, makas ve yaşantı değiştirir?
Çevresindeki dayatmalara karşı direnemeyip
savrulan Müslüman, kendisini yeniden gözden geçirmelidir. Sosyal hayatta, âile hayatında, ferdî yaşantısında durmadan taviz veren Müslüman, olduğu
yerde durmalı ve kendini ciddî bir muhâsebeye tâbi
tutmalıdır. Bu zamanda yaşayan her Müslüman, sık
sık Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi şöyle demelidir:
“İşte bütün meselem, her meselenin başı,
Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı!
Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına
Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!”
Bu yazının başlığı, Fethi Yeken’in bir kitabının
ismidir. Zamanımızdaki Müslümanların hayatta bir
kere değil, belki yılda bir kere veya ayda bir kere
okumaları gereken kitabın ismidir. Evet, “Müslüman
olmam neyi gerektirir?” sorusu, gerçekten ciddî bir
sorudur. Fethi Yeken, bu kitabında işte bu ciddî sorunun cevabını veriyor. Kitap, birkaç yayın evi tarafından tercüme ettirildi ve yayınlandı. Kitap,
gerçekten güzel bir muhtevaya sahiptir. Asrımızın
Müslüman’ına çok faydalı bir kitaptır.
Temmuz 2010
Fethi Yeken, kitabının önsözünde şunları yazıyor: “…Bu kitap, iki kısma ayrılır. Birinci kısmı,
gerçek bir Müslüman olabilmesi için kişide bulunması gereken özelliklerden bahseder. Bu kısımda, bu
dîne mensup olan kimsede bulunması gerekli olan
şartlar açıklanır. İnsanların çoğu, ya kimliklerinde
“dini İslâm’dır” yazılı olduğu için veya Müslüman
anne ve babaların çocukları oldukları için Müslüman’dırlar. Gerçekte ise, bu her iki grup da Müslüman olmalarının mânâsını anlamıyorlar. Bu dîne
mensup olmanın neyi gerektirdiğini bilmiyorlar. Bu
sebeple onların başka bir yerde, İslâm’ın başka bir
yerde olduğu görülür. Bu kitabın birinci kısmını yazmamın gâyesi, bütün bu sorulara cevap vermek ve
bir Müslüman’ın gerçek mânâda İslâm’a mensup olması ve gerçek bir Müslüman olabilmesi için İslâm’ın kendisinden istediği vazifeleri açıklamaktır.
Kitabın ikinci kısmı ise, İslâm için çalışmanın
gerekliliğini ve İslâmî harekete mensup olmanın
esaslarını açıklıyor. Ayrıca İslâmî hareketin özelliklerini, amaçlarını, araçlarını, felsefesini, çalışma metodunu ve bu harekete mensup olan kimselerde
bulunması gerekli olan özellikleri anlatıyor.
Burada işâret edilmesi gereken diğer bir husus
da şudur: Genel olarak İslâm âleminde ve özellikle
Arap Yarımadası’nda meydana gelen olaylar, büyük
bir hakîkate işaret ediyor ki, o da İslâm ümmetinin
çeşitli yönlerde kahredici bir boşluk içinde yaşadığı
hakîkatidir.
Bu boşluğu gerek inanç açısından, gerekse
nizâm, ahlâk ve kanun koyma açısından İslâm’dan
başka hiçbir şey dolduramaz. Bütün bunlar, İslâmî
hareketi sonsuza kadar devam eden tarihî bir sorumlulukla yüz yüze getirirler. Bu sorumluluğun hakîkî bir îmâna ve samîmî bir irâdeye ihtiyacı
vardır…”
Fethi Yeken’in bu kitabı, iki bölümden oluşuyor, demiştik. Birinci bölümün başlıkları şöyle: İnancımda Müslüman olmalıyım. İbâdetimde Müslüman
olmalıyım. Âilemde ve evimde Müslüman olmalıyım. Ahlâkımda Müslüman olmalıyım. Nefsimi yenmeliyim. Geleceğin İslâm’a âit olduğuna
inanmalıyım.
Fethi Yeken, ikinci bölüme “İslâmî hareket
mensubu olmam neyi gerektirir?” diye bir soruyla
başlar ve bu soruya şu başlıklar altında cevap verir:
İslâm için yaşamalıyım. İslâm için çalışmanın gerekli
olduğuna inanmalıyım. İslâmî hareketin önemini
kavramalıyım. İslâmî çalışma metotlarını anlamalıyım, İslâmî harekete mensup olmanın boyutlarını
5
anlamalıyım. İslâmî çalışmanın temel prensiplerini
bilmeliyim. Bîat ve üyelik şartlarını anlamalıyım.
Aziz okuyucularım! Benim kendimi Müslüman
olarak îlân etmem yetmiyor. Yüce Rabbim’in, beni
Müslüman olarak kabul etmesi gerekiyor. Rabbim’in,
beni Müslüman olarak kabul etmesi için de, O’nun
her emrini yapmam ve her yasağından kaçınmam
gerekiyor. Böyle yaparsam tam mânâsıyla Müslüman olmuş olurum. Dilimle Müslüman olduğumu
söyler de yaşantımla kâfirlere, müşriklere, münâfıklara, modernistlere, hristiyanlara, yahûdilere benzersem öbür dünyada hâlim nice olur? Bunu şimdiden
düşünmem lazımdır.
Aziz okuyucularım! Yüce Allah’ın dîni İslâm,
bizim hayatımızın her noktasına ve her anına müdâhele eder. Din, bizi kendi hâlimize bırakmaz. Bize,
bütün bir hayatımız boyunca nasıl yaşayacağımızı
öğretir ve bizden dört başı mâmûr bir hayat ister.
Bize, Hz. Peygamber efendimize ve sahâbe-i kirâm
efendilerimize benzememizi tavsiye eder. İbâdetlerimizde, âile hayatımızda, birbirimizle olan münâsebetlerimizde, çalışma hayatımızda, dîne hizmet
konularında onları örnek almamızın esas olduğunu
vurgular.
Aziz okuyucularım! Biz, câmide Müslüman olduğumuz kadar çarşıda da Müslüman olacağız. Evde
ibâdetlerimizi yerine getirdiğimiz kadar işyerinde de
ibâdetlerimizi yerine getireceğiz. Eşimizin, çoluk-çocuğumuzun hakkını görüp gözettiğimiz kadar öğrencilerimizin hakkını da görüp gözeteceğiz. Aldığımız
maaşın helâl olması için işimize gösterdiğimiz özen
6
kadar çalıştırdığımız insanların hakkını tam mânâsıyla ödemek için de özen göstereceğiz. Darlıkta nasıl
yaşadıysak varlıkta da öyle yaşayacağız. Bizi tanıyan
insanların yanında nasıl yaşıyorsak bizi tanımayanların yanında da öyle yaşayacağız.
Aziz okuyucularım! Şu yaz aylarında birçok
Müslüman kardeşimizin eşleri ve çocukları ile birlikte
deniz kenarlarındaki otellerde tâtil yaptıklarını ve bir
hayli paralar harcadıklarını duyuyor ve çok üzülüyoruz. Filistinli Müslümanlar kan ağlarken, Gazze
şehrinin tepesinden bombalar yağarken, Bağdat
bombalanırken, Afganlı Müslümanlar birbirine düşürülürken, Çeçen Müslümanlar açlık ve darlık çekerken biz, beş yıldızlı otellerde nasıl tâtil yapabiliriz?
Hadi yaptık diyelim, orda yediklerimiz ve içtiklerimiz
boğazımızdan aşağı nasıl gider? Hadi yediklerimizin
ve içtiklerimizin boğazımızdan aşağı gittiğini farz edelim, oradaki hayatı içimize nasıl sindireceğiz? Ben,
sindiremiyorum, onun için de gitmiyorum; sindirebilenler gitsinler!
Aziz okuyucularım! Özellikle yalvarıyorum;
herkes, yaşadığı hayatın ne kadar İslâmî olduğunu
yeniden bir daha gözden geçirsin. Herkes, Yüce Allah’a mı yoksa nefsine mi kul olduğuna bir daha
iyice baksın.
Aziz okuyucularım! Bu yaz tâtilinde, sizi Fethi
Yeken’in yukarıda ismini zikrettiğim kitabı ile baş
başa bırakıyor, hepinizi Allah’a emânet ediyorum.
Temmuz 2010
AÇIK MEKTUP
Kaç fidan devirecek daha bu kirli eller,
Kaç umudu vuracak korkak kalleş emeller.
Nice şafaklar bir bir doğmadan karartıldı,
Kör ve sağır vicdanın kucağına atıldı.
Kimdir bu azgın güruh gücünü kimden alır,
Bir kara bulut gibi güneşe perde kalır.
Bu zalim örtü nedir, nedir bu zalim örtü,
Nasıl egemen oldu dünyaya sefih dürtü.
Yemini biz mi verdik leş yiyen kuzgunların,
Müsebbibi biz miyiz yoksa akan kanların.
Beklide alkış tutan kendi ellerimizdi,
Bu yüzden halimizi çürük bir ipe dizdi.
Nasıl değişiverdi o mukadder yazımız,
Kan ve zulüm altında geçiyor hayatımız.
Bu güzide gezegen böyle mi olmalıydı,
Emaneti İlahi böyle mi kalmalıydı.
Nasıl unutuverdik verdiğimiz yemini,
Hani biz olacaktık yeryüzünün emini.
Öyle büyüledi ki yalan dünyanın fendi,
Kölesi oluverdik o da bize efendi.
Hâlbuki ecdadımız muazzez hilafeti,
Taşımakla bertaraf etmişlerdi afeti.
Yayılmıştı cihana huzur sükûn adalet,
Cenab-ı Hak’tan murad işte buydu emanet.
Dinle ey sapık mantık, beli silahlı dinle,
Necat saadet ancak iman ihsan ve Din’le.
Biliriz o maskenin altındaki niyeti,
Ve sonra zalimleri bekleyen akıbeti.
Karanlığın kökü yok o ki muhal varlıktır,
Ondan kurtulmak için beklenen aydınlıktır.
Hak gelince kesilir batılın çirkin sesi,
Bir anda uçuverir küfrün iğrenç nefesi.
Yine aydınlanacak ümmetin altın bahtı,
İkame edilecek yıkılan tacı tahtı.
Bu işin sırrı belli sırrı iki hecede,
“İSLAM” barış ve huzur, aşikâr bilmecede.
Yeter ki bölünmeden Hakkı hâkim kılalım,
Yeter ki ihlâs ile ipine sarılalım.
Sebahattin TÜZÜN
Temmuz 2010
7
Din Ne Kadar
Yaşan(m)ıyor?
oplumda her insan, hazır bulduğu
standart hayat modeline uygun yaşar.
Bir iş sahibi olmak, mal mülk edinmek,
aile kurmak ve çocuk sahibi olmak insanların
çoğunun elde etmek için çaba gösterdiği en
önemli değerlerdir. Toplumun büyük bir bölümü yaşamına yalnızca bu dünyevi hedefler
doğrultusunda yön verir.
T
Fuat TÜRKER
[email protected]
Şeytan, insanları, ibadetlerinin yeterli olduğuna, güzel ahlaklı olduklarına, ellerinden gelenin en
fazlasının bu olduğuna, güçlerinin
Kendi küçük penceresinden dünyaya
bakan insanların gündelik yaşamda en önem
verdikleri konular, televizyon dizilerini ya da
saatlerce süren spor ve tartışma programlarını kaçırmadan izlemektir. Bazılarının ise
daha ‘büyük amaçları’ vardır; sosyal etkinliklere katılmak, kulüp ya da kuruluşlarda görev
almak...
Gençlerin çoğunun başlarındaki yöneticilerden, ülkenin savunmasından, eğitim,
hukuk ve sosyal sistemlerinden haberleri yoktur. Dünyada yaşanan olayların ise pek çoğunu bilmezler.
bu kadarına yeteceğine inandırmaya çalışır.
8
Aralarındaki konuşmalar, kız ve erkek
arkadaşları, okulda ya da mahalledeki olaylar, bilgisayar oyunları, izledikleri filmler, ‘takıldıkları’ kafeler, giysileri ve markaları gibi
konulardır. ‘En büyük idealleri’ de ya ünlü bir
film oyuncusu ya da popüler bir müzik grubunun bir üyesine benzeyebilmektir.
Temmuz 2010
Toplumda kitap okuyanların sayısı çok
azdır; insanlar yaygın fikir ve dünya görüşleri
hakkında bilgi sahibi değildirler. Toplumda
kitap ve gazete okuma oranının düşüklüğü,
ancak buna karşın magazin gazete, dergi ve
programlarının büyük ilgi görmesi, insanların
hiçbir yararı olmayan işlerle zamanlarını geçirmeleri yaşanan amaçsızlığın sonucudur. Bu
durum ise toplumsal yozlaşmayı beraberinde
getirir.
Dünya üzerinde ‘batıl’ ve insanlık için ‘zararlı’
olan birçok fikir ve felsefi akım vardır. Amaçsız yaşayan pek çok kişi, insanlığa zararlı düşüncelerin tehlikesinin farkına bile varamayacak kadar boş ve
‘tuzağa’ düşmeye hazır durumdadır.
Din dışı hiçbir felsefe veya fikir akımı, insanlara
aradıkları huzuru, güveni ve güzelliği veremez. Bu nedenle Kur’an ahlakının anlatılması, insanların bilgilendirilmesi çok önemlidir. Böylece hatalı görüşlerin
ardına bilinçsizce takılmış olanların, dünyanın ve kendilerinin yaratılışının bir amacı olduğunu anlamaları
mümkün olabilecektir.
Şeytanın Tuzakları
Kusursuz yaratılmış imtihan mekanı olan dünyada, şeytan ve nefsinin bencil tutkuları insanın en
büyük düşmanlarıdır ve insanlara başıboş oldukları
yönünde telkin verirler. Şeytan sinsice taktiklerle,
nefsi de kötülüğü emrederek, kişiyi Allah’tan ve dinden uzaklaştırmaya çalışır. Doğruları fısıldayan vicdanının sesini dinlemeyen ve şeytanın emirlerine
uyan insan zamanla yaşam amacından ve sorumluluklarından uzaklaşır.
Oysa kişi, Allah’ın birçok ayette emrettiği
gibi, düşünmekle sorumludur. Ancak düşündüğü taktirde şeytanın tuzaklarına karşı teyakkuzda olur ve dünya hayatındaki
sorumluluklarının bilincine varır.
İnsanın apaçık düşmanı olan şeytan, kıyamet
gününe kadar tüm gücüyle insanları kötülüğe sürüklemeye yemin etmiştir. İnsanları kendi yoluna çekebilmek için çeşitli taktikler ve sinsi yöntemler geliştiren
şeytan, amacına ulaşabilmesi için kendisine yardımcı
olan, insanlar ve cinlerden oluşmuş itaatli bir orduya
sahiptir. Tarihin başlangıcından itibaren yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan tüm insanlara aynı telkinleri veren şeytan, bıkmadan usanmadan sinsi plan ve
yöntemler kullanarak, onları kendisiyle birlikte azaba
sürüklemeye çalışır.
Şeytan insanları her an gözetler; en zayıf bulduğu an yakalar, tuzağa düşürmeye çalışır. Onların
da kendisi gibi kötülüğü benimsemelerini ve sistemine tabi olanların sayısını artırmak ister. Dünya hayatının geçici metaını süsler, çekici hale getirir, ahiret
için çalışmanın çok zor ve sıkıntılı olduğu yönünde
telkinler verir. Allah'ın emirlerini onlara zor, içinden
çıkılmaz ve karmaşık göstermeye çalışır. İnsanlara
beklemedikleri anlarda, beklemedikleri yönlerden
pusu kurarak telkinlerini verir.
Şeytan, insanları, ibadetlerinin yeterli olduğuna, güzel ahlaklı olduklarına, ellerinden
gelenin en fazlasının bu olduğuna, güçlerinin
bu kadarına yeteceğine inandırmaya çalışır.
Kalplerinin temiz olmasının yeterli olacağını
düşündürerek, onları samimiyetten uzaklaştırmak ister.
Diğer insanlarla kıyaslandığında çok üstün bir
ahlaka sahip olduklarını düşündürerek onları gevşekliğe sürüklemeye gayret eder. Böylece insanların kendilerini beğenip müstağni görmelerine ve
azgınlaşmalarına sebep olur. Allah, Kur’an’da insanları “Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah'ın vaadi
Temmuz 2010
9
haktır; öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve
aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah'ın adını
kullanarak) aldatmasın. Gerçek şu ki, şeytan
sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman
edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan
ateşin halkından olmaya çağırır.” (Fatır Suresi, 56) ayetiyle bu konuda uyarır.
Bunların yanı sıra şeytan, Allah'ın bağışlayıcılığını öne sürerek insanı günah işlemeye teşvik eder.
Allah sonsuz merhametiyle Kendisi'nden bağışlanma
dileyen kullarının günahlarını affedebilir. Ancak "nasıl
olsa Allah affeder" diyerek bile bile günah işlemek samimiyetsizliktir. Böyle bir ahlakı yaşamaya devam
eden kişi, daha pek çok kötülüğün içine sürüklenir.
Dini ‘Bir Ucundan’ Yaşayanlar
Birçok insan, belirli zamanlarda ibadet ederek,
ara sıra Kur’an ahlakını yaşayarak din ahlakını yaşadıklarını zannederler. Bu kişiler genellikle nefislerinin
bencil tutkularının ardına düşerek, dünyevi çıkarlarını
gözeterek yaşarlar.
Bu durum, insanların kendini aldatmasından
başka bir şey değildir. Kur’an’da, bu yaşam tarzını benimsemiş kimi insanların Allah’a ‘bir ucundan ibadet
ettikleri’ bildirilir:
İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan
ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine
bir fitne isabet edecek olursa yüzü üstü dönü-
10
verir. O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte
bu, apaçık bir kayıptır. (Hac Suresi, 11)
İnsan kendi dinini yaşayamaz, yaşaması gereken Allah’ın dinidir. Cahilce, kendi mantık örgülerine
göre bir din yaşayan toplumun bireyleri, Kur’an ahlakının gereklerini, yalnızca kişisel çıkarylarla uyumlu
olduğu durumlarda yaşarlar. Onlara göre, namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, sabır göstermek, tevekküllü olmak, hoşgörülü davranmak, ihtiyaç içinde
olanları korumak ancak çıkarlarla çatışmıyorsa uygulanabilir. Eğer toplum içinde takdir görülecekse, ibadet etmek ve güzel ahlak özellikleri sergilemekte
kendilerince bir sakınca görmeyen bu kimseler, şayet
toplumdan tepki alacaklarını düşünürlerse, bu dini
sorumluluklardan hiç haberleri yokmuş gibi davranırlar.
Böyle yaşayan kişiler, ahiretin varlığına da kesin
bilgiyle iman etmezler. Çünkü yaşamlarının bir kısmını Kur’an ahlakını, geri kalanını ise dünya hayatını
yaşamaya ayırmışlardır. Hatta bazen bu kişinin gününün neredeyse 23 saati Kuran ahlakından uzak geçerken, dini yaşamaya ancak bir saatini ayırır. Oysa
insanın yaşamı, ölümü, ibadetleri ve kulluğu yalnızca
Allah için olmalıdır.
Dünyevi değerlere çok önem veren bu kişiler,
sadece belli dönemlerde ihtiyaç içinde olanları korumayı, yoksullara sadaka vermeyi, yardım etmeyi yeterli görürler. Bunlar güzel ve teşvik edilmesi gereken
davranışlardır. Ancak bu kişilerin yardımlarındaki asıl
amaç, genellikle toplumda ‘ hayırsever’ sıfatı kazana-
Temmuz 2010
bilmek ve böylece saygın bir yer elde edebilmektir.
En büyük yanılgılarından biri ise, tüm bu çarpıklıklara ve Kuran dışı inanışlara rağmen kendilerinin gerçek anlamda Kuran ahlakını yaşadıklarını öne
sürmeleridir. Oysa gerçek İslam ahlakının, bu kişilerin
çarpık mantık örgüleri üzerine kurdukları sapkın yaşamlarıyla hiçbir ilgisi yoktur.
İnsanların Değil, Allah’ın Rızası
Salih müminler, her durumda, okula da gidiyor
olsalar, ticaretle de uğraşıyor olsalar, tüm gün evde
de bulunsalar, hasta ya da sağlıklı da olsalar yalnızca
Allah’ın hoşnutluğu için yaşarlar. Çok açıktır ki, samimi müminlerin yaşamında “biraz Allah rızası için,
biraz nefsi için” gibi bir ayrım asla yoktur. Yaptıkları
her işte yalnızca Allah’ın hoşnutluğunu kazanma çabası vardır.
(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş
onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı
kılmaktan ve zekatı vermekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymaz’; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak
olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)
Samimi inanan, yapacağı davranışları ve sözlerini ‘mantık süzgecinden’ değil, tam bir mümin hareketi ve mümin ahlakına uygun olup olmadığı
konusunda süzgeçten geçirir. Her adımında ”cennette
böyle bir tavır içinde olabilir miyim?” diye düşünerek
Kuran ahlakına uygun tavırlar sergiler.
Temmuz 2010
Yaşamı Allah rızası temeli üzerinde kurmak,
toplumdaki bazı kimseler tarafından ‘hoş’ görülmeyebilir. Ancak gerçek dinde kıstas, 'insanların hoşnutluğu' değildir. Gerçek iman sahibi olan insan,
çevresindeki bazı kişilerin nefislerini rahatsız etmemek
ya da onlara hoş görünmek adına asla Allah'tan uzaklaşmaz. Ahirette Rabb’inin huzuruna tek başına çıkacağının ve dünyada yapıp ettiklerinden tek başına
sorgulanacağının bilincindedir. Toplumdaki insanların, onun yaşam tarzından hoşnut olup olmalarının,
kişiye hiçbir şey kazandırmayacağı açıktır.
İnsan gerçek huzur ve mutluluğa ancak fıtratına
uygun din ahlâkını yaşayarak kavuşabilir. Aksini düşünenleri ahiretten önce bekleyen hayat, "Kim de
Benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için
sıkıntılı bir geçim vardır ve Biz onu kıyamet
günü kör olarak haşredeceğiz." (Taha Suresi,
124) ayetindeki ifadeden anlaşılacağı üzere, 'sıkıntılı
bir hayat'tır.
Kur’an’a tabi olan müminler, Allah’a duydukları içli saygı, sevgi ve korku nedeniyle, her ibadeti
gönülden yerine getirmeye çaba gösterirler. Batıl gelenekleri ya da alışkanlıkları nedeniyle Kur’an hükümlerini göz ardı etmek, müminler için asla söz
konusu olmaz. Onlar Kur’an ahlâkını yaşamak için
nefislerine değil, Allah’ın buyruğuna uygun olanı
seçer ve dini ‘bir ucundan’ değil, tam olarak yaşarlar.
Allah’ın Kuran’da emrettiği ve Peygamberimiz’in
(sav) hayatı boyunca yaşadığı ahlâk budur. Bu, gerçek Kur’an ahlâkıdır; onun yoluna uyanların da yaşadıkları ahlâk budur…
11
LÂNETLİLER!
“İsrailoğullarından kâfir olanlar,
Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır.” 1
Bildiğiniz gibi ayetlerin ilk muhatapları İsrailoğullarıdır. Allah, İsrailoğullarından bir kısmına böyle lanet ettiğini
söylüyor. Bu bağlamda öncelikle şu haberi, sonra da Tevrat’tan alınmış cümleleri beraber okuyalım.
Nihat MORGÜL
[email protected]
“(Ey İsrailoğulları!) Birbirinizin
kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza
dair
sizden
söz
almıştık. Yoksa siz Kitab'ın bir
kısmına inanıp bir kısmını inkâr
mı ediyorsunuz? Sizden öyle
davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli
azaba itilmektir. Allah sizin
yapmakta olduklarınızdan asla
gafil değildir.”
12
“Savaşın hemen başında toplanan İsrail Hahamlar Şurası, sivillerin katledilmesinin önünü açan bir
fetva verdi. Tevrat’ın savaş sırasında
kadınların ve çocukların öldürülmesini öngördüğünü belirterek İsrail
ordusundan Filistin ve Lübnan’da sivillere yönelik saldırılarını arttırmasını istedi.” 2
Tevrat’tan bazı pasajlar;
"Ele geçen her adamın gövdesi,
delik deşik edilecek ve tutulan her adam
kılıçla düşecek. Yavruları da karıları da
kirletilecek. (...) Ve yayları gençleri yere
çalacak ve rahmin semeresine acımayacaklar; gözleri çocukları esirgemeyecek."
Temmuz 2010
"Atalarının fesadından ötürü, onun oğullarını boğazlayacak yer hazırlayın da ayağa kalkmasınlar
ve
diyarı
kendilerine
mülk
edinmesinler ve dünya yüzünü şehirlerle doldurmasınlar." 4
"Milletlerin zenginliği sana gelecek. (...) Ve
ecnebiler senin duvarlarını yapacaklar ve kralları sana hizmet edecekler... Ve kapıların daima
açık duracak; milletlerin servetini ve sürgün getirilen krallarını sana getirsinler diye gece gündüz kapanmayacaklar. Çünkü sana kulluk
etmeyen millet ve ülke yok olacak ve o milletler
tamamen harap olacak. (...) Ve seni sıkıştıranların oğulları sana eğilerek gelecekler ve seni
hor görenlerin hepsi senin ayaklarının tabanında yere kapanacaklar ve sana: Rabbin şehri,
İsrail Kudüs’ünün Sion'u diyecekler. (...) Ve milletlerin sütünü emeceksin ve kralların memelerini emeceksin. 5
(...)"milletlerin servetini yiyeceksiniz ve
onların izzeti size geçecek." 6
"Ve Allah'ın Rabbin sana teslim edeceği
bütün kavimleri bitireceksin; gözün onlara acımayacak. (...) Ve Allah'ın Rab, onları senin
önünde ele verecek ve onları helâk edinceye
kadar büyük kırgınla kıracak. Ve onların krallarını senin eline verecek, adlarını göklerin altın-
dan yok edeceksin; sen onları yok edinceye
kadar kimse senin önünde duramayacak. 7
"(Rab dedi:) Sen benim topuzum ve
cenk silâhlarımsın. Ve seninle milletleri
kıracağım ve seninle ülkeler helâk edeceğim (...) ve seninle erkeği ve kadını kıracağım ve seninle kocamış adamı ve genci
kıracağım ve seninle genç adamı ve ere
varmamış kızı kıracağım ve seninle çobanı
ve sürüsünü kıracağım ve seninle çiftçiyi
ve çiftini kıracağım ve seninle valileri ve
kaymakamları kıracağım." 8
"Mülklerini alacağınız milletlerin yüksek
dağlar üzerinde ve tepeler üzerinde ve her yeşil
ağaç altında ilâhlarına ibadet ettikleri bütün
yerleri mutlaka harap edeceksiniz." 9
Bizim kahrolarak izlediğimiz manzaraları
onların neden büyük bir azim ve ibadet aşkıyla
yaptıklarını sanırım yukarıdaki satırları okuyunca daha iyi anlamışızdır. Kendilerini Tanrı
adına masum canı almaya adamış, bunu emreden bir kitaba iman etmiş bir insandan ancak
bu beklenir doğrusu.
Bu, terörü din haline getirmektir. İsrail’in
yaptığı ‘devlet terörü’dür, bu doğru. Daha
doğru olanı ise şudur, İsrail, ‘terör’(ün) devleti’dir.
Dünyada her zaman ve devirde savaşlar
olagelmiştir ve galiba olmaya devam edecektir.
Fakat başta İslam’ın olmak üzere her toplumun
kendine göre bir savaş hukuku ve ahlak anlayışı
vardır. İslam’a göre savaşta, yaşlılar, çocuklar,
kadınlar, yaralılar, esirler, din adamları, ibadet
haneler, hastaneler, okullar (genel ifadeyle savaşın içinde olmayan siviller) hatta hayvanlar,
ağaçlar ve ekinler masumdur. Görülüyor ki Tevrat’a ve ona iman edenlere göre böyle bir ayrım
yoktur. Olayı vahşete dönüştüren de bu anlayıştır.
Bu anlayışa nasıl gelindiğine değinmek yerinde olur kanaatindeyim. İshak’ın oğlu, Yakup
Temmuz 2010
13
peygamberdir. Yakup’un diğer adı da İsrail’dir.
Sonraları bu soydan gelenlere İsrailoğulları
denir. Yani İsrailoğulları (Yahudiler) ile İsmail
oğulları (Araplar) amcaoğludur.
İshak’tan sonra bütün peygamberler;
Yakup, Yusuf, Mûsa, Harun, Dâvut, Süleyman,
Zekeryâ, Yahya, İsa aleyhisselam’ın hepsi, İsrailoğullarındandır. Bu durum onlarda Allah tarafından imtiyazlı ve onun has (hatta tek) kulları
oldukları gibi yanlış bir anlayışın doğmasına
sebep olmuştur. Oysa Allahın bir kavme peygamber göndermesi, bir başka açıdan onların
ıslah edilmeye ne kadar muhtaç olduklarını da
göstermektedir. Aksine onlar üstün /imtiyazlı
/efendi /soylu ırk düşüncesi ile bir taraftan kendi
soylarını Allah katında üstün görünce diğer taraftan da diğer ırkların kendilerinden aşağı ve
efendilere (kendilerine) hizmetle görevli varlıklar olduğuna inandılar. İşte Siyonizm, bu anlayışın siyasi tezahürüdür.
Musevi asıllı Şair-yazar Roni Margulies’in
şu tespitini tam bu noktada zikretmek yerinde
olur: “İsrail’in yöneticileri, ister sağcı ister
solcu olsun, bilinçli Siyonistlerdir” 10 Bu
inancın temellerini Tevrat’ta görmek mümkündür. Bunun nasıl bir şey olduğunu anlamak için
14
yukarıda zikrettiğimiz Tevrat ayetlerine dikkatli
bir şekilde bakmak ve ortadoğuda işlenen vahşeti görmek yeterlidir.
Burada İsrailoğullarının tarihini anlatmayacağız tabii. Üzerinde duracağımız husus, “İsrailoğulları geçmişte ne yapmış ki, merhameti
sonsuz olan Allahın gazabına ve lanetine maruz
kalmıştır?” sorusuna cevap bulmaktır. Bu cevabı, onların genlerinde aramak haksızlık olur.
Mısırda Kıptîlerin yöneticiliğinde baskı altında
köle ve ikinci sınıf insan olarak yaşamlarını sürdüren İsrailoğulları Allahın rahmeti olarak Musa
peygamberin önderliğinde Kızıl denizi geçip özgürlüğe kavuştular ve Allah’ın birçok nimetine
nail oldular.
Daha sonra ortaya koydukları tutum ve tavırları, şükreden mütevazı bir kul tavrı olmadı.
Şımarık, nankör, uslanmaz, haddini bilmez bir
tavır sergilediler. Bu, onların karakteri haline
geldi.
Sonucu Kur’an’dan okuyalım:
“İçinizden cumartesi günü azgınlık edip
de, bu yüzden kendilerine: “Aşağılık maymunlar olun” dediklerimizi elbette bilmektesiniz. ” 11
Temmuz 2010
“Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi? de,
Allah kime lanet ve gazab ederse, kimlerden
maymunlar, domuzlar ve şeytana kullar kılarsa,
işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok
sapmış olanlardır. ” 12
“Kibirlenip de kendilerine yasak edilen
şeylerden vazgeçmeyince onlara: “Aşağılık maymunlar olun”, dedik. ” 13
Her şeye rağmen Allahın ayrıcalıklı has
kulları olduklarına inandılar. “Allah bizi cehennemde yakmaz. Biz onun has kullarıyız” dediler. İşlerine gelmediklerinde peygamberleri
öldürdüler, dini ve dini emirleri para karşılığında değiştirdiler. Ve daha niceleri.. 14 O hale
geldi ki son tahlilde ortadaki dinin Musa’nın anlattığı dinle bir ilgisi hemen hemen kalmadı.
Dinin bu son haline, değiştirilmiş, tahrif edilmiş
haline Yahudilik dendi.
Yahudileşmek, dini, menfaatlerine kurban
etmenin, onu sulandırmanın, Allaha karşı lakayt
olmanın bir diğer adı oldu. Elbette İsrailoğullarına ait bir kavram olmaktan çıktı. Allahın dinine karşı kim aynı tavrı sergilerse-Müslümanlar
dâhil- Yahudileşiyor, yani laneti hak ediyor demektir.
Şunu da belirtelim ki, biz atalarının yaptıklarından torunlarını sorumlu tutacak değiliz.
Ancak bu gün Filistin ve Lübnan’da olanlar gösteriyor ki, modern zamanın Yahudileri de atalarının izinden gitmektedirler.
Oysa Allah
onlardan söz almıştı.
“(Ey İsrailoğulları!) Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair sizden söz
almıştık. …. Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına
inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Sizden öyle davrananların cezası dünya
hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir.
Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla
gafil değildir.” 15
Bunun yanında insaf ehli, vicdan sahibi
Musevi’ler yok değildir. Onlar ortaya konan bu
vahşete katılmadıklarını, bunu kınadıklarını,
kendi hükümetlerini protesto ederek gösteriyorlar. Ne var ki hâkim güç Siyonist Yahudilerin
elindedir. Onlar da dünyayı ateşe vermeye
devam ediyorlar. Ancak, ayette de belirtildiği
üzere zulüm öyle bir ateştir ki sonunda gelir sahibini yakar. 16 Nitekim Peygamberimiz kıyamet
alametlerini haber verirken şöyle buyurur; “Sizler Yahudilerle savaşacaksınız. Siz onların üstüne saldırdığınızda taşlar konuşur ve ey
Müslüman, bu arkamdaki Yahudi’dir, onu öldür
der. 17
Galiba, ortadoğuda sonuç buna doğru gitmektedir ve bu da dünyanın kıyametidir vesselam!
...........................................
1)5/Maide, 78 2)Gerçek hayat, 28 Temmuz 2006, Sayı: 301
3)İşeya, 13/15,16,18, s.682-683 4)İşeya, 14/21,22, s. 683
5)İşeya, 60/5,10,11,12,14,16,17, s.718-719 6)İşeya, 61/5,6, s.719
7)Tensiye, 7/16, 23, 24 s. 185 8)Yeremya 50/20-23 s.777 9)Tensiye 12/2 s. 189
10)Gerçek Hayat, 28 Temmuz 2006, sayı; 301, sh. 22 11)2/Bakara; 65 12)5/Maide;
60 13)7/Araf; 166 14)Bkz. 2/Bakara, 40-83. Yahudi mantığı ile ilgili daha fazla bilgi
almak isteyen Bakara suresini –özellikle bu günlerde – tamamen okumalıdır. 15)2/Bakara,84-85 16)“Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size
ateş dokunur. Aslında sizin Allah’tan başka yardımcınız yoktur. Sonra O’ndan da yardım
görmezsiniz.”[11/Hud,13]
17)Buhari; 3398, Tecrid-i Sarih; 1232
Temmuz 2010
15
Besmeleyi
Anlamak
ahiliye dönemi müşrikleri mühim işlerine “Lat adına”, “Uzza adına” ve
“Menat adına” diyerek başlarlarken
Hıristiyanlar “baba-oğul ve kutsal ruh adına”
diyerek başlarlardı. Hanif dinine mensup
olanlar ise “bismike allahümme” ifadesini
kullanırlardı. Müslümanların kullandığı besmele yani “Bismillah’ir Rahmani’r Rahim”
şeklindeki söyleyiş ilk defa Kuran ile öğretilmiştir. Birçok inançta yüce bir kuvvet olduğuna inanılan ilahi bir güce sığınarak işlere
başlama anlayışı vardır. Bu konuda ünlü filozof Eflatun şöyle söyler: “Biraz olsun bilge
olanlar ilahi bir kuvvete sığınmadan küçük
büyük herhangi bir işe girişmezler.“ (Timos)
C
Aydın BAŞAR
Müslüman her işinin başında Rahman ve Rahim’i zikrederek kendisi
de o sonsuz merhametin boyasıyla
boyanır.
16
Besmelede geçen “Allah” ismi, İslam
öncesi Arap şiirlerinde ve eski kitabelerde de
yer almış bir kelimedir. Çok tanrılı Arabistan’da bazı kabilelerin “Allah” adıyla bilinen
bir tanrıya inandıkları bilinmektedir. O dönemde putperestler Allah’ı, göğü ve yeri yaratan baş tanrı ve Mekke’deki Kabe’nin Rabbi
(Rabbul Beyt) olarak kabul ediyor, öteki tanrılarını da bu üstün tanrı ile insanlar arasındaki bir aracı olarak görüyorlardı. Dolayısıyla
“Allah” ismi Kuran’dan önce de kullanılmaktaydı. Bu bilgi bizi şirk dininde de “Allah” isTemmuz 2010
minin kullanıldığı bilgisine götürmektedir. Demek ki
marifet yalnızca Allah ismini zikretmek değil, onun ismini şirk unsurlarına bulaştırmadan söyleyebilmektir.
Bu durumda besmeledeki en önemli vurgu tevhide
olmalıdır. Basit bir ifade ile bizim “Allah” deyişimiz
müşriklerin demesi gibi olmamalıdır. Yani her besmele çekiş tevhit bilincini kamçılamalıdır.
Besmelede iki aynı kökten türeyen “Rahman”
ve “Rahim” isimlerinin kullanılması, Yüce Allah’ın
merhametinin büyüklüğünü vurgulamaktadır. Dolayısıyla her iki kelime de “merhametli” anlamındadır. Fakat şu var ki “Rahman” ismi dünyevi zamana
taalluk eden ve tüm mahlukatı kapsayan bir merhamete işaret ederken, “Rahim” ismi yalnızca ahirette
tüm müminleri kucaklayacak olan bir merhamete işaret etmektedir. Klasik tefsir anlayışının ayrımı bu şekildedir.
Besmelede bu iki ismin kullanılması ve Kuran’da bir istisna hariç bütün sûrelere besmele ile başlanılması Yüce Allah’ın merhametinin kuşatıcılığına
delalet etmektedir. Araf Suresi’nin 156. ayet-i kerimesinde Yüce Allah şöyle buyurur: “Rahmetim her
şeyi çepeçevre kuşatmıştır.” Bununla birlikte
bir hadis-i şerife göre Allah’ın rahmetinin gazabından çok olduğu bilinmektedir. (Bkz. Buhari, Tevhid, 15)
Surelerin başlangıcında besmele olduğuna göre
sureleri anlarken “rahmet” merkezli bir anlayışın benimsenmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Yani surelerin;
başlarındaki besmelede zikredilen Rahman ve Rahim
isimleri ile alakalı bir şekilde anlaşılması gerekmektedir. Yüce Allah surelerin başında esma-i hüna’sından
başka isimler değil de bu isimleri zikrettiğine göre,
bundaki hikmetlere sırtımızı dönerek bir anlayış geliştirmek doğru olmasa gerektir. Bir başka ifade ile
rahmet merkezli bir tefsir anlayışını benimsemenin;
bahsedilen bu durumun bir gereği olduğunu söyleyebiliriz.
Besmelede Rahman ve Rahim isimlerinin olmasından bizim çıkarmamız gereken bir hikmet de
şudur: Besmele hayatımızın merkezinde olduğuna
göre besmelenin unsuru olan bu iki ismin anılması
hayatımızdaki “merhamet” faktörünün önemine işaret etmektedir. Yani Müslüman her işinin başında
Rahman ve Rahim’i zikrederek kendisi de o sonsuz
Temmuz 2010
merhametin boyasıyla boyanır. Şayet sürekli Yüce Allah’ın rahmetini andığımız halde, merhametten yoksun bir gönle sahip isek bu bizim o zikrin hakkını
veremediğimiz anlamına gelmektedir. Buna göre her
besmele merhamete yapılan bir vurgu ve insana merhametli olması yönündeki bir hatırlatmadır. Başka bir
ifade ile besmele çekmek, “bilinc”e merhamet sinyali
göndermektir. Ona merhameti hatırlatmaktır. Bütün
işlerine besmele ile başlayan müminler, Yüce Allah’ın
şefkat ve merhameti ile ilgili olan Rahman ve Rahim
isimlerini söyleyerek hayatlarının merkezine rahmeti
her şeyi kuşatan Yüce Allah’ın hak dinini almış olurlar. Bu, Müslümanların kendi kimliklerine yaptıkları
bir vurgudur. Yani her besmele Müslüman kimliğini
besleyen bir unsurdur.
“Sekülerizm” yani “dünyevileşme” felsefesinin
en önemli hedefi Yüce Allah’ı hayatın her alanından
çıkartmaktır. Buna karşın bilinçli olarak besmele
çeken her Müslüman bütün işlerine Yüce Allah’ın ismiyle başladığından dolayı, işlerini Yüce Allah ile alakalandırıyor demektir. Onun bu tavrı sekülerizmi
reddediş anlamına gelmektedir. Bu durumda çektiğimiz her besmele sekülerizme bir itiraz niteliği taşımaktadır. Müslüman olarak her işimize besmele ile
başlamamızın gerekliliği bize aynı zamanda şunu öğretmektedir:
Bizden her işimize besmele ile başlamamız istenildiğine göre, bizim her işimizde Yüce Allah’ı hatırlama zaruretimiz olmalıdır. Yani bizler bütün
işlerimizi onun dininden bağımsız olarak düşünemeyiz. İşlerin başında zikrettiğimiz besmele, bizim Yüce
Allah’ın dininden bağımsız hareket etme lüksüne
sahip olmadığımızı göstermektedir.
Besmelenin bir yönü de şudur ki amellerimizi
ibadete dönüştürücü bir kelime olmasıdır. Amellerin
niyetlere göre olması esprisinden yola çıkacak olursak, besmelenin niyetlerdeki bir “iman” vurgusu olduğunu da söyleyebiliriz. Bu durumda niyetlerde
Yüce Allah’ın rızasının her şeyin önüne getirilmesi,
besmelenin de zikredilme gayelerindendir. Besmele
çeken insan bir bakıma zikreden insan demektir.
Çünkü her bir besmele bir hatırlayıştır. Rahman ve
Rahim olan Yüce Allah’ı anmaktır. Yüce Allah’ı çokça
zikretmenin yolu besmeleyi hayatın her alanına taşımaktır.
17
BERAT
GECESİ
Mehmet TALU
“Muhakkak ALLAH Teâlâ, Şaban ayının
yarısı, yani Berat Gecesi kullarına rahmetle bakar ve herkesi mağfiret eder.
Yalnız müşrik olan kimse ile düşmanlık
eden, kin ve husumet besleyen kimseyi
mağfiret etmez.” 9
18
26 Temmuz Pazartesi gününü; 27
Temmuz Salı gününe bağlayan gece: Nice
dini, ahlaki güzelliklerin yaşandığı rahmet
ve mağfiret mevsimi mübarek Ramazan
ayına adım adım yaklaştığımızı müjdeleyen
Şaban ayının 15. gecesi olup BERAT kandilidir. Kudsiyetiyle gönüllerimize feyiz ve
bereket bahşeden, Yüce ALLAH’ın sınırsız
af, merhamet, yardım ve bereketine vesile
olan Berat kandilini tekrar idrak etmenin
heyecan, sevinç ve mutluluğunu yaşamaktayız. Yüce Rabbimize sonsuz şükürler ve
hamd ü senalar olsun. Berat Kandili Müslümanların, sınırsız af ve merhamet sahibi
olan Yüce ALLAH’a sığınarak günahlardan arındıkları, ilahi lütuf ve bereketlere
eriştikleri müstesna zaman dilimlerinden
birisidir.
Bu mubarek gece her yıl, İslâm dünyasının dört bir tarafında derin bir huşu ve
hürmet ile karşılanır ve uğurlanır. İslâm
aleminin saadet ve selâmeti, mü'minlerin
mağfiret-i ilâhiyyeye nail olmaları için bu
mübarek gecede milyonlarca Müslümanın
elleri semaya açılır. Mü’minler, içtenlikle
yüce ALLAH’a yönelirler, affedilme ümitleri canlanır ve Cenab-ı Hak’tan feyizi, rahmeti ve affedilmeyi büyük bir heyecanla
gönülden arzu ederler.
Camilerimiz, mescidlerimiz bu gece,
sabaha kadar üstlerine gökten yağan nurTemmuz 2010
lar ile, kendilerini dolduran Müslümanlardan taşan
nurlar arasında parıldar durur. Bu gecede camilerimizi kubbelerine kadar dolduran dualar bütün bir
yıl ümmet-i Muhammed üzerinde ilahî bir rahmet
olur. Bu gece, camilerimizde, mescidlerimizde tan
ağarıncaya kadar Kur’an-ı Kerîm okunur, dinlenir,
namaz kılınmak ve dua-niyaz yapılmak suretiyle
ihya edilir. Bu mübarek gecenin hepimiz ve bütün
İslâm alemi için maddî ve manevî hayırlara bereketlere ve afv ü mağfirete nail olmamıza ve BERATımıza vesile olmasını Cenab-ı Hakk'dan niyaz
ederiz. Ve bilhassa idrak ettiğimiz bu mübarek gecenin; çağın getirdiği sıkıntılarla bunalan ruhlara,
manevi hayatın ihmaliyle daralan kalplere, ümütsüz, karamsar, günleri gafletle geçen kimselere gerçek manada maddi ve manevi bir kandil olması
için dua ve niyaz ediyoruz.
Aslı “Beraet” olan ve Türkçe'ye “Berat”
olarak giren bu kelimenin sözlük anlamı: “Borçtan, hastalıktan, suç ve cezadan kurtulmak”.
Dînî literatürde ise: “Günahlardan arınmak, temize çıkmak, ilahî af ve rahmete nail olmak”
manasını ifade etmektedir. Buna göre Berat gecesi, ALLAH Teâlâ'nın affı ve bağışlaması ile Müslümanların
günahlardan
arınmasına
ve
kurtuluşlarına bir vesiledir.
ALLAH Teâlâ, bu mübarek gecede, kendisine yönelip af dileyen mü'min kullarına, cehennemden kurtuluş beratı verir. Berat gecesine,
bereketli ve feyizli bir gece olması sebebiyle: “Mübarek”; kulların günahlarının affolunması ve temize çıkmaları sebebiyle: “Beraet”; kulların ihsana
kavuşmaları nedeniyle: “Rahmet”; geceyi iyi değerlendiren kulların seçilerek salih kullar arasına
alınması sebebiyle: “Beraet ve Sakk” adı da verilir.
Berat Gecesi, bütün İslâm âleminin mukaddes kabul edip ihya ettiği en mübarek gecelerden
biridir. Hiç şüphe yok ki vakitler aslında birbirine
eşittir. Bir vakit diğer bir vakitten kendiliğinden
üstün olamaz. Öyleyse bir vaktin diğer vakitlerden
daha şerefli ve faziletli olması mutlaka o vakitte
meydana gelen bir yüce işten ve mübarek bir olaydan kaynaklanmaktadır. Zaman ve mekanlar kendilerinde meydana gelen büyük ve önemli
olaylarla değer kazanırlar. Berat gecesi hayırlarla dolu olayların meydana geldiği bir gecedir. Berat Gecesi'ni, bu derece yücelten
husus, Berat gecesinin kudsiyeti, Kur’an-ı
Kerim’in bu gecede Levh-i Mahfuzdan dünya
semasına indirilmiş olması ile alakalıdır.
Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
Temmuz 2010
“Ha Mim. Helal ile haramı ve sair hükümleri apaçık bildiren bu kitab, Kur'an-ı
Kerime yemin ederim ki, gerçekten biz O'nu
mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak biz
hak din İslam'dan yüz çevirenleri uyaranlarız. O, öyle bir gecedir ki, bu geceden gelecek senenin aynı gecesine kadar rızıklar,
eceller ve benzeri her hikmetli iş katımızdan
bir emir ile o zaman ayrılır. Hakikat biz,
Rabbinden bir rahmet eseri olarak peygamberler gönderenleriz. Şüphe yok ki ALLAH
Teâlâ her şeyi hakkıyla işitenin, her şeyi de
kemaliyle bilenin ta kendisidir.”1
Ayet-i kerimede geçen: “Mübarek gece”den
maksat, bir tefsire göre: Berat gecesidir. Bu tefsir
sahiplerinin sahih kabul ettiği rivayetlere göre:
Kur'an-ı Kerim'in tamamı, bu gecede Levh-i mahfuz’dan dünya semasındaki Beyt-i Ma’mur’a indirilmiş, sonra da Kadir gecesinden itibaren Cebrail
(A.S.) vasıtasıyla Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimize peyderpey indirilmiştir.2 Ayrıca Kıble'nin Kudüs'teki
Mescid-i
Aksâ'dan
Mekke-i
Mükerreme’deki Kâbe istikametine çevrilmesinin;
hicretin ikinci yılında, Şaban ayının 15.de vuku
bulması da bu geceye ayrı bir önem kazandırmaktadır. Bu önemli iki hadise münasebetiyle
Berat Gecesine mahsus şu beş haslet vardır.
A) Mahlûkatın bir sene içerisindeki rızıkları,
zengin veya fakir, aziz veya zelil olacakları, ihya
(diriltme) veya imate (öldürme) edilecekleri, ecelleri gibi her mühim iş bu gece tefrik edilir, görevli
meleklere verilir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
“…O, öyle bir gecedir ki, bu geceden
gelecek senenin aynı gecesine kadar rızıklar,
eceller ve benzeri her hikmetli iş katımızdan
bir emir ile o zaman ayrılır…”3
Berât gecesi, ilâhî emirlerin Levh-i Mahfûz’dan yazılmasına başlanır. Kâtip melekler bu geceden, gelecek seneki aynı geceye kadar olan
olayları yazar ve bu “Kadir gecesi” bitirilerek, rızıklara ait nüsha Mikâil (A.S.)a; musibetlere ait
nüsha Azrail (A.S.)a; harplere, zelzelelere, yıldırımlara, çöküntülere ait nüsha da Cebrail (A.S.)a
teslim olunur. Osman b. Ahnes (R.A.)den rivayete
göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Şaban’dan Şaban’a eceller belirlenip
görevli meleklere bildirilir. O kadar ki adam
evlenir, çocuğu olur, oysa ismi ölecekler arasına yazılıp belirlenmiştir.”4
19
“Şaban ayının yarısı yani Berat gecesi
olduğu zaman kalkınız, o geceyi ibadetle geçiriniz, gündüzünde de oruç tutunuz. Çünkü
Cenab-ı Hak, güneşin batmasıyla birlikte
rahmet ve ihsanıyla, gufran ve inayetiyle
dünya semasına tecelli eder ve şöyle buyurur: Günahlarının bağışlanmasını isteyen yok
mudur? Onu bağışlayayım. Rızık isteyen yok
mudur? Onu rızıklandırayım. Bir derde
düşen yok mudur? Ona afiyet vereyim, o
dertten kurtarayım. Şöyle olan yok mu?
Böyle olan yok mu? Ve bu hitap fecir doğuncaya kadar devam eder.6
“ALLAH Teâlâ’nın dünya semasına tecelli etmesinden” murad: O’nun rahmet ve bereketinin,
hayır ve nimetinin inmesi; sema kapılarının açılması, duaların süratle kabul edilmesi, kullarına
rahmet ve merhametle bakmasıdır.
Hz.Aişe (R.Anha)dan rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
ALLAH Teâlâ, hayrı şu dört gecede yazdırır:
a- Kurban Bayramı gecesi,
b- Ramazan Bayramı gecesi,
c- Şaban ayının yarısı gecesi yani Berat gecesi. Bu gece, ALLAH Teâlâ, ecelleri ve rızkı yazar.
Hacca gidecekler de bu gece yazılır.
d- Sabah namazı vaktine kadar Arefe gecesi...
“Diğer bir rivayete göre: Onlar beş gece olup
biri de: Cuma gecesidir.”5
Binaenaleyh, muhterem okuyucu! Gelin…
Mukadderatımızın tayin ve tesbit edildiği bu mübarek gecede, çok çok dua edelim. Edelim ki, mukadderatımız hayırlı olsun. Hayırlı uzun ömür,
sıhhat ü afiyet, helâl bol rızık, son nefeste kâmil
iman ile ölmek, korktuklarımızdan emin, umduklarımıza nail olmak, dünya ve ahiretimizin mamur
olması, Cenab-ı Hakk’ın cemaliyle ve firdevs cennetiyle müşerref olmak v.b. isteklerimiz için dua
edelim. Mukadderatı bilemiyoruz. Kimbilir? Yeterli
dua etseydik belki de istediğimiz şekilde olurdu.
Etmediğimiz için de öyle oldu.
B) Berat gecesinde yapılan ibadetin fazileti
büyüktür. Bu gece hakkında Hz. Ali (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle
buyurdu:
20
Binaenaleyh, bu mübarek gecede yapılacak
olan ibadet ve taatta, kılınacak olan kaza veya nafile namazlarında bir çok sevap vardır. Bakınız…
Rabbimiz nida buyuruyor:
“Günahlarının bağışlanmasını isteyen
yok mudur? Onu bağışlayayım.”
- Biz varız, Ya Rabbi! Diyelim. Günahlarımıza
tevbe istiğfar edelim.
“Rızık isteyen yok mudur? Onu rızıklandırayım.”
- Biz varız, Ya Rabbi! Bize helal bol rızık
nasip eyle, diyelim.
“Bir derde düşen yok mudur? Ona afiyet vereyim, o dertten kurtarayım.”
- Biz varız, Ya Rabbi! Diyelim. Dertlerimizi,
hastalıklarımızı, sıkıntılarımızı, müşküllerimizi söyleyelim. Rabbimizden halletmesini isteyelim.
C) ALLAH Teâlâ'nın rahmeti bu gece taşar
da taşar. Hz. Aişe (R.Anha) validemiz bu geceyi
bize şöyle anlatıyor: Günün birinde Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz yanıma girdi. Elbisesini çıkardı, aradan pek bir zaman geçmeden tekrar
giyindi. Bunun üzerine beni büyük bir kıskançlık
sardı. Kumalarımdan birinin yanına gidecek sandım ve çıkıp peşini takip ettim. Medinenin kabristanı olan Bakîu’l-gargad yani Cennetül Bakî’de
kendisine eriştim. Mü'minlere ve şehidlere istiğfar
ve dua ediyordu. Kendi kendime:
- Anam babam sana feda olsun, Ya Resûlellah! Sen Rabbinin rızası uğrunda, ben ise dünya
peşindeyim, diyerek döndüm. Soluk-soluğa
Temmuz 2010
odama girdim. Ardımdan da Resûlullah (S.A.V.)
bana ulaştı ve:
-Evet Ya Rasûlellah! Dedim. Resûl-i Ekrem
(S.A.V.) Efendimiz:
- Ey Aişe! Bu soluk soluğa nefes neyin nesi?
Diye sordu. Ben:
-Bunları hem öğren hem de başkalarına
öğret. Zira bunları bana Cebrail (A.S.) öğretti ve
secdede bunları tekrar etmemi emretti, buyurdu.7
-Ya Resûlellah! Anam babam uğruna feda
olsun! Yanıma geldiniz, elbisenizi çıkardınız. Sonra
fazla durmadan tekrar giyinip gittiniz. Beni kıskançlık tuttu. Ortaklarımdan birinin yanına gideceğinizi zannettim. Nihayet sizi Bakî kabristanında
dua ve istiğfar yaparken gördüm, dedim. Resûl-i
Ekrem (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
-Ey Aişe! ALLAH ve Resûlu sana haksızlık
edecek diye mi korkuyorsun? Fakat bana Cebrail
(A.S.) geldi ve şöyle dedi:
- Bu gece Şaban'ın yarısı, Berat gecesidir. Cenab-ı Hak bu gecede Benî Kelb kabilesinin koyunlarının tüylerinin sayısı kadar
kimseyi Cehennemden âzâd eder. Fakat bu
gece ALLAH; müşriklerin, kincilerin, akrabaları ile münasebeti kesenlerin, hayat ve ihtişamlarına mağrur olanların, ana ve
babalarına isyan edenlerin, içki düşkünlerinin yüzlerine bakmaz. Sonra Resûli Ekrem
(S.A.V.) Efendimiz elbisesini çıkardı. Bana:
-Ey Aişe! Bu gece ibadet etmeme müsaade
eder misiniz?” buyurdu. Nezakete bakın!... Cevapta da aynı zerafet-güzellik...
- Evet sana anam babam feda olsun, Ya Resûlellah! Dedim. Sonra Hz. Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz namaza kalktı. Secdeye kapanıp uzun
müddet kaldı. Vefat etti diye endişelendim. Kalktım elimle yokladım. Elimi ayağının iç kısmına
koydum, kımıldadı. Ben de sevindim. Secdede
şöyle dua ve niyaz ettiğini işittim:
“Euzü bi afvike min ikabik. Ve euzü birızake min sehatik. Ve euzü bike minke Celle
vechük. La uhsî senaen aleyk. Ente kema esneyte alâ nefsik.
ALLAH’ım! Azabından affına, gazabından rızana sığınıyor; senden yine sana sığınıyorum.
Zatın yücedir. Sana karşı senayı sayıp bitiremem.
Sen kendini nasıl sena ettinse öylecesin.”
Sabah olunca, bunları Resûl-i Ekrem (S.A.V.)
Efendimize söyledim. O da:
- Ey Aişe! Bunları öğrendin mi? dedi.
Temmuz 2010
Halkın ve Hakk'ın övdüğü Hz. Muhammed
(S.A.V.) Efendimiz bu gece ALLAH Teâlâ Hazretlerine böyle dua ve niyazda bulunursa, acaba biz
âciz kulların ne yapması lâzımdır? O’na ümmet
olma şerefine nail olan bizler de, O'nun izinden giderek, bu mübarek gecede affolunmuşlar-dan, helâlinden rızıklandırılmışlardan, sıhhat ve saadete
nail olmuşlardan, ilâhî huzura erenlerden olmak
niyazında bulunalım. İçimizi ve dışımızı bilen Rabbimize ellerimizi ve gönüllerimizi açıp dua edelim.
Selman-ı Farisi (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“Rabbiniz hayiy yani isteyene istediğini
veren, kerim yani istemeden veren, bol verendir. Kulu dua ederek kendisine elini kaldırdığı zaman, o ellerini boş çevirmekten
haya eder yani yapılan duayı mutlaka kabul
eder.”8 Buyurdu. O halde Rabbimizin bu vadinden istifâde ederek, açık olan tevbe kapısına ilticâ
edelim. Tevbe edelim, tevbemizi kabul eder. O
Yüce Rabbimizden mağfiret isteyelim, bizleri affeder. O, bizlere ana ve babalarımızdan daha şefkatli
ve merhametlidir.
D) Bu gece mağfiret gecesidir. Ebû Musa elEş'ari (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Muhakkak ALLAH Teâlâ, Şaban ayının
yarısı, yani Berat Gecesi kullarına rahmetle
bakar ve herkesi mağfiret eder. Yalnız müşrik olan kimse ile düşmanlık eden, kin ve
husumet besleyen kimseyi mağfiret etmez.”9
Ebû Hureyre (R.A.) den rivayete göre, Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
Şaban ayının yarısı, yani Berat gecesinin ilk vaktinde Cebrail (A.S.) bana geldi, şöyle dedi.
- Ya Muhammed! Başını semaya kaldır...
Sordum:
- Bu gece nasıl bir gecedir? Şöyle anlattı:
- Bu gece, ALLAH Teâlâ, rahmet kapılarından üç yüz tanesini açar. Kendisine şirk koşmayanlardan hemen herkesi bağışlar. Meğerki,
bağışlayacağı kimseler büyücü, kâhin, devamlı
21
- Hiçbir dilekte bulunan yok mu ki, kendisine
dilediği verilsin'?
Sekizinci kapıda duran melek de şöyle sesleniyordu:
- Günahının bağışlanmasını dileyen yok mu
ki, günahları bağışlansın?
Bunları gördükten sonra, Cebrail (A.S.)a sordum:
- Bu kapılar ne zamana kadar açık kalacak?
Şöyle dedi:
- Gecenin ilkinden, tan yeri ağarıncaya
kadar. Sonra şöyle dedi:
- Ya Muhammed! ALLAH Teâlâ, bu gece,
Kelb kabilesinin koyunlarının tüylerinin sayısı
kadar kimseyi cehennemden azad eder”10
şarab, alkollü içki içen, faizciliğe ve zinaya devam
eden kimselerden olalar. Bu kimseler tevbe edinceye kadar, ALLAH Teâlâ onları bağışlamaz.
Gecenin dörtte biri geçtikten sonra, Cebrail (A.S.)
yine geldi ve şöyle dedi:
- Ya Muhammed! Başını kaldır... Bir de baktım ki, cennet kapıları açılmış. Cennetin birinci kapısında da bir melek durmuş şöyle sesleniyor:
- Ne mutlu bu gece rükû edenlere!.. İkinci kapıda da bir melek durmuş şöyle sesleniyordu:
-Bu gece secde edenlere ne mutlu!.. Üçüncü
kapıda duran melek de şöyle sesleniyordu:
-Bu gece dua edenlere ne mutlu!.. Dördüncü
kapıda duran melek de şöyle sesleniyordu:
-Bu gece, ALLAH'ı zikredenlere ne mutlu!..
Beşinci kapıda duran melek de şöyle sesleniyordu:
- Bu gece ALLAH korkusundan ağlayan kimselere ne mutlu!.. Altıncı kapıda duran melek de
şöyle sesleniyordu:
-Bu gece Müslümanlara ne mutlu!.. Yedinci
kapıda da bir melek durmuş şöyle sesleniyordu:
22
Bütün bu hadis-i şeriflerden anlaşıldığına
göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bu gecenin mübarek bir gece olduğunu, Müslümanların bu
gecede Berât'a mazhar olacaklarını ancak: Tevbe
etmedikleri takdirde, şu kimseler affedilmeyeceklerdir:
1- ALLAH Teâlâ'ya şirk koşanlar.
Bilindiği üzere en büyük günah ALLAH Teâlâ’ya ortak koşmaktır. Zatında ve sıfatlarında tek
olan eşi, dengi ve benzeri bulunmayan ALLAH
Teâlâ'ya eş koşanları, O, affetmiyeceğini, bunun
dışında kalan günahları dilediği kimselerden bağışlayacağını Kur'an-ı Kerim'de şöyle bildirmiştir:
“ALLAH, kendisine ortak koşulmasını
asla bağışlamaz, bundan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. ALLAH'a ortak
koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş
olur.”11
"ALLAH, kendisine ortak koşulmasını
asla bağışlamaz, ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim ALLAH'a
ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.”12
İlgili hadis-i şeriflerle bu ve benzer âyet-i kerimelerin birlikte değerlendirilmesi sonunda anlaşılan odur ki, ALLAH Teâlâ zerre kadar iman ile
ahirete intikal eden mü'minleri bile, ya bir müddet
cezalandırdıktan sonra, yahut tevbe, keffâret, iyi
ameller, musibetlere sabır gibi sebeplerle, yahut da
böyle bir sebebe dayanmaksızın affetmekte, baTemmuz 2010
ğışlamaktadır. İmansız olarak, inkâr ve şirk içinde
hayatını tamamlayanları ise bağışlamayacağı bu
âyet-i kerimeden kesin olarak ortaya çıkmaktadır.
2- Kin besleyenler. Bir Müslümanın kalbi
başkalarına karşı kesinlikle kin tutmayacak, affedici olacak. Çünkü bu dünyadaki ömür, düşmanlıklarla geçirilecek kadar çok değil. ALLAH Teâlâ
için düşmanlık hariç tabii. Bu dünyada insan çarçabuk hazırlığını yapmalı, ALLAH Teâlâ’nın rızasını kazanmalı. Bu dünya bir köprü gibidir. Bir
ucundan girdik, öbür ucunda bitecek. Yürüyüp,
geçip gideceğiz. Öyleyse güzel şeyleri yaparak
geçip gitmeliyiz. Kalplerimizi pak edelim, kalplerimizi hırsdan, kinden, temizleyelim.
3- Zina edenler. Zina çok büyük günah.
Kur’an-ı Kerim’de değil yapmak, yaklaşılması bile
yasaklanmaktadır. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:
“Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.”13
Ayet-i kerimede, “zina etmeyin” denilmeyip de “zinaya yaklaşmayın” buyurulması ilgi
çekicidir. Buna göre yalnız zina değil, kişiyi zina etmeye sevk eden; dinen namahrem olan kimselerle
başbaşa kalmak, senli-benli, çekici olmak vb. yollar da yasaklanmıştır. Esasen bir kere bu yollara
tevessül edildikten, yani insanı zina etmeye zorlayan ve cinsî arzuları kabartan bir ortama girdikten
sonra, artık, bu arzuların ağır baskısı karşısında
iradenin gücü oldukça yetersiz kalır ve zinadan korunmak son derece güçleşir. İnsanın bu psikolojik
zaafını dikkate alan dinimiz prensip olarak insanı
kötülüklere sevk edici bütün sebepleri öncelikle ortadan kaldırmaktadır.
5- Yol kesiciler.
6- Hayat ve ihtişamlarına mağrur olanlar.
7- Ana-babalarına karşı gelenler.
8- Bir Müslümanı kasden öldürenler.
9- İçkiye düşkün olanlar.
Evet bütün bunlar tevbe etmedikleri takdirde, bu mübarek gecede afvü mağfirete nail olamayacaklardır.
E) Bu mübarek gece Hz.Peygamber (S.A.V.)
Efendimize şefaat hakkının tamamı verilmiştir.
Çünkü Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Şaban'ın on üçüncü gecesi ümmeti hakkında şefaat
niyaz etmiş, bu şefaatin üçte biri verilmiş, on dördüncü gecesi yine niyaz etmiş, üçte biri daha verilmiş, on beşinci gece gene niyaz etmiş ve bu gece
şefaatin tamamı ihsan buyurulmuştur. Ancak
ALLAH Teâlâ'nın emirlerinden devenin ürküp kaçtığı gibi kaçıp uzaklaşanlar, bu şefaatten mahrum
kalacaklardır.14
Bu gecenin ayrı bir bereketiyle, zemzem
suyu da artmaktadır. Bütün okuyucularımızın ve
mü’minlerin Berat Kandillerini tebrik ediyor, daha
nice Berat gecelerine sıhhat ve afiyetle erişmemizi
ve bu mübarek gecenin Rabbimizin istediği manada ihya edilmesini, değerlendirilmesini ve bu
mübarek gecenin mü'minlerin mağfiret-i ilâhiyyeye nail olmalarına ve Berat almalarına; tüm
İslâm aleminin birlik ve dirliğine, dünyanın pekçok yerinde haksızlığa ve saldırıya uğramış Müslüman kardeşlerimizin kurtuluşlarına, insanlığın
hidayet ve barışına, huzur ve saadetine; dünyanıın
değişik bölgelerinde akan kan ve gözyaşının durmasına, maddî ve manevî hayırlara-bereketlere
vesile olmasını Cenab-ı Hakk'tan dilerim. ALLAH
Teâlâ cümlemizi, bu mübarek gecede beratını eline
alan kullarından eylesin. Amin.
............................................
1)Duhan Sûresi:1-6
4- Sıla-i rahmi yani akrabaları, dostları
ve yakınlarıyla akrabalık bağını, gidiş-gelişi,
irtibatı kesen kişi. Bu arada: İslâm'ı bilmeyen,
tatbik etmeyen akrabalara da gidip gelecek miyiz?
diye bir soru gelebilir insanın aklına. Elbette gideceğiz ve taviz vermeden İslâm'ı anlatacağız. Sevgiyle, hoşgörüyle işin aslı budur, diyeceğiz.
Hidayet, bizim vazifemiz değil zaten. Ancak tebliğ
edeceğiz. Alakayı kesmeyeceğiz. Birbirimizi sevmedikçe, olgun mümin olamayacağımızı, dedikodu, iftira, kin, nefret ve düşmanlık besleme gibi
kötü huyları terk etmeden fert ve toplum olarak
huzura kavuşamayacağımızı; israf, tembellik, haksız kazanç sağlama gibi davranışları bırakmadan
da ülkemizin kalkınamayacağını idrak edelim.”
Temmuz 2010
2)Elmalılı M. Hamdi Yazır, 6/4294
3)Duhan Sûresi: 4-5
4)Beyhekî, Şuabu’l-İman, 3/386, No:3839; Deylemi, Firdevs, 2/73, No:2410
5)Deylemî, Firdevs, 5/274, No:8165; Suyutî, Ed-Durru’l-Mensûr, 7/402
6)İbn-i Mace; İkame: 191; Beyhekî, Şuabu’l-İman, 3/379, No:3822
7)Beyhaki, Şuabul’l-İman, 3/384, No:3837; İbn-i Mace; İkame:191; Tirmizi, Savm:
39, A.b.Hanbel, 6/238; Müslim, Salat: 222
8)Ebû Dâvud, Salât:358, No:1488; Tirmizî, Daavât:118, No:3551; İbn-i Mace,
Dua:13
9)İbn-i Mace, İkame:191
10)Abdulkadir Geylani, a.g.e.
11)Nisa Sûresi: 48
12)Nisa Sûresi: 116
13)İsra Sûresi: 31
14)Alusî, Tefsir, İlgili ayet-i kerîme.
23
Manevî
İklime
Efendimiz
(s.a.s)’den
Manevî
Reçeteler
übarek ve fazileti anlatmakla bitmeyen üç aylar dediğimiz manevî
arınma mevsimindeyiz. Bu aylarda
neler yaparsak bu ayların feyzinden, bereketinden nasiplenmiş olabiliriz? Elbette ki ilk
önce farz ibadetleri noksansız yerine getirmeye gayret etmeliyiz. Haramlardan kendimizi sakınmalıyız. Mümkün mertebe faziletini
bildiğimiz ibadetleri de yapmaya gayret etmeliyiz. Efendimiz aleyhissalatü vesselamın
mübarek sözleriyle üç aylardan nasıl nasipleneceğimize birlikte bakalım.
M
Sezgin ÇAKIR
[email protected]
Üç aylara ulaşınca ve Kadir gecesinde
yapacağımız dualar:
Enes (r.a)’tan rivayet edildiğine göre,
Peygamber (s.a.v) Recep ayına girdiği
zaman;
“Rabbinizin hoşnutluğu, anne ve babanızın razı edilmesindedir. Rabbinin
öfkesi ise anne ve babanın gazabındadır.”
“Allahumme bariklena fî recebe ve
şa’bana ve belliğna ramazan- Allah’ım,
Recep ve Şaban’ı bize bereketli ve mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” diye
dua ederdi. (Muttakî, el-Hindî, Kenzu’lUmmâl, c.14, s. 185, hadis no: 38288; Beyhaki, Şuabu’l-İman, c.3, s.375, hadis no:
3815)
Ramazan ayında ise bin aydan daha
hayırlı olan Kadir gecesinin bereketi ve feyzinden faydalanabilmemiz için yapacağımız
dua Resul-i Erkemin diliyle şu şekildedir:
24
Temmuz 2010
Hz. Aişe (r.anha)’dan rivayet edildiğine göre,
kendisi:
“Yâ Resûlallah! Kadir gecesine rastlarsam,
nasıl dua edeyim, demiş. Peygamber (s.a.v) ona
şöyle buyurmuştur:
“Allahumme inneke afuvvun tuhibbul afve
fafu anni-Allahım! Şüphesiz, sen affedicisin,
affetmeyi seversin, beni affet, dersin.” (İbn
Mace, Dua 5, hadis no: 3850)
Abdestimize çok dikkat etmeliyiz:
Osmân b. Affân (r.a)’tan rivayet edildiğine göre
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Kim abdest alıp da bunu güzel bir şekilde yaparsa vücudundan günahları çıkar.
Hatta tırnaklarının altından bile çıkar.” (Buhârî,
Rikak 8; Müslim, Taharet 33 (245))
Ali b. Ebi Tâlib (r.a)’tan rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v)’i:
- ‘Bir kimse bir günah işler de sonra güzelce bir biçimde abdest alır, sonra kalkıp iki
rekat namaz kılar ve Allah’tan bağışlanma dilerse Allah o kimseyi mutlaka bağışlar’ buyururken işittim.
(Ebu Dâvud, Vitr 26 (1521);
Tirmizî, Salat (406))
Tesbih namazı kılalım:
Resulullah (sav) Abbas İbnu Abdilmuttalib
(ra)'e dediler ki: "Ey Abbas, ey amcacığım! Sana bir
iyilik yapmayayım mı? Sana bağışta bulunmayayım
mı? Sana ikram etmeyeyim mi? Sana on haslet(in hatırlatmasını) yapmayayım m?
Eğer sen bunu yaparsan, Allah senin bütün günahlarını önceki-sonraki, eskisi-yenisi, hataen yapılanı-kasden
yapılanı,
küçüğünü-büyüğünü,
gizlisini-alenisini yani hepsini affeder. Bu on haslet
şunlardır: Dört rek'at namaz kılarsın, her bir rek'atte
Fatiha süresi ve bir süre okursun. Birinci rek'atte kıraati tamamladın mı, ayakta olduğun halde onbeş
kere "Subhanallahi velhamdülillahi ve lailahe illallahu
vallahu ekber" diyeceksin. Sonra rüku yapıp, rükuda
iken aynı kelimeleri on kere söyleyeceksin. Sonra
secde edip, secdede iken onları onar kere söyleyeceksin. Sonra başını secdeden kaldıracaksın, onları
onar kere söyleyeceksin. Sonra tekrar secde edip aynı
şeyleri onar kere söyleyeceksin. Sonra başını kaldırır,
bunları on kere daha söylersin. Böylece her bir
rek'atte bunları yetmişbeş defa söylemiş olursun. Aynı
şeyleri dört rek'atte yaparsın. Dilersen bu namazı her
gün bir kere kıl. Her gün yapamazsan haftada birkere
yap, haftada yapamazsan her ay da bir kere yap.
Ayda olmazsa yılda bir kere yap. Yılda da yapamazsan hiç olsun ömründe bir kere yap." (Ebu Davud,
Salat 303, (1297, 1299); Tirmizi, Salat 350, (482);
İbnu Mace, İkamet 190, (1386, 1387)
Sünnet ve nafile namazlara dikkat etmeliyiz:
İnsan bazen değişik vesilelerle nafile namazları
terk eder. Hâlbuki nafile namazlar bizler için yol azığıdır. Ne surette olursa olsun nafile namazlara riayet
etmeye gayret etmeliyiz.Ümmü Habîbe (r.anhâ)’dan
rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Kim öğle namazın(ın farzın)dan önce ve
sonra dört rekat namaz kılmaya devam ederse
o kimse cehennem ateşinden kurtulur.”
Ebu Hureyre (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Akşam namazından sonra altı rekat (nafile) namaz kılan ve aralarında da kötü söz söylemeyen kimse için, bu namaz, on iki yıllık
ibadet sevabına denk tutulur.” (Tirmizî, Salat
(435); İbn Mâce, İkametu’s-Salat 185 (1374))
Temmuz 2010
25
Ebû Zer radıyallahu anh’den rivayet edildiğine
göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Sadaka vermek; Rabbinin, (isyan edenlere karşı) gazabını dindirir ve kötü ölümü de
engeller.” (Tirmizî, Zekat 28 (664))
“Her birinizin her bir eklemi için günde
bir sadaka vermesi gerekir İşte bu sebeple her
tesbih bir sadaka, her hamd bir sadaka, her
tehlîl (lâ ilâhe illallah demek) bir sadaka, her
tekbîr bir sadaka, iyiliği tavsiye etmek sadaka,
kötülükten sakındırmak sadakadır Kuşluk
vakti kılınan iki rek`at namaz bunların yerini
tutar ”(Müslim, Müsâfirîn 84, Zekât 56 Ayrıca bk Buhârî, Sulh 11, Cihâd 72, 128; Ebû Dâvûd, Tatavvu
12, Edeb 160)
Ebu Zerr (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
Geceleri ihya etmeliyiz:
Ebu Ümâme (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
Gece namazına devam ediniz. Çünkü gece namazı, sizden önce (geçen ümmetlerdeki) salih kimselerin âdetidir. Gece namazı; Allah’a yakınlığı sağlar,
günahlardan sakındırır, (işlenen) kötülüklere kefarettir ve hastalığı vücuttan kovar.” (Tirmizî, Deavat 102
(3549))
Câbir (r.a)’tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v)’i:
- ‘Doğrusu gece içerisinde öyle bir saat vardır
ki, müslüman bir kimse, dünya ve ahiret işleri hususunda Allah’tan bir hayr isterken duasını o ana denk
düşürürse, Allah muhakkak o kimseye istediğini verir.
Bu, her gece (böyle)dir’ buyururken işittim.” (Müslim, Salatu’l-Musafirin 166 (757)
Namaz tesbihatını unutmamalıyız:
Ebu Hüreyre (r.a)’dan rivayet edildiğine göre o
şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v):
“Aziz ve Celil olan Allah’a her namazın arkasından otuzüç defa tekbir getirirsin, otuzüç defa Elhamdülillah dersin, otuzüç defa sübhanallah dersin
ve Allah’tan başka ilâh yoktur. O birdir, O’nun eşi
benzeri de yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’nadır. O
her şeye muktedirdir, dersin. Kim bunu söylerse denizin köpüğü kadar günahı da olsa af edilir,” buyurdu. (Ebu Davud, 1504)
Sadaka vermeliyiz, cömert davranmalıyız:
Enes b. Mâlik (r.a)’tan rivayet edildiğine göre,
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
26
“(Din) kardeşinin yüzüne gülmen, senin için bir
sadakadır. İyiliği emredip kötülükten alıkoyman, bir
sadakadır. Yabancısı bulunduğu bir yerdeki kimseye
yol gösterip yardımcı olman, bir sadakadır. Gözünden rahatsız olan bir kimseye yardımcı olman, senin
için bir sadakadır. Yollardan insanların gelip geçmesine engel olabilecek taş, kemik, diken (gibi) şeyleri
gidermen senin için bir sadakadır. Kendi kabından ihtiyacı olan bir kimsenin kabına bir şeyler boşaltıvermen yine senin için bir sadakadır.” (Tirmizî, Birr 36
(1956))
Ebu Hureyre (r.a)’tan rivayet edildiğine göre,
Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Cömert kimse; Allah’a yakın, cennete
yakın, insanlara yakın, (fakat) cehenneme
uzaktır. Cimri kimse; Allah’tan uzak, cennetten uzak, insanlardan uzak, (fakat) cehenneme
yakındır. Cömert cahil kimse; Yüce Allah’a,
cimri alimden daha çok sevimlidir.” (Tirmizî, Birr
40 (1961))
İlim tahsiline gayret etmeli:
Hiç olmazsa sohbet meclislerinden nasiplenmeye, nasihat dinlemeye azami dikkat etmeliyiz.
Ebû’d-Derdâ (r.a) den rivayet edilmiştir:
-Gerçekten ben Resulullah (s.a)’i şöyle derken
işittim:
Her kim ilim tahsil etmek amacıyla bir
yola gidecek olursa Allah onu cennet yollarından bir yola sokmuş olur. Kuşkusuz ki melekler ilim yolunda olan bir kimseden
hoşnutluklarından dolayı (ona) kanatlarını sererler ve göklerde ve yerde bulunanlar ile suda
bulunan balıklar (tümüyle Allah’tan o) âlimin
bağışlanmasını dilerler. Muhakkak ki âlimin
âbide (olan) üstünlüğü, ayın on dördüncü gecesindeki dolunayın diğer yıldızlara (olan) üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin
vârisleridir. Peygamberler miras olarak dinar
ve dirhem bırakmazlar, ilim bırakırlar. Kim o
ilmi elde ederse çok büyük bir nasip elde etmiş
olur.” (Ebu Dâvud, İlm 1 (3641); İbn Mâce, Mukaddime 17 (223))
Temmuz 2010
Emr-i bil maruf Nehyi anil münker yapmalıyız:
Huzeyfe ibnu’l-Yemânî (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki,
mutlak surette (insanlara) iyilikleri emredecek ve kötülüklerden alıkoyacaksınız. Böyle yapmazsanız Allah
size mutlaka bir ceza gönderir. O zaman O’na dua
edersiniz de duanız kabul olunmaz.” (Tirmizî, Fiten 9
(2169); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/454)
Müslümanların arasını düzeltmeliyiz:
Ebu’d-Derdâ’ (r.a)’tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v):
-‘Oruç, namaz ve sadaka vermenin kazandıracağı sevabın derecesinden daha üstünü olan bir ameli
size haber vereyim mi?’ buyurdu. Sahabiler:
- ‘Evet, (bildir)’ dediler. Resulullah (s.a.v):
- ‘Müslümanların birbirleriyle aralarını
düzeltmendir. Çünkü (Müslümanların) arasının
bozuk olması, dini yok edip bitirir’ buyurdu.”
(Ebu Dâvud, Edeb 50 (4919); Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyamet 56 (2509))
Ahlakımızı ve çocuklarımızın ahlakını
düzeltmeliyiz:
Câbir b. Semure (r.a)’tan rivayet edildiğine
göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
Temmuz 2010
“Bir kimsenin, çocuğuna, iyi terbiye vererek
eğitmesi bir ölçek sadaka vermesinden daha üstündür.” (Tirmizî, Birr 33 (1952))
Ebu’d-Derdâ’ (r.a)’tan rivayet edildiğine göre,
Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Kıyamet günü müminin mizanında hiçbir
şey, güzel ahlaktan daha ağır değildir. Allah,
çirkinlik sahibi kimse ile ahlaksız kişiyi sevmez.” (Tirmizî, Birr 62 (2002); Ebu Dâvud, Edeb
(4799))
Âişe (r.anhâ)’dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Müminlerin iman yönünden en mükemmel olanı, ahlak bakımından en güzel olanı ile
ailesine iyi davrananıdır.” (Tirmizî, İman 6 (2612);
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/47)
Ebu Ümâme (r.a)’tan rivayet edildiğine göre
Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Ben, haklıyken bile münakaşaya girmekten
kaçınan kimseye cennetin kenarından; şakayla bile
olsa yalan söylemeye yanaşmayan kimseye cennetin
ortasından; ahlakını güzelleştiren kimseye ise cennetin en yükseğinden bir köşk (verilmesin)e kefilim.”
(Ebu Dâvud, Edeb 7 (4800))
27
“Bir kimse bir hastayı ziyaret eder ya da bir
(din) karde¬şini Allah rızası için ziyaret ederse münadi (bir me¬lek): ‘Ne iyi ettin. Attığın adımlar hayırlı olsun. Cennetteki yerin güzel olsun’ diye
seslenir.” (Tirmizî, Birr 64 (2008); İbn Mâce, Cenaiz
2 (1443))
Kur’an-ı Kerim okumalıyız:
Muâz el-Cühenî (r.a.) yolundan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Kur’an’ı okuyan ve onun hükümleriyle amel
eden kimsenin anne ve babasına kıyamet günü bir
taç giydirilir. Bu tacın ışığı, -güneşi evlerinizin içinde
farz etseniz- dünya evlerindeki güneş ışığından daha
güzeldir.” (Ebu Dâvud, Vitr 14 (1453); Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/440)
Ali b. Ebi Tâlib (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
Anne babamızın rızasını gözetmeliyiz:
Anne babamız eğer hayatta ise bunu bir ganimet bilmeliyiz. Eğer vefat etmişlerse onlar için bolca
istiğfar etmeli, ruhları için hayır hasenat işlemeye gayret etmeliyiz.
Abdullah ibn Amr (r.a)’tan rivayet edildiğine
göre, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Rabbinizin hoşnutluğu, anne ve babanızın razı edilmesindedir. Rabbinin öfkesi ise
anne ve babanın gazabındadır.” (Tirmizî, Birr 3
(1899))
Câbir (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Her kimde şu üç özellik bulunursa, Allah o
kimseye olan himayesini artırır ve onu cennetine
koyar:
1. Güçsüz kimselere yumuşak davranmak,
2. Anne-babaya şefkat göstermek,
3. İdaresi altında bulunan kimselere iyi muamele etmek.” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyamet 48 (2494))
Hastaları ziyaret etmeliyiz:
Ebu Hureyre (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
28
“Kim Kur’an’ı okuyup ezberler, helal kıldıklarını
helal sayar, haram kıldıklarını haram kabul ederse
Allah o kimseyi cennete koyar ve ailesinden cehenneme girmesi vacip olan on kişiye şefaatçi kılar.” (Tirmizî, Fezailu’l-Kur’an 13 (2905))
Ebu’d-Derdâ’ (r.a)’tan rivayet edildiğine göre
Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Allah Kur’an’ı üç bölüme ayırmıştır. “İhlâs Suresi”, Kur’an’ın (bu) bölümlerinden bir bölümdür.”
(Müslim, Salatu’l-Musafirin 260 (811))
Câbir (r.a)’dan rivayet edildiğine göre, Resûlulah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Gece uyanamayacağından korkanlarınız, gecenin evvelinde vitir namazını kılsın, sonra uyusun.
Gece sonunda uyanacağını umanla¬rınız vitir namazını gecenin sonunda kılsın. Çünkü gece sonundaki Kuran okumada melekler hazır olur. Gece
sonunda Kuran okumak daha faziletlidir.” (İbn Mace,
1187)
Zamanın afetlerine dikkat etmeliyiz:
Ebu Sa’lebe (r.a.) ‘den rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a.v);
- ‘Birbirinize iyiliği emredin, kötülükten
sakındırın. Ancak cimriliğe boyun eğildiğini
gördüğünde, insanların arzu ve hevesleri peşinde gittiklerini gördüğünde, dünyanın dine
tercih edilip herkesin kendi görüşünü beğenTemmuz 2010
diği dönemlerde sadece kendi kendinin çaresine bak ve avamı bırak. Çünkü ondan sonra
öyle günler gelecek ki, o günlerde, dinin emirlerine uyma hususunda gösterilecek sabır, ateş
parçasını elde tutmak gibi zor olacaktır. O
günlerde, Müslüman olarak yaşamaya çalışanlara bugünkü sizin elli kişinin amelini isteyen
kimselerin sevabı kadar sevap yazılacaktır’ buyurdu.” (Buhârî, Halku Ef’ali’l-İbâd, (224); Ebu
Dâvud, Melahim 17 (4341); Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an
6 (3058); İbn Mâce, Fiten 21 (4014))
Ebü'd-Derdâ (r.a)'dan rivayet edildiğine göre;
Peygamber (s.a.v):
"Müslüman kişinin din kardeşine gıyabında
duası müstecabdır. Onun başında görevli bir melek
vardır. Din kardeşi için hayr duasında bulundukça,
ona görevli olan melek: Âmin! Senin için de bir misli
var, der." buyururdu. (Müslim, Zikr 88 (2733)
Ebu Ümâme (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre
Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
Ebu Hureyre (r.a)’tan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v):
“En beğendiğim dostum; malı ve insanlara yükü az olan, namazında devamlı olan,
Rabbine olan kulluğunu en güzel bir şekilde
yapan, gizli durumda da Allah’a itaat eden,
(durumu bilinmediği için) insanlar arasında
şöhrete ulaşmayıp parmakla gösterilmeyen, yaşayacak kadar rızkı olup bu rızkına sabreden
mümin kimsedir.” (Tirmizî, Zühd 35 (2347);
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/252; Zühd, s. 11)
- ‘Her ölen kimse ancak pişmanlık duyacaktır’
buyurdu. Sahabiler:
- ‘Ey Allah’ın Resulü! Ölen kimse, neden pişmanlık duyacaktır?’ dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):
- ‘İyilik eden kimse iyiliğini artırmamış olduğuna ve kötülük eden kimse de kötülüğünden vazgeçmemiş olduğuna pişman olacaktır’ buyurdu.”
(Tirmizî, Zühd 58 (2403))
Ka’b b. Mâlik el-Ensârî (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Bir koyun sürüsü üzerine salıverilen iki
aç kurdun, o sürüye verdiği zarar; kişinin, mal
ve makam hırsının dine verdiği zarardan daha
fazla değildir.” (Tirmizî, Zühd 43 (2376); Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 3/556)
Dilimizi malayaniden korumalıyız:
Abdullah ibn Ömer (r.a.)’tan rivayet edildiğine
göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ı anmaksızın sözü çoğaltma.
Çünkü Allah’ı anmaksızın sözü çoğaltmak,
kalplerin katılaşmasına sebep olur. İnsanların
Allah’tan en uzak olanı, katı kalpli kimselerdir.” (Tirmizî, Zühd 61 (2411))
Câbir (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Kıyamet günü konum itibariyle bana en
sevimsiz ve benden en uzak olacak olanınız,
dengesiz biçimde saçmalayanlar ile boşboğazlıkta insanları rahatsız edenlerdir.” (Tirmizî, Birr
71 (2018)
Temmuz 2010
Mümin kardeşlerimize dua etmeliyiz:
İyilikleri çoğaltmalıyız:
İstiğfara devam etmeliyiz:
Ebu Musa el-Eş’arî (r.a)’tan rivayet edildiğine
göre, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu Allah, gündüzün günah işleyenin tevbesini kabul etmek için geceleyin rahmet kapısını
açar. Geceleyin günah işleyenin tevbesini kabul
etmek için de gündüzün rahmet kapısını açar. Bu
durum, ta güneş battığı yerden doğuncaya kadar
devam eder.” (Müslim, Tevbe 31 (2759); Nesâî, esSünenü’l-Kübrâ, (11180))
Abdullah ibn Mes’ud (r.a)’tan rivayet edildiğine
göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
Kim “Estağfirullahelazimellezi lailahe illa huvelhayyulkayyumu ve etubu ileyh- Kendisinden başka
ilah olmayan Hayy ve Kayyûm olan Allah’tan beni
bağışlamasını dilerim ve O’na tevbe ederim” derse,
savaştan kaçmış bile olsa, günahları bağışlanır.”
Hicret etmeliyiz:
Abdullah ibn Amr (r.a.)’tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam, Resulullah (s.a.v)’e:
- ‘Ey Allah’ın Resulü! Hangi hicret daha faziletlidir?’ buyurdu. Resulullah (s.a.v):
- ‘Allah’ın yasakladığı şey(ler)i terk etmendir’
buyurdu.” (Nesâî, Biat 12; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/257
29
MODERN
DÖNEM
KUR'AN
TELAKKİLERİ
Dr. Ebubekir SİFİL
İslam dünyasının "din telakkisi" bağ-
İki kesit
1- Hz. Osman (r.a)'ın şehadetiyle baş gösteren toplumsal kargaşa ve ayrışma süreci Hz.
Ali (r.a) döneminde ve sonrasında itikadî fırkalaşma hareketine dönüştü. Hz. Ali, Abdullah b.
Abbâs, Ebû Mûsâ el-Eş'arî gibi sahabîlerin
(Allah hepsinden razı olsun) Havariç, Kaderiye,
Şia gibi bid'at fırkaları ile fikrî ve fiilî mücadeleleri[1], Tabiun'dan el-Hasanu'l-Basrî[2], Ömer b.
Abdilazîz, İmam Ebû Hanîfe, daha sonraları elHâris b. Esed el-Muhâsibî, Abdullah b. Küllâb
gibi isimlerin mezkûr fırkalara ilaveten Mu'tezile,
Mürcie, Cebriye'ye karşı Ehl-i Sünnet itikadını
ilmî ve fikrî zeminde müdafaaları Kelam tarihi
ile iştigal edenlerin malumudur.
lamında modernite ile ya da Oryantalist
faaliyetlerle
tanışmasının,
sömürgeci Batı'nın Doğu'yu işgal ve
istilası ile aynı zaman dilimine denk
düşmesi tesadüf müdür?
30
Bu dönemlerden itibaren gelecek yüzyıllar içinde de gövdeyi kemiren, sadece Şia'sından Havaric'ine, Mu'tezile'sinden Mürcie'sine,
Felasife'sinden Cebriye'sine.. bid'at fırkalar değildi; Yahudiler, Hristiyanlar, Sabiiler, Karamita,
Dehriyyûn, Zenadıka… gibi gayri İslamî fırka ve
gruplar da son derece hareketli ilmî ortam
içinde kendilerine yer buluyor, ilmî/itikadî gündemin baş aktörleri arasında arz-ı endam ediyordu.
Temmuz 2010
Burada bir noktanın altını önemle çizelim: Bilhassa bid'at fırkalarının her biri farklı bir "İslam anlayışı"nı temsil etmiştir. Her birinin ayrı bir Kur'an,
Sünnet, Allah, Peygamber, insan tasavvuru/yorumu
vardır. Ne var ki, Şia'yı parantez içine alarak konuşursak, bu tasavvur ve yorumlar ana gövde üzerinde
hiçbir zaman kalıcı bir etki yapmamıştır. 218232/833-846 arasında 15 yıl süreyle Abbasi Devleti'nin resmî mezhebi olan Mu'tezile'nin toplumsal
tabana yayılması amacıyla ulemaya uygulanan sistematik işkence ve sindirme politikası bile arzu edilen
neticeyi vermemiştir.[3]
Tarih içinde ya tamamen ortadan kalkmış ya
da Şia gibi başka fırkaların bünyesine intikal etmek
suretiyle kısmen dönüşüme uğrayarak varlığını
devam ettirmiş bulunan bu fırkalar İslam Ümmeti'nin
tarih içinde ortaya koyduğu ve şekillendirdiği kültür
ve medeniyet varlığına kayda değer herhangi bir etki
yapabilmiş değildir.
2- 7/13. yüzyıl İslam dünyası için oldukça karanlık bir zaman dilimidir. Bir yandan Uzakdoğu'dan
bir çığ gibi kopup gelen –sadece İslam dünyasını
değil, Çin'i ve Avrupa'yı da derinden sarsan–
Moğollar'ın taş üstünde taş bırakmayan barbarca
akınları[4], diğer yandan yaklaşık bir yüzyıl öncesinden beri sürmekte olan Haçlı seferlerinin sebebiyet
verdiği kargaşa ve istikrarsızlık… Aşağı yukarı 1 asır
süren bu dönem, özellikle Moğol istilası dolayısıyla
"Dünya yaratılalı beri insanlığın bir benzerini
daha görmediği bir ibtila dönemi" olarak tasvir
edilmiştir.[5]
Moğollar'ın İslam coğrafyasında, bilhassa payitaht Bağdat'ta sergilediği, hakkında mersiyeler yazılan, ağıtlar yakılan, tarihçilerin dile getirmekte,
yazıya dökmekte zorlandığı bir vahşet olmuştur.[6]
Buhara'nın, Semerkant'ın, Erzurum'un, Azerbaycan'ın, Horasan ve tümüyle Maveraünnehir'in Moğol
istilalarında yaşadığı akıbet de Bağdat'ınkinden farklı
değildi…
İslam dünyasının bir "halife"si vardı, evet,
ancak onun varlığı sadece görüntüden ibaret idi. Selçuklular'dan Harzemşahlar'a, Memlüklüler'den Eyyubiler'e kadar birçok sultanlığın mevcudiyeti,
dönemin parçalı yapısını yeterince izah ediyordu.
İslam coğrafyası tarih boyunca bu boyutta ilk
defa maruz kaldığı çok yönlü haricî tasallut konusunda –bütün dezajavantajlara rağmen– "direnmek" ve "def etmek"ten başka bir seçenek
düşünmemiş, hatta Moğol istilasının alimleri ve kitapları yok etmek suretiyle bünyede yol açtığı sarsıntı
ve zafiyete rağmen beşinciden sonuncuya kadar üst
üste 4 haçlı seferini püskürtmesini bilmişti.
Bu asrın sonunda ne Moğol istilasının, ne Haçlı
seferlerinin, hatta ne de bu puslu havayı seven Hristiyan dünyanın/Papalığın bölgeye –bilhassa Türkistan bölgesine– gönderdiği misyonerlerin[7] etkisi
kalacaktı. Haçlılar'ın, modern zamanlara kadar bir
daha dönmemek üzere terk ettiği bu coğrafyada
Moğol istilası da aradan yarım asra yakın bir zaman
geçtikten sonra bünye tarafından absorbe edilecekti.
Tarihin garip bir tecellisi olarak Cengiz Han'ın
torunlarından Moğol İlhanlı hükümdarı Hülagü'nün
Bağdat'ı yakıp yıktığı sırada (1258), yine Cengiz
Han'ın torunlarından bir isim, Moğol Altın Ordu devletinin tahtında oturan Berke Han (1255-1266) İslam'ı seçecek, hatta bilahare yeğeni Hülagü ile
aralarında savaş dahi çıkacaktı.[8] Bağdat'ı yakıp
Temmuz 2010
31
yıkan Hülagü'den yaklaşık yarım asır sonra da Moğol
İlhanlı Devleti'nin başına geçen Gazan Han (12951304) İslam'ı seçerek "Muhammed" adını alacaktır.[9] Bilahare Moğol Çağatay ulusunun İslam'ı
seçerek Alaeddin adını alan hükümdarı Tarmaşirin
(1326-1344)'in[10] hakimiyet döneminden itibaren
Moğollar, bu coğrafyada, hatta Hint altkıtasına uzanacak şekilde varlıklarını muhtelif devletler halinde
fakat Müslüman olarak uzun yüzyıllar sürdüreceklerdir…
Yaşanan onca sarsıntıya, vahşet ve yıkıma rağmen bu dönem, İslam Ümmeti'nin müstakim yürüyüşünde ve güzergâhında herhangi bir sapmaya,
kırılmaya, kıvrılmaya yol açmamıştır.
Yukarıda kısaca resmetmeye çalıştığım iki kesite, Osmanlı'nın gerileme döneminin başlarından itibaren ilim-irfan sahiplerinin Padişaha sunduğu
muhtelif "ıslahat risaleleri"ni de eklemek uygun olacaktır.
Gerilemenin sebeplerini teşhis etmek ve çareler
önermek maksadıyla kaleme alınan bu risalelerin
hemen hepsinin ortak yanı, "işi mecraına döndürme" temasını işlemeleridir. İdarî ve toplumsal hayatta meydana gelen aksaklıklar tesbit ve hal çareleri
32
teklif edilirken yönetim zaaflarına, ahlakî inhitata ve
dinî hassasiyetin kaybolmasına dikkat çekilmesi
bunun en somut ifadesidir…
Modern dönemin geçmişten farkı
Moğol ve Haçlı saldırılarının "fiilî/dışarıdan",
bid'î ve gayri İslamî mezhep ve inanç sistemlerinin
de "fikrî/içeriden" yaptığı tahribat İslam Ümmeti'ni bir
"kimlik sorgulaması"na sürüklememişken, modern
zamanlarda yaşadığımız, yaşamakta olduğumuz yabancılaşmayı ve krizi nasıl izah etmeliyiz?
Şu sorunun cevabını aramakla başlayabiliriz:
İslam dünyasının "din telakkisi" bağlamında modernite ile ya da Oryantalist faaliyetlerle tanışmasının,
sömürgeci Batı'nın Doğu'yu işgal ve istilası ile aynı
zaman dilimine denk düşmesi tesadüf müdür?
Bu soruya verilecek cevap, problemin doğru
teşhisi bakımından son derece önemlidir. Öyleyse bu
noktada bir parça detaya girmemiz gerekiyor:
Fırkalaşma hareketlerinin ve yabancı dinî oluşumların İslam toplumunun bünyesinde herhangi bir
dönüşüme ve istikamet sapmasına yol açmamış olması şu başlıklar altında izah edilebilir:
Temmuz 2010
1.Asr-ı saadetin üzerinden henüz çok fazla
zaman geçmemiş, dolayısıyla dinî şuurun her seviyedeki toplumsal katmanda son derece canlı olması.
2.İslamî ilimlerin her dalının mutlak içtihad seviyesinde, "sistem kurucu" yetkinlikte ilim adamları
kadrosu tarafından şekillendirildiği bir dönem olması.
3.Dinî, toplumsal ve askerî anlamda "güvenlik"le ilgili herhangi bir problemin söz konusu olmaması.
Moğol istilalarının ve Haçlı seferlerinin İslam
toplumunun din telakkisi hakkında herhangi bir değişikliğe yol açmamış olmasına gelince;
1.Her ne kadar "taklid dönemi" diye ifade edilen geniş zaman diliminin bir kesitinden bahsediyorsak da, bütün olumsuzlukları "taklid" olgusunun
omuzlarına yükleyen anlayışın isabetsizliği burada
kendisini net olarak göstermektedir.
2.Dinî hayatta hâlâ yetkin ulemanın belirleyiciliği söz konusudur.
3.Siyasî anlamda olmasa bile bilinç düzeyinde
"süreklilik" mevcuttur. Mesela Selef temel referans
noktalarından biridir. Kur'an ve Sünnet'in anlaşılması
noktasında ortaya çıkabilecek izafilikler, Selef'in tutumu nirengi noktası kabul edilerek mümkün en asgari noktaya indirilir.
4.Savaş stratejisi, cesaret… vd. unsurların da
rolü bulunmakla birlikte savaş meydanındaki güç
dengesi büyük ölçüde "asker sayısı" ile sağlanır ya
da bozulur. Bu sağlandığı zaman her türlü dış tehdide karşı koymak mümkündür; ya da hiçbir dış tehdit "kalıcı" olmaz.
5.Özellikle Moğol istilaları bağlamında dikkatte
tutulması gereken bir unsur da, Moğollar'ın bir süre
sonra İslam'ı seçerek gönüllü bir şekilde "asimile" olmalarıdır
Şu halde tarih boyunca İslam Ümmeti'nin istikametinde yaşanan tek ve en büyük kırılmanın modern dönemde yaşanmış olmasının, bu dönemin
yukarıdaki iki kesitten farklı bir hususiyete sahip olTemmuz 2010
masıyla doğrudan ilişkili bulunduğunu tesbit etmek
durumundayız.
Bu hususiyet, yukarıda da işaret ettiğim gibi
Müslümanlar'ın hem topraklarının, hem de bilinçlerinin aynı anda işgal edildiği vakıasından yola çıkılarak izah edilmelidir. İslam Modernizmi'nin ilk defa,
Batılılar'ın fiilî işgaline maruz kalmış olan Hindistan
(Seyyid Ahmed Han, Çerağ Ali, Ubeydullah Sindî,
Muhammed İkbal…), Mısır (Muhammed Abduh,
Reşid Rıza, Ahmed Mustafa el-Merâğî, Ahmed
Emîn…) gibi coğrafyalarda filizlenmiş olması elbette
tesadüf değildir.
Endonezya'dan Fas'a kadar bütün bir İslam
coğrafyasının maruz kaldığı işgal ve istila, yeryüzünde eşi benzeri görülmemiş bir "sömürgeleştirme"
olgusunu da beraberinde getirmiştir. Dünyanın kuzeyi güneyini ve batısı doğusunu, tarihte daha önce
rastlanmamış bir tarz ve ölçekte sömürmüş, dilini,
kültürel ve medenî varlığını, yeraltı ve yer üstü kaynaklarını… hasılı "her şeyini" elinden almıştır.
Buna Oryantalizm'in "mankurtlaştırma" faaliyetini de eklediğimizde, "Batı'ya her şeyiyle teslim
olmuş bir Doğu" manzarası ile karşılaşmamızın izahı
kendiliğinden tebellür etmiş olacaktır. Artık ortada
fiilî bir durum vardır: Galipler ve mağluplar!
33
rın başında Ümmet'in, "kendisini" değil de "dinini"
sorgulamaya heveslendirilmesi gelir.[12] Zira şartlar ne
ilk dönem fırkalaşma hareketlerinin zuhur ettiği, ne
de Moğol ve Haçlı saldırılarının yaşandığı şartlarla
benzeşmektedir. Hem içimizden (beynimizden) hem
de dışımızdan kuşatıldığımız bu "yeni durum"da bulduğumuz (ya da bize telkin edilen?!), İslam'ın
kendisinde veya Ümmet'in din telakkisinde mevcut
olduğu düşünülen "arıza" idi!
Mağlubiyet psikolojisi ve Din sorgulaması
Geçmişte ulemanın, muhtelif zaman, biçim ve
seviyelerde yaşanan travmaları teşhis ve tedavide benimsediği anlayış şuydu: Dinî/toplumsal hayatta yozlaşmaya yol açan her oluşum, düşüncede, zihniyette,
inanç ve icraatta bir "bid'at"ın revaç bulmasındandır.
Hz. Peygamber (s.a.v)'den ve Selef'ten tevarüs edilenlerle çelişen her anlayış "bid'at"tır ve Din'den bir
unsuru devre dışı bırakarak onun yerini almıştır.[11]
eş-Şâtıbî'nin el-İ'tisâm'ından et-Turtûşî'nin Kitâbu'lHavâdis ve'l-Bida’'ına, Ebû Şâme'nin el-Bâ'is'inden
es-Süyûtî'nin el-Emr bi'l-İttibâ’'ına kadar pek çok monografi, bu teşhis ve tedavi anlayışıyla kaleme alınmıştır.
Hatta İmam el-Gazzâlî'nin İhyâ'sından, Birgivî
Muhammed Efendi'nin Tarîkat-ı Muhammediyye'sine kadar "genel maksatlı" görünen pek çok çalışmaya vücut veren esas amil de yine bireysel ve
toplumsal istikameti temin ve muhafaza gayretidir.
Modern dönemde yaşanan bozgunun sebepleri de elbette sorgulanmalıydı; sorgulandı da. Ancak
mağlubiyet psikolojisi ile yapılan bu sorgulamayı
benzerlerinden ayıran önemli noktalar vardı. Bunla-
34
Ernest Renan tarafından 19. yüzyılın son çeyreğinde dile getirilen ve aslında bütün Batı'ya hakim
olan "İslam'ın mani-i terakki" olduğu düşüncesinin,
"mağluplar" cenahından gördüğü mukabele şu oldu:
İslam mani-i terakki değildir; bir suç varsa miskin,
tembel, "mütevekkil" ve İslam'ı yanlış anlayan Müslümanlar'ındır![13] Bu savunma tarzının arka planında
yatan "terakkiyi mutlaklaştırma" anlayışını görmek
için belki de 21. yüzyıla kadar beklemek, terakkiyi
mümkün kılan teknoloji devriminin insanlığa ve dünyaya nelere mal olduğunu bizzat müşahede etmek
gerekecekti.[14] Elbette mesele sadece "terakkinin
mutlaklaştırılması" ile kalmayacaktı. Zira terakkinin arka planında, ona hayat veren bir "zihniyet"
vardı, yani terakki "sebep" değil, "sonuç"tu; dolayısıyla mesele, "sebeb"e irca edilmeliydi.
Muhammed Zâhid el-Kevserî merhum, o ünlü
makalesinin "darb-ı mesel" haline gelen başlığında,
İslam dünyasında yaşanan işbu "din sorgulaması"
macerasının serencamını nefis özetlemişti: "el-Lâmezhebiyye Kantaratu'l-Lâdiniyye" yani "Mezhepsizlik Dinsizliğin Köprüsüdür." Nitekim modern dönem
"din sorgulaması" işe öncelikle mezhepleri sanık sandalyesine oturtmakla başladı; mezhepleri birleştirme
fikri ortaya atıldı, taklid lanetlendi, yeni içtihad çağrıları yapılmaya başladı.
Bunun için elbette "yeni içtihad usulleri" gerekiyordu. Zira yerleşik Usul sisteminin İslam dünyasını götüreceği farklı bir yer olsaydı, zaten bu
mağlubiyet söz konusu olmayacaktı. Geçmişte yüzyıllar içinde, yaşanan hayatın ve birbirini besleyen
çalışmaların bir muhassalası olarak vücut bulmuş
Usul çalışmaları bir kenara itildi ve "masa başı" mesaileriyle "yeni" Usuller teşkil ve teklif edildi. Ziya Gökalp tarafından ortaya atılan ve Halim Sabit
tarafından hararetle savunulan "İctimaî Usul-i
Temmuz 2010
Fıkıh"[15] ve Hüseyin Naci tarafından tasarlanan
Laik Usul-i Fıkıh[16] kurguları bu arayışların tipik örneklerini teşkil eder. Bütün bu çalışmaların arka planında "modernitenin mutlak doğruları" vardır ve
bütün maharet, Din'den bu arka planı beslemeye
uygun olduğuna inanılan unsurların devşirilip kullanılmasında somutlaşmaktadır.
Bu süreç içinde fark edildi ki, Kur'an ve Sünnet
ekseninde oluşmuş bir epistemoloji ve nassları bağlayıcı kabul eden bir içtihad faaliyeti, artık zihinsel
kodlarımızın biricik tayin edicisi haline gelmiş olan
"modern hayat"ın bize dayattığı "değişim"i gerçekleştirmenin imkânından mahrumdur; hatta onu engellemektedir. Bu noktadan itibaren Sünnet'in tesbit
ve naklindeki insan unsuru ön plana çıkarılarak bu
alanın "tekinsizliği" fikri işlendi; kâh rivayetlerin
bize intikal sürecinde soru işaretleri bulunduğu söylendi, kâh Sünnet'in tarihselliği dillendirildi. Sünnet'in
Din'deki temel fonksiyonunu fark eden Oryantalistler'in bu noktaya salvo atışı yapan çalışmaları da
İslam Modernistleri'ne hayatî lojistik destekler sağladı.
Ve sıra kaçınılmaz olarak Kur'an'a geldi. "Kaçınılmaz olarak", çünkü "Din sorgulaması",
önünde veya sonunda Kutsal Kitap sorgulaması demektir. Nitekim Batı'yı şimdi galip pozisyona getiren
Aydınlanma'da yapılan da bu değil miydi?
kendi dinlerinin menşelerini incelemekte kullandıkları tenkit şekli, diğer dinlerin tenkitlerine de tatbik
edilebilecektir. Orta çağlarda Kitab-ı Mukaddes'e
karşı aldıkları vaziyette Hristiyanlarla Müslümanlar
arasında büyük bir fark yoktu. Her iki taraf da sahip
oldukları mukaddes kitaplardaki her kelimenin Allah
tarafından peygamberlere vahiy ile imla ve telkin
edildiğine inanıyorlardı ve bu sebeple onları tenkit
etmek küfürdü. İtiraz edilmeden kabul edilmeliydiler. Mamafih tefsirleri iki din mensuplarının dinî reislerinin ellerinde bulunuyordu. Hristiyanlarla
Müslümanlar'ın mühim bir ekseriyetinin görüşü hâlâ
budur, fakat garplı din alimlerinin görüşü bu değildir. Bu alimlerin mukaddes kitaplara karşı aldıkları
vaziyeti kısa olarak şu şekilde hülasa edebiliriz: 1)
İlham edilenler kitaplar değil, insanlardır. 2) İnsanlar
hataya maruzdurlar, bu sebeple yazıların, mukaddes
kitapları tertip edenlerin bilgi eksikliğinden doğan hataları ihtiva etmeleri tabiidir. 3) Peygamberlerin yazdıkları kendi zamanlarını aksettirir. 4) Allah,
peygamberlere kelimelerle değil, fakat onların beşerî
zihinlerine bin vahiy ile hitap etmiştir ve insan zihni
bu tebliği, fert olarak peygamberin ifade şekline göre
tertip etmeye zorlanmıştır. 5) Dinde, benimsenmesi
için insanın çapına göre derecelerle nakledilmiş bulunan bir tekâmül vardır. 6) Dinde, umde ve telkinlerin bazıları geçici bir manaya sahiptirler. Halbu ki
varlıktan ve Allah'ın mükemmel tabiatından bahseden diğerleri adalet, merhamet, aşk ve iyilik hakkındaki ahlakî emirler kadar ebedîdirler…"[17]
Oryantalizm Modernizm İlişkisi
Söz buraya gelmişken İslam dünyasını yanlış
bir sorgulamaya iten Oryantalizm ile bu sorgulamayı
yapan Modernizm (İslam Modernizmi) arasındaki
ilişkiyi işaretleyen bir-iki iktibas yapmak faydadan
hali olmayacak:
1953 yılında İ.Ü. Edebiyat Fakültesi'nin davetlisi olarak geldiği İstanbul'da bir seri konferans vererek Batı'daki İslamiyat çalışmalarını anlatan ünlü
İngiliz şarkiyatçısı Alfred Guillaume şöyle diyordu:
"Hristiyanlığın ve menşelerinin tetkiki, ilahî vahiy,
ilham, rivayetlerin sıhhati ve Kitab-ı Mukaddes'in
otoritesi gibi mevzulara karşı aldığımız vaziyet üzerinde muazzam bir tesir yaptığı için, garplı alimlerin
ekseriyeti tarafından varılan neticeleri kısaca zikretmeyi münasip görmekteyim. Zira anlaşılacağı üzere,
Temmuz 2010
1985 yılında İzmir'de yapılan Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu'na katılan bir
diğer ünlü Oryantalist Montgomery Watt'ın telkinleri
de farklı değildir: "Hristiyan ilim adamlarının büyük
çoğunluğu şimdi artık (kutsal metinlere uygulanan,
E.S.) tarihî ve edebî tenkidin imanı zayıflatmadığı;
bilakis onun birçok yönlerinin daha derinlemesine
anlaşılmasına sevk ettiği görüşünü kabul etmektedirler. Bunların burada zikredilmesinin sebebi, son biriki yüzyılda Hristiyan ilim aleminde neler olup bittiği
hakkında Müslüman ilim adamlarının bilgi sahibi olmalarının önemli olmasıdır. İlk bakışta dinî inanca
düşman gibi görünen ilmî metotlar sonunda dinî hakikatlerin daha bir derinliğine ve gelişmiş bir şekilde
değerlendirilerek anlaşılmasına sevk eder olmuştur…"[18]
35
Kur'an ayetlerinin Hz. Peygamber (s.a.v)'in tarihsel kişiliği ile şu veya bu şekilde ilişkilendirilmesi
tam da Oryantalistler'in ısrarla telkin ettiği şeydir. Zira
eğer bu nokta Müslümanlar'a kabul ettirilebilirse,
Kur'an ile İnciller eşit konuma getirilmiş olacak, dolayısıyla Kur'an'ın da "herhangi bir metin" gibi tenkit
edilebilmesi mümkün hale gelecektir. Bu ise Kur'an'ı,
başka herhangi bir sistemde rahatlıkla tesadüf edilebilecek "ilkeler"e indirgeyecektir: Ahlakîlik (Hristiyanlık, Budizm vd.), aklîlik (Modernite), adalet (kim
dışlar?) gibi genel ilkeleri ihtiva etmek dışında bugün
için insanlığa hiçbir şey söylemeyen bir kitabın "evrenselliği"ni tekrar edip durmanın bir anlam içerip
içermediği sorusu bu noktada son derece anlamlı
olacaktır.
Burada örnek olarak zikredilen konuşmalardan
çok daha eskilere giden Oryantalist telkinlerin beklenen yankıyı bulması uzun sürmemiş ve İslam dünyasında bu fikirleri, hatta yer yer daha ileri üslup ve
tarzlarda dillendiren "yerli Oryantalistler" zuhur etmiştir.
Kur'an'ın Beşerîliği/Tarihselliği
Bir metnin tarihsel tenkit faaliyetinin konusu
yapılması, o metnin belli tarihsel şartlarda vücut bulduğu önkabulüne dayanır. Hristiyan ilim adamlarının tarihsel tenkit metodunu İncil metinlerine
uygulamasında bu açıdan yadırganacak herhangi bir
nokta yoktur. Hristiyan zihninde, "kelimesi kelimesine vahyedilmiş metin" tasavvuruna yer olmadığından, tarihsel tenkit metodunun İncil'e
uygulanması demek, onu kaleme alanın (Matta, Markos, Luka veya Yuhanna) tarihsel kişiliği ile metin
arasındaki ilişkinin analizi demektir. İncil yazarı metni
kaleme alırken hangi sosyokültürel ve çevresel faktörlerden, hangi inanç unsurlarından ve siyasî, ekonomik… vb. şartlardan etkilenmiştir? "Sinoptik"
denen Matta, Markos ve Luka İncilleri arasında ilgi
çekici benzerlikler mevcutken Yuhanna İncili'nin onlardan her şeyiyle (dili, üslubu, kavramsal örgüsü,
sistematiği… ile) farklı oluşunu izah etmenin başka
bir yolu olabilir mi?..
Bu düşünce bir hristiyan için ne kadar normal
ise, bir müslüman için de o kadar anormaldir. Zira
Kur'an, kendisinden önceki kitapların tahrif edildiği
36
gerçeğini vurgular[19] ve kendisinin beşer sözü olmadığının altını çizer.[20] Hal böyleyken Kur'an'a inandığını söyleyen bir ilim adamının, Kur'an'ın "hem
tamamıyla Allah kelamı, hem de olağan anlamda tamamıyla Hz. Muhammed'in kelamı" olduğunu[21] ve
"Allah'ın tarih içinde cereyan eden durumlara Peygamber'in zihni vasıtasıyla verdiği cevap" olduğunu
söylemesi[22] itiraf etmeliyiz ki, gölün maya tuttuğunun ifadesidir.
Kur'an'ın tamamıyla Allah kelamı olduğunu[23]
yahut "Kur'an"ın ilahî, "Mushaf"ın ise beşerî olduğunu söyleyenler[24], hatta sadece Kur'an'ın değil,
"Allah tasavvurunun" dahi tarihsel olduğunu dillendirecek kadar ileri gidenler[25] gibi bu vadide birbirinden önemli farklılıklarla ayrılan bir dizi yaklaşımın
yolu, "tarihsellik" ortak zemininde kesişmektedir.
Sonuç yerine
İtikadî alanda son derece "radikal" bir dönüşüm sağlamış ve günlük hayatın detaylarında bile[26]
putlara müracaat edecek kadar şirke bulanmış bir
toplumu çok kısa bir süre içinde Tevhid'e çekmiş olan
Kur'an'ın, hem de kendisine tam anlamıyla "teslim
olmuş" bir nesil oluşturmuşken, hukukî düzenlemeleri ilânihaye devam edecek biçimde yerleştirmemiş
olmasını nasıl açıklayabiliriz? Açalım: Eğer faiz yasağı tarihsel ise, insanlığın birgün faizsiz işlemesi
mümkün olmayan bir ekonomi modelini uygulamaya başlayacağını bilen Yüce Allah faizi niçin "bir
süreliğine"
haram
kılmıştır?
O
dönemin
toplumsal/ekonomik yapısında zararlı olduğu halde
faiz bugün bu özelliğini yitirmiştir mi diyeceğiz, yoksa
Fazlur Rahman'ın "O toplum ancak o kadar ileri götürülebilirdi, fazla değil" tarzındaki "mış gibi yapan"
açıklamasına mı başvuracağız? Eğer mutlak ilmi ve
mutlak kudretiyle geçmişi ve geleceği kuşatmış bir
"Allah"a samimi bir şekilde inanıyorsak bu sorunun
cevabını dürüstçe vermek durumundayız.
Kur'an'ın tarihselliğinin kabul edilmesinin, mucizenin reddinden ahkâmın ilgasına kadar bir dizi temelli arızayı doğurması kaçınılmazdır. Aynı yaklaşım,
olguyu nassa takdim eden (bir anlamda nassı olgunun belirlediğini söyleyen) Nasr Hâmid Ebû Zeyd'de
de, metni okuyucunun elinde kadavra mesabesine
indirgeyen Muhammed Âbid el-Câbirî'de de[27] görülmektedir. Hatta Hasan Hanefi örneğinde gördüTemmuz 2010
ğümüz gibi[28] Allah tasavvuruna kadar "sündürülmüş" bir antropolojik okuma, ancak tarihselliği bütün
bir sistemin temeline yerleştirmekle mümkün olabilecektir.
rikkati, ruh inceliği yaşardık. Ku'an'ı tarihsel ilan edeli
beri onu da kaybettik. Belki başlangıcı yine oradan
yapabiliriz; ne dersiniz?
.............................................................
[1] Bkz. el-Bağdâdî, el-Fark Beyne'l-Fırak, 11, 45 vd.; el-Beyâdî, İşârâtu'l-Merâm, 33.
Modernistler'in, Kur'an'ı, onun ilk ve en yetkili
mübeyyini olan Sünnet'ten bile arındırmayı telkin
eden yaklaşımı, gelinen noktada "gayri İslamî" bir
Kur'an anlayışını intaç etmiştir. Kur'an'ın Sünnet'ten,
nüzul sürecinin canlı şahitleri olan Sahabe'nin değerlendirmelerinden ve 1400 yıllık birikimden yalıtılması gerektiğini söylemek, aslında devre dışı
bırakılmaya çalışılan unsurların yerine modern değer
yargılarının Kur'an'ı kuşatmasını istemektir. Öyleyse
tartışma, Kur'an'ın bizden ne istediğini anlamaya çalışırken sözünü ettiğimiz unsurların mı, yoksa modern
değer yargılarının mı bize rehberlik etmesi gerektiği
üzerinde cereyan etmelidir.
[2] Kaderiyye'nin görüşleriyle ilgili olarak Hz. Ali (r.a)'nin oğlu Hz. Hasan (r.a) ile yazışması ve bu konuda Hz. Hasan (r.a)'ın ona yazdığı cevabî mektup meşhurdur. Bkz.
el-Beyâdî, 71. [3] Bu dönem hakkında derli-toplu bir çalışma için bkz. Abdülfettâh
Ebû Gudde, Kavâ'id fî Ulûmi'l-Hadîs'e yazdığı ta'likler meyanında, 361 vd.. [4] Ünver
Günay-Harun Güngör, Türklerin Dinî Tarihi, 354 vd. [5] Bkz. İbnu'l-İmâd, Şezerâtu'zZeheb, VII, 467 vd. [6] Bkz. İbnu'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh, XII, 358-98; el-Aynî, İkdu'lCümân, I, 167 vd.; es-Süyûtî, Târîhu'l-Hulefâ, 467 vd.; Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyâ, II, 387 vd. [7] Günay-Güngör, 356 [8] Akdes Nimet Kurat, "Altınordu Devleti",
Türk Dünyası El Kitabı içinde, I, 539 vd. [9] Ahmet Temir, "Türk Moğol İmparatorluğu
Ve Devamı", Türk Dünyası El Kitabı içinde I, 527. [10] Günay-Güngör, 356. [11] Ebû
Şâme, el-Bâ'is'te (6) konuya şu ifadelerle girer: "Hz. Peygamber (s.a.v), ashabı ve onlardan sonra gelen ilim ehli, çağdaşlarını bid'atlerden ve sonradan ihdas edilen uygulamalardan sakındırmış, onlara, her türlü mahzurdan kurtuluş yolu olan "ittiba"yı
emretmişlerdir…" [12] Burada "din telakkisi" gibi bir ifade kullanılabilecekken "din"
Yukarıda bir nebze işaret edilmiş olan "fırkalaşma" vakıası, yaşadığımız durumun, tarihin tekerrürünü
istemekten
farksız
olduğunu
düşündürmektedir. Kur'an'ı, Sünnet'ten ve Sahabe'nin otoritesinden bağımsız bir okumaya tabi tutmak, yapılan işin Kur'an tarafından tensip edilip
edilmediği üzerinde düşünmenin önemi bir yana,
tümü de görüşlerini Kur'an'a dayandıran itikadî fırkaların çağdaş versiyonlarına davetiye çıkarmaktan
başka bir anlam ifade etmeyecektir.
kelimesi bilinçli olarak mutlak bırakılmıştır. Zira mesela Sünnet'in göz ardı edilebileceği
düşüncesi, "dizayn etme" maksatlı olarak Din'e doğrudan ve açıkça yönelmiş bir tutumu ifade eder. [13] Ernest Renan'ın dile getirdiği bu iddia, Cemaleddin Efgani'den
Namık Kemal'e, Atâullah Bâyezidof'tan Emir Ali'ye ve daha birçok kişiye kadar aynı minvalde mukabele görmüştür. Bu konuda bkz. Dücane Cündioğlu, Ernest Renan Ve "Reddiyeler" Bağlamında İslam-Bilim Tartışmalarına Bibliyografik Bir Katkı, Dîvân dergisi,
1996/2, 1 vd. [14] Bu yazının kaleme alındığı günlerde medyada, zehirli gazların çevre
üzerinde yaptığı tahribat sebebiyle önümüzdeki yarım asır içinde meydana gelecek felaketler konusunda tedbir almak için insanlığın son 10 yıl içinde bulunduğu haberleri
işleniyordu. [15] Konu hakkında bkz. Doç. Dr. Abdülkadir Şener, İctimâî Usul-i Fıkıh
Tartışmaları, A.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, V, 231 vd. [16] Bkz.
Sami Erdem, Yeni Usul-i Fıkıh Arayışları Çerçevesinde Bir Metin: Hüseyin Naci ve Lâik
Modern dönemde İslam ülkelerinin hemen tamamında modernleşme projeleri uygulamadadır ve
süreç 2 asırdan daha fazla bir zamandan beri işlemektedir. Gelinen noktada İslam adına kayda değer
bir kazanım olmuş mudur? Müslümanlar'ın, kendi
değerleri üzerine inşa ettiği bir dünyadan, bir kültür
ve medeniyet hamlesinden bahsedebiliyor muyuz?
İslam'ın evrensel diriltici soluğunu dünyaya taşımak
adına neler yapabildik? Bu ve benzeri soruların cevabı, modernleşme maceramızın Kur'an anlayışına
taalluk eden yanı itibariyle dünyaya yansımasını ortaya koyacaktır.
Usul-i Fıkıh, Dîvân dergisi, 1997/1, 213 vd. [17] İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, I/14, 121-2. Guillaume, burada zikrettiği 6 maddeyi, konuşmasının ilerleyen bölümlerinde
açıklamakta ve Kur'an'ın kelimesi kelimesine vahiy olmayıp, –haşa– Hz. Peygamber
(s.a.v) tarafından yazıldığını, dolayısıyla o dönemin damgasını taşıdığını ve çeşitli hatalar barındırdığını ileri sürmektedir. Yazının arzu edilen boyutu aşmaması için söz konusu izahatı buraya almadım. [18] Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu,
(Sempozyum bildirileri), 32. [19] Mesela bkz. 2/el-Bakara, 75, 9; 3/Âl-i İmrân, 78; 5/elMâdi, 13… [20] Mesela bkz. 10/Yûnus, 37-8; 11/Hûd, 13, 35; 12/Yûsuf, 111… [21]
Fazlur Rahman, İslam, 42-5. [22] Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, 77-82. [23] Mesela Nasr Hâmid Ebû Zeyd Mefhûmu'n-Nass'da böyle bir profil çizmektedir. Hakkında
bir değerlendirme için bkz. Ömer Özsoy, "Nasr Hâmid Ebû Zeyd'in Nass-Olgu İlişkisi
Bağlamında 'Ulûmu'l-Kur'ân'ı Eleştirisi, İslâmî Araştırmalar dergisi, 7/3-4, 237 vd. [24]
Mesela bkz. Muhammed Arkoun, İslam Üzerine Düşünceler, 43 vd.; bilhassa 50 vd.
Bir de konunun "içe dönük" yanı var. Bu
zaman zarfında ilmimiz, irfanımız, dindarlığımız, takvamız arttı mı, azaldı mı? Her harfine sevap aldığımıza inanarak Kur'an okurken en azından kalp
Temmuz 2010
[25] Bkz. Hasan Hanefi, Teoloji mi Antropoloji mi, AÜİF Dergisi, 23/511. [26] Yolculuğa çıkıp çıkmamak için dahi Kâbe'deki putların yanında fal okları çekilir, çıkan sonuca göre hareket edilirdi. Bkz. et-Taberî, IV, 415 (5/el-Mâide, 3 ayetinin tefsiri). [27]
Muhammed Âbid el-Câbirî, Felsefi Mirasımız ve Biz, 27. [28] Bkz. 25 nolu dipnot.
37
"Ekmelüddin Babertî Sempozyumu"
Sayın İrcica Yetkilisi!
Öncelikle selam ve saygılarımı arz ederek sizlerden bir istirhamda bulunmak istiyorum. Kendim
Atatürk Üniv. İlahiyat Fakültesinde çalışmaktayım. Bayburtluyum. Bu sene içerisinde İlahiyat Fakültemiz
organizesinde 28-30 Mayıs 2010 tarihlerinde Bayburtta "Ekmelüddin Babertî Sempozyumu"
gerçekleştireceğiz. Baberti, Bayburtta doğmuş Mısırda vefat etmiş bir şahsiyet. 40 civarı esere imza atmış
bir kişilik. Böylesi bir insanın tanınması ve tanıtılması bizler için fevkalade önemli bir görevdir.
Ekmelüddin İhsanoğlu Hocamızın Mısır doğumlu olduğunu biliyoruz. Hocamızın isminin
Ekmelüdiin Baberti'den mülhem olduğunu düşünmekteyiz. Bu düşüncemizin doğru olup olmadığını
Ekmelüddin İhsanoğlu Hocamızın bizzat kendisinden işitmek istiyoruz. Kendisiyle irtibat sağlamak için
sizlerden yardım talep ediyoruz.
Hocamızı Bayburtta ilk kez yapacağımız sempozyumumuza davet etmek istiyoruz.
İlgi ve alakanızdan mütehassıs kalacağımızı ümit ediyor, çalışmalrınızda başarılar diliyoruz.
Yard.Doç.Dr.H.Murat KUMBASAR
Atatürk Üniv. İlahiyat Fak. İslam Hukuku Anabilm Dalı.
Baberti Sempozyumu Tertip Kurulu Üyesi
Sayin Dr. Kumbasar
4 Mart 2010 tarihinde IRCICA adresine Bayburt’ta yapacaginiz sempozyumla ilgili yollamis
oldugunuz davetiye ve bazi sorulariniz son Istanbul’a gelisimde elime gecti. Oncelikle Bayburtlu
Ekmeluddin Baberti sempozyumunu duzenlediginiz icin sizi kutluyorum ve basari ile neticelenmesini
diliyorum.
Adimin menseini merak etmissiniz; Turkiye’de ilk defa dogru tahminde bulunan sizsiniz. Rahmetli
pederim Türkiye’den Misir’a gittikten sonra orada ilmi hayata aktif olarak katilmistir. Ilk dogan ogluna
da Sivasli Ibn el-Humam adini vermistir. Daha sonra bana da Bayburtlu Ekmeluddin’in adini koymustur.
Boylece Anadolu’nun yetistirdigi ve Misir gibi ileri kultur ve mdeniyet merkezinde isim yapmis iki Turk
bilim adaminin ismini yasatmak istemistir.
Benim adimi sorgulayan olmadi; ancak ben cesitli vesilelerle ve firsat geldikce bunu acikladim.
Ciddi olarak ilk defa siz bunu dile getiriyorsunuz, tesekkur ederim.
Sempozyuma davetiniz icin tesekkur ederim ancak İKT Genek Sekreteri olarak faaliyetlerimin ne
kadar yogun oldugunu tahmin edersiniz. 28-30 Mayis 2010 tarihlerinde programim toplantilar ve
gorusmeler bakimindan epey dolu, maalesef simdiden size katilip katilmamam konusunda bir tahmin
yapamiyorum.
Size ve mesai arkadaslariniza simdiden basarilar diler, sempozyumun neticesinden haberdar olmak
isterim.
İlginiz icin, özellikle ismim ile ilgili olarak tesekkur ederim. Selamlarimla
Ekmeleddin Ihsanoglu
Islam Konferansi Teskilati Genel Sekreteri
38
Temmuz 2010
EKMELÜDDİN
BÂBERTÎ’NİN
PEYGAMBERLİK
ANLAYIŞI
eygamberlik meselesi altı iman
esasından biridir. İnsan açısından diğer
iman
esasları
içinde
mihver
konumdadır. Çünkü diğer iman esaslarını
bilmek peygamber gönderilmesine bağlıdır.
Diğer bir ifade ile biz insanlar dini peygamber
aracılığı ile öğrenmekte ve uygulamaktayız.
Bu da peygamberin gerekliliği ve ona
duyulan ihtiyacı ortaya koyar. Bu ihtiyaç gıda
ve
su
gereksinimine
benzer
ve
karşılanmaması halinde birtakım boşlukların
meydana gelmesine yol açar ki, bu boşluklar
zamanla insan ürünü olan düşüncelerle
doldurulur. İşte bu boşluğu önlemek için
Cenâb-ı Allah insanlardan özel olarak seçtiği
kişileri vasıta kılarak bu ihtiyacı karşılamış ve
kıyamet gününde huzurunda uydurulacak
bahanelerin önünü kapatmıştır.
P
Kadir Recep MUHAMMED
Düzenin
altüst
olmasını
engelleyecek ve zulme karşı da
adaleti sağlayacak kurallar ve
kanunlar bulunmalıdır. Din işte tam
bu ihtiyacı giderecek kural ve
kanunları ihtiva eder. Ancak dinin
öngördüğü kural ve kanunların
insanlara bildirilmesi ve hayat içinde
uygulanabilmesi için mucize ile
desteklenmiş bir peygambere ihtiyaç
vardır.
Nübüvvetin Tanımı ve Vehbîliği
Meselesi
Bâbertî, peygamberliği “Cenâb-ı
Allah’ın ‘seni peygamber olarak
gönderdik, sen de bizden sana geleni
Temmuz 2010
39
tebliğ et!’ buyurarak seçtiği kimseye bahşettiği bir
özellik (mevhibe)” olarak tanımlamıştır. O, söz
konusu tarif ile peygamberin görevinin ancak
tebliğden ibaret olduğunu kaydetmiş ve nübüvvetin
vehbî olup olmadığı tartışmasına ilişkin görüşünü de
yansıtmıştır. Bir başka ifade ile peygamberliğin Allah
vergisi olduğunu ve herhangi bir çalışma ile elde
edilemeyeceğini ifade etmiştir.
Nübüvvete Duyulan İhtiyaç
Bâbertî’ye göre insan, tabiatı gereği medenî bir
varlıktır. Tek başına hayatını sürdüremeyen, temel
ihtiyaçlardan yoksun kalamayan, kendisi için olmazsa
olmazları
mesabesinde
bulunan
birtakım
gereksinimleri tek başına düzenleyemeyen bu varlık,
kendi cinsinden olan başkalarının yardımına ihtiyaç
duymaktadır. Fertler arasında oluşacak dayanışmanın
baskı ve zorlama sonucunda meydana gelmesi, var
olan tabi düzenin bozulmasına yol açabilir. Bu
sebeple düzenin altüst olmasını engelleyecek ve
zulme karşı da adaleti sağlayacak kurallar ve kanunlar
bulunmalıdır. Din işte tam bu ihtiyacı giderecek kural
ve kanunları ihtiva eder. Ancak dinin öngördüğü
kural ve kanunların insanlara bildirilmesi ve hayat
içinde uygulanabilmesi için mucize ile desteklenmiş
bir peygambere ihtiyaç vardır.
Nübüvvetin Hükmü
Nübüvvetin hükmü konusunda genel bir bilgi
veren Bâbertî, peygamber göndermenin imkânsız
oluşunu öne süren ve bunu aklen izah etmeye çalışan
bazı grupları eleştirmiş ve onların yanlış düşüncelerini
çürütmeye gayret etmiştir. O, cevap verme sadedinde
aklın sınırlı olduğuna, ahiret ile ilgili meselelerde
meydana gelen şüphelerin bertaraf edilmesinde onun
yeterli güce sahip bulunmadığına dikkat çekmiş ve
peygamber olmadan ibadetlerin mahiyet, keyfiyet ve
kemiyetine ilişkin bir bilginin öğrenilemeyeceğini dile
getirmiştir. İşte bu noktada peygamber ile ilahî kitabın
önemine atıf yapmıştır. Sözgelimi sanatların
öğretilmesi ve bazı ilaçların fayda ve zararlarının
belirlenmesi hususu üzerinde duran Bâbertî, ilaçların
yarar ve zararlarına ilişkin yapılacak deneylerin çok
zaman aldığını ve beraberinde birçok tehlikeyi de
getirdiğini ifade etmiştir. Bu yüzden günümüzde yeni
bulunan ilaçlar önce denek hayvanları üzerinde
40
denendikten sonra insanlara verilmektedir. Buna
karşı nübüvvet hiçbir sıkıntı yaşamadan herhangi bir
tehlike ile karşı karşıya kalmadan insanların
faydalarına ve zararlarına olan hususları açıklamıştır.
Bütün bu örnekleri veren Bâbertî, peygamber
göndermenin zorunluluğu kanaatini ortaya koyar.
Ancak bu zorunluluğu hikmet, ilim ve irade sıfatları
bağlamında değerlendirilmesini ister. Diğer bir deyişle
Allah’ın peygamber göndermesi hikmetinin bir gereği
ve sonucudur.
Peygamberlerin Temel Özelliği: İsmet
Bâbertî, peygamberlerin korunmuş olduklarını
söyler. Korunmuşluk anlamındaki ismet sıfatını günah
işleme gücü bulunmakla birlikte peygamberliği
zedeleyici birtakım davranışlardan alıkoyan nefsânî
bir meleke olarak tanımlar ve bu melekenin
peygamberi hem vahiyden önce hem de vahiyden
sonra küfürden koruduğunu; diğer günahlardan ise
sadece vahiyden sonra muhafaza ettiğini zikreder.
Bâbertî, peygamberin nefsinde veya bedeninde
bulunan bir özellik dolayısıyla onun günah
işlemesinin imkânsız olduğunu savunanlara karşı
çıkar. Bununla o, peygamberin ismetinin kendinden
değil, Allah’tan olduğunu belirtir. Şu ayetleri de bu
görüşüne delil getirir: “De ki: Ben de ancak sizin
gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek ilâh
olduğu vahy olunuyor. Artık O’na yönelin,
O’ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay
haline!” (Fussilet 41/6).“Eğer seni sebatkâr
kılmasaydık, gerçekten nerdeyse onlara
birazcık meyledecektin” (İsrâ 17/74).
Buna göre ilk ayet, kendisinden günah sâdır
olmasının imkânı noktasında peygamberin diğer
insanlar gibi olduğuna delalet eder. İkinci ayet ise,
Cenâb-ı Allah’ın Hz. Peygamber’i (sav) onlara
meyletmeme hususunda sabit kıldığını, sabit
kılmaması durumunda ise onlara meyledebileceğini
ve günah kabilinden olan bu meyletmenin kendisi
için
imkânsız
olmadığını
göstermektedir.
Peygamberden büyük günah sâdır olamayacağı
kanaatini benimseyen Bâbertî, büyük günah
işleyenin fâsık olduğu ve tanıklığının kabul
edilmediğini dile getirerek peygamberden büyük
günah sâdır olmasını mümkün görenlerin bazı
ayetlerde geçen affetme ve mağfiret ifadelerini delil
Temmuz 2010
olarak ileri sürdüklerini söyler. Söz konu su ayetlerin
buna delil ve gerekçe olamayacağını savunan
Bâbertî, hiçbir peygamberden büyük günah sâdır
olmayacağı görüşünde ısrar eder.
Mucize
Peygamberlik iddiasının delile (mucize) bağlı
olduğunu ve söz konusu iddianın doğruluğunun ispat
edilmesi gerektiğini açıklayan Bâbertî, mucizeyi
‘normalde olmaması gereken bir şeyin ortaya çıkması
veya olması gerekenin gerçekleşmemesi şeklinde bir
meydan okuma ile gerçekleşen olağan üstü olay
olarak tarif eder. Ayrıca o, tarifte mucizeye karşı
konulmasının ya da benzerinin getirilmesinin
imkânsızlığını vurgular.
Hz. Muhammed’in (sav) Peygamberliği
Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliğini onun
nübüvvet iddiasında olması ile mucize izhar etmesi
çerçevesinde inceleyen Bâbertî, Hz. Peygamber’in
Kur’ân-ı Kerim ile Arapça’yı son derece fasih, beliğ
ve sanatlı kullanan söz ustalarına meydan okuduğu,
söz edilen kimselerin bu meydan okumaya
yanaşmadıklarını ifade ederek bu hâdisenin Hz.
Muhammed’in (sav) mucizesi olduğunu kaydeder.
Bu arada ayın ikiye yarılması, ağacın yürüyüp
gelmesi, taşın selam vermesi ve parmaklarının
arasından suyun çıkması gibi hissî mucizeleri de
zikreden Bâbertî, bütün bu mucizelere dair haberlerin
ortak noktasının mütevatir bilgi ifade ettiğini belirtir.
Böylece Hz. Peygamberden (sav) ahad yolla gelen
mucizeye dair haberlerin toplamı aslında hissî
mucizelerinin mütevatir olduğunun belgesidir. Zaten
aklî mucize olan Kur’an-ı Kerîm, günümüze hem lafız
hem de mana olarak mütevatir yolla ulaşmıştır. Hiçbir
mucizesi olmasa bile tek başına Kur’an-ı Kerîm O’nun
peygamberliğinin ispatıdır. Zaten günümüzde
Müslüman olanların çoğu da Kur’an okuyarak ve
onun mucizevi muhtevası ve üslubundan etkilenerek
hidayete ermektedirler.
evrensel bir din olduğuna delalet etmektedir. O
peygamberler halkasının sonuncusunu teşkil eder.
Onun herkese gönderilmesi ve son peygamber
olması şu ayetlerle sabittir: “De ki: Ey
insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize Allah’ın
elçisiyim”, (A’raf 7/158) “Muhammed, sizin
erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o,
Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur”
(Ahzâb 33/40). Son peygamber olması aynı zamanda
ortaya koyduğu davanın da bir parçasıdır.
Sonuç
Peygamberlik konularını sistematik bir şekilde
irdeleyen ve ilk önce peygamberliğin tanımı üzerinde
duran Bâbertî, onu Allah’ın bahşettiği bir özellik
(mevhibe) olarak değerlendirmiş, ardından da
peygambere duyulan ihtiyacı insan ekseninde
açıklamaya çalışmıştır. Peygamberliğin zorunluluğunu
savunan ve onu hikmet ilkesi bağlamında izah eden
Bâbertî, ismet sıfatına fazlasıyla önem vermiş ve onu
günah, büyük günah ve küfür kavramları açısından
incelemeye tabi tutmuştur. Mucizenin imkânı, tarifi ve
Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliğine de yer
veren Bâbertî, Hz. Muhammed’in (sav) peygamber
oluşunu onun peygamberlik davasında bulunması,
mucize göstermesi ile teorik ve pratik hikmet
çerçevesinde ele almıştır.
Kaynaklar
Babertî’nin Eserleri:
el-Maksad fî Usuli’d-Din, Süleymaniye kütüphanesi, Ayasofya, no: 1384.
Şerhu’l-Maksad fî İlmi’l-Kelâm, Süleymaniye kütüphanesi, Şehit Ali Paşa, no: 1717.
Şerhu Akideti Ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa, (thk. Arif Aytekin), Vizaratu’l Evkaf ve’ş-Şuuni’lİslâmiyye, Kuveyt 1989. -Şerhu’l-Umdeti’l-Akâid li’n-Nesefî, Süleymaniye Kütüphanesi,
Amcazâde Hüseyin, no: 312. -Muhtasaru’l-Hikmeti’n-Nebeviyye, Süleymaniye
Kütüphanesi, Hacı Mahmut Efendi, no: 1324.
Diğer Kaynaklar:
Galip Türcan, Bâbertî’nin el-Maksad fî İlmi’l-Kelâm Başlıklı Risalesi: Tanıtım ve Tahkik,
S.D.Ü.İ.F. Dergisi, Isparta, yıl: 2006/2, sy. 17. -Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, (haz. Bekir
topaloğlu-Muhammed Aruçi), İsam Yay., Ankara 2003. -Mâtürîdî, Akîde Risalesi ve Şerhi,
(çev. Saim Yeprem), M.Ü.İ.F.Vakfı Yay., İstanbul 2000. -Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi,
(trc. Şerafeddin Gölcük), Kayıhan Yay., İstanbul 1994. -Sâbûnî, Matüridiyye Akaidi,
(haz. ve trc. Bekir Topaloğlu), D.İ.B. Yay., Ankara 2000. -Nesefî, el-Umde fi’l-Akâid, (haz.
İslâm’ın evrenselliği Hz. Muhammed’in (sav)
peygamberliği ile ilişkilidir. Zira kendisinden önceki
peygamberler belli topluluklara gönderilirken o,
bütün varlıklara gönderilmiştir. Herhangi bir fark
gözetmeksizin onun herkese hitap etmesi, İslâm’ın
Temmuz 2010
ve trc. Temel Yeşilyurt), Kubbealtı Yay., Malatya 2000. -Harpûtî, Tenkîhu’l-Kelâm fî
‘Akâ’idi Ehli’l-İslâm, (çev. İbrahim Özdemir-Fikret Karaman), T.D.V. Elazığ Şubesi Yay.,
Elazıp 2000. -İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, Evkâf-ı İslâmiyye Matbaası, İstanbul 1339-1341.
Salih Sabri Yavuz, İslam Düşüncesinde Nübüvvet, İnsan Yay., İstanbul tsz. -Bekir
Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, İsam Yay., İstanbul 2010.
41
BAYBURTLU
ŞEYH EKMELEDDİN’İN
73 FIRKA RİSALESİNDEKİ
RAVENDİYYE FIRKASI
İLE İLGİLİ
DEĞERLENDİRMELER
Prof. Dr. Arif YILDIRIM*
İslâmî iman esaslarının neshedilmesi mümkün değildir. Allah’ın tek
dini olan İslâm’ın iman esasları nitelik ve nicelik bakımından değişmeyeceği gibi, Hz. Peygamberden
önceki peygamberlerden hiç birinin
şeriatının boş olmadığı temel ibadet ve ahlâk esasları da nicelik bakımından
bazı
değişiklikler
gösterse bile, nitelik bakımından
değişiklik göstermez. Bütün ibadet
ve ahlâk esaslarının kısaca adı
sâlih ameldir.
42
1. İbn Ravendî Kimdir?
Adı Ahmed, baba Adı Yahya’dır. Isfahan’ın Kasan nahiyesine bağlı Ravend
(veya İranlıların okuyuşuyla Rovend) köyündendir. Bağdat’ta yetişmiştir. Önceleri
Mu’tezileden idi. Sonra onların öğretilerini
bırakarak aleyhlerine döndüğü ve “Fazîhetü’l- Mu’tezile” adlı bir eser kaleme aldığı
rivayet edilmiştir. Mu’tezile âlimlerinden
Hayyât ünvanıyla meşhur olan Abdurrahman b. Muhammed, onun Mu’tezile aleyhindeki iddialarını reddetmek üzere
“el-İntisâr” adlı eserini yazmıştır. İbn Ravendi hakkında çeşitli ve bazen çelişkili
sözler söylenmiştir. Meselâ, İslâm’a ve
ondan ayrılan Yahudi ve Hıristiyanlık dinlerine karşı çıkarak, mülhitliğini ilan eden
bir zındık olduğu rivayeti yanında, İslâmiyet aleyhine yazmak için Yahudilerden
para aldığı, Kur’an’a nazîre yazmaya kalkıştığı söylendiği gibi, sonradan bu görüşlerine dair eser yazdığı, Ebû İsa el-Varrâk
isimli İslam düşmanı kişiye karşı peygamberliği savunduğu da rivayet edilmektedir .
Bağdat’ta normal olarak veya îdam edilerek öldüğü rivayet edilmektedir.
Ölüm tarihi konusunda da farklı rivayetler vardır. Bir rivayete göre; bu tarih
245/859, daha meşhur olan rivayete göre;
298/910, bir diğer rivayete göre;
Temmuz 2010
301/913’tür. 398/1007 şeklindeki tarih, muhtemelen 298/910’un yanlış yazılmasından kaynaklanmaktadır.
indiği bilinen her mukaddes kitab ile amel etmenin
hak olduğunu söylerler. Bu kitabın nâsih (neshedici) veya mensûh (neshedilmiş) olması birdir
2. Ravendiyye Fırkası:
Ravendiyye fırkasını Ekmeleddin gibi yorumlayan kelâmcılar İbn Ravendî’nin bu konuda
bir kısım Yahudileri etkilediği ve onların bununla
ilgili olarak bazı iddialar geliştirerek, bunları ispat
etmek için bir takım aklî ve naklî deliller ileri sürdükleri kanaatindedirler. Şimdi bu delilleri görelim.
İbn Ravendî’ye nisbet edilen bu fırka konusunda farklı rivayetler vardır. Aşırı bir Kelâm fırkası olduğu veya Mu’tezile fırkalarından olduğu,
tek bir fırka olmayıp, VIII. Hicrî asrın ortalarında
Horasan bölgesinde ortaya çıkmış olan Abbasiler
şiasından birkaç fırkanın adı olduğu söylenmektedir . Bu ifadeye göre Ravendiyye ile Abbasiyye fırkaları Ravendiyye adı altında birleştirilmektedir.
Ravendiyye fırkasını Abbasiyye fırkasından ayrı
olarak verenler de vardır . Buna nazaran, Hz. Peygamberden sonra imametin Abbas b. Abdulmuttalib’in evladında olması gerektiğine dair
Peygamberden açıklamanın bulunduğu görüşünde
Abbasiyye ile aynı kanaati paylaşması dolayısıyla,
kimisinin bunların tek fırka olduğunu zannettiği
düşünülebilir.
Bizim kaynak olarak aldığımız Ekmeleddîn
Risalesinde ise Ravendiyye, neshin olamayacağını
savunan bir fırka olarak tanıtılmaktadır. Bu tarif,
İbnu’l-Cevzî’nin bu fırkayı “nâsih veya mensûh
olsun, mukaddes kitaplardan herhangi birisi
ile amel etmeyi caiz gören” olarak tarifine benzemektedir. Çünkü nâsih olsun mensûh olsun her
mukaddes kitap ile amel etmek caiz ise o takdirde,
nâsih ile mensûh eşit kabul ediliyor, demektir. Bu
da neshin hükümsüz kabul edilmesinden başka bir
şey değildir.
B. Şeyh Ekmeleddin’in 73 Fırka Risalesinde
Ravendiyye Fırkası
Bayburtlu Şeyh Ekmeleddin (ö.786/1384)’in
risalelerinden birisi de 73 fırka ile ilgilidir. Ekmeleddin’in bu risalede saydığı fırkalardan birisi de
Ravendiyye fırkasıdır. Elimizdeki yazmada Şeyh
Ekmeleddin bu fırkanın tanımını yapmamaktadır.
Kanaatimizce, asıl nüshada bu tanım yapılmış
fakat sonradan bu kısım müstensih tarafından yanlışlıkla düşürülmüştür. Ravendiyye fırkasını zikreden müelliflerden birisi de Şeyh Ekmeleddin’den
çok
önce
yaşamış
olan
İbnu’l-Cevzî
(ö.508/1114)’dir. Bu müellif, Telbîsu-İblîs adlı eserinde İbn Ravendî’ye bağlı olan Ravendiyye fırkasını şu şekilde tanımlamaktadır: Bunlar, Allah’tan
Temmuz 2010
C. İbn Ravendî’den Etkilenen Yahudi Grubunun Delilleri
1.Aklî Delilleri:
Yahudilerden az sayıda bir topluluk, Hz.
Mûsa şeriatının Kıyamete kadar bakî olduğunu
iddia etmişlerdir. Onlara göre, Hz. Musa, Cumartesi yasağının ve Tevrat’ın diğer hükümlerinin gökler ve yer durdukça devamlı olduğunu söylemiştir.
Hz. Musa’nın bu sözü söylediği, mütevatir rivayetle sabit olmuştur. Şu halde Hz. Musa şeriatının
neshedildiği iddiası bâtıldır. Çünkü Hz. Musa’nın
peygamberliği, bizim (Yahudi grubunun) ve Müslümanların ittifâkı ile sabittir. Müslümanlar, neshi
caiz görmeleri ile birlikte kendi şeriatlarının ebedî
olduğunu söylerler. O halde, bir yandan Müslümanların Hz. Musa’yı peygamber kabul etmeleri,
öbür yandan neshi caiz görmeleriyle birlikte kendi
şeriatlarının ebedî olduğunu söylemeleri, bizim Hz.
Musa’nın tevatür yolu ile gelen haberine binaen,
onun şeriatının da ebedî olduğu (neshi kabul etmeyeceği) yolundaki iddiamızı doğrulamalarını
gerektirir . Hz. Muhammed’in peygamberliğine
inanan, ancak, onun yalnız Araplara ve peygamber gönderilmeyen diğer insanlara gönderildiğini,
dolayısıyla kendilerinin Kur’an’a uymak zorunda
olmadıklarını savunan sonraki Yahudi fırkalarından Îseviyye, Şarkâniyye ve Müşkâniyye de benzer görüşü paylaşmaktadırlar.
İslâm Kelâmcılarının Bu İddiayı Değerlendirmeleri
Aralarında Cüveynî (ö.478/1085) ve Âmidî
(ö.631/1233)’nin de bulunduğu birçok kelâmcının
kanaatine göre, mezkûr Yahudiler’in ve onların görüşünü paylaşanların Hz. Musa’nın şeriatının
ebedî olduğu yolunda kendilerine mütevatir haberin ulaştığı iddiası, İbn Ravendî’nin Hz. Mu-
43
hammed’in peygamberliğine karşı çıkmak maksadı
ile uydurduğu bir yalana dayanmaktadır . İbn Ravendî, Hz. Muhammed’in dinde müsamahakâr
davranmasından da cesaret alarak, Hz. Muhammed’in Peygamberliğine karşı çıkmak maksadı ile
böyle bir yalanı uydurmuş ve cahil tâbilerine kabul
ettirmiştir. Hz. Musa’nın şeriatının veya Cumartesi
yasağının ebedî olduğunu söylediği yolundaki
naklin doğruluğu sabit olmamıştır. Böyle bir rivayet Hz. Musa’ya iftiradır ve bu rivayetin mütevatir
olduğu iddiası, kibir ve inattan başka dayanağı olmayan bir iddiadır. Hz. Musa ve Hz. İsa’nın, Hz.
Muhammed’in peygamber gönderileceğini müjdeledikleri, Kur’an’ın beyanları ile sabittir. Şu halde
Kur’an’ın kendisinden önceki bir takım hükümlerde değişiklik yapacağı, gerçek Tevrat ve İncil ile
de sabittir. Neshin tamamıyla batıl olduğu şeklindeki Yahudi iddiası ise, Tevrat’ın kendisinden önceki bazı dini hükümlerde yaptığı bir takım
değişikliklerle yıkılmaktadır. O halde, önceki şeriatların, Hz. Muhammed’in şeriatı ile neshedilmediği şeklinde bir iddianın herhangi bir Müslüman
tarafından yapılmış olması düşünülemez ve Hz.
Muhammed’in peygamber gönderilişinden sonra,
hiç kimsenin Kur’an’ın onayı olmadan, önceki peygamberlerin şeriatlarıyla amel etmeleri helal olmaz
2. Mezkûr Yahudilerin Kur’an’dan Delilleri:
Aynı şekilde, Mâide 47. ayette Hıristiyanlara
İncil’e göre hüküm vermeleri emredilmekte ve Allah’ın indirdiği ile hüküm vermeyenlerin fâsık oldukları bildirilmektedir.
48. ayette Allah’ın her dinî topluluk için bir
şeriat ve yönetmelik koyduğu, dileseydi bütün insanları tek bir şeriata bağlı kılabileceği, ancak her
topluluğun hayat şartlarına uygun kanunların konulmasının daha doğru olması sebebi ile farklı topluluklar için farklı kanunlar koyduğu, her
topluluğun kendi şeriatıyla sınandığı, o halde farklı
şeriatlara bağlı olan toplulukların iyiliklere yarışırcasına koşması gerektiği ifade edilmektedir.
Mâide 66. ve 68. ayetlerde Ehl-i Kitab’ın
Tevrat ve İncil’in hükümlerini yerine getirmelerinin onların maddi-manevi yararına olacağı, bunu
yapmamaları durumunda hiçbir şekilde doğru
yolda olamayacakları bildirilmektedir.
İslâm Bilginlerinin Bu İddialara Dâir Değerlendirmeleri:
1. Bakara sûresi 62. ayette kurtuluş için zikredilen Allah’a ve Âhiret’e inanarak iyi işler yapmak, icmalî iman çeşitlerinden biri ve ona bağlı
olarak iyi işler işlemektir. İcmalî iman, tafsilî imanı
Gerek anılan Yahudi topluluğu, gerekse onların görüşünü paylaşan Yahudi mezhepleri, iddialarını Kur’an’ın bir kısım ayetleriyle de isbat
etmeye kalkışmışlardır. Bu ayetlerin başında Bakara sûresi 62., Mâide sûresi 42.–50., 66.,68. ayetleri gelmektedir. Bakara sûresi 62. ayette Allah’a
ve Âhiret’e inanıp iyi işler yapan Yahudi, Hıristiyan ve Sabiîlerin kurtulacakları bildirilmektedir.
Mâide 42. ayette, Yahudilerden bir cemaatin bir
konuda hüküm vermesi için, Hz. Muhammed’e
başvurdukları bildirilmekte, ancak ilgili hükmün
Tevrat’ta mevcut olması dolayısıyla, Peygambere
hüküm verme mecburiyetinin olmadığı, hüküm
verecekse âdil hüküm vermesi emrolunmaktadır.
Bu durumun, Tevrat Ehli’nin Kur’an’a göre hüküm
verme mecburiyetinde olmadığını gösterdiği iddia
edilmektedir.
Mâide 44. ve 45. ayetlerde ise Allah’ın indirdiği ile hüküm vermeyenler kâfir ve zalim olmakla
nitelendirilmektedir.
44
Temmuz 2010
kapsar. Dolayısıyla bu iki iman şekli birbirinden
kopuk olamaz. Aksi halde, Kur’an’da çelişki bulunmak lazım gelir. Tafsilî iman, Bakara sûresi 285.
ve Nisâ sûresi 136. ayetlerde Allah’a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret’e inanmak
olarak verilmektedir.
fassal ve muhkem ayetleri ile hiçbir itiraza mahal
İslâmî iman esaslarının neshedilmesi mümkün değildir. Allah’ın tek dini olan İslâm’ın iman
esasları nitelik ve nicelik bakımından değişmeyeceği gibi, Hz. Peygamberden önceki peygamberlerden hiç birinin şeriatının boş olmadığı temel
ibadet ve ahlâk esasları da nicelik bakımından bazı
değişiklikler gösterse bile, nitelik bakımından değişiklik göstermez. Bütün ibadet ve ahlâk esaslarının kısaca adı sâlih ameldir.
yalım.
Kur’andaki her mücmel ifadenin bir açıklayıcısı veya başka bir deyiş ile, her müteşa- bih ayetin bir muhkemi vardır. İlimde râsih olanlar, yani
gerçek bilgide derinleşenler, müte- şabihatın açıklayıcısı olan muhkematın hangi ayetler olduğunu
belirlemede uzman olanlardır. Bakara sûresi 62.
ayet mücmel veya müteşabih, Bakara 285. ve
Nisâ 136. ayetleri bunların mufassal ve muhkem
şekilleridir. Ancak, Bakara 62. ayetin mufassal ve
muhkemi yalnız sözü geçen iki ayet değildir. Özellikle En’âm sûresi 92. ayette, hiç bir şüpheye yer
bırakmayacak şekilde, Âhiret’e inananların
Kur’an’a inanmak ve sürekli namaz kılmak zorunda oldukları vurgulanmaktadır. Ayetin bu ifadesi, akl-ı selîmin de gereğidir. Çünkü Âhiret’i ve
namazı gerçek şekilleriyle anlatan yegâne hak
kitap Kur’an’dır.
Âhzab sûresi 21. ayette ise Allah ve Âhiret
İnancına kavuşmayı umabilmek için, Hz. Muhammed’in örnek alınması gerektiği bildirilmektedir.
Mümtehine sûresi 6. ayet ise buna şu önemli ilaveyi yapmaktadır: Gerçek Allah ve Âhiret inancına
ulaşma umudunu taşıyabilmek için, Hz. Muhammed’i örnek almak kaçınılmazdır. Çünkü Hz. İbrahim’in Tevhid-Hanîf Dini’ni, yani İslam’a bağlı
milleti temsil etme hak ve yetkisi son olarak, yalnız
Hz. Muhammed’e verilmiş bulunmaktadır.
2. Mâide sûresi 43. ve devamındaki ayetler
de Kitab Ehlinin Hz. Muhammed’in kanununa
bağlı olmadığını göstermez. Çünkü bu ayetler de
mücmel olup, özellikle Âraf sûresi 156.–158. muTemmuz 2010
bırakmayacak biçimde, açıklığa kavuşturulmaktadır. Şimdi önce bu Âraf 156.–158. mufassal ve
muhkem ayetlerin içeriğini özetleyelim sonra da
mücmel şekilleri olan Mâide sûresi 43.–48., 66. ve
68. ayetlerin onlara aykırı olmayacağını ortaya ko-
Âraf sûresi 156.–158. ayetlerde özetle şu
kat’i ve muhkem açıklamalar yapılmak- tadır:
Dünya ve Âhiret mutluluğuna ve Allah’ın geniş
rahmetine kavuşabilecek olanlar, Allah’ın ayetlerine inanarak O’nun yasaklarını işlemekten korunanlar ve zekâtı verenlerdir. Bunlar, yanlarındaki
Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları Ümmi Nebî ve
Resûle uyanlardır. Bu Ümmi Nebî ve Resûl, Tevrat
ve İncil Ehline Allah’ın doğru tanıdığı iş ve davranışları yapmalarını emredecek ve kötü olarak tanıdığı
iş
ve
davranışları
yapmalarını
yasaklayacaktır; temiz ve yararlı şeyleri onlara
helâl, yaramaz ve iğrenç şeyleri onlara haram
edecektir; üzerlerindeki ağır görevleri ve hareketlerini kısıtlayan zincirleri kaldıracaktır. İşte Kitab
Ehlinden kurtulabilecek olanlar bu Ümmî Nebi ve
Resûle inanan, ona saygı duyan, yardım eden ve
ona indirilen aydınlığa (Kur’an’a) uyanlardır.
Âraf 158. ayette Allah, Hz. Muhammed’e;
yalnız Tevrat ve İncil Ehli’ne değil, onlarla birlikte
bütün insanlara Allah’ın gönderdiği bir peygamber olduğunu, Allah’a; O’na ve O’nun kelimelerine inanan Ümmi Nebî ve Resûle inanmalarını ve
kanunlarına uymalarını, doğruyu bulmalarının ve
kurtuluşa ermelerinin buna bağlı olduğunu ilan etmesini emretmiştir. Sebe’ sûresi 28. ayet de bu son
ayeti pekiştirmekte ve Hz. Muhammed’in bütün
insanlara müjdeleyici ve sakındırıcı olarak gönderilmiş bir peygamber olduğunu, gerçek bu iken, insanların pek çoğunun bunu bilmezlikten
geldiklerini bir kez daha dünyaya duyurmaktadır.
Nihayet Ahzâb sûresi 40. ayette Hz. Muhammed’in Allah’ın gönderdiği resûl ve nebilerin
sonuncusu olduğu haber verilerek, peygamberlik
zincirinin onunla mühürlendiği duyurulmaktadır.
Hz. Muhammed’in peygamberliği konusundaki bu
muhkem (açık, seçik) ayetlerden sonra, şimdi de
bu konudaki mücmel ve müteşabih ayetlerin onlardan farklı düşünülemeyeceğinin izahına gelelim.
Önce Mâide sûresi 43. ayeti ele alalım.
45
dirmelerine rağmen, şimdi onun halen yazılı bulunan hükmünü uygulamıyor ve bu davranışlarını,
hükmün Tevrat’ta mevcut olmadığını söyleyerek,
yani Tevrat’ın hükmünü gizlemeye kalkarak mâzur
göstermek istemişlerdi. Hz. Peygamber hükmün
Tevrat’ta mevcut olduğunu, iyi niyetli Tevrat bilginleri eliyle belgelemiş, daha sonra bu konuda
vahiy de gelmişti. Mâide 42. ayet Yahudi topluluğun bu davranışının, yalnız Hz. Muhammed’i inkâr
olmayıp aynı zamanda Tevrat’ı da iki defa inkâr
anlamına geldiğini ortaya koymuştur.
Hayber Yahudilerinden bir topluluk, Hz. Muhammed’e gelerek içlerinden evli oldukları halde
zina ettikleri ortaya çıkan bir erkek ve bir kadının
dini hükmünün ne olduğunu belirtmesi için, kendisini hakem seçtiklerini bildirmişlerdir. Hz. Muhammed hem dinî hem dünyevî bir kişi
konumundaydı. Dolayısıyla, böyle bir konuda
hüküm vermesi onun görevi idi. Ancak, onu
hakem seçenler ona inanmadıklarını, Tevrat’ın kanunlarına bağlı kalmak istediklerini bildirmişlerdi.
Dinde zorlama olmadığı için, Hz. Peygamber onlara Tevrat’a bağlı kalma hürriyetini tanımıştı. Üstelik Tevrat’ın sözü geçen konudaki hükmünde
şimdilik Kur’an’da bir değişiklik gelmemişti. Bu durumda peygamberin yapacağı şey, onları Tevrat’ın
hükmünü uygulamaya çağırmaktı. Kendisine inanmayanlara, kendisine inanmışlar gibi davranmak
zorunda değildi. Mâide sûresi 42. ayet bunu bildirmektedir. İşte bu yüzden bu Yahudi topluluğa
Hz. Peygamber, Tevrat’taki hükmü uygulamalarını
söylemişti. Bu hüküm, mezkûr suçluların recm
edilmesi gerektiği şeklinde idi. Ancak, onlar Hz.
Peygamberden, recimden daha hafif bir cezaya
hükmetmesini bekliyorlardı. Öyle olmayınca, onun
hükmüne uymamışlardı.
Durum enteresandı. Zira bu Yahudiler, Tevrat’a bağlı olmakta devam etmek istediklerini bil-
46
Birinci inkâr, Tevrat’ta mevcut olduğunu bilerek, onu uygulamamalarından; ikincisi, ise Hz.
Muhammed’in hakemliğine başvurmalarını haklı
göstermek için, onun Tevrat’ta mevcut olmadığını
söylemelerinden geliyor. Ancak, gerçeğin hem Yahudi âlimlerinin beyanı, hem de vahiy ile tevsik
edilmesinden sonra dahi, Hz. Muhammed’in hükmüne razı olmamaları üçüncü bir inkârı teşkil eder.
Hz. Muhammed’in peygamberliğini zaten inkâr
ediyorlardı. Bu da dördüncü bir inkâr sayılır. Sözü
geçen ayette onların inanan olmadıklarının belirtilmesinden sonra, 44. ayette kâfir, 45. ayette zalim
olduklarının vurgulanması bu katmerli küfürleri
dolayısıyladır.
Hulâsa, burada Hz. Muhammed’in peygamber gönderilişinden ve Kur’an’ın kendisine indirilmeye başlayışından önce, Yahudilerin Tevrat’ın
kanunlarına bağlı oldukları, Hz. Muhammed’in gelişi ile Kur’an’ın kanunlarına bağlanmaları gerektiği, ancak onların bunu inkâr ederek, Tevrat’a
bağlı kalmakta devam etmek istediklerini bildirmelerine rağmen, Tevrat’ın hükmüne uymadıkları,
bildirileri hilafına, Hz. Muhammed’in hakemliğine
başvurdukları, sonra da onun hükmüne razı olmadıkları, bunun ise hem Hz. Muhammed’i hem de
Tevrat’ı inkâr anlamına gelen bir tutarsızlık olduğu
bildirilmek istenmektedir. Mâide sûresi 47. ayet de,
İncil’e bağlı olduklarını iddia edenlerin tarihi durumuna değinmektedir. İncil ile -az da olsa- Tevrat’ın bir kısım hükümleri değiştirilmişti. Kur’an
İncil’e tabi olduklarını söyleyenlere hitaben şöyle
diyor: Ey İncil Ehli, Hz. Muhammed’in peygamber
gönderilmesinden ve Kur’an’ın kendisine indirilmeye başlamasından önce siz Tevrat’ın yanında,
İncil’in de bir kısım hükümlerine bağlıydınız. O
zaman size de Allah’ın İncil’de indirdiği ile hüküm
vermeniz emredilmiş, bu emre uymayanların fâsık
olacağı bildirilmişti.
Temmuz 2010
Mâide sûresi 48. ayet ise, Hz. Muhammed’in
peygamber gönderilişi ve Kur’an’ın kendisine indirilmeye başlayışından itibaren artık Ehl-i Kitabın
ve diğer bütün insanların Kur’an’ın kanunlarına
bağlı olduğunu bildirmektedir.
Bu ayette ayrıca dikkat çekilen noktaları tek
tek ele alalım:
a)Kur’an kendisinden önceki İlahî kitapların
gözetleyicisi ve değerlendiricisidir. O halde, Tevrat
ve İncil’in beyanlarından Kur’an’ın ilkelerine
uygun olan ayetler doğru, uygun olmayanlar ise
ya Kur’an ile neshedilmiş veya Kitap Ehli’nce tahrif edilmiş bilgilerdir.
b)Şu halde Kur’an’ın indirilişinden sonra,
Ehl-i Kitab ikiye ayrılmıştır. 1) Müslüman olanlar
2) Müslüman olmayanlar. Kur’an’ın sıcak baktığı,
Müslüman olan Kitab Ehli’dir. Arzularına uymayı
sapıklık ve isteklerine boyun eğmeyi küfre dönüş
olarak nitelendirdikleri de Hz. Muhammed’e ve
Kur’an’a inanmayan Kitab Ehli’dir. (Âli İmran 3,
100; Mâide 5, 48.)
c)Haklarında “Sizden her biriniz için bir şeriat koyduk ” denilenler iki grup oluştururlar: 1)
Hz. Muhammed’in peygamber gönderilişinden öncekilerin oluşturduğu grup ki, bunlar zaman dilimine girdikleri peygamberin şeriatına bağlı olmak
zorunda bulunanlardır. 2) Hz. Muhammed’in peygamberlik dönemine yetişenlerin oluşturduğu grup
ki, bunlar da Hz. Muhammed’in kanunlarına
uymak zorunda olanlardır.
d)Bu ayette, yarışırca koşulması istenen iyilikler, Kur’an’ın bildirdiği iyiliklerdir. Çünkü Hz.
Muhammed’i ve Kur’an’ı inkâr etmenin hayırlı işlerden olamayacağı aşikârdır. Dolayısıyla şirki,
Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’i inkâr uğrunda yarışılma emrini Kur’an’a nisbet etmek, Kur’an’ın
kendi kendisini yıkmasıyla eşdeğerdedir. Maide
48., 49. ve 50. ayetler bu hususu ortaya koymakta
ve Kur’an’ın getirdiği hükümlere aykırı düşen hükümlere uymayı sapıklık sayarak, Peygamber’i ve
Müslümanları Kitab Ehli’nin bu kabilden sözlerine
aldanmamak konusunda dikkatli olmaya çağırmaktadır.
onların tahrifata uğramamış şekilleridir. Bunlardaki hükümlerin ne olduğu, özellikle Âraf ve Muhammed sûrelerinde açıklanmıştır. Bu durum göz
önünde bulundurulduğunda, Tevrat ve İncil’in orijinalleriyle Kur’an arasında bir çelişkinin bulunmadığı ortaya çıkacaktır. İbn Hazm, Mâide sûresi
66. ve 68. ayetlerin Ehl-i Kitab’a bir meydan
okuma olduğunu söylüyor. Bu yoruma göre, sözü
geçen ayetler Tevrat ve İncil’e bağlı olduklarını,
onların gereğini yerine getirmekle vazifeli bulunduklarını iddia edenlere: “Siz Tevrat ve İncil’de
birçok tahrifat yaptınız. Onlardaki birçok
ayetleri ya değiştirdiniz veya gizlediniz.
Şimdi sizin bunları açığa çıkarmanız, sizi ele
verir. Dolayısıyla siz bu art düşüncede olduğunuz müddetçe bunu yapamazsınız” denilmek istenmektedir .
SONUÇ
Hz. Musa’nın şeriatının ebedî olduğu, neshi
kabul etmeyeceği, dolayısıyla Kur’an’ın indirilişinden sonra da Tevrat ve İncil’e göre hareket edilebileceği
iddiası,
İbn
Ravendî’nin
Hz.
Muhammed’in peygamberliğini inkâr etmek maksadıyla uydurduğu ve bir grup Yahudiye aşıladığı
bir yalandır. Kur’an’ın gelişinden sonra da önceki
şeriatlar ile amel etmenin caiz olacağını söylemek,
bir Müslüman için mümkün değildir. Bu sebeple
Bayburtlu Şeyh Ekmeleddin, 73 fırka Risalesinde
Müslümanları böyle bir sapık inançtan sakındırmak için, İbn Ravendî isimli itikat sicili bozuk bir
kişinin yoldaşları olan Ravendiyye fırkasını onlara
tanıtmayı gerekli görmüştür. Sonraki Yahudi fırkalarından Îseviyye’nin ve onların görüşünü paylaşanların iddiası da İslam’a aykırı ve çelişkilidir.
.................................................
*Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
1)Krş. Heyet, Musavver Dairetü’l-Meârif, İstanbul, 1913, I, 512; Heyet, el-Muncid fi’l-A’lâm, Beyrut, 1973, s.304.2)Bkz. Heyet, el-Muncid fi’l-A’lâm, s.304; Maturidî, Kitabu’t-Tevhid, nşr. Bekir Topaloğlu, Ankara, 1423/2003, 288. sayfanın
4 nolu dip notu; Heyet, el Mu’cemu’l-Arabiyyu’l-Esasî, Tunus, 1408/1988, s. 497.
3)Ebu Ya’lâ, Muhammed b. Hasan, el Mu’temed, Beyrut, 1974, s. 225; Nevbahti, Hasan b. Musa, Fıraku’ş-Şîa, Beyrut, 1404/1984, s. 36. 4)İbnu’l-Cevzî,
Abdurrahman, Telbîsu İblîs, Beyrut, 1403/1983, s. 28. 5)Cüveynî, İmamu’l Haremeyn, Abdu’l Melik b. Abdullah, el-İrşâd, Beyrut, 1405/1985, nşr. Es’ad Temîm,
s. 286 ; krş. Âmidî, Seyfuddîn, Ebu’l Hasan Ali, el-İhkâm fi-Usûli’l Ahkâm, nşr.
İbrahim el-Acûz, III, 114. 6)Cüveynî, a.g.e. , s. 286; krş. Âmidi a.g.e, III, 114.
7)Krş. Îcî, Adududdîn Abdurrahman b. Ahmed, Mevakıf – Cürcani, Seyyid Şerîf
Ali b. Muhammed, Şerhü’l- Mevakıf, İstanbul, 1311, III, 204 Molla Hüsrev, Mu-
;
hammed b. Feramuz, Mir’ât, İstanbul, 1317, s. 370; Taftazânî, Mesud b. Ömer,
Mâide suresi 66. ve 68. ayetlerde, gereklerinin yerine getirilmesi emrolunan Tevrat ve İncil,
Temmuz 2010
Şerhu’l Makasıd, İstanbul, 1305, II, 258. 8)Krş. İbn Hazm, Ebu Muhammed Ali,
el-Fisal, tsz, I, 213.
47
Ramazan Işık:
“Sizin duanız
birçok insanı
dize getirecek.”
Röportaj: Aydın BAŞAR
Ramazan Işık Hoca, lise yıllarından
beri Arapça’dan tercümeler yapıyor… Kitapları çıkıyor. Sohbet ve konferansları ile
peygamberimizi anlatmaya devam ediyor.
Bir Arapça sevdalısı olan hoca gençlik yıllarında Arabistan’da ve Irak’ta bulunmuş.
Mekke’de Muhammet Es Sabuni ve Mahmut es Savaf gibi alimlerin derslerine katılmış… Burhan Dergisi okurları için
kendisi ile özel bir söyleşi yaptık...
Muhterem Hocam inşallah sizinle güzel bir söyleşi yapacağız. Bu
sohbetten bir kişi bile istifade etse
yeter diye düşünüyorum.
“Size öyle bir metot öğreteyim ki siz onunla mutluluğa
erersiniz. Aranızdaki sevgi
saygıyı artırır, düşmanlıkları
bertaraf edersiniz. Aranızda
selamı yayınız.”
48
İnşallah. Bizim elimizde olan bir şey
yok. Allahü Teala ne nasip ederse onu söyleriz... Kısmettir konuşmak… Allah ne
nasip ederse konuşuruz.
Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
1947 Mardin Ömerli doğumluyum.
İlkokulu kazamda bitirdikten sonra Diyarbakır İmam Hatip Lisesi’ni bitirdim. Sonra
İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nün sınavlarına girdik, nasip oldu kazandık. Dört
sene de burada okuduk. 73’de mezun
olduk. 77’de İmam Hatip liseleri açılınca
müdür mavini olarak çalışmaya başladım.
Temmuz 2010
Bir ara Diyanet’te de görev yaptım. Yeminli tercüman olarak Arabistan’da epey bir zaman bulundum. Sene 82’ydi…
Tercümelere ne zaman başladınız?
İmam Hatip Lisesi’nde talebe iken Arapça
makaleler olsun, kitaplar olsun elime ne geçerse
okuyordum. Hatta o eserlerden bazı tercümeler
yapıyordum. Böylece tercümeye karşı sevgim, rağbetim arttı. Zaten bir lisan olarak Arapçayı çok seviyordum… Herkese Arapça öğrenmelerini ve bu
dildeki kitapları okuyup anlamalarını tavsiye ederim. En başta Kur’an’ı ve hadisleri anlamamız için
bu dili bilmek çok mühim ve lüzumludur.
Genelde ne tür kitaplar tercüme ediyorsunuz?
Çalıştığım yayınevinin sahibi çoğu zaman
Mekke’ye, Medine‘ye gidiyor, bazen Mısır’a kitap
fuarlarına gidiyor. Oralarda bugünkü şartlarda faydalı olabilecek, bugünkü insanlara uygun kitapları
seçip getiriyor. Onları tercüme etmeye çalışıyoruz.
Mesela “Amellerin Fazileti” diye yeni bir kitabımız
çıktı. “Muhammed Ümmetinin Şerefi” isimli bir kitabımız da basıldı. Bu kitabın özeti şudur: Bugün
insanlık kan ağlıyor ve biz ümmet şuuruna ulaşırsak dünya cennette dönüşür, kan ve gözyaşı ancak
bu sayede biter. Bir de daha önceden Muhammet
Hasaneyn’in; “Kur’an’ı Kerim’in Lügati” var; onu
çevirmiştim. Muğlâk olan yerleri izah ediyor. Bundan başka kitaplarımız da var…
ilmi konuşuyorlardı. Fetva isteyenler dersten sonra
ayrıca soruyordu.
O derslerden aklınızda kalan bir anekdot var mı?
Size Medine’de duyduğum bir kıssayı anlatayım: İmam Malik malum Medine-i Münevvere’de
yaşamış mübarek bir zat. Maliki mezhebinin kurucusu… Onun zamanında bir kadıncağız vefat ediyor. Art niyetli bir yıkayıcı onu tek başına yıkarken,
acaba kiminle oturmuş kalkmış gibisinden fesat bir
fikir geçiriyor aklından. Yani onun hakkında kötü
zanda bulunuyor. Bir de bakıyor ki yıkayıcının bir
eli ölünün vücuduna yapışmış… Ölü sahipleri yıkayıcı kadınının çıkmasını bekliyorlar. Tabi kadın
çıkamıyor. İçeri girip bakınca bu tuhaf manzarayı
görüp şaşırıyorlar. O dönemin fetva veren âlimleri
arasında yıkayıcı kadının durumu tartışılmaya başlıyor. Bir fikir ayrılığı çıkıyor; kimisi “ölünün vücudunu keselim” diyor; kimisi de “öbürünün eli
koparılsın” diyor. Birisi çıkıp diyor ki: “İmam-ı
Malik yanı başımızda, gidip ona haber verelim.”
Sonra ona haber veriyorlar, o da geliyor. İmam
Malik Hazretleri kadına diyor ki “Sen bu kadını yıkarken aklından ne geçirdin, o esnada ne yaptın ki
bu durum başına geldi?“ Kadın korkuyor “böyle
böyle şeyler içimden geçirdim, su-i zanda bulundum” diyor ve gerçeği anlatıyor. İmam Malik diyor
ki: “Tövbe et ki Allahü Telala seni affetsin. Bir
daha kimsenin hakkında böyle su-i zanda bulunma. Hele ki bir kadın hakkında böyle şeyler düşünme…” Neticede kadın tövbey-i nasuh yapıyor
ve eli ayrılıveriyor…
Bir dönem Arabistan’da kaldığınızı söylediniz. Oradayken hangi âlimleri görmek
nasip oldu?
yız?
Harem-i Şerif’teki hocaların derslerine katıldım. Mesela “Saffettüt Tefasir” müellifi Muhammed Ali Es Sabuni’nin derslerine katıldım. Bunlar
tamamen ilmi dersler şeklindeydi. Onun bu üç ciltlik tefsiri bütün tefsirlerin özü gibidir, onda bütün
tefsirlerden alıntılar var. Mesela bizim Ebu’s Suud
hazretlerinden bile alıntılar var. Sade anlaşılır bir
tefsir. Tamamen rivayet tefsiri… Sabuni Hoca
Harem-i Şerif’te halka oluşturuyor. O halkaya hem
Ümme’l Kura’dan talebeler hem de halk katılıyordu. Bir de Mahmut Es Savaf’ın derslerine
çokça katıldım. O genellikle fıkhi konuları işliyordu. Soru sormak onlarda pek yoktu. Tamamen
Burada bir tane değil bir sürü dersler var. En
başta o mübarek insanların; mezhep imamlarının
ilimde ulaştıkları zirveyi bu sözlerinden anlıyoruz.
İmam-ı Malik’in meselelere nasıl yaklaştığını müşahede ediyoruz. Nasıl bir derinlik sahibi olduğu
ortada… Sonra bu kıssada ilim erbabına sormanın önemi ortaya konuluyor. Yani bilen birisine
sorduğunuz zaman müşkülünüzü halletmeniz
kolay oluyor. Bu bakımdan âlimler bizim için her
zaman bir müracaat kaynağıdır. Ama maalesef günümüzde âlimlerimizin de kıymeti bilinmiyor. Tabi
bu kıssadaki çok önemli mesajlardan birisi de
Müslüman’ın her zaman hüsnü zanda bulunması
Temmuz 2010
Bu hikâyeden nasıl bir ders çıkartmalı-
49
gerektiği şeklindeki öğüttür. Şimdi yıkayıcı kadın
kötü zanda bulunduğu için başına bu işler gelmiştir. Demek ki bizim de başımıza kötü bir iş geliyorsa önce kendi niyetimize yüzümüzü çevirmemiz
ve ona bakmamız lazım. Niyetini temizleyen kişi
başındaki marazlardan kurtulur.
Bildiğim kadarıyla Bağdat’ta Külliyetü’l
Adab Kısmıddin’de de bir sene kadar okudunuz. O yıllardan aktarabileceğiniz bir şey var
mı?
Orada pek fazla kalamadık. Aklımda da pek
fazla bir şey kalmadı doğrusu… Fakat Bağdat’taki
kütüphanede okuduğum bir kitapta şöyle bir şey
anlatılıyordu; sizinle onu paylaşayım. Bir adamcağız Bağdat’tan hacca gidecek. Arkadaşı diyor ki şu
malımın zekâtını al Mekke’de falanca fakire teslim
et. Mekke’ye varınca ne olur ne olmaz para kaybolur diye ilk işi parayı teslim etmeye çalışıyor.
Araştırıyor bir adres tarif ediyorlar. Kapıyı çalıyor.
Bir yaşlı adam kapıyı açıyor. “Buyur amca bu
senin hakkın” diyor. Adamcağız parayı evirip çeviriyor; “Benim komşumun durumu benden iyi değil
ona götür” diyor. Adam itiraz etmiyor komşusunun kapısını çalıyor. Durumu anlatıyor. O da tereddüt ediyor; alayım mı almayayım mı? Sonunda
“parayı ikiye böl yarınsı bana yarısını komşuma
ver” diyor.
Bunu okuduğumda çok hoşuma gitmişti.
Şimdi günümüzde “hep ben kazanayım ne olursa
olsun” deniliyor. Hak etmişim etmemişim önemli
değil... Bir insanın kardeşinin nefsini kendi nefsine
50
tercih etmesi ne müthiş bir diğerkâmlık örneği…
Komşuluk ilişkileri açısından da bu örnek çok ibretli…
İslam’da komşuluk mevzusunu biraz
açabilir misiniz? Efendimiz’in komşuluk hayatı nasıldı?
Efendimiz Medine’ye hicret edince orada Yahudi komşuları da oluyor. Onlara yolda rastladığı
zaman tebessümle hallerini hatırlarını soruyor. Onlardan bir tanesini birkaç zaman göremeyince
araştırıyor; hasta olduğunu, evde yattığını öğreniyor. O günkü örf adet üzere bir şeyler alıyor, hurma gibi şeyler- ve kapısını çalıyor. Karısı kapıyı
açınca şaşırıyor. İçeri buyur ediyor. Adam kalkmak
istiyor. Efendimiz “rahatsız olma, kalkma” diyor.
Biliyorsunuz İslam’da komşuluk hakları çok
mühim. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Cebrail
aleyhis selam komşuyu bana o kadar tavsiye etti ki
neredeyse komşu komşunun mirasçısı olacak sandım.” İşte Efendimiz bu düşünceden hareketle
onu ziyaret ediyor ve ona şifa diliyor. Bir İslam
peygamberi yahudinin kapısına gidiyor. Şu İslam’ın güzelliğine bakın. Adam ve ailesi Müslüman
oluyorlar. İslamiyet emniyet demektir, huzur demektir, Bu anlatılan incelik buna işaret ediyor. Yine
bir zat geliyor; “Ya Resulullah bana ne olur nasihatte bulun” diyor. Efendimiz tabi herkesin ihtiyacına göre cevap veriyor, mizacına göre, zaaf
noktalarına göre cevap veriyor. Adama; “kul muhsinen” buyuruyor yani “iyi insan ol” diyor. İhsan
kelimesi Cibriil hadisinde şöyle tarif ediliyor: Allah’ı görüyormuş gibi hayatını sürdürmektir. Yani
Temmuz 2010
Allah’ı görüyormuş gibi hayatını sürdüren insandır muhsin -yani iyi insan-. Bu sefer adam soruyor: “Ya Resulullah ben iyi bir insan mıyım?“
Efendimizin cevabı ibretlik: “Git ve komşuna bu
soruyu yönelt. Eğer komşun iyisin derse iyisin.”
İşte komşuluk bizim dinimizde bu kadar önemlidir.
Köy yaşantısında ve küçük şehirlerde
komşuluk ilişkileri daha sıcak oluyor. Oysa
İstanbul gibi büyük şehirlerde komşuluk
ölmüş vaziyette. Sizce büyükşehirlerde komşuluk nasıl olmalıdır?
İnsanların birbirlerine olan bağlantıları bakımından insan sosyal yaratılmıştır. Tıynetinde bu
mevcuttur, dolayısıyla yalnız yaşayamaz. Bu,
Adem aleyhis selam’dan günümüze kadar gelmiş
tüm insanlara şamildir. Yani insan nerde olursa
olsun sosyal yaşamanın gereğini yapmak durumundadır. Şehir hayatıymış, köy hayatıymış fark
etmez. Komşuluk ilişkileri her yerde ikame edilmelidir.
Bir de şöyle bir durum var: İstanbul’da
72 milletten insan var insanın komşularıyla
yakınlaşması bazen aleyhine olabiliyor. Yani
çeşitli marazlar doğabiliyor.
Sizin samimiyetiniz aradaki marazları yok
eder. Kötü niyetli dahi olsa onu yumuşatır. Şehir
yaşantısında komşularınızla ilişkilerinizi en güzel
seviyede tutmak zorundasınız. Aranızdaki sevgi ve
saygının artması için mutlaka selamın yaygınlaştırılması gerekir. “Selam” Müslümanların ihmal ettiği müthiş bir metottur. Terk ettik, muhabbet
ortadan kalktı, samimiyet kalmadı. Adam “bir
menfaati mi var bana niye selam verdi” diye düşünüyor. Şuraya bakın? Selamı artık garipser hale
geldik.. Oysa Efendimiz, tanıdık tanımadık herkese
selam vermemizi istiyor. Selam verirken de tebessümle verilirse bu sevap on misli, yirmi misli katlanıyor.
Yani selam art niyetleri yok ediyor…
Bazen otobüse biniyor selam verip birinin
yanına oturuyorsunuz. Elinize güzel bir eser alır
oturursunuz. Böyle yaparak belki onun alacağı
güzel bir mesaj veriyorsunuz. Selam verdiğiniz için
onun kalbini fethediyorsunuz. Efendimiz bu konuda şöyle buyuruyor: “Size öyle bir metot öğreteyim ki siz onunla mutluluğa erersiniz. Aranızdaki
sevgi saygıyı artırır, düşmanlıkları bertaraf edersiTemmuz 2010
niz. Aranızda selamı yayınız.” Selam verdiğiniz
zaman hüsnü niyet sahibi olduğunuz için o selam
dua makamında oluyor. O dua kabul oluyor ve o
kişiyi etkiliyorsunuz; o kişinin art niyetini ortadan
kaldırıyorsunuz. Çünkü sizin duanız birçok insanı
dize getiriyor. Ne buyuruyor Efendimiz: “Müminin niyeti işinden hayırlıdır.” Niye? Çünkü niyete riya karışmaz. Elinizdeki o güzel eserleri
okuyorsunuz. Mükemmel bir mesaj veriyorsunuz
o insana. Yani o adamın kalbini fethediyorsunuz.
Demek ki marazı ortadan kaldırmak için “selam”ı
bir metot olarak benimsememiz gerekiyor. Bir de
mahalledeki komşuların arasındaki sevgi ve saygının yayılması için cemaatle namazın teşvik edilmesi gerekiyor. Neden? Çünkü mescit Müslüman
hayatının en önemli parçasıdır. Efendimiz hicret
esnasında Kuba’ya ilk geldiğinde Kuba Mescidi’ni
inşa ediyor. Her taraf kumluk kayalık, derme
çatma bir mescit yapıyor. İşte size bir mescit…
Demek ki her şartta mescit hayatımızın içinde olacak. Mescit sosyal dokuyu kuvvetlendirdiği için
marazların doğmasına bir set oluşturuyor. Mescitle
ev arasında giderken bir fakir görüyorsunuz eline
bir şeyler tutuşturuyorsunuz, yolda bir taş görüyorsunuz onu kaldırıyorsunuz, bir kötülük görüyorsunuz engelliyorsunuz, bir kavga var
ayırıyorsunuz. Ne için? Allah rızası için... Mescitle
ev arasındaki şu hayata bakın. Bunları yapınca da
sevap kazanıyorsunuz. Bu sadece camiye gidinceye kadar… Mescide gidiyorsunuz bir de oradaki
sevaplar var. Orada gördüğünüz simalarla kaynaşıyorsunuz, kalpten kalbe giden bir yol var. Sevgi
muhabbet pekişiyor. İhtiyacı olan dile getiriliyor
“falana yardım edilecek” deniliyor, ne güzel….
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey
var mı?
Abdullah bin Selam bir Yahudi alimi, Tevrat’ı, İncil’i okumuş birisi. Efendimiz Medine’ye
hicret edince Efendimiz’i merak ediyor. Onu görmek için ön sıralarda yerini alıyor, görebileceği bir
yere oturuyor. Efendimiz teşrif edince uzun uzun
Efendimiz’in yüzünü süzüyor. İçinden “Allah’a
yemin ederim ki bu yüz yalancı yüzü olamaz” diye
geçiriyor ve o anda Müslüman olmaya karar veriyor. Daha Resulullah konuşmadan; sadece onun
yüzüne bakarak Müslüman oluyor. Abdullah bin
Selam diyor ki Efendimiz’in o gün bize ilk tavsiyesi şuydu: “Tanıdık tanımadık herkese selam
verin.”
51
İMAN
ÖNÜNDEKİ
EN BÜYÜK
ENGEL
TEKEBBÜR
üyüklenme, kendini büyük görme
manasına gelen tekebbür, çoğu kere
Kur’ân-ı Kerîm’de iman etmeye engel
olan sebeplerin başında zikredilir. Nemrut,
„Ben de Allah gibi öldürür diriltirim“ (Bakara,
258) diyerek uluhiyet davasında bulunarak
Allah’a iman etmeye yanaşmadığı gibi, Firavun da „Ben sizin en büyük rabbinizim“ (Nâziât- 24) diyerek kibirlenip Allah’ı kabule
yanaşmamıştır.
B
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE*
Kibirli insanlar, tarih boyunca peygamberlere karşı gelmiş, gerek peygamberleri, gerekse onlara tabi
olanları küçük görerek, inkârlarına
zemin hazırlamışlardır.
Keza, pek çok âyet-i kerîmede kibir ve
tekebbürün âhirete imân etmeye engel olduğu, âhireti inkâr edenlerin daha çok mütekebbir, kibirli kimseler olduğu ifâde
edilmiştir." Yer yüzünde haksız yere büyüklük
taslayanları âyetlerimden uzaklaştıracağım.
Onlar bütün âyetleri görseler de inanmazlar"
(A'raf, 146) âyetinde tekebbür eden, yer yüzünde büyüklük taslayan kimselerin âyetlerden öğüt almadıkları bildirilmektedir. Bu
âyetteki âyetler Kur'ân âyetleri veya mucizeler olabileceği gibi1 , kâinattaki bütün mevcudât da olabilir. Yer yüzünde kibirlenenler,
bütün bu âyetlerden ibret almazlar.2
"Musa da, ben hesap gününe inanmayan her türlü mütekebbirden benim ve sizin
rabbinize sığınırım dedi" (Mümin, 27) âyetinde de mütekebbir, hesap gününe inanmayan kimse olarak vasıflandırılmış ve kibirin
52
Temmuz 2010
âhireti inkâr edenlerin ayrılmaz bir vasfı olduğuna işâret edilmiştir. "İlahınız bir tek ilahtır. Ahirete inanmayanlara gelince, onların kalpleri inkârcı, kendileri de
büyüklük taslayan kimselerdir" (Nahl, 22) âyetinde
de, aynı durum ifâde edilmektedir.
Kibirli insanlar, tarih boyunca peygamberlere karşı gelmiş, gerek peygamberleri, gerekse onlara tabi olanları küçük görerek,
inkârlarına zemin hazırlamışlardır. Bir âyette,
"dediler ki, bu Kur'ân iki karyeden bir büyük adama
indirilseydi ya!" (Zuhrûf, 31) buyrularak, onların peygamberi küçük görerek imân etmediklerine işâret edilmiştir. Hz. Nûh'un kavmi de ona tabi olanları küçük
görerek şöyle demişlerdir: "Nûh kavminden ileri gelen
kâfirler dediler ki, biz seni sadece bizim gibi bir insan
olarak görüyoruz. Sana tabi olanların da basit görüşlü
alt tabakadan kimseler olduğunu görüyoruz. Sizin
bize karşı bir üstün tarafınızı da görmüyoruz. Bilakis
sizi yalancılardan zannediyoruz" (Hûd, 27). Hatta bu
durum, yani inananları küçük görmek, hafife almak
bütün cehennemliklerin ortak özelliği olacak ki,
Cenâb-ı Hak cennete giren mü'minleri göstererek onlara şöyle hitap etmiştir: "Allah'ın kendilerine hiç bir
rahmet erdirmeyeceğine dâir yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?! Girin cennete size ne bir korku ne de
hüzün vardır!" (A'râf, 49). Yine cennetliklerin cennette
iken cehennemliklere bakıp gülerek, onların dünyada
iken kendilerine gülmelerine mukabelede bulunmaları da bu duruma örnek olarak gösterilebilir: "Mücrimler dünyada iken mü'minlere gülüyorlardı. Onlarla
karşılaştıklarında kaş, göz hareketleriyle alay ediyorlardı. Ailelerine döndüklerinde, keyiflenerek dönerlerdi. Onları görünce, bunlar sapıkların tâ kendileridir
derlerdi. Halbuki onlar müminleri denetleyici olarak
gönderilmediler. Şimdi ise, (cennette) imân edenler
kâfirlere gülüyorlar. Koltuklar üzerinde bakarlar. Kâfirler yaptıklarının cezâsını buldu mu?!" (İnşikâk, 2936).
Kibirli insanlar, çoğu defa, hükümdarlar ve onların etrafında bulunan, memleketin ileri gelenleri
(mele') dir. Kurulu düzende mevki ve makamı yerinde
olan bu kimseler, Allah'a kul olmayı Allah'ın kulları
gibi muamele görmeyi kibirlerine yediremeyerek,
peygamberlerin tebliğ ettiği hakikatlere karşı çıkmışlardır. Kur'ân'da Firavun, Nemrud ve Karun bunların
tipik örneklerini teşkil ederken, Mekke sitesinin Ebû
Cehil, Velîd b. Muğîre, As b. Vâil, Utbe b. Ebî Rebiâları da Hz. Muhammed (s.a.v)'in davetine karşı çıkan
zulum otoriteleridir.3
Onların yolundan giden inkârcılardan birisi kibirlenerek şöyle diyor: "Bütün yönlerini derinlemesine ve ciddi bir şekilde araştırmadan önce âhiret
gününe imân akîdesi çok makûl bir şey olarak görülüyordu. Fakat araştırmalarımdan sonra bu inancın
yanlış olduğu(!) ortaya çıktı. Bu inancın zayıflığını kolayca ispat edebiliriz. Şöyle ki: Akıldan mahrûm,
câhil, hatalarının mesûliyyetini tahammul edemeyen
bir çiftçi cennete girecek, Goethe, Rousseau gibi dahiler ise, cehennem ateşinde yanacak. Buna göre
akıldan mahrûm insanın yaratılması Goethe ve Rousseau gibilerinden daha hayırlıdır. Böyle bir söz boş
ve zayıftır"4
Gariptir ki, yazar, Goethe ve Rousseau'nun hak
yoluna sülûk etmelerini değil de, hakkın değişmesini
talep ediyor. Hakk'a itaat etmeyince inkâr yolunu tutuyor.5
Görüldüğü gibi günümüzde âhireti inkâr edenlerin bahaneleri de geçmiştekilerle hemen hemen aynıdır ve kaynağında kibir yatmaktadır. Yukardaki
ifâdeler, âhireti inkâr edenlerin ne derece basit düşündükleri ve ne derece çürük temellere dayanarak
âhireti inkâr ettikleri bakımından da dikkat çekicidir.
...........................................................
*Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Not:Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı
ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır.
1)Bkz. Maverdî, II, 261; Kurtubî, VII, 180.
2)Bkz. Taberî, VI, 61.
3)Ulutürk, Kur'ân-ı Kerîm Allah'ı Nasıl Tanıtıyor, s. 276.
4)Han, el-İslâmu Yetahaddâ, s. 92-93. Bu sözlerin sahibi Winwood Reade'dir.
5)Han, a.g.e. s. 93.
Temmuz 2010
53
Kudüs’te Son
Osmanlı
İnsanın Osmanlı’ya düşman olabilmesi
için ya aklını peynir ekmekle yemiş olması
gerekir yada Osmanlı’nın ifade ettiği değerlere topyekun düşman olması lazımdır. Bir
insan Osmanlı’ya düşmansa - Allah en doğrusunu bilir ama – kanaati acizaneme göre bu
ikisinden başka ihtimal yoktur. Bakınız; Devlet-i Aliyye çökerken bile geride bıraktığı, yetiştirdiği insanların her biri kahraman vasfının
hakkını tam anlamıyla vermektedirler.
Ahmet HALİLOĞLU
[email protected]
Müslümanların gözbebeği, ciğerparesi üç şehirden biri Kudüs. Asırlar
boyu her dinden ve milletten insanın görmek istediği nazlı şehir. Taşlarının
Hz.
Süleyman’a,
Yahya’ya,
Hz.
Hz.İsa’ya
şahitlik
belde.
54
Hz.
Zekeriya’ya,
ettiği
kutlu
Ah Osmanlı ah! Çekildiği her coğrafya
bugün kan, gözyaşı ve acı içinde. İşte Balkanlar…3 asırdır Balkanlar’daki insanların çilesi bitmedi. Osmanlı hakimiyetinde
Tuna’dan Akdeniz’e kadar hakim olan sulhun
ve sükunetin yerini bugün dini ve milliyeti ne
olursa olsun herkese isabet eden zulum, katliam ve facialar aldı. İşte Voyvodina. Macarlar dindaşları olan Sırpların zulmüne maruz
kalıyorlar. İşte Makedonlar, kendileri gibi Ortodoks olan Yunanlıların zulmüne uğruyorlar.
Balkanlar’daki Müslüman milletlerin uğradığı
zulmün tarihte eşi menendi yok. Boşnak’ı,
Pomak’ı, Torbeş’i, Arnavut’u ve Türk’üyle
Müslümanları Balkanlar’dan yok etmek için
ellerinden geleni geçmişte de yaptılar bugünde yapıyorlar. İşte Afrika… İşte Kafkaslar… Kafkas Müslümanlarının soykırımını
yazmak için insanın ciğerlerinin yanması
lazım. VAh Orta Doğu vah. Ama ya Filistin ve
Temmuz 2010
Kudüs… Kelimeyle tarif edilmeyen acının, hicranın,
elemin başkenti…
Müslümanların gözbebeği, ciğerparesi üç şehirden biri Kudüs. Asırlar boyu her dinden ve milletten
insanın görmek istediği nazlı şehir. Taşlarının Hz. Süleyman’a, Hz. Yahya’ya, Hz. Zekeriya’ya, Hz.İsa’ya
şahitlik ettiği kutlu belde. Hatemen Nebiyyin Efendimizin İsra ve Mirac mucizelerini yaşamış, Nebevi mirasın kadim temsilcilerinden. Müslümanların elinde
olduğu zamanlarda bir sulh adası olan şehir ne
zaman gayri Müslimlerin eline geçse kederin ve göz
yaşının merkezine dönüşmüş. Hz.Ömer ile Müslümanlar tarafından fethedilen şehir Haçlı Seferlerine
kadar İslam’ın güven ve sükun şiarlarını en ücra taşlarına kadar hissetmiş. Haçlıların elinde ise Mirac’ın
başlangıç noktası olan Mescid-i Aksa’da Müslümanlar kıtır kıtır kesilmiş. Öyle ki Müslümanların kanları
Haçlıların atlarının dizlerine kadar yükselmiş. Hem de
Mescidi Aksa’nın içinde. Selahaddin Eyyubi ile tekrar
huzur kavuşan şehir Sultan-ı İklim-i Rum Yavuz Sultan Selim ile Osmanlı’nın dırahşan çehresine şahit
olmuş. Osmanlılar Nebilerin Beldesi olan Kudüs’ten
bahsederken edeplerinden Kudüs-ü Şerif şeklinde telaffuz etmişler. Ama Ademoğullarının en kara asrını
yaşadığı 20. yüzyıl Kudüs’ün zifiri karanlık devri
olmuş. Osmanlı’dan sonra Kudüs merkezli Filistin’e
çöken kara bulutların dağılması için ilk işaret fişeğini
bir Osmanlı Mollası atmış. Kudüs Müftüsü Emin elHüseyni. Hani bize hep öğretirler ya; medreseler
şöyle, medreseler böyle, matbaaya karşı çıktılar, med-
reseler pasiflik yuvalarıdır, ezberden başka bir şey bilmezler diye ecdadımıza kara çalarlar ya. İşte bu yalanı tek başına çürütmeye yetecek delildir Kudüs
Müftüsü…
Sivrisineğin bir kanadına zehir, diğer kanadına panzehir koyan Mevla Teala yeryüzünde
zalimlerin zehirine karşı da rabbani panzehiri
tarih boyunca hep beraber göndermiştir. Nemrud’un zulmüne İbrahim as ile Firavun’un zulmüne
Musa as ile panzehir yollayan Allah-u Teala; Theodor Herzl’in 1897’de İsviçre’de Dünya 1. Siyonist
Kongresini topladığı senelerde Kudüs’te Dünya’da siyonizme ilk bayrak açacak kişiyi yollar. 1895 (veya
1897)’de Kudüs’te doğar Emin el-Hüseyni. Ailesi
asırlarca Kudüs’te İslam’ın bayraktarlığını yapar. Aile
fertlerinden Said el-Hüseyni 1876’da ilk Osmanlı
Meclisine Kudüs mebusu olarak seçilir. Emin Efendi;
İlk eğitimine de Kudüs-ü Şerifte başlar. Sonra Mısır’da
Ezher’de okur. O zamanlar İslam Aleminin hem siyasi
hem ilmi başkenti Dersaadet’e gelir. İlim gezginleri
okumaya doymazlar ya. İşte kalbinin ilim açlığını İstanbul medreselerinde doyurmaya başlar. Eh İstanbul’a geldiği zamanlar da genç bir delikanlı olan Emin
Efendi’ye hak vermemek elde değildir. 1900’lerin başında İstanbul’daki ilim halkaları şöyle gözümün
önünde canlanıyor da kalbim o meclisleri kaçırmanın elemiyle dağlanıyor. Bir yanda Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, İmam Zahidül Kevseri, Ahıskalı Ali
Haydar Efendi, Elmalılı Hamdi Efendi gibi meşhur
ulema ve kudemanın ötesinde sayısız sulehanın, alimin, arifin, abidin meclislerinde pişer.
Ama ilmini tamamlayamaz. 1914’te Cihan
Harbi başlar. Sözde Avrupa’nın dünyanın teknolojik
açıdan geri kalmış milletlerini sömürme sevdası insanoğlunu milyonlarca cana mal olacak bir savaşa sürükler. Medeni denilen Avrupa –Mehmed Akif’in
deyimiyle- kimi Hindu kimi zenci kimi bilmem ne
bela dayanırlar Çanakkale’ye. Yunanlılar başta olmak
üzere pek çokları Dersaadet’i, hilafetin merkezini yeniden Konstaniyye yapma hayallerine kapılırlar. Ama
Heyhat! Onların bu serapları; iki asır hasta adam dedikleri Osmanlı insanını canlandırır. Kimi Florina’dan
koşar gelir Çanakkale’ye kimi Kastamonu’dan. Kimi
Bayburtludur kimi Yanyalı. Fatih Dersiamı Ahıskalı
Ali Haydar Efendi vaiz olarak koşar cepheye. O zamanlar genç bir talebe olan Emin el-Hüseyni de bırakır kitaplarını, gönüllü yazılır Çanakkale
Taburlarına. Sultan Abdulhamid Han’ın kurduğu Teşkilat-ı Mahsusa’ya girer. Hoca oğlu hocadır, silah kul-
Temmuz 2010
55
lanmayı, harp etmeği ne bilsin ? Önce talimgaha ardından Çanakkale cephesinde topçu subayı olarak
hizmet eder Osmanlı’ya…
Çanakkale Cephesinden sonra İzmir’e çekilir.
Sonra Kudüs’e ilim meclislerine geri döner. Yıl
1917’dır. Ne var ki; Kudüs ve Filistin çoktan satılmıştır. Cennetmekan Sultan Abdulhamid’in 1901’de
huzur-u âlilerinden kovduğu Theodor Herzl’in tohumlarını attığı Siyonizm davası; Selanik Milletvekili
Emmanuel Karasu ve Hahambaşı Haim Nahum
eliyle filizlendirilir. 1913’te darbe ile işbaşına gelen İttihat ve Terakki Hükümetinin ilk yaptığı işlerden birisi de Filistin’e kaçak olarak göç etmiş olan
Yahudilere oturma izni vermesidir. Ne acı değil mi ?
Osmanlı’nın tüm dış borçlarına karşı Filistin’de bir
büyük çiftlik kadar toprağa dahi müsaade etmeyen
Sultan Hamid Efendimiz nerede; Yahudi Karasu’nun
elinde oyuncak olanlar nerede? Filozof Rıza Tevfik
Sultan Hamid’in ruhaniyetinden istimdat isteyip, af
dilemekle haklı değilmidir ?
1917’de Lawrence’in altınlarına kanan Araplardan bir kısmı Osmanlı’ya isyan eder. Aynı sene
mukaddes topraklardaki Osmanlı hakimiyeti yada
doğru deyişle İslam Hilafetinin hakimiyeti sona erer.
Kudüs-ü Şerifte dört asırlık rahat ve sakin günlerden
sonra acı günler başlar. İngilizler Araplara verdikleri
bağımsızlık sözlerini yarım yamalak tutarlar, çoğu
56
yerde de tutmazlar. Eh neticede Osmanlı’yı yıkmayı
başarmışlardır ve artık Araplara ihtiyaçları yoktur. Nitekim daha 1917’de İngiltere Dışişleri Bakanı Belfur;
Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulacağını yedi cihana
ilan eder. Şimdi daha iyi anlıyorsunuz değil mi İsrail’in 19 yaşındaki Furkan’ı şehit ederkenki cesaret ve
gözü karalığını. Neyse biz konumuza dönelim;
1922’de bu hengame ve keşmekeş içinde Kudüs Müftüsü ve ağabeyi Kamil el-Hüseyni vefat eder. Emin
Efendi genç yaşına rağmen Müftü seçilir. Artık o bir
müftü değil, işgal altındaki bir milletin hem dini hem
de siyasi temsilcisidir.
Bu tarihten sonra da Emin Efendi bir daha
rahat yüzü görmez. Çünkü 1922’de o zamanki
adıyla Milletler Cemiyeti (Birleşmiş Milletler)
İngilizlerin Filistin’i işgal etmesini meşrulaştırır. Tabii bu kararın ardından Yahudi göçü de hızla
artmaya başlar. Sakın Filistin’i boş, topraklar zannetmeyin; Filistin’de nüfusun çoğunluğu Arap’tır. Ama
Yahudiler önce parayı denerler. Saf köylülerin topraklarını satın alırlar. Para işe yaramadı mı bu sefer
zorla gasp etme dönemi başlar. İşgal de işe yaramazsa
gelsin katliamlar. Kadınmış, çocukmuş demeden katlederler insanları.
Emin Efendi; çaresizlikler ve yokluklar içinde
Yahudilerin işgaline karşı çıkar. Zulüm altında ezilen
bir milletin yüzünü çevirdiği insandır artık O. ProtesTemmuz 2010
tolar, mitingler, eylemler. Ama ne Yahudilerin nede
onların arkasındaki İşgalcilerin insaftan yana nasibi
vardır. Mecbur kalır bazı sabotaj eylemlerine izin vermeye. İngilizlerin tepkisi sert olur. Emin Efendi’yi on
yıl hapse mahkum ederler. Emin el Huseyni; Kahire’ye hicret etmek zorunda kalır. İngiltere ne hikmetse
Filistin yönetimini sivilleştirir ve Emin Efendi’ye verilen cezadan ötürü özür dilenir.
1933 yılından itibaren Emin Efendi gözlerini
uluslar arası alana çevirir. Ama ne hazindir ki Dünya
Kamuoyu’nda artık adalet, bağımsızlık, hak ve hukuk
kavramlarının geçerliliği kalmamıştır.
Bu kavramlar Osmanlı ile beraber tarihe karışmıştır. Diyorum ya Osmanlı gitti insanlık bitti. Bir zamanlar hiç alakası olmadığı halde Katolik İspanya’da
Yahudilerin; Katolik Fransa’da Protestanların katledilmesine dur diyen Osmanlı devletler arenasından
çekilip yerine İngiltere ve ABD işbaşına gelince; ilke
ve haklar askıya alınmış; devletler arasındaki tek geçerli düstur menfaat olmuştur. Eh ABD ve İngiltere
arka plandaki Yahudileri çiğneyip nasıl Filistinli Müslümanlar ile ilgilenebilirlerdi ki ?
Emin el-Hüseyni; o dönemde İslam Aleminin
manzarasını çok rahat görmektedir. Suriye Fransa’nın
işgalinde, Irak’ta Faysal ve oğulları; Ürdün’de Şerif
Hüseyin ve oğulları, Suudi Hanedanı; Mısır’da Hidiv
Ailesi hep İngilizlerin kucağındaydı. Yapabileceği tek
şey vardı. Yahudilerin düşmanı olan Nazilerden yardım istemek. Buna ileride değiniriz ama 1936’da
pasif direnişin âlâsını gösterir Filistinliler. Emin el-Hüseyni’nin önderliğinde 1936’da genel grev örgütlenir.
Tüm Filistin katılır genel greve. Gandhi’nin Hindistan’daki direnişinden aşağı kalır değildir Emin Efendi’nin kıyamı; ama ne duyan çıkar nede anlatan. Eh
nede olsa Gandhi Hindu’dur; Emin Efendi ise Osmanlı Bakiyye’si bir Müslüman… Genel greve İngilizlerin tepkisi çok sert olur. Çıkan olaylarda 267 kişi
vefat eder. Tabii suçlu bellidir. Bildiniz! Müslümanlar.
İngilizlerin sevgili dostu Yahudiler canilik yapar mı?
Bu olayların baş sorumlusu olarak gösterilen
Emin Efendi; mecburen terk eder vatanını. Lübnan’a
hicret eder. Yıl 1937’dir. Filistin Davasını Dünya’ya
anlatmaya çalışır. Ama ne çare ki her alandaki Yahudi Parmağı engel olur Hocaefendiye. Çaresiz Hitler’e ulaşır. 1941’de Hitler ile görüşmeye gider.
Denize düşen yılana sarılır. Davası için Naziler tarafından kurulan Azeri ve Bosna Birliklerini motive etTemmuz 2010
meye çalışır. Hitler; Filistin’e bağımsızlık sözü vermiştir çünkü.
Ama İkindi Dünya Savaşı’nda Hitler’in yenilmesi ile birlikte Yahudiler yapacaklarını yaparlar.
Emin Efendi Nazi Savaş Suçlusu ilan edilir ve İsviçre’de yakalanması istenir. İsviçre’de tutuklanır ve
Fransa’ya götürülür. Zorlu gurbet dönemi yeni safhaya girmiştir.. Bir müddet ev hapsinde tutulan Hocaefendi’ye Allah yardım eder ve Kahire’ye ulaşmayı
başarır. Siyonist Gruplar; Hocaefendi’yi Nazilik ile
itham edip İngiltere’den isterler. Ancak İngilizler Hocaefendi’nin Yahudiler’e teslim edilmesinin kendileri
açısından korkunç sonuçlarını hesap ederler. Emin
Efendi’yi Yahudilere teslim etmezler.
1948 yılı artık sonun başlangıcıdır. Emin Efendi
Gazze Şeridinde Filistin Devleti kurulduğunu ilan
eder ve kendisi de hükümet başkanlığına getirilir.Aynı
zamanda İsrail Devleti de kurulur. Ama ne var ki Yahudi Devletini tanıyan Birleşmiş Milletler bu devleti
tanımaz. İslam Aleminden de Hocaefendi’nin etkisinden çekinen bir iki devlet dışında bu devleti tanıyan çıkmaz. 1948 yılı Filistin’de sistematik terörün
başladığı yıldır. Stern, Hagannah, İrgun ve Lehi gibi
Yahudi Terör örgütleri masum Filistinlileri katlederler.
Geçmişte de zaman zaman teröre başvursalar da bu
seferki terör dalgasının amacı etnik temizliktir. Yüzbinlerce insan evinden yerinden, yurdundan edilir.
Ne var ki 1948 Arap İsrail Savaşından sonra Gazze
Mısır’a bırakılır. Mısır’ın Filistin’le ne alakası vardır
derseniz inanın bu kararı alan Birleşmiş Milletler bile
hala bilmiyordur.
Emin Efendi ise artık sürgünde bir liderdir. Beyrut’a yerleşir. İslam Alemine Filistin Davasını anlatmak üzere yollara düşer. Kah seminerlere katılır, kah
devletlerarası toplantılara. Ama doğduğu topraklara
hasret bir şekilde 1974’te rahmet-i rahman’a kavuşur. Her muhacir gibi vasiyetidir ana vatanına gömülmek; ama modern(!) İsrail en insani bu isteği dahi
reddeder. Yaser Arafat’ın da gözyaşları ile katıldığı
muazzam bir merasim ile Beyrut’ta defnedilir.
Emin Efendi’nin hayatı tam bir çile ile geçmiştir. Ama o gurbette de olsa davasından vazgeçmemiş
ve Osmanlı’nın yıkılmasındaki ana saikleri çok güzel
keşfetmiştir. Beyrut’ta sürgünde bulunduğu esnada
Cevat Rıfat Atilhan’ın “ Masonluk Nedir?” isimli kitabını Arapça’ya tercüme ettirmiş ve bastırmıştı.
57
Bu yazıyı yazmadan önce muhtelif internet sitelerinde Emin el-Hüseyni hakkında ileri geri dolaşan
pek çok söz gördüm. Maalesef mütedeyyin sitelerde
bile Emin El Hüseyni hakkında hoş olmayan bir
takım ibarelere rastladım. Ancak şundan eminim ki
Emin Efendi hakikaten ilmi ve ameli ile Ehl-i Sünnet
adına temeyyüz etmiş ender şahsiyetlerden birisidir.
Derdi yalnız kendi anavatanı olan Filistin değil tüm
İslam Alemidir.
1926 yılında ilk toplantısını Kahire’de, ikinci
toplantısını Mekke’de gerçekleştiren ve bugünkü
İslam Konferansı Teşkilatının nüvesi sayılabilecek olan
Mu'temeru'l-Alemi'l-İslâm isimli meclis; her sene hac
mevsiminde toplanma kararı ile Mekke Konferansından sonra dağılır. Ancak hazindir ki 1931’e kadar toplanmasına müsaade edilmez. (Engelleyen kim diye
sormayın canım; anladınız siz İngilizler) Bu Meclisi
1931 yılında nerede ve kim tekrar toplamayı başarır
dersiniz? İngiliz İşgali, İsrail baskısı altındaki Kudüs’te
Emin Efendi toplar. Üstelikte Mısır, İngiltere, Türkiye,
El-Ezher ve Siyonistlerin muhafeletine, karşı çıkmalarına ve tüm engellemelerine rağmen konferansı gerçekleştirir. Üstelik böyle bir ortamda toplanan
konferanstan Emin Efendi’nin gayretleri ile Sovyetlerin Orta Asya’daki, Fransızların Tunus ve Cezayir’de
ki, İtalyanların Libya’daki işgali kınanır. Daha Emin
Efendi için ne diyeyim bilmem ki ?
Hamiş olarak belirtelim ki; yine bazı sitelerde
58
Emin Efendi Hocamızın; Osmanlı’ya isyan eden
Arapların öncülerinden olduğu yazıyor. Ne var ki bu
doğru bir ifade değildir. Kudüs-u Şerif’teki Hüseyni
ailesi (Mekke’de Mukim ve sonradan Ürdün Kraliyet
ailesi ile karıştırılmamalıdır) Osmanlı’ya asırlar boyu
sadık kalmıştır. Nitekim asrımızın nazenin ruhlu ismi
Ali Ulvi Kurucu Efendi Hocamız da hatıratında Emin
Efendi ile Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhumun Mısır’daki ikametgahında tanıştığını beyan ediyor ki; Osmanlı’ya ihanet etmiş birisinin son
Şeyhülislamın evinde işi ne ? Hem Devlet-i Aliyye’ye
son nefesine kadar sadık olan Mustafa Sabri Efendi
merhum Emin Efendi merhumu niye kabul etsin ?
“"Müslüman dünyasının başına gelen Osmanlı devletinin bedduasıdır. Biz müslümanlar
bilhassa araplar masum ve mazlum Osmanlı
Devleti'nin bedduasına uğradık.Babasının bedduasını alan bir evlat gibi. Başımıza gelen felaketler bu yüzdendir”. Bu sözler Ali Ulvi Kurucu
merhumun nakliyle Emin el-Hüseyni merhuma ait.
Şeyh Şamil’in torunu Sait Şamil’e Müftü Emin
el-Huseyni merhumun memleketimiz için söylediği
sözler yazımıza hatime olsun : “Sait Bey bu sözüme
dikkat edin ben söylemiyorum Allah söyletiyor. Türkiye bozulmakta müslüman dünyasına örnek oldu,
düzelmekte de örnek olacak inşallah”. Amin bi hurmeti Seyyidil Murselin
Temmuz 2010
SEKÜLER
DÜNYANIN YENİ
DİNİ: FUTBOL
ünya kupası mücadelesinin olduğu şu günlerde milyonlarca
insan futbolla yatıp futbolla kalkıyor. Bir araya gelen üç beş kişinin sohbet
konusu
futboldur.
Milyonları
peşinden koşturan futbolun hayatımızdaki yeri nedir? Kimine göre aptalca bir
şeydir. Ortada bir top peşinde 22 kişi ve
dünyanın parasını verip izlemeye gelen
binlerce seyirci. Amaç bir topu 3 direk
arasından geçirme mücadelesi.
D
Hasan BAŞAR
Ernest Getnler sekülerizmi iki
aşamada inceler. Birincisi modernlikle birlikte dinin dışlanması ikincisi postmodernzm ile
dünyevi olan şeylerin kutsanması, dinselleştirilmesidir.
Top içeri girse ne olur girmese ne
olur. Kimine göre ise bir hayat felsefesi,
yaşam biçimidir. “Yani futbol sadece futbol değildir.” Futbol bugün bambaşka
bir yönü ile tartışma konusu haline gelmiştir. Portekizli diktatör Salazar’ın kitleleri uyutmak için kullandığı 3F (futbol,
fiesta, fado)’den en önemlisi olan futbol
bugün yeni bir din olmaya doğru gitmektedir. Acaba futbol dinin yerine mi
geçiyor. Bunu daha iyi anlayabilmek için
dinin ne olduğunun bilinmesi gerekir.
Din: Ar. d³n (I) a. (di:ni) 1. din b.
Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal
varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistem-
Temmuz 2010
59
leştiren toplumsal bir kurum, diyanet. 2. din b.
Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan, sağlayan
düzen.. 3. mec. İnanılıp çok bağlanılan düşünce, inanç veya ülkü, kült.( Güncel Türkçe
Sözlük)
Din her hangi bir şeyi ilah edinmedir. İlah
edinme ise herhangi bir güce gönüllü ve kayıtsız şartsız boyun eğme demektir. Bir fert bir futbol takımını her şeyden önde görüyorsa o takım
onun için bir din halini almıştır. Bugünde zaten
futbol yeni bir dünya dini olarak görülmektedir.
Adına din denmese dahi futbol bu haliyle bir
fonksiyonu görmektedir.
Bir zamanlar Brezilyanın dünyaca ünlü
futbolcusu Pele: “Ben dünya da Hz. İsa’dan
daha fazla tanınıyorum.” demişti de sadece Katolik kilisesi tepki göstermişti. Adeta bütün insanlık bu durumu kabullenmiş göründü.
Bercelona futbolcusu Arjantinli Messi için kullanılan futbolun yeni “messi’lah” benzetmesi olayın vahametini gözler önüne sermeye yeter
sanırım. Futbolla ilgili terimler için dini kelimelerin kullanılması mesela, stadyumlar için o ta-
kımın mabedi kelimesinin kullanılması futbol
dinin yerine mi geçiyor tezini destekler niteliktedir.
Filif Holosko bu ismi futbolu yakından
takip edenler bilir. Bilmeyenler içinse söyleyelim. Beşiktaş futbol takımının Slovak futbolcusu. Onun, HTSPOR’a verdiği bir demeç var
ki duyduğum da inanın içim ürperdi. “Türkiye
de futbol dinin bile önünde.”
Fenerbahçe’nin Brezilyalı eski teknik direktörü Zico’da bir zamanlar; “Türkler futbolu
din seviyesine çıkarıyor.” diye söylemişti de
Diyanet işlerinden “Futbolu din gibi göstermek
ürkütücü” diye cevap gelmişti. Bize ürkütücü
gibi gelen bu anlayış çağımız sosyal bilimciler
arasında yeni-paganizm biçimlerinden biri olarak görmekteler.
“Samuel Weber “Mass Madiauras: Form,
Technics, Media” başlıklı önemli kitabında
bugün spordan sinemaya televizyondan sanal
dünyaya kadar bütün bir kültür endüstrisinin
başat işlevi din dışı kutsallıklar üretmek olduğunu söyler. İşte futbol bu sürecin en önemli
alanlarından ve enstrümanlarından biridir.
Yusuf Kaplan’da futbol için:“ Çağımızın en popüler oyunlarından ve ‘seküler ayin’lerinden
biri futbol.” der. “Müzik ve spor yıldızları da
laik kutsallığın aziz’leri haline gelmiştir.”
“ Bunlar idollerinin hayatının bütün ayrıntılarını eksiksiz olarak biliyorlar; onun hareketlerini taklit ediyorlar; onun gibi giyinip
taranıyorlar; starla yakın ilişkisi olduğu için çok
büyük değer taşıyan fotoğraflarını, fetiş haline
gelmiş eşyasını ve kutsal kalıntılarını ‘dindarca’ toplayıp koleksiyon yapıyorlar ve dokunmak için saatlerce bekledikleri starı
karşılarında görünce kendilerinden geçiyorlar.”
Ernest Getnler sekülerizmi iki aşamada inceler. Birincisi modernlikle birlikte dinin dışlanması ikincisi postmodernzm ile dünyevi olan
şeylerin kutsanması, dinselleştirilmesidir. Bu
süreç neo-sekülerizm ve neo paganizm sürecidir. Sekülerizm batının yeni dini haline gelmiş-
60
Temmuz 2010
bolcu artı bir miktar parayı transfer ücreti olarak
vermektedir. Buradan şu sonuç çıkıyor. Sizin
üçünüz bir adam etmezsiniz. İşte futbol bu açıdan ele alındığında insan onuruna da büyük bir
darbe vurmaktadır.
Bu futbol ki insanımız da yabancı hayranlığını artırmaktadır. Eskiden çocuklarımız Türk
takımlarının formasını giyer, formalarına da
Türk futbolcularının isimlerini yazardı. Şimdilerde ise yabancı takımların formaları giyiliyor
ve formalarına da yabancı futbolcuların isimleri
yazdırılıyor. Yabancı futbolcu hayranlığı artıyor,
onlara özenmeye başlanılıyor. Bir Müslümanın
Müslüman olmayan birisine hayranlık duyması
milli ve manevi geleceğimiz için tehlike arz etmektedir.
tir ve bu yeni din kendi ikonlarını yaratmıştır.
Din hayatımızdan çekilince yeni hayat seküler
hale dönüştükçe bu boşluğu dolduracak yeni argümanlar geliştirildi. Bu argümanların en
önemlisi hiç şüphesiz futboldur.
Ben futbola karşı olan birisi değilim. Hatta
amatör olarak bu spora bir süre de devam etmiş
birisi olarak futbolu seven bir insanımdır. Yani
futbola toptan karşı değilim. Ama işin abartıya
kaçırılıp önceliğimiz haline gelmesine ve tabiri
caizse putlaştırılmasına karşıyım. Bu haliyle ele
alındığında, yani putlaştırıldığında futbol ve futbol fanatizmi insanlığın düşünsel ve duyuşsal
dünyasına derin yaralar açmaktadır.
Dünyanın yarısından fazlasının açlık ve sefalet içinde yaşam mücadelesi verirken futbol
piyasasındaki dudak uçuklatan transferler vicdanların bam telini titretmiyorsa vicdanlarımızı
sorgulamamız gerekir. Transfer demişken transfer olayının kendisi bizatihi insan onurunu zedelemektedir. Futbolcular adeta bir köle gibi
alınıp satılan bir meta olarak algılanmaktadır.
Kulüpler bir futbolcu alırken elindeki üç futTemmuz 2010
Çocuklarımız gelecek ile ilgili planlar yaparken “Ya popçu ya da topçu olacaksın” anlayışı ile yetişmektedir. Böyle düşüncelerle yetişen
bir neslin erdemli olmasını beklemek safdillik
olur sanıyorum. Çünkü futbol anlayışı ve değer
yargıları erdemli bireyler yetiştirmeye müsait
değildir. Futbolda yükselmenin ölçüsü yetenek
ve iyi futbol oynamaktır. Bundan başkası fazlaca önemli değildir.
Allah aşkına bir düşünün çocuklarımıza,
gençlerimize sunulan hayata bir bakın ne göreceksiniz. Futbolcular ve futbol dünyası öyle bir
şekilde pazarlanmakta ki imrenmemek elde
değil. Futbolcular en güzel evlerde yaşıyorlar,
en güzel arabalara biniyorlar, her gün bir eğlence merkezinde günlerini gün ediyorlar. Televizyonlarda her gün onlardan bir haber
alıyoruz. Yani çocuklarımızın ve gençlerimizin
önüne tam anlamıyla şatafatlı bir hayat pazarlanıyor. Model olarak sunulan bu hayat tarzı da
doğal olarak gelecek nesilleri olumsuz etkilemektedir.
Futboldan kurtuluş var mı, ya da bu zararları minimuma indirebilir miyiz? İnanın bu sorulara cevap veremiyorum ve bu gerçek
karşısındaki acizlikte içimi ürpertiyor. Çünkü kapitalist dünyanın sömürücü zihniyeti futbol endüstrisinde sınır tanımıyor.
61
Muhabbet Bahçesi
*İŞTE OSMANLI…
19.yüzyılda Almanya nın
Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin
bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu.
Fransızlar, her sene nehrin
Almanlar'daki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı.
O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna
fazla ses çıkaramıyorlardı tabiî.
Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp,
imdat istemekte bulurlar.
Mektupta şöyle denmektedir:
"Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden
alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet
dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet'in de halifesisiniz.
Bizi şu zulümden kurtarın. Asker
gönderin. Ürünlerimizi bu sene
olsun toplama imkanı sağlayın."
Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini
inceleyen padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez;
yalnızca asker elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu
üç çuval yollanır.
Şaşkına dönen Almanlar,
çuvalı alıp mektubu okurlar:
"Fransızlar korkak ademlerdir. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin
kıyafetini görmeleri kâfidir."
Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza
giydirin. Mahsul zamanı, nehrin
görülecek yerlerınde dolaştırın.
Karşıdan gören Fransızlar için bu
kâfidir."
Bağ bahçe sahipleri hemen
Osmanlı askerinin kıyafetini kapı-
şırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir
kıyısında dolaşmaya başlarlar.
Ertesi gün, karşıdan gelen
haber, Almanlar'ın sevinç çığlıkları
atmalarına sebep olur:
"Osmanlılar'dan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terkederek iç
kısımlara doğru kaçmaktalar.
Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir."
Bu olay, Mülhaymli'lerin gönüllerin de taht kurmuştur. Giydikleri
yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra
Mülhaym a bağlı Karlsruhe müzesine koyup ziyarete açarlar.
Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca,
halen olayın yıldönümünde de şehirde bir karnaval düzenleyip, hadiseyi temsilen kutlarlar.
* O SENİ SEVİNCE SIRTINI BİLE SULTAN MURAD'A KESELETTİRİR..
Habib Baba, 4.Murad devrinin gizli, kimsenin
bilmediği Allah dostlarındandır. Yaşlıdır, fakirdir, gariptir
fakat Rabbinin katında da alemlere denk bir değerin
sahibidir.
Yaşlı Habib Baba, uzun bir kervan yolculuğunun
sonunda İstanbul'a gelmiştir.Yolculuğunun tozunu,
yorgunluğunu atmak için bir hamama gider... Niyeti,
şöyle iyice bir keselenip, paklanmak... Bedenini de
ruhuna denk kılmaktır.
Fakat hamamcı Habib babayı içeri sokmak
istemez. 'Bugün' der, 'Sultan Murad'ın vezirleri hamamı
kapattılar, dışarıdan müşteri alamıyoruz.'
Habib baba üzülür... Rica, minnet eder, yalvarır...
'Ne olursun' der, 'kimseye varlığımı belli etmem,
aceleyle yıkanır çıkarım. Bu tozlu bedenle Rabbime
ibadet ederken utanıyorum. Binbir dil döker. Hamamcı
ehl-i insaftır... Dayanamaz...Kabul eder... Hamamın
en sonundaki odayı göstererek ...'Baba şu odada hızla
yıkanıp çık, parada istemem. Yete r ki vezirler, senin
farkına varmasınlar.'
Habib baba sevinerek kendine gösterilen yere girer.
Yıkanmaya başlar... Ve bu arada hamamcının karşısında
62
yeni bir müşteri belirir. Boylu, poslu, genç, yakışıklı biridir
bu gelen. Onunda görünümü fakirdir... Ama sadece
görünümü... İkinci müşteri kılık değiştirmiş, 4.Murad'dır.
O
gün
vezirlerinin
topluca
hamam
alemi
yapacaklarından haberdar olan padişah merak etmiştir.
'Hele bir bakalım' demiştir, 'bizim vezirler,
hamamda benden uzakta, kendi başlarına ne yaparlar,
nasıl eğlenirler?' Ve bu merak padişahı, tebdil-i kıyafet
ettirerek, hamama getirmiştir.
Az
önce
yaşananlar
bir
kez
daha
tekrarlanır...Hamamcı vezirler der almak istemez...
Padişah ise, ne olursun der, bastırır ve padişah galip
gelir... Habib babanın yıkanmakta olduğu odayı
göstererek, genç padişahın kulağına fısıldar: 'Şu odada
bir ihtiyar yıkanıyor. Sende sar peştemali beline gir
yanına... Beraber sessizce yıkanın, bir an evvel çıkın... Ve
ekler: 'Aman ha! Vezirler varlığınızı bilmesinler.' Sonra
4.Murad da Habib babanın yanına süzülür. Beraber
sessizce yıkanmaya başlarlar. Bu arada, hamamın büyük
salonundan gelen tef, dümbelek, şarkı, türkü sesleri
ortalığı çınlatmaktadır...Habib babanın gözü, genç
hamam arkadaşının sırtına takılır. Biraz kirlenmiş gibi
gelir ona... Allah hikmeti gereği dostuna, o yanındakinin
Temmuz 2010
Yusuf ELİBOL
tedbil-i kıyafet
etmemiştir...
etmiş
padişah
olduğunu
ilham
Ve yanındakini, görüntüsüne uygun, kendi gibi
fakir bir delikanlı zanneden Habib baba yumuşak bir
sesle konuşur:
'Evladım' der, 'Sırtın fazlaca kirlenmiş, müsade edersen
bir keseleyivereyim.'
Padişah aldığı bu teklif karşısında şaşkınlaşır ve bü
yük bir haz duyar... Haz duyar, çünkü ömründe ilk defa
biri ona, padişah olduğunu bilmeden, sırf bir insan
olarak, karşılık beklemeksizin bir iyilik yapmayı teklif
etmektedir. Memnuniyetle Habib babanın önünde diz
çökerken: 'Buyur baba' der, 'ellerin dert görmesin' Bu
arada içerideki alemin sesleri hamamı çınlatmaya
devam etmektedir. Habib baba, 4.Murad'ın sırtını bir
güzel keseler... Fakat padişah kuru bir teşekkürle
yetinmek istemez.. Ne de olsa insandır ve o da her insan
gibi kendine yapılan iyiliklerin kölesidir.
'Baba' der, 'gel bende senin sırtını keseliyeyim de
ödeşmiş olalım.' Habib baba, teklifin kimden
geldiğinden habersiz, tebessümle;
'Olur evlad' deyip, sultanın önünde diz çöker. Bu
arada, Sultan Murad kese yaparken bir yandan da
Habib babayı yoklar, ağzını arar...'Baba' der,
'görüyormusun şu dünyayı... Sultan Murad'a vezir
olmak varmış... Bak adamlar içerd e tef,dümbelek
hamamı inletiyorlar, sen ve ben ise burada iki hırsız
gibi...'Habib baba Sultan Murad'ın cümlesini
tamamlamasına fırsat bile bırakmaz, kendi hükmünü
söyler... Sultan Murad'ın Habib babadan duydukları,
ağzı açık bırakıp, keseyi elden düşürten cinstendir:'Be
evladım' der, Habib baba, 'Sultan Murad dediğin
kimdir? Sen asıl Alemlerin Sultanına kendini sevdirmeye
bak ki, O seni sevince sırtını bile Sultan Murad'a
keselettirir...
*KİZİROĞLU MUSTAFA BEY…
Bu türküyü dinleyen herkesin
kafasında bir soru belirir. Kim bu
Kiziroğlu Mustafa Bey ? Köroğlu ile ne
ilgisi var? Bu türküyle ilgili birçok
söylenti var ama en ilginci sanırım bu.
Kizir, Kars'ın Susuz kazasına bağlı bir
köydür. Bu köy Kısır dağlarının geniş
eteklerine kurulmuştur. Köyün dört bir
yanından ise soğuk pınarlar akar. Köy
düz toprak damlı evlerden oluşmaktadır
ve köyün hakim bir yerin de de bir kale
kalıntısı vardır. Köylüler Kiziroğlu'nun
kalesi derler buraya. Kiziroğlu bu köyde
yaşamış ve bura da efsaneleşmiştir
derler.
Küçükken at binip kılıç kuşanır
Söylentiye göre şimdiki Kiziroğlu
Köyü’nün yerinde bir birinden uzak
yirmi
yirmi
beş
kadar
ev
bulunmaktaymış. Bölge dağlık ve
ormanlık olduğu için insanları da bu
nedenle olacak ki çok serttir. O zamanlar
burada yaşayan insanların başında
bulunan kişiye "Kizir" derlermiş. Kizir
Muhtar demektir. Gün gelmiş zamanın
kizirinin ünü tüm Anadolu'ya yayılmış.
Tüm kötüler ondan korkar olmuş. Gel
zaman git zaman Kizirin bir oğlu olmuş.
Daha küçükken iyi at biner, kılıç kuşanır
olmuş. İşte Kiziroğlu Mustafa Bey bu
çocuk. Bütün çocukluğu Kısır Dağı’nda
at binip avlanmakla geçmiş Mustafa'nın.
O da babası gibi büyüyünce namlı bir
yiğit olmuş, haksızlık ve adaletsizliklerle
savaşmaya başlamış. Zaten onun
Temmuz 2010
bulunduğu çevrede kimse haksızlık
etmeye cesaret edemezmiş ya .
Köroğlu doğuya gelir
O sırada doğuya gelen Köroğlu
Kısır Dağları’nda Ferro deresine yerleşir,
amacı doğudaki haksızlıkları yok etmek.
Bir gün Köroğlu bir at gezisinde Kizir
Köyü’nü görür, "Burada ki adaletsizlikler
de benden sorulur" der ve gider orada
bir kale kurar. İşlerinden dolayı bir
müddet köyünden ayrı kalan Kiziroğlu
köye döndüğünde Köroğlu’nun kalesini
görür. Sinirlenir. Köroğlu’nun yanına
gider, sertçe çıkışır "Sen kim olasın ki
benim yurdumda saltanat süresin" Her
ikisi de bir birlerini kötü insan olarak
bilirlermiş. Köylülerin söylemesi böyle.
Yiğitlerin kavgası
O zamanın adaletine göre iki yiğit
dövüşür, galip gelen diğerini öldürüp
savaşı kazanırmış. Köroğlu ve Kiziroğlu
günlerce at üstünde kavga etmişlerse de
yenişememişler. Kılıç kavgasında ve
güreşte de yenişememişler. Mustafa
Bey’in atı Ala Paça da Köroğlu'nun atı
Kırat’la güreş-mekte. Mustafa Bey şöyle
bir geri bakmış ki ne görsün atı Ala Paça
Köroğlu’nun atını alt etmiş duruyor. "Ola
benim atım Köroğlu'nun atını alt etmiş,
ben Köroğlu'nu alt etmezsem halim nic'
olur" deyip gayrete gelmiş Köroğlu'nu
yere vurmuş. Tam kamasını çekmiş
vuracağı sırada Köroğlu "Dur yiğit, bana
biraz mühlet ver yiğitlerimi göreyim
karımla helalaşayım" demiş. Mustafa
Bey bırakmış. Köroğlu eve gidip olanları
karısına sazıyla sözüyle anlatmaya
başlamış.
Bir atı var Ala Paça peh peh peh
Mecal vermez Kırat kaça hey hey hey
Az kaldı ortamdan biçe
Ağam kim, Paşam kim, Nigar kim,
Hanım kim
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir beyin oğlu
Zor beyin oğlu
diye...Köroğlu geciktiği için evine kadar
gelen Kiziroğlu kapı aralığından türküyü
duyunca duygulanır ve utanır. Kapıyı
çalıp içeri girer. Mustafa Bey’i karşısın da
gören Köroğlu her şeyin bittiğini
düşünürken Mustafa Bey sarılıp onu
öper. "Sen benden daha yiğitsin
Köroğlu" der. Köroğlu da "Ben artık
buradan gideyim burada senin gibi mert
ve yiğit biri varken kalmak olmaz" der ve
köyü terk edip batıya gider.
Anadolu insanının takdiri
Köroğlu'nun Bolu Dağları’ndan
çıkıp ta Kars'a gelmesi o zamanın
koşullarında olanaksız gibi. Ama halk
düşüncesi iki yiğidi Doğu Anadolu da
önce çarpıştırıyor sonra barıştırıyor. Bu,
Anadolu insanının kahramanlarına,
haksızlıklara direnenlere verdiği değeri
gösterir. Kiziroğlu öyküsü tepeden
inmemiştir, böyle bir yiğit yaşamış ün
almıştır. Halk da bu söylenceyle
Kiziroğlu'nu
saygı
ve
sevgiyle
anmaktadır.
63
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Takva
Ubeyd bin Umeyr (ra) der ki:
“Vera ve takva libasıyla süslenmiş kimsenin, dünyanın lezzetlerine
dönüp bakmaması ve faydası olmayan şeyleri konuşmaması gerekir.”
Cafer Ezdi (ra) anlatır:
Bir duvarın dibine bevlettim. Gaipten bir ses “sana ait olmayan bir
duvarın dibine bevlettin, bir de takvalı olduğunu iddia adiyosun!” dedi
Anlatıldığına göre, İbn-i Mübarek (ra), ödünç alıp iade etmediği bir
kalemi sahibine vermek için, Merv’den Şam’a geri gelmişti.
Bir Hadis-i Şerifte şöyle buyurulur:
“İnsanlar arasında üstünlük, vera ve takva ile olur. Çünkü onlar
amellerin en üstünüdür.”
Übeyy bin Ka’b (ra) şöyle buyurur:
“Allah, kendisi için bir şeyi terk eden kuluna, terk ettiğinden daha
hayırlısını hiç ummadığı yerden verir.”
İbn-i Sirin (ra) der ki:
“İçinde dünya sevgisi bulunan her kalbe, takvanın yerleşmesi
haramdır.”
Ömer bin Abdulaziz (ra) der ki:
“Veranın azıcığı, cümle dünya ehlinin kıldığı manazdan hayırlıdır.”
Musa (ra)’nın bir münacatında şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Allah’ım! Sen Adem’i elinle yarattın ve onu cennetine yerleştirdin.
Ona, hertürlü iyiliği yaptın. Sonra onu, bir hatası yüzünden cennetten
kovdun!” Buna karşılık şu cevabı aldı: “Ey Musa! Sevenin sevdiğine cefası
şiddetlidir. Dostlar, düşmanlarına karşı gösterdikleri tahammülü dostlarına
karşı gösteremezler.”
“Saadeti mal toplamada görecek değilim!
Takvaya erenler, hakiki mutlu onlardır!”
Ebu Ümame Bahili (ra) rivayet ettiğine göre resulullah (sa) Efendimiz
şöyle buyurdular:
“Ki ki, bir çocuğu olur da teberrüken ona “Muhammed” adını verirse,
o ve evladı cennetlik olur.”
64
Temmuz 2010
Bu Hadis-i Şerif, Hz. Peygamber (sa) Efendimize duyulan sevginin
sırrından bahseder. Bu sırrı anlayanlar, seçilmiş insanlardır. Onlar Efendimiz
(sa’in mübarek ismini anarak, onun temiz ahlakıyla ahlaklanmak ve eteğine
sımsıkı yapışmak için gayrete gelirler. Onların Resulullah’ın yoluna tabi
olmaktan bir an bile geri kalmadığını görürsün. Dünya işleriyle, biraz meşgul
olurlar fakat agah ve alçak gönüllüdürler. Allah’tan korkar Peygamberlerine
tabi olur ve sünnetiyle amel ederler. işte onlar ariflerdir.
Ey oğul!
Gaflet ehli gülerken marifet ehlinin ağladığını, onlar sevinirken marifet
ehlinin kederlendiğini bil! Allah Teala, onları şöyle anlatır:
“Yüsler vardır ki o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. rablerine bakacaklardır
(O’nu göreceklerdir)”1, “O gün bir takım yüzler parlak, güleç ve sevinçlidir.”2
Allah Teala, gözyaşı dökmenin ve çok ağlamanın, ariflerin
alametlerinden ve marifetin delillerinden biri olduğunu zikretmiştir. Bu husuta
şu ayeti zikredelim:
“Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar.”3
Allah Teala, “Şimdi siz şu söze (Kur’an’a)mı şaşıyorsunuz?
Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz!”4 Ayetlerinde ağlamayı terk edip gülmeyi
tercih etmeleri sebebiyle gaflet ehlini yermiştir.
Ağlamanın bir kaç çeşit olduğunu bil!
Gözün ağlaması, kalbin ağlaması ve özün ağlaması bunlardan bir
kaçıdır.
Gözün ağlaması, münibler (tövbe edip Allah’a yönelenler) zümresinden
olan marifet ehlinin ağlamasıdır.
Kalbin ağlaması, müridler (kendilerini hak yoluna verenler)
zümresinden olan marifet ehlinin ağlamasıdır.
Özün ağlaması ise muhibbin (Hakkı sevenler) zümresinden olanların
ağlamasıdır.
.................................................................
1)Kıyamet(75)/22-23
2)Abese(80)/38-39
3)İsra(17)/109
4)Necm(53)/59-60
Temmuz 2010
65
EŞİNİZE EN
SON NE ZAMAN
HEDİYE
ALDINIZ?
zun bir yol var önünüzde. Bazen
dik, bazen düz, bazen kıvrımlı
olan bu yolda tek değilsiniz. Hayatınıza yoldaş, sizle yaşlanacak, sizle
ağlayıp gözyaşlarınızı silecek, bir gülüşünüzle mutlu olacak eşiniz var bu yolda.
Her sendeleyişinizde size uzanacak, şefkatli yüreğiyle yaralarınızı saracak her
anınızda daima sizle olacak sevgili eşiniz
hep yanınızda.
U
Ayşe BAĞCIVAN
Sizi “siz” yapmak, yarım kalan yanınızı tamamlamak ve hayatı beraber öğrenmek için eşiniz bu yolda daima
ellerinizi tutacak.
“Hediyeleşin, çünkü hediye, aradaki muhabbeti artırır.”
Bazen beraber yenileceksiniz bezende beraber kazanmanın o büyük hazzını yaşayacaksınız. Çünkü siz bu yolu
beraber yürümek için söz verdiniz.
Çünkü siz bu evliliği asla yılmamak ve
hep mutlu olmak için seçtiniz...
Peki, eşinizin hayatınızda yeri bu
kadar önemli iken ona “değerli” olduğunu hissettirebiliyor muyuz?
66
Temmuz 2010
Yada hayatımızda bu kadar derin olduğunu bildiğimiz halde sevgili eşimize yeteri
kadar “önemli” olduğunu belli edebiliyor
muyuz?
Yada daha önemlisi bunları nasıl yapabiliriz? Mesela küçük bir hediyeyle eşimize onu düşündüğümüzü gösterebiliriz. Belki sadece küçük
bir hediyedir ama inanın efsunu büyük olacaktır. İfade edemediğimiz duygularımızı küçük bir
hediyeyle gösterebiliriz. Bu hem evliliğimizin
seyrini hemde eşimizin bize olan sevgisini güzelleştirecektir. Eğer şuan evliliğinizde çıktığınız
dik bir yokuşsa sürpriz bir hediye bu yokuşu
daha hızlı çıkıp zirvedeki mutluluğa ulaşmanızı
kolaylaştıracaktır. Dil ile belirtemediğimiz sevgimizi hediye ile belirtmek daha kolay ve önemlidir.
Âlemler sultanı Efendimizinde buyurduğu
gibi “Hediyeleşin, çünkü hediye, aradaki
muhabbeti artırır.” Evet, hem aradaki muhabbeti hemde eşinizin ona verdiğiniz değeri
anlamasını sağlayacaktır. Küçük bir hediye ile
aranızdaki sevgiyi pekiştirebilirsiniz.
Tabiki eşinize sadece hediye ile değil gülen
yüzünüz ve hitap şeklinizle de ona önemli olduğunu hissettirebilirsiniz. Hediye sadece vesile…
Temmuz 2010
Bu yol sizin!
Sadece eşiniz ve sizin yürümeniz için hazırlanmış özel bir yol… Yalnızca size özel… Üstelik yürüdüğünüz bu yolun haritasını çizen de
sizsiniz. Ya adımlarınızı dik bir yokuşa yöneltirsiniz. Ya da dümdüz ferah bir yolda ilerlersiniz.
Bu yolu güzelleştirecek olanda yine sizsiniz. Eşinize “önemli” olduğunu hissettirdiğiniz
sürece sizde önemli olacaksınız. Evliliğinizde
kendinizi değilde ailenizi düşündüğünüzde ve
ben merkezli değilde aile merkezli bir zemin
kurduğunuzda inanın evliliğiniz ilk günkü sevgisini ve tazeliğini koruyacaktır.
Yeterki eşinizin hayatınızdaki önemini ona
hissettirin. Yaşadığınız anın tekrarı yok. Tekrarı
mümkün olmayan ve bir daha elinize gelmeyen
bu zaman pişmanlık değilde hatırlandığında
yüzde tebessüm uyandırmalı… Geçen günleriniz size “keşke”ler değil “saygının yitirilmediği
sevginin hiç eksik olmadığı günlerdi” dedirtmeli…
O halde yol haritanızı ferah bir yola çevirmek için eşinizle beraber “önemli olduğunu” ve
“önemli olduğunuzu” hissetmek için işe küçük
bir hediyeyle başlayabilirsiniz…
67
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
[email protected]
NASIL BİR EVDE YAŞAMAK İSTERSİNİZ?
Arkadaşlar kalacağınız evin özelliklerini belirlemeyi size verseler nasıl bir ev tercih ederdiniz hiç düşündünüz mü? Beraber düşünmeye ne dersiniz?
Geniş bahçe içerisinde doğal görünümlü güzelce bir ev, bahçede canınız çektiğinde elinizi uzatıp alabileceğiniz meyve ağaçları, oynamak istediğinizde salıncak,
kaykay, oyun sahaları var. Sıcaktan bunaldığınızda ne yapacağınız bile düşünülmüş
yüzmek için büyük bir havuz var. Daha iyi dinlenmeniz için hamak bile var. Nasıl
buldunuz böyle bir evi tercih eder misiniz? Durun hemen karar vermeyin başka alternatifiniz de var. Yukarıdaki özelliklere inat bahçesi olmayan, oyun olanlarının olmadığı, boyalarının döküldüğü harabe görünümlü bir ev. Hangisini tercih edersiniz?
Yanlış duymuyorum tabiî ki birinciyi tercih ederiz dediğinizi duyar gibiyim. Bende
onu tercih ederim doğru tercih.
Bunlar fiziki güzellikler bunlar önemli tabiî ki. Fakat evlerimizi süsleyen başka
güzellikler yok mu? Olmaz olur mu? Şimdide onlara değinelim ne dersiniz? Evlerin
manevi süsü kur’an okumak ve evde ibadet yapmaktır. Peygamber efendimiz (s.av):
“ Kur’an okunan evin hayrı artar; böyle bir ev, içinde oturanları sıkmaz. Bu evlere
melekler toplanır; şeytanlar uzaklaşır. İçinde Kur’an okunan, anlam ve yorumuyla
meşgul olunan ev, yıldızların yeryüzünü aydınlattığı gibi sema ehli için aydınlatılır.
Kur’an, okunduğu yere huzur, mutluluk ve bereket getirir. Okuyana da, dinleyene
de sevinç ve tarifsiz bir huzur verir. Üzüntü, tasa ve kederlerini dağıtır, ümitsizliklerini
siler, onları manen canlı ve aktif bir hale getirir. Kur’ân okunmayan ev harap olmuş
binaya benzer” buyurur Peygamberimiz (a.s.m.). Harap olmuş bir binada kim oturmak ister? Ama, Kur’ân okunmayan nice ev vardır. Acaba böyle ev sahipleri evlerinin mânen harabeye döndüğünün farkında mıdırlar?
İşte sevgili arkadaşlar evimizi huzurlu, mutlu bir yuva yapmak kendi elimizde.
Öyleyse hemen şimdi karar verip çalışmaya başlayalım. Okullarında tatil olması fırsatını değerlendirelim. Evlerimizi Kur’an’ın nuruyla süsleyelim. Evimizde yaşayan
herkesi bu nur kaplasın.
İngiltere nerededir?
Öğretmen derste Ali'ye sorar: İngiltere nerededir?
Ali: - Bilmiyorum, öğretmenim.
Öğretmen: Git evdekilere sor, yarın tekrar soracağım. Ali eve gelir ve babasına
sorar.
Babası: Tam olarak ben de bilmiyorum nerde diye, ama çok uzakta olamaz;
çünkü bizim şirkette bir tane İngiliz çalışıyor, işe yürüyerek geliyor.
68
Temmuz 2010
GÜLÜCÜK
12345-
BİLMECELER
El eker dil biçer.
Yürür yürür iz etmez. Hızlı gitse toz etmez.
Yarım elma neye benzer?
Bisiklet ne zaman uçak kadar hızlı gider?
Buzdolabına giren sineğe ne olur?
Cevaplar: 1- Yazı 2-Gemi 3- Diğer Yarısına 4-Uçağa Bindiği Zaman 5-Yazık Olur
Arkadaşlar, Anlamları verilen Allah’u teâlânın güzel isimlerini (Esma-i hüsna) bulmacamıza yerleştirin.
1- Her şeye vakıf, lütuf ve ihsan sahibi olan.
2- Her şeyden haberdar. Her şeyin gizli
taraflarından haberi olan.
3- Cezada, acele etmeyen, yumuşak
davranan, hilm sahibi.
4- Büyüklükte benzeri yok. Pek yüce.
5- Affı, mağfireti bol.
6- Az amele, çok sevap veren.
7- Yüceler yücesi, çok yüce.
8- Büyüklükte benzeri yok, pek büyük.
9- Her şeyi koruyucu olan.
10-Rızıkları yaratan.
11-Kulların hesabını en iyi gören.
12-Celal ve azamet sahibi olan.
13-Keremi, lütuf ve ihsânı bol, karşılıksız veren, çok
ikram eden.
14-Duaları, istekleri kabul eden.
15-Rahmet ve kudret sahibi, ilmi ile her şeyi ihata
eden.
16-Her varlığı, her işi her an gözeten. Bütün işleri
murakabesi altında bulunduran.
17-Her işi hikmetli, her şeyi hikmetle yaratan.
18-İyiliği seven, iyilik edene ihsan eden. Sevgiye layık
olan.
19-Nimeti, ihsanı sonsuz, şerefi çok üstün, her türlü
övgüye layık bulunan.
20-Mahşerde ölüleri dirilten, peygamber gönderen.
21-Varlığı hiç değişmeden duran. Var olan, hakkı
ortaya çıkaran.
2- El-Habîr 3- El-Halîm 4- El-Azîm 5- El-Gafûr 6- Eş-Şekûr 7- El-Aliyy 8- El-Kebîr 9- El-Hafız 10- El-Mukît 11- El-Hasîb 12- El-Celîl
13- El-Kerîm 14- El-Mucîb 15- El-Vâsi 16- Er-Rakîb 17- El-Hakîm 18- El-Vedûd 19- El-Mecîd 20- El-Bâis 21- El-Hak
CEVAPLAR: 1- El-Latîf
Temmuz 2010
69
Nalıncı Baba
Hazretleri
Adsız şansız bir Allah dostu
Murat Han (III. Murat) o gün bir
hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler
söylemek ister, sonra vazgeçer. Neşeli
deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim canınızı sıkan bir
şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşaallah.
- Hayır mı, şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan dışarı çıkıyoruz.
Hatice FURHAN
Hiçbir kimseyi etiketlemeden,başkalarının sözleri ve yorumları ile değerlendirmeden, tanımadan
insan olarak
değerlendirip, ve tüm değer yargılarımızı HÜSNÜ ZAN üzerine oturtmalıyız.Ancak gerçekten bir kardeşimiz
yanlış bir iş yapıyorsa, onu da güzellikle gizli bir yerde,tatlı bir dille uyarmayı da borç bilmeliyiz
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola.
Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi
bilir. Seri ve kararlı adımlarla Beyazıd'a
çıkar, döner Vefa'ya. Zeyrek'ten aşağılara
sallanır. Unkapanı civarlarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatli bakınır. İşte
tam o sıra, orta yerde yatan bir ceset
gözlerine batar. Sorarlar 'Kimdir bu?'
Ahali 'Aman hocam hiç bulaşma' derler,
'ayyaşın meyhur'un biri işte!'
- Nerden biliyorsunuz?
70
Temmuz 2010
- Müsaade ette bilelim yani. Kırk yıllık
komşumuz.
Bir başkası tafsilata girer. 'Biliyor musunuz?' der, 'Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır, nalının hasını yapar. Ancak
kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe
şişe şarap taşır evine, hem nerede namlı mimli
kadın varsa takar peşine' Hele yaşlının biri çok
öfkelidir. 'İsterseniz komşulara sorun' der,
'Sorun bakalım, onu bir kere olsun cemaatte
gören olmuş mu?' Hasılı mahalleli döner ardını
gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar mı
ortada. Tam Vezir de toparlanıyordur ki padişah
önünü keser.
- Nereye?
- Bilmem. Bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz. Öyle veya böyle tebamızdır. Defnini tamamlasak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
- Olmaz. Rüyadaki hikmeti çözemedik
daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en
azından.
- Aman efendim. Nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir
gasılhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz. Vefat eden sen olaydın nereden
kalkmak isterdin?
- Ne bileyim Ayasofya'dan, Süleymaniye'den. En azından Fatih Camii'nden.
Temmuz 2010
- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Haydi yüklenelim.
Ve gelirler camiye. Siyavuş Paşa sağa sola
koşturur kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel
yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir
nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem mânâlı bir tebessüm okunur dudaklarında.
Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin ona keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine
hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı
yaklaşır 'Sultanım' der, 'yanlış yapıyoruz galiba'
- Nasıl yani?
- Heyecana kapıldık, cenazeyi sorup araştırmadan getirdik buraya, Kimbilir hanımı vardı
belki, belki de yetimleri?
- Doğru. Öyle ya. Neyse, sen başını bekle,
ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah
garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur, nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle
dinler, sanki bu vefatı bekler gibidir. 'Hakkını
helal et evladım' der, 'Belli ki çok yorulmuşsun.'
Sonra eşiğe çöker ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, belki hatıralara dalar. Neden sonra silkinip
çıkar hayal dünyasından.
'Biliyor musun oğlum?' diye dertli dertli
söylenir, 'Bizim efendi bir âlemdi vesselâm. Akşamlara kadar nalın yapar, ama birinin elinde
şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini
verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya.'
- Niye?
- Ümmet-i Muhammed içmesin diye.
- Hayret.
Sonra malum kadınların ücretini öder eve
71
Nalıncı baba öyle bir şey söylemiştir ki,padişahta,veziri de hayrete düşmüştür.
- Önce uzun uzun güldü, sonra 'Allah büyüktür hatun' dedi, 'Hem padişahın işi ne?'
İşte Nalıncı Baba o adsız sansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı, Muhammed Mimi
Efendidir. Bergamalıdır. 1592 yılında vefat etti.
Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü ve
mübareği evine defnetti.
Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme
koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını.
Türbesi Unkapanı'nda, Cibali tütün fabrikasının
arkasında, Haraçzade Camii karşısındadır.
getirirdi. 'Ben sizin zamanınızı satın aldım mı,
aldım' derdi. 'öyleyse şimdi dinleseniz gerek' O
çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara.
Mızraklı İlmihal, Hüccet-ül İslâm okurdum.
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.
- Milletin ne sandığı umurunda değildi.
Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. 'Öyle
bir imamın arkasında durmalı ki' derdi, 'tekbir
alırken Kabe'yi görmeli.'
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi.
- İşte bu yüzden Nişanca'ya, Sofular'a uzanırdı ya. Hatta bir gün 'Bakasın Efendi!' dedim,
'Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü
belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada'.
- Doğru öyle ya?
- 'Kimseye zahmetim olmasın!' deyip mezarını kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. 'İş
mezarla bitiyor mu?' dedim. 'Seni kim yıkasın,
kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
Hiç kimse hakkında sui zan beslemeden, bilmediğimiz şeyin arkasına düşmeden,birisi falanca şu kötü işi yapıyor dese
bile.Hayır !kardeşim o işi yapmaz,yanlış
anlaşılma vardır,diyerek konuyu kapatmaya çalışmalıyız.Efendimiz in hadisindeki
müjdeye nail olmak için gayret edelim.Zira
Efendimiz buyurur ki:Kim bir müslüman
kardeşinin ayıbını örterse,Allah .c.c ta kıyamette onun ayıbını örter.
Ayrıca hiçbir kimseyi etiketlemeden,başkalarının sözleri ve yorumları ile değerlendirmeden, tanımadan insan olarak değerlendirip,
ve tüm değer yargılarımızı HÜSNÜ ZAN üzerine oturtmalıyız.Ancak gerçekten bir kardeşimiz
yanlış bir iş yapıyorsa, onu da güzellikle gizli bir
yerde,tatlı bir dille uyarmayı da borç bilmeliyiz.
“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.
Birbirinizin
kusurlarını
ve
mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz
ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?
İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi
çok kabul edendir, çok merhamet edendir. 1
...................
1)Hucurat:12
Download