EDİTÖR Bismillahirrahmanirrahim “Ey akıl sahipleri ibret alın” (Haşr suresi -2) Su gibi akıyor zaman. Kalem ne yazmışsa hikmet-i ilahi olarak o cereyan ediyor. Bizlere sadece boyun bükmek kalıyor. Sadece kulluk… Yani işimize bakmak, üzerimize lazım olanla ilgilenmek… Hepsi bu. Yaşadığımız çağ bir sürat çağı. İnsan da, bu çağın akıntısına kapılmış bir zamanzede. Modern hayat koşuşturmacalar içinde geçiyor. İnsanoğlu, günlük hayat serüveninde karşılaştığı hadiseler zinciri içinde arkasına bakıp düşünmeden, maddenin sığ cidarlarını aşıp ruhunun derinliklerine dalamadan yeni bir güne merhaba diyor. Oysa misafir edildiğimiz şu dünya gezegeninde makro âlemden mikro âleme kadar cereyan eden her şey, meydana gelen her hadise sırlı bir hikmet tahtına hareket ediyor. Yıl 5 Sayı 58 Temmuz 2010 Geçirdiğimiz trafik kazasından gördüğümüz bir rüyaya, çocuğumuzun aniden hastalanmasından kıl payı kaçırdığımız vasıtaya kadar, duru bir bakış açısına sahip olamadığımızdan dolayı çözümleyemediğimiz, hikmetine vakıf olamadığımız ama hepsinin bir anlam çerçevesi olan ve ibret dili ile bize bir şeyler fısıldayan nice sırlar, hadiseler meydana geliyor. Hz. Musa (a.s.) ile ilgili şu meselde anlatılan hadiselerin sırlı yüzü ne kadar düşündürücüdür: Bir çeşme başına su içmek için bir süvari geldi. Süvari, hem kendi su içti, hem de atını suladı. Adam giderken para kesesini düşürdü, fakat farkına varmadı. Daha sonra çeşme başına bir çocuk geldi ve su içerken para kesesini görüp aldı ve gitti. Bu sırada süvari, kesesini düşürdüğünü fark edip çeşme başına geri döndü. O sırada çeşmeden bir âmâ adam su içmekte idi. Süvari âmâ adama kesesini sordu. Adam bilmediğini söylediği halde süvari inanmadı ve adamı öldürdü. Musa Peygamber şaşkındı ve hadiselerin iç yüzünü her şeyi bilen Rabbinden sordu. Cevap oldukça şaşırtıcıydı: Süvarinin babasını, kendisi henüz küçük bir çocuk iken bu âmâ adam Öldürmüştü. Süvarinin düşürdüğü kesenin içindeki miktar ise süvarinin, keseyi alan çocuğun babasına olan borcunun karşılığı idi, tamı tamına... Evet, hayatın tenteneli perdeleri altında bilmediğimiz nice sırlı, nice hikmetli hadiseler meydana geliyor. Bize düşen de, ibretler, hikmetler meşheri olan bu âlemde, kader kaleminin Sahibi’ne olan imanımızı her dem taze tutmak. Tabii ki hadiselerin iç yüzünü, eşyanın perde arkasını anlayabilmek için hayata iman gözlüğü ile, dupduru bir mü’min yüreği ile bakmak gerekiyor. Yoksa cismaniyetin dar çerçevesi içinde yaşayarak başımıza gelen hadiselerdeki bize sunulan mesajı çıkarmak mümkün değil. Evet, Rabbimizin bize en büyük lütuflarından biri olan ruh cevherimizi O’na açık tutabilirsek, hayatın manasını anlayabilir, Muhammed İkbal’in ifadesi ile, kendi sedefimizin içinde inci yapabiliriz. Gayret bizden, yardım Allah’tan... Selam ve dua ile… içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Sayı: 58 Temmuz 2010 SAHİBİ Burhan Basın Yayın 4 “MÜSLÜMAN OLMAM NEYİ 48 Ramazan Işık: “Sizin duanız GEREKTİRİR?” birçok insanı dize getirecek.” Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Röportaj: Aydın BAŞAR 7 AÇIK MEKTUP 52 İMAN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK Sebahattin TÜZÜN ENGEL TEKEBBÜR Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR 8 Din Ne Kadar Yaşan(m)ıyor? YAYIN KURULU Fuat TÜRKER Yusuf ELİBOL 54 Kudüs’te Son Osmanlı Ahmet HALİLOĞLU Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA GRAFİK TASARIM 12 LÂNETLİLER! Nihat MORGÜL FUTBOL Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı Hasan BAŞAR 16 Besmeleyi Anlamak Aydın BAŞAR 62 Muhabbet Bahçesi Tek Sayı: 6 TL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Yusuf ELİBOL 18 BERAT GECESİ Mehmet TALU 64 Takva Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No 291928 IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri 24 Manevî İklime Efendimiz (s.a.s)’den Manevî Reçeteler Sezgin ÇAKIR IBAN TR690001001673441655885002 Mehmet Akif Mah. 30 MODERN DÖNEM KUR'AN Kuran Kursu Cad.No: 87 TELAKKİLERİ Sultanbeyli / İST. Dr. Ebubekir SİFİL Tel: +9 (0216) 498 94 00 [email protected] www.burhandergisi.com BASKI Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. 68 BURHAN ÇOCUK 39 EKMELÜDDİN BÂBERTÎ’NİN PEYGAMBERLİK ANLAYIŞI 70 Nalıncı Baba Hazretleri Kadir Recep MUHAMMED Hatice FURHAN Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Ayşe BAĞCIVAN Musa KARACA Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ 66 EŞİNİZE EN SON NE ZAMAN HEDİYE ALDINIZ? Hesap No: 1673–44165588-5002 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ 59 SEKÜLER DÜNYANIN YENİ DİNİ: 42 BAYBURTLU ŞEYH EKMELEDDİN’İN 73 FIRKA RİSALESİNDEKİ RAVENDİYYE FIRKASI İLE İLGİLİ DEĞERLENDİRMELER Prof. Dr. Arif YILDIRIM 4 “Müslüman Olman Neyi Gerektirir?” Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Din Ne Kadar Yaşan(m)ıyor ? Fuat TÜRKER 18 Manevi İklime Efendimiz (s.a.v)’den Manevi Reçeteler Sezgin ÇAKIR 30 İman Önündeki En Büyük Engel Tekebbür Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE 59 8 Berat Gecesi Mehmet TALU 24 Modern Dönem Kuran Telakkileri Dr. Ebubekir SİFİL 52 Seküler Dünyanın Yeni Dini Futbol Hasan BAŞAR Başyazı “MÜSLÜMAN OLMAM NEYİ GEREKTİRİR?” çinde yaşadığımız zamanda her şey, olanca hızıyla ve olanca kiniyle bizim üzerimize çullanıyor. Olaylar, yazılı ve görsel iletişim vâsıtaları olan gazete, televizyon, internet ve diğerleri, îmânımızı kalbimizden, ibâdetimizi hayatımızdan, ahlâkımızı vicdânımızdan söküp almak için üzerimize çullanıyorlar. İktidarlar, idâreciler, zenginler, güç sahipleri, eli kalem tutanlar hepsi, bizi değiştirmek ve kendilerine benzetmek için uğraşıyorlar. Hatta bizim olan gazeteler, bizim olan televizyonlar bile bizi değiştirmek için gayret gösteriyorlar. Sanki böyle bir görev üstlenmişler. Bizi çağa uydurmak, modernizme teslim etmek için onlar da üzerimize çullanıyorlar. Üstâd Necip Fazıl Kısakürek, “İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su; Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.” sözünü boşuna söylememiş. Üstâd, bugünü görseydi ne derdi acaba? İ Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Çevresindeki dayatmalara karşı direnemeyip savrulan Müslüman, kendisini yeniden gözden geçirmelidir. Sosyal hayatta, âile hayatında, ferdî yaşantısında durmadan taviz veren Müslüman, olduğu yerde durmalı ve kendini ciddî bir muhâsebeye tâbi tutmalıdır. 4 Bu olup biten yüklenmelerden dolayı insanımızda ciddî bir savrulma var. İnsanlarımız, rüzgârın önündeki saman çöpü gibi savruluyorlar. Bugün, “sapasağlam Müslüman” dediğimiz insana yarın ne diyeceğimizi şaşırıyoruz. Dün, beraber yola çıktığımız insanın, yolun yarısında bizi terk etmesine bir anlam veremiyoruz. Yıllarca başörtülü olarak tanıdığımız yazarların başörtülerini çıkarmalarına, sakallı olarak tanıdığımız insanların sakallarını kesmelerine de bir Temmuz 2010 mânâ veremiyoruz. İnsanlar, patır patır dökülüyor; hızlı bir şekilde değişiyorlar. İyiden kötüye doğru, güzelden çirkine doğru, hayırdan şerre doğru kayan kayana… Dökülen dökülene. Müslüman insanların düğünleri, düğünlerdeki masrafları, oyun ve eğlenceleri, bizi ciddî mânâda üzüntüye sevk ediyor. Sözünde durmayan, insanları aldatan insanımızın sayısı gittikçe çoğalıyor. Yaşadığı çağa ayak uyduran, inandığı gibi yaşamayı değil de yaşadığı gibi inanmayı seçen insanımızın sayısı gittikçe artıyor. Müslüman, teslim olan insandır; gideceği yolu seçen insandır. Müslüman, öyle kolay kolay makas değiştirmez, arkadaşını satmaz, yolunu terk etmez. Müslüman, olaylara îmân nûru ile bakan, ferâsetle ileriyi gören, dostunu düşmanını iyi seçen, dolduruşa gelmeyen ağır insandır. Olayları iyi okuyan, her şeyi gerçek mânâsı ile anlamlandıran, sık sık fikir değiştirmeyen kararlı insandır. Çünkü Müslüman’ın bir elinde Kur’ân, bir elinde de Sünnet vardır. Allah’a kul, Hz. Muhammed’e ümmet olan şahıs, nasıl olur da olayların önünde bir saman çöpü gibi, bir o tarafa bir bu tarafa savrulur? Kur’ân’dan ve Sünnet’ten beslenen bir Müslüman, nasıl olur da sık sık fikir, makas ve yaşantı değiştirir? Çevresindeki dayatmalara karşı direnemeyip savrulan Müslüman, kendisini yeniden gözden geçirmelidir. Sosyal hayatta, âile hayatında, ferdî yaşantısında durmadan taviz veren Müslüman, olduğu yerde durmalı ve kendini ciddî bir muhâsebeye tâbi tutmalıdır. Bu zamanda yaşayan her Müslüman, sık sık Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi şöyle demelidir: “İşte bütün meselem, her meselenin başı, Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı! Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden, Daha keskin eliyle, başını ensesinden, Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına; Yerleştirse başını, iki diz kapağına Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi? Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!” Bu yazının başlığı, Fethi Yeken’in bir kitabının ismidir. Zamanımızdaki Müslümanların hayatta bir kere değil, belki yılda bir kere veya ayda bir kere okumaları gereken kitabın ismidir. Evet, “Müslüman olmam neyi gerektirir?” sorusu, gerçekten ciddî bir sorudur. Fethi Yeken, bu kitabında işte bu ciddî sorunun cevabını veriyor. Kitap, birkaç yayın evi tarafından tercüme ettirildi ve yayınlandı. Kitap, gerçekten güzel bir muhtevaya sahiptir. Asrımızın Müslüman’ına çok faydalı bir kitaptır. Temmuz 2010 Fethi Yeken, kitabının önsözünde şunları yazıyor: “…Bu kitap, iki kısma ayrılır. Birinci kısmı, gerçek bir Müslüman olabilmesi için kişide bulunması gereken özelliklerden bahseder. Bu kısımda, bu dîne mensup olan kimsede bulunması gerekli olan şartlar açıklanır. İnsanların çoğu, ya kimliklerinde “dini İslâm’dır” yazılı olduğu için veya Müslüman anne ve babaların çocukları oldukları için Müslüman’dırlar. Gerçekte ise, bu her iki grup da Müslüman olmalarının mânâsını anlamıyorlar. Bu dîne mensup olmanın neyi gerektirdiğini bilmiyorlar. Bu sebeple onların başka bir yerde, İslâm’ın başka bir yerde olduğu görülür. Bu kitabın birinci kısmını yazmamın gâyesi, bütün bu sorulara cevap vermek ve bir Müslüman’ın gerçek mânâda İslâm’a mensup olması ve gerçek bir Müslüman olabilmesi için İslâm’ın kendisinden istediği vazifeleri açıklamaktır. Kitabın ikinci kısmı ise, İslâm için çalışmanın gerekliliğini ve İslâmî harekete mensup olmanın esaslarını açıklıyor. Ayrıca İslâmî hareketin özelliklerini, amaçlarını, araçlarını, felsefesini, çalışma metodunu ve bu harekete mensup olan kimselerde bulunması gerekli olan özellikleri anlatıyor. Burada işâret edilmesi gereken diğer bir husus da şudur: Genel olarak İslâm âleminde ve özellikle Arap Yarımadası’nda meydana gelen olaylar, büyük bir hakîkate işaret ediyor ki, o da İslâm ümmetinin çeşitli yönlerde kahredici bir boşluk içinde yaşadığı hakîkatidir. Bu boşluğu gerek inanç açısından, gerekse nizâm, ahlâk ve kanun koyma açısından İslâm’dan başka hiçbir şey dolduramaz. Bütün bunlar, İslâmî hareketi sonsuza kadar devam eden tarihî bir sorumlulukla yüz yüze getirirler. Bu sorumluluğun hakîkî bir îmâna ve samîmî bir irâdeye ihtiyacı vardır…” Fethi Yeken’in bu kitabı, iki bölümden oluşuyor, demiştik. Birinci bölümün başlıkları şöyle: İnancımda Müslüman olmalıyım. İbâdetimde Müslüman olmalıyım. Âilemde ve evimde Müslüman olmalıyım. Ahlâkımda Müslüman olmalıyım. Nefsimi yenmeliyim. Geleceğin İslâm’a âit olduğuna inanmalıyım. Fethi Yeken, ikinci bölüme “İslâmî hareket mensubu olmam neyi gerektirir?” diye bir soruyla başlar ve bu soruya şu başlıklar altında cevap verir: İslâm için yaşamalıyım. İslâm için çalışmanın gerekli olduğuna inanmalıyım. İslâmî hareketin önemini kavramalıyım. İslâmî çalışma metotlarını anlamalıyım, İslâmî harekete mensup olmanın boyutlarını 5 anlamalıyım. İslâmî çalışmanın temel prensiplerini bilmeliyim. Bîat ve üyelik şartlarını anlamalıyım. Aziz okuyucularım! Benim kendimi Müslüman olarak îlân etmem yetmiyor. Yüce Rabbim’in, beni Müslüman olarak kabul etmesi gerekiyor. Rabbim’in, beni Müslüman olarak kabul etmesi için de, O’nun her emrini yapmam ve her yasağından kaçınmam gerekiyor. Böyle yaparsam tam mânâsıyla Müslüman olmuş olurum. Dilimle Müslüman olduğumu söyler de yaşantımla kâfirlere, müşriklere, münâfıklara, modernistlere, hristiyanlara, yahûdilere benzersem öbür dünyada hâlim nice olur? Bunu şimdiden düşünmem lazımdır. Aziz okuyucularım! Yüce Allah’ın dîni İslâm, bizim hayatımızın her noktasına ve her anına müdâhele eder. Din, bizi kendi hâlimize bırakmaz. Bize, bütün bir hayatımız boyunca nasıl yaşayacağımızı öğretir ve bizden dört başı mâmûr bir hayat ister. Bize, Hz. Peygamber efendimize ve sahâbe-i kirâm efendilerimize benzememizi tavsiye eder. İbâdetlerimizde, âile hayatımızda, birbirimizle olan münâsebetlerimizde, çalışma hayatımızda, dîne hizmet konularında onları örnek almamızın esas olduğunu vurgular. Aziz okuyucularım! Biz, câmide Müslüman olduğumuz kadar çarşıda da Müslüman olacağız. Evde ibâdetlerimizi yerine getirdiğimiz kadar işyerinde de ibâdetlerimizi yerine getireceğiz. Eşimizin, çoluk-çocuğumuzun hakkını görüp gözettiğimiz kadar öğrencilerimizin hakkını da görüp gözeteceğiz. Aldığımız maaşın helâl olması için işimize gösterdiğimiz özen 6 kadar çalıştırdığımız insanların hakkını tam mânâsıyla ödemek için de özen göstereceğiz. Darlıkta nasıl yaşadıysak varlıkta da öyle yaşayacağız. Bizi tanıyan insanların yanında nasıl yaşıyorsak bizi tanımayanların yanında da öyle yaşayacağız. Aziz okuyucularım! Şu yaz aylarında birçok Müslüman kardeşimizin eşleri ve çocukları ile birlikte deniz kenarlarındaki otellerde tâtil yaptıklarını ve bir hayli paralar harcadıklarını duyuyor ve çok üzülüyoruz. Filistinli Müslümanlar kan ağlarken, Gazze şehrinin tepesinden bombalar yağarken, Bağdat bombalanırken, Afganlı Müslümanlar birbirine düşürülürken, Çeçen Müslümanlar açlık ve darlık çekerken biz, beş yıldızlı otellerde nasıl tâtil yapabiliriz? Hadi yaptık diyelim, orda yediklerimiz ve içtiklerimiz boğazımızdan aşağı nasıl gider? Hadi yediklerimizin ve içtiklerimizin boğazımızdan aşağı gittiğini farz edelim, oradaki hayatı içimize nasıl sindireceğiz? Ben, sindiremiyorum, onun için de gitmiyorum; sindirebilenler gitsinler! Aziz okuyucularım! Özellikle yalvarıyorum; herkes, yaşadığı hayatın ne kadar İslâmî olduğunu yeniden bir daha gözden geçirsin. Herkes, Yüce Allah’a mı yoksa nefsine mi kul olduğuna bir daha iyice baksın. Aziz okuyucularım! Bu yaz tâtilinde, sizi Fethi Yeken’in yukarıda ismini zikrettiğim kitabı ile baş başa bırakıyor, hepinizi Allah’a emânet ediyorum. Temmuz 2010 AÇIK MEKTUP Kaç fidan devirecek daha bu kirli eller, Kaç umudu vuracak korkak kalleş emeller. Nice şafaklar bir bir doğmadan karartıldı, Kör ve sağır vicdanın kucağına atıldı. Kimdir bu azgın güruh gücünü kimden alır, Bir kara bulut gibi güneşe perde kalır. Bu zalim örtü nedir, nedir bu zalim örtü, Nasıl egemen oldu dünyaya sefih dürtü. Yemini biz mi verdik leş yiyen kuzgunların, Müsebbibi biz miyiz yoksa akan kanların. Beklide alkış tutan kendi ellerimizdi, Bu yüzden halimizi çürük bir ipe dizdi. Nasıl değişiverdi o mukadder yazımız, Kan ve zulüm altında geçiyor hayatımız. Bu güzide gezegen böyle mi olmalıydı, Emaneti İlahi böyle mi kalmalıydı. Nasıl unutuverdik verdiğimiz yemini, Hani biz olacaktık yeryüzünün emini. Öyle büyüledi ki yalan dünyanın fendi, Kölesi oluverdik o da bize efendi. Hâlbuki ecdadımız muazzez hilafeti, Taşımakla bertaraf etmişlerdi afeti. Yayılmıştı cihana huzur sükûn adalet, Cenab-ı Hak’tan murad işte buydu emanet. Dinle ey sapık mantık, beli silahlı dinle, Necat saadet ancak iman ihsan ve Din’le. Biliriz o maskenin altındaki niyeti, Ve sonra zalimleri bekleyen akıbeti. Karanlığın kökü yok o ki muhal varlıktır, Ondan kurtulmak için beklenen aydınlıktır. Hak gelince kesilir batılın çirkin sesi, Bir anda uçuverir küfrün iğrenç nefesi. Yine aydınlanacak ümmetin altın bahtı, İkame edilecek yıkılan tacı tahtı. Bu işin sırrı belli sırrı iki hecede, “İSLAM” barış ve huzur, aşikâr bilmecede. Yeter ki bölünmeden Hakkı hâkim kılalım, Yeter ki ihlâs ile ipine sarılalım. Sebahattin TÜZÜN Temmuz 2010 7 Din Ne Kadar Yaşan(m)ıyor? oplumda her insan, hazır bulduğu standart hayat modeline uygun yaşar. Bir iş sahibi olmak, mal mülk edinmek, aile kurmak ve çocuk sahibi olmak insanların çoğunun elde etmek için çaba gösterdiği en önemli değerlerdir. Toplumun büyük bir bölümü yaşamına yalnızca bu dünyevi hedefler doğrultusunda yön verir. T Fuat TÜRKER [email protected] Şeytan, insanları, ibadetlerinin yeterli olduğuna, güzel ahlaklı olduklarına, ellerinden gelenin en fazlasının bu olduğuna, güçlerinin Kendi küçük penceresinden dünyaya bakan insanların gündelik yaşamda en önem verdikleri konular, televizyon dizilerini ya da saatlerce süren spor ve tartışma programlarını kaçırmadan izlemektir. Bazılarının ise daha ‘büyük amaçları’ vardır; sosyal etkinliklere katılmak, kulüp ya da kuruluşlarda görev almak... Gençlerin çoğunun başlarındaki yöneticilerden, ülkenin savunmasından, eğitim, hukuk ve sosyal sistemlerinden haberleri yoktur. Dünyada yaşanan olayların ise pek çoğunu bilmezler. bu kadarına yeteceğine inandırmaya çalışır. 8 Aralarındaki konuşmalar, kız ve erkek arkadaşları, okulda ya da mahalledeki olaylar, bilgisayar oyunları, izledikleri filmler, ‘takıldıkları’ kafeler, giysileri ve markaları gibi konulardır. ‘En büyük idealleri’ de ya ünlü bir film oyuncusu ya da popüler bir müzik grubunun bir üyesine benzeyebilmektir. Temmuz 2010 Toplumda kitap okuyanların sayısı çok azdır; insanlar yaygın fikir ve dünya görüşleri hakkında bilgi sahibi değildirler. Toplumda kitap ve gazete okuma oranının düşüklüğü, ancak buna karşın magazin gazete, dergi ve programlarının büyük ilgi görmesi, insanların hiçbir yararı olmayan işlerle zamanlarını geçirmeleri yaşanan amaçsızlığın sonucudur. Bu durum ise toplumsal yozlaşmayı beraberinde getirir. Dünya üzerinde ‘batıl’ ve insanlık için ‘zararlı’ olan birçok fikir ve felsefi akım vardır. Amaçsız yaşayan pek çok kişi, insanlığa zararlı düşüncelerin tehlikesinin farkına bile varamayacak kadar boş ve ‘tuzağa’ düşmeye hazır durumdadır. Din dışı hiçbir felsefe veya fikir akımı, insanlara aradıkları huzuru, güveni ve güzelliği veremez. Bu nedenle Kur’an ahlakının anlatılması, insanların bilgilendirilmesi çok önemlidir. Böylece hatalı görüşlerin ardına bilinçsizce takılmış olanların, dünyanın ve kendilerinin yaratılışının bir amacı olduğunu anlamaları mümkün olabilecektir. Şeytanın Tuzakları Kusursuz yaratılmış imtihan mekanı olan dünyada, şeytan ve nefsinin bencil tutkuları insanın en büyük düşmanlarıdır ve insanlara başıboş oldukları yönünde telkin verirler. Şeytan sinsice taktiklerle, nefsi de kötülüğü emrederek, kişiyi Allah’tan ve dinden uzaklaştırmaya çalışır. Doğruları fısıldayan vicdanının sesini dinlemeyen ve şeytanın emirlerine uyan insan zamanla yaşam amacından ve sorumluluklarından uzaklaşır. Oysa kişi, Allah’ın birçok ayette emrettiği gibi, düşünmekle sorumludur. Ancak düşündüğü taktirde şeytanın tuzaklarına karşı teyakkuzda olur ve dünya hayatındaki sorumluluklarının bilincine varır. İnsanın apaçık düşmanı olan şeytan, kıyamet gününe kadar tüm gücüyle insanları kötülüğe sürüklemeye yemin etmiştir. İnsanları kendi yoluna çekebilmek için çeşitli taktikler ve sinsi yöntemler geliştiren şeytan, amacına ulaşabilmesi için kendisine yardımcı olan, insanlar ve cinlerden oluşmuş itaatli bir orduya sahiptir. Tarihin başlangıcından itibaren yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan tüm insanlara aynı telkinleri veren şeytan, bıkmadan usanmadan sinsi plan ve yöntemler kullanarak, onları kendisiyle birlikte azaba sürüklemeye çalışır. Şeytan insanları her an gözetler; en zayıf bulduğu an yakalar, tuzağa düşürmeye çalışır. Onların da kendisi gibi kötülüğü benimsemelerini ve sistemine tabi olanların sayısını artırmak ister. Dünya hayatının geçici metaını süsler, çekici hale getirir, ahiret için çalışmanın çok zor ve sıkıntılı olduğu yönünde telkinler verir. Allah'ın emirlerini onlara zor, içinden çıkılmaz ve karmaşık göstermeye çalışır. İnsanlara beklemedikleri anlarda, beklemedikleri yönlerden pusu kurarak telkinlerini verir. Şeytan, insanları, ibadetlerinin yeterli olduğuna, güzel ahlaklı olduklarına, ellerinden gelenin en fazlasının bu olduğuna, güçlerinin bu kadarına yeteceğine inandırmaya çalışır. Kalplerinin temiz olmasının yeterli olacağını düşündürerek, onları samimiyetten uzaklaştırmak ister. Diğer insanlarla kıyaslandığında çok üstün bir ahlaka sahip olduklarını düşündürerek onları gevşekliğe sürüklemeye gayret eder. Böylece insanların kendilerini beğenip müstağni görmelerine ve azgınlaşmalarına sebep olur. Allah, Kur’an’da insanları “Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah'ın vaadi Temmuz 2010 9 haktır; öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah'ın adını kullanarak) aldatmasın. Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır.” (Fatır Suresi, 56) ayetiyle bu konuda uyarır. Bunların yanı sıra şeytan, Allah'ın bağışlayıcılığını öne sürerek insanı günah işlemeye teşvik eder. Allah sonsuz merhametiyle Kendisi'nden bağışlanma dileyen kullarının günahlarını affedebilir. Ancak "nasıl olsa Allah affeder" diyerek bile bile günah işlemek samimiyetsizliktir. Böyle bir ahlakı yaşamaya devam eden kişi, daha pek çok kötülüğün içine sürüklenir. Dini ‘Bir Ucundan’ Yaşayanlar Birçok insan, belirli zamanlarda ibadet ederek, ara sıra Kur’an ahlakını yaşayarak din ahlakını yaşadıklarını zannederler. Bu kişiler genellikle nefislerinin bencil tutkularının ardına düşerek, dünyevi çıkarlarını gözeterek yaşarlar. Bu durum, insanların kendini aldatmasından başka bir şey değildir. Kur’an’da, bu yaşam tarzını benimsemiş kimi insanların Allah’a ‘bir ucundan ibadet ettikleri’ bildirilir: İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzü üstü dönü- 10 verir. O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır. (Hac Suresi, 11) İnsan kendi dinini yaşayamaz, yaşaması gereken Allah’ın dinidir. Cahilce, kendi mantık örgülerine göre bir din yaşayan toplumun bireyleri, Kur’an ahlakının gereklerini, yalnızca kişisel çıkarylarla uyumlu olduğu durumlarda yaşarlar. Onlara göre, namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, sabır göstermek, tevekküllü olmak, hoşgörülü davranmak, ihtiyaç içinde olanları korumak ancak çıkarlarla çatışmıyorsa uygulanabilir. Eğer toplum içinde takdir görülecekse, ibadet etmek ve güzel ahlak özellikleri sergilemekte kendilerince bir sakınca görmeyen bu kimseler, şayet toplumdan tepki alacaklarını düşünürlerse, bu dini sorumluluklardan hiç haberleri yokmuş gibi davranırlar. Böyle yaşayan kişiler, ahiretin varlığına da kesin bilgiyle iman etmezler. Çünkü yaşamlarının bir kısmını Kur’an ahlakını, geri kalanını ise dünya hayatını yaşamaya ayırmışlardır. Hatta bazen bu kişinin gününün neredeyse 23 saati Kuran ahlakından uzak geçerken, dini yaşamaya ancak bir saatini ayırır. Oysa insanın yaşamı, ölümü, ibadetleri ve kulluğu yalnızca Allah için olmalıdır. Dünyevi değerlere çok önem veren bu kişiler, sadece belli dönemlerde ihtiyaç içinde olanları korumayı, yoksullara sadaka vermeyi, yardım etmeyi yeterli görürler. Bunlar güzel ve teşvik edilmesi gereken davranışlardır. Ancak bu kişilerin yardımlarındaki asıl amaç, genellikle toplumda ‘ hayırsever’ sıfatı kazana- Temmuz 2010 bilmek ve böylece saygın bir yer elde edebilmektir. En büyük yanılgılarından biri ise, tüm bu çarpıklıklara ve Kuran dışı inanışlara rağmen kendilerinin gerçek anlamda Kuran ahlakını yaşadıklarını öne sürmeleridir. Oysa gerçek İslam ahlakının, bu kişilerin çarpık mantık örgüleri üzerine kurdukları sapkın yaşamlarıyla hiçbir ilgisi yoktur. İnsanların Değil, Allah’ın Rızası Salih müminler, her durumda, okula da gidiyor olsalar, ticaretle de uğraşıyor olsalar, tüm gün evde de bulunsalar, hasta ya da sağlıklı da olsalar yalnızca Allah’ın hoşnutluğu için yaşarlar. Çok açıktır ki, samimi müminlerin yaşamında “biraz Allah rızası için, biraz nefsi için” gibi bir ayrım asla yoktur. Yaptıkları her işte yalnızca Allah’ın hoşnutluğunu kazanma çabası vardır. (Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymaz’; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37) Samimi inanan, yapacağı davranışları ve sözlerini ‘mantık süzgecinden’ değil, tam bir mümin hareketi ve mümin ahlakına uygun olup olmadığı konusunda süzgeçten geçirir. Her adımında ”cennette böyle bir tavır içinde olabilir miyim?” diye düşünerek Kuran ahlakına uygun tavırlar sergiler. Temmuz 2010 Yaşamı Allah rızası temeli üzerinde kurmak, toplumdaki bazı kimseler tarafından ‘hoş’ görülmeyebilir. Ancak gerçek dinde kıstas, 'insanların hoşnutluğu' değildir. Gerçek iman sahibi olan insan, çevresindeki bazı kişilerin nefislerini rahatsız etmemek ya da onlara hoş görünmek adına asla Allah'tan uzaklaşmaz. Ahirette Rabb’inin huzuruna tek başına çıkacağının ve dünyada yapıp ettiklerinden tek başına sorgulanacağının bilincindedir. Toplumdaki insanların, onun yaşam tarzından hoşnut olup olmalarının, kişiye hiçbir şey kazandırmayacağı açıktır. İnsan gerçek huzur ve mutluluğa ancak fıtratına uygun din ahlâkını yaşayarak kavuşabilir. Aksini düşünenleri ahiretten önce bekleyen hayat, "Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz." (Taha Suresi, 124) ayetindeki ifadeden anlaşılacağı üzere, 'sıkıntılı bir hayat'tır. Kur’an’a tabi olan müminler, Allah’a duydukları içli saygı, sevgi ve korku nedeniyle, her ibadeti gönülden yerine getirmeye çaba gösterirler. Batıl gelenekleri ya da alışkanlıkları nedeniyle Kur’an hükümlerini göz ardı etmek, müminler için asla söz konusu olmaz. Onlar Kur’an ahlâkını yaşamak için nefislerine değil, Allah’ın buyruğuna uygun olanı seçer ve dini ‘bir ucundan’ değil, tam olarak yaşarlar. Allah’ın Kuran’da emrettiği ve Peygamberimiz’in (sav) hayatı boyunca yaşadığı ahlâk budur. Bu, gerçek Kur’an ahlâkıdır; onun yoluna uyanların da yaşadıkları ahlâk budur… 11 LÂNETLİLER! “İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır.” 1 Bildiğiniz gibi ayetlerin ilk muhatapları İsrailoğullarıdır. Allah, İsrailoğullarından bir kısmına böyle lanet ettiğini söylüyor. Bu bağlamda öncelikle şu haberi, sonra da Tevrat’tan alınmış cümleleri beraber okuyalım. Nihat MORGÜL [email protected] “(Ey İsrailoğulları!) Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair sizden söz almıştık. Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir.” 12 “Savaşın hemen başında toplanan İsrail Hahamlar Şurası, sivillerin katledilmesinin önünü açan bir fetva verdi. Tevrat’ın savaş sırasında kadınların ve çocukların öldürülmesini öngördüğünü belirterek İsrail ordusundan Filistin ve Lübnan’da sivillere yönelik saldırılarını arttırmasını istedi.” 2 Tevrat’tan bazı pasajlar; "Ele geçen her adamın gövdesi, delik deşik edilecek ve tutulan her adam kılıçla düşecek. Yavruları da karıları da kirletilecek. (...) Ve yayları gençleri yere çalacak ve rahmin semeresine acımayacaklar; gözleri çocukları esirgemeyecek." Temmuz 2010 "Atalarının fesadından ötürü, onun oğullarını boğazlayacak yer hazırlayın da ayağa kalkmasınlar ve diyarı kendilerine mülk edinmesinler ve dünya yüzünü şehirlerle doldurmasınlar." 4 "Milletlerin zenginliği sana gelecek. (...) Ve ecnebiler senin duvarlarını yapacaklar ve kralları sana hizmet edecekler... Ve kapıların daima açık duracak; milletlerin servetini ve sürgün getirilen krallarını sana getirsinler diye gece gündüz kapanmayacaklar. Çünkü sana kulluk etmeyen millet ve ülke yok olacak ve o milletler tamamen harap olacak. (...) Ve seni sıkıştıranların oğulları sana eğilerek gelecekler ve seni hor görenlerin hepsi senin ayaklarının tabanında yere kapanacaklar ve sana: Rabbin şehri, İsrail Kudüs’ünün Sion'u diyecekler. (...) Ve milletlerin sütünü emeceksin ve kralların memelerini emeceksin. 5 (...)"milletlerin servetini yiyeceksiniz ve onların izzeti size geçecek." 6 "Ve Allah'ın Rabbin sana teslim edeceği bütün kavimleri bitireceksin; gözün onlara acımayacak. (...) Ve Allah'ın Rab, onları senin önünde ele verecek ve onları helâk edinceye kadar büyük kırgınla kıracak. Ve onların krallarını senin eline verecek, adlarını göklerin altın- dan yok edeceksin; sen onları yok edinceye kadar kimse senin önünde duramayacak. 7 "(Rab dedi:) Sen benim topuzum ve cenk silâhlarımsın. Ve seninle milletleri kıracağım ve seninle ülkeler helâk edeceğim (...) ve seninle erkeği ve kadını kıracağım ve seninle kocamış adamı ve genci kıracağım ve seninle genç adamı ve ere varmamış kızı kıracağım ve seninle çobanı ve sürüsünü kıracağım ve seninle çiftçiyi ve çiftini kıracağım ve seninle valileri ve kaymakamları kıracağım." 8 "Mülklerini alacağınız milletlerin yüksek dağlar üzerinde ve tepeler üzerinde ve her yeşil ağaç altında ilâhlarına ibadet ettikleri bütün yerleri mutlaka harap edeceksiniz." 9 Bizim kahrolarak izlediğimiz manzaraları onların neden büyük bir azim ve ibadet aşkıyla yaptıklarını sanırım yukarıdaki satırları okuyunca daha iyi anlamışızdır. Kendilerini Tanrı adına masum canı almaya adamış, bunu emreden bir kitaba iman etmiş bir insandan ancak bu beklenir doğrusu. Bu, terörü din haline getirmektir. İsrail’in yaptığı ‘devlet terörü’dür, bu doğru. Daha doğru olanı ise şudur, İsrail, ‘terör’(ün) devleti’dir. Dünyada her zaman ve devirde savaşlar olagelmiştir ve galiba olmaya devam edecektir. Fakat başta İslam’ın olmak üzere her toplumun kendine göre bir savaş hukuku ve ahlak anlayışı vardır. İslam’a göre savaşta, yaşlılar, çocuklar, kadınlar, yaralılar, esirler, din adamları, ibadet haneler, hastaneler, okullar (genel ifadeyle savaşın içinde olmayan siviller) hatta hayvanlar, ağaçlar ve ekinler masumdur. Görülüyor ki Tevrat’a ve ona iman edenlere göre böyle bir ayrım yoktur. Olayı vahşete dönüştüren de bu anlayıştır. Bu anlayışa nasıl gelindiğine değinmek yerinde olur kanaatindeyim. İshak’ın oğlu, Yakup Temmuz 2010 13 peygamberdir. Yakup’un diğer adı da İsrail’dir. Sonraları bu soydan gelenlere İsrailoğulları denir. Yani İsrailoğulları (Yahudiler) ile İsmail oğulları (Araplar) amcaoğludur. İshak’tan sonra bütün peygamberler; Yakup, Yusuf, Mûsa, Harun, Dâvut, Süleyman, Zekeryâ, Yahya, İsa aleyhisselam’ın hepsi, İsrailoğullarındandır. Bu durum onlarda Allah tarafından imtiyazlı ve onun has (hatta tek) kulları oldukları gibi yanlış bir anlayışın doğmasına sebep olmuştur. Oysa Allahın bir kavme peygamber göndermesi, bir başka açıdan onların ıslah edilmeye ne kadar muhtaç olduklarını da göstermektedir. Aksine onlar üstün /imtiyazlı /efendi /soylu ırk düşüncesi ile bir taraftan kendi soylarını Allah katında üstün görünce diğer taraftan da diğer ırkların kendilerinden aşağı ve efendilere (kendilerine) hizmetle görevli varlıklar olduğuna inandılar. İşte Siyonizm, bu anlayışın siyasi tezahürüdür. Musevi asıllı Şair-yazar Roni Margulies’in şu tespitini tam bu noktada zikretmek yerinde olur: “İsrail’in yöneticileri, ister sağcı ister solcu olsun, bilinçli Siyonistlerdir” 10 Bu inancın temellerini Tevrat’ta görmek mümkündür. Bunun nasıl bir şey olduğunu anlamak için 14 yukarıda zikrettiğimiz Tevrat ayetlerine dikkatli bir şekilde bakmak ve ortadoğuda işlenen vahşeti görmek yeterlidir. Burada İsrailoğullarının tarihini anlatmayacağız tabii. Üzerinde duracağımız husus, “İsrailoğulları geçmişte ne yapmış ki, merhameti sonsuz olan Allahın gazabına ve lanetine maruz kalmıştır?” sorusuna cevap bulmaktır. Bu cevabı, onların genlerinde aramak haksızlık olur. Mısırda Kıptîlerin yöneticiliğinde baskı altında köle ve ikinci sınıf insan olarak yaşamlarını sürdüren İsrailoğulları Allahın rahmeti olarak Musa peygamberin önderliğinde Kızıl denizi geçip özgürlüğe kavuştular ve Allah’ın birçok nimetine nail oldular. Daha sonra ortaya koydukları tutum ve tavırları, şükreden mütevazı bir kul tavrı olmadı. Şımarık, nankör, uslanmaz, haddini bilmez bir tavır sergilediler. Bu, onların karakteri haline geldi. Sonucu Kur’an’dan okuyalım: “İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: “Aşağılık maymunlar olun” dediklerimizi elbette bilmektesiniz. ” 11 Temmuz 2010 “Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi? de, Allah kime lanet ve gazab ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır. ” 12 “Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: “Aşağılık maymunlar olun”, dedik. ” 13 Her şeye rağmen Allahın ayrıcalıklı has kulları olduklarına inandılar. “Allah bizi cehennemde yakmaz. Biz onun has kullarıyız” dediler. İşlerine gelmediklerinde peygamberleri öldürdüler, dini ve dini emirleri para karşılığında değiştirdiler. Ve daha niceleri.. 14 O hale geldi ki son tahlilde ortadaki dinin Musa’nın anlattığı dinle bir ilgisi hemen hemen kalmadı. Dinin bu son haline, değiştirilmiş, tahrif edilmiş haline Yahudilik dendi. Yahudileşmek, dini, menfaatlerine kurban etmenin, onu sulandırmanın, Allaha karşı lakayt olmanın bir diğer adı oldu. Elbette İsrailoğullarına ait bir kavram olmaktan çıktı. Allahın dinine karşı kim aynı tavrı sergilerse-Müslümanlar dâhil- Yahudileşiyor, yani laneti hak ediyor demektir. Şunu da belirtelim ki, biz atalarının yaptıklarından torunlarını sorumlu tutacak değiliz. Ancak bu gün Filistin ve Lübnan’da olanlar gösteriyor ki, modern zamanın Yahudileri de atalarının izinden gitmektedirler. Oysa Allah onlardan söz almıştı. “(Ey İsrailoğulları!) Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair sizden söz almıştık. …. Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir.” 15 Bunun yanında insaf ehli, vicdan sahibi Musevi’ler yok değildir. Onlar ortaya konan bu vahşete katılmadıklarını, bunu kınadıklarını, kendi hükümetlerini protesto ederek gösteriyorlar. Ne var ki hâkim güç Siyonist Yahudilerin elindedir. Onlar da dünyayı ateşe vermeye devam ediyorlar. Ancak, ayette de belirtildiği üzere zulüm öyle bir ateştir ki sonunda gelir sahibini yakar. 16 Nitekim Peygamberimiz kıyamet alametlerini haber verirken şöyle buyurur; “Sizler Yahudilerle savaşacaksınız. Siz onların üstüne saldırdığınızda taşlar konuşur ve ey Müslüman, bu arkamdaki Yahudi’dir, onu öldür der. 17 Galiba, ortadoğuda sonuç buna doğru gitmektedir ve bu da dünyanın kıyametidir vesselam! ........................................... 1)5/Maide, 78 2)Gerçek hayat, 28 Temmuz 2006, Sayı: 301 3)İşeya, 13/15,16,18, s.682-683 4)İşeya, 14/21,22, s. 683 5)İşeya, 60/5,10,11,12,14,16,17, s.718-719 6)İşeya, 61/5,6, s.719 7)Tensiye, 7/16, 23, 24 s. 185 8)Yeremya 50/20-23 s.777 9)Tensiye 12/2 s. 189 10)Gerçek Hayat, 28 Temmuz 2006, sayı; 301, sh. 22 11)2/Bakara; 65 12)5/Maide; 60 13)7/Araf; 166 14)Bkz. 2/Bakara, 40-83. Yahudi mantığı ile ilgili daha fazla bilgi almak isteyen Bakara suresini –özellikle bu günlerde – tamamen okumalıdır. 15)2/Bakara,84-85 16)“Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur. Aslında sizin Allah’tan başka yardımcınız yoktur. Sonra O’ndan da yardım görmezsiniz.”[11/Hud,13] 17)Buhari; 3398, Tecrid-i Sarih; 1232 Temmuz 2010 15 Besmeleyi Anlamak ahiliye dönemi müşrikleri mühim işlerine “Lat adına”, “Uzza adına” ve “Menat adına” diyerek başlarlarken Hıristiyanlar “baba-oğul ve kutsal ruh adına” diyerek başlarlardı. Hanif dinine mensup olanlar ise “bismike allahümme” ifadesini kullanırlardı. Müslümanların kullandığı besmele yani “Bismillah’ir Rahmani’r Rahim” şeklindeki söyleyiş ilk defa Kuran ile öğretilmiştir. Birçok inançta yüce bir kuvvet olduğuna inanılan ilahi bir güce sığınarak işlere başlama anlayışı vardır. Bu konuda ünlü filozof Eflatun şöyle söyler: “Biraz olsun bilge olanlar ilahi bir kuvvete sığınmadan küçük büyük herhangi bir işe girişmezler.“ (Timos) C Aydın BAŞAR Müslüman her işinin başında Rahman ve Rahim’i zikrederek kendisi de o sonsuz merhametin boyasıyla boyanır. 16 Besmelede geçen “Allah” ismi, İslam öncesi Arap şiirlerinde ve eski kitabelerde de yer almış bir kelimedir. Çok tanrılı Arabistan’da bazı kabilelerin “Allah” adıyla bilinen bir tanrıya inandıkları bilinmektedir. O dönemde putperestler Allah’ı, göğü ve yeri yaratan baş tanrı ve Mekke’deki Kabe’nin Rabbi (Rabbul Beyt) olarak kabul ediyor, öteki tanrılarını da bu üstün tanrı ile insanlar arasındaki bir aracı olarak görüyorlardı. Dolayısıyla “Allah” ismi Kuran’dan önce de kullanılmaktaydı. Bu bilgi bizi şirk dininde de “Allah” isTemmuz 2010 minin kullanıldığı bilgisine götürmektedir. Demek ki marifet yalnızca Allah ismini zikretmek değil, onun ismini şirk unsurlarına bulaştırmadan söyleyebilmektir. Bu durumda besmeledeki en önemli vurgu tevhide olmalıdır. Basit bir ifade ile bizim “Allah” deyişimiz müşriklerin demesi gibi olmamalıdır. Yani her besmele çekiş tevhit bilincini kamçılamalıdır. Besmelede iki aynı kökten türeyen “Rahman” ve “Rahim” isimlerinin kullanılması, Yüce Allah’ın merhametinin büyüklüğünü vurgulamaktadır. Dolayısıyla her iki kelime de “merhametli” anlamındadır. Fakat şu var ki “Rahman” ismi dünyevi zamana taalluk eden ve tüm mahlukatı kapsayan bir merhamete işaret ederken, “Rahim” ismi yalnızca ahirette tüm müminleri kucaklayacak olan bir merhamete işaret etmektedir. Klasik tefsir anlayışının ayrımı bu şekildedir. Besmelede bu iki ismin kullanılması ve Kuran’da bir istisna hariç bütün sûrelere besmele ile başlanılması Yüce Allah’ın merhametinin kuşatıcılığına delalet etmektedir. Araf Suresi’nin 156. ayet-i kerimesinde Yüce Allah şöyle buyurur: “Rahmetim her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.” Bununla birlikte bir hadis-i şerife göre Allah’ın rahmetinin gazabından çok olduğu bilinmektedir. (Bkz. Buhari, Tevhid, 15) Surelerin başlangıcında besmele olduğuna göre sureleri anlarken “rahmet” merkezli bir anlayışın benimsenmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Yani surelerin; başlarındaki besmelede zikredilen Rahman ve Rahim isimleri ile alakalı bir şekilde anlaşılması gerekmektedir. Yüce Allah surelerin başında esma-i hüna’sından başka isimler değil de bu isimleri zikrettiğine göre, bundaki hikmetlere sırtımızı dönerek bir anlayış geliştirmek doğru olmasa gerektir. Bir başka ifade ile rahmet merkezli bir tefsir anlayışını benimsemenin; bahsedilen bu durumun bir gereği olduğunu söyleyebiliriz. Besmelede Rahman ve Rahim isimlerinin olmasından bizim çıkarmamız gereken bir hikmet de şudur: Besmele hayatımızın merkezinde olduğuna göre besmelenin unsuru olan bu iki ismin anılması hayatımızdaki “merhamet” faktörünün önemine işaret etmektedir. Yani Müslüman her işinin başında Rahman ve Rahim’i zikrederek kendisi de o sonsuz Temmuz 2010 merhametin boyasıyla boyanır. Şayet sürekli Yüce Allah’ın rahmetini andığımız halde, merhametten yoksun bir gönle sahip isek bu bizim o zikrin hakkını veremediğimiz anlamına gelmektedir. Buna göre her besmele merhamete yapılan bir vurgu ve insana merhametli olması yönündeki bir hatırlatmadır. Başka bir ifade ile besmele çekmek, “bilinc”e merhamet sinyali göndermektir. Ona merhameti hatırlatmaktır. Bütün işlerine besmele ile başlayan müminler, Yüce Allah’ın şefkat ve merhameti ile ilgili olan Rahman ve Rahim isimlerini söyleyerek hayatlarının merkezine rahmeti her şeyi kuşatan Yüce Allah’ın hak dinini almış olurlar. Bu, Müslümanların kendi kimliklerine yaptıkları bir vurgudur. Yani her besmele Müslüman kimliğini besleyen bir unsurdur. “Sekülerizm” yani “dünyevileşme” felsefesinin en önemli hedefi Yüce Allah’ı hayatın her alanından çıkartmaktır. Buna karşın bilinçli olarak besmele çeken her Müslüman bütün işlerine Yüce Allah’ın ismiyle başladığından dolayı, işlerini Yüce Allah ile alakalandırıyor demektir. Onun bu tavrı sekülerizmi reddediş anlamına gelmektedir. Bu durumda çektiğimiz her besmele sekülerizme bir itiraz niteliği taşımaktadır. Müslüman olarak her işimize besmele ile başlamamızın gerekliliği bize aynı zamanda şunu öğretmektedir: Bizden her işimize besmele ile başlamamız istenildiğine göre, bizim her işimizde Yüce Allah’ı hatırlama zaruretimiz olmalıdır. Yani bizler bütün işlerimizi onun dininden bağımsız olarak düşünemeyiz. İşlerin başında zikrettiğimiz besmele, bizim Yüce Allah’ın dininden bağımsız hareket etme lüksüne sahip olmadığımızı göstermektedir. Besmelenin bir yönü de şudur ki amellerimizi ibadete dönüştürücü bir kelime olmasıdır. Amellerin niyetlere göre olması esprisinden yola çıkacak olursak, besmelenin niyetlerdeki bir “iman” vurgusu olduğunu da söyleyebiliriz. Bu durumda niyetlerde Yüce Allah’ın rızasının her şeyin önüne getirilmesi, besmelenin de zikredilme gayelerindendir. Besmele çeken insan bir bakıma zikreden insan demektir. Çünkü her bir besmele bir hatırlayıştır. Rahman ve Rahim olan Yüce Allah’ı anmaktır. Yüce Allah’ı çokça zikretmenin yolu besmeleyi hayatın her alanına taşımaktır. 17 BERAT GECESİ Mehmet TALU “Muhakkak ALLAH Teâlâ, Şaban ayının yarısı, yani Berat Gecesi kullarına rahmetle bakar ve herkesi mağfiret eder. Yalnız müşrik olan kimse ile düşmanlık eden, kin ve husumet besleyen kimseyi mağfiret etmez.” 9 18 26 Temmuz Pazartesi gününü; 27 Temmuz Salı gününe bağlayan gece: Nice dini, ahlaki güzelliklerin yaşandığı rahmet ve mağfiret mevsimi mübarek Ramazan ayına adım adım yaklaştığımızı müjdeleyen Şaban ayının 15. gecesi olup BERAT kandilidir. Kudsiyetiyle gönüllerimize feyiz ve bereket bahşeden, Yüce ALLAH’ın sınırsız af, merhamet, yardım ve bereketine vesile olan Berat kandilini tekrar idrak etmenin heyecan, sevinç ve mutluluğunu yaşamaktayız. Yüce Rabbimize sonsuz şükürler ve hamd ü senalar olsun. Berat Kandili Müslümanların, sınırsız af ve merhamet sahibi olan Yüce ALLAH’a sığınarak günahlardan arındıkları, ilahi lütuf ve bereketlere eriştikleri müstesna zaman dilimlerinden birisidir. Bu mubarek gece her yıl, İslâm dünyasının dört bir tarafında derin bir huşu ve hürmet ile karşılanır ve uğurlanır. İslâm aleminin saadet ve selâmeti, mü'minlerin mağfiret-i ilâhiyyeye nail olmaları için bu mübarek gecede milyonlarca Müslümanın elleri semaya açılır. Mü’minler, içtenlikle yüce ALLAH’a yönelirler, affedilme ümitleri canlanır ve Cenab-ı Hak’tan feyizi, rahmeti ve affedilmeyi büyük bir heyecanla gönülden arzu ederler. Camilerimiz, mescidlerimiz bu gece, sabaha kadar üstlerine gökten yağan nurTemmuz 2010 lar ile, kendilerini dolduran Müslümanlardan taşan nurlar arasında parıldar durur. Bu gecede camilerimizi kubbelerine kadar dolduran dualar bütün bir yıl ümmet-i Muhammed üzerinde ilahî bir rahmet olur. Bu gece, camilerimizde, mescidlerimizde tan ağarıncaya kadar Kur’an-ı Kerîm okunur, dinlenir, namaz kılınmak ve dua-niyaz yapılmak suretiyle ihya edilir. Bu mübarek gecenin hepimiz ve bütün İslâm alemi için maddî ve manevî hayırlara bereketlere ve afv ü mağfirete nail olmamıza ve BERATımıza vesile olmasını Cenab-ı Hakk'dan niyaz ederiz. Ve bilhassa idrak ettiğimiz bu mübarek gecenin; çağın getirdiği sıkıntılarla bunalan ruhlara, manevi hayatın ihmaliyle daralan kalplere, ümütsüz, karamsar, günleri gafletle geçen kimselere gerçek manada maddi ve manevi bir kandil olması için dua ve niyaz ediyoruz. Aslı “Beraet” olan ve Türkçe'ye “Berat” olarak giren bu kelimenin sözlük anlamı: “Borçtan, hastalıktan, suç ve cezadan kurtulmak”. Dînî literatürde ise: “Günahlardan arınmak, temize çıkmak, ilahî af ve rahmete nail olmak” manasını ifade etmektedir. Buna göre Berat gecesi, ALLAH Teâlâ'nın affı ve bağışlaması ile Müslümanların günahlardan arınmasına ve kurtuluşlarına bir vesiledir. ALLAH Teâlâ, bu mübarek gecede, kendisine yönelip af dileyen mü'min kullarına, cehennemden kurtuluş beratı verir. Berat gecesine, bereketli ve feyizli bir gece olması sebebiyle: “Mübarek”; kulların günahlarının affolunması ve temize çıkmaları sebebiyle: “Beraet”; kulların ihsana kavuşmaları nedeniyle: “Rahmet”; geceyi iyi değerlendiren kulların seçilerek salih kullar arasına alınması sebebiyle: “Beraet ve Sakk” adı da verilir. Berat Gecesi, bütün İslâm âleminin mukaddes kabul edip ihya ettiği en mübarek gecelerden biridir. Hiç şüphe yok ki vakitler aslında birbirine eşittir. Bir vakit diğer bir vakitten kendiliğinden üstün olamaz. Öyleyse bir vaktin diğer vakitlerden daha şerefli ve faziletli olması mutlaka o vakitte meydana gelen bir yüce işten ve mübarek bir olaydan kaynaklanmaktadır. Zaman ve mekanlar kendilerinde meydana gelen büyük ve önemli olaylarla değer kazanırlar. Berat gecesi hayırlarla dolu olayların meydana geldiği bir gecedir. Berat Gecesi'ni, bu derece yücelten husus, Berat gecesinin kudsiyeti, Kur’an-ı Kerim’in bu gecede Levh-i Mahfuzdan dünya semasına indirilmiş olması ile alakalıdır. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: Temmuz 2010 “Ha Mim. Helal ile haramı ve sair hükümleri apaçık bildiren bu kitab, Kur'an-ı Kerime yemin ederim ki, gerçekten biz O'nu mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak biz hak din İslam'dan yüz çevirenleri uyaranlarız. O, öyle bir gecedir ki, bu geceden gelecek senenin aynı gecesine kadar rızıklar, eceller ve benzeri her hikmetli iş katımızdan bir emir ile o zaman ayrılır. Hakikat biz, Rabbinden bir rahmet eseri olarak peygamberler gönderenleriz. Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ her şeyi hakkıyla işitenin, her şeyi de kemaliyle bilenin ta kendisidir.”1 Ayet-i kerimede geçen: “Mübarek gece”den maksat, bir tefsire göre: Berat gecesidir. Bu tefsir sahiplerinin sahih kabul ettiği rivayetlere göre: Kur'an-ı Kerim'in tamamı, bu gecede Levh-i mahfuz’dan dünya semasındaki Beyt-i Ma’mur’a indirilmiş, sonra da Kadir gecesinden itibaren Cebrail (A.S.) vasıtasıyla Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimize peyderpey indirilmiştir.2 Ayrıca Kıble'nin Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'dan Mekke-i Mükerreme’deki Kâbe istikametine çevrilmesinin; hicretin ikinci yılında, Şaban ayının 15.de vuku bulması da bu geceye ayrı bir önem kazandırmaktadır. Bu önemli iki hadise münasebetiyle Berat Gecesine mahsus şu beş haslet vardır. A) Mahlûkatın bir sene içerisindeki rızıkları, zengin veya fakir, aziz veya zelil olacakları, ihya (diriltme) veya imate (öldürme) edilecekleri, ecelleri gibi her mühim iş bu gece tefrik edilir, görevli meleklere verilir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “…O, öyle bir gecedir ki, bu geceden gelecek senenin aynı gecesine kadar rızıklar, eceller ve benzeri her hikmetli iş katımızdan bir emir ile o zaman ayrılır…”3 Berât gecesi, ilâhî emirlerin Levh-i Mahfûz’dan yazılmasına başlanır. Kâtip melekler bu geceden, gelecek seneki aynı geceye kadar olan olayları yazar ve bu “Kadir gecesi” bitirilerek, rızıklara ait nüsha Mikâil (A.S.)a; musibetlere ait nüsha Azrail (A.S.)a; harplere, zelzelelere, yıldırımlara, çöküntülere ait nüsha da Cebrail (A.S.)a teslim olunur. Osman b. Ahnes (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Şaban’dan Şaban’a eceller belirlenip görevli meleklere bildirilir. O kadar ki adam evlenir, çocuğu olur, oysa ismi ölecekler arasına yazılıp belirlenmiştir.”4 19 “Şaban ayının yarısı yani Berat gecesi olduğu zaman kalkınız, o geceyi ibadetle geçiriniz, gündüzünde de oruç tutunuz. Çünkü Cenab-ı Hak, güneşin batmasıyla birlikte rahmet ve ihsanıyla, gufran ve inayetiyle dünya semasına tecelli eder ve şöyle buyurur: Günahlarının bağışlanmasını isteyen yok mudur? Onu bağışlayayım. Rızık isteyen yok mudur? Onu rızıklandırayım. Bir derde düşen yok mudur? Ona afiyet vereyim, o dertten kurtarayım. Şöyle olan yok mu? Böyle olan yok mu? Ve bu hitap fecir doğuncaya kadar devam eder.6 “ALLAH Teâlâ’nın dünya semasına tecelli etmesinden” murad: O’nun rahmet ve bereketinin, hayır ve nimetinin inmesi; sema kapılarının açılması, duaların süratle kabul edilmesi, kullarına rahmet ve merhametle bakmasıdır. Hz.Aişe (R.Anha)dan rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, hayrı şu dört gecede yazdırır: a- Kurban Bayramı gecesi, b- Ramazan Bayramı gecesi, c- Şaban ayının yarısı gecesi yani Berat gecesi. Bu gece, ALLAH Teâlâ, ecelleri ve rızkı yazar. Hacca gidecekler de bu gece yazılır. d- Sabah namazı vaktine kadar Arefe gecesi... “Diğer bir rivayete göre: Onlar beş gece olup biri de: Cuma gecesidir.”5 Binaenaleyh, muhterem okuyucu! Gelin… Mukadderatımızın tayin ve tesbit edildiği bu mübarek gecede, çok çok dua edelim. Edelim ki, mukadderatımız hayırlı olsun. Hayırlı uzun ömür, sıhhat ü afiyet, helâl bol rızık, son nefeste kâmil iman ile ölmek, korktuklarımızdan emin, umduklarımıza nail olmak, dünya ve ahiretimizin mamur olması, Cenab-ı Hakk’ın cemaliyle ve firdevs cennetiyle müşerref olmak v.b. isteklerimiz için dua edelim. Mukadderatı bilemiyoruz. Kimbilir? Yeterli dua etseydik belki de istediğimiz şekilde olurdu. Etmediğimiz için de öyle oldu. B) Berat gecesinde yapılan ibadetin fazileti büyüktür. Bu gece hakkında Hz. Ali (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: 20 Binaenaleyh, bu mübarek gecede yapılacak olan ibadet ve taatta, kılınacak olan kaza veya nafile namazlarında bir çok sevap vardır. Bakınız… Rabbimiz nida buyuruyor: “Günahlarının bağışlanmasını isteyen yok mudur? Onu bağışlayayım.” - Biz varız, Ya Rabbi! Diyelim. Günahlarımıza tevbe istiğfar edelim. “Rızık isteyen yok mudur? Onu rızıklandırayım.” - Biz varız, Ya Rabbi! Bize helal bol rızık nasip eyle, diyelim. “Bir derde düşen yok mudur? Ona afiyet vereyim, o dertten kurtarayım.” - Biz varız, Ya Rabbi! Diyelim. Dertlerimizi, hastalıklarımızı, sıkıntılarımızı, müşküllerimizi söyleyelim. Rabbimizden halletmesini isteyelim. C) ALLAH Teâlâ'nın rahmeti bu gece taşar da taşar. Hz. Aişe (R.Anha) validemiz bu geceyi bize şöyle anlatıyor: Günün birinde Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz yanıma girdi. Elbisesini çıkardı, aradan pek bir zaman geçmeden tekrar giyindi. Bunun üzerine beni büyük bir kıskançlık sardı. Kumalarımdan birinin yanına gidecek sandım ve çıkıp peşini takip ettim. Medinenin kabristanı olan Bakîu’l-gargad yani Cennetül Bakî’de kendisine eriştim. Mü'minlere ve şehidlere istiğfar ve dua ediyordu. Kendi kendime: - Anam babam sana feda olsun, Ya Resûlellah! Sen Rabbinin rızası uğrunda, ben ise dünya peşindeyim, diyerek döndüm. Soluk-soluğa Temmuz 2010 odama girdim. Ardımdan da Resûlullah (S.A.V.) bana ulaştı ve: -Evet Ya Rasûlellah! Dedim. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz: - Ey Aişe! Bu soluk soluğa nefes neyin nesi? Diye sordu. Ben: -Bunları hem öğren hem de başkalarına öğret. Zira bunları bana Cebrail (A.S.) öğretti ve secdede bunları tekrar etmemi emretti, buyurdu.7 -Ya Resûlellah! Anam babam uğruna feda olsun! Yanıma geldiniz, elbisenizi çıkardınız. Sonra fazla durmadan tekrar giyinip gittiniz. Beni kıskançlık tuttu. Ortaklarımdan birinin yanına gideceğinizi zannettim. Nihayet sizi Bakî kabristanında dua ve istiğfar yaparken gördüm, dedim. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: -Ey Aişe! ALLAH ve Resûlu sana haksızlık edecek diye mi korkuyorsun? Fakat bana Cebrail (A.S.) geldi ve şöyle dedi: - Bu gece Şaban'ın yarısı, Berat gecesidir. Cenab-ı Hak bu gecede Benî Kelb kabilesinin koyunlarının tüylerinin sayısı kadar kimseyi Cehennemden âzâd eder. Fakat bu gece ALLAH; müşriklerin, kincilerin, akrabaları ile münasebeti kesenlerin, hayat ve ihtişamlarına mağrur olanların, ana ve babalarına isyan edenlerin, içki düşkünlerinin yüzlerine bakmaz. Sonra Resûli Ekrem (S.A.V.) Efendimiz elbisesini çıkardı. Bana: -Ey Aişe! Bu gece ibadet etmeme müsaade eder misiniz?” buyurdu. Nezakete bakın!... Cevapta da aynı zerafet-güzellik... - Evet sana anam babam feda olsun, Ya Resûlellah! Dedim. Sonra Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz namaza kalktı. Secdeye kapanıp uzun müddet kaldı. Vefat etti diye endişelendim. Kalktım elimle yokladım. Elimi ayağının iç kısmına koydum, kımıldadı. Ben de sevindim. Secdede şöyle dua ve niyaz ettiğini işittim: “Euzü bi afvike min ikabik. Ve euzü birızake min sehatik. Ve euzü bike minke Celle vechük. La uhsî senaen aleyk. Ente kema esneyte alâ nefsik. ALLAH’ım! Azabından affına, gazabından rızana sığınıyor; senden yine sana sığınıyorum. Zatın yücedir. Sana karşı senayı sayıp bitiremem. Sen kendini nasıl sena ettinse öylecesin.” Sabah olunca, bunları Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimize söyledim. O da: - Ey Aişe! Bunları öğrendin mi? dedi. Temmuz 2010 Halkın ve Hakk'ın övdüğü Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz bu gece ALLAH Teâlâ Hazretlerine böyle dua ve niyazda bulunursa, acaba biz âciz kulların ne yapması lâzımdır? O’na ümmet olma şerefine nail olan bizler de, O'nun izinden giderek, bu mübarek gecede affolunmuşlar-dan, helâlinden rızıklandırılmışlardan, sıhhat ve saadete nail olmuşlardan, ilâhî huzura erenlerden olmak niyazında bulunalım. İçimizi ve dışımızı bilen Rabbimize ellerimizi ve gönüllerimizi açıp dua edelim. Selman-ı Farisi (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz: “Rabbiniz hayiy yani isteyene istediğini veren, kerim yani istemeden veren, bol verendir. Kulu dua ederek kendisine elini kaldırdığı zaman, o ellerini boş çevirmekten haya eder yani yapılan duayı mutlaka kabul eder.”8 Buyurdu. O halde Rabbimizin bu vadinden istifâde ederek, açık olan tevbe kapısına ilticâ edelim. Tevbe edelim, tevbemizi kabul eder. O Yüce Rabbimizden mağfiret isteyelim, bizleri affeder. O, bizlere ana ve babalarımızdan daha şefkatli ve merhametlidir. D) Bu gece mağfiret gecesidir. Ebû Musa elEş'ari (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Muhakkak ALLAH Teâlâ, Şaban ayının yarısı, yani Berat Gecesi kullarına rahmetle bakar ve herkesi mağfiret eder. Yalnız müşrik olan kimse ile düşmanlık eden, kin ve husumet besleyen kimseyi mağfiret etmez.”9 Ebû Hureyre (R.A.) den rivayete göre, Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: Şaban ayının yarısı, yani Berat gecesinin ilk vaktinde Cebrail (A.S.) bana geldi, şöyle dedi. - Ya Muhammed! Başını semaya kaldır... Sordum: - Bu gece nasıl bir gecedir? Şöyle anlattı: - Bu gece, ALLAH Teâlâ, rahmet kapılarından üç yüz tanesini açar. Kendisine şirk koşmayanlardan hemen herkesi bağışlar. Meğerki, bağışlayacağı kimseler büyücü, kâhin, devamlı 21 - Hiçbir dilekte bulunan yok mu ki, kendisine dilediği verilsin'? Sekizinci kapıda duran melek de şöyle sesleniyordu: - Günahının bağışlanmasını dileyen yok mu ki, günahları bağışlansın? Bunları gördükten sonra, Cebrail (A.S.)a sordum: - Bu kapılar ne zamana kadar açık kalacak? Şöyle dedi: - Gecenin ilkinden, tan yeri ağarıncaya kadar. Sonra şöyle dedi: - Ya Muhammed! ALLAH Teâlâ, bu gece, Kelb kabilesinin koyunlarının tüylerinin sayısı kadar kimseyi cehennemden azad eder”10 şarab, alkollü içki içen, faizciliğe ve zinaya devam eden kimselerden olalar. Bu kimseler tevbe edinceye kadar, ALLAH Teâlâ onları bağışlamaz. Gecenin dörtte biri geçtikten sonra, Cebrail (A.S.) yine geldi ve şöyle dedi: - Ya Muhammed! Başını kaldır... Bir de baktım ki, cennet kapıları açılmış. Cennetin birinci kapısında da bir melek durmuş şöyle sesleniyor: - Ne mutlu bu gece rükû edenlere!.. İkinci kapıda da bir melek durmuş şöyle sesleniyordu: -Bu gece secde edenlere ne mutlu!.. Üçüncü kapıda duran melek de şöyle sesleniyordu: -Bu gece dua edenlere ne mutlu!.. Dördüncü kapıda duran melek de şöyle sesleniyordu: -Bu gece, ALLAH'ı zikredenlere ne mutlu!.. Beşinci kapıda duran melek de şöyle sesleniyordu: - Bu gece ALLAH korkusundan ağlayan kimselere ne mutlu!.. Altıncı kapıda duran melek de şöyle sesleniyordu: -Bu gece Müslümanlara ne mutlu!.. Yedinci kapıda da bir melek durmuş şöyle sesleniyordu: 22 Bütün bu hadis-i şeriflerden anlaşıldığına göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bu gecenin mübarek bir gece olduğunu, Müslümanların bu gecede Berât'a mazhar olacaklarını ancak: Tevbe etmedikleri takdirde, şu kimseler affedilmeyeceklerdir: 1- ALLAH Teâlâ'ya şirk koşanlar. Bilindiği üzere en büyük günah ALLAH Teâlâ’ya ortak koşmaktır. Zatında ve sıfatlarında tek olan eşi, dengi ve benzeri bulunmayan ALLAH Teâlâ'ya eş koşanları, O, affetmiyeceğini, bunun dışında kalan günahları dilediği kimselerden bağışlayacağını Kur'an-ı Kerim'de şöyle bildirmiştir: “ALLAH, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz, bundan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. ALLAH'a ortak koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur.”11 "ALLAH, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz, ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim ALLAH'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.”12 İlgili hadis-i şeriflerle bu ve benzer âyet-i kerimelerin birlikte değerlendirilmesi sonunda anlaşılan odur ki, ALLAH Teâlâ zerre kadar iman ile ahirete intikal eden mü'minleri bile, ya bir müddet cezalandırdıktan sonra, yahut tevbe, keffâret, iyi ameller, musibetlere sabır gibi sebeplerle, yahut da böyle bir sebebe dayanmaksızın affetmekte, baTemmuz 2010 ğışlamaktadır. İmansız olarak, inkâr ve şirk içinde hayatını tamamlayanları ise bağışlamayacağı bu âyet-i kerimeden kesin olarak ortaya çıkmaktadır. 2- Kin besleyenler. Bir Müslümanın kalbi başkalarına karşı kesinlikle kin tutmayacak, affedici olacak. Çünkü bu dünyadaki ömür, düşmanlıklarla geçirilecek kadar çok değil. ALLAH Teâlâ için düşmanlık hariç tabii. Bu dünyada insan çarçabuk hazırlığını yapmalı, ALLAH Teâlâ’nın rızasını kazanmalı. Bu dünya bir köprü gibidir. Bir ucundan girdik, öbür ucunda bitecek. Yürüyüp, geçip gideceğiz. Öyleyse güzel şeyleri yaparak geçip gitmeliyiz. Kalplerimizi pak edelim, kalplerimizi hırsdan, kinden, temizleyelim. 3- Zina edenler. Zina çok büyük günah. Kur’an-ı Kerim’de değil yapmak, yaklaşılması bile yasaklanmaktadır. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: “Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.”13 Ayet-i kerimede, “zina etmeyin” denilmeyip de “zinaya yaklaşmayın” buyurulması ilgi çekicidir. Buna göre yalnız zina değil, kişiyi zina etmeye sevk eden; dinen namahrem olan kimselerle başbaşa kalmak, senli-benli, çekici olmak vb. yollar da yasaklanmıştır. Esasen bir kere bu yollara tevessül edildikten, yani insanı zina etmeye zorlayan ve cinsî arzuları kabartan bir ortama girdikten sonra, artık, bu arzuların ağır baskısı karşısında iradenin gücü oldukça yetersiz kalır ve zinadan korunmak son derece güçleşir. İnsanın bu psikolojik zaafını dikkate alan dinimiz prensip olarak insanı kötülüklere sevk edici bütün sebepleri öncelikle ortadan kaldırmaktadır. 5- Yol kesiciler. 6- Hayat ve ihtişamlarına mağrur olanlar. 7- Ana-babalarına karşı gelenler. 8- Bir Müslümanı kasden öldürenler. 9- İçkiye düşkün olanlar. Evet bütün bunlar tevbe etmedikleri takdirde, bu mübarek gecede afvü mağfirete nail olamayacaklardır. E) Bu mübarek gece Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimize şefaat hakkının tamamı verilmiştir. Çünkü Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Şaban'ın on üçüncü gecesi ümmeti hakkında şefaat niyaz etmiş, bu şefaatin üçte biri verilmiş, on dördüncü gecesi yine niyaz etmiş, üçte biri daha verilmiş, on beşinci gece gene niyaz etmiş ve bu gece şefaatin tamamı ihsan buyurulmuştur. Ancak ALLAH Teâlâ'nın emirlerinden devenin ürküp kaçtığı gibi kaçıp uzaklaşanlar, bu şefaatten mahrum kalacaklardır.14 Bu gecenin ayrı bir bereketiyle, zemzem suyu da artmaktadır. Bütün okuyucularımızın ve mü’minlerin Berat Kandillerini tebrik ediyor, daha nice Berat gecelerine sıhhat ve afiyetle erişmemizi ve bu mübarek gecenin Rabbimizin istediği manada ihya edilmesini, değerlendirilmesini ve bu mübarek gecenin mü'minlerin mağfiret-i ilâhiyyeye nail olmalarına ve Berat almalarına; tüm İslâm aleminin birlik ve dirliğine, dünyanın pekçok yerinde haksızlığa ve saldırıya uğramış Müslüman kardeşlerimizin kurtuluşlarına, insanlığın hidayet ve barışına, huzur ve saadetine; dünyanıın değişik bölgelerinde akan kan ve gözyaşının durmasına, maddî ve manevî hayırlara-bereketlere vesile olmasını Cenab-ı Hakk'tan dilerim. ALLAH Teâlâ cümlemizi, bu mübarek gecede beratını eline alan kullarından eylesin. Amin. ............................................ 1)Duhan Sûresi:1-6 4- Sıla-i rahmi yani akrabaları, dostları ve yakınlarıyla akrabalık bağını, gidiş-gelişi, irtibatı kesen kişi. Bu arada: İslâm'ı bilmeyen, tatbik etmeyen akrabalara da gidip gelecek miyiz? diye bir soru gelebilir insanın aklına. Elbette gideceğiz ve taviz vermeden İslâm'ı anlatacağız. Sevgiyle, hoşgörüyle işin aslı budur, diyeceğiz. Hidayet, bizim vazifemiz değil zaten. Ancak tebliğ edeceğiz. Alakayı kesmeyeceğiz. Birbirimizi sevmedikçe, olgun mümin olamayacağımızı, dedikodu, iftira, kin, nefret ve düşmanlık besleme gibi kötü huyları terk etmeden fert ve toplum olarak huzura kavuşamayacağımızı; israf, tembellik, haksız kazanç sağlama gibi davranışları bırakmadan da ülkemizin kalkınamayacağını idrak edelim.” Temmuz 2010 2)Elmalılı M. Hamdi Yazır, 6/4294 3)Duhan Sûresi: 4-5 4)Beyhekî, Şuabu’l-İman, 3/386, No:3839; Deylemi, Firdevs, 2/73, No:2410 5)Deylemî, Firdevs, 5/274, No:8165; Suyutî, Ed-Durru’l-Mensûr, 7/402 6)İbn-i Mace; İkame: 191; Beyhekî, Şuabu’l-İman, 3/379, No:3822 7)Beyhaki, Şuabul’l-İman, 3/384, No:3837; İbn-i Mace; İkame:191; Tirmizi, Savm: 39, A.b.Hanbel, 6/238; Müslim, Salat: 222 8)Ebû Dâvud, Salât:358, No:1488; Tirmizî, Daavât:118, No:3551; İbn-i Mace, Dua:13 9)İbn-i Mace, İkame:191 10)Abdulkadir Geylani, a.g.e. 11)Nisa Sûresi: 48 12)Nisa Sûresi: 116 13)İsra Sûresi: 31 14)Alusî, Tefsir, İlgili ayet-i kerîme. 23 Manevî İklime Efendimiz (s.a.s)’den Manevî Reçeteler übarek ve fazileti anlatmakla bitmeyen üç aylar dediğimiz manevî arınma mevsimindeyiz. Bu aylarda neler yaparsak bu ayların feyzinden, bereketinden nasiplenmiş olabiliriz? Elbette ki ilk önce farz ibadetleri noksansız yerine getirmeye gayret etmeliyiz. Haramlardan kendimizi sakınmalıyız. Mümkün mertebe faziletini bildiğimiz ibadetleri de yapmaya gayret etmeliyiz. Efendimiz aleyhissalatü vesselamın mübarek sözleriyle üç aylardan nasıl nasipleneceğimize birlikte bakalım. M Sezgin ÇAKIR [email protected] Üç aylara ulaşınca ve Kadir gecesinde yapacağımız dualar: Enes (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v) Recep ayına girdiği zaman; “Rabbinizin hoşnutluğu, anne ve babanızın razı edilmesindedir. Rabbinin öfkesi ise anne ve babanın gazabındadır.” “Allahumme bariklena fî recebe ve şa’bana ve belliğna ramazan- Allah’ım, Recep ve Şaban’ı bize bereketli ve mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” diye dua ederdi. (Muttakî, el-Hindî, Kenzu’lUmmâl, c.14, s. 185, hadis no: 38288; Beyhaki, Şuabu’l-İman, c.3, s.375, hadis no: 3815) Ramazan ayında ise bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesinin bereketi ve feyzinden faydalanabilmemiz için yapacağımız dua Resul-i Erkemin diliyle şu şekildedir: 24 Temmuz 2010 Hz. Aişe (r.anha)’dan rivayet edildiğine göre, kendisi: “Yâ Resûlallah! Kadir gecesine rastlarsam, nasıl dua edeyim, demiş. Peygamber (s.a.v) ona şöyle buyurmuştur: “Allahumme inneke afuvvun tuhibbul afve fafu anni-Allahım! Şüphesiz, sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni affet, dersin.” (İbn Mace, Dua 5, hadis no: 3850) Abdestimize çok dikkat etmeliyiz: Osmân b. Affân (r.a)’tan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Kim abdest alıp da bunu güzel bir şekilde yaparsa vücudundan günahları çıkar. Hatta tırnaklarının altından bile çıkar.” (Buhârî, Rikak 8; Müslim, Taharet 33 (245)) Ali b. Ebi Tâlib (r.a)’tan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v)’i: - ‘Bir kimse bir günah işler de sonra güzelce bir biçimde abdest alır, sonra kalkıp iki rekat namaz kılar ve Allah’tan bağışlanma dilerse Allah o kimseyi mutlaka bağışlar’ buyururken işittim. (Ebu Dâvud, Vitr 26 (1521); Tirmizî, Salat (406)) Tesbih namazı kılalım: Resulullah (sav) Abbas İbnu Abdilmuttalib (ra)'e dediler ki: "Ey Abbas, ey amcacığım! Sana bir iyilik yapmayayım mı? Sana bağışta bulunmayayım mı? Sana ikram etmeyeyim mi? Sana on haslet(in hatırlatmasını) yapmayayım m? Eğer sen bunu yaparsan, Allah senin bütün günahlarını önceki-sonraki, eskisi-yenisi, hataen yapılanı-kasden yapılanı, küçüğünü-büyüğünü, gizlisini-alenisini yani hepsini affeder. Bu on haslet şunlardır: Dört rek'at namaz kılarsın, her bir rek'atte Fatiha süresi ve bir süre okursun. Birinci rek'atte kıraati tamamladın mı, ayakta olduğun halde onbeş kere "Subhanallahi velhamdülillahi ve lailahe illallahu vallahu ekber" diyeceksin. Sonra rüku yapıp, rükuda iken aynı kelimeleri on kere söyleyeceksin. Sonra secde edip, secdede iken onları onar kere söyleyeceksin. Sonra başını secdeden kaldıracaksın, onları onar kere söyleyeceksin. Sonra tekrar secde edip aynı şeyleri onar kere söyleyeceksin. Sonra başını kaldırır, bunları on kere daha söylersin. Böylece her bir rek'atte bunları yetmişbeş defa söylemiş olursun. Aynı şeyleri dört rek'atte yaparsın. Dilersen bu namazı her gün bir kere kıl. Her gün yapamazsan haftada birkere yap, haftada yapamazsan her ay da bir kere yap. Ayda olmazsa yılda bir kere yap. Yılda da yapamazsan hiç olsun ömründe bir kere yap." (Ebu Davud, Salat 303, (1297, 1299); Tirmizi, Salat 350, (482); İbnu Mace, İkamet 190, (1386, 1387) Sünnet ve nafile namazlara dikkat etmeliyiz: İnsan bazen değişik vesilelerle nafile namazları terk eder. Hâlbuki nafile namazlar bizler için yol azığıdır. Ne surette olursa olsun nafile namazlara riayet etmeye gayret etmeliyiz.Ümmü Habîbe (r.anhâ)’dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Kim öğle namazın(ın farzın)dan önce ve sonra dört rekat namaz kılmaya devam ederse o kimse cehennem ateşinden kurtulur.” Ebu Hureyre (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Akşam namazından sonra altı rekat (nafile) namaz kılan ve aralarında da kötü söz söylemeyen kimse için, bu namaz, on iki yıllık ibadet sevabına denk tutulur.” (Tirmizî, Salat (435); İbn Mâce, İkametu’s-Salat 185 (1374)) Temmuz 2010 25 Ebû Zer radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Sadaka vermek; Rabbinin, (isyan edenlere karşı) gazabını dindirir ve kötü ölümü de engeller.” (Tirmizî, Zekat 28 (664)) “Her birinizin her bir eklemi için günde bir sadaka vermesi gerekir İşte bu sebeple her tesbih bir sadaka, her hamd bir sadaka, her tehlîl (lâ ilâhe illallah demek) bir sadaka, her tekbîr bir sadaka, iyiliği tavsiye etmek sadaka, kötülükten sakındırmak sadakadır Kuşluk vakti kılınan iki rek`at namaz bunların yerini tutar ”(Müslim, Müsâfirîn 84, Zekât 56 Ayrıca bk Buhârî, Sulh 11, Cihâd 72, 128; Ebû Dâvûd, Tatavvu 12, Edeb 160) Ebu Zerr (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: Geceleri ihya etmeliyiz: Ebu Ümâme (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: Gece namazına devam ediniz. Çünkü gece namazı, sizden önce (geçen ümmetlerdeki) salih kimselerin âdetidir. Gece namazı; Allah’a yakınlığı sağlar, günahlardan sakındırır, (işlenen) kötülüklere kefarettir ve hastalığı vücuttan kovar.” (Tirmizî, Deavat 102 (3549)) Câbir (r.a)’tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v)’i: - ‘Doğrusu gece içerisinde öyle bir saat vardır ki, müslüman bir kimse, dünya ve ahiret işleri hususunda Allah’tan bir hayr isterken duasını o ana denk düşürürse, Allah muhakkak o kimseye istediğini verir. Bu, her gece (böyle)dir’ buyururken işittim.” (Müslim, Salatu’l-Musafirin 166 (757) Namaz tesbihatını unutmamalıyız: Ebu Hüreyre (r.a)’dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v): “Aziz ve Celil olan Allah’a her namazın arkasından otuzüç defa tekbir getirirsin, otuzüç defa Elhamdülillah dersin, otuzüç defa sübhanallah dersin ve Allah’tan başka ilâh yoktur. O birdir, O’nun eşi benzeri de yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’nadır. O her şeye muktedirdir, dersin. Kim bunu söylerse denizin köpüğü kadar günahı da olsa af edilir,” buyurdu. (Ebu Davud, 1504) Sadaka vermeliyiz, cömert davranmalıyız: Enes b. Mâlik (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: 26 “(Din) kardeşinin yüzüne gülmen, senin için bir sadakadır. İyiliği emredip kötülükten alıkoyman, bir sadakadır. Yabancısı bulunduğu bir yerdeki kimseye yol gösterip yardımcı olman, bir sadakadır. Gözünden rahatsız olan bir kimseye yardımcı olman, senin için bir sadakadır. Yollardan insanların gelip geçmesine engel olabilecek taş, kemik, diken (gibi) şeyleri gidermen senin için bir sadakadır. Kendi kabından ihtiyacı olan bir kimsenin kabına bir şeyler boşaltıvermen yine senin için bir sadakadır.” (Tirmizî, Birr 36 (1956)) Ebu Hureyre (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Cömert kimse; Allah’a yakın, cennete yakın, insanlara yakın, (fakat) cehenneme uzaktır. Cimri kimse; Allah’tan uzak, cennetten uzak, insanlardan uzak, (fakat) cehenneme yakındır. Cömert cahil kimse; Yüce Allah’a, cimri alimden daha çok sevimlidir.” (Tirmizî, Birr 40 (1961)) İlim tahsiline gayret etmeli: Hiç olmazsa sohbet meclislerinden nasiplenmeye, nasihat dinlemeye azami dikkat etmeliyiz. Ebû’d-Derdâ (r.a) den rivayet edilmiştir: -Gerçekten ben Resulullah (s.a)’i şöyle derken işittim: Her kim ilim tahsil etmek amacıyla bir yola gidecek olursa Allah onu cennet yollarından bir yola sokmuş olur. Kuşkusuz ki melekler ilim yolunda olan bir kimseden hoşnutluklarından dolayı (ona) kanatlarını sererler ve göklerde ve yerde bulunanlar ile suda bulunan balıklar (tümüyle Allah’tan o) âlimin bağışlanmasını dilerler. Muhakkak ki âlimin âbide (olan) üstünlüğü, ayın on dördüncü gecesindeki dolunayın diğer yıldızlara (olan) üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak dinar ve dirhem bırakmazlar, ilim bırakırlar. Kim o ilmi elde ederse çok büyük bir nasip elde etmiş olur.” (Ebu Dâvud, İlm 1 (3641); İbn Mâce, Mukaddime 17 (223)) Temmuz 2010 Emr-i bil maruf Nehyi anil münker yapmalıyız: Huzeyfe ibnu’l-Yemânî (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, mutlak surette (insanlara) iyilikleri emredecek ve kötülüklerden alıkoyacaksınız. Böyle yapmazsanız Allah size mutlaka bir ceza gönderir. O zaman O’na dua edersiniz de duanız kabul olunmaz.” (Tirmizî, Fiten 9 (2169); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/454) Müslümanların arasını düzeltmeliyiz: Ebu’d-Derdâ’ (r.a)’tan rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.v): -‘Oruç, namaz ve sadaka vermenin kazandıracağı sevabın derecesinden daha üstünü olan bir ameli size haber vereyim mi?’ buyurdu. Sahabiler: - ‘Evet, (bildir)’ dediler. Resulullah (s.a.v): - ‘Müslümanların birbirleriyle aralarını düzeltmendir. Çünkü (Müslümanların) arasının bozuk olması, dini yok edip bitirir’ buyurdu.” (Ebu Dâvud, Edeb 50 (4919); Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyamet 56 (2509)) Ahlakımızı ve çocuklarımızın ahlakını düzeltmeliyiz: Câbir b. Semure (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: Temmuz 2010 “Bir kimsenin, çocuğuna, iyi terbiye vererek eğitmesi bir ölçek sadaka vermesinden daha üstündür.” (Tirmizî, Birr 33 (1952)) Ebu’d-Derdâ’ (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet günü müminin mizanında hiçbir şey, güzel ahlaktan daha ağır değildir. Allah, çirkinlik sahibi kimse ile ahlaksız kişiyi sevmez.” (Tirmizî, Birr 62 (2002); Ebu Dâvud, Edeb (4799)) Âişe (r.anhâ)’dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Müminlerin iman yönünden en mükemmel olanı, ahlak bakımından en güzel olanı ile ailesine iyi davrananıdır.” (Tirmizî, İman 6 (2612); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/47) Ebu Ümâme (r.a)’tan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Ben, haklıyken bile münakaşaya girmekten kaçınan kimseye cennetin kenarından; şakayla bile olsa yalan söylemeye yanaşmayan kimseye cennetin ortasından; ahlakını güzelleştiren kimseye ise cennetin en yükseğinden bir köşk (verilmesin)e kefilim.” (Ebu Dâvud, Edeb 7 (4800)) 27 “Bir kimse bir hastayı ziyaret eder ya da bir (din) karde¬şini Allah rızası için ziyaret ederse münadi (bir me¬lek): ‘Ne iyi ettin. Attığın adımlar hayırlı olsun. Cennetteki yerin güzel olsun’ diye seslenir.” (Tirmizî, Birr 64 (2008); İbn Mâce, Cenaiz 2 (1443)) Kur’an-ı Kerim okumalıyız: Muâz el-Cühenî (r.a.) yolundan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Kur’an’ı okuyan ve onun hükümleriyle amel eden kimsenin anne ve babasına kıyamet günü bir taç giydirilir. Bu tacın ışığı, -güneşi evlerinizin içinde farz etseniz- dünya evlerindeki güneş ışığından daha güzeldir.” (Ebu Dâvud, Vitr 14 (1453); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/440) Ali b. Ebi Tâlib (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: Anne babamızın rızasını gözetmeliyiz: Anne babamız eğer hayatta ise bunu bir ganimet bilmeliyiz. Eğer vefat etmişlerse onlar için bolca istiğfar etmeli, ruhları için hayır hasenat işlemeye gayret etmeliyiz. Abdullah ibn Amr (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Rabbinizin hoşnutluğu, anne ve babanızın razı edilmesindedir. Rabbinin öfkesi ise anne ve babanın gazabındadır.” (Tirmizî, Birr 3 (1899)) Câbir (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Her kimde şu üç özellik bulunursa, Allah o kimseye olan himayesini artırır ve onu cennetine koyar: 1. Güçsüz kimselere yumuşak davranmak, 2. Anne-babaya şefkat göstermek, 3. İdaresi altında bulunan kimselere iyi muamele etmek.” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyamet 48 (2494)) Hastaları ziyaret etmeliyiz: Ebu Hureyre (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: 28 “Kim Kur’an’ı okuyup ezberler, helal kıldıklarını helal sayar, haram kıldıklarını haram kabul ederse Allah o kimseyi cennete koyar ve ailesinden cehenneme girmesi vacip olan on kişiye şefaatçi kılar.” (Tirmizî, Fezailu’l-Kur’an 13 (2905)) Ebu’d-Derdâ’ (r.a)’tan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Allah Kur’an’ı üç bölüme ayırmıştır. “İhlâs Suresi”, Kur’an’ın (bu) bölümlerinden bir bölümdür.” (Müslim, Salatu’l-Musafirin 260 (811)) Câbir (r.a)’dan rivayet edildiğine göre, Resûlulah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Gece uyanamayacağından korkanlarınız, gecenin evvelinde vitir namazını kılsın, sonra uyusun. Gece sonunda uyanacağını umanla¬rınız vitir namazını gecenin sonunda kılsın. Çünkü gece sonundaki Kuran okumada melekler hazır olur. Gece sonunda Kuran okumak daha faziletlidir.” (İbn Mace, 1187) Zamanın afetlerine dikkat etmeliyiz: Ebu Sa’lebe (r.a.) ‘den rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a.v); - ‘Birbirinize iyiliği emredin, kötülükten sakındırın. Ancak cimriliğe boyun eğildiğini gördüğünde, insanların arzu ve hevesleri peşinde gittiklerini gördüğünde, dünyanın dine tercih edilip herkesin kendi görüşünü beğenTemmuz 2010 diği dönemlerde sadece kendi kendinin çaresine bak ve avamı bırak. Çünkü ondan sonra öyle günler gelecek ki, o günlerde, dinin emirlerine uyma hususunda gösterilecek sabır, ateş parçasını elde tutmak gibi zor olacaktır. O günlerde, Müslüman olarak yaşamaya çalışanlara bugünkü sizin elli kişinin amelini isteyen kimselerin sevabı kadar sevap yazılacaktır’ buyurdu.” (Buhârî, Halku Ef’ali’l-İbâd, (224); Ebu Dâvud, Melahim 17 (4341); Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 6 (3058); İbn Mâce, Fiten 21 (4014)) Ebü'd-Derdâ (r.a)'dan rivayet edildiğine göre; Peygamber (s.a.v): "Müslüman kişinin din kardeşine gıyabında duası müstecabdır. Onun başında görevli bir melek vardır. Din kardeşi için hayr duasında bulundukça, ona görevli olan melek: Âmin! Senin için de bir misli var, der." buyururdu. (Müslim, Zikr 88 (2733) Ebu Ümâme (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: Ebu Hureyre (r.a)’tan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v): “En beğendiğim dostum; malı ve insanlara yükü az olan, namazında devamlı olan, Rabbine olan kulluğunu en güzel bir şekilde yapan, gizli durumda da Allah’a itaat eden, (durumu bilinmediği için) insanlar arasında şöhrete ulaşmayıp parmakla gösterilmeyen, yaşayacak kadar rızkı olup bu rızkına sabreden mümin kimsedir.” (Tirmizî, Zühd 35 (2347); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/252; Zühd, s. 11) - ‘Her ölen kimse ancak pişmanlık duyacaktır’ buyurdu. Sahabiler: - ‘Ey Allah’ın Resulü! Ölen kimse, neden pişmanlık duyacaktır?’ dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v): - ‘İyilik eden kimse iyiliğini artırmamış olduğuna ve kötülük eden kimse de kötülüğünden vazgeçmemiş olduğuna pişman olacaktır’ buyurdu.” (Tirmizî, Zühd 58 (2403)) Ka’b b. Mâlik el-Ensârî (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Bir koyun sürüsü üzerine salıverilen iki aç kurdun, o sürüye verdiği zarar; kişinin, mal ve makam hırsının dine verdiği zarardan daha fazla değildir.” (Tirmizî, Zühd 43 (2376); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/556) Dilimizi malayaniden korumalıyız: Abdullah ibn Ömer (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Allah’ı anmaksızın sözü çoğaltma. Çünkü Allah’ı anmaksızın sözü çoğaltmak, kalplerin katılaşmasına sebep olur. İnsanların Allah’tan en uzak olanı, katı kalpli kimselerdir.” (Tirmizî, Zühd 61 (2411)) Câbir (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet günü konum itibariyle bana en sevimsiz ve benden en uzak olacak olanınız, dengesiz biçimde saçmalayanlar ile boşboğazlıkta insanları rahatsız edenlerdir.” (Tirmizî, Birr 71 (2018) Temmuz 2010 Mümin kardeşlerimize dua etmeliyiz: İyilikleri çoğaltmalıyız: İstiğfara devam etmeliyiz: Ebu Musa el-Eş’arî (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Doğrusu Allah, gündüzün günah işleyenin tevbesini kabul etmek için geceleyin rahmet kapısını açar. Geceleyin günah işleyenin tevbesini kabul etmek için de gündüzün rahmet kapısını açar. Bu durum, ta güneş battığı yerden doğuncaya kadar devam eder.” (Müslim, Tevbe 31 (2759); Nesâî, esSünenü’l-Kübrâ, (11180)) Abdullah ibn Mes’ud (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: Kim “Estağfirullahelazimellezi lailahe illa huvelhayyulkayyumu ve etubu ileyh- Kendisinden başka ilah olmayan Hayy ve Kayyûm olan Allah’tan beni bağışlamasını dilerim ve O’na tevbe ederim” derse, savaştan kaçmış bile olsa, günahları bağışlanır.” Hicret etmeliyiz: Abdullah ibn Amr (r.a.)’tan rivayet edilmiştir: “Bir adam, Resulullah (s.a.v)’e: - ‘Ey Allah’ın Resulü! Hangi hicret daha faziletlidir?’ buyurdu. Resulullah (s.a.v): - ‘Allah’ın yasakladığı şey(ler)i terk etmendir’ buyurdu.” (Nesâî, Biat 12; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/257 29 MODERN DÖNEM KUR'AN TELAKKİLERİ Dr. Ebubekir SİFİL İslam dünyasının "din telakkisi" bağ- İki kesit 1- Hz. Osman (r.a)'ın şehadetiyle baş gösteren toplumsal kargaşa ve ayrışma süreci Hz. Ali (r.a) döneminde ve sonrasında itikadî fırkalaşma hareketine dönüştü. Hz. Ali, Abdullah b. Abbâs, Ebû Mûsâ el-Eş'arî gibi sahabîlerin (Allah hepsinden razı olsun) Havariç, Kaderiye, Şia gibi bid'at fırkaları ile fikrî ve fiilî mücadeleleri[1], Tabiun'dan el-Hasanu'l-Basrî[2], Ömer b. Abdilazîz, İmam Ebû Hanîfe, daha sonraları elHâris b. Esed el-Muhâsibî, Abdullah b. Küllâb gibi isimlerin mezkûr fırkalara ilaveten Mu'tezile, Mürcie, Cebriye'ye karşı Ehl-i Sünnet itikadını ilmî ve fikrî zeminde müdafaaları Kelam tarihi ile iştigal edenlerin malumudur. lamında modernite ile ya da Oryantalist faaliyetlerle tanışmasının, sömürgeci Batı'nın Doğu'yu işgal ve istilası ile aynı zaman dilimine denk düşmesi tesadüf müdür? 30 Bu dönemlerden itibaren gelecek yüzyıllar içinde de gövdeyi kemiren, sadece Şia'sından Havaric'ine, Mu'tezile'sinden Mürcie'sine, Felasife'sinden Cebriye'sine.. bid'at fırkalar değildi; Yahudiler, Hristiyanlar, Sabiiler, Karamita, Dehriyyûn, Zenadıka… gibi gayri İslamî fırka ve gruplar da son derece hareketli ilmî ortam içinde kendilerine yer buluyor, ilmî/itikadî gündemin baş aktörleri arasında arz-ı endam ediyordu. Temmuz 2010 Burada bir noktanın altını önemle çizelim: Bilhassa bid'at fırkalarının her biri farklı bir "İslam anlayışı"nı temsil etmiştir. Her birinin ayrı bir Kur'an, Sünnet, Allah, Peygamber, insan tasavvuru/yorumu vardır. Ne var ki, Şia'yı parantez içine alarak konuşursak, bu tasavvur ve yorumlar ana gövde üzerinde hiçbir zaman kalıcı bir etki yapmamıştır. 218232/833-846 arasında 15 yıl süreyle Abbasi Devleti'nin resmî mezhebi olan Mu'tezile'nin toplumsal tabana yayılması amacıyla ulemaya uygulanan sistematik işkence ve sindirme politikası bile arzu edilen neticeyi vermemiştir.[3] Tarih içinde ya tamamen ortadan kalkmış ya da Şia gibi başka fırkaların bünyesine intikal etmek suretiyle kısmen dönüşüme uğrayarak varlığını devam ettirmiş bulunan bu fırkalar İslam Ümmeti'nin tarih içinde ortaya koyduğu ve şekillendirdiği kültür ve medeniyet varlığına kayda değer herhangi bir etki yapabilmiş değildir. 2- 7/13. yüzyıl İslam dünyası için oldukça karanlık bir zaman dilimidir. Bir yandan Uzakdoğu'dan bir çığ gibi kopup gelen –sadece İslam dünyasını değil, Çin'i ve Avrupa'yı da derinden sarsan– Moğollar'ın taş üstünde taş bırakmayan barbarca akınları[4], diğer yandan yaklaşık bir yüzyıl öncesinden beri sürmekte olan Haçlı seferlerinin sebebiyet verdiği kargaşa ve istikrarsızlık… Aşağı yukarı 1 asır süren bu dönem, özellikle Moğol istilası dolayısıyla "Dünya yaratılalı beri insanlığın bir benzerini daha görmediği bir ibtila dönemi" olarak tasvir edilmiştir.[5] Moğollar'ın İslam coğrafyasında, bilhassa payitaht Bağdat'ta sergilediği, hakkında mersiyeler yazılan, ağıtlar yakılan, tarihçilerin dile getirmekte, yazıya dökmekte zorlandığı bir vahşet olmuştur.[6] Buhara'nın, Semerkant'ın, Erzurum'un, Azerbaycan'ın, Horasan ve tümüyle Maveraünnehir'in Moğol istilalarında yaşadığı akıbet de Bağdat'ınkinden farklı değildi… İslam dünyasının bir "halife"si vardı, evet, ancak onun varlığı sadece görüntüden ibaret idi. Selçuklular'dan Harzemşahlar'a, Memlüklüler'den Eyyubiler'e kadar birçok sultanlığın mevcudiyeti, dönemin parçalı yapısını yeterince izah ediyordu. İslam coğrafyası tarih boyunca bu boyutta ilk defa maruz kaldığı çok yönlü haricî tasallut konusunda –bütün dezajavantajlara rağmen– "direnmek" ve "def etmek"ten başka bir seçenek düşünmemiş, hatta Moğol istilasının alimleri ve kitapları yok etmek suretiyle bünyede yol açtığı sarsıntı ve zafiyete rağmen beşinciden sonuncuya kadar üst üste 4 haçlı seferini püskürtmesini bilmişti. Bu asrın sonunda ne Moğol istilasının, ne Haçlı seferlerinin, hatta ne de bu puslu havayı seven Hristiyan dünyanın/Papalığın bölgeye –bilhassa Türkistan bölgesine– gönderdiği misyonerlerin[7] etkisi kalacaktı. Haçlılar'ın, modern zamanlara kadar bir daha dönmemek üzere terk ettiği bu coğrafyada Moğol istilası da aradan yarım asra yakın bir zaman geçtikten sonra bünye tarafından absorbe edilecekti. Tarihin garip bir tecellisi olarak Cengiz Han'ın torunlarından Moğol İlhanlı hükümdarı Hülagü'nün Bağdat'ı yakıp yıktığı sırada (1258), yine Cengiz Han'ın torunlarından bir isim, Moğol Altın Ordu devletinin tahtında oturan Berke Han (1255-1266) İslam'ı seçecek, hatta bilahare yeğeni Hülagü ile aralarında savaş dahi çıkacaktı.[8] Bağdat'ı yakıp Temmuz 2010 31 yıkan Hülagü'den yaklaşık yarım asır sonra da Moğol İlhanlı Devleti'nin başına geçen Gazan Han (12951304) İslam'ı seçerek "Muhammed" adını alacaktır.[9] Bilahare Moğol Çağatay ulusunun İslam'ı seçerek Alaeddin adını alan hükümdarı Tarmaşirin (1326-1344)'in[10] hakimiyet döneminden itibaren Moğollar, bu coğrafyada, hatta Hint altkıtasına uzanacak şekilde varlıklarını muhtelif devletler halinde fakat Müslüman olarak uzun yüzyıllar sürdüreceklerdir… Yaşanan onca sarsıntıya, vahşet ve yıkıma rağmen bu dönem, İslam Ümmeti'nin müstakim yürüyüşünde ve güzergâhında herhangi bir sapmaya, kırılmaya, kıvrılmaya yol açmamıştır. Yukarıda kısaca resmetmeye çalıştığım iki kesite, Osmanlı'nın gerileme döneminin başlarından itibaren ilim-irfan sahiplerinin Padişaha sunduğu muhtelif "ıslahat risaleleri"ni de eklemek uygun olacaktır. Gerilemenin sebeplerini teşhis etmek ve çareler önermek maksadıyla kaleme alınan bu risalelerin hemen hepsinin ortak yanı, "işi mecraına döndürme" temasını işlemeleridir. İdarî ve toplumsal hayatta meydana gelen aksaklıklar tesbit ve hal çareleri 32 teklif edilirken yönetim zaaflarına, ahlakî inhitata ve dinî hassasiyetin kaybolmasına dikkat çekilmesi bunun en somut ifadesidir… Modern dönemin geçmişten farkı Moğol ve Haçlı saldırılarının "fiilî/dışarıdan", bid'î ve gayri İslamî mezhep ve inanç sistemlerinin de "fikrî/içeriden" yaptığı tahribat İslam Ümmeti'ni bir "kimlik sorgulaması"na sürüklememişken, modern zamanlarda yaşadığımız, yaşamakta olduğumuz yabancılaşmayı ve krizi nasıl izah etmeliyiz? Şu sorunun cevabını aramakla başlayabiliriz: İslam dünyasının "din telakkisi" bağlamında modernite ile ya da Oryantalist faaliyetlerle tanışmasının, sömürgeci Batı'nın Doğu'yu işgal ve istilası ile aynı zaman dilimine denk düşmesi tesadüf müdür? Bu soruya verilecek cevap, problemin doğru teşhisi bakımından son derece önemlidir. Öyleyse bu noktada bir parça detaya girmemiz gerekiyor: Fırkalaşma hareketlerinin ve yabancı dinî oluşumların İslam toplumunun bünyesinde herhangi bir dönüşüme ve istikamet sapmasına yol açmamış olması şu başlıklar altında izah edilebilir: Temmuz 2010 1.Asr-ı saadetin üzerinden henüz çok fazla zaman geçmemiş, dolayısıyla dinî şuurun her seviyedeki toplumsal katmanda son derece canlı olması. 2.İslamî ilimlerin her dalının mutlak içtihad seviyesinde, "sistem kurucu" yetkinlikte ilim adamları kadrosu tarafından şekillendirildiği bir dönem olması. 3.Dinî, toplumsal ve askerî anlamda "güvenlik"le ilgili herhangi bir problemin söz konusu olmaması. Moğol istilalarının ve Haçlı seferlerinin İslam toplumunun din telakkisi hakkında herhangi bir değişikliğe yol açmamış olmasına gelince; 1.Her ne kadar "taklid dönemi" diye ifade edilen geniş zaman diliminin bir kesitinden bahsediyorsak da, bütün olumsuzlukları "taklid" olgusunun omuzlarına yükleyen anlayışın isabetsizliği burada kendisini net olarak göstermektedir. 2.Dinî hayatta hâlâ yetkin ulemanın belirleyiciliği söz konusudur. 3.Siyasî anlamda olmasa bile bilinç düzeyinde "süreklilik" mevcuttur. Mesela Selef temel referans noktalarından biridir. Kur'an ve Sünnet'in anlaşılması noktasında ortaya çıkabilecek izafilikler, Selef'in tutumu nirengi noktası kabul edilerek mümkün en asgari noktaya indirilir. 4.Savaş stratejisi, cesaret… vd. unsurların da rolü bulunmakla birlikte savaş meydanındaki güç dengesi büyük ölçüde "asker sayısı" ile sağlanır ya da bozulur. Bu sağlandığı zaman her türlü dış tehdide karşı koymak mümkündür; ya da hiçbir dış tehdit "kalıcı" olmaz. 5.Özellikle Moğol istilaları bağlamında dikkatte tutulması gereken bir unsur da, Moğollar'ın bir süre sonra İslam'ı seçerek gönüllü bir şekilde "asimile" olmalarıdır Şu halde tarih boyunca İslam Ümmeti'nin istikametinde yaşanan tek ve en büyük kırılmanın modern dönemde yaşanmış olmasının, bu dönemin yukarıdaki iki kesitten farklı bir hususiyete sahip olTemmuz 2010 masıyla doğrudan ilişkili bulunduğunu tesbit etmek durumundayız. Bu hususiyet, yukarıda da işaret ettiğim gibi Müslümanlar'ın hem topraklarının, hem de bilinçlerinin aynı anda işgal edildiği vakıasından yola çıkılarak izah edilmelidir. İslam Modernizmi'nin ilk defa, Batılılar'ın fiilî işgaline maruz kalmış olan Hindistan (Seyyid Ahmed Han, Çerağ Ali, Ubeydullah Sindî, Muhammed İkbal…), Mısır (Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Ahmed Mustafa el-Merâğî, Ahmed Emîn…) gibi coğrafyalarda filizlenmiş olması elbette tesadüf değildir. Endonezya'dan Fas'a kadar bütün bir İslam coğrafyasının maruz kaldığı işgal ve istila, yeryüzünde eşi benzeri görülmemiş bir "sömürgeleştirme" olgusunu da beraberinde getirmiştir. Dünyanın kuzeyi güneyini ve batısı doğusunu, tarihte daha önce rastlanmamış bir tarz ve ölçekte sömürmüş, dilini, kültürel ve medenî varlığını, yeraltı ve yer üstü kaynaklarını… hasılı "her şeyini" elinden almıştır. Buna Oryantalizm'in "mankurtlaştırma" faaliyetini de eklediğimizde, "Batı'ya her şeyiyle teslim olmuş bir Doğu" manzarası ile karşılaşmamızın izahı kendiliğinden tebellür etmiş olacaktır. Artık ortada fiilî bir durum vardır: Galipler ve mağluplar! 33 rın başında Ümmet'in, "kendisini" değil de "dinini" sorgulamaya heveslendirilmesi gelir.[12] Zira şartlar ne ilk dönem fırkalaşma hareketlerinin zuhur ettiği, ne de Moğol ve Haçlı saldırılarının yaşandığı şartlarla benzeşmektedir. Hem içimizden (beynimizden) hem de dışımızdan kuşatıldığımız bu "yeni durum"da bulduğumuz (ya da bize telkin edilen?!), İslam'ın kendisinde veya Ümmet'in din telakkisinde mevcut olduğu düşünülen "arıza" idi! Mağlubiyet psikolojisi ve Din sorgulaması Geçmişte ulemanın, muhtelif zaman, biçim ve seviyelerde yaşanan travmaları teşhis ve tedavide benimsediği anlayış şuydu: Dinî/toplumsal hayatta yozlaşmaya yol açan her oluşum, düşüncede, zihniyette, inanç ve icraatta bir "bid'at"ın revaç bulmasındandır. Hz. Peygamber (s.a.v)'den ve Selef'ten tevarüs edilenlerle çelişen her anlayış "bid'at"tır ve Din'den bir unsuru devre dışı bırakarak onun yerini almıştır.[11] eş-Şâtıbî'nin el-İ'tisâm'ından et-Turtûşî'nin Kitâbu'lHavâdis ve'l-Bida’'ına, Ebû Şâme'nin el-Bâ'is'inden es-Süyûtî'nin el-Emr bi'l-İttibâ’'ına kadar pek çok monografi, bu teşhis ve tedavi anlayışıyla kaleme alınmıştır. Hatta İmam el-Gazzâlî'nin İhyâ'sından, Birgivî Muhammed Efendi'nin Tarîkat-ı Muhammediyye'sine kadar "genel maksatlı" görünen pek çok çalışmaya vücut veren esas amil de yine bireysel ve toplumsal istikameti temin ve muhafaza gayretidir. Modern dönemde yaşanan bozgunun sebepleri de elbette sorgulanmalıydı; sorgulandı da. Ancak mağlubiyet psikolojisi ile yapılan bu sorgulamayı benzerlerinden ayıran önemli noktalar vardı. Bunla- 34 Ernest Renan tarafından 19. yüzyılın son çeyreğinde dile getirilen ve aslında bütün Batı'ya hakim olan "İslam'ın mani-i terakki" olduğu düşüncesinin, "mağluplar" cenahından gördüğü mukabele şu oldu: İslam mani-i terakki değildir; bir suç varsa miskin, tembel, "mütevekkil" ve İslam'ı yanlış anlayan Müslümanlar'ındır![13] Bu savunma tarzının arka planında yatan "terakkiyi mutlaklaştırma" anlayışını görmek için belki de 21. yüzyıla kadar beklemek, terakkiyi mümkün kılan teknoloji devriminin insanlığa ve dünyaya nelere mal olduğunu bizzat müşahede etmek gerekecekti.[14] Elbette mesele sadece "terakkinin mutlaklaştırılması" ile kalmayacaktı. Zira terakkinin arka planında, ona hayat veren bir "zihniyet" vardı, yani terakki "sebep" değil, "sonuç"tu; dolayısıyla mesele, "sebeb"e irca edilmeliydi. Muhammed Zâhid el-Kevserî merhum, o ünlü makalesinin "darb-ı mesel" haline gelen başlığında, İslam dünyasında yaşanan işbu "din sorgulaması" macerasının serencamını nefis özetlemişti: "el-Lâmezhebiyye Kantaratu'l-Lâdiniyye" yani "Mezhepsizlik Dinsizliğin Köprüsüdür." Nitekim modern dönem "din sorgulaması" işe öncelikle mezhepleri sanık sandalyesine oturtmakla başladı; mezhepleri birleştirme fikri ortaya atıldı, taklid lanetlendi, yeni içtihad çağrıları yapılmaya başladı. Bunun için elbette "yeni içtihad usulleri" gerekiyordu. Zira yerleşik Usul sisteminin İslam dünyasını götüreceği farklı bir yer olsaydı, zaten bu mağlubiyet söz konusu olmayacaktı. Geçmişte yüzyıllar içinde, yaşanan hayatın ve birbirini besleyen çalışmaların bir muhassalası olarak vücut bulmuş Usul çalışmaları bir kenara itildi ve "masa başı" mesaileriyle "yeni" Usuller teşkil ve teklif edildi. Ziya Gökalp tarafından ortaya atılan ve Halim Sabit tarafından hararetle savunulan "İctimaî Usul-i Temmuz 2010 Fıkıh"[15] ve Hüseyin Naci tarafından tasarlanan Laik Usul-i Fıkıh[16] kurguları bu arayışların tipik örneklerini teşkil eder. Bütün bu çalışmaların arka planında "modernitenin mutlak doğruları" vardır ve bütün maharet, Din'den bu arka planı beslemeye uygun olduğuna inanılan unsurların devşirilip kullanılmasında somutlaşmaktadır. Bu süreç içinde fark edildi ki, Kur'an ve Sünnet ekseninde oluşmuş bir epistemoloji ve nassları bağlayıcı kabul eden bir içtihad faaliyeti, artık zihinsel kodlarımızın biricik tayin edicisi haline gelmiş olan "modern hayat"ın bize dayattığı "değişim"i gerçekleştirmenin imkânından mahrumdur; hatta onu engellemektedir. Bu noktadan itibaren Sünnet'in tesbit ve naklindeki insan unsuru ön plana çıkarılarak bu alanın "tekinsizliği" fikri işlendi; kâh rivayetlerin bize intikal sürecinde soru işaretleri bulunduğu söylendi, kâh Sünnet'in tarihselliği dillendirildi. Sünnet'in Din'deki temel fonksiyonunu fark eden Oryantalistler'in bu noktaya salvo atışı yapan çalışmaları da İslam Modernistleri'ne hayatî lojistik destekler sağladı. Ve sıra kaçınılmaz olarak Kur'an'a geldi. "Kaçınılmaz olarak", çünkü "Din sorgulaması", önünde veya sonunda Kutsal Kitap sorgulaması demektir. Nitekim Batı'yı şimdi galip pozisyona getiren Aydınlanma'da yapılan da bu değil miydi? kendi dinlerinin menşelerini incelemekte kullandıkları tenkit şekli, diğer dinlerin tenkitlerine de tatbik edilebilecektir. Orta çağlarda Kitab-ı Mukaddes'e karşı aldıkları vaziyette Hristiyanlarla Müslümanlar arasında büyük bir fark yoktu. Her iki taraf da sahip oldukları mukaddes kitaplardaki her kelimenin Allah tarafından peygamberlere vahiy ile imla ve telkin edildiğine inanıyorlardı ve bu sebeple onları tenkit etmek küfürdü. İtiraz edilmeden kabul edilmeliydiler. Mamafih tefsirleri iki din mensuplarının dinî reislerinin ellerinde bulunuyordu. Hristiyanlarla Müslümanlar'ın mühim bir ekseriyetinin görüşü hâlâ budur, fakat garplı din alimlerinin görüşü bu değildir. Bu alimlerin mukaddes kitaplara karşı aldıkları vaziyeti kısa olarak şu şekilde hülasa edebiliriz: 1) İlham edilenler kitaplar değil, insanlardır. 2) İnsanlar hataya maruzdurlar, bu sebeple yazıların, mukaddes kitapları tertip edenlerin bilgi eksikliğinden doğan hataları ihtiva etmeleri tabiidir. 3) Peygamberlerin yazdıkları kendi zamanlarını aksettirir. 4) Allah, peygamberlere kelimelerle değil, fakat onların beşerî zihinlerine bin vahiy ile hitap etmiştir ve insan zihni bu tebliği, fert olarak peygamberin ifade şekline göre tertip etmeye zorlanmıştır. 5) Dinde, benimsenmesi için insanın çapına göre derecelerle nakledilmiş bulunan bir tekâmül vardır. 6) Dinde, umde ve telkinlerin bazıları geçici bir manaya sahiptirler. Halbu ki varlıktan ve Allah'ın mükemmel tabiatından bahseden diğerleri adalet, merhamet, aşk ve iyilik hakkındaki ahlakî emirler kadar ebedîdirler…"[17] Oryantalizm Modernizm İlişkisi Söz buraya gelmişken İslam dünyasını yanlış bir sorgulamaya iten Oryantalizm ile bu sorgulamayı yapan Modernizm (İslam Modernizmi) arasındaki ilişkiyi işaretleyen bir-iki iktibas yapmak faydadan hali olmayacak: 1953 yılında İ.Ü. Edebiyat Fakültesi'nin davetlisi olarak geldiği İstanbul'da bir seri konferans vererek Batı'daki İslamiyat çalışmalarını anlatan ünlü İngiliz şarkiyatçısı Alfred Guillaume şöyle diyordu: "Hristiyanlığın ve menşelerinin tetkiki, ilahî vahiy, ilham, rivayetlerin sıhhati ve Kitab-ı Mukaddes'in otoritesi gibi mevzulara karşı aldığımız vaziyet üzerinde muazzam bir tesir yaptığı için, garplı alimlerin ekseriyeti tarafından varılan neticeleri kısaca zikretmeyi münasip görmekteyim. Zira anlaşılacağı üzere, Temmuz 2010 1985 yılında İzmir'de yapılan Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu'na katılan bir diğer ünlü Oryantalist Montgomery Watt'ın telkinleri de farklı değildir: "Hristiyan ilim adamlarının büyük çoğunluğu şimdi artık (kutsal metinlere uygulanan, E.S.) tarihî ve edebî tenkidin imanı zayıflatmadığı; bilakis onun birçok yönlerinin daha derinlemesine anlaşılmasına sevk ettiği görüşünü kabul etmektedirler. Bunların burada zikredilmesinin sebebi, son biriki yüzyılda Hristiyan ilim aleminde neler olup bittiği hakkında Müslüman ilim adamlarının bilgi sahibi olmalarının önemli olmasıdır. İlk bakışta dinî inanca düşman gibi görünen ilmî metotlar sonunda dinî hakikatlerin daha bir derinliğine ve gelişmiş bir şekilde değerlendirilerek anlaşılmasına sevk eder olmuştur…"[18] 35 Kur'an ayetlerinin Hz. Peygamber (s.a.v)'in tarihsel kişiliği ile şu veya bu şekilde ilişkilendirilmesi tam da Oryantalistler'in ısrarla telkin ettiği şeydir. Zira eğer bu nokta Müslümanlar'a kabul ettirilebilirse, Kur'an ile İnciller eşit konuma getirilmiş olacak, dolayısıyla Kur'an'ın da "herhangi bir metin" gibi tenkit edilebilmesi mümkün hale gelecektir. Bu ise Kur'an'ı, başka herhangi bir sistemde rahatlıkla tesadüf edilebilecek "ilkeler"e indirgeyecektir: Ahlakîlik (Hristiyanlık, Budizm vd.), aklîlik (Modernite), adalet (kim dışlar?) gibi genel ilkeleri ihtiva etmek dışında bugün için insanlığa hiçbir şey söylemeyen bir kitabın "evrenselliği"ni tekrar edip durmanın bir anlam içerip içermediği sorusu bu noktada son derece anlamlı olacaktır. Burada örnek olarak zikredilen konuşmalardan çok daha eskilere giden Oryantalist telkinlerin beklenen yankıyı bulması uzun sürmemiş ve İslam dünyasında bu fikirleri, hatta yer yer daha ileri üslup ve tarzlarda dillendiren "yerli Oryantalistler" zuhur etmiştir. Kur'an'ın Beşerîliği/Tarihselliği Bir metnin tarihsel tenkit faaliyetinin konusu yapılması, o metnin belli tarihsel şartlarda vücut bulduğu önkabulüne dayanır. Hristiyan ilim adamlarının tarihsel tenkit metodunu İncil metinlerine uygulamasında bu açıdan yadırganacak herhangi bir nokta yoktur. Hristiyan zihninde, "kelimesi kelimesine vahyedilmiş metin" tasavvuruna yer olmadığından, tarihsel tenkit metodunun İncil'e uygulanması demek, onu kaleme alanın (Matta, Markos, Luka veya Yuhanna) tarihsel kişiliği ile metin arasındaki ilişkinin analizi demektir. İncil yazarı metni kaleme alırken hangi sosyokültürel ve çevresel faktörlerden, hangi inanç unsurlarından ve siyasî, ekonomik… vb. şartlardan etkilenmiştir? "Sinoptik" denen Matta, Markos ve Luka İncilleri arasında ilgi çekici benzerlikler mevcutken Yuhanna İncili'nin onlardan her şeyiyle (dili, üslubu, kavramsal örgüsü, sistematiği… ile) farklı oluşunu izah etmenin başka bir yolu olabilir mi?.. Bu düşünce bir hristiyan için ne kadar normal ise, bir müslüman için de o kadar anormaldir. Zira Kur'an, kendisinden önceki kitapların tahrif edildiği 36 gerçeğini vurgular[19] ve kendisinin beşer sözü olmadığının altını çizer.[20] Hal böyleyken Kur'an'a inandığını söyleyen bir ilim adamının, Kur'an'ın "hem tamamıyla Allah kelamı, hem de olağan anlamda tamamıyla Hz. Muhammed'in kelamı" olduğunu[21] ve "Allah'ın tarih içinde cereyan eden durumlara Peygamber'in zihni vasıtasıyla verdiği cevap" olduğunu söylemesi[22] itiraf etmeliyiz ki, gölün maya tuttuğunun ifadesidir. Kur'an'ın tamamıyla Allah kelamı olduğunu[23] yahut "Kur'an"ın ilahî, "Mushaf"ın ise beşerî olduğunu söyleyenler[24], hatta sadece Kur'an'ın değil, "Allah tasavvurunun" dahi tarihsel olduğunu dillendirecek kadar ileri gidenler[25] gibi bu vadide birbirinden önemli farklılıklarla ayrılan bir dizi yaklaşımın yolu, "tarihsellik" ortak zemininde kesişmektedir. Sonuç yerine İtikadî alanda son derece "radikal" bir dönüşüm sağlamış ve günlük hayatın detaylarında bile[26] putlara müracaat edecek kadar şirke bulanmış bir toplumu çok kısa bir süre içinde Tevhid'e çekmiş olan Kur'an'ın, hem de kendisine tam anlamıyla "teslim olmuş" bir nesil oluşturmuşken, hukukî düzenlemeleri ilânihaye devam edecek biçimde yerleştirmemiş olmasını nasıl açıklayabiliriz? Açalım: Eğer faiz yasağı tarihsel ise, insanlığın birgün faizsiz işlemesi mümkün olmayan bir ekonomi modelini uygulamaya başlayacağını bilen Yüce Allah faizi niçin "bir süreliğine" haram kılmıştır? O dönemin toplumsal/ekonomik yapısında zararlı olduğu halde faiz bugün bu özelliğini yitirmiştir mi diyeceğiz, yoksa Fazlur Rahman'ın "O toplum ancak o kadar ileri götürülebilirdi, fazla değil" tarzındaki "mış gibi yapan" açıklamasına mı başvuracağız? Eğer mutlak ilmi ve mutlak kudretiyle geçmişi ve geleceği kuşatmış bir "Allah"a samimi bir şekilde inanıyorsak bu sorunun cevabını dürüstçe vermek durumundayız. Kur'an'ın tarihselliğinin kabul edilmesinin, mucizenin reddinden ahkâmın ilgasına kadar bir dizi temelli arızayı doğurması kaçınılmazdır. Aynı yaklaşım, olguyu nassa takdim eden (bir anlamda nassı olgunun belirlediğini söyleyen) Nasr Hâmid Ebû Zeyd'de de, metni okuyucunun elinde kadavra mesabesine indirgeyen Muhammed Âbid el-Câbirî'de de[27] görülmektedir. Hatta Hasan Hanefi örneğinde gördüTemmuz 2010 ğümüz gibi[28] Allah tasavvuruna kadar "sündürülmüş" bir antropolojik okuma, ancak tarihselliği bütün bir sistemin temeline yerleştirmekle mümkün olabilecektir. rikkati, ruh inceliği yaşardık. Ku'an'ı tarihsel ilan edeli beri onu da kaybettik. Belki başlangıcı yine oradan yapabiliriz; ne dersiniz? ............................................................. [1] Bkz. el-Bağdâdî, el-Fark Beyne'l-Fırak, 11, 45 vd.; el-Beyâdî, İşârâtu'l-Merâm, 33. Modernistler'in, Kur'an'ı, onun ilk ve en yetkili mübeyyini olan Sünnet'ten bile arındırmayı telkin eden yaklaşımı, gelinen noktada "gayri İslamî" bir Kur'an anlayışını intaç etmiştir. Kur'an'ın Sünnet'ten, nüzul sürecinin canlı şahitleri olan Sahabe'nin değerlendirmelerinden ve 1400 yıllık birikimden yalıtılması gerektiğini söylemek, aslında devre dışı bırakılmaya çalışılan unsurların yerine modern değer yargılarının Kur'an'ı kuşatmasını istemektir. Öyleyse tartışma, Kur'an'ın bizden ne istediğini anlamaya çalışırken sözünü ettiğimiz unsurların mı, yoksa modern değer yargılarının mı bize rehberlik etmesi gerektiği üzerinde cereyan etmelidir. [2] Kaderiyye'nin görüşleriyle ilgili olarak Hz. Ali (r.a)'nin oğlu Hz. Hasan (r.a) ile yazışması ve bu konuda Hz. Hasan (r.a)'ın ona yazdığı cevabî mektup meşhurdur. Bkz. el-Beyâdî, 71. [3] Bu dönem hakkında derli-toplu bir çalışma için bkz. Abdülfettâh Ebû Gudde, Kavâ'id fî Ulûmi'l-Hadîs'e yazdığı ta'likler meyanında, 361 vd.. [4] Ünver Günay-Harun Güngör, Türklerin Dinî Tarihi, 354 vd. [5] Bkz. İbnu'l-İmâd, Şezerâtu'zZeheb, VII, 467 vd. [6] Bkz. İbnu'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh, XII, 358-98; el-Aynî, İkdu'lCümân, I, 167 vd.; es-Süyûtî, Târîhu'l-Hulefâ, 467 vd.; Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, II, 387 vd. [7] Günay-Güngör, 356 [8] Akdes Nimet Kurat, "Altınordu Devleti", Türk Dünyası El Kitabı içinde, I, 539 vd. [9] Ahmet Temir, "Türk Moğol İmparatorluğu Ve Devamı", Türk Dünyası El Kitabı içinde I, 527. [10] Günay-Güngör, 356. [11] Ebû Şâme, el-Bâ'is'te (6) konuya şu ifadelerle girer: "Hz. Peygamber (s.a.v), ashabı ve onlardan sonra gelen ilim ehli, çağdaşlarını bid'atlerden ve sonradan ihdas edilen uygulamalardan sakındırmış, onlara, her türlü mahzurdan kurtuluş yolu olan "ittiba"yı emretmişlerdir…" [12] Burada "din telakkisi" gibi bir ifade kullanılabilecekken "din" Yukarıda bir nebze işaret edilmiş olan "fırkalaşma" vakıası, yaşadığımız durumun, tarihin tekerrürünü istemekten farksız olduğunu düşündürmektedir. Kur'an'ı, Sünnet'ten ve Sahabe'nin otoritesinden bağımsız bir okumaya tabi tutmak, yapılan işin Kur'an tarafından tensip edilip edilmediği üzerinde düşünmenin önemi bir yana, tümü de görüşlerini Kur'an'a dayandıran itikadî fırkaların çağdaş versiyonlarına davetiye çıkarmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir. kelimesi bilinçli olarak mutlak bırakılmıştır. Zira mesela Sünnet'in göz ardı edilebileceği düşüncesi, "dizayn etme" maksatlı olarak Din'e doğrudan ve açıkça yönelmiş bir tutumu ifade eder. [13] Ernest Renan'ın dile getirdiği bu iddia, Cemaleddin Efgani'den Namık Kemal'e, Atâullah Bâyezidof'tan Emir Ali'ye ve daha birçok kişiye kadar aynı minvalde mukabele görmüştür. Bu konuda bkz. Dücane Cündioğlu, Ernest Renan Ve "Reddiyeler" Bağlamında İslam-Bilim Tartışmalarına Bibliyografik Bir Katkı, Dîvân dergisi, 1996/2, 1 vd. [14] Bu yazının kaleme alındığı günlerde medyada, zehirli gazların çevre üzerinde yaptığı tahribat sebebiyle önümüzdeki yarım asır içinde meydana gelecek felaketler konusunda tedbir almak için insanlığın son 10 yıl içinde bulunduğu haberleri işleniyordu. [15] Konu hakkında bkz. Doç. Dr. Abdülkadir Şener, İctimâî Usul-i Fıkıh Tartışmaları, A.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, V, 231 vd. [16] Bkz. Sami Erdem, Yeni Usul-i Fıkıh Arayışları Çerçevesinde Bir Metin: Hüseyin Naci ve Lâik Modern dönemde İslam ülkelerinin hemen tamamında modernleşme projeleri uygulamadadır ve süreç 2 asırdan daha fazla bir zamandan beri işlemektedir. Gelinen noktada İslam adına kayda değer bir kazanım olmuş mudur? Müslümanlar'ın, kendi değerleri üzerine inşa ettiği bir dünyadan, bir kültür ve medeniyet hamlesinden bahsedebiliyor muyuz? İslam'ın evrensel diriltici soluğunu dünyaya taşımak adına neler yapabildik? Bu ve benzeri soruların cevabı, modernleşme maceramızın Kur'an anlayışına taalluk eden yanı itibariyle dünyaya yansımasını ortaya koyacaktır. Usul-i Fıkıh, Dîvân dergisi, 1997/1, 213 vd. [17] İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, I/14, 121-2. Guillaume, burada zikrettiği 6 maddeyi, konuşmasının ilerleyen bölümlerinde açıklamakta ve Kur'an'ın kelimesi kelimesine vahiy olmayıp, –haşa– Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından yazıldığını, dolayısıyla o dönemin damgasını taşıdığını ve çeşitli hatalar barındırdığını ileri sürmektedir. Yazının arzu edilen boyutu aşmaması için söz konusu izahatı buraya almadım. [18] Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu, (Sempozyum bildirileri), 32. [19] Mesela bkz. 2/el-Bakara, 75, 9; 3/Âl-i İmrân, 78; 5/elMâdi, 13… [20] Mesela bkz. 10/Yûnus, 37-8; 11/Hûd, 13, 35; 12/Yûsuf, 111… [21] Fazlur Rahman, İslam, 42-5. [22] Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, 77-82. [23] Mesela Nasr Hâmid Ebû Zeyd Mefhûmu'n-Nass'da böyle bir profil çizmektedir. Hakkında bir değerlendirme için bkz. Ömer Özsoy, "Nasr Hâmid Ebû Zeyd'in Nass-Olgu İlişkisi Bağlamında 'Ulûmu'l-Kur'ân'ı Eleştirisi, İslâmî Araştırmalar dergisi, 7/3-4, 237 vd. [24] Mesela bkz. Muhammed Arkoun, İslam Üzerine Düşünceler, 43 vd.; bilhassa 50 vd. Bir de konunun "içe dönük" yanı var. Bu zaman zarfında ilmimiz, irfanımız, dindarlığımız, takvamız arttı mı, azaldı mı? Her harfine sevap aldığımıza inanarak Kur'an okurken en azından kalp Temmuz 2010 [25] Bkz. Hasan Hanefi, Teoloji mi Antropoloji mi, AÜİF Dergisi, 23/511. [26] Yolculuğa çıkıp çıkmamak için dahi Kâbe'deki putların yanında fal okları çekilir, çıkan sonuca göre hareket edilirdi. Bkz. et-Taberî, IV, 415 (5/el-Mâide, 3 ayetinin tefsiri). [27] Muhammed Âbid el-Câbirî, Felsefi Mirasımız ve Biz, 27. [28] Bkz. 25 nolu dipnot. 37 "Ekmelüddin Babertî Sempozyumu" Sayın İrcica Yetkilisi! Öncelikle selam ve saygılarımı arz ederek sizlerden bir istirhamda bulunmak istiyorum. Kendim Atatürk Üniv. İlahiyat Fakültesinde çalışmaktayım. Bayburtluyum. Bu sene içerisinde İlahiyat Fakültemiz organizesinde 28-30 Mayıs 2010 tarihlerinde Bayburtta "Ekmelüddin Babertî Sempozyumu" gerçekleştireceğiz. Baberti, Bayburtta doğmuş Mısırda vefat etmiş bir şahsiyet. 40 civarı esere imza atmış bir kişilik. Böylesi bir insanın tanınması ve tanıtılması bizler için fevkalade önemli bir görevdir. Ekmelüddin İhsanoğlu Hocamızın Mısır doğumlu olduğunu biliyoruz. Hocamızın isminin Ekmelüdiin Baberti'den mülhem olduğunu düşünmekteyiz. Bu düşüncemizin doğru olup olmadığını Ekmelüddin İhsanoğlu Hocamızın bizzat kendisinden işitmek istiyoruz. Kendisiyle irtibat sağlamak için sizlerden yardım talep ediyoruz. Hocamızı Bayburtta ilk kez yapacağımız sempozyumumuza davet etmek istiyoruz. İlgi ve alakanızdan mütehassıs kalacağımızı ümit ediyor, çalışmalrınızda başarılar diliyoruz. Yard.Doç.Dr.H.Murat KUMBASAR Atatürk Üniv. İlahiyat Fak. İslam Hukuku Anabilm Dalı. Baberti Sempozyumu Tertip Kurulu Üyesi Sayin Dr. Kumbasar 4 Mart 2010 tarihinde IRCICA adresine Bayburt’ta yapacaginiz sempozyumla ilgili yollamis oldugunuz davetiye ve bazi sorulariniz son Istanbul’a gelisimde elime gecti. Oncelikle Bayburtlu Ekmeluddin Baberti sempozyumunu duzenlediginiz icin sizi kutluyorum ve basari ile neticelenmesini diliyorum. Adimin menseini merak etmissiniz; Turkiye’de ilk defa dogru tahminde bulunan sizsiniz. Rahmetli pederim Türkiye’den Misir’a gittikten sonra orada ilmi hayata aktif olarak katilmistir. Ilk dogan ogluna da Sivasli Ibn el-Humam adini vermistir. Daha sonra bana da Bayburtlu Ekmeluddin’in adini koymustur. Boylece Anadolu’nun yetistirdigi ve Misir gibi ileri kultur ve mdeniyet merkezinde isim yapmis iki Turk bilim adaminin ismini yasatmak istemistir. Benim adimi sorgulayan olmadi; ancak ben cesitli vesilelerle ve firsat geldikce bunu acikladim. Ciddi olarak ilk defa siz bunu dile getiriyorsunuz, tesekkur ederim. Sempozyuma davetiniz icin tesekkur ederim ancak İKT Genek Sekreteri olarak faaliyetlerimin ne kadar yogun oldugunu tahmin edersiniz. 28-30 Mayis 2010 tarihlerinde programim toplantilar ve gorusmeler bakimindan epey dolu, maalesef simdiden size katilip katilmamam konusunda bir tahmin yapamiyorum. Size ve mesai arkadaslariniza simdiden basarilar diler, sempozyumun neticesinden haberdar olmak isterim. İlginiz icin, özellikle ismim ile ilgili olarak tesekkur ederim. Selamlarimla Ekmeleddin Ihsanoglu Islam Konferansi Teskilati Genel Sekreteri 38 Temmuz 2010 EKMELÜDDİN BÂBERTÎ’NİN PEYGAMBERLİK ANLAYIŞI eygamberlik meselesi altı iman esasından biridir. İnsan açısından diğer iman esasları içinde mihver konumdadır. Çünkü diğer iman esaslarını bilmek peygamber gönderilmesine bağlıdır. Diğer bir ifade ile biz insanlar dini peygamber aracılığı ile öğrenmekte ve uygulamaktayız. Bu da peygamberin gerekliliği ve ona duyulan ihtiyacı ortaya koyar. Bu ihtiyaç gıda ve su gereksinimine benzer ve karşılanmaması halinde birtakım boşlukların meydana gelmesine yol açar ki, bu boşluklar zamanla insan ürünü olan düşüncelerle doldurulur. İşte bu boşluğu önlemek için Cenâb-ı Allah insanlardan özel olarak seçtiği kişileri vasıta kılarak bu ihtiyacı karşılamış ve kıyamet gününde huzurunda uydurulacak bahanelerin önünü kapatmıştır. P Kadir Recep MUHAMMED Düzenin altüst olmasını engelleyecek ve zulme karşı da adaleti sağlayacak kurallar ve kanunlar bulunmalıdır. Din işte tam bu ihtiyacı giderecek kural ve kanunları ihtiva eder. Ancak dinin öngördüğü kural ve kanunların insanlara bildirilmesi ve hayat içinde uygulanabilmesi için mucize ile desteklenmiş bir peygambere ihtiyaç vardır. Nübüvvetin Tanımı ve Vehbîliği Meselesi Bâbertî, peygamberliği “Cenâb-ı Allah’ın ‘seni peygamber olarak gönderdik, sen de bizden sana geleni Temmuz 2010 39 tebliğ et!’ buyurarak seçtiği kimseye bahşettiği bir özellik (mevhibe)” olarak tanımlamıştır. O, söz konusu tarif ile peygamberin görevinin ancak tebliğden ibaret olduğunu kaydetmiş ve nübüvvetin vehbî olup olmadığı tartışmasına ilişkin görüşünü de yansıtmıştır. Bir başka ifade ile peygamberliğin Allah vergisi olduğunu ve herhangi bir çalışma ile elde edilemeyeceğini ifade etmiştir. Nübüvvete Duyulan İhtiyaç Bâbertî’ye göre insan, tabiatı gereği medenî bir varlıktır. Tek başına hayatını sürdüremeyen, temel ihtiyaçlardan yoksun kalamayan, kendisi için olmazsa olmazları mesabesinde bulunan birtakım gereksinimleri tek başına düzenleyemeyen bu varlık, kendi cinsinden olan başkalarının yardımına ihtiyaç duymaktadır. Fertler arasında oluşacak dayanışmanın baskı ve zorlama sonucunda meydana gelmesi, var olan tabi düzenin bozulmasına yol açabilir. Bu sebeple düzenin altüst olmasını engelleyecek ve zulme karşı da adaleti sağlayacak kurallar ve kanunlar bulunmalıdır. Din işte tam bu ihtiyacı giderecek kural ve kanunları ihtiva eder. Ancak dinin öngördüğü kural ve kanunların insanlara bildirilmesi ve hayat içinde uygulanabilmesi için mucize ile desteklenmiş bir peygambere ihtiyaç vardır. Nübüvvetin Hükmü Nübüvvetin hükmü konusunda genel bir bilgi veren Bâbertî, peygamber göndermenin imkânsız oluşunu öne süren ve bunu aklen izah etmeye çalışan bazı grupları eleştirmiş ve onların yanlış düşüncelerini çürütmeye gayret etmiştir. O, cevap verme sadedinde aklın sınırlı olduğuna, ahiret ile ilgili meselelerde meydana gelen şüphelerin bertaraf edilmesinde onun yeterli güce sahip bulunmadığına dikkat çekmiş ve peygamber olmadan ibadetlerin mahiyet, keyfiyet ve kemiyetine ilişkin bir bilginin öğrenilemeyeceğini dile getirmiştir. İşte bu noktada peygamber ile ilahî kitabın önemine atıf yapmıştır. Sözgelimi sanatların öğretilmesi ve bazı ilaçların fayda ve zararlarının belirlenmesi hususu üzerinde duran Bâbertî, ilaçların yarar ve zararlarına ilişkin yapılacak deneylerin çok zaman aldığını ve beraberinde birçok tehlikeyi de getirdiğini ifade etmiştir. Bu yüzden günümüzde yeni bulunan ilaçlar önce denek hayvanları üzerinde 40 denendikten sonra insanlara verilmektedir. Buna karşı nübüvvet hiçbir sıkıntı yaşamadan herhangi bir tehlike ile karşı karşıya kalmadan insanların faydalarına ve zararlarına olan hususları açıklamıştır. Bütün bu örnekleri veren Bâbertî, peygamber göndermenin zorunluluğu kanaatini ortaya koyar. Ancak bu zorunluluğu hikmet, ilim ve irade sıfatları bağlamında değerlendirilmesini ister. Diğer bir deyişle Allah’ın peygamber göndermesi hikmetinin bir gereği ve sonucudur. Peygamberlerin Temel Özelliği: İsmet Bâbertî, peygamberlerin korunmuş olduklarını söyler. Korunmuşluk anlamındaki ismet sıfatını günah işleme gücü bulunmakla birlikte peygamberliği zedeleyici birtakım davranışlardan alıkoyan nefsânî bir meleke olarak tanımlar ve bu melekenin peygamberi hem vahiyden önce hem de vahiyden sonra küfürden koruduğunu; diğer günahlardan ise sadece vahiyden sonra muhafaza ettiğini zikreder. Bâbertî, peygamberin nefsinde veya bedeninde bulunan bir özellik dolayısıyla onun günah işlemesinin imkânsız olduğunu savunanlara karşı çıkar. Bununla o, peygamberin ismetinin kendinden değil, Allah’tan olduğunu belirtir. Şu ayetleri de bu görüşüne delil getirir: “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek ilâh olduğu vahy olunuyor. Artık O’na yönelin, O’ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!” (Fussilet 41/6).“Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten nerdeyse onlara birazcık meyledecektin” (İsrâ 17/74). Buna göre ilk ayet, kendisinden günah sâdır olmasının imkânı noktasında peygamberin diğer insanlar gibi olduğuna delalet eder. İkinci ayet ise, Cenâb-ı Allah’ın Hz. Peygamber’i (sav) onlara meyletmeme hususunda sabit kıldığını, sabit kılmaması durumunda ise onlara meyledebileceğini ve günah kabilinden olan bu meyletmenin kendisi için imkânsız olmadığını göstermektedir. Peygamberden büyük günah sâdır olamayacağı kanaatini benimseyen Bâbertî, büyük günah işleyenin fâsık olduğu ve tanıklığının kabul edilmediğini dile getirerek peygamberden büyük günah sâdır olmasını mümkün görenlerin bazı ayetlerde geçen affetme ve mağfiret ifadelerini delil Temmuz 2010 olarak ileri sürdüklerini söyler. Söz konu su ayetlerin buna delil ve gerekçe olamayacağını savunan Bâbertî, hiçbir peygamberden büyük günah sâdır olmayacağı görüşünde ısrar eder. Mucize Peygamberlik iddiasının delile (mucize) bağlı olduğunu ve söz konusu iddianın doğruluğunun ispat edilmesi gerektiğini açıklayan Bâbertî, mucizeyi ‘normalde olmaması gereken bir şeyin ortaya çıkması veya olması gerekenin gerçekleşmemesi şeklinde bir meydan okuma ile gerçekleşen olağan üstü olay olarak tarif eder. Ayrıca o, tarifte mucizeye karşı konulmasının ya da benzerinin getirilmesinin imkânsızlığını vurgular. Hz. Muhammed’in (sav) Peygamberliği Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliğini onun nübüvvet iddiasında olması ile mucize izhar etmesi çerçevesinde inceleyen Bâbertî, Hz. Peygamber’in Kur’ân-ı Kerim ile Arapça’yı son derece fasih, beliğ ve sanatlı kullanan söz ustalarına meydan okuduğu, söz edilen kimselerin bu meydan okumaya yanaşmadıklarını ifade ederek bu hâdisenin Hz. Muhammed’in (sav) mucizesi olduğunu kaydeder. Bu arada ayın ikiye yarılması, ağacın yürüyüp gelmesi, taşın selam vermesi ve parmaklarının arasından suyun çıkması gibi hissî mucizeleri de zikreden Bâbertî, bütün bu mucizelere dair haberlerin ortak noktasının mütevatir bilgi ifade ettiğini belirtir. Böylece Hz. Peygamberden (sav) ahad yolla gelen mucizeye dair haberlerin toplamı aslında hissî mucizelerinin mütevatir olduğunun belgesidir. Zaten aklî mucize olan Kur’an-ı Kerîm, günümüze hem lafız hem de mana olarak mütevatir yolla ulaşmıştır. Hiçbir mucizesi olmasa bile tek başına Kur’an-ı Kerîm O’nun peygamberliğinin ispatıdır. Zaten günümüzde Müslüman olanların çoğu da Kur’an okuyarak ve onun mucizevi muhtevası ve üslubundan etkilenerek hidayete ermektedirler. evrensel bir din olduğuna delalet etmektedir. O peygamberler halkasının sonuncusunu teşkil eder. Onun herkese gönderilmesi ve son peygamber olması şu ayetlerle sabittir: “De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize Allah’ın elçisiyim”, (A’raf 7/158) “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur” (Ahzâb 33/40). Son peygamber olması aynı zamanda ortaya koyduğu davanın da bir parçasıdır. Sonuç Peygamberlik konularını sistematik bir şekilde irdeleyen ve ilk önce peygamberliğin tanımı üzerinde duran Bâbertî, onu Allah’ın bahşettiği bir özellik (mevhibe) olarak değerlendirmiş, ardından da peygambere duyulan ihtiyacı insan ekseninde açıklamaya çalışmıştır. Peygamberliğin zorunluluğunu savunan ve onu hikmet ilkesi bağlamında izah eden Bâbertî, ismet sıfatına fazlasıyla önem vermiş ve onu günah, büyük günah ve küfür kavramları açısından incelemeye tabi tutmuştur. Mucizenin imkânı, tarifi ve Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliğine de yer veren Bâbertî, Hz. Muhammed’in (sav) peygamber oluşunu onun peygamberlik davasında bulunması, mucize göstermesi ile teorik ve pratik hikmet çerçevesinde ele almıştır. Kaynaklar Babertî’nin Eserleri: el-Maksad fî Usuli’d-Din, Süleymaniye kütüphanesi, Ayasofya, no: 1384. Şerhu’l-Maksad fî İlmi’l-Kelâm, Süleymaniye kütüphanesi, Şehit Ali Paşa, no: 1717. Şerhu Akideti Ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa, (thk. Arif Aytekin), Vizaratu’l Evkaf ve’ş-Şuuni’lİslâmiyye, Kuveyt 1989. -Şerhu’l-Umdeti’l-Akâid li’n-Nesefî, Süleymaniye Kütüphanesi, Amcazâde Hüseyin, no: 312. -Muhtasaru’l-Hikmeti’n-Nebeviyye, Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmut Efendi, no: 1324. Diğer Kaynaklar: Galip Türcan, Bâbertî’nin el-Maksad fî İlmi’l-Kelâm Başlıklı Risalesi: Tanıtım ve Tahkik, S.D.Ü.İ.F. Dergisi, Isparta, yıl: 2006/2, sy. 17. -Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, (haz. Bekir topaloğlu-Muhammed Aruçi), İsam Yay., Ankara 2003. -Mâtürîdî, Akîde Risalesi ve Şerhi, (çev. Saim Yeprem), M.Ü.İ.F.Vakfı Yay., İstanbul 2000. -Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, (trc. Şerafeddin Gölcük), Kayıhan Yay., İstanbul 1994. -Sâbûnî, Matüridiyye Akaidi, (haz. ve trc. Bekir Topaloğlu), D.İ.B. Yay., Ankara 2000. -Nesefî, el-Umde fi’l-Akâid, (haz. İslâm’ın evrenselliği Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliği ile ilişkilidir. Zira kendisinden önceki peygamberler belli topluluklara gönderilirken o, bütün varlıklara gönderilmiştir. Herhangi bir fark gözetmeksizin onun herkese hitap etmesi, İslâm’ın Temmuz 2010 ve trc. Temel Yeşilyurt), Kubbealtı Yay., Malatya 2000. -Harpûtî, Tenkîhu’l-Kelâm fî ‘Akâ’idi Ehli’l-İslâm, (çev. İbrahim Özdemir-Fikret Karaman), T.D.V. Elazığ Şubesi Yay., Elazıp 2000. -İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, Evkâf-ı İslâmiyye Matbaası, İstanbul 1339-1341. Salih Sabri Yavuz, İslam Düşüncesinde Nübüvvet, İnsan Yay., İstanbul tsz. -Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, İsam Yay., İstanbul 2010. 41 BAYBURTLU ŞEYH EKMELEDDİN’İN 73 FIRKA RİSALESİNDEKİ RAVENDİYYE FIRKASI İLE İLGİLİ DEĞERLENDİRMELER Prof. Dr. Arif YILDIRIM* İslâmî iman esaslarının neshedilmesi mümkün değildir. Allah’ın tek dini olan İslâm’ın iman esasları nitelik ve nicelik bakımından değişmeyeceği gibi, Hz. Peygamberden önceki peygamberlerden hiç birinin şeriatının boş olmadığı temel ibadet ve ahlâk esasları da nicelik bakımından bazı değişiklikler gösterse bile, nitelik bakımından değişiklik göstermez. Bütün ibadet ve ahlâk esaslarının kısaca adı sâlih ameldir. 42 1. İbn Ravendî Kimdir? Adı Ahmed, baba Adı Yahya’dır. Isfahan’ın Kasan nahiyesine bağlı Ravend (veya İranlıların okuyuşuyla Rovend) köyündendir. Bağdat’ta yetişmiştir. Önceleri Mu’tezileden idi. Sonra onların öğretilerini bırakarak aleyhlerine döndüğü ve “Fazîhetü’l- Mu’tezile” adlı bir eser kaleme aldığı rivayet edilmiştir. Mu’tezile âlimlerinden Hayyât ünvanıyla meşhur olan Abdurrahman b. Muhammed, onun Mu’tezile aleyhindeki iddialarını reddetmek üzere “el-İntisâr” adlı eserini yazmıştır. İbn Ravendi hakkında çeşitli ve bazen çelişkili sözler söylenmiştir. Meselâ, İslâm’a ve ondan ayrılan Yahudi ve Hıristiyanlık dinlerine karşı çıkarak, mülhitliğini ilan eden bir zındık olduğu rivayeti yanında, İslâmiyet aleyhine yazmak için Yahudilerden para aldığı, Kur’an’a nazîre yazmaya kalkıştığı söylendiği gibi, sonradan bu görüşlerine dair eser yazdığı, Ebû İsa el-Varrâk isimli İslam düşmanı kişiye karşı peygamberliği savunduğu da rivayet edilmektedir . Bağdat’ta normal olarak veya îdam edilerek öldüğü rivayet edilmektedir. Ölüm tarihi konusunda da farklı rivayetler vardır. Bir rivayete göre; bu tarih 245/859, daha meşhur olan rivayete göre; 298/910, bir diğer rivayete göre; Temmuz 2010 301/913’tür. 398/1007 şeklindeki tarih, muhtemelen 298/910’un yanlış yazılmasından kaynaklanmaktadır. indiği bilinen her mukaddes kitab ile amel etmenin hak olduğunu söylerler. Bu kitabın nâsih (neshedici) veya mensûh (neshedilmiş) olması birdir 2. Ravendiyye Fırkası: Ravendiyye fırkasını Ekmeleddin gibi yorumlayan kelâmcılar İbn Ravendî’nin bu konuda bir kısım Yahudileri etkilediği ve onların bununla ilgili olarak bazı iddialar geliştirerek, bunları ispat etmek için bir takım aklî ve naklî deliller ileri sürdükleri kanaatindedirler. Şimdi bu delilleri görelim. İbn Ravendî’ye nisbet edilen bu fırka konusunda farklı rivayetler vardır. Aşırı bir Kelâm fırkası olduğu veya Mu’tezile fırkalarından olduğu, tek bir fırka olmayıp, VIII. Hicrî asrın ortalarında Horasan bölgesinde ortaya çıkmış olan Abbasiler şiasından birkaç fırkanın adı olduğu söylenmektedir . Bu ifadeye göre Ravendiyye ile Abbasiyye fırkaları Ravendiyye adı altında birleştirilmektedir. Ravendiyye fırkasını Abbasiyye fırkasından ayrı olarak verenler de vardır . Buna nazaran, Hz. Peygamberden sonra imametin Abbas b. Abdulmuttalib’in evladında olması gerektiğine dair Peygamberden açıklamanın bulunduğu görüşünde Abbasiyye ile aynı kanaati paylaşması dolayısıyla, kimisinin bunların tek fırka olduğunu zannettiği düşünülebilir. Bizim kaynak olarak aldığımız Ekmeleddîn Risalesinde ise Ravendiyye, neshin olamayacağını savunan bir fırka olarak tanıtılmaktadır. Bu tarif, İbnu’l-Cevzî’nin bu fırkayı “nâsih veya mensûh olsun, mukaddes kitaplardan herhangi birisi ile amel etmeyi caiz gören” olarak tarifine benzemektedir. Çünkü nâsih olsun mensûh olsun her mukaddes kitap ile amel etmek caiz ise o takdirde, nâsih ile mensûh eşit kabul ediliyor, demektir. Bu da neshin hükümsüz kabul edilmesinden başka bir şey değildir. B. Şeyh Ekmeleddin’in 73 Fırka Risalesinde Ravendiyye Fırkası Bayburtlu Şeyh Ekmeleddin (ö.786/1384)’in risalelerinden birisi de 73 fırka ile ilgilidir. Ekmeleddin’in bu risalede saydığı fırkalardan birisi de Ravendiyye fırkasıdır. Elimizdeki yazmada Şeyh Ekmeleddin bu fırkanın tanımını yapmamaktadır. Kanaatimizce, asıl nüshada bu tanım yapılmış fakat sonradan bu kısım müstensih tarafından yanlışlıkla düşürülmüştür. Ravendiyye fırkasını zikreden müelliflerden birisi de Şeyh Ekmeleddin’den çok önce yaşamış olan İbnu’l-Cevzî (ö.508/1114)’dir. Bu müellif, Telbîsu-İblîs adlı eserinde İbn Ravendî’ye bağlı olan Ravendiyye fırkasını şu şekilde tanımlamaktadır: Bunlar, Allah’tan Temmuz 2010 C. İbn Ravendî’den Etkilenen Yahudi Grubunun Delilleri 1.Aklî Delilleri: Yahudilerden az sayıda bir topluluk, Hz. Mûsa şeriatının Kıyamete kadar bakî olduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre, Hz. Musa, Cumartesi yasağının ve Tevrat’ın diğer hükümlerinin gökler ve yer durdukça devamlı olduğunu söylemiştir. Hz. Musa’nın bu sözü söylediği, mütevatir rivayetle sabit olmuştur. Şu halde Hz. Musa şeriatının neshedildiği iddiası bâtıldır. Çünkü Hz. Musa’nın peygamberliği, bizim (Yahudi grubunun) ve Müslümanların ittifâkı ile sabittir. Müslümanlar, neshi caiz görmeleri ile birlikte kendi şeriatlarının ebedî olduğunu söylerler. O halde, bir yandan Müslümanların Hz. Musa’yı peygamber kabul etmeleri, öbür yandan neshi caiz görmeleriyle birlikte kendi şeriatlarının ebedî olduğunu söylemeleri, bizim Hz. Musa’nın tevatür yolu ile gelen haberine binaen, onun şeriatının da ebedî olduğu (neshi kabul etmeyeceği) yolundaki iddiamızı doğrulamalarını gerektirir . Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanan, ancak, onun yalnız Araplara ve peygamber gönderilmeyen diğer insanlara gönderildiğini, dolayısıyla kendilerinin Kur’an’a uymak zorunda olmadıklarını savunan sonraki Yahudi fırkalarından Îseviyye, Şarkâniyye ve Müşkâniyye de benzer görüşü paylaşmaktadırlar. İslâm Kelâmcılarının Bu İddiayı Değerlendirmeleri Aralarında Cüveynî (ö.478/1085) ve Âmidî (ö.631/1233)’nin de bulunduğu birçok kelâmcının kanaatine göre, mezkûr Yahudiler’in ve onların görüşünü paylaşanların Hz. Musa’nın şeriatının ebedî olduğu yolunda kendilerine mütevatir haberin ulaştığı iddiası, İbn Ravendî’nin Hz. Mu- 43 hammed’in peygamberliğine karşı çıkmak maksadı ile uydurduğu bir yalana dayanmaktadır . İbn Ravendî, Hz. Muhammed’in dinde müsamahakâr davranmasından da cesaret alarak, Hz. Muhammed’in Peygamberliğine karşı çıkmak maksadı ile böyle bir yalanı uydurmuş ve cahil tâbilerine kabul ettirmiştir. Hz. Musa’nın şeriatının veya Cumartesi yasağının ebedî olduğunu söylediği yolundaki naklin doğruluğu sabit olmamıştır. Böyle bir rivayet Hz. Musa’ya iftiradır ve bu rivayetin mütevatir olduğu iddiası, kibir ve inattan başka dayanağı olmayan bir iddiadır. Hz. Musa ve Hz. İsa’nın, Hz. Muhammed’in peygamber gönderileceğini müjdeledikleri, Kur’an’ın beyanları ile sabittir. Şu halde Kur’an’ın kendisinden önceki bir takım hükümlerde değişiklik yapacağı, gerçek Tevrat ve İncil ile de sabittir. Neshin tamamıyla batıl olduğu şeklindeki Yahudi iddiası ise, Tevrat’ın kendisinden önceki bazı dini hükümlerde yaptığı bir takım değişikliklerle yıkılmaktadır. O halde, önceki şeriatların, Hz. Muhammed’in şeriatı ile neshedilmediği şeklinde bir iddianın herhangi bir Müslüman tarafından yapılmış olması düşünülemez ve Hz. Muhammed’in peygamber gönderilişinden sonra, hiç kimsenin Kur’an’ın onayı olmadan, önceki peygamberlerin şeriatlarıyla amel etmeleri helal olmaz 2. Mezkûr Yahudilerin Kur’an’dan Delilleri: Aynı şekilde, Mâide 47. ayette Hıristiyanlara İncil’e göre hüküm vermeleri emredilmekte ve Allah’ın indirdiği ile hüküm vermeyenlerin fâsık oldukları bildirilmektedir. 48. ayette Allah’ın her dinî topluluk için bir şeriat ve yönetmelik koyduğu, dileseydi bütün insanları tek bir şeriata bağlı kılabileceği, ancak her topluluğun hayat şartlarına uygun kanunların konulmasının daha doğru olması sebebi ile farklı topluluklar için farklı kanunlar koyduğu, her topluluğun kendi şeriatıyla sınandığı, o halde farklı şeriatlara bağlı olan toplulukların iyiliklere yarışırcasına koşması gerektiği ifade edilmektedir. Mâide 66. ve 68. ayetlerde Ehl-i Kitab’ın Tevrat ve İncil’in hükümlerini yerine getirmelerinin onların maddi-manevi yararına olacağı, bunu yapmamaları durumunda hiçbir şekilde doğru yolda olamayacakları bildirilmektedir. İslâm Bilginlerinin Bu İddialara Dâir Değerlendirmeleri: 1. Bakara sûresi 62. ayette kurtuluş için zikredilen Allah’a ve Âhiret’e inanarak iyi işler yapmak, icmalî iman çeşitlerinden biri ve ona bağlı olarak iyi işler işlemektir. İcmalî iman, tafsilî imanı Gerek anılan Yahudi topluluğu, gerekse onların görüşünü paylaşan Yahudi mezhepleri, iddialarını Kur’an’ın bir kısım ayetleriyle de isbat etmeye kalkışmışlardır. Bu ayetlerin başında Bakara sûresi 62., Mâide sûresi 42.–50., 66.,68. ayetleri gelmektedir. Bakara sûresi 62. ayette Allah’a ve Âhiret’e inanıp iyi işler yapan Yahudi, Hıristiyan ve Sabiîlerin kurtulacakları bildirilmektedir. Mâide 42. ayette, Yahudilerden bir cemaatin bir konuda hüküm vermesi için, Hz. Muhammed’e başvurdukları bildirilmekte, ancak ilgili hükmün Tevrat’ta mevcut olması dolayısıyla, Peygambere hüküm verme mecburiyetinin olmadığı, hüküm verecekse âdil hüküm vermesi emrolunmaktadır. Bu durumun, Tevrat Ehli’nin Kur’an’a göre hüküm verme mecburiyetinde olmadığını gösterdiği iddia edilmektedir. Mâide 44. ve 45. ayetlerde ise Allah’ın indirdiği ile hüküm vermeyenler kâfir ve zalim olmakla nitelendirilmektedir. 44 Temmuz 2010 kapsar. Dolayısıyla bu iki iman şekli birbirinden kopuk olamaz. Aksi halde, Kur’an’da çelişki bulunmak lazım gelir. Tafsilî iman, Bakara sûresi 285. ve Nisâ sûresi 136. ayetlerde Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret’e inanmak olarak verilmektedir. fassal ve muhkem ayetleri ile hiçbir itiraza mahal İslâmî iman esaslarının neshedilmesi mümkün değildir. Allah’ın tek dini olan İslâm’ın iman esasları nitelik ve nicelik bakımından değişmeyeceği gibi, Hz. Peygamberden önceki peygamberlerden hiç birinin şeriatının boş olmadığı temel ibadet ve ahlâk esasları da nicelik bakımından bazı değişiklikler gösterse bile, nitelik bakımından değişiklik göstermez. Bütün ibadet ve ahlâk esaslarının kısaca adı sâlih ameldir. yalım. Kur’andaki her mücmel ifadenin bir açıklayıcısı veya başka bir deyiş ile, her müteşa- bih ayetin bir muhkemi vardır. İlimde râsih olanlar, yani gerçek bilgide derinleşenler, müte- şabihatın açıklayıcısı olan muhkematın hangi ayetler olduğunu belirlemede uzman olanlardır. Bakara sûresi 62. ayet mücmel veya müteşabih, Bakara 285. ve Nisâ 136. ayetleri bunların mufassal ve muhkem şekilleridir. Ancak, Bakara 62. ayetin mufassal ve muhkemi yalnız sözü geçen iki ayet değildir. Özellikle En’âm sûresi 92. ayette, hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde, Âhiret’e inananların Kur’an’a inanmak ve sürekli namaz kılmak zorunda oldukları vurgulanmaktadır. Ayetin bu ifadesi, akl-ı selîmin de gereğidir. Çünkü Âhiret’i ve namazı gerçek şekilleriyle anlatan yegâne hak kitap Kur’an’dır. Âhzab sûresi 21. ayette ise Allah ve Âhiret İnancına kavuşmayı umabilmek için, Hz. Muhammed’in örnek alınması gerektiği bildirilmektedir. Mümtehine sûresi 6. ayet ise buna şu önemli ilaveyi yapmaktadır: Gerçek Allah ve Âhiret inancına ulaşma umudunu taşıyabilmek için, Hz. Muhammed’i örnek almak kaçınılmazdır. Çünkü Hz. İbrahim’in Tevhid-Hanîf Dini’ni, yani İslam’a bağlı milleti temsil etme hak ve yetkisi son olarak, yalnız Hz. Muhammed’e verilmiş bulunmaktadır. 2. Mâide sûresi 43. ve devamındaki ayetler de Kitab Ehlinin Hz. Muhammed’in kanununa bağlı olmadığını göstermez. Çünkü bu ayetler de mücmel olup, özellikle Âraf sûresi 156.–158. muTemmuz 2010 bırakmayacak biçimde, açıklığa kavuşturulmaktadır. Şimdi önce bu Âraf 156.–158. mufassal ve muhkem ayetlerin içeriğini özetleyelim sonra da mücmel şekilleri olan Mâide sûresi 43.–48., 66. ve 68. ayetlerin onlara aykırı olmayacağını ortaya ko- Âraf sûresi 156.–158. ayetlerde özetle şu kat’i ve muhkem açıklamalar yapılmak- tadır: Dünya ve Âhiret mutluluğuna ve Allah’ın geniş rahmetine kavuşabilecek olanlar, Allah’ın ayetlerine inanarak O’nun yasaklarını işlemekten korunanlar ve zekâtı verenlerdir. Bunlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları Ümmi Nebî ve Resûle uyanlardır. Bu Ümmi Nebî ve Resûl, Tevrat ve İncil Ehline Allah’ın doğru tanıdığı iş ve davranışları yapmalarını emredecek ve kötü olarak tanıdığı iş ve davranışları yapmalarını yasaklayacaktır; temiz ve yararlı şeyleri onlara helâl, yaramaz ve iğrenç şeyleri onlara haram edecektir; üzerlerindeki ağır görevleri ve hareketlerini kısıtlayan zincirleri kaldıracaktır. İşte Kitab Ehlinden kurtulabilecek olanlar bu Ümmî Nebi ve Resûle inanan, ona saygı duyan, yardım eden ve ona indirilen aydınlığa (Kur’an’a) uyanlardır. Âraf 158. ayette Allah, Hz. Muhammed’e; yalnız Tevrat ve İncil Ehli’ne değil, onlarla birlikte bütün insanlara Allah’ın gönderdiği bir peygamber olduğunu, Allah’a; O’na ve O’nun kelimelerine inanan Ümmi Nebî ve Resûle inanmalarını ve kanunlarına uymalarını, doğruyu bulmalarının ve kurtuluşa ermelerinin buna bağlı olduğunu ilan etmesini emretmiştir. Sebe’ sûresi 28. ayet de bu son ayeti pekiştirmekte ve Hz. Muhammed’in bütün insanlara müjdeleyici ve sakındırıcı olarak gönderilmiş bir peygamber olduğunu, gerçek bu iken, insanların pek çoğunun bunu bilmezlikten geldiklerini bir kez daha dünyaya duyurmaktadır. Nihayet Ahzâb sûresi 40. ayette Hz. Muhammed’in Allah’ın gönderdiği resûl ve nebilerin sonuncusu olduğu haber verilerek, peygamberlik zincirinin onunla mühürlendiği duyurulmaktadır. Hz. Muhammed’in peygamberliği konusundaki bu muhkem (açık, seçik) ayetlerden sonra, şimdi de bu konudaki mücmel ve müteşabih ayetlerin onlardan farklı düşünülemeyeceğinin izahına gelelim. Önce Mâide sûresi 43. ayeti ele alalım. 45 dirmelerine rağmen, şimdi onun halen yazılı bulunan hükmünü uygulamıyor ve bu davranışlarını, hükmün Tevrat’ta mevcut olmadığını söyleyerek, yani Tevrat’ın hükmünü gizlemeye kalkarak mâzur göstermek istemişlerdi. Hz. Peygamber hükmün Tevrat’ta mevcut olduğunu, iyi niyetli Tevrat bilginleri eliyle belgelemiş, daha sonra bu konuda vahiy de gelmişti. Mâide 42. ayet Yahudi topluluğun bu davranışının, yalnız Hz. Muhammed’i inkâr olmayıp aynı zamanda Tevrat’ı da iki defa inkâr anlamına geldiğini ortaya koymuştur. Hayber Yahudilerinden bir topluluk, Hz. Muhammed’e gelerek içlerinden evli oldukları halde zina ettikleri ortaya çıkan bir erkek ve bir kadının dini hükmünün ne olduğunu belirtmesi için, kendisini hakem seçtiklerini bildirmişlerdir. Hz. Muhammed hem dinî hem dünyevî bir kişi konumundaydı. Dolayısıyla, böyle bir konuda hüküm vermesi onun görevi idi. Ancak, onu hakem seçenler ona inanmadıklarını, Tevrat’ın kanunlarına bağlı kalmak istediklerini bildirmişlerdi. Dinde zorlama olmadığı için, Hz. Peygamber onlara Tevrat’a bağlı kalma hürriyetini tanımıştı. Üstelik Tevrat’ın sözü geçen konudaki hükmünde şimdilik Kur’an’da bir değişiklik gelmemişti. Bu durumda peygamberin yapacağı şey, onları Tevrat’ın hükmünü uygulamaya çağırmaktı. Kendisine inanmayanlara, kendisine inanmışlar gibi davranmak zorunda değildi. Mâide sûresi 42. ayet bunu bildirmektedir. İşte bu yüzden bu Yahudi topluluğa Hz. Peygamber, Tevrat’taki hükmü uygulamalarını söylemişti. Bu hüküm, mezkûr suçluların recm edilmesi gerektiği şeklinde idi. Ancak, onlar Hz. Peygamberden, recimden daha hafif bir cezaya hükmetmesini bekliyorlardı. Öyle olmayınca, onun hükmüne uymamışlardı. Durum enteresandı. Zira bu Yahudiler, Tevrat’a bağlı olmakta devam etmek istediklerini bil- 46 Birinci inkâr, Tevrat’ta mevcut olduğunu bilerek, onu uygulamamalarından; ikincisi, ise Hz. Muhammed’in hakemliğine başvurmalarını haklı göstermek için, onun Tevrat’ta mevcut olmadığını söylemelerinden geliyor. Ancak, gerçeğin hem Yahudi âlimlerinin beyanı, hem de vahiy ile tevsik edilmesinden sonra dahi, Hz. Muhammed’in hükmüne razı olmamaları üçüncü bir inkârı teşkil eder. Hz. Muhammed’in peygamberliğini zaten inkâr ediyorlardı. Bu da dördüncü bir inkâr sayılır. Sözü geçen ayette onların inanan olmadıklarının belirtilmesinden sonra, 44. ayette kâfir, 45. ayette zalim olduklarının vurgulanması bu katmerli küfürleri dolayısıyladır. Hulâsa, burada Hz. Muhammed’in peygamber gönderilişinden ve Kur’an’ın kendisine indirilmeye başlayışından önce, Yahudilerin Tevrat’ın kanunlarına bağlı oldukları, Hz. Muhammed’in gelişi ile Kur’an’ın kanunlarına bağlanmaları gerektiği, ancak onların bunu inkâr ederek, Tevrat’a bağlı kalmakta devam etmek istediklerini bildirmelerine rağmen, Tevrat’ın hükmüne uymadıkları, bildirileri hilafına, Hz. Muhammed’in hakemliğine başvurdukları, sonra da onun hükmüne razı olmadıkları, bunun ise hem Hz. Muhammed’i hem de Tevrat’ı inkâr anlamına gelen bir tutarsızlık olduğu bildirilmek istenmektedir. Mâide sûresi 47. ayet de, İncil’e bağlı olduklarını iddia edenlerin tarihi durumuna değinmektedir. İncil ile -az da olsa- Tevrat’ın bir kısım hükümleri değiştirilmişti. Kur’an İncil’e tabi olduklarını söyleyenlere hitaben şöyle diyor: Ey İncil Ehli, Hz. Muhammed’in peygamber gönderilmesinden ve Kur’an’ın kendisine indirilmeye başlamasından önce siz Tevrat’ın yanında, İncil’in de bir kısım hükümlerine bağlıydınız. O zaman size de Allah’ın İncil’de indirdiği ile hüküm vermeniz emredilmiş, bu emre uymayanların fâsık olacağı bildirilmişti. Temmuz 2010 Mâide sûresi 48. ayet ise, Hz. Muhammed’in peygamber gönderilişi ve Kur’an’ın kendisine indirilmeye başlayışından itibaren artık Ehl-i Kitabın ve diğer bütün insanların Kur’an’ın kanunlarına bağlı olduğunu bildirmektedir. Bu ayette ayrıca dikkat çekilen noktaları tek tek ele alalım: a)Kur’an kendisinden önceki İlahî kitapların gözetleyicisi ve değerlendiricisidir. O halde, Tevrat ve İncil’in beyanlarından Kur’an’ın ilkelerine uygun olan ayetler doğru, uygun olmayanlar ise ya Kur’an ile neshedilmiş veya Kitap Ehli’nce tahrif edilmiş bilgilerdir. b)Şu halde Kur’an’ın indirilişinden sonra, Ehl-i Kitab ikiye ayrılmıştır. 1) Müslüman olanlar 2) Müslüman olmayanlar. Kur’an’ın sıcak baktığı, Müslüman olan Kitab Ehli’dir. Arzularına uymayı sapıklık ve isteklerine boyun eğmeyi küfre dönüş olarak nitelendirdikleri de Hz. Muhammed’e ve Kur’an’a inanmayan Kitab Ehli’dir. (Âli İmran 3, 100; Mâide 5, 48.) c)Haklarında “Sizden her biriniz için bir şeriat koyduk ” denilenler iki grup oluştururlar: 1) Hz. Muhammed’in peygamber gönderilişinden öncekilerin oluşturduğu grup ki, bunlar zaman dilimine girdikleri peygamberin şeriatına bağlı olmak zorunda bulunanlardır. 2) Hz. Muhammed’in peygamberlik dönemine yetişenlerin oluşturduğu grup ki, bunlar da Hz. Muhammed’in kanunlarına uymak zorunda olanlardır. d)Bu ayette, yarışırca koşulması istenen iyilikler, Kur’an’ın bildirdiği iyiliklerdir. Çünkü Hz. Muhammed’i ve Kur’an’ı inkâr etmenin hayırlı işlerden olamayacağı aşikârdır. Dolayısıyla şirki, Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’i inkâr uğrunda yarışılma emrini Kur’an’a nisbet etmek, Kur’an’ın kendi kendisini yıkmasıyla eşdeğerdedir. Maide 48., 49. ve 50. ayetler bu hususu ortaya koymakta ve Kur’an’ın getirdiği hükümlere aykırı düşen hükümlere uymayı sapıklık sayarak, Peygamber’i ve Müslümanları Kitab Ehli’nin bu kabilden sözlerine aldanmamak konusunda dikkatli olmaya çağırmaktadır. onların tahrifata uğramamış şekilleridir. Bunlardaki hükümlerin ne olduğu, özellikle Âraf ve Muhammed sûrelerinde açıklanmıştır. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, Tevrat ve İncil’in orijinalleriyle Kur’an arasında bir çelişkinin bulunmadığı ortaya çıkacaktır. İbn Hazm, Mâide sûresi 66. ve 68. ayetlerin Ehl-i Kitab’a bir meydan okuma olduğunu söylüyor. Bu yoruma göre, sözü geçen ayetler Tevrat ve İncil’e bağlı olduklarını, onların gereğini yerine getirmekle vazifeli bulunduklarını iddia edenlere: “Siz Tevrat ve İncil’de birçok tahrifat yaptınız. Onlardaki birçok ayetleri ya değiştirdiniz veya gizlediniz. Şimdi sizin bunları açığa çıkarmanız, sizi ele verir. Dolayısıyla siz bu art düşüncede olduğunuz müddetçe bunu yapamazsınız” denilmek istenmektedir . SONUÇ Hz. Musa’nın şeriatının ebedî olduğu, neshi kabul etmeyeceği, dolayısıyla Kur’an’ın indirilişinden sonra da Tevrat ve İncil’e göre hareket edilebileceği iddiası, İbn Ravendî’nin Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr etmek maksadıyla uydurduğu ve bir grup Yahudiye aşıladığı bir yalandır. Kur’an’ın gelişinden sonra da önceki şeriatlar ile amel etmenin caiz olacağını söylemek, bir Müslüman için mümkün değildir. Bu sebeple Bayburtlu Şeyh Ekmeleddin, 73 fırka Risalesinde Müslümanları böyle bir sapık inançtan sakındırmak için, İbn Ravendî isimli itikat sicili bozuk bir kişinin yoldaşları olan Ravendiyye fırkasını onlara tanıtmayı gerekli görmüştür. Sonraki Yahudi fırkalarından Îseviyye’nin ve onların görüşünü paylaşanların iddiası da İslam’a aykırı ve çelişkilidir. ................................................. *Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Öğretim Üyesi 1)Krş. Heyet, Musavver Dairetü’l-Meârif, İstanbul, 1913, I, 512; Heyet, el-Muncid fi’l-A’lâm, Beyrut, 1973, s.304.2)Bkz. Heyet, el-Muncid fi’l-A’lâm, s.304; Maturidî, Kitabu’t-Tevhid, nşr. Bekir Topaloğlu, Ankara, 1423/2003, 288. sayfanın 4 nolu dip notu; Heyet, el Mu’cemu’l-Arabiyyu’l-Esasî, Tunus, 1408/1988, s. 497. 3)Ebu Ya’lâ, Muhammed b. Hasan, el Mu’temed, Beyrut, 1974, s. 225; Nevbahti, Hasan b. Musa, Fıraku’ş-Şîa, Beyrut, 1404/1984, s. 36. 4)İbnu’l-Cevzî, Abdurrahman, Telbîsu İblîs, Beyrut, 1403/1983, s. 28. 5)Cüveynî, İmamu’l Haremeyn, Abdu’l Melik b. Abdullah, el-İrşâd, Beyrut, 1405/1985, nşr. Es’ad Temîm, s. 286 ; krş. Âmidî, Seyfuddîn, Ebu’l Hasan Ali, el-İhkâm fi-Usûli’l Ahkâm, nşr. İbrahim el-Acûz, III, 114. 6)Cüveynî, a.g.e. , s. 286; krş. Âmidi a.g.e, III, 114. 7)Krş. Îcî, Adududdîn Abdurrahman b. Ahmed, Mevakıf – Cürcani, Seyyid Şerîf Ali b. Muhammed, Şerhü’l- Mevakıf, İstanbul, 1311, III, 204 Molla Hüsrev, Mu- ; hammed b. Feramuz, Mir’ât, İstanbul, 1317, s. 370; Taftazânî, Mesud b. Ömer, Mâide suresi 66. ve 68. ayetlerde, gereklerinin yerine getirilmesi emrolunan Tevrat ve İncil, Temmuz 2010 Şerhu’l Makasıd, İstanbul, 1305, II, 258. 8)Krş. İbn Hazm, Ebu Muhammed Ali, el-Fisal, tsz, I, 213. 47 Ramazan Işık: “Sizin duanız birçok insanı dize getirecek.” Röportaj: Aydın BAŞAR Ramazan Işık Hoca, lise yıllarından beri Arapça’dan tercümeler yapıyor… Kitapları çıkıyor. Sohbet ve konferansları ile peygamberimizi anlatmaya devam ediyor. Bir Arapça sevdalısı olan hoca gençlik yıllarında Arabistan’da ve Irak’ta bulunmuş. Mekke’de Muhammet Es Sabuni ve Mahmut es Savaf gibi alimlerin derslerine katılmış… Burhan Dergisi okurları için kendisi ile özel bir söyleşi yaptık... Muhterem Hocam inşallah sizinle güzel bir söyleşi yapacağız. Bu sohbetten bir kişi bile istifade etse yeter diye düşünüyorum. “Size öyle bir metot öğreteyim ki siz onunla mutluluğa erersiniz. Aranızdaki sevgi saygıyı artırır, düşmanlıkları bertaraf edersiniz. Aranızda selamı yayınız.” 48 İnşallah. Bizim elimizde olan bir şey yok. Allahü Teala ne nasip ederse onu söyleriz... Kısmettir konuşmak… Allah ne nasip ederse konuşuruz. Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? 1947 Mardin Ömerli doğumluyum. İlkokulu kazamda bitirdikten sonra Diyarbakır İmam Hatip Lisesi’ni bitirdim. Sonra İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nün sınavlarına girdik, nasip oldu kazandık. Dört sene de burada okuduk. 73’de mezun olduk. 77’de İmam Hatip liseleri açılınca müdür mavini olarak çalışmaya başladım. Temmuz 2010 Bir ara Diyanet’te de görev yaptım. Yeminli tercüman olarak Arabistan’da epey bir zaman bulundum. Sene 82’ydi… Tercümelere ne zaman başladınız? İmam Hatip Lisesi’nde talebe iken Arapça makaleler olsun, kitaplar olsun elime ne geçerse okuyordum. Hatta o eserlerden bazı tercümeler yapıyordum. Böylece tercümeye karşı sevgim, rağbetim arttı. Zaten bir lisan olarak Arapçayı çok seviyordum… Herkese Arapça öğrenmelerini ve bu dildeki kitapları okuyup anlamalarını tavsiye ederim. En başta Kur’an’ı ve hadisleri anlamamız için bu dili bilmek çok mühim ve lüzumludur. Genelde ne tür kitaplar tercüme ediyorsunuz? Çalıştığım yayınevinin sahibi çoğu zaman Mekke’ye, Medine‘ye gidiyor, bazen Mısır’a kitap fuarlarına gidiyor. Oralarda bugünkü şartlarda faydalı olabilecek, bugünkü insanlara uygun kitapları seçip getiriyor. Onları tercüme etmeye çalışıyoruz. Mesela “Amellerin Fazileti” diye yeni bir kitabımız çıktı. “Muhammed Ümmetinin Şerefi” isimli bir kitabımız da basıldı. Bu kitabın özeti şudur: Bugün insanlık kan ağlıyor ve biz ümmet şuuruna ulaşırsak dünya cennette dönüşür, kan ve gözyaşı ancak bu sayede biter. Bir de daha önceden Muhammet Hasaneyn’in; “Kur’an’ı Kerim’in Lügati” var; onu çevirmiştim. Muğlâk olan yerleri izah ediyor. Bundan başka kitaplarımız da var… ilmi konuşuyorlardı. Fetva isteyenler dersten sonra ayrıca soruyordu. O derslerden aklınızda kalan bir anekdot var mı? Size Medine’de duyduğum bir kıssayı anlatayım: İmam Malik malum Medine-i Münevvere’de yaşamış mübarek bir zat. Maliki mezhebinin kurucusu… Onun zamanında bir kadıncağız vefat ediyor. Art niyetli bir yıkayıcı onu tek başına yıkarken, acaba kiminle oturmuş kalkmış gibisinden fesat bir fikir geçiriyor aklından. Yani onun hakkında kötü zanda bulunuyor. Bir de bakıyor ki yıkayıcının bir eli ölünün vücuduna yapışmış… Ölü sahipleri yıkayıcı kadınının çıkmasını bekliyorlar. Tabi kadın çıkamıyor. İçeri girip bakınca bu tuhaf manzarayı görüp şaşırıyorlar. O dönemin fetva veren âlimleri arasında yıkayıcı kadının durumu tartışılmaya başlıyor. Bir fikir ayrılığı çıkıyor; kimisi “ölünün vücudunu keselim” diyor; kimisi de “öbürünün eli koparılsın” diyor. Birisi çıkıp diyor ki: “İmam-ı Malik yanı başımızda, gidip ona haber verelim.” Sonra ona haber veriyorlar, o da geliyor. İmam Malik Hazretleri kadına diyor ki “Sen bu kadını yıkarken aklından ne geçirdin, o esnada ne yaptın ki bu durum başına geldi?“ Kadın korkuyor “böyle böyle şeyler içimden geçirdim, su-i zanda bulundum” diyor ve gerçeği anlatıyor. İmam Malik diyor ki: “Tövbe et ki Allahü Telala seni affetsin. Bir daha kimsenin hakkında böyle su-i zanda bulunma. Hele ki bir kadın hakkında böyle şeyler düşünme…” Neticede kadın tövbey-i nasuh yapıyor ve eli ayrılıveriyor… Bir dönem Arabistan’da kaldığınızı söylediniz. Oradayken hangi âlimleri görmek nasip oldu? yız? Harem-i Şerif’teki hocaların derslerine katıldım. Mesela “Saffettüt Tefasir” müellifi Muhammed Ali Es Sabuni’nin derslerine katıldım. Bunlar tamamen ilmi dersler şeklindeydi. Onun bu üç ciltlik tefsiri bütün tefsirlerin özü gibidir, onda bütün tefsirlerden alıntılar var. Mesela bizim Ebu’s Suud hazretlerinden bile alıntılar var. Sade anlaşılır bir tefsir. Tamamen rivayet tefsiri… Sabuni Hoca Harem-i Şerif’te halka oluşturuyor. O halkaya hem Ümme’l Kura’dan talebeler hem de halk katılıyordu. Bir de Mahmut Es Savaf’ın derslerine çokça katıldım. O genellikle fıkhi konuları işliyordu. Soru sormak onlarda pek yoktu. Tamamen Burada bir tane değil bir sürü dersler var. En başta o mübarek insanların; mezhep imamlarının ilimde ulaştıkları zirveyi bu sözlerinden anlıyoruz. İmam-ı Malik’in meselelere nasıl yaklaştığını müşahede ediyoruz. Nasıl bir derinlik sahibi olduğu ortada… Sonra bu kıssada ilim erbabına sormanın önemi ortaya konuluyor. Yani bilen birisine sorduğunuz zaman müşkülünüzü halletmeniz kolay oluyor. Bu bakımdan âlimler bizim için her zaman bir müracaat kaynağıdır. Ama maalesef günümüzde âlimlerimizin de kıymeti bilinmiyor. Tabi bu kıssadaki çok önemli mesajlardan birisi de Müslüman’ın her zaman hüsnü zanda bulunması Temmuz 2010 Bu hikâyeden nasıl bir ders çıkartmalı- 49 gerektiği şeklindeki öğüttür. Şimdi yıkayıcı kadın kötü zanda bulunduğu için başına bu işler gelmiştir. Demek ki bizim de başımıza kötü bir iş geliyorsa önce kendi niyetimize yüzümüzü çevirmemiz ve ona bakmamız lazım. Niyetini temizleyen kişi başındaki marazlardan kurtulur. Bildiğim kadarıyla Bağdat’ta Külliyetü’l Adab Kısmıddin’de de bir sene kadar okudunuz. O yıllardan aktarabileceğiniz bir şey var mı? Orada pek fazla kalamadık. Aklımda da pek fazla bir şey kalmadı doğrusu… Fakat Bağdat’taki kütüphanede okuduğum bir kitapta şöyle bir şey anlatılıyordu; sizinle onu paylaşayım. Bir adamcağız Bağdat’tan hacca gidecek. Arkadaşı diyor ki şu malımın zekâtını al Mekke’de falanca fakire teslim et. Mekke’ye varınca ne olur ne olmaz para kaybolur diye ilk işi parayı teslim etmeye çalışıyor. Araştırıyor bir adres tarif ediyorlar. Kapıyı çalıyor. Bir yaşlı adam kapıyı açıyor. “Buyur amca bu senin hakkın” diyor. Adamcağız parayı evirip çeviriyor; “Benim komşumun durumu benden iyi değil ona götür” diyor. Adam itiraz etmiyor komşusunun kapısını çalıyor. Durumu anlatıyor. O da tereddüt ediyor; alayım mı almayayım mı? Sonunda “parayı ikiye böl yarınsı bana yarısını komşuma ver” diyor. Bunu okuduğumda çok hoşuma gitmişti. Şimdi günümüzde “hep ben kazanayım ne olursa olsun” deniliyor. Hak etmişim etmemişim önemli değil... Bir insanın kardeşinin nefsini kendi nefsine 50 tercih etmesi ne müthiş bir diğerkâmlık örneği… Komşuluk ilişkileri açısından da bu örnek çok ibretli… İslam’da komşuluk mevzusunu biraz açabilir misiniz? Efendimiz’in komşuluk hayatı nasıldı? Efendimiz Medine’ye hicret edince orada Yahudi komşuları da oluyor. Onlara yolda rastladığı zaman tebessümle hallerini hatırlarını soruyor. Onlardan bir tanesini birkaç zaman göremeyince araştırıyor; hasta olduğunu, evde yattığını öğreniyor. O günkü örf adet üzere bir şeyler alıyor, hurma gibi şeyler- ve kapısını çalıyor. Karısı kapıyı açınca şaşırıyor. İçeri buyur ediyor. Adam kalkmak istiyor. Efendimiz “rahatsız olma, kalkma” diyor. Biliyorsunuz İslam’da komşuluk hakları çok mühim. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Cebrail aleyhis selam komşuyu bana o kadar tavsiye etti ki neredeyse komşu komşunun mirasçısı olacak sandım.” İşte Efendimiz bu düşünceden hareketle onu ziyaret ediyor ve ona şifa diliyor. Bir İslam peygamberi yahudinin kapısına gidiyor. Şu İslam’ın güzelliğine bakın. Adam ve ailesi Müslüman oluyorlar. İslamiyet emniyet demektir, huzur demektir, Bu anlatılan incelik buna işaret ediyor. Yine bir zat geliyor; “Ya Resulullah bana ne olur nasihatte bulun” diyor. Efendimiz tabi herkesin ihtiyacına göre cevap veriyor, mizacına göre, zaaf noktalarına göre cevap veriyor. Adama; “kul muhsinen” buyuruyor yani “iyi insan ol” diyor. İhsan kelimesi Cibriil hadisinde şöyle tarif ediliyor: Allah’ı görüyormuş gibi hayatını sürdürmektir. Yani Temmuz 2010 Allah’ı görüyormuş gibi hayatını sürdüren insandır muhsin -yani iyi insan-. Bu sefer adam soruyor: “Ya Resulullah ben iyi bir insan mıyım?“ Efendimizin cevabı ibretlik: “Git ve komşuna bu soruyu yönelt. Eğer komşun iyisin derse iyisin.” İşte komşuluk bizim dinimizde bu kadar önemlidir. Köy yaşantısında ve küçük şehirlerde komşuluk ilişkileri daha sıcak oluyor. Oysa İstanbul gibi büyük şehirlerde komşuluk ölmüş vaziyette. Sizce büyükşehirlerde komşuluk nasıl olmalıdır? İnsanların birbirlerine olan bağlantıları bakımından insan sosyal yaratılmıştır. Tıynetinde bu mevcuttur, dolayısıyla yalnız yaşayamaz. Bu, Adem aleyhis selam’dan günümüze kadar gelmiş tüm insanlara şamildir. Yani insan nerde olursa olsun sosyal yaşamanın gereğini yapmak durumundadır. Şehir hayatıymış, köy hayatıymış fark etmez. Komşuluk ilişkileri her yerde ikame edilmelidir. Bir de şöyle bir durum var: İstanbul’da 72 milletten insan var insanın komşularıyla yakınlaşması bazen aleyhine olabiliyor. Yani çeşitli marazlar doğabiliyor. Sizin samimiyetiniz aradaki marazları yok eder. Kötü niyetli dahi olsa onu yumuşatır. Şehir yaşantısında komşularınızla ilişkilerinizi en güzel seviyede tutmak zorundasınız. Aranızdaki sevgi ve saygının artması için mutlaka selamın yaygınlaştırılması gerekir. “Selam” Müslümanların ihmal ettiği müthiş bir metottur. Terk ettik, muhabbet ortadan kalktı, samimiyet kalmadı. Adam “bir menfaati mi var bana niye selam verdi” diye düşünüyor. Şuraya bakın? Selamı artık garipser hale geldik.. Oysa Efendimiz, tanıdık tanımadık herkese selam vermemizi istiyor. Selam verirken de tebessümle verilirse bu sevap on misli, yirmi misli katlanıyor. Yani selam art niyetleri yok ediyor… Bazen otobüse biniyor selam verip birinin yanına oturuyorsunuz. Elinize güzel bir eser alır oturursunuz. Böyle yaparak belki onun alacağı güzel bir mesaj veriyorsunuz. Selam verdiğiniz için onun kalbini fethediyorsunuz. Efendimiz bu konuda şöyle buyuruyor: “Size öyle bir metot öğreteyim ki siz onunla mutluluğa erersiniz. Aranızdaki sevgi saygıyı artırır, düşmanlıkları bertaraf edersiTemmuz 2010 niz. Aranızda selamı yayınız.” Selam verdiğiniz zaman hüsnü niyet sahibi olduğunuz için o selam dua makamında oluyor. O dua kabul oluyor ve o kişiyi etkiliyorsunuz; o kişinin art niyetini ortadan kaldırıyorsunuz. Çünkü sizin duanız birçok insanı dize getiriyor. Ne buyuruyor Efendimiz: “Müminin niyeti işinden hayırlıdır.” Niye? Çünkü niyete riya karışmaz. Elinizdeki o güzel eserleri okuyorsunuz. Mükemmel bir mesaj veriyorsunuz o insana. Yani o adamın kalbini fethediyorsunuz. Demek ki marazı ortadan kaldırmak için “selam”ı bir metot olarak benimsememiz gerekiyor. Bir de mahalledeki komşuların arasındaki sevgi ve saygının yayılması için cemaatle namazın teşvik edilmesi gerekiyor. Neden? Çünkü mescit Müslüman hayatının en önemli parçasıdır. Efendimiz hicret esnasında Kuba’ya ilk geldiğinde Kuba Mescidi’ni inşa ediyor. Her taraf kumluk kayalık, derme çatma bir mescit yapıyor. İşte size bir mescit… Demek ki her şartta mescit hayatımızın içinde olacak. Mescit sosyal dokuyu kuvvetlendirdiği için marazların doğmasına bir set oluşturuyor. Mescitle ev arasında giderken bir fakir görüyorsunuz eline bir şeyler tutuşturuyorsunuz, yolda bir taş görüyorsunuz onu kaldırıyorsunuz, bir kötülük görüyorsunuz engelliyorsunuz, bir kavga var ayırıyorsunuz. Ne için? Allah rızası için... Mescitle ev arasındaki şu hayata bakın. Bunları yapınca da sevap kazanıyorsunuz. Bu sadece camiye gidinceye kadar… Mescide gidiyorsunuz bir de oradaki sevaplar var. Orada gördüğünüz simalarla kaynaşıyorsunuz, kalpten kalbe giden bir yol var. Sevgi muhabbet pekişiyor. İhtiyacı olan dile getiriliyor “falana yardım edilecek” deniliyor, ne güzel…. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Abdullah bin Selam bir Yahudi alimi, Tevrat’ı, İncil’i okumuş birisi. Efendimiz Medine’ye hicret edince Efendimiz’i merak ediyor. Onu görmek için ön sıralarda yerini alıyor, görebileceği bir yere oturuyor. Efendimiz teşrif edince uzun uzun Efendimiz’in yüzünü süzüyor. İçinden “Allah’a yemin ederim ki bu yüz yalancı yüzü olamaz” diye geçiriyor ve o anda Müslüman olmaya karar veriyor. Daha Resulullah konuşmadan; sadece onun yüzüne bakarak Müslüman oluyor. Abdullah bin Selam diyor ki Efendimiz’in o gün bize ilk tavsiyesi şuydu: “Tanıdık tanımadık herkese selam verin.” 51 İMAN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL TEKEBBÜR üyüklenme, kendini büyük görme manasına gelen tekebbür, çoğu kere Kur’ân-ı Kerîm’de iman etmeye engel olan sebeplerin başında zikredilir. Nemrut, „Ben de Allah gibi öldürür diriltirim“ (Bakara, 258) diyerek uluhiyet davasında bulunarak Allah’a iman etmeye yanaşmadığı gibi, Firavun da „Ben sizin en büyük rabbinizim“ (Nâziât- 24) diyerek kibirlenip Allah’ı kabule yanaşmamıştır. B Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE* Kibirli insanlar, tarih boyunca peygamberlere karşı gelmiş, gerek peygamberleri, gerekse onlara tabi olanları küçük görerek, inkârlarına zemin hazırlamışlardır. Keza, pek çok âyet-i kerîmede kibir ve tekebbürün âhirete imân etmeye engel olduğu, âhireti inkâr edenlerin daha çok mütekebbir, kibirli kimseler olduğu ifâde edilmiştir." Yer yüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün âyetleri görseler de inanmazlar" (A'raf, 146) âyetinde tekebbür eden, yer yüzünde büyüklük taslayan kimselerin âyetlerden öğüt almadıkları bildirilmektedir. Bu âyetteki âyetler Kur'ân âyetleri veya mucizeler olabileceği gibi1 , kâinattaki bütün mevcudât da olabilir. Yer yüzünde kibirlenenler, bütün bu âyetlerden ibret almazlar.2 "Musa da, ben hesap gününe inanmayan her türlü mütekebbirden benim ve sizin rabbinize sığınırım dedi" (Mümin, 27) âyetinde de mütekebbir, hesap gününe inanmayan kimse olarak vasıflandırılmış ve kibirin 52 Temmuz 2010 âhireti inkâr edenlerin ayrılmaz bir vasfı olduğuna işâret edilmiştir. "İlahınız bir tek ilahtır. Ahirete inanmayanlara gelince, onların kalpleri inkârcı, kendileri de büyüklük taslayan kimselerdir" (Nahl, 22) âyetinde de, aynı durum ifâde edilmektedir. Kibirli insanlar, tarih boyunca peygamberlere karşı gelmiş, gerek peygamberleri, gerekse onlara tabi olanları küçük görerek, inkârlarına zemin hazırlamışlardır. Bir âyette, "dediler ki, bu Kur'ân iki karyeden bir büyük adama indirilseydi ya!" (Zuhrûf, 31) buyrularak, onların peygamberi küçük görerek imân etmediklerine işâret edilmiştir. Hz. Nûh'un kavmi de ona tabi olanları küçük görerek şöyle demişlerdir: "Nûh kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki, biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Sana tabi olanların da basit görüşlü alt tabakadan kimseler olduğunu görüyoruz. Sizin bize karşı bir üstün tarafınızı da görmüyoruz. Bilakis sizi yalancılardan zannediyoruz" (Hûd, 27). Hatta bu durum, yani inananları küçük görmek, hafife almak bütün cehennemliklerin ortak özelliği olacak ki, Cenâb-ı Hak cennete giren mü'minleri göstererek onlara şöyle hitap etmiştir: "Allah'ın kendilerine hiç bir rahmet erdirmeyeceğine dâir yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?! Girin cennete size ne bir korku ne de hüzün vardır!" (A'râf, 49). Yine cennetliklerin cennette iken cehennemliklere bakıp gülerek, onların dünyada iken kendilerine gülmelerine mukabelede bulunmaları da bu duruma örnek olarak gösterilebilir: "Mücrimler dünyada iken mü'minlere gülüyorlardı. Onlarla karşılaştıklarında kaş, göz hareketleriyle alay ediyorlardı. Ailelerine döndüklerinde, keyiflenerek dönerlerdi. Onları görünce, bunlar sapıkların tâ kendileridir derlerdi. Halbuki onlar müminleri denetleyici olarak gönderilmediler. Şimdi ise, (cennette) imân edenler kâfirlere gülüyorlar. Koltuklar üzerinde bakarlar. Kâfirler yaptıklarının cezâsını buldu mu?!" (İnşikâk, 2936). Kibirli insanlar, çoğu defa, hükümdarlar ve onların etrafında bulunan, memleketin ileri gelenleri (mele') dir. Kurulu düzende mevki ve makamı yerinde olan bu kimseler, Allah'a kul olmayı Allah'ın kulları gibi muamele görmeyi kibirlerine yediremeyerek, peygamberlerin tebliğ ettiği hakikatlere karşı çıkmışlardır. Kur'ân'da Firavun, Nemrud ve Karun bunların tipik örneklerini teşkil ederken, Mekke sitesinin Ebû Cehil, Velîd b. Muğîre, As b. Vâil, Utbe b. Ebî Rebiâları da Hz. Muhammed (s.a.v)'in davetine karşı çıkan zulum otoriteleridir.3 Onların yolundan giden inkârcılardan birisi kibirlenerek şöyle diyor: "Bütün yönlerini derinlemesine ve ciddi bir şekilde araştırmadan önce âhiret gününe imân akîdesi çok makûl bir şey olarak görülüyordu. Fakat araştırmalarımdan sonra bu inancın yanlış olduğu(!) ortaya çıktı. Bu inancın zayıflığını kolayca ispat edebiliriz. Şöyle ki: Akıldan mahrûm, câhil, hatalarının mesûliyyetini tahammul edemeyen bir çiftçi cennete girecek, Goethe, Rousseau gibi dahiler ise, cehennem ateşinde yanacak. Buna göre akıldan mahrûm insanın yaratılması Goethe ve Rousseau gibilerinden daha hayırlıdır. Böyle bir söz boş ve zayıftır"4 Gariptir ki, yazar, Goethe ve Rousseau'nun hak yoluna sülûk etmelerini değil de, hakkın değişmesini talep ediyor. Hakk'a itaat etmeyince inkâr yolunu tutuyor.5 Görüldüğü gibi günümüzde âhireti inkâr edenlerin bahaneleri de geçmiştekilerle hemen hemen aynıdır ve kaynağında kibir yatmaktadır. Yukardaki ifâdeler, âhireti inkâr edenlerin ne derece basit düşündükleri ve ne derece çürük temellere dayanarak âhireti inkâr ettikleri bakımından da dikkat çekicidir. ........................................................... *Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not:Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. 1)Bkz. Maverdî, II, 261; Kurtubî, VII, 180. 2)Bkz. Taberî, VI, 61. 3)Ulutürk, Kur'ân-ı Kerîm Allah'ı Nasıl Tanıtıyor, s. 276. 4)Han, el-İslâmu Yetahaddâ, s. 92-93. Bu sözlerin sahibi Winwood Reade'dir. 5)Han, a.g.e. s. 93. Temmuz 2010 53 Kudüs’te Son Osmanlı İnsanın Osmanlı’ya düşman olabilmesi için ya aklını peynir ekmekle yemiş olması gerekir yada Osmanlı’nın ifade ettiği değerlere topyekun düşman olması lazımdır. Bir insan Osmanlı’ya düşmansa - Allah en doğrusunu bilir ama – kanaati acizaneme göre bu ikisinden başka ihtimal yoktur. Bakınız; Devlet-i Aliyye çökerken bile geride bıraktığı, yetiştirdiği insanların her biri kahraman vasfının hakkını tam anlamıyla vermektedirler. Ahmet HALİLOĞLU [email protected] Müslümanların gözbebeği, ciğerparesi üç şehirden biri Kudüs. Asırlar boyu her dinden ve milletten insanın görmek istediği nazlı şehir. Taşlarının Hz. Süleyman’a, Yahya’ya, Hz. Hz.İsa’ya şahitlik belde. 54 Hz. Zekeriya’ya, ettiği kutlu Ah Osmanlı ah! Çekildiği her coğrafya bugün kan, gözyaşı ve acı içinde. İşte Balkanlar…3 asırdır Balkanlar’daki insanların çilesi bitmedi. Osmanlı hakimiyetinde Tuna’dan Akdeniz’e kadar hakim olan sulhun ve sükunetin yerini bugün dini ve milliyeti ne olursa olsun herkese isabet eden zulum, katliam ve facialar aldı. İşte Voyvodina. Macarlar dindaşları olan Sırpların zulmüne maruz kalıyorlar. İşte Makedonlar, kendileri gibi Ortodoks olan Yunanlıların zulmüne uğruyorlar. Balkanlar’daki Müslüman milletlerin uğradığı zulmün tarihte eşi menendi yok. Boşnak’ı, Pomak’ı, Torbeş’i, Arnavut’u ve Türk’üyle Müslümanları Balkanlar’dan yok etmek için ellerinden geleni geçmişte de yaptılar bugünde yapıyorlar. İşte Afrika… İşte Kafkaslar… Kafkas Müslümanlarının soykırımını yazmak için insanın ciğerlerinin yanması lazım. VAh Orta Doğu vah. Ama ya Filistin ve Temmuz 2010 Kudüs… Kelimeyle tarif edilmeyen acının, hicranın, elemin başkenti… Müslümanların gözbebeği, ciğerparesi üç şehirden biri Kudüs. Asırlar boyu her dinden ve milletten insanın görmek istediği nazlı şehir. Taşlarının Hz. Süleyman’a, Hz. Yahya’ya, Hz. Zekeriya’ya, Hz.İsa’ya şahitlik ettiği kutlu belde. Hatemen Nebiyyin Efendimizin İsra ve Mirac mucizelerini yaşamış, Nebevi mirasın kadim temsilcilerinden. Müslümanların elinde olduğu zamanlarda bir sulh adası olan şehir ne zaman gayri Müslimlerin eline geçse kederin ve göz yaşının merkezine dönüşmüş. Hz.Ömer ile Müslümanlar tarafından fethedilen şehir Haçlı Seferlerine kadar İslam’ın güven ve sükun şiarlarını en ücra taşlarına kadar hissetmiş. Haçlıların elinde ise Mirac’ın başlangıç noktası olan Mescid-i Aksa’da Müslümanlar kıtır kıtır kesilmiş. Öyle ki Müslümanların kanları Haçlıların atlarının dizlerine kadar yükselmiş. Hem de Mescidi Aksa’nın içinde. Selahaddin Eyyubi ile tekrar huzur kavuşan şehir Sultan-ı İklim-i Rum Yavuz Sultan Selim ile Osmanlı’nın dırahşan çehresine şahit olmuş. Osmanlılar Nebilerin Beldesi olan Kudüs’ten bahsederken edeplerinden Kudüs-ü Şerif şeklinde telaffuz etmişler. Ama Ademoğullarının en kara asrını yaşadığı 20. yüzyıl Kudüs’ün zifiri karanlık devri olmuş. Osmanlı’dan sonra Kudüs merkezli Filistin’e çöken kara bulutların dağılması için ilk işaret fişeğini bir Osmanlı Mollası atmış. Kudüs Müftüsü Emin elHüseyni. Hani bize hep öğretirler ya; medreseler şöyle, medreseler böyle, matbaaya karşı çıktılar, med- reseler pasiflik yuvalarıdır, ezberden başka bir şey bilmezler diye ecdadımıza kara çalarlar ya. İşte bu yalanı tek başına çürütmeye yetecek delildir Kudüs Müftüsü… Sivrisineğin bir kanadına zehir, diğer kanadına panzehir koyan Mevla Teala yeryüzünde zalimlerin zehirine karşı da rabbani panzehiri tarih boyunca hep beraber göndermiştir. Nemrud’un zulmüne İbrahim as ile Firavun’un zulmüne Musa as ile panzehir yollayan Allah-u Teala; Theodor Herzl’in 1897’de İsviçre’de Dünya 1. Siyonist Kongresini topladığı senelerde Kudüs’te Dünya’da siyonizme ilk bayrak açacak kişiyi yollar. 1895 (veya 1897)’de Kudüs’te doğar Emin el-Hüseyni. Ailesi asırlarca Kudüs’te İslam’ın bayraktarlığını yapar. Aile fertlerinden Said el-Hüseyni 1876’da ilk Osmanlı Meclisine Kudüs mebusu olarak seçilir. Emin Efendi; İlk eğitimine de Kudüs-ü Şerifte başlar. Sonra Mısır’da Ezher’de okur. O zamanlar İslam Aleminin hem siyasi hem ilmi başkenti Dersaadet’e gelir. İlim gezginleri okumaya doymazlar ya. İşte kalbinin ilim açlığını İstanbul medreselerinde doyurmaya başlar. Eh İstanbul’a geldiği zamanlar da genç bir delikanlı olan Emin Efendi’ye hak vermemek elde değildir. 1900’lerin başında İstanbul’daki ilim halkaları şöyle gözümün önünde canlanıyor da kalbim o meclisleri kaçırmanın elemiyle dağlanıyor. Bir yanda Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, İmam Zahidül Kevseri, Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Elmalılı Hamdi Efendi gibi meşhur ulema ve kudemanın ötesinde sayısız sulehanın, alimin, arifin, abidin meclislerinde pişer. Ama ilmini tamamlayamaz. 1914’te Cihan Harbi başlar. Sözde Avrupa’nın dünyanın teknolojik açıdan geri kalmış milletlerini sömürme sevdası insanoğlunu milyonlarca cana mal olacak bir savaşa sürükler. Medeni denilen Avrupa –Mehmed Akif’in deyimiyle- kimi Hindu kimi zenci kimi bilmem ne bela dayanırlar Çanakkale’ye. Yunanlılar başta olmak üzere pek çokları Dersaadet’i, hilafetin merkezini yeniden Konstaniyye yapma hayallerine kapılırlar. Ama Heyhat! Onların bu serapları; iki asır hasta adam dedikleri Osmanlı insanını canlandırır. Kimi Florina’dan koşar gelir Çanakkale’ye kimi Kastamonu’dan. Kimi Bayburtludur kimi Yanyalı. Fatih Dersiamı Ahıskalı Ali Haydar Efendi vaiz olarak koşar cepheye. O zamanlar genç bir talebe olan Emin el-Hüseyni de bırakır kitaplarını, gönüllü yazılır Çanakkale Taburlarına. Sultan Abdulhamid Han’ın kurduğu Teşkilat-ı Mahsusa’ya girer. Hoca oğlu hocadır, silah kul- Temmuz 2010 55 lanmayı, harp etmeği ne bilsin ? Önce talimgaha ardından Çanakkale cephesinde topçu subayı olarak hizmet eder Osmanlı’ya… Çanakkale Cephesinden sonra İzmir’e çekilir. Sonra Kudüs’e ilim meclislerine geri döner. Yıl 1917’dır. Ne var ki; Kudüs ve Filistin çoktan satılmıştır. Cennetmekan Sultan Abdulhamid’in 1901’de huzur-u âlilerinden kovduğu Theodor Herzl’in tohumlarını attığı Siyonizm davası; Selanik Milletvekili Emmanuel Karasu ve Hahambaşı Haim Nahum eliyle filizlendirilir. 1913’te darbe ile işbaşına gelen İttihat ve Terakki Hükümetinin ilk yaptığı işlerden birisi de Filistin’e kaçak olarak göç etmiş olan Yahudilere oturma izni vermesidir. Ne acı değil mi ? Osmanlı’nın tüm dış borçlarına karşı Filistin’de bir büyük çiftlik kadar toprağa dahi müsaade etmeyen Sultan Hamid Efendimiz nerede; Yahudi Karasu’nun elinde oyuncak olanlar nerede? Filozof Rıza Tevfik Sultan Hamid’in ruhaniyetinden istimdat isteyip, af dilemekle haklı değilmidir ? 1917’de Lawrence’in altınlarına kanan Araplardan bir kısmı Osmanlı’ya isyan eder. Aynı sene mukaddes topraklardaki Osmanlı hakimiyeti yada doğru deyişle İslam Hilafetinin hakimiyeti sona erer. Kudüs-ü Şerifte dört asırlık rahat ve sakin günlerden sonra acı günler başlar. İngilizler Araplara verdikleri bağımsızlık sözlerini yarım yamalak tutarlar, çoğu 56 yerde de tutmazlar. Eh neticede Osmanlı’yı yıkmayı başarmışlardır ve artık Araplara ihtiyaçları yoktur. Nitekim daha 1917’de İngiltere Dışişleri Bakanı Belfur; Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulacağını yedi cihana ilan eder. Şimdi daha iyi anlıyorsunuz değil mi İsrail’in 19 yaşındaki Furkan’ı şehit ederkenki cesaret ve gözü karalığını. Neyse biz konumuza dönelim; 1922’de bu hengame ve keşmekeş içinde Kudüs Müftüsü ve ağabeyi Kamil el-Hüseyni vefat eder. Emin Efendi genç yaşına rağmen Müftü seçilir. Artık o bir müftü değil, işgal altındaki bir milletin hem dini hem de siyasi temsilcisidir. Bu tarihten sonra da Emin Efendi bir daha rahat yüzü görmez. Çünkü 1922’de o zamanki adıyla Milletler Cemiyeti (Birleşmiş Milletler) İngilizlerin Filistin’i işgal etmesini meşrulaştırır. Tabii bu kararın ardından Yahudi göçü de hızla artmaya başlar. Sakın Filistin’i boş, topraklar zannetmeyin; Filistin’de nüfusun çoğunluğu Arap’tır. Ama Yahudiler önce parayı denerler. Saf köylülerin topraklarını satın alırlar. Para işe yaramadı mı bu sefer zorla gasp etme dönemi başlar. İşgal de işe yaramazsa gelsin katliamlar. Kadınmış, çocukmuş demeden katlederler insanları. Emin Efendi; çaresizlikler ve yokluklar içinde Yahudilerin işgaline karşı çıkar. Zulüm altında ezilen bir milletin yüzünü çevirdiği insandır artık O. ProtesTemmuz 2010 tolar, mitingler, eylemler. Ama ne Yahudilerin nede onların arkasındaki İşgalcilerin insaftan yana nasibi vardır. Mecbur kalır bazı sabotaj eylemlerine izin vermeye. İngilizlerin tepkisi sert olur. Emin Efendi’yi on yıl hapse mahkum ederler. Emin el Huseyni; Kahire’ye hicret etmek zorunda kalır. İngiltere ne hikmetse Filistin yönetimini sivilleştirir ve Emin Efendi’ye verilen cezadan ötürü özür dilenir. 1933 yılından itibaren Emin Efendi gözlerini uluslar arası alana çevirir. Ama ne hazindir ki Dünya Kamuoyu’nda artık adalet, bağımsızlık, hak ve hukuk kavramlarının geçerliliği kalmamıştır. Bu kavramlar Osmanlı ile beraber tarihe karışmıştır. Diyorum ya Osmanlı gitti insanlık bitti. Bir zamanlar hiç alakası olmadığı halde Katolik İspanya’da Yahudilerin; Katolik Fransa’da Protestanların katledilmesine dur diyen Osmanlı devletler arenasından çekilip yerine İngiltere ve ABD işbaşına gelince; ilke ve haklar askıya alınmış; devletler arasındaki tek geçerli düstur menfaat olmuştur. Eh ABD ve İngiltere arka plandaki Yahudileri çiğneyip nasıl Filistinli Müslümanlar ile ilgilenebilirlerdi ki ? Emin el-Hüseyni; o dönemde İslam Aleminin manzarasını çok rahat görmektedir. Suriye Fransa’nın işgalinde, Irak’ta Faysal ve oğulları; Ürdün’de Şerif Hüseyin ve oğulları, Suudi Hanedanı; Mısır’da Hidiv Ailesi hep İngilizlerin kucağındaydı. Yapabileceği tek şey vardı. Yahudilerin düşmanı olan Nazilerden yardım istemek. Buna ileride değiniriz ama 1936’da pasif direnişin âlâsını gösterir Filistinliler. Emin el-Hüseyni’nin önderliğinde 1936’da genel grev örgütlenir. Tüm Filistin katılır genel greve. Gandhi’nin Hindistan’daki direnişinden aşağı kalır değildir Emin Efendi’nin kıyamı; ama ne duyan çıkar nede anlatan. Eh nede olsa Gandhi Hindu’dur; Emin Efendi ise Osmanlı Bakiyye’si bir Müslüman… Genel greve İngilizlerin tepkisi çok sert olur. Çıkan olaylarda 267 kişi vefat eder. Tabii suçlu bellidir. Bildiniz! Müslümanlar. İngilizlerin sevgili dostu Yahudiler canilik yapar mı? Bu olayların baş sorumlusu olarak gösterilen Emin Efendi; mecburen terk eder vatanını. Lübnan’a hicret eder. Yıl 1937’dir. Filistin Davasını Dünya’ya anlatmaya çalışır. Ama ne çare ki her alandaki Yahudi Parmağı engel olur Hocaefendiye. Çaresiz Hitler’e ulaşır. 1941’de Hitler ile görüşmeye gider. Denize düşen yılana sarılır. Davası için Naziler tarafından kurulan Azeri ve Bosna Birliklerini motive etTemmuz 2010 meye çalışır. Hitler; Filistin’e bağımsızlık sözü vermiştir çünkü. Ama İkindi Dünya Savaşı’nda Hitler’in yenilmesi ile birlikte Yahudiler yapacaklarını yaparlar. Emin Efendi Nazi Savaş Suçlusu ilan edilir ve İsviçre’de yakalanması istenir. İsviçre’de tutuklanır ve Fransa’ya götürülür. Zorlu gurbet dönemi yeni safhaya girmiştir.. Bir müddet ev hapsinde tutulan Hocaefendi’ye Allah yardım eder ve Kahire’ye ulaşmayı başarır. Siyonist Gruplar; Hocaefendi’yi Nazilik ile itham edip İngiltere’den isterler. Ancak İngilizler Hocaefendi’nin Yahudiler’e teslim edilmesinin kendileri açısından korkunç sonuçlarını hesap ederler. Emin Efendi’yi Yahudilere teslim etmezler. 1948 yılı artık sonun başlangıcıdır. Emin Efendi Gazze Şeridinde Filistin Devleti kurulduğunu ilan eder ve kendisi de hükümet başkanlığına getirilir.Aynı zamanda İsrail Devleti de kurulur. Ama ne var ki Yahudi Devletini tanıyan Birleşmiş Milletler bu devleti tanımaz. İslam Aleminden de Hocaefendi’nin etkisinden çekinen bir iki devlet dışında bu devleti tanıyan çıkmaz. 1948 yılı Filistin’de sistematik terörün başladığı yıldır. Stern, Hagannah, İrgun ve Lehi gibi Yahudi Terör örgütleri masum Filistinlileri katlederler. Geçmişte de zaman zaman teröre başvursalar da bu seferki terör dalgasının amacı etnik temizliktir. Yüzbinlerce insan evinden yerinden, yurdundan edilir. Ne var ki 1948 Arap İsrail Savaşından sonra Gazze Mısır’a bırakılır. Mısır’ın Filistin’le ne alakası vardır derseniz inanın bu kararı alan Birleşmiş Milletler bile hala bilmiyordur. Emin Efendi ise artık sürgünde bir liderdir. Beyrut’a yerleşir. İslam Alemine Filistin Davasını anlatmak üzere yollara düşer. Kah seminerlere katılır, kah devletlerarası toplantılara. Ama doğduğu topraklara hasret bir şekilde 1974’te rahmet-i rahman’a kavuşur. Her muhacir gibi vasiyetidir ana vatanına gömülmek; ama modern(!) İsrail en insani bu isteği dahi reddeder. Yaser Arafat’ın da gözyaşları ile katıldığı muazzam bir merasim ile Beyrut’ta defnedilir. Emin Efendi’nin hayatı tam bir çile ile geçmiştir. Ama o gurbette de olsa davasından vazgeçmemiş ve Osmanlı’nın yıkılmasındaki ana saikleri çok güzel keşfetmiştir. Beyrut’ta sürgünde bulunduğu esnada Cevat Rıfat Atilhan’ın “ Masonluk Nedir?” isimli kitabını Arapça’ya tercüme ettirmiş ve bastırmıştı. 57 Bu yazıyı yazmadan önce muhtelif internet sitelerinde Emin el-Hüseyni hakkında ileri geri dolaşan pek çok söz gördüm. Maalesef mütedeyyin sitelerde bile Emin El Hüseyni hakkında hoş olmayan bir takım ibarelere rastladım. Ancak şundan eminim ki Emin Efendi hakikaten ilmi ve ameli ile Ehl-i Sünnet adına temeyyüz etmiş ender şahsiyetlerden birisidir. Derdi yalnız kendi anavatanı olan Filistin değil tüm İslam Alemidir. 1926 yılında ilk toplantısını Kahire’de, ikinci toplantısını Mekke’de gerçekleştiren ve bugünkü İslam Konferansı Teşkilatının nüvesi sayılabilecek olan Mu'temeru'l-Alemi'l-İslâm isimli meclis; her sene hac mevsiminde toplanma kararı ile Mekke Konferansından sonra dağılır. Ancak hazindir ki 1931’e kadar toplanmasına müsaade edilmez. (Engelleyen kim diye sormayın canım; anladınız siz İngilizler) Bu Meclisi 1931 yılında nerede ve kim tekrar toplamayı başarır dersiniz? İngiliz İşgali, İsrail baskısı altındaki Kudüs’te Emin Efendi toplar. Üstelikte Mısır, İngiltere, Türkiye, El-Ezher ve Siyonistlerin muhafeletine, karşı çıkmalarına ve tüm engellemelerine rağmen konferansı gerçekleştirir. Üstelik böyle bir ortamda toplanan konferanstan Emin Efendi’nin gayretleri ile Sovyetlerin Orta Asya’daki, Fransızların Tunus ve Cezayir’de ki, İtalyanların Libya’daki işgali kınanır. Daha Emin Efendi için ne diyeyim bilmem ki ? Hamiş olarak belirtelim ki; yine bazı sitelerde 58 Emin Efendi Hocamızın; Osmanlı’ya isyan eden Arapların öncülerinden olduğu yazıyor. Ne var ki bu doğru bir ifade değildir. Kudüs-u Şerif’teki Hüseyni ailesi (Mekke’de Mukim ve sonradan Ürdün Kraliyet ailesi ile karıştırılmamalıdır) Osmanlı’ya asırlar boyu sadık kalmıştır. Nitekim asrımızın nazenin ruhlu ismi Ali Ulvi Kurucu Efendi Hocamız da hatıratında Emin Efendi ile Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhumun Mısır’daki ikametgahında tanıştığını beyan ediyor ki; Osmanlı’ya ihanet etmiş birisinin son Şeyhülislamın evinde işi ne ? Hem Devlet-i Aliyye’ye son nefesine kadar sadık olan Mustafa Sabri Efendi merhum Emin Efendi merhumu niye kabul etsin ? “"Müslüman dünyasının başına gelen Osmanlı devletinin bedduasıdır. Biz müslümanlar bilhassa araplar masum ve mazlum Osmanlı Devleti'nin bedduasına uğradık.Babasının bedduasını alan bir evlat gibi. Başımıza gelen felaketler bu yüzdendir”. Bu sözler Ali Ulvi Kurucu merhumun nakliyle Emin el-Hüseyni merhuma ait. Şeyh Şamil’in torunu Sait Şamil’e Müftü Emin el-Huseyni merhumun memleketimiz için söylediği sözler yazımıza hatime olsun : “Sait Bey bu sözüme dikkat edin ben söylemiyorum Allah söyletiyor. Türkiye bozulmakta müslüman dünyasına örnek oldu, düzelmekte de örnek olacak inşallah”. Amin bi hurmeti Seyyidil Murselin Temmuz 2010 SEKÜLER DÜNYANIN YENİ DİNİ: FUTBOL ünya kupası mücadelesinin olduğu şu günlerde milyonlarca insan futbolla yatıp futbolla kalkıyor. Bir araya gelen üç beş kişinin sohbet konusu futboldur. Milyonları peşinden koşturan futbolun hayatımızdaki yeri nedir? Kimine göre aptalca bir şeydir. Ortada bir top peşinde 22 kişi ve dünyanın parasını verip izlemeye gelen binlerce seyirci. Amaç bir topu 3 direk arasından geçirme mücadelesi. D Hasan BAŞAR Ernest Getnler sekülerizmi iki aşamada inceler. Birincisi modernlikle birlikte dinin dışlanması ikincisi postmodernzm ile dünyevi olan şeylerin kutsanması, dinselleştirilmesidir. Top içeri girse ne olur girmese ne olur. Kimine göre ise bir hayat felsefesi, yaşam biçimidir. “Yani futbol sadece futbol değildir.” Futbol bugün bambaşka bir yönü ile tartışma konusu haline gelmiştir. Portekizli diktatör Salazar’ın kitleleri uyutmak için kullandığı 3F (futbol, fiesta, fado)’den en önemlisi olan futbol bugün yeni bir din olmaya doğru gitmektedir. Acaba futbol dinin yerine mi geçiyor. Bunu daha iyi anlayabilmek için dinin ne olduğunun bilinmesi gerekir. Din: Ar. d³n (I) a. (di:ni) 1. din b. Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistem- Temmuz 2010 59 leştiren toplumsal bir kurum, diyanet. 2. din b. Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan, sağlayan düzen.. 3. mec. İnanılıp çok bağlanılan düşünce, inanç veya ülkü, kült.( Güncel Türkçe Sözlük) Din her hangi bir şeyi ilah edinmedir. İlah edinme ise herhangi bir güce gönüllü ve kayıtsız şartsız boyun eğme demektir. Bir fert bir futbol takımını her şeyden önde görüyorsa o takım onun için bir din halini almıştır. Bugünde zaten futbol yeni bir dünya dini olarak görülmektedir. Adına din denmese dahi futbol bu haliyle bir fonksiyonu görmektedir. Bir zamanlar Brezilyanın dünyaca ünlü futbolcusu Pele: “Ben dünya da Hz. İsa’dan daha fazla tanınıyorum.” demişti de sadece Katolik kilisesi tepki göstermişti. Adeta bütün insanlık bu durumu kabullenmiş göründü. Bercelona futbolcusu Arjantinli Messi için kullanılan futbolun yeni “messi’lah” benzetmesi olayın vahametini gözler önüne sermeye yeter sanırım. Futbolla ilgili terimler için dini kelimelerin kullanılması mesela, stadyumlar için o ta- kımın mabedi kelimesinin kullanılması futbol dinin yerine mi geçiyor tezini destekler niteliktedir. Filif Holosko bu ismi futbolu yakından takip edenler bilir. Bilmeyenler içinse söyleyelim. Beşiktaş futbol takımının Slovak futbolcusu. Onun, HTSPOR’a verdiği bir demeç var ki duyduğum da inanın içim ürperdi. “Türkiye de futbol dinin bile önünde.” Fenerbahçe’nin Brezilyalı eski teknik direktörü Zico’da bir zamanlar; “Türkler futbolu din seviyesine çıkarıyor.” diye söylemişti de Diyanet işlerinden “Futbolu din gibi göstermek ürkütücü” diye cevap gelmişti. Bize ürkütücü gibi gelen bu anlayış çağımız sosyal bilimciler arasında yeni-paganizm biçimlerinden biri olarak görmekteler. “Samuel Weber “Mass Madiauras: Form, Technics, Media” başlıklı önemli kitabında bugün spordan sinemaya televizyondan sanal dünyaya kadar bütün bir kültür endüstrisinin başat işlevi din dışı kutsallıklar üretmek olduğunu söyler. İşte futbol bu sürecin en önemli alanlarından ve enstrümanlarından biridir. Yusuf Kaplan’da futbol için:“ Çağımızın en popüler oyunlarından ve ‘seküler ayin’lerinden biri futbol.” der. “Müzik ve spor yıldızları da laik kutsallığın aziz’leri haline gelmiştir.” “ Bunlar idollerinin hayatının bütün ayrıntılarını eksiksiz olarak biliyorlar; onun hareketlerini taklit ediyorlar; onun gibi giyinip taranıyorlar; starla yakın ilişkisi olduğu için çok büyük değer taşıyan fotoğraflarını, fetiş haline gelmiş eşyasını ve kutsal kalıntılarını ‘dindarca’ toplayıp koleksiyon yapıyorlar ve dokunmak için saatlerce bekledikleri starı karşılarında görünce kendilerinden geçiyorlar.” Ernest Getnler sekülerizmi iki aşamada inceler. Birincisi modernlikle birlikte dinin dışlanması ikincisi postmodernzm ile dünyevi olan şeylerin kutsanması, dinselleştirilmesidir. Bu süreç neo-sekülerizm ve neo paganizm sürecidir. Sekülerizm batının yeni dini haline gelmiş- 60 Temmuz 2010 bolcu artı bir miktar parayı transfer ücreti olarak vermektedir. Buradan şu sonuç çıkıyor. Sizin üçünüz bir adam etmezsiniz. İşte futbol bu açıdan ele alındığında insan onuruna da büyük bir darbe vurmaktadır. Bu futbol ki insanımız da yabancı hayranlığını artırmaktadır. Eskiden çocuklarımız Türk takımlarının formasını giyer, formalarına da Türk futbolcularının isimlerini yazardı. Şimdilerde ise yabancı takımların formaları giyiliyor ve formalarına da yabancı futbolcuların isimleri yazdırılıyor. Yabancı futbolcu hayranlığı artıyor, onlara özenmeye başlanılıyor. Bir Müslümanın Müslüman olmayan birisine hayranlık duyması milli ve manevi geleceğimiz için tehlike arz etmektedir. tir ve bu yeni din kendi ikonlarını yaratmıştır. Din hayatımızdan çekilince yeni hayat seküler hale dönüştükçe bu boşluğu dolduracak yeni argümanlar geliştirildi. Bu argümanların en önemlisi hiç şüphesiz futboldur. Ben futbola karşı olan birisi değilim. Hatta amatör olarak bu spora bir süre de devam etmiş birisi olarak futbolu seven bir insanımdır. Yani futbola toptan karşı değilim. Ama işin abartıya kaçırılıp önceliğimiz haline gelmesine ve tabiri caizse putlaştırılmasına karşıyım. Bu haliyle ele alındığında, yani putlaştırıldığında futbol ve futbol fanatizmi insanlığın düşünsel ve duyuşsal dünyasına derin yaralar açmaktadır. Dünyanın yarısından fazlasının açlık ve sefalet içinde yaşam mücadelesi verirken futbol piyasasındaki dudak uçuklatan transferler vicdanların bam telini titretmiyorsa vicdanlarımızı sorgulamamız gerekir. Transfer demişken transfer olayının kendisi bizatihi insan onurunu zedelemektedir. Futbolcular adeta bir köle gibi alınıp satılan bir meta olarak algılanmaktadır. Kulüpler bir futbolcu alırken elindeki üç futTemmuz 2010 Çocuklarımız gelecek ile ilgili planlar yaparken “Ya popçu ya da topçu olacaksın” anlayışı ile yetişmektedir. Böyle düşüncelerle yetişen bir neslin erdemli olmasını beklemek safdillik olur sanıyorum. Çünkü futbol anlayışı ve değer yargıları erdemli bireyler yetiştirmeye müsait değildir. Futbolda yükselmenin ölçüsü yetenek ve iyi futbol oynamaktır. Bundan başkası fazlaca önemli değildir. Allah aşkına bir düşünün çocuklarımıza, gençlerimize sunulan hayata bir bakın ne göreceksiniz. Futbolcular ve futbol dünyası öyle bir şekilde pazarlanmakta ki imrenmemek elde değil. Futbolcular en güzel evlerde yaşıyorlar, en güzel arabalara biniyorlar, her gün bir eğlence merkezinde günlerini gün ediyorlar. Televizyonlarda her gün onlardan bir haber alıyoruz. Yani çocuklarımızın ve gençlerimizin önüne tam anlamıyla şatafatlı bir hayat pazarlanıyor. Model olarak sunulan bu hayat tarzı da doğal olarak gelecek nesilleri olumsuz etkilemektedir. Futboldan kurtuluş var mı, ya da bu zararları minimuma indirebilir miyiz? İnanın bu sorulara cevap veremiyorum ve bu gerçek karşısındaki acizlikte içimi ürpertiyor. Çünkü kapitalist dünyanın sömürücü zihniyeti futbol endüstrisinde sınır tanımıyor. 61 Muhabbet Bahçesi *İŞTE OSMANLI… 19.yüzyılda Almanya nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu. Fransızlar, her sene nehrin Almanlar'daki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı. O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyorlardı tabiî. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar. Mektupta şöyle denmektedir: "Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet'in de halifesisiniz. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkanı sağlayın." Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır. Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar: "Fransızlar korkak ademlerdir. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfidir." Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerınde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kâfidir." Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapı- şırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar. Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanlar'ın sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur: "Osmanlılar'dan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terkederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir." Bu olay, Mülhaymli'lerin gönüllerin de taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra Mülhaym a bağlı Karlsruhe müzesine koyup ziyarete açarlar. Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıldönümünde de şehirde bir karnaval düzenleyip, hadiseyi temsilen kutlarlar. * O SENİ SEVİNCE SIRTINI BİLE SULTAN MURAD'A KESELETTİRİR.. Habib Baba, 4.Murad devrinin gizli, kimsenin bilmediği Allah dostlarındandır. Yaşlıdır, fakirdir, gariptir fakat Rabbinin katında da alemlere denk bir değerin sahibidir. Yaşlı Habib Baba, uzun bir kervan yolculuğunun sonunda İstanbul'a gelmiştir.Yolculuğunun tozunu, yorgunluğunu atmak için bir hamama gider... Niyeti, şöyle iyice bir keselenip, paklanmak... Bedenini de ruhuna denk kılmaktır. Fakat hamamcı Habib babayı içeri sokmak istemez. 'Bugün' der, 'Sultan Murad'ın vezirleri hamamı kapattılar, dışarıdan müşteri alamıyoruz.' Habib baba üzülür... Rica, minnet eder, yalvarır... 'Ne olursun' der, 'kimseye varlığımı belli etmem, aceleyle yıkanır çıkarım. Bu tozlu bedenle Rabbime ibadet ederken utanıyorum. Binbir dil döker. Hamamcı ehl-i insaftır... Dayanamaz...Kabul eder... Hamamın en sonundaki odayı göstererek ...'Baba şu odada hızla yıkanıp çık, parada istemem. Yete r ki vezirler, senin farkına varmasınlar.' Habib baba sevinerek kendine gösterilen yere girer. Yıkanmaya başlar... Ve bu arada hamamcının karşısında 62 yeni bir müşteri belirir. Boylu, poslu, genç, yakışıklı biridir bu gelen. Onunda görünümü fakirdir... Ama sadece görünümü... İkinci müşteri kılık değiştirmiş, 4.Murad'dır. O gün vezirlerinin topluca hamam alemi yapacaklarından haberdar olan padişah merak etmiştir. 'Hele bir bakalım' demiştir, 'bizim vezirler, hamamda benden uzakta, kendi başlarına ne yaparlar, nasıl eğlenirler?' Ve bu merak padişahı, tebdil-i kıyafet ettirerek, hamama getirmiştir. Az önce yaşananlar bir kez daha tekrarlanır...Hamamcı vezirler der almak istemez... Padişah ise, ne olursun der, bastırır ve padişah galip gelir... Habib babanın yıkanmakta olduğu odayı göstererek, genç padişahın kulağına fısıldar: 'Şu odada bir ihtiyar yıkanıyor. Sende sar peştemali beline gir yanına... Beraber sessizce yıkanın, bir an evvel çıkın... Ve ekler: 'Aman ha! Vezirler varlığınızı bilmesinler.' Sonra 4.Murad da Habib babanın yanına süzülür. Beraber sessizce yıkanmaya başlarlar. Bu arada, hamamın büyük salonundan gelen tef, dümbelek, şarkı, türkü sesleri ortalığı çınlatmaktadır...Habib babanın gözü, genç hamam arkadaşının sırtına takılır. Biraz kirlenmiş gibi gelir ona... Allah hikmeti gereği dostuna, o yanındakinin Temmuz 2010 Yusuf ELİBOL tedbil-i kıyafet etmemiştir... etmiş padişah olduğunu ilham Ve yanındakini, görüntüsüne uygun, kendi gibi fakir bir delikanlı zanneden Habib baba yumuşak bir sesle konuşur: 'Evladım' der, 'Sırtın fazlaca kirlenmiş, müsade edersen bir keseleyivereyim.' Padişah aldığı bu teklif karşısında şaşkınlaşır ve bü yük bir haz duyar... Haz duyar, çünkü ömründe ilk defa biri ona, padişah olduğunu bilmeden, sırf bir insan olarak, karşılık beklemeksizin bir iyilik yapmayı teklif etmektedir. Memnuniyetle Habib babanın önünde diz çökerken: 'Buyur baba' der, 'ellerin dert görmesin' Bu arada içerideki alemin sesleri hamamı çınlatmaya devam etmektedir. Habib baba, 4.Murad'ın sırtını bir güzel keseler... Fakat padişah kuru bir teşekkürle yetinmek istemez.. Ne de olsa insandır ve o da her insan gibi kendine yapılan iyiliklerin kölesidir. 'Baba' der, 'gel bende senin sırtını keseliyeyim de ödeşmiş olalım.' Habib baba, teklifin kimden geldiğinden habersiz, tebessümle; 'Olur evlad' deyip, sultanın önünde diz çöker. Bu arada, Sultan Murad kese yaparken bir yandan da Habib babayı yoklar, ağzını arar...'Baba' der, 'görüyormusun şu dünyayı... Sultan Murad'a vezir olmak varmış... Bak adamlar içerd e tef,dümbelek hamamı inletiyorlar, sen ve ben ise burada iki hırsız gibi...'Habib baba Sultan Murad'ın cümlesini tamamlamasına fırsat bile bırakmaz, kendi hükmünü söyler... Sultan Murad'ın Habib babadan duydukları, ağzı açık bırakıp, keseyi elden düşürten cinstendir:'Be evladım' der, Habib baba, 'Sultan Murad dediğin kimdir? Sen asıl Alemlerin Sultanına kendini sevdirmeye bak ki, O seni sevince sırtını bile Sultan Murad'a keselettirir... *KİZİROĞLU MUSTAFA BEY… Bu türküyü dinleyen herkesin kafasında bir soru belirir. Kim bu Kiziroğlu Mustafa Bey ? Köroğlu ile ne ilgisi var? Bu türküyle ilgili birçok söylenti var ama en ilginci sanırım bu. Kizir, Kars'ın Susuz kazasına bağlı bir köydür. Bu köy Kısır dağlarının geniş eteklerine kurulmuştur. Köyün dört bir yanından ise soğuk pınarlar akar. Köy düz toprak damlı evlerden oluşmaktadır ve köyün hakim bir yerin de de bir kale kalıntısı vardır. Köylüler Kiziroğlu'nun kalesi derler buraya. Kiziroğlu bu köyde yaşamış ve bura da efsaneleşmiştir derler. Küçükken at binip kılıç kuşanır Söylentiye göre şimdiki Kiziroğlu Köyü’nün yerinde bir birinden uzak yirmi yirmi beş kadar ev bulunmaktaymış. Bölge dağlık ve ormanlık olduğu için insanları da bu nedenle olacak ki çok serttir. O zamanlar burada yaşayan insanların başında bulunan kişiye "Kizir" derlermiş. Kizir Muhtar demektir. Gün gelmiş zamanın kizirinin ünü tüm Anadolu'ya yayılmış. Tüm kötüler ondan korkar olmuş. Gel zaman git zaman Kizirin bir oğlu olmuş. Daha küçükken iyi at biner, kılıç kuşanır olmuş. İşte Kiziroğlu Mustafa Bey bu çocuk. Bütün çocukluğu Kısır Dağı’nda at binip avlanmakla geçmiş Mustafa'nın. O da babası gibi büyüyünce namlı bir yiğit olmuş, haksızlık ve adaletsizliklerle savaşmaya başlamış. Zaten onun Temmuz 2010 bulunduğu çevrede kimse haksızlık etmeye cesaret edemezmiş ya . Köroğlu doğuya gelir O sırada doğuya gelen Köroğlu Kısır Dağları’nda Ferro deresine yerleşir, amacı doğudaki haksızlıkları yok etmek. Bir gün Köroğlu bir at gezisinde Kizir Köyü’nü görür, "Burada ki adaletsizlikler de benden sorulur" der ve gider orada bir kale kurar. İşlerinden dolayı bir müddet köyünden ayrı kalan Kiziroğlu köye döndüğünde Köroğlu’nun kalesini görür. Sinirlenir. Köroğlu’nun yanına gider, sertçe çıkışır "Sen kim olasın ki benim yurdumda saltanat süresin" Her ikisi de bir birlerini kötü insan olarak bilirlermiş. Köylülerin söylemesi böyle. Yiğitlerin kavgası O zamanın adaletine göre iki yiğit dövüşür, galip gelen diğerini öldürüp savaşı kazanırmış. Köroğlu ve Kiziroğlu günlerce at üstünde kavga etmişlerse de yenişememişler. Kılıç kavgasında ve güreşte de yenişememişler. Mustafa Bey’in atı Ala Paça da Köroğlu'nun atı Kırat’la güreş-mekte. Mustafa Bey şöyle bir geri bakmış ki ne görsün atı Ala Paça Köroğlu’nun atını alt etmiş duruyor. "Ola benim atım Köroğlu'nun atını alt etmiş, ben Köroğlu'nu alt etmezsem halim nic' olur" deyip gayrete gelmiş Köroğlu'nu yere vurmuş. Tam kamasını çekmiş vuracağı sırada Köroğlu "Dur yiğit, bana biraz mühlet ver yiğitlerimi göreyim karımla helalaşayım" demiş. Mustafa Bey bırakmış. Köroğlu eve gidip olanları karısına sazıyla sözüyle anlatmaya başlamış. Bir atı var Ala Paça peh peh peh Mecal vermez Kırat kaça hey hey hey Az kaldı ortamdan biçe Ağam kim, Paşam kim, Nigar kim, Hanım kim Kiziroğlu Mustafa Bey Bir beyin oğlu Zor beyin oğlu diye...Köroğlu geciktiği için evine kadar gelen Kiziroğlu kapı aralığından türküyü duyunca duygulanır ve utanır. Kapıyı çalıp içeri girer. Mustafa Bey’i karşısın da gören Köroğlu her şeyin bittiğini düşünürken Mustafa Bey sarılıp onu öper. "Sen benden daha yiğitsin Köroğlu" der. Köroğlu da "Ben artık buradan gideyim burada senin gibi mert ve yiğit biri varken kalmak olmaz" der ve köyü terk edip batıya gider. Anadolu insanının takdiri Köroğlu'nun Bolu Dağları’ndan çıkıp ta Kars'a gelmesi o zamanın koşullarında olanaksız gibi. Ama halk düşüncesi iki yiğidi Doğu Anadolu da önce çarpıştırıyor sonra barıştırıyor. Bu, Anadolu insanının kahramanlarına, haksızlıklara direnenlere verdiği değeri gösterir. Kiziroğlu öyküsü tepeden inmemiştir, böyle bir yiğit yaşamış ün almıştır. Halk da bu söylenceyle Kiziroğlu'nu saygı ve sevgiyle anmaktadır. 63 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Takva Ubeyd bin Umeyr (ra) der ki: “Vera ve takva libasıyla süslenmiş kimsenin, dünyanın lezzetlerine dönüp bakmaması ve faydası olmayan şeyleri konuşmaması gerekir.” Cafer Ezdi (ra) anlatır: Bir duvarın dibine bevlettim. Gaipten bir ses “sana ait olmayan bir duvarın dibine bevlettin, bir de takvalı olduğunu iddia adiyosun!” dedi Anlatıldığına göre, İbn-i Mübarek (ra), ödünç alıp iade etmediği bir kalemi sahibine vermek için, Merv’den Şam’a geri gelmişti. Bir Hadis-i Şerifte şöyle buyurulur: “İnsanlar arasında üstünlük, vera ve takva ile olur. Çünkü onlar amellerin en üstünüdür.” Übeyy bin Ka’b (ra) şöyle buyurur: “Allah, kendisi için bir şeyi terk eden kuluna, terk ettiğinden daha hayırlısını hiç ummadığı yerden verir.” İbn-i Sirin (ra) der ki: “İçinde dünya sevgisi bulunan her kalbe, takvanın yerleşmesi haramdır.” Ömer bin Abdulaziz (ra) der ki: “Veranın azıcığı, cümle dünya ehlinin kıldığı manazdan hayırlıdır.” Musa (ra)’nın bir münacatında şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah’ım! Sen Adem’i elinle yarattın ve onu cennetine yerleştirdin. Ona, hertürlü iyiliği yaptın. Sonra onu, bir hatası yüzünden cennetten kovdun!” Buna karşılık şu cevabı aldı: “Ey Musa! Sevenin sevdiğine cefası şiddetlidir. Dostlar, düşmanlarına karşı gösterdikleri tahammülü dostlarına karşı gösteremezler.” “Saadeti mal toplamada görecek değilim! Takvaya erenler, hakiki mutlu onlardır!” Ebu Ümame Bahili (ra) rivayet ettiğine göre resulullah (sa) Efendimiz şöyle buyurdular: “Ki ki, bir çocuğu olur da teberrüken ona “Muhammed” adını verirse, o ve evladı cennetlik olur.” 64 Temmuz 2010 Bu Hadis-i Şerif, Hz. Peygamber (sa) Efendimize duyulan sevginin sırrından bahseder. Bu sırrı anlayanlar, seçilmiş insanlardır. Onlar Efendimiz (sa’in mübarek ismini anarak, onun temiz ahlakıyla ahlaklanmak ve eteğine sımsıkı yapışmak için gayrete gelirler. Onların Resulullah’ın yoluna tabi olmaktan bir an bile geri kalmadığını görürsün. Dünya işleriyle, biraz meşgul olurlar fakat agah ve alçak gönüllüdürler. Allah’tan korkar Peygamberlerine tabi olur ve sünnetiyle amel ederler. işte onlar ariflerdir. Ey oğul! Gaflet ehli gülerken marifet ehlinin ağladığını, onlar sevinirken marifet ehlinin kederlendiğini bil! Allah Teala, onları şöyle anlatır: “Yüsler vardır ki o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. rablerine bakacaklardır (O’nu göreceklerdir)”1, “O gün bir takım yüzler parlak, güleç ve sevinçlidir.”2 Allah Teala, gözyaşı dökmenin ve çok ağlamanın, ariflerin alametlerinden ve marifetin delillerinden biri olduğunu zikretmiştir. Bu husuta şu ayeti zikredelim: “Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar.”3 Allah Teala, “Şimdi siz şu söze (Kur’an’a)mı şaşıyorsunuz? Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz!”4 Ayetlerinde ağlamayı terk edip gülmeyi tercih etmeleri sebebiyle gaflet ehlini yermiştir. Ağlamanın bir kaç çeşit olduğunu bil! Gözün ağlaması, kalbin ağlaması ve özün ağlaması bunlardan bir kaçıdır. Gözün ağlaması, münibler (tövbe edip Allah’a yönelenler) zümresinden olan marifet ehlinin ağlamasıdır. Kalbin ağlaması, müridler (kendilerini hak yoluna verenler) zümresinden olan marifet ehlinin ağlamasıdır. Özün ağlaması ise muhibbin (Hakkı sevenler) zümresinden olanların ağlamasıdır. ................................................................. 1)Kıyamet(75)/22-23 2)Abese(80)/38-39 3)İsra(17)/109 4)Necm(53)/59-60 Temmuz 2010 65 EŞİNİZE EN SON NE ZAMAN HEDİYE ALDINIZ? zun bir yol var önünüzde. Bazen dik, bazen düz, bazen kıvrımlı olan bu yolda tek değilsiniz. Hayatınıza yoldaş, sizle yaşlanacak, sizle ağlayıp gözyaşlarınızı silecek, bir gülüşünüzle mutlu olacak eşiniz var bu yolda. Her sendeleyişinizde size uzanacak, şefkatli yüreğiyle yaralarınızı saracak her anınızda daima sizle olacak sevgili eşiniz hep yanınızda. U Ayşe BAĞCIVAN Sizi “siz” yapmak, yarım kalan yanınızı tamamlamak ve hayatı beraber öğrenmek için eşiniz bu yolda daima ellerinizi tutacak. “Hediyeleşin, çünkü hediye, aradaki muhabbeti artırır.” Bazen beraber yenileceksiniz bezende beraber kazanmanın o büyük hazzını yaşayacaksınız. Çünkü siz bu yolu beraber yürümek için söz verdiniz. Çünkü siz bu evliliği asla yılmamak ve hep mutlu olmak için seçtiniz... Peki, eşinizin hayatınızda yeri bu kadar önemli iken ona “değerli” olduğunu hissettirebiliyor muyuz? 66 Temmuz 2010 Yada hayatımızda bu kadar derin olduğunu bildiğimiz halde sevgili eşimize yeteri kadar “önemli” olduğunu belli edebiliyor muyuz? Yada daha önemlisi bunları nasıl yapabiliriz? Mesela küçük bir hediyeyle eşimize onu düşündüğümüzü gösterebiliriz. Belki sadece küçük bir hediyedir ama inanın efsunu büyük olacaktır. İfade edemediğimiz duygularımızı küçük bir hediyeyle gösterebiliriz. Bu hem evliliğimizin seyrini hemde eşimizin bize olan sevgisini güzelleştirecektir. Eğer şuan evliliğinizde çıktığınız dik bir yokuşsa sürpriz bir hediye bu yokuşu daha hızlı çıkıp zirvedeki mutluluğa ulaşmanızı kolaylaştıracaktır. Dil ile belirtemediğimiz sevgimizi hediye ile belirtmek daha kolay ve önemlidir. Âlemler sultanı Efendimizinde buyurduğu gibi “Hediyeleşin, çünkü hediye, aradaki muhabbeti artırır.” Evet, hem aradaki muhabbeti hemde eşinizin ona verdiğiniz değeri anlamasını sağlayacaktır. Küçük bir hediye ile aranızdaki sevgiyi pekiştirebilirsiniz. Tabiki eşinize sadece hediye ile değil gülen yüzünüz ve hitap şeklinizle de ona önemli olduğunu hissettirebilirsiniz. Hediye sadece vesile… Temmuz 2010 Bu yol sizin! Sadece eşiniz ve sizin yürümeniz için hazırlanmış özel bir yol… Yalnızca size özel… Üstelik yürüdüğünüz bu yolun haritasını çizen de sizsiniz. Ya adımlarınızı dik bir yokuşa yöneltirsiniz. Ya da dümdüz ferah bir yolda ilerlersiniz. Bu yolu güzelleştirecek olanda yine sizsiniz. Eşinize “önemli” olduğunu hissettirdiğiniz sürece sizde önemli olacaksınız. Evliliğinizde kendinizi değilde ailenizi düşündüğünüzde ve ben merkezli değilde aile merkezli bir zemin kurduğunuzda inanın evliliğiniz ilk günkü sevgisini ve tazeliğini koruyacaktır. Yeterki eşinizin hayatınızdaki önemini ona hissettirin. Yaşadığınız anın tekrarı yok. Tekrarı mümkün olmayan ve bir daha elinize gelmeyen bu zaman pişmanlık değilde hatırlandığında yüzde tebessüm uyandırmalı… Geçen günleriniz size “keşke”ler değil “saygının yitirilmediği sevginin hiç eksik olmadığı günlerdi” dedirtmeli… O halde yol haritanızı ferah bir yola çevirmek için eşinizle beraber “önemli olduğunu” ve “önemli olduğunuzu” hissetmek için işe küçük bir hediyeyle başlayabilirsiniz… 67 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA [email protected] NASIL BİR EVDE YAŞAMAK İSTERSİNİZ? Arkadaşlar kalacağınız evin özelliklerini belirlemeyi size verseler nasıl bir ev tercih ederdiniz hiç düşündünüz mü? Beraber düşünmeye ne dersiniz? Geniş bahçe içerisinde doğal görünümlü güzelce bir ev, bahçede canınız çektiğinde elinizi uzatıp alabileceğiniz meyve ağaçları, oynamak istediğinizde salıncak, kaykay, oyun sahaları var. Sıcaktan bunaldığınızda ne yapacağınız bile düşünülmüş yüzmek için büyük bir havuz var. Daha iyi dinlenmeniz için hamak bile var. Nasıl buldunuz böyle bir evi tercih eder misiniz? Durun hemen karar vermeyin başka alternatifiniz de var. Yukarıdaki özelliklere inat bahçesi olmayan, oyun olanlarının olmadığı, boyalarının döküldüğü harabe görünümlü bir ev. Hangisini tercih edersiniz? Yanlış duymuyorum tabiî ki birinciyi tercih ederiz dediğinizi duyar gibiyim. Bende onu tercih ederim doğru tercih. Bunlar fiziki güzellikler bunlar önemli tabiî ki. Fakat evlerimizi süsleyen başka güzellikler yok mu? Olmaz olur mu? Şimdide onlara değinelim ne dersiniz? Evlerin manevi süsü kur’an okumak ve evde ibadet yapmaktır. Peygamber efendimiz (s.av): “ Kur’an okunan evin hayrı artar; böyle bir ev, içinde oturanları sıkmaz. Bu evlere melekler toplanır; şeytanlar uzaklaşır. İçinde Kur’an okunan, anlam ve yorumuyla meşgul olunan ev, yıldızların yeryüzünü aydınlattığı gibi sema ehli için aydınlatılır. Kur’an, okunduğu yere huzur, mutluluk ve bereket getirir. Okuyana da, dinleyene de sevinç ve tarifsiz bir huzur verir. Üzüntü, tasa ve kederlerini dağıtır, ümitsizliklerini siler, onları manen canlı ve aktif bir hale getirir. Kur’ân okunmayan ev harap olmuş binaya benzer” buyurur Peygamberimiz (a.s.m.). Harap olmuş bir binada kim oturmak ister? Ama, Kur’ân okunmayan nice ev vardır. Acaba böyle ev sahipleri evlerinin mânen harabeye döndüğünün farkında mıdırlar? İşte sevgili arkadaşlar evimizi huzurlu, mutlu bir yuva yapmak kendi elimizde. Öyleyse hemen şimdi karar verip çalışmaya başlayalım. Okullarında tatil olması fırsatını değerlendirelim. Evlerimizi Kur’an’ın nuruyla süsleyelim. Evimizde yaşayan herkesi bu nur kaplasın. İngiltere nerededir? Öğretmen derste Ali'ye sorar: İngiltere nerededir? Ali: - Bilmiyorum, öğretmenim. Öğretmen: Git evdekilere sor, yarın tekrar soracağım. Ali eve gelir ve babasına sorar. Babası: Tam olarak ben de bilmiyorum nerde diye, ama çok uzakta olamaz; çünkü bizim şirkette bir tane İngiliz çalışıyor, işe yürüyerek geliyor. 68 Temmuz 2010 GÜLÜCÜK 12345- BİLMECELER El eker dil biçer. Yürür yürür iz etmez. Hızlı gitse toz etmez. Yarım elma neye benzer? Bisiklet ne zaman uçak kadar hızlı gider? Buzdolabına giren sineğe ne olur? Cevaplar: 1- Yazı 2-Gemi 3- Diğer Yarısına 4-Uçağa Bindiği Zaman 5-Yazık Olur Arkadaşlar, Anlamları verilen Allah’u teâlânın güzel isimlerini (Esma-i hüsna) bulmacamıza yerleştirin. 1- Her şeye vakıf, lütuf ve ihsan sahibi olan. 2- Her şeyden haberdar. Her şeyin gizli taraflarından haberi olan. 3- Cezada, acele etmeyen, yumuşak davranan, hilm sahibi. 4- Büyüklükte benzeri yok. Pek yüce. 5- Affı, mağfireti bol. 6- Az amele, çok sevap veren. 7- Yüceler yücesi, çok yüce. 8- Büyüklükte benzeri yok, pek büyük. 9- Her şeyi koruyucu olan. 10-Rızıkları yaratan. 11-Kulların hesabını en iyi gören. 12-Celal ve azamet sahibi olan. 13-Keremi, lütuf ve ihsânı bol, karşılıksız veren, çok ikram eden. 14-Duaları, istekleri kabul eden. 15-Rahmet ve kudret sahibi, ilmi ile her şeyi ihata eden. 16-Her varlığı, her işi her an gözeten. Bütün işleri murakabesi altında bulunduran. 17-Her işi hikmetli, her şeyi hikmetle yaratan. 18-İyiliği seven, iyilik edene ihsan eden. Sevgiye layık olan. 19-Nimeti, ihsanı sonsuz, şerefi çok üstün, her türlü övgüye layık bulunan. 20-Mahşerde ölüleri dirilten, peygamber gönderen. 21-Varlığı hiç değişmeden duran. Var olan, hakkı ortaya çıkaran. 2- El-Habîr 3- El-Halîm 4- El-Azîm 5- El-Gafûr 6- Eş-Şekûr 7- El-Aliyy 8- El-Kebîr 9- El-Hafız 10- El-Mukît 11- El-Hasîb 12- El-Celîl 13- El-Kerîm 14- El-Mucîb 15- El-Vâsi 16- Er-Rakîb 17- El-Hakîm 18- El-Vedûd 19- El-Mecîd 20- El-Bâis 21- El-Hak CEVAPLAR: 1- El-Latîf Temmuz 2010 69 Nalıncı Baba Hazretleri Adsız şansız bir Allah dostu Murat Han (III. Murat) o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar: - Hayrola efendim canınızı sıkan bir şey mi var? - Akşam garip bir rüya gördüm. - Hayırdır inşaallah. - Hayır mı, şer mi öğreneceğiz. - Nasıl yani? - Hazırlan dışarı çıkıyoruz. Hatice FURHAN Hiçbir kimseyi etiketlemeden,başkalarının sözleri ve yorumları ile değerlendirmeden, tanımadan insan olarak değerlendirip, ve tüm değer yargılarımızı HÜSNÜ ZAN üzerine oturtmalıyız.Ancak gerçekten bir kardeşimiz yanlış bir iş yapıyorsa, onu da güzellikle gizli bir yerde,tatlı bir dille uyarmayı da borç bilmeliyiz Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri ve kararlı adımlarla Beyazıd'a çıkar, döner Vefa'ya. Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarlarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatli bakınır. İşte tam o sıra, orta yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar 'Kimdir bu?' Ahali 'Aman hocam hiç bulaşma' derler, 'ayyaşın meyhur'un biri işte!' - Nerden biliyorsunuz? 70 Temmuz 2010 - Müsaade ette bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz. Bir başkası tafsilata girer. 'Biliyor musunuz?' der, 'Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır, nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine' Hele yaşlının biri çok öfkelidir. 'İsterseniz komşulara sorun' der, 'Sorun bakalım, onu bir kere olsun cemaatte gören olmuş mu?' Hasılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar mı ortada. Tam Vezir de toparlanıyordur ki padişah önünü keser. - Nereye? - Bilmem. Bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım. - Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz. Öyle veya böyle tebamızdır. Defnini tamamlasak gerek. - İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden. - Olmaz. Rüyadaki hikmeti çözemedik daha. - Peki ne yapmamı emir buyurursunuz? - Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından. - Aman efendim. Nasıl kaldırırız? - Basbayağı kaldırırız işte. - Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini... - Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasılhane bulmalıyız. - Şurada bir mahalle mescidi var ama... - Olmaz. Vefat eden sen olaydın nereden kalkmak isterdin? - Ne bileyim Ayasofya'dan, Süleymaniye'den. En azından Fatih Camii'nden. Temmuz 2010 - Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Haydi yüklenelim. Ve gelirler camiye. Siyavuş Paşa sağa sola koşturur kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem mânâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin ona keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır 'Sultanım' der, 'yanlış yapıyoruz galiba' - Nasıl yani? - Heyecana kapıldık, cenazeyi sorup araştırmadan getirdik buraya, Kimbilir hanımı vardı belki, belki de yetimleri? - Doğru. Öyle ya. Neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur, nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler, sanki bu vefatı bekler gibidir. 'Hakkını helal et evladım' der, 'Belli ki çok yorulmuşsun.' Sonra eşiğe çöker ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, belki hatıralara dalar. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından. 'Biliyor musun oğlum?' diye dertli dertli söylenir, 'Bizim efendi bir âlemdi vesselâm. Akşamlara kadar nalın yapar, ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya.' - Niye? - Ümmet-i Muhammed içmesin diye. - Hayret. Sonra malum kadınların ücretini öder eve 71 Nalıncı baba öyle bir şey söylemiştir ki,padişahta,veziri de hayrete düşmüştür. - Önce uzun uzun güldü, sonra 'Allah büyüktür hatun' dedi, 'Hem padişahın işi ne?' İşte Nalıncı Baba o adsız sansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı, Muhammed Mimi Efendidir. Bergamalıdır. 1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü ve mübareği evine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi Unkapanı'nda, Cibali tütün fabrikasının arkasında, Haraçzade Camii karşısındadır. getirirdi. 'Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım' derdi. 'öyleyse şimdi dinleseniz gerek' O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı İlmihal, Hüccet-ül İslâm okurdum. - Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki. - Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. 'Öyle bir imamın arkasında durmalı ki' derdi, 'tekbir alırken Kabe'yi görmeli.' - Öyle imam kaç tane kaldı şimdi. - İşte bu yüzden Nişanca'ya, Sofular'a uzanırdı ya. Hatta bir gün 'Bakasın Efendi!' dedim, 'Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada'. - Doğru öyle ya? - 'Kimseye zahmetim olmasın!' deyip mezarını kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. 'İş mezarla bitiyor mu?' dedim. 'Seni kim yıkasın, kim kaldırsın? - Peki o ne dedi? Hiç kimse hakkında sui zan beslemeden, bilmediğimiz şeyin arkasına düşmeden,birisi falanca şu kötü işi yapıyor dese bile.Hayır !kardeşim o işi yapmaz,yanlış anlaşılma vardır,diyerek konuyu kapatmaya çalışmalıyız.Efendimiz in hadisindeki müjdeye nail olmak için gayret edelim.Zira Efendimiz buyurur ki:Kim bir müslüman kardeşinin ayıbını örterse,Allah .c.c ta kıyamette onun ayıbını örter. Ayrıca hiçbir kimseyi etiketlemeden,başkalarının sözleri ve yorumları ile değerlendirmeden, tanımadan insan olarak değerlendirip, ve tüm değer yargılarımızı HÜSNÜ ZAN üzerine oturtmalıyız.Ancak gerçekten bir kardeşimiz yanlış bir iş yapıyorsa, onu da güzellikle gizli bir yerde,tatlı bir dille uyarmayı da borç bilmeliyiz. “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir. 1 ................... 1)Hucurat:12