SAVAŞTAN BARIŞA BALKAN SAVAŞLARI KONAK BELEDİYESİ KÜLTÜR YAYINLARI: 18 SAVAŞTAN BARIŞA BALKAN SAVAŞLARI 100. YILI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ Editör: Yrd. Doç. Dr. Bilgin Çelik Düzelti: Nilgüıı Şener Basıma Hazırlık: Hülya Macar Kapak Tasarım: Birgül Arıca Namlı 1. Baskı 10 Ekim 2013 Isbn: 978-605-87058-8-3 Sertifika No: 18225 Baskı: Seta Matbaa Ofset ve Dijital Baskı Sistemleri 5601 Sok No: 10 Kat:l Tuna Mahallesi Çamdibi / Bornova / İZMİR Tel: 0 232 457 43 43 - Fax: 0 232 459 48 05 İzin alınmadan kullanılamaz ve çoğaltılamaz. www.konak.bel.tr Konak Belediyesinin Armağanıdır. 2 100. YILI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ SAVAŞTAN BA RIŞA BALK A N SAV A ŞLA RI 3 İÇİNDEKİLER Önsöz 7 Sunuş 9 Giriş 13 Prof. Dr. Zafer Toprak 17 Prof. Dr. Mehmet Saray 35 Prof. Dr. Celalettin Yavuz 43 Emekli Büyükelçi Onur Öymen 69 Prof. Dr. Dimitar Minchev 77 Prof. Dr. Cemal Dolocanin 82 Doç. Dr. Ali Faik Demir 88 Doç. Dr. Ali İhsan Balkaya 113 Yrd. Doç. Dr. Murat Köylü 131 Dr. Rezzan Ünalp 155 Prof. Dr. Necdet Hayta 186 Doç. Dr. Nuray Bozbora 205 Mustafa Bereketli 234 Yrd. Doç. Dr. Bilgin Çelik 257 Doç. Dr. Vladan Virijevic 275 Yrd. Doç. Dr. Vefa Kurban 285 Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı 305 Dr. Ali Güler 316 Prof Dr. İlber Ortaylı (Kapanış Konuşması) 325 5 Balkan kökenli bir İzmirli olarak Balkan Savaşları’nın tarihimizin yanı sıra toplumsal hafızamızda bambaşka bir yeri olduğu inancını taşıyorum. Çünkü Balkan Savaşları bizim için bir büyük acı... Bir yara... Bitmeyen bir hüzün... Kaybettiğimiz evlatlar, terk ettiğimiz topraklar ve hatıralar silsilesi... İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un Balkan Savaşlarını anlatan şiirindeki şu iki dize gibi: “Balkan’m üstüne sızan her pınar/ Bir yaradır durmadan içten kanar.” Ya da ilk şiirini Balkan Savaşları üzerine yazan büyük şairimiz Nazım’m dediği gibi; “Feryad-ı Vatan” öyküsü. Buraya kadar belirttiklerim şüphesiz duygusal bir bakış açısı. Ancak, bu kitabın yayınlanmasına, bu sempozyumun düzenlemesine neden olan ve bu yıl 100. yılını andığımız bu savaşların bambaşka özellikleri de var. Balkan Savaşları, orduların değil, ulusların savaşı... Balkan tarihçi Tobias Heinzelmann’ın “Balkan Savaşları yalnızca Bulgar, doğurmamıştır. Aynı savaş Türklerde de geniş halk kesimlerinde yerleşmiş sonlanmasma ilk adım olmuştur.” şu yorumunu önemsiyorum: Yunan, Sırp ulusçuluğunu ulusçuluk fikrinin doğmasına, olan Osmanlılık fikrinin Tarih’i insanlığın acılar destanı olarak okumak ve yazmak mümkündür. Ama zor olan diğer kısımdır... Elbette barış?.. Biz de bir söz vardır; “Savaş askerlerin, barış herkesin işidir” diye. Banş’ı kurmak, savaşa girmekten daha zordur... Ama banş’a muhtacız. İnsanlık barışm getirdiği refaha, uygarlığa, özgürlüğe ve mutluluğa muhtaç. Yüz yıl önce de böyleydi. Yüz yıl sonra da böyle olmaması için barışı kurmak zorundayız. Barış herkesin işi... Balkan Savaşlarına bu çerçeveden bakarak; Balkanlar, barış içinde yaşayan Balkan halklarının olsun, diyorum. Sevgi ve saygılarımla Dr. Hakan Tartan Konak Belediye Başkanı 7 Bu sempozyum benim için siyasetçi kimliğin ötesinde bir Balkan çocuğu olmanın, Balkan coğrafyasından gelmiş bir ailenin çocuğu olmanın heyecanını yaşatıyor. Ben ve benim gibi pek çok kişi, orada, o günlerde yaşadıklarını bize anlatan ailelerin, anne babaların, akrabaların hatıralarıyla büyüdü. Çok küçük yaşlarda Balkan Savaşlarını yaşamış bir anneannenin torunu olarak büyüdüm. O göç sırasında kaybedilen canları, o göç yolunda yaşanan dramları ve o acının yaşandığı gözyaşlarının izlerini görerek büyüdüm. Kardeşini kaybeden bir insanın acısını paylaştım. Kolay değildi, nice canlar bırakarak bir vatandan, bir topraktan kopmak... Ne mutlu ki, kucaklayan sahip çıkan bir anavatana kavuşmak vardı sonunda. Şu bir gerçek, bizler siyasetçiyiz. Siyasetçiler tarih üzerine, tarihin yaşattıkları ve tarihte yaşananların bize anlattıkları üzerine; uzmanların, bilim insanlarının, tarihçilerin değerlendirmelerini dinlemek zorundadır. Günümüz ve coğrafyamız şartlarında bunu çok iyi özümsemek zorundayız. Siyaseti, tarihi gerçeklerin neler olduğunu -hayali değil, olmadık senaryoların peşinden koşarak da değil- gerçek yaşanmışlıkların neler getirdiğini iyi bilerek veya neler götüreceğini iyi tahmin ederek yapmak zorundayız. Bu bizim görevimiz. Bu nedenle ben burada tarihsel bir yorum içinde bulunmayacağım, bilim insanlarının, tarihçilerin, diplomatların bu savaşa dair yorumlarını dinleyeceğim. Balkan Savaşlarının 100. yılında hala devam eden etkisini gözlemleyeceğim. Ama yine de bir Balkan çocuğu olarak her zaman inandığım ve beğendiğim bir görüşü vurgulamak isterim. Balkanlardan göç edenler, göç yollarında gözyaşı dökmüşlerdir. Ama gözyaşları ulaştıkları anavatan toprağına bereket olup yağmış, o bereket Anadolu’nun ve Türkiye toprağının gelişmesinde, aydınlık bir geleceğe yürüyüşünde, o zenginleşmesinde çok önemli katkılar sağlamıştır. Ulusal Kurtuluş Mücadelemizi gerçekleştirirken, Balkanlarda yaşanılanların ve bu bilincin önemi çok büyüktür. Evet; tarih bir dürbün... Geçmişte keşfedilen, bugün kullanılan, ama yarını gösteren bir dürbün... Tarih bilmek, insana sadece geçmişi değil, yaşadığı zamanı ve gelecekte yaşanacakları da anlatıyor. Mehmet Akif, güzel söylemiş. Demiş ki tarih tekerrürden ibaretse o zaman ders alınmamıştır. Umut ediyorum kı, tarihin tekerrür olmayacağı, ders alınan bir geleceğe doğru yürürüz. Birlik ve beraberliğimiz, barış ve kardeşliğimiz, hem kendi ülkemizde hem de dünya coğrafyasında Ulu Önderimizin de dediği gibi yurtta barış dünyada barış diyerek gerçekleşir. Sevgi ve saygılarımla Bihlun Tamaylıgil İstanbul Milletvekili CHP Genel Sekreteri 10 Dokuz Eylül Üniversitesi Balkan Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi ile Konak Belediyesi’nin işbirliği ile düzenlenen “Savaştan Barışa Balkan Savaşlarının 100.Yılı Uluslararası Sempozyumumun Balkan göçmenlerinin yoğun olarak yaşadığı İzmir kentinde düzenlenmesinden büyük mutluluk duyduğumu belirterek sözlerime başlamak istiyorum. 100 yıl önce Ekim ayında başlayan Balkan Savaşları, 20. yüzyılda Avrupa’da yaşanan ilk büyük savaş olmuştur. Tarihimizde büyük bir felaket ve askeri başarısızlık olarak değerlendirilen Balkan Savaşları, toplumsal hafızamızda da derin izler bırakmıştır. Ata topraklarına veda etmek zorunda kalan binlerce Balkan Türkü’nün acı hatıraları Anadolu’da yankılanmıştır. Milli Kimliğimizin oluşmasında önemli etkileri olan “Balkan Felaketi”, vatan bilincini uyandırmış ve elde kalan toprakların korunmasının önemini topluma ve dönemin asker-sivil yöneticilerinin beyinlerine kazınmasına neden olmuştur. Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Balkanlarda doğmuş, milliyetçi çatışmaların merkezi olan Manastır’da Askeri İdadiyi bitirmiş ve 1911’de Trablusgarp ile başlayan Balkan Savaşları ve I.Dünya Savaşı ile devam eden acı tecrübelerle dolu savaş yıllarının birikimi ile yoğrulmuştu. Herkesin yorulduğu ve mücadeleden vazgeçtiği bir dönemde başlattığı bağımsızlık savaşını Üniversitemizin admı aldığı 9 Eylül 1922’de İzmir’in kurtuluşu ile başarıya ulaştırmıştır. 10 Kasım Atatürk’ü Anma haftasına denk düşen bu etkinlik vesilesiyle Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarmı saygıyla ve minnetle anıyorum. 100. yılını andığımız Balkan Savaşlarının askeri, siyasi ve sosyal yönlerinin ele alınacağı bu sempozyumun başanlı geçmesini diler, emeği geçenlere teşekkür eder, tüm katılımcılara başarılar dilerim. Prof. Dr. Halil Köse Dokuz Eylül Üniversitesi Rektör Yardımcısı 11 Giriş Dokuz Eylül Üniversitesi Balkan Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi ile Konak Belediyesinin işbirliği ile düzenlediğimiz “Savaştan Barışa Balkan Savaşlarının 100. Yılı Uluslararası Sempozyumu”na hoş geldiniz. Bu sempozyum Merkezimizin ilk uluslararası sempozyumu olup, İzmir gibi Balkan göçmenlerinin yoğun yaşadığı ve savaşın acı hatırlarının izlerini taşıyan bir kentte böyle bir sempozyumu düzenlemenin gururu ve mutluluğu içindeyiz. Geçmişte yaşanan savaşların ve yarattığı olumsuz etkilerin bize düşündürmesi gereken çok şey olduğu açıktır. Özellikle modem savaşların sonucu ne olursa olsun savaşan taraflarda bıraktığı derin izlerin, acı kayıpların yeniden yaşanmaması adına barışa çağrı yapmak gerçekten de insanlık için hayati önem taşımaktadır. Balkanlar, bu acı ve kayıpları, 19. yüzyıldan günümüze en yoğun şekilde yaşamış bir coğrafya olup, bu coğrafyada çok eski tarihlerden beri var olmuş olan ve özellikle Osmanlı egemenliği döneminde yaklaşık 550 yıl burada yaşamış olan Müslüman Türklerin Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkan milliyetçilik akımının etkisi sonucunda yükselen Balkan milliyetçiliklerinin hedefi haline gelmesi Balkanlardan Anadolu’ya yoğun bir göç hareketinin yaşanmasına neden olmuştur. Balkanlarda toplumlar arasında yaşanan milliyetçi çatışmalar ve sonuçta çıkan savaşlar milyonlarca insamn ölümüne ve yurtlarından çıkarılmasına yol açmıştır. Bu konuda en büyük bedeli ödeyen toplumlardan biri de Müslüman Türkler olmuştur. Ben de buradaki birçok misafirimiz gibi Kosova göçmeni bir ailenin bireyi olarak yaşanan acı hatıraların belleğimizde bıraktığı izleri taşımakla birlikte kendisi de bir Balkanlı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihada Sulh” 13 özdeyişini temel alarak 21. yüzyılda hem Balkanlarda hem de dünyada barışın kalıcı olmasını diliyorum. Balkanlar ya da son dönemde AvrupalI kimliği ön plana çıkarılmak istenilen Güneydoğu Avrupa; tarihte Roma, Bizans ve Osmanlı gibi 3 büyük imparatorluğun uzun dönemler hüküm sürdükleri çok dinli, çok mezhepli, çok etnikli her yönü ile renkli bir yanmada. Bu zengin harmoninin uzun yıllar barış içinde yaşadıklan, müziğin, sanatm, edebiyatın ve sporun birçok yeteneğine ev sahipliği yapan yanmada son yüzyıl içinde milliyetçi çatışmaları derinden hissetmiştir. Biri yüzyılın başmda Balkan Savaşlannda diğeri de yüzyılın sonunda Yugoslavya dağılırken bölgede yaşanan katliam, soykırım, etnik temizlik ve göç olayları ile uluslararası toplumun hafızasına çatışma ve karmaşa bölgesi olarak yerleşmiştir. Balkanlar Osmanlı öncesinde de Türklerin yerleştiği önemli coğrafyalardan biriydi. Batı Hunları, Avarlar, Uzlar, Peçenekler, Kumanlar Balkanlarda uzun yıllar yaşamışlar ve zaman içinde yerli toplumlarla karışıp kaynaşmışlardı. Osmanlı Devleti bir Balkan Devleti olarak gelişti, önce Balkanlarda yayıldı, sonra Anadolu’da egemenliği sağladı. Bu açıdan Balkanlar Osmanlı Devleti’nin can damarıydı. İmparatorluk burada yükseldi ve burada çöktü. Fransa’da başlayan ve 19. yüzyılda tüm Avrupa’yı ve dünyayı kasıp kavuran milliyetçilik ateşi Osmanlı İmparatorluğu’nu da sarmış ve 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde adeta son nefesini vermeye hazırlanan bir “Hasta Adam”a dönmüştü. Bu hasta adamı yeniden hayata döndürmek için ortaya konulan çeşitli reçetelerin işe yaramadığı zamanla ortaya çıkacaktı. 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı hem Osmanlı İmparatorluğu hem de Balkanlar için önemli bir kırılma noktasıydı. 14 Berlin Antlaşması, Büyük Güçlerin Balkanları kendi hedefleri doğrultusunda, yeniden yapılandırma çabasının bir ürünüdür. Balkan Savaşlarının kökeni olan Berlin Antlaşması Osmanlı Devleti’nin karşısına “Makedonya Sorunu”nu çıkarmıştır. Bu sorunu kendi bildikleri yöntemle çözmeyi amaçlayan Balkan devletleri aralarında mlaşarak 1912 yılı Ekim ayında Osmanlı Devleti’ne savaş açmış ve Balkan Savaşı Makedonya’nın paylaşılması amacıyla çıkmıştır. Balkan Savaşları ve kaybedilen Balkanların acısı Türk toplumsal lafızasında önemli izler bırakmış, türkülere, öykülere konu ılmuştur. Bu savaş ile Türkçülük düşüncesi güç kazanmaya başlamış /e 1919 yılına gelindiğinde İzmir’in Yunan işgaline uğraması oplumsal bir tepkiye yol açmıştır. Balkanlardan sonra İzmir ve çevresinin de bir Balkan devleti tarafından işgal edilmesi Türk nilliyetçiliginin yükselmesi ve vatan savunması bilincinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Mustafa Kemal ve birçok silah ırkadaşı da Balkan kökenli asker-sivil bürokratlar olarak birçok acı leneyim yaşadıktan sonra toplumsal bir örgütlenme ile Milli Mücadeleyi başarıya ulaştırmışlar ve bu mücadelenin de simge kenti zmir olmuştur. frd. Doç. Dr. Bilgin Çelik )okuz Eylül Üniversitesi 15 “ B a l k a n H a r b I, D ü ş m a n A l g i s i v e İKONOGRAFYA” Prof. Dr. Zafer Toprak Boğaziçi Üniversitesi 20. yüzyıl Balkan tarihi dünya tarihinde ayrı bir yer işgal etti. 20. yüzyıl tarihini belirleyen büyük ölçüde Balkanlar oldu. Bir başka deyişle “Uzun 19. Yüzyıl”ı sona erdiren ve “Kısa 20. YüzyıP’ı başlatan Balkanlardı. Zira 19. yüzyılın tüm umutlarını çökerten Cihan Harbi, Balkanlardaki gelişmelerin fitillediği bir savaştı. Keza 20. yüzyıl sona ererken dünya barışının çıbanbaşlanndan biri yine Balkanlar oldu. Yugoslavya’nın çözülüşü, Bosna-Hersek, Kosova bu coğrafyanın uluslaşma sürecinin ne denli karmaşık ve mikro milliyetçiliklerin ne denli sorunlu olduğunu kanıtlamıştı. Balkan Harbi, OsmanlI’yı bir Avrupa ülkesi olmaktan çıkaracaktı. Bundan böyle Doğu Trakya Osmanlı Devleti’nin tek Avrupa toprak parçasını oluşturuyordu. Balkan Harbi ertesi Osmanlı Anadolu eksenli bir devlet olmayı önemseyecekti. Özellikle Cihan Harbi yıllarında Anadolu bir başka vurgulanacaktı. Savaş nedeniyle OsmanlI’nın denizden abluka altına almışı, ülkenin büyük ölçüde Anadolu buğdayıyla geçimini sağlamasına neden olacaktı. Yeni doğmakta olan ulus-devlet kimliği Anadolu üzerine inşa ediliyordu. Özellikle Selanik Osmanlı için büyük bir kayıptı. Bir liman kenti olmanın dışında çok kültürlü yapısı, Batı ile olan yoğun ilişkisi Selanik’e ayrı bir önem atfedilmesine neden olmuştu. Jön Türk hareketinin ve İttihat-Terakki’nin Balkanlarda yeşermesi ve 17 Selanik’i mesken tutmaları bu kentin “hürriyet” ile özdeşleşmesi anlamına gelmekteydi. Uzun yıllar Osmanlı egemenliği altında kalan ve bugün Yunanistan’ın ikinci büyük kenti olan Selanik, gerek Türkiye, gerekse Yunanistan tarihçiliğinde Ötekileştirilmiş bir kent olarak kaldı. Yunan tarihçiliği Selanik’i Osmanlı boyunduruğu altında kalmış bir Yunan kenti olarak algıladı; 16. yüzyıldan 1912’ye kadar tarih yazımında bir kara delik olarak görmüştü. Türkiye’de tarihçilik ise 1912’de yitirilen kentin geçmişine eğilme gereği duymadı. Oysa Selanik, OsmanlI'nın Batı’ya açıldığı bir evrede Avrupa başkentleriyle bağ kuran en önemli halkaydı. Kentin çoğulcu etnik yapısı daha 19. yüzyılda ona “küresel” bir kimlik kazandırmış, Ege üzerinden Akdeniz’e açılımı onu aynı zamanda Balkanların bir limanına dönüştürmüştü. Kısaca Selanik’in Osmanlı entelektüel yaşamında ayrı bir yeri oldu. İttihat ve Terakki'nin Selanik'i üs edinmesi bir rastlantı değildi. Selanik Hukuk Mektebi'nin ders kitaplarına bir göz atmak, bu kentin Payitaht İstanbul'dan ne denli farklı bir birikimi olduğunu gösteriyordu. Selanik, Türkiye'de ulus devlet anlayışının doğduğu kentti. Osmanlı Devleti bir imparatorluktu; çok dinli, çok dilli, çok etnik unsurlu bir yapıya sahipti. 1908'e kadar üniter bir yapı özlemi ikinci planda kalıyordu. Her ne kadar Tanzimat sonrası hukuk reformu ya da 1844 tarihli Tashih-i Ayar ile gündeme gelen para reformu ya da Maarif-i Umumiyye Nezareti'yle birlikte eğitimde ortak bir payda arayışı üniter bir devlete yöneliş gibi gözükse de, özellikle şeriatın güçlü olduğu ve bu arada kapitülasyonların sürgit devam ettiği bir ortamda ulus devlet için gerekli olan üniterleşme bir türlü gerçekleşmiyordu. Oysa 1846'dan beri Westphalia düzenlemeleri Avrupa'nın birçok monarşisinde, meşrutî monarşisinde ya da Hollanda'da olduğu gibi cumhuriyetimsi yapılarda ulus devlete doğru hatırı sayılır adımların atıldığı ortamlardı. Bu süreç Avusturya-Macaristan ya da Osmanlı İmparatorluğu için söz konusu olamazdı. Bu nedenle Osmanlı 18 Devleti'nde kurumsallaşma dört ayak üzerinde duruyordu. Hukuk düzeninde bir yandan şer'i hukuk, öte yandan nizamî (seküler) hukuk, ayrıca cemaat hukuku ve ecnebi hukuk aynı anda yürürlükte olabiliyordu. Tanzimat sonrası ticaret hukuku, ceza hukuku idare hukuku Batı'dan alınmış, nizamî hukuka geçiş sağlamıştı. Ama aile hukuku başta olmak üzere medenî hukukun birçok alanı şer'i hukukun denetimi altındaydı. Cemaatler, sulh hukuk alanındaki birçok düzenlemeyi kendi hukuk normlarıyla yürütüyorlardı. Evlilik, boşanma, drahoma vs. gibi hususlar cemaat bünyesinde çözüm buluyordu. Ve nihayet yabancı tebaanın Osmanlı topraklarındaki kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda kapitülasyonlar devreye giriyor, bir tür "exteritoriality" yani Osmanlı egemenliği dışı bir uygulamaya gidiliyordu. Keza eğitimde de benzer bir yapı oluşmuştu. Medrese, sübyan mektebi gibi dinî eğitimin hakim olduğu okullar haricinde Tanzimat sonrası ibtidaî, rüştiye, idadî, sultanî gibi seküler sayılabilecek okullar açılmıştı. Cemaatlerin kendi eğitim kurumlan vardı. Keza yabancı ülkeler Osmanlı topraklannda çok sayıda okul açmışlardı. Maarif-i Umumiyye Nezareti'nin denetimi neredeyse seküler diye nitelediğimiz okullarla sınırlı idi. Bu durum en azından II. Meşrutiyet'e kadar böyleydi. Ulus devlet bir imparatorluk çatısı altında da varlığını sürdürebilirdi. Nitekim bunun somut örneği Fransa idi. Fransız Devrimi ertesi, cumhuriyet olsun, impaatorluk olsun ülkede hızlı bir biçimde üniter yapıya yönelinmişti. Osmanlı topraklannda ulus devletin inşası için, diğer uluslaşmalarda olduğu gibi iki temel ilkenin gerçekleşmesi gerekiyordu. Bunlar egemenlik ve toprak bütünlüğüydü. Her ikisi de 19. yüzyılda Batı'nm emperyal genişlemesi sonucu delik deşik edilmişti. Serbest ticaret emperyalizmi, ardından fmansal emperyalizm OsmanlI'nın egemenliğini büyük ölçüde sorgulatır olmuştu. Keza, Osmanlı topraklarındaki ulusal nitelikteki ayaklanmalar toprak bütünlüğü Konusunda da somut bir yapının oluşamamasma neden oluyordu. 19 Uluslar çağı ulusal egemenlik ilkesinin icadıyla başlamıştı. Ulus tek bir bütündü. Kimliği bu üniter yapıyla bağlantılıydı. Devlet işte bu ulusun biçimlediği egemenlikten geçiyordu. Ancak, ulus halk olmadan bir anlam taşımıyordu. Ulusun iradesi halk tarafından ve onun temsilcileriyle ifadesini bulacaktı. Kısaca ulus, halkın iki dudağı arasından çıkan sözlerle şekilleniyordu. Avrupa, işte böylece ulus devletlerin toplandığı bir kıtayı oluşturmuştu. Kutsal Roma İmparatorluğu'nun çözülüşü ertesi egemenlikle toprak bütünlüğü uyum içersinde ulus devletleri yaratmıştı. Bu süreç Rönesans'tan beri gözlemleniyordu. Ama toprak bütünlüklerinin ayrışması ulus devletlerin kendi aralarındaki gerçekleştirdikleri savaşların ürünüydü. Egemenlik konumu savaş konumunu doğurmuştu. Egemenliği savaşlar üretmişti. Egemen devletlerin kendi aralarında barış düşüncesi siyasal modemitenin bir sonraki evresi, Fransız devriminin yol açtığı bir olguydu. Fichte'nin 1807'de Napolyon ordularının İena'ya girdiği tarihte Alman halkına yönelik Söylev'i Cermenliği, Almanca terimiyle Deutschheit'i gündeme getiriyordu. Ye bu kimliğin oluşmasında Alman dilinin ayrı bir yeri vardı. Fichte'ye göre, Neo-Latin dilinin yan ürün ve "ölü dil" olarak gördüğü Fransızca'ya karşılık Almanca özgün ve kökten bir dildi. Bu özgünlük sayesinde hemen hemen toplumun her katmanına ulaşan gerçek bir halk kültürü ortaya çıkıyordu. Fransızca ise yapay bir dildi; elit bir dildi; olsa olsa elit kültür yaratabilirdi. Her zaman toplum katmanlarına mesafeliydi; onlardan kopuktu, işte Selanik ulus devlet inşa sürecinde bu bağlamda önem kazamyordu. Bu kentte yayımlanan Genç Kalemler dilde sadeleştirmeyi halka yönelmeyi hedefliyorlardı. Ali Canip, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp bu tür bir misyonu benimsemiş, "yeni hayat" gereği "yeni lisan"ı gündeme getirmişlerdi. Keza ulus devletin inşası için gerekli "dayanışma" anlayışı Selanik'te Yeni Felsefe Mecmuası çevresinde oluşacaktı. Gökalp, İttihat ve Terakki 20 Kongresi için 1909'da bu kente gelmiş ve bu dergi sayesinde Fransız dayanışmacı felsefesiyle, Durkheim ile tanışmıştı. Ve tüm yaşamı boyunca Durkheim'in tilmizi kalmış ve Cumhuriyet'e açılan yolunun ideolojik temellerini atmıştı. 1912'de Balkan Harbi sonucu Selanik’in yitirilişi Osmanlı’da “modernleşme” söyleminde de kısmı bir durağanlık yaratacaktı. Rejim giderek otoriterleşecek, İttihat ve Terakki hegemonik bir yapı kazanacaktı. Bu işlev kısmen İzmir'e kayacaktı. İzmir de Selanik gibi bir liman kentiydi. Osmanlı’da yeniliklerin sembolü bundan böyle İzmir olacaktı. Kente kısa sürede ulus devlet kimliği verilmesi amaçlanacaktı. Bu doğrultuda Ege Bölgesi “milli iktisat”ta başı çeker oldu. İzmir kendi “milli burjuvazisini yaratacaktı. Balkan Harbi ertesi Balkan topraklan sorunlar yumağına dönüşmüştü. OsmanlI’nın Avrupa topraklannı yitirmesi Balkan ülkelerinin bu topraklar üzerinde paylaşım kavgasına girişmeleri anlamına geliyordu. Balkanlarda dengesizlik ve çatışma Soğuk Savaş molası bir yana bırakılırsa son yıllara kadar süre geldi. OsmanlI’nın beklenmedik bir biçimde Balkanlar’ı terki Balkan ülkeleri için hayal bile edemeyecekleri toprak kazançlarına yol açtı. 29.413 kilometre karelik bağımsız bir Arnavutluk kuruldu. Bulgaristan topraklannı 87.449 kilometre kareden 112.563 kilometre kareye çıkardı. Bu yüzde 29’luk bir artış anlamına geliyordu. Yunanistan topraklannı 65.011 kilometre kareden 108.984 kilometre kareye yükselterek yüzde 68’lik bir artış kaydetti. Karadağ’ın yüzölçümü ise yüzde 62 genişledi: 9.029 kilometre kareden 14.562 kilometrekareye çıktı. En mütevazı kazancı Romanya elde etti. Yüzölçümünü 131.821 kilometre kareden 139.018 kilometre kareye çıkardı. Bu yüzde 5 oranında bir artış demekti. Savaşın mutlak galibi Sırbistan oldu. Yüzde 82’lik bir toprak artışıyla yüzölçümünü 43.273 kilometre kareden 88.028 kilometre kareye yükseltti. Bütün bu 21 kazançlar yitirilen Osmanlı toprağı anlamına geliyordu. Balkan Harbi öncesi Avrupa-i Osmanî, yani OsmanlI’nın Avrupa’daki topraklan 169.845 kilometrekare iken, yenilgi ertesi bu yüzey 28.282 kilometrekareye geriledi. Osmanlı Devleti Avrupa topraklannda yüzde 83 ’lük bir kayba uğramıştı. Balkan Harbi nedeniyle geniş Müslüman yığınları zorunlu olarak Anadolu'ya göç etmek zorunda kalmışlardı. Ama yine de bu topraklarda kalan Müslüman bir nüfus vardı. Bu nedenle savaşı sona erdiren Bulgar, Yunan ve Sırp barış antlaşmalarında bu unsurun hak ve hukukunu gözeten maddeler yer aldı. Balkanlarda doğan ulus devletlerle birlikte etnik halita daha da belirginleşti. Azınlık sorunu sürekli gündemde kaldı. Osmanlı Balkanlardan sökülüp atılmışsa da Müslüman nüfus Osmanlı’mn devamı niteliğindeki Cumhuriyet Türkiyesinin ilgi odağı olmaktan çıkmadı. Nitekim Cumhuriyet yıllarında, Yunanistan’la “ahali mübadelesi” ötesinde, Balkan ülkelerinden Türkiye’ye doğru sürekli nüfus hareketleri izlendi. Ancak, Balkan ülkeleri hiçbir zaman “homojen” bir yapı oluşturamadı. Zaten "homejen" bir ulustan da söz etmek olanaksızdı. Kafkaslar'm ardından dünyanın belki de en renkli bölgelerinden biri olan Balkanlarda kültürel çeşninin bir zaaf olmadığı bir türlü anlaşılamadı. 19. yüzyılın tüm umutlarım çökerten, La Belle Epoque diye bilinen mutluluk evresini sonlandıran Cihan Harbi, Balkanlardaki gelişmelerin fitillediği bir savaştı. “Uzun 19. Yüzyıl”ı sona erdiren ve “Kısa 20. Yüzyıl”ı başlatan Balkanlar oldu. 19. yüzyılın tüm umutlarını çökerten Cihan Harbi, Balkanlardaki gelişmelerin fitillediği bir dünya savaşıydı. Keza 20. yüzyıl sona ererken dünya barışının çıbanbaşlarmdan biri yine Balkanlar olmuştu. Balkan Harbi’nin açtığı yaralan tüm 20. yüzyıl boyunca bir türlü kapanmadı. Balkan Harbi’ni anlamadan, günümüz Balkanlar’ına 22 çözüm bulmak da o denli sorun oldu. 21. yüzyılın arifesinde Avrupa’nın güneydoğusunda gözlenenler bir ölçüde 1912-1913’ün farklı zaman ekseninde tekrarı olarak yorumlanabilirdi. Mikro ve ultra milliyetçilikler, Düvel-i Muazzama’nın tarihsel önyargılarla, kültürel kalıntılarla, böl ve yönet kaygılarıyla 20. yüzyılın başı ve sonu için pek farklı olmayan, genel anlamda benzer senaryolardı. Osmanlı için Balkan Harbi sonun başlangıcıydı. En uzun Cihan Harbi, Osmanlı Devleti’nin ve onu izleyen Türkiye’nin savaşıydı. Savaşan taraflar 1914 Noel’inde savaşıp sona ereceği beklentisi içersindeydiler. Ancak beklentiler boşa çıkmıştı. Savaş dört yıl sürmüş, kısa sürede geniş bir alana yayılmıştı. Daha 1914 bitmeden Osmanlı savaşı Harb-ı Umumî olarak nitelemişti. Bir suikast sonucu Balkanlarda ateşlenen barut fıçısı dört yıl içerisinde 20 milyon dolayında beşeri varlığın yok olmasına neden oldu. Barış ancak 1919’da gelebildi. Versailles, Trianon, SaintGermain ve Neuilly ile barışa ulaşılabildi. Ancak bu barış antlaşmalarının hiçbirisi kalıcı olmadı. Antlaşmalar irredantizmi körüklemenin dışında bir işlev görmedi. Türkiye’nin konumu ise farklıydı. Cihan Harbi’ne bir anlamda Balkan Harbi’yle girmiş ve Milli Mücadele ile sonlandırmıştı. Her ne kadar Sevr yukarıda imzalanan diğer barış antlaşmaları gibi Türkiye’ye diretilmişse de, Ankara’da filizlenen Milli Mücadele buna direnmiş ve Türkiye bir anlamda Lozan’la Cihan Harbi’ni geride bırakmıştı. Kısacası Türkiye’nin Cihan Harbi on yıl sürmüştü. Farklı bir söylemle Milli Mücadele 1912’de başlamıştı. Balkan Harbi, Cihan Harbi ve Milli Mücadele sonucu yeni bir kimlik oluştu. Ulus anlayışı Balkan Harbi ile birlikte tetiklendi. Balkanlar’ın yitirilişi Osmanlı kimliğinin bir yana bırakılmasına, yeni bir ulusal kimlik olarak Türk milliyetçiliğinin ön plana çıkarılmasına neden oldu. 23 Osmanlı’nm 1912’ye kadar uzlaşan, bir arada yaşayan “unsur”lan, 1912 sonrası çatışan “ulusal kimlik”lere dönüştü. İmparatorluk doğası gereği farklı unsurların ortak coğrafyasıydı. İmparatorluktan ulus devletlere geçiş sancıları “sözde etnik” sınırları belirlenmiş “ulusal türdeşlik” anlayışını gündeme getirmişti. Balkan Harbi yenilgisi sırasında Rumlar göçürülmeye başlanmış, onları Ermeniler izlemişti. Amavutlar Şalkan Harbi’yle, Araplar Cihan Harbi’yle imparatorluktan kopmuşlardı. Buna karşın Balkanlarda yitirilen topraklarda etnik ve dinsel farklılıklar zorunlu göçlere neden olmuştu. Müslüman unsur güç koşullarda, yolda sayısız telefat vererek Anadolu’ya göçmüştü. Türk kimliği işte bu savaşlarla toplumsal bir nitelik kazanmış, “Balkan mezalimi”, “Yunan mezalimi”, “Ermeni mezalimi” ve benzeri tanımlamalar bu kimliğin oluşmasında etkin rol oymamıştı. Çocuk dergilerinden kadın dergilerine, günlük gazetelerden bilimsel yayınlara, bu söylem tüm toplum katmanlarının yayın organlarınca benimsenmişti. Okul ders kitapları artık “intikam”dan söz eder olmuştu. Balkan Harbi OsmanlI’nın Avrupalı kimliğinin tükenişi anlamına geliyordu. Bundan böyle vatan Anadolu’ydu. Değişik söylem biçimleriyle Anadoluculuk hareketleri Türk milliyetçiliğinin omurgasını oluşturdu. Keza Arap milliyetçiliği ve Cihan Harbi yenilgisiyle ile Asya-i Osmani’nin diğer yöreleri OsmanlI’dan kopacak ve bundan böyle geriye, dönem coğrafyacılarının tanımlamasıyla, Anadolu Şube-i Ceziresi ile Erzurum yaylası [Doğu Anadolu] ve Cezire-i Ulya [Güneydoğu Anadolu] kalacaktı. Bu arada dünün Büyük Suriye’sinin kimi kuzey vilayetleri de yeni inşa edilmekte olan Anadolu’ya eklemlenecekti. Dünün Toroslar’la sınırlanan Anadolu’su genişliyor, doğal sınırlar yerini siyasi sınırlara bırakıyordu. Anadolu sözcüğü yepyeni bir anlam kazanıyordu. Bir süre sonra Doğu Anadolu, Güney Anadolu, Güney-Doğu Anadolu gibi terimler yeni bir coğrafya kurgusuna yol açacaktı. 24 Osmanlı Devleti, daha 15. yüzyılda Rumeli fütuhatı ertesi bir Balkan ülkesi görünümü kazanmıştı. Balkan Harbi’ne değin Osmanlı ekonomik gücünü ve beşeri sermayesini büyük ölçüde Balkanlar’dan elde etmişti. Avrupa-i Osmanî Osmanlı Devleti’nin omurgasıydı. Bu omurganın yitirilişi Osmanlı Devleti’nin de sonu olmuştu. Balkanlar tarih boyunca Osmanlı Devleti’nin yükünü omuzlamış bölgeydi. 19. yüzyılın ikinci yansından itibaren Batılı ülkelerin baskısı ve bu topraklarda asayişin sağlanması gereği, gündeme gelen reform girişimleri sonucu Rumeli’nin gider hanesi kabarmaya başlamıştı. 93 Harbi diye bilinen 1876 Osmanlı Rus Savaşı’ndan başlayarak Balkan Harbi ile noktalanan süreç OsmanlI’nın Batı cenahını tümden çökertmişti. Bundan böyle Osmanlı Balkan ülkesi, dolayısıyla Avrupa ülkesi olmaktan çıkıp birçok tarihçinin nitelediği gibi bir Asya ülkesi, Orta Doğu ülkesi kisvesine bürünmüştü. Balkanların servetinden yoksun kalış yanı sıra bu toprakların beşeri sermayesini yitirişi Osmanlı için daha da büyük bir kayıp olmuştu. Osmanlı ’nm genel okuryazarlık düzeyini yukarı çeken coğrafya her zaman Balkanlardı. Dünün yeniçeri ocağı büyük ölçüde Balkanlardan devşirilmişti. Birçok Osmanlı aydını Balkan kökenliydi. İttihat ve Terakki hareketi Balkanlarda filizlenmiş, güçlenmişti. Değişik etnik unsurların bileşimi olarak nitelenen Osmanlı kimliği, - Araplar bir yana - büyük ölçüde Balkanlardaki çeşniydi. İmparatorluklara özgü hoşgörü Balkanlarda uzun yüzyıllar barışı da getirmiş, bu denli renkli bir coğrafya İmparatorluk çatısı altında görece bir arada yaşamayı öğretmişti. Balkan Harbi, aslında Avrupa-i Osmani’nin çözülüşünün son noktasıydı. Bu savaşın kaynağı Ayastefanos Antlaşması’na kadar uzanıyordu. Bugün Yeşilköy diye bilinen Ayastefanos'ta Balkanlarda on yıllarca sürecek bir kargaşamn tohumlan atılıyordu. Çözümsüzlüklerin bir diğerini izlediği bu sürece Balkan Harbi ile son nokta konmak istenmişti. Ancak bu girişim dünyayı yeni bir 25 felakete sürüklemekte gecikmedi. Milyonlarca insanın telef olduğu Cihan Harbi ile dünya 20. yüzyıla girdi. Cihan Harbi’nin kurduğu düzen ikinci bir dünya savaşım tetikledi. Soğuk Savaş’m dengeleri Balkanlara bir süre statüko getirmişse de mikro milliyetçilik 1991 'de bir kez daha parladı. Ayastefanos Antlaşması ne getirmişti ya da götürmüştü! Bu antlaşma ile Bulgaristan sınırlan içine Makedonya da katılmış, Sırbistan bağımsızlığım kazanmıştı. İşte bu yeni konuşlamş Balkan Harbi’ne giden yolun taşlarım döşemişti. Sırbistan ilk günden itibaren topraklannı genişletme sevdasına kapılmıştı, Berlin Antlaşması Bulgaristan için düş kınklığma dönüşmüş, Yunanistan sürekli kuzeye doğru sarkma özlemiyle tutuşmuştu. Tüm bu emeller Osmanlı Avrupasmın topraklarım ele geçirme üzerine kurulmuştu. Bu yerel etmenlere büyük devletlerin politikalarının da dahli durumun vahamet kazanmasına neden olmuştu. İttifak ve İtilaf devletleri zamanla Balkanları satranç tahtasına dönüştürmüşlerdi. Rusya’nın Balkan Slavlarına verdiği destek yayılımcılığı etkileyen önemli bir etmen olmuştu. İttifak devletleri de bu arada boş durmamışlardı. Balkanlarda dönüm noktası Avusturya-Macaristan’ın Balkanlara göz dikmesi ve fırsat kollayarak 1908 Devrimi’nin kargaşa ortamında Bosna-Hersek’i ilhakıydı. Rusya bu ilhak karşısında Slavları birleştirerek Avusturya-Macaristan’m yayılımcılığına direnmeye, bu arada geride kalan Osmanlı topraklannı paylaştırmaya girişmişti. Başka bir deyişle bir Balkan toprağı olan Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından ilhak edilmesi Cermanizm ile Slavizm arasındaki çatışmanın doruk noktasını oluşturmuştur. Balkan Harbi'nin bir diğer özelliği savaşın kitlelerle olan bağında getirdiği yenilikti. Kınm Harbi “belgelenen savaş” iken Balkan Harbi “görselleşen savaş”tı. Özellikle Balkan ülkeleri savaşı değişik 26 yöntemlerle görselleştirmişlerdi. Bulgaristan'da Yarosval Vshin, Vladimir Dimitrov, Anton Mitov ve benzeri birçok sanatkar Balkan Harbi'ndeki kazanmaları yücelten eserler ortaya koydular. Yunanistan'da poster sanatı Balkan Harbi ile birlikte geniş kesimleri mobilize etmek için kullanıldı. Özellikle Averof zırhlısı Yunan poster sanatının başköşesine oturdu. Donanmanın 20. yüzyılda ne denli önemli bir işlev gördüğü Averof la kanıtlanmıştı. Osmanlı yönetimi özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra ülke savunması için deniz üstünlüğünün ne denli gerekli olduğunu görmekte gecikmemişti. Ancak, güçlü bir donanma Osmanlı malî yapışım sürekli zorlamış, biriken Osmanlı borçları kısmen donanma siparişlerinden kaynaklanmıştı. Gerek yeni borçtan kaçınma, gerekse donanmanın kara ordusuna oranlı denizlerin ufku nedeniyle daha güç denetlenebileceği endişesi II. Abdülhamid’i Donanma konusunda sürekli vehme, endişeye gark etmişti. II. Meşrutiyet yıllarında da 10.000 tonluk büyük gemi yaptırılması sürekli engellerle karşılaşmış, malî gerekçeler ileri sürülerek OsmanlI’nın en azından Ege’de deniz üstünlüğünü yitirmesine göz yumulmuştu. Nitekim Balkan Harbi sırasında Osmanlı donanması güç durumda kalmış, Cihan Harbi yıllarında ise abluka nedeniyle Osmanlı donanması Çanakkale’den dışarı çıkamaz olmuştu. Her iki savaşta donanmanın bu durumu Osmanlı Devleti’nin çözülmesini hazırlayan etmenler arasında yer almıştı. Oysa II. Meşrutiyet’le birlikte güçlenen kamuoyunda donanma her gün taraftar toplamış, donanma giderek Osmanlı’mn geleceğini simgelemişti. Nitekim Tanin gazetesinde yer alan bir dilek üzerine, halktan iane toplanarak iki kruvazör alınması, bu kruvazörleri “hürriyet” kahramanlan Niyazi ve Enver’in isimlerinin verilmesi uygun görülmüştü. Bu amaçla îane-i Milliyye Komisyonları kurulmuş ve Osmanlı Bankası’nda bir hesap açılmıştı. Enver ve 27 Niyazi kruvazörleri için toplanan paralar ileride kurulacak olan Donanma Cemiyeti’nin malî kaynağım oluşturmuştu. Aynı dönemde İtalyan donanması Livorno’daki Frateli Orlando Kardeşler tezgahlarına üç gemi ısmarlamıştı. İlk önce inşa edilen Piza ve San Giorgio donanmaya katıldıktan sonra İtalyan hükümeti üçüncü gemiden vazgeçmişti. Bu gemi satışa çıkarılmış, Osmanlı Devleti gemiyi donanmasına katmak üzere pazarlığa oturmuştu. Ancak Osmanlı malî gerekçelerle görüşmeleri bir türlü sonuçlandıramamıştı. Bu sırada Yunanistan’da siyasal istikrarsızlık kısmen sona ermişti. Kral Konstantin iki oğluyla Almanya’ya sürgüne gitmek zorunda kalmıştı. Bir aylık Rallis hükümeti istifa ederek yerine Kiriakuli hükümeti geçmişti. Orlando Gemi tezgahı genel müdürü Osmanlı ile görüşmelerin sonuçlanmaması nedeniyle şansını bir kez de Yunanistan’da denemeyi düşünmüştü. Gemiye o günkü Yunan parasıyla 24 milyon drahmi bedel biçilmişti. Yunan Donanma Bakanı Damianos, gemiye büyük ilgi göstermiş, ancak bu meblağın kaynağını kestirememişti. O sırada Balkanlar kaynamaya başlamıştı. Yunan donanmasının güçsüz konumu Yunan hükümetini endişelendiriyordu. Mısır doğumlu bir Rum olan George Averofun vakfiyesi Yunan hükümetinin imdadına yetişti. 8 milyon drahmilik bir savaş gemisi alımı, bu geminin bahriyede eğitim için kullanılmasını ve gemiye kendi adının verilmesi bağışın koşullarım oluşturuyordu. Nihayet Yunan hükümeti borç harç parayı denkleştirmiş ve 30 Ekim 1909’da satış sözleşmesi imzalanmıştı. Babıali fırsatı kaçırmakla kalmamış Averof adını alacak geminin Yunan donanmasına katılması Osmanlı hükümetini iyiden iyiye endişelendirmişti. 1910’da Almanya’dan alelacele Barboros Hayrettin ve Turgut Reis adım alacak iki yaşlı zırhlı satın alınmıştı. 28 Bu arada Averof Yunan donanmasının amiral gemisi olmuş ve İngiltere’de Kral V. George’un taç giyme töreninde Yunanistan’ı temsil etmişti. 1911 sonbaharında Yunanistan’a dönmüş ve bir süre sonra da Balkan Harbi’ne iştirak etmişti. Ege Adalarının Yunanistan’a geçişinde önemli görevler üstlenmişti. Yunan donanma tarihine “Yunanlı ya da Helen Nelson” lakabıyla geçen geminin kaptanı Pavlos Kunduriotis, sonraları Donamna Bakam, ardından Kral naibi ve 1924’de Yunanistan Cumhuriyeti’nin başkanı olmuştu. Averof Cihan Harbi sonrası İstanbul’a demirleyen işgal kuvvetleri donanması arasında yer almış ve zaman zaman Karadeniz’e açılarak Ankara hükümetine meydan okumuştu. Yine aynı gemi 1922 yılında İzmir’den ve Anadolu’nun Ege kıyılarından Türk ordusundan kaçan Yunan askerlerini ve Rum ahaliyi Ege adalarına taşımıştı. Averof vakfiyede yer aldığı gibi 1928’de okul gemisine dönüştürülmüşse de II. Dünya Savaşı’nda tekrar amiral gemisi görevini üstlenmişti. Bu görevini 1951’e kadar sürdürmüş ve daha sonra yüzen müze olarak ziyaretçilere açılmıştı. Zamanla Averof Yunanistan donanmasının “efsane” gemisi olmuştu. Ekim 1944’te, Yunanistan Alman işgalinden kurtarıldıktan sonra, ilk resmi bayrak töreni Başbakan Yorgo Papandreu tarafından bu gemide gerçekleştirilmişti. Ertesi gün Akropol’e de aynı büyüklükte (9x7 m) bir bayrak çekilmişti. îşte bu gemi Yunan poster sanatında ve kartpostal dahil değişik görselliklerde geniş yer tutmuştu. Averofun Yunan donanmasına katılışı eıtesi OsmanlI’nın da bir dretnot alması artık şart olmuştu. İngiltere’ye, Elswick’teki Vickers Ltd. Şirketine ilk sipariş verilmişti. Gemi padişahm adını, Sultan Reşad V, kısaca Reşadiye adım alacaktı. 23.000 tonluk Reşadiye, Averof a meydan okuyacak güçteydi. Bedeli 2.304.712 liraydı. Dretnot inşaatı zaman alıyordu. Bu arada Osmanlı önce Trablusgarb’da, ardından Balkanlarda savaşacaktı. Ancak, Rauf Bey’in komutasında Hamidiye’nin gösterdiği yararlılıklara karşın 29 denizlerde üstünlük kuramamıştı. Reşadiye’nin inşa edildiği tersanede Brezilya için de bir zırhlı inşa edilmekteydi. Brezilya hükümetinin bedelini ödeyememesi üzerine bu zırhlının da satın alınmasına karar verildi ve 27.500 tonluk bu gemiye Sultan Osman-ı Evvel adı verildi. Her iki gemi 1914 yılı ortalarında tamamlanacak ve Osmanlı hükümetine teslim edilecekti. Osmanlı hükümeti adaları Yunanistan’a kaptırdıktan sonra her ne pahasına olursa olsun donanmasını güçlendirmekten yanaydı. Tal’at Bey adaların geri almışı için bu zırhlıların şart olduğunu söyleyerek, Maliye Nazarı Menemenlizade Rıfat Bey’i ikna etmişti. Dahiliye Nazırı Halil Menteşe anılarında bu iki geminin almışından söz ederken “Averofu Yunanlılara kaptırdığımızın acısı yüreğimizde idi” diyordu. Sultan Osman dretnotunun komutanlığına Hamidiye kahramanı Hüseyin Rauf Bey tayin edilmişti. 1914 başlannda Vickers tezgahlarına Fatih adı verilen bir zırhlı daha sipariş edilmişti, Böylece Averof a karşı Osmanlı üç büyük ve modem zırhlıyla Ege’ye açılacaktı. Ancak, Cihan Harbi bütün planlan alt üst edecekti. İngiltere yaklaşan Cihan Harbi nedeniyle gemileri gasp edecek, gemileri almak üzere İngiltere’de bulunan Vasıf Bey, Rauf Bey ve personel, Reşid Paşa vapuruyla İstanbul’a döneceklerdi. Daha onlar İstanbul’a varmadan, 11 Ağustos’ta Goben ve Breslav Çanakkale’den girerek Osmanlı donanmasına katılacaklardı. Averof donanma tarihimizde sürekli gönderme yapılan bir zırhlı oldu. “Balkan Harbi felaketi” bir ölçüde denizde yaşanan hezimeti simgeliyordu. Averof Ege Adalarının işgalinde önemli görevler ifa etti. İmroz (16 Aralık 1912) ve Mondros (18 Ocak 1913) deniz muharebelerinde Osmanlı donanması Averof kruvazörünün üstün atış gücü karşısında yenilgiye uğradı. Osmanlı zırhlılarının en yenileri en fazla 16 mil sürat yaparken Averof 22 mile ulaşıyordu. Osmanlı zırhlılarının topları üç dakikada bir mermi atabiliyordu: Averof merkezi sistemli modem topları ile dakikada üç mermi 30 savurma kapasitesine sahipti. İmroz muharebesinde A verof un isabet alması ve yan yatmasına rağmen Osmanlı donanmasının bir anlaşmazlık sonucu Çanakkale’ye dönüşü donanma tarihlerinde tartışma konusu oldu. Mondros deniz muharebesinde Averofun ezici üstünlüğü tartışma götürmedi. Sürati sayesinde sürekli yer değiştirmesi, atışların tanzim ve tashihini güçleştirmiş, Osmanlı donanmasının ateşini yarı yarıya etkisiz hale getirmişti. Donanma Averof karşısında yenilmiş, güçlükle Çanakkale Boğazı’nm içerilerine sığınmıştı. Savaş sonucu Osmanlı donanmasının zayiatı 41 şehit, 98 yaralı olmak üzere 139 kişiydi. Balkan Harbi, OsmanlI’nın İktisadî uyanışında ya da o günkü deyişle “intibâh-ı iktisadî”sinde bir dönüm noktası oldu. Savaş acı anılar bıraktı. Savaşın neden olduğu mezalim, yitirilen topraklar, Osmanlı toplumunda Müslümanlarla gayr-ı müslimler arasında derin bir uçurum açtı. Osmanlı millet sistemi giderek çözüldü. Hoşgörü, uyum ve belki de işbölümü esası üzerine kurulu değişik unsurların birliktelikleri göçmüş, yerini “millî tesanüd” ve “komşu zenafobisi”ne bırakmıştı. 1913-1914 İslam Boykotajı işte böyle bir ortamda gündeme; geldi. Boykotaja gerekçe olarak Osmanlı Rum vatandaşlarının Yunan hükümetine bağışta bulundukları söylentisiydi. Boykotajı yürütenlere göre Balkan Harbi’nde Yunanistan'ın başarısı kısmen Osmanlı Rumlarının malî desteğiyle gerçekleşmişti. Hatta Osmanlı donanmasını Marmara’ya hapseden Yunanistan'ın ünlü Averof zırhlısı, Averof adında Görüceli bir Osmanlı Rum “vatandaş” tarafından Yunan hükümetine hediye edilmişti. Averof zırhlısı 1913-1914 boykotojımn temel gerekçesiydi. Müslümanlara Mahsus Kurtuluş Yolu başlıklı halka parasız dağıtılan broşürde Balkan Harbi sırasında Averof zırhlısı nedeniyle Osmanlı donanması Ege’ye açılamamış, Selanik ve Ege’deki Osmanlı 31 adalarını savunamamıştı. Yine Averof nedeniyle İzmir’den, Beyrut’tan Rumeli’ye asker sevkıyatı yapılamamıştı. Tek bir Yunan gemisi Osmanlı donanmasının elini kolunu bağlamıştı. Averof örneğinde olduğu gibi, gayr-ı müslimlerin Osmanlı Devleti’ne sadakati giderek yok olmuştu. Osmanlı Rumları yanı başlarındaki Yunanistan’a sürekli bağışta bulunuyorlardı. Boykotajın söylemi bu minvaldeydi ve Osmalı Müslümanı bir an önce “İktisadî uyanış”a geçerek, ticareti ellerine geçirmeli, fabrikalar, şirketler, bankalar kurmalıydı. Broşür yeni bir kimlik arayışı açısından önemli bir belgeydi. İktisadî uyanışı öneren broşür Averoftan sık sık söz ediyor, Averof u Yunan kimliğiyle bütünlüyordu. Balkan Harbi hunharlıkları görselliğe yansımakta gecikmedi. Bu resimlerde intikam duygulan kamçılandı. Resim daha önce de savaşlar vesilesiyle yayın organlannda yer almıştı. Ancak bu resimler çoğu kez komutan resimlerin ibaretti; bir başka deyişle "nötr" resimlerdi. Oysa Balkan Harbi'nin resmedilişi farklı bir işlev görecekti. Propaganda, Batı literatüründe her ne kadar Cihan Harbi ile birlikte İngilizler tarafından icat edildiği söylense de, aslında Balkan Harbi bu bağlamda göz ardı edilemezdi. Propaganda Balkan Harbi'nde Balkan ülkeleri tarafından icat edilmişti. Osmanlı da kısa sürede bu sürece katılmıştı. Resmin uzun yüzyıllar yasak olduğu bir coğrafyada II. Meşrutiyetle birlikte görsellik meşru bir zemin kazanmıştı. II. Meşrutiyet'e kadar Osmanlı yayın organları büyük ölçüde yazıdan oluşuyordu. Çok az kitap ya da dergide resim vardı. Servet-i Funun resim koyan ender dergilerden biriydi. Çoğu kez resim klişeleri Batı’dan getirilir, İstanbul’da monte edilirdi. Gerektiğinde erkeğin başına bir fes kondurulurdu. Fotoğraflar ise devlet ricaline aitti. Osmanlı’nm toplumsal sorunları ya da yaşamı Jön Türk devrimi öncesi resmedilmemişti. 1908 sonrası artık dergiler resimlerle süslenmeye başladı. Resimli kapak ya Batı’dan devşirilir ya da dönemin ressamlarına çizdirilirdi. Nitelikleri Batı'dakinin 32 düzeyinde olmasa bile artık toplum resmedilmekteydi. Ve bu nedenle savaşlar da resmedilecekti. Resim, özellikle okuryazar olmayan bir toplumda siyasal toplumsallaşmada önemli bir rol oynayacaktı. Kitleleri mobilize etmek için resme başvurulacaktı. Bu arada birçok resim "ötekileştime”de önemli bir rol oynayacaktı. Böylece ulusal kimlik pekiştirilecekti. Bu "ötekileştirme" süreci çatışma anlayışım uç noktaya götürecek, gerektiğinde "vahşet"e varacaktı. İntikam duyguları bu anlayışın sonucuydu. Aslında resmedilenler hayalî değildi. Balkan Harbi sırasında Balkan ülkeleri nizamî savaşı bir kenara bırakılacak, Balkan ülkeleri çeteleri her türlü imha yöntemini uygulayacaklardı. Nitekim fotoğraflar da bunun kanıtlarıydı. Ressamların hayal gücünde bu olgu daha bir derinlik kazanacaktı. Gerçeklerin, ya da "hayal edilenlerin resmedilerek toplum katmanlarına ulaşması, “düşman inşa süreci”ni tetikleyecekti. "Öteki" en son kertede “düşman”dı. Komşular kısa sürede “düşmanlaştınlacaktı.” Böylece savaşlar kitlelerin savaşma dönüşecek, eskinin "aristokratik" savaşları tarih olacaktı. Bu Hobsbawm’m deyimiyle “demokratik” savaştı. Artık cephe her yerdi. "Hattı müdafaa” yoktu, “sathı müdafaa” vardı. O satıh bütün ülke topraklarıydı. Artık herkes askerdi. Kadınlar askerdi; genç öğrenciler askerdi; çocuklar askerdi. Bir yandan kadın hareketi uluslaşma süreciyle güç kazanırken, kadınlar da savaştan yana konferanslar düzenleyerek kitleleri mobilize etmeye çalışacaklardı. Öte yandan Keşşaflar [İzciler], Genç Demekleri, Güç Demekleri, Gürbüz Demekleri para militer bir nitelik kazanacak, silah kuşanacak, ülkenin “küçük asker”lerini yetiştireceklerdi. “Küçük asker, küçük asker, napıyorsun bana söyle; Tüfeğime bakıyorum, ona mermi koyuyorum” şarkısı dillerden düşmüyordu. 33 Ve nihayet Balkanlardaki vahşet “ötekileştirme”yi son raddesine götürmüş, "intikam" duygularım körüklemişti. Şairler "intikam" şiirleri yazacak, "intikam" öyküleri dergilerde yer alacaktı. Köşe yazarları "intikam"dan söz edeceklerdi. Okullarda "intikam" köşeleri hazırlanacaktı. Üç, beş yaşındaki çocukların ellerine tahta tüfekler verilecekti. On dört, on beş yaştakiler gerçek tüfeklerle "endaht" talimine çıkacaklardı. Artık tüm toplum silahlanmıştı. Colmar von der Goltz’uıı Millet-i MüsellâhcC sı, Türçesiyle “Silahlı Millet”i en sonunda Osmanlı topraklarında yeşermişti. Bu arada ulusal kimlik arayışı din savaşlarına dönüşmüştü. Göçmenlerin yaşadıkları vahşeti Anadolu'ya aktarmasıyla yüzyıllardır barış içersinde yaşayan bu topraklardaki değişik unsurlar arasında düşmanlık tohumları yeşerdi. Osmanlı kimliği giderek yok oldu. Her unsur kendi “aydın”ınm propagandasına muhatap oldu. Bu süreç kısa sürede Anadolu’nun da kanlı, bıçaklı bir coğrafyaya dönüşmesine neden oldu. Dünyada ilk kez zorunlu göçler Balkanlar’da ve Anadolu’da yaşanacaktı. Türdeş toplum yaratma kaygısıyla dinsel kökenli etno-milliyetçilikleri körüklenmiş, gönül bağı üzerine kurulu ortak yaşam anlayışı yerini dinsel çatışmalara bırakmıştı. Milli Mücadele yıllarında Ankara kendi yandaşlarına Müslümanlar diye sesleniyordu. 34 B A L K A N F E L A K E T İN E N A S IL G E L İN D İ? Prof. Dr. M ehmet Saray Bugün, hazırladığımız tebliğlerle, tarihimizin acılarla dolu bir devrini tartışacağız. Bu konudaki çalışmaları Osmanlı Tarihi üzerinde araştırma yapan meslektaşlarımızın çoktan açıklığa kavuşturmalarını beklerdim. Kırk yıla yaklaşan meslek hayatım esnasında rahmetli İsmail Hakkı Uzunçarşılı ile Enver Ziya Karal hocaların yazdıklarını geçen yeni Osmanlı tarihleri ve Balkanları iyi işlemiş çalışmaları yeterince görememenin üzüntüsünü yaşıyorum. Buraya gelmeden önce Osmanlı arşivlerinin başındaki arkadaşlardan aldığım bilgiler çerçevesinde bu sözleri söylüyorum. Arkadaşlar arşivlerimiz açık, sizleri bekliyor. (Bu arada 60’a yakın doktora ve 120’ye yakın Yüksek Lisans Tezlerini yapan arkadaşlarımı kutluyorum. Ama lütfen daha dikkatli davranın mükerrer konuları işlemeyin.) Türklerin tarihinde en çok insan kaybına uğradığı, 4.5 milyona yakın şehit verdiği Balkanlardan bahsedeceğiz. Kazak kardeşlerimizin tarihini yazarken onların 3.5 milyon civarında kayıp verdiğini görünce de üzülmüştüm. Fakat Kazakistan’ın kıymetli Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev, kendisine verilen belgelere göre, Rusların Kazakistan’a girişinden istiklalini ilan ettiği güne kadar geçen sürede, Kazak halkının 4.5 milyon şehit verdiğini açıklayınca üzülmüş ve Balkan Türkleri kadar oradaki kardeşlerimizin de büyük kayıplar verdiğini öğrenmiştim. Kazakların Tarihi birkaç haftaya kadar çıkmış olacaktır. Size gönderirim okursunuz. Gelelim konumuz olan Balkanlara: Türklerin Balkanlardan büyük kayıplar vererek ayrılmasının iki ana nedeni vardır: Biri iç faktörler, diğeri ise dış faktörlerdir. İç faktörlerin başında eğitim gelmektedir. Bendenizin yazdığı İstanbul Üniversitesi Tarihi (1453-1993)’ni 35 ' okumanızı tavsiye ederim. Çünkü o çalışma OsmanlI’nın eğitim sistemini anlatır. Bilgi sahibi olduğumuzda nelerin iyi gittiğini, bilgiden uzaklaştığımızda ise nelerin kötü gittiğini göreceksiniz. Arkadaşlar, biz o koskoca Osmanlı’yı o cihan devletini bilgisizlikten, yani cehaletten ve beceriksizlikten kaybettik. 15. ve 16. asırlara kadar başarıyla eğitim veren medreselerimizi halkın ayağına götüremedik, halka yayamadık. Muayyen bir zümrenin medresede okumasına imkan verdik ve yetişen bu insanlarla devleti ve milleti idare ettik. 17. asrın ortalarından sonra bu medrese sistemini de bozunca devleti ve milleti bilgi ile ehliyetle yönetecek idareci nesli hızla azalmaya başladı. Medreselerde yapılan ıslahatlar başarılı olamayınca çöküş kaçınılmaz hale geldi. Buna mukabil bakınız Batı’da nasıl bir gelişme olmaya başladı. Batı, 1.500 yılından itibaren hayatına matbaayı sokmuş ve hızla okumanın yayılmasına zemin hazırlamıştı. Batı’nm büyük devletleri bir taraftan öğrenmeyi yaygınlaştırırken, diğer taraftan da Rönesans ve Reform hareketlerine hız vermiş, kalkınmalarını bilgi ve ehliyetle sürdürmeye başlamışlardır. Bu akılcı hareketler, bir müddet sonra meşruti idarelerin doğmasına neden olmuştur. İngiltere’de başlayan meşruti hareketler, daha da gelişerek Amerika’da ve en nihayet Fransa’da, insanlığa ışık tutan ihtilaftan doğurmuştur. Fransız İhtilali yalnız Hıristiyan Avrupa’yı değil, Osmanlı Devleti’ni ve özellikle idaresi altındaki Balkan milletlerini de tesiri altına almıştı. Ne var ki, insanlara hak, özgürlük ve eşitlik vadeden Fransız İhtilali bir müddet sonra, Napolyon önderliğinde başka milletlerin ülkelerini işgale kalkışması, eşitlik ve hürriyeti isteyenleri ve savunanlan üzmüştür. Fakat Fransız İhtilalı’nm getirdiği yenilikler de her ülkede ve bilhassa Balkan ülkelerinde hızla yayılmaya devam etmiştir^ Sonunda Türk idaresindeki Balkan ülkelerinde Fransızların nüfuzı ile birlikte, o insanları Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmayı teşvikleri de artmıştır. 36 Bir de konunun dini yönü var. Müslüman Türklerin önce Anadolu’yu ardından İstanbul’u fethetmesi Hıristiyan alemini büyük endişeye sevk etmişti. Ortodoks dünyasının merkezi olan Bizans’ın kaybedilmesi Ortodoks Hıristiyanlarım arayışlara sevk etmiştir. Nitekim, Ortodoks alemini yeniden canlandırmak isteyen Papa, aracılık yaparak Rus Çarı III. İvan ile son Bizans İmparatoru’nun yeğeni Sofya’yı evlendirerek Rusların Ortodoksluka sahip çıkmalarını sağlamıştır. IV. İvan (1547-1584) ve onu takiben başa geçen Rus Çarları ve bilhassa Deli Petro zamanında Ruslar, Balkanların Ortodoks halklarıyla yakın ilişki kurmuşlardır. Hocaları tarafından kendisine Fatih Sultan Mehmet’i örnek alması tavsiye edilen IV. İvan, 1552’de Kazan ve 1556’da Astrahan Hanlıklarını alarak Ruslara Asya’nın ve Orta Asya’nın kapılarını açan ve Balkan Hıristiyanlarım aleyhimize ilk kışkırtan bir şahsiyet olduğunu unutmamamız gerekir. Balkanlardaki ve Orta Doğu’daki Patriklere yardım eden IV. İvan, yardım ettiği bu Patriklerin onayını alarak Moskova’da Ortodoks Patrikliğini kurmuştur. Bu olaydan sonra Rus Çarları, Orta Doğu ve Balkanlardaki Türk tebaası Ortodoks Hıristiyanların hamiliğini üstlenerek Osmanlı Devleti’nin içişlerine sık sık karışmaya başlamıştır. Ortodoksların hamiliğini resmen üstlenen Rus Çarları, Türk hakimiyetindeki Karadağ, Boğdan, Eflak, Sırbistan ve Mora’ya propagandacılar göndermiş ve onları Osmanlı yönetimine karşı isyana teşvik etmiştir. Nitekim Boğdan Voyvadası Dimitri Kantemir, Eflak Voyvodası Brankovan, Rus Çan’nın vaatlerine kanmış; biri alenen, diğeri de gizli olarak bir Türk-Rus harbinde Ruslara yardım edeceklerine dair birer antlaşma imzalamışlardır. Rus Çarı’ndan aynı vaatleri alan Karadağlılar ise daha hızlı davranarak Danilo Petroviç’in önderliğinde isyan etmişlerdir. Sırp lideri Boğdan Popoviç de, Ruslar harekete geçer geçmez her türlü yardımı esirgemeyeceklerine dair söz vermiştir. Diğer taraftan bir kısım Rum ahali de, bir harp vukuunda 37 OsmanlIlara karşı isyan edeceklerini bildirmişlerdir. Bütün bu olanlar Kiliseler tarafından kuvvetle desteklenmiştir. Hıristiyanlık perdesi altında, Osmanlı Devleti aleyhinde bu kampanyalar yürütülürken II. Viyana seferinin başarısızlıkla neticelenmesi, Balkan Hıristiyanlarını faaliyetlerinde daha da cesurca hareket etmeye sevk etmiştir. Bu karışık dönemde kazanılan Prut Zaferi, Balkanlardaki bu aleyhte faaliyetleri kısa bir süre de olsa durdurmuştur. Fakat devletin ve ordunun gücünü iyi bilmeyen, Batı’daki gelişmelerin farkında olmayan Osmanlı Padişahı III. Mustafa, cihangirlik yapıp, Polonya'nın daha önce kararlaştırılan statüsünü bozmak isteyen Avusturya ve Rusya’yı durdurmak için bu iki devlete harp açması felaketimizin bir nevi başlangıcı olmuştur. İyi eğitim almamış ve demode silahlara sahip Osmanlı orduları eğitimli ve daha iyi silahlara sahip Rus ve Avusturya ordularına fena şekilde yenilmiş ve Osmanlı Devleti Balkanlarda büyük kayıplar vererek Küçük Kaynarca Antlaşmasını imzalamak mecburiyetinde kalmıştır. Bu mağlubiyetten sonra Balkan Hıristiyanlarını kontrolümüz altında tutmak daha da zorlaşmıştır. Çöküşün başladığı bu dönemde III. Selim bir şeyler yapmak istemiş ise de iyi bir ekibe sahip olmadığı için bir netice alamamıştır. Batılı anlamda bazı reformları gerçekleştiren II. Mahmut ise, ordunun başarısızlığından bıkarak Yeniçeri Ocağım kaldırıp yerine yeni bir ordu kurma mücadelesi ile meşgul olurken, bilerek veya bilmeyerek önemli hatalar yapmıştır. Önce Rus, İngiliz ve Fransız baskısına dayanamayarak Yunanlılara istiklalini vermiş, sonra da ülkenin muhtelif yerlerinde misyoner okullarının açılmasına izin vermiştir. Yunanlının istiklalini kazandığım gören diğer Balkan halkları, istiklal için daha azimle Osmanlı’ya karşı mücadelelerini hızlandırmışlardır. Osmanlı coğrafyasında açılan 469 misyoner okulunda okuyan gençlerin yüzde doksan beşi gayrimüslimlere ait 38 idi. Bir taraftan Misyoner okullarında vazife gören hocaların eğittiği bu gayrimüslim gençlerin değişik alanlarda başlattığı Türkiye aleyhtarı faaliyetler, diğer taraftan Rusya, İngiltere ve Fransa’nın Balkanların Hıristiyan halkları başta olmak üzere Osmanlı Türkiyesinde yaşayan bütün Gayrimüslimler lehine yaptığı baskılar ve müdahaleler Osmanlı Devleti’nin güvenini sarsmış ve varlığım koruyabilmek için arayışlara başlamıştır. Osmanlı yönetiminin neşrettiği Tanzimat ve Islahat Fermanları dahi bu üç devleti tatmin etmemiş ve onların gayrimüslimler lehine yaptıkları müdahaleleri durduramamıştır. Osmanlı Devleti’ni Balkanlarda en çok yıpratan olay ise, kiliselerin de desteğini alan, Pan-Slavizm hareketi olmuştur. Fransız İhtilali’nin getirdiği fikirler muhakkak ki Balkan halklarının istiklal mücadelesinde önemli rol oynamıştır. Sizlere arz ettiğim ve öncülüğünü Rusya’nın yaptığı dini propaganda ile birlikte yürütülen Pan-Slavizm propagandası, Hıristiyan Balkan halklarını bizden koparan en büyük faktör olmuştur. Bilindiği gibi, Rusya önderliğinde Slav kökenli halkları bir araya toplamaya yönelik bu Pan-Slavizm hareketi, Balkan halklarının hem dinen, hem de irken bize düşman olmalarını sağlamıştır. Bu insanların kalbinde düşmanca hisler o kadar büyük olmuştur ki, Balkanlarda cereyan eden harpleri kaybeden Türklere karşı acımasızca katliamlar yapmalarına neden olmuştur. Bu katliamlann doruk noktaya ulaştığı dönem ise, 93 Harbi olarak bildiğimiz 1877-1878 Türk-Rus Harbi sonrası olmuştur. Bunun son halkası ise na-hak yere mağlup olduğumuz Balkan Harbi olmuştur. Biz bu darbeleri yedikçe, doğal olarak direncimiz de kırılıyordu. Fakat düşmanlarımızın sayısı da artıyordu. Rusya, İngiltere ve Fransa üçlüsüne bu sefer de İtalya ve Almanya katılmıştır. Bu ülkeler Balkanlardaki Hıristiyan halkları yeterince kışkırtıp ayaklanma için hazır hale getirdikten sonra gözlerini Orta Doğu’ya çevirmişlerdir. 39 Bizler için menfî ve üzücü olan bu gelişmelerin son perdesinde, Sultan II. Abdülhamit başlattığı İslam-Birliği kampanyası ile hem Balkanlardaki Müslümanlara, hem 93 Harbi’nden sonra yarı müstakil hale gelen Balkan ülkelerini devletin içinde tutmak, hem de diğer bölgelerdeki Müslümanlara sahip çıkmak istemiş ise de, Rusîngiliz ve Fransız sefirlerinin baskılan nedeniyle kampanyasından istediği neticeyi alamamıştır. Ülkenin bu perişan durumuna üzülen, sivil-asker bir avuç aydınımız İttihat ve Terakki Partisi’ni kurarak kurtuluş çareleri aramaya başlamıştır. Fakat Atatürk’ün dediği gibi, partinin ne yapacağı hakkında doğru dürüst bir programı dahi yoktu. Bu programsız parti, 1908’de o ana kadar takip ettiği denge siyaseti ile devleti ayakta tutan II. Abdülhamid’i ve yönetimini devirerek II: Meşrutiyeti ilan etmiştir. Bu iç mücadelemizden istifade eden Avusturya’nın, 5 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’i Yunanistan’ın da Girit’i ilhak ettiklerini görüyoruz. Bulgaristan ise bir adım daha ileri giderek istiklalini ilan etmiştir. Bu arada, İttihat ve Terakki yönetimi, devlet idaresini elinde tutabilmek için subayları, sivil memur gibi devlet hizmetinde çalıştırmak mecburiyetinde kalmıştır. Bu bir hata idi, hem de o zamana kadar yapılan hataların en büyüğü idi. 3.5 yıla yakın eğitim görmeyen ordumuz, Balkan ülkelerinin orduları karşısında ağır bir mağlubiyete uğradı. Daha düne kadar kendi idaresinde yaşayan Balkan halklarının ordularına yenilmek Türk insanının çok ağırına gitmiştir. Sonrasını biliyorsunuz: Rusya, İngiltere ve Fransa yanlarına İtalya’yı da alarak Türkiye’yi aralarında üç defa paylaşmışlardır. Hedef hem Anadolu’yu ele geçirmektir, hem de Osmanlı coğrafyasında özellikle Müslüman Arap kardeşlerimizin yaşadığı topraklarda, varlığı tespit edilen petrol bölgelerini ele geçirmektir. İşgalci emperyalist devletler, petrol bölgelerini ele geçirdiler, fakat Anadolumuzu, Türk’ün son istinatgahını bizden alamadılar. Atatürkümüzün ve O’nun yiğit arkadaşlarının önderliğinde bir ölüm kalım mücadelesi, 40 bir onur mücadelesi veren Türk milleti bu güzel toprakların sahibi olduğunu herkese gösterdi. Bu milli mücadeleye en büyük katkıyı veren kardeşlerimizin başında da Balkan Türkleri gelir. Kıymetli meslektaşlarım, tekrar rica ediyorum, arşivlerimizdeki belgelerin tasnifi çoktan tamamlandı. Cereyan eden olayları mutlaka sorgulayarak ele alın. Unutmayın ki, bu acılan çekmede, düşmanlarımızın aleyhimizde yaptığı çalışmalar kadar, kendi hatalarımızın, özellikle bilgisizlikten kaynaklanan hatalarımızın büyük rolü olmuştur. 41 KAYNAKÇA B. H. Sumner, Russia and Balkans (1870-1890), London, 1937. H. Seton-Watson, The Russian Empire (1801-1917), London, 1967. W. M. Gewehr, The Rise of Nationalism in the Balkans (1800-1930), London, 1967. M. S. Anderson, The Eastern Question, London, 1966. M. S. Anderson, The Great Powers and The Near East (1774-1923), Documents on Modem History, London, 1970. C. W. Crawlwy, The Question of Greek Indepence (1821-1833), London, 1937. Hans Kohn, Pan-Slavism. Its Hitory and Ideology, New York, 1960. H. N. Howard, The Partition of Turkey: A Diplomatic History (19131923), London, 1931. B. Lewis, The Emergence of Modern Turkey, London, 1961. E. Kedourie, England and the Middle East: The Destruction of the Ottoman Empire (1914-1921), London, 1956. A. N. Kurat, Türkiye ve Rusya: XVIII. Yüzyd Sonundan Kortuluş Savaşına Kadar Türk-Rus İlişkileri (1798-1919), Ankara, 1970. A. N. Kurat, “Pan-Slavizm”, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, XI/2-4, 1953. Y. T. Kurat, “1877-1878 Osmanlı-Rus Harbinin Sebepleri”, Belleten, No. 103, 1962. M. Saray, Türk-Rus İlişkilerinin Bir Analizi, MEB. Yayınları, İstanbul, 1998. M. Saray, Türkiye ve Yakın Komşuları, ATAM, 2. Baskı, Ankara, 2010. M. Saray, “Balkanlarda Rus Yayılması, Gazi Osman Paşa ve Plevne Müdafaası”, İ. Ü. Edebiyet Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı: XIII. (1983-87). M. Saray, “Rusya ve Balkanlar”, Balkanlar ve Türkiye’nin Bölgeye Yönelik Politikaları Smpozyumu (1998), Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1999. M. Saray, “What is the Bulgarian Government Trying to Prove by Denying the Historical Facts?”, Belleten, C. LII/202,1988. 42 B a l k a n H a r b î ’n d e n K a l a n M I r a s : E g e ’ d e v e D o ğ u AKDENİZ’DE P a y l a ş i l a m a y a n D e n î z SAHALARI Prof. Dr. Celalettin Yavuz TURKSAM Başkan Yardımcısı Balkan Harbi’nin 100. yılının idrak edildiği 2012 yılında, anılan savaşlar sırasında Osmanlı Devleti’nin Ege’de Yunanistan tarafından işgal edilen Anadolu’ya yakın adalar sebebiyle, hala iki ülke arasında çözülemeyen “Ege’de deniz sahalarının paylaşılamaması” sorunu mevcuttur. Balkan Harbi sebebiyle, Trablusgarp Harbi sonunda imzalanan Uşi Antlaşması yürürlüğe koyulamadığmdan, daha sonra Meis adası ve civarındaki deniz sahası sorunları, aynı zamanda Doğu Akdeniz’de de deniz sahalarının paylaşılamaması sorununu getirmiştir. Ege’de deniz sahalarının paylaşılamaması ile ilgili temel alanlar şöyledir: (1) Kıta sahanlığı uyuşmazlığı, (2) Karasuları sınırlaması, (3) Ocak 1996’da su yüzüne çıkan Egemenliği Anlaşmalarla Yunanistan’a Verilmemiş Adalar, Adacıklar ve Kayalıklar (EGEAYDAAK) sorunu. Bunlara “Arama Kurtarma Sahası”, Yunanistan’ın karasuları ötesinde hava sahası tesis iddiası, FIR hattını egemenlik belirleme hattı gibi gösterme iddiası ve deniz yan hududu da eklenebilir. Deniz sahalarının paylaşılamaması sorununun, zaman içerisinde sadece Ege Denizi ile sınırlı olmayıp, aynı belirsizliğin Doğu Akdeniz için de geçerli olduğu görüldü. Yunanistan’ın, 1830’da bağımsızlığına kavuşmasının ardından Ortodoks Kilisesi ’nin de eşliğinde Yunan Milli Ülküsü (Megali 43 Idea)’nü yayan Yunanistan, Osmanlı yönetimindeki adalara da el atmıştı. Adalardaki Hıristiyanlara kendi dillerinde eğitim verilmesini çok iyi değerlendirerek, 204 köyün bulunduğu tüm Ege adalarında 255 ilk ve ortaokul, üç lise açmışlardı. 1912 yılma gelindiğinde 715 öğretmenin bulunduğu bu okullarda 35.635 öğrenci öğrenim görüyordu. Oysa aynı adalarda Türklerin oturduğu bölgelerde yok denecek kadar az okul bulunduğu gibi, olanlar da yeterli düzeyde eğitim vermekten yoksundu.1 Ege’de deniz sahalarının paylaşımıyla ilgili sorunlar 1911-1913 tarihleri arasında çıkan Trablusgarp ve özellikle de Balkan Savaşları sonucu miras kaldı. Trablusgarp Harbi ve Ege’de Kayıplar İtalya, öteden beri Osmanlı Devleti’nin hizmet götüremediği propagandasını yaptığı Trablusgarp’a el koymak maksadıyla, 29 Eylül 1911 günü önce ültimatom vermiş, ardından da aynı gün İtalyan Donanması Trablusgarp sularında abluka uygulamaya başlamıştı.12 Güçsüz ve etkisiz donanmayı Trablusgarp Savaşı’nda kullanmayı düşünmeyen Osmanlı yönetimi, hazırlıksız yakalandığı bu savaş halinde Trablusgarp’a kara askeri de gönderememişti. Kolağası Mustafa Kemal, Binbaşı Enver (Paşa), Binbaşı Fethi (Okyar) gibi bir avuç vatansever subay ticaret gemileriyle Mısır’a, oradan da Deme’ye ulaşmış, örgütledikleri Sinusilere karşı başlangıçta 50 bin kişi olan İtalyan işgal kuvveti yeterli olamamış ve 1 Cemalettin Taşkıran, “Türkiye ve Onikiada”, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Gnkur. ATAŞE, Temmuz 1995, sayı 345, s. 24. 2 Celalettin Yavuz, Osmanlı Bahriyesinde Yabancı Misyonlar, D eniz K.K.lığı Basımevi, Kasımpaşa-İst., 2000, s. 181-183. Ayrıca bkz: T. Barclay, The TurcoItalian War and its Problems, Constable and Company Ltd, London, 1912, s. 95. 44 Aralık 1911’de 100 bine çıkarılmıştı. Üstelik deniz top ateş desteği de yanlarındaydı. Türk donanmasının ortada olmadığını gören îtalya’nın, Osmanlı Devleti’ni barışa zorlama konusundaki planlarından biri de Ege’deki Türk adalarını işgal etmekti.3 Mayıs 1912’de İstanbulya (Astipalia) ve Rodos sonra da Menteşe Adalarının önemli bir bölümünü işgal eden İtalya, büyük devletleri yatıştırmak gayesiyle; “Osmanlı Devleti’ni barışa zorlamak amacıyla Menteşe Adalarını işgal ettiğini, işgalin geçici olduğunu, barış yapıldıktan sonra adaların geri verileceğini” açıklamıştı.4 İtalyanlar, Rodos ve Menteşe Adalarının işgal olayını Arap halka duyurarak Osmanlı Devleti’ne duyulan güveni sarsmayı amaçlamışlardı.5 Balkan Savaşlarının ayak seslerinin duyulduğu bir sırada, İtalya ile 15-18 Ekim 1912 tarihlerinde Ouchy (Uşi) Anlaşması imzalandı. Anlaşmanın ikinci maddesi doğrudan Rodos ve Menteşe Adaları hakkında olup, İtalya; bütün Osmanlı askeri kuvvetleri ile sivil memurlarının Trablusgarp ve Bingazi’den çekilmeleri koşuluyla Rodos ve Menteşe Adalarım Osmanlı Devleti’ne iade ediyordu. Şayet Osmanlı askerleri ve memurları Trablusgarp ve Bingazi’den çekilmezse adalann teslimi söz konusu değildi. Öyle de olacaktı.6 3 Nauticus 1913, Jahrbuch für Deutschlands Seeinteressen, Emst Siegffied Mittler und Sohn, Königliche Hofbuchhandlung, Berlin, 1913, s. 254-255, Ayrıca bkz: Celalettin Yavuz, a.g.e., s. 185. 4 B ilal Şimşir, Ege Sorunu-Belgeler, C. II, TTK, Ankara, s. XII-XIII. 5 İsrafil Kurtcephe, Türk-İtalyan İlişkileri (1911-1916), TTK, Ankara, 1995, s. 121124. 6 OsmanlIlar Trablusgarp’ı boşalttıkları halde İtalyanlar, kendilerine karşı koymaya devam eden Sinusiler arasında Türkler de bulunduğu iddiasıyla adaları boşaltmayacaklardı. Bkz: Y usuf Hikmet Bayur, Türk inkılâbı Tarihi, C. II, Kısım II, TTK, Ankara, 1983, s. 345. 45 Balkan Harbi’nde Yunan Donanması’nm Ege Hakimiyeti ye Ege’de Kangrenleşen Gelişmelerin Başlangıcı Henüz daha Trablusgarp Harbi sona ermişti ki, bu kez Balkanlarda savaş çıktı. Balkan ülkeleri içerisinde harbe en iyi ve planlı bir şekilde hazırlanan Yunanistan, Ekim 1912 ayı başlarında Kuzey Amerika’dan 8.000 Yunan asıllı göçmeni Yunanistan’a getirterek, çok önceden başlatılmış olan seferberlik çalışmalarını aralıksız sürdürüyordu. Aynı tarihlerde Almanya’dan 30 hemşire talep edilmiş, İngiliz tersanelerinden dört torpido muhribi satın alınmış ve Delfîn adlı bir denizaltı da Pire’ye intikal etmişti.7 Yunan Donanması 18 Ekim 1912 tarihinde, Yunan Kralı’nın Donanma Teftişi’nden sonra albaylıktan tuğamiralliğe terfi ettirilen Donanma Komutam Pavlo Konduriotis 'in komutasında Averof sancak gemisine ilaveten üç zırhlı (Hydra, İpsara ve Spetsai) ve iki muhriple hareket etmişti. Diğer katılan gemilerle birlikte ilk hedefleri Limni adasını işgal ederek Mondros Limanı’nda bir ileri harekât üssü kurmaktı.8 Yunan xdonanmasmdaki Averof zırhlısı da sürat ve uzun menzilli toplarıyla Ege’de dengeyi Yunanistan lehine çevirmişti. Onarım sorunlarını giderememiş olan Osmanlı Donanması sadece teknik ve lojistik açıdan eksik olmayıp, ayrıca eğitim eksiklikleri ile mevcut personelin deneyimsizliği ile de karşı karşıya idi. îşte bu durumdaki Osmanlı Donanması “Hamidiye” kruvazörü dışında Çanakkale 7 Aklen AA, Türkei No: 203, R 14218, (A 18442). 8 TSK Tarihi-Balkan Harbi Osmanlı D eniz Harekâtı, Osmanlı D eniz Harekatı 19121913, cilt VII, Genkur Basımevi, 1993, s. 77. 46 dışına çıkarılmamış, Ege’de deniz Donanması’na adeta hediye etmişti. hâkimiyetini Yunan Yunan Donanması 23 Ekim 1912’de Taşoz ve Bozcaada’yı, 31 Ekim’de Gökçeada’yı, 1 Kasım’da Semadirek’i, 17 Kasım’da Ahikerye (Nikaria)’yi, 21/22 Kasım’da Midilli’yi, 24 Kasım’da Sakız’ı ve 16 Mart 1913’te de Sisam adasını işgal etmişti.9 Balkan Harbi’nin ilk bölümü tamamlandıktan sonra biri Londra’da, Osmanlı Devleti ile Balkan devletleri arasında “Barış”, diğeri de İngiltere Dışişleri Bakam Grey’in başkanlığında; Fransa, Rusya, Almanya, Avusturya ve İtalya elçilerinin katıldığı ve adına “Sefirler Konferansı” denilen iki ayrı konferans düzenlendi. 16 Aralık 1912’de açılan Barış Konferansı’na yeni kurulan Kamil Paşa Kabinesi’nden Ticaret ve Ziraat Bakanı Mustafa Reşid, Bahriye Bakanı Vekili Salih Paşa ile Berlin Elçisi Osman Nizami Paşa Türk heyeti olarak katılmıştı.1Yunan delegeleri ise bizzat Başbakan Venizelos’un başkanlığında, aralarında Paris Hukuk Fakültesi Devletler Hukuku Profesörü Politis’in de bulunduğu kalabalık bir grup halinde olup, aşın isteklerle gelmişlerdi. Bu konferansta “Ege Adalarının terki” konusu, Osmanlı Heyeti’nin; “Ege Adaları Anadolu ’nun ayrılmaz bir parçası olduğu ve başkalarına devredilemeyeceğine ilişkin itirazına neden olmuştu. Ancak, sonuçta Ege Adaları Sorunu’nun “Sefirler Konferansında görüşülmesine karar alındı. 2 Ocak 1913’te toplanan Sefirler Konferansı’nda büyük devletler arasında görüş birliğine varılamadı. Bu arada Londra Banş Konferansı da akamete uğramış ve dağılmıştı. 9 A fif Büyüktuğrul, Osmanlı D eniz Harp Tarihi ve Cumhuriyet Donanması, C. 4, Deniz Basımevi, İstanbul, s. 166-167. 47 30 Mayıs 1913’te Osmanlı Devleti, Balkan ülkeleri ile İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, Avusturya ve İtalya’nın da bulunduğu büyük devletler arasında Londra’da bir “Barış Öncesi Anlaşması” (Mukaddemat-ı Sulhiye Muahedesi) imzalandı. Bu antlaşmanın 5. maddesine göre; Girit hariç Ege Adalarının geleceği üzerinde karar vermek hakkı Büyük Devletlere bırakılıyordu. Altı Büyük Devletin temsilcilerinin katıldığı “Sefirler Konferansı” 13 Şubat 1914’te Yunanistan’a, 14 Şubat 1914’te de Osmanlı Devleti’ne bildirilmişti. Buna göre sadece Bozcaada, Gökçeada ve Meis’i Osmanlı Devleti’ne bırakırken, Balkan Harbi sırasında Yunanistan tarafından işgal edilen adaları “ismen” belirterek Yunanistan’a veriyordu.101 Sadrazam ve Hariciye Nazırı Said Halim Paşa, 15 Şubat 1914’te devletlere verdiği cevabi notada; “Osmanlı Devleti ’nin çıkarlarının dikkate alınmamasından duyduğu üzüntüyü ve hayal kırıklığını” dile getirmişti. Gökçeada, Bozcaada ve Meis’in Osmanlı Devleti’ne geri verilmesini senet kabul ederken, diğer sonuçları kabul etmemiş, 21 Şubat 1914’te Büyük Devletlerdeki Osmanlı elçilerine gönderdiği genelge ile BabIâli’nin, Adalar Sorunu’nu doğrudan Yunanistan’la görüşmek kararında olduğunu ifadeyle, elçilerin adalar konusunda bu devletlerle herhangi bir girişimde bulunmamalarını istemişti. Osmanlı Devleti’nin bu ve benzer girişimlerinin ardından İngiltere; “Osmanlı Devleti ile Yunanistan ’ın isterlerse adalar konusunu yeniden görüşebileceklerini ye Büyük Devletlerin Kararlarını değiştirebileceklerini” bildirmişti.11 Osmanlı Devleti Limni, Midilli, Sakız ve Sisam adalarının Osmanlı egemenliğine geri verilmesini istemişti. Ancak, bu adalara özerklik 10 Şerafettin Turan, “Rodos ve 12 Adanın Türk Hâkimiyetinden Çıkışı”, Atatürk Konferanslan 1964-68, TTK Basımevi, Ankara, 1970, s. 69-70. 11 Cevdet Küçük, (Editör), Ege Adalarının Egemenlik Devri Tarihçesi, Stratejik Araştırma ve Etüdler M illi Komitesi, Ankara, 2001, s. 52-53. 48 verilecek ve başına da Hıristiyan bir vali atanacaktı. Görüşmeler için bir taraftan girişimler yapılırken, aslında Menteşe Adalarının Sakız ve Midilli’ye karşılık değiştirilemeyeceğinin de Osmanlı üst yönetimince anlaşıldığının işaretleri mevcuttu. Hatta bu yüzden Menteşe Adalarının muhtemel bir Yunan istilasına karşılık İtalya’nın işgali altında kalması tercih edilir hale gelmişti.12 Balkan H arbi’nde T ürk Donanmasının Kullanılamayışı Ege’de evvelce Osmanlı Devleti’ne ait adaların nasıl olup da savunulamadığı akla gelebilir. Bunun cevabı için Balkan Savaşlarında Türk donanmasının ne durumda bulunduğu ve nasıl kullanıldığının bilinmesinde yarar vardır. Harbin karada ve denizde hızla başladığı sırada Osmanlı Devleti özellikle Yunan ve Bulgar kara kuvvetlerine karşı koyamamış, bir taraftan Yunanistan süratle Selanik’e yaklaşırken, Bulgar kuvvetleri de Trakya’da ilerleyişlerini sürdürmüşlerdi. Harbin bu başlangıç safhasında ve Selanik’ten kara ve demir yolu ile İstanbul’a ulaşmanın mümkün olmadığı bu zaman diliminde Selanik’te zorunlu ikamete tabi tutulan sabık padişah Abdülhamid’in Selanik’ten nakledilebilmesi için o sırada İstanbul’da bulunan Almanya’nın Akdeniz’deki istasyoner gemilerinden SMS Loreley ’den yardım alındı. Alman Büyükelçiliği’nin emri ile “Kızılhaç malzemelerini almak için Rodos’a hareket ettiği” şeklinde, sahte bir duyuru ile Selanik’e hareket eden SMS Loreley, 30 Ekim’de Abdülhamid’e ilaveten aile fertleri ve yardımcılarını alarak İstanbul’a getirdi.13 Türk donanması sabık Sultanı için Selanik’e gidemez iken, bunu Alman bandırası altında yaptırmıştı. Bunun anlamı ise; daha harbin 12 Şerafettin Turan, a.g.y., s. 69. 13 RM 5/1585;SMS Loreley’in 02 Kasım 1912 tarihli kayıtları, B 4454, s. 30. 49 ilk günlerinde Ege’de Yunan donanmasının üstünlüğünün kabul edilmiş olduğu idi. Balkan Harbi başlarında Bulgar kuvvetleri beklenmedik bir hızla Trakya’da ilerleyip Çatalca’ya yaklaştığında, 08 Kasım 1912 (26 Ekim 1328) tarihinde Başkomutanlık Vekaleti’nden Bahriye Nezareti’ne ve Donanma Komutanlığı’na; “...Donanmanın Karadeniz ’de Terkos önleri ile Marmara ’da Büyükçekmece ve Silivri arasında bulundurularak, düşman bataryalarını, hatlarını ve ihtiyatlarını ateş altına almak için hazır bulundurulması.” emri verilmişti. Ertesi gün toplanan Bahriye Şurası da, “...Ege’de deniz hâkimiyeti Yunanlılarda kaldıkça Bulgar kuvvetlerinin kolaylıkla lojistik destek alabileceğini, dolayısıyla da Osmanlı Donanması ’nın her şeyden önce Ege ’de deniz hâkimiyeti sağlamasının şart olduğu... ” değerlendirmesini yapmıştı.14 11 Kasım 1912 tarihinden itibaren ticaret gemileri ile Tekirdağ’daki kuvvetler İstanbul’a kaydınlırken, donanmanın muharip unsurları da Marmara’da kara kuvvetlerini desteklemek için harekâta katılmışlardı. 20 Kasım 1912’ye kadar bu gemilerden özellikle Turgutreis ve Barbaros zırhlılarının top ateş desteği düşmanın Çatalca’da ilerleyişine önemli engeller çıkarmıştı.15 Donanma bu destek harekâtı sırasında da onarım ve bakım ihtiyacı duyarken, silah bırakışmalarının konuşulduğu 25 Kasım 1912 tarihinde Başkomutanlık Vekâleti, Donanma’nm bölgedeki ateşi keserek Çanakkale’ye intikalini emretmişti. Donanma’nm Çanakkale’ye intikalinden sonra, 3 Aralık 1912 günü Bahriye Nezareti, gemilerin durumuna aldırış etmeksizin; “...kamuoyunun Donanmayı Akdeniz’de görmek istediği”nden hareketle, Ege’ye 14 TSK Tarihi - Balkan Harbi Osmanlı D eniz Harekâtı, a.g.e., s. 106-107. 15 TSK Tarihi - Balkan Harbi Osmanlı D eniz Harekâtı, a.g.e., s. 110-117. 50 çıkılarak Yunan Donanması’na kati bir darbe indirilmesi enirini vermişti. 25 Kasım’da, yani bir hafta önce Donanma’mn onarım ve bakıma ihtiyacı olduğunu belirten Bahriye Nezareti’nin bu emrini bir politika gereği olarak değerlendiren Donanma Komutan Vekili, denize çıkmama gerekçelerini Başkomutanlık Vekâleti’ne bildirmişti. Komutanın azline kadar varan bu gelişmeleri, Tersane’nin fabrikalar müdürü İngiliz Albay Black, durumu tetkik için Çanakkale’ye sevk edilmesi izledi. Sonuçta gemilerin onarım ihtiyacı teyit edildi.16 Emir komuta zincirinde ve onarım ile lojistik ve teknik destek hususlarında yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen Osmanlı Donanması Çanakkale’den Ege’ye birçok kez çıkarak harekât icra etmişti. Türk donanmasının Balkan Harbi sırasında kayda değer harekâtı şöyle idi: Mecidiye kruvazörünün 14 Aralık 1912 tarihli harekâtı, 1912 tarihli İmroz Muharebesi. ■ 22 Aralık 1912 tarihli, Donanma’nm Keşif Harekâtı. ■ 4 Ocak 1913 tarihli iki deniz harekâtı. ■ Donanma’nm 10-11 Ocak 1913 tarihli harekâtı. ■ 18 Ocak 1913 tarihli Mondros Muharebesi. ■ 8 Mart, 6 Nisan ve 11 Nisan 1913 tarihlerindeki harekât. Tüm bu münferit ve donanma unsurlarıyla yapılan harekât sırasında kayda değer sonuçlar almamadı. Yunan donanmasındaki Averoff zırhlısı, yüksek sürati, uzun menzilli ve dakikada atım adedi yüksek toplarıyla, Yunanistan’ın Ege’de deniz kontrolünü sağlamada önemli bir rol üslenmişti.17 Buna karşılık Türk donanması genellikle Marmara’da; Şarköy Çıkarması, Çatalca Cephesi’nde Kara-Deniz ygjA x arihi- Balkan Harbi Osmanlı Deniz Harekâtı, a.g.e., s. 127-129. 17 TSK Tarihi Balkan Harbi Osmanlı Deniz Harekâtı, a.g.e., s. 135-194. 16 51 İşbirliği, Çatalca Cephesi’ndeki birliklerin denizden desteklenmesi gibi hizmetlerde kullanılmıştı.18 Netice itibariyle Türk donanması Ege’de varlık gösteremediği için, Yunan donanması tarafından işgal edilen Boğazönü ve Anadolu’ya yakın adalar, daha sonra başlayan I. Dünya Harbi ile akıbeti belirsiz kalmış, çözüm İstiklal Harbi sonundaki Lozan Barış Anlaşması’na kalmıştı. Lousanne Barış Andlaşması ve Adalar TBMM Hükümetinin Lousanne Barış Konferansı’nda görüşülecek 14 maddelik programının 10. maddesi “Anadolu’ya yakın olan adalar” ile ilgili olup, Rodos ve Menteşe Adaları da bu gruba dâhildi. 22 Kasım 1922’de Rodos ve Menteşe Adaları dışındaki diğer işgal altındaki adalar ele alındı. Türk heyeti 25 Kasım’da Semadirek, Gökçeada ve Bozcaada’nın iadesini, diğer adaların da askersizleştirilerek ve siyasi muhtariyet verilmek suretiyle tarafsızlaştırılmasmı istemişti. Venizelos ise Gökçeada ve Bozcaada’nın da Yunanistan’a verilmesini istiyordu.192024 Temmuz 1923’te imzalanan Lousanne Barış Antlaşması’nınnm 15. maddesi ile Meis, Rodos ve Menteşe Adaları üzerindeki haklarından . . 20 vazgeçmişti. 18 TSK Tarihi Balkan Harbi Osmanlı Deniz Harekâtı, a.g.e., s. 204-219. 19 Şerafettin Turan, a.g.y., s. 77-78. 20 Bu metnin Türkçe tercümesi şöyle idi: “Türkiye... bugünkü durumda İtalya’nın işgali altında bulunan Stampalia (Astropalia), Rodos (Rhodes, Rhodos), Kalki (Calki, Khalki), Skarpanto (Scarpanto), Kazos (Casos, Caso), Piskopis (Piscopis, Tilos), Miziros (Misiros, Nisıros), Kalimnos (Calimnos, Kalymnos), Leryoz (Leros), Batnoz (Patmos), Lipsos (Lipso), Sömbeki (Symi, Simi), ve İstanköy (Kos, Cos) adaları ile bunlara bağlı adacıklar ve M eis adası (2 sayılı haritaya bakılması) üzerindeki bütün haklarından ve sıfatlarından İtalya yararına vaz geçmiştir. Bkz: ’Treaty o f Peace with Turkey and other Instruments, Treaty Series No. 16 (1923), Md.15. 52 Bu metne göre, Lousanne Banş Andlaşması ile İtalya’ya Meis ile birlikte Menteşe Adalarının ismen sayılan 13 adedi verilmiştir. Burada Meis hariç ismen sayılan diğer adalar, “bağlı adacıklar” da dâhil İtalya’ya verilmiştir. Burada “bağlı adacıklar” sözcüklerinin ne ifade ettiği, hangileri olduğu, “bağlı adacıklar” kapsamına Menteşe Adaları içerisindeki adacıklardan hangilerinin dâhil olduğu, konunun hukuki veçhesini teşkil etmektedir. 1947 Paris Antlaşması ile Meis, Rodos ve Menteşe Adalarının Yunanistan’a Devri II. Dünya Harbi sonunda, Türkiye savaş sırasında yaşadığı tarafsızlık halinden daha beter bir yalnızlık içerisindeyken Paris’te savaş sonu konferansı ve barış anlaşmaları yapılıyordu. Karşı tarafın eline geçmesi halinde ülke güvenliğini önemli ölçüde etkileyecek olan Menteşe Adaları ile Meis el değiştirirken, Türkiye bu görüşmelere müdahil olmak şöyle dursun, gözlemci sıfatı ile dahi katılamıyordu. 10 Şubat 1947’deki Paris Barış Antlaşması ile tescil edilen Menteşe Adalarımn kaderiyle ilgili hususlar 14. maddeye göre şöyledir: 1. İtalya işbu andlaşma ile aşağıda belirtilen Menteşe Adaları (Onikiada)’nı tüm egemenliği ile Yunanistan’a terk eder; yani, Stampalia (Astropalia), Rhodes (Rhodos), Calki (Kharki), Scarpanto, Casos (Casso), Piscopis (Tilos), Misiros (Nisiros), Calimnos (Kalymnos), Leros, Patmos, Lipsos (Lipso), Simi (Symi), Cos (Kos) ve Castellorizio ve bitişik adacıklar. 2. Bu adalar silahsızlandırılacak ve öyle kalacaklardır. 3. Bu adaların Yunanistan’a devriyle ilgili usul ve şartlar, Birleşik Krallık Hükümeti ile Yunanistan arasında, andlaşma ile tespit edilecektir ve bu andlaşmanm yürürlüğe girmesinden itibaren en geç 90 gün içinde yabancı birliklerin çekilmesi için gerekli düzenlemeler yapılacaktır. 53 İngiltere ve Yunanistan, Menteşe adalarının sınırlarının belirlenmesini de istemiş, hatta bu hususta 28 Aralık 1932 Türkİtalyan Teknisyenler Zabıtnamesi’ne atıf yapmak istemişler, ancak, Sovyetler Birliği’nin bu metinlerin geçerliliği konusundaki itirazları nedeniyle vazgeçmek zorunda kalmışlardı.2lKeza, adaların silahsızlandırılması gerekirken, Yunanistan bunu zamanla ihlal etmiştir.22 1996’da Ortaya Çıkan EGEAYDAAK Sorunu ve Sorun Üzerinde Düşünceler 1970’li ve 1980’li yıllarda Ege’deki deniz sahalarının paylaşımı sebebiyle savaşın eşiğinden dönen Türkiye ve Yunanistan, Ocak 1996 yılı sonunda bir kez daha savaşa ramak kalan bir gerilim yaşadı. Bunun sebebi “Kardak Krizi” idi. Kardak Krizi ilk kez 20 Ocak 1996’da Yunan Gramma dergisi ile basma yansımış, bir Yunan TV istasyonu Kardak yakınındaki Kelemez Belediye Başkam’nı Kardak Kayalıkları üzerinde Yunan bayrağını kaldırırken görüntülemişti. Ardından bir Türk Gazetesi, bir grup gazeteciyi adadaki Yunan bayrağı ile Türk bayrağını değiştirirken görüntülemek için göndermişti. Ertesi gün de Yunan askerleri kayalıklardan birine çıkarılmış, Yunan bayrağı yeniden dikilmişti. Arkasından bölge Türk ve Yunan Deniz Kuvvetlerine ait sayısız firkateyn, hücumbot, sahil güvenlik botu, helikopterlerle çevrilmişti. 29 Ocak 1996 günü de Türkiye ikinci bir notayı Yunanistan’a vererek, Aralık 1932 tarihli Türk-İtalyan Teknisyenler 21 Foreign Relations, V. III, 1946, p.665-666 22 Ege adalarının silahsızlandınlmasıyla ilgili sorunlar için bkz: Celalettin Yavuz, Andlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıkların Hukuki Statüleri de Dahil Menteşe Adaları (Onikiada)’nm Tarihi, Dz.H.O. Basımevi, İstanbul, 2003, s. 51-60. 54 Zabıtnamesi’nin geçersiz olduğunu, bir anlaşma olmadığını ve Kardak statüsünde pek çok kayalık ve adacık olduğu gerekçesiyle, bu adacıkların egemenliği konusunda Yunanistan’la masaya oturmaya davet ediyordu. Yunanistan ise Silahlı Kuvvetlerini alarma geçirdi. Her iki ülke başbakanlarının adacıkların egemenliği konusundaki tavizsiz demeçleriyle Kardak Krizi birden kritik bir safhaya girmişti. 31 Ocak sabahı ikinci ve daha küçük kayalıkta Türk SAT komandoları yer aldı. Taraflar birbirlerinin silah menzili içindeydi. Bir kıvılcımın kafi geleceği savaşın eşiğinden ABD Başkanı Clinton, ABD Dışişleri Bakanı Christopher ve NATO Genel Sekreteri Solona’nın telefon diplomasisiyle dönüldü. Sonuçta taraflar bayraklarını ve kayalıklardaki birliklerini geri çekmiş, krizden önceki “status que ante”ye dönülmüştü.23 Yunanistan, özellikle NATO’ya girdikten sonra Ege’deki komuta kontrol hususları nedeniyle, 28 Aralık 1932 tarihli Teknisyenler Zabıtnamesi’ne göre deniz yetki alanlarının belirlenmiş olduğunu iddia etmektedir. Türkiye ise bu sınırlandırmayı hiçbir zaman kabul etmediği gibi, söz konusu zabıtnamenin geçerli hukuki bir belge olmadığını savunmaktadır. Türkiye’nin bu konudaki dayanağı Lousanne Barış Antlaşması’ndanda yer alan 12, 15 ve 16. maddelerdir. Lousanne Barış Antlaşması Madde 12 ile bir taraftan Türkiye’nin egemenliğini devrettiği adalar ismen sayılarak belirlenirken, diğer taraftan da egemenliğinde kalan adalar üzerindeki bu haklan teyit edilmiştir. Burada bir ayrıntı mevcuttur. 12. maddede yer alan ve 23 Angelos M. Syrigos, The Status o f the Aegean Sea According to International Law, Etablissements Emile Bruylant S. A., Bruxelles, 1998, ss. 346-348; ayrıca: Thanos Veremis, The Ongoing Aegean Crisis, Thesis - A querterly publication o f theH ellenicM inisteryofF oreign Affairs, volüm e l,is s u e N o .l, s. 29. 55 Türkiye’nin devretmediği adalar üzerindeki hâkimiyetini teyid eden hükümler genellik arz etmekte olup, bu bağlamda 15. maddede düzenlenen hususlar Menteşe Adaları bölgesini de kapsamaktadır. Başka bir ifadeyle; 15. madde, 12. maddeye, istisna olarak Menteşe Adaları bölgesinde sadece Türkiye’nin egemenliğini devrettiği adalarla ilgili bir düzenleme getirmektedir. Üç Mil Uygulaması gibi Türk egemenliğini teyid eden hükümler bakımından ise, 12. maddenin son cümlesine tabidir. Lousanne Barış Andlaşması’nm; “...Asya kıyısından 3 milden az bir uzaklıkta bulunan adaların Türk egemenliği altında kalacağı ”m öngören 12. maddesinin hükmünün mefhumu muhalifinden a contrario, bu mesafenin dışında kalan adaların Türk hâkimiyetinde olmadığı sonucuna varmak da, doğru olmayacaktır. Lousanne Barış Andlaşması Md.l2/son c.’deki üç mil uygulamasının bu mesafe dışında kalan adalar üzerindeki Türk hâkimiyetini sona erdirdiğini düşünmek, Lousanne Barış Andlaşması’nın lafzına aykırıdır. Andlaşmanm hiçbir hükmünde, Anadolu sahillerinden itibaren üç mil mesafenin dışındaki adaların üzerindeki Türk hâkimiyetinin sona ereceğine ilişkin bir kayıt yoktur. Andlaşma ile; “Asya sahillerinden itibaren üç mil içinde kalan adaların Türk hakimiyetinde kalacağı” belirtilerek, anılan adalar üzerindeki Türk hakimiyeti teyid edilmiştir. Diğer taraftan, üç mil uygulamasının, bu mesafe dışında kalan adâlar üzerindeki Türk hâkimiyetini sona erdirdiğini düşünmek de, söz konusu andlaşmanm ruhuna ve andlaşmalann yorumuna ilişkin uluslararası hukuk kurallarına aykırıdır. Lousanne Barış Andlaşması Md. 12/son c.’deki üç mil uygulamasının, bu mesafe dışında kalan adalar üzerindeki Türk hâkimiyetini sona erdirdiğini düşünmek, ülke devrinin açık bir irade beyanı ile olacağını öngören uluslararası hukuk kurallarına da aykırıdır. 56 Lousanne Barış Andlaşması Md. 12 ile Yunanistan’a devredilen adalar, açıkça ve ismen anılarak Yunanistan’a devredilenler ile Altı Büyük Devlet Karan’na atıfta bulunarak verilenlerdir. Bu madde ile ve Atina Andlaşmalarmm sırasıyla 5 ve 15. maddelerinde de belirtildiği gibi, herhangi bir bölgesini ayrı tutmaksızm, Yunan işgalinde bulunan tüm Ege Denizi’ndeki Osmanlı adalannın kaderini tayin etmektedir. Üzerinde ısrarla durmak gerekirse, sadece adalarla ilgili olup, adacık ve kayalıklar bu kararın kapsamı dışında kalmaktadır. O devirde yürürlükte olan uluslararası hukuk kurallarına göre, Yunan işgali altında bulunan Osmanlı adalarımn fetih yoluyla Yunan egemenliğine geçebilmeleri için, Osmanlı Devleti’nin bunu kabul etmiş olması gerekirdi. Oysa Osmanlı Devleti, işgal altında bulunan adaların Yunanistan’a devredilmesini öngören “Altı Büyük Devlet Kararı”na itiraz etmiş ve. adalarda egemenlik tasarruflarında da bulunmaya devam etmiştir.24 Zira Osmanlı Devleti bu adaların Yunanistan tarafından zapt ve ilhakı konusunda karşı koymuştur. Yunanistan’ın fiili işgalinin hukuki sonuçları hakkında karar verilmesi Altı Büyük Devlet’e bırakılmış, üçüncü taraf olan Osmanlı Devleti de bu büyük devletlerin kararma itiraz ederek, ülkesinin birer parçası durumundaki Ege adalarının işgalci Yunanistan'ın hâkimiyetine geçmesini reddetmiştir. Ardından, Lousanne Barış Andlaşması ile Türkiye; Yunanistan’a fetih yoluyla ülkesine katmak amacıyla işgal etmiş olduğu adaları, Gökçeada ve Bozcaada dışında Yunanistan’a bir Uluslararası Hukuk kurumu olan ülke devri dairesinde vermiştir. 13 Şubat 1914 tarihinde Yunan işgali altında bulunan Osmanlı adaları; Taşoz, Semadirek, Gökçeada, Bozcaada, Limni, Bozbaba, Midilli, Sakız, îpsara, Sisam ve Ahikerye adaları idi. Gökçeada ve Bozcaada üzerindeki 13 Şubat 24 Sertaç Hami Başeren, A li Kurumahmut, E ge’de Temel Sorun - Egemenliği Tartışmalı Adalar, TTK, Ankara, 1998, s. 94-95. 57 1914 tarihinde mevcut Yunan işgali ve bu işgal bahane edilerek, Altı Büyük Devlet Karan ile kurulmaya çalışılan Yunan hâkimiyeti reddedilmiştir. Taşoz, Bozbaba ve İpsara adalannı işgal altında bulunmalan nedeniyle Yunanistan’a veren Altı Büyük Devlet Karan onanarak, bu adalar Yunanistan’a devredilmiştir.25 Öte yandan, yukarıda Lousanne Banş Andlaşması bahsinin geçtiği bölümde de açıklanmış olduğu gibi, Lozan Barış Andlaşması Md. 15 ile de İtalya’ya devredilmiş olan Menteşe Adaları da ismen yazılmak suretiyle devredilmiştir. Bu adalardan “Meis” dışındakilere “bağlı adacıklar” da İtalya’ya devredilmiştir. Burada akla gelen soru; “Bağlı adacıklar kapsamına giren adacıklar hangileridir? ” olmaktadır. Bunun için jeoloji ve coğrafya uzmanlarının gözetiminde ayrıntılı bir çalışma yapmadan cevap vermek şu an için mümkün görünmemektedir. Doğu Kardak’m Anadolu’ya uzaklığı 3.6, İtalya’ya devredilen en yakın Kilimli Adası’na mesafesi 5.7 mil, en yakın Türk adası olan Çavuş Adası’na mesafesi 2.2 mildir. Batı Kardak da aşağı yukarı aynı kriterleri kapsayacak şekilde Anadolu’ya ve Türk adasına daha yakındır. Dolayısıyla uzaklık kriterleri dikkate alındığında Kardak Kayalıkları Anadolu’ya bağlıdır. Bölgedeki deniz derinliklerine bakıldığında da Kardak Kayalıklarının Anadolu’nun doğal uzantısı üzerindeki bir parçası olduğu görülmektedir.260 halde Lousanne Barış Andlaşması Md. 15 ile İtalya’ya ismen sayılarak devredilen adalarla bunlara “bağlı adacıklar” da devredilmiş olmakta, buna karşılık bölgede bulunan ve “bağlı olmayan kayalıklar ve adacıklar”ın da halen Türk hâkimiyetinde olması gerekmektedir. 25 26 Sertaç Hami Başeren, a.g.e., s. 97-98. Sertaç Hami Başeren, a.g.e., 100. 58 1947 Paris Barış Andlaşması 14. maddesi hükmünce aynı Menteşe Adaları ve Meis, bu kez de Yunanistan’a ismen sayılarak devredilmiştir. Ancak, Meis dışındakilerin “bitişik adacıklarının” egemenliği de devredilmiştir. Görüldüğü üzere bir üst paragrafta Menteşe Adaları Lozan Md.15 ile İtalya’ya devredilirken, ‘‘Bağlı adacıklar”, aynı adalar Paris Md.14 ile İtalya’dan Yunanistan’a devredilirken “bitişik adacıklar “ ile birlikte devredilmektedir. Tarih sırasına göre her iki andlaşmada yer alan bu “bağlı adacıklar” ve “bitişik adacıklar” kavramlarının açıklanmasına ihtiyaç vardır. Kardak Krizi sonrasında tarafların Ege’deki iskânsız adacıklar konusundaki • çalışmaları sürdürülürken, 30.5.1996’da Girit güneyindeki Gavdos Adası, planlı NATO Tatbikatı’nm planlama toplantısı sırasında, Yunan heyeti tarafından tatbikat sahaları dâhiline alınmak istenmiş, Türk heyetinin itirazı ile karşılaşılmıştı. Zira, Gavdos da Kardak gibi, “Egemenliği Andlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada Adacık ve Kayalıklar "dan. biriydi.27Kardak Krizi sonrasında tarafların EGEAYDAAK konusundaki iddiaları sık sık basın yayın yoluyla ve deniz yetki alanlarını konu alan uluslararası seminer ve sempozyumlarda yer aldı. Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya, Kardak Kayalıkları güneyinde, Kelemez Adası ile Pserimos arasındaki Plati Adası’nm da “Egemenliği Yunanistan’a Devredilmemiş” adalardan biri olduğunu iddia etti.28 Türkiye’nin iddiasına göre çoğunluğu Anadolu’ya yakın sularda olmak ve bir kısmı da meskûn olmak üzere Ege’de 152 ada, adacık ve kayalığın egemenliğinin, Osmanlı Devleti’nden andlaşmalar yoluyla devredilmediği, Türk hukukçuları ve yazarları tarafından 27 A. M. Syrigos, a.g.e., s. 350-351. 28 Güven Erkaya, “Plati Adası Kimin?”, Ulusal Strateji, Eylül-Ekim 1999, s. 34. 59 iddia edilmektedir.29 Yunanistan ise bu ıssız ada, kayalıklar konusunda egemenliğini tesis etmeye yönelik iskân politikası veya “Doğayı Koruma” adı altında faaliyetleri sürdürmekte, bahse konu adacık ve kayalıkların bulunduğu bölgelerde askeri tatbikatlar icra ederek, fiili durum yaratmak istemektedir. Türkiye, gerginliği tırmandırmadan fakat duyarlılığını ve fiili bir durumu kabul etmeyeceğini her vesileyle resmi beyanlarla duyurmaktadır.30 Uluslararası Sürekli Hakem Mahkemesi, 1998 yılı içerisinde Kızıldeniz’deki adacık ve kayalıklar üzerinde Eritre ile Yemen arasında süren egemenlik uyuşmazlığını karara bağlamıştır. Lousanne Barış Andlaşması yürürlüğe girene kadar Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde bulunan Kızıldeniz’deki ada, adacık ve kayalıklar üzerinde Eritre ile Yemen arasındaki bu sorunun çözümü sırasmda, Uluslararası Sürekli Hakem Mahkemesi, Lousanne Barış Andlaşması’mn; “Türkiye ’nin egemenliği bu andlaşma ile kendisine verilmiş adaların haricindeki adalar üzerindeki haklarından vazgeçtiğini ve bu adaların geleceğinin ilgili taraflarca düzenleneceğini kabul eden” 16. maddesine getirdiği yorum ile Türkiye ile Yunanistan arasındaki “Egemenliği Andlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve kayalıkların uyuşmazlığı konusuna da etkileri olabilecek sonuçlara ulaşmıştır. (1) Türkiye’nin 1923’e kadar egemenliği altında bulunan Kızıldeniz Adaları üzerindeki haklarından feragat ettiği, (2) Bu adalar 29 Celalettin Yavuz, a.g.e., s. 67-68. 30 Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Büyükelçi Necati Utkan, 17.1.1999 tarihinde, bu kayalıkları kapsayan alandaki Yunan tatbikatları konusunda bir somya',” Geçmiş te çeşitli vesilelerle kamuoyuna duyurduğumuz üzere, Ege ’de egemenliği uluslar arası andlaşmalarla Yunanistan 'a devredilmemiş ada, adacık ve kayalıkların statüsünün, bu ülke tarafından fiili durumlar yaratılarak ve tek taraflı eylemlerle değiştirilmesine teşebbüs edilmesi tarafımızdan kabul edilmeyeceği gibi, bu adacık ve kayalıkların egemenliği konusunda uluslar arası hukuk açısından da sonuç doğurmaz ” şeklinde cevaplamıştır. 60 üzerindeki egemenliğin belirlenmediği, (3) Bu adaların aidiyetinin ilgili taraflarca tespit edileceği, hükme bağlanmıştır. Bu hükümlere göre; ilgili diğer tarafların rızası olmadıkça tek bir devletin tek taraflı uygulamaları ile bu adacık ve kayalıklar üzerinde egemenlik kuramayacağı sonucu ortaya çıkmaktadır. Eritre Yemen Sürekli Hakem Mahkemesi egemenlikle ilgili kararmı verirken şu ölçütleri dikkate almıştır: (1) Adaların egemenliğinin belirlenmesinde son on yıldaki devlet uygulamalarına büyük önem verilmiştir.(2) Devlet uygulamalarının bulunmadığı ya da yeterli olmadığı durumlarda, coğrafi yakınlık ilkesi esas alınmış ve taraf devletlere, kendisine yakın olan adalan vermiştir.31 Yukarıdakilere ilaveten, Sürekli Hakem Mahkemesi’nin EritreYemen uyuşmazlığındaki karara göre; Lousanne Barış Andlaşması ile Türkiye’nin feragat ettiği topraklar (ada, adacık ve kayalıklar dâhil) üzerindeki egemenliği, taraflardan biri tek başına belirleyemeyecektir. Yani, egemenlik ve devlet uygulamaları hangi boyutta olursa olsun, Türkiye rıza göstermedikçe, Türkiye’nin feragat ettiği kayalıklar üzerinde Yunanistan egemenlik tesis edemeyecektir. Ancak, bu durumda Türkiye de, EGEAYDAAK üzerindeki egemenlik haklarından feragat etmiş ve bunlar ile hava sahalan “Egemenliği Belirlenmemiş Alan” statüsüne girmiş olacaktır. Bu durumda; “Türkiye’nin feragat ettiği bu topraklar üzerinde Yunanistan’ın hiçbir şekilde egemenlik tesis edemeyeceğini ileri sürmek” mümkün görülmektedir. Ancak, Yunanistan, bu iddialan ısrarla reddetmekte, adacıkların sınırlarını ise “tek taraflı bir kararla” haritalarda göstermediğini ileri sürmektedir.32 31 Ayrıntılar için bkz: Celalettin Yavuz, a.g.e., s. 68-69. 32 Evangelos Venizelos, “Ulusal Strateji”, Elefterotipia, 6.6.2006, http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/disbasin/2006/06/07x06x06.htm#% 207 61 Doğu Akdeniz ve Kıbrıs Civarında 2000’Ii Yıllarda Su Üstüne Çıkan Sorunlar Doğu Akdeniz’de krizin varlığı, özellikle GKRY’nin 2004 sonunda “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak AB üyesi olmasıyla birlikte daha çok su üstüne çıktı. Zaten 2000’li yılların başlarında Doğu Akdeniz’de pek çok yabancı araştırma gemisi tarafından deniz yatağında sismik araştırmalar yapılmış, Nisan 2004’teki “Annan Planı”mn Kıbrıs’ta referanduma sunulması öncesinde, Kıbrıs civarındaki deniz tabanında mineral (petrol-doğalgaz) varlığı biliniyordu. GKRY Parlamentosu, 26 Ocak 2007’de kabul ettiği bir yasa ile Mısır ve Lübnan ile anlaşmış olduğu deniz sınırlarının içerisinde kalan sahada 13 adet petrol/doğalgaz arama ruhsat sahası ilan etti. Toplam yüzölçümü yaklaşık 70.000 km2’lik denizdeki 1, 4, 5, 6 ve 7 numaralı sahalar, Türkiye’nin 2 Mart 2004 tarih ve 2004/Turkuno DT4739 sayılı Notası ile haklarını saklı tuttuğu Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı alanlarının 7.000 km2’lik kısmına tecavüz etmekteydi. GKRY’nin ruhsat verdiği deniz sahalarının yüzölçümü, Kıbrıs Adası’nda hükmettiği alandan daha büyüktür.33 Türkiye 2009 yılı içerisinde Mısır’la deniz yan hududunun belirlenmesi konusunda görüşmeler yaptı. Bu görüşmelerde Türkiye’nin Meis ve Strongili adalarının MEB haklarına sahip olmadıklarını ileri sürdüğü, böylelikle de Yunanistan ile Kıbrıs arasında ortak deniz sınırlarının son bulacağı iddia edildi. Yunan tarafı, Meis adasımn deniz yan hududu olduğunu, dolayısıyla MeisRodos, Meis-Kıbns arasındaki “hayali” deniz yan hududu ile de 33 Sertaç Hami Başeren, “Doğu Akdeniz’de Gerilim”, (Erişim: 13.02.2009), http://www.tudav.org/new/projects.php?pid=28 Ayrıca bkz: Celalettin Yavuz, “50. Kuruluş Yılında Kıbrıs: Acaba Kıbrıs Sorununda Çözüm Yakın mı?”, Jeopolitik, yıl 9, sayı 73, Şubat 2010, s. 17. 62 Türkiye ile Mısır arasında ortak bir deniz hududu olamayacağını ileri sürmektedirler. Yunanistan’la 20 Haziran 2009’da ve hemen ardından da 22 Haziran 2009’da Türkiye ile görüşmelerde bulunan Mısır’ın tutumu Yunanistan tarafından eleştirildi. İşin ilginç yanı Yunanistan, “deniz hukukunun açıkça ihlal edildiğini” ileri sürmesine rağmen, aynı masada Mısırlıların Türklerle birlikte oturacağını bilerek 20 Haziran’da görüşme yapmasıydı. Bu durumun Papandreou Hükümeti tarafından “düzeltilmesini” bekleyen YunanRum basını, Yunanistan ile Kıbrıs arasındaki münhasır ekonomik bölge “haklarının” Türkiye’nin Akdeniz’deki “yasa dışı” girişimleriyle gasp edileceğini ileri sürmektedirler.34 Türkiye de Akdeniz’in doğusunda, petrol aramak istemektedir ve bu çerçevede devlet petrol şirketi TPAO’ya Doğu Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama yetkisi verilmiştir. Yunanistan ve Kıbrıs ise bu kararın haklarım ihlal ettiği kanaatindedir. Çünkü iki sahadan biri Rodos civarında ve İkincisi de Yunanistan’a ait Meis adası ile Kıbrıs yakınlarındadır. Yunanistan ve GKRY, Türk hükümetlerinin bu tutumunu 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu ileri sürmekte, Türkiye’nin petrol aradığı söz konusu bölgelerin Yunanistan ve Kıbrıs Kıta Sahanlığına ait olduğunda ısrar etmektedir.35 AB üyeliği gerçekleştikten sonra Güney Kıbrıs Rum Kesimi (GKRY)’nin, Doğu Akdeniz’deki “Münhasır Ekonomik Bölge” (MEB) nimetlerinden faydalanma isteği depreşti. Nihayet 19 Eylül 34 Theodoros Karyotis, “Türkiye, Mısır İle D eniz Sınırları Çiziyor”, Ethnos, 11.01.2010 (BY E’nin 12.01.2010 tarihli dış haberler bülteninden). 35 Gerd Höhler, “Akdeniz’deki Petrol ve Gaz Kavgası”, Südwest Presse, 25.07.2009, (BY E’nin 25.7.2009 tarihli dış haberler bülteninden). Ayrıca bkz: Celalettin Yavuz, “E ge’de Yunanistan’ın ‘Kontrollü Gerginlik’ Oyunu!”, Mersin Deniz Ticareti, Y ıl 18, sayı 207, Ağustos 2009, s. 24. 63 2011 ’de GKRY’nin, adanın güneydoğusundaki 12 nolu sahada ABD Noble Energy şirketi ve İsrail’le ortak doğalgaz arama çalışmaları başlatıldı. Bunun üzerine Türk Donanması da “Türkiye’nin deniz alaka ve menfaatlerini korumak” maksadıyla bölgeye sevk edildi. Keza, Türkiye de 22 Eylül 2011’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ile KKTC’nin MEB’inde ortak petrol arama çalışması yapmak üzere anlaşma imzaladı. Böyîece bir bakıma GKRY’ye misillemede bulunmak ve doğalgaz arama çalışmasından caydırmak istedi. Bu anlaşma doğrultusunda Piri Reis araştırma gemisi 23 Eylül 2011’de Doğu Akdeniz’e doğru açılırken, Türk Donanması’mn muharip unsurları da refakatine verildi. Bu olay 1970’li, 1980’li ve 1990’lı yıllarda Ege’deki “gerilim yüklü” günleri hatırlattı.36 AB üyesi olan GKRY’nin bir de petrol manivelasını elinde bulundurmasının AB yolundaki bir Türkiye için menfî bir durum teşkil etmektedir. GKRY bu konuyu uzun soluklu bir mücadele egzersizi olarak görmektedir. Meseleyi BM ve diğer uluslararası platformlara da götürmüştür. Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz kaynaklan arama çalışmaları ile GKRY’nin niyetleri şöyle özetlenebilir: a. Kıbns’taki egemenliğini tescil ettirmek ve uluslararası platformlarda tanınmamış olan KKTC’nin varlığını tamamıyla yok saydırmak, b. Petrol-gaz üreticisi olarak “bölgenin ekonomik açıdan önemli bir aktörü” haline gelmek, 36 Celalettin Yavuz, “Kıbrıs - İsrail - Yunanistan Üçgeni ve Türkiye Arasında Isınan D oğu Akdeniz”, 19.9.2011, http://www.turksaxn.org/tr/a2472.html 64 c. Türkiye’nin Doğu Akdeniz bölgesindeki lider ülke statüsüne engel olmaya çalışmak, d. Batılı devletler nezdinde Türkiye’yi tehditkâr ülke konumuna sokmak, e. Lisans başvurusu yapacak ülke ve firmaların mali katkıları yanında, Türkiye ile çıkabilecek muhtemel bir krizde bu ülkelerin de desteğini almak,37 f. Diğer ülkeleri ve batılı şirketleri bu işin içine çekerek GKRY için maksimum seviyede ekonomik ve siyasi getiri elde etmek. Son Yıllarda Ege ve Doğu Akdeniz’le İlgili Küçük Yoğunluklu Anlaşmazlıklar 2012 yılı içerisinde Ege ve Doğu Akdeniz’le ilgili hususlar, özellikle Yunanistan’ın ekonomik krizi sebebiyle Yunan medyası tarafından kaşınmaya çalışıldı. Yunan medyası, Türkiye’nin, askerden arındırılmış statüsü bulunan Semadirek Adası’nın askeri tatbikatların dışında tutulması konusunda Yunanistan’a nota verdiğini duyurdu. Anılan notada, “Yunanistan’ın, 1914 Antlaşması ve 1923 Lozan Antlaşması’na göre, Doğu Ege Adalarının silahsızlandınlmasıyla ilgili yükümlülüklerini ihlal ettiği belirtilerek, Semadirek Adası’nm askeri tatbikatların dışında tutulması” istendi. Ethnos gazetesine göre, Yunan makamları da Türkiye’nin bu tezini ayrı bir nota vererek reddetti.38 Nisan 2012 ayı başlarında Meis-Kıbrıs-Hayfa hattında YunanistanABD-İsrail müşterek bir deniz-hava tatbikatı icra edildi. Yunan 37 Utku Balkal,” D oğu Akdeniz’deki Deniz Alanlarında Jeopolitik Değişimler ve Türkiye’ye Yansımaları”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Tez Danışmanı: Doç.Dr. Celalettin Yavuz), Ufuk Üniversitesi, Ankara, 2009, s. 64-65. 38 “Ankara’dan Atina’ya Nota”, Milliyet, 31.03.2012. 65 raportörlere göre anılan sahadaki doğalgaz çıkarma çalışmaları sebebiyle Türkiye’nin, İsrail ve ABD’nin ortak çıkarları karşısında bir engel olarak ortaya çıkmasından hareketle, bu hareketi önleyici bir tatbikat senaryosu hazırlanmış. 2011 yılındaki Noble Dina tatbikatına Yunanistan’dan 8 suüstü gemisi, 2 denizaltı, çeşitli uçak ve helikopter yanında 4 F-16 (Block 52) muharebe uçağı katıldı.39 Yunan düşünce kuruluşlarından Avrupa ve Dış Politika Vakfı (ELIAMEP) Genel Direktörü Thanos Dokos, Ekim 2012 içerisinde Ege’deki MEB’i gündeme getirdi. 2009 yılından beri ekonomik krizi derinleşerek yaşayan Yunan hükümetinin “iç kamuoyunun baskısı ile Ege’de münhasır ekonomik bölgesini ilan etmede ilk adımı atabileceğini” ileri sürdü. Türkiye ile gerilim yaşanmaması temennisinde de bulunan Dokos, “Son yıllarda en çok konuşulan konulardan birinin MEB’in belirlenmesi olduğu Yunanistan’da, ekonomik krizden çıkışının yolunu ülkenin doğal eneıji kaynaklarından yararlanması ve MEB’in ilanında gören bir kısım çevreler ve medya, Başbakan Antonis Samaras hükümetine bu konuda baskı yapıyor!” diyerek, Yunanistan MEB’inin belirlenmesinin Samaras’m da seçim vaatleri içerisinde de yer aldığını açıkladı. Aynı açıklamaya göre, Yunan Dışişleri Bakanlığı da siyasi ve hukuki bağlamda hazırlıklarım yapmış.40 Ekim 2012 sonlarına doğru Yunan basınından alman bilgilere göre de, Yunanistan daha 1990’lı yılların başlarında ABD’nin, TürkYunan uzlaşması için ‘karşılıklı petrol arama teklifi’ getirmiş. “ABD’de casusluk suçlamasıyla 15 yıl hapis yatan Rum asıllı Dışişleri Bakanlığı çalışam Steve Lalas’ın Yunan makamları için 39 “Greek participation in US-Israel military drill meant as a message to Turkey”, 01.04.2012, http://www.israelhayom.com/site/newsletter_article.php7icH3775 40 “Yunanistan münhasır ekonomi bölgesini ilan edebilir”, 5.10.2012, http://dunya.milliyet.com.tr/-yunanistan-munhasir-ekonomi-bolgesini-ilan-edebilir/dünya/dunyadetay/05.10.2012/1607182/default.htm 66 1991-1993 yıllan için sızdırdığı 240 belge arasında Türkiye’yi de ilgilendiren önemli yazışmalar” bulunduğu bildirilen habere göre, “Kuzey Ege’de Taşoz Adası’nm doğusunda Yunan karasulan dışında 1 milyar varil petrol çıkarılabilir!”41 durumda imiş. Sonuç Balkan Harbi, Ege ve daha sonra Doğu Akdeniz’i de içine alacak şekilde, Türkiye ile Yunanistan’a bir dizi jeopolitik ihtilafları miras bırakmıştır. Bu, “Ege’de ve Doğu Akdeniz’de deniz sahalannın paylaşımı” sorunudur. Türkiye’nin inisiyatifiyle 2000 yılında Yunanistan’a teklif edilen ve zaman zaman iki ülke dışişleri bakanlıkları arasında “İstikşafı Görüşmeler”le devam ettirilen “Ege’de Güven Artırıcı Önlemler”42 girişiminin üzerinden 12 yıl geçmiş olmasına rağmen, Ege’de deniz sahalarının paylaşımı konusunda ilerleme kaydedildiğine ilişkin resmi bilgiler mevcut değildir. Doğu Akdeniz’in deniz yatağındaki petrol ve doğalgazm varlığı nedeniyle, GKRY’nin Mısır, Lübnan, İsrail ve Suriye ile “deniz yan hududu” anlaşmaları yapması, 2007 yılı başlarından itibaren Doğu Akdeniz’deki deniz sahalarının paylaşımı konusunun da potansiyel bir çatışma sebebi olacağını gösterdi. Nitekim Ağustos 2011’de GKRY-İsrail ve ABD’nin Noble şirketinin bölgedeki doğalgaz arama çalışmaları, gerilimi aniden yükseltti. Yunanistan’ın 2009 yılından beri ekonomik krizle boğuşması ve mevcut Başbakan Samaras’ın seçim vaatlerinde Ege’deki MEB’in 41 Tâki Berberakis, “Kuzey E ge’den en az 1 milyar varil petrol çıkar”, Milliyet, 28.10.2012. 42 Bu çalışmayı yapan Celalettin Yavuz, “E ge’de Güven Artırıcı Önlemler Paketi”nin hazırlanma sürecinde (Aralık 1999-Şubat 2000) projenin yöneticisi idi. 67 ekonomiye kazandırılacağım açıklamış olması, Türkiye ile anlaşma zemini bulunamaması halinde, 1970-1999 dönemini hatırlatan gerilimlerin yeniden yaşanması olasıdır. Şundan hiç kuşku duyulmasın ki, mevcut Türk-Yunan “Güven Arttırıcı Önlemler” paketine rağmen, Yunan tarafı bu konulan geleceğin sorumlu insanlanna öğretmede daha duyarlı davranmaktadırlar. Türkiye’de sorumluluk makamlarında oturan devlet adamlannm da aynı duyarlılığı göstermede tereddüde düşmemeleri beklenmektedir. Ege ve Doğu Akdeniz’deki deniz alaka ve menfaatlerimizin tüm devlet adamlarımız, ilgili akademisyenlerimiz, hukukçularımız ve bu deniz sahalarında harekât yapan genç deniz subaylanmız tarafından çok iyi bilinmesi, izlenmesi ve korunması esastır. 68 B a l k a n Sa v a ş l a r in in İn s a n î B o y u t u Onur Öymen Emekli Büyükelçi Balkan Savaşları’mn 100. yıldönümü tarihi daha iyi anlamamız ve ondan dersler çıkartmamız için bir vesile olabilir. Aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun son 120 yıllık tarihinin içinde Balkan Savaşları sonun başlangıcı sayılabilir. 18. yüzyıldan başlayan gerileme süreci üzerinde milyonlarca insanın yaşadığı geniş toprakların kaybedilerek Osmanlı İmparatorluğu’nun giderek küçülen bir devlet haline dönüşmesine yol açmıştı. Balkan Savaşları ve onun hemen sonrasında yaşanan Birinci Dünya Savaşı imparatorluğa son darbeyi vurmuş ve bu geri gidiş ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün olağanüstü dehası ile başarıya götürdüğü Kurtuluş Savaşı ile durdurulabilmiştir. Bu geçen dönem içinde yaşanan savaşlar, sivil halkın maruz kaldığı katliamlar, hastalıklar ve bütün bunlara bağlı nedenlerle Justin McCarty’nin değerlendirmesine göre Yunan bağımsızlık savaşından Kurtuluş Savaşı’nm sonuna kadar Türkiye 5 milyondan fazla insan kaybetmiştir. Yunan savaşı sırasında Türkiye’nin nüfusu 36 milyondu ve bunun sadece 21 milyonu Müslümanlardan oluşuyordu. Bunların içinde 6 ila 8 milyonu Arap, 1.5 milyonu Amavut’tu. Türklerin sayısı yaklaşık 11 milyondan ibaretti. İmparatorlukta 6 milyon Slav, 4 milyon Romen, 2.5 milyon Ermeni ve 2 milyon da Yunanlı yaşıyordu. Bir Osmanlı milletinden bahsetmek mümkün değildi. Orada milletler sistemi vardı ve her dinin mensupları ayrı bir millet sayılıyordu. İşte bu milletler Fransız İhtilali’nin getirdiği fikirlerden esinlenerek Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir bağımsızlık mücadelesi başlattılar. Bu savaşlar ve imparatorluğun başka iç meseleleri ve bu arada kronikleşen fakirlik ve salgın hastalıklar, Osmanlı yönetimine duyulan tepkiler çok sayıda iç çatışmayı, savaşı ve büyük felaketleri getirdi. Tanzimat’ın 69 Müslümanlarla gayrimüslimler arasında eşitlik getirmesi belki yabancıları tatmin etti, imparatorluğun gayrimüslim vatandaşlarına nispi bir rahatlık getirdi. Ama başta Bosna olmak üzere imparatorlukta yaşayan bazı Müslüman gruplar diğer din mensuplarına karşı üstünlüklerini kaybettikleri için bundan rahatsızlık duydular. Onlar da kendi ulusal kimliklerini geliştirmeye çalıştılar. 1876 Osmanlı Sırp Savaşı’ndan itibaren çatışmalar, büyük insan kayıplarına yol açtı. Bu arada büyük devletlerin Türkiye’yi parçalama politikaları da imparatorluğa karşı ayaklanan grupları teşvik etti. Örneğin 1876 Osmanlı Sırp Savaşı’nda 700 Rus subayı Sırpların yamnda yer aldı. Balkanlara yeni bir nizam vermeyi amaçlayan Berlin Kongresi’nde yalmz toprak itilafları ve yerel güç dengeleri değil aynı zamanda büyük bir mülteci problemi ile karşı karşıya bulunduğu anlaşıldı. Bu savaşlar yüz binlerce insanı yerinden yurdundan etmişti. Çeşitli bölgelerden İstanbul’a göç edenlerin sayısı 150 bine ulaşmıştı. Bu sırada ortaya çıkan tifüs salgım ve açlık mültecilerin bir kısmının Edirne’ye geri gönderilmesine yol açmıştır. Büyük devletler Balkan ülkelerinin Osmanlı împaratorluğu’na karşı savaşmalarından pek rahatsızlık duymuyorlardı ama kendileri orada hak, adalet ve barış uğruna fedakârlıkta bulunmaya hazır değillerdi. Alman birliğinin kurucusu Bismark 1876 yılının Aralık ayında parlamentoda yaptığı bir konuşmada “Balkanların tek bir Pomerarıyalı askerin kaval kemiğine değmeyeceğini” söylüyordu. Bunun tek amacı Almanya’ya karşı bir ittifakın oluşmasını önlemekti. 1877 Aralık ayında imzalanan Saint Stefano antlaşması Rusya'nın Balkanlara nüfuz etmesine olanak sağladı. Berlin Kongresi’nin sonucunda meselelere kalıcı çözüm bulunamadı ve Türkiye ile Rusya arasında 1877-78 savaşı hemen sonra başladı. Her ülkenin Balkanlarda gözü vardı. Avusturya Macaristan İmparatorluğu, Bosna Hersek, Sancak ve Yenipazar’ı ele geçirmek istiyordu. Savaşın sonunda yapılan Berlin Antlaşması’nda Balkanların haritası yeniden çizildi Makedonya ve 70 Trakya OsmanlIlara bırakılmakla birlikte, Sırbistan, Romanya ve Karadağ bağımsızlığına kavuştu. Bu ülkelerin hepsi Osmanlı İmparatorluğu’ndan topraklar elde ettiler. Saint Stefano Antlaşması Bulgaristan’ı küçültmüş, Bulgaristan topraklarım 176.000 km2’den 96.000 km2’ye düşürmüştü. Evvelce Makedonya’da Slavlar, Yunanlılar, Ulahlar, Türkler ve Amavutlar aynı köyde uyum içinde yaşarken şimdi hepsi birbirine düşman olmuştu. Silahlı devrimci komiteler oluşturuldu. Bu arada siyasi cinayetler işleniyordu. 1895 yılında Bulgaristan Başbakanı Stanblov, linç edilerek öldürüldü. Bulgar polisi Makedonya’da çok sert önlemler aldı. Yine 1895 yılında Atina’da kurulan Etnik-i Eterya Demeği, birçok çatışmanın kaynağı oldu. Bu demeğin Yunanistan’ın 56 şehrinde ve ülke dışındaki 83 Yunan topluluğu içinde şubeleri vardı. Etnik-i Eterya Yunanistan’da devlet içinde devlet haline gelmişti. Bu demeğin üyelerinin sayısı 2 yıl içinde 3 bine ulaştı. Aynı zamanda Girit’te ayaklanmalar düzenlendi ve binlerce Türk katledildi, evlerini hatta adayı terk etmeye zorlandı. Yunanistan oradaki ayaklanmacılara yalnız silah yardımında bulunmakla kalmadı, Veliaht Prens Konstantin’in öncülüğünde adaya asker çıkardı. Büyük devletler Osmanlı’ya baskı yaparak devletin bu ayaklanmaları bastırmasını engellemeye çalıştılar ve adaya yerel özerklik, otonomi verilmesini istediler. 1897 yılında Girit’teki ayaklanmalar ve katliamlar o kadar ileri boyuta ulaştı ki Osmanlı İmparatorluğu Yunanistan’a savaş ilan etmek zorunda kaldı. Bu savaşta OsmanlIlar büyük bir başarı kazandılar ve Osmanlı askerleri Atina’nın yakınına kadar geldiler ancak büyük devletler yine araya girdi ve OsmanlIların ilerlemesini engelledi. Yunan Kralı George Girit’e asker çıkarmalarını şöyle savunuyordu, “Ne var bunda İngilizler Kıbrıs’ı aldılar, Almanlar Slezwigholstein’ı ele geçirdiler, Avusturya Bosna-Hersek’i almak istiyor. Yunanistan da gayet tabi Girit’i alacaktır.” 71 Bu arada Balkanlarda savaş hileleri yoluyla büyük cinayetler işleniyordu. 1897 yılının Kasım ayında Türk askeri kılığına bürünen bazı haydutlar Makedonya’dan Bulgaristan’a geçerek buradaki bir Türk Beyi’ni katlettiler. Bunun üzerine Türk valinin emri ile yapılan aramalarda Üsküp bölgesinde binlerce silah ele geçirildi. Artık Makedonya’da sivillere yönelik katliamlar mutat hale gelmişti. Osmanlı hükümeti en çok Bulgaristan’daki ayaklanmalardan kaygı duyuyordu. Rus Çan 2. Nikola ile Avusturya İmparatoru Franz Joseph Makedonya konusunda MURSTEG antlaşmasmı imzaladılar. Buna göre Makedonya’da Osmanlı jandarmasının yanı sıra büyük devletler tarafından gönderilecek polisler de görev yapacaktı. Osmanlı bu antlaşmayı kabul etmek zorunda kaldı. Bu arada 1896 yılında Ermeni teröristler İstanbul’da bombalı saldırılarda bulundular. OsmanlIlardaki iç sorunlar da bölgede başarılı müdahaleleri engelliyordu. 1907-8 yıllarında Makedonya bölgesindeki Osmanlı birlikleri içerisinde 17 ayaklanma olmuştu. İngiliz Kralı 7. Edvard ile Rus Çarı 2. Nikola’nm görüşmeleri bu ortamda gelişti. Şimdi hedef Avrupa’nın hasta adamı denen OsmanlI’yı paylaşmaktı. Bulgaristan bölgede en büyük silahlı güce sahip olarak topraklarını genişletmek istiyordu. Bütçesinin 1/3’ü savunmaya gidiyordu. Balkan ülkelerinin orduları batılı devletlerin verdiği kredilerle silahlandırılıyor, batılı silah firmaları bu konuda etkin rol oynuyordu. Balkan subayları, Fransız, Alman, Rus ve İngiliz askeri okullarında eğitiliyordu. İşte Balkan Savaşlarının ve o savaşlar sırasında yaşanan, milyonlarca insanı etkileyen felaketleri anlayabilmek için kısaca özetlemeye çalıştığım bu tarihi gerçekleri hatırlamakta fayda var. Birinci Balkan Savaşı, 8 Ekim 1912’de küçük Karadağ’ın güçlü Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açması ile başladı ve sadece 6 hafta sürdü. İkinci Balkan Savaşı ise Bulgaristan’ın 1913 yılının Haziran 72 ayında Sırbistan’a karşı düzenlediği saldın ile başladı ve yaklaşık 1 ay sürdü. İşte toplam 10 hafta süren bu savaşlar sırasında sivil halk hariç 200 bin asker hayatını kaybetti. Ayrıca on binlerce kişi de kolera tifüs ve dizanteriden öldü. Bu savaşlar 170 bin km2’lik bir alan üzerinde yapıldı. Osmanlılar Trakya’da, Bulgaristan’a karşı 4 ayn cephede savaşmak zorunda kaldılar ayrıca Makedonya bölgesinde de Bulgarlara, Suplara ve Yunanlılara karşı çarpıştılar. Kuzey Arnavutluk ve Kosova’da da Sırplara ve Karadağlılara karşı savaş verdiler. Bu savaşlar, büyük bir imparatorluğun küçük devletlere karşı yürüttüğü bir savaş sayılabilir miydi? Pek sayılamazdı. Balkan Savaşlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun kuvvetleri 12 bini subay olmak üzere, 336 bin kişiydi. 2318 topu ve 388 makineli tüfeği vardı. Trakya bölgesinde OsmanlIlara karşı savaşan Bulgar kuvvetleri 346 bin askerden oluşuyordu. Osmanlı ordusunun Bulgaristan ile savaşa tahsis edebildiği kuvvetler ise Balkanlardaki toplam 346 binin 115 bin kişilik bölümüydü. Yani Trakya’da çarpışan Bulgar ordusu OsmanlIların 3 misli idi. Makedonya’daki Osmanlı askerleri ise 200 bin kişiden oluşuyordu ve onların karşısında 234 bin Sırp, 48 bin Bulgar ve 115 bin Yunan askeri vardı. Yaklaşık 400 bin asker bulunuyordu. Balkan Savaşları başladığında Osmanlmın toplam nüfusu 26 milyondu ama bunun sadece 6.1 milyonu imparatorluğun Avrupa topraklarında yaşıyordu ve bunlardan sadece 2.3 milyonu Müslümandı. İşte Balkan Savaşları bu koşullarda yapıldı. Bu savaşlar sırasında insani açıdan çok büyük felaketler yaşandı. Müslümanların Slavlara karşı yaptığı eylemler, batı ülkelerinde büyük tepki ve abartılarak halka duyurulurken, Bulgarların Türklere yaptığı mezalim görmezlikten gelindi. Savaş esirlerine ve sivillere karşı yapılan bu insanlık dışı muameleler aslında 20. yüzyılın başında Avrupa'nın karşılaştığı en büyük felaketlerden biriydi. Savaştan sonra katliamları incelemek üzere oluşturulan Kameci Komisyonu’nun 73 hazırladığı raporda Yunanlıların hazırladığı bir poster de yer alıyordu. Bu posterde Bulgar askerlerini bıçaklayan Yunan askerleri gösteriliyor ve altında “Bunlar İnsan Değildir” yazılıyordu. Aynı düşünceyi Sırplar da Amavutlara, Bulgarlara v e ' Türklere karşı benimsiyordu. Esir alman askerlerin çoğu hastalıktan ve açlıktan öldü. Karadağlılar yakaladıkları Osmanlı askerlerinin burunlarını keserek bunu bir zafer işareti olarak gösteriyorlardı. Kameci komisyonundan bir yetkili ile konuşan Karadağ askeri “bu bizim geleneğimizdir bunu yapmazsak kahramanlığımızı komutanımıza nasıl ispat edeceğiz” diyordu. Balkan Savaşları 20. yüzyılda ilk defa askerlerin sivillere bu çapta katliam yaptıkları savaşlar oldu. Birinci Balkan Savaşı’nda Bulgar ordusundan 14 bin kişi öldürüldü, 50 bin kişi yaralandı, 19 bin kişi de hastalıktan öldü. Bu toplam ordu mevcudunun %21’i anlamına geliyordu. Daha kısa süren ikinci savaşta ölen Bulgar askerlerinin sayısı 18 bin, yaralananları 60 bin, hastalıktan ölenler de 15 bindi. Yunan ordusu 5 binden fazla askerini kaybetti, 23 bin askeri yaralandı. İkinci Balkan Savaşı’nda da Yunanlılar 2.500 asker kaybetti, 19 bin asker yaralandı. Her iki savaşta ölen Sırp askerlerinin sayısı 36.500’dür. 55 bin Sırp askeri ise yaralandı. Makedonya’daki tek bir çatışmada 12 bin Sırp askeri ve 17 bin Osmanlı askeri hayatını kaybetti. 45 bin asker esir oldu, 30 bini dağlara kaçtı. Bulgarların Çatalca hattına yönelik saldırıları sırasında Bulgar ordusu 25 bin kişi, Osmanlılar 45 bin kişi kaybettiler. İşte savaş böyle büyük bir felaketle sonuçlandı. Savaşın maliyeti de büyük oldu. Suplar 590 bin Franklık bir bedel ödediler, Yunanlılar 467 bin Frank, Karadağlılar 100 bin Frank ödediler. Bulgarlar ise 1 milyon 300 bin Frank ile en büyük bedeli ödeyenler oldu. Balkan Savaşlarını Birinci Dünya Savaşı, onu da Kurtuluş Savaşı izledi. 74 Siyasi açıdan bakılacak olursa, İkinci Balkan Savaşı’nm sonunda, Edirne’yi geri almalarına rağmen Osmanlılar, İmroz ve Bozcaada hariç bütün Ege Adaları’m ve Balkanlar’daki topraklannm tamamına yakınını kaybetti. Arnavutluk bağımsız oldu, Türkiye’nin bugünkü Trakya topraklarının dışında kalan Osmanlı toprakları da Birinci Dünya Savaşı sonunda kaybedildi. Sevr Antlaşması fiilen Osmanlı İmparatorluğu’nu bitme noktasına getirdi. Ama Kurtuluş Savaşı sonrası imzalanan Lozan Antlaşması Türkler için büyük bir zafer oldu. Zira Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden ülkeler arasında bir tek Türkler bu antlaşma ile taleplerinin tamamına yakınını elde ettiler ve daha da önemlisi egemen, eşit ve tam bağımsız bir devlet olma hakkına kavuştular. Lozan aynı zamanda Balkan Savaşı’ndan itibaren yaşanan büyük insani dramların sona erdirilmesinde de etkili oldu. Lozan’a eklenen bir protokolle 1 milyon 200 bin Ortodoks Hıristiyan Rum Anadolu’dan Yunanistan’a 500 bin Müslüman Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye mübadele edildi. Sadece İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’da oturan Rumlarla Batı Trakya’daki Türkler bu mübadelenin dışında kaldılar. Aslında Anadolu’daki Rumlar Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra kendiliklerinden Yunanistan’a göç etmeye başlamışlardı. İşte Lozan Antlaşması bu meseleye köklü bir çözüm getirdi ve orada kurulan karma komisyon ile yüz binlerce kişi iskân edildi. Lozan sonrasında yer yer bazı insani dramlar da yaşandı. Özellikle Kavala ve Drahma’da yaşayan Türkleri göç ettirmek için Yunanlar büyük baskı uyguladılar ve çok sayıda Türklerin mallarına el koydular. Neticede 10 Haziran 1930 tarihinde imzalanan mübadele antlaşması ile bu meseleler büyük ölçüde halledildi. Gene de özellikle 1955 yılında Kıbrıs’ta Rumların Yunanistan ile birleşmeyi amaçlayan ENOSİS hareketinden sonra Kıbrıs’ta çok sayıda Türkün hayatını ve özgürlüğünü kaybetmesine yol açmakla kalmadı, Türk & Yunan ilişkilerine de darbe vurdu. Bugün hala üzüntü ile hatırladığımız 6-7 Eylül olayları soması çok sayıda Rum vatandaşımız Türkiye’yi terk ederek Yunanistan’a 75 yerleşti. Batı Trakya’da da tahsil veya tedavi için Türkiye’ye gelen 60 bin civarında Türk o zamanki Yunan Vatandaşlık Yasası’nın 19. maddesi uygulanarak vatandaşlıktan çıkarıldı. 45 bin civarında Türk de Batı Trakya’nın Bulgaristan sınırına yakın bölgesinde fiilen yasak bölge denilen bir açık hava hapishanesinde yaşamak zorunda bırakıldılar.Balkan savaşlarının 100. yılında hatırda kalan bazı acı olaylar bunlar. Atatürk’ün cumhuriyetin ilanından sonra “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesini benimsemesi başta Yunanistan olmak üzere bütün komşu ülkelerle iyi ilişkiler kurması, Balkan ve Sadabad Paktlarını imzalaması ve “eğer ülke savunması için yapılmıyorsa savaş bir cinayettir” demesi yaşanan bu acı tecrübelerin etkisiyle oluşturulan barışçıl Türk politikasının işaretleridir. Bütün bu gelişmelerden ders alarak Türkiye 1922 yılından beri 90 yıldır, bölgesinde gerçek anlamda hiçbir savaşa girmeyen tek ülke olmuştur. Başta Suriye olmak üzere komşu ülkelerdeki iç çatışmalardan veya bölgedeki ülkeler arasındaki çatışmalardan uzak durmak bu tecrübelerin ışığında Türk Dış Politikası’nın vazgeçilmez ilkelerinden biri olmalıdır. 76 BULGAR BELGELERİNDE BALKAN SAVAŞLARI Prof. Dimiter Michev Bulgar Askeri Tarih Komisyonu (Heyeti) Başkanı Çeviren: Ergenekon Savrun Öncelikle hepinize Bulgar Askeri Tarih Başkanı sıfatımla saygılarımı sunmayı bir borç bilirim. Bu aktiviteye katılma şansı bulmaktan büyük ve derin onur duymaktayız. Bulgarlar ve Türkier Birinci Dünya Savaşı’nda (1915-1918 yılları arasında) müttefik olarak hareket ettiler ve kitabımda da bunu belirttim ve bu konferansta dile getirmek isterim ki, bu konu hakkında da çalışmalar yaptım. Ancak üç sene öncesinde Balkan Savaşlarında dost değildik (Bulgarlar ve Türkier), düşmandık. Bildiri metnimde Bulgar arşivlerinden yararlanarak bu görüşleri (bilgileri) sizlere sunacağım. Burada İzmir’de ve çevre bölgelerde Balkanlardan gelmiş (göç etmiş) birçok Türk yaşamaktadır. Ve bu da beni şuna inandırmaktadır ki; yirminci yüzyılın başındaki Bulgar toplumunun durumunu daha kolay anlayacaksınız. O zamanlar Türk egemenliği altında bulunan Makedonya ve Trakya’dan birçok Bulgar göçmen ve sığınmacı daha iyi bir hayat ve iş için Bulgaristan’a göç etmekteydi. Bu da ulusu tedirgin yapmakta ve olası bir savaşa kolayca zemin hazırlamaktaydı. Bulgarlar, 1912’de genel bir seferberlik ile Türklere karşı savaşa, coşku ile karıştırılmışlardı. Sayıları 30.000’i bulan Makedonya ve Trakya’dan gelen Bulgar sığınmacılar askere almıyor, seferberlik için hazırlanıyorlardı. Bu bölgelerden gelen mültecilerin çoğu gönüllü olarak orduya katılıyordu. Makedonya ve Trakya’nın büyük şehirlerinden ve diğer yerlerden insanların sayısı çığ gibi büyümekteydi ve Bulgar Genel Kurmayı tarafından da telgrafla ve 77 davetle orduya çağırtmaktaydılar. İki gün sonra seferberlikte azalma oldu, 19 Eylül 1912’de Makedonya-Trakya’nın başkanlık divanı ( Bulgar otoritesi) orduya katılmayanları kardeşlik (kendi saflarına yardım) uğruna davet ediyorlardı. 5000’den fazla insan içtima için toplanmıştı. Bölükler askeri eğitim ve savaş olursa form tutmak için eğitime başlamıştı. İnsanlar birkaç gün içinde ise daha çok üşüşmeye başlayacaklardı. 1877-1878 Rus-Türk Savaşına (93 Harbi) katılan gaziler, voyvodolar, çete üyeleri, öğretmenler, öğrenciler ve hatta din adamları (papazlar) bile akın edecekti. Geniş çapta yabancı uyruklular bile Bulgar ordusuna katılmak istiyor ve Bulgaristan’ın özgürlüğüne katkıda bulunmak istiyorlardı; Britanyalılar, Fransızlar, Çekler, PolonyalIlar, Hırvatlar, Slovaklar ve İtalyanlar. Rusya’da binlerce gönüllüyü rapor etmişlerdi. Bulgaristan’daki 231 Ermeni göçmen de gönüllü olmuştu. Makedon-Ordin devrim hareketlerinde (isyanlarında) göze çarpan iki önemli aktivist; Albay Alexander Protogerov ve Binbaşı Peter Drvingov, ordunun başkumandanı Ivan Fichev tarafından Türklere karşı çete ve gerilla savaşı yapmaları için görevlendirilmişlerdi. Organize edenler Makedonya ve Trakya’da doğan subayların da olduğu bir Gerilla Örgütü kurdular. Gönüllü çeteler, Makedonya ve Doğu Trakya’da askeri operasyona katılmak istiyorlardı (katıldılar da). Bu düzenlemeler altında Bulgar gönüllü çeteleri Bulgar bağımsızlığı için ant içmişlerdi. Çetelerin görevleri ise, köprüleri, tren yollarını, telgraf hatlarını, yiyecek ve cephane depolarına sabotaj gerçekleştirmek, yollara saldın düzenlemek ve düşmanın (Türklerin) iletişim ve manevra kabiliyetini imha etmekti. Çete üyeleri düşmanın izini sürmekteydi, hareketlerini ve güçlerini en yakın askeri karargâhlanna rapor ediyorlardı. 23 Eylül gibi çeteler organize olmuş ve Türk sınırlanna yollanmıştı. Bulgar ordusunun ve bu iyi eğitimli adamlannın başansı o zamanlarda dünya tarafından övgü toplamıştı. Standford Üniversitesi, Hoover Enstitüsünün 78 arşivlerinde yaptığım çalışmalarım sırasında önemli bir şey ortaya çıktı. Ordunun kumandanı Makedonya’da Kral Ferdinand’a gizlice telgraf yollayıp tavsiyede bulunmuştur. Orda şu söyleniyordu; Çete reisi Yane Sandanski’nin belli bir yerde beklediği ( esas yer gizli tutuluyordu, belki de düşman hatlarında bir yerde olmalıydı), orda Kral ile gizli bir toplantı yapmalıydı. Toplantı (buluşma) teknik nedenlerden ötürü gerçekleşememişti. Bu belge göstermektedir ki, en güçlü “anti-Bulgar” yanlısı şef (lider) gene Bulgar’dı, birçok kez birleşik Bulgaristan’a karşı çıkmıştı. Bulgaristan’ın doğru olduğu yoldan (günden ya da durumunun iyiye gitti günden itibaren) Aralık 1912’de bu görüşe karşı gelmemişti ve ikna olmuştu. Çeteler düşmanın planlarının üzerine yollandıktan sonra, dikkatler Makedonya-Ordin muhaberesine dönmüştü. Bitimine kadar Sofya’da altı çarpışma meydana geldi ve Makedonya ve Trakya’daki meşhur yerlerin isimleri verildi bu çarpışmalara. Sırasıyla Debre, Üsküp, Selanik, Bitola, Odrin ve Ohrid. Bunlar Makedon gönüllü birlikleriydi. Birlikler bir mühendis birliği, bir tedarikçi firma, lojistik ve bir de ambulans müfrezesi ile güçlendirilmişti. Gönüllüler çok sıkı bir prosedürden geçmekteydi, çünkü mevcut silah sayısı gönüllü insan sayısından çok daha azdı. Diğer 6 taburun haricinde, 7. Kumanova, 8. Koştur, 9. Köprülü, lO.Pirlepe, 11. Syar, 12. Kırklareli’ne gönüllüler eklendi. Bölükler hepsinin başında kumandanı ile 3’erli tugaylar halinde 4 ’erli gruplara ayrıldı. Birlikler alaylı kumandanlar tarafından idare ediliyordu.1 11 Ekim 1912 tarihli, 31 nolu resmi ordu evrakına göre Albay Alexander Protogerov 1. ve 3.Bölüğü, Albay Anton Pchelarov ise 2. Bölüğü kumanda ediyordu. Birlikler bir merkezden yönetiliyordu. 3. Makedon-Ordin bölüğünde her biri bandocu, bir tedarik kampanyası, 79 ulaştırma, mühendislik ve iş yapma (inşaat- tamir) bölüğüydü. 93 Harbi gazisi olan General Nikola Genev birlikleri kumanda etmek üzere atanmıştı ve Binbaşı Petr Brvingov ise Kurmay (Yönetici) Subay olmuştu. Birliklerin toplam gücü 16.470 kişiden oluşmaktaydı. Başlangıçta taburlar ve bölükler merkeziieştirilmemişti. İlk bölük tren yollarını koruyacak ve Türk birliklerinin izini sürecekti. İkinci bölük Mustafa Paşa’nm Dimotika’da önünü kesecekti. Bu görev Başıbozuklara karşı ve Dedeağaç’ı geri almak içindi. Bu görev hayati önem taşımaktaydı çünkü Doğu Trakya tren yolu Türklerin elindeydi ve Bulgar birliklerine lojistik yardımı kesiyordu ve o zaman İstanbul’dan önce açılıyordu ( coğrafî olarak). Gümülcine’deki Türk kuvvetlerinin direncini kırdıktan sonra, bu birlikler Makedon-Ordin 3. birliği ile birleşmek üzere Kırcaali’yi (hattını) yarmaya yollandı. Birkaç sert çarpışmadan sonra 2. ve 3. birlikler Cafer Paşa’nm birliklerini 15 Kasım 1912’de teslim olmaya zorladı. 10.000 kişilik birlik, galip gönüllülerden önce- yürüyüşe geçmişti. Cafer Paşa, General Genev’in huzuruna çıkartılmış ve kılıcını ona sunmuştur. General kılıcı reddetmiştir, Paşa da bunu (hareketi) yiğitçe askeri bir gereklilik olarak uygulamıştır. Gönüllü kolordu Marmara Denizi kıyılarındaki Şarköy’e ulaşmak için emir aldı ve Şarköy kıyılarına kadar ilerlediler ve burayı olası bir düşman saldırısına karşı koruyacaklardı. Çarpışma 26 ve 28 Ocak’a (1913) kadar sürdü. Makedon-Ordinler disiplin ve sabırla cesurca başarı göstermişlerdi. Şunu anlamışlardı ki ana vatanlarında bağımsızlıklarına kavuşabileceklerdi. Birinci Balkan Savaşı ’nda Bulgar ordusunun komutanları Makedon ve Trakya gönüllü birliklerini gösterdikleri başarılardan ötürü çok övmüşlerdir. 3198 kişi madalya ile 80 ödüllendirilmiştir. Onların bu başansı Bulgar komutam Mihail Savov tarafından şöyle övülmüştür: Onların Kırcaali, Mastanlı, Balkantöresi, Saranlı Dedeağaç, Merhamlı, Malgrat ve Şarköy’deki üstün başarılan göstermektedir ki, Makedonya ve Trakya’daki kardeşlerimiz bağımsızlığı için açıkça kendilerini feda etmişlerdir. 81 O S M A N L I ’N I N K Ü L T Ü R E L V E S İ Y A S İ İL İŞ K İL E R İN İN B A T I B A L K A N L A R D A E T K İL E R İ PhD Professor Cemal Dolocanin1 MsC Senad Ganic2 Doc. dr Emir Corovic3 Çev. Yakup Öztürk (DEÜ, Tarih Böl. Araş.Gör.) Balkanlardaki karmaşık sosyo-politik ve tarihi ilişkiler yüz yıllardan beri kendi geçmişinden yansıyıp gelse de birçoklarının da birleştiği gibi OsmanlI’nın Balkanlardan ayrılmasıyla işler daha da karmaşık bir hal aldı. Balkan Yarımadası’ndaki bu etki başarılı bir biçimde devlet eliyle yüzyıllarca özenle hazırlanmış ve tecelli etmiştir. Ayrıca nüfuz ettiği bölgelerde, her ne kadar terk etse de etkisi tamamen silinememiş ya da azaltılamamıştır. Böylece bir din olarak İslamiyet ve Osmanlı’nm etkisi ve ideolojik geçmişi beş yüzyıl boyunca izi kalmış, bu etki de bölgede halen devam etmiştir. Bu bağlamda Batı Balkanlarda Osmanlı-İslam medeniyetinin hukuki, siyasi, ekonomik, sosyal ve daha geniş kültürel etkilerine değineceğiz. Bilhassa, dinsel olarak bölünmüş milletlerin arasında var olan ortak benzer problemleri çözmek için Osmanlı hükümetinin biraz belirsiz tarihi metotları ve yöntemleri şimdi ortaya çıkıyor. Alçaltıcı bir haksız (siyasi) kazanç ima edildiğinde Batı Balkanlar birbirine bağlı tarihi sayısız savaşların ve çatışmaların bölgesi olmuştur. Komünist devir dönemini tamamladığında Doğu Avrupa, Batı Avrupa?nın çok gerisindeydi ve Doğu Avrupa ulusları kendi tarihlerine (özlerine) dönmeyi takip 1 Rector o f the State University in Novi Pazar, [email protected] 2 Assistant o f the State University in N ovi Pazar, [email protected] 3 Doçent o f the State University in N ovi Pazar, [email protected] 82 etti, bu da kendi özlerine, etnik kökenlerine, biçimlerine inmeye ilham verdi. Bu milli romantizm Doğu Avrupa’da yayıldı ve kısa bir zaman diliminde başarılı biçimde (büyüdü) gelişti, ancak bölgede sancısız geçemezdi bu süreç, etnik çok kültürlülükten bu yana sadece burada etnik unsurlar açıkça tanımlanmıyordu ancak (ulusal etnikçilik) yeni ulusların yaratılması yıllardır bastırılmıştı. Yugoslav projesi böyle bir Yugoslav milleti yaratılış projesiydi. Bu anlamda Batı Balkanlar aydınlatıcı bir örnektir. Bir yüzyıl Doğu ve Batı Roma İmparatorluğu’nun bu bölgedeki ayrımı dinsel bir parselasyon (bölünme) da beraberinde getirmiştir, özellikle de çok nüfuslu Güney Slovenya’da. Bu çizgide dinsel ayrışma ya Katolik Vatikan tarafından ya da Ortodoks İstanbul (Konstantinapol) tarafından etkisini gösterdi. Kiliseler tarafından aforoz edilip atılmış ve bölünmüş inananlarla doluydu etraf ve bundan (politik anlamda) kazanç zirve yapmıştı. Bu nedenle aforoz kilisenin dogmatik bir ayrımı olmakla kalmadı, milletlerin arasında devam edecek olan derin nefretin ve manipülasyonlann da sebebi oldu ve bilinçli kabul ettirme (baskı) kalıcı sorunlara neden oldu. On beşinci yüzyılda Türklerin bölgeye gelmesiyle bölge ikisinin (İslamiyet ve Hıristiyanlık) oluyordu. Bu olay Hıristiyan milletleri bir araya getirecekti ya da yeni bir dinle beraber yaşayacaktı, bunlardan farklı olan din zaten bölgede kurulmuştu. Eğer tekrardan göz önüne alırsak, bu özellikle de o zaman Balkanlarda Boşnak Kilisesini güçlendirmişti, bu birbirine karışan farklı dinin etkisi Avrupa’ya doğudan gelmişti. İkinci bir şey daha meydana geldi, on dördüncü yüzyılda OsmanlI’nın bölgeye gelmesiyle ama esas on beşinci yüzyılda, İslam Avrupa’nın yeni dini oldu ve bu Avrupa’yı sosyal ve kültürel anlamda sonsuza dek değiştirecekti. Bununla birlikte günümüze taşman konu ise: Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'da genel sosyal akımları ne derecede etkilemiştir? Yani bu parçaların birine ya da önemli olanına ya da bu etkilerin pozitif- 83 negatif olup olmadığına? Bu sorulara cevap vermeyi takip eden sayfalarda deneyeceğiz. Balkanlarda Osmanlı Mirası Devasa amtlar ve kutsal ve dini yapılar, camiler, büyük insanların ebedi istirahat ettikleri nefes kesen türbeler, sayısız dini medreseler (okullar), kütüphaneler, vakıflar, halk hamamları, Türk hamamları, muhteşem köprüler, bugün bile güzellikleri ve mistik havaları yazarların büyük eserlerine ilham kaynağı olmaktadır. Tarih konuşan bütün bu şeyler ne silinebilir ne de silinmelidir. Bununla birlikte bu anıtlar sadece bölgede var olan medeniyetten bahsetmemekte ancak kaybolanlar da mevcuttur. Onların varlıkları Balkanların bazı bölgelerinde halen bugün bile kıskançlıkla tutulmakta ve üzerine titrenmektedir ve Osmanlı tarafından getirilen ve değer verilen gelenekler, Türklerin bölgeden çekilmesinden sonra da milletlerin kökeninde halen devam etti. İslam’a şevkle ve kitleler halinde giren (bazı Balkan) milletlerin kendi kimlik taslağında (benliğinde) bu gelenekler ön plandadır. Bu özellikle Boşnak nüfus için karakteristik bir özelliktir ve İslam egemen din halindedir. Bu nedenle, Balkan Savaşları Türklerin bölgeden ayrılışı anlamına gelir ancak Müslümanların bu bölgeyi terk etmesi anlamına gelemez. Bölgede ikamet eden Müslüman nüfus inkâr edilemez ve talepleri küçük ama istikrarlı uygulanmıştır ancak halen geçmişten bu yana büyük ve güçlü imparatorluklar tarafından bölünen zayıf ülkelerdir. Sırp hanedanından Karadjordjevic’in Birleşik Güney Slovenyalılar Krallığı üzerinde, Türkiye’nin Batı Balkanlar üzerinde bıraktığı İslami gelenekler ve kültürel ekinin dercesine bakmak gerekir. Bu yönden, Müslüman vatandaşlar krallığa kabul edildi, eğer onlar arzu ederse, aileleri ve miras ilişkileri Şeriat Kurallarına göre düzenlenebilirdi, o dönemde devlet onları laik bir kanunla eşit 84 biçimde desteklemiştir. Müslümanlar için Şeriat kanunları, Atatürk reformları tarafından Türkiye’de 1920’lerde kaldırıldığında, Yugoslav Krallığında 1945’e kadar devam etmiştir. Bu vatandaşların birlikte yaşama görüngü tarzı ve dinsel eşitliğin korunması ve Yugoslavya Krallığı tarafından tanınması ve geçmişte birkaç yüzyıl Türk egemenliğinin bu topraklardaki varlığı, yeni krallığı bu gerçeği kabul etmeye zorladı. Vidovdanski ve Oktorisani Anayasaları Müslümanlann Şeriat Mahkemelerinin ve Şeriat Hâkimlerinin aile, miras konularındaki yasalarının üzerine kuruldu (yerine geçti). Böylece Vidovdanski’nin Anayasasının 103. Maddesi, 3. Paragrafı şöyle der: “ Müslümanlann aile ve miras ilişkilerinde, devlet şeriat kurallarıyla hüküm vermeli”. Oktroisani’nin Anayasasının 104. Maddesi, 4. Paragrafı da bundan biraz farklı bir formattadır ve şunu der: “ Müslümanların aile ve miras ilişkilerinde, şeriat mahkemeleri karar vermeli”. Böylece Oktroisani Anayasası şeriat hâkimleri üzerine konuşurken, Vidovdanski Anayasası şeriat mahkemeleri üzerine konuşuyordu ve onlan devlet mahkemeleri olarak görüyordu. Her halükarda, şeriat hâkimleri dini kâtip konumunda değildi ancak onlar dini kurallara göre hüküm veren devletin resmi hâkimleriydiler. Onlar devletin organlarını temsil ettiklerinden bu yana, şeriat mahkemeleri kararları Majesteleri Kral adına veriyordu. Bununla birlikte kanunda şu da saptanmıştı; eğer dini bir konuda önemli bir mesele olduğu takdirde yüksek şeriat mahkemeleri, önde gelen dini liderlere (ulemaya) fikir sorabilirdi. Örgütsel açıdan, şeriat mahkemeleri ayrı bir organı temsil etmiyordu, özel mahkemelerdi ancak bölge mahkemelerinin özel bölümlerine bağlıydı yani unvan mahkemeleriydi. Şeriat hâkimlerinin (kurallarının) eğitimlerinin ihtiyacı için, Belgrat’ta Hukuk Fakültesi kurulurken, Saray Bosna’da bir şeriat okulu vardı. 85 îslami unsurlara olan bu saygı, Yugoslavya Krallığındaki haklan ve hatta sonralan komünistlerin döneminde, Sosyalist Yugoslavya’da da görüldü. Karşı taraftan, sivil ve laik yasal sistem özellikle de farklı dinlere mensup nüfusun buluştuğu bölgede istikrarı ve refahı garanti eden tek sistemdi. Yine de birkaç yüz yıl önce Balkanlarda ki Osmanlı varlığını pozitif şekilde sonuçlandırabilir miyiz? Bu soruya takip eden bölümde cevap vermeye çalışacağız. Bir Pozitif Paradigma Olarak Batı Balkanlar (Sonuç Yerine) Tarihsel miras bakımından bölge karmaşık bir yer olarak bilinir. İkinci Dünya Savaşı’mn vahşi izlerinin ve Birinci Dünya Savaşı’na sebep olan suikast olayının, Arşidük Franc Ferdinand’dm suikastçısının bölgesidir, hatta kardeşin kardeşe karşı olduğu geçtiğimiz yüz yılın doksanlarında yaşanan vahşetin yeridir. Batı Balkanlar günümüzde sayısız kişinin gözünde negatif bir yer (paradigma) olarak tanımlanır. Bununla birlikte Balkanlardaki uluslar, birçok farklı dine, kültüre ve ortak Balkan kimliğine karşı ve bütün bu zorluklara rağmen, başarılı olmuştur ve bugün de olmaktadır. Halen özgürce var olan bütün farklılıklara rağmen, Balkan ulusları hiçbir zaman Avrupalı kimliklerini reddetmemiştir. Öyle görünüyor ki Avrupa bunu gerçekten de uygun bir biçimde anlamadı belki de birçok Balkanlı buna gizlenmiş sayısız sorunu cevap olarak verebilir ve sayısız haklı ve haksız korkularla bugün bile yüzleşmektedir. Arap ve diğer İslam ülkelerinden Avrupa’ya olan aşın göçün her zamankinden daha fazla olması İslam-fobiyi oluşturdu. Bunun ( İslam-fobinin) uygun bir şekilde önlenmemesi, Avrupa tarafından sunulan görkemli sivil demokrasiyi tehdit ediyor. Bu korku günümüzde her zamankinden daha fazla bir biçimde gözle görülür hale geldi ama Türkiye’nin Avrupa birliğine girme isteğinden sonra tespit edilebilir hale geldi. Mustafa Kemal 86 Atatürk, Rus Kralı Büyük Peter gibi Asya çevresini ikinci plana koyarak, sosyal cumhuriyet ve demokratik çok partili sistemini kurmasıyla Türk ülkesini Avrupa Ülkesine (bölgesine) bağlamayı denedi. Bunun yanı sıra, yirmi birinci yüzyılın başlarında Türkiye’nin hızlı ekonomik yükselişi 2002’den 2007’ye yıllık % 6 oldu. Türkiye bu gücüyle Avrupa birleşimi (entegrasyonu) üzerinde tehdit oluşturdu ama Avrupa’nın cahil kesimi bunu çok kültürlülük yani çok dinlilik olarak gördü. Bir ihtimal Türkiye’nin farklı yüzyıllarda Balkanlardaki varlığı, Müslüman ve Hıristiyan birlikteliğinin mümkün olduğu büyük bir ders olarak sonuçlandırılabilirdi. Ünlü Bosnalı yazarın “Bosna ve Boşnaklar için İslam hiç tartışmasız en büyük etnik kimlik tanımlamasıdır. Yani AvrupalIların esas kategorik cihazımn Helenistik olduğu gibi” sözüdür. Orta Avrupa’da da AvrupalIların bir sözü vardır; “Onlar da AvrupalIdır ve birkaç yüzyıldır Türk saltanatı altında İslam’ı kabul ettiler, ya da onlar Müslümandır”. Bütün tartışmalara rağmen Türklerin Balkanlardaki bu varlığı önemli pozitif bir derstir. Balkan ulusları Avrupa’da Hıristiyanlığın ve İslam’ın ülkenin birçok yerinde kardeşçe yaşayabileceğini tecrübe ettiler. Ve bu sadece bir sürdürülebilirliğin ilişkisi değildi ancak bu barışın ve aktif bir biçimde birlikte yaşamanın ürünüydü. Maalesef bazen Balkan milletlerindeki çoğunluğun karşı kesintisi olmuştur ve her zaman devam eden bir (çözüm) model bulunmuştur. 87 XIX. YÜZYILDA OSMANLI İM PARATORLUĞUNUN ULUSLARARASI SİSTEMİN BAŞAT AKTÖRLERİYLE İLİŞKİLERİNDE BALKANLARIN ÖNEMİ Doç. Dr. Ali Faik Demir Galatasaray Üniversitesi GİRİŞ: XIX. yüzyıl uluslararası sistemde büyük değişimlerin yaşandığı, aktörlerin çeşitlendiği, çatışmaların ve rekabetin arttığı bir dönemdir. Balkanlar, Büyük Savaş ya da bilinen adıyla I. Dünya Savaşı’na giden süreçte büyük aktörlerin çıkarlarının çatıştığı en önemli bölgelerden biri olmuş ve savaş burada patlak vermiştir. Uluslararası sistem ya da aktörler için Avrupa’nın doğusunu teşkil eden ve sınırda Türk, Müslüman ve Avrupa’nın kadim parçası görülmeyen büyük bir devletin bulunması, yüzyıllar boyunca bir tehdit ve korku nedeni teşkil etmiştir. Balkanlar diye adlandırılan coğrafi alanın Avrupa olduğu hiç akıldan çıkarılmamalıdır. AvrupalIların, Avrupa’nın doğu bölümüne önem vermelerine paralel olarak Osmanlı için de imparatorluğun uç bölgesi ve batı sınırını teşkil eden Balkanlar, OsmanlI’nın gücünü ve uluslararası sistemdeki ağırlığını gösteren bir bölge olmuştur. Kısaca Balkanlar, Batı ile Doğu’nun sınırı haline gelmiştir. Bu bölgeyi ele geçiren kesin galibiyetini ilan edecektir. Viyana Kuşatması’na kadar Osmanlı bu bölgede adım adım ilerlemiş ve Balkanları da aşarak Avrupa’nın içine girmeye başlamıştır. İlerlemede gelinen son nokta, gerilemenin de ilk adımını ifade etmiştir. 88 Balkanlar dendiği zaman kuşkusuz Batılı birçok faktör ve aktörün dönem dönem değişen şekilde ağırlık kazandığı görülmektedir. Din faktörü uzun zaman en belirleyici faktörlerden birisi olmuştur. Dinin etkili olduğu dönemde, aktör olarak prenslikler, krallıklar da aynı şekilde bölgede hâkim güçleri teşkil etmişlerdir. Daha sonra Avrupa’nın içinde de önemi olan büyük devletler Balkanlar’ı kontrol etmeye çalışmışlardır. Milliyetçilik rüzgârı ilk olarak bu bölgeyi etkilemiş ve imparatorlukların güçlerini korumaya sağladıkları bu alanda büyük depremler yaratmıştır. Halklar, milletlere, milletler devletlere dönüşmeye başlamışlardır. Uluslararası sistemin büyük aktörleri, bölgede artık hükümranlık kurmak yerine müttefikler aramaya başlamışlardır. Her büyük devletin farklı unsurları kullanarak yanında tuttuğu bölge ülkeleri arasında savaş çıkarmak gün geçtikçe daha kolay hale gelir olmuştur. Balkanlar, eskiyle yeninin bir arada yaşadığı, farklı halkların, dillerin, dinlerin ve yaşamların bulunduğu çok kırılgan bir alana dönüşmüştür. Balkan tarihçileri, bölgenin taşıdığı riski ve önemli konumu tanımlamak için “barut fıçısı” deyimini kullanmışlardır. Barut Fıçısına dönüşen Balkanlar’daki dengeler nasıl oluşmuştur? XIX. yüzyılda Balkanlar’daki güç dengesi nasıl değişmiştir? Osmanlı burada nasıl bir tavır izlemiştir ve son olarak OsmanlI’nın Batı ile ilişkilerinde Balkanlar nasıl bir konumda olmuştur? I-XIX. Yüzyılda Balkanlarda Değişim ve Denge: XIX. yüzyılda Balkan coğrafyasında yaşanan gelişmeler, bölge halkları, hem Osmanlı, hem bölgeye komşu devletler, de sistemin başat güçleri açısından kayda değer öneme olmuştur. I. Dünya Savaşı’nm bile fitilinin yakıldığı yer 89 hem hem haiz olan Balkan coğrafyasındaki denge ya dengelerini de hızla etkilemiştir. da dengesizlik, dünya XIX. yüzyılda Balkanlar’da yaşanan temel dönüm noktalan dendiğinde ilk aşamada Napolyon ve yarattığı deprem akla gelmektedir. Ardından 1815 Viyana Kongresi sistem ve dengeler açısından son derece önemlidir. Yunan isyanı ile Osmanlı ciddi bir şok yaşamış ve Batı, OsmanlI’nın kalbine bir ok saplamıştır. Yunan isyanının artçısı Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nm isyanı olmuştur. Doğal olarak Avrupa’nın ortasında ve tüm başat güçlerin katıldığı Kırım Savaşı birçok açıdan Avrupa tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil etmiştir. XIX. yüzyıl açısından 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı Balkanlardaki son durumun ve dengelerin belirlenmesinde bir milattır. Bu oluşan yeni denge, Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı’na kadar uzanacak dönemin başlangıcıdır. Bu dönüm noktalarını detaylandırmak gerekirse, Viyana Kuşatması Osmanlı’mn Avrupa içlerine gidebildiği son nokta ama aynı zamanda gerilemenin de ilk noktası olmuştur. 1699 Karlofça Antlaşması Osmanlı ve tabi rakipleri açısından bir başka dönüm noktasını teşkil etmiştir. Osmanlı kısmen geri çekilir ve söz konusu coğrafyada etkisini ve prestijini kaybederken, başta Rusya olmak üzere farklı aktörler bu boşluğu doldurmaya çalışmaktadırlar.1 Bu yüzyılın en önemli akımı kuşkusuz milliyetçilik hareketleridir. Fransız Devrimi’nin yansımaları hızla Balkanlar’a yansımış ve bir imparatorluk olmanın kırılgan yönü ortaya çıkmıştır. Bölge halkları ve özellikle entelektüelleri milliyetçilik 1 Halil İnalcık, OsmanlIlar Fütuhat, İmparatorluk, Avrupa ile İlişkiler, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, ss.218-233. 90 ı politikalarıyla ilgilenmişler ve bu doğrultuda faaliyete geçmişlerdir. Ayrıca Batılı devletler de bu görüşü destekleyecek maiyette katkılarda bulunmuşlardır. Bölgede milliyetçilik tohumlan ilk olarak Suplar ve Yunanlar arasında atılmıştır. Bu halklar arasında başlayan hareketlenme daha sonra bölgedeki tüm halklara yansımıştır. XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde ulusçu bir patlamanın ardından önce özerklik sonra da bağımsızlık yönünde bir hareketlenme gerçekleşmiştir. Bu hareketlenmenin ardında üç unsura dikkat çekmek yerinde olacaktır. 1- Burjuva sınıfının gelişmesi ve ulusçu bir edebiyat ve kültürün oluşması, 2- XVIII. yüzyılda doruğuna ulaşan âdemi merkezileşme süreci, 3- Avrupa müdahalesi.2 Bölgede başlatılan bağımsızlık hareketi kuşkusuz sadece Osmanlı için bir tehdit olmanın ötesinde imparatorlukların tümüne yönelik bir tehdit de oluşturmuştur. Osmanlı’yı korumak ve sistemin içinde tutmak XIX. yüzyılın başında büyük aktörlerin de çıkarına gözükmüştür. Bu dönemin başında Napolyon Artması çok etkili olmuş, XIX. yüzyıldaki Ostoanlı-Batı-Balkanlar üçgeni dendiği zaman, kuşkusuz Fransa'nın Ortadoğu politikaları ve Mısır seferi ön plana çıkmıştır. Bu doğrultuda Osmanlı Fransa ilişkilerindeki bu köklü değişim OsmanlI’nın büyük güçler ve Balkanlardaki tutum ve dengelerine de yansımıştır. Fransa’nın bu somut adımlarının yanında milliyetçilik akımları da eşanlı olarak Balkanlar’da güçlenmeye başlamıştır. Bu çerçevede en ön planda yer alanlar da Sırp ve Yunan milliyetçiliği olmuştur. Napolyon’un politikaları tüm Avrupa’yı kökten sarsmış, Osmanlı da dolayısıyla birçok açıdan bu hızlı ve şiddetli olaylardan 2 Sina Akşin, “Fransız İhtilali’nin II. Meşrutiyet Öncesi Osmanlı D evleti Üzerindeki Etkileri Üzerine Bazı Görüşler”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Sayı:3, Cilt:49, s.25. 91 etkilenmiştir. Napolyon açık bir ifadeyle Avrupa dengelerini bozmuş, Fransa’yı en büyük güç yapmıştır. Büyük güçler arasındaki dengenin bozulması Avrupa’da eski düzene yeniden dönülmesi için işbirliğini zorunlu kılmıştır. Napolyon’un Avrupa içinde bozduğu dengeler, 1815 Viyana Kongresi ile yeniden kurulmaya çalışılmış ve bu dengeler içinde varlığını sürdürmesi gerektiği düşünülen Osmanlı da bulunmuştur.3 Viyana Kongresi ile ortaya atılan “Avrupa Uyumu” politikası dengelerin sürmesi ve sistem içinden bir aktörün çıkmasının tüm sisteme vereceği zararı hesaba katarak oluşturulmuştur. OsmanlI’nın Avrupa’nın bir parçası kalması gerekmektedir. Viyana Kongresi’nden kısa bir süre sonra patlak verecek Yunan isyanı, Osmanlı-Batı-Balkanlar üçgeni açısından bir başka dönüm noktası olacaktır. Yunan isyanında dönemin büyük güçleri yer alacak ve Avrupa kamuoyunda bu konu geniş yer bulacaktır. 1829 Yunan bağımsızlığı, Osmanlı’mn Balkan topraklarında üstelik merkezin çok yakınında bir toprağın kaybedilmesi son derece radikal gelişmedir. Devlet içinde Müslümanlardan sonra en ayrıcalıklı gruplardan Rumların politika değişikliğinin yarattığı infial, ordunun yenilenmesine rağmen askeri anlamda yaşanan hezimetler, OsmanlI’nın içinde Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nm bir sorun, tehdit hatta yeni hanedan adayı yaratması neden Doğu Sorunu dendiğinin açık göstergeleridir. Doğu Sorunu tanımlamasını ilk olarak Mettemich 1821-1829 Yunan isyanı için kullanmıştır. Diplomasi üzerine yapılan çalışmalardaysa, bu tanımlama, büyük güçlerin Osmanlı’nm 3 Biancamaria Fontana, “N apolyon İmparatorluğu ve Ulusların Avrupa’sı”, Avrupa Fikri, Der:Anthony Pagden, Çev: Rahmi Öğdül ve M esut Varlık, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2010, ss.136-149. 92 güneydoğu Avrupa topraklarını paylaşma süreci şeklinde açıklanmıştır.4 Doğu Sorunu şeklinde tanımlanmaya başlanan Osmanlı ile ilişkiler, artık büyük güçlerin Osmanlı yaşasın mı yaşamasın mı, parçalansın mı yoksa parçalanmasın mı, topraklar nasıl paylaşılsın sorularına değişen şekillerde sürmeye başlamıştır.5 Doğu Sorunu olarak adlandırılan dönemde büyük güçler, Balkanlar’daki milliyetçilik rüzgarını kendi lehlerine çevirmek için mücadeleye girmişlerdir. Bunlardan biri de Bulgaristan’da yaşanmıştır. Rusya’ya yakın, Slav ve Ortodoks olan Bulgarlara yönelik Fransızların 1840-1861 arasında Katoliklik üzerinden etki yapma çabaları olmuş ancak başarısızlıkla sonuçlanmıştır.6 İngiltere ve Rusya ilişkileri bu dönemde Balkan coğrafyası için çok önemli olmuştur. Rus Çarı I. Nikola’mn en büyük hedefi Boğazlan kontrol edebilmek ve bu şekilde sıcak denizlere inebilmektir. Bu hayaline yönelik iki defa Ingiltere ile temaslarda bulunmuştur. İlk olarak 1844’te İngiltere ziyareti sırasında Çar Osmanlı’nm hasta adam olduğunu dile getirmiş ve sonradan kavga çıkmaması için önceden paylaşım fikrini önermiştir. İkinci olarak da Kırım Savaşı öncesinde St. Petersburg’da İngiliz elçisine aynı fikri söylemiştir. 4 Loannis Loucas, “La question de l ’Orient et la geopolitique de l ’espaceeuropeen du sud-est” Guerres mondiales et conflits contemporains, N o :2 1 7 ,2005, s.17. 5 Mehmet Kocaoğlu, “Kavalalı Mehmet Ali dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1152/13547 .pdf Paşa İsyam (1831-1841)”, 6 Pierre Voillery, “U n aspect de la rivalite franco-russe au X X e side: les Bulgares”, Cahiers du monde russe et sovietique, Vol:21, N o ;l, janvier-mars 1980, ss.31-47. 93 Yunan bağımsızlık hareketinden sonra hem sistem, hem başat güçler, hem Osmanlı hem de Rusya’nın ilgilendiği sorun Kırım Savaşı olmuştur. Bu savaş, ciddi anlamda bir Avrupa savaşı haline gelmiştir. Osmanlı Rusya savaşı kısa sürede Rusya ve Avrupa savaşı haline gelmiştir. Balkanlar bu savaşm en önemli sahnesi olmuştur. Kırım Savaşı kadar bu savaşı bitiren Paris Barış Antlaşması da son derece önemli görülmüştür. Dönemin başat gücü Kraliçe Viktorya’nm İngiltere’sidir. Bu dönemde Liberal-Muhafazakâr farkı ya da politik yaklaşımları Osmanlı açısından kayda değer konumda olmuştur. Özellikle yüzyılın son dönemlerinde Liberal Başbakan Gladstone yönetimi Osmanlı’nm parçalanması konusunda en etkili adımları atmıştır.7 Ardından III. Napolyon yönetimindeki Fransa gelmektedir. Rusya ise bu iki gücü takip etmektedir. Kara ordusu güçlerden söz etmek gerekirse, Fransa dönemin en büyük kara ordusuna sahiptir. Bu orduyu, Rus ve Osmanlı ordusu izlemektedir.8 Donanma açısından bakıldığındaysa İngiltere, ABD, Fransa ve Rusya şeklinde sıralanmıştır. İngiltere, sadece askeri değil aynı zamanda ticaret filosunda da açık ara ilk sıradadır.9 Fransa’da 1848’de uzun süredir yaşanan gerginliklerin ardından Kral Louis-Philippe yönetimi sona ermiş, cumhuriyet ilan edilmiştir. 1848’de yapılan seçimlerden Napolyon’un yeğeni Louis Napolyon galip çıkmış ve 1852’de III. Napolyon adıyla imparator olmuştur. Bu dönemde İngiltere’de 64 yıldır hüküm 7 http://www.numberlO.gov.uk/Nstorv-and-tom/past-prime-ministers/ 8 Yılmaz Öztuna, Başlangıcından Zamanımıza Kadar Türkiye Tarihi X IXyyX X .yy, Cilt: 12, Hayat Kitapları, İstanbul, 1967, s.8. 9 Durmuş Akalın, Cemil Çelik, “XIX. Yüzyılda D oğu A kdeniz’de İngilizFransız Rekabeti ve Osmanlı D evleti”, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literatüre and History o f Turkish or Turkic, Volüm e 7/3, Summer 2012, ss. 27-28. 94 süren Kraliçe Viktorya bulunmaktadır. Dışişleri Palmerston da öne çıkan ve etkili bir figür olmuştur. Bakanı Rusya’ya gelince, yüzyılın başında I. Alexandre ardından I. Nikola Çar olmuşlardır. Kırım Savaşı sırasında II, Alexandre başa geçmiş, yüzyılın sonunda da III. Alexandre Rusya’ya hükmetmiştir. Son derece otoriter bir kişiliğe sahip olan Çar I. Nikola, 30 yıl süren saltanatı boyunca Batı ile bağlarını zayıflatmıştır. Rusya, Finlandiya’yı İsveç’ten almış, Lehistan’ı ele geçirmiş, Kırım, Kuban ve Beserabya’yı OsmanlI’dan koparmış, Eflak ve Boğdan soranlarında söz sahibi olmuş ve nihayet Kafkasya’yı ele geçirmiştir.101 XIX. yüzyılda Avrupa’daki milliyetçilik akımlarından Avusturya-Macaristan da son derece etkilenmiştir. Güçlü başbakan Mettemich ülkeden kaçmış, İmparator Ferdinand yerini terk etmek zorunda kalmış ve İmparatorluğa François Joseph geçmiştir. Macaristan, Bohemya ihtilalleri patlak vermiş, İtalyan şehir devletleri ayrılmak istemiştir. Bu büyük krizler, Rusya’nın büyük desteği ile atlatılabilmiştir. Özellikle Macaristan’ın bağımsızlığı Osmanlı-Avusturya ilişkilerini bozmuştu. Krize taraf olabilecek gücü olmayan Osmanlı, başta Prens Kossuth olmak üzere Macarlara kapılarını açınca gerginlik yaşanmıştır.n Avrupa’da yaşanan 1848 devrimleri Osmanlı açısından bazı olumlu yansımalar da yaratmıştır. Avrupa’da yaşanan devrimlerden sonra birçok sığınmacının Osmanlı’ya gitmeleri, Avusturya ve Rusya’yı kuşkulandırırken, İngiltere ve Fransa bu yaklaşımı takdirle karşılamıştır. 10 M ufassal Osmanlı Tarihi, Cilt: V I., Güven Y aym evi, İstanbul, 1963, ss.30013006. 11 M ufassal Osmanlı Tarihi, Cilt: V I., Güven Y aym evi, İstanbul, 1963, ss.30063008. 95 XIX. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde özellikle Avrupa dengelerinde büyük ve önemli değişimler yaşanmıştır. Özellikle Almanya ve İtalya’nın geldiği konumlar son derece önemli olmuştur. Bismark’m Almanyası’nm denge politikası ve OsmanlI’ya mesafeli yaklaşımı II. Wilhelm ile birlikte ciddi bir değişim göstermiştir. Almanlar dış politikada Osmanlı için yeni fırsatları getirirken, İngiltere’de Liberallerin iktidara gelmeleri Osmanlı açısından dış politikada bir sayfanın kapanması anlamına gelmiştir. Rusya ise Osmanlı’ya yönelik politikalarında eski çizgisini ve tavrını sürdürmüştür.12 Son olarak Balkan dengeleri açısından 1877-1878 Savaşı çok önemli bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Balkan iç dengelerindeki bozukluklarla başlayan, sonra Rus-Osmanlı Savaşı’na dönüşen, ardından Batı’nm devreye girmek zorunda kaldığı ve savaşın sonundaki anlaşmalarla OsmanlI’nın Balkanlar’daki vadesinin bitmek üzere olduğunun görüldüğü bir süreç yaşanmıştır. XIX. yüzyıldaki Balkan dengeleri belki de Osmanlı’nm genel dış politikasının sınandığı ve karnesinin verildiği yerdir. Doğu değil Batı OsmanlI’nın başarısızlığının göstergesidir. İç politik sorunlar Balkanlar’ı etkilerken Balkanlar’da ters giden konularda Osmanlı yönetimini belirler hale gelmiştir. Osmanlı’nm son yıllarındaki tek belirleyici Partinin yani İttihat ve Terakki’nin Balkan kökeni ve bağılığı göz ardı edilmemelidir. 12 Oral Sander, Siyasi Tarih İlk Çağlardan 1918’e, İmge Yayınları, Ankara, 1989, ss.2 19-222. 96 Il-Osmanlı'nın Balkanlardaki Varlığı Balkanlar, OsmanlI’nın genel dış politikasında her zaman öncelikli bir bölge olmuştur. Avrupa devletleriyle mücadele, her aşamada başarımn ve gücün elde tutulmasının ifadesi şeklinde değerlendirilmiştir. Batı seferleri aynı zamanda doğudaki devletler düzeyindeki prestiji de arttırmıştır. Batıklarca bir doğu devleti olarak görülen OsmanlI’nın yaklaşık 500 yıl boyunca Avrupa’da yaşaması ve bu coğrafyanın dinamiklerini belirlediği unutulmamalıdır. Balkanlar, Avrupa’da Doğu ve Batının birlikte yaşayabileceğinin güzel bir göstergesi olmuştur. Osmanlı tarihçisi Halil İnalcık, Balkanlar’m 330’da Konstantinopolis’in kuruluşundan 1919’a kadar kesintisiz 1600 yıl iki büyük imparatorluğun yani Doğu Roma ve Osmanlı egemenliğinde Anadolu ile birlikte yönetildiğini ifade etmektedir.13 Balkanlar neden önemlidir? Osmanlı’mn hükmettiği diğer bölgelerden nasıl bir farkı vardır? Öncelikle Balkanlar Osmanlı’nm ilk genişlediği alandır. Bölgenin Balkan adı ile anılmaya başlaması XIX. yüzyıla dayanmaktadır.14 İlk büyük komşusu zayıflamış ya da yıkılmak üzere de olsa Doğu Roma İmparatorluğu yani Bizans’tır. Hıristiyan ve özellikle Ortodoks halklarla bu bölge vasıtasıyla tanışmıştır. Çok farldı halklan ve dilleri barındıran bölgeye çok sayıda büyük devletin komşu olması Osmanlı açısından son derece stratejik bir politika yürütmesini zorunlu kılmıştır. Ayrıca ekonomik bakımdan da ilerleyen yıllarda Balkanlar önem kazanmıştır. Öncelikle 13 Halil İnalcık, “Osmanlı D önem inde Balkanlar Tarihi Üzerine Yeni Araştırmalar”, Güneydoğu Avrupa Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi(GAMER) Dergisi, I, 1, 2012, s.2. 14 Ebru Boyar, Ottomans, Turks and the Balkans, Tauris Academic Studies, London, 2007, ss.29-30. 07 Balkanlar, hem İstanbul’un hem de ordunun ve donanmanın en önemli iaşe kaynağını teşkil etmiştir. Bu çerçevede Rumeli halkları sürekli bir hareket halinde olmuşlardır. Balkan kökenliler, İstanbul’da yaşayan çok sayıda Rumeli göçmeninin yanında yönetici seçkinler arasında da ayrıcalıklı bir konum elde etmişlerdir.15 XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı Balkanlarda ciddi sorunlarla karşılaşmaya başlamıştır. Din konusu, Batı’nm OsmanlI’ya müdahalesi açısından en önemli silahlardan birini teşkil etmiştir. Balkanlar’da Ortodoksların çoğunlukta olması Rusya’nın büyük güç sağlamasına fırsat vermiştir. Bu dönemde, Ortodoks ve Katolik halkların hamileri Rusya ve Fransa Osmanlı üzerindeki nüfuzlarını arttırmaya çalışmakta, hatta OsmanlI’daki tüm Hıristiyanları temsil etmek istemektedirler. OsmanlI’daki Ortodoks ve Katoliklerin bu ülkelere yaptıkları şikayetler de artmıştır. İngiltere, az bir nüfusa sahip olan Protestanlara yaklaşmıştır. II. Viyana Kuşatması’ndan sonra Balkanlar, Osmanlı için bir gerileme alanına dönüşmüş, Macaristan tamamen, Pasarofça ile Eflak ve Sırbistan’ın belli bölgeleri elden çıkmıştır.16 Boğdan, başkenti Yaş dışında kentleşmenin sınırlı olduğu bir Ortodoks bölge prensliğiydi. Osmanlı’nm kontrolüne geç bir tarihte 1455’de geçmiştir. Boğdan’da uzun yıllar Polonya soylularının etkisi olmuş, daha sonra 1711’den itibaren Fenerli Rumlar yönetime atanmıştır. Macaristan’ın dağ kesiminde bulunan ve Transilvanya şeklinde de adlandırılan Erdel, önemli prensliklerden biri olmuştur. 1699’da Habsburglar’a geçene kadar 15 Suraiya Faroqhi, Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya, Çev: A yşe Berktay, Kitap Y ayınevi, İstanbul, 2010, s.26. 16 Suraiya Faroqhi, op.cit., s.53. 98 Osmanlı etkisinde kalmıştır. Müslüman bir nüfus bulunmayıp, tüm Hıristiyan gruplar mevcuttur.17 Stratejik olarak, Osmanlılar Avusturya ve Rusya’nın Orta ve Batı Avrupa’da farklı sorunlarla uğraşmalarını çıkarlarına görmüşlerdir. Bu çerçevede o dönemdeki geleneksel dostu Fransa uzun süre bu işlevi yerine getirmiş ve iki devletin ilgisini Osmanlı dışındaki alanlara çekmiştir. Dönemin Osmanlı padişahı III. Selim veliahtlığından itibaren Fransa ile yakın ilişkiler kurmuş, XVI. Louis ile gizlice haberleşmiştir. Hatta III. Selim ile özdeş görülen Nizam-ı Cedit’in de Fransız Devrimi’nde kullanılan “nouvel ordre”dan esinlenerek oluşturulduğu tarihçilerce iddia edilmiştir.18 Osmanlı Devleti, Balkanlar’da Müslümanlaştırma ya da Türkleştirme gibi bir politika uygulamamıştır. Bunun aksini iddia edenlerin bu bilgileri Osmanlı ya da Balkan ülkelerinin arşivlerinden destekleyebilmeleri mümkün değildir.19 Halil İnalcık için “çift-hane sistemi”, Osmanlı siyasal-ekonomik sisteminin temelidir. Bunun en güzel uygulaması Balkanlar’da da görülebilir. Osmanlı’nm mutlak merkeziyetçi sisteminde böylece köylü ve toprak hem kontrol altında tutulur, hem de yerel sömürülerin yapılması engellenmiş olurdu. Bizans ve ardından gelen Osmanlı bir köylü imparatorluğu olarak nitelendirilebilir.20 1894'teki Osmanlı nüfus sayımı verilerine göre, Balkanlarda 17 Suraiya Faroqhi, op.cit., ss .135-137. 18 Sina Akşin, “Fransız İhtilali’nin II.Meşratiyet Öncesi Osmanlı Devleti Üzerindeki Etkileri Üzerine Bazı Görüşler”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Sayı:3, Cilt:49, s.24. 19 İnalcık, op.cit., s.5. 20 İnalcık, op.cit., s.6. 99 Manastır, İşkodra, Edime, Selanik ve Kosova’da Müslüman halk çoğunluğu teşkil etmektedir.21 Osmanlı aydınlanmasında Balkan coğrafyasının ve önemli şehirlerin büyük yansımaları olduğu görülmektedir. Edime, Selanik, Manastır, Üsküp gibi şehirlerin farklı dinden, etnik kökenden ve gruplardan oluşan heterojen yapısı gerek entelektüel, gerek ekonomik ve tabi gerek politik açıdan büyük zenginlik yaratmakta ve OsmanlI’nın son dönemindeki elitin bu coğrafya kökenli olması anlaşılır hale gelmektedir.22 Tanzimat Fermanı, OsmanlI’nın bir iç düzenlemesi olarak kabul edilmekle birlikte, önemli dış yansımaları da vardır. 1856-1871 döneminde Müslüman ve gayrimüslim tebaa üzerine çok spekülasyon yapılmıştır. Dönemin Sadrazamlarından Kıbrıslı Mehmet Paşa Bulgaristan ve Makedonya’da bir süre kalarak millet sistemiyle ilgili padişah için tafsilatlı bir rapor hazırlamıştır. 1860’da Balkanlar’da Ortodoks, Yahudi ve Ermeni Gregoryen olarak üç millet varken bu sayı altıya çıkarılmıştır.23 Tanzimat’tan sonra 1844’te çıkan Arnavutluk isyanı 400’den fazla isyancının öldürülmesi ile bastırılmıştır. Bu isyandan sonra 1846’da Sultan Abdülmecit Balkan gezisine çıkmış, kara yoluyla Varna’ya kadar gidip, deniz yoluyla İstanbul’a dönmüştür. Bu yolculuktaki gözlemlerini de sadrazamına yazılı olarak bildirmiştir.24 21 Kemal Karpat, 1894 Sayımına Göre Nüfus, s .155. 22 Hakan Okçal, “Balkanlar ve Türkiye”, Güneydoğu Avrupa Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (GAMER) Dergisi, I, 1 ,2 0 1 2 , s .199. 23 Dennis P. Hupchick, The Balkans From Constantinople to Communism Palgrave, N ew York, 2002, s.242. 24 Mufassal Osmanlı Tarihi, op.cit., s.2994. 100 Paris Barış Antlaşmasından Berlin Banşı’na Osmanlı’da birçok olay çok hızlı yaşanmıştır. 1857 Bosna-Hersek İsyanı, hemen ardından Karadağ İsyanı Batıkları tekrar Osmanlı ile ilgilenmeye yönlendirmiştir. 1861’de Eflak ve Boğdan tek prensliğe dönüşmüştür. 1867’de Suplar, büyük güçlerin de desteğiyle Türk askerlerinin son kaldığı yerleri de ele geçirmiştir. 1878’den günümüze Bulgaristan’da Bulgar Müslümanları, Türkler, Tatarlar ve Müslüman Çingeneler önemli azınlıkları teşkil etmişlerdir. 1875 Bosna-Hersek ayaklanması, Doğu Sorunu nun yeni bir aşaması olarak değerlendirilmiştir. Rusya’nın panslavist politikaları çerçevesinde tüm Balkan kentlerindeki elçileri aracılığıyla yönlendirmeye çalıştığı isyan etkili olmuştur. Sırbistan, ilk aşamada bu isyana uzak dursa da daha sonra hızla politika değişikliğine gitmiştir. OsmanlI’nın Balkanlar’daki varlığı açısından XIX. Yüzyılın son çeyreğine II.Abdülhamid damgasını vurmuştur. Her ne kadar panislamizmin öne çıktığı bir dönem olsa, II.Wilhelm ile işbirliği yapılmaya başlansa ve Ortadoğu coğrafyasına ağırlık verilse de Balkanlar’daki toprakların korunması hassasiyeti sürdürülmüştür."6 Bu dönemde, Balkan politikaları sultan dışında en büyük rakibi ve son dönem Osmanlı siyasal yaşamının en temel aktörü olan İttihat ve Terakki için de önemli ve stratejik bir konuma sahip olmuştur.256 25 Alexandre Popovic, “Les Turcs de Bulgarie 1878-1985”, Cahiers du monde russe et sovietique, V ol:27, N o:3-4., juillet-decembre 1986, ss.381-382. 26| Vahdettin Engin, II.Abdülhamid ve D ış Politika, Y editepe Yayınevi, İstanbul, 2007, ss.24-43. 101 III-Başat Güçler Hamleleri ve OsmanlI'nın Balkan Sahnesindeki Dünya tarihi açısından birçok gelişmenin yaşandığı XIX. yüzyılın Balkanlarında Osmanlı ile Batılı başat güçler bir satranç tahtası üzerinde gibi stratejiye dayalı bir oyuna girişmişlerdir. Aynı dönemlerde Afganistan üzerindeki İngiliz-Rus rekabeti “Büyük Oyun” olarak adlandırılmıştır. Belki de bir büyük oyun da söz konusu coğrafyada oynanmıştır. Balkanlardaki oyunun sahnesi ve aktörleri de daha fazladır ve bu oyun çok sık değişmiş ve etkileri sadece bölgesiyle sınırlı kalmamıştır. Balkan coğrafyasında söz konusu dönemde ilk ciddi gerilim konusu kuşkusuz milliyetçilik hareketleri bir anlamda OsmanlI’ya yönelik isyanlar olmuştur. Osmanlı ile bu bölgede rekabet eden ve OsmanlI’yı zayıflatmaya çalışan en önemli aktör Rusya olmuştur. Eşanlı olarak Sırbistan ve Yunanistan da isyanları teşvik etmiş, bu konuda örgütlenme faaliyetlerine katkıda bulunmuştur. Ayaklanma o günlerin en popüler deyimi olmuştur. “Ayaklanma” ve “isyan” demek olan “ustanak” Sırplar’ın kullandığı bir terimken, Yunanlar, “devrim” anlamına gelen “epanastisis” kelimesini kullanmıştır. Bu kelime aynı zamanda büyük devrim ya da bağımsızlık savaşı anlamına da geliyordu.27 Balkanlardaki milliyetçilik hareketlerinin ilk örneği 1804’de Sırbistan’da yaşanmıştır. 1809’da Osmanlı-Rus ilişkileri bozulmuş, bu çerçevede Sırp isyanı Rusya’dan ciddi destek almaya başlamıştır.28 1812 Bükreş Antlaşması’nın 8. maddesi 27 Georges Castellan, Balkanların Tarihi, Çev: A yşegü l Yaraman Başbuğu, M illiyet Y ayınlan, İstanbul, 1993, s.245. 28 Jean-Jacques Becker, “L ’Ombre du Nationaism e Serbe”, R evue d ’histoire, N o:69, 2001, ss.8-9. 102 I Sırplar için büyük bir açılım sağlamıştır. Bu maddeye göre, Suplara genel af sağlanacak ve Osmanlı tarafından belirlenmiş vergi karşılığında iç işlerinde bağımsızlık verilecekti. Ruslar ve Avusturya'nın Kara Yorgi’ye desteğini kesmesi sonucunda ilk Sırp ayaklanması 1813’de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. II. Mahmut döneminde imzalanan Akkerman Antlaşması, Bükreş Antlaşması’nm 8. Maddesinin uygulanmasını ve en önemlisi Rusya’nın gözlemcilik hakkının tanınmasını sağlamıştır.29 1815’de ikinci isyan Miloş Obranoviç liderliğinde başlatılmıştır. Bu dönemde ilk Sırp lider Kara Yorgi, Rusya’ya geçerek, Çar I. Alexandre ile görüşüp Sırp iktidarının kendisine ait olduğunu bildirmiştir. Ruslar, beklediği desteği Kara Yorgi’ye vermemiş, bunun yerine Sirp ve Yunan isyanlarını koordine etmek için Filiki Eterya’da görev almasını talep etmiştir. Kara Yorgi’nin öldürülmesiyle Sırp-Yunan isyan bağlantısı kopmuştur.30 1821’de Alexandre îpsilanti’nin girişimleri sonucunda Yunanlar ve Sırplar arasında birbirlerini desteklemek yönünde bir anlaşma yapılmıştır. Ancak Osmanlı ile iyi geçinmek isteyen Obranoviç Yunan isyanı sırasında beklenen desteği vermemiştir. İkinci ayaklanma 1815-1834 arasında yaşanmıştır.31 Yunanlar da aynı yıllarda ciddi bir destekle ayaklanmaya teşvik edilmiştir. Bu etki sonucunda 1814’de Odessa’da amacı Mora’da bağımsız bir devlet kurmak ve Balkanlardaki diğer halkları aynı şekilde harekete teşvik etmek olan Filiki Eterya Demeği kurulmuştur. Demeğin onursal başkam Çar I.Alexandre’dır. 29 Georges Castellan, Balkanların Tarihi, Çev: A yşegül Yaraman Başbuğu, M illiyet Yayınları, İstanbul, 1993, ss.259-264. 30 Selim Aslantaş, Osmanlıda Sırp İsyanları(XIX. Balkanlar), Kitap Yayınevi, İstanbul, 2007, ss.161-162. Y üzyılın Şafağında 31 H am iyet Sezer Feyzioğlu, “Yunan İsyanı Sırasında Sırp-Yunan İlişkileri”, acikarsiv.ankara. edu.tr 103 1814’de 2 Epirli ve 1 Patmoslu tüccar Odessa’da Philiki Hetaireia(Arkadaşlar Birliği) Demeği’ni kurmuştur/" Osmaniı açısından ilk ciddi kayıp Sırp isyanı ile değil Yunan isyanı ile gelmiş ve 1821 Mora isyanı ile başlayan gelişmeler Yunan bağımsızlığıyla sonuçlanmıştır. Bu bağımsızlık hareketi açısından ciddi bir Batı desteğinden bahsetmek mümkündür. Bu savaşa tüm büyük güçler madden ve manen Yunanistan’ın yanında yer almıştır. Osmaniı uzun zaman sonra ilk defa tüm Batı’ya karşı savaşmak zorunda kalmıştır. Sonuç tabi ki büyük bir kayıptır. Doğu Sorunu olarak adlandırılan dönemde büyük güçler, Balkanlar’daki milliyetçilik rüzgârım kendi lehlerine çevirmek için mücadeleye girmişlerdir. Bunlardan biri de Bulgaristan’da yaşanmıştır. Rusya’ya yalcın, Slav ve Ortodoks olan Bulgarlara yönelik Fransızların 1840-1861 arasında Katoliklik üzerinden etki yapma çabaları olmuş ancak başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1830-1860 arasında Bulgar milliyetçilik hareketleri Osmaniı Bulgar Hıristiyan sınıfı tarafından canlandırılmıştır. Bu Hıristiyanlık söyleminde Rusya ve Fransa rol oynamak istemiştir. Fransa’mn Bulgaristan politikalarını oluşturmada 3 önemli unsur rol oynamıştır: Hükümet, PolonyalI göçmenler ve son olarak Katolikler. Bulgarlar 1846’da Rus Çan I.Nikola’ya başvurarak Papalık, Fransa ve Avusturya’nın Katolikleri, Patrikhane Yunanları, Ingiltere, Prusya ve Bavyera Protestanlan *3 ' Georges Castellan, op.cit.,, s.270. 33 Pierre V oillery, “Un aspect de la rivalite franco-russe au X IX e siecle: Les Bulgares”, Cahier du M onde russe et sovietique, N o :X X I(l), janvier-mars 1980, ss.31-47. 104 desteklediğini belirterek, Rusların korumasını talep etmiştir.34 da Ortodoks Slavları Osmanlı İmparatorluğu için XIX. yüzyıldaki en önemli dönüm noktalarından birisi Kırım Savaşı’dır. Bu savaşın farklı nedenlerinin yanında Balkan coğrafyasına büyük yansımaları olmuş ve uluslararası sistemin başat aktörleri aktif şekilde Balkanlar’da varlıklarını göstermişlerdir. Değişimin ve savaşın fitilini yakan Rusya, daha açık bir ifadeyle “Tanzimat Türkiyesi”ni yıkmak isteyen Çar I. Nikola idi. Ortodoksların hamiliğini yapan Rusya, OsmanlI’nın bu gruba kötü muamele ettiğini ileri sürmüştür. Bu çerçevede I. Nikola, Finlandiya Umumi Valisi, Bahriye Nazırı ve Büyük Amiral Prens M ençikof u İstanbul’a fevkalade büyükelçi olarak göndermiştir.35 Abdülmecit iktidarı sırasında Osmanlı, Rusya’nın Ortodokslar üzerinden yaptığı baskıları reddetmeyi ve bujılara hayır diyebilmeyi, Kavaklı İsyanı’ndan sonra önemli bir güç ispatlamak olarak görüyordu. Rusya, Osmanlı’yı “hasta adam” olarak görüyor ve OsmanlI’yı bir an önce İngiltere ile paylaşmak istiyordu. Rusya’nın Akdeniz’e inmesinden korkan İngiltere, Rusya’nın planlarını İstanbul’a iletmiştir. Artık savaşın eşiğine gelinmiştir. Prens Mençikof, İstanbul’dan verilen ültimatoma 5 gün içinde cevap vermesini istemiş ve red cevabının ardından Mençikof elçiliği kapatarak ülkesine dönmüştür. Taraflar aralarındaki tüm köprüleri atmıştır.36 34 Pierre Voillery, op.cit., pp.31-34. 35 Yılm az Öztuna, Başlangıcından Zamanımıza Kadar Türkiye Tarihi X IX yyX X.yy, Cilt: 12, Hayat Kitapları, İstanbul, 1967, s.7. 36 Yılm az Öztuna, Başlangıcından Zamanımıza Kadar Türkiye Tarihi X IXyyX X .yy, Cilt: 12, Hayat Kitapları, İstanbul, 1967, ss.8. 105 Rusya, Temmuz 1853’de 35000 askerle Romanya’yı işgale başlamış, fakat bu işgalin OsmanlI’ya savaş açmak anlamına gelmediğini Avrupa başkentlerine tebliğ etmiştir. Avrupa içinde bir savaştan tedirgin olan Avusturya ile Prusya, kendi hakemliklerinde bir konferans toplayıp İstanbul ile Petersburg’u uzlaştırmak istemiştir. Rusya bu teklifi kabul ederken, İstanbul reddetmiştir. 4 Ekim 1853’de Osmanlı, Rusya’ya savaş ilan ettiğini bütün başkentlere bildirmiştir.37 Osmanlı-Rus savaşı, iki cephede Tuna boylarında ve Kafkasya’da gerçekleşmiştir. Avrupa’nın Başat güçleri Kırım Savaşı sırasında Rusya ile karşı karşıya gelmişlerdir. Balkanlar bu cepheleşmenin ve savaşın sahasını teşkil etmiştir. 1855’de Çar I. Nikola’nın ölümü ve yerine II. Aleksandr’m geçişi uzlaşma sürecini kolaylaştırmıştır. Balkanlarda Kırım Savaşı’ndan sonra tekrar Osmanlı yüzünden büyük güçler karşı karşıya gelmişlerdir. Moldova’daki seçimler ve Romanya’nın geleceği, Osmanlı’nm tavrı ve buna karşı büyük güçlerin farklı görüşleri dikkate değerdir. Romanya Prensi Alexandru Cuza bir anlamda Romanya birliğinin sembolü olmuş ancak 1866’da Bismark’m politikalarına bağlı olarak yerine Prusya Kralı’mn kuzeni Prens Kari of Hohenzollem geçmiştir.38 185 8’de Memleketeyn’in yeni yapılanmasına ait Paris Antlaşması, Kırım Savaşı’nı bitiren Paris Antlaşması’na katılan devletlerce imzalanmıştır. Antlaşmanın hükümlerine göre, Principautes Unies de Moldavie et Valachie (Birleşik Boğdan ve Eflak Prenslikleri) OsmanlI’ya bağlı olacak prensliklerin yükümlülükleri belirtilmiştir. Ancak antlaşmadan kısa süre sonra OsmanlI’nın şiddetli itirazlarına rağmen Boğdan Voyvodası 37 Yılm az Öztuna, op.cit., s.9. 38 Dermiş P. Hupchick, The Balkans From Constantinople to Communism Palgrave, N ew York, 2002, s.2 3 1-233. 106 seçilen Alexandre Jan Kuza, Eflak tarafından da seçilmiştir. Böylece antlaşmaya aykırı olarak iki prenslik tek yöneticinin idaresine girmiştir. OsmanlI’nın itirazlarına sadece Avusturya destek vermiş ancak sonuç değiştirilememiştir.39 1859’da beş büyük devlet İngiltere, Fransa, Avusturya, Prusya ve Rusya Osmanlı’ya Islahat Fermanı’mn uygulanmasında sorunlar bulunması ve ağır davranılmasma yönelik düşüncelerini bildiren bir ültimatom vermiştir. Rusya bununla da yetinmeyerek, BosnaHersek ve Bulgaristan Hıristiyanlarının durumunun incelenmesi için bir komisyon kurulmasını istemiştir. 1870’de Sultan Abdülaziz bir fermanla “Bulgar Valiliği”ni teşkil etti. Bu fermana göre, bir özerk Bulgar Kilisesi kurulmuş, başına gelen vali, İmparatorluğun içindeki ve Güney Rusya Bulgarları gibi dışındaki Bulgarlar üzerinde yargı yetkisine sahip olmuştu. Bu vali bağımsızlığa kadar İstanbul’da oturacaktır.40 1870 Fransa-Prusya Savaşı ciddi anlamda güç dengelerini etkilemiş ve Osmanlı’da bu durumdan ciddi şekilde etkilenmiştir. Avrupa’daki bu boşluktan yararlanan Rusya, 1870’de Paris Barış Antlaşmasını bozarak Karadeniz’deki hükümranlık haklarını tekrar kullanacağını bildirmiştir. İngiltere bu kararı şiddetle reddetmiş ve Rusya’ya karşı savaş açılmasını önermiş, Avusturya Rusya’ya katılmıştır. Ancak Bismark, Avusturya’nın Fransa ile birleşmemesi için Rusya’ya muhtaçtır, diğer tarafta da İngiltere’yi küstürmek istememiştir. Balkanlar ve Karadeniz’de Rus tehdidi artmış, Fransa’nın politikaları, bu dengesizliğin en büyük sebebi olmuştur.41 39 Mufassal Osmanlı Tarihi, Cilt: VI., Güven Yayınevi, İstanbul, 1963, s.3095. 40 Castellan, op.cit., s.327. 41 M ufassal Osmanlı Tarihi, op.cit., s.3 166-3167. 107 1870 Savaşı sonrasında Avrupa’nın idaresi Rusya, Avusturya ve Almanya’nın eline geçmiştir. 1872’den itibaren üç devlet her yıl görüşme geleneği başlatmışlardır. 1875’de Avusturya’da yapılan toplantıya Rusya İmparatoru II. Alexandre, Başbakan Gorçakof, Avusturya İmparatoru François Josephe, Alman İmparatoru I.Wilhelm ve Başbakan Bismark hazır bulunmuşlardır. Bu toplantıda Doğu Sorunu da ele alınmış, Osmanlı içinde Hıristiyan tebaasının isyanında 3 devlet tarafsız kalma kararı almışlardır.4243 1875’de patlak veren Bosna-Hersek ayaklanması, bir anlamda Batıkların gözünde Doğu Sorunu’nun ikinci perdesi gibidir. Rusların gerek İstanbul, gerek Balkan kentlerindeki büyükelçilikleri kanalıyla Slav milliyetçiliği alevlendirilmiştir. Sırplar, ilk aşamada Osmanlı ile savaşmak istememekle birlikte Rusya’nın politikası yüzünden karar değiştirmiş, ilk aşamada Karadağ ile anlaşma imzalamış ardından Romanya ve Yunanistan ile de anlaşarak OsmanlI’ya savaşa hazır hale gelmiştir. Sırbistan ve Karadağ’ın savaş ilan etmesi Balkan dengelerini köklü şekilde 43 sarsmıştır. Bir başka bölge devleti Avusturya, İtalya ve Almanya’ya karşı kaybettiği prestiji yeniden sağlamak için Bosna Hersek’i ele geçirmek daha sonra da Arnavutluk, Makedonya ve Selanik’i kontrol etmek istemiştir.44 Avusturya için kısa vadede OsmanlI’nın toprak bütünlüğünü koruması çıkarınadır. Balkanlarda Rus yayılmasına karşı Almanya ile ittifaka girişmişlerdir. Bununla birlikte Avusturya içindeki Hırvatlar, bu 42 M ufassal Osmanlı Tarihi, o p .c it, s.3176. 43 Stanford-Ezel Kural Shaw, Osm anlı İmparatorluğu ve M odem Türkiye, çev: M ehmet Harmancı, Cilt:2, 1984, s.208. 44 Enver Z iya Karal, Osmanlı Tarihi-Birinci M eşrutiyet v e İstibdat Devirleri (1876-1907), Cilt:VII, Ankara, 1988, ss.14-15. 108 politikadan yana değillerdir. Bismark’lı Almanya ise BosnaHersek sorununun Üç İmparatorlar Ligi (1872) çerçevesinde çözülmesi fikirlerine mesafeli yaklaşmış ve Almanya’nın bu çatışmanın parçası olmasını istememiştir. 1876’da İstanbul’daki bir olayı bahane eden Bulgarlar ayaklanmışlardır. Osmanlı kararlı bir şekilde isyanı bastırmış, ancak büyük güçlerden sert tepkiler gelmiştir. İngiliz Başbakanı Gladstone olayı kınarken, ünlü yazar Victor Hugo, sorunla ilgili önemli bir metin kaleme almıştır. Bu metinde, Sırp İsyanı ve Balkanlarda yaşananlar üzerinden bireylere ve halklara yapılan mezalimi anlatmış ve sorunların kökeni olarak büyük güçleri göstermiş, hatta bu sorunların çözümü için Avrupa Birleşik Devletlerine olan ihtiyacı açık şekilde vurgulamıştır. Hugo’ya göre dünyadaki sorunların büyük oranda kökeni, İngiltere ve Rusya’dan kaynaklanmıştır.45 Castellan’m “Üçüncü Doğu Krizi” şeklinde tanımladığı “93 Harbi” Rusya’nın Avrupa dengelerini bozma girişimlerinden bir örnek olmuştur. Önceden Avusturya’nın tarafsızlığını garanti eden Çar, OsmanlI’ya 24 Nisan 1877’de savaş ilan etmiştir. Yaklaşık 1 yıl sonra Rus kuvvetleri Osmanlı başkentine çok yakın noktaya kadar ulaşmışlar ve 3 Mart 1878’de Ayastefanos Antlaşması imzalanmıştır. Ancak bu anlaşmadan hiçbir taraf memnun değildir. Sonunda Haziran 1878’de bir kongrede taraflar tekrar bir araya gelmişler, Balkan devletleri ve halkları bu toplantıda yer almamışlardır. Büyük Güçler, Osmanlı V ictor H u go’nun konuşm asıyla ilgili detaylar için htto ://textes .libres.free. fr/francais/victor-hugo actes-et-paroles-iv.htm#3 109 bkz: hâkimiyetinde olan belirlemişlerdir.46 Balkan coğrafyasını tek başlarına Özellikle bir Bulgar devletinin kurulmasından sonra, Yunanlıların Makedonya ve Girit’teki endişeleri yurtsever hareketleri hızlandırmıştır. 1895’de Atina’da bazı subaylar Girit’e yardım ve destek için Ethnike Hetaireia demeğini kurmuşlardır. Osmanlı ile Yunanistan’ın arası açılmış ve sonunda 1897’de iki taraf arasında savaş patlak vermiştir. Bir ay içinde savaş bitmiştir. Osmanlı cephede kazanmakla beraber siyaseten bir başarı elde edememiştir.47 Pusya ve Bismark ise Balkanlar’daki gelişmelerden uzak kalmaya çalışmış, 1876’daki olayların ardından da bu mesafesini korumuştur. Fransa, Bosna-Hersek ayaklanması başladığında, Sedan Savaşı yaralarını sarıyor olmakla birlikte, Üç İmparator Ligi’nin kendilerini dışlamalarını şiddetle eleştirmiştir. Petersburg’daki Fransız Elçisi le Flo, sürece dahil edilmek istediklerini iletmiştir. İngiltere’nin Bosna-Hersek sorunu ve Üç İmparator Ligi’ne bakışında İrlanda politikası belirleyici olmuştur. Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü desteklemesinin ardında bu nedenin yanında Hindistan’daki çıkarları, deniz üstünlüğünü koruma ve ticaret hedefleri bulunmaktadır.48 Rusya, panslavist politikalarına rağmen Sırbistan’ı aşın politikalardan uzak tutmaya çalışmıştır. Bunun nedeni de, radikal yaklaşımların İngiltere ve Avusturya’nın çıkarlanna aykırı görülmesi 46 Castellan, op.cit., ss.333-334. 47 Castellan, o p .cit, s.348. 48 Sırbistan’ın Osmanlı ile ilişkileri ve m illiyetçilik hareketlerinin ilişkilere yansımalarına yönelik detaylı bilgi için bkz: D ennis P. Hupchick, The Balkans From Constantinople to Communism Palgrave, N ew York, 2002, ss.212-220. 110 sonucunda Rusya aleyhine yapılabileceği ihtimalleridir. ittifaklar ve müdahalelerin SONUÇ: OsmanlI’nın Büyük güçlerle ilişkileri dendiği zaman ilk akla gelen coğrafya olan Balkanlar’da XIX. yüzyılda tam bir çözülme yaşanmıştır. Barut fıçısı şeklinde tanımlanan Balkanlar, OsmanlI’nın bir iç ya da dış sorunu olmaktan çıkmıştır. Bu bölge, büyük güçlerin nüfuz alanları yaratmak ve müttefiklik ilişkileri kurmak için savaşlara yönlendirdiği, özerklik ve bağımsızlık süreçlerinin yaşandığı bir çatışma alanına dönüşmüştür. OsmanlI’dan büyük oranda ayrılmalar ya da çok geniş özerklikler işte bu yıllarda gerçekleşmiştir. Büyük güçler farklı gerekçelerle kimi devletlerin bağımsızlıklarım kazanmaları konusunda Osmanlı’nm karşı tavrını desteklemişlerdir. Büyük güçlerin Balkan politikası I, Dünya Savaşı’na giden dönemde kendi çıkarlarına uygun bir Avrupa dengesi yaratmaya yöneliktir. Balkanlarda bir anlamda dengesizliğin dengesi görülmektedir. En küçük bir değişim özellikle bölgeyle çok yakından ilgilenen büyük güçleri tedirgin etmektedir. Balkanlarda Rusya’nın bölgedeki politikaları çoğu zaman bölge ülkelerini ve bölgeyle ilgilenen ülkeleri de şüphelendirmiştir. Rusya, özellikle bu yüzyılda Balkanlarda en etkili devlet olmuştur. Kırım Savaşı, bu çerçevede bir Osmanlı-Rus Savaşı şeklinde değerlendirilemez. Avrupa, büyük güçleriyle açık bir şekilde Osmanlı’mn yanında yer almıştır. 93 Harbi de, Balkanlarda daha sonraki yıllardaki siyasi tablonun çizilmesinde çok belirleyici olmuştur. Kırım Savaşı’nda olduğu gibi bu savaşta da batılı devletler Rus nüfuzunu kırmaya çalışmışlardır. 111 93 Harbi’nden sonra II. Abdülhamid’in yoğun bir istibdat yönetimi Osmanlı’ya hakim olmuştur. Osmanlı, Balkanlardaki yenilgi ve başarısızlıkların telafisi için doğuya yönelmiş ve bu açıdan son dönemde Ortadoğu dengeleri çok daha ön plana çıkmıştır. Balkanları istediği gibi oluşturan büyük güçler için yeni hedef Ortadoğu olmuştur. II. Abdülhamid’in Almanya’yı yanma alarak girdiği coğrafyada Rusya, İngiltere ve Fransa önemli girişimlere başlamışlardır. Bu bölgede Arap milliyetçiliği ve İslam konusu en temel araçlar olmuştur. Kuşkusuz Balkanlardaki XIX. yüzyılın ağır, yıkıcı ve olumsuz etkileri genel olarak dış politikada açık şekilde hissedilmiştir. Osmanlı’mn geleceği üzerine yeni fikirlerin bu bölgeden çıkması da tesadüf olmasa gerek. İttihat ve Terakki Partisi için Balkanlar en hassas bölgedir. Daha sonraki yıllarda başta Balkan Savaşı olmak üzere, bu coğrafyadaki başarı dış politik hatta genel politik karne olarak kabul görmüştür. 112 BALKAN SAVAŞLARINDA ALİ FETHİ OKYAR BOLAYIR MUHAREBESİ VE ŞARKÖY ÇIKARMASI ÜZERİNE TARTIŞMALAR Doç. Dr. Ali İhsan Balkaya Atatürk Üniversitesi GİRİŞ: Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hızlandıran savaşlar silsilesinin en önemlilerinden birisi de Rumeli topraklarının kaybedildiği Balkan Savaşlarıdır. Bu savaşın hemen hemen her cephesinde yenilgiler alınmış ve Osmanlı ordusu Çanakkale Boğazı’nın Gelibolu Yanmadası’nm dar boğazına sıkıştırılmıştır. Balkan Savaşı başladığında vatansever subayların birçoğu Trablusgarp Savaşı ’nda İtalyanlara karşı savaşıyordu. Bu savaşanlar arasında Ali Fethi de bulunmaktaydı. Derhal yurda dönmeye başlayan genç subaylar, devam eden savaşın cephelerinde görev aldılar. Ali Fethi de Bahr-i Sefid Boğazı Kuvâ-yı Mürettebesi Erkân-ı Harbiye Riyaseti’ne tayin olmuştur. Çanakkale Boğazı’nm Marmara Denizi’ne açılan en önemli stratejik kapılarından biri olan Bolayır bölgesinde görev alan Ali Fethi, burada savaşın ikinci devresinde yapılan çok önemli bir muharebe olan Bolayır Muharebesi’nin hareket kurmay başkanlığını yapmıştır. Diğer önemli bir durum da bu muharebenin hareket şube müdürünün Mustafa Kemal olmasıdır. Balkan Savaşları tarihine Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarması olarak geçen bu hareket yenilgiyle sonuçlanmıştır. Ancak yenilgi üzerine ciddi tartışmalar yapılmış. Hatta biri Ali Fethi tarafından yazılmış olan iki eser kaleme alınmıştır. Bolayır 113 Muharebesi ve Şarköy Çıkarmasında yenilginin sebeplerinin ve suçlunun kim olduğu konusunda yapılan tartışmalar, sorumlu komutanları görevlerinden hatta askerlik mesleğinden istifanın eşiğine taşımıştır. 1. Ali Fethi ( Okyar)’nin Kısa Askerlik Hayatı 29 Nisan 1880’de Pirlepe’de doğan1 Ali Fethi ilk öğrenimine Manastır’da başlamıştır. îbtidâi Numune Mektebi'ni bitiren Ali Fethi, Manastır Askerî Rüşdiyesi'ne gitmiş, orayı da bitirdikten sonra Manastır Askerî İdadi’sine başlamıştır (1894).12 1897 yılının sonunda İdadi'yi bitiren Ali Fethi 1898 yılının başında İstanbul'a gelerek Harp Okulu'na başlamıştır. 1900 yılında Harp Okulu’ndan mezun olan Ali Fethi, kurmay sınıfına ayrılarak Harp Akademisine başlamıştır. 1903 yılında Harp Akademisi’nden birincilik ile mezun olduktan sonra, Kurmay Yüzbaşı rütbesi ile merkezi Selanik’te olan 3.Ordu'nun 13.Süvari alaymda askerlik hayatına başlamıştır.3 O günün şartlarında kurmay subaylar gittikleri ordunun dahilinde askerliğin her alanında 8’er ay staj görmeleri usuldendi. Ali Fethi de topçu, süvari ve piyade stajlarını 3. Ordu’da tamamlamıştır. 1 . T.B.M.M. Arşivi. I.Dönem T.B.M.M. Üyelerine Ait Muamelat Defteri, Devre: 2-3, Sicil No: 215; T.C. Emekli Sandığı Arşivi. Vatanı Hizmet Tertibi (V.H.T.) 00621. 2 . K.K.K. Arşivi 3 N olu Erkân Defteri s.423. Fethi Tevetoğlu, "Ali Fethi Okyar'm Günlük Hatıraları" Türk Tarihi Belgeleri Dergisi, T.T.K. Yayını c:XÜ, sy:16, (Ankara, 1987), s .113, 3. T.C. K.K.K. Arşivi 3 Nolu Erkân defteri, N o:423.3 . Tevetoğlu, agm, s. 113. 114 Ali Fethi’nin subay olarak göreve başladığı, aynı zamanda doğup büyüdüğü Makedonya toprakları en sorunlu, sıkıntılı ve karmaşık dönemini yaşamaktaydı. Osmanlı Devleti’ne karşı Sırp, Bulgar, Yunan çeteleri Kosova, Manastır, Selanik dağlarında eşkıyalık hareketlerini en acımasız şekilde sürdürüyorlardı. Ali Fethi askerlik hayatına ve topçu, süvari ve piyade stajlarına bu çetelerle savaşarak başlamış ve sürdürmüştür. 25 Mart 1906 tarihinde Kolağası rütbesine yükseltilmiş, Edirne'de açılan Edime Mekteb-i Harbiyesi'ne 30 Nisan 1906 tarihli emir ile ders nazır muavini olarak tayin olmuştur. Üç ay gibi kısa bir süre burada çalıştıktan sonra 21 Ağustos 1906 tarihinde 3. Ordu Mahçova Yunan Hududu Mıntıka Kumandanlığına tayin olunmuştur. Manastır'a geri dönen Ali Fethi Mahçova’ya gitmeden Kesriye'ye gönderilmiştir. Kesriye’de dokuz ay kaldıktan sonra 1 Mart 1907 tarihinde Selanik Riboğça Şark Şimendifer Hattı Müfettişliğine tayin olmuştur4. 21 Mayıs 1908 yılında Binbaşı rütbesine terfi ile Selanik Jandarma Zabitan Mekteb (Selanik Jandarma Subay Okulu) Kumandanlığına tayin olmuştur5. Bu tayin Ali Fethi'nin askeri hayata başladığından beri Rumeli'de 3. Ordu'nun her kademesinde ve aynı zamanda çete muharebelerinde yapmış olduğu görevleri hakkıyla yerine getirdiği ve bu görevlerden büyük tecrübeler kazandığını da göstermesi bakımından önemlidir. Ali Fethi 12 Ocak 1909 tarihinde Paris Sefareti Ateşemiliterliği'ne tayin olmuştur6. Jandarma Subay Okulu 4.T.C. K.K.K. Arşivi 3 N olu Erkân defteri, No:423. s.B.O.A. İradi Asker Tasnifi, 4569/827/30, 19Rebiülahir 1326 (20 Mayıs 1908). 115 Komutanlığı'nı bırakarak 6 Mart 1909'da İstanbul'a gelmiş, buradan Paris'e gitmiştir. 25 Haziran 1911'de kendi arzu ve isteğiyle İşkodra Kuva-i Mürettebesi Erkânı Harbiyesi'ne tayin edilmiş ve Tiryeste yolu ile İşkodra'ya gitmek üzere hareket etmiş ve 3 Temmuz 1911 günü görev yerine varmıştır67. İşkodra'daki görevine başlayalı henüz 2.5 ay olmuştu ki İtalyanların Trablusgarp için ültimatom vermeleri ve Kuzey Afrika'daki son Osmanlı toprağı olan Trablusgarp'a (Libya) askeri hareket başlatmaları üzerine Trablusgarp harbine katılmıştır. 2. Ali Fethi-Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarması Ali Fethi’nin de içinde bulunduğu bir grup genç subay Balkan Savaşı başladığında, Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı savaşıyorlardı. Bu vatansever subayların çok zor şartlarda göstermiş oldukları kahramanlıkları karşısında sadece İtalyanlar değil bütün Avrupa devletleri şaşkına dönmüştü. Hatta Balkan Savaşı’nın planlanandan daha önce başlatılmış olmasında Trablusgarp’taki beklenmedik direnişin olduğunu söyleme cesaretini gösteren yabancılar da vardır.8 6 B.O.A. HRC. İRADE, 30 4 0 /1 3 ,1 9 .2 .1 3 2 6 (12 Ocak 1909). 1. T.C. K.K.K. Arşivi 3 N olu Erkân Defteri, No:423. 8 . Alman Askeri şahsiyeti Von der Goltz şöyle der: "Düşmanlan, Genç Türkler'in ortaya koyduğu neticenin, m illî ruhlarını ve gölgelenm iş gözüken haysiyetlerini şuurlandırarak eski günlerine dönüşlerinden endişeye düştüler ve Balkan Harbini tasarladıkları tarihten önce çıkarttılar". Kutay, Cemal, 116 M illi Karadağ’ın 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devletine ilan etmesiyle başlatılan Balkan Savaşı’nda sırasıyla Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan da yerlerini almışlardır. Dört devlete karşı Osmanlı orduları savaşmak durumunda kalmıştır. Savaş Bati köylerinde, Osmanlı’nm yenilgi alan oluyordu. ve Doğu Rumeli’nin bütün şehir, kasaba ve dağlarında ve ovalarında acımasız bir şekilde aleyhinde gelişiyordu. Bütün cephelerde tarifsiz bir ordu birlikleri geri çekiliyor, kaçıyor darmadağın Bulgarlar karşısındaki Doğu Ordusu bütün Trakya'yı terk ederek Çatalca'ya kadar çekilmişti9. Ordumuz Sırbistan'a Kumova’da yenilmiş, Yunanlılar Selanik’i ele geçirerek, Ege adalarından Bozcaada, Limni, Samotraki ve Taşozti işgal etmişlerdi10*. Trablusgarp’tan dönen Ali Fethi İstanbul'da Erkân-ı Harbiye-i Umumiye (Genelkurmay Başkanlığı)'de görevlendirilmişti11. Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı)'na çıkarak cephede görev istemişti. Harbiye Nazırı Nazım Paşa bunu içtenlikle kabul etmiş ve Ali Fethi 25 Kasım 1912 tarihli emirle Bahr-i Sefid Boğazı (Çanakkale Boğazı) Kuvây-ı Mürettebe Erkân-ı Harbiye Riyaseti'ne (Komutanlığı'na) tayin edilmiştir12. Mücadele'nin Gerçek Öncüleri", Türk Dünyası Tarih Dergisi, sy:4, (15 N isan 1987), s.27. 9. “Rauf, Orbay, “Hatıraları" Yakın Tarihimiz, c:II, (26 Temmuz 1962), s.306. 10. ATAŞE, Klasör:80, Dosya:32, Dolap:302-1; Tahsin Üzer, Makedonya’da Eşkıyalık Tarihi ve Son Osmanlı Yönetimi, T.T.K. Basım evi, Ankara, 1987, s. 314-316. n . T.C.K.K.K.Arşivi, 3 N olu Erkân Defteri, No:423. I2. ATAŞE Arşivi, Klasör:21, D osya:42, Dolap:301-10; Klasör.266, Dosya:130, Dolap:4; K.K.K. Arşivi, 3 N olu Erkân Defteri, s.423. 117 Ali Fethi’nin kurmay başkam olarak tayin edildiği bu kolordunun görevi; denizden ve karadan Bolayır üzerinden yapılacak olan düşman saldırılarına karşı Çanakkale’yi ve Gelibolu Yarımadası’nı savunmaktı. Çatalca’ya kadar ilerlemiş Bulgar ordusunun karşısında konuşlanan kolordunun komutanı Tuğ. Gen. Hurşit Paşa, Kurmay Başkanı Binbaşı Ali Fethi, Hareket Şube Müdürü Binbaşı Mustafa Kemal idi.13 Çanakkale Boğazı’nı korumakla görevli bu kolordunun karşısında Çatalca’ya kadar ilerlemiş olan Bulgar ordusunun birlikleri Bolayır’a doğru yavaş yavaş ilerlemeye başlamıştı. Her an Gelibolu ve Çanakkale bir saldırıya uğrayabilirdi. Ayrıca Edime de Bulgar Ordusu tarafından kuşatma altına alınmış olduğundan her an işgale uğrama tehlikesi içerisindeydi. Ali Fethi, Bulgar ordusunun Kavaksuyu’nu zayıf kuvvetlerle geçerek ilerlediğini görmesi ve büyük kuvvetlerinin Kavaksuyu’nun kuzeyinde olduğunu tahmin etmesi üzerine hem düşmanın bu zayıf durumundan hem de Kavaksuyu’nun geriye çekilmeye pek müsait olmamasından istifade ederek henüz mevzilerine yerleşmemiş Bulgar ordusuna karşı bir taarruzu uygun görmüştür. Bu durumu Kolordu Komutanı Fahri Paşa’ya 5/6 Şubat 1913’te bildirmiş ve emrindeki 27. Tümene de harekete hazır olma emrini vermiştir. Müretteb Kolordu Komutanı Fahri Paşa da aldığı telgraftaki bilgiler ışığında taarruzun uygun olacağına karar vermiştir. Ancak yanlış bir iş yapmamak için Karârgâh-ı Umûmî’ye durumu bildirmeyi uygun görmüş ve 5/6 Şubat 1913’te Ali 13.ATESE Arşivi, Klasör:266, Dosya: 130-322, Dolap: 4-306-15. 118 Fethi’den aldığı bilgileri ileterek, durumu da bizzat yerinde gördükten sonra taarruz hareketini icra edeceğini, donanmanın da kendinin vereceği tebligat doğrultusunda hareket etmesini ve kendilerinden sabah 7’ye kadar emirlerini beklediğini yazmıştır14. İşte bu tarih ve saat itibariyle Bolayır Muharebesi ve Şarköy çıkarması planının ve uygulanmasının süreci başlamıştır. Karargâh da denizden bir çıkarma düşündüğünden bu kara hareketini uygun bulmuş ancak birlikte bir taarruzun olacağını ve gerekli istihbarat çalışmalarının yapılmasını, denizden çıkarma için uygun yerin belirlenmesini istemiştir. Ali Fethi’nin verdiği bilgiler ışığında Şarköy’den yapılacak çıkarmanın uygun olacağı planlanmıştır. Şarköy'den yapılacak çıkarma için kurulan 10. Kolordu Komutanı Hurşit Paşa ve Erkân-ı Harbiye Reisi ise Enver Paşa idi15. Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarması'ndaki gaye; Bulgar kuvvetlerinin geriye çekiliş hattını keserek iki ateş arasında yenilgiye maruz bırakarak Çanakkale Boğazı’nı, Gelibolu Yarımadasını ve kuşatma altındaki Edirne'yi kurtarmaktı16. Başkomutanlık, Bolayır'da yapılacak taarruz ve Şarköy'den yapılacak çıkarma için Müretteb Komutanlığından ve onun kurmay başkanı Ali Fethi'den geniş bir şekilde kendi durumları ve karşıdaki düşman hakkında bilgi istemişti. 14. Hüsnü, Ersü, 1912-1913 Balkan Harbinde Şarköy Çıkarması ve Bolayır Muharebeleri, Askeri Mecmua, Yıl:2, sy:50, (Haziran 1988), s.61. 15. ATAŞE, Klasör: 266, Dosya: 130-322, Dolap: 4; Münir Aktepe, "Atatürk'ün Sofya A taşeliğine Kadar İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Olan Münasebetleri ve Bu Hususla Alakalı Bir Belge", Belleten ,c:XXXIII, sy:150, (Nisan 1974), s.281. Orbay Rauf, a.g.e., s.306-307. 16. A li Fethi Okyar, Bolayır Muharebesinde Adem-i Muvaffakiyetin Esbabı, İstanbul, 1330 (1914), s.5; Orbay Rauf, a.g.e., s.307; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Sena Matbaası, İstanbul, 1980, s.66-69. 119 Zaten bu sırada karşıdaki düşman hakkında keşif yaptırmış olan Ali Fethi, tekrar bir keşif yaparak başkomutanlığa 5/6 Şubat 1913'te durumu bir raporla bildirmiştir. Raporda; düşmanın Kavaksuyu’nu güneyden zayıf kuvvetlerle geçtiğini, diğer büyük kuvvetlerin kuzeyde bulunduğunu, düşmanın büyük kuvvetlerinin (Keşan-Malkara’da) bulunması ve Kavaksuyu'nun geriye çekilişe pek müsait olmadığı iletilerek, Mürettep Kuvvetlerin zaman kaybetmeden taarruza geçeceğini ve kendilerinden cevap beklendiği yazılmıştır17. Fahri Paşa, Ali Fethi ve Mustafa Kemal'in önceden düşündüğü taarruzu Başkomutanlık da düşünmüş olmalı ki bilgi isteniyordu. Fakat Başkomutanlık gelen bilgiler ve keşifler ışığında Bolayır Kolordusu’na tek başına taarruz etmesinin sakıncalı olacağım, İstanbul'dan gönderilecek 10.Kolordu ile koordineli olarak 8 Şubat 1913 tarihinde yapılacak şekilde planlandığını Müretteb Kolordu’ya bildirmişti18. Ali Fethi, Bolayır Muharebesi ile ilgili yazdığı küçük kitapçığın 8. sahifesinde düşmanın bu zayıf durumunun böyle devam edemeyeceğini 8 Şubat 1913'te durumun farklı olacağını yazıyor. Gerçekten de 5/6 Şubat'taki durum değişmiş ilk keşiflerin haricinde düşmanın 1 piyade alayı ve 14 bataryalık topçu kuvveti Sarazköy ile Sivritepe (hariç) arasındaki bölgeyi, 6 batarya ile 17. Ersü, Hüsnü, a.g.m., s.61-62; Okyar, Fethi, a.g.e., s.8; Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi, Balkan Harbi (1912-1913), T.C.Gen.Kurm, Başkanlığı ATAŞE Yayınlan, Ankara, 1993, s.129-130. 18. Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi, Balkan Harbi, II. Kitap, II. Kısım, Ankara, 1981, s.129. 120 takviyeli diğer piyade alayı da Sivritepe (dahil) Marmara’ya kadar olan sırtları işgal etmiş durumdaydı.19. Bolayır Kolordusu ile Karargâh-ı Umûmî arasındaki yazışmalar tamamlanmış ve 8 Şubat 1913 sabahı başlayacak taarruz için birlikler hazır duruma getirilmiştir. 7 Şubat 1913 günü akşamı gelen emir üzerine Kuvâ-yı Mürettebe komutanlık karargâhında Komutan Fahri Paşa, Kurmay Binbaşı Erkân-ı Harbiye Reisi Ali Fethi, hareket şube müdürü Kurmay Binbaşı Mustafa Kemal ve 10. Kolordu'nun irtibat subayı Binbaşı Tevfik ve diğer karargâh subayları toplanıp durum değerlendirmesi yapmıştır. Binbaşı Tevfik 10. Kolordu'nun bütün hazırlıklarını tamamlayarak yarın sabah şafakta Şarköy bölgesinde olacağını ve birlikte yapılacak taarruz için kararlı olduğunu söylemiştir20. Yapılan bu toplantıda fikirler ortaya atılıp tartışıldıktan sonra herkes dağılıp tümeninin başına gitmiştir. Ali Fethi, 10. Kolordu'nun hazırlığına rağmen çıkarmanın hayli zaman alacağım irtibat subayına söyleyerek, bir gecikme ihtimaline karşı irtibat subayının kati ve kesin konuştuğunu, bunun üzerine müretteb kolorduya taarruz emri verildiğini belirtmektedir21. Müretteb Kolordu taarruza hazırken 10. Kolordu'da durum şu merkezde idi; 10.KolOrdu’nun 1.kademesi vapurlara bindirilip harekete hazır hale getirilmişti. Saat 18.°°'de hareket edilecekti. Fakat Güzel Girit vapuru ortalarda yoktu. Arandı bulunamadı. 19. Okyar A li Fethi, age, s. 8. Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi, s .129. 20. Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi, s .143; Okyar, A li Fethi, a.g.e., s. 12-13. 21. Okyar Fethi, a.g.e., s.13-14; Fethi Bey'in irtibat subayının bu kesin tavrına ait söylediklerini, Bolayır Muharebelerini en geniş Genelkurmay'ın yayınında da görmek mümkündür. 121 şekliyle hazırlayan Saat 19°°'da hareket eden Kolordu Komutam Hurşit Paşa ve Erkân-ı Harbiye Reisi Enver (Yarbay)’in bulunduğu vapur (Nilüfer) Haydarpaşa açıklarına geldiğinde 31. Tümenden bir telgraf aldılar. Telgrafta 61. ve 62. şirket vapurlarının Şarköy'e asker götürmeyecekleri bildiriliyordu. Enver Bey Haydarpaşa telgrafhanesinden cevabî telle gerekirse zor kullanılmasını ve Güzel Girit vapurunun aranmasını eğer hareket etmişse Şarköy'e doğru gelmesini emretmişti22. İki üç saatlik gecikmeyle 31. Tümen de hareket etmişti. Sabah olduğunda (8 Şubat 1913) saat 8’de Enver ve Hurşit Paşa'nın vapuru İncebumu'na gelmişti. 31. Tümeni taşıyan vapurla, havanın da rüzgarlı ve denizin dalgalı olması nedeniyle ancak 1,5-2 saat sonra buluşmuşlardı. Diğer vapurlardan haber yoktu2324. Tabii bütün bu olumsuzluklardan haberi olmayan Fahri Paşa ile Ali Fethi, Müretteb Kolordu’ya sabah erkenden taarruz emri vermiştir. Yoğun bir çarpışma ve top ateşi içerisinde taarruza devam ederken bir taraftan da Şarköy'de yapılacak çıkarma heyecanla bekleniyordu. Ama ne yazık ki saatler geçmesine rağmen bir haber gelmemiş ve Şarköy'den tam tersine Bulgar kuvvetleri saldırıya geçmiş, ordumuz perişan olmuş ve çok kayıp 24 vermiştir . • • Bu arada încebumu’ndaki 10. Kolordu’nun vapurlardaki askeri bekliyordu. Enver Paşa Nilüfer vapurundan Bolayır'a bir mesaj hazırlamış tam göndereceği an Binbaşı Tevfık gelmiştir. Enver Paşa, vapurların tam zamanında gelmediğinden dolayı taarruzun 22. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, s.206-207. 23. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, s.211. 24. ATAŞE, Klasör:86, D osya:53, Dolap:302-1; Okyar, A li Fethi, a.g.e., s .14-15. 122 ertesi güne (9 Şubat 1913) ertelenmesi istediğini bildirmekten son anda vazgeçmiştir25. 10. Kolordu'nun irtibat subayı Binbaşı Tevfık, hiç değilse eldeki mevcut kuvvetlerin çıkarılmasını söyledi. Bu teklif kabul edilip Bolayır'a saat 10'da çıkarma yapılacağı bildirildi26. Fakat çıkarma bir türlü gerçekleştirilemiyordu. Hava muhalefeti dolayısıyla çıkarma 1,5 saat geç yapılabildi. Bu durumda iş işten geçmiş ve Bolayır Kolordusu ağır yenilgiye uğramış çokça kayıp vermişti27. İstanbul'dan yardım talep edilerek hiç değilse, Gelibolu'dan kuvvet takviyesi yapılarak buranın Bulgarların eline geçmesinin önlenmesi istenmiş ve aynı zamanda 10. Kolordu’nun arzusuna rağmen bu vakitten sonra beraberce bir taarruz yapacak durumlarının olmadığı da Başkomutanlığa bildirilmiştir28. Şarköy'e çıkan Enver Bey illa da bir taarruz yapmak için ısrar etmişti. Durumu yerinde görmek isteyen Enver Bey Bolayır Karargâhına gitmiş, durumun o kadar da fena olmadığı kanaatini oradakilere söylemiştir29. Enver Bey’in yeni bir taarruz fikrine Fahri Paşa, Ali Fethi ve Mustafa Kemal karşı çıktığı gibi, Başkomutanlık da razı olmamıştır. Böylece kısa sürede planlanan bir taarruz olumsuz sonuçlanmış, Balkan Savaşlarında Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarması yenilgisi olarak kayda geçmiştir. Ancak yenilginin sorumluları 25. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, s.212-213. 26. Okyar, A li Fethi, a.g.e., s. 16; T.S.K. Tarihi, a.g.e., s.214-215. 27. ATAŞE, Klasör:136, Dosya:64,. Dolap:304-13. 28. ATAŞE, Klasör:86, Dosya:53, Dolap: 302-1; Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, s.226. 29. ATAŞE, Klasör: 136, D osya:64, Dolap:304-13. 123 kimdir tartışması komutanlar arasında o gün yapıldığı gibi bugün de araştırmacılar arasında tartışılan bir konu olmaya devam etmektedir. 3. Tartışmaların Günümüze Yansımaları Günümüzde yakın tarih üzerine, tarihçilik sıfatından çok araştırmacı sıfatlarıyla çalışmalar yapanlar hayli çoğalmış bulunmaktadır. Özellikle son yıllarda Mustafa Kemal ve yaptığı devrimler üzerine oldukça eleştirel, hatta küçültücü bazen hakarete varan kitaplar, güncel gazete sayfalarında makaleler görmek gün geçtikçe artmaktadır. Bu çalışmalardan Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarması da nasibini almış bulunmaktadır. Hem de çok yakın bir tarihte gündeme taşınmıştır. 7 Ekim 2012 tarihli Zaman gazetesinde Mustafa Armağan “ Mustafa Kemal’in Hayatında Yazılmayan Bir Sayfa” başlığı ile konuyu ele almıştır. Armağan bu yazısında, Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarmasının yenilgiyle sonuçlanmasının resmi tarih kitaplarında ve İnkılâp Tarihi ders kitaplarında, Atatürk’ü savunanların yazmış oldukları eserlerde olayın geçiştirildiği, atlandığı, Balkan Savaşı yenilgimizin suçlularının hep başkaları gösterildiği şeklinde bir yorum yapmıştır. Kendince gerçek tarihi ortaya koyan bir edayla “sıkı durun şimdi gerçeği öğreneceksiniz” heyecanıyla meseleyi ele almıştır. Armağan’a göre Bolayır Muharebesi’nin yenilgiyle sonuçlanmasının da, Edirne’nin kaybedilişinin müsebbibi de Mustafa Kemal'dir. Hatta Mustafa Kemal’in taarruz tarihini beklemeden bir gün Öhce harekete geçmesini, bu yenilginin 124 alınmasının temel sebebi olarak göstermiştir. Yukarıda Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarmasının nasıl planlandığı ve tarihinin nasıl belirlendiği anlatımı dikkate alındığında, Armağan’m nasıl vahim hatalarla gerçeği saptırdığı görülür. Oysa azcık araştırmacılığın vicdani ve ahlaki sorumluluğu ile hareket edilmiş olsaydı, tarihi bir gerçeğin bütün belgeleriyle ortada olduğu görülmüş olurdu. Mustafa Kemal, Trablusgarp Harbi’nden döndüğünde Balkan Savaşı bütün cephelerde kaybedilmiş, Bulgar orduları Çatalca hattına ulaşmışlardı. Mustafa Kemal 25 Kasım 1912’de Müretteb Kölordu’ya hareket şube müdürü olarak atanmış ve 2 Aralık 1912’de görevine başlamıştır. Armağan, yazısında Mustafa Kemal’i aynı anda hem Müretteb Kolordu’nun kurmay başkanı hem de 10. Kolordu’nun kurmay başkanı ilan ediyor. Ciddi tarihi hatalar yapıyor kendine de Fahrettin Altay’ı, Lord Kinross’u, Altan Deliorman’ı, Andrev Mango’yu şahit tutmaya ve onlardaki bilgileri kendi tarihe yalan söyletme amacı için kullanıyor. Yukarıda teferruatıyla açıklanan Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarması 8 Şubat 1912’de gerçekleşiyor. Kara taarruzunu yapan Mürettep Kolordu, bu ordunun komutanı Tuğ. Gen. Fahri Paşa, Kurmay Başkanı Binbaşı Ali Fethi, Hareket Şube Müdürü ise Mustafa Kemal idi. Denizden çıkarma yapması gereken ama zamanında yapmayan lO.Kolordu’nun Komutanı Tüm. Gen. Hurşit Paşa, Kurmay 125 Başkam Yarbay Enver Bey ve Hareket Şube Müdürü Binbaşı Ali İhsan idi.30 Bu taarruzun yenilgiyle sonuçlanmasından sonra komutanlar arasındaki çatışmayı, çekişmeyi, görevlerinden istifayı önleme girişimlerinden sonra yeni bir düzenleme yapılmıştır. Mürettep Kolordu Bolayır Kolordusu’na dönüştürülmüş (17 Şubat 1913), Fahri Paşa Kolordu Komutanı ve Kurmay Başkanı da Mustafa Kemal’dir. 10. Kolordu Komutanı Hurşit Paşa, Kurmay Başkam Enver Beydir.31 Bu yeni düzenlemeden sonra işgal altındaki Edirne’yi kurtarmak için bu ordu ve bağlı birlikler harekete geçerek 21 Temmuz 1913’te Edirne’yi Balkan Devletlerinin kendi aralarındaki savaşı fırsat bilerek geri almıştır. Kısa ve öz şekliyle olaylar bu şekliyle gerçekleşmiştir. Arşiv kayıtlan ve resmi yazışmalar ve komutan atama görevlendirmeleri açık seçik bir şekilde ortadadır. İlgili gazetenin yazarının yazdıklarının tarihi gerçeklerle bir alakası olmadığı gün gibi ortadadır. Mustafa Kemal’e bir suç, bir başansızlık yetersizlik atfetme amacıyla tarihi gerçekleri kendi siyasi emelleri için nasıl çarptırdığı, yanlış bilgilere amacına hizmet edeceği için sıkı sıkıya sarıldığı açıkça görülmektedir. Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarmasının geçekleştiği tarihte İttihatçı subaylarımız arasında yaşanan siyasi çekişmelerin, bugün aynı olayın Mustafa Kemal için siyasi hesaplaşma argümanı olarak kullanılması, değişmeyen hakikatin acı bir gerçeğe dönüştüğünü göstermesi bakımından önemlidir. w . ATAŞE. Kalasör: 266, Dosya: 130-322, Dolap: 4-306-15. 31 . İsmet Görgülü, On Y ıllık Harbin Yayınlan, Ankara, 1993, s. 31-34. 126 Kadrosu, Türk Tarih Kurumu SONUÇ: Günlerce büyük ümitlerle hazırlanan Bolayır ve Şarköy Çıkarması, neticede ordumuzun yenilip moralinin çökmesine sebep olduğu gibi, Ali Fethi ve Mustafa Kemal ile Enver Paşa ve diğer İttihatçıların ileri gelenleri arasındaki anlaşmazlığın da tamamen su yüzüne çıkmasına sebep olmuştur. Söz konusu komutanlar bu yenilginin suçunu birbirlerine atmaya uğraşmışlardır32. Hatta 1913 yılında yazarı belli olmayan " Askeri Mağlubiyetlerimizin Esbabı" adlı bir eser kaleme alınmış ve bu eserin 82. sahifesinde Şarköy ve Bolayır Muharebesi yenilgisinin sebebi, "Tabya Hatası" ve "Bolayır'daki Kolordu'nun yalnız başına muzaffer olma hevesinden kaynaklandığı" ifade edilmiştir. Bunu okuyan Ali Fethi çok üzülmüş ve cevap olarak 26 sahifelik bir kitapçık hazırlamıştır. Bu küçük kitapçıkta hadiseyi olduğu gibi anlatan Ali Fethi, bu yenilginin sebebinin 10. Kolordu’nun zamanında çıkarma yapmamasından kaynaklandığım ifade etmiştir ki, bunun da hadisenin gelişimi incelendiğinde doğru olduğu ortaya çıkmaktadır.33 Orduda komuta düzeyindeki karşılıklı bu suçlama ve tartışma o kadar ileri bir safhaya ulaşmıştır ki görevden hatta meslekten 32. Ahmet Turan, Alkan, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Cedit Yayınlan, Ankara, 1992, s. 160; Fahrettin, Altay, Tarih Mecmuası, sy:8, (Eylül, 1972), s.39. "Balkan Felaketi", Hayat 33. Daha geniş bilgi için bkz. Balkan Harbinde Askeri Mağlubiyetlerimizin Esbâbı, ( Yazarı Belirsiz) 1329,İstanbul; Ali Fethi Okyar, Bolayır Muharebesinde Adem-i Muvaffakiyetin Esbabı, 1330(1914), İstanbul; Suat İlhan, Atatürk ve Askerlik, Düşünce ve Uygulamalar, Atatürk Kültür D il ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, (Ankara 1990), s.46. 127 istifalar gündeme oturmuştur. X. Kolordu Kumandanı Hurşit Paşa 14 Şubat 1913 tarihli Genel Kurmay’a yazdığı yazıda; güvenini kaybettiğinden Kurmay Başkanı Enver Bey’in istifa ettiğini bildirmiştir34. Benzer bir bilgi de Bolayır Kolordu Komutanı Fahri Paşa tarafından, Ali Fethi ve Mustafa Kemal’in istifa edecekleri şeklinde Genel Kurmay Başkanlığı’na iletilmiştir. Genel Kurmay da durumu Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’ya iletmiştir. Bu gelişmeler komutanlar arasındaki tartışmanın süratle büyüdüğünü gösteriyordu. Ordu komutasındaki fikir ve siyasi ayrılıkların devletin zirvesinde soğuk rüzgarlar estiriyordu. Artık devletin en üst yetkililerinin, bu durumun bir an önce çözülmesi için harekete geçmeleri gerekiyordu. Sadrazam Mahmut Şevket Paşa hemen harekete geçmiş, Enver ve Hurşit Paşaları alarak Bolayır’a gitmiştir. Her iki tarafı bir araya getirerek barıştırmaya uğraşmıştır. Sadrazamın huzurunda Fahri ve Hurşit Paşaların şiddetli tartışmaları olmuştur.35 Devletin en üst makamını cepheye kadar götüren bu gerginlik Balkan savaşının hangi şartlarda yapıldığını göstermesi bakımından önemlidir. İstifalar önlenmiş mevcut komutanların görevleri ve görev yerleri değiştirilerek huzur sağlanmaya çalışılmıştır. Fakat bu kırgınlık ve kırılganlık bir türlü düzelmemiştir. Bu kavga bize Ali Fethi ile Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki içerisinde ki Enver, Talat ve 34 . ATEŞE, Klasör: 136: Dosya: 64, , Dolap: 304-13. Aktepe 8.283. 31. Aktepe, Münir, agm, s. 285. Fahrettin Altay, agm, s. 39. 128 Münür, agm, Cemal Paşalar karşısında muhalif olmalarının cepheye yansımasını göstermesi bakımından da önemlidir. Hatta ilerleyen zaman içerisinde bu kavganın yansımaları Ali Fethi’nin Sofya elçiliğine, Mustafa Kemal’in Sofya’ya Ateşemileter olarak tayin edilerek İstanbul’dan uzaklaştırılmaları şeklinde görülmektedir. Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarması üzerine tartışmalar sadece bürokratik düzeyde kalmamış, yayın yoluyla da kamuoyuna yansıtılmıştır. Bu anlamda ilk eser yazarının ismini açıkça yazmadığı 1329 (1913) tarihli “Askeri Mağlubiyetlerimizin Esbabı” adlı eserdir. Bu kitapta yazar; Balkan Harbi’ndeki yenilgilerimizin sebeplerini ele almış ve oldukça teferruatlı açıklamalar yapmıştır. Bolayır ve Şarköy Çıkarması ile ilgili değerlendirmesinde de Fahri Paşa, Ali Fethi ve Mustafa Kemal’i isim zikretmeden, bizzat kendilerinin tek başına zafer kazanma hevesine düştükleri şeklinde yorumlamıştır. Bu kitabın yayınlanması üzerine Ali Fethi de adı geçen muharebenin nasıl planlandığı ve hangi şartlarda gerçekleştirildiğini belgeleriyle ele alan “ Bolayır Muharebesinde Adem-i Muvaffakiyyetin Esbabı” adlı kitabını 1330 (1914) tarihinde yayınlamıştır. Tartışmalar bu şekliyle günümüze kadar uzanmıştır. Ali Fethi Bolayır yenilgisinin sebeplerini yazdığı kitapçığın 24. sahifesinde "Balkan Harbi'nde mağlubiyetlerin esbabını (sebeplerini) araştırmak gülistan vatanın güzel bir çiçeği olan Rumeli'nin kaybedilmesinden ders ve ibret almak hepimiz için bir borçtur" der36. 36. Okyar, A li Fethi, a.g.e., s.24. 129 İşte bu duygularla dolu olan Ali Fethi savaştan sonra İstanbul'a döner ve 14 Eylül 1913 tarihinde askerlikten istifa eder37. Balkan Savaşı’nın her cephesinde yenilgilerimiz var. Ancak orduyu idare eden komutanlar arasındaki siyasi, şahsi ve fikri anlamda yaşanılan ayrılıkların askere ve cepheye yansıması yenilgilerimizin temel sebebi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugün de aynı mantık ve amaçlarla yola çıkarak yenilgimizin sebeplerini gündeme taşırken onarılmaz hatalar ve yaralar açıldığının farkında olunmalıdır. Bu vesileyle tarihi şahsiyetler Türk milletinin ortak değerleridir. Her değer hatalarıyla, başarılarıyla, hizmetleriyle kabul edilmelidir. Yazarken konuşurken tarafgir bir mantıkla yaklaşıp tarihi gerçeklere yalan söyletmeye hiçbir araştırmacı veya yazarın hakkı yoktur. 37. K.K.K. Arşivi 3 N olu Erkân Defteri, No:423. 130 YUNAN BELGELERİYLE BALKAN SAVAŞLARINA YUNANİSTAN'IN SİYASİ VE ASKERİ ETKİSİ Y rd.Doç.Dr. M urat Köylü Toros Ünv. Öğretim Üyesi ÖZET Bilindiği gibi Yunanistan bağımsızlığını kazandığı 1830'dan itibaren, Yunan hayalperestlerinin kırk yıl önce çizdikleri haritaya uygun olarak gözünü Makedonya ve Anadolu topraklarına dikmişti. Bu konuda 1890 yılına kadar hiçbir politika üretmediği gibi, askeri ve ekonomik bakımdan çok geriye düşmüştü. Bu 1897 Osmanlı-Yunan savaşında yaşanan büyük hezimet,subaylar arasında büyük rahatsızlık yaratmıştı. Osmanlı'dayaşanan 1908 darbesini örnek alan Yunan subayları, 1909'da hükümete bir ültimatom vererek, kötü yönetime son verilmesini istediler. Yunanistan, isyancıların Girit'ten getirttikleri Venizelos 'un akılcı siyaseti ve öngörüsü ile Osmanlı 'ya karşı birleşen Balkan ittifakında yer alması sonucu, 1912-1913 Balkan Savaş ’ının en kazançlı ülkesi olmuştur. Balkan Savaşı, Yunan hayalperestlerine Anadolu'nun kapısını aralamış ancak bu hayalin bir trajediye dönüşmesini önleyememişlerdir. GİRİŞ 10 Kasım 1922 (Downing Caddesi 10 numara) Başbakan Herbert Austin ve önde gelen aydınlar, Yunan Konsolosu John Stavirdi ve İngiliz Ekonomi ve Mali işler Bakanı Lloyd George... Konsolos Stavirdi' nin söylenenleri not etme alışkanlığı olmasaydı, viskisini keyifle yudumlayan İngiliz Bakan Lloyd 131 George'un ağzından dökülen bu kelimeler tarih sahnesinde hiç duyulmayacaktı. Lloyd George; ( Balkan Harbi’ni kast ederek) “Temsilcilerden biri bugün aramızda olan müttefiklerin başarısına içiyorum. Türkler, bir an önce Avrupa'dan çıkarılsın ve .... Nereden geldilerse oraya geri yollansın...”1 Aslında İngiliz bakanının söylediği, 1815 Viyana Kongresi’nden itibaren Osmanlı-Avrupa münasebetleri diplomatik çevrelerde Şark Meselesi (la Question d’Orient) adı altında ele alınmaya başlanmıştı. Şark Meselesi’nin özünü ve esasım dört madde halinde sıralamak mümkündür2: 1- Birinci safhada Balkanlardaki Hıristiyanların (Yunanistan, Bulgaristan Sırbistan, Karadağ, Romanya vb.) Osmanlı hakimiyetinden kurtarılması ve istiklâllerine kavuşturulması, 2- İkinci safhada, Doğu Anadolu’da bulunan altı vilayette (Vilâyât-ı Sitte),önce ıslahat, sonra muhtar bir bölge veya bağımsız bir Ermenistan devleti sözünün, özellikle İngiltere ve Rusya tarafından Ermenilere verilmesi, 3- Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk olmayan Müslümanların (Amavutlar, Boşnaklar, Araplar, Kürtler vb.) Osmanlı Türklerinden koparılması, 4- Son safha, parçalanmış Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklan üzerinde Büyük Güçler (Düvel-i Muazzama) tarafından menfaat veya hakimiyet sahaları oluşturularak paylaşılması ve sömürgeleştirilmesi anlamına geliyordu. Bu planın ilk aktörü ve oyuncusu Yunanlılar olmuştur. 1821'de başlattıkları, on binlerce Türk ve Müslümanm katledildiği, göçe 1 Giles Milton, Paradise Lost: Smyma, 1922, Basic Books, July 2008, s.24 3Prof. Dr. Süleyman Kodoman, 1-4 Nisan 2010 tarihinde A B D UT AH Üniversitesinde düzenlenen Ululuslararası Kongreye bildiri olarak sunulmuştur 132 zorlandığı “Mora Ayaklanm ası”, İngiltere, Rusya ve Fransa desteği ile bağımsızlıkla sonuçlanmış, Osmanlı’nm Balkanlardaki ilk büyük yıkımını başlatmıştır. 1821'de başlayan Yunan ihtilalinden sonra 1897'de ve 19121913'de Türklere karşı girişilen her savaşta, Anadolu'da yaşayan Yunan ahalinin Yunanistan'a ilhak (ENOSİS) etmek amacını güttüğünü açıkça ortaya koymuşlardır. Birinci Dünya Savaşı'nda Ege Bölgesi'ndeki toprakların önemli bir kısmının Yunanistan'a bırakılması konusunda İtilaf Devletleri ile o zaman ki Yunan hükümetlerinin arasında yapılan anlaşmalar güdülen amacı açık bir şekilde ispat etmektedir.3 GUDİ DARBESİ Ancak 1890'lı yıllara kadar, beklenenin aksine bağımsızlığını kazanan Yunanistan, “sözde ırkdaşlarını Türklerin boyunduruğu altından kurtarmak ve Yunan halklarının yaşadığı Asya ve Avrupa topraklarını ana vatana ilhak etmek4” amacına yönelik hiçbir çaba göstermemişti. 1897’de Yunanistan’ın aldığı yenilgi5, ülkenin içinde bulunduğu karmaşık ortam, dış tehditler, hanedanın askeri konulara dahil 3 Y U N A N GENELKURMAY BAŞKANLIĞI, HARP TARİH BAŞKANLIĞI, “Yunan Ordusu İzmir'de”, Atina, 1928, s.l 4 Yunan Ordusu İzmir'de, Yunan Harp Dairesi Başkanlığı, Atina, 1925, S.2 5 Osmanlı İmparatorluğu, ayaklanan Girit’e bir işgal birliği gönderen ve Tesalya’dan saldırıya geçen Yunanistan’a 17 Nisan 1897’de savaş açmıştır. Savaş Yunanistan’ın yenilgisiyle sonuçlanmış, İstanbul’da imzalanan barış antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu, kazandığı zafere karşm, Tesalya’da lehine yapılacak küçük bir sınır düzeltmesi ile 100.000.000 franklık bir tazminat elde edebilmiştir. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt: 8, Ankara: Tarih Kurumu Basımevi, 1995, s. 115-118. olması ve “Megali İdea”yı gerçekleştirme arzusu, askerler üzerinde önemli bir etki yaratmıştır. Bu sebepledir ki subaylar, yavaş yavaş örgütlenip geniş bir muhalefet zemini oluşturmaya başlamışlardır. 1908 yılında Osmanlı împaratorluğu’nda Meşrutiyet’in ilan edilmesinin akabinde, Yunanistan lehine mücadele etmek amacıyla çeşitli şekillerde Makedonya’da bulunmuş olan subaylar, Yunanistan tarafından geri çekilmiştir. Ancak bu genç subaylar, Balkan ülkeleri arasında askıya alınmış ve İttihatçılarla süren çekişmelerin , eninde sonunda büyük bir savaşa dönüşeceğine inanıyor, Yunanistan’ın bu savaşta askeri bakımdan zayıf olması halinde, bunun iyi sonuçlar getirmeyeceğini düşünüyorlardı. Bu ortam içerisinde bir grup genç subay teşkilatlanmaya başlamış, 1908 Ekim’inde Askeri İttifak’m (Stratiotikos Sindesmos) kurulmasına karar vermişlerdir6. Genç Türk subayların gerçekleştirdiği Meşrutiyet’in ilanı olgusu Yunan Ordusu’nu da etkilemiş, Yunanistan’ın geleceğini yönlendirecek olan kurumların içinde bulundukları kaostan ancak Yunan Ordusu’nun kurtarabileceği yönündeki kanıyı güçlendirmiştir. Gudi Darbesi’ni gerçekleştiren Askeri İttifak, Kralın değiştirilmesini ya da hanedan soyunun ortadan kaldırılmasını amaçlamamıştır. Üstelik Askeri İttifak üyeleri meşru hükümete bağlı kalınacağına dair yemin ettiklerinden, bir istibdat ya da*58 6 Nilüfer ERDEM, Yunan Tarihçileri Gözüyle Anadolu Harekatı, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılapları Enstitüsü Doktora Tezi,İstanbul 2009, s. 58 134 cunta yönetimi kurmak istememişler, bir hükümet değişikliği önerisi de getirmemişlerdir. Ülke idaresinin erdemli ve dürüst olmasını; adaletin çabuk, eşit ve sınıf ayrımı yapılmadan tarafsızca dağıtılmasını; eğitimin halkın ihtiyaçlarına ve askeri gereksinimlere yarayacak şekilde düzenlenmesini; sivillerin yaşam, şeref ve servetlerinin teminat altına alınmasını ve devletin gelirlerle giderlerinin mantıklı bir şekilde düzenlenmesi sayesinde ülke ekonomisinin geliştirilmesini istemişlerdir. Yakın gelecekte ulusal sorunların alevleneceğini sezinleyen Askeri İttifak, söz konusu olan konuların başarıyla göğüslenmesi için, ordunun yeni baştan yapılandırılmasına ilişkin önlemlerin acilen alınması taleplerinde bulunmuş, ordunun ıslahatı hakkında bir program belirlemiştir. Subaylar hazırladıkları muhtırayı Yunan basınına verdikten sonra Atina’nın doğu banliyölerinden Gudi’de, 15 Ağustos 1909 sabah saatlerinde toplanmaya başlamışlardır. Ayaklanmış subayların yanmda, kendilerine tabancalar verilmiş Atina Üniversitesindeki ulusçu öğrencilerin kurmuş olduğu Üniversite Birliği (Panepistimiaki Enosis) mensuplarıyla siviller de yer almışlardır7. Eleftherios K. Venizelos’un şekilsel bile olsa 1913’e kadar Osmanlı egemenliği altında olan bir bölgede, Girit’te yaşadığını ve orada sadece Girit’e değil, tüm Yunanistan’a ait pek çok iç ve dış problemle yoğrulmuştu. Venizelos 1908-1909 döneminde Girit’i idare eden Yürütme Kurulu’nda (hükümette) görev almıştır. Dolayısıyla o tarihte, etkinlik alam olan Yunanistan, Türkiye ve Avrupa’yı çok iyi tanıyan, her şekilde hazır ve deneyimli bir siyasi lider konumundaydı. Girit’te bulunduğu 7 ERDEM, a.g.e., s. 59 135 dönemde Yunanistan’a ilişkin ve ilgilenilmesi gereken tüm özel problemler üzerinde deneyim kazanmıştı. Girit Venizelos’un Türkleri olduğu kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünü destekleyen AvrupalIları da tanıdığı bir “okul”du. Deneyimli bir siyasetçiyken, aynı anda “Ana Yunanistan” için yıpranmamış bir siyasetçiydi. Çünkü o güne kadar Yunanistan’ın siyasetine aktif bir şekilde katılmış değildi. Dolayısıyla, Yunanistan rejiminin ıslahatçısı ve boyunduruk altındaki Helenlerin kurtarıcısı rollerini rahatlıkla talep edebilme şansına sahipti. Bunu yaparken hem deneyimine, hem de Yunanistan’daki yıpranmamışlığına dayanmıştı8. Kimilerine göre darbecilerin Venizelos’u düşünme sebebi, Girit’te görev yapmış bazı subayların Giritli siyasetçinin yeteneğine duydukları hayranlıktır9. Bazılarına göreyse darbecilerin Girit’in “barut kokan siyasetçisini” tercih etme sebebi, adadaki yüksek komiser Prens Georgios’a karşı 1905 ayaklanmasında yer aldığından dolayı Venizelos’un hanedan karşıtı olduğuna dair ünüdür. Ama belki de bazılan, kendileri de fark etmeden îngilizlerin etkisinde kalmışlardı101. Venizelos 1909 Ağustos’unda, kendi yayın organı olan “Kiriks” gazetesinde, Askeri İttifak’m lehine makaleler yazmıştır11. Venizelos kendisi 1909 Gudi Darbesi ile ilişkisini, “düzenleyici hizmetler vermek (prosfora rithmistikon ipiresion)” olarak kabul Haralambos Hr. Prukakis, Eleftherios K. V enizelos, Atina: Ekdosis Parisianu Epistimonikes [Parisianu Epistimonikes Yayınlan], 2002, s. 100; 172-176. 9 Ap. E. Vakalopulos, N ea Elliniki İstoria [Yeni Yunan Tarihi] 1204-1985, s. 343. 10 Grigoriadis, İstoria Tis Sighronis Elladas [Çağdaş Yunanistan Tarihi] 19091940, Tomos [Cilt]: 1, s. 130. 11 Moiras, a.g.e., s. 91. 136 etmektedir. Mecliste kendisine, “1909 darbesinin uygulayıcısı mı, yoksa eğitmeni mi” olduğu sorulduğunda, bu yanıtı vermiştir. Bu düzenlemeden sonra Yunan halkı ile beraber, darbenin gerçek çıkarlarına hizmet ettiğini ifade etmiştir12. Yunan tarih kitaplarının ve tezlerinin çoğunda yer alan yargıya göre, Gudi Darbesi’ni gerçekleştiren genç subaylar, ordu içinde ihm al edilm iş bazı hususların düzeltilm esini, ordunun m odernleşm esini, dem okratik bir idareyi am açlam ışlardı. Nitekim bu doğrultuda yapılan reformlar, Yunanistan’ı büyük ülküsünü gerçekleştirecek ileri bir hamle yapacak konuma getirmişti13. Ancak 1909 Gudi Darbesi’nin bir özelliği de, gerek siyasetçi, gerekse asker olarak Anadolu Harekatı’mn bazı aktörlerini sahneye çıkarması ve harekat döneminde yaşanan bir takım olayların tohumlarını serpmesi idi. Öyle ki Konstantinist (kralcı) subay Viktor Dusmanis’e göre, takip eden süreçte iktidar ve toplumdaki kaos ortamı Gudi Darbesi’nden kaynaklanmıştır. Çünkü kendiliğinden ortaya çıkan kimi kurtarıcılar, Yunanistan’ı kurtarmak isteyerek önceki nesillerin yaptıklarını yeterli görmemiş, ancak ters bir sonuca ulaşmışlardır. Oysa 1909’a kadarki süreçte gerek siyasi, gerekse toplumsal açıdan, küçük adımlarla da olsa iyileşme yönünde yol alınmıştır. Gudi Darbesi ve burada takınılan tutum, liderlere karşı itaat ve inanç atmosferini zayıflatmıştır14. 12 Prukakis, a.g.e., s. 117-118. 13 Moiras, a.g.e., s. 147. 14 Viktor Dusmanis, İstorikes Selides Tas Opias Ezisa [Yaşadığım Tarihi Sayfalar], Ekdotikos İkos Petru Dimitraku [Petros Dimitriakos Yayınevi], t.y., s. 32. 137 1910-1912 DÖ N EM İN D E V EN İZELO S SİY A SE T İ Alexander Anastasius Pallis'e göre Venizelos; 1909’da hükümetin başına geçmek üzere Askeri Cunta tarafından Girit'ten Yunanistan'a davet edildiği zaman, küçük, itibarı olmayan, askeri örgütten yoksun, dostu bulunmayan, politikası olmayan, toprak kazanma hayalleri bile Girit'ten, Epir'den ve Güney Makedonya'nın bir ucundan ileri gidemeyen zavallı bir memleket bulmuştu. On iki yıİ içinde (1910-22) Venizelos, hatırı sayılır bir ordu ve donanma kurmayı başarmış, Yunanistan'a moral ve maddi avantajlar ve kıymetli dostlar kazandırmış, topraklarım iki misline çıkarmıştı. İyi konuşması, enerjisi, çalışkanlığı ve diplomatik maharetinin yanı sıra Venizelos, kendini, kendinden evvelki ve sonraki bütün Yunan politikacılarının omuzlan üstüne çıkaran büyük bir meziyete, realiteleri görmek meziyetine sahipti. Öteki Yunanlı politikacılar da memleketlerinin iyiliğini isteyen kimselerdi şüphesiz. Fakat gökteki aym eline verilmesi için ağlayan çocuklar gibi hareket ediyor, Dışişleri Bakanlığının duvarına astığı Kiepert Atlası'ndaki Balkan Yanmadası'na bakıp bakıp, Bizans İmparatorluğu topraklarından ne kadarının yeniden kendilerinin olacağını hayal ediyor, "armut piş ağzıma düş" misali bekliyorlardı hiçbir şey yapmadan. Ama Venizelos'un problemlere yaklaşım şekli çok başkaydı. 1912 Balkan ittifakını ele alalım. V enizelos’un m uhaliflerinden birçoğu onu bu ittifaka girdiği için çok eleştirm iştir. Onlara göre Yunanistan ittifakın dışında kalacak, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ'dan ibaret bu Slav üçlüsü Yunanistan'ın, yardımı olmadan Türklerin önünde kafalarını taşa vuracaklarından, Yunanistan en elverişli zamanda müdahale edip istediği gibi parsayı toplayabilecekti. Venizelos kendi ülkesinin yetenekleri hakkında daha mütevazi ve realist düşünüyordu. Türkiye 138 gençleşme hareketiyle her yıl biraz daha iyiye gittiğinden, ona göre harekete geçmenin tam zamanıydı. Yunanistan tek başına, olsa olsa Girit'i alabilirdi. Ayrıca üç Slav memleketini de yalnız başlarına bırakmak doğru olmayacaktı. Zira Türkler onları yenecek olursa, Yunanistan'ın durumu da tehlikeye girerdi. Slavlar kazansalar da Yunanistan için iyi olmaz, Makedonya'da umduğu yerlere sahip çıkamazdı. İttifaka girerek elde edeceği topraklar kendilerinin etnolojik ve tarihi sebeplerle hak iddia ettikleri yerlerden daha az olabilirdi, ama bu kadarı da hiç yoktan iyidir diye düşünüyordu Venizelos. Öteki hayali geniş Yunan politikacıları, Manastırdan Meriç'e kadar uzanan bütün Trakya'yla Makedonya'dan azma razı değillerdi. Bu şekilde oyalanıp, ittifakın dışında kalacak olursa, sonunda Yunanlıların eline hiçbir şey geçmeyebilirdi. Venizelos eski bir Yunan atasözünde dediği gibi, "hiç ekm eksiz kalm aktansa, somunun yarısına sahip olm ak yeğdir"i tutmak akıllılığım gösterdi. Venizelos, durumu değerlendirmede gösterdiği süratin bir başka örneğini, Birinci Balkan Savaşı’nda 1912'de, Yunan ordusu ilk zaferini Selanik yolu üstündeki Sarantaporo'da kazandığı şuada gösterdi. Bu başarı üzerine iki alternatifi vardı; doğuya doğru Selanik e ilerlem ek veya kuzeybatıya doğru M anastır’a yürüm ek. Ordulara kumanda eden V eliaht Konstantinos kurm aylarının fikrini destekleyerek M anastır'a yürünm esini, Batı Makedonya'daki Türk kuvvetlerinin bu suretle ikiye bölünmesini istiyordu. Venizelos ise, Selanik'in kendileri için hayati bir önem taşıdığını hemen anlayıverm işti. Kuzeydoğudan ilerlemekte olan Bulgarlar'dan evvel Selanik'e ulaşamazlarsa savaş sonu toprak paylaşmasında bu çok önemli şehri ellerinden kaçırabilirlerdi. Toprak bölüşmesinde herkesin elinde bulunan yerlerin kendilerine kalacağım biliyordu. Başkom utan ve Kurmay Başkanlarm ın görüşüne rağmen 139 Selanik’e doğru yürünmesinde ısrar etti. Haklı da çıktı. Yunanlılar Selanik'e ucu ucuna, Bulgarlar’dan sadece 24 saat evvel vardılar, umulan oldu. Selanik o günden bu yana Yunanlılarındır. Veliahtm dediği gibi Manastır'a yürünmüş olsaydı, Yunanlıların eline hiçbir şey geçmeyecekti. Üçüncü örnek, İkinci Balkan Savaşı'nda 1913'ten verilebilir. Mütareke imzalanmış, Bükreş'te Barış Konferansı başlamıştı. Dedeağaç'a kadar Trakya ve Doğu Makedonya fiilen Yunan ordusunun işgali altındaydı. Artık Kral olmuş olan Konstantinos, Bükreş'teki Venizelos'a bir telgraf çekerek, Meriç'e kadar işgal altındaki toprakların tamamının kendilerine bırakılmasından başka bir şartı kabul etmemesi talimatını verdi. Venizelos cevabında, Aşırı isteklerini Romanya'nın desteklemeyeceğini bildiğinden sadece Nestos'a kadar Makedonya’dan bir parça üzerinde ısrar edeceğini bildirdi. Şayet Yunanlılar Meriç'e kadar olan topraklarda ısrar edecek olurlarsa, savaşın yeniden başlaması ihtimali kuvvetliydi ve yeni bir savaşın sonuçlarının ne olacağı bilinmezdi. Konstantinos önce bu görüşü kabul etmek istemedi. Venizelos istifa tehdidini savurunca razı oldu. Venizelos bu olayda da aşırı isteklerle her şeyi tehlikeye atmaktansa, alabildiğiyle yetinme görüşünü isbat etmiştir. Muhaliflerine kalsa onu, Manastır için Sırbistan'la, Korçe için Arnavutluk'la, On İki Ada için İtalya'yla, Makedonya'daki Kutsovlahlar için Romanya'yla ve Yunanistan'daki "müftüler’in hakları için Türkiye ile savaşa sürüklerlerdi. Başka bir deyimle, öteki politikacılar komşularıyla aralarında çıkan her konuyu sonuna kadar götürmek isterlerdi. Venizelos, uzak olsun, yakın olsun, her işte bir çizgi çizmek, gerisini olayların akışına göre ileride çıkacak fırsatlara bırakm ak kararındaydı15. 15 Alexander Anastasius Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası, (çeviri: Orhan Azizoğlu), 1997, Yapı Kredi Yayınlan, S .17 140 BALKAN SAVAŞI VE YUNANİSTAN (1912-1913) Balkan Savaşı, Balkanların tarihinin şüphesiz ki en önemli olaylarından birini oluşturmaktadır. Balkan Devletleri, dağılmakta olan Osmanlı Devleti’nin siyasi ve askeri zayıflığından ve İtalya ile savaş halinde olmasından yararlanarak, Balkanlardaki Osmanlı topraklarım ele geçirmek istemişler ve 1912 yılında Osmanlı Devleti’ne karşı birleşmişlerdir16. Ancak Yunan tarih kitaplarında Balkan Devletleri’nin ittifak kurması ve Balkan Savaşı’nm gerekçesi olarak farklı bir anlatım soz konusudur. II. Meşrutiyet’in ilanı akabinde gerçekleşen düzenlemelerin Osmanlı Devleti’ndeki gayrimüslimlerin beklentilerine cevap vermediği, dönem içindeki siyasetin giderek ulusçu bir yapıya büründüğü, bu sebeple Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan nüfusun konumunun giderek güçleştiği ifade edilmektedir. Kanuni Esasi yürürlüğe girdiği halde gayrimüslimlere uygulanan baskılar artmış, bunun üzerine bölgede yaşayan bir takım uluslar “ortak tehlike” karşısında anlaşma zemini aramaya başlamışlardır. Balkanlardaki ulusal rekabetlerin aşılmasında Rusya’nın ve Venizelos’un özel kişiliğinin önemli rolü olmuştur. İngiltere’nin Doğu Meselesi ile ilgili tavrının değiştiği görülmüş ve Osmanlı’nm bütünlüğünden yana tavır koymayacağı netleşmiştir. İngiltere, Fransa ve Rusya büyüyen Almanya tehlikesine karşı güç birliğine gitmişler, diğer taraftan Osmanlı Devleti Almanya’yla giderek daha fazla yakınlaşmıştır. Yunanistan ve diğer Balkan Devletleri, İngiltere’nin bundan böyle dikkate almaya başladığı güçler haline gelmişlerdir. Artık Yunanistan’ın ulusçu siyaseti Büyük A li İhsan Gencer - Sabahattin Özel, Türk İnkılap Tarihi, 9. b., İstanbul- Der Yayınlan, 2004, s. 40. 141 Britanya’nın doğu siyasetine ters düşmemektedir. Bu gelişmelerle birlikte Balkan İttifakı tamamlanmış, Osmanlı’mn Trablpsgarp Savaşı’na girmesi, Arnavutluk ve Kosova’daki Arnavutların ayaklanmaları, sürekli yaşanan sınır problemleri gibi bir takım olgular, askeri eylemde bulunulması yönündeki kararı hızlandırmışlardır. Bunun üzerine 8 Ekim’de Karadağ, 17 Ekim’de Bulgaristan ve Sırbistan, 18 Ekim 1912’de de Yunanistan Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan etmişlerdir. Bu anlatıma göre Yunan Ordusu Başkomutan Veliaht Konstantin liderliğinde Katerini, Grevena ve Kozani’yi “kurtarmıştır (apeleftherose)”. Bulgar kuvvetleri doğuda İstanbul’un eşiğine kadar ulaşmış, batıda Batı Trakya’yı ve Doğu Makedonya’yı ele geçirmişlerdir. Suplar Kuzeybatı Makedonya’ya yönelmişler, Üsküp ve ManastırT ele geçirmişlerdir17. Selanik’in Bulgarlar tarafından işgal edilmesi ihtimaline karşı Yunan hükümeti, Yunan Ordusu Komutanlığı’na şehre doğru hızla ilerlenilmesi emrini vermiştir. Bu görüşten farklı olarak Veliaht Konstantin, Helen ticaretinin gelişme gösterdiği Manastır’a doğru ilerlenilmesini istemektedir. Konstantin ve Venizelos arasında ilk çekişme, tam da bu konu üzerinde yaşanmıştır. Sonrasında Konstantin yandaşlan Selanik’e doğru ağır ilerlenilmesinin sebebi olarak, Epir’deki savaşm kaderi belirlenmeden Veliaht’m Selanik’e yönelemeyeceğini ve Yunan Ordusu’nun batısında güçlü Türk kuvvetlerinin bulunduğunu ifade etmişlerdir. Venizelistler ise problemin askeri değil, siyasi olduğu görüşünü savunmuşlardır. Selanik’in ele geçirilmesi, 17 Svoronos, Episkopisi Tis N eoellinikis İstorias [Çağdaş Yunan Tarihinin Gözden Geçirilmesi], s. 116-117; Haciantoniyu, İstoria Tis Neoteris Elladas 1821-1941 [Y eni Yunanistan Tarihi 18211941], s. 262-264. 142 diğer Makedonya’nın taşımaktadır18. talep edilmesi için hayati önem Selanik’in Haşan Tahsin Paşa tarafından Yunanlılara teslim edildiği gün, aynı zamanda Agios D im itrios19 yortusudur20. Selanik’in Yunanlıların eline geçtiği tarih 8 Kasım 1912’dir. Balkan Devletleri içinde Bulgaristan en güçlü orduya sahipken, Yunanistan donanması sayesinde Ege’de hakimiyet kurmuş ve OsmanlI’nın Asya’daki askerlerinin Balkan cephesine taşınmasını engellemiştir. Ege’deki Yunan Donanması Türk Donanması’nm Çanakkale Boğazı’ndan çıkmasına izin vermeyerek Marmara D enizi’ne hapsetmiştir. Deniz savaşlarında “A verof” zırhta» başrol oynam ıştır21. Bir tek Rauf Bey yönetimindeki “Hamidiye” zırhlısı kuşatmayı aşabilmiş ve Yunanlıların Ege’de «nendi kaygılar yaşamasına sebep olmuştur. R auf Bey Türkleria kahramanı olmuştur ki Yunan tarihçilerine göre, ta k d ir değer bir etkinlik gösterdiğinden dolayı bu O ’nun hakkutar22. Epir’de Yunan ordusunun hedefi Yanya şehri olmuş, Osmanlı ordusu önemli bir direniş göstermişse de şehir Yunanlıların eline 18 [Skulatu, Istoria Neoteri K e Sighroni En Yeni v e Çağdaş Tarih], G ’ Likiu [Lise 3], s. 37-39. 19 Bugün Türkiye Cumhuriyeti K onsolosluğunun ve Atatürk’ün doğduğu evin üzerinde bulunduğu caddenin ismi A gios Dimitrios Caddesi’dir ve aynı cadde üzerinde A gios Dimitrios K ilisesi bulunmaktadır. Thessaloniki Odigos Polis [Selanik Şehir Rehberi], Kapak Sayfası 20 Ap. E. Vakalopulos, N ea Elliniki Istoria [Yeni Yunan Tarihi] 1204-1985, s. 347. 21 Haciantoniyu, Istoria Tis Neoteris Elladas 1821-1941 [Yeni Yunanistan Tarihi 1821-1941], s. 265, 268. 22 Grigoriadis, Istoria Tis Sighronis Elladas [Çağdaş Yunanistan Tarihi] 1909-1940 , Tomos [Cilt]: 1, s. 142-143. 143 geçmiştir. Bu arada Bulgar ordusu da Edirne’yi işgal etmiştir. Birinci Balkan Savaşı, 30 Mayıs 1913’te imzalanan Londra Antlaşması’yla sona ermiştir. Antlaşma ile Osmanlı Devleti’nin batı sının Midye-Enez hattı olarak belirlenmiştir. Osmanlı Devleti Arnavutluk ve Ege Adalarının geleceğinin kararlaştınlmasını büyük devletlere bırakmıştır. Yunanistan Selanik, Güney Makedonya ve Girit’e, Bulgaristan Kavala, Dedeağaç ve bütün Trakya’ya, Sırbistan ise Orta ve Kuzey Makedonya’ya sahip olmuştur23. 18 M art 1913’te Y unanistan, K ral G eorgios’un Selanik içinde öldürülm esi haberi ile sarsılmıştır. Tetikçi Shinas bir Helen dir ve anarşist ya da dengesiz olduğu söylentisi yayılmıştır. Ancak, tetikçinin dengesiz ya da anarşist olmadığı, sadece yabancı güçlere hizmet edenlerin aleti olduğu ve bunların Kral Georgios’un ölümünden çakar bekledikleri kaydedilmiştir24. Kral’m, İngilizlere karşı sıcak duygular beslediği bilinmektedir. Buna karşılık Koostantin in Almanların yanında yer alacağına dair umutlananlar vardır. O dönem pek çok yazar, Georgios’un özellikle Almanya’m a Balkanlardaki çıkarlarının kurbanı olduğunu yazmışlardır. Hatta bu yazarlara göre K ral G eorgios yaşam ış olsaydı, Yunan halkı sonraki yıllardaki bölünm üşlüğü yaşam az ve Anadolu H arekatı felaketle sonuçlanm azdı. Bazı tarihçilerin de Georgios’un öldürülmesini ulusal yıkım olarak yorumladıklarını görmekteyiz. Georgios 68 yaşında 23 Gencer - Özel, a.g.e., s. 42. 24 Theodoros Pagkalos’un hatıralarından konu ile ilgili alınan bir bölüm , Lise 3. S ın ıf Tarih Kitabı’nda görülebilmektedir. Skulatu, İstoria Neoteri Ke Sighroni [En Y eni ve Çağdaş Tarih], G’ Likin [Lise 3], s. 44-45. 144 öldürüldüğünde sağlıklıdır, bedensel ve ruhsal olarak dinçtir. Önünde, tahtta geçireceği uzun bir dönem durmaktadır. Bu suikastı takip eden dönemden başlayarak Yunan halkı bölünm üşlüğü yaşam ıştır ki bunun sebebi, Konstantin ve V enizelos’un farklı dış yönelim leridir. İfade edildiğine göre Georgios, başbakanla arasında herhangi bir çatışma çıkması durumunda kendisi de uçlara gitmez, gücü ve yeteneğiyle karşısındakine de (Venizelos’a) uçlara gitme hakkını vermezdi. Konstantin Mart 1913’te krallık yemini etmiştir. Georgios’un öldürülmesinin akabinde muhalefet (eski partiler olarak ifade edilmektedir), her yöntemi kullanarak iki baskın karakteri karşı karşıya getirmeye çalışmıştır. Bu yönde sistemli bir faaliyet yürütülmüş, ikinci Balkan Savaşı’nm başlaması da fırsat olarak değerlendirilerek Venizelos’a karşı saldırıya geçilmiştir25. Londra Antlaşması büyük devletiehm çıkarlarıyla Balkan halklarının taleplerini dengelemeye çalışm ışsa da, bir takım belirsizliklere ve eksikliklere sahiptir. Bu önemli eksikliği, bir ittifak gerçekleştirmiş olan Balkan Devletleri arasındaki sınırların belirlenmemiş olmasıdır. Makedonya ve Trakya’nın paylaşılması problemi, Balkan Devletlerini yeni bir savaşa itmiştir. Bulgaristan önce Sırbistan’a, ardından Yunanistan’a saldırmıştır. Bu arada Romanya ve Osmanh Devleti de, Bulgaristan’a karşı yürütülen bu savaşa dahil olmuşlardır. Osmanlı ordusu gelişmelerden yararlanarak Edirne’yi geri almayı başarmıştır. Savaşı kaybetmiş olan Bulgaristan, 10 25 Grigoriadis, İstoria Tis Sighronis Elladas [Çağdaş Yunanistan Tarihi] 19091940, Tomos [Cilt]: 1, s. 146-156. 145 Ağustos 1913’te Bükreş Antlaşması’nı imzalanuştır. Bu antlaşmayla Bulgaristan Ege Denizi’yle olan bağlantısını sürdürmekle birlikte, önemli ölçüde toprak kaybına uğramış, bazı topraklan komşularına bırakmak zorunda kalmıştır. Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında 29 Eylül 1913’te İstanbul Antlaşması imzalanmış, Bulgaristan Kırklareli, Dimetoka ve Edirne’yi Osmanlı Devleti’ne geri vermiştir. Osmanlı Devleti başta Rusya olmak üzere büyük devletlerin baskısı üzerine Batı Trakya’yı Bulgaristan’a bırakmıştır. Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında 14 Kasım 1913’te Atina Antlaşm ası imzalanmış, Osmanlı Devleti G irit’in Y unanistan’a ait olduğunu resmen kabul etmiş, ayrıca Yunanistan’ın Balkan Savaşı’ndaki kazançlarını tanımıştır. Osmanlı Devleti büyük devletlerin baskısıyla Meriç hariç On İki Ada’yı İtalya’ya, Gökçeada ve Bozcaada hariç bütün Ege Adalarını Yunanistan’a bırakmışta. Yunan tarihçiliğinde bazı adaların Osmanlı ve İtalya idaresinde kalmasının, “ulusal bütünleşme (ethniki oloklirosi) için önemli bir adım atılmışsa da, tüm ulusal ülkülerin gerçekleşmediği” şeklinde yorumlandığını görmekteyiz26. Osmanlı Devleti ile Sırbistan arasında ise 13 Mart 1914’te İstanbul Antlaşması imzalanmışta. İki devletin ortak sının kalmadığından, antlaşmanın konusu bu ülkede kalmış Türklerin ve taşınmaz malların durumuna ilişkindir27. 26 Haciantoniyu, Istoria Tis Neoteris Elladas 1821-1941 [Yeni Yunanistan Tarihi 1821-1941], s. 276. 27 Gencer - Özel, a.g.e., s. 43-44. 146 Yunan tarihçi Haciantoniyu’ya göre Yunanistan, 1897?deki ayıptan sadece on beş yıl, Venizelos’un liderliğe gelişinden sadece iki buçuk yıl sonra, bir yıl kadar süren kahramanca bir taarruzun akabinde, kanatlarım geniş bir şekilde açmış ve yüzölçümünü iki katına çıkarmıştır. Yunanistan’ın yüzölçüm ü 63.211 km2 ‘den 120.308 km2 ye ve nüfusu 2.632.000’den 4.718.000’e ulaşm ıştır. Son derece gelişmiş şehirler, örneğin Selanik, Yanya, Kavala, Hanya ve pek çok zengin toprak Yunanistan’a katılm ıştır. Avrupa’ya doğru yeni ulaşım yollan, yeni ekonomik ve askeri olanaklar elde edilmiştir. Yunan Ijalkı gelişmelerin sonucunda kendine güven kazanmış ve gelecek için daha büyük umutlara sahip olmuştur. 1913’te halk ve liderliğin fikir birliği, ulusal restorasyon için güvenli bir esas teşkil etmiştir. Okul kitapları da dahil Balkan Savaşı’m ele alan tüm kitaplarda, yukarıda ifade ettiklerimizin yanında sonuç bölümünde, Arnavutluk ile yaşanan Kuzey Epir problemine ilişkin bilgilerin aktarıldığını görmekteyiz. Amavutluk’un Avusturya ve İtalya'nın desteğiyle kurulduğu, bunun Yunanlıların sahip oldukları haklara ters bir gelişme olduğu söylenmektedir. Öyle ki, yeni kurulan Arnavutluk ile sınırlar ve Ege Adaları m eseleleri, Yunan D ışişleri’ni Balkan Savaşı’ndan itibaren m eşgul eden en önem li ulusal konular olmuşlardır. 1913’te sınırlar çizilirken konuşulan dil kriter olarak alınmış, “Arnavutça konuşan pek çok Helen”, Arnavut sayılm ış ve Kuzey Epir Arnavutluk’a verilmiştir. Kuzey Epir Amavutluk’a verilirken bölgede 120.000 Helen’in yaşadığı, 3 metropolitliğe, 376 kiliseye, 360 okula ve 22.000 öğrenciye sahip olunduğu kaydedilmektedir28. Olaylar karşısında Kuzey Epirliler, bölgenin özerkliği amacıyla 28 Ap. E. Vakalopulos, N ea Elliniki İstoria [Yeni Yunan Tarihi] 1204-1985, s. 350. 147 çeteler oluşturmuşlardır. 17 Şubat 1914’te Kuzey Epirlilerin temsilcilerinin oluşturduğu kongrenin kararıyla Kuzey Epir’in özerkliği ilan edilmiş ve başbakanlığa Georgios Hristakis Zografos getirilmiştir. Büyük güçler, Mayıs 1914’te Korfu (Kerkira) Antlaşmasıyla Kuzey Epir’in özerkliğini tanımışlardır. Ancak hiçbir güç, bunun uygulanabilirliği konusunda güvence verememiş ve Kuzey Epir problemi aslında çözümsüz kalmıştır29. Venizelistler (Venizelos yandaşlan) her ne kadar Balkan Savaşı’ndaki başanyı başbakana atfetseler de, Konstantinistlere (Konstantin yandaşlan) göre elde edilen başarıda, başta Konstantin olmak üzere 1909 Gudi Darbesi’ne katılmamış olanlann payı vardır. Dusmanis, bu hislere tercüman olmuş ve askeri ayaklanmada saf tutmuş olan subaylar 1912-1913’te savaşın idaresini ele almış olsalardı, ulusal çıkarlar zarar görürdü demiştir30. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti Balkan Savaşı’na hazırlıksız bir şekilde yakalanmış ve askeri olarak bir takım sıkıntılar yaşamıştır. Savaş öncesinde eğitim li bir grup askerin terhis edilmesi, birliklerin Balkanlar’a zamanında nakledilememeleri, yaşanan zorluklardan sadece birkaçıdır. Yunanistan açısmdan durum, ifade edildiğine göre farklılık göstermektedir. Öyle ki, ilk günlerde silah İtina almanlar 90.000’e ulaşmış, yurt dışındaki yedeklerin gelmesiyle bu rakam giderek yükselmiştir. Yeni göç etm iş olanların, vatanın (Y unanistan’ın) çağrışm a uyarak ellerinde valizlerle A m erika’dan hareket ettikleri ve Türkler 29 Haciantoniyu, İstoria Tis Neoteris Elladas 1821-1941[Y eni Yunanistan Tarihi 1821-1941], s. 277-280; Skulatu, İstoria Neoteri Ke Sighroni [En Yeni ve Çağdaş Tarih], G ’ Likiu [Lise 3], s. 49-51. 30 Dusmanis, a.g.e., s. 32-33. 148 ile yapılan savaşa yetiştikleri kaydedilmektedir. Savaşın ilanıyla Avrupa’da okuyan gençler bile orduya katılmışlardır. Bu gelişmelerin akabinde Yunan ordusu 120-130 bin asker sayısına ulaşmıştır. Osmanlı ordusunun dağılma sebeplerinden biri olarak çok uluslu bir yapıya sahip olması gösterilmekte, Osmanlı İdaresi’nin herkesin silah altına alınması koşulunu getirdiği, ancak gayrimüslimlerin soydaşlarına karşı savaşmak istemedikleri vurgulanmaktadır31. Düşman ordularında saf tutmuşlar arasında Osmanlı vatandaşlarının da bulunduğu bilinmeyen bir olgu değildir. Anadolu Araştırmalan Merkezi’nin (Kentin Mikrasiatikon Spudon), Anadolu göçmenleriyle gerçekleştirdiği söyleşilerden de bu ortaya çıkmaktadır. Ayvahk-Edrenatit yolu üzerinde yer alan ve mübadeleden önce Türklerle Helenlerin beraber yaşadığı bir yerleşim m erkezi «dan Görocç’ten Vasilia Kuçom itu, Balkan Savaşı esnasında Yunanistan’a çok yardım ettiklerini, bunu gizlemeye çalıştılarsa da duyulduğunu, bu sebeple de Türklerin kendilerine karşı İrinlendiğini ifade etmiştir. Yunanlıların m ücadelesini desteklem ek amacıyla altın liralarla dolu çömlekler gönderm işler, altınların üzerini zeytinyağı ile doldurm uşlardır32. Şileli Vretos Meneksopulos önceleri Yunanistan’ı tanımadıklarını, Balkan Savaşı ile işittiklerini nakletmiştir. Osmanlı Devleti’nin Balkan Savaşı’nda gayrimüslimlere de silah verdiğini, düzenli orduya aldığını, ancak onların savaştıkları her cephede, Bulgarlarla savaşırken Bulgaristan’a, Yunanlılarla 31 Grigoriadis, İstoria Tis Sighronis Elladas [Çağdaş Yunanistan Tarihi] 19091940, Tomos [Cilt]: 1, s. 139-140. 32 İ Eksodos [Çıkış], Tomos [Cilt]: 1, s. 102. 149 savaşırken Yunanistan’a kaçtıklarını, bu sebeple Birinci Dünya Savaşı’nda Rumlara silah verilmediğini anlatmıştır. Rumların bazıları askere gitmeyerek firar etmişler ve dağlarda çetecilik yapmışlardır. Meneksopulos tehcir sebebi olarak bu tip faaliyetleri görmektedir33. Balkan Savaşı döneminde, Yunanistan’a Osmanlı Rumları tarafından yapılan desteğin sadece Batı Anadolu' ve Marmara bölgeleriyle sınırlı kalmadığı anlaşılmaktadır. Örneğin Nevşehirli Efthalia Antoniadu, ayakkabı tamircisi olan babasının Yunanca’yı Balkan Savaşı’nda Yunan ordusunda gönüllüyken öğrendiğim, yedi yıl görev yaparak pek çok muharebede bulunduğunu ifade etmiştir. Yunanistan Balkan Savaşı esnasında bir takım izci birlikleri (somata proskopcm) kullanmıştır. Bu birliklerin görevi, düzenli ordudan önce ilerleyerek bölgenin hazırlanmasını sağlamaktır. Bu birliklerin liderliğine subay ya da Makedonya Mücadelesi’nde öne çıkmış sivillerin getirilmesi, savaş ilan edilmeden önce sınırlan geçmeleri veya gemilerle Makedonya kıyılarına çıkarılmaları, harekat başladığında Osmanlı ordusunun kuşatılmasını sağlamaları amaçlanmıştır. Bu birliklerde askeri okullardan yeni mezun olmuş, genç MakedonyalI subaylar da kullanılmıştır34. Bu gelişmelerle birlikte Birinci Dünya Savaşı’nm eşiğine gelinmiştir. 33 A.e., 339-340. 34 İ. K. Mazarakis Eniaıı, A gones Tu Neoteru Ellinismu [Yeni Helenlerin Mücadeleleri], Atina: Ekdosis Dodoni [Dodoni Yayınlan], 2003, s. 107-109. SONUÇ VE D EĞ ERLEN D İRM E Yunan Milliyetçilere göre 2500 yıldan beri yerleşik Yunan halkları Ege Denizi'ndeki adalarda, Karadeniz'de, Küçük Asya'nın kuzey ve güney bölgelerinde yaşamakta idi. İran savaşlarından çok daha önce Küçük Asya Kıyılan'nda Eolia, Dor ve İonya kolonilerine rastlanmaktaydı. Helenizm, gerek tarihten önceki devirde, gerekse Büyük İskender'den sonraki devirde muhafaza edildiği gibi Küçük Asya ve Hindu Nehri'ne uzanan sahalara yayılmıştı. Bu Helenistik devir, Roma'nın Dünya'ya hükmetmesinden hatta Hıristiyanlığın ortaya çıkmasından sonraki devire kadar devam etti. Daha sonralan Yunan- Bizans İmparatorluğu devrinde Helenizim, Küçük Asya'nın doğu, güney ve merkez bölgelerine yayılmışlardı35. İnançlarının temelini oluşturdukları bu iddia, Bizans-Yunan İmparatorluğunu yeniden yaşama geçirme ülküsü ile yanıp tutuşan Yunan Milliyetçileri için her ne kadar yıpranmış olsa da Osmanlı, gerçek bir engeldi. Bağımsızlıklarını kazanan Yunanistan'ın, iç ve dış sorunlarla bunalmış Osmanlı ile 1897 yılındaki ilk karşılaşması neredeyse hezimetle son bulacakken büyük devletlerin araya girmesi ile bu hezimet bir kazanca dönüştü. Bu hezimet, Yunan halkının bir gerçeğin farkına varmasına neden olmuştu. Yunanlılar gururla andığı 2500 yıllık geçmişinin aksine Rusların desteği ile Osmanlı İmparatorluğu’na karşı başlattıkları isyan dahil hiçbir konuda dışarıdan destek almadan bir başarıya ulaşamayacaklarını göstermişti. Kısaca Yunanlılar 1855-1857 35 Yunan Ordusu İzmir'de, Yunan Harp Dairesi Başkanlığı, Atina, 1925, S .l 151 Yıllan arasında Fransa’nın Atina büyükelçisi La Gorce'nin "Les Grecs a Toutes Les Epoques” adıyla yazmış olduğu ve dilimize "Çağlar Boyu Yunanlılar" adıyla çevrilen tamamı hakaretlerle doluysa da tarif ettiği gibi; “ A vrupa'nın ele avuca sığmayan çocuğu” olarak tarih sahnesinde yer almıştır. Sürekli olarak “Osmanlı idaresi altında yaşayan soydaşlarını baskı ve zulümden kurtarm a“ bahanesinin altına sığınarak, tarihi emellerinin peşinden koşan ve büyük devletlerin çıkarları ile kendi çıkarlarını birleştirerek amacına ulaşmaya çalışan bir politika izlemiş ve önüne çıkan fırsatları değerlendirme konusunda tereddüt etmemiştir. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nm ortaya çıkardığı diğer bir gerçek ise, Yunan hayalperestlerin hayallerine ulaşabilecekleri bir askeri yapıya sahip olmadıkları diğer bir deyimle büyük devletlerin desteği ile “armut piş, ağzıma düş” politikası izledikleri, hiçbir hazırlıklarının olmadığı, siyasal olarak çok kötü yönetildikleriydi. Zira, ana kara Mora Yanmadası'nda yaşayan Yunanlılar, ekonomik olarak tükenmiş, yoksulluk ve adaletsizlik altında ezilmekteydiler. Yeni kıta Amerika'ya göç, tek kurtuluş gibi gözüküyor ve her fırsatta bu kaçış engellenemiyordu. İzmir, Aydın, İstanbul gibi Osmanlı şehirlerinde yaşayan Yunanlılar, ticaretle zenginleşmiş Türklerden bile oldukça refah bir yaşam sürmelerine rağmen, Yunan hayalperestler tarafından ezildikleri yaygarasıyla Hıristiyan alemi ayağa kaldırıyorlardı. Günümüz Yunanistan'ın siyasal sınırlarını çizen Balkan Savaşı, diğer taraftan da tarihindeki en büyük trajedinin de tohumlarını ekmişti. Velihat Konstantin ile Başbakan Venizelos arasmda başlayan siyasi çekişme, Balkan Savaşlarındaki baş döndüren başarının “Megali İdeayı” ulaşılabilir hale getirmesi, Birinci 152 Dünya Savaşı ile parçalanan OsmanlI'nın iştah kabartıcı hali ve Türk düşmanı İngiliz Başbakanı Lloyd Gerorge'un itelemesiyle tecrübeli bir asker olan General İoannis Metaksas'm tüm itirazlarına rağmen girilen Anadolu bataklığında yok olan Yunan ordusu... Balkan Savaşı ile elde edilen kazanmalarla yetinmeyen ve 1915 yılında İngiliz Dışişleri Bakam Sir Edward Grey'in Anadolu topraklarını altm tepsiyle Venizelos'a sunması, Yunan halkı için sonun başlangıcım hazırlamış, büyük bir arzuyla girdikleri Anadolu topraklarım yakıp yıkmış ve kan gölüne çevirmişler, müteakiben yüz yıllardır birlikte yaşayan Rum ve Türk halkım yerlerinden ederek, büyük bir trajedi ile geriye dönmüşlerdir. Altı devlet adamının idam edildiği savaş sonunda, sonu gelmez iç bunalımlar ve ekonomik krizler Yasan halkım yıllarca büyük sıkıntılar yaşamıştır. 153 KAYNAKÇA________________________ L • Giles Milton, Paradise Lost: Smyrna, 1922, Basic Books, July 2008, • YUNAN GENELKURMAY BAŞKANLIĞI, HARP TARİH BAŞKANLIĞI, “Yunan Ordusu İzmir'de”, Atina, 1928 • Yunan Ordusu İzmir'de, Yunan Harp Dairesi Başkanlığı, Atina, 1925 • Nilüfer ERDEM, Yunan Tarihçileri Gözüyle Anadolu Harekatı, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılapları Enstitüsü Doktora T ezi,İstanbul 2009 • Haralambos Hr. Prukakis, Eleftherios K. Venizelos, Atina: Ekdosis Parisianu Epistimonikes [Parisianu Epistimonikes Yayınlan], 2002 • Vakalopulos, Nea Elliniki İstoria [Yeni Yunan Tarihi] 12041985 • Grigoriadis, İstoria Tis Sighronis Elladas [Çağdaş Yunanistan Tarihi] 1909-1940, Tomos [Cilt]: 1 • Viktor Dusmanis, İstorikes Selides Tas Opias Ezisa [Yaşadığım Tarihi Sayfalar], Ekdotikos İkos Petru Dimitraku [Petros Dimitriakos Yaymevi], t.y. • Alexander Anastasius Pallis, Yunanhlann Anadolu Macerası, (çeviri: Orhan Azizoğlu), 1997, Yapı Kredi Yayınları • Ali İhsan Gencer - Sabahattin Özel, Türk İnkdap Tarihi, 9. b., İstanbul: Der Yayınlan, 2004 • Svoronos, Episkopisi Tis Neoellinıkis İstorias [Çağdaş Yunan Tarihinin Gözden Geçirilmesi], Haciantoniyu, İstoria Tis Neoteris Elladas 1821-1941 [Yeni Yunanistan Tarihi 18211941] • Grigoriadis, İstoria Tis Sighronis Elladas [Çağdaş Yunanistan Tarihi] 1909-1940, Tomos [Cilt] • İ. K. Mazarakis Enian, Agones Tu Neoteru Ellinismu [Yeni Helenlerin Mücadeleleri], Atina: Ekdosis Dodoni [Dodoni Yayınları], 2003 154 B A L K A N S A V A Ş L A R I V E S E L A N İ K ’İ N K A Y B I D r. F.Rezzan Ünalp Dr.Hv.Öğ.Alb. G nkur. ATAŞE Bşk.lığı A skerî Tar. Şb. Md. Batıdan Sırpların, doğudan Bulgarların saldırısıyla başlayan Balkan Savaşları 1913 ortalarında sona erdiğinde Edirne’nin batısındaki Osmanlı topraklan tamamen elden çıkmıştı. Selanik'in savaşmadan teslim edilmesi, Edime Kalesi Komutanı Şükrü Paşa'nm büyük çaba ve soğukkanlılık göstermesine karşılık Osmanlı Devleti'nin Kırklareli-Edime-Meriç sınırını koruyamaması, doğal olarak öteki vilayetlerin kaybı devlet için çok acı olmuştur. Balkan Savaşlan, yarımadadaki Müslüman nüfusun Anadolu'ya göçünü zorunlu kılarken bu savaşlar neticesinde devletin Makedonya ve Arnavutluk olayları için para harcamaktan kurtulmuş olması ise fayda olarak değerlendirilmiştir. 93 Harbi ’nden sonra Balkanlardan Anadolu’ya yaşanan göç hareketi Balkan Savaşları ile vahim bir görünüm kazanmıştır. Bulgarlar, Yunanlar, Sırplar ve Karadağlıların Müslüman-Türk halkına karşı yapmış oldukları zulümler, Rumeli’ndeki TürkMüslüman ahalinin İstanbul ve Anadolu’ya gelmesiyle neticelenmiştir. Bu göçmenler 1856-78 arasında Kırım, Kafkas ve Balkanlardan gelen göçmenlere katılarak Osmanlı halkının hem eski acılarını tazelemiş hem de gittikçe büyüyen Müslüman milliyetçiliğinin Türk milliyetçiliğine dönüşmesini hızlandırmıştır. Tarihi süreçte Selanik kenti, Makedonya’daki Türk unsur için edebi faaliyetin ve akımların en yoğun şehirlerinin başında 155 gelmekteydi. Selanik, Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’dan sonra Avrupa’daki en büyük şehri, çok önemli bir limanı, aynı zamanda eyalet merkezi konumunda idi. 3’ncü Ordu’nun merkezi de zaman zaman ya Selanik ya da Manastır (Bitola) olmuştur. Bu bildiride 1912 kışında savaşmadan bir protokolle teslim edilen ve bütünüyle Yunan ordularına terk edilen Selanik’in kaybı sırasında ve sonrasında yaşananlar, savaş devam ederken alman kararlar ve bunların neticeleri, arşiv belgeleri esas almarak değerlendirilmiştir. GİRİŞ: Balkan Savaşları sırasında Rumeli’den Anadolu’ya yapılan Türk göçlerinin en önemli nedenini, müttefik Balkan Devletlerinin askerleri ve komitalarınca yapılan zulümler oluşturmuştur. Balkanlarda Türklere karşı kurulan komitacılık, Balkan Savaşlarından çok daha önce başlamış, önce Edime ve oradan da İstanbul'a doğru göçler hızlanmıştır. Balkan Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı Devleti’nin mağlubiyeti ile sonuçlanması üzerine çok hazin tablolar sergileyerek devam eden göçler, Balkan faciasının en acıklı safhasını teşkil etmiştir.1 Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki yazgısı, 1912 yılının baharında düzenlenen antlaşmalarla kesin biçimde belirlenmişti. Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ, Rus diplomatik görevlilerinin etkin desteği ile Avrupa’daki Osmanlı topraklarının parçalanmasını karara bağlamışlar, buna göre 81 1 Ahmet HALAÇOĞLU, Balkan Harbi Sırasmda Rum eli’den Türk Göçleri (1912-1913), Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1994, s. 31. 156 Ekim 1912’de Karadağ, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmiş, müteakiben diğer Balkan Devletleri de Karadağ’ı izlemiştir.2 Birinci Balkan Savaşı’nda Türk ordusu, 1877-1878’de uğradığından çok daha hızlı bir yenilgiye uğramıştır. Türklere karşı yürütülen savaşta büyük ağırlığı yüklenmiş olan ve 22 Ekim 1912’de Kırkkilise (Kırklareli)’ye, arkasından 28 Ekimden 3 Kasıma kadar süren çatışmalarda Lüleburgaz’a kadar ilerleyen Bulgar ordusu karşısında yenilen Türk ordusu, İstanbul öncesinde son savunma çizgisi olan Çatalca’ya kadar gerilemiştir. Batıda ise 24 Ekim’den 26 Ekim’e kadar süren savaşlarda Sırplar, Türkleri Kumanova’da yenmişler ve Adriyatik Denizi’ne inmişler, Manastır 18 Kasım’da Sırpların eline geçmiştir. Yunan ordusu ise Güney Makedonya içinden ilerleyerek 8 Kasım’da Selanik’i savaşmadım teslim almıştır.3 Tarihi süreçte Selanik kenti, Makedonya’daki Türk unsur için edebi faaliyetin ve akımların en yoğun şehirlerinin başmda gelmekteydi. Selanik, Osmanlı împaratorlıığu’nan İstanbul’dan sonra Avrupa’daki en büyük şehri, çok önemli bir limanı, aynı zamanda eyalet merkezi konumunda idi. 3’ncü Ordu’nun merkezi de zaman zaman ya Selanik ya da Manastır (Bitola) 2 25 Eylül 328 (8 Ekim 1912) de Baş Kumandanlık Vekâletinden İkinci Ordu M üfettişliğine şu telgraf geldi: “Karadağ hükümeti ilan-ı harb etmiştir. Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan’ın da kariben icra-yı muhasamat eylem eleri melhuzdur. Seferberlik ve tahşidatm tesri’ v e hududlarm setrine aid tedabirin b ila....vak it ittihazı ehemm iyetle mütemennadır.” A ynı tarihte Garp Ordusu da Selânik’e gelmiştir. Bkz. A TA ŞE A rşivi, Fevzi Ç AK M AK ’ın kendi kaleminden “Garb-i R um eli’nin Suret-i Ziyaı v e Balkan Harbinde Garp Cephesi” adlı özgün kitap, s. 63. 3 Justin M c CARTHY, Ölüm ve Sürgün, Çev. B ilg e U M AR, İnkılap Y ayınevi, İstanbul, 1995, s. 146-147. 157 olmuştur. Selanik’in nüfusu o dönem için büyük rakam olan 300 bin civarındaydı. Pek çok orta dereceli sivil ve askerî Türk Okulu dışında bir de Hukuk Fakültesi vardı. Önemli Türkçe gazete ve dergilerin yayınlandığı bir kültür merkezi konumundaydı. 4 Selanik’in teslim edildiği gün orada bulunmuş olan Alman, İngiliz, Felemenk gazetelerinin harp muhabirleri tarafından neşredilen beş altı eserden alıntı yapılarak oluşturulan 1916 tarihli bir eserde Selanik şehrinin bir dönem tarihinden şöyle bahsedilmektedir: “Selanik evvela Yıldırım Bayezit tarafından zapt edilmiş ise de Konya mağlubiyeti üzerine tekrar Venediklilerin eline geçmiş, nihayet Sultan Murat sani tarafından feth edilerek 1328 senesinin 26 teşrin-i evvel tarihine kadar Türklerin idaresinde kalmıştır. Bu beş yüz sene zarfında Selanik’in pek ziyade tevsi ettiği gibi şeref-i İslam ile müşerref olan bir miktar İbrani ailelerinin sayileri sayesinde en mükemmel bir ticaretgah-ı İslam olmuşdu. Memalik-i Islamiyenin en birinci tüccar ahalisini Selanikliler teşkil ediyordu. Şehir son 20 sene zarfında Türkiye ’nin teceddüdünde en mühim rolü oynamış olan Selanik şehrinde Makedonya ’nın bilcümle anasırları bulunur. Ekseriyeti teşkil eden Türk 4 İlber ORTAYLI, Eski Dünya Seyahatnamesi, A şina Kitaplar, 5. Baskı, İstanbul, M ayıs 2007, s. 85. 1881 yılında Selanik’te dünyaya gelen Mustafa Kemal (Atatürk), Selanik kaybedilmeden henüz bir y ıl önce, Kolağası (Kıdemli Y üzbaşı) rütbesiyle 5 nci Selanik Kolordusu Erkan-ı Harbiye Birinci Şube İkinci Kısmında görev yapmaktaydı. Bkz. Utkan KOCATÜRK, Doğumundan Ölümüne Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkezi Y ayınlan, Ankara, 2007, s. 15. Trablusgarp Savaşı nedeniyle İstanbul’a çağrılan Mustafa Kemal, Manastır’daki 3 ncü Ordu’ya atanmış olan Harp Okulu’ndan ve Harp A kadem isi’nden arkadaşı A li Fuat C ebesoy’la 1911 yazında Selânik’te görüştüğünde; “Selânik’i bir daha Türk görecek m iyim ” sözlerini sarf etmiştir. Bkz. A li Fuat CEBESOY, S ın ıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul, 1981, s. 206-209. 158 unsurundan sonra Yahudilerde mühim bir yekun teşkil ederler. Bunlardan sonra Bulgarlar, Sırplar, Ulaklar gelir. Selanik’in bütün ahalisi esasen ticaretle işgal ediyor olsa da Makedonya payitahtını bulunması hasebiyle siyasetle iştigal etmeyenleri nadir idî. Hatta ittihad komitesinin Selanik’te teşkil etmesi, bu şehrin siyaset işleri için pek ziyade müsaid olduğunu gösterir. Selanik, Makedonya’nın limanı iken Avrupa’nın bütün teceddüdatını müşahade edebildiği için muamelatında bir yenilik müşahede olunurdu. Buradaki yerli İslamlar, diğer memleketlerin Müslümanları gibi memuriyete heves etmemişlerdi. Şehrin en büyük mağazaları, ticarethaneleri ve muamelat-ı sarrafiyesi bunların elinde idi. Bunlardan sonra Yahudiler gelirdi. Bittabi, Yahudilerin vasi-i müessesat-ı ticariyeleri vardı. Buradaki Rumların ticaretleri o kadar mühim değildir. İşleri hemen hemen Makedonya’nın diğer şehirlerindeki bazı Rum tüccarlarına dahil komisyonculuk muamelatıyla bazı küçük tuhafiye mağazalarından ibarettir. Bulgarlar ise, bakkallık, hayvanat vesair dahil işlerle iştigal ederler. Otel, han gibi müessesatın bazılarını Rumlar idare ederler. Fakat İslamlara ait olanları da vardır. Sonra, emlak ve mağazaların kısm-ı azami islamlara aittir. Şehrin en kıymetdar caddesi olan rıhtım caddesindeki İspilandid Palas vesaire gibi büyük enbiyalar Islamlarındır. Velhasıl suret-i memleket nokta-ı nazarından şehrin hakimleri İslamlardır. Selanik’in asar-ı atik’esi de pek kesirdir. Fakat memleket henüz inkişaf etmekte olduğu için tarihi mevkilerde hafriyat icrasına Türkler muvaffak olamamışlardır. Tarihin, esrarengiz bir beldesini teşkil etmekte olan Selanik şehrinde müteaddid saraylarla İskender’in, Filip’in vesair kumandanların heykellerine tesadüf edilebilir. Ayasofya vesaire gibi gayet 159 kıymetdar ibadelerle imar edilen bu beldede bir takım tarihi abidelerin bulunmaması kabil midir. Bu asarın en mühim kısmını camiler ve bazı sütun ve taşlar teşkil eder. Camilerin kısm-ı azami Hıristiyanlıktan evvel Selanik şehrinde icra-ı hükümet eden Pelasların müeyyidleridir. Bu mabedler Hıristiyanlık devrinde kiliseye tahvil edildiği gibi şehrin İslamlar tarafından zaptını müteakip bazıları para ile satın alınarak camiye tahvil edilmiştir. Bilfarz,Yunanlılar derhal kiliseye tahvil ettirdikleri Ayasofya Camii 928 tarihinde İbrahim Paşa tarafından bin adet dublin ile elyövm Selanik Metropolithanesinin bulunduğu cesm-i arazi mukabilinde Hıristiyan rahiplerden satın alınarak camiye tahvil edilmiştir. Aynı zamanda bu muamele-i insaniyetkarane icra ediliyordu. Bugünkü medeniyet karşısında camileri kiliseye tahvil etmek ve hem de gasp ederek, tahkir ederek bu muamele-i tazikarane bulunmak ayıp değil mi? Selanik’teki camilerin adedi elli altıdır. Fakat Ayasofya ile Kasımiye kiliseye tahvil edilmesinden elli dört kalmıştır. 24 tekke, 7 kütüphane, 35 matbaa, 225 kilise, 21 sinagog vesair müessesat-ı diniyye ile 140 mektep vardır ki Avrupa ’nın p ek az şehirlerinde bu kadar mektebe tesadüf edilir. Hülasa, Selanik’in terakkiyatı Makedonya’nın bir limanı olmasından neşet ediyordu. Avrupa’nın Hindistan postası Selanik’e geldiği gibi tekmil Makedonya, Arnavutluk ahalisi de ihtiyacatım Selanik pazarlarından istifa ediyordu. Şehrin refahını bu ticaretler teşkil eder. Halbuki harb-i ahir üzerine Balkan haritasında vukua gelen garip tahavvülat Selanik ’in eski mevkiini mahv ediyor. Selanik, Arnavutluk ve Makedonya’y ı gaib ettiğinden bir müflis tüccar gibi hareketsiz kalmıştır. Zira Sırpların idaresine geçen Makedonya ahalisi, hudud gümrüğünün kesretine- binaen Selanik pazarı yerine Belgrad pazarıyla alışveriş edecektir. Arnavutluk ise, Adriyatik 160 sahilindeki iskeleleriyle Selanik’ih Makedonyasına bile nüfuz etmeye muvaffak olacaktır. Selanik’e ne kalıyor.... Bir hiç....5 SELANİK’İN TESLİMİ Mustafa Kemal, 25 Kasım 1912’de Harekat Şubesi Müdürü olarak atandığı Gelibolu’da bulunan Bahr-i Sefid Boğazı (Çanakkale Boğazı) Kuva-yı Mürettebe Komutanlığına katılmak üzere İstanbul’dan ayrıldığında (1 Aralık 1912 günü),6 Rumeli’de Türklerin elinde kalabilmiş bölgeler yalnızca İşkodra, Yanya ve Edime idi. Bu kentlerin tümü ise kuşatılmış durumda bulunuyordu. Sadece iki ay süren savaşlar sonunda tüm Rumeli kaybedilmiş, 1913 yılının Nisanında bu üç büyük kent düşmüştür. Yanya 5 Mart’ta Yunanların, Edime 26 Mart’ta Bulgarların ve 22 Nisan’da İşkodra Karadağlıların eline geçmiştir.7 5 Tahsin Paşa Ordusu ve Selânik’in Teslimi, (Osmanlıca), Sancakçiyan Matbaası, Dersaadet, 1332, s .66-70. Selânik’in teslimi hakkında binlerce şayialar devran etmişti. İşte bu şayialann derece-i hakikâtini gösterebilmek için teslim gününde Selânik’te bulunmuş olan Alman, İngiliz, Felemenk gazetelerinin harp muhabirleri tarafından neşredilen beş altı eserden iktibasen bu eser neşr edilmiştir. Kıymeti münderacatmm ciddiyetiyle anlaşılır. Bkz. Adı geçen eserin kapak sayfasından orijinal alıntıdır. 6 Y usuf Hikmet BAYUR, Atatürk Hayatı ve Eserleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1997, s. 53. 7 Justin Mc OARTHY, a.g.e, 147. Çatalca savunma çizgisi, Bulgar saldırısına karşı direnerek Osmanlı başkentini kurtarmış, ancak Balkan Devletleri arasındaki bölünme ve bundan dolayı çıkan İkinci Balkan Savaşı OsmanlIlara, yitirdikleri topraklarından küçük bir bölümünü kurtarma olanağı vermiştir. Bulgaristan’a karşı Yunanistan, Karadağ ve Sırbistan’ın, sonra bu devletlere Romanya’nın da katılmasıyla Osmanlı ordusu Edime ve Kırklareli olmak üzere Doğu Trakya’yı kurtarmıştır. 10 Mayıs 1913 ’te imzalanan Bükreş Antlaşması, İkinci Balkan Savaşı’na 161 son vermiş, Osmanlı Devleti Teselya’da toplanan Yunan ordusu Alasonya dolaylarındaki Türk birlikleri ile çetin savaşlar yaptıktan sonra Serfîçe’nin 10 km güneyinde Kırkgeçit mevziini tutan 8’nci Kolorduya taarruz etmişti. Kolordu komutanının savunma emrinde “kesin muharebeyi kabul etmemekle beraber mümkün olduğu kadar zaman kazanmak” kaydı vardı. Muharebeyi Serfiçe’den idare eden Tahsin Paşa ihtiyatlarını kullanamamış, Selanik istikametinde çekilmek durumunda kalınmıştır. Yunan ordusu Kozana’yı aldıktan sonra Selanik ve Manastır istikametinde ilerlerken Ustruma Kolordusu ile muharebeye girişen Bulgar kuvvetleri de Drama’ya doğru ilerlemişti. Bu durumda Garp Ordusu Komutanı, Selanik bölgesini Bulgarlara karşı savunmak için Ustruma Kolordusu ile 8. Kolorduyu Tahsin Paşa’mn emrine verdi. Ali Nadir Paşa’ya (Tümen Komutanı) taarruzdan vazgeçilerek Selanik’in savunması için Demirhisar’a çekilmesi emredildi. Ancak Selanik’in savunulması çok şüpheli idi. Ustruma Kolordusunun başlıca kuvveti olan 14. Piyade Tümeni Yenice’ye gönderilerek Bulgarlara karşı Demirhisar’da Serez Redif Tümeni ile Drama Alayı bırakılmış, böylece beş kat üstün olan 7. Bulgar Tümenine yol açılmış oldu. Bu sırada bir Sırp kuvveti de Vardar nehri boyunca Selanik’e doğru ilerlemekteydi. Bulgarların yavaş hareket etmesi yüzünden Yunanlılar Selanik’e daha önce girmişlerdir. 1 Kasım günü Yunanlılar beş tümenle Yenice’deki 14.Tümene taarruza başlamışlar, 14. Tümen (Galip Paşa) 10 misli kuvvete karşı 2 Kasım öğleye kadar dayanmıştır. Güneyden alman kuvvetler yetişememiş, (Gecikmenin sebebi kolordu emrinde bildirilen hareket saatinin yanlışlıkla öğleden evvel yerine öğleden sonra yazılmış olmasıdır.) 14. Tümenin geri çekilmesi Bulgaristan’la ayrıca bir barış antlaşması olarak 29 Eylül 1913 ’te İstanbul Antlaşmasını imzalamıştır. Bkz. JustinM c CARTHY, a.g.e., s. 147. 162 bir firar halini almıştır. 4 Kasım günü Yunan birlikleri Vardar nehrine ilerlerken 7. Bulgar Tümeni de Demirhisar-Kılkış hattına vararak Selanik’e 50 km. yaklaşmıştı. Yunan birlikleri ise Selanik’e 20 km mesafede bulunuyorlardı. Bu olaylar arasmda kayda değer iki konu vardı ki; bunlardan biri Selanik’te bulunan Sultan Abdülhamit’in 1 Kasım günü Alman elçilik gemisi ile İstanbul’a nakledilmesi, diğeri de bir Yunan muhribinin 5-6 Kasım gecesi Selanik limanındaki Fethi Bülent savaş gemisini batırmasıdır. Selanik’e giren Yunan kuvvetleri, bir Bulgar alayı ile bir Sırp müfrezesinin şehre girmesine izin vermişlerdi. Bunun üzerine Bulgurlar da 7.Tümenlerini Trakya’ya göndermişlerdi.8 Yunan ordusunun Selanik’e yürüdüğünün haber alınması üzerine halk panik içinde göç etmeye başlamış, bir iki hafta içinde Selanik’ten ayrılan muhacir sayısı 25 bine ulaşmıştır.9 Manastır’daki Garp Ordusu Kumandanlığına10 17 Kasım 1912 (4 Teşrin-i sani 328) tarihinde çekilen telgrafta, Selanik’in sükut ettiği ve Yunan ordusunun Manastır 'a doğru hareket Fahri BELEN, 1912-1913 Balkan Savaşı, Harp Yayını, İstanbul, 1971, s.59-62. Akademileri Komutanlığı 9 Ahmet HALAÇOĞLU, a.g.e., s. 55. 10 Türk ordusunun Balkan Harbinde Rumeli’ndeki dağılımı şu şekilde olmuştur: Doğu (Şark) Ordusu; Abdullah Paşa kumandasında Doğu Trakya’da Edime-Kırklareli dolaylarında 4 Kolordu (Ömer Yaver, Şevket Turgut, Mahmut Muhtar ve Abuk Ahmet Paşalar kumandasında) v e Mehmet Şükrü Paşa komutasında Edime Garnizonu. Batı (Garp) Ordusu: Ali Rıza Paşa kumandasında, ana kısmı İştib-Üsküp dolaylarında Tahsin Paşa kumandasında Alasonya bölgesinde bir birlik, İşkodra’da Karadağlılara karşı Haşan Rıza Paşa komutasında bir birlik ve bölgede dağınık halde bulunan kuvvetler. Bkz. N ecdet HAYTA, Balkan Savaşlan’nda Edime, Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2010, s. 23. 163 Genelkurmay ATAŞE ettiği ve kuvvetinin 35 hin kadar olduğunun tahmin edildiği” bildirilmiştir.11 “İzmir’de bulunan Selanik defterdarından alınan habere göre, Selanik’e giren Bulgar askerlerinden bir kısmıyla Yunan askerlerinin bir takımının sur içinde savunma durumunda bulunan askerlere karşı ve diğer kısmının da Dedeağaç’ın yakınına sevk olundukları, bu sırada Selanik limanında da yirmi kadar Yunan nakliye vapurunun mevcut bulunduğu ” öğrenilmiştir. Bu durum Selanik’ten hem Başkumandanlık Vekâleti ve hem de Garp Ordusuna şifreli gönderilen telgrafla duyurulmuştur.112 “Selanik’in sükut bulmasıyla Bulgar ve Yunanların Selânik’e girişini müteakip Türk suhaf ve ahaliden birçokları bulundukları mekanlardan çıkarılarak son derece gaddarca yaralanmış ve katledilmiş, Yunan ve Bulgarların vahşi uygulamaları göz önünde bulundurularak vatanın savunulması” Manastır’daki Garp Ordusu Kumandanlığından istenmiştir.13 6 Ekim 1912’de, Dâhiliye Nezareti’nden Harbiye Nezareti’ne gönderilen yazıdan da yaklaşan tehlikeyi anlamak mümkündür. Buna göre, Yunan hükümeti Osmanlı Rumlarını teşvik ve cesaretlendirerek ayaklandırmak maksadıyla Türk tarafına kuvvetli çeteler sevk etmeye başlamış ve sınır yakınlarına büyük miktarda askerî birlikleri de sevk etmiştir. Ancak Yunan hükümetinin bu teşebbüs ve tedbirlerine karşın, vuku bulan düşmanlığa karşı mevcudiyeti yok sayılacak derecede zayıf bir 11 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K:80, D: 31, F: 5. 12 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 80, D: 31, F: 5-1. (4/5 Teşrin-i sani 328 tarihli telgraf) 13 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 80, D: 31, F: 5-2 (6/7 Teşrin-i sani 328 tarihli telgraf) 164 kuvvetin henüz takviye edilememesi Müslüman halkın endişesini arttırmış, bu endişenin ortadan kaldırılması, ve gayri Müslim unsurlarca icra edilen ve edilmek teşebbüsünde bulunulan fenalıklar fiili neticeye varmadan savunma tedbirleri kurulmuş ve sımr yakınına top ve çok sayıda kuvvet sevk edilmiştir. Ancak Türk tarafımn toplan Kayalar’da beklemede kalmıştır. Oysaki bunlann getirilmesinin, gerek haricen ve gerekse dâhilen kuvvetle tesirli olacağı Manastır vilayetinden bildirilmiştir.14 Yunan ordusunun Selanik’e yaklaşması dolayısıyla Selanik Rumları bir plan dâhilinde hareket etmişler ve her gün Türk ordularının mağlubiyetleri hakkında olumsuz haberler ortaya atmışlardır. İstanbul’un Bulgarlar tarafından istila edildiği yönünde çıkarmış olduklan haberleri mahalli gazeteler tekzip etmiş olsalar dahi Selanik’e gelen muhacirlerden Siroz’un Bulgarlar tarafından ele geçirildiğini duyan Müslüman halk büyük bir endişeye kapılmış, doğal olarak maneviyatları bozulmuştur. Birkaç gün sonra Yunan birlikleri Sirkeciye Köprüsünü geçerek Kayalar yönünü tehdit ettiğinden, askerî kuvvetlerin süratle Manastır’a yetiştirilmesi Manastır Valiliğince Dâhiliye Nezareti’ne bildirilmiştir.15 Drama ahalisi, ıstırap dolu zor bir halde Ravala’daki İngiltere, Fransa ve Avusturya Konsoloslarından yardım istemek zorunda kalmış ve bu bölgede düşman kuvveti az olduğundan yeterli kuvvetin acilen yetiştirilmesi lüzumu, Selanik vilayetinden telgrafla Dâhiliye Nezareti’ne bildirilmiştir. İçeriğinin öneminden dolayı 14 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 224, D: 135,F:1-1. 15 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 224, D: 135, F: 1-15. 11 Teşrin-i evvel 328 tarihli Dâhiliye Nezareti’nden Sadaret’e çekilen telgraf. 165 gereğinin acilen yerine getirilmesi Harbiye Nezareti’nden istenmiştir.16 Kolorduların önemli bir kısmını teşkil eden redif kıtalarının bir işe yaramayıp ilk ateşte dağıldıkları gözlenmiştir. Eldeki mevcut kıtalarla başarılı bir muharebe icrasının kabil olamayacağı fırka kumandanlarının raporlarında yer almaktadır. Bu zamanda Selanik’teki Türk ordusu, muhtelif mahallerde ve tşihir dâhilinde bir ihtilal ve yağmaya meydan verilmemesi düşüncesiyle Yunan başkumandanı ile savaşa son verilmesi hakkında haberleşmiş ve neticede Selanik şehri 8 Kasım 1912 (26 Teşrin-i evvel 328) tarihinde Yunan ordusuna teslim edilmiştir.17 Sekizinci Kolordu Kumandam (Ferik), kendi imzasıyla Harbiye Nezareti’ne gönderdiği 9/10 Kasım 1912 tarihli telgrafta; Selanik’teki ordunun terhis edildiğini, silah ve cephanenin Topçu Kışlasında toplandığını, Yunan askerlerinden başka Sırp ve Bulgar kuvvetlerinin de şehre dâhil olacağından asayişi kestirmenin mümkün olmadığını, bu keşmekeşe son vermek için bir an evvel genel barışın süratle sağlanmasının istendiğini bildirmiştir.18 Oysaki aynı dönemde Selanik’teki Menzil Genel Müfettişliği Cephane Depo Kumandanı olan Binbaşı Mehmet îsmet Bey’in hazırlamış olduğu rapora bakıldığında, "şehrin harp edilmeden tesliminin konsoloslar ile hükümet temsilcileri ve eşraf arasında 16 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 224, D:135, F :l-24. Dâhiliye Nezareti’nden Harbiye Nezareti’ne gönderilen 20 Teşrin-i evvel 328 tarihli yazı. 17 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 285, D: 402, F: 1-1.Sekizinci Kolordu Kumandanlığından Harbiye Nezaretine gönderilen 27/28 Teşrin-i evvel 328 tarihli yazı. 18 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 285, D: 402, F: 1-2. 166 üç gün müddetle devam eden görüşmeler neticesinde alındığı ve müteakiben durumun Tahsin Paşa’y a müracaat edilmesiyle bu durumu paşanın uygun görmesiyle şehrin teslim edildiği” anlaşılmaktadır. Aynı raporda Binbaşı Mehmet İsmet Bey, “Silah ve' cephane deposunda pek çok piyade ve topçu cephanesiyle az çok martin ve gurra (garra) tüfekleri ile fazlasıyla cephane bulunduğunu ” söylemektedir. “Tahsin Paşa ’nın en büyük hatasının Karaferiye istikametine çekilmesi olduğunu, başlangıçta Suruç istikametine çekilinmiş olsaydı 5 'inci, 6 ’ncı ve 7’nci Kolordulardan ya üçüne ya da ikisine katılarak Yunan ordusu üzerine yürümesinin kabil olacağını, Karaferiye ’y e çekilen bu kuvvetin Karaazmak (Plati), İncekar ve Vardar nehirleri gibi nehirler üzerindeki köprüleri tahrip ettikten sonra Selanik’in savunmasını tesis etmek ve mukavemette bulunması mümkün görünürken, 8 'inci Kolordunun Vardar Yenicesi bozgunu (2 Kasım 1912) üzerine Selanik önünde savunma mevziinde başarılı bir muharebe yapılma imkanının kaybolduğunu, ayrıca Bulgarlar tarafından Sere z’in işgal edilmesi (6 Kasım 1912) ve Bulgar kuvvetlerinin Selânik’e doğru yaklaşmasının da Selânik’in müdafaasını zora sokmuş olduğunu ” belirtmektedir. Cephane Depo Kumandam Binbaşı Mehmet İsmet Bey raporunun ilerleyen bölümünde; “kan dökülmesin, şehir tahrip ve yağma edilmesin düşüncesiyle Selanik’i savaşmadan teslim etmenin askerlik şerefi açısından yanlış bir iş olduğunu” söylemekte, “zira son asker kalıncaya kadar şehri teslim etmemek ve şerefle ölmekle harbin mutlak olduğunu” belirtmektedir. Ayrıca “Siroz istikametinden gelmekte olan 161 Bulgar kuvvetine karşı da kuvvet ayırmanın şart olduğunu kumandanlık dikkate almak zorundaydı ” demektedir. 19 Bu gelişmeler karşısında Selanik kentinin kapılan Yunanlara açılmadan önce bir teslim protokolü akdedilmiştir. Protokol 8’inci Mürettep Kolordu Kumandanı Haşan Tahsin Paşa ile Yunanistan’ın askerî delegeleri olan Jan Metaksas ile Dusmani arasında Atina’da yapılmıştır. Selanik’in teslim protokolü genel olarak bakıldığında adeta insan haklanmn ön plana çıkanldığı bir protokol görünümündeydi. Ancak daha sonraki insanlık dışı uygulamalara bakıldığında, protokolün hiç de kayda alınmadığı görülmektedir.20 Yunan birliklerinin Selanik’e girişi teslim gününde orada bulunan yabancı gazeteciler tarafından şöyle anlatılmaktadır: “Yunan Askerinin Selanik’e Duhulü (26 Teşrin-i evvel, 328) (8 Kasım 1912)” Cumartesi günü Yunan hükümeti ordusunu teşkil eden yirmi bin kişi şehre girmiştir. İki gün devam eden bu duhul-ü gayr-i muntazamdan iki gün sonra Prens Konstantin erkanı-ı harbiye muhafaza taburlarıyla şehre dahil olarak doğruca hükümet konağına geldi. Sonra Rum ahalinin muvacehesinde, askerine bir resmi geçit yaptırarak hükümete dahil oldu. Müteakiben Bulgar ve Sırp ordularından müfrez birer alay mütehaddiden şehre dahil oldular. 19 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 129, D: 36, F: 1-1. 20 Esat ARSLAN, “Balkan Savaşında Selânik’in Teslimi ve Yunanların Teslim Protokolüne Kayıtsızlıkları”, Dokuzuncu Askerî Tarih Semineri Bildirileri II, Gnkur. ATAŞE Bşk.lığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 223-226. Bkz. EK-1. ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 285, D: 402, F: 1-1, 2, 3, 4, Selânik’in Teslim Protokolü ve Eki. 168 Bir müddet sonra, hükümetin sancak direğine yalnız Yunan bandırasının çekildiğini görerek kumandanlar, bilhassa BulgarSırp kuvvetlerinin kumandan-ı umumisi bulunan Bulgar Veliahti Prens Boris ile Yunan Veliahti Prens Konstantin arasında bir nifak hasıl oldu. Bulgar kumandanı mdkamı-ı itirazda diyordu ki: ‘Biz, her nereyi işgal etti isek düvel-i müttefıka sancaklarını rekz ediyoruz. Niçin Yunan hükümeti yalnız kendi bayrağını keşide ediyor. Bu muhalif ittifaktır’ Veliaht Konstantin bu tarize sükut ile mukabele ederek mesele-i mezkurenin kabinelerce halli terviç ediyordu. Pazartesi günü Yunan Kralı Soros ile aile hükümdarı prens ve prensesleri ve Çarşamba günü de Yunan Kraliçesi Selanik’e geldiler. Perşembe günü Topçu Kışlası civarında bulunan cephaneliğe dinamit vaz edilerek gece saat ikide müthiş bir iştial vuku buldu. Bütün Selanik sarsıldığı gibi evlerde de sağlam cam kalmamıştı. Fakat meselenin şayan-ı ehemmiyet ciheti cephanelikte ordugah kurmuş olan Osmanlı askerlerinin duçar oldukları felaket idi. En kat ’i malumata tevfiken binden ziyade asker, iştial tesiratıyla şehit oldu. Sonra, bu iştialin Türk askerleri tarafından icra edildiği hakkında bir şayia çıkarılarak ortaya beriye iltica etmiş olan zavallı askerler, Yunan askerlerinin hücumlarına maruz kaldılar. Tesadüf edilen bir asker derhal şehit ediliyordu. Bundan sonra zabitlere taarruz edilmeye başlandı. Evvela, yağma muamelesi icra edildikten sonra bazı ithamlar başlıyordu. Nihayet şehir dahilindeki idaresizliğin bir neticesi olarak umumi bir tecavüz başladı. Cuma ve cumartesi günleri İslamların ve Musevilerin evlerini soymaya, zenginleri dövmeye, öteden beriden para istemeye, tehdide başladılar. 169 Bu muamelelere karşı ahalinin mukavemet edemediğini gören bu garson taburları İslam ve Yahudi mahallelerine de dağılarak evlere taarruza gidiyorlardı. Bunun üzerine İslam ve Yahudi mütebarani konsoloslara müracaat ederek bu taarruzat-ı biedebaneye nihayet verilmesi için tavassutta bulunmalarını rica ettiler. Hakikat hali reyelayn (kendi gözüyle görerek) müşahade etmiş olan Alman, İngiliz, Avusturya, Fransız konsolosları Veliaht Konstantin ’e müracaat ederek p er......... bulundular ve yirmi dört saate kadar bu yağmacılığa nihayet verilmediği taktirde düvel-i muazzama kruvazörlerinden karaya müsellah asker çıkarılacağını söylediler. Bunun üzerine Veliaht Konstantin icabına bakacağını vaad ederek bazı tazyikler icra etmekten hali kalmadı. Fakat kumandanlar ve zabitan muzafferiyet ile gaşy (kendinden geçme)olduklarından başıboş kalan askerler evamiri dinlememekte mazur idiler. Her ne kadar ilk günler kadar kesir değilse de yine taarruzlar, darplar temadi ediyordu. Hatta bazı İslam ve Yahudi mağazalarını soydular. Elhasıl Yunanlılara mahsus vahşiyane bir şekavet-i askeriye Selanik 7 tarumar ediyordu. ”21 SELANİK’İN TESLİMİ SONRASINDA YAŞANANLAR Yunan Ordusu Başkumandanlığı protokolü imza tahtında kabul ve tasdik etmiş olmakla birlikte savaşa son verildikten sonra bu protokolü göz ardı etmişler ve ilk anda Türk ordusunun tüm personeli ve hayvanlan dört gün aç bırakılmış, hayvanlann bir kısmı açlıktan ölmüştür. Subaylann ve ailelerinin hayatı ve mallan tehlikeye girmiş, subaylann kılıçlan, revolverleri, 21 Tahsin Paşa Ordusu ve Selanik’in Teslimi, 1332, Dersaadet, s. 25-28. 170 paralan, pek çoklanmn elbiseleri alınmak suretiyle soyulmuşlar, hakarete ve darbeye maruz kalmışlardır. Haşan Fuad adlı subayla Tabip Avni Efendiler yaralanmış, Topçu Kışlasındaki bir asker 13 Kasım 1912 tarihi itibariyle öldürülmüştür. Şehir yağma edilmiş, Topçu Kışlasından toplanan silah ve cephane alınmış, fakat karşılığında herhangi bir mazbata verilmemiştir. Osmanlı kıtalanndaki otomobiller zapt edilmiş, hayvanlar yağmalanmıştır. Subaylar mal ve nakit paralannı emniyet altına almak için ferdi olarak yabancı konsolosluklara başvurmak gibi çare arayışı içinde kalmışlardır.22 Selanik merkez hastanesindeki kolordu ecza deposunda bulunan tüm tıbbi ecza ve cerrahi aletleri ile muhtelif kıtalardan getirilip hastaneye depo edilmiş olan seyyar hastanelere ait ecza malzemesi, Yunan sıhhiye memurları tarafından alınarak nakliye arabalarıyla tanıtılmıştır.23 8’inci Kolordu Kumandam imzasıyla Ustruma Kolordusu Kumandan Vekili Kurmay Binbaşı Ömer Bey’e gönderilen 1 Aralık 1912 tarihli telgrafta; bir gün sonra Yunan Başkumandan vekiliyle görüşüleceği, Yunan Kumandanlığının uygulamalarının tamamen keyfi ve protokolün tamamının aksine olduğundan bu durumun gerek kendilerine karşı ve gerekse tüm konsoloslar nezdinde protesto edileceği belirtilmektedir. Bu durum, protokol imzalanır imzalanmaz protokol hilafina uygulamalara geçildiğinin açık bir kanıtı olmaktadır.24 22 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 691, D: 10, F: 5. Dairesinin 1 Teşrin-i sani 328 tarihli muhtıra yazısı. 23 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 691, D: 10, F:16. 24 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 691, D:10, F:24. 171 Müfettişlik Beş buçuk asırlık aralıksız bir hakimiyet, XX. yüzyıla gelindiğinde artık yerini geri çekilmeye bırakmış ve Türkler için Rumeli’den çekilme ağır bir bedel ödeyerek olmuş, 1912 kışının tatsız bir gününde Selanik bütünüyle, sonuçta savaşmadan Yunan ordularına terk edilmiştir.25 Haşan Tahsin Paşa komutasındaki 8’inci Mürettep Kolordu Komutanlığı ve kendisine sonradan katılan Ustruma Kolordusu ile birlikte 30.000 kişilik bir kuvvetin önemli bir savaş yapmadan, savaşın ilanından üç hafta sonra Yunanlara teslim olması, bir başka deyişle uğrunda ölünmeden, savaş yapılmadan Selanik’in verilmesi Osmanlı aydın çevresinde canından can kopartmakla özdeşleşmiştir.26 Selanik’in tesliminden sonra halkın can güvenliğinin yanı sıra açlıkla da mücadele ettiğine tanık olunmuştur. Bu duruma bazı basm-yaym organları da aşağıdaki haberde görüldüğü gibi yer vermiştir. “Teslimden sonra Selanik'te Açlık gazetesinden) ” (Karanikol İnemis Balkan Muharebesi’nin ilk haftasında Üsküp ve Serez havalisinden Selanik’e birçok insanlar iltihak etmiş idi. Bittabi, bunların çoğunluğu fakir ve yollarda birçok felaketlere duçar olduklarından Selanik’e geldikleri zaman hükümet-i mahalliyenin muavenetine muhtaç idiler. Teslimin son gününe kadar Selanik hükümeti, belediyenin inzimam muaveneti ile bedbaht muhacirlere muavenet ettiği gibi camiler ve medreselerde de ikametlerine müsaade etmiş idi. 25 îlber ORTAYLI, Tarihimiz ve Biz, Timaş Yaymlan, İstanbul, 2008, s. 67. 26 Esat ARSLAN, “Balkan Savaşı’nda Selânik’in Teslimi ve a.g.e., s. 221-228. 172 Fakat, şehir Yunan ordusuna teslim edildikten sonra hasıl olan kargaşalık sebebiyle bu bedbaht insanlar birkaç gün aç kaldılar. Şehir, içinde bulunan iki ordu ile bu muhacirleri besleyemiyordu. Ekmeksiz, aç bir hal-i perişanede bulunan bu muhacirlerin belediye vesair makamlara vaki olan şikâyetlerini hiç kimse dinlemiyor: “İcabına bakınız” emri ile redler tevali ediyordu. Bu bedbahtlardan birkaç murahhas konsoloshaneye gelmişti. Aç kaldıklarım şikayet ederek ne olacakları ve her gün yüzlerce kurban verdiklerini bir tarz-ı mütearrizane ile izah ettiler. Hakikat ahvali rayülayn müşahede etmek için ikamet etmekte oldukları camilere gittim. Selanik’in kuru soğuğuna karşı üzerindeki yıpranmış elbise ile mukavemet etmeye çalışan bu kadın-erkeklerden mürekkep insan kümesi içinde elim bir gürültü devam ediyordu. Bir tarafta, açlıktan gözleri batmış bir kadının dizi önünde beş, yedi, on bir yaşlarında birkaç çocuk oturmuş ekmek istiyorlar ve üç günlük taleplerinin boşluğunu hissederek ağlıyorlar, karşısında daha birçok manzaralar aynı felaketi gösteriyorlardı. Burada, muavenet etmekte mümkün değildi. Zira bir şahsın parası binlerce açları besleyemezdi. Her camide aynı felaket, aynı sefalet vardı. Aralarındaki farklar, birbirinden daha cenai olmaktan başka bir şey değildi. Zira bazı camilerde ağlayışlar arasında birçok insanlarda açlıktan ölüyorlardı. Konsolosların şikayeti üzerine hükümet muavenet edeceğini vaad etti, fakat yirmi dört saat geçtiği halde hu vaadden hiçbir eser yok... Şehrin Müslüman zenginleri ise bir cemiyyet-i hayriyye halinde muavenet etmeye cesaret edemiyorlar. Çünkü şehirde devam eden kati, darb, tevkif muamelelerinden ürkmüş olduklarından evlerinden çıkmaya cesaret bile yok... 173 Bu insanlar ne olacak? Selanik’te Salib-i Ahmer ile Hilal-i Ahmer gibi heyetlerde olmadığından her gün hastalanan bedbaht muhacirler bilâtedavi mahv olmaktadır. Kendi askerinin sıhhatini hüsn-ü, idare etmekten aciz bulunan Yunan hükümetinin bu bedbahtlara muavenette bulunması varid-i hazır bile değildir. Balkan Muharebesinin bu kadar fecayi ile neticeleneceği tasavvur edilemezdi. Şayan-ı hayrettir ki; halaskârlik muharebesi eden bu insanlar, eski muharebelerden başka bir şey yapıyorlar. Bu Makedonya ’da hiçbir hak, hukuk tanımıyorlar. İndependan muharrirlerinden bir dostum diyordu ki: “Harpten evvel, Makedonya ’da bir hak, bir hukuk var idi. Türkiye muhakimi hiçbir zaman tarafkirâne bir hüküm vermezdi. Memlekette icra-yı sanat eden milel-i muhtelifeye mensup avukatlar da itirafatendedir ki: hothuvar bir komiteci bile hukuk-u medeniyyesinden istifade ederek istediği avukatı tuttuğu gibi muhakemede her şeyi söyleyebilirdi. Kanundan başka hiçbir kuvvet, buna mukabele edemezdi. Yunanlıların ilk günkü devr-i idaresinde ise bu hak, hukuk tamamiyle ortadan kaldırıldı. Bugün Afrika ’da yaşayan vahşiler gibi bir hayat ibtidaide bulunuyoruz. ” Filhakika doğru.... Selanik gibi muazzam ve ecnebilerle dolu bir şehirde her türlü cinayet, kati, tehdit, harp, tecavüz, ihrak ve saire gibi keyfi muameleler vuku bulur bulmaz, bu memleketin bir Afrika memleketinden başka bir şey olmadığı tasdik edilmek mecburiyetinde bulunulur.... Fakat ümit etmek isterim ki Avrupa bu ahvalin temadisine müsaade etmeyerek “hukuk-u insaniye ”nin Avrupa ’dan çıkmadığını ispat eder. 27 27 Tahsin Paşa Ordusu ve Selanik’in Teslimi, 1332, Dersaadet, s. 71-74. 174 Selanik’in teslimi sonrasında yaşanan açlık, askerlerin içine düştüğü perişanlık Birinci sırasında Selanik Mevki Kumandanı olan Muhiddin (Çanga) Paşa’nın savaşa dair tutmuş da yer almaktadır.28 hasta ve yaralı Balkan Savaşı Mirliva Haşan olduğu notlarda SONUÇ: Balkanlardan çekiliş, katı, ateş ve barutla dolu bir kaçış, bir dramatik tarihi süreçtir. Tren vagonlarına doluşarak kaçan insanların çoğu hayatta kalamamıştır. Rumeli’den kaçan insanlar düzenli bir ordunun takibinden kurtulamamışlardır. Askerlik haysiyetine ve disiplinine sahip olmayan küçük Balkan orduları tarafından kıyıma uğramışlardır. Diğer taraftan bu kaçış, bu yaşanan acı tarih, Türk milletinde milli devlet düşüncesinin ve milliyetçiliğinin uyanışına da sebep olmuştur.29 Türk milliyetçiliğinin ilk merkezi Selanik olmuş ve Genç Kalemler gibi milliyetçi dergiler orada yayımlanmıştır. Ziya Gökalp ilk olarak Selanik’te fâaliyet göstermiştir.30 28 Murat CEBECİOĞLU, “Selanik Mevki Kumandam Mirliva Haşan Muhittin Paşa’nm Balkan Savaşı’na Dair N otlan”, Askeri Tarih Bülteni, Gnkur. ATAŞE Bşk.lığı Yayınlan, Sayı:51, Ankara, Ağustos 2001, s.284. Selanik’in Yunanlılara» eline geçmesinden sonra başta Türk ahali ile asker ve memurlar şehri boşaltmak zorunda kalmış, Muhittin Paşa’da (1866-1944) diğer subaylarla birlikte şehri terk edip İstanbul’a gelmiştir. Bkz. Murat CEBECİOĞLU, Mirliva Haşan Muhittin Paşa’nm N ot Defteri (Yemen, Irak, Gilan:1905-1912), İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul, 1996. 29 İlber ORTAYLI, a.g.e., s. 69. 80 Kemal KARPAT, Balkanlarda Osmanlı Mirası ve M illiyetçilik, Timaş Yayınları, İstanbul, Şubat 2012, s.l 1. 175 Yıllar sonra, 1918 yılı ortalarında Mustafa Kemal ATATÜRK, Balkan Harbi’yle ilgili olarak değerlendirmelerini, “Balkan Harbi, Türk ordusunun katıldığı bir harp bozgunu değildi. Hayırhiç değil! Bu, Türkiye’deki eskinin yıkılması, Türk ordusunun başındaki bilgisiz kumanda heyetinin geri çekilmesiydi. Balkan kuvvetleri, bu harbin sonuçlarını, o dönemde Türkiye ’y e hakim olan şahısların bilgisizliğine borçludur. Denilebilir ki bu harp de Türkiye için bir sürprizdi. Ordu birleşebilmek ve bir plana göre toplanabilmek için yeterli zaman bulamamıştı. Öncü birlikleriyle düşman birlikleri karşılanmıştı. ” sözleriyle açıklamıştır. Balkan Savaşlarının sonunda 29 Eylül 1913 tarihinde Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında imzalanan İstanbul Barış Antlaşması’nı müteakip, Mustafa Kemal 27 Ekim 1913’te Kurmay Binbaşı rütbesiyle Sofya Askerî Ataşeliğine tayin edilmiştir. Mustafa Kemal’in Sofya’da askerî ataşe olarak görevinin sorumluluklarını yerine getirirken gösterdiği faaliyetler ve kişisel portresi üzerinde eski Bulgar başkomutanlarından General N. Jekov’un değerlendirmesi dikkat çekicidir. “1914 yılı sonbaharıydı. Bulgaristan Birinci Dünya Savaşı ’nda, Almanların yanında yer almak üzere iken Osmanlı Devleti ile askerî bir görüşme yapmak istiyordu. Bu anlaşmanın hazırlıkları için Bulgar Genelkurmayında çalışırken bir gün Mustafa Kemal adında genç bir Türk subayı geldi. Kendisinin Sofya ataşemiliteri olarak görevlendirildiğini söyledi. O, binbaşı; ben ise albaydım. Fransızcası mükemmeldi. Bir diplomat gibi konuşuyordu. Yüksek kültür sahibi, centilmen bir Türk’tü. Onunla ahbap olduk. Sofya’da birlikte gezmeye başladık. Tarihi ve politik konularda konuştuk. Daha o zamanlarda, Türkiye’de yapacağı devrimleri düşünüyordu. 176 Sonunda duruma hakim oldu ve muradına erdi, yeni Türkiye ’y i kurdu. ”31 Sonuç olarak Selanik örneğinde görüldüğü gibi Balkanlar 1912’de kaybedilmesine rağmen Türkiye’nin hayatını her bakımdan etkilemeye devam etmiştir. Balkan Savaşları ve müteakiben cereyan eden Birinci Dünya Harbi sonunda yıkılan bir Osmanlı İmparatorluğu’nırn enkazından doğan yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ise Selanik’te doğmuş olan, Makedonya topraklarının yetiştirmiş olduğu askeri bir deha Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmuştur. 31 Sofya Askerî Ataşesi Mustafa Kemal’in Raporları (Kasım 1913-Kasım 1914), Gnkur. ATAŞE Bşk.lığı Yayınları, Ankara, 2007, s.VIII-DC 177 [AYNAKLAR Jenelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Daire Başkanlığı Arşivi (ATAŞE), Balkan Koleksiyonu: K: 80, D: 31, F: 5, 5-1, 5-2, K: 224, D: 135, F: 1-1, 1-15, 1-24, K: 285, D: 402, F: 1-1, 1-2, 1-3,1-4, K: 129, D: 36, F: 1-1, K: 691, D: 10, F:5, 16, 24, K: 252, D: 264, F: 68-1, 69, 77, 93,93-1, 113, 113-1, K: 280, D: 384, F: 6-18. ARSLAN Esat, “Balkan Savaşında Selanik’in Teslimi ve Yunanların Teslim Protokolüne Kayıtsızlıkları”, Dokuzuncu Askeri Tarih Semineri Bildirileri II, Gnkur. ATAŞE Bşk.lığı Yayınları, Ankara, 2006. BAYUR Yusuf Hikmet, Atatürk Hayatı ve Eserleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1997. 'BELEN Fahri, 1912-1913 Balkan Savaşı, Harp Akademileri Komutanlığı Yayını, İstanbul, 1971. CARTHY Justin Mc, Ölüm ve Sürgün, Çev: Bilge UMAR, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 2005. ÇAKMAK Fevzi, Garb-i Rumeli’nin Suret-i Ziyaı ve Balkan Harbinde Garp Cephesi.(Orijinal) CEBESOY Ali Fuat, Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul, 1981. HALAÇOĞLU Ahmet, Balkan Harbi sırasında Rumeli’den Türk Göçleri (1912-1913), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1994. HAYTA Necdet, Balkan Savaşları’nda Edime, Gnkur. ATAŞE Bşk.lığı Yayınları, Ankara, 2010. KARPAT Kemal, Balkanlarda Osmanlı Mirası ve Milliyetçilik, Çev: Recep BOZTEMUR, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012. KOCATÜRK Utkan, Doğumundan Ölümüne Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2007. ORTAYLI İlber, Eski Dünya Seyahatnamesi, Aşina Kitaplar, %. Baskı, İstanbul, Mayıs 2007. Tarihimiz ve Biz, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008. Tahsin Paşa Ordusu ve Selanik’in Teslimi (Osmanlıca), Sancakçiyan Matbaası, Dersaadet, 1332. Sofya Askeri Ataşesi Mustafa Kemal’in Raporları (Kasım 1913Kasım 1914), Gnkur. ATAŞE Bşk.lığı Yayınlan, Ankara, 2007. 178 EK-1 Selanik’in Teslim Protokolü ve Eki'12 HARBİYE NEZARETİ CELÎLESİNE Selanik 27-28 Teşrin-i evvel 328 (9-10 Kasım 1912) 1. Müretteb Sekizinci ve Ustruraft K olM uitrm m vaziyeti ahiresi (son vaziyeti) ve halin kesb ettiği ş*kW âhir (son durum) ber-vech-i âti (aşağıda) arz olunur: Sekizinci Kolordu ( Kara Ermenak) Nehrinin gerisini çekildiği vakit Ustruma Kolordusu’nun Ondördüncü Nizamiye Fırkası da Sekizinci Kolordu’ya iltihak etmek (katılmak) üzere Yenice’ye sevk kılınmıştı. 19 ve 20 Teşrin-i evvel 328 (1-2 Kasım 1912) tarihlerinde Yenice’nin garbmda (batısında) verilmiş olan muharebede Ordu-yu Osmani Hümâyun muzaffer olmuş ve Yunan Ordusu kısmen firara yüz tutmuş iken Redif Taburları efradının geceleyin mevzilerini terkle firar etmiş olduklarından kazanılmış olan muzafferiyet bedeli (karşılık) mağlubiyet olarak bi-z-zarûre (ister istemez) Vardar Nehrinin gerisine çekilmek mecburiyeti hasıl olmuşdu. Vardar Nehri bir mania tabii teşkil etmekde ise de istihkâm efradı tarafından şimendüfer ve demir köprülerin tahrip edilememesinden ve perişan bir halde ric’at etmiş (dönmüş) olduğundan az bir zamanda kıtaatın tanzimiyle (düzenlenmesiyle) Vardar Nehri gerisinde düşman mukalebe kâbil olmadığından Selanik’in şimâlinde (kuzeyinde) Yeniköy cenûbunda (güneyinde) mevzie çekilinmişdi. Bu suretle 21*179 32 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K:285, D: 402, F :l-1,2,3,4. 179 Teşrin-i evvel 328 (3 Kasım 1912 Pazar) tarihinden 26 Teşrin-i evvel 328 ( 8 Kasım 1912 Cuma) tarihine kadar mezkur iki mevziide zaman kazanılmak muvaffakiyeti hasıl olmuş ise de beş fırkadan ibaret olan Yunan Ordusu muhtelif istikâmetlerden ilerlemeğe başladığı gibi Siroz, Demirhisar ve Ustrumca mevkileriide sükut ederek (düşerek) mezkur mevkiide bulunan müfrezelerin mecmûu kuvveti (toplam kuvveti) gayri muntazam bin kişiden ibaret olarak Selânik’e ric’at etmeleri ve mezkur kuvvetleri takip eden üç fırka Bulgar kuvveti Güvezne ve bir alay Sırp kuvveti (Toyran) ve Yunan Hükümeti tarafından Kandıra’ya çıkarılmış olan bir tabur külliyetli eşkıya ile beraber “Poliroz’a” muvassalatlan (ulaşmaları) üzerine işbu vaziyeti hazıradan (bu durumdan) harple çıkmak ve bir netice elde etmek kabil olup olmadığı tetkik edildi (incelendi). Kolorduların kısm-ı mühimmesini teşkil eden Redif Kıtaatının esasen katien bir işe yaramayıp ilk ateşde dağılmakda olduğu kiraren (tekrar olarak) vaki olan müşâhedât (gözlemler) ile sabit bulunmuş ve iki nizamiye fırkasının mevcududa hemen üçbin neferden ibaret kalmış olduğundan elde mevcut kıtaatla muvaffakiyetle bir muharebe icrası kabil olamayacağı fırka kumandanlarından mevrud (gelen) raporlardan anlaşılmış olduğundan son zamanda olsun ordunun bütün bütün perişanlığı Selanik’te mahal-i muhtelifeye teşhir etmekden vikaye (korumak) ve şehir dahilinde bir ihtilâl ve yağmaya meydan verilmemek tarîki (yolu) ihtiyâr edilerek (seçilerek) Yunan Başkumandanı ile Türk muhasamatı(Türk düşmanlığı) hakkında muhaberat icra edilmiş ve neticede ordunun şarkını (doğusunu) muhafaza etmeğe kâfi şerâit (şartlar) ile Selanik şehri Yunan Ordusuna teslim edilmişdir. 180 Yunan Başkumandanlığı ile takarrür (kararlaştırılan) ve teati edilen (verilen) mukavelenamenin bir sûreti leffen takdim kılmmışdır. Yunan Ordusu’nun iki taburu şehir dahilinde ve kıtaatı sairesi Ballıca, Kadıköy Topçu İstasyonu..ve Manastır Selânik İstasyonlarında bulunmaktadır. Prens Konstantin yarın Selanik’e dahil olacakdır. Bulgarların üç fırkası Selanik’in şimâli şarkında (kuzeydoğusunda) Kümbet ile Lankaza arasında bulunmaktadır. Bir alay harp kuvveti bulunmaktadır. de Toyran ile Kılkış arasında Esliha (silah) ve cephane topçu kışlasında cem’ edilmektedir (toplanmaktadır). Rumeli efradının bir kısmı bugün terhis edilmiş ve kısm-ı diğeri de yarın terhis kılmacakdır. Anadolu efradı ile hayvanat hakkında dahi tarafı Âli-i Nezaret-i Penahilerinden (yüce bakanlıktan)şeref vârid olacak emre (gelecek emre) tevfikan (uygun olarak) muâmele îfa edilecekdir (uygulanacakdır). Selanik şehrinin emr-i inzibatı (umumi asayişin sağlanması) Osmanlı polis ve jandarması ve bir kısım Yunan askeri ile temin edilmek de ise de yerli Rumlarının şımarıklıkları ve nümayişleri (gösterileri) ve Yunan askerinin terbiyeden âri (terbiyesiz) vaki (olan) hareketleri dolayısıyla şehir inzibâtmm ehemmiyet kesbetmesi (önem kazanması) muhtemeldir. Bulgar Ordusundan murahhası olarak bu gece 'nezd-i çakerimeye (benim yanıma) gelmiş olan Topçu Miralayı Yorkif ile ihtiyat zaabitanmdan ve sabık Minister Stancef dahi Bulgar askerininde şehre dahil olmasını talep etmiş ve şimdilik Bulgar askerinin hariçte kalması temin edilmiş ise de yarın öbür gün 181 Bulgar ve Sırp kuvvetleri şehre dahil olacağına göre asayişin kesbedeceği (kazanacağı) hal ile burada bulunan Anadolu askeri ve hayvanâtın sureti idaresi hakkında şimdiden kesdirmek mümkün değildir. Bu keşmekeş (karışık) ahvale nihayet (dumma son) vermek için bir an evvel sulh-u umûminin takarrürünün teşrii (kararının hızlandırılması) icap edeceği müstagni-i (gerekli bulmayanlara) arz olmağla icrâ-yı icâbı menûd rey’i Ali-i Nezaret-i Penahileridir (gerekenin yapılması yüce bakanlığın görüşlerine bağlıdır.) Sekizinci Kolordu Kumandanı Ferik ( İmza) Yunan Ordusu Başkumandanı Veliaht Hazretleriyle Ordu-yu Osmani Başkumandan Paşa Hazretleri Beyninde (Arasında) Atîdeki (Aşağıdaki) Şerait Akdolundu (Şartlar Kabul Edildi). 1. Asâkir-i Osmaniyenin silahlan kendileri tarafından ahz (alınarak) ve bir ve bir depoya vaz edilerek (konularak) Yunan Ordusunun mes’uliyeti tahtında (gözetimi altında) hıfsz edilecekdir (saklanacakdır). Bu babda bir zapt varakası tanzim olunacakdır. 2. Asakir-i Osmaniye kısmen Karaburun’da ve kısmen topçu kışlasında iskân edilecek (yerleştirilecek) ve Selanik Hükümeti tarafından iâşe edileceklerdir. 3. Selanik şehri sulhun akdine kadar (banşm imzalanmasına kadar) Yunan Ordusuna teslim edileceklerdir. 182 4. Bil-umum erkân (bütün reisler) ve ümerâ-yı askeriye(yüksek rütbeli komutanlar) ve zabitan (subaylar) kılıçlarını muhafaza etmeye ve Selanik’te serbest kalmağa me’zunlarla (izinlilerle) mezkur ümerâ-yı askeriye ve zabitan muharebe-i hâzıranın devam ettiği müddetçe ne Yunan Ordusu ve ne de ânm (onun) müttefiklerine karşı istigmâl-i silah etmeyeceklerine (silah kullanmayacaklarına) dair söz vereceklerdir. 5. Vilayetin erkân ve memurini mülkiyesi vesaire memurlar sebest kalacaklardır. 6. Jandarmalar ve polis me’murlan silahlarını taşıyacaklardır. 7. Karaburun, silahları alınmış Asâkir-i Osmaniyenin mahali ikâmeti olacakdır. Karaburun topları ves mühimmatı Ordu-yu Osmâni tarafından iptal olunduktan sonra Yunan Ordusu’na teslim edileceklerdir. 8. Birinci maddenin muhteviyyatı (içindekiler) Teşrin-i evvelin 27nci Cumartesi (9 Kasım Cumartesi) gününden itibaren iki gün zarfında icra olunacakdır (yapılacakdır). Müddeti mezkure (adı geçen süre) Yunan Ordusu Başkumandanı inzimâm-ı muvaffakiyyetiyle (başarılı katılışıyla) temdîd olunacakdır(uzatılacakdır). 9. Bu vaziyet sulhun akdine kadar ifa olunacakdır (yerine getirilecekdir). 10. Osmanlı jandarmaları ve polis memurları karar-ı cedide (yeni karara) kadar ifayı vazifeye devam edeceklerdir. Osmanlı Ordusunun Başkumandanı Selanik/26 Teşrin-i evvel 328 (8 Kasım 1912) Yunanistan Veliaht Hazretlerinin Murahhasları Jan Metaksas Dusmani 183 Aslına mutabıkdır(uygundur) 27-28 Teşrin-i evvel 328 (9 -1 0 Kasım 1912) Sekizinci Kolordu Kumandanı Ferik 26 Teşrin-i evvel 328 (8 Kasım 1912) Tarihli Protokole Zeyildir (Ekdir): 1. Yunan Ordusu’ndan iki tabur bugün ba’de-z-zuhr (öğleden sonra) Selanik’e gidecekler ve piyade kışlasında iskân edileceklerdir(yerleştirileceklerdir). Asakir-i Osmaniyenin ve hayvanatın emr-u iaşesi, belediyenin inzimâm-ı muavenetiyle(yardımlanyla) Yunan Hükümeti mahalliyesi tarafından te’min edilecekdir. Bu maksadı te’min için lazım olacak mesârif (masraflar)Yunan Hükümetine aittir. Emr-u iâşe müracaat vuku tarihinden itibaren başlayacakdır. 2. 3. Asakir-i Osmaniyeden üçbin kişi asakir-i sairenin silahlarmı alınmak üzere müsellah (silahlı) bırakılacakdır. Asakir-i mezskurenin silahları alındıktan sonra bunlar dahi silahlarını bırakacaklardır. Depo edilmiş silahların tathiri(temizlenmesi) Yunan Ordusu ma’rufetiyle icra olunacakdır(bilgisi dahilinde yapılacakdır). Silahların alınması Yunan Ordusu tarafından tayin edilecek iki murahhhas muvâcehesinde(karşısmda) icra edilecekdir. 4. Silahlan alınmış asâkire emlâk ve emvâline (mülklerine) köylüler ve bunların dahi emlâk ve emvâline çeteler tarafından taarruz edilmemesi ve müttefiklerin orduları tarafından bunlara riâyet edilmesi için Yunan Ordusunun Başkumandanı tarafından emr-i kat’i verilecekdir. 184 5. Âdât-ı mahalliyeye(mahalli adetlere) ahalinin mezheplerine riâyet edilmesi için sarf-ı gayret edilmek üzere emr-ü kat’i verilecekdir. Bil-umum mezahibin(bütün mezheplerin) muhakeme-i ruhaniyesi îfa-yı vazifeye devam edeceklerdir. 6. Rusûmat (Vergi) İdaresi Yunan Ordusunun kontrolü tahtında olmak üzere kararı cedideye (yeni karara) değin hizmete devam edebilecekdir. Duyun-u Umûmiye ve Duhân (Tütün) Reji İdareleri ve hatta aynı surette îfa-yı vazife edeceklerdir. Selanik 27 Teşrin-i evvel 328 (8 Kasım 1912) Osman Ordusu Başkumandanı Yunan Veliahdının Murahhasları Jan Metaksas Dusmani Aslına mutabıkdır. 27-28 Teşrin-i evvel 328 (9-10 Kasım 1912) Sekizinci Kolordu Kumandanı Ferik 185 B A L K A N S A V A Ş L A R IN I B İT İR M E Y E Y Ö N E L İK B A R IŞ Ç A B A L A R I V E B Ü Y Ü K DEVLETLER Prof. Dr. Necdet Hayta G.Ü.Gazi Eğitim Fakültesi, Tarih Eğitimi Anabilim Dalı 20. yüzyılın başları Osmanlı Devleti açısından pek çok önemli gelişmelere sahne olmuştur. 23 Temmuz 1908’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çabaları sonucu II. Meşrutiyet ilan edildi. Ancak Meşrutiyetin ilanı beklenenin aksine problemleri çözmedi. Nitekim 5 Ekim 1908’de Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Yine aynı gün Avusturya-Macaristan Bosna-Hersek’i ilhak etti. Ertesi gün de Giritliler, Yunanistan’a bağlandıklarını açıkladılar. Osmanlı Devleti’nin başına gelenler bunlarla da sınırlı olmadı, Trablusgarp ve Bingazi’yi ele geçirmek için harekete geçen İtalya 28 Eylül 1911 günü İstanbul’daki elçisi De Martino vasıtasıyla Sadrazam Hakkı Paşa’ya bir ültimatom vererek, işgal sırasında kendilerine direnilmemesi için mahalli makamlara emir verilmesini istedi ve kabul edilmesi mümkün olmayan bu ültimatomun reddi üzerine Trablusgarp’a kuvvet sevk ederek Osmanlı Devleti’ne karşı savaşa girişti. Bu savaş sırasında Ege Denizi’ndeki Osmanlı adalarından Rodos ve 12 Ada da İtalyanlar tarafından işgal edilmişti. Ancak İtalya ile savaş daha sona ermeden bu defa Balkanlar’da yeni gelişmeler kendini göstermeye başladı. Balkan devletlerinden Sırbistan ve Bulgaristan, 1911 Ekim’inde başlayan ve 1912 baharının başlarına kadar devam eden görüşmeler sonucu 13 Mart’ta bir ittifak anlaşması imzaladılar. Anlaşmanın gizli eklerine göre iki ülke Osmanlı Devleti’ne karşı zafer kazanırlarsa; Sırplar, Makedonya’nın kuzey kısımlarına, Bulgarlar ise geriye kalan 186 bölümlerine sahip olacaklardı. Tartışmalı bir bölgenin sahipliği konusunda ise Rus Çan II. Nicholas karar verecekti.1 Rusya’nın önemli rol oynadığı bu ittifaktan kısa bir süre sonra 29 Mayıs tarihiyle 30 Mayıs’ta Yunanistan ile Bulgaristan arasında Türkiye’ye bir saldırırım önünü açmayı amaçlayan bir ittifak anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaları yaz aylannda, Yunanistan ve Sırbistan ile Yunanistan ve Karadağ arasında ortak hareket için sözlü anlaşma kararı ve 1912 Eylül’ü ortalarında Bulgaristan ve Karadağ arasında hazırlanan fakat onaylanmayan bir anlaşma ile Ekim başlarında Karadağ ve Sırbistan arasında imzalanan ve onaylanan diğer anlaşmalar izledi. Böylece 1913 Sonbahar’mda Balkan Devletleri, kompleks bir ittifak ağı ve karmaşık çeşitli anlaşmalar ile Sofya merkezli olarak Osmanlı Devleti’ne karşı bir araya geldiler. Askeri çatışmalar 8 Ekim 1912’de Karadağ’ın Osmanlı Devleti’ne savaş ilanı ile başladı.2 Bu tarihi izleyen iki hafta içerisinde Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan da Osmanlı Devleti’ne karşı savaşa girmişlerdi.3 Bu savaşta Osmanlı Devleti önemli bir varlık gösteremedi ve yüzyıllardır idaresi altında bulunan Balkan topraklarının önemli bir kısmını kaybetti. Bulgarlar, Pınarhisar ve Lüleburgaz'da zaferler kazanarak Osmanlı Doğu Ordusu'nu Kasım'ın başlarında, İstanbul'a oldukça yakın bir mesafede bulunan Çatalca'ya kadar çekilmek zorunda bıraktılar ve Edirne'yi kuşattılar. Sırplar, Ekim sonlarında Kumanova'da 18 Kasım'da Manastır'm kuzeyinde büyük bir zafer kazanarak Adriyatik'e doğru ilerlediler. Karadağlılar, İşkodra'yı kuşattılar. Yunanlılar 1Harry N.Howard, The Partition o f Turkey 1913-1923, N ew York, 1966, s.21. 2 M.S.Anderson, The Eastem Question 1774-1923, London, 1966, s.292; Dauglas Dakin, The Unitication o f Greece 1770-1923, London, 1972,s .192. 3Dakin, a.g.e., s,195;Howard, a.g.e.,s.23. 187 ise Epir'i işgal ederek 10 Kasım'da Yanya'yı kuşattılar. Bu esnada 8 Kasım'da Osmanlı birliklerini yenerek Selanik'e, Bulgar kuvvetlerinden birkaç saat önce girerek işgal ettiler. Aynı zamanda İtalya’nın geçici işgaline bırakılan adalar dışındaki Ege’de yer alan belli başlı bütün adaları Yunanistan tarafından işgal edildi. Balkan Savaşı’nda Yunanistan denizde bir taarruz planı hazırlamıştı. Buna göre, Yunan parlamentosunda, “her cins şartlarda Ege Denizi’ne hakim olmak ana hedefimizdir. ”4 diyen Elefteros Venizelos’un istediği gibi Ege Denizi, Yunan hakimiyeti altına alınacak, OsmanlI’nın Balkanlardaki savaşını besleyecek deniz yolları tutulacak, ikmal yolları kesilecekti. Bu hedefe ulaşmanın ilk şartı Çanakkale Boğazı’nı tutmak Limni Adası’nı işgal etmekti. Limni Adası’nı işgal ettikten sonra Çanakkale Boğazı önünde sürekli bir karakol hattı kurulacak, Osmanlı Donanması boğaza hapsedilecek ve ondan sonra diğer Ege Adaları teker teker alınacaktı.5 Nitekim bu hedef doğrultusunda harekete geçti ve Limni 21 Ekim’de, Gökçeada ve Tasoz 31 Ekim’de, Semadirek 1 Kasım’da, Bozcaada 3 Kasım’da, Nikarya 17 Kasım’da, Midilli 21 Kasım’da ve Sakız adası da 24 Kasım’da işgal edildi. Sisam Adası’nda ise olaylar daha başka türlü gelişti. Ada 1821 Yunan İsyam’ndan beri muhtariyet rejimine sahipti. Fakat 1912 Eylül’ünde, Themistocles Sofoulis’in liderliği altında Ada’da bir isyan vardı. Sisam Parlamentosu 24 Kasım’da Yunanistan ile birleştiğini ilan etmiş ancak, Yunan Hükümeti doğabilecek siyasî tepkilerden korktuğu için birleşmeyi tanımayı reddetmişti. Balkan Savaşı’nın çıkmasından sonra Yunanistan, 4 Büyüktuğrul, Afif, “Osmanlı (Türk) -Yunan Deniz Silahlanma Yarışı", Belleten, X XXIX/156 (1975), s. 738. 5 Bilal Şimşir, Ege Sorunu(Bundan Sonra E.S. olarak kısaltılacaktır), C.I, s. LIII-LIV. 188 durumun uygun olmasından yararlanarak 15 Mart 1913’te bu birleşmeyi kabul etti. Aynı gün akşamı ada önüne gelen gemilerden mızıkalar çalarak karaya çıkan 400 kadar Yunan askeri ertesi günü Sisam’ı denetimi altına aldı.6 Arka arkaya yenilgiler üzerine Osmanlı Devleti büyük devletlere başvurarak müdahalelerini istedi. Ancak bu isteği tarafsızlığa aykırı olduğu gerekçesiyle reddedildi ve savaşan tarafların hepsinin oluruyla arabuluculuk yapılabileceği bildirildi.7 Bunun üzerine harekete geçen Sadrazam Kâmil Paşa 12 Kasım 1912'de Rus Büyükelçiliği yoluyla Bulgaristan Kralı Ferdinand'a bir telgraf çekerek ateşkes istedi.8 Aslında Balkanlardaki bu zafer Avusturya-Macaristan ve Rusya'yı da rahatsız etmişti. Sırpların Adriyatik'te bir liman elde etmesi korkusu Avusturya-Macaristan'ı rahatsız ederken; Rusya da İstanbul'a yönelik bir işgal hareketinin habercisi gibi gördüğü, Bulgarların erken gelen zaferlerinden ciddi olarak endişelenmişti. Hatta Sazonoff eğer Türkler, Çatalca hattında tutunamazlarsa, İstanbul'u savunmak için yardım etmek üzere Rus Karadeniz Filosu'nu göndermeyi düşünüyordu. Çar, İstanbul'daki elçisinin, gerekli görülürse Karadeniz Filosu'nun 6 Necdet Hayta, Ege Adaları Sorunu (1911’den Günümüze), Ankara, 2005., s. 77- 82. 7 Tercümân-ı Hakikât, 5 Kasım 1912, No: 11343, s. 3; Tanin, 7 Kasım 1912, No: 1494, s. 2. Büyük devletlere başvuru ile ilgili olarak daha geniş bilgi için bkz. Y.Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C.II, Kısım: 2, s. 60-86; Pierre Loti Avrupa'nın bu tutumunu eleştirerek çifte standartla suçlamaktadır ve “Avrupa yaptıklarından utanmalıdır. Yerlere serilen binlerce kurbanın menfur suçlusu odur” demektedir (Can Çekişen Türkiye, s. 66-67). 8İngiliz Büyükelçiliği Baştercümanı Fitzmaurice, Balkan Devletleri ile doğrudan görüşmenin daha iyi olacağmı, Şeyhülislâm Cemalettin Efendi ve Ayândan Damat Ferid Paşa yoluyla Sadrazam'a telkin etmişti (Bayur, a.g.e., s. 116). 189 celbedilmesine izin verilmesi şeklindeki görüşünü kabul ederken, Başbakan Kokovtsev de Sazonov'un görüşlerini paylaşıyordu. Savaştan en çok memnun olan büyük devlet ise şüphesiz Türkleri, Trablusgarp ve Bingazi konusundaki isteklerini kabule mecbur bıraktığı için İtalya idi.9 Osmanlı Devleti'nin ateşkes isteyen telgrafı, aynı gün Bulgar Başbakan'ı Geşofa ulaştı. O, bu telgrafı Kral'a gösterdiğinde Kral bundan pek memnun olmadı ve ertesi gün Geşofa, doğrudan doğruya Başkomutan ve ordu komutanlarının bu konudaki düşüncelerini öğreninceye kadar gizli tutulmasını söyledi. Bu görüşmeden sonra Geşof, bir taraftan Kâmil Paşa'ya yine Rus Büyükelçiliği yoluyla bir telgraf çekip, Bulgaristan'ın müttefikleriyle görüşmekte olduğunu ve bunun sonucunu ayrıca ileteceğini bildirirken, diğer taraftan 17 Kasım'da Bulgar Ordusu, Çatalca'da saldırıya geçti.101Bundan şu anlaşılmaktadır ki, Bulgar Kralı Ferdinand ve Başkomutan Savof, Kâmil Paşa'mn ateşkes isteğine cevap vermeden önce, Bulgar Başbakanı ve Hükümeti'nin karşı olmalarına aldırış etmeden bir kere daha silah talihini denemeye ve İstanbul'u ele geçirmeye çalışıyorlardı. Bu yüzden 17-18 Kasım'da Çatalca vuruşması oldu, ancak burada başarılı olamayınca 19 Kasım'da Osmanlı Hükümeti'ne kendilerinin ve müttefiklerinin ateşkes şartlarını bildirdiler.11 İlk etapta reddedilen bu şartlar üzerinde yapılan görüşmeler sonucunda gerekli anlaşma sağlanarak Osmanlı, Bulgar, Sırp ve Karadağ delegeleri arasında 3 Aralık'ta imzalandı.12 Ancak Yunanistan, Türkler Yanya'yı teslim 9 Anderson, a.g.e., s. 293-295. 10 Bayur, a.g.e., s. 116. 11 a.g.e., s. 117. 12 Tercümân-ı Hakikât, 2 Aralık 1912, No: 11368, s. 1; 5 Aralık 1912, No: 11371, s. 1; Douglas Dakin, “The Diplomacy o f the Great Powers and the Balkan States, 1908-1914”, Balkan Studies, III/2 (1962),s. 354; Bu 190 etmediğinden, şehrin kuşatmasının devamını ve yine deniz savaşını sürdürmeyi istediğinden mütareke protokolünü imzalamayı reddetti.*13 Mütareke şartlarına göre, anlaşmanın imzalanmasından yirmi gün sonra banş görüşmeleri başlayacaktı. Barış Konferansının, toplantı yeri için önerilen Londra yerine İsviçre'de bir şehirde toplanmasının daha iyi olacağı şeklinde basında yer alan14 görüşlere rağmen, Balkanlı müttefiklerin teklifi doğrultusunda bu iş için Londra seçildi.15 Konferansta Türkiye'yi temsil etmek üzere 1. delege olarak Ticaret Nazırı Reşid Paşa, 2. delege olarak Berlin Büyükelçisi Osman Nizamî Paşa, 3. delege olarak da Bahriye N |zir Vekili Salih Paşa seçildiler.16 Konferans 16 Aralık 1912’de St. James sarayında başladı. Bu arada Londra’da toplanması kararlaştırılan bir konferans daha vardı ki; o da burada bulunan 5 büyük devletin (Fransa, Rusya, Almanya Avusturya-Macaristan ve İtalya) büyükelçilerinin İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey başkanlığında gerçekleştirdiği “Büyükelçiler Konferansı” idi. Büyükelçiler Konferansı da 17 Aralık 1912’de Grey’in Downing Street 10 numaradaki ofisinde toplandı.17 Grey’in de işaret ettiği gibi bu görüşmelerde Osmanlı D evleti’ni Başkumandan Vekili Nazım ve TicaretZiraat N âzın Reşid Paşalarla, Miralay A li Rıza B ey temsil etmişlerdi (B.O.A. İrade-i M eclis-i Mahsus, Sıra no: 712, Genel No: 2292, Hususi No: 5). 13 Tercümân-ı Hakikât, 4 Aralık 1912, No: 11370, s. 1; Dakin, gös. yer. 14 Tercümân-ı Hakikât, 5 Aralık 1912, No: 11371, s. 1. 15 Tercümân-ı Hakikât, 6 Aralık 1912, No: 11372, s. 1. 16 A li Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, s. 74-75; Bayur, a.g.e., s. 176. 17 Edward Grey, Twenty-Five Years 1892-1916,C.I, N ew York, 1925,s.256. 191 koferansın amacı herhangi bir konuda en iyi çözümü bulmak değil büyük devletler arasında barışı korumaktı.18 Savaşan taraflar arasında yapılan görüşmelerde özellikle Edirne’nin ve Ege Adaları’nın Balkanlı Müttefiklere bırakılması konusunda ısrar edilmesi, Osmanlı Devleti’nin buna yanaşmaması üzerine görüşmeler 6 Ocak 1913 tarihindeki oturumdan sonra kesildi,19 Barış Konferansının kesilmesi üzerine zaten 17 Aralık’tan beri yine Londra’da mevcut problemleri görüşen Büyükelçiler Konferansı devreye girdi ve Osmanlı Devleti’ne verilmek üzere ortak bir nota hazırlandı. 17 jOcak 1913’te Osmanlı Devleti’ne verilen notaya göre:20 1. Büyük devletlerin öğütlerini dinlememekle, barış yapılmasına engel olmakla, Osmanlı Hükümeti ağır bir sorumluluk altına girmektedir ve savaş uzarsa başkent İstanbul ve Anadolu da tehlikeye düşebilir. 2. Osmanlı Devleti savaş sırasında Avrupa ’nın maddi ve manevi yardımına muhtaçtır ve bu yardımları ancak büyük devletlerin öğütlerini dinleyerek elde edebilir. 3. Bu durumda büyük devletler, Edirne’nin Balkan müttefiklerine terk edilmesi ve Ege adaları hakkında karar verme yetkisinin de büyük devletlere bırakılması yolundaki öğütleri topluca yenilemek zorundadırlar. 4. Bu tavizlere karşılık olarak büyük devletler, Edirne’de camilerin, dini binaların vb. korunması için çaba harcayacaklardır. Adalar için bulunacak çözüm de Türkiye ’nin 18 a.g.e., s.256-257. 19 E.S.,B.No:483. 20 E.S., B.No:544. 192 güvenliğine karşı herhangi bir tehdidi önleyici nitelikte olacaktır. Notayı alan Osmanlı Devleti, kanunun görüşülmesi için bir “Saltanat Şurası” toplanmasını kararlaştırdı. 22 Ocak’ta sarayda yapılan Şura’da banş yanlılarının ağır basması üzerine21, notaya bu yönde cevap hazırlamak üzere ertesi gün hükümet toplandı. Bu sırada tarihe “Bâb-ı Âli Baskını” diye geçen olay gerçekleşti ve Enver Bey ile arkadaşları toplantıyı basarak hükümeti büyük devletlerin öğütlerine boyun eğdiği için istifaya zorladı. Yeni sadrazam Mahmut Şevket Paşa oldu.22 Bir hafta sonra 30 Ocak’ta da yeni Hariciye Nazırı Said Halim Paşa tarafından ortak notaya cevap verildi. Cevapta Edirne’nin Meriç’in sağ kıyısında kalan bölümünü bırakmaya hazır olduğu, sol yakasında kalan bölümün Türkiye’de kalmasının ve kentteki camilerin, türbelerin ve diğer tarihi ve dini eserlerin korunmasını istediğini bildirdi. Ege Adaları konusunda da, bunların bir bölümünün Çanakkale Boğazı’mn savunması için gerekli olduğu, bir bölümünün de Anadolu'nun bölünmez parçalan olduğu, dolayısıyla bu adalar üzerinde Türkiye’nin otoritesini azaltmaya yönelecek her çözüm şeklinin sakıncalı olduğu vurgulandıktan sonra, bu düşüncelerinin göz önünde tutulması şartıyla adalar hakkında büyük devletlerin karar vermesine razı olabileceği belirtildi.23 21 E.S., B.No:571; Hilmi Kamil Bayur, Sadrazam Kamil Paşa , Siyasi Hayatı, Ankara, 1954, s.384-386. 22E .S.,B.N o: 572; Türkgeldi, a.g.e., s.77-79. 23 E.S., B.No:583. 193 Balkanlı müttefiklerin bu cevaptan hoşlanmamaları üzerine 3 Şubat’ta savaş yeniden başladı.24 Onlar zaten önceden beri ateşkesi bozmaya çalışıyorlardı. Bu gelişmeler onlara düşüncelerini gerçekleştirme imkanını tamdı. Çatalca’daki pozisyonunu oldukça aleyhinde bulan Bulgaristan dikkatini Edirne’yi almak üzerinde yoğunlaştırmıştı. Ege’yi kontrol altında tutan Yunanlılar, Yanya’ya saldırılarına yeniden başladılar ve Epir’in diğer bölümlerini işgal ettiler. Zor durumda kalan Osmanlı Hükümeti 10 Şubat’ta Londra Büyükelçisi Tevfik Paşa vasıtasıyla büyük devletlerin arabuluculuğunu istedi. Grey bu konuyu Büyükelçiler Konferansı’na götüreceğini söyledi.25 2 gün sonra da önerinin görüşüldüğünü, bütün büyükelçilerin bunu reddettiğini, ancak büyük devletlerin ortak notası esasına göre bir şeyler yapılabileceğini söylediklerini, eğer Türkiye bunu kabul ederse Balkan Devletleri ile temasa geçilebileceğini İstanbul'daki Büyükelçisi Lowther'e bildirdi.26 Aynı cevap İngiltere Dışişleri Müsteşarı tarafından da Tevfik Paşa'ya bildirildi.27 Balkanlar’daki gelişmeler bu işi biran önce halletmeyi gerektirdiğinden Grey’in şartlarının kabul edildiği 28 Şubat’ta İngiliz Dışişlerine bildirildi.28 Bu cevap Büyükelçiler Konferansı’nda da sunuldu ve Balkan Müttefiklerin arabuluculuğu kabul edip etmeyeceklerinin araştırılmasına karar verildi.29 Yapılan görüşmelerin sonrasında 14 Mart’ta 24 Emst C. Helmreich, The Diplomacy o f the Balkan Wars 1912-1913, Cambridge, 1938,s.278; Anderson, a.g.e., s.296; Dakin, a.g.m., s.360. 25 E .S,B .N o:599 ve 600. 26 E.S., B.No: 604. 27 E.S., B.No: 615. 28 E.S.,B.No:633. 29 E.S.,B.No:634. 194 müttefiklerin de bu arabuluculuğu kabul etmesi30 üzerine barış şartlarını hazırlayarak 29 Mart’ta Bulgaristan’a ,31 31 Mart’ta da Osmanlı Devleti’ne32 sundular. Buna göre: 1. Trakya ’da sınır Midye-Enez direkt çizgisinden geçecektir. 2. Ege Adaları sorununun çözümü büyük devletlere bırakılacaktır. 3. Türkiye Girit ’ten vazgeçecektir. 4. Büyük devletler tazminata taraftar değillerdir. .5. Bu şartlar kabul edilir edilmez çarpışmalar duracaktır. Nota’ya ilk cevap veren Osmanlı Devleti oldu. Kabinede görüşmede bakanların ileri sürdükleri tek husus barış yapılması idi.33 Bu yüzden notanın verilmesinden bir gün sonra 1 Nisan’da, Hariciye Nazırı Said Halim Paşa, İstanbul’daki büyük devlet elçilerine bütün şartları kabul ettiklerini bildirdi.34 Balkanlı müttefikler ise başlangıçta bu şartlara yanaşmamakla birlikte 21 Nisan’da bunları kabul ettiler. 35 Mayıs ortalarında yine konferans yeri olarak seçilen Londra’da bir araya gelen delegeleri, İngiltere Dışişleri Bakanı Grey’in yoğun çabalan sonucu 30 Mayıs 1913’te, daha önce(5 Mayıs’ta) Büyükelçiler Konferansında tasarlanan ve Fransız Büyükelçi Paul Cambon 30 Helmreich, a.g.e.,s.326. 31 E.S.B.No:681. 32 E.S.,B.No:683. 33 Mahmut Şevket Paşa’mn Günlüğü, ARBA yay., İstanbul, 1988,s.73. 34 E.S.,B.No:684. 35 E.S.,B.No:709. 195 tarafından düzenlenen taslakla aynı olan anlaşma metnini imzaladılar.36 Buna göre: 1. Türkiye ile Balkan Devletleri arasında ebedi barış ve dostluk olacak. 2. Türkiye, Midye-Enez direkt çizgisinin batısındaki toprakları müttefiklere bırakacak ve bu sinir uluslararası bir komisyon tarafından belirlenecek. 3. Arnavutluk sınırı ve Arnavutluk ile ilgili diğer problemler büyük devletlerin kararma bırakılacak. 4. Türkiye Girit Adası ’nı müttefiklere bırakacak. 5. Ege Adaları konusunda katar büyük devletlere bırakılacak. 6. Mali Problemler Paris ‘te toplanan uluslararası komisyona bırakılacak. 7. Savaş esirleri, adli sorunlar, vatandaşlık ve ticaret sorunları. 8. Anlaşma mümkün olduğu kadar çabuk onaylanacak. Görüldüğü gibi imzacı devletler bu anlaşma ile Ege Adaları ve Arnavutluk meselelerinin büyük devletlerce kararlaştırılmasını kabul ediyorlardı. Anlaşmanın imzalandığı gün Büyükelçiler Konferansı’na gelerek bu haberi oradaki muhataplarına veren Grey, anlaşmadaki söz konusu yetkiye dayanarak Amavutluk’un güney sının ve Ege Adaları sorunlannm birbiriyle bağlantılı olmasından dolayı ikisinin birlikte halledilmesinin daha pratik 36 Helmreich, a.g.e., s.329-331 196 olacağım söyledi ki, sonraki görüşmelerin seyri bu esasa dayanarak devam etmiştir.37 Gerçekten de bu dönemde Yunanistan’ın Arnavutluk’taki ilerlemesi İtalya’yı rahatsız etmiş hatta Mayıs 1913’te Yunanistan’ı savaşla tehdit etmişti.38 Bölgede problemin çözülmesi için Yunanistan’ın işgal ettiği Arnavutluk topraklarının bir kısmından çekilmesi gerekiyordu. Yunanistan’ın buna razı edilmesi için de o başka yerlerde memnun edilmeliydi. Bu yer de Ege Adaları olabilirdi. Yani Yunanistan işgal ettiği Arnavutluk topraklarım boşaltırsa, Ege’de işgal ettiği Osmanlı Adalan O’na bırakılacak, böylece hem İtalya’nın istekleri yerine gelecek hem de Yunanistan mağdur(!) edilmeyecekti. Büyükelçiler Konferansı’nda son toplantıların yapıldığı 11 Ağustos 1913 tarihine kadar bu konular görüşüldü ancak bir final karan alınamadı ve bazı prensip kararlarının ötesine geçilemedi. Bununla beraber Konferansın dağılmasından sonra da büyük devletler arasındaki görüşmeler devam etti ve nihayet kararlannı 13 Şubat 1914’te Yunanistan’a 14 Şubat’ta da Osmanlı Devleti’ne bildirdiler.39 Bu karara göre büyük devletler; Gökçeada, Bozcaada ve Meis adasını Türkiye’ye, Yunan işgalindeki diğer adaları da Yunanistan’a vermeyi kararlaştırmışlardır. Yunanistan’a verilen adaların tahkim edilmemesi, askeri amaçlarla kullanılmaması ve adalar ile Türkiye arasında kaçakçılığı önleyecek etkin tedbirlerin alınması da kararlaştırılmıştır. Ayrıca Yunanistan adalarındaki Müslüman 37 British Documents on the Origins o f the War 1898-1914, Edited: Gearge P. Gooch-Harold Temperley, C.IX, Kısım:2, London 1933, B elge No:1019 38 Anthony di Iorio, İtaly, Austria-Hungary and the Balkans, 1904-1914, Michigan, 1982, a.g.e., s.247. 39 E.S.,n,B.No:405. 197 azınlığın korunması için tatminkar güvenceler verilecektir. Adaların Yunanistan’a verilmesi Yunan askerlerin Güney Arnavutluk sınırından çekilmesinden sonra olacaktır. Güney Arnavutluk sınınnm boşaltılması 1 Mat’ta başlayacak ve 31 Mart’a kadar sürecektir. Bu kararda İtalyanların gayretleri sonucu Rodos ve 12 Ada hakkında bir hüküm yer almamıştır. İstanbul Hükümeti, bu notaya 16 Şubat’ta verdiği cevapta bu karardan dolayı duyduğu üzüntüleri ifade ettikten sonra “ Bâb '-ı Âli haklı ve meşru işlerini kabul ettirmek için çaba harcayacaktır”40 demiş ve hakikaten bu yönde çaba da harcamıştır. Fakat Birinci Dünya Savaşı ’nın çıkması arzularını gerçekleştirebilmesine engel olmuştur. Yunanistan’da 21 Şubat’ta verdiği cevapta, adalar hakkındaki karan takdirle karşılıyor, saldmya uğramayacaklanna dair garanti istiyor; Bozcaada, Gökçeada ve Meis adalarında yaşayan Rumlar ile Arnavutluk’ta kalacak Rumlar için güvence talep ediyordu.41 Yunanistan bu adalar üzerindeki sahipliğini günümüze kadar devam ettirmiştir. O, Balkan Savaşları boyunca topraklarını yaklaşık olarak % 68 arttırarak 25.014 km2'den 41.993 km2'ye çıkarmış, nüfusunu da yine yaklaşık olarak 2.700.000'den 4.800.000'e çıkararak büyük bir kazanç elde etmiştir.42 Osmanlı Devleti'nin elinde ise, yaklaşık 167.500 km2 Avrupa topraklarından sadece 12.300 km2'si yine yaklaşık 6.130.000 olan nüfusundan ise sadece 2.300.000'i kalmıştı.43 Büyük devletlerin adalar meselesinde Osmanlı aleyhindeki kararı Edime işinde başarı elde etmiş olan Bâb-ı Âlî için ağır bir 40 E.S.,II.B.No:415. 41 E.S.,II.B;N o:434. 42 Dakin, a.g.e., s. 201. 43 Ahmad, a.g.e., s. 252. 198 darbe olup, düzelmiş olan manevî durumunu yeniden sarsacak nitelikteydi. Bundan başka bu karar, devletin güvenliği bakımdan da çok zararlı idi, çünkü Yunanistan ne kadar güvence verirse versin, adaların karşısında bulunan Rum azınlık artık rahat durmayacak, hem İstanbul Patrikhanesinden hem de Yunanistan’dan teşvik görecek, bu teşviklerin önüne geçilemeyecek, gidiş gelişlerle beslenecek ve Yunan Megali İdeası'nm Anadolu’da gelişmesini kolaylaştıracaktı. Büyük devletlerin Ege Adaları ile ilgili olarak verdikleri bu karar çok önemlidir. Çünkü Lozan Anlaşmasının 12.maddesinde zikredilmiş olup günümüze kadar geçerliliğini sürdüre gelmektedir. Söz konusu madde “Bu adalar üzerine Yunan egemenliğine ait 30 Mayıs 1913 günlü Londra Anlaşması’nın 5 ’nci ve 14 Kasım 1913 günlü Atina Anlaşmasının 15’nci maddeleri uyarınca alınıp 13 Şubat 1914’te Yunan Hükümeti’ne bildirilen karar, İtalyan egemenliğine konulan adalara ait hükümleri saklı kalmak şartıyla doğrulanmıştır”44 demektedir. Amavutlukün Güney sınırları hakkmdaki kararlar için ise aynı şeyleri söyleyebilmek mümkün değildir. Çünkü Yunanistan, taahhüt ettiği tahliyeyi gerçekleştirmediği gibi, 28 Şubat 1914’te, Kuzey Epir -veya Güney Arnavutluk- eski Yunan dışişleri bakanlarından Zographos'un liderliği altında bağımsızlığını ilan etti. Nisan sonunda Yunanistan birliklerini geri çektiyse de Yunan çeteciler orada olduğu gibi kaldılar. Arnavutluk, bundan sonra da pek çok problem ve karışıklıklarla karşılaştı ve Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği zaman pek çok problem çözülmemiş olarak olduğu gibi duruyordu.45 44 İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları, C.I, Ankara, 1989,s.8990. 45 Helmreich, a.g.e., s. 437-439; Dakin, a.g.m., s. 372. 199 KAYNAKÇA I. ARŞİV BELGELERİ: A. Yayınlanmamış Arşiv Belgeleri: Başbakanlık Osmanlı Arşivi B. O.A., İrade-i Meclis-i Mahsus; Sıra no: 712, Genel no: 2292, Hususi no: 5 B. Yayınlanmış Arşiv Belgeleri: British Documenis on the Origins of the War 1898-1914, Etited: George P. Goach-Harold Temperly, C.IX, Kısım: 2, London, 1933. ŞİMŞİR, Bilal; Ege Sorunu-Belgeler, C. I, Ankara, 1989. Ege Sorunu-Belgeler, C. II, Ankara, 1989. II. GAZETELER Tanin Tercüman-ı Hakikât III. KONUYLA İLGİLİ ANILAR VE ARAŞTIRMALAR ANDERSON, M.S.; The Eastern Question 1774-1923, London, 1966. ARBA, Mahmut Şevket Paşa’hin Günlüğü, İstanbul, 1988. BAYUR,Yusuf Hikmet; Türk İnkılâbı Tarihi, C.II, Kısım: II, Ankara, 1991. BAYUR, H.Kâmil; Sadrazam Kâmil Paşa, Siyasî Hayatı, Ankara, 1954. 200 BÜYÜKTUĞRUL, Afif, “Osmanlı (Türk) -Yunan Deniz Silahlanma Yarışı” Belleten, XXXIX/156 (1975), ss. 725-774. CHILDS, Timothy W.; Italo-Turkish Diplomacy and the War över Libya 1911-1912, New York, 1990. DAKIN, Douglas; The Unifıcation of Greece 1770-1923, London, 1972. “The Diplomacy of the Great Powers and the Balkan States 1908-1914”. Balkan Studies, III/2 (1962), ss. 327-374. DI IORIO, Anthony, Italy, Austria-Hungary and the Balkans, 19041914, Michigan, 1982. GREY, Edward; Twenty-Five Years 1892-1916, C.I, New York, 1925. HAYTA, Necdet, Ege Adaları Sorunu (1911 ‘den Günümüze), Ankara, 2005. HELMREICH, Emst C.; The Diplomacy of the Balkan Wars 1912-1913, Cambridge, 1938. HOWARD, Harry N.; The Partitition of Turjkey 1913-1923, New York, 1966. LOTİ, Pierre; Can Çekişen Türkiye, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul. Mahmut Şevket Paşa'nın Günlüğü, ARBA Yay., İstanbul, 1988. SOYSAL, İsmail, Türkiyenin Siyasal Antlaşmaları, C.I., Ankara, 1989. TAŞKIRAN, Cemalettin, Oniki Ada’nın Dünü ve Bugünü, Ankara, . 1996. TÜRKGELDİ, Ali Fuad, Görüp İşittiklerim, Ankara, 1987. 201 SÜEJKOT TO COimiîCTION. Tj>ı»r». "NOW THİ'N, OKT ON W1TH VOl B HAİTİ, ASI) WHKN VOU VE PINISMKI) TH13M IlHINO THEM TO ME ANI) l ‘M. *H(!W YUl,’ WHERK VOU VE CİONK »KONCU" Ek: 1- Birinci Balkan Savaşı sonunda Londra’da Saint James’ sarayında konferans masasına oturmuş olan Türkiye ile Balkanlı Müttefikler, Balkanların yeni haritalarını çizmektedirler. Kapı aralığından onları seyreden Avrupa, “Haritalarınızı tamamladıktan sonra bana getirin, yanlışlarınızı düzelteyim” demektedir. (E.S., II, Ek: 17) 202 Ek: 2- Altı büyük devlet Türk’ün elini sımsıkı tutmuşlar, barış imzalatıyorlar. Karagöz: - Ne hak ve adalet Yarabbi!.. Yirminci asırda zorla sulh imzalatıyorlar. (E.S., II, Ek: 19) 203 SETTLED. E™” - "™'f ‘.VIÎ ALWATS m e n rniî most Tiıou»r.KsoME SCUOOG. NOW GO AND OONSOL1DATB YOmiSEGAV T c n u t. "TO A filî, JIA'AAl, WHAI DOP.3 TUAT Al KAN?” nor in the D.nııı Eunoı-A. ” İT İ1EANS GOINO 3NTO TUAT COHNIÎB—AND BT01TINÖ THE1İEI" « J Î İ S S S îr “ “* “ 0" ” “' *“ “I"“ a ‘-t” tM , «uı «ı.»mam m t»mMOm Ek: 3- Türkiye Balkan Savaşı sonunda Avrupa’dan ve Ege Denizi’nden atılmıştır. İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, Avam Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada “Türkiye artık kendisini Anadolu’da güçlendirsin” demiştir. Sert bir öğretmen rolündeki Avrupa, huysuz bir öğrenci görünümündeki Türkiye’yi cezalandırmakta, ona “Anadolu” köşesini göstererek “Git o köşede kal!” diye buyurmaktadır. (E.S., II, Ek: 24) 204 1914 İSTANBUL M UAH EDESİ V E S O N R A S IN D A T Ü R K İY E -Y U G O S L A V Y A K R A L L IĞ I İL İŞ K İL E R İ Doç. Dr. Nuray Bozbora M arm ara Üniversitesi Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sonrasında kurulan yeni ulus-devletlerde azınlık konumuna düşen dış Türklerin varlığı hem insani boyutuyla hem de güvenlik ve istikrar açısından arz ettiği önem nedeniyle Türk dış politikasının hassas konularından birisi olmuştur. Bu hassasiyet kimi zaman bu akraba toplulukların daha fazla hatırlanmasına kimi zaman da unutulmasına yol açmıştır. Balkan toprakları açısından Türkiye ile sınırdaş olan Bulgaristan ve Yunanistan’daki dış Türkler için söz konusu olan bu durum, eski Yugoslavya devleti sınırları içinde yaşayan dış Türkler için neredeyse hiç söz konusu olmamıştır. 1914 yılında Sırbistan ile Osmanlı devleti arasında imzalanan “İstanbul Muahedesi’’nde Sırbistan sınırları içinde kalan Müslüman nüfus için getirilen ayrıntılı düzenlemeler daha sonrasında Yugoslavya Krallığı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti arasındaki ikili ilişkilerde ve anlaşmalarda yeterince bağlayıcı özellik kazanamamıştır. GİRİŞ: Çok uluslu imparatorlukların dağılması sonrasında kurulan ulus-devletler arasında yaşanan büyük göçler, mübadele anlaşmaları, iç ve dış azınlıkların ortaya çıkması gibi gelişmeler ve bunlara ilişkin yeni kavramlar on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın uluslararası ilişkilerine ve bu alandaki literatüre damgasını vurmuştur. 205 Öte yandan bu gelişmeler sadece insani boyutu ile değil aynı zamanda güvenlik ve istikrar açısından taşıdığı önemden dolayı ülkelerin dış politikalarındaki en hassas konulardan biri olmuştur. Bu nedenle, her bir devlet kendi dış azınlıklarına ilişkin olarak iç politik dengeleri olduğu kadar dış politik dengeleri de hesaba katan politikalar geliştirmek durumunda kalmıştır. Bu durum dış azınlıkların akraba devletler tarafından bazen daha fazla hatırlanmalarına bazen de unutulmalarına yol açabilmiştir. Bu noktada devletlerin dış politikalarında dış azınlıkların (akraba toplulukların) nitelikleri, iç dinamikler, dış azınlığın (akraba toplulukların) yaşadığı devletle ikili ilişkileri ve son olarak uluslararası/bölgesel dinamiklerden kaynaklanan faktörler belirleyici bir rol oynamıştır. Tüm faktörlerin etkisi altında olarak bazı devletler azınlıklara güç ve güvenlik elde çtmek amaçlı (jeopolitik)yaklaşırlarken, bazıları ise paylaşılan ortak etnik kimlik, tarih ve ideolojik temelli (milliyetçi) yaklaşmış, kimileri ise tamamen insani boyutlu (normatif) bir yaklaşım sergilemişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan topraklarından çekilmesi sonrasında bölgede kalan Müslüman-Türk nüfus bakiyesinin varlığı, Türkiye’nin ister istemez bu bölgeye yönelik ilgisini canlı tutmuştur. Her ne kadar bu nüfus bakiyesinin, azınlık konumuna düştükleri yeni ulus-devletler içindeki statüleri uluslararası antlaşmalarla güvence altına alınmış olsa da, fiiliyatta maruz kaldıkları ayrımcı politikaların yarattığı memnuniyetsizlikler, bu memnuniyetsizliğin yol açtığı Türkiye’ye yönelik kitlesel göçler Türkiye’nin bölgedeki imparatorluk mirası akraba nüfuslarla olan temasını güçlendirdi. 206 Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin erken dönemdeki dış politikası, iç ve dış barış ortamının kurulması ilkesine dayanmakta idi. Bu nedenle dönemin dış politikası, güvenliği merkez alan ve dış azınlıkların kültürel himayesi olanaklarım da aynı güvenlik perspektifi içinde ve hukuki bir zeminde gözeten bir özellik taşımıştır. Yunanistan ve Bulgaristan’da MüslümanTürk toplulukların statülerini güvenceye alan bir dizi ikili ve uluslararası antlaşmalar, Türkiye açısından, akraba toplulukların kültürel himayesi olanaklarına hukuki zemin hazırlayan önemli belgeler olmuşlardır. Türkiye’nin Balkanlardaki en büyük dış azınlığını oluşturan Bulgaristan’daki Müslüman-Türklerin haklarını güvence altına alan antlaşmalar açısından bakıldığında 1878 Berlin Antlaşması ile başlayıp günümüze kadar uzanan çeşitli uluslararası ve ikili antlaşmalar fiiliyatta yükümlü devletin ihlalleri neticesinde tam olarak uygulanamamış olsa da özünde azınlıkların haklarını güvence altına almak konusunda süreklilik arz eden hukuki metinler olmuşlardır. 1 1 Bu hukuki metinler sırayla 1878 Berlin Antlaşması, 1909 İstanbul Protokolü ve Sözleşmesi; 29 Eylül 1913 Antlaşması ve Müftülüklerle İlgili Sözleşmefnegatif ve pozitif haklar); 1919 N euilly AnlaşmasıÇMC sistemi içinde azınlıklara negatif haklar); 1925 Bulgaristan Dostluk Antlaşması ve İkamet Sözleşmesi (Neuilly Andlaşması’nın hükümlerinin tümünden Bulgaristan’daki Müslüman azınlıklar, Lozan Antlaşması’nm tümünden Türkiye’deki Bulgar azınlıklar yararlanırlar hükmü kabul ediliyor.) ; 1947 Bulgar Barış Andlaşması (BM sistemi içinde N euilly Antlaşması’nm azınlıkları koruyan hükümlerinin yerini alıyor. Ancak haklarda bir gerileme söz konusu. Bulgaristan buna dayanarak N euilly Antlaşmasının ortadan kalktığım iddia ederek 1925 Antlaşması’m geçersiz kılmak istemiştir) ; 1968 Göç Antlaşması; 1998 Emekli Aylıklarının Türkiye’de Ödenmesine ilişkin Antlaşma; ayrıca BM mevzuatı kapsamında İnsan Haklarıyla ilgili çeşitli Evrensel Sözleşmeler ve İnsan Haklan ile ilgili çeşitli Avrupa Antlaşmalan. 207 Benzer şekilde Yunanistan’daki Müslüman-Türk topluluklar açısından bakıldığında da 1830 Londra Protokolü ile başlayıp günümüze kadar uzanan ikili ve uluslararası antlaşmalar da buradaki akraba azınlıkların statüsünü güvence altma almak konusunda süreklilik arz eden hukuki metinler olmuşlardır.2 Bununla birlikte, Türkiye ile bu iki devlet arasındaki ikili ilişkilerde kimi zaman başka sorunlardan dolayı ortaya çıkan gerilimler azınlıkların hukuken edinilmiş haklarında fiili gerilemelere yol açabildiği gibi, yumuşama dönemlerinde bunun tersi de olmuştur. Her iki durumda da Türkiye iç ve dış barış ortamının korunmasına yönelik dış politika perspektifinden ayrılmadan akraba azınlıklara ilişkin politikalarını söz konusu antlaşmaların sunduğu hukuki zeminde sürdürmeye çalışmıştır. Ancak bu ülkelerden Türkiye’ye yönelik olarak gerçekleşen kitlesel göçler 2 1830 Londra Protokolü , 1881 İstanbul Uluslararası Sözleşmesi (Müslüman nüfiıs bakiyesi için negatif ve pozitif haklar); 1-14 Kasım 1913 Atina Antlaşması Selanik, G.Makedonya ve Girit’e doğru genişleyen Yunanistan topraklarında Müslüman nüfus bakiyesi için negatif ve pozitif haklar ; üçüncü protokol Müslüman azınlıklarla ilgili) ; 10 Ağustos 1920 Yunanistan’daki Azınlıkların Korunmasına İlişkin Antlaşma (Yunan Sevr’i) (Yunanistan kimi ülkelere karşı daha önce kabul ettiği yükümlülüklerden kurtulacak ve negatif ve pozitif haklar açısından artık sadece M C ’ye karşı yükümlülük altma girecek.) ;30 Ocak 1923 Mübadele Sözleşme ve Protokolü ;24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması; 1926 Atina Antlaşması (mübadele konusunda); 1930 Ankara Antlaşması (mübadele konusunda);1933 Ankara Antlaşması (mübadele konusunda); 1947 Paris Barış Antlaşması ( Oniki adanın Yunanistan’a geçmesi, transfer edilen topraklarda yaşayanlara negatif haklar getiriyor); ayrıca BM mevzuatı kapsamında İnsan Haklarıyla ilgili Çeşitli Evrensel Sözleşmeler, İnsan Hakları ile ilgili Çeşitli Avrupa Antlaşmaları. ( 1913 Atina A nd.’nm 3 nolu protokolü ile birlikte sonrasında yapılmış olan tüm anlaşmalar ve yükümlülükler Yunanistan’daki tüm Türklerin azınlık rejimini oluşturmaktadır.) bkz. Oran, Baskın, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yyn., Ankara, 1986, p.60-68 208 kazanılmış hukuki hakların fiiliyatta azınlıkların yaşam haklarını yeterince koruyamadığını göstermiştir. Bu durum kimi zaman Türkiye’nin bu ülkelerdeki akraba toplulukların haklarını yeterince gözetmediği ya da onları unuttuğu şeklinde algılamalara da yol açmıştır. Bu algıya yol açan asıl neden Balkanların Türkiye’nin dış politikasında önemli bir yere sahip olmasını belirleyen temel faktörün güvenlik algısı olmasıdır. Buna karşın, bölgedeki akraba toplulukların kültürel himaye olanaklarının dikkate alındığı faktörler ikincil planda kalmıştır. Osmanlı Devleti’nin daha soma Yugoslavya olacak olan3 Sırbistan Devleti’nde bıraktığı akraba nüfus bakiyesinin durumu açısından iki ülke arasındaki ilişkilere bakacak olursak burada daha farklı bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bu farklılık bir yandan Sırbistan’ın (daha soma Yugoslavya adını alacaktır) Bulgaristan ve Yunanistan’dan farklı olarak Türkiye ile sınır komşusu olmaması noktasında, diğer yandan ise Sırbistan (Yugoslavya) sınırları içinde bulunan akraba topluluğun haklarım güvence altına alan hukuki metinlerde bir süreklilik bulunmaması noktasında ortaya çıkmaktadır. Bu farklılıklar Türkiye’nin Balkanlara yönelik dış politikasındaki temel prensipleri değiştirmemekle beraber, akraba nüfus bakiyesine ilişkin politikaların diplomasi ağırlıklı olmasına yol açtığı görülmektedir. Bu bağlamda, 1914 yılında Sırbistan ile Osmanlı Devleti arasında yapılmış olan İstanbul Muahedesfnin getirdiği hükümler ile somasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile SırpHırvat-Sloven Devleti (Yugoslavya Devleti) arasındaki ilişkiler 31918 yılında kurulan Sırp-Hırvat-Sloven D evleti’nin adı Y ugoslavya D evleti olarak değiştirilecektir. 209 1929 yılında iki savaş arası incelenecektir. dönemde akraba azınlıkların koşulları 1914 İstan bul M uahedesi ve Müslüman Azınlık Haklarının Korunmasına İlişkin Hükümler Sırbistan’ın OsmanlI’dan bağımsızlığını kazanması sonrasında Sırbistan topraklarındaki dinsel azınlıkların haklarım garantileyen ilk belge aynı zamanda Sırbistan Prensliği’nin bağımsızlığını da tanımış olan 1878 Berlin Antlaşması’nm hükümleri olmuştur. Antlaşmanın 35. maddesinde Sırbistan topraklarının hangi yerleşim bölgesinde olursa olsun farklı dinsel inanç ve ifadelerin sivil ve siyasal haklardan yararlanma, kamu hizmeti ve ekonomik faaliyetlerde bulunma hakkına engel oluşturmayacağı hükmü getirilmiştir. Aynı maddede Sırp vatandaşı olan herkese olduğu kadar yabancılara da dinsel ibadet ve inancı ifade özgürlüğü tanınırken isim belirtilmeden tüm dinsel grupların dinsel örgütlenme hiyerarşilerine ve onların kendi dinsel liderleriyle olan ilişkilerine hiçbir engel getirilmemesi hükmü yer almakta idi.4 4Bkz. 35 mad. “ In Serbia the difference o f religious creeds and confessions shall not be alleged against any person as a ground for exclusion or incapacity in matters relating to the enjoyment o f civil or political rights, admission to public employments, fünctions, and honors, or the exercise o f the various professions and industries, in any locality whatsoever. The freedom and outward exercise o f ali forms o f ıvorship shall be assured to ali persons belonging to Serbia, as w ell as to foreigners, and no hindrance shall be offered either to the hierarchical organization o f the different communions, or to their relations with their spiritual chiefs”, Bkz.Treaty Betw een Great Britain, Austria-Hungary, France, Germany, Italy, Russia and Turkey. (Berlin). M odem History Sourcebook: The Treaty o f Berlin, 1878, Excerpts on the Balkans,http://www.fordham.edu/halsall/mod/1878berlin.asp ayrıca bkz. Oran, a.g.e., s.30. 210 Uluslararası bir Antlaşma niteliğinde olan 1878 Berlin Antlaşmasında dinsel azınlıklar konusunda getirilen bu hükümler, Balkan Savaşları sonrasında Sırbistan ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan 1914 tarihli İstanbul Muahedesinde, Müslüman cemaatler için tanınan geniş kolektif haklar ve özgürlüklere dönüştürülmüştür. 5 Konumuz açısından önemli olan 14 Mart 1914 İstanbul Muahedesi, Müslüman cemaatlere getirdiği geniş kolektif haklar açısından, Osmanlı Devleti’nin gerek 29 Eylül 1913’te Bulgaristan’la, gerekse 14 Kasım 1913 tarihinde Yunanistan’la yaptığı ikili antlaşmalardaki hükümlerle neredeyse aynı özellikleri taşımıştır.6 Sırbistan ile yapılan ikili antlaşmaya göre iki devlet 1913 Londra Konferansı hükümlerini onaylamakta7, iki devlet arasındaki dostane ve diplomatik ilişkilerin tekrar tesisini kabul etmekte idi.8 5 Sırbistan ile Barış Antlaşması (1-14 Mart 1914) , bkz. Erim, a.g.e., s.487497; Can, Mehmet, “Freedom o f R eligion for M üslim Minorities in Balkans and in European Union in the Light o f Ottoman-Serbian Agreement o f March 1914”, https.7/docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:lapKr6£hOksJ:www.ius.edu.ba /mcan/CPAPERS/CPDF/Freedom% 2520of% 2520Religion% 2520paper.pdf 6 Metnin başında “Hükümet-i Seniyye ile Sırbistan Hükümeti arasında akdolunan Barış antlaşması münderecatı M eclis-i Vükela kararıyla tasvip olunmuştur yazmaktadır.” İmzacılar. Osm.Harc.Neza. Siyasal işler müd. Ahmed Raşid- Sırbistan Hariciye Bakanlığı eski başkatipi (sekreteri) ve D ış.Bakanlığı idari kısım müdürü M ösyö Dragomin L. Stefanovitch. Bkz. Erim, Nihat, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, C.I, (Osmanlı İmparatorluğu Antlaşmaları), TTK Basım evi, Ankara, 1953, s.489 7 30 M ayıs 1913’te I.Balkan Savaşı sonrasında Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan ile Osmanlı D evleti arasında imzalanan Londra Antlaşması Orta ve K uzey M akedonya’yı Sırbistan’a bırakıyordu 8 Antlaşma metni m ad.l, bkz. Erim, a.g.e., s.490 211 Bu antlaşmada Müslüman cemaatlerin haklarına ilişkin maddeler iki temel başlık altında toplanabilir. Bunlardan birisi taşmır-taşmmaz mal varlıkları ile ilgilidir. Buna ilişkin düzenlemelere göre Sırbistan tabiiyetine geçip orada yaşamaya devam eden ya da Osmanlı tabiiyetine geçerek ülkeyi terk eden Müslümanların ister özel isterse tüzel nitelikte olsun Osmanlı kanunlarına göre tüm taşınmazları üzerinde elde ettikleri mülkiyet hakları Osmanlı hukukuna göre devam etmekte, kamu yararı adına istimlak edilmesi durumunda da bedeli mülk sahiplerine tazmin edilmesi hükmü getirilmekte idi. 9 Benzer şekilde Osmanlı hanedan üyelerinin ve sultanın kişisel emlaki ile Osmanlı hükümetine ait olan özel emi aklar ve bunlar üzerindeki tasarruf hakları korunmakta idi.101 Öte yandan bu bölgede Osmanlı kanunlarına göre kurulmuş her türlü vakıf Müslüman cemaatin tüzel kişiliği ve maneviyesinin ifadesi olarak Müslüman cemaatlerce yönetilmeye devam edecekti, ta ki Osmanlı başkentindeki Evkaf Nezareti vakıf mallarını satana kadar. Aşar vakfiyeleri ortadan kaldırıldığı için bu vakıfların gelirlerinden mahrum kalan tekke, cami, medrese, mektep, hastane ve diğer dini ve hayri kuramların varlıklarını sürdürebilmeleri için gerektiğinde Sırp hükümeti ödenek sunacaktı.11 Bu konularda taraflar arasında çıkabilecek her türlü uyuşmazlığın çözümü iki tarafın ortak kararı ile Lahey’deki hakemlik mahkemesine bırakılacaktı.12 Bir diğeri medeni ve siyasi haklarına ilişkindir. Buna göre Müslümanlara tam bir ibadet ve geleneklerini sürdürme özgürlüğü tanınmakta idi. Halife sultanın ismi hutbelerde 9 Antlaşma metni mad.4-5, bkz, Erim, a.g.e., s.491 10 Antlaşma metni mad.6, bkz. Erim, a.g.e., s. 492 11 Antlaşma metni mad.7, bkz.Erim, a.g.e., s.492 12 Antlaşma metni m ad.6-7, bkz.Erim, a.g.e., s.492 212 zikredilmeye devam edecektir. Cemaatlerin ve özel şahısların belirli konularda İstanbul’daki dini liderleri olan Şeyhülislamla ilişkileri engellenmeyecekti. Her bölgedeki müftü Sırp vatandaşı Müslüman seçmenlerce seçilecek. Baş müftü ise yine müftüler arasından ve onlar tarafından seçilmiş üç aday arasından Sırp Kralı tarafından atanacak ve bu atama İstanbul’daki Sup konsolosu tarafından Şeyhülislam’a bildirilecekti. Baş müftünün atanma belgesi (imenşur) ve fetva yetkisi için gereldi buyruk (mürasele) Şeyhülislam tarafından baş müftüye verilecekti. Baş müftü ve müftüler ve onların emri altında çalışan memur ve müstahdemler Sırp hükümet memurlarının sahip oldukları aynı hukuka ve mükellefiyetlere sahip olacaklardı. Müftüler dini görevlerinin yanı sıra Müslüman cemaatin özel hukuk alanına giren konulardaki meselelerinde (nikah, boşanma, velayet, vesayet, vakıf mallarına bakma, nafaka) hüküm verme yetkisine de sahip olacaklardı. Müftünün kararma karşı yerel mahkemeye yapılan her türlü başvuru aksine ve açık bir kayıt olmadığı sürece kabul edilecekti. Müftüler tarafından verilen mahkeme kararları Sırp otoriteleri tarafından uygulamaya konulacaktı.13 Öte yandan Manastır’daki teknik okullar da dahil olmak üzere mevcut bulunan ya da Müslüman kişi ya da cemaatlerce kurulacak olan özel Müslüman okulları tanınacak, bu okulların masraflarına karşılık olmak üzere sahip oldukları gelirlere saygı duyulacaktı. Bu okullarda resmi eğitim programına göre Sırp dilinde tahsil zorunlu olmak üzere Türkçe kullanma hakkı da verilecekti. Sırp hükümeti müftü yetiştirmek üzere bir özel kurum tesis edecekti. Söz konusu eğitim kurumlarımn teftişi 13 Antlaşma metni, mad.8, bkz.Erim, a.g.e., s. 493-494 213 Sırp maarif müfettişlerinin yanı sıra baş müftü ile müftüler tarafından gerçekleştirilecekti. 14 Mezarlıklar konusunda ise, Sultan Murat’ın Kosova’daki türbesinin tüm müştemilatı ile birlikte mülkiyet payı korunacak, masrafları Osmanlı hükümetince karşılanmak üzere müftü tarafından tayin olunacak kişilerce bakımı ve koruması yapılacaktı. Türbe ile üzerinde bulunduğu arsa hiçbir gerekçe ile istimlak olunamayacaktı. Müslüman mezarlıkları taşradaki devlet memurları tarafından korunacak, kamu yararına istimlaki durumunda bedeli mezarlık sahibi Müslüman cemaate tazmin edilecekti.15 Antlaşma metninin sonuna Osmanlı hükümetine ait özel malların listeleri vilayetler temelinde ve bedelleri yazılarak eklenmiştir (Manastır, Selanik, İşkodra ve Yenipazar Sancağı dahil olmak üzere Kosova vilayetleri).Metnin sonunda “tasdiknameleri 24 Mart-6 Nisan 1914 tarihinde Dersaadette teati edilmiştir” 16 cümlesi yer almaktadır. Görüleceği üzere gerek Müslüman cemaatlere dinsel gruplar düzeyinde verilen kolektif haklar açısından gerekse metnin başlangıç ve son kısımlarında yer alan cümleler açısından bu metin II. Balkan Savaşı bitiminde Bulgaristan ve Yunanistan ile Osmanlı Devleti arasında yapılan antlaşmalarla benzerlik göstermektedir. 14 Antlaşma metni, mad.9,bkz. Erim, a.g.e., s.494-495 15 Antlaşma metni, mad.10, bkz.Erim, a.g.e., s.495 16 Antlaşma metni, bkz.Erim, a.g.e., s.497 214 Farklı olarak Bulgaristan ile yapılan antlaşmaya eklenmiş beş ayrı ek metin vardır. Bunlardan İkincisi müftülere ilişkindir.17 Yunanistan ile yapılan antlaşmaya ise üç adet protokol eklenmiş ve bunlardan müftülere ilişkin olan üç numaralı protokolün tüm Yunanistan’da uygulanmasına karar verilmiştir.18 Buna karşın Sırbistan ile yapılan antlaşmada böyle bir ek protokol yoktur. İstanbul hükümeti terk edilen arazide bulunan ve kiliseye çevrilmiş olan camilerin tekrar cami haline getirilmesine ilişkin bir protokolün eklenmesi konusunda talepte bulunmuşsa da Sırbistan hükümeti hiçbir caminin kiliseye çevrilmemiş olduğu ve yapılan antlaşmada da var olanlann korunması taahhüdü olduğu için buna gerek olmadığı gerekçesi ile bu talebi reddetmiştir.19 1914 İstanbul Muahedesiyle birlikte Müslüman cemaatin kazandığı haklar ile iki devlet arasında kurulmuş olan dostane ve diplomatik ilişkilerin kısa süre zarfında patlayan Birinci Dünya Savaşı nedeniyle ne durumda olduğu meselesine gelince, Birinci Dünya Savaşı’mn başlaması ile birlikte Sırbistan ve Osmanlı farklı kamplarda yer alan devletler olarak diplomatik ilişkilerini kesmişler ve elçilerini karşılıklı olarak geri çekmişlerdir.20 İki devlet arasındaki bu düşmanlık durumunun 17 Bulgaristan ile Barış Antlaşması (16-29 Eylül, 1913), bkz. Erim, a.g.e., s.457-475 18 Yunanistan ile Barış Antlaşması (1-14 475-487 Kasım 1913), bkz., Erim, a.g.e., s. 19 M ösyö Dragomir L. Stefanoviç tarafından Reşid B ey Hazretlerine irsal olunan mektup, bkz. Erim, a.g.e., s. 496 20 1 Kasım 1914’de, Sırbistan’ın İstanbul elçisi Dr.Jakov Nenadoviç ile Osmanlı Devletinin Belgrad elçisi Cevat (Ezine) B ey karşılıklı olarak görevlerinden geri çekilmişlerdir. Bkz. Soysal, İsmail, Tarihçeleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Andlaşmalan, I.Cilt (19201945), TTK Basım evi, Ankara, 1989, s.82 215 resmen bitmesi için 1925 Ankara Antlaşması’m beklemek gerekecekti. Bu noktada Sırbistan sınırlan içinde yaşayan Müslüman-Türk nüfus bakiyesinin haklarına ilişkin 1914 tarihli antlaşma metninin kaderine bakmak gerekir.21 Birinci Dünya Savaşı’nm hemen bitiminde Sırbistan daha geniş topraklar üzerinde kurulmuş bir Sırp-Hırvat-Sloven Devleti olarak ilan edilmiş (1 Aralık 1918) ve bu yeni devlet 10 Eylül 1919 tarihinde bağımsız Sırp-Hırvat-Sloven devletini tanıyan St.Germain Barış Antlaşmasına imza koymuştur.22 Bu Antlaşmanın 10. maddesinde Müslüman cemaatlere ilişkin taahhütler yer almıştır. Buna göre kişisel statü ve aile hukukuna ilişkin meseleler Müslümanların kullanımına uygun biçimde düzenlenecekti. Ulema Reisi’nin atanması garanti edilmekte idi. Yine camiler, mezarlıklar ve diğer Müslüman kuruluş ve yapıların korunması mevcut Müslüman vakıf ve dinsel hayır kuruluşlarına tam tanıma ve olanaklar sunma yeni dinsel ve hayır kuruluşlarının yaratılmasında diğer tüm kuruluşlara garanti edilen gerekli kolaylıkları esirgememe sözü 21 N o el M alcolm bu antlaşmanın Büyük savaşın başlaması nedeniyle imzalanamadığım söylerken,( bkz. M alcolm, N oel, Kosova, Balkanları Anlamak İçin, Sabah Kitapları, İstanbul, 1999, s.323), M ehm et Can ve Nihat Erim yapmış oldukları çalışmalarda bu antlaşma metni için kaynak göstermektedir, (bkz. Düstur, Tertib-i Sani, Cilt:7, s.62, zikreden Erim, a.g.e., s.489, dipnot 1, ; bkz. Düstur , Tertib-i Sani, Cilt:5, Dersaadet Matbaa-ı Amire 1336, pp.62-74, zikreden, Can, Mehmet, a.g.e., s .10, dipnot 18. 22 Büyük Savaşın bitiminde toplanan Barış Konferansı’nda alman karar gereğince yapılmış olan v e “A zınlık Antlaşmaları” adı verilen beş özel antlaşmadan birisidir. A B D , B.Britanya, Fransa, İtalya ve Japonya’dan oluşan Başlıca Müttefik v e Ortak D evletler ile Sırp-Hırvat-Sloven D evleti arasında imzalanmıştır. Bu antlaşmalar M illetler konulmuştur. Bkz. Oran, a.g.e., s. 38-39 216 C em iyeti’nin güvencesi altına verilmiştir.23 Böylelikle Sırp-Hırvat-Sloven Devleti Milletler Cemiyeti’nin azınlıklar sistemini oluşturan anlaşma metinlerinden birisine imza atmıştır. Böylelikle ülkedeki azınlıkların korunması uluslararası bir örgüt denetimine ve güvencesine kavuşmuştur. Ancak bu hakların kolektif haklar olmakla birlikte bir kolektivite oluşturmaması ve bir grup fikrini getirmemekte idi. Öte yandan hak ihlalleri konusunda yapılan şikayetler karşısında Milletler Cemiyeti’nin ulusal yetki alanına karışmamaya özen göstermesi MC sistemi içinde azınlıklara yönelik asimilasyonist politikaların engellenmesini zorlaştırmakta ve Uluslararası Daimi Adalet Divanı’mn azınlık haklarının korunması konusundaki denetimini yetersiz kılmakta idi. 24 Lozan Sürecinde İki Devlet Arasındaki İlişkilerin Niteliği Sırp-Hırvat-Sloven Devleti Birinci Dünya Savaşı’nm taraf ülkelerinden birisi olarak Lozan görüşmelerinin tümüne katılmakla birlikte Antlaşma ve eklerini öteki bağıtlı taraflarla birlikte imzalamamış ancak antlaşmaya ekli On yedi sayılı bir 23 M ad.10. “The Serb-Croat-Sloven State agrees to grant to the Musulmans in the matter o f fam ily law and personal status provisions suitable for regulating these matters in accordance with Musulman usage. The Serb-Croat-Sloven State shall take measures to assnre the nomination o f a Reiss-Ul-Ulem a. The Serb-Croat-Sloven State undertakes to assure protection to the mosques, cemeteries and other Musulman religious establishments. Full recognition and facilities shall be assured to Musulman pious foundation (Wakfs) and religious and charitable establishments n ow existing, end Serb-Croat-Sloven Government shall not refiıse any o f the necessary facilities for the creation o f new religious and charitable establishments guaranteed to other private establishments o f this nature.” Bkz. Treaty o f Peace B etw een the Principle A llied and A ssociated Powers and the Serb-Croat-Slovene State, http://ungarisches-institut.de/dokumente/pdf719190910-3 .pdf 24 Bkz. Oran, a.g.e., s.40-41. 217 protokol gereğince Antlaşmayı ve kendilerini ilgilendiren eklerini daha sonra imza etmeyi yükümlenmiştir.25 Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Sırp-Hırvat-Sloven Devleti arasında resmen barışın kurulması ve siyasal ilişkilerin başlaması için 28 Ekim 1925 tarihli Ankara Antlaşması’m beklemek gerekmiştir. Ancak bu durum daha Lozan görüşmeleri sürecinde iki-ülke arasında 1914 yılında kopmuş olan diplomatik ilişkilerin tekrar kurulması yönünde yapılan gayri resmi girişimleri kesintiye uğratmamış 1925 Ankara Antlaşması imzalanana kadar Türkiye bu devlet ile diplomatik ilişkilerini dolaylı yoldan sürdürmüştür. Bu açıdan Lozan sürecinden itibaren iki devlet arasındaki ilişkilerin gelişimini iki dönemde inceleyebiliriz; Bunlardan birincisi 1925 Ankara Antlaşması öncesindeki dönemdir. Bu dönemin en belirgin özelliği henüz iki devlet arasında resmen barış tesis edilmemiş olmakla beraber her iki tarafın da gayri resmi diplomatik ilişkilerin kurulması yönündeki çabalan olmuştur. İkinci dönem ise iki devlet arasındaki barışın resmen tesis edildiği 1925 Ankara Antlaşmasını izleyen dönemdir. İki devlet arasında resmi diplomatik ilişkilerin başladığı bu döneme Osmanlı döneminden kalan sorunların ikili anlaşmalarla 25 On yedi no.lu Protokolde Sııp-Hırvat-Sloven D evleti’nin Antlaşması yürürlüğe girmeden önce, Antlaşmayı, Boğazlar Sözleşm esini, Trakya’ya ilişkin Sözleşm eyi, İkamet ve Yargı Yetkisi Sözleşm esini, Ticaret Sözleşmesini, kimi Ayrıcalıklara ilişkin Protokol’ü ve Belçika ile Portekiz’in katılması ile ilgili Protokol’ü imzalayabilmesi öngörülmüştür. Bkz. Soysal, a.g.e., s.70, 78; Protokol’ün tam metni için bkz. Sırp-Hırvat-Sloven Devleti’nin İmzasına İlişkin Protokol, bkz Soysal, a.g.e., s.212 218 çözümlenmesi ve karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesi çabaları damgasını vurmuştur. 1925 Ankara Antlaşması öncesindeki dönemde iki devlet arasında gayri resmi diplomatik ilişkilerin kurulması yönündeki çabalar Lozan görüşmelerinin başladığı günlerde ortaya çıkmıştır. Bu konudaki ilk girişimi başlatan Sırp-Hırvat Sloven Devleti Ankara’ya gayri resmi olarak gönderdiği temsilci aracılığıyla karşılıklı diplomatik ilişkilerin tekrar kurulmasını talep etmiştir. Ancak Ankara hükümeti bu meselenin her iki devletin Lozan’daki temsilci heyetleri arasında halledilmesinin uygun olacağını belirterek bu konuda uzlaşmacı bir tutum izlemiştir.26 Nitekim bu talebin Sırp-Hırvat-Sloven Devleti’nin Lozan’daki temsilcisi ve Dış İşleri Bakam Nintchitch tarafından Türkiye’yi Lozan’da temsil eden İsmet Paşa’ya bildirilmesi üzerine karşılıklı diplomatik mümessil atanması ve hemen siyasi ilişkilere geçilmesi kararlaştırılmıştn.27 Ancak, Lozan görüşmelerinin birinci aşamasında ortaya çıkan bu girişimler henüz barış antlaşması imzalanmadığı ve ilişkiler normale dönmediği için hayata geçirilememiştir. Lozan görüşmelerinin tekrar başladığı ikinci dönemde Sırp-Hırvat-Sloven Devleti Osmanlı Düyun-u Umumiye borçlarının taksimine muhalefetinden dolayı Lozan Antlaşması’m imzalamama kararını sürdürmekle birlikte Türkiye ile diplomatik ilişkilerini geliştirme arzusunu devam ettirmiştir. Ancak Lozan Antlaşması’nı imzalamamış olması iki devlet arasında 1914 26 Dilek, Mehmet Sait, “Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı ile Mustafa Kemal’in Diplomatik İlişkiler Kurması ve Aleksandar Karadjordjevic Açısından Türkiye”, https://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache: 1 geltDcRdgJ:edergi.atauni.edu.tr/index.php/ad/article/download/l 119/1112+mehmet+sait+di lek. s.268 27 Dilek, a.g.e., s. 269 219 yılında başlayan savaş durumunun resmen devam ettiği anlamına gelmekte idi. Buna rağmen Türkiye’nin de bu konuda istekli olması karşılıklı diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi yönündeki girişimleri hızlandırmıştır. Nitekim iki devlet arasındaki savaş durumuna resmen son veren 1925 tarihli Ankara Antlaşması (Dostluk ve Barış Antlaşması) imzalanana kadar ikili diplomatik ilişkiler önce mümessillik düzeyinde tesis edilmiş28 Antlaşma sonrasında ise elçilik düzeyinde kurulan resmi ikili ilişkilerin geliştirilmesi yönündeki girişimlere hız verilmiştir. 1925 tarihinde iki devlet arasında imzalanan 1925 tarihli Ankara Antlaşması her iki tarafın da 1914 yılında başlayan savaş durumuna resmen son vermek ve siyasal ilişkileri normalleştirmek arzusunun bir ifadesi olmuştur.29 İki ülke arasındaki ilişkilerin ikinci dönemini başlatan 1925 Ankara Antlaşması bir Barış ve Dostluk Antlaşması olarak iki devlet arasındaki sorunların halledilmesi için gerekli hukuki zemini yaratmanın ilk adımı olmuştur. 28 Lozan Antlaşması Sonrasında Tahir Lütfi (Tokay) B ey 4 Aralık 1924-24 M ayıs 1925 tarihleri arasında Belgrad’daki Polonya B üyükelçiliğine bağlı Türk konsolosu olarak görev yapmış, daha sonra Polonya büyükelçiliğine bağlı olmadan müm essil sıfatıyla 2 4 Haziran 1925 tarihine kadar Türkiye’yi tem sil etmiştir. Daha sonra bu görevi Y u su f Hikmek (Bayur) B ey Ankara Antlaşması’nm imzalandığı tarihe (28 Ekim 1925) kadar m üm essil sıfatı ile, bu tarihten sonra ise orta elçi sıfatı ile sürdürmüştür. Bkz. Soysal, a.g.e., s.83; Dilek, a.g.e., s.271 29 Bu amaçla iki ülke arasında dostluk antlaşmasını imza etmek üzere 18 Ekim 1925’te Türk D ışişleri Bakanlığı Müsteşarı Tevfik Kamil B e y ’e yetki verilmiştir. 28 Ekim 1925’te Ankara’da Tevfik kamil B ey ile Sırp-HırvatSloven D evleti tem silcisi M. Trajan Jivkoviç tarafından iki ülke arasında Dostluk Antlaşması imzalanmıştır. Bkz.Dilek, a.g.e., s.271 220 28 Ekim 1925’te imzalanan Ankara Antlaşmasının hükümlerine göre iki devlet ve ulus arasında barış ve dostluk egemen olacaktı; iki taraf da devletler hukuku kurallarına uygun biçimde diplomatik ilişkiler kuracaktı; oturma ve ticaret sözleşmeleri yapılacaktı. Bu maddelerden ayrı olarak Jivkoviç’in Tevfîk Kamil Bey’e verdiği mektupta özetle, SırpHırvat-Sloven hükümetinin antlaşma yürürlüğe girdikten sonra iki taraf arasındaki tüm sorunları gidermeye yönelik görüşmeler ve antlaşmalar yapılmasını kabul ettiği de bildirilmekte idi. Ankara Antlaşması’nm imzası sonrasında Yusuf Hikmet (Bayur) Bey 1926 Şubatında elçi şam ile güven mektubunu sunmuştur. Karşılık olarak Ankara’ya gönderilen ilk SırpHırvat-Sloven devlet temsilcisi Thomir Poptovich 21 Temmuz 1926 günü güven mektubunu sunmuştur.30 İki tarafın karşılıklı iyi ilişkiler kurma arzusu bu Antlaşmanın imzalanması ve resmi diplomatik ilişkilerin başlaması ile kalmamış iki devletin siyasi liderlerinin antlaşmayı takiben verdikleri güven mektuplarındaki olumlu açıklamalarla31 ve yeni ikili anlaşmalarla devam etmiştir. Başka bir deyişle iki savaş arası dönemde Türk-Yugoslav ilişkilerinin dostluk ve barışı tesise yönelik gelişimi daha 1925 Ankara Dostluk ve Barış Antlaşması öncesinde başlamış sonrasında da gelişerek devam etmiştir. Bu konudaki ilk girişim Yugoslavya’dan gelmiş olmakla birlikte Türkiye’nin iç ve dış 30 Soysal, a.g.e., s. 83 31. Nitekim Kral Aleksander İstanbul’da göreve başlayan elçisi için verdiği güven mektubunda iki ülke arasında siyasi ve iktisadi sahalarda ilişkilerin geliştirilm esi için çalışılacağını belirtirken, Mustafa Kemal iki taraf arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinin yararlı olacağı ve bunun medeniyetin bir gereği olduğunu belirtmiştir. Bkz. D ilek, a.g.e., s.271 221 barışı merkez alan güvenlik temelli dış politika seçeneği de ilişkilerin bu yönde gelişmesine olumlu katkıda bulunmuştur. Nitekim 1925 Ankara Antlaşması’nda iki ülke arasındaki sorunların karşılıklı görüşmeler ve anlaşmalarla çözülmesi konusunda varılan mutabakat da ilişkilerin olumlu bir zeminde yürüyeceğinin garantisi olmuştur. Öyle ki bu dönemde Müslüman azınlıklar konusunda ortaya çıkan bir takım anlaşmazlıklar bile bu ilişkilerin ciddi biçimde bozulmasına yol açmamıştır. 1925 Ankara Antlaşması Sonrasında Yugoslavya’daki Müslüman-Türk Azınlıkların Haklarına İlişkin Gelişmeler. 1925 Ankara Antlaşması Bir Barış ve Dostluk Antlaşması olarak Müslüman-Türk azınlıklar konusuna hiç değinmemekte idi. Ancak iki devlet arasındaki tüm sorunları gidermeye yönelik görüşmeler ve antlaşmalar yapma taahhüdü verilmiş olması bir anlamda Müslüman-Türk azınlığın haklarına ilişkin meseleleri devletlerin karşılıklı diplomatik ilişkilerine terk etmiş olması anlamına gelmekte idi. Nitekim bu tarihten sonra azınlıklar konusu iki devlet arasındaki diplomatik ilişkilere bağlı olarak gelişmiştir. Bu dönemde Türkiye ile Yugoslavya arasmda Müslüman-Türk azınlıklara ilişkin olarak iki konuda sorun yaşanmıştır. Bunlardan birisi Savaş döneminde Yugoslavya’yı terk ederek Türkiye’ye yerleşmiş bulunan Müslüman-Türk nüfusun geride bıraktığı emlak konusunda olmuştur. Yugoslavya hükümeti geri dönmelerine izin vermediği bu göçmenlerin emlakma el koymuş ve bazılarını da Sırp asıllı nüfus arasmda dağıtmıştır. Bu emlak bedellerinin asıl sahiplerine tazmin edilmesi meselesinin Türkiye’nin tüm diplomatik girişimlerine rağmen 222 1930’lu yıllara gelindiğinde halen çözümlenmemiş olduğu görülmektedir. Müslüman-Türk azınlıklara ilişkin bir başka konu ise bu dönemde Sırp ağırlıklı Yugoslav hükümetinin izlediği politikalardan bunalan Müslüman-Türk nüfusun Türkiye’ye yönelik göçleri olmuştur. 1920’ler ile 1930 Tarda yaşanan iki önemli göç dalgası, iki ülke arasında başka bir diplomatik konu olmuştur. Türkiye’ye yönelik göçün en önemli nedeni, Sırp hakimiyetli Yugoslav Krallığının Müslüman nüfusu asimile etmeye ya da göçe zorlamaya yönelik olarak uyguladığı iskan, tanm ve mülki taksimat politikaları olmuştur. Bunların yarattığı başta ekonomik olmak üzere siyasi ve sosyal sıkıntılar iki savaş arası dönemde Türkiye’ye yönelik göçleri tetiklemiştir. Birinci meseleye ilişkin olarak, Sırp-Hırvat-Sloven devletinin Balkan Savaşları sonrasında ve Büyük Savaş döneminde Yugoslavya topraklarından Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan Müslüman-Türk nüfusun geri dönmelerine izin vermediği gibi geride bıraktıkları ev ve arazilere el koyarak bunları Karadağ’dan gelen göçmenlere tahsis etmiş olması iki ülke arasında çözümlenmesi gereken öncelikli konulardan birisi olmuştur. Sırp hükümetlerinin ilki 1914 yılında olmak üzere sırasıyla 1919 ve 1921 tarihlerinde yaptığı hukuki düzenlemeler, bu türden istimlak politikalarındaki önemli adımlar olmuştu.32 1925 Ankara Antlaşması’m takiben Türk hükümeti bu konuya ilişkin olarak Belgrad’da ki diplomatik 32 B u düzenlemeler sırasıyla 1914 tarihli “Yeni kurtarılmış bölgelerin iskanına dair kanun hükmünde kararname”, 1919 tarihli “Tanm reformu doğrultusunda geçici önlemler” hakkında kararname; 1920 tarihli “Yeni Güney Topraklarının İskanı Hakkında Kararname” lerdir. Bkz. Malcolm, a.g.e., s.338. 223 temsilcileri33 aracılığıyla devamlı girişimde bulunmuş ve Türklere ait malların müsaderesine son verilmesi ve bunların gerçek sahiplerine iade edilmesi talebinde bulunmuştur. 1927 yılında Yusuf Hikmet Bayur’un elçiliği döneminde başlayan bu girişimler sonraki yıllarda da Belgrad’da görev yapan elçiler aracılığıyla sürdürülmüşse de 1929 yılma gelindiğinde bu konuda Sırp-Hırvat-Sloven hükümetinden net bir yanıt alınamamıştır.34 1929 yılının sonlarına doğru Sırp-Hırvat-Sloven Hükümeti kent ve köylerdeki Müslüman-Türklere ait mülklerin bir kısmını serbest bırakmakla birlikte, bölgedeki köylülere dağıtılmış olan Müslüman-Türklere ait geniş tımar arazilerini eski sahiplerine geri döndürmek gibi tepki yaratacak bir politikadan kaçınmıştır. Bu nedenle Türk hükümeti bu gayrimenkullerin parasal değerinin gerçek sahiplerine tazmini meselesi üzerinde ısrar etmiştir. Bunar bir çözüm olarak Yugoslavya’nın Ankara’daki elçisi kendi hükümetine bir teklif götürerek altı ay içinde Türkiye ile Yugoslavya arasında bir ticaret anlaşması yaparsa, Yugoslavya hükümeti meclisinden Yugoslavya mülk sahipleri ile Türk mal sahiplerinin eşit muameleye tabi olacağına ilişkin bir yasa geçirmesinin sorunu çözeceğini bildirmiştir. Ancak Türkiye, böyle bir yasa Yugoslav meclisinden çıkmadan önce Yugoslav Devleti ile herhangi bir ticaret anlaşması imzalamayacağım belirterek bu teklifi reddetmiştir. Türk 33 İki savaş arası dönemde Belgrad’da görev yapan Türk elçiler sırasıyla şöyledir. Y u su f Hikmet Bayur (23.02.1926-25.11.1928); Ayetullah Cemal Özkaya (30.11.1927-25.11.1928); A li Haydar Aktay (26.11.1928-03.08.1939) . Bkz. Yümlü, Murat, “Agah A kseFin Diplom atik Kariyeri ve Belgrad D önem ine Dair Değerlendirmeler”, History Studies, V o l.3 /1 ,2 0 1 1, s.255 34 Özgiray, Ahmet, “Türkiye-Yugoslavya İlişkileri”, http://www.egeweb2.ege.edu.tr/tid/dosvalar/XIV 1999/T ID X IV -1999-02.pdf.. s. 12 224 hükümetinin bu tavrının ardında Yugoslavya’daki Türklere en fazla mazhara layık muamelesinin uygulanmasını garantiye almak arzusu etkili olmuştur.35 1922 tarihli Santa Margarita Antlaşması ile Yugoslavya’daki Italyan vatandaşları için bu türden bir düzenleme getirilmişti.36 Buna karşın Yugoslav hükümeti aynı haklan Yugoslavya’daki Müslüman-Türklere de tanıyacak bir düzenlemeye istekli değildi. Bu durum iki ülke arasında ilişkilerin soğumasına ve Ankara’daki Yugoslav elçisinin görevinden istifa etmesine yol açmıştır.3738 iki ülke arasındaki bu soğukluk yaklaşık bir yıl sonra Ankara’ya yeni Yugoslav elçisinin atanmasına kadar devam etmiş olsa da konuya ilişkin müzakereler bu tarihe kadar Belgrad’daki Türk diplomatik temsilciliği aracılığıyla sürdürülmüş ancak bu konuda Yugoslavya hükümetinden net bir yanıt alınamamıştır. 38 1930 yılının ortalarında Ankara’da yeni Yugoslav elçisinin göreve başlaması ile ilişkiler yumuşamış olsa da tüm diplomatik girişimlere rağmen Yugoslav Hükümeti Türk-Müslüman nüfusun gayrimenkullerine ilişkin net bir adım atmak konusundaki isteksizliğini 1933 yılma kadar sürdürmüştür. Nitekim 1931 yılında Yugoslavya hükümetinin çıkardığı “Zirai Islahat Kanunu” o güne kadar “kararnameler” ve “önlemler” adı altında el konulan toprakların daha kapsamlı bir biçimde 35 Özgiray, a.g.e., s. 13 3623 Ekim 1922’de Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı ile İtalya arasında imzalanan bu antlaşmaya göre Dalmaçya İtalyanları şayet isterlerse İtalyan vatandaşlığına geçebilecekler ve Y ugoslavya’da sürekli olarak ikamet edebileceklerdi. Bkz. W atson-Seton, Christopher, Italy From Liberalisin to Fascism: 1870-1925, http://books.google.com .tr/books?id=nJkOAAAAQAAJ&pg=PA666&lpg=P A666&dq=yugoslavia-% 37 Y ugoslav elçisi M. Taditeh M ayıs 1929’da görevinden istifa etmiştir. Bkz. Özgiray, a.g.e., s.13 38 Özgiray, a.g.e., s. 13 225 istimlaki ve iskana açılmasına olanak vermekle kalmamış39, bu yasanın uygulanmasından zarar gören Müslüman-Türk nüfus arasında Türkiye’ye yönelik bir göç dalgasının başlamasına da neden olmuştur. Nitekim 1923-1933 tarihleri arasında Yugoslavya’dan Türkiye’ye 108.179 kişi göç etmiştir.40 Bu dönemde bir yandan Yugoslavya içindeki politik gelişmeler olduğu kadar Türkiye’nin diğer Balkan devletleri ile olan ilişkileri de Yugoslavya hükümetinin bu tavrında etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bu gelişmelere kısaca göz atmak gerekirse, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti’nin kurulması sonrasında bu devletin kurucu unsurları olan Sırp-Hırvat-Sloven gerginliğinin gündeme getirdiği federasyon tartışmaları ülkeyi ciddi bir siyasal istikrarsızlığa sokmuştur. Ülkeyi federasyon tartışmalarına açık hale getiren bu siyasi yapıya son vermek ve üniter yapıyı yerleştirmek için Kral Aleksander 1929 yılında Sırp-Hırvat-Sloven Krallığının adım Yugoslavya Krallığı olarak değiştirmiş ve anayasal krallık rejimini yıkarak, kişisel diktatörlük dönemini başlatmıştır. 41 Öte yandan bu dönemde Türkiye’nin İtalya ile resmi dostluğu ve Yugoslavya'nın iyi ilişkiler içinde bulunmadığı Bulgaristan ve Macaristan ile dostluğunu geliştirmesi iki ülke arasındaki ilişkilerde soğukluğa neden olmuştur.42 39 Malcolm, a.g.e., s.339 40 Öksüz, Hikmet, “Balkan Ülkelerinden Türkiye’ye Göçler ve Göç Sonrası İskan M eselesi (1923-1938)” http://e-derei.atauni. edu.tr/index.Dhv/ad/article/downlöad/1010/1009. s. 184 41 Jelavicı, Barbara, Balkan Tarihi II, Küre Yyn. İstanbul, 1999, s .166; Türkeş, Mustafa, “Y ugoslav D evleti’nin Kuruluşu ve Krallık Dönem i”, Balkanlar El Kitabı, C.II: Çağdaş Balkanlar, KaraM&Vadi yyn., Ankara, 2007, s.6 42 Özgiray, a.g.e.., s. 14 226 Ancak Yugoslavya’da krallık diktatörlüğünün kurulması sonrasında iç politik gerilimlerin artması nedeniyle dış politikanın önem kazanması iki ülke arasındaki ilişkilerin yumuşamasına yol açmıştır. Nitekim Türkiye ile. Yugoslavya arasında 1932 yılında imzalanan ve 1933 yılında yürürlüğe giren Afyon Antlaşması43 bu yumuşamanın bir göstergesi olmuştur. Daha da önemlisi Kral Aleksander’in 1933 yılında önce Bulgar Kralı ile yaptığı görüşme neticesinde karşılıklı dostluk üzerinde anlaşmaları ve hemen ardından Yunanistan, Romanya ve Türkiye’yi ziyareti ile başlayan bu dış politik açılım 1934 yılında bu ülkeler arasmda Balkan Paktı’nm imzalanması için gerekli zemini de yaratmıştır. Nitekim iki ülke arasmda bölgesel ittifaka doğru giden ilişkilerdeki yumuşama 1933 yılında gerek Müslüman-Türk göçmenlerin kabulü gerekse geride bıraktıkları malların tazmini meselesinin iki devlet arasmda imzalanan iki ayrı anlaşma ile çözüme bağlanmasıyla sonuçlanmıştır. Bunlardan birisi 27 Kasım 1933’te Ankara’da imzalanan “Dostluk, Saldırmazlık, Adli Tesviye, Uzlaşma ve Tahkim Antlaşması” diğeri 28 Kasım 1933 tarihinde Belgrad’da imzalanan “Mütekabii Mütalebatm Tesviyesine Müteallik Antlaşma" dır. Bunlardan birincisi iki ülke arasmda siyasi ilişkileri iyileştirmeye ilişkin iken İkincisi Yugoslavya’da kalan Türk emlaki sorunun çözümüne yönelik olmuş ve Yugoslavya hükümetinin bu malların bedeli olarak Türk hükümetine tazminat ödemesine karar verilmiştir.44 43 14 Nisan 1932’de imzalanmış v e 23 Kasım 1933’te onaylanmıştır. Bkz. , Özgiray, a .g .e ., s.9 ^Belirlenen tazminat miktarı 1.7 m ilyon dinar idi. Bunun 7 milyonu kredi şeklinde, ıo milyonu hazine bonosu şeklinde iki eşit taksitte ödenecekti. Yugoslavya'nın ödeyeceği bu tazminattan Yugoslavya’da mal bırakmış göçmenlerin payını belirlemek üzere Türk hükümeti bir komisyon kurmuş ve 227 Bir yandan Türkiye ile Yugoslavya arasındaki iktisadi, siyasi ve sosyal sorunları çözmeye yönelik ikili antlaşmalar öte yandan 4 Şubat 1934 yılında imzalanan Balkan Paktı iki ülke arasındaki dostluğu daha ileri bir düzeye taşımıştır. Nitekim iki ülkenin vatandaşlarına kendi ülkelerinde ikamet etme hakkı tanıyan 22 Aralık 1936 tarihli “İkamet Antlaşması” Türk-Yugoslav ilişkilerindeki gelişmeyi göstermesi açısından önemlidir. Bu antlaşmaya göre taraf ülkelerden her birinin vatandaşı diğerinin ülkesinde her türlü menkul ve gayrimenkule ülkenin kendi vatandaşlarının sahip olduğu kanunlar dairesinde tasarruf hakkına sahip olacak ve ticaret yapabilecekti.45 1933 yılından itibaren özellikle Müslüman-Türk nüfusun sorunlarına ilişkin meseleleri çözmeye yönelik bu girişimlerin de etkisi ile Türk-Yugoslav ilişkileri 1938 yılı öncesine kadar oldukça olumlu gözükmekte idi. Nitekim 1923-1933 arasmda Yugoslavya’dan Türkiye’ye yönelik göç yoğunluğunun 19331938 yılları arasında hızlı bir düşme eğilimine girdiği de gözlemlenmektedir.46 Ne var ki göçmen sayısındaki bu düşüşe rağmen Yugoslav hükümetinin öteden beri temel politikası olan Müslüman alacaklıların beyanname vermek suretiyle paradan alacakları miktarın tesbiti işlem ine 1935 yılının ikinci ayından itibaren başlanmıştır. Bkz.Öksüz, a.g.e., s. 184. 45 Türkiye Cumhuriyeti ile Y ugoslavya Krallığı arasmda aktedilen İkamet Mukavelenamesi, 22 Aralık 1936, Resm i Gazete ile neşir v e ilam: 22 Kanunuevvel 1936-sayı:3488 46 Nitekim 1923-1938 yıllan arasmda Y ugoslavya’dan Türkiye’ye göç eden toplam 115.273 kişiden 108.179’u 1923-1933 yılları arasmda göç etmiştir. Geri kalan göçm en sayısının izleyen yıllardaki dağılımı ise, 1934 yılında 3,129 kişi, 1935’de 3,489 kişi, 1936’da 250 kişi, 1937’de 65 kişi, 1938’de 71 kişi olarak belirtilmektedir. Bkz. Öksüz, a.g.e., s. 185 228 Arnavutları göçe zorlamak için uyguladığı baskıcı politikalar, Türkiye’ye yönelik göç eğilimini canlı tutmuştur. Bunun yanı sıra, Yugoslav hükümetinin Müslüman Arnavutları resmi kayıtlarında Türk olarak göstermiş olması bu nüfusu Yugoslavya’dan topluca atma planlarının önemli bir ayağım oluşturmakta idi. Bu durum daha 1933 yıllarından itibaren iki ülke arasında önemli tartışmalara neden olmuş Türkiye’ye kabul edilecek göçmen sayısı konusunda pazarlıklar yapılmıştır. Türkiye’ye kabul edilecek göçmen sayısı konusundaki tartışmalar 11 Temmuz 1938 yılında iki devlet arasında imzalanan bir antlaşma ile bir sonuca bağlanmıştır. “Yugoslavya’daki Türk Uyrukluların Türkiye’ye Göç Antlaşması” adı altında imzalanan bu antlaşmaya göre Türkiye aile başına 500 lira karşılığında 40.000 aile alacaktı. Yine Yugoslav hükümetinin oluşturacağı bir komisyon göçmen listesi hazırlayacak ve göç edenlerin emlaki derhal devlet mülkiyetine geçecekti. Bütün bu sürecin 1939’dan 1944 arasındaki altı yıllık bir sürece yayılması planlanmıştır. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nm başlaması bu antlaşmanın hayata geçirilmesini engellemiştir.47 SONUÇ: 1912-1913 Balkan Savaşları sonrasında gündeme gelen Yugoslavya topraklarındaki Müslüman-Türk nüfus bakiyesinin haklarına ilişkin en ayrıntılı düzenleme 1914’te Sırbistan ile Osmanlı Devleti arasında imzalanmış olan İstanbul Muahedesi olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nm bitiminde Sırp-HırvatSloven Krallığı olarak kurulan Yugoslavya Devleti’nin imzalamış olduğu 1919 tarihli St.German Antlaşması Müslüman azınlıklara kolektif haklar tanımak açısından özünde 47 Malcolm, a.g.e., s.344 229 1914 Muahedesi ile çatışmamakla birlikte bir kolektivite oluşturmaması ve bir grup fikrini getirmemesi açısından bu halkın haklarını yeterince güvence altına alamamıştır. Öte yandan bu anlaşma azınlık haklarını Milletler Cemiyeti Sistemi içinde uluslararası bir örgüt denetimi ve güvencesi altına koymakla birlikte hak ihlalleri konusunda yapılan şikayetler karşısında Milletler Cemiyeti’nin ulusal yetki alamna karışmamaya özen göstermesi azınlıklara yönelik asimilasyonist politikaların engellenmesini zorlaştıran bir faktör olarak bu anlaşmalarm en zayıf noktasını oluşturmuştur. Lozan sürecinde Yugoslavya Devleti ile Türkiye arasında azınlıklar konusunda sımrdaş Bulgaristan ve Yunanistan ile yapıldığı türden bir düzenlemenin yapılmamış olmasının yanı sıra, Yugoslavya’nın Lozan Antlaşması’m imzalamamış olması Yugoslavya’daki Türk azınlığın haklarına ilişkin düzenlemelerin kaderini iki ülke arasındaki ikili ilişkilerin gelişimine terk etmiştir. Nitekim iki ülke arasındaki savaş durumuna resmen son veren 1925 tarihli Ankara Antlaşması’na kadar iki ülkenin karşılıklı ilişkilerdeki öncelikli hedefleri devletler düzeyinde iyi ilişkilerin kurulması yönünde olmuş ve bu da gayri resmi diplomatik ilişkilerle yürütülmüştür. 1925 Ankara Antlaşması sonrasında iki ülke arasındaki dostluğun geliştirilmesi yönünde yapılmış antlaşmalar hız kazanmakla birlikte, bunlar daha çok askeri, ticari ve diplomatik düzeyde olmuştur. Yugoslavya’daki imparatorluk bakiyesi topraklardaki Müslüman-Türk nüfus bakiyesine ilişkin sorunlar ise, daha çok Yugoslavya’dan Türkiye’ye yönelik göç dalgasının gündeme getirdiği sorunlar çerçevesinde ikili ilişkilerdeki temel meselelerden birisi olmuştur. Bu nedenle 230 Yugoslavya’daki Müslüman-Türk nüfus bakiyesine ilişkin düzenlemeler Yugoslavya’dan Türkiye’ye göçü engelleyecek şekilde bu nüfusun Yugoslavya içindeki yaşam koşullarını ve haklarını koruyup gözeten düzenlemeler olmaktan ziyade, göçmenlerin geride bıraktıkları mal varlıklarının tazmini ya da göç alma ya da göç verme koşullarının belirlenmesi şeklinde olmuştur. Nitekim iki savaş arası dönemde Yugoslav hükümetinin özellikle Müslüman Arnavutları topraklarından uzaklaştırmak için izlediği politikalar Türkiye’ye yönelik göç eğilimini sürekli canlı tutmuştur. Bu da azınlıklara ilişkin olarak iki ülke arasındaki temel tartışmanın Yugoslavya’daki Müslüman-Türk azınlığın oradaki yaşam koşullan ve azınlık haklarından ziyade Türkiye’ye göç şartlan üzerinde odaklanmasına yol açmıştır. Bu açıdan, Türk-Yugoslav ilişkilerinde, iki savaş arası dönemin 1938’de imzalanan göç antlaşması ile kapanmış olması bu açıdan pek şaşırtıcı değildir. Her ne kadar bu anlaşma savaşın başlaması nedeni ile hayata geçirilememiş olsa da, II. Dünya Savaşı sonrasında Yugoslavya’da kurulan Sosyalist Federal rejimin Türkiye’ye yönelik göç eğilimlerini canlı tutacak politikalar izlediği görülecektir. Nitekim, ekonomik, sosyo­ kültürel, dini ve diğer nedenlerin yol açtığı bu göç eğilimine yönelik olarak iki devlet arasında bulunan tek çözüm Türkiye’ye yeni bir göç dalgasını başlatacak ve dramatik sonuçlar doğuracak olan 1950 tarihli “Serbest Göç Antlaşması” olacaktır. 231 KAYNAKÇA Can, Mehmet, “Freedom of Religion for Müslim Minorities in Balkans and in European Union in the Light of Ottoman-Serbian Agreement of March 1914”, http://www.ius.edu.ba/mcan/CPAPERS/CPDF/Freedom%20of%20Re ligion%20paper.pdf. Dilek, Mehmet Sait, “Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı ile Mustafa Kemal’in Diplomatik İlişkiler Kurması ve Aleksandar Karadjordjevic Açısından Türkiye”, http://e-dergi.atauni.edu.tr/index.php/ad/article/download/l 119/1112. Erim, Nihat, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, C.I, (Osmanlı İmparatorluğu Antlaşmaları), TTK Basımevi, Ankara, 1953 Jelavic, Barbara, Balkan Tarihi II, Küre Yyn. İstanbul, 1999 Malcolm, Noel, Kosova, Balkanları Anlamak îçin, Sabah Kitapları, İstanbul, 1999, Oran, Baskın, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yyn., Ankara, 1986, Öksüz, Hikmet, “Balkan Ülkelerinden Türkiye’ye Göçler ve Göç Sonrası İskan Meselesi (1923G938)” httv://e-dersi.atauni.edu.tr/index.phv/ad/article/download/1010/1009 Özgiray, Ahmet, “Türkiye-Yugoslavya İlişkileri”, http://www.egeweb2.ege.edu.tr/tid/dosvalar/XIV 1999/TIDXIV-199902.pdf Soysal, İsmail, Tarihçeleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları, I.Cilt (1920-1945), TTK Basımevi, Ankara, 1989 Treaty Between Great Britain, Austria-Hungary, France, Germany, Italy, Russia and Turkey. (Berlin). Modem History Sourcebook: The Treaty of Berlin, 1878, Excerpts on Balkans, http ://www. fordham. edu/halsall/mod/1878berlin.asp the Treaty of Peace Between the Principle Allied and Associated Powers and the Serb-Croat-Slovene State, http://ungarisches-institut.de/dokumente/pdfy19190910-3 .pdf Türkeş, Mustafa, “Yugoslav Devleti’nin Kuruluşu ve Krallık Dönemi”, Balkanlar El Kitabı, C.II: Çağdaş Balkanlar, KaraM&Vadi yyn., Ankara, 2007 232 Türkiye Cumhuriyeti ile Yugoslavya Krallığı arasında aktedilen İkamet Mukavelenamesi, 22 Aralık 1936, Resmi Gazete ile neşir ve ilanı: 22 Kanunuevvel 1936-sayı:3488 Watson-Seton, Christopher, Italy From Liberalism to Fascism:18701925, http://books.google.com.tr/books?id=nJkOAAAAQAAJ&pg=PA666 &lpg=PA666&dq=yugoslavia-% Yümlü, Murat, “Agah Aksel’in Diplomatik Kariyeri ve Belgrad Dönemine Dair Değerlendirmeler”, History Studies, Wol.3/1,2011, 233 BALKAN SAVAŞLARI ve RUM ELİ’NİN KAYBI Mustafa Bereketli İstanbul Adalar Belediyesi Balkan Ülkeleri ile İlişkiler Başkanlık Danışmanı 1838 Osmanlı-Ingiliz Ticaret Antlaşması imzalanmadan çok önce 1790 yılında David Sutherland yazdığı raporda, OsmanlI’yı şöyle analiz ediyordu. Ortada çok sevindirici bir durum bulunmaktadır. O da Türklerin ticaretle uğraşmamalarıdır oysaki sahip oldukları İmparatorluk kendilerine bütün bu imkanları sağlamıştır. Bizler bu zengin toprakların ürettiği mallara sahip olmadan yapamayız. Çünkü bizlerin zengin olabilmemiz için, bu zenginliklerden istediğimiz gibi yararlanmamıza müsaade etmekteler. ( Çağdaş Türk Diplomasi’si 200 yıllık Süreç s.49 A.İ.Bağış ) Dış Ticaret ile Borç Antlaşmalarının Ekonomik ve Siyasi Sonuçları: Osmanlı İmparatorluğu’nun 19.yüzyılm ikinci yarısında dış borçlanma nedenleri,devleti borçlanmaya iten iç ve dış faktörler, borçlanma sebebiyle giderek derinleşen mali bunalımlar, verilen kapitülasyonlar, dış ticaret antlaşmaları, kapitalist Avrupa sermayesi OsmanlI'yı nasıl yarı sömürge bir devlet haline getirdiği bir buz dağının güneş nedeniyle çözülmesi gibi, Osmanlı Devleti'nin yenilgiyle sonuçlanan savaşlar yüzünden sürekli toprak kaybı, kısaca dünyanın en büyük împaratorluğu’nun tarih sahnesinden silinmesine neden olur. 1838 BALTA LİM ANI ANTLAŞMASI İkinci Mahmut'un son günlerinde Mehmet Ali Paşa gailesi sebebi ile İngiltere'nin en önemli kazançlarından biri 16 234 Ağustos 1838'de imzalanan Osmanlı - İngiliz Ticaret Antlaşması olmuştur. Antlaşma gereği, İngilizler Osmanlı İmparatorluğu'nda yetiştirilen ve işlenen her türlü malı satm alacaklar, inhisarlar " Yed-i Vahit " tamamen kaldırılacaktı. Bu Antlaşma ile Osmanlı Devleti ticarette bağımsızlığını kayıp ediyordu. İlkin İngiltere ile imzalanan 1838 Ticaret Antlaşması İngiliz tacirleri, dışsatım vergileri ve iç gümrük vergilerinden muaf tutmuş, daha sonra aynı Antlaşma ile bu ayrıcalıklar, 183 8’ de Fransa'ya, 18 Mayıs 1839’ da Lübeck, Bremen ve Hamburg şehirlerine, 2 Eylül 1839 Sardunya, 1840’ da İsveç, Norveç, 2 Mart İ840 İspanya, 19 Mart Hollanda, 1 Mayıs 1841 Danimarka, 7 Haziran Toskana, 7 Haziran 1841, 18 Alman Devleti adına Prusya ve Belçika’ya verilecek. Dış ticarette karşılaştırma yapmak için yenileyelim. Kapütilasyonlar ile dış alımda alınan gümrük vergisi ( Malların değeri üzerinden )%3 olarak saptanmış, bu ülkelerin uyruklarından olan tacirler ülke içerisinde yaptıkları ticarete vergi ödemezlerdi. 1838 Ticaret Antlaşması’na değin yed-i Vahit usulüne göre ipek, pamuk ve bakır gibi hammaddeler, tahıl, zeytinyağı gibi ürünlerin gerektiğinde dış satımı yasaklanıyor, izin verildiği zaman da talebe göre vergiler artırılıyordu; Zeytinyağı ve tahıldan alınan gümrük vergisi %33 değin yükseltiliyor, yapağı ve ipekten alman vergi%5'ten %15'e çıkartılabiliyordu. 1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşmasıyla antlaşma yapılan ülkelerin tacirlerinden, dış satıma ( İhracat'a ) konu olan ürünlerden gümrük alınmaz, benzer biçimde, iç gümrükten alman vergilerden de, ticaret antlaşması yapılan ülkelerin tacirleri de muaf tutulmuştu. Örneğin, Amasya'da üretilen ham ipeğin, Bursa'ya nakli sırasmda, bir bölgeden bir ötekine geçerken alman iç gümrük ( ki birkaç bölge geçiliyordu ) yerli tacirden almıyor, yabancı tacirden alınmıyordu. 235 Kapitülasyonlar ve 1838 Ticaret Anlaşmasıyla devletin gümrüklerden aldığı vergiler büyük ölçüde azalmış bunlar haksız rekabet ortamı yaratmaktaydı ve içerde ticaret ve zanaatla uğraşan Osmanlı tebaasmı olumsuz etkiliyor Rumeli, Anadolu ve İstanbul’ da onlarca işletmenin kapanmasına neden oluyordu. 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin mütekabiliyeti olmayan ticaret antlaşmaları yapması hiç şüphesiz sanayileşmesi ve geri kalmasına neden olan başlıca sebep olmuştur. Ayrıca 1838 Ticaret Antlaşması İmparatorluğun İktisadi ve Siyasal çöküşünü hazırlayan en önemli etkeni oluşturmaktaydı. (Bu dönemde İngiltere'nin İstanbul büyükelçisi olan meşhur İngiliz Başkanmm yeğeni Stratford Canning 1838 0smanlıİngiliz ticaret antlaşmasını imzalamaya muvaffak olmuştur. Bu antlaşmanın haberleri Londra'ya vardığında Lord Palmerston OsmanlI'nın namütenahi imtiyazları karşısında hayretini gizlemeyerek hiçbir devletin kendi çıkarlarını böylesine alt üst edemeyeceğini söylemiştir. ) a.g.e. s.51 1845 yılma kadar geçen yedi sena zarfında Osmanlı ithalatı beş katma artmış, buna karşılık ihracat da iki misli artış olmasına rağmen büyük bir ödeme açığı ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu olarak Merkez Bankası’na sahip olamayan Osmanlı İmparatorluğundaki bütün altın, gümüş ve hatta hakir paralar dahi tediye ( Borç ) açığını kapatmak için dış ülkelere gitmişti ( Kazgan/1995 1 ). Osmanlı Devleti dış ticaret açıklan ödemelerini 1854 Kırım Savaşı’na kadar dış borç almadan yapmıştır. Borçlanma: Fakat 1854 - 1856 Kınm Savaşı sonrası büyük bir mali sıkıntı ortaya çıkmış savaş giderleri'nin karşılanması için. İngiltere ve Fransaya başvurularak ilk defa %6 faizli 3.300.000 altm 236 Ösmanlı lirası dış borç alınmıştır. Ancak ele geçen meblağ 2.600.000 altın Osmanlı lirasıdır. Aradaki farkı aracılık yapan Levantenler, Yahudi, Rum ve Ermenilerden oluşan Galata Bankerleri almaktaydı. Ayrıca İngiltere borç vermek için şart koşuyordu, İngiliz tebaalı tacirlerin Osmanlı topraklarında taşınmaz varlık satın alımı için izin verilmesini istiyordu. Osmanlı İngiltere’nin bu şartım da kabul ederek yerine getirecekti. Dış borç almamak için uzun süre direnen, ancak Kırım Savaşı sebebiyle dış borç alma zorunda kalan Osmanlı böylece finans kapitalin ağma düşüyordu. Daha sonrası yıllarda borçlanma devam etmiş, 1854’ten sonra yapılan dış borçların çoğu ya savaş giderlerinin karşılanmasında ya da daha önce yapılan borçların anapara ve faiz ödemelerinde kullanılmıştır. Böylece alman borçların üretime yönelik yatırımlarda kullanılmaması kaynak yetersizliğine yol açmış, bu durum borçlanmayı daha da tetikleyerek OsmanlI’yı büyük bir borç batağına sürüklemiştir. Lüks Tüketim ve İsrafa Yönelme: Dış borçların sürekli artması karşısında Osmanlı hanedanı mensuplan ihtişam, lüks tüketim ve yaşayış tarzından hiçbir taviz vermemişlerdir. Bu dönemde 2.800.000.- İngiliz lirası harcanarak Dolmabahçe Sarayı yapılmışta (1856). Padişah Dolmabahçe Sarayı ile batıya, “bakınız, Osmanlı ölmedi dimdik ayakta duruyor mesajını veriyordu.”. Ancak 1854 yılında başlayan Kırım Savaşı nedeniyle, Osmanlı Devleti Avrupa’dan borç almak zorunda kalmıştır. Bu tarihten sonra devam eden borçlanma sebebiyle, Osmanlı Devleti büyük bir mali bunalım içersine girmiş, alman dış borçların anapara ve faizini dahi ödeyemez duruma düşmüştür. Saray mensuplarının giderek artan masrafları ve lüks tüketimi, dış borçların daha çok artmasında rol oynayan en önemli faktörlerinden biridir. Örneğin, “şehzade’lerden” biri için ısmarlanan pırlanta kakmalı bir altın sofra takımı ve ihtişam bakımından misli görülmemiş olan bir saltanat arabası III.Napolyon’un dikkatini çekmiş ve 237 durum sadrazam Fuat Paşa tarafından Abdülmecit’e iletilmiştir” (Morawitz, 1978: 20 21 ). Bu dönemde Bati ülkelerinin sanayileşmesi o ülkelerin devlet gelirlerinin artmasına olanak sağlarken, Osmanlı Devleti ayni gelişim düzeyinin çok altmda kalmıştır ve Osmanlı Devleti’nin gelirleri aynı oranda artmamıştır. Bati Avrupa’daki ekonomik gelişmenin ortaya çıkardığı nakdi sermaye birikimi sermayesini götürecek kârlı yerler ararken, doğal olarak Osmanlı Devleti’nin gözünden kaçmamıştır. Bu dönem boyunca Osmanlı Devleti de bu sermayeye muhtaç olduğu için, Avrupa ülkeleri ile Osmanlı Devleti arasında giderek artan ve kısa zamanda büyüyen bir borç alma devri başlamıştır. Diş ticaret anlaşmaları ile birlikte ortaya çıkan diş ticaret açığı, sürekli artan Saray harcamaları ve Kırım Savaşı’mn neden olduğu harcamaların artışı sonucu dış borca başvurulmuştur. Ancak bu borç alınmadan, yani 1840’li yıllardan itibaren Avrupalı sermaye sahipleri ve Avrupa devletlerinin temsilcileri, ekonomik sorunlara çözüm olarak dış borçlara başvurulması konusunda merkezi bürokrasiye sürekli baskı altmda tutmuşlardır. Yukarıda açıklandığı gibi, dış ticaret hacminin genişlemesi sonucunda dış ticaret açıklarının sürekli büyümesi ve içeride devlet bütçesinin artan açıklarının birleşmesiyle ülke o zamana kadar karşılaşmadığı bir mali krizle yüz yüze kalmıştır. Dış Borçlanmanın Ekonomik ve Siyasi Sonuçları: İngiltere ve Fransa başta olmak üzere batılı ülkeler, Osmanlı’mn yıkılması için özellikle ekonomik özgürlüğünün yok edilmesi, dışarıya bağımlı, borçla varlığım sürdüren zayıf ve güçsüz bir devlet olmasım arzu ediyordu. Bu gaye ile yüzyıllarca fırsat kollamışlardır. Ortaya çıkan çok küçük fırsatlar bile değerlendirilerek devletin mali bakımdan denetim altına alınması için girişimler yapmışlardır. Mali kontrolün ele geçirilerek ekonomik bağımsızlığın kaldırılması 238 batılı ülkeler için çok önemliydi. 1838’de İngiltere ile yapılan ticaret antlaşması ile tanınan ayrıcalıklar, Avrupa’nın diğer sanayileşmiş ülkelerine de verildikten sonra, 1845 yılma kadar geçen yedi yıl zarfında Osmanlı ithalatı beş kat artmış, buna karşılık ihracatta iki misli artı olmasına rağmen büyük bir dış ticaret bilançosu açığı ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devleti dış borç almamak için uzun süre direndi, yabancı ülkelerden dış borç alınması geleneklere aykırı ve onur kinci olarak kabul ediliyordu. “Öte yandan Şeyhülislam fetvası ile de dış borcun mekruh olduğu ilan edilmiştir.” (Çezar,1986: 137). Ancak ekonomik ve mali sıkıntılar OsmanlI’nın tüm direncini kırmış. Osmanlı tarihteki ilk dış borçlanmasını 1854 Kram Savaşı’mn finansmanı için yapıyordu. Bu amaçla İngiltere’den 3 milyon sterlin borç alındı. Anlaşma gereği, savaş giderlerine harcanması için verilen parayla ilgili koşulların yerine getirilip getirilmediğini kontrol etmek için İngiltere ve Fransa 2 komiser tayin etme hakkını elde ediyordu (Blaisdell, 1940:43 44 ). Böylece borçla birlikte Osmanlı mâliyesi üzerinde denetim başlamış oldu. İlk borçlanmayı diğerleri takip etti ve 1874 yılma kadar toplam 16 ayrı borç antlaşması yapıldı, bunlardan 127 milyon lira sağlandığı halde, 239 milyon lira borçlanıyordu. Bu borçlarm en önemli özelliği borç faizlerinin toplamı mali gelirlerin % 25’ini oluşturmasıdır. Gelirin %25’ini götüren faiz 1865’ten itibaren Osmanlı’yı alarma geçirdi. Nihayet Osmanlı Devleti 1875’de moratoryum ilan ederek vadesi gelmiş dış borçlarm ödenmesini belli bir süre içinde geçici olarak durdurdu. Bu amaçla 1875'in Ramazan ayında ( 6.10.1875 tarihli kararname) ’Ramazan kararnameleri' ismiyle yeni önlemler aldı. Bu kararnamelerde borç faizlerinin yansının ödeneceği, geri kalan yarısının da tahville yani kağıtla ödeneceği belirtiliyordu. Ayrıca bir altının değeri 235 kuruştu ve bu değer bir anda 900 kuruşa çıkanldı. Yani bugünkü terminolojiyle Osmanlı devalüasyon yapmak zorunda kalmıştı. 239 1875 yılında alman bu tedbirler yeterli olmayınca, 1876 Nisan ayında bütün borçların anapara ve faiz taksitleri ödemelerine son verildi. Özellikle 1874’te ihracat geliri 19 milyon sterlinken kısa vadeli borcun 16 milyon sterline ulaşması, oysa hükümet gelirinin 22.5 milyon sterlinde kalması, moratoryumun en yakın nedeniydi (Kıray, 1993: 145). Ayrıca 1869-1875 arasındaki 6 yılda alman borç tutarı, 1854-1868 arasmdakinin iki katma varmıştı (Pamuk, 1984 : 55 56). Bu durum 20 Aralık 1881 tarihli “Muharrem Kararnamesine” kadar devam etti. 1879 yılında yeni tedbirler almması amacıyla “İdare-i Rüsum-u Sitte” çıkarıldı. İmparatorluğun en önemli gelir kaynaklan olan tütün, şeker, tuz, ispirtolu içkiler, ipek gibi gelir kaynaklarından alman vergiler, Galata Bankerlerine bırakıldı. Bir müddet sonra İngiliz ve Fransız hamiller birleşerek borçların tasfiyesi için Osmanlı İmparatorluğu’na baskı yapmaya ve projeler hazırlamaya başladılar. Bu amaçla, yeni bir yöntem olarak 20 Aralık 1881 tarihinde Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. Duyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulması Osmanlı Devleti dış borçlannı ödeyemez durumda olduğunu ilan edince, alacaklı finans kurumlannm bağlı oldukları hükümetlerin baskısı ile tayin edilen temsilciler 1881 Eylül ayında İstanbul’a geldiler. Bu şuada devletin başında II. Abdülhamit vardı, Osmanlı’mn dış borcu 252 milyon 801 bin 885 altın Osmanlı lirasını bulmuştu, Osmanlı hükümeti ile yapılan müzakereler neticesi yapılan antlaşmayla 20 Aralık 1881 (28 Muharrem 1299) tarihinde ünlü “Muharrem Kararnamesi” ilan edildi. Bu kararname ile bir dizi vergi gelirlerinin alacaklılara terk edilmesi, dış borçların tam bir dökümünün yapılarak borç miktarının belirlenmesi, vergi gelirlerinin tahsili ve borç yönetimi için alacaklı ülkeleri temsil eden kişilerden oluşan bir kurulun idaresinde “Duyun-u Umumiye İdaresi” kuruldu. Bu kavram aynı zamanda “Genel Borçlar İdaresi” anlamına geliyordu. 240 “1881 yılında Muharrem kararnamesi ile Osmanlı borçlarının konsolide edilip yeni tahviller çıkarılarak eski alacaklıların hakları son kuruşuna kadar gecikme faizleri ile korundu. Ama nasıl? Bugünkü ekonomik ve politik anlayışa göre Osmanlı Devleti ’nin bağımsızlığını tartışma konusu yapacak bir Duyunu Umumiye idaresi kurularak” (Kazgan, 1995: 2). Antlaşmaya göre hükümetin, idareye yardımda bulunmak ve onu himaye etme mecburiyeti vardı. Doğacak ihtilaflarda hakemlere müracaat edilecek, ancak hakemlerin verdiği kararlar temyiz yolu açık olmayan kesin kararlar olarak kabul edilecektir. Duyun-u Umumiye İdaresi, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Avusturya ve Galata Bankerlerini temsilen 7 üyeden oluşmuştu. Osmanlı Bankası ve Osmanlı Devleti İdare Meclisi’nde yer aldılar. Başkanlığı önce sırayla İngilizler ve diğerleri yapmışlardır. Duyun-u Umumiye İdaresi’ne “Rüsûm-u Site” denilen vergilerin tahsil yetkisi verilmişti. Osmanlı Devleti bu tarihten itibaren adeta iki bütçeli ve iki Maliye Bakanlığı olan bir devlet haline geliyordu. 1911 yılında Osmanlı Maliye Bakanlığı ’nın 5472 çalı şanı vardı, buna karşılık Duyun-u Umumiye idaresinde 9000 kişi çalışıyordu (Ülman, 1972: 64 66 ). Duyun-u Umumiye dairesi devlet gelirlerinin % 31.5’ini kontrol eden bir kurum haline gelmişti. Rüsûm-u Sitte içinde özellikle tütün geliri üzerinde en fazla durulan kaynak olmuştur. Bu nedenle Düyun-u Umumiye yönetimi tütün geliri için Fransız “Reji” şirketini kurdu. Reji idaresi arkasındaki Düyun-u Umumiye gücüne dayanarak işlerini istediği biçimde yürütüyordu. Hükümet Reji şirketine müdahale edemiyor, Reji şirketi karşısında aciz kalıyordu Reji şirketine memur olmak inanılmaz imtiyazlara sahip olmak anlamına geliyordu. Reji şirketinde çalışan memurlara verilen maaş son derece yüksekti. Reji idaresi kaçakçılarla savaşmak için devletin kolluk kuvvetlerine güvenmeyip kendi güvenlik gücünü kurmuştu. Fransız (Reji) şirketinin kolluk kuvvetleri, kaçakçılarla 241 mücadelede acımasız tavrı ile istenilen etkinliği sağlamıştı. Tütün kaçakçılığım önlemek için görevlendirilen Reji kolluk kuvvetleri Anadolu’da yaklaşık 9000 kişiyi öldürmüş, koskoca Osmanlı Devleti bu olaylan soruşturmaktan aciz kalmış. Ve bu şirket kapitalizmin vahşi kurallarını hiç acımadan Osmanlı halkına uygulamıştır. Fransız “Reji” şirketinin kurduğu jandarma müfrezeleriyle estirdiği baskı havası ve çevirdiği “entrika”lar ileriki yıllarda güçlü tepkilerin kaynağı oldu. Bu idareyle birlikte dış borçlar azalacağı yerde daha da artarak devam etmiştir. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte milli sanayi, milli bir ekonomi anlayışı benimsenmek istenmesine rağmen, bu amaçla yapılan uygulamalardan bir sonuç çıkmamıştır . (Avcıoğlu,1968 : 65 67) 1914 yılında başlayan birinci Dünya Savaşı nedeniyle ortaya çıkan ekonomik tahribat ise Osmanlı’nm her şeyini alıp götürmüştür. 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması’yla birlikte artık bir cihan imparatorluğu değil batılı ülkelerin her alanda egemenliğini kabullenmiş bir devlet vardır. Sanayileşme Atılımı Nasıl Engellendi? 15 ve 18. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu dünyanın en gelişmiş ülkesidir. Bu yıllarda Avrupa’da yaşayan, insanlar Anadolu’ya göç etmek hayaliyle yarışıyordu. Osmanlı Devleti’nin ekonomisi genel olarak tanma dayanmakla birlikte, Osmanlı’da gemi yapımı, çinicilik, dokumacılık, el sanatları oldukça ileriydi. Osmanlı Devleti 18. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da başlayan sanayileşme devrimine adapte olamadı bu nedenle sanayide makine gücünün kullanıldığı bir sanayi kuramadı. El emeğine dayalı mevcut yerli sanayi de Batı Avrupa ülkelerinin rekabeti karşısında hızla gerileyerek kısa süre içinde çökmüştür. Sanayileşme atılımmda özellikle verilen yabancılara verilen kapitülasyonlar, başta İngiltere ile olmak üzere imzalanan dış ticaret antlaşmaları ve dış borçlar bunda 242 önemli derecede etkili olmuştur. Özellikle Adam Smith’in Liberal iktisadi kurallarının 1838 İngiliz Ticaret Antlaşması’yla OsmanlI’ya baskı altında uygulanmaya çalışılması sanayinin daha doğmadan ölmesine yol açmıştır. “Balta Limanı Ticaret Antlaşması (16 Ağustos 1838), buharlı dokuma tezgahlan, çırçır makineleri, elektrik motoru ve jeneratör üretimdeki yerini aldığı, elektrikli yolcu trenleriyle ticaretin hızlandığı, silindir baskı makineleriyle, elektirikli telgrafla haberleşmenin yaygınlaştığı bir dönemde imzalanmıştır” (Miniba, 2004: 17). Bu anlaşma OsmanlI’nın kapitalizme eklemlenme sürecinin başlangıç aşamasıdır. Yapılan antlaşmalarla verilen tavizlerin yabancı girişimcilere sağladığı ayrıcalıklar karşısında yerli girişimciler ya piyasadan çekilmek ya da yabancılarla işbirliği yapmak zorunda kalmıştır. Osmanlı Devleti’ni kendisine geniş bir tüketim ve hammadde pazarı olarak gören Avrupalı kapitalistler, bir taraftan mallarını satarken, diğer yandan kendi aralarında kurdukları şirketlerle ulaştırma, endüstri, bankacılık, kamu hizmetleri ve hatta tarım alanlarına yatırımlar yaparak, Osmanlı împaratorluğu’ndaki geniş yatınm fırsatlarını iyi bir şekilde değerlendirmişlerdir. Sonuç olarak ülkede limanlar, demiryolları, elektrik, havagazı, su, tütün işletmeleri, çeşitli madenler ve fabrikalar, Avrupalı girişimciler tarafından işletilmeye başlanmış. Osmanlı Devleti, sanayileşmiş batılı ülkelerin açık pazarı haline gelmesine engel olamamıştır. II. Meşrutiyet’in ilanıyla ekonomik gelişme için sanayileşmenin gerekli olduğu düşüncesi ve 1913 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu Sanayileşme açısından bir işe yaramamış, beklentileri karşılamakta çok yetersiz kalmıştır. 1915 sayımına göre Osmanlı sanayinde Türkler sermayedar ve işçi olarak % 15 oranında yer tutarken, yabancılar (Rum, Ermeni, Yahudi vb.) % 85 oranında bir paya sahiptir” (Karluk, 1997 : 196). 243 Dış B o r ç M ira sı: Osmanlı împaratorluğu’nun tasfiyesinden sonra yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne OsmanlI’dan aşın bir borç yükü miras kalmıştır. Atatürk Türkiyesinde yeni bir ekonomik yapı meydana getirmek için büyük bir gayret sarf edilmeye başlanmış. Ancak devir alman dış borç yükü yeni Cumhuriyet hükümetinin karşı karşıya bulunduğu sorunlar arasında en önemlisidir. Atatürk’ün iktisadi politikalarının uygulanmasında dış borçlar yeni ekonomik atılımlara girişilmesini engelleyen en etkili faktörlerden biri olmuştur. Kurtuluş Savaşı ile siyasi bağımsızlık sağlandığına göre yapılacak şey, Osmanlı’dan miras kalan bu ağır ekonomik koşulları değiştirmekti. Bu amaca ulaşmak için de engellerin ve özellikle kapitülasyonların kaldırılması gerekiyordu. Nihayet 1924 Temmuzunda Lozan Antlaşması ile kapitülasyonlar, yabancılara verilmiş olan bütün hak ve bağışıklıklar kaldırılmış, Atatürk Türkiyesinde devletin kendi gelirleri ve mâliyesi, ülkenin ticari ve sanayi etkinlikleri üzerinde kayıtsız ve koşulsuz egemenliği sağlamıştır” Ancak dış ticaret anlaşmalarıyla verilen ayrıcalıklar 1929 yılma kadar bir sorun olarak devam etmiştir. (Karakayalı, 1998: 29) ( 30 Ocak ve 24 Temmuz 1923 )Lozan Konferansı Barış Konferansı görüşmelerinde müzakere edilen Osmanlı borçlarının anlaşma hükümlerine göre, I. Dünya Savaşı’ndan önce alman borçların % 40’ı Türkiye Cumhuriyeti’nin omuzlarına yüklenmiştir. Buna karşılık Lozan Antlaşması’mn 46-57. maddesine göre Düyun-u Umumiye İdaresi, 1881 Antlaşması ile tanınmış olan gelirleri kontrol etme yetkisini kaybetmiştir. Türkiye, konferans sırasında Osmanlı topraklan üzerinde 16 bağımsız ülke bulunduğunu, alman borçların bir kısmının bu yeni ülkelere harcandığını ve borçların buna göre dağıtılmasını istemiştir. Ancak Türkiye’nin bu isteği kabul edilmemiştir. Nihayet 13 Haziran 1928 tarihinde Paris’te bir 244 antlaşma imzalanarak borçlar mirasçı ülkeler arasında dağıtıldı ve “en büyük pay (84.6 milyon TL) Türkiye Cumhuriyeti’ne verilmiştir” ( şahin, 2002: 26 27). Sonuç olarak borçların paylaşılması konusunda devletlerin aldıkları toprakların gelirleri ile orantılı olması kararlaştırılmıştır. Buna göre her devletin hissesine düşen borç miktarı tablo 6’da verilmiştir. 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin dış borçlanndan payına düşeni, taksitlerini aksatmadan ödeyerek, 1954 yılında borcun tamamım tasfiye etmiştir. Böylece 1854 yılında başlayan dış borç tuzağından kurtulmak için tam bir asır geçmiştir. Tablo 6: Lozan Barış Antlaşması Hükümlerine Göre; Osmanlı Borçlarının Ülkelere Göre Paylaşımı Ülkelerin Borç Tutan Türkiye 84 597 495 İtalya 243 200 Arnavutluk 1 633 233 Bulgaristan 1 776 354 Yunanistan 11 054 534 Yugoslavya 5 435 597 Suriye-Lübnan 11 108 858 Filistin 3 284 429 Ürdün 733 610 Irak 6 772 142 Necit 129 150 Hicaz 1 499 518 Asir 26 138 Yemen 1 182 104 Uman 128 728 TOPLAM 129 605 090 245 Kaynak: Lozan Barış Antlaşması hükümlerine göre 13.06 1928 tarihinde Paris’te yapılan anlaşma sonucu paylaşım.. Dış Borçların Siyasi Sonuçları: Osmanlı Devleti’nin dış borç almak için başvurduğu Batı Avrupa ülkeleri her borçlanmada kendi çıkarları doğrultusunda politikalar geliştirerek, çeşitli tavizler elde etmiştir. Dış borçların Osmanlı’yı ekonomik ve mali açıdan zayıflatması yabancıların isteklerini artırmıştır. Borçlanm anın siyasal sonuçlan aşağıdaki şekilde özetlenebilir; Mısır Valisi Kavala’lı Mehmet Ali Paşa isyanının bastınlması için Osmanlı Devleti’ne yardım eden İngiltere, bu olaydan yararlanarak 1838 yılında ünlü bir ticaret anlaması imzalamıştır. Bu anlaşmayla İngiltere’ye tanınan ayncalıklar kısa bir süre içinde diğer Batı Avrupa devletlerine de tanınmıştır. Nitekim 1838 ve 1839 yıllarında İngiltere ve Fransa ile yapılan ticaret antlaşmalarında gümrük resmini %12 den % 3’e indiren Osmanlı hükümeti kısa bir zaman sonra finans kapitali temsilcilerinin art arda gelen ödünç para verme teklifleri ile karşı karşıya kalmıştır "(Kazgan, 1995:1). 1831-1841 arasında Fransa, bir dizi Alman prensliği, İskandinav ülkeleri, İspanya, Felemenk, Prusya, bir dizi İtalyan krallığıyla imzalanan anlaşmalar bunu izledi, (Cem, 1970: 177). Mal, insan ve hizmet hareketlerinde tek taraflı serbestliği getiren bu anlaşmalar ile Osmanlı adeta yarı sömürge bir ülke haline gelmiştir. Osmanlı Devleti, ilk defa dış borç almak zorunda kaldığı Kırım Savaşı sonrası 1856 yılının şubat ayında azınlıklara geniş haklar tanıyan Islahat Fermanı’nı ilan etti; izleyen ay içinde de Paris Antlaşması imzalandı. Islahat Fermanı kaynağı ve ortaya çıkış nedeni borç alman Avrupa devletleridir. Bu fermanın esasları Fransa'nın ısran ile Avusturya, İngiltere ve Fransa tarafından belirlenmiştir. 246 Osmanlı Devleti Paris Antlaşması şartlarım lehine çevirmek için bu fermam ilan etmek zorunda kalmıştır. Ferman’m “ üçte ikisi azınlıkların imtiyazlarına, geri kalan kısmı da Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yabancıların imtiyazlarına ayrılmıştır bu görüntü içinde Türk-Müslüman unsura yer aramak boşunadır” (Yerasimos, 1976: 697 698). Paris Barış Antlaşması, Osmanlı’yı “lafla” Avrupa devletleri ailesine dahil ederken, toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygı göstermeyi yine “lafla” ihmal etmiyordu Kazgan, 2002: Islahat Fermanı’m 1858 tarihli Arazi Kanunu izledi. Bu kanunla yabancılara Osmanlı Devleti’nde toprak mülkiyeti hakkı tamnarak, serbest ticaretin kentlerde ve kentsel kuramlarda yarattığı yikım, Batı sermayesinin girişiyle köylerde de gerçekleşebilir hale geldi (T.T.Kurumu, 1976: 76 120 ). Osmanlı Devleti borçlarını ödeyemez duruma düşünce, İngiltere 1878’den sonra politikasım değiştirerek Osmanlı içindeki Ermeni, Kürt ve Araplarla ilgilenmeye başlamış bu gurupları sürekli olarak Osmanlı aleyhine kışkırtmıştır. Borç veren batı Avrupa ülkeleri OsmanlI’nın iç işlerine karışma olanağı elde ederek, isteklerinin gerçekleştirilmesi için uyguladıkları politikalarda başarılı olmuşlardır. Duyun-u Umumiye îdaresi’nin kurulması bunun açık bir örneğidir. Osmanlı Devleti 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasî’nin (Anayasa) ilanıyla birlikte başlayan Anayasal bir yönetim sürecine girmiştir. Devlet artık padişahın isteklerine göre değil Anayasa ilkelerine göre yönetilecektir. 14 Şubat 1878 tarihine kadar süren bu döneme I.Meşratiyet dönemi denir. Osmanlı Devleti’nin 1875 yılında Moratoryum ilan ederek dış borçlarını ödeyemeyeceğini açıklamasından sonra LMeşratiyet döneminin başlaması bir tesadüf değildir. Padişahm yetkilerinin kısılarak ülke içersinde yaşayan azınlıkların parlamenter bir sistem yoluyla ülke yönetiminde söz sahibi olması amaçlanmıştır. 247 1877-1878 Osmanlı - Rus Savaşları sonrası imzalanan Ayastefanos Antlaşması’nda (3 Mart 1978), Osmanlı Devleti önemli tavizler vermek zorunda kalmış, ancak antlaşmayı kabul etmeyen Avrupa ülkelerinin tepkisi karşısında Berlin’de yeni bir konferans toplanarak 1878 Berlin Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma OsmanlI’nın 19.yüzyılda en çok toprak kaybettiği bir anlaşmadır. Bu anlaşmayla birlikte Osmanlı’nın dağılma süreci hızlanmış, Ermeni sorunu ilk defa uluslararası bir anlaşmada yer almıştır. Anlaşmada en karlı çıkan devletler Bosna-Hersek üzerinde haklar elde eden, Avusturya ve Kıbrıs’ı üs olarak alan İngiltere’dir. Antlaşmada borç alman ülkeler lehine önemli tavizlerin verildiği de görülür. Berlin Antlaşması sonrası Tunus’un, Fransızlar tarafından işgali (1881), Mısır’ın İngilizler tarafından işgali (1882), Doğu Rumeli’nin Bulgar Prensliği ile birleşmesi (1885), Girit sorunu ve Osmanlı -Yunan Savaşı (1897) gibi, II. Meşrutiyet’in ilanına kadar bir dizi daha önemli gelişmelerin olduğu görülür. Bu olaylar Osmanlı’nm ekonomik olarak acze düşmesiyle paralel gelişen ve toprak kaybıyla sonuçlanan önemli hadiselerdir. Avrupa ülkeleri bir taraftan OsmanlI’ya sürekli borç verirken, diğer yandan Osmanlı topraklarını çeşitli bahanelerle işgal etmektedir. 23 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrutiyet dönemi başlamıştır. II. Meşrutiyet’in ilam egemenlik, hak ve özgürlüklerin önünü açarak devletin sosyal, ekonomik ve siyasi açıdan bir arayış içinde olduğunun önemli bir göstergesidir. H.Meşrutiyet sonrası Trablusgarp (1911), I.ve II. Balkan savaşları(1912-1913) başlamıştır. Bu savaşların nedeni Rusya'nın sıcak denizlere inme politikası nedeniyle Balkan devletlerini OsmanlI’ya karşı kışkırtması olarak ifade edilse de İngiltere, Fransa, Almanya ve Avusturya gibi Avrupa ülkelerinin Osmanlı Devleti’ne borç verme ve destekleme karşılığında önemli tavizler elde etmesinden Rusya rahatsız olmuştur. 248 Kısaca OsmanlI'nın Avrupa’ya yaklaşması Rusya’yı harekete geçirmiştir. Bu nedenlerle Rusya Panslavist politikalara hız vererek Balkan devletlerini OsmanlI’ya karşı kışkırtmaya başlamıştır. Yapılan savaşlar ve imzalanan antlaşmalar sonucu Trablusgarp ve On İki Adalar ve Rodos (geçici olarak) İtalya’ya verildi. ( ÜŞİ Antlaşmasıl912). Osmanlı Devleti Londra Konferansı’nda (1912), Midye-Enez çizgisinin batısında kalan Rumeli topraklarım kaybetti, ayrıca Bozcaada ve Gökçeada dışındaki bütün Ege adaları Yunanistan’a verildi. Kapitalist Avrupa ülkelerinin sömürgecilik anlayışı ve Dünya doğal kaynakların paylaşımı konusunda kendi aralarındaki rekabet 1914 yılında büyük bir çatışmaya dönüşerek I.Cihan Savaşı başlattı. 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti.‘"Lozan Antlaşması ’nın getirdiği kayıtlar dolayısıyla, 1923-1929 döneminde Osmanlı’dan devralınan ekonomik yapı devam etti. Cumhuriyet yönetimi, bu dönemde tam etkili olamadı. Bir kere gümrüklerin devlet eliyle yönetilebilir olmasını 1929’a kadar bekledi” (Kazgan, 2004: 25). Osmanlı Devleti’nde içsel ve dışsal dinamikler borçlanmada çok etkili olmuştur. Osmanlı 19. yüzyılın ikinci yansından itibaren dış borçlanma olmadan yaşayamaz hale gelmiştir. Kapitalist Avrupa ülkelerinde aşın sermaye birikimi Osmanlı’da dış borçlanmayı teşvik ederek, OsmanlI’yı sömürüye açık bir pazar haline getirmiştir. Osmanlı kısa bir sürede ekonomik olarak batıya bağımlı bir ülke olmuştur. Batı Avrupa ülkelerine tanınan ayrıcalıklar ve verilen tavizler, devletin sosyal, ekonomik ve siyasi yapışım önemli derecede etkilemiştir. Bu dönemde, “Osmanlı ’nın ulusal bir merkez bankası yoktur, Merkez bankasının işlevleri, 1863 ve 1875 imtiyaznameleri ile biri İngiliz-Fransız ortak kuruluşu olan Osmanlı Bankası ’na 249 (Bank-ı Osmani-i Şahaneye verilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu ’nun ekonomik yapısı, bankacılık kesimini de etkilemiş, kredi piyasasına ağırlıklı olarak dış ticareti finanse eden yabancı bankaların egemen olmasına yol açmıştır,.” (Akgüç, 2004: 72). Borç alman ülkeler İngiltere ve Fransa başta olmak üzere kendi çıkarları doğrultusunda Osmanlı Devleti’ne baskı yapma ve iç işlerine karışma olanağı elde etmiştir. Osmanlı Bankası Avrupa finans kapitalinin en önemli kurumuydu. Bu aracı kurum vasıtasıyla bütçe açıklarının yüksek tuttuğu faizler ve borçların anaparaları güven içinde Avrupa’ya akıyordu. Bu sayede Osmanlı dış kaynaklı finans kapitaline eklemlenmişti. Dış borçlanmanın içsel dinamizmi, mali sistemin düzeltilmesi için alman önlemlerin yetersizliği nedeniyle borçlanmayı daha çok teşvik etmiştir. Bütçe ve dış ticaret bilançosu açıklan, hanedanlık mensuplanmn gösteri ve lüks tüketimi, alman borçların savaş giderlerinde kullanılması, daha önce yapılan borçların anapara taksit ve faizlerine ödenmesi, dış borç nedeniyle ortaya çıkan krizi daha da derinleştirmiştir. Rasyonel kaynak bulunmadan yapılan dış borçlanmalar Osmanlı Devleti’ni mali bir kaosa sürükleyerek, 1875 yılında Moratoryum ilan edilmiş, böylece vadesi gelmiş dış borçların ödenmesi belli bir süre için geçici olarak durdurulmuştur. Osmanlı Devleti dış borçlarını ödeyemez durumda olduğunu ilan edince 20 Aralık 1881 (28 Muharrem 1299) tarihinde ünlü “Muharrem Kararnamesi” ilan edildi. Bu kararname ile bir dizi vergi gelirlerinin alacaklılara terk edilmesi, dış borçların tam bir dökümünün yapılarak borç miktarının belirlenmesi, vergi gelirlerinin tahsili ve borç yönetimi için alacaklı ülkeleri temsil eden kişilerden oluşan bir kurulun idaresinde “Duyun-u Umumiye idaresi” kuruldu. Böylece batılı güçlerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmaları resmi bir anlaşmayla onaylanmış oldu. Duyun-u Umumiye İdaresi 13 kalem mala el 250 koymuştur, Osmanlı Devleti bu tarihten itibaren adeta iki bütçeli ve iki maliye bakanlığı olan bir devlet haline gelmiştir. Bu idare zamanla devlet gelirlerinin % 31.5’ni kontrol eden bir kuruma dönüşmüştür. Kapitülasyonlar, İngiltere başta olmak üzere imzalanan dış ticaret anlamaları ve dış borçlar önemli derecede etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin ekonomisi genel olarak tarıma dayanmakla birlikte, Osmanlı Devleti 18. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da başlayan sanayileşme devrimine adapte olamadı bu nedenle sanayide, makine gücünün kullanıldığı bir sanayi kurulamamıştır. El emeğine dayalı mevcut yerli sanayi de batı Avrupa ülkelerinin rekabeti karışmda hızla gerileyerek kısa süre içinde çökmüştür. Özellikle Adam Smith’in Liberal iktisadi kurallarının 1838 İngiliz Ticaret Antlaşması’yla baskı altında uygulanmaya çalışılması sanayinin daha doğmadan ölmesine yol açmıştır. Verilen tavizler ve anlaşmaların yabancı girişimcilere sağladığı ayrıcalıklar karısında yerli girişimciler ya piyasadan çekilmek ya da yabancılarla işbirliği yapmak zorunda kalmıştır. Osmanlı Devleti’ni kendisine geniş bir tüketim ve hammadde pazarı olarak gören Avrupalı kapitalistler bir taraftan mallarını satarken, diğer yandan kendi aralarında kurdukları şirketlerle ulaştırma, endüstri, bankacılık, kamu hizmetleri ve hatta tarım alanlarına yatırımlar yaparak Osmanlı İmparatorluğu’ndaki geniş yatırım fırsatlarını iyi bir şekilde değerlendirmişlerdir. Sonuç olarak Ülkede limanlar, demiryolları, elektrik, havagazı, su, tütün iletmeleri, çeşitli madenler, fabrikalar ve hatta kamu hizmetleri yabancıların eline geçmiş ve Osmanlı Devleti Batı’nm açık bir pazarı haline gelirken, sömürü de artmıştır. Dış borçların OsmanlI’yı ekonomik ve mali açıdan zayıflatması yabancıların isteklerini artırmıştır. Öyle ki, dış borçlar devletin egemenlik haklarına gölge düşüren bir dizi ekonomik ve siyasi olayların da başlangıcı olmuştur. 1838-1841 yıllarında ticaret anlaşmalarıyla batılı ülkelere tanınan ayrıcalıklar, zamanla 251 OsmanlI’yı yan sömürge bir devlet haline getirmiştir. 1856 yılında azınlıklara yeni haklar tanıyan Islahat Fermanı ve arkasından imzalanan Paris Antlaşması yabancılara, Osmanlı Devleti’nde toprak mülkiyeti hakkı getiren 1858 tarihli Arazi Kanunu, Osmanlı Devleti’nin 1875 yılında moratoryum ilan ederek, dış borçları ödeyemeyeceğini açıklamasından sonra 23 Aralık 1876’da I. Meşrutiyet’in ilan edilmesi, 1878 Berlin Antlaşması’yla OsmanlI’nın dağılma sürecine girmesi ve Ermeni sorununun ilk defa uluslararası bir anlamda yer alması, 1878’den sonra İngiltere’nin Osmanlı içindeki azınlıklarla ilgilenerek, bu gruplan sürekli olarak Osmanlı aleyhine kışkırtması ve 1881 yılında Duyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulması dış borçlarla bağlantılı önemli hadiselerdir. II.Meşrutiyet sonrası Trablusgarp (1911), I. ve II. Balkan Savaşlarının (1912-1913) nedeni, Rusya’nın sıcak denizlere inme politikası değil, Avrupa ülkelerinin Osmanlı Devleti’ne borç verme ve destekleme karşılığında önemli tavizler elde etmesinden Rusya’nın rahatsız olmasıdır. OsmanlI’nın Avrupa’ya yaklaşması Rusya’yı harekete geçirmiştir. Rusya Panslavist politikalara hız vererek Balkan Devletlerini OsmanlI’ya karşı kışkırtmaya başlamıştır. Yapılan savaşlar ve imzalanan antlaşmalar sonucu Trablusgarp ve On İki Adalar ve Rodos (geçici olarak) İtalya’ya verildi ( Uşi Antlaşması 1912 ), Osmanlı Devleti Londra Konferansı’nda (1912), Midye-Enez çizgisinin batısında kalan topraklarını kaybetti, ayrıca Bozcaada ve Gökçeada dışındaki bütün Ege Adaları Yunanistan’a verildi. Yenilginin getirdiği felaketler, toprak kaybı yanında Trakya ve Anadolu topraklarına akan milyonlarca göçmenin yarattığı ekonomik bunalım dış borçlar sebebiyle yaşanan krizi daha da derinletirmiş, ancak ulusçu girişimleri ateşlemiştir. Sonuç: Anavatan Rumeli elden gider 1854-1923 yılları arasında girilen her savaş toprak kaybıyla sonuçlanmış ve yapılan antlaşmalar batılı ülkelerin baskı ve istekleri dikkate almarak imzalanmıştır. Bu dönemde Avrupa ülkeleri bir taraftan OsmanlI’ya sürekli borç verirken, diğer 252 yandan Osmanlı topraklarım çeşitli bahanelerle işgal etmiştir. Diğer yandan Tanzimat Fermam’yİ a başlayan batılılaşma süreci I. ve II. Meşrutiyet’in ilanıyla devam etmiştir. Tanzimat’la başlayan “reform” süreci garip bir çelişkiyle ekonomiyi yarı sömürgeleştirirken, siyasal alanda olumlu etkiler bırakmıştır (Karakoyunlu, 1997 : 65 87 ). Cumhuriyet ilan edilmeden kısa bir süre önce 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında Mustafa Kemal, Osmanlı Devleti’nin batıya ekonomik ve siyasi olarak bağımlılık ilişkisini “Bir devlet ki tebaasına koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz; bir devlet ki gümrükleri için resim muamelesi vesaire tanzimi hakkından men edilir, bir devlet ki ecnebiler üzerinde hakk-ı kazasını tatbikten mahrumdur, o devlete müstakil denemez... Osmanlı ülkesi ecnebilerin müstemlekesinden başka bir şey değildi. ’’ sözüyle açıkça ifade etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesinden soma yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne OsmanlI’dan ağır bir borç yükü miras kalmıştır. Lozan Barış Konferansı görüşmelerinde müzakere edilen Osmanlı borçlarının anlaşma hükümlerine göre, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce alman borçların % 40’ı Türkiye Cumhuriyeti’nin omuzlarına yüklenmiştir. (84.6milyon TL). Atatürk Türkiyesinde yeni bir ekonomik yapı meydana getirmek için büyük bir gayret sarf edilmeye başlanmıştır. Ancak devir alman dış borç yükü yeni Cumhuriyet hükümetinin karşı karşıya bulunduğu sorunlar arasında en önemlisidir. Atatürk’ün iktisadi politikalarının uygulanmasında, dış borçlar yeni ekonomik atılmalara girişilmesini engelleyen en önemli faktörlerden biri olmuştur. Lozan Antlaşmaşı’nm getirdiği kayıtlar dolayısıyla, 1923-1929 döneminde OsmanlI’dan devralman ekonomik yapının devam etmesi nedeniyle Cumhuriyet yönetimi, bu dönemde tam olarak etkili olamamış, Ulu Önder Atatürk’ün iktisadi politikaları olumsuz yönde etkilenmiştir. Son Osmanlı borcu 25 Mayıs 1954 tarihinde ödenmiş, böylece 1854 Kırım Savaşı’yla 253 başlayan dış borç tuzağından kurtulmak için tam olarak bir asır geçmiştir. s ATATÜRK’TEN İSM ET PAŞA’YA Hedefimiz milli iktisat, bağımsızlığın sürekli olması için iktisadi bağımsızlık temel ilkemiz olmalı. Osmanlı bu gerçeği çok geç fark etti. Fark ettiği zaman da çok geç kalmıştı. (Rumeli’ye veda etmiştik ) MUSTAFA KEMAL 30 EKİM 1923 ANKARA Kaynaklar Akgüç Öztin. (2004), “Cumhuriyet Döneminde Finans Politikaları ve Finansal Kurumlarda Gelişmeler ”, İktisat Dergisi, FMC Yayını, Sayı : 440, İstanbul, s.72. Avcıoğlu, Doğan. (1968), Türkiye’nin Düzeni: Dün-Bugün-Yarın, Bilgi Yayınevi, Ankara. Blaisdell, Donald. (1940), Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa Mali Kontrolü, TC Maarif Vekilliği Yüksek iktisat ve Ticaret Mektebi Yayını, Yayın No: 24, İstanbul. Cem, İsmail. (1970), Türkiye’de Geri Kalmışlığının Tarihi, Cem Yayınevi, İstanbul. Cezar, Yavuz. (1986), Osmanlı Mâliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi (XVIII. Yüzyıldan Tanzimat’a Mali Tarih), Alan yayıncılık, İstanbul. Çağlayan, Toper. (1980), “Osmanlı Dış Borçlarının Neden ve Sonuçlan” (1854-1923)” , Maliye Dergisi, Sayı: 47, Eylül-Ekim, Maliye Tetkik Kurumu, s.28. EARLE, E.M. (1972), Bağdat Demiryolu Savaşı (çev.K.Yargıcı), Milliyet Yayınları, İstanbul. Eldem, Vedat. (1970), Osmanlı İmparatorluğu’nun iktisadi şartları Hakkında Bir Tetkik,Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, İtanbul. Falay, Nihat. (1989), Maliye Tarihi, Filiz Kitapevi, İstanbul.' Güneş, İhsan. Akyüz, Y. Kocatürk, U. Bozkurt, G. Aybars, E. Çağan, N. Ergun, M.Bilim, C. (2002), Atatürk 254 İlkeleri Ye İnkilâp Tarihi I / 1, Yüksek öğretim Kurulu Yayınları, Ankara. Gürsoy, Bedri. (1984), 100. Yılında Düyun-U Umumiye İdaresi, Üzerine Bir Değerlendirme, Ord. Prof. Dr. Şükrü Baban’a Armağan, .Ü. İktisat Fakültesi Yayınlan. İstanbul. İnan Afet. (1972), Devletçilik İlkesi Ve Türkiye Cumburiyeti’nin Birinci Sanayi Planı 1933, Türk Tarih Kurumu Yayım, Ankara. İnce, Macit. (1976), Devlet Borçlanması (Kamu Kredisi), 3.Baskı, Kalite Matbaası, Ankara. Karakayalı, Hüseyin. (1998), Türkiye’nin Ekonomik Yapısı ve Değişimi, Emir Ofset, İzmir Karakoyunlu, Yılmaz. (1997): Türk Ekonomisi’nde Çağdaşlaşma Süreci Diyalog Yayınları, İstanbul. Karluk, S.Rıdvan. (1997), Türkiye Ekonomisi, Yaym No: 607, Beta Basım Yay. Dağıtım A ., İstanbul. Kazgan, Gülten. (2004), “Türkiye Baskı Altında”, İktisat Dergisi, FMC Yayını, Sayı: 440, İstanbul, s. 25. Kazgan, Gülten. (1999), Tanzimat’tan XXI. Yüzyıla Girerken Türkiye Ekonomisi : 1. Küresellemeden 2. Küresellemeye, Altın Kitaplar Yayınları, İstanbul. Kazgan, Gülten. (2002), Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi ,İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları 22, Ekonomi 3, İstanbul. Kazgan, Haydar. (1990), Galata Bankerleri, TEB Yayım, İstanbul. Kazgan, Haydar. (1995), “Borçlarına Sadık Ülke Türkiye”, Sosyal Bilimler Dergisi, Ciltli, Sayı: 1, İstanbul, ss. 1 2. Kıray, E. (1993), OsmanlI’da Ekonomik yapı ve Dış Borçlar, İletişim Yayınları, İstanbul. Kurumu, O. (1976), Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Bilim Yayınları,İstanbul. Minibaş, Türkel. (2004), “Liberalleme Yolunda 80 Yıl , İktisat Dergisi, FMC yayını, Sayı: 440, İstanbul, s. 17 Morawitz, Charles. (1978), Türkiye Mâliyesi, Maliye Bakanlı ı Tetkik Kurulu Yayını, No: 1978-188. Ankara. Pamuk, Şevket. (1984), Osmanlı Ekonomisi ve Dünya Kapitalizmi, Yurt Yayınları, Ankara. Selik, Mehmet. (1973), 100 Soruda İktisadi Doktirinler Tarihi, 1. Baskı, Gerçek Yayınevi, İstanbul. Şahin, Hüseyin. (2002), Türkiye Ekonomisi, 7.Baskı, Ezgi Kitapevi, Bursa. 255 Ülman, A. Haluk. (1972), Birinci Dünya Savaşma Giden Yol, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayın No: 333 Sevine Matbaası,Ankara. ’ * (1964)’ Yeni 0smanl> Borçları Tarihi. ,Ü. İktisat Fakültesi, Yaym No. 150, Ekin Basımevi, İstanbul. Yerasımos, Stefanos. (1976), Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Cilt I Cilt II ve Cilt III, Gözlem Yayınları Bilim Araştırma Dizisi, İstanbul.. 256 BALKAN S A V A Ş L A R IN IN O S M A N L I /T Ü R K S İY A S İ D Ü Ş Ü N C E S İN E E T K İL E R İ Yrd. Doç. Dr. Bilgin Çelik Dokuz Eylül Üniversitesi GİRİŞ: Balkan Savaşları, Osmanlı/Türk siyasi düşüncesinde önemli bir kırılma ve dönüşümün başlangıcıdır. 19. yüzyılın başında dağılma tehlikesi ile karşı karşıya kalan Osmanlı İmparatorluğu, Fransız Devrimi ile ortaya çıkan milliyetçilik akımının kendi uyrukları üzerindeki etkisini azaltmak amacıyla yeni bir kimlik yaratma gayretine girmiş, ancak bu çabalan Balkanlarda milliyetçiliğin yayılmasına engel olamamıştır. Balkan Savaşlannda yaşanan büyük başarısızlık Osmanlı devlet ricalini ve toplumu derinden etkilemiştir. Tarihte başanlann milletlerin oluşumlarında önemli katkılan olduğu bilinen bir vaka olmakla birlikte, yenilgilerin milli kimliğin oluşumundaki rolü üzerinde de düşünülmesi gerektiği açıktır. Napolyon’un liderliğindeki Fransa’ya karşı ağır bir yenilgi alan Prusya işgal altında iken Fitche’nin meşhur “Alman Ulusuna Söylevler” adlı çalışmasının yayınlanması, Almanlar arasında birlik fikrinin yayılmasına zemin hazırlamış ve Alman milliyetçi ideolojisinin yükselişine neden olmuştur. Bu milliyetçi yükseliş ironik bir şekilde 1871 yılında Fransızlara karşı sağlanan askeri başarı ile Alman Birliği’nin tamamlanması ile sonuçlanmıştır. Almanlara karşı ağır bir yenilgi alan Fransa’da ise E.Renan’m Sorboume Üniversitesinde 1882’de vermeye başladığı “Millet Nedir?” 1 konulu konferanslar yenilginin nedenlerini sorgulamayı 1 Umut Özkırımlı, M illiyetçilik Kuramları, Eleştirel Bir Bakış, Sarmal Y ayınevi, İstanbul 1999 257 amaçladığı gibi Fransa’ya millet olmanın önemini hatırlatmayı ve yaralarını sarmalarını sağlamayı hedeflemiştir. Balkan Savaşlarının Kökenleri: Balkan Savaşları’mn kökenleri, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Ayastefanos ve Berlin Antlaşmalarına dayanmaktadır.2 Bu antlaşmalardan ilki AvrupalI Devletlerin muhalefeti nedeni ile yürürlüğe girememiş olsa da “Büyük Bulgaristan” hayalinin ilk kez sahneye çıkmış olması Bulgar milliyetçileri için sonucu hayal kırıklığına yol açmış olmakla beraber gelecek için iyi bir hedef haline gelmişti. Berlin Antlaşması sonrasında ortaya çıkan Romanya, Sırbistan ve Karadağ Ulus-devletleri ve geniş bir özerklik kazanan Bulgaristan, Balkanlarda ve Doğu Avrupa’da dengelerin değişmesine yol açmıştır. Balkan ulus-devletlerinin amacı sınırlarını genişletmek ve büyümektir. Özellikle Slavların Prusya’sı olma iddiasında olan Sırbistan ve Bulgaristan arasındaki rekabet uzun süre Osmanlı karşıtı bir birlik kurma anlayışını engellemiştir. Berlin Antlaşması, Büyük Güçlerin kendi çıkarlarını esas almış ve Balkan devletlerinin taleplerini göz ardı etmişti. Antlaşmanın amacı Avrupa devletleri arasında çıkabilecek bir çatışmayı önlemekti.3 Osmanlı açısından Berlin Antlaşması Ayastefanos’a göre daha makul sayılabilirdi, zira Makedonya’yı geri almıştı, Bulgaristan küçülmüş ve bağımsızlık yerine özerklik ile yetinmek durumunda kalmıştı. Ancak bu antlaşma Makedonya’yı reform yapılması sözü karşılığında Osmanlı’ya 2 R-Hall, Balkan Savaşları 1912-1913, I. Dünya Savaşı’nm Provası, Korner Kitabevi, İstanbul 2003 Kem al Karpat, Balkanlar’da Osmanlı Mirası v e Ulusçuluk, İm ge Kitabevi Ankara 2004 ’ 258 vermekteydi ve aynı şekilde Doğu Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı vilayetler için de benzer reform talepleri söz konusuydu. Antlaşmanın bu iki hükmü Osmanlı împaratorluğu’nun karşısına batıda ve doğuda iki sorun olarak çıkmış oldu; Makedonya Sorunu4 ve Ermeni Sorunu. Makedonya Sorunu, 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve aslında etkileri günümüze kadar yansıyan bir sorunun adıdır. Osmanlı idari taksimatında üç vilayeti kapsayan ve devletin resmi olarak “Vilayat-ı Selase”5 dediği Kosova, Manastır ve Selanik vilayetlerinden oluşan bölgeye Batılılar 19. yüzyıldan itibaren “Makedonya” demeye başlamışlardı. Berlin Antlaşması sonrasında bu Makedonya denilen bölge için reformların yapılması beklenmekteydi. Sultan II. Abdülhamit her iki bölge için yapılması öngörülen reformlar konusunda oldukça isteksizdi. Avrupa devletleri arasında başlayan kamplaşma ve statükocu eğilim II. Abdülhamit’in işini kolaylaştırmaktaydı. Bu nedenle reformlar konusunda uzun süre direnen Osmanlı yönetimi karşısında özellikle Avusturya-Macaristan ve Rusya yeni yüzyılın başında baskılarını arttırmaya başlamıştı.6 Balkanlarda gelişen milliyetçilik akımının etkisi Makedonya’da açık bir rekabete dönüştü ve Rum, Bulgar, Sırp, Ulah ve Arnavut çeteleri ortaya çıkarak birbirlerine karşı bölgede bir üstünlük yaratmaya çalıştılar. Komitacılık geleneği Ermenileri de etkiledi ve Doğu Anadolu’da kendisini açıkça hissettirmeye 4 Fikret Adanır, Makedonya Sorunu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,İstanbul 1996 5 Bilgin Çelik, “Avusturya’nın Arnavutluk Politikası:Viyana’da B ir Arnavut Kom iteskDia, Tarih v e Toplum Y eni Yaklaşımlar, Sayı: 3, Bahar 2 0 0 6 ,ss.5589 6 Gül Tokay, M akedonya Sorunu, Jön Türk İhtilalinin Kökenleri (1903-1908), A fa Yayınlan, İstanbul 1995 259 başladı. Bu dunun bölgede reformların yapılması yönündeki Avrupa baskısını daha da arttırdı. Viyana ve Mürzteg reform tasanlan Osmanlı yönetimi üzerindeki Avusturya-Rusya baskısının açık göstergesidir ve meşhur İllinden isyanı sonrasında gündeme gelmiş olması anlamlıdır. Bu açıdan Balkanlarda milliyetçi rekabetin odak noktası Makedonya’dır ve Balkanların en sorunlu bölgesine yönelik yayılmacı emeller giderek artmaktadır. Osmanlı yönetimi gönülsüzce reformları uygulamaya koymuş olsa da Makedonya’da sorunlar bitmemiştir. Reformlara Arnavut ve iflahlardan tepkiler geldiği gibi, bu reformlar çeteler arasındaki rekabeti de sona erdirememiştir. 1908 yılına gelindiğinde Reval Görüşmeleri somasında başlayan Jön Türk İhtilali sonucunda II. Abdülhamit’in anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kalması Makedonya’daki çatışmaların durmasını sağlamış ve çeteler dağlardan inerek Meşrutiyeti Jön Türklerle birlikte kutlamışlardır. Meşrutiyetten herkesin farklı beklentileri vardı ancak bu beklentiler İttihatçıların merkeziyetçi politika izlemekte kararlı olduklarının anlaşılması ile kısa süre içinde hayal kırıklığı ile sonuçlandı. 1908 Ekim ayında Avusturya-Macaristan’m Bosna-Hersek’i ilhakı ve Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmeleri Balkanlarda Berlin Antlaşması ile kurulan statükonun bozulması anlamına geliyordu.7 1909 yılından itibaren Bulgaristan Osmanlı karşıtı bir ittifak arayışına girmiş ve 1912 yılı Mart ayında Rus Çarı’nın öncülüğünde Bulgaristan ile Sırbistan arasında bir 7 B. Çelik, “Balkanlarda Statükonun Çöküşü: Balkan Milliyetçiliklerinin Yükselişi 1912-1913”, Ege Üniversitesi, I.Uluslar arası Tarih Sempozyumu“Osmanlı Devleti'nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan Savaşları”, 16-18 Mayıs 2011 (Yayınlanmamış Bildiri) 260 ittifak sağlanmıştır.8 Bu ittifaka daha sonra Karadağ ve Yunanistan da katılmıştır. Bu birliğin sağlanmasında 1910 yılında Meclis-i Mebusan’da kabul edilen Kiliseler Kanunu’nun da rolü olmuştur. Bu kanun ile Makedonya’daki ihtilaflar çözümlenmiş, bu gelişme Balkan devletlerinin aralarında işbirliği yapmalarına zemin hazırlamıştır. Makedonya’nın Paylaşımı Savaşı: Balkan Savaşı Balkan Savaşları 8 Ekim 1912’de başlamış 10 Ağustos 1913’te imzalanan Bükreş Antlaşması ile sona ermiştir. Balkan Savaşları iki aşamalıdır. îlk aşamada Karadağ, Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan’dan oluşan 4 Balkan Devleti aralarında anlaşarak Osmanlı’ya karşı savaşmışlardır. Bu aşama I. Balkan Savaşı olarak adlandırılır. 30 Mayıs 1913'te Osmanlı Devleti ile Balkan Devletleri arasında Londra’da imzalanan bir antlaşma ile sonda erdi Balkan İttifakının öncüsü olan Bulgaristan’ın ilk savaştan büyük bir pay alarak çıkması diğer Balkan Devletlerini rahatsız etmiş ve bunun üzerine Bulgaristan üç eski müttefikine karşı 23 Haziran’da açtığı savaş ile II. Balkan Savaşları başlamıştır. İlk savaşa girmemiş olan Romanya da Bulgaristan’a karşı savaşa girmiş, Osmanlı Devleti de bu gelişmelerden sonra Edime ve Kırklareli’ni geri alarak Meriç nehrine kadar ilerledi. LBalkan Savaşı 10 Ağustos’da Balkan Devletleri arasında imzalanan Bükreş Antlaşması ile bitmiş, Osmanlı Devleti de Bulgaristan ile 29 Eylül 1913 İstanbul Antlaşmasını imzalamıştır. J. McCarthy’ye göre, Balkanlardaki Müslüman nüfusu savaş somasında 2.315.293’den 870.114’e düşerek (fark 1.445.179) % 62 azalmıştır. Bu sayının içinde 400.000’in üzerinde bir Hail, a.g.e, s. 261 nüfus Osmanlı’nm kalan topraklarına göç etmiştir. Zapt edilmiş Osmanlı Avrupasımn Müslüman nüfusundan %27’si (632.408) ise salgın hastalık, katliam, doğal ölüm gibi çeşitli nedenlerle can vermişti.9 1912-1913 Balkan Savaşları, milliyetçi retoriğin popülerleşmesi açısından bir dönüm noktası oldu. Yaşanan felaketler imparatorluğun bekasına yönelik tehdidin çok somut bir biçimde hissedilmesine yol açmıştı. Kentli nüfus, milliyetçi mobilizasyon doğrultusunda politik hayata katılmaya ilk kez bu dönemde teşvik edildi. Bu hareketlenme, İttihatçı elitin titizlikle oluşturduğu resmi politikanın kitlesel destek temelinde geçerlilik kazandığı ilk örnek oldu.10 Balkan Savaşı, büyük bir askeri başarısızlıktı. “Balkan hezimeti” hem devlet ricalinde hem de toplumda büyük bir hayal kırıklığı ve moral bozukluğu yaratmıştı. Buna karşılık yaşanan toprak kaybı ve göç sonucunda Osmanlı demografik yapısı daha homojen bir nitelik kazanmıştır. Bu durum “ulusdevlet” ve “ulusal kimlik” inşasına uygun bir zemin hazırlamıştır. Savaşın Osmanlı/Tiirk Siyasi Düşüncesine Etkileri: Selim Deringil’in A.Smith’e atıfla ifade ettiği gibi, ulusdevletlerin etnik kökenlerini incelediği eserinde ulus-devlete giden yolun iki ayrı yönde ele alınabileceğini öne sürmektedir; Biri “Devletten ulusa modeli”, diğeriyse “Ulustan devlete modeli”dir. Selim Deringil’e göre, Osmanlı İmparatorluğu, 9 J.McCarty, Ölüm ve Sürgün, İnkılap Y ayınlan, Çev. B ilge Umar, 4. Baskı, s. 190-192 10 Çağlar Keyder, M emalik-i O sm aniye’den Avrupa B irliği’ne, İletişim Y ayınlan, 2.Baskı 2004, s.79 262 farkında olmaksızın yöneldiği ve ulus-devlete giden yolculuğa “devletten ulusa” modeli temelinde başlamış, ancak imparatorluk dağıldıktan sonra yerini alan devletler tarihsel yolculuklarına “ulustan devlete” konsepti temelinde devam etmişlerdir.11 Osmanlı Devleti dağılmayı önlemek amacıyla modernleşme çabasına girdiğinde bir üst kimlik yaratmak üzere “İttihad-ı Anasır” 12 (Osmanlılık) kavramını ortaya atmış ve bir imparatorluk olmasına karşın ulus-devletini kendisine uyarlamaya çalışmıştır. Bir “Osmanlı Milleti” yaratmak için eğitimden tarihe, bürokrasiden basın-yayma, askerlikten parlamentoya kadar birçok aracı devreye sokmuş ancak bunda başarılı olamamıştır. Osmanlı Milleti yaratma çabasının başarısızlığının arkasında yatan nedenler, dağılmakta olan bir imparatorluğun cazibe merkezi olma özelliğini yitirmiş olması ve uyanan etnik/dini temelli Balkan milliyetçiliklerini kendi sistemine dahil etmesinin imkansızlığıdır. Bu hem iç faktörler açısından imkansızdır;- zira Balkanlarda kimliklerin büyük ölçüde korunmasını sağlayan “Millet Sistemi” Balkan toplumlarının ulusal temelini oluşturmuş ve Fransız Devrimi’nin etkileri kendi ulus-devletlerini kurma hedeflerini ortaya koymalarına zemin hazırlamıştır. Okullar, ulusal kilise yapılanması ve orta sınıfın görece yükselişi bu toplumlarm OsmanlI’dan kopuşunda önemli bir rol oynamıştı.- hem de dış faktörlerin açık etkisi Balkanlarda 11 Selim Deringil, Sim geden M illete, İletişim Y ayınlan, 1. Baskı 2007, s.264265. A nthony Smith, U luslann Etnik Kökeni, D ost Kitabevi, Ankara 2003 12 Senem Küçükkoyuncu, Bir Ü st Kim lik Projesi Olarak ‘İttihad-ı Anasır’ Kavramına İktidar v e M uhalefetin Yaklaşımları (1908-1913) Dokuz Eylül Ü niversitesi Sosyal B ilim ler Enstitüsü, Eylül 2010, Yayınlanm amış Yüksek Lisans Tezi 263 görülmekteydi. Şöyle ki, Rusya’nın Pan-Ortodoks ve PanSlavizm politikaları ve rakibi Avusturya’nın Balkanlarda yayılma stratejileri Balkan milliyetçileri için uygun dış destek ortamını sağlamaktaydı. Aşağıda verilen milliyetçi tipolojilerin dönemleri dikkatle incelendiğinde Balkan Milliyetçiliğinin yükselişe geçtiği ve ulus-devletlerini kurdukları dönem ile “Dağıtıcı Milliyetçilik” olarak tanımlanan dönem birbiri ile örtüşmektedir. Balkan Savaşları ile başlayan ve 2 Dünya Savaşı ile devam eden dönem ise “Saldırgan Milliyetçilik” dönemidir ki, sadece Osmanlı İmparatorluğu’nu değil dönemin tüm imparatorluklarını yıkmıştır. L. Synder’in Tipolojisi: 1815-1871 Kaynaştırıcı Milliyetçilik 1871-1900 Dağıtıcı Milliyetçilik 1900-1945 Saldırgan Milliyetçilik 1945- ? Çağdaş Milliyetçilik 1990 sonrası ise Banal Milliyetçilik (M. Billig)13 Hans Kohn’un tipolojisi ise en çok kabul görenidir: Batı Milliyetçiliği (Rasyonel, Kurumsal), ABD, İngiltere, Fransa örnekleri: akılcı, çoğulcu Doğu Milliyetçiliği (Organik, Mistik) Doğu ve Güney Doğu Avrupa örnekleri: duygusal ve otoriter14 13 Özkırımlı, a.g.e, s.54 14 A .D . Smith, M illi Kimlik, İletişim Y ayınlan, 3. Baskı 2004, s.131 264 Batılı bir akademisyenin Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’i karşılaştırmalı olarak ele aldığı bir makalesinde yukarıdaki tipolojiden yola çıkılarak “ ...toplumsal dönüşümlerin, özellikle de buıjuva sınıfının doğuşunun sonucu olan ‘Batılı’ milliyetçilikler ile büyük toplumsal dönüşümlerden önce ortaya çıkan ve bu dönüşümleri de hızlandıran ‘Doğulu’ milliyetçilikler arasında bir karşıtlık vardır... Bu perspektiften bakıldığında, Türk ulusal hareketinde Akçura tarafından temsil edilen bir ‘Batılı’ ve Gökalp tarafından temsil edilen bir ‘Doğulu’ yön bulunduğu” 15 ifade edilmektedir. Bu bildiride bizim temel alacağımız milliyetçilik kuramcısı modemist kuramın önemli isimlerinden Miroslav Hroch’tur. Miroslav Hroch’un tipolojisi16: 1. Tip Entegre Tip 2. Tip Gecikmiş Tip 3. Tip Ayaklanma Tipi (Osmanlı Karşıtı Balkan Milliyetçilikleri) 4. Tip Bölünmüş Tip Hroch milli hareketlerin 3 evresi olduğunu; A evresinde: aydınların etnik grubun dili, tarihi ve kültürü üzerine çalışmalar yaptıklarını, B evresinde: siyasi amaçlar taşıyan bir aydın grubunun ortaya çıktığını ve milliyetçi bir söylemi benimsediğini, 15 François Georgeon, Osmanlı-Türk M odernleşmesi (1900-1930), çev. A li Berktay, Y K Y , 1 .Baskı 2006, s.101 16 M iroslav Hroch, Avrupa’da M illi Uyanış, İletişim Yayınlan, İstanbul 2011 265 C evresinde ise milliyetçilik söyleminin kitleler tarafından kabul edilmeye başladığını ve hareketin kitleselleştiğini belirtmektedir. Bu yaklaşıma göre, Türk Milliyetçiliğinin aşamalarını şöyle tasniflemek mümkün olabilir; A Evresi; 19. yüzyılın ikinci yansında başlayan dil, tarih çalışmaları,. B Evresi; Kırım ve Kazan’dan gelen Türk aydmlannın (Gaspıralı İsmail Bey, Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu gibi aydınlar) C Evresi; 1908 ile başlayan 1912 Balkan Savaşları ile hız kazanan kitleselleşme süreci Bunu biraz daha detaylandırmak Osmanlı elitinde Balkan Savaşı öncesindeki siyasi düşüncenin gelişimi ile savaş sonrasındaki dönüşümü ortaya koymak açısından önemlidir. 19. yüzyılda Osmanlı siyasi düşüncesinin evrimi ana hatları ile incelendiğinde Klasik “Millet Sistemi”nin çözülüşü sürecinde İmparatorluğun Hristiyan uyrukları arasında yayılan milliyetçiliğe tepki olarak kökleri II. Mahmut dönemine dayanan ve Tanzimat Fermanı ile resmileşen süreçte Osmanlıcılık ideolojisi yaratılmıştır. Ancak daha önce belirtildiği gibi Osmanlıcılık politikası Balkanlarda yükselen milliyetçilikleri etkisizleştirmede başarılı olamamıştır. Sultan II. Abdülhamit’in hükümdarlığının ilk dönemlerinde OsmanlI’dan ayrılarak kendi ulus-devletlerini kuran Balkan Devletlerinin Osmanlı demografik yapısında17 yarattıkları etki sonucunda Hristiyan nüfus oranımn düşmesi, yeni bir politikanın 17 K.Karpat, ... 266 uygulamaya konulmasına zemin hazırlamıştır. Bu politika ‘İslamcılık” adıyla anılır ve II. Abdülhamit halifelik unvanını kullanarak hem Osmanlı içindeki Müslümanları hem de Osmanlı dışında kalan Müslümanları birleştirmeye çalışmıştır. II. Abdülhamit döneminde ona muhalefet olarak ortaya çıkacak olan İttihat ve Terakki örgütünün özellikle genç elemanlarının 20. Yüzyılın başında Türkçülük ideolojisine yöneldikleri bilinen bir gerçektir. Bu siyasi düşüncenin kökenlerini daha eskilerde arayarak kurama uygun şekilde ilk iki aşamasını kısaca vermek yararlı olacaktır. Ercüment Kuran’a göre, Türkçülük üç gelişim safhasından geçtikten sonra, güçlü bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır; Bilimsel Türkçülük, Edebi Türkçülük ve Politik Türkçülük.18 Kuran’ın bu tasnifi Hroch’un milliyetçiliğin üç aşamalı gelişim süreci ile uyumludur. A aşaması olarak değerlendirebileceğimiz Bilimsel Türkçülük döneminin ilk önemli ismi olarak Kuran, Ahmet Vefik Paşa’yı vermektedir. Hatta Akçura’ya atıfla “Ahmet Vefik, Osmanlı Türkleri arasında ilk Türkçüdür.” Ahmet Vefik, Orta Asya’nın Ruslar tarafından işgali ile Osmanlı aydınlarının gözlerini doğuya çevirdikleri bir dönemde Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın “Evşal-i Şecere-i Türki” adlı eserini Çağatayca’dan Osmanlı Türkçesi’ne tercüme etmiş ve Tasvir-i Efkar gazetesinde (Eylül 1863- Şubat 1864) yayınlamıştır. Ayrıca 1876 yılında iki ciltlik “Lehçe-i Osmani (Osmanlı Türkçesi Sözlüğü)” adıyla sözlük yayınladı.19 Ziya Gökalp, belirtilen çalışmalarına atıfla Ahmet Vefik (Paşa) ve onun Türkçülüğünü “Ahmet Vefik Paşa’nm bu ilmi Türkçülükten başka, bir de sanat Türkçüğü vardı... Moliere’nin komedilerini Türk adetlerine uydurması ve şahısların adlarını ve 8 Ercüment Kuran, “ 19.yüzyıl’da M illiyetçiliğin Türk Eliti Üzerindeki itk isi”, Ortadoğu’da M odernleşme, İnsan Yayınlan, İstanbul 1995, s .158-165 9 Kuran, a.g.e, s. 159 267 hüviyetlerini Türkleştirmek suretiyle Türkçeye aktarması ve milli bir sahnede oynatması”20 sözleriyle değerlendirmektedir. Ali Suavi’nin 1869’da Paris’te yayınlanan “Ulum” gazetesinde Türkler ile ilgili yazılan ve özellikle “Lisan u Hatt-ı Türki” makaleleri (ki bu makalelerindeki fikirler A.Lumley Davids’in 1832 yılında Londra’da yayınlanan “Türk Dili’nin Grameri” adlı eserine dayanmaktaydı.) yayınlamış olmakla birlikte Suavi’nin Türk Milliyetçisi olduğunu söylemek mümkün değildir. O dönemin ideolojisi Osmanlıcılıktı ve Suavi hem bu ideolojiye hem de İslamcılığa daha yakın durmaktaydı.21 Ali Engin Oba, 19. yüzyılın ikinci yansında Avrupa’da (Batı Avrupa ve Macaristan) başlayan Türkoloji araştırmalannm Türk milliyetçiliğinin doğuşunu etkileyen unsurlardan biri olarak değerlendirmektedir.22 Ziya Gökalp özellikle Fransız tarihçilerden Deguignes’nin Türklere, Hunlara ve Moğollara dair yazmış olduğu tarih kitabına (Kuran, kitabın baskı yeri ve tarihini Paris 1765 olarak vermektedir.) ve D.Lumley’in yukarıda belirtilen eserine dikkat çekmektedir.23 Kuran, Polonya kökenli Mustafa Celaleddin Paşa’nm 1869 yılında yayınladığı “Eski ve Modem Türkler” isimli kitabının ise Türk aydınlarında pek etki yaratmadığını ancak Türklerle Avrupalılar 20 Ziya Gökalp, Türkçüğün Esasları, Hazırlayan: M ehm et Kaplan, MEB D evlet Kitaptan, İstanbul 1970, s.7 21 Kuran, a.g.m, s .159-160 22 A li Engin Oba, Türk M illiyetçiliği’nin Doğuşu, İm ge Kitabevi , Ankara 1995, s. 122. Macar Türkologlan içinde en meşhuru ve Türk m illiyetçiliğinin doğuşunda hissesi olanı Armin Vam bery’dir. Sahte derviş kılığında Orta A sya’ya Türk lehçelerini incelem ek için 3 yıllık seyahatini anlatan ünlü kitabının adı “Bir Sahte D erviş’in Orta A sya’da Seyahatleredir. (Fransızcası V oyages d ’un Faux Derviche dans I’A sie Centrale de Teheran a Khiva, Bokhara et Samarkand, Paris 1865) 23 Gökalp, a.g.e, s.6 268 arasında akrabalık olduğunu ileri süren Touro-Aryan teorisinin 1920’lerde torunu Semih Rıfat tarafından ihya edildiğini belirtmektedir.24 Leon Cahun’un Asya Tarihine Giriş (Paris 1896) adlı çalışması da Oba’nın Türkoloji çalışmalarına verdiği örneklerden biridir.25 Necip Asım Bey tarafından Osmanlı Türkçesine çevrilen kitap büyük ilgi uyandırdı.26 Askeri okullar yöneticisi Süleyman Hüsnü Paşa da Türkçülüğü askeri okullara sokmaya çalışan bir asker olarak dikkati çekmektedir. “Tarih-i Alem” adlı kitabında özellikle Deguignes’i kaynak kullanan Süleyman Hüsnü Paşa’mn “İlm-i Sarf-i Türki” başlıklı bir de Türkçe gramer kitabı bulunmaktadır.27 Gökalp’e göre, “Türkçüğün ilk babaları Ahmet Vefik Paşa ile Süleyman Paşa’dır.”28 Özellikle Süleyman Hüsnü Paşa’nm askeri okullara Türkçülüğü sokma gayreti, daha sonra ortaya çıkacak olan Jön Türk hareketi ve onun ideolojisinin kökenlerini bize göstermektedir. Bu okullarda yetişen genç subayların zihin dünyasında bu etkilerin izlerini görmek mümkündür. Osmanlı Türkçesi üzerine yapılan dille ilgili çalışmalara en önemli katkıyı sağlayanlardan biri de Şemseddin Sami’dir. Arnavut asıllı gazeteci ve ansiklopedi yazarı olan Şemseddin Sami (Fraşheri), Türk dili ve grameri üzerine yaptığı çalışmalarını, “Kamus-i Türki” adlı geniş bir Türkçe sözlük ile taçlandırmıştı.29 24 Kuran, a.g.m, s. 160 25 Oba , a.g.e, s. 123 26 Gökalp, a.g.e, s. 10 27 Kuran, a.g.m, s. 161. Gökalp ayrıca Paşa’nm “Esma-yı Türkiyye” adlı kitabının olduğunu belirtmektedir. Gökalp, a.g.e, s.9 28 Gökalp, a.g.e, s.9 29 Kuran, a.g.m, s. 162 269 Kuran’a göre, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nm başladığı dönemde Mehmet Emin (Yurdakul) Bey’in yayınlamış olduğu Türkçe Şiirler (1316-1898) adlı kitabında açıkça milliyetçiliğin özelliklerini gösteren hararetli bir vatanperverliğin etkisi görülür. Kitap Türk askerlerini gayrete getirmek üzere yazılmış 9 şiirden oluşmaktaydı. Meşhur; “Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur...” mısrası ile başlayan “Cenge Giderken” isimli şiir Edebi Türkçülüğün doğuşunu açıkça ilan etmektedir30 ve bizim bildirimiz çerçevesinde Miroslav Hroch’un B aşamasına geçişin göstergelerinden biridir. Milliyetçi ideoloji savaş döneminde politik bir içerik kazanmaya başlamıştır. Bu bir uyanışın işaretidir ki, Ziya Gökalp de bu durumu “ ...Türk hayatında yeni bir inkılabın”31 başlangıcı saymaktadır. E. Kuran’a göre, Yusuf Akçura’nm Kahire’de çıkan “Türk” gazetesinde (24-34, Mayıs 1904) “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesinin yayınlanması, Türk milliyetçiliğinin üçüncü safhası, yani “Politik Türkçülük” safhası başlamıştır.32 Bu makale artık Hroch’un B aşamasının Türk milliyetçiliği için açık seçik ortaya çıktığını bize göstermektedir. Bu politik Türkçülük aşaması 1908’de Meşrutiyetin ilanı ile yeni bir hız kazanmış ve bu düşüncenin yayılması için uygun bir zemin yakalanmıştır. 1908 yılının sonlarına doğru Yusuf Akçura öncülüğünde İstanbul’da Türk Demeği kurulmuştur.33 F. Georgeon, Anne-Marie Thiesse’ye atıfla, “Bir ulusun asıl doğuşu, bir avuç insanın onun mevcut olduğunu açıkladığı ve 30 Kuran, a.g.m, s. 164 31 Gökalp, a.g.es, 10 32 Kuran, a.g.m , s. 165 33 M asam i Arai, Jön Türk D önem i Türk M illiyetçiliği, İletişim Yayınları, 1994, s.23 270 bunu kanıtlamaya giriştiği andır” dedikten sonra “...Bu an ne 8. yüzyılda Moğolistan ’ın kuzeyinde Türk dilinde yazılmış olan Orhun Yazıtlarının o uzak çağlar, ne de Mustafa Kemal’in Anadolu ’da yürüttüğü (1920-1922) Kurtuluş Savaşı yıllarıdır; 19. ve 20. yüzyılların dönemecinde ‘bir avuç insan’ın ‘ulusça’ düşünmeye başladığı a n d ı r . . . demektedir. Ziya Gökalp’e göre, Türk milliyetçiliği bir fikir hareketi olarak doğmuştu ve hareketin kökenlerini Avrupa’da aramak gerekiyordu. 1908 Jön Türk devrimi ve 1912 Balkan Savaşları bu düşünceyi “açığa çıkarma” işlevi görmüştü. Türk milliyetçiliğinin kökenlerini Rusya Müslümanları arasında bulan Akçura’ya göre ise, Türk ulusal düşüncesinin ortaya çıkışı temel bir sosyoekonomik değişimi yansıtmaktadır; bu hareket kendine bir ulusal pazar oluşturmak ve siyasi özerkliğini elde etmek isteyen Türk burjuvazinin oluşumuna koşut olarak ortaya çıkmıştı.3435 Ercüment Kuran’a göre, “1908 devrimi, Türkiye’nin tarihinde yeni bir çağ açtığında Türk aydınlarının çoğu, Osmanlıcılığa ve İslamcılığa umut bağladıklarından dolayı, bir azınlık olarak çalışmalarını sürdürüyorlardı. Türk milliyetçiliğinin örgütlenmesi ve bir sisteme bağlanması, Genç Türk rejiminin hadiselerle dolu dönemine rastlar. Bu örgütlenme, Kemalist devrimlerden sonra sınırları belli bir ülke temeline dayalı milli devletin ihtiyaçlarına göre ayarlanmış ‘kültürel Türkçülüğe’ dönüştürülecekti,”36 34 Georgeon, a.g.e, Ö nsöz s.IX 35 Georgeon, a.g.e, s. 36 Kuran, a.g.m, s. 167 271 Balkan Savaşları sırasında ve sonrasında Osmanlı basını aracılığı ile yayınlanan şiirler, savaş öyküleri37 ve daha sonra birçok kişi tarafından yayınlanan hatıratlar38 toplumsal bilincin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Aynı zamanda savaş sırasmda ve sonrasında Balkanlardan gelen göçmenlerin savaş sırasında yaşananlar hakkında anlattıkları milliyetçilik düşüncesinin kitlelere ulaştırılmasının başlıca araçları olmuşlardır. Özellikle yaşanan yenilgi sonrasında okullarda beden eğitimi, izcilik vb. derslerin konulması ve daha dinamik bir gençlik yetiştirme arzusu eğitimin milli hedeflere göre yeniden düzenlenmesi amacım açıkça ortaya koymaktaydı. Türk Milliyetçiliğinin kitleye yayılmasında Türk Ocağı ve Türk Yurdu dergilerinin de önemli bir payı vardır. Tank Zafer Tunaya, Türk Ocağı’mn rolünü şu sözlerle belirtir; “Türk Ocağı, Türkiye ’nin yakın tarihinde önemli bir kilometre taşıdır. İlk kez, Osmanlı kozmopolit iklimi içerisinde, tepkisel biçimde oluşan milliyetçilik akımının biçimlendirilmesi, bu alanda başrolü oynayan bir örgütlenme ile Türk Ocağı gerçekleştirmiştir,”39 Masami Arai, Türk Ocağı’nı, Jön Türk, hatta Cumhuriyet devrindeki en etkili milliyetçi örgüt olarak değerlendirmektedir.40 Ali Engin Oba, Türk Milliyetçiliğinin 37 Haluk Harun Duman, Balkanlara Veda Basın ve Edeiyatta Balkan Savaşı(1912-1913), Duyap Yayınları 2005 38 Örnek olarak Mahmut Muhtar Paşa tarafından yayınlanan Hatırat önemlidir. Mahmut Muhtar Paşa, Üçüncü Kolordunun ve İkinci Şark Ordusunun Muharebatı, Kanaat Matbaası, İstanbul 1331 39 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, II.Meşrutiyet D önem i, Cilt 1, İletişim Y ayınlan, 1.Baskı İstanbul 1998, s.459, Türk Ocakları hakkında daha geniş bilgi için bkz. Füsun Ü stel, İmparatorluktan U lus-D evlete Türk M illiyetçiliği: Türk Ocakları 1912-1931, İletişim Y ayınlan, 3.Baskı İstanbul 2010 40Arai, a.g.e, s . l l l 272 doğuşunda en etkili rol oynayan kuruluş olarak Türk Ocağı’nı göstermektedir.41 Resmi kuruluş tarihi Mart 1912 olarak verilen Türk Ocağı’nm kuruluş amacı, Türk gençlerine kurulacak kulüp aracılığı ile Türklük duygusu kazandırmak ve daha sonra ise halkı uyandırmaktı. Yeni nesle bu duyguyu kazandırabilmek için, bütün imkanlar kullanılacaktı: konferanslar düzenlemek, kitap ve broşürler yayınlamak, Türk öğrencilerin okuduğu okullara maddi ve manevi yardım sağlamak ve mümkün olursa birtakım yeni okullar açmak.42 Türk Ocağı’nm yayın organı olan Türk Yurdu Dergisi de “...programını ve izleyeceği yolu, Osmanlı İmparatorluğu içindeki Türklerin haklarını korumak, Türk milliyetçiliğini yaymak ve Türk dünyasının her yerinden acı tatlı olayları haber vererek Türk aleminin menfaatlerini korumak olarak belirlemişti,”43 Oba’ya göre, dergi Osmanlı Devleti tarihinde ilk defa olarak açık bir şekilde Türk unsuruna hitap etmiş ve Türkler arasında milliyetçiliği tahrik etmek istemiştir. Ayrıca yine ilk defa olarak bir dergi kendisine serlevha olarak “Türklerin faidesine çalışır” ifadesini kullanmıştır. Oba, derginin 1913 sonrasında Türkçülüğün sistemleştirilmesi konusundaki resmi yaklaşıma önemli bir katkı sağladığını ifade etmektedir.44 SONUÇ: Türk milliyetçiliği Osmanlı İmparatorluğu içinde en geç uyanan milliyetçilik olmuştur. Devleti dağılmaktan kurtarmak adına 41 Oba, a.g.e, s.207 42 Arai, a.g.e, s. 114 43 Üm it Kurt, “ 1911-1916 Arası D önem de Türk Yurdu Dergisinde Türk M illi Kimliğinin İnşası”, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:232, Nisan 2013 s.46 44 Oba, a.g.e,s.230-231 273 üretilen çeşitli siyasi düşünceler başarısız kalınca II. Meşrutiyet Dönemi’nden itibaren Türkçülük akımı kendisini hissettirmeye başlamıştır. Kökenleri Tanzimat dönemi aydınlarına kadar uzanan bu akımın 1912 yılı başında Türk Ocağı aracılığı ile örgütlendiği görülmektedir. Balkan Savaşları öncesinde açılmış olan Türk Ocakları ve onun yayın organı olan Türk Yurdu dergisi Türk milliyetçiliğinin topluma yayılmasını amaçlamıştı. Balkan Savaşları sırasında ve sonrasında ortaya çıkan toplumsal hareketlilik ve bilinç Türk Ocağı ve Türk Yurdu vasıtasıyla olgunlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu açıdan Türk Milliyetçiliğinin kitleselleşmesi süreci yani Hroch’un C aşaması olarak tanımladığı dönem Meşrutiyet’in ilanından sonra başlamış ve Balkan Savaşlan ile hız kazanmış, 1919 sonrasında ise Yunan işgali ve Ermeni iddiaları ile tepkisel bir nitelik kazanarak topluma yayılmıştır. Cumhuriyetin ilk 10 yılına gelindiğinde ise ulus-devlet bir kimlik inşa sürecine girmiş, Halkevleri, Türk Tarih ve Dil Kurumlan ile ve ortaya atılan tezlerle üst kimlik olarak “Türk Kimliği”ni topluma resmi politika ile benimsetme yoluna gitmiştir. Bu açıdan kaybedilmiş olan Balkan Savaşı Türk Ulusal Kimliği’nin inşasında bir mihenk taşı olma özelliğine sahiptir. Hem yaşanan başansızlık hem de Balkanlardan yoğun göçmen akını nedeni ile demografik yapının değişmesi toplumsal hafızamn milliyetçi bir içerik kazanmasında önemli bir rol oynamıştır. Milli Mücadele ve Cumhuriyet bu toplumsal bellek üzerine inşa edilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk ve kadrosu Trablusgarp ve Balkan Savaşlan ile başlayan ve 10 yıl süren savaşların tüm acı ve tecrübelerini yaşamış asker-sivil aydınlar olarak yıkılan Osmanlı imparatorluğu yerine yeni bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. 274 « P O L İT İK A ” G A Z E T E S İN D E Y A Y IM L A N A N M A K A L E L E R E G Ö R E B İR İN C İ B A L K A N S A Y A Ş I ’N D A O S M A N L I İ M P A R A T O R L U Ğ U (1 9 1 2 ) Doç.Dr. Vladan Virijevic Çeviri: Yakup Öztürk (DEÜ Tarih Böl. Araş. Gör.) Özet: Hıristiyan Balkan Devletlerinin, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı giriştikleri Birinci Balkan Savaşı, Sırbistan Krallığı’nda yaşayan halk arasında büyük bir yankı bulmuştu. Günlük basın da, savaş hazırlıkları ve harekâtın gidişatına özel bir önem atfediyordu. Savaşa ilişkin en güncel raporlar ve henüz muharebeler başlamadan önce, düşman ordularının durumu ve harekât taktikleri üzerine günlük bilgiler, Belgrad’da günlük neşrolunan “Politika” gazetesinde yer alıyordu. Bu makale, 1912 yılının ortalarından 7 Kasım’da ( Jülyen takvimine göre Kasımın 20’si) barış anlaşmasının imzalanmasına kadar geçen sürede, “Politika” gazetesinde yayımlanan yazıların değerlendirmesine dayanılarak hazırlanmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci on yılının başlarında “doğudaki sorunların” alevlenmesi ve Hıristiyan Balkan Devletlerin bu hususta birbirlerine yakınlaşması, bir dizi askeri anlaşma ve mukaveleleri de takiben, 1912 güzünün başlarında Balkan İttifakı’nm oluşumuyla sonuçlandı. İttifakın amacı; Balkan Yarımadası’nda, Osmanlı idaresine tamamen son vermek ve İmparatorluğun Avrupa’daki topraklarını İttifakın üyeleri arasında paylaşmaktı. Balkan İttifakı ’nm oluşumu sırasmda 275 tepkilerini gizlemeyen büyük güçler, özellikle de Fransa ve Avusturya-Macaristan, her ne kadar ittifak üyelerinin bir savaşa girmesini önlemeye çalışsa da, girişimleri başarısızlıkla neticelendi. Neticede, Osmanlı İmparatorluğu yirminci yüzyılın başlarında derin bir krizle karşı karşıyaydı ve devletin bütünlüğünü muhafaza edecek askeri ve diplomatik potansiyellerden yoksundu. Bulgaristan ile birlikte, Sırbistan Krallığı da Balkan İttifakının öncü bir üyesi idi. 1878 Berlin Kongresi’ni takiben Sırbistan, etnik temelde kendilerini Sırp olarak tanımlayan ve Sırp nüfusun yoğun olarak yaşadığı Kosova, Metohia ve Makedonya topraklarını kapsayacak şekilde dış politikasını güneye doğru genişletti. Sırp yönetimi, on dokuzuncu yüzyıl boyunca ve yirminci yüzyıl başlarında, çoktan sistematik bir propaganda benimsemiş ve önceden devleti genişletmeye yönelik hazırlanan sahada- bu eylemleri uygulamaya koymuştu. Sırp tarihçi Dubravka Stojanovic’in de ifade ettiği üzere: Birinci Balkan Savaşı, Sırp tarihinin “en popüler savaşı idi”.1 Basının, özellikle de 1904 yılında kurulan ve Sırbistan Krallığı Dış İşleri Bakanlığına yakınlığıyla bilinen “Politika” gazetesinin manşetlerinin ve çoğu zaman da Belgrad hükümetinin gayrı resmi sözcüsü konumdaki yazılarının, propaganda faaliyetlerinde dikkate değer bir yeri vardı. Dış politikaya ilişkin haberlerin güvenilirliği, özellikle de cephelerden direkt gelen haberlerin doğruluğu, gazetenin en önemli neşriyat politikasıydı. Bu nedenle de, bu makale çerçevesinde, gazetede yayım lanan ve oldukça güvenilir nitelikteki yazılar Birinci Balkan Savaşı tarih yazımında değerli ikincil kaynaklar olarak kullanıldı. 1 Dubravka Stojanovic, U lje na vodi: ogledi iz istorije sadasnjosti Srbije, Beograd, 2010, 259. 276 “Politika” gazetesi, özellikle Osmanlı împaratorluğu’nun Avrupa toprakları üzerindeki Sırp diplomatik faaliyetlerini yakından gözleyebilmek adına kendi özel iletişim ağını kurdu; Kosova, Metohia, Makedonya (Güney Sırbistan) ve Novipazar Sancağındaki muhabirler bilhassa politik konularda düzenli olarak güncel bilgileri merkeze iletiyorlardı. Haberlerin ana eksenini; Hıristiyan nüfusun maruz kaldığı mahrumiyet, sosyal konumlarındaki zorluklar ve bölgedeki terör havası oluşturuyordu. Bunun yanında Gazete, 1908 Jön Türk devriminin ardından Bab-ı  li’nin bölgedeki reformlarına direnen Arnavut nüfusun içinde bulduğu çalkantılara ve bölgedeki “Arnavutluk Faktörü”ne de hatırı sayılır bir yer ayırıyordu. Merkez ofisteki gazeteciler ise, bölgedeki gelişmelere ilişkin Avrupa’nın önde gelen gazetelerinde ve Osmanlı başkentinde yayımlanan haberleri okuyucularına aktarmaktan geri durmuyorlardı. 1912 yazında “Politika” gazetesi, Osmanlı İmparatorluğu ile Hıristiyan Balkan Devletleri arasındaki ilişkinin oldukça gergin olduğunu ve savaş ihtimali dışında bu sorunun aşılamayacağına ilişkin yayımlarına ağırlık vermeye başladı. Diğer başlıkların arasında, Osmanlı askeri kuvvetlerinin cephane ve teçhizatı, askerlerin moralleri, komuta kademesindekilerin Kosova ve Skadar vilayetinin bir kısmındaki Arnavut isyanını bastırmadaki başarılan ve başansızlıkları ile komuta kademesinin özellikleri gibi hususlara özel bir önem atfediliyordu. Savaşm patlak vermesinin akabinde “Politika” gazetesi sadece Osmanlı-Sırp cephesinden haberler geçmenin ötesinde, ayrıca müttefiklerinin durumları hakkında da neşriyatta bulunuyordu. Böylece denebilir ki: gazetenin yazılan, savaşın tüm taraflannı belirli ölçüde resmetmeye çalışıyordu. Sırbistan Krallığının savaş hazırlıklanna başladığı ve ordulannı güney sınınna kaydırdığı 277 1912 yazının sonunda “Politika” gazetesinde yayımlandı.2 1 Eylül tarihinde Üsküp’ten gönderilen kısa bir makale, Osmanlı İmparatorluğu’nun Makedonya’daki garnizona hakim olan düzensizlik havasını; İstanbul ve Selanik’ten yola çıkan mühendis birliklerinin tahkimatı kuvvetlendirmek için bölgeye varmalarının eli kulağında olduğunu rapor ediyordu.3 Dört gün sonra ise gazete okuyucularına, Osmanlı atlı ve piyade birliklerinin Selanik, Bitola ve Serez garnizonlarından Bulgar sınırına doğru harekete geçtiklerini bildiriyordu.4 İstanbul’dan gelen raporlar OsmanlIların: “Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ sımr hattı boyunca en ciddi askeri hazırlıkları yaptığı” yönündeydi; ancak İtalyan savaş gemileri Osmanlı askeri birliklerini Anadolu’dan Avrupa yakasına geçirme konusunda İmparatorluğa zorluklar çıkarıyordu.5 Henüz 12 Eylül tarihinde Üsküp’ten bir muhabir; Makedonya ve Edime civarında geniş bir manevra alanına sahip olabilmek adına Osmanlı İmparatorluğu’nun Edime, Selanik, Manastır ve Kosova’dan yedek askerler toplayarak on iki düzenli bölük oluşturduğunu rapor ediyordu.6 İstanbul’dan gönderilen ve doğruluğu teyit edilen bir raporda, Osmanlı İmparatorluğu’nun çoktan Üsküp ve Kosava-Mitroviça’daki birliklerin altı hafta içinde harekete geçirilmesi planlanıyor; bunun yanında da Makedonya ve Edime vilayetine hareket ettirilecek yeni birlikler Asya’dan yola çıkarılıyordu.7 Henüz 19 Eylül gibi erken bir tarihte, Bab-ı Ali’nin, Anadolu’daki Rus sınır boyu hariç tüm bölgelerde genel seferberlik ilan ettiğini açıklaması yaklaşan krizi daha da 2 M akaledeki tüm tarihlerde “Jülyen Takvimi” esas alınmıştır. 3 Turske priprem e , “Politika", 2. IX 1912, 2. 4 Turci na granici, “Politika", 5. IX 1912, 2. 5 Turske pripreme, “Politika", 6. IX 1912, 1. 6 Turska mobilise, „”Politika“, 13. IX 1912, 2. 7 Oko Jedrena, “Politika“, 17. IX 1912, 1. 278 belirgin hale getiriyordu.8 Bununla birlikte OsmanlI’nın Hava Kuvvetlerinin gücünü artırdığına yönelik haberler de geliyordu; Fransa’dan alman bir uçak ile Osmanlı filosu 7 savaş uçağına sahip oluyordu.9 “Politika” gazetesinde yayımlanan haberlere göre Makedonya, Kosova ve Methoia bölgelerindeki seferberlik hareketleri güçlükle ilerliyordu: “Çok yavaş ilerliyor ve tam bir hayal kırıklığı”. Birçoğu daha önce herhangi bir askeri hizmette bulunmamış olmasına rağmen 35 yaşma kadar olan tüm Hıristiyanlar da seferberliğe tabi tutuluyordu. Aslında bunun arkasında, cephe gerisinde oluşabilecek herhangi bir isyam önlemek adına nüfusun bir kısmım Asya bölgesine transfer etmek gibi bir plan yatıyordu. Seferberliğe tabi tutulan redif birlikleri arasındaki moral bozukluğu ve ordudan firarlara ilişkin dedikodular ayyuka çıkmıştı. Ayrıca Jön Türkler ile selefleri arasındaki huzursuzluk ve dengesizlikler de kendini hissettiriyordu: “Bir taraf seferberlik, işleri ile uğraşırken diğer taraf bir darbe girişimi adına gizli toplantılar örgütlüyordu.” 101 Razlog civarı ile Bulgaristan sınır hattında ve hatta Küçük Asya’dan gelen iki taburda evlerine dönmek üzere ayaklanan askerler bulunuyordu.11 Osmanlı seferberliğinin en büyük sıkıntısı; orduların, sığırların, mühimmat ve erzakın kara yolu ile taşınması öngörüsünden kaynaklanıyordu. Ancak cephede hızlı asker şevki için demir yolu tercih edildiğinde eş zamanlı olarak bu askerlerin ihtiyacını karşılayacak malzemenin 8 Abullah Paşa, seferberlik altına alınan tüm askerlerin komutanı olarak atanmıştı. - Turska m obilisala, “Politika", 19. IX 1912, 2. 9 Turska se sprema, “Politika", 20. IX 1912, 2. 10 Turska mobilizacija, “Politika", 23. IX 1 9 1 2 ,1 . 11 Javas, javas, “Politika", 24. IX 1912, 3. 279 taşınamayacağı da ortaya çıkıvermişti.12 1912 Eylül’ünün sonu ve Ekim’inin başından, daha doğrusu Sırbistan Krallığının resmi olarak savaşı ilan ettiği 4 Ekim tarihine kadar “Politika” gazetesi daha çok, okuyucularını yakında vuku bulacak çatışmalara hazırlamaya odaklanmıştı. Gazetede, Sırp ordusunun harekâtı, Osmanlı İmparatorluğu altında yaşayan Sırpların içinde bulundukları tehlikeler ve Balkan İttifakının ilk üyesi olan Karadağ’ın Osmanlı İmparatorluğu’na karşı 25 Eylülde elde ettiği zaferi içeren abartılı haberler yer alıyordu. Dahası, bunun Balkan milletlerinin Haçlı Savaşı’nın başlangıcı olduğu ve Balkanların özgürlüğü ile sonlanacağına vurgu yapılıyordu.13 26 Eylül tarihinde “Politika” gazetesi, “Türk askeri durumu üzerine uzman” olduğu söylenen ve ismi verilmeyen bir Sırp subayının röportajını yayımladı. Ona göre, yakın cephelerdeki durum ciddiye alınmalıydı, ayrıca “yaklaşan savaşta kan gövdeyi götürecekti.” “Düşmanını hakir görenler ölümcül bir hata yapmış demektir, çünkü Osmanlı İmparatorluğu Balkan İttifakıyla, elinde sayıca üstün ve mükemmel bir ordu ile çarpışacak (...) bizden onun kuvvetini hafife alanlar ise büyük bir şaşkınlığa uğrayacaklardır.” 14 Ancak on gün sonra, İtalyan bir savaş uzmanı olan Givanni Mccelli’nin görüşlerini, Bab-ı Âli’nin Balkan Hıristiyan Devletlerine karşı cepheye 1,450,000 asker sürebileceği yönündeki söyleminin doğru olmadığım “Bir Türk iyi bir askerdir ancak bu tüm Türkiye’nin modem bir orduya sahip olduğunu göstermez” sözlerine vurgu yaparak paylaşıyordu. “Türk askerinin gücü onun fanatizminden gelir 12Turska mobilizacija, “Politika", 23. IX 1 9 1 2 ,1 . 13Balkanski rat je poceo, “Politika'1, 26. IX 1912, 2. 14U oci rata, “Politika", 26. IX 1912, 2. 280 (...) Yüzlerce hatta binlerce Türk askeri büyük bir katliamla telef olmasalar bile, onlar iş bilmezliklerinden ve pespayeliklerinden öleceklerdir. (...) Türkler attıklarında hedefi bile tutturamazlar. Topçuları sürekli toplarını ateşler, piyadeler kurşun yağdırır ama bunların hiçbiri bir amaca hizmet etmez”.15 Sırp, Bulgar ve Yunan ordularının Osmanlı İmparatorluğu ile karşı karşıya gelmeleri ve ilk muharebeler, “Politika” gazetesinin manşetlerinde yer bulmakta sıkıntı çekmiyordu. Gazeteciler, İttifakın ilk başarıları, Osmanlı ordusu ve paramiliter Arnavut grupların geri çekilişi ve bu geri çekiliş sırasında Hıristiyan halka karşı işledikleri zulümleri, bunun yanında İttifakın ilerleyişini durdurmak adına düşman kuvvetlerinin yollara ve köprülere verdikleri zararları rapor ediyorlardı.16 İstanbul’da neşrolunan “Rusko slovo”daki bir rapor Osmanlı ordusunun içinde bulunduğu kaotik durum” için bir delil olarak kullanıldı. Raporda, redif birliklerinin seferberliklerinin çok düzensiz ilerlediği, askere alınanların birçoğunun dağlara kaçtığı, kaçma girişimlerinde başarısız olanların işe kamçı ve atlarla kamplara sürüklendiğinden bahsediliyordu. Ayrıca, İstanbul hanlarında yiyip içip, seks düşkünlüğü yapan bazı rediflerin, han sahiplerine ücretlerini ödemeyerek, ücretini “Sultan ya da bizzat Allah’tan alırsınız artık” dediklerine dair 15 Turska vojska, “Politika*1, 7. X 1912, 2. 16 Öyle sanılıyor ki geri çekilm e sırasında Türkler diğer savaş suçlarım işlemekten de geri durmamışlardı: gıdaların zehirlenmesi, içm e sularının kirletilmesi, Sırp ilerlem esinin muhtemel istikametleri boyunca mayın döşenm esi vb.: drinking water, planting o f m ines along the possible directions o f Serb advancement ete. - Sta se govori, “Politika**, 4. X 1912, 1. 281 örneklerden de bahsediliyordu.17 Elbette en büyük ilgiyi Sırp kuvvetlerinin ilerleyişi celp ediyordu. Okuyuculara, Osmanlı kuvvetlerinin morallerinin nasıl darmadağın olduğu ve geri çekildikleri; Sırp asker ve subaylarının kahramanca davranışları ve düşmanın arkasında bıraktığı bol miktardaki savaş ganimetleri hakkında bilgiler aktarılıyordu. Türk askerlerinin arasındaki bu korkunun nedeni ise bir Sırp Topçusu şu şekilde aktarıyordu: “Bizim toplarımız Türkleri oldukça korkutuyor, Türkler ne zaman bir top gürültüsü duysa dört bir yana kaçışıyorlar. Kumanova Muharebesi boyunca bizim topçu bataryalarımızdan birisi beş dakika içinde üç Türk süvari bölüğünü tamamen yok etmeyi başarmıştı”. Türklerin Bulgar esirlere karşı davranışlarım anlatan nahoş bir kesit ise şöyleydi: “Türkler yaralı askerlere kötü ve iğrenç bir şekilde muamelede bulunuyorlar; onların ellerini koparıyor, burunlarım ve kulaklarını kesiyor, sonra da onları bıçaklıyorlar”.18 Osmanlı împaratorluğu’nun askerleri için yemek, giyecek ve mühimmat sağlayamamasma ilişkin felakete de ayrıca vurgu yapılıyordu: “Osmanlı subayları, askerlerini kimsesiz bir coğrafyada aç be aç bırakarak savaş meydanlarından ayrılıyorlar, Türk ordusu yiyecek ve giyecek hususunda büyük bir müzayaka içerisinde; subaylarda beş kuruş yok, askerin ayağında da potin.” 19 İstanbul’dan gelen bir rapora göre, yerel süvari komutam olan Mısır prensi Aziz Paşa 17 P anikau Turskoj, “Politika*1, 4. X 1912, 1. 18 Tursko varvarstvo, “Politika**, 15. X 1912, 2.; N asi topovi, “Politika**, 15. X 1912, 2. 19 12 Ekim ’deki bir rapora göre, savaşın başlamasından bu yana Karadağ ordusu yaklaşık 7,000 savaş esiri almış; Lozengrad Muharebesi sırasında ise “Reuter’hn haberine göre Bulgurlar 50,000 Türk v e iki Osmanlı paşasını esir almışlardı. - Pad Lozengrada, “Politika**, 12. X 1912, 2.; Zarobljenici, “Politika**, 12. X 1912, 2.; Turska gladna, “Politika**, 13. X 1912, 1. 282 maiyetindeki bazı subaylar ile birlikte ordudan kaçarak Osmanlı kuvvetlerinin Lozengrad’da yenilmesine ve askerlerini yüzüstü bırakarak Savaş Bakanlığı kararınca askerlerin kurşuna dizilmesine sebebiyet vermelerinden ötürü tutuklanmışlardı.20 Esir düşen Osmanlı askerleri ve üst düzey subaylar hakkındaki haberler ise 20 Kasım 1912’de barış anlaşması imzalanıncaya kadar her gün gazetenin sütunlarını işgal ediyordu. Böylece, Bitola (Manastır)’daki üç günlük ağır çarpışmalar boyunca yaklaşık 20,000 asker ve yüz kadar üst rütbeli subay21 Sırp kuvvetlerince kuşatıldılar; 16 Kasım’da da Vaver Paşa22 komutasındaki iki redif bölüğü Dedeağaç ve Dimetoka dolaylarında Bulgar güçlerince kuşatma altına alınmıştı. Özellikle Kumanova muharebesinde, Sırp Kuvvetleri ile çarpışmalar sırasındaki ağır insan gücü kayıpların ötesinde Osmanlılar ayrıca topçu mühimmatında da büyük kayıplar vermişti. “Politika” gazetesinde 18 Ekim’de yayımlanan bir habere göre, savaşın başında Osmanlı kuvvetleri yaklaşık 700 topa sahipken bunların büyük çoğunluğu kullanılamaz hale gelmişti. Sırp hattına konuşlandırılmış 300 topun haricinde ellerinde 44 top kalmıştı.23 Osmanlı ordusunun zayıflıklarından biri de yeterli tıbbi hizmetin eksikliğinden kaynaklanıyordu. Birçok yaralı asker ve subay tiyatroya terk edildi ve öylece orada bırakıldı, onları Hıristiyan Balkan devletlerinin sağlık ekipleri tedavi etti. Ordu 20Streljanja u Carigradu, “Politika", 16. X 1912, 2. 21B itoljski zarobljenici, “Politika", 16. X I 1912, 2. 22İki Paşa, 252 subay ve 8,879 askerin esir alınması sırasında savaş ganimeti olarak 1000 at 2 makineli tüfek ve 8 dağ topu ele geçirilm işti. - Bugarsko ratiste - zarobljene dve divizije, “Politika", 17. X I 1912, 2. 23 Kumanova M uharebesinden gelen ilk raporlra göre Sırp ordusu 68 Osmanlı topunu ele geçirmişti. - Turska bez topova, 18. X 1912, 1. 283 saflan birçok hastalıktan kınlıyordu- Halep ve Anadolu eyaletlerinden gelen birlikler arasında veba ve kolera yayıldı. Bu nedenle, kasım ayının başında Osmanlı karargâhlanndan gelen haberlere göre günde 1,000 kişi koleraya yakalamyordu. 24 Genel olarak diyebiliriz ki, Birinci Balkan Savaşı’nda “Politika” kendini Osmanlı askeriyesinin durumunu yansıtmaya adamıştı. Elbette gazetenin raporlarının ağırlıklı olarak propaganda amaçlı olduğu söylenebilir; ancak en nihayetinde böyle bir savaş hakkında haber yaparken tüm yazılı basının bu şekilde davranabileceğini de unutmamak gerekir. “Politika”da yayımlanan tüm yazılar, bir yandan İttifak birliklerinin ordularının başarılarını yüceltmek ve şahlandırmak ihtiyacı için ter dökerken;” öte yandan, düşmanı perişan bir haldeymiş gibi göstermek için debeleniyordu. SONUÇ: Birinci Balkan Savaşı, tüm Sırp ulusunun tek bir amaç için hazırlanması ve birkaç nesildir iştiyak ve sabırsızlıkla beklenen bir hadise olması açısından Sırp tarihinin en ihtişamlı bölümlerinden birini oluşturuyordu. Günlük yayımlanan “Politika” gazetesinin manşetleri, bu anıtsal olay için halkın psikolojik olarak hazırlanmasında kilit bir rol oynamıştı. Ayrıca gazete oldukça fazla okunuyor ve güvenilir bir bilgi kaynağı olarak addediliyordu. Savaşan tarafların politik duruşları ve AvrupalI büyük güçlerin bu savaşa ilişkin ilgilerinin yanında, “Politika” ayrıca muharebe alanından raporlara da hatırı sayılır bir yer ayırmıştı. Bir anlamda çoğunlukla “gri tonları” kullanarak Osmanlı ordusunun özelliklerini resmetmeye çalışıyordu. 24 Kolera u Carigradu, “Politika11, 5. X I 1912, 3. 284 M O D E R N R U S İN C E L E M E L E R İN D E B A L K A N SA VA ŞLA RI Yrd. Doç. Dr. Vefa Kurban Dokuz Eylül Üniversitesi GİRİŞ: Balkan Savaşları - 2 savaş 1912-1913 ve 1913 Bu savaşlar I. Dünya Savaşı’nm başlamasından çok az zaman önce gerçekleşen savaşlardır. Bu savaşlar sonucunda Balkan yarımadası ülkeleri, Türkleri Avrupa’da sıkıştırmışlardır. İlk savaşın karakteri bağımsızlık ve anti - Türk karakter taşımaktaydı. Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan’ın kurdukları Balkan İttifakının amacı Osmanlı Devleti’ni Avrupa’dan tamamen çıkarmak şeklindeydi ve bunu yapmayı da başardı. (Türkiye sadece İstanbul’u ve onun etrafında çok az bir bölgeyi koruyabildi). Galipler arasındaki görüş farklılıkları Bulgaristan’la diğer Balkan devletleri olan Sırbistan, Yunanistan, Romanya, Karadağ arasındaki savaşa sebebiyet verdi. Diğer taraftan bu savaşta Türkiye de vardı. Bulgaristan kaybetti ve ilk savaşta kazandığı toprakların büyük bir bölümünü yitirdi ve Osmanlı Devleti Edime (Adrianopol) ve etrafını yeniden ele geçirdi.1 Olayların Perde Arkası Kavimler Göçü zamanında Balkan yarımadasında daha önce orada yaşamayan yeni bir takım kavimler ortaya çıkmaya 1 Zadohin A , N izavskiy A. Porphovoy Pogreb Evropı, M oskova, 2000 285 başladı. Roma İmparatorluğu’nun bölünme döneminde bölge Doğu Roma împaratorluğu’na aitti ve bu yeni kavimler Konstantinopolis imparatorları ile sürekli savaş halindeydiler.2 Durum XV. yüzyıl başlarında Türkler Küçük Asya’dan Balkanlara ayak basmaya başladıklarında değişti. Bizans İmparatorluğu’nun tasfiye olunması ve Konstantinopolis’in düşmesi her geçen gün daha da büyüyen Osmanlı Devleti’nin Balkan yarımadasını ele geçirmesine sebep oldu. Orada yaşayan halklar da imparatorluğun terkibinde kaldılar. Durumu zorlaştıran ise oradaki halkların hepsinin kökeninin, dini inancının ve milli kimliğinin farklı olmasıydı.3 Balkan yarımadasında sık sık anti-Türk başkaldırılar gerçekleşiyordu, bunların da büyük bir kısmı hezimetle sonuçlanıyordu. Buna rağmen, XIX. yüzyılda etnik devletler ortaya çıkmaya başladı. Bu süreç Türkiye’nin zayıf düşmesini isteyen Rusya’nın desteği ile gerçekleşiyordu. Sonuçta XX. yüzyılın başlarında Osmanlı împaratorluğu’nun terkibinden Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Romanya çıktı. Buna rağmen, bütün yerleşiklerin hepsinin kendi devletleri olmadı. Bulgarların ve Sırpların büyük bir bölümü Makedonya’daydı, Ege Denizi adalarında Yunanlılar vardı, Karadağ sınırında sadece belirli miktarda Karadağlılar yaşamaktaydı.45 Arnavutların kendi devletleri yoktu, fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun bazı vilayetleri tamamen Amavutlardan oluşmuş durumdaydı-. 2 Vinogradov V .N . “Ob İstoricheskih K om yah “Goryachih Tochek” na Balkanah”, N ovaya i N oveyshaya İstoriya, 1993, N o :4 3 Jogov P.V. Diplom atiya Germanii i A vstro-V engrii i Pervaya Balkanskaya Boyna, M oskova, 1969 4 Pyabinin A. M alıe V oynı Pervoy P olovinı X X veka. Balkanı, M oskova, 2003 5 Jogov P.V. Diplom atiya Germanii i A vstro-Vengrii i Pervaya Balkanskaya Boyna, M oskova, 1969 286 Büyük Devletlerin Politikaları Balkan İttifakı Osmanlı İmparatorluğu XVII. yüzyıldan itibaren toprak kaybederek zayıflamaya yüz tutmuştu. İmparatorluğun çöküşü büyük devletleri yakından ilgilendirmekteydi. Bu çöküşte merakı olanlar Rusya, Alman İmparatorluğu, AvusturyaMacaristan, Büyük Britanya ve Fransa idi. Bu devletlerden her biri zayıflamış olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan kendi stratejik ihtiyaçları için mümkün olduğu kadar büyük pay elde etmeye çalışıyordu. Boğazlar konusunda keskin bir şekilde “Şark Meselesi” görülmekteydi. Aynı zamanda büyük devletlerin blokları arasında Balkanlarda da görülen bir karşı durma, anlaşmazlık söz konusuydu.6 İtalya-Türkiye savaşı sonrasında Balkan yarımadasındaki ülkeler, Osmanlmm düşmanları konsolidasyonun öneminin farkına vardılar. Birleştirici faktörler ise ortak amaçlar, halkların akrabalıkları (Bulgarların Sırplarla ve Karadağlılarla) ve Hıristiyanlık inancı oldu. Bu durumu Rus İmparatorluğu bir fırsat olarak değerlendirdi. Rusya’nın desteği ile Balkan yarımadasında askeri savunma ittifakları oluşturulmaya başladı. 13 Mart 1912 yılında Sırbistan ve Bulgaristan askeri anlaşma yaptılar. Aynı yıl 12 Mayıs’ta diğer alanlarda da ülkelerle işbirliği yapmayı sağlayacak tamamlayıcı anlaşmalar imzalandı. Yine aynı yıl 29 Mayıs tarihinde Yunanistan Osmanlı topraklarının paylaşımında geride kalmak korkusuyla Bulgar-Sırp İttifakına katıldı. Yazın 6Zadohin A , N izavskiy A. Porphovoy Pogreb Evropı, M oskova, 2000 287 Karadağ Bulgaristan’la ittifak anlaşması imzaladı. Bundan sonra da Balkan ülkeleri arasındaki ittifak tamamlanmış oldu.7 Rusya ilk olarak bu ittifakın kendi rakibi olan AvusturyaMacaristan’a karşı geleceğine güveniyordu. Fakat ittifak üyesi olan ülkelerin bu konu ilgi alanına girmediğinden Türkiye’ye karşı durmaya başladılar.8 Sınırların Maksimum Ölçülerde Genişletilmesi Fikri Balkan ittifakının ilgi alanı Osmanlmın Avrupa’daki topraklan idi, burada Yunanlılar, Bulgarlar ve Suplar yaşamaktaydı. Bu ittifaka dahil olan bütün devletlerin gözü bu topraklarda olduğundan bu ülkeler arasında çıkar çatışması da söz konusuydu. Bulgarların amacı Büyük Bulgaristan kurmaktı, Büyük Bulgaristan topraklarına Bulgarların yaşadıkları tüm topraklar ve bir zamanlar îkinci Bulgaristan Çarlığı’na ait olan topraklar dahil olacaktı.9 Suplar ülkelerine bütün Arnavutluğu ve Makedonya’yı katmak istiyorlardı. Bu topraklarda hak iddia eden Yunanistan ve Bulgaristan da vardı. 7 Trotskiy L. Balkanı i Balkanskaya V oyna, Sochineniya, Tom 6, M oskovaLeningrad, 1926, http://magister.msk.ru/library/trotsky/trotm083.htm 8 Trotskiy L. Balkanı i Balkanskaya V oyna, Sochineniya, Tom 6, M oskovaLeningrad, 1926, http://magister.msk.ru/library/trotsky/trotm083.htm 9Vinogradov V.N. Ob İstoricheskih Komyah "Goryachih Tochek” na Balkanah, Novaya i Noveyshaya Istoriya, 1993, No:4 288 Karadağ Arnavutluğun kuzeyini ele geçirmeye ve Adriyatik’in büyük liman kentlerini ve aynı zamanda Yenipazar Sancağını ele geçirmeye çalışıyordu. Yunanlılar Makedonya topraklarını ve Trakya’yı istiyorlardı. Trakya aynı zamanda Bulgarların da istedikleri yerdi. Bu şekilde müttefikler arasında ciddi fikir ayrılıkları ve çıkar çatışması vardı.101 Kaçınılması Mümkün İmparatorluğu Olmayan Savaş ve Osmanlı 13 Ekim 1912 yılında Bulgaristan Türk yönetimine ültimatom verdi ve Türk yönetiminden Makedonya’ya ve Balkanların Türk olmayan halklarına muhtariyet verilmesi, aynı zamanda Rumlar, Bulgarlar ve Sırplar için okullar açılması, bölgede ordunun büyük bir bölümünü demobilize etmeyi talep ettiler.11 Otonom bölgeler Belçika ve İsviçre gubematörleri tarafından idare edilecekti, reformların yapılması için de toplam 6 aylık süre tanınmıştı. Osmanlı İmparatorluğu bu ültimatomun şartlarını kesinlikle kabul etmediğini belirtti. Sultan V. Mehmet protesto notasını İstanbul’daki Bulgaristan sefirliğine gönderdi ve kendi halkına müracaat ederek Türklerin azınlıklara ve komşularma karşı sabırlı olmalarını istediğini belirtti.12 Savaşın kaçınılmaz olduğunu anlayan Türkler kendi askeri planlarını hazırladılar. 10 http://arm y.1v/ru/-Balkanskie-voyni-1912-1913-gg./l 171/2573 11 Jebokritskiy V .A . Bolgariya Nakanune Balkanskih V oyn 1912-1913, Kiev. 1960 12 Pisarev Y .A . V elikie Drjavı Nakanune Pervoy M irovoy V oynı, M oskova, 1986 289 Sonuç Vermeyen Görüşmeler 26 Aralık 1912’de Britanya başkentinde - Londra’da Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan bir tarafta, Osmanlı İmparatorluğu da diğer tarafta görüşmeler başlatıldı. Türkiye tarafından görüşmelerde yetkili kılınmış Osman Nizami Paşa, Türkler lehine olmayan bu anlaşma konusunda şunları diyordu: “Biz barış anlaşması imzalamaya değil, Türkiye’nin savaşı devam ettirmek için yeteri kadar güce sahip olduğunu ispatlamaya geldik”. Türkiye’nin toprak kayıplarıyla barışmadığı için görüşmeler 1913 yılı Ocak ayına kadar sürdü. Süreci hızlandırmak için 27 Ocak’ta büyük devletler, Büyük Britanya, Almanya İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan, Fransa, Rusya İmparatorluğu ve İtalya Osmanlı İmparatorluğu devletine toplu bir müracaatta bulundular. Bu müracaatta Bulgarların İstanbul’a yaklaşması nedeniyle askeri hareketin Küçük Asya’ya yayılmasına müsaade edilememesi yer almıştır. Bununla ilgili olarak büyük devletler Türkiye’den barış anlaşması imzalaması ricasında bulunmuşlardı. Bunun karşılığında ülkenin savaş sonrası dönemde onarımma yardımcı olacaklardı. 22 Ocak’ta Türk hükümeti üyeleri tam kadro toplandılar. Büyük devletlerin Türkiye’ye yaptıktan toplu müracaat müzakere edildi. Barış anlaşması imzalanması karara bağlandı: “savaşın yeniden başlatılması imparatorluk açısından büyük tehlikeler doğurabilecektir. O yüzden güçlü Avrupa ülkelerinin önerilerini dinlemek gerekir.”13 Fakat bir yeni gelişme yaşandı ve anlaşmayı imzalamaya hazırlanmış Türkiye’nin düşmanlanmn bunu görmemeleri imkansızdı. Hükümet toplantısının ertesi günü, 23 Ocak’ta290* 13 Kluchnikov Y .V ., Sobanin A.v. Mejdunarodnaya Politika N oveyshego Vremeni v Dogovorah, Notah i Deklaratsiyah, Moskova, 1925, Cilt 1 290 İttihat ve Terakki Partisi üyeleri ve taraftarları (aynı zamanda subaylar ve askerler) Enver Paşa’nın öncülüğünde toplantı salonunu bastılar. Çatışma sonucunda salonda birkaç bakan, ayrıca vezir ve harbiye bakanı öldürüldü. Bunun dışında askerler dışişleri bakanım, Hıristiyan olduğu için dövdüler. Enver Paşa salonda bulunanlara şöyle hitap etti: Siz Edirne’de taviz veren bu utanç verici barış anlaşmasını ve Avrupa’nın neredeyse tüm devletlerini nasıl desteklersiniz. Oysa millet ölmeye hazırdır ve savaş istiyor. Bu yüzden ülke ve ordu adına kabinenin derhal istifasım öneriyorum.” 14 Kabine, Enver Paşa’nm öngördüğü gibi istifa etti. Böylece Osmanlıda hakimiyet “Genç Türklerin” eline geçti. 28 Ocak’ta Balkan İttifakı yeni Türk hükümetine nota verdi: “İstanbul’da baş gösteren son olaylar, görüldüğü gibi, barış umutlarım yok etmiştir. Bu yüzden müttefikler geçen yıl 3 Aralıkta başlatılmış görüşmeleri sona erdirmek zorunda kalmışlar.” 15 Aynı gün Bulgar orduları komutanı 3 Şubat akşam saat 7’de savaşın başlatılacağına dair telgraf gönderdi. Görüşmeler sürdüğü sırada Bulgaristan savaşa tam hazır durumdaydı. Kasım 1912 yılı sonlarında Çatalca hattında mevzilenmiş 3. Bulgar ordusu askeri operasyonların yeniden başlamasıyla ilgili olarak geri çekilmedi. Bilakis, müzakereler devam ederken Bulgarlar kendi mevzilerini kuvvetlendirdiler. Askerleri de büyük çaplı sonbahar savaşları sonrası dinlenebildiler. Müttefiklerin taktiği sadece bir mevzi savaşı olup düşmanı yıpratarak ona işgal edilmiş topraklan kurtarmasına fırsat vermemek idi. 14 Kluchnikov Y .V ., Sobanin A.v. Mejdunarodnaya Politika N oveyshego Vremeni v Dogovorah, Notah i Deklaratsiyah, M oskova, 1925, Cilt 1 15 Kluchnikov Y .V ., Sobanin A .v. Mejdunarodnaya Politika N oveyshego Vremeni v Dogovorah, Notah i Deklaratsiyah, M oskova, 1925, Cilt 1 291 3 Şubat’ta savaş resmen başlamış oldu. Türkler Çatalca aşağısına saldırıya geçtiler. Bulgarlar bu saldırıyı önleyebildiler. Kovaj’da, cephenin diğer bölgesinde Bulgarlar karşı saldırıya geçtiler. Türkler Bulair savunma hattına geri çekildiler. Buradan onlar kısa süre önce tesis edilmiş 4. Bulgar ordusuna saldırmayı amaçlamışlardı. Bulgar ve Yunanların Çanakkale hattına çıkmaları, Türklerin sahil bataryalarını imha etmek için saldırıya geçmeleri gerekiyordu. Bundan sonra Yunan donanması Marmara denizine girebilecektir. İstanbul’un bombalanmasıyla Balkan İttifakı Türkiye’yi barışa zorlayabilirdi. Edirne Saldırısı: Savaşın ilk aşamasında gerçekleşen Edime kuşatması devam etmekteydi. Kaleden gelen haberlere göre kalenin sadece birkaç gün direnme gücü kalmıştı ve Edime birkaç gün içinde teslim olacaktı. Daha sonra bu haberin asılsız olduğu belli oldu. Nitekim Edime birkaç ay durabilecekti. Şöyle ki Aralık 1912’de Türkler buğday bulabilmişlerdi. Kale komutanı Şükrü Paşa Kasım 1912’de kısıtlı erzak dağıtımı uygulamasını başlatmıştı. Şehirde yaşayan her kişiye 800 gram et, 800 gram ekmek ve biraz peynir verilirdi. 1913’de peynir önemli ölçüde azaldı. Ekmek miktarı 300 grama, et miktarı da 300 grama düştü. Bulgarlar önce kuşatmayı devam ettirerek Türkleri teslim olmaya zorlamak istiyorlardı. Fakat sonradan Bulgar komutanlığı saldırıyla kaleyi alma planı işleyip hazırladı. Hazırlanan plana göre kalenin kuzey batı cephesinden saldınlacaktı. Orada yakından demiryolu geçmekteydi. Bulgarlar demiryoluyla oraya ağır toplar taşıyabilecekti. Bunun dışında bir yedek plan da vardı. Yedek plana göre saldın doğudan yapılacaktı. Türkler olayların bu şekilde gelişeceğinden habersizdi. Zira şehrin doğusunda silah ve 292 mühimmat taşınmasına imkan verecek kaliteli bir demiryolu yoktu. Bulgarlar mühimmatı öküzlerle taşımaya karar verdiler. 11 Mart Bulgarlar her taraftan şehri ateşe tuttular. Akşam saat 8’de şehrin güneyinde, gece yarısı da kuzeyinde ateş durduruldu. Günler boyunca Edirne’ye açılan ateşlere alışmış Türkler bunu yeni bir bombardıman öncesi atışma olarak algıladılar ve rahatladılar. 12 Mart gece saat 2’de yeniden bombardıman başladı. Sabah saat 5’te Bulgarlar şehre saldırıya tam hazır idiler. Türkler bu bombardıman sırasında düşmanın topçu birliklerinin şehre ateş ettiklerini de fark etmediler. Bulgarlar Türkleri hazırlıksız yakaladılar. Türklerin ön mevzileri şehrin kenarında, kale dışında idi. Bulgarlar top ateşleri altında gizli bir şekilde düşman siperlerine yakın yerde Türklerin 50 adım mesafesinde siperlere süzüldüler. Daha sonra Bulgarlar bağırarak siperlerden Türklere saldırdılar. Türk piyadeler şaşkınlık içinde kalırken Bulgarlar siperlere indiler ve savaşa girdiler. Yarım saat sonra Türklerin tüm ön mevzileri 2. Bulgar ordusu tarafından ele geçirildi. Bulgarlar 8 otomatik marselyoz ve 20 top ele geçirdiler. Bulgarlar kaçmaya koyulan Türklere arkadan ateş etmeye başladılar. Türkler Edime kalesi duvarlarına takılıp kaldılar. Bundan sonra Bulgarlar güneyden saldırıya geçtiler. Savaş başladıktan bir gün sonra 13 (26) Mart’ta kale düştü. Türkler Şükrü Paşa ile birlikte esir düştüler. Sırplar Şükrü Paşa’nın Bulgarlara teslim olmasından memnun kalmadılar ve olayın ardmdan güya Şükrü Paşa’nın kendilerinin elinde olduğuna dair haber yaydılar. Bulgarlar bu haberi yalanladılar. Edime savaşı Bulgarlar ve Türkler arasındaki son çatışma idi. Daha sonradan olaylar mevzi çatışmasına döndü. İşkodra Ablukası: 1912’de ilk başarılarıyla birlikte Karadağlılar Skutari (îşkodra)’yı almaya çalıştılar. Danilo ordusu şehri doğudan kuşattı. Martinoviç’in ordusu da şehri 293 batıdan kuşattı. Şehre düzenledikleri ilk saldırıda Karadağlılar büyük kayıplar verdiler. Kale komutanı Hüseyin Rıza Paşa’nm savunması Birinci Balkan Savaşı’nda Türklerin en başarılı savaşı olarak bilinmektedir.16 îşkodra’nm saldırarak ele geçirileceğini anlayan Kral Nikola şehri tam kuşatmaya karar verdi. 4 Aralık’ta Balkan İttifakı ve Osmanlı arasında barış anlaşması yapıldı. Ama İşkodra’nm kuşatması devam etmekteydi. Türkiye’nin zayıf düşmesini istemeyen Büyük Britanya şehrin kuşatmasını kaldırmak konusunda Karadağ’a ültimatom verdi. Karadağlılar bu talebi geri çevirdiler 4 Nisan 1913’de Sesil Bemy komutasındaki filo Adriyatik denizine girdi. Büyük Britanya, İtalya, AvusturyaMacaristan ve Alman İmparatorluğu Karadağ’ın süresiz olarak kuşatılması konusunda karara vardılar. Kuşatmaya rağmen Karadağlılar kendi planlarından vazgeçmediler. Nitekim uluslararası deniz kuvvetlerine sahip olmayan Karadağ için herhangi bir tehlike görünmüyordu. Bir müddet sonra Sırpların topçu birlikleri Karadağ’ın yardımına geldiler. Büyük Britanya Sırpların geri çekilmesini istedi ve Sırplar da buna uydular. Fakat Sırp topçuları Karadağlılarla birlikte kaldılar. Bu sırada Hüseyin Rıza Paşa muammalı bir şekilde öldürüldü ve kale Esad Paşa’nm eline geçti. Yeni komutan derhal Karadağ kralı ile müzakerelere başladı. Fakat görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı. Nisan başlarında Karadağlılar Oblik ve Britse’ye (Birdice) saldırdılar. Bu önemli mevzilerin düşman eline geçtiklerini duyan Türkler 23 Nisan’da şehri terk ettiler17. İşkodra Karadağ’a geçti. Kral Nikola kendi eliyle bayrağı göndere çekti. Avusturya-Macaristan îşkodra’nm alınmasına sert tepki verdi. Karadağ’ın şehri uluslararası kuvvetlere teslim 16 Balkanskaya V oyna, 1912-1913, M oskova, îzdanie Tovarishestva izdatelskogo dela i knijnoy torgovli N.l.Pastuhova, 17 http:^se.sci-lib.com /article092584.htm l, erişim tarihi 10.11.2012 294 etmemeleri halinde doğrudan askeri müdahalede bulunacaklarım açıkladı. Diğer devletler de bunun Avrupa’nın genelini tehdit edecek bir gelişme olacağından endişe ederek Avusturya-Macaristan’ı desteklediler. Buna yanıt olarak Nikola Londra’ya mektup gönderdi: «Benim hükümetim 30 Nisan tarihli notasında Skutari konusundaki görüşünü açıklamıştır. Bu hukukun sarsılmaz ilkelerine uygun bir şekilde belirtilmiştir. Ben yeniden açıklamak istiyorum, fetihle kutsanmış bu hak benim onurum ve halkımın onurudur ve benim Avusturya’nın münferit taleplerine uymama müsaade etmiyor ve bu yüzden Skutari şehrinin kaderini büyük devletlerin ellerine teslim etmekteyim». İşkodra’nın tesliminden sonra 30 Mayıs 1913’de Türkiye ve Karadağ arasında nihai barış anlaşması imzalandı18. 30 Mayıs 1913’te, Osmanlı İmparatorluğu bir tarafta ve Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ diğer tarafta, Londra’da barış anlaşmasını imzaladılar. Türjciye bu anlaşmaya göre, Edime üzerinde hak iddia edemeyecekti. 19 Romanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Çatışmaya Girmesi Romanya Bulgaristan’a saldırdığı sırada Tuna’yı ve Zimnitsa’yı geçti. Romanya krallığı Birinci Balkan Savaşı döneminde Türkiye tarafından çatışmaya müdahil olacağını açıklayarak Bulgaristan’a baskı yapıyordu. Romanya Güney Dobruca’da sınır hattının kendi lehine değiştirilmesini istiyordu. İkinci Balkan Savaşı’nın başlamasıyla Romanya yönetimi saldırı 18 http://bse.sci-lib.com/article092584.html, erişim tarihi 10.11.2012 19 M ogilevich A .A ., Ayrapetyan M .E. N a putyah k M irovoy V oyne, 19141918, Leningrad, 1940, s. 29-90 295 inisiyatifini kaybetmekten korkuyordu. Bulgaristan’a saldırmaya hazırlanıyordu.20 Bu yüzden 1908 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda Genç Türkler devrimi oldu. Genç Türklerin iktidara gelmesiyle ülkede rövanşist ideoloji tırmandı. Osmanlı İmparatorluğu Londra Barış Anlaşması’m imzaladıktan sonra Avrupa’da kaybettiği topraklan geri alamıyordu. O yüzden Birinci savaştaki kayıpları kısmen geri kazanmak için İkinci Balkan Savaşı’nı fırsat olarak kullanıyordu. Sultan herhangi bir savaş başlatma talimatı vermemişti. İkinci cephenin açılma inisiyatifi Genç Türklerin lideri Enver Paşa’dan gelmekteydi. Operasyonun komutanı İzzet Paşa idi.21 12 Temmuzda Türk kuvvetleri Maritsa nehrini geçti. Operasyonun öncülüğünü birkaç öncül birlik oluşturuyordu. Onların arasında Kürtlerden oluşan düzensiz birlikler de vardı. Aynı zamanda 14 Temmuz’da Romanya ordusu Dobruca’da Romanya-Bulgaristan sınırım geçti ve Karadeniz boyunca Varna’ya doğru hareket etti. RomanyalIlar sert direniş bekliyorlardı. Fakat böyle bir direniş yaşanmadı. Bunun dışında RomanyalIlardan iki kolordu herhangi bir direnişle karşılaşmadan Bulgaristan’ın başkentine - Sofiya’ya yaklaştılar. RomanyalIlar neredeyse hiç direnişle karşılaşmadılar. Nitekim düşman orduları ülkenin batısında - Sırp-Bulgar ve YunanBulgar cephelerinde idiler. Ayrıca sonraki birkaç gün içinde Doğu Trakya’da Bulgarların tüm ordularım imha etmişlerdi. 23 20 M ogilevich A .A ., Ayrapetyan M.E. N a putyah k M irovoy V oyne, 19141918, Leningrad, 1940 21 M ogilevich A .A ., Ayrapetyan M.E. N a putyah k M irovoy V oyne, 19141918, Leningrad, 1940 296 Temmuz’da Osmanlı orduları Edirne’yi aldılar. Doğu Trakya’yı Türkler sadece on geçitle almışlardır.22 29 Temmuz’da Bulgar hükümeti çıkmaza girdiğini anladı ve barış istedi. Bundan sonra da Bükreş’le banş görüşmeleri başlatıldı.23 İkinci Balkan savaşı sadece bir ay sürdü. Bulgaristan mağlup edildi. 31 Temmuz’da Bükreş’te Barış Konferansı yapıldı, konferans Ağustos ayı başlarında anlaşmanın imzalanmasıyla son buldu. Bu anlaşmaya göre de Makedonya Sırbistan ve Yunanistan arasında eşit olarak ikiye bölündü, Romanya ise Yeni Dobruca’yı elde etti, buranın nüfusu 404 bin kişiden oluşmaktaydı ve Bulgarlar 48%, RomanyalIlar 3% ve geri kalanlar da Türkler ve diğer küçük etnik gruplardan oluşmaktaydı. Tabii ki, Bükreş Anlaşması sonucunda Dobruca’yı Romanya’ya vermiş olan ve Makedonya’yı Sırbistan ve Yunanistan arasında paylaşmak zorunda kalan Bulgaristan, Sırbistan ve Romanya’ya karşı derin düşmanlık gütmeye başladı. Bunun dışında da Bulgaristan Edirne’yi ve Trakya’nın önemli bölümünü kaybetti; her ikisini Türklere geri vermek zorunda kaldı. “Bükreş Barış Anlaşması kaçamaklardan ve yalanlardan meydana gelmiştir. Açgözlülük ve düşüncesizlik eseri bir savaşa uygun bir taç niteliğindedir bu anlaşma; savaşı taçlandırsa da sona erdiriyor değildir. Tarafların tamamen bitkin düşmesinden ötürü bir süre ara verilmiş bulunan savaş, ilgili ülkeler taze kana kavuşur kavuşmaz yeniden başlayacaktır”24. 22 M ogilevich A .A ., Ayrapetyan M.E. N a putyah k M irovoy V oyne, 19141918, Leningrad, 1940 23 M em ikov A .g. Spektor A .A ., V sem im aya İstoriya V oyn., M insk, 2005 24 “Kievskaya M isi” No: 2 0 6 8 Temmuz, 1913, Leon Troçki, Balkan Savaşları, çev. Tansel Güney, İstanbul 1995, s. 421 297 “Pazar günü kraliyet sarayında delegeler onuruna verilecek ziyafette, nezaket gereği, Bükreş Konferansının büyük önemi üzerine pek çok nutuk çekilecek. Bu nutuklar halkların çektiği acılarla bir alay niteliği taşıyacak, insanı isyan ettiren bir alay! Ölenlerin feryadı gerçekten göğe yükselmektedir, çünkü kanlan boş yere dökülmüştür. Hiçbir şey başanlmış, hiçbir şey çözülmüş değildir... Doğu Sorunu, hala olanca vahametiyle devam ediyor, kapitalist Avrupa’nın ortasında korkunç bir ülser gibi zehir saçıyor”25. Sonuç ve Değerlendirme Aslında, 1908 yılında, Avusturya-Macaristan’ın Sırplann yaşadığı Bosna-Hersek’i ilhak etmesinin ardından “Bosna Krizi” meydana geldi. Söz konusu bölgeler, resmi olarak, içeride çıkan ayaklanma sonucunda bir kaosun yaşandığı Osmanlıya bağlıydı. Bölgenin Sırbistan yönetimine geçme endişesi Viyana yönetiminin kararında belirleyici olmuştu. Hiçbir yerden destek bulamayan bitkin düşmüş Osmanlı İmparatorluğu Avusturya-Macaristan’la müzakerelere başladı ve para tazminatı karşılığında artık gerçekleşmiş olan ilhakı tamdı. Diğer Balkan devletleri ise bunu kabul edemezdiler. Osmanlı esaretinden büyük zorluklarla kurtulan ve yeniden kendini güçlü yayılmacılığa direnişin ön saflarında bulan iki devlet olan Sırbistan ve Karadağ’ın tepkisi özellikle sert oldu. Uzun zamandan beri Rusya hükümeti bu iki ülkeyi himaye etmekte, Rusya’nın sosyal çevreleri ise her türlü manevi destek sağlamaktaydı. Fakat söz konusu dönemde Petersburg yönetimi*298 25 “K ievskaya M isi” N o: 2 0 6 8 Temmuz, 1913, L eon Troçki, Balkan Savaşları, çev. Tansel Güney, İstanbul 1995, s.421 298 kendi “küçük kardeşlerine” somut bir yardımda bulunamadı. Yeni sona ermiş Rus-Japon Savaşı ve iç karışıklıklar sonrasında ülke, uluslararası alanda güç gösterisinde bulunmak için henüz çok zayıftı. Olay sözlü bildiriler, protesto gösterileri ve diplomatik notalarla geçiştirildi. Dört yıl sonra, 1912’nin sonbaharında Balkanlarda, bir Avrupa savaşma dönüşme riski taşıyan yeni bir kriz patlak verdi. O dönemde Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’da hala büyük topraklara sahipti. Arnavutluk, Bulgaristan’ın güneyi (Trakya), Yunanistan’ın kuzey bölgeleri ve Makedonya OsmanlI’ya aitti. Osmanlı zulmü dayanılmaz hale gelmişti ve Osmanlı topraklarının değişik yerleşim birimlerinde başkaldırılar ve yerel isyanlar yaşamyordu. Bu isyanlar Osmanlı ordusu tarafından akıl almaz gaddarlıkla bastırılıyordu. Sınırdaş devletler “Osmanlı mirasına” çoktan‘göz dikmişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki toplumsal ayaklanmalar, İstanbul yönetiminin bölgelerdeki hâkimiyetinin zayıflaması, aynı zamanda büyük güçlerin kaderine mahkûm imparatorluğu desteklemede açık bir şekilde isteksiz davranmaları, eski sorunu güç kullanarak çözmeye karar veren Balkan devletlerini çabalarını birleştirmeye itti. 1912 yılının Ekim ayında Bulgaristan, Yunanistan, Karadağ ve Sırbistan askeri operasyonları başlattılar. Müttefikler ortak düşmana karşı 600 bin kişilik bir ordu ile çıktılar ve birkaç gün sonra OsmanlI’nın hiçbir şansının olmadığı anlaşıldı. Osmanlı ordusu arka arkaya yenilgilere uğradı. 1912 yılının Kasım başlarına doğru Osmanlı ordusu neredeyse tamamen yenilmiş bir durumdaydı ve bu ordunun geriye kalan bölümleri İstanbul’un 40 kilometreliğinde mevzilenmişlerdi. Osmanlı 299 barış istiyordu ve artık endişe belirtileri göstermeye başlayan büyük Avrupa devletlerine çağında bulunuyordu. Rusya, üst düzey yönetim çevreleri Rusya karşıtı bir tavır içinde olan Bulgaristan’ın İstanbul’u ele geçirmesini ve Karadeniz boğazlarına sahip olmasını istemiyordu. Petersburg yönetimi sert bir şekilde Bulgaristan’dan taarruzu durdurmasını talep etti. Avusturya ve arkasındaki Almanya Sırbistan’ın güçlenmesini kabullenemezdi ve Avusturya ordusu sınıra yığılma yapmaya başladı. Olaylann gelişimi endişe verici duruma geldi. 1912 yılının Aralık ayında savaşan taraflar mütareke imzaladılar. Ardından Londra’da Avrupa devletlerinin büyükelçilerinin katılımı ile bir konferans gerçekleştirildi. Konferansta Balkanlardaki mevcut politik durumu tespit eden bir barış anlaşmasının koşullan hazırlandı. Ancak, 1913 yılının Haziran ayında aynı bölgede yeni bir çatışma patlak verdi. I. Balkan Savaşı’nm kazananları müttefikliği çok kısa bir süre devam ettirdiler ve “Osmanlı mirasının” herkes için kabul edilebilir bir paylaşımı konusunda anlaşamadılar. Bu kez, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ ve onların “tarihi düşmanları” olan OsmanlIyı birleştiren Bulgaristan’a karşı koalisyon kuruldu. Bu defa müttefikler arasına Romanya da katıldı. Koalisyon üyelerinden her biri, büyük topraklar ele geçirmiş olan Bulgaristan’dan kendi lehine toprak talebinde bulunuyordu. Berlin’in ve Viyana’nın diplomatik desteğini arkasına alan Bulgaristan Çan I. Ferdinand ve hükümeti taviz lafını duymak bile istemiyorlardı. îlk olarak Bulgaristan ordusu 30 Haziran 1913 tarihinde Sırp ve Yunan ordulannm mevzilerine taarruz başlattı. Diğer Balkan devletleri de savaşa 300 müdahil oldular. Bulgaristan çok fazla karşı koyamadı ve 29 Temmuz’da teslim oldu. Kısa bir süre sonra barış antlaşması imzalandı ve bu antlaşmaya göre Bulgaristan güneyde, batıda ve kuzeyde büyük topraklar kaybetti. Balkanlarda sağlanan bu güç dengesi sadece geçici bir soluklanmaydı. Zira iki savaşın sonucundan ne doğrudan bu savaşlara müdahil olanlar, ne de onların Viyana, Berlin, Londra ve Petersburg’daki akıl hocaları ve himayecileri memnundu. “Balkan Düğümü” henüz çözülmemişti ve AvrupalI politikacılar bunun bilincindeydiler. Rusya, diplomasinin sorumluluğu ve Avrupa’da barışı sürdürmeyi riske etmektense taviz vermenin daha iyi bir karar olduğunu düşünen Çar’m tavrı sayesinde, Balkanlardaki olaylara doğrudan müdahil olmaktan kaçınabildi. Bununla birlikte, Bosna Krizi’nden başlayarak Rusya kamuoyu, gerek liberal, gerekse muhafazakâr basın sürpkli “Slav kardeşlere somut yardım” yapılması gerektiğini savunuyordu. Dördüncü Devlet Duması Başkanı Mihail Rodzyanko ve Duma’daki büyük partilerin liderleri Çar II. Nikolay’ı savaşa girmeye çağırıyorlardı. Ancak onların bu çağırılan etkili olamadı. “Osmanlı mirası” için yapılan savaşın Avrupa genelinde bir çatışmaya dönüşmemesine rağmen uluslararası alandaki gerilim henüz geçmemişti. Almanya ve Fransa uzun yıllardan beri kapsamlı yeniden silahlanma programları gerçekleştiriyorlardı. Rusya da bu yarışın içine çekilmişti. Milliyetçilik eğilimleri giderek güçleniyordu. Almanya Başbakanı Betman-Holveg, 1913’ün ilkbaharında parlamentoda orduya verilecek yeni kredileri gerekçelendirirken Almanya’nın “Slav dalgası” tehdidi ile karşı karşıya olduğunu söylüyordu. Fakat o, sadece I. Balkan Savaşı sonrasında “Slavlarla Almanların savaşımn kaçınılmaz” 301 olduğunu düşündüğünü belirten Almanya İmparatoru Kayser II. Wilhelm’in sözlerini tekrarlamaktaydı.26 “Sevgili Villi’nin” aksine Rus Çan farklı görüşteydi ve geniş çaplı askeri çatışmanın kaçınılmaz olduğunu düşünmüyordu. 1913 yılının Mayısında Çar II. Nikolay, Kayser’in Braunschweig Herzog’u ile evlenen kızı prenses Viktoria Louise’mn düğününe geldi. Bu, Rus Çarının Almanya’yı son ziyareti oldu. Çar, Rusya-Almanya ilişkilerinin iyileştirilmesi için II. W ilhelmie anlaşmak niyetindeydi. Kayser’le görüşen II. Nikolay, Almanya’nın Avusturya’yı Balkanları ele geçirme politikasından vazgeçirmesi durumunda, Rusya’mn Karadeniz boğazlarına hak iddialarından vazgeçmeye hazır olduğunu ve “bekçi” rolünü Osmanlı’ya bırakmayı kabul ettiğini ifade etti. Bu tekliflere Berlin yönetiminden herhangi bir cevap gelmedi, Wilhelm ise genel konuları konuşmakla yetindi. İşte Balkan savaşlarının sonuçları bu şekildeydi. Bu savaşlar hiç kimseyi barıştırmadı, hiçbir sorunu çözmedi ve Şark meselesi de daha önceki gibi Büyük Avrupa devletleri ve küçük Balkan devletleri karşısında durmaktaydı27 ve bu durum her an diplomatik ya da silahlı çatışmaya dönüşebilecek şekilde kalmaktaydı.28 1914 yılının başlarına gelindiğinde iki askeri-politik koalisyonun hatlan artık belirgin bir şekil almıştı. Avrupa ülkeleri ana müttefik eksenleri olan Berlin-Viyana ve ParisLondra-Petersburg etrafında gruplanmaya başlamışlardı. Her 26 A.N.Saharov, İstoriya Rosii s Drevneyshih Vremen do Nachala XIX veka, M oskova, 2005, s. 946-948 27 http://magister.msk.ru/library/trotsky/trotm083.htm, erişim tarihi 10.11.2012 28 N.Saharov, İstoriya Rosii s Drevneyshih Vremen do Nachala X IX veka, Moskova, 2005, s. 946-948 302 şey olacağına varırcasma gelişiyordu ve dünyanın kaderini sadece bir mucize değiştirebilirdi. Fakat mucize gerçekleşmedi.29 29 A.N.Saharov, İstoriya Rosii s Drevneyshih Vremen do Nachala XIX veka, Moskova, 2005, s. 946-948 303 B ib liy o g r a fy a Zadohin A, Nizavskiy A. Porphovoy Pogreb Evropı, Moskova, 2000 Vinogradov V.N. “Ob Istoricheskih Komyah “Goryachih Tochek” na Balkanah”, Novaya i Noveyshaya İstoriya, 1993, No:4 Jogov P.V. Diplomatiya Germanii i Avstro-Vengrii i Pervaya Balkanskaya Boyna, Moskova, 1969 Pyabinin A. Malıe Voynı Pervoy Polovinı XX veka. Balkanı, Moskova, 2003 Pisarev Y.A. Velikie Dıjavı Nakanune Pervoy Mirovoy Voynı, Moskova, 1986 Kluchnikov Y.V., Sobanin A.v. Mejdunarodnaya Politika Noveyshego Vremeni v Dogovorah, Notah i Deklaratsiyah, Moskova, 1925, Cilt 1 Mogilevich A.A., Ayrapetyan M.E. Na putyah k Mirovoy Voyne, 1914-1918, Leningrad, 1940 Memikov A.g. Spektor A.A., Vsemimaya İstoriya Voyn., Minsk, 2005 Halgarten G. İmperializm do 1914 goda. Sotsiologicheskoe issledovanie Germanskoy Vneshney Politiki do Pervoy Mirovoy Voynı, Moskova, 1961 A.N.Saharov, İstoriya Rosii s Drevneyshih Vremen do Nachala XIX veka, Moskova, 2005 Jebokritskiy V.A. Bolgariya Nakanune Balkanskih Voyn 1912-1913, Kiyev. 1960 Leon Troçki, Balkan Savaşları, çev. Tansel Güney, İstanbul 1995 http://bse.sci-lib.com/article092584.html, erişim tarihi 10.11.2012 http://magister.msk.ru/library/trotsky/trotm083.htm, erişim tarihi 10. 11.2012 304 R O D O S V E İS T A N K Ö Y T Ü R K L E R İN İN SO RU NLA RI VE ÇÖ ZÜ M YO LLARI Prof. Dr. M ustafa Kaymakçı Rodos, İstanköy ve On İki Ada Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Türkiye ve Yunanistan arasında önemli sorun alanları vardır. Dostluğun sağlam temellere oturtulmasının, öncelikle ilişkilerde sorun olan konuların çözümünden geçtiğini görmeliyiz. Bu sorunlar çözülmeden, kalıcı ve sürekli bir barışın kurulamayacağını herkesin bilmesinde yarar vardır. Ancak, sorunların çözümüne Yunanistan’da yaşayan Türkler açısından da bakmalıyız. Bu bildiride, öncelikle Rodos ve İstanköy Türklüğünün sorunları irdelenmeye çalışılacak, daha sonra da kimi önermelerde bulunulacaktır. RODOS VE İSTANKÖY TÜRKLÜĞÜNÜN BAŞLICA SORUNLARI Adalarda Yaşayan Türkler ve Vatandaşlık Rodos ve İstanköy Türklerinin çoğunluğunu ağırlıklı olarak 1573 yılında Rodos’un fethinden sonra buraya yerleştirilen Karaman Beyliği Türkleri ile 1897’de Girit’ten göç eden Türkler oluşturmaktadır. Rodos ve İstanköy. Türkleri, 1912’de İtalya’nın Yunanistan adalarını işgal etmesi ile cemaat olarak kabul edilmiştir. 1947’de ise adalar Yunanistan’a verilmiştir. Geçen süreç içinde Türklerin pek çoğu, kültürel kimliklerinin kabul görmemesi, şiddet ve nefret ortamının yaratılması, iş kurma ve gayrimenkul 305 satın almalarına izin verilmemesi gibi nedenlerle Türkiye’ye göç etmiş bulunmaktadır. 1950’den sonra adadan ayrılan bu kişilere Rodos’a dönmeyeceklerine dair belge imzalatılmıştır. Adada kalan Türkler ise vatandaşlıktan çıkarılma korkusu ile uzun yıllar adadan ayrılamamıştır. Bu kişiler adadan ayrılmak istediklerinde önce yabancılar şubesine giderek Yunanistan’a tekrar giriş vizesi almak durumunda kalmışlardır. Bu durumdaki kişilere yalnızca 30 gün süre ile adadan ayrılmalarına izin verilmekteydi. Ege Adaları vatandaşları olarak tanımlanan Türkler ise beş yıl süreli olarak verilen pasaportları ile adadan ayrılabilmişler, ancak bu kişilerin pasaportlarının bitiş süresine kadar adaya dönmemeleri halinde başka bir ülkenin vatandaşlığına geçtiğine karar verilmiştir. Böylelikle vatandaşlıkları sona erdirilmiştir. Pasaportlarının uzatılması için müracaat eden Türklerin ellerinden pasaportları alınmış, bu kişilere vatandaşlıklarını kaybettikleri bildirilmiştir. Bugün vatandaşlıktan çıkarılan kişilerin sayısının binlerce olduğu tahmin ediliyor. Buna ek olarak Rodoslu olan ve halen Yunan nüfus cüzdanına sahip olan kişilerin dahi, Rodos Belediyesi’nde bulunan kayıtlarının silindiği söylenerek bu kişilere yeni nüfus cüzdanı verilmemektedir. Eğitim ve Türkçe Öğrenme Hakkı Rodos’ta Türkçe eğitim veren son okullardan biri olan Süleymaniye Medresesi’nin adı, 1972 yılında Rodos 13. Şehir İlkokulu olarak değiştirilmiş ve o tarihten itibaren ise Türkçe eğitim tamamen yasaklanmıştır. Bugün Rodos’ta yaşayan Türkler devlet okullarına gidiyor, ancak din derslerinden muaf tutuluyorlar. Devlet okullarında eğitim gören Türk çocukları, 306 bugün Türkçeyi çok az derecede konuşabiliyorlar. Bu okullardan mezun olan çocukların adalarda mesleklerini yerine getirme konusunda da belirsizlik yaşanıyor. Bugüne dek Rodos’ta hiçbir resmi kuruluşta Türklere görev verilmemiştir. Yalnızca Rodos Belediyesi’nde birkaç temizlik işçisi ile bir park işçisi çalışmaktadır. Din ve İbadet Rodos Türkleri, İslam Cemaati idaresi tarafından temsil ediliyordu. Adaları, 1912’den sonra işgal eden İtalya, yerel kararname ile Rodos’ta bulunan müftülük makamını tanımıştır. Bu durum uzunca bir süre Yunan Hükümetlerince de sürdürülmüştür. Ancak 1990 yılında cemaat idare heyetinin süresinin dolmasının ardından yerine yeni kişiler atanmamıştır. Müftü Süleyman Kaşlıoğlu’na naiplik eden İhsan Kayserili’nin de 1990 yılında vefatının ardından müftülük makamı resmen kimseye verilmemiştir. Bu nedenle bugün dini anlamda adadaki Türk azınlığı temsil edilmemektedir. Osmanlı Türklerinden Kalan Kültür Mirası Osmanlı Türklerinden kalan kültür mirasımızın bakımı ve tamirlerine izin verilmemekte, tamirler göstermelik olmakta ve eserler zamanın tahribatına bırakılmaktadır. Örneğin Rodos adasında ünlü Süleymaniye Medresesi yıkılmak istenmektedir. Süleymaniye Medresesi, Türk çocuklarına ilk, orta ve lise eğitimi vermek üzere 1876 yılında inşa edilmiş tarihi bir binadır. Yunan hükümeti, Süleymaniye Medresesi’nin altında bulunan eski St. Jean Kilisesi’nin ortaya çıkartılmasını bahane ederek medresenin temelini kazmaya 307 başlamış ve bu okulu kapatmıştır. Aslında bu medrese, Rodos Türklerinin kurmuş oldukları Evkaf Dairesi’ne aitti, ancak daha sonra medreseye yasal bir kılıf bulunarak Yunanistan Kültür Bakanlığı el koymuş bulunmaktadır. Süleymaniye Medresesi’nin yıkımı, demeğimizin ulusal ve uluslararası düzeyde yapmış olduğu girişimler sonucu bugün için durdurulmuştur. Rodos’ta bulunan camiler ise tadilat gerekçesi ile kapatılmış bulunmaktadır. Bugün yalnızca İbrahim Paşa Camii ibadete açıktır. Süleymaniye Camii’nin açılması için yapılan müracaata camiinin UNESCO tarafından tarihi eser olarak vasıflandırılması nedeni ile ibadete açılamayacağı cevabı verilmiştir. Daha sonra başlatılan restorasyon çalışmaları onlarca yıl sürdürülmüş, çalışmalarında ise Osmanlı Desenleri değiştirilmiştir. Geçtiğimiz günlerde onarım çalışmaları tamamlanan cami, ilk kez Kurban Bayramı’nda ibadete açılmıştır. Cami’nin müze olacağı bildirilmektedir. Benzer şekilde Ali Hilmi Paşa Camii, Kıbrıs Evi olarak kullanılmak üzere Rodos Belediyesi tarafından restore edilmiştir. Murat Reis Külliyesi’nde bulunan müftü evi ise yıktırılarak yerine konservatuar binası yapılmıştır. Özetle, Adalarda Osmanlı Türklerinden kalan mimari eserler talan edilmiş, elde kalanlar ise göstermelik olarak korumaya alınmaya çalışılmaktadır. Vakıflar Sorunu İtalyan Yönetimi ’nce, Evkafa(Vakıf) ait malların bir komisyon tarafından idare edilmesi kararlaştırılmıştı. 1947 yılında Adaların Yunanistan’a geçmesinin ardından ise bu doğrultuda, 308 517/1947 sayı ve tarihli bir yasa çıkartılmıştır. Bu yasada şöyle deniyordu: “Adalarda yürürlükte bulunan karar ve kararnameler, Yunan yasalarına aykırı olmamak koşulu ile gerekli kanunlar çıkarılıncaya kadar geçerlidir.” Ancak Adalarda baskı ve yok etme siyaseti uygulanmaya başlamış ve ilk olarak cemaat ve vakıf yönetimini denetlemek için hükümet murahhasası atanmıştır. 1965 yılında Cemaat Başkanı Sadettin Nasuhoğlu’nun ölümünün ardından cemaat ve vakfa ait değerli eser ve taşınmazlar, satış ya da hibe yoluyla azınlığın elinden alınmıştır. 1970 yılında ise Katalipsis olarak bilinen kanunda şöyle dendi: “On yıl içerisinde tapu dairesine bildirilmeyen taşınmaz mal ve mülkler hâzineye intikal eder.” Bu hüküm gerekçe gösterilerek Adalarda Türklere ait mallar gasp edilmiş ve Vakıflar sorunu çözülememiş, konu bugüne dek gelmiştir. Bugün, Rodos ve İstanköy’deki vakıflar yüzde 0,6 oranında emlak vergisine tabidir. Başka bir ifade ile Rodos ve İstanköy’de yaşayan Türklere ait vakıflar gayrı menkullerinden, ticari kuruluşlar ile aynı oranda emlak vergisi alınmaktadır. Bu da, uygulamanın ne kadar ayrımcı olduğunu gösteriyor. Diğer yandan Yunan hükümetleri, Evkaf Dairesi’ne sürekli masraflar yaptırarak elindeki arazileri ve mallan sattırmakta, Evkaf Dairesi güçsüzleştirilmektedir. Yunan hükümetleri bu uygulamayı, ne yazık ki bazen kendilerine verilen emanete ihanet eden kişileri Vakıf Yönetim Kurullarına atama yaparak gerçekleştirmektedir. 309 Nefret ve Baskı Ortamı Geçmişten günümüze değin Rodos ve İstanköy’de Türklere karşı nefret ve baskı ortamı sürdürülmüştür. Kıbrıs Hareketi sırasında birçok Türk’ün işkence gördüğü, bir Türk’ün de öldürüldüğü biliniyor. Bugün için nefret ve baskı ortamı azaltılmış gibi görünüyor. Bununla birlikte Rodos ve İstanköy’de baskı ortamı yerel basında yer alan haberler ile sürdürülüyor. Örneğin 2000 yılında kurulan Rodos Müslümanları Kardeşlik ve Kültür Demeği için yerel gazeteler “Ankara'nın ajanı” diye yazdılar. Rodos ve İstanköy’de nefret temelli saldırılar da yaşanıyor. Kabapınar Kadın Cem Evi, İstanköy Belediyesi tarafından yıktırılarak yerine park yapıldı. İstanköy’de ise Cezayirli Gazi Haşan Paşa Camii ve Lonca Camii, sprey boya ile boyandı. Geçtiğimiz 23 Aralık 2010 tarihinde de Rodos Müslümanları Kardeşlik ve Kültür Demeği’ne kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce saldın düzenlenmiştir. Gazetelere yansıyan bilgilere göre saldırganlar demek kapısı önündeki paspasa benzinle ıslatılmış bez parçalarını yakarak atmışlar, alevlerin etkisi ile demek camlarından birkaçı kınlmıştır. Özet olarak şu söylenebilir; Rodos ve İstanköy’de Türklerin varlığı, fetih öncesine, 1483 yılma kadar uzanıyor. Ancak Yunanistan’a göre Türkler, yalnızca Müslüman Yunan vatandaşı olarak görülüyor. Türklere yönelik asimilasyon politikaları ne yazık ki devam ediyor. Bugün Türklerin dini, kültürel, ekonomik ve eğitim alanında yaşadığı sorunlar giderek çözümü zor bir boyut kazanmış durumdadır. Sorunların çözümü için Yunanistan’a baskı yapmak gereklidir. Bunların bir kısmı adalarda yaşayan Türkler tarafından bile 310 yapılabilir. Söz gelişi, İslam Cemaati ve Müftülük makamının iptal edildiğine dair herhangi bir kararname yoktur. Bu nedenle hukuki yolu kapanmamış olan bu iki makamın yeniden oluşturulması için harekete geçmek gerekmektedir. Ancak bunun için öncelikle adalarda yaşayan Türklerin eyleme geçmesi zorunludur. Bu bağlamda bir genelleme yapılırsa Yunanistan’da yaşayan Türklerin birçok sorunu varchr. Bunları kısaca şöyle özetlemek olasıdır; • • • • • • Yunan hükümetleri, Batı Trakya, Rodos ve İstanköy’de yaşayan Türkleri, Türk kimliğiyle kabul etmiyor. Etmediği için de bu kimliklerini öne çıkaranları değişik araçlar kullanarak cezalandırıyor, korkutuyor. Türkçe öğrenim haklan da ellerinden alınmıştır. AB yurttaşları olan Türkler ana dillerini öğrenemiyor. Osmanlı Türklerinden kalan kültür miraslannın korunması amacıyla kurulan vakıflar, Yunan hükümetlerince yozlaştmlmıştır. Eserlerin bakım ve onaranlarına izin verilmiyor. Onaranı yapılıyor diye gösterilenler ise aslında tam bir göz boyamadır. Türkler, doğrudan iş yeri açamıyorlar. Yakın zamanlara değin mutlaka Yunan ortak bularak iş yapmak zorunda kalmışlardır. Yunanistan’da yüksek öğrenim yapmış Türklere, yedek subay hakkı verilmiyor, belediyeler dışında kamu görevlisi olamıyorlar. Yunanistan’dan Türkiye’ye gelip de bir yıl süre ile dönemeyenler, Yunan vatandaşlığından silmiyor. Bu şekilde Yunanistan, Türklerin mallarına el koyuyor. Şimdiye değin doksan bin civarında Türk’ün ıskat edilmiş olduğu belirtilmektedir. 311 TÜRK-YUNAN İLİŞKİLERİNDE GELİŞTİRİLEBİLİR? DOSTLUK NASIL Türkiye-Yunanistan arasında inişli çıkışlı bir dostluk söz konusudur. Yunanlılar, Türklere kardeşçesine bir yakınlık duyarken düşmanca bir tavır içine girebiliyorlar. Düşmanlığın Kökeni Yunanlıların düşmanca tavırlarının kökeninde, yüzlerce yıl Osmanlı egemenliğinde kalmaları vardır. Yunan çocuklarına aile ortamı ve anaokullanndan başlayarak Türk düşmanlığı aşılanıyor. Yunan Ortodoks Kilisesi düşmanlığı körüklüyor. Yunan tarihi ve ders kitapları, Türklüğe karşı kin ve garez içeren metinlerle doludur. Bu ortamda yetişen insanları, Yunan egemen güçleri kullanıyor. Yunanistan’daki bütün siyasal partilerin Türk düşmanlığı yapmalarının manevi tabam buradan kaynaklanıyor. 9 Eylül 1922’de İzmir’de noktalanan ve adına Yunanlılar tarafından Küçük Asya Bozgunu denilen yenilgi de bunu beslemiştir. Öyle bir düşmanlık ki, Ege Denizi’ndeki adalarda birlikte yaşayan Türkler ile Yunanlılar arasında bile yaşanmış ve yaşanıyor. Bu konuda adalı bir Türk’ün anlattığı olayı unutmak olası değil-**. Yıl 1921. Yer Rodos. Dimitri, arkadaşı Abdurahman ile şakalaşırken aniden kulağını yakalar ve çekmeye başlar. Ardından nedenini açıklar: “ B re Türko, Yunan orduları P olatlı önlerinde, A nkara yakın da düşecek. K e m a l’in (Atatürk) kulağına yapışacağız ve işini bitireceğiz. S ıra sonra size de gelecek. H aberin ola ” der. Burada her iki ülkenin aydınlarına ve siyaset adamlarına önemli görevler düşmektedir. Ancak, Türkler hep ödün veren, (,> Olay bu satırların yazarının babasının başından geçti. Kaymakçı ailesi, Türk kim liğini yitirmemek için 1952’de Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır. 312 görmezlikten gelen olmamalıdır. Kalıcı dostluğun karşılıklı olabileceğini Yunanlılara bildirmelidir. Bu anımsatmaları, düşmanlığı körüklemek için değil, tam tersine kalıcı bir dostluğu oluşturmak amacıyla, gerçeklerin bilinmesi için yapıyoruz. Bu anlamda, bu bildiri, dostluğa bir çağrıdır, ancak saflığa değil. Aksi durumda, “Türk-Yunan Dostluğu sözde” kalabilir. Dostluk İçin Ne Yapılmalı? Kalıcı dostluğun oluşturulabilmesi için, öncelikle aradaki sorunların ortaya konulması ve bunların kamuoylarmca tartışılması zorunludur. Sorunların çözümü için yıllardır Yunanistan ile istikşafı görüşmeler sürdürülüyor. Bunlar arasmda Kıbrıs, Ege Hava Sahası, Karasuları, Kıta Sahası gibi temel konular var. Bu konuların çözümü için henüz ortak noktaların bulunmadığı biliniyor. Bu nedenle, kimi zaman ilişkiler birden bire gerilmektedir. Örneğin, Ege Denizi’nin Uluslararası Hava Sahası’nda Türk ve Yunan uçakları çarpışıyor. Türkiye, bu uçuşlann NATO bilgisi kapsamında olduğunu bildiriyor. Buna karşın Yunanistan, ortada suçlu arıyor. Bununla birlikte, yukarıda belirtilen temel konuların çözümleme süreci için görüşmeler sürdürülürken kimi konularda adımlar atılabilir ve karşılıklı çalışmalar yapılabilir. Bunların kimileri şunlar olabilir; • Yunan kamuoyunda, Tilrkler için var olan yanlış ve tutarsız bilgiler ortadan kaldırdmalıdır. Bunun için Yunan tarihi ve ders kitapları, nesnel olarak yeniden yazılmalıdır. Bu konuda, özellikle Yunan aydınlan tavır göstermelidir. • Yunanistan ve Türkiye arasmda öğrenci değişimi yapılmalıdır. 313 Öğrenci değişimi, yakın sınır kentlerinden başlayarak geliştirilebilir. Öğrenci değişiminin başarısı için, tarafların dillerini öğrenmelerinde yarar vardır. • Yerel yönetimler arasında bağlantılar kurulmalıdır. Yerel yönetimler arasında bağlantılar kurulmalı ve var olanlar güçlendirilmelidir. Ancak, kardeş kentler ilan edilirken bile, düşmanlıkları körüklemekten kaçınmayan Yunanistan’a büyük görevler düşüyor. Bilindiği üzere, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin Selanik’i kardeş şehir olarak kabul edeceği sırada, Selanik Belediyesi “Sözde Pontus Soykırımı A nıtı”nı dikiverdi. Bunun üzerine haklı olarak, kardeş şehir konusu askıya alınmıştır. • İki ülke arasında turizm geliştirilmelidir. Türk-Yunan halkları birbirlerini yeterince tanımıyor. Bu amaçla, turizmi geliştirmekte yarar vardır. Bu konudaki kısıtlar da yine Yunanistan’dan geliyor. Vize almada önemli güçlükler vardır. Özellikle, Yunanistan doğumlu olan ancak Türkiye’ye göç etmiş Türklerin, vize alması neredeyse olanaksızdır. Vize sorununun çözümlenmesi ile gidiş-gelişler hızlanabilir. Böylelikle Yunanlılar, Türkleri yakından tanıyabilir ve herhangi bir kötülüğün ya da saldırının gelemeyeceğini görebilirler. • İki ülke arasında bilimsel işbirliği olanakları araştırdmalıdır. Türkiye ve Yunanistan iki Akdeniz ülkesidir. Tarımdan sanayiye kadar her konuda ortak bilimsel çalışma yapılabilir. Ege’nin sularında ortak araştırmalar planlanabilir. t. Özetle, Türk-Yunan dostluğunun sürekli ve kalıcı olma durumu, Yunan hükümetlerine bağlıdır. Ayakları sağlam yere basmayan dostluk söylemleri kimseyi yamltmamalıdır. Bir temel gerçeğin Yunan hükümetlerince kabul edilmesiyle barış kalıcı olabilir. O da barışın karşılıklı menfaat ilişkileri üzerine kurulmasından geçmektedir. 314 Barışın bu temel gerçek üzerinde kurulması için Yunan hükümetlerinin yapması gereken işler, Rodos ve İstanköy Türkleri açısından tekrarlanırsa özetle şunlar olmalıdır; Birincisi, Rodos, İstanköy ve On İki Adalardaki kültürel eserlerin korunmasına, bakım ve onarmama Yunan hükümetlerinin özen göstermesidir. İkincisi, Rodos ve İstanköy’deki soydaşlarımızın Türk kimlikleri kabul edilmeli ve kültürel kimlikleriyle örgütlenmelerini engelleyen baskılara son verilmelidir. Şimdiki durumda adalarda yaşayan Türkler salt Müslüman kimlikleriyle kabul edilmektedirler. Üçüncüsü, Rodos ve İstanköy’de yaşayan Türk çocuklarına en azından ilköğretim düzeyinde Türkçe öğrenme hakkı, bir başka deyişle anadil eğitimi hakkı sağlanmalıdır. Son söz yerine; Türk-Yunan dostluğu nasıl kalıcı olabilir sorusunun, birbiriyle bağlantılı birçok yanıtı var. Burada en önemli konu, Yunan halkının Türklere karşı beslediği duygular ve düşüncelerdir. Bunların, zaman içersinde düşmanlıktan dostluğa dönüşmesi gerekiyor. Bu bağlamda, düşmanlığı siyasetçilere bağlamak ve halklar arasında düşmanlıklar yoktur yaklaşımı, havada kalıyor. Yunan siyasetçileri, Yunan halkında var olan duygu ve düşünceleri kullanıyor. Ancak, Türkler ve Yunanlılar arasındaki kavgayı, emperyal güçler de olabildiğince besliyor. Bu da göz önüne alınması gereken önemli gerçeklerden birisidir. Her iki ülkenin karşılıklı olarak silahlanmasına sınır getirmesi bir zorunluluktur. Bunun için özellikle silah sanayicisi ülkelerle ilişkiler, bu bağlamda düzenlenmelidir. Yunanistan’ın içinde bulunduğumuz günlerde yaşadığı ekonomik çöküşün nedenlerinden biri de silahlanmaya ayırdığı bütçeden ileri gelmektedir. Belki de yapılacak işlerden birisi, her iki ülke arasında bir Saldırmazlık Anlaşması’nın yapılmasıdır. 315 A T A T Ü R K ’E G Ö R E B A L K A N Y E N İ L G İ S İ N İ N SEBEPLERİ (Askeri Strateji Bakım ından Bir Analiz) Dr. A li Güler ATATÜRK YE BALKANLAR Çocukluk, ilk gençlik ve mesleki hayatının bir bölümü itibarıyla 57 yıllık ömrünün yaklaşık yarısını Balkanlarda geçiren Mustafa Kemal Atatürk; ömrünün sonuna kadar Balkanlara olan ilgisini azaltmadan sürdürmüştür. Atatürk’ün baba soyu, Anadolu’dan gelerek önce bugünkü Makedonya Cumhuriyeti’nin Debre şehrine bağlı Kocacık’a yerleşmiş, sonra buradan Selanik’e göçmüşlerdir. Atatürk’ün anne soyu da Anadolu’dan gelerek önce Selanik’le Manastır arasında yer alan Vodina Sancağı’na bağlı Sofular Nahiyesine yerleşmiş, sonra Selanik ve Lankaza’ya göçmüşlerdir. Aile tarihi itibarıyla bir “Balkanlı” olan Mustafa Kemal Atatürk, 1881’de Selanik’te doğmuş, ilköğrenimine kadar hayatı Selanik’te geçmiştir.325 Mustafa Kemal’in eğitim ve öğretim hayatında önemli bir yer tutan ilk ve orta öğrenim hayatının önemli bir bölümü Selanik’te geçmiştir: Mahalle Mektebi (1887), Şemsi Efendi Okulu (1887-1893), Mülkiye Rüştiyesi (1894), Askeri Rüştiye 325 B u konuda ayrıntılı bilgi için bakınız: A . Güler, San M ustafam (Atatürk’ün A z B ilinen Y önleri), Trava Y ayın lan , İstanbul, 2 0 1 0 , s. 13 vd 316 1894-1895). Lise eğitimi de yine önemli bir Balkan şehri olan Manastır’da geçmiştir: Askeri Lise (1896-1898).326 Şu halde Atatürk doğumundan (1881) lise eğitimi sonuna (1898) kadar çocukluğu ve ilk gençlik yılları, yani ömrünün 17 yıllık kısmı Selanik ve Manastır olmak üzere Balkan topraklarında geçmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün meslek hayatı bakımından da Balkanlar önemli bir yer tutmaktadır. Onun; 1907’de Selanik’teki 3. Ordu’ya tayin edilişinden, DiyarbakırSilvan’daki 2. Ordu’ya bağlı 16. Kolordu Komutanlığı’na tayin edildiği tarih olan 1916 yılma kadarki hayatı da sırasıyla Selanik (Yunanistan), Üsküp (Makedonya), Trablusgarp, Bosna, Arnavutluk, Bingazi, Deme, Topruk, Bolayır, Sofya (Bulgaristan), Belgrat, Çetine (Sofya’daki Ataşemileterliğine ek görev olarak) ve Gelibolu Yarımadası’nda geçti.327 Şu halde Trablusgarp ve Bingazi’de geçen kısa süreyi çıkaracak olursak, Atatürk, 1907’de Kurmay Yüzbaşılığından başlayarak 1916’daki Tuğgeneralliğe yükselişine kadarki süreyi de, yani çoğu çok çetin savaşlar ve deneyimlerle geçen yaklaşık 9 yıllık süreyi de Balkanlarda geçirmiştir. Hem ailesinin, hem de kendisinin “Balkanlı” olması, ömrünün yarıya yakın süresinin (toplam 26 yıl) Balkanlarda geçmesi Atatürk’ün Balkanlara olan ilgisini anlamak için yeterlidir. 326 Mustafa Kem al’in öğrenim hayatı konusunda bakınız: A. Güler, Sarı Mustafam (Atatürk’ün A z Bilinen Yönleri), s. 127 vd. A. Güler, Askeri Öğrenci Mustafa K em al’in N otlan (Arşiv B elgeleri Işığında), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2001, 1-82 s. 327 B u görevlerle ilgili olarak bakınız: Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve Daha Ü st Kademelerdeki Komutanların Biyografileri, 2. Baskı, Genelkurmay Basım evi, Ankara, 1989, s. 2-3. 317 Kaldı ki, yıkılan Osmanlı Devleti’nden genç ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni çıkaran ve bu yeni devletin “Kurucu Cumhurbaşkanı” olarak, Türkiye’nin yakın komşuları ile ilişkilerini ve buna bağlı dış politikasını belirlemek görev ve sorumluluğunu üstlenmiş olması da Balkanlarla özel olarak ilgilenmesinin nedenlerini anlamamızı kolaylaştıran bir durumdur.328 GENEL OLARAK BALKAN YENİLGİSİ Askeri, mesleki hayatının önemli bir bölümünü Balkanlarda geçiren Mustafa Kemal Atatürk, Balkan Savaşını ve buradaki yenilgiyi genel olarak; Osmanlı Devleti ve Türk Milleti açısından “facia”, “felaket”, “eski zihniyetin çöküşü” ve “bilgisiz komutanların geri çekilişi” olarak değerlendirmektedir. Ordunun teşkilatlandınlmaması, bir savunma planı olmayışını ve birliklerin eğitimsizliğini de savaşın kaybedilmesindeki önemli sebepler olarak ele almaktadır. Karlsbad Anılan’nda 1918 yılında şunlan söylüyor: “Balkan Savaşına gelince, bu da Türk ordusunun savaşla kaybetmesi değildir, bir felakettir. Ancak, bu, Türk ordusunun hezimeti değildir. Türkiye ’deki eski zihniyetin çöküşüdür. Türk ordusunun başında bulunan cahil komutanların geri çekilişidir. Bu esnada Türkiye ’y e hakim olan cahil kişilerin tutumu Balkan devletlerinin askeri sonuç almalarına sebep olmuştur. Denilebilir ki bu savaş Türkiye için bir sürpriz olmuştur. Ordu, toplanabilmek için yeterli zamana ve bir plana sahip olmamıştır. Sadece sınır askerleriyle (avant-gardes) savaş kabul edilmiştir. Asıl hakiki büyük Türk ordusu 328 R. Genç, “Atatürk ve Balkanlar”, Atatürk ve Manastır Sempozyumu (1213 Ekim 1998, Manastır) Bildirileri, Öz-Ten Ofset ve Tipo Yayıncılık, Ankara, 1998, s. 14. 318 teşkilatlandırılamamıştır. Öyle anlar olmuştur ki, silahsız millete başvurulacağı yerde küçük birlikler kurmaya çalışmışlardır. Tam yetkiyle iktidarda bulunan bazı kişilerin cehaleti ülkenin en değerli kısımları, ordu kullanmaya muktedir olmadan ki bu ordu büyük cesaretle savunmayı yapabilecek kudrette idi, düşmana terk etmişlerdir?’’1’29 BİR SAVUNMA PLANI OLMAYIŞI Atatürk yukarıdaki değerlendirmesinde Balkan Savaşı yenilgisinin temel sebeplerinden biri olarak ordunun savunma planlan olmayışını göstermiştir. Bu konudaki tespitlerini de başından geçen bir anı-olayı gazeteci Asım Us’un bir sorusu üzerine anlatmıştır. Atatürk Balkan Harbi ile ilgili anılarını Vakit Gazetesi Başyazarı Asım Us’a sofra sohbetlerinde anlatmış, Asım Us da bu konuşmaları aynen not etmiştir. Yazar bu konuda şunları yazıyor: “Balkan faciası Osmanlı Devleti için önüne geçilemez bir felaket mi idi? Yahut Bulgarların, Sırpların, Yunanlıların, Türkiye aleyhinde ittifak ederek taarruz hareketine girişmelerinden sonra panik şeklinde bir mağlubiyetten kurtulma çaresi yok mu idi? Bir gün Atatürk’ün sofrasında bu mesele konuşulmuştu. Atatürk Garp Trablusu ve Balkan Harplerine ve Rumeli müdafaasına ait hatıralarından bahsederek şöyle demişti:'’’’ “Balkan Harbi patladığı zaman ben Trablusgarp’ta bulunuyordum. Eğer ben o sırada orada bulunmayıp da Rumeli’nin herhangi bir noktasında bulunsaydım, O Balkan329 329 Karlsbad Anılarından aktaran A. Afetinan. Sadi Borak, Atatürk, Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşiler, 3. Baskı, Kırmızı Beyaz Yayınları, İstanbul, 2004, s. 411-412. 319 faciası olmazdı. Çünkü Selanik Kolordusu’nda bulunurken küçük Balkan devletlerinin birleşerek müşterek bir taarruz yapmaları ihtimalini düşünüyorduk. Ben böyle bir ihtimale karşı tatbik ve takip edilecek müdafaa planı üzerinde çalışmıştım. Bir gün bu müdafaa planına ait haritaları masamın üstüne sererek meşgul bulunurken içeriye Talat Bey (Paşa) ile o zaman İttihat ve Terakki Cemiyeti Genel Sekreteri olan Hacı Adil Bey girdiler. Kolordu Kumandanını ziyarete gelmişler. Bu münasebetle beni de hatırlamışlar. Selamlaşmadan sonra Talat Bey söz olsun kabilinden bana sordu: -Kemal Bey çok dalmışsın, ne ile meşgul oluyorsun? Dedi. Önümüzdeki haritaları göstererek bunların Rumeli müdafaa planı olduğunu söyledim. Bir gün küçük Balkanlı devletlerin birleşerek müşterek bir taarruz yapmaları ihtimaline karşı askeri hazırlıklarımızdır. Talat Bey: - Ben asker değilim bu işlerden anlamam. Fakat bu gösterdiğin müdafaa planlarını kim tatbik eder? Diye sordu. Ben elimle kendimi işaret ederek: - Ben yaparım. Dedim. Talat Bey bu mevzu üzerinde daha fazla konuşmadı, sustu. Esasen sadece hatır ve gönül almak kabilinden olarak benim yanıma uğramışlardı. Veda ederek ayrıldılar. Sonradan öğrendim ki, benim Rumeli’nin müdafaa planlan hakkmdaki sözlerim Talat Bey’in pek garibine gitmiş. Odadan çıktıktan sonra giderlerken Hacı Adil Bey’e: - Gördün mü bizim deliyi? Demiş.”330 330 Aktaran A sım U s. Sadi Borak, Atatürk, R esm i Yayınlara Girmemiş Söylev, D em eç, Y azışm a ve Söyleşiler, 3. Baskı, Kırmızı B eyaz Y ayınlan, İstanbul, 2004, s. 29-30. 320 - Muhtemelen Selanik’te 3. Ordu Karargahı’nda görevli olduğu 1909-1910 yıllarında cereyan eden bu olay da göstermektedir ki, Atatürk genç bir Kurmay Binbaşı olarak yaklaşan tehlikeyi görmüş ve bir çalışma içine girmiştir. Talat Paşa’nm aynı olaydaki tavrı ise basit bir öngörüsüzlükten öte gelişen olayları değerlendirmedeki yetersizliğini gözler önüne sermektedir. BİRLİKLERİN EĞİTİM EKSİKLİĞİ VE KOMUTANLARIN YETERSİZLİĞİ Atatürk Balkan Savaşı yenilgisi ile ilgili olarak, ordunun eğitim zafiyetini ve komutanların yetersizliklerini de önemli bir sebep olarak ortaya koymuştur. Bu konulardaki düşüncelerini Nuri Conker’in “Zabit ve Kumandan” eserine karşılık 1914’te kaleme aldığı “Zabit ve Kumandanla Hasbihal” isimli eserinde anlatmıştır. O Zabit ve Kumandanla Hasbihal’de Selanik’te 30 Haziran 1911 tarihinde hazırlayarak 3. Kolordu Komutanı’na sunduğu bir raporda bu hususlardaki zafiyetlere dikkat çekmiş olduğunu rapordan örnekler vererek anlatmaktadır. “Bir ordunun barışta izlemesi gereken ciddi çalışma ve bu çalışma ile sağlamlaştıran bilimsel bilgilerin zamanı gelince zaferle sonuçlanacak şekilde uygulanması için, yüce askerlik mesleğindeki kişilerin taşıması gereken manevi özelliklere ilişkin sözlerini de müthiş bir darbe izliyor: ‘Ordumuzun son Balkan Savaşı’ndaki ağır yenilgisi acı bir gerçektir. Hayal kırıklığına uğranıldı.’ Evet çok acı bir gerçektir. Fakat senin de açıkladığın gibi bu uğursuz gerçeği kavrayanlar da vardı. Bence bunu kavramamış olmak için ya dalgın ya da bilgisiz olmak gerekirdi. Selanik’te 30 Haziran 1911’de Kolordu komutanına sunulmuş resmi bir raporun bazı noktalarım, ders almak, geçmişteki derin 321 uykumuzu şimdi ve gelecekte de sürdürmemek için hep birlikte bir kez daha gözden geçirelim: Madde 1. ‘...Bundan dolayı acemi eğitimi dönemine verimi alınmaksızın son verilmiştir.’ Madde 2. ‘.. .Alay komutanı denetleyeceği eğitim döneminden alınacak verimin ne ve nasıl olması gerektiğinden habersizdir...’ Madde 3. ‘...13. Tümen Komutanı birlikler karşısında aldığı bir seyirci durumuyla... yokluğundan daha zararlı duygular ortaya çıkardığı... görevini bilmediği...’ Madde 4. ‘...Alay ve tümen komutanının denetim ve eleştirideki bilgisizlikleri subaylarda şaşkınlık; küçümseme ve güvensizlik duygulan uyandırıyor. ’ Madde 5. ‘...Bu düşüncede ve bu bilgideki alay ve tümen komutanlanmn, bugünkü askeri gelişmelere paralel olarak yetiştirilmesi zorunlu olan birlikleri yetiştiremeyecekleri, onlara komuta ve gereğinde onları sevk ve idare edemeyecekleri, kuşkuya yer bırakmayan açık gerçeklerdendir. Bu noktadaki gerçekleri görüp söylememek ise ordunun verimsizliğine, savaşta yurdu kurtarmak için istenecek önemli görevi yerine getirememesine razı olmaktır ki, buna hainlik denir.’ Madde 6. ‘...Bu duruma bir an önce çare bulmaya girişmek, her namus ve vicdan sahibinin görevidir. Emir ve komuta yetkisini taşımayanların bu konuda yapabilecekleri iş, gözlem ve incelemelerini yetkili kişilere sunmaktır. Makam ve yetki sahibi olanların kişilere acıma göstererek, ordunun çökmesine yardım etmemeleri...’ Bu raporu sunduğum makamda, o zaman memleketim Selanik’i savaşmadan Yunan ordusuna terk eden kuvvetin başında bulunmuş Tahsin Paşa oturuyordu. 322 Raporumun bu makam sahibinden 3. Ordu Müfettişlik makamına kadar gitmiş olduğunu duymuştum. Fakat ne amaçla kendini bilmezliğin bir örneğini göstermek amacıyla... 3. Ordu Müfettişliği’ne de sunulan bir başvurunun son satırlarım okuyalım: ' ‘...Komutanları anılan kişiler olduktan spnra... orduda eğitim ve öğretim verimi, emir-komutada, itaat ve disiplinde iyi bir gidiş aramak, serapta su aramaya benzer.”331 Atatürk aynı eserde bu konuda çeşitli askeri birliklerden örnekler verdikten sonra böyle bir ordu ile herhangi bir savaşta sonucun “yıkım ve ölüm” olacağını öngördüğünü belirtiyor: “Yalnız söylemek isterim ki, bu ve bunun gibi asker yığınlarının o gidişlerinin kesinlikle yıkıma ve ölüme doğru bir gidiş olduğu yargısına varmak için çok akıllı ve uzak görüşlü olmak gerekmezdi. Biz o zaman kararımızı vermiş ve vicdanımızın sesini en yüksek perdeden en büyük kulaklara duyurmak kararlılığında bulunmuştuk...” Kendi tespitlerini de anlatan Atatürk şu şekilde devam ediyor: “Sonra ne olduğu sizce de bilinmektedir. Denildi ki, ‘bu yükselen haykırışın anlamı yoktur. Bu, gereksiz, aşırı bir çaba, belki de bir deliliktir... ’ Yok... Yok... O haykırış bir delilik eseri değildi. O haykırış, bugünkü felaketi vicdan ve akıl gözüyle görebilmekten oluşan acıların yansımasıydı. Gerçekten bir gün, Sirenaik savaş alanından Balkan yangınına koşarken... Bir gün, Afrika kıyısından memleketime ulaştıracak yolların kapanmış olduğunu görürken... 331 M. Kemal, Subay ve Komutan İle Konuşmalar, Genelkurmay Basım evi, Ankara, 1997, s. 3-5. 323 Bir gün, duydum ki, Horatacı Sultan Camisi ’nin minaresine çan taktırılmış ve orada yatan babamın kemikleri Yunan palikaryalarının kirli ayakları altında çiğnetilmiştir. Bir gün, duydum ki, o Edirne manevralarındaki halini anlattığım tümen, düşündüğüm gibi utanılacak duruma düşmüş, kendisiyle birlikte bir insan topluluğunun perişan olmasına neden olmuştur. Osmanlı Milletinin yüzüne çıkmaz kara lekeler sürmüştür.” SONUÇ: Hem ailesi hem de kendisi bir “Balkanlı” olan, ömrünün yarıya yakın süresini (toplam 26 yıl), bunun için de askeri görevlerinin önemli bir kısmını Balkanlarda geçiren Atatürk’ün Balkanlara yakın ilgi göstermiş bir asker ve devlet adamıdır. Onun bizzat içinde yaşadığı pek çok olayı gözleyerek ve edindiği tecrübelerden dersler çıkararak ortaya koyduğu düşünceler; Balkan yenilgisini anlamamızda oldukça etkili olmaktadır. O daha çok, ordunun bir savunma planının olmayışmdan, mevcut komutanların bilgisizliklerinden ve ordunun modem usullerle eğitilmemesinden yakınmaktadır. Öngörü sahibi bir asker olarak tespit ettiği eksiklikleri üst makamlara iletmiş ve ilgilileri tedbir almaları için uyarmıştır. O dönem için yaptığı tespitler bugün de önem taşıyan tespitlerdir. 324 BALKAN S A V A Ş L A R IN IN EN ÖNEM Lİ S O N U C U : Ç A Ğ D A Ş İZ M İR Prof.Dr. İlber Ortaylı Çok değerli Balkan Demekleri Türkiye Federasyonu temsilcileri, bunların arasında benim hemşehrilerim de var. Onlar daha eski bir muhacir grubunu temsil ediyorlar. Aşağıyukarı Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk muhacir grubudur. Sevgili İzmirliler böyle bir günde başarılı bir sempozyum ertesinde ikinci bir sempozyum yapacak değiliz. Bu iki gündür dinlediğiniz sempozyumun bir özeti de olmayacaktır. Günün mana ve ehemmiyetine yönelik bir umumi konuşmadır. Hepinizin bildiği gibi Balkan Savaşları bundan 100 yıl evvel başladı ve Ocak sonları itibariyle şiddeti kesilmişse de Londra Konferansı ardından tekrar II. Balkan Savaşı dediğimiz Türkiye için birincisi kadar makul olmayan bir parça telafi imkanı olan bir safhayla tamamlandı. Ve önemli sonuçlan vardır. Balkan Savaşı’mn bence en önemli sonucu bizatihi muhasır, çağdaş İzmir’in ortaya çıkışıdır. Çünkü İzmir Balkan Savaşı’ndan evvel de vardı. Çok eski bir yerleşimdir. Bunu biliyoruz. Fakat ondan evvel İzmir başka türlü bir İzmir’di. Hinterlant ile ilişkileri art ülkesi ile ilişkileri başka bir şeydi. Balkan Savaşı dediğimiz o facianın bir arifesi vardır, girişi birde çıkışı vardır. Girişi hepinizin bildiği gibi on iki adalar ve Girit’in tamamen elden çıkışıdır. Balkan Savaşı’yla da Balkanlardaki unsurlar İzmir’e sığınmışlardır. Ve İzmir oluşmuştur. Bu şehrin üstünden Balkanlardaki anavatanın ve Akdeniz adalarının oradaki anavatanın izlerini silmek, kültürünü kaldırmak mümkün değildir. Böyle bir şeyi düşünmek zaten abestir. Kültürel eğilime aykırı bir tutumdur. Lüzumsuz bir iştir. İzmir böyle İzmir olmak zorundadır. Başka türlü olamaz. Bunu herkes bilmek zorunda şüphesiz ki İstiklal Savaşı’nda İzmir bir 325 direnişin merkezi olmuştur. Burada ilk kanlı direniş meydana geldi. Bu, bu şehrin ruhuna uygundur. Çünkü insanlar ikinci kez memleketlerini kaybetmek istemezler. Bu çok açıktır. Bu slogan aklınızda olmalı 1919 15 Mayıs’ındaki o reaksiyon hiç kimsenin akimdan çıkmamalı şunu bilmek zorundasınız, ikinci bir kez memleket terk edemezsiniz, başka bir İzmir yok bunu bilmek zorundasınız. Ve o İzmir’in de kendine göre hususiyetleri vardır asıl onlan korumak zorundasınız bu çok açık. Burada savaş kışkırtıcılığı yapmıyoruz. Bir suret-i katiyetle yanlış anlaşılmasın, kimse kalkıp da beni de suçlamaya kalkmasın reaksiyonum çok sert olur. Çünkü polemiğe cevaz vermeyen bir yapım var, öyle olması gerekiyor. Benim kastettiğim şey çok açık. İzmir Türk unsurunun, Balkan Türk unsurunun, muaasır Türk unsurunun muaasır medeniyetin oluşturulduğu bir şehirdir. O vasfı korumak zorundayız. Bu kadar açık bunun ötesi yok. Bunun ben barışın ötesinde de bir başka anlamı olduğunu düşünmüyorum. Kurduğumuz Türkiye’nin arkasında fevkalade acılı bir tarih vardır. Bu bir dramadır. Türkler milliyetçiliklerini bazılarının iddia ettiği gibi öyle kitaplardan yok okulların müfredatından falan öğrenmiş değillerdir. Bu yakıştırmadır, ucuzluktur. İşte resmi tarih varmış, yalan yazılıyormuş da insanları da bu yetiştiriyormuş da falan. Bunlar boş şeyler. Böyle şeyler söz konusu değil. Türk milleti mektepten hiçbir şey öğrenmez, matematik öğrenir, biraz biraz cebir öğrenir işte ordan mektebe devam eder, lisan misan da öğrenemez. Eskiden Türkçe öğrenirdi biraz edebiyat şimdi o da elhamdülillah gitti televizyon sayesinde, istediğin kadar yap o bozuyor her akşam. Türkler tarih öğrenmez mekteplerden. Ben 1974’ten beri tarih okutan bir arkadaşımz olarak başka memleketlerde de okuttum. Bunu size açıkça söylüyorum. Türklerin mekteplerinde Türk tarihi öğretilmez, öğretilemez. Böyle bir ciddiyet yoktur. Onun 326 için böyle kalkıp da yok işte yanlış, sapık fikirler getiriliyormuş, bunların hepsi kurgudur. İnsanlar kafalarında böyle bir olay kuruyorlar. Türklerin milliyetçiliği gayet basittir. Neye dayandığı yaşlılıklarına dayanır, yaşadıklarına dayanır. Kimse Türk milliyetçiliğini tarihi romanla tarihi tiyatroyla efendime söyleyeyim camideki hocanın telkiniyle falan edinmiyor. Zaten şurası çok açıktır. Hıristiyan kiliselerinde milliyetçilik yapılır, Müslümanların camilerinde yapılmaz, yapılmaz yani bu kadar. Yani bu iyidir, kötüdür, nedeni vardır-yoktur tartışacak değiliz, milliyetçiliğin girdiği yerler değil. Türkler milliyetçiliği doğrudan doğruya yaşadıklarından edinmişlerdir. Çok önemlidir bu. Bunu unutmaya kalktıkları anda birileri yine hatırlatıyor. 1970’li yılların başında şahsen biraz tanıyorum hiç öyle tarihle falan pek alakası olmayan bir genç hariciyecimiz Los Angeles’da katlediliyor. İşte böyle böyle bilinmeye başlanıyor bu iş. Gidiyorsun dışarı edebinle bir kulüpte dans ediyorsun mesela filan hem de milli danslar öğreniyorsun Amerika’da yani bütün milletlere kucak açan bir genç insan kafasıyla ruhuyla herifin biri geliyor sana Kıbrıs işinden dolayı hakaret edip gidiyor yanından. Türklerin tarih öğrenmemeleri lüksü de yoktur, onu da size söyleyeyim. Yani biz falan yerden gelmişiz, yenmişe kuzu geçmişe mazi denmez bu mümkün değildir. Onun için Balkan Savaşlarının 100. Yılında bazen kendimin bile yazdığı ve ilgim olan neşriyata ve dergilere falan bakıyorum hayret ediyorum bu nereden tepti diye. 100 senedir bu memlekette nerdeyse konuşulmayan hele zinhar yazılmayan okul kitaplarında katiyen yer almayan olaylar, resimler, gravürler ortaya çıkmış bunlar anlatılıyor, Balkan Savaşı’nda ne olmuş. Mesela bazı gerçekler Balkan orduları maalesef muasır modem milletlerin ordularına ve disiplinine sahip olmadıklarını göstermişler. Girdikleri yerde sivil halka sadece eziyet etmekle 327 kalmıyorlar çok insanlık dışı, son derece haysiyet kırıcı davranışlarda bulunuyorlar. Bu şundan ileri geliyor. Bu gelenler devlet anlayışına devlet fikrine muasır medeniyete adım atamamışlar. Yani orada gelen bir İngiliz ordusu olsa Fransız ordusu olsa hatta Rus ordusu olsa bunlar da belki bir takım şeyler yapacaklar, hadiseler çıkaracaklar, usulsüzlük olacak. Bir ordu bir yere çay kahve ikram etmek için girmez ama belli ki yine de orada bir düzen olacak, bir şövalyece davranış olacak, bir otorite olacak, başı-sonu belli olacak bunların hiçbiri yok. Onun için 1912-13 kışı Türk milletinin fevkalade katliama uğradığı, hakaret gördüğü, ezildiği bir dönem olmuştur. Ve bunun reaksiyonu sonraki olaylarda görülmektedir. Bunları bilmek zorundayız. “Biz bilmesek de olur” olmuyor. Size bir şekilde dönüyor bu ve ondan sonra bunu yabancılar filan etüt ediyor o zaman biraz ayıp oluyor, çok ayıp oluyor. Yani bir kavmin kendi yakın tarihini bilmemesi bu kadar biane yetişmesi bundan bizi bunu anlatıp da hemen gidip de sokağa efendim nümayiş yapın, 6-7 Eylül Olayları doğsun gibi bir şey söz konusu değil. Ama insanlar niye nerede olduklarını bilirler. Burası çok önemli bir niye-nerde olduklarım bilirler. İzmir’de buna dikkat etmek zorundasınız. Çünkü Ege Bölgesi ve bu şehir Türkiye’de demokrasinin, vatan fikrinin bir şekilde yaşadığı, yaşatıldığı bölge olmuştur. Bunu böyle anlamak zorundayız. Mütareke döneminde maalesef tabii çok ağır şartlar altında kaldığı için, İstanbul, İzmir’in gerisinde kaldı. Bu çok açık bir şeyi gösteriyor bu bize niye, çünkü yaşananlar bunu ortaya koyuyor. Peki bu kadar insan koptu geldi Balkandan acaba bunlar bir hırsla mı geldiler yoo, burada kimi buldularsa önce belki biraz bir gerginlikle baktılar ama sonra oturdular, çalıştılar, bereketli toprak herkesi doyuruyor dediler tevekkülle ve efendilikle yollarına devam ettiler. Kimse 1914-18 Harbi boyunca bu şehirde Îngiliz-Fransız tebaalılara ve Yunanistan 328 harbe girdikten sonra Yunan tebaalılarâ büyük katliam uygulandığını söyleyemez, yok böyle bir şey görüyoruz en tarafsız, en tarafgir daha doğrusu yabancı yazarların yazdıkları tarihlerde bunu açıkça görüyoruz. Belli ki bu halkın bu işle bir ilgisi olmamış ki daha öncesi 1891-1896 Yunan-Türk Savaşı’nda buradan gönüllü Rum gençler karşı tarafa gidiyorlar asker olayım derdine bir de muharebe şarkıları çığırıyorlar, millet de onları rıhtımdan seyrediyor herhalde. Böyle bir tamamen kozmopolit büyük bir imparatorluğun insanlarının “nemelazımcı” böyle her şeyi belirli bir tiyetraliye içinde seyretme alışkanlığını elde etmiş memleket. Şimdi müsaade buyurursanız Balkan Savaşları üzerinde küçük bir panorama çizerek işe girişeyim. 8 Ekim’de küçük Karadağ, küçücük Karadağ hakikaten, Osmanlı İmparatorluğu’na harp ilan etti. Bu ülkecik İmparatorluğun içinde en fazla Türk düşmanı olan yer değildi. Böyle bir şey de yoktu. Çünkü Karadağ tarihi boyunca belirgin bir şekilde otonomiye sahip, pek de öyle kervan geçip kuş öten yerlerden değildi. Gayet fakirdi, gayet çetindi, yolları gelişmemişti, ticaret yoktu. İçindeki Müslüman nüfus son derece sınırlıydı ve hepimizin de bildiği gibi zaten daha evvelden de otonomisini elde etmişti. Böyle bir savaş ilan edecek birikimi de yoktu. Çünkü hepinizin bildiği bir operet oyunu vardır. Die lustige Witwe diye çıktı Şendul Opereti, Lehar’ın. Burada konu çok açıktır. Konu Paris’te geçiyor. Güya adı Montenegro değil de Montevedrini Prensliği diye değiştirmiş. Montevidrini Prensliği’nin hepsi zaten memurların isimlerinden belli Danilo, Boldano bilmem ne falan, memurlar belli Karadağlılar ve sefir diyor ki “Karadağ Prensliğimizin Montevedrini Prensliğinin hâzinesi bomboş elimizde bütçe olarak ne var maliye nazırımızın parlak nutuklarından başka.” 329 Çare şudur. Paris’te zengin bir bankerin dul kalan genç eşi o’nun servetini Karadağ’a aktarırlarsa vereceği vergiyle paçayı kurtaracaklar. İş sefaretin yakışıklı, genç, uçan başkâtibine düşüyor. Operet Şendul onun etrafında oluşuyor. Bunu tabii Karadağ Prensliği protesto etti Viyana’da. “Utanmıyor musunuz, bize hakaret ediyorsunuz” falan ama öyle bir prenslik bu. Sevimli, seviyorlar. Bir müddet evvel ben müdürken Karadağ cumhurbaşkanı gelmişti, duvarda Atatürk’ün portresini görünce hayran hayran baktı. Tanıyorlar. “Biliyor musunuz siz de ataşemiliterdi” dedim. Hakikaten çok kişide bilmez. Biliyorsunuz Mustafa Kemal Bey yarbay hem Sofya’da hem de Çetine’de yani o zaman Karadağ’ın başkenti Çetine, Çetine’de ataşemiliterdi. Akrediti olarak bunu duyunca cumhurbaşkanı “aaa bilmiyordum” falan dedi. Kültür Bakanı da oradan derhal dedi zaten sefaretlerini restore ediyoruz dedi. Hakikaten böyle Çetine’de birer buçuk katlı falan küçük küçük sefaretler var o kadar. Hepsini restore ediyorlar şimdi. Tabii bizimki de dahil, Osmanlı İmparatorluk Elçiliği. Onun önüne de derhal bir Atatürk büstü dikmelisin falan dedi. İlgili görev için benim Karadağ’da arkadaşımız olan, sınıf arkadaşımız Birgen Hanım’a Büyükelçiye de kendisi talimat verdi. Verebilir bunu devlet reisi, “lütfen şu işi yapın” diye. O da başıma iş çıkardın dedi ama çok güzel bilgi topladı, toplantı tertiplendi ben de gittim, bir açılış konuşması yaptım. Atatürkümüzün büstü açıldı sefaretle birlikte. Böyle Türklere karşı düşmanlığı falan olmayan bir memleket yani kuyruk acısı falan yok. Bunlar harp ilan ediyor. Çok açık beynelmilel konjonktür. Rusya’nın yine budalaca politikalarından biri. Çünkü Rusya Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra bu işin bir macera olduğunu, Türkler’le savaşmanın kolay bir iş olmadığını, çok pahalıya mal olduğunu resmen Dışişleri Bakanı’nm ağzından ifade etmiştir Berlin Kongresinde. Golgçakof dedi ki, çok akıllı bir diplomat, 330 Puşkin’in sınıf arkadaşı, “ ...bu kadar asker ve bu kadar para hepsi boşuna.” dedi. Bu lafı tabii II. Aleksandr’a söylüyor, budalalar diyor yani ve İstanbul’daki maceraperest büyükelçi İgnatiev’i hiç sevmez zaten yani belli aptal diye görüyor. Bu bir boş işti ve III. Aleksandr bilhassa çok sulhçu bir politikayla Rusya’yı Türkiye ile itişmekten çekmiştir. Çok açıktır bu görünüyor. Demek II. Nikola devrinde böyle şeyler yine başladı. 8 Ekim’de savaş ilan ediyor enteresan. Bunun arkasından on gün geçmedi Sırbistan, Bulgaristan; on beş gün geçmedi Yunanistan. Tam da başımızın en büyük dertte olduğu bir vakit Trablusgarp’a İtalyan’lar saldırmış. Gönüllü giden zabitlerimiz Enver Bey, Ali Fethi Bey, Mustafa Kemal Bey tabi Cami Bey Baykurt sonra Osman Fuat Efendi şehzade böyle birkaç kişi gönüllü kisvetinde gidiyorlar. Devlet o kadar aciz bir şey yapacak hali yok ve bir yanlış politikayla İtalya’ya güvenerek oradaki askerimizi tümenimizi Yemen’e sevk etmişiz. Yemen’de de ayaklanma var. Fakat bunlar oradaki Tuvarekleri LibyalIları yani gayet güzel organize ediyorlar ve Libyalılarm yapılarım bilmek lazım. Bu arkadaşlar öyle sizin Trablusgarp’ta, Bingazi’de gördüğünüz adamlar değildir. Çölün içinde fevkalade kaliteli, fevkalade yüksek normları olan kendilerine has iffet ve haysiyetleri olan adamlar. Bir iki kilometre üç kilometreden fazla giremiyorlar sahil içlerine, takılıp kaldılar sahillerde ve intikam olarak tabii işi sonuca bağlamak için elimizde donanma yok doğru düzgün. İtalyan donanması Rodos, İstanköy falan gibi Akdeniz adalarına saldırdı. Fırsattan istifade Yunanistan “aman biz de” dedi. Bu arada işte bu harp çıktı. Harp çıktığı an en büyük zaafımız yine ortaya çıktı. 331 Balkanlar’da sulh ve sükunet olduğuna iman etmişiz. Balkan Devletlerinin birleşip bize karlı ittifak kurabileceğini hiç düşünmüyoruz. Öyle bir inanç yok. Burada maalesef bizim tarihimizde yanlış bilgiler vardır. Sultan Abdülhamit kendine göre kusurları olan bir hükümdardır. Benim şahsen en tasvip etmediğim tarafı aşın evhamdan dolayı getirdiği fevkalade sansür politikası ve maalesef Türk halkının örgütlenme hürriyetini elinden almasıdır. Yani aşırı idaresinin en kötü tarafı budur. Yani meclisi falan dağıtmaktan daha zararlı bir şey yani örgütlenme. Örgüt olarak Türkiye’deki tek örgüt gizli bir kuruluş olan Framasyoneriydi, Masonluk’tu. Ye sonradan kurulan İttihat ve Terakki Cemiyetiydi. Yani kendi başınıza bir pulculuk cemiyetini bile doğru dürüst kuramıyorsunuz. Bu fevkalade tehlikelidir. Siyasi parti yok, cemiyeti yok, sanat cemiyetleri yok, yok yok yok yani. 19. Asnn son çeyreğinde Türk milleti bir araya gelemiyor, çok enteresan bir yapılanma bu. Bunlar var. Ama vasıfları vardır. Dış politikada fevkalade iyi bilgi toplayan bir mekanizmanın başındaydı ve bu gibi hataları yapmazdı. İtalya’nın sulhsever olacağını düşündük. Balkanlarda oradaki taburları çekip dağıtmıştır bu vardır. İkincisi de tabii Balkan Harbi’ndeki ordu gençleşmiş bir orduydu. Fakat bu arada bazı komutanlar tensikata tabi tutulmuştu. Bu büyük bir skandaldir. Esasen o muharebede büyük başarı gösterecek komutanların bazıları da bu tensikatta rütbeleri küçülse de sonradan terfi eden İşkodra Komutam Rıza Paşa gibileridir. Müthiş değerli bir askerdir. Ve Cevat Paşa gibi falan işte. Bir Alman Genelkurmay mensubunun ifade ettiği üzere” bir sürü insan hayatta general olma saadetini tadabilir, fakat iki kere general olan pek görülmez” demiştir. Bunlar iki kere terfi edip yine paşa oldular, rütbeleri indirilmelerine rağmen. Rıza Paşa da bunlardan biridir. Yeniden “liva” rütbesini îşkodra savunması sırasında almıştır. Bir takım 332 komutanlar da maalesef saf dışıydı. Buna rağmen gençleştirilen Türk ordusu ve gördükleri talim terbiye dolayısıyla aslında fevkalade direnebilirdi. Bu sefer orduda müthiş bir siyaset ve siyasi kutuplaşma görüldü. İttihatçı subaylar ve öbür tarafta daha muhafazakar olduğu bence muhalefetten başka bir şeyleri yok Halaskaran Grubu. Yani bu kurtarıcı takımından dolayı bir çekişme yaşandı. Emirler yerine getirilmiyor, bazı şeyler geciktiriliyor, birbirlerinin şeyine önem vermiyorlar. Yüksek komutadaki komutanlara karşı mesela komutan eski görüşten diye Jön Türk zabitler kulak vermiyorlar, disiplin diye bir şey yok. Bizzat Talat Paşa’nın nefer üniformasıyla birtakım karargahları gezdiği tabi oradaki zabitan buna çok hürmet ediyor, ittihatçıların merkezi diye, orada bir takım telkinlerde bulundu bu çok açık. Bu yüzden Harbiye Nezareti’nden müthiş şey yediği gibi, hadi onu taktıkları yok zaten Nazım Paşa’yı düşman o hain, Edime müdafii Şükrü Paşa gibi çok değerli bir asker bile Talat Bey’i takbil edip kovmuştur mıntıkasından, kovdurmuştur. Çünkü yaptığı iş şeydir. Bu gibi olaylar dolayısıyla maalesef Osmanlı-Türk ordusu kendini idame ettirememiştir. İkinci bir neden çok hazırlıksız asker nakli dolayısıyla bizim ordunun mevcudu dört yüz bine yaklaşıyor, çoğu talimsiz askerlerdir. Halbuki sadece Bulgaristan’dan buna yakın asker çıkıyor. Karadağ’ın bile kırk bin kusurluk bir asker mevcudu var. Sırplar var, Yunanlılar var. Ve Yunan ordusunun fevkalade garip manevraları var. Bu manevralar ittifak ahlakına uymuyor. Fakat kazanca uyuyor. Bunlardan bir tane örnek isterseniz Selanik için mücadeleyi veren Balkanlarda Bulgar ordusudur. Fakat Bulgar ordusunun açtığı yoldan Yunanlılar hemen böyle sığmıveriyorlar ve Selanik’e giriveriyorlar. Selanik Kolordu Komutanı Tahsin Paşa’dır. Beceriksiz, riyalsiz bir asker olduğu anlaşılmaktadır, görülmüştür. Bunu İttihatçıların böyle mühim bir yere tayin etmelerindeki neden 333 şudur; Abdülhamit’in gadrine uğramıştır. Şimdi maalesef bu kıstas bizim hayatımızda çok görülür. Falanca öbür takımın zulmüne uğramış demek ki bizdendir ve kıymetlidir. Öyle bir şey yok. O adam fevkalade ahlaksız olabilir veya beceriksiz olabilir. Gadre madre Uğramamıştır, layıkıyla dışarı sepetlenmiştir, onu hak etmiştir. Ve zaten sizden falan da değildir yani. Nereden çıkarıyorsun yani kafasının içine mi girdin, belirli bir eğitim şeyiniz mi var, backround derler yani maziniz falan mı var, hayır. Tahsin Paşa Selanik’i savunamamıştır. Çok çabuk teslim olmuştur. Bu teslimle Yunan ordusu girmiştir. 9 Kasım bakın o kadar yakın bir tarih. Selanik gibi bir şehir için çok ayıp denebilecek derecede çok kısa bir savunmadır. Ve Yunan ordusu içeri girdikten sonra onulmayacak şeyler yapmıştır. Bunlardan bir tanesi şehrin Yahudi mahallelerinde katliamdır. Yani Hellenizm, Hellenist milliyetçilik ve Hellenistik Hıristiyanlık mesela Bulgarlar öyle şey yapmaz, Sırplar da öyle şey yapmaz, Hellenistik Hıristiyanlık, Hellenistik milliyetçilik maalesef şedid derecede Yahudi düşmanıdır. Etnik brifikasyona girmektedir. Osmanlı’nm politikası ve adaleti sayesinde Selanik Balkanların ve bütün Doğu Akdeniz’in ve hatta o dönem için dünyanın en önemli şehridir. Kalabalık bir nüfusu vardır, kültive ve tüccar zihniyettedir. Hatta Sabetayist Yahudileri alırsak, yani Müslüman görünümlü olanlan, memurlar da omlardandır ve iyi memurlardır. Böyle bir nüfusu herif Yunanlılığa yol açmak için Yunanlılık Selanik’te dil yaşar fakat nüfus itibariyle Selanik’te 3. derecededir. Şehirde katliama girişmişlerdir. Bunlar mesela bilinmez. Ve Yunanistan Selanik’te II. Yahudi katliamını İkinci Harpte Almanlarla işbirliği yaparak gerçekleştirmiştir. Seksen bin Yahudi’yi kampa yollamışlardır. ...o hengamda bu yerli işbirliği olmadan becerilemeyecek bir şey. Laflar ve iddialar bendenizin değildir. Reyn Hanım’m iddialarıdır. Selanik 334 Yahudi tarihçilerinden, herkesin bildiği yazdığı gerçeklerdir, bakabilirsiniz. Yahudi ansiklopedisindeki Selanik maddesini okursanız yeter, bu kadar basit. Evet, bu bir ayıptır ve size söylüyorum Balkan göçünü açıklar. Balkanlarda ilerleyen bu Balkan ordularımn ve ardından hemen şehirde kendi yandaşlarıyla başlayan, şehirlerde katliamın ardından Müslümanlar ve onların yanında da Yahudi nüfiıs Osmanlı Yahudileri Balkan’a ve İzmir’e doğru kaçmaya başlamıştır. Yani İzmir İstanbul’la birlikte hatta daha fazla bir merci-i iltica terdazi durumuna bürünmektedir. Bunu tarihimizde bilelim. Yani bu bazı gerçekleri de ortaya koymaktadır. Tarihte müşterek bazı faciaları desni dediğimiz, gadarim muhabbata dediğimiz şeyleri bu iki kavim bir arada yaşamaktadır. Türk tarih anlayışında Türk cemiyet anlayışında Türk geleneğinde Yahudi düşmanlığının onun için yeri yoktur. Bu ısmarlama bir davranıştır, II. Harb’den sonra bazı AvrupalI fundemantalist Hıristiyan Cemiyetleri Türkiye’ye soktuğu bir problemdir. Bunu tasvip etmemizin benimsememizin hiçbir anlamı yoktur. Tarihi olaylarda bunu göstermektedir. Selanik’teki bu kepazeliğe rağmen Türk ordusu ve zabitleri kahramanlıklarını göstermişlerdir. Yanya tamamen kuşatılmasına, ikmal noktalarının tutulmasına rağmen taa Adriyatik’e doğru bir nokta, taa 1913’ün Mart’ma kadar kendini savunmuştur kahramanca Esat Paşa kuvvetleri. Aynı şekilde İşkodra Rıza Paşa sayesinde daha çok uzun zaman dayanmıştır ve adeta intiharlarıyla, komutanın intihar savunmasıyla kale ancak elden düşebilmiştir Sırplara. Ve tabii Edime Şükrü Paşa’nm muazzam savunması yüzünden daha çok uzun zaman elimizde kalmıştır. II. Balkan Savaşı’nda da Enver Bey Edirne’yi istirdat edebilecektir. Ve Kırklareli’ni. Orada küçük bir kazancımız vardı. Yoksa bugünkü Rumeli toprağı çok daha küçük olacaktı. Ve asıl önemlisi Mimar Sinan’m büyük eserini görmek için vize 335 alacaktınız. Çok açık bir şey bu, bunlar çok yakın tarihimizin unuttuğumuz gerçekleridir. Kumanova Savaşı maalesef ordudaki kötü idare yüzünden ve disiplinsizlik yüzünden, önemli noktalarda profesyonel askerin değil de yerel eyalet askerinin kullanılmasından ve bunların disiplinsizliğinden dolayı kaybedilmiştir. Kasım başlarında, Ekim sonlarında hatta Üsküp düşmüştür Sırpların eline geçmiştir. Ve bu korkunç gerileme ve kayıplar dolayısıyla 30 Mayıs 1913’te Londra Konferansı’yla aslında bugünkünün de gerisinde bir Türkiye çizilmiştir. Yunan donanması sadece Averof diye zırhlıdan nerdeyse müteşekkildir. Buna rağmen Midilli v.s. gibi adaların Yunan donanması tarafından istirdadı gayet kolay olmuştur. Orada donanmanın elinde kalan esas gemilerin mesela Hamidiye zırhlısı ve Rauf Bey’in gereken dikkati göstermediği ileri sürülüyor. Bunu anlatmak çok zordur. Ama anlayacaksınız, eğer insanlar kafalarına politikayı devrimbazlığı takmışlarsa idefix olarak asgari müşterekleri kaybederler. Yani biz bir hain olan sadrazam Kamil Paşa, Harbiye Nazın Nazım Paşa ve vatan satan heriflerin lehine bir zafer mi kazanacağız, olacağına bakar şeyine girebilirsiniz. Bu çok önemli bir şeydir. Onun için Atatürk orduda siyasete karşıydı. Siyasi mücadele siyasi hırs ve devrimbaz strateji en kaliteli askeri heyetleri komutalan bile çığmndan çıkarabilir. Ve böyle bir yere sürüklendiği zaman ordular şu veya bu şekilde ve zulme maruz kaldıklan zaman çok vahim hatalar olabilir. Onun için askerlik ve ordular bir memlekette fevkalade dikkatle korunması saygı duyulması gereken kuruluşlardır. Hele bizim gibi askeri tarihli askeri organizasyonlu cemiyetlerde buna dikkat edilmemesi fevkalade mahsurludur. Türkiye’nin Balkan Savaşları olayı maalesef edebiyata iyi yansımamıştır. Ömer Seyfettin’in Hatıratı dışında kimse o 336 nesilden bu güne kadar bunu görüp, okuyup, hissetmek imkanına sahip değildi. Şimdi ancak gazetecilik düzeyinde popüler tarihçilik düzeyinde Balkan Savaşlarının tarihi ele alınıyor. Ve II. Balkan Savaşı dediğimiz yani bu kadar çarpıştık hakkımızı alamadık psikolojisindeki Bulgaristan’ın yeniden diğer bütün Balkan ortaklarıyla Romanya, Sırbistan ve Yunanistan ile kavgaya tutuşması neticesinde Türkiye ve yeni askerler bazı noktalan geri alabilmiştir. İşte o da bugünkü Trakya sınınmızın yeniden teşekkülüdür. Ve 5 asırlık neredeyse 4,5 asırlık Ege Adaları hakimiyetimize elveda demek zorunda kalmışızdır. Bu bugün bile devam eden bir sorundur. Bunun üzerinde düşünmeliyiz, düşünmek zorundayız. Balkan Savaşı’nm sonuçları nedir? Madde 1: Balkanlarda hiçbir sorun çözülememiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülmesiyle bölgelerde sulh gelmiştir. Dini yetisine ve milli karakterine sahip devletler ortaya çıkabilmiştir. Azınlık problemleri dolayısıyla devamlı aralarında çekişmişlerdir. îki cihan harbinde de devamlı farklı büyük devletlerin oyuncağı haline gelmişlerdir. Maalesef durumun değişmediğini görüyoruz. Bugünde bu statü devam ediyor ve Avrupa Birliği Balkanlara sulh getireceğini kalkınma getireceğini iddia ediyor ve mevcut gelişmelerin hepsinin çok geçici olduğu yetersiz olduğu anlaşılmaktadır. Hayal ile gerçek birbirine uymamaktadır. Bunun üzerinde durulması gerekir. İkinci unsur şudur: Balkanlarda Türk hakimiyetinin gerilemesi ve Balkanlardaki anavatanımızın kaybı hep orada yaşayanların hayatına yeni zorluklar getirmiştir ve halen devam ediyor. Hem de Türkiye’nin içinde değişiklikler yaratmıştır. Her şeyde bir hayır vardır. Anadolu kıtası yeni çiftçiler görmüştür, yani tarım görmüştür, şehirlerimiz yeni tip zanaatla karşılaşmıştır. Ege 337 Bölgesi’nde, Akdeniz’de, Orta Anadolu’da Bursa’da bu şehirler eski hayatımıza nazaran yeni bir tarz-ı hayatla yeni bir şehirle yeni bir kasaba niteliği ile karşılaşmıştır. Hülasa Balkanlılık Türkiye’ye bir kamçı olmuştur. Bu çok önemlidir. Yad ellerden gelen insanların buradakilerle karışmaları ve evlilik yapmaları çok kısa zamanda Türk halkının antropo özelliklerini bile değiştirmiştir. Unutmayın, cumhuriyetin başlarında Abdullah Cevdet gibi adam çok komik gelen ve iyi ifade edilemeyen bir teori ileri sürdü. Avrupa halkları ile karışalım dedi. Tabii bu reaksiyon o zamanki bir hekimin bakışıydı. Bu memlekette kronik hastalıklar vardı. O kronik hastalıkları Türk Sağlık Teşkilatı Refik Saydam gibi bir devlet adamı bile bir hekim büyük ölçüde mücadele ile yendi ama yeterli değil ancak ve ancak memleketimize yapılan büyük göçlerle ve entermaryaj dediğimiz karışık evliliklerle milli bünyemiz ve milli karakterimiz değişti. Bunu görüyorsunuz. Yani batıdan veya doğudan gelip Türkiye topraklarına adım attığınız an daha havaalanlarında değişik yapılı bir milletle karşı karşıya geldiğinizi görürsünüz. Yeni beceriler ortaya çıkmıştır, gelen kalabalık sayıda göçmenin getirdiği bir dinamizm bir çalışkanlık bir tutunma şevki çok etkili olmuştur. Dolayısıyla nüfus yapımızda kültüre kadar Balkanlar ve Balkan Göçü kaybolan imparatorluğa kaybolan anavatana Rumeli’deki anavatana rağmen bu hüzne rağmen bir dirilme Türkiye’de meydana getirmektedir. Unutmayın başta ebedi başbuğumuz olmak üzere Türkiye’nin ilk kurucu kadroları hepsi Balkan göçmenlerindendi. Bu çok önemli bir husustur. Böyle de devam edecek demek değil, nüfus kaynıyor, azalıyor fakat bu rengin kaybolmaması lazım. Ve şunun üzerinde de önemle duralım 100 sene evvel ki olay tarih değildir, yaşayan tarihtir. Bu yaşayan tarihin nasıl yaşadığını hem okuyarak hem de 338 gözlemleyerek bilmemiz gerekir. sabrınız için saygılarımı sunuyorum. Beni dinlediğiniz için, Soru: Balkan Savaşlarının 100. Yılı sebebiyle bildiğimizi zannettiğimiz ama bilmediğimiz bir çok bilgiyi üç gün devam eden sempozyum sırasında öğrenmiş bulunuyoruz. Benim merakımdan kaynaklanan bir sorum var. Selanik’te Yunanlılar tarafından işbirliği yapılarak Almanlara teslim edilen Musevi vatandaşlarımız Izabella ve Ferdinand zamanında Ispanya’dan Kemal Reisleri, Ali Reisleri göndererek II. Beyazıd’ın kurtardığı Yahudi, Musevi vatandaşlarımız eliyle maalesef her alanı işgal ettiği her yerde Fransa’nın olduğunu gördük. Fransa’daki Alman işbirlikçileri de Fransa’daki Musevileri toplayarak Almanlara teslim ettiler. Dün akşam bununla ilgili bir film vardı televizyonlarda. Benim merakım buydu. Ispanya’dan gidip II. Beyazıd’ın kurtardığı Museviler miydi diye. Teşekkür ederim. İlber Ortaylı: doğrudur. İspanya modem ırkçılığa yani sadece dini taassuba değil, modem ırkçılığa dayalı bir temizlik hareketi götürmüştür. Biliyorsunuz Müslüman Araplar vardır ve Yahudiler vardı. Bu Müslüman Araplarla Yahudilerin Angalüsya Endülüs devrinde müthiş bir işbirliği vardı kültürel, siyasi, iktisadi, ilmi. Ve bu yeryüzünün önemli rönesans olaylarından birini yarattı. Yani bugün tarih ilmi yeniden bu konuya eğiliyor, yeni yorumlar ve zengin belgelerle bu olayın daha eni konuya indi Endülüs Tarihi. Onun için onu okumak lazım yeni kitaplardan, çeviriler de yapmak lazım. Hatta bu medeniyetin içine yerli Hıristiyanlar da katılmıştır. Onlara “mosarap” deniyor İspanyol dilinde. Arapça mustalipin bozulmuş halidir. Mustalip Araplaşmış demektir o kadar. Bu arkadaşlar Hıristiyan olmalarına rağmen o kadar Arap-İslam kültürüne düşkünler ki Sevil Başpiskoposu bile diyor ki “yahu 339 bu gençler bir Latince Partemoster okuyamıyorlar” diyor tespih duası,”Arapça tefsir yapıyorlar” diyor “bu ne dejenerasyon diyor yani ne yozlaşma.” Böyle bir yapı. Kilise yapılmış, Soligo Katedrali, Mosarap takımı içinde oryantel bir şapelde dua ediyor. Bunlar Arap değil, bunlar o ülkenin insanları. Hep Hıristiyan kalmışlar ama o kültürden etkilenmişler. Tabii 15. Asırda bunların dönenine bile yani sözde Hıristiyan olanına bile temiz kanlı değil diye zulme devam ettiler. Biz bunların İtalya, İspanya, Portekiz üzerinden gelenleri yavaş yavaş aldık. Selanik’tekiler tabii bunlardandır. Çünkü Selanik Yahudi Şehri deyince büyük bir Yahudi şehri oldu. O bakımdan bunlardır. Bunu unutmazlar Yahudiler, tarihlerinde bunu da ifade ederler yani nankör de değiller öyle yapıldığı gibi. Büyük oryantalistleri Yahudi dünyasında hep bunun üzerinde dururlar. Bu böyle bir şeyle Oryantalizm dünyasında yeni bir akım gibi ortaya çıkmıştır. Musevi araştırıcılar, tarihçiler sayesinde olay budur. Soru: Bugüne kadar bizlere hep savaşların tarihi öğretildi. Tarih sadece savaş mıdır? Soğuk Savaş Dönemi sosyal tarihi daha önemli hale getirmiş olması lazım. Manevi değerler, kültür daha önemli hale geldiği halde bizler hala savaşların tarihini öğreniyoruz. Niçin hala savaşların tarihi? Artık manevi değerlerimizin tarihini öğrenmeliyiz, kültürümüzün tarihini öğrenmemiz gerekmiyor mu? Teşekkür ederim. İlber Ortaylı: Şimdi bu ayrımı yapmayalım müsaade buyurursanız. Çünkü savaş hakikaten çok melanet ve çok etkili bir olay. Savaşın kendisi bir kere çok önemli. Nasıl savaşıyorsunuz, savaşçı kaliteniz ne o size bir şey öğretiyor. İkincisi hazin bir şey. Bak dedeniz bilmiyorum siz oralı mısınız ama dedeniz Kavala’da gömüldü, şurası. Bugün orası vizeyle girilen bir memleket ve onun torunları ya orada ya da burada 340 ikinci sınıf vatandaş statüsünde. Bu her şeyi değiştiriyor. Sınır oradan geçmiş diye Ahıska Türklerinin hepsi bambaşka insanlar olup çıktılar. Yani bu sizin evinizin ortasına bir duvar çekmeniz gibi bir olay. Birdenbire bir ailenin üyeleri komşu oluyor. Mesela bir duvar çekildiğini düşünün. Savaş onun için çok önemli. Devletleri yıkıyor, statüleri değiştiriyor yeni şeyler getiriyor, savaşları bilmek ve iyi bilmek lazım. Maalesef Türk tarihçiliği ne bir savaşın tarihini ciddi olarak yazabiliyor, ne de bir anlaşmanın, barış anlaşmasının bütün metinleriyle, arka planıyla kavrayarak ortaya koyabiliyor. Lozan AnlaşmasTnm dahil metinlerini yeni neşrettik. Lozan’ın cumhuriyeti kuran anlaşmanın daha henüz zengin oturaklı bir yorumu yapılmış değil, bunu açıkça söylemek durumundayım. Onu yapmamız lazım ama şüphesiz ki Soğuk Savaş döneminde diğer dönemlerin iktisadi ve kültürel tarihi ananeleri çok önemli bu yönde bir tarih değişimi var. Fakat o tarihi yapanlar yani II. Kategori tarihi yapanlar, birincisinde çalışma, araştırma, öğrenme antrenmanı yoksa çok yavan ve çok aptalca şeyler yazıyorlar. Maalesef Klasik Avrupalmın derin tarih bilgisi anlayışı, kavraması bu Amerikan tarihçilerinde yok yani hakikaten fevkalade yavan şeyler yazmaya başladılar. Ve insan bazı halde anlamakta güçlük çekiyor. Anlıyorsun da bu kadar sırmanın nedeni ne diyorsun. Onun için tarih bir bütündür. Bu gibi bölmeleri yapmak doğru değil. Mesela sanat tarihi yapıyor arada iktisat veya siyaset terminolojisi kullanarak önce malzemeyi yaz, üslubu yaz neyin nesi önce onu öğreneyim sonra yorum yaparsın. Teknik tarafıdır sinema, lazım bir şeydir. Soru: Temmuz 1912’de Batı Trakya Türk Cumhuriyeti kuruluyor. Fakat Balkan Savaşı sonrasında bizim öğrendiğimiz kadarıyla doğrumudur diye soracağım, Edirne’yi, Kırklareli’ni kaybettikten sonra Batı Trakya Türk Cumhuriyeti, Pazar hat üzerine taşıtılıyor doğrumudur? Teşekkür ederim. 341 İlber Ortaylı: Batı Trakya Türk Cumhuriyeti bizim İstiklal Savaşı’m karşılayan yani I. Cihan Harbi sonundaki büyük mağlubiyeti ve Bulgarların o bölgeden çekilmesiyle birlikte daha ziyade Yunanlılardan beklemeyeceğiniz çünkü Balkanlarda daima Bulgarlar ve Yunanlılar arasında bir fark var, idare bakımından ben bunu gördüm. Size küçük bir şey vereyim. Yunanlılar bizim oradaki azınlığımıza ciddi bir Türk eğitimi, Türk milliyetçiliği verilmesine müsaade etmiyorlar. Bunu önlüyorlar bunu anladım. Fakat anlamadığım ve çok basit ibtidai gördüğüm bir davranış var. Yunan eğitimi, doğru düzgün bir Hellenik eğitim de vermiyorlar ve zaten galiba kendilerinde de pek yok. Buna karşılık Bulgaristan çok değişik. Uzun eğitim hayatımda Bulgaristan’dan gelen Türk çocuklarının liseyi bitirmişlerse çok iyi eğitim aldıklarını gördüm. Belli ki orada bir ayrımcılık yapılmamış. _Yani umumi kültür imtihanı yapıyorum öyle. Çocuk Rusçayı, Bulgar öğrenci kadar iyi biliyor, Bulgarcayı da biliyor, Batı dili de biliyor, piyano çalıyor, bilmem ne yapıyor, tarih biliyor. Hatta umumi bir imtihan yaptım. Prosper Merimee ‘yi dikte ettirdim. Biliyorsunuz 19.yy’da best of Fransız filolog ve yazarı. Carmen falan O ’nun emridir. Vurguları falan doğru koyarak aksamm bir tek o BulgaristanlI kız yazmıştı sınıfla. Yani şeyde Türkiye’de Fransız mektebini bitirenler dahil, onu hiç unutmam. Bu şey yoktu Yunanistan’da. Onun için anladığım kadarıyla bu Yunanlılığın zulmünden de çekinerek bizimkiler o cumhuriyeti şey yaptılar. Fakat ondan sonra yaşamadı bu. Burada anlaşma falan olduğunu zannetmiyorum. Türk nüfiısu yoğunluğu olan yer çok az o tarihte. Bunun da adına biliyorsunuz Gümülcine’de bitiyor bu. Dedeağaç falan oralarda bitiyor. Yani Kavala’da değil mesela hatta îskece de bile durum aynı, bölgede şüpheler var. Bulgaristan’da da Türk nüfusunun yoğun olduğu cenubi mıntıkalar var. Kırcaali falan. Fakat bazı bölgelerde artık 342 yoğunluk yok, bunları bilmek lazım. Onun için kolay şeyler değildir. Bunların üzerinde oturup da böyle bir şey cumhuriyeti kurmak falan bunlar büyük olaylar ve Türklerin ne kadar organizatör ne kadar böyle ipin ucunu kolay kolay bırakmayan bir kavim olduğunu gösteriyor. Ama bu, bu kadardır. Bu bir hoş hatıradır bunu bilmek lazım hepsi bu. Böyle üstü örtülmez bunun. Yani Türk çocuklarına öğrettiğin mektep tarihinden Batı Trakya Cumhuriyeti’ni çıkaramazsın. Böyle bir şey olmaz. Vay Yunanlılar bize kızar, acaba bize emperyalist mi, revanşist mi yok irredantist mi zanneden, böyle bir saçmalık olmaz. Billuri olacaksın, transparan olacaksın, yazacaksın tarihini, olaylarını her şeyini tarihi tartışacaksın, verileri göstereceksin. Böyle okul tarihinde Batı Tarkya Türk Cumhuriyeti çıkarılsın, olmaz. Mübadeleyi de doğru dürüst anlatmıyor. Biliyor ki, ben diyor mübadeleyi falandan öğrendim, tabi o falan yanlış öğretti ona muhtemelen. 35 yaşıma kadar bilmiyordum. Şimdi insanlar da bir tuhaftır yani. Side’de, Ayvalık’ta îzmir’in civarındaki yerlerde camiden çıkan takkeli ihtiyarın neden Rumca konuştuğunu merak etmez yani. Bu Müslüman adam niye böyle Rumca konuşuyor camiden çıkınca neden diye sorup da öğrenmez. Girit’ten haberi yoktur herifin. Aynı şekilde tuhaf kim oturuyormuş bu Sille kasabasmda Konya’mn diye sormaz. Orda oturan bile “gavur” diyor. Yahu kardeşim dedim gavurdan neyi kastettiğini bilmiyorum ama cehalet açıyor. Kilisenin içinde ve dışında her şey Yunan harfleriyle ve Türkçe. însan Karamanlı diye bir Türkü de bilmez mi artık. Bütün eski Konya Karaman Eyaleti işte bunlar aldı mübadele ile birlikte gönderildi oraya. Aman Allah’ım yani facia. Herif Türkçeden başka bir şey bilmiyor. Bizimki Oğuz takımı. Yani bunları tabi öğrenmek lazım bu mübadeleyi falan maalesef bunların hiçbiri mektep kitaplarında yazmıyor. Yazarsa hır çıkar, kimseyi gücendirmeyelim. Böyle bir sahtekarlıktır bu, kusura bakmayın. 343 K O N A K BELEDİYESİ KÜLTÜ R YA Y IN LA RI TEŞEKKÜR DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ Balkan Araştırmaları Uygulama Ve Araştırma Merkezi