savaştan

advertisement
SAVAŞTAN BARIŞA BALKAN SAVAŞLARI
KONAK BELEDİYESİ KÜLTÜR YAYINLARI: 18
SAVAŞTAN BARIŞA BALKAN SAVAŞLARI
100. YILI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Editör: Yrd. Doç. Dr. Bilgin Çelik
Düzelti: Nilgüıı Şener
Basıma Hazırlık: Hülya Macar
Kapak Tasarım: Birgül Arıca Namlı
1. Baskı
10 Ekim 2013
Isbn: 978-605-87058-8-3
Sertifika No: 18225
Baskı: Seta Matbaa Ofset ve Dijital Baskı Sistemleri
5601 Sok No: 10 Kat:l Tuna Mahallesi
Çamdibi / Bornova / İZMİR
Tel: 0 232 457 43 43 - Fax: 0 232 459 48 05
İzin alınmadan kullanılamaz ve çoğaltılamaz.
www.konak.bel.tr
Konak Belediyesinin Armağanıdır.
2
100. YILI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
SAVAŞTAN BA RIŞA BALK A N SAV A ŞLA RI
3
İÇİNDEKİLER
Önsöz
7
Sunuş
9
Giriş
13
Prof. Dr. Zafer Toprak
17
Prof. Dr. Mehmet Saray
35
Prof. Dr. Celalettin Yavuz
43
Emekli Büyükelçi Onur Öymen
69
Prof. Dr. Dimitar Minchev
77
Prof. Dr. Cemal Dolocanin
82
Doç. Dr. Ali Faik Demir
88
Doç. Dr. Ali İhsan Balkaya
113
Yrd. Doç. Dr. Murat Köylü
131
Dr. Rezzan Ünalp
155
Prof. Dr. Necdet Hayta
186
Doç. Dr. Nuray Bozbora
205
Mustafa Bereketli
234
Yrd. Doç. Dr. Bilgin Çelik
257
Doç. Dr. Vladan Virijevic
275
Yrd. Doç. Dr. Vefa Kurban
285
Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı
305
Dr. Ali Güler
316
Prof Dr. İlber Ortaylı (Kapanış Konuşması)
325
5
Balkan kökenli bir İzmirli olarak Balkan Savaşları’nın tarihimizin yanı
sıra toplumsal hafızamızda bambaşka bir yeri olduğu inancını
taşıyorum.
Çünkü Balkan Savaşları bizim için bir büyük acı... Bir yara... Bitmeyen
bir hüzün... Kaybettiğimiz evlatlar, terk ettiğimiz topraklar ve hatıralar
silsilesi... İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un Balkan Savaşlarını
anlatan şiirindeki şu iki dize gibi: “Balkan’m üstüne sızan her pınar/ Bir
yaradır durmadan içten kanar.” Ya da ilk şiirini Balkan Savaşları
üzerine yazan büyük şairimiz Nazım’m dediği gibi; “Feryad-ı Vatan”
öyküsü.
Buraya kadar belirttiklerim şüphesiz duygusal bir bakış açısı. Ancak,
bu kitabın yayınlanmasına, bu sempozyumun düzenlemesine neden olan
ve bu yıl 100. yılını andığımız bu savaşların bambaşka özellikleri de
var. Balkan Savaşları, orduların değil, ulusların savaşı...
Balkan tarihçi Tobias Heinzelmann’ın
“Balkan Savaşları yalnızca Bulgar,
doğurmamıştır. Aynı savaş Türklerde de
geniş halk kesimlerinde yerleşmiş
sonlanmasma ilk adım olmuştur.”
şu yorumunu önemsiyorum:
Yunan, Sırp ulusçuluğunu
ulusçuluk fikrinin doğmasına,
olan Osmanlılık fikrinin
Tarih’i insanlığın acılar destanı olarak okumak ve yazmak mümkündür.
Ama zor olan diğer kısımdır...
Elbette barış?.. Biz de bir söz vardır; “Savaş askerlerin, barış herkesin
işidir” diye. Banş’ı kurmak, savaşa girmekten daha zordur... Ama
banş’a muhtacız. İnsanlık barışm getirdiği refaha, uygarlığa, özgürlüğe
ve mutluluğa muhtaç. Yüz yıl önce de böyleydi. Yüz yıl sonra da böyle
olmaması için barışı kurmak zorundayız. Barış herkesin işi... Balkan
Savaşlarına bu çerçeveden bakarak; Balkanlar, barış içinde yaşayan
Balkan halklarının olsun, diyorum.
Sevgi ve saygılarımla
Dr. Hakan Tartan
Konak Belediye Başkanı
7
Bu sempozyum benim için siyasetçi kimliğin ötesinde bir Balkan
çocuğu olmanın, Balkan coğrafyasından gelmiş bir ailenin çocuğu
olmanın heyecanını yaşatıyor.
Ben ve benim gibi pek çok kişi, orada, o günlerde yaşadıklarını bize
anlatan ailelerin, anne babaların, akrabaların hatıralarıyla büyüdü.
Çok küçük yaşlarda Balkan Savaşlarını yaşamış bir anneannenin torunu
olarak büyüdüm. O göç sırasında kaybedilen canları, o göç yolunda
yaşanan dramları ve o acının yaşandığı gözyaşlarının izlerini görerek
büyüdüm. Kardeşini kaybeden bir insanın acısını paylaştım.
Kolay değildi, nice canlar bırakarak bir vatandan, bir topraktan
kopmak... Ne mutlu ki, kucaklayan sahip çıkan bir anavatana kavuşmak
vardı sonunda.
Şu bir gerçek, bizler siyasetçiyiz. Siyasetçiler tarih üzerine, tarihin
yaşattıkları ve tarihte yaşananların bize anlattıkları üzerine; uzmanların,
bilim insanlarının, tarihçilerin değerlendirmelerini dinlemek zorundadır.
Günümüz ve coğrafyamız şartlarında bunu çok iyi özümsemek
zorundayız. Siyaseti, tarihi gerçeklerin neler olduğunu -hayali değil,
olmadık senaryoların peşinden koşarak da değil- gerçek
yaşanmışlıkların neler getirdiğini iyi bilerek veya neler götüreceğini iyi
tahmin ederek yapmak zorundayız. Bu bizim görevimiz.
Bu nedenle ben burada tarihsel bir yorum içinde bulunmayacağım,
bilim insanlarının, tarihçilerin, diplomatların bu savaşa dair yorumlarını
dinleyeceğim. Balkan Savaşlarının 100. yılında hala devam eden
etkisini gözlemleyeceğim.
Ama yine de bir Balkan çocuğu olarak her zaman inandığım ve
beğendiğim bir görüşü vurgulamak isterim. Balkanlardan göç edenler,
göç yollarında gözyaşı dökmüşlerdir. Ama gözyaşları ulaştıkları
anavatan toprağına bereket olup yağmış, o bereket Anadolu’nun ve
Türkiye toprağının gelişmesinde, aydınlık bir geleceğe yürüyüşünde,
o
zenginleşmesinde çok önemli katkılar sağlamıştır. Ulusal Kurtuluş
Mücadelemizi gerçekleştirirken, Balkanlarda yaşanılanların ve bu
bilincin önemi çok büyüktür.
Evet; tarih bir dürbün... Geçmişte keşfedilen, bugün kullanılan, ama
yarını gösteren bir dürbün... Tarih bilmek, insana sadece geçmişi değil,
yaşadığı zamanı ve gelecekte yaşanacakları da anlatıyor.
Mehmet Akif, güzel söylemiş. Demiş ki tarih tekerrürden ibaretse o
zaman ders alınmamıştır.
Umut ediyorum kı, tarihin tekerrür
olmayacağı, ders alınan bir geleceğe doğru yürürüz. Birlik ve
beraberliğimiz, barış ve kardeşliğimiz, hem kendi ülkemizde hem de
dünya coğrafyasında Ulu Önderimizin de dediği gibi yurtta barış
dünyada barış diyerek gerçekleşir.
Sevgi ve saygılarımla
Bihlun Tamaylıgil
İstanbul Milletvekili CHP Genel Sekreteri
10
Dokuz Eylül Üniversitesi Balkan Araştırmaları Uygulama ve Araştırma
Merkezi ile Konak Belediyesi’nin işbirliği ile düzenlenen “Savaştan
Barışa Balkan Savaşlarının 100.Yılı Uluslararası Sempozyumumun
Balkan göçmenlerinin yoğun olarak yaşadığı İzmir kentinde
düzenlenmesinden büyük mutluluk duyduğumu belirterek sözlerime
başlamak istiyorum.
100 yıl önce Ekim ayında başlayan Balkan Savaşları, 20. yüzyılda
Avrupa’da yaşanan ilk büyük savaş olmuştur. Tarihimizde büyük bir
felaket ve askeri başarısızlık olarak değerlendirilen Balkan Savaşları,
toplumsal hafızamızda da derin izler bırakmıştır. Ata topraklarına veda
etmek zorunda kalan binlerce Balkan Türkü’nün acı hatıraları
Anadolu’da yankılanmıştır. Milli Kimliğimizin oluşmasında önemli
etkileri olan “Balkan Felaketi”, vatan bilincini uyandırmış ve elde kalan
toprakların korunmasının önemini topluma ve dönemin asker-sivil
yöneticilerinin beyinlerine kazınmasına neden olmuştur.
Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Balkanlarda doğmuş,
milliyetçi çatışmaların merkezi olan Manastır’da Askeri İdadiyi bitirmiş
ve 1911’de Trablusgarp ile başlayan Balkan Savaşları ve I.Dünya
Savaşı ile devam eden acı tecrübelerle dolu savaş yıllarının birikimi ile
yoğrulmuştu. Herkesin yorulduğu ve mücadeleden vazgeçtiği bir
dönemde başlattığı bağımsızlık savaşını Üniversitemizin admı aldığı 9
Eylül 1922’de İzmir’in kurtuluşu ile başarıya ulaştırmıştır. 10 Kasım
Atatürk’ü Anma haftasına denk düşen bu etkinlik vesilesiyle Gazi
Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarmı saygıyla ve minnetle
anıyorum.
100. yılını andığımız Balkan Savaşlarının askeri, siyasi ve sosyal
yönlerinin ele alınacağı bu sempozyumun başanlı geçmesini diler,
emeği geçenlere teşekkür eder, tüm katılımcılara başarılar dilerim.
Prof. Dr. Halil Köse
Dokuz Eylül Üniversitesi Rektör Yardımcısı
11
Giriş
Dokuz Eylül Üniversitesi Balkan Araştırmaları Uygulama ve
Araştırma Merkezi ile Konak Belediyesinin işbirliği ile
düzenlediğimiz “Savaştan Barışa Balkan Savaşlarının 100. Yılı
Uluslararası Sempozyumu”na hoş geldiniz.
Bu sempozyum Merkezimizin ilk uluslararası sempozyumu olup,
İzmir gibi Balkan göçmenlerinin yoğun yaşadığı ve savaşın acı
hatırlarının izlerini taşıyan bir kentte böyle bir sempozyumu
düzenlemenin gururu ve mutluluğu içindeyiz. Geçmişte yaşanan
savaşların ve yarattığı olumsuz etkilerin bize düşündürmesi gereken
çok şey olduğu açıktır. Özellikle modem savaşların sonucu ne olursa
olsun savaşan taraflarda bıraktığı derin izlerin, acı kayıpların
yeniden yaşanmaması adına barışa çağrı yapmak gerçekten de
insanlık için hayati önem taşımaktadır. Balkanlar, bu acı ve
kayıpları, 19. yüzyıldan günümüze en yoğun şekilde yaşamış bir
coğrafya olup, bu coğrafyada çok eski tarihlerden beri var olmuş
olan ve özellikle Osmanlı egemenliği döneminde yaklaşık 550 yıl
burada yaşamış olan Müslüman Türklerin Fransız Devrimi
sonrasında ortaya çıkan milliyetçilik akımının etkisi sonucunda
yükselen Balkan milliyetçiliklerinin hedefi haline gelmesi
Balkanlardan Anadolu’ya yoğun bir göç hareketinin yaşanmasına
neden olmuştur. Balkanlarda toplumlar arasında yaşanan milliyetçi
çatışmalar ve sonuçta çıkan savaşlar milyonlarca insamn ölümüne ve
yurtlarından çıkarılmasına yol açmıştır. Bu konuda en büyük bedeli
ödeyen toplumlardan biri de Müslüman Türkler olmuştur. Ben de
buradaki birçok misafirimiz gibi Kosova göçmeni bir ailenin bireyi
olarak yaşanan acı hatıraların belleğimizde bıraktığı izleri taşımakla
birlikte kendisi de bir Balkanlı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihada Sulh”
13
özdeyişini temel alarak 21. yüzyılda hem Balkanlarda hem de
dünyada barışın kalıcı olmasını diliyorum.
Balkanlar ya da son dönemde AvrupalI kimliği ön plana çıkarılmak
istenilen Güneydoğu Avrupa; tarihte Roma, Bizans ve Osmanlı gibi
3 büyük imparatorluğun uzun dönemler hüküm sürdükleri çok dinli,
çok mezhepli, çok etnikli her yönü ile renkli bir yanmada. Bu zengin
harmoninin uzun yıllar barış içinde yaşadıklan, müziğin, sanatm,
edebiyatın ve sporun birçok yeteneğine ev sahipliği yapan yanmada
son yüzyıl içinde milliyetçi çatışmaları derinden hissetmiştir. Biri
yüzyılın başmda Balkan Savaşlannda diğeri de yüzyılın sonunda
Yugoslavya dağılırken bölgede yaşanan katliam, soykırım, etnik
temizlik ve göç olayları ile uluslararası toplumun hafızasına çatışma
ve karmaşa bölgesi olarak yerleşmiştir.
Balkanlar Osmanlı öncesinde de Türklerin yerleştiği önemli
coğrafyalardan biriydi. Batı Hunları, Avarlar, Uzlar, Peçenekler,
Kumanlar Balkanlarda uzun yıllar yaşamışlar ve zaman içinde yerli
toplumlarla karışıp kaynaşmışlardı. Osmanlı Devleti bir Balkan
Devleti olarak gelişti, önce Balkanlarda yayıldı, sonra Anadolu’da
egemenliği sağladı. Bu açıdan Balkanlar Osmanlı Devleti’nin can
damarıydı. İmparatorluk burada yükseldi ve burada çöktü. Fransa’da
başlayan ve 19. yüzyılda tüm Avrupa’yı ve dünyayı kasıp kavuran
milliyetçilik ateşi Osmanlı İmparatorluğu’nu da sarmış ve 19.
yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde adeta son nefesini vermeye
hazırlanan bir “Hasta Adam”a dönmüştü. Bu hasta adamı yeniden
hayata döndürmek için ortaya konulan çeşitli reçetelerin işe
yaramadığı zamanla ortaya çıkacaktı.
93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı hem Osmanlı
İmparatorluğu hem de Balkanlar için önemli bir kırılma noktasıydı.
14
Berlin Antlaşması, Büyük Güçlerin Balkanları kendi hedefleri
doğrultusunda, yeniden yapılandırma çabasının bir ürünüdür. Balkan
Savaşlarının kökeni olan Berlin Antlaşması Osmanlı Devleti’nin
karşısına “Makedonya Sorunu”nu çıkarmıştır. Bu sorunu kendi
bildikleri yöntemle çözmeyi amaçlayan Balkan devletleri aralarında
mlaşarak 1912 yılı Ekim ayında Osmanlı Devleti’ne savaş açmış ve
Balkan Savaşı Makedonya’nın paylaşılması amacıyla çıkmıştır.
Balkan Savaşları ve kaybedilen Balkanların acısı Türk toplumsal
lafızasında önemli izler bırakmış, türkülere, öykülere konu
ılmuştur. Bu savaş ile Türkçülük düşüncesi güç kazanmaya başlamış
/e 1919 yılına gelindiğinde İzmir’in Yunan işgaline uğraması
oplumsal bir tepkiye yol açmıştır. Balkanlardan sonra İzmir ve
çevresinin de bir Balkan devleti tarafından işgal edilmesi Türk
nilliyetçiliginin yükselmesi ve vatan savunması bilincinin ortaya
çıkmasına zemin hazırlamıştır. Mustafa Kemal ve birçok silah
ırkadaşı da Balkan kökenli asker-sivil bürokratlar olarak birçok acı
leneyim yaşadıktan sonra toplumsal bir örgütlenme ile Milli
Mücadeleyi başarıya ulaştırmışlar ve bu mücadelenin de simge kenti
zmir olmuştur.
frd. Doç. Dr. Bilgin Çelik
)okuz Eylül Üniversitesi
15
“ B a l k a n H a r b I, D ü ş m a n A l g i s i v e
İKONOGRAFYA”
Prof. Dr. Zafer Toprak
Boğaziçi Üniversitesi
20. yüzyıl Balkan tarihi dünya tarihinde ayrı bir yer işgal etti. 20.
yüzyıl tarihini belirleyen büyük ölçüde Balkanlar oldu. Bir başka
deyişle “Uzun 19. Yüzyıl”ı sona erdiren ve “Kısa 20. YüzyıP’ı
başlatan Balkanlardı. Zira 19. yüzyılın tüm umutlarını çökerten
Cihan Harbi, Balkanlardaki gelişmelerin fitillediği bir savaştı. Keza
20. yüzyıl sona ererken dünya barışının çıbanbaşlanndan biri yine
Balkanlar oldu. Yugoslavya’nın çözülüşü, Bosna-Hersek, Kosova bu
coğrafyanın uluslaşma sürecinin ne denli karmaşık ve mikro
milliyetçiliklerin ne denli sorunlu olduğunu kanıtlamıştı.
Balkan Harbi, OsmanlI’yı bir Avrupa ülkesi olmaktan çıkaracaktı.
Bundan böyle Doğu Trakya Osmanlı Devleti’nin tek Avrupa toprak
parçasını oluşturuyordu. Balkan Harbi ertesi Osmanlı Anadolu
eksenli bir devlet olmayı önemseyecekti. Özellikle Cihan Harbi
yıllarında Anadolu bir başka vurgulanacaktı. Savaş nedeniyle
OsmanlI’nın denizden abluka altına almışı, ülkenin büyük ölçüde
Anadolu buğdayıyla geçimini sağlamasına neden olacaktı. Yeni
doğmakta olan ulus-devlet kimliği Anadolu üzerine inşa ediliyordu.
Özellikle Selanik Osmanlı için büyük bir kayıptı. Bir liman kenti
olmanın dışında çok kültürlü yapısı, Batı ile olan yoğun ilişkisi
Selanik’e ayrı bir önem atfedilmesine neden olmuştu. Jön Türk
hareketinin ve İttihat-Terakki’nin Balkanlarda yeşermesi ve
17
Selanik’i mesken tutmaları bu kentin “hürriyet” ile özdeşleşmesi
anlamına gelmekteydi. Uzun yıllar Osmanlı egemenliği altında kalan
ve bugün Yunanistan’ın ikinci büyük kenti olan Selanik, gerek
Türkiye, gerekse Yunanistan tarihçiliğinde Ötekileştirilmiş bir kent
olarak kaldı. Yunan tarihçiliği Selanik’i Osmanlı boyunduruğu
altında kalmış bir Yunan kenti olarak algıladı; 16. yüzyıldan 1912’ye
kadar tarih yazımında bir kara delik olarak görmüştü. Türkiye’de
tarihçilik ise 1912’de yitirilen kentin geçmişine eğilme gereği
duymadı. Oysa Selanik, OsmanlI'nın Batı’ya açıldığı bir evrede
Avrupa başkentleriyle bağ kuran en önemli halkaydı. Kentin
çoğulcu etnik yapısı daha 19. yüzyılda ona “küresel” bir kimlik
kazandırmış, Ege üzerinden Akdeniz’e açılımı onu aynı zamanda
Balkanların bir limanına dönüştürmüştü. Kısaca Selanik’in Osmanlı
entelektüel yaşamında ayrı bir yeri oldu. İttihat ve Terakki'nin
Selanik'i üs edinmesi bir rastlantı değildi. Selanik Hukuk
Mektebi'nin ders kitaplarına bir göz atmak, bu kentin Payitaht
İstanbul'dan ne denli farklı bir birikimi olduğunu gösteriyordu.
Selanik, Türkiye'de ulus devlet anlayışının doğduğu kentti. Osmanlı
Devleti bir imparatorluktu; çok dinli, çok dilli, çok etnik unsurlu bir
yapıya sahipti. 1908'e kadar üniter bir yapı özlemi ikinci planda
kalıyordu. Her ne kadar Tanzimat sonrası hukuk reformu ya da 1844
tarihli Tashih-i Ayar ile gündeme gelen para reformu ya da Maarif-i
Umumiyye Nezareti'yle birlikte eğitimde ortak bir payda arayışı
üniter bir devlete yöneliş gibi gözükse de, özellikle şeriatın güçlü
olduğu ve bu arada kapitülasyonların sürgit devam ettiği bir ortamda
ulus devlet için gerekli olan üniterleşme bir türlü gerçekleşmiyordu.
Oysa 1846'dan beri Westphalia düzenlemeleri Avrupa'nın birçok
monarşisinde, meşrutî monarşisinde ya da Hollanda'da olduğu gibi
cumhuriyetimsi yapılarda ulus devlete doğru hatırı sayılır adımların
atıldığı ortamlardı. Bu süreç Avusturya-Macaristan ya da Osmanlı
İmparatorluğu için söz konusu olamazdı. Bu nedenle Osmanlı
18
Devleti'nde kurumsallaşma dört ayak üzerinde duruyordu. Hukuk
düzeninde bir yandan şer'i hukuk, öte yandan nizamî (seküler)
hukuk, ayrıca cemaat hukuku ve ecnebi hukuk aynı anda yürürlükte
olabiliyordu. Tanzimat sonrası ticaret hukuku, ceza hukuku idare
hukuku Batı'dan alınmış, nizamî hukuka geçiş sağlamıştı. Ama aile
hukuku başta olmak üzere medenî hukukun birçok alanı şer'i
hukukun denetimi altındaydı. Cemaatler, sulh hukuk alanındaki
birçok düzenlemeyi kendi hukuk normlarıyla yürütüyorlardı. Evlilik,
boşanma, drahoma vs. gibi hususlar cemaat bünyesinde çözüm
buluyordu. Ve nihayet yabancı tebaanın Osmanlı topraklarındaki
kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda kapitülasyonlar devreye giriyor,
bir tür "exteritoriality" yani Osmanlı egemenliği dışı bir uygulamaya
gidiliyordu. Keza eğitimde de benzer bir yapı oluşmuştu. Medrese,
sübyan mektebi gibi dinî eğitimin hakim olduğu okullar haricinde
Tanzimat sonrası ibtidaî, rüştiye, idadî, sultanî gibi seküler
sayılabilecek okullar açılmıştı. Cemaatlerin kendi eğitim kurumlan
vardı. Keza yabancı ülkeler Osmanlı topraklannda çok sayıda okul
açmışlardı. Maarif-i Umumiyye Nezareti'nin denetimi neredeyse
seküler diye nitelediğimiz okullarla sınırlı idi. Bu durum en azından
II. Meşrutiyet'e kadar böyleydi. Ulus devlet bir imparatorluk çatısı
altında da varlığını sürdürebilirdi. Nitekim bunun somut örneği
Fransa idi. Fransız Devrimi ertesi, cumhuriyet olsun, impaatorluk
olsun ülkede hızlı bir biçimde üniter yapıya yönelinmişti.
Osmanlı topraklannda ulus devletin inşası için, diğer uluslaşmalarda
olduğu gibi iki temel ilkenin gerçekleşmesi gerekiyordu. Bunlar
egemenlik ve toprak bütünlüğüydü. Her ikisi de 19. yüzyılda Batı'nm
emperyal genişlemesi sonucu delik deşik edilmişti. Serbest ticaret
emperyalizmi, ardından fmansal emperyalizm OsmanlI'nın
egemenliğini büyük ölçüde sorgulatır olmuştu. Keza, Osmanlı
topraklarındaki ulusal nitelikteki ayaklanmalar toprak bütünlüğü
Konusunda da somut bir yapının oluşamamasma neden oluyordu.
19
Uluslar çağı ulusal egemenlik ilkesinin icadıyla başlamıştı. Ulus tek
bir bütündü. Kimliği bu üniter yapıyla bağlantılıydı. Devlet işte bu
ulusun biçimlediği egemenlikten geçiyordu. Ancak, ulus halk
olmadan bir anlam taşımıyordu. Ulusun iradesi halk tarafından ve
onun temsilcileriyle ifadesini bulacaktı. Kısaca ulus, halkın iki
dudağı arasından çıkan sözlerle şekilleniyordu. Avrupa, işte böylece
ulus devletlerin toplandığı bir kıtayı oluşturmuştu. Kutsal Roma
İmparatorluğu'nun çözülüşü ertesi egemenlikle toprak bütünlüğü
uyum içersinde ulus devletleri yaratmıştı. Bu süreç Rönesans'tan beri
gözlemleniyordu. Ama toprak bütünlüklerinin ayrışması ulus
devletlerin kendi aralarındaki gerçekleştirdikleri savaşların
ürünüydü. Egemenlik konumu savaş konumunu doğurmuştu.
Egemenliği savaşlar üretmişti. Egemen devletlerin kendi aralarında
barış düşüncesi siyasal modemitenin bir sonraki evresi, Fransız
devriminin yol açtığı bir olguydu.
Fichte'nin 1807'de Napolyon ordularının İena'ya girdiği tarihte
Alman halkına yönelik Söylev'i Cermenliği, Almanca terimiyle
Deutschheit'i gündeme getiriyordu. Ye bu kimliğin oluşmasında
Alman dilinin ayrı bir yeri vardı. Fichte'ye göre, Neo-Latin dilinin
yan ürün ve "ölü dil" olarak gördüğü Fransızca'ya karşılık Almanca
özgün ve kökten bir dildi. Bu özgünlük sayesinde hemen hemen
toplumun her katmanına ulaşan gerçek bir halk kültürü ortaya
çıkıyordu. Fransızca ise yapay bir dildi; elit bir dildi; olsa olsa elit
kültür yaratabilirdi. Her zaman toplum katmanlarına mesafeliydi;
onlardan kopuktu, işte Selanik ulus devlet inşa sürecinde bu
bağlamda önem kazamyordu. Bu kentte yayımlanan Genç Kalemler
dilde sadeleştirmeyi halka yönelmeyi hedefliyorlardı. Ali Canip,
Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp bu tür bir misyonu benimsemiş, "yeni
hayat" gereği "yeni lisan"ı gündeme getirmişlerdi. Keza ulus
devletin inşası için gerekli "dayanışma" anlayışı Selanik'te Yeni
Felsefe Mecmuası çevresinde oluşacaktı. Gökalp, İttihat ve Terakki
20
Kongresi için 1909'da bu kente gelmiş ve bu dergi sayesinde Fransız
dayanışmacı felsefesiyle, Durkheim ile tanışmıştı. Ve tüm yaşamı
boyunca Durkheim'in tilmizi kalmış ve Cumhuriyet'e açılan yolunun
ideolojik temellerini atmıştı.
1912'de Balkan Harbi sonucu Selanik’in yitirilişi Osmanlı’da
“modernleşme” söyleminde de kısmı bir durağanlık yaratacaktı.
Rejim giderek otoriterleşecek, İttihat ve Terakki hegemonik bir yapı
kazanacaktı. Bu işlev kısmen İzmir'e kayacaktı. İzmir de Selanik gibi
bir liman kentiydi. Osmanlı’da yeniliklerin sembolü bundan böyle
İzmir olacaktı. Kente kısa sürede ulus devlet kimliği verilmesi
amaçlanacaktı. Bu doğrultuda Ege Bölgesi “milli iktisat”ta başı
çeker oldu. İzmir kendi “milli burjuvazisini yaratacaktı.
Balkan Harbi ertesi Balkan topraklan sorunlar yumağına
dönüşmüştü. OsmanlI’nın Avrupa topraklannı yitirmesi Balkan
ülkelerinin bu topraklar üzerinde paylaşım kavgasına girişmeleri
anlamına geliyordu. Balkanlarda dengesizlik ve çatışma Soğuk
Savaş molası bir yana bırakılırsa son yıllara kadar süre geldi.
OsmanlI’nın beklenmedik bir biçimde Balkanlar’ı terki Balkan
ülkeleri için hayal bile edemeyecekleri toprak kazançlarına yol açtı.
29.413 kilometre karelik bağımsız bir Arnavutluk kuruldu.
Bulgaristan topraklannı 87.449 kilometre kareden 112.563 kilometre
kareye çıkardı. Bu yüzde 29’luk bir artış anlamına geliyordu.
Yunanistan topraklannı 65.011 kilometre kareden 108.984 kilometre
kareye yükselterek yüzde 68’lik bir artış kaydetti. Karadağ’ın
yüzölçümü ise yüzde 62 genişledi: 9.029 kilometre kareden 14.562
kilometrekareye çıktı. En mütevazı kazancı Romanya elde etti.
Yüzölçümünü 131.821 kilometre kareden 139.018 kilometre kareye
çıkardı. Bu yüzde 5 oranında bir artış demekti. Savaşın mutlak galibi
Sırbistan oldu. Yüzde 82’lik bir toprak artışıyla yüzölçümünü 43.273
kilometre kareden 88.028 kilometre kareye yükseltti. Bütün bu
21
kazançlar yitirilen Osmanlı toprağı anlamına geliyordu. Balkan
Harbi öncesi Avrupa-i Osmanî, yani OsmanlI’nın Avrupa’daki
topraklan 169.845 kilometrekare iken, yenilgi ertesi bu yüzey
28.282 kilometrekareye geriledi. Osmanlı Devleti Avrupa
topraklannda yüzde 83 ’lük bir kayba uğramıştı.
Balkan Harbi nedeniyle geniş Müslüman yığınları zorunlu olarak
Anadolu'ya göç etmek zorunda kalmışlardı. Ama yine de bu
topraklarda kalan Müslüman bir nüfus vardı. Bu nedenle savaşı sona
erdiren Bulgar, Yunan ve Sırp barış antlaşmalarında bu unsurun hak
ve hukukunu gözeten maddeler yer aldı. Balkanlarda doğan ulus
devletlerle birlikte etnik halita daha da belirginleşti. Azınlık sorunu
sürekli gündemde kaldı. Osmanlı Balkanlardan sökülüp atılmışsa da
Müslüman nüfus Osmanlı’mn devamı niteliğindeki Cumhuriyet
Türkiyesinin ilgi odağı olmaktan çıkmadı. Nitekim Cumhuriyet
yıllarında, Yunanistan’la “ahali mübadelesi” ötesinde, Balkan
ülkelerinden Türkiye’ye doğru sürekli nüfus hareketleri izlendi.
Ancak, Balkan ülkeleri hiçbir zaman “homojen” bir yapı
oluşturamadı. Zaten "homejen" bir ulustan da söz etmek olanaksızdı.
Kafkaslar'm ardından dünyanın belki de en renkli bölgelerinden biri
olan Balkanlarda kültürel çeşninin bir zaaf olmadığı bir türlü
anlaşılamadı.
19. yüzyılın tüm umutlarım çökerten, La Belle Epoque diye bilinen
mutluluk evresini sonlandıran Cihan Harbi, Balkanlardaki
gelişmelerin fitillediği bir savaştı. “Uzun 19. Yüzyıl”ı sona erdiren
ve “Kısa 20. Yüzyıl”ı başlatan Balkanlar oldu. 19. yüzyılın tüm
umutlarını çökerten Cihan Harbi, Balkanlardaki gelişmelerin
fitillediği bir dünya savaşıydı. Keza 20. yüzyıl sona ererken dünya
barışının çıbanbaşlarmdan biri yine Balkanlar olmuştu.
Balkan Harbi’nin açtığı yaralan tüm 20. yüzyıl boyunca bir türlü
kapanmadı. Balkan Harbi’ni anlamadan, günümüz Balkanlar’ına
22
çözüm bulmak da o denli sorun oldu. 21. yüzyılın arifesinde
Avrupa’nın güneydoğusunda gözlenenler bir ölçüde 1912-1913’ün
farklı zaman ekseninde tekrarı olarak yorumlanabilirdi. Mikro ve
ultra milliyetçilikler, Düvel-i Muazzama’nın tarihsel önyargılarla,
kültürel kalıntılarla, böl ve yönet kaygılarıyla 20. yüzyılın başı ve
sonu için pek farklı olmayan, genel anlamda benzer senaryolardı.
Osmanlı için Balkan Harbi sonun başlangıcıydı. En uzun Cihan
Harbi, Osmanlı Devleti’nin ve onu izleyen Türkiye’nin savaşıydı.
Savaşan taraflar 1914 Noel’inde savaşıp sona ereceği beklentisi
içersindeydiler. Ancak beklentiler boşa çıkmıştı. Savaş dört yıl
sürmüş, kısa sürede geniş bir alana yayılmıştı. Daha 1914 bitmeden
Osmanlı savaşı Harb-ı Umumî olarak nitelemişti.
Bir suikast sonucu Balkanlarda ateşlenen barut fıçısı dört yıl
içerisinde 20 milyon dolayında beşeri varlığın yok olmasına neden
oldu. Barış ancak 1919’da gelebildi. Versailles, Trianon, SaintGermain ve Neuilly ile barışa ulaşılabildi. Ancak bu barış
antlaşmalarının hiçbirisi kalıcı olmadı. Antlaşmalar irredantizmi
körüklemenin dışında bir işlev görmedi.
Türkiye’nin konumu ise farklıydı. Cihan Harbi’ne bir anlamda
Balkan Harbi’yle girmiş ve Milli Mücadele ile sonlandırmıştı. Her
ne kadar Sevr yukarıda imzalanan diğer barış antlaşmaları gibi
Türkiye’ye diretilmişse de, Ankara’da filizlenen Milli Mücadele
buna direnmiş ve Türkiye bir anlamda Lozan’la Cihan Harbi’ni
geride bırakmıştı. Kısacası Türkiye’nin Cihan Harbi on yıl sürmüştü.
Farklı bir söylemle Milli Mücadele 1912’de başlamıştı. Balkan
Harbi, Cihan Harbi ve Milli Mücadele sonucu yeni bir kimlik oluştu.
Ulus anlayışı Balkan Harbi ile birlikte tetiklendi. Balkanlar’ın
yitirilişi Osmanlı kimliğinin bir yana bırakılmasına, yeni bir ulusal
kimlik olarak Türk milliyetçiliğinin ön plana çıkarılmasına neden
oldu.
23
Osmanlı’nm 1912’ye kadar uzlaşan, bir arada yaşayan “unsur”lan,
1912 sonrası çatışan “ulusal kimlik”lere dönüştü. İmparatorluk
doğası gereği farklı unsurların ortak coğrafyasıydı. İmparatorluktan
ulus devletlere geçiş sancıları “sözde etnik” sınırları belirlenmiş
“ulusal türdeşlik” anlayışını gündeme getirmişti. Balkan Harbi
yenilgisi sırasında Rumlar göçürülmeye başlanmış, onları Ermeniler
izlemişti. Amavutlar Şalkan Harbi’yle, Araplar Cihan Harbi’yle
imparatorluktan kopmuşlardı. Buna karşın Balkanlarda yitirilen
topraklarda etnik ve dinsel farklılıklar zorunlu göçlere neden
olmuştu. Müslüman unsur güç koşullarda, yolda sayısız telefat
vererek Anadolu’ya göçmüştü. Türk kimliği işte bu savaşlarla
toplumsal bir nitelik kazanmış, “Balkan mezalimi”, “Yunan
mezalimi”, “Ermeni mezalimi” ve benzeri tanımlamalar bu kimliğin
oluşmasında etkin rol oymamıştı. Çocuk dergilerinden kadın
dergilerine, günlük gazetelerden bilimsel yayınlara, bu söylem tüm
toplum katmanlarının yayın organlarınca benimsenmişti. Okul ders
kitapları artık “intikam”dan söz eder olmuştu.
Balkan Harbi OsmanlI’nın Avrupalı kimliğinin tükenişi anlamına
geliyordu. Bundan böyle vatan Anadolu’ydu. Değişik söylem
biçimleriyle Anadoluculuk hareketleri Türk milliyetçiliğinin
omurgasını oluşturdu. Keza Arap milliyetçiliği ve Cihan Harbi
yenilgisiyle ile Asya-i Osmani’nin diğer yöreleri OsmanlI’dan
kopacak ve bundan böyle geriye, dönem coğrafyacılarının
tanımlamasıyla, Anadolu Şube-i Ceziresi ile Erzurum yaylası [Doğu
Anadolu] ve Cezire-i Ulya [Güneydoğu Anadolu] kalacaktı. Bu
arada dünün Büyük Suriye’sinin kimi kuzey vilayetleri de yeni inşa
edilmekte olan Anadolu’ya eklemlenecekti. Dünün Toroslar’la
sınırlanan Anadolu’su genişliyor, doğal sınırlar yerini siyasi sınırlara
bırakıyordu. Anadolu sözcüğü yepyeni bir anlam kazanıyordu. Bir
süre sonra Doğu Anadolu, Güney Anadolu, Güney-Doğu Anadolu
gibi terimler yeni bir coğrafya kurgusuna yol açacaktı.
24
Osmanlı Devleti, daha 15. yüzyılda Rumeli fütuhatı ertesi bir Balkan
ülkesi görünümü kazanmıştı. Balkan Harbi’ne değin Osmanlı
ekonomik gücünü ve beşeri sermayesini büyük ölçüde Balkanlar’dan
elde etmişti. Avrupa-i Osmanî Osmanlı Devleti’nin omurgasıydı. Bu
omurganın yitirilişi Osmanlı Devleti’nin de sonu olmuştu. Balkanlar
tarih boyunca Osmanlı Devleti’nin yükünü omuzlamış bölgeydi. 19.
yüzyılın ikinci yansından itibaren Batılı ülkelerin baskısı ve bu
topraklarda asayişin sağlanması gereği, gündeme gelen reform
girişimleri sonucu Rumeli’nin gider hanesi kabarmaya başlamıştı. 93
Harbi diye bilinen 1876 Osmanlı Rus Savaşı’ndan başlayarak
Balkan Harbi ile noktalanan süreç OsmanlI’nın Batı cenahını tümden
çökertmişti. Bundan böyle Osmanlı Balkan ülkesi, dolayısıyla
Avrupa ülkesi olmaktan çıkıp birçok tarihçinin nitelediği gibi bir
Asya ülkesi, Orta Doğu ülkesi kisvesine bürünmüştü. Balkanların
servetinden yoksun kalış yanı sıra bu toprakların beşeri sermayesini
yitirişi Osmanlı için daha da büyük bir kayıp olmuştu. Osmanlı ’nm
genel okuryazarlık düzeyini yukarı çeken coğrafya her zaman
Balkanlardı. Dünün yeniçeri ocağı büyük ölçüde Balkanlardan
devşirilmişti. Birçok Osmanlı aydını Balkan kökenliydi. İttihat ve
Terakki hareketi Balkanlarda filizlenmiş, güçlenmişti. Değişik etnik
unsurların bileşimi olarak nitelenen Osmanlı kimliği, - Araplar bir
yana - büyük ölçüde Balkanlardaki çeşniydi. İmparatorluklara özgü
hoşgörü Balkanlarda uzun yüzyıllar barışı da getirmiş, bu denli
renkli bir coğrafya İmparatorluk çatısı altında görece bir arada
yaşamayı öğretmişti.
Balkan Harbi, aslında Avrupa-i Osmani’nin çözülüşünün son
noktasıydı. Bu savaşın kaynağı Ayastefanos Antlaşması’na kadar
uzanıyordu. Bugün Yeşilköy diye bilinen Ayastefanos'ta Balkanlarda
on yıllarca sürecek bir kargaşamn tohumlan atılıyordu.
Çözümsüzlüklerin bir diğerini izlediği bu sürece Balkan Harbi ile
son nokta konmak istenmişti. Ancak bu girişim dünyayı yeni bir
25
felakete sürüklemekte gecikmedi. Milyonlarca insanın telef olduğu
Cihan Harbi ile dünya 20. yüzyıla girdi. Cihan Harbi’nin kurduğu
düzen ikinci bir dünya savaşım tetikledi. Soğuk Savaş’m dengeleri
Balkanlara bir süre statüko getirmişse de mikro milliyetçilik 1991 'de
bir kez daha parladı.
Ayastefanos Antlaşması ne getirmişti ya da götürmüştü! Bu
antlaşma ile Bulgaristan sınırlan içine Makedonya da katılmış,
Sırbistan bağımsızlığım kazanmıştı. İşte bu yeni konuşlamş Balkan
Harbi’ne giden yolun taşlarım döşemişti. Sırbistan ilk günden
itibaren topraklannı genişletme sevdasına kapılmıştı, Berlin
Antlaşması Bulgaristan için düş kınklığma dönüşmüş, Yunanistan
sürekli kuzeye doğru sarkma özlemiyle tutuşmuştu. Tüm bu emeller
Osmanlı Avrupasmın topraklarım ele geçirme üzerine kurulmuştu.
Bu yerel etmenlere büyük devletlerin politikalarının da dahli
durumun vahamet kazanmasına neden olmuştu. İttifak ve İtilaf
devletleri zamanla Balkanları satranç tahtasına dönüştürmüşlerdi.
Rusya’nın Balkan Slavlarına verdiği destek yayılımcılığı etkileyen
önemli bir etmen olmuştu. İttifak devletleri de bu arada boş
durmamışlardı. Balkanlarda dönüm noktası Avusturya-Macaristan’ın
Balkanlara göz dikmesi ve fırsat kollayarak 1908 Devrimi’nin
kargaşa ortamında Bosna-Hersek’i ilhakıydı. Rusya bu ilhak
karşısında
Slavları
birleştirerek
Avusturya-Macaristan’m
yayılımcılığına direnmeye, bu arada geride kalan Osmanlı
topraklannı paylaştırmaya girişmişti. Başka bir deyişle bir Balkan
toprağı olan Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından ilhak
edilmesi Cermanizm ile Slavizm arasındaki çatışmanın doruk
noktasını oluşturmuştur.
Balkan Harbi'nin bir diğer özelliği savaşın kitlelerle olan bağında
getirdiği yenilikti. Kınm Harbi “belgelenen savaş” iken Balkan
Harbi “görselleşen savaş”tı. Özellikle Balkan ülkeleri savaşı değişik
26
yöntemlerle görselleştirmişlerdi. Bulgaristan'da Yarosval Vshin,
Vladimir Dimitrov, Anton Mitov ve benzeri birçok sanatkar Balkan
Harbi'ndeki kazanmaları yücelten eserler ortaya koydular.
Yunanistan'da poster sanatı Balkan Harbi ile birlikte geniş kesimleri
mobilize etmek için kullanıldı. Özellikle Averof zırhlısı Yunan
poster sanatının başköşesine oturdu. Donanmanın 20. yüzyılda ne
denli önemli bir işlev gördüğü Averof la kanıtlanmıştı.
Osmanlı yönetimi özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra ülke savunması
için deniz üstünlüğünün ne denli gerekli olduğunu görmekte
gecikmemişti. Ancak, güçlü bir donanma Osmanlı malî yapışım
sürekli zorlamış, biriken Osmanlı borçları kısmen donanma
siparişlerinden kaynaklanmıştı. Gerek yeni borçtan kaçınma, gerekse
donanmanın kara ordusuna oranlı denizlerin ufku nedeniyle daha
güç denetlenebileceği endişesi II. Abdülhamid’i Donanma
konusunda sürekli vehme, endişeye gark etmişti. II. Meşrutiyet
yıllarında da 10.000 tonluk büyük gemi yaptırılması sürekli
engellerle karşılaşmış, malî gerekçeler ileri sürülerek OsmanlI’nın en
azından Ege’de deniz üstünlüğünü yitirmesine göz yumulmuştu.
Nitekim Balkan Harbi sırasında Osmanlı donanması güç durumda
kalmış, Cihan Harbi yıllarında ise abluka nedeniyle Osmanlı
donanması Çanakkale’den dışarı çıkamaz olmuştu. Her iki savaşta
donanmanın bu durumu Osmanlı Devleti’nin çözülmesini hazırlayan
etmenler arasında yer almıştı.
Oysa II. Meşrutiyet’le birlikte güçlenen kamuoyunda donanma her
gün taraftar toplamış, donanma giderek Osmanlı’mn geleceğini
simgelemişti. Nitekim Tanin gazetesinde yer alan bir dilek üzerine,
halktan iane toplanarak iki kruvazör alınması, bu kruvazörleri
“hürriyet” kahramanlan Niyazi ve Enver’in isimlerinin verilmesi
uygun görülmüştü. Bu amaçla îane-i Milliyye Komisyonları
kurulmuş ve Osmanlı Bankası’nda bir hesap açılmıştı. Enver ve
27
Niyazi kruvazörleri için toplanan paralar ileride kurulacak olan
Donanma Cemiyeti’nin malî kaynağım oluşturmuştu.
Aynı dönemde İtalyan donanması Livorno’daki Frateli Orlando
Kardeşler tezgahlarına üç gemi ısmarlamıştı. İlk önce inşa edilen
Piza ve San Giorgio donanmaya katıldıktan sonra İtalyan hükümeti
üçüncü gemiden vazgeçmişti. Bu gemi satışa çıkarılmış, Osmanlı
Devleti gemiyi donanmasına katmak üzere pazarlığa oturmuştu.
Ancak Osmanlı malî gerekçelerle görüşmeleri bir türlü
sonuçlandıramamıştı. Bu sırada Yunanistan’da siyasal istikrarsızlık
kısmen sona ermişti. Kral Konstantin iki oğluyla Almanya’ya
sürgüne gitmek zorunda kalmıştı. Bir aylık Rallis hükümeti istifa
ederek yerine Kiriakuli hükümeti geçmişti. Orlando Gemi tezgahı
genel müdürü Osmanlı ile görüşmelerin sonuçlanmaması nedeniyle
şansını bir kez de Yunanistan’da denemeyi düşünmüştü. Gemiye o
günkü Yunan parasıyla 24 milyon drahmi bedel biçilmişti. Yunan
Donanma Bakanı Damianos, gemiye büyük ilgi göstermiş, ancak bu
meblağın kaynağını kestirememişti.
O sırada Balkanlar kaynamaya başlamıştı. Yunan donanmasının
güçsüz konumu Yunan hükümetini endişelendiriyordu. Mısır
doğumlu bir Rum olan George Averofun vakfiyesi Yunan
hükümetinin imdadına yetişti. 8 milyon drahmilik bir savaş gemisi
alımı, bu geminin bahriyede eğitim için kullanılmasını ve gemiye
kendi adının verilmesi bağışın koşullarım oluşturuyordu. Nihayet
Yunan hükümeti borç harç parayı denkleştirmiş ve 30 Ekim 1909’da
satış sözleşmesi imzalanmıştı. Babıali fırsatı kaçırmakla kalmamış
Averof adını alacak geminin Yunan donanmasına katılması Osmanlı
hükümetini iyiden iyiye endişelendirmişti. 1910’da Almanya’dan
alelacele Barboros Hayrettin ve Turgut Reis adım alacak iki yaşlı
zırhlı satın alınmıştı.
28
Bu arada Averof Yunan donanmasının amiral gemisi olmuş ve
İngiltere’de Kral V. George’un taç giyme töreninde Yunanistan’ı
temsil etmişti. 1911 sonbaharında Yunanistan’a dönmüş ve bir süre
sonra da Balkan Harbi’ne iştirak etmişti. Ege Adalarının
Yunanistan’a geçişinde önemli görevler üstlenmişti. Yunan donanma
tarihine “Yunanlı ya da Helen Nelson” lakabıyla geçen geminin
kaptanı Pavlos Kunduriotis, sonraları Donamna Bakam, ardından
Kral naibi ve 1924’de Yunanistan Cumhuriyeti’nin başkanı olmuştu.
Averof Cihan Harbi sonrası İstanbul’a demirleyen işgal kuvvetleri
donanması arasında yer almış ve zaman zaman Karadeniz’e açılarak
Ankara hükümetine meydan okumuştu. Yine aynı gemi 1922 yılında
İzmir’den ve Anadolu’nun Ege kıyılarından Türk ordusundan kaçan
Yunan askerlerini ve Rum ahaliyi Ege adalarına taşımıştı. Averof
vakfiyede yer aldığı gibi 1928’de okul gemisine dönüştürülmüşse de
II. Dünya Savaşı’nda tekrar amiral gemisi görevini üstlenmişti. Bu
görevini 1951’e kadar sürdürmüş ve daha sonra yüzen müze olarak
ziyaretçilere açılmıştı. Zamanla Averof Yunanistan donanmasının
“efsane” gemisi olmuştu. Ekim 1944’te, Yunanistan Alman
işgalinden kurtarıldıktan sonra, ilk resmi bayrak töreni Başbakan
Yorgo Papandreu tarafından bu gemide gerçekleştirilmişti. Ertesi
gün Akropol’e de aynı büyüklükte (9x7 m) bir bayrak çekilmişti. îşte
bu gemi Yunan poster sanatında ve kartpostal dahil değişik
görselliklerde geniş yer tutmuştu.
Averofun Yunan donanmasına katılışı eıtesi OsmanlI’nın da bir
dretnot alması artık şart olmuştu. İngiltere’ye, Elswick’teki Vickers
Ltd. Şirketine ilk sipariş verilmişti. Gemi padişahm adını, Sultan
Reşad V, kısaca Reşadiye adım alacaktı. 23.000 tonluk Reşadiye,
Averof a meydan okuyacak güçteydi. Bedeli 2.304.712 liraydı.
Dretnot inşaatı zaman alıyordu. Bu arada Osmanlı önce
Trablusgarb’da, ardından Balkanlarda savaşacaktı. Ancak, Rauf
Bey’in komutasında Hamidiye’nin gösterdiği yararlılıklara karşın
29
denizlerde üstünlük kuramamıştı. Reşadiye’nin inşa edildiği
tersanede Brezilya için de bir zırhlı inşa edilmekteydi. Brezilya
hükümetinin bedelini ödeyememesi üzerine bu zırhlının da satın
alınmasına karar verildi ve 27.500 tonluk bu gemiye Sultan Osman-ı
Evvel adı verildi. Her iki gemi 1914 yılı ortalarında tamamlanacak
ve Osmanlı hükümetine teslim edilecekti. Osmanlı hükümeti adaları
Yunanistan’a kaptırdıktan sonra her ne pahasına olursa olsun
donanmasını güçlendirmekten yanaydı. Tal’at Bey adaların geri
almışı için bu zırhlıların şart olduğunu söyleyerek, Maliye Nazarı
Menemenlizade Rıfat Bey’i ikna etmişti. Dahiliye Nazırı Halil
Menteşe anılarında bu iki geminin almışından söz ederken
“Averofu Yunanlılara kaptırdığımızın acısı yüreğimizde idi”
diyordu. Sultan Osman dretnotunun komutanlığına Hamidiye
kahramanı Hüseyin Rauf Bey tayin edilmişti. 1914 başlannda
Vickers tezgahlarına Fatih adı verilen bir zırhlı daha sipariş
edilmişti, Böylece Averof a karşı Osmanlı üç büyük ve modem
zırhlıyla Ege’ye açılacaktı. Ancak, Cihan Harbi bütün planlan alt üst
edecekti. İngiltere yaklaşan Cihan Harbi nedeniyle gemileri gasp
edecek, gemileri almak üzere İngiltere’de bulunan Vasıf Bey, Rauf
Bey ve personel, Reşid Paşa vapuruyla İstanbul’a döneceklerdi.
Daha onlar İstanbul’a varmadan, 11 Ağustos’ta Goben ve Breslav
Çanakkale’den girerek Osmanlı donanmasına katılacaklardı.
Averof donanma tarihimizde sürekli gönderme yapılan bir zırhlı
oldu. “Balkan Harbi felaketi” bir ölçüde denizde yaşanan hezimeti
simgeliyordu. Averof Ege Adalarının işgalinde önemli görevler ifa
etti. İmroz (16 Aralık 1912) ve Mondros (18 Ocak 1913) deniz
muharebelerinde Osmanlı donanması Averof kruvazörünün üstün
atış gücü karşısında yenilgiye uğradı. Osmanlı zırhlılarının en
yenileri en fazla 16 mil sürat yaparken Averof 22 mile ulaşıyordu.
Osmanlı zırhlılarının topları üç dakikada bir mermi atabiliyordu:
Averof merkezi sistemli modem topları ile dakikada üç mermi
30
savurma kapasitesine sahipti. İmroz muharebesinde A verof un isabet
alması ve yan yatmasına rağmen Osmanlı donanmasının bir
anlaşmazlık sonucu Çanakkale’ye dönüşü donanma tarihlerinde
tartışma konusu oldu. Mondros deniz muharebesinde Averofun
ezici üstünlüğü tartışma götürmedi. Sürati sayesinde sürekli yer
değiştirmesi, atışların tanzim ve tashihini güçleştirmiş, Osmanlı
donanmasının ateşini yarı yarıya etkisiz hale getirmişti. Donanma
Averof karşısında yenilmiş, güçlükle Çanakkale Boğazı’nm
içerilerine sığınmıştı. Savaş sonucu Osmanlı donanmasının zayiatı
41 şehit, 98 yaralı olmak üzere 139 kişiydi.
Balkan Harbi, OsmanlI’nın İktisadî uyanışında ya da o günkü deyişle
“intibâh-ı iktisadî”sinde bir dönüm noktası oldu. Savaş acı anılar
bıraktı. Savaşın neden olduğu mezalim, yitirilen topraklar, Osmanlı
toplumunda Müslümanlarla gayr-ı müslimler arasında derin bir
uçurum açtı. Osmanlı millet sistemi giderek çözüldü. Hoşgörü, uyum
ve belki de işbölümü esası üzerine kurulu değişik unsurların
birliktelikleri göçmüş, yerini “millî tesanüd” ve “komşu
zenafobisi”ne bırakmıştı. 1913-1914 İslam Boykotajı işte böyle bir
ortamda gündeme; geldi. Boykotaja gerekçe olarak Osmanlı Rum
vatandaşlarının Yunan
hükümetine
bağışta bulundukları
söylentisiydi. Boykotajı yürütenlere göre Balkan Harbi’nde
Yunanistan'ın başarısı kısmen Osmanlı Rumlarının malî desteğiyle
gerçekleşmişti. Hatta Osmanlı donanmasını Marmara’ya hapseden
Yunanistan'ın ünlü Averof zırhlısı, Averof adında Görüceli bir
Osmanlı Rum “vatandaş” tarafından Yunan hükümetine hediye
edilmişti.
Averof zırhlısı 1913-1914 boykotojımn temel gerekçesiydi.
Müslümanlara Mahsus Kurtuluş Yolu başlıklı halka parasız dağıtılan
broşürde Balkan Harbi sırasında Averof zırhlısı nedeniyle Osmanlı
donanması Ege’ye açılamamış, Selanik ve Ege’deki Osmanlı
31
adalarını savunamamıştı. Yine Averof nedeniyle İzmir’den,
Beyrut’tan Rumeli’ye asker sevkıyatı yapılamamıştı. Tek bir Yunan
gemisi Osmanlı donanmasının elini kolunu bağlamıştı. Averof
örneğinde olduğu gibi, gayr-ı müslimlerin Osmanlı Devleti’ne
sadakati giderek yok olmuştu. Osmanlı Rumları yanı başlarındaki
Yunanistan’a sürekli bağışta bulunuyorlardı. Boykotajın söylemi bu
minvaldeydi ve Osmalı Müslümanı bir an önce “İktisadî uyanış”a
geçerek, ticareti ellerine geçirmeli, fabrikalar, şirketler, bankalar
kurmalıydı. Broşür yeni bir kimlik arayışı açısından önemli bir
belgeydi. İktisadî uyanışı öneren broşür Averoftan sık sık söz
ediyor, Averof u Yunan kimliğiyle bütünlüyordu.
Balkan Harbi hunharlıkları görselliğe yansımakta gecikmedi. Bu
resimlerde intikam duygulan kamçılandı. Resim daha önce de
savaşlar vesilesiyle yayın organlannda yer almıştı. Ancak bu
resimler çoğu kez komutan resimlerin ibaretti; bir başka deyişle
"nötr" resimlerdi. Oysa Balkan Harbi'nin resmedilişi farklı bir işlev
görecekti. Propaganda, Batı literatüründe her ne kadar Cihan Harbi
ile birlikte İngilizler tarafından icat edildiği söylense de, aslında
Balkan Harbi bu bağlamda göz ardı edilemezdi. Propaganda Balkan
Harbi'nde Balkan ülkeleri tarafından icat edilmişti. Osmanlı da kısa
sürede bu sürece katılmıştı. Resmin uzun yüzyıllar yasak olduğu bir
coğrafyada II. Meşrutiyetle birlikte görsellik meşru bir zemin
kazanmıştı. II. Meşrutiyet'e kadar Osmanlı yayın organları büyük
ölçüde yazıdan oluşuyordu. Çok az kitap ya da dergide resim vardı.
Servet-i Funun resim koyan ender dergilerden biriydi. Çoğu kez
resim klişeleri Batı’dan getirilir, İstanbul’da monte edilirdi.
Gerektiğinde erkeğin başına bir fes kondurulurdu. Fotoğraflar ise
devlet ricaline aitti. Osmanlı’nm toplumsal sorunları ya da yaşamı
Jön Türk devrimi öncesi resmedilmemişti. 1908 sonrası artık dergiler
resimlerle süslenmeye başladı. Resimli kapak ya Batı’dan devşirilir
ya da dönemin ressamlarına çizdirilirdi. Nitelikleri Batı'dakinin
32
düzeyinde olmasa bile artık toplum resmedilmekteydi. Ve bu
nedenle savaşlar da resmedilecekti.
Resim, özellikle okuryazar olmayan bir toplumda siyasal
toplumsallaşmada önemli bir rol oynayacaktı. Kitleleri mobilize
etmek için resme başvurulacaktı. Bu arada birçok resim
"ötekileştime”de önemli bir rol oynayacaktı. Böylece ulusal kimlik
pekiştirilecekti. Bu "ötekileştirme" süreci çatışma anlayışım uç
noktaya götürecek, gerektiğinde "vahşet"e varacaktı. İntikam
duyguları bu anlayışın sonucuydu.
Aslında resmedilenler hayalî değildi. Balkan Harbi sırasında Balkan
ülkeleri nizamî savaşı bir kenara bırakılacak, Balkan ülkeleri çeteleri
her türlü imha yöntemini uygulayacaklardı. Nitekim fotoğraflar da
bunun kanıtlarıydı. Ressamların hayal gücünde bu olgu daha bir
derinlik kazanacaktı. Gerçeklerin, ya da "hayal edilenlerin
resmedilerek toplum katmanlarına ulaşması, “düşman inşa süreci”ni
tetikleyecekti. "Öteki" en son kertede “düşman”dı. Komşular kısa
sürede “düşmanlaştınlacaktı.” Böylece savaşlar kitlelerin savaşma
dönüşecek, eskinin "aristokratik" savaşları tarih olacaktı. Bu
Hobsbawm’m deyimiyle “demokratik” savaştı.
Artık cephe her yerdi. "Hattı müdafaa” yoktu, “sathı müdafaa” vardı.
O satıh bütün ülke topraklarıydı. Artık herkes askerdi. Kadınlar
askerdi; genç öğrenciler askerdi; çocuklar askerdi. Bir yandan kadın
hareketi uluslaşma süreciyle güç kazanırken, kadınlar da savaştan
yana konferanslar düzenleyerek kitleleri mobilize etmeye
çalışacaklardı. Öte yandan Keşşaflar [İzciler], Genç Demekleri, Güç
Demekleri, Gürbüz Demekleri para militer bir nitelik kazanacak,
silah kuşanacak, ülkenin “küçük asker”lerini yetiştireceklerdi.
“Küçük asker, küçük asker, napıyorsun bana söyle; Tüfeğime
bakıyorum, ona mermi koyuyorum” şarkısı dillerden düşmüyordu.
33
Ve nihayet Balkanlardaki vahşet “ötekileştirme”yi son raddesine
götürmüş, "intikam" duygularım körüklemişti. Şairler "intikam"
şiirleri yazacak, "intikam" öyküleri dergilerde yer alacaktı. Köşe
yazarları "intikam"dan söz edeceklerdi. Okullarda "intikam" köşeleri
hazırlanacaktı. Üç, beş yaşındaki çocukların ellerine tahta tüfekler
verilecekti. On dört, on beş yaştakiler gerçek tüfeklerle "endaht"
talimine çıkacaklardı. Artık tüm toplum silahlanmıştı. Colmar von
der Goltz’uıı Millet-i MüsellâhcC sı, Türçesiyle “Silahlı Millet”i en
sonunda Osmanlı topraklarında yeşermişti.
Bu arada ulusal kimlik arayışı din savaşlarına dönüşmüştü.
Göçmenlerin yaşadıkları vahşeti Anadolu'ya aktarmasıyla
yüzyıllardır barış içersinde yaşayan bu topraklardaki değişik unsurlar
arasında düşmanlık tohumları yeşerdi. Osmanlı kimliği giderek yok
oldu. Her unsur kendi “aydın”ınm propagandasına muhatap oldu. Bu
süreç kısa sürede Anadolu’nun da kanlı, bıçaklı bir coğrafyaya
dönüşmesine neden oldu. Dünyada ilk kez zorunlu göçler
Balkanlar’da ve Anadolu’da yaşanacaktı. Türdeş toplum yaratma
kaygısıyla dinsel kökenli etno-milliyetçilikleri körüklenmiş, gönül
bağı üzerine kurulu ortak yaşam anlayışı yerini dinsel çatışmalara
bırakmıştı. Milli Mücadele yıllarında Ankara kendi yandaşlarına
Müslümanlar diye sesleniyordu.
34
B A L K A N F E L A K E T İN E N A S IL G E L İN D İ?
Prof. Dr. M ehmet Saray
Bugün, hazırladığımız tebliğlerle, tarihimizin acılarla dolu bir
devrini tartışacağız. Bu konudaki çalışmaları Osmanlı Tarihi
üzerinde araştırma yapan meslektaşlarımızın çoktan açıklığa
kavuşturmalarını beklerdim. Kırk yıla yaklaşan meslek hayatım
esnasında rahmetli İsmail Hakkı Uzunçarşılı ile Enver Ziya Karal
hocaların yazdıklarını geçen yeni Osmanlı tarihleri ve Balkanları iyi
işlemiş çalışmaları yeterince görememenin üzüntüsünü yaşıyorum.
Buraya gelmeden önce Osmanlı arşivlerinin başındaki arkadaşlardan
aldığım bilgiler çerçevesinde bu sözleri söylüyorum. Arkadaşlar
arşivlerimiz açık, sizleri bekliyor. (Bu arada 60’a yakın doktora ve
120’ye yakın Yüksek Lisans Tezlerini yapan arkadaşlarımı
kutluyorum. Ama lütfen daha dikkatli davranın mükerrer konuları
işlemeyin.) Türklerin tarihinde en çok insan kaybına uğradığı, 4.5
milyona yakın şehit verdiği Balkanlardan bahsedeceğiz. Kazak
kardeşlerimizin tarihini yazarken onların 3.5 milyon civarında kayıp
verdiğini görünce de üzülmüştüm. Fakat Kazakistan’ın kıymetli
Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev, kendisine verilen belgelere
göre, Rusların Kazakistan’a girişinden istiklalini ilan ettiği güne
kadar geçen sürede, Kazak halkının 4.5 milyon şehit verdiğini
açıklayınca üzülmüş ve Balkan Türkleri kadar oradaki
kardeşlerimizin de büyük kayıplar verdiğini öğrenmiştim.
Kazakların Tarihi birkaç haftaya kadar çıkmış olacaktır. Size
gönderirim okursunuz.
Gelelim konumuz olan Balkanlara: Türklerin Balkanlardan büyük
kayıplar vererek ayrılmasının iki ana nedeni vardır: Biri iç faktörler,
diğeri ise dış faktörlerdir. İç faktörlerin başında eğitim gelmektedir.
Bendenizin yazdığı İstanbul Üniversitesi Tarihi (1453-1993)’ni
35 '
okumanızı tavsiye ederim. Çünkü o çalışma OsmanlI’nın eğitim
sistemini anlatır. Bilgi sahibi olduğumuzda nelerin iyi gittiğini,
bilgiden uzaklaştığımızda ise nelerin kötü gittiğini göreceksiniz.
Arkadaşlar, biz o koskoca Osmanlı’yı o cihan devletini
bilgisizlikten, yani cehaletten ve beceriksizlikten kaybettik. 15. ve
16. asırlara kadar başarıyla eğitim veren medreselerimizi halkın
ayağına götüremedik, halka yayamadık. Muayyen bir zümrenin
medresede okumasına imkan verdik ve yetişen bu insanlarla devleti
ve milleti idare ettik. 17. asrın ortalarından sonra bu medrese
sistemini de bozunca devleti ve milleti bilgi ile ehliyetle yönetecek
idareci nesli hızla azalmaya başladı. Medreselerde yapılan ıslahatlar
başarılı olamayınca çöküş kaçınılmaz hale geldi.
Buna mukabil bakınız Batı’da nasıl bir gelişme olmaya başladı. Batı,
1.500 yılından itibaren hayatına matbaayı sokmuş ve hızla okumanın
yayılmasına zemin hazırlamıştı. Batı’nm büyük devletleri bir
taraftan öğrenmeyi yaygınlaştırırken, diğer taraftan da Rönesans ve
Reform hareketlerine hız vermiş, kalkınmalarını bilgi ve ehliyetle
sürdürmeye başlamışlardır. Bu akılcı hareketler, bir müddet sonra
meşruti idarelerin doğmasına neden olmuştur. İngiltere’de başlayan
meşruti hareketler, daha da gelişerek Amerika’da ve en nihayet
Fransa’da, insanlığa ışık tutan ihtilaftan doğurmuştur. Fransız İhtilali
yalnız Hıristiyan Avrupa’yı değil, Osmanlı Devleti’ni ve özellikle
idaresi altındaki Balkan milletlerini de tesiri altına almıştı. Ne var ki,
insanlara hak, özgürlük ve eşitlik vadeden Fransız İhtilali bir müddet
sonra, Napolyon önderliğinde başka milletlerin ülkelerini işgale
kalkışması, eşitlik ve hürriyeti isteyenleri ve savunanlan üzmüştür.
Fakat Fransız İhtilalı’nm getirdiği yenilikler de her ülkede ve
bilhassa Balkan ülkelerinde hızla yayılmaya devam etmiştir^
Sonunda Türk idaresindeki Balkan ülkelerinde Fransızların nüfuzı
ile birlikte, o insanları Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmayı
teşvikleri de artmıştır.
36
Bir de konunun dini yönü var. Müslüman Türklerin önce
Anadolu’yu ardından İstanbul’u fethetmesi Hıristiyan alemini büyük
endişeye sevk etmişti. Ortodoks dünyasının merkezi olan Bizans’ın
kaybedilmesi Ortodoks Hıristiyanlarım arayışlara sevk etmiştir.
Nitekim, Ortodoks alemini yeniden canlandırmak isteyen Papa,
aracılık yaparak Rus Çarı III. İvan ile son Bizans İmparatoru’nun
yeğeni Sofya’yı evlendirerek Rusların Ortodoksluka sahip
çıkmalarını sağlamıştır. IV. İvan (1547-1584) ve onu takiben başa
geçen Rus Çarları ve bilhassa Deli Petro zamanında Ruslar,
Balkanların Ortodoks halklarıyla yakın ilişki kurmuşlardır. Hocaları
tarafından kendisine Fatih Sultan Mehmet’i örnek alması tavsiye
edilen IV. İvan, 1552’de Kazan ve 1556’da Astrahan Hanlıklarını
alarak Ruslara Asya’nın ve Orta Asya’nın kapılarını açan ve Balkan
Hıristiyanlarım aleyhimize ilk kışkırtan bir şahsiyet olduğunu
unutmamamız gerekir. Balkanlardaki ve Orta Doğu’daki Patriklere
yardım eden IV. İvan, yardım ettiği bu Patriklerin onayını alarak
Moskova’da Ortodoks Patrikliğini kurmuştur. Bu olaydan sonra Rus
Çarları, Orta Doğu ve Balkanlardaki Türk tebaası Ortodoks
Hıristiyanların hamiliğini üstlenerek Osmanlı Devleti’nin içişlerine
sık sık karışmaya başlamıştır. Ortodoksların hamiliğini resmen
üstlenen Rus Çarları, Türk hakimiyetindeki Karadağ, Boğdan, Eflak,
Sırbistan ve Mora’ya propagandacılar göndermiş ve onları Osmanlı
yönetimine karşı isyana teşvik etmiştir. Nitekim Boğdan Voyvadası
Dimitri Kantemir, Eflak Voyvodası Brankovan, Rus Çan’nın
vaatlerine kanmış; biri alenen, diğeri de gizli olarak bir Türk-Rus
harbinde Ruslara yardım edeceklerine dair birer antlaşma
imzalamışlardır. Rus Çarı’ndan aynı vaatleri alan Karadağlılar ise
daha hızlı davranarak Danilo Petroviç’in önderliğinde isyan
etmişlerdir. Sırp lideri Boğdan Popoviç de, Ruslar harekete geçer
geçmez her türlü yardımı esirgemeyeceklerine dair söz vermiştir.
Diğer taraftan bir kısım Rum ahali de, bir harp vukuunda
37
OsmanlIlara karşı isyan edeceklerini bildirmişlerdir. Bütün bu
olanlar Kiliseler tarafından kuvvetle desteklenmiştir.
Hıristiyanlık perdesi altında, Osmanlı Devleti aleyhinde bu
kampanyalar yürütülürken II. Viyana seferinin başarısızlıkla
neticelenmesi, Balkan Hıristiyanlarını faaliyetlerinde daha da
cesurca hareket etmeye sevk etmiştir. Bu karışık dönemde kazanılan
Prut Zaferi, Balkanlardaki bu aleyhte faaliyetleri kısa bir süre de olsa
durdurmuştur. Fakat devletin ve ordunun gücünü iyi bilmeyen,
Batı’daki gelişmelerin farkında olmayan Osmanlı Padişahı III.
Mustafa, cihangirlik yapıp, Polonya'nın daha önce kararlaştırılan
statüsünü bozmak isteyen Avusturya ve Rusya’yı durdurmak için bu
iki devlete harp açması felaketimizin bir nevi başlangıcı olmuştur.
İyi eğitim almamış ve demode silahlara sahip Osmanlı orduları
eğitimli ve daha iyi silahlara sahip Rus ve Avusturya ordularına fena
şekilde yenilmiş ve Osmanlı Devleti Balkanlarda büyük kayıplar
vererek Küçük Kaynarca Antlaşmasını imzalamak mecburiyetinde
kalmıştır. Bu mağlubiyetten sonra Balkan Hıristiyanlarını
kontrolümüz altında tutmak daha da zorlaşmıştır.
Çöküşün başladığı bu dönemde III. Selim bir şeyler yapmak istemiş
ise de iyi bir ekibe sahip olmadığı için bir netice alamamıştır. Batılı
anlamda bazı reformları gerçekleştiren II. Mahmut ise, ordunun
başarısızlığından bıkarak Yeniçeri Ocağım kaldırıp yerine yeni bir
ordu kurma mücadelesi ile meşgul olurken, bilerek veya bilmeyerek
önemli hatalar yapmıştır. Önce Rus, İngiliz ve Fransız baskısına
dayanamayarak Yunanlılara istiklalini vermiş, sonra da ülkenin
muhtelif yerlerinde misyoner okullarının açılmasına izin vermiştir.
Yunanlının istiklalini kazandığım gören diğer Balkan halkları,
istiklal için daha azimle Osmanlı’ya karşı mücadelelerini
hızlandırmışlardır. Osmanlı coğrafyasında açılan 469 misyoner
okulunda okuyan gençlerin yüzde doksan beşi gayrimüslimlere ait
38
idi. Bir taraftan Misyoner okullarında vazife gören hocaların eğittiği
bu gayrimüslim gençlerin değişik alanlarda başlattığı Türkiye
aleyhtarı faaliyetler, diğer taraftan Rusya, İngiltere ve Fransa’nın
Balkanların Hıristiyan halkları başta olmak üzere Osmanlı
Türkiyesinde yaşayan bütün Gayrimüslimler lehine yaptığı baskılar
ve müdahaleler Osmanlı Devleti’nin güvenini sarsmış ve varlığım
koruyabilmek için arayışlara başlamıştır. Osmanlı yönetiminin
neşrettiği Tanzimat ve Islahat Fermanları dahi bu üç devleti tatmin
etmemiş ve onların gayrimüslimler lehine yaptıkları müdahaleleri
durduramamıştır.
Osmanlı Devleti’ni Balkanlarda en çok yıpratan olay ise, kiliselerin
de desteğini alan, Pan-Slavizm hareketi olmuştur. Fransız İhtilali’nin
getirdiği fikirler muhakkak ki Balkan halklarının istiklal
mücadelesinde önemli rol oynamıştır. Sizlere arz ettiğim ve
öncülüğünü Rusya’nın yaptığı dini propaganda ile birlikte yürütülen
Pan-Slavizm propagandası, Hıristiyan Balkan halklarını bizden
koparan en büyük faktör olmuştur. Bilindiği gibi, Rusya
önderliğinde Slav kökenli halkları bir araya toplamaya yönelik bu
Pan-Slavizm hareketi, Balkan halklarının hem dinen, hem de irken
bize düşman olmalarını sağlamıştır. Bu insanların kalbinde
düşmanca hisler o kadar büyük olmuştur ki, Balkanlarda cereyan
eden harpleri kaybeden Türklere karşı acımasızca katliamlar
yapmalarına neden olmuştur. Bu katliamlann doruk noktaya ulaştığı
dönem ise, 93 Harbi olarak bildiğimiz 1877-1878 Türk-Rus Harbi
sonrası olmuştur. Bunun son halkası ise na-hak yere mağlup
olduğumuz Balkan Harbi olmuştur. Biz bu darbeleri yedikçe, doğal
olarak direncimiz de kırılıyordu. Fakat düşmanlarımızın sayısı da
artıyordu. Rusya, İngiltere ve Fransa üçlüsüne bu sefer de İtalya ve
Almanya katılmıştır. Bu ülkeler Balkanlardaki Hıristiyan halkları
yeterince kışkırtıp ayaklanma için hazır hale getirdikten sonra
gözlerini Orta Doğu’ya çevirmişlerdir.
39
Bizler için menfî ve üzücü olan bu gelişmelerin son perdesinde,
Sultan II. Abdülhamit başlattığı İslam-Birliği kampanyası ile hem
Balkanlardaki Müslümanlara, hem 93 Harbi’nden sonra yarı
müstakil hale gelen Balkan ülkelerini devletin içinde tutmak, hem de
diğer bölgelerdeki Müslümanlara sahip çıkmak istemiş ise de, Rusîngiliz ve Fransız sefirlerinin baskılan nedeniyle kampanyasından
istediği neticeyi alamamıştır. Ülkenin bu perişan durumuna üzülen,
sivil-asker bir avuç aydınımız İttihat ve Terakki Partisi’ni kurarak
kurtuluş çareleri aramaya başlamıştır. Fakat Atatürk’ün dediği gibi,
partinin ne yapacağı hakkında doğru dürüst bir programı dahi yoktu.
Bu programsız parti, 1908’de o ana kadar takip ettiği denge siyaseti
ile devleti ayakta tutan II. Abdülhamid’i ve yönetimini devirerek II:
Meşrutiyeti ilan etmiştir. Bu iç mücadelemizden istifade eden
Avusturya’nın, 5 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’i Yunanistan’ın da
Girit’i ilhak ettiklerini görüyoruz. Bulgaristan ise bir adım daha ileri
giderek istiklalini ilan etmiştir. Bu arada, İttihat ve Terakki yönetimi,
devlet idaresini elinde tutabilmek için subayları, sivil memur gibi
devlet hizmetinde çalıştırmak mecburiyetinde kalmıştır. Bu bir hata
idi, hem de o zamana kadar yapılan hataların en büyüğü idi. 3.5 yıla
yakın eğitim görmeyen ordumuz, Balkan ülkelerinin orduları
karşısında ağır bir mağlubiyete uğradı. Daha düne kadar kendi
idaresinde yaşayan Balkan halklarının ordularına yenilmek Türk
insanının çok ağırına gitmiştir.
Sonrasını biliyorsunuz: Rusya, İngiltere ve Fransa yanlarına İtalya’yı
da alarak Türkiye’yi aralarında üç defa paylaşmışlardır. Hedef hem
Anadolu’yu ele geçirmektir, hem de Osmanlı coğrafyasında özellikle
Müslüman Arap kardeşlerimizin yaşadığı topraklarda, varlığı tespit
edilen petrol bölgelerini ele geçirmektir. İşgalci emperyalist
devletler, petrol bölgelerini ele geçirdiler, fakat Anadolumuzu,
Türk’ün son istinatgahını bizden alamadılar. Atatürkümüzün ve
O’nun yiğit arkadaşlarının önderliğinde bir ölüm kalım mücadelesi,
40
bir onur mücadelesi veren Türk milleti bu güzel toprakların sahibi
olduğunu herkese gösterdi. Bu milli mücadeleye en büyük katkıyı
veren kardeşlerimizin başında da Balkan Türkleri gelir.
Kıymetli meslektaşlarım, tekrar rica ediyorum, arşivlerimizdeki
belgelerin tasnifi çoktan tamamlandı. Cereyan eden olayları mutlaka
sorgulayarak ele alın. Unutmayın ki, bu acılan çekmede,
düşmanlarımızın aleyhimizde yaptığı çalışmalar kadar, kendi
hatalarımızın, özellikle bilgisizlikten kaynaklanan hatalarımızın
büyük rolü olmuştur.
41
KAYNAKÇA
B. H. Sumner, Russia and Balkans (1870-1890), London, 1937.
H. Seton-Watson, The Russian Empire (1801-1917), London, 1967.
W. M. Gewehr, The Rise of Nationalism in the Balkans (1800-1930),
London, 1967.
M. S. Anderson, The Eastern Question, London, 1966.
M. S. Anderson, The Great Powers and The Near East (1774-1923),
Documents on Modem History, London, 1970.
C. W. Crawlwy, The Question of Greek Indepence (1821-1833), London,
1937.
Hans Kohn, Pan-Slavism. Its Hitory and Ideology, New York, 1960.
H. N. Howard, The Partition of Turkey: A Diplomatic History (19131923), London, 1931.
B. Lewis, The Emergence of Modern Turkey, London, 1961.
E. Kedourie, England and the Middle East: The Destruction of the
Ottoman Empire (1914-1921), London, 1956.
A. N. Kurat, Türkiye ve Rusya: XVIII. Yüzyd Sonundan Kortuluş
Savaşına Kadar Türk-Rus İlişkileri (1798-1919), Ankara, 1970.
A. N. Kurat, “Pan-Slavizm”, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya
Fakültesi Dergisi, XI/2-4, 1953.
Y. T. Kurat, “1877-1878 Osmanlı-Rus Harbinin Sebepleri”, Belleten,
No. 103, 1962.
M. Saray, Türk-Rus İlişkilerinin Bir Analizi, MEB. Yayınları, İstanbul,
1998.
M. Saray, Türkiye ve Yakın Komşuları, ATAM, 2. Baskı, Ankara, 2010.
M. Saray, “Balkanlarda Rus Yayılması, Gazi Osman Paşa ve Plevne
Müdafaası”, İ. Ü. Edebiyet Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı: XIII.
(1983-87).
M. Saray, “Rusya ve Balkanlar”, Balkanlar ve Türkiye’nin Bölgeye
Yönelik Politikaları Smpozyumu (1998), Harp Akademileri Basımevi,
İstanbul, 1999.
M. Saray, “What is the Bulgarian Government Trying to Prove by Denying
the Historical Facts?”, Belleten, C. LII/202,1988.
42
B a l k a n H a r b î ’n d e n K a l a n M I r a s : E g e ’ d e v e
D o ğ u AKDENİZ’DE P a y l a ş i l a m a y a n D e n î z
SAHALARI
Prof. Dr. Celalettin Yavuz
TURKSAM Başkan Yardımcısı
Balkan Harbi’nin 100. yılının idrak edildiği 2012 yılında, anılan
savaşlar sırasında Osmanlı Devleti’nin Ege’de Yunanistan tarafından
işgal edilen Anadolu’ya yakın adalar sebebiyle, hala iki ülke
arasında çözülemeyen “Ege’de deniz sahalarının paylaşılamaması”
sorunu mevcuttur. Balkan Harbi sebebiyle, Trablusgarp Harbi
sonunda imzalanan Uşi Antlaşması yürürlüğe koyulamadığmdan,
daha sonra Meis adası ve civarındaki deniz sahası sorunları, aynı
zamanda Doğu Akdeniz’de de deniz sahalarının paylaşılamaması
sorununu getirmiştir.
Ege’de deniz sahalarının paylaşılamaması ile ilgili temel alanlar
şöyledir: (1) Kıta sahanlığı uyuşmazlığı, (2) Karasuları sınırlaması,
(3) Ocak 1996’da su yüzüne çıkan Egemenliği Anlaşmalarla
Yunanistan’a Verilmemiş Adalar, Adacıklar ve Kayalıklar
(EGEAYDAAK) sorunu. Bunlara “Arama Kurtarma Sahası”,
Yunanistan’ın karasuları ötesinde hava sahası tesis iddiası, FIR
hattını egemenlik belirleme hattı gibi gösterme iddiası ve deniz yan
hududu da eklenebilir.
Deniz sahalarının paylaşılamaması sorununun, zaman içerisinde
sadece Ege Denizi ile sınırlı olmayıp, aynı belirsizliğin Doğu
Akdeniz için de geçerli olduğu görüldü.
Yunanistan’ın, 1830’da bağımsızlığına kavuşmasının ardından
Ortodoks Kilisesi ’nin de eşliğinde Yunan Milli Ülküsü (Megali
43
Idea)’nü yayan Yunanistan, Osmanlı yönetimindeki adalara da el
atmıştı. Adalardaki Hıristiyanlara kendi dillerinde eğitim verilmesini
çok iyi değerlendirerek, 204 köyün bulunduğu tüm Ege adalarında
255 ilk ve ortaokul, üç lise açmışlardı. 1912 yılma gelindiğinde 715
öğretmenin bulunduğu bu okullarda 35.635 öğrenci öğrenim
görüyordu. Oysa aynı adalarda Türklerin oturduğu bölgelerde yok
denecek kadar az okul bulunduğu gibi, olanlar da yeterli düzeyde
eğitim vermekten yoksundu.1
Ege’de deniz sahalarının paylaşımıyla ilgili sorunlar 1911-1913
tarihleri arasında çıkan Trablusgarp ve özellikle de Balkan Savaşları
sonucu miras kaldı.
Trablusgarp Harbi ve Ege’de Kayıplar
İtalya, öteden beri Osmanlı Devleti’nin hizmet götüremediği
propagandasını yaptığı Trablusgarp’a el koymak maksadıyla, 29
Eylül 1911 günü önce ültimatom vermiş, ardından da aynı gün
İtalyan Donanması Trablusgarp sularında abluka uygulamaya
başlamıştı.12 Güçsüz ve etkisiz donanmayı Trablusgarp Savaşı’nda
kullanmayı düşünmeyen Osmanlı yönetimi, hazırlıksız yakalandığı
bu savaş halinde Trablusgarp’a kara askeri de gönderememişti.
Kolağası Mustafa Kemal, Binbaşı Enver (Paşa), Binbaşı Fethi
(Okyar) gibi bir avuç vatansever subay ticaret gemileriyle Mısır’a,
oradan da Deme’ye ulaşmış, örgütledikleri Sinusilere karşı
başlangıçta 50 bin kişi olan İtalyan işgal kuvveti yeterli olamamış ve
1 Cemalettin Taşkıran, “Türkiye ve Onikiada”, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Gnkur.
ATAŞE, Temmuz 1995, sayı 345, s. 24.
2 Celalettin Yavuz, Osmanlı Bahriyesinde Yabancı Misyonlar, D eniz K.K.lığı
Basımevi, Kasımpaşa-İst., 2000, s. 181-183. Ayrıca bkz: T. Barclay, The TurcoItalian War and its Problems, Constable and Company Ltd, London, 1912, s. 95.
44
Aralık 1911’de 100 bine çıkarılmıştı. Üstelik deniz top ateş desteği
de yanlarındaydı. Türk donanmasının ortada olmadığını gören
îtalya’nın, Osmanlı Devleti’ni barışa zorlama konusundaki
planlarından biri de Ege’deki Türk adalarını işgal etmekti.3
Mayıs 1912’de İstanbulya (Astipalia) ve Rodos sonra da Menteşe
Adalarının önemli bir bölümünü işgal eden İtalya, büyük devletleri
yatıştırmak gayesiyle; “Osmanlı Devleti’ni barışa zorlamak amacıyla
Menteşe Adalarını işgal ettiğini, işgalin geçici olduğunu, barış
yapıldıktan sonra adaların geri verileceğini” açıklamıştı.4 İtalyanlar,
Rodos ve Menteşe Adalarının işgal olayını Arap halka duyurarak
Osmanlı Devleti’ne duyulan güveni sarsmayı amaçlamışlardı.5
Balkan Savaşlarının ayak seslerinin duyulduğu bir sırada, İtalya ile
15-18 Ekim 1912 tarihlerinde Ouchy (Uşi) Anlaşması imzalandı.
Anlaşmanın ikinci maddesi doğrudan Rodos ve Menteşe Adaları
hakkında olup, İtalya; bütün Osmanlı askeri kuvvetleri ile sivil
memurlarının Trablusgarp ve Bingazi’den çekilmeleri koşuluyla
Rodos ve Menteşe Adalarım Osmanlı Devleti’ne iade ediyordu.
Şayet Osmanlı askerleri ve memurları Trablusgarp ve Bingazi’den
çekilmezse adalann teslimi söz konusu değildi. Öyle de olacaktı.6
3 Nauticus 1913, Jahrbuch für Deutschlands Seeinteressen, Emst Siegffied Mittler
und Sohn, Königliche Hofbuchhandlung, Berlin, 1913, s. 254-255, Ayrıca bkz:
Celalettin Yavuz, a.g.e., s. 185.
4 B ilal Şimşir, Ege Sorunu-Belgeler, C. II, TTK, Ankara, s. XII-XIII.
5 İsrafil Kurtcephe, Türk-İtalyan İlişkileri (1911-1916), TTK, Ankara, 1995, s. 121124.
6 OsmanlIlar Trablusgarp’ı boşalttıkları halde İtalyanlar, kendilerine karşı koymaya
devam eden Sinusiler arasında Türkler de bulunduğu iddiasıyla adaları
boşaltmayacaklardı. Bkz: Y usuf Hikmet Bayur, Türk inkılâbı Tarihi, C. II, Kısım II,
TTK, Ankara, 1983, s. 345.
45
Balkan Harbi’nde Yunan Donanması’nm Ege Hakimiyeti ye
Ege’de Kangrenleşen Gelişmelerin Başlangıcı
Henüz daha Trablusgarp Harbi sona ermişti ki, bu kez Balkanlarda
savaş çıktı. Balkan ülkeleri içerisinde harbe en iyi ve planlı bir
şekilde hazırlanan Yunanistan, Ekim 1912 ayı başlarında Kuzey
Amerika’dan 8.000 Yunan asıllı göçmeni Yunanistan’a getirterek,
çok önceden başlatılmış olan seferberlik çalışmalarını aralıksız
sürdürüyordu. Aynı tarihlerde Almanya’dan 30 hemşire talep
edilmiş, İngiliz tersanelerinden dört torpido muhribi satın alınmış ve
Delfîn adlı bir denizaltı da Pire’ye intikal etmişti.7
Yunan Donanması 18 Ekim 1912 tarihinde, Yunan Kralı’nın
Donanma Teftişi’nden sonra albaylıktan tuğamiralliğe terfi ettirilen
Donanma Komutam Pavlo Konduriotis 'in komutasında Averof
sancak gemisine ilaveten üç zırhlı (Hydra, İpsara ve Spetsai) ve iki
muhriple hareket etmişti. Diğer katılan gemilerle birlikte ilk
hedefleri Limni adasını işgal ederek Mondros Limanı’nda bir ileri
harekât üssü kurmaktı.8
Yunan xdonanmasmdaki Averof zırhlısı da sürat ve uzun menzilli
toplarıyla Ege’de dengeyi Yunanistan lehine çevirmişti. Onarım
sorunlarını giderememiş olan Osmanlı Donanması sadece teknik ve
lojistik açıdan eksik olmayıp, ayrıca eğitim eksiklikleri ile mevcut
personelin deneyimsizliği ile de karşı karşıya idi. îşte bu durumdaki
Osmanlı Donanması “Hamidiye” kruvazörü dışında Çanakkale
7 Aklen AA, Türkei No: 203, R 14218, (A 18442).
8 TSK Tarihi-Balkan Harbi Osmanlı D eniz Harekâtı, Osmanlı D eniz Harekatı 19121913, cilt VII, Genkur Basımevi, 1993, s. 77.
46
dışına çıkarılmamış,
Ege’de deniz
Donanması’na adeta hediye etmişti.
hâkimiyetini
Yunan
Yunan Donanması 23 Ekim 1912’de Taşoz ve Bozcaada’yı, 31
Ekim’de Gökçeada’yı, 1 Kasım’da Semadirek’i, 17 Kasım’da
Ahikerye (Nikaria)’yi, 21/22 Kasım’da Midilli’yi, 24 Kasım’da
Sakız’ı ve 16 Mart 1913’te de Sisam adasını işgal etmişti.9 Balkan
Harbi’nin ilk bölümü tamamlandıktan sonra biri Londra’da, Osmanlı
Devleti ile Balkan devletleri arasında “Barış”, diğeri de İngiltere
Dışişleri Bakam Grey’in başkanlığında; Fransa, Rusya, Almanya,
Avusturya ve İtalya elçilerinin katıldığı ve adına “Sefirler
Konferansı” denilen iki ayrı konferans düzenlendi. 16 Aralık
1912’de açılan Barış Konferansı’na yeni kurulan Kamil Paşa
Kabinesi’nden Ticaret ve Ziraat Bakanı Mustafa Reşid, Bahriye
Bakanı Vekili Salih Paşa ile Berlin Elçisi Osman Nizami Paşa Türk
heyeti olarak katılmıştı.1Yunan delegeleri ise bizzat Başbakan
Venizelos’un başkanlığında, aralarında Paris Hukuk Fakültesi
Devletler Hukuku Profesörü Politis’in de bulunduğu kalabalık bir
grup halinde olup, aşın isteklerle gelmişlerdi. Bu konferansta “Ege
Adalarının terki” konusu, Osmanlı Heyeti’nin; “Ege Adaları
Anadolu ’nun ayrılmaz bir parçası olduğu ve başkalarına
devredilemeyeceğine ilişkin itirazına neden olmuştu. Ancak,
sonuçta Ege Adaları Sorunu’nun “Sefirler Konferansında
görüşülmesine karar alındı. 2 Ocak 1913’te toplanan Sefirler
Konferansı’nda büyük devletler arasında görüş birliğine varılamadı.
Bu arada Londra Banş Konferansı da akamete uğramış ve
dağılmıştı.
9 A fif Büyüktuğrul, Osmanlı D eniz Harp Tarihi ve Cumhuriyet Donanması, C. 4,
Deniz Basımevi, İstanbul, s. 166-167.
47
30 Mayıs 1913’te Osmanlı Devleti, Balkan ülkeleri ile İngiltere,
Fransa, Rusya, Almanya, Avusturya ve İtalya’nın da bulunduğu
büyük devletler arasında Londra’da bir “Barış Öncesi Anlaşması”
(Mukaddemat-ı Sulhiye Muahedesi) imzalandı. Bu antlaşmanın 5.
maddesine göre; Girit hariç Ege Adalarının geleceği üzerinde karar
vermek hakkı Büyük Devletlere bırakılıyordu. Altı Büyük Devletin
temsilcilerinin katıldığı “Sefirler Konferansı” 13 Şubat 1914’te
Yunanistan’a, 14 Şubat 1914’te de Osmanlı Devleti’ne bildirilmişti.
Buna göre sadece Bozcaada, Gökçeada ve Meis’i Osmanlı
Devleti’ne bırakırken, Balkan Harbi sırasında Yunanistan tarafından
işgal edilen adaları “ismen” belirterek Yunanistan’a veriyordu.101
Sadrazam ve Hariciye Nazırı Said Halim Paşa, 15 Şubat 1914’te
devletlere verdiği cevabi notada; “Osmanlı Devleti ’nin çıkarlarının
dikkate alınmamasından duyduğu üzüntüyü ve hayal kırıklığını”
dile getirmişti.
Gökçeada,
Bozcaada ve Meis’in Osmanlı
Devleti’ne geri verilmesini senet kabul ederken, diğer sonuçları
kabul etmemiş, 21 Şubat 1914’te Büyük Devletlerdeki Osmanlı
elçilerine gönderdiği genelge ile BabIâli’nin, Adalar Sorunu’nu
doğrudan Yunanistan’la görüşmek kararında olduğunu ifadeyle,
elçilerin adalar konusunda bu devletlerle herhangi bir girişimde
bulunmamalarını istemişti. Osmanlı Devleti’nin bu ve benzer
girişimlerinin ardından İngiltere; “Osmanlı Devleti ile Yunanistan ’ın
isterlerse adalar konusunu yeniden görüşebileceklerini ye Büyük
Devletlerin Kararlarını değiştirebileceklerini” bildirmişti.11
Osmanlı Devleti Limni, Midilli, Sakız ve Sisam adalarının Osmanlı
egemenliğine geri verilmesini istemişti. Ancak, bu adalara özerklik
10 Şerafettin Turan, “Rodos ve 12 Adanın Türk Hâkimiyetinden Çıkışı”, Atatürk
Konferanslan 1964-68, TTK Basımevi, Ankara, 1970, s. 69-70.
11 Cevdet Küçük, (Editör), Ege Adalarının Egemenlik Devri Tarihçesi,
Stratejik Araştırma ve Etüdler M illi Komitesi, Ankara, 2001, s. 52-53.
48
verilecek ve başına da Hıristiyan bir vali atanacaktı. Görüşmeler için
bir taraftan girişimler yapılırken, aslında Menteşe Adalarının Sakız
ve Midilli’ye karşılık değiştirilemeyeceğinin de Osmanlı üst
yönetimince anlaşıldığının işaretleri mevcuttu. Hatta bu yüzden
Menteşe Adalarının muhtemel bir Yunan istilasına karşılık İtalya’nın
işgali altında kalması tercih edilir hale gelmişti.12
Balkan H arbi’nde T ürk Donanmasının Kullanılamayışı
Ege’de evvelce Osmanlı Devleti’ne ait adaların nasıl olup da
savunulamadığı akla gelebilir. Bunun cevabı için Balkan
Savaşlarında Türk donanmasının ne durumda bulunduğu ve nasıl
kullanıldığının bilinmesinde yarar vardır.
Harbin karada ve denizde hızla başladığı sırada Osmanlı Devleti
özellikle Yunan ve Bulgar kara kuvvetlerine karşı koyamamış, bir
taraftan Yunanistan süratle Selanik’e yaklaşırken, Bulgar kuvvetleri
de Trakya’da ilerleyişlerini sürdürmüşlerdi. Harbin bu başlangıç
safhasında ve Selanik’ten kara ve demir yolu ile İstanbul’a
ulaşmanın mümkün olmadığı bu zaman diliminde Selanik’te zorunlu
ikamete tabi tutulan sabık padişah Abdülhamid’in Selanik’ten
nakledilebilmesi için o sırada İstanbul’da bulunan Almanya’nın
Akdeniz’deki istasyoner gemilerinden SMS Loreley ’den yardım
alındı. Alman Büyükelçiliği’nin emri ile “Kızılhaç malzemelerini
almak için Rodos’a hareket ettiği” şeklinde, sahte bir duyuru ile
Selanik’e hareket eden SMS Loreley, 30 Ekim’de Abdülhamid’e
ilaveten aile fertleri ve yardımcılarını alarak İstanbul’a getirdi.13
Türk donanması sabık Sultanı için Selanik’e gidemez iken, bunu
Alman bandırası altında yaptırmıştı. Bunun anlamı ise; daha harbin
12 Şerafettin Turan, a.g.y., s. 69.
13 RM 5/1585;SMS Loreley’in 02 Kasım 1912 tarihli kayıtları, B 4454, s. 30.
49
ilk günlerinde Ege’de Yunan donanmasının üstünlüğünün kabul
edilmiş olduğu idi.
Balkan Harbi başlarında Bulgar kuvvetleri beklenmedik bir hızla
Trakya’da ilerleyip Çatalca’ya yaklaştığında, 08 Kasım 1912 (26
Ekim 1328) tarihinde Başkomutanlık Vekaleti’nden Bahriye
Nezareti’ne ve Donanma Komutanlığı’na; “...Donanmanın
Karadeniz ’de Terkos önleri ile Marmara ’da Büyükçekmece ve Silivri
arasında bulundurularak, düşman bataryalarını, hatlarını ve
ihtiyatlarını ateş altına almak için hazır bulundurulması.” emri
verilmişti. Ertesi gün toplanan Bahriye Şurası da, “...Ege’de deniz
hâkimiyeti Yunanlılarda kaldıkça Bulgar kuvvetlerinin kolaylıkla
lojistik destek alabileceğini, dolayısıyla da Osmanlı Donanması ’nın
her şeyden önce Ege ’de deniz hâkimiyeti sağlamasının şart
olduğu... ” değerlendirmesini yapmıştı.14
11 Kasım 1912 tarihinden itibaren ticaret gemileri ile Tekirdağ’daki
kuvvetler İstanbul’a kaydınlırken, donanmanın muharip unsurları da
Marmara’da kara kuvvetlerini desteklemek için harekâta
katılmışlardı. 20 Kasım 1912’ye kadar bu gemilerden özellikle
Turgutreis ve Barbaros zırhlılarının top ateş desteği düşmanın
Çatalca’da ilerleyişine önemli engeller çıkarmıştı.15
Donanma bu destek harekâtı sırasında da onarım ve bakım ihtiyacı
duyarken, silah bırakışmalarının konuşulduğu 25 Kasım 1912
tarihinde Başkomutanlık Vekâleti, Donanma’nm bölgedeki ateşi
keserek Çanakkale’ye intikalini emretmişti. Donanma’nm
Çanakkale’ye intikalinden sonra, 3 Aralık 1912 günü Bahriye
Nezareti, gemilerin durumuna aldırış etmeksizin; “...kamuoyunun
Donanmayı Akdeniz’de görmek istediği”nden hareketle, Ege’ye
14 TSK Tarihi - Balkan Harbi Osmanlı D eniz Harekâtı, a.g.e., s. 106-107.
15 TSK Tarihi - Balkan Harbi Osmanlı D eniz Harekâtı, a.g.e., s. 110-117.
50
çıkılarak Yunan Donanması’na kati bir darbe indirilmesi enirini
vermişti. 25 Kasım’da, yani bir hafta önce Donanma’mn onarım ve
bakıma ihtiyacı olduğunu belirten Bahriye Nezareti’nin bu emrini bir
politika gereği olarak değerlendiren Donanma Komutan Vekili,
denize çıkmama gerekçelerini Başkomutanlık Vekâleti’ne
bildirmişti. Komutanın azline kadar varan bu gelişmeleri,
Tersane’nin fabrikalar müdürü İngiliz Albay Black, durumu tetkik
için Çanakkale’ye sevk edilmesi izledi. Sonuçta gemilerin onarım
ihtiyacı teyit edildi.16
Emir komuta zincirinde ve onarım ile lojistik ve teknik destek
hususlarında yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen Osmanlı
Donanması Çanakkale’den Ege’ye birçok kez çıkarak harekât icra
etmişti. Türk donanmasının Balkan Harbi sırasında kayda değer
harekâtı şöyle idi: Mecidiye kruvazörünün 14 Aralık 1912 tarihli
harekâtı, 1912 tarihli İmroz Muharebesi.
■ 22 Aralık 1912 tarihli, Donanma’nm Keşif Harekâtı.
■ 4 Ocak 1913 tarihli iki deniz harekâtı.
■ Donanma’nm 10-11 Ocak 1913 tarihli harekâtı.
■ 18 Ocak 1913 tarihli Mondros Muharebesi.
■ 8 Mart, 6 Nisan ve 11 Nisan 1913 tarihlerindeki harekât.
Tüm bu münferit ve donanma unsurlarıyla yapılan harekât sırasında
kayda değer sonuçlar almamadı. Yunan donanmasındaki Averoff
zırhlısı, yüksek sürati, uzun menzilli ve dakikada atım adedi yüksek
toplarıyla, Yunanistan’ın Ege’de deniz kontrolünü sağlamada önemli
bir rol üslenmişti.17 Buna karşılık Türk donanması genellikle
Marmara’da; Şarköy Çıkarması, Çatalca Cephesi’nde Kara-Deniz
ygjA x arihi- Balkan Harbi Osmanlı Deniz Harekâtı, a.g.e., s. 127-129.
17 TSK Tarihi Balkan Harbi Osmanlı Deniz Harekâtı, a.g.e., s. 135-194.
16
51
İşbirliği, Çatalca Cephesi’ndeki birliklerin denizden desteklenmesi
gibi hizmetlerde kullanılmıştı.18
Netice itibariyle Türk donanması Ege’de varlık gösteremediği için,
Yunan donanması tarafından işgal edilen Boğazönü ve Anadolu’ya
yakın adalar, daha sonra başlayan I. Dünya Harbi ile akıbeti belirsiz
kalmış, çözüm İstiklal Harbi sonundaki Lozan Barış Anlaşması’na
kalmıştı.
Lousanne Barış Andlaşması ve Adalar
TBMM Hükümetinin Lousanne Barış Konferansı’nda görüşülecek
14 maddelik programının 10. maddesi “Anadolu’ya yakın olan
adalar” ile ilgili olup, Rodos ve Menteşe Adaları da bu gruba dâhildi.
22 Kasım 1922’de Rodos ve Menteşe Adaları dışındaki diğer işgal
altındaki adalar ele alındı. Türk heyeti 25 Kasım’da Semadirek,
Gökçeada ve Bozcaada’nın iadesini,
diğer adaların da
askersizleştirilerek ve siyasi muhtariyet verilmek suretiyle
tarafsızlaştırılmasmı istemişti. Venizelos ise Gökçeada ve
Bozcaada’nın da Yunanistan’a verilmesini istiyordu.192024 Temmuz
1923’te imzalanan Lousanne Barış Antlaşması’nınnm 15. maddesi
ile Meis, Rodos ve Menteşe Adaları üzerindeki haklarından
. . 20
vazgeçmişti.
18 TSK Tarihi Balkan Harbi Osmanlı Deniz Harekâtı, a.g.e., s. 204-219.
19 Şerafettin Turan, a.g.y., s. 77-78.
20 Bu metnin Türkçe tercümesi şöyle idi: “Türkiye... bugünkü durumda İtalya’nın
işgali altında bulunan Stampalia (Astropalia), Rodos (Rhodes, Rhodos), Kalki
(Calki, Khalki), Skarpanto (Scarpanto), Kazos (Casos, Caso), Piskopis (Piscopis,
Tilos), Miziros (Misiros, Nisıros), Kalimnos (Calimnos, Kalymnos), Leryoz
(Leros), Batnoz (Patmos), Lipsos (Lipso), Sömbeki (Symi, Simi), ve İstanköy (Kos,
Cos) adaları ile bunlara bağlı adacıklar ve M eis adası (2 sayılı haritaya bakılması)
üzerindeki bütün haklarından ve sıfatlarından İtalya yararına vaz geçmiştir. Bkz:
’Treaty o f Peace with Turkey and other Instruments, Treaty Series No. 16 (1923),
Md.15.
52
Bu metne göre, Lousanne Banş Andlaşması ile İtalya’ya Meis ile
birlikte Menteşe Adalarının ismen sayılan 13 adedi verilmiştir.
Burada Meis hariç ismen sayılan diğer adalar, “bağlı adacıklar” da
dâhil İtalya’ya verilmiştir. Burada “bağlı adacıklar” sözcüklerinin ne
ifade ettiği, hangileri olduğu, “bağlı adacıklar” kapsamına Menteşe
Adaları içerisindeki adacıklardan hangilerinin dâhil olduğu, konunun
hukuki veçhesini teşkil etmektedir.
1947 Paris Antlaşması ile Meis, Rodos ve Menteşe Adalarının
Yunanistan’a Devri
II. Dünya Harbi sonunda, Türkiye savaş sırasında yaşadığı tarafsızlık
halinden daha beter bir yalnızlık içerisindeyken Paris’te savaş sonu
konferansı ve barış anlaşmaları yapılıyordu. Karşı tarafın eline
geçmesi halinde ülke güvenliğini önemli ölçüde etkileyecek olan
Menteşe Adaları ile Meis el değiştirirken, Türkiye bu görüşmelere
müdahil olmak şöyle dursun, gözlemci sıfatı ile dahi katılamıyordu.
10 Şubat 1947’deki Paris Barış Antlaşması ile tescil edilen Menteşe
Adalarımn kaderiyle ilgili hususlar 14. maddeye göre şöyledir:
1. İtalya işbu andlaşma ile aşağıda belirtilen Menteşe Adaları
(Onikiada)’nı tüm egemenliği ile Yunanistan’a terk eder; yani,
Stampalia (Astropalia), Rhodes (Rhodos), Calki (Kharki),
Scarpanto, Casos (Casso), Piscopis (Tilos), Misiros (Nisiros),
Calimnos (Kalymnos), Leros, Patmos, Lipsos (Lipso), Simi (Symi),
Cos (Kos) ve Castellorizio ve bitişik adacıklar.
2. Bu adalar silahsızlandırılacak ve öyle kalacaklardır.
3. Bu adaların Yunanistan’a devriyle ilgili usul ve şartlar,
Birleşik Krallık Hükümeti ile Yunanistan arasında, andlaşma ile
tespit edilecektir ve bu andlaşmanm yürürlüğe girmesinden itibaren
en geç 90 gün içinde yabancı birliklerin çekilmesi için gerekli
düzenlemeler yapılacaktır.
53
İngiltere ve Yunanistan, Menteşe adalarının sınırlarının
belirlenmesini de istemiş, hatta bu hususta 28 Aralık 1932 Türkİtalyan Teknisyenler Zabıtnamesi’ne atıf yapmak istemişler, ancak,
Sovyetler Birliği’nin bu metinlerin geçerliliği konusundaki itirazları
nedeniyle vazgeçmek zorunda kalmışlardı.2lKeza, adaların
silahsızlandırılması gerekirken, Yunanistan bunu zamanla ihlal
etmiştir.22
1996’da Ortaya Çıkan EGEAYDAAK Sorunu ve Sorun
Üzerinde Düşünceler
1970’li ve 1980’li yıllarda Ege’deki deniz sahalarının paylaşımı
sebebiyle savaşın eşiğinden dönen Türkiye ve Yunanistan, Ocak 1996
yılı sonunda bir kez daha savaşa ramak kalan bir gerilim yaşadı.
Bunun sebebi “Kardak Krizi” idi.
Kardak Krizi ilk kez 20 Ocak 1996’da Yunan Gramma dergisi ile
basma yansımış, bir Yunan TV istasyonu Kardak yakınındaki
Kelemez Belediye Başkam’nı Kardak Kayalıkları üzerinde Yunan
bayrağını kaldırırken görüntülemişti. Ardından bir Türk Gazetesi, bir
grup gazeteciyi adadaki Yunan bayrağı ile Türk bayrağını
değiştirirken görüntülemek için göndermişti. Ertesi gün de Yunan
askerleri kayalıklardan birine çıkarılmış, Yunan bayrağı yeniden
dikilmişti. Arkasından bölge Türk ve Yunan Deniz Kuvvetlerine ait
sayısız firkateyn, hücumbot, sahil güvenlik botu, helikopterlerle
çevrilmişti. 29 Ocak 1996 günü de Türkiye ikinci bir notayı
Yunanistan’a vererek, Aralık 1932 tarihli Türk-İtalyan Teknisyenler
21 Foreign Relations, V. III, 1946, p.665-666
22 Ege adalarının silahsızlandınlmasıyla ilgili sorunlar için bkz: Celalettin Yavuz,
Andlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıkların Hukuki
Statüleri de Dahil Menteşe Adaları (Onikiada)’nm Tarihi, Dz.H.O. Basımevi,
İstanbul, 2003, s. 51-60.
54
Zabıtnamesi’nin geçersiz olduğunu, bir anlaşma olmadığını ve
Kardak statüsünde pek çok kayalık ve adacık olduğu gerekçesiyle, bu
adacıkların egemenliği konusunda Yunanistan’la masaya oturmaya
davet ediyordu. Yunanistan ise Silahlı Kuvvetlerini alarma geçirdi.
Her iki ülke başbakanlarının adacıkların egemenliği konusundaki
tavizsiz demeçleriyle Kardak Krizi birden kritik bir safhaya girmişti.
31 Ocak sabahı ikinci ve daha küçük kayalıkta Türk SAT
komandoları yer aldı. Taraflar birbirlerinin silah menzili içindeydi.
Bir kıvılcımın kafi geleceği savaşın eşiğinden ABD Başkanı Clinton,
ABD Dışişleri Bakanı Christopher ve NATO Genel Sekreteri
Solona’nın telefon diplomasisiyle dönüldü. Sonuçta taraflar
bayraklarını ve kayalıklardaki birliklerini geri çekmiş, krizden önceki
“status que ante”ye dönülmüştü.23
Yunanistan, özellikle NATO’ya girdikten sonra Ege’deki komuta
kontrol hususları nedeniyle, 28 Aralık 1932 tarihli Teknisyenler
Zabıtnamesi’ne göre deniz yetki alanlarının belirlenmiş olduğunu
iddia etmektedir. Türkiye ise bu sınırlandırmayı hiçbir zaman kabul
etmediği gibi, söz konusu zabıtnamenin geçerli hukuki bir belge
olmadığını savunmaktadır. Türkiye’nin bu konudaki dayanağı
Lousanne Barış Antlaşması’ndanda yer alan 12, 15 ve 16.
maddelerdir.
Lousanne Barış Antlaşması Madde 12 ile bir taraftan Türkiye’nin
egemenliğini devrettiği adalar ismen sayılarak belirlenirken, diğer
taraftan da egemenliğinde kalan adalar üzerindeki bu haklan teyit
edilmiştir. Burada bir ayrıntı mevcuttur. 12. maddede yer alan ve
23 Angelos M. Syrigos, The Status o f the Aegean Sea According to International
Law, Etablissements Emile Bruylant S. A., Bruxelles, 1998, ss. 346-348; ayrıca:
Thanos Veremis, The Ongoing Aegean Crisis, Thesis - A querterly publication o f
theH ellenicM inisteryofF oreign Affairs, volüm e l,is s u e N o .l, s. 29.
55
Türkiye’nin devretmediği adalar üzerindeki hâkimiyetini teyid eden
hükümler genellik arz etmekte olup, bu bağlamda 15. maddede
düzenlenen hususlar Menteşe Adaları bölgesini de kapsamaktadır.
Başka bir ifadeyle; 15. madde, 12. maddeye, istisna olarak Menteşe
Adaları bölgesinde sadece Türkiye’nin egemenliğini devrettiği
adalarla ilgili bir düzenleme getirmektedir. Üç Mil Uygulaması gibi
Türk egemenliğini teyid eden hükümler bakımından ise, 12. maddenin
son cümlesine tabidir. Lousanne Barış Andlaşması’nm; “...Asya
kıyısından 3 milden az bir uzaklıkta bulunan adaların Türk
egemenliği altında kalacağı ”m öngören 12. maddesinin hükmünün
mefhumu muhalifinden a contrario, bu mesafenin dışında kalan
adaların Türk hâkimiyetinde olmadığı sonucuna varmak da, doğru
olmayacaktır.
Lousanne Barış Andlaşması Md.l2/son c.’deki üç mil uygulamasının
bu mesafe dışında kalan adalar üzerindeki Türk hâkimiyetini sona
erdirdiğini düşünmek, Lousanne Barış Andlaşması’nın lafzına
aykırıdır. Andlaşmanm hiçbir hükmünde, Anadolu sahillerinden
itibaren üç mil mesafenin dışındaki adaların üzerindeki Türk
hâkimiyetinin sona ereceğine ilişkin bir kayıt yoktur. Andlaşma ile;
“Asya sahillerinden itibaren üç mil içinde kalan adaların Türk
hakimiyetinde kalacağı” belirtilerek, anılan adalar üzerindeki Türk
hakimiyeti teyid edilmiştir. Diğer taraftan, üç mil uygulamasının, bu
mesafe dışında kalan adâlar üzerindeki Türk hâkimiyetini sona
erdirdiğini düşünmek de, söz konusu andlaşmanm ruhuna ve
andlaşmalann yorumuna ilişkin uluslararası hukuk kurallarına
aykırıdır. Lousanne Barış Andlaşması Md. 12/son c.’deki üç mil
uygulamasının, bu mesafe dışında kalan adalar üzerindeki Türk
hâkimiyetini sona erdirdiğini düşünmek, ülke devrinin açık bir irade
beyanı ile olacağını öngören uluslararası hukuk kurallarına da
aykırıdır.
56
Lousanne Barış Andlaşması Md. 12 ile Yunanistan’a devredilen
adalar, açıkça ve ismen anılarak Yunanistan’a devredilenler ile Altı
Büyük Devlet Karan’na atıfta bulunarak verilenlerdir. Bu madde ile
ve Atina Andlaşmalarmm sırasıyla 5 ve 15. maddelerinde de
belirtildiği gibi, herhangi bir bölgesini ayrı tutmaksızm, Yunan
işgalinde bulunan tüm Ege Denizi’ndeki Osmanlı adalannın kaderini
tayin etmektedir. Üzerinde ısrarla durmak gerekirse, sadece adalarla
ilgili olup, adacık ve kayalıklar bu kararın kapsamı dışında
kalmaktadır. O devirde yürürlükte olan uluslararası hukuk
kurallarına göre, Yunan işgali altında bulunan Osmanlı adalarımn
fetih yoluyla Yunan egemenliğine geçebilmeleri için, Osmanlı
Devleti’nin bunu kabul etmiş olması gerekirdi. Oysa Osmanlı
Devleti, işgal altında bulunan adaların Yunanistan’a devredilmesini
öngören “Altı Büyük Devlet Kararı”na itiraz etmiş ve. adalarda
egemenlik tasarruflarında da bulunmaya devam etmiştir.24 Zira
Osmanlı Devleti bu adaların Yunanistan tarafından zapt ve ilhakı
konusunda karşı koymuştur. Yunanistan’ın fiili işgalinin hukuki
sonuçları hakkında karar verilmesi Altı Büyük Devlet’e bırakılmış,
üçüncü taraf olan Osmanlı Devleti de bu büyük devletlerin kararma
itiraz ederek, ülkesinin birer parçası durumundaki Ege adalarının
işgalci Yunanistan'ın hâkimiyetine geçmesini reddetmiştir.
Ardından, Lousanne Barış Andlaşması ile Türkiye; Yunanistan’a
fetih yoluyla ülkesine katmak amacıyla işgal etmiş olduğu adaları,
Gökçeada ve Bozcaada dışında Yunanistan’a bir Uluslararası Hukuk
kurumu olan ülke devri dairesinde vermiştir. 13 Şubat 1914 tarihinde
Yunan işgali altında bulunan Osmanlı adaları; Taşoz, Semadirek,
Gökçeada, Bozcaada, Limni, Bozbaba, Midilli, Sakız, îpsara, Sisam
ve Ahikerye adaları idi. Gökçeada ve Bozcaada üzerindeki 13 Şubat
24 Sertaç Hami Başeren, A li Kurumahmut, E ge’de Temel Sorun - Egemenliği
Tartışmalı Adalar, TTK, Ankara, 1998, s. 94-95.
57
1914 tarihinde mevcut Yunan işgali ve bu işgal bahane edilerek, Altı
Büyük Devlet Karan ile kurulmaya çalışılan Yunan hâkimiyeti
reddedilmiştir. Taşoz, Bozbaba ve İpsara adalannı işgal altında
bulunmalan nedeniyle Yunanistan’a veren Altı Büyük Devlet Karan
onanarak, bu adalar Yunanistan’a devredilmiştir.25
Öte yandan, yukarıda Lousanne Banş Andlaşması bahsinin geçtiği
bölümde de açıklanmış olduğu gibi, Lozan Barış Andlaşması Md. 15
ile de İtalya’ya devredilmiş olan Menteşe Adaları da ismen yazılmak
suretiyle devredilmiştir. Bu adalardan “Meis” dışındakilere “bağlı
adacıklar” da İtalya’ya devredilmiştir. Burada akla gelen soru;
“Bağlı adacıklar kapsamına giren adacıklar hangileridir? ”
olmaktadır. Bunun için jeoloji ve coğrafya uzmanlarının
gözetiminde ayrıntılı bir çalışma yapmadan cevap vermek şu an için
mümkün görünmemektedir. Doğu Kardak’m Anadolu’ya uzaklığı
3.6, İtalya’ya devredilen en yakın Kilimli Adası’na mesafesi 5.7 mil,
en yakın Türk adası olan Çavuş Adası’na mesafesi 2.2 mildir. Batı
Kardak da aşağı yukarı aynı kriterleri kapsayacak şekilde
Anadolu’ya ve Türk adasına daha yakındır. Dolayısıyla uzaklık
kriterleri dikkate alındığında Kardak Kayalıkları Anadolu’ya
bağlıdır. Bölgedeki deniz derinliklerine bakıldığında da Kardak
Kayalıklarının Anadolu’nun doğal uzantısı üzerindeki bir parçası
olduğu görülmektedir.260 halde Lousanne Barış Andlaşması Md. 15
ile İtalya’ya ismen sayılarak devredilen adalarla bunlara “bağlı
adacıklar” da devredilmiş olmakta, buna karşılık bölgede bulunan
ve “bağlı olmayan kayalıklar ve adacıklar”ın da halen Türk
hâkimiyetinde olması gerekmektedir.
25
26
Sertaç Hami Başeren, a.g.e., s. 97-98.
Sertaç Hami Başeren, a.g.e., 100.
58
1947 Paris Barış Andlaşması 14. maddesi hükmünce aynı Menteşe
Adaları ve Meis, bu kez de Yunanistan’a ismen sayılarak
devredilmiştir. Ancak, Meis dışındakilerin “bitişik adacıklarının”
egemenliği de devredilmiştir. Görüldüğü üzere bir üst paragrafta
Menteşe Adaları Lozan Md.15 ile İtalya’ya devredilirken, ‘‘Bağlı
adacıklar”, aynı adalar Paris Md.14 ile İtalya’dan Yunanistan’a
devredilirken “bitişik adacıklar “ ile birlikte devredilmektedir. Tarih
sırasına göre her iki andlaşmada yer alan bu “bağlı adacıklar” ve
“bitişik adacıklar” kavramlarının açıklanmasına ihtiyaç vardır.
Kardak Krizi sonrasında tarafların Ege’deki iskânsız adacıklar
konusundaki • çalışmaları sürdürülürken, 30.5.1996’da Girit
güneyindeki Gavdos Adası, planlı NATO Tatbikatı’nm planlama
toplantısı sırasında, Yunan heyeti tarafından tatbikat sahaları
dâhiline alınmak istenmiş, Türk heyetinin itirazı ile karşılaşılmıştı.
Zira, Gavdos da Kardak gibi, “Egemenliği Andlaşmalarla
Yunanistan’a Devredilmemiş Ada Adacık ve Kayalıklar "dan.
biriydi.27Kardak Krizi sonrasında tarafların EGEAYDAAK
konusundaki iddiaları sık sık basın yayın yoluyla ve deniz yetki
alanlarını konu alan uluslararası seminer ve sempozyumlarda yer
aldı. Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya, Kardak
Kayalıkları güneyinde, Kelemez Adası ile Pserimos arasındaki Plati
Adası’nm da “Egemenliği Yunanistan’a Devredilmemiş” adalardan
biri olduğunu iddia etti.28
Türkiye’nin iddiasına göre çoğunluğu Anadolu’ya yakın sularda
olmak ve bir kısmı da meskûn olmak üzere Ege’de 152 ada, adacık
ve kayalığın egemenliğinin, Osmanlı Devleti’nden andlaşmalar
yoluyla devredilmediği, Türk hukukçuları ve yazarları tarafından
27 A. M. Syrigos, a.g.e., s. 350-351.
28 Güven Erkaya, “Plati Adası Kimin?”, Ulusal Strateji, Eylül-Ekim 1999, s. 34.
59
iddia edilmektedir.29 Yunanistan ise bu ıssız ada, kayalıklar
konusunda egemenliğini tesis etmeye yönelik iskân politikası veya
“Doğayı Koruma” adı altında faaliyetleri sürdürmekte, bahse konu
adacık ve kayalıkların bulunduğu bölgelerde askeri tatbikatlar icra
ederek, fiili durum yaratmak istemektedir. Türkiye, gerginliği
tırmandırmadan fakat duyarlılığını ve fiili bir durumu kabul
etmeyeceğini her vesileyle resmi beyanlarla duyurmaktadır.30
Uluslararası Sürekli Hakem Mahkemesi, 1998 yılı içerisinde
Kızıldeniz’deki adacık ve kayalıklar üzerinde Eritre ile Yemen
arasında süren egemenlik uyuşmazlığını karara bağlamıştır.
Lousanne Barış Andlaşması yürürlüğe girene kadar Osmanlı
Devleti’nin egemenliğinde bulunan Kızıldeniz’deki ada, adacık ve
kayalıklar üzerinde Eritre ile Yemen arasındaki bu sorunun çözümü
sırasmda, Uluslararası Sürekli Hakem Mahkemesi, Lousanne Barış
Andlaşması’mn; “Türkiye ’nin egemenliği bu andlaşma ile kendisine
verilmiş adaların haricindeki adalar üzerindeki haklarından
vazgeçtiğini ve bu adaların geleceğinin ilgili taraflarca
düzenleneceğini kabul eden” 16. maddesine getirdiği yorum ile
Türkiye ile Yunanistan arasındaki “Egemenliği Andlaşmalarla
Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve kayalıkların
uyuşmazlığı konusuna da etkileri olabilecek sonuçlara ulaşmıştır. (1)
Türkiye’nin 1923’e kadar egemenliği altında bulunan Kızıldeniz
Adaları üzerindeki haklarından feragat ettiği, (2) Bu adalar
29 Celalettin Yavuz, a.g.e., s. 67-68.
30 Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Büyükelçi Necati Utkan, 17.1.1999 tarihinde, bu
kayalıkları kapsayan alandaki Yunan tatbikatları konusunda bir somya',” Geçmiş te
çeşitli vesilelerle kamuoyuna duyurduğumuz üzere, Ege ’de egemenliği uluslar arası
andlaşmalarla Yunanistan 'a devredilmemiş ada, adacık ve kayalıkların statüsünün,
bu ülke tarafından fiili durumlar yaratılarak ve tek taraflı eylemlerle
değiştirilmesine teşebbüs edilmesi tarafımızdan kabul edilmeyeceği gibi, bu adacık
ve kayalıkların egemenliği konusunda uluslar arası hukuk açısından da sonuç
doğurmaz ” şeklinde cevaplamıştır.
60
üzerindeki egemenliğin belirlenmediği, (3) Bu adaların aidiyetinin
ilgili taraflarca tespit edileceği, hükme bağlanmıştır.
Bu hükümlere göre; ilgili diğer tarafların rızası olmadıkça tek bir
devletin tek taraflı uygulamaları ile bu adacık ve kayalıklar üzerinde
egemenlik kuramayacağı sonucu ortaya çıkmaktadır. Eritre Yemen Sürekli Hakem Mahkemesi egemenlikle ilgili kararmı
verirken şu ölçütleri dikkate almıştır: (1) Adaların egemenliğinin
belirlenmesinde son on yıldaki devlet uygulamalarına büyük önem
verilmiştir.(2) Devlet uygulamalarının bulunmadığı ya da yeterli
olmadığı durumlarda, coğrafi yakınlık ilkesi esas alınmış ve taraf
devletlere, kendisine yakın olan adalan vermiştir.31
Yukarıdakilere ilaveten, Sürekli Hakem Mahkemesi’nin EritreYemen uyuşmazlığındaki karara göre; Lousanne Barış Andlaşması
ile Türkiye’nin feragat ettiği topraklar (ada, adacık ve kayalıklar
dâhil) üzerindeki egemenliği, taraflardan biri tek başına
belirleyemeyecektir. Yani, egemenlik ve devlet uygulamaları hangi
boyutta olursa olsun, Türkiye rıza göstermedikçe, Türkiye’nin
feragat ettiği kayalıklar üzerinde Yunanistan egemenlik tesis
edemeyecektir. Ancak, bu durumda Türkiye de, EGEAYDAAK
üzerindeki egemenlik haklarından feragat etmiş ve bunlar ile hava
sahalan “Egemenliği Belirlenmemiş Alan” statüsüne girmiş
olacaktır. Bu durumda; “Türkiye’nin feragat ettiği bu topraklar
üzerinde
Yunanistan’ın
hiçbir
şekilde
egemenlik tesis
edemeyeceğini ileri sürmek” mümkün görülmektedir. Ancak,
Yunanistan, bu iddialan ısrarla reddetmekte, adacıkların sınırlarını
ise “tek taraflı bir kararla” haritalarda göstermediğini ileri
sürmektedir.32
31 Ayrıntılar için bkz: Celalettin Yavuz, a.g.e., s. 68-69.
32 Evangelos Venizelos, “Ulusal Strateji”, Elefterotipia, 6.6.2006,
http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/disbasin/2006/06/07x06x06.htm#% 207
61
Doğu Akdeniz ve Kıbrıs Civarında 2000’Ii Yıllarda Su Üstüne
Çıkan Sorunlar
Doğu Akdeniz’de krizin varlığı, özellikle GKRY’nin 2004 sonunda
“Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak AB üyesi olmasıyla birlikte daha çok su
üstüne çıktı. Zaten 2000’li yılların başlarında Doğu Akdeniz’de pek
çok yabancı araştırma gemisi tarafından deniz yatağında sismik
araştırmalar yapılmış, Nisan 2004’teki “Annan Planı”mn Kıbrıs’ta
referanduma sunulması öncesinde, Kıbrıs civarındaki deniz
tabanında mineral (petrol-doğalgaz) varlığı biliniyordu.
GKRY Parlamentosu, 26 Ocak 2007’de kabul ettiği bir yasa ile
Mısır ve Lübnan ile anlaşmış olduğu deniz sınırlarının içerisinde
kalan sahada 13 adet petrol/doğalgaz arama ruhsat sahası ilan etti.
Toplam yüzölçümü yaklaşık 70.000 km2’lik denizdeki 1, 4, 5, 6 ve 7
numaralı sahalar, Türkiye’nin 2 Mart 2004 tarih ve 2004/Turkuno
DT4739 sayılı Notası ile haklarını saklı tuttuğu Doğu Akdeniz’deki
kıta sahanlığı alanlarının 7.000 km2’lik kısmına tecavüz etmekteydi.
GKRY’nin ruhsat verdiği deniz sahalarının yüzölçümü, Kıbrıs
Adası’nda hükmettiği alandan daha büyüktür.33
Türkiye 2009 yılı içerisinde Mısır’la deniz yan hududunun
belirlenmesi konusunda görüşmeler yaptı. Bu görüşmelerde
Türkiye’nin Meis ve Strongili adalarının MEB haklarına sahip
olmadıklarını ileri sürdüğü, böylelikle de Yunanistan ile Kıbrıs
arasında ortak deniz sınırlarının son bulacağı iddia edildi. Yunan
tarafı, Meis adasımn deniz yan hududu olduğunu, dolayısıyla MeisRodos, Meis-Kıbns arasındaki “hayali” deniz yan hududu ile de
33 Sertaç Hami Başeren, “Doğu Akdeniz’de Gerilim”, (Erişim: 13.02.2009),
http://www.tudav.org/new/projects.php?pid=28
Ayrıca bkz: Celalettin Yavuz, “50. Kuruluş Yılında Kıbrıs: Acaba Kıbrıs Sorununda
Çözüm Yakın mı?”, Jeopolitik, yıl 9, sayı 73, Şubat 2010, s. 17.
62
Türkiye ile Mısır arasında ortak bir deniz hududu olamayacağını ileri
sürmektedirler. Yunanistan’la 20 Haziran 2009’da ve hemen
ardından da 22 Haziran 2009’da Türkiye ile görüşmelerde bulunan
Mısır’ın tutumu Yunanistan tarafından eleştirildi. İşin ilginç yanı
Yunanistan, “deniz hukukunun açıkça ihlal edildiğini” ileri
sürmesine rağmen, aynı masada Mısırlıların Türklerle birlikte
oturacağını bilerek 20 Haziran’da görüşme yapmasıydı. Bu durumun
Papandreou Hükümeti tarafından “düzeltilmesini” bekleyen YunanRum basını, Yunanistan ile Kıbrıs arasındaki münhasır ekonomik
bölge “haklarının” Türkiye’nin Akdeniz’deki “yasa dışı”
girişimleriyle gasp edileceğini ileri sürmektedirler.34
Türkiye de Akdeniz’in doğusunda, petrol aramak istemektedir ve bu
çerçevede devlet petrol şirketi TPAO’ya Doğu Akdeniz’de petrol ve
doğalgaz arama yetkisi verilmiştir. Yunanistan ve Kıbrıs ise bu
kararın haklarım ihlal ettiği kanaatindedir. Çünkü iki sahadan biri
Rodos civarında ve İkincisi de Yunanistan’a ait Meis adası ile Kıbrıs
yakınlarındadır. Yunanistan ve GKRY, Türk hükümetlerinin bu
tutumunu 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu
ileri sürmekte, Türkiye’nin petrol aradığı söz konusu bölgelerin
Yunanistan ve Kıbrıs Kıta Sahanlığına ait olduğunda ısrar
etmektedir.35
AB üyeliği gerçekleştikten sonra Güney Kıbrıs Rum Kesimi
(GKRY)’nin, Doğu Akdeniz’deki “Münhasır Ekonomik Bölge”
(MEB) nimetlerinden faydalanma isteği depreşti. Nihayet 19 Eylül
34 Theodoros Karyotis, “Türkiye, Mısır İle D eniz Sınırları Çiziyor”, Ethnos,
11.01.2010 (BY E’nin 12.01.2010 tarihli dış haberler bülteninden).
35 Gerd Höhler, “Akdeniz’deki Petrol ve Gaz Kavgası”, Südwest Presse,
25.07.2009, (BY E’nin 25.7.2009 tarihli dış haberler bülteninden). Ayrıca bkz:
Celalettin Yavuz, “E ge’de Yunanistan’ın ‘Kontrollü Gerginlik’ Oyunu!”, Mersin
Deniz Ticareti, Y ıl 18, sayı 207, Ağustos 2009, s. 24.
63
2011 ’de GKRY’nin, adanın güneydoğusundaki 12 nolu sahada ABD
Noble Energy şirketi ve İsrail’le ortak doğalgaz arama çalışmaları
başlatıldı.
Bunun üzerine Türk Donanması da “Türkiye’nin deniz alaka ve
menfaatlerini korumak” maksadıyla bölgeye sevk edildi. Keza,
Türkiye de 22 Eylül 2011’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
(KKTC) ile KKTC’nin MEB’inde ortak petrol arama çalışması
yapmak üzere anlaşma imzaladı. Böyîece bir bakıma GKRY’ye
misillemede bulunmak ve doğalgaz arama çalışmasından caydırmak
istedi. Bu anlaşma doğrultusunda Piri Reis araştırma gemisi 23 Eylül
2011’de Doğu Akdeniz’e doğru açılırken, Türk Donanması’mn
muharip unsurları da refakatine verildi. Bu olay 1970’li, 1980’li ve
1990’lı yıllarda Ege’deki “gerilim yüklü” günleri hatırlattı.36
AB üyesi olan GKRY’nin bir de petrol manivelasını elinde
bulundurmasının AB yolundaki bir Türkiye için menfî bir durum
teşkil etmektedir. GKRY bu konuyu uzun soluklu bir mücadele
egzersizi olarak görmektedir. Meseleyi BM ve diğer uluslararası
platformlara da götürmüştür. Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz
kaynaklan arama çalışmaları ile GKRY’nin niyetleri şöyle
özetlenebilir:
a. Kıbns’taki egemenliğini tescil ettirmek ve uluslararası
platformlarda tanınmamış olan KKTC’nin varlığını tamamıyla yok
saydırmak,
b. Petrol-gaz üreticisi olarak “bölgenin ekonomik açıdan önemli
bir aktörü” haline gelmek,
36 Celalettin Yavuz, “Kıbrıs - İsrail - Yunanistan Üçgeni ve Türkiye Arasında Isınan
D oğu Akdeniz”, 19.9.2011, http://www.turksaxn.org/tr/a2472.html
64
c. Türkiye’nin Doğu Akdeniz bölgesindeki lider ülke statüsüne
engel olmaya çalışmak,
d. Batılı devletler nezdinde Türkiye’yi tehditkâr ülke konumuna
sokmak,
e. Lisans başvurusu yapacak ülke ve firmaların mali katkıları
yanında, Türkiye ile çıkabilecek muhtemel bir krizde bu ülkelerin de
desteğini almak,37
f. Diğer ülkeleri ve batılı şirketleri bu işin içine çekerek GKRY
için maksimum seviyede ekonomik ve siyasi getiri elde etmek.
Son Yıllarda Ege ve Doğu Akdeniz’le İlgili Küçük Yoğunluklu
Anlaşmazlıklar
2012 yılı içerisinde Ege ve Doğu Akdeniz’le ilgili hususlar, özellikle
Yunanistan’ın ekonomik krizi sebebiyle Yunan medyası tarafından
kaşınmaya çalışıldı. Yunan medyası, Türkiye’nin, askerden
arındırılmış statüsü bulunan Semadirek Adası’nın askeri tatbikatların
dışında tutulması konusunda Yunanistan’a nota verdiğini duyurdu.
Anılan notada, “Yunanistan’ın, 1914 Antlaşması ve 1923 Lozan
Antlaşması’na göre, Doğu Ege Adalarının silahsızlandınlmasıyla
ilgili yükümlülüklerini ihlal ettiği belirtilerek, Semadirek Adası’nm
askeri tatbikatların dışında tutulması” istendi. Ethnos gazetesine
göre, Yunan makamları da Türkiye’nin bu tezini ayrı bir nota
vererek reddetti.38
Nisan 2012 ayı başlarında Meis-Kıbrıs-Hayfa hattında YunanistanABD-İsrail müşterek bir deniz-hava tatbikatı icra edildi. Yunan
37 Utku Balkal,” D oğu Akdeniz’deki Deniz Alanlarında Jeopolitik Değişimler ve
Türkiye’ye Yansımaları”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Tez Danışmanı:
Doç.Dr. Celalettin Yavuz), Ufuk Üniversitesi, Ankara, 2009, s. 64-65.
38 “Ankara’dan Atina’ya Nota”, Milliyet, 31.03.2012.
65
raportörlere göre anılan sahadaki doğalgaz çıkarma çalışmaları
sebebiyle Türkiye’nin, İsrail ve ABD’nin ortak çıkarları karşısında
bir engel olarak ortaya çıkmasından hareketle, bu hareketi önleyici
bir tatbikat senaryosu hazırlanmış. 2011 yılındaki Noble Dina
tatbikatına Yunanistan’dan 8 suüstü gemisi, 2 denizaltı, çeşitli uçak
ve helikopter yanında 4 F-16 (Block 52) muharebe uçağı katıldı.39
Yunan düşünce kuruluşlarından Avrupa ve Dış Politika Vakfı
(ELIAMEP) Genel Direktörü Thanos Dokos, Ekim 2012 içerisinde
Ege’deki MEB’i gündeme getirdi. 2009 yılından beri ekonomik krizi
derinleşerek yaşayan Yunan hükümetinin “iç kamuoyunun baskısı
ile Ege’de münhasır ekonomik bölgesini ilan etmede ilk adımı
atabileceğini” ileri sürdü. Türkiye ile gerilim yaşanmaması
temennisinde de bulunan Dokos, “Son yıllarda en çok konuşulan
konulardan birinin MEB’in belirlenmesi olduğu Yunanistan’da,
ekonomik krizden çıkışının yolunu ülkenin doğal eneıji
kaynaklarından yararlanması ve MEB’in ilanında gören bir kısım
çevreler ve medya, Başbakan Antonis Samaras hükümetine bu
konuda baskı yapıyor!” diyerek, Yunanistan MEB’inin
belirlenmesinin Samaras’m da seçim vaatleri içerisinde de yer
aldığını açıkladı. Aynı açıklamaya göre, Yunan Dışişleri Bakanlığı
da siyasi ve hukuki bağlamda hazırlıklarım yapmış.40
Ekim 2012 sonlarına doğru Yunan basınından alman bilgilere göre
de, Yunanistan daha 1990’lı yılların başlarında ABD’nin, TürkYunan uzlaşması için ‘karşılıklı petrol arama teklifi’ getirmiş.
“ABD’de casusluk suçlamasıyla 15 yıl hapis yatan Rum asıllı
Dışişleri Bakanlığı çalışam Steve Lalas’ın Yunan makamları için
39 “Greek participation in US-Israel military drill meant as a message to Turkey”,
01.04.2012, http://www.israelhayom.com/site/newsletter_article.php7icH3775
40 “Yunanistan münhasır ekonomi bölgesini ilan edebilir”, 5.10.2012,
http://dunya.milliyet.com.tr/-yunanistan-munhasir-ekonomi-bolgesini-ilan-edebilir/dünya/dunyadetay/05.10.2012/1607182/default.htm
66
1991-1993 yıllan için sızdırdığı 240 belge arasında Türkiye’yi de
ilgilendiren önemli yazışmalar” bulunduğu bildirilen habere göre,
“Kuzey Ege’de Taşoz Adası’nm doğusunda Yunan karasulan
dışında 1 milyar varil petrol çıkarılabilir!”41 durumda imiş.
Sonuç
Balkan Harbi, Ege ve daha sonra Doğu Akdeniz’i de içine alacak
şekilde, Türkiye ile Yunanistan’a bir dizi jeopolitik ihtilafları miras
bırakmıştır. Bu, “Ege’de ve Doğu Akdeniz’de deniz sahalannın
paylaşımı” sorunudur.
Türkiye’nin inisiyatifiyle 2000 yılında Yunanistan’a teklif edilen ve
zaman zaman iki ülke dışişleri bakanlıkları arasında “İstikşafı
Görüşmeler”le devam ettirilen “Ege’de Güven Artırıcı Önlemler”42
girişiminin üzerinden 12 yıl geçmiş olmasına rağmen, Ege’de deniz
sahalarının paylaşımı konusunda ilerleme kaydedildiğine ilişkin
resmi bilgiler mevcut değildir.
Doğu Akdeniz’in deniz yatağındaki petrol ve doğalgazm varlığı
nedeniyle, GKRY’nin Mısır, Lübnan, İsrail ve Suriye ile “deniz yan
hududu” anlaşmaları yapması, 2007 yılı başlarından itibaren Doğu
Akdeniz’deki deniz sahalarının paylaşımı konusunun da potansiyel
bir çatışma sebebi olacağını gösterdi. Nitekim Ağustos 2011’de
GKRY-İsrail ve ABD’nin Noble şirketinin bölgedeki doğalgaz
arama çalışmaları, gerilimi aniden yükseltti.
Yunanistan’ın 2009 yılından beri ekonomik krizle boğuşması ve
mevcut Başbakan Samaras’ın seçim vaatlerinde Ege’deki MEB’in
41 Tâki Berberakis, “Kuzey E ge’den en az 1 milyar varil petrol çıkar”, Milliyet,
28.10.2012.
42 Bu çalışmayı yapan Celalettin Yavuz, “E ge’de Güven Artırıcı Önlemler
Paketi”nin hazırlanma sürecinde (Aralık 1999-Şubat 2000) projenin yöneticisi idi.
67
ekonomiye kazandırılacağım açıklamış olması, Türkiye ile anlaşma
zemini bulunamaması halinde, 1970-1999 dönemini hatırlatan
gerilimlerin yeniden yaşanması olasıdır.
Şundan hiç kuşku duyulmasın ki, mevcut Türk-Yunan “Güven
Arttırıcı Önlemler” paketine rağmen, Yunan tarafı bu konulan
geleceğin
sorumlu insanlanna
öğretmede daha
duyarlı
davranmaktadırlar. Türkiye’de sorumluluk makamlarında oturan
devlet adamlannm da aynı duyarlılığı göstermede tereddüde
düşmemeleri beklenmektedir. Ege ve Doğu Akdeniz’deki deniz
alaka ve menfaatlerimizin tüm devlet adamlarımız, ilgili
akademisyenlerimiz, hukukçularımız ve bu deniz sahalarında harekât
yapan genç deniz subaylanmız tarafından çok iyi bilinmesi,
izlenmesi ve korunması esastır.
68
B a l k a n Sa v a ş l a r in in İn s a n î B o y u t u
Onur Öymen
Emekli Büyükelçi
Balkan Savaşları’mn 100. yıldönümü tarihi daha iyi anlamamız ve
ondan dersler çıkartmamız için bir vesile olabilir. Aslında Osmanlı
İmparatorluğu’nun son 120 yıllık tarihinin içinde Balkan Savaşları
sonun başlangıcı sayılabilir. 18. yüzyıldan başlayan gerileme süreci
üzerinde milyonlarca insanın yaşadığı geniş toprakların kaybedilerek
Osmanlı İmparatorluğu’nun giderek küçülen bir devlet haline
dönüşmesine yol açmıştı. Balkan Savaşları ve onun hemen
sonrasında yaşanan Birinci Dünya Savaşı imparatorluğa son darbeyi
vurmuş ve bu geri gidiş ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün olağanüstü
dehası ile başarıya götürdüğü Kurtuluş Savaşı ile durdurulabilmiştir.
Bu geçen dönem içinde yaşanan savaşlar, sivil halkın maruz kaldığı
katliamlar, hastalıklar ve bütün bunlara bağlı nedenlerle Justin
McCarty’nin değerlendirmesine göre Yunan bağımsızlık savaşından
Kurtuluş Savaşı’nm sonuna kadar Türkiye 5 milyondan fazla insan
kaybetmiştir. Yunan savaşı sırasında Türkiye’nin nüfusu 36
milyondu ve bunun sadece 21 milyonu Müslümanlardan oluşuyordu.
Bunların içinde 6 ila 8 milyonu Arap, 1.5 milyonu Amavut’tu.
Türklerin sayısı yaklaşık 11 milyondan ibaretti. İmparatorlukta 6
milyon Slav, 4 milyon Romen, 2.5 milyon Ermeni ve 2 milyon da
Yunanlı yaşıyordu. Bir Osmanlı milletinden bahsetmek mümkün
değildi. Orada milletler sistemi vardı ve her dinin mensupları ayrı bir
millet sayılıyordu. İşte bu milletler Fransız İhtilali’nin getirdiği
fikirlerden esinlenerek Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir
bağımsızlık mücadelesi başlattılar. Bu savaşlar ve imparatorluğun
başka iç meseleleri ve bu arada kronikleşen fakirlik ve salgın
hastalıklar, Osmanlı yönetimine duyulan tepkiler çok sayıda iç
çatışmayı, savaşı ve büyük felaketleri getirdi. Tanzimat’ın
69
Müslümanlarla gayrimüslimler arasında eşitlik getirmesi belki
yabancıları tatmin etti, imparatorluğun gayrimüslim vatandaşlarına
nispi bir rahatlık getirdi. Ama başta Bosna olmak üzere
imparatorlukta yaşayan bazı Müslüman gruplar diğer din
mensuplarına karşı üstünlüklerini kaybettikleri için bundan
rahatsızlık duydular. Onlar da kendi ulusal kimliklerini geliştirmeye
çalıştılar. 1876 Osmanlı Sırp Savaşı’ndan itibaren çatışmalar, büyük
insan kayıplarına yol açtı. Bu arada büyük devletlerin Türkiye’yi
parçalama politikaları da imparatorluğa karşı ayaklanan grupları
teşvik etti. Örneğin 1876 Osmanlı Sırp Savaşı’nda 700 Rus subayı
Sırpların yamnda yer aldı. Balkanlara yeni bir nizam vermeyi
amaçlayan Berlin Kongresi’nde yalmz toprak itilafları ve yerel güç
dengeleri değil aynı zamanda büyük bir mülteci problemi ile karşı
karşıya bulunduğu anlaşıldı. Bu savaşlar yüz binlerce insanı
yerinden yurdundan etmişti. Çeşitli bölgelerden İstanbul’a göç
edenlerin sayısı 150 bine ulaşmıştı. Bu sırada ortaya çıkan tifüs
salgım ve açlık mültecilerin bir kısmının Edirne’ye geri
gönderilmesine yol açmıştır. Büyük devletler Balkan ülkelerinin
Osmanlı împaratorluğu’na karşı savaşmalarından pek rahatsızlık
duymuyorlardı ama kendileri orada hak, adalet ve barış uğruna
fedakârlıkta bulunmaya hazır değillerdi. Alman birliğinin kurucusu
Bismark 1876 yılının Aralık ayında parlamentoda yaptığı bir
konuşmada “Balkanların tek bir Pomerarıyalı askerin kaval
kemiğine değmeyeceğini” söylüyordu. Bunun tek amacı Almanya’ya
karşı bir ittifakın oluşmasını önlemekti. 1877 Aralık ayında
imzalanan Saint Stefano antlaşması Rusya'nın Balkanlara nüfuz
etmesine olanak sağladı. Berlin Kongresi’nin sonucunda meselelere
kalıcı çözüm bulunamadı ve Türkiye ile Rusya arasında 1877-78
savaşı hemen sonra başladı. Her ülkenin Balkanlarda gözü vardı.
Avusturya Macaristan İmparatorluğu, Bosna Hersek, Sancak ve
Yenipazar’ı ele geçirmek istiyordu. Savaşın sonunda yapılan Berlin
Antlaşması’nda Balkanların haritası yeniden çizildi Makedonya ve
70
Trakya OsmanlIlara bırakılmakla birlikte, Sırbistan, Romanya ve
Karadağ bağımsızlığına kavuştu. Bu ülkelerin hepsi Osmanlı
İmparatorluğu’ndan topraklar elde ettiler. Saint Stefano Antlaşması
Bulgaristan’ı küçültmüş, Bulgaristan topraklarım 176.000 km2’den
96.000 km2’ye düşürmüştü. Evvelce Makedonya’da Slavlar,
Yunanlılar, Ulahlar, Türkler ve Amavutlar aynı köyde uyum içinde
yaşarken şimdi hepsi birbirine düşman olmuştu. Silahlı devrimci
komiteler oluşturuldu.
Bu arada siyasi cinayetler işleniyordu. 1895 yılında Bulgaristan
Başbakanı Stanblov, linç edilerek öldürüldü. Bulgar polisi
Makedonya’da çok sert önlemler aldı. Yine 1895 yılında Atina’da
kurulan Etnik-i Eterya Demeği, birçok çatışmanın kaynağı oldu. Bu
demeğin Yunanistan’ın 56 şehrinde ve ülke dışındaki 83 Yunan
topluluğu içinde şubeleri vardı. Etnik-i Eterya Yunanistan’da devlet
içinde devlet haline gelmişti. Bu demeğin üyelerinin sayısı 2 yıl
içinde 3 bine ulaştı. Aynı zamanda Girit’te ayaklanmalar düzenlendi
ve binlerce Türk katledildi, evlerini hatta adayı terk etmeye zorlandı.
Yunanistan oradaki ayaklanmacılara yalnız silah yardımında
bulunmakla kalmadı, Veliaht Prens Konstantin’in öncülüğünde
adaya asker çıkardı. Büyük devletler Osmanlı’ya baskı yaparak
devletin bu ayaklanmaları bastırmasını engellemeye çalıştılar ve
adaya yerel özerklik, otonomi verilmesini istediler. 1897 yılında
Girit’teki ayaklanmalar ve katliamlar o kadar ileri boyuta ulaştı ki
Osmanlı İmparatorluğu Yunanistan’a savaş ilan etmek zorunda
kaldı. Bu savaşta OsmanlIlar büyük bir başarı kazandılar ve Osmanlı
askerleri Atina’nın yakınına kadar geldiler ancak büyük devletler
yine araya girdi ve OsmanlIların ilerlemesini engelledi. Yunan Kralı
George Girit’e asker çıkarmalarını şöyle savunuyordu, “Ne var
bunda İngilizler Kıbrıs’ı aldılar, Almanlar Slezwigholstein’ı ele
geçirdiler, Avusturya Bosna-Hersek’i almak istiyor. Yunanistan da
gayet tabi Girit’i alacaktır.”
71
Bu arada Balkanlarda savaş hileleri yoluyla büyük cinayetler
işleniyordu. 1897 yılının Kasım ayında Türk askeri kılığına bürünen
bazı haydutlar Makedonya’dan Bulgaristan’a geçerek buradaki bir
Türk Beyi’ni katlettiler. Bunun üzerine Türk valinin emri ile yapılan
aramalarda Üsküp bölgesinde binlerce silah ele geçirildi. Artık
Makedonya’da sivillere yönelik katliamlar mutat hale gelmişti.
Osmanlı hükümeti en çok Bulgaristan’daki ayaklanmalardan kaygı
duyuyordu. Rus Çan 2. Nikola ile Avusturya İmparatoru Franz
Joseph Makedonya konusunda MURSTEG antlaşmasmı imzaladılar.
Buna göre Makedonya’da Osmanlı jandarmasının yanı sıra büyük
devletler tarafından gönderilecek polisler de görev yapacaktı.
Osmanlı bu antlaşmayı kabul etmek zorunda kaldı. Bu arada 1896
yılında Ermeni teröristler İstanbul’da bombalı saldırılarda
bulundular. OsmanlIlardaki iç sorunlar da bölgede başarılı
müdahaleleri
engelliyordu.
1907-8
yıllarında Makedonya
bölgesindeki Osmanlı birlikleri içerisinde 17 ayaklanma olmuştu.
İngiliz Kralı 7. Edvard ile Rus Çarı 2. Nikola’nm görüşmeleri bu
ortamda gelişti. Şimdi hedef Avrupa’nın hasta adamı denen
OsmanlI’yı paylaşmaktı. Bulgaristan bölgede en büyük silahlı güce
sahip olarak topraklarını genişletmek istiyordu. Bütçesinin 1/3’ü
savunmaya gidiyordu. Balkan ülkelerinin orduları batılı devletlerin
verdiği kredilerle silahlandırılıyor, batılı silah firmaları bu konuda
etkin rol oynuyordu. Balkan subayları, Fransız, Alman, Rus ve
İngiliz askeri okullarında eğitiliyordu. İşte Balkan Savaşlarının ve o
savaşlar sırasında yaşanan, milyonlarca insanı etkileyen felaketleri
anlayabilmek için kısaca özetlemeye çalıştığım bu tarihi gerçekleri
hatırlamakta fayda var.
Birinci Balkan Savaşı, 8 Ekim 1912’de küçük Karadağ’ın güçlü
Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açması ile başladı ve sadece 6 hafta
sürdü. İkinci Balkan Savaşı ise Bulgaristan’ın 1913 yılının Haziran
72
ayında Sırbistan’a karşı düzenlediği saldın ile başladı ve yaklaşık 1
ay sürdü. İşte toplam 10 hafta süren bu savaşlar sırasında sivil halk
hariç 200 bin asker hayatını kaybetti. Ayrıca on binlerce kişi de
kolera tifüs ve dizanteriden öldü. Bu savaşlar 170 bin km2’lik bir
alan üzerinde yapıldı. Osmanlılar Trakya’da, Bulgaristan’a karşı 4
ayn cephede savaşmak zorunda kaldılar ayrıca Makedonya
bölgesinde de Bulgarlara, Suplara ve Yunanlılara karşı çarpıştılar.
Kuzey Arnavutluk ve Kosova’da da Sırplara ve Karadağlılara karşı
savaş verdiler. Bu savaşlar, büyük bir imparatorluğun küçük
devletlere karşı yürüttüğü bir savaş sayılabilir miydi? Pek
sayılamazdı. Balkan Savaşlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun
kuvvetleri 12 bini subay olmak üzere, 336 bin kişiydi. 2318 topu ve
388 makineli tüfeği vardı. Trakya bölgesinde OsmanlIlara karşı
savaşan Bulgar kuvvetleri 346 bin askerden oluşuyordu. Osmanlı
ordusunun Bulgaristan ile savaşa tahsis edebildiği kuvvetler ise
Balkanlardaki toplam 346 binin 115 bin kişilik bölümüydü. Yani
Trakya’da çarpışan Bulgar ordusu OsmanlIların 3 misli idi.
Makedonya’daki Osmanlı askerleri ise 200 bin kişiden oluşuyordu
ve onların karşısında 234 bin Sırp, 48 bin Bulgar ve 115 bin Yunan
askeri vardı. Yaklaşık 400 bin asker bulunuyordu. Balkan Savaşları
başladığında Osmanlmın toplam nüfusu 26 milyondu ama bunun
sadece 6.1 milyonu imparatorluğun Avrupa topraklarında yaşıyordu
ve bunlardan sadece 2.3 milyonu Müslümandı.
İşte Balkan Savaşları bu koşullarda yapıldı. Bu savaşlar sırasında
insani açıdan çok büyük felaketler yaşandı. Müslümanların Slavlara
karşı yaptığı eylemler, batı ülkelerinde büyük tepki ve abartılarak
halka duyurulurken, Bulgarların Türklere yaptığı mezalim
görmezlikten gelindi. Savaş esirlerine ve sivillere karşı yapılan bu
insanlık dışı muameleler aslında 20. yüzyılın başında Avrupa'nın
karşılaştığı en büyük felaketlerden biriydi. Savaştan sonra
katliamları incelemek üzere oluşturulan Kameci Komisyonu’nun
73
hazırladığı raporda Yunanlıların hazırladığı bir poster de yer
alıyordu. Bu posterde Bulgar askerlerini bıçaklayan Yunan askerleri
gösteriliyor ve altında “Bunlar İnsan Değildir” yazılıyordu. Aynı
düşünceyi Sırplar da Amavutlara, Bulgarlara v e ' Türklere karşı
benimsiyordu. Esir alman askerlerin çoğu hastalıktan ve açlıktan
öldü. Karadağlılar yakaladıkları Osmanlı askerlerinin burunlarını
keserek bunu bir zafer işareti olarak gösteriyorlardı. Kameci
komisyonundan bir yetkili ile konuşan Karadağ askeri “bu bizim
geleneğimizdir bunu yapmazsak kahramanlığımızı komutanımıza
nasıl ispat edeceğiz” diyordu. Balkan Savaşları 20. yüzyılda ilk defa
askerlerin sivillere bu çapta katliam yaptıkları savaşlar oldu.
Birinci Balkan Savaşı’nda Bulgar ordusundan 14 bin kişi öldürüldü,
50 bin kişi yaralandı, 19 bin kişi de hastalıktan öldü. Bu toplam ordu
mevcudunun %21’i anlamına geliyordu. Daha kısa süren ikinci
savaşta ölen Bulgar askerlerinin sayısı 18 bin, yaralananları 60 bin,
hastalıktan ölenler de 15 bindi. Yunan ordusu 5 binden fazla askerini
kaybetti, 23 bin askeri yaralandı. İkinci Balkan Savaşı’nda da
Yunanlılar 2.500 asker kaybetti, 19 bin asker yaralandı. Her iki
savaşta ölen Sırp askerlerinin sayısı 36.500’dür. 55 bin Sırp askeri
ise yaralandı. Makedonya’daki tek bir çatışmada 12 bin Sırp askeri
ve 17 bin Osmanlı askeri hayatını kaybetti. 45 bin asker esir oldu, 30
bini dağlara kaçtı. Bulgarların Çatalca hattına yönelik saldırıları
sırasında Bulgar ordusu 25 bin kişi, Osmanlılar 45 bin kişi
kaybettiler. İşte savaş böyle büyük bir felaketle sonuçlandı.
Savaşın maliyeti de büyük oldu. Suplar 590 bin Franklık bir bedel
ödediler, Yunanlılar 467 bin Frank, Karadağlılar 100 bin Frank
ödediler. Bulgarlar ise 1 milyon 300 bin Frank ile en büyük bedeli
ödeyenler oldu. Balkan Savaşlarını Birinci Dünya Savaşı, onu da
Kurtuluş Savaşı izledi.
74
Siyasi açıdan bakılacak olursa, İkinci Balkan Savaşı’nm sonunda,
Edirne’yi geri almalarına rağmen Osmanlılar, İmroz ve Bozcaada
hariç bütün Ege Adaları’m ve Balkanlar’daki topraklannm tamamına
yakınını kaybetti. Arnavutluk bağımsız oldu, Türkiye’nin bugünkü
Trakya topraklarının dışında kalan Osmanlı toprakları da Birinci
Dünya Savaşı sonunda kaybedildi. Sevr Antlaşması fiilen Osmanlı
İmparatorluğu’nu bitme noktasına getirdi. Ama Kurtuluş Savaşı
sonrası imzalanan Lozan Antlaşması Türkler için büyük bir zafer
oldu. Zira Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden ülkeler arasında bir tek
Türkler bu antlaşma ile taleplerinin tamamına yakınını elde ettiler ve
daha da önemlisi egemen, eşit ve tam bağımsız bir devlet olma
hakkına kavuştular. Lozan aynı zamanda Balkan Savaşı’ndan
itibaren yaşanan büyük insani dramların sona erdirilmesinde de etkili
oldu. Lozan’a eklenen bir protokolle 1 milyon 200 bin Ortodoks
Hıristiyan Rum Anadolu’dan Yunanistan’a 500 bin Müslüman Türk
de Yunanistan’dan Türkiye’ye mübadele edildi. Sadece İstanbul,
Gökçeada ve Bozcaada’da oturan Rumlarla Batı Trakya’daki Türkler
bu mübadelenin dışında kaldılar. Aslında Anadolu’daki Rumlar
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra kendiliklerinden
Yunanistan’a göç etmeye başlamışlardı. İşte Lozan Antlaşması bu
meseleye köklü bir çözüm getirdi ve orada kurulan karma komisyon
ile yüz binlerce kişi iskân edildi. Lozan sonrasında yer yer bazı
insani dramlar da yaşandı. Özellikle Kavala ve Drahma’da yaşayan
Türkleri göç ettirmek için Yunanlar büyük baskı uyguladılar ve çok
sayıda Türklerin mallarına el koydular. Neticede 10 Haziran 1930
tarihinde imzalanan mübadele antlaşması ile bu meseleler büyük
ölçüde halledildi. Gene de özellikle 1955 yılında Kıbrıs’ta Rumların
Yunanistan ile birleşmeyi amaçlayan ENOSİS hareketinden sonra
Kıbrıs’ta çok sayıda Türkün hayatını ve özgürlüğünü kaybetmesine
yol açmakla kalmadı, Türk & Yunan ilişkilerine de darbe vurdu.
Bugün hala üzüntü ile hatırladığımız 6-7 Eylül olayları soması çok
sayıda Rum vatandaşımız Türkiye’yi terk ederek Yunanistan’a
75
yerleşti. Batı Trakya’da da tahsil veya tedavi için Türkiye’ye gelen
60 bin civarında Türk o zamanki Yunan Vatandaşlık Yasası’nın 19.
maddesi uygulanarak vatandaşlıktan çıkarıldı. 45 bin civarında Türk
de Batı Trakya’nın Bulgaristan sınırına yakın bölgesinde fiilen yasak
bölge denilen bir açık hava hapishanesinde yaşamak zorunda
bırakıldılar.Balkan savaşlarının 100. yılında hatırda kalan bazı acı
olaylar bunlar.
Atatürk’ün cumhuriyetin ilanından sonra “Yurtta Sulh Cihanda
Sulh” ilkesini benimsemesi başta Yunanistan olmak üzere bütün
komşu ülkelerle iyi ilişkiler kurması, Balkan ve Sadabad Paktlarını
imzalaması ve “eğer ülke savunması için yapılmıyorsa savaş bir
cinayettir” demesi yaşanan bu acı tecrübelerin etkisiyle oluşturulan
barışçıl Türk politikasının işaretleridir. Bütün bu gelişmelerden ders
alarak Türkiye 1922 yılından beri 90 yıldır, bölgesinde gerçek
anlamda hiçbir savaşa girmeyen tek ülke olmuştur. Başta Suriye
olmak üzere komşu ülkelerdeki iç çatışmalardan veya bölgedeki
ülkeler arasındaki çatışmalardan uzak durmak bu tecrübelerin
ışığında Türk Dış Politikası’nın vazgeçilmez ilkelerinden biri
olmalıdır.
76
BULGAR BELGELERİNDE BALKAN SAVAŞLARI
Prof. Dimiter Michev
Bulgar Askeri Tarih Komisyonu (Heyeti) Başkanı
Çeviren: Ergenekon Savrun
Öncelikle hepinize Bulgar Askeri Tarih Başkanı sıfatımla
saygılarımı sunmayı bir borç bilirim. Bu aktiviteye katılma şansı
bulmaktan büyük ve derin onur duymaktayız. Bulgarlar ve Türkier
Birinci Dünya Savaşı’nda (1915-1918 yılları arasında) müttefik
olarak hareket ettiler ve kitabımda da bunu belirttim ve bu
konferansta dile getirmek isterim ki, bu konu hakkında da çalışmalar
yaptım. Ancak üç sene öncesinde Balkan Savaşlarında dost değildik
(Bulgarlar ve Türkier), düşmandık. Bildiri metnimde Bulgar
arşivlerinden yararlanarak bu görüşleri (bilgileri) sizlere sunacağım.
Burada İzmir’de ve çevre bölgelerde Balkanlardan gelmiş (göç
etmiş) birçok Türk yaşamaktadır. Ve bu da beni şuna
inandırmaktadır ki; yirminci yüzyılın başındaki Bulgar toplumunun
durumunu daha kolay anlayacaksınız. O zamanlar Türk egemenliği
altında bulunan Makedonya ve Trakya’dan birçok Bulgar göçmen ve
sığınmacı daha iyi bir hayat ve iş için Bulgaristan’a göç etmekteydi.
Bu da ulusu tedirgin yapmakta ve olası bir savaşa kolayca zemin
hazırlamaktaydı.
Bulgarlar, 1912’de genel bir seferberlik ile Türklere karşı savaşa,
coşku ile karıştırılmışlardı. Sayıları 30.000’i bulan Makedonya ve
Trakya’dan gelen Bulgar sığınmacılar askere almıyor, seferberlik
için hazırlanıyorlardı. Bu bölgelerden gelen mültecilerin çoğu
gönüllü olarak orduya katılıyordu. Makedonya ve Trakya’nın büyük
şehirlerinden ve diğer yerlerden insanların sayısı çığ gibi
büyümekteydi ve Bulgar Genel Kurmayı tarafından da telgrafla ve
77
davetle orduya çağırtmaktaydılar. İki gün sonra seferberlikte azalma
oldu, 19 Eylül 1912’de Makedonya-Trakya’nın başkanlık divanı
( Bulgar otoritesi) orduya katılmayanları kardeşlik (kendi saflarına
yardım) uğruna davet ediyorlardı. 5000’den fazla insan içtima için
toplanmıştı. Bölükler askeri eğitim ve savaş olursa form tutmak için
eğitime başlamıştı. İnsanlar birkaç gün içinde ise daha çok üşüşmeye
başlayacaklardı. 1877-1878 Rus-Türk Savaşına (93 Harbi) katılan
gaziler, voyvodolar, çete üyeleri, öğretmenler, öğrenciler ve hatta
din adamları (papazlar) bile akın edecekti. Geniş çapta yabancı
uyruklular bile Bulgar ordusuna katılmak istiyor ve Bulgaristan’ın
özgürlüğüne katkıda bulunmak istiyorlardı; Britanyalılar, Fransızlar,
Çekler, PolonyalIlar, Hırvatlar, Slovaklar ve İtalyanlar. Rusya’da
binlerce gönüllüyü rapor etmişlerdi. Bulgaristan’daki 231 Ermeni
göçmen de gönüllü olmuştu.
Makedon-Ordin devrim hareketlerinde (isyanlarında) göze çarpan iki
önemli aktivist; Albay Alexander Protogerov ve Binbaşı Peter
Drvingov, ordunun başkumandanı Ivan Fichev tarafından Türklere
karşı çete ve gerilla savaşı yapmaları için görevlendirilmişlerdi.
Organize edenler Makedonya ve Trakya’da doğan subayların da
olduğu bir Gerilla Örgütü kurdular. Gönüllü çeteler, Makedonya ve
Doğu Trakya’da askeri operasyona katılmak istiyorlardı (katıldılar
da). Bu düzenlemeler altında Bulgar gönüllü çeteleri Bulgar
bağımsızlığı için ant içmişlerdi. Çetelerin görevleri ise, köprüleri,
tren yollarını, telgraf hatlarını, yiyecek ve cephane depolarına
sabotaj gerçekleştirmek, yollara saldın düzenlemek ve düşmanın
(Türklerin) iletişim ve manevra kabiliyetini imha etmekti. Çete
üyeleri düşmanın izini sürmekteydi, hareketlerini ve güçlerini en
yakın askeri karargâhlanna rapor ediyorlardı. 23 Eylül gibi çeteler
organize olmuş ve Türk sınırlanna yollanmıştı. Bulgar ordusunun ve
bu iyi eğitimli adamlannın başansı o zamanlarda dünya tarafından
övgü toplamıştı. Standford Üniversitesi, Hoover Enstitüsünün
78
arşivlerinde yaptığım çalışmalarım sırasında önemli bir şey ortaya
çıktı. Ordunun kumandanı Makedonya’da Kral Ferdinand’a gizlice
telgraf yollayıp tavsiyede bulunmuştur. Orda şu söyleniyordu; Çete
reisi Yane Sandanski’nin belli bir yerde beklediği ( esas yer gizli
tutuluyordu, belki de düşman hatlarında bir yerde olmalıydı), orda
Kral ile gizli bir toplantı yapmalıydı. Toplantı (buluşma) teknik
nedenlerden ötürü gerçekleşememişti. Bu belge göstermektedir ki,
en güçlü “anti-Bulgar” yanlısı şef (lider) gene Bulgar’dı, birçok kez
birleşik Bulgaristan’a karşı çıkmıştı. Bulgaristan’ın doğru olduğu
yoldan (günden ya da durumunun iyiye gitti günden itibaren) Aralık
1912’de bu görüşe karşı gelmemişti ve ikna olmuştu.
Çeteler düşmanın planlarının üzerine yollandıktan sonra, dikkatler
Makedonya-Ordin muhaberesine dönmüştü. Bitimine kadar
Sofya’da altı çarpışma meydana geldi ve Makedonya ve Trakya’daki
meşhur yerlerin isimleri verildi bu çarpışmalara. Sırasıyla Debre,
Üsküp, Selanik, Bitola, Odrin ve Ohrid. Bunlar Makedon gönüllü
birlikleriydi. Birlikler bir mühendis birliği, bir tedarikçi firma,
lojistik ve bir de ambulans müfrezesi ile güçlendirilmişti. Gönüllüler
çok sıkı bir prosedürden geçmekteydi, çünkü mevcut silah sayısı
gönüllü insan sayısından çok daha azdı.
Diğer 6 taburun haricinde, 7. Kumanova, 8. Koştur, 9. Köprülü,
lO.Pirlepe, 11. Syar, 12. Kırklareli’ne gönüllüler eklendi. Bölükler
hepsinin başında kumandanı ile 3’erli tugaylar halinde 4 ’erli
gruplara ayrıldı. Birlikler alaylı kumandanlar tarafından idare
ediliyordu.1
11 Ekim 1912 tarihli, 31 nolu resmi ordu evrakına göre Albay
Alexander Protogerov 1. ve 3.Bölüğü, Albay Anton Pchelarov ise 2.
Bölüğü kumanda ediyordu. Birlikler bir merkezden yönetiliyordu. 3.
Makedon-Ordin bölüğünde her biri bandocu, bir tedarik kampanyası,
79
ulaştırma, mühendislik ve iş yapma (inşaat- tamir) bölüğüydü. 93
Harbi gazisi olan General Nikola Genev birlikleri kumanda etmek
üzere atanmıştı ve Binbaşı Petr Brvingov ise Kurmay (Yönetici)
Subay olmuştu. Birliklerin toplam gücü 16.470 kişiden
oluşmaktaydı.
Başlangıçta taburlar ve bölükler merkeziieştirilmemişti. İlk bölük
tren yollarını koruyacak ve Türk birliklerinin izini sürecekti. İkinci
bölük Mustafa Paşa’nm Dimotika’da önünü kesecekti. Bu görev
Başıbozuklara karşı ve Dedeağaç’ı geri almak içindi. Bu görev
hayati önem taşımaktaydı çünkü Doğu Trakya tren yolu Türklerin
elindeydi ve Bulgar birliklerine lojistik yardımı kesiyordu ve o
zaman İstanbul’dan önce
açılıyordu ( coğrafî olarak).
Gümülcine’deki Türk kuvvetlerinin direncini kırdıktan sonra, bu
birlikler Makedon-Ordin 3. birliği ile birleşmek üzere Kırcaali’yi
(hattını) yarmaya yollandı. Birkaç sert çarpışmadan sonra 2. ve 3.
birlikler Cafer Paşa’nm birliklerini 15 Kasım 1912’de teslim olmaya
zorladı. 10.000 kişilik birlik, galip gönüllülerden önce- yürüyüşe
geçmişti. Cafer Paşa, General Genev’in huzuruna çıkartılmış ve
kılıcını ona sunmuştur. General kılıcı reddetmiştir, Paşa da bunu
(hareketi) yiğitçe askeri bir gereklilik olarak uygulamıştır.
Gönüllü kolordu Marmara Denizi kıyılarındaki Şarköy’e ulaşmak
için emir aldı ve Şarköy kıyılarına kadar ilerlediler ve burayı olası
bir düşman saldırısına karşı koruyacaklardı. Çarpışma 26 ve 28
Ocak’a (1913) kadar sürdü.
Makedon-Ordinler disiplin ve sabırla cesurca başarı göstermişlerdi.
Şunu anlamışlardı ki ana vatanlarında bağımsızlıklarına
kavuşabileceklerdi. Birinci Balkan Savaşı ’nda Bulgar ordusunun
komutanları Makedon ve Trakya gönüllü birliklerini gösterdikleri
başarılardan ötürü çok övmüşlerdir. 3198 kişi madalya ile
80
ödüllendirilmiştir. Onların bu başansı Bulgar komutam Mihail
Savov tarafından şöyle övülmüştür: Onların Kırcaali, Mastanlı,
Balkantöresi, Saranlı Dedeağaç, Merhamlı, Malgrat ve Şarköy’deki
üstün başarılan göstermektedir ki, Makedonya ve Trakya’daki
kardeşlerimiz bağımsızlığı için açıkça kendilerini feda etmişlerdir.
81
O S M A N L I ’N I N K Ü L T Ü R E L V E S İ Y A S İ
İL İŞ K İL E R İN İN B A T I B A L K A N L A R D A E T K İL E R İ
PhD Professor Cemal Dolocanin1
MsC Senad Ganic2
Doc. dr Emir Corovic3
Çev. Yakup Öztürk (DEÜ, Tarih Böl. Araş.Gör.)
Balkanlardaki karmaşık sosyo-politik ve tarihi ilişkiler yüz
yıllardan beri kendi geçmişinden yansıyıp gelse de birçoklarının da
birleştiği gibi OsmanlI’nın Balkanlardan ayrılmasıyla işler daha da
karmaşık bir hal aldı. Balkan Yarımadası’ndaki bu etki başarılı bir
biçimde devlet eliyle yüzyıllarca özenle hazırlanmış ve tecelli
etmiştir. Ayrıca nüfuz ettiği bölgelerde, her ne kadar terk etse de
etkisi tamamen silinememiş ya da azaltılamamıştır. Böylece bir din
olarak İslamiyet ve Osmanlı’nm etkisi ve ideolojik geçmişi beş
yüzyıl boyunca izi kalmış, bu etki de bölgede halen devam etmiştir.
Bu bağlamda Batı Balkanlarda Osmanlı-İslam medeniyetinin
hukuki, siyasi, ekonomik, sosyal ve daha geniş kültürel etkilerine
değineceğiz. Bilhassa, dinsel olarak bölünmüş milletlerin arasında
var olan ortak benzer problemleri çözmek için Osmanlı
hükümetinin biraz belirsiz tarihi metotları ve yöntemleri şimdi
ortaya çıkıyor. Alçaltıcı bir haksız (siyasi) kazanç ima edildiğinde
Batı Balkanlar birbirine bağlı tarihi sayısız savaşların ve
çatışmaların bölgesi olmuştur. Komünist devir dönemini
tamamladığında Doğu Avrupa, Batı Avrupa?nın çok gerisindeydi
ve Doğu Avrupa ulusları kendi tarihlerine (özlerine) dönmeyi takip
1 Rector o f the State University in Novi Pazar, [email protected]
2 Assistant o f the State University in N ovi Pazar, [email protected]
3 Doçent o f the State University in N ovi Pazar, [email protected]
82
etti, bu da kendi özlerine, etnik kökenlerine, biçimlerine inmeye
ilham verdi. Bu milli romantizm Doğu Avrupa’da yayıldı ve kısa
bir zaman diliminde başarılı biçimde (büyüdü) gelişti, ancak
bölgede sancısız geçemezdi bu süreç, etnik çok kültürlülükten bu
yana sadece burada etnik unsurlar açıkça tanımlanmıyordu ancak
(ulusal etnikçilik) yeni ulusların yaratılması yıllardır bastırılmıştı.
Yugoslav projesi böyle bir Yugoslav milleti yaratılış projesiydi. Bu
anlamda Batı Balkanlar aydınlatıcı bir örnektir. Bir yüzyıl Doğu ve
Batı Roma İmparatorluğu’nun bu bölgedeki ayrımı dinsel bir
parselasyon (bölünme) da beraberinde getirmiştir, özellikle de çok
nüfuslu Güney Slovenya’da. Bu çizgide dinsel ayrışma ya Katolik
Vatikan tarafından ya da Ortodoks İstanbul (Konstantinapol)
tarafından etkisini gösterdi. Kiliseler tarafından aforoz edilip
atılmış ve bölünmüş inananlarla doluydu etraf ve bundan (politik
anlamda) kazanç zirve yapmıştı. Bu nedenle aforoz kilisenin
dogmatik bir ayrımı olmakla kalmadı, milletlerin arasında devam
edecek olan derin nefretin ve manipülasyonlann da sebebi oldu ve
bilinçli kabul ettirme (baskı) kalıcı sorunlara neden oldu.
On beşinci yüzyılda Türklerin bölgeye gelmesiyle bölge ikisinin
(İslamiyet ve Hıristiyanlık) oluyordu. Bu olay Hıristiyan milletleri
bir araya getirecekti ya da yeni bir dinle beraber yaşayacaktı,
bunlardan farklı olan din zaten bölgede kurulmuştu. Eğer tekrardan
göz önüne alırsak, bu özellikle de o zaman Balkanlarda Boşnak
Kilisesini güçlendirmişti, bu birbirine karışan farklı dinin etkisi
Avrupa’ya doğudan gelmişti. İkinci bir şey daha meydana geldi, on
dördüncü yüzyılda OsmanlI’nın bölgeye gelmesiyle ama esas on
beşinci yüzyılda, İslam Avrupa’nın yeni dini oldu ve bu Avrupa’yı
sosyal ve kültürel anlamda sonsuza dek değiştirecekti. Bununla
birlikte günümüze taşman konu ise: Osmanlı İmparatorluğu
Avrupa'da genel sosyal akımları ne derecede etkilemiştir? Yani bu
parçaların birine ya da önemli olanına ya da bu etkilerin pozitif-
83
negatif olup olmadığına? Bu sorulara cevap vermeyi takip eden
sayfalarda deneyeceğiz.
Balkanlarda Osmanlı Mirası
Devasa amtlar ve kutsal ve dini yapılar, camiler, büyük insanların
ebedi istirahat ettikleri nefes kesen türbeler, sayısız dini medreseler
(okullar), kütüphaneler, vakıflar, halk hamamları, Türk hamamları,
muhteşem köprüler, bugün bile güzellikleri ve mistik havaları
yazarların büyük eserlerine ilham kaynağı olmaktadır. Tarih
konuşan bütün bu şeyler ne silinebilir ne de silinmelidir. Bununla
birlikte bu anıtlar sadece bölgede var olan medeniyetten
bahsetmemekte ancak kaybolanlar da mevcuttur. Onların varlıkları
Balkanların bazı bölgelerinde halen bugün bile kıskançlıkla
tutulmakta ve üzerine titrenmektedir ve Osmanlı tarafından
getirilen ve değer verilen gelenekler, Türklerin bölgeden
çekilmesinden sonra da milletlerin kökeninde halen devam etti.
İslam’a şevkle ve kitleler halinde giren (bazı Balkan) milletlerin
kendi kimlik taslağında (benliğinde) bu gelenekler ön plandadır.
Bu özellikle Boşnak nüfus için karakteristik bir özelliktir ve İslam
egemen din halindedir. Bu nedenle, Balkan Savaşları Türklerin
bölgeden ayrılışı anlamına gelir ancak Müslümanların bu bölgeyi
terk etmesi anlamına gelemez. Bölgede ikamet eden Müslüman
nüfus inkâr edilemez ve talepleri küçük ama istikrarlı
uygulanmıştır ancak halen geçmişten bu yana büyük ve güçlü
imparatorluklar tarafından bölünen zayıf ülkelerdir. Sırp
hanedanından Karadjordjevic’in Birleşik Güney Slovenyalılar
Krallığı üzerinde, Türkiye’nin Batı Balkanlar üzerinde bıraktığı
İslami gelenekler ve kültürel ekinin dercesine bakmak gerekir. Bu
yönden, Müslüman vatandaşlar krallığa kabul edildi, eğer onlar
arzu ederse, aileleri ve miras ilişkileri Şeriat Kurallarına göre
düzenlenebilirdi, o dönemde devlet onları laik bir kanunla eşit
84
biçimde desteklemiştir. Müslümanlar için Şeriat kanunları, Atatürk
reformları tarafından Türkiye’de 1920’lerde kaldırıldığında,
Yugoslav Krallığında 1945’e kadar devam etmiştir. Bu
vatandaşların birlikte yaşama görüngü tarzı ve dinsel eşitliğin
korunması ve Yugoslavya Krallığı tarafından tanınması ve
geçmişte birkaç yüzyıl Türk egemenliğinin bu topraklardaki
varlığı, yeni krallığı bu gerçeği kabul etmeye zorladı.
Vidovdanski ve Oktorisani Anayasaları Müslümanlann Şeriat
Mahkemelerinin ve Şeriat Hâkimlerinin aile, miras konularındaki
yasalarının
üzerine
kuruldu
(yerine
geçti).
Böylece
Vidovdanski’nin Anayasasının 103. Maddesi, 3. Paragrafı şöyle
der: “ Müslümanlann aile ve miras ilişkilerinde, devlet şeriat
kurallarıyla hüküm vermeli”. Oktroisani’nin Anayasasının 104.
Maddesi, 4. Paragrafı da bundan biraz farklı bir formattadır ve
şunu der: “ Müslümanların aile ve miras ilişkilerinde, şeriat
mahkemeleri karar vermeli”. Böylece Oktroisani Anayasası şeriat
hâkimleri üzerine konuşurken, Vidovdanski Anayasası şeriat
mahkemeleri üzerine konuşuyordu ve onlan devlet mahkemeleri
olarak görüyordu. Her halükarda, şeriat hâkimleri dini kâtip
konumunda değildi ancak onlar dini kurallara göre hüküm veren
devletin resmi hâkimleriydiler. Onlar devletin organlarını temsil
ettiklerinden bu yana, şeriat mahkemeleri kararları Majesteleri Kral
adına veriyordu. Bununla birlikte kanunda şu da saptanmıştı; eğer
dini bir konuda önemli bir mesele olduğu takdirde yüksek şeriat
mahkemeleri, önde gelen dini liderlere (ulemaya) fikir sorabilirdi.
Örgütsel açıdan, şeriat mahkemeleri ayrı bir organı temsil
etmiyordu, özel mahkemelerdi ancak bölge mahkemelerinin özel
bölümlerine bağlıydı yani unvan mahkemeleriydi. Şeriat
hâkimlerinin (kurallarının) eğitimlerinin ihtiyacı için, Belgrat’ta
Hukuk Fakültesi kurulurken, Saray Bosna’da bir şeriat okulu vardı.
85
îslami unsurlara olan bu saygı, Yugoslavya Krallığındaki haklan
ve hatta sonralan komünistlerin döneminde, Sosyalist
Yugoslavya’da da görüldü. Karşı taraftan, sivil ve laik yasal sistem
özellikle de farklı dinlere mensup nüfusun buluştuğu bölgede
istikrarı ve refahı garanti eden tek sistemdi. Yine de birkaç yüz yıl
önce Balkanlarda ki Osmanlı varlığını pozitif şekilde
sonuçlandırabilir miyiz? Bu soruya takip eden bölümde cevap
vermeye çalışacağız.
Bir Pozitif Paradigma Olarak Batı Balkanlar (Sonuç Yerine)
Tarihsel miras bakımından bölge karmaşık bir yer olarak bilinir.
İkinci Dünya Savaşı’mn vahşi izlerinin ve Birinci Dünya Savaşı’na
sebep olan suikast olayının, Arşidük Franc Ferdinand’dm
suikastçısının bölgesidir, hatta kardeşin kardeşe karşı olduğu
geçtiğimiz yüz yılın doksanlarında yaşanan vahşetin yeridir. Batı
Balkanlar günümüzde sayısız kişinin gözünde negatif bir yer
(paradigma) olarak tanımlanır. Bununla birlikte Balkanlardaki
uluslar, birçok farklı dine, kültüre ve ortak Balkan kimliğine karşı
ve bütün bu zorluklara rağmen, başarılı olmuştur ve bugün de
olmaktadır. Halen özgürce var olan bütün farklılıklara rağmen,
Balkan ulusları hiçbir zaman Avrupalı kimliklerini reddetmemiştir.
Öyle görünüyor ki Avrupa bunu gerçekten de uygun bir biçimde
anlamadı belki de birçok Balkanlı buna gizlenmiş sayısız sorunu
cevap olarak verebilir ve sayısız haklı ve haksız korkularla bugün
bile yüzleşmektedir. Arap ve diğer İslam ülkelerinden Avrupa’ya
olan aşın göçün her zamankinden daha fazla olması İslam-fobiyi
oluşturdu. Bunun ( İslam-fobinin) uygun bir şekilde önlenmemesi,
Avrupa tarafından sunulan görkemli sivil demokrasiyi tehdit
ediyor. Bu korku günümüzde her zamankinden daha fazla bir
biçimde gözle görülür hale geldi ama Türkiye’nin Avrupa birliğine
girme isteğinden sonra tespit edilebilir hale geldi. Mustafa Kemal
86
Atatürk, Rus Kralı Büyük Peter gibi Asya çevresini ikinci plana
koyarak, sosyal cumhuriyet ve demokratik çok partili sistemini
kurmasıyla Türk ülkesini Avrupa Ülkesine (bölgesine) bağlamayı
denedi. Bunun yanı sıra, yirmi birinci yüzyılın başlarında
Türkiye’nin hızlı ekonomik yükselişi 2002’den 2007’ye yıllık % 6
oldu. Türkiye bu gücüyle Avrupa birleşimi (entegrasyonu)
üzerinde tehdit oluşturdu ama Avrupa’nın cahil kesimi bunu çok
kültürlülük yani çok dinlilik olarak gördü. Bir ihtimal Türkiye’nin
farklı yüzyıllarda Balkanlardaki varlığı, Müslüman ve Hıristiyan
birlikteliğinin mümkün olduğu büyük bir ders olarak
sonuçlandırılabilirdi. Ünlü Bosnalı yazarın “Bosna ve Boşnaklar
için İslam hiç tartışmasız en büyük etnik kimlik tanımlamasıdır.
Yani AvrupalIların esas kategorik cihazımn Helenistik olduğu
gibi” sözüdür. Orta Avrupa’da da AvrupalIların bir sözü vardır;
“Onlar da AvrupalIdır ve birkaç yüzyıldır Türk saltanatı altında
İslam’ı kabul ettiler, ya da onlar Müslümandır”. Bütün tartışmalara
rağmen Türklerin Balkanlardaki bu varlığı önemli pozitif bir
derstir. Balkan ulusları Avrupa’da Hıristiyanlığın ve İslam’ın
ülkenin birçok yerinde kardeşçe yaşayabileceğini tecrübe ettiler.
Ve bu sadece bir sürdürülebilirliğin ilişkisi değildi ancak bu barışın
ve aktif bir biçimde birlikte yaşamanın ürünüydü. Maalesef bazen
Balkan milletlerindeki çoğunluğun karşı kesintisi olmuştur ve her
zaman devam eden bir (çözüm) model bulunmuştur.
87
XIX. YÜZYILDA OSMANLI İM PARATORLUĞUNUN
ULUSLARARASI SİSTEMİN BAŞAT AKTÖRLERİYLE
İLİŞKİLERİNDE BALKANLARIN ÖNEMİ
Doç. Dr. Ali Faik Demir
Galatasaray Üniversitesi
GİRİŞ:
XIX. yüzyıl uluslararası sistemde büyük değişimlerin yaşandığı,
aktörlerin çeşitlendiği, çatışmaların ve rekabetin arttığı bir
dönemdir. Balkanlar, Büyük Savaş ya da bilinen adıyla I. Dünya
Savaşı’na giden süreçte büyük aktörlerin çıkarlarının çatıştığı en
önemli bölgelerden biri olmuş ve savaş burada patlak vermiştir.
Uluslararası sistem ya da aktörler için Avrupa’nın doğusunu
teşkil eden ve sınırda Türk, Müslüman ve Avrupa’nın kadim
parçası görülmeyen büyük bir devletin bulunması, yüzyıllar
boyunca bir tehdit ve korku nedeni teşkil etmiştir. Balkanlar diye
adlandırılan coğrafi alanın Avrupa olduğu hiç akıldan
çıkarılmamalıdır.
AvrupalIların, Avrupa’nın doğu bölümüne önem vermelerine
paralel olarak Osmanlı için de imparatorluğun uç bölgesi ve batı
sınırını teşkil eden Balkanlar, OsmanlI’nın gücünü ve uluslararası
sistemdeki ağırlığını gösteren bir bölge olmuştur. Kısaca
Balkanlar, Batı ile Doğu’nun sınırı haline gelmiştir. Bu bölgeyi
ele geçiren kesin galibiyetini ilan edecektir. Viyana Kuşatması’na
kadar Osmanlı bu bölgede adım adım ilerlemiş ve Balkanları da
aşarak Avrupa’nın içine girmeye başlamıştır. İlerlemede gelinen
son nokta, gerilemenin de ilk adımını ifade etmiştir.
88
Balkanlar dendiği zaman kuşkusuz Batılı birçok faktör ve aktörün
dönem dönem değişen şekilde ağırlık kazandığı görülmektedir.
Din faktörü uzun zaman en belirleyici faktörlerden birisi
olmuştur. Dinin etkili olduğu dönemde, aktör olarak prenslikler,
krallıklar da aynı şekilde bölgede hâkim güçleri teşkil etmişlerdir.
Daha sonra Avrupa’nın içinde de önemi olan büyük devletler
Balkanlar’ı kontrol etmeye çalışmışlardır. Milliyetçilik rüzgârı ilk
olarak bu bölgeyi etkilemiş ve imparatorlukların güçlerini
korumaya sağladıkları bu alanda büyük depremler yaratmıştır.
Halklar, milletlere, milletler devletlere dönüşmeye başlamışlardır.
Uluslararası sistemin büyük aktörleri, bölgede artık hükümranlık
kurmak yerine müttefikler aramaya başlamışlardır. Her büyük
devletin farklı unsurları kullanarak yanında tuttuğu bölge ülkeleri
arasında savaş çıkarmak gün geçtikçe daha kolay hale gelir
olmuştur. Balkanlar, eskiyle yeninin bir arada yaşadığı, farklı
halkların, dillerin, dinlerin ve yaşamların bulunduğu çok kırılgan
bir alana dönüşmüştür. Balkan tarihçileri, bölgenin taşıdığı riski
ve önemli konumu tanımlamak için “barut fıçısı” deyimini
kullanmışlardır.
Barut Fıçısına dönüşen Balkanlar’daki dengeler nasıl oluşmuştur?
XIX. yüzyılda Balkanlar’daki güç dengesi nasıl değişmiştir?
Osmanlı burada nasıl bir tavır izlemiştir ve son olarak
OsmanlI’nın Batı ile ilişkilerinde Balkanlar nasıl bir konumda
olmuştur?
I-XIX. Yüzyılda Balkanlarda Değişim ve Denge:
XIX. yüzyılda Balkan coğrafyasında yaşanan gelişmeler,
bölge halkları, hem Osmanlı, hem bölgeye komşu devletler,
de sistemin başat güçleri açısından kayda değer öneme
olmuştur. I. Dünya Savaşı’nm bile fitilinin yakıldığı yer
89
hem
hem
haiz
olan
Balkan coğrafyasındaki denge ya
dengelerini de hızla etkilemiştir.
da
dengesizlik,
dünya
XIX. yüzyılda Balkanlar’da yaşanan temel dönüm noktalan
dendiğinde ilk aşamada Napolyon ve yarattığı deprem akla
gelmektedir. Ardından 1815 Viyana Kongresi sistem ve dengeler
açısından son derece önemlidir. Yunan isyanı ile Osmanlı ciddi
bir şok yaşamış ve Batı, OsmanlI’nın kalbine bir ok saplamıştır.
Yunan isyanının artçısı Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nm isyanı
olmuştur. Doğal olarak Avrupa’nın ortasında ve tüm başat
güçlerin katıldığı Kırım Savaşı birçok açıdan Avrupa tarihinin
dönüm noktalarından birini teşkil etmiştir. XIX. yüzyıl açısından
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı Balkanlardaki son durumun ve
dengelerin belirlenmesinde bir milattır. Bu oluşan yeni denge,
Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı’na kadar uzanacak dönemin
başlangıcıdır.
Bu dönüm noktalarını detaylandırmak gerekirse, Viyana
Kuşatması Osmanlı’mn Avrupa içlerine gidebildiği son nokta
ama aynı zamanda gerilemenin de ilk noktası olmuştur. 1699
Karlofça Antlaşması Osmanlı ve tabi rakipleri açısından bir başka
dönüm noktasını teşkil etmiştir. Osmanlı kısmen geri çekilir ve
söz konusu coğrafyada etkisini ve prestijini kaybederken, başta
Rusya olmak üzere farklı aktörler bu boşluğu doldurmaya
çalışmaktadırlar.1
Bu yüzyılın en önemli akımı kuşkusuz milliyetçilik
hareketleridir. Fransız Devrimi’nin yansımaları hızla Balkanlar’a
yansımış ve bir imparatorluk olmanın kırılgan yönü ortaya
çıkmıştır. Bölge halkları ve özellikle entelektüelleri milliyetçilik
1 Halil İnalcık, OsmanlIlar Fütuhat, İmparatorluk, Avrupa ile İlişkiler, Timaş
Yayınları, İstanbul, 2010, ss.218-233.
90
ı
politikalarıyla ilgilenmişler ve bu doğrultuda faaliyete
geçmişlerdir. Ayrıca Batılı devletler de bu görüşü destekleyecek
maiyette katkılarda bulunmuşlardır. Bölgede milliyetçilik
tohumlan ilk olarak Suplar ve Yunanlar arasında atılmıştır. Bu
halklar arasında başlayan hareketlenme daha sonra bölgedeki tüm
halklara yansımıştır. XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde ulusçu bir
patlamanın ardından önce özerklik sonra da bağımsızlık yönünde
bir hareketlenme gerçekleşmiştir. Bu hareketlenmenin ardında üç
unsura dikkat çekmek yerinde olacaktır. 1- Burjuva sınıfının
gelişmesi ve ulusçu bir edebiyat ve kültürün oluşması, 2- XVIII.
yüzyılda doruğuna ulaşan âdemi merkezileşme süreci, 3- Avrupa
müdahalesi.2
Bölgede başlatılan bağımsızlık hareketi kuşkusuz sadece Osmanlı
için bir tehdit olmanın ötesinde imparatorlukların tümüne yönelik
bir tehdit de oluşturmuştur. Osmanlı’yı korumak ve sistemin
içinde tutmak XIX. yüzyılın başında büyük aktörlerin de çıkarına
gözükmüştür. Bu dönemin başında Napolyon Artması çok etkili
olmuş, XIX. yüzyıldaki Ostoanlı-Batı-Balkanlar üçgeni dendiği
zaman, kuşkusuz Fransa'nın Ortadoğu politikaları ve Mısır seferi
ön plana çıkmıştır. Bu doğrultuda Osmanlı Fransa ilişkilerindeki
bu köklü değişim OsmanlI’nın büyük güçler ve Balkanlardaki
tutum ve dengelerine de yansımıştır. Fransa’nın bu somut
adımlarının yanında milliyetçilik akımları da eşanlı olarak
Balkanlar’da güçlenmeye başlamıştır. Bu çerçevede en ön planda
yer alanlar da Sırp ve Yunan milliyetçiliği olmuştur.
Napolyon’un politikaları tüm Avrupa’yı kökten sarsmış, Osmanlı
da dolayısıyla birçok açıdan bu hızlı ve şiddetli olaylardan
2 Sina Akşin, “Fransız İhtilali’nin II. Meşrutiyet Öncesi Osmanlı D evleti
Üzerindeki Etkileri Üzerine Bazı Görüşler”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi,
Sayı:3, Cilt:49, s.25.
91
etkilenmiştir. Napolyon açık bir ifadeyle Avrupa dengelerini
bozmuş, Fransa’yı en büyük güç yapmıştır. Büyük güçler
arasındaki dengenin bozulması Avrupa’da eski düzene yeniden
dönülmesi için işbirliğini zorunlu kılmıştır. Napolyon’un Avrupa
içinde bozduğu dengeler, 1815 Viyana Kongresi ile yeniden
kurulmaya çalışılmış ve bu dengeler içinde varlığını sürdürmesi
gerektiği düşünülen Osmanlı da bulunmuştur.3
Viyana Kongresi ile ortaya atılan “Avrupa Uyumu” politikası
dengelerin sürmesi ve sistem içinden bir aktörün çıkmasının tüm
sisteme vereceği zararı hesaba katarak oluşturulmuştur.
OsmanlI’nın Avrupa’nın bir parçası kalması gerekmektedir.
Viyana Kongresi’nden kısa bir süre sonra patlak verecek Yunan
isyanı, Osmanlı-Batı-Balkanlar üçgeni açısından bir başka dönüm
noktası olacaktır. Yunan isyanında dönemin büyük güçleri yer
alacak ve Avrupa kamuoyunda bu konu geniş yer bulacaktır.
1829 Yunan bağımsızlığı, Osmanlı’mn Balkan topraklarında
üstelik merkezin çok yakınında bir toprağın kaybedilmesi son
derece radikal gelişmedir. Devlet içinde Müslümanlardan sonra
en ayrıcalıklı gruplardan Rumların politika değişikliğinin
yarattığı infial, ordunun yenilenmesine rağmen askeri anlamda
yaşanan hezimetler, OsmanlI’nın içinde Kavalalı Mehmet Ali
Paşa’nm bir sorun, tehdit hatta yeni hanedan adayı yaratması
neden Doğu Sorunu dendiğinin açık göstergeleridir.
Doğu Sorunu tanımlamasını ilk olarak Mettemich 1821-1829
Yunan isyanı için kullanmıştır. Diplomasi üzerine yapılan
çalışmalardaysa, bu tanımlama, büyük güçlerin Osmanlı’nm
3 Biancamaria Fontana, “N apolyon İmparatorluğu ve Ulusların Avrupa’sı”,
Avrupa Fikri, Der:Anthony Pagden, Çev: Rahmi Öğdül ve M esut Varlık,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2010, ss.136-149.
92
güneydoğu Avrupa topraklarını paylaşma süreci şeklinde
açıklanmıştır.4 Doğu Sorunu şeklinde tanımlanmaya başlanan
Osmanlı ile ilişkiler, artık büyük güçlerin Osmanlı yaşasın mı
yaşamasın mı, parçalansın mı yoksa parçalanmasın mı, topraklar
nasıl paylaşılsın sorularına değişen şekillerde sürmeye
başlamıştır.5
Doğu Sorunu olarak adlandırılan dönemde büyük güçler,
Balkanlar’daki milliyetçilik rüzgarını kendi lehlerine çevirmek
için mücadeleye girmişlerdir. Bunlardan biri de Bulgaristan’da
yaşanmıştır. Rusya’ya yakın, Slav ve Ortodoks olan Bulgarlara
yönelik Fransızların 1840-1861 arasında Katoliklik üzerinden
etki yapma çabaları olmuş ancak başarısızlıkla sonuçlanmıştır.6
İngiltere ve Rusya ilişkileri bu dönemde Balkan coğrafyası için
çok önemli olmuştur. Rus Çarı I. Nikola’mn en büyük hedefi
Boğazlan kontrol edebilmek ve bu şekilde sıcak denizlere
inebilmektir. Bu hayaline yönelik iki defa Ingiltere ile temaslarda
bulunmuştur. İlk olarak 1844’te İngiltere ziyareti sırasında Çar
Osmanlı’nm hasta adam olduğunu dile getirmiş ve sonradan
kavga çıkmaması için önceden paylaşım fikrini önermiştir. İkinci
olarak da Kırım Savaşı öncesinde St. Petersburg’da İngiliz
elçisine aynı fikri söylemiştir.
4 Loannis Loucas, “La question de l ’Orient et la geopolitique de
l ’espaceeuropeen du sud-est” Guerres mondiales et conflits contemporains,
N o :2 1 7 ,2005, s.17.
5 Mehmet Kocaoğlu, “Kavalalı Mehmet Ali
dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1152/13547 .pdf
Paşa
İsyam (1831-1841)”,
6 Pierre Voillery, “U n aspect de la rivalite franco-russe au X X e side: les
Bulgares”, Cahiers du monde russe et sovietique, Vol:21, N o ;l, janvier-mars
1980, ss.31-47.
93
Yunan bağımsızlık hareketinden sonra hem sistem, hem başat
güçler, hem Osmanlı hem de Rusya’nın ilgilendiği sorun Kırım
Savaşı olmuştur. Bu savaş, ciddi anlamda bir Avrupa savaşı
haline gelmiştir. Osmanlı Rusya savaşı kısa sürede Rusya ve
Avrupa savaşı haline gelmiştir. Balkanlar bu savaşm en önemli
sahnesi olmuştur. Kırım Savaşı kadar bu savaşı bitiren Paris Barış
Antlaşması da son derece önemli görülmüştür.
Dönemin başat gücü Kraliçe Viktorya’nm İngiltere’sidir. Bu
dönemde Liberal-Muhafazakâr farkı ya da politik yaklaşımları
Osmanlı açısından kayda değer konumda olmuştur. Özellikle
yüzyılın son dönemlerinde Liberal Başbakan Gladstone yönetimi
Osmanlı’nm parçalanması konusunda en etkili adımları atmıştır.7
Ardından III. Napolyon yönetimindeki Fransa gelmektedir.
Rusya ise bu iki gücü takip etmektedir. Kara ordusu güçlerden
söz etmek gerekirse, Fransa dönemin en büyük kara ordusuna
sahiptir. Bu orduyu, Rus ve Osmanlı ordusu izlemektedir.8
Donanma açısından bakıldığındaysa İngiltere, ABD, Fransa ve
Rusya şeklinde sıralanmıştır. İngiltere, sadece askeri değil aynı
zamanda ticaret filosunda da açık ara ilk sıradadır.9
Fransa’da 1848’de uzun süredir yaşanan gerginliklerin ardından
Kral Louis-Philippe yönetimi sona ermiş, cumhuriyet ilan
edilmiştir. 1848’de yapılan seçimlerden Napolyon’un yeğeni
Louis Napolyon galip çıkmış ve 1852’de III. Napolyon adıyla
imparator olmuştur. Bu dönemde İngiltere’de 64 yıldır hüküm
7 http://www.numberlO.gov.uk/Nstorv-and-tom/past-prime-ministers/
8 Yılmaz Öztuna, Başlangıcından Zamanımıza Kadar Türkiye Tarihi X IXyyX X .yy, Cilt: 12, Hayat Kitapları, İstanbul, 1967, s.8.
9 Durmuş Akalın, Cemil Çelik, “XIX. Yüzyılda D oğu A kdeniz’de İngilizFransız Rekabeti ve Osmanlı D evleti”, Turkish Studies - International Periodical
For The Languages, Literatüre and History o f Turkish or Turkic, Volüm e 7/3,
Summer 2012, ss. 27-28.
94
süren Kraliçe Viktorya bulunmaktadır. Dışişleri
Palmerston da öne çıkan ve etkili bir figür olmuştur.
Bakanı
Rusya’ya gelince, yüzyılın başında I. Alexandre ardından I.
Nikola Çar olmuşlardır. Kırım Savaşı sırasında II, Alexandre
başa geçmiş, yüzyılın sonunda da III. Alexandre Rusya’ya
hükmetmiştir. Son derece otoriter bir kişiliğe sahip olan Çar I.
Nikola, 30 yıl süren saltanatı boyunca Batı ile bağlarını
zayıflatmıştır. Rusya, Finlandiya’yı İsveç’ten almış, Lehistan’ı
ele geçirmiş, Kırım, Kuban ve Beserabya’yı OsmanlI’dan
koparmış, Eflak ve Boğdan soranlarında söz sahibi olmuş ve
nihayet Kafkasya’yı ele geçirmiştir.101
XIX.
yüzyılda
Avrupa’daki
milliyetçilik
akımlarından
Avusturya-Macaristan da son derece etkilenmiştir. Güçlü
başbakan Mettemich ülkeden kaçmış, İmparator Ferdinand yerini
terk etmek zorunda kalmış ve İmparatorluğa François Joseph
geçmiştir. Macaristan, Bohemya ihtilalleri patlak vermiş, İtalyan
şehir devletleri ayrılmak istemiştir. Bu büyük krizler, Rusya’nın
büyük desteği ile atlatılabilmiştir. Özellikle Macaristan’ın
bağımsızlığı Osmanlı-Avusturya ilişkilerini bozmuştu. Krize taraf
olabilecek gücü olmayan Osmanlı, başta Prens Kossuth olmak
üzere Macarlara kapılarını açınca gerginlik yaşanmıştır.n
Avrupa’da yaşanan 1848 devrimleri Osmanlı açısından bazı
olumlu yansımalar da yaratmıştır. Avrupa’da yaşanan
devrimlerden sonra birçok sığınmacının Osmanlı’ya gitmeleri,
Avusturya ve Rusya’yı kuşkulandırırken, İngiltere ve Fransa bu
yaklaşımı takdirle karşılamıştır.
10 M ufassal Osmanlı Tarihi, Cilt: V I., Güven Y aym evi, İstanbul, 1963, ss.30013006.
11 M ufassal Osmanlı Tarihi, Cilt: V I., Güven Y aym evi, İstanbul, 1963, ss.30063008.
95
XIX. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde özellikle Avrupa
dengelerinde büyük ve önemli değişimler yaşanmıştır. Özellikle
Almanya ve İtalya’nın geldiği konumlar son derece önemli
olmuştur. Bismark’m Almanyası’nm denge politikası ve
OsmanlI’ya mesafeli yaklaşımı II. Wilhelm ile birlikte ciddi bir
değişim göstermiştir. Almanlar dış politikada Osmanlı için yeni
fırsatları getirirken, İngiltere’de Liberallerin iktidara gelmeleri
Osmanlı açısından dış politikada bir sayfanın kapanması
anlamına gelmiştir. Rusya ise Osmanlı’ya yönelik politikalarında
eski çizgisini ve tavrını sürdürmüştür.12
Son olarak Balkan dengeleri açısından 1877-1878 Savaşı çok
önemli bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Balkan iç
dengelerindeki bozukluklarla başlayan, sonra Rus-Osmanlı
Savaşı’na dönüşen, ardından Batı’nm devreye girmek zorunda
kaldığı ve savaşın sonundaki anlaşmalarla OsmanlI’nın
Balkanlar’daki vadesinin bitmek üzere olduğunun görüldüğü bir
süreç yaşanmıştır.
XIX. yüzyıldaki Balkan dengeleri belki de Osmanlı’nm genel dış
politikasının sınandığı ve karnesinin verildiği yerdir. Doğu değil
Batı OsmanlI’nın başarısızlığının göstergesidir. İç politik sorunlar
Balkanlar’ı etkilerken Balkanlar’da ters giden konularda Osmanlı
yönetimini belirler hale gelmiştir. Osmanlı’nm son yıllarındaki
tek belirleyici Partinin yani İttihat ve Terakki’nin Balkan kökeni
ve bağılığı göz ardı edilmemelidir.
12 Oral Sander, Siyasi Tarih İlk Çağlardan 1918’e, İmge Yayınları, Ankara,
1989, ss.2 19-222.
96
Il-Osmanlı'nın Balkanlardaki Varlığı
Balkanlar, OsmanlI’nın genel dış politikasında her zaman
öncelikli bir bölge olmuştur. Avrupa devletleriyle mücadele, her
aşamada başarımn ve gücün elde tutulmasının ifadesi şeklinde
değerlendirilmiştir. Batı seferleri aynı zamanda doğudaki
devletler düzeyindeki prestiji de arttırmıştır. Batıklarca bir doğu
devleti olarak görülen OsmanlI’nın yaklaşık 500 yıl boyunca
Avrupa’da yaşaması ve bu coğrafyanın dinamiklerini belirlediği
unutulmamalıdır. Balkanlar, Avrupa’da Doğu ve Batının birlikte
yaşayabileceğinin güzel bir göstergesi olmuştur. Osmanlı tarihçisi
Halil İnalcık,
Balkanlar’m
330’da Konstantinopolis’in
kuruluşundan 1919’a kadar kesintisiz 1600 yıl iki büyük
imparatorluğun yani Doğu Roma ve Osmanlı egemenliğinde
Anadolu ile birlikte yönetildiğini ifade etmektedir.13
Balkanlar neden önemlidir? Osmanlı’mn hükmettiği diğer
bölgelerden nasıl bir farkı vardır? Öncelikle Balkanlar
Osmanlı’nm ilk genişlediği alandır. Bölgenin Balkan adı ile
anılmaya başlaması XIX. yüzyıla dayanmaktadır.14 İlk büyük
komşusu zayıflamış ya da yıkılmak üzere de olsa Doğu Roma
İmparatorluğu yani Bizans’tır. Hıristiyan ve özellikle Ortodoks
halklarla bu bölge vasıtasıyla tanışmıştır. Çok farldı halklan ve
dilleri barındıran bölgeye çok sayıda büyük devletin komşu
olması Osmanlı açısından son derece stratejik bir politika
yürütmesini zorunlu kılmıştır. Ayrıca ekonomik bakımdan da
ilerleyen yıllarda Balkanlar önem kazanmıştır. Öncelikle
13 Halil İnalcık, “Osmanlı D önem inde Balkanlar Tarihi Üzerine Yeni
Araştırmalar”,
Güneydoğu Avrupa Çalışmaları Uygulama ve Araştırma
Merkezi(GAMER) Dergisi, I, 1, 2012, s.2.
14 Ebru Boyar, Ottomans, Turks and the Balkans, Tauris Academic Studies,
London, 2007, ss.29-30.
07
Balkanlar, hem İstanbul’un hem de ordunun ve donanmanın en
önemli iaşe kaynağını teşkil etmiştir. Bu çerçevede Rumeli
halkları sürekli bir hareket halinde olmuşlardır. Balkan
kökenliler, İstanbul’da yaşayan çok sayıda Rumeli göçmeninin
yanında yönetici seçkinler arasında da ayrıcalıklı bir konum elde
etmişlerdir.15
XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı Balkanlarda ciddi sorunlarla
karşılaşmaya başlamıştır. Din konusu, Batı’nm OsmanlI’ya
müdahalesi açısından en önemli silahlardan birini teşkil etmiştir.
Balkanlar’da Ortodoksların çoğunlukta olması Rusya’nın büyük
güç sağlamasına fırsat vermiştir. Bu dönemde, Ortodoks ve
Katolik halkların hamileri Rusya ve Fransa Osmanlı üzerindeki
nüfuzlarını arttırmaya çalışmakta, hatta OsmanlI’daki tüm
Hıristiyanları temsil etmek istemektedirler. OsmanlI’daki
Ortodoks ve Katoliklerin bu ülkelere yaptıkları şikayetler de
artmıştır. İngiltere, az bir nüfusa sahip olan Protestanlara
yaklaşmıştır.
II. Viyana Kuşatması’ndan sonra Balkanlar, Osmanlı için bir
gerileme alanına dönüşmüş, Macaristan tamamen, Pasarofça ile
Eflak ve Sırbistan’ın belli bölgeleri elden çıkmıştır.16 Boğdan,
başkenti Yaş dışında kentleşmenin sınırlı olduğu bir Ortodoks
bölge prensliğiydi. Osmanlı’nm kontrolüne geç bir tarihte
1455’de geçmiştir. Boğdan’da uzun yıllar Polonya soylularının
etkisi olmuş, daha sonra 1711’den itibaren Fenerli Rumlar
yönetime atanmıştır. Macaristan’ın dağ kesiminde bulunan ve
Transilvanya şeklinde
de adlandırılan Erdel,
önemli
prensliklerden biri olmuştur. 1699’da Habsburglar’a geçene kadar
15 Suraiya Faroqhi, Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya, Çev: A yşe
Berktay, Kitap Y ayınevi, İstanbul, 2010, s.26.
16 Suraiya Faroqhi, op.cit., s.53.
98
Osmanlı etkisinde kalmıştır. Müslüman bir nüfus bulunmayıp,
tüm Hıristiyan gruplar mevcuttur.17
Stratejik olarak, Osmanlılar Avusturya ve Rusya’nın Orta ve Batı
Avrupa’da
farklı
sorunlarla
uğraşmalarını
çıkarlarına
görmüşlerdir. Bu çerçevede o dönemdeki geleneksel dostu Fransa
uzun süre bu işlevi yerine getirmiş ve iki devletin ilgisini
Osmanlı dışındaki alanlara çekmiştir. Dönemin Osmanlı padişahı
III. Selim veliahtlığından itibaren Fransa ile yakın ilişkiler
kurmuş, XVI. Louis ile gizlice haberleşmiştir. Hatta III. Selim ile
özdeş görülen Nizam-ı Cedit’in de Fransız Devrimi’nde
kullanılan “nouvel ordre”dan esinlenerek oluşturulduğu
tarihçilerce iddia edilmiştir.18
Osmanlı Devleti, Balkanlar’da Müslümanlaştırma ya da
Türkleştirme gibi bir politika uygulamamıştır. Bunun aksini iddia
edenlerin bu bilgileri Osmanlı ya da Balkan ülkelerinin
arşivlerinden destekleyebilmeleri mümkün değildir.19 Halil
İnalcık için “çift-hane sistemi”, Osmanlı siyasal-ekonomik
sisteminin temelidir. Bunun en güzel uygulaması Balkanlar’da da
görülebilir. Osmanlı’nm mutlak merkeziyetçi sisteminde böylece
köylü ve toprak hem kontrol altında tutulur, hem de yerel
sömürülerin yapılması engellenmiş olurdu. Bizans ve ardından
gelen Osmanlı bir köylü imparatorluğu olarak nitelendirilebilir.20
1894'teki Osmanlı nüfus sayımı verilerine göre, Balkanlarda
17 Suraiya Faroqhi, op.cit., ss .135-137.
18 Sina Akşin, “Fransız İhtilali’nin II.Meşratiyet Öncesi Osmanlı Devleti
Üzerindeki Etkileri Üzerine Bazı Görüşler”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi,
Sayı:3, Cilt:49, s.24.
19 İnalcık, op.cit., s.5.
20 İnalcık, op.cit., s.6.
99
Manastır, İşkodra, Edime, Selanik ve Kosova’da Müslüman halk
çoğunluğu teşkil etmektedir.21
Osmanlı aydınlanmasında Balkan coğrafyasının ve önemli
şehirlerin büyük yansımaları olduğu görülmektedir. Edime,
Selanik, Manastır, Üsküp gibi şehirlerin farklı dinden, etnik
kökenden ve gruplardan oluşan heterojen yapısı gerek
entelektüel, gerek ekonomik ve tabi gerek politik açıdan büyük
zenginlik yaratmakta ve OsmanlI’nın son dönemindeki elitin bu
coğrafya kökenli olması anlaşılır hale gelmektedir.22
Tanzimat Fermanı, OsmanlI’nın bir iç düzenlemesi olarak kabul
edilmekle birlikte, önemli dış yansımaları da vardır. 1856-1871
döneminde Müslüman ve gayrimüslim tebaa üzerine çok
spekülasyon yapılmıştır. Dönemin Sadrazamlarından Kıbrıslı
Mehmet Paşa Bulgaristan ve Makedonya’da bir süre kalarak
millet sistemiyle ilgili padişah için tafsilatlı bir rapor
hazırlamıştır. 1860’da Balkanlar’da Ortodoks, Yahudi ve Ermeni
Gregoryen olarak üç millet varken bu sayı altıya çıkarılmıştır.23
Tanzimat’tan sonra 1844’te çıkan Arnavutluk isyanı 400’den
fazla isyancının öldürülmesi ile bastırılmıştır. Bu isyandan sonra
1846’da Sultan Abdülmecit Balkan gezisine çıkmış, kara yoluyla
Varna’ya kadar gidip, deniz yoluyla İstanbul’a dönmüştür. Bu
yolculuktaki gözlemlerini de sadrazamına yazılı olarak
bildirmiştir.24
21 Kemal Karpat, 1894 Sayımına Göre Nüfus, s .155.
22 Hakan Okçal, “Balkanlar ve Türkiye”, Güneydoğu Avrupa Çalışmaları
Uygulama ve Araştırma Merkezi (GAMER) Dergisi, I, 1 ,2 0 1 2 , s .199.
23 Dennis P. Hupchick, The Balkans From Constantinople to Communism
Palgrave, N ew York, 2002, s.242.
24 Mufassal Osmanlı Tarihi, op.cit., s.2994.
100
Paris Barış Antlaşmasından Berlin Banşı’na Osmanlı’da birçok
olay çok hızlı yaşanmıştır. 1857 Bosna-Hersek İsyanı, hemen
ardından Karadağ İsyanı Batıkları tekrar Osmanlı ile ilgilenmeye
yönlendirmiştir. 1861’de Eflak ve Boğdan tek prensliğe
dönüşmüştür. 1867’de Suplar, büyük güçlerin de desteğiyle Türk
askerlerinin son kaldığı yerleri de ele geçirmiştir.
1878’den günümüze Bulgaristan’da Bulgar Müslümanları,
Türkler, Tatarlar ve Müslüman Çingeneler önemli azınlıkları
teşkil etmişlerdir.
1875 Bosna-Hersek ayaklanması, Doğu
Sorunu nun yeni bir aşaması olarak değerlendirilmiştir.
Rusya’nın panslavist politikaları çerçevesinde tüm Balkan
kentlerindeki elçileri aracılığıyla yönlendirmeye çalıştığı isyan
etkili olmuştur. Sırbistan, ilk aşamada bu isyana uzak dursa da
daha sonra hızla politika değişikliğine gitmiştir.
OsmanlI’nın Balkanlar’daki varlığı açısından XIX. Yüzyılın son
çeyreğine II.Abdülhamid damgasını vurmuştur. Her ne kadar
panislamizmin öne çıktığı bir dönem olsa, II.Wilhelm ile işbirliği
yapılmaya başlansa ve Ortadoğu coğrafyasına ağırlık verilse de
Balkanlar’daki
toprakların
korunması
hassasiyeti
sürdürülmüştür."6 Bu dönemde, Balkan politikaları sultan dışında
en büyük rakibi ve son dönem Osmanlı siyasal yaşamının en
temel aktörü olan İttihat ve Terakki için de önemli ve stratejik bir
konuma sahip olmuştur.256
25 Alexandre Popovic, “Les Turcs de Bulgarie 1878-1985”, Cahiers du monde
russe et sovietique, V ol:27, N o:3-4., juillet-decembre 1986, ss.381-382.
26| Vahdettin Engin, II.Abdülhamid ve D ış Politika, Y editepe Yayınevi, İstanbul,
2007, ss.24-43.
101
III-Başat Güçler
Hamleleri
ve
OsmanlI'nın
Balkan
Sahnesindeki
Dünya tarihi açısından birçok gelişmenin yaşandığı XIX. yüzyılın
Balkanlarında Osmanlı ile Batılı başat güçler bir satranç tahtası
üzerinde gibi stratejiye dayalı bir oyuna girişmişlerdir. Aynı
dönemlerde Afganistan üzerindeki İngiliz-Rus rekabeti “Büyük
Oyun” olarak adlandırılmıştır. Belki de bir büyük oyun da söz
konusu coğrafyada oynanmıştır. Balkanlardaki oyunun sahnesi ve
aktörleri de daha fazladır ve bu oyun çok sık değişmiş ve etkileri
sadece bölgesiyle sınırlı kalmamıştır.
Balkan coğrafyasında söz konusu dönemde ilk ciddi gerilim
konusu kuşkusuz milliyetçilik hareketleri bir anlamda
OsmanlI’ya yönelik isyanlar olmuştur. Osmanlı ile bu bölgede
rekabet eden ve OsmanlI’yı zayıflatmaya çalışan en önemli aktör
Rusya olmuştur. Eşanlı olarak Sırbistan ve Yunanistan da
isyanları teşvik etmiş, bu konuda örgütlenme faaliyetlerine
katkıda bulunmuştur. Ayaklanma o günlerin en popüler deyimi
olmuştur. “Ayaklanma” ve “isyan” demek olan “ustanak”
Sırplar’ın kullandığı bir terimken, Yunanlar, “devrim” anlamına
gelen “epanastisis” kelimesini kullanmıştır. Bu kelime aynı
zamanda büyük devrim ya da bağımsızlık savaşı anlamına da
geliyordu.27
Balkanlardaki milliyetçilik hareketlerinin ilk örneği 1804’de
Sırbistan’da yaşanmıştır. 1809’da Osmanlı-Rus ilişkileri
bozulmuş, bu çerçevede Sırp isyanı Rusya’dan ciddi destek
almaya başlamıştır.28 1812 Bükreş Antlaşması’nın 8. maddesi
27 Georges Castellan, Balkanların Tarihi, Çev: A yşegü l Yaraman Başbuğu,
M illiyet Y ayınlan, İstanbul, 1993, s.245.
28 Jean-Jacques Becker, “L ’Ombre du Nationaism e Serbe”, R evue d ’histoire,
N o:69, 2001, ss.8-9.
102
I
Sırplar için büyük bir açılım sağlamıştır. Bu maddeye göre,
Suplara genel af sağlanacak ve Osmanlı tarafından belirlenmiş
vergi karşılığında iç işlerinde bağımsızlık verilecekti. Ruslar ve
Avusturya'nın Kara Yorgi’ye desteğini kesmesi sonucunda ilk
Sırp ayaklanması 1813’de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. II.
Mahmut döneminde imzalanan Akkerman Antlaşması, Bükreş
Antlaşması’nm 8. Maddesinin uygulanmasını ve en önemlisi
Rusya’nın gözlemcilik hakkının tanınmasını sağlamıştır.29
1815’de ikinci isyan Miloş Obranoviç liderliğinde başlatılmıştır.
Bu dönemde ilk Sırp lider Kara Yorgi, Rusya’ya geçerek, Çar I.
Alexandre ile görüşüp Sırp iktidarının kendisine ait olduğunu
bildirmiştir. Ruslar, beklediği desteği Kara Yorgi’ye vermemiş,
bunun yerine Sirp ve Yunan isyanlarını koordine etmek için Filiki
Eterya’da görev almasını talep etmiştir. Kara Yorgi’nin
öldürülmesiyle Sırp-Yunan isyan bağlantısı kopmuştur.30 1821’de
Alexandre îpsilanti’nin girişimleri sonucunda Yunanlar ve Sırplar
arasında birbirlerini desteklemek yönünde bir anlaşma
yapılmıştır. Ancak Osmanlı ile iyi geçinmek isteyen Obranoviç
Yunan isyanı sırasında beklenen desteği vermemiştir. İkinci
ayaklanma 1815-1834 arasında yaşanmıştır.31
Yunanlar da aynı yıllarda ciddi bir destekle ayaklanmaya teşvik
edilmiştir. Bu etki sonucunda 1814’de Odessa’da amacı Mora’da
bağımsız bir devlet kurmak ve Balkanlardaki diğer halkları aynı
şekilde harekete teşvik etmek olan Filiki Eterya Demeği
kurulmuştur. Demeğin onursal başkam Çar I.Alexandre’dır.
29 Georges Castellan, Balkanların Tarihi, Çev: A yşegül Yaraman Başbuğu,
M illiyet Yayınları, İstanbul, 1993, ss.259-264.
30 Selim Aslantaş, Osmanlıda Sırp İsyanları(XIX.
Balkanlar), Kitap Yayınevi, İstanbul, 2007, ss.161-162.
Y üzyılın
Şafağında
31 H am iyet Sezer Feyzioğlu, “Yunan İsyanı Sırasında Sırp-Yunan İlişkileri”,
acikarsiv.ankara. edu.tr
103
1814’de 2 Epirli ve 1 Patmoslu tüccar Odessa’da Philiki
Hetaireia(Arkadaşlar Birliği) Demeği’ni kurmuştur/"
Osmaniı açısından ilk ciddi kayıp Sırp isyanı ile değil Yunan
isyanı ile gelmiş ve 1821 Mora isyanı ile başlayan gelişmeler
Yunan bağımsızlığıyla sonuçlanmıştır. Bu bağımsızlık hareketi
açısından ciddi bir Batı desteğinden bahsetmek mümkündür. Bu
savaşa tüm büyük güçler madden ve manen Yunanistan’ın
yanında yer almıştır. Osmaniı uzun zaman sonra ilk defa tüm
Batı’ya karşı savaşmak zorunda kalmıştır. Sonuç tabi ki büyük
bir kayıptır.
Doğu Sorunu olarak adlandırılan dönemde büyük güçler,
Balkanlar’daki milliyetçilik rüzgârım kendi lehlerine çevirmek
için mücadeleye girmişlerdir. Bunlardan biri de Bulgaristan’da
yaşanmıştır. Rusya’ya yalcın, Slav ve Ortodoks olan Bulgarlara
yönelik Fransızların 1840-1861 arasında Katoliklik üzerinden
etki yapma çabaları olmuş ancak başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
1830-1860 arasında Bulgar milliyetçilik hareketleri Osmaniı
Bulgar Hıristiyan sınıfı tarafından canlandırılmıştır. Bu
Hıristiyanlık söyleminde Rusya ve Fransa rol oynamak istemiştir.
Fransa’mn Bulgaristan politikalarını oluşturmada 3 önemli unsur
rol oynamıştır: Hükümet, PolonyalI göçmenler ve son olarak
Katolikler. Bulgarlar 1846’da Rus Çan I.Nikola’ya başvurarak
Papalık, Fransa ve Avusturya’nın Katolikleri, Patrikhane
Yunanları, Ingiltere, Prusya ve Bavyera Protestanlan *3
' Georges Castellan, op.cit.,, s.270.
33 Pierre V oillery, “Un aspect de la rivalite franco-russe au X IX e siecle: Les
Bulgares”, Cahier du M onde russe et sovietique, N o :X X I(l), janvier-mars 1980,
ss.31-47.
104
desteklediğini belirterek, Rusların
korumasını talep etmiştir.34
da
Ortodoks
Slavları
Osmanlı İmparatorluğu için XIX. yüzyıldaki en önemli dönüm
noktalarından birisi Kırım Savaşı’dır. Bu savaşın farklı
nedenlerinin yanında Balkan coğrafyasına büyük yansımaları
olmuş ve uluslararası sistemin başat aktörleri aktif şekilde
Balkanlar’da varlıklarını göstermişlerdir. Değişimin ve savaşın
fitilini yakan Rusya, daha açık bir ifadeyle “Tanzimat
Türkiyesi”ni yıkmak isteyen Çar I. Nikola idi. Ortodoksların
hamiliğini yapan Rusya, OsmanlI’nın bu gruba kötü muamele
ettiğini ileri sürmüştür. Bu çerçevede I. Nikola, Finlandiya
Umumi Valisi, Bahriye Nazırı ve Büyük Amiral Prens
M ençikof u İstanbul’a fevkalade büyükelçi olarak göndermiştir.35
Abdülmecit iktidarı sırasında Osmanlı, Rusya’nın Ortodokslar
üzerinden yaptığı baskıları reddetmeyi ve bujılara hayır
diyebilmeyi, Kavaklı İsyanı’ndan sonra önemli bir güç
ispatlamak olarak görüyordu. Rusya, Osmanlı’yı “hasta adam”
olarak görüyor ve OsmanlI’yı bir an önce İngiltere ile paylaşmak
istiyordu. Rusya’nın Akdeniz’e inmesinden korkan İngiltere,
Rusya’nın planlarını İstanbul’a iletmiştir. Artık savaşın eşiğine
gelinmiştir. Prens Mençikof, İstanbul’dan verilen ültimatoma 5
gün içinde cevap vermesini istemiş ve red cevabının ardından
Mençikof elçiliği kapatarak ülkesine dönmüştür. Taraflar
aralarındaki tüm köprüleri atmıştır.36
34 Pierre Voillery, op.cit., pp.31-34.
35 Yılm az Öztuna, Başlangıcından Zamanımıza Kadar Türkiye Tarihi X IX yyX X.yy, Cilt: 12, Hayat Kitapları, İstanbul, 1967, s.7.
36 Yılm az Öztuna, Başlangıcından Zamanımıza Kadar Türkiye Tarihi X IXyyX X .yy, Cilt: 12, Hayat
Kitapları, İstanbul, 1967, ss.8.
105
Rusya, Temmuz 1853’de 35000 askerle Romanya’yı işgale
başlamış, fakat bu işgalin OsmanlI’ya savaş açmak anlamına
gelmediğini Avrupa başkentlerine tebliğ etmiştir. Avrupa içinde
bir savaştan tedirgin olan Avusturya ile Prusya, kendi
hakemliklerinde bir konferans toplayıp İstanbul ile Petersburg’u
uzlaştırmak istemiştir. Rusya bu teklifi kabul ederken, İstanbul
reddetmiştir. 4 Ekim 1853’de Osmanlı, Rusya’ya savaş ilan
ettiğini bütün başkentlere bildirmiştir.37 Osmanlı-Rus savaşı, iki
cephede Tuna boylarında ve Kafkasya’da gerçekleşmiştir.
Avrupa’nın Başat güçleri Kırım Savaşı sırasında Rusya ile karşı
karşıya gelmişlerdir. Balkanlar bu cepheleşmenin ve savaşın
sahasını teşkil etmiştir. 1855’de Çar I. Nikola’nın ölümü ve
yerine II. Aleksandr’m geçişi uzlaşma sürecini kolaylaştırmıştır.
Balkanlarda Kırım Savaşı’ndan sonra tekrar Osmanlı yüzünden
büyük güçler karşı karşıya gelmişlerdir. Moldova’daki seçimler
ve Romanya’nın geleceği, Osmanlı’nm tavrı ve buna karşı büyük
güçlerin farklı görüşleri dikkate değerdir. Romanya Prensi
Alexandru Cuza bir anlamda Romanya birliğinin sembolü olmuş
ancak 1866’da Bismark’m politikalarına bağlı olarak yerine
Prusya Kralı’mn kuzeni Prens Kari of Hohenzollem geçmiştir.38
185 8’de Memleketeyn’in yeni yapılanmasına ait Paris
Antlaşması, Kırım Savaşı’nı bitiren Paris Antlaşması’na katılan
devletlerce imzalanmıştır. Antlaşmanın hükümlerine göre,
Principautes Unies de Moldavie et Valachie (Birleşik Boğdan ve
Eflak Prenslikleri) OsmanlI’ya bağlı olacak prensliklerin
yükümlülükleri belirtilmiştir. Ancak antlaşmadan kısa süre sonra
OsmanlI’nın şiddetli itirazlarına rağmen Boğdan Voyvodası
37 Yılm az Öztuna, op.cit., s.9.
38 Dermiş P. Hupchick, The Balkans From Constantinople to Communism
Palgrave, N ew York, 2002, s.2 3 1-233.
106
seçilen Alexandre Jan Kuza, Eflak tarafından da seçilmiştir.
Böylece antlaşmaya aykırı olarak iki prenslik tek yöneticinin
idaresine girmiştir. OsmanlI’nın itirazlarına sadece Avusturya
destek vermiş ancak sonuç değiştirilememiştir.39
1859’da beş büyük devlet İngiltere, Fransa, Avusturya, Prusya ve
Rusya Osmanlı’ya Islahat Fermanı’mn uygulanmasında sorunlar
bulunması ve ağır davranılmasma yönelik düşüncelerini bildiren
bir ültimatom vermiştir. Rusya bununla da yetinmeyerek, BosnaHersek ve Bulgaristan Hıristiyanlarının durumunun incelenmesi
için bir komisyon kurulmasını istemiştir. 1870’de Sultan
Abdülaziz bir fermanla “Bulgar Valiliği”ni teşkil etti. Bu fermana
göre, bir özerk Bulgar Kilisesi kurulmuş, başına gelen vali,
İmparatorluğun içindeki ve Güney Rusya Bulgarları gibi
dışındaki Bulgarlar üzerinde yargı yetkisine sahip olmuştu. Bu
vali bağımsızlığa kadar İstanbul’da oturacaktır.40
1870 Fransa-Prusya Savaşı ciddi anlamda güç dengelerini
etkilemiş ve Osmanlı’da bu durumdan ciddi şekilde etkilenmiştir.
Avrupa’daki bu boşluktan yararlanan Rusya, 1870’de Paris Barış
Antlaşmasını bozarak Karadeniz’deki hükümranlık haklarını
tekrar kullanacağını bildirmiştir. İngiltere bu kararı şiddetle
reddetmiş ve Rusya’ya karşı savaş açılmasını önermiş, Avusturya
Rusya’ya katılmıştır. Ancak Bismark, Avusturya’nın Fransa ile
birleşmemesi için Rusya’ya muhtaçtır, diğer tarafta da
İngiltere’yi küstürmek istememiştir. Balkanlar ve Karadeniz’de
Rus tehdidi artmış, Fransa’nın politikaları, bu dengesizliğin en
büyük sebebi olmuştur.41
39 Mufassal Osmanlı Tarihi, Cilt: VI., Güven Yayınevi, İstanbul, 1963, s.3095.
40 Castellan, op.cit., s.327.
41 M ufassal Osmanlı Tarihi, op.cit., s.3 166-3167.
107
1870 Savaşı sonrasında Avrupa’nın idaresi Rusya, Avusturya ve
Almanya’nın eline geçmiştir. 1872’den itibaren üç devlet her yıl
görüşme geleneği başlatmışlardır. 1875’de Avusturya’da yapılan
toplantıya Rusya İmparatoru II. Alexandre, Başbakan Gorçakof,
Avusturya İmparatoru François Josephe, Alman İmparatoru
I.Wilhelm ve Başbakan Bismark hazır bulunmuşlardır. Bu
toplantıda Doğu Sorunu da ele alınmış, Osmanlı içinde Hıristiyan
tebaasının isyanında 3 devlet tarafsız kalma kararı almışlardır.4243
1875’de patlak veren Bosna-Hersek ayaklanması, bir anlamda
Batıkların gözünde Doğu Sorunu’nun ikinci perdesi gibidir.
Rusların
gerek
İstanbul,
gerek
Balkan
kentlerindeki
büyükelçilikleri kanalıyla Slav milliyetçiliği alevlendirilmiştir.
Sırplar, ilk aşamada Osmanlı ile savaşmak istememekle birlikte
Rusya’nın politikası yüzünden karar değiştirmiş, ilk aşamada
Karadağ ile anlaşma imzalamış ardından Romanya ve Yunanistan
ile de anlaşarak OsmanlI’ya savaşa hazır hale gelmiştir. Sırbistan
ve Karadağ’ın savaş ilan etmesi Balkan dengelerini köklü şekilde
43
sarsmıştır.
Bir başka bölge devleti Avusturya, İtalya ve Almanya’ya karşı
kaybettiği prestiji yeniden sağlamak için Bosna Hersek’i ele
geçirmek daha sonra da Arnavutluk, Makedonya ve Selanik’i
kontrol etmek istemiştir.44 Avusturya için kısa vadede
OsmanlI’nın toprak bütünlüğünü koruması
çıkarınadır.
Balkanlarda Rus yayılmasına karşı Almanya ile ittifaka
girişmişlerdir. Bununla birlikte Avusturya içindeki Hırvatlar, bu
42 M ufassal Osmanlı Tarihi, o p .c it, s.3176.
43 Stanford-Ezel Kural Shaw, Osm anlı İmparatorluğu ve M odem Türkiye, çev:
M ehmet Harmancı, Cilt:2, 1984, s.208.
44 Enver Z iya Karal, Osmanlı Tarihi-Birinci M eşrutiyet v e İstibdat Devirleri
(1876-1907), Cilt:VII, Ankara, 1988, ss.14-15.
108
politikadan yana değillerdir. Bismark’lı Almanya ise BosnaHersek sorununun Üç İmparatorlar Ligi (1872) çerçevesinde
çözülmesi fikirlerine mesafeli yaklaşmış ve Almanya’nın bu
çatışmanın parçası olmasını istememiştir.
1876’da İstanbul’daki bir olayı bahane eden Bulgarlar
ayaklanmışlardır. Osmanlı kararlı bir şekilde isyanı bastırmış,
ancak büyük güçlerden sert tepkiler gelmiştir. İngiliz Başbakanı
Gladstone olayı kınarken, ünlü yazar Victor Hugo, sorunla ilgili
önemli bir metin kaleme almıştır. Bu metinde, Sırp İsyanı ve
Balkanlarda yaşananlar üzerinden bireylere ve halklara yapılan
mezalimi anlatmış ve sorunların kökeni olarak büyük güçleri
göstermiş, hatta bu sorunların çözümü için Avrupa Birleşik
Devletlerine olan ihtiyacı açık şekilde vurgulamıştır. Hugo’ya
göre dünyadaki sorunların büyük oranda kökeni, İngiltere ve
Rusya’dan kaynaklanmıştır.45
Castellan’m “Üçüncü Doğu Krizi” şeklinde tanımladığı “93
Harbi” Rusya’nın Avrupa dengelerini bozma girişimlerinden bir
örnek olmuştur. Önceden Avusturya’nın tarafsızlığını garanti
eden Çar, OsmanlI’ya 24 Nisan 1877’de savaş ilan etmiştir.
Yaklaşık 1 yıl sonra Rus kuvvetleri Osmanlı başkentine çok
yakın noktaya kadar ulaşmışlar ve 3 Mart 1878’de Ayastefanos
Antlaşması imzalanmıştır. Ancak bu anlaşmadan hiçbir taraf
memnun değildir. Sonunda Haziran 1878’de bir kongrede taraflar
tekrar bir araya gelmişler, Balkan devletleri ve halkları bu
toplantıda yer almamışlardır. Büyük Güçler, Osmanlı
V ictor
H u go’nun
konuşm asıyla
ilgili
detaylar
için
htto ://textes .libres.free. fr/francais/victor-hugo actes-et-paroles-iv.htm#3
109
bkz:
hâkimiyetinde olan
belirlemişlerdir.46
Balkan
coğrafyasını
tek
başlarına
Özellikle bir Bulgar devletinin kurulmasından sonra, Yunanlıların
Makedonya ve Girit’teki endişeleri yurtsever hareketleri
hızlandırmıştır. 1895’de Atina’da bazı subaylar Girit’e yardım ve
destek için Ethnike Hetaireia demeğini kurmuşlardır. Osmanlı ile
Yunanistan’ın arası açılmış ve sonunda 1897’de iki taraf arasında
savaş patlak vermiştir. Bir ay içinde savaş bitmiştir. Osmanlı
cephede kazanmakla beraber siyaseten bir başarı elde
edememiştir.47
Pusya ve Bismark ise Balkanlar’daki gelişmelerden uzak kalmaya
çalışmış, 1876’daki olayların ardından da bu mesafesini
korumuştur. Fransa, Bosna-Hersek ayaklanması başladığında,
Sedan Savaşı yaralarını sarıyor olmakla birlikte, Üç İmparator
Ligi’nin kendilerini dışlamalarını şiddetle eleştirmiştir.
Petersburg’daki Fransız Elçisi le Flo, sürece dahil edilmek
istediklerini iletmiştir. İngiltere’nin Bosna-Hersek sorunu ve Üç
İmparator Ligi’ne bakışında İrlanda politikası belirleyici
olmuştur. Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü desteklemesinin
ardında bu nedenin yanında Hindistan’daki çıkarları, deniz
üstünlüğünü koruma ve ticaret hedefleri bulunmaktadır.48 Rusya,
panslavist politikalarına rağmen Sırbistan’ı aşın politikalardan
uzak tutmaya çalışmıştır. Bunun nedeni de, radikal yaklaşımların
İngiltere ve Avusturya’nın çıkarlanna aykırı görülmesi
46 Castellan, op.cit., ss.333-334.
47 Castellan, o p .cit, s.348.
48 Sırbistan’ın Osmanlı ile ilişkileri ve m illiyetçilik hareketlerinin ilişkilere
yansımalarına yönelik detaylı bilgi için bkz: D ennis P. Hupchick, The Balkans
From Constantinople to Communism Palgrave, N ew York, 2002, ss.212-220.
110
sonucunda Rusya aleyhine
yapılabileceği ihtimalleridir.
ittifaklar
ve
müdahalelerin
SONUÇ:
OsmanlI’nın Büyük güçlerle ilişkileri dendiği zaman ilk akla
gelen coğrafya olan Balkanlar’da XIX. yüzyılda tam bir çözülme
yaşanmıştır. Barut fıçısı şeklinde tanımlanan Balkanlar,
OsmanlI’nın bir iç ya da dış sorunu olmaktan çıkmıştır. Bu bölge,
büyük güçlerin nüfuz alanları yaratmak ve müttefiklik ilişkileri
kurmak için savaşlara yönlendirdiği, özerklik ve bağımsızlık
süreçlerinin yaşandığı bir çatışma alanına dönüşmüştür.
OsmanlI’dan büyük oranda ayrılmalar ya da çok geniş özerklikler
işte bu yıllarda gerçekleşmiştir. Büyük güçler farklı gerekçelerle
kimi devletlerin bağımsızlıklarım kazanmaları konusunda
Osmanlı’nm karşı tavrını desteklemişlerdir.
Büyük güçlerin Balkan politikası I, Dünya Savaşı’na giden
dönemde kendi çıkarlarına uygun bir Avrupa dengesi yaratmaya
yöneliktir. Balkanlarda bir anlamda dengesizliğin dengesi
görülmektedir. En küçük bir değişim özellikle bölgeyle çok
yakından ilgilenen büyük güçleri tedirgin etmektedir.
Balkanlarda Rusya’nın bölgedeki politikaları çoğu zaman bölge
ülkelerini ve bölgeyle ilgilenen ülkeleri de şüphelendirmiştir.
Rusya, özellikle bu yüzyılda Balkanlarda en etkili devlet
olmuştur. Kırım Savaşı, bu çerçevede bir Osmanlı-Rus Savaşı
şeklinde değerlendirilemez. Avrupa, büyük güçleriyle açık bir
şekilde Osmanlı’mn yanında yer almıştır. 93 Harbi de,
Balkanlarda daha sonraki yıllardaki siyasi tablonun çizilmesinde
çok belirleyici olmuştur. Kırım Savaşı’nda olduğu gibi bu savaşta
da batılı devletler Rus nüfuzunu kırmaya çalışmışlardır.
111
93 Harbi’nden sonra II. Abdülhamid’in yoğun bir istibdat
yönetimi Osmanlı’ya hakim olmuştur. Osmanlı, Balkanlardaki
yenilgi ve başarısızlıkların telafisi için doğuya yönelmiş ve bu
açıdan son dönemde Ortadoğu dengeleri çok daha ön plana
çıkmıştır. Balkanları istediği gibi oluşturan büyük güçler için yeni
hedef Ortadoğu olmuştur. II. Abdülhamid’in Almanya’yı yanma
alarak girdiği coğrafyada Rusya, İngiltere ve Fransa önemli
girişimlere başlamışlardır. Bu bölgede Arap milliyetçiliği ve
İslam konusu en temel araçlar olmuştur.
Kuşkusuz Balkanlardaki XIX. yüzyılın ağır, yıkıcı ve olumsuz
etkileri genel olarak dış politikada açık şekilde hissedilmiştir.
Osmanlı’mn geleceği üzerine yeni fikirlerin bu bölgeden çıkması
da tesadüf olmasa gerek. İttihat ve Terakki Partisi için Balkanlar
en hassas bölgedir. Daha sonraki yıllarda başta Balkan Savaşı
olmak üzere, bu coğrafyadaki başarı dış politik hatta genel politik
karne olarak kabul görmüştür.
112
BALKAN SAVAŞLARINDA ALİ FETHİ OKYAR
BOLAYIR MUHAREBESİ VE ŞARKÖY ÇIKARMASI
ÜZERİNE TARTIŞMALAR
Doç. Dr. Ali İhsan Balkaya
Atatürk Üniversitesi
GİRİŞ:
Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hızlandıran savaşlar silsilesinin en
önemlilerinden birisi de Rumeli topraklarının kaybedildiği
Balkan Savaşlarıdır. Bu savaşın hemen hemen her cephesinde
yenilgiler alınmış ve Osmanlı ordusu Çanakkale Boğazı’nın
Gelibolu Yanmadası’nm dar boğazına sıkıştırılmıştır.
Balkan Savaşı başladığında vatansever subayların birçoğu
Trablusgarp Savaşı ’nda İtalyanlara karşı savaşıyordu. Bu
savaşanlar arasında Ali Fethi de bulunmaktaydı. Derhal yurda
dönmeye başlayan genç subaylar, devam eden savaşın
cephelerinde görev aldılar. Ali Fethi de Bahr-i Sefid Boğazı
Kuvâ-yı Mürettebesi Erkân-ı Harbiye Riyaseti’ne tayin olmuştur.
Çanakkale Boğazı’nm Marmara Denizi’ne açılan en önemli
stratejik kapılarından biri olan Bolayır bölgesinde görev alan Ali
Fethi, burada savaşın ikinci devresinde yapılan çok önemli bir
muharebe olan Bolayır Muharebesi’nin hareket kurmay
başkanlığını yapmıştır. Diğer önemli bir durum da bu
muharebenin hareket şube müdürünün Mustafa Kemal olmasıdır.
Balkan Savaşları tarihine Bolayır Muharebesi ve Şarköy
Çıkarması olarak geçen bu hareket yenilgiyle sonuçlanmıştır.
Ancak yenilgi üzerine ciddi tartışmalar yapılmış. Hatta biri Ali
Fethi tarafından yazılmış olan iki eser kaleme alınmıştır. Bolayır
113
Muharebesi ve Şarköy Çıkarmasında yenilginin sebeplerinin ve
suçlunun kim olduğu konusunda yapılan tartışmalar, sorumlu
komutanları görevlerinden hatta askerlik mesleğinden istifanın
eşiğine taşımıştır.
1. Ali Fethi ( Okyar)’nin Kısa Askerlik Hayatı
29 Nisan 1880’de Pirlepe’de doğan1 Ali Fethi ilk öğrenimine
Manastır’da başlamıştır. îbtidâi Numune Mektebi'ni bitiren Ali
Fethi, Manastır Askerî Rüşdiyesi'ne gitmiş, orayı da bitirdikten
sonra Manastır Askerî İdadi’sine başlamıştır (1894).12
1897 yılının sonunda İdadi'yi bitiren Ali Fethi 1898 yılının
başında İstanbul'a gelerek Harp Okulu'na başlamıştır.
1900 yılında Harp Okulu’ndan mezun olan Ali Fethi, kurmay
sınıfına ayrılarak Harp Akademisine başlamıştır.
1903 yılında Harp Akademisi’nden birincilik ile mezun olduktan
sonra, Kurmay Yüzbaşı rütbesi ile merkezi Selanik’te olan
3.Ordu'nun 13.Süvari alaymda askerlik hayatına başlamıştır.3
O günün şartlarında kurmay subaylar gittikleri ordunun dahilinde
askerliğin her alanında 8’er ay staj görmeleri usuldendi. Ali Fethi
de topçu, süvari ve piyade stajlarını 3. Ordu’da tamamlamıştır.
1 . T.B.M.M. Arşivi. I.Dönem T.B.M.M. Üyelerine Ait Muamelat Defteri,
Devre: 2-3, Sicil No: 215; T.C. Emekli Sandığı Arşivi. Vatanı Hizmet Tertibi
(V.H.T.) 00621.
2 . K.K.K. Arşivi 3 N olu Erkân Defteri s.423. Fethi Tevetoğlu, "Ali Fethi
Okyar'm Günlük Hatıraları" Türk Tarihi Belgeleri Dergisi, T.T.K. Yayını c:XÜ,
sy:16, (Ankara, 1987), s .113,
3. T.C. K.K.K. Arşivi 3 Nolu Erkân defteri, N o:423.3 . Tevetoğlu, agm, s. 113.
114
Ali Fethi’nin subay olarak göreve başladığı, aynı zamanda doğup
büyüdüğü Makedonya toprakları en sorunlu, sıkıntılı ve karmaşık
dönemini yaşamaktaydı. Osmanlı Devleti’ne karşı Sırp, Bulgar,
Yunan çeteleri Kosova, Manastır, Selanik dağlarında eşkıyalık
hareketlerini en acımasız şekilde sürdürüyorlardı. Ali Fethi
askerlik hayatına ve topçu, süvari ve piyade stajlarına bu çetelerle
savaşarak başlamış ve sürdürmüştür.
25 Mart 1906 tarihinde Kolağası rütbesine yükseltilmiş, Edirne'de
açılan Edime Mekteb-i Harbiyesi'ne 30 Nisan 1906 tarihli emir
ile ders nazır muavini olarak tayin olmuştur. Üç ay gibi kısa bir
süre burada çalıştıktan sonra 21 Ağustos 1906 tarihinde 3. Ordu
Mahçova Yunan Hududu Mıntıka Kumandanlığına tayin
olunmuştur. Manastır'a geri dönen Ali Fethi Mahçova’ya
gitmeden Kesriye'ye gönderilmiştir. Kesriye’de dokuz ay
kaldıktan sonra 1 Mart 1907 tarihinde Selanik Riboğça Şark
Şimendifer Hattı Müfettişliğine tayin olmuştur4.
21 Mayıs 1908 yılında Binbaşı rütbesine terfi ile Selanik
Jandarma Zabitan Mekteb (Selanik Jandarma Subay Okulu)
Kumandanlığına tayin olmuştur5.
Bu tayin Ali Fethi'nin askeri hayata başladığından beri Rumeli'de
3. Ordu'nun her kademesinde ve aynı zamanda çete
muharebelerinde
yapmış olduğu görevleri hakkıyla yerine
getirdiği ve bu görevlerden büyük tecrübeler kazandığını da
göstermesi bakımından önemlidir.
Ali Fethi
12
Ocak 1909 tarihinde
Paris Sefareti
Ateşemiliterliği'ne tayin olmuştur6. Jandarma Subay Okulu
4.T.C. K.K.K. Arşivi 3 N olu Erkân defteri, No:423.
s.B.O.A. İradi Asker Tasnifi, 4569/827/30, 19Rebiülahir 1326 (20 Mayıs 1908).
115
Komutanlığı'nı bırakarak 6 Mart 1909'da İstanbul'a gelmiş,
buradan Paris'e gitmiştir.
25 Haziran 1911'de kendi arzu ve isteğiyle İşkodra Kuva-i
Mürettebesi Erkânı Harbiyesi'ne tayin edilmiş ve Tiryeste yolu ile
İşkodra'ya gitmek üzere hareket etmiş ve 3 Temmuz 1911 günü
görev yerine varmıştır67.
İşkodra'daki görevine başlayalı henüz 2.5 ay olmuştu ki
İtalyanların Trablusgarp için ültimatom vermeleri ve Kuzey
Afrika'daki son Osmanlı toprağı olan Trablusgarp'a (Libya)
askeri hareket başlatmaları üzerine Trablusgarp harbine
katılmıştır.
2. Ali Fethi-Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarması
Ali Fethi’nin de içinde bulunduğu bir grup genç subay Balkan
Savaşı
başladığında,
Trablusgarp’ta
İtalyanlara
karşı
savaşıyorlardı. Bu vatansever subayların çok zor şartlarda
göstermiş oldukları kahramanlıkları karşısında sadece İtalyanlar
değil bütün Avrupa devletleri şaşkına dönmüştü.
Hatta Balkan Savaşı’nın planlanandan daha önce başlatılmış
olmasında Trablusgarp’taki beklenmedik direnişin olduğunu
söyleme cesaretini gösteren yabancılar da vardır.8
6 B.O.A. HRC. İRADE, 30 4 0 /1 3 ,1 9 .2 .1 3 2 6 (12 Ocak 1909).
1. T.C. K.K.K. Arşivi 3 N olu Erkân Defteri, No:423.
8 . Alman Askeri şahsiyeti Von der Goltz şöyle der: "Düşmanlan, Genç
Türkler'in ortaya koyduğu neticenin, m illî ruhlarını ve gölgelenm iş gözüken
haysiyetlerini şuurlandırarak eski günlerine dönüşlerinden endişeye düştüler ve
Balkan Harbini tasarladıkları tarihten önce çıkarttılar". Kutay, Cemal,
116
M illi
Karadağ’ın 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devletine ilan etmesiyle
başlatılan Balkan Savaşı’nda sırasıyla Bulgaristan, Sırbistan ve
Yunanistan da yerlerini almışlardır. Dört devlete karşı Osmanlı
orduları savaşmak durumunda kalmıştır.
Savaş Bati
köylerinde,
Osmanlı’nm
yenilgi alan
oluyordu.
ve Doğu Rumeli’nin bütün şehir, kasaba ve
dağlarında ve ovalarında acımasız bir şekilde
aleyhinde gelişiyordu. Bütün cephelerde tarifsiz bir
ordu birlikleri geri çekiliyor, kaçıyor darmadağın
Bulgarlar karşısındaki Doğu Ordusu bütün Trakya'yı terk ederek
Çatalca'ya kadar çekilmişti9. Ordumuz Sırbistan'a Kumova’da
yenilmiş, Yunanlılar Selanik’i ele geçirerek, Ege adalarından
Bozcaada, Limni, Samotraki ve Taşozti işgal etmişlerdi10*.
Trablusgarp’tan dönen Ali Fethi İstanbul'da Erkân-ı Harbiye-i
Umumiye (Genelkurmay Başkanlığı)'de görevlendirilmişti11.
Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı)'na çıkarak cephede görev
istemişti. Harbiye Nazırı Nazım Paşa bunu içtenlikle kabul etmiş
ve Ali Fethi 25 Kasım 1912 tarihli emirle Bahr-i Sefid Boğazı
(Çanakkale Boğazı) Kuvây-ı Mürettebe Erkân-ı Harbiye
Riyaseti'ne (Komutanlığı'na) tayin edilmiştir12.
Mücadele'nin Gerçek Öncüleri", Türk Dünyası Tarih Dergisi, sy:4, (15 N isan
1987), s.27.
9. “Rauf, Orbay, “Hatıraları" Yakın Tarihimiz, c:II, (26 Temmuz 1962), s.306.
10. ATAŞE, Klasör:80, Dosya:32, Dolap:302-1; Tahsin Üzer, Makedonya’da
Eşkıyalık Tarihi ve Son Osmanlı Yönetimi, T.T.K. Basım evi, Ankara, 1987,
s. 314-316.
n . T.C.K.K.K.Arşivi, 3 N olu Erkân Defteri, No:423.
I2. ATAŞE Arşivi, Klasör:21, D osya:42, Dolap:301-10; Klasör.266, Dosya:130,
Dolap:4; K.K.K. Arşivi, 3 N olu Erkân Defteri, s.423.
117
Ali Fethi’nin kurmay başkam olarak tayin edildiği bu kolordunun
görevi; denizden ve karadan Bolayır üzerinden yapılacak olan
düşman saldırılarına karşı Çanakkale’yi ve Gelibolu
Yarımadası’nı savunmaktı.
Çatalca’ya kadar ilerlemiş Bulgar ordusunun karşısında
konuşlanan kolordunun komutanı Tuğ. Gen. Hurşit Paşa, Kurmay
Başkanı Binbaşı Ali Fethi, Hareket Şube Müdürü Binbaşı
Mustafa Kemal idi.13
Çanakkale Boğazı’nı korumakla görevli bu kolordunun
karşısında Çatalca’ya kadar ilerlemiş olan Bulgar ordusunun
birlikleri Bolayır’a doğru yavaş yavaş ilerlemeye başlamıştı. Her
an Gelibolu ve Çanakkale bir saldırıya uğrayabilirdi. Ayrıca
Edime de Bulgar Ordusu tarafından kuşatma altına alınmış
olduğundan her an işgale uğrama tehlikesi içerisindeydi.
Ali Fethi, Bulgar ordusunun Kavaksuyu’nu zayıf kuvvetlerle
geçerek ilerlediğini görmesi ve büyük kuvvetlerinin
Kavaksuyu’nun kuzeyinde olduğunu tahmin etmesi üzerine hem
düşmanın bu zayıf durumundan hem de Kavaksuyu’nun geriye
çekilmeye pek müsait olmamasından istifade ederek henüz
mevzilerine yerleşmemiş Bulgar ordusuna karşı bir taarruzu
uygun görmüştür. Bu durumu Kolordu Komutanı Fahri Paşa’ya
5/6 Şubat 1913’te bildirmiş ve emrindeki 27. Tümene de harekete
hazır olma emrini vermiştir.
Müretteb Kolordu Komutanı Fahri Paşa da aldığı telgraftaki
bilgiler ışığında taarruzun uygun olacağına karar vermiştir.
Ancak yanlış bir iş yapmamak için Karârgâh-ı Umûmî’ye
durumu bildirmeyi uygun görmüş ve 5/6 Şubat 1913’te Ali
13.ATESE Arşivi, Klasör:266, Dosya: 130-322, Dolap: 4-306-15.
118
Fethi’den aldığı bilgileri ileterek, durumu da bizzat yerinde
gördükten sonra taarruz hareketini icra edeceğini, donanmanın da
kendinin vereceği tebligat doğrultusunda hareket etmesini ve
kendilerinden sabah 7’ye kadar emirlerini beklediğini yazmıştır14.
İşte bu tarih ve saat itibariyle Bolayır Muharebesi ve Şarköy
çıkarması planının ve uygulanmasının süreci başlamıştır.
Karargâh da denizden bir çıkarma düşündüğünden bu kara
hareketini uygun bulmuş ancak birlikte bir taarruzun olacağını ve
gerekli istihbarat çalışmalarının yapılmasını, denizden çıkarma
için uygun yerin belirlenmesini istemiştir. Ali Fethi’nin verdiği
bilgiler ışığında Şarköy’den yapılacak çıkarmanın uygun olacağı
planlanmıştır. Şarköy'den yapılacak çıkarma için kurulan 10.
Kolordu Komutanı Hurşit Paşa ve Erkân-ı Harbiye Reisi ise
Enver Paşa idi15. Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarması'ndaki
gaye; Bulgar kuvvetlerinin geriye çekiliş hattını keserek iki ateş
arasında yenilgiye maruz bırakarak Çanakkale Boğazı’nı,
Gelibolu Yarımadasını ve kuşatma altındaki Edirne'yi
kurtarmaktı16.
Başkomutanlık, Bolayır'da yapılacak taarruz ve Şarköy'den
yapılacak çıkarma için Müretteb Komutanlığından ve onun
kurmay başkanı Ali Fethi'den geniş bir şekilde kendi durumları
ve karşıdaki düşman hakkında bilgi istemişti.
14. Hüsnü, Ersü, 1912-1913 Balkan Harbinde Şarköy Çıkarması ve Bolayır
Muharebeleri, Askeri Mecmua, Yıl:2, sy:50, (Haziran 1988), s.61.
15. ATAŞE, Klasör: 266, Dosya: 130-322, Dolap: 4; Münir Aktepe, "Atatürk'ün
Sofya A taşeliğine Kadar İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Olan Münasebetleri ve
Bu Hususla Alakalı Bir Belge", Belleten ,c:XXXIII, sy:150, (Nisan 1974),
s.281. Orbay Rauf, a.g.e., s.306-307.
16. A li Fethi
Okyar, Bolayır Muharebesinde Adem-i Muvaffakiyetin Esbabı,
İstanbul, 1330 (1914), s.5; Orbay Rauf, a.g.e., s.307; Falih Rıfkı Atay, Çankaya,
Sena Matbaası, İstanbul, 1980, s.66-69.
119
Zaten bu sırada karşıdaki düşman hakkında keşif yaptırmış olan
Ali Fethi, tekrar bir keşif yaparak başkomutanlığa 5/6 Şubat
1913'te durumu bir raporla bildirmiştir. Raporda; düşmanın
Kavaksuyu’nu güneyden zayıf kuvvetlerle geçtiğini, diğer büyük
kuvvetlerin kuzeyde bulunduğunu, düşmanın büyük kuvvetlerinin
(Keşan-Malkara’da) bulunması ve Kavaksuyu'nun geriye çekilişe
pek müsait olmadığı iletilerek, Mürettep Kuvvetlerin zaman
kaybetmeden taarruza geçeceğini ve kendilerinden cevap
beklendiği yazılmıştır17.
Fahri Paşa, Ali Fethi ve Mustafa Kemal'in önceden düşündüğü
taarruzu Başkomutanlık da düşünmüş olmalı ki bilgi isteniyordu.
Fakat Başkomutanlık gelen bilgiler ve keşifler ışığında Bolayır
Kolordusu’na tek başına taarruz etmesinin sakıncalı olacağım,
İstanbul'dan gönderilecek 10.Kolordu ile koordineli olarak 8
Şubat 1913 tarihinde yapılacak şekilde planlandığını Müretteb
Kolordu’ya bildirmişti18.
Ali Fethi, Bolayır Muharebesi ile ilgili yazdığı küçük kitapçığın
8. sahifesinde düşmanın bu zayıf durumunun böyle devam
edemeyeceğini 8 Şubat 1913'te durumun farklı olacağını yazıyor.
Gerçekten de 5/6 Şubat'taki durum değişmiş ilk keşiflerin
haricinde düşmanın 1 piyade alayı ve 14 bataryalık topçu kuvveti
Sarazköy ile Sivritepe (hariç) arasındaki bölgeyi, 6 batarya ile
17. Ersü, Hüsnü, a.g.m., s.61-62; Okyar, Fethi, a.g.e., s.8; Türk Silahlı Kuvvetler
Tarihi, Balkan
Harbi (1912-1913), T.C.Gen.Kurm, Başkanlığı
ATAŞE
Yayınlan, Ankara, 1993, s.129-130.
18. Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi, Balkan Harbi, II. Kitap, II. Kısım, Ankara,
1981, s.129.
120
takviyeli diğer piyade alayı da Sivritepe (dahil) Marmara’ya
kadar olan sırtları işgal etmiş durumdaydı.19.
Bolayır Kolordusu ile Karargâh-ı Umûmî arasındaki yazışmalar
tamamlanmış ve 8 Şubat 1913 sabahı başlayacak taarruz için
birlikler hazır duruma getirilmiştir. 7 Şubat 1913 günü akşamı
gelen emir üzerine Kuvâ-yı Mürettebe komutanlık karargâhında
Komutan Fahri Paşa, Kurmay Binbaşı Erkân-ı Harbiye Reisi Ali
Fethi, hareket şube müdürü Kurmay Binbaşı Mustafa Kemal ve
10. Kolordu'nun irtibat subayı Binbaşı Tevfik ve diğer karargâh
subayları toplanıp durum değerlendirmesi yapmıştır. Binbaşı
Tevfik 10. Kolordu'nun bütün hazırlıklarını tamamlayarak yarın
sabah şafakta Şarköy bölgesinde olacağını ve birlikte yapılacak
taarruz için kararlı olduğunu söylemiştir20. Yapılan bu toplantıda
fikirler ortaya atılıp tartışıldıktan sonra herkes dağılıp tümeninin
başına gitmiştir.
Ali Fethi, 10. Kolordu'nun hazırlığına rağmen çıkarmanın hayli
zaman alacağım irtibat subayına söyleyerek, bir gecikme
ihtimaline karşı irtibat subayının kati ve kesin konuştuğunu,
bunun üzerine müretteb kolorduya taarruz emri verildiğini
belirtmektedir21.
Müretteb Kolordu taarruza hazırken 10. Kolordu'da durum şu
merkezde idi; 10.KolOrdu’nun 1.kademesi vapurlara bindirilip
harekete hazır hale getirilmişti. Saat 18.°°'de hareket edilecekti.
Fakat Güzel Girit vapuru ortalarda yoktu. Arandı bulunamadı.
19. Okyar A li Fethi, age, s. 8. Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi, s .129.
20. Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi, s .143; Okyar, A li Fethi, a.g.e., s. 12-13.
21. Okyar Fethi, a.g.e., s.13-14; Fethi Bey'in irtibat subayının bu kesin tavrına ait
söylediklerini, Bolayır Muharebelerini en geniş
Genelkurmay'ın yayınında da görmek mümkündür.
121
şekliyle
hazırlayan
Saat 19°°'da hareket eden Kolordu Komutam Hurşit Paşa ve
Erkân-ı Harbiye Reisi Enver (Yarbay)’in bulunduğu vapur
(Nilüfer) Haydarpaşa açıklarına geldiğinde 31. Tümenden bir
telgraf aldılar. Telgrafta 61. ve 62. şirket vapurlarının Şarköy'e
asker götürmeyecekleri bildiriliyordu. Enver Bey Haydarpaşa
telgrafhanesinden cevabî telle gerekirse zor kullanılmasını ve
Güzel Girit vapurunun aranmasını eğer hareket etmişse Şarköy'e
doğru gelmesini emretmişti22.
İki üç saatlik gecikmeyle 31. Tümen de hareket etmişti. Sabah
olduğunda (8 Şubat 1913) saat 8’de Enver ve Hurşit Paşa'nın
vapuru İncebumu'na gelmişti. 31. Tümeni taşıyan vapurla,
havanın da rüzgarlı ve denizin dalgalı olması nedeniyle ancak
1,5-2 saat sonra buluşmuşlardı. Diğer vapurlardan haber yoktu2324.
Tabii bütün bu olumsuzluklardan haberi olmayan Fahri Paşa ile
Ali Fethi, Müretteb Kolordu’ya sabah erkenden taarruz emri
vermiştir. Yoğun bir çarpışma ve top ateşi içerisinde taarruza
devam ederken bir taraftan da Şarköy'de yapılacak çıkarma
heyecanla bekleniyordu. Ama ne yazık ki saatler geçmesine
rağmen bir haber gelmemiş ve Şarköy'den tam tersine Bulgar
kuvvetleri saldırıya geçmiş, ordumuz perişan olmuş ve çok kayıp
24
vermiştir .
•
•
Bu arada încebumu’ndaki 10. Kolordu’nun vapurlardaki askeri
bekliyordu. Enver Paşa Nilüfer vapurundan Bolayır'a bir mesaj
hazırlamış tam göndereceği an Binbaşı Tevfık gelmiştir. Enver
Paşa, vapurların tam zamanında gelmediğinden dolayı taarruzun
22. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, s.206-207.
23. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, s.211.
24. ATAŞE, Klasör:86, D osya:53, Dolap:302-1; Okyar, A li Fethi, a.g.e., s .14-15.
122
ertesi güne (9 Şubat 1913) ertelenmesi istediğini bildirmekten son
anda vazgeçmiştir25.
10. Kolordu'nun irtibat subayı Binbaşı Tevfık, hiç değilse eldeki
mevcut kuvvetlerin çıkarılmasını söyledi. Bu teklif kabul edilip
Bolayır'a saat 10'da çıkarma yapılacağı bildirildi26.
Fakat çıkarma bir türlü gerçekleştirilemiyordu. Hava muhalefeti
dolayısıyla çıkarma 1,5 saat geç yapılabildi. Bu durumda iş işten
geçmiş ve Bolayır Kolordusu ağır yenilgiye uğramış çokça kayıp
vermişti27. İstanbul'dan yardım talep edilerek hiç değilse,
Gelibolu'dan kuvvet takviyesi yapılarak buranın Bulgarların eline
geçmesinin önlenmesi istenmiş ve aynı zamanda 10. Kolordu’nun
arzusuna rağmen bu vakitten sonra beraberce bir taarruz yapacak
durumlarının olmadığı da Başkomutanlığa bildirilmiştir28.
Şarköy'e çıkan Enver Bey illa da bir taarruz yapmak için ısrar
etmişti. Durumu yerinde görmek isteyen Enver Bey Bolayır
Karargâhına gitmiş, durumun o kadar da fena olmadığı kanaatini
oradakilere söylemiştir29. Enver Bey’in yeni bir taarruz fikrine
Fahri Paşa, Ali Fethi ve Mustafa Kemal karşı çıktığı gibi,
Başkomutanlık da razı olmamıştır.
Böylece kısa sürede planlanan bir taarruz olumsuz sonuçlanmış,
Balkan Savaşlarında Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarması
yenilgisi olarak kayda geçmiştir. Ancak yenilginin sorumluları
25. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, s.212-213.
26. Okyar, A li Fethi, a.g.e., s. 16; T.S.K. Tarihi, a.g.e., s.214-215.
27. ATAŞE, Klasör:136, Dosya:64,. Dolap:304-13.
28. ATAŞE, Klasör:86, Dosya:53, Dolap: 302-1; Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi,
s.226.
29. ATAŞE, Klasör: 136, D osya:64, Dolap:304-13.
123
kimdir tartışması komutanlar arasında o gün yapıldığı gibi bugün
de araştırmacılar arasında tartışılan bir konu olmaya devam
etmektedir.
3. Tartışmaların Günümüze Yansımaları
Günümüzde yakın tarih üzerine, tarihçilik sıfatından çok
araştırmacı sıfatlarıyla çalışmalar yapanlar hayli çoğalmış
bulunmaktadır. Özellikle son yıllarda Mustafa Kemal ve yaptığı
devrimler üzerine oldukça eleştirel, hatta küçültücü bazen
hakarete varan kitaplar, güncel gazete sayfalarında makaleler
görmek gün geçtikçe artmaktadır.
Bu çalışmalardan Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarması da
nasibini almış bulunmaktadır. Hem de çok yakın bir tarihte
gündeme taşınmıştır. 7 Ekim 2012 tarihli Zaman gazetesinde
Mustafa Armağan “ Mustafa Kemal’in Hayatında Yazılmayan
Bir Sayfa” başlığı ile konuyu ele almıştır.
Armağan bu yazısında, Bolayır Muharebesi ve Şarköy
Çıkarmasının yenilgiyle sonuçlanmasının resmi tarih kitaplarında
ve İnkılâp Tarihi ders kitaplarında, Atatürk’ü savunanların
yazmış oldukları eserlerde olayın geçiştirildiği, atlandığı, Balkan
Savaşı yenilgimizin suçlularının hep başkaları gösterildiği
şeklinde bir yorum yapmıştır. Kendince gerçek tarihi ortaya
koyan bir edayla “sıkı durun şimdi gerçeği öğreneceksiniz”
heyecanıyla meseleyi ele almıştır.
Armağan’a
göre
Bolayır
Muharebesi’nin
yenilgiyle
sonuçlanmasının da, Edirne’nin kaybedilişinin müsebbibi de
Mustafa Kemal'dir. Hatta Mustafa Kemal’in taarruz tarihini
beklemeden bir gün Öhce harekete geçmesini, bu yenilginin
124
alınmasının temel sebebi olarak göstermiştir. Yukarıda Bolayır
Muharebesi ve Şarköy Çıkarmasının nasıl planlandığı ve tarihinin
nasıl belirlendiği anlatımı dikkate alındığında, Armağan’m nasıl
vahim hatalarla gerçeği saptırdığı görülür.
Oysa azcık araştırmacılığın vicdani ve ahlaki sorumluluğu ile
hareket edilmiş olsaydı, tarihi bir gerçeğin bütün belgeleriyle
ortada olduğu görülmüş olurdu.
Mustafa Kemal, Trablusgarp Harbi’nden döndüğünde Balkan
Savaşı bütün cephelerde kaybedilmiş, Bulgar orduları Çatalca
hattına ulaşmışlardı.
Mustafa Kemal 25 Kasım 1912’de Müretteb Kölordu’ya hareket
şube müdürü olarak atanmış ve 2 Aralık 1912’de görevine
başlamıştır.
Armağan, yazısında Mustafa Kemal’i aynı anda hem Müretteb
Kolordu’nun kurmay başkanı hem de 10. Kolordu’nun kurmay
başkanı ilan ediyor. Ciddi tarihi hatalar yapıyor kendine de
Fahrettin Altay’ı, Lord Kinross’u, Altan Deliorman’ı, Andrev
Mango’yu şahit tutmaya ve onlardaki bilgileri kendi tarihe yalan
söyletme amacı için kullanıyor.
Yukarıda teferruatıyla açıklanan Bolayır Muharebesi ve Şarköy
Çıkarması 8 Şubat 1912’de gerçekleşiyor. Kara taarruzunu yapan
Mürettep Kolordu, bu ordunun komutanı Tuğ. Gen. Fahri Paşa,
Kurmay Başkanı Binbaşı Ali Fethi, Hareket Şube Müdürü ise
Mustafa Kemal idi.
Denizden çıkarma yapması gereken ama zamanında yapmayan
lO.Kolordu’nun Komutanı Tüm. Gen. Hurşit Paşa, Kurmay
125
Başkam Yarbay Enver Bey ve Hareket Şube Müdürü Binbaşı Ali
İhsan idi.30
Bu taarruzun yenilgiyle sonuçlanmasından sonra komutanlar
arasındaki çatışmayı, çekişmeyi, görevlerinden istifayı önleme
girişimlerinden sonra yeni bir düzenleme yapılmıştır.
Mürettep Kolordu Bolayır Kolordusu’na dönüştürülmüş (17
Şubat 1913), Fahri Paşa Kolordu Komutanı ve Kurmay Başkanı
da Mustafa Kemal’dir. 10. Kolordu Komutanı Hurşit Paşa,
Kurmay Başkam Enver Beydir.31 Bu yeni düzenlemeden sonra
işgal altındaki Edirne’yi kurtarmak için bu ordu ve bağlı birlikler
harekete geçerek 21 Temmuz 1913’te Edirne’yi Balkan
Devletlerinin kendi aralarındaki savaşı fırsat bilerek geri almıştır.
Kısa ve öz şekliyle olaylar bu şekliyle gerçekleşmiştir. Arşiv
kayıtlan ve
resmi yazışmalar ve
komutan atama
görevlendirmeleri açık seçik bir şekilde ortadadır.
İlgili gazetenin yazarının yazdıklarının tarihi gerçeklerle bir
alakası olmadığı gün gibi ortadadır. Mustafa Kemal’e bir suç, bir
başansızlık yetersizlik atfetme amacıyla tarihi gerçekleri kendi
siyasi emelleri için nasıl çarptırdığı, yanlış bilgilere amacına
hizmet edeceği için sıkı sıkıya sarıldığı açıkça görülmektedir.
Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarmasının geçekleştiği tarihte
İttihatçı subaylarımız arasında yaşanan siyasi çekişmelerin,
bugün aynı olayın Mustafa Kemal için siyasi hesaplaşma
argümanı olarak kullanılması, değişmeyen hakikatin acı bir
gerçeğe dönüştüğünü göstermesi bakımından önemlidir.
w . ATAŞE. Kalasör: 266, Dosya: 130-322, Dolap: 4-306-15.
31 . İsmet
Görgülü, On
Y ıllık
Harbin
Yayınlan, Ankara, 1993, s. 31-34.
126
Kadrosu, Türk
Tarih
Kurumu
SONUÇ:
Günlerce büyük ümitlerle hazırlanan Bolayır ve Şarköy
Çıkarması, neticede ordumuzun yenilip moralinin çökmesine
sebep olduğu gibi, Ali Fethi ve Mustafa Kemal ile Enver Paşa ve
diğer İttihatçıların ileri gelenleri arasındaki anlaşmazlığın da
tamamen su yüzüne çıkmasına sebep olmuştur. Söz konusu
komutanlar bu yenilginin suçunu birbirlerine atmaya
uğraşmışlardır32.
Hatta 1913 yılında yazarı belli olmayan " Askeri
Mağlubiyetlerimizin Esbabı" adlı bir eser kaleme alınmış ve bu
eserin 82. sahifesinde Şarköy ve Bolayır Muharebesi yenilgisinin
sebebi, "Tabya Hatası" ve "Bolayır'daki Kolordu'nun yalnız
başına muzaffer olma hevesinden kaynaklandığı" ifade edilmiştir.
Bunu okuyan Ali Fethi çok üzülmüş ve cevap olarak 26 sahifelik
bir kitapçık hazırlamıştır. Bu küçük kitapçıkta hadiseyi olduğu
gibi anlatan Ali Fethi, bu yenilginin sebebinin 10. Kolordu’nun
zamanında çıkarma yapmamasından kaynaklandığım ifade
etmiştir ki, bunun da hadisenin gelişimi incelendiğinde doğru
olduğu ortaya çıkmaktadır.33
Orduda komuta düzeyindeki karşılıklı bu suçlama ve tartışma o
kadar ileri bir safhaya ulaşmıştır ki görevden hatta meslekten
32. Ahmet Turan, Alkan, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Cedit
Yayınlan, Ankara, 1992, s. 160; Fahrettin, Altay,
Tarih Mecmuası, sy:8, (Eylül, 1972), s.39.
"Balkan Felaketi", Hayat
33. Daha geniş bilgi için bkz. Balkan Harbinde Askeri Mağlubiyetlerimizin
Esbâbı, ( Yazarı Belirsiz) 1329,İstanbul; Ali Fethi Okyar, Bolayır
Muharebesinde Adem-i Muvaffakiyetin Esbabı, 1330(1914), İstanbul; Suat
İlhan, Atatürk ve Askerlik, Düşünce ve Uygulamalar, Atatürk Kültür D il ve
Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, (Ankara 1990),
s.46.
127
istifalar gündeme oturmuştur. X. Kolordu Kumandanı Hurşit Paşa
14 Şubat 1913 tarihli Genel Kurmay’a yazdığı yazıda; güvenini
kaybettiğinden Kurmay Başkanı Enver Bey’in istifa ettiğini
bildirmiştir34.
Benzer bir bilgi de Bolayır Kolordu Komutanı Fahri Paşa
tarafından, Ali Fethi ve Mustafa Kemal’in istifa edecekleri
şeklinde Genel Kurmay Başkanlığı’na iletilmiştir. Genel Kurmay
da durumu Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’ya iletmiştir.
Bu gelişmeler komutanlar arasındaki tartışmanın süratle
büyüdüğünü gösteriyordu. Ordu komutasındaki fikir ve siyasi
ayrılıkların devletin zirvesinde soğuk rüzgarlar estiriyordu.
Artık devletin en üst yetkililerinin, bu durumun bir an önce
çözülmesi için harekete geçmeleri gerekiyordu.
Sadrazam Mahmut Şevket Paşa hemen harekete geçmiş, Enver ve
Hurşit Paşaları alarak Bolayır’a gitmiştir. Her iki tarafı bir araya
getirerek barıştırmaya uğraşmıştır. Sadrazamın huzurunda Fahri
ve Hurşit Paşaların şiddetli tartışmaları olmuştur.35 Devletin en
üst makamını cepheye kadar götüren bu gerginlik Balkan
savaşının hangi şartlarda yapıldığını göstermesi bakımından
önemlidir.
İstifalar önlenmiş mevcut komutanların görevleri ve görev yerleri
değiştirilerek huzur sağlanmaya çalışılmıştır. Fakat bu kırgınlık
ve kırılganlık bir türlü düzelmemiştir. Bu kavga bize Ali Fethi ile
Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki içerisinde ki Enver, Talat ve
34 . ATEŞE, Klasör: 136: Dosya: 64, , Dolap: 304-13. Aktepe
8.283.
31. Aktepe, Münir, agm, s. 285. Fahrettin Altay, agm, s. 39.
128
Münür, agm,
Cemal Paşalar karşısında muhalif olmalarının cepheye
yansımasını göstermesi bakımından da önemlidir. Hatta ilerleyen
zaman içerisinde bu kavganın yansımaları Ali Fethi’nin Sofya
elçiliğine, Mustafa Kemal’in Sofya’ya Ateşemileter olarak tayin
edilerek İstanbul’dan uzaklaştırılmaları şeklinde görülmektedir.
Bolayır Muharebesi ve Şarköy Çıkarması üzerine tartışmalar
sadece bürokratik düzeyde kalmamış, yayın yoluyla da
kamuoyuna yansıtılmıştır. Bu anlamda ilk eser yazarının ismini
açıkça
yazmadığı
1329
(1913)
tarihli
“Askeri
Mağlubiyetlerimizin Esbabı” adlı eserdir. Bu kitapta yazar;
Balkan Harbi’ndeki yenilgilerimizin sebeplerini ele almış ve
oldukça teferruatlı açıklamalar yapmıştır. Bolayır ve Şarköy
Çıkarması ile ilgili değerlendirmesinde de Fahri Paşa, Ali Fethi
ve Mustafa Kemal’i isim zikretmeden, bizzat kendilerinin tek
başına zafer kazanma hevesine düştükleri şeklinde yorumlamıştır.
Bu kitabın yayınlanması üzerine Ali Fethi de adı geçen
muharebenin
nasıl planlandığı
ve
hangi
şartlarda
gerçekleştirildiğini belgeleriyle ele alan
“ Bolayır
Muharebesinde Adem-i Muvaffakiyyetin Esbabı” adlı kitabını
1330 (1914) tarihinde yayınlamıştır. Tartışmalar bu şekliyle
günümüze kadar uzanmıştır.
Ali Fethi Bolayır yenilgisinin sebeplerini yazdığı kitapçığın 24.
sahifesinde
"Balkan Harbi'nde mağlubiyetlerin esbabını
(sebeplerini) araştırmak gülistan vatanın güzel bir çiçeği olan
Rumeli'nin kaybedilmesinden ders ve ibret almak hepimiz için bir
borçtur" der36.
36. Okyar, A li Fethi, a.g.e., s.24.
129
İşte bu duygularla dolu olan Ali Fethi savaştan sonra İstanbul'a
döner ve 14 Eylül 1913 tarihinde askerlikten istifa eder37.
Balkan Savaşı’nın her cephesinde yenilgilerimiz var. Ancak
orduyu idare eden komutanlar arasındaki siyasi, şahsi ve fikri
anlamda yaşanılan ayrılıkların askere ve cepheye yansıması
yenilgilerimizin temel sebebi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bugün de aynı mantık ve amaçlarla yola çıkarak yenilgimizin
sebeplerini gündeme taşırken onarılmaz hatalar ve yaralar
açıldığının farkında olunmalıdır.
Bu vesileyle tarihi şahsiyetler Türk milletinin ortak değerleridir.
Her değer hatalarıyla, başarılarıyla, hizmetleriyle kabul
edilmelidir. Yazarken konuşurken tarafgir bir mantıkla yaklaşıp
tarihi gerçeklere yalan söyletmeye hiçbir araştırmacı veya yazarın
hakkı yoktur.
37. K.K.K. Arşivi 3 N olu Erkân Defteri, No:423.
130
YUNAN BELGELERİYLE BALKAN SAVAŞLARINA
YUNANİSTAN'IN SİYASİ VE ASKERİ ETKİSİ
Y rd.Doç.Dr. M urat Köylü
Toros Ünv. Öğretim Üyesi
ÖZET
Bilindiği gibi Yunanistan bağımsızlığını kazandığı 1830'dan
itibaren, Yunan hayalperestlerinin kırk yıl önce çizdikleri
haritaya uygun olarak gözünü Makedonya ve Anadolu
topraklarına dikmişti. Bu konuda 1890 yılına kadar hiçbir
politika üretmediği gibi, askeri ve ekonomik bakımdan çok geriye
düşmüştü. Bu 1897 Osmanlı-Yunan savaşında yaşanan büyük
hezimet,subaylar arasında büyük
rahatsızlık yaratmıştı.
Osmanlı'dayaşanan 1908 darbesini örnek alan Yunan subayları,
1909'da hükümete bir ültimatom vererek, kötü yönetime son
verilmesini istediler.
Yunanistan, isyancıların
Girit'ten
getirttikleri Venizelos 'un akılcı siyaseti ve öngörüsü ile
Osmanlı 'ya karşı birleşen Balkan ittifakında yer alması sonucu,
1912-1913 Balkan Savaş ’ının en kazançlı ülkesi olmuştur.
Balkan Savaşı, Yunan hayalperestlerine Anadolu'nun kapısını
aralamış
ancak bu hayalin bir trajediye dönüşmesini
önleyememişlerdir.
GİRİŞ
10 Kasım 1922 (Downing Caddesi 10 numara)
Başbakan Herbert Austin ve önde gelen aydınlar, Yunan
Konsolosu John Stavirdi ve İngiliz Ekonomi ve Mali işler Bakanı
Lloyd George...
Konsolos
Stavirdi' nin söylenenleri not etme alışkanlığı
olmasaydı, viskisini keyifle yudumlayan İngiliz Bakan Lloyd
131
George'un ağzından dökülen bu kelimeler tarih sahnesinde hiç
duyulmayacaktı.
Lloyd George; ( Balkan Harbi’ni kast ederek) “Temsilcilerden
biri bugün aramızda olan müttefiklerin başarısına içiyorum.
Türkler, bir an önce Avrupa'dan çıkarılsın ve .... Nereden
geldilerse oraya geri yollansın...”1
Aslında İngiliz bakanının söylediği, 1815 Viyana Kongresi’nden
itibaren Osmanlı-Avrupa münasebetleri diplomatik çevrelerde
Şark Meselesi (la Question d’Orient) adı altında ele alınmaya
başlanmıştı. Şark Meselesi’nin özünü ve esasım dört madde
halinde sıralamak mümkündür2:
1- Birinci safhada Balkanlardaki Hıristiyanların (Yunanistan,
Bulgaristan Sırbistan, Karadağ, Romanya vb.) Osmanlı
hakimiyetinden kurtarılması ve istiklâllerine kavuşturulması,
2- İkinci safhada, Doğu Anadolu’da bulunan altı vilayette
(Vilâyât-ı Sitte),önce ıslahat, sonra muhtar bir bölge veya
bağımsız bir Ermenistan devleti sözünün, özellikle İngiltere ve
Rusya tarafından Ermenilere verilmesi,
3- Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk olmayan Müslümanların
(Amavutlar, Boşnaklar, Araplar, Kürtler vb.) Osmanlı
Türklerinden koparılması,
4- Son safha, parçalanmış Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklan
üzerinde Büyük Güçler (Düvel-i Muazzama) tarafından menfaat
veya hakimiyet sahaları oluşturularak paylaşılması ve
sömürgeleştirilmesi anlamına geliyordu.
Bu planın ilk aktörü ve oyuncusu Yunanlılar olmuştur. 1821'de
başlattıkları, on binlerce Türk ve Müslümanm katledildiği, göçe
1 Giles Milton, Paradise Lost: Smyma, 1922, Basic Books, July 2008, s.24
3Prof. Dr. Süleyman Kodoman,
1-4 Nisan 2010 tarihinde A B D UT AH
Üniversitesinde düzenlenen Ululuslararası Kongreye bildiri olarak sunulmuştur
132
zorlandığı “Mora Ayaklanm ası”, İngiltere, Rusya ve Fransa
desteği ile bağımsızlıkla sonuçlanmış, Osmanlı’nm Balkanlardaki
ilk büyük yıkımını başlatmıştır.
1821'de başlayan Yunan ihtilalinden sonra 1897'de ve 19121913'de Türklere karşı girişilen her savaşta, Anadolu'da
yaşayan Yunan ahalinin Yunanistan'a ilhak (ENOSİS) etmek
amacını güttüğünü açıkça ortaya koymuşlardır. Birinci Dünya
Savaşı'nda Ege Bölgesi'ndeki toprakların önemli bir kısmının
Yunanistan'a bırakılması konusunda İtilaf Devletleri ile o
zaman ki Yunan hükümetlerinin arasında yapılan anlaşmalar
güdülen amacı açık bir şekilde ispat etmektedir.3
GUDİ DARBESİ
Ancak 1890'lı yıllara kadar, beklenenin aksine bağımsızlığını
kazanan
Yunanistan,
“sözde
ırkdaşlarını
Türklerin
boyunduruğu altından kurtarmak ve Yunan halklarının
yaşadığı Asya ve Avrupa topraklarını ana vatana ilhak etmek4”
amacına yönelik hiçbir çaba göstermemişti.
1897’de Yunanistan’ın aldığı yenilgi5, ülkenin içinde bulunduğu
karmaşık ortam, dış tehditler, hanedanın askeri konulara dahil
3 Y U N A N GENELKURMAY BAŞKANLIĞI, HARP TARİH BAŞKANLIĞI,
“Yunan Ordusu İzmir'de”, Atina, 1928, s.l
4 Yunan Ordusu İzmir'de, Yunan Harp Dairesi Başkanlığı, Atina, 1925, S.2
5 Osmanlı İmparatorluğu, ayaklanan Girit’e bir işgal birliği gönderen ve
Tesalya’dan saldırıya geçen Yunanistan’a 17 Nisan 1897’de savaş açmıştır.
Savaş Yunanistan’ın yenilgisiyle sonuçlanmış, İstanbul’da imzalanan barış
antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu, kazandığı zafere karşm, Tesalya’da
lehine yapılacak küçük bir sınır düzeltmesi ile 100.000.000 franklık bir tazminat
elde edebilmiştir. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt: 8, Ankara: Tarih
Kurumu Basımevi, 1995, s. 115-118.
olması ve “Megali İdea”yı gerçekleştirme arzusu, askerler
üzerinde önemli bir etki yaratmıştır. Bu sebepledir ki subaylar,
yavaş yavaş örgütlenip geniş bir muhalefet zemini oluşturmaya
başlamışlardır.
1908 yılında Osmanlı împaratorluğu’nda Meşrutiyet’in ilan
edilmesinin akabinde, Yunanistan lehine mücadele etmek
amacıyla çeşitli şekillerde Makedonya’da bulunmuş olan
subaylar, Yunanistan tarafından geri çekilmiştir. Ancak bu genç
subaylar, Balkan ülkeleri arasında askıya alınmış ve İttihatçılarla
süren çekişmelerin , eninde sonunda büyük bir savaşa
dönüşeceğine inanıyor, Yunanistan’ın bu savaşta askeri
bakımdan zayıf olması halinde, bunun iyi sonuçlar
getirmeyeceğini düşünüyorlardı. Bu ortam içerisinde bir grup
genç subay teşkilatlanmaya başlamış, 1908 Ekim’inde Askeri
İttifak’m (Stratiotikos
Sindesmos)
kurulmasına karar
vermişlerdir6.
Genç Türk subayların gerçekleştirdiği Meşrutiyet’in ilanı olgusu
Yunan Ordusu’nu da etkilemiş, Yunanistan’ın geleceğini
yönlendirecek olan kurumların içinde bulundukları kaostan ancak
Yunan
Ordusu’nun kurtarabileceği
yönündeki
kanıyı
güçlendirmiştir.
Gudi Darbesi’ni gerçekleştiren Askeri İttifak, Kralın
değiştirilmesini ya da hanedan soyunun ortadan kaldırılmasını
amaçlamamıştır. Üstelik Askeri İttifak üyeleri meşru hükümete
bağlı kalınacağına dair yemin ettiklerinden, bir istibdat ya da*58
6 Nilüfer ERDEM, Yunan Tarihçileri Gözüyle Anadolu Harekatı, İstanbul
Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılapları Enstitüsü Doktora Tezi,İstanbul 2009, s.
58
134
cunta yönetimi kurmak istememişler, bir hükümet değişikliği
önerisi de getirmemişlerdir. Ülke idaresinin erdemli ve dürüst
olmasını; adaletin çabuk, eşit ve sınıf ayrımı yapılmadan
tarafsızca dağıtılmasını; eğitimin halkın ihtiyaçlarına ve askeri
gereksinimlere yarayacak şekilde düzenlenmesini; sivillerin
yaşam, şeref ve servetlerinin teminat altına alınmasını ve devletin
gelirlerle giderlerinin mantıklı bir şekilde düzenlenmesi
sayesinde ülke ekonomisinin geliştirilmesini istemişlerdir.
Yakın gelecekte ulusal sorunların alevleneceğini sezinleyen
Askeri İttifak, söz konusu olan konuların başarıyla göğüslenmesi
için, ordunun yeni baştan yapılandırılmasına ilişkin önlemlerin
acilen alınması taleplerinde bulunmuş, ordunun ıslahatı hakkında
bir program belirlemiştir.
Subaylar hazırladıkları muhtırayı Yunan basınına verdikten sonra
Atina’nın doğu banliyölerinden Gudi’de, 15 Ağustos 1909 sabah
saatlerinde toplanmaya başlamışlardır. Ayaklanmış subayların
yanmda, kendilerine tabancalar verilmiş Atina Üniversitesindeki
ulusçu öğrencilerin kurmuş olduğu Üniversite Birliği
(Panepistimiaki Enosis) mensuplarıyla siviller de yer
almışlardır7.
Eleftherios K. Venizelos’un şekilsel bile olsa 1913’e kadar
Osmanlı egemenliği altında olan bir bölgede, Girit’te yaşadığını
ve orada sadece Girit’e değil, tüm Yunanistan’a ait pek çok iç ve
dış problemle yoğrulmuştu. Venizelos 1908-1909 döneminde
Girit’i idare eden Yürütme Kurulu’nda (hükümette) görev
almıştır. Dolayısıyla o tarihte, etkinlik alam olan Yunanistan,
Türkiye ve Avrupa’yı çok iyi tanıyan, her şekilde hazır ve
deneyimli bir siyasi lider konumundaydı. Girit’te bulunduğu
7 ERDEM, a.g.e., s. 59
135
dönemde Yunanistan’a ilişkin ve ilgilenilmesi gereken tüm özel
problemler üzerinde deneyim kazanmıştı. Girit Venizelos’un
Türkleri olduğu kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünü
destekleyen AvrupalIları da tanıdığı bir “okul”du. Deneyimli bir
siyasetçiyken, aynı anda “Ana Yunanistan” için yıpranmamış bir
siyasetçiydi. Çünkü o güne kadar Yunanistan’ın siyasetine aktif
bir şekilde katılmış değildi. Dolayısıyla, Yunanistan rejiminin
ıslahatçısı ve boyunduruk altındaki Helenlerin kurtarıcısı rollerini
rahatlıkla talep edebilme şansına sahipti. Bunu yaparken hem
deneyimine, hem de Yunanistan’daki yıpranmamışlığına
dayanmıştı8.
Kimilerine göre darbecilerin Venizelos’u düşünme sebebi,
Girit’te görev yapmış bazı subayların Giritli siyasetçinin
yeteneğine duydukları hayranlıktır9. Bazılarına göreyse
darbecilerin Girit’in “barut kokan siyasetçisini” tercih etme
sebebi, adadaki yüksek komiser Prens Georgios’a karşı 1905
ayaklanmasında yer aldığından dolayı Venizelos’un hanedan
karşıtı olduğuna dair ünüdür. Ama belki de bazılan, kendileri de
fark etmeden îngilizlerin etkisinde kalmışlardı101.
Venizelos 1909 Ağustos’unda, kendi yayın organı olan “Kiriks”
gazetesinde, Askeri İttifak’m lehine makaleler yazmıştır11.
Venizelos kendisi 1909 Gudi Darbesi ile ilişkisini, “düzenleyici
hizmetler vermek (prosfora rithmistikon ipiresion)” olarak kabul
Haralambos Hr. Prukakis, Eleftherios K. V enizelos, Atina: Ekdosis
Parisianu Epistimonikes [Parisianu Epistimonikes Yayınlan], 2002, s. 100;
172-176.
9 Ap. E. Vakalopulos, N ea Elliniki İstoria [Yeni Yunan Tarihi] 1204-1985, s.
343.
10 Grigoriadis, İstoria Tis Sighronis Elladas [Çağdaş Yunanistan Tarihi] 19091940, Tomos [Cilt]: 1, s. 130.
11 Moiras, a.g.e., s. 91.
136
etmektedir. Mecliste kendisine, “1909 darbesinin uygulayıcısı
mı, yoksa eğitmeni mi” olduğu sorulduğunda, bu yanıtı vermiştir.
Bu düzenlemeden sonra Yunan halkı ile beraber, darbenin gerçek
çıkarlarına hizmet ettiğini ifade etmiştir12.
Yunan tarih kitaplarının ve tezlerinin çoğunda yer alan yargıya
göre, Gudi Darbesi’ni gerçekleştiren genç subaylar, ordu içinde
ihm al edilm iş bazı hususların düzeltilm esini, ordunun
m odernleşm esini, dem okratik bir idareyi am açlam ışlardı.
Nitekim bu doğrultuda yapılan reformlar, Yunanistan’ı büyük
ülküsünü gerçekleştirecek ileri bir hamle yapacak konuma
getirmişti13. Ancak 1909 Gudi Darbesi’nin bir özelliği de, gerek
siyasetçi, gerekse asker olarak Anadolu Harekatı’mn bazı
aktörlerini sahneye çıkarması ve harekat döneminde yaşanan bir
takım olayların tohumlarını serpmesi idi. Öyle ki Konstantinist
(kralcı) subay Viktor Dusmanis’e göre, takip eden süreçte iktidar
ve toplumdaki kaos ortamı Gudi Darbesi’nden kaynaklanmıştır.
Çünkü kendiliğinden ortaya çıkan kimi kurtarıcılar, Yunanistan’ı
kurtarmak isteyerek önceki nesillerin yaptıklarını yeterli
görmemiş, ancak ters bir sonuca ulaşmışlardır. Oysa 1909’a
kadarki süreçte gerek siyasi, gerekse toplumsal açıdan, küçük
adımlarla da olsa iyileşme yönünde yol alınmıştır. Gudi Darbesi
ve burada takınılan tutum, liderlere karşı itaat ve inanç
atmosferini zayıflatmıştır14.
12 Prukakis, a.g.e., s. 117-118.
13 Moiras, a.g.e., s. 147.
14 Viktor Dusmanis, İstorikes Selides Tas Opias Ezisa [Yaşadığım Tarihi
Sayfalar], Ekdotikos İkos Petru Dimitraku [Petros Dimitriakos Yayınevi], t.y.,
s. 32.
137
1910-1912 DÖ N EM İN D E V EN İZELO S SİY A SE T İ
Alexander Anastasius Pallis'e göre Venizelos; 1909’da
hükümetin başına geçmek üzere Askeri Cunta tarafından Girit'ten
Yunanistan'a davet edildiği zaman, küçük, itibarı olmayan, askeri
örgütten yoksun, dostu bulunmayan, politikası olmayan, toprak
kazanma hayalleri bile Girit'ten, Epir'den ve Güney
Makedonya'nın bir ucundan ileri gidemeyen zavallı bir memleket
bulmuştu. On iki yıİ içinde (1910-22) Venizelos, hatırı sayılır bir
ordu ve donanma kurmayı başarmış, Yunanistan'a moral ve
maddi avantajlar ve kıymetli dostlar kazandırmış, topraklarım iki
misline çıkarmıştı. İyi konuşması, enerjisi, çalışkanlığı ve
diplomatik maharetinin yanı sıra Venizelos, kendini, kendinden
evvelki ve sonraki bütün Yunan politikacılarının omuzlan üstüne
çıkaran büyük bir meziyete, realiteleri görmek meziyetine
sahipti. Öteki Yunanlı politikacılar da memleketlerinin iyiliğini
isteyen kimselerdi şüphesiz. Fakat gökteki aym eline verilmesi
için ağlayan çocuklar gibi hareket ediyor, Dışişleri Bakanlığının
duvarına astığı Kiepert Atlası'ndaki Balkan Yanmadası'na bakıp
bakıp, Bizans İmparatorluğu topraklarından ne kadarının yeniden
kendilerinin olacağını hayal ediyor, "armut piş ağzıma düş"
misali bekliyorlardı hiçbir şey yapmadan. Ama Venizelos'un
problemlere yaklaşım şekli çok başkaydı.
1912 Balkan ittifakını ele alalım. V enizelos’un m uhaliflerinden
birçoğu onu bu ittifaka girdiği için çok eleştirm iştir. Onlara
göre Yunanistan ittifakın dışında kalacak, Sırbistan, Bulgaristan
ve Karadağ'dan ibaret bu Slav üçlüsü Yunanistan'ın, yardımı
olmadan Türklerin önünde kafalarını taşa vuracaklarından,
Yunanistan en elverişli zamanda müdahale edip istediği gibi
parsayı toplayabilecekti. Venizelos kendi ülkesinin yetenekleri
hakkında daha mütevazi ve realist düşünüyordu. Türkiye
138
gençleşme hareketiyle her yıl biraz daha iyiye gittiğinden, ona
göre harekete geçmenin tam zamanıydı. Yunanistan tek başına,
olsa olsa Girit'i alabilirdi. Ayrıca üç Slav memleketini de yalnız
başlarına bırakmak doğru olmayacaktı. Zira Türkler onları
yenecek olursa, Yunanistan'ın durumu da tehlikeye girerdi.
Slavlar kazansalar da Yunanistan için iyi olmaz, Makedonya'da
umduğu yerlere sahip çıkamazdı. İttifaka girerek elde edeceği
topraklar kendilerinin etnolojik ve tarihi sebeplerle hak iddia
ettikleri yerlerden daha az olabilirdi, ama bu kadarı da hiç yoktan
iyidir diye düşünüyordu Venizelos. Öteki hayali geniş Yunan
politikacıları, Manastırdan Meriç'e kadar uzanan bütün
Trakya'yla Makedonya'dan azma razı değillerdi. Bu şekilde
oyalanıp, ittifakın dışında kalacak olursa, sonunda Yunanlıların
eline hiçbir şey geçmeyebilirdi. Venizelos eski bir Yunan
atasözünde dediği gibi, "hiç ekm eksiz kalm aktansa, somunun
yarısına sahip olm ak yeğdir"i tutmak akıllılığım gösterdi.
Venizelos, durumu değerlendirmede gösterdiği süratin bir başka
örneğini, Birinci Balkan Savaşı’nda 1912'de, Yunan ordusu ilk
zaferini Selanik yolu üstündeki Sarantaporo'da kazandığı şuada
gösterdi. Bu başarı üzerine iki alternatifi vardı; doğuya doğru
Selanik e ilerlem ek veya kuzeybatıya doğru M anastır’a
yürüm ek. Ordulara kumanda eden V eliaht Konstantinos
kurm aylarının fikrini destekleyerek M anastır'a yürünm esini,
Batı Makedonya'daki Türk kuvvetlerinin bu suretle ikiye
bölünmesini istiyordu. Venizelos ise, Selanik'in kendileri için
hayati
bir
önem
taşıdığını hemen
anlayıverm işti.
Kuzeydoğudan ilerlemekte olan Bulgarlar'dan evvel Selanik'e
ulaşamazlarsa savaş sonu toprak paylaşmasında bu çok önemli
şehri ellerinden kaçırabilirlerdi. Toprak bölüşmesinde herkesin
elinde bulunan yerlerin kendilerine kalacağım biliyordu.
Başkom utan ve Kurmay Başkanlarm ın görüşüne rağmen
139
Selanik’e doğru yürünmesinde ısrar etti. Haklı da çıktı.
Yunanlılar Selanik'e ucu ucuna, Bulgarlar’dan sadece 24
saat evvel vardılar, umulan oldu. Selanik o günden bu yana
Yunanlılarındır. Veliahtm dediği gibi Manastır'a yürünmüş
olsaydı, Yunanlıların eline hiçbir şey geçmeyecekti. Üçüncü
örnek, İkinci Balkan Savaşı'nda 1913'ten verilebilir. Mütareke
imzalanmış, Bükreş'te Barış Konferansı başlamıştı. Dedeağaç'a
kadar Trakya ve Doğu Makedonya fiilen Yunan ordusunun işgali
altındaydı. Artık Kral olmuş olan Konstantinos, Bükreş'teki
Venizelos'a bir telgraf çekerek, Meriç'e kadar işgal altındaki
toprakların tamamının kendilerine bırakılmasından başka
bir şartı kabul etmemesi talimatını verdi. Venizelos
cevabında, Aşırı isteklerini Romanya'nın desteklemeyeceğini
bildiğinden sadece Nestos'a kadar Makedonya’dan bir parça
üzerinde ısrar edeceğini bildirdi. Şayet Yunanlılar Meriç'e kadar
olan topraklarda ısrar edecek olurlarsa, savaşın yeniden
başlaması ihtimali kuvvetliydi ve yeni bir savaşın sonuçlarının ne
olacağı bilinmezdi. Konstantinos önce bu görüşü kabul etmek
istemedi. Venizelos istifa tehdidini savurunca razı oldu.
Venizelos bu olayda da aşırı isteklerle her şeyi tehlikeye
atmaktansa, alabildiğiyle yetinme görüşünü isbat etmiştir.
Muhaliflerine kalsa onu, Manastır için Sırbistan'la, Korçe için
Arnavutluk'la, On İki Ada için İtalya'yla, Makedonya'daki
Kutsovlahlar
için
Romanya'yla
ve
Yunanistan'daki
"müftüler’in hakları için Türkiye ile savaşa sürüklerlerdi. Başka
bir deyimle, öteki politikacılar komşularıyla aralarında çıkan her
konuyu sonuna kadar götürmek isterlerdi. Venizelos, uzak olsun,
yakın olsun, her işte bir çizgi çizmek, gerisini olayların akışına
göre ileride çıkacak fırsatlara bırakm ak kararındaydı15.
15 Alexander Anastasius Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası, (çeviri: Orhan
Azizoğlu), 1997, Yapı Kredi Yayınlan, S .17
140
BALKAN SAVAŞI VE YUNANİSTAN (1912-1913)
Balkan Savaşı, Balkanların tarihinin şüphesiz ki en önemli
olaylarından birini oluşturmaktadır.
Balkan Devletleri,
dağılmakta olan Osmanlı Devleti’nin siyasi ve askeri
zayıflığından ve İtalya ile savaş halinde olmasından yararlanarak,
Balkanlardaki Osmanlı topraklarım ele geçirmek istemişler ve
1912 yılında Osmanlı Devleti’ne karşı birleşmişlerdir16.
Ancak Yunan tarih kitaplarında Balkan Devletleri’nin ittifak
kurması ve Balkan Savaşı’nm gerekçesi olarak farklı bir anlatım
soz konusudur. II. Meşrutiyet’in ilanı akabinde gerçekleşen
düzenlemelerin
Osmanlı
Devleti’ndeki
gayrimüslimlerin
beklentilerine cevap vermediği, dönem içindeki siyasetin giderek
ulusçu bir yapıya büründüğü, bu sebeple Osmanlı topraklarında
yaşayan Hıristiyan nüfusun konumunun giderek güçleştiği ifade
edilmektedir.
Kanuni
Esasi
yürürlüğe
girdiği
halde
gayrimüslimlere uygulanan baskılar artmış, bunun üzerine
bölgede yaşayan bir takım uluslar “ortak tehlike” karşısında
anlaşma zemini aramaya başlamışlardır. Balkanlardaki ulusal
rekabetlerin aşılmasında Rusya’nın ve Venizelos’un özel
kişiliğinin önemli rolü olmuştur. İngiltere’nin Doğu Meselesi ile
ilgili tavrının değiştiği görülmüş ve Osmanlı’nm bütünlüğünden
yana tavır koymayacağı netleşmiştir. İngiltere, Fransa ve Rusya
büyüyen Almanya tehlikesine karşı güç birliğine gitmişler, diğer
taraftan Osmanlı Devleti Almanya’yla giderek daha fazla
yakınlaşmıştır. Yunanistan ve diğer Balkan Devletleri,
İngiltere’nin bundan böyle dikkate almaya başladığı güçler haline
gelmişlerdir. Artık Yunanistan’ın ulusçu siyaseti Büyük
A li İhsan Gencer - Sabahattin Özel, Türk İnkılap Tarihi, 9. b., İstanbul- Der
Yayınlan, 2004, s. 40.
141
Britanya’nın doğu siyasetine ters düşmemektedir. Bu
gelişmelerle birlikte Balkan İttifakı tamamlanmış, Osmanlı’mn
Trablpsgarp Savaşı’na girmesi, Arnavutluk ve Kosova’daki
Arnavutların ayaklanmaları, sürekli yaşanan sınır problemleri
gibi bir takım olgular, askeri eylemde bulunulması yönündeki
kararı hızlandırmışlardır. Bunun üzerine 8 Ekim’de Karadağ, 17
Ekim’de Bulgaristan ve Sırbistan, 18 Ekim 1912’de de
Yunanistan Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan etmişlerdir.
Bu anlatıma göre Yunan Ordusu Başkomutan Veliaht Konstantin
liderliğinde Katerini, Grevena ve Kozani’yi “kurtarmıştır
(apeleftherose)”. Bulgar kuvvetleri doğuda İstanbul’un eşiğine
kadar ulaşmış, batıda Batı Trakya’yı ve Doğu Makedonya’yı ele
geçirmişlerdir. Suplar Kuzeybatı Makedonya’ya yönelmişler,
Üsküp ve ManastırT ele geçirmişlerdir17.
Selanik’in Bulgarlar tarafından işgal edilmesi ihtimaline karşı
Yunan hükümeti, Yunan Ordusu Komutanlığı’na şehre doğru
hızla ilerlenilmesi emrini vermiştir. Bu görüşten farklı olarak
Veliaht Konstantin, Helen ticaretinin gelişme gösterdiği
Manastır’a doğru ilerlenilmesini istemektedir. Konstantin ve
Venizelos arasında ilk çekişme, tam da bu konu üzerinde
yaşanmıştır. Sonrasında Konstantin yandaşlan Selanik’e doğru
ağır ilerlenilmesinin sebebi olarak, Epir’deki savaşm kaderi
belirlenmeden Veliaht’m Selanik’e yönelemeyeceğini ve Yunan
Ordusu’nun batısında güçlü Türk kuvvetlerinin bulunduğunu
ifade etmişlerdir. Venizelistler ise problemin askeri değil, siyasi
olduğu görüşünü savunmuşlardır. Selanik’in ele geçirilmesi,
17 Svoronos, Episkopisi Tis N eoellinikis İstorias [Çağdaş Yunan Tarihinin
Gözden Geçirilmesi], s. 116-117; Haciantoniyu, İstoria Tis Neoteris Elladas
1821-1941 [Y eni Yunanistan Tarihi 18211941], s. 262-264.
142
diğer Makedonya’nın
taşımaktadır18.
talep
edilmesi
için
hayati
önem
Selanik’in Haşan Tahsin Paşa tarafından Yunanlılara teslim
edildiği gün, aynı zamanda Agios D im itrios19 yortusudur20.
Selanik’in Yunanlıların eline geçtiği tarih 8 Kasım 1912’dir.
Balkan Devletleri içinde Bulgaristan en güçlü orduya sahipken,
Yunanistan donanması sayesinde Ege’de hakimiyet kurmuş ve
OsmanlI’nın Asya’daki askerlerinin Balkan cephesine
taşınmasını engellemiştir. Ege’deki Yunan Donanması Türk
Donanması’nm Çanakkale Boğazı’ndan çıkmasına izin
vermeyerek
Marmara
D enizi’ne
hapsetmiştir.
Deniz
savaşlarında “A verof” zırhta» başrol oynam ıştır21. Bir tek
Rauf Bey yönetimindeki “Hamidiye” zırhlısı kuşatmayı
aşabilmiş ve Yunanlıların Ege’de «nendi kaygılar yaşamasına
sebep olmuştur. R auf Bey Türkleria kahramanı olmuştur ki
Yunan tarihçilerine göre, ta k d ir değer bir etkinlik
gösterdiğinden dolayı bu O ’nun hakkutar22.
Epir’de Yunan ordusunun hedefi Yanya şehri olmuş, Osmanlı
ordusu önemli bir direniş göstermişse de şehir Yunanlıların eline
18 [Skulatu, Istoria Neoteri K e Sighroni En Yeni v e Çağdaş Tarih], G ’ Likiu
[Lise 3], s. 37-39.
19 Bugün Türkiye Cumhuriyeti K onsolosluğunun ve Atatürk’ün doğduğu
evin üzerinde bulunduğu caddenin ismi A gios Dimitrios Caddesi’dir ve aynı
cadde üzerinde A gios Dimitrios K ilisesi bulunmaktadır. Thessaloniki
Odigos Polis [Selanik Şehir Rehberi], Kapak Sayfası
20 Ap. E. Vakalopulos, N ea Elliniki Istoria [Yeni Yunan Tarihi] 1204-1985, s.
347.
21 Haciantoniyu, Istoria Tis Neoteris Elladas 1821-1941 [Yeni Yunanistan
Tarihi 1821-1941], s. 265, 268.
22 Grigoriadis, Istoria Tis Sighronis Elladas [Çağdaş Yunanistan Tarihi]
1909-1940 , Tomos [Cilt]: 1, s. 142-143.
143
geçmiştir. Bu arada Bulgar ordusu da Edirne’yi işgal etmiştir.
Birinci Balkan Savaşı, 30 Mayıs 1913’te imzalanan Londra
Antlaşması’yla sona ermiştir. Antlaşma ile Osmanlı Devleti’nin
batı sının Midye-Enez hattı olarak belirlenmiştir. Osmanlı
Devleti
Arnavutluk
ve
Ege
Adalarının
geleceğinin
kararlaştınlmasını büyük devletlere bırakmıştır. Yunanistan
Selanik, Güney Makedonya ve Girit’e, Bulgaristan Kavala,
Dedeağaç ve bütün Trakya’ya, Sırbistan ise Orta ve Kuzey
Makedonya’ya sahip olmuştur23.
18 M art 1913’te Y unanistan, K ral G eorgios’un Selanik içinde
öldürülm esi haberi ile sarsılmıştır. Tetikçi Shinas bir Helen dir
ve anarşist ya da dengesiz olduğu söylentisi yayılmıştır. Ancak,
tetikçinin dengesiz ya da anarşist olmadığı, sadece yabancı
güçlere hizmet edenlerin aleti olduğu ve bunların Kral
Georgios’un ölümünden çakar bekledikleri kaydedilmiştir24.
Kral’m, İngilizlere karşı sıcak
duygular
beslediği
bilinmektedir. Buna karşılık Koostantin in Almanların yanında
yer alacağına dair umutlananlar vardır. O dönem pek çok yazar,
Georgios’un özellikle Almanya’m a Balkanlardaki çıkarlarının
kurbanı olduğunu yazmışlardır. Hatta bu yazarlara göre K ral
G eorgios yaşam ış olsaydı, Yunan halkı sonraki yıllardaki
bölünm üşlüğü yaşam az ve Anadolu H arekatı felaketle
sonuçlanm azdı.
Bazı tarihçilerin de Georgios’un öldürülmesini ulusal yıkım
olarak yorumladıklarını görmekteyiz. Georgios 68 yaşında
23 Gencer - Özel, a.g.e., s. 42.
24 Theodoros Pagkalos’un hatıralarından konu ile ilgili alınan bir bölüm , Lise 3.
S ın ıf Tarih Kitabı’nda görülebilmektedir. Skulatu, İstoria Neoteri Ke Sighroni
[En Y eni ve Çağdaş Tarih], G’ Likin [Lise 3], s. 44-45.
144
öldürüldüğünde sağlıklıdır, bedensel ve ruhsal olarak dinçtir.
Önünde, tahtta geçireceği uzun bir dönem durmaktadır. Bu
suikastı takip eden dönemden başlayarak Yunan halkı
bölünm üşlüğü yaşam ıştır ki bunun sebebi, Konstantin ve
V enizelos’un farklı dış yönelim leridir. İfade edildiğine göre
Georgios, başbakanla arasında herhangi bir çatışma çıkması
durumunda kendisi de uçlara gitmez, gücü ve yeteneğiyle
karşısındakine de (Venizelos’a) uçlara gitme hakkını vermezdi.
Konstantin Mart 1913’te krallık yemini etmiştir.
Georgios’un öldürülmesinin akabinde muhalefet (eski partiler
olarak ifade edilmektedir), her yöntemi kullanarak iki baskın
karakteri karşı karşıya getirmeye çalışmıştır. Bu yönde sistemli
bir faaliyet yürütülmüş, ikinci Balkan Savaşı’nm başlaması da
fırsat olarak değerlendirilerek Venizelos’a karşı saldırıya
geçilmiştir25.
Londra Antlaşması büyük devletiehm çıkarlarıyla Balkan
halklarının taleplerini dengelemeye çalışm ışsa da, bir takım
belirsizliklere ve eksikliklere sahiptir. Bu önemli eksikliği, bir
ittifak gerçekleştirmiş olan Balkan Devletleri arasındaki
sınırların belirlenmemiş olmasıdır. Makedonya ve Trakya’nın
paylaşılması problemi, Balkan Devletlerini yeni bir savaşa
itmiştir. Bulgaristan önce Sırbistan’a, ardından Yunanistan’a
saldırmıştır. Bu arada Romanya ve Osmanh Devleti de,
Bulgaristan’a karşı yürütülen bu savaşa dahil olmuşlardır.
Osmanlı ordusu gelişmelerden yararlanarak Edirne’yi geri
almayı başarmıştır. Savaşı kaybetmiş olan Bulgaristan, 10
25 Grigoriadis, İstoria Tis Sighronis Elladas [Çağdaş Yunanistan Tarihi] 19091940, Tomos [Cilt]: 1, s. 146-156.
145
Ağustos 1913’te Bükreş Antlaşması’nı imzalanuştır. Bu
antlaşmayla Bulgaristan Ege Denizi’yle olan bağlantısını
sürdürmekle birlikte, önemli ölçüde toprak kaybına uğramış, bazı
topraklan komşularına bırakmak zorunda kalmıştır.
Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında 29 Eylül 1913’te
İstanbul Antlaşması imzalanmış, Bulgaristan Kırklareli,
Dimetoka ve Edirne’yi Osmanlı Devleti’ne geri vermiştir.
Osmanlı Devleti başta Rusya olmak üzere büyük devletlerin
baskısı üzerine Batı Trakya’yı Bulgaristan’a bırakmıştır.
Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında 14 Kasım 1913’te Atina
Antlaşm ası imzalanmış, Osmanlı Devleti G irit’in Y unanistan’a
ait olduğunu resmen kabul etmiş, ayrıca Yunanistan’ın Balkan
Savaşı’ndaki kazançlarını tanımıştır.
Osmanlı Devleti büyük devletlerin baskısıyla Meriç hariç On İki
Ada’yı İtalya’ya, Gökçeada ve Bozcaada hariç bütün Ege
Adalarını Yunanistan’a bırakmışta. Yunan tarihçiliğinde bazı
adaların Osmanlı ve İtalya idaresinde kalmasının, “ulusal
bütünleşme (ethniki oloklirosi) için önemli bir adım atılmışsa da,
tüm ulusal ülkülerin gerçekleşmediği” şeklinde yorumlandığını
görmekteyiz26.
Osmanlı Devleti ile Sırbistan arasında ise 13 Mart 1914’te
İstanbul Antlaşması imzalanmışta. İki devletin ortak sının
kalmadığından, antlaşmanın konusu bu ülkede kalmış Türklerin
ve taşınmaz malların durumuna ilişkindir27.
26 Haciantoniyu, Istoria Tis Neoteris Elladas 1821-1941 [Yeni Yunanistan
Tarihi 1821-1941], s.
276.
27 Gencer - Özel, a.g.e., s. 43-44.
146
Yunan tarihçi Haciantoniyu’ya göre Yunanistan, 1897?deki
ayıptan sadece on beş yıl, Venizelos’un liderliğe gelişinden
sadece iki buçuk yıl sonra, bir yıl kadar süren kahramanca bir
taarruzun akabinde, kanatlarım geniş bir şekilde açmış ve
yüzölçümünü iki katına çıkarmıştır. Yunanistan’ın yüzölçüm ü
63.211 km2 ‘den 120.308 km2 ye ve nüfusu 2.632.000’den
4.718.000’e ulaşm ıştır. Son derece gelişmiş şehirler, örneğin
Selanik, Yanya, Kavala, Hanya ve pek çok zengin toprak
Yunanistan’a katılm ıştır. Avrupa’ya doğru yeni ulaşım yollan,
yeni ekonomik ve askeri olanaklar elde edilmiştir. Yunan Ijalkı
gelişmelerin sonucunda kendine güven kazanmış ve gelecek için
daha büyük umutlara sahip olmuştur. 1913’te halk ve liderliğin
fikir birliği, ulusal restorasyon için güvenli bir esas teşkil
etmiştir.
Okul kitapları da dahil Balkan Savaşı’m ele alan tüm kitaplarda,
yukarıda ifade ettiklerimizin yanında sonuç bölümünde,
Arnavutluk ile yaşanan Kuzey Epir problemine ilişkin bilgilerin
aktarıldığını görmekteyiz. Amavutluk’un Avusturya ve İtalya'nın
desteğiyle kurulduğu, bunun Yunanlıların sahip oldukları haklara
ters bir gelişme olduğu söylenmektedir. Öyle ki, yeni kurulan
Arnavutluk ile sınırlar ve Ege Adaları m eseleleri, Yunan
D ışişleri’ni Balkan Savaşı’ndan itibaren m eşgul eden en
önem li ulusal konular olmuşlardır. 1913’te sınırlar çizilirken
konuşulan dil kriter olarak alınmış, “Arnavutça konuşan pek
çok Helen”, Arnavut sayılm ış ve Kuzey Epir Arnavutluk’a
verilmiştir. Kuzey Epir Amavutluk’a verilirken bölgede 120.000
Helen’in yaşadığı, 3 metropolitliğe, 376 kiliseye, 360 okula ve
22.000 öğrenciye sahip olunduğu kaydedilmektedir28.
Olaylar karşısında Kuzey Epirliler, bölgenin özerkliği amacıyla
28 Ap. E. Vakalopulos, N ea Elliniki İstoria [Yeni Yunan Tarihi] 1204-1985, s.
350.
147
çeteler oluşturmuşlardır. 17 Şubat 1914’te Kuzey Epirlilerin
temsilcilerinin oluşturduğu kongrenin kararıyla Kuzey Epir’in
özerkliği ilan edilmiş ve başbakanlığa Georgios Hristakis Zografos getirilmiştir. Büyük güçler, Mayıs 1914’te Korfu
(Kerkira) Antlaşmasıyla Kuzey Epir’in özerkliğini tanımışlardır.
Ancak hiçbir güç, bunun uygulanabilirliği konusunda güvence
verememiş ve Kuzey Epir problemi aslında çözümsüz
kalmıştır29.
Venizelistler (Venizelos yandaşlan) her ne kadar Balkan
Savaşı’ndaki başanyı başbakana atfetseler de, Konstantinistlere
(Konstantin yandaşlan) göre elde edilen başarıda, başta
Konstantin olmak üzere 1909 Gudi Darbesi’ne katılmamış
olanlann payı vardır. Dusmanis, bu hislere tercüman olmuş ve
askeri ayaklanmada saf tutmuş olan subaylar 1912-1913’te
savaşın idaresini ele almış olsalardı, ulusal çıkarlar zarar görürdü
demiştir30.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti Balkan Savaşı’na hazırlıksız bir
şekilde yakalanmış ve askeri olarak bir takım sıkıntılar
yaşamıştır. Savaş öncesinde eğitim li bir grup askerin terhis
edilmesi, birliklerin Balkanlar’a zamanında nakledilememeleri,
yaşanan zorluklardan sadece birkaçıdır. Yunanistan açısmdan
durum, ifade edildiğine göre farklılık göstermektedir. Öyle ki, ilk
günlerde silah İtina almanlar 90.000’e ulaşmış, yurt dışındaki
yedeklerin gelmesiyle bu rakam giderek yükselmiştir. Yeni göç
etm iş olanların, vatanın (Y unanistan’ın) çağrışm a uyarak
ellerinde valizlerle A m erika’dan hareket ettikleri ve Türkler
29 Haciantoniyu, İstoria Tis Neoteris Elladas 1821-1941[Y eni Yunanistan
Tarihi 1821-1941], s. 277-280; Skulatu, İstoria Neoteri Ke Sighroni [En Yeni
ve Çağdaş Tarih], G ’ Likiu [Lise 3], s.
49-51.
30 Dusmanis, a.g.e., s. 32-33.
148
ile yapılan savaşa yetiştikleri kaydedilmektedir. Savaşın
ilanıyla Avrupa’da okuyan gençler bile orduya katılmışlardır.
Bu gelişmelerin akabinde Yunan ordusu 120-130 bin asker
sayısına ulaşmıştır. Osmanlı ordusunun dağılma sebeplerinden
biri olarak çok uluslu bir yapıya sahip olması gösterilmekte,
Osmanlı İdaresi’nin herkesin silah altına alınması koşulunu
getirdiği, ancak gayrimüslimlerin soydaşlarına karşı savaşmak
istemedikleri vurgulanmaktadır31.
Düşman ordularında saf tutmuşlar arasında Osmanlı
vatandaşlarının da bulunduğu bilinmeyen bir olgu değildir.
Anadolu Araştırmalan Merkezi’nin (Kentin Mikrasiatikon
Spudon), Anadolu göçmenleriyle gerçekleştirdiği söyleşilerden
de bu ortaya çıkmaktadır. Ayvahk-Edrenatit yolu üzerinde yer
alan ve mübadeleden önce Türklerle Helenlerin beraber
yaşadığı bir yerleşim m erkezi «dan Görocç’ten Vasilia
Kuçom itu, Balkan Savaşı esnasında Yunanistan’a çok
yardım ettiklerini, bunu gizlemeye çalıştılarsa da duyulduğunu,
bu sebeple de Türklerin kendilerine karşı İrinlendiğini ifade
etmiştir. Yunanlıların m ücadelesini desteklem ek amacıyla
altın liralarla dolu çömlekler gönderm işler, altınların üzerini
zeytinyağı ile doldurm uşlardır32.
Şileli
Vretos
Meneksopulos
önceleri
Yunanistan’ı
tanımadıklarını, Balkan Savaşı ile işittiklerini nakletmiştir.
Osmanlı Devleti’nin Balkan Savaşı’nda gayrimüslimlere de silah
verdiğini, düzenli orduya aldığını, ancak onların savaştıkları her
cephede, Bulgarlarla savaşırken Bulgaristan’a, Yunanlılarla
31 Grigoriadis, İstoria Tis Sighronis Elladas [Çağdaş Yunanistan Tarihi] 19091940, Tomos [Cilt]: 1, s. 139-140.
32 İ Eksodos [Çıkış], Tomos [Cilt]: 1, s. 102.
149
savaşırken Yunanistan’a kaçtıklarını, bu sebeple Birinci Dünya
Savaşı’nda Rumlara silah verilmediğini anlatmıştır. Rumların
bazıları askere gitmeyerek firar etmişler ve dağlarda çetecilik
yapmışlardır. Meneksopulos tehcir sebebi olarak bu tip
faaliyetleri görmektedir33.
Balkan Savaşı döneminde, Yunanistan’a Osmanlı Rumları
tarafından yapılan desteğin sadece Batı Anadolu' ve Marmara
bölgeleriyle sınırlı kalmadığı anlaşılmaktadır. Örneğin Nevşehirli
Efthalia Antoniadu, ayakkabı tamircisi olan babasının
Yunanca’yı Balkan Savaşı’nda Yunan ordusunda gönüllüyken
öğrendiğim, yedi yıl görev yaparak pek çok muharebede
bulunduğunu ifade etmiştir.
Yunanistan Balkan Savaşı esnasında bir takım izci birlikleri
(somata proskopcm) kullanmıştır. Bu birliklerin görevi, düzenli
ordudan önce ilerleyerek bölgenin hazırlanmasını sağlamaktır.
Bu birliklerin liderliğine subay ya da Makedonya
Mücadelesi’nde öne çıkmış sivillerin getirilmesi, savaş ilan
edilmeden önce sınırlan geçmeleri veya gemilerle Makedonya
kıyılarına çıkarılmaları, harekat başladığında Osmanlı ordusunun
kuşatılmasını sağlamaları amaçlanmıştır. Bu birliklerde askeri
okullardan yeni mezun olmuş, genç MakedonyalI subaylar da
kullanılmıştır34.
Bu gelişmelerle birlikte Birinci Dünya Savaşı’nm eşiğine
gelinmiştir.
33 A.e., 339-340.
34 İ. K. Mazarakis Eniaıı, A gones Tu Neoteru Ellinismu [Yeni Helenlerin
Mücadeleleri], Atina: Ekdosis Dodoni [Dodoni Yayınlan], 2003, s. 107-109.
SONUÇ VE D EĞ ERLEN D İRM E
Yunan Milliyetçilere göre 2500 yıldan beri yerleşik Yunan
halkları Ege Denizi'ndeki adalarda, Karadeniz'de, Küçük
Asya'nın kuzey ve güney bölgelerinde yaşamakta idi. İran
savaşlarından çok daha önce Küçük Asya Kıyılan'nda Eolia, Dor
ve İonya kolonilerine rastlanmaktaydı. Helenizm, gerek tarihten
önceki devirde, gerekse Büyük İskender'den sonraki devirde
muhafaza edildiği gibi Küçük Asya ve Hindu Nehri'ne uzanan
sahalara yayılmıştı. Bu Helenistik devir, Roma'nın Dünya'ya
hükmetmesinden hatta Hıristiyanlığın ortaya çıkmasından sonraki
devire kadar devam etti. Daha sonralan Yunan- Bizans
İmparatorluğu devrinde Helenizim, Küçük Asya'nın doğu, güney
ve merkez bölgelerine yayılmışlardı35.
İnançlarının temelini oluşturdukları bu iddia, Bizans-Yunan
İmparatorluğunu yeniden yaşama geçirme ülküsü ile yanıp
tutuşan Yunan Milliyetçileri için her ne kadar yıpranmış olsa da
Osmanlı, gerçek bir engeldi.
Bağımsızlıklarını kazanan Yunanistan'ın, iç ve dış sorunlarla
bunalmış Osmanlı ile 1897 yılındaki ilk karşılaşması neredeyse
hezimetle son bulacakken büyük devletlerin araya girmesi ile bu
hezimet bir kazanca dönüştü.
Bu hezimet, Yunan halkının bir gerçeğin farkına varmasına neden
olmuştu. Yunanlılar gururla andığı 2500 yıllık geçmişinin aksine
Rusların desteği ile Osmanlı İmparatorluğu’na karşı başlattıkları
isyan dahil hiçbir konuda dışarıdan destek almadan bir başarıya
ulaşamayacaklarını göstermişti. Kısaca Yunanlılar 1855-1857
35 Yunan Ordusu İzmir'de, Yunan Harp Dairesi Başkanlığı, Atina, 1925, S .l
151
Yıllan arasında Fransa’nın Atina büyükelçisi La Gorce'nin "Les
Grecs a Toutes Les Epoques” adıyla yazmış olduğu ve dilimize
"Çağlar Boyu Yunanlılar" adıyla çevrilen tamamı hakaretlerle
doluysa da tarif ettiği gibi; “ A vrupa'nın ele avuca sığmayan
çocuğu” olarak tarih sahnesinde yer almıştır.
Sürekli olarak “Osmanlı idaresi altında yaşayan soydaşlarını
baskı ve zulümden kurtarm a“ bahanesinin altına sığınarak,
tarihi emellerinin peşinden koşan ve büyük devletlerin çıkarları
ile kendi çıkarlarını birleştirerek amacına ulaşmaya çalışan bir
politika izlemiş ve önüne çıkan fırsatları değerlendirme
konusunda tereddüt etmemiştir.
1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nm ortaya çıkardığı diğer bir gerçek
ise, Yunan hayalperestlerin hayallerine ulaşabilecekleri bir askeri
yapıya sahip olmadıkları diğer bir deyimle büyük devletlerin
desteği ile “armut piş, ağzıma düş” politikası izledikleri, hiçbir
hazırlıklarının olmadığı, siyasal olarak çok kötü yönetildikleriydi.
Zira, ana kara Mora Yanmadası'nda yaşayan Yunanlılar,
ekonomik olarak tükenmiş, yoksulluk ve adaletsizlik altında
ezilmekteydiler. Yeni kıta Amerika'ya göç, tek kurtuluş gibi
gözüküyor ve her fırsatta bu kaçış engellenemiyordu. İzmir,
Aydın, İstanbul gibi Osmanlı şehirlerinde yaşayan Yunanlılar,
ticaretle zenginleşmiş Türklerden bile oldukça refah bir yaşam
sürmelerine rağmen, Yunan hayalperestler tarafından ezildikleri
yaygarasıyla Hıristiyan alemi ayağa kaldırıyorlardı.
Günümüz Yunanistan'ın siyasal sınırlarını çizen Balkan Savaşı,
diğer taraftan da tarihindeki en büyük trajedinin de tohumlarını
ekmişti. Velihat Konstantin ile Başbakan Venizelos arasmda
başlayan siyasi çekişme, Balkan Savaşlarındaki baş döndüren
başarının “Megali İdeayı” ulaşılabilir hale getirmesi, Birinci
152
Dünya Savaşı ile parçalanan OsmanlI'nın iştah kabartıcı hali ve
Türk düşmanı İngiliz Başbakanı Lloyd Gerorge'un itelemesiyle
tecrübeli bir asker olan General İoannis Metaksas'm tüm
itirazlarına rağmen girilen Anadolu bataklığında yok olan Yunan
ordusu...
Balkan Savaşı ile elde edilen kazanmalarla yetinmeyen ve 1915
yılında İngiliz Dışişleri Bakam Sir Edward Grey'in Anadolu
topraklarını altm tepsiyle Venizelos'a sunması, Yunan halkı için
sonun başlangıcım hazırlamış, büyük bir arzuyla girdikleri
Anadolu topraklarım yakıp yıkmış ve kan gölüne çevirmişler,
müteakiben yüz yıllardır birlikte yaşayan Rum ve Türk halkım
yerlerinden ederek, büyük bir trajedi ile geriye dönmüşlerdir.
Altı devlet adamının idam edildiği savaş sonunda, sonu gelmez iç
bunalımlar ve ekonomik krizler Yasan halkım yıllarca büyük
sıkıntılar yaşamıştır.
153
KAYNAKÇA________________________ L
• Giles Milton, Paradise Lost: Smyrna, 1922, Basic Books,
July 2008,
• YUNAN GENELKURMAY BAŞKANLIĞI, HARP TARİH
BAŞKANLIĞI, “Yunan Ordusu İzmir'de”, Atina, 1928
• Yunan Ordusu İzmir'de, Yunan Harp Dairesi Başkanlığı,
Atina, 1925
• Nilüfer ERDEM, Yunan Tarihçileri Gözüyle Anadolu
Harekatı, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılapları
Enstitüsü Doktora T ezi,İstanbul 2009
• Haralambos Hr. Prukakis, Eleftherios K. Venizelos, Atina:
Ekdosis Parisianu Epistimonikes [Parisianu Epistimonikes
Yayınlan], 2002
• Vakalopulos, Nea Elliniki İstoria [Yeni Yunan Tarihi] 12041985
• Grigoriadis, İstoria Tis Sighronis Elladas [Çağdaş Yunanistan
Tarihi] 1909-1940, Tomos [Cilt]: 1
• Viktor Dusmanis, İstorikes Selides Tas Opias Ezisa
[Yaşadığım Tarihi Sayfalar], Ekdotikos İkos Petru Dimitraku
[Petros Dimitriakos Yaymevi], t.y.
• Alexander Anastasius Pallis, Yunanhlann Anadolu Macerası,
(çeviri: Orhan Azizoğlu), 1997, Yapı Kredi Yayınları
• Ali İhsan Gencer - Sabahattin Özel, Türk İnkdap Tarihi, 9.
b., İstanbul: Der Yayınlan, 2004
• Svoronos, Episkopisi Tis Neoellinıkis İstorias [Çağdaş Yunan
Tarihinin Gözden Geçirilmesi], Haciantoniyu, İstoria Tis
Neoteris Elladas 1821-1941 [Yeni Yunanistan Tarihi 18211941]
• Grigoriadis, İstoria Tis Sighronis Elladas [Çağdaş Yunanistan
Tarihi] 1909-1940, Tomos [Cilt]
• İ. K. Mazarakis Enian, Agones Tu Neoteru Ellinismu [Yeni
Helenlerin Mücadeleleri], Atina: Ekdosis Dodoni [Dodoni
Yayınları], 2003
154
B A L K A N S A V A Ş L A R I V E S E L A N İ K ’İ N K A Y B I
D r. F.Rezzan Ünalp
Dr.Hv.Öğ.Alb. G nkur. ATAŞE Bşk.lığı A skerî Tar. Şb. Md.
Batıdan Sırpların, doğudan Bulgarların saldırısıyla başlayan
Balkan Savaşları 1913 ortalarında sona erdiğinde Edirne’nin
batısındaki Osmanlı topraklan tamamen elden çıkmıştı.
Selanik'in savaşmadan teslim edilmesi, Edime Kalesi Komutanı
Şükrü Paşa'nm büyük çaba ve soğukkanlılık göstermesine
karşılık Osmanlı Devleti'nin Kırklareli-Edime-Meriç sınırını
koruyamaması, doğal olarak öteki vilayetlerin kaybı devlet için
çok acı olmuştur. Balkan Savaşlan, yarımadadaki Müslüman
nüfusun Anadolu'ya göçünü zorunlu kılarken bu savaşlar
neticesinde devletin Makedonya ve Arnavutluk olayları için
para harcamaktan kurtulmuş olması ise fayda olarak
değerlendirilmiştir.
93 Harbi ’nden sonra Balkanlardan Anadolu’ya yaşanan göç
hareketi Balkan Savaşları ile vahim bir görünüm kazanmıştır.
Bulgarlar, Yunanlar, Sırplar ve Karadağlıların Müslüman-Türk
halkına karşı yapmış oldukları zulümler, Rumeli’ndeki TürkMüslüman ahalinin İstanbul ve Anadolu’ya gelmesiyle
neticelenmiştir.
Bu göçmenler 1856-78 arasında Kırım, Kafkas ve Balkanlardan
gelen göçmenlere katılarak Osmanlı halkının hem eski acılarını
tazelemiş hem de gittikçe büyüyen Müslüman milliyetçiliğinin
Türk milliyetçiliğine dönüşmesini hızlandırmıştır.
Tarihi süreçte Selanik kenti, Makedonya’daki Türk unsur için
edebi faaliyetin ve akımların en yoğun şehirlerinin başında
155
gelmekteydi. Selanik, Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’dan
sonra Avrupa’daki en büyük şehri, çok önemli bir limanı, aynı
zamanda eyalet merkezi konumunda idi. 3’ncü Ordu’nun
merkezi de zaman zaman ya Selanik ya da Manastır (Bitola)
olmuştur.
Bu bildiride 1912 kışında savaşmadan bir protokolle teslim
edilen ve bütünüyle Yunan ordularına terk edilen Selanik’in
kaybı sırasında ve sonrasında yaşananlar, savaş devam ederken
alman kararlar ve bunların neticeleri, arşiv belgeleri esas
almarak değerlendirilmiştir.
GİRİŞ:
Balkan Savaşları sırasında Rumeli’den Anadolu’ya yapılan
Türk göçlerinin en önemli nedenini, müttefik Balkan
Devletlerinin askerleri ve komitalarınca yapılan zulümler
oluşturmuştur. Balkanlarda Türklere karşı kurulan komitacılık,
Balkan Savaşlarından çok daha önce başlamış, önce Edime ve
oradan da İstanbul'a doğru göçler hızlanmıştır. Balkan
Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı Devleti’nin mağlubiyeti ile
sonuçlanması üzerine çok hazin tablolar sergileyerek devam
eden göçler, Balkan faciasının en acıklı safhasını teşkil
etmiştir.1
Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki yazgısı, 1912 yılının
baharında düzenlenen antlaşmalarla kesin biçimde belirlenmişti.
Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ, Rus diplomatik
görevlilerinin etkin desteği ile Avrupa’daki Osmanlı
topraklarının parçalanmasını karara bağlamışlar, buna göre 81
1 Ahmet HALAÇOĞLU, Balkan Harbi Sırasmda Rum eli’den Türk Göçleri
(1912-1913), Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1994, s. 31.
156
Ekim 1912’de Karadağ, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmiş,
müteakiben diğer Balkan Devletleri de Karadağ’ı izlemiştir.2
Birinci Balkan Savaşı’nda Türk ordusu, 1877-1878’de
uğradığından çok daha hızlı bir yenilgiye uğramıştır. Türklere
karşı yürütülen savaşta büyük ağırlığı yüklenmiş olan ve 22
Ekim 1912’de Kırkkilise (Kırklareli)’ye, arkasından 28
Ekimden 3 Kasıma kadar süren çatışmalarda Lüleburgaz’a
kadar ilerleyen Bulgar ordusu karşısında yenilen Türk ordusu,
İstanbul öncesinde son savunma çizgisi olan Çatalca’ya kadar
gerilemiştir.
Batıda ise 24 Ekim’den 26 Ekim’e kadar süren savaşlarda
Sırplar, Türkleri Kumanova’da yenmişler ve Adriyatik
Denizi’ne inmişler, Manastır 18 Kasım’da Sırpların eline
geçmiştir. Yunan ordusu ise Güney Makedonya içinden
ilerleyerek 8 Kasım’da Selanik’i savaşmadım teslim almıştır.3
Tarihi süreçte Selanik kenti, Makedonya’daki Türk unsur için
edebi faaliyetin ve akımların en yoğun şehirlerinin başmda
gelmekteydi. Selanik, Osmanlı împaratorlıığu’nan İstanbul’dan
sonra Avrupa’daki en büyük şehri, çok önemli bir limanı, aynı
zamanda eyalet merkezi konumunda idi. 3’ncü Ordu’nun
merkezi de zaman zaman ya Selanik ya da Manastır (Bitola)
2 25 Eylül 328 (8 Ekim 1912) de Baş Kumandanlık Vekâletinden İkinci Ordu
M üfettişliğine şu telgraf geldi: “Karadağ hükümeti ilan-ı harb etmiştir.
Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan’ın da kariben icra-yı muhasamat eylem eleri
melhuzdur. Seferberlik ve tahşidatm tesri’ v e hududlarm setrine aid tedabirin
b ila....vak it ittihazı ehemm iyetle mütemennadır.” A ynı tarihte Garp Ordusu
da Selânik’e gelmiştir. Bkz. A TA ŞE A rşivi, Fevzi Ç AK M AK ’ın kendi
kaleminden “Garb-i R um eli’nin Suret-i Ziyaı v e Balkan Harbinde Garp
Cephesi” adlı özgün kitap, s. 63.
3 Justin M c CARTHY, Ölüm ve Sürgün, Çev. B ilg e U M AR, İnkılap Y ayınevi,
İstanbul, 1995, s. 146-147.
157
olmuştur. Selanik’in nüfusu o dönem için büyük rakam olan
300 bin civarındaydı. Pek çok orta dereceli sivil ve askerî Türk
Okulu dışında bir de Hukuk Fakültesi vardı. Önemli Türkçe
gazete ve dergilerin yayınlandığı bir kültür merkezi
konumundaydı. 4
Selanik’in teslim edildiği gün orada bulunmuş olan Alman,
İngiliz, Felemenk gazetelerinin harp muhabirleri tarafından
neşredilen beş altı eserden alıntı yapılarak oluşturulan 1916
tarihli bir eserde Selanik şehrinin bir dönem tarihinden şöyle
bahsedilmektedir: “Selanik evvela Yıldırım Bayezit tarafından
zapt edilmiş ise de Konya mağlubiyeti üzerine tekrar
Venediklilerin eline geçmiş, nihayet Sultan Murat sani
tarafından feth edilerek 1328 senesinin 26 teşrin-i evvel tarihine
kadar Türklerin idaresinde kalmıştır. Bu beş yüz sene zarfında
Selanik’in pek ziyade tevsi ettiği gibi şeref-i İslam ile müşerref
olan bir miktar İbrani ailelerinin sayileri sayesinde en
mükemmel bir ticaretgah-ı İslam olmuşdu. Memalik-i
Islamiyenin en birinci tüccar ahalisini Selanikliler teşkil
ediyordu. Şehir son 20 sene zarfında Türkiye ’nin teceddüdünde
en mühim rolü oynamış olan Selanik şehrinde Makedonya ’nın
bilcümle anasırları bulunur. Ekseriyeti teşkil eden Türk
4 İlber ORTAYLI, Eski Dünya Seyahatnamesi, A şina Kitaplar, 5. Baskı,
İstanbul, M ayıs 2007, s. 85. 1881 yılında Selanik’te dünyaya gelen Mustafa
Kemal (Atatürk), Selanik kaybedilmeden henüz bir y ıl önce, Kolağası
(Kıdemli Y üzbaşı) rütbesiyle 5 nci Selanik Kolordusu Erkan-ı Harbiye Birinci
Şube İkinci Kısmında görev yapmaktaydı.
Bkz. Utkan KOCATÜRK,
Doğumundan Ölümüne Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk Araştırma
Merkezi Y ayınlan, Ankara, 2007, s. 15. Trablusgarp Savaşı nedeniyle
İstanbul’a çağrılan Mustafa Kemal, Manastır’daki 3 ncü Ordu’ya atanmış olan
Harp Okulu’ndan ve Harp A kadem isi’nden arkadaşı A li Fuat C ebesoy’la 1911
yazında Selânik’te görüştüğünde; “Selânik’i bir daha Türk görecek m iyim ”
sözlerini sarf etmiştir. Bkz. A li Fuat CEBESOY, S ın ıf Arkadaşım Atatürk,
İstanbul, 1981, s. 206-209.
158
unsurundan sonra Yahudilerde mühim bir yekun teşkil ederler.
Bunlardan sonra Bulgarlar, Sırplar, Ulaklar gelir. Selanik’in
bütün ahalisi esasen ticaretle işgal ediyor olsa da Makedonya
payitahtını bulunması hasebiyle siyasetle iştigal etmeyenleri
nadir idî. Hatta ittihad komitesinin Selanik’te teşkil etmesi, bu
şehrin siyaset işleri için pek ziyade müsaid olduğunu gösterir.
Selanik, Makedonya’nın limanı iken Avrupa’nın bütün
teceddüdatını müşahade edebildiği için muamelatında bir
yenilik müşahede olunurdu.
Buradaki yerli İslamlar, diğer memleketlerin Müslümanları gibi
memuriyete heves etmemişlerdi. Şehrin en büyük mağazaları,
ticarethaneleri ve muamelat-ı sarrafiyesi bunların elinde idi.
Bunlardan sonra Yahudiler gelirdi. Bittabi, Yahudilerin vasi-i
müessesat-ı ticariyeleri vardı.
Buradaki Rumların ticaretleri o kadar mühim değildir. İşleri
hemen hemen Makedonya’nın diğer şehirlerindeki bazı Rum
tüccarlarına dahil komisyonculuk muamelatıyla bazı küçük
tuhafiye mağazalarından ibarettir. Bulgarlar ise, bakkallık,
hayvanat vesair dahil işlerle iştigal ederler. Otel, han gibi
müessesatın bazılarını Rumlar idare ederler. Fakat İslamlara
ait olanları da vardır. Sonra, emlak ve mağazaların kısm-ı
azami islamlara aittir. Şehrin en kıymetdar caddesi olan rıhtım
caddesindeki İspilandid Palas vesaire gibi büyük enbiyalar
Islamlarındır. Velhasıl suret-i memleket nokta-ı nazarından
şehrin hakimleri İslamlardır.
Selanik’in asar-ı atik’esi de pek kesirdir. Fakat memleket henüz
inkişaf etmekte olduğu için tarihi mevkilerde hafriyat icrasına
Türkler muvaffak olamamışlardır. Tarihin, esrarengiz bir
beldesini teşkil etmekte olan Selanik şehrinde müteaddid
saraylarla İskender’in, Filip’in vesair kumandanların
heykellerine tesadüf edilebilir. Ayasofya vesaire gibi gayet
159
kıymetdar ibadelerle imar edilen bu beldede bir takım tarihi
abidelerin bulunmaması kabil midir.
Bu asarın en mühim kısmını camiler ve bazı sütun ve taşlar
teşkil eder. Camilerin kısm-ı azami Hıristiyanlıktan evvel
Selanik şehrinde icra-ı hükümet eden Pelasların müeyyidleridir.
Bu mabedler Hıristiyanlık devrinde kiliseye tahvil edildiği gibi
şehrin İslamlar tarafından zaptını müteakip bazıları para ile
satın alınarak camiye tahvil edilmiştir. Bilfarz,Yunanlılar
derhal kiliseye tahvil ettirdikleri Ayasofya Camii 928 tarihinde
İbrahim Paşa tarafından bin adet dublin ile elyövm Selanik
Metropolithanesinin bulunduğu cesm-i arazi mukabilinde
Hıristiyan rahiplerden satın alınarak camiye tahvil edilmiştir.
Aynı zamanda bu muamele-i insaniyetkarane icra ediliyordu.
Bugünkü medeniyet karşısında camileri kiliseye tahvil etmek ve
hem de gasp ederek, tahkir ederek bu muamele-i tazikarane
bulunmak ayıp değil mi? Selanik’teki camilerin adedi elli
altıdır. Fakat Ayasofya ile Kasımiye kiliseye tahvil edilmesinden
elli dört kalmıştır. 24 tekke, 7 kütüphane, 35 matbaa, 225 kilise,
21 sinagog vesair müessesat-ı diniyye ile 140 mektep vardır ki
Avrupa ’nın p ek az şehirlerinde bu kadar mektebe tesadüf edilir.
Hülasa, Selanik’in terakkiyatı Makedonya’nın bir limanı
olmasından neşet ediyordu. Avrupa’nın Hindistan postası
Selanik’e geldiği gibi tekmil Makedonya, Arnavutluk ahalisi de
ihtiyacatım Selanik pazarlarından istifa ediyordu. Şehrin
refahını bu ticaretler teşkil eder. Halbuki harb-i ahir üzerine
Balkan haritasında vukua gelen garip tahavvülat Selanik ’in eski
mevkiini mahv ediyor. Selanik, Arnavutluk ve Makedonya’y ı
gaib ettiğinden bir müflis tüccar gibi hareketsiz kalmıştır. Zira
Sırpların idaresine geçen Makedonya ahalisi, hudud
gümrüğünün kesretine- binaen Selanik pazarı yerine Belgrad
pazarıyla alışveriş edecektir. Arnavutluk ise, Adriyatik
160
sahilindeki iskeleleriyle Selanik’ih Makedonyasına bile nüfuz
etmeye muvaffak olacaktır. Selanik’e ne kalıyor.... Bir hiç....5
SELANİK’İN TESLİMİ
Mustafa Kemal, 25 Kasım 1912’de Harekat Şubesi Müdürü
olarak atandığı Gelibolu’da bulunan Bahr-i Sefid Boğazı
(Çanakkale Boğazı) Kuva-yı Mürettebe Komutanlığına
katılmak üzere İstanbul’dan ayrıldığında (1 Aralık 1912 günü),6
Rumeli’de Türklerin elinde kalabilmiş bölgeler yalnızca
İşkodra, Yanya ve Edime idi. Bu kentlerin tümü ise kuşatılmış
durumda bulunuyordu. Sadece iki ay süren savaşlar sonunda
tüm Rumeli kaybedilmiş, 1913 yılının Nisanında bu üç büyük
kent düşmüştür. Yanya 5 Mart’ta Yunanların, Edime 26 Mart’ta
Bulgarların ve 22 Nisan’da İşkodra Karadağlıların eline
geçmiştir.7
5 Tahsin Paşa Ordusu ve Selânik’in Teslimi, (Osmanlıca), Sancakçiyan
Matbaası, Dersaadet, 1332, s .66-70. Selânik’in teslimi hakkında binlerce
şayialar devran etmişti. İşte bu şayialann derece-i hakikâtini gösterebilmek
için teslim gününde Selânik’te bulunmuş olan Alman, İngiliz, Felemenk
gazetelerinin harp muhabirleri tarafından neşredilen beş altı eserden iktibasen
bu eser neşr edilmiştir. Kıymeti münderacatmm ciddiyetiyle anlaşılır. Bkz.
Adı geçen eserin kapak sayfasından orijinal alıntıdır.
6 Y usuf Hikmet BAYUR, Atatürk Hayatı ve Eserleri, Atatürk Araştırma
Merkezi Yayınları, Ankara, 1997, s. 53.
7 Justin Mc OARTHY, a.g.e, 147. Çatalca savunma çizgisi, Bulgar saldırısına
karşı direnerek Osmanlı başkentini kurtarmış, ancak Balkan Devletleri
arasındaki bölünme ve bundan dolayı çıkan İkinci Balkan Savaşı OsmanlIlara,
yitirdikleri topraklarından küçük bir bölümünü kurtarma olanağı vermiştir.
Bulgaristan’a karşı Yunanistan, Karadağ ve Sırbistan’ın, sonra bu devletlere
Romanya’nın da katılmasıyla Osmanlı ordusu Edime ve Kırklareli olmak
üzere Doğu Trakya’yı kurtarmıştır. 10 Mayıs 1913 ’te imzalanan Bükreş
Antlaşması,
İkinci
Balkan
Savaşı’na
161
son
vermiş,
Osmanlı
Devleti
Teselya’da toplanan Yunan ordusu Alasonya dolaylarındaki
Türk birlikleri ile çetin savaşlar yaptıktan sonra Serfîçe’nin 10
km güneyinde Kırkgeçit mevziini tutan 8’nci Kolorduya taarruz
etmişti. Kolordu komutanının savunma emrinde “kesin
muharebeyi kabul etmemekle beraber mümkün olduğu kadar
zaman kazanmak” kaydı vardı. Muharebeyi Serfiçe’den idare
eden Tahsin Paşa ihtiyatlarını kullanamamış, Selanik
istikametinde çekilmek durumunda kalınmıştır. Yunan ordusu
Kozana’yı aldıktan sonra Selanik ve Manastır istikametinde
ilerlerken Ustruma Kolordusu ile muharebeye girişen Bulgar
kuvvetleri de Drama’ya doğru ilerlemişti. Bu durumda Garp
Ordusu Komutanı, Selanik bölgesini Bulgarlara karşı savunmak
için Ustruma Kolordusu ile 8. Kolorduyu Tahsin Paşa’mn
emrine verdi. Ali Nadir Paşa’ya (Tümen Komutanı) taarruzdan
vazgeçilerek Selanik’in savunması için Demirhisar’a çekilmesi
emredildi. Ancak Selanik’in savunulması çok şüpheli idi.
Ustruma Kolordusunun başlıca kuvveti olan 14. Piyade Tümeni
Yenice’ye gönderilerek Bulgarlara karşı Demirhisar’da Serez
Redif Tümeni ile Drama Alayı bırakılmış, böylece beş kat üstün
olan 7. Bulgar Tümenine yol açılmış oldu. Bu sırada bir Sırp
kuvveti de Vardar nehri boyunca Selanik’e doğru
ilerlemekteydi. Bulgarların yavaş hareket etmesi yüzünden
Yunanlılar Selanik’e daha önce girmişlerdir.
1 Kasım günü Yunanlılar beş tümenle Yenice’deki 14.Tümene
taarruza başlamışlar, 14. Tümen (Galip Paşa) 10 misli kuvvete
karşı 2 Kasım öğleye kadar dayanmıştır. Güneyden alman
kuvvetler yetişememiş, (Gecikmenin sebebi kolordu emrinde
bildirilen hareket saatinin yanlışlıkla öğleden evvel yerine
öğleden sonra yazılmış olmasıdır.) 14. Tümenin geri çekilmesi
Bulgaristan’la ayrıca bir barış antlaşması olarak 29 Eylül 1913 ’te İstanbul
Antlaşmasını imzalamıştır. Bkz. JustinM c CARTHY, a.g.e., s. 147.
162
bir firar halini almıştır. 4 Kasım günü Yunan birlikleri Vardar
nehrine ilerlerken 7. Bulgar Tümeni de Demirhisar-Kılkış
hattına vararak Selanik’e 50 km. yaklaşmıştı. Yunan birlikleri
ise Selanik’e 20 km mesafede bulunuyorlardı.
Bu olaylar arasmda kayda değer iki konu vardı ki; bunlardan
biri Selanik’te bulunan Sultan Abdülhamit’in 1 Kasım günü
Alman elçilik gemisi ile İstanbul’a nakledilmesi, diğeri de bir
Yunan muhribinin 5-6 Kasım gecesi Selanik limanındaki Fethi
Bülent savaş gemisini batırmasıdır.
Selanik’e giren Yunan kuvvetleri, bir Bulgar alayı ile bir Sırp
müfrezesinin şehre girmesine izin vermişlerdi. Bunun üzerine
Bulgurlar da 7.Tümenlerini Trakya’ya göndermişlerdi.8
Yunan ordusunun Selanik’e yürüdüğünün haber alınması
üzerine halk panik içinde göç etmeye başlamış, bir iki hafta
içinde Selanik’ten ayrılan muhacir sayısı 25 bine ulaşmıştır.9
Manastır’daki Garp Ordusu Kumandanlığına10 17 Kasım 1912
(4 Teşrin-i sani 328) tarihinde çekilen telgrafta,
Selanik’in
sükut ettiği ve Yunan ordusunun Manastır 'a doğru hareket
Fahri BELEN, 1912-1913 Balkan Savaşı, Harp
Yayını, İstanbul, 1971, s.59-62.
Akademileri
Komutanlığı
9 Ahmet HALAÇOĞLU, a.g.e., s. 55.
10 Türk ordusunun Balkan Harbinde Rumeli’ndeki dağılımı şu şekilde
olmuştur: Doğu (Şark) Ordusu; Abdullah Paşa kumandasında Doğu Trakya’da
Edime-Kırklareli dolaylarında 4 Kolordu (Ömer Yaver, Şevket Turgut,
Mahmut Muhtar ve Abuk Ahmet Paşalar kumandasında) v e Mehmet Şükrü
Paşa komutasında Edime Garnizonu. Batı (Garp) Ordusu: Ali Rıza Paşa
kumandasında, ana kısmı İştib-Üsküp dolaylarında Tahsin Paşa kumandasında
Alasonya bölgesinde bir birlik, İşkodra’da Karadağlılara karşı Haşan Rıza
Paşa komutasında bir birlik ve bölgede dağınık halde bulunan kuvvetler. Bkz.
N ecdet HAYTA, Balkan Savaşlan’nda Edime,
Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2010, s. 23.
163
Genelkurmay ATAŞE
ettiği ve kuvvetinin 35 hin kadar olduğunun tahmin edildiği”
bildirilmiştir.11
“İzmir’de bulunan Selanik defterdarından alınan habere göre,
Selanik’e giren Bulgar askerlerinden bir kısmıyla Yunan
askerlerinin bir takımının sur içinde savunma durumunda
bulunan askerlere karşı ve diğer kısmının da Dedeağaç’ın
yakınına sevk olundukları, bu sırada Selanik limanında da yirmi
kadar Yunan nakliye vapurunun mevcut bulunduğu ”
öğrenilmiştir. Bu durum Selanik’ten hem Başkumandanlık
Vekâleti ve hem de Garp Ordusuna şifreli gönderilen telgrafla
duyurulmuştur.112
“Selanik’in sükut bulmasıyla Bulgar ve Yunanların Selânik’e
girişini müteakip Türk suhaf ve ahaliden birçokları
bulundukları mekanlardan çıkarılarak son derece gaddarca
yaralanmış ve katledilmiş, Yunan ve Bulgarların vahşi
uygulamaları
göz
önünde bulundurularak vatanın
savunulması” Manastır’daki Garp Ordusu Kumandanlığından
istenmiştir.13
6 Ekim 1912’de, Dâhiliye Nezareti’nden Harbiye Nezareti’ne
gönderilen yazıdan da yaklaşan tehlikeyi anlamak mümkündür.
Buna göre, Yunan hükümeti Osmanlı Rumlarını teşvik ve
cesaretlendirerek ayaklandırmak maksadıyla Türk tarafına
kuvvetli çeteler sevk etmeye başlamış ve sınır yakınlarına
büyük miktarda askerî birlikleri de sevk etmiştir. Ancak Yunan
hükümetinin bu teşebbüs ve tedbirlerine karşın, vuku bulan
düşmanlığa karşı mevcudiyeti yok sayılacak derecede zayıf bir
11 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K:80, D: 31, F: 5.
12 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 80, D: 31, F: 5-1. (4/5 Teşrin-i sani
328 tarihli telgraf)
13 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 80, D: 31, F: 5-2 (6/7 Teşrin-i sani
328 tarihli telgraf)
164
kuvvetin henüz takviye edilememesi Müslüman halkın
endişesini arttırmış, bu endişenin ortadan kaldırılması, ve gayri
Müslim unsurlarca icra edilen ve edilmek teşebbüsünde
bulunulan fenalıklar fiili neticeye varmadan savunma tedbirleri
kurulmuş ve sımr yakınına top ve çok sayıda kuvvet sevk
edilmiştir. Ancak Türk tarafımn toplan Kayalar’da beklemede
kalmıştır. Oysaki bunlann getirilmesinin, gerek haricen ve
gerekse dâhilen kuvvetle tesirli olacağı Manastır vilayetinden
bildirilmiştir.14
Yunan ordusunun Selanik’e yaklaşması dolayısıyla Selanik
Rumları bir plan dâhilinde hareket etmişler ve her gün Türk
ordularının mağlubiyetleri hakkında olumsuz haberler ortaya
atmışlardır. İstanbul’un Bulgarlar tarafından istila edildiği
yönünde çıkarmış olduklan haberleri mahalli gazeteler tekzip
etmiş olsalar dahi Selanik’e gelen muhacirlerden Siroz’un
Bulgarlar tarafından ele geçirildiğini duyan Müslüman halk
büyük bir endişeye kapılmış, doğal olarak maneviyatları
bozulmuştur. Birkaç gün sonra Yunan birlikleri Sirkeciye
Köprüsünü geçerek Kayalar yönünü tehdit ettiğinden, askerî
kuvvetlerin süratle Manastır’a yetiştirilmesi Manastır
Valiliğince Dâhiliye Nezareti’ne bildirilmiştir.15 Drama ahalisi,
ıstırap dolu zor bir halde Ravala’daki İngiltere, Fransa ve
Avusturya Konsoloslarından yardım istemek zorunda kalmış ve
bu bölgede düşman kuvveti az olduğundan yeterli kuvvetin
acilen yetiştirilmesi lüzumu, Selanik vilayetinden telgrafla
Dâhiliye Nezareti’ne bildirilmiştir. İçeriğinin öneminden dolayı
14 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 224, D: 135,F:1-1.
15 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 224, D: 135, F: 1-15. 11 Teşrin-i
evvel 328 tarihli Dâhiliye Nezareti’nden Sadaret’e çekilen telgraf.
165
gereğinin acilen yerine getirilmesi Harbiye Nezareti’nden
istenmiştir.16
Kolorduların önemli bir kısmını teşkil eden redif kıtalarının bir
işe yaramayıp ilk ateşte dağıldıkları gözlenmiştir. Eldeki
mevcut kıtalarla başarılı bir muharebe icrasının kabil
olamayacağı fırka kumandanlarının raporlarında yer almaktadır.
Bu zamanda Selanik’teki Türk ordusu, muhtelif mahallerde ve
tşihir dâhilinde bir ihtilal ve yağmaya meydan verilmemesi
düşüncesiyle Yunan başkumandanı ile savaşa son verilmesi
hakkında haberleşmiş ve neticede Selanik şehri 8 Kasım 1912
(26 Teşrin-i evvel 328) tarihinde Yunan ordusuna teslim
edilmiştir.17
Sekizinci Kolordu Kumandam (Ferik), kendi imzasıyla Harbiye
Nezareti’ne gönderdiği 9/10 Kasım 1912 tarihli telgrafta;
Selanik’teki ordunun terhis edildiğini, silah ve cephanenin
Topçu Kışlasında toplandığını, Yunan askerlerinden başka Sırp
ve Bulgar kuvvetlerinin de şehre dâhil olacağından asayişi
kestirmenin mümkün olmadığını, bu keşmekeşe son vermek
için bir an evvel genel barışın süratle sağlanmasının istendiğini
bildirmiştir.18
Oysaki aynı dönemde Selanik’teki Menzil Genel Müfettişliği
Cephane Depo Kumandanı olan Binbaşı Mehmet îsmet Bey’in
hazırlamış olduğu rapora bakıldığında, "şehrin harp edilmeden
tesliminin konsoloslar ile hükümet temsilcileri ve eşraf arasında
16 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 224, D:135, F :l-24. Dâhiliye
Nezareti’nden Harbiye Nezareti’ne gönderilen 20 Teşrin-i evvel 328 tarihli
yazı.
17 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 285, D: 402, F: 1-1.Sekizinci
Kolordu Kumandanlığından Harbiye Nezaretine gönderilen 27/28 Teşrin-i
evvel 328 tarihli yazı.
18 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 285, D: 402, F: 1-2.
166
üç gün müddetle devam eden görüşmeler neticesinde alındığı ve
müteakiben durumun Tahsin Paşa’y a müracaat edilmesiyle bu
durumu paşanın uygun görmesiyle şehrin teslim edildiği”
anlaşılmaktadır. Aynı raporda Binbaşı Mehmet İsmet Bey,
“Silah ve' cephane deposunda pek çok piyade ve topçu
cephanesiyle az çok martin ve gurra (garra) tüfekleri ile
fazlasıyla cephane bulunduğunu ” söylemektedir. “Tahsin
Paşa ’nın en büyük hatasının Karaferiye istikametine çekilmesi
olduğunu, başlangıçta Suruç istikametine çekilinmiş olsaydı
5 'inci, 6 ’ncı ve 7’nci Kolordulardan ya üçüne ya da ikisine
katılarak Yunan ordusu üzerine yürümesinin kabil olacağını,
Karaferiye ’y e çekilen bu kuvvetin Karaazmak (Plati), İncekar
ve Vardar nehirleri gibi nehirler üzerindeki köprüleri tahrip
ettikten sonra Selanik’in savunmasını tesis etmek ve
mukavemette bulunması mümkün görünürken,
8 'inci
Kolordunun Vardar Yenicesi bozgunu (2 Kasım 1912) üzerine
Selanik önünde savunma mevziinde başarılı bir muharebe
yapılma imkanının kaybolduğunu, ayrıca Bulgarlar tarafından
Sere z’in işgal edilmesi (6 Kasım 1912) ve Bulgar kuvvetlerinin
Selânik’e doğru yaklaşmasının da Selânik’in müdafaasını zora
sokmuş olduğunu ” belirtmektedir.
Cephane Depo Kumandam Binbaşı Mehmet İsmet Bey
raporunun ilerleyen bölümünde; “kan dökülmesin, şehir tahrip
ve yağma edilmesin düşüncesiyle Selanik’i savaşmadan teslim
etmenin askerlik şerefi açısından yanlış bir iş olduğunu”
söylemekte, “zira son asker kalıncaya kadar şehri teslim
etmemek ve şerefle ölmekle harbin mutlak olduğunu”
belirtmektedir. Ayrıca “Siroz istikametinden gelmekte olan
161
Bulgar kuvvetine karşı da kuvvet ayırmanın şart olduğunu
kumandanlık dikkate almak zorundaydı ” demektedir. 19
Bu gelişmeler karşısında Selanik kentinin kapılan Yunanlara
açılmadan önce bir teslim protokolü akdedilmiştir. Protokol
8’inci Mürettep Kolordu Kumandanı Haşan Tahsin Paşa ile
Yunanistan’ın askerî delegeleri olan Jan Metaksas ile Dusmani
arasında Atina’da yapılmıştır. Selanik’in teslim protokolü genel
olarak bakıldığında adeta insan haklanmn ön plana çıkanldığı
bir protokol görünümündeydi. Ancak daha sonraki insanlık dışı
uygulamalara bakıldığında, protokolün hiç de kayda alınmadığı
görülmektedir.20
Yunan birliklerinin Selanik’e girişi teslim gününde orada
bulunan yabancı gazeteciler tarafından şöyle anlatılmaktadır:
“Yunan Askerinin Selanik’e Duhulü (26 Teşrin-i evvel, 328)
(8 Kasım 1912)”
Cumartesi günü Yunan hükümeti ordusunu teşkil eden yirmi bin
kişi şehre girmiştir. İki gün devam eden bu duhul-ü gayr-i
muntazamdan iki gün sonra Prens Konstantin erkanı-ı harbiye
muhafaza taburlarıyla şehre dahil olarak doğruca hükümet
konağına geldi. Sonra Rum ahalinin muvacehesinde, askerine
bir resmi geçit yaptırarak hükümete dahil oldu. Müteakiben
Bulgar ve Sırp ordularından müfrez birer alay mütehaddiden
şehre dahil oldular.
19 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 129, D: 36, F: 1-1.
20 Esat ARSLAN, “Balkan Savaşında Selânik’in Teslimi ve Yunanların
Teslim Protokolüne Kayıtsızlıkları”, Dokuzuncu Askerî Tarih Semineri
Bildirileri II, Gnkur. ATAŞE Bşk.lığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 223-226.
Bkz. EK-1. ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 285, D: 402, F: 1-1, 2, 3,
4, Selânik’in Teslim Protokolü ve Eki.
168
Bir müddet sonra, hükümetin sancak direğine yalnız Yunan
bandırasının çekildiğini görerek kumandanlar, bilhassa BulgarSırp kuvvetlerinin kumandan-ı umumisi bulunan Bulgar Veliahti
Prens Boris ile Yunan Veliahti Prens Konstantin arasında bir
nifak hasıl oldu. Bulgar kumandanı mdkamı-ı itirazda diyordu
ki: ‘Biz, her nereyi işgal etti isek düvel-i müttefıka sancaklarını
rekz ediyoruz. Niçin Yunan hükümeti yalnız kendi bayrağını
keşide ediyor. Bu muhalif ittifaktır’ Veliaht Konstantin bu tarize
sükut ile mukabele ederek mesele-i mezkurenin kabinelerce
halli terviç ediyordu.
Pazartesi günü Yunan Kralı Soros ile aile hükümdarı prens ve
prensesleri ve Çarşamba günü de Yunan Kraliçesi Selanik’e
geldiler. Perşembe günü Topçu Kışlası civarında bulunan
cephaneliğe dinamit vaz edilerek gece saat ikide müthiş bir
iştial vuku buldu. Bütün Selanik sarsıldığı gibi evlerde de
sağlam cam kalmamıştı.
Fakat meselenin şayan-ı ehemmiyet ciheti cephanelikte ordugah
kurmuş olan Osmanlı askerlerinin duçar oldukları felaket idi.
En kat ’i malumata tevfiken binden ziyade asker, iştial
tesiratıyla şehit oldu. Sonra, bu iştialin Türk askerleri
tarafından icra edildiği hakkında bir şayia çıkarılarak ortaya
beriye iltica etmiş olan zavallı askerler, Yunan askerlerinin
hücumlarına maruz kaldılar. Tesadüf edilen bir asker derhal
şehit ediliyordu.
Bundan sonra zabitlere taarruz edilmeye başlandı. Evvela,
yağma muamelesi icra edildikten sonra bazı ithamlar
başlıyordu. Nihayet şehir dahilindeki idaresizliğin bir neticesi
olarak umumi bir tecavüz başladı. Cuma ve cumartesi günleri
İslamların ve Musevilerin evlerini soymaya, zenginleri
dövmeye, öteden beriden para istemeye, tehdide başladılar.
169
Bu muamelelere karşı ahalinin mukavemet edemediğini gören
bu garson taburları İslam ve Yahudi mahallelerine de dağılarak
evlere taarruza gidiyorlardı. Bunun üzerine İslam ve Yahudi
mütebarani konsoloslara müracaat ederek bu taarruzat-ı
biedebaneye nihayet verilmesi için tavassutta bulunmalarını
rica ettiler. Hakikat hali reyelayn (kendi gözüyle görerek)
müşahade etmiş olan Alman, İngiliz, Avusturya, Fransız
konsolosları
Veliaht
Konstantin ’e müracaat ederek
p er......... bulundular ve yirmi dört saate kadar bu yağmacılığa
nihayet verilmediği taktirde düvel-i muazzama kruvazörlerinden
karaya müsellah asker çıkarılacağını söylediler.
Bunun üzerine Veliaht Konstantin icabına bakacağını vaad
ederek bazı tazyikler icra etmekten hali kalmadı. Fakat
kumandanlar ve zabitan muzafferiyet ile gaşy (kendinden
geçme)olduklarından başıboş kalan askerler evamiri
dinlememekte mazur idiler.
Her ne kadar ilk günler kadar kesir değilse de yine taarruzlar,
darplar temadi ediyordu. Hatta bazı İslam ve Yahudi
mağazalarını soydular. Elhasıl Yunanlılara mahsus vahşiyane
bir şekavet-i askeriye Selanik 7 tarumar ediyordu. ”21
SELANİK’İN TESLİMİ SONRASINDA YAŞANANLAR
Yunan Ordusu Başkumandanlığı protokolü imza tahtında kabul
ve tasdik etmiş olmakla birlikte savaşa son verildikten sonra bu
protokolü göz ardı etmişler ve ilk anda Türk ordusunun tüm
personeli ve hayvanlan dört gün aç bırakılmış, hayvanlann bir
kısmı açlıktan ölmüştür. Subaylann ve ailelerinin hayatı ve
mallan tehlikeye girmiş, subaylann kılıçlan, revolverleri,
21
Tahsin Paşa Ordusu ve Selanik’in Teslimi, 1332, Dersaadet, s. 25-28.
170
paralan, pek çoklanmn elbiseleri alınmak suretiyle soyulmuşlar,
hakarete ve darbeye maruz kalmışlardır. Haşan Fuad adlı
subayla Tabip Avni Efendiler yaralanmış, Topçu Kışlasındaki
bir asker 13 Kasım 1912 tarihi itibariyle öldürülmüştür. Şehir
yağma edilmiş, Topçu Kışlasından toplanan silah ve cephane
alınmış, fakat karşılığında herhangi bir mazbata verilmemiştir.
Osmanlı kıtalanndaki otomobiller zapt edilmiş, hayvanlar
yağmalanmıştır. Subaylar mal ve nakit paralannı emniyet altına
almak için ferdi olarak yabancı konsolosluklara başvurmak gibi
çare arayışı içinde kalmışlardır.22
Selanik merkez hastanesindeki kolordu ecza deposunda bulunan
tüm tıbbi ecza ve cerrahi aletleri ile muhtelif kıtalardan getirilip
hastaneye depo edilmiş olan seyyar hastanelere ait ecza
malzemesi, Yunan sıhhiye memurları tarafından alınarak
nakliye arabalarıyla tanıtılmıştır.23
8’inci Kolordu Kumandam imzasıyla Ustruma Kolordusu
Kumandan Vekili Kurmay Binbaşı Ömer Bey’e gönderilen 1
Aralık 1912 tarihli telgrafta; bir gün sonra Yunan Başkumandan
vekiliyle
görüşüleceği,
Yunan
Kumandanlığının
uygulamalarının tamamen keyfi ve protokolün tamamının
aksine olduğundan bu durumun gerek kendilerine karşı ve
gerekse tüm konsoloslar nezdinde protesto edileceği
belirtilmektedir. Bu durum, protokol imzalanır imzalanmaz
protokol hilafina uygulamalara geçildiğinin açık bir kanıtı
olmaktadır.24
22 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 691, D: 10, F: 5.
Dairesinin 1 Teşrin-i sani 328 tarihli muhtıra yazısı.
23 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 691, D: 10, F:16.
24 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K: 691, D:10, F:24.
171
Müfettişlik
Beş buçuk asırlık aralıksız bir hakimiyet, XX. yüzyıla
gelindiğinde artık yerini geri çekilmeye bırakmış ve Türkler için
Rumeli’den çekilme ağır bir bedel ödeyerek olmuş, 1912
kışının tatsız bir gününde Selanik bütünüyle, sonuçta
savaşmadan Yunan ordularına terk edilmiştir.25 Haşan Tahsin
Paşa komutasındaki 8’inci Mürettep Kolordu Komutanlığı ve
kendisine sonradan katılan Ustruma Kolordusu ile birlikte
30.000 kişilik bir kuvvetin önemli bir savaş yapmadan, savaşın
ilanından üç hafta sonra Yunanlara teslim olması, bir başka
deyişle uğrunda ölünmeden, savaş yapılmadan Selanik’in
verilmesi Osmanlı aydın çevresinde canından can kopartmakla
özdeşleşmiştir.26
Selanik’in tesliminden sonra halkın can güvenliğinin yanı sıra
açlıkla da mücadele ettiğine tanık olunmuştur. Bu duruma bazı
basm-yaym organları da aşağıdaki haberde görüldüğü gibi yer
vermiştir.
“Teslimden sonra Selanik'te Açlık
gazetesinden) ”
(Karanikol İnemis
Balkan Muharebesi’nin ilk haftasında Üsküp ve Serez
havalisinden Selanik’e birçok insanlar iltihak etmiş idi. Bittabi,
bunların çoğunluğu fakir ve yollarda birçok felaketlere duçar
olduklarından
Selanik’e geldikleri zaman
hükümet-i
mahalliyenin muavenetine muhtaç idiler. Teslimin son gününe
kadar Selanik hükümeti, belediyenin inzimam muaveneti ile
bedbaht muhacirlere muavenet ettiği gibi camiler ve
medreselerde de ikametlerine müsaade etmiş idi.
25 îlber ORTAYLI, Tarihimiz ve Biz, Timaş Yaymlan, İstanbul, 2008, s. 67.
26 Esat ARSLAN, “Balkan Savaşı’nda Selânik’in Teslimi ve
a.g.e., s.
221-228.
172
Fakat, şehir Yunan ordusuna teslim edildikten sonra hasıl olan
kargaşalık sebebiyle bu bedbaht insanlar birkaç gün aç
kaldılar. Şehir, içinde bulunan iki ordu ile bu muhacirleri
besleyemiyordu. Ekmeksiz, aç bir hal-i perişanede bulunan bu
muhacirlerin belediye vesair makamlara vaki olan şikâyetlerini
hiç kimse dinlemiyor: “İcabına bakınız” emri ile redler tevali
ediyordu. Bu bedbahtlardan birkaç murahhas konsoloshaneye
gelmişti. Aç kaldıklarım şikayet ederek ne olacakları ve her gün
yüzlerce kurban verdiklerini bir tarz-ı mütearrizane ile izah
ettiler. Hakikat ahvali rayülayn müşahede etmek için ikamet
etmekte oldukları camilere gittim.
Selanik’in kuru soğuğuna karşı üzerindeki yıpranmış elbise ile
mukavemet etmeye çalışan bu kadın-erkeklerden mürekkep
insan kümesi içinde elim bir gürültü devam ediyordu. Bir
tarafta, açlıktan gözleri batmış bir kadının dizi önünde beş,
yedi, on bir yaşlarında birkaç çocuk oturmuş ekmek istiyorlar
ve üç günlük taleplerinin boşluğunu hissederek ağlıyorlar,
karşısında
daha
birçok
manzaralar
aynı felaketi
gösteriyorlardı. Burada, muavenet etmekte mümkün değildi.
Zira bir şahsın parası binlerce açları besleyemezdi.
Her camide aynı felaket, aynı sefalet vardı. Aralarındaki
farklar, birbirinden daha cenai olmaktan başka bir şey değildi.
Zira bazı camilerde ağlayışlar arasında birçok insanlarda
açlıktan ölüyorlardı. Konsolosların şikayeti üzerine hükümet
muavenet edeceğini vaad etti, fakat yirmi dört saat geçtiği halde
hu vaadden hiçbir eser yok... Şehrin Müslüman zenginleri ise
bir cemiyyet-i hayriyye halinde muavenet etmeye cesaret
edemiyorlar. Çünkü şehirde devam eden kati, darb, tevkif
muamelelerinden ürkmüş olduklarından evlerinden çıkmaya
cesaret bile yok...
173
Bu insanlar ne olacak? Selanik’te Salib-i Ahmer ile Hilal-i
Ahmer gibi heyetlerde olmadığından her gün hastalanan
bedbaht muhacirler bilâtedavi mahv olmaktadır. Kendi
askerinin sıhhatini hüsn-ü, idare etmekten aciz bulunan Yunan
hükümetinin bu bedbahtlara muavenette bulunması varid-i
hazır bile değildir.
Balkan Muharebesinin bu kadar fecayi ile neticeleneceği
tasavvur edilemezdi. Şayan-ı hayrettir ki; halaskârlik
muharebesi eden bu insanlar, eski muharebelerden başka bir
şey yapıyorlar. Bu Makedonya ’da hiçbir hak, hukuk
tanımıyorlar. İndependan muharrirlerinden bir dostum diyordu
ki: “Harpten evvel, Makedonya ’da bir hak, bir hukuk var idi.
Türkiye muhakimi hiçbir zaman tarafkirâne bir hüküm
vermezdi.
Memlekette
icra-yı
sanat
eden
milel-i muhtelifeye mensup avukatlar da itirafatendedir ki:
hothuvar bir komiteci bile hukuk-u medeniyyesinden istifade
ederek istediği avukatı tuttuğu gibi muhakemede her şeyi
söyleyebilirdi. Kanundan başka hiçbir kuvvet, buna mukabele
edemezdi. Yunanlıların ilk günkü devr-i idaresinde ise bu hak,
hukuk tamamiyle ortadan kaldırıldı. Bugün Afrika ’da yaşayan
vahşiler gibi bir hayat ibtidaide bulunuyoruz. ” Filhakika
doğru.... Selanik gibi muazzam ve ecnebilerle dolu bir şehirde
her türlü cinayet, kati, tehdit, harp, tecavüz, ihrak ve saire gibi
keyfi muameleler vuku bulur bulmaz, bu memleketin bir Afrika
memleketinden başka bir şey olmadığı tasdik edilmek
mecburiyetinde bulunulur.... Fakat ümit etmek isterim ki
Avrupa bu ahvalin temadisine müsaade etmeyerek “hukuk-u
insaniye ”nin Avrupa ’dan çıkmadığını ispat eder. 27
27
Tahsin Paşa Ordusu ve Selanik’in Teslimi, 1332, Dersaadet, s. 71-74.
174
Selanik’in teslimi sonrasında yaşanan açlık,
askerlerin içine düştüğü perişanlık Birinci
sırasında Selanik Mevki Kumandanı olan
Muhiddin (Çanga) Paşa’nın savaşa dair tutmuş
da yer almaktadır.28
hasta ve yaralı
Balkan Savaşı
Mirliva Haşan
olduğu notlarda
SONUÇ:
Balkanlardan çekiliş, katı, ateş ve barutla dolu bir kaçış, bir
dramatik tarihi süreçtir. Tren vagonlarına doluşarak kaçan
insanların çoğu hayatta kalamamıştır. Rumeli’den kaçan
insanlar düzenli bir ordunun takibinden kurtulamamışlardır.
Askerlik haysiyetine ve disiplinine sahip olmayan küçük Balkan
orduları tarafından kıyıma uğramışlardır. Diğer taraftan bu
kaçış, bu yaşanan acı tarih, Türk milletinde milli devlet
düşüncesinin ve milliyetçiliğinin uyanışına da sebep olmuştur.29
Türk milliyetçiliğinin ilk merkezi Selanik olmuş ve Genç
Kalemler gibi milliyetçi dergiler orada yayımlanmıştır. Ziya
Gökalp ilk olarak Selanik’te fâaliyet göstermiştir.30
28 Murat CEBECİOĞLU, “Selanik Mevki Kumandam Mirliva Haşan Muhittin
Paşa’nm Balkan Savaşı’na Dair N otlan”, Askeri Tarih Bülteni, Gnkur.
ATAŞE Bşk.lığı Yayınlan, Sayı:51, Ankara, Ağustos 2001, s.284. Selanik’in
Yunanlılara» eline geçmesinden sonra başta Türk ahali ile asker ve memurlar
şehri boşaltmak zorunda kalmış, Muhittin Paşa’da (1866-1944) diğer
subaylarla birlikte şehri terk edip İstanbul’a gelmiştir. Bkz. Murat
CEBECİOĞLU, Mirliva Haşan Muhittin Paşa’nm N ot Defteri (Yemen, Irak,
Gilan:1905-1912), İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul,
1996.
29 İlber ORTAYLI, a.g.e., s. 69.
80 Kemal KARPAT, Balkanlarda Osmanlı Mirası ve M illiyetçilik, Timaş
Yayınları, İstanbul, Şubat 2012, s.l 1.
175
Yıllar sonra, 1918 yılı ortalarında Mustafa Kemal ATATÜRK,
Balkan Harbi’yle ilgili olarak değerlendirmelerini, “Balkan
Harbi, Türk ordusunun katıldığı bir harp bozgunu değildi.
Hayırhiç değil! Bu, Türkiye’deki eskinin yıkılması, Türk
ordusunun başındaki bilgisiz kumanda heyetinin geri
çekilmesiydi. Balkan kuvvetleri, bu harbin sonuçlarını, o
dönemde Türkiye ’y e hakim olan şahısların bilgisizliğine
borçludur. Denilebilir ki bu harp de Türkiye için bir sürprizdi.
Ordu birleşebilmek ve bir plana göre toplanabilmek için yeterli
zaman bulamamıştı. Öncü birlikleriyle düşman birlikleri
karşılanmıştı. ” sözleriyle açıklamıştır.
Balkan Savaşlarının sonunda 29 Eylül 1913 tarihinde Osmanlı
Devleti ile Bulgaristan arasında imzalanan İstanbul Barış
Antlaşması’nı müteakip, Mustafa Kemal 27 Ekim 1913’te
Kurmay Binbaşı rütbesiyle Sofya Askerî Ataşeliğine tayin
edilmiştir. Mustafa Kemal’in Sofya’da askerî ataşe olarak
görevinin sorumluluklarını yerine getirirken gösterdiği
faaliyetler ve kişisel portresi üzerinde eski Bulgar
başkomutanlarından General N. Jekov’un değerlendirmesi
dikkat çekicidir.
“1914 yılı sonbaharıydı. Bulgaristan Birinci Dünya Savaşı ’nda,
Almanların yanında yer almak üzere iken Osmanlı Devleti ile
askerî bir görüşme yapmak istiyordu. Bu anlaşmanın
hazırlıkları için Bulgar Genelkurmayında çalışırken bir gün
Mustafa Kemal adında genç bir Türk subayı geldi. Kendisinin
Sofya ataşemiliteri olarak görevlendirildiğini söyledi. O,
binbaşı; ben ise albaydım. Fransızcası mükemmeldi. Bir
diplomat gibi konuşuyordu. Yüksek kültür sahibi, centilmen bir
Türk’tü. Onunla ahbap olduk. Sofya’da birlikte gezmeye
başladık. Tarihi ve politik konularda konuştuk. Daha o
zamanlarda, Türkiye’de yapacağı devrimleri düşünüyordu.
176
Sonunda duruma hakim oldu ve muradına erdi, yeni Türkiye ’y i
kurdu. ”31
Sonuç olarak Selanik örneğinde görüldüğü gibi Balkanlar
1912’de kaybedilmesine rağmen Türkiye’nin hayatını her
bakımdan etkilemeye devam etmiştir. Balkan Savaşları ve
müteakiben cereyan eden Birinci Dünya Harbi sonunda yıkılan
bir Osmanlı İmparatorluğu’nırn enkazından doğan yeni Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ise Selanik’te doğmuş olan,
Makedonya topraklarının yetiştirmiş olduğu askeri bir deha
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmuştur.
31 Sofya Askerî Ataşesi Mustafa Kemal’in Raporları (Kasım 1913-Kasım
1914), Gnkur. ATAŞE Bşk.lığı Yayınları, Ankara, 2007, s.VIII-DC
177
[AYNAKLAR
Jenelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Daire Başkanlığı Arşivi
(ATAŞE), Balkan Koleksiyonu: K: 80, D: 31, F: 5, 5-1, 5-2, K: 224,
D: 135, F: 1-1, 1-15, 1-24, K: 285, D: 402, F: 1-1, 1-2, 1-3,1-4, K:
129, D: 36, F: 1-1, K: 691, D: 10, F:5, 16, 24, K: 252, D: 264, F: 68-1,
69, 77, 93,93-1, 113, 113-1, K: 280, D: 384, F: 6-18.
ARSLAN Esat, “Balkan Savaşında Selanik’in Teslimi ve Yunanların
Teslim Protokolüne Kayıtsızlıkları”, Dokuzuncu Askeri Tarih
Semineri Bildirileri II, Gnkur. ATAŞE Bşk.lığı Yayınları, Ankara,
2006.
BAYUR Yusuf Hikmet, Atatürk Hayatı ve Eserleri, Atatürk Araştırma
Merkezi Yayınları, Ankara, 1997.
'BELEN Fahri, 1912-1913 Balkan Savaşı, Harp Akademileri
Komutanlığı Yayını, İstanbul, 1971.
CARTHY Justin Mc, Ölüm ve Sürgün, Çev: Bilge UMAR, İnkılap
Yayınevi, İstanbul, 2005.
ÇAKMAK Fevzi, Garb-i Rumeli’nin Suret-i Ziyaı ve Balkan
Harbinde Garp Cephesi.(Orijinal)
CEBESOY Ali Fuat, Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul, 1981.
HALAÇOĞLU Ahmet, Balkan Harbi sırasında Rumeli’den Türk
Göçleri (1912-1913), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1994.
HAYTA Necdet, Balkan Savaşları’nda Edime, Gnkur. ATAŞE
Bşk.lığı Yayınları, Ankara, 2010.
KARPAT Kemal, Balkanlarda Osmanlı Mirası ve Milliyetçilik, Çev:
Recep BOZTEMUR, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012.
KOCATÜRK Utkan, Doğumundan Ölümüne Kaynakçalı Atatürk
Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2007.
ORTAYLI İlber, Eski Dünya Seyahatnamesi, Aşina Kitaplar, %.
Baskı, İstanbul, Mayıs 2007.
Tarihimiz ve Biz, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008.
Tahsin Paşa Ordusu ve Selanik’in Teslimi (Osmanlıca), Sancakçiyan
Matbaası, Dersaadet, 1332.
Sofya Askeri Ataşesi Mustafa Kemal’in Raporları (Kasım 1913Kasım 1914), Gnkur. ATAŞE Bşk.lığı Yayınlan, Ankara, 2007.
178
EK-1
Selanik’in Teslim Protokolü ve Eki'12
HARBİYE NEZARETİ CELÎLESİNE
Selanik
27-28 Teşrin-i evvel 328
(9-10 Kasım 1912)
1. Müretteb Sekizinci ve Ustruraft K olM uitrm m vaziyeti
ahiresi (son vaziyeti) ve halin kesb ettiği ş*kW âhir (son durum)
ber-vech-i âti (aşağıda) arz olunur:
Sekizinci Kolordu ( Kara Ermenak) Nehrinin gerisini çekildiği
vakit Ustruma Kolordusu’nun Ondördüncü Nizamiye Fırkası da
Sekizinci Kolordu’ya iltihak etmek (katılmak) üzere Yenice’ye
sevk kılınmıştı. 19 ve 20 Teşrin-i evvel 328 (1-2 Kasım 1912)
tarihlerinde Yenice’nin garbmda (batısında) verilmiş olan
muharebede Ordu-yu Osmani Hümâyun muzaffer olmuş ve
Yunan Ordusu kısmen firara yüz tutmuş iken Redif Taburları
efradının geceleyin mevzilerini terkle firar etmiş olduklarından
kazanılmış olan muzafferiyet bedeli (karşılık) mağlubiyet olarak
bi-z-zarûre (ister istemez) Vardar Nehrinin gerisine çekilmek
mecburiyeti hasıl olmuşdu. Vardar Nehri bir mania tabii teşkil
etmekde ise de istihkâm efradı tarafından şimendüfer ve demir
köprülerin tahrip edilememesinden ve perişan bir halde ric’at
etmiş (dönmüş) olduğundan az bir zamanda kıtaatın tanzimiyle
(düzenlenmesiyle) Vardar Nehri gerisinde düşman mukalebe
kâbil olmadığından Selanik’in şimâlinde (kuzeyinde) Yeniköy
cenûbunda (güneyinde) mevzie çekilinmişdi. Bu suretle 21*179
32 ATAŞE Arşivi, Balkan Koleksiyonu, K:285, D: 402, F :l-1,2,3,4.
179
Teşrin-i evvel 328 (3 Kasım 1912 Pazar) tarihinden 26 Teşrin-i
evvel 328 ( 8 Kasım 1912 Cuma) tarihine kadar mezkur iki
mevziide zaman kazanılmak muvaffakiyeti hasıl olmuş ise de
beş fırkadan ibaret olan Yunan
Ordusu muhtelif
istikâmetlerden ilerlemeğe başladığı gibi Siroz, Demirhisar ve
Ustrumca mevkileriide sükut ederek (düşerek) mezkur mevkiide
bulunan müfrezelerin mecmûu kuvveti (toplam kuvveti) gayri
muntazam bin kişiden ibaret olarak Selânik’e ric’at etmeleri ve
mezkur kuvvetleri takip eden üç fırka Bulgar kuvveti Güvezne
ve bir alay Sırp kuvveti (Toyran) ve Yunan Hükümeti
tarafından Kandıra’ya çıkarılmış olan bir tabur külliyetli eşkıya
ile beraber “Poliroz’a” muvassalatlan (ulaşmaları) üzerine işbu
vaziyeti hazıradan (bu durumdan) harple çıkmak ve bir netice
elde etmek kabil olup olmadığı tetkik edildi (incelendi).
Kolorduların kısm-ı mühimmesini teşkil eden Redif Kıtaatının
esasen katien bir işe yaramayıp ilk ateşde dağılmakda olduğu
kiraren (tekrar olarak) vaki olan müşâhedât (gözlemler) ile
sabit bulunmuş ve iki nizamiye fırkasının mevcududa hemen
üçbin neferden ibaret kalmış olduğundan elde mevcut kıtaatla
muvaffakiyetle bir muharebe icrası kabil olamayacağı fırka
kumandanlarından mevrud (gelen) raporlardan anlaşılmış
olduğundan son zamanda olsun ordunun bütün bütün perişanlığı
Selanik’te mahal-i muhtelifeye teşhir etmekden vikaye
(korumak) ve şehir dahilinde bir ihtilâl ve yağmaya meydan
verilmemek tarîki (yolu) ihtiyâr edilerek (seçilerek) Yunan
Başkumandanı ile Türk muhasamatı(Türk düşmanlığı) hakkında
muhaberat icra edilmiş ve neticede ordunun şarkını (doğusunu)
muhafaza etmeğe kâfi şerâit (şartlar) ile Selanik şehri Yunan
Ordusuna teslim edilmişdir.
180
Yunan Başkumandanlığı ile takarrür (kararlaştırılan) ve teati
edilen (verilen) mukavelenamenin bir sûreti leffen takdim
kılmmışdır.
Yunan Ordusu’nun iki taburu şehir dahilinde ve kıtaatı sairesi
Ballıca, Kadıköy Topçu İstasyonu..ve Manastır Selânik
İstasyonlarında bulunmaktadır. Prens Konstantin yarın
Selanik’e dahil olacakdır.
Bulgarların
üç
fırkası
Selanik’in şimâli
şarkında
(kuzeydoğusunda) Kümbet ile Lankaza arasında bulunmaktadır.
Bir alay harp kuvveti
bulunmaktadır.
de Toyran ile Kılkış arasında
Esliha (silah) ve cephane topçu kışlasında cem’ edilmektedir
(toplanmaktadır). Rumeli efradının bir kısmı bugün terhis
edilmiş ve kısm-ı diğeri de yarın terhis kılmacakdır. Anadolu
efradı ile hayvanat hakkında dahi tarafı Âli-i Nezaret-i
Penahilerinden (yüce bakanlıktan)şeref vârid olacak emre
(gelecek emre) tevfikan (uygun olarak) muâmele îfa edilecekdir
(uygulanacakdır).
Selanik şehrinin emr-i inzibatı (umumi asayişin sağlanması)
Osmanlı polis ve jandarması ve bir kısım Yunan askeri ile temin
edilmek de ise de yerli Rumlarının şımarıklıkları ve nümayişleri
(gösterileri) ve Yunan askerinin terbiyeden âri (terbiyesiz) vaki
(olan) hareketleri dolayısıyla şehir inzibâtmm ehemmiyet
kesbetmesi (önem kazanması) muhtemeldir.
Bulgar Ordusundan murahhası olarak bu gece 'nezd-i
çakerimeye (benim yanıma) gelmiş olan Topçu Miralayı Yorkif
ile ihtiyat zaabitanmdan ve sabık Minister Stancef dahi Bulgar
askerininde şehre dahil olmasını talep etmiş ve şimdilik Bulgar
askerinin hariçte kalması temin edilmiş ise de yarın öbür gün
181
Bulgar ve Sırp kuvvetleri şehre dahil olacağına göre asayişin
kesbedeceği (kazanacağı) hal ile burada bulunan Anadolu askeri
ve hayvanâtın sureti idaresi hakkında şimdiden kesdirmek
mümkün değildir.
Bu keşmekeş (karışık) ahvale nihayet (dumma son) vermek için
bir an evvel sulh-u umûminin takarrürünün teşrii (kararının
hızlandırılması) icap edeceği müstagni-i (gerekli bulmayanlara)
arz olmağla icrâ-yı icâbı menûd rey’i Ali-i Nezaret-i
Penahileridir (gerekenin yapılması yüce bakanlığın görüşlerine
bağlıdır.)
Sekizinci Kolordu Kumandanı
Ferik
( İmza)
Yunan Ordusu Başkumandanı Veliaht Hazretleriyle Ordu-yu
Osmani Başkumandan Paşa Hazretleri Beyninde (Arasında)
Atîdeki (Aşağıdaki) Şerait Akdolundu (Şartlar Kabul Edildi).
1. Asâkir-i Osmaniyenin silahlan kendileri tarafından ahz
(alınarak) ve bir ve bir depoya vaz edilerek (konularak) Yunan
Ordusunun mes’uliyeti tahtında (gözetimi altında) hıfsz
edilecekdir (saklanacakdır). Bu babda bir zapt varakası tanzim
olunacakdır.
2. Asakir-i Osmaniye kısmen Karaburun’da ve kısmen topçu
kışlasında iskân edilecek (yerleştirilecek) ve Selanik Hükümeti
tarafından iâşe edileceklerdir.
3. Selanik şehri sulhun akdine kadar (banşm imzalanmasına
kadar) Yunan Ordusuna teslim edileceklerdir.
182
4. Bil-umum erkân (bütün reisler) ve ümerâ-yı askeriye(yüksek
rütbeli komutanlar) ve zabitan (subaylar) kılıçlarını muhafaza
etmeye ve Selanik’te serbest kalmağa me’zunlarla (izinlilerle)
mezkur ümerâ-yı askeriye ve zabitan muharebe-i hâzıranın
devam ettiği müddetçe ne Yunan Ordusu ve ne de ânm (onun)
müttefiklerine karşı istigmâl-i silah etmeyeceklerine (silah
kullanmayacaklarına) dair söz vereceklerdir.
5. Vilayetin erkân ve memurini mülkiyesi vesaire memurlar
sebest kalacaklardır.
6. Jandarmalar ve polis me’murlan silahlarını taşıyacaklardır.
7. Karaburun, silahları alınmış Asâkir-i Osmaniyenin mahali
ikâmeti olacakdır. Karaburun topları ves mühimmatı Ordu-yu
Osmâni tarafından iptal olunduktan sonra Yunan Ordusu’na
teslim edileceklerdir.
8. Birinci maddenin muhteviyyatı (içindekiler) Teşrin-i evvelin
27nci Cumartesi (9 Kasım Cumartesi) gününden itibaren iki gün
zarfında icra olunacakdır (yapılacakdır). Müddeti mezkure (adı
geçen süre) Yunan Ordusu Başkumandanı inzimâm-ı
muvaffakiyyetiyle
(başarılı
katılışıyla)
temdîd
olunacakdır(uzatılacakdır).
9. Bu vaziyet sulhun akdine kadar ifa olunacakdır (yerine
getirilecekdir).
10. Osmanlı jandarmaları ve polis memurları karar-ı cedide
(yeni karara) kadar ifayı vazifeye devam edeceklerdir.
Osmanlı Ordusunun Başkumandanı Selanik/26 Teşrin-i evvel
328 (8 Kasım 1912)
Yunanistan Veliaht Hazretlerinin Murahhasları
Jan Metaksas Dusmani
183
Aslına mutabıkdır(uygundur) 27-28 Teşrin-i evvel 328
(9 -1 0 Kasım 1912) Sekizinci Kolordu Kumandanı Ferik
26 Teşrin-i evvel 328 (8 Kasım 1912) Tarihli Protokole Zeyildir
(Ekdir):
1. Yunan Ordusu’ndan iki tabur bugün ba’de-z-zuhr (öğleden
sonra) Selanik’e gidecekler ve piyade kışlasında iskân
edileceklerdir(yerleştirileceklerdir).
Asakir-i Osmaniyenin ve hayvanatın emr-u
iaşesi,
belediyenin inzimâm-ı muavenetiyle(yardımlanyla) Yunan
Hükümeti mahalliyesi tarafından te’min edilecekdir. Bu
maksadı te’min için lazım olacak mesârif (masraflar)Yunan
Hükümetine aittir. Emr-u iâşe müracaat vuku tarihinden itibaren
başlayacakdır.
2.
3. Asakir-i Osmaniyeden üçbin kişi asakir-i sairenin silahlarmı
alınmak üzere müsellah (silahlı) bırakılacakdır. Asakir-i
mezskurenin silahları alındıktan sonra bunlar dahi silahlarını
bırakacaklardır.
Depo
edilmiş
silahların
tathiri(temizlenmesi) Yunan
Ordusu
ma’rufetiyle
icra
olunacakdır(bilgisi dahilinde yapılacakdır). Silahların alınması
Yunan Ordusu tarafından tayin edilecek iki murahhhas
muvâcehesinde(karşısmda) icra edilecekdir.
4. Silahlan alınmış asâkire emlâk ve emvâline (mülklerine)
köylüler ve bunların dahi emlâk ve emvâline çeteler tarafından
taarruz edilmemesi ve müttefiklerin orduları tarafından bunlara
riâyet edilmesi için Yunan Ordusunun Başkumandanı tarafından
emr-i kat’i verilecekdir.
184
5. Âdât-ı mahalliyeye(mahalli adetlere) ahalinin mezheplerine
riâyet edilmesi için sarf-ı gayret edilmek üzere emr-ü kat’i
verilecekdir.
Bil-umum
mezahibin(bütün
mezheplerin)
muhakeme-i ruhaniyesi îfa-yı vazifeye devam edeceklerdir.
6. Rusûmat (Vergi) İdaresi Yunan Ordusunun kontrolü tahtında
olmak üzere kararı cedideye (yeni karara) değin hizmete devam
edebilecekdir.
Duyun-u Umûmiye ve Duhân (Tütün) Reji İdareleri ve hatta
aynı surette îfa-yı vazife edeceklerdir.
Selanik 27 Teşrin-i evvel 328 (8 Kasım 1912)
Osman Ordusu Başkumandanı Yunan Veliahdının Murahhasları
Jan Metaksas
Dusmani
Aslına mutabıkdır. 27-28 Teşrin-i evvel 328 (9-10 Kasım 1912)
Sekizinci Kolordu Kumandanı
Ferik
185
B A L K A N S A V A Ş L A R IN I B İT İR M E Y E
Y Ö N E L İK B A R IŞ Ç A B A L A R I V E B Ü Y Ü K
DEVLETLER
Prof. Dr. Necdet Hayta
G.Ü.Gazi Eğitim Fakültesi, Tarih Eğitimi Anabilim Dalı
20. yüzyılın başları Osmanlı Devleti açısından pek çok önemli
gelişmelere sahne olmuştur. 23 Temmuz 1908’de İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin çabaları sonucu II. Meşrutiyet ilan edildi.
Ancak Meşrutiyetin ilanı beklenenin aksine problemleri
çözmedi. Nitekim 5 Ekim 1908’de Bulgaristan bağımsızlığını
ilan etti. Yine aynı gün Avusturya-Macaristan Bosna-Hersek’i
ilhak etti. Ertesi gün de Giritliler, Yunanistan’a bağlandıklarını
açıkladılar. Osmanlı Devleti’nin başına gelenler bunlarla da
sınırlı olmadı, Trablusgarp ve Bingazi’yi ele geçirmek için
harekete geçen İtalya 28 Eylül 1911 günü İstanbul’daki elçisi
De Martino vasıtasıyla Sadrazam Hakkı Paşa’ya bir ültimatom
vererek, işgal sırasında kendilerine direnilmemesi için mahalli
makamlara emir verilmesini istedi ve kabul edilmesi mümkün
olmayan bu ültimatomun reddi üzerine Trablusgarp’a kuvvet
sevk ederek Osmanlı Devleti’ne karşı savaşa girişti. Bu savaş
sırasında Ege Denizi’ndeki Osmanlı adalarından Rodos ve 12
Ada da İtalyanlar tarafından işgal edilmişti. Ancak İtalya ile
savaş daha sona ermeden bu defa Balkanlar’da yeni gelişmeler
kendini göstermeye başladı. Balkan devletlerinden Sırbistan ve
Bulgaristan, 1911 Ekim’inde başlayan ve 1912 baharının
başlarına kadar devam eden görüşmeler sonucu 13 Mart’ta bir
ittifak anlaşması imzaladılar. Anlaşmanın gizli eklerine göre iki
ülke Osmanlı Devleti’ne karşı zafer kazanırlarsa; Sırplar,
Makedonya’nın kuzey kısımlarına, Bulgarlar ise geriye kalan
186
bölümlerine sahip olacaklardı. Tartışmalı bir bölgenin sahipliği
konusunda ise Rus Çan II. Nicholas karar verecekti.1 Rusya’nın
önemli rol oynadığı bu ittifaktan kısa bir süre sonra 29 Mayıs
tarihiyle 30 Mayıs’ta Yunanistan ile Bulgaristan arasında
Türkiye’ye bir saldırırım önünü açmayı amaçlayan bir ittifak
anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaları yaz aylannda, Yunanistan
ve Sırbistan ile Yunanistan ve Karadağ arasında ortak hareket
için sözlü anlaşma kararı ve 1912 Eylül’ü ortalarında
Bulgaristan ve Karadağ arasında hazırlanan fakat onaylanmayan
bir anlaşma ile Ekim başlarında Karadağ ve Sırbistan arasında
imzalanan ve onaylanan diğer anlaşmalar izledi. Böylece 1913
Sonbahar’mda Balkan Devletleri, kompleks bir ittifak ağı ve
karmaşık çeşitli anlaşmalar ile Sofya merkezli olarak Osmanlı
Devleti’ne karşı bir araya geldiler. Askeri çatışmalar 8 Ekim
1912’de Karadağ’ın Osmanlı Devleti’ne savaş ilanı ile başladı.2
Bu tarihi izleyen iki hafta içerisinde Bulgaristan, Yunanistan ve
Sırbistan da Osmanlı Devleti’ne karşı savaşa girmişlerdi.3
Bu savaşta Osmanlı Devleti önemli bir varlık gösteremedi ve
yüzyıllardır idaresi altında bulunan Balkan topraklarının önemli
bir kısmını kaybetti. Bulgarlar, Pınarhisar ve Lüleburgaz'da
zaferler kazanarak Osmanlı Doğu Ordusu'nu Kasım'ın
başlarında, İstanbul'a oldukça yakın bir mesafede bulunan
Çatalca'ya kadar çekilmek zorunda bıraktılar ve Edirne'yi
kuşattılar. Sırplar, Ekim sonlarında Kumanova'da 18 Kasım'da
Manastır'm kuzeyinde büyük bir zafer kazanarak Adriyatik'e
doğru ilerlediler. Karadağlılar, İşkodra'yı kuşattılar. Yunanlılar
1Harry N.Howard,
The Partition o f Turkey 1913-1923, N ew York,
1966, s.21.
2 M.S.Anderson,
The Eastem Question 1774-1923, London, 1966, s.292;
Dauglas Dakin, The Unitication o f Greece 1770-1923, London, 1972,s .192.
3Dakin, a.g.e., s,195;Howard, a.g.e.,s.23.
187
ise Epir'i işgal ederek 10 Kasım'da Yanya'yı kuşattılar. Bu
esnada 8 Kasım'da Osmanlı birliklerini yenerek Selanik'e,
Bulgar kuvvetlerinden birkaç saat önce girerek işgal ettiler.
Aynı zamanda İtalya’nın geçici işgaline bırakılan adalar
dışındaki Ege’de yer alan belli başlı bütün adaları Yunanistan
tarafından işgal edildi. Balkan Savaşı’nda Yunanistan denizde
bir taarruz planı hazırlamıştı. Buna göre, Yunan
parlamentosunda, “her cins şartlarda Ege Denizi’ne hakim
olmak ana hedefimizdir. ”4 diyen Elefteros Venizelos’un istediği
gibi Ege Denizi, Yunan hakimiyeti altına alınacak, OsmanlI’nın
Balkanlardaki savaşını besleyecek deniz yolları tutulacak, ikmal
yolları kesilecekti. Bu hedefe ulaşmanın ilk şartı Çanakkale
Boğazı’nı tutmak Limni Adası’nı işgal etmekti. Limni Adası’nı
işgal ettikten sonra Çanakkale Boğazı önünde sürekli bir
karakol hattı kurulacak, Osmanlı Donanması boğaza
hapsedilecek ve ondan sonra diğer Ege Adaları teker teker
alınacaktı.5 Nitekim bu hedef doğrultusunda harekete geçti ve
Limni 21 Ekim’de, Gökçeada ve Tasoz 31 Ekim’de, Semadirek
1 Kasım’da, Bozcaada 3 Kasım’da, Nikarya 17 Kasım’da,
Midilli 21 Kasım’da ve Sakız adası da 24 Kasım’da işgal edildi.
Sisam Adası’nda ise olaylar daha başka türlü gelişti. Ada 1821
Yunan İsyam’ndan beri muhtariyet rejimine sahipti. Fakat 1912
Eylül’ünde, Themistocles Sofoulis’in liderliği altında Ada’da
bir isyan vardı. Sisam Parlamentosu 24 Kasım’da Yunanistan
ile birleştiğini ilan etmiş ancak, Yunan Hükümeti doğabilecek
siyasî tepkilerden korktuğu için birleşmeyi tanımayı
reddetmişti. Balkan Savaşı’nın çıkmasından sonra Yunanistan,
4 Büyüktuğrul, Afif, “Osmanlı (Türk) -Yunan Deniz
Silahlanma
Yarışı",
Belleten, X XXIX/156 (1975), s. 738.
5 Bilal Şimşir, Ege Sorunu(Bundan Sonra E.S. olarak kısaltılacaktır), C.I, s.
LIII-LIV.
188
durumun uygun olmasından yararlanarak 15 Mart 1913’te bu
birleşmeyi kabul etti. Aynı gün akşamı ada önüne gelen
gemilerden mızıkalar çalarak karaya çıkan 400 kadar Yunan
askeri ertesi günü Sisam’ı denetimi altına aldı.6
Arka arkaya yenilgiler üzerine Osmanlı Devleti büyük
devletlere başvurarak müdahalelerini istedi. Ancak bu isteği
tarafsızlığa aykırı olduğu gerekçesiyle reddedildi ve savaşan
tarafların hepsinin oluruyla arabuluculuk yapılabileceği
bildirildi.7 Bunun üzerine harekete geçen Sadrazam Kâmil Paşa
12 Kasım 1912'de Rus Büyükelçiliği yoluyla Bulgaristan Kralı
Ferdinand'a bir telgraf çekerek ateşkes istedi.8 Aslında
Balkanlardaki bu zafer Avusturya-Macaristan ve Rusya'yı da
rahatsız etmişti. Sırpların Adriyatik'te bir liman elde etmesi
korkusu Avusturya-Macaristan'ı rahatsız ederken; Rusya da
İstanbul'a yönelik bir işgal hareketinin habercisi gibi gördüğü,
Bulgarların erken gelen zaferlerinden ciddi olarak
endişelenmişti. Hatta Sazonoff eğer Türkler, Çatalca hattında
tutunamazlarsa, İstanbul'u savunmak için yardım etmek üzere
Rus Karadeniz Filosu'nu göndermeyi düşünüyordu. Çar,
İstanbul'daki elçisinin, gerekli görülürse Karadeniz Filosu'nun
6 Necdet Hayta, Ege Adaları Sorunu (1911’den Günümüze), Ankara, 2005., s.
77- 82.
7 Tercümân-ı Hakikât, 5 Kasım 1912, No: 11343, s. 3; Tanin, 7 Kasım 1912,
No: 1494, s. 2. Büyük devletlere başvuru ile ilgili olarak daha geniş bilgi için
bkz. Y.Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C.II, Kısım: 2, s. 60-86; Pierre
Loti Avrupa'nın bu tutumunu eleştirerek çifte standartla suçlamaktadır ve
“Avrupa yaptıklarından utanmalıdır. Yerlere serilen binlerce kurbanın menfur
suçlusu odur” demektedir (Can Çekişen Türkiye, s. 66-67).
8İngiliz Büyükelçiliği Baştercümanı Fitzmaurice, Balkan Devletleri ile
doğrudan görüşmenin daha iyi olacağmı, Şeyhülislâm Cemalettin Efendi ve
Ayândan Damat Ferid Paşa yoluyla Sadrazam'a telkin etmişti (Bayur, a.g.e., s.
116).
189
celbedilmesine izin verilmesi şeklindeki görüşünü kabul
ederken, Başbakan Kokovtsev de Sazonov'un görüşlerini
paylaşıyordu. Savaştan en çok memnun olan büyük devlet ise
şüphesiz Türkleri, Trablusgarp ve Bingazi konusundaki
isteklerini kabule mecbur bıraktığı için İtalya idi.9
Osmanlı Devleti'nin ateşkes isteyen telgrafı, aynı gün Bulgar
Başbakan'ı Geşofa ulaştı. O, bu telgrafı Kral'a gösterdiğinde
Kral bundan pek memnun olmadı ve ertesi gün Geşofa,
doğrudan doğruya Başkomutan ve ordu komutanlarının bu
konudaki düşüncelerini öğreninceye kadar gizli tutulmasını
söyledi. Bu görüşmeden sonra Geşof, bir taraftan Kâmil Paşa'ya
yine Rus Büyükelçiliği yoluyla bir telgraf çekip, Bulgaristan'ın
müttefikleriyle görüşmekte olduğunu ve bunun sonucunu ayrıca
ileteceğini bildirirken, diğer taraftan 17 Kasım'da Bulgar
Ordusu, Çatalca'da saldırıya geçti.101Bundan şu anlaşılmaktadır
ki, Bulgar Kralı Ferdinand ve Başkomutan Savof, Kâmil
Paşa'mn ateşkes isteğine cevap vermeden önce, Bulgar
Başbakanı ve Hükümeti'nin karşı olmalarına aldırış etmeden bir
kere daha silah talihini denemeye ve İstanbul'u ele geçirmeye
çalışıyorlardı. Bu yüzden 17-18 Kasım'da Çatalca vuruşması
oldu, ancak burada başarılı olamayınca 19 Kasım'da Osmanlı
Hükümeti'ne kendilerinin ve müttefiklerinin ateşkes şartlarını
bildirdiler.11 İlk etapta reddedilen bu şartlar üzerinde yapılan
görüşmeler sonucunda gerekli anlaşma sağlanarak Osmanlı,
Bulgar, Sırp ve Karadağ delegeleri arasında 3 Aralık'ta
imzalandı.12 Ancak Yunanistan, Türkler Yanya'yı teslim
9 Anderson, a.g.e., s. 293-295.
10 Bayur, a.g.e., s. 116.
11 a.g.e., s. 117.
12 Tercümân-ı Hakikât, 2 Aralık 1912, No: 11368, s. 1; 5 Aralık 1912, No:
11371, s. 1; Douglas Dakin, “The Diplomacy o f the Great Powers and the
Balkan States, 1908-1914”, Balkan Studies, III/2 (1962),s. 354; Bu
190
etmediğinden, şehrin kuşatmasının devamını ve yine deniz
savaşını sürdürmeyi istediğinden mütareke protokolünü
imzalamayı reddetti.*13 Mütareke şartlarına göre, anlaşmanın
imzalanmasından yirmi gün sonra banş görüşmeleri
başlayacaktı.
Barış Konferansının, toplantı yeri için önerilen Londra yerine
İsviçre'de bir şehirde toplanmasının daha iyi olacağı şeklinde
basında yer alan14 görüşlere rağmen, Balkanlı müttefiklerin
teklifi doğrultusunda bu iş için Londra seçildi.15 Konferansta
Türkiye'yi temsil etmek üzere 1. delege olarak Ticaret Nazırı
Reşid Paşa, 2. delege olarak Berlin Büyükelçisi Osman Nizamî
Paşa, 3. delege olarak da Bahriye N |zir Vekili Salih Paşa
seçildiler.16
Konferans 16 Aralık 1912’de St. James sarayında başladı. Bu
arada Londra’da toplanması kararlaştırılan bir konferans daha
vardı ki; o da burada bulunan 5 büyük devletin (Fransa, Rusya,
Almanya Avusturya-Macaristan ve İtalya) büyükelçilerinin
İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey başkanlığında
gerçekleştirdiği “Büyükelçiler Konferansı” idi. Büyükelçiler
Konferansı da 17 Aralık 1912’de Grey’in Downing Street 10
numaradaki ofisinde toplandı.17 Grey’in de işaret ettiği gibi bu
görüşmelerde Osmanlı D evleti’ni Başkumandan Vekili Nazım ve TicaretZiraat N âzın Reşid Paşalarla, Miralay A li Rıza B ey temsil etmişlerdi (B.O.A.
İrade-i M eclis-i Mahsus, Sıra no: 712, Genel No: 2292, Hususi No: 5).
13 Tercümân-ı Hakikât, 4 Aralık 1912, No: 11370, s. 1; Dakin, gös. yer.
14 Tercümân-ı Hakikât, 5 Aralık 1912, No: 11371, s. 1.
15 Tercümân-ı Hakikât, 6 Aralık 1912, No: 11372, s. 1.
16 A li Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, s. 74-75; Bayur, a.g.e., s. 176.
17 Edward Grey, Twenty-Five Years 1892-1916,C.I, N ew York,
1925,s.256.
191
koferansın amacı herhangi bir konuda en iyi çözümü bulmak
değil büyük devletler arasında barışı korumaktı.18
Savaşan taraflar arasında yapılan görüşmelerde özellikle
Edirne’nin ve Ege Adaları’nın Balkanlı Müttefiklere bırakılması
konusunda ısrar edilmesi, Osmanlı Devleti’nin buna
yanaşmaması üzerine görüşmeler 6 Ocak 1913 tarihindeki
oturumdan sonra kesildi,19 Barış Konferansının kesilmesi
üzerine zaten 17 Aralık’tan beri yine Londra’da mevcut
problemleri görüşen Büyükelçiler Konferansı devreye girdi ve
Osmanlı Devleti’ne verilmek üzere ortak bir nota hazırlandı. 17
jOcak 1913’te Osmanlı Devleti’ne verilen notaya göre:20
1. Büyük devletlerin öğütlerini dinlememekle, barış yapılmasına
engel olmakla, Osmanlı Hükümeti ağır bir sorumluluk altına
girmektedir ve savaş uzarsa başkent İstanbul ve Anadolu da
tehlikeye düşebilir.
2. Osmanlı Devleti savaş sırasında Avrupa ’nın maddi ve manevi
yardımına muhtaçtır ve bu yardımları ancak büyük devletlerin
öğütlerini dinleyerek elde edebilir.
3. Bu durumda büyük devletler, Edirne’nin Balkan
müttefiklerine terk edilmesi ve Ege adaları hakkında karar
verme yetkisinin de büyük devletlere bırakılması yolundaki
öğütleri topluca yenilemek zorundadırlar.
4. Bu tavizlere karşılık olarak büyük devletler, Edirne’de
camilerin, dini binaların vb. korunması için çaba
harcayacaklardır. Adalar için bulunacak çözüm de Türkiye ’nin
18 a.g.e., s.256-257.
19 E.S.,B.No:483.
20 E.S., B.No:544.
192
güvenliğine karşı herhangi bir tehdidi önleyici nitelikte
olacaktır.
Notayı alan Osmanlı Devleti, kanunun görüşülmesi için bir
“Saltanat Şurası” toplanmasını kararlaştırdı. 22 Ocak’ta
sarayda yapılan Şura’da banş yanlılarının ağır basması
üzerine21, notaya bu yönde cevap hazırlamak üzere ertesi gün
hükümet toplandı. Bu sırada tarihe “Bâb-ı Âli Baskını” diye
geçen olay gerçekleşti ve Enver Bey ile arkadaşları toplantıyı
basarak hükümeti büyük devletlerin öğütlerine boyun eğdiği
için istifaya zorladı. Yeni sadrazam Mahmut Şevket Paşa
oldu.22 Bir hafta sonra 30 Ocak’ta da yeni Hariciye Nazırı Said
Halim Paşa tarafından ortak notaya cevap verildi. Cevapta
Edirne’nin Meriç’in sağ kıyısında kalan bölümünü bırakmaya
hazır olduğu, sol yakasında kalan bölümün Türkiye’de
kalmasının ve kentteki camilerin, türbelerin ve diğer tarihi ve
dini eserlerin korunmasını istediğini bildirdi. Ege Adaları
konusunda da, bunların bir bölümünün Çanakkale Boğazı’mn
savunması için gerekli olduğu, bir bölümünün de Anadolu'nun
bölünmez parçalan olduğu, dolayısıyla bu adalar üzerinde
Türkiye’nin otoritesini azaltmaya yönelecek her çözüm şeklinin
sakıncalı olduğu vurgulandıktan sonra, bu düşüncelerinin göz
önünde tutulması şartıyla adalar hakkında büyük devletlerin
karar vermesine razı olabileceği belirtildi.23
21 E.S., B.No:571; Hilmi Kamil Bayur, Sadrazam Kamil Paşa , Siyasi
Hayatı, Ankara, 1954, s.384-386.
22E .S.,B.N o: 572; Türkgeldi, a.g.e., s.77-79.
23 E.S., B.No:583.
193
Balkanlı müttefiklerin bu cevaptan hoşlanmamaları üzerine 3
Şubat’ta savaş yeniden başladı.24 Onlar zaten önceden beri
ateşkesi bozmaya çalışıyorlardı. Bu gelişmeler onlara
düşüncelerini gerçekleştirme imkanını tamdı. Çatalca’daki
pozisyonunu oldukça aleyhinde bulan Bulgaristan dikkatini
Edirne’yi almak üzerinde yoğunlaştırmıştı. Ege’yi kontrol
altında tutan Yunanlılar, Yanya’ya saldırılarına yeniden
başladılar ve Epir’in diğer bölümlerini işgal ettiler. Zor
durumda kalan Osmanlı Hükümeti 10 Şubat’ta Londra
Büyükelçisi Tevfik Paşa vasıtasıyla büyük devletlerin
arabuluculuğunu istedi. Grey bu konuyu Büyükelçiler
Konferansı’na götüreceğini söyledi.25 2 gün sonra da önerinin
görüşüldüğünü, bütün büyükelçilerin bunu reddettiğini, ancak
büyük devletlerin ortak notası esasına göre bir şeyler
yapılabileceğini söylediklerini, eğer Türkiye bunu kabul ederse
Balkan Devletleri ile temasa geçilebileceğini İstanbul'daki
Büyükelçisi Lowther'e bildirdi.26 Aynı cevap İngiltere Dışişleri
Müsteşarı tarafından da Tevfik Paşa'ya bildirildi.27
Balkanlar’daki gelişmeler bu işi biran önce halletmeyi
gerektirdiğinden Grey’in şartlarının kabul edildiği 28 Şubat’ta
İngiliz Dışişlerine bildirildi.28 Bu cevap Büyükelçiler
Konferansı’nda da sunuldu ve Balkan Müttefiklerin
arabuluculuğu kabul edip etmeyeceklerinin araştırılmasına karar
verildi.29 Yapılan görüşmelerin sonrasında 14 Mart’ta
24 Emst C. Helmreich, The Diplomacy o f the Balkan Wars 1912-1913,
Cambridge, 1938,s.278; Anderson, a.g.e., s.296; Dakin, a.g.m., s.360.
25 E .S,B .N o:599 ve 600.
26 E.S., B.No: 604.
27 E.S., B.No: 615.
28 E.S.,B.No:633.
29 E.S.,B.No:634.
194
müttefiklerin de bu arabuluculuğu kabul etmesi30 üzerine barış
şartlarını hazırlayarak 29 Mart’ta Bulgaristan’a ,31 31 Mart’ta da
Osmanlı Devleti’ne32 sundular. Buna göre:
1. Trakya ’da sınır Midye-Enez direkt çizgisinden geçecektir.
2. Ege Adaları sorununun çözümü büyük devletlere
bırakılacaktır.
3. Türkiye Girit ’ten vazgeçecektir.
4. Büyük devletler tazminata taraftar değillerdir.
.5. Bu şartlar kabul edilir edilmez çarpışmalar duracaktır.
Nota’ya ilk cevap veren Osmanlı Devleti oldu. Kabinede
görüşmede bakanların ileri sürdükleri tek husus barış yapılması
idi.33 Bu yüzden notanın verilmesinden bir gün sonra 1
Nisan’da, Hariciye Nazırı Said Halim Paşa, İstanbul’daki büyük
devlet elçilerine bütün şartları kabul ettiklerini bildirdi.34
Balkanlı müttefikler ise başlangıçta bu şartlara yanaşmamakla
birlikte 21 Nisan’da bunları kabul ettiler. 35 Mayıs ortalarında
yine konferans yeri olarak seçilen Londra’da bir araya gelen
delegeleri, İngiltere Dışişleri Bakanı Grey’in yoğun çabalan
sonucu 30 Mayıs 1913’te, daha önce(5 Mayıs’ta) Büyükelçiler
Konferansında tasarlanan ve Fransız Büyükelçi Paul Cambon
30 Helmreich, a.g.e.,s.326.
31 E.S.B.No:681.
32 E.S.,B.No:683.
33 Mahmut Şevket Paşa’mn Günlüğü, ARBA yay., İstanbul, 1988,s.73.
34 E.S.,B.No:684.
35 E.S.,B.No:709.
195
tarafından düzenlenen taslakla aynı olan anlaşma metnini
imzaladılar.36
Buna göre:
1. Türkiye ile Balkan Devletleri arasında ebedi barış ve dostluk
olacak.
2. Türkiye, Midye-Enez direkt çizgisinin batısındaki toprakları
müttefiklere bırakacak ve bu sinir uluslararası bir komisyon
tarafından belirlenecek.
3. Arnavutluk sınırı ve Arnavutluk ile ilgili diğer problemler
büyük devletlerin kararma bırakılacak.
4. Türkiye Girit Adası ’nı müttefiklere bırakacak.
5. Ege Adaları konusunda katar büyük devletlere bırakılacak.
6. Mali Problemler Paris ‘te toplanan uluslararası komisyona
bırakılacak.
7. Savaş esirleri, adli sorunlar, vatandaşlık ve ticaret sorunları.
8. Anlaşma mümkün olduğu kadar çabuk onaylanacak.
Görüldüğü gibi imzacı devletler bu anlaşma ile Ege Adaları ve
Arnavutluk meselelerinin büyük devletlerce kararlaştırılmasını
kabul ediyorlardı. Anlaşmanın imzalandığı gün Büyükelçiler
Konferansı’na gelerek bu haberi oradaki muhataplarına veren
Grey, anlaşmadaki söz konusu yetkiye dayanarak Amavutluk’un
güney sının ve Ege Adaları sorunlannm birbiriyle bağlantılı
olmasından dolayı ikisinin birlikte halledilmesinin daha pratik
36 Helmreich, a.g.e., s.329-331
196
olacağım söyledi ki, sonraki görüşmelerin seyri bu esasa
dayanarak devam etmiştir.37 Gerçekten de bu dönemde
Yunanistan’ın Arnavutluk’taki ilerlemesi İtalya’yı rahatsız etmiş
hatta Mayıs 1913’te Yunanistan’ı savaşla tehdit etmişti.38
Bölgede problemin çözülmesi için Yunanistan’ın işgal ettiği
Arnavutluk topraklarının bir kısmından çekilmesi gerekiyordu.
Yunanistan’ın buna razı edilmesi için de o başka yerlerde
memnun edilmeliydi. Bu yer de Ege Adaları olabilirdi. Yani
Yunanistan işgal ettiği Arnavutluk topraklarım boşaltırsa,
Ege’de işgal ettiği Osmanlı Adalan O’na bırakılacak, böylece
hem İtalya’nın istekleri yerine gelecek hem de Yunanistan
mağdur(!) edilmeyecekti.
Büyükelçiler Konferansı’nda son toplantıların yapıldığı 11
Ağustos 1913 tarihine kadar bu konular görüşüldü ancak bir
final karan alınamadı ve bazı prensip kararlarının ötesine
geçilemedi. Bununla beraber Konferansın dağılmasından sonra
da büyük devletler arasındaki görüşmeler devam etti ve nihayet
kararlannı 13 Şubat 1914’te Yunanistan’a 14 Şubat’ta da
Osmanlı Devleti’ne bildirdiler.39 Bu karara göre büyük devletler;
Gökçeada, Bozcaada ve Meis adasını Türkiye’ye, Yunan
işgalindeki
diğer
adaları
da Yunanistan’a vermeyi
kararlaştırmışlardır. Yunanistan’a verilen adaların tahkim
edilmemesi, askeri amaçlarla kullanılmaması ve adalar ile
Türkiye arasında kaçakçılığı önleyecek etkin tedbirlerin alınması
da kararlaştırılmıştır. Ayrıca Yunanistan adalarındaki Müslüman
37 British Documents on the Origins o f the War 1898-1914, Edited:
Gearge P. Gooch-Harold Temperley, C.IX, Kısım:2, London 1933,
B elge No:1019
38 Anthony di Iorio, İtaly, Austria-Hungary and the Balkans, 1904-1914,
Michigan, 1982, a.g.e., s.247.
39 E.S.,n,B.No:405.
197
azınlığın korunması için tatminkar güvenceler verilecektir.
Adaların Yunanistan’a verilmesi Yunan askerlerin Güney
Arnavutluk sınırından çekilmesinden sonra olacaktır. Güney
Arnavutluk sınınnm boşaltılması 1 Mat’ta başlayacak ve 31
Mart’a kadar sürecektir. Bu kararda İtalyanların gayretleri
sonucu Rodos ve 12 Ada hakkında bir hüküm yer almamıştır.
İstanbul Hükümeti, bu notaya 16 Şubat’ta verdiği cevapta bu
karardan dolayı duyduğu üzüntüleri ifade ettikten sonra “ Bâb '-ı
Âli haklı ve meşru işlerini kabul ettirmek için çaba
harcayacaktır”40 demiş ve hakikaten bu yönde çaba da
harcamıştır. Fakat Birinci Dünya Savaşı ’nın çıkması arzularını
gerçekleştirebilmesine engel olmuştur. Yunanistan’da 21
Şubat’ta verdiği cevapta, adalar hakkındaki karan takdirle
karşılıyor, saldmya uğramayacaklanna dair garanti istiyor;
Bozcaada, Gökçeada ve Meis adalarında yaşayan Rumlar ile
Arnavutluk’ta kalacak Rumlar için güvence talep ediyordu.41
Yunanistan bu adalar üzerindeki sahipliğini günümüze kadar
devam ettirmiştir. O, Balkan Savaşları boyunca topraklarını
yaklaşık olarak % 68 arttırarak 25.014 km2'den 41.993 km2'ye
çıkarmış, nüfusunu da yine yaklaşık olarak 2.700.000'den
4.800.000'e çıkararak büyük bir kazanç elde etmiştir.42 Osmanlı
Devleti'nin elinde ise, yaklaşık 167.500 km2 Avrupa
topraklarından sadece 12.300 km2'si yine yaklaşık 6.130.000
olan nüfusundan ise sadece 2.300.000'i kalmıştı.43
Büyük devletlerin adalar meselesinde Osmanlı aleyhindeki
kararı Edime işinde başarı elde etmiş olan Bâb-ı Âlî için ağır bir
40 E.S.,II.B.No:415.
41 E.S.,II.B;N o:434.
42 Dakin, a.g.e., s. 201.
43 Ahmad, a.g.e., s. 252.
198
darbe olup, düzelmiş olan manevî durumunu yeniden sarsacak
nitelikteydi. Bundan başka bu karar, devletin güvenliği
bakımdan da çok zararlı idi, çünkü Yunanistan ne kadar güvence
verirse versin, adaların karşısında bulunan Rum azınlık artık
rahat durmayacak, hem İstanbul Patrikhanesinden hem de
Yunanistan’dan teşvik görecek, bu teşviklerin önüne
geçilemeyecek, gidiş gelişlerle beslenecek ve Yunan Megali
İdeası'nm Anadolu’da gelişmesini kolaylaştıracaktı.
Büyük devletlerin Ege Adaları ile ilgili olarak verdikleri bu
karar çok önemlidir. Çünkü Lozan Anlaşmasının 12.maddesinde
zikredilmiş olup günümüze kadar geçerliliğini sürdüre
gelmektedir. Söz konusu madde “Bu adalar üzerine Yunan
egemenliğine ait 30 Mayıs 1913 günlü Londra Anlaşması’nın
5 ’nci ve 14 Kasım 1913 günlü Atina Anlaşmasının 15’nci
maddeleri uyarınca alınıp 13 Şubat 1914’te Yunan Hükümeti’ne
bildirilen karar, İtalyan egemenliğine konulan adalara ait
hükümleri saklı kalmak şartıyla doğrulanmıştır”44 demektedir.
Amavutlukün Güney sınırları hakkmdaki kararlar için ise aynı
şeyleri söyleyebilmek mümkün değildir. Çünkü Yunanistan,
taahhüt ettiği tahliyeyi gerçekleştirmediği gibi, 28 Şubat
1914’te, Kuzey Epir -veya Güney Arnavutluk- eski Yunan
dışişleri
bakanlarından Zographos'un
liderliği
altında
bağımsızlığını ilan etti. Nisan sonunda Yunanistan birliklerini
geri çektiyse de Yunan çeteciler orada olduğu gibi kaldılar.
Arnavutluk, bundan sonra da pek çok problem ve karışıklıklarla
karşılaştı ve Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği zaman pek çok
problem çözülmemiş olarak olduğu gibi duruyordu.45
44 İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları, C.I, Ankara, 1989,s.8990.
45 Helmreich, a.g.e., s. 437-439; Dakin, a.g.m., s. 372.
199
KAYNAKÇA
I. ARŞİV BELGELERİ:
A. Yayınlanmamış Arşiv Belgeleri:
Başbakanlık Osmanlı Arşivi
B.
O.A., İrade-i Meclis-i Mahsus; Sıra no: 712, Genel no: 2292,
Hususi no: 5
B. Yayınlanmış Arşiv Belgeleri:
British Documenis on the Origins of the War 1898-1914, Etited:
George P. Goach-Harold Temperly, C.IX, Kısım: 2, London, 1933.
ŞİMŞİR, Bilal; Ege Sorunu-Belgeler, C. I, Ankara, 1989.
Ege Sorunu-Belgeler, C. II, Ankara, 1989.
II. GAZETELER
Tanin
Tercüman-ı Hakikât
III. KONUYLA İLGİLİ ANILAR VE ARAŞTIRMALAR
ANDERSON, M.S.; The Eastern Question 1774-1923, London, 1966.
ARBA, Mahmut Şevket Paşa’hin Günlüğü, İstanbul, 1988.
BAYUR,Yusuf Hikmet; Türk İnkılâbı Tarihi, C.II, Kısım: II, Ankara,
1991.
BAYUR, H.Kâmil; Sadrazam Kâmil Paşa, Siyasî Hayatı, Ankara,
1954.
200
BÜYÜKTUĞRUL, Afif, “Osmanlı
(Türk) -Yunan
Deniz
Silahlanma Yarışı”
Belleten, XXXIX/156 (1975), ss. 725-774.
CHILDS, Timothy W.; Italo-Turkish Diplomacy and the War över
Libya 1911-1912, New York, 1990.
DAKIN, Douglas; The Unifıcation of Greece 1770-1923, London,
1972.
“The Diplomacy of the Great Powers and the Balkan
States 1908-1914”. Balkan Studies, III/2 (1962), ss. 327-374.
DI IORIO, Anthony, Italy, Austria-Hungary and the Balkans, 19041914, Michigan, 1982.
GREY, Edward; Twenty-Five Years 1892-1916, C.I, New York, 1925.
HAYTA, Necdet, Ege Adaları Sorunu (1911 ‘den Günümüze), Ankara,
2005.
HELMREICH, Emst C.; The Diplomacy of the Balkan Wars
1912-1913, Cambridge, 1938.
HOWARD, Harry N.; The Partitition of Turjkey 1913-1923, New
York, 1966.
LOTİ, Pierre; Can Çekişen Türkiye, Tercüman 1001 Temel Eser,
İstanbul.
Mahmut Şevket Paşa'nın Günlüğü, ARBA Yay., İstanbul, 1988.
SOYSAL, İsmail, Türkiyenin Siyasal Antlaşmaları, C.I., Ankara,
1989.
TAŞKIRAN, Cemalettin, Oniki Ada’nın Dünü ve Bugünü, Ankara,
. 1996.
TÜRKGELDİ, Ali Fuad, Görüp İşittiklerim, Ankara, 1987.
201
SÜEJKOT TO COimiîCTION.
Tj>ı»r». "NOW THİ'N, OKT ON W1TH VOl B HAİTİ, ASI) WHKN VOU VE PINISMKI)
TH13M IlHINO THEM TO ME ANI) l ‘M. *H(!W YUl,’ WHERK VOU VE CİONK »KONCU"
Ek: 1- Birinci Balkan Savaşı sonunda Londra’da Saint James’
sarayında konferans masasına oturmuş olan Türkiye ile Balkanlı
Müttefikler, Balkanların yeni haritalarını çizmektedirler. Kapı
aralığından
onları
seyreden
Avrupa, “Haritalarınızı
tamamladıktan sonra bana getirin, yanlışlarınızı düzelteyim”
demektedir. (E.S., II, Ek: 17)
202
Ek: 2- Altı büyük devlet Türk’ün elini sımsıkı tutmuşlar, barış
imzalatıyorlar. Karagöz: - Ne hak ve adalet Yarabbi!.. Yirminci
asırda zorla sulh imzalatıyorlar. (E.S., II, Ek: 19)
203
SETTLED.
E™” - "™'f ‘.VIÎ ALWATS m e n rniî most Tiıou»r.KsoME
SCUOOG. NOW GO AND OONSOL1DATB YOmiSEGAV
T c n u t. "TO A filî, JIA'AAl, WHAI DOP.3 TUAT Al KAN?”
nor in the
D.nııı Eunoı-A. ” İT İ1EANS GOINO 3NTO TUAT COHNIÎB—AND BT01TINÖ THE1İEI"
« J Î İ S S S îr “ “*
“ 0" ” “' *“ “I"“ a ‘-t” tM , «uı «ı.»mam m
t»mMOm
Ek: 3- Türkiye Balkan Savaşı sonunda Avrupa’dan ve Ege
Denizi’nden atılmıştır. İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward
Grey, Avam Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada “Türkiye
artık kendisini Anadolu’da güçlendirsin” demiştir. Sert bir
öğretmen rolündeki Avrupa, huysuz bir öğrenci görünümündeki
Türkiye’yi cezalandırmakta, ona “Anadolu” köşesini göstererek
“Git o köşede kal!” diye buyurmaktadır. (E.S., II, Ek: 24)
204
1914
İSTANBUL M UAH EDESİ V E
S O N R A S IN D A T Ü R K İY E -Y U G O S L A V Y A
K R A L L IĞ I İL İŞ K İL E R İ
Doç. Dr. Nuray Bozbora
M arm ara Üniversitesi
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sonrasında kurulan yeni
ulus-devletlerde azınlık konumuna düşen dış Türklerin varlığı
hem insani boyutuyla hem de güvenlik ve istikrar açısından arz
ettiği önem nedeniyle Türk dış politikasının hassas
konularından birisi olmuştur. Bu hassasiyet kimi zaman bu
akraba toplulukların daha fazla hatırlanmasına kimi zaman da
unutulmasına yol açmıştır. Balkan toprakları açısından Türkiye
ile sınırdaş olan Bulgaristan ve Yunanistan’daki dış Türkler için
söz konusu olan bu durum, eski Yugoslavya devleti sınırları
içinde yaşayan dış Türkler için neredeyse hiç söz konusu
olmamıştır. 1914 yılında Sırbistan ile Osmanlı devleti arasında
imzalanan “İstanbul Muahedesi’’nde Sırbistan sınırları içinde
kalan Müslüman nüfus için getirilen ayrıntılı düzenlemeler daha
sonrasında Yugoslavya Krallığı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti
arasındaki ikili ilişkilerde ve anlaşmalarda yeterince bağlayıcı
özellik kazanamamıştır.
GİRİŞ:
Çok uluslu imparatorlukların dağılması sonrasında kurulan
ulus-devletler arasında yaşanan büyük göçler, mübadele
anlaşmaları,
iç ve dış azınlıkların ortaya çıkması gibi
gelişmeler ve bunlara ilişkin yeni kavramlar on dokuzuncu ve
yirminci yüzyılın uluslararası ilişkilerine ve bu alandaki
literatüre damgasını vurmuştur.
205
Öte yandan bu gelişmeler sadece insani boyutu ile değil aynı
zamanda güvenlik ve istikrar açısından taşıdığı önemden dolayı
ülkelerin dış politikalarındaki en hassas konulardan biri
olmuştur. Bu nedenle, her bir devlet kendi dış azınlıklarına
ilişkin olarak iç politik dengeleri olduğu kadar dış politik
dengeleri de hesaba katan politikalar geliştirmek durumunda
kalmıştır.
Bu durum dış azınlıkların akraba devletler tarafından bazen
daha fazla hatırlanmalarına bazen de unutulmalarına yol
açabilmiştir. Bu noktada devletlerin dış politikalarında dış
azınlıkların (akraba toplulukların) nitelikleri, iç dinamikler, dış
azınlığın (akraba toplulukların) yaşadığı devletle ikili ilişkileri
ve son olarak uluslararası/bölgesel dinamiklerden kaynaklanan
faktörler belirleyici bir rol oynamıştır. Tüm faktörlerin etkisi
altında olarak bazı devletler azınlıklara güç ve güvenlik elde
çtmek amaçlı (jeopolitik)yaklaşırlarken, bazıları ise paylaşılan
ortak etnik kimlik, tarih ve ideolojik temelli (milliyetçi)
yaklaşmış, kimileri ise tamamen insani boyutlu (normatif) bir
yaklaşım sergilemişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan topraklarından çekilmesi
sonrasında bölgede kalan Müslüman-Türk nüfus bakiyesinin
varlığı, Türkiye’nin ister istemez bu bölgeye yönelik ilgisini
canlı tutmuştur.
Her ne kadar bu nüfus bakiyesinin, azınlık konumuna düştükleri
yeni ulus-devletler içindeki statüleri uluslararası antlaşmalarla
güvence altına alınmış olsa da, fiiliyatta maruz kaldıkları
ayrımcı politikaların yarattığı memnuniyetsizlikler, bu
memnuniyetsizliğin yol açtığı Türkiye’ye yönelik kitlesel göçler
Türkiye’nin bölgedeki imparatorluk mirası akraba nüfuslarla
olan temasını güçlendirdi.
206
Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin erken dönemdeki
dış politikası, iç ve dış barış ortamının kurulması ilkesine
dayanmakta idi. Bu nedenle dönemin dış politikası, güvenliği
merkez alan ve dış azınlıkların kültürel himayesi olanaklarım da
aynı güvenlik perspektifi içinde ve hukuki bir zeminde gözeten
bir özellik taşımıştır. Yunanistan ve Bulgaristan’da MüslümanTürk toplulukların statülerini güvenceye alan bir dizi ikili ve
uluslararası antlaşmalar, Türkiye açısından, akraba toplulukların
kültürel himayesi olanaklarına hukuki zemin hazırlayan önemli
belgeler olmuşlardır.
Türkiye’nin Balkanlardaki en büyük dış azınlığını oluşturan
Bulgaristan’daki Müslüman-Türklerin haklarını güvence altına
alan antlaşmalar açısından bakıldığında 1878 Berlin Antlaşması
ile başlayıp günümüze kadar uzanan çeşitli uluslararası ve ikili
antlaşmalar fiiliyatta yükümlü devletin ihlalleri neticesinde tam
olarak uygulanamamış olsa da özünde azınlıkların haklarını
güvence altına almak konusunda süreklilik arz eden hukuki
metinler olmuşlardır. 1
1 Bu hukuki metinler sırayla 1878 Berlin Antlaşması, 1909 İstanbul Protokolü
ve Sözleşmesi; 29 Eylül 1913 Antlaşması ve Müftülüklerle İlgili
Sözleşmefnegatif ve pozitif haklar); 1919 N euilly AnlaşmasıÇMC sistemi
içinde azınlıklara negatif haklar); 1925 Bulgaristan Dostluk Antlaşması ve
İkamet Sözleşmesi (Neuilly Andlaşması’nın hükümlerinin tümünden
Bulgaristan’daki Müslüman azınlıklar, Lozan Antlaşması’nm tümünden
Türkiye’deki Bulgar azınlıklar yararlanırlar hükmü kabul ediliyor.) ; 1947
Bulgar Barış Andlaşması (BM sistemi içinde N euilly Antlaşması’nm
azınlıkları koruyan hükümlerinin yerini alıyor. Ancak haklarda bir gerileme
söz konusu. Bulgaristan buna dayanarak N euilly Antlaşmasının ortadan
kalktığım iddia ederek 1925 Antlaşması’m geçersiz kılmak istemiştir) ; 1968
Göç Antlaşması; 1998 Emekli Aylıklarının Türkiye’de Ödenmesine ilişkin
Antlaşma; ayrıca BM mevzuatı kapsamında İnsan Haklarıyla ilgili çeşitli
Evrensel Sözleşmeler ve İnsan Haklan ile ilgili çeşitli Avrupa Antlaşmalan.
207
Benzer şekilde Yunanistan’daki Müslüman-Türk topluluklar
açısından bakıldığında da 1830 Londra Protokolü ile başlayıp
günümüze kadar uzanan ikili ve uluslararası antlaşmalar da
buradaki akraba azınlıkların statüsünü güvence altma almak
konusunda süreklilik arz eden hukuki metinler olmuşlardır.2
Bununla birlikte, Türkiye ile bu iki devlet arasındaki ikili
ilişkilerde kimi zaman başka sorunlardan dolayı ortaya çıkan
gerilimler azınlıkların hukuken edinilmiş haklarında fiili
gerilemelere yol açabildiği gibi, yumuşama dönemlerinde
bunun tersi de olmuştur. Her iki durumda da Türkiye iç ve dış
barış
ortamının
korunmasına yönelik
dış
politika
perspektifinden ayrılmadan akraba azınlıklara ilişkin
politikalarını söz konusu antlaşmaların sunduğu hukuki
zeminde sürdürmeye çalışmıştır. Ancak bu ülkelerden
Türkiye’ye yönelik olarak gerçekleşen kitlesel göçler
2 1830 Londra Protokolü , 1881 İstanbul Uluslararası Sözleşmesi (Müslüman
nüfiıs bakiyesi için negatif ve pozitif haklar); 1-14 Kasım 1913 Atina
Antlaşması Selanik, G.Makedonya ve Girit’e doğru genişleyen Yunanistan
topraklarında Müslüman nüfus bakiyesi için negatif ve pozitif haklar ; üçüncü
protokol Müslüman azınlıklarla ilgili) ; 10 Ağustos 1920 Yunanistan’daki
Azınlıkların Korunmasına İlişkin Antlaşma (Yunan Sevr’i) (Yunanistan kimi
ülkelere karşı daha önce kabul ettiği yükümlülüklerden kurtulacak ve negatif
ve pozitif haklar açısından artık sadece M C ’ye karşı yükümlülük altma
girecek.) ;30 Ocak 1923 Mübadele Sözleşme ve Protokolü ;24 Temmuz 1923
Lozan Antlaşması; 1926 Atina Antlaşması (mübadele konusunda); 1930
Ankara Antlaşması (mübadele konusunda);1933 Ankara Antlaşması
(mübadele konusunda);
1947 Paris Barış Antlaşması ( Oniki adanın
Yunanistan’a geçmesi, transfer edilen topraklarda yaşayanlara negatif haklar
getiriyor); ayrıca BM mevzuatı kapsamında İnsan Haklarıyla ilgili Çeşitli
Evrensel Sözleşmeler, İnsan Hakları ile ilgili Çeşitli Avrupa Antlaşmaları. (
1913 Atina A nd.’nm 3 nolu protokolü ile birlikte sonrasında yapılmış olan
tüm anlaşmalar ve yükümlülükler Yunanistan’daki tüm Türklerin azınlık
rejimini oluşturmaktadır.) bkz. Oran, Baskın, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı
Trakya Sorunu, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yyn., Ankara, 1986, p.60-68
208
kazanılmış hukuki hakların fiiliyatta azınlıkların yaşam
haklarını yeterince koruyamadığını göstermiştir. Bu durum kimi
zaman Türkiye’nin bu ülkelerdeki akraba toplulukların haklarını
yeterince gözetmediği ya da onları unuttuğu şeklinde
algılamalara da yol açmıştır. Bu algıya yol açan asıl neden
Balkanların Türkiye’nin dış politikasında önemli bir yere sahip
olmasını belirleyen temel faktörün güvenlik algısı olmasıdır.
Buna karşın, bölgedeki akraba toplulukların kültürel himaye
olanaklarının dikkate alındığı faktörler ikincil planda kalmıştır.
Osmanlı Devleti’nin daha soma Yugoslavya olacak olan3
Sırbistan Devleti’nde bıraktığı akraba nüfus bakiyesinin durumu
açısından iki ülke arasındaki ilişkilere bakacak olursak burada
daha farklı bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bu farklılık bir yandan
Sırbistan’ın (daha soma Yugoslavya adını alacaktır) Bulgaristan
ve Yunanistan’dan farklı olarak Türkiye ile sınır komşusu
olmaması noktasında, diğer yandan ise Sırbistan (Yugoslavya)
sınırları içinde bulunan akraba topluluğun haklarım güvence
altına alan hukuki metinlerde bir süreklilik bulunmaması
noktasında ortaya çıkmaktadır. Bu farklılıklar Türkiye’nin
Balkanlara yönelik dış politikasındaki temel prensipleri
değiştirmemekle beraber, akraba nüfus bakiyesine ilişkin
politikaların diplomasi ağırlıklı olmasına yol açtığı
görülmektedir.
Bu bağlamda, 1914 yılında Sırbistan ile Osmanlı Devleti
arasında yapılmış olan İstanbul Muahedesfnin getirdiği
hükümler ile somasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile SırpHırvat-Sloven Devleti (Yugoslavya Devleti) arasındaki ilişkiler
31918 yılında kurulan Sırp-Hırvat-Sloven D evleti’nin adı
Y ugoslavya D evleti olarak değiştirilecektir.
209
1929 yılında
iki savaş arası
incelenecektir.
dönemde
akraba
azınlıkların
koşulları
1914 İstan bul M uahedesi ve Müslüman Azınlık Haklarının
Korunmasına İlişkin Hükümler
Sırbistan’ın OsmanlI’dan bağımsızlığını kazanması sonrasında
Sırbistan topraklarındaki dinsel azınlıkların haklarım
garantileyen ilk belge aynı zamanda Sırbistan Prensliği’nin
bağımsızlığını da tanımış olan 1878 Berlin Antlaşması’nm
hükümleri olmuştur. Antlaşmanın 35. maddesinde Sırbistan
topraklarının hangi yerleşim bölgesinde olursa olsun farklı
dinsel inanç ve ifadelerin sivil ve siyasal haklardan yararlanma,
kamu hizmeti ve ekonomik faaliyetlerde bulunma hakkına engel
oluşturmayacağı hükmü getirilmiştir. Aynı maddede Sırp
vatandaşı olan herkese olduğu kadar yabancılara da dinsel
ibadet ve inancı ifade özgürlüğü tanınırken isim belirtilmeden
tüm dinsel grupların dinsel örgütlenme hiyerarşilerine ve
onların kendi dinsel liderleriyle olan ilişkilerine hiçbir engel
getirilmemesi hükmü yer almakta idi.4
4Bkz. 35 mad. “ In Serbia the difference o f religious creeds and confessions
shall not be alleged against any person as a ground for exclusion or incapacity
in matters relating to the enjoyment o f civil or political rights, admission to
public employments, fünctions, and honors, or the exercise o f the various
professions and industries, in any locality whatsoever. The freedom and
outward exercise o f ali forms o f ıvorship shall be assured to ali persons
belonging to Serbia, as w ell as to foreigners, and no hindrance shall be offered
either to the hierarchical organization o f the different communions, or to their
relations with their spiritual chiefs”, Bkz.Treaty Betw een Great Britain,
Austria-Hungary, France, Germany, Italy, Russia and Turkey. (Berlin).
M odem History Sourcebook: The Treaty o f Berlin, 1878, Excerpts on the
Balkans,http://www.fordham.edu/halsall/mod/1878berlin.asp ayrıca bkz.
Oran, a.g.e., s.30.
210
Uluslararası bir Antlaşma niteliğinde olan 1878 Berlin
Antlaşmasında dinsel azınlıklar konusunda getirilen bu
hükümler, Balkan Savaşları sonrasında Sırbistan ile Osmanlı
Devleti arasında imzalanan 1914 tarihli İstanbul Muahedesinde,
Müslüman cemaatler için tanınan geniş kolektif haklar ve
özgürlüklere dönüştürülmüştür. 5
Konumuz açısından önemli olan 14 Mart 1914 İstanbul
Muahedesi, Müslüman cemaatlere getirdiği geniş kolektif
haklar açısından, Osmanlı Devleti’nin gerek 29 Eylül 1913’te
Bulgaristan’la, gerekse 14 Kasım 1913 tarihinde Yunanistan’la
yaptığı ikili antlaşmalardaki hükümlerle neredeyse aynı
özellikleri taşımıştır.6 Sırbistan ile yapılan ikili antlaşmaya göre
iki devlet 1913 Londra Konferansı hükümlerini onaylamakta7,
iki devlet arasındaki dostane ve diplomatik ilişkilerin tekrar
tesisini kabul etmekte idi.8
5 Sırbistan ile Barış Antlaşması (1-14 Mart 1914) , bkz. Erim, a.g.e., s.487497; Can, Mehmet, “Freedom o f R eligion for M üslim Minorities in Balkans
and in European Union in the Light o f Ottoman-Serbian Agreement o f March
1914”,
https.7/docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:lapKr6£hOksJ:www.ius.edu.ba
/mcan/CPAPERS/CPDF/Freedom% 2520of% 2520Religion% 2520paper.pdf
6 Metnin başında “Hükümet-i Seniyye ile Sırbistan Hükümeti arasında
akdolunan Barış antlaşması münderecatı M eclis-i Vükela kararıyla tasvip
olunmuştur yazmaktadır.” İmzacılar. Osm.Harc.Neza. Siyasal işler müd.
Ahmed Raşid- Sırbistan Hariciye Bakanlığı eski başkatipi (sekreteri) ve
D ış.Bakanlığı idari kısım müdürü M ösyö Dragomin L. Stefanovitch. Bkz.
Erim, Nihat, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, C.I, (Osmanlı
İmparatorluğu Antlaşmaları), TTK Basım evi, Ankara, 1953, s.489
7 30 M ayıs 1913’te I.Balkan Savaşı sonrasında Bulgaristan, Yunanistan ve
Sırbistan ile Osmanlı D evleti arasında imzalanan Londra Antlaşması Orta ve
K uzey M akedonya’yı Sırbistan’a bırakıyordu
8 Antlaşma metni m ad.l, bkz. Erim, a.g.e., s.490
211
Bu antlaşmada Müslüman cemaatlerin haklarına ilişkin
maddeler iki temel başlık altında toplanabilir. Bunlardan birisi
taşmır-taşmmaz mal varlıkları ile ilgilidir. Buna ilişkin
düzenlemelere göre Sırbistan tabiiyetine geçip orada yaşamaya
devam eden ya da Osmanlı tabiiyetine geçerek ülkeyi terk eden
Müslümanların ister özel isterse tüzel nitelikte olsun Osmanlı
kanunlarına göre tüm taşınmazları üzerinde elde ettikleri
mülkiyet hakları Osmanlı hukukuna göre devam etmekte, kamu
yararı adına istimlak edilmesi durumunda da bedeli mülk
sahiplerine tazmin edilmesi hükmü getirilmekte idi. 9 Benzer
şekilde Osmanlı hanedan üyelerinin ve sultanın kişisel emlaki
ile Osmanlı hükümetine ait olan özel emi aklar ve bunlar
üzerindeki tasarruf hakları korunmakta idi.101 Öte yandan bu
bölgede Osmanlı kanunlarına göre kurulmuş her türlü vakıf
Müslüman cemaatin tüzel kişiliği ve maneviyesinin ifadesi
olarak Müslüman cemaatlerce yönetilmeye devam edecekti, ta
ki Osmanlı başkentindeki Evkaf Nezareti vakıf mallarını satana
kadar. Aşar vakfiyeleri ortadan kaldırıldığı için bu vakıfların
gelirlerinden mahrum kalan tekke, cami, medrese, mektep,
hastane ve diğer dini ve hayri kuramların varlıklarını
sürdürebilmeleri için gerektiğinde Sırp hükümeti ödenek
sunacaktı.11 Bu konularda taraflar arasında çıkabilecek her türlü
uyuşmazlığın çözümü iki tarafın ortak kararı ile Lahey’deki
hakemlik mahkemesine bırakılacaktı.12
Bir diğeri medeni ve siyasi haklarına ilişkindir. Buna göre
Müslümanlara tam bir ibadet ve geleneklerini sürdürme
özgürlüğü tanınmakta idi. Halife sultanın ismi hutbelerde
9 Antlaşma metni mad.4-5, bkz, Erim, a.g.e., s.491
10 Antlaşma metni mad.6, bkz. Erim, a.g.e., s. 492
11 Antlaşma metni mad.7, bkz.Erim, a.g.e., s.492
12 Antlaşma metni m ad.6-7, bkz.Erim, a.g.e., s.492
212
zikredilmeye devam edecektir. Cemaatlerin ve özel şahısların
belirli konularda İstanbul’daki dini liderleri olan Şeyhülislamla
ilişkileri engellenmeyecekti. Her bölgedeki müftü Sırp
vatandaşı Müslüman seçmenlerce seçilecek. Baş müftü ise yine
müftüler arasından ve onlar tarafından seçilmiş üç aday
arasından Sırp Kralı tarafından atanacak ve bu atama
İstanbul’daki Sup konsolosu tarafından Şeyhülislam’a
bildirilecekti. Baş müftünün atanma belgesi (imenşur) ve fetva
yetkisi için gereldi buyruk (mürasele) Şeyhülislam tarafından
baş müftüye verilecekti. Baş müftü ve müftüler ve onların emri
altında çalışan memur ve müstahdemler Sırp hükümet
memurlarının sahip oldukları aynı hukuka ve mükellefiyetlere
sahip olacaklardı. Müftüler dini görevlerinin yanı sıra
Müslüman cemaatin özel hukuk alanına giren konulardaki
meselelerinde (nikah, boşanma, velayet, vesayet, vakıf
mallarına bakma, nafaka) hüküm verme yetkisine de sahip
olacaklardı. Müftünün kararma karşı yerel mahkemeye yapılan
her türlü başvuru aksine ve açık bir kayıt olmadığı sürece kabul
edilecekti. Müftüler tarafından verilen mahkeme kararları Sırp
otoriteleri tarafından uygulamaya konulacaktı.13
Öte yandan Manastır’daki teknik okullar da dahil olmak üzere
mevcut bulunan ya da Müslüman kişi ya da cemaatlerce
kurulacak olan özel Müslüman okulları tanınacak, bu okulların
masraflarına karşılık olmak üzere sahip oldukları gelirlere saygı
duyulacaktı. Bu okullarda resmi eğitim programına göre Sırp
dilinde tahsil zorunlu olmak üzere Türkçe kullanma hakkı da
verilecekti. Sırp hükümeti müftü yetiştirmek üzere bir özel
kurum tesis edecekti. Söz konusu eğitim kurumlarımn teftişi
13 Antlaşma metni, mad.8, bkz.Erim, a.g.e., s. 493-494
213
Sırp maarif müfettişlerinin yanı sıra baş müftü ile müftüler
tarafından gerçekleştirilecekti. 14
Mezarlıklar konusunda ise, Sultan Murat’ın Kosova’daki
türbesinin tüm müştemilatı ile birlikte mülkiyet payı korunacak,
masrafları Osmanlı hükümetince karşılanmak üzere müftü
tarafından tayin olunacak kişilerce bakımı ve koruması
yapılacaktı. Türbe ile üzerinde bulunduğu arsa hiçbir gerekçe
ile istimlak olunamayacaktı. Müslüman mezarlıkları taşradaki
devlet memurları tarafından korunacak, kamu yararına istimlaki
durumunda bedeli mezarlık sahibi Müslüman cemaate tazmin
edilecekti.15
Antlaşma metninin sonuna Osmanlı hükümetine ait özel
malların listeleri vilayetler temelinde ve bedelleri yazılarak
eklenmiştir (Manastır, Selanik, İşkodra ve Yenipazar Sancağı
dahil olmak üzere Kosova vilayetleri).Metnin sonunda
“tasdiknameleri 24 Mart-6 Nisan 1914 tarihinde Dersaadette
teati edilmiştir” 16 cümlesi yer almaktadır.
Görüleceği üzere gerek Müslüman cemaatlere dinsel gruplar
düzeyinde verilen kolektif haklar açısından gerekse metnin
başlangıç ve son kısımlarında yer alan cümleler açısından bu
metin II. Balkan Savaşı bitiminde Bulgaristan ve Yunanistan ile
Osmanlı Devleti arasında yapılan antlaşmalarla benzerlik
göstermektedir.
14 Antlaşma metni, mad.9,bkz. Erim, a.g.e., s.494-495
15 Antlaşma metni, mad.10, bkz.Erim, a.g.e., s.495
16 Antlaşma metni, bkz.Erim, a.g.e., s.497
214
Farklı olarak Bulgaristan ile yapılan antlaşmaya eklenmiş beş
ayrı ek metin vardır. Bunlardan İkincisi müftülere ilişkindir.17
Yunanistan ile yapılan antlaşmaya ise üç adet protokol eklenmiş
ve bunlardan müftülere ilişkin olan üç numaralı protokolün tüm
Yunanistan’da uygulanmasına karar verilmiştir.18
Buna karşın Sırbistan ile yapılan antlaşmada böyle bir ek
protokol yoktur. İstanbul hükümeti terk edilen arazide bulunan
ve kiliseye çevrilmiş olan camilerin tekrar cami haline
getirilmesine ilişkin bir protokolün eklenmesi konusunda talepte
bulunmuşsa da Sırbistan hükümeti hiçbir caminin kiliseye
çevrilmemiş olduğu ve yapılan antlaşmada da var olanlann
korunması taahhüdü olduğu için buna gerek olmadığı gerekçesi
ile bu talebi reddetmiştir.19
1914 İstanbul Muahedesiyle birlikte Müslüman cemaatin
kazandığı haklar ile iki devlet arasında kurulmuş olan dostane
ve diplomatik ilişkilerin kısa süre zarfında patlayan Birinci
Dünya Savaşı nedeniyle ne durumda olduğu meselesine gelince,
Birinci Dünya Savaşı’mn başlaması ile birlikte Sırbistan ve
Osmanlı farklı kamplarda yer alan devletler olarak diplomatik
ilişkilerini kesmişler ve elçilerini karşılıklı olarak geri
çekmişlerdir.20 İki devlet arasındaki bu düşmanlık durumunun
17 Bulgaristan ile Barış Antlaşması (16-29 Eylül, 1913), bkz. Erim, a.g.e.,
s.457-475
18 Yunanistan ile Barış Antlaşması (1-14
475-487
Kasım 1913), bkz., Erim, a.g.e., s.
19 M ösyö Dragomir L. Stefanoviç tarafından Reşid B ey Hazretlerine irsal
olunan mektup, bkz. Erim, a.g.e., s. 496
20 1 Kasım 1914’de,
Sırbistan’ın İstanbul elçisi Dr.Jakov Nenadoviç ile
Osmanlı Devletinin Belgrad elçisi Cevat (Ezine) B ey karşılıklı olarak
görevlerinden geri çekilmişlerdir. Bkz. Soysal, İsmail,
Tarihçeleri ve
Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Andlaşmalan, I.Cilt (19201945), TTK Basım evi, Ankara, 1989, s.82
215
resmen bitmesi için 1925 Ankara Antlaşması’m beklemek
gerekecekti.
Bu noktada Sırbistan sınırlan içinde yaşayan Müslüman-Türk
nüfus bakiyesinin haklarına ilişkin 1914 tarihli antlaşma
metninin kaderine bakmak gerekir.21 Birinci Dünya Savaşı’nm
hemen bitiminde Sırbistan daha geniş topraklar üzerinde
kurulmuş bir Sırp-Hırvat-Sloven Devleti olarak ilan edilmiş (1
Aralık 1918) ve bu yeni devlet 10 Eylül 1919 tarihinde
bağımsız Sırp-Hırvat-Sloven devletini tanıyan St.Germain
Barış Antlaşmasına imza koymuştur.22
Bu Antlaşmanın 10. maddesinde Müslüman cemaatlere ilişkin
taahhütler yer almıştır. Buna göre kişisel statü ve aile hukukuna
ilişkin meseleler Müslümanların kullanımına uygun biçimde
düzenlenecekti. Ulema Reisi’nin atanması garanti edilmekte idi.
Yine camiler, mezarlıklar ve diğer Müslüman kuruluş ve
yapıların korunması mevcut Müslüman vakıf ve dinsel hayır
kuruluşlarına tam tanıma ve olanaklar sunma yeni dinsel ve
hayır kuruluşlarının yaratılmasında diğer tüm kuruluşlara
garanti edilen gerekli kolaylıkları esirgememe sözü
21 N o el M alcolm bu antlaşmanın Büyük savaşın başlaması nedeniyle
imzalanamadığım söylerken,( bkz. M alcolm, N oel, Kosova, Balkanları
Anlamak İçin, Sabah Kitapları, İstanbul, 1999, s.323), M ehm et Can ve Nihat
Erim yapmış oldukları çalışmalarda
bu antlaşma metni için kaynak
göstermektedir, (bkz. Düstur, Tertib-i Sani, Cilt:7, s.62, zikreden Erim, a.g.e.,
s.489, dipnot 1, ; bkz. Düstur , Tertib-i Sani, Cilt:5, Dersaadet Matbaa-ı
Amire 1336, pp.62-74, zikreden, Can, Mehmet, a.g.e., s .10, dipnot 18.
22 Büyük Savaşın bitiminde toplanan Barış Konferansı’nda alman karar
gereğince yapılmış olan v e “A zınlık Antlaşmaları” adı verilen beş özel
antlaşmadan birisidir. A B D , B.Britanya, Fransa, İtalya ve Japonya’dan oluşan
Başlıca Müttefik v e Ortak D evletler ile Sırp-Hırvat-Sloven D evleti arasında
imzalanmıştır.
Bu
antlaşmalar M illetler
konulmuştur. Bkz. Oran, a.g.e., s. 38-39
216
C em iyeti’nin
güvencesi
altına
verilmiştir.23 Böylelikle Sırp-Hırvat-Sloven Devleti Milletler
Cemiyeti’nin
azınlıklar
sistemini
oluşturan
anlaşma
metinlerinden birisine imza atmıştır. Böylelikle ülkedeki
azınlıkların korunması uluslararası bir örgüt denetimine ve
güvencesine kavuşmuştur. Ancak bu hakların kolektif haklar
olmakla birlikte bir kolektivite oluşturmaması ve bir grup fikrini
getirmemekte idi. Öte yandan hak ihlalleri konusunda yapılan
şikayetler karşısında Milletler Cemiyeti’nin ulusal yetki alanına
karışmamaya özen göstermesi MC sistemi içinde azınlıklara
yönelik
asimilasyonist
politikaların
engellenmesini
zorlaştırmakta ve Uluslararası Daimi Adalet Divanı’mn azınlık
haklarının korunması konusundaki denetimini yetersiz kılmakta
idi. 24
Lozan Sürecinde İki Devlet Arasındaki İlişkilerin Niteliği
Sırp-Hırvat-Sloven Devleti Birinci Dünya Savaşı’nm taraf
ülkelerinden birisi olarak Lozan görüşmelerinin tümüne
katılmakla birlikte Antlaşma ve eklerini öteki bağıtlı taraflarla
birlikte imzalamamış ancak antlaşmaya ekli On yedi sayılı bir
23 M ad.10. “The Serb-Croat-Sloven State agrees to grant to the Musulmans in
the matter o f fam ily law and personal status provisions suitable for regulating
these matters in accordance with Musulman usage.
The Serb-Croat-Sloven State shall take measures to assnre the nomination o f a
Reiss-Ul-Ulem a.
The Serb-Croat-Sloven State undertakes to assure protection to the mosques,
cemeteries and other Musulman religious establishments. Full recognition and
facilities shall be assured to Musulman pious foundation (Wakfs) and
religious and charitable establishments n ow existing, end Serb-Croat-Sloven
Government shall not refiıse any o f the necessary facilities for the creation o f
new religious and charitable establishments guaranteed to other private
establishments o f this nature.” Bkz. Treaty o f Peace B etw een the Principle
A llied and A ssociated Powers and the Serb-Croat-Slovene State,
http://ungarisches-institut.de/dokumente/pdf719190910-3 .pdf
24 Bkz. Oran, a.g.e., s.40-41.
217
protokol gereğince Antlaşmayı ve kendilerini ilgilendiren
eklerini daha sonra imza etmeyi yükümlenmiştir.25
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Sırp-Hırvat-Sloven Devleti
arasında resmen barışın kurulması ve siyasal ilişkilerin
başlaması için 28 Ekim 1925 tarihli Ankara Antlaşması’m
beklemek gerekmiştir. Ancak bu durum daha Lozan
görüşmeleri sürecinde iki-ülke arasında 1914 yılında kopmuş
olan diplomatik ilişkilerin tekrar kurulması yönünde yapılan
gayri resmi girişimleri kesintiye uğratmamış 1925 Ankara
Antlaşması imzalanana kadar Türkiye bu devlet ile diplomatik
ilişkilerini dolaylı yoldan sürdürmüştür.
Bu açıdan Lozan sürecinden itibaren iki devlet arasındaki
ilişkilerin gelişimini iki dönemde inceleyebiliriz;
Bunlardan birincisi 1925 Ankara Antlaşması öncesindeki
dönemdir. Bu dönemin en belirgin özelliği henüz iki devlet
arasında resmen barış tesis edilmemiş olmakla beraber her iki
tarafın da gayri resmi diplomatik ilişkilerin kurulması
yönündeki çabalan olmuştur.
İkinci dönem ise iki devlet arasındaki barışın resmen tesis
edildiği 1925 Ankara Antlaşmasını izleyen dönemdir. İki devlet
arasında resmi diplomatik ilişkilerin başladığı bu döneme
Osmanlı döneminden kalan sorunların ikili anlaşmalarla
25 On yedi no.lu Protokolde
Sııp-Hırvat-Sloven D evleti’nin Antlaşması
yürürlüğe girmeden önce, Antlaşmayı, Boğazlar Sözleşm esini, Trakya’ya
ilişkin Sözleşm eyi, İkamet ve Yargı Yetkisi Sözleşm esini, Ticaret
Sözleşmesini, kimi Ayrıcalıklara ilişkin Protokol’ü ve Belçika ile Portekiz’in
katılması ile ilgili Protokol’ü imzalayabilmesi öngörülmüştür. Bkz. Soysal,
a.g.e., s.70, 78; Protokol’ün tam metni için bkz. Sırp-Hırvat-Sloven
Devleti’nin İmzasına İlişkin Protokol, bkz Soysal, a.g.e., s.212
218
çözümlenmesi ve karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesi çabaları
damgasını vurmuştur.
1925 Ankara Antlaşması öncesindeki dönemde iki devlet
arasında gayri resmi diplomatik ilişkilerin kurulması yönündeki
çabalar Lozan görüşmelerinin başladığı günlerde ortaya
çıkmıştır. Bu konudaki ilk girişimi başlatan Sırp-Hırvat Sloven
Devleti Ankara’ya gayri resmi olarak gönderdiği temsilci
aracılığıyla karşılıklı diplomatik ilişkilerin tekrar kurulmasını
talep etmiştir. Ancak Ankara hükümeti bu meselenin her iki
devletin Lozan’daki temsilci heyetleri arasında halledilmesinin
uygun olacağını belirterek bu konuda uzlaşmacı bir tutum
izlemiştir.26 Nitekim bu talebin Sırp-Hırvat-Sloven Devleti’nin
Lozan’daki temsilcisi ve Dış İşleri Bakam Nintchitch tarafından
Türkiye’yi Lozan’da temsil eden İsmet Paşa’ya bildirilmesi
üzerine karşılıklı diplomatik mümessil atanması ve hemen
siyasi ilişkilere geçilmesi kararlaştırılmıştn.27 Ancak, Lozan
görüşmelerinin birinci aşamasında ortaya çıkan bu girişimler
henüz barış antlaşması imzalanmadığı ve ilişkiler normale
dönmediği için hayata geçirilememiştir. Lozan görüşmelerinin
tekrar başladığı ikinci dönemde Sırp-Hırvat-Sloven Devleti
Osmanlı
Düyun-u
Umumiye
borçlarının
taksimine
muhalefetinden dolayı Lozan Antlaşması’m imzalamama
kararını sürdürmekle birlikte Türkiye ile diplomatik ilişkilerini
geliştirme arzusunu
devam ettirmiştir. Ancak Lozan
Antlaşması’nı imzalamamış olması iki devlet arasında 1914
26 Dilek, Mehmet Sait, “Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı ile Mustafa Kemal’in
Diplomatik İlişkiler Kurması ve
Aleksandar Karadjordjevic Açısından
Türkiye”,
https://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache: 1 geltDcRdgJ:edergi.atauni.edu.tr/index.php/ad/article/download/l 119/1112+mehmet+sait+di
lek. s.268
27 Dilek, a.g.e., s. 269
219
yılında başlayan savaş durumunun resmen devam ettiği
anlamına gelmekte idi. Buna rağmen Türkiye’nin de bu konuda
istekli olması karşılıklı diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi
yönündeki girişimleri hızlandırmıştır. Nitekim iki devlet
arasındaki savaş durumuna resmen son veren 1925 tarihli
Ankara Antlaşması (Dostluk ve Barış Antlaşması) imzalanana
kadar ikili diplomatik ilişkiler önce mümessillik düzeyinde tesis
edilmiş28 Antlaşma sonrasında ise elçilik düzeyinde kurulan
resmi ikili ilişkilerin geliştirilmesi yönündeki girişimlere hız
verilmiştir.
1925 tarihinde iki devlet arasında imzalanan 1925 tarihli
Ankara Antlaşması her iki tarafın da 1914 yılında başlayan
savaş durumuna resmen son vermek ve siyasal ilişkileri
normalleştirmek arzusunun bir ifadesi olmuştur.29 İki ülke
arasındaki ilişkilerin ikinci dönemini başlatan 1925 Ankara
Antlaşması bir Barış ve Dostluk Antlaşması olarak iki devlet
arasındaki sorunların halledilmesi için gerekli hukuki zemini
yaratmanın ilk adımı olmuştur.
28 Lozan Antlaşması Sonrasında Tahir Lütfi (Tokay) B ey 4 Aralık 1924-24
M ayıs 1925 tarihleri arasında
Belgrad’daki Polonya B üyükelçiliğine bağlı
Türk konsolosu olarak görev yapmış, daha sonra Polonya büyükelçiliğine
bağlı olmadan müm essil sıfatıyla 2 4 Haziran 1925 tarihine kadar Türkiye’yi
tem sil etmiştir. Daha sonra bu görevi Y u su f Hikmek (Bayur) B ey Ankara
Antlaşması’nm imzalandığı tarihe (28 Ekim 1925) kadar m üm essil sıfatı ile,
bu tarihten sonra ise orta elçi sıfatı ile sürdürmüştür. Bkz. Soysal, a.g.e., s.83;
Dilek, a.g.e., s.271
29 Bu amaçla iki ülke arasında dostluk antlaşmasını imza etmek üzere
18
Ekim 1925’te Türk D ışişleri Bakanlığı Müsteşarı Tevfik Kamil B e y ’e yetki
verilmiştir. 28 Ekim 1925’te Ankara’da Tevfik kamil B ey ile Sırp-HırvatSloven D evleti tem silcisi M. Trajan Jivkoviç tarafından iki ülke arasında
Dostluk Antlaşması imzalanmıştır. Bkz.Dilek, a.g.e., s.271
220
28 Ekim 1925’te imzalanan Ankara Antlaşmasının hükümlerine
göre iki devlet ve ulus arasında barış ve dostluk egemen
olacaktı; iki taraf da devletler hukuku kurallarına uygun
biçimde diplomatik ilişkiler kuracaktı; oturma ve ticaret
sözleşmeleri yapılacaktı. Bu maddelerden ayrı olarak
Jivkoviç’in Tevfîk Kamil Bey’e verdiği mektupta özetle, SırpHırvat-Sloven hükümetinin antlaşma yürürlüğe girdikten sonra
iki taraf arasındaki tüm sorunları gidermeye yönelik görüşmeler
ve antlaşmalar yapılmasını kabul ettiği de bildirilmekte idi.
Ankara Antlaşması’nm imzası sonrasında Yusuf Hikmet
(Bayur) Bey 1926 Şubatında elçi şam ile güven mektubunu
sunmuştur. Karşılık olarak Ankara’ya gönderilen ilk SırpHırvat-Sloven devlet temsilcisi Thomir Poptovich 21 Temmuz
1926 günü güven mektubunu sunmuştur.30
İki tarafın karşılıklı iyi ilişkiler kurma arzusu bu Antlaşmanın
imzalanması ve resmi diplomatik ilişkilerin başlaması ile
kalmamış iki devletin siyasi liderlerinin antlaşmayı takiben
verdikleri güven mektuplarındaki olumlu açıklamalarla31 ve
yeni ikili anlaşmalarla devam etmiştir.
Başka bir deyişle iki savaş arası dönemde Türk-Yugoslav
ilişkilerinin dostluk ve barışı tesise yönelik gelişimi daha 1925
Ankara Dostluk ve Barış Antlaşması öncesinde başlamış
sonrasında da gelişerek devam etmiştir. Bu konudaki ilk girişim
Yugoslavya’dan gelmiş olmakla birlikte Türkiye’nin iç ve dış
30 Soysal, a.g.e., s. 83
31. Nitekim Kral Aleksander İstanbul’da göreve başlayan elçisi için verdiği
güven mektubunda iki ülke arasında siyasi ve iktisadi sahalarda ilişkilerin
geliştirilm esi için çalışılacağını belirtirken, Mustafa Kemal iki taraf arasındaki
ilişkilerin geliştirilmesinin yararlı olacağı ve bunun medeniyetin bir gereği
olduğunu belirtmiştir. Bkz. D ilek, a.g.e., s.271
221
barışı merkez alan güvenlik temelli dış politika seçeneği de
ilişkilerin bu yönde gelişmesine olumlu katkıda bulunmuştur.
Nitekim 1925 Ankara Antlaşması’nda iki ülke arasındaki
sorunların karşılıklı görüşmeler ve anlaşmalarla çözülmesi
konusunda varılan mutabakat da ilişkilerin olumlu bir zeminde
yürüyeceğinin garantisi olmuştur. Öyle ki bu dönemde
Müslüman azınlıklar konusunda ortaya çıkan bir takım
anlaşmazlıklar bile bu ilişkilerin ciddi biçimde bozulmasına yol
açmamıştır.
1925 Ankara Antlaşması Sonrasında Yugoslavya’daki
Müslüman-Türk Azınlıkların Haklarına İlişkin Gelişmeler.
1925 Ankara Antlaşması Bir Barış ve Dostluk Antlaşması
olarak Müslüman-Türk azınlıklar konusuna hiç değinmemekte
idi. Ancak iki devlet arasındaki tüm sorunları gidermeye
yönelik görüşmeler ve antlaşmalar yapma taahhüdü verilmiş
olması bir anlamda Müslüman-Türk azınlığın haklarına ilişkin
meseleleri devletlerin karşılıklı diplomatik ilişkilerine terk etmiş
olması anlamına gelmekte idi. Nitekim bu tarihten sonra
azınlıklar konusu iki devlet arasındaki diplomatik ilişkilere
bağlı olarak gelişmiştir.
Bu dönemde Türkiye ile Yugoslavya arasmda Müslüman-Türk
azınlıklara ilişkin olarak iki konuda sorun yaşanmıştır.
Bunlardan birisi Savaş döneminde Yugoslavya’yı terk ederek
Türkiye’ye yerleşmiş bulunan Müslüman-Türk nüfusun geride
bıraktığı emlak konusunda olmuştur. Yugoslavya hükümeti geri
dönmelerine izin vermediği bu göçmenlerin emlakma el
koymuş ve bazılarını da Sırp asıllı nüfus arasmda dağıtmıştır.
Bu emlak bedellerinin asıl sahiplerine tazmin edilmesi
meselesinin Türkiye’nin tüm diplomatik girişimlerine rağmen
222
1930’lu yıllara gelindiğinde halen çözümlenmemiş olduğu
görülmektedir.
Müslüman-Türk azınlıklara ilişkin bir başka konu ise bu
dönemde Sırp ağırlıklı Yugoslav hükümetinin izlediği
politikalardan bunalan Müslüman-Türk nüfusun Türkiye’ye
yönelik göçleri olmuştur. 1920’ler ile 1930 Tarda yaşanan iki
önemli göç dalgası, iki ülke arasında başka bir diplomatik konu
olmuştur. Türkiye’ye yönelik göçün en önemli nedeni, Sırp
hakimiyetli Yugoslav Krallığının Müslüman nüfusu asimile
etmeye ya da göçe zorlamaya yönelik olarak uyguladığı iskan,
tanm ve mülki taksimat politikaları olmuştur. Bunların yarattığı
başta ekonomik olmak üzere siyasi ve sosyal sıkıntılar iki savaş
arası dönemde Türkiye’ye yönelik göçleri tetiklemiştir.
Birinci meseleye ilişkin olarak, Sırp-Hırvat-Sloven devletinin
Balkan Savaşları sonrasında ve Büyük Savaş döneminde
Yugoslavya topraklarından Türkiye’ye göç etmek zorunda
kalan Müslüman-Türk nüfusun geri dönmelerine izin vermediği
gibi geride bıraktıkları ev ve arazilere el koyarak bunları
Karadağ’dan gelen göçmenlere tahsis etmiş olması iki ülke
arasında çözümlenmesi gereken öncelikli konulardan birisi
olmuştur. Sırp hükümetlerinin ilki 1914 yılında olmak üzere
sırasıyla 1919 ve 1921 tarihlerinde yaptığı hukuki
düzenlemeler, bu türden istimlak politikalarındaki önemli
adımlar olmuştu.32 1925 Ankara Antlaşması’m takiben Türk
hükümeti bu konuya ilişkin olarak Belgrad’da ki diplomatik
32 B u düzenlemeler sırasıyla 1914 tarihli “Yeni kurtarılmış bölgelerin iskanına
dair kanun hükmünde kararname”, 1919 tarihli “Tanm reformu doğrultusunda
geçici önlemler” hakkında kararname; 1920 tarihli “Yeni Güney Topraklarının
İskanı Hakkında Kararname” lerdir. Bkz. Malcolm, a.g.e., s.338.
223
temsilcileri33 aracılığıyla devamlı girişimde bulunmuş ve
Türklere ait malların müsaderesine son verilmesi ve bunların
gerçek sahiplerine iade edilmesi talebinde bulunmuştur. 1927
yılında Yusuf Hikmet Bayur’un elçiliği döneminde başlayan bu
girişimler sonraki yıllarda da Belgrad’da görev yapan elçiler
aracılığıyla sürdürülmüşse de 1929 yılma gelindiğinde bu
konuda Sırp-Hırvat-Sloven hükümetinden net bir yanıt
alınamamıştır.34
1929 yılının sonlarına doğru Sırp-Hırvat-Sloven Hükümeti kent
ve köylerdeki Müslüman-Türklere ait mülklerin bir kısmını
serbest bırakmakla birlikte, bölgedeki köylülere dağıtılmış olan
Müslüman-Türklere ait geniş tımar arazilerini eski sahiplerine
geri döndürmek gibi tepki yaratacak bir politikadan kaçınmıştır.
Bu nedenle Türk hükümeti bu gayrimenkullerin parasal
değerinin gerçek sahiplerine tazmini meselesi üzerinde ısrar
etmiştir. Bunar bir çözüm olarak Yugoslavya’nın Ankara’daki
elçisi kendi hükümetine bir teklif götürerek altı ay içinde
Türkiye ile Yugoslavya arasında bir ticaret anlaşması yaparsa,
Yugoslavya hükümeti meclisinden Yugoslavya mülk sahipleri
ile Türk mal sahiplerinin eşit muameleye tabi olacağına ilişkin
bir yasa geçirmesinin sorunu çözeceğini bildirmiştir. Ancak
Türkiye, böyle bir yasa Yugoslav meclisinden çıkmadan önce
Yugoslav Devleti ile herhangi bir ticaret anlaşması
imzalamayacağım belirterek bu teklifi reddetmiştir. Türk
33 İki savaş arası dönemde Belgrad’da görev yapan Türk elçiler sırasıyla
şöyledir. Y u su f Hikmet Bayur (23.02.1926-25.11.1928); Ayetullah Cemal
Özkaya (30.11.1927-25.11.1928); A li Haydar Aktay (26.11.1928-03.08.1939)
. Bkz. Yümlü, Murat, “Agah A kseFin Diplom atik Kariyeri ve Belgrad
D önem ine Dair Değerlendirmeler”, History Studies, V o l.3 /1 ,2 0 1 1, s.255
34
Özgiray,
Ahmet,
“Türkiye-Yugoslavya
İlişkileri”,
http://www.egeweb2.ege.edu.tr/tid/dosvalar/XIV 1999/T ID X IV -1999-02.pdf..
s. 12
224
hükümetinin bu tavrının ardında Yugoslavya’daki Türklere en
fazla mazhara layık muamelesinin uygulanmasını garantiye
almak arzusu etkili olmuştur.35 1922 tarihli Santa Margarita
Antlaşması ile Yugoslavya’daki Italyan vatandaşları için bu
türden bir düzenleme getirilmişti.36 Buna karşın Yugoslav
hükümeti aynı haklan Yugoslavya’daki Müslüman-Türklere de
tanıyacak bir düzenlemeye istekli değildi. Bu durum iki ülke
arasında ilişkilerin soğumasına ve Ankara’daki Yugoslav
elçisinin görevinden istifa etmesine yol açmıştır.3738 iki ülke
arasındaki bu soğukluk yaklaşık bir yıl sonra Ankara’ya yeni
Yugoslav elçisinin atanmasına kadar devam etmiş olsa da
konuya ilişkin müzakereler bu tarihe kadar Belgrad’daki Türk
diplomatik temsilciliği aracılığıyla sürdürülmüş ancak bu
konuda Yugoslavya hükümetinden net bir yanıt alınamamıştır.
38 1930 yılının ortalarında Ankara’da yeni Yugoslav elçisinin
göreve başlaması ile ilişkiler yumuşamış olsa da tüm diplomatik
girişimlere rağmen Yugoslav Hükümeti Türk-Müslüman
nüfusun gayrimenkullerine ilişkin net bir adım atmak
konusundaki isteksizliğini 1933 yılma kadar sürdürmüştür.
Nitekim 1931 yılında Yugoslavya hükümetinin çıkardığı “Zirai
Islahat Kanunu” o güne kadar “kararnameler” ve “önlemler” adı
altında el konulan toprakların daha kapsamlı bir biçimde
35 Özgiray, a.g.e., s. 13
3623 Ekim 1922’de Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı ile İtalya arasında imzalanan
bu antlaşmaya göre
Dalmaçya İtalyanları şayet isterlerse İtalyan
vatandaşlığına geçebilecekler ve Y ugoslavya’da sürekli olarak ikamet
edebileceklerdi. Bkz. W atson-Seton, Christopher, Italy From Liberalisin to
Fascism: 1870-1925,
http://books.google.com .tr/books?id=nJkOAAAAQAAJ&pg=PA666&lpg=P
A666&dq=yugoslavia-%
37 Y ugoslav elçisi M. Taditeh M ayıs 1929’da görevinden istifa etmiştir. Bkz.
Özgiray, a.g.e., s.13
38 Özgiray, a.g.e., s. 13
225
istimlaki ve iskana açılmasına olanak vermekle kalmamış39, bu
yasanın uygulanmasından zarar gören Müslüman-Türk nüfus
arasında Türkiye’ye yönelik bir göç dalgasının başlamasına da
neden olmuştur.
Nitekim 1923-1933 tarihleri arasında
Yugoslavya’dan Türkiye’ye 108.179 kişi göç etmiştir.40
Bu dönemde bir yandan Yugoslavya içindeki politik gelişmeler
olduğu kadar Türkiye’nin diğer Balkan devletleri ile olan
ilişkileri de Yugoslavya hükümetinin bu tavrında etkili olduğu
anlaşılmaktadır.
Bu gelişmelere kısaca göz atmak gerekirse, Sırp-Hırvat-Sloven
Devleti’nin kurulması sonrasında bu devletin kurucu unsurları
olan Sırp-Hırvat-Sloven gerginliğinin gündeme getirdiği
federasyon tartışmaları ülkeyi ciddi bir siyasal istikrarsızlığa
sokmuştur. Ülkeyi federasyon tartışmalarına açık hale getiren
bu siyasi yapıya son vermek ve üniter yapıyı yerleştirmek için
Kral Aleksander 1929 yılında Sırp-Hırvat-Sloven Krallığının
adım Yugoslavya Krallığı olarak değiştirmiş ve anayasal krallık
rejimini yıkarak, kişisel diktatörlük dönemini başlatmıştır. 41
Öte yandan bu dönemde Türkiye’nin İtalya ile resmi dostluğu
ve Yugoslavya'nın iyi ilişkiler içinde bulunmadığı Bulgaristan
ve Macaristan ile dostluğunu geliştirmesi iki ülke arasındaki
ilişkilerde soğukluğa neden olmuştur.42
39 Malcolm, a.g.e., s.339
40 Öksüz, Hikmet, “Balkan Ülkelerinden Türkiye’ye Göçler ve Göç Sonrası
İskan M eselesi (1923-1938)”
http://e-derei.atauni. edu.tr/index.Dhv/ad/article/downlöad/1010/1009. s. 184
41 Jelavicı, Barbara, Balkan Tarihi II, Küre Yyn. İstanbul, 1999, s .166; Türkeş,
Mustafa, “Y ugoslav D evleti’nin Kuruluşu ve Krallık Dönem i”, Balkanlar El
Kitabı, C.II: Çağdaş Balkanlar, KaraM&Vadi yyn., Ankara, 2007, s.6
42 Özgiray, a.g.e.., s. 14
226
Ancak Yugoslavya’da krallık diktatörlüğünün kurulması
sonrasında iç politik gerilimlerin artması nedeniyle dış
politikanın önem kazanması iki ülke arasındaki ilişkilerin
yumuşamasına yol açmıştır. Nitekim Türkiye ile. Yugoslavya
arasında 1932 yılında imzalanan ve 1933 yılında yürürlüğe
giren Afyon Antlaşması43 bu yumuşamanın bir göstergesi
olmuştur. Daha da önemlisi Kral Aleksander’in 1933 yılında
önce Bulgar Kralı ile yaptığı görüşme neticesinde karşılıklı
dostluk üzerinde anlaşmaları ve hemen ardından Yunanistan,
Romanya ve Türkiye’yi ziyareti ile başlayan bu dış politik
açılım 1934 yılında bu ülkeler arasmda Balkan Paktı’nm
imzalanması için gerekli zemini de yaratmıştır.
Nitekim iki ülke arasmda bölgesel ittifaka doğru giden
ilişkilerdeki yumuşama 1933 yılında gerek Müslüman-Türk
göçmenlerin kabulü gerekse geride bıraktıkları malların tazmini
meselesinin iki devlet arasmda imzalanan iki ayrı anlaşma ile
çözüme bağlanmasıyla sonuçlanmıştır. Bunlardan birisi 27
Kasım 1933’te Ankara’da imzalanan “Dostluk, Saldırmazlık,
Adli Tesviye, Uzlaşma ve Tahkim Antlaşması” diğeri 28 Kasım
1933 tarihinde Belgrad’da imzalanan “Mütekabii Mütalebatm
Tesviyesine Müteallik Antlaşma" dır. Bunlardan birincisi iki
ülke arasmda siyasi ilişkileri iyileştirmeye ilişkin iken İkincisi
Yugoslavya’da kalan Türk emlaki sorunun çözümüne yönelik
olmuş ve Yugoslavya hükümetinin bu malların bedeli olarak
Türk hükümetine tazminat ödemesine karar verilmiştir.44
43 14 Nisan 1932’de imzalanmış v e 23 Kasım 1933’te onaylanmıştır. Bkz. ,
Özgiray, a .g .e ., s.9
^Belirlenen tazminat miktarı 1.7 m ilyon dinar idi.
Bunun 7 milyonu
kredi şeklinde, ıo milyonu hazine bonosu şeklinde iki eşit taksitte ödenecekti.
Yugoslavya'nın ödeyeceği bu tazminattan Yugoslavya’da mal bırakmış
göçmenlerin payını belirlemek üzere Türk hükümeti bir komisyon kurmuş ve
227
Bir yandan Türkiye ile Yugoslavya arasındaki iktisadi, siyasi ve
sosyal sorunları çözmeye yönelik ikili antlaşmalar öte yandan 4
Şubat 1934 yılında imzalanan Balkan Paktı iki ülke arasındaki
dostluğu daha ileri bir düzeye taşımıştır.
Nitekim iki ülkenin vatandaşlarına kendi ülkelerinde ikamet
etme hakkı tanıyan 22 Aralık 1936 tarihli “İkamet Antlaşması”
Türk-Yugoslav ilişkilerindeki gelişmeyi göstermesi açısından
önemlidir. Bu antlaşmaya göre taraf ülkelerden her birinin
vatandaşı diğerinin ülkesinde her türlü menkul ve gayrimenkule
ülkenin kendi vatandaşlarının sahip olduğu kanunlar dairesinde
tasarruf hakkına sahip olacak ve ticaret yapabilecekti.45
1933 yılından itibaren özellikle Müslüman-Türk nüfusun
sorunlarına ilişkin meseleleri çözmeye yönelik bu girişimlerin
de etkisi ile Türk-Yugoslav ilişkileri 1938 yılı öncesine kadar
oldukça olumlu gözükmekte idi. Nitekim 1923-1933 arasmda
Yugoslavya’dan Türkiye’ye yönelik göç yoğunluğunun 19331938 yılları arasında hızlı bir düşme eğilimine girdiği de
gözlemlenmektedir.46
Ne var ki göçmen sayısındaki bu düşüşe rağmen Yugoslav
hükümetinin öteden beri temel politikası olan Müslüman
alacaklıların beyanname vermek suretiyle paradan alacakları miktarın tesbiti
işlem ine 1935 yılının ikinci ayından itibaren başlanmıştır. Bkz.Öksüz, a.g.e.,
s. 184.
45 Türkiye Cumhuriyeti ile Y ugoslavya Krallığı arasmda aktedilen İkamet
Mukavelenamesi, 22 Aralık 1936, Resm i Gazete ile neşir v e ilam: 22
Kanunuevvel 1936-sayı:3488
46 Nitekim 1923-1938 yıllan arasmda Y ugoslavya’dan Türkiye’ye göç eden
toplam 115.273 kişiden 108.179’u 1923-1933 yılları arasmda göç etmiştir.
Geri kalan göçm en sayısının izleyen yıllardaki dağılımı ise, 1934 yılında
3,129 kişi, 1935’de 3,489 kişi, 1936’da 250 kişi, 1937’de 65 kişi, 1938’de 71
kişi olarak belirtilmektedir. Bkz. Öksüz, a.g.e., s. 185
228
Arnavutları göçe zorlamak için uyguladığı baskıcı politikalar,
Türkiye’ye yönelik göç eğilimini canlı tutmuştur. Bunun yanı
sıra, Yugoslav hükümetinin Müslüman Arnavutları resmi
kayıtlarında Türk olarak göstermiş olması bu nüfusu
Yugoslavya’dan topluca atma planlarının önemli bir ayağım
oluşturmakta idi. Bu durum daha 1933 yıllarından itibaren iki
ülke arasında önemli tartışmalara neden olmuş Türkiye’ye
kabul edilecek göçmen sayısı konusunda pazarlıklar yapılmıştır.
Türkiye’ye kabul edilecek göçmen sayısı konusundaki
tartışmalar 11 Temmuz 1938 yılında iki devlet arasında
imzalanan bir antlaşma ile bir sonuca bağlanmıştır.
“Yugoslavya’daki Türk Uyrukluların Türkiye’ye Göç
Antlaşması” adı altında imzalanan bu antlaşmaya göre Türkiye
aile başına 500 lira karşılığında 40.000 aile alacaktı. Yine
Yugoslav hükümetinin oluşturacağı bir komisyon göçmen
listesi hazırlayacak ve göç edenlerin emlaki derhal devlet
mülkiyetine geçecekti. Bütün bu sürecin 1939’dan 1944
arasındaki altı yıllık bir sürece yayılması planlanmıştır. Ancak
İkinci Dünya Savaşı’nm başlaması bu antlaşmanın hayata
geçirilmesini engellemiştir.47
SONUÇ:
1912-1913 Balkan Savaşları sonrasında gündeme gelen
Yugoslavya topraklarındaki Müslüman-Türk nüfus bakiyesinin
haklarına ilişkin en ayrıntılı düzenleme 1914’te Sırbistan ile
Osmanlı Devleti arasında imzalanmış olan İstanbul Muahedesi
olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nm bitiminde Sırp-HırvatSloven Krallığı olarak kurulan Yugoslavya Devleti’nin
imzalamış olduğu 1919 tarihli St.German Antlaşması
Müslüman azınlıklara kolektif haklar tanımak açısından özünde
47 Malcolm, a.g.e., s.344
229
1914 Muahedesi ile çatışmamakla birlikte bir kolektivite
oluşturmaması ve bir grup fikrini getirmemesi açısından bu
halkın haklarını yeterince güvence altına alamamıştır. Öte
yandan bu anlaşma azınlık haklarını Milletler Cemiyeti Sistemi
içinde uluslararası bir örgüt denetimi ve güvencesi altına
koymakla birlikte hak ihlalleri konusunda yapılan şikayetler
karşısında Milletler Cemiyeti’nin ulusal yetki alamna
karışmamaya özen göstermesi azınlıklara yönelik asimilasyonist
politikaların engellenmesini zorlaştıran bir faktör olarak bu
anlaşmalarm en zayıf noktasını oluşturmuştur.
Lozan sürecinde Yugoslavya Devleti ile Türkiye arasında
azınlıklar konusunda sımrdaş Bulgaristan ve Yunanistan ile
yapıldığı türden bir düzenlemenin yapılmamış olmasının yanı
sıra, Yugoslavya’nın Lozan Antlaşması’m imzalamamış olması
Yugoslavya’daki
Türk
azınlığın
haklarına
ilişkin
düzenlemelerin kaderini iki ülke arasındaki ikili ilişkilerin
gelişimine terk etmiştir.
Nitekim iki ülke arasındaki savaş durumuna resmen son veren
1925 tarihli Ankara Antlaşması’na kadar iki ülkenin karşılıklı
ilişkilerdeki öncelikli hedefleri devletler düzeyinde iyi
ilişkilerin kurulması yönünde olmuş ve bu da gayri resmi
diplomatik ilişkilerle yürütülmüştür.
1925 Ankara Antlaşması sonrasında iki ülke arasındaki
dostluğun geliştirilmesi yönünde yapılmış antlaşmalar hız
kazanmakla birlikte, bunlar daha çok askeri, ticari ve diplomatik
düzeyde olmuştur. Yugoslavya’daki imparatorluk bakiyesi
topraklardaki Müslüman-Türk nüfus bakiyesine ilişkin sorunlar
ise, daha çok Yugoslavya’dan Türkiye’ye yönelik göç
dalgasının gündeme getirdiği sorunlar çerçevesinde ikili
ilişkilerdeki temel meselelerden birisi olmuştur. Bu nedenle
230
Yugoslavya’daki Müslüman-Türk nüfus bakiyesine ilişkin
düzenlemeler Yugoslavya’dan Türkiye’ye göçü engelleyecek
şekilde bu nüfusun Yugoslavya içindeki yaşam koşullarını ve
haklarını koruyup gözeten düzenlemeler olmaktan ziyade,
göçmenlerin geride bıraktıkları mal varlıklarının tazmini ya da
göç alma ya da göç verme koşullarının belirlenmesi şeklinde
olmuştur.
Nitekim iki savaş arası dönemde Yugoslav hükümetinin
özellikle Müslüman Arnavutları topraklarından uzaklaştırmak
için izlediği politikalar Türkiye’ye yönelik göç eğilimini sürekli
canlı tutmuştur. Bu da azınlıklara ilişkin olarak iki ülke
arasındaki temel tartışmanın Yugoslavya’daki Müslüman-Türk
azınlığın oradaki yaşam koşullan ve azınlık haklarından ziyade
Türkiye’ye göç şartlan üzerinde odaklanmasına yol açmıştır.
Bu açıdan, Türk-Yugoslav ilişkilerinde, iki savaş arası dönemin
1938’de imzalanan göç antlaşması ile kapanmış olması bu
açıdan pek şaşırtıcı değildir. Her ne kadar bu anlaşma savaşın
başlaması nedeni ile hayata geçirilememiş olsa da, II. Dünya
Savaşı sonrasında Yugoslavya’da kurulan Sosyalist Federal
rejimin Türkiye’ye yönelik göç eğilimlerini canlı tutacak
politikalar izlediği görülecektir. Nitekim, ekonomik, sosyo­
kültürel, dini ve diğer nedenlerin yol açtığı bu göç eğilimine
yönelik olarak iki devlet arasında bulunan tek çözüm
Türkiye’ye yeni bir göç dalgasını başlatacak ve dramatik
sonuçlar doğuracak olan 1950 tarihli “Serbest Göç Antlaşması”
olacaktır.
231
KAYNAKÇA
Can, Mehmet, “Freedom of Religion for Müslim Minorities in
Balkans and in European Union in the Light of Ottoman-Serbian
Agreement of March 1914”,
http://www.ius.edu.ba/mcan/CPAPERS/CPDF/Freedom%20of%20Re
ligion%20paper.pdf.
Dilek, Mehmet Sait, “Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı ile Mustafa
Kemal’in Diplomatik İlişkiler Kurması ve Aleksandar Karadjordjevic
Açısından Türkiye”,
http://e-dergi.atauni.edu.tr/index.php/ad/article/download/l 119/1112.
Erim, Nihat, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, C.I,
(Osmanlı İmparatorluğu Antlaşmaları), TTK Basımevi, Ankara, 1953
Jelavic, Barbara, Balkan Tarihi II, Küre Yyn. İstanbul, 1999
Malcolm, Noel, Kosova, Balkanları Anlamak îçin, Sabah Kitapları,
İstanbul, 1999,
Oran, Baskın, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu,
Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yyn., Ankara, 1986,
Öksüz, Hikmet, “Balkan Ülkelerinden Türkiye’ye Göçler ve Göç
Sonrası İskan Meselesi (1923G938)”
httv://e-dersi.atauni.edu.tr/index.phv/ad/article/download/1010/1009
Özgiray, Ahmet, “Türkiye-Yugoslavya İlişkileri”,
http://www.egeweb2.ege.edu.tr/tid/dosvalar/XIV 1999/TIDXIV-199902.pdf
Soysal, İsmail, Tarihçeleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin
Siyasal Andlaşmaları, I.Cilt (1920-1945), TTK Basımevi, Ankara,
1989
Treaty Between Great Britain, Austria-Hungary, France, Germany,
Italy, Russia and Turkey. (Berlin). Modem History Sourcebook: The
Treaty
of
Berlin,
1878,
Excerpts
on
Balkans, http ://www. fordham. edu/halsall/mod/1878berlin.asp
the
Treaty of Peace Between the Principle Allied and Associated Powers
and the Serb-Croat-Slovene State,
http://ungarisches-institut.de/dokumente/pdfy19190910-3 .pdf
Türkeş, Mustafa, “Yugoslav Devleti’nin Kuruluşu ve Krallık
Dönemi”, Balkanlar El Kitabı, C.II: Çağdaş Balkanlar, KaraM&Vadi
yyn., Ankara, 2007
232
Türkiye Cumhuriyeti ile Yugoslavya Krallığı arasında aktedilen
İkamet Mukavelenamesi, 22 Aralık 1936, Resmi Gazete ile neşir ve
ilanı: 22 Kanunuevvel 1936-sayı:3488
Watson-Seton, Christopher, Italy From Liberalism to Fascism:18701925,
http://books.google.com.tr/books?id=nJkOAAAAQAAJ&pg=PA666
&lpg=PA666&dq=yugoslavia-%
Yümlü, Murat, “Agah Aksel’in Diplomatik Kariyeri ve Belgrad
Dönemine Dair Değerlendirmeler”, History Studies, Wol.3/1,2011,
233
BALKAN SAVAŞLARI ve RUM ELİ’NİN KAYBI
Mustafa Bereketli
İstanbul Adalar Belediyesi Balkan Ülkeleri ile İlişkiler
Başkanlık Danışmanı
1838 Osmanlı-Ingiliz Ticaret Antlaşması imzalanmadan çok
önce 1790 yılında David Sutherland yazdığı raporda,
OsmanlI’yı şöyle analiz ediyordu. Ortada çok sevindirici bir
durum
bulunmaktadır.
O
da
Türklerin
ticaretle
uğraşmamalarıdır oysaki sahip oldukları İmparatorluk
kendilerine bütün bu imkanları sağlamıştır. Bizler bu zengin
toprakların ürettiği mallara sahip olmadan yapamayız.
Çünkü bizlerin zengin olabilmemiz için, bu zenginliklerden
istediğimiz gibi yararlanmamıza müsaade etmekteler.
( Çağdaş Türk Diplomasi’si 200 yıllık Süreç s.49 A.İ.Bağış )
Dış Ticaret ile Borç Antlaşmalarının Ekonomik ve Siyasi
Sonuçları:
Osmanlı İmparatorluğu’nun 19.yüzyılm ikinci yarısında dış
borçlanma nedenleri,devleti borçlanmaya iten iç ve dış
faktörler, borçlanma sebebiyle giderek derinleşen mali
bunalımlar, verilen kapitülasyonlar, dış ticaret antlaşmaları,
kapitalist Avrupa sermayesi OsmanlI'yı nasıl yarı sömürge bir
devlet haline getirdiği bir buz dağının güneş nedeniyle
çözülmesi gibi, Osmanlı Devleti'nin yenilgiyle sonuçlanan
savaşlar yüzünden sürekli toprak kaybı, kısaca dünyanın en
büyük împaratorluğu’nun tarih sahnesinden silinmesine neden
olur.
1838 BALTA LİM ANI ANTLAŞMASI
İkinci Mahmut'un son günlerinde Mehmet Ali Paşa gailesi
sebebi ile İngiltere'nin en önemli kazançlarından biri 16
234
Ağustos 1838'de imzalanan Osmanlı - İngiliz Ticaret
Antlaşması olmuştur. Antlaşma gereği, İngilizler Osmanlı
İmparatorluğu'nda yetiştirilen ve işlenen her türlü malı satm
alacaklar, inhisarlar " Yed-i Vahit " tamamen kaldırılacaktı. Bu
Antlaşma ile Osmanlı Devleti ticarette bağımsızlığını kayıp
ediyordu. İlkin İngiltere ile imzalanan 1838 Ticaret Antlaşması
İngiliz tacirleri, dışsatım vergileri ve iç gümrük vergilerinden
muaf tutmuş, daha sonra aynı Antlaşma ile bu ayrıcalıklar, 183 8’
de Fransa'ya, 18 Mayıs 1839’ da Lübeck, Bremen ve Hamburg
şehirlerine, 2 Eylül 1839 Sardunya, 1840’ da İsveç, Norveç, 2
Mart
İ840
İspanya, 19 Mart Hollanda, 1 Mayıs
1841 Danimarka, 7 Haziran Toskana, 7 Haziran 1841, 18
Alman Devleti adına Prusya ve Belçika’ya verilecek.
Dış
ticarette
karşılaştırma
yapmak için
yenileyelim.
Kapütilasyonlar ile dış alımda alınan gümrük vergisi ( Malların
değeri üzerinden )%3 olarak saptanmış, bu ülkelerin
uyruklarından olan tacirler ülke içerisinde yaptıkları ticarete
vergi ödemezlerdi.
1838 Ticaret Antlaşması’na değin yed-i Vahit usulüne
göre ipek, pamuk ve bakır gibi hammaddeler, tahıl, zeytinyağı
gibi ürünlerin gerektiğinde dış satımı yasaklanıyor, izin
verildiği zaman da talebe göre vergiler artırılıyordu; Zeytinyağı
ve tahıldan alınan gümrük vergisi %33 değin yükseltiliyor,
yapağı ve ipekten alman vergi%5'ten %15'e çıkartılabiliyordu.
1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşmasıyla antlaşma yapılan
ülkelerin tacirlerinden, dış satıma ( İhracat'a ) konu olan
ürünlerden gümrük alınmaz, benzer biçimde, iç gümrükten
alman vergilerden de, ticaret antlaşması yapılan ülkelerin
tacirleri de muaf tutulmuştu.
Örneğin, Amasya'da üretilen ham ipeğin, Bursa'ya nakli
sırasmda, bir bölgeden bir ötekine geçerken alman iç gümrük (
ki birkaç bölge geçiliyordu ) yerli tacirden almıyor, yabancı
tacirden alınmıyordu.
235
Kapitülasyonlar ve 1838 Ticaret Anlaşmasıyla devletin
gümrüklerden aldığı vergiler büyük ölçüde azalmış bunlar
haksız rekabet ortamı yaratmaktaydı ve içerde ticaret ve
zanaatla uğraşan Osmanlı tebaasmı olumsuz etkiliyor Rumeli,
Anadolu ve İstanbul’ da onlarca işletmenin kapanmasına neden
oluyordu. 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin mütekabiliyeti
olmayan ticaret antlaşmaları yapması hiç
şüphesiz
sanayileşmesi ve geri kalmasına neden olan başlıca sebep
olmuştur.
Ayrıca 1838 Ticaret Antlaşması İmparatorluğun İktisadi ve
Siyasal çöküşünü hazırlayan en önemli etkeni oluşturmaktaydı.
(Bu dönemde İngiltere'nin İstanbul büyükelçisi olan meşhur
İngiliz Başkanmm yeğeni Stratford Canning 1838 0smanlıİngiliz ticaret antlaşmasını imzalamaya muvaffak olmuştur.
Bu antlaşmanın haberleri Londra'ya vardığında Lord
Palmerston OsmanlI'nın namütenahi imtiyazları karşısında
hayretini gizlemeyerek hiçbir devletin kendi çıkarlarını
böylesine alt üst edemeyeceğini söylemiştir. )
a.g.e. s.51
1845 yılma kadar geçen yedi sena zarfında Osmanlı ithalatı beş
katma artmış, buna karşılık ihracat da iki misli artış olmasına
rağmen büyük bir ödeme açığı ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu
olarak Merkez Bankası’na sahip olamayan
Osmanlı İmparatorluğundaki bütün altın, gümüş ve hatta hakir
paralar dahi tediye ( Borç ) açığını kapatmak için dış ülkelere
gitmişti
( Kazgan/1995 1 ).
Osmanlı Devleti dış ticaret açıklan ödemelerini 1854 Kırım
Savaşı’na kadar dış borç almadan yapmıştır.
Borçlanma:
Fakat 1854 - 1856 Kınm Savaşı sonrası büyük bir mali sıkıntı
ortaya çıkmış savaş giderleri'nin karşılanması için. İngiltere ve
Fransaya başvurularak ilk defa %6 faizli 3.300.000 altm
236
Ösmanlı lirası dış borç alınmıştır. Ancak ele geçen meblağ
2.600.000 altın Osmanlı lirasıdır.
Aradaki farkı aracılık yapan Levantenler, Yahudi, Rum ve
Ermenilerden oluşan Galata Bankerleri almaktaydı.
Ayrıca İngiltere borç vermek için şart koşuyordu, İngiliz tebaalı
tacirlerin Osmanlı topraklarında taşınmaz varlık satın alımı için
izin verilmesini istiyordu. Osmanlı İngiltere’nin bu şartım da
kabul ederek yerine getirecekti.
Dış borç almamak için uzun süre direnen, ancak Kırım Savaşı
sebebiyle dış borç alma zorunda kalan Osmanlı böylece finans
kapitalin ağma düşüyordu. Daha sonrası yıllarda borçlanma
devam etmiş, 1854’ten sonra yapılan dış borçların çoğu ya
savaş giderlerinin karşılanmasında ya da daha önce yapılan
borçların anapara ve faiz ödemelerinde kullanılmıştır. Böylece
alman borçların üretime yönelik yatırımlarda kullanılmaması
kaynak yetersizliğine yol açmış, bu durum borçlanmayı daha da
tetikleyerek OsmanlI’yı büyük bir borç batağına sürüklemiştir.
Lüks Tüketim ve İsrafa Yönelme:
Dış borçların sürekli artması karşısında Osmanlı hanedanı
mensuplan ihtişam, lüks tüketim ve yaşayış tarzından hiçbir
taviz vermemişlerdir. Bu dönemde 2.800.000.- İngiliz lirası
harcanarak
Dolmabahçe
Sarayı
yapılmışta
(1856).
Padişah Dolmabahçe Sarayı ile batıya, “bakınız, Osmanlı
ölmedi dimdik ayakta duruyor mesajını veriyordu.”. Ancak
1854 yılında başlayan Kırım Savaşı nedeniyle, Osmanlı Devleti
Avrupa’dan borç almak zorunda kalmıştır. Bu tarihten sonra
devam eden borçlanma sebebiyle, Osmanlı Devleti büyük bir
mali bunalım içersine girmiş, alman dış borçların anapara ve
faizini dahi ödeyemez duruma düşmüştür. Saray mensuplarının
giderek artan masrafları ve lüks tüketimi, dış borçların daha çok
artmasında rol oynayan en önemli faktörlerinden biridir.
Örneğin, “şehzade’lerden” biri için ısmarlanan pırlanta kakmalı
bir altın sofra takımı ve ihtişam bakımından misli görülmemiş
olan bir saltanat arabası III.Napolyon’un dikkatini çekmiş ve
237
durum sadrazam Fuat Paşa tarafından Abdülmecit’e iletilmiştir”
(Morawitz, 1978: 20 21 ).
Bu dönemde Bati ülkelerinin sanayileşmesi o ülkelerin devlet
gelirlerinin artmasına olanak sağlarken, Osmanlı Devleti ayni
gelişim düzeyinin çok altmda kalmıştır ve Osmanlı Devleti’nin
gelirleri aynı oranda artmamıştır. Bati Avrupa’daki ekonomik
gelişmenin ortaya çıkardığı nakdi sermaye birikimi sermayesini
götürecek kârlı yerler ararken, doğal olarak Osmanlı Devleti’nin
gözünden kaçmamıştır. Bu dönem boyunca Osmanlı Devleti de
bu sermayeye muhtaç olduğu için, Avrupa ülkeleri ile Osmanlı
Devleti arasında giderek artan ve kısa zamanda büyüyen bir
borç alma devri başlamıştır.
Diş ticaret anlaşmaları ile birlikte ortaya çıkan diş ticaret açığı,
sürekli artan Saray harcamaları ve Kırım Savaşı’mn neden
olduğu harcamaların artışı sonucu dış borca başvurulmuştur.
Ancak bu borç alınmadan, yani 1840’li yıllardan itibaren
Avrupalı sermaye sahipleri ve Avrupa devletlerinin temsilcileri,
ekonomik sorunlara çözüm olarak dış borçlara başvurulması
konusunda merkezi bürokrasiye sürekli baskı altmda
tutmuşlardır. Yukarıda açıklandığı gibi, dış ticaret hacminin
genişlemesi sonucunda dış ticaret açıklarının sürekli büyümesi
ve içeride devlet bütçesinin artan açıklarının birleşmesiyle ülke
o zamana kadar karşılaşmadığı bir mali krizle yüz yüze
kalmıştır.
Dış Borçlanmanın Ekonomik ve Siyasi Sonuçları:
İngiltere ve Fransa başta olmak üzere batılı ülkeler,
Osmanlı’mn yıkılması için özellikle ekonomik özgürlüğünün
yok edilmesi, dışarıya bağımlı, borçla varlığım sürdüren zayıf
ve
güçsüz
bir
devlet
olmasım
arzu
ediyordu.
Bu gaye ile yüzyıllarca fırsat kollamışlardır. Ortaya çıkan çok
küçük fırsatlar bile değerlendirilerek devletin mali bakımdan
denetim altına alınması için girişimler yapmışlardır. Mali
kontrolün ele geçirilerek ekonomik bağımsızlığın kaldırılması
238
batılı ülkeler için çok önemliydi. 1838’de İngiltere ile yapılan
ticaret antlaşması ile tanınan ayrıcalıklar, Avrupa’nın diğer
sanayileşmiş ülkelerine de verildikten sonra, 1845 yılma kadar
geçen yedi yıl zarfında Osmanlı ithalatı beş kat artmış, buna
karşılık ihracatta iki misli artı olmasına rağmen büyük bir dış
ticaret bilançosu açığı ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devleti dış
borç almamak için uzun süre direndi, yabancı ülkelerden dış
borç alınması geleneklere aykırı ve onur kinci olarak kabul
ediliyordu. “Öte yandan Şeyhülislam fetvası ile de dış borcun
mekruh olduğu ilan edilmiştir.” (Çezar,1986: 137).
Ancak ekonomik ve mali sıkıntılar OsmanlI’nın tüm direncini
kırmış. Osmanlı tarihteki ilk dış borçlanmasını 1854 Kram
Savaşı’mn finansmanı için yapıyordu. Bu amaçla İngiltere’den
3 milyon sterlin borç alındı. Anlaşma gereği, savaş giderlerine
harcanması için verilen parayla ilgili koşulların yerine getirilip
getirilmediğini kontrol etmek için İngiltere ve Fransa 2 komiser
tayin etme hakkını elde ediyordu (Blaisdell, 1940:43 44 ).
Böylece borçla birlikte Osmanlı mâliyesi üzerinde denetim
başlamış oldu. İlk borçlanmayı diğerleri takip etti ve 1874 yılma
kadar toplam 16 ayrı borç antlaşması yapıldı, bunlardan 127
milyon lira sağlandığı halde, 239 milyon lira borçlanıyordu.
Bu borçlarm en önemli özelliği borç faizlerinin toplamı mali
gelirlerin % 25’ini oluşturmasıdır. Gelirin %25’ini götüren faiz
1865’ten itibaren Osmanlı’yı alarma geçirdi.
Nihayet Osmanlı Devleti 1875’de moratoryum ilan ederek
vadesi gelmiş dış borçlarm ödenmesini belli bir süre içinde
geçici olarak durdurdu. Bu amaçla 1875'in Ramazan ayında (
6.10.1875 tarihli kararname) ’Ramazan kararnameleri' ismiyle
yeni önlemler aldı. Bu kararnamelerde borç faizlerinin yansının
ödeneceği, geri kalan yarısının da tahville yani kağıtla
ödeneceği belirtiliyordu. Ayrıca bir altının değeri 235 kuruştu
ve bu değer bir anda 900 kuruşa çıkanldı. Yani bugünkü
terminolojiyle Osmanlı devalüasyon yapmak zorunda kalmıştı.
239
1875 yılında alman bu tedbirler yeterli olmayınca, 1876 Nisan
ayında bütün borçların anapara ve faiz taksitleri ödemelerine
son verildi. Özellikle 1874’te ihracat geliri 19 milyon sterlinken
kısa vadeli borcun 16 milyon sterline ulaşması, oysa hükümet
gelirinin 22.5 milyon sterlinde kalması, moratoryumun en yakın
nedeniydi (Kıray, 1993: 145). Ayrıca 1869-1875 arasındaki 6
yılda alman borç tutarı, 1854-1868 arasmdakinin iki katma
varmıştı (Pamuk, 1984 : 55 56).
Bu durum 20 Aralık 1881 tarihli “Muharrem Kararnamesine”
kadar devam etti. 1879 yılında yeni tedbirler almması amacıyla
“İdare-i Rüsum-u Sitte” çıkarıldı. İmparatorluğun en önemli
gelir kaynaklan olan tütün, şeker, tuz, ispirtolu içkiler, ipek gibi
gelir kaynaklarından alman vergiler, Galata Bankerlerine
bırakıldı. Bir müddet sonra İngiliz ve Fransız hamiller
birleşerek borçların tasfiyesi için Osmanlı İmparatorluğu’na
baskı yapmaya ve projeler hazırlamaya başladılar.
Bu amaçla, yeni bir yöntem olarak 20 Aralık 1881 tarihinde
Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. Duyun-u Umumiye
İdaresi’nin kurulması Osmanlı Devleti dış borçlannı ödeyemez
durumda olduğunu ilan edince, alacaklı finans kurumlannm
bağlı oldukları hükümetlerin baskısı ile tayin edilen temsilciler
1881 Eylül ayında İstanbul’a geldiler. Bu şuada devletin
başında II. Abdülhamit vardı, Osmanlı’mn dış borcu 252
milyon 801 bin 885 altın Osmanlı lirasını bulmuştu, Osmanlı
hükümeti ile yapılan müzakereler neticesi yapılan antlaşmayla
20 Aralık 1881 (28 Muharrem 1299) tarihinde ünlü “Muharrem
Kararnamesi” ilan edildi.
Bu kararname ile bir dizi vergi gelirlerinin alacaklılara terk
edilmesi, dış borçların tam bir dökümünün yapılarak borç
miktarının belirlenmesi, vergi gelirlerinin tahsili ve borç
yönetimi için alacaklı ülkeleri temsil eden kişilerden oluşan bir
kurulun idaresinde “Duyun-u Umumiye İdaresi” kuruldu.
Bu kavram aynı zamanda “Genel Borçlar İdaresi” anlamına
geliyordu.
240
“1881 yılında Muharrem kararnamesi ile Osmanlı borçlarının
konsolide edilip yeni tahviller çıkarılarak eski alacaklıların
hakları son kuruşuna kadar gecikme faizleri ile korundu.
Ama nasıl? Bugünkü ekonomik ve politik anlayışa göre Osmanlı
Devleti ’nin bağımsızlığını tartışma konusu yapacak bir Duyunu Umumiye idaresi kurularak” (Kazgan, 1995: 2). Antlaşmaya
göre hükümetin, idareye yardımda bulunmak ve onu himaye
etme mecburiyeti vardı. Doğacak ihtilaflarda hakemlere
müracaat edilecek, ancak hakemlerin verdiği kararlar temyiz
yolu açık olmayan kesin kararlar olarak kabul edilecektir.
Duyun-u Umumiye İdaresi, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan,
Avusturya ve Galata Bankerlerini temsilen 7 üyeden oluşmuştu.
Osmanlı Bankası ve Osmanlı Devleti İdare Meclisi’nde yer
aldılar. Başkanlığı önce sırayla İngilizler ve diğerleri
yapmışlardır. Duyun-u Umumiye İdaresi’ne “Rüsûm-u Site”
denilen vergilerin tahsil yetkisi verilmişti. Osmanlı Devleti bu
tarihten itibaren adeta iki bütçeli ve iki Maliye Bakanlığı olan
bir devlet haline geliyordu.
1911 yılında Osmanlı Maliye Bakanlığı ’nın 5472 çalı şanı vardı,
buna karşılık Duyun-u Umumiye idaresinde 9000 kişi
çalışıyordu (Ülman, 1972: 64 66 ).
Duyun-u Umumiye dairesi devlet gelirlerinin % 31.5’ini kontrol
eden bir kurum haline gelmişti. Rüsûm-u Sitte içinde özellikle
tütün geliri üzerinde en fazla durulan kaynak olmuştur. Bu
nedenle Düyun-u Umumiye yönetimi tütün geliri için Fransız
“Reji” şirketini kurdu. Reji idaresi arkasındaki Düyun-u
Umumiye gücüne dayanarak işlerini istediği biçimde
yürütüyordu. Hükümet Reji şirketine müdahale edemiyor, Reji
şirketi karşısında aciz kalıyordu Reji şirketine memur olmak
inanılmaz imtiyazlara sahip olmak anlamına geliyordu. Reji
şirketinde çalışan memurlara verilen maaş son derece yüksekti.
Reji idaresi kaçakçılarla savaşmak için devletin kolluk
kuvvetlerine güvenmeyip kendi güvenlik gücünü kurmuştu.
Fransız (Reji) şirketinin kolluk kuvvetleri, kaçakçılarla
241
mücadelede acımasız tavrı ile istenilen etkinliği sağlamıştı.
Tütün kaçakçılığım önlemek için görevlendirilen Reji kolluk
kuvvetleri Anadolu’da yaklaşık 9000 kişiyi öldürmüş, koskoca
Osmanlı Devleti bu olaylan soruşturmaktan aciz kalmış. Ve bu
şirket kapitalizmin vahşi kurallarını hiç acımadan Osmanlı
halkına uygulamıştır.
Fransız “Reji” şirketinin kurduğu jandarma müfrezeleriyle
estirdiği baskı havası ve çevirdiği “entrika”lar ileriki yıllarda
güçlü tepkilerin kaynağı oldu. Bu idareyle birlikte dış borçlar
azalacağı yerde daha da artarak devam etmiştir.
1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte milli sanayi, milli
bir ekonomi anlayışı benimsenmek istenmesine rağmen, bu
amaçla yapılan uygulamalardan bir sonuç çıkmamıştır .
(Avcıoğlu,1968 : 65 67)
1914 yılında başlayan birinci Dünya Savaşı nedeniyle ortaya
çıkan ekonomik tahribat ise Osmanlı’nm her şeyini alıp
götürmüştür. 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması’yla birlikte artık
bir cihan imparatorluğu değil batılı ülkelerin her alanda
egemenliğini kabullenmiş bir devlet vardır.
Sanayileşme Atılımı Nasıl Engellendi?
15 ve 18. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu dünyanın en
gelişmiş ülkesidir. Bu yıllarda Avrupa’da yaşayan, insanlar
Anadolu’ya göç etmek hayaliyle yarışıyordu. Osmanlı
Devleti’nin ekonomisi genel olarak tanma dayanmakla birlikte,
Osmanlı’da gemi yapımı, çinicilik, dokumacılık, el sanatları
oldukça ileriydi. Osmanlı Devleti 18. yüzyılın ikinci yarısında
Avrupa’da başlayan sanayileşme devrimine adapte olamadı bu
nedenle sanayide makine gücünün kullanıldığı bir sanayi
kuramadı. El emeğine dayalı mevcut yerli sanayi de Batı
Avrupa ülkelerinin rekabeti karşısında hızla gerileyerek kısa
süre içinde çökmüştür. Sanayileşme atılımmda özellikle verilen
yabancılara verilen kapitülasyonlar, başta İngiltere ile olmak
üzere imzalanan dış ticaret antlaşmaları ve dış borçlar bunda
242
önemli derecede etkili olmuştur. Özellikle Adam Smith’in
Liberal iktisadi kurallarının 1838 İngiliz Ticaret Antlaşması’yla
OsmanlI’ya baskı altında uygulanmaya çalışılması sanayinin
daha doğmadan ölmesine yol açmıştır.
“Balta Limanı Ticaret Antlaşması (16 Ağustos 1838), buharlı
dokuma tezgahlan, çırçır makineleri, elektrik motoru ve
jeneratör üretimdeki yerini aldığı, elektrikli yolcu trenleriyle
ticaretin hızlandığı, silindir baskı makineleriyle, elektirikli
telgrafla
haberleşmenin
yaygınlaştığı
bir
dönemde
imzalanmıştır” (Miniba, 2004: 17).
Bu anlaşma OsmanlI’nın kapitalizme eklemlenme sürecinin
başlangıç aşamasıdır. Yapılan antlaşmalarla verilen tavizlerin
yabancı girişimcilere sağladığı ayrıcalıklar karşısında yerli
girişimciler ya piyasadan çekilmek ya da yabancılarla işbirliği
yapmak zorunda kalmıştır. Osmanlı Devleti’ni kendisine geniş
bir tüketim ve hammadde pazarı olarak gören Avrupalı
kapitalistler, bir taraftan mallarını satarken, diğer yandan kendi
aralarında kurdukları şirketlerle ulaştırma, endüstri, bankacılık,
kamu hizmetleri ve hatta tarım alanlarına yatırımlar yaparak,
Osmanlı împaratorluğu’ndaki geniş yatınm fırsatlarını iyi bir
şekilde değerlendirmişlerdir.
Sonuç olarak ülkede limanlar, demiryolları, elektrik, havagazı,
su, tütün işletmeleri, çeşitli madenler ve fabrikalar, Avrupalı
girişimciler tarafından işletilmeye başlanmış. Osmanlı Devleti,
sanayileşmiş batılı ülkelerin açık pazarı haline gelmesine engel
olamamıştır.
II. Meşrutiyet’in ilanıyla ekonomik gelişme için sanayileşmenin
gerekli olduğu düşüncesi ve 1913 yılında çıkarılan Teşvik-i
Sanayi Kanunu Sanayileşme açısından bir işe yaramamış,
beklentileri
karşılamakta
çok
yetersiz
kalmıştır.
1915 sayımına göre Osmanlı sanayinde Türkler sermayedar ve
işçi olarak % 15 oranında yer tutarken, yabancılar (Rum,
Ermeni, Yahudi vb.) % 85 oranında bir paya sahiptir” (Karluk,
1997 : 196).
243
Dış B o r ç M ira sı:
Osmanlı împaratorluğu’nun tasfiyesinden sonra yerine kurulan
Türkiye Cumhuriyeti’ne OsmanlI’dan aşın bir borç yükü miras
kalmıştır. Atatürk Türkiyesinde yeni bir ekonomik yapı
meydana getirmek için büyük bir gayret sarf edilmeye
başlanmış. Ancak devir alman dış borç yükü yeni Cumhuriyet
hükümetinin karşı karşıya bulunduğu sorunlar arasında en
önemlisidir. Atatürk’ün iktisadi politikalarının uygulanmasında
dış borçlar yeni ekonomik atılımlara girişilmesini engelleyen en
etkili faktörlerden biri olmuştur.
Kurtuluş Savaşı ile siyasi bağımsızlık sağlandığına göre
yapılacak şey, Osmanlı’dan miras kalan bu ağır ekonomik
koşulları değiştirmekti. Bu amaca ulaşmak için de engellerin ve
özellikle kapitülasyonların kaldırılması gerekiyordu. Nihayet
1924 Temmuzunda Lozan Antlaşması ile kapitülasyonlar,
yabancılara verilmiş olan bütün hak ve bağışıklıklar
kaldırılmış, Atatürk Türkiyesinde devletin kendi gelirleri ve
mâliyesi, ülkenin ticari ve sanayi etkinlikleri üzerinde kayıtsız
ve
koşulsuz
egemenliği
sağlamıştır”
Ancak dış ticaret anlaşmalarıyla verilen ayrıcalıklar 1929 yılma
kadar
bir
sorun
olarak
devam
etmiştir.
(Karakayalı, 1998: 29)
( 30 Ocak ve 24 Temmuz 1923 )Lozan Konferansı
Barış Konferansı görüşmelerinde müzakere edilen Osmanlı
borçlarının anlaşma hükümlerine göre, I. Dünya Savaşı’ndan
önce alman borçların % 40’ı Türkiye Cumhuriyeti’nin
omuzlarına yüklenmiştir. Buna karşılık Lozan Antlaşması’mn
46-57. maddesine göre Düyun-u Umumiye İdaresi, 1881
Antlaşması ile tanınmış olan gelirleri kontrol etme yetkisini
kaybetmiştir. Türkiye, konferans sırasında Osmanlı topraklan
üzerinde 16 bağımsız ülke bulunduğunu, alman borçların bir
kısmının bu yeni ülkelere harcandığını ve borçların buna göre
dağıtılmasını istemiştir. Ancak Türkiye’nin bu isteği kabul
edilmemiştir. Nihayet 13 Haziran 1928 tarihinde Paris’te bir
244
antlaşma imzalanarak borçlar mirasçı ülkeler arasında dağıtıldı
ve “en büyük pay (84.6 milyon TL) Türkiye Cumhuriyeti’ne
verilmiştir”
( şahin, 2002: 26 27).
Sonuç olarak borçların paylaşılması konusunda devletlerin
aldıkları
toprakların
gelirleri
ile
orantılı
olması
kararlaştırılmıştır. Buna göre her devletin hissesine düşen borç
miktarı tablo 6’da verilmiştir.
1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin
dış borçlanndan payına düşeni, taksitlerini aksatmadan
ödeyerek, 1954 yılında borcun tamamım tasfiye etmiştir.
Böylece 1854 yılında başlayan dış borç tuzağından kurtulmak
için tam bir asır geçmiştir.
Tablo 6: Lozan Barış Antlaşması Hükümlerine Göre; Osmanlı
Borçlarının Ülkelere Göre Paylaşımı
Ülkelerin Borç Tutan
Türkiye 84 597 495
İtalya 243 200
Arnavutluk 1 633 233
Bulgaristan 1 776 354
Yunanistan 11 054 534
Yugoslavya 5 435 597
Suriye-Lübnan 11 108 858
Filistin 3 284 429
Ürdün 733 610
Irak 6 772 142
Necit 129 150
Hicaz 1 499 518
Asir 26 138
Yemen 1 182 104
Uman 128 728
TOPLAM 129 605 090
245
Kaynak:
Lozan Barış Antlaşması hükümlerine göre 13.06 1928 tarihinde
Paris’te yapılan anlaşma sonucu paylaşım..
Dış Borçların Siyasi Sonuçları:
Osmanlı Devleti’nin dış borç almak için başvurduğu Batı
Avrupa ülkeleri her borçlanmada kendi çıkarları doğrultusunda
politikalar geliştirerek, çeşitli tavizler elde etmiştir. Dış
borçların Osmanlı’yı ekonomik ve mali açıdan zayıflatması
yabancıların isteklerini artırmıştır. Borçlanm anın siyasal
sonuçlan aşağıdaki şekilde özetlenebilir;
Mısır Valisi Kavala’lı Mehmet Ali Paşa isyanının bastınlması
için Osmanlı Devleti’ne yardım eden İngiltere, bu olaydan
yararlanarak 1838 yılında ünlü bir ticaret anlaması imzalamıştır.
Bu anlaşmayla İngiltere’ye tanınan ayncalıklar kısa bir süre
içinde diğer Batı Avrupa devletlerine de tanınmıştır.
Nitekim 1838 ve 1839 yıllarında İngiltere ve Fransa ile yapılan
ticaret antlaşmalarında gümrük resmini %12 den % 3’e indiren
Osmanlı hükümeti kısa bir zaman sonra finans kapitali
temsilcilerinin art arda gelen ödünç para verme teklifleri ile
karşı karşıya kalmıştır "(Kazgan, 1995:1).
1831-1841 arasında Fransa, bir dizi Alman prensliği,
İskandinav ülkeleri, İspanya, Felemenk, Prusya, bir dizi İtalyan
krallığıyla imzalanan anlaşmalar bunu izledi, (Cem, 1970: 177).
Mal, insan ve hizmet hareketlerinde tek taraflı serbestliği
getiren bu anlaşmalar ile Osmanlı adeta yarı sömürge bir ülke
haline gelmiştir. Osmanlı Devleti, ilk defa dış borç almak
zorunda kaldığı Kırım Savaşı sonrası 1856 yılının şubat ayında
azınlıklara geniş haklar tanıyan Islahat Fermanı’nı ilan etti;
izleyen ay içinde de Paris Antlaşması imzalandı.
Islahat Fermanı kaynağı ve ortaya çıkış nedeni borç alman
Avrupa devletleridir. Bu fermanın esasları Fransa'nın ısran ile
Avusturya, İngiltere ve Fransa tarafından belirlenmiştir.
246
Osmanlı Devleti Paris Antlaşması şartlarım lehine çevirmek
için bu fermam ilan etmek zorunda kalmıştır. Ferman’m “ üçte
ikisi azınlıkların imtiyazlarına, geri kalan kısmı da Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki yabancıların imtiyazlarına ayrılmıştır bu
görüntü içinde Türk-Müslüman unsura yer aramak boşunadır”
(Yerasimos, 1976: 697 698).
Paris Barış Antlaşması, Osmanlı’yı “lafla” Avrupa devletleri
ailesine dahil ederken, toprak bütünlüğüne ve egemenliğine
saygı göstermeyi yine “lafla” ihmal etmiyordu Kazgan, 2002:
Islahat Fermanı’m 1858 tarihli Arazi Kanunu izledi. Bu kanunla
yabancılara Osmanlı Devleti’nde toprak mülkiyeti hakkı
tamnarak, serbest ticaretin kentlerde ve kentsel kuramlarda
yarattığı yikım, Batı sermayesinin girişiyle köylerde de
gerçekleşebilir hale geldi (T.T.Kurumu, 1976: 76 120 ).
Osmanlı Devleti borçlarını ödeyemez duruma düşünce, İngiltere
1878’den sonra politikasım değiştirerek Osmanlı içindeki
Ermeni, Kürt ve Araplarla ilgilenmeye başlamış bu gurupları
sürekli olarak Osmanlı aleyhine kışkırtmıştır.
Borç veren batı Avrupa ülkeleri OsmanlI’nın iç işlerine karışma
olanağı elde ederek, isteklerinin gerçekleştirilmesi için
uyguladıkları politikalarda başarılı olmuşlardır. Duyun-u
Umumiye îdaresi’nin kurulması bunun açık bir örneğidir.
Osmanlı Devleti 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasî’nin
(Anayasa) ilanıyla birlikte başlayan Anayasal bir yönetim
sürecine girmiştir. Devlet artık padişahın isteklerine göre değil
Anayasa ilkelerine göre yönetilecektir. 14 Şubat 1878 tarihine
kadar süren bu döneme I.Meşratiyet dönemi denir. Osmanlı
Devleti’nin 1875 yılında Moratoryum ilan ederek dış borçlarını
ödeyemeyeceğini açıklamasından sonra LMeşratiyet döneminin
başlaması bir tesadüf değildir. Padişahm yetkilerinin kısılarak
ülke içersinde yaşayan azınlıkların parlamenter bir sistem
yoluyla ülke yönetiminde söz sahibi olması amaçlanmıştır.
247
1877-1878 Osmanlı - Rus Savaşları sonrası imzalanan
Ayastefanos Antlaşması’nda (3 Mart 1978), Osmanlı Devleti
önemli tavizler vermek zorunda kalmış, ancak antlaşmayı kabul
etmeyen Avrupa ülkelerinin tepkisi karşısında Berlin’de yeni
bir konferans toplanarak 1878 Berlin Antlaşması imzalanmıştır.
Bu antlaşma OsmanlI’nın 19.yüzyılda en çok toprak kaybettiği
bir anlaşmadır. Bu anlaşmayla birlikte Osmanlı’nın dağılma
süreci hızlanmış, Ermeni sorunu ilk defa uluslararası bir
anlaşmada yer almıştır. Anlaşmada en karlı çıkan devletler
Bosna-Hersek üzerinde haklar elde eden, Avusturya ve Kıbrıs’ı
üs olarak alan İngiltere’dir. Antlaşmada borç alman ülkeler
lehine önemli tavizlerin verildiği de görülür.
Berlin Antlaşması sonrası Tunus’un, Fransızlar tarafından işgali
(1881), Mısır’ın İngilizler tarafından işgali (1882),
Doğu Rumeli’nin Bulgar Prensliği ile birleşmesi (1885),
Girit sorunu ve Osmanlı -Yunan Savaşı (1897) gibi,
II. Meşrutiyet’in ilanına kadar bir dizi daha önemli gelişmelerin
olduğu görülür. Bu olaylar Osmanlı’nm ekonomik olarak acze
düşmesiyle paralel gelişen ve toprak kaybıyla sonuçlanan
önemli hadiselerdir. Avrupa ülkeleri bir taraftan OsmanlI’ya
sürekli borç verirken, diğer yandan Osmanlı topraklarını çeşitli
bahanelerle işgal etmektedir.
23 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrutiyet dönemi başlamıştır.
II. Meşrutiyet’in ilam egemenlik, hak ve özgürlüklerin önünü
açarak devletin sosyal, ekonomik ve siyasi açıdan bir arayış
içinde olduğunun önemli bir göstergesidir.
H.Meşrutiyet sonrası Trablusgarp (1911), I.ve II. Balkan
savaşları(1912-1913) başlamıştır.
Bu savaşların nedeni Rusya'nın sıcak denizlere inme politikası
nedeniyle Balkan devletlerini OsmanlI’ya karşı kışkırtması
olarak ifade edilse de İngiltere, Fransa, Almanya ve Avusturya
gibi Avrupa ülkelerinin Osmanlı Devleti’ne borç verme ve
destekleme karşılığında önemli tavizler elde etmesinden Rusya
rahatsız olmuştur.
248
Kısaca OsmanlI'nın Avrupa’ya yaklaşması Rusya’yı harekete
geçirmiştir. Bu nedenlerle Rusya Panslavist politikalara hız
vererek Balkan devletlerini OsmanlI’ya karşı kışkırtmaya
başlamıştır. Yapılan savaşlar ve imzalanan antlaşmalar sonucu
Trablusgarp ve On İki Adalar ve Rodos (geçici olarak) İtalya’ya
verildi. ( ÜŞİ Antlaşmasıl912).
Osmanlı Devleti Londra Konferansı’nda (1912), Midye-Enez
çizgisinin batısında kalan Rumeli topraklarım kaybetti, ayrıca
Bozcaada ve Gökçeada dışındaki bütün Ege adaları
Yunanistan’a
verildi.
Kapitalist
Avrupa
ülkelerinin
sömürgecilik anlayışı ve Dünya doğal kaynakların paylaşımı
konusunda kendi aralarındaki rekabet 1914 yılında büyük bir
çatışmaya dönüşerek I.Cihan Savaşı başlattı.
1914-1918 Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan yeni Türkiye
Cumhuriyeti.‘"Lozan Antlaşması ’nın
getirdiği
kayıtlar
dolayısıyla, 1923-1929 döneminde Osmanlı’dan devralınan
ekonomik yapı devam etti. Cumhuriyet yönetimi, bu dönemde
tam etkili olamadı. Bir kere gümrüklerin devlet eliyle
yönetilebilir olmasını 1929’a kadar bekledi” (Kazgan, 2004:
25).
Osmanlı Devleti’nde içsel ve dışsal dinamikler borçlanmada
çok etkili olmuştur. Osmanlı 19. yüzyılın ikinci yansından
itibaren dış borçlanma olmadan yaşayamaz hale gelmiştir.
Kapitalist Avrupa ülkelerinde aşın sermaye birikimi
Osmanlı’da dış borçlanmayı teşvik ederek, OsmanlI’yı
sömürüye açık bir pazar haline getirmiştir. Osmanlı kısa bir
sürede ekonomik olarak batıya bağımlı bir ülke olmuştur. Batı
Avrupa ülkelerine tanınan ayrıcalıklar ve verilen tavizler,
devletin sosyal, ekonomik ve siyasi yapışım önemli derecede
etkilemiştir.
Bu dönemde, “Osmanlı ’nın ulusal bir merkez bankası yoktur,
Merkez bankasının işlevleri, 1863 ve 1875 imtiyaznameleri ile
biri İngiliz-Fransız ortak kuruluşu olan Osmanlı Bankası ’na
249
(Bank-ı
Osmani-i
Şahaneye verilmiştir.
Osmanlı
İmparatorluğu ’nun ekonomik yapısı, bankacılık kesimini de
etkilemiş, kredi piyasasına ağırlıklı olarak dış ticareti finanse
eden yabancı bankaların egemen olmasına yol açmıştır,.”
(Akgüç, 2004: 72).
Borç alman ülkeler İngiltere ve Fransa başta olmak üzere kendi
çıkarları doğrultusunda Osmanlı Devleti’ne baskı yapma ve iç
işlerine karışma olanağı elde etmiştir. Osmanlı Bankası Avrupa
finans kapitalinin en önemli kurumuydu. Bu aracı kurum
vasıtasıyla bütçe açıklarının yüksek tuttuğu faizler ve borçların
anaparaları güven içinde Avrupa’ya akıyordu. Bu sayede
Osmanlı dış kaynaklı finans kapitaline eklemlenmişti. Dış
borçlanmanın içsel dinamizmi, mali sistemin düzeltilmesi için
alman önlemlerin yetersizliği nedeniyle borçlanmayı daha çok
teşvik etmiştir.
Bütçe ve dış ticaret bilançosu açıklan, hanedanlık
mensuplanmn gösteri ve lüks tüketimi, alman borçların savaş
giderlerinde kullanılması, daha önce yapılan borçların anapara
taksit ve faizlerine ödenmesi, dış borç nedeniyle ortaya çıkan
krizi daha da derinleştirmiştir. Rasyonel kaynak bulunmadan
yapılan dış borçlanmalar Osmanlı Devleti’ni mali bir kaosa
sürükleyerek, 1875 yılında Moratoryum ilan edilmiş, böylece
vadesi gelmiş dış borçların ödenmesi belli bir süre için geçici
olarak durdurulmuştur.
Osmanlı Devleti dış borçlarını ödeyemez durumda olduğunu
ilan edince 20 Aralık 1881 (28 Muharrem 1299) tarihinde ünlü
“Muharrem Kararnamesi” ilan edildi. Bu kararname ile bir dizi
vergi gelirlerinin alacaklılara terk edilmesi, dış borçların tam bir
dökümünün yapılarak borç miktarının belirlenmesi, vergi
gelirlerinin tahsili ve borç yönetimi için alacaklı ülkeleri temsil
eden kişilerden oluşan bir kurulun idaresinde “Duyun-u
Umumiye idaresi” kuruldu. Böylece batılı güçlerin Osmanlı
Devleti’nin iç işlerine karışmaları resmi bir anlaşmayla
onaylanmış oldu. Duyun-u Umumiye İdaresi 13 kalem mala el
250
koymuştur, Osmanlı Devleti bu tarihten itibaren adeta iki
bütçeli ve iki maliye bakanlığı olan bir devlet haline gelmiştir.
Bu idare zamanla devlet gelirlerinin % 31.5’ni kontrol eden bir
kuruma dönüşmüştür.
Kapitülasyonlar, İngiltere başta olmak üzere imzalanan dış
ticaret anlamaları ve dış borçlar önemli derecede etkili
olmuştur. Osmanlı Devleti’nin ekonomisi genel olarak tarıma
dayanmakla birlikte, Osmanlı Devleti 18. yüzyılın ikinci
yarısında Avrupa’da başlayan sanayileşme devrimine adapte
olamadı bu nedenle sanayide, makine gücünün kullanıldığı bir
sanayi kurulamamıştır. El emeğine dayalı mevcut yerli sanayi
de batı Avrupa ülkelerinin rekabeti karışmda hızla gerileyerek
kısa süre içinde çökmüştür. Özellikle Adam Smith’in Liberal
iktisadi kurallarının 1838 İngiliz Ticaret Antlaşması’yla baskı
altında uygulanmaya çalışılması sanayinin daha doğmadan
ölmesine yol açmıştır. Verilen tavizler ve anlaşmaların yabancı
girişimcilere sağladığı ayrıcalıklar karısında yerli girişimciler ya
piyasadan çekilmek ya da yabancılarla işbirliği yapmak zorunda
kalmıştır.
Osmanlı Devleti’ni kendisine geniş bir tüketim ve hammadde
pazarı olarak gören Avrupalı kapitalistler bir taraftan mallarını
satarken, diğer yandan kendi aralarında kurdukları şirketlerle
ulaştırma, endüstri, bankacılık, kamu hizmetleri ve hatta tarım
alanlarına yatırımlar yaparak Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
geniş yatırım fırsatlarını iyi bir şekilde değerlendirmişlerdir.
Sonuç olarak Ülkede limanlar, demiryolları, elektrik, havagazı,
su, tütün iletmeleri, çeşitli madenler, fabrikalar ve hatta kamu
hizmetleri yabancıların eline geçmiş ve Osmanlı Devleti
Batı’nm açık bir pazarı haline gelirken, sömürü de artmıştır.
Dış borçların OsmanlI’yı ekonomik ve mali açıdan zayıflatması
yabancıların isteklerini artırmıştır. Öyle ki, dış borçlar devletin
egemenlik haklarına gölge düşüren bir dizi ekonomik ve siyasi
olayların da başlangıcı olmuştur. 1838-1841 yıllarında ticaret
anlaşmalarıyla batılı ülkelere tanınan ayrıcalıklar, zamanla
251
OsmanlI’yı yan sömürge bir devlet haline getirmiştir. 1856
yılında azınlıklara yeni haklar tanıyan Islahat Fermanı ve
arkasından imzalanan Paris Antlaşması yabancılara, Osmanlı
Devleti’nde toprak mülkiyeti hakkı getiren 1858 tarihli Arazi
Kanunu, Osmanlı Devleti’nin 1875 yılında moratoryum ilan
ederek, dış borçları ödeyemeyeceğini açıklamasından sonra 23
Aralık 1876’da I. Meşrutiyet’in ilan edilmesi, 1878 Berlin
Antlaşması’yla OsmanlI’nın dağılma sürecine girmesi ve
Ermeni sorununun ilk defa uluslararası bir anlamda yer alması,
1878’den sonra İngiltere’nin Osmanlı içindeki azınlıklarla
ilgilenerek, bu gruplan sürekli olarak Osmanlı aleyhine
kışkırtması ve 1881 yılında Duyun-u Umumiye İdaresi’nin
kurulması dış borçlarla bağlantılı önemli hadiselerdir.
II.Meşrutiyet sonrası Trablusgarp (1911), I. ve II. Balkan
Savaşlarının (1912-1913) nedeni, Rusya’nın sıcak denizlere
inme politikası değil, Avrupa ülkelerinin Osmanlı Devleti’ne
borç verme ve destekleme karşılığında önemli tavizler elde
etmesinden Rusya’nın rahatsız olmasıdır. OsmanlI’nın
Avrupa’ya yaklaşması Rusya’yı harekete geçirmiştir. Rusya
Panslavist politikalara hız vererek Balkan Devletlerini
OsmanlI’ya karşı kışkırtmaya başlamıştır. Yapılan savaşlar ve
imzalanan antlaşmalar sonucu Trablusgarp ve On İki Adalar ve
Rodos (geçici olarak) İtalya’ya verildi ( Uşi Antlaşması 1912 ),
Osmanlı Devleti Londra Konferansı’nda (1912), Midye-Enez
çizgisinin batısında kalan topraklarını kaybetti, ayrıca Bozcaada
ve Gökçeada dışındaki bütün Ege Adaları Yunanistan’a verildi.
Yenilginin getirdiği felaketler, toprak kaybı yanında Trakya ve
Anadolu topraklarına akan milyonlarca göçmenin yarattığı
ekonomik bunalım dış borçlar sebebiyle yaşanan krizi daha da
derinletirmiş, ancak ulusçu girişimleri ateşlemiştir.
Sonuç: Anavatan Rumeli elden gider
1854-1923 yılları arasında girilen her savaş toprak kaybıyla
sonuçlanmış ve yapılan antlaşmalar batılı ülkelerin baskı ve
istekleri dikkate almarak imzalanmıştır. Bu dönemde Avrupa
ülkeleri bir taraftan OsmanlI’ya sürekli borç verirken, diğer
252
yandan Osmanlı topraklarım çeşitli bahanelerle işgal etmiştir.
Diğer yandan Tanzimat Fermam’yİ a başlayan batılılaşma süreci
I. ve II. Meşrutiyet’in ilanıyla devam etmiştir. Tanzimat’la
başlayan “reform” süreci garip bir çelişkiyle ekonomiyi yarı
sömürgeleştirirken, siyasal alanda olumlu etkiler bırakmıştır
(Karakoyunlu, 1997 : 65 87 ).
Cumhuriyet ilan edilmeden kısa bir süre önce 17 Şubat 1923
İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında Mustafa Kemal,
Osmanlı Devleti’nin batıya ekonomik ve siyasi olarak
bağımlılık ilişkisini “Bir devlet ki tebaasına koyduğu vergiyi
ecnebilere koyamaz; bir devlet ki gümrükleri için resim
muamelesi vesaire tanzimi hakkından men edilir, bir devlet ki
ecnebiler üzerinde hakk-ı kazasını tatbikten mahrumdur, o
devlete müstakil denemez... Osmanlı ülkesi ecnebilerin
müstemlekesinden başka bir şey değildi. ’’ sözüyle açıkça ifade
etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesinden soma yerine kurulan
Türkiye Cumhuriyeti’ne OsmanlI’dan ağır bir borç yükü miras
kalmıştır. Lozan Barış Konferansı görüşmelerinde müzakere
edilen Osmanlı borçlarının anlaşma hükümlerine göre, Birinci
Dünya Savaşı’ndan önce alman borçların % 40’ı Türkiye
Cumhuriyeti’nin omuzlarına yüklenmiştir. (84.6milyon TL).
Atatürk Türkiyesinde yeni bir ekonomik yapı meydana
getirmek için büyük bir gayret sarf edilmeye başlanmıştır.
Ancak devir alman dış borç yükü yeni Cumhuriyet hükümetinin
karşı karşıya bulunduğu sorunlar arasında en önemlisidir.
Atatürk’ün iktisadi politikalarının uygulanmasında, dış borçlar
yeni ekonomik atılmalara girişilmesini engelleyen en önemli
faktörlerden biri olmuştur.
Lozan Antlaşmaşı’nm getirdiği kayıtlar dolayısıyla, 1923-1929
döneminde OsmanlI’dan devralman ekonomik yapının devam
etmesi nedeniyle Cumhuriyet yönetimi, bu dönemde tam olarak
etkili olamamış, Ulu Önder Atatürk’ün iktisadi politikaları
olumsuz yönde etkilenmiştir. Son Osmanlı borcu 25 Mayıs
1954 tarihinde ödenmiş, böylece 1854 Kırım Savaşı’yla
253
başlayan dış borç tuzağından kurtulmak için tam olarak bir asır
geçmiştir.
s
ATATÜRK’TEN İSM ET PAŞA’YA
Hedefimiz milli iktisat, bağımsızlığın sürekli olması için
iktisadi bağımsızlık temel ilkemiz olmalı. Osmanlı bu gerçeği
çok geç fark etti. Fark ettiği zaman da çok geç kalmıştı.
(Rumeli’ye veda etmiştik )
MUSTAFA KEMAL
30 EKİM 1923 ANKARA
Kaynaklar
Akgüç Öztin. (2004), “Cumhuriyet Döneminde Finans Politikaları ve
Finansal Kurumlarda Gelişmeler
”, İktisat Dergisi, FMC Yayını, Sayı : 440, İstanbul, s.72. Avcıoğlu,
Doğan. (1968), Türkiye’nin Düzeni: Dün-Bugün-Yarın, Bilgi
Yayınevi, Ankara.
Blaisdell, Donald. (1940), Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa Mali
Kontrolü,
TC Maarif Vekilliği Yüksek iktisat ve Ticaret Mektebi Yayını, Yayın
No: 24, İstanbul.
Cem, İsmail. (1970), Türkiye’de Geri Kalmışlığının Tarihi, Cem
Yayınevi, İstanbul.
Cezar, Yavuz. (1986), Osmanlı Mâliyesinde Bunalım ve Değişim
Dönemi
(XVIII. Yüzyıldan Tanzimat’a Mali Tarih), Alan yayıncılık, İstanbul.
Çağlayan, Toper. (1980), “Osmanlı Dış Borçlarının Neden ve
Sonuçlan” (1854-1923)”
, Maliye Dergisi, Sayı: 47, Eylül-Ekim, Maliye Tetkik Kurumu, s.28.
EARLE, E.M. (1972), Bağdat Demiryolu Savaşı (çev.K.Yargıcı),
Milliyet Yayınları, İstanbul.
Eldem, Vedat. (1970), Osmanlı İmparatorluğu’nun iktisadi şartları
Hakkında Bir Tetkik,Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, İtanbul.
Falay, Nihat. (1989), Maliye Tarihi, Filiz Kitapevi, İstanbul.'
Güneş, İhsan. Akyüz, Y. Kocatürk, U. Bozkurt, G. Aybars, E. Çağan,
N. Ergun, M.Bilim, C. (2002), Atatürk
254
İlkeleri Ye İnkilâp Tarihi I / 1, Yüksek öğretim Kurulu Yayınları,
Ankara.
Gürsoy, Bedri. (1984), 100. Yılında Düyun-U Umumiye İdaresi,
Üzerine Bir Değerlendirme, Ord. Prof. Dr. Şükrü Baban’a Armağan,
.Ü. İktisat Fakültesi Yayınlan. İstanbul.
İnan Afet. (1972), Devletçilik İlkesi Ve Türkiye Cumburiyeti’nin
Birinci Sanayi Planı 1933, Türk Tarih Kurumu Yayım, Ankara.
İnce, Macit. (1976), Devlet Borçlanması (Kamu Kredisi), 3.Baskı,
Kalite Matbaası, Ankara.
Karakayalı, Hüseyin. (1998), Türkiye’nin Ekonomik Yapısı ve
Değişimi, Emir Ofset, İzmir
Karakoyunlu, Yılmaz. (1997): Türk Ekonomisi’nde Çağdaşlaşma
Süreci Diyalog Yayınları, İstanbul.
Karluk, S.Rıdvan. (1997), Türkiye Ekonomisi, Yaym No: 607, Beta
Basım Yay. Dağıtım A ., İstanbul.
Kazgan, Gülten. (2004), “Türkiye Baskı Altında”, İktisat Dergisi,
FMC Yayını, Sayı: 440, İstanbul, s. 25.
Kazgan, Gülten. (1999), Tanzimat’tan XXI. Yüzyıla Girerken Türkiye
Ekonomisi : 1. Küresellemeden 2. Küresellemeye, Altın Kitaplar
Yayınları, İstanbul.
Kazgan, Gülten. (2002), Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi
,İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları 22, Ekonomi 3, İstanbul.
Kazgan, Haydar. (1990), Galata Bankerleri, TEB Yayım, İstanbul.
Kazgan, Haydar. (1995), “Borçlarına Sadık Ülke Türkiye”, Sosyal
Bilimler Dergisi, Ciltli, Sayı: 1, İstanbul, ss. 1 2.
Kıray, E. (1993), OsmanlI’da Ekonomik yapı ve Dış Borçlar, İletişim
Yayınları, İstanbul.
Kurumu, O. (1976), Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Bilim
Yayınları,İstanbul.
Minibaş, Türkel. (2004), “Liberalleme Yolunda 80 Yıl , İktisat
Dergisi, FMC yayını, Sayı: 440, İstanbul, s. 17
Morawitz, Charles. (1978), Türkiye Mâliyesi, Maliye Bakanlı ı Tetkik
Kurulu Yayını, No: 1978-188. Ankara.
Pamuk, Şevket. (1984), Osmanlı Ekonomisi ve Dünya Kapitalizmi,
Yurt Yayınları, Ankara.
Selik, Mehmet. (1973), 100 Soruda İktisadi Doktirinler Tarihi, 1.
Baskı, Gerçek Yayınevi, İstanbul.
Şahin, Hüseyin. (2002), Türkiye Ekonomisi, 7.Baskı, Ezgi Kitapevi,
Bursa.
255
Ülman, A. Haluk. (1972), Birinci Dünya Savaşma Giden Yol, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayın No: 333 Sevine
Matbaası,Ankara.
’
*
(1964)’ Yeni 0smanl> Borçları Tarihi. ,Ü. İktisat
Fakültesi, Yaym No. 150, Ekin Basımevi, İstanbul.
Yerasımos, Stefanos. (1976), Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Cilt I
Cilt II ve Cilt III, Gözlem Yayınları Bilim Araştırma Dizisi, İstanbul..
256
BALKAN
S A V A Ş L A R IN IN
O S M A N L I /T Ü R K
S İY A S İ D Ü Ş Ü N C E S İN E E T K İL E R İ
Yrd. Doç. Dr. Bilgin Çelik
Dokuz Eylül Üniversitesi
GİRİŞ:
Balkan Savaşları, Osmanlı/Türk siyasi düşüncesinde önemli bir
kırılma ve dönüşümün başlangıcıdır. 19. yüzyılın başında
dağılma tehlikesi ile karşı karşıya kalan Osmanlı İmparatorluğu,
Fransız Devrimi ile ortaya çıkan milliyetçilik akımının kendi
uyrukları üzerindeki etkisini azaltmak amacıyla yeni bir kimlik
yaratma gayretine girmiş, ancak bu çabalan Balkanlarda
milliyetçiliğin yayılmasına engel olamamıştır. Balkan
Savaşlannda yaşanan büyük başarısızlık Osmanlı devlet ricalini
ve toplumu derinden etkilemiştir. Tarihte başanlann milletlerin
oluşumlarında önemli katkılan olduğu bilinen bir vaka olmakla
birlikte, yenilgilerin milli kimliğin oluşumundaki rolü üzerinde
de düşünülmesi gerektiği açıktır. Napolyon’un liderliğindeki
Fransa’ya karşı ağır bir yenilgi alan Prusya işgal altında iken
Fitche’nin meşhur “Alman Ulusuna Söylevler” adlı
çalışmasının yayınlanması, Almanlar arasında birlik fikrinin
yayılmasına zemin hazırlamış ve Alman milliyetçi ideolojisinin
yükselişine neden olmuştur. Bu milliyetçi yükseliş ironik bir
şekilde 1871 yılında Fransızlara karşı sağlanan askeri başarı ile
Alman Birliği’nin tamamlanması ile sonuçlanmıştır. Almanlara
karşı ağır bir yenilgi alan Fransa’da ise E.Renan’m Sorboume
Üniversitesinde 1882’de vermeye başladığı “Millet Nedir?” 1
konulu konferanslar yenilginin nedenlerini sorgulamayı
1 Umut Özkırımlı, M illiyetçilik Kuramları, Eleştirel Bir Bakış, Sarmal
Y ayınevi, İstanbul 1999
257
amaçladığı gibi Fransa’ya millet olmanın önemini hatırlatmayı
ve yaralarını sarmalarını sağlamayı hedeflemiştir.
Balkan Savaşlarının Kökenleri:
Balkan Savaşları’mn kökenleri, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı
sonrasında imzalanan Ayastefanos ve Berlin Antlaşmalarına
dayanmaktadır.2 Bu antlaşmalardan ilki AvrupalI Devletlerin
muhalefeti nedeni ile yürürlüğe girememiş olsa da “Büyük
Bulgaristan” hayalinin ilk kez sahneye çıkmış olması Bulgar
milliyetçileri için sonucu hayal kırıklığına yol açmış olmakla
beraber gelecek için iyi bir hedef haline gelmişti. Berlin
Antlaşması sonrasında ortaya çıkan Romanya, Sırbistan ve
Karadağ Ulus-devletleri ve geniş bir özerklik kazanan
Bulgaristan, Balkanlarda ve Doğu Avrupa’da dengelerin
değişmesine yol açmıştır. Balkan ulus-devletlerinin amacı
sınırlarını genişletmek ve büyümektir. Özellikle Slavların
Prusya’sı olma iddiasında olan Sırbistan ve Bulgaristan
arasındaki rekabet uzun süre Osmanlı karşıtı bir birlik kurma
anlayışını engellemiştir.
Berlin Antlaşması, Büyük Güçlerin kendi çıkarlarını esas almış
ve Balkan devletlerinin taleplerini göz ardı etmişti. Antlaşmanın
amacı Avrupa devletleri arasında çıkabilecek bir çatışmayı
önlemekti.3 Osmanlı açısından Berlin Antlaşması Ayastefanos’a
göre daha makul sayılabilirdi, zira Makedonya’yı geri almıştı,
Bulgaristan küçülmüş ve bağımsızlık yerine özerklik ile
yetinmek durumunda kalmıştı.
Ancak bu
antlaşma
Makedonya’yı reform yapılması sözü karşılığında Osmanlı’ya
2 R-Hall, Balkan Savaşları 1912-1913, I. Dünya Savaşı’nm Provası, Korner
Kitabevi, İstanbul 2003
Kem al Karpat, Balkanlar’da Osmanlı Mirası v e Ulusçuluk, İm ge Kitabevi
Ankara 2004
’
258
vermekteydi ve aynı şekilde Doğu Anadolu’da Ermenilerin
yaşadığı vilayetler için de benzer reform talepleri söz
konusuydu.
Antlaşmanın
bu
iki
hükmü
Osmanlı
împaratorluğu’nun karşısına batıda ve doğuda iki sorun olarak
çıkmış oldu; Makedonya Sorunu4 ve Ermeni Sorunu.
Makedonya Sorunu, 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve
aslında etkileri günümüze kadar yansıyan bir sorunun adıdır.
Osmanlı idari taksimatında üç vilayeti kapsayan ve devletin
resmi olarak “Vilayat-ı Selase”5 dediği Kosova, Manastır ve
Selanik vilayetlerinden oluşan bölgeye Batılılar 19. yüzyıldan
itibaren “Makedonya” demeye başlamışlardı. Berlin Antlaşması
sonrasında bu Makedonya denilen bölge için reformların
yapılması beklenmekteydi. Sultan II. Abdülhamit her iki bölge
için yapılması öngörülen reformlar konusunda oldukça
isteksizdi. Avrupa devletleri arasında başlayan kamplaşma ve
statükocu eğilim II. Abdülhamit’in işini kolaylaştırmaktaydı. Bu
nedenle reformlar konusunda uzun süre direnen Osmanlı
yönetimi karşısında özellikle Avusturya-Macaristan ve Rusya
yeni yüzyılın başında baskılarını arttırmaya başlamıştı.6
Balkanlarda gelişen milliyetçilik akımının etkisi Makedonya’da
açık bir rekabete dönüştü ve Rum, Bulgar, Sırp, Ulah ve
Arnavut çeteleri ortaya çıkarak birbirlerine karşı bölgede bir
üstünlük yaratmaya çalıştılar. Komitacılık geleneği Ermenileri
de etkiledi ve Doğu Anadolu’da kendisini açıkça hissettirmeye
4 Fikret Adanır, Makedonya Sorunu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,İstanbul 1996
5 Bilgin Çelik, “Avusturya’nın Arnavutluk Politikası:Viyana’da B ir Arnavut
Kom iteskDia, Tarih v e Toplum Y eni Yaklaşımlar, Sayı: 3, Bahar 2 0 0 6 ,ss.5589
6 Gül Tokay, M akedonya Sorunu, Jön Türk İhtilalinin Kökenleri (1903-1908),
A fa Yayınlan, İstanbul 1995
259
başladı. Bu dunun bölgede reformların yapılması yönündeki
Avrupa baskısını daha da arttırdı.
Viyana ve Mürzteg reform tasanlan Osmanlı yönetimi
üzerindeki Avusturya-Rusya baskısının açık göstergesidir ve
meşhur İllinden isyanı sonrasında gündeme gelmiş olması
anlamlıdır. Bu açıdan Balkanlarda milliyetçi rekabetin odak
noktası Makedonya’dır ve Balkanların en sorunlu bölgesine
yönelik yayılmacı emeller giderek artmaktadır. Osmanlı
yönetimi gönülsüzce reformları uygulamaya koymuş olsa da
Makedonya’da sorunlar bitmemiştir. Reformlara Arnavut ve
iflahlardan tepkiler geldiği gibi, bu reformlar çeteler arasındaki
rekabeti de sona erdirememiştir. 1908 yılına gelindiğinde Reval
Görüşmeleri somasında başlayan Jön Türk İhtilali sonucunda II.
Abdülhamit’in anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda
kalması Makedonya’daki çatışmaların durmasını sağlamış ve
çeteler dağlardan inerek Meşrutiyeti Jön Türklerle birlikte
kutlamışlardır. Meşrutiyetten herkesin farklı beklentileri vardı
ancak bu beklentiler İttihatçıların merkeziyetçi politika
izlemekte kararlı olduklarının anlaşılması ile kısa süre içinde
hayal kırıklığı ile sonuçlandı.
1908 Ekim ayında Avusturya-Macaristan’m Bosna-Hersek’i
ilhakı ve Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmeleri Balkanlarda
Berlin Antlaşması ile kurulan statükonun bozulması anlamına
geliyordu.7 1909 yılından itibaren Bulgaristan Osmanlı karşıtı
bir ittifak arayışına girmiş ve 1912 yılı Mart ayında Rus
Çarı’nın öncülüğünde Bulgaristan ile Sırbistan arasında bir
7 B. Çelik, “Balkanlarda Statükonun Çöküşü: Balkan Milliyetçiliklerinin
Yükselişi
1912-1913”,
Ege
Üniversitesi,
I.Uluslar
arası
Tarih
Sempozyumu“Osmanlı Devleti'nin Dağılma Sürecinde Trablusgarp ve Balkan
Savaşları”, 16-18 Mayıs 2011 (Yayınlanmamış Bildiri)
260
ittifak sağlanmıştır.8 Bu ittifaka daha sonra Karadağ ve
Yunanistan da katılmıştır. Bu birliğin sağlanmasında 1910
yılında Meclis-i Mebusan’da kabul edilen Kiliseler Kanunu’nun
da rolü olmuştur. Bu kanun ile Makedonya’daki ihtilaflar
çözümlenmiş, bu gelişme Balkan devletlerinin aralarında
işbirliği yapmalarına zemin hazırlamıştır.
Makedonya’nın Paylaşımı Savaşı: Balkan Savaşı
Balkan Savaşları 8 Ekim 1912’de başlamış 10 Ağustos 1913’te
imzalanan Bükreş Antlaşması ile sona ermiştir. Balkan
Savaşları iki aşamalıdır. îlk aşamada Karadağ, Sırbistan,
Bulgaristan ve Yunanistan’dan oluşan 4 Balkan Devleti
aralarında anlaşarak Osmanlı’ya karşı savaşmışlardır. Bu aşama
I. Balkan Savaşı olarak adlandırılır. 30 Mayıs 1913'te Osmanlı
Devleti ile Balkan Devletleri arasında Londra’da imzalanan bir
antlaşma ile sonda erdi
Balkan İttifakının öncüsü olan Bulgaristan’ın ilk savaştan
büyük bir pay alarak çıkması diğer Balkan Devletlerini rahatsız
etmiş ve bunun üzerine Bulgaristan üç eski müttefikine karşı 23
Haziran’da açtığı savaş ile II. Balkan Savaşları başlamıştır. İlk
savaşa girmemiş olan Romanya da Bulgaristan’a karşı savaşa
girmiş, Osmanlı Devleti de bu gelişmelerden sonra Edime ve
Kırklareli’ni geri alarak Meriç nehrine kadar ilerledi. LBalkan
Savaşı 10 Ağustos’da Balkan Devletleri arasında imzalanan
Bükreş Antlaşması ile bitmiş, Osmanlı Devleti de Bulgaristan
ile 29 Eylül 1913 İstanbul Antlaşmasını imzalamıştır. J.
McCarthy’ye göre, Balkanlardaki Müslüman nüfusu savaş
somasında 2.315.293’den 870.114’e düşerek (fark 1.445.179)
% 62 azalmıştır. Bu sayının içinde 400.000’in üzerinde bir
Hail, a.g.e, s.
261
nüfus Osmanlı’nm kalan topraklarına göç etmiştir. Zapt edilmiş
Osmanlı Avrupasımn Müslüman nüfusundan %27’si (632.408)
ise salgın hastalık, katliam, doğal ölüm gibi çeşitli nedenlerle
can vermişti.9
1912-1913 Balkan Savaşları, milliyetçi retoriğin popülerleşmesi
açısından bir dönüm noktası oldu. Yaşanan felaketler
imparatorluğun bekasına yönelik tehdidin çok somut bir
biçimde hissedilmesine yol açmıştı. Kentli nüfus, milliyetçi
mobilizasyon doğrultusunda politik hayata katılmaya ilk kez bu
dönemde teşvik edildi. Bu hareketlenme, İttihatçı elitin titizlikle
oluşturduğu resmi politikanın kitlesel destek temelinde
geçerlilik kazandığı ilk örnek oldu.10
Balkan Savaşı, büyük bir askeri başarısızlıktı. “Balkan
hezimeti” hem devlet ricalinde hem de toplumda büyük bir
hayal kırıklığı ve moral bozukluğu yaratmıştı. Buna karşılık
yaşanan toprak kaybı ve göç sonucunda Osmanlı demografik
yapısı daha homojen bir nitelik kazanmıştır. Bu durum “ulusdevlet” ve “ulusal kimlik” inşasına uygun bir zemin
hazırlamıştır.
Savaşın Osmanlı/Tiirk Siyasi Düşüncesine Etkileri:
Selim Deringil’in A.Smith’e atıfla ifade ettiği gibi, ulusdevletlerin etnik kökenlerini incelediği eserinde ulus-devlete
giden yolun iki ayrı yönde ele alınabileceğini öne sürmektedir;
Biri “Devletten ulusa modeli”, diğeriyse “Ulustan devlete
modeli”dir. Selim Deringil’e göre, Osmanlı İmparatorluğu,
9 J.McCarty, Ölüm ve Sürgün, İnkılap Y ayınlan, Çev. B ilge Umar, 4. Baskı,
s. 190-192
10 Çağlar Keyder, M emalik-i O sm aniye’den Avrupa B irliği’ne, İletişim
Y ayınlan, 2.Baskı 2004, s.79
262
farkında olmaksızın yöneldiği ve ulus-devlete giden yolculuğa
“devletten ulusa” modeli temelinde başlamış, ancak
imparatorluk dağıldıktan sonra yerini alan devletler tarihsel
yolculuklarına “ulustan devlete” konsepti temelinde devam
etmişlerdir.11
Osmanlı Devleti dağılmayı önlemek amacıyla modernleşme
çabasına girdiğinde bir üst kimlik yaratmak üzere “İttihad-ı
Anasır” 12 (Osmanlılık) kavramını ortaya atmış ve bir
imparatorluk olmasına karşın ulus-devletini kendisine
uyarlamaya çalışmıştır. Bir “Osmanlı Milleti” yaratmak için
eğitimden tarihe, bürokrasiden basın-yayma, askerlikten
parlamentoya kadar birçok aracı devreye sokmuş ancak bunda
başarılı olamamıştır.
Osmanlı Milleti yaratma çabasının başarısızlığının arkasında
yatan nedenler, dağılmakta olan bir imparatorluğun cazibe
merkezi olma özelliğini yitirmiş olması ve uyanan etnik/dini
temelli Balkan milliyetçiliklerini kendi sistemine dahil
etmesinin imkansızlığıdır. Bu hem iç faktörler açısından
imkansızdır;- zira Balkanlarda kimliklerin büyük ölçüde
korunmasını sağlayan “Millet Sistemi” Balkan toplumlarının
ulusal temelini oluşturmuş ve Fransız Devrimi’nin etkileri kendi
ulus-devletlerini kurma hedeflerini ortaya koymalarına zemin
hazırlamıştır. Okullar, ulusal kilise yapılanması ve orta sınıfın
görece yükselişi bu toplumlarm OsmanlI’dan kopuşunda önemli
bir rol oynamıştı.- hem de dış faktörlerin açık etkisi Balkanlarda
11 Selim Deringil, Sim geden M illete, İletişim Y ayınlan, 1. Baskı 2007, s.264265. A nthony Smith, U luslann Etnik Kökeni, D ost Kitabevi, Ankara 2003
12 Senem Küçükkoyuncu, Bir Ü st Kim lik Projesi Olarak ‘İttihad-ı Anasır’
Kavramına İktidar v e M uhalefetin Yaklaşımları (1908-1913) Dokuz Eylül
Ü niversitesi Sosyal B ilim ler Enstitüsü, Eylül 2010, Yayınlanm amış Yüksek
Lisans Tezi
263
görülmekteydi. Şöyle ki, Rusya’nın Pan-Ortodoks ve PanSlavizm politikaları ve rakibi Avusturya’nın Balkanlarda
yayılma stratejileri Balkan milliyetçileri için uygun dış destek
ortamını sağlamaktaydı. Aşağıda verilen milliyetçi tipolojilerin
dönemleri dikkatle incelendiğinde Balkan Milliyetçiliğinin
yükselişe geçtiği ve ulus-devletlerini kurdukları dönem ile
“Dağıtıcı Milliyetçilik” olarak tanımlanan dönem birbiri ile
örtüşmektedir. Balkan Savaşları ile başlayan ve 2 Dünya Savaşı
ile devam eden dönem ise “Saldırgan Milliyetçilik” dönemidir
ki, sadece Osmanlı İmparatorluğu’nu değil dönemin tüm
imparatorluklarını yıkmıştır.
L. Synder’in Tipolojisi:
1815-1871 Kaynaştırıcı Milliyetçilik
1871-1900 Dağıtıcı Milliyetçilik
1900-1945 Saldırgan Milliyetçilik
1945- ?
Çağdaş Milliyetçilik
1990 sonrası ise Banal Milliyetçilik (M. Billig)13
Hans Kohn’un tipolojisi ise en çok kabul görenidir:
Batı Milliyetçiliği (Rasyonel, Kurumsal), ABD, İngiltere,
Fransa örnekleri: akılcı, çoğulcu
Doğu Milliyetçiliği (Organik, Mistik) Doğu ve Güney Doğu
Avrupa örnekleri: duygusal ve otoriter14
13 Özkırımlı, a.g.e, s.54
14 A .D . Smith, M illi Kimlik, İletişim Y ayınlan, 3. Baskı 2004, s.131
264
Batılı bir akademisyenin Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’i
karşılaştırmalı olarak ele aldığı bir makalesinde yukarıdaki
tipolojiden yola çıkılarak “ ...toplumsal dönüşümlerin, özellikle
de buıjuva sınıfının doğuşunun sonucu olan ‘Batılı’
milliyetçilikler ile büyük toplumsal dönüşümlerden önce ortaya
çıkan ve bu dönüşümleri de hızlandıran ‘Doğulu’
milliyetçilikler arasında bir karşıtlık vardır... Bu perspektiften
bakıldığında, Türk ulusal hareketinde Akçura tarafından temsil
edilen bir ‘Batılı’ ve Gökalp tarafından temsil edilen bir
‘Doğulu’ yön bulunduğu” 15 ifade edilmektedir.
Bu bildiride bizim temel alacağımız milliyetçilik kuramcısı
modemist kuramın önemli isimlerinden Miroslav Hroch’tur.
Miroslav Hroch’un tipolojisi16:
1. Tip Entegre Tip
2. Tip Gecikmiş Tip
3. Tip Ayaklanma Tipi (Osmanlı Karşıtı Balkan Milliyetçilikleri)
4. Tip Bölünmüş Tip
Hroch milli hareketlerin 3 evresi olduğunu;
A evresinde: aydınların etnik grubun dili, tarihi ve kültürü
üzerine çalışmalar yaptıklarını,
B evresinde: siyasi amaçlar taşıyan bir aydın grubunun ortaya
çıktığını ve milliyetçi bir söylemi benimsediğini,
15 François Georgeon, Osmanlı-Türk M odernleşmesi (1900-1930), çev. A li
Berktay, Y K Y , 1 .Baskı 2006, s.101
16 M iroslav Hroch, Avrupa’da M illi Uyanış, İletişim Yayınlan, İstanbul 2011
265
C evresinde ise milliyetçilik söyleminin kitleler tarafından
kabul edilmeye başladığını ve hareketin kitleselleştiğini
belirtmektedir.
Bu yaklaşıma göre, Türk Milliyetçiliğinin aşamalarını şöyle
tasniflemek mümkün olabilir;
A Evresi; 19. yüzyılın ikinci yansında başlayan dil, tarih
çalışmaları,.
B Evresi; Kırım ve Kazan’dan gelen Türk aydmlannın
(Gaspıralı İsmail Bey, Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu gibi
aydınlar)
C Evresi; 1908 ile başlayan 1912 Balkan Savaşları ile hız
kazanan kitleselleşme süreci
Bunu biraz daha detaylandırmak Osmanlı elitinde Balkan
Savaşı öncesindeki siyasi düşüncenin gelişimi ile savaş
sonrasındaki dönüşümü ortaya koymak açısından önemlidir. 19.
yüzyılda Osmanlı siyasi düşüncesinin evrimi ana hatları ile
incelendiğinde Klasik “Millet Sistemi”nin çözülüşü sürecinde
İmparatorluğun
Hristiyan
uyrukları
arasında
yayılan
milliyetçiliğe tepki olarak kökleri II. Mahmut dönemine
dayanan ve Tanzimat Fermanı ile resmileşen süreçte
Osmanlıcılık ideolojisi yaratılmıştır. Ancak daha önce
belirtildiği gibi Osmanlıcılık politikası Balkanlarda yükselen
milliyetçilikleri etkisizleştirmede başarılı olamamıştır. Sultan II.
Abdülhamit’in hükümdarlığının ilk dönemlerinde OsmanlI’dan
ayrılarak kendi ulus-devletlerini kuran Balkan Devletlerinin
Osmanlı demografik yapısında17 yarattıkları etki sonucunda
Hristiyan nüfus oranımn düşmesi, yeni bir politikanın
17 K.Karpat, ...
266
uygulamaya konulmasına zemin hazırlamıştır. Bu politika
‘İslamcılık” adıyla anılır ve II. Abdülhamit halifelik unvanını
kullanarak hem Osmanlı içindeki Müslümanları hem de
Osmanlı dışında kalan Müslümanları birleştirmeye çalışmıştır.
II. Abdülhamit döneminde ona muhalefet olarak ortaya çıkacak
olan İttihat ve Terakki örgütünün özellikle genç elemanlarının
20. Yüzyılın başında Türkçülük ideolojisine yöneldikleri bilinen
bir gerçektir. Bu siyasi düşüncenin kökenlerini daha eskilerde
arayarak kurama uygun şekilde ilk iki aşamasını kısaca vermek
yararlı olacaktır. Ercüment Kuran’a göre, Türkçülük üç gelişim
safhasından geçtikten sonra, güçlü bir ideoloji olarak ortaya
çıkmıştır; Bilimsel Türkçülük, Edebi Türkçülük ve Politik
Türkçülük.18 Kuran’ın bu tasnifi Hroch’un milliyetçiliğin üç
aşamalı gelişim süreci ile uyumludur. A aşaması olarak
değerlendirebileceğimiz Bilimsel Türkçülük döneminin ilk
önemli ismi olarak Kuran, Ahmet Vefik Paşa’yı vermektedir.
Hatta Akçura’ya atıfla “Ahmet Vefik, Osmanlı Türkleri
arasında ilk Türkçüdür.” Ahmet Vefik, Orta Asya’nın Ruslar
tarafından işgali ile Osmanlı aydınlarının gözlerini doğuya
çevirdikleri bir dönemde Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın “Evşal-i
Şecere-i Türki” adlı eserini Çağatayca’dan Osmanlı Türkçesi’ne
tercüme etmiş ve Tasvir-i Efkar gazetesinde (Eylül 1863- Şubat
1864) yayınlamıştır. Ayrıca 1876 yılında iki ciltlik “Lehçe-i
Osmani (Osmanlı Türkçesi Sözlüğü)” adıyla sözlük yayınladı.19
Ziya Gökalp, belirtilen çalışmalarına atıfla Ahmet Vefik (Paşa)
ve onun Türkçülüğünü “Ahmet Vefik Paşa’nm bu ilmi
Türkçülükten başka, bir de sanat Türkçüğü vardı... Moliere’nin
komedilerini Türk adetlerine uydurması ve şahısların adlarını ve
8 Ercüment Kuran, “ 19.yüzyıl’da M illiyetçiliğin Türk Eliti Üzerindeki
itk isi”, Ortadoğu’da M odernleşme, İnsan Yayınlan, İstanbul 1995, s .158-165
9 Kuran, a.g.e, s. 159
267
hüviyetlerini Türkleştirmek suretiyle Türkçeye aktarması ve
milli bir sahnede oynatması”20 sözleriyle değerlendirmektedir.
Ali Suavi’nin 1869’da Paris’te yayınlanan “Ulum” gazetesinde
Türkler ile ilgili yazılan ve özellikle “Lisan u Hatt-ı Türki”
makaleleri (ki bu makalelerindeki fikirler A.Lumley Davids’in
1832 yılında Londra’da yayınlanan “Türk Dili’nin Grameri”
adlı eserine dayanmaktaydı.) yayınlamış olmakla birlikte
Suavi’nin Türk Milliyetçisi olduğunu söylemek mümkün
değildir. O dönemin ideolojisi Osmanlıcılıktı ve Suavi hem bu
ideolojiye hem de İslamcılığa daha yakın durmaktaydı.21
Ali Engin Oba, 19. yüzyılın ikinci yansında Avrupa’da (Batı
Avrupa ve Macaristan) başlayan Türkoloji araştırmalannm Türk
milliyetçiliğinin doğuşunu etkileyen unsurlardan biri olarak
değerlendirmektedir.22 Ziya Gökalp
özellikle
Fransız
tarihçilerden Deguignes’nin Türklere, Hunlara ve Moğollara
dair yazmış olduğu tarih kitabına (Kuran, kitabın baskı yeri ve
tarihini Paris 1765 olarak vermektedir.) ve D.Lumley’in
yukarıda belirtilen eserine dikkat çekmektedir.23 Kuran,
Polonya kökenli Mustafa Celaleddin Paşa’nm 1869 yılında
yayınladığı “Eski ve Modem Türkler” isimli kitabının ise Türk
aydınlarında pek etki yaratmadığını ancak Türklerle Avrupalılar
20 Ziya Gökalp, Türkçüğün Esasları, Hazırlayan: M ehm et Kaplan, MEB
D evlet Kitaptan, İstanbul 1970, s.7
21 Kuran, a.g.m, s .159-160
22 A li Engin Oba, Türk M illiyetçiliği’nin Doğuşu, İm ge Kitabevi , Ankara
1995, s. 122. Macar Türkologlan içinde en meşhuru ve Türk m illiyetçiliğinin
doğuşunda hissesi olanı Armin Vam bery’dir. Sahte derviş kılığında Orta
A sya’ya Türk lehçelerini incelem ek için 3 yıllık seyahatini anlatan ünlü
kitabının adı “Bir Sahte D erviş’in Orta A sya’da Seyahatleredir. (Fransızcası
V oyages d ’un Faux Derviche dans I’A sie Centrale de Teheran a Khiva,
Bokhara et Samarkand, Paris 1865)
23 Gökalp, a.g.e, s.6
268
arasında akrabalık olduğunu ileri süren Touro-Aryan teorisinin
1920’lerde torunu Semih Rıfat tarafından ihya edildiğini
belirtmektedir.24 Leon Cahun’un Asya Tarihine Giriş (Paris
1896) adlı çalışması da Oba’nın Türkoloji çalışmalarına verdiği
örneklerden biridir.25 Necip Asım Bey tarafından Osmanlı
Türkçesine çevrilen kitap büyük ilgi uyandırdı.26 Askeri okullar
yöneticisi Süleyman Hüsnü Paşa da Türkçülüğü askeri okullara
sokmaya çalışan bir asker olarak dikkati çekmektedir. “Tarih-i
Alem” adlı kitabında özellikle Deguignes’i kaynak kullanan
Süleyman Hüsnü Paşa’mn “İlm-i Sarf-i Türki” başlıklı bir de
Türkçe gramer kitabı bulunmaktadır.27 Gökalp’e göre,
“Türkçüğün ilk babaları Ahmet Vefik Paşa ile Süleyman
Paşa’dır.”28 Özellikle Süleyman Hüsnü Paşa’nm askeri okullara
Türkçülüğü sokma gayreti, daha sonra ortaya çıkacak olan Jön
Türk hareketi ve onun ideolojisinin kökenlerini bize
göstermektedir. Bu okullarda yetişen genç subayların zihin
dünyasında bu etkilerin izlerini görmek mümkündür.
Osmanlı Türkçesi üzerine yapılan dille ilgili çalışmalara en
önemli katkıyı sağlayanlardan biri de Şemseddin Sami’dir.
Arnavut asıllı gazeteci ve ansiklopedi yazarı olan Şemseddin
Sami (Fraşheri), Türk dili ve grameri üzerine yaptığı
çalışmalarını, “Kamus-i Türki” adlı geniş bir Türkçe sözlük ile
taçlandırmıştı.29
24 Kuran, a.g.m, s. 160
25 Oba , a.g.e, s. 123
26 Gökalp, a.g.e, s. 10
27 Kuran, a.g.m, s. 161. Gökalp ayrıca Paşa’nm “Esma-yı Türkiyye” adlı
kitabının olduğunu belirtmektedir. Gökalp, a.g.e, s.9
28 Gökalp, a.g.e, s.9
29 Kuran, a.g.m, s. 162
269
Kuran’a göre, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nm başladığı
dönemde Mehmet Emin (Yurdakul) Bey’in yayınlamış olduğu
Türkçe Şiirler (1316-1898) adlı kitabında açıkça milliyetçiliğin
özelliklerini gösteren hararetli bir vatanperverliğin etkisi
görülür. Kitap Türk askerlerini gayrete getirmek üzere yazılmış
9 şiirden oluşmaktaydı. Meşhur; “Ben bir Türk’üm, dinim,
cinsim uludur...” mısrası ile başlayan “Cenge Giderken” isimli
şiir Edebi Türkçülüğün doğuşunu açıkça ilan etmektedir30 ve
bizim bildirimiz çerçevesinde Miroslav Hroch’un B aşamasına
geçişin göstergelerinden biridir. Milliyetçi ideoloji savaş
döneminde politik bir içerik kazanmaya başlamıştır. Bu bir
uyanışın işaretidir ki, Ziya Gökalp de bu durumu “ ...Türk
hayatında yeni bir inkılabın”31 başlangıcı saymaktadır.
E. Kuran’a göre, Yusuf Akçura’nm Kahire’de çıkan “Türk”
gazetesinde (24-34, Mayıs 1904) “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı
makalesinin yayınlanması, Türk milliyetçiliğinin üçüncü
safhası, yani “Politik Türkçülük” safhası başlamıştır.32 Bu
makale artık Hroch’un B aşamasının Türk milliyetçiliği için
açık seçik ortaya çıktığını bize göstermektedir. Bu politik
Türkçülük aşaması 1908’de Meşrutiyetin ilanı ile yeni bir hız
kazanmış ve bu düşüncenin yayılması için uygun bir zemin
yakalanmıştır. 1908 yılının sonlarına doğru Yusuf Akçura
öncülüğünde İstanbul’da Türk Demeği kurulmuştur.33
F. Georgeon, Anne-Marie Thiesse’ye atıfla, “Bir ulusun asıl
doğuşu, bir avuç insanın onun mevcut olduğunu açıkladığı ve
30 Kuran, a.g.m, s. 164
31 Gökalp, a.g.es, 10
32 Kuran, a.g.m , s. 165
33 M asam i Arai, Jön Türk D önem i Türk M illiyetçiliği, İletişim Yayınları,
1994, s.23
270
bunu kanıtlamaya giriştiği andır” dedikten sonra “...Bu an ne
8. yüzyılda Moğolistan ’ın kuzeyinde Türk dilinde yazılmış olan
Orhun Yazıtlarının o uzak çağlar, ne de Mustafa Kemal’in
Anadolu ’da yürüttüğü (1920-1922) Kurtuluş Savaşı yıllarıdır;
19. ve 20. yüzyılların dönemecinde ‘bir avuç insan’ın ‘ulusça’
düşünmeye başladığı a n d ı r . . . demektedir.
Ziya Gökalp’e göre, Türk milliyetçiliği bir fikir hareketi olarak
doğmuştu ve hareketin kökenlerini Avrupa’da aramak
gerekiyordu. 1908 Jön Türk devrimi ve 1912 Balkan Savaşları
bu düşünceyi “açığa çıkarma” işlevi görmüştü. Türk
milliyetçiliğinin kökenlerini Rusya Müslümanları arasında
bulan Akçura’ya göre ise, Türk ulusal düşüncesinin ortaya
çıkışı temel bir sosyoekonomik değişimi yansıtmaktadır; bu
hareket kendine bir ulusal pazar oluşturmak ve siyasi
özerkliğini elde etmek isteyen Türk burjuvazinin oluşumuna
koşut olarak ortaya çıkmıştı.3435
Ercüment Kuran’a göre, “1908 devrimi, Türkiye’nin tarihinde
yeni bir çağ açtığında Türk aydınlarının çoğu, Osmanlıcılığa ve
İslamcılığa umut bağladıklarından dolayı, bir azınlık olarak
çalışmalarını
sürdürüyorlardı.
Türk
milliyetçiliğinin
örgütlenmesi ve bir sisteme bağlanması, Genç Türk rejiminin
hadiselerle dolu dönemine rastlar. Bu örgütlenme, Kemalist
devrimlerden sonra sınırları belli bir ülke temeline dayalı milli
devletin ihtiyaçlarına göre ayarlanmış ‘kültürel Türkçülüğe’
dönüştürülecekti,”36
34 Georgeon, a.g.e, Ö nsöz s.IX
35 Georgeon, a.g.e, s.
36 Kuran, a.g.m, s. 167
271
Balkan Savaşları sırasında ve sonrasında Osmanlı basını
aracılığı ile yayınlanan şiirler, savaş öyküleri37 ve daha sonra
birçok kişi tarafından yayınlanan hatıratlar38 toplumsal bilincin
gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Aynı zamanda savaş
sırasmda ve sonrasında Balkanlardan gelen göçmenlerin savaş
sırasında yaşananlar hakkında anlattıkları milliyetçilik
düşüncesinin kitlelere ulaştırılmasının başlıca araçları
olmuşlardır. Özellikle yaşanan yenilgi sonrasında okullarda
beden eğitimi, izcilik vb. derslerin konulması ve daha dinamik
bir gençlik yetiştirme arzusu eğitimin milli hedeflere göre
yeniden düzenlenmesi amacım açıkça ortaya koymaktaydı.
Türk Milliyetçiliğinin kitleye yayılmasında Türk Ocağı ve Türk
Yurdu dergilerinin de önemli bir payı vardır. Tank Zafer
Tunaya, Türk Ocağı’mn rolünü şu sözlerle belirtir; “Türk
Ocağı, Türkiye ’nin yakın tarihinde önemli bir kilometre taşıdır.
İlk kez, Osmanlı kozmopolit iklimi içerisinde, tepkisel biçimde
oluşan milliyetçilik akımının biçimlendirilmesi, bu alanda
başrolü oynayan
bir örgütlenme
ile
Türk Ocağı
gerçekleştirmiştir,”39 Masami Arai, Türk Ocağı’nı, Jön Türk,
hatta Cumhuriyet devrindeki en etkili milliyetçi örgüt olarak
değerlendirmektedir.40 Ali Engin Oba, Türk Milliyetçiliğinin
37 Haluk Harun Duman, Balkanlara Veda Basın ve Edeiyatta Balkan
Savaşı(1912-1913), Duyap Yayınları 2005
38 Örnek olarak Mahmut Muhtar Paşa tarafından yayınlanan Hatırat önemlidir.
Mahmut Muhtar Paşa, Üçüncü Kolordunun ve İkinci Şark Ordusunun
Muharebatı, Kanaat Matbaası, İstanbul 1331
39 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, II.Meşrutiyet D önem i, Cilt
1, İletişim Y ayınlan, 1.Baskı İstanbul 1998, s.459, Türk Ocakları hakkında
daha geniş bilgi için bkz. Füsun Ü stel, İmparatorluktan U lus-D evlete Türk
M illiyetçiliği: Türk Ocakları 1912-1931, İletişim Y ayınlan, 3.Baskı İstanbul
2010
40Arai, a.g.e, s . l l l
272
doğuşunda en etkili rol oynayan kuruluş olarak Türk Ocağı’nı
göstermektedir.41 Resmi kuruluş tarihi Mart 1912 olarak verilen
Türk Ocağı’nm kuruluş amacı, Türk gençlerine kurulacak kulüp
aracılığı ile Türklük duygusu kazandırmak ve daha sonra ise
halkı uyandırmaktı. Yeni nesle bu duyguyu kazandırabilmek
için, bütün imkanlar kullanılacaktı: konferanslar düzenlemek,
kitap ve broşürler yayınlamak, Türk öğrencilerin okuduğu
okullara maddi ve manevi yardım sağlamak ve mümkün olursa
birtakım yeni okullar açmak.42
Türk Ocağı’nm yayın organı olan Türk Yurdu Dergisi de
“...programını ve izleyeceği yolu, Osmanlı İmparatorluğu
içindeki Türklerin haklarını korumak, Türk milliyetçiliğini
yaymak ve Türk dünyasının her yerinden acı tatlı olayları haber
vererek Türk aleminin menfaatlerini korumak olarak
belirlemişti,”43 Oba’ya göre, dergi Osmanlı Devleti tarihinde ilk
defa olarak açık bir şekilde Türk unsuruna hitap etmiş ve
Türkler arasında milliyetçiliği tahrik etmek istemiştir. Ayrıca
yine ilk defa olarak bir dergi kendisine serlevha olarak
“Türklerin faidesine çalışır” ifadesini kullanmıştır. Oba,
derginin 1913 sonrasında Türkçülüğün sistemleştirilmesi
konusundaki resmi yaklaşıma önemli bir katkı sağladığını ifade
etmektedir.44
SONUÇ:
Türk milliyetçiliği Osmanlı İmparatorluğu içinde en geç uyanan
milliyetçilik olmuştur. Devleti dağılmaktan kurtarmak adına
41 Oba, a.g.e, s.207
42 Arai, a.g.e, s. 114
43 Üm it Kurt, “ 1911-1916 Arası D önem de Türk Yurdu Dergisinde Türk M illi
Kimliğinin İnşası”, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:232, Nisan 2013 s.46
44 Oba, a.g.e,s.230-231
273
üretilen çeşitli siyasi düşünceler başarısız kalınca II. Meşrutiyet
Dönemi’nden itibaren Türkçülük akımı kendisini hissettirmeye
başlamıştır. Kökenleri Tanzimat dönemi aydınlarına kadar
uzanan bu akımın 1912 yılı başında Türk Ocağı aracılığı ile
örgütlendiği görülmektedir.
Balkan Savaşları öncesinde açılmış olan Türk Ocakları ve onun
yayın organı olan Türk Yurdu dergisi Türk milliyetçiliğinin
topluma yayılmasını amaçlamıştı. Balkan Savaşları sırasında ve
sonrasında ortaya çıkan toplumsal hareketlilik ve bilinç Türk
Ocağı ve Türk Yurdu vasıtasıyla olgunlaştırılmaya çalışılmıştır.
Bu açıdan Türk Milliyetçiliğinin kitleselleşmesi süreci yani
Hroch’un C aşaması olarak tanımladığı dönem Meşrutiyet’in
ilanından sonra başlamış ve Balkan Savaşlan ile hız kazanmış,
1919 sonrasında ise Yunan işgali ve Ermeni iddiaları ile
tepkisel bir nitelik kazanarak topluma yayılmıştır. Cumhuriyetin
ilk 10 yılına gelindiğinde ise ulus-devlet bir kimlik inşa
sürecine girmiş, Halkevleri, Türk Tarih ve Dil Kurumlan ile ve
ortaya atılan tezlerle üst kimlik olarak “Türk Kimliği”ni
topluma resmi politika ile benimsetme yoluna gitmiştir. Bu
açıdan kaybedilmiş olan Balkan Savaşı Türk Ulusal Kimliği’nin
inşasında bir mihenk taşı olma özelliğine sahiptir. Hem yaşanan
başansızlık hem de Balkanlardan yoğun göçmen akını nedeni
ile demografik yapının değişmesi toplumsal hafızamn milliyetçi
bir içerik kazanmasında önemli bir rol oynamıştır. Milli
Mücadele ve Cumhuriyet bu toplumsal bellek üzerine inşa
edilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk ve kadrosu Trablusgarp ve
Balkan Savaşlan ile başlayan ve 10 yıl süren savaşların tüm acı
ve tecrübelerini yaşamış asker-sivil aydınlar olarak yıkılan
Osmanlı imparatorluğu yerine yeni bir devlet olarak Türkiye
Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır.
274
« P O L İT İK A ” G A Z E T E S İN D E Y A Y IM L A N A N
M A K A L E L E R E G Ö R E B İR İN C İ B A L K A N
S A Y A Ş I ’N D A O S M A N L I İ M P A R A T O R L U Ğ U
(1 9 1 2 )
Doç.Dr. Vladan Virijevic
Çeviri: Yakup Öztürk (DEÜ Tarih Böl. Araş. Gör.)
Özet:
Hıristiyan
Balkan
Devletlerinin,
Osmanlı
İmparatorluğu’na karşı giriştikleri Birinci Balkan Savaşı,
Sırbistan Krallığı’nda yaşayan halk arasında büyük bir yankı
bulmuştu. Günlük basın da, savaş hazırlıkları ve harekâtın
gidişatına özel bir önem atfediyordu. Savaşa ilişkin en güncel
raporlar ve henüz muharebeler başlamadan önce, düşman
ordularının durumu ve harekât taktikleri üzerine günlük bilgiler,
Belgrad’da günlük neşrolunan “Politika” gazetesinde yer
alıyordu. Bu makale, 1912 yılının ortalarından 7 Kasım’da (
Jülyen takvimine göre Kasımın 20’si) barış anlaşmasının
imzalanmasına kadar geçen sürede, “Politika” gazetesinde
yayımlanan
yazıların
değerlendirmesine
dayanılarak
hazırlanmıştır.
Yirminci yüzyılın ikinci on yılının başlarında “doğudaki
sorunların” alevlenmesi ve Hıristiyan Balkan Devletlerin bu
hususta birbirlerine yakınlaşması, bir dizi askeri anlaşma ve
mukaveleleri de takiben, 1912 güzünün başlarında Balkan
İttifakı’nm oluşumuyla sonuçlandı. İttifakın amacı; Balkan
Yarımadası’nda, Osmanlı idaresine tamamen son vermek ve
İmparatorluğun Avrupa’daki topraklarını İttifakın üyeleri
arasında paylaşmaktı. Balkan İttifakı ’nm oluşumu sırasmda
275
tepkilerini gizlemeyen büyük güçler, özellikle de Fransa ve
Avusturya-Macaristan, her ne kadar ittifak üyelerinin bir
savaşa girmesini önlemeye çalışsa da, girişimleri başarısızlıkla
neticelendi. Neticede, Osmanlı İmparatorluğu yirminci yüzyılın
başlarında derin bir krizle karşı karşıyaydı ve devletin
bütünlüğünü muhafaza edecek askeri ve diplomatik
potansiyellerden yoksundu.
Bulgaristan ile birlikte, Sırbistan Krallığı da Balkan İttifakının
öncü bir üyesi idi. 1878 Berlin Kongresi’ni takiben Sırbistan,
etnik temelde kendilerini Sırp olarak tanımlayan ve Sırp
nüfusun yoğun olarak yaşadığı Kosova, Metohia ve Makedonya
topraklarını kapsayacak şekilde dış politikasını güneye doğru
genişletti. Sırp yönetimi, on dokuzuncu yüzyıl boyunca ve
yirminci yüzyıl başlarında, çoktan sistematik bir propaganda
benimsemiş ve önceden devleti genişletmeye yönelik hazırlanan
sahada- bu eylemleri uygulamaya koymuştu. Sırp tarihçi
Dubravka Stojanovic’in de ifade ettiği üzere: Birinci Balkan
Savaşı, Sırp tarihinin “en popüler savaşı idi”.1 Basının, özellikle
de 1904 yılında kurulan ve Sırbistan Krallığı Dış İşleri
Bakanlığına yakınlığıyla bilinen “Politika” gazetesinin
manşetlerinin ve çoğu zaman da Belgrad hükümetinin gayrı
resmi
sözcüsü
konumdaki
yazılarının,
propaganda
faaliyetlerinde dikkate değer bir yeri vardı. Dış politikaya
ilişkin haberlerin güvenilirliği, özellikle de cephelerden direkt
gelen haberlerin doğruluğu, gazetenin en önemli neşriyat
politikasıydı. Bu nedenle de, bu makale çerçevesinde, gazetede
yayım lanan ve oldukça güvenilir nitelikteki yazılar Birinci
Balkan Savaşı tarih yazımında değerli ikincil kaynaklar olarak
kullanıldı.
1 Dubravka Stojanovic, U lje na vodi: ogledi iz istorije sadasnjosti Srbije,
Beograd, 2010, 259.
276
“Politika” gazetesi, özellikle Osmanlı împaratorluğu’nun
Avrupa toprakları üzerindeki Sırp diplomatik faaliyetlerini
yakından gözleyebilmek adına kendi özel iletişim ağını kurdu;
Kosova, Metohia, Makedonya (Güney Sırbistan) ve Novipazar
Sancağındaki muhabirler bilhassa politik konularda düzenli
olarak güncel bilgileri merkeze iletiyorlardı. Haberlerin ana
eksenini; Hıristiyan nüfusun maruz kaldığı mahrumiyet, sosyal
konumlarındaki zorluklar ve bölgedeki terör havası
oluşturuyordu. Bunun yanında Gazete, 1908 Jön Türk
devriminin ardından Bab-ı Â li’nin bölgedeki reformlarına
direnen Arnavut nüfusun içinde bulduğu çalkantılara ve
bölgedeki “Arnavutluk Faktörü”ne de hatırı sayılır bir yer
ayırıyordu. Merkez ofisteki gazeteciler ise, bölgedeki
gelişmelere ilişkin Avrupa’nın önde gelen gazetelerinde ve
Osmanlı başkentinde yayımlanan haberleri okuyucularına
aktarmaktan geri durmuyorlardı.
1912 yazında “Politika” gazetesi, Osmanlı İmparatorluğu ile
Hıristiyan Balkan Devletleri arasındaki ilişkinin oldukça gergin
olduğunu ve savaş ihtimali dışında bu sorunun aşılamayacağına
ilişkin yayımlarına ağırlık vermeye başladı. Diğer başlıkların
arasında, Osmanlı askeri kuvvetlerinin cephane ve teçhizatı,
askerlerin moralleri, komuta kademesindekilerin Kosova ve
Skadar vilayetinin bir kısmındaki Arnavut isyanını bastırmadaki
başarılan ve başansızlıkları ile komuta kademesinin özellikleri
gibi hususlara özel bir önem atfediliyordu. Savaşm patlak
vermesinin akabinde “Politika” gazetesi sadece Osmanlı-Sırp
cephesinden haberler geçmenin ötesinde, ayrıca müttefiklerinin
durumları hakkında da neşriyatta bulunuyordu. Böylece
denebilir ki: gazetenin yazılan, savaşın tüm taraflannı belirli
ölçüde resmetmeye çalışıyordu. Sırbistan Krallığının savaş
hazırlıklanna başladığı ve ordulannı güney sınınna kaydırdığı
277
1912 yazının sonunda “Politika” gazetesinde yayımlandı.2 1
Eylül tarihinde Üsküp’ten gönderilen kısa bir makale, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Makedonya’daki garnizona hakim olan
düzensizlik havasını;
İstanbul ve Selanik’ten yola çıkan
mühendis birliklerinin tahkimatı kuvvetlendirmek için bölgeye
varmalarının eli kulağında olduğunu rapor ediyordu.3 Dört gün
sonra ise gazete okuyucularına, Osmanlı atlı ve piyade
birliklerinin Selanik, Bitola ve Serez garnizonlarından Bulgar
sınırına doğru harekete geçtiklerini bildiriyordu.4 İstanbul’dan
gelen raporlar OsmanlIların: “Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ
sımr hattı boyunca en ciddi askeri hazırlıkları yaptığı”
yönündeydi; ancak İtalyan savaş gemileri Osmanlı askeri
birliklerini Anadolu’dan Avrupa yakasına geçirme konusunda
İmparatorluğa zorluklar çıkarıyordu.5 Henüz 12 Eylül tarihinde
Üsküp’ten bir muhabir; Makedonya ve Edime civarında geniş
bir manevra alanına sahip olabilmek adına Osmanlı
İmparatorluğu’nun Edime, Selanik, Manastır ve Kosova’dan
yedek askerler toplayarak on iki düzenli bölük oluşturduğunu
rapor ediyordu.6 İstanbul’dan gönderilen ve doğruluğu teyit
edilen bir raporda, Osmanlı İmparatorluğu’nun çoktan Üsküp ve
Kosava-Mitroviça’daki birliklerin altı hafta içinde harekete
geçirilmesi planlanıyor; bunun yanında da Makedonya ve
Edime vilayetine hareket ettirilecek yeni birlikler Asya’dan
yola çıkarılıyordu.7 Henüz 19 Eylül gibi erken bir tarihte, Bab-ı
Ali’nin, Anadolu’daki Rus sınır boyu hariç tüm bölgelerde
genel seferberlik ilan ettiğini açıklaması yaklaşan krizi daha da
2 M akaledeki tüm tarihlerde “Jülyen Takvimi” esas alınmıştır.
3 Turske priprem e , “Politika", 2. IX 1912, 2.
4 Turci na granici, “Politika", 5. IX 1912, 2.
5 Turske pripreme, “Politika", 6. IX 1912, 1.
6 Turska mobilise, „”Politika“, 13. IX 1912, 2.
7 Oko Jedrena, “Politika“, 17. IX 1912, 1.
278
belirgin hale getiriyordu.8 Bununla birlikte OsmanlI’nın Hava
Kuvvetlerinin gücünü artırdığına yönelik haberler de geliyordu;
Fransa’dan alman bir uçak ile Osmanlı filosu 7 savaş uçağına
sahip oluyordu.9
“Politika” gazetesinde yayımlanan haberlere göre Makedonya,
Kosova ve Methoia bölgelerindeki seferberlik hareketleri
güçlükle ilerliyordu: “Çok yavaş ilerliyor ve tam bir hayal
kırıklığı”. Birçoğu daha önce herhangi bir askeri hizmette
bulunmamış olmasına rağmen 35 yaşma kadar olan tüm
Hıristiyanlar da seferberliğe tabi tutuluyordu. Aslında bunun
arkasında, cephe gerisinde oluşabilecek herhangi bir isyam
önlemek adına nüfusun bir kısmım Asya bölgesine transfer
etmek gibi bir plan yatıyordu. Seferberliğe tabi tutulan redif
birlikleri arasındaki moral bozukluğu ve ordudan firarlara
ilişkin dedikodular ayyuka çıkmıştı. Ayrıca Jön Türkler ile
selefleri arasındaki huzursuzluk ve dengesizlikler de kendini
hissettiriyordu: “Bir taraf seferberlik, işleri ile uğraşırken diğer
taraf bir darbe girişimi adına gizli toplantılar örgütlüyordu.” 101
Razlog civarı ile Bulgaristan sınır hattında ve hatta Küçük
Asya’dan gelen iki taburda evlerine dönmek üzere ayaklanan
askerler bulunuyordu.11 Osmanlı seferberliğinin en büyük
sıkıntısı; orduların, sığırların, mühimmat ve erzakın kara yolu
ile taşınması öngörüsünden kaynaklanıyordu. Ancak cephede
hızlı asker şevki için demir yolu tercih edildiğinde eş zamanlı
olarak bu askerlerin ihtiyacını karşılayacak malzemenin
8 Abullah Paşa, seferberlik altına alınan tüm askerlerin komutanı olarak
atanmıştı. - Turska m obilisala, “Politika", 19. IX 1912, 2.
9 Turska se sprema, “Politika", 20. IX 1912, 2.
10 Turska mobilizacija, “Politika", 23. IX 1 9 1 2 ,1 .
11 Javas, javas, “Politika", 24. IX 1912, 3.
279
taşınamayacağı da ortaya çıkıvermişti.12
1912 Eylül’ünün sonu ve Ekim’inin başından, daha doğrusu
Sırbistan Krallığının resmi olarak savaşı ilan ettiği 4 Ekim
tarihine kadar “Politika” gazetesi daha çok, okuyucularını
yakında vuku bulacak çatışmalara hazırlamaya odaklanmıştı.
Gazetede, Sırp ordusunun harekâtı, Osmanlı İmparatorluğu
altında yaşayan Sırpların içinde bulundukları tehlikeler ve
Balkan İttifakının ilk üyesi olan Karadağ’ın Osmanlı
İmparatorluğu’na karşı 25 Eylülde elde ettiği zaferi içeren
abartılı haberler yer alıyordu. Dahası, bunun Balkan
milletlerinin Haçlı Savaşı’nın başlangıcı olduğu ve Balkanların
özgürlüğü ile sonlanacağına vurgu yapılıyordu.13
26 Eylül tarihinde “Politika” gazetesi, “Türk askeri durumu
üzerine uzman” olduğu söylenen ve ismi verilmeyen bir Sırp
subayının röportajını yayımladı. Ona göre, yakın cephelerdeki
durum ciddiye alınmalıydı, ayrıca “yaklaşan savaşta kan
gövdeyi götürecekti.” “Düşmanını hakir görenler ölümcül bir
hata yapmış demektir, çünkü Osmanlı İmparatorluğu Balkan
İttifakıyla, elinde sayıca üstün ve mükemmel bir ordu ile
çarpışacak (...) bizden onun kuvvetini hafife alanlar ise büyük
bir şaşkınlığa uğrayacaklardır.” 14 Ancak on gün sonra, İtalyan
bir savaş uzmanı olan Givanni Mccelli’nin görüşlerini, Bab-ı
Âli’nin Balkan Hıristiyan Devletlerine karşı cepheye 1,450,000
asker sürebileceği yönündeki söyleminin doğru olmadığım “Bir
Türk iyi bir askerdir ancak bu tüm Türkiye’nin modem bir
orduya sahip olduğunu göstermez” sözlerine vurgu yaparak
paylaşıyordu. “Türk askerinin gücü onun fanatizminden gelir
12Turska mobilizacija, “Politika", 23. IX 1 9 1 2 ,1 .
13Balkanski rat je poceo, “Politika'1, 26. IX 1912, 2.
14U oci rata, “Politika", 26. IX 1912, 2.
280
(...) Yüzlerce hatta binlerce Türk askeri büyük bir katliamla
telef olmasalar bile, onlar iş bilmezliklerinden ve
pespayeliklerinden öleceklerdir. (...) Türkler attıklarında hedefi
bile tutturamazlar. Topçuları sürekli toplarını ateşler, piyadeler
kurşun yağdırır ama bunların hiçbiri bir amaca hizmet etmez”.15
Sırp, Bulgar ve Yunan ordularının Osmanlı İmparatorluğu ile
karşı karşıya gelmeleri ve ilk muharebeler,
“Politika”
gazetesinin manşetlerinde yer bulmakta sıkıntı çekmiyordu.
Gazeteciler, İttifakın ilk başarıları, Osmanlı ordusu ve paramiliter Arnavut grupların geri çekilişi ve bu geri çekiliş
sırasında Hıristiyan halka karşı işledikleri zulümleri, bunun
yanında İttifakın ilerleyişini durdurmak adına düşman
kuvvetlerinin yollara ve köprülere verdikleri zararları rapor
ediyorlardı.16
İstanbul’da neşrolunan “Rusko slovo”daki bir rapor Osmanlı
ordusunun içinde bulunduğu kaotik durum” için bir delil olarak
kullanıldı. Raporda, redif birliklerinin seferberliklerinin çok
düzensiz ilerlediği, askere alınanların birçoğunun dağlara
kaçtığı, kaçma girişimlerinde başarısız olanların işe kamçı ve
atlarla kamplara sürüklendiğinden bahsediliyordu. Ayrıca,
İstanbul hanlarında yiyip içip, seks düşkünlüğü yapan bazı
rediflerin, han sahiplerine ücretlerini ödemeyerek, ücretini
“Sultan ya da bizzat Allah’tan alırsınız artık” dediklerine dair
15 Turska vojska, “Politika*1, 7. X 1912, 2.
16 Öyle sanılıyor ki geri çekilm e sırasında Türkler diğer savaş suçlarım
işlemekten de geri durmamışlardı: gıdaların zehirlenmesi, içm e sularının
kirletilmesi, Sırp ilerlem esinin muhtemel istikametleri boyunca mayın
döşenm esi vb.: drinking water, planting o f m ines along the possible directions
o f Serb advancement ete. - Sta se govori, “Politika**, 4. X 1912, 1.
281
örneklerden de bahsediliyordu.17
Elbette en büyük ilgiyi Sırp kuvvetlerinin ilerleyişi celp
ediyordu. Okuyuculara, Osmanlı kuvvetlerinin morallerinin
nasıl darmadağın olduğu ve geri çekildikleri; Sırp asker ve
subaylarının kahramanca davranışları ve düşmanın arkasında
bıraktığı bol miktardaki savaş ganimetleri hakkında bilgiler
aktarılıyordu. Türk askerlerinin arasındaki bu korkunun nedeni
ise bir Sırp Topçusu şu şekilde aktarıyordu: “Bizim toplarımız
Türkleri oldukça korkutuyor, Türkler ne zaman bir top
gürültüsü duysa dört bir yana kaçışıyorlar. Kumanova
Muharebesi boyunca bizim topçu bataryalarımızdan birisi beş
dakika içinde üç Türk süvari bölüğünü tamamen yok etmeyi
başarmıştı”. Türklerin Bulgar esirlere karşı davranışlarım
anlatan nahoş bir kesit ise şöyleydi: “Türkler yaralı askerlere
kötü ve iğrenç bir şekilde muamelede bulunuyorlar; onların
ellerini koparıyor, burunlarım ve kulaklarını kesiyor, sonra da
onları bıçaklıyorlar”.18 Osmanlı împaratorluğu’nun askerleri
için yemek, giyecek ve mühimmat sağlayamamasma ilişkin
felakete de ayrıca vurgu yapılıyordu: “Osmanlı subayları,
askerlerini kimsesiz bir coğrafyada aç be aç bırakarak savaş
meydanlarından ayrılıyorlar, Türk ordusu yiyecek ve giyecek
hususunda büyük bir müzayaka içerisinde; subaylarda beş kuruş
yok, askerin ayağında da potin.” 19 İstanbul’dan gelen bir rapora
göre, yerel süvari komutam olan Mısır prensi Aziz Paşa
17 P anikau Turskoj, “Politika*1, 4. X 1912, 1.
18 Tursko varvarstvo, “Politika**, 15. X 1912, 2.; N asi topovi, “Politika**, 15. X
1912, 2.
19 12 Ekim ’deki bir rapora göre, savaşın başlamasından bu yana Karadağ
ordusu yaklaşık 7,000 savaş esiri almış; Lozengrad Muharebesi sırasında ise
“Reuter’hn haberine göre Bulgurlar 50,000 Türk v e iki Osmanlı paşasını esir
almışlardı. - Pad Lozengrada, “Politika**, 12. X 1912, 2.; Zarobljenici,
“Politika**, 12. X 1912, 2.; Turska gladna, “Politika**, 13. X 1912, 1.
282
maiyetindeki bazı subaylar ile birlikte ordudan kaçarak Osmanlı
kuvvetlerinin Lozengrad’da yenilmesine ve askerlerini yüzüstü
bırakarak Savaş Bakanlığı kararınca askerlerin kurşuna
dizilmesine sebebiyet vermelerinden ötürü tutuklanmışlardı.20
Esir düşen Osmanlı askerleri ve üst düzey subaylar hakkındaki
haberler ise 20 Kasım 1912’de barış anlaşması imzalanıncaya
kadar her gün gazetenin sütunlarını işgal ediyordu. Böylece,
Bitola (Manastır)’daki üç günlük ağır çarpışmalar boyunca
yaklaşık 20,000 asker ve yüz kadar üst rütbeli subay21 Sırp
kuvvetlerince kuşatıldılar; 16 Kasım’da da Vaver Paşa22
komutasındaki iki redif bölüğü Dedeağaç ve Dimetoka
dolaylarında Bulgar güçlerince kuşatma altına alınmıştı.
Özellikle Kumanova muharebesinde, Sırp Kuvvetleri ile
çarpışmalar sırasındaki ağır insan gücü kayıpların ötesinde
Osmanlılar ayrıca topçu mühimmatında da büyük kayıplar
vermişti. “Politika” gazetesinde 18 Ekim’de yayımlanan bir
habere göre, savaşın başında Osmanlı kuvvetleri yaklaşık 700
topa sahipken bunların büyük çoğunluğu kullanılamaz hale
gelmişti. Sırp hattına konuşlandırılmış 300 topun haricinde
ellerinde 44 top kalmıştı.23
Osmanlı ordusunun zayıflıklarından biri de yeterli tıbbi
hizmetin eksikliğinden kaynaklanıyordu. Birçok yaralı asker ve
subay tiyatroya terk edildi ve öylece orada bırakıldı, onları
Hıristiyan Balkan devletlerinin sağlık ekipleri tedavi etti. Ordu
20Streljanja u Carigradu, “Politika", 16. X 1912, 2.
21B itoljski zarobljenici, “Politika", 16. X I 1912, 2.
22İki Paşa, 252 subay ve 8,879 askerin esir alınması sırasında savaş ganimeti
olarak 1000 at 2 makineli tüfek ve 8 dağ topu ele geçirilm işti. - Bugarsko
ratiste - zarobljene dve divizije, “Politika", 17. X I 1912, 2.
23 Kumanova M uharebesinden gelen
ilk raporlra göre Sırp ordusu 68 Osmanlı
topunu ele geçirmişti. - Turska bez topova, 18. X 1912, 1.
283
saflan birçok hastalıktan kınlıyordu- Halep ve Anadolu
eyaletlerinden gelen birlikler arasında veba ve kolera yayıldı.
Bu nedenle, kasım ayının başında Osmanlı karargâhlanndan
gelen haberlere göre günde 1,000 kişi koleraya yakalamyordu.
24
Genel olarak diyebiliriz ki, Birinci Balkan Savaşı’nda “Politika”
kendini Osmanlı askeriyesinin durumunu yansıtmaya adamıştı.
Elbette gazetenin raporlarının ağırlıklı olarak propaganda
amaçlı olduğu söylenebilir; ancak en nihayetinde böyle bir
savaş hakkında haber yaparken tüm yazılı basının bu şekilde
davranabileceğini de unutmamak gerekir. “Politika”da
yayımlanan tüm yazılar, bir yandan İttifak birliklerinin
ordularının başarılarını yüceltmek ve şahlandırmak ihtiyacı için
ter dökerken;” öte yandan, düşmanı perişan bir haldeymiş gibi
göstermek için debeleniyordu.
SONUÇ:
Birinci Balkan Savaşı, tüm Sırp ulusunun tek bir amaç için
hazırlanması ve birkaç nesildir iştiyak ve sabırsızlıkla beklenen
bir hadise olması açısından Sırp tarihinin en ihtişamlı
bölümlerinden birini oluşturuyordu. Günlük yayımlanan
“Politika” gazetesinin manşetleri, bu anıtsal olay için halkın
psikolojik olarak hazırlanmasında kilit bir rol oynamıştı. Ayrıca
gazete oldukça fazla okunuyor ve güvenilir bir bilgi kaynağı
olarak addediliyordu. Savaşan tarafların politik duruşları ve
AvrupalI büyük güçlerin bu savaşa ilişkin ilgilerinin yanında,
“Politika” ayrıca muharebe alanından raporlara da hatırı sayılır
bir yer ayırmıştı. Bir anlamda çoğunlukla “gri tonları”
kullanarak Osmanlı ordusunun özelliklerini resmetmeye
çalışıyordu.
24
Kolera u Carigradu, “Politika11, 5. X I 1912, 3.
284
M O D E R N R U S İN C E L E M E L E R İN D E B A L K A N
SA VA ŞLA RI
Yrd. Doç. Dr. Vefa Kurban
Dokuz Eylül Üniversitesi
GİRİŞ:
Balkan Savaşları - 2 savaş 1912-1913 ve 1913
Bu savaşlar I. Dünya Savaşı’nm başlamasından çok az zaman
önce gerçekleşen savaşlardır. Bu savaşlar sonucunda Balkan
yarımadası ülkeleri, Türkleri Avrupa’da sıkıştırmışlardır.
İlk savaşın karakteri bağımsızlık ve anti - Türk karakter
taşımaktaydı. Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan’ın
kurdukları Balkan İttifakının amacı Osmanlı Devleti’ni
Avrupa’dan tamamen çıkarmak şeklindeydi ve bunu yapmayı
da başardı. (Türkiye sadece İstanbul’u ve onun etrafında çok az
bir bölgeyi koruyabildi).
Galipler arasındaki görüş farklılıkları Bulgaristan’la diğer
Balkan devletleri olan Sırbistan, Yunanistan, Romanya,
Karadağ arasındaki savaşa sebebiyet verdi. Diğer taraftan bu
savaşta Türkiye de vardı. Bulgaristan kaybetti ve ilk savaşta
kazandığı toprakların büyük bir bölümünü yitirdi ve Osmanlı
Devleti Edime (Adrianopol) ve etrafını yeniden ele geçirdi.1
Olayların Perde Arkası
Kavimler Göçü zamanında Balkan yarımadasında daha önce
orada yaşamayan yeni bir takım kavimler ortaya çıkmaya
1 Zadohin A , N izavskiy A. Porphovoy Pogreb Evropı, M oskova, 2000
285
başladı. Roma İmparatorluğu’nun bölünme döneminde bölge
Doğu Roma împaratorluğu’na aitti ve bu yeni kavimler
Konstantinopolis imparatorları ile sürekli savaş halindeydiler.2
Durum XV. yüzyıl başlarında Türkler Küçük Asya’dan
Balkanlara ayak basmaya başladıklarında değişti. Bizans
İmparatorluğu’nun tasfiye olunması ve Konstantinopolis’in
düşmesi her geçen gün daha da büyüyen Osmanlı Devleti’nin
Balkan yarımadasını ele geçirmesine sebep oldu. Orada yaşayan
halklar da imparatorluğun terkibinde kaldılar. Durumu
zorlaştıran ise oradaki halkların hepsinin kökeninin, dini
inancının ve milli kimliğinin farklı olmasıydı.3 Balkan
yarımadasında sık sık anti-Türk başkaldırılar gerçekleşiyordu,
bunların da büyük bir kısmı hezimetle sonuçlanıyordu. Buna
rağmen, XIX. yüzyılda etnik devletler ortaya çıkmaya başladı.
Bu süreç Türkiye’nin zayıf düşmesini isteyen Rusya’nın desteği
ile gerçekleşiyordu. Sonuçta XX. yüzyılın başlarında Osmanlı
împaratorluğu’nun terkibinden Yunanistan, Bulgaristan,
Sırbistan, Karadağ ve Romanya çıktı. Buna rağmen, bütün
yerleşiklerin hepsinin kendi devletleri olmadı. Bulgarların ve
Sırpların büyük bir bölümü Makedonya’daydı, Ege Denizi
adalarında Yunanlılar vardı, Karadağ sınırında sadece belirli
miktarda Karadağlılar yaşamaktaydı.45 Arnavutların kendi
devletleri yoktu, fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun bazı
vilayetleri tamamen Amavutlardan oluşmuş durumdaydı-.
2 Vinogradov V .N . “Ob İstoricheskih K om yah “Goryachih Tochek” na
Balkanah”, N ovaya i N oveyshaya İstoriya, 1993, N o :4
3 Jogov P.V. Diplom atiya Germanii i A vstro-V engrii i Pervaya Balkanskaya
Boyna, M oskova, 1969
4 Pyabinin A. M alıe V oynı Pervoy P olovinı X X veka. Balkanı, M oskova,
2003
5 Jogov P.V. Diplom atiya Germanii i A vstro-Vengrii i Pervaya Balkanskaya
Boyna, M oskova, 1969
286
Büyük Devletlerin Politikaları
Balkan İttifakı
Osmanlı İmparatorluğu XVII. yüzyıldan itibaren toprak
kaybederek zayıflamaya yüz tutmuştu. İmparatorluğun çöküşü
büyük devletleri yakından ilgilendirmekteydi. Bu çöküşte
merakı olanlar Rusya, Alman İmparatorluğu, AvusturyaMacaristan, Büyük Britanya ve Fransa idi. Bu devletlerden her
biri zayıflamış olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan kendi stratejik
ihtiyaçları için mümkün olduğu kadar büyük pay elde etmeye
çalışıyordu. Boğazlar konusunda keskin bir şekilde “Şark
Meselesi” görülmekteydi.
Aynı zamanda büyük devletlerin blokları arasında Balkanlarda
da görülen bir karşı durma, anlaşmazlık söz konusuydu.6
İtalya-Türkiye savaşı sonrasında Balkan yarımadasındaki
ülkeler, Osmanlmm düşmanları konsolidasyonun öneminin
farkına vardılar. Birleştirici faktörler ise ortak amaçlar,
halkların akrabalıkları (Bulgarların Sırplarla ve Karadağlılarla)
ve Hıristiyanlık inancı oldu.
Bu durumu Rus İmparatorluğu bir fırsat olarak değerlendirdi.
Rusya’nın desteği ile Balkan yarımadasında askeri savunma
ittifakları oluşturulmaya başladı. 13 Mart 1912 yılında Sırbistan
ve Bulgaristan askeri anlaşma yaptılar. Aynı yıl 12 Mayıs’ta
diğer alanlarda da ülkelerle işbirliği yapmayı sağlayacak
tamamlayıcı anlaşmalar imzalandı. Yine aynı yıl 29 Mayıs
tarihinde Yunanistan Osmanlı topraklarının paylaşımında geride
kalmak korkusuyla Bulgar-Sırp İttifakına katıldı. Yazın
6Zadohin A , N izavskiy A. Porphovoy Pogreb Evropı, M oskova, 2000
287
Karadağ Bulgaristan’la ittifak anlaşması imzaladı. Bundan
sonra da Balkan ülkeleri arasındaki ittifak tamamlanmış oldu.7
Rusya ilk olarak bu ittifakın kendi rakibi olan AvusturyaMacaristan’a karşı geleceğine güveniyordu. Fakat ittifak üyesi
olan ülkelerin bu konu ilgi alanına girmediğinden Türkiye’ye
karşı durmaya başladılar.8
Sınırların Maksimum Ölçülerde Genişletilmesi Fikri
Balkan ittifakının ilgi alanı Osmanlmın Avrupa’daki topraklan
idi, burada Yunanlılar, Bulgarlar ve Suplar yaşamaktaydı. Bu
ittifaka dahil olan bütün devletlerin gözü bu topraklarda
olduğundan bu ülkeler arasında çıkar çatışması da söz
konusuydu.
Bulgarların amacı Büyük Bulgaristan kurmaktı, Büyük
Bulgaristan topraklarına Bulgarların yaşadıkları tüm topraklar
ve bir zamanlar îkinci Bulgaristan Çarlığı’na ait olan topraklar
dahil olacaktı.9
Suplar ülkelerine bütün Arnavutluğu ve Makedonya’yı katmak
istiyorlardı. Bu topraklarda hak iddia eden Yunanistan ve
Bulgaristan da vardı.
7 Trotskiy L. Balkanı i Balkanskaya V oyna, Sochineniya, Tom 6, M oskovaLeningrad, 1926, http://magister.msk.ru/library/trotsky/trotm083.htm
8 Trotskiy L. Balkanı i Balkanskaya V oyna, Sochineniya, Tom 6, M oskovaLeningrad, 1926, http://magister.msk.ru/library/trotsky/trotm083.htm
9Vinogradov V.N. Ob İstoricheskih Komyah "Goryachih Tochek” na
Balkanah, Novaya i Noveyshaya Istoriya, 1993, No:4
288
Karadağ Arnavutluğun kuzeyini ele geçirmeye ve Adriyatik’in
büyük liman kentlerini ve aynı zamanda Yenipazar Sancağını
ele geçirmeye çalışıyordu.
Yunanlılar Makedonya topraklarını ve Trakya’yı istiyorlardı.
Trakya aynı zamanda Bulgarların da istedikleri yerdi. Bu
şekilde müttefikler arasında ciddi fikir ayrılıkları ve çıkar
çatışması vardı.101
Kaçınılması Mümkün
İmparatorluğu
Olmayan
Savaş
ve
Osmanlı
13 Ekim 1912 yılında Bulgaristan Türk yönetimine ültimatom
verdi ve Türk yönetiminden Makedonya’ya ve Balkanların Türk
olmayan halklarına muhtariyet verilmesi, aynı zamanda Rumlar,
Bulgarlar ve Sırplar için okullar açılması, bölgede ordunun
büyük bir bölümünü demobilize etmeyi talep ettiler.11
Otonom bölgeler Belçika ve İsviçre gubematörleri tarafından
idare edilecekti, reformların yapılması için de toplam 6 aylık
süre tanınmıştı. Osmanlı İmparatorluğu bu ültimatomun
şartlarını kesinlikle kabul etmediğini belirtti. Sultan V. Mehmet
protesto notasını İstanbul’daki Bulgaristan sefirliğine gönderdi
ve kendi halkına müracaat ederek Türklerin azınlıklara ve
komşularma karşı sabırlı olmalarını istediğini belirtti.12
Savaşın kaçınılmaz olduğunu anlayan Türkler kendi askeri
planlarını hazırladılar.
10 http://arm y.1v/ru/-Balkanskie-voyni-1912-1913-gg./l 171/2573
11 Jebokritskiy V .A . Bolgariya Nakanune Balkanskih V oyn 1912-1913, Kiev.
1960
12 Pisarev Y .A . V elikie Drjavı Nakanune Pervoy M irovoy V oynı, M oskova,
1986
289
Sonuç Vermeyen Görüşmeler
26 Aralık 1912’de Britanya başkentinde - Londra’da Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan bir tarafta,
Osmanlı İmparatorluğu da diğer tarafta görüşmeler başlatıldı.
Türkiye tarafından görüşmelerde yetkili kılınmış Osman Nizami
Paşa, Türkler lehine olmayan bu anlaşma konusunda şunları
diyordu: “Biz barış anlaşması imzalamaya değil, Türkiye’nin
savaşı devam ettirmek için yeteri kadar güce sahip olduğunu
ispatlamaya geldik”. Türkiye’nin toprak kayıplarıyla
barışmadığı için görüşmeler 1913 yılı Ocak ayına kadar sürdü.
Süreci hızlandırmak için 27 Ocak’ta büyük devletler, Büyük
Britanya, Almanya İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan,
Fransa, Rusya İmparatorluğu ve İtalya Osmanlı İmparatorluğu
devletine toplu bir müracaatta bulundular. Bu müracaatta
Bulgarların İstanbul’a yaklaşması nedeniyle askeri hareketin
Küçük Asya’ya yayılmasına müsaade edilememesi yer almıştır.
Bununla ilgili olarak büyük devletler Türkiye’den barış
anlaşması imzalaması ricasında bulunmuşlardı. Bunun
karşılığında ülkenin savaş sonrası dönemde onarımma yardımcı
olacaklardı. 22 Ocak’ta Türk hükümeti üyeleri tam kadro
toplandılar. Büyük devletlerin Türkiye’ye yaptıktan toplu
müracaat müzakere edildi. Barış anlaşması imzalanması karara
bağlandı: “savaşın yeniden başlatılması imparatorluk açısından
büyük tehlikeler doğurabilecektir. O yüzden güçlü Avrupa
ülkelerinin önerilerini dinlemek gerekir.”13
Fakat bir yeni gelişme yaşandı ve anlaşmayı imzalamaya
hazırlanmış Türkiye’nin düşmanlanmn bunu görmemeleri
imkansızdı. Hükümet toplantısının ertesi günü, 23 Ocak’ta290*
13 Kluchnikov Y .V ., Sobanin A.v. Mejdunarodnaya Politika N oveyshego
Vremeni v Dogovorah, Notah i Deklaratsiyah, Moskova, 1925, Cilt 1
290
İttihat ve Terakki Partisi üyeleri ve taraftarları (aynı zamanda
subaylar ve askerler) Enver Paşa’nın öncülüğünde toplantı
salonunu bastılar. Çatışma sonucunda salonda birkaç bakan,
ayrıca vezir ve harbiye bakanı öldürüldü. Bunun dışında
askerler dışişleri bakanım, Hıristiyan olduğu için dövdüler.
Enver Paşa salonda bulunanlara şöyle hitap etti: Siz Edirne’de
taviz veren bu utanç verici barış anlaşmasını ve Avrupa’nın
neredeyse tüm devletlerini nasıl desteklersiniz. Oysa millet
ölmeye hazırdır ve savaş istiyor. Bu yüzden ülke ve ordu adına
kabinenin derhal istifasım öneriyorum.” 14
Kabine, Enver Paşa’nm öngördüğü gibi istifa etti. Böylece
Osmanlıda hakimiyet “Genç Türklerin” eline geçti. 28 Ocak’ta
Balkan İttifakı yeni Türk hükümetine nota verdi: “İstanbul’da
baş gösteren son olaylar, görüldüğü gibi, barış umutlarım yok
etmiştir. Bu yüzden müttefikler geçen yıl 3 Aralıkta başlatılmış
görüşmeleri sona erdirmek zorunda kalmışlar.” 15 Aynı gün
Bulgar orduları komutanı 3 Şubat akşam saat 7’de savaşın
başlatılacağına dair telgraf gönderdi. Görüşmeler sürdüğü sırada
Bulgaristan savaşa tam hazır durumdaydı.
Kasım 1912 yılı sonlarında Çatalca hattında mevzilenmiş 3.
Bulgar ordusu askeri operasyonların yeniden başlamasıyla ilgili
olarak geri çekilmedi. Bilakis, müzakereler devam ederken
Bulgarlar kendi mevzilerini kuvvetlendirdiler. Askerleri de
büyük çaplı sonbahar savaşları sonrası dinlenebildiler.
Müttefiklerin taktiği sadece bir mevzi savaşı olup düşmanı
yıpratarak ona işgal edilmiş topraklan kurtarmasına fırsat
vermemek idi.
14 Kluchnikov Y .V ., Sobanin A.v. Mejdunarodnaya Politika N oveyshego
Vremeni v Dogovorah, Notah i Deklaratsiyah, M oskova, 1925, Cilt 1
15 Kluchnikov Y .V ., Sobanin A .v. Mejdunarodnaya Politika N oveyshego
Vremeni v Dogovorah, Notah i Deklaratsiyah, M oskova, 1925, Cilt 1
291
3 Şubat’ta savaş resmen başlamış oldu. Türkler Çatalca
aşağısına saldırıya geçtiler. Bulgarlar bu saldırıyı önleyebildiler.
Kovaj’da, cephenin diğer bölgesinde Bulgarlar karşı saldırıya
geçtiler. Türkler Bulair savunma hattına geri çekildiler. Buradan
onlar kısa süre önce tesis edilmiş 4. Bulgar ordusuna saldırmayı
amaçlamışlardı.
Bulgar ve Yunanların Çanakkale hattına çıkmaları, Türklerin
sahil bataryalarını imha etmek için saldırıya geçmeleri
gerekiyordu. Bundan sonra Yunan donanması Marmara
denizine girebilecektir. İstanbul’un bombalanmasıyla Balkan
İttifakı Türkiye’yi barışa zorlayabilirdi.
Edirne Saldırısı: Savaşın ilk aşamasında gerçekleşen Edime
kuşatması devam etmekteydi. Kaleden gelen haberlere göre
kalenin sadece birkaç gün direnme gücü kalmıştı ve Edime
birkaç gün içinde teslim olacaktı. Daha sonra bu haberin asılsız
olduğu belli oldu. Nitekim Edime birkaç ay durabilecekti. Şöyle
ki Aralık 1912’de Türkler buğday bulabilmişlerdi. Kale
komutanı Şükrü Paşa Kasım 1912’de kısıtlı erzak dağıtımı
uygulamasını başlatmıştı. Şehirde yaşayan her kişiye 800 gram
et, 800 gram ekmek ve biraz peynir verilirdi. 1913’de peynir
önemli ölçüde azaldı. Ekmek miktarı 300 grama, et miktarı da
300 grama düştü.
Bulgarlar önce kuşatmayı devam ettirerek Türkleri teslim
olmaya zorlamak istiyorlardı. Fakat sonradan Bulgar
komutanlığı saldırıyla kaleyi alma planı işleyip hazırladı.
Hazırlanan plana göre kalenin kuzey batı cephesinden
saldınlacaktı. Orada yakından demiryolu geçmekteydi.
Bulgarlar demiryoluyla oraya ağır toplar taşıyabilecekti. Bunun
dışında bir yedek plan da vardı. Yedek plana göre saldın
doğudan
yapılacaktı. Türkler
olayların
bu
şekilde
gelişeceğinden habersizdi. Zira şehrin doğusunda silah ve
292
mühimmat taşınmasına imkan verecek kaliteli bir demiryolu
yoktu. Bulgarlar mühimmatı öküzlerle taşımaya karar verdiler.
11 Mart Bulgarlar her taraftan şehri ateşe tuttular. Akşam saat
8’de şehrin güneyinde, gece yarısı da kuzeyinde ateş
durduruldu. Günler boyunca Edirne’ye açılan ateşlere alışmış
Türkler bunu yeni bir bombardıman öncesi atışma olarak
algıladılar ve rahatladılar. 12 Mart gece saat 2’de yeniden
bombardıman başladı. Sabah saat 5’te Bulgarlar şehre saldırıya
tam hazır idiler. Türkler bu bombardıman sırasında düşmanın
topçu birliklerinin şehre ateş ettiklerini de fark etmediler.
Bulgarlar Türkleri hazırlıksız yakaladılar. Türklerin ön
mevzileri şehrin kenarında, kale dışında idi. Bulgarlar top
ateşleri altında gizli bir şekilde düşman siperlerine yakın yerde
Türklerin 50 adım mesafesinde siperlere süzüldüler. Daha sonra
Bulgarlar bağırarak siperlerden Türklere saldırdılar. Türk
piyadeler şaşkınlık içinde kalırken Bulgarlar siperlere indiler ve
savaşa girdiler. Yarım saat sonra Türklerin tüm ön mevzileri 2.
Bulgar ordusu tarafından ele geçirildi. Bulgarlar 8 otomatik
marselyoz ve 20 top ele geçirdiler. Bulgarlar kaçmaya koyulan
Türklere arkadan ateş etmeye başladılar. Türkler Edime kalesi
duvarlarına takılıp kaldılar.
Bundan sonra Bulgarlar güneyden saldırıya geçtiler. Savaş
başladıktan bir gün sonra 13 (26) Mart’ta kale düştü. Türkler
Şükrü Paşa ile birlikte esir düştüler. Sırplar Şükrü Paşa’nın
Bulgarlara teslim olmasından memnun kalmadılar ve olayın
ardmdan güya Şükrü Paşa’nın kendilerinin elinde olduğuna dair
haber yaydılar. Bulgarlar bu haberi yalanladılar. Edime savaşı
Bulgarlar ve Türkler arasındaki son çatışma idi. Daha sonradan
olaylar mevzi çatışmasına döndü.
İşkodra Ablukası:
1912’de ilk başarılarıyla birlikte
Karadağlılar Skutari (îşkodra)’yı almaya çalıştılar. Danilo
ordusu şehri doğudan kuşattı. Martinoviç’in ordusu da şehri
293
batıdan kuşattı. Şehre düzenledikleri ilk saldırıda Karadağlılar
büyük kayıplar verdiler. Kale komutanı Hüseyin Rıza Paşa’nm
savunması Birinci Balkan Savaşı’nda Türklerin en başarılı
savaşı olarak bilinmektedir.16
îşkodra’nm saldırarak ele geçirileceğini anlayan Kral Nikola
şehri tam kuşatmaya karar verdi. 4 Aralık’ta Balkan İttifakı ve
Osmanlı arasında barış anlaşması yapıldı. Ama İşkodra’nm
kuşatması devam etmekteydi. Türkiye’nin zayıf düşmesini
istemeyen Büyük Britanya şehrin kuşatmasını kaldırmak
konusunda Karadağ’a ültimatom verdi. Karadağlılar bu talebi
geri çevirdiler 4 Nisan 1913’de Sesil Bemy komutasındaki filo
Adriyatik denizine girdi. Büyük Britanya, İtalya, AvusturyaMacaristan ve Alman İmparatorluğu Karadağ’ın süresiz olarak
kuşatılması konusunda karara vardılar. Kuşatmaya rağmen
Karadağlılar kendi planlarından vazgeçmediler. Nitekim
uluslararası deniz kuvvetlerine sahip olmayan Karadağ için
herhangi bir tehlike görünmüyordu. Bir müddet sonra Sırpların
topçu birlikleri Karadağ’ın yardımına geldiler. Büyük Britanya
Sırpların geri çekilmesini istedi ve Sırplar da buna uydular.
Fakat Sırp topçuları Karadağlılarla birlikte kaldılar. Bu sırada
Hüseyin Rıza Paşa muammalı bir şekilde öldürüldü ve kale
Esad Paşa’nm eline geçti. Yeni komutan derhal Karadağ kralı
ile müzakerelere başladı. Fakat görüşmeler başarısızlıkla
sonuçlandı. Nisan başlarında Karadağlılar Oblik ve Britse’ye
(Birdice) saldırdılar. Bu önemli mevzilerin düşman eline
geçtiklerini duyan Türkler 23 Nisan’da şehri terk ettiler17.
İşkodra Karadağ’a geçti. Kral Nikola kendi eliyle bayrağı
göndere çekti. Avusturya-Macaristan îşkodra’nm alınmasına
sert tepki verdi. Karadağ’ın şehri uluslararası kuvvetlere teslim
16 Balkanskaya V oyna, 1912-1913, M oskova, îzdanie Tovarishestva
izdatelskogo dela i knijnoy torgovli N.l.Pastuhova,
17 http:^se.sci-lib.com /article092584.htm l, erişim tarihi 10.11.2012
294
etmemeleri
halinde
doğrudan
askeri
müdahalede
bulunacaklarım açıkladı. Diğer devletler de bunun Avrupa’nın
genelini tehdit edecek bir gelişme olacağından endişe ederek
Avusturya-Macaristan’ı desteklediler. Buna yanıt olarak Nikola
Londra’ya mektup gönderdi: «Benim hükümetim 30 Nisan
tarihli notasında Skutari konusundaki görüşünü açıklamıştır.
Bu hukukun sarsılmaz ilkelerine uygun bir şekilde belirtilmiştir.
Ben yeniden açıklamak istiyorum, fetihle kutsanmış bu hak
benim onurum ve halkımın onurudur ve benim Avusturya’nın
münferit taleplerine uymama müsaade etmiyor ve bu yüzden
Skutari şehrinin kaderini büyük devletlerin ellerine teslim
etmekteyim». İşkodra’nın tesliminden sonra 30 Mayıs 1913’de
Türkiye ve Karadağ arasında nihai barış anlaşması imzalandı18.
30 Mayıs 1913’te, Osmanlı İmparatorluğu bir tarafta ve
Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ diğer tarafta,
Londra’da barış anlaşmasını imzaladılar. Türjciye bu anlaşmaya
göre, Edime üzerinde hak iddia edemeyecekti. 19
Romanya
ve
Osmanlı
İmparatorluğu’nun
Çatışmaya
Girmesi
Romanya Bulgaristan’a saldırdığı sırada Tuna’yı ve Zimnitsa’yı
geçti. Romanya krallığı Birinci Balkan Savaşı döneminde
Türkiye tarafından çatışmaya müdahil olacağını açıklayarak
Bulgaristan’a baskı yapıyordu. Romanya Güney Dobruca’da
sınır hattının kendi lehine değiştirilmesini istiyordu. İkinci
Balkan Savaşı’nın başlamasıyla Romanya yönetimi saldırı
18 http://bse.sci-lib.com/article092584.html, erişim tarihi 10.11.2012
19 M ogilevich A .A ., Ayrapetyan M .E. N a putyah k M irovoy V oyne, 19141918, Leningrad, 1940, s. 29-90
295
inisiyatifini
kaybetmekten
korkuyordu.
Bulgaristan’a saldırmaya hazırlanıyordu.20
Bu
yüzden
1908 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda Genç Türkler devrimi
oldu. Genç Türklerin iktidara gelmesiyle ülkede rövanşist
ideoloji tırmandı. Osmanlı İmparatorluğu Londra Barış
Anlaşması’m imzaladıktan sonra Avrupa’da kaybettiği
topraklan geri alamıyordu. O yüzden Birinci savaştaki kayıpları
kısmen geri kazanmak için İkinci Balkan Savaşı’nı fırsat olarak
kullanıyordu. Sultan herhangi bir savaş başlatma talimatı
vermemişti. İkinci cephenin açılma inisiyatifi Genç Türklerin
lideri Enver Paşa’dan gelmekteydi. Operasyonun komutanı
İzzet Paşa idi.21
12 Temmuzda Türk kuvvetleri Maritsa nehrini geçti.
Operasyonun öncülüğünü birkaç öncül birlik oluşturuyordu.
Onların arasında Kürtlerden oluşan düzensiz birlikler de vardı.
Aynı zamanda 14 Temmuz’da Romanya ordusu Dobruca’da
Romanya-Bulgaristan sınırım geçti ve Karadeniz boyunca
Varna’ya doğru hareket etti. RomanyalIlar sert direniş
bekliyorlardı. Fakat böyle bir direniş yaşanmadı. Bunun dışında
RomanyalIlardan iki kolordu herhangi bir direnişle
karşılaşmadan Bulgaristan’ın başkentine - Sofiya’ya yaklaştılar.
RomanyalIlar neredeyse hiç direnişle karşılaşmadılar. Nitekim
düşman orduları ülkenin batısında - Sırp-Bulgar ve YunanBulgar cephelerinde idiler. Ayrıca sonraki birkaç gün içinde
Doğu Trakya’da Bulgarların tüm ordularım imha etmişlerdi. 23
20 M ogilevich A .A ., Ayrapetyan M.E. N a putyah k M irovoy V oyne, 19141918, Leningrad, 1940
21 M ogilevich A .A ., Ayrapetyan M.E. N a putyah k M irovoy V oyne, 19141918, Leningrad, 1940
296
Temmuz’da Osmanlı orduları Edirne’yi aldılar. Doğu Trakya’yı
Türkler sadece on geçitle almışlardır.22
29 Temmuz’da Bulgar hükümeti çıkmaza girdiğini anladı ve
barış istedi. Bundan sonra da Bükreş’le banş görüşmeleri
başlatıldı.23
İkinci Balkan savaşı sadece bir ay sürdü. Bulgaristan mağlup
edildi. 31 Temmuz’da Bükreş’te Barış Konferansı yapıldı,
konferans Ağustos ayı başlarında anlaşmanın imzalanmasıyla
son buldu. Bu anlaşmaya göre de Makedonya Sırbistan ve
Yunanistan arasında eşit olarak ikiye bölündü, Romanya ise
Yeni Dobruca’yı elde etti, buranın nüfusu 404 bin kişiden
oluşmaktaydı ve Bulgarlar 48%, RomanyalIlar 3% ve geri
kalanlar da Türkler ve diğer küçük etnik gruplardan
oluşmaktaydı. Tabii ki, Bükreş Anlaşması sonucunda
Dobruca’yı Romanya’ya vermiş olan ve Makedonya’yı
Sırbistan ve Yunanistan arasında paylaşmak zorunda kalan
Bulgaristan, Sırbistan ve Romanya’ya karşı derin düşmanlık
gütmeye başladı. Bunun dışında da Bulgaristan Edirne’yi ve
Trakya’nın önemli bölümünü kaybetti; her ikisini Türklere geri
vermek zorunda kaldı.
“Bükreş Barış Anlaşması kaçamaklardan ve yalanlardan
meydana gelmiştir. Açgözlülük ve düşüncesizlik eseri bir
savaşa uygun bir taç niteliğindedir bu anlaşma; savaşı
taçlandırsa da sona erdiriyor değildir. Tarafların tamamen bitkin
düşmesinden ötürü bir süre ara verilmiş bulunan savaş, ilgili
ülkeler taze kana kavuşur kavuşmaz yeniden başlayacaktır”24.
22 M ogilevich A .A ., Ayrapetyan M.E. N a putyah k M irovoy V oyne, 19141918, Leningrad, 1940
23 M em ikov A .g. Spektor A .A ., V sem im aya İstoriya V oyn., M insk, 2005
24 “Kievskaya M isi” No: 2 0 6 8 Temmuz, 1913, Leon Troçki, Balkan
Savaşları, çev. Tansel Güney, İstanbul 1995, s. 421
297
“Pazar günü kraliyet sarayında delegeler onuruna verilecek
ziyafette, nezaket gereği, Bükreş Konferansının büyük önemi
üzerine pek çok nutuk çekilecek. Bu nutuklar halkların çektiği
acılarla bir alay niteliği taşıyacak, insanı isyan ettiren bir alay!
Ölenlerin feryadı gerçekten göğe yükselmektedir, çünkü kanlan
boş yere dökülmüştür. Hiçbir şey başanlmış, hiçbir şey
çözülmüş değildir... Doğu Sorunu, hala olanca vahametiyle
devam ediyor, kapitalist Avrupa’nın ortasında korkunç bir ülser
gibi zehir saçıyor”25.
Sonuç ve Değerlendirme
Aslında, 1908 yılında, Avusturya-Macaristan’ın Sırplann
yaşadığı Bosna-Hersek’i ilhak etmesinin ardından “Bosna
Krizi” meydana geldi. Söz konusu bölgeler, resmi olarak,
içeride çıkan ayaklanma sonucunda bir kaosun yaşandığı
Osmanlıya bağlıydı. Bölgenin Sırbistan yönetimine geçme
endişesi Viyana yönetiminin kararında belirleyici olmuştu.
Hiçbir yerden destek bulamayan bitkin düşmüş Osmanlı
İmparatorluğu Avusturya-Macaristan’la müzakerelere başladı
ve para tazminatı karşılığında artık gerçekleşmiş olan ilhakı
tamdı.
Diğer Balkan devletleri ise bunu kabul edemezdiler. Osmanlı
esaretinden büyük zorluklarla kurtulan ve yeniden kendini
güçlü yayılmacılığa direnişin ön saflarında bulan iki devlet olan
Sırbistan ve Karadağ’ın tepkisi özellikle sert oldu. Uzun
zamandan beri Rusya hükümeti bu iki ülkeyi himaye etmekte,
Rusya’nın sosyal çevreleri ise her türlü manevi destek
sağlamaktaydı. Fakat söz konusu dönemde Petersburg yönetimi*298
25 “K ievskaya M isi” N o: 2 0 6 8 Temmuz, 1913, L eon Troçki, Balkan
Savaşları, çev. Tansel Güney, İstanbul 1995, s.421
298
kendi “küçük kardeşlerine” somut bir yardımda bulunamadı.
Yeni sona ermiş Rus-Japon Savaşı ve iç karışıklıklar sonrasında
ülke, uluslararası alanda güç gösterisinde bulunmak için henüz
çok zayıftı. Olay sözlü bildiriler, protesto gösterileri ve
diplomatik notalarla geçiştirildi.
Dört yıl sonra, 1912’nin sonbaharında Balkanlarda, bir Avrupa
savaşma dönüşme riski taşıyan yeni bir kriz patlak verdi. O
dönemde Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’da hala büyük
topraklara sahipti. Arnavutluk, Bulgaristan’ın güneyi (Trakya),
Yunanistan’ın kuzey bölgeleri ve Makedonya OsmanlI’ya aitti.
Osmanlı zulmü dayanılmaz hale gelmişti ve Osmanlı
topraklarının değişik yerleşim birimlerinde başkaldırılar ve
yerel isyanlar yaşamyordu. Bu isyanlar Osmanlı ordusu
tarafından akıl almaz gaddarlıkla bastırılıyordu.
Sınırdaş devletler “Osmanlı mirasına” çoktan‘göz dikmişlerdi.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki toplumsal ayaklanmalar, İstanbul
yönetiminin bölgelerdeki hâkimiyetinin zayıflaması, aynı
zamanda büyük güçlerin kaderine mahkûm imparatorluğu
desteklemede açık bir şekilde isteksiz davranmaları, eski sorunu
güç kullanarak çözmeye karar veren Balkan devletlerini
çabalarını birleştirmeye itti.
1912 yılının Ekim ayında Bulgaristan, Yunanistan, Karadağ ve
Sırbistan askeri operasyonları başlattılar. Müttefikler ortak
düşmana karşı 600 bin kişilik bir ordu ile çıktılar ve birkaç gün
sonra OsmanlI’nın hiçbir şansının olmadığı anlaşıldı. Osmanlı
ordusu arka arkaya yenilgilere uğradı. 1912 yılının Kasım
başlarına doğru Osmanlı ordusu neredeyse tamamen yenilmiş
bir durumdaydı ve bu ordunun geriye kalan bölümleri
İstanbul’un 40 kilometreliğinde mevzilenmişlerdi. Osmanlı
299
barış istiyordu ve artık endişe belirtileri göstermeye başlayan
büyük Avrupa devletlerine çağında bulunuyordu.
Rusya, üst düzey yönetim çevreleri Rusya karşıtı bir tavır içinde
olan Bulgaristan’ın İstanbul’u ele geçirmesini ve Karadeniz
boğazlarına sahip olmasını istemiyordu. Petersburg yönetimi
sert bir şekilde Bulgaristan’dan taarruzu durdurmasını talep etti.
Avusturya ve arkasındaki Almanya Sırbistan’ın güçlenmesini
kabullenemezdi ve Avusturya ordusu sınıra yığılma yapmaya
başladı. Olaylann gelişimi endişe verici duruma geldi. 1912
yılının Aralık ayında savaşan taraflar mütareke imzaladılar.
Ardından Londra’da Avrupa devletlerinin büyükelçilerinin
katılımı ile bir konferans gerçekleştirildi. Konferansta
Balkanlardaki mevcut politik durumu tespit eden bir barış
anlaşmasının koşullan hazırlandı.
Ancak, 1913 yılının Haziran ayında aynı bölgede yeni bir
çatışma patlak verdi. I. Balkan Savaşı’nm kazananları
müttefikliği çok kısa bir süre devam ettirdiler ve “Osmanlı
mirasının” herkes için kabul edilebilir bir paylaşımı konusunda
anlaşamadılar. Bu kez, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ ve
onların “tarihi düşmanları” olan OsmanlIyı birleştiren
Bulgaristan’a karşı koalisyon kuruldu. Bu defa müttefikler
arasına Romanya da katıldı.
Koalisyon üyelerinden her biri, büyük topraklar ele geçirmiş
olan Bulgaristan’dan kendi lehine toprak talebinde
bulunuyordu. Berlin’in ve Viyana’nın diplomatik desteğini
arkasına alan Bulgaristan Çan I. Ferdinand ve hükümeti taviz
lafını duymak bile istemiyorlardı. îlk olarak Bulgaristan ordusu
30 Haziran 1913 tarihinde Sırp ve Yunan ordulannm
mevzilerine taarruz başlattı. Diğer Balkan devletleri de savaşa
300
müdahil oldular. Bulgaristan çok fazla karşı koyamadı ve 29
Temmuz’da teslim oldu. Kısa bir süre sonra barış antlaşması
imzalandı ve bu antlaşmaya göre Bulgaristan güneyde, batıda
ve kuzeyde büyük topraklar kaybetti. Balkanlarda sağlanan bu
güç dengesi sadece geçici bir soluklanmaydı. Zira iki savaşın
sonucundan ne doğrudan bu savaşlara müdahil olanlar, ne de
onların Viyana, Berlin, Londra ve Petersburg’daki akıl hocaları
ve himayecileri memnundu. “Balkan Düğümü” henüz
çözülmemişti ve AvrupalI politikacılar bunun bilincindeydiler.
Rusya, diplomasinin sorumluluğu ve Avrupa’da barışı
sürdürmeyi riske etmektense taviz vermenin daha iyi bir karar
olduğunu düşünen Çar’m tavrı sayesinde, Balkanlardaki
olaylara doğrudan müdahil olmaktan kaçınabildi. Bununla
birlikte, Bosna Krizi’nden başlayarak Rusya kamuoyu, gerek
liberal, gerekse muhafazakâr basın sürpkli “Slav kardeşlere
somut yardım” yapılması gerektiğini savunuyordu. Dördüncü
Devlet Duması Başkanı Mihail Rodzyanko ve Duma’daki
büyük partilerin liderleri Çar II. Nikolay’ı savaşa girmeye
çağırıyorlardı. Ancak onların bu çağırılan etkili olamadı.
“Osmanlı mirası” için yapılan savaşın Avrupa genelinde bir
çatışmaya dönüşmemesine rağmen uluslararası alandaki gerilim
henüz geçmemişti. Almanya ve Fransa uzun yıllardan beri
kapsamlı yeniden silahlanma programları gerçekleştiriyorlardı.
Rusya da bu yarışın içine çekilmişti. Milliyetçilik eğilimleri
giderek güçleniyordu. Almanya Başbakanı Betman-Holveg,
1913’ün ilkbaharında parlamentoda orduya verilecek yeni
kredileri gerekçelendirirken Almanya’nın “Slav dalgası” tehdidi
ile karşı karşıya olduğunu söylüyordu. Fakat o, sadece I. Balkan
Savaşı sonrasında “Slavlarla Almanların savaşımn kaçınılmaz”
301
olduğunu düşündüğünü belirten Almanya İmparatoru Kayser II.
Wilhelm’in sözlerini tekrarlamaktaydı.26
“Sevgili Villi’nin” aksine Rus Çan farklı görüşteydi ve geniş
çaplı askeri çatışmanın kaçınılmaz olduğunu düşünmüyordu.
1913 yılının Mayısında Çar II. Nikolay, Kayser’in
Braunschweig Herzog’u ile evlenen kızı prenses Viktoria
Louise’mn düğününe geldi. Bu, Rus Çarının Almanya’yı son
ziyareti oldu. Çar, Rusya-Almanya ilişkilerinin iyileştirilmesi
için II. W ilhelmie anlaşmak niyetindeydi. Kayser’le görüşen II.
Nikolay, Almanya’nın Avusturya’yı Balkanları ele geçirme
politikasından vazgeçirmesi durumunda, Rusya’mn Karadeniz
boğazlarına hak iddialarından vazgeçmeye hazır olduğunu ve
“bekçi” rolünü Osmanlı’ya bırakmayı kabul ettiğini ifade etti.
Bu tekliflere Berlin yönetiminden herhangi bir cevap gelmedi,
Wilhelm ise genel konuları konuşmakla yetindi.
İşte Balkan savaşlarının sonuçları bu şekildeydi. Bu savaşlar hiç
kimseyi barıştırmadı, hiçbir sorunu çözmedi ve Şark meselesi
de daha önceki gibi Büyük Avrupa devletleri ve küçük Balkan
devletleri karşısında durmaktaydı27 ve bu durum her an
diplomatik ya da silahlı çatışmaya dönüşebilecek şekilde
kalmaktaydı.28
1914 yılının başlarına gelindiğinde iki askeri-politik
koalisyonun hatlan artık belirgin bir şekil almıştı. Avrupa
ülkeleri ana müttefik eksenleri olan Berlin-Viyana ve ParisLondra-Petersburg etrafında gruplanmaya başlamışlardı. Her
26 A.N.Saharov, İstoriya Rosii s Drevneyshih Vremen do Nachala XIX veka,
M oskova, 2005, s. 946-948
27
http://magister.msk.ru/library/trotsky/trotm083.htm,
erişim
tarihi
10.11.2012
28 N.Saharov, İstoriya Rosii s Drevneyshih Vremen do Nachala X IX veka,
Moskova, 2005, s. 946-948
302
şey olacağına varırcasma gelişiyordu ve dünyanın kaderini
sadece
bir
mucize
değiştirebilirdi.
Fakat
mucize
gerçekleşmedi.29
29 A.N.Saharov, İstoriya Rosii s Drevneyshih Vremen do Nachala XIX veka,
Moskova, 2005, s. 946-948
303
B ib liy o g r a fy a
Zadohin A, Nizavskiy A. Porphovoy Pogreb Evropı, Moskova, 2000
Vinogradov V.N. “Ob Istoricheskih Komyah “Goryachih Tochek” na
Balkanah”, Novaya i
Noveyshaya İstoriya, 1993, No:4
Jogov P.V. Diplomatiya Germanii i Avstro-Vengrii i Pervaya
Balkanskaya Boyna, Moskova, 1969
Pyabinin A. Malıe Voynı Pervoy Polovinı XX veka. Balkanı,
Moskova, 2003
Pisarev Y.A. Velikie Dıjavı Nakanune Pervoy Mirovoy Voynı,
Moskova, 1986
Kluchnikov Y.V., Sobanin A.v. Mejdunarodnaya Politika Noveyshego
Vremeni v Dogovorah, Notah i Deklaratsiyah, Moskova, 1925, Cilt 1
Mogilevich A.A., Ayrapetyan M.E. Na putyah k Mirovoy Voyne,
1914-1918, Leningrad, 1940
Memikov A.g. Spektor A.A., Vsemimaya İstoriya Voyn., Minsk,
2005
Halgarten G. İmperializm do 1914 goda. Sotsiologicheskoe
issledovanie Germanskoy Vneshney Politiki do Pervoy Mirovoy
Voynı, Moskova, 1961
A.N.Saharov, İstoriya Rosii s Drevneyshih Vremen do Nachala XIX
veka, Moskova, 2005
Jebokritskiy V.A. Bolgariya Nakanune Balkanskih Voyn 1912-1913,
Kiyev. 1960
Leon Troçki, Balkan Savaşları, çev. Tansel Güney, İstanbul 1995
http://bse.sci-lib.com/article092584.html, erişim tarihi 10.11.2012
http://magister.msk.ru/library/trotsky/trotm083.htm, erişim tarihi
10. 11.2012
304
R O D O S V E İS T A N K Ö Y T Ü R K L E R İN İN
SO RU NLA RI VE ÇÖ ZÜ M YO LLARI
Prof. Dr. M ustafa Kaymakçı
Rodos, İstanköy ve On İki Ada Türkleri Kültür ve
Dayanışma Derneği Başkanı
Türkiye ve Yunanistan arasında önemli sorun alanları vardır.
Dostluğun sağlam temellere oturtulmasının, öncelikle ilişkilerde
sorun olan konuların çözümünden geçtiğini görmeliyiz. Bu
sorunlar çözülmeden, kalıcı ve sürekli bir barışın
kurulamayacağını herkesin bilmesinde yarar vardır. Ancak,
sorunların çözümüne Yunanistan’da yaşayan Türkler açısından
da bakmalıyız.
Bu bildiride, öncelikle Rodos ve İstanköy Türklüğünün
sorunları irdelenmeye çalışılacak, daha sonra da kimi
önermelerde bulunulacaktır.
RODOS VE İSTANKÖY TÜRKLÜĞÜNÜN BAŞLICA
SORUNLARI
Adalarda Yaşayan Türkler ve Vatandaşlık
Rodos ve İstanköy Türklerinin çoğunluğunu ağırlıklı olarak
1573 yılında Rodos’un fethinden sonra buraya yerleştirilen
Karaman Beyliği Türkleri ile 1897’de Girit’ten göç eden
Türkler oluşturmaktadır.
Rodos ve İstanköy. Türkleri, 1912’de İtalya’nın Yunanistan
adalarını işgal etmesi ile cemaat olarak kabul edilmiştir.
1947’de ise adalar Yunanistan’a verilmiştir. Geçen süreç içinde
Türklerin pek çoğu, kültürel kimliklerinin kabul görmemesi,
şiddet ve nefret ortamının yaratılması, iş kurma ve gayrimenkul
305
satın almalarına izin verilmemesi gibi nedenlerle Türkiye’ye
göç etmiş bulunmaktadır.
1950’den sonra adadan ayrılan bu kişilere Rodos’a
dönmeyeceklerine dair belge imzalatılmıştır. Adada kalan
Türkler ise vatandaşlıktan çıkarılma korkusu ile uzun yıllar
adadan ayrılamamıştır. Bu kişiler adadan ayrılmak
istediklerinde önce yabancılar şubesine giderek Yunanistan’a
tekrar giriş vizesi almak durumunda kalmışlardır. Bu durumdaki
kişilere yalnızca 30 gün süre ile adadan ayrılmalarına izin
verilmekteydi. Ege Adaları vatandaşları olarak tanımlanan
Türkler ise beş yıl süreli olarak verilen pasaportları ile adadan
ayrılabilmişler, ancak bu kişilerin pasaportlarının bitiş süresine
kadar adaya dönmemeleri halinde başka bir ülkenin
vatandaşlığına geçtiğine karar verilmiştir.
Böylelikle
vatandaşlıkları sona erdirilmiştir. Pasaportlarının uzatılması için
müracaat eden Türklerin ellerinden pasaportları alınmış, bu
kişilere vatandaşlıklarını kaybettikleri bildirilmiştir. Bugün
vatandaşlıktan çıkarılan kişilerin sayısının binlerce olduğu
tahmin ediliyor. Buna ek olarak Rodoslu olan ve halen Yunan
nüfus cüzdanına sahip olan kişilerin dahi, Rodos Belediyesi’nde
bulunan kayıtlarının silindiği söylenerek bu kişilere yeni nüfus
cüzdanı verilmemektedir.
Eğitim ve Türkçe Öğrenme Hakkı
Rodos’ta Türkçe eğitim veren son okullardan biri olan
Süleymaniye Medresesi’nin adı, 1972 yılında Rodos 13. Şehir
İlkokulu olarak değiştirilmiş ve o tarihten itibaren ise Türkçe
eğitim tamamen yasaklanmıştır. Bugün Rodos’ta yaşayan
Türkler devlet okullarına gidiyor, ancak din derslerinden muaf
tutuluyorlar. Devlet okullarında eğitim gören Türk çocukları,
306
bugün Türkçeyi çok az derecede konuşabiliyorlar. Bu
okullardan mezun olan çocukların adalarda mesleklerini yerine
getirme konusunda da belirsizlik yaşanıyor. Bugüne dek
Rodos’ta hiçbir resmi kuruluşta Türklere görev verilmemiştir.
Yalnızca Rodos Belediyesi’nde birkaç temizlik işçisi ile bir
park işçisi çalışmaktadır.
Din ve İbadet
Rodos Türkleri, İslam Cemaati idaresi tarafından temsil
ediliyordu. Adaları, 1912’den sonra işgal eden İtalya, yerel
kararname ile Rodos’ta bulunan müftülük makamını tanımıştır.
Bu durum uzunca bir süre Yunan Hükümetlerince de
sürdürülmüştür. Ancak 1990 yılında cemaat idare heyetinin
süresinin dolmasının ardından yerine yeni kişiler atanmamıştır.
Müftü Süleyman Kaşlıoğlu’na naiplik eden İhsan Kayserili’nin
de 1990 yılında vefatının ardından müftülük makamı resmen
kimseye verilmemiştir. Bu nedenle bugün dini anlamda adadaki
Türk azınlığı temsil edilmemektedir.
Osmanlı Türklerinden Kalan Kültür Mirası
Osmanlı Türklerinden kalan kültür mirasımızın bakımı ve
tamirlerine izin verilmemekte, tamirler göstermelik olmakta ve
eserler zamanın tahribatına bırakılmaktadır.
Örneğin Rodos adasında ünlü Süleymaniye Medresesi
yıkılmak istenmektedir.
Süleymaniye Medresesi, Türk
çocuklarına ilk, orta ve lise eğitimi vermek üzere 1876 yılında
inşa edilmiş tarihi bir binadır. Yunan hükümeti, Süleymaniye
Medresesi’nin altında bulunan eski St. Jean Kilisesi’nin ortaya
çıkartılmasını bahane ederek medresenin temelini kazmaya
307
başlamış ve bu okulu kapatmıştır. Aslında bu medrese, Rodos
Türklerinin kurmuş oldukları Evkaf Dairesi’ne aitti, ancak daha
sonra medreseye yasal bir kılıf bulunarak Yunanistan Kültür
Bakanlığı
el
koymuş
bulunmaktadır.
Süleymaniye
Medresesi’nin yıkımı, demeğimizin ulusal ve uluslararası
düzeyde yapmış olduğu girişimler sonucu bugün için
durdurulmuştur.
Rodos’ta bulunan camiler ise tadilat gerekçesi ile kapatılmış
bulunmaktadır. Bugün yalnızca İbrahim Paşa Camii ibadete
açıktır. Süleymaniye Camii’nin açılması için yapılan müracaata
camiinin
UNESCO
tarafından
tarihi
eser
olarak
vasıflandırılması nedeni ile ibadete açılamayacağı cevabı
verilmiştir. Daha sonra başlatılan restorasyon çalışmaları
onlarca yıl sürdürülmüş, çalışmalarında ise Osmanlı Desenleri
değiştirilmiştir. Geçtiğimiz günlerde onarım çalışmaları
tamamlanan cami, ilk kez Kurban Bayramı’nda ibadete
açılmıştır. Cami’nin müze olacağı bildirilmektedir. Benzer
şekilde Ali Hilmi Paşa Camii, Kıbrıs Evi olarak kullanılmak
üzere Rodos Belediyesi tarafından restore edilmiştir. Murat Reis
Külliyesi’nde bulunan müftü evi ise yıktırılarak yerine
konservatuar binası yapılmıştır.
Özetle, Adalarda Osmanlı Türklerinden kalan mimari eserler
talan edilmiş, elde kalanlar ise göstermelik olarak korumaya
alınmaya çalışılmaktadır.
Vakıflar Sorunu
İtalyan Yönetimi ’nce, Evkafa(Vakıf) ait malların bir komisyon
tarafından idare edilmesi kararlaştırılmıştı. 1947 yılında
Adaların Yunanistan’a geçmesinin ardından ise bu doğrultuda,
308
517/1947 sayı ve tarihli bir yasa çıkartılmıştır. Bu yasada şöyle
deniyordu:
“Adalarda yürürlükte bulunan
karar ve
kararnameler, Yunan yasalarına aykırı olmamak koşulu ile
gerekli kanunlar çıkarılıncaya kadar geçerlidir.” Ancak
Adalarda baskı ve yok etme siyaseti uygulanmaya başlamış ve
ilk olarak cemaat ve vakıf yönetimini denetlemek için hükümet
murahhasası atanmıştır.
1965 yılında Cemaat Başkanı Sadettin Nasuhoğlu’nun
ölümünün ardından cemaat ve vakfa ait değerli eser ve
taşınmazlar, satış ya da hibe yoluyla azınlığın elinden alınmıştır.
1970 yılında ise Katalipsis olarak bilinen kanunda şöyle dendi:
“On yıl içerisinde tapu dairesine bildirilmeyen taşınmaz mal ve
mülkler hâzineye intikal eder.” Bu hüküm gerekçe gösterilerek
Adalarda Türklere ait mallar gasp edilmiş ve Vakıflar sorunu
çözülememiş, konu bugüne dek gelmiştir.
Bugün, Rodos ve İstanköy’deki vakıflar yüzde 0,6 oranında
emlak vergisine tabidir. Başka bir ifade ile Rodos ve
İstanköy’de yaşayan Türklere ait vakıflar gayrı menkullerinden,
ticari kuruluşlar ile aynı oranda emlak vergisi alınmaktadır. Bu
da, uygulamanın ne kadar ayrımcı olduğunu gösteriyor. Diğer
yandan Yunan hükümetleri, Evkaf Dairesi’ne sürekli masraflar
yaptırarak elindeki arazileri ve mallan sattırmakta, Evkaf
Dairesi güçsüzleştirilmektedir. Yunan hükümetleri bu
uygulamayı, ne yazık ki bazen kendilerine verilen emanete
ihanet eden kişileri Vakıf Yönetim Kurullarına atama yaparak
gerçekleştirmektedir.
309
Nefret ve Baskı Ortamı
Geçmişten günümüze değin Rodos ve İstanköy’de Türklere
karşı nefret ve baskı ortamı sürdürülmüştür. Kıbrıs Hareketi
sırasında birçok Türk’ün işkence gördüğü, bir Türk’ün de
öldürüldüğü biliniyor. Bugün için nefret ve baskı ortamı
azaltılmış gibi görünüyor. Bununla birlikte Rodos ve
İstanköy’de baskı ortamı yerel basında yer alan haberler ile
sürdürülüyor.
Örneğin 2000 yılında kurulan Rodos
Müslümanları Kardeşlik ve Kültür Demeği için yerel gazeteler
“Ankara'nın ajanı” diye yazdılar. Rodos ve İstanköy’de nefret
temelli saldırılar da yaşanıyor. Kabapınar Kadın Cem Evi,
İstanköy Belediyesi tarafından yıktırılarak yerine park yapıldı.
İstanköy’de ise Cezayirli Gazi Haşan Paşa Camii ve Lonca
Camii, sprey boya ile boyandı. Geçtiğimiz 23 Aralık 2010
tarihinde de Rodos Müslümanları Kardeşlik ve Kültür
Demeği’ne kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce saldın
düzenlenmiştir. Gazetelere yansıyan bilgilere göre saldırganlar
demek kapısı önündeki paspasa benzinle ıslatılmış bez
parçalarını yakarak atmışlar, alevlerin etkisi ile demek
camlarından birkaçı kınlmıştır.
Özet olarak şu söylenebilir; Rodos ve İstanköy’de Türklerin
varlığı, fetih öncesine, 1483 yılma kadar uzanıyor. Ancak
Yunanistan’a göre Türkler, yalnızca Müslüman Yunan
vatandaşı olarak görülüyor. Türklere yönelik asimilasyon
politikaları ne yazık ki devam ediyor. Bugün Türklerin dini,
kültürel, ekonomik ve eğitim alanında yaşadığı sorunlar giderek
çözümü zor bir boyut kazanmış durumdadır.
Sorunların çözümü için Yunanistan’a baskı yapmak gereklidir.
Bunların bir kısmı adalarda yaşayan Türkler tarafından bile
310
yapılabilir. Söz gelişi, İslam Cemaati ve Müftülük makamının
iptal edildiğine dair herhangi bir kararname yoktur. Bu nedenle
hukuki yolu kapanmamış olan bu iki makamın yeniden
oluşturulması için harekete geçmek gerekmektedir. Ancak
bunun için öncelikle adalarda yaşayan Türklerin eyleme
geçmesi zorunludur.
Bu bağlamda bir genelleme yapılırsa Yunanistan’da yaşayan
Türklerin birçok sorunu varchr. Bunları kısaca şöyle özetlemek
olasıdır;
•
•
•
•
•
•
Yunan hükümetleri, Batı Trakya, Rodos ve İstanköy’de
yaşayan Türkleri, Türk kimliğiyle kabul etmiyor.
Etmediği için de bu kimliklerini öne çıkaranları değişik
araçlar kullanarak cezalandırıyor, korkutuyor.
Türkçe öğrenim haklan da ellerinden alınmıştır. AB
yurttaşları olan Türkler ana dillerini öğrenemiyor.
Osmanlı Türklerinden kalan kültür miraslannın
korunması
amacıyla kurulan vakıflar, Yunan
hükümetlerince yozlaştmlmıştır. Eserlerin bakım ve
onaranlarına izin verilmiyor. Onaranı yapılıyor diye
gösterilenler ise aslında tam bir göz boyamadır.
Türkler, doğrudan iş yeri açamıyorlar. Yakın zamanlara
değin mutlaka Yunan ortak bularak iş yapmak zorunda
kalmışlardır.
Yunanistan’da yüksek öğrenim yapmış Türklere, yedek
subay hakkı verilmiyor, belediyeler dışında kamu
görevlisi olamıyorlar.
Yunanistan’dan Türkiye’ye gelip de bir yıl süre ile
dönemeyenler, Yunan vatandaşlığından silmiyor. Bu
şekilde Yunanistan, Türklerin mallarına el koyuyor.
Şimdiye değin doksan bin civarında Türk’ün ıskat
edilmiş olduğu belirtilmektedir.
311
TÜRK-YUNAN İLİŞKİLERİNDE
GELİŞTİRİLEBİLİR?
DOSTLUK
NASIL
Türkiye-Yunanistan arasında inişli çıkışlı bir dostluk söz
konusudur. Yunanlılar, Türklere kardeşçesine bir yakınlık
duyarken düşmanca bir tavır içine girebiliyorlar.
Düşmanlığın Kökeni
Yunanlıların düşmanca tavırlarının kökeninde, yüzlerce yıl
Osmanlı egemenliğinde kalmaları vardır. Yunan çocuklarına
aile ortamı ve anaokullanndan başlayarak Türk düşmanlığı
aşılanıyor. Yunan Ortodoks Kilisesi düşmanlığı körüklüyor.
Yunan tarihi ve ders kitapları, Türklüğe karşı kin ve garez
içeren metinlerle doludur. Bu ortamda yetişen insanları, Yunan
egemen güçleri kullanıyor. Yunanistan’daki bütün siyasal
partilerin Türk düşmanlığı yapmalarının manevi tabam buradan
kaynaklanıyor.
9 Eylül 1922’de İzmir’de noktalanan ve adına Yunanlılar
tarafından Küçük Asya Bozgunu denilen yenilgi de bunu
beslemiştir. Öyle bir düşmanlık ki, Ege Denizi’ndeki adalarda
birlikte yaşayan Türkler ile Yunanlılar arasında bile yaşanmış
ve yaşanıyor. Bu konuda adalı bir Türk’ün anlattığı olayı
unutmak olası değil-**. Yıl 1921. Yer Rodos. Dimitri, arkadaşı
Abdurahman ile şakalaşırken aniden kulağını yakalar ve
çekmeye başlar. Ardından nedenini açıklar: “ B re Türko,
Yunan orduları P olatlı önlerinde, A nkara yakın da düşecek.
K e m a l’in (Atatürk) kulağına yapışacağız ve işini bitireceğiz.
S ıra sonra size de gelecek. H aberin ola ” der.
Burada her iki ülkenin aydınlarına ve siyaset adamlarına önemli
görevler düşmektedir. Ancak, Türkler hep ödün veren,
(,> Olay bu satırların yazarının babasının başından geçti. Kaymakçı ailesi, Türk
kim liğini yitirmemek için 1952’de Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır.
312
görmezlikten gelen olmamalıdır. Kalıcı dostluğun karşılıklı
olabileceğini Yunanlılara bildirmelidir.
Bu anımsatmaları, düşmanlığı körüklemek için değil, tam
tersine kalıcı bir dostluğu oluşturmak amacıyla, gerçeklerin
bilinmesi için yapıyoruz. Bu anlamda, bu bildiri, dostluğa bir
çağrıdır, ancak saflığa değil. Aksi durumda, “Türk-Yunan
Dostluğu sözde” kalabilir.
Dostluk İçin Ne Yapılmalı?
Kalıcı dostluğun oluşturulabilmesi için, öncelikle aradaki
sorunların ortaya konulması ve bunların kamuoylarmca
tartışılması zorunludur.
Sorunların çözümü için yıllardır Yunanistan ile istikşafı
görüşmeler sürdürülüyor. Bunlar arasmda Kıbrıs, Ege Hava
Sahası, Karasuları, Kıta Sahası gibi temel konular var. Bu
konuların çözümü için henüz ortak noktaların bulunmadığı
biliniyor. Bu nedenle, kimi zaman ilişkiler birden bire
gerilmektedir. Örneğin, Ege Denizi’nin Uluslararası Hava
Sahası’nda Türk ve Yunan uçakları çarpışıyor. Türkiye, bu
uçuşlann NATO bilgisi kapsamında olduğunu bildiriyor. Buna
karşın Yunanistan, ortada suçlu arıyor.
Bununla birlikte, yukarıda belirtilen temel konuların
çözümleme süreci için görüşmeler sürdürülürken kimi
konularda adımlar atılabilir ve karşılıklı çalışmalar yapılabilir.
Bunların kimileri şunlar olabilir;
• Yunan kamuoyunda, Tilrkler için var olan yanlış ve
tutarsız bilgiler ortadan kaldırdmalıdır.
Bunun için Yunan tarihi ve ders kitapları, nesnel olarak yeniden
yazılmalıdır. Bu konuda, özellikle Yunan aydınlan tavır
göstermelidir.
• Yunanistan ve Türkiye arasmda öğrenci değişimi
yapılmalıdır.
313
Öğrenci değişimi, yakın sınır kentlerinden başlayarak
geliştirilebilir. Öğrenci değişiminin başarısı için, tarafların
dillerini öğrenmelerinde yarar vardır.
• Yerel yönetimler arasında bağlantılar kurulmalıdır.
Yerel yönetimler arasında bağlantılar kurulmalı ve var olanlar
güçlendirilmelidir. Ancak, kardeş kentler ilan edilirken bile,
düşmanlıkları körüklemekten kaçınmayan Yunanistan’a büyük
görevler düşüyor. Bilindiği üzere, İzmir Büyükşehir
Belediyesi’nin Selanik’i kardeş şehir olarak kabul edeceği
sırada, Selanik Belediyesi “Sözde Pontus Soykırımı A nıtı”nı
dikiverdi. Bunun üzerine haklı olarak, kardeş şehir konusu
askıya alınmıştır.
• İki ülke arasında turizm geliştirilmelidir.
Türk-Yunan halkları birbirlerini yeterince tanımıyor. Bu
amaçla, turizmi geliştirmekte yarar vardır. Bu konudaki kısıtlar
da yine Yunanistan’dan geliyor. Vize almada önemli güçlükler
vardır. Özellikle, Yunanistan doğumlu olan ancak Türkiye’ye
göç etmiş Türklerin, vize alması neredeyse olanaksızdır. Vize
sorununun çözümlenmesi ile gidiş-gelişler hızlanabilir.
Böylelikle Yunanlılar, Türkleri yakından tanıyabilir ve herhangi
bir kötülüğün ya da saldırının gelemeyeceğini görebilirler.
• İki ülke arasında bilimsel işbirliği olanakları
araştırdmalıdır.
Türkiye ve Yunanistan iki Akdeniz ülkesidir. Tarımdan
sanayiye kadar her konuda ortak bilimsel çalışma yapılabilir.
Ege’nin sularında ortak araştırmalar planlanabilir.
t.
Özetle, Türk-Yunan dostluğunun sürekli ve kalıcı olma durumu,
Yunan hükümetlerine bağlıdır. Ayakları sağlam yere basmayan
dostluk söylemleri kimseyi yamltmamalıdır. Bir temel gerçeğin
Yunan hükümetlerince kabul edilmesiyle barış kalıcı olabilir. O
da barışın karşılıklı menfaat ilişkileri üzerine kurulmasından
geçmektedir.
314
Barışın bu temel gerçek üzerinde kurulması için Yunan
hükümetlerinin yapması gereken işler, Rodos ve İstanköy
Türkleri açısından tekrarlanırsa özetle şunlar olmalıdır;
Birincisi, Rodos, İstanköy ve On İki Adalardaki kültürel
eserlerin korunmasına, bakım ve onarmama Yunan
hükümetlerinin özen göstermesidir.
İkincisi, Rodos ve İstanköy’deki soydaşlarımızın Türk
kimlikleri
kabul
edilmeli ve
kültürel kimlikleriyle
örgütlenmelerini engelleyen baskılara son verilmelidir. Şimdiki
durumda adalarda yaşayan Türkler salt Müslüman kimlikleriyle
kabul edilmektedirler.
Üçüncüsü, Rodos ve İstanköy’de yaşayan Türk çocuklarına en
azından ilköğretim düzeyinde Türkçe öğrenme hakkı, bir başka
deyişle anadil eğitimi hakkı sağlanmalıdır.
Son söz yerine; Türk-Yunan dostluğu nasıl kalıcı olabilir
sorusunun, birbiriyle bağlantılı birçok yanıtı var. Burada en
önemli konu, Yunan halkının Türklere karşı beslediği duygular
ve düşüncelerdir. Bunların, zaman içersinde düşmanlıktan
dostluğa dönüşmesi gerekiyor. Bu bağlamda, düşmanlığı
siyasetçilere bağlamak ve halklar arasında düşmanlıklar yoktur
yaklaşımı, havada kalıyor. Yunan siyasetçileri, Yunan halkında
var olan duygu ve düşünceleri kullanıyor. Ancak, Türkler ve
Yunanlılar arasındaki kavgayı, emperyal güçler de olabildiğince
besliyor. Bu da göz önüne alınması gereken önemli
gerçeklerden birisidir. Her iki ülkenin karşılıklı olarak
silahlanmasına sınır getirmesi bir zorunluluktur. Bunun için
özellikle silah sanayicisi ülkelerle ilişkiler, bu bağlamda
düzenlenmelidir. Yunanistan’ın içinde bulunduğumuz günlerde
yaşadığı ekonomik çöküşün nedenlerinden biri de silahlanmaya
ayırdığı bütçeden ileri gelmektedir. Belki de yapılacak işlerden
birisi, her iki ülke arasında bir Saldırmazlık Anlaşması’nın
yapılmasıdır.
315
A T A T Ü R K ’E G Ö R E B A L K A N Y E N İ L G İ S İ N İ N
SEBEPLERİ
(Askeri Strateji Bakım ından Bir Analiz)
Dr. A li Güler
ATATÜRK YE BALKANLAR
Çocukluk, ilk gençlik ve mesleki hayatının bir bölümü itibarıyla
57 yıllık ömrünün yaklaşık yarısını Balkanlarda geçiren
Mustafa Kemal Atatürk; ömrünün sonuna kadar Balkanlara olan
ilgisini azaltmadan sürdürmüştür.
Atatürk’ün baba soyu, Anadolu’dan gelerek önce bugünkü
Makedonya Cumhuriyeti’nin Debre şehrine bağlı Kocacık’a
yerleşmiş, sonra buradan Selanik’e göçmüşlerdir. Atatürk’ün
anne soyu da Anadolu’dan gelerek önce Selanik’le Manastır
arasında yer alan Vodina Sancağı’na bağlı Sofular Nahiyesine
yerleşmiş, sonra Selanik ve Lankaza’ya göçmüşlerdir. Aile
tarihi itibarıyla bir “Balkanlı” olan Mustafa Kemal Atatürk,
1881’de Selanik’te doğmuş, ilköğrenimine kadar hayatı
Selanik’te geçmiştir.325
Mustafa Kemal’in eğitim ve öğretim hayatında önemli bir yer
tutan ilk ve orta öğrenim hayatının önemli bir bölümü
Selanik’te geçmiştir: Mahalle Mektebi (1887), Şemsi Efendi
Okulu (1887-1893), Mülkiye Rüştiyesi (1894), Askeri Rüştiye
325 B u konuda ayrıntılı bilgi için bakınız: A . Güler, San M ustafam (Atatürk’ün
A z B ilinen Y önleri), Trava Y ayın lan , İstanbul, 2 0 1 0 , s. 13 vd
316
1894-1895). Lise eğitimi de yine önemli bir Balkan şehri olan
Manastır’da geçmiştir: Askeri Lise (1896-1898).326
Şu halde Atatürk doğumundan (1881) lise eğitimi sonuna
(1898) kadar çocukluğu ve ilk gençlik yılları, yani ömrünün 17
yıllık kısmı Selanik ve Manastır olmak üzere Balkan
topraklarında geçmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün meslek hayatı bakımından da
Balkanlar önemli bir yer tutmaktadır. Onun; 1907’de
Selanik’teki 3. Ordu’ya tayin edilişinden, DiyarbakırSilvan’daki 2. Ordu’ya bağlı 16. Kolordu Komutanlığı’na tayin
edildiği tarih olan 1916 yılma kadarki hayatı da sırasıyla
Selanik (Yunanistan), Üsküp (Makedonya), Trablusgarp,
Bosna, Arnavutluk, Bingazi, Deme, Topruk, Bolayır, Sofya
(Bulgaristan), Belgrat, Çetine (Sofya’daki Ataşemileterliğine ek
görev olarak) ve Gelibolu Yarımadası’nda geçti.327
Şu halde Trablusgarp ve Bingazi’de geçen kısa süreyi çıkaracak
olursak, Atatürk, 1907’de Kurmay Yüzbaşılığından başlayarak
1916’daki Tuğgeneralliğe yükselişine kadarki süreyi de, yani
çoğu çok çetin savaşlar ve deneyimlerle geçen yaklaşık 9 yıllık
süreyi de Balkanlarda geçirmiştir.
Hem ailesinin, hem de kendisinin “Balkanlı” olması, ömrünün
yarıya yakın süresinin (toplam 26 yıl) Balkanlarda geçmesi
Atatürk’ün Balkanlara olan ilgisini anlamak için yeterlidir.
326 Mustafa Kem al’in öğrenim hayatı konusunda bakınız: A. Güler, Sarı
Mustafam (Atatürk’ün A z Bilinen Yönleri), s. 127 vd. A. Güler, Askeri
Öğrenci Mustafa K em al’in N otlan (Arşiv B elgeleri Işığında), Atatürk
Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2001, 1-82 s.
327 B u görevlerle ilgili olarak bakınız: Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve
Daha Ü st Kademelerdeki Komutanların Biyografileri, 2. Baskı, Genelkurmay
Basım evi, Ankara, 1989, s. 2-3.
317
Kaldı ki, yıkılan Osmanlı Devleti’nden genç ve çağdaş Türkiye
Cumhuriyeti’ni çıkaran ve bu yeni devletin “Kurucu
Cumhurbaşkanı” olarak, Türkiye’nin yakın komşuları ile
ilişkilerini ve buna bağlı dış politikasını belirlemek görev ve
sorumluluğunu üstlenmiş olması da Balkanlarla özel olarak
ilgilenmesinin nedenlerini anlamamızı kolaylaştıran bir
durumdur.328
GENEL OLARAK BALKAN YENİLGİSİ
Askeri, mesleki hayatının önemli bir bölümünü Balkanlarda
geçiren Mustafa Kemal Atatürk, Balkan Savaşını ve buradaki
yenilgiyi genel olarak; Osmanlı Devleti ve Türk Milleti
açısından “facia”, “felaket”, “eski zihniyetin çöküşü” ve
“bilgisiz komutanların geri çekilişi” olarak değerlendirmektedir.
Ordunun teşkilatlandınlmaması, bir savunma planı olmayışını
ve birliklerin eğitimsizliğini de savaşın kaybedilmesindeki
önemli sebepler olarak ele almaktadır. Karlsbad Anılan’nda
1918 yılında şunlan söylüyor:
“Balkan Savaşına gelince, bu da Türk ordusunun savaşla
kaybetmesi değildir, bir felakettir. Ancak, bu, Türk ordusunun
hezimeti değildir. Türkiye ’deki eski zihniyetin çöküşüdür. Türk
ordusunun başında bulunan cahil komutanların geri çekilişidir.
Bu esnada Türkiye ’y e hakim olan cahil kişilerin tutumu Balkan
devletlerinin askeri sonuç almalarına sebep olmuştur.
Denilebilir ki bu savaş Türkiye için bir sürpriz olmuştur. Ordu,
toplanabilmek için yeterli zamana ve bir plana sahip
olmamıştır. Sadece sınır askerleriyle (avant-gardes) savaş
kabul edilmiştir. Asıl hakiki büyük Türk ordusu
328 R. Genç, “Atatürk ve Balkanlar”, Atatürk ve Manastır Sempozyumu (1213 Ekim 1998, Manastır) Bildirileri, Öz-Ten Ofset ve Tipo Yayıncılık,
Ankara, 1998, s. 14.
318
teşkilatlandırılamamıştır. Öyle anlar olmuştur ki, silahsız
millete başvurulacağı yerde küçük birlikler kurmaya
çalışmışlardır. Tam yetkiyle iktidarda bulunan bazı kişilerin
cehaleti ülkenin en değerli kısımları, ordu kullanmaya muktedir
olmadan ki bu ordu büyük cesaretle savunmayı yapabilecek
kudrette idi, düşmana terk etmişlerdir?’’1’29
BİR SAVUNMA PLANI OLMAYIŞI
Atatürk yukarıdaki değerlendirmesinde Balkan Savaşı
yenilgisinin temel sebeplerinden biri olarak ordunun savunma
planlan olmayışını göstermiştir. Bu konudaki tespitlerini de
başından geçen bir anı-olayı gazeteci Asım Us’un bir sorusu
üzerine anlatmıştır.
Atatürk Balkan Harbi ile ilgili anılarını Vakit Gazetesi
Başyazarı Asım Us’a sofra sohbetlerinde anlatmış, Asım Us da
bu konuşmaları aynen not etmiştir. Yazar bu konuda şunları
yazıyor: “Balkan faciası Osmanlı Devleti için önüne geçilemez
bir felaket mi idi? Yahut Bulgarların, Sırpların, Yunanlıların,
Türkiye aleyhinde ittifak ederek taarruz hareketine
girişmelerinden sonra panik şeklinde bir mağlubiyetten
kurtulma çaresi yok mu idi? Bir gün Atatürk’ün sofrasında bu
mesele konuşulmuştu. Atatürk Garp Trablusu ve Balkan
Harplerine ve Rumeli müdafaasına ait hatıralarından
bahsederek şöyle demişti:'’’’
“Balkan Harbi patladığı zaman ben Trablusgarp’ta
bulunuyordum. Eğer ben o sırada orada bulunmayıp da
Rumeli’nin herhangi bir noktasında bulunsaydım, O Balkan329
329 Karlsbad Anılarından aktaran A. Afetinan. Sadi Borak, Atatürk, Resmi
Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşiler, 3. Baskı, Kırmızı
Beyaz Yayınları, İstanbul, 2004, s. 411-412.
319
faciası olmazdı. Çünkü Selanik Kolordusu’nda bulunurken
küçük Balkan devletlerinin birleşerek müşterek bir taarruz
yapmaları ihtimalini düşünüyorduk. Ben böyle bir ihtimale karşı
tatbik ve takip edilecek müdafaa planı üzerinde çalışmıştım. Bir
gün bu müdafaa planına ait haritaları masamın üstüne sererek
meşgul bulunurken içeriye Talat Bey (Paşa) ile o zaman İttihat
ve Terakki Cemiyeti Genel Sekreteri olan Hacı Adil Bey
girdiler. Kolordu Kumandanını ziyarete gelmişler. Bu
münasebetle beni de hatırlamışlar. Selamlaşmadan sonra Talat
Bey söz olsun kabilinden bana sordu:
-Kemal Bey çok dalmışsın, ne ile meşgul oluyorsun? Dedi.
Önümüzdeki haritaları göstererek bunların Rumeli müdafaa
planı olduğunu söyledim. Bir gün küçük Balkanlı devletlerin
birleşerek müşterek bir taarruz yapmaları ihtimaline karşı askeri
hazırlıklarımızdır. Talat Bey:
- Ben asker değilim bu işlerden anlamam. Fakat bu gösterdiğin
müdafaa planlarını kim tatbik eder? Diye sordu. Ben elimle
kendimi işaret ederek:
- Ben yaparım. Dedim. Talat Bey bu mevzu üzerinde daha fazla
konuşmadı, sustu. Esasen sadece hatır ve gönül almak
kabilinden olarak benim yanıma uğramışlardı. Veda ederek
ayrıldılar. Sonradan öğrendim ki, benim Rumeli’nin müdafaa
planlan hakkmdaki sözlerim Talat Bey’in pek garibine gitmiş.
Odadan çıktıktan sonra giderlerken Hacı Adil Bey’e:
- Gördün mü bizim deliyi? Demiş.”330
330 Aktaran A sım U s. Sadi Borak, Atatürk, R esm i Yayınlara Girmemiş
Söylev, D em eç, Y azışm a ve Söyleşiler, 3. Baskı, Kırmızı B eyaz Y ayınlan,
İstanbul, 2004, s. 29-30.
320
- Muhtemelen Selanik’te 3. Ordu Karargahı’nda görevli olduğu
1909-1910 yıllarında cereyan eden bu olay da göstermektedir
ki, Atatürk genç bir Kurmay Binbaşı olarak yaklaşan tehlikeyi
görmüş ve bir çalışma içine girmiştir. Talat Paşa’nm aynı
olaydaki tavrı ise basit bir öngörüsüzlükten öte gelişen olayları
değerlendirmedeki yetersizliğini gözler önüne sermektedir.
BİRLİKLERİN EĞİTİM EKSİKLİĞİ VE
KOMUTANLARIN YETERSİZLİĞİ
Atatürk Balkan Savaşı yenilgisi ile ilgili olarak, ordunun eğitim
zafiyetini ve komutanların yetersizliklerini de önemli bir sebep
olarak ortaya koymuştur. Bu konulardaki düşüncelerini Nuri
Conker’in “Zabit ve Kumandan” eserine karşılık 1914’te
kaleme aldığı “Zabit ve Kumandanla Hasbihal” isimli eserinde
anlatmıştır. O Zabit ve Kumandanla Hasbihal’de Selanik’te 30
Haziran 1911 tarihinde hazırlayarak 3. Kolordu Komutanı’na
sunduğu bir raporda bu hususlardaki zafiyetlere dikkat çekmiş
olduğunu rapordan örnekler vererek anlatmaktadır.
“Bir ordunun barışta izlemesi gereken ciddi çalışma ve bu
çalışma ile sağlamlaştıran bilimsel bilgilerin zamanı gelince
zaferle sonuçlanacak şekilde uygulanması için, yüce askerlik
mesleğindeki kişilerin taşıması gereken manevi özelliklere
ilişkin sözlerini de müthiş bir darbe izliyor: ‘Ordumuzun son
Balkan Savaşı’ndaki ağır yenilgisi acı bir gerçektir. Hayal
kırıklığına uğranıldı.’ Evet çok acı bir gerçektir. Fakat senin de
açıkladığın gibi bu uğursuz gerçeği kavrayanlar da vardı. Bence
bunu kavramamış olmak için ya dalgın ya da bilgisiz olmak
gerekirdi.
Selanik’te 30 Haziran 1911’de Kolordu komutanına sunulmuş
resmi bir raporun bazı noktalarım, ders almak, geçmişteki derin
321
uykumuzu şimdi ve gelecekte de sürdürmemek için hep birlikte
bir kez daha gözden geçirelim:
Madde 1. ‘...Bundan dolayı acemi eğitimi dönemine verimi
alınmaksızın son verilmiştir.’
Madde 2. ‘.. .Alay komutanı denetleyeceği eğitim döneminden
alınacak verimin ne ve nasıl olması gerektiğinden
habersizdir...’
Madde 3. ‘...13. Tümen Komutanı birlikler karşısında aldığı bir
seyirci durumuyla... yokluğundan daha zararlı duygular ortaya
çıkardığı... görevini bilmediği...’
Madde 4. ‘...Alay ve tümen komutanının denetim ve
eleştirideki bilgisizlikleri subaylarda şaşkınlık; küçümseme ve
güvensizlik duygulan uyandırıyor. ’
Madde 5. ‘...Bu düşüncede ve bu bilgideki alay ve tümen
komutanlanmn, bugünkü askeri gelişmelere paralel olarak
yetiştirilmesi zorunlu olan birlikleri yetiştiremeyecekleri, onlara
komuta ve gereğinde onları sevk ve idare edemeyecekleri,
kuşkuya yer bırakmayan açık gerçeklerdendir. Bu noktadaki
gerçekleri görüp söylememek ise ordunun verimsizliğine,
savaşta yurdu kurtarmak için istenecek önemli görevi yerine
getirememesine razı olmaktır ki, buna hainlik denir.’
Madde 6. ‘...Bu duruma bir an önce çare bulmaya girişmek, her
namus ve vicdan sahibinin görevidir. Emir ve komuta yetkisini
taşımayanların bu konuda yapabilecekleri iş, gözlem ve
incelemelerini yetkili kişilere sunmaktır. Makam ve yetki sahibi
olanların kişilere acıma göstererek, ordunun çökmesine yardım
etmemeleri...’
Bu raporu sunduğum makamda, o zaman memleketim Selanik’i
savaşmadan Yunan ordusuna terk eden kuvvetin başında
bulunmuş Tahsin Paşa oturuyordu.
322
Raporumun bu makam sahibinden 3. Ordu Müfettişlik
makamına kadar gitmiş olduğunu duymuştum. Fakat ne amaçla
kendini bilmezliğin bir örneğini göstermek amacıyla...
3. Ordu Müfettişliği’ne de sunulan bir başvurunun son
satırlarım okuyalım: ' ‘...Komutanları anılan kişiler olduktan
spnra... orduda eğitim ve öğretim verimi, emir-komutada, itaat
ve disiplinde iyi bir gidiş aramak, serapta su aramaya
benzer.”331
Atatürk aynı eserde bu konuda çeşitli askeri birliklerden
örnekler verdikten sonra böyle bir ordu ile herhangi bir savaşta
sonucun “yıkım ve ölüm” olacağını öngördüğünü belirtiyor:
“Yalnız söylemek isterim ki, bu ve bunun gibi asker yığınlarının
o gidişlerinin kesinlikle yıkıma ve ölüme doğru bir gidiş olduğu
yargısına varmak için çok akıllı ve uzak görüşlü olmak
gerekmezdi.
Biz o zaman kararımızı vermiş ve vicdanımızın sesini en yüksek
perdeden en büyük kulaklara duyurmak kararlılığında
bulunmuştuk...”
Kendi tespitlerini de anlatan Atatürk şu şekilde devam ediyor:
“Sonra ne olduğu sizce de bilinmektedir. Denildi ki, ‘bu
yükselen haykırışın anlamı yoktur. Bu, gereksiz, aşırı bir çaba,
belki de bir deliliktir... ’ Yok... Yok... O haykırış bir delilik eseri
değildi. O haykırış, bugünkü felaketi vicdan ve akıl gözüyle
görebilmekten oluşan acıların yansımasıydı.
Gerçekten bir gün, Sirenaik savaş alanından Balkan yangınına
koşarken...
Bir gün, Afrika kıyısından memleketime ulaştıracak yolların
kapanmış olduğunu görürken...
331 M. Kemal, Subay ve Komutan İle Konuşmalar, Genelkurmay Basım evi,
Ankara, 1997, s. 3-5.
323
Bir gün, duydum ki, Horatacı Sultan Camisi ’nin minaresine çan
taktırılmış ve orada yatan babamın kemikleri Yunan
palikaryalarının kirli ayakları altında çiğnetilmiştir.
Bir gün, duydum ki, o Edirne manevralarındaki halini
anlattığım tümen, düşündüğüm gibi utanılacak duruma düşmüş,
kendisiyle birlikte bir insan topluluğunun perişan olmasına
neden olmuştur. Osmanlı Milletinin yüzüne çıkmaz kara lekeler
sürmüştür.”
SONUÇ:
Hem ailesi hem de kendisi bir “Balkanlı” olan, ömrünün yarıya
yakın süresini (toplam 26 yıl), bunun için de askeri görevlerinin
önemli bir kısmını Balkanlarda geçiren Atatürk’ün Balkanlara
yakın ilgi göstermiş bir asker ve devlet adamıdır.
Onun bizzat içinde yaşadığı pek çok olayı gözleyerek ve
edindiği tecrübelerden dersler çıkararak ortaya koyduğu
düşünceler; Balkan yenilgisini anlamamızda oldukça etkili
olmaktadır. O daha çok, ordunun bir savunma planının
olmayışmdan, mevcut komutanların bilgisizliklerinden ve
ordunun modem usullerle eğitilmemesinden yakınmaktadır.
Öngörü sahibi bir asker olarak tespit ettiği eksiklikleri üst
makamlara iletmiş ve ilgilileri tedbir almaları için uyarmıştır.
O dönem için yaptığı tespitler bugün de önem taşıyan
tespitlerdir.
324
BALKAN
S A V A Ş L A R IN IN
EN
ÖNEM Lİ
S O N U C U : Ç A Ğ D A Ş İZ M İR
Prof.Dr. İlber Ortaylı
Çok değerli Balkan Demekleri Türkiye Federasyonu
temsilcileri, bunların arasında benim hemşehrilerim de var.
Onlar daha eski bir muhacir grubunu temsil ediyorlar. Aşağıyukarı Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk muhacir grubudur.
Sevgili İzmirliler böyle bir günde başarılı bir sempozyum
ertesinde ikinci bir sempozyum yapacak değiliz. Bu iki gündür
dinlediğiniz sempozyumun bir özeti de olmayacaktır. Günün
mana ve ehemmiyetine yönelik bir umumi konuşmadır.
Hepinizin bildiği gibi Balkan Savaşları bundan 100 yıl evvel
başladı ve Ocak sonları itibariyle şiddeti kesilmişse de Londra
Konferansı ardından tekrar II. Balkan Savaşı dediğimiz Türkiye
için birincisi kadar makul olmayan bir parça telafi imkanı olan
bir safhayla tamamlandı. Ve önemli sonuçlan vardır. Balkan
Savaşı’mn bence en önemli sonucu bizatihi muhasır, çağdaş
İzmir’in ortaya çıkışıdır. Çünkü İzmir Balkan Savaşı’ndan evvel
de vardı. Çok eski bir yerleşimdir. Bunu biliyoruz. Fakat ondan
evvel İzmir başka türlü bir İzmir’di. Hinterlant ile ilişkileri art
ülkesi ile ilişkileri başka bir şeydi. Balkan Savaşı dediğimiz o
facianın bir arifesi vardır, girişi birde çıkışı vardır. Girişi
hepinizin bildiği gibi on iki adalar ve Girit’in tamamen elden
çıkışıdır. Balkan Savaşı’yla da Balkanlardaki unsurlar İzmir’e
sığınmışlardır. Ve İzmir oluşmuştur. Bu şehrin üstünden
Balkanlardaki anavatanın ve Akdeniz adalarının oradaki
anavatanın izlerini silmek, kültürünü kaldırmak mümkün
değildir. Böyle bir şeyi düşünmek zaten abestir. Kültürel
eğilime aykırı bir tutumdur. Lüzumsuz bir iştir. İzmir böyle
İzmir olmak zorundadır. Başka türlü olamaz. Bunu herkes
bilmek zorunda şüphesiz ki İstiklal Savaşı’nda İzmir bir
325
direnişin merkezi olmuştur. Burada ilk kanlı direniş meydana
geldi. Bu, bu şehrin ruhuna uygundur. Çünkü insanlar ikinci kez
memleketlerini kaybetmek istemezler. Bu çok açıktır. Bu slogan
aklınızda olmalı 1919 15 Mayıs’ındaki o reaksiyon hiç
kimsenin akimdan çıkmamalı şunu bilmek zorundasınız, ikinci
bir kez memleket terk edemezsiniz, başka bir İzmir yok bunu
bilmek zorundasınız. Ve o İzmir’in de kendine göre
hususiyetleri vardır asıl onlan korumak zorundasınız bu çok
açık. Burada savaş kışkırtıcılığı yapmıyoruz. Bir suret-i
katiyetle yanlış anlaşılmasın, kimse kalkıp da beni de
suçlamaya kalkmasın reaksiyonum çok sert olur. Çünkü
polemiğe cevaz vermeyen bir yapım var, öyle olması gerekiyor.
Benim kastettiğim şey çok açık. İzmir Türk unsurunun, Balkan
Türk unsurunun, muaasır Türk unsurunun muaasır medeniyetin
oluşturulduğu bir şehirdir. O vasfı korumak zorundayız. Bu
kadar açık bunun ötesi yok. Bunun ben barışın ötesinde de bir
başka anlamı olduğunu düşünmüyorum.
Kurduğumuz Türkiye’nin arkasında fevkalade acılı bir tarih
vardır. Bu bir dramadır. Türkler milliyetçiliklerini bazılarının
iddia ettiği gibi öyle kitaplardan yok okulların müfredatından
falan öğrenmiş değillerdir. Bu yakıştırmadır, ucuzluktur. İşte
resmi tarih varmış, yalan yazılıyormuş da insanları da bu
yetiştiriyormuş da falan. Bunlar boş şeyler. Böyle şeyler söz
konusu değil. Türk milleti mektepten hiçbir şey öğrenmez,
matematik öğrenir, biraz biraz cebir öğrenir işte ordan mektebe
devam eder, lisan misan da öğrenemez. Eskiden Türkçe
öğrenirdi biraz edebiyat şimdi o da elhamdülillah gitti
televizyon sayesinde, istediğin kadar yap o bozuyor her akşam.
Türkler tarih öğrenmez mekteplerden. Ben 1974’ten beri tarih
okutan bir arkadaşımz olarak başka memleketlerde de okuttum.
Bunu size açıkça söylüyorum. Türklerin mekteplerinde Türk
tarihi öğretilmez, öğretilemez. Böyle bir ciddiyet yoktur. Onun
326
için böyle kalkıp da yok işte yanlış, sapık fikirler getiriliyormuş,
bunların hepsi kurgudur. İnsanlar kafalarında böyle bir olay
kuruyorlar.
Türklerin milliyetçiliği gayet basittir. Neye dayandığı
yaşlılıklarına dayanır, yaşadıklarına dayanır. Kimse Türk
milliyetçiliğini tarihi romanla tarihi tiyatroyla efendime
söyleyeyim camideki hocanın telkiniyle falan edinmiyor. Zaten
şurası çok açıktır. Hıristiyan kiliselerinde milliyetçilik yapılır,
Müslümanların camilerinde yapılmaz, yapılmaz yani bu kadar.
Yani bu iyidir, kötüdür, nedeni vardır-yoktur tartışacak değiliz,
milliyetçiliğin girdiği yerler değil. Türkler milliyetçiliği
doğrudan doğruya yaşadıklarından edinmişlerdir. Çok önemlidir
bu. Bunu unutmaya kalktıkları anda birileri yine hatırlatıyor.
1970’li yılların başında şahsen biraz tanıyorum hiç öyle tarihle
falan pek alakası olmayan bir genç hariciyecimiz Los
Angeles’da katlediliyor. İşte böyle böyle bilinmeye başlanıyor
bu iş. Gidiyorsun dışarı edebinle bir kulüpte dans ediyorsun
mesela filan hem de milli danslar öğreniyorsun Amerika’da
yani bütün milletlere kucak açan bir genç insan kafasıyla
ruhuyla herifin biri geliyor sana Kıbrıs işinden dolayı hakaret
edip gidiyor yanından. Türklerin tarih öğrenmemeleri lüksü de
yoktur, onu da size söyleyeyim. Yani biz falan yerden gelmişiz,
yenmişe kuzu geçmişe mazi denmez bu mümkün değildir. Onun
için Balkan Savaşlarının 100. Yılında bazen kendimin bile
yazdığı ve ilgim olan neşriyata ve dergilere falan bakıyorum
hayret ediyorum bu nereden tepti diye. 100 senedir bu
memlekette nerdeyse konuşulmayan hele zinhar yazılmayan
okul kitaplarında katiyen yer almayan olaylar, resimler,
gravürler ortaya çıkmış bunlar anlatılıyor, Balkan Savaşı’nda ne
olmuş. Mesela bazı gerçekler Balkan orduları maalesef muasır
modem milletlerin ordularına ve disiplinine sahip olmadıklarını
göstermişler. Girdikleri yerde sivil halka sadece eziyet etmekle
327
kalmıyorlar çok insanlık dışı, son derece haysiyet kırıcı
davranışlarda bulunuyorlar. Bu şundan ileri geliyor. Bu gelenler
devlet anlayışına devlet fikrine muasır medeniyete adım
atamamışlar. Yani orada gelen bir İngiliz ordusu olsa Fransız
ordusu olsa hatta Rus ordusu olsa bunlar da belki bir takım
şeyler yapacaklar, hadiseler çıkaracaklar, usulsüzlük olacak. Bir
ordu bir yere çay kahve ikram etmek için girmez ama belli ki
yine de orada bir düzen olacak, bir şövalyece davranış olacak,
bir otorite olacak, başı-sonu belli olacak bunların hiçbiri yok.
Onun için 1912-13 kışı Türk milletinin fevkalade katliama
uğradığı, hakaret gördüğü, ezildiği bir dönem olmuştur. Ve
bunun reaksiyonu sonraki olaylarda görülmektedir. Bunları
bilmek zorundayız. “Biz bilmesek de olur” olmuyor. Size bir
şekilde dönüyor bu ve ondan sonra bunu yabancılar filan etüt
ediyor o zaman biraz ayıp oluyor, çok ayıp oluyor. Yani bir
kavmin kendi yakın tarihini bilmemesi bu kadar biane yetişmesi
bundan bizi bunu anlatıp da hemen gidip de sokağa efendim
nümayiş yapın, 6-7 Eylül Olayları doğsun gibi bir şey söz
konusu değil. Ama insanlar niye nerede olduklarını bilirler.
Burası çok önemli bir niye-nerde olduklarım bilirler. İzmir’de
buna dikkat etmek zorundasınız. Çünkü Ege Bölgesi ve bu şehir
Türkiye’de demokrasinin, vatan fikrinin bir şekilde yaşadığı,
yaşatıldığı bölge olmuştur. Bunu böyle anlamak zorundayız.
Mütareke döneminde maalesef tabii çok ağır şartlar altında
kaldığı için, İstanbul, İzmir’in gerisinde kaldı. Bu çok açık bir
şeyi gösteriyor bu bize niye, çünkü yaşananlar bunu ortaya
koyuyor. Peki bu kadar insan koptu geldi Balkandan acaba
bunlar bir hırsla mı geldiler yoo, burada kimi buldularsa önce
belki biraz bir gerginlikle baktılar ama sonra oturdular,
çalıştılar, bereketli toprak herkesi doyuruyor dediler tevekkülle
ve efendilikle yollarına devam ettiler. Kimse 1914-18 Harbi
boyunca bu şehirde Îngiliz-Fransız tebaalılara ve Yunanistan
328
harbe girdikten sonra Yunan tebaalılarâ büyük katliam
uygulandığını söyleyemez, yok böyle bir şey görüyoruz en
tarafsız, en tarafgir daha doğrusu yabancı yazarların yazdıkları
tarihlerde bunu açıkça görüyoruz. Belli ki bu halkın bu işle bir
ilgisi olmamış ki daha öncesi 1891-1896 Yunan-Türk
Savaşı’nda buradan gönüllü Rum gençler karşı tarafa gidiyorlar
asker olayım derdine bir de muharebe şarkıları çığırıyorlar,
millet de onları rıhtımdan seyrediyor herhalde. Böyle bir
tamamen kozmopolit büyük bir imparatorluğun insanlarının
“nemelazımcı” böyle her şeyi belirli bir tiyetraliye içinde
seyretme alışkanlığını elde etmiş memleket.
Şimdi müsaade buyurursanız Balkan Savaşları üzerinde küçük
bir panorama çizerek işe girişeyim.
8 Ekim’de küçük Karadağ, küçücük Karadağ hakikaten,
Osmanlı İmparatorluğu’na harp ilan etti. Bu ülkecik
İmparatorluğun içinde en fazla Türk düşmanı olan yer değildi.
Böyle bir şey de yoktu. Çünkü Karadağ tarihi boyunca belirgin
bir şekilde otonomiye sahip, pek de öyle kervan geçip kuş öten
yerlerden değildi. Gayet fakirdi, gayet çetindi, yolları
gelişmemişti, ticaret yoktu. İçindeki Müslüman nüfus son
derece sınırlıydı ve hepimizin de bildiği gibi zaten daha
evvelden de otonomisini elde etmişti. Böyle bir savaş ilan
edecek birikimi de yoktu. Çünkü hepinizin bildiği bir operet
oyunu vardır. Die lustige Witwe diye çıktı Şendul Opereti,
Lehar’ın. Burada konu çok açıktır. Konu Paris’te geçiyor. Güya
adı Montenegro değil de Montevedrini Prensliği diye
değiştirmiş. Montevidrini Prensliği’nin hepsi zaten memurların
isimlerinden belli Danilo, Boldano bilmem ne falan, memurlar
belli Karadağlılar ve sefir diyor ki “Karadağ Prensliğimizin
Montevedrini Prensliğinin hâzinesi bomboş elimizde bütçe
olarak ne var maliye nazırımızın parlak nutuklarından başka.”
329
Çare şudur. Paris’te zengin bir bankerin dul kalan genç eşi
o’nun servetini Karadağ’a aktarırlarsa vereceği vergiyle paçayı
kurtaracaklar. İş sefaretin yakışıklı, genç, uçan başkâtibine
düşüyor. Operet Şendul onun etrafında oluşuyor. Bunu tabii
Karadağ Prensliği protesto etti Viyana’da. “Utanmıyor
musunuz, bize hakaret ediyorsunuz” falan ama öyle bir prenslik
bu. Sevimli, seviyorlar. Bir müddet evvel ben müdürken
Karadağ cumhurbaşkanı gelmişti, duvarda Atatürk’ün portresini
görünce hayran hayran baktı. Tanıyorlar. “Biliyor musunuz siz
de ataşemiliterdi” dedim. Hakikaten çok kişide bilmez.
Biliyorsunuz Mustafa Kemal Bey yarbay hem Sofya’da hem de
Çetine’de yani o zaman Karadağ’ın başkenti Çetine, Çetine’de
ataşemiliterdi. Akrediti olarak bunu duyunca cumhurbaşkanı
“aaa bilmiyordum” falan dedi. Kültür Bakanı da oradan derhal
dedi zaten sefaretlerini restore ediyoruz dedi. Hakikaten böyle
Çetine’de birer buçuk katlı falan küçük küçük sefaretler var o
kadar. Hepsini restore ediyorlar şimdi. Tabii bizimki de dahil,
Osmanlı İmparatorluk Elçiliği. Onun önüne de derhal bir
Atatürk büstü dikmelisin falan dedi. İlgili görev için benim
Karadağ’da arkadaşımız olan, sınıf arkadaşımız Birgen
Hanım’a Büyükelçiye de kendisi talimat verdi. Verebilir bunu
devlet reisi, “lütfen şu işi yapın” diye. O da başıma iş çıkardın
dedi ama çok güzel bilgi topladı, toplantı tertiplendi ben de
gittim, bir açılış konuşması yaptım. Atatürkümüzün büstü açıldı
sefaretle birlikte. Böyle Türklere karşı düşmanlığı falan
olmayan bir memleket yani kuyruk acısı falan yok.
Bunlar harp ilan ediyor. Çok açık beynelmilel konjonktür.
Rusya’nın yine budalaca politikalarından biri. Çünkü Rusya
Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra bu işin bir macera olduğunu,
Türkler’le savaşmanın kolay bir iş olmadığını, çok pahalıya mal
olduğunu resmen Dışişleri Bakanı’nm ağzından ifade etmiştir
Berlin Kongresinde. Golgçakof dedi ki, çok akıllı bir diplomat,
330
Puşkin’in sınıf arkadaşı, “ ...bu kadar asker ve bu kadar para
hepsi boşuna.” dedi. Bu lafı tabii II. Aleksandr’a söylüyor,
budalalar diyor yani ve İstanbul’daki maceraperest büyükelçi
İgnatiev’i hiç sevmez zaten yani belli aptal diye görüyor. Bu bir
boş işti ve III. Aleksandr bilhassa çok sulhçu bir politikayla
Rusya’yı Türkiye ile itişmekten çekmiştir. Çok açıktır bu
görünüyor. Demek II. Nikola devrinde böyle şeyler yine
başladı.
8 Ekim’de savaş ilan ediyor enteresan. Bunun arkasından on
gün geçmedi Sırbistan, Bulgaristan; on beş gün geçmedi
Yunanistan. Tam da başımızın en büyük dertte olduğu bir vakit
Trablusgarp’a İtalyan’lar saldırmış. Gönüllü giden zabitlerimiz
Enver Bey, Ali Fethi Bey, Mustafa Kemal Bey tabi Cami Bey
Baykurt sonra Osman Fuat Efendi şehzade böyle birkaç kişi
gönüllü kisvetinde gidiyorlar. Devlet o kadar aciz bir şey
yapacak hali yok ve bir yanlış politikayla İtalya’ya güvenerek
oradaki askerimizi tümenimizi Yemen’e sevk etmişiz.
Yemen’de de ayaklanma var. Fakat bunlar oradaki Tuvarekleri
LibyalIları yani gayet güzel organize ediyorlar ve Libyalılarm
yapılarım bilmek lazım. Bu arkadaşlar öyle sizin
Trablusgarp’ta, Bingazi’de gördüğünüz adamlar değildir. Çölün
içinde fevkalade kaliteli, fevkalade yüksek normları olan
kendilerine has iffet ve haysiyetleri olan adamlar. Bir iki
kilometre üç kilometreden fazla giremiyorlar sahil içlerine,
takılıp kaldılar sahillerde ve intikam olarak tabii işi sonuca
bağlamak için elimizde donanma yok doğru düzgün. İtalyan
donanması Rodos, İstanköy falan gibi Akdeniz adalarına
saldırdı. Fırsattan istifade Yunanistan “aman biz de” dedi. Bu
arada işte bu harp çıktı. Harp çıktığı an en büyük zaafımız yine
ortaya çıktı.
331
Balkanlar’da sulh ve sükunet olduğuna iman etmişiz. Balkan
Devletlerinin birleşip bize karlı ittifak kurabileceğini hiç
düşünmüyoruz. Öyle bir inanç yok. Burada maalesef bizim
tarihimizde yanlış bilgiler vardır. Sultan Abdülhamit kendine
göre kusurları olan bir hükümdardır. Benim şahsen en tasvip
etmediğim tarafı aşın evhamdan dolayı getirdiği fevkalade
sansür politikası ve maalesef Türk halkının örgütlenme
hürriyetini elinden almasıdır. Yani aşırı idaresinin en kötü tarafı
budur. Yani meclisi falan dağıtmaktan daha zararlı bir şey yani
örgütlenme. Örgüt olarak Türkiye’deki tek örgüt gizli bir
kuruluş olan Framasyoneriydi, Masonluk’tu. Ye sonradan
kurulan İttihat ve Terakki Cemiyetiydi. Yani kendi başınıza bir
pulculuk cemiyetini bile doğru dürüst kuramıyorsunuz. Bu
fevkalade tehlikelidir. Siyasi parti yok, cemiyeti yok, sanat
cemiyetleri yok, yok yok yok yani. 19. Asnn son çeyreğinde
Türk milleti bir araya gelemiyor, çok enteresan bir yapılanma
bu. Bunlar var. Ama vasıfları vardır. Dış politikada fevkalade
iyi bilgi toplayan bir mekanizmanın başındaydı ve bu gibi
hataları yapmazdı. İtalya’nın sulhsever olacağını düşündük.
Balkanlarda oradaki taburları çekip dağıtmıştır bu vardır.
İkincisi de tabii Balkan Harbi’ndeki ordu gençleşmiş bir
orduydu. Fakat bu arada bazı komutanlar tensikata tabi
tutulmuştu. Bu büyük bir skandaldir. Esasen o muharebede
büyük başarı gösterecek komutanların bazıları da bu tensikatta
rütbeleri küçülse de sonradan terfi eden İşkodra Komutam Rıza
Paşa gibileridir. Müthiş değerli bir askerdir. Ve Cevat Paşa gibi
falan işte. Bir Alman Genelkurmay mensubunun ifade ettiği
üzere” bir sürü insan hayatta general olma saadetini tadabilir,
fakat iki kere general olan pek görülmez” demiştir. Bunlar iki
kere terfi edip yine paşa oldular, rütbeleri indirilmelerine
rağmen. Rıza Paşa da bunlardan biridir. Yeniden “liva”
rütbesini îşkodra savunması sırasında almıştır. Bir takım
332
komutanlar da maalesef saf dışıydı. Buna rağmen gençleştirilen
Türk ordusu ve gördükleri talim terbiye dolayısıyla aslında
fevkalade direnebilirdi. Bu sefer orduda müthiş bir siyaset ve
siyasi kutuplaşma görüldü. İttihatçı subaylar ve öbür tarafta
daha muhafazakar olduğu bence muhalefetten başka bir şeyleri
yok Halaskaran Grubu. Yani bu kurtarıcı takımından dolayı bir
çekişme yaşandı. Emirler yerine getirilmiyor, bazı şeyler
geciktiriliyor, birbirlerinin şeyine önem vermiyorlar. Yüksek
komutadaki komutanlara karşı mesela komutan eski görüşten
diye Jön Türk zabitler kulak vermiyorlar, disiplin diye bir şey
yok. Bizzat Talat Paşa’nın nefer üniformasıyla birtakım
karargahları gezdiği tabi oradaki zabitan buna çok hürmet
ediyor, ittihatçıların merkezi diye, orada bir takım telkinlerde
bulundu bu çok açık. Bu yüzden Harbiye Nezareti’nden müthiş
şey yediği gibi, hadi onu taktıkları yok zaten Nazım Paşa’yı
düşman o hain, Edime müdafii Şükrü Paşa gibi çok değerli bir
asker bile Talat Bey’i takbil edip kovmuştur mıntıkasından,
kovdurmuştur. Çünkü yaptığı iş şeydir. Bu gibi olaylar
dolayısıyla maalesef Osmanlı-Türk ordusu kendini idame
ettirememiştir. İkinci bir neden çok hazırlıksız asker nakli
dolayısıyla bizim ordunun mevcudu dört yüz bine yaklaşıyor,
çoğu talimsiz askerlerdir. Halbuki sadece Bulgaristan’dan buna
yakın asker çıkıyor. Karadağ’ın bile kırk bin kusurluk bir asker
mevcudu var. Sırplar var, Yunanlılar var. Ve Yunan ordusunun
fevkalade garip manevraları var. Bu manevralar ittifak ahlakına
uymuyor. Fakat kazanca uyuyor. Bunlardan bir tane örnek
isterseniz Selanik için mücadeleyi veren Balkanlarda Bulgar
ordusudur. Fakat Bulgar ordusunun açtığı yoldan Yunanlılar
hemen böyle sığmıveriyorlar ve Selanik’e giriveriyorlar.
Selanik Kolordu Komutanı Tahsin Paşa’dır. Beceriksiz, riyalsiz
bir asker olduğu anlaşılmaktadır, görülmüştür. Bunu
İttihatçıların böyle mühim bir yere tayin etmelerindeki neden
333
şudur; Abdülhamit’in gadrine uğramıştır. Şimdi maalesef bu
kıstas bizim hayatımızda çok görülür. Falanca öbür takımın
zulmüne uğramış demek ki bizdendir ve kıymetlidir. Öyle bir
şey yok. O adam fevkalade ahlaksız olabilir veya beceriksiz
olabilir. Gadre madre Uğramamıştır, layıkıyla dışarı
sepetlenmiştir, onu hak etmiştir. Ve zaten sizden falan da
değildir yani. Nereden çıkarıyorsun yani kafasının içine mi
girdin, belirli bir eğitim şeyiniz mi var, backround derler yani
maziniz falan mı var, hayır. Tahsin Paşa Selanik’i
savunamamıştır. Çok çabuk teslim olmuştur. Bu teslimle Yunan
ordusu girmiştir. 9 Kasım bakın o kadar yakın bir tarih. Selanik
gibi bir şehir için çok ayıp denebilecek derecede çok kısa bir
savunmadır. Ve Yunan ordusu içeri girdikten sonra
onulmayacak şeyler yapmıştır. Bunlardan bir tanesi şehrin
Yahudi mahallelerinde katliamdır. Yani Hellenizm, Hellenist
milliyetçilik ve Hellenistik Hıristiyanlık mesela Bulgarlar öyle
şey yapmaz, Sırplar da öyle şey yapmaz, Hellenistik
Hıristiyanlık, Hellenistik milliyetçilik maalesef şedid derecede
Yahudi
düşmanıdır.
Etnik
brifikasyona
girmektedir.
Osmanlı’nm politikası ve adaleti sayesinde Selanik Balkanların
ve bütün Doğu Akdeniz’in ve hatta o dönem için dünyanın en
önemli şehridir. Kalabalık bir nüfusu vardır, kültive ve tüccar
zihniyettedir. Hatta Sabetayist Yahudileri alırsak, yani
Müslüman görünümlü olanlan, memurlar da omlardandır ve iyi
memurlardır. Böyle bir nüfusu herif Yunanlılığa yol açmak için
Yunanlılık Selanik’te dil yaşar fakat nüfus itibariyle Selanik’te
3. derecededir. Şehirde katliama girişmişlerdir. Bunlar mesela
bilinmez. Ve Yunanistan Selanik’te II. Yahudi katliamını İkinci
Harpte Almanlarla işbirliği yaparak gerçekleştirmiştir. Seksen
bin Yahudi’yi kampa yollamışlardır. ...o hengamda bu yerli
işbirliği olmadan becerilemeyecek bir şey. Laflar ve iddialar
bendenizin değildir. Reyn Hanım’m iddialarıdır. Selanik
334
Yahudi tarihçilerinden, herkesin bildiği yazdığı gerçeklerdir,
bakabilirsiniz. Yahudi ansiklopedisindeki Selanik maddesini
okursanız yeter, bu kadar basit. Evet, bu bir ayıptır ve size
söylüyorum Balkan göçünü açıklar. Balkanlarda ilerleyen bu
Balkan ordularımn ve ardından hemen şehirde kendi
yandaşlarıyla başlayan, şehirlerde katliamın ardından
Müslümanlar ve onların yanında da Yahudi nüfiıs Osmanlı
Yahudileri Balkan’a ve İzmir’e doğru kaçmaya başlamıştır.
Yani İzmir İstanbul’la birlikte hatta daha fazla bir merci-i iltica
terdazi durumuna bürünmektedir. Bunu tarihimizde bilelim.
Yani bu bazı gerçekleri de ortaya koymaktadır. Tarihte
müşterek bazı faciaları desni dediğimiz, gadarim muhabbata
dediğimiz şeyleri bu iki kavim bir arada yaşamaktadır. Türk
tarih anlayışında Türk cemiyet anlayışında Türk geleneğinde
Yahudi düşmanlığının onun için yeri yoktur. Bu ısmarlama bir
davranıştır, II. Harb’den sonra bazı AvrupalI fundemantalist
Hıristiyan Cemiyetleri Türkiye’ye soktuğu bir problemdir.
Bunu tasvip etmemizin benimsememizin hiçbir anlamı yoktur.
Tarihi olaylarda bunu göstermektedir. Selanik’teki bu
kepazeliğe rağmen Türk ordusu ve zabitleri kahramanlıklarını
göstermişlerdir. Yanya tamamen kuşatılmasına, ikmal
noktalarının tutulmasına rağmen taa Adriyatik’e doğru bir
nokta, taa 1913’ün Mart’ma kadar kendini savunmuştur
kahramanca Esat Paşa kuvvetleri. Aynı şekilde İşkodra Rıza
Paşa sayesinde daha çok uzun zaman dayanmıştır ve adeta
intiharlarıyla, komutanın intihar savunmasıyla kale ancak elden
düşebilmiştir Sırplara. Ve tabii Edime Şükrü Paşa’nm muazzam
savunması yüzünden daha çok uzun zaman elimizde kalmıştır.
II. Balkan Savaşı’nda da Enver Bey Edirne’yi istirdat
edebilecektir. Ve Kırklareli’ni. Orada küçük bir kazancımız
vardı. Yoksa bugünkü Rumeli toprağı çok daha küçük olacaktı.
Ve asıl önemlisi Mimar Sinan’m büyük eserini görmek için vize
335
alacaktınız. Çok açık bir şey bu, bunlar çok yakın tarihimizin
unuttuğumuz gerçekleridir.
Kumanova Savaşı maalesef ordudaki kötü idare yüzünden ve
disiplinsizlik yüzünden, önemli noktalarda profesyonel askerin
değil de yerel eyalet askerinin kullanılmasından ve bunların
disiplinsizliğinden dolayı kaybedilmiştir. Kasım başlarında,
Ekim sonlarında hatta Üsküp düşmüştür Sırpların eline
geçmiştir. Ve bu korkunç gerileme ve kayıplar dolayısıyla 30
Mayıs 1913’te Londra Konferansı’yla aslında bugünkünün de
gerisinde bir Türkiye çizilmiştir. Yunan donanması sadece
Averof diye zırhlıdan nerdeyse müteşekkildir. Buna rağmen
Midilli v.s. gibi adaların Yunan donanması tarafından istirdadı
gayet kolay olmuştur. Orada donanmanın elinde kalan esas
gemilerin mesela Hamidiye zırhlısı ve Rauf Bey’in gereken
dikkati göstermediği ileri sürülüyor. Bunu anlatmak çok zordur.
Ama anlayacaksınız, eğer insanlar kafalarına politikayı
devrimbazlığı takmışlarsa idefix olarak asgari müşterekleri
kaybederler. Yani biz bir hain olan sadrazam Kamil Paşa,
Harbiye Nazın Nazım Paşa ve vatan satan heriflerin lehine bir
zafer mi kazanacağız, olacağına bakar şeyine girebilirsiniz. Bu
çok önemli bir şeydir. Onun için Atatürk orduda siyasete
karşıydı. Siyasi mücadele siyasi hırs ve devrimbaz strateji en
kaliteli askeri heyetleri komutalan bile çığmndan çıkarabilir.
Ve böyle bir yere sürüklendiği zaman ordular şu veya bu
şekilde ve zulme maruz kaldıklan zaman çok vahim hatalar
olabilir. Onun için askerlik ve ordular bir memlekette fevkalade
dikkatle korunması saygı duyulması gereken kuruluşlardır. Hele
bizim gibi askeri tarihli askeri organizasyonlu cemiyetlerde
buna dikkat edilmemesi fevkalade mahsurludur.
Türkiye’nin Balkan Savaşları olayı maalesef edebiyata iyi
yansımamıştır. Ömer Seyfettin’in Hatıratı dışında kimse o
336
nesilden bu güne kadar bunu görüp, okuyup, hissetmek
imkanına sahip değildi. Şimdi ancak gazetecilik düzeyinde
popüler tarihçilik düzeyinde Balkan Savaşlarının tarihi ele
alınıyor.
Ve II. Balkan Savaşı dediğimiz yani bu kadar çarpıştık
hakkımızı alamadık psikolojisindeki Bulgaristan’ın yeniden
diğer bütün Balkan ortaklarıyla Romanya, Sırbistan ve
Yunanistan ile kavgaya tutuşması neticesinde Türkiye ve yeni
askerler bazı noktalan geri alabilmiştir. İşte o da bugünkü
Trakya sınınmızın yeniden teşekkülüdür. Ve 5 asırlık neredeyse
4,5 asırlık Ege Adaları hakimiyetimize elveda demek zorunda
kalmışızdır. Bu bugün bile devam eden bir sorundur. Bunun
üzerinde düşünmeliyiz, düşünmek zorundayız.
Balkan Savaşı’nm sonuçları nedir? Madde 1: Balkanlarda hiçbir
sorun
çözülememiştir.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun
çözülmesiyle bölgelerde sulh gelmiştir. Dini yetisine ve milli
karakterine sahip devletler ortaya çıkabilmiştir. Azınlık
problemleri dolayısıyla devamlı aralarında çekişmişlerdir. îki
cihan harbinde de devamlı farklı büyük devletlerin oyuncağı
haline gelmişlerdir. Maalesef durumun değişmediğini
görüyoruz. Bugünde bu statü devam ediyor ve Avrupa Birliği
Balkanlara sulh getireceğini kalkınma getireceğini iddia ediyor
ve mevcut gelişmelerin hepsinin çok geçici olduğu yetersiz
olduğu
anlaşılmaktadır.
Hayal
ile
gerçek birbirine
uymamaktadır. Bunun üzerinde durulması gerekir. İkinci unsur
şudur: Balkanlarda Türk hakimiyetinin gerilemesi ve
Balkanlardaki anavatanımızın kaybı hep orada yaşayanların
hayatına yeni zorluklar getirmiştir ve halen devam ediyor. Hem
de Türkiye’nin içinde değişiklikler yaratmıştır. Her şeyde bir
hayır vardır. Anadolu kıtası yeni çiftçiler görmüştür, yani tarım
görmüştür, şehirlerimiz yeni tip zanaatla karşılaşmıştır. Ege
337
Bölgesi’nde, Akdeniz’de, Orta Anadolu’da Bursa’da bu şehirler
eski hayatımıza nazaran yeni bir tarz-ı hayatla yeni bir şehirle
yeni bir kasaba niteliği ile karşılaşmıştır. Hülasa Balkanlılık
Türkiye’ye bir kamçı olmuştur. Bu çok önemlidir. Yad ellerden
gelen insanların buradakilerle karışmaları ve evlilik yapmaları
çok kısa zamanda Türk halkının antropo özelliklerini bile
değiştirmiştir. Unutmayın, cumhuriyetin başlarında Abdullah
Cevdet gibi adam çok komik gelen ve iyi ifade edilemeyen bir
teori ileri sürdü. Avrupa halkları ile karışalım dedi. Tabii bu
reaksiyon o zamanki bir hekimin bakışıydı. Bu memlekette
kronik hastalıklar vardı. O kronik hastalıkları Türk Sağlık
Teşkilatı Refik Saydam gibi bir devlet adamı bile bir hekim
büyük ölçüde mücadele ile yendi ama yeterli değil ancak ve
ancak memleketimize yapılan büyük göçlerle ve entermaryaj
dediğimiz karışık evliliklerle milli bünyemiz ve milli
karakterimiz değişti. Bunu görüyorsunuz. Yani batıdan veya
doğudan gelip Türkiye topraklarına adım attığınız an daha
havaalanlarında değişik yapılı bir milletle karşı karşıya
geldiğinizi görürsünüz. Yeni beceriler ortaya çıkmıştır, gelen
kalabalık sayıda göçmenin getirdiği bir dinamizm bir
çalışkanlık bir tutunma şevki çok etkili olmuştur. Dolayısıyla
nüfus yapımızda kültüre kadar Balkanlar ve Balkan Göçü
kaybolan imparatorluğa kaybolan anavatana Rumeli’deki
anavatana rağmen bu hüzne rağmen bir dirilme Türkiye’de
meydana getirmektedir. Unutmayın başta ebedi başbuğumuz
olmak üzere Türkiye’nin ilk kurucu kadroları hepsi Balkan
göçmenlerindendi. Bu çok önemli bir husustur. Böyle de devam
edecek demek değil, nüfus kaynıyor, azalıyor fakat bu rengin
kaybolmaması lazım. Ve şunun üzerinde de önemle duralım
100 sene evvel ki olay tarih değildir, yaşayan tarihtir. Bu
yaşayan tarihin nasıl yaşadığını hem okuyarak hem de
338
gözlemleyerek bilmemiz gerekir.
sabrınız için saygılarımı sunuyorum.
Beni dinlediğiniz
için,
Soru: Balkan Savaşlarının 100. Yılı sebebiyle bildiğimizi
zannettiğimiz ama bilmediğimiz bir çok bilgiyi üç gün devam
eden sempozyum sırasında öğrenmiş bulunuyoruz. Benim
merakımdan kaynaklanan bir sorum var. Selanik’te Yunanlılar
tarafından işbirliği yapılarak Almanlara teslim edilen Musevi
vatandaşlarımız Izabella ve Ferdinand zamanında Ispanya’dan
Kemal Reisleri, Ali Reisleri göndererek II. Beyazıd’ın
kurtardığı Yahudi, Musevi vatandaşlarımız eliyle maalesef her
alanı işgal ettiği her yerde Fransa’nın olduğunu gördük.
Fransa’daki Alman işbirlikçileri de Fransa’daki Musevileri
toplayarak Almanlara teslim ettiler. Dün akşam bununla ilgili
bir film vardı televizyonlarda. Benim merakım buydu.
Ispanya’dan gidip II. Beyazıd’ın kurtardığı Museviler miydi
diye. Teşekkür ederim.
İlber Ortaylı: doğrudur. İspanya modem ırkçılığa yani sadece
dini taassuba değil, modem ırkçılığa dayalı bir temizlik hareketi
götürmüştür. Biliyorsunuz Müslüman Araplar vardır ve
Yahudiler vardı. Bu Müslüman Araplarla Yahudilerin
Angalüsya Endülüs devrinde müthiş bir işbirliği vardı kültürel,
siyasi, iktisadi, ilmi. Ve bu yeryüzünün önemli rönesans
olaylarından birini yarattı. Yani bugün tarih ilmi yeniden bu
konuya eğiliyor, yeni yorumlar ve zengin belgelerle bu olayın
daha eni konuya indi Endülüs Tarihi. Onun için onu okumak
lazım yeni kitaplardan, çeviriler de yapmak lazım. Hatta bu
medeniyetin içine yerli Hıristiyanlar da katılmıştır. Onlara
“mosarap” deniyor İspanyol dilinde. Arapça mustalipin
bozulmuş halidir. Mustalip Araplaşmış demektir o kadar. Bu
arkadaşlar Hıristiyan olmalarına rağmen o kadar Arap-İslam
kültürüne düşkünler ki Sevil Başpiskoposu bile diyor ki “yahu
339
bu gençler bir Latince Partemoster okuyamıyorlar” diyor tespih
duası,”Arapça tefsir yapıyorlar” diyor “bu ne dejenerasyon
diyor yani ne yozlaşma.” Böyle bir yapı. Kilise yapılmış, Soligo
Katedrali, Mosarap takımı içinde oryantel bir şapelde dua
ediyor. Bunlar Arap değil, bunlar o ülkenin insanları. Hep
Hıristiyan kalmışlar ama o kültürden etkilenmişler. Tabii 15.
Asırda bunların dönenine bile yani sözde Hıristiyan olanına bile
temiz kanlı değil diye zulme devam ettiler. Biz bunların İtalya,
İspanya, Portekiz üzerinden gelenleri yavaş yavaş aldık.
Selanik’tekiler tabii bunlardandır. Çünkü Selanik Yahudi Şehri
deyince büyük bir Yahudi şehri oldu. O bakımdan bunlardır.
Bunu unutmazlar Yahudiler, tarihlerinde bunu da ifade ederler
yani nankör de değiller öyle yapıldığı gibi. Büyük
oryantalistleri Yahudi dünyasında hep bunun üzerinde dururlar.
Bu böyle bir şeyle Oryantalizm dünyasında yeni bir akım gibi
ortaya çıkmıştır. Musevi araştırıcılar, tarihçiler sayesinde olay
budur.
Soru: Bugüne kadar bizlere hep savaşların tarihi öğretildi.
Tarih sadece savaş mıdır? Soğuk Savaş Dönemi sosyal tarihi
daha önemli hale getirmiş olması lazım. Manevi değerler, kültür
daha önemli hale geldiği halde bizler hala savaşların tarihini
öğreniyoruz. Niçin hala savaşların tarihi? Artık manevi
değerlerimizin tarihini öğrenmeliyiz, kültürümüzün tarihini
öğrenmemiz gerekmiyor mu? Teşekkür ederim.
İlber Ortaylı: Şimdi bu ayrımı yapmayalım müsaade
buyurursanız. Çünkü savaş hakikaten çok melanet ve çok etkili
bir olay. Savaşın kendisi bir kere çok önemli. Nasıl
savaşıyorsunuz, savaşçı kaliteniz ne o size bir şey öğretiyor.
İkincisi hazin bir şey. Bak dedeniz bilmiyorum siz oralı mısınız
ama dedeniz Kavala’da gömüldü, şurası. Bugün orası vizeyle
girilen bir memleket ve onun torunları ya orada ya da burada
340
ikinci sınıf vatandaş statüsünde. Bu her şeyi değiştiriyor. Sınır
oradan geçmiş diye Ahıska Türklerinin hepsi bambaşka insanlar
olup çıktılar. Yani bu sizin evinizin ortasına bir duvar çekmeniz
gibi bir olay. Birdenbire bir ailenin üyeleri komşu oluyor.
Mesela bir duvar çekildiğini düşünün. Savaş onun için çok
önemli. Devletleri yıkıyor, statüleri değiştiriyor yeni şeyler
getiriyor, savaşları bilmek ve iyi bilmek lazım. Maalesef Türk
tarihçiliği ne bir savaşın tarihini ciddi olarak yazabiliyor, ne de
bir anlaşmanın, barış anlaşmasının bütün metinleriyle, arka
planıyla kavrayarak ortaya koyabiliyor. Lozan AnlaşmasTnm
dahil metinlerini yeni neşrettik. Lozan’ın cumhuriyeti kuran
anlaşmanın daha henüz zengin oturaklı bir yorumu yapılmış
değil, bunu açıkça söylemek durumundayım. Onu yapmamız
lazım ama şüphesiz ki Soğuk Savaş döneminde diğer
dönemlerin iktisadi ve kültürel tarihi ananeleri çok önemli bu
yönde bir tarih değişimi var. Fakat o tarihi yapanlar yani II.
Kategori tarihi yapanlar, birincisinde çalışma, araştırma,
öğrenme antrenmanı yoksa çok yavan ve çok aptalca şeyler
yazıyorlar. Maalesef Klasik Avrupalmın derin tarih bilgisi
anlayışı, kavraması bu Amerikan tarihçilerinde yok yani
hakikaten fevkalade yavan şeyler yazmaya başladılar. Ve insan
bazı halde anlamakta güçlük çekiyor. Anlıyorsun da bu kadar
sırmanın nedeni ne diyorsun. Onun için tarih bir bütündür. Bu
gibi bölmeleri yapmak doğru değil. Mesela sanat tarihi yapıyor
arada iktisat veya siyaset terminolojisi kullanarak önce
malzemeyi yaz, üslubu yaz neyin nesi önce onu öğreneyim
sonra yorum yaparsın. Teknik tarafıdır sinema, lazım bir şeydir.
Soru: Temmuz 1912’de Batı Trakya Türk Cumhuriyeti
kuruluyor. Fakat Balkan Savaşı sonrasında bizim öğrendiğimiz
kadarıyla doğrumudur diye soracağım, Edirne’yi, Kırklareli’ni
kaybettikten sonra Batı Trakya Türk Cumhuriyeti, Pazar hat
üzerine taşıtılıyor doğrumudur? Teşekkür ederim.
341
İlber Ortaylı: Batı Trakya Türk Cumhuriyeti bizim İstiklal
Savaşı’m karşılayan yani I. Cihan Harbi sonundaki büyük
mağlubiyeti ve Bulgarların o bölgeden çekilmesiyle birlikte
daha
ziyade
Yunanlılardan
beklemeyeceğiniz
çünkü
Balkanlarda daima Bulgarlar ve Yunanlılar arasında bir fark
var, idare bakımından ben bunu gördüm. Size küçük bir şey
vereyim. Yunanlılar bizim oradaki azınlığımıza ciddi bir Türk
eğitimi, Türk milliyetçiliği verilmesine müsaade etmiyorlar.
Bunu önlüyorlar bunu anladım. Fakat anlamadığım ve çok basit
ibtidai gördüğüm bir davranış var. Yunan eğitimi, doğru düzgün
bir Hellenik eğitim de vermiyorlar ve zaten galiba kendilerinde
de pek yok. Buna karşılık Bulgaristan çok değişik. Uzun eğitim
hayatımda Bulgaristan’dan gelen Türk çocuklarının liseyi
bitirmişlerse çok iyi eğitim aldıklarını gördüm. Belli ki orada
bir ayrımcılık yapılmamış. _Yani umumi kültür imtihanı
yapıyorum öyle. Çocuk Rusçayı, Bulgar öğrenci kadar iyi
biliyor, Bulgarcayı da biliyor, Batı dili de biliyor, piyano
çalıyor, bilmem ne yapıyor, tarih biliyor. Hatta umumi bir
imtihan yaptım. Prosper Merimee ‘yi dikte ettirdim.
Biliyorsunuz 19.yy’da best of Fransız filolog ve yazarı. Carmen
falan O ’nun emridir. Vurguları falan doğru koyarak aksamm bir
tek o BulgaristanlI kız yazmıştı sınıfla. Yani şeyde Türkiye’de
Fransız mektebini bitirenler dahil, onu hiç unutmam. Bu şey
yoktu Yunanistan’da. Onun için anladığım kadarıyla bu
Yunanlılığın zulmünden de çekinerek bizimkiler o cumhuriyeti
şey yaptılar. Fakat ondan sonra yaşamadı bu. Burada anlaşma
falan olduğunu zannetmiyorum. Türk nüfiısu yoğunluğu olan
yer çok az o tarihte. Bunun da adına biliyorsunuz Gümülcine’de
bitiyor bu. Dedeağaç falan oralarda bitiyor. Yani Kavala’da
değil mesela hatta îskece de bile durum aynı, bölgede şüpheler
var. Bulgaristan’da da Türk nüfusunun yoğun olduğu cenubi
mıntıkalar var. Kırcaali falan. Fakat bazı bölgelerde artık
342
yoğunluk yok, bunları bilmek lazım. Onun için kolay şeyler
değildir. Bunların üzerinde oturup da böyle bir şey cumhuriyeti
kurmak falan bunlar büyük olaylar ve Türklerin ne kadar
organizatör ne kadar böyle ipin ucunu kolay kolay bırakmayan
bir kavim olduğunu gösteriyor. Ama bu, bu kadardır. Bu bir hoş
hatıradır bunu bilmek lazım hepsi bu. Böyle üstü örtülmez
bunun. Yani Türk çocuklarına öğrettiğin mektep tarihinden Batı
Trakya Cumhuriyeti’ni çıkaramazsın. Böyle bir şey olmaz. Vay
Yunanlılar bize kızar, acaba bize emperyalist mi, revanşist mi
yok irredantist mi zanneden, böyle bir saçmalık olmaz. Billuri
olacaksın, transparan olacaksın, yazacaksın tarihini, olaylarını
her şeyini tarihi tartışacaksın, verileri göstereceksin. Böyle okul
tarihinde Batı Tarkya Türk Cumhuriyeti çıkarılsın, olmaz.
Mübadeleyi de doğru dürüst anlatmıyor. Biliyor ki, ben diyor
mübadeleyi falandan öğrendim, tabi o falan yanlış öğretti ona
muhtemelen. 35 yaşıma kadar bilmiyordum. Şimdi insanlar da
bir tuhaftır yani. Side’de, Ayvalık’ta îzmir’in civarındaki
yerlerde camiden çıkan takkeli ihtiyarın neden Rumca
konuştuğunu merak etmez yani. Bu Müslüman adam niye böyle
Rumca konuşuyor camiden çıkınca neden diye sorup da
öğrenmez. Girit’ten haberi yoktur herifin. Aynı şekilde tuhaf
kim oturuyormuş bu Sille kasabasmda Konya’mn diye sormaz.
Orda oturan bile “gavur” diyor. Yahu kardeşim dedim gavurdan
neyi kastettiğini bilmiyorum ama cehalet açıyor. Kilisenin
içinde ve dışında her şey Yunan harfleriyle ve Türkçe. însan
Karamanlı diye bir Türkü de bilmez mi artık. Bütün eski Konya
Karaman Eyaleti işte bunlar aldı mübadele ile birlikte
gönderildi oraya. Aman Allah’ım yani facia. Herif Türkçeden
başka bir şey bilmiyor. Bizimki Oğuz takımı. Yani bunları tabi
öğrenmek lazım bu mübadeleyi falan maalesef bunların hiçbiri
mektep kitaplarında yazmıyor. Yazarsa hır çıkar, kimseyi
gücendirmeyelim. Böyle bir sahtekarlıktır bu, kusura bakmayın.
343
K O N A K BELEDİYESİ
KÜLTÜ R YA Y IN LA RI
TEŞEKKÜR
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ
Balkan Araştırmaları Uygulama
Ve Araştırma Merkezi
Download