T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ HALKLA İLİŞKİLER VE TANITIM ANABİLİM DALI GÜNLÜK YAŞAMDA BENLİK SUNUMLARI ÜZERİNE BİR İNCELEME Yüksek Lisans Tezi CELİLE EVİL KULGA Danışman: Prof. Dr. Cengiz ANIK Ankara, 2014 i ÖZET [KULGA, Celile Evil]. [Günlük Yaşamda Benlik Sunumları Üzerine Bir İnceleme], [Yüksek Lisans Tezi], Ankara, [2014]. Benlik kavramı psikolojinin ve sosyolojinin son zamanlarda çok çalışılan konuları arasında yer almaktadır. Sosyoloji, psikoloji, iletişim bilimleri gibi çalışma alanlarının her biri benlik kavramını kendi alanı çerçevesinde değerlendirmektedir. Bu çalışmada benlik kavramı, sosyal psikoloji ve iletişim bilimi kapsamında incelenmiştir. Benlik kavramı, ilk olarak kişilik ve kimlik kavramlarıyla ilişkisi ele alınarak değerlendirilmiş, ardından bireylerin benlik sunumlarında faydalandıkları iletişim yöntemleri incelenmiş, son olarak da bireylerin sosyal ortamda benlik sunumlarını nasıl gerçekleştirdikleri örnek olaylarla aktarılmıştır. Çalışmanın kavramsal çerçevesini, Goffman’ın dramaturji modeli ve izlenim yönetimi teorisi oluşturmaktadır. Doğrudan gözlem yoluyla elde edilen veriler Goffman’ın kavramlarıyla yazıya geçirilmiştir. Bu çalışmada benliklerin, her sosyal ortamda sunuş biçimlerinin sürekli değiştiği ve bireylerin başkaları üstünde iyi izlenimler bırakmak için davranışlarını kontrol etme çabasına girdikleri tespit edilmiştir. Sonuç olarak bu çalışma, bireyin kişiliği ve kimliği kadar benliğine de dikkati çekmeyi amaçlamaktadır. Birey, kendi benliğini tanıdığı oranda, davranışlarını istediği gibi yönetmekte ve yeteneklerini geliştirebilmektedir. Geliştirilmiş bir benlik, bireyin sosyal hayattaki başarılarını artırmakta ve çatışmalarını azaltmaktadır. Anahtar Kelimeler: Benlik, benlik sunumu, dramaturji, izlenim yönetimi ii ABSTRACT [KULGA, Celile Evil]. [A Study on Self-Presentation in Daily Life], [Master’s Thesis], Ankara, [2014]. The concept of self is placed among the subjects that psychology and sociology have recently been studying a lot. Each of the working areas such as psychology, sociology, communication sciences tend to evaluate the concept of self from the viewpoint of their own fields. In this study, the concept of self has been studied under the scope of socio psychology and communication sciences. It has been handled firstly in terms of its relations with the perception of personality and identity and then the methods of communication individuals resort to during their presentation of self have been reviewed, and finally, some sample events indicating how individuals carry out their presentation of self in social environments have been illustrated. The conceptual framework of the study is made up of Goffman’s theory of model of dramaturgy and impression management. Data obtained through the direct observations have been shown in written with Goffman’s concepts. It has been found out in this study that selves’ ways of presenting contiuously change in every social environment and that individuals feel obliged to control their behaviours for the purpose of creating good impressions on the part of others. As a result, this study has the aim of attracting the attention to the individual’s self as well as to his/her personality and identity. The individual could manage his/her behaviours as he/she likes, and improve his/her abilities to the extent he/she is aware of the self. An improved self enables the individual to get more achievements and lessen his/her conflicts in social life Key words: Self, self presentation, dramaturgy, impression management iii İÇİNDEKİLER ÖZET ........................................................................................................ I ABSTRACT .............................................................................................. II İÇİNDEKİLER ........................................................................................... III ŞEKİLLER ve TABLOLAR ...................................................................... VI GİRİŞ......................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM: 1. KİŞİLİK (PERSONALITY) KAVRAMI VE KİŞİLİK KURAMLARI…...... 3 1.1. Kişilik (Personalıty) Kavramı ………………....…………...….. 3 1.1.1. Kişilik Tanımları …......…..……….……….……………. 3 1.1.2. Kişiliği Oluşturan Unsurlar…….…....…………………... 7 1.1.2.1. Kişiliği Oluşturan Biyolojik Unsurlar ………… 7 1.1.2.2. Kişiliği Oluşturan Psikolojik Unsurlar ……….. 11 1.1.2.3. Kişiliği Oluşturan Sosyal Unsurlar ………...… 14 1.2. Kişilik Kuramları …………………..………………………….….. 16 1.2.1. Sigmund Freud ve Kişilik Kuramı …………………...... 17 1.2.2. Alfred Adler ve Kişilik Kuramı….……………................ 22 1.2.3. Abraham Maslow’un Kendini Gerçekleştirme Teorisi . 24 1.2.4. Carl Gustav Jung ve Kişilik Kuramı ………………….. 26 1.2.5. William Sheldon ve Kişilik Kuramı……………….…..... 32 1.2.6. Erich Fromm ve Kişilik Kuramı …….……………......... 33 1.2.7. Erik H. Erikson ve Kişilik Kuramı…………………..…... 36 İKİNCİ BÖLÜM: 2. KİMLİK (IDENTITY) KAVRAMI VE KİMLİK KURAMLARI ………....... 38 2.1. Kimlik (Identity) Kavramı……….…………….…………..…….... 38 2.1.1. Kişisel Kimlik ……………….………………………….… 39 2.1.2. Sosyal Kimlik …………………………………….…........ 43 2.1.3. Kültürel Kimlik …………………...………………….…… 48 2.2. Kimlik Kuramları …………………………...…………….....…….. 49 2.2.1. Erik H. Erikson’un Psikososyal Gelişim Kuramı……… 49 2.2.2. James Marcia’nın Kimlik Statüleri Yaklaşımı ………... 52 2.2.3. Berzonsky’nin Sosyal-Bilişsel Kimlik Gelişimi Yaklaşımı ………………………………………...…….….56 iv ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: 3. BENLİK (SELF) KAVRAMI VE BENLİK KURAMLARI 3.1. Benlik (Self) Kavramı ………….…………….….………………... 58 3.1.1. Benlik Kavramının Tanımı…..………………………..… 59 3.1.2. Benliğin Yapısı ……….…………..……………..….…... 61 3.1.3. Benliğin Gelişimi …………………..…………….…....... 66 3.1.4. Benlik Bilinci (Self-Aware) ……………………….…….. 68 3.1.5. Benlik Yeterliliği (Self-Efficiency) ……………………... 70 3.1.6. Benlik Saygısı (Self-Esteem) ……………..…………… 70 3.1.7. Benlik Tasarımı-İnşası (Self-Construction) …….....…. 72 3.1.8. Sosyo-Kültürel Bağlamda Benlik ……………………… 78 3.1.9. Benliğin Özellikleri …………………………..….…..….. 81 3.1.10. Benlik Çatışması (Self-Conflict).………..…..….…..... 84 3.2. Benlik Kuramları …………………………………………....…… 86 3.2.1. William James’in Benlik Kuramı………….…..……..… 86 3.2.2. Carl Rogers’in Benlik Kuramı………………….....……. 88 3.3.3. Charles Cooley’in Ayna Benlik Teorisi …….......……... 91 3.4.4. George Herbert Mead’in Benlik Kuramı …………....... 93 3.3. Benliğin Kişilik, Kimlik Kavramlarıyla İlişkisi ve Benliğin Toplumsal Yansıması ……..………………………..................... 95 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: 4. GOFFMAN VE GÜNLÜK YAŞAMDA BENLİKLERİN SUNUMU 4.1. Benlik Sunumu ……..……..……..………………………..…..….. 97 4.1.1. Benlik Sunumu ve İletişim ……………………….…….. 97 4.1.1.1. İletişimin Tanımı …………..………………....... 98 4.1.1.2. İletişim Türleri ……………………..……..……. 102 4.1.1.3. İletişim ve İzlenim Yönetimi ……..…..…….… 115 4.1.2. Sembolik Etkileşim ve Benlik Sunumunda İletişimin Rolü………….………………......……………. 116 4.2. Erving Goffman’ın Benlik Sunumu Kuramı ……………….….... 118 4.2.1. Erving Goffman’da Benlik Görünümleri ……………… 119 4.2.2. Erving Goffman’ın Kavramlarıyla Benlik Sunumu ……………………………………..….. 125 v BEŞİNCİ BÖLÜM: 5. GÜNLÜK YAŞAMDA BENLİK SUNUMLARI ÜZERİNE BİR İNCELEME 5.1. İncelemenin Amacı ve Kapsamı ............................................. 126 5.1.1. İncelemenin Metodolojisi ........................................... 127 5.1.2. İncelemenin Evren ve Örneklemi............................... 128 5.2. Örnek Olaylar …………………..…………………………….….. 128 5.3. Genel Değerlendirmeler ………………………………..….…… 146 SONUÇ .................................................................................................... 157 KAYNAKÇA.............................................................................................. 161 vi ŞEKİLLER DİZİNİ ŞEKİL 1. YAPISAL MODELİN FARKINDALIK DÜZEYLERİ İLE İLİŞKİSİ 22 ŞEKİL 2. MASLOW’UN İHTİYAÇLAR HİYERARŞİSİ …………………….. 26 ŞEKİL 3. WILLIAM SHELDON’UN KİŞİLİK TİPOLOJİSİ …….................. 33 ŞEKİL 4. JOHARİ PENCERESİ ……………………….….………………..... 63 ŞEKİL 5. KİŞİDE BENLİK ÇATIŞMASI VE BENLİK UYUMU …………… 86 ŞEKİL 6. İLETİŞİM SÜRECİ ………………………….…………………..….. 101 ŞEKİL 7. KİŞİSEL MESAFELER …………………………………….……… 104 ŞEKİL 8. BİÇİMSEL VE DOĞAL İLİŞKİLER ŞEMASI ………………..….. 109 TABLOLAR DİZİNİ TABLO 1. ERİKSON’UN KİŞİLİK GELİŞİMİNDE SEKİZ EVRESİ ……… 37 TABLO 2. ERİKSON’UN KİŞİLİK GELİŞİMİNİN SEKİZ EVRESİ VE BU EVRELERE KARŞILIK GELEN KİMLİK DUYGULARI TABLOSU ………………..…………..…. 52 TABLO 3. İŞ ORTAMINDA BENLİK SUNUMU DURUM TABLOSU …... 146 TABLO 4. SOSYAL ORTAMDA BENLİK SUNUMU DURUM TABLOSU 154 1 GİRİŞ Mümkün olan en geniş anlamıyla, bir insanın benliği, sadece vücudu ve psişik (ruhsal) güçleri değil ayrıca evi, eşi, çocukları, ataları, arkadaşları, şanı ve çalışmaları gibi kendinin olan her şeyin topyekûnudur. Eğer bunlar gelişirse, zenginleşirse kendini üstün hisseder; eğer azalır, bozulur, kaybolurlarsa kendini aşağılanmış görür. W. James, 1890/1950: 291-292 İnsan, doğduğu andan itibaren dünyayı algılamaya ve algıladığı dünyaya uygun bir davranış geliştirmeye çalışır. Bu algılayış ve geliştirdiği davranışlar bireyin yaşamı boyunca sürekli gelişir. Birey hem kendini hem içinde var olduğu toplumu anlamlandırmaya çalışarak kendi-kendi ve kendi-toplum arasında bir uyum yaratmaya çalışır. Bu uyumu ne kadar sağlayabilmişse birey kendini o kadar mutlu ve başarılı; uyum sağlayamamışsa da mutsuz ve başarısız hisseder. Birey öncelikle hayatta ilk iletişim kurduğu ailesi içinde kendini kabul ettirmeye ve saygınlık kazanmaya çalışır. Bunu başarabilmek için ailesini gözlemler. Davranışının ailesi tarafından kabul gördüğü yönünde davranış geliştirir. Daha sonra toplumun bir parçası olan birey tüm yaşamı boyunca diğer insanlarla birliktedir. Bu kez iletişim kurduğu toplumun kabul gördüğü değerler yönünde davranış geliştirir. Bu süreçte iletişim kurduğu her insana, gruba, topluluğa yönelik bir davranış tarzı oluşturur; bu davranış tarzlarının her birinde bir rol üstlenir, her birinde bir maske takar. Bu çalışmanın birinci kısmında kişilik (personality) kavramı ve kişilik kuramları, ikinci kısmında kimlik (identity) kavramı ve kimlik kuramları, üçüncü kısmında benlik (self) kavramı ve benlik kuramları incelenmiştir. Kavramların literatürdeki tanımlarına ayrıntılı olarak yer verilmiştir çünkü insan ve davranışının anlaşılabilmesi, öncelikle bireyi oluşturan biyolojik, psikolojik ve sosyolojik unsurların çözümlenmesiyle mümkün olmaktadır. 2 Bireyin ruhsal davranışlarını psikoloji, toplumsal davranışlarını sosyoloji, bireyin diğer bireylerle olan biçimsel ilişkilerini ise iletişim açıklamaktadır. Bu bağlamda bu çalışma, insan ve davranışını bu üç bilim dalının bakış açısıyla açıklanmaya çalışılmıştır. Çalışmanın dördüncü bölümü benlik sunumu ile ilgilidir. Erving Goffman (1956) “The Presentation of Everyday Life” (Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu) adlı çalışmasında ele aldığı benlik sunumu kavramını, bireylerin günlük hayatta başkalarıyla olan iletişimlerinde kendilerini nasıl ifade ettikleri ve iyi izlenimler bırakmak için davranışlarını nasıl kontrol etme çabasına girdikleri olarak ifade etmiştir. İzlenim yönetimi adı verilen bu teorinin yanında Goffman gözlemlediği insan etkileşimlerini drama ve tiyatro sahnesinin görüntü ve dilini kullanarak betimlemiştir. Bu metot dramaturji olarak adlandırılmaktadır. İzlenim yönetimi teorisi ve dramaturji metodu aynı zamanda bu çalışmanın da kuramsal çerçevesini oluşturmaktadır. Çalışmanın beşinci bölümü gerçek hayat rutinlerinden derlenen örnek olaylardan oluşmaktadır. Her insanın günlük hayatta karşılaşabileceği bu olaylar, birçok insan için sıradan gelmektedir. Oysaki bu davranışların altında birçok taktik ve yöntemlerin olabileceği akla gelmemektedir. Goffman’ın Shetland adalarındaki topluluklar üzerinde yaptığı benlik sunumlarına yönelik gözlemler, bu çalışmada Türkiye’deki iş ve sosyal hayatlar gözlemlenerek yazıya geçirilmiş ve durum çalışması yapılarak değerlendirilmiştir. Sonuç olarak, benliklerin sunumu insanlarla etkileşime girildikçe gözlemlenebilmektedir. Bireylerin sürekli olarak başkalarıyla etkileşim ve iletişim gerektiren günlük rutinleri, toplumsal biçimlerin oluşmasına yol açmaktadır. Bu tür rutinleri incelemek, toplumsal varlıklar olarak hem bireyleri hem bireylerin oluşturduğu toplumsal yaşamı tanımaya olanak sağlamaktadır. Bireyleri ve toplumları tanımak ise, iletişim disiplininin sorguladığı birçok kişilerarası konuya ışık tutmaktadır. 3 BİRİNCİ BÖLÜM 1. KİŞİLİK (PERSONALITY) KAVRAMI VE KİŞİLİK KURAMLARI 1.1. Kişilik (Personality) Kavramı 1.1.1. Kişilik Tanımları İnsan davranışlarının altında yatan temel nedenleri bulmaya çalışan bilimsel çaba (İnanç, Yerlikaya, 2008: 1) olarak tanımlayabileceğimiz psikoloji biliminin literatürünü incelediğimizde, kişilik psikologlarının “kişilik” tanımı üzerinde birbirinden farklı görüşler sergilediklerini görmekteyiz. Psikolojide birçok tanımı bulunan kişilik kavramıyla ilgili genel bir kanaatin oluşabilmesi için bu farklı tanımlara değinmek gerekmektedir. Batı dillerinde personality-personnalite olarak kullanılan kişilik kelimesinin kökeni, Latin dilindeki persona kavramına dayanmaktadır. Klasik Roma tiyatrosunda oyuncular, temsil ettikleri özelliklere uyan maskeler takarak, kendi rollerini bu maskeler aracılığıyla canlandırıyorlardı. Kullanılan bu maskelere “persona” adı verilmekteydi. Sahneyle seyirciler arasındaki uzaklığın fazla olmasından ve bu nedenle oyuncunun yansıttığı role uygun yüz mimikleri görülemeyeceği için bu yola başvurulmaktaydı. Böylece persona kavramıyla, bireyler arasındaki farklılıklar anlatılmak istenmiştir (Eroğlu, 1996: 138). Kişilik, bireyin kendine özgü ve ayırıcı davranışlarının bütünüdür (www.oxforddictionaries.com). Bir başka tanımda kişilik, bireyin iç ve dış çevresiyle kurduğu, diğer bireylerden ayırt edici, tutarlı ve yapılaşmış bir ilişki biçimidir (Cüceloğlu, 2010: 404). Kişilik üzerine yapılan bu genel tanımlardan da anlaşılacağı gibi kişiliğin iki temel özelliği üzerinde özellikle durulmaktadır: 4 1) Kişilik, bireyleri birçok yönden birbirinden farklılaştırır. 2) Kişilik, bu farklılıklar içinde bireylerin tutarlı ve yapılaşmış davranış bütünüdür. İlk olarak, kişilik bireyleri birbirlerinden birçok yönden farklılaşmaktadır. Bireyler sosyal bir ortamda gözlemlenir ve bireyler arası karşılaştırmalar yapılırsa, aynı sosyal grup içindeki bireylerin birbirinden farklı görünüş ve davranışlarının olduğu fark edilebilir. Bu farklılığın nereden kaynaklandığı düşünülebilir. Farklılığın birinci nedeni, bedensel özelliklerin farklı olmasıdır. İkinci önemli nedeni ise, bireylerin zihinsel özelliklerinin farklılığı ve çevreden gelen uyarıları farklı algılamalarının etkisidir. Bu bağlamda kişiliğin, ne yalnız başına bedensel özelliğe bağlı olduğu, ne de çevredeki ortak kalıp ve sosyal olaylara bağlı olduğu söylenebilir. Kişilik tüm bu olguların oluşturduğu bireysel ayrılıklardır (Erdoğan, 1997: 234-235). İkinci olarak, kişilik bireyin sürekli, tutarlı ve her zaman gözlemlenebilir davranışlarının bütününden oluşmaktadır. Kişiliği, bir zaman dilimi içindeki davranış türü olarak görmek, doğru değildir. Kişilik geçmişin, şimdiki zamanın ve geleceğin oluşturduğu bir bütündür. Birey alışkanlıklarının devamını arzulayan bir yapıya, geleceğe uymak isteyen bir özelliğe sahiptir. Böylelikle kişilik, geçmişin izleri, şimdiki zamanın uygulamaları ve geleceğin temel eğilimi ile oluşacaktır. Dolayısıyla kişiliği, bireyin yaşamı sürece içindeki alışkanlık ve özelliklerinin davranışlarına yansıyan gözlenebilir yönü olarak görmek mümkündür (Erdoğan, 1997: 234-237). Kişilik kavramı, kişilik psikologlarının çalışma alanlarına göre farklı tanımlar içermektedir. gözlemlenebilir Davranışçı davranış ve psikologlara alışkanlıkları göre olarak kişilik, insanın tanımlanmaktadır. Psikolojide uzun süre bu model kabul görmüştür (Hazar, 2006: 126). 5 Davranışçı psikologların oluşturdukları bu yaklaşım Davranışsal Yaklaşım1 olarak sınıflandırılmaktadır. Ancak, 1960’larda, Mischel, Marlowe ve Gergen’in kişilik ve ahlaki özellikler arasındaki tutarlılığın beklenenden düşük boyutlarda olduğunu ve değişkenliğin ise yüksek olduğunu bulduklarında kişilik özelliklerinin, ortamsal etkileşimden de etkilendiğini ve davranışın gözlemlendiğini gösterir modeli kabul etmeye başlamışlardır (Hazar, 2006: 126). Bu modele göre, kişiliğin bir yönü, toplumdan etkilenmekte ve toplum içinde kişi kendini konumlandırmaktadır. Bireyin toplum nezdinde nasıl olmak ve nasıl görünmek istediği, sahip olduğu gerçek ve sosyal yüzler, kişiliğe etki etmektedir. O halde kişilik kavramı, bireyin başkalarıyla kurduğu ilişkilerdeki tepkiyi ve kendisini gösterme biçimini de içermektedir (Köknel, 1995: 26). Sosyal psikologların bu temelde oluşturdukları yaklaşımlar Bilişsel2, Özellikçi3, Hümanist4 ve Etkileşimci5 Yaklaşım olarak sınıflandırılmaktadır. 1 Davranışsal Yaklaşım: Kurucusu John Broadus Watson’dır (1913). Watson’ın nesnel psikoloji veya bir davranış bilimi adını verdiği bu anlayış yalnızca nesnel gözlemler yoluyla, etki ve tepki (stimulus and response) açısından nesnel olarak betimlenebilecek gözlemlenebilir davranışsal etkinliklerle ilgilenmektedir. Watson deneysel yordamı ve hayvan psikolojisi ilkelerini-kendisinin faaliyet gösterdiği alan-insana uygulamak istemiştir (Shultz & Shultz, 2002: 328) . Nitekim davranışçılığın diğer bir önemli ismi Pavlov da hayvanlar üzerindeki deneylerinin sonuçlarını insan davranışlarıyla örtüştürerek açıklamaya çalışmıştır. 2 Bilişsel Yaklaşım: Düşünme, hissetme, öğrenme, anımsama, karar verme, dil, problem çözme ve yargılama gibi zihinsel süreçlerin en geniş anlamda incelenmesidir (http://tr.wikipedia.org/wiki/Bilişsel_psikoloji). Yaklaşımın önemli temsilcisi Jean Piaget’tir. 3 Özellikçi Yaklaşım: Bu yaklaşıma göre, bireyin kişiliği temel özelliklerinin bir sentezidir (Cüceloğlu, 2010: 416). Yaklaşımın önemli temsilcisi Gordon Willard Allport kişilik üzerine çalışma yapan psikologların ilkidir. Allport, her bireyin biricikliğine vurgu yaparak, kişiliği anlamanın en iyi yonunun o an içinde bulunduğu bağlamla değerlendirmek olduğunu öne sürmektedir (http://www.dpsikiyatri.com/GordonAllport.asp). 4 Hümanist Yaklaşım: Yaklaşımın ana temaları şunlardır: Bilinç deneyimleri üzerinde durmak; insan doğasının bütününe inanmak; özgür irade, spontanlık ve bireyin yaratıcı gücü üzerinde odaklanmak insan koşullarına ilişkin tüm faktörlerin araştırılması (Shultz & Shultz, 2002: 603). Temsilcileri: Abraham Maslow, Carl Rogers, Erich Fromm’dur. 6 Kişiliği ruhsal açıdan değerlendirmeye alan derinlik psikologlarına göre kişilik, kişinin iç hayatındaki dinamik güçlerin kendine has özellikleri olarak tanımlanmıştır (Baymur, 255: 6). Derinlik psikologları, kişiliği çevre etkilerinden bağımsız olarak bireyin kendi benliğinin belirlediği görüşünü savunmaktadır. Oluşturdukları yaklaşımları ise Psikanalitik6, Neoanalitik7 ve Biyolojik8 Yaklaşım olarak sınıflandırılmaktadır. Kişilik üzerine çalışan teorisyenler her ne kadar kişiliği kendi çalışma alanları üzerinden yorumlamış ve sınıflandırmışlarsa da, birçok araştırmacıya göre birey biyo-psiko-sosyal özelliklerinin tümü ile ele alınmalıdır. Bireyin psikolojik çözümlemesinin yapılması istendiğinde, bireyin kişiliğinin bireyin birkaç niteliğinden değil, bireyin tüm nitelikleri ve bunların etkileşiminden oluştuğu görülmektedir. Bu etkenler, bireyin fiziksel, zihinsel, duygusal yapısı, güdüleri, yaşantıları, alışkanlıkları, çevresi, çevresinde kendisine açık olan olanakların tümü ve bunların karşılıklı etkileri ile birlikte bir sistem olarak bireyin kişiliğini etkiler. Kişilik yapısı olarak bireyin davranışları, ne düşündüğü, neler hissettiği, ne söylediği ve ne yaptığı bu etkenlerden etkilenir (Özgüven, 1992: 1). Yukarıdaki ifadelerle kişiliğin tanımı yapılırken, çalışmanın devamında kişiliği oluşturan unsurlar ve kişilikle ilgili kapsamlı yaklaşımlar incelenecektir. 5 Etkileşimci Yaklaşım: Etkileşim kuramcıları sembol üzerinde durarak, insanların semboller aracılığıyla etkileşimde bulunduğunu öne sürmektedirler. Bu nedenle bu kuramcılara, Sembolik etkileşim kuramcıları da denilmektedir (http://notoku.com/sosyolojide-kuramsal-yaklasimlar). Temsilcileri: William James, John Dewey, Charles H. Cooley, William Thomas, George H. Mead’dir. 6 Psikanalitik Yaklaşım: Yaklaşımın en önemli temsilcisi Sigmund Freud, bireylerin hayatlarında farkında olmadıkları bilinçaltı güçler tarafından kontrol edildiğini iddia etmektedir (Shultz & Shultz, 2002: 498). 7 Neoanalitik Yaklaşım: Yaklaşımın temsilciileri Freud’u takip etmektedir fakat sosyal etkileşimin cinsel güdülerden daha önemli olduğunu düşünmektedirler. Temsilcileri: Carl Jung, Alfred Adler ve Erik Erikson’dur. 8 Biyolojik Yaklaşım: Yaklaşımın temsilcileri tüm psikolojik olayların beynin ve sinir sisteminin etkinliği sonucu ortaya çıktığını savunmaktadırlar (Ünlü, 5: 2001). Temsilcileri: Hubel, Wiesel, Cannon, Chomsky, Piaget’tir. 7 1.1.2. Kişiliği Oluşturan Unsurlar İnsan kişiliği, bilinen ve bilinmeyen yönleriyle birçok özellikten oluşmaktadır. Kişiliğin çok yönlü ve karmaşık bir yapıda olduğu söylenilebilir. Biyolojik yapı, kalıtım, karakter, huy, mizaç, irade, zeka, duygu, heyecan, çevre etkileri, sosyoekonomik etkenler gibi pek çok özellik kişiliğin yapısında yer almaktadır. Kişilik bütünlüğü biyo-psiko-sosyal alan dinamiklerinin karşılıklı etkileşim ve bütünleştirme süreçleriyle gerçekleşmektedir. Buna göre kişilik oluşumu bireysel biyolojik gereksinme ve dürtülerin oluşturduğu; eğitim, deneyim ve öğrenme ile kazanılan, değerlendirme, tanıma ve inançlarla biçimlenen psikolojik alanın, sosyal etkileşimler, sosyal roller ve sosyal değerlerin dinamik etkileriyle bütünleşme sürecidir (Isır, 2006: 48). 1.1.2.1. Kişiliği Oluşturan Biyolojik Unsurlar 1) Kalıtım Tek bir türün bütün üyeleri, onları türün özellikleriyle donatan ortak bir kalıtımı paylaşırlar. Ancak türün içinde yer alan kalıtımsal değişiklikler, bireyler arası farklılıklara yol açmaktadır. Böylece her birimiz türe özgü kalıtımın yanı sıra, bireysel kalıtım taşımaktayız. Bireysel kalıtımdaki değişkenlik olasılığı o kadar yüksektir ki, tek yumurta ikizleri, üçüzleri vb. dışında hiç kimse birbiriyle tamamen aynı olmamaktadır. Bazen milyonlarca insan arasında, ikiz olmayan iki kişi birbiriyle karıştırılacak kadar benzeşebilmektedir, fakat o zaman bile parmak izleri dahil, çeşitli biyolojik özelliklerine göre birbirlerinden ayırt edilebilmektedirler (Morgan; 1991: 34). Tek bir türün bireyleri birbirlerinden birçok yönden farklılık gösterse de genlerinde bulunan ortak bir kalıtım onları birbirine benzeştirebilmektedir. Örneğin, kişinin bedensel özellikleri, saç rengi, göz rengi, burnunun şekli 8 veya herhangi bir genetik hastalık taşıyıp taşımadığı gibi daha pek çok özellik, değişmez biçimde kişinin genlerinde belirlenmiştir. Kişinin yalnızca fiziksel özellikleri değil, döllenmeden itibaren doğumla birlikte, belirlenmiş kişilik özelliklerinin de kalıtımsal bir öz üzerinde geliştiği yaygın olarak kabul gören bir yargıdır (www.tavsiyeediyorum.com/makale_8106.htm) Kalıtımın, göze çarpan oranda zihinsel benzerlikleri de içermekte olduğunu iddia eden Amerikalı bir psikologun hayvanlar üzerinde yaptığı deney, bazı ruhsal yapı özelliklerinin soydan soya geçişini belirgin bir biçimde göstermektedir. Üzerinde deney yapılan hayvanlar, laboratuvar fareleridir. Test olarak 220’şer kez labirent deneyine tabi tutulan bu farelerin, deney boyunca yaptıkları yanlış sayısı belirlenmiş ve böylece kurnazlar-saflar olarak iki küme elde edilmiş. Her iki kümeden en uç noktada olanlar alınarak kendi aralarında çiftleştirilmiştir. Ve iki küme üyelerinin birbirlerine karışmamaları sağlanmıştır. Yetişen yavrular yine iki küme olarak birbirleriyle yarıştırılmıştır. Kurnaz olan anne ve babadan gelen kümenin yavrularının kurnaz olmayanlara oranla daha başarılı olduğu belirlenmiştir. Kurnaz olanlar ve olmayanlar olarak çiftleştirilen farelerin yedi göbek ötesine gelindiğinde iki fare kümesi arasındaki farkın son derece belirginleştiği görülmüştür. Öyle ki kurnaz olmayan soydan gelen fareler, kurnaz soydan gelen farelere oranla yüz defa fazla yanlış yapmışlardır. Böylece farelerin bir labirentte yol bulma yeteneklerinin büyük oranda anne ve babalarından getirdikleri kalıtımsal özelliklere bağlı olduğu kanıtlanmıştır (Altınköprü, 2003; 59). Bu deneyden de anlaşılacağı gibi genler canlılarda olumlu veya olumsuz birçok özelliğin kaynağı durumundadır. Kişilik üzerinde kalıtımın etkilerini araştırmak isteyen Minnesota Üniversitesinden bir proje ekibi, ortalama olarak 6 haftalıkken ayrılan ve farklı ailelerde yetişen 30 özdeş ikiz çiftinin yerlerini saptayıp, onları inceleme için laboratuvara getirmişlerdir. İkizler bebeklikten beri birlikte yaşamamışlar ve on yaşını geçene dek birbirlerini görmemişlerdir (hatta ikizlerden bazıları, 9 araştırma olanları bir araya getirene dek karşılaşmamışlardır). İkizler uzun mülakatlara alınmışlar ve bu mülakatlarda kendilerine çocukluk yaşantıları, korkular, hobiler, müzik zevkleri, sosyal tutumlar ve cinsel ilgiler gibi konularda sorular sorulmuştur. Çeşitli tıbbi ve psikolojik testler de uygulanmıştır. Toplanan çok büyük miktarda veri sonucunda ilk bulgular şaşırtıcı benzerliklere işaret etmiştir. İkizlerin birçok yetenek ve kişilik testinde aldıkları puanlar birbirine yakındır, fakat bunlar araştırmacılara göre kesin sonuçlar değildir. Araştırmacılara göre ikiz çiftler arasında yetenek test puanlarında, beyin dalgası örüntülerinde, girginlikte ve tempo ya da enerji düzeylerinde uyuşma olduğu tespit edilmiştir fakat örneklemin küçük olmasından dolayı bunların kesin olmayabileceği sonuç belirtilmiştir (Atkinson, Atkinson, Hilgard, 1995: 530). 2) İç Salgı Bezleri Hippocrates, kişiliğin önemli bir bölümünü oluşturan mizaç üzerinde çalışmalar yaparken, mizacı vücutta en çok bulunan sıvılara göre “hafif kanlı”, “ağırkanlı”, “karasevdalı” ve “sinirli” olmak üzere dört grupta toplamıştır (www.tavsiyeediyorum.com/makale_8031.htm). Hippocrates’in yapmış olduğu bu çalışmalar vücut sıvılarının kişilikle olan ilişkisini güçlendirir niteliktedir. Nitekim günümüzde iç salgı bezlerinin kişiliğin oluşumunda etkin bir görev gördüğü söylenebilmektedir. Epifiz, hipofiz, timüs, tiroit bezleri, böbreküstü bezleri ve cinsiyet bezlerinden oluşan iç salgı bezleri, doğrudan doğruya kana karışan ve hormon adıyla anılan bazı kimyasal maddeler salgılamaktadır. organizmanın Bu hormonlar büyüme ve kan aracılığıyla gelişmesinde tüm doğrudan bedeni etkili dolaşıp olmaktadır. Hormonlar sürekli olarak karşılıklı etkileşim ve işbirliği halindedir. Örneğin, hipofiz bezinde görülen bir aksaklık, etkilerini tiroit ve cinsiyet bezleri üzerinde de göstermektedir. Tiroit bezinin salgıladığı tiroksin hormonunun kana gereğinden fazla salınması, aşırı hareketliliğe, sinirliliğe, aşırı duyarlılığa, duygusal ve heyecansal dengesizliklere yol açmaktadır. Bunun aksine, bu hormonun kanda gereğinden az bulunması, tembelliğe, hareketsizliğe, fiziki 10 güçsüzlüğe ve bedensel yorgunluğa sebep olmaktadır. Tiroit bezi doğuştan veya ilk çocukluk çağlarından beri az çalışıyorsa, büyümede ve zekâda büyük gerilik görülmektedir. Hipofiz bezinin doğuştan veya ilk çocukluk yıllarından itibaren aşırı çalışması ise dev cüsseliğe neden olmaktadır. Bunun yanında bireyde cinsiyetin çağından önce gelişmesine, saldırganlığa ve zorbaca davranışlara yol açmaktadır. Hipofiz bezinin normalin altında çalışması ise kas ve iskelet sisteminde bazı aksaklıkları doğurmaktadır. Bu çocuklar mızmız, korkak ve halsiz olmaktadır. Bunun yanında böbreküstü bezleri ve cinsiyet bezlerinin de anormal çalışmaları bireyde fiziksel ve zihinsel sorunlara yol açabilmektedir (Altınköprü, 2003: 21-22). 3) Beden Özellikleri Kısalık, uzunluk, zayıflık, şişmanlık, güzellik, çirkinlik gibi nitelikler, saç, göz, ten rengi gibi özellikler, yürüyüş, oturuş, mimik ve jest gibi hareketlerin tümü insanın beden yapısına bağlıdır. Bunların hepsi başkalarının bireye karşı gösterdiği tepkiyi, ilgi ve ilişkiyi etkilemektedir. Örneğin olumsuz beden özelliklerinden dolayı bir bireye karşı çevrenin gösterdiği olumsuz bakışın birey tarafından algılanması ve bu olumsuzluğun bireyin benliğine yerleşmesi bireyin kişiliğinde olumsuz izler bırakabilmektedir (Köknel, 1986: 99). Luthans, yaptığı çalışmalar sonucunda, uzun ya da kısa boylu, şişman ya da zayıf, yakışıklı ya da çirkin, siyah ya da beyaz olmanın diğer bireyler üzerindeki etkilerinin farklı olmasından dolayı kişiliği etkilediğini saptamıştır (www.tavsiyeediyorum.com/makale_8106.htm). Kişilerin fiziksel özelliklerine göre sınıflandırılmış belirli bir kişilik tipini yansıttığı gibi kesin bir düşünceyi savunmak yanlış olsa da fiziksel özelliklerin kişiliği etkilediğini inkar etmek de mümkün değildir. Nitekim sağlıklı ve güçlü bir birey ile bitkin ya da hastalıklı bir bireyin çevresine vereceği izlenim ve çevresinden alacağı tepki farklıdır. Örneğin fiziksel olarak güzel bireyler çevrelerinden olumlu bir yaklaşım görürken, çirkin bireyler daha geri plana 11 atılabilmektedir (www.tavsiyeediyorum.com/makale_8106.htm). Bu durum gösteriyor ki, bireyin fiziksel özellikleri çevresinden gördüğü davranış oranında bireyin kişiliğini etkilemektedir. Beden ve ruhun birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini ifade eden bazı araştırmacılar, beden imajının bireyin kişiliğiyle yakından ilişkili olduğunu belirtmektedirler. Şöyle ki; beden bir anlam taşıyıcısıdır, kişilerarası ilişkilerde, birey-toplum etkileşiminde ve kişinin kendi içsel süreçlerinde belirleyici roller oynamaktadır. Beden imajını, bireyin kendi dış görünüşü, bedensel işlevleri ve diğer özellikleri hakkındaki algıları şekillendirmektedir. Bu algılar da kişinin içsel duyumları, duygulanımsal deneyimleri, fantezileri, diğer insanlardan aldığı geri bildirimlerle yakından ilişkilidir. Beden imajının gelişimini psikolojik gelişim safhalarından ayrı düşünmek mümkün değildir. İnsan yavrusu kendisini, ilk olarak aynalar aracılığıyla fark edebilmekte ve bu durum bireyin kişilik gelişiminde büyük önem taşımaktadır (Beyazyüz, Göka; 2011: 33). 1.1.2.2. Kişiliği Oluşturan Psikolojik Unsurlar Kişilik kavramıyla birlikte anılan fakat kimi zaman onunla karıştırılan kavramlar bulunmaktadır. Toplumda birçok kez karakter, mizaç, huy, benlik ya da kimlik gibi ifadeler kişilik yerine kullanılmaktadır. Kişilik kavramı, karakter, huy, mizaç kavramları ile yakından ilişkilidir fakat aralarında çok ince anlam farklılıkları bulunmaktadır. Aslında, kişilik kavramı, diğer kavramları kapsayıcı bir anlama sahiptir (Beyazyüz, Göka; 2012: 17). 1) Karakter (Character) Karakter, çevrenin ve yetiştirilmenin etkisi altında gelişmiş, öğrenilmiş tutumlardır. Bireyin ilk yaşlarından itibaren sosyal yaşantılar sonunda bir takım değer yargılarının benimsenmesi ile gelişmektedir. Benimsenen 12 değerler, kişiliğin bir kısmını oluşturmaktadır. Bu bakımdan karakter sözünün kişilik ile yakın ilişkisi bulunmaktadır, ancak kişilik, karakteri de içine alan ve bir insanın kendine özgü fiziksel ve ruhsal bütün niteliklerini içiren daha kapsamlı bir terimdir (Baymur, 1994: 252). Avrupa’daki kimi psikolog ve psikiyatristler, “kişilik” terimini bir bireyin dışa, yani dünyaya dönük yanını, karakteri ise, bireyin iç dünyasını yani içinde yer alan derin ruhsal yapıları nitelemek için kullanmaktadırlar. Amerika’daki psikoloji profesyonelleri ise “karakter”den kişiliğin ahlaki yanını vurgulamak isterken söz etmektedirler. Örneğin tezcanlılık ve içedönüklük kişilik özellikleri arasında sayılırken, namus, sorumluluk, alçak gönüllülük gibi ahlaki kavramlar karakter özellikleri arasında kabul edilmektedir (Beyazyüz, Göka; 2012: 16). Karakter, insanın bedensel, duygusal ve zihinsel etkinliğine çevrenin verdiği değer olarak da algılanmaktadır. Bireyin karakteri kişisel özellikleriyle içinde yaşanılan çevrenin değer yargılarından oluşmaktadır. Kişilik kavramıyla karakter arasındaki en önemli ayrım, insanın karakteri söz konusu olduğunda, içinde yaşadığı çevrenin toplumsal değerlerini ve ahlak kurallarını da içeren bir değerlendirmenin yapılmasıdır. Böylece insan, içinde yaşadığı çevrede geçerli değer yargılarına göre ya “karakterli insan” (Gül, 2002: 137) ya da “karaktersiz insan” olarak nitelendirilmektedir. Karakterin oluşumuyla ilgili iki basamak olduğu kabul edilmektedir. Bunlar, “beğenilme, takdir edilme ve ödüllendirme” basamağı ile “gerçek idealler” basamağıdır. Toplumca iyi bilinen ve kabul edilen davranışların yapılması sonucu beğenilme, takdir edilme ve ödüllendirme karakterin oluşmasında bireyleri harekete geçiren faktörlerdir. Gerçek idealler basamağı ise, bireylerin olumlu veya olumsuz durumlarla karşılaşmaları halinde karakterlerinden ödün vermemelerini ifade etmektedir (Zel, 1997: 11). 13 2) Huy (Temperament) Huy, bazı psikologlara göre, bireyde kalıtsal (irsi) olarak var olduğunu düşündükleri davranış özellikleridir. Türkçede sık kullanılan bazı deyimlerden örneğin “huy canın altındadır”, “can çıkar huy çıkmaz”, “huylu huyundan vazgeçmez”, “insan yedisinde neyse yetmişinde de odur” sözleri huyun kalıtsal olduğunu kanıtlar niteliktedir (Beyazyüz, Göka, 2012: 16). 3) Mizaç (Duygudurum) Mizaç kavramı anlam olarak huy kavramına oldukça yakındır ve o da bilim diline girmiştir. Kişinin kendisini bir an, bir gün gibi kısa süreli değil de nispeten bir hafta, bir ay gibi uzun süreli olarak duyguca nasıl hissettiğini (örneğin mutlu, neşeli, kederli, üzgün vb.) anlatabilmek için psikolojik bilimlerde çalışan profesyoneller “mizaç” kelimesini kullanmaktadırlar (Beyazyüz, Göka, 2012: 16). Başka bir tanımla mizaç, bir insanın duygusal ve devrimsel hayatının özelliklerinin tümü olarak kabul edilmektedir. Mizaç da, karakter gibi, insan kişiliğinin bütününü değil, ancak bir yanını oluşturur. Bazı kaynaklar mizacı, duyguların çabuk uyanıp uyanmaması, sürekli olup olmaması, derin duyulup duyulmaması niteliklerinin tümü olarak açıklarlar. En yaygın olarak mizaç, duygusal denge durumunun özellikleri olarak tanımlanmaktadır (Baymur, 1994: 252). Yapılan tüm bu tanımlar göz önüne alındığında karakterin hayat içinde yaşantılar yoluyla oluşan değerlerle, huy ve mizacın doğuştan gelen özelliklerle, kişiliğin ise daha karmaşık ve bütünleşik biçimde hepsinin birleşimiyle oluştuğu söylenebilmektedir. 14 1.1.2.3. Kişiliği Oluşturan Sosyal Unsurlar Kişilik yapısının temelinin en alt basamağında içgüdüsel dürtüler, en üst basamağında ise sosyal etkileşimler bulunmaktadır. Bireyde oluşan değerler ve tutumlar, bireyin sosyal etkileşimleri sonucunda biçim almaktadır ve onun kişiliğinde kendini göstermektedir. Bireyin sosyal çevresini oluşturan ve kişiliğini etkileyen bu çevreyi genel olarak aile ve kültür çevresi olarak iki başlık altında toplayabiliriz: 1) Aile Faktörü Yeni doğan bebeğin ilk çevresinin anne, baba ve kardeşlerden oluşan aile ortamı olduğunu savunan araştırmacıların yanında, ilk çevrenin anne karnındayken oluştuğunu iddia eden araştırmacılar da bulunmaktadır (http://www.tavsiyeediyorum.com/makale_8106.htm)Ailenin, çocuk üzerindeki etkisinin çocuk daha doğmadan önce başladığını iddia eden araştırmacılara göre, çocuk katılacağı aile için bir sevinç kaynağı olduğu kadar, bir sorun da olabilmektedir. Dokuz ay süreyle içinde olacağı anne karnında bu duyguların etkisinden tümüyle uzak sayılamaz. Çocuğun taşıdığı anlam, olumlu veya olumsuz, annede yankılar oluşturmaktadır. Bu psikolojik yankılar, çocuğa fizyolojik düzeyde yansımakta; bedensel ve ruhsal etkiler yaratmaktadır (Altınköprü, 2003: 68-69). Bu etkilerin birçoğu bireyde yaşam boyunca kalabilmektedir. Aile çocuğun beslenme, barınma, korunma ve sevilme gibi temel ihtiyaçlarını karşılayan bir kurum olmasının yanı sıra, çocuğun kişilik gelişimi açısından da önem taşımaktadır. Anne babası ile sağlıklı ve doyurucu ilişkileri olan çocuklar aile dışındaki çevre ve arkadaşları ile daha kolay istendiği yönde ilişkiler geliştirebilmektedirler. Dolayısıyla anne ve babanın çocukları ile olan ilişkileri ve çocuklarına nasıl davrandıkları önemlidir (Türker, 2010: 1-19). 15 Anne ve babanın çocuğa nasıl davrandığı önemlidir, çünkü çocuklar hem genel bir takım tutumları, hem de özel bazı davranışları, anne ve babayı gözleyerek öğrenmektedir. Bir erkek çocuk, babasını gözleyerek erkek gibi davranmayı öğrenirken, annesini model alan bir kız çocuk da, bir kadın gibi davranmayı öğrenmektedir (aktaran Özdemir ve arkadaşları, 2012: 568). Aile içinde değişik roller alan birey kendine özgü bir kişilik ve davranış yapısı oluşturmayı öğrenmektedir. Temel gereksinimleri karşılanmayan, kendine özgü kişilik ve davranış yapısı oluşturmayı öğrenemeyen çocuk ise kendinde bir eksiklik olduğunu düşünerek kendinden utanç duymaktadır ve kişilik gelişimini tamamlayamamaktadır (Cüceloğlu, 2000). 2) Kültürel Çevre Bireyin kişilik gelişiminde önemli bir etken olan aile, bireyin ilk kültürel çevresini de oluşturmaktadır. Kişilik gelişimlerinde anne-babanın davranışlarını taklit eden çocuklar, aynı zamanda anne-babanın ahlaki ve kültürel değer ve standartlarını da benimsemektedirler (aktaran Özdemir ve arkadaşları, 2012: 568). Bireyin ailesinden oluşan kültürel çevresi zamanla bireyin akrabaları, arkadaşları ve diğer sosyal çevresi olarak genişlemektedir. Sosyal etkileşim sürecinde birey içinde yaşadığı toplumun kendine özgü yaşama biçimini, töre, gelenek, göreneklerini ve ahlaki değerlerini de öğrenmektedir. Bireyin değer ve tutumları, bireyin içinde yaşadığı toplumda yoğrulup biçim kazandığına göre, toplumdan topluma, kültürden kültüre değişmeler göstermesi doğaldır. Örneğin dünyanın her yerinde herkes yaşamak için sosyal ilişkiler kurmak zorundadır. Herkes ilk gereksinmelerini karşılayanlara olumlu biçimde koşullanmıştır. Herkes çevresindekilerin bazı davranış biçimlerini taklit etmekte yararlar bulunduğunu, bazı yaptırımlara uymazsa zarar göreceğini görür, öğrenir. Buna rağmen kültürel ayrılıklar, kişilerin sosyal tutum ve değerlerine belirleyici, topluma özgü bazı katkılarda bulunur ki bu ayrılıklar milletlerin karakterlerini oluşturur. Akdeniz uluslarında görülen 16 heyecanlılık, Kuzey Avrupa uluslarında görülen soğukkanlılık ve ölçülülük bunun en belirgin örneğidir (Altınköprü, 2003: 25). Bu bağlamda, bireylerin biyolojik ihtiyaçları çerçevesinde gelişen kişilik özellikleri çoğunlukla tüm dünyada aynılık gösterirken, sosyal ve kültürel çevrenin oluşturduğu kişilik özellikleri dünyada, ülkede, bölgeden bölgeye, aileden aileye hatta aile içindeki bireyler arasında (örneğin öğrenim görmek için ailesinin yanından ayrılıp başka bir şehre yerleşen bireyin tutum ve davranışları zamanla içine doğduğu ailesinin değer yargılarından farklılaşabilmektedir) bile farklılıklar gösterebilmektedir. 1.2. Kişilik Kuramları Ruhbilim açısından kişilik kavramını ele alanlar, kişiliğin nasıl oluştuğuyla ilgili birbirinden farklı kuramlar geliştirmişler ve bu kuramlarda kişiliğin bileşenleri ve niteliğiyle ilgili varsayımlarda bulunmuşlardır. Her kuram davranıştaki bireysel farklılıkları açıklamak için değişik bir noktayı esas almaktadır. Bu yaklaşımlar birbirini tamamlayıcı modeller olarak düşünülse de çoğu zaman davranış konusunda birbirine zıt görüşler öne sürülmektedir (Burger, 2006: 39-40). İnsan davranışının altında yatan temel nedenleri bulmak ve bunları açıklayabilmek için geçmişten günümüze kadar kişilik kavramını ele almış ve açıklamış farklı yaklaşımlara yer vermemiz çalışmamız için faydalı olacaktır. Kişilik psikolojisi kapsamında ele alacağımız bu yaklaşımlar; Sigmund Freud, Alfred Adler, Abraham Maslow, Carl Gustav Jung, William Sheldon, Eric Fromm ve Erik Homburger Erikson’a ait olanlardır. 17 1.2.1. Sigmund Freud ve Kişilik Kuramı (1856-1939) Kişilik kuramlarının en çok bilineni Sigmund Freud’un kuramıdır. Freud, insan ve davranışının anlaşılması konusunda önemli çalışmalar yapmış ve psikanaliz (derinlik psikolojisi) kavramıyla psikolojiye yeni bir yaklaşım kazandırmıştır. Freud, insanın bütün zihinsel ve fiziksel faaliyetlerinin Triebe adını verdiği ve doğuştan getirilen içgüdüler ve dürtüler tarafından gerçekleştirildiğini ve yönlendirildiğini iddia etmektedir. Bedenin herhangi bir yönü bir gereksinim hissettiğinde içgüdü harekete geçmekte ve harekete geçen içgüdü artmış gerilim veya heyecan şeklinde algılanan psikolojik bir durum yaratmaktadır. Bu da kişi tarafından hoş olmayan bir duygu biçiminde yaşanmaktadır. Freud, insan davranışının temel amacının hoş olan şeylere yönelmek ve hoş olmayan şeylerden kaçınmak olduğunu belirtmektedir (haz ilkesi-pleasure principle). Acıdan kaçınma ve haz duyma, dürtülerin doğurduğu gerilimin azaltılması aracılığıyla gerçekleşmektedir. İçgüdüler, bir denge halinde olan organizmanın gereksinimler nedeniyle yitirdiği dengeyi tekrar kurabilmesi için gerekli işlevi gerçekleştirmeye yaramaktadırlar (İnanç, Yerlikaya; 2008: 15). Freud’a göre, insan denen varlığın tüm davranışları bir sebebe bağlıdır. Her davranış biçimi bir içeriği açığa vurmaktadır. Bir jest, bir rüya, bir dil sürçmesi insanın psişik yönlerini ortaya koymaktadır. Yani her türden davranış biçimi, bir takım tinsel olgularla ilişkili ve bağlantılıdır. Freud’a göre insanın apaçık bilinen, görünen, kabul edilen istekleri dışında örf, adet, gelenek ve ahlak kavramlarına ters düşen, itilmiş, bastırılmış, yasaklanmış düşünce, davranış ve eğilimlerinin bulunduğu bir de bilinçaltı vardır. Cinsellik içgüdüsü, bilinçaltının en önemli elemanlarından biridir (Altınköprü; 2003: 105-106). 18 1) Ruhsal Yapıyı Oluşturan Topografik Model Freud’a göre insanın ruhsal yapısı bilinç, bilinçöncesi ve bilinçdışı (bilinçaltı) olmak üzere üç düzeyden oluşmaktadır. Topografik model olarak da adlandırılan bu açıklamaya göre kişilik, üç farkındalık düzeyinde işlev göstermektedir (Varan, 2001: 95): (1) Bilinç: Herhangi bir anda farkında olduğumuz tüm duyumlardan ve deneyimlerden oluşur. Bu düzeyde mantıksal düşünce egemendir. Gerçekte olanla, zihinde olan ayırt edilebilir. Yer ve zaman uyumu vardır. (2) Bilinç-Öncesi: Belirli bir anda bilinçte olmayan ancak istendiğinde kolayca bilince getirilebilecek deneyimleri içerir. Diğer bir deyişle, ulaşılabilen bellektir. Hatırlayabildiğimiz anılar bilinç öncesindedir. (3) Bilinç-Dışı: Kişinin farkında olmadığı bölümdür. Bilinçdışındaki malzeme irade ile istemli bir şekilde bilince getirilemez. İnsan zihninin en ilkel istek ve dürtülerini içeren, en derindeki, ana düzeydir. Burada en zıt dürtüler, eğilimler bir arada bulunur. Bu düzeyde mantık, yer, zaman uyumu, gerçekle gerçek olmayan ayrımı yoktur. 2) Kişiliği Oluşturan Yapısal Model Freud kişiliği oluşturan üç yapının olduğunu belirtmiş ve bu modeli yapısal model olarak adlandırmıştır. Freud’a göre kişiliğin yapısı id, ego ve süperegodan oluşmaktadır. (1) İd (Alt-Ben): İlkel ben olarak da adlandırılan id (İngilizce: it, Almanca: es) Türkçede “o” sözcüğünün Latince karşılığıdır ve kişiliğin ilkel, içgüdüsel yönlerini kapsamaktadır. İd, tüm 19 insanlarda doğuştan var olan, özü ve amacı değişmeyen, insana özgü hayati bir enerji deposudur. Burada; yaşama, kendini koruma, cinsiyet ve üreme, saldırganlık ve yıkıcılık içgüdüleri yer almaktadır (Altınköprü, 2003: 106). İd, zevk ilkesine (plesure prenciple) göre işlemektedir ve hiç geciktirilmeden bütün isteklerinin yerine getirilmesini beklemektedir. Kişiliğin bu kısmı hiç beklemek istemez, düşünce bu kısımda etkili değildir. “Şu anda arzu ve şehvetimin giderilmesi gerekir, bir dakika bile bekleyemem” diyen bu birimdir. İd’in itmeleri bilinçaltı dürtüleridir, çünkü birey bu dürtülerin etkisinin çoğu kez farkında değildir (Cüceloğlu, 2010: 407). Araştırmacılara göre, id bireyin davranışını yöneten tek kişilik birimi olsaydı, insanoğlunun hayvanlardan pek farkı kalmazdı denilebilir. Mesela, bugünkü insan toplumu içinde tümüyle id’in etkisiyle hareket eden bireyler ya bir kavga sonucunda öldürülmektedir ya da ömürlerini hapishanede geçirmektedir. İd’in libido denen bu biyolojik, hayvansal yaşam enerjisini dengeleyip ortamın gereklerine uygun bir biçimde ifade etmesini ego adı verilen kişilik birimi sağlamaktadır. Ego, libidoyu sosyal ortama uygun bir biçimde davranışta ifade eden birimdir. İd’den gelen bu dürtü ve güdüler bilinç düzeyine ender olarak çıkmaktadır. Bir buzdağının büyük bir kısmının su altında saklı kaldığı gibi, id’den gelen güdü ve dürtüler, başka bir deyişle libido, bireyin bilinçaltında kalmaktadır (Cüceloğlu, 2010: 408). (2) Ego (Ben): Türkçede “ben” sözcüğünün (İngilizce: I, Almanca: Ich) Latince karşılığı olan ego, id’in arzularının ifade edilmesini ve doyurulmasını sağlamaktadır (İnanç, Yerlikaya; 2008: 21). Ego, id’i denetim altında tutmaya çabalayan kişilik birimidir. Ego “gerçek ilkesine” uyarak işlemekte ve gerçek dünya ile id arasında bir aracı olarak işlev görmektedir. Psikanalistler ego’nun ikincil süreçlere (secondary processes) dayalı düşünce içinde çalıştığını söylemektedirler. İd, “hemen, şimdi istiyorum!” derken, ego, 20 “koşullar uygunsa sana istediğini verebilirim” demektedir. Ego, akılcı ve pratiktir. İd ise, tam aksine, mantığı hesaba katmaz ve pratik değildir. Ego çoğu kez id’le çelişki halinde olsa da, esas görevinin id’in arzu ve dürtülerini mümkün olduğu kadar yerine getirmek olduğunu bilmektedir ve hep o yönde çalışmaktadır (Cüceloğlu, 2010: 408). (3) Süperego (Üst-ben): Bir kimsenin toplum içerisinde etkili bir biçimde yaşayabilmesi için, o toplumun değerler sistemini ve kurallarının kazanabilmesi gerekmektedir. Bunlar sosyalizasyon süreci ile kazanılmakta ve psikanalitik kuramdaki yapısal modele göre süperego alarak adlandırılmaktadır. “Ben” ve “üstü” kelimelerinin (İngilizce: over-I, Almanca: über-ich) Latince karşılığı olan süperego terimi yerine Türkçede üst-ben sözcüğü de kullanılmaktadır (İnanç, Yerlikaya, 2008: 23). İd ve ego gibi, süperegonun da büyük bir kısmı bilinçaltındadır. Bir toplumun vicdanı, o toplumun bireylerinin süperegosunda yer almaktadır ve süperego bireyin davranışlarının sürekli süzgeçten geçirerek bireye “bu yaptığın doğru, aferin sana!” ya da “bu yaptığın yanlış, utan kendinden!” mesajlarını vermektedir. Ego, id ile süperego arasında kalmıştır ve hem id’i memnun etmeye çalışmakta hem de süperego tarafından azarlanmaktan kurtulmak istemektedir (Cüceloğlu, 2010: 408). Normal kişilerde id, ego ve süperego büyük bir uyum içindedir. Egonun dengeleyici ve uzlaştırıcı otoritesi altında tek bir bütün olması, egonun güçlü ve sağlıklı olmasına bağlıdır. Ego dengeyi koruyamaz; id ile süperego arasında uzlaşma sağlayamazsa, bireyde çatışma başlamakta ve psişik dengeyi bozabilecek tehlikeler doğabilmektedir (Altınköprü, 2003: 107). Ego dengeyi korurken, bireyde id veya süperegodan birinin diğerinden baskın olması farklı kişilik tiplerini ortaya çıkarmaktadır. Bu durum ise 21 psikoanalitik kuramın temelini oluşturmaktadır. Freud’a göre id, ego ve süperegodan herhangi birisi daha baskın olduğunda aşağıdaki üç kişilik tipi ortaya çıkmaktadır. Freud, bu üç tipe saf halde rastlanma olasılığının pek bulunmadığını belirtmiştir ama bunların karışımlarının ise her zaman gözlemlenebileceğini ifade etmiştir. Erotik Tip (Tutkulu Tip): Bu tipteki kişilerde psişede id’in baskın olduğu görülmektedir. İd’de yer alan istekler, sürekli olarak tatmin yolunda egoya baskı yapmakta ve onu zorlamaktadır. Bu sebeple ego, bir bakıma libidonun hizmetkârı durumuna düşmüştür. O ne isterse yerine getirmeye çalışır. Böyle olunca, ego ile süperego arasında gerginlik eksik olmamaktadır (Altınköprü, 2003: 121). İd’in egemen olduğu erotik tipteki kişiler, sevgiden yoksun kalma ve yalnız kalma korkusu yaşamaktadırlar. Bu kişiler, başkalarıyla birlikte olabilecekleri, kalabalık ortamları seven ve hazza yönelik kişiliklerdir. Obsesif Tip (Tutucu-Sabit Fikirli Tip): Bu tipteki kişilerde süperegonun baskın etkisi görülmektedir. Süperegonun egemen olduğu tutucu tipteki kişi, yaşamı boyunca davranışlarını, toplumun ve çevrenin örnek bildiği biçimde düzenlemekte, yüksek ahlaklı, erdemli, özenilecek davranışlara sahip biri olarak görülmektedir. Bu kişiler vicdanıyla mücadele eder. Maddi değerlere, paraya, pula, yeme ve içmeye karşı aşırı düşkünlük görülmez, düzenlidir, sorumluluklarının bilincinde uyumlu memur tipi, iyi aile babası, risklere atılmaktan hoşlanmayan iş adamıdırlar, insanların mutluluğu ve yararı için çalışmaktadırlar. İyi görev insanıdırlar ama lider değildirler (Altınköprü, 2003: 120). Narsist Tip (Bencil Tip): Bu tipteki kişiler kendini yaşatma ve devam ettirme savaşındadır. Bu kişilikler, kusuru başkalarına atar, başkalarıyla ilişkilerinde kendini beğenir, kendisinden memnundur (Ünlü, 2001: 133) kolay kolay endişeye kapılmaz, atılgandır, önder olarak kitleleri peşlerinden sürükleyebilir ve kitlelerin hayranlığını kazanabilir (Altınköprü, 2003: 120). 22 Bilinç Dış dünyayla ilişki EGO Gerçeklik İlkesi Sekonder Süreçler SÜPEREGO Ahlaki Zorunluluklar İD Haz İlkesi Primer Süreçler Bilinçöncesi: Farkındalığın hemen altında istenildiğinde bilince getirilebilen materyaller Bilinçaltı: Farkındalığın altında bilince ulaşması mümkün olmayan materyaller Şekil1: Yapısal Modelin Farkındalık Düzeyleri ile İlişkisi (aktaran İnanç, Yerlikaya, 2008: 20; Hjelle, L.A. ve Ziegler, D.J. ;1992, Personolity Theories, McGraw-Hill). 1.2.2. Alfred Adler ve Kişilik Kuramı (1870-1937) Alfred Adler, psikanalist okula mensup olduğu halde, çevre koşulları ve sosyal etkiler üzerinde durmuş ve bazı yeni yaklaşımlar getirmiştir. Adler’in çalışmalarında üzerinde durduğu kavramlar; üstünlük (superiority), mükemmellik (perfection) ve aşağılık duygusu (inferiority) kavramlarıdır. Freud’un görüşlerinin temeli haz ve bilinçdışı üzerine kurulmuş olduğu gibi, Adler’in görüşleri de aşağılık ya da üstünlük duygusu üzerine kurulmuştur. Adler, kişiliğin yapılanmasında yetkinlik istemine ve aşağılık duygusuna büyük önem vermektedir. Adler, insanın yeterli olma isteğiyle birlikte doğmasına karşın, benliğinin derinliklerinde yetersizlik duyan bir varlık olduğunu iddia etmektedir. Adler’e göre aşağılık duyguları evrenseldir ve her insan hayata güçlü bir yetersizlik duygusuyla başlamaktadır. Her insanda bazı organlar ya da sistemler diğerine oranla dana güçsüz ya da zayıftır. Bununla birlikte kendisinden çok daha güçlü, yetenekli yetişkinler arasında bulunan birey kaçınılmaz olarak yetersizlik duyguları yaşamaktadır. Yaşanan 23 bu aşağılık (yetersizlik) duyguları aynı zamanda insandaki tek temel güdü olan üstünlük çabasının da kaynağıdır (İnanç, Yerlikaya, 2008: 48). Oysaki Adler’e göre her insanın davranışının ve deneyiminin ardında onları harekete geçirecek bir güç bulunmaktadır. Adler, hemen hemen her türlü nevrozun aşağılık duygusundan kaynaklandığını savunmaktadır. İnsan davranışlarının hemen hemen hepsinde aşağılık duygusunun etkisi olduğunu iddia etmektedir (Özgün, 2007: 22). Birey aşağılık duygusundan kendini kurtarabilmek için kendine bir yaşam hedefi belirlemelidir. Adler (1968) bireyin ruhsal yaşamı için bir hedef benimseyerek gerçeğe daha iyi uyum sağladığını belirtmiştir. Adler’e göre her birey, kendi yaşam hedefini yaratacak güce sahiptir. Adler, çevrenin de birey üzerinde etkili olduğunu belirmiştir ve en önemli çevre etkeni olarak aile üzerinde durmuştur (Yanbastı, 1996: 75). Freud gibi Adler de bireyin yaşamının ilk birkaç yılının, yetişkin kişiliğin oluşumunda son derece önemli olduğuna inanmıştır. Ancak Adler bu süreçte anne ve babaların etkisine vurgu yapmıştır. Adler çocuğun ileriki yaşlarında kişilik sorunu yasamasına neden olacak iki tür anne baba davranışı belirlemiştir. Birincisi, çocuklarına aşırı özen gösteren ve aşırı koruma sağlayan, dolayısıyla da çocuğunu şımartma tehlikesi oluşturan anne baba davranışıdır. Çocuğun şımartılması, onun bağımsızlığını elinden almakta, aşağılık duygularını arttırabilmekte ve bazı kişilik sorunlarının temelini oluşturabilmektedir. Ebeveynlerin yaptığı ikinci hata ise çocuklarını ihmal etmektir. Büyüme sürecinde anne ve babasından yeterli ilgi göremeyen çocuklar, soğuk ve şüpheci olmaktadır (Burger, 2006: 153). Adler’e göre bireyin doğum sırasının da bireyin kişiliği üzerinde önemli bir etkisi vardır. Adler’in araştırmasına göre, doğum sırası, bireyin zekâ ve yetenek seviyesini etkilemektedir. Buna göre, ilk doğan çocuk daha zeki ve yetenekli olmakta, daha kolay sosyal bağlar kurabilmektedir. Bu konuda yapılan çalışmalarda, ailedeki çocuk sayısı arttıkça, ilk çocuk ile son çocuk 24 arasında önemli zekâ düzeyi ve ilişki kurma yeteneği farkı olduğu tespit edilmiştir (Erdoğan, 1997: 243). 1.2.3. Abraham Harold Maslow’un Kendini Gerçekleştirme Teorisi (1908-1970) Maslow teorisi ve ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisi, Amerikalı psikolog Abraham Maslow tarafından ortaya atılmış bir güdüleme ve kişilik teorisidir. Maslow her insanın biyolojik temele dayanan, belli ölçüde doğal, temel ve değiştirilemez ya da değişmez bir içsel doğası olduğunu savunmaktadır. Bu içsel doğa, doğuştan getirilen eğilimler olup çoğunlukla sağlıklıdır ve yapıcı yönde gelişim, nezaket, cömertlik ve sevgi potansiyellerini içermektedir. Maslow’a göre insanın temel gereksinimleri ve insani duygu ve yetenekleri ilk başta ya nötr ya da yapıcı nitelikleri ile iyidirler. Yıkıcılık, kin, gaddarlık, sadizm, nefret vb. özellikler insanın temel özellikleri değildir. Bunlar yalnızca gereksinim, duygu ve yeteneklerin engellenmesine karşı duyulan şiddet eğilimli tepkilerdir (Coser, 2008: 312). Maslow’a göre her bir insanın kendini gerçekleştirmeye (self-actualization) yönelik doğuştan gelen bir eğilimi bulunmaktadır (Maslow, 1970). En yüksek dereceli insan ihtiyacı olan bu durum, bireyin tüm yetenek ve niteliklerini aktif olarak kullanmayı ve potansiyelini geliştirip gerçekleştirmeyi içermektedir. Kendini gerçekleştirmiş birey olabilmek için hiyerarşik olarak dizilmiş ihtiyaçlar içinde öncelikle en alt seviyesinde bulunan ihtiyaçların karşılanması gerekmektedir. Her bir ihtiyaç tatmin edildiğinde, hiyerarşide kendisinden bir üstte bulunan geçirmektedir (Shultz & Shultz, 2002: 607). diğer ihtiyacı harekete 25 Maslow’un araştırmalarının büyük bölümü kendini gerçekleştirme ihtiyacını tatmin etmiş ve bu nedenle psikolojik açıdan sağlıklı olarak nitelendirilen insanların özellikleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu tür insanların şu özelliklere sahip olduğu tespit edilmiştir (Shultz & Shultz, 2002: 607): - Nesnel bir gerçeklik algısı - Kendi yaratılışlarını olduğu gibi kabullenme - Kendini bir tür işe adama ve sorumluluk - Davranışlarında sadelik ve doğallık - Bağımsızlık, özerklik ve mahremiyet ihtiyacı - Yoğun mistik veya doğaüstü deneyimler - Tüm insanlığa yönelik empati ve sevgi - Yaratıcılık tutumu - Yüksek derecede sosyal ilgi (Adler’den alınan düşünce). Maslow tarihte bazı önemli liderlerin, Eleanor Roosevelt, Albert Einstein, Spinoza, Abraham Lincoln gibi, kendini gerçekleştirmiş kişiler olduğunu ifade etmiş, üniversite öğrencileri üzerine yaptığı bir araştırmada ise, kendini gerçekleştirmiş kişilerin çok az sayıda olduğunu görmüştür (Cüceloğlu, 2010: 429). 26 Kendini Gerçekleştirme İhtiyacı. Kişisel tatmin Değer İhtiyaçları Prestij, başarı, yeterli olmak ve başkalarınca saygı görmek Ait Olma ve Sevgi İhtiyaçları Başkaları ile ilişki kurmak, kabul edilmek, bir yere ait olmak ve sevilmek Güvenlik İhtiyaçları Kendini, ailesini, toplumunu emniyet içinde, tehlikeden uzak hissetmek ve anksiyete duygusundan uzak olmak Fizyolojik İhtiyaçlar Nefes alma, yeme, içme, uyuma, cinsellik, … Şekil 2: Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi 1.2.4. Carl Gustav Jung ve Kişilik Kuramı (1875-1961) Carl G. Jung, Freud’un psikanalitik yaklaşımında cinsel dürtülere fazla yer verildiğini ileri sürmüştür. Jung, diğer dürtülerin de önemli olduğunu savunmuş ve cinsel dürtülerden ziyade, bireyin amaçlarının olmasına ve bu amaçlara ulaşmak için bireyin yaşamında çaba göstermesine önem vermiştir (Cüceloğlu, 2010: 415). Jung’a göre kişilik birbirleriyle etkileşimde bulunan çok sayıda sistemden oluşmaktadır. Sürekli etkileşim halinde olan bu sistemler ego, kişisel bilinçaltı, kolektif bilinçaltı ve arketiplerdir (Ünlü, 2001: 135-136): 27 1) Ego: Bilinçli anılardan, zihin düşünce örgütüdür. ve Bilinç duygulardan düzeyindeki oluşmaktadır. algılardan, Ego, bir düşünceyi, bir anıyı ya da bir duyguyu seçmedikçe kişi bunların varlığından haberdar olmamaktadır. Ego son derece seçicidir. Ego, kişiliğin, kimliğin ve tutarlılığın sürdürebilmesini sağlar. Egonun seçiciliği sayesinde birey, bugün, dünküyle aynı insan olduğunu hissetmektedir. Güçlü yaşantılar egonun kapılarını zorlayarak bilince ulaşırken, zayıf olanlar geri çevrilmektedir. 2) Kişisel Bilinçaltı: Ego’ya komşu olan bölgedir. Burada bilince hiç ulaşamamış ya da ulaştıktan sonra çatışma yarattığı için bastırılmış ve geri gönderilmiş yaşantılar bulunmaktadır. Bu yaşantılar oldukça güçsüzdür. Kişisel bilinçaltı içeriğinin bazı kısımları, kendilerine gerek duyulduğunda kolayca bilince ulaşırlar. Gerçekte egoyla bilinç arasında iki yönlü bir trafik bulunur. Örneğin, bir insan dostlarının isimlerini bilir, ama bu isimler sürekli olarak bilinç düzeyinde bulunmamaktadır getirilmektedirler. ancak Kişisel gerektiğinde bilinçaltında bilinç depolanan düzeyine yaşantılar rüyalarda ortaya çıkabilmektedir. 3) Kolktif Bilinçaltı: Kolektif bilinçaltının içeriği, insanın yaşamı süresince, hiçbir zaman bilinçte yaşanmamıştır. Kalıtımsal bir nitelik taşımaktadır. Kolektif bilinçaltında insanın insan olma evresine ulaşmadan önce geçmişinden getirdiği gizli bellek kalıntıları bulunmaktadır. Jung’un kolektif bilinçaltı kavramında arketiplere rastlamaktayız. Arketipler Arketip, duygusal yönü güçlü, kalıtımla gelen evrensel bir düşünme biçimidir (Ünlü, 2001: 136). Jung’a göre arketipler, nesiller boyunca sürekli olarak tekrarlanan deneyimlerin, insan usundaki değişmeyen 28 özüdür. Bu arketipler; imajlar, mitolojik imajlar, temel imajlar, davranış kalıpları gibi değişik kalıplarla anılmaktadır. Kolektif bilinçaltında bulunan belli başlı arketipler şunlardır (Altınköprü, 2003: 107): (1) Persona: Persona veya kişiliğin en dıştaki tarafı gerçek kişiliği gizlemektedir. Persona başkalarıyla ilişkiye geçildiğinde giyinilen bir maskedir ve bireyin topluma görünmek istediği şekilde görünmesini sağlamaktadır. Bu nedenle persona bireyin gerçek kişiliğine karşılık gelmeyebilir. Persona kavramı sosyolojik bir kavram olan ve bir insanın başkalarının beklentilerine uygun davranması anlamına gelen “rol oynamaya” benzer şekilde ortaya çıkmaktadır (Schultz & Schultz, 2007: 647). (2) Anima (Ruh): Anima, erkeğin dişi yönüdür; animus ise dişinin erkeksi yönüdür. Jung’a göre her erkeksi erkeğin içinde dişi, dişi bir kadının içinde de erkeksi bir yön bulunmaktadır. Bu arketiplerin temel görevi, eş seçimi ve ilişki yürütme süreçlerine rehberlik etmektir (Burger, 2006: 157). (3) Gölge (Hayalet): Gölge arketipi, kişiliğin hayvana benzeyen yanıdır ve hayatın daha alt şekillerinden gelen kalıtımsal mirastır. Gölge tüm ahlaksızlıkları, ihtirasları ve tüm hoş karşılanmayan istek ve faaliyetleri içermektedir. Jung, gölgenin çoğunlukla yapılmasına izin verilmeyecek şeyleri yapmaya zorladığını belirtmiştir. Bununla birlikte gölgenin olumlu bir tarafı da vardır. Gölge en yüksek düzeyde insani gelişim için gerekli olan canlılığın, keşfediciliğin, içgörürün ve yoğun coşkuların kaynağıdır (Schultz & Schultz, 2007: 647). Gölge, Freud’un id kavramıyla benzerlik göstermektedir. 29 Jung’a göre, birbirine bağlı olan ego, kişisel bilinçaltı, kolektif bilinçaltı ve arketiplerin, içedönüklük-dışadönüklük tutumları; duygu, seziş ve düşünme işlevleri vardır. Son olarak da bunların bileşimi olan bütünleşmiş kişiliği oluşturan benlik bulunmaktadır. Jung, bireyi kendini devamlı yenilemeye ve geliştirmeye çalışan bir varlık olarak görmektedir. Jung’a göre kişilik gelişiminde ırk ve soya çekim kavramları da oldukça önemlidir (Yanbastı, 1996). Jung, farklı ırklardan ve sınıflardan birçok insanı yirmi yılı aşkın bir süre gözlemledikten sonra insan kişiliklerinin iki genel tutuma (dışadönükiçedönük) ve dört temel işleve (düşünme-hissetme-duyum-sezgi) bağlı olarak oluşan sekiz kategoriden birine yerleştirilebileceğini savunmuştur. Biri tutumlar, diğeri işlevler olmak üzere iki boyutlu bir kişilik tipolojisi geliştiren Jung’a göre her insanda kişilik ya içedönük ya da dışadönüktür. İçedönük (introvert) ve dışadönük (extrovert) kavramlarını ilk kez ortaya atan kişi olan Jung, bir kimsenin etkili bir yaşam sürdürebilmesi için bu iki yönü denge içinde tutması gerektiğini savunmuştur. Her bireyde bu iki eğilimin bir arada bulunduğunu belirten Jung, iki eğilimden bir tanesinin her zaman ağır bastığını iddia etmiştir. Ona göre kişilik sorunları, içedönüklük ve dışadönüklük arasındaki dengesizlikten doğmaktadır. Jung’a göre bu iki genel tutum ve dört temel işlevin özellikleri şu şekildedir (Schultz & Schultz, 2002: 562-566): 1) Tutumlar: İçedönüklük ve Dışadönüklük (1) İçedönük Tip: Kendi içine kapanık ve dış dünyanın etkisini reddeden tiptir. Uyaranları kendi içinden alır. (2) Dışadönük Tip: Dış dünyaya açık bir kişiliktir. Uyaranları dış çevreden alır. 30 2) İşlevler: Düşünme, Hissetme, Duyuş ve Sezgi (1) Düşünme: Dünyayı anlamak, ona uyum sağlamak ve problem çözmek için fikirleri birbirleriyle ilişkilendirmeye çalışan entelektüel bir fonksiyondur. (2) Hissetme: Dünyayı (kişileri, nesneleri, olayları ya da durumları) harekete geçirdikleri duyguların olumlu mu yoksa olumsuz mu olduğu temelinde, kabul etmeye ya da reddetmeye yönelik bir değerlendirme işlevidir. (3) Duyum: Duyu organlarının işlevlerini içerir. Kişi işiterek, görerek, koklayarak, dokunarak, tat alarak ve de kendi bedenine ilişkin duyular aracılığıyla dış dünyayı bilinçli bir şekilde algılar. Jung bundan hareketle sekiz tür içe ve dışa dönük tip tanımlamıştır (Ünlü, 2001: 134-135): (1) Düşünen İçe Dönük: Kendini gözler ve genellikle soyut fikirlerin etkisinde kalır. Somuta yönelebilme gücüne sahip olmasına karşın, fikirleri içsel olarak izler. (2) Düşünen Dışa Dönük: Dış ve somut dünyaya yönelir. Katı olabilir. Soyut işleri tartışabilir. Olguları kesinlikle kuramlara yeğler. Bu mühendis veya doktor tipidir. Yasa ve ahlak gibi konularda çok sertleşebilir. (3) Duygusal İçe Dönük: Bu kimsenin duygularını kavrayabilmek için büyük bir çaba gerekir. Kapalı, sessiz bir kişiliğe sahiptir. Söz konusu olan her şey derinlerde oluşur. Yüzünde umursamazlık maskesi taşır. Sakin ve pek kuşkulu bir hali yokmuş gibi gözükür. Dışa vuran hiçbir 31 heyecan belirtisi yoktur. Fakat içi tutkularla dolup taşar. Jung’a göre kadınların çoğu bu gruba girer. (4) Duygusal Dışa Dönük: Son derece toplumcudur. Dış dünyaya yönelmiştir. Duygu ağır basmaktadır. Hava iyi olduğunda kendini iyi hisseden kötü olduğunda ağlayacakmış gibi hisseden bir yapıya sahiptir. Kolaylıkla etki altında kalır, konuları duygu aracılığı ile gözden geçirir. (5) Duyusal İçe Dönük: Son derece öznel bir tiptir. Herhangi bir etkinin onda ne tür bir tepki yaratacağını öngörmek olanaksızdır. Tepkisi de dış gerçeğe bağlı değilmiş gibidir. (6) Duyusal Dışa Dönük: Salt bir gerçekliğe ve nesnelliğe sahiptir. Ancak olaylarda, iyi cins bir şarap, güzel kadınlar gibi somut şeyleri görür. Hiçbir şey için kendini üzmez. Bir denemeden diğerine kolayca geçer. Sokaktaki rastladığımız insanların büyük bir bölümü bu gruba girer. (7) Sezgisel İçe Dönük: Kendisini rüya aleminde görür. Mistik ve ölümsüz şair tipini canlandırır. Hayal sınırsızdır. Başkalarını, fikirlerinin güzelliğine inandırma çabası içine girebilir veya kimsenin onu anlamadığına karar verir. (8) Sezgisel Dışa Dönük: Sezgiyle doğar ve yaşarlar. Başarmak için her şeyi dener. Bunu bilinçsizce yapar. Bu tipteki insanlar kendisine uygun düşen toplumsal çevreyi, ne giymesi gerektiğini, nasıl konuşulacağını hissederek bilir. Bu tür erkek ticarette, borsa oyununda, politikada başarılı olur. 32 1.2.5. William Sheldon ve Kişilik Kuramı (1898-1977) William Sheldon, insanın kişiliğinde vücut yapısının, biyolojik ve genetik faktörlerin belirleyici bir rol oynadığına vurgu yapan bir “yapısal kişilik teorisi” geliştirmiştir. Teorinin adındaki “yapı” kelimesi, insanın göreli olarak sabit ve değişmeyen yönlerine (vücut yapısı, fizyoloji, genler, endokrin sistem işleyişi gibi) karşılık gelmektedir. Sheldon’un teorisine göre, dışarıdan gözlenebilir fiziki varlığın altında yatan biyolojik bir yapı (morfogenotip) vardır ve bu morfogenotip, hem fiziki gelişimi hem de davranışları şekillendirmektedir. Fiziki görünümle davranışların aynı morfogenotipten köken aldığı düşünüldüğünde davranışla, yani insanın kişiliğiyle fiziki görünümü arasında da bir ilişki olmalıdır. Bu hipotezden yola çıkan Sheldon, kendi geliştirdiği bir takım ölçme yöntemlerini kullanarak dört bin kişinin fiziki özelliklerini incelemiş, beden ve kişilik arasındaki ilişkiye yönelik olarak birincil ve ikincil bileşenler belirlemiştir. Bu bileşenlerin niceliğiyle de insan kişiliği arasında bir takım ilişkiler kurmuştur (Beyazyüz, Göka, 2011: 28-29). Sheldon, bireylerin bedensel yapılarına göre kişilik tiplerinin belirlendiğini savunmuş ve üç tip kişilik önermiştir (Cüceloğlu, 2010: 417): 1) Mezomorf (Mesomorph): Kuvvetli, kasları gelişmiş beden yapısı olan, kaba, gürültülü, ağır bedensel faaliyetlere ilgi duyan kişilik tipidir. 2) Ektomorf (Ectomorph): İnce uzun beden yapısı içinde, sakin, utangaç ve çekingen kişilik tipidir. 3) Endomorf (Endomorph): Kısa ve tombulca beden yapısı içinde, neşeli, yaşamdan memnun, arkadaş canlısı kişilik tipidir. 33 Şekil 3: Sheldon’un Kişilik Tipolojisi 1.2.6. Erich Fromm ve Kişilik Kuramı (1900-1980) Erich Fromm geliştirdiği kurama “Hümanisttik-İnsancıl Psikanaliz” adını vermiştir. Fromm kuramında Freud’a karşı çıkmamıştır. Hatta Fromm’a göre Freud, cinselliği gereğinden çok abartmamış aksine cinselliği derinliğine yeterince kavrayamamıştır. Fromm, Freud’un insanlar arası tutkuların önemini ortaya çıkarmasında ilk adımı attığını belirtir fakat sadece fizyolojik olarak açıklanmasının yetersiz olduğunu söylemektedir. Fromm’a göre birey, yalnızca fizyolojik cinsel özelliklerini içeren bireysel karakter taşımamaktadır, aynı zamanda birey diğer insanlarla ortak yönlerini oluşturan sosyal karaktere de sahiptir (Fromm, 2003: 42). Fromm, kişiliğin yapılanmasında, kişinin içinde yer aldığı toplumun etkin rolü bulunduğunu ileri sürmektedir. Kültürden kültüre değişen bazı şahsiyet özellikleri de bunun en belirgin kanıtı olarak gösterilmiştir. Fromm, bunu şöyle özetler (Altınköprü, 2003: 159-160): 34 “Kişinin şahsiyeti, içinde yaşadığı toplumun karakterine göre yapılanır. Örneğin: Amerikan halkı savurgan, Rus halkı tutumludur. Çünkü Amerika’da parola “Kullan, at!”, Rusya’da ise “Tutumlu ol!” dur. İnsan şahsiyeti yalnızca biyolojik yapısıyla açıklanamaz. Şahsiyeti sınırlandıran ve oluşturan sosyal çevredir. Biyolojik yapı ikinci planda gelir. Çocuğun karakteri, ait olduğu toplumun gereksinmelerine uyacak biçimde geliştirilir ve biçimlendirilir. İnsanla hayvan arasındaki ayrıcalık, hayvanın değişmez davranış kalıpları olan içgüdüler tarafından yönetilmesidir. Aşağı düzeydeki hayvandan yukarıya doğru çıkıldıkça, içgüdülerin rolü giderek azalır. İnsanda davranış, çevre ve kültürün etkileriyle biçim kazanır”. Fromm, asimilasyon kişilik yapılarını (nesnelerle sosyalizasyon ilişkiler)’a dayanarak (insanlarla ilişkiler) açıklamaktadır. ve Fromm, sosyalizasyonda insanın mazoşizm (boyun eğme), sadizm (egemenlik çabası), otomat boyun eğerlik, yıkıcılık ve sevgi olmak üzere beş yönelim biçimi kullandığını, bunlardan sadece sevgi eğiliminin sağlıklı olduğunu, mazoşist ve sadist eğilimlerin ise hakim olma telafi mekanizmasından dolayı ortaya çıktığını savunmaktadır. Bu sosyal yönelimlerin bir yönelme benimsemesi ile birleşerek kişilik tiplerini oluşturduğunu savunan Fromm, beş kişilik tipinin varlığından bahsetmektedir (Adasal, 1977; Yanbastı, 1990): 1) Alıcı Tip: Her şeyi başkalarının cömertliğinden bekleyen, destek almak için diğerlerine dayanan, her türlü ilişkide alıcı konumunda olan tiplerdir. Kendilerini güvende hissetmeleri, bağımlı oldukları kişilerin gücüne bağlıdır. Günlük sorunlarla tek başına mücadele edemeyeceklerine ve sorunların üstesinden gelemeyeceklerine inanmaktadırlar. Sıkıntı, stres ve gerginliklerini yiyip içerek halletmeye çalışırlar. Diğer bireylerin kendilerini beslemesini sevgi ifadesi olarak yorumlarlar. 2) Sömürücü-İstismarcı Tip: Sadist yönelimin en aşırı şekli olan bu tipler, her şeyi isteyen küçük çocukları andırmakta ve arzuladıkları 35 her şeyin kendi hakkı olduğuna inanmakta, gerekirse zor kullanarak ya da hilelere başvurarak, başkalarını hiçbir şekilde düşünmeden arzuladıklarını elde etmeye çalışmaktadırlar. Hep başkalarından almakta, hatta kendi değerlerini bile dıştan almakta ve onları manipüle etmektedirler. Bu tiplere göre her şey karşılıklıdır. Hep birilerinden bir şeyler alma peşindedirler. Genel duyguları düşmanlık ve haset temellidir. 3) İstifçi-Koleksiyoncu-Toplayıcı Tip: Her şeye sahip olmak ve elindekileri saklamak eğiliminde olan bu tipler, çevreyi düşman olarak gören, güvensiz ve iletişimden kaçan tiplerdir. Sahip olduklarını biriktirmek suretiyle kendini güvende hisseder aksi halde güvensizlik yaşamaktadırlar. Harcayamaz, harcama durumunda ise kendilerini tehdit altında hissetmektedirler. İnsan ilişkilerinde sevgi temelli değil sahip olma temelli hareket etmektedirler. 4) Satıcı-Pazarlamacı Tip: Kendini adeta pazarlanması gereken bir mal gibi gören bu tipler, insanları birer nesne olarak görme eğiliminde olup kabul görmek için acımasız yollar denemekte ve insanlarla çabuk fakat yüzeysel ilişkiler kurmaktadırlar. Her bireyin kendini pazarlaması gerektiğine inanmaktadırlar. 5) Yapıcı-Üretici Tip: İnsanları sömürmeyen, onlara yük olmayan, ihtiyaçları için çalışan, başkalarının durumuyla ilgilenen bu tipler, istenilen tam anlamıyla dengeli kişiler olarak kabul edilmektedirler (Adasal, 1977; Yanbastı, 1990). 36 1.2.7. Erik H. Erikson ve Kişilik Kuramı (1902-1994) Erik H. Erikson psikanaliz sisteminin büyük kısmını elinde tutup bunu çeşitli şekillerde genişleterek oldukça popüler bir kişilik yaklaşımı geliştirmiştir. Erikson kişinin gelişim aşamalarını oldukça detaylı bir şekilde açıklamış ve kişiliğin yaşam boyu gelişmeye devam ettiğini iddia ederek, kültürel, tarihsel ve sosyal güçlerin kişilik üzerindeki etkisini onaylamıştır. Erikson, özellikle kimlik krizi kavramıyla tanınmıştır. Kişisel hayatında yaşadığı kimlik krizleri, Erikson’u kimlik karmaşası üzerinde çalışmaya itmiştir (Schultz & Schultz; 2002: 592). Erikson, Freud gibi kişilik gelişimini belirli dönemler içinde ele almaktadır. Ancak bireyin cinsel gelişimi yerine onun sosyal gelişimini temel alır. Bu nedenle Erikson’un kuramına psikososyal kuram denilmektedir. Freud’un kişilik gelişimi tanımlarına göre bireyin kişilik gelişimi süperegonun ortaya çıktığı dönem olan altı yaş civarında son bulmaktadır. Oysa Erikson, kişilik gelişimini yaşam boyu devam eden bir süreç olarak ele almaktadır. Erikson, kişilik gelişiminde doğuştan getirilen kapasitelerin önemini kabul etmekle birlikte sosyal ve tarihsel faktörlerin kişiliğin biçimlenmesinde oldukça önemli etkileri olduğunu belirtmektedir. Erikson’a göre birey dünyaya geldiğinde, ego bir potansiyel olarak ruhsal yapının içinde yer almaktadır, ancak egonun ortaya çıkışı kültürel bir çevrede gerçekleşmektedir. Farklı toplumlar, değişen çocuk yetiştirme biçimleriyle, o toplumda yaşayan bireylerin kişiliklerini kendi kültürlerinin değer ve ihtiyaçlarına uygun olacak şekilde biçimlendirmektedir (İnanç, Yerlikaya, 2008: 164). Erikson’a göre birey, biyolojik olarak önceden belirlenmiş bir sırayla ortaya çıkan sekiz dönem boyunca uyumlu ve uyumsuz bileşenlerin çatışmasını yaşamakta ve buna bağlı olarak çözmesi gereken karmaşalar (kriz/bunalım) yaşamaktadır. Erikson, bireyin bu karmaşalarla başa çıkabildiği oranda daha sağlıklı bir kişilik yetiştirebileceğine inanmaktadır. Erikson’a 37 göre, her bunalımın biri olumlu diğeri olumsuz iki çözümü vardır. Bu evrelerden herhangi birinde bir bunalımı çözmede karşılaşılan başarısızlık daha sonraki dönemlerde gelişimi olumsuz etkilemektedir. Erikson, kişilik gelişiminin gerçekleştiği bu sekiz dönemin evrensel özellik taşıdığını belirtmekte, ancak bireylerin dönemlerdeki krizlerle baş etme ve problemlere çözüm bulma şekillerinin (tarzlarının) kültürel yapıya bağlı olarak çeşitlilik gösterdiğini de ifade etmektedir (İnanç, Yerlikaya, 2008: 65). Bu evreler ve evrelerde yaşanan karmaşalar (kriz/bunalım) tabloda verilmiştir. DÖNEM KARMAŞA (KRİZ/BUNALIM) Bebeklik (0-1 Yaş) UMUT: Güvene karşı güvensizlik İlk çocukluk (2-6 Yaş) İSTENÇ: Özerkliğe karşı utanç ve kuşku Oyun çağı (4-6 Yaş) AMAÇ: Girişkenliğe karşı suçluluk Okul çağı (7-11 Yaş) YETERLİLİK: Çalışkanlığa karşı aşağılık duygusu Ergenlik (12-17 Yaş) BAĞLILIK: Kimliğe karşı rol karışıklığı Genç yetişkinlik (17-30 Yaş) SEVGİ: Yakınlığa karşı yalıtılmışlık Yetişkinlik (30-50 Yaş) İLGİ: Üretkenliğe karşı durgunluk Yaşlılık (50- + Yaş) AKIL: Bütünlüğe karşı umutsuzluk Tablo 1: Erikson’un Kişilik Gelişiminde Sekiz Evresi 38 İKİNCİ BÖLÜM 2. Kimlik (Identity) Kavramı ve Kimlik Kuramları 2.1. Kimlik (Identity) Kavramı Kimlik, bireyin davranışlarını, düşüncelerini, duygularını kısacası ruhsal yaşamını inceleyen psikolojik bilimlere ait bir kavramdır. Her ne kadar toplumsal kimlik gibi sosyolojik kavramlardan söz edilmekteyse de, kimlik öncelikle bireye aittir ve bireyi açıklamada psikolojik bilimler, bize büyük imkanlar sağlamaktadır. İnsan kümelerine genellenen ve adına kimlik denilen durumlara, işaretlere ise ancak o kümeyi oluşturan bireylerin kimliklerini tanıyarak ulaşabilmekteyiz (Hakan, 1995: 146). Kimlik kavramı, bünyesinde hem psikolojik hem toplumsal öğeleri içermektedir. Bu nedenle kimlik, kişiliğe bağlı psikolojik yanlar ile sosyal rol değişkenleri arasında bütünleştirici bir şekilde ele alınmalıdır. Psikolojik düzeyde kimlik, bir kişinin kendini sübjektif olarak değerlendirip “Ben bu kişiyim” olarak tanımlaması olarak nitelendirilebilir. Bireyin kimliği denilen şey aslında, bireyin kendi hakkında sahip olduğu görüşler, tanımlar, imajlar, bilgiler gibi çeşitli temsilleri kapsamaktadır. Bu haliyle benlik kavramının hemen hemen aynısı olan kimlik kavramı, benlikten farklı olarak aynı zamanda toplumsal bir boyutu da içermektedir. Kimliğin toplumsal boyutu, bireyin kendisini ait hissettiği toplumsal grubun idealleri ve değerleriyle bütünleşmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır (Beyazyüz, Göka; 2012: 22). Bireyin kendini sübjektif olarak değerlendirdiği ve benlik bilinci ile doğrudan ilişkili “ben bu kişiyim” dediği kişisel kimlik kavramı; bireyin kendini toplum içinde değerlendirdiği “ben bu grupta, bu kişiyim” dediği sosyal kimlik kavramı; bireyin kişisel kimliğinden sıyrılıp ait olduğu sosyal grupla birlikte değerlendirildiği “biz bu’yuz” dedikleri kolektif kimlik kavramı, kimlik kavramının hem psikolojik hem sosyolojik yapısını göstermektedir. 39 Çalışmamızın konusunu oluşturan bireyin sosyal rolleri ile bağlantılı olan benlik sunumunu doğru analiz edebilmemiz için kişisel kimlik, sosyal kimlik ve kolektif kimlik kavramlarının tanımlarına detaylı olarak yer vermemiz gerekmektedir. 2.1.1. Kişisel Kimlik Bireyin kendine sorduğu “ben kimim?” sorusunun dayanağı olan “ben”in tanınması ve tanımlanması, kimliğin psikolojik temeline işaret etmektedir. Buna, kişinin varlığıyla ilgili tüm anlamları, değerleri içine alan öznel bir duygu olarak “kişisel kimlik” denilmektedir (Güleç, 1992: 14). Kişisel kimlik birçok araştırmacıya göre, kişilik gibi insanın doğumundan itibaren oluşmaya başlamaktadır. Göka’ya göre kişisel kimliğin oluşumunda bebeklik dönemi oldukça önemlidir. Bebeklik döneminde ebeveynlerden beklenen yakın ilgi ve şefkat görülmesi, bebeğin ihtiyaçlarının karşılanması, bunları nasıl ve ne kadar elde ettiği, bireyin sonraki yaşamında oluşacak sağlam bir kimliğin olmazsa olmaz koşullarıdır. Bebeklik ve çocukluk dönemi, yaşamla ilgili temel bilgilerin yani yaşantının yazısız kurallarının bu dönemde öğrenilmesi nedeniyle kimlik oluşumunda oldukça önemlidir (Beyazyüz, Göka; 2012: 22). Psikososyal gelişim kuramcısı Erik Erikson da kişisel kimliğin bireyde doğumdan itibaren geliştiğini savunmaktadır. Erikson, psikososyal gelişim kuramında bireylerin yaş aralığına göre kimlik gelişimlerini ele almış ve bireylerin her yaş aralığında farklı bir kimlik duygusu geliştirdiklerini iddia etmiştir (Erikson, 1963: 273): - Birey, bebeklik döneminde (0-1 yaş) “ben bana verilenim” - İlk çocukluk döneminde (2-6 yaş) “ben oluşturduğum şeyim” - Oyun çağında (4-6 yaş) “ben olacağımı hayal ettiğim şeyim” 40 - Okul çağında (7-11 yaş) “ben öğrenebildiklerimin tümüyüm” - Ergenlik çağında (12-17 yaş) “ben kimim?” - Genç yetişkinlik döneminde (17-30 yaş) “biz sevebildiklerimizin tümüyüz” - Yetişkinlik döneminde (30-50 yaş) “ben ürettiğim şeyim” - Yaşlılık döneminde (50-+yaş) “ben geride bırakabildiklerimim” gibi kimlik duyguları geliştirmektedir. Kişisel kimliğin bireyde doğumdan itibaren oluştuğunu söyleyen araştırmacılar, bireyin bebeklik ve çocukluk dönemlerinin önemine özellikle dikkati çekmektedirler. Çünkü birey bebeklikten itibaren psikolojik gelişimi sırasında, yaşamındaki önemli insanlarla çeşitli özdeşimler kurmaktadır. Anne ve baba başta olmak üzere, çevresindeki insanları model almaktadır. Özdeşim sürecinde birey, genellikle özdeşim kurduğu kişilerin davranışlarını önce taklit ederek sonra bu insanların özelliklerini benimseyerek kendi özellikleri haline getirmektedir (Beyazyüz, Göka, 2012: 22-23). Aile içindeki etkileşimler çerçevesinde bireyde, kendine güven, öz-saygı, öz-değerlilik duygusu gibi bazı kimlik boyutları olumlu veya olumsuz bir yönde gelişmektedir (Bilgin, 2007: 87). Bireyin bebeklik ve çocukluk döneminde önemli derecede oluşan kişisel kimliği, bireyin ergenlik döneminde de önemli değişiklikler geçirmektedir. Ergenlik döneminde kimlikte meydana gelen değişiklikler, bireyin bu değişikliklerin ne kadar önemli olduğunu tam olarak anlayacak bilişsel kapasiteye sahip olması, benlik duygusunun yeniden düzenlenmesini gerektirmektedir. Ergenlikten sonraki dönemlerde ise bu değişiklikler daha seyrek olmakla birlikte, kişi bu değişikliklerin daha fazla bilincindedir. Ergenlikte, bilişsel düzeyin ve bilişsel yeteneğin gelişmesi; sorunlar, değerler ve kişilerarası ilişkilere ilişkin yeni düşünce biçimleri gelişmesini ve gençlerin varsayımlar ve gelecek olaylar hakkında sistematik biçimlerde düşünmelerini sağlamaktadır (Steinberg, 2007: 295). 41 Erikson’un betimlediği psikososyal gelişim sürecinin beşinci dönemi olan ergenlik, kimlik oluşumunun önemli bir aşamasıdır. Çocukluk dönemini geride bırakarak geçmişini ve geleceğini, yaşamının anlamını, kim olduğunu araştırmaya ve sorgulamaya başlayan ergen için kimlik sorunu, hayati bir nitelik taşımaktadır. Erikson’un modelinde kimlik kargaşası duygusuyla nitelendirilen ergenlik döneminin bu karakteristiği birçok araştırmacı tarafından da desteklenmektedir (aktaran Bilgin; Varan, 1990). Bu yaş aralığının gerekliliklerini yerine getirebilen ergenler için kimlik kargaşası sorunu çözülmekte ve bir sonraki yaş aralığına sağlıklı geçiş yapabilmektedirler. Bu dönemin sorunlarını çözemeyen, kişisel ve sosyal kimliğini bulamayan bireyler ise, bir sonraki yaş aralığına kimlik sorunlarını da beraberinde götürmektedir. Bireysel düzeyde kimliği açıklamak isteyen birçok araştırmacı, kişisel kimliği benlik (self) kavramıyla birlikte açıklamaktadır (Bilgin, 2007; Boz: 2012). Kihlstrom ve Cantor’a (1984) göre benlik, herkesin kendi öz kişiliği hakkında sahip olduğu bilişsel temsildir. Kişisel kimlik, benlikle yakın anlamlı olup kişinin kim olduğunun farkında olmasıdır. Sosyal kimlik ise, benliğe kıyasla kişilerarası etkileşimi ve sosyal gerçekliği içermektedir. Boz’a göre bireysel düzeyde kimlik, benliğin otantik bir varlık ve biricikliği ile birlikte sürekli bir şekilde deneyimlenmesi olarak tanımlanmaktadır. Kişisel kimlik bu anlamda, zamandan bağımsız olarak örneğin geçen yıl veya daha önce birey ne ise yine o olduğu konusundaki öznel bütünlüğüdür. Süreklilik duygusu içerisinde “ben kimim?” sorusuna verdiği ve başka herkesten farklı olarak yegâne ve biricik olduğu konusunda verdiği cevaptır. Bireyin beden imajı, anıları, amaçları ve değer yargılarında olduğu kadar cinsiyeti, etnik aidiyeti, yaşı veya toplumsal statüsü ve bulunulan sosyal gruplar gibi başkalarının kişiye nasıl baktığına ilişkin inançlar da kimliği şekillendirmektedir (Boz, 2012: 31). 42 Bilgin’e göre birbiriyle anlamsal olarak yakın olan kişisel kimlik ve benlik kavramları bilişsel, duygusal ve davranışsal öğelere ayrılmaktadır. Bilişsel ve düşünsel öğe, kişinin kendisi hakkındaki bilgi ve düşünceler bütününe; duygusal öğe kendinden hoşnutluk veya hoşnutsuzluğa, kendi hakkındaki olumlu ve olumsuz duygular bütününe; davranışsal öğe ise kendini diğerlerine yansıtma ve ortaya koyma davranışlarının bütününe tekabül etmektedir (Bilgin, 2007: 11-13). Bu durumda benlik veya kişisel kimliğin üç öğesi ya da bileşeni vardır (Bilgin, 2007: 11-13): 1) Benlik kavramı: Kişinin kendisi hakkındaki bilgi ve düşünceler bütünüdür. 2) Öz-saygı: Kişinin kendinden hoşnutluk veya hoşnutsuzluğu durumu, kendi hakkındaki olumlu ve olumsuz duygular bütünüdür. 3) Kendini sunma: Kendini diğerlerine yansıtma ve ortaya koyma davranışlarının bütünüdür. Kişisel kimlik ayrılmayı, özerkliği, kendini ortaya koymayı içermektedir ve “ben” duygusu hakimdir. Birey diğerlerinden farklılaştığı ve özerkleştiği oranda biricikliğini hissetmektedir. Bireye koyulan isim de, birey doğduğu andan itibaren onun farklılığını ortaya koyan ve kişisel kimliğinin oluşumunda etkili olan bir faktördür. İsim, bireyin kimliğinin en önemli belirteçlerinden bir tanesidir ve kişinin bireyselliğinin önemli bir parçasıdır. Bir isme sahip olma, kişisel kimlik için de, grup kimliği için de büyük önem taşımaktadır (Giddens, 2000). 43 2.1.2. Sosyal Kimlik Sosyal kimlik, kimliğin kişilerarası düzeydeki ifadesidir. Sosyal kimlik, bireyin benliğinin, belirli bir sosyal gruba ait olup olmadığı hakkındaki bilgi veya bilincine dayanan kısmıdır (aktaran Bilgin; Tajfel, 1981). Kişide bu bilinç, kişinin sosyalleşme süreci ile birlikte oluşmaya başlamaktadır. Sosyalleşme, insanı sosyal sistemin üyesi haline getiren süreçtir. Sosyologlar sosyalleşmeyi çeşitli şekillerde tarif etmektedirler. Linton, yeni doğmuş çocukların medeniyetsiz yaratıklar, cahil hayvanlar halinden bir sosyal sistemin insan üyeleri haline gelişlerinin sosyalleşme sayesinde olduğunu belirtmektedir. Dollard’a göre sosyalleşme, yeni bir kişinin gruba eklenmesini ve toplumun kendi yaş ve cinsindeki kişiden beklediği şeyleri yerine getirir bir şahıs olmasını sağlayan süreçtir (Koştaş, 1999: 329-334). Sosyalleşme süreci içinde bireyin kendini ve çevresindekileri fark etmesi ve çevresindekilere göre davranış geliştirmeye başlaması bireyde otonom (özerk) benlikle ilgilidir. 1900’lü yılların başında kimlik konularını çalışan sosyal bilimciler, otonom (özerk) benliğin çevre ile ilişki içerisine girdikten sonra geliştiğini ortaya koymuşlardır. Örneğin (Mead, 1925: 256) benliğin, sosyal çevreye bir karşılık olarak gelişmesi sürecini açıklamak için aşamalı bir süreç önermiştir. Ona göre çocuklar –kendileri için “ben” diyerekbenliğin sosyal kurallar ve beklentiler ile yönlendirildiği anlayışla birlikte otonom (özerk) bir benlik algısı geliştirmektedirler. Mead’e göre benlik rol temellidir ve kişilerarası etkileşim sonucu meydana gelmektedir. Aynı dönemde psikologlar ise çevresel faktörlerin önemine inanmakla birlikte kimliğin, kişinin psişik bütünlüğünün (psyche) bir parçası olduğunu düşünmektedirler (Boz, 2012: 32-33). Sosyal kimliğin, insanlar arası etkileşim içinde sergilenen bir rol olduğunu savunan bir araştırmacı da Erving Goffman’dır. Goffman (1963) sosyal kimliği, kişilerarası etkileşimde bir kişinin sosyal kategorisini öne 44 çıkararak ve bir sosyal statüye bağlı davranışlar göstererek sunduğu görüntü∖yüz gibi kavramlaştırılır. Goffman’a göre kişinin diğerleriyle ilişkisinde ortaya koyduğu rol, onlar tarafından bir imaj olarak algılanmaktadır. Sosyal kimlik, kişinin gerçekte sahip olduğu kategori ve özellikleri yansıtan bir kimlik (reel sosyal kimlik) veya kişinin kendi durumuna, varlığına ilişkin sübjektif duygularını ve izlenimlerini yansıtan bir kimlik de olabilmektedir (Bilgin, 2007; 13). Bireylerin oynadıkları sosyal roller ve sergiledikleri benlik sunumları bir sonraki bölümlerde detaylı olarak ve örnekleriyle anlatılacaktır. Sosyal kimliğin oluşmasında bireyin diğer bireylerle etkileşimi önem taşımaktadır. Kimlik duygusunun oluşumunda bahsedilen bu etkileşim “özdeşleşme” kavramıyla desteklenebilir. Özdeşleşme kavramının, farklı alanlarda tanımları bulunmakla birlikte, kavram temelinde bir model alma sürecini ifade etmektedir. Bu kavram, bireyin, belirli bir modelin basit tepkilerinden daha çok davranış tarzını, özel bir koşullanma veya öğrenme olmaksızın, kendiliğinden taklit ederek örnek alma sürecidir. Özellikle çocukluk ve gençlik döneminde yapılan özdeşimler ve öğrenmeyle birlikte bireyde kimlik oluşumu başlamaktadır. Kişinin kimliği oluşurken doğuştan getirdiği özelliklerle diğer insanlardan ve çevresinden aldıkları eklenir, bir yandan da kalıtsal ve yapısal özellikler çevrenin etkisiyle biçimlenir ve kimileri körelirken, kimileri desteklenir (Özen, 2013: 49). Özdeşleşme alanı, çocukluktan itibaren yıllar geçtikçe, aileden okula, arkadaş çevresine ve diğer aidiyet ve referans gruplarına doğru genişleme göstermektedir. Lipiansky’e göre özdeşleşme mekanizmaları, sadece bireyin etrafındaki bir takım modelleri pasifçe alması şeklinde ve tek yönlü olarak işlememektedir. Bireyin çevresi de, onu kendi değer sistemlerine ve kültürel konumlarına göre belirli bir modelle özdeşleştirmeye çalışmakta; ona bir isim vermekte, belirli imgeler ve sembollerle özdeşleştirerek, sosyal bir yere konumlandırmaktadır. Bireye, anne-babasının mesleği, fakir veya zengin oluşu, köylü veya kentli, yerli veya yabancı, azınlık veya çoğunluk oluşu, sosyal konumunun alçak veya yüksek, milleti, dini ve mezhebi öğretilmektedir 45 (aktaran Bilgin, 2007: 87-88). Bu tarz sosyal telkinler bireye bebekliğinden beri uygulanmakta ve kimlik oluşumuna etki etmektedir. Sosyal kimlik bir gruba dahil olma durumunda, grup normlarına uyma, değerler ve ideallerle çatışmasız bir özdeşleşme sağlamaktadır. Bu bağlamda kimlik çelişkili olmayan, birbirini tamamlayan iki süreçten oluşmaktadır: “farklılaşma ve benzerliklerin özdeşleşmesi “ (Bilgin, 1994: 242). Kişilerarası ilişkilere bakıldığında, insanda iki temel eğilimin varlığı gözlemlenmektedir. İnsanlar, kişilerarası ilişkilerinde, bir yandan diğer kişilere benzemek, onlarla bütünleşmek, onlar gibi olmak, onlardan geri veya aşağı kalmamak yönünde çaba gösterirken diğer yandan, onlardan farklılaşmak, onlarla aynı olmamak onlardan daha önde, ileri veya üstün olmak isteği taşımaktadırlar (Bilgin, 2007: 110). Kimlik farklılaşmanın kaynağıdır denilebilir. Kimlik, öznenin kendisini nesneden ve başkalarından fark etmesiyle başlamaktadır. Özü itibariyle de tanımak, tanınmak ve tanımlamak anlamına gelmektedir. Birey ancak farklılığını fark ettiğinde tanınıp, tanımlanmaktadır. Bu fark iki boyutludur: birincisi, aidiyetlerle ikincisi de ötekilerle ilgilidir. Benzer yanlar veya başkalarından farklı aidiyetler kimlikleri doğurmaktadır. Aidiyetler “biz”i; farklılıklar da “öteki”yi yaratarak kimliği bilinç düzeyinde üretmektedirler. Kimlik, var olmak için farklılığa ihtiyaç duymakta ve kendi kesinliğini güven altına almak için farklılığı ötekiliğe dönüştürmektedir. Güçlü bir kimlik, doğası itibariyle kendini ötekilerden korumak için, bir dizi farklılığı kötü, akıl dışı, anormal, deli, hasta, tehlikeli ya da öteki olarak yaratmaya çalışmaktadır (Akkaş, 2008: 87). Kimlik bir aidiyet unsuru ise buradan hareketle birey, ait olduğu grubu belirlerken, ait olmadıklarını ya da karşı olduklarını da ortaya koymaktadır. Özellikle toplulukçu (kolektif) kültürlerde yaşayan bireylerin kimlik 46 tanımlamalarının önemli bir kısmını sosyal gruplarla olan ilişkileri belirlemektedir. Bu konuya açıklık getiren sosyal kimlik kuramı, bireylerin kendilerini ve başkalarını çeşitli gruplara ait olarak algılama eğiliminde olduğunu, bireyin kendi hakkında sahip olduğu fikirler, davranışlar ve benlik kavramının, özdeşleştiği gruptan etkilendiğini savunmaktadır (Kağıtçıbaşı, 2005: 278). Özdeşleşme ve sosyal gruplara (ulus, etnisite, cinsiyet, siyasal parti, meslek, spor takımı vb.) üyelik, kimlik yapılandırma sürecinde önemli bir etmendir ve bu gruplara aidiyet “sosyal sınıflandırma” kavramıyla açıklanmaktadır. Bireyler söz konusu grupları kendilerine mal etmektedirler ve böylelikle, gruplar bireyin kendi oluşumu, varlığı hakkında önemli bir olguyu, yani sosyal kimliği oluşturmaktadırlar. Bu farklı kategoriler, bireye kim olduğunun yanı sıra; değerleri, anlamları, davranışları, düşünce, duygu ve amaçlarıyla ilgili de ipuçları sunmaktadır. Bireyler, belirli kategorilerin ya da grupların üyeliğiyle özdeşim kurduklarında, “ben kimliği” yerine “biz kimliği” geliştirmektedir (Demir, 2007: 21). Örneğin siyasi partiler, meslek odaları vb. topluluklar, bireyin sosyal kimliğiyle dahil olabileceği topluluklardır. Birey, grup üyeleri içindeyken grubun tüm değerlerini, davranışlarını, düşünce, duygu ve amaçlarını benimsediğini göstermek için “biz kimliğini” kullanmaktadır, birey grup dışına çıktığında ise “ben kimliğine” geri dönmektedir. Kimlik bir özellik, bir nitelik belirtisidir. Sosyolog Giddens‘e (2000) göre kimlik, bir insanın kişiliği ya da bir grubun niteliğini belirleyen ayırt edici özelliklerdir. Hem bireyin hem de grubun kimliği büyük ölçüde toplumsal belirteçler tarafından belirlenmektedir. Örneğin toplum tarafından belirlenmiş mesleklere mensup olan kişiler, yine toplum tarafından ayırt edilmek için, toplum tarafından belirlenmiş isimler kullanmaktadırlar. İnsanların ruh ve beden sağlıklarıyla ilgilenen kişilere hekim; bireyler ve toplumlararası ilişkileri düzenleyen kişilere avukat, hakim, savcı; şarkı söyleyen kişilere şarkıcı gibi 47 temsili isimler toplum tarafından bireylere verilmekte ve bu kimliklere sahip bireyler, bu kimliklere sahip olmayan kişilerin arasından ayırt edilmektedirler. Kişilerin ya da toplumsal grupların tek bir kimliği bulunmaz, kişilerin çeşitli bağlamda çeşitli kimliklerle tanındığı ve kendilerini tanıttığı görülmektedir (Güvenç, 1993: 4). Bu bağlamda bir insanın kişiliği birçok kimlikten oluşmaktadır diyebiliriz. Kimlik, bir tür planlanmış davranış ve üstlenilmiş rol olduğundan, alternatiflerinden bir diğeri tercih edilebilir, bir kimlik bırakılıp diğer bir kimliğe geçilebilir. Örneğin kişi, aynı zamanda anne, eş, öğrenci, öğretmen, parti üyesi, meslek üyesi, takım taraftarı olabilir. Bu konumların her biri kişi için bir sosyal kimliktir. Kişi öğrenci olmak, takım tutmak gibi konumları kendi seçeceği gibi vatandaşlık ve millet gibi konumlarda başkaları tarafından da seçilebilmektedir. Bireyin sosyal kimliği, kültürle birleşerek onun diğer insanlarla kurduğu tüm ilişkilerde bağlayıcı bir unsur olarak bireysel özgürlükleri sınırlayabilmektedir. Yaşanılan yere göre köylü ya da kentli, ülkelere göre Türk, Alman ya da Rus kimlikleri oluşmaktadır. Bu sosyal kimliklerin toplumlar arası ilişkilerdeki ifadesi kolektif kimlik olarak tanımlanmaktadır. Kolektif kimlik, sosyal kimliğin topluluklar düzeyindeki ifadesi olarak nitelendirilebilir. Bu kimlik sınırları belli bir alanda belli bir kültürel topluluk tarafından taşınan kimlik olarak sınırlandırılabilir (veya genişletilebilir); bu anlamda etnik, dinsel ve ulusal kimlikler bunun versiyonlarındandır. Kolektif kimlikte genellikle bir farklılaşma eğilim vardır, çünkü diğerine karşıtlık içinde, bir kontrast ve diğerlerinden fark olarak tanımlanır ve bu nedenle belirli bir alanda kök salmış bir takım grupların (genelde etnik topluluklar) diğer gruplardan farklarını ortaya koyma, vurgulama talebi olarak nitelendirilebilir. Kolektif kimlik birbirinden farklı boyutlar içermektedir. Bunlar arasında güvenlik duygusu verme, harekete itme, objektif ve sübjektif özellikleri birleştirme, süreklilik sağlama, dönüştürme vb. özellikler bulunmaktadır (aktaran Bilgin, 2007: 13; Berque, 1978). 48 Kolektif kimliğin dayandığı grup aidiyeti, özdeşleşme ve bağlanma şeklinde kendini göstermektedir. Rasyonel temelli örgüt ve dernek üyelikleri bir yana bırakılırsa, bu durum, küçük veya büyük, pek çok grup aidiyeti konusunda geçerlidir; günlük yaşamımızdaki karizmatik bağlarla bağlandığımız küçük guruplardan ulusal topluluğa kadar kimliğimiz açısından anlamlı tüm gruplarda, grup bağlılığı önemli bir kimlik boyutudur. Grup bağlılığı, tüm tarih boyunca, ilkelden geleneksele ve modern toplumlara kadar sürekli gözlenen bir olgudur (Bilgin; 2007: 269). 2.1.3. Kültürel Kimlik Bireyin, var olmasından itibaren kendisini tanımlamaya çalışması, onun en önemli sorunlarından biridir. Ben kimim? Ben neyim? gibi soruların bireyde kimlik arayışının özünü oluşturduğunu belirtmiştik. Benlik ve kişilik insanın içinde yaşadığı toplumdan bağımsız olarak şekillenemez. Buna ek olarak günümüz şartlarında tüm dünyadan haberdar olmaya olanak sağlayan gelişmiş kitle iletişimi sayesinde evrensel değerlerden de tamamen kopuk olunamaz. Dışa açık toplumlarda evrensellik zorunlu bir bütünlülüğe ve içeriğe sahiptir. Tarih, zaman, toplum, çevre, gelenek, kurallar ve paylaşılan mekanlar kimlik aynasının gelişmiş parçalarıdır. Etnik ve dinsel farklılıklar, ekonomik-sınıfsal ayrımlar, aile geleneği, dil, cinsiyet gibi unsurlar kimliği belirleyen, aynı zamanda da bireyleri ve toplumları birbirinden farklılaştıran unsurlardır. “Ben” ve “ötekinin” algılanması, kimliği bir “aidiyet” sorunu olarak ortaya çıkarmaktadır. Bu ise; bütün kimliklerin ilişkisel olduklarını ve farklılığın olumlanması demektir. “Ötekini” göz ardı ederek kimliğimizi oluşturmamız mümkün değildir. Zevklerimizi, arzularımızı, bakış açılarımızı, fikirlerimizi ve inançlarımızı kendi başımıza yoktan yaratamayız, belirli bir kültür ortamında gerçekleştiririz. Bu kültürel kimliğin tanımlanması ve ifade edilmesinin önkoşuludur. Kültürel kimlik var olmadan hiçbir kişi var olamaz (Akdemir, 2010). 49 Bütün kimlikler bir toplumsal ilişkiler sistemi içerisinde oluştuğu için kültürler arası ilişkilerde olduğu gibi birbirlerini etkilemektedirler. Kimliğin gelişebilmesi, farklı kültürel yapıya sahip kimliklerle ilişki içerisinde olmasına bağlıdır. Öyleyse kimlik, kültürlerde olduğu gibi kolektif eylemin dinamik ve gelişmekte olan yönüdür (Karaçor, 1999: 14). Kültürel kimlik, bireylerin tutum ve davranışları üzerinde sınırlandırıcı etkiye sahiptir. Bir grubu diğerlerinden ayırt eden özellikleri bulunmaktadır. Grup üyeleri bu farklılaşan özellikler çerçevesinde sınırlanan tutum ve davranışlar sergilemektedir. Tutum ve davranışlarındaki bu sınırlılık onların kültürel kimliklerinden kaynaklanmaktadır (Aktuğ, 2007: 21). Bir azınlık grubun kendilerine has bir sosyal adeti (oyunlar, gelenekler, görenekler vb.) yaşatmak istemeleri, ötekiler arasında asimile olmamak için ve toplumunun kültürel kimliğini muhafaza etmek içindir. Bunun için kültürel kimliği koruyucu bir takım kurallar topluluk üyelerine aşılanmaktadır. Kültürel kimlik ülkeden ülkeye değişiklik göstereceği gibi, ülke içindeki bölgeden bölgeye, aileden aileye çeşitlilik gösterebilmektedir. 2.2. Kimlik Kuramları 2.2.1. Erik Erikson’un Psikososyal Gelişim Kuramı Erik Erikson’un düşüncesinde kimlik ve kimlik sorunları önemli bir yer tutmaktadır. Erikson’un gençlik dönemlerinde önemli kimlik bunalımları yaşaması, bu kavramlar üzerinde çalışmasının nedeni olarak gösterilmektedir (İnanç, Yerlikaya, 2008: 158). Erikson Freud’un Psikanalitik kuramını devam ettirerek, kurama toplumsal ortamı da ekleyerek genişletmiş ve Psikososyal Gelişim kuramını oluşturmuştur. Erikson’a göre bireyin sağlam bir kimlik duygusu oluşturabilmesi için, toplumun bireye olan mutlak desteği şarttır. 50 Erikson, egonun gelişiminde toplumun önemli role sahip olduğunu belirtmektedir (Monte, 1999). Erikson egoyu süperego ile id arasındaki bir arabulucu rolünden çıkararak çevreye dönük bir işleve büründürmüştür (Kroger, 1989). Kuramcıya göre ego bireyin davranışlarını düzenleyici bir yapıdır. Ego, farklı alanlarda düşüncelerimize giren ve bizi harekete geçiren izlenimlerimizi, duygularımızı, anılarımızı ve dürtülerimizi gözden geçirerek ve sentezleyerek, tutarlı bir varoluş sürdürmemizi koruyan bir içsel yapıdır ve topluma dönüktür (Erikson, 1968: 218). Bu içsel yapının dört farklı yönü bulunmaktadır: 1) Bireysellik (Ego Kimliği): Yaşamın ilk zamanlarında bebeğe bakan kişiyle bebek arasında alma verme niteliğinde bir ilişki vardır. Bu ilişki içerisinde bebek kendisiyle ilgili çeşitli algılamalar oluşturmaktadır. Bu da egosunun ilk tasarımlarını ve ego kimliğinin ilkel formlarını oluşturmaktadır. Ego kimliği öznel bir deneyim ve dinamik bir gerçekliktir. Ego kimliği, bilinçli bir bütünlük ve ayrı, farklı bir yapı olarak var olma duygusudur (aktaran Atak, 2011: 168, Erikson, 1963). 2) Bütünlük ve Sentez (Ego Kimliği Duygusu): Egonun bilinçdışı sentez süreçleri sonucunda kazanılan içsel bütünlük ve bölünmezlik duygusudur (İnanç, Yerlikaya, 2008: 161). 3) Kişisel Aynılık ve Tarihsel Süreklilik Duygusu (Kişisel Kimlik Duygusu): Bireyin geçmişte ne olduğu ile gelecekte ne olacağı arasındaki devamlılığı ve içsel sübjektif aynılık duygusunu canlandırmak için gösterdiği bilinçdışı çabasıdır. Başka bir tanıma göre kişisel kimlik, insanın geçmişi ve geleceği ile ilgili beklentileri üzerine kurulan bir aynılık ve süreklilik algısıdır (İnanç, Yerlikaya, 2008: 161). 51 4) Sosyal Dayanışma (Sosyal Kimlik): Belirli bir grubun fikir ve değerleriyle içsel bağlılık; sosyal destek ve değer verilme duygusudur. Erikson’a göre sosyal kimlik kişinin sosyal alanla iletişimi sonucunda edinilen, bir anlamda diğerlerinin gözünde aynılık ve süreklilik duygusunun test edilmesi ve gözlenmesidir (İnanç, Yerlikaya, 2008: 161). Erikson, Fromm’a paralel bir biçimde, kimlik duygusunun her insan için hayati bir gereksinim olduğunu kabul etmektedir. Erikson’a göre her insan için bir gereksinim olan kimliğin oluşumu psikolojik, toplumsal, gelişimsel ve tarihsel özellikler arasındaki ilişkilerle gerçekleşmektedir ve bunlardan etkilenmektedir. Kimlik kargaşası (rol kargaşası) sağlam kimlik duygusunun karşıtıdır. Örneğin bazı tarihsel dönemlerin kimlik kargaşasına (krizine) zemin hazırlayıcı özellikte olduğunu da belirtmektedir. Bu dönemlerde aynılık ve süreklilik ciddi yeni tehditlerle (nükleer savaş, var olan standart ve ideolojilerin hızlı bir şekilde yok olması gibi) tehlikeye girebilmektedir (İnanç, Yerlikaya, 2008: 161). Erikson’un kişilik ve kimlik üzerine yaptığı çalışmalarında üzerinde önemle durduğu kavram psikososyal bunalımdır. Bireyin psikososyal gelişimini sekiz evreye ayıran Erikson’a göre birey her bir gelişim evresinde karşılaştığı çatışmayı çözmek zorundadır. Sekiz gelişim evresinde bireyin karşılaşacağı biri olumlu ve biri olumsuz iki karşıt uç vardır. Örneğin, bireyin yaşamının ilk yıllarını kapsayan dönemde karşılaştığı biri olumlu biri olumsuz iki karşıt uca temel güvene karşı güvensizlik dönemi adı verilmiştir. Bu dönemde bebeğin en önemli kişilerarası ilişkisi kendisinin bakımını üstlenen kişi ile gerçekleşir. Bakımını üstlenen kişi ya da kişilerin düzenli olarak ihtiyaçlarını karşıladığını fark ederse, bebekte temel güven duygusu gelişecektir. Tersi durumda ise bebek beslenme, sevilme, güvende olma gibi ihtiyaçları karşılanmadığı için çevresindeki insanlara güvenmemeyi öğrenecektir. Temel güven uyumlu, temel güvensizlik ise uyumsuz 52 tutumlardır ancak bebeğin her iki tutumu da geliştirmesi gereklidir. Çok fazla güven, kişinin kolay aldanan, saf bir kimse olmasına ve ilerde zarar görmesine neden olabilir. Bunun yanında çok az güven de engellenme, öfke, düşmanlık ve üzüntü duygularının gelişmesine yol açabilir (İnanç, Yerlikaya, 2008: 167). Bireyin çözemediği her çatışma gelişim evresinin bir sonraki aşamasında bireye sorun oluşturabilmektedir. DÖNEM Bebeklik (0-1 Yaş) İlk çocukluk (2-6 Yaş) Oyun çağı (4-6 Yaş) Okul çağı (7-11 Yaş) Ergenlik (12-17 Yaş) Genç yetişkinlik (17-30 Yaş) Yetişkinlik (30-50 Yaş) Yaşlılık (50- + Yaş) KARMAŞA (KRİZ/BUNALIM) Temel güvene karşı güvensizlik Özerkliğe karşı utanç ve kuşku Girişkenliğe karşı suçluluk Çalışkanlığa karşı aşağılık duygusu Kimliğe karşı rol karışıklığı Yakınlığa karşı yalıtılmışlık Üretkenliğe karşı durgunluk Bütünlüğe karşı umutsuzluk KİMLİK DUYGUSU “Ben bana verilenim” “Ben oluşturduğum şeyim” “Ben olacağımı hayal ettiğim şeyim” “Ben öğrenebildiklerimin tümüyüm” “Ben kimim?” “Biz sevebildiklerimizin tümüyüz” “Ben ürettiğim şeyim” “Ben geride bırakabildiklerimim” Tablo 2: Kişilik Gelişiminin Sekiz Evresi ve Bu Evrelere Karşılık Gelen Kimlik Duyguları (Atak, 2011: 169). 2.2.2. James Marcia’nın Kimlik Statüleri Yaklaşımı J. Marcia kimliği ölçülebilir ve gözlenebilir özelliklerini ön plana çıkararak ele almıştır. Kuramcı, Erikson’un teorisini genişletmiş ve daha işlevsel hale getirmiştir. 53 Marcia (1989, 1994) kimliğin kazanılmasıyla ilgili iki kavram önermiştir. Bu iki kavram bunalım (crisis) ve bağlanma (commitment)’dır. Marcia ilk zamanlar bunalım araştırılması kavramını (exploration of kullanırken, alternatives) daha sonra kavramını da seçeneklerin kullanmıştır. Seçeneklerin araştırılması, özellikle kimlik arayışı içinde bulunulan ergenlik döneminde bireyin kendisi için olası alternatif meslek, inanç ve düşünceleri sorgulamasını yani seçenekler arasında seçim yaparak, bu seçim doğrultusunda davranışlar ortaya koymasını ifade etmektedir. Marcia, bireyin yaşamla kurduğu anlamlı bağların bazı alanlarda açıkça görülebileceği iddiasıyla belli başlı bazı yaşam alanları tanımlamıştır (Atak, 2011: 185). Marcia iki yaşam alanı belirlemiştir. Bunlar meslek ve ideoloji alanlarıdır. Daha sonra özellikle cinsiyet farklarını göz önüne alarak bu iki alanı ideoloji ve kişilerarası alan olarak belirlemiştir. İdeoloji alanında dini inançlar, politik seçimler, meslek seçimi ve felsefi yaşam biçimi yer almaktadır. Kişilerarası alanda ise arkadaşlık, flört, cinsiyet rolü, serbest zaman uğraşları gibi yaşamsal alanlar tanımlanmıştır (Morsünbül, 2011: 24). Kişinin bu yaşam alanlarında kimlik tanımları yaptığı ve kimlik duygusunun bireyin bu alanlardaki davranışlarıyla gözlenebileceği iddiası Marcia’nın görüşlerinin temelini oluşturmaktadır. Marcia dört kimlik statüsü belirlemiştir. Marcia’nın kimlik statüleri yaklaşımına göre başarılı kimlik ve kimlik arayışı (askıya alınmış kimlik) statüleri üst; bağımlı (ipotekli) ve dağınık (karmaşık) kimlik statüleri alt kimlik statüleri olarak belirlenmiştir. 1) Kimlik Karmaşası (Identity Diffusion): Kimlik karmaşası durumunda olan bireylerin kendi kimliği, mesleği, dini inancı veya politik görüşü konularında herhangi bir net kararı yoktur. Birey, bir kimliğe karar verme sürecinde ilgisizlik, belirsizlik ve karmaşa yaşamaktadır. Düşük düzeyde keşif, karar verme ve bağlanma süreci söz konusudur. Çeşitli seçenekleri irdelemiş olsalar bile, hayatlarından 54 belirli bir yönelimi henüz gerçekleştirememişlerdir. Kimlik karmaşası durumundaki bireyler, dışarıdan gelecek etkilere açıktır ve bu nedenle de ele geçirdikleri fırsatları amaçsızca değerlendirme yönelimi gösterirler. Mevcut durumlarından hoşnut olmayan ve kendini bulamıyor olarak görünen bu bireylerde uyuşturucu ya da alkol kullanımı gibi kaçış davranışları görülmektedir (aktaran Atak; 2011:186, Marcia J.E.; 2002). Yapılan araştırmalarda kimlik karmaşası yaşayan bireylerin öz saygı ve özerklik düzeyinin düşük olduğu, moratoryum ve başarı kimlikli bireylere göre çok daha az karmaşık bilişsel yöntemleri kullandıkları, ahlaki akıl yürütmede gelenek öncesi ya da geleneksel düzeyde oldukları görülmüştür. Kişilerarası ilişkilerde soğuk ve uzaktırlar, başkaları tarafından sürekli etiketlenir ve dışlanırlar (aktaran Atak; 2011:186, Kroger J.;1993). 2) Bağımlı Kimlik Statüsü (İpotekli Kimlik-Foreclosure): Bağımlı kimlik statüsündeki bireyler anne, baba, akraba ya da diğer önemli kişilerin beklentilerine göre kimliğini oluştururlar. Akran gruplarının belirlediği roller ve değerler de bazen bireyin herhangi bir sorgulama yapmaksızın bağımlı (ipotekli) kimlik oluşturmasını sağlayabilir. Bağımlı kimlik statüsündeki bireyler, herhangi bir kimlik krizi yaşamadan çeşitli meslek ve ideolojilere bağlanmakta; ancak bu bağlanmalar bireyin kendi seçimleri değil, genellikle anne-babanın sunduğu seçimlere dayanan bağlanmalar olmaktadır. Örneğin küçük yaşlarda dini topluluğa katılma ya da bir ustanın yanında küçük yaşta işe başlama bu statüdeki bireylerin yapabileceği davranışlar arasında sayılmaktadır. Bağımlı kimlik statüsünde olan bireylerin çoğu mutludur, kendilerini güvende hisseder, çoğu zaman kendilerinden hoşnutturlar ve güçlü aile bağları vardır. Kanuna ve düzene saygı duyar, güçlü bir liderin izinde gitmekten hoşlanırlar. Yapılan araştırmalar cinsiyet farkı olmaksızın bağımlı kimlik statüsündekilerin otoriter tutum 55 sergiledikleri, onaylanma ihtiyacı duydukları, başkalarının fikirleri doğrultusunda davrandıkları, özerklik ölçeklerinden düşük puan aldıkları görülmüştür. Bu grup kimlik statüleri arasında en az kaygılı ve yeni deneyimlere en az açık olan gruptur. Karmaşık bilişsel yöntemleri çok az kullanırlar, ahlaki akıl yürütmede gelenek öncesi ya da geleneksel düzeydedirler. Kişilerarası ilişkilerinde iyi huylu, uysal, daha az güvenle bağlanmışlardır ve şüpheci bir tutum sergilerler (aktaran Atak; 2011: 202, Miller, 1993). 3) Kimlik Arayışı (Askıya Alınmış Kimlik-Moratorium): Kimlik arayışı durumunda birey, kriz evresini yaşamaktadır. Herhangi bir karar verememiş, karara ulaşabilmek amacıyla seçenekler araştırmakta, sürekli yeni roller denemekte ancak kalıcı herhangi bir bağlanma yapmamaktadırlar. Marcia’ya göre askıya alınmış kimlik başarılı kimlik için bir ön koşuldur. Kişi askıya alınmış kimlik statüsündeyken dünya bireye sabit, kontrol edilebilir ve hoş bir yer olarak görünmez. Askıya alınmış kimlik statüsündeki bireyler genellikle hükümeti, politikayı, eğitimi kısaca her şeyi değiştirmek isterler. Marcia'nın moratoryum olarak adlandırdığı statüdeki ergenler, kimlik krizinin tam ortasındadırlar ve kriz devam ederken, bu ergenler önemli kararlar vermeyi ertelerler. Bu zaman içerisinde çok sayıda seçeneği keşfederler. Yapılan araştırmalar moratoryum statüsündeki bireylerin, başarılı ve ipotekli kimlik statüsünde olanlardan daha kaygılı, kuşkucu, ilişkilerinde uçarı ve yakın ilişki için gerekli bağlanmadan kaçınma gibi özelliklere sahip olduklarını ortaya koymuştur (aktaran Atak; 2011:187, Marcia J.,1993). 4) Başarılı Kimlik (Identity Achievement): Başarılı kimlik statüsündeki bireyler kimlik arayışı döneminden başarılı olarak çıkmış, çeşitli roller deneyerek kendi rollerini belirlemiş ve kimliklerini bulmuşlardır. Başarılı kimlik statüsü bireyde ego gücünü artırır. Kimliğini bulan birey kendi ile uyum içindedir, kendi kapasitesini ve 56 sınırlılıklarını bilir ve düşüncelerini kabul eder. Yapılan araştırmalarda, başarılı kimlik statüsündeki gençler özerklik ölçeklerinden tutarlı bir şekilde yüksek puan almışlar ve kararlarını belirlerken başkalarının fikirlerine daha az bağlılık göstermişlerdir. Bilişsel kapasiteleri açısından, baskı altındayken, diğer statülere oranla çok daha başarılı, yaratıcı davranmışlar, mantıklı, akılcı ve planlı karar verme stratejilerini daha çok kullanmışlardır. Yapılan bir çok çalışmada statüler arasında, zeka düzeyleri açısından anlamlı bir farklılık görülmemiştir. Başarılı kimlik statüsündekiler yakın ilişkiler kurabilmekte ve cinsiyet rolü tutumlarında androjen özellikler taşımaktadırlar. Kadın ve erkeklerin öz-saygı ölçümlerinde çelişkili sonuçlar alınsa da "başarısızlık korkusu" açısından anlamlı farklılıklar bulunmuştur. Erkeklerde başarı korkusu çok düşük, kadınlardaysa oldukça yüksek çıkmıştır. Başarılı kimlik statüsündekilerin çoğunlukla ahlak gelişim düzeyleri daha yüksektir, daha güvenli bağlanmalar gerçekleştirebilirler (aktaran Atak, 2011: 188, Arnett J.J., 2007). 2.2.3. Berzonsky’nin Sosyal-Bilişsel Kimlik Gelişimi Yaklaşımı Berzonsky’nin sosyal ve bilişsel kimlik gelişimi yaklaşımı modeli, kimlik stilleri konusunda ilk model olma özelliğini taşımaktadır. Berzonsky (1992) kimlik gelişiminde farklı sosyal bilişsel süreçlerin rol oynadığını ifade eder. Modele göre bireyler problem çözme, karar verme ve kimlik konuları ile ilgili sorunları çözerken farklı yollar izlemektedirler (Atak, 2011: 201). Berzonsky bireylerin bu farklılıklarını üç farklı kimlik tipi olarak tanımlamıştır: 1) Norm Yönelimli Kimlik (Norm oriented): Norm yönelimli bireyler kimlikle ilgili problem durumları ile karşılaştıklarında aileler ve toplumsal referans gruplarını içeren bireylerin beklenti ve isteklerini 57 göz önünde bulundurmaktadırlar (Morsünbül, Çok, 2013: 235). Bu tipteki bireyler Marcia’nın kimlik statüleri sınıflamasında ipotekli kimlik statüsüne karşılık gelmektedir. Sorun çözümü ve karar verme sürecinde bu bireyler diğer kişilerden aldıkları bilgiye bağımlı kalırlar. Yeni bilgilere kapalıdırlar ve yeni bilgiler bu bireyler için değer ve inançları tehdit edici olarak görülür. Norm yönelimli kimlik sergileyen bireyler, toplumsal kimlik bilinciyle, başkalarına bakarak kendini değerlendirir ve başkaları odaklı sorun çözme yolları benimserler (aktaran Atak, 2011: 201, Berzonsky, Ferrari, 1996; 20: 597-606). 2) Bilgi Yönelimli Kimlik (Informational oriented): Bilgi yönelimli bireyler kimlik duygusunun yapılandırması ile ilgili karar vermede ve içsel yatırımlarını şekillendirmeden önce, benlikle ilgili bilgileri etkin bir biçimde araştırmakta ve değerlendirmektedirler (Morsünbül, Çok, 2013: 235). Bu bireyler, kimlik konuları ile ilgili kararlarında bilgiyi araştırmakta, değerlendirmekte ve kendine uygun olanı bulduğunda kullanmaktadırlar. Bu tipteki bireyler Marcia’nın kimlik statüleri sınıflamasında başarılı ya da askıya alınmış kimlik statüsünde yer almaktadırlar. Bilgi yönelimli kimlik, yeni düşüncelere açık olma, kişisel kimlik tanımlanmasını araştırma, soruna çözüm odaklı yaklaşma, değer ve eylemlere açık olma gibi olumlu özellikleri barındırmaktadır (aktaran Atak, 2011: 202, Berzonsky, Ferrari, 1996; 20: 597-606). 3) Kaçınma Yönelimli Kimlik (Diffuse/ Avoidant oriented): Kaçınma yönelimli bireyler ise kişisel çatışmalardan ve kimlikle ilgili problemlerle karşı karşıya kalmaktan kaçınmaktadırlar (Morsünbül, Çok, 2013: 235). Bu kişiler, sorunlarını çözmek yerine kaçınmayı ya da ertelemeyi tercih etmektedirler. Bu bireyler, Marcia’nın kimlik statüleri sınıflamasında dağınık kimlik statüsüne karşılık gelmektedir. Kaçınma yönelimli kimlik, bilişsel 58 işlev gereksinimi, düşüncelere açık olma, problemle baş etme, dışsal kontrol beklentisi ve içe bakış konularında olumsuz özellikleri barındırır (aktaran Atak, 2011: 202, Berzonsky, 1992: 193-215, Berzonsky, Ferrari, 1996; 20: 597-606). Berzonsky’nin sosyal-bilişsel kimlik gelişimi kuramında bireyler kararlarını oluşturmadan önce seçenek ve sonuçları sistemli bir şekilde değerlendirirler. Berzonsky, bireyde karar verme ve kimlik oluşturma sürecinin dinamik ve devam eden bir süreç olduğunu belirtmiştir. Bireyler bağlanımlarından ve kararlarından önce sonuçları ve seçenekleri sistematik olarak değerlendirirler. Berzonsky, bağlanımların, yeni bilgi ve girdiler ürettiğini ve bunların var olan kimlik yapısındaki dengeyi bozduğunu, böylece yeniden değerlendirilerek uyma (accommodation) ile yeni bir yapı oluştuğunu ileri sürer. Bu yüzden, bu süreçte sonuçların her yönüyle kestirilebildiği ve sonuçlardan her zaman hoşnut olunduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Kimliğin oluşumu sürecinde psikososyal etkileşim sonucu ortaya çıkan bilişsel şemalar bireysel farklılıkları yaratmaktadır (aktaran Atak, 2011). ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 3. BENLİK (SELF) KAVRAMI VE BENLİK KURAMLARI 3.1. Benlik (Self) Kavramı İngilizcede “self-concept” olarak kullanılan kavram Türkçeye “benlikkavramı” olarak çevrilmiştir. Kavramı “kendilik tasavvuru” (Beyazyüz, Göka; 2011: 35) olarak tanımlayan araştırmacılar da bulunmaktadır. “Kendilik” kavramı, benlik-öz-nefs olarak da kullanılmakta olup, “tasavvur” sözcüğü ise hayal etme, zihinde canlandırma olarak tanımlanmaktadır. Kısaca, kendilik tasavvuru, bireyin kendisini kendi zihninde canlandırması ve hayal etmesi 59 demektir. Çalışmanın bu bölümünde literatürdeki benlik tanımlarına, benliğin yapısına, benlikle ilgili kavramlara ve benlik kuramlarına yer verilecektir. 3.1.1. Benlik Kavramının Tanımı İnsan olmak, benliğinin olduğunun bilincinde olmak demektir ve benliğin doğası insan olma olayının özünü ifade eder. Lewis,1990 Kişiliğin temel özelliklerini veren “ben” ya da “benlik” (the Ego, le Moi, das Ich) katmanı ile kişilik arasına gelişme ve yapı bakımından kesin bir sınır çizmek oldukça zordur. Kişilikle benlik iç içe olmakla birlikte, benlik kişilikten farklı özelikler taşımaktadır. Birey, kişiliğinin karakter ve mizaç gibi kimi özelliklerinin bir bölümünden ya da bütününden haberdar olmayabilir. Başka bir deyişle, bunlara ilişkin bilgisi ya yoktur ya da az ve hatalıdır. Birey, kişiliğinin dışarıya yansıyan, başkaları tarafından değerlendirilen yanlarını bilmeyebilir ama benlik, bireyin kendi kişiliğine ilişkin kanılarının toplamı, insanının kendisini tanıma ve değerlendirme biçimidir (Köknel, 1986: 78). Kişilik, objektif (nesnel) ve sübjektif (öznel) bir yapıdan oluşmaktadır. Kişiliğin objektif yanı, bireyin çevresindeki insanların ona dikkatlice baktıklarında görebildikleri kişilik özelliklerini oluştururken; kişiliğin sübjektif yanını ise bireyin kendi kişiliğini nasıl algıladığı oluşturmaktadır ve buna benlik (kendilik, nefs) denir (Beyazyüz, Göka, 2012: 18). Benlik kavramı ile birey, kendi dışında kalanlardan ayrılmakta ve kendine özel bir alan oluşturmaktadır. Oluşturulan bu alanı korumak, geliştirmek ve sosyal etkileşim içinde konumlandırmak için de çok büyük çaba göstermektedir. Bu çaba nitelendirilmektedir (Cüceloğlu, 1997). "ben olma savaşı" biçiminde 60 Araştırmacılar, benliğin üç yapıdan meydana geldiğini iddia etmektedirler. İlk olarak benlik, bireyin kendisi hakkında bildiklerinden; ikinci olarak, başkalarının kişiye ilişkin görüşlerinden kişiye yansıyanlardan; üçüncü olarak, kişinin gelecekte olmak istediğine ilişkin değerlendirmelerinden oluşmaktadır. Bu yapıları, literatürdeki tanımlarla birlikte açıklarsak; Benlik, ilk olarak bireyin kendisi hakkında bildiklerinin tümünden oluşmaktadır. Baymur’a göre benlik, bireyin kişiliğine ilişkin kanıları ve kendi kendini görüş tarzıdır. Benlik, bireyin özellikleri, yetenekleri, değer yargıları, emel ve ideallerine ilişkin kanıların dinamik bir bütünlüğüdür. Bireyin içinde kendisini gözetleyen, yargılayan, değerlendiren ve davranışlarını düzene koyup onu yöneten bir güçtür (Baymur, 1994: 267-268). Benlik bireyin kendisine bakış açısıdır. Bireyin kendi zihninden kendini değerlendirmesi yanında başkalarının zihninden kendini değerlendirmesi ve kendine ilişkin tüm bulgular ile benliğini oluşturmaktadır. Birey, tüm bu bulgular neticesine göre davranışlarını şekillendirmektedir. Benliğini geliştiren birey, kendine olan saygısını, kendine olan güvenini ve mutluluğunu artırabilmektedir. Benlik, insanın özellikleri, amaç ve beklentileri, yetenek ve olanakları, değer yargıları ve inançlarından oluşan durağan olmayan değişim içinde bir yapıdır. Benlik, insanın kendi kişiliğine ilişkin kanılarının toplamı, insanın kendini tanıma ve değerlendirme biçimidir. İnsan kim olduğunu, amacının ne olduğunu, ne yapabileceğini, nelere değer verip, inanıp bağlanacağı gibi sorulara cevap arayarak benliğini tanımaktadır. İnsanın çevresindeki olaylara, varlıklara, kişilere karşı oluşturduğu tutum, davranış ve tavırlarını kendi benliği biçimlendirmektedir (Köknel, 1995). İkinci olarak benlik, başkalarının kişiye ilişkin görüşlerinden kişiye yansıyanlardan oluşmaktadır. Yani benlik, bireyin çevresinden gelen görüşlerle kendisini nasıl algıladığıdır. Bu algılar, bireyin çevresi ile olan 61 deneyimleriyle oluşmakta ve çevresel pekiştireçler ile çevresindeki diğer önemli kişilerden etkilenmektedir (Shavelson, 1976: 407-411). Diğer bir tanıma göre benlik, bireyin kendisi ve içinde yaşadığı çevresine ilişkin değerlendirmelerini ve anlamlandırmalarını içermektedir. Bireyin benlik kavramı, çeşitli biçimde olmak üzere sevgi, tercihler, dilek ve umutların düzeyi, başarı, güdülenme, bedensel varlık, rahatsız edici durumlar, sosyal sınıf, ana-baba kararları, küçültücü ifadeleri, kabul veya ret gibi psikolojik kavram ve özelliklerle ilgilidir (Özoğlu, 1975: 93-112). Üçüncü olarak benlik, kişinin gelecekte olmak istediğine ilişkin değerlendirmelerinden oluşmaktadır. Buna ideal benlik de denir. Birey benliğinin gelişmesiyle birlikte, yavaş yavaş sahip olması gereken ideal özelliklerin neler olduğunu da öğrenmektedir. Bu ideal davranışlar, beceriler ve özellikler genellikle içinde yaşanan toplum tarafından değerli kabul edilen ideal standartlardır (Kuzgun, 2002: 99-100). Örneğin, bireyin iyi bir eğitim alması, saygın bir mesleğe sahip olması, çalışkan olması ve ekonomik durumunun iyi olması toplum tarafından değerli kabul edilen ideal standartlar arasında yer almaktadır. Benlik üzerinde yapılmış tanımlara yer verdikten sonra, benliğin yapısı ve benliği oluşturan alt kategorilere ilişkin görüşlere geçebiliriz. 3.1.2. Benliğin Yapısı Benlik, bilişsel bir yapıdır. Bir bilişsel kavram olarak benlik bireyin deneyimleri üzerine kuruludur. Bilişsel özelliğiyle benlik, bireye yaşamında rehberlik etmekte ve bireyin sonraki deneyimlerini şekillendirmektedir. Benlik, hafızaya ihtiyaç duymaktadır ve bu bağlamda benlik, bireyin kendiyle ilgili hatırlayabildiklerinin tümüdür (Brewer, Hewstone, 2004). 62 Kişinin kendisini algılaması çeşitli alt kategorilerde incelenebilir. Bunlardan en önemli olan üçü şunlardır (Beyazyüz, Göka; 2011: 35): 1) Kişisel Benlik: Kişinin kendisi hakkında bildiklerinden oluşmaktadır. Örneğin “ben uzun boyluyum, ben çekiciyim, ben kıskancım” gibi ifadeler kişinin kendiyle ilgili düşünceleridir. 2) Sosyal Benlik: Başkalarının kişiye ilişkin görüşlerinden kişiye yansıyanlardan oluşmaktadır. Sosyal benlikte, kişinin ilişki içinde olduğu insanlar birer referans noktasıdır ve kişinin onlar aracılığıyla kendisiyle ilgili yaptığı tanımlarla sosyal benliği oluşur. “İnsanlar benim agresif olduğumu düşünür, insanlara itici geliyorum, şu kişinin görüşüne göre ben şişmanım” gibi ifadeler de sosyal benliğin parçalarına örnek olarak gösterilebilir. 3) İdeal Benlik: Kişinin değerlendirmelerinden gelecekte oluşmaktadır. olmak istediğine Örneğin, ilişkin “başarılı bir akademisyen olmak istiyorum”, “daha sakin bir insan olmak istiyorum”, “daha uzun ve daha zayıf olmak istiyorum” gibi ifadeler ideal benlik hakkında ipuçları vermektedir. Benlik birçok yapının bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Kendi benliğini geliştirmek, benliğinin bilincinde olmak, onu keşfetmek ve yeniden yaratmak, onu ifade etmek, onun sorumluluğunu almak, onunla mutlu olmak, benliğinden utanmak, bütün bunlar benliğin yapılarıdır ve bunların işleyiş tarzı bireyde benlik ve kimlik anlayışını oluşturur. Bireyin benliği, bazen olmasını beklediği ve bazen olmaktan korktuğu görüntüsü ile mevcut davranışı canlandırmakta ve anlayışı daha renkli hale getirmektedir. Benlik kavramı ve kimlik, bireyin kendini düşündüğünde aklına gelen şeylerdir (Naisser, 1995), buna hem kişisel hem sosyal kimlikler de dahildir (Stryker, 1980; Taijfel, 63 1981). Benlik, bireyin kişiliğiyle ilgili bir teorisidir (Markus, Cross: 1990) ve bireyin kendi ile ilgili bildiği veya bilemediği her şeydir. Benliklerin bilinen, bilinmeyen; saklı kalmış veya tümüyle bilinmeyen yönleri de vardır. Her bireyde bu yönler farklı düzeyde gelişmiştir. Bu farklılıklar farklı kişilikleri ve davranışları oluşturmaktadır. İnsan davranışlarının anlaşılmaya çalışıldığı birçok alanda kullanılan Johari penceresi modeli, çevredeki insanların neden birbirinden farklı kişilik ve benlik gösterdiklerini anlamaya yardımcı olmaktadır. Johari penceresi, Joseph Luft ve Harry Ingham’ın isimlerinin kısaltılması ile geliştirilen dört bölümden oluşan bir dikdörtgenden oluşmaktadır. Modelde dört pencerenin her biri bireylerin davranış, duygu, ihtiyaç ve tercihlerine işaret etmektedir. Kişinin hangi pencerede olduğu diğerleriyle kuracağı iletişimi etkilemektedir (Uysal, 2003: 138). 1 3 Bilinen Benlik Kör Benlik (Known Self) (Blind Self) Bireyin hem kendisi hem başkaları tarafından bilinen yanları Bireyin kendisi tarafından bilinmeyen, başkaları tarafından bilinen yanları 2 Gizli Benlik 4 Bilinmeyen Benlik (Hidden Self) (Unknown Self) Bireyin kendi hakkında bildikleri ama başkalarının bilmedikleri 3.1.3. Bireyin de başkalarının da bilmedikleri Şekil 4: Johari Penceresi 64 Her bireyde farklı açıklıkta bulunan bu pencerenin bölümlerini açıklayalım (Armağan, 2012: 117): Pencerenin birinci bölümü, açık/bilinen benlik (known self) olarak tanımlanmaktadır. Açık benlik, bireyin hem kendisini hem de başkaları tarafından bilinen yönlerini göstermektedir. Bu tarzdaki ikili ilişkilerde birey korumacı önlemlere gerek duymayıp açık benlik sergilediği minimum düzeyde çatışma yaşanmaktadır. İkinci bölüm, bireyin kendisi tarafından bilinen ancak başkaları tarafından bilinmeyen gizli benlik (hidden self) yapısıdır. Etkileşim sürecinde birey diğerinin nasıl davranacağı kestiriminde bulunamayacağı için gizliliğini sürdürmeye yatkındır. Bu bölge potansiyel çatışma kaynağı olarak görülmektedir. Bölümün alanı büyüdükçe, birey benliğini gizlemek için korumacı önlemlere gerek duymaktadır. Davranışları açık olmayan bireyin başkalarıyla çatışma düzeyi maksimum seviyededir. Üçüncü bölüm, bireyin kendisi tarafından bilinmeyen buna karşın başkaları tarafından algılanan ve bilinen kısmıdır. Bu bölüm kör bölge (blind self) olarak bilinir. Bu etkileşim tarzında birey istemeden başkalarını incitebileceği için bu bölge de potansiyel çatışma kaynağı olarak görülmektedir. Bölümün alanının büyümesi, bireyin kendi davranışlarını kontrol edebilme bilincinin az olduğunu göstermektedir ve dolayısıyla çatışma artacaktır. Dördüncü bölüm ise, keşfedilmemiş benlik bölgesidir. Bireyin hem kendisi, hem de başkaları tarafından bilinmeyen (unknown self) bölgedir. Yanlış anlamaların, ters anlamaların kaynağı olması nedeni ile temel çatışma kaynağı olarak görülmektedir. İnsanın iç varlığını oluşturan benlik de, kişilik gibi anlaşılması güç ve karmaşık bir kavramdır. Bu kavramın anlaşılması ve yapısını oluşturan 65 öğelerin çözümlenmesi için, insanın kendi kendisine sorduğu sorulara içtenlikle cevap araması gerekir. İnsanın kendi benliğini tanıyıp bilmesi için tek çıkar budur (Köknel, 1986: 78). Aşağıda verilen ve insanın kendini tanıması için, kendine sorduğu bu sorulardan ilk iki sorunun cevabı gerçek benliği, son iki sorunun cevabı ise sosyal benliği ve ulaşılmak istenen ideal benliği meydana getirmektedir (Baymur,1994, 264): 1) Ben neyim? Bu sorunun cevabını bazı kimseler, daha çok olumsuz olarak yani, “ben beceriksizim, aptalım, çirkinim, soğuk insanın biriyim” diye cevaplandırabilir. Bir başkasının ise kendisi hakkında “ben akıllıyım, güzelim, becerikliyim, sevimliyim” diye daha olumlu bir kanısı bulunabilir. 2) Ben ne yapabilirim? Bende ne gibi yeterlilikler var? “ Ben iyi konuşurum, güzel resim yaparım, müzikten anlarım, matematiğe kabiliyetim var, gibi kendimizde ne gibi yetenekler olduğuna ilişkin kanılarımız benliğin bir yanını oluşturur. Benliğin bu yanı da bireyin kendisi tarafından olumlu, ya da olumsuz olarak değerlendirilmiş olabilir. 3) Benim için neler değerlidir? Ben ne yapmalıyım ve ne yapmamalıyım? Örneğin, “başkalarına yardım etmeliyim”, “ para kazanmalıyım”, “kopya yapmamalıyım”, ya da yakalanmamak şartıyla kopya yapmakta bir sakınca yoktur”, “ her şeyden önce kendimi düşünmeliyim” gibi bireyin içinde bulunduğu toplumdan kendine göre edindiği az çok olumlu ya da olumsuz yargılardan meydana gelen bir değerler sistemi vardır. Bu da benliğin önemli bir yanıdır. 4) Hayatta ne istiyorum? Doktor, mühendis, öğretmen, sanatkar, iyi bir ev kadını veya evcimen, bir aile reisi olmak, sosyeteye mensup iyi giyinen 66 bir insan olmak gibi çeşitli emel ve idealler de benliğin bir yanını oluşturur. 3.1.3. Benliğin Gelişimi Benlik bireyin bebekliğinden itibaren kendi bedenini diğer nesnelerden ayırt etmesiyle başlamakta ve üstlendiği sosyal rollerle bağlantılı biçimde sürekli olarak değişmekte, gelişmektedir (Beyazyüz, Göka, 2012: 18). Bebeğin içgüdüleri, dünyayı anlama yönünde bir güdü sağlamaktadır ve bilişsel ve dil gelişiminde uyarıcı rol oynayarak, bilişsel gelişim üzerinde benlik oluşmasının etkilerini ön plana çıkartmaktadır. Hafıza kapasitesi hayatın ilk yılında arttığı için, bebekler daha ayrıntılı bir kimlik duygusu geliştirmektedir, çünkü çevrelerindeki farklı kimselerle daha ilgilidirler ve farklı etkileşimleri depo etmektedirler. Benlik bilinci iki yaş civarında ortaya çıkmaya başlamakta ve dördüncü yaş sonunda sağlamlaşmış bir hal almaktadır. Örneğin iki yaş civarındaki çocuklar, önceden çekilmiş bir videodaki sahnede kendi boyalı alınlarını izlerken oralarına dokunmaktadırlar (Povinelli & Simon, 1998). Bireyde gelişen bu benlik kavramı, kendini algıladığındaki şaşırma, anne gittiğindeki korku ve yaptığı şeydeki başarıda hissettiği gurur öz-bilinç duyguları ile bağlantılıdır (Hammen, 1991). Kişilerin bebekken kendilerinin nasıl farkında olduğu üzerinde bir çalışma olan Jacjues Lacan’ın “Ayna Evresi”, çocuğun dünyadaki altıncı ayından sonra, bir aynayla karşılaşması ve aynada kendi görüntüsünü fark etmesiyle birlikte ortaya çıkmaktadır. Aynadaki görüntüsünü gören bebek, kendisini ayna karşısında tutmakta olan yetişkine dönmekte ve o yetişkinin, yüz ifadesiyle aynada gördüğünün kendi görüntüsü olduğunu onaylamasını istemektedir (Weiss 1999: 10-14). “Ayna Evresi” teriminin isim babası Fransız psikolog ve filozof Henri Wallon’dur. Daha çok sosyal psikoloji alnında çalışan Henri Wallon, insan yavrusu ile şempanzelerin bir ayna karşısındaki 67 tutumlarını karşılaştırmış, şempanzelerin aynadaki görüntüye karşı kısa sürede kayıtsız hale geldiğini, fakat insan yavrusunun aynadaki görüntü karşısında artan bir ilgisinin ortaya çıktığını gözlemlemiştir. Wallon’un bu gözlemi ve ürettiği terim, Lacan’a ilham kaynağı olmuştur (aktaran Göka, Beyazyüz, 2011: 26, Laznik, 2005: 1058). İnsan yavrusu oldukça yetersiz bir bedenle dünyaya gelmektedir. Kendilerine bakma yetenekleri, hareketlerini tam olarak yönlendirme becerileri ve hatta kendilerini tam olarak fark edecek donanımları yoktur. Bu nedenle bebeklerin bütünleşmiş bir beden algıları da mevcut değildir. Buna karşın etraftaki diğer insanların beden bütünlüğünü fark eden bebek, bir ayna ile karşılaştığında kendi bedeninin bütünlüğünü de fark etmiş olur. Lacan, bebek için, aynadaki görüntünün kendisine ait olduğunun “öteki” tarafından doğrulandığı anın büyük önemi olduğunu söylemektedir (Laznik, 2005: 1059). Bu an itibariyle bebek, kendi bedenini bir bütün olarak bilincine varmaktadır. Bu andan sonra, bebek, kendi bedeni üzerinde bir hakimiyet tesis etmeye başlamaktadır. Ayna evresinin ortaya çıkışı ile birlikte ego, yani “ben” kavramı da çocuğun zihninde şekillenmektedir. Çocuğun ayna karşısında gördüğü imaj esasında çocuğun zihnindeki kendi imajıyla aynı değildir, fakat çocuk bu farklı imajın kendi imajı olduğunu görmektedir. Burada da bir yanılma söz konusudur. Çocuğun ayna ile karşılaşmadan önceki beden imajı ile kendisine ait olduğunu kabul etmek zorunda kaldığı aynadaki imaj arasındaki fark bir yabancılaşma doğurmaktadır. Bu yabancılaşma zihinsel süreçler için ömür boyu sürecek bir sorun oluşturacaktır, çünkü aynadaki imaj hiçbir zaman zihnindeki beden imajıyla tam olarak örtüşmeyecektir. Lacan’ın sonraki eklemelerine göre “ayna evresi”, “öteki”nin bakışı tarafından zihinsel aygıtın şekillendirilmesine karşılık gelmektedir. Yetişkin bir insanın zihinsel süreçlerinde de mecazi aynalar benzer sürecin devamına sebep olur. Mecazi aynalar ise “öteki”lerdir. Öteki insanların zihnindeki algılanışla, kendi kendini algılayış arasında daima bir farklılık mevcut olacaktır (Göka, Beyazyüz, 2011: 27). 68 Benlik, çocukluk dönemindeki deneyimlerden ve çevresindeki kişilerin davranışlarından etkilenmekte ve çocuğun kabul edilen bir insan olup olmadığı konusunda önemli ipuçları vermektedir (Kazancı, 1989: 185-186). Benliğin oluşumundaki bu etki, ergenlik döneminde daha da önem ve hız kazanmaktadır. Genç bu dönemde, duygularını, bedenini incelemekte, nasıl bir kişi olduğunu ve nasıl bir kişi olmak istediği konularında kafa yormaya başlamaktadır. Bu çağda benlik kavramı sürekli iniş çıkış ve dalgalanma göstermekte ve genç benliğini yeni baştan düzenlemeye çalışmaktadır (Yörükoğlu, 1987). Erken adolesan döneminde benliğe hem geçmiş hem gelecek uyumu evrilmekte ve genç daha soyut ifadeleri kullanmaya başlamaktadır. Genç, genelde yaptıkları şeyi anlatmaktan, kıyaslamalı değerlendirmelere, iç kişilikle ilgili endişelere, sistematik inanış ve planlara geçiş yapmaktadır. Her bir yeni aşama bir önceki ile uyum sağlayarak onu dönüştürmektedir. Psikolojik benlik evrilirken genç, benliği üzerinde çeşitli perspektiflere uyum sağlamak için uğraş vermektedir (kendisini dünyaya nasıl tanıttığı, ne olma arzusu taşıdığı, önceleri kim olduğu ve şimdi kim olduğu gibi) (Harter, 1990; Harter, Marold, Whitesell, & Cobbs, 1996; Ruble, Eisenberg, & Higgings, 1994). Yetişkin bir kişi olduğu zamanki duygunun gelişimi adolesan döneminin başlıca görevi olarak izlenmektedir. Ama kim olduğu ve nereye ait olduğu sorusu olgunluk boyunca esas şeyi oluşturmaya devam etmektedir (Erikson, 1968). 3.1.4. Benlik Bilinci (Self-Aware) Benlik bilinci, kişinin kendisinin, ötekilerden ayrı, bağımsız toplumsal bir kimliğinin olduğunun farkında oluşudur. İnsanlar benlik bilinçleriyle doğmazlar, ancak ilk toplumsallaşmanın bir sonucu olarak benlikleri hakkında bir farkında olma duygusu edinirler (Giddens, 2000: 615). Benlik farkındalığı, bireyin dikkatini kendi üzerinde yoğunlaştırması ve kendisinin başka 69 insanlardan farklı bir varoluşa sahip olduğunun bilincine varmasıdır (Budak, 2000: 576). Skinner’e (1974) göre, insanlar sadece bilinçli olmakla kalmaz, aynı zamanda bilinçli olduklarının da farkında olurlar. İnsanlar sadece çevrelerinin değil, çevrenin bir parçası olarak kendilerinin de farkındadırlar, sadece dış uyaranları gözlemekle kalmaz, gözledikleri kendi içlerinden gelen içsel uyarıcıların da farkındadırlar. Davranış hem çevrenin hem de kendi derisinin altındaki çevresinin bir parçasıdır. İnsan evrenin bir parçası olarak kendine özgüdür ve bu nedenle özeldir. Hepimiz öznel olarak kendi düşüncelerimizin, duygularımızın, anılarımızın ve amaçlarımızın farkındayızdır (aktaran Feist, 1990: 183). Kişi psikolojik, dürtü ve güdülerini, duygularını, fiziksel yapısını, kendi kişisel standartlarını, yapamayacaklarını ekonomik algıladığı durumunu, zaman, benlik yapabileceklerini farkındalığına veya ulaşmış olmaktadır. Ulaştığı farkındalık durumundan birey hoşnutluk duyuyorsa, bu aynı zamanda kendilik algısını güçlendirmektedir. Benlik farkındalığı herkes için geçerli bir süreçtir. Bununla birlikte bazı insanların benlik farkındalığı güçlü yani benliğinin ayrımına varma yeteneği güçlü, bazılarının ise daha zayıf olmaktadır. Kendi kendinin farkında olan insan, kendinin farkında olmayan insanlardan daha fazla dürüst, daha az keyfi olarak cezalandırıcı, daha çalışkan ve gayretli olmaktadır. Bazen kurallar kişinin kendi davranışından daha fazla öne çıkabilir. Bu durumda kişi şimdiki ve önceki davranışı arasındaki farkı en aza indirmeye çabalamaktadır. Örneğin kişiden kendisinin sosyal yaşamdan hoşlanma ya da saldırganlık eğilimlerini tanımlanması istendiğinde, kişinin ben farkındalığı durumu, kişiyi daha çok gerçeğe uygun bir kendini tanımlamaya yöneltmektedir (Özen, 2003: 62). 70 3.1.5. Benlik Yeterliliği (Self-Efficiency) Benlik farkındalığı yüksek bireyler, benlik yeterliliği (self-efficiency) duygusuna da çabuk ulaşabilmektedirler. Kişiler yaşam mücadelesi verirken kendilerini yeterli veya zayıf olarak görmektedirler. Bu, onların kendilik algılarını etkilemektedir. Benlik yeterliliği bireyin tutum ve davranışlarını birçok yönden etkilemektedir. Benlik yeterliliği duygusu yüksek insanlar yaşamın zorluklarıyla daha kolay başa çıkabilirken, benlik yeterliliği, dolayısıyla kendilik algısı düşük insanlar yaşam mücadelesine kolayca yenik düşmektedirler. Benlik yeterliliği ve kendilik algısı yüksek insanlar, amaçlarını gerçekleştirme konusunda daha azimli, sabırlı ve sebat sahibidirler (Schultz & Schultz, 2001: 385). Benlik farkındalığı ve benlik yeterliliği yüksek olan bireylerin kendilerini topluma kabul ettirmeye yönelik benlik sunumları da daha güçlüdür. Bu bireylerin farklı ortamlara ve durumlara uyum sağlama hızları yüksektir. Toplumsal yaşamda olumlu izlenim, itibar ve imaj oluşturma yetenekleri gelişmiştir. Bu durum onların güçlü bir kişilik göstermelerini sağlamaktadır. Benlik farkındalığı, kişinin kendini tanıma ve tanımlamadaki becerisini artırırken; benlik yeterliliği kişinin zor durumlar karşısında mücadele etme, problem çözme, kendini var etme ve kendini gerçekleştirme yeteneğini artırmaktadır (Tutar, Altınöz, Çakıroğlu, 2009: 491). 3.1.6. Benlik Saygısı (Self-Esteem) Benlik kavramıyla ilgili bir diğer önemli kavram benlik saygısıdır. Benlik saygısı, kişinin kendisine değer vermesi, kendine güven ve saygı duyması, kişinin kendini değerlendirmesi sonucunda ulaştığı onaylamasından doğan beğeni durumudur (Gün, 2006: 19). kendi benliğini 71 Benlik bilinci benliğin zihinsel boyutunu oluştururken, benlik saygısı benliğin duygusal boyutunu oluşturmaktadır. Kişinin benlik algısında olduğu gibi kendisini kim olarak gördüğünün yanında, kim olarak görmek istediği ile de ilgilidir. Benlik saygısı, kişinin kendini zihinsel olmaktan çok duygusal değerlendirmelerinin sonucunda ulaştığı kendinden duyduğu hoşnutluk düzeyidir. Ruh sağlığının ve iyi olma durumunun bir göstergesi olan benlik saygısı, kişiye yeterlilik duygusu ve başarı güdüsü vermektedir. Kişinin kendisiyle barışık olma derecesini ve yeterli olarak görme düzeyini yansıtmaktadır (Bruno, 1996: 102). Benlik saygısı, kişinin kendini değerli görmesi veya görmemesini belirlemektedir (Çuhadaroğlu, 1994). Rosenberg; benlik saygısının, kişinin kendini değerlendirirken aldığı tutumun yönüne bağlı olduğunu belirtmektedir. Kişi kendini değerlendirmede olumlu bir tutum içindeyse benlik saygısı yüksek, olumsuz bir tutum içindeyse benlik saygısı düşük olmaktadır (Çuhadaroğlu, 1986). Benlik saygısı dolayısıyla, benlik algısı yüksek insanlar kendileri hakkındaki kendi değerlendirmelerine önem verirken, kendilik algısı ve benlik saygısı zayıf insanlar başkalarının onlar hakkındaki değerlendirmelerine önem atfetmekte ve kendilerini yetersiz görmektedirler. Benlik saygısı yüksek olan kişide kendine güven, iyimserlik, başarma isteği, zorluklardan yılmama gibi olumlu ruhsal nitelikler bulunurken, benlik saygısı düşük bir kimsenin kendine güveni azdır, kolay umutsuzluğa kapılır, kısacası olumsuz ruhsal belirtiler geliştirmeye daha yatkındır (Yörükoğlu, 1988). Copersmith (1967), benlik saygısını kişiliğin önemli bir boyutu ve olumlu bir kişilik özelliği olarak kabul ederken, bireyin kendini yetenekli, önemli, başarılı ve değerli olarak algılama derecesi şeklinde tanımlamaktadır (aktaran Gül: 1996). 72 Copersmith’e göre benlik saygısının gelişiminde katkısı olan 4 önemli etken şunlardır (aktaran Gül: 1996): 1) Kişinin yaşamında önemli bir yere sahip olan insanlardan gördüğü ilgi, kabul edici ve saygılı davranışların miktarı, 2) Kişinin başarıları ve sahip olduğu statü, 3) Kişinin başkaları tarafından kendisi için konulan veya kendi istediği amaçlara ulaşmış olması, 4) Kişinin başkaları tarafından yapılan değerlendirmelere verdiği karşılık. Bunların yanında bireylerin yüksek benlik saygısı geliştirmelerini zorlaştıran bazı engeller bulunmaktadır. Örneğin, fiziksel bir engel, hastalık, zihinsel eksiklikler, dikkat problemleri bunlardan bazılarıdır. Ayrıca sınıf farklılıkları, ekonomik problemler, aile, alkolizm, çevresel baskılar gibi bazı durumlardan kaynaklanan engeller de bireylerde benlik saygısının az olmasına sebep olabilmektedir. Ama tüm bu zorluklara rağmen yüksek benlik saygısı geliştirebilen bireyler de bulunmaktadır (Yavuzer, 2002). 3.1.7. Benlik Tasarımı-İnşası (Self-Construction) Hem sabit hem de değişken olduğu söylenilebilen benlik, bireyin yaşam süresince meydana gelen uyumsuzlukları çözen, yeterlik arayan ve gerçek dünya terimiyle üstünlük arayan aktif bir unsur olarak görülmektedir (Brown, 1998). Bireyin yaşama ayak uydurabilmesi için benliğini geliştirmesi ve yapılandırması durumuna benlik tasarımı diyebiliriz. Benliğin yapısı konusunda “Psikolojik Merkezcilik” görüşünden yana olan yazarlar benliğin karmaşık ve bütüncül bir görünümde olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu yaklaşımdan yola çıkarak benlik yapısının iki temel belirleyicileri olduğu iddia edilmektedir (Kuhn & Mcpartland, 1954; Gordon, 1968). Bunlar: (1) sevgi, zeka ve iyimserlik gibi kişilik özellikleri, (2) ırk, 73 cinsiyet, din, yaş ve sosyal sınıf gibi sosyal kimliğe ilişkin bazı özelliklerdir. Bu görüşün savunucuları benlik yapısının ancak bu iki grup temel belirleyiciler arasındaki ilişkilere dikkat etmekle anlaşılabileceğini ileri sürmektedirler. Gergen (1971)’in kuramsal yayın sayılan çalışması benlik tasarımının gelişimine detaylı olarak yer vermektedir. Araştırmada benlik tasarımının gelişiminde etken olan başlıca dört süreç üzerinde durulmuştur. Bunlar: (1) Bireyin çocukluk yıllarından bu yana geliştirmiş olduğu yerleşik davranış kalıpları, (2) bireyin çevresinde bulunan kişilerin bireyi değerlendiriş tarzları, (3) bireyin diğer kişilerle olan ilişkilerinde bireyin kendini ele alış biçimi ve (4) bireyin çocukluktan beri geliştirmiş olduğu kendine özgü amaçları olarak sıralanmıştır. Benlik Tasarımı ve Aile İlişkisi Bireyin çevresi ve çevresiyle olan sosyal ilişkileri uygun bir şekilde düzenlendiğinde, birey sağlıklı ve gerçekçi bir benlik tasarımı gerçekleştirebilmektedir. Birey, çevresine uygun davranışlar geliştirmesi gerektiğini bebeklik çağında kavrayabilmektedir. Mead’a göre birey, öncelikle kendi çevresindeki bireyleri (anne, baba ve kardeşleri) gözleyerek, onların davranışlarını oyun içinde taklit etmekte, kendisi için önemli olan bu kişilerin davranışlarını özümseyerek bir başkasının rolünü oynamakta ve giderek kendisini başkalarının ona yönelttiği davranışlar gibi görmeye başlamaktadır (Gergen, 1971). Gürhan’ın (1986), “Lise öğrencilerinin Benlik Tasarım Düzeylerini Etkileyen Bazı Etmenler” adlı araştırmasında çeşitli bölümlerden elde edilen bulgulara göre, niteliklerinden ve lise öğrencilerinin kültürel nitelikleri benlik ve tasarım düzeyleri ana-babalarının özlük davranışsal özelliklerinden değişik derecelerde etkilenmektedir. Okul yaşamında serbest zaman etkinliklerine katılan ve spor yapan öğrencilerin benlik tasarım düzeyleri yapmayanlara göre üst seviyelerdedir. Öğrenim seviyesi yüksek 74 anne ve babaların çocukları alt öğrenim seviyesine sahip olanlara göre benlik tasarımı açısından avantajlıdır (Kulaksızoğlu, 2005). Oğuzhanoğlu ve Kültür’ün (1988), yaptıkları çalışmada, annenin eğitim düzeyi yüksekliğinin; anne ve babanın ergene karşı benimsediği gözetme ve değer verme gibi olumlu tutumların benlik saygılarını yükseltici rol oynadığı tespit edilmiştir (Gür, 1996). Çuhadaroğlu (1989) yaptığı çalışmada, ergenlerde benlik saygısını etkileyen faktörlerden anne eğitim düzeyi arttıkça benlik saygısı oranının artığını, annenin çalışıyor olmasının benlik saygısını olumlu yönde etkilediğini belirtmiştir (Çuhadaroğlu, 1989). Benlik Tasarımı ve Yaş İlişkisi Benlik tasarımının yaş ile ilişkisini araştıran bazı çalışmalara göre; (6-50) yaş dönemini kapsayan araştırmalarda genellikle, benlik kavramı üzerinde yaş faktörünün olumlu ya da olumsuz herhangi bir etkide bulunduğu saptanamamıştır (Wylie, 1989). Fakat Cicirelli (1977), yaşla benlik kavramı arasındaki ilişkiyi ifade ederken, “yaş” faktörü arttıkça, bilişsel yeteneklerin de artacağı ve bireyin kendisini daha sağlıklı değerlendirebileceği husus üzerinde durmuştur. Nitekim Mc Carty ve Hoge (1982) da, ergenlerde benlik saygısı üzerinde yaş etkilerini belirlemek üzere yaklaşık 2000 kişilik bir örneklemde Rosenberg Benlik Saygısı Ölçeği9 ve Copersmith Benlik Saygısı Ölçeğini10 9 Rosenberg Benlik Saygısı Ölçeği (Rosenberg Self-esteem Scale): Benlik saygısı ölçümü için kullanılan bu ölçek, 1963 yılında Morris Rosenberg tarafından geliştirilmiştir. ABD’de güvenilirlik geçerlilik çalışması yapıldıktan sonra birçok araştırmada ölçüm aracı olarak kullanılmıştır. Ülkemizde ölçeğin geçerlilik ve güvenilirlik çalışmaları Çuhadaroğlu tarafından yapılmış olup, geçerlilik kat sayısı r=71 olarak bulunmuştur. Test-tekrar test güvenilirlik yöntemi kullanılarak da güvenilirlik kat sayısı r =75 olarak saptanmıştır (Tezcan, 2009: 35). 10 Copersmith Benlik Saygısı Ölçeği: CSEI (Coopersmith Seif Esteem lnventory), bir kişinin Özsaygı düzeyini belirlemek için geliştirilen bu ölçek toplam 58 maddeden oluşmaktadır. Coopersmith (1959) 75 uygulamışlardır. Bulgular ergenlerin yaşları ilerledikçe benlik saygılarının arttığını göstermektedir (Gür, 1996). Benlik Tasarımı ve Cinsiyet İlişkisi Erkekler üzerinde yapılan bir araştırmalarda erkeklerin benlik kavramı başarı, liderlik ve maskülizm11 düzeyleri ile ilişkili bulunmuştur. Bu özellikleri yüksek olan erkeklerin benlik kavramlarının da yüksek olduğu saptanmıştır. Kızlarda ise, doğuştan sosyal olma ile ilgili benlik kavramları daha yüksek bulunmuştur. Böylece benlik kavramının yapısının ve genel benlik kavramında cinsiyet farklılıklarına ilişkin bazı spesifik bileşenlerin de cinsiyet stereotipleriyle uyguluk gösteren farklılıklar olduğu saptanmıştır (Marsh, Barnes, Cairns, Tidman, 1984). Benlik tasarımı ve cinsiyet ilişkisiyle ilgili bir başka araştırmada; Hatipoğlu (1996), 619 orta ikinci sınıf üzerinde yaptığı çalışmada, erkek ergenlerin benlik tasarım düzeylerini kızlara göre daha yüksek bulmuştur (Hatipoğlu, 1996). Benlik Tasarımı ve Sosyal Ortam İlişkisi Aile ortamından daha geniş kitlelerin bulunduğu sosyal ortama geçiş yapan bireyin kim olduğu önemli ölçüde sosyal ortam içerisinde şekil almaktadır. Toplumunun değerler sisteminde yer alan sosyal statü, ekonomik durum, etnik yapı, eğitim düzeyi, meslek ve bireyin fiziksel yapısının nitelikleri, çevrenin bireye yönelttiği davranış şekilleri, bireyin benlik aracın testin tekrarı güvenirlik katsayısını, .88 (5 hafta arayla) ve .70 (3 yıl arayla) bulmuştur. Yine Coopersmith (1967) aracın Kuder Richardson güvenirlik katsayısını kızlar için. 91 ve erkekler için .80 olarak buldu-unu belirtmektedir. Bu bulgular Coopersmith Özsaygı Envanterinin güvenilir ve geçerli bir araç olduğunu göstermektedir. Ölçek son olarak Pişkin (1996) tarafından ölçek Türkçe’ ye uyarlanmıştır (http://ilkogretim-online.org.tr/vol8say2/v8s2m5.pdf). 11 Maskülizm, erkeklerin deneyimleri üzerine inşa edilmiş toplumsal teori ve politik bir hareket tarzıdır (http://tr.wikipedia.org/wiki/Maskulizm). 76 tasarımını etkilemektedir. Bireyin benlik tasarımında sosyal ortamın ne denli önemli olduğunu vurgulayan çeşitli araştırmalara yer vermek uygun olacaktır. Benlik kavramının sosyo-ekonomik düzeyle olan ilişkisini araştıran çalışmalarda, düşük sosyo-ekonomik düzeyin özellikle çocuklarda düşük benlik saygısı gelişmesi durumuna yol açtığı saptanmıştır. Araştırmacılar bunun doğal bir sonuç olduğunu, çünkü kötü çevresel şartların ve buna eşlik eden okul başarısızlığının düşük benlik saygısı ve olumsuz benlik tasarımı kavramını ortaya çıkardığını belirtmektedirler. Benlik saygısı yüksek ve benlik tasarımı olumlu olan çocuklar ise, küçük yaşlarda diğer gruplardaki çocuklardan ayırt edilebilmektedir. Bu bireyler; aile, öğretmen ve arkadaşları tarafından kabul edilmekte, bu da onların benlik saygılarının yüksek, benlik tasarımlarının olumlu olmasını sağlamaktadır. Orta sosyo-ekonomik düzeye sahip çocukların ise, aileleri tarafından daha iyi, en iyi olma konusunda sürekli bir baskıya maruz kalmaları, benlik saygısının düşük, benlik tasarımlarının olumsuz olması sonucunu da beraberinde getirmektedir (Wylie, 1963). Rosenberg (1978), 8-18 ve 18-65 yaş gruplarından oluşan iki ayrı örneklemi kapsayan bir araştırmasında, sosyal sınıfla benlik tasarımı arasında bireyin yaşına göre değişen bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur. Araştırmanın bulguları, 8-18 yaş grubunda benlik tasarımı ile sosyal sınıf arasında herhangi bir ilişki olmadığını, 12-18 yaş arasında orta düzeyde, 18 ve daha yukarı yaşlarda ise yüksek düzeyde ilişki bulunduğunu ortaya koymuştur (Gürhan, 1986). Arnas (2004), sokakta çalışan çocukların benlik kavramlarını incelenmiş, Adana sokaklarında 66 çalışan ve 66 çalışmayan olmak üzere, 9-16 yaş grubundaki 132 çocuk arasında yaptığı araştırma sonucunda, sokakta çalışan çocukların benlik tasarım puan ortalamalarının sokakta çalışmayan çocuklardan daha düşük olduğunu tespit etmiştir (Arnas, 2004). 77 Benlik Tasarımı ve Grup Üyeliği İlişkisi Bazı toplumlarda bazı benlikler üstün kılınıp güçlendirilirken, diğer taraftan bazı benlikler bastırılarak zayıf hale de sokulmaktadır. Bu durum benliğin sosyal tasarımında (inşasında) büyük ölçüde etki etmektedir. Benliğin sosyal olarak inşası sadece belirli ilişkilere veya anlık durumlara bağlı değil, ayrıca daha geniş sosyo kültürel ve tarihsel faktörlere de bağlıdır. Etnik grup üyesi olmanın, bireyin benlik tasarımına ne tür bir etkisi olduğunu Porto-Rikolu beyaz ve zencileri kapsayan bir örneklem üzerinde araştıran Zirkel & Moses (1971)’in bulguları, etnik grup üyesi olmanın benlik tasarım düzeyini önemli ölçüde etkilediğini destekler niteliktedir. Fakat bir okulda herhangi bir etnik gruba ait olanların çoğunlukta olması ile öğrencilerin benlik tasarım düzeyleri arasında bir ilişki bulunmadığı saptanmıştır (Zirkel, Moses, 1971: 253-265). Erken adolesan döneminde etnik kimliğin benlik saygısı, kendini yetkin görme ve toplumun öngördüğü davranışlar sergileme değişkenleri ile ilişkisini ortaya koymaya yönelik yapılan bir çalışmada Smith, Walker, Fiels, Brookins ve Seay (1999), farklı etnik gruplara ait 11-13 yaş gurubu 1 erkek 1 kız adolesanı örneklemlerine almışlardır. Yapısal eşitleme modelinin kullanıldığı çalışmada birçok yapının gizli ilişkileri ve bunların karşılaştırmalı ilişkileri de araştırılmıştır. Benlik saygısı ile etnik kimlik faktörü arasında ilişki olduğu tespit edilmiştir. Araştırmacı bunun nedeninin, toplumsal davranışlar üzerinde etnik kimliğin yetkinliğinin olmasından dolaylı etkisinin olduğunu belirtmiştir. Bulgular, etnik kimlik ve benlik saygısının ayrı şeyler olduğu fakat genç insanların algılarına, yeteneklerine, akademik başarılarına mesleklerin anlamını çözmede ve amaçlara ulaşmada toplumsal davranışların değerini anlamaya yardım edici olması bakımından birbiriyle ilişkili olduğu görülmüştür (William & Currie, 2000). 78 Benlik Tasarımı ve Bireyin Ruh Sağlığı İlişkisi Bireyin ruh sağlığında, onun benlik tasarımının oldukça önemli bir yeri vardır. Benlik tasarımına uygun davranamayan kişilerde psikolojik bozukluklar ve çevresine uyum güçlüğü görülebilmektedir. Gerçek benlik ile ideal benlik arasındaki fark arttıkça, bireyin kişiliği çözülebilmektedir. Birey, benlik tasarımı ve yaşantıları arasındaki uyumsuzluk durumunda, daha çok savunmaya yönelebilmektedir. Bu durum, bireyde psikolojik dağılmaya ve kaygıya neden olabilmektedir. Bireyde gerginlik, tedirginlik ve korku duyguları görülebilmektedir (Beyazyüz, Göka, 2011: 36). Benlik tasarımının korunması (muhafazası) üzerinde duran Wiener (1970)’e göre bireyin çeşitli yetenekleri, hünerleri, başka insanlarca bir değerlendirilmeye tabi tutulup, düşük bulunduğunda birey benliğini koruma çabalarına başvurmakta, böylece birey hem kendisine hem de çevresindeki kişilere karşı daha etkin biri olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır (Beyazyüz, Göka, 2011: 36). 3.1.8. Sosyo-Kültürel Bağlamda Benlik Toplum ve kültürler, bireye yükledikleri anlama göre, insan tecrübelerine göre ve temel insan problemlerine çözümler bakımından farklılık göstermektedirler (Hofstede, 1980). Farklı kültürel çevrelerde yaratılan benlikler, bu kültüre özgü bir şekil geliştirmektedir (Weigert, Teige, & Teige, 1990). Sosyo-kültürel çevrenin benlik üzerinde nasıl etkilere sahip olduğunu anlamak isteyen araştırmacılar, Kuzey Amerikalı katılımcılar üzerinde bir araştırma yapmıştır. Genelde Kuzey Amerika ve Batı Avrupa kültürleri bireyselci olarak ifade edilmektedirler. Yani bu kültürler üyelerini, bireysel haklar ve kişisel özgürlüklere, kişisel memnuniyetin ve otonominin merkezi 79 olmasına; kişisel, özel ve tek benliğe inanmak üzere sosyalize etmektedirler. Bu kültürler üzerinde yapılan kişilik konusundaki araştırmalar (DeNeve & Cooper, 1998) bireylerde mutluluk (Ryff &Keyes, 1995) ve otonom amaçlı benliğe işaret etmektedir. Bu bölgede yaşayanların hemen hemen hepsi demokratik bireyselciliğin özellikleri olan, kişisel mutlulukların elde edilmesi, hedeflerin oluşturulması, sosyal çevrenin göreceli yabancılarla genişletilmesi gibi eylemleri kişisel hedef belirlemektedir. Bu toplumların bireysel hakları, kişisel özerkliği ve öz-başarıyı, bireyselliği vurgulamak için değerli kıldıkları söylenmektedir. Onlara göre benlik grup mensubu olmak suretiyle değil, kişisel başarılar ve görevler sayesinde yaratılmaktadır (Kim, 1994; Triandis, 1995). Bu kültürel çerçeve içerisinde benlik sınırlandırılmış ve sabit olarak görülmektedir. Kendi hakkında iyi hisler içinde olmak ve birçok yegane ve ayırt edici kişisel tavır ve düşüncelere sahip olmak ise değer verilen bir noktadır (Oyserman & Markus, 1993; Markus, 1998; Triandis, 1995). Fakat bireyselliğin evrensel bir sosyalleşme hedefi olmadığı olasılığı bulunmaktadır ve bu yöndeki düşünce cinsiyet araştırmaları ve ırksal-etnik çalışma araştırmalarında da ayrıca doğrulanmaktadır (Frable, 1997). Toplumlar çeşitli şekillerde farklılıklar göstermesine rağmen, bireyselciliği öne çıkartan toplumlar en çok, kolektifliği öne çıkartan toplumlarla çelişik görülmektedir (Schwartz, 1990). Kolektifliği öne çıkaran toplumlarda bireye ve onun öz niteliklerine önem vermekten çok, bir grup içerisinde bireyin yeri ve grubun öz nitelikleri üzerinde durulmaktadır (Triandis, 1995). Bu şekilde birey ile grup-içi arasındaki iç bağımlılık öne çıkartılmaktadır çünkü bireyler grup içinde bir parçadır. Daha da öte, bireyler bireysel yetenek ve bağımsızlık nedeniyle toplumda değerli olmaya çalışmaktan daha ziyade, ilişkilerini muhafaza etme ve kişilerarası uyumu sağlama yeteneklerinden dolayı değerli kılınma yolunda mücadele vermektedirler (Markus & Kitayama, 1991). Kolektivizmin öne çıktığı toplumlarda grup içi üyeliğinin anlamlı bir kimlik parçası olarak görüldüğü (Kim, 1994), kişisel hedeflerin ve grup 80 ihtiyaçlarının da eşleşik olduğu (Oyserman, Sakamoto, & Lauffer, 1998) nosyonuna deneysel destekler de artmaktadır. Bireyselliği önemseyen toplumlardan gelen öğrenciler özellikle kişisel başarıyı öz-saygının temeli olarak görürken; bireyselliği çok fazla önemsemeyen kolektif toplumlardan gelen öğrenciler ise aile yaşamını öz-saygının temeli olarak görmektedirler (Watkins ve arkadaşları,1998). Kültürlerarası araştırmalar gösteriyor ki kültürler, “soyut” karşıtı “deneyimsel” benlik kavramına, “öz-saygı muhafazası” karşıtı “benlik gelişimine” ve “aktif” karşıtı “sakin” benlik ilişkili duygulara farklı farklı yaklaşımlar sergilemektedir. Bireyselliğe önem veren kültürlerde bireyin hedefi benliğini yükseltmesi veya öz-saygısını muhafaza etmesi iken, ortaklaşmayı esas alan kültürlerde grup içinde uyum gösterme, iyi bir grup elemanı olma, kendini veya diğer grup elemanlarını utandırmaktan kaçınma gibi benlik hedefleri merkez olarak alınmaktadır (Oyserman, Coon, & Kemmelmeier, 1999). Örneğin, toplumların, öz-saygı muhafazasına önem vermeleri ölçüsünde farklılaştıkları iddiasına ilk baştaki destek Japon ve Amerikan öğrencileri kıyaslayan araştırmalardan gelmektedir. Kuzey Amerikan öğrencileri başarısızlıkla ilgili bir geri dönüş aldıktan sonra, daha kolay sorunlar üzerinde çalışarak veya başka bir görev seçerek, benlik duygularını telafi etme çabasına girebilmektedirler. Oysa Japon öğrenciler başarısız oldukları görev üzerinde daha fazla çalışma yönünde benlik geliştirme stratejisi geliştirme yoluna gitmektedirler (Kitayama, Markus, Maksumoto, & Norasakkunkit, 1997). Bireyci kültürlerde mutlu ve dışa dönük olmak değerli özelliklerdir. Bireyci bakış, olumlu benlik görüşünün önemini vurgular. Kuzey Amerika ve Avrupa’da öğrenci odaklı araştırmalar benlik doğasıyla ilgili bu tahminleri destekler niteliktedir. Bireyler sosyal ilişkilerinde olumlu benlik görüşlerini koruyan bir tarzda ilişkiler kurmaya eğilim göstermektedirler ve sosyal ilişkilerinde olumsuz geri bildirimlerle karşılaşma olasılığı onları oldukça 81 rahatsız etmektedir (Leary, Haupt, Strausser & Chokel, 1998). Kuzey Amerikalılar, kendine ait çıkarın kendilerini motive eden bir etmen olduğuna inanmaktadırlar (Miller & Ratner, 1998). Kuzey Amerikan ve Batı Avrupalı araştırma paradigmaları kolektivist dünya görüsünü canlandırabilecek olan durumları (aile ile ilgili durumlar vb.) nadiren ele almaktadır. Bu yüzden çalışmalarda kolektif benlik süreçleri ile ilgili herhangi bir kanıta ulaşılamayabilir. ABD’de bazen her bağlamda bireyselciliğe rastlanmaz ama Amerikan kolektif yapıları ve yaratılan alanlar Amerikan toplumunun bireyselliğe odaklanmasına imkanlar sağlayabilir ve bunları sürdürmeye yardımcı olabilir niteliktedir (Brewer & Hewstone, 2004). Avrupa literatüründe sosyal kimlikler konusunda, grup üyeliğinin bir kimsenin kimliğinin önemli bir bileşeni olduğu ve bireyin kendi grubunu pozitif ve diğerlerinden farklı olarak görmesi yönünde motive edildiği varsayılmaktadır. Özellikle beyaz orta kesim Avrupalı Amerikan üniversite öğrencilerinin çalışmalarından elde edilen benlik konusundaki algılamaların, esasında kültüre bağlı olduğu ve kültürel çerçeve ile sistematik olarak değişebildiği şeklinde bir öngörü ortaya çıkmıştır. Genelde kimlik ve sosyal kimliğin ırksal ve etnik yönleri üzerindeki çalışmalarla birleşen bu algılamalar, benlik kavramı araştırmalarında yeni yönelimlerin algılanmasını mümkün kılabilir (Brewer, Hewstone, 2004). 3.1.9. Benliğin Özellikleri Benlik, hareket halindedir Benlik, algılanan, hissedilen ve tepki verilen her şeyi etkilediği gibi, diğerlerinin davranış, algı ve tepkilerini de etkileyen sosyal bir kuvvettir (Harris, 1995; Kihlstrom & Klein, 1994). Benlik bir bilgi işletimcisi gibi düşünülebilir: sosyal bağlamda yeniden yapılandırıcı, negatif durumları 82 dağıtıcı ve benlik için pozitif sonuçları açığa çıkarıcıdır. Birey anlık olarak davranış değişiminde benliğini göze çarpar hale getirirken, benliğinin çalışma halinde olduğu göz önüne alınır: örneğin kendini bir aynada görünce (Banaji & Prentice, 1994) veya kişi kendinin bir gruba aitliğini hatırına getirdiğinde gibi (Steel, 1997). Benlikle bağlantılı düşünme, duygu düzenlenmesi ve motivasyon, hepsi hareket halindeki benliğin örneklerindendir (Banaji & Prentice, 1994; Greenwald & Pratkanis, 1984; Kihlstrom & Cantor, 1984; Markus & Wurf, 1987). Benlik kişinin davranışlarını dengeler, kişiye rehberlik eder Kişinin benliği, farklı durum ve koşullarda kendisi hakkında sahip olduğu görüş, duygu ve inançların, imaj ve temsillerin aynı kategori altında toplanmasını sağlayan bir kişilik minyatürüdür. Benliğimiz sayesinde yeni bilgileri, kişisel belleğimizde depolanmış bilgilerle kıyaslayarak içselleştiririz. Yani neyi alıp neyi almayacağımıza ya da nasıl alacağımıza benliğimiz karar verir. Bu demek oluyor ki benliğimiz algıda seçiciliğimizi sağlar ve dünyayı kavramamızda bize bir referans çerçevesi oluşturur (Beyazyüz, Göka: 2012: 20). Benlik, deneyimi çerçevelemesi ve davranışı motive etmesi nedeniyle, mevcut öz–bilgiyi temsil eden, örgütleyen ve yeni bir öz–bilginin nasıl içselleştirileceğine rehberlik eden, kişinin kendisi hakkındaki teorisi olarak tanımlanmaktadır (Epstein, 1973). Teori olarak benlik kavramı, benlikle ilgili mevcut bilgi halinden ibaret olup, deneyimin organizesine yardım etme, motivasyona odaklanma, duyguyu düzenleme ve sosyal etkileşime rehberlik etme konusunda yeterince doğruluğa, gerçekliğe sahip olduğu varsayılır. Fakat insanın becerileri, yetenek ve yetkinlikleri ile ilgili bazı mutlak gerçeklikleri yansıttığı söylenemez (Brewer, Hewstone, 2004). 83 Benlik, kişiye sürekli gelişimi telkin eder Bazı araştırmacılar benliğin temel yeterlilik dürtülerinin temel taşı olduğunu ve zamanla doğuştan gelen daha etkin ve güçlü olma ihtiyacını (Maslow, 1954) ve benliği geliştirme isteğini yansıttığını varsaymaktadırlar. Bu öncülde yer alan modeller; öğrenme, etki etme ve benlik geliştirme modelleri olarak destek görmüştür (Maddux, 1991; Trope, 1986). Bu modeller bireylerin benliğini geliştirebilme amacıyla benlikle ilgili doğru bilgiyi arayıp çıkarma yönünde motive olduklarını göstermektedirler (Wurf & Markus, 1991). Çeşitli araştırmalara göre, bireylerde benlikleriyle ilgili olumlu bir imajı muhafaza etme ve yükseltmeye yönelik kuvvetli bir eğilim bulunmaktadır (Greenwald, 1980). Benlik, pozitiflik arama bilgi işlemcisidir Olumlu öz-saygının temel bir insan gereksinimi olduğu iddiası, bir dizi benlik teorisine temel oluşturmaktadır ve buna sosyal kimlik gibi gruba dayalı teoriler (Haslam, Oakes, Turner, & McGarty, 1996; Tajfel, 1981; Turner, Hogg, Oakes, Reicher, & Wetherell, 1987) ve kolektif öz-saygı teorileri de dahildir (Crocker, Luhtanen, Blaine, & Broadnax, 1994). Öz-saygı muhafazası varsayımlarına göre, bireyler kendileri hakkında iyi düşünceye sahip olmayı tercih etmektedirler. Bu varsayıma göre, benlik pozitiflik arama bilgi işlemcisi gibi çalışmaktadır. Bu mekanizma, pozitif benlik tanımlamalarının mümkün olmadığı alanları arayıp bulmaktadır (James, 1890/1950) ve benliği diğerleriyle, ona olumluluğu yansıtacak bir tarzda mukayese etmektedir (örnek Steele, 1988), olumlu benlik tanımlamaların mümkün olmadığı alanlardan ayrışmaktadır (James, 1890/1950). Bireyler ümit verici benlik tanımlamalarına eğilim göstermektedir (Taylor & Brown, 1988). Bu yukarı eğilim, bireyleri bir kötüleşme karşısında 84 pozitif bir kimlik yaratmaya dönük bir odaklanmaya yönlendirebilmektedir (Murray, Holmes, MacDonald, & Ellsworth, 1998). Benlik, kişinin davranışlarındaki tutarlılığı muhafaza eder Benlik, yükseltici işlevlerinin yanı sıra, bilişsel olarak tutarlı bir ölçüt sağlar, devam ettirir ve kişinin kim olduğunu, benlikten ve diğerlerinden ne bekleyeceğini anlamlı kılacak tarzı sürdürür. Swann (1997)’ın benlik doğrulama teorisine (verification theory) göre, bireyler öz tanımlamalarını muhafaza etmeye isteklidirler ve kendi benlik görüşlerine uyan bir sosyal gerçeklik yaratılması suretiyle de bu böyle olacaktır (Banaji & Prentice, 1994; Baumeister,1998; Swann, 1997). Varsayıma göre, bizler, dünya ile ilgili tatminlerde bulunmak ve bu öz tanımlamalarımıza uyan kimselerle ilişkileri sürdürmek üzere tutarlı bir benlik duygusunu tercih etmekteyiz (Higgins, 1996). 3.1.10. Benlik Çatışması (Self-Conflict) Bireyin kendi içinde ve toplum içerisinde dengeli ve uyumlu bir davranış sergilemesinde benlik önemli bir rol üstlenir. Bireyin benlik gelişimi sırasında yaşadığı aksaklıklar, bireyin tutarsız bir benlik oluşturmasına ve sonuç olarak da bireyde benlik çatışmasına sebep olmaktadır. Lecky, iyi bir ruh sağlığı için benlik tasarımının ve özellikle de ideal benlik ile gerçek yaşantılar arasında iyi bir ahenk ve tutarlılık olmasının önemine dikkati çekmiştir. Bir insan ne kadar benlik tasarımına uygun davranabilirse, kendini o kadar rahat hissetmektedir. Kendi değer yargıları ve ideallerine uygun davranmak insanın kendine olan saygısını, güvenini ve mutluluğunu artırmaktadır (Baymur; 1994: 267). Zihinsel olarak sağlıklı bir insanın benliği ile düşünceleri, davranışları ve hayattaki varoluş tarzı arasında tama yakın bir tutarlılık vardır. Bu tutarlılık 85 sağlanabildiği ölçüde kişi, kendini gerçekleştirme eğilimi göstermektedir. Bu tutarlılığın olmadığı durumlarda ise zihin sağlığında bozulmaya doğru bir eğilim baş gösterebilir. Bir insanın ideal benliği ile kişisel ve sosyal benliği arasında belirgin bir fark olduğunda bu durum kişide bir hoşnutsuzluk yaratabilir ve kişi, ideal benliğini kişisel ve sosyal benliğinin yerine yerleştirmek gibi bir savunma mekanizmasına başvurabilir. Bu süreçte gerçek düşünce ve duygular bastırılır ve sonuçta kişinin kendine yabancılaşması gibi bir durum ortaya çıkabilir. Bu yabancılaşma da kişinin varoluşundan bir tatmin ve hoşnutluk duymasını engellemektedir (aktaran Beyazyüz, 2011; Rogers ve Stevens, 1967). Rogers’a göre benliğinin gelişmesi, önemli ölçüde bireyin kendisini olduğu gibi kabul edebilmesine bağlı olmaktadır. Kendisini olduğu gibi algılayıp kabul edemeyen birey, başkalarını da algılayıp kabul edememektedir. Böyle bir birey kendiyle bağdaşamayan bir durum sergilemekte ve benlik çatışması yaşamaktadır (Göka, Beyazyüz, 2011: 36). Kişinin gerçek deneyimleriyle benliği arasındaki boşluğun büyümesi, müzmin bir bunaltının (anksiyete) kaynağı olabilir ve bu müzmin anksiyete de kendini ruhsal bir rahatsızlık şeklinde dışarıya vurabilir. Rogers’a göre güçlü bir benlik gücünü katılığından ve sabitliğinden değil, bilakis esnekliğinden ve yumuşaklığından alır; böyle bir benlik kişiye, yeni deneyimler, düşünceler ve duygularla yüzleşebilme yeteneği sağlar (Göka, Beyazyüz, 2011: 36). 86 Uyuşmayan Kişisel ve Sosyal Benlik İdeal Benlik - Kişisel ve sosyal benlik, ideal benlikten oldukça farklılaşmıştır. - Kişisel ve sosyal benliklerle, ideal benlik arasındaki ortak alan çok azdır. - Kişide kendilik yeterliliği oldukça zayıftır. Uyumlu Kişisel ve Sosyal Benlik İdeal Benlik - Kişisel ve sosyal benlik, ideal benlikle hemen hemen aynı gelişmişliktedir. - Kişisel ve sosyal benliklerle, ideal benlik arasındaki ortak alan daha fazladır. - Kişide kendilik yeterliliği oluşmuştur. Şekil 5: Kişide Benlik Çatışması ve Benlik Uyumu (Kaynak: http://www.simplypsychology.org/self-concept.html) 3.2. Benlik Kuramları 3.2.1. William James’in Benlik Kuramı (1842-1910) ABD’de yeni bilimsel psikolojinin öncüsü olan William James, pek çok kişi tarafından Wund’dan sonra Amerika’nın en büyük psikoloğu olarak kabul edilmektedir (Shultz & Shultz, 2002: 229). Psikolojide benlik konusuna ilişkin ilk çalışmalar William James’e aittir. James’e göre benlik, en geniş anlamıyla, kişinin kendisinin ne olduğunu söyleyebileceği her şeyin toplamıdır. James, benliğin iki boyutta düşünülmesi gerektiğini savunmaktadır (Özen, Gülaçtı, 2010: 22-23): 87 “Düşündüğüm her ne olursa olsun, her zaman az çok kendimin farkındayımdır. Ayrıca kendi varlığımın da farkındayımdır. Aynı zamanda bu farkında oluş, benim tarafımdan gerçekleştirilmektedir. Böylece kendi benliğimi bir bütün olarak ele aldığımda ortaya çiftmiş gibi bir durum çıkmaktadır. Biraz bilinen, biraz bilen, biraz nesne, biraz özne olabilen. O halde benliğimin iki yönü bulunmaktadır. Bunlardan birine “Bilen Benlik (I)”, bir diğerine “Bilinen Benlik (Me)” diyebilirim. Bunlar benliğin farklı yönleridir ancak ayrı iki şey değildir. Çünkü “Bilen Benliğin” kimliği “Bilinen Benliktir”.” James “Bilinen Benliğe” (Me or self as known) görgül ego da demektedir. Bilinen benlik bireyin “benim kendime ait” diyebileceği şeylerin tümüdür. Bu şeylerin içinde yalnızca kendi bedeni ve fiziksel gücü değil ayrıca giysileri, eşi, çocukları, ataları, arkadaşları, edindiği ün ve çalışmaları, mal varlığı da yer almaktadır. James’e göre bireye ait tüm bu değerler gelişirse, zenginleşirse birey kendini üstün hisseder, eğer azalır, bozulur, kaybolurlarsa kendini aşağılanmış görür (James, 1890/1950: 291-292). “Bilinen Benliği” oluşturan üç bölüm bulunmaktadır (Özen, Gülaçtı, 2010): 1) Bilinen Benliğin Maddi Öğesi: Bütün insanlarda beden, maddi “bilinen benliğin” en temel parçasıdır. Buna ek olarak bedeninde bazı parçaları insana daha yakındır. Bundan sonra giysileri gelir. İnsanların bedenlerine özen göstermeye, onu süsleyip geliştirmeye yönelik bir eğilimi vardır. 2) Bilinen Benliğin Toplumsal Öğesi: İnsanın çevresi, dostları tarafından tanınan, bilinen yönüdür. Yani birey kendisini tanıyan insanların sayısı kadar “toplumsal benliğe” sahiptir. Tüm bu insanlar düşüncelerinde, o bireyin imgesini taşırlar. Ancak bu imgeleri taşıyan kişiler de gruplara ayrılırlar. Birey, bu birbirlerinden farklı grupların sayısı kadar da farklı toplumsal benliğe sahiptir. Çünkü birey bu grupların her birine farklı bir 88 yönünü göstermektedir. Örneğin, kişi çocuklarının yanında arkadaşlarının arasında olduğundan farklı davranmaktadır. Yani birey, bünyesinde birçok benlik barındırmakta olup içinde bulunduğu toplumun niteliğine ya da bulunduğu duruma göre, sahip olduğu toplumsal benlikten o duruma uyanın en iyisini sergiler. Bazen bireyden birkaç toplumsal benliği birden sergilemesi beklenebilir. Böyle durumlarda rol çatışması ortaya çıkabilmektedir. Bu çatışmaya bazen de farklı toplumsal benliklerin birbirlerine uyum gösterememesi de neden olabilmektedir. Bireyin benliğini koruyabilmesi, kendisine yönelebilecek tehdit ve tehlikeyi en aza indirgeyebilmesi ve çatışan toplumsal benlikleri arasında belirli bir uyumu sağlayabilmesi için benliğinin farkında olması ve sorunlarını çözmeye yönelik benlik geliştirmesi gerekmektedir. 3) Bilinen Benliğin Manevi Öğesi: Bilinen benliğin manevi öğesi dendiğinde, bilinçten geçmekte olan özel durumlardan biri değil, daha çok bilincinde bulunan tüm durumların birikimi kastedilmektedir. Tüm bu birikimin her insanın düşüncesinin nesnesi olabilir ve her en bilinen benliğin diğer yönlerinin bireyde uyandırdığı gibi coşkular uyandırabilir. Kendimizi “düşünen” olarak kabul ettiğimizde bilinen benliğin tüm diğer parçaları göreli olarak bizim için dışsal varlıklar olurlar. Bundan öte, manevi bilinen benliğin bazı öğeleri insana yakındır. Örneğin bireyin coşkuları ve arzuları yani duyguları ona yetilerinden daha açık ve yakındır. 3.2.2. Carl Rogers’in Benlik Kuramı (1902-1987) Rogers insanın kendi düşünce ve davranışlarını istenmeyenden istenene doğru bilinçli ve makul bir şekilde değiştirebileceğini düşünmektedir. Bireylerin daima bilinçaltı güçler ve çocukluk yaşantılarının etkisinde olacağı düşüncesine inanmamıştır. Rogers’a göre insanlar tek bir pozitif güçle motive 89 edilmektedirler. “Gerçekleştirme eğilimi” adını verdiği bu pozitif güç, organizmanın kendi kapasitesi yönünde gelişmesi, gelişimini sürdürmesi, zenginleşmesi ve üretmesi için doğuştan getirdiği aktif bir süreçtir. Gerçekleştirme eğilimi ile yönlendirilen bebek geliştikçe deneyim alanını genişletmekte ve kendisini ayrı ve farklı olarak algılamaya başlamaktadır. Benlik kavramı tamamıyla bilinçlidir ve sürekli akış halinde olan öznel deneyimin uç kısmındaki bir parçayı temsil etmektedir (aktaran İnanç, Yerlikaya; 2008: 296-299; Rogers; 1959, Ewen; 2003). Kişide bilinçli ve bilinçsiz, fizyolojik ve bilişsel olarak gerçekleşen “gerçekleşme eğilimi” nin yanında, kişinin varlığını ve deneyimlerini bilinçli şekilde algıladığı “kendini gerçekleştirme eğilimi” de vardır. Rogers’a göre bu iki eğilimin birbiriyle tutarsız çalışması durumunda kişi çatışma ve gerilim yaşamaktadır. Rogers benlik kuramında “Organizmik Benlik”, “Benlik” ve “İdeal Benlik” gibi kavramlardan söz etmiştir. Rogers’a göre benlik, benlik kavramı ve ideal benlik olmak üzere iki alt sisteminin oluşmaktadır (İnanç, Yerlikaya, 2008: 300): 1) Benlik Kavramı: Kişinin varlığına ve deneyimlerine ilişkin farkındalık içinde algılanmış bütün yönlerini kapsamaktadır. Buradaki benlik kavramı kişinin, organizmik benliği (kişinin farkındalığının ötesinde olan ve kişinin bunlara sahip olduğunu bilmediği benliği) ile aynı şey değildir. Kişi organizmik (gerçek) benliğinin kimi yönlerini benlik kavramı ile tutarlı olmadığı için reddedip bilinçli bir şekilde algılamayabilir. Bu yüzden insanlar bir kez benlik kavramlarını oluşturduklarında benlik kavramlarıyla tutarsız olan deneyimlerini ya inkar etmektedirler ya da ancak çarpıtılmış biçimde kabul etmektedirler. 2) İdeal Benlik: Kişinin kendisini görmeyi arzuladığı şekildeki algısıdır. İdeal benlik insanların sahip olmayı arzuladıkları çoğunlukla olumlu olan özellikleri içermektedir. Kişinin ideal benliği ve benlik kavramı 90 arasında çok fazla fark olması uyumsuzluk ve sağlıksız kişiliğin belirtisidir. Psikolojik açıdan sağlıklı kimseler kendi benlik kavramları ile ideal olarak olmak istedikleri arasında çok az fark hisseden kişilerdir. Rogers, insanın herhangi bir şey yaratmadan önce, kendi benliğini yaratmak zorunda olduğunu önemle vurgulamaktadır (Bischof: 340). Rogers’a göre benlik bilinci iyi, kötü ya da ortada olabilir. Benlik bilinci her zaman gerçeği yansıtmayabilir. Yetenekli olduğu halde bir insan kendini yeteneksiz görebilir veya yeteneksiz bir kişi ise, kendini yetenekli zannedebilir. Benlik bilinci bizim kendimizi nasıl gördüğümüzü ifade etmektedir. Herkes daha olumlu, daha gelişmiş bir benlik geliştirme çabası içindedir (Cüceloğlu, 2010: 428). Olumlu bir benlik bilinci geliştirebilmemiz için koşulsuz sevgi (unconditional love) içinde yetişmemiz gerekir. Koşulsuz sevgi, birey ne yaparsa yapsın onun sevgi ve saygıya layık olduğunu kabul eden anlayışın ürünüdür. Bizim bazı davranışlarımız yanlış olabilir ve bu nedenle cezalandırılabilir, ancak insan olarak biz yaptığımız hataların ötesinde her zaman sevilmeye ve sayılmaya değer yaratıklarız. Davranış cezalandırılır, fakat birey sevilir ve sayılır. Koşulsuz sevgi içinde büyüyen kişilerin benlik anlayışları güçlü ve olumludur. Yapılan davranışla benlik bilinci arasında bir farlılık varsa o zaman kaygı ortaya çıkmaktadır. Farklılık ne kadar büyükse, kaygı da o kadar kuvvetli olmaktadır. Rogers bireyin kendini aldatmaya başlamasıyla kaygı düzeyinin artacağını ve zamanla bireyin benlik bilincinin temelinden sarsılacağını söylemektedir (Cüceloğlu, 2010: 428-429). 91 3.2.3. Charles Cooley’in Ayna Benlik Teorisi (Yansıyan Benlik) (1864-1929) Herkes birbirine bir ayna Yansır ötekini geçince karşısına Charles Cooley Cooley, William James’in eseri üzerinden geliştirerek, bilen, düşünen özne ve dış dünya arasında keskin bir ayrım var sayan Kartezyen geleneğe karşı çıkmaktadır. Toplumsal dünyanın nesnelerinin, öznelerinin zihninin ve benliğinin kurucu parçaları olduğunu savunmaktadır. Cooley bir kişinin benliğinin, kişinin ötekilerle alışverişi yoluyla geliştiğini belirtmekte ve “benlik ve toplum, ikiz kardeşlerdir” diye ifade etmektedir. Cooley’e göre benlik ilk önce bireysel ve sonra toplumsal değildir. Benlik diyalektik bir şekilde iletişim yoluyla ortaya çıkmaktadır. Birisinin kendisine yönelik bilinci, öteki zihinlere atfettiği kendisi hakkındaki fikirlerin bir düşünümüdür. İlişkili olduğu bir “sen” ya da “o” ya da “onlar” duyumu olmaksızın bir “ben” duyumu bulunmamaktadır (Coser, 2008: 272). Cooley’e göre birey, yalnızca diğerlerinin bakış açısını zihninde canlandırarak kendisine ait bir kendiliği zihninde biçimlendirebilir ve dışarıya yansıtabilir. Bu temel süreç içinde üç unsur rol oynamaktadır (aktaran Beyazyüz, Göka: 2011: 45, Cooley 1902): 1) Bireyin diğer insanlara nasıl göründüğü ile ilgili zihinsel tasavvuru, 2) Bireyin diğer insanların bu görünüşüyle ilgili kanaatine dair tasavvuru, 3) Ve bunlarla ilişkili olarak bireyin hissettiği gurur, aşağılanma gibi kendilik duyguları. 92 Cooley benliği şöyle ifade eder (Coser, 2008: 272): “Yüzümüzü, görüntümüzü ve kıyafetimizi aynada görüp ve onlara bizim oldukları için ilgi duyup ve onların ne gibi olmasını istiyorsak, bu isteğe bir yanıt alıp almamamıza göre onlardan mutlu ya da mutsuz oluruz. Tıpkı bunun gibi, başka birinin zihnini de hayal gücümüzde bizim görünümümüzün, tarzlarımızın, amaçlarımızın, eylemlerimizin, karakterimizin, arkadaşlarımızın vb. bir takım düşünceleri olarak algılarız ve bunlar onun tarafından çeşitli şekillerde etkilenirler”. Cooley’e göre benlik, bir kişinin bilincinde yansıdıkça, iletişimsel alışverişin toplumsal sürecinde ortaya çıkmaktadır. Bu süreç şu şekilde işlemektedir; kişinin öncelikle kendi benliğinin farkında olması gerekir, sonra karşısındaki kişinin onun hakkında bir şeyler düşünmüş olabileceğinin bilincinde olması gerekir, en son ise karşısındaki kişinin kendi hakkında nasıl bir düşünceye girdiğini zihninde tasavvur edebilme yetisine sahip olması gerekmektedir. Bu süreci Cooley bir örnekle açıklar (Coser, 2008: 272): “Yeni bir şapkası olan Alice ve yeni bir kıyafet almış olan Angela’nın karşılaşmasını hayal edelim: 1) Yalnızca kendi benliğinin kurucusu olarak bilinen gerçek Alice vardır. 2) Alice’in kendisi hakkındaki düşüncesi vardır; örneğin: “Ben bu şapkayla güzel görünürüm”. 3) Alice’in Angela’nın onun hakkındaki düşüncesi ile ilgili düşüncesi vardır; örneğin: “Angela bu şapkayla iyi göründüğümü düşünür”. 4) Alice’in Angela’nın onun kendisi hakkında ne düşündüğü ile ilgili düşüncesi vardır; örneğin: “Angela, benim bu şapkayla kendi görünümümden gurur duyduğumu düşünür”. 5) Angela’nın Alice’in kendisi hakkındaki ne düşündüğü ile ilgili düşüncesi vardır; örneğin: “Alice o şapkayla çok hoş olduğunu düşünüyordur”. Ve elbette Angela ve onun kıyafetinin de beş paralel aşaması vardır“. 93 3.4.4. George Herbert Mead’in Benlik Kuramı (1863-1931) Sembolik etkileşim yaklaşımının ortaya çıkmasında büyük katkısı olan George H. Mead’in, benlik üzerine önemli çalışmaları vardır. Benliğin kökeni ve benlik bilincini araştıran Mead, benliğin oluşumunda çevrenin oldukça etkili olduğu üzerinde durmaktadır. Mead toplumdan ayrı bir benliğin, benlik bilincinin ve iletişimin olamayacağını savunmaktadır. Mead’a göre, toplumsallaşma ve etkileşim yoluyla kişi benliğini geliştirmektedir. Örneğin; çok erken yaşlarda çocuklar henüz, anlamlı sembolleri kullanma yeteneğine sahip değillerdir, bu nedenle onların oyun oynadıkları sıradaki davranışları birçok açıdan birbiriyle oynayan köpek yavrularınınkine benzemektedir. Çocuklar yaşları ilerledikçe, yine de yavaş yavaş oyun yoluyla başkasının rolünü üstlenmeyi öğrenmektedirler. Bir çocuk anne olarak, biri öğretmen, biri polis olarak farklı rolleri üstlenmektedir. Yaşı ilerledikçe bu rolleri mahsustan da olsa varsayan çocuk, böylece kendini ötekinin yerine koyma yeteneğini kendinde geliştirmiş olur. Olgunlaştıkça, bu rolleri yalnızca dışa vurarak üstlenecek değildir, ancak onları kendi hayal gücünde varsayarak onların bilincine varacaktır (Coser, 2008: 296-297). Böylelikle birey, hem kendi gözüyle kendini, hem başkası gözüyle kendini zihninde canlandırmayı öğrenecektir. Mead’a göre benlik “rol” temellidir. Birey, çocuklukta yavaş yavaş gelişen ötekinin rolünü üstlenme ve kendi performansını başkalarının bakış açısından zihninde canlandırma yeteneğiyle gelişmektedir. Çocuk, yetişkinlerin davranışlarını gözleyerek onların tutum ve davranışlarını özümler. Çocuk, önce yakın çevredekilerin, yani anne ve babasının kendine karşı gösterdikleri tutumları gözlemlemekte, taklit etmekte ve içselleştirip özümlemektedir. Birey, büyüdükçe ve olgunlaştıkça daha geniş insan grupları ile etkileşime girmektedir. Birey, başkalarının kendisine karşı gösterdiği tutumların ışığında kendisi hakkında düşünmeye başlamakta, bu yolla da 94 kendi öz bilincine varmakta ve toplumsal bir benlik edinmektedir (Öner, 1987: 71). George Herbert Mead, benliğin yapısının ikiye ayrıldığını ifade etmektedir: 1) “Ben–I”: Kişisel benliktir. Benliğin bu kısmı, dışsal sosyal sistemlerin ve beklentilerin irdelendiği, değerlendirildiği bir parçadır. “Ben”, toplumsallaşmamıştır, istekler ve arzular barındırmaktadır. 2) “Beni/Bana-Me”: Sosyal benliktir. Benliğin bu kısmı, kişi tarafından yapılması gereken talepler ve uyulması gereken kalıplar biçiminde dış çevreden gelen ve onu kuşatan toplumsal bir yapıdır. Mead’a göre bireyler, “Beni/Bana”yı “Ben” den ayırt etmeyi öğrendiğinde kendi kendilerinin farkına varabilirler. Bu iki parçayı birbirinden ayırmayı öğrenecekleri süreç toplumsallaşma sürecidir. Mead benliğin toplumsallaşma sürecinde daha da geliştiğini iddia etmektedir. Bu süreçte bireyler, kendilerini başkalarının onları gördükleri gibi görmeye başlama yoluyla kendilik bilincini geliştirirler (Giddens, 2000: 34). Mead’a göre benliğin gelişimi, semboller yoluyla gerçekleşmektedir. Örneğin, dil yeteneği, jestler, üstlenilen roller benliği geliştirmektedir. Birey, diğerinin rolünü alabildiği ölçüde, kendine, diğeri açısından cevap vermeye ve dolayısıyla, kendisi için bir obje olmaya doğru gider. Mead’ın kuramında benlik, doğumda var olan bir veri değil, kişinin sonradan ulaştığı bir kavramdır. Başlangıçta var olan şey, gelişebilir bir sinirsel yapıdan başka bir şey değildir. Bu yapı, sosyal çevre ile gelişmektedir. İnsanın benlik algısı, diğerlerinin bizi algılayışı tarafından belirlenmekte ve diğerlerinin bizi algılayışıyla ilişkin algılarımız, şekillenmektedir (Meşe, kendi benlik 1999: 13). Birey, algımıza sosyal algı bağlı ve olarak baskıları içselleştirme yoluyla bir grup/toplum içinde yaşamaya ve davranmaya uygun hale getirildiği oranda sosyalleşmiş ve toplum içinde yaşamaya uygun hale gelmiş olur. Ötekilerin yaşam ve davranış sistemlerini içselleştiremeyen birey, 95 hem kendi içinde çatışmalar yaşayacaktır hem de toplum tarafından rolünü iyi oynamadığından dolayı eleştirilecek ve hatta dışlanacaktır. 3.3. Benliğin Kişilik, Kimlik Kavramlarıyla İlişkisi ve Benliğin Toplumsal Yansıması Benliğin Kişilik ve Kimlik Kavramlarıyla İlişkisi Benlik, kişilik ve kimlik (self-çoncept, personality, identity) kavramlarını birbirinden ayıran ince anlam farklılıkları (Beyazyüz, Göka, 2012) olduğu gibi bu kavramları birbirleriyle bütünleştiren ortak yönler de bulunmaktadır. Kişilik kavramı temelinde biyolojik, psikolojik ve sosyolojik tüm yapıları barındırmaktadır. Kişiliğin gelişiminde önemli oranda kalıtım etkiliyken, çevresel faktörler de kişiliğe etki eder. Kişilik psikolojik bir olguyken, kimlik daha çok sosyal faktörlerin etkisinde şekillenen bir yapıdır. Benlik ise bireyin hem psikolojik hem sosyolojik özelliklerini kapsamaktadır. Kihlstrom ve Cantor’a (1984) göre benlik, herkesin kendi öz kişiliği hakkında sahip olduğu bilişsel temsildir. Benlik bireyin kendini fark etme anından itibaren başlamakta ve bireyin biyo-psiko-sosyal (kişilik ve kimlik) özelliklerini bütünleştirerek kendiyle ve çevresiyle uyumlu bir yaşam sürmesini sağlamaktadır. İnsan toplumsal bir varlıktır. Dolayısıyla birey, kişiliğiyle, kimliğiyle ve benliğiyle toplumda yer edinmeye çalışan, kendiyle ve çevresiyle devamlı uyum çabası içinde olan bir varlıktır. Carl G. Jung, toplumsal bir varlık olan insanın toplum içinde yaşarken kendinden beklenenlere uygun davranma ve toplum tarafından kabul edilen davranış türlerini benimseme eğiliminde olduğunu iddia etmektedir (Coser, 2008: 70). Toplumsal ilişkilere ihtiyaç duyan birey kendini toplum tarafından kabul edilen davranışı sergilemek zorunda hissetmektedir. Toplum tarafından kabul gören ya da kabul görmeyen davranışları birey toplumsal etkileşim yoluyla öğrenmektedir. 96 Etkileşim bireylerin birbirlerini etkileme çalışmaları olarak açıklanmaktadır. Toplumsal etkileşim ise, bir kişinin kendisini diğerleri ile ilişkilendirme ya da diğerlerinin davranışlarını, zihinsel durumunu veya duygusal tepkilerini etkileme süreci olarak tanımlanmaktadır (Fiske, 2003: 17). Toplumsal etkileşim sosyolojide önemli bir yere sahiptir. Bunun iki nedeni vardır: İlk olarak, bireylerin neredeyse sürekli olarak başkalarıyla etkileşimi gerektiren günlük yaşantıları, toplumsal biçimlerin oluşturulmasına yol açmaktadır. İkinci olarak, bu tür günlük yaşantılar incelenerek, toplumsal bir varlık olan birey ve bireylerin oluşturduğu toplumsal yaşam hakkında çok şey öğrenilebilmektedir (Giddens, 2000: 74). Benliğin Toplumsal Yansıması Benliğin toplumsal yansımasını toplumsal rol kavramıyla ilişkilendirebiliriz. Toplumda, her birey belirli bir durumda belirli bir toplumsal rol içerisinde düşünülmektedir. Bir bireyin statüsü ya da statülerinin toplamı, onun toplum içindeki yerini belirlemektedir. Aynı zamanda bir hak ve görevler bütünü olan statü kavramı, rol kavramı ile ayrışmaz bir bütün oluşturmaktadır. Birey, statüsünün tanımı gereği olan beklenen davranışları yerine getirdiğinde, belirli bir toplumsal rol içerisinde bulunmaktadır. Statü ve rol kavramları, bir bireyin toplum içerisinde yerine getirmesi gereken uyumlu tutum ve davranışları belirlemektedir. Bireyler tutum ve davranışları ile statülerine ve rollerine uyum sağladıkları oranda, toplumsal fonksiyonlarını daha iyi yerine getirmiş olmaktadır (Tolan, 1985: 56). Belirli bir statüyü işgal eden kişinin, kendi rolünü istenildiği gibi oynaması için her şeyden önce, kendinden beklenen davranışlar hakkında bilgi sahibi olması gerekmektedir. Kişinin bir rolü iyi oynaması, kişinin kişisel özellikleriyle doğrudan ilişkilidir. Kişinin role göre davranış şekillendirmesi ilk olarak algısal, ikinci olarak davranışsal olarak gerçekleşmektedir. İlkinde kişiler, gelen duyuları veya uyarımları seçme, bazılarını ihmal etme, bazılarını kuvvetlendirme ve birçoğuna kendi zihin filtresinden ön düşüncelerine göre 97 almak verme şeklinde fonksiyonlara sahip olan algılama-kişilik etkileşimine sahiptir. Dolayısıyla kişiler, kendi rollerini öğrenme aşamasında, kişi-rol algılamasına bağlı olarak, kişisel özellikleri ile algısal ürünler arasında bir uyumluluk olup olmadığını ayırt ederler. İkinci olarak sosyal rollerin kişisel özelliklerle ilgili etkileşimi, fiilen rollerin davranış şeklinde yerine getirilmesi aşamasında ortaya çıkar. Kişi rolünü ifa ederken kişisel farklılık ve özelliklerinin etkisi altındadır. Bu da gösteriyor ki, insanlar rollerini hem öğrenirken, hem de öğrendikleri rol beklentilerine uygun davranışlarda bulunurken, kişisel yönlerinden bağımsız hareket edememektedirler (Eroğlu, 1996: 82-85). DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 4. GOFFMAN VE GÜNLÜK YAŞAMDA BENLİKLERİN SUNUMU 4.1. Benlik Sunumu 4.1.1. İletişim ve Benlik Sunumu Elektrik mühendisliğinden biyolojiye, antropolojiden siyaset bilimine kadar pek çok alanda yere ve öneme sahip olan iletişim (Dökmen, 2003: 19), disiplinlerarası bir kavşak konumunda bulunmaktadır (Lazar, 2009: 12). İletişimin tarihine baktığımızda, özellikle 60’lı yıllara kadar iletişimin konusuyla ilgilenen araştırmacıların, iletişim alanında kendi kuramlarının bir bölümünü test etmek isteyen siyaset bilimci, matematikçi, ruhbilimci ve toplumbilimci olduğu gerçeğiyle karşılaşılmaktadır. Bu yılları takip eden yıllarda, iletişimdeki araştırmacılar, bu sınırlı birikimin değişmesi ve çoğalmasına neden olmuşlardır. Böylece başka alanların eklentileri zaman içinde aşama aşama silinmiş ve çeşitli alanların buluştuğu iletişim kavşağı; 98 üniversite bölümleri, doktora programları, araştırma geleneği, dergileri ve bilimsel kurumlarıyla yerleşik bir disiplin halini almıştır (Lazar, 2009: 12). Birçok alanda kavşak görevi üstlenen iletişim, bu çalışmada psikoloji, sosyoloji ve iletişim disiplinlerini birbirine bağlamaktadır. Çalışmada “bireylerin günlük hayattaki benlik sunumları” incelenirken, bireylerin toplumsal hayatta diğer kişilerle olan ilişkilerinin iki boyutta gerçekleştiği gözlemlenmektedir. Birincisi, kişilerarası ilişkilerin psiko-sosyal (kişilik, kimlik, benlik kavramları) boyutudur ki bu konuyu psikoloji ve sosyoloji disiplinleri açıklamaktadır. İkincisi ise, kişilerarası ilişkilerin biçimsel (kişi-içi iletişim, kişilerarası iletişim, grup iletişimi, sözlü iletişim, sözsüz iletişim vb.) boyutudur ki bu konuyu da iletişim disiplini açıklamaktadır. Bireyin kişilerarası ilişkilerinde etkili olan kişilik, kimlik ve benlik kavramlarını açıkladıktan sonra, bireyin kişilerarası ilişkilerinde biçimsel olarak etkili olan iletişim kavramını da açıklamak gerekmektedir. 4.1.1.1. İletişimin Tanımı İletişim, Latince communis kökünden türetilmiştir. Communication hem ortaklaşma hem de bir yerden bir yere geçme, geçirme anlamlarını birlikte ifade etmektedir. En yalın ifadeyle iletişim bir ileti alışverişidir (Anık, 2003: 126). İki insanın karşılıklı konuşmasının iletişim sayılması gibi, arıların çiçek bulunan yeri birbirlerine bildirmeleri de iletişim olarak kabul edilmektedir. İletişimin gerçekleşmesi için iki sistem gerekmektedir. Bu sistemler iki insan, iki hayvan, iki makine ya da bir insan bir hayvan, bir insan ile bir makine vb. olabilir. Bu ikili ilişkiler her ne olursa olsun iletişim sayılmaktadır. Sibernetikte bir bilgi kaynağından tek yönlü bilgi iletimine “enformasyon” denirken, karşılıklı bilgi alışverişine iletişim (komünikasyon) adı verilmektedir (Dökmen, 99 2003: 18-20). Bu bağlamda, tek yönlü bilginin iletişim olmayacağını ve iletişimin ancak karşılıklı bilgi alışverişiyle gerçekleştirilebileceği söylenebilir. İletişimin gerçekleşebilmesinde kişilerarası ortaklaşmanın sağlanmış olması şartı vardır ve ortaklaşmanın sağlanması için de niyet şarttır. Bu bağlamda, iletişim için şart olan niyet, kişilerarası ilişki kavramını doğurmaktadır. Herhangi bir etkileşim karşılıklı niyeti yaratıyor ve bu yolla bir ilişki gerçekleşiyorsa, bu etkileşim sürecinin adı iletişimdir (Anık, 2009: 50). Bireylerin, başka bireyleri etkilemesi ve başka bireylerden etkilenme süreci, etkileşim anlamına gelmektedir. Bu süreç neticesinde bireyler birbiriyle ortaklaşma ihtiyacı hisseder ve ortaklaşmanın sağlanması koşuluyla iletişim süreci başlamış olur. Schramm (1985: 99)’a göre bir bildirimde bulunan birey, karşısındaki kişi ile bir ortaklaşma yaratmak istemektedir. Ortaklaşma yaratılmasındaki anlam, iki kişinin de birlikte aynı bilgilere, aynı düşünceye veya aynı tutuma sahip olmayı ve paylaşmayı istemesi demektir (Anık, 2003: 126). Buna göre iletişim, bireyler arasında bilgi alıp vermek amacıyla oluşturulan bir ilişkiler sistemi olarak tanımlanabilir (Tutar, Yılmaz, 2003: 6). Bir ilişkiler sistemi olarak tanımlanan iletişimin başka bir tanımda semboller kullanılarak oluşturulduğu da belirtilmiştir. Bu tanıma göre iletişim, bilgi, düşünce, beceri ve duyguların, sözcük, resim, grafik vb. semboller kullanılarak iletilmesidir. Diğer bir tanımda iletişimin dairesel özelliği üzerinde durulmuştur. Bu tanıma göre ise iletişim, kişilerarası ilişkilerde gönderilen mesajların karşılıklı olarak aynı zamanda hem alınıp verildiği hem de yorumlanıp sonuç çıkarıldığı başı ve sonu olmayan bir süreçtir (Mısırlı, 2008: 1). Barnlund (1970)’a göre iletişim dinamiktir, çünkü kendi kendine değil, aktif bir kişinin kasıtlı hareketlerinden oluşmaktadır. Devamlıdır, çünkü tek bir hareketten ziyade devam eden bir zincir oluşturmaya yöneliktir. Daireseldir, çünkü bir kişiden diğerine akan anlam zinciri düz bir çizgi oluşturmaz, aksine başladığı noktaya dönebilir. Aynen tekrar edilmez, çünkü sürekli yenilenen 100 anlamlar zinciri insanların yaklaşımlarını sürekli değiştirir. Alıcıya ilk ulaşanla sonraki farklıdır, meydana çıkan iletişim de farklı olacaktır. Geri alınmaz, çünkü bir kere verilmiş bir mesajın etkilerinin, alıcısının zihninden hiç gelmemiş gibi silinmesi mümkün olmamaktadır. Karmaşıktır, çünkü çok değişik seviyelerde değişik kişisel, kurumsal, sosyal ve kültürel anlamlar içerir (aktaran Soncu, 2010: 438). İletişimin gerçekleşmesi en basit düzeyde üç öğeye dayanmaktadır. (1) İletiyi gönderen, (2) iletiyi alıp açımlayan ve bu ikisi arasında iletinin gönderilmesinde kullanılacak bir iletişim kodlaması ve (3) bir ileti. İletiyi gönderene kaynak, alana alıcı (hedef-kitle), iletişimde gönderilen bildirime ileti denilmektedir. (Oskay, 2001: 10). Kaynak, iletişimi başlatan unsurdur. Bu unsur, birey, grup, kurum veya kuruluş olabilir. Kaynak, bir düşünceyi ya da bir düşünce ile ilgili davranışı herhangi bir anlam yükleyerek alıcıya göndermek istediği zaman önce kelimeler, rakamlar, şekiller, işaretler, hareketler ya da diğer semboller kullanarak bunları mesaj haline getirmektedir (Mısırlı, 2008: 3). Mesaj, alıcı için uyaran olarak işlev gören bir sinyal, ya da sinyaller birleşimidir. Mesaj, göndericinin fikirlerinin ve isteklerinin sembollere dönüşmüş halidir. Bu sembollerin tek başlarına bir anlamları yoktur. Sembollere, anlamları gönderici ve alıcı yüklemektedir (Tutar, Altınöz; 2004: 129). Kaynağın gönderdiği mesaj, alıcıya kanal ya da kanallar aracılığıyla ulaşmaktadır. Çok çeşitli iletişim araçları kanal görevini üstlenmektedir. Bu kanallar, göze, kulağa ve diğer duyu organlarına hitap edebilirler. Örneğin, yazılı ve sözlü rapor, görüşme, basın yayın kanalları, sesli veya sessiz filmler, internet, afiş vb. Bu kanallardan hangisinin seçilmesi gerektiği iletişimin etkinliğinde önemli bir rol oynamaktadır. Aynı anda birkaç duyu organını etkileyen kanalın daha uygun olduğu söylenebilir. Ancak iletişim 101 kanallarında fiziksel ve psikolojik parazitler (gürültüler) olmamasına ya da varsa bunların giderilmesine dikkat edilmelidir (Sabuncuoğlu, Tüz; 2001: 68). İletişim sürecinin son aşaması olan alıcı (hedef, muhatap), bir iletişim sürecinde, kaynaktan gelen mesajları alıp yorumlayan ve bunlara sözlü, sözsüz tepkide bulunan birey ya da gruplardır. Alıcıların sayısı ister bir kişi, ister daha fazla olsun mesajların farklı algılanabilme olanağı bulunmaktadır. Etkili ve başarılı bir iletişim için kaynak tarafından çeşitli biçimlerde kodlanarak gönderilen mesajın, alıcı tarafından amaca ve niyete uygun bir şekilde anlaşılması gerekmektedir. Yani alıcının algıladığı bilgilerin, fikirlerin, duyguların, olayların ya da kanaatlerin kaynağın kodlarken zihninde tasarladığı anlamla aynı olması gerekmektedir (Mısırlı, 2008: 5). Alıcının iletiyi alması ile iletişim sürecinin tamamlandığı söylenebilir, fakat başlatılan iletişimin amacına bağlı olarak sonlandığını söylemek geribildirime bağlıdır. Alıcının mesajı yorumlayıp, uygun cevabı kaynağa iletmesi sürecine geribildirim (feedback) denir. Alıcıdan kaynağa iletilen geribildirim, başlatılan iletişimin amaç ve niyetine uygun ise, iletişim başarıyla gerçekleştirilmiştir diyebiliriz. Çevre Kaynak Çevre Kodlama Mesaj Ortak referans alanı Kanal Geri bildirim Şekil 6: İletişim Süreci Kod Çözme Alıcı 102 4.1.1.2. İletişim Türleri Karşılıklı iki sistem arasında gerçekleşen iletişim; kullanılan kodlara (sözlü, sözsüz), kaynak ve ortamına (kişisel, örgütsel, kitle, kamusal iletişim), ilişkisel (kişi-içi, kişilerarası, grup iletişim) anlama göre sınıflandırılmaktadır. 1) Kullanılan Kodlara Göre İletişim (1) Sözlü İletişim Sözlü iletişim, konuşma dili olarak da adlandırılmaktadır. Bireylerin gerçekleştirdikleri tüm yüz yüze konuşmalar, telefon görüşmeleri, toplantılardaki görüşmeler, sözlü brifingler, halka hitaplar, sözlü sunumlar, eğitim kursları, konferanslar, resmi konuşmalar, kurmay toplantıları, komiteler ve oryantasyon programları gibi iletişim biçimleri sözlü iletişim kapsamında bulunmaktadır. Gönderici ve alıcı arasındaki her türlü konuşma sözlü iletişimdir. Bu tür iletişim yüz yüze interaktif olabileceği gibi, radyo, televizyon ve telefonla da olabilir (Tutar, Yılmaz; 2003: 54). Sözlü iletişimde dil kavramı oldukça önemlidir. Bu bağlamda sözlü iletişim “dil ve dil-ötesi” olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Bireylerin karşılıklı yaptıkları konuşmalar, yazışmalar dil ile iletişim olarak kabul edilir. Dil ile iletişimde bireyler, ürettikleri bilgileri birbirlerine iletirler. Dil-ötesi iletişim ise, sesin rengi, tonu, hızı, şiddeti, hangi kelimelerin kullanıldığı ve vurgulandığı, duraklamalar vb. sesin niteliği ile ilgilidir. Bu durumda, dil ile iletişimde mesajda “ne söylendiği” önemliyken, dil-ötesi iletişimde ise mesajın “nasıl söylendiği” önem taşımaktadır (Tutar, Yılmaz; 2003: 54). Örneğin yolda karşılaştığımız bir kişinin bizimle konuştuğu konun içeriği kadar, konuyu nasıl anlattığı da bizi ilgilendirir. Karşımızdakinin ses tonundaki canlılık ya da ses tonundaki kısıklık bize farklı mesajlar vermektedir. Bu davranışlar bireyin isteyerek yaptığı davranışlar da olabilir, farkında olmadan yaptığı davranışlar da olabilir. 103 Bireyin farkında olarak yaptığı konuşmalara “niyet edilmiş dil davranışı” adı verilir. Bazı kelimelerin üzerine basa basa konuşmamız ya da karşımızdakini korkutmak için bağırmamız, niyet edilmiş dil-ötesi davranışlardır. Bireyin konuşurken dilinin sürçmesi ise “niyet edilmemiş dil davranışlarına” bir örnektir. Konuşurken farkında olmadan ses tonumuz alçalıp yükseliyorsa ya da sesimiz titriyorsa, bu durumda niyet edilmemiş dilötesi davranışlar söz konusudur (Dökmen, 2003: 27). Sözlü iletişimde, ortaya konulmuş bir sembolü anlamak için iletişim eyleminin içeriğini kavramak gerekmektedir. Bu konuda toplumsal ortam önemli bir rol oynamaktadır. Örneğin, aynı ileti farklı bağlamlarda söylenmesine göre farklı bir işaret taşıyabilmektedir. Bu doğrultuda, günlük dilin incelenmesi, bireylerin bilgiyi nasıl ürettiklerini, nasıl değiş tokuş ettiklerini ve dili nasıl kullandıklarını gözlemleme imkanı sunmaktadır (Lazar, 2009: 54). Bu incelemeler, iletişim için gerekli olan sembollerin toplumlar arası farklılıklarını ortaya koymakta ve toplumlararası iletişimdeki çatışmaları en az düzeye indirmektedir. (2) Sözsüz İletişim İletişim ve etkileşimlerin çoğu sözler ile gerçekleşmektedir, fakat mesajın gönderilmesinde ve alınmasında, iletişime katkı sağlayan başka faktörler de bulunmaktadır. Bunlar beden hareketleri, jestler veya mimiklerle gerçekleştirilen bilgi alışverişleridir (Lazar, 2009: 55). Sözsüz iletişim adı verilen, bireylerin eden hareketleri, jestleri ve mimikleri aynı zamanda bireylerin iletişim kurdukları ortam ve koşullarla da birlikte ele alınabilir. Sözsüz iletişimi, davranışsal/kişilerarası iletişim ve çevresel olmak üzere iki boyut üzerinden inceleyen Poon Teng Fatt, kişilerarası iletişimi; beden duruşu, duruş mesafesi, el, kol, baş hareketleri, mimikler, göz teması, ses tonu ve bireyin diğerlerine kıyasla duruş yönü olarak tanımlamaktadır. Çevresel iletişime özellikle dikkati çeken araştırmacıya göre, yapay olan yani 104 parfüm, giyiniş tarzı, takı-mücevher kullanımı ile doğal çevreyi yansıtan ışıklandırma, mobilya, koku, ısı, müzik gibi unsurlar da en az diğer unsurlar kadar önemlidir (aktaran Erkuş, Gönlü; 2009: 11). Yukarıda davranışsal ve çevresel olarak iki boyut üzerinde ele alınan sözsüz iletişime, üçüncü bir unsur olan “ses” nitelikleri de eklenebilmektedir. Buna göre bireylerin, genellikle üç biçimde sözsüz iletişim kurdukları ifade edilmektedir: Mesafeler (Proxemics) Sözsüz iletişimin ilk türü günlük yaşamda etkileşim içinde olan insanların paylaştıkları belirli alan özellikleri ve mesafeler (proxemics) dir. Örneğin üst düzeyde olan bireylerin kullandıkları mekânlar, statü ve otorite durumlarını gösterecek biçimde dizayn edilmektedir. Ya da her insanın vücut etrafında kendi kişisel alanlarını korudukları boşluklar mevcuttur. Bu alanın mesafesi bireylerin kişisel özellikleri ve toplumsal yapılarına göre farklılık gösterebilmektedir. Bazı toplumlarda birey kişisel korunma alanını dar mesafede tutarken, bazı toplumlarda kişisel alan oldukça geniştir (Tutar, Yılmaz; 2003: 58) . Mahrem Alan Arkadaş Alanı Sosyal Alan Mahrem Bölge Genel Alan Mahrem Bölge Şekil 7: Kişisel Mesafeler 105 Vücut Hareketleri (Kinesics) Sözsüz iletişimin ikinci türünü vücut hareketleri (kinesics) oluşturmaktadır. Bireylerin beden duruşu, el ve kol hareketleri, baş hareketleri, oturma şekli, görünüş, giyim tarzı gibi unsurlar beden dilini oluşturmaktadır. Beden dilini anlamak önemlidir, çünkü bir iletinin etkisinin %50’sinden fazlası beden hareketlerinden oluşmaktadır (McKay, Davis, Fanning, 2006: 57). Gabbott ve Hogg (2001) beden diline ek olarak göz temasının (Occulecsics) da sözsüz iletişimde önemli olduğunu vurgulamışlardır. Ses Dili (Paralanguage) Sözsüz iletişimin üçüncü unsuru ise dilin anlamsal ve yapısal özelliklerinde bulunmayan, ancak sözcüklerin telaffuzuna bir anlam katabilen ses tonu, ses kalitesi, mimikler, sözcüklerin vurgulu, heyecanlı, renkli ve coşkulu kullanımı (paralanguage) gibi kişiye özgü olan yan unsurlardır (Tutar, Yılmaz; 2003: 58). Sözlü ve sözsüz iletişim üzerine araştırma yapan Albert Mehrabian, bir iletinin toplam etkisinin aşağıdaki etmenlerden meydana geldiğini belirtmiştir (McKay, Davis, Fanning, 2006: 57): %7 sözel iletişim (sözcükler) % 38 ses (yükseklik, ton, ritim vb.) % 55 beden hareketleri (çoğunlukla yüz ifadeleri) Araştırmada görüldüğü gibi bir iletinin etkisinde öncelikle beden hareketleri ve ses, daha sonra sözel unsurlar önem taşımaktadır. Sözsüz iletişimin önemini vurgulayan bir diğer araştırmacı Sampson (1994) a göre bireylerdeki kişisel tarz unsurları da sözsüz iletişimin önemli parçalarıdır. Bunlar; kişinin görüntüsü (fiziksel görüntü, giyim vb.), kişisel tarz (itibar, 106 deneyim ve vasıflar), iletişim becerileri (konuşma, yazma, dinleme, düşünme ve sunum yapabilme), beden dili (tavırlar, duruş mesafesi vb.) ve varlıklar (karizma, güven, kendinden emin olma vb.) (aktaran Erkuş, Günlü; 2009: 11). Sözlü iletişime kıyasla, sözsüz iletişimde kültürler arası farklar daha azdır, fakat yine de bu farklılıklar belirli oranda karışıklığa sebep olabilmektedir. Bir kültüre mensup bireylerin yararlandığı jestler, başkalarının kullandığı jestlerden kimi kez bütünüyle farklıdır. En azından birbirinin benzeri olmayabilir. Örneğin, başın eğikliği, bu işareti tanımayan bir kültür mensuplarından birileri için inkar, başkaları için onayı işaret edebilmektedir. Bir kültürün tüm özelliklerini yansıtan hiçbir duruş veya jest bulunmamaktadır (Lazar, 2009: 55). 2) Kaynak ve Ortamına Göre İletişim (1) Kişisel (Personal) İletişim İletişimin kaynağı olan kişi, seçici olarak iletişim kurabilen tek varlıktır. Bu özelliği kişiye, duygu ve düşüncelerini anlatma, olayları ve sesleri tanımlama ve yorumlama imkanı vermektedir. Kişinin diğer kişilerle iletişimde kullandığı en etkili yol konuşmadır. Ancak sadece konuşma karşıdaki kişiyle iletişim kurmada yeterli olmaz. Bu konuşma sürecinin planlı, seçilmiş kelimelerden oluşan, doğru mesajları içerir bir şekilde olması gerekmektedir (Bayraktar, 2006: 4). İletişimin başarısı, kaynağın ve alıcının iletişim becerilerine bağlıdır. İletişim becerilerinin bireyin kişilik özellikleri, algı düzeyi ve çevre koşullarıyla ilişkili olduğunu söylenebilir. Kişilik bireyin biyolojik, psikolojik ve sosyolojik özelliklerini içinde barındıran bir yapıdır. Bu özelliklerin farklılığına göre bireylerde farklı kişilik yapılarına ve farklı iletişim tarzlarına rastlanmaktadır. Bireyin kişiliği, gerçekleştirdiği iletişim süreçlerine olumlu ya da olumsuz olarak etki edebilmektedir. Bu bağlamda, kişilik özelliklerine de 107 değinmekte yarar vardır. Bireylerin kişilik özelliklerini yansıtan en geçerli model olarak bilinen beş faktörlü kişilik modeline göre tipik davranışsal sıfatlar şöyledir (aktaran Yelboğa, 2006: 199): - Dışadönüklük (Extraversion): Cana yakın, enerjik, neşeli, heyecan arayan ve baskın (yüksek puan); mesafeli, sakin, içedönük, yalnızlığı tercih eden (düşük puan). - Açıklık (Openness): Yaratıcı, analitik, başka görüşlere açık, duyarlı (yüksek puan); geleneksel, tutucu, gerçekleri savunan, ilgisiz (düşük puan). - Duygusallık (Emotional Stability): Rahat, özgüvenli, sabırlı, eleştiriye açık, strese toleranslı (yüksek puan); endişeli, gergin, çekingen (düşük puan). - Geçimlilik (Agreeableness): Alçak gönüllü, iş birliğine inanan, samimi anlayışlı (yüksek puan); şüpheci, dik başlı, inatçı, rekabetçi, ihtiyatlı (düşük puan). - Sorumluluk (Conscientiousness): Sistemli, azimli, başarma yönelimli, hırslı, titiz (yüksek puan); plansız, erteleyen, dikkati kolay dağılan, düzensiz (düşük puan). Bireyin iletişim becerilerine etki eden bir diğer faktör algıdır. Algı, duyu organlarımızdan beynimize ulaşan verilerin örgütlenmesi, yorumlanması, anlamlandırılması sürecine verilen addır (Dökmen, 2003: 98). Algılamada bireyin zihinsel alt yapısı, geçmiş yaşantısı, edindiği ön bilgiler, güdülenmişlik düzeyi önemli rol oynar. Dolayısıyla algılanan bilgi “objektif gerçek” değil “algılanan gerçek”tir (aktaran Demirci, 2010: 8). 108 Duyumların anlamlandırılması/algılanması sürecine bir örnek verirsek; Oturmakta olan üç kişinin arkasında iki cismi birbirine çarparsak, üçünün kulağına da yaklaşık aynı duyusal veri ulaşır; fakat algılamaları farklı farklı olabilir. Bu kişilerden birincisi iki kalemin birbirine vurulduğunu, ikincisi iki madeni paranın birbirine çarptığını, üçüncüsü ise bir anahtarın masaya çarptığını söyleyebilir. Bu örnekte olduğu gibi, aynı duyusal uyarıcının farklı kişilerce farklı şekillerde algılanması, kişilerarası iletişimde de sorunlara sebep olmaktadır. Örneğin, bir söz bir kişi tarafından şaka gibi algılanırken, başka biri tarafından hakaret olarak algılanabilir. Bireylerin neyi, nasıl algılayacakları, bireyin kişiliğine, içinde yaşadığı toplumun kültürüne ve geçmiş yaşantılarına bağlıdır (Dökmen, 2003: 98). Bu bağlamda, bireylerin sağlıklı bir iletişim kurmak için gerekli olan ortaklaşma, karşılıklı ortak algıların geliştirilmiş olmasına da bağlıdır. İletişim becerilerini etkileyen bir diğer unsur çevresel faktörlerdir. Birey, çevresini algılamaya başladığı andan itibaren toplumsallaşmaya ve içinde yaşadığı toplumun kültüründen etkilenmeye başlamaktadır. Birey içinde yaşadığı toplumun değerlerini içselleştirerek zamanla kendi davranışları haline getirmektedir. Bireylerin öğrenilmiş davranışları kişilerarası iletişimlerine de etki etmektedir. Örneğin iş yerinde formel iletişim yönteminin uygulanması gerektiğini öğrenen bir birey, iş yeri iletişimlerinde daha başarılı olacaktır. İşe yeni başlayan bir birey, yöneticisine ve çalışma arkadaşlarına informel bir iletişim yöntemiyle yaklaştığında ise iş yeri iletişiminde sorunlar yaşayacaktır. (2) Örgütsel (Organizational) İletişim Örgüt, insanların bir takım ortak amaçlar, değerler uğruna ortaya koydukları bir anlaşmayı ve birlikteliği içermektedir (Sabuncuoğlu, Tüz, 2001: 29). Bir örgütte görev alan kişiler, önceden tanımlanmış birtakım rollere girerek, hiyerarşik bir düzen içinde bu rollerin gereğini yerine getirmeye çalışmaktadırlar (Dökmen, 2003: 37). 109 Örgütlerde düzen (sistem), öğeler arası bilinçli ilişkileri belirlemektedir. İletişim düzeni denildiğinde, işletmede görev alan kişiler, gruplar ve organlar gibi çeşitli öğeler arası bilinçli ilişkilerin belirli bir amaç doğrultusunda geliştirilmesi anlaşılmaktadır. Örgütte iletişim düzeni iki şekilde görülmektedir (Sabuncuoğlu, Tüz, 2001: 63): 1) Biçimsel (Formel) İletişim: Örgütlerin organizasyon yapıları üzerinde gerçekleşen iletişimdir. Biçimsel iletişim, yukarıdan aşağıya dikey kanallarla emir ve bilgi verme yoluyla gerçekleşir. Aşağıdan yukarıya dikey kanallarla ise raporlar, öneri ve istekler, şikayetler şeklinde oluşur. Yatay iletişim kanalları, benzer pozisyondaki kişileri birbirlerine bağlar. Çapraz iletişim kanallarıyla, farklı bölümlerdeki ve farklı pozisyonlardaki kişiler iletişim kurar. Bu yöntem örgütsel düzeni bozucu bir özellik taşıması nedeniyle ancak zorunlu durumlarda kullanılmaktadır. Örgütün, başka örgütlerle iletişimi ise dışa dönük iletişim kanallarıyla gerçekleşmektedir. Biçimsel iletişim örgüt içi hiyerarşik yapıyı oluşturmaktadır. Hiyerarşik yapıya uyumsuz davranışlar örgüt içinde yönetici ve çalışanlar tarafından olumsuz tepkiye sebep olabilmektedir. 2) Doğal (Informel) İletişim: Organizasyon yapısı üzerinde görülmeyen, kendiliğinden oluşan iletişimdir. Küçük ya da büyük her örgütte var olan, varlığı inkâr edilmeyen bu tür iletişim, etkili biçimde denetim altına alınmadığı takdirde, örgütsel düzeni kökünden sarsacak ve biçimsel iletişimin boyutlarını aşacak kadar ileri gidebilir (Sabuncuoğlu, Tüz, 2001: 107). Örgüt içinde kulaktan kulağa yayılan aslı olmayan informel bilgiler veya dedikodu zinciri gibi durumlar doğal iletişim sonucu oluşabilecek olumsuzluklardır. Her bireyin kendine göre bir çevresi, düşüncesi ve görüş açısı olduğundan dolayı, bu tür iletişim her türlü yoruma açıktır. Fakat doğal iletişim her zaman olumsuz durumlara yol açmaz. Doğal 110 iletişim, örgüt içinde biçimsel iletişimi tamamlar ve ona destek olur, çalışanlarda birlik ruhunun gelişmesini sağlar, takım çalışmasına ve verimli çalışmaya olanak sağlar. 1 Dikey İletişim Çapraz İletişim 2 4 3 5 Yatay İletişim Şekil 8: Biçimsel ve Doğal İlişkiler Şeması (Sabuncuoğlu, Tüz, 2001: 201) (3) Kitle (Mass) İletişimi Kitle iletişimi, kentleşme ve sanayileşmenin yarattığı toplumsal koşullar neticesinde ortaya çıkmıştır. Teknolojik gelişme; sinema, afiş, televizyon, radyo, gazete, internet gibi kitle iletişim araçlarıyla gerçekleşen büyük bir sanayi oluşturmuştur. Ortaya çıkan bu sanayinin araçları, gerçekleşmiş iletişim sürecinin araçlarıdır. Bununla birlikte bu tekniklerden ziyade ortaya çıkan toplumsal süreç oldukça önem taşımaktadır (Lazar, 2001: 61). 111 Kitlenin tanımını yapacak olursak; kitle, belirli bir yeri ve mekânı olmayan; bireyleri istikrarsız ve tutarsız, kısmen tesadüfle bir araya toplanan, sloganlarca kolayca güdüm altına alınabilecek; belirsiz, değişken ve sürekli yer değiştirebilir olan, bu nedenle de yönü ve niyetini belirlemenin zor olduğu bir bütündür. Kitle iletişim araçlarının ürünlerini tüketen herkese kitle denildiğine göre, televizyon, sinema, tiyatro izleyen, radyo dinleyen, gazete, kitap, dergi okuyanlar, aynı anda aynı kitle iletişim aracı tarafından enforme edilenlerin tümü kitledir (Anık, 2003:130). Kitle iletişim araçlarıyla toplum arasında karşılıklı bir etkileşim olduğu söylenebilir. Kitle iletişim araçları haberleriyle, yorumlarıyla, programlarıyla insanları yönlendirme gücüne sahiptir. Bunun yanında toplum da kitle iletişim araçlarını ilgi alanları ve tercihleriyle yönlendirebilmektedir. Kitle iletişim araçlarının topluma yönelik etkileri ise üç grupta ele alınabilir (Dökmen, 2003: 44): - Kitle iletişim araçları, topluma bilgi/haber iletir, - Kitle iletişim araçları toplumdaki bir takım çatışmalarda, örneğin politik çatışmalarda taraf olmaktadır, - Toplumdaki çatışmalar karşısında, uzlaştırıcı, yatıştırıcı yönde tavır alır. 3) İlişkisel Anlamda İletişim (1) Kişi-içi (Intrapersonal) iletişim Bir insanın düşünmesi, duygulanması, kişisel ihtiyaçlarının farkına varması, iç gözlem yapması, rüya görerek kendi içinden mesaj alması ya da kendine sorular sorarak bunlara cevaplar üretmesi bir iç iletişim sayılabilir. Karşı karşıya gelen iki insan arasında gerçekleşen iletişimin benzeri, tek bir insanın içinde de gerçekleşmektedir. İnsanlar, kendi içlerinde birtakım 112 mesajlar üreterek ve bunları yorumlayarak kişi-içi iletişimde bulunurlar (Dökmen, 2003: 21). Kişi-içi iletişim, öz-iletişim olarak da adlandırılmaktadır. Öz-iletişim, bilinçaltı varlığı nedeniyle kişi ve düşünce yapısı arasında mesajların sürekli akışıdır. Kendi dünyası ve duyu organları arasında dengeli bir iletişim düzeni kuran kişinin bir yandan etkin düşünme, güven duyma, kendi kendini değerleme ve karar verme yeteneğine sahip olacağı, diğer yandan, bu kişinin başkalarıyla daha etkin iletişim kuracağı ve olumlu davranışlarda bulunacağı söylenebilmektedir (Sabuncuoğlu, Tüz, 2001: 99). Örneğin, bireyin benlik ve kimlik gelişimi sırasında kendine sorduğu “Ben nasıl biriyim?” “Ben kimim?” “Başkalarına nasıl görünüyorum?” gibi sorular; bireyin kişilerarası iletişimleri sırasında “Acaba nasıl konuşmalıyım?”, “Konuşurken güven veriyor muyum?” gibi sorular, bireyin kendine sorduğu ve kendi içinde cevap aradığı sorulardır ve kişi-içi iletişim kapsamına girmektedir. (2) Kişilerarası (Interpersonal) İletişim Kişilerarası iletişim tüm insan iletişiminin temelidir. Kişilerarası iletişim fizikman hazır olunduğu zaman partnerlerin her birinin davranışları üzerinde karşılıklı bir nüfuzun gerçekleştirildiği etkileşimi kapsamaktadır. Kişilerarası iletişimin etkileşimsel özelliği, kişilerin bireyler arası iletişimle, karşılıklı davranışları üzerine etki yaptığını anlatmaktadır. Yüz yüze iletişim için bu zorunlu bir koşuldur. Kişilerarasında en sık kullanılan iletişim aracı konuşma olmakla birlikte, gülmek, jestler, mimikler, bedensel ifadeler, sessizlik, iletişim kurmaya yarayan diğer araçladır (Lazar, 2009: 52-53). Günlük yaşamda ailemizle, arkadaşlarımızla ve toplumla bulunduğumuz tüm yüz yüze ilişkiler kişilerarası iletişim kapsamına girmektedir. 113 Tubbs ve Moss (1974), bir iletişimin “kişilerarası iletişim” sayılabilmesi için üç ölçütün gerekli olduğunu belirtmişlerdir (Dökmen, 2003: 24): - Kişilerarası iletişime katılanlar, belli bir yakınlık içinde yüz yüze olmalıdır. - Katılımcılar arasında tek yönlü değil, karşılıklı mesaj alışverişi olmalıdır. - Söz konusu mesajlar sözlü (verbal) ve sözsüz (nonverbal) nitelikte olmalıdır, bu iki tür mesaj dışındaki mesajların kullanıldığı iletişimler, örneğin yazışmalar, kişilerarası iletişim sayılmamaktadır. (3) Grup İletişimi Ortak bir amaç için bir araya gelmiş insan topluluğuna grup denir. Bir grup olgusundan söz edebilmek için bazı temel özelliklerin bulunması gerekmektedir (Sabuncuoğlu, Tüz, 2001: 191): - En az iki kişinin varlığı, - Üyeler arası iletişim, bilinçli topluluk, - Her üyenin amaçlarının gerçekleştirilmesine katkısı, - Amaçlara ulaşım konusunda anlaşma, - Eylem biçimi üzerinde birleşme, - Üyeler arasında grubu yöneltmek üzere seçilen kişi (lider) konusunda anlaşma. Bu özelliklerin hepsinin bir arada bulunduğu grup olgusundan bahsetmek güçtür fakat ideal bir grubun yapısında bu fonksiyonların birçoğunun bulunması gerekmektedir. Grup içindeki üyelerin birbirleriyle olan iletişimleri ve etkileşimleri grup iletişimi kavramını oluşturmaktadır. 114 Grup içi iletişim birbirlerine ileti gönderen ve birbirlerinin iletilerini kabul eden belirli sayıdaki kişi arasında sürdürülen iletişimdir. Her kişi, en yalnız birey bile, iletişim ağı ile örülü bir alemde yaşamakta ve çok sayıda bireye bağlı bulunmaktadır. Bu ilişkiler kişisel ağlarla inşa edilmektedir ve insanlar arasında yerleşik, dolaylı ve dolaysız bağların bütünü bu ilişkileri oluşturmaktadır. Kişisel ağlar yaşanmış deneyimlerin bir bütünü arasındaki bağlarla ilişkilidir. Bunlar toplumsal, siyasal, dinsel ve ailevi deneyimler olabilmektedir (Lazar, 2009: 57). Gruplar özelliklerine, büyüklüklerine, amaç ve işlevlerine göre farklı yapılara sahiptirler. Çok çeşitli ayrımlar söz konusu olmakla birlikte, grupları biçimsel (formel) ve doğal (informel) olarak iki grupta incelemek mümkündür (Sabuncuoğlu, Tüz, 2001: 199): Biçimsel grup, belirli bir isim taşıyan, üyeleri ve kuralları belirlenmiş, sınırları çizilmiş bir grup türüdür. Bu gruplarda üyeler, belirlenmiş bir ortak amaç doğrultusunda hareket ederler. Her üyenin belli bir görev, yetki ve sorumluluğu vardır. Grup içinde basamaksal bir yapı oluşturulmuş, alt-üst ilişkileri, yatay ve dikey iletişim kanallarının oluşturduğu kurallarla belirlenmiş ve grubu yöneten liderin yetki sınırları çizilmiştir. Bu tür gruplara işletmeler, siyasi partiler, dernekler örnek olarak gösterilebilir. Doğal gruplar, kendiliğinden oluşan gruplardır. Bu grubu yaratan, insanların doğal güdüleri ve eğilimleridir. Doğal grubun kökeninde sosyal grup yaklaşımı vardır. Bireylerin diğer insanlarla birlikte olma istekleri ve eğilimleri toplumsal bir güdüdür. Doğal grup içi iletişim, meslektaşlar veya dostlar, komşular, aile üyeleri arasındaki bağlantılar, dahası klan üyeleri arasında yerleşik ilişkiler göstermektedir. Biçimsel iletişime göre, doğal iletişimin sınırlılıkları pek bilinmediği için biraz bulanıktır (Lazar, 2009: 57). 115 4.1.1.3. İletişim ve İzlenim Yönetimi En az iki kişi arasında gerçekleşen iletişimin; kullanılan kodlara (sözlü, sözsüz iletişim), kaynak ve ortamına (kişisel, örgütsel, kitle iletişimi), ilişkisel (kişi-içi, kişilerarası, grup iletişim) anlama göre sınıflandırıldığına bir önceki konuda değinilmişti. Biçimsel olarak çok çeşitli kategorilere ayrılan iletişim, aynı zamanda ayrıldığı her kategori içinde farklı davranış modelleri de barındırmaktadır. Bireyler kişi-içi iletişimde farklı, kişilerarası iletişimde farklı, formel iletişimde farklı, informel iletişimde daha farklı davranış biçimleri sergilemektedir. Her iletişim türünde farklı olarak sergilenen davranış biçimleri bireylerin iletişim kurmaya niyet ettikleri kişilerle ortak bir alan oluşturup kendilerini doğru ifade edebilme amacını taşırken diğer taraftan bireylerin başka bireyler üzerinde etkili olmak isteklerinden de kaynaklanabilmektedir. Bireylerin başkaları üzerinde etkili olmak için davranışlarını karşısındaki kişilere göre düzenlemeleri, izlenim yönetimi ya da ilişki yönetimi olarak tanımlanmaktadır. İki kişi arasında gerçekleşen her iletişim, ilişki yönetimi kapsamına girmemektedir. Örneğin iki kişinin birbiriyle sohbet etmesi, bir markette müşteri ile kasiyer arasında geçen diyalog ya da bir yöneticinin çalışanlarına talimat vermesi izlenim yönetimi kapsamına girmeyen iletişim biçimleridir. İzlenim yönetiminde, bireyin başka bireyler üzerinde etkili olmak isteği vardır. Örneğin birey, kurduğu iletişimle gerçekleşen etkileşim sorucunda, karşısındaki kişiyi etkilemiş ve kişiye beklediği davranışları yaptırmış ise başarılı bir ilişki yönetimi gerçekleşmiş olmaktadır (Anık, 88: 2007). İzlenim yönetimi için, birey karşısındaki kişi ile iletişim kurarken, mesajı alırken, verirken hangi konularda ortak paydalar kurulayabileceğini ve tesis edebileceğini çok iyi ayarlaması gerekmektedir. İletişim kurulan insanla ilgili olarak onun mimiklerine, gözbebeklerine, vücut diline ve buna benzer iletişim kaynaklarına ilişkin ne kadar fazla bilgi, mesaj alıp; zihninde o insanla ilgili 116 olarak, o insanı kavrayabileceği bir şablon inşa edebilirse, yani onu ne kadar eksiksiz zihninde tasavvur edebilirse, onu o kadar iyi kavrayabilir ve o kadar kolay yönetebilir ve yönlendirebilir (Anık, 87-93: 2007). Örgüt iletişiminde izlenim yönetimine örnek oluşturacak bir örnek olayla konuyu açıklayalım: Aralarında bir tartışma geçmiş yönetici ile çalışanı uzun zamandır birbirleriyle konuşmamaktadır. Bir gün iş yerinde, yöneticisinin başka kişilerle tartışma yaşadığını ve yöneticinin beden dilinden sinirli olduğunu fark eden çalışan ılımlı bir tavır takınarak yöneticisine yaklaşmış ve ona destek olduğunu hissettirerek aralarındaki sorunun hafiflemesine zemin hazırlamıştır. Çalışan bu davranışı sergilemeden önce, zihninde yöneticisiyle aralarında olan sorunu nasıl giderebileceğinin tasavvurunu yapmış, daha sonra düşüncesini davranışa dönüştürmüş ve yöneticinin davranışlarını kendi istediği yönde yönlendirerek başarılı bir izlenim yönetimi gerçekleştirmiştir. Bireyler arasında bir niyet doğrultusunda kurulan iletişim ve bu süreçte oluşan etkileşim, bünyesinde izlenim yönetimi gibi çok çeşitli insan davranışını barındırmaktadır. Etkileşim halindeki insanların eylemlerinin gözlemlenmesi ve yorumlanması sembolik etkileşimcilik olarak adlandırılan yaklaşımın başlıca konusunu oluşturmaktadır. Bu bağlamda sembolik etkileşimcilik yaklaşımına ve yaklaşımla iletişim arasındaki bağlantıya değinmekte fayda bulunmaktadır. 4.1.1.4. Sembolik Etkileşim ve Benlik Sunumunda İletişimin Rolü Tüm canlı varlıkların bir biçimde birbirleriyle haberleştikleri genel olarak kabul gören bir ifadedir. Bu yüzden de, iki insan etkinliğinden ibaret bir iletişim tasarımı, diğer canlı varlıklarla insan varlığını birbirinden ayıran kriter olarak iletişimin gösterilmesi imkanını ortadan kaldırmaktadır. O halde iletişim etkinlerinin asıl ayırt edici vasfı, toplumsal bütün içinde kendini açığa 117 vurmaktadır. İletişim, toplumsal bütün içindeki işleviyle tasarımlandığı zaman daha yerli yerince konumlanmaktadır (Anık, 11: 2003). İletişimin sosyal yaşamdaki rolünü belirgin kılarak (aktaran Anık; Lazar, 2001: 16) etkileşim halindeki insanların davranışlarının yorumlanması üzerine bir yaklaşım geliştiren “Chicago Okulu”, bu yaklaşımı “sembolik etkileşimcilik” (symbolic interactionism) olarak adlandırmıştır. Sembolik etkileşimcilik tanımlaması, bu yaklaşımın temellerini hazırlamış olan George Herbert Mead ve öğrencisi Herbert Blumer’e aittir (Baş, 2011: 9). Yaklaşımın önemli isimleri; George Simmel, Robert Park, Isaac Thomas, Charles Horton Cooley, John Dewey, George Herbert Mead, Herbert Blumer ve Erving Goffman’dır. Sembolik etkileşimcilik özellikle 21. Yüzyılın başlarından itibaren çağdaş sosyoloji içinde yavaş yavaş hakim duruma gelmeye başlayan bir paradigmadır (Maines 2001). Sembolik etkileşimciliğin temeli büyük ölçüde Amerikan pragmatizminden beslenmiştir ve Amerikan pragmatizminin bazı temel postulatları sembolik etkileşimci paradigmanın da temel kabullerini biçimlendirmektedir. Pragmatizmin ve sembolik etkileşimciliğin en önemli kabullerinden biri, insan varlığının aktif ve yaratıcı bir etken olarak görülmesidir. İnsanlık alemi, hem bireylerin eylemlerini şekillendirmekte hem de bireylerin eylemleri tarafından şekillendirilmektedir. Öznellik, anlam ve bilinç deneyimden önce var olan şeyler değildir, bilakis bunlar eylem ve etkileşim içinde ortaya çıkmaktadırlar (aktaran Beyazyüz, Göka, 2011: 43, Reynolds, 2003). Sembolik etkileşimci bakış açısına göre, her birey gruplar içine doğmaktadır ve bireylerin kişisel hikâyeleri esasında daha geniş bir toplumsal hikâyenin bünyesine aittir. Daha da önemlisi bireyler grup içinde ve karşılıklı bağımlılık ağları üzerinde yaşamaktadırlar. Bireylerin eylemlerinin bir çoğunluğu etkileşimdir veya bu bağımlılık ağlarıyla ilişkili biçimde geçmişteki etkileşimlerinin birikmesinin yarattığı sonuçlardır. Birey, grup içinde yaşarken 118 destek, bilgi, fikir, davranış ve beceri açısından sürekli olarak diğerlerine gizliden gizliye bel bağlamaktadır ve aynı şekilde diğerleri de bireye güvenmektedir. Grup içindeki diğer bireyler, birçok farklı yolla bireyin eylemlerini biçimlendirir veya kısıtlar ve birey de diğer bireylerin eylemlerinin kısıtlanmasında ve biçimlendirilmesinde rol oynar. Bu karşılıklı bağımlılığın bir sonucu olarak grup içinde yer alan kişiler, bireyin bedenini nasıl kullanabileceğiyle ilgili birer bilgi kaynağı olarak da görev yapmaktadırlar. Eğer birey, grup içindeki diğerlerine saygı duyuyorsa, onlar tarafından kabul görmeyi, tasdik edilmeyi ve sevilmeyi istiyorsa, arzularını ve görüşlerini ya da davranışlarını onların arzu ve görüşleri doğrultusunda şekillendirmektedir (Beyazyüz, Göka, 2011: 45). Tüm bu insan eylemleri bir iletişimsel süreç ve bu süreç sonrasında oluşan etkileşimlerden oluşmaktadır. Bireyler arası ilişkiler ve etkileşimler neticesinde oluşan uyum ve çatışmalar toplumsal bütünü meydana getirmektedir (Anık, 12: 2003). Sembolik etkileşim yaklaşımına göre, etkileşim halindeki insanların eylemlerinin yorumlanması önemlidir. Çünkü etkileşimde bulunan bireylerin eylemleri sonucunda toplumsal yapı şekillenmektedir. Bu doğrultuda, sembolik etkileşim yaklaşımının önemli isimlerinden Erving Goffman’ın benlik sunumu teorisinden bahsetmek gerekmektedir (Boz, 2012: 36). 4.1.2. Ervıng Goffman’ın Benlik Sunumu Kuramı (1922-1982) Erving Goffman, sembolik etkileşime ilişkini çalışmalarında özellikle Cooley ve Dewey’in yaklaşımlarından oldukça etkilenmiş ve toplumsal benlik kuramı önermiştir (Lazar, 2009: 44). Goffman “Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu” “The Presentation of Self in Everyday Life” (1959) adlı eserinde bireylerin günlük yaşamda pek çok performans sergilediklerini ve bu performansların her birinde benimsedikleri rol çerçevesinde taktiklere ve 119 yöntemlere başvurduklarını iddia etmiştir. Goffman bu iddiasında toplumsal etkileşim ve toplumsal benlik kavramlarını kastetmektedir. Goffman aynı zamanda, etkileşim kuramını en iyi temsil eden isimlerden biridir. Doktorasında, bireyler arası iletişimin toplumbilimsel bir kuramını açımlamayı araştırmıştır. “Mikrososyoloji” olarak adlandırılan yaklaşımı ile etkili olmuştur. Günlük yaşamın “sıradan” etkileşimleriyle ilgilenmiştir. Haklı olarak, sıradanlığından dolayı bu etkileşim gözlemciden aktörlere kadar kimsenin ilgisini çekmemekte, herkesçe önemsiz görülmektedir. Oysaki bu toplumsal etkileşimler Goffman için toplumsal ortamda bir yapı kurmaktadır. Çünkü kurallarla oluşmaktadır. Goffman, tüm etkileşimlerin arkasında toplumsal etkileşimlerin iletken düğümleri gibi varsaydığı bireylerin gündelik görüşmelerine odaklanmaktadır. Dünyayı, toplumsal rollerin dağıtıldığı bir tiyatroya benzetmektedir (Lazar, 2009: 44). Goffman’a göre toplumsal yaşam oyuncular tarafından sahnede oynanan bir tiyatro oyunu gibi görünmektedir. Bu yaklaşım dramaturjik model olarak adlandırılmaktadır. Dramaturji, oyun yazma ve sahneleme sanatı anlamına gelmektedir. Ayrıca, insanlar başkaları tarafından nasıl görüldükleri konusunda da duyarlıdırlar ve başkalarını kendi istedikleri gibi tepki vermeye zorlayacak pek çok yöntem kullanırlar. Bireyin, başkalarının kendisi ile ilgili izlenimlerini yönetme ve kontrol etme şekline ise izlenim yönetimi denilmektedir. Goffman, eserinde hem dramaturji modelini hem izlenim yönetimi teorisini uygulamıştır. 4.1.2.1. Erving Goffman’da Benlik Görünümleri İnsan olmanın özelliği, sürekli olarak başkalarına günlük yaşamın rutinlerinde ne kadar usta olduğumuzu göstermektir. Bireylerin gündelik yaşamdaki etkileşimleri ve iletişimleri, yüz ve bedenleriyle ilettikleri; sözlerle dile getirdikleri arasındaki ince ilişkilere bağlıdır. Her birey günlük yaşamda gösterdiği performansla değerlendirilmektedir. Performansı sırasında ise 120 sürekli olarak diğerlerini izlemekte ve diğerleri tarafından izlenmektedir (Soncu, 2010). Toplumsal etkileşim üzerine çalışan bazı yazarlar gibi Erving Goffman da toplumsal hayatı bir tiyatro oyununa benzetmektedir. Goffman, bireylerin günlük performanslarını bir tiyatro oyunu sergilermişçesine gerçekleştirdiklerini, bu süreçte başkaları tarafından izlendiklerini ve bunun bilinci ile bu izlenime uygun performans oluşturduklarını iddia etmektedir. Goffman’a göre birey sahnenin her değişiminde farklı roller üstlenebilmektedir. Roller, belirli bir toplumsal konumda bulunan bir kişinin gerçekleştirdiği, toplumsal olarak tanımlanmış, toplumsal beklentilerdir. Örneğin bir yöneticinin rolü çalışanları karşısında belirli biçimde davranmaktır. Yönetici olmak, toplumda belirlenmiş özel bir konuma, statüye sahip olmak demektir ve bu yönde davranış gerektirmektedir. Aynı yönetici günlük rutininde birçok rolü birbirine karıştırmadan da sergileyebilmektedir. Kişi, iş yerinde yönetici, evde eş, çocuklarına baba, anne ve babasına evlat, spor kulübünde yüzücü, mağazada müşteri, siyasi partide parti üyesi, arkadaşları arasında ise arkadaş rollerinde bulunabilmektedir. Goffman toplumsal yaşamı bir tiyatro sahnesi gibi ele alırken, toplumsal yapıyı bütünüyle değil, bireylerin kişilerarası iletişim ve etkileşimleriyle değerlendirmektedir. Goffman etkileşimi, iki kişinin mevcut fiziksel varlıkları sırasında birbirlerinin hareketleri üzerindeki karşılıklı etkileri, (Goffman, 1959: 15) olarak tanımlanmaktadır. Burada, genellikle bir dizi bireysel davranıştan oluşan bir durum söz konusudur. Bu toplumsal durumdaki katılımcıların toplam etkinlikleri –ki bunlardan bir bölümü gözlemci, diğerleri katılımcıdır- performans olarak adlandırılır. Aktörler/oyuncular, bir rutini oynayan kişilerdir. Goffman, rutini, performans sırasında görülen ve belki diğer durumlarda da sergilenecek ya da oynanacak, önceden belirlenmiş eylem kalıbı olarak tanımlamaktadır (Poloma, 1993: 202). 121 Goffman’ın ileri sürdüğü düşünceye göre, toplum yaşamının çoğu sahne önü ve sahne arkası olarak bölümlere ayrılmaktadır. Sahne önü, aktör sahnenin önünde başarılı bir rol oynarken seyirci tarafından gözlemlenen her şeydir. Sahne önü, aktörün izlenim yönetimi metnini ciddiyetle oynamakta olduğu yerdir. Sahne önünde aktör metine göre uygun olmayan her şeyden kaçınmaktadır. Goffman’ın aktörleri sahne önünde iken doğaçlama yapmamaktadır (aktaran Wallance, Wolf, 2004: 270). Sahne arkası ise, aktörlerin izlenim yönetimine uymaya gerek kalmadığı bir yerdir; artık ‘kendileri’ olabilirler (aktaran Wallance, Wolf, 2004: 271). Sahne arkasında bireylerin rol yapmalarına gerek kalmaz, birey bu bölgede rahatça hareket etmekte ve kendi özel yaşantısına geri dönmektedir. Sahne arkası, insanların daha biçimsel ortamlardaki etkileşimler için kullanacakları malzemeleri hazırladıkları kendilerini ve yerlerdir. Sahne sahnede arkası, bir tiyatrodaki sahne kulisine ya da sinemadaki kameranın çekmediği etkinliklere benzemektedir. İnsanlar, güvenli bir biçimde sahne gerisinde olduklarında rahatlamakta ve sahne önünde denetim altında tuttukları duygu ve davranış biçimlerini serbest bırakmaktadırlar (aktaran Giddens, 2000: 85). Goffman’a göre sahne önü, görünüş ve biçim olarak daha da bölümlenebilecek bir düzenleme ve kişisel ufku da içermektedir. Örneğin bir doktorun günlük rutini, uygun olarak donatılmış bürosunun düzeninde gerçekleşmektedir. Görünüş, aynı zamanda performans gösteren kişinin statüsünü bize gösterme işlevini yapan uyaranlar, olarak tanımlanmıştır. Görünüş, beyaz önlük ve boyunda asılı stetoskop bir doktoru bir büro memurundan ayıran uyaranlar olarak hizmet etmektedir. Biçim ise, yaklaşmakta olan durumda oyuncunun yerine getireceği rol konusunda bizi uyarma işlevini gören uyaranları temsil etmektedir (aktaran Poloma, 1993: 203; Goffman, 1959: 24). Biçim, hastanın yaklaştığını gören doktora, kendini doktorluk etmektedir. mesleğinin gerektirdiği role göre davranmasına kanalize 122 Goffman, kişinin sahne önündeki rutini sırasında, kendi idealleşmiş görüntüsünü (ideal benlik) sergilediğini söylemektedir. Oyuncu, kendi ideal görüntüsü ile bağdaşmayan etkinlikleri, gerçekleri ve dürtüleri saklama eğilim göstermektedir. Bir kişinin pek çok rutini olmasına karşın, kişi sanki bunlardan şuan ki çok önemliymiş gibi rol yapma eğilimindedir. Böylece doktor, sevgili bir eş ve anne, şampiyon tenisçi, amatör şair olabilir fakat muayenehanesindeyken doktor olarak rutini diğer rollerini bastırmaktadır. Aynı biçimde, şampiyon tenisçi olarak tenis kortundaki rutini de, doktor rolünden önce gelmektedir (Poloma, 1993: 203-204). Bireyin bir de gerçek benliğini sergilediği sahne arkası vardır. Sahne arkasının tanınması, söz konusu olan izleyiciye bağlıdır. Bir doktorun muayenehanesi, randevular arasındaki kısa bir mola sırasında doktorun gömleğini çıkararak ayaklarını masaya uzatması ve hemşiresiyle şakalaşması sonucu küçük bir cennet olabilir. Hemşirenin, doktoru sahne arkasında gözlemleyebilmesine karşın, hastalar bunu yapamaz. Birkaç dakika sonra aynı muayenehane, tekrar konsültasyon odasına ve böylece sahne önüne dönüşmektedir (Poloma, 1993: 204). Goffman, bir oyuncunun bir karakteri başarıyla canlandırmak zorunda olduğunu belirtmektedir. Oyuncunun başarısı da başarısızlığı da hayatta canlandırdığı karakterin toplum önündeki başarısı ya da başarısızlığıyla doğrudan ilişkilidir. Bu yüzden oyuncunun performansı sırasında meydana gelebilecek “kriz” ya da “kesinti” anında oyuncu, gösteriyi kurtarmak için bazı niteliklere sahip olmak zorundadır. Goffman’a göre, bu tür sıkıntıları önlemede kullanılan üç nitelik ve uygulama kategorisi vardır (Poloma, 1993: 205-206): 1. Oyuncuların kendi gösterilerini kurtarmak için kullandıkları savunma ölçütleri: Goffman, ‘bağlılık’, ‘disiplin’ ve ‘dikkatin’ takımın oyununu güvenli olarak gerçekleştirebilmesi için gerekli üç nitelik olduğunu ifade etmektedir. Örneğin, takım oyuncularından birinin yaptığı olumsuz bir 123 davranış, takımın diğer oyuncuları tarafından izleyiciye hissettirmeden düzeltmeye çalışılmaktadır. İzleyiciye hissettirilmeden düzeltilmeye çalışılan olumsuz durum, oyuncuların birbirleri arasında bir bağlılığın olduğunu göstermektedir. 2. İzleyicilerin ve dışarıdakilerin oyuncunun gösterisini kurtarmasına yardımcı olmak için kullandıkları koruyucu ölçütler: Bu konuda en önemli ölçüt nezakettir. Hem oyuncular, hem de izleyiciler sahne arkasının kolay ulaşılabilir olmadığını bilirler. Goffman, bireylerin davet edilmedikleri bölgelerden gönüllü olarak uzak durduklarına işaret etmektedir. Eğer “izleyici oyuncunun yararına nezaket ve koruyucu uygulamaları kullanarak gösteriyi anlamlı biçimde desteklerse” oyuncu da bu nezaketi olası kılacak bir şekilde davranmalıdır. Örneğin, bir hastanede randevu sırasını bekleyen hasta, doktor odasında yemek yiyen doktorunu görmekte ve odaya girmemektedir. Hastanın bu davranışı aslında doktorunun o an doktor rolünde olmadığını anlaması ve kişinin kısa sürede yemeğini bitirerek doktor rolüne girmesi için verilen bir süredir. 3. Oyuncuların, karşılarında bulunan izleyici ve dışarıdakilerin koruyucu ölçütler kullanmalarını olanaklı hale getirmek için almak zorunda oldukları ölçütler: Oyuncu performansı sırasında karşılaşabileceği herhangi bir olumsuzluk karşısında, izleyiciden ve dışarıdakinden hoşgörü bekliyorsa, onun da ötekilere karşı nezaket göstermesi gerekmektedir. Örneğin; bir ödül töreni esnasında sanatçının ödülünü almak üzere sahneye çıkarken takılıp düşmesi gibi durumlara rastlamışızdır. Sanatçı, toplum önünde kendisinden beklenen sanatçı rolünü gerçekleştirirken ve hayranlarının önünde giysileriyle, davranışlarıyla daha da kendine hayran bırakma çabası esnada yaşadığı düşme kazası sanatçıyı bir anda insani rolüne geri döndürebilir. Bu gibi durumlarda canı çok acısa da, önemli bir bedensel travma geçirse de sanatçının “sanatçı rolü”nü kolay kolay 124 bırakmaması, karşılığında izleyiciden ve dışarıdakilerden destek almasına olanak tanımaktadır. Goffman eserinde caddelerde, parklarda, akıl hastanelerinde, lokantalarda, dans salonlarında gerçekleştirilen yüz yüze ilişkileri, benliğin sunuluşu açısından incelemiştir (Poloma, 1999: 2015). Kendileri için önemli ötekilerle karşılaşmalarında kadın ve erkeklerin kendi benliklerini sunarken ki oluşturdukları karmaşık yolları aydınlatmaya ve çözümlemeye çalışmıştır. Toplumsal eyleyenler sürekli olarak diğerleri ile olan karşılaşmaları yönetmeye çalışırlar. Bireyler daima bir oyunun içinde oldukları için, Goffman’ın insan oyuncuları modeli, bir erkek veya bir kadının gerçekte ne olduklarını sormanın anlamsız olduğunu varsaymaktadır. Bireyler, kendiliğinden gelişen olaylarda veya ötekilere verilen tepkilerin içten olduğuna inandığı zamanlarda bile sonsuza dek sahne üzerindedirler. Egonun davranışı, daima çok çeşitli ötekiler ile dramaturjik karşılaşmalar yoluyla biçimlenir. Goffman’ın iddiasına göre, hiçbir zaman olamayacağımız şey, kadın ve erkek olmaktır. Bizler ne yapar görünüyorsak o’yuzdur. Yaşadığımız müddetçe gösteri devam etmektedir. Diğerleriyle ilişkilerimizle benliğimizi inşa etmekte ve sunmaktayız (aktaran Soncu, 2010; Coser, 2010: 496). Gündelik hayatta bireyler onlarca benlik sergilemektedir. Bu durumda herkesin biraz kontrollü bir şizofreni olduğu iddia edilebilir. Örneğin birey hayal kurar ve onu gerçekleştirir. Bu yeteneği sayesinde farklı benlikler sergileyebilir, ebeveynlerine karşı sakin uslu çocukken, iş yerinde hırçın ve saldırgan bir benlik sunabilir (Anık, 2007: 90). Her birey duruma, şartlara, kişilere göre farklı benlikler sergilemektedir. Bu bir sahte gösteri değildir aslında, gerçeklerin yansımalarıdır. Benliklerin nasıl sunulduğu ise gündelik hayatta gerçekleşen tüm toplumsal etkileşim ve iletişim diyaloglarında veya davranışlarda gözlemlenebilmektedir. 125 4.1.2.2. Erving Goffman’ın Kavramlarıyla Benlik Sunumu Erving Goffman, gündelik hayat içinde toplumsal etkileşimde bulunan bireylerin sundukları performansı ve sergiledikleri rolleri bir takım kavramlar kullanarak örneklendirmiştir. Goffman’ın örneklerini anlatırken kullandığı ve bu çalışmada da kullanılan kavramlar şunlardır (aktaran Soncu, 2010, Goffman, 2009: 28-35): Sahne Önü: Aktör sahnenin önünde bir rol oynarken seyirci tarafından gözlemlenen her şeydir. Sahne Arkası: Aktörlerin izlenim yönetimine uymaya gerek kalmadığı ve artık ‘kendileri’ olabilecekleri alandır (aktaran Wallance, Wolf, 2004: 271). Etkileşim: Fiziksel olarak aynı ortamda bulunan bireylerin birbirlerinin eylemleri üzerindeki etkileri olarak tanımlanabilir. Performans: Belli bir durumda belli bir katılımcının diğer katılımcılardan herhangi birini etkilemeye yönelik tüm etkinlikleri olarak tanımlanabilir. Rol-Rutin: Bir performans sırasında gözler önüne serilen önceden belirlenmiş ve başka durumlarda da sergilenebilecek ya da oynanabilecek eylem kalıbıdır. Oyuncu-Aktör: Bir performansı gerçekleştiren kişidir. Gözlemci: Performansı seyreden ve bir izlenim elde eden kişidir. Seyirci: Aktörün yaratmak istediği etkiye hedef olan ve bu sunumdan etkilenen kişidir. 126 Verilen İzlenim: Sözlü simgelerle aktörün kendisini sunmasıdır. Yayılan İzlenim: Gözlemcilerin performans gösteren aktör hakkında bulgulara dayanarak elde ettiği izlenimdir. Beden dili, mimik gibi sözel olmayan simgeleri içerir. Kişisel vitrin: Cinsiyet, yaş, ırksal özellikler; boy ve görünüş; duruş şekli; konuşma kalıpları; jest ve mimiklerdir. Görünüş: Performans sırasında oyuncunun toplumsal statüsü hakkında bilgi veren uyarıcılardır. BEŞİNCİ BÖLÜM 5. GÜNLÜK YAŞAMDA BENLİK SUNUMLARI ÜZERİNE BİR İNCELEME Bu bölümde, çalışmanın kavramsal çerçevesi çizilerek yapılan incelemenin amacı ve kapsamı üzerinde durulmaktadır. Yapılan incelemenin metodolojisi ve örneklemi de bu bölümde sunulmuştur. Bölümün ikinci kısmında ise çalışmanın konusuyla ilgili örnek olaylara detaylı olarak yer verilmiştir. 5.1. İncelemenin Amacı ve Kapsamı Bu çalışmanın temel amacı, insanların gündelik hayattaki kişilerarası ilişkilerinde sahneledikleri benlik sunumlarını gözlemlemek ve örnek olaylarla gözler önüne sermektir. Bu amaçla Goffman’ın dramaturji modeli ve izlenim yönetimi teorisi kavramsal çerçeve olarak belirlenmiş ve incelenen örnek olaylar bu bakış açısı ile analiz edilmiştir. Bu çalışmanın temel sorunsalı ise 127 bireylerin günlük hayatta gerçekleştirdikleri kişilerarası etkileşim ve iletişimlerinde benlik sunumlarını nasıl gerçekleştirdikleridir. 5.1.1. İncelemenin Metodolojisi Bu çalışmada metodolojik olarak niteliksel araştırma metodu kullanılmaktadır. Çalışmanın kavramsal çerçevesini Erving Goffman’ın dramaturji modeli ve izlenim yönetimi teorisi oluşturmaktadır. Yöntem olarak doğal gözlem tekniği kullanılmıştır. Gözlemler, Goffman’ın kavramları kullanılarak yazıya geçirilmiş ve durum çalışması12 yapılarak değerlendirilmiştir. Çalışmada durum çalışmasının bütüncül tek durum deseni türü kullanılmıştır. 12 Durum Çalışması (Case Study): Bir tür nitel araştırma yöntemlerinden biri olan durum çalışması (örnek olay çalışması) bir sınıf, bir mahalle, bir örgüt gibi doğal bir çevre içinde gerçekleştirilmekte ve çalışmaya konu olan ortam veya olayların bütüncül bir yorumunu hedeflemektedir. Durum çalışması, (1) güncel bir olguyu kendi gerçek yaşam çerçevesi (içeriği) içinde çalışan, (2) olgu ve içinde bulunduğu içerik arasındaki sınırların kesin hatlarıyla belirgin olmadığı ve (3) birden fazla kanıt veya veri kaynağının mevcut olduğu durumlarda kullanılan, görgül bir araştırma yöntemidir (aktaran, Yıldırım, Şimşek, 190: 1999; Yin, 23: 1984). Durum çalışması diğer araştırma türleriyle karşılaştırılarak daha iyi açıklanabilir. Örneğin deneysel bir çalışma olguyu, amaçlı bir biçimde gerçek yaşam çerçevesinden ayırarak, yani olguyu laboratuvar koşullarında kendi doğal ortamından izole ederek çalışır. Ancak bu yolla, araştırmacının ilgisi sınırlı sayıda değişken ve bunlar arasındaki ilişkiye odaklanabilir. Öte yandan tarihsel bir çalışma, olgu ve içinde oluştuğu içeriği dikkate alır; ancak çalıştığı olaylar güncel değildir. Son olarak, anketler yine olgu ve içerik konusuyla ilgilenir ancak olgunun içinde oluştuğu içeriği derinlemesine araştırma anketlerle mümkün olmaz. Diğer araştırma türlerinden ayrılan yönlerinden yola çıkarak, durum çalışmasının ‘nasıl’ ve ‘niçin’ sorularını temel alan, araştırmacının kontrol edemediği bir olgu ya da olayı derinliğine incelemesine olanak veren araştırma yöntemi olduğunu söylemek mümkündür (Yıldırım, Şimşek, 190191: 1999). Genel olarak dört tür durumsal çalışma yöntemi bulunmaktadır. Bunlar: (1) bütüncül tek durum deseni, (2) iç içe geçmiş tek durum deseni, (3) bütüncül çoklu durum deseni ve (4) iç içe geçmiş çoklu durum desenidir (aktaran Yıldırım, Şim şek, 203: 1999, Yin, 1984). 128 5.1.2. İncelemenin Evren ve Örneklemi Bu çalışmada, insanların günlük hayatta sergiledikleri benlik sunumu konusu işlendiğinden, incelemenin evrenini günlük hayatta rastgele seçilmiş bireyler oluşturmaktadır. Örnek olayların büyük bir çoğunluğu yazarın son beş yıl içindeki farklı çalışma ortamlarındaki ve sosyal çevresindeki gözlemlerinden derlenmiştir. İncelenen bireylerde yaş, cinsiyet, eğitim vb. faktörler göz önünde bulundurulmamış, yalnızca bireyin davranışları üzerinde durulmuştur. Aktarılan örnek olaylarda yer alan kişilerin isimleri değiştirilmiştir. 5.2. Örnek Olaylar Aktör gözlemcilerin kendisi hakkında bir izlenim oluşturmalarını ister. Kendisi hakkında yaratmak istediği sonuca gözlemcilerin varabilmesini ister. Diğer insanların kendisine tepkilerini, özellikle de kendisine nasıl davranacaklarının denetimini elinde tutmayı ister. Sahte izlenimler de yaratmak istenebilir (aktaran Soncu, 2010, Goffman, 2009: 20). Kişi, çevresindekilere kendini nasıl göstermek isterse öyle davranabilmektedir. Örneğin, çok tedirgin olunan bir ortama girdiğinde kendine güvenli durmaya çalışmak ve kendine güvenen bir insan izlenimi yaratmak isteyebilir. Ebru, özel bir hastanede halkla ilişkiler sorumlusu olarak işe başlamıştır. Sağlık sektöründe deneyimi olmasına rağmen, farklı bir kuruluşa uyum sağlamak ve orta düzey yöneticiliğin getireceği riskleri biliyor olmak Ebru’yu tedirgin etmektedir. İşe çabuk uyum sağlayacağından emindir fakat bunu çevresindekilere hissettirmeden yapması gerekmektedir. İşe başladığı ilk gün, Ebru kendinden emin ama henüz bir yönetici kadar formel olmayan davranışlarıyla çalışma arkadaşlarıyla tanışır. Çok fazla konuşmamaya gayret gösterir, çünkü konuşursa bilmediği bir konuyla karşılaşması durumunda çalışanlar tarafından yöneticilik görevinin sorgulanmasına neden 129 olabileceğinin bilincindedir. Ebru ilk gününü çalışma arkadaşlarının işi nasıl yaptıklarını, hastalara ve birbirlerine nasıl hitap ettiklerini, giyim tarzlarını, saç ve makyajlarını, oturuş, kalkış, yürüyüş şekillerini gözlemleyerek geçirir. Ebru, işe başladığının ikinci günü çalışma arkadaşlarını daha detaylı gözlemlemeye başlar ve çalışma arkadaşlarıyla birlikte sergileyecekleri performansta izleyicilerin kendisini acemi olarak gruptan ayırmasına ortam hazırlayacak bir durumun oluşmaması için gayret gösterir. Ebru, işe başladığının üçüncü günü işi tek başına yapabileceği izlenimi verir ve yavaş yavaş sorumluluk almaya başlar. Üçüncü günün akşamında, hastane dışından bir doktorun hastanenin cerrahi birimini kullanmak üzere geleceği haberini alan Ebru, üç gün içinde öğrendiği kurumsal davranışı uygulayarak doktoru karşılar. Doktorun gerçekleştireceği cerrahi operasyon öncesi tüm idari işlerin eksiksiz işlemesi üzerine, doktor memnuniyetini ifade eder. Ebru’nun hastanede üçüncü günü olduğunu öğrenen doktor, Ebru’nun yıllardır orada çalışıyormuş izlenimi vermesine ve gösterdiği başarılı performansa oldukça şaşırmıştır. Bu olayda görüldüğü gibi aktör başkaları üzerinde iyi izlenimler bırakmak için davranışlarını kontrol edebilmekte ve davranışlarını istediği şekilde yönetebilmektedir. Goffman’a göre oyuncular, şu anki duruşlarının ve becerilerinin zaten her zaman sahip oldukları bir şey olduğunu ve hiçbir zaman bir öğrenme ve acemilik dönemi yaşamadıkları izlenimi vermeye çalışabilmektedirler (Goffman; 2012: 56). Goffman, bireyin performansı sırasında ilk çizdiği görüntünün de önemine işaret eder. Bireyin sergilediği ilk görüntü, onun iddia ettiği şeye bağlı kalmasını ve diğer bütün rolleri bir kenara bırakmasını gerektirir. Bu ilk çizilen görüntüde verilen bilgi durumu eklemelere ve değişimlere maruz kalacaktır. Ama ilk görüntüyle kesin bir çelişki göstermemesi gerekir. Oyuncu nasıl bir benlik sunacağını baştan seçmelidir. Aksi takdirde performans çökebilir (aktaran Soncu, 2010, Goffman, 2009: 23). Bu durum genellikle bir kişiyi ilk tanıdığımız anda elde ettiğimiz ilk izlenim ile kişiyi tanıdıkça elde 130 ettiğimiz sonraki izlenimin farklılaşması durumlarında görülmektedir. İlk izlenimin olumsuz bir izlenime dönüşmesi gibi durumlarda oyuncunun seyirci önündeki performansı çökerken, seyircide hayal kırıklığı meydana gelmektedir. Burak, iyi bir üniversite eğitiminin ardından çeşitli sektörlerde çalışmış, başarısını kanıtlamış, fakat çalıştığı çoğu yerde emeğinin karşılığını alamadığını düşünerek işinden ayrılmıştır. Burak, yakın bir zamanda iş başvurusunda bulunduğu bir sağlık kuruluşundan olumlu geri dönüş almış ve iş görüşmesi yapmak üzere kuruluşa davet edilmiştir. Bu kuruluş şehrin merkezinde büyük ve görkemli bir binaya sahiptir. Burak, ilk olarak kuruluşun yönetim kurulu başkanıyla görüşecektir. Burak’ı odasına davet eden başkan, oldukça kontrollü beden dili, nazik ve düzgün konuşma tarzıyla dikkat çekmektedir. Hemen Burak’a, firmayı nasıl kurduklarını ve kısa sürede nasıl başarıya ulaştıklarını muhteşem bir başarı öyküsü olarak anlatmaya başlamıştır. Burak başarılarla dolu bu hikâyeden oldukça etkilenmiş ve bu başarılı insanların içinde yer alması gerektiğini düşünmeye başlamıştır. Bu etkileyici görüşmenin ardından işi kabul ederek büyük bir hevesle çalışmaya başlamıştır. Firmanın kurumsal iletişim sorumlusu olarak görevlendirilen Burak, işinin ilk günü yönetim kurulu başkanı ile konuştuğu ve anlaştığı durumlara uymayan sorunlarla karşılaştır. Örneğin kuruluşun merkezinde çalışacağı söylendiği halde, kuruluşun başka bir şubesinde görevlendirilmiştir ve görev tanımı dışındaki işlerden de sorumlu tutulmuştur. Ayrıca firmadaki diğer yöneticilerin de yönetim kurulu başkanı kadar nazik ve anlatıldığı kadar muhteşem yönetim becerilerine sahip insanlar olmadıklarını fark etmeye başlamıştır. Yönetim kurulu başkanının sergilediği performansın sahte olduğunu fark eden Burak, hayal kırıklığına uğramış, durumu görüşmek için randevu talep ettiği halde yönetim kurulu başkanıyla ilk gündeki kadar kolay iletişim kuramamıştır. Goffman, bir grubun veya sınıfın incelendiğinde, üyelerinin esas olarak belli rutinlere daha az önem verdiklerinin görüldüğünü ifade eder. Örneğin 131 profesyonel bir kimse sokakta, bir mağazada veya evinde çok alçakgönüllü bir rol oynamaya razı olabilir, ama profesyonel yeterlilik gösterisini sergilediği sosyal çevrede etkili bir görüntü ortaya koymak onun için daha önemli olacaktır. Kişi, davranışlarını bu gösteriye göre ayarlarken, sahnelediği tüm farklı rutinler arasından yalnızca mesleki itibarının kaynağı olan rutini önemseyecektir (Goffman; 2012: 43). Dünyaca ünlü bir profesör birlikte çalıştığı yönetici asistanına ofisinde kimse olmadığı zamanlarda kahve yapmakta ve beraber içmektedirler. Profesör birlikte çalıştığı asistanının da en az kendi kadar yorulduğunun bilincindedir ve ona bu şekilde jest yapmakta bir sakınca görmemektedir. Aynı profesör mesleki bir kongre sırasında mesleki alanının en iyilerinden olduğunu gösteren çalışmalarını izleyicilere sunarken karizmatik, ciddi yani kontrollü bir performans sergilemek zorunda olduğunun bilincindedir. Kişi, doğal iletişimi sırasında gösterdiği alçak gönüllü rolünü, resmi iletişim sırasında göstermeyecektir ve davranışlarını gösteriye göre ayarlarken yalnızca mesleki itibarını ilgilendiren rutini önemseyecektir. Goffman, profesyonel kimselerin sosyal ortamda alçakgönüllü bir rol oynamaya razı olabileceklerini ifade eder (Goffman; 2012: 43) fakat bazı kişiler mesleki itibarlarının ve profesyonelliklerinin gerekli olmadığı sosyal ortamlarda da etkili bir görüntü ortaya koymak için mesleki kimliklerini kullanabilmektedirler. İki doktor arkadaş bir restorana yemeğe gitmişlerdir. Restoran oldukça kalabalıktır ve garsonlar masalara servis yapma konusunda yetersiz kalmaktadır. Garsonlar, restorana ilk gelenlerden son gelenlere doğru, sırasıyla masalarla ilgilenmeye çalışmaktadır. İki doktor arkadaş, restorana son gelenler arasındadır. Kendilerine uygun bir yer seçen doktorlar oturup kendi aralarında sohbete başlamışlardır fakat bir taraftan da garsonların kendileriyle ilgilenmediklerini düşünerek sıkılmaktadırlar. Bu sırada doktorlardan birinin telefonu çalmıştır. Doktor sesini olabildiğince yüksek 132 tutarak, bir hasta hakkındaki görüşlerini tıbbi terimlerle ifade etmeye başlamıştır. Yüksek sesle telefon konuşmasına kulak misafiri olan garsonlar ve müşteriler aktörün doktor olduğunu anlamışlardır. Doktorların oturduğu masaya hizmet hızlanmış, öncelik verilmiş ve diğer masalarda oturan müşteriler bu duruma göz yummuşlardır. Doktor, avukat gibi her insanın gerektiğinde ihtiyacı olacağı mesleklere sahip bireyler, bazı ortamlarda da kimliklerini saklama gereği duymaktadır. Özellikle mesleki itibarını kullanmasının gerekli olmadığı rutinlerde birey mesleğini diğerlerinden saklayabilmektedir. Örneğin, şehirlerarası otobüs yolculuğu yapan bir doktor, yanında oturan bir yolcuyla sohbete başlamıştır. Yolculuğun başından sonuna kadar sağlık sorunları dinlemek istemediğini ifade eden doktor, kendisine ne iş yaptığını soran yolcuya “Bir kuruluşta memurum” diye cevap vererek kimliğini yolcudan sakladığını söylemiştir. Goffman’a göre rutinler, sık sık tek başına gerçekleştirilmezler. Goffman, takım terimini tek bir rutini sahnelemek için müşterek hareket eden bir grup insan olarak tasarlar. Böyle bir takım, bir doktor ve hastane çalışanları, ya da bir başkan ve onun danışmanları olabilir (Poloma; 1993; 204). Özellikle hastaneler takım çalışmalarının sık görüldüğü kuruluşlardır. Bunu bir örnekle açıklayalım. Sevil özel bir hastanenin kardiyoloji kliniğinde hasta koordinatörü olarak çalışmaktadır. Görev tanımından ilki, ilişkileri hastaneye başvuran hastaların randevu ve muayene işlemlerinin sorunsuz yapılmasını sağlamaktır. İkinci görev tanımı ise dünyaca tanınmış, başarılı bir tıp doktoru olan bölüm başkanının özel hastalarıyla ilgilenmektir. Doktorun özel hastaları arasında tanınmış siyasetçiler ve iş adamları da bulunmaktadır. Sevil, ünlü kişilerin hastaneye gelişlerinin ve yapılacak tıbbi müdahalenin saklı tutulması gerektiğinin bilincindedir. Bu gizlilik önce basın kuruluşları tarafından, sonra hastanede bulunan diğer hastalar tarafından bu kişinin şahsi mahremiyeti düşünülerek uygulanmaktadır. Bu uygulama gerçekleştirilirken tüm hastane 133 çalışanları adeta bir gizlilik oyunu oynamaktadırlar. Sergilenen bu performansın izleyicileri olan diğer hastalar, ünlü kişinin kimliğini ve hastalığını fark etmeden performans başarıyla sona erdirilmektedir. Diğer hastalar, sahne önünde hastanenin rutin bir gününü yaşamakta olduklarını düşünürken, sahne arkasında kişinin kimliğinin gizli tutulması için bir takım çalışması yapılmakta ve takımdaki tüm üyelerin bu oyunu başarıyla oynamaları beklenmektedir. Goffman, takımın ortak başarılarının yanında ortak uyuşmazlıklarının da olabileceğini ifade eder. Ortak uyuşmazlığın yalnızca takım üyelerinin ortak hareket etmesini engellemekle kalmayıp takımca desteklenen gerçeği de zora sokacağını iddia eder. Takım elemanları, rutin sırasında güvenilir olmalı, bu nedenle de dikkatli seçilmelidirler. Bir hastayı diğerine çekiştiren hemşire, ortağının yetersizliğini onun müşterisine söyleyen dava vekili, ya da kuruluştaki bir töreni rakipler önünde iyi organize edemeyen bir takım üyesi gibi örnekler takım rutininin bozulmasına örnek oluşturmaktadırlar (Poloma; 1993: 205). İş ortamı farklı kişilikten ve farklı mesleklerden bireyleri bir araya getiren mekânlardır. Bireylerin her birinin farklı bir görevi ve o görevin gerektirdiği farklı roller vardır. Fakat söz konusu kuruluşun tümünü ilgilendiren bir törenin gerçekleştirilmesi ise, kişilerin kuruluşu takım çalışması ile temsil etmeleri gerekebilir. Bu gibi durumlarda bireylerde takım çalışması bilincinin olması ve olası sorunları düşünüp izleyicilere hissettirmeden sorunu çözmeleri gerekmektedir. Aktörlerden birinin performans sırasında aksaklığa sebebiyet vermesi, kuruluşun itibar kaybetmesine neden olur. Bu durumu örnek bir olayla açıklayalım. Önemli bir tesisin açılış törenini gerçekleştirecek olan ülkenin büyük kuruluşlarından bir tanesi, açılış töreni için devlet protokolünden ve basından kişileri çağırmıştır. Tesisin açılış töreninde herhangi bir aksaklığın çıkmaması için yetkili kişilerden oluşan bir ekip oluşturulmuştur. Bu kişilerden tören 134 anında performanslarını en iyi şekilde gerçekleştirmeleri beklenmektedir. Davetliler toplandıktan sonra genel müdür konuşmasını yapar ve açılış için tesisin önüne geçilir. Fakat kurdele kesimi için gerekli hazırlığın yapılmadığı son anda fark edilir. Takım üyeleri birbirleriyle iletişimsizlik yaşadıklarından, sorun önceden fark edilememiş ve tesisin açılışı kurdele kesimi olmadan gerçekleştirilmiştir. Sıradan bir törenden farkı kalmayan açılışa katılan davetlilerin birçoğu tesisten erkenden ayrılmış, basında açılış töreni haberi fotoğrafsız yer almıştır. Bu olayda da görüldüğü gibi performansı sergileyen aktörlerden birinin basit gibi görülen bir rolü ihmal etmesi, törenin tümüne başarısızlık olarak yansımıştır. Performansı sergileyen takım üyelerinin her durumda birlikte hareket etmesi önerilen bir durumdur. Takım üyelerinin yaydığı izlenimlerin seyirciler tarafından her an izlenmekte olduğunun da unutulmaması gerekmektedir. Örneğin, bir konfeksiyonda üzerine kıyafet deneyen bir bayana, kıyafetinin çok yakıştığını grup halinde söyleyen konfeksiyon çalışanları, bir önceki müşteriye de aynı şeyleri söylemişlerdir. Fakat o sırada konfeksiyonda olan gözlemci, az önceki müşteriye kıyafetin yakışmadığını görmüştür. Gözlemciye göre konfeksiyon çalışanları içten bir tavır sergilememektedirler. Yani yakışmadığı halde yakışmış olduğunu söylemektedirler. Performansın açığını yakalayan gözlemci için, çalışanların görüşleri artık önem taşımamaktadır. Bu durum aktörlerin performanslarını sergiledikleri seyirci için de, performansa şahit olan gözlemciler için de geçerlidir. Goffman’a göre, aktörlerin performanslarını izleyen seyirciler aktörün ya da aktörlerin yaydığı ve verdiği izlenimleri incelerler. Arada tutarlı bir bağ olmasını beklerler (Goffman, 2009: 20). Bu tutarlı bağ kurulamazsa seyirciler için artık performansın bir önemi kalmaz ve gerçekliğini yitirir. Goffman, bireylerin sergiledikleri performans kadar performans sırasında oluşturulan görünüşün ve vitrinin de önemine işaret etmektedir. 135 Doktor örneğinde, doktorun günlük rutininin uygun olarak donatılmış muayenehanesi ya da hastanenin düzeninde gerçekleştiğini söyler. Görünüş, aynı zamanda performansı gösteren kişinin statüsünü bize gösterme işlevini yapan uyaranlar olarak tanımlanır. Beyaz önlük ve boynunda asılı stetoskop bir doktoru bir memurdan ayıran uyaranlar olarak hizmet eder (aktaran Poloma,1993: 203). Doktorun beyaz önlük ve stetoskobunun izleyici önünde sergileyeceği performans üzerinde büyük katkısının olacağı şüphesizdir. Bu konuyla ilgili örnek olayımız da bu düşünceyi destekler niteliktedir. Özel bir tıp merkezinde halkla ilişkiler müdürü olarak çalışan Emel, tıp merkezine gelen hastaların memnuniyetinden ve olası şikâyetlerinden sorumludur. Kuruluşun hem iç hem dış halkla ilişkilerini yürüten Emel son zamanlarda bazı doktorların beyaz önlüklerini giymediklerini fark etmekte fakat uyarı yapamamaktadır. Hastalardan gelen şikâyet dilekçelerini de gözden geçiren Emel, birçok hastanın aynı konuya değinmiş olduğunu fark eder. Hastalar, kendilerini muayene eden kişinin doktor olup olmadığı konusunda tereddüt ettiklerini ifade etmektedirler. Çünkü bireylerin zihninde bir hastane ve doktor imajı vardır. Bireyin zihnindeki bu imaj modern cihazlarla dolu bir hastane/muayenehane görüntüsü, güler yüzlü hasta danışmanları ve çevrede gözlemlenen beyaz önlüklü doktorlardır. Doktorun beyaz önlüklü ve tam donanımlı bir muayenehanede ya da hastanede performansını gerçekleştirirken hasta tarafından daha ciddiyetle dinleneceğini ve inandırıcı olacağını söyleyebiliriz. Buna benzer olarak hastane çalışanlarının kıyafetleri performansları sırasında çoğunlukla onlara destek oluştururken, bazen ise sorun yaratabilmektedir. Bunu bir örnekle açıklayalım. Özel bir hastanede yaklaşık on beş yıldır görev yapan bir hasta danışmanı, işe yeni başlayan orta düzey bir hastane yöneticisinden daha deneyim sahibidir. Kurum kültüründen, hastane otomasyonuna; tıbbi terminolojiden hastaların psikolojisine kadar birçok konuda deneyim sahibidir. Fakat hasta danışmanı ile orta düzey yöneticiyi birbirinden ayıran görünüş farklılıkları mevcuttur. Hasta danışmanları tek renk gömlek, tek renk pantolon 136 ve ceket giymekle yükümlü iken orta düzey yönetici oldukça gösterişli bir giyim tarzına sahip olabilir. Bu farklılıklar hastaların hasta danışmanına ve yöneticiye farklı davranışlar sergilemelerine sebep olmaktadır. Bir hasta danışmanının anlattığı bir olay, bu durumu kanıtlar niteliktedir. “…. isimli kişi bizim devamlı hastamızdır. Kendisiyle ben ilgilenirim ve kendisine yapılan tüm tetkiklerin kayıtlarını tutarım. Genel olarak sinirli ve sabırsız bir kişilik özelliğine sahiptir. Hastaneye her gelişinde sorun çıkarır ve biz de bir şekilde sorununu çözer göndeririz. Hasta, hastaneye son gelişinde kendisinden fazla para alındığını iddia etti ve benimle tartışmaya başladı. Ben yapılan tüm tahlil ve tetkiklerin dökümünü alıp kendisine gösterdim. İkna olmaması üzerinde, bölümün halkla ilişkiler sorumlusu Selda Hanımı telefonla aradım. Selda Hanım işe yeni başlamıştı ve hastanenin uygulamalarına henüz hakim değildi. Aramızda geçen telefon konuşmasında bana bu durumu söyledi. Fakat kendisine hasta karşısında daha ikna edici bir görünüm sergileyeceğini ifade ettim. Birkaç dakika sonra Selda Hanım hastanın yanına geldi. Hızlı, kendinden emin ve ciddi bir tavırla yürüyordu. Hastanın bunu fark ettiğini gözlemledim. Aralarında birkaç dakikalık konuşma geçtikten sonra, hasta ikna oldu ve hastaneden ayrıldı”. Bu olayda görüldüğü gibi bireyler görünüşleriyle izleyiciye etki edebilmektedir. Goffman görüntünün izleyici zihnindeki önemine değinerek, örneğin doktorun, hastayla ilişkisi süresince kendinden emin, duygusuz ve serinkanlı bir görüntü sergilemesi gerektiğini ifade eder (aktaran Poloma; 1993: 203). Bunu bir örnekle açıklayalım: Birçoğumuz hastane ortamının ne kadar sıkıcı ve kasvetli olduğunu düşünürüz. Özellikle hasta olduğumuzda ya da yakınlarımızdan biri hasta olduğunda çoğu zaman içimizi kaplayan hüzünle ve endişeyle hastanede oturur, randevu sıramızın gelmesini bekleriz. Sıramızı beklerken önümüzden gelip geçen doktorların, hemşirelerin ve hasta danışmanlarının da yüzlerinde bir ciddiyetin ve bizim hislerimizi taşıyan bir hüznün olmasını bekleriz. 137 Aslında onlar için hastane ortamı, rutin iş performanslarını sergiledikleri bir mekandır. Sahne önünde, hastalarla ciddiyetle konuşmaları gerekirken, sahne arkasında birbirleriyle şakalaştıkları özel alanları da vardır. Fakat özellikle hastanelerde, sahne arkasının hastalar tarafından görülmemesi gerekmektedir. Yaşanılan bir olay da, bunu kanıtlar niteliktedir. Özel bir hastanede çalışan Doktor Ahmet, hastasıyla görüşme yaptıktan sonra hastasına bekleme salonunda beklemesini ve tetkik raporunu yazdıktan sonra kendisiyle tekrar görüşeceğini bildirmiştir. Doktor Ali, rapor odasına giderken kendisini takip eden hastadan habersizdir. Rapor odasına girdikten sonra kapının aralık kaldığını da fark etmemiştir. Rapor odasında bulunan ve rapor yazmakta olan diğer doktorlarla aralarında bir konuşma geçen Doktor Ahmet, diğer doktorlarla birlikte sesli olarak güler. Kapının önünde doktoru bekleyen hasta tarafından şahit olunan bu sahne neticesinde, hasta büyük bir üzüntüye ve hayal kırıklığına uğramıştır. Bu olayda görüldüğü gibi hastanenin sahne arkası hastalardan saklı tutulmalıdır. Çalışanların sahne arkasındaki konuştuklarına veya bir takım davranışlarına şahit olan izleyiciler, davranışlarıyla sahne arkasındaki çalışanların davranışları sahne arasında bir önündeki tutarlılık göremeyecekleri için hayal kırıklığına uğrayabilmektedirler. Sahne arkasını, hastaları ya da müşterileri çok daha iyi tanımak için kullanan çalışanlar da vardır. Özel bir hastanede hasta danışmanı olarak çalışan kişiler günlük rutinleri esnasında sorunlu hastalarla da karşılaşmaktadırlar. Hastaların hastaneye ilk girişte kayıtları yapıldığı için, birçoğunun isimleri hastane otomasyon sisteminde mevcuttur. Hastanenin tüm birimlerinde kullanılan bu sistem, hastalara uygulanan tüm tahlil ve tetkikleri göstermektedir. Ayrıca kişinin isminin altında doktorun hastası hakkındaki görüşlerini bildirmesi için ayrılmış bir de bilgi notu ekleme alanı vardır. Doktorlar tarafından çok fazla kullanılmayan bu alan, hasta danışmanları için oldukça öneme sahiptir. Problem çıkaran hastaların isimlerinin altına “sorunlu hasta, ilgili davranınız” olarak not yazıldığında, 138 hasta hastaneye her gelişinde, başka bir hasta danışmanı ya da doktor tarafından karşılaşsa bile bu notu dikkate alan hasta danışmanı veya doktor hastaya daha yakın ve daha şefkatli davranmaktadır. Sahne arkasında oluşturulan bu takım çalışması, sahne önünde hastaya olumlu olarak yansımaktadır. Uygulamada hastanın fişlenmesi gibi olumsuz bir durumun oluşabileceği düşünülebilir. Fakat özellikle özel hastaneler, hasta kaybetme riskini göze alamayacaklarından, hastaya daha dikkatli davranılması neticesinde uygulama genellikle olumlu sonuç vermektedir. Hastane otomasyon sistemleri doktorların hastalarını hatırlayamama sıkıntısına karşı, onlara yardımcı olan da bir sistemdir. Bu sistem, doktor ve hasta arasındaki performans sırasında hastaya özel olduğu izlenimini vermektedir. Goffman’a göre oyuncular, rutinlerinin mevcut performansının ve mevcut seyircileriyle ilişkilerinin özel ve kendine özgü bir yönü olduğu izlenimini yaratırlar (Goffman; 2012: 57). Örneğin; hasta, muayene olacağı bölüme kayıt yaptırdıktan sonra bilgileri doktorun bilgisayarındaki hastane otomasyon sistemine de düşer. Hasta içeri girmeden geçmişi hakkında araştırma yapan doktor, hasta içeri girdikten sonra hastaya ismiyle hitap ederek onu hatırladığı izlenimini yaratır. Doktorun yüzlerce hastasının içinde kendisini hatırladığını düşünen hasta özel olduğunu hissetmektedir. Bu duruma doktorun açısından bakan bir yazar, şunları söylemiştir (Goffman; 2012: 57): “…. doktor hatırlamadığı bir şeyi hatırlıyormuş gibi yapmalıdır. Hasta, kendi içinde meydana gelen olayların tek tek öneminin farkında olduğundan, her şeyi hatırlar ve doktora bundan söz ederken aldığı keyiften dolayı “eksiksiz hatırlama” sendromundan mustariptir. Hasta, doktorun da kendisi gibi hatırlayamadığına inanamaz ve doktor geçen sefer tam olarak ne tür haplar yazdığını, kaç tane ve ne zaman alınması gerektiğini aklında tutmadığının görülmesine izin verirse gururu derin bir yara alır”. Bir doktor gibi, bir yöneticinin ya da bir avukatın da mesleğinin gerektirdiği role uygun davranması beklenmektedir. Örneğin, sosyal 139 hayatlarında çok samimi olan iki avukat arkadaş, aynı davada karşı tarafların avukatları olarak karşılaştıklarında rakip olmak ve davalarını kazanmaya odaklanmak mecburiyetindedirler. Bir avukatın adliyeye girip cübbesini giydiği anda sergilemiş olduğu hukuk adamı rolü, davayı kazanma başarısı kadar önem taşımaktadır. Konuyla ilgili örnek olayımız da bunu kanıtlar niteliktedir. Av. Uğur’un müvekkili olan X şirketine, işten ayrılan işçisi tarafından kıdem tazminatı davası açılmıştır. X şirketi sahibi davanın diğer işçiler içinde emsal oluşturacağını düşünmekte ve davayı bu yüzden önemsemektedir. Şirket sahibi bu konuda Av. Uğur’un oldukça başarılı bir avukat olduğunu bilmekte ve davayı kazanacağından emin görünmektedir. Davanın görüleceği gün Av. Uğur, karşı tarafın avukatı olan Av. Tolga ile bahçede karşılaşır. İki avukat da sosyal hayatlarında iyi arkadaşlardır. Bahçede oldukça samimi bir sohbetten sonra her ikisi de davanın görüleceği mahkeme salonuna doğru ilerler. Avukatlar mahkeme salonuna doğru yaklaştıkça aralarındaki mesafeyi artırır ve yüzlerine oldukça ciddi bir ifade takınırlar. Duruşma salonunun önünde bekleyen müvekkillerinin yanlarına giden iki avukatın birkaç dakika önceki samimiyetleri yerini ciddi ve oldukça mesafeli bir davranışa bırakmıştır. Duruşma sırasında avukatların birbirleriyle olan konuşmaları daha da sert bir tavırla sürer. Çünkü avukatların müvekkilleri yanlarındadır ve duruşmada iyi bir performans sergilemeleri gerekmektedir. Duruşma salonundaki gerginlik dolu anlardan sonra, hakim tanıkları dinler ve duruşma sona erer, herkes dışarı çıkar. Müvekkillerinden ayrılan Av. Uğur ve Av. Tolga, gergin bir duruşmanın sona ermesinin rahatlığı ile az önce içeride çatışanlar kendileri değilmiş gibi birbirlerine gülümseyerek çay içmek için kafeteryaya inerler. Bireyleri mesleki kimliğin gerektirdiği gibi davranmaya iten profesyonel roller olduğu kadar, bireyleri toplumun genel kabul görmüş değerlerini benimsetmeye iten toplumsal roller de vardır. Bunlardan biri de cinsiyet rolleridir. Yeryüzünde birçok toplumda erkeğin kadından fiziksel ve zihinsel olarak güçlü olması beklenen bir durumdur ve bireyler bu doğrultuda 140 davranış ve tutum geliştirirler. Aynı toplumda yaşayan erkek de kadın da bu genel kabul görmüş durumu benimserler. Bunu bir örnekle açıklayalım. Kişisel rutininde çok güzel araba kullanan bir bayan, yeni tanıştığı bir erkeğin yanında zekâsını, becerisini ve kararlılığını olduğundan daha az gösterebilmektedir. Erkeğin daha güzel araba kullandığını ya da erkeğin arabasının onunkinden daha güzel olduğunu söyleyerek erkeğin öne çıkmasını sağlayabilir. Bayan bu şekilde davranarak erkeğin ilgisini çekeceğini düşünmektedir. Goffman benzer konuda yapılmış bir araştırmada Amerikalı kızları işaret ederek, kızların randevulaşmaya müsait erkeklerin yanındayken zekâlarını, becerilerini ve kararlılıklarını olduğundan daha az gösterdiklerini belirtiyor. Uçarılık konusunda tüm dünyaya yayılmış ünlerine rağmen bu kızlar, olağanüstü bir zihinsel disiplin örneği sergilemektedirler. Bu oyuncular erkek arkadaşlarının zaten bildikleri şeyleri kendilerine sıkıcı bir şekilde açıklamalarına izin veriyorlar; kendileri kadar yetenekli olmayan kavalyelerinden matematik becerilerini saklıyorlar; masa tenisi oyunlarını ise oyun tam bitecekken kaybediyorlar. Aslında bütün bunlarla erkeğin doğal üstünlüğü sergilenirken, kadının daha zayıf rolü de doğrulanmış oluyor (Goffman, 2012: 48). Erkeklerin öne çıkarıldığı bir toplumdan, cinsiyet fark etmeksizin bireysel olarak öne çıkmak isteyen kişilerin bulunduğu bir topluma geçiş yapalım. Günümüzde bireysel başarıları ve kazançları destekleyen bir dünya yapısıyla karşı karşıyayız. Özellikle günümüz gençlerindeki bireysel davranışlar, bu bireyleri hem özel hayatlarında hem sosyal hayatlarında kıskaç altına almıştır. Henüz iş hayatındaki örgüt iletişimi hakkında bilgi sahibi olmayan gençler, bireysel odaklı davranışları ile iş hayatlarında çatışmalarla karşılaşabilmektedirler. Bunu bir örnekle açıklayalım. Üniversite üçüncü sınıf öğrencisi idealist bir genç, staj yaptığı kuruluştaki çalışanlarla rekabet edici bir performans sergilemiş ve gencin ilk iş deneyimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bulunduğu iş ortamındaki 141 insanlardan eğitimine destek olacak bilgiler öğrenmesi ve bunu yaparken çalışanlarla arasındaki hiyerarşik yapıya uyması beklenen bir stajyerin, çalışanlarla rekabete girmesi çalışanları rahatsız etmiştir. Kuruluşların hemen hemen hepsinde hiyerarşik yapıya önem verilmekte ve bu yapı çalışanlarca benimsenmektedir. Kuruluşun en üst basamağındaki yöneticiden beklenen rol girişken, ciddi ve gösterişli olması iken, en alt basamağındaki kişilerden beklenilen rol üst düzey çalışanların karşısında pasif, alçak gönüllü ve güler yüzlü olması gerektiğidir. Goffman, görünüş ve tutum arasında karşılıklı olarak birbirini onaylayan bir tutarlılık olması gerektiğini ifade eder. Etkileşimdeki tarafların toplumsal statüleri arasındaki farklılıkların o tarafların etkileşimde ne tür roller oynamayı beklediklerine dair belirtilerde görülen birbiriyle uyumlu farklılıklarca ifade edilmesi beklenir (Goffman, 2012: 37). Vitrinde bu tür bir uyumluluğa örnek bulmak için, bir işletmede üst düzey yönetime getirilmiş bir kişinin görünümüne bakabiliriz: Bir işletmede üst düzey yönetime getirilmiş bir kişi, işletme için ideal bir yönetici görüntüsü çizmelidir. Çalışanlara üst düzey yönetime getirilen bu kişinin onlardan farklı, daha zeki, daha becerikli ve daha karizmatik olduğu izlenimi verilmek zorundadır. Goffman’a göre, yöneticiler genelde bir yeterlilik ve duruma hakimiyet havası yayarlar ve hem kendilerini hem de başkalarının kısmen de olsa o işi yapmalarının, yönetici gibi çalışabilmelerinden değil yönetici görünümüne sahip olmalarından kaynaklandığı gerçeğinden uzak tutarlar (Goffman, 2012: 55). Yönetici görünümüne sahip yöneticilerin seçileceği gibi bazı meslekler için de o mesleğin görünüşünde eleman seçimi söz konusu olabilir. Mesleğin görünüşüne göre eleman seçiminde, bireyin eğitiminin yanında, prezantabl olması, saç ve hatta göz renginin bile değerlendirmeye alındığı durumların yaşandığı bilinmektedir. Örneğin özel bir kuruluşun erkek yönetim kurulu başkanı ile erkek insan kaynakları müdürü, kuruluşlarına alacakları halkla ilişkiler sorumlusunun sarı saçlı ya da siyah saçlı olması konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Yönetim kurulu başkanı, 142 sarı saçlı adayların halkla ilişkiler görevine daha uygun olduğunu iddia ederken, insan kaynakları müdürü siyah saçlı adayların halkla ilişkiler görevinde daha başarılı olduğunu iddia etmiştir. Bu diyalog her iki taraf için de şakalaşma olarak ifade edilmiş olsa bile, iki yönetici arasında geçmiş bir diyalogdur. Bazı işe alım mülakatlarında işin gerektirdiği yeterlilikten başka şeyler de istenmektedir. Banka örneğini verecek olursak: kendilerine göre ideal bir bankacı tipi yaratan bu kuruluşlar, belirledikleri bankacı tipine uygun olmayanları kabul gerektirmeyecek etmemektedir. yerlere adayın Müşterilerle yüzünü doğrudan görmeden alım iletişimi yapılırken, müşterilerle doğrudan iletişim kuracak adaylar arasından bankacılık için ideal izlenim verenler alınmaktadır. Adayların kurumun belirlemiş olduğu okullardan mezun olmaları şartı da sıkça rastlanan durumlardandır. Kurumun üst düzey yöneticilerine bakıldığında, böyle bir şart aranmazken, yeni işe başlayacak adaylara bu şartlar öne sürülebilmektedir. Goffman’a göre bu ideal izlenimleri pekiştiren bir çeşit “eğitim retoriği” de söz konusudur. Bu sayede sendikalar, üniversiteler, ticaret odaları ve diğer lisanslama kurumları o meslekleri icra edenlerin, kapsamı ve süresi açısından gizemli bir eğitim almalarını şart koşar. Bu kısmen o alanda tekelliklerini devam ettirmek içindir, ama kısmen de lisanslı meslek üyesinin o eğitim sayesinde baştan yaratılmış ve diğer insanlardan apayrı bir kimse haline gelmiş olduğu izlenimini yaratmak içindir. Bu bağlamda bir öğrenci, eczacılık lisansı almak için tamamlamak zorunda olduğu dört yıllık üniversite eğitiminin meslek itibarı açısından iyi olduğunu düşündüklerini ama kimilerinin birkaç aylık bir eğitimin aslında yeterli olacağı itirafında bulunduklarını iletmektedir (Goffman, 2012: 55). Topluma önder olmuş kişilerin, siyasetçilerin, sanatçıların çoğu kez insani vasıflarından arınmış kadar özel kişiler olduğu düşünülür. Bu kişilere toplum tarafından her türlü erdem ve yetenek yakıştırılır. Bu kişilerin halkın arasına karışması ve sıradan bir insan gibi davrandığının görülmesi ise 143 toplumda hayal kırıklığı yaratabilmektedir. Goffman, bağlantılara getirilen kısıtlamaların, toplumsal yaşamda mesafenin korunmasının, seyircide hayranlık yaratılmasının ve bunun sürdürülmesinin bir yolu olduğunu söyler. Cooley’in sözlerinin de buna destek verdiğini belirtir (Goffman, 2012: 74): “Bir insanın kendine dair sahte bir fikirle başkalarını yönlendirme derecesi çeşitli koşullara bağlıdır. Daha önce değindiğimiz gibi, söz konusu insanın kendisi, hayal gücünden kaynaklanan ayrı bir varlık olan bu fikirle pek bağlantısı olmayan rastgele biri olabilir. Önder ile takipçisi arasında doğrudan bağ olmayan durumlar dışında bu pek mümkün değildir ve kısmen de olsa otoritenin, özellikle de kişisel bir zayıflığı gizlemekteyse, neden samimi bağlar kurulmasını önlemek ve böylece hayal gücüne idealize etme fırsatı sunmak adına kendini biçimlerle ve yapay gizemle sarma eğilimi olduğunu açıklar”. Özel bir hastanede halkla ilişkiler sorumlusu olarak görev yapan Seda, hastaneye muayene için gelen eski siyasetçilerle yeni siyasetçiler arasında oldukça farklı davranış şekillerinin olduğunu belirtmektedir. Eski siyasetçileri örnek vererek, bu kişilerin kendileriyle daha samimi ve içten, yeni siyasetçilerin ise kendileriyle daha mesafeli ve resmi olduklarını ifade ediyor. Eski siyasetçilerin davranışlarını kontrol etmek, otoritelerini ya da karizmatik görüntülerini hala korumak gibi bir kaygılarının artık olmamasından dolayı rahat davrandıklarını dile getiren Seda, bu kişilerle çok samimi şekilde şakalaştıklarını hatta karşılıklı oturup çay sohbeti yaptıklarını da ifade ediyor. Yeni siyasetçiler ise bu konuda oldukça mesafeli davranmaktadır. Hastanede halktan birileriyle karşı karşıya kalmamaları konusunda, hastane çalışanlarına doğrudan bir uyarı vermeseler bile, mesafeli davranışları ve hastaneye randevuların yoğun olmadığı saatlerde gelmek istemeleri çalışanlara mesajı dolaylı da olsa vermektedir. Bu kişiler yalnızca muayene ve tetkikler hakkında çalışanla konuşuyor, bunun dışında sohbet oluşacak bir ortama izin vermiyorlar. Hatta bazıları yalnızca doktor ve halkla ilişkiler uzmanıyla göz teması kuruyor. Diğer çalışanların yanından hızlı ve ciddi bir 144 şekilde geçiyorlar. Böylece halkın zihninde ulaşılamayacak kadar üstün özellikli bir imaj çiziyor ve hayranlık yaratıyorlar. Kuruluşların üst düzey yöneticilerinin de birçoğu, siyasetçiler gibi karizmatik görüntülerini koruyabilmek ve zayıflıklarını gizlemek için alt çalışanlarına mesafeli davranışlar sergileyebilmektedirler. Bir devlet kuruluşunda halkla ilişkiler uzmanı olarak görev yapan Defne, kuruluşun üst düzeyinde çalışanlardan birinin çalışanlara karşı içtenlik ve mesafe konusunda sık sık tereddüt yaşadığını ifade ediyor. Defne: “İbrahim Bey’le koridorda her karşılaşmamızda İbrahim Bey durur ve sohbete başlarız. Sohbetin başlarında içten ve samimi bir konuşma geçerken, sohbetin sonuna doğru muhtemelen İbrahim Bey üst düzey yönetici olduğunu aklına getiriyor ve bir anda sohbeti keserek araya mesafe koymaya çalışıyor”. Bu olayda görüldüğü gibi yönetici, sohbetin uzaması durumunda ağzından laf kaçırmasından ya da kişisel bir zayıflığının ortaya çıkmasından endişe ederek performansını kendi zihninde gözden geçirmekte ve iş arkadaşı rolünü terk edip, yönetici rolüne tekrar dönmektedir. Bir kuruluşun üst düzey yöneticisi, alt düzey çalışanlarını tek tek odasına kabul ettiğinde, aralarında geçen konuşma oldukça arkadaşça, içten ve samimi olmaktadır. Odaya giren kişi sayısı arttıkça konuşmanın içtenliği azalmakta, yönetici gittikçe resmi ve seviyeli bir tavır takınmaktadır. Hatta toplu bir tören sırasında alt çalışanlarla yüz yüze iletişimi tamamen kesip, mesajlarını orta düzey yöneticilerle göndermektedir. Yukarıdaki olaylarda aktarıldığı gibi insanlar, başkalarının gözünde saygınlık ve üstünlük elde edebilmek için bulundukları pozisyonu yüceltme gereği duymaktadırlar. Goffman’a göre, kişiler o sırada sergilemekte oldukları rutinin tek rutinleri veya en azından en önemli rutinleri olduğu izlenimini yaratırlar. Seyirciler de, onlara yansıtılan kişiliğin o yansıtmayı sahneleyen kişi ile ilgili her şeyi kapsadığını varsayarlar. William James bu konuda şunları söyler (Goffman, 2012: 57): 145 … pratikte şunu söyleyebiliriz ki, kişinin görüşüne önem verdiği ne kadar insan grubu varsa, birbirinden farklı o kadar toplumsal benliği vardır. Genel anlamda bu grupların her birine farklı bir yüzünü gösterir. Çoğu genç, anne babası ve öğretmenlerinin karşısında uslu davranırken, “sert” yaşıtları arasında adeta bir korsan gibi küfredip caka satar. Kendimizi çocuklarımıza ve kulüpteki arkadaşlarımıza, müşterilerimize ve çalıştığımız işçilere, kendi patronlarımıza ve yakın arkadaşlarımıza farklı gösteririz”. Örneğin, bir siyasi partinin üst düzey yöneticisi, siyasi görüşünü eleştirecek kimsenin olmadığı bir ortamda, mesela arabası ile seyahat ederken, radyoda karşı partiyi simgeleyen bir şarkı çıktığında dinleyebilmektedir. Kişi, şarkının hoşuna gittiğini ifade etmektedir ama aynı şarkıyı parti üyelerinin bulunduğu bir ortamda dinlemeye kalkışması, partideki itibarını sarsabilir hatta kişiyi görevinden edebilir. Bu yüzden kişiler benliklerini, girdikleri her toplulukta sahip oldukları statülere göre ayarlamaktadırlar. Kişiler, gerçekleştirdikleri her farklı performansın seyircisini birbirinden ayırma gereği duymaktadırlar. Bir performansın seyircisi, o performansın gerekliliklerine uygun olarak seçilmiştir. Dışarıdan gelen kişinin farklı performansının seyircisi, kişiyi rahatsız etmektedir. Örneğin bir gencin arkadaşları arasındaki rahat davranışlarına annesinin veya babasının şahit olduğunu görmesi, genci oldukça rahatsız edecektir. Mesela bir yöneticinin toplantı sırasındayken eşinin telefonla araması üzerine telefonu açması ile yöneticilik rolü ve eş rolü çakışacaktır. Toplantıdaki seyircilerine göre davranışını belirlemek zorunda kalan yönetici, eşine oldukça resmi yanıtlar verecektir. Telefonun karşısındaki kişi, eşinin toplumsal durumuna göre davranış içinde olduğunu anlayamazsa, eşinin kendisine tavrı takındığını, soğuk konuştuğunu veya aramasından rahatsız olduğunu düşünebilir. 146 5.3. Genel Değerlendirmeler Bu bölümde örnek olaylar, bireylerin benlik sunumlarını gerçekleştirmek için yararlandıkları iletişim şekilleri ile birlikte ele alınarak değerlendirilmiştir. Bu bağlamda Goffman’ın benlik sunumu kuramında yer alan parametreler (aktör, rol/rutin, sahne önü, sahne arkası, verilen izlenim, kişisel vitrin, performans) bir önceki başlıkta ele alınan örnek olaylar kullanılarak bir durum çalışması tablosu oluşturulmuştur. Tabloda yer alan örnek olayların ele alınış sırası bir önceki bölümde ele alınan örnek olaylar sırası ile aynı değildir. Sıralamalar örnek olaylardaki rutinlerin çalışma ortamında veya sosyal ortamda gerçekleşmiş olması göz önünde bulundurularak yapılmıştır. Tablo, örnek olayların gözlemlendiği ortamlara göre “İş Ortamında Benlik Sunumu” ve “Sosyal Ortamda Benlik Sunumu” olmak üzere iki bölümde ele alınmıştır. Tablolarda yer alan “sahne arkası”, “verilen izlenim”, “kişisel vitrin” gibi bölümler bazı sütunlarda boş bırakılmıştır, çünkü bölümler yazar tarafından gözlemlenememiştir. Her bölümün sonunda, örnek olaylarda yer alan benlik sunumlarının içinde barındırdığı iletişim şekilleri açıklanmış ve değerlendirilmiştir. 1) İş Ortamında Benlik Sunumu Örnek Olay 1 Aktör/ Oyuncu Rol/ Rutin Halkla İlişkiler Sorumlusu Hastaneye Deneyimli Deneyimgelen siz Kendine hastalarla ve güveniyor. Endişeli dışarıdan tıbbi operasyon için gelen doktorlarla ilgilenmek. Sahne Önü Sahne Arkası Verilen İzlenim Resmi Nazik İkna edici Kişisel Vitrin Resmi giyiniyor. Kendinden emin. Performans İlgili bir şekilde doktoru karşılıyor. Tüm idari işleri eksiksiz uyguluyor. Deneyimli davranıyor. 147 Aktör/ Oyuncu Rol/ Rutin Sahne Önü Sahne Arkası Verilen İzlenim Kişisel Vitrin Performans Örnek Olay 2 Yönetim Kurulu Başkanı Örnek Olay 3 Tıp doktoru. Profesör Kongrede uzmanlık alanıyla ilgili başarılı bir konuşma yapmak. Kongrede Doğal Resmi bulunan iletişim Etkileyici meslektaş- ortamında İkna edici ları ile yakın arası çalışanları oldukça ile mesafeli, arasındaki Yalnızca kişisel mesleki mesafesi konularda az. sohbet Örneğin ediyor. asistanına kahve yapabiliyor Resmi giyiniyor. Kendinden emin Kontrollü beden dili var. Örnek Olay 4 Hastane personeli Hastaneye gelen ünlü hastanın kimliğinin saklı tutularak muayenesinin yapılması. Hastane- Ünlü Resmi nin rutin hastanın Sakin günlerinismi tüm İkna edici den birinin personel yaşandığı tarafından diğer saklı hastalara tutuluyor. yansıtılıyor Tüm hastane çalışanları bu gizliliğe uyum sağlıyor. Resmi Ünlü hasta ile giyiniyorlar. ilgilenen çalışanlar Kendilerinharicinde herkes den emin hastanede diğer Kontrollü hastalarla beden dili ilgileniyor. Ünlü hastanın tahlil, tetkik için ziyaret ettiği her bölümdeki çalışanlar sırası geldiğinde gizliliğe uyum sağlıyor. Örnek Olay 5 Halkla İlişkiler çalışanları Büyük bir kuruluşta düzenlenen açılış töreninin organizasyonu Büyük kuruluşun, görkemli tesisinin açılışında herhangi bir sorun yaşanmadı ğı izlenimi var. İşe uygun Bilgili, kişiyi tecrübeli seçmek. ve halkla ilişkiler Halkla sorumlusu ilişkiler ile sorumlusu yakından ile yakından ilgilenen ilgilenmek, bir onu yönetici. yönetmek. - Etkileyici Nazik İçten İkna edici Kendinden Aday olan halkla emin ilişkiler sorumlusuna, Kontrollü ona çok şey beden dili öğreteceğini var. söylüyor. Oldukça Personel işe gösterişli girdikten sonra olan makamında personelle ilgilenmiyor. oturuyor. Töreni Resmi Resmi organize giyiniyorlar. Motivasyoeden nun Paniklemiş ekipten bir bozulmasına beden dili kişinin bağlı hareketleri kurdele konuşma var. almayı bozuklukları unutması var. üzerine, töreninde kurdele kesimi gerçekleşti rilemiyor. Tıp kongresinin resmi ortamına uygun olarak, ciddi ve ikna edici bir konuşma yapıyor. Kurdele kesimi seremonisinin atlandığı durumu, davetlilere hissettirilmeden programın bir sonraki aşamasına geçiliyor. Tesis gezdiriliyor ve program bitiriliyor. 148 Aktör/ Oyuncu Rol/ Rutin Sahne Önü Sahne Arkası Verilen İzlenim Kişisel Vitrin Örnek Olay 6 Konfeksiyon çalışanları Mağazada elbise deneyen müşterilerle ilgilenmek. Elbise deneyen müşteriye, üzerindeki elbisenin çok yakıştığını söylemekte dirler. Bir önceki müşterinin denediği elbise yakışmadı ğı halde “çok yakıştı” demişlerdir “Çok yakıştı” cümlesini kullanmakta dırlar. Samimi beden dili kullanmakta dırlar. Örnek Olay 7 Halkla Hastaların İlişkiler muayene Sorumlu- işlemlerinin su sorunsuz olarak gerçekleştiril mesini sağlamak. Hasta memnuniyeti sağlamak. Örnek Olay 8 Doktor Hastayı muayene etmek ve gerekli tedaviyi uygulamak. Hastasıyla görüşme yaparken soğukkanlı ve ciddidir. Örnek Olay 9 Hasta Danışma nı Muayeneye gelen hastayı güler yüzle karşılamak ve işlemlerini yapmak. Muayeneye gelen hastayı güler yüzle karşılıyor, hastaya fazla ilgili davranıyor. Deneyimli Deneyim- Resmi ve sizdir. Nazik alanında Hasta İkna edici bilgili bir danışmanı halkla halkla ilişkiler ilişkiler sorumlusu sorumlusu olarak nun hastaya, görüntüsü işlemde nü herhangi kullanarak bir hatanın hastayı olmadığını ikna etmek anlatıyor. istemektedir. Hastaların Resmi giremediği Nazik doktor Hastanın odasında hüznünü çok yaşayarak şakacıdır konuşuyor. ve güldürmeyi sevmektedir. Hastanın daha Resmi önceden Yumuşak hastanede ses tonu sorun kullanıyor. çıkardığını hastane otomasyon siteminden görüyor. Hastayı sorun çıkmadan göndermek istiyor. Performans Müşteriye üzerindeki elbisenin ona çok yakıştığı söyleyerek hemen karar vermesini sağlamaktadırlar. Resmi giyiniyor. Kendinden emin Nazik beden dili kullanıyor. Halkla ilişkiler uzmanı, hasta danışmanını aradan çıkartarak kişisel görüntüsünü ve ikna yeteneğini kullanarak hastayı ikna ediyor. Beyaz önlük giyiniyor. Kendinden emin Yüzünde hüzün ifadesi var. Hastasına, hastanın üzüntüsünü paylaştığını ifade eden davranışlarla yaklaşıyor ve tedavi ile ilgili süreci ciddiyetle anlatıyor. Resmi giyiniyor. Kendinden emin Fazla ilgili beden hareketleri var. Hastayı güler yüzle karşılıyor. Hastaya oldukça ilgili davranıyor. Dikkatli bir şekilde hastanın işlemlerini yapıyor ve sorun çıkmaması için gayret gösteriyor. 149 Aktör/ Oyuncu Rol/ Rutin Sahne Önü Sahne Arkası Örnek Olay 10 İki avukat Müvekkilinin duruşmasını en iyi şekilde gerçekleştirmek ve müvekkilin güvenini kazanmak Duruşma sırasında iki avukat da birbirlerine karşı oldukça mesafeli, sert ve kavga edercesine bir diyalogları var. İki avukat da iş ve sosyal hayatların da yakın arkadaş Resmi Suçlayıcı Ağır sözler Örnek Olay 11 Stajyer Meslek bilgisini artırmak için kurumda çalışmak ve kurumun çalışanlarına işlerde destek vermek. Her işi çalışanlar kadar iyi yapabilece ğini söyleyerek işleri üstleniyor. - Eleştirici Kendinden emin Resmi kurallara Kişisel uygun mesafelere konuşmuyor dikkat etmiyor. Kendini üst yönetime göstermeye çalışırken çalışanlarla rekabete giriyor. Örnek Olay 12 Eski siyasetçi Emekli bir siyaset adamıdır. Hastane çalışanları ile çok kolay sohbet kurabiliyor. - Muayene öncesinde ve sonrasında çalışanlara samimi ve içten davranıyor. Örnek Olay 13 Yeni siyasetçi Devlette göreve başlamış yeni bir siyaset adamıdır. İletişim kurulması zor, otoriter ve karizmatik - Resmi Az konuşuyor. Verilen İzlenim Resmi Konuşkan Nazik Esprili Kişisel Vitrin Resmi elbise ve üzerine cübbe giyiniyorlar. Kendinden eminler Jest ve mimiklerini çok kullanıyorlar Kendinden emin Rahat beden hareketleri Sabırlı Performans Her iki avukat da işi iyi bildiklerini, deneyimli olduklarını, gerekirse sert ve ağır sözler söyleyecek kadar müvekkilini savunan, koruyan ve kollayan olduklarını ispat etmeye çalışıyor. Resmi Doktor ve giyiniyor. yönetici ile kişisel mesafesini daha Kendinden kısa tutuyor. emin Diğer Kontrollü çalışanlarla beden dili iletişim kurmuyor. Yönetici ve doktor dışında göz teması kurmuyor. Sabırsız 150 Aktör/ Oyuncu Örnek Olay 14 Üst düzey yönetici Rol/ Rutin Kuruluşu ve çalışanlarını yönetmek. Otoriteyi sağlamak Sahne Önü Sahne Arkası Otoriter - Kişisel Vitrin Verilen İzlenim Resmi Az konuşuyor. Resmi giyiniyor. Kontrollü beden dili Üst düzey yöneticilerle göz teması kuruyor. Performans Bir çalışanıyla karşılaştığında önce içten ve samimi bir konuşma başlatıyor, ardından konuşmayı çalışanla arasına mesafe koyarak kesiyor. Tablo 3: İş ortamında benlik sunumu durum tablosu Değerlendirme Yukarıdaki tabloda incelediğimiz örnek olayların her biri iş ortamındaki bireylerin benliklerini diğer bireylere ne tür yöntem ve taktiklerle sunduklarını özetler niteliktedir. Her bir bireyin davranışını davranış kalıplarına oturtmak zor olsa da iş ortamında zaman içinde oluşan iletişim şekillerinin bireylerin davranışları üzerinde etkili olduğu ve bu iletişim şekillerini bilen ve uyum sağlayan bireylerin kişilerarası iletişimlerinde daha başarılı oldukları söylenebilmektedir. Bu ifadeyi tablodaki örnek olayları da ele alarak maddeler halinde açıklayalım: a) Örgütsel İletişim: Tablodaki tüm olaylar bir kuruluş içinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla kişiler arasındaki iletişimde örgütsel iletişim söz konusudur. Örgütte kişiler iş yerindeki rollerinin gereğini biçimsel (formel) iletişim ve doğal (informel) iletişim düzeninde gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Biçimsel iletişimde, çalışanlar amirlerinden dikey yönlü iletişim ile emir alırken, çalışanlar arası bilgi alışverişi çapraz ve yatay yönlü iletişimlerle sağlanmaktadır. Kişilerin örgütsel iletişimde hiyerarşik yapıya uyum sağlamaları ve hiyerarşik yapı yönünde davranışlarını düzenlemeleri beklenmektedir. Örnek olayların tümünde çalışanlar hiyerarşik yapıya uyum 151 sağlayarak benlik sunumlarını gerçekleştirmişlerdir. Örnek olay 11’de ise stajyer, benlik sunumunu gerçekleştirirken hiyerarşik yapının gerektirdiği iletişim şekline dikkat etmediğinden yönetici ve çalışanlarla iletişim çatışması yaşamıştır. b) Sözlü İletişim: Konuşma dili olarak adlandırabileceğimiz sözlü iletişim, örgüt içindeki tüm kişilerarası diyalogları içermektedir. Örgüt içi sözlü iletişimde dikkat edilmesi gereken önemli bir etken, kişilerin konuşmalarını iş konuşmaları tarzında yapmaları gerektiğidir. Üst yöneticilere yönelik hitaplar ve diğer çalışanlarla olan diyaloglar, resmi konuşma kalıplarını içermektedir. Örnek olayların tümünde yer alan benlik sunumlarında iş yeri konuşma kurallarına uyum sağlanmıştır. Sözlü iletişimin “dil ve dil-ötesi iletişim” olarak iki türde ele alındığı belirtilmişti. Dil ile iletişimde mesajda “ne söylendiği” önemliyken, dil-ötesi iletişimde, mesajın “nasıl söylendiği” önem taşımaktadır (Tutar, Yılmaz; 2003: 54). Kaynağın sözlü mesajını alıcıya iletilirken kullandığı ses tonu (yükseklik, kısıklık vb.) ve ses ahengi (nazik, kaba vb.) dil-ötesi iletişim türüne girmektedir. Ayrıca, dil-ötesi iletişim türü sözsüz iletişim kapsamına da girmektedir. Örnek olayların 1-2-3-7-8-9-10 numaralarında, bireylerin benlik sunumlarında dil-ötesi iletişimin (ses tonundaki nezaket vb.) önemli katkısı olduğunu görülmektedir. Örnek olay 13-14’de ise üst düzey görevlerde bulunan bireylerin dil ile iletişimlerinde dikkatli davrandıklarına ve çoğu ortamda konuşmamayı tercih ettiklerine dikkat çekilmektedir. Sözsüz İletişim: Sözsüz iletişimi, davranışsal/kişilerarası iletişim ve çevresel olmak üzere iki boyut üzerinden inceleyen Poon Teng Fatt, kişilerarası iletişimi; beden duruşu, duruş mesafesi (proxemics), el, kol, baş hareketleri, mimikler, göz teması, göz hareketleri (occulecsics), ses dili (paralanguage) ve bireyin diğerlerine kıyasla duruş yönü olarak tanımlamaktadır. Çevresel iletişime özellikle dikkati çeken araştırmacıya göre, yapay olan yani parfüm, giyiniş tarzı, takı-mücevher kullanımı ile doğal 152 çevreyi yansıtan ışıklandırma, mobilya, koku, ısı, müzik gibi unsurlar da en az diğer unsurlar kadar önemlidir (aktaran Erkuş, Gönlü; 2009: 11). İlk olarak sözsüz iletişimin davranışsal/kişilerarası iletişim boyutunu ele alalım. Tablodaki örnek olaylar örgüt içinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla örgütteki biçimsel (formel) iletişim, sözsüz iletişime etki etmekte ve sözsüz iletişimin iş ortamına göre biçimsel olarak düzenlenmesini sağlamaktadır. Çalışanlar vücut hareketlerini, kişisel mesafelerini jest ve mimiklerini, ses dilini biçimsel iletişimin süzgecinden geçirmekte ve bunu benlik sunumlarına yansıtmaktadırlar. Bu bağlamda, örnek olaylardaki bireylerin birçoğu çalışma ortamında bulunduklarından sözsüz iletişimlerinde formel iletişim gözlemlenmiştir. Yalnız örnek olay 11’deki stajyer sözlü iletişimde resmiyete dikkat etmediğinden çalışanları rahatsız etmiş ve zamanla dışlanmıştır. Örnek olay 12’deki eski siyasetçi ise sözlü iletişiminde formel davranmakta, sözsüz iletişimde ise informel beden dili hareketleri sergilemektedir. Eski siyasetçinin bu davranışı, kendisine yardım etmek isteyen hastane çalışanları ile iletişiminde dengeyi kurmak istemesi ile açıklanabilir. Bunun yanında örnek olayların tümünde örgüt çalışanlarının kendilerinden emin ve işe uygun beden hareketleri ile yönettikleri iletişim süreçleri ve benlik sunumları iletişimin başarıyla sonuçlanmasını sağlamıştır. İkinci olarak sözsüz iletişimin çevresel boyutunu ele alalım. İletişim ortamı, iletişim sürecinde oldukça etkilidir. Örneğin, hastasına bilgi veren ve onu ikna etmeye çalışan bir doktorun bulunduğu hastane/muayenehanenin ortamı, havalandırması, ışıklar, koku, duvarlardaki görsel unsurlar (kardiyolojiyle ilgili bölümlerde kalp illüstrasyonları, gözle ilgili bölümlerde göz maketleri, manzaralar vb.), doktorun önlüğü, stetoskopu, giyim tarzı iletişim sürecinde sözle aktarılanlar kadar önem taşımaktadır. Örnek olay 1, 4, 5, 7, 8, 9, 10’da kişilerin resmi giyimleri, örnek olay 10’da avukatların cübbeleri iletişim kurdukları kişi/kişiler üzerinde etkili olmuştur. 153 Aynı şekilde bir yöneticinin makamı da, yöneticinin iletişime geçtiği kişiler üzerinde etki bırakmaktadır. Örnek olay 2’de üst yönetici, işe alacağı adayı gösterişli makamında mülakata alarak onu etkilemeyi başarmıştır. c) Kişilerarası İletişim ve Grup İletişimi: Bireylerin günlük yaşamlarında diğer bireylerle kurdukları tüm yüz yüze iletişim şekilleri kişilerarası iletişim; bireylerin ortak bir amaç için bir araya gelerek oluşturdukları insan toplulukları içindeki iletişim ise grup iletişimi olarak tanımlanmaktadır. Örnek olayların tümünde kişilerarası iletişim görülmekte olup grup iletişimi yalnızca örnek olay 4-5 ve 6’da gözlemlenmektedir. Grup iletişimine örnek olan olaylarda bireyler takım çalışması yapmakta, aldıkları görevin amaçları doğrultusunda davranmakta ve bir eylem biçimi üzerinde birleşmektedirler. Örnek olay 4 ve 6’da grup içi iletişim sağlıklı olarak kurulduğundan grubun amaçları doğrultusunda bir sonuç elde edilmektedir. Örnek olay 5’te ise grup içindeki bazı bireylerin birbirleriyle olan iletişimlerinde kopukluk yaşaması hem grubun hem grubun ait olduğu kuruluşun amaçlarına ulaşmasında sorunlar yaratmıştır. Yine örnek olay 5’te grup içindeki diğer bireylerin çabaları ile kuruluş büyük bir organizasyon krizinden kurtarılmıştır. d) Kişi-içi İletişim: Bireyin düşünmesi, duygulanması, kişisel ihtiyaçlarının farkına varması, iç gözlem yapması, rüya görerek kendi içinden mesaj alması ya da kendine sorular sorarak bunlara cevaplar üretmesi iç iletişim sayılmaktadır (Dökmen, 2003: 21). Örnek olayların tümünde yer alan bireylerde somut olarak gözlemlememiz mümkün olmasa da bir iç iletişim mevcuttur. Çalışma konumuz olan bireylerin benlik sunumlarının başlangıç noktası da kişinin kişi-içi iletişimidir. Bireyin düşünmesi, kendi kendini gözlemlemesi, kendini ve çevresini algılaması ve anlamlandırması ve bu anlamlar doğrultusunda bir davranış geliştirmesi sonucu bireyin benlik sunumu meydana gelmektedir. Birey kendini ve çevresini ne kadar iyi algılıyor, bu algıya yönelik bir anlam geliştiriyor ve bu anlama göre bir iletişim şekli belirleyip davranışa geçiyorsa karşısındaki bireylere sergilediği benlik sunumunda yanlış anlaşılma, yadırganma ve çatışma gibi olumsuzluklarla 154 minimum seviyede karşılaşacaktır diyebiliriz. Örnek olay 5’te stajyerin görev aldığı kuruluşa adapte olamaması, yöneticisi ve çalışanlarla sorunlar yaşaması stajyerin kişi-içi, kişilerarası ve örgüt iletişiminde sorunlar yaşadığının bir göstergesidir. Ayrıca bu sorunlar bireyin yaşı, eğitimi, sosyokültürel çevresi ve deneyimleriyle de doğrudan ilgilidir. 2) Sosyal Ortamda Benlik Sunumu Aktör/ Oyuncu Rol/ Rutin Örnek Olay 1 Müşteri Diğer müşteriler gibi restoranda yemek sırasını beklemek. Örnek Olay 2 Otobüs yolcusu Diğer yolcular gibi koltuğuna oturmak ve yanındaki kişi ile seyahat etmek. Yanındaki yolcu ile sohbet sırasında, meslekleri hakkında konu açılmış, bir kuruluşta memur olarak görev yaptığını söylemiştir. - Örnek Olay 3 Araç sürücüsü Arabası ile yolculuk eden bir kişi Arabasında karşı partiyi simgeleyen şarkılar dinlemiştir. Bir siyasi Kısık ses Kendinden partinin tonu emin. önde gelen kullanmakta Hissedilmesi üyesidir ve dır. zor da olsa partinin tedirgin beden tüm hareketleri var. değerlerine sadakat göstermektedir. Sahne Önü Müşteri, telefon konuşması sırasında tıbbi terimler kullanarak, ses tonunu ortama göre yüksek tutmaktadır. Sahne Arkası - Verilen İzlenim Kişisel Vitrin Yüksek ses Kendinden kullanmakta- emin. dır. Sabırsız beden Konuşması dili vardır. tıbbi terimler içermektedir Tablo 4: Sosyal ortamda benlik sunumu durum tablosu - - Performans Doktor olduğunu belli eden telefon konuşması yaparak yemek hizmetinden öncelikli olarak yararlanmaktadır. Asıl mesleği doktorluk olan kişi, sağlık sorunları dinlemek istemediğinden mesleğini saklamış, yanındaki yolcu ile yüzeysel konularda sohbet ettiğini ifade etmiştir. Aynı siyasi partiden kişilerin yanında olmamasının rahatlığı ile karşı partinin şarkılarını dinlemekte bir sakınca görmemektedir. 155 Değerlendirme Yukarıdaki tabloda incelediğimiz örnek olaylar, çalışmada yer alan bireylerin benliklerini sosyal ortamlarındaki diğer bireylere ne tür yöntem ve taktiklerle sunduklarını özetler niteliktedir. Bireylerin bulunduğu her sosyal ortama göre farklı davranış şekilleri geliştirdiğini ifade edersek, yukarıdaki örnekler bu sosyal çevrenin çok az bir kısmından alınmış bir kesit niteliği göstermektedir. Tabloya yönelik şunları söyleyebiliriz ki, kişiler iş ortamında olduğu gibi sosyal ortamda da karşısındaki kişide istediği davranışı oluşturmaya yönelik bir eğilim içindedir. Karşısındaki bireyi davranışına inandırmak için çeşitli iletişim şekilleri kullanmaktadır. Bu ifadeleri tablodaki örnek olayları da ele alarak maddeler halinde açıklayalım: a) Kişilerarası İletişim: Bireylerin günlük yaşamlarında diğer bireylerle kurdukları tüm yüz yüze iletişim şekilleri kişilerarası iletişim kapsamına girmektedir. Örnek olay 1 ve 2, kişilerarası iletişime örnek oluşturmaktadır fakat iletişimin öncelikle bir niyet ve daha sonra karşılıklı ortaklaşma gerektirdiğini belirtmiştik, bu iki örnekte belirli bir niyet ve ortaklaşma amacı bulunmadığı görülmemektedir. Bu bağlamda, bu iletişim şekline rastlantısal diyebiliriz. Rastlantılar alışılagelen, düzenli ve aracısız beliren etkileşimler olarak kabul edilmektedir. Goffman rastlantıların incelenmesine özellikle dikkat çekmektedir. Rastlantılarda yüzün sunumu, vücudun duruşu ve boşluktaki konum dikkate alınmaktadır. Bireyler, toplumsal konumlarına uyum kaygısıyla, yoğun olmayan etkileşimlerinde, başkalarıyla birlikte güdülenmektedirler. Bu etkileşim bireylerin, doğrudan iletişim kurmaksızın, başkalarına karşılıklı olarak bilinçsizce katıldığı durumlarda ortaya çıkmaktadır. Böyle durumlarda insanlar birbirleriyle konuşmasalar bile bir 156 araya toplanmakta, sözel olmayan bir iletişim içinde birbirlerine bağlanmaktadırlar. Mimikleriyle, vücut mesafesi veya duruşlarıyla, jestleriyle diğerlerine iletiler göndermektedirler (Lazar, 55-56: 2009). Örnek olay 1’de yemek yemek üzere bir araya gelen restoranın müşterileri, doktor olduğunu anladıkları kişiye öncelikli olarak hizmet verilmesine göz yummuşlardır. Doktor olan kişinin işinin acil olduğunu düşünerek, sözel olmayan iletişim ile birbirlerine bağlanmışlar ve bu kararı vermişlerdir. Örnek olay 2’de yine rastlantısal olarak bir araya gelmiş otobüs yolcularını görmekteyiz. Kişiler otobüs bileti alırken kendi yerlerini seçmekte özgürdürler fakat yanlarındaki kişiyi seçme özgürlükleri yoktur. Kişi kabullenerek aldığı koltuğun yanındaki kişiyi de kabullenmiş olur. Örnek olayda rastlantısal olarak bir araya gelmiş iki yolcunun yolculuk sırasında birbirleriyle olan iletişimlerinin bir kısmı görülmektedir. Yolcu aktöre mesleğini sormaktadır ve aktör yolculuk boyunca sağlık sorunları dinlemek istemediğinden mesleğini saklı tutmaktadır. Yanındaki kişiye “memurum” diyerek iletişimi sonlandırmak istemektedir. b) Kişisel (Personal) İletişim: Bireylerin kişilik özellikleri, bireylerin kişisel iletişimlerinde önemli bir etkendir. Bireyde dışadönük/ içedönüklük, açıklık/ tutuculuk, duygusallık/ endişe, geçimlilik/ dik başlılık, sorumluluk/ düzensizlik gibi kişilik özellikleri (aktaran Yelboğa, 2006: 199) içinde bulunduğu iletişimin niteliğini de büyük ölçüde etkilemektedir. Bu bağlamda kişilik özellikleri, kişinin kişisel iletişimine etki ettiği gibi tüm iletişim türlerindeki tutum ve davranışlarına da etki etmektedir. Örnek olay 3’te iş hayatında siyasi bir partinin üst düzey yöneticisi olan bir kişinin, yalnızca kendi ve kendine yakın birkaç kişi tarafından bilinen kişisel hayatında siyasi görüşünden kopuk olarak davranışlar sergileyebileceği görülmektedir. Bu davranış, kişinin kişilik özellikleriyle doğrudan ilgilidir. Kişi içedönüklüğü ve ihtiyatlı kişiliği sayesinde dışarıdan 157 kişilere bu özelliğini göstermemektedir. Aynı zamanda kişi açık (openness) kişiliği sayesinde başka görüşlere açık olduğunu da göstermektedir. SONUÇ İnsanlar ve davranışları oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu karmaşıklık her bireyin farklı beden yapısı, farklı kişiliği, farklı kültürü ve farklı sosyal yaşantısı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu farklılıklara rağmen bireyleri ortaklaştıran ve her bireyde doğduğu andan itibaren var olduğu düşünülen güdüler bulunmaktadır. Bu güdüler, birey hayata geldiği andan itibaren onu hayatta tutmaya çalışan, koruyan, bireyin varlığını sürdürmeye destek olan ruhsal kaynaklardır. Bu çalışmanın konusu olan benlik kavramı da, bireyin ruhsal yapısının bir parçasıdır. Benlik bireylerin birincil varoluşsal ihtiyaçlarından yeme, içme, uyuma, üreme gibi ihtiyaçların giderilmesinden; sevilme, saygı görme ve kendini gerçekleştirme gibi toplumsal ihtiyaçlarının giderilmesine kadar bireye yol gösteren, bireyin kendini keşfetmesine ve güçlerini en verimli şekilde kullanmasına imkân sağlayan bilişsel bir sistemdir. Bu sistem her bireyde vardır, fakat bireyin algılama, algıladığını anlama, anladığını eyleme dönüştürme becerisine göre farklılık göstermektedir. Bu sistemin bazı kişilerde güçlü, bazı kişilerde zayıf çalıştığını söylemek olasıdır. Bu çalışmada bireylerin günlük yaşantılarında etkileşim halinde oldukları kişilerle olan iletişimlerinde benlik sunumlarını nasıl gerçekleştirdikleri doğal gözlem yoluyla incelenmiştir. Birçok çeşidi bulunan kişilikleri ve benlikleri kategorilere ayırıp, isimlendirip, sınıflandırma yapamasak da, bireylerin hem kişisel hem toplumsal yaşantılarındaki davranışlarından tespit edilen genel bir gerçeklik var ki; O da, bireylerin 158 yaşamlarında sergiledikleri her bir rolü en iyi şekilde oynamak ve herkesi inandırmak istemeleridir. Bireylerin benlik sunumlarının gözlemlenerek derlenen örnek olaylardan çıkarılan sonuçlar şu şekildedir: Bireylerde benlik gelişiminin çok iyi gözlem yapabilme ve taklit edebilme yeteneğiyle ilişkili olduğu söylenebilir. Örneklerdeki bireylerin çocukluk çağlarına dönük bir bilgimiz olmasa da, küçük yaşlarda akranlarla oynanan oyunlarda üstlenilen rolü başarıyla gerçekleştiren bireylerin toplumsal hayatta gözlem ve rol yapma üzerine daha yatkın oldukları söylenebilir. Toplumsal yaşamda istisnasız her birey rol yapmaktadır fakat farklı rolleri benimseme ve farklı rollere eğilimli olma her bireyde farklı düzeyde bulunmaktadır. Bireyin benlik geliştirmesi psikolojik ve sosyolojik faktörlere bağlı olmakla birlikte, bireyin benliğini sunma yeteneği iletişim becerilerine bağlıdır. Çalışma hayatındaki kişilerin benlik sunumları üzerine yapılan gözlemler sonucu bulunulan tespitlerde, kişilerin statüsü yükseldikçe ve muhatap olduğu kişi sayısı arttıkça daha profesyonel benlik sunumları gerçekleştirdikleri görülmektedir. Bu durum yine kişinin taklit etme ve öğrenme yeteneğiyle doğrudan ilişkili olarak görülmektedir. Birey, iş hayatında profesyonelce rol yapan kişileri gözlemlemekte, daha iyisi olabilmek için kendine en uygun ve en geçerli rolü seçmektedir. Örneğin kişi, siyasi lider olmak istiyorsa bir liderin nasıl bir görünüşe, davranışa, konuşma tarzına sahip olması gerektiğini gözlemlemeli ve kendine uygulamalıdır. Mesela örnek olaylarımızda yer alan siyasi bir partinin üyesi, parti içinde benimsenen ideoloji yönünde benlik sunumu sergilemek zorundadır. Partinin kabul gören davranışlarının dışında bir benlik sunumu gerçekleştirdiğinde ise tepki göreceğini bilmektedir. Yine aynı şekilde, yöneticilik makamını isteyen bir kişi, yöneticilik yapacağı kuruluşun beklentilerine göre bir yöneticilik rolünü kendine seçmeli ve yöneticilik makamına yakıştığı izlenimini tüm çalışanlara 159 vermelidir. Üst düzey statüye sahip olmak isteyen bir birey, çevresinde profesyonelce rol sergileyen kişilerin içinde en etkili ve en profesyonel rolü oynayan kişi olmak zorunda olduğunu bilmelidir. Günlük yaşantısında etkileşim içinde olduğu kişi sayısı azaldıkça bireyler daha sıradan ve inandırıcı olmayan benlik sunumları gerçekleştirmektedirler. Ev hanımları, rutin masa başı işinde çalışan memurlar, insan ilişkileriyle doğrudan ilişkisi bulunmayan işlerde çalışan kişiler dinamik bir sosyal etkileşim ortamında bulunmadıklarından günlük rutinlerinde oldukça sıradan davranışlar gösterebilmektedirler. Bu durumun bireyin toplumsal rol sayısının azlığıyla ilişkili olduğu düşünülmektedir. Çünkü birey, kendini diğerlerine gösterme ve kanıtlama durumunu oluşturacak çeşitlikte toplumsal ortamda bulunmuyorsa, bireyin üstleneceği rol, sergileyeceği performans sayısı da az olacaktır. Dolayısıyla bir kişi ne kadar çok oramda bulunuyorsa, o kadar çok benlik barındırmakta ve bunların her birine uygun bir benlik sunumu gerçekleştiriyor diyebiliriz. Çalışmada bireylerin benlik sunumuna yardımcı olan bazı faktörler tespit edilmiştir. Örneğin, birey doktor ise giyeceği beyaz önlük, boynuna takacağı stetoskop, tıbbi görsellerle ve cihazlarla desteklenmiş bir muayenehane; birey yönetici ise resmi giyim tarzı, statüsünü güçlendirecek şekilde tanzim edilmiş bir çalışma odası gibi... unsurlar bireyin benlik sunumuna olumlu olarak katkıda bulunan faktörlerdir. Bireyler benlik sunumlarını ne kadar başarıyla gerçekleştirirlerse gerçekleştirsinler, bireye yardımcı olacak bu faktörlerin eksikliği bireyin hem kendini sunma performansında hem de kişilerarası iletişiminde sorunlara sebep olmaktadır. Sonuç olarak, günlük yaşamda her insan diğer insanları etkiler, onlardan etkilenir, çünkü birey sosyal yaşam içerisinde bu şekilde var olmaktadır. Kişiler, karşılaştıkları her insana karşı bir benlik sunumu gerçekleştirmektedir çünkü herkesin birbirlerinden farklı beklentileri vardır. Toplumun insanlara sunduğu gerçeklikler varken insanlar bu gerçeklikleri 160 kendilerince yorumlar ve tekrar topluma sunar. Bu sürekli bir döngüdür. İnsanlarda diğer insanların kabul edeceği davranışları sergileme eğilimi vardır. Bu yüzden insanlar diğer insanların beklentilerini, yeri, zamanı göz önünde bulundurarak davranış sergilerler. Bireyin ne kadar farklı davranışı varsa o kadar çok benliği var demektir. Bu benliklerin hepsi her ne kadar günlük yaşamda bir oyunun sahnesi gibi düşünülse de, çalışmamızda sunduğumuz örnek performansların hepsi oyunun bir kurgusu değil hayatın gerçeğidir. Aynı zamanda sunulan benliklerin hepsi birey olarak bizi meydana getirmektedir. Bu çalışma bireylere kendilerinin içinde bir “ben” olduğunu fark ettirmeyi sağlayacaktır. Şimdiye kadar kendilerine yönelttikleri kendileriyle ilgili soruların, başkalarının gözünde nasıl göründüklerine dair soruların ve nasıl görünmek istediklerine dair düşüncelerin aslında benliklerinden gelen bir ses olduğunun farkına varacaklardır. Diğer insanları gözlemleyerek, gözlemlerine yönelik davranış oluşturarak, hangi ortamda nasıl davranılması gerektiğini tespit ederek ve profesyonel bir rol sergileyicisi olarak hayatlarını yeniden yaratabileceklerini, iletişim becerilerini geliştirebileceklerini ve aslında başarılı bir tiyatro oyuncusu kadar yetenekli olduklarını da keşfedeceklerdir. 161 KAYNAKÇA ADASAL, R. (1977); Normal ve Anormal Yönleriyle Yeni Medikal Psikoloji. 3. Baskı. Minnetoğlu Yayınları, İstanbul. AKDEMİR, A. M. (2010); Küreselleşme ve Kültürel Kimlik Sorunu. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi/Journal Of Graduate School Of Social Sciences. AKKAŞ, İ. (2008); Küreselleşme Sürecinde Kimlikler. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Elazığ. ALTINKÖPRÜ, T. (2003); Şahsiyet Analizi. Hayat Yayınları Psikoloji Dizisi, İstanbul. ANIK, C. (2003); Bilgi Fabrikaları ve Müşteriler: İletişim Sosyolojisine İlişkin Notlar. Altınküre Yayınları, Ankara. ANIK, C. (2007); İnsan İlişkileri Etkileşimi ve İlişki Yönetimi. Sendikacılık ve İnsan İlişkileri Semineri, Memur Sendikaları Konfederasyonu, 5-6 Mayıs 2007, Ankara. ARMAĞAN, A. (2012); Basın İş Görenleri Arasında Yaşanan Çatışma Olgusuna Analitik Yaklaşım. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Hakemli Dergisi 16. ARNAS, Y. A. (2004); Sokakta Çalışan Çocukların Öz Kavram Düzeylerinin İncelenmesi. Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı Dergisi, 11(1): 210. ATKINSON, R., ATKINSON, R., HİLGARD, E. (1995); Psikolojiye Giriş. Çeviren Atakay, M. & Atakay, K., Yavuz, A.;, Sosyal Yayınlar, İstanbul. ATAK, H. (2011); Kimlik Gelişimi ve Kimlik Biçimlenmesi: Kuramsal Bir Değerlendirme. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 3(1):163-213. BANAJI, M., & PRENTICE, D. (1994); The self in social contexts. Annual Review of Psychology, 45, 297-332. BAŞ, E. (2011); Türk Sinemasında Kötü Kadın İmgesi: Melodram Filmleri. Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, Uygulamalı Sosyoloji Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi. 162 BAUMAISTER, R. (1998); The self. In D. Gilbert. S. Fiske, & G. Lindzey (Eds), Handbook of social psychology (Vol. 2. Pp. 680-740). New York: Oxford University Press. BAYMUR, F. (1994); Genel Psikoloji. İnkılap Yayınevi, 14. Baskı, İstanbul. BAYRAKTAR, B., B. (2006); Bilgi ve Belge Yöneticisi İçin Etkili İletişimin Önemi. Bilgi Yönetimi Akademik Yaklaşımlar İçinde, Beta: İstanbul. 3-19. BEYAZYÜZ, M., GÖKA, E. (2011); Hasta Bedenin Ruhu. Psikiyatri Dizisi, Ankara. BEYAZYÜZ, M., GÖKA, E. (2012); Geçimsizler. Timaş Yayınları, 3. Baskı, İstanbul. BİLGİN, N. (1994); Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu. Ege Yayıncılık, İzmir. BİLGİN, N. (2007); Kimlik İnşası. Aşina Kitapları, Ankara. BOZ, N. (2012); Yeni İletişim Ortamlarında Dijital Kimlik ve Benlik Sunumu. Yayınlanmış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik ABD-Bilişim ABD, İstanbul. BROWN, J. (1998); The self. Boston, MA: McGraw-Hill. BREWER, M.B, HEWSTONE, M. (2004); Self and Social Identity, WileyBlackwell. BURGER, J. M. (2006); Kişilik. Kaknüs Yayınları, 1. Basım, Çeviren İnan Deniz Erguvan Sarıoğlu, İstanbul. BRUNO, F. J. (1996); Psikoloji Tarihine Giriş. Çeviren G. Sevdiren, Kibele Yayınları, İstanbul BUDAK, S. (2000); Psikoloji Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat. CICIRELLI, V. G. (1977); Relationship of socio-economic status and ethnicity to primary grade children’s self-concept, Psychology In The Schools. 163 COSER, L. A. (2008); Marsters of sociological thought ideas in historical and social context - Sosyolojik Düşüncenin Ustaları: Tarihsel ve Toplumsal Bağlamlarında Fikirler). Çeviren Hülür H, Toker, S., Mazman İ., İkinci Baskı, De Ki Basım Yayın Ltd. Şti. CROCKER, J., LUHTANEN, R., BLAINE, B., & BROADNAX, S. (1994); Collective self-esteem and psychological well-being among White, black and Asian college students. Personality and Social Psychology Bulletin, 20, 503-13. CÜCELOĞLU, D. (1997): Yeniden İnsan İnsana. Remzi Kitabevi. CÜCELOĞLU, D. (2010); İnsan ve Davranışı. Remzi Yayınevi, İstanbul. CÜCELOĞLU, D. (2000); İçimizdeki Çocuk. Remzi Yayınevi, İstanbul. ÇUHADAROĞLU, F. Ç. (1994); Gençlerde Benlik Saygısı ile İlgili Bir Araştırma. VIII. Ulusal Psikoloji Kongresi Bilimsel Çalışmaları. TPD Yayınları. Ankara. ÇUHADAROĞLU F. (1986); Adolesanlarda Benlik Saygısı. Yayınlanmış Uzmanlık Tezi, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ankara. ÇUHADAROĞLU F. (1989); Üniversite Gençliğinde Kimlik Bocalamaları. Üniversite Gençliğinde Uyum Sorunları. Sempozyumu Bilimsel Çalışmaları, Ankara: Bilkent Üniversitesi Psikolojik Danışma ve Araştırma Merkezi. DEMİR, İ. (2007); Gençlerin Kimlik Yapıları: Farklı Yerellikler Ekseninde Nitel Bir İnceleme. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul. DEMİRCİ, A. (2010); Görsel Algı Eğitiminin Beş-Altı Yaş Çocuklarının Görsel Algı Gelişimlerine Etkisi. Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Güzel Sanatlar Eğitimi Anabilim Dalı Resim-İş Eğitimi Bilim Dalı, Doktora Tezi, Ankara. DENEVE, K. M., & COOPER, H. (1998); The happy personality. A metaanalysis of 137 personality traits and subjective well-being. Psychological Bulletin, 124, 197-229. 164 DÖKMEN, Ü., (2003); İletişim Çatışmaları ve Empati. Sistem Yayıncılık. 23. Baskı, Ankara. EPSTEIN, S. (1973); The self-concept revisited or a theory of a theory. American Psychologist, 28, 405-416. ERDOĞAN, İ. (1997); İşletmelerde Davranış. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi Yayınları, Yayın No: 272, İstanbul. ERIKSON, E. H. (1963); Childhood and Society. 2. Baskı, New York: Norton. ERIKSON, E. H. (1968); Identity: Youth and Crisis. New York: W.W. Norton & Company, Inc. ERIKSON, E. H. (1984); İnsanın Sekiz Çağı. Çeviren Üstün, T. B. Birey ve Toplum Yayıncılık, Ankara ERKUŞ, A., GÜNLÜ, E. (2009); İletişim Tarzının ve Sözsüz İletişim Düzeyinin Çalışanların İş Performansına Etkisi: Beş Yıldızlı Otel İşletmelerinde Bir Araştırma. Anatolia: Turizm Araştırmaları Dergisi, Cilt 20, Sayı, 1, Bahar: 7-24. EROĞLU, F. (1996); Davranış Bilimleri. Beta Yayınları, 3.Baskı, İstanbul. FEIST, J. (1990); Theories of personality. Holt, Rinehart and Winston.Inc, Chicago. FISKE, J. (2003); İletişim Çalışmalarına Giriş. Çeviren İrvan S.. Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara. FRABLE, D. (1997); Gender, racial, ethnic, sexual and class identities. Annual Review of Psychology, 48, 139-162. FROMM, E. (2003); Sevme Sanatı. Çeviren Koçak, S., Doruk Yayımcılık, İstanbul. GABBOTT M. ve HOGG, G. (2000); An Empirical Investigation of The Impact of Non-Verbal Communication on Service Evaluation. European Journal of Marketing, 34(3/4): 384-398. 165 GERGEN, K. J. (1971); The concept of self. Holt, Rinehart and Winston. GIDDENS, A. (2000); Sosyoloji. Yayına hazırlayanlar: Özel, H., Güzel, C., Ayraç Yayınevi, Ankara. GOFFMAN, E. (1959); The Presentation of Self in Everyday Life. GOFFMAN, E. (2012); Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu. Çeviren Cezar, S., Metis Yayıncılık Ltd., İstanbul. GORDON, C. (1968); Self-conceptions: Configurations of content. In C. Gordon & K. J. Gergen (Eds.), The self in social interaction, Vol. 1 (pp. 115136). New York: Wiley. GREENWALD, A., & PRATKANIS, A. (1984); The self. In K. S. Wyer & T. Srull (Eds.) Handbook of social cognition, Vol. 3 (pp. 129-178). Hillsdale, NJ. Erlbaum. GREENWALD, A. (1980); The totalitarian ego: Fabrication and revision of personal history. American Psychologist, 35, 603-618. GÜL, G. (2002); İlköğretim Öğretmen Adaylarının ve Öğretmenlerin Kişilik Özellikleri (Yayınlanmamış Doktora Tezi). İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. GÜLEÇ, C. (1992); Türkiye’de Kültürel Kimlik Krizi. V Yayınları, Ankara. GÜN, E. (2006); Spor Yapanlarda ve Spor Yapmayan Ergenlerde Benlik Saygısı. Çukurova Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Beden Eğitimi ve Spor Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi. GÜR, A. (1996); Ergenlerde Depresyon ve Benlik Saygısı Arasındaki İlişki. Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. GÜRHAN C. (1986); Lise Öğrencilerinin Benlik Tasarımlarını Etkileyen Bazı Etmenler. Basılmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. GÜVENÇ, B. (1993); Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. 166 HAKAN, M. (1995); Kimlik Nedir?. Türkiye Günlüğü, Cedit Neşriyat, Ankara. HAMMEN, C. (1991); Depression runs in families: The social context of risk and resilience in children of depressed mothers. New York: Springer-Verlag. HASLAM, S. A, OAKES, P, TUNER, J. C., & MCGARTY, C.(1996); Social identity, self-categorization, and the perceived homogeneityof ingroups and outgroups: The interaction between socian motivation and cognition. In R. Sorrentino & E. T. Higgins (Eds), Handbook of motivation and cognition: The interpersonal context (pp. 182-222). New York: Guilford Press. HARTER, S. (1990); Adolescent self and identity. In S. S. Feldman & G. Elliot (Eds.), At the threshold: The developing adolescent (pp. 352-387). Cambridge, MA: Harvard University Press. HARTER, S., MAROLD, D., WHITESELL, N. & COBBS, G. (1996); A model of the effects of paretn and peer support on adolescent false self behavior. Child Development, 67, 160-174. HARRIS, J. (1995); Where is the child’s environment? Psychological Review, 102, 458-489. HATİPOĞLU, Z. T. (1996); Ergenlik Çağındaki Öğrencilerin Benlik Tasarım Düzeyleri ile Algılanan Anne Davranışları Arasındaki İlişkinin İncelenmesi. Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. HAZAR, Ç. M. (2006); Kişilik ve İletişim Tipleri. Selçuk Üniversitesi Akademik İletişim Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 2, s.126. HIGGINS, E.T. (1996); Shared reality in the self-system: The social nature of self-regulation. İn Stroebe & M. Hewstone (Eeds.), Europan review of social psychology, Vol. 7 (pp. 1-30). Chichester, UK: Wiley. HOFSTEDE, G. (1980); Culture’s consequences. Beverly Hills, CA: Sage. ISIR, T. (2006); Örgütlerde Personel Seçim Süreci: Bir Kamu Kuruluşundaki Yönetici Personelin Kişilik Özelliklerinin Tespit Edilerek Personel Seçim Sürecinin İyileştirilmesi Üzerine Bir Araştırma. 167 Yayınlanmamış Doktora Tezi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. İNANÇ, YAZGAN B., YERLİKAYA, E. (2008); Kişilik Kuramları. Pegem Akademi, Ankara. JAMES, W. (1890/1950); The principles of psychology. New York: Dover. KAĞITÇIBAŞI, Ç. (2005); Yeni İnsan ve İnsanlar. 10. Basım, Evrim Yayınevi, İstanbul. KARAÇOR, S. (1999); Sosyo-Kültürel Bir Olgu Olarak Yaşam Tarzının Reklam Metinlerine Yansıması. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim Dalı Reklamcılık ve Tanıtım Bilim Dalı, Doktora Tezi, Konya. KARASAKAL KALELİ, N., AKSU, B. (2013); Meslek Yüksekokulu Teknik ve Sosyal Program Öğrencilerinin Sosyal Karşılaştırılması Sonucu Girişimci Kişilik Eğilimlerini Ortaya Koymaya Yönelik Bir Alan Araştırması, Bildiri, Kocaeli Üniversitesi. KAZANCI, O. (1989); Eğitim Psikolojisi: Uygulamaya, Kazancı Hukuk Yayınları, Ankara. Kuram ve İlkelerden KHILSTROM, J., & CANTOR, N. (1984); Mental representations of the self. Advances in Experimental Social Psychology, 17, 1-47. KHILSTROM, J., & KLEIN, S. (1994); The self as a knowledge structure. In R. Wyer, Jr., & T. Srull (Eds.) Handbook of social cognition, Vol. 1: Basic processes (pp. 153-208). Hillsdale, NJ: Lawrence Erlbaum Assoiates. KIM, U. (1994); Individualism and collectivism: Conceptual clarification and elaboration. In U. Kim, H. C. Triandis, C. Kağıtcıbaşı, S. Choi, & G. Yoon (Eds), Individualism and collectivism: Theory, method and applications (pp. 000-000). Thousand Oaks, CA: Sage. KITAYAMA, S., MARKUS, H. R., MATSUMOTO, H., & NORASAKKUNKIT, V. (1997); Individual and collective process in the construction of the self: Self-enhancement in the United States and self-criticism in Japan, Journal of Personality and Social Psychology, 72, 1245-1267. 168 KÖKNEL, Ö. (1995); Kaygıdan Mutluluğa Kişilik. Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul. KÖKNEL, Ö. (1986); İnsanı Anlamak. Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul. KOŞTAŞ, M. (1999); Sosyalleşme (Socialisation). Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. KROGER, J. (1989); Identity in Adolescence: The Balance between Self and Other. New York: Routledge. KULAKSIZOĞLU A. (2005); Ergenlik Psikolojisi. 7. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi. KUZGUN, Y. (2002); İlköğretimde Rehberlik. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. KUHN, M. H. & MCPARTLAND, T. S. (1954); An empirical investigation of self-attitudes. American Sociological Rewiew, 19, 68-76. LAZAR, J. (2009); İletişim Bilimi. Çeviren ANIK, C., Vadi Yayınları. Ankara. LEWIS, M. (1990); Self-knowledge and social development in early life. In L. A. Pervin (Ed.), Handbook of personality (pp. 277-300). New York: Guilford. LEARLY, M., HAUPT, A., STRAUSSER, K., & CHOKEL, J. (1998); Calibrating the sociometer: The relationship between interpersonal appraisals and state self-esteem. Journal of Personality and Social Psychology, 74, 1290-1299. MADDUX, J. (1991); Self-efficacy. In C. D. Snyder (Ed.), Handook of social and clinical psychology: The health perspective (pp. 57-78). Pergamon general psychology series, Vol. 162. New York: Pergamon Press. MARKUS, H. (1977); Self-schemata and processing information about the self. Journal of Personatily & Social Psychology, 35, 63-78. MARKUS, H., & WURF, E. (1987); The dynamic self-concept. Annual Review of Psychology, 38, 299-337. 169 MARKUS, H. & CROSS, S. (1990); The interpersonal self. In L. Pervin (Ed), Handbook of personality: Theroy and research (pp. 576-608). New York: Guilford Press. MARKUS, H. & KITAYAMA, S. (1991); Culture and the self: Implications for cognition, emotion, and motivation. Psychological Review, 20, 568579. MARSH, H. W., BARNES, J., CAIRNS, L., & TIDMAN, M. (1984); SelfDescription Questionnaire: Age and sex effects in the structure and level of self-concept for preadolescent children. Journal of Educational psychology, 76(5), 940. MASLOW, A. (1954); Motivation and personality. New York: Harper. MCKAY, M., DAVIS, M., FANNING, P. (2006); İletişim Becerileri. HYB Yayıncılık. Ankara MEŞE, G. (1999); Sosyal Kimlik ve Yaşam Stilleri. Yayımlanmamış Doktora Tezi. Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. MILLER, D., & RATNER, R. (1998); The disparity between the actual and assumed power of self-interest. Journal of Personality and Sociall Psychology, 74, 53-62. MISIRLI, İ., (2008); Genel ve Teknik İletişim: Kavramlar, İlkeler, Uygulamalar. Detay Yayıncılık. 4. Baskı. Ankara. MONTE, C. (1999); Beneath the Mask: An Introduction to Theories of Personality. Fort Worth: Harcourt Brace College Publications. MORGAN, C. T. (1991); Psikolojiye Giriş. Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Yayınları, 9. Baskı, Ankara. MORSÜNBÜL, Ü. (2011); Ergenlikte Özerkliğin ve Kimlik Biçimlenmesinin Öznel İyi Oluş Üzerindeki Etkisi. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitimde Psikolojik Hizmetler Anabilim Dalı, Doktora Tezi. MURRAY, S., HOLMES, J., MACDONALD, G., & ELLSWORTH, P. (1998); Through the looking glass darkly? When self-doubts turn into 170 relationship insecurities. Journal of Personality and Social Psychology. 75, 1459-1480. NAISSER, U. (1995); Criteria for an ecological self. In P. Rochat (Ed), The self infancy; Theory and research (pp.17-34). Amsterdam, Netherlands: North-Holland/Elsevier Science Publishers. OSKAY, Ü. (2001); İletişimin ABC’si. İstanbul: Der Yayınları. OYSERMAN, D, COON, H., KEMMELMEIER, M. (1999); How to American is individualism? Lessons from cultural and cross-cultural research. Under revision, Psychological Bulettin. Ann Arbor: University of Michigan. OYSERMAN, D, SAKAMOTO, I., & LAUFFER, A.(1998); Cultural accomodation: Hybridity and the framing of social obligation. Journal of Personality and Social Psychology, 74, 1606-1618. OYSERMAN D. & MARKUS H. (1993); The sociocultural self. In J. Suls (Ed). Psychological perspective on the self. Vol. 4 (pp. 187-220). Hillsdale, NJ: Erlbaum. ÖNER, U. (1987); Benlik Gelişimine İlişkin Kuramlar. Ed. B. Onur, Ergenlik Psikolojisi, II. Basım, Hacettepe Taş Kitapçılık, Ankara. ÖZEN, Y. (2003); Özel Ben-Bilinçliliği. Genel Ben-Bilinçliliği. Bilge Adam Dergisi, C: 4, s: 60-65. ÖZEN, Y. (2013); Ulus-Kimlikten Gökkuşağı Toplumuna: Ulus Kimliğin Yitimi Bireyi Psikonevrotizmaya Götürür mü?, Uluslararası Hakemli Beşeri ve Akademik Bilimler Dergisi, Cilt: 2. ÖZEN, Y. GÜLAÇTI, F. (2010); Benlik-Kavramı ve Benliğin Gelişimi Bilen Benliğe Gereksinim Var mı?,Erzincan Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt-Sayı:122. ÖZDEMİR, O., ÖZDEMİR GÜZEL, P., KADAK, M.T., NASIROĞLU, S. (2012); Kişilik Gelişimi (Personality Development). Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar-Current Approaches in Psychiatry; 4(4): 566-589. ÖZGÜN, M. S. (2007); Okul Psikolojik Danışmanlarının Kişilik Özellikleri İle Mesleki Yetkinlik Beklentileri Arasındaki İlişkinin İncelenmesi. 171 Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı, Adana. ÖZGÜVEN, İ. E. (1992); Hacettepe Kişilik Envanteri El Kitabı. Odak Ofset, Ankara. ÖZOĞLU, Ç. (1975); Psikolojik Danışmada Benlik Kavramı. Eğitim Fakültesi Dergisi,10.Yıla Armağan, Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları, No: 2. POLOMA, M. M. (1993); Çağdaş Sosyoloji Kuramları. Çeviren Erbaş H., Gündoğan Yayınları, Ankara. POVINELLI D.J & SIMON B. B. (1998); Young childen’s understanding of briefly versus extremely delayed images of the self: Emergence of the autobiographical stance. Developmental Psychology, 34, 188-194. RUBLE, D. EISENBERG, R., & HIGGINS, E.T. (1994); Developmental changes in achievement evaluation Motivational implications of selfother differences. Child Development, 65, 1095-1110. RYFF, C. & KEYES, C. (1995); The structure of psychological well-being revisited. Journal of Personality and Social Psychology, 69, 719-727. SABUNCUOĞLU Z., TÜZ., M. (2001); Örgütsel Psikoloji. Ezgi Kitabevi. Bursa. SCHULTZ D. P., SCHULTZ S. E (2002).; Modern Psikoloji Tarihi. Kaknüs Yayınları, 1. Basım, Türkçesi: Yasemin Aslay, İstanbul. SCHWARTZ, S. H. (1990); Individualism-collectivism: Critique and proposed refinements. Journal of Cross-Cultural Psychology, 21, 139-157. SHAVELSON, R. J. (1976); Self-Concept Validation of Construct Inter Pretations. Review of Educational Research, Summer. 46, 407-411. SONCU, A. (2010); Günlerden Bir Gün: Benliğin Seremonisi. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü II. Genç Bilim Adamları Sempozyumu, Ankara. 172 STEEL, C. M. (1997); A threat in the air: How stereotypes shape intellectual identity and performance. American Psychologist, 52, 613629. STEINBERG, L. (2007); Adolescence. Third Edition, New York: Mcgraw Hill Inc. STRYKER, S. (1980); Symbolic interactionism: A social structural version. Polo Alto, CA: Benjamin/Cummings. SWANN, W. (1997); The trouble with change: Self-verification and allegiance to the self. Psychologica Science, 8, 177-180. TAIJFEL, H. (1981); Human groups and social categories: Studies in social psychology. Cambridge, UK: Cambridge University Press. TAYLOR, S., & BROWN, J. (1988); Illusion and well-being: A social psychological perspective on mental health. Psychological Bulletin, 103, 193-210. TEZCAN, B. (2009); Obez Bireylerde Benli Saygısı, Beden Algısı ve Travmatik Geçmiş Yaşantılar. TC. Sağlık Bakanlığı Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Uzmanlık Tezi. TOLAN, B. (1985); Toplum Bilimlerine Giriş. Ankara. TRIANDIS, H. C. (1995); Individualism and collectivism. Boulder, CO: Westview Press TROPE, Y. (1986); Self-enhancement and self-assessment in achievement behavior. In R. Sorrentino (Ed.), Handbook of motivation and cognition: Foundations of social behavior (pp.350-378). New York: Guilford Press. TUTAR, H., ALTINÖZ M., ÇAKIROĞLU D. (2009); İş Görenlerin Kendilik Algılarının Bireysel Özellikler Bakımından Değerlendirilmesi. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 21, 489. TUTAR, H., ALTINÖZ, M. (2004); Büro Yönetimi ve İletişim Teknikleri. Seçkin Kitabevi. 3. Baskı. Ankara. 173 TUTAR H., YILMAZ, M.K., (2003); Genel İletişim: Kavramlar ve Modeller. Nobel Yayın Dağıtım. Ankara. TÜRKER, A.; Ana Babanın Çocuk Gelişimine Etkisi; http://www.bilted.com/bilgi-bankasi/detay/13-ana-babanin-cocugun-kisilikgelisimine-etkisi. TURNER, J. C., HOGG, M. A., OAKES, P.J., REICHER, S. D., & WETHERELL, S. M. (1987); Rediscovering the social group: A selfcategorization theory. Oxford: Blackwell Publishers. UYSAL, G. (2003); Rol Farklılaşmasının İletişime Etkisi ve Johari Modeli. C. Ü. İİBF Dergisi, Cilt 4, Sayı 1. ÜNLÜ, S. (2001); Psikoloji. Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları, Yayın No:710, Eskişehir. VARAN, A. (2001); Psikolojiye Giriş Ders Notları. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı. WATKINS, D., AKANDE, A., FLEMING, J., İSMAİL, M., LEFNER, K., REGMI, M., WATSON, S., YU, J., ADAIR, J., CHENG, C., GERONG, A., MCINERNEY, D., MPOFU, E., SINGH-SENGUPTA, S., & WONDIMU, H. (1998); Cultural dimensions, gender and the nature of self-concept: A fourteen-country study. International Journal of Psychology, 33, 17-31. WEIGERT, A., TAIGE, J. & TAIGE, D (1990).; Society and identity, Toward a sociological psychology. Cambridge , UK: Cambridge University Press. WILLIAMS J. M. & CURRIE C. E. (2000); Self Esteem and Physical Development During Early Adolescence: Pubertal Timing and Body İmage. Journal of Early Adolescence. WURF, E. & MARKUS, H. (1991); Possible selves and te psychology of fersonal growth. In D. Ozer (Ed.), Perspectives in personality, Vol. 3 (pp.3962). London: Jessica Kingsley Publishers. WYLIE, R. (1989); Measures of self-concept, Lincoln: University of Nebraska Press. 174 WYLIE, R. (1963); Children’s Estimates Of Their Schoolwork Ability As A Function Of Sex, Race And Socioeconomic Level. Journal of Personality. YANBASTI, G. (1996); Kişilik Kuramları. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No: 53, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir. YAVUZER H. (2002); Eğitim ve Gelişim Özellikleriyle Okul Çağı Çocuğu. 8.Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi. YELBOĞA, A. (2006); Kişilik Özellikleri ve İş Performansı Arasındaki İlişkinin İncelenmesi. “İş, Güç” Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi, Cilt: 8 Sayı: 2, Haziran 2006 YILDIRIM, A., ŞİMŞEK, H. (1999); Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri. Seçkin Yayınevi, Ankara. YÖRÜKOĞLU, A. (1987); Gençlik Çağı. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. YÖRÜKOĞLU, A. (1988); Gençlik Çağı Ruh Sağlığı Eğitimi ve Ruhsal Sorunları. 5. Baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Sosyal ve Felsefi Eserler Dizisi. ZEL, N. (1999); Kişiliğin Yönetim Performansına Etkileri, Örgüt Ortamında Kullanılması ve Ülkeler/Sektörler Arasında Karşılaştırmalı Bir Uygulama. Yayınlanmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. ZIRKEL, P.A.; MOSES, E. G. (1971); Self-concept and ethnic group membership among public school students. American educational research journal, 253-265. ELEKTRONİK KAYNAKLAR: Sözlük http://www.oxforddictionaries.com DEMİRÖZ, T.; İlk Çocukluk Dönemi Kişilik Envanteri (ESPQ) Nedir? http://www.tavsiyeediyorum.com/makale_8031.htm (son erişim: 03 Şubat 2014) 175 DEMİRÖZ, T.; Kişilik Gelişimini Etkileyen Faktörler. http://www.tavsiyeediyorum.com/makale_8106.htm (son erişim: 12 Ocak 2014) KANDEMİR, M., ÖZBAY, Y. (2009); Interactional Effect of Perceived Emphatic Classroom Atmosphere and Self-Esteem on Bullying. Elementary Education Online, 8 (2), 322-333. http://ilkogretim-online.org.tr/vol8say2/v8s2m5.pdf (son erişim: 06 Şubat 2014) http://tr.wikipedia.org/wiki/Bilişsel_psikoloji (son erişim: 3 Şubat 2014) http://www.dpsikiyartri.com/GordonAllport.asp (son erişim: 3 Şubat 2014) http://notoku.com/sosyolojide-kuramsal-yaklasimlar (son erişim: 3 Şubat 2014)