günlük yaşamda benlik sunumları üzerine bir inceleme

advertisement
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
HALKLA İLİŞKİLER VE TANITIM ANABİLİM DALI
GÜNLÜK YAŞAMDA BENLİK SUNUMLARI
ÜZERİNE BİR İNCELEME
Yüksek Lisans Tezi
CELİLE EVİL KULGA
Danışman: Prof. Dr. Cengiz ANIK
Ankara, 2014
i
ÖZET
[KULGA, Celile Evil]. [Günlük Yaşamda Benlik Sunumları Üzerine
Bir İnceleme], [Yüksek Lisans Tezi], Ankara, [2014].
Benlik kavramı psikolojinin ve sosyolojinin son zamanlarda çok
çalışılan konuları arasında yer almaktadır. Sosyoloji, psikoloji, iletişim
bilimleri gibi çalışma alanlarının her biri benlik kavramını kendi alanı
çerçevesinde değerlendirmektedir. Bu çalışmada benlik kavramı, sosyal
psikoloji ve iletişim bilimi kapsamında incelenmiştir. Benlik kavramı, ilk
olarak kişilik ve kimlik kavramlarıyla ilişkisi ele alınarak değerlendirilmiş,
ardından bireylerin benlik sunumlarında faydalandıkları iletişim yöntemleri
incelenmiş, son olarak da bireylerin sosyal ortamda benlik sunumlarını
nasıl gerçekleştirdikleri örnek olaylarla aktarılmıştır.
Çalışmanın kavramsal çerçevesini, Goffman’ın dramaturji modeli ve
izlenim yönetimi teorisi oluşturmaktadır. Doğrudan gözlem yoluyla elde
edilen veriler Goffman’ın kavramlarıyla yazıya geçirilmiştir. Bu çalışmada
benliklerin, her sosyal ortamda sunuş biçimlerinin sürekli değiştiği ve
bireylerin başkaları üstünde iyi izlenimler bırakmak için davranışlarını
kontrol etme çabasına girdikleri tespit edilmiştir. Sonuç olarak bu çalışma,
bireyin
kişiliği
ve
kimliği
kadar
benliğine
de
dikkati
çekmeyi
amaçlamaktadır. Birey, kendi benliğini tanıdığı oranda, davranışlarını
istediği gibi yönetmekte ve yeteneklerini geliştirebilmektedir. Geliştirilmiş
bir benlik, bireyin sosyal hayattaki başarılarını artırmakta ve çatışmalarını
azaltmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Benlik, benlik sunumu, dramaturji, izlenim
yönetimi
ii
ABSTRACT
[KULGA, Celile Evil]. [A Study on Self-Presentation in Daily Life],
[Master’s Thesis], Ankara, [2014].
The concept of self is placed among the subjects that psychology
and sociology have recently been studying a lot. Each of the working
areas such as psychology, sociology, communication sciences tend to
evaluate the concept of self from the viewpoint of their own fields. In this
study, the concept of self has been studied under the scope of socio
psychology and communication sciences. It has been handled firstly in
terms of its relations with the perception of personality and identity and
then the methods of communication individuals resort to during their
presentation of self have been reviewed, and finally, some sample events
indicating how individuals carry out their presentation of self in social
environments have been illustrated.
The conceptual framework of the study is made up of Goffman’s
theory of model of dramaturgy and impression management. Data
obtained through the direct observations have been shown in written with
Goffman’s concepts. It has been found out in this study that selves’ ways
of presenting contiuously change in every social environment and that
individuals feel obliged to control their behaviours for the purpose of
creating good impressions on the part of others. As a result, this study has
the aim of attracting the attention to the individual’s self as well as to
his/her personality and identity. The individual could manage his/her
behaviours as he/she likes, and improve his/her abilities to the extent
he/she is aware of the self. An improved self enables the individual to get
more achievements and lessen his/her conflicts in social life
Key words: Self, self presentation, dramaturgy, impression
management
iii
İÇİNDEKİLER
ÖZET ........................................................................................................ I
ABSTRACT .............................................................................................. II
İÇİNDEKİLER ........................................................................................... III
ŞEKİLLER ve TABLOLAR ...................................................................... VI
GİRİŞ......................................................................................................... 1
BİRİNCİ BÖLÜM:
1. KİŞİLİK (PERSONALITY) KAVRAMI VE KİŞİLİK KURAMLARI…...... 3
1.1. Kişilik (Personalıty) Kavramı ………………....…………...….. 3
1.1.1. Kişilik Tanımları …......…..……….……….……………. 3
1.1.2. Kişiliği Oluşturan Unsurlar…….…....…………………... 7
1.1.2.1. Kişiliği Oluşturan Biyolojik Unsurlar ………… 7
1.1.2.2. Kişiliği Oluşturan Psikolojik Unsurlar ……….. 11
1.1.2.3. Kişiliği Oluşturan Sosyal Unsurlar ………...… 14
1.2. Kişilik Kuramları …………………..………………………….….. 16
1.2.1. Sigmund Freud ve Kişilik Kuramı …………………...... 17
1.2.2. Alfred Adler ve Kişilik Kuramı….……………................ 22
1.2.3. Abraham Maslow’un Kendini Gerçekleştirme Teorisi . 24
1.2.4. Carl Gustav Jung ve Kişilik Kuramı ………………….. 26
1.2.5. William Sheldon ve Kişilik Kuramı……………….…..... 32
1.2.6. Erich Fromm ve Kişilik Kuramı …….……………......... 33
1.2.7. Erik H. Erikson ve Kişilik Kuramı…………………..…... 36
İKİNCİ BÖLÜM:
2. KİMLİK (IDENTITY) KAVRAMI VE KİMLİK KURAMLARI ………....... 38
2.1. Kimlik (Identity) Kavramı……….…………….…………..…….... 38
2.1.1. Kişisel Kimlik ……………….………………………….… 39
2.1.2. Sosyal Kimlik …………………………………….…........ 43
2.1.3. Kültürel Kimlik …………………...………………….…… 48
2.2. Kimlik Kuramları …………………………...…………….....…….. 49
2.2.1. Erik H. Erikson’un Psikososyal Gelişim Kuramı……… 49
2.2.2. James Marcia’nın Kimlik Statüleri Yaklaşımı ………... 52
2.2.3. Berzonsky’nin Sosyal-Bilişsel Kimlik Gelişimi
Yaklaşımı ………………………………………...…….….56
iv
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:
3. BENLİK (SELF) KAVRAMI VE BENLİK KURAMLARI
3.1. Benlik (Self) Kavramı ………….…………….….………………... 58
3.1.1. Benlik Kavramının Tanımı…..………………………..… 59
3.1.2. Benliğin Yapısı ……….…………..……………..….…... 61
3.1.3. Benliğin Gelişimi …………………..…………….…....... 66
3.1.4. Benlik Bilinci (Self-Aware) ……………………….…….. 68
3.1.5. Benlik Yeterliliği (Self-Efficiency) ……………………... 70
3.1.6. Benlik Saygısı (Self-Esteem) ……………..…………… 70
3.1.7. Benlik Tasarımı-İnşası (Self-Construction) …….....…. 72
3.1.8. Sosyo-Kültürel Bağlamda Benlik ……………………… 78
3.1.9. Benliğin Özellikleri …………………………..….…..….. 81
3.1.10. Benlik Çatışması (Self-Conflict).………..…..….…..... 84
3.2. Benlik Kuramları …………………………………………....…… 86
3.2.1. William James’in Benlik Kuramı………….…..……..… 86
3.2.2. Carl Rogers’in Benlik Kuramı………………….....……. 88
3.3.3. Charles Cooley’in Ayna Benlik Teorisi …….......……... 91
3.4.4. George Herbert Mead’in Benlik Kuramı …………....... 93
3.3. Benliğin Kişilik, Kimlik Kavramlarıyla İlişkisi ve Benliğin
Toplumsal Yansıması ……..………………………..................... 95
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:
4. GOFFMAN VE GÜNLÜK YAŞAMDA BENLİKLERİN SUNUMU
4.1. Benlik Sunumu ……..……..……..………………………..…..….. 97
4.1.1. Benlik Sunumu ve İletişim ……………………….…….. 97
4.1.1.1. İletişimin Tanımı …………..………………....... 98
4.1.1.2. İletişim Türleri ……………………..……..……. 102
4.1.1.3. İletişim ve İzlenim Yönetimi ……..…..…….… 115
4.1.2. Sembolik Etkileşim ve Benlik Sunumunda
İletişimin Rolü………….………………......……………. 116
4.2. Erving Goffman’ın Benlik Sunumu Kuramı ……………….….... 118
4.2.1. Erving Goffman’da Benlik Görünümleri ……………… 119
4.2.2. Erving Goffman’ın Kavramlarıyla
Benlik Sunumu ……………………………………..….. 125
v
BEŞİNCİ BÖLÜM:
5. GÜNLÜK YAŞAMDA BENLİK SUNUMLARI ÜZERİNE BİR İNCELEME
5.1. İncelemenin Amacı ve Kapsamı ............................................. 126
5.1.1. İncelemenin Metodolojisi ........................................... 127
5.1.2. İncelemenin Evren ve Örneklemi............................... 128
5.2. Örnek Olaylar …………………..…………………………….….. 128
5.3. Genel Değerlendirmeler ………………………………..….…… 146
SONUÇ .................................................................................................... 157
KAYNAKÇA.............................................................................................. 161
vi
ŞEKİLLER DİZİNİ
ŞEKİL 1. YAPISAL MODELİN FARKINDALIK DÜZEYLERİ İLE İLİŞKİSİ 22
ŞEKİL 2. MASLOW’UN İHTİYAÇLAR HİYERARŞİSİ …………………….. 26
ŞEKİL 3. WILLIAM SHELDON’UN KİŞİLİK TİPOLOJİSİ …….................. 33
ŞEKİL 4. JOHARİ PENCERESİ ……………………….….………………..... 63
ŞEKİL 5. KİŞİDE BENLİK ÇATIŞMASI VE BENLİK UYUMU …………… 86
ŞEKİL 6. İLETİŞİM SÜRECİ ………………………….…………………..….. 101
ŞEKİL 7. KİŞİSEL MESAFELER …………………………………….……… 104
ŞEKİL 8. BİÇİMSEL VE DOĞAL İLİŞKİLER ŞEMASI ………………..….. 109
TABLOLAR DİZİNİ
TABLO 1. ERİKSON’UN KİŞİLİK GELİŞİMİNDE SEKİZ EVRESİ ……… 37
TABLO 2. ERİKSON’UN KİŞİLİK GELİŞİMİNİN SEKİZ EVRESİ
VE BU EVRELERE KARŞILIK GELEN
KİMLİK DUYGULARI TABLOSU ………………..…………..…. 52
TABLO 3. İŞ ORTAMINDA BENLİK SUNUMU DURUM TABLOSU …... 146
TABLO 4. SOSYAL ORTAMDA BENLİK SUNUMU DURUM TABLOSU 154
1
GİRİŞ
Mümkün olan en geniş anlamıyla, bir insanın benliği, sadece vücudu ve
psişik (ruhsal) güçleri değil ayrıca evi, eşi, çocukları, ataları, arkadaşları, şanı ve
çalışmaları gibi kendinin olan her şeyin topyekûnudur. Eğer bunlar gelişirse,
zenginleşirse kendini üstün hisseder; eğer azalır, bozulur, kaybolurlarsa kendini
aşağılanmış görür.
W. James, 1890/1950: 291-292
İnsan, doğduğu andan itibaren dünyayı algılamaya ve algıladığı
dünyaya uygun bir davranış geliştirmeye çalışır. Bu algılayış ve geliştirdiği
davranışlar bireyin yaşamı boyunca sürekli gelişir. Birey hem kendini hem
içinde var olduğu toplumu anlamlandırmaya çalışarak kendi-kendi ve
kendi-toplum arasında bir uyum yaratmaya çalışır. Bu uyumu ne kadar
sağlayabilmişse
birey
kendini
o
kadar
mutlu
ve
başarılı;
uyum
sağlayamamışsa da mutsuz ve başarısız hisseder.
Birey öncelikle hayatta ilk iletişim kurduğu ailesi içinde kendini kabul
ettirmeye ve saygınlık kazanmaya çalışır. Bunu başarabilmek için ailesini
gözlemler. Davranışının ailesi tarafından kabul gördüğü yönünde davranış
geliştirir. Daha sonra toplumun bir parçası olan birey tüm yaşamı boyunca
diğer insanlarla birliktedir. Bu kez iletişim kurduğu toplumun kabul gördüğü
değerler yönünde davranış geliştirir. Bu süreçte iletişim kurduğu her insana,
gruba, topluluğa yönelik bir davranış tarzı oluşturur; bu davranış tarzlarının
her birinde bir rol üstlenir, her birinde bir maske takar.
Bu çalışmanın birinci kısmında kişilik (personality) kavramı ve kişilik
kuramları, ikinci kısmında kimlik (identity) kavramı ve kimlik kuramları,
üçüncü kısmında benlik (self) kavramı ve benlik kuramları incelenmiştir.
Kavramların literatürdeki tanımlarına ayrıntılı olarak yer verilmiştir çünkü
insan ve davranışının anlaşılabilmesi, öncelikle bireyi oluşturan biyolojik,
psikolojik ve sosyolojik unsurların çözümlenmesiyle mümkün olmaktadır.
2
Bireyin ruhsal davranışlarını psikoloji, toplumsal davranışlarını sosyoloji,
bireyin diğer bireylerle olan biçimsel ilişkilerini ise iletişim açıklamaktadır. Bu
bağlamda bu çalışma, insan ve davranışını bu üç bilim dalının bakış açısıyla
açıklanmaya çalışılmıştır.
Çalışmanın dördüncü bölümü benlik sunumu ile ilgilidir. Erving
Goffman (1956) “The Presentation of Everyday Life”
(Günlük Yaşamda
Benliğin Sunumu) adlı çalışmasında ele aldığı benlik sunumu kavramını,
bireylerin günlük hayatta başkalarıyla olan iletişimlerinde kendilerini nasıl
ifade ettikleri ve iyi izlenimler bırakmak için davranışlarını nasıl kontrol etme
çabasına girdikleri olarak ifade etmiştir. İzlenim yönetimi adı verilen bu
teorinin yanında Goffman gözlemlediği insan etkileşimlerini drama ve tiyatro
sahnesinin görüntü ve dilini kullanarak betimlemiştir. Bu metot dramaturji
olarak adlandırılmaktadır. İzlenim yönetimi teorisi ve dramaturji metodu aynı
zamanda bu çalışmanın da kuramsal çerçevesini oluşturmaktadır.
Çalışmanın beşinci bölümü gerçek hayat rutinlerinden derlenen örnek
olaylardan oluşmaktadır. Her insanın günlük hayatta karşılaşabileceği bu
olaylar, birçok insan için sıradan gelmektedir. Oysaki bu davranışların altında
birçok taktik ve yöntemlerin olabileceği akla gelmemektedir. Goffman’ın
Shetland adalarındaki topluluklar üzerinde yaptığı benlik sunumlarına yönelik
gözlemler, bu çalışmada Türkiye’deki iş ve sosyal hayatlar gözlemlenerek
yazıya geçirilmiş ve durum çalışması yapılarak değerlendirilmiştir.
Sonuç olarak, benliklerin sunumu insanlarla etkileşime girildikçe
gözlemlenebilmektedir. Bireylerin sürekli olarak başkalarıyla etkileşim ve
iletişim gerektiren günlük rutinleri, toplumsal biçimlerin oluşmasına yol
açmaktadır. Bu tür rutinleri incelemek, toplumsal varlıklar olarak hem bireyleri
hem
bireylerin
oluşturduğu
toplumsal
yaşamı
tanımaya
olanak
sağlamaktadır. Bireyleri ve toplumları tanımak ise, iletişim disiplininin
sorguladığı birçok kişilerarası konuya ışık tutmaktadır.
3
BİRİNCİ BÖLÜM
1. KİŞİLİK (PERSONALITY) KAVRAMI VE KİŞİLİK KURAMLARI
1.1. Kişilik (Personality) Kavramı
1.1.1. Kişilik Tanımları
İnsan davranışlarının altında yatan temel nedenleri bulmaya çalışan
bilimsel çaba (İnanç, Yerlikaya, 2008: 1) olarak tanımlayabileceğimiz psikoloji
biliminin literatürünü incelediğimizde, kişilik psikologlarının “kişilik” tanımı
üzerinde birbirinden farklı görüşler sergilediklerini görmekteyiz. Psikolojide
birçok tanımı bulunan kişilik kavramıyla ilgili genel bir kanaatin oluşabilmesi
için bu farklı tanımlara değinmek gerekmektedir.
Batı
dillerinde
personality-personnalite
olarak
kullanılan
kişilik
kelimesinin kökeni, Latin dilindeki persona kavramına dayanmaktadır. Klasik
Roma tiyatrosunda oyuncular, temsil ettikleri özelliklere uyan maskeler
takarak, kendi rollerini bu maskeler aracılığıyla canlandırıyorlardı. Kullanılan
bu maskelere “persona” adı verilmekteydi. Sahneyle seyirciler arasındaki
uzaklığın fazla olmasından ve bu nedenle oyuncunun yansıttığı role uygun
yüz mimikleri görülemeyeceği için bu yola başvurulmaktaydı. Böylece
persona kavramıyla, bireyler arasındaki farklılıklar anlatılmak istenmiştir
(Eroğlu, 1996: 138).
Kişilik, bireyin kendine özgü ve ayırıcı davranışlarının bütünüdür
(www.oxforddictionaries.com).
Bir başka tanımda kişilik, bireyin iç ve dış
çevresiyle kurduğu, diğer bireylerden ayırt edici, tutarlı ve yapılaşmış bir ilişki
biçimidir (Cüceloğlu, 2010: 404). Kişilik üzerine yapılan bu genel tanımlardan
da anlaşılacağı gibi kişiliğin iki temel özelliği üzerinde özellikle durulmaktadır:
4
1) Kişilik, bireyleri birçok yönden birbirinden farklılaştırır.
2) Kişilik, bu farklılıklar içinde bireylerin tutarlı ve yapılaşmış davranış
bütünüdür.
İlk olarak, kişilik bireyleri birbirlerinden birçok yönden farklılaşmaktadır.
Bireyler sosyal bir ortamda gözlemlenir ve bireyler arası karşılaştırmalar
yapılırsa, aynı sosyal grup içindeki bireylerin birbirinden farklı görünüş ve
davranışlarının olduğu fark edilebilir. Bu farklılığın nereden kaynaklandığı
düşünülebilir. Farklılığın birinci nedeni, bedensel özelliklerin farklı olmasıdır.
İkinci önemli nedeni ise, bireylerin zihinsel özelliklerinin farklılığı ve çevreden
gelen uyarıları farklı algılamalarının etkisidir. Bu bağlamda kişiliğin, ne yalnız
başına bedensel özelliğe bağlı olduğu, ne de çevredeki ortak kalıp ve sosyal
olaylara bağlı olduğu söylenebilir. Kişilik tüm bu olguların oluşturduğu
bireysel ayrılıklardır (Erdoğan, 1997: 234-235).
İkinci olarak, kişilik bireyin sürekli, tutarlı ve her zaman gözlemlenebilir
davranışlarının bütününden oluşmaktadır. Kişiliği, bir zaman dilimi içindeki
davranış türü olarak görmek, doğru değildir. Kişilik geçmişin, şimdiki zamanın
ve geleceğin oluşturduğu bir bütündür. Birey alışkanlıklarının devamını
arzulayan bir yapıya, geleceğe uymak isteyen bir özelliğe sahiptir. Böylelikle
kişilik, geçmişin izleri, şimdiki zamanın uygulamaları ve geleceğin temel
eğilimi ile oluşacaktır. Dolayısıyla kişiliği, bireyin yaşamı sürece içindeki
alışkanlık ve özelliklerinin davranışlarına yansıyan gözlenebilir yönü olarak
görmek mümkündür (Erdoğan, 1997: 234-237).
Kişilik kavramı, kişilik psikologlarının çalışma alanlarına göre farklı
tanımlar
içermektedir.
gözlemlenebilir
Davranışçı
davranış
ve
psikologlara
alışkanlıkları
göre
olarak
kişilik,
insanın
tanımlanmaktadır.
Psikolojide uzun süre bu model kabul görmüştür (Hazar, 2006: 126).
5
Davranışçı psikologların oluşturdukları bu yaklaşım Davranışsal Yaklaşım1
olarak sınıflandırılmaktadır.
Ancak, 1960’larda, Mischel, Marlowe ve Gergen’in kişilik ve ahlaki
özellikler arasındaki tutarlılığın beklenenden düşük boyutlarda olduğunu ve
değişkenliğin ise yüksek olduğunu bulduklarında kişilik özelliklerinin, ortamsal
etkileşimden de etkilendiğini ve davranışın gözlemlendiğini gösterir modeli
kabul etmeye başlamışlardır (Hazar, 2006: 126).
Bu modele göre, kişiliğin bir yönü, toplumdan etkilenmekte ve toplum
içinde kişi kendini konumlandırmaktadır. Bireyin toplum nezdinde nasıl olmak
ve nasıl görünmek istediği, sahip olduğu gerçek ve sosyal yüzler, kişiliğe etki
etmektedir. O halde kişilik kavramı, bireyin başkalarıyla kurduğu ilişkilerdeki
tepkiyi ve kendisini gösterme biçimini de içermektedir (Köknel, 1995: 26).
Sosyal
psikologların
bu
temelde
oluşturdukları
yaklaşımlar
Bilişsel2,
Özellikçi3, Hümanist4 ve Etkileşimci5 Yaklaşım olarak sınıflandırılmaktadır.
1
Davranışsal Yaklaşım: Kurucusu John Broadus Watson’dır (1913). Watson’ın nesnel psikoloji veya
bir davranış bilimi adını verdiği bu anlayış yalnızca nesnel gözlemler yoluyla, etki ve tepki (stimulus and
response) açısından nesnel olarak betimlenebilecek gözlemlenebilir davranışsal etkinliklerle
ilgilenmektedir. Watson deneysel yordamı ve hayvan psikolojisi ilkelerini-kendisinin faaliyet gösterdiği
alan-insana uygulamak istemiştir (Shultz & Shultz, 2002: 328) . Nitekim davranışçılığın diğer bir önemli
ismi Pavlov da hayvanlar üzerindeki deneylerinin sonuçlarını insan davranışlarıyla örtüştürerek
açıklamaya çalışmıştır.
2
Bilişsel Yaklaşım: Düşünme, hissetme, öğrenme, anımsama, karar verme, dil, problem çözme ve
yargılama gibi zihinsel süreçlerin en geniş anlamda incelenmesidir
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Bilişsel_psikoloji). Yaklaşımın önemli temsilcisi Jean Piaget’tir.
3
Özellikçi Yaklaşım: Bu yaklaşıma göre, bireyin kişiliği temel özelliklerinin bir sentezidir (Cüceloğlu,
2010: 416). Yaklaşımın önemli temsilcisi Gordon Willard Allport kişilik üzerine çalışma yapan
psikologların ilkidir. Allport, her bireyin biricikliğine vurgu yaparak, kişiliği anlamanın en iyi yonunun o
an içinde bulunduğu bağlamla değerlendirmek olduğunu öne sürmektedir
(http://www.dpsikiyatri.com/GordonAllport.asp).
4
Hümanist Yaklaşım: Yaklaşımın ana temaları şunlardır: Bilinç deneyimleri üzerinde durmak; insan
doğasının bütününe inanmak; özgür irade, spontanlık ve bireyin yaratıcı gücü üzerinde odaklanmak
insan koşullarına ilişkin tüm faktörlerin araştırılması (Shultz & Shultz, 2002: 603). Temsilcileri: Abraham
Maslow, Carl Rogers, Erich Fromm’dur.
6
Kişiliği ruhsal açıdan değerlendirmeye alan derinlik psikologlarına göre
kişilik, kişinin iç hayatındaki dinamik güçlerin kendine has özellikleri olarak
tanımlanmıştır (Baymur, 255: 6). Derinlik psikologları, kişiliği çevre etkilerinden
bağımsız olarak bireyin kendi benliğinin belirlediği görüşünü savunmaktadır.
Oluşturdukları yaklaşımları ise Psikanalitik6, Neoanalitik7 ve Biyolojik8
Yaklaşım olarak sınıflandırılmaktadır.
Kişilik üzerine çalışan teorisyenler her ne kadar kişiliği kendi çalışma
alanları üzerinden yorumlamış ve sınıflandırmışlarsa da, birçok araştırmacıya
göre birey biyo-psiko-sosyal özelliklerinin tümü ile ele alınmalıdır. Bireyin
psikolojik çözümlemesinin yapılması istendiğinde, bireyin kişiliğinin bireyin
birkaç niteliğinden değil, bireyin tüm nitelikleri ve bunların etkileşiminden
oluştuğu görülmektedir. Bu etkenler, bireyin fiziksel, zihinsel, duygusal yapısı,
güdüleri, yaşantıları, alışkanlıkları, çevresi, çevresinde kendisine açık olan
olanakların tümü ve bunların karşılıklı etkileri ile birlikte bir sistem olarak
bireyin kişiliğini etkiler. Kişilik yapısı olarak bireyin davranışları, ne
düşündüğü, neler hissettiği, ne söylediği ve ne yaptığı bu etkenlerden
etkilenir (Özgüven, 1992: 1).
Yukarıdaki ifadelerle kişiliğin tanımı yapılırken, çalışmanın devamında
kişiliği oluşturan unsurlar ve kişilikle ilgili kapsamlı yaklaşımlar incelenecektir.
5
Etkileşimci Yaklaşım: Etkileşim kuramcıları sembol üzerinde durarak, insanların semboller
aracılığıyla etkileşimde bulunduğunu öne sürmektedirler. Bu nedenle bu kuramcılara, Sembolik
etkileşim kuramcıları da denilmektedir (http://notoku.com/sosyolojide-kuramsal-yaklasimlar).
Temsilcileri: William James, John Dewey, Charles H. Cooley, William Thomas, George H. Mead’dir.
6
Psikanalitik Yaklaşım: Yaklaşımın en önemli temsilcisi Sigmund Freud, bireylerin hayatlarında
farkında olmadıkları bilinçaltı güçler tarafından kontrol edildiğini iddia etmektedir (Shultz & Shultz,
2002: 498).
7
Neoanalitik Yaklaşım: Yaklaşımın temsilciileri Freud’u takip etmektedir fakat sosyal etkileşimin cinsel
güdülerden daha önemli olduğunu düşünmektedirler. Temsilcileri: Carl Jung, Alfred Adler ve Erik
Erikson’dur.
8
Biyolojik Yaklaşım: Yaklaşımın temsilcileri tüm psikolojik olayların beynin ve sinir sisteminin etkinliği
sonucu ortaya çıktığını savunmaktadırlar (Ünlü, 5: 2001). Temsilcileri: Hubel, Wiesel, Cannon,
Chomsky, Piaget’tir.
7
1.1.2. Kişiliği Oluşturan Unsurlar
İnsan kişiliği, bilinen ve bilinmeyen yönleriyle birçok özellikten
oluşmaktadır. Kişiliğin çok yönlü ve karmaşık bir yapıda olduğu söylenilebilir.
Biyolojik yapı, kalıtım, karakter, huy, mizaç, irade, zeka, duygu, heyecan,
çevre etkileri, sosyoekonomik etkenler gibi pek çok özellik kişiliğin yapısında
yer almaktadır.
Kişilik bütünlüğü
biyo-psiko-sosyal alan dinamiklerinin
karşılıklı
etkileşim ve bütünleştirme süreçleriyle gerçekleşmektedir. Buna göre kişilik
oluşumu bireysel biyolojik gereksinme ve dürtülerin oluşturduğu; eğitim,
deneyim ve öğrenme ile kazanılan, değerlendirme, tanıma ve inançlarla
biçimlenen psikolojik alanın, sosyal etkileşimler, sosyal roller ve sosyal
değerlerin dinamik etkileriyle bütünleşme sürecidir (Isır, 2006: 48).
1.1.2.1. Kişiliği Oluşturan Biyolojik Unsurlar
1) Kalıtım
Tek bir türün bütün üyeleri, onları türün özellikleriyle donatan ortak bir
kalıtımı paylaşırlar. Ancak türün içinde yer alan kalıtımsal değişiklikler,
bireyler arası farklılıklara yol açmaktadır. Böylece her birimiz türe özgü
kalıtımın yanı sıra, bireysel kalıtım taşımaktayız. Bireysel kalıtımdaki
değişkenlik olasılığı o kadar yüksektir ki, tek yumurta ikizleri, üçüzleri vb.
dışında hiç kimse birbiriyle tamamen aynı olmamaktadır. Bazen milyonlarca
insan
arasında,
ikiz
olmayan
iki
kişi
birbiriyle
karıştırılacak
kadar
benzeşebilmektedir, fakat o zaman bile parmak izleri dahil, çeşitli biyolojik
özelliklerine göre birbirlerinden ayırt edilebilmektedirler (Morgan; 1991: 34).
Tek bir türün bireyleri birbirlerinden birçok yönden farklılık gösterse de
genlerinde bulunan ortak bir kalıtım onları birbirine benzeştirebilmektedir.
Örneğin, kişinin bedensel özellikleri, saç rengi, göz rengi, burnunun şekli
8
veya herhangi bir genetik hastalık taşıyıp taşımadığı gibi daha pek çok
özellik, değişmez biçimde kişinin genlerinde belirlenmiştir.
Kişinin yalnızca fiziksel özellikleri değil, döllenmeden itibaren doğumla
birlikte, belirlenmiş kişilik özelliklerinin de kalıtımsal bir öz üzerinde geliştiği
yaygın olarak kabul gören bir yargıdır (www.tavsiyeediyorum.com/makale_8106.htm)
Kalıtımın, göze çarpan oranda zihinsel benzerlikleri de içermekte
olduğunu iddia eden Amerikalı bir psikologun hayvanlar üzerinde yaptığı
deney, bazı ruhsal yapı özelliklerinin soydan soya geçişini belirgin bir biçimde
göstermektedir. Üzerinde deney yapılan hayvanlar, laboratuvar fareleridir.
Test olarak 220’şer kez labirent deneyine tabi tutulan bu farelerin, deney
boyunca yaptıkları yanlış sayısı belirlenmiş ve böylece kurnazlar-saflar olarak
iki küme elde edilmiş. Her iki kümeden en uç noktada olanlar alınarak kendi
aralarında çiftleştirilmiştir. Ve iki küme üyelerinin birbirlerine karışmamaları
sağlanmıştır. Yetişen yavrular yine iki küme olarak birbirleriyle yarıştırılmıştır.
Kurnaz olan anne ve babadan gelen kümenin yavrularının kurnaz
olmayanlara oranla daha başarılı olduğu belirlenmiştir. Kurnaz olanlar ve
olmayanlar olarak çiftleştirilen farelerin yedi göbek ötesine gelindiğinde iki
fare kümesi arasındaki farkın son derece belirginleştiği görülmüştür. Öyle ki
kurnaz olmayan soydan gelen fareler, kurnaz soydan gelen farelere oranla
yüz defa fazla yanlış yapmışlardır. Böylece farelerin bir labirentte yol bulma
yeteneklerinin büyük oranda anne ve babalarından getirdikleri kalıtımsal
özelliklere bağlı olduğu kanıtlanmıştır (Altınköprü, 2003; 59). Bu deneyden de
anlaşılacağı gibi genler canlılarda olumlu veya olumsuz birçok özelliğin
kaynağı durumundadır.
Kişilik üzerinde kalıtımın etkilerini araştırmak isteyen Minnesota
Üniversitesinden bir proje ekibi, ortalama olarak 6 haftalıkken ayrılan ve farklı
ailelerde yetişen 30 özdeş ikiz çiftinin yerlerini saptayıp, onları inceleme için
laboratuvara getirmişlerdir. İkizler bebeklikten beri birlikte yaşamamışlar ve
on yaşını geçene dek birbirlerini görmemişlerdir (hatta ikizlerden bazıları,
9
araştırma olanları bir araya getirene dek karşılaşmamışlardır). İkizler uzun
mülakatlara alınmışlar ve bu mülakatlarda kendilerine çocukluk yaşantıları,
korkular, hobiler, müzik zevkleri, sosyal tutumlar ve cinsel ilgiler gibi
konularda sorular sorulmuştur. Çeşitli tıbbi ve psikolojik testler de
uygulanmıştır. Toplanan çok büyük miktarda veri sonucunda ilk bulgular
şaşırtıcı benzerliklere işaret etmiştir. İkizlerin birçok yetenek ve kişilik testinde
aldıkları puanlar birbirine yakındır, fakat bunlar araştırmacılara göre kesin
sonuçlar değildir. Araştırmacılara göre ikiz çiftler arasında yetenek test
puanlarında, beyin dalgası örüntülerinde, girginlikte ve tempo ya da enerji
düzeylerinde uyuşma olduğu tespit edilmiştir fakat örneklemin küçük
olmasından
dolayı
bunların
kesin
olmayabileceği
sonuç
belirtilmiştir
(Atkinson, Atkinson, Hilgard, 1995: 530).
2) İç Salgı Bezleri
Hippocrates, kişiliğin önemli bir bölümünü oluşturan mizaç üzerinde
çalışmalar yaparken, mizacı vücutta en çok bulunan sıvılara göre “hafif kanlı”,
“ağırkanlı”, “karasevdalı” ve “sinirli” olmak üzere dört grupta toplamıştır
(www.tavsiyeediyorum.com/makale_8031.htm).
Hippocrates’in
yapmış
olduğu bu çalışmalar vücut sıvılarının kişilikle olan ilişkisini güçlendirir
niteliktedir. Nitekim günümüzde iç salgı bezlerinin kişiliğin oluşumunda etkin
bir görev gördüğü söylenebilmektedir. Epifiz, hipofiz, timüs, tiroit bezleri,
böbreküstü bezleri ve cinsiyet bezlerinden oluşan iç salgı bezleri, doğrudan
doğruya kana karışan ve hormon adıyla anılan bazı kimyasal maddeler
salgılamaktadır.
organizmanın
Bu
hormonlar
büyüme
ve
kan
aracılığıyla
gelişmesinde
tüm
doğrudan
bedeni
etkili
dolaşıp
olmaktadır.
Hormonlar sürekli olarak karşılıklı etkileşim ve işbirliği halindedir. Örneğin,
hipofiz bezinde görülen bir aksaklık, etkilerini tiroit ve cinsiyet bezleri üzerinde
de göstermektedir. Tiroit bezinin salgıladığı tiroksin hormonunun kana
gereğinden fazla salınması, aşırı hareketliliğe, sinirliliğe, aşırı duyarlılığa,
duygusal ve heyecansal dengesizliklere yol açmaktadır. Bunun aksine, bu
hormonun kanda gereğinden az bulunması, tembelliğe, hareketsizliğe, fiziki
10
güçsüzlüğe ve bedensel yorgunluğa sebep olmaktadır. Tiroit bezi doğuştan
veya ilk çocukluk çağlarından beri az çalışıyorsa, büyümede ve zekâda
büyük gerilik görülmektedir. Hipofiz bezinin doğuştan veya ilk çocukluk
yıllarından itibaren aşırı çalışması ise dev cüsseliğe neden olmaktadır. Bunun
yanında bireyde cinsiyetin çağından önce gelişmesine, saldırganlığa ve
zorbaca davranışlara yol açmaktadır. Hipofiz bezinin normalin altında
çalışması ise kas ve iskelet sisteminde bazı aksaklıkları doğurmaktadır. Bu
çocuklar mızmız, korkak ve halsiz olmaktadır. Bunun yanında böbreküstü
bezleri ve cinsiyet bezlerinin de anormal çalışmaları bireyde fiziksel ve
zihinsel sorunlara yol açabilmektedir (Altınköprü, 2003: 21-22).
3) Beden Özellikleri
Kısalık, uzunluk, zayıflık, şişmanlık, güzellik, çirkinlik gibi nitelikler, saç,
göz, ten rengi gibi özellikler, yürüyüş, oturuş, mimik ve jest gibi hareketlerin
tümü insanın beden yapısına bağlıdır. Bunların hepsi başkalarının bireye
karşı gösterdiği tepkiyi, ilgi ve ilişkiyi etkilemektedir. Örneğin olumsuz beden
özelliklerinden dolayı bir bireye karşı çevrenin gösterdiği olumsuz bakışın
birey tarafından algılanması ve bu olumsuzluğun bireyin benliğine yerleşmesi
bireyin kişiliğinde olumsuz izler bırakabilmektedir (Köknel, 1986: 99).
Luthans, yaptığı çalışmalar sonucunda, uzun ya da kısa boylu, şişman
ya da zayıf, yakışıklı ya da çirkin, siyah ya da beyaz olmanın diğer bireyler
üzerindeki etkilerinin farklı olmasından dolayı kişiliği etkilediğini saptamıştır
(www.tavsiyeediyorum.com/makale_8106.htm).
Kişilerin fiziksel özelliklerine göre sınıflandırılmış belirli bir kişilik tipini
yansıttığı gibi kesin bir düşünceyi savunmak yanlış olsa da fiziksel özelliklerin
kişiliği etkilediğini inkar etmek de mümkün değildir. Nitekim sağlıklı ve güçlü
bir birey ile bitkin ya da hastalıklı bir bireyin çevresine vereceği izlenim ve
çevresinden alacağı tepki farklıdır. Örneğin fiziksel olarak güzel bireyler
çevrelerinden olumlu bir yaklaşım görürken, çirkin bireyler daha geri plana
11
atılabilmektedir (www.tavsiyeediyorum.com/makale_8106.htm). Bu durum
gösteriyor ki, bireyin fiziksel özellikleri çevresinden gördüğü davranış
oranında bireyin kişiliğini etkilemektedir.
Beden ve ruhun birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini ifade eden bazı
araştırmacılar, beden imajının bireyin kişiliğiyle yakından ilişkili olduğunu
belirtmektedirler. Şöyle ki; beden bir anlam taşıyıcısıdır, kişilerarası
ilişkilerde, birey-toplum etkileşiminde ve kişinin kendi içsel süreçlerinde
belirleyici roller oynamaktadır. Beden imajını, bireyin kendi dış görünüşü,
bedensel işlevleri ve diğer özellikleri hakkındaki algıları şekillendirmektedir.
Bu algılar da kişinin içsel duyumları, duygulanımsal deneyimleri, fantezileri,
diğer insanlardan aldığı geri bildirimlerle yakından ilişkilidir. Beden imajının
gelişimini psikolojik gelişim safhalarından ayrı düşünmek mümkün değildir.
İnsan yavrusu kendisini, ilk olarak aynalar aracılığıyla fark edebilmekte ve bu
durum bireyin kişilik gelişiminde büyük önem taşımaktadır (Beyazyüz, Göka;
2011: 33).
1.1.2.2. Kişiliği Oluşturan Psikolojik Unsurlar
Kişilik kavramıyla birlikte anılan fakat kimi zaman onunla karıştırılan
kavramlar bulunmaktadır. Toplumda birçok kez karakter, mizaç, huy, benlik
ya da kimlik gibi ifadeler kişilik yerine kullanılmaktadır. Kişilik kavramı,
karakter, huy, mizaç kavramları ile yakından ilişkilidir fakat aralarında çok
ince anlam farklılıkları bulunmaktadır. Aslında, kişilik kavramı, diğer
kavramları kapsayıcı bir anlama sahiptir (Beyazyüz, Göka; 2012: 17).
1) Karakter (Character)
Karakter, çevrenin ve yetiştirilmenin etkisi altında gelişmiş, öğrenilmiş
tutumlardır. Bireyin ilk yaşlarından itibaren sosyal yaşantılar sonunda bir
takım değer yargılarının benimsenmesi ile gelişmektedir. Benimsenen
12
değerler, kişiliğin bir kısmını oluşturmaktadır. Bu bakımdan karakter sözünün
kişilik ile yakın ilişkisi bulunmaktadır, ancak kişilik, karakteri de içine alan ve
bir insanın kendine özgü fiziksel ve ruhsal bütün niteliklerini içiren daha
kapsamlı bir terimdir (Baymur, 1994: 252).
Avrupa’daki kimi psikolog ve psikiyatristler, “kişilik” terimini bir bireyin
dışa, yani dünyaya dönük yanını, karakteri ise, bireyin iç dünyasını yani
içinde yer alan derin ruhsal yapıları nitelemek için kullanmaktadırlar.
Amerika’daki psikoloji profesyonelleri ise “karakter”den kişiliğin ahlaki yanını
vurgulamak isterken söz etmektedirler. Örneğin tezcanlılık ve içedönüklük
kişilik özellikleri arasında sayılırken, namus, sorumluluk, alçak gönüllülük gibi
ahlaki kavramlar karakter özellikleri arasında kabul edilmektedir (Beyazyüz,
Göka; 2012: 16).
Karakter, insanın bedensel, duygusal ve zihinsel etkinliğine çevrenin
verdiği değer olarak da algılanmaktadır. Bireyin karakteri kişisel özellikleriyle
içinde
yaşanılan
çevrenin
değer
yargılarından
oluşmaktadır.
Kişilik
kavramıyla karakter arasındaki en önemli ayrım, insanın karakteri söz konusu
olduğunda, içinde yaşadığı çevrenin toplumsal değerlerini ve ahlak kurallarını
da içeren bir değerlendirmenin yapılmasıdır. Böylece insan, içinde yaşadığı
çevrede geçerli değer yargılarına göre ya “karakterli insan” (Gül, 2002: 137)
ya da “karaktersiz insan” olarak nitelendirilmektedir.
Karakterin oluşumuyla ilgili iki basamak olduğu kabul edilmektedir.
Bunlar, “beğenilme, takdir edilme ve ödüllendirme” basamağı ile “gerçek
idealler” basamağıdır. Toplumca iyi bilinen ve kabul edilen davranışların
yapılması sonucu beğenilme, takdir edilme ve ödüllendirme karakterin
oluşmasında bireyleri harekete geçiren faktörlerdir. Gerçek idealler basamağı
ise, bireylerin olumlu veya olumsuz durumlarla karşılaşmaları halinde
karakterlerinden ödün vermemelerini ifade etmektedir (Zel, 1997: 11).
13
2) Huy (Temperament)
Huy, bazı psikologlara göre, bireyde kalıtsal (irsi) olarak var olduğunu
düşündükleri davranış özellikleridir. Türkçede sık kullanılan bazı deyimlerden
örneğin “huy canın altındadır”, “can çıkar huy çıkmaz”, “huylu huyundan
vazgeçmez”, “insan yedisinde neyse yetmişinde de odur” sözleri huyun
kalıtsal olduğunu kanıtlar niteliktedir (Beyazyüz, Göka, 2012: 16).
3) Mizaç (Duygudurum)
Mizaç kavramı anlam olarak huy kavramına oldukça yakındır ve o da
bilim diline girmiştir. Kişinin kendisini bir an, bir gün gibi kısa süreli değil de
nispeten bir hafta, bir ay gibi uzun süreli olarak duyguca nasıl hissettiğini
(örneğin mutlu, neşeli, kederli, üzgün vb.) anlatabilmek için psikolojik
bilimlerde
çalışan
profesyoneller
“mizaç”
kelimesini
kullanmaktadırlar
(Beyazyüz, Göka, 2012: 16).
Başka bir tanımla mizaç, bir insanın duygusal ve devrimsel hayatının
özelliklerinin tümü olarak kabul edilmektedir. Mizaç da, karakter gibi, insan
kişiliğinin bütününü değil, ancak bir yanını oluşturur. Bazı kaynaklar mizacı,
duyguların çabuk uyanıp uyanmaması, sürekli olup olmaması, derin duyulup
duyulmaması niteliklerinin tümü olarak açıklarlar. En yaygın olarak mizaç,
duygusal denge durumunun özellikleri olarak tanımlanmaktadır (Baymur,
1994: 252).
Yapılan tüm bu tanımlar göz önüne alındığında karakterin hayat içinde
yaşantılar yoluyla oluşan değerlerle, huy ve mizacın doğuştan gelen
özelliklerle, kişiliğin ise daha karmaşık ve bütünleşik biçimde hepsinin
birleşimiyle oluştuğu söylenebilmektedir.
14
1.1.2.3. Kişiliği Oluşturan Sosyal Unsurlar
Kişilik yapısının temelinin en alt basamağında içgüdüsel dürtüler, en
üst basamağında ise sosyal etkileşimler bulunmaktadır. Bireyde oluşan
değerler ve tutumlar, bireyin sosyal etkileşimleri sonucunda biçim almaktadır
ve onun kişiliğinde kendini göstermektedir. Bireyin sosyal çevresini oluşturan
ve kişiliğini etkileyen bu çevreyi genel olarak aile ve kültür çevresi olarak iki
başlık altında toplayabiliriz:
1) Aile Faktörü
Yeni doğan bebeğin ilk çevresinin anne, baba ve kardeşlerden oluşan
aile ortamı olduğunu savunan araştırmacıların yanında, ilk çevrenin anne
karnındayken oluştuğunu iddia eden araştırmacılar da bulunmaktadır
(http://www.tavsiyeediyorum.com/makale_8106.htm)Ailenin, çocuk üzerindeki
etkisinin çocuk daha doğmadan önce başladığını iddia eden araştırmacılara
göre, çocuk katılacağı aile için bir sevinç kaynağı olduğu kadar, bir sorun da
olabilmektedir. Dokuz ay süreyle içinde olacağı anne karnında bu duyguların
etkisinden tümüyle uzak sayılamaz. Çocuğun taşıdığı anlam, olumlu veya
olumsuz, annede yankılar oluşturmaktadır. Bu psikolojik yankılar, çocuğa
fizyolojik düzeyde yansımakta; bedensel ve ruhsal etkiler yaratmaktadır
(Altınköprü, 2003: 68-69). Bu etkilerin birçoğu bireyde yaşam boyunca
kalabilmektedir.
Aile çocuğun beslenme, barınma, korunma ve sevilme gibi temel
ihtiyaçlarını karşılayan bir kurum olmasının yanı sıra, çocuğun kişilik gelişimi
açısından da önem taşımaktadır. Anne babası ile sağlıklı ve doyurucu
ilişkileri olan çocuklar aile dışındaki çevre ve arkadaşları ile daha kolay
istendiği yönde ilişkiler geliştirebilmektedirler. Dolayısıyla anne ve babanın
çocukları ile olan ilişkileri ve çocuklarına nasıl davrandıkları önemlidir (Türker,
2010: 1-19).
15
Anne ve babanın çocuğa nasıl davrandığı önemlidir, çünkü çocuklar
hem genel bir takım tutumları, hem de özel bazı davranışları, anne ve babayı
gözleyerek öğrenmektedir. Bir erkek çocuk, babasını gözleyerek erkek gibi
davranmayı öğrenirken, annesini model alan bir kız çocuk da, bir kadın gibi
davranmayı öğrenmektedir (aktaran Özdemir ve arkadaşları, 2012: 568). Aile
içinde değişik roller alan birey kendine özgü bir kişilik ve davranış yapısı
oluşturmayı öğrenmektedir. Temel gereksinimleri karşılanmayan, kendine
özgü kişilik ve davranış yapısı oluşturmayı öğrenemeyen çocuk ise kendinde
bir eksiklik olduğunu düşünerek kendinden utanç duymaktadır ve kişilik
gelişimini tamamlayamamaktadır (Cüceloğlu, 2000).
2) Kültürel Çevre
Bireyin kişilik gelişiminde önemli bir etken olan aile, bireyin ilk kültürel
çevresini
de
oluşturmaktadır.
Kişilik
gelişimlerinde
anne-babanın
davranışlarını taklit eden çocuklar, aynı zamanda anne-babanın ahlaki ve
kültürel değer ve standartlarını da benimsemektedirler (aktaran Özdemir ve
arkadaşları, 2012: 568). Bireyin ailesinden oluşan kültürel çevresi zamanla
bireyin akrabaları, arkadaşları ve diğer sosyal çevresi olarak genişlemektedir.
Sosyal etkileşim sürecinde birey içinde yaşadığı toplumun kendine özgü
yaşama biçimini, töre, gelenek, göreneklerini ve ahlaki değerlerini de
öğrenmektedir.
Bireyin değer ve tutumları, bireyin içinde yaşadığı toplumda yoğrulup
biçim kazandığına göre, toplumdan topluma, kültürden kültüre değişmeler
göstermesi doğaldır. Örneğin dünyanın her yerinde herkes yaşamak için
sosyal ilişkiler kurmak zorundadır. Herkes ilk gereksinmelerini karşılayanlara
olumlu biçimde koşullanmıştır. Herkes çevresindekilerin bazı davranış
biçimlerini taklit etmekte yararlar bulunduğunu, bazı yaptırımlara uymazsa
zarar göreceğini görür, öğrenir. Buna rağmen kültürel ayrılıklar, kişilerin
sosyal tutum ve değerlerine belirleyici, topluma özgü bazı katkılarda bulunur
ki bu ayrılıklar milletlerin karakterlerini oluşturur. Akdeniz uluslarında görülen
16
heyecanlılık, Kuzey Avrupa uluslarında görülen soğukkanlılık ve ölçülülük
bunun en belirgin örneğidir (Altınköprü, 2003: 25). Bu bağlamda, bireylerin
biyolojik ihtiyaçları çerçevesinde gelişen kişilik özellikleri çoğunlukla tüm
dünyada aynılık gösterirken, sosyal ve kültürel çevrenin oluşturduğu kişilik
özellikleri dünyada, ülkede, bölgeden bölgeye, aileden aileye hatta aile
içindeki bireyler arasında (örneğin öğrenim görmek için ailesinin yanından
ayrılıp başka bir şehre yerleşen bireyin tutum ve davranışları zamanla içine
doğduğu ailesinin değer yargılarından farklılaşabilmektedir) bile farklılıklar
gösterebilmektedir.
1.2. Kişilik Kuramları
Ruhbilim açısından kişilik kavramını ele alanlar, kişiliğin nasıl
oluştuğuyla ilgili birbirinden farklı kuramlar geliştirmişler ve bu kuramlarda
kişiliğin bileşenleri ve niteliğiyle ilgili varsayımlarda bulunmuşlardır. Her
kuram davranıştaki bireysel farklılıkları açıklamak için değişik bir noktayı esas
almaktadır. Bu yaklaşımlar birbirini tamamlayıcı modeller olarak düşünülse
de çoğu zaman davranış konusunda birbirine zıt görüşler öne sürülmektedir
(Burger, 2006: 39-40).
İnsan davranışının altında yatan temel nedenleri bulmak ve bunları
açıklayabilmek için geçmişten günümüze kadar kişilik kavramını ele almış ve
açıklamış farklı yaklaşımlara yer vermemiz çalışmamız için faydalı olacaktır.
Kişilik psikolojisi kapsamında ele alacağımız bu yaklaşımlar; Sigmund Freud,
Alfred Adler, Abraham Maslow, Carl Gustav Jung, William Sheldon, Eric
Fromm ve Erik Homburger Erikson’a ait olanlardır.
17
1.2.1. Sigmund Freud ve Kişilik Kuramı (1856-1939)
Kişilik kuramlarının en çok bilineni Sigmund Freud’un kuramıdır.
Freud, insan ve davranışının anlaşılması konusunda önemli çalışmalar
yapmış ve psikanaliz (derinlik psikolojisi) kavramıyla psikolojiye yeni bir
yaklaşım kazandırmıştır.
Freud, insanın bütün zihinsel ve fiziksel faaliyetlerinin Triebe adını
verdiği
ve
doğuştan
getirilen
içgüdüler
ve
dürtüler
tarafından
gerçekleştirildiğini ve yönlendirildiğini iddia etmektedir. Bedenin herhangi bir
yönü bir gereksinim hissettiğinde içgüdü harekete geçmekte ve harekete
geçen içgüdü artmış gerilim veya heyecan şeklinde algılanan psikolojik bir
durum yaratmaktadır. Bu da kişi tarafından hoş olmayan bir duygu biçiminde
yaşanmaktadır. Freud, insan davranışının temel amacının hoş olan şeylere
yönelmek ve hoş olmayan şeylerden kaçınmak olduğunu belirtmektedir (haz
ilkesi-pleasure principle). Acıdan kaçınma ve haz duyma, dürtülerin
doğurduğu gerilimin azaltılması aracılığıyla gerçekleşmektedir. İçgüdüler, bir
denge halinde olan organizmanın gereksinimler nedeniyle yitirdiği dengeyi
tekrar kurabilmesi için gerekli işlevi gerçekleştirmeye yaramaktadırlar (İnanç,
Yerlikaya; 2008: 15).
Freud’a göre, insan denen varlığın tüm davranışları bir sebebe
bağlıdır. Her davranış biçimi bir içeriği açığa vurmaktadır. Bir jest, bir rüya, bir
dil sürçmesi insanın psişik yönlerini ortaya koymaktadır. Yani her türden
davranış biçimi, bir takım tinsel olgularla ilişkili ve bağlantılıdır. Freud’a göre
insanın apaçık bilinen, görünen, kabul edilen istekleri dışında örf, adet,
gelenek ve ahlak kavramlarına ters düşen, itilmiş, bastırılmış, yasaklanmış
düşünce, davranış ve eğilimlerinin bulunduğu bir de bilinçaltı vardır. Cinsellik
içgüdüsü, bilinçaltının en önemli elemanlarından biridir (Altınköprü; 2003:
105-106).
18
1) Ruhsal Yapıyı Oluşturan Topografik Model
Freud’a göre insanın ruhsal yapısı bilinç, bilinçöncesi ve bilinçdışı
(bilinçaltı) olmak üzere üç düzeyden oluşmaktadır. Topografik model olarak
da adlandırılan bu açıklamaya göre kişilik, üç farkındalık düzeyinde işlev
göstermektedir (Varan, 2001: 95):
(1) Bilinç: Herhangi bir anda farkında olduğumuz tüm duyumlardan ve
deneyimlerden oluşur. Bu düzeyde mantıksal düşünce egemendir.
Gerçekte olanla, zihinde olan ayırt edilebilir. Yer ve zaman uyumu
vardır.
(2) Bilinç-Öncesi: Belirli bir anda bilinçte olmayan ancak istendiğinde
kolayca bilince getirilebilecek deneyimleri içerir. Diğer bir deyişle,
ulaşılabilen bellektir. Hatırlayabildiğimiz anılar bilinç öncesindedir.
(3) Bilinç-Dışı: Kişinin farkında olmadığı bölümdür. Bilinçdışındaki
malzeme irade ile istemli bir şekilde bilince getirilemez. İnsan
zihninin en ilkel istek ve dürtülerini içeren, en derindeki, ana
düzeydir. Burada en zıt dürtüler, eğilimler bir arada bulunur. Bu
düzeyde mantık, yer, zaman uyumu, gerçekle gerçek olmayan
ayrımı yoktur.
2) Kişiliği Oluşturan Yapısal Model
Freud kişiliği oluşturan üç yapının olduğunu belirtmiş ve bu modeli
yapısal model olarak adlandırmıştır. Freud’a göre kişiliğin yapısı id, ego ve
süperegodan oluşmaktadır.
(1) İd (Alt-Ben): İlkel ben olarak da adlandırılan id (İngilizce: it,
Almanca: es) Türkçede “o” sözcüğünün Latince karşılığıdır ve
kişiliğin
ilkel,
içgüdüsel
yönlerini
kapsamaktadır.
İd,
tüm
19
insanlarda doğuştan var olan, özü ve amacı değişmeyen, insana
özgü hayati bir enerji deposudur. Burada; yaşama, kendini
koruma, cinsiyet ve üreme, saldırganlık ve yıkıcılık içgüdüleri yer
almaktadır (Altınköprü, 2003: 106). İd, zevk ilkesine (plesure
prenciple) göre işlemektedir
ve
hiç geciktirilmeden
bütün
isteklerinin yerine getirilmesini beklemektedir. Kişiliğin bu kısmı
hiç beklemek istemez, düşünce bu kısımda etkili değildir. “Şu
anda arzu ve şehvetimin giderilmesi gerekir, bir dakika bile
bekleyemem” diyen bu birimdir. İd’in itmeleri bilinçaltı dürtüleridir,
çünkü birey bu dürtülerin etkisinin çoğu kez farkında değildir
(Cüceloğlu, 2010: 407).
Araştırmacılara göre, id bireyin davranışını yöneten tek kişilik birimi
olsaydı, insanoğlunun hayvanlardan pek farkı kalmazdı denilebilir. Mesela,
bugünkü insan toplumu içinde tümüyle id’in etkisiyle hareket eden bireyler ya
bir kavga sonucunda öldürülmektedir ya da ömürlerini hapishanede
geçirmektedir. İd’in libido denen bu biyolojik, hayvansal yaşam enerjisini
dengeleyip ortamın gereklerine uygun bir biçimde ifade etmesini ego adı
verilen kişilik birimi sağlamaktadır. Ego, libidoyu sosyal ortama uygun bir
biçimde davranışta ifade eden birimdir. İd’den gelen bu dürtü ve güdüler
bilinç düzeyine ender olarak çıkmaktadır. Bir buzdağının büyük bir kısmının
su altında saklı kaldığı gibi, id’den gelen güdü ve dürtüler, başka bir deyişle
libido, bireyin bilinçaltında kalmaktadır (Cüceloğlu, 2010: 408).
(2) Ego (Ben): Türkçede “ben” sözcüğünün (İngilizce: I, Almanca:
Ich) Latince karşılığı olan ego, id’in arzularının ifade edilmesini ve
doyurulmasını sağlamaktadır (İnanç, Yerlikaya; 2008: 21). Ego,
id’i denetim altında tutmaya çabalayan kişilik birimidir. Ego
“gerçek ilkesine” uyarak işlemekte ve gerçek dünya ile id arasında
bir aracı olarak işlev görmektedir. Psikanalistler ego’nun ikincil
süreçlere (secondary processes) dayalı düşünce içinde çalıştığını
söylemektedirler. İd, “hemen, şimdi istiyorum!” derken, ego,
20
“koşullar uygunsa sana istediğini verebilirim” demektedir. Ego,
akılcı ve pratiktir. İd ise, tam aksine, mantığı hesaba katmaz ve
pratik değildir. Ego çoğu kez id’le çelişki halinde olsa da, esas
görevinin id’in arzu ve dürtülerini mümkün olduğu kadar yerine
getirmek olduğunu bilmektedir ve hep o yönde çalışmaktadır
(Cüceloğlu, 2010: 408).
(3) Süperego (Üst-ben): Bir kimsenin toplum içerisinde etkili bir
biçimde yaşayabilmesi için, o toplumun değerler sistemini ve
kurallarının kazanabilmesi gerekmektedir. Bunlar sosyalizasyon
süreci ile kazanılmakta ve psikanalitik kuramdaki yapısal modele
göre
süperego
alarak adlandırılmaktadır.
“Ben” ve
“üstü”
kelimelerinin (İngilizce: over-I, Almanca: über-ich) Latince karşılığı
olan süperego terimi yerine Türkçede üst-ben sözcüğü de
kullanılmaktadır (İnanç, Yerlikaya, 2008: 23).
İd ve ego gibi,
süperegonun da büyük bir kısmı bilinçaltındadır. Bir toplumun
vicdanı, o toplumun bireylerinin süperegosunda yer almaktadır ve
süperego bireyin davranışlarının sürekli süzgeçten geçirerek
bireye “bu yaptığın doğru, aferin sana!” ya da “bu yaptığın yanlış,
utan kendinden!” mesajlarını vermektedir. Ego, id ile süperego
arasında kalmıştır ve hem id’i memnun etmeye çalışmakta hem
de süperego tarafından azarlanmaktan kurtulmak istemektedir
(Cüceloğlu, 2010: 408).
Normal kişilerde id, ego ve süperego büyük bir uyum içindedir. Egonun
dengeleyici ve uzlaştırıcı otoritesi altında tek bir bütün olması, egonun güçlü
ve sağlıklı olmasına bağlıdır. Ego dengeyi koruyamaz; id ile süperego
arasında uzlaşma sağlayamazsa, bireyde çatışma başlamakta ve psişik
dengeyi bozabilecek tehlikeler doğabilmektedir (Altınköprü, 2003: 107).
Ego dengeyi korurken, bireyde id veya süperegodan birinin diğerinden
baskın olması farklı kişilik tiplerini ortaya çıkarmaktadır. Bu durum ise
21
psikoanalitik kuramın temelini oluşturmaktadır. Freud’a göre id, ego ve
süperegodan herhangi birisi daha baskın olduğunda aşağıdaki üç kişilik tipi
ortaya çıkmaktadır. Freud, bu üç tipe saf halde rastlanma olasılığının pek
bulunmadığını belirtmiştir ama bunların karışımlarının ise her zaman
gözlemlenebileceğini ifade etmiştir.
Erotik Tip (Tutkulu Tip): Bu tipteki kişilerde psişede id’in baskın olduğu
görülmektedir. İd’de yer alan istekler, sürekli olarak tatmin yolunda egoya
baskı yapmakta ve onu zorlamaktadır. Bu sebeple ego, bir bakıma libidonun
hizmetkârı durumuna düşmüştür. O ne isterse yerine getirmeye çalışır. Böyle
olunca, ego ile süperego arasında gerginlik eksik olmamaktadır (Altınköprü,
2003: 121). İd’in egemen olduğu erotik tipteki kişiler, sevgiden yoksun kalma
ve yalnız kalma korkusu yaşamaktadırlar. Bu kişiler, başkalarıyla birlikte
olabilecekleri, kalabalık ortamları seven ve hazza yönelik kişiliklerdir.
Obsesif Tip (Tutucu-Sabit Fikirli Tip): Bu tipteki kişilerde süperegonun
baskın etkisi görülmektedir. Süperegonun egemen olduğu tutucu tipteki kişi,
yaşamı boyunca davranışlarını, toplumun ve çevrenin örnek bildiği biçimde
düzenlemekte, yüksek ahlaklı, erdemli, özenilecek davranışlara sahip biri
olarak görülmektedir. Bu kişiler vicdanıyla mücadele eder. Maddi değerlere,
paraya, pula, yeme ve içmeye karşı aşırı düşkünlük görülmez, düzenlidir,
sorumluluklarının bilincinde uyumlu memur tipi, iyi aile babası, risklere
atılmaktan hoşlanmayan iş adamıdırlar, insanların mutluluğu ve yararı için
çalışmaktadırlar. İyi görev insanıdırlar ama lider değildirler (Altınköprü, 2003:
120).
Narsist Tip (Bencil Tip): Bu tipteki kişiler kendini yaşatma ve devam
ettirme savaşındadır. Bu kişilikler, kusuru başkalarına atar, başkalarıyla
ilişkilerinde kendini beğenir, kendisinden memnundur (Ünlü, 2001: 133) kolay
kolay endişeye kapılmaz, atılgandır, önder olarak kitleleri peşlerinden
sürükleyebilir ve kitlelerin hayranlığını kazanabilir (Altınköprü, 2003: 120).
22
Bilinç
Dış dünyayla ilişki
EGO
Gerçeklik İlkesi
Sekonder Süreçler
SÜPEREGO
Ahlaki
Zorunluluklar
İD
Haz İlkesi
Primer Süreçler
Bilinçöncesi: Farkındalığın
hemen altında istenildiğinde
bilince getirilebilen
materyaller
Bilinçaltı: Farkındalığın
altında bilince ulaşması
mümkün olmayan
materyaller
Şekil1: Yapısal Modelin Farkındalık Düzeyleri ile İlişkisi (aktaran İnanç, Yerlikaya, 2008: 20;
Hjelle, L.A. ve Ziegler, D.J. ;1992, Personolity Theories, McGraw-Hill).
1.2.2. Alfred Adler ve Kişilik Kuramı (1870-1937)
Alfred Adler, psikanalist okula mensup olduğu halde, çevre koşulları ve
sosyal etkiler üzerinde durmuş ve bazı yeni yaklaşımlar getirmiştir. Adler’in
çalışmalarında
üzerinde
durduğu
kavramlar;
üstünlük
(superiority),
mükemmellik (perfection) ve aşağılık duygusu (inferiority) kavramlarıdır.
Freud’un görüşlerinin temeli haz ve bilinçdışı üzerine kurulmuş olduğu gibi,
Adler’in görüşleri de aşağılık ya da üstünlük duygusu üzerine kurulmuştur.
Adler,
kişiliğin
yapılanmasında
yetkinlik
istemine
ve
aşağılık
duygusuna büyük önem vermektedir. Adler, insanın yeterli olma isteğiyle
birlikte doğmasına karşın, benliğinin derinliklerinde yetersizlik duyan bir varlık
olduğunu iddia etmektedir. Adler’e göre aşağılık duyguları evrenseldir ve her
insan hayata güçlü bir yetersizlik duygusuyla başlamaktadır. Her insanda
bazı organlar ya da sistemler diğerine oranla dana güçsüz ya da zayıftır.
Bununla birlikte kendisinden çok daha güçlü, yetenekli yetişkinler arasında
bulunan birey kaçınılmaz olarak yetersizlik duyguları yaşamaktadır. Yaşanan
23
bu aşağılık (yetersizlik) duyguları aynı zamanda insandaki tek temel güdü
olan üstünlük çabasının da kaynağıdır (İnanç, Yerlikaya, 2008: 48). Oysaki
Adler’e göre her insanın davranışının ve deneyiminin ardında onları harekete
geçirecek bir güç bulunmaktadır.
Adler, hemen hemen her türlü nevrozun aşağılık duygusundan
kaynaklandığını
savunmaktadır.
İnsan
davranışlarının
hemen
hemen
hepsinde aşağılık duygusunun etkisi olduğunu iddia etmektedir (Özgün,
2007: 22). Birey aşağılık duygusundan kendini kurtarabilmek için kendine bir
yaşam hedefi belirlemelidir. Adler (1968) bireyin ruhsal yaşamı için bir hedef
benimseyerek gerçeğe daha iyi uyum sağladığını belirtmiştir. Adler’e göre her
birey, kendi yaşam hedefini yaratacak güce sahiptir.
Adler, çevrenin de birey üzerinde etkili olduğunu belirmiştir ve en
önemli çevre etkeni olarak aile üzerinde durmuştur (Yanbastı, 1996: 75).
Freud gibi Adler de bireyin yaşamının ilk birkaç yılının, yetişkin kişiliğin
oluşumunda son derece önemli olduğuna inanmıştır. Ancak Adler bu süreçte
anne ve babaların etkisine vurgu yapmıştır. Adler çocuğun ileriki yaşlarında
kişilik sorunu yasamasına neden olacak iki tür anne baba davranışı
belirlemiştir. Birincisi, çocuklarına aşırı özen gösteren ve aşırı koruma
sağlayan, dolayısıyla da çocuğunu şımartma tehlikesi oluşturan anne baba
davranışıdır. Çocuğun şımartılması, onun bağımsızlığını elinden almakta,
aşağılık duygularını arttırabilmekte ve bazı kişilik sorunlarının temelini
oluşturabilmektedir. Ebeveynlerin yaptığı ikinci hata ise çocuklarını ihmal
etmektir. Büyüme sürecinde anne ve babasından yeterli ilgi göremeyen
çocuklar, soğuk ve şüpheci olmaktadır (Burger, 2006: 153).
Adler’e göre bireyin doğum sırasının da bireyin kişiliği üzerinde önemli
bir etkisi vardır. Adler’in araştırmasına göre, doğum sırası, bireyin zekâ ve
yetenek seviyesini etkilemektedir. Buna göre, ilk doğan çocuk daha zeki ve
yetenekli olmakta, daha kolay sosyal bağlar kurabilmektedir. Bu konuda
yapılan çalışmalarda, ailedeki çocuk sayısı arttıkça, ilk çocuk ile son çocuk
24
arasında önemli zekâ düzeyi ve ilişki kurma yeteneği farkı olduğu tespit
edilmiştir (Erdoğan, 1997: 243).
1.2.3. Abraham Harold Maslow’un
Kendini Gerçekleştirme Teorisi (1908-1970)
Maslow teorisi ve ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisi, Amerikalı psikolog
Abraham Maslow tarafından ortaya atılmış bir güdüleme ve kişilik teorisidir.
Maslow her insanın biyolojik temele dayanan, belli ölçüde doğal, temel
ve değiştirilemez ya da değişmez bir içsel doğası olduğunu savunmaktadır.
Bu içsel doğa, doğuştan getirilen eğilimler olup çoğunlukla sağlıklıdır ve
yapıcı
yönde
gelişim,
nezaket,
cömertlik
ve
sevgi
potansiyellerini
içermektedir. Maslow’a göre insanın temel gereksinimleri ve insani duygu ve
yetenekleri ilk başta ya nötr ya da yapıcı nitelikleri ile iyidirler. Yıkıcılık, kin,
gaddarlık, sadizm, nefret vb. özellikler insanın temel özellikleri değildir.
Bunlar yalnızca gereksinim, duygu ve yeteneklerin engellenmesine karşı
duyulan şiddet eğilimli tepkilerdir (Coser, 2008: 312).
Maslow’a
göre
her
bir
insanın
kendini
gerçekleştirmeye
(self-actualization) yönelik doğuştan gelen bir eğilimi bulunmaktadır (Maslow,
1970). En yüksek dereceli insan ihtiyacı olan bu durum, bireyin tüm yetenek
ve
niteliklerini
aktif
olarak
kullanmayı
ve
potansiyelini
geliştirip
gerçekleştirmeyi içermektedir. Kendini gerçekleştirmiş birey olabilmek için
hiyerarşik olarak dizilmiş ihtiyaçlar içinde öncelikle en alt seviyesinde bulunan
ihtiyaçların karşılanması gerekmektedir. Her bir ihtiyaç tatmin edildiğinde,
hiyerarşide
kendisinden
bir
üstte
bulunan
geçirmektedir (Shultz & Shultz, 2002: 607).
diğer
ihtiyacı
harekete
25
Maslow’un araştırmalarının büyük bölümü kendini gerçekleştirme
ihtiyacını tatmin etmiş ve bu nedenle psikolojik açıdan sağlıklı olarak
nitelendirilen insanların özellikleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu tür insanların
şu özelliklere sahip olduğu tespit edilmiştir (Shultz & Shultz, 2002: 607):
-
Nesnel bir gerçeklik algısı
-
Kendi yaratılışlarını olduğu gibi kabullenme
-
Kendini bir tür işe adama ve sorumluluk
-
Davranışlarında sadelik ve doğallık
-
Bağımsızlık, özerklik ve mahremiyet ihtiyacı
-
Yoğun mistik veya doğaüstü deneyimler
-
Tüm insanlığa yönelik empati ve sevgi
-
Yaratıcılık tutumu
-
Yüksek derecede sosyal ilgi (Adler’den alınan düşünce).
Maslow tarihte bazı önemli liderlerin, Eleanor Roosevelt, Albert
Einstein, Spinoza, Abraham Lincoln gibi, kendini gerçekleştirmiş kişiler
olduğunu ifade etmiş, üniversite öğrencileri üzerine yaptığı bir araştırmada
ise, kendini gerçekleştirmiş kişilerin çok az sayıda olduğunu görmüştür
(Cüceloğlu, 2010: 429).
26
Kendini
Gerçekleştirme
İhtiyacı.
Kişisel tatmin
Değer İhtiyaçları
Prestij, başarı, yeterli
olmak ve başkalarınca
saygı görmek
Ait Olma ve Sevgi İhtiyaçları
Başkaları ile ilişki kurmak, kabul
edilmek, bir yere ait olmak ve sevilmek
Güvenlik İhtiyaçları
Kendini, ailesini, toplumunu emniyet içinde,
tehlikeden uzak hissetmek ve anksiyete
duygusundan uzak olmak
Fizyolojik İhtiyaçlar
Nefes alma, yeme, içme, uyuma, cinsellik, …
Şekil 2: Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi
1.2.4. Carl Gustav Jung ve Kişilik Kuramı (1875-1961)
Carl G. Jung, Freud’un psikanalitik yaklaşımında cinsel dürtülere fazla
yer verildiğini ileri sürmüştür. Jung, diğer dürtülerin de önemli olduğunu
savunmuş ve cinsel dürtülerden ziyade, bireyin amaçlarının olmasına ve bu
amaçlara ulaşmak için bireyin yaşamında çaba göstermesine önem vermiştir
(Cüceloğlu, 2010: 415).
Jung’a göre kişilik birbirleriyle etkileşimde bulunan çok sayıda
sistemden oluşmaktadır. Sürekli etkileşim halinde olan bu sistemler ego,
kişisel bilinçaltı, kolektif bilinçaltı ve arketiplerdir (Ünlü, 2001: 135-136):
27
1) Ego:
Bilinçli
anılardan,
zihin
düşünce
örgütüdür.
ve
Bilinç
duygulardan
düzeyindeki
oluşmaktadır.
algılardan,
Ego,
bir
düşünceyi, bir anıyı ya da bir duyguyu seçmedikçe kişi bunların
varlığından haberdar olmamaktadır. Ego son derece seçicidir. Ego,
kişiliğin, kimliğin ve tutarlılığın sürdürebilmesini sağlar. Egonun
seçiciliği sayesinde birey, bugün, dünküyle aynı insan olduğunu
hissetmektedir. Güçlü yaşantılar egonun kapılarını zorlayarak
bilince ulaşırken, zayıf olanlar geri çevrilmektedir.
2) Kişisel Bilinçaltı: Ego’ya komşu olan bölgedir. Burada bilince hiç
ulaşamamış ya da ulaştıktan sonra çatışma yarattığı için bastırılmış
ve geri gönderilmiş yaşantılar bulunmaktadır. Bu yaşantılar oldukça
güçsüzdür. Kişisel bilinçaltı içeriğinin bazı kısımları, kendilerine
gerek duyulduğunda kolayca bilince ulaşırlar. Gerçekte egoyla bilinç
arasında iki yönlü bir trafik bulunur. Örneğin, bir insan dostlarının
isimlerini bilir, ama bu isimler sürekli olarak bilinç düzeyinde
bulunmamaktadır
getirilmektedirler.
ancak
Kişisel
gerektiğinde
bilinçaltında
bilinç
depolanan
düzeyine
yaşantılar
rüyalarda ortaya çıkabilmektedir.
3) Kolktif Bilinçaltı: Kolektif bilinçaltının içeriği, insanın yaşamı
süresince, hiçbir zaman bilinçte yaşanmamıştır. Kalıtımsal bir nitelik
taşımaktadır. Kolektif bilinçaltında insanın insan olma evresine
ulaşmadan önce geçmişinden getirdiği gizli bellek kalıntıları
bulunmaktadır. Jung’un kolektif bilinçaltı kavramında arketiplere
rastlamaktayız.
Arketipler
Arketip, duygusal yönü güçlü, kalıtımla gelen evrensel bir düşünme
biçimidir (Ünlü, 2001: 136). Jung’a göre arketipler, nesiller boyunca
sürekli olarak tekrarlanan deneyimlerin, insan usundaki değişmeyen
28
özüdür. Bu arketipler; imajlar, mitolojik imajlar, temel imajlar,
davranış kalıpları gibi değişik kalıplarla anılmaktadır. Kolektif
bilinçaltında bulunan belli başlı arketipler şunlardır (Altınköprü,
2003: 107):
(1) Persona: Persona veya kişiliğin en dıştaki tarafı gerçek kişiliği
gizlemektedir. Persona başkalarıyla ilişkiye geçildiğinde giyinilen
bir maskedir ve bireyin topluma görünmek istediği şekilde
görünmesini sağlamaktadır. Bu nedenle persona bireyin gerçek
kişiliğine karşılık gelmeyebilir. Persona kavramı sosyolojik bir
kavram olan ve bir insanın başkalarının beklentilerine uygun
davranması anlamına gelen “rol oynamaya” benzer şekilde
ortaya çıkmaktadır (Schultz & Schultz, 2007: 647).
(2) Anima (Ruh): Anima, erkeğin dişi yönüdür; animus ise dişinin
erkeksi yönüdür. Jung’a göre her erkeksi erkeğin içinde dişi, dişi
bir kadının içinde de erkeksi bir yön bulunmaktadır. Bu
arketiplerin temel görevi, eş seçimi ve ilişki yürütme süreçlerine
rehberlik etmektir (Burger, 2006: 157).
(3) Gölge (Hayalet): Gölge arketipi, kişiliğin hayvana benzeyen
yanıdır ve hayatın daha alt şekillerinden gelen kalıtımsal
mirastır. Gölge tüm ahlaksızlıkları, ihtirasları ve tüm hoş
karşılanmayan istek ve faaliyetleri içermektedir. Jung, gölgenin
çoğunlukla yapılmasına izin verilmeyecek şeyleri yapmaya
zorladığını belirtmiştir. Bununla birlikte gölgenin olumlu bir tarafı
da vardır. Gölge en yüksek düzeyde insani gelişim için gerekli
olan canlılığın, keşfediciliğin, içgörürün ve yoğun coşkuların
kaynağıdır (Schultz & Schultz, 2007: 647). Gölge, Freud’un id
kavramıyla benzerlik göstermektedir.
29
Jung’a göre, birbirine bağlı olan ego, kişisel bilinçaltı, kolektif bilinçaltı
ve
arketiplerin,
içedönüklük-dışadönüklük tutumları;
duygu,
seziş
ve
düşünme işlevleri vardır. Son olarak da bunların bileşimi olan bütünleşmiş
kişiliği oluşturan benlik bulunmaktadır. Jung, bireyi kendini devamlı
yenilemeye ve geliştirmeye çalışan bir varlık olarak görmektedir. Jung’a göre
kişilik gelişiminde ırk ve soya çekim kavramları da oldukça önemlidir
(Yanbastı, 1996).
Jung, farklı ırklardan ve sınıflardan birçok insanı yirmi yılı aşkın bir
süre gözlemledikten sonra insan kişiliklerinin iki genel tutuma (dışadönükiçedönük) ve dört temel işleve (düşünme-hissetme-duyum-sezgi) bağlı olarak
oluşan sekiz kategoriden birine yerleştirilebileceğini savunmuştur. Biri
tutumlar, diğeri işlevler olmak üzere iki boyutlu bir kişilik tipolojisi geliştiren
Jung’a göre her insanda kişilik ya içedönük ya da dışadönüktür. İçedönük
(introvert) ve dışadönük (extrovert) kavramlarını ilk kez ortaya atan kişi olan
Jung, bir kimsenin etkili bir yaşam sürdürebilmesi için bu iki yönü denge
içinde tutması gerektiğini savunmuştur. Her bireyde bu iki eğilimin bir arada
bulunduğunu belirten Jung, iki eğilimden bir tanesinin her zaman ağır
bastığını iddia etmiştir.
Ona göre kişilik sorunları, içedönüklük ve
dışadönüklük arasındaki dengesizlikten doğmaktadır. Jung’a göre bu iki
genel tutum ve dört temel işlevin özellikleri şu şekildedir (Schultz & Schultz,
2002: 562-566):
1) Tutumlar: İçedönüklük ve Dışadönüklük
(1) İçedönük Tip: Kendi içine kapanık ve dış dünyanın etkisini
reddeden tiptir. Uyaranları kendi içinden alır.
(2) Dışadönük Tip: Dış dünyaya açık bir kişiliktir. Uyaranları dış
çevreden alır.
30
2) İşlevler: Düşünme, Hissetme, Duyuş ve Sezgi
(1) Düşünme: Dünyayı anlamak, ona uyum sağlamak ve problem
çözmek için fikirleri birbirleriyle ilişkilendirmeye çalışan entelektüel bir
fonksiyondur.
(2) Hissetme: Dünyayı (kişileri, nesneleri, olayları ya da durumları)
harekete geçirdikleri duyguların olumlu mu yoksa olumsuz mu olduğu
temelinde, kabul etmeye ya da reddetmeye yönelik bir değerlendirme
işlevidir.
(3) Duyum: Duyu organlarının işlevlerini içerir. Kişi işiterek, görerek,
koklayarak, dokunarak, tat alarak ve de kendi bedenine ilişkin duyular
aracılığıyla dış dünyayı bilinçli bir şekilde algılar.
Jung bundan hareketle sekiz tür içe ve dışa dönük tip tanımlamıştır (Ünlü,
2001: 134-135):
(1) Düşünen İçe Dönük: Kendini gözler ve genellikle soyut fikirlerin
etkisinde kalır. Somuta yönelebilme gücüne sahip olmasına karşın,
fikirleri içsel olarak izler.
(2) Düşünen Dışa Dönük: Dış ve somut dünyaya yönelir. Katı olabilir.
Soyut işleri tartışabilir. Olguları kesinlikle kuramlara yeğler. Bu
mühendis veya doktor tipidir. Yasa ve ahlak gibi konularda çok
sertleşebilir.
(3) Duygusal İçe Dönük: Bu kimsenin duygularını kavrayabilmek için
büyük bir çaba gerekir. Kapalı, sessiz bir kişiliğe sahiptir. Söz konusu
olan her şey derinlerde oluşur. Yüzünde umursamazlık maskesi taşır.
Sakin ve pek kuşkulu bir hali yokmuş gibi gözükür. Dışa vuran hiçbir
31
heyecan belirtisi yoktur. Fakat içi tutkularla dolup taşar. Jung’a göre
kadınların çoğu bu gruba girer.
(4) Duygusal Dışa Dönük: Son derece toplumcudur. Dış dünyaya
yönelmiştir. Duygu ağır basmaktadır. Hava iyi olduğunda kendini iyi
hisseden kötü olduğunda ağlayacakmış gibi hisseden bir yapıya
sahiptir. Kolaylıkla etki altında kalır, konuları duygu aracılığı ile gözden
geçirir.
(5) Duyusal İçe Dönük: Son derece öznel bir tiptir. Herhangi bir etkinin
onda ne tür bir tepki yaratacağını öngörmek olanaksızdır. Tepkisi de
dış gerçeğe bağlı değilmiş gibidir.
(6) Duyusal Dışa Dönük: Salt bir gerçekliğe ve nesnelliğe sahiptir.
Ancak olaylarda, iyi cins bir şarap, güzel kadınlar gibi somut şeyleri
görür. Hiçbir şey için kendini üzmez. Bir denemeden diğerine kolayca
geçer. Sokaktaki rastladığımız insanların büyük bir bölümü bu gruba
girer.
(7) Sezgisel İçe Dönük: Kendisini rüya aleminde görür. Mistik ve
ölümsüz şair tipini canlandırır. Hayal sınırsızdır. Başkalarını, fikirlerinin
güzelliğine inandırma çabası içine girebilir veya kimsenin onu
anlamadığına karar verir.
(8) Sezgisel Dışa Dönük: Sezgiyle doğar ve yaşarlar. Başarmak için
her şeyi dener. Bunu bilinçsizce yapar. Bu tipteki insanlar kendisine
uygun düşen toplumsal çevreyi, ne giymesi gerektiğini, nasıl
konuşulacağını hissederek bilir. Bu tür erkek ticarette, borsa
oyununda, politikada başarılı olur.
32
1.2.5. William Sheldon ve Kişilik Kuramı (1898-1977)
William Sheldon, insanın kişiliğinde vücut yapısının, biyolojik ve
genetik faktörlerin belirleyici bir rol oynadığına vurgu yapan bir “yapısal kişilik
teorisi” geliştirmiştir. Teorinin adındaki “yapı” kelimesi, insanın göreli olarak
sabit ve değişmeyen yönlerine (vücut yapısı, fizyoloji, genler, endokrin sistem
işleyişi gibi) karşılık gelmektedir. Sheldon’un teorisine göre, dışarıdan
gözlenebilir fiziki varlığın altında yatan biyolojik bir yapı (morfogenotip) vardır
ve
bu
morfogenotip,
hem
fiziki
gelişimi
hem
de
davranışları
şekillendirmektedir. Fiziki görünümle davranışların aynı morfogenotipten
köken aldığı düşünüldüğünde davranışla, yani insanın kişiliğiyle fiziki
görünümü arasında da bir ilişki olmalıdır. Bu hipotezden yola çıkan Sheldon,
kendi geliştirdiği bir takım ölçme yöntemlerini kullanarak dört bin kişinin fiziki
özelliklerini incelemiş, beden ve kişilik arasındaki ilişkiye yönelik olarak
birincil ve ikincil bileşenler belirlemiştir. Bu bileşenlerin niceliğiyle de insan
kişiliği arasında bir takım ilişkiler kurmuştur (Beyazyüz, Göka, 2011: 28-29).
Sheldon,
bireylerin
bedensel
yapılarına
göre
kişilik
tiplerinin
belirlendiğini savunmuş ve üç tip kişilik önermiştir (Cüceloğlu, 2010: 417):
1) Mezomorf (Mesomorph): Kuvvetli, kasları gelişmiş beden yapısı olan,
kaba, gürültülü, ağır bedensel faaliyetlere ilgi duyan kişilik tipidir.
2) Ektomorf (Ectomorph): İnce uzun beden yapısı içinde, sakin, utangaç
ve çekingen kişilik tipidir.
3) Endomorf (Endomorph): Kısa ve tombulca beden yapısı içinde, neşeli,
yaşamdan memnun, arkadaş canlısı kişilik tipidir.
33
Şekil 3: Sheldon’un Kişilik Tipolojisi
1.2.6. Erich Fromm ve Kişilik Kuramı (1900-1980)
Erich Fromm geliştirdiği kurama “Hümanisttik-İnsancıl Psikanaliz” adını
vermiştir. Fromm kuramında Freud’a karşı çıkmamıştır. Hatta Fromm’a göre
Freud, cinselliği gereğinden çok abartmamış aksine cinselliği derinliğine
yeterince kavrayamamıştır. Fromm, Freud’un insanlar arası tutkuların
önemini ortaya çıkarmasında ilk adımı attığını belirtir fakat sadece fizyolojik
olarak açıklanmasının yetersiz olduğunu söylemektedir. Fromm’a göre birey,
yalnızca fizyolojik cinsel özelliklerini içeren bireysel karakter taşımamaktadır,
aynı zamanda birey diğer insanlarla ortak yönlerini oluşturan sosyal karaktere
de sahiptir (Fromm, 2003: 42).
Fromm, kişiliğin yapılanmasında, kişinin içinde yer aldığı toplumun
etkin rolü bulunduğunu ileri sürmektedir. Kültürden kültüre değişen bazı
şahsiyet özellikleri de bunun en belirgin kanıtı olarak gösterilmiştir. Fromm,
bunu şöyle özetler (Altınköprü, 2003: 159-160):
34
“Kişinin şahsiyeti, içinde yaşadığı toplumun karakterine göre yapılanır.
Örneğin: Amerikan halkı savurgan, Rus halkı tutumludur. Çünkü Amerika’da
parola “Kullan, at!”, Rusya’da ise “Tutumlu ol!” dur. İnsan şahsiyeti yalnızca
biyolojik yapısıyla açıklanamaz. Şahsiyeti sınırlandıran ve oluşturan sosyal
çevredir. Biyolojik yapı ikinci planda gelir. Çocuğun karakteri, ait olduğu
toplumun gereksinmelerine uyacak biçimde geliştirilir ve biçimlendirilir.
İnsanla hayvan arasındaki ayrıcalık, hayvanın değişmez davranış kalıpları
olan içgüdüler tarafından yönetilmesidir. Aşağı düzeydeki hayvandan
yukarıya doğru çıkıldıkça, içgüdülerin rolü giderek azalır. İnsanda davranış,
çevre ve kültürün etkileriyle biçim kazanır”.
Fromm,
asimilasyon
kişilik
yapılarını
(nesnelerle
sosyalizasyon
ilişkiler)’a
dayanarak
(insanlarla
ilişkiler)
açıklamaktadır.
ve
Fromm,
sosyalizasyonda insanın mazoşizm (boyun eğme), sadizm (egemenlik
çabası), otomat boyun eğerlik, yıkıcılık ve sevgi olmak üzere beş yönelim
biçimi kullandığını, bunlardan sadece sevgi eğiliminin sağlıklı olduğunu,
mazoşist ve sadist eğilimlerin ise hakim olma telafi mekanizmasından dolayı
ortaya çıktığını savunmaktadır. Bu sosyal yönelimlerin bir yönelme
benimsemesi ile birleşerek kişilik tiplerini oluşturduğunu savunan Fromm, beş
kişilik tipinin varlığından bahsetmektedir (Adasal, 1977; Yanbastı, 1990):
1) Alıcı Tip: Her şeyi başkalarının cömertliğinden bekleyen, destek
almak için diğerlerine dayanan, her türlü ilişkide alıcı konumunda
olan tiplerdir. Kendilerini güvende hissetmeleri, bağımlı oldukları
kişilerin gücüne bağlıdır. Günlük sorunlarla tek başına mücadele
edemeyeceklerine ve sorunların üstesinden gelemeyeceklerine
inanmaktadırlar. Sıkıntı, stres ve gerginliklerini yiyip içerek
halletmeye çalışırlar. Diğer bireylerin kendilerini beslemesini sevgi
ifadesi olarak yorumlarlar.
2) Sömürücü-İstismarcı Tip: Sadist yönelimin en aşırı şekli olan bu
tipler, her şeyi isteyen küçük çocukları andırmakta ve arzuladıkları
35
her şeyin kendi hakkı olduğuna inanmakta, gerekirse zor
kullanarak ya da hilelere başvurarak, başkalarını hiçbir şekilde
düşünmeden arzuladıklarını elde etmeye çalışmaktadırlar. Hep
başkalarından almakta, hatta kendi değerlerini bile dıştan almakta
ve onları manipüle etmektedirler. Bu tiplere göre her şey
karşılıklıdır. Hep birilerinden bir şeyler alma peşindedirler. Genel
duyguları düşmanlık ve haset temellidir.
3) İstifçi-Koleksiyoncu-Toplayıcı Tip: Her şeye sahip olmak ve
elindekileri saklamak eğiliminde olan bu tipler, çevreyi düşman
olarak gören, güvensiz ve iletişimden kaçan tiplerdir. Sahip
olduklarını biriktirmek suretiyle kendini güvende hisseder aksi
halde
güvensizlik
yaşamaktadırlar.
Harcayamaz,
harcama
durumunda ise kendilerini tehdit altında hissetmektedirler. İnsan
ilişkilerinde sevgi temelli değil sahip olma temelli hareket
etmektedirler.
4) Satıcı-Pazarlamacı Tip: Kendini adeta pazarlanması gereken bir
mal gibi gören bu tipler, insanları birer nesne olarak görme
eğiliminde olup kabul görmek için acımasız yollar denemekte ve
insanlarla çabuk fakat yüzeysel ilişkiler kurmaktadırlar. Her bireyin
kendini pazarlaması gerektiğine inanmaktadırlar.
5) Yapıcı-Üretici Tip: İnsanları sömürmeyen, onlara yük olmayan,
ihtiyaçları için çalışan, başkalarının durumuyla ilgilenen bu tipler,
istenilen tam anlamıyla dengeli kişiler olarak kabul edilmektedirler
(Adasal, 1977; Yanbastı, 1990).
36
1.2.7. Erik H. Erikson ve Kişilik Kuramı (1902-1994)
Erik H. Erikson psikanaliz sisteminin büyük kısmını elinde tutup bunu
çeşitli
şekillerde
genişleterek
oldukça
popüler
bir
kişilik
yaklaşımı
geliştirmiştir. Erikson kişinin gelişim aşamalarını oldukça detaylı bir şekilde
açıklamış ve kişiliğin yaşam boyu gelişmeye devam ettiğini iddia ederek,
kültürel, tarihsel ve sosyal güçlerin kişilik üzerindeki etkisini onaylamıştır.
Erikson, özellikle kimlik krizi kavramıyla tanınmıştır. Kişisel hayatında
yaşadığı kimlik krizleri, Erikson’u kimlik karmaşası üzerinde çalışmaya itmiştir
(Schultz & Schultz; 2002: 592).
Erikson, Freud gibi kişilik gelişimini belirli dönemler içinde ele
almaktadır. Ancak bireyin cinsel gelişimi yerine onun sosyal gelişimini temel
alır. Bu nedenle Erikson’un kuramına psikososyal kuram denilmektedir.
Freud’un kişilik gelişimi tanımlarına göre bireyin kişilik gelişimi süperegonun
ortaya çıktığı dönem olan altı yaş civarında son bulmaktadır. Oysa Erikson,
kişilik gelişimini yaşam boyu devam eden bir süreç olarak ele almaktadır.
Erikson, kişilik gelişiminde doğuştan getirilen kapasitelerin önemini
kabul etmekle birlikte sosyal ve tarihsel faktörlerin kişiliğin biçimlenmesinde
oldukça önemli etkileri olduğunu belirtmektedir. Erikson’a göre birey dünyaya
geldiğinde, ego bir potansiyel olarak ruhsal yapının içinde yer almaktadır,
ancak egonun ortaya çıkışı kültürel bir çevrede gerçekleşmektedir. Farklı
toplumlar, değişen çocuk yetiştirme biçimleriyle, o toplumda yaşayan
bireylerin kişiliklerini kendi kültürlerinin değer ve ihtiyaçlarına uygun olacak
şekilde biçimlendirmektedir (İnanç, Yerlikaya, 2008: 164).
Erikson’a göre birey, biyolojik olarak önceden belirlenmiş bir sırayla
ortaya çıkan sekiz dönem boyunca uyumlu ve uyumsuz bileşenlerin
çatışmasını yaşamakta ve buna bağlı olarak çözmesi gereken karmaşalar
(kriz/bunalım) yaşamaktadır. Erikson, bireyin bu karmaşalarla başa çıkabildiği
oranda daha sağlıklı bir kişilik yetiştirebileceğine inanmaktadır. Erikson’a
37
göre, her bunalımın biri olumlu diğeri olumsuz iki çözümü vardır. Bu
evrelerden herhangi birinde bir bunalımı çözmede karşılaşılan başarısızlık
daha sonraki dönemlerde gelişimi olumsuz etkilemektedir.
Erikson, kişilik
gelişiminin gerçekleştiği bu sekiz dönemin evrensel özellik taşıdığını
belirtmekte, ancak bireylerin dönemlerdeki krizlerle baş etme ve problemlere
çözüm bulma şekillerinin (tarzlarının) kültürel yapıya bağlı olarak çeşitlilik
gösterdiğini de ifade etmektedir (İnanç, Yerlikaya, 2008: 65).
Bu evreler ve evrelerde yaşanan karmaşalar (kriz/bunalım) tabloda
verilmiştir.
DÖNEM
KARMAŞA (KRİZ/BUNALIM)
Bebeklik (0-1 Yaş)
UMUT: Güvene karşı güvensizlik
İlk çocukluk (2-6 Yaş)
İSTENÇ: Özerkliğe karşı utanç ve kuşku
Oyun çağı (4-6 Yaş)
AMAÇ: Girişkenliğe karşı suçluluk
Okul çağı (7-11 Yaş)
YETERLİLİK: Çalışkanlığa karşı aşağılık duygusu
Ergenlik (12-17 Yaş)
BAĞLILIK: Kimliğe karşı rol karışıklığı
Genç yetişkinlik (17-30 Yaş)
SEVGİ: Yakınlığa karşı yalıtılmışlık
Yetişkinlik (30-50 Yaş)
İLGİ: Üretkenliğe karşı durgunluk
Yaşlılık (50- + Yaş)
AKIL: Bütünlüğe karşı umutsuzluk
Tablo 1: Erikson’un Kişilik Gelişiminde Sekiz Evresi
38
İKİNCİ BÖLÜM
2. Kimlik (Identity) Kavramı ve Kimlik Kuramları
2.1. Kimlik (Identity) Kavramı
Kimlik, bireyin davranışlarını, düşüncelerini, duygularını kısacası
ruhsal yaşamını inceleyen psikolojik bilimlere ait bir kavramdır. Her ne kadar
toplumsal kimlik gibi sosyolojik kavramlardan söz edilmekteyse de, kimlik
öncelikle bireye aittir ve bireyi açıklamada psikolojik bilimler, bize büyük
imkanlar sağlamaktadır. İnsan kümelerine genellenen ve adına kimlik denilen
durumlara, işaretlere ise ancak o kümeyi oluşturan bireylerin kimliklerini
tanıyarak ulaşabilmekteyiz (Hakan, 1995: 146).
Kimlik kavramı, bünyesinde hem psikolojik hem toplumsal öğeleri
içermektedir. Bu nedenle kimlik, kişiliğe bağlı psikolojik yanlar ile sosyal rol
değişkenleri arasında bütünleştirici bir şekilde ele alınmalıdır. Psikolojik
düzeyde kimlik, bir kişinin kendini sübjektif olarak değerlendirip “Ben bu
kişiyim” olarak tanımlaması olarak nitelendirilebilir. Bireyin kimliği denilen şey
aslında, bireyin kendi hakkında sahip olduğu görüşler, tanımlar, imajlar,
bilgiler gibi çeşitli temsilleri kapsamaktadır. Bu haliyle benlik kavramının
hemen hemen aynısı olan kimlik kavramı, benlikten farklı olarak aynı
zamanda toplumsal bir boyutu da içermektedir. Kimliğin toplumsal boyutu,
bireyin kendisini ait hissettiği toplumsal grubun idealleri ve değerleriyle
bütünleşmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır (Beyazyüz, Göka; 2012: 22).
Bireyin kendini sübjektif olarak değerlendirdiği ve benlik bilinci ile
doğrudan ilişkili “ben bu kişiyim” dediği kişisel kimlik kavramı; bireyin kendini
toplum içinde değerlendirdiği “ben bu grupta, bu kişiyim” dediği sosyal kimlik
kavramı; bireyin kişisel kimliğinden sıyrılıp ait olduğu sosyal grupla birlikte
değerlendirildiği “biz bu’yuz” dedikleri kolektif kimlik kavramı, kimlik
kavramının
hem
psikolojik
hem
sosyolojik
yapısını
göstermektedir.
39
Çalışmamızın konusunu oluşturan bireyin sosyal rolleri ile bağlantılı olan
benlik sunumunu doğru analiz edebilmemiz için kişisel kimlik, sosyal kimlik ve
kolektif kimlik kavramlarının tanımlarına detaylı olarak yer vermemiz
gerekmektedir.
2.1.1. Kişisel Kimlik
Bireyin kendine sorduğu “ben kimim?” sorusunun dayanağı olan
“ben”in tanınması ve tanımlanması, kimliğin psikolojik temeline işaret
etmektedir. Buna, kişinin varlığıyla ilgili tüm anlamları, değerleri içine alan
öznel bir duygu olarak “kişisel kimlik” denilmektedir (Güleç, 1992: 14).
Kişisel
kimlik
birçok
araştırmacıya
göre,
kişilik
gibi
insanın
doğumundan itibaren oluşmaya başlamaktadır. Göka’ya göre kişisel kimliğin
oluşumunda bebeklik dönemi oldukça önemlidir. Bebeklik döneminde
ebeveynlerden beklenen yakın ilgi ve şefkat görülmesi, bebeğin ihtiyaçlarının
karşılanması, bunları nasıl ve ne kadar elde ettiği, bireyin sonraki yaşamında
oluşacak sağlam bir kimliğin olmazsa olmaz koşullarıdır. Bebeklik ve
çocukluk dönemi, yaşamla ilgili temel bilgilerin yani yaşantının yazısız
kurallarının bu dönemde öğrenilmesi nedeniyle kimlik oluşumunda oldukça
önemlidir (Beyazyüz, Göka; 2012: 22).
Psikososyal gelişim kuramcısı Erik Erikson da kişisel kimliğin bireyde
doğumdan itibaren geliştiğini savunmaktadır. Erikson, psikososyal gelişim
kuramında bireylerin yaş aralığına göre kimlik gelişimlerini ele almış ve
bireylerin her yaş aralığında farklı bir kimlik duygusu geliştirdiklerini iddia
etmiştir (Erikson, 1963: 273):
- Birey, bebeklik döneminde (0-1 yaş) “ben bana verilenim”
- İlk çocukluk döneminde (2-6 yaş) “ben oluşturduğum şeyim”
- Oyun çağında (4-6 yaş) “ben olacağımı hayal ettiğim şeyim”
40
- Okul çağında (7-11 yaş) “ben öğrenebildiklerimin tümüyüm”
- Ergenlik çağında (12-17 yaş) “ben kimim?”
- Genç yetişkinlik döneminde (17-30 yaş) “biz sevebildiklerimizin tümüyüz”
- Yetişkinlik döneminde (30-50 yaş) “ben ürettiğim şeyim”
- Yaşlılık döneminde (50-+yaş) “ben geride bırakabildiklerimim” gibi kimlik
duyguları geliştirmektedir.
Kişisel kimliğin bireyde doğumdan itibaren oluştuğunu söyleyen
araştırmacılar, bireyin bebeklik ve çocukluk dönemlerinin önemine özellikle
dikkati çekmektedirler. Çünkü birey bebeklikten itibaren psikolojik gelişimi
sırasında, yaşamındaki önemli insanlarla çeşitli özdeşimler kurmaktadır.
Anne ve baba başta olmak üzere, çevresindeki insanları model almaktadır.
Özdeşim sürecinde birey, genellikle özdeşim kurduğu kişilerin davranışlarını
önce taklit ederek sonra bu insanların özelliklerini benimseyerek kendi
özellikleri haline getirmektedir (Beyazyüz, Göka, 2012: 22-23). Aile içindeki
etkileşimler çerçevesinde bireyde, kendine güven, öz-saygı, öz-değerlilik
duygusu gibi bazı kimlik boyutları olumlu veya olumsuz bir yönde
gelişmektedir (Bilgin, 2007: 87).
Bireyin bebeklik ve çocukluk döneminde önemli derecede oluşan
kişisel
kimliği,
bireyin
ergenlik
döneminde
de
önemli
değişiklikler
geçirmektedir. Ergenlik döneminde kimlikte meydana gelen değişiklikler,
bireyin bu değişikliklerin ne kadar önemli olduğunu tam olarak anlayacak
bilişsel kapasiteye sahip olması, benlik duygusunun yeniden düzenlenmesini
gerektirmektedir. Ergenlikten sonraki dönemlerde ise bu değişiklikler daha
seyrek olmakla birlikte, kişi bu değişikliklerin daha fazla bilincindedir.
Ergenlikte, bilişsel düzeyin ve bilişsel yeteneğin gelişmesi; sorunlar, değerler
ve kişilerarası ilişkilere ilişkin yeni düşünce biçimleri gelişmesini ve gençlerin
varsayımlar ve gelecek olaylar hakkında sistematik biçimlerde düşünmelerini
sağlamaktadır (Steinberg, 2007: 295).
41
Erikson’un betimlediği psikososyal gelişim sürecinin beşinci dönemi
olan ergenlik, kimlik oluşumunun önemli bir aşamasıdır. Çocukluk dönemini
geride bırakarak geçmişini ve geleceğini, yaşamının anlamını, kim olduğunu
araştırmaya ve sorgulamaya başlayan ergen için kimlik sorunu, hayati bir
nitelik taşımaktadır. Erikson’un modelinde kimlik kargaşası duygusuyla
nitelendirilen
ergenlik
döneminin
bu
karakteristiği
birçok
araştırmacı
tarafından da desteklenmektedir (aktaran Bilgin; Varan, 1990). Bu yaş
aralığının gerekliliklerini yerine getirebilen ergenler için kimlik kargaşası
sorunu
çözülmekte
ve
bir
sonraki
yaş
aralığına
sağlıklı
geçiş
yapabilmektedirler. Bu dönemin sorunlarını çözemeyen, kişisel ve sosyal
kimliğini bulamayan bireyler ise, bir sonraki yaş aralığına kimlik sorunlarını da
beraberinde götürmektedir.
Bireysel düzeyde kimliği açıklamak isteyen birçok araştırmacı, kişisel
kimliği benlik (self) kavramıyla birlikte açıklamaktadır (Bilgin, 2007; Boz:
2012). Kihlstrom ve Cantor’a (1984) göre benlik, herkesin kendi öz kişiliği
hakkında sahip olduğu bilişsel temsildir. Kişisel kimlik, benlikle yakın anlamlı
olup kişinin kim olduğunun farkında olmasıdır. Sosyal kimlik ise, benliğe
kıyasla kişilerarası etkileşimi ve sosyal gerçekliği içermektedir.
Boz’a göre bireysel düzeyde kimlik, benliğin otantik bir varlık ve
biricikliği
ile
birlikte
sürekli
bir
şekilde
deneyimlenmesi
olarak
tanımlanmaktadır. Kişisel kimlik bu anlamda, zamandan bağımsız olarak
örneğin geçen yıl veya daha önce birey ne ise yine o olduğu konusundaki
öznel bütünlüğüdür. Süreklilik duygusu içerisinde “ben kimim?” sorusuna
verdiği ve başka herkesten farklı olarak yegâne ve biricik olduğu konusunda
verdiği cevaptır. Bireyin beden imajı, anıları, amaçları ve değer yargılarında
olduğu kadar cinsiyeti, etnik aidiyeti, yaşı veya toplumsal statüsü ve
bulunulan sosyal gruplar gibi başkalarının kişiye nasıl baktığına ilişkin
inançlar da kimliği şekillendirmektedir (Boz, 2012: 31).
42
Bilgin’e göre birbiriyle anlamsal olarak yakın olan kişisel kimlik ve
benlik kavramları bilişsel, duygusal ve davranışsal öğelere ayrılmaktadır.
Bilişsel ve düşünsel öğe, kişinin kendisi hakkındaki bilgi ve düşünceler
bütününe; duygusal öğe kendinden hoşnutluk veya hoşnutsuzluğa, kendi
hakkındaki olumlu ve olumsuz duygular bütününe; davranışsal öğe ise
kendini diğerlerine yansıtma ve ortaya koyma davranışlarının bütününe
tekabül etmektedir (Bilgin, 2007: 11-13).
Bu durumda benlik veya kişisel kimliğin üç öğesi ya da bileşeni vardır (Bilgin,
2007: 11-13):
1) Benlik kavramı: Kişinin kendisi hakkındaki bilgi ve düşünceler
bütünüdür.
2) Öz-saygı: Kişinin kendinden hoşnutluk veya hoşnutsuzluğu durumu,
kendi hakkındaki olumlu ve olumsuz duygular bütünüdür.
3) Kendini sunma: Kendini diğerlerine yansıtma ve ortaya koyma
davranışlarının bütünüdür.
Kişisel kimlik ayrılmayı, özerkliği, kendini ortaya koymayı içermektedir
ve “ben” duygusu hakimdir. Birey diğerlerinden farklılaştığı ve özerkleştiği
oranda biricikliğini hissetmektedir. Bireye koyulan isim de, birey doğduğu
andan itibaren onun farklılığını ortaya koyan ve kişisel kimliğinin oluşumunda
etkili olan bir faktördür. İsim, bireyin kimliğinin en önemli belirteçlerinden bir
tanesidir ve kişinin bireyselliğinin önemli bir parçasıdır. Bir isme sahip olma,
kişisel kimlik için de, grup kimliği için de büyük önem taşımaktadır (Giddens,
2000).
43
2.1.2. Sosyal Kimlik
Sosyal kimlik, kimliğin kişilerarası düzeydeki ifadesidir. Sosyal kimlik,
bireyin benliğinin, belirli bir sosyal gruba ait olup olmadığı hakkındaki bilgi
veya bilincine dayanan kısmıdır (aktaran Bilgin; Tajfel, 1981). Kişide bu bilinç,
kişinin sosyalleşme süreci ile birlikte oluşmaya başlamaktadır.
Sosyalleşme, insanı sosyal sistemin üyesi haline getiren süreçtir.
Sosyologlar sosyalleşmeyi çeşitli şekillerde tarif etmektedirler. Linton, yeni
doğmuş çocukların medeniyetsiz yaratıklar, cahil hayvanlar halinden bir
sosyal sistemin insan üyeleri haline gelişlerinin sosyalleşme sayesinde
olduğunu belirtmektedir. Dollard’a göre sosyalleşme, yeni bir kişinin gruba
eklenmesini ve toplumun kendi yaş ve cinsindeki kişiden beklediği şeyleri
yerine getirir bir şahıs olmasını sağlayan süreçtir (Koştaş, 1999: 329-334).
Sosyalleşme süreci içinde bireyin kendini ve çevresindekileri fark
etmesi ve çevresindekilere göre davranış geliştirmeye başlaması bireyde
otonom (özerk) benlikle ilgilidir. 1900’lü yılların başında kimlik konularını
çalışan sosyal bilimciler, otonom (özerk) benliğin çevre ile ilişki içerisine
girdikten sonra geliştiğini ortaya koymuşlardır. Örneğin (Mead, 1925: 256)
benliğin, sosyal çevreye bir karşılık olarak gelişmesi sürecini açıklamak için
aşamalı bir süreç önermiştir. Ona göre çocuklar –kendileri için “ben” diyerekbenliğin sosyal kurallar ve beklentiler ile yönlendirildiği anlayışla birlikte
otonom (özerk) bir benlik algısı geliştirmektedirler. Mead’e göre benlik rol
temellidir ve kişilerarası etkileşim sonucu meydana gelmektedir. Aynı
dönemde psikologlar ise çevresel faktörlerin önemine inanmakla birlikte
kimliğin, kişinin psişik bütünlüğünün (psyche) bir parçası
olduğunu
düşünmektedirler (Boz, 2012: 32-33).
Sosyal kimliğin, insanlar arası etkileşim içinde sergilenen bir rol
olduğunu savunan bir araştırmacı da Erving Goffman’dır. Goffman (1963)
sosyal kimliği, kişilerarası etkileşimde bir kişinin sosyal kategorisini öne
44
çıkararak ve bir sosyal statüye bağlı davranışlar göstererek sunduğu
görüntü∖yüz
gibi
kavramlaştırılır.
Goffman’a
göre
kişinin
diğerleriyle
ilişkisinde ortaya koyduğu rol, onlar tarafından bir imaj olarak algılanmaktadır.
Sosyal kimlik, kişinin gerçekte sahip olduğu kategori ve özellikleri yansıtan bir
kimlik (reel sosyal kimlik) veya kişinin kendi durumuna, varlığına ilişkin
sübjektif duygularını ve izlenimlerini yansıtan bir kimlik de olabilmektedir
(Bilgin, 2007; 13). Bireylerin oynadıkları sosyal roller ve sergiledikleri benlik
sunumları bir sonraki bölümlerde detaylı olarak ve örnekleriyle anlatılacaktır.
Sosyal kimliğin oluşmasında bireyin diğer bireylerle etkileşimi önem
taşımaktadır. Kimlik duygusunun oluşumunda bahsedilen bu etkileşim
“özdeşleşme” kavramıyla desteklenebilir. Özdeşleşme kavramının, farklı
alanlarda tanımları bulunmakla birlikte, kavram temelinde bir model alma
sürecini ifade etmektedir. Bu kavram, bireyin, belirli bir modelin basit
tepkilerinden daha çok davranış tarzını, özel bir koşullanma veya öğrenme
olmaksızın, kendiliğinden taklit ederek örnek alma sürecidir. Özellikle
çocukluk ve gençlik döneminde yapılan özdeşimler ve öğrenmeyle birlikte
bireyde kimlik oluşumu başlamaktadır. Kişinin kimliği oluşurken doğuştan
getirdiği özelliklerle diğer insanlardan ve çevresinden aldıkları eklenir, bir
yandan da kalıtsal ve yapısal özellikler çevrenin etkisiyle biçimlenir ve kimileri
körelirken, kimileri desteklenir (Özen, 2013: 49). Özdeşleşme alanı,
çocukluktan itibaren yıllar geçtikçe, aileden okula, arkadaş çevresine ve diğer
aidiyet ve referans gruplarına doğru genişleme göstermektedir.
Lipiansky’e
göre
özdeşleşme
mekanizmaları,
sadece
bireyin
etrafındaki bir takım modelleri pasifçe alması şeklinde ve tek yönlü olarak
işlememektedir. Bireyin çevresi de, onu kendi değer sistemlerine ve kültürel
konumlarına göre belirli bir modelle özdeşleştirmeye çalışmakta; ona bir isim
vermekte, belirli imgeler ve sembollerle özdeşleştirerek, sosyal bir yere
konumlandırmaktadır. Bireye, anne-babasının mesleği, fakir veya zengin
oluşu, köylü veya kentli, yerli veya yabancı, azınlık veya çoğunluk oluşu,
sosyal konumunun alçak veya yüksek, milleti, dini ve mezhebi öğretilmektedir
45
(aktaran Bilgin, 2007: 87-88). Bu tarz sosyal telkinler bireye bebekliğinden
beri uygulanmakta ve kimlik oluşumuna etki etmektedir.
Sosyal kimlik bir gruba dahil olma durumunda, grup normlarına uyma,
değerler ve ideallerle çatışmasız bir özdeşleşme sağlamaktadır. Bu
bağlamda kimlik çelişkili olmayan, birbirini tamamlayan iki süreçten
oluşmaktadır: “farklılaşma ve benzerliklerin özdeşleşmesi “ (Bilgin, 1994:
242).
Kişilerarası ilişkilere bakıldığında, insanda iki temel eğilimin varlığı
gözlemlenmektedir. İnsanlar, kişilerarası ilişkilerinde, bir yandan diğer kişilere
benzemek, onlarla bütünleşmek, onlar gibi olmak, onlardan geri veya aşağı
kalmamak yönünde çaba gösterirken diğer yandan, onlardan farklılaşmak,
onlarla aynı olmamak onlardan daha önde, ileri veya üstün olmak isteği
taşımaktadırlar (Bilgin, 2007: 110).
Kimlik farklılaşmanın kaynağıdır denilebilir. Kimlik, öznenin kendisini
nesneden ve başkalarından fark etmesiyle başlamaktadır. Özü itibariyle de
tanımak, tanınmak ve tanımlamak anlamına gelmektedir. Birey ancak
farklılığını fark ettiğinde tanınıp, tanımlanmaktadır. Bu fark iki boyutludur:
birincisi, aidiyetlerle ikincisi de ötekilerle ilgilidir. Benzer yanlar veya
başkalarından farklı aidiyetler kimlikleri doğurmaktadır. Aidiyetler “biz”i;
farklılıklar da “öteki”yi yaratarak kimliği bilinç düzeyinde üretmektedirler.
Kimlik, var olmak için farklılığa ihtiyaç duymakta ve kendi kesinliğini güven
altına almak için farklılığı ötekiliğe dönüştürmektedir. Güçlü bir kimlik, doğası
itibariyle kendini ötekilerden korumak için, bir dizi farklılığı kötü, akıl dışı,
anormal, deli, hasta, tehlikeli ya da öteki olarak yaratmaya çalışmaktadır
(Akkaş, 2008: 87).
Kimlik bir aidiyet unsuru ise buradan hareketle birey, ait olduğu grubu
belirlerken, ait olmadıklarını ya da karşı olduklarını da ortaya koymaktadır.
Özellikle
toplulukçu
(kolektif)
kültürlerde
yaşayan
bireylerin
kimlik
46
tanımlamalarının
önemli
bir
kısmını
sosyal
gruplarla
olan
ilişkileri
belirlemektedir. Bu konuya açıklık getiren sosyal kimlik kuramı, bireylerin
kendilerini ve başkalarını çeşitli gruplara ait olarak algılama eğiliminde
olduğunu, bireyin kendi hakkında sahip olduğu fikirler, davranışlar ve benlik
kavramının, özdeşleştiği gruptan etkilendiğini savunmaktadır (Kağıtçıbaşı,
2005: 278).
Özdeşleşme ve sosyal gruplara (ulus, etnisite, cinsiyet, siyasal parti,
meslek, spor takımı vb.) üyelik, kimlik yapılandırma sürecinde önemli bir
etmendir
ve
bu
gruplara
aidiyet
“sosyal
sınıflandırma”
kavramıyla
açıklanmaktadır. Bireyler söz konusu grupları kendilerine mal etmektedirler
ve böylelikle, gruplar bireyin kendi oluşumu, varlığı hakkında önemli bir
olguyu, yani sosyal kimliği oluşturmaktadırlar. Bu farklı kategoriler, bireye kim
olduğunun yanı sıra; değerleri, anlamları, davranışları, düşünce, duygu ve
amaçlarıyla ilgili de ipuçları sunmaktadır. Bireyler, belirli kategorilerin ya da
grupların üyeliğiyle özdeşim kurduklarında, “ben kimliği” yerine “biz kimliği”
geliştirmektedir (Demir, 2007: 21). Örneğin siyasi partiler, meslek odaları vb.
topluluklar, bireyin sosyal kimliğiyle dahil olabileceği topluluklardır. Birey,
grup üyeleri içindeyken grubun tüm değerlerini, davranışlarını, düşünce,
duygu
ve
amaçlarını
benimsediğini
göstermek
için
“biz
kimliğini”
kullanmaktadır, birey grup dışına çıktığında ise “ben kimliğine” geri
dönmektedir.
Kimlik bir özellik, bir nitelik belirtisidir. Sosyolog Giddens‘e (2000) göre
kimlik, bir insanın kişiliği ya da bir grubun niteliğini belirleyen ayırt edici
özelliklerdir. Hem bireyin hem de grubun kimliği büyük ölçüde toplumsal
belirteçler tarafından belirlenmektedir. Örneğin toplum tarafından belirlenmiş
mesleklere mensup olan kişiler, yine toplum tarafından ayırt edilmek için,
toplum tarafından belirlenmiş isimler kullanmaktadırlar. İnsanların ruh ve
beden sağlıklarıyla ilgilenen kişilere hekim; bireyler ve toplumlararası ilişkileri
düzenleyen kişilere avukat, hakim, savcı; şarkı söyleyen kişilere şarkıcı gibi
47
temsili isimler toplum tarafından bireylere verilmekte ve bu kimliklere sahip
bireyler, bu kimliklere sahip olmayan kişilerin arasından ayırt edilmektedirler.
Kişilerin ya da toplumsal grupların tek bir kimliği bulunmaz, kişilerin
çeşitli
bağlamda
çeşitli
kimliklerle
tanındığı
ve
kendilerini
tanıttığı
görülmektedir (Güvenç, 1993: 4). Bu bağlamda bir insanın kişiliği birçok
kimlikten oluşmaktadır diyebiliriz. Kimlik, bir tür planlanmış davranış ve
üstlenilmiş rol olduğundan, alternatiflerinden bir diğeri tercih edilebilir, bir
kimlik bırakılıp diğer bir kimliğe geçilebilir. Örneğin kişi, aynı zamanda anne,
eş, öğrenci, öğretmen, parti üyesi, meslek üyesi, takım taraftarı olabilir. Bu
konumların her biri kişi için bir sosyal kimliktir. Kişi öğrenci olmak, takım
tutmak gibi konumları kendi seçeceği gibi vatandaşlık ve millet gibi
konumlarda başkaları tarafından da seçilebilmektedir.
Bireyin sosyal kimliği, kültürle birleşerek onun diğer insanlarla kurduğu
tüm
ilişkilerde
bağlayıcı
bir
unsur
olarak
bireysel
özgürlükleri
sınırlayabilmektedir. Yaşanılan yere göre köylü ya da kentli, ülkelere göre
Türk, Alman ya da Rus kimlikleri oluşmaktadır. Bu sosyal kimliklerin toplumlar
arası ilişkilerdeki ifadesi kolektif kimlik olarak tanımlanmaktadır.
Kolektif kimlik, sosyal kimliğin topluluklar düzeyindeki ifadesi olarak
nitelendirilebilir. Bu kimlik sınırları belli bir alanda belli bir kültürel topluluk
tarafından taşınan kimlik olarak sınırlandırılabilir (veya genişletilebilir); bu
anlamda etnik, dinsel ve ulusal kimlikler bunun versiyonlarındandır. Kolektif
kimlikte genellikle bir farklılaşma eğilim vardır, çünkü diğerine karşıtlık içinde,
bir kontrast ve diğerlerinden fark olarak tanımlanır ve bu nedenle belirli bir
alanda kök salmış bir takım grupların (genelde etnik topluluklar) diğer
gruplardan farklarını ortaya koyma, vurgulama talebi olarak nitelendirilebilir.
Kolektif kimlik birbirinden farklı boyutlar içermektedir. Bunlar arasında
güvenlik duygusu verme, harekete itme, objektif ve sübjektif özellikleri
birleştirme, süreklilik sağlama, dönüştürme vb. özellikler bulunmaktadır
(aktaran Bilgin, 2007: 13; Berque, 1978).
48
Kolektif kimliğin dayandığı grup aidiyeti, özdeşleşme ve bağlanma
şeklinde kendini göstermektedir. Rasyonel temelli örgüt ve dernek üyelikleri
bir yana bırakılırsa, bu durum, küçük veya büyük, pek çok grup aidiyeti
konusunda
geçerlidir;
günlük
yaşamımızdaki
karizmatik
bağlarla
bağlandığımız küçük guruplardan ulusal topluluğa kadar kimliğimiz açısından
anlamlı tüm gruplarda, grup bağlılığı önemli bir kimlik boyutudur. Grup
bağlılığı, tüm tarih boyunca, ilkelden geleneksele ve modern toplumlara
kadar sürekli gözlenen bir olgudur (Bilgin; 2007: 269).
2.1.3. Kültürel Kimlik
Bireyin, var olmasından itibaren kendisini tanımlamaya çalışması,
onun en önemli sorunlarından biridir. Ben kimim? Ben neyim? gibi soruların
bireyde kimlik arayışının özünü oluşturduğunu belirtmiştik. Benlik ve kişilik
insanın içinde yaşadığı toplumdan bağımsız olarak şekillenemez. Buna ek
olarak günümüz şartlarında tüm dünyadan haberdar olmaya olanak sağlayan
gelişmiş kitle iletişimi sayesinde evrensel değerlerden de tamamen kopuk
olunamaz. Dışa açık toplumlarda evrensellik zorunlu bir bütünlülüğe ve
içeriğe sahiptir. Tarih, zaman, toplum, çevre, gelenek, kurallar ve paylaşılan
mekanlar kimlik aynasının gelişmiş parçalarıdır. Etnik ve dinsel farklılıklar,
ekonomik-sınıfsal ayrımlar, aile geleneği, dil, cinsiyet gibi unsurlar kimliği
belirleyen, aynı zamanda da bireyleri ve toplumları birbirinden farklılaştıran
unsurlardır. “Ben” ve “ötekinin” algılanması, kimliği bir “aidiyet” sorunu olarak
ortaya çıkarmaktadır. Bu ise; bütün kimliklerin ilişkisel olduklarını ve farklılığın
olumlanması demektir. “Ötekini” göz ardı ederek kimliğimizi oluşturmamız
mümkün değildir. Zevklerimizi, arzularımızı, bakış açılarımızı, fikirlerimizi ve
inançlarımızı kendi başımıza yoktan yaratamayız, belirli bir kültür ortamında
gerçekleştiririz. Bu kültürel kimliğin tanımlanması ve ifade edilmesinin önkoşuludur. Kültürel kimlik var olmadan hiçbir kişi var olamaz (Akdemir, 2010).
49
Bütün kimlikler bir toplumsal ilişkiler sistemi içerisinde oluştuğu için
kültürler arası ilişkilerde olduğu gibi birbirlerini etkilemektedirler. Kimliğin
gelişebilmesi, farklı kültürel yapıya sahip kimliklerle ilişki içerisinde olmasına
bağlıdır. Öyleyse kimlik, kültürlerde olduğu gibi kolektif eylemin dinamik ve
gelişmekte olan yönüdür (Karaçor, 1999: 14).
Kültürel kimlik, bireylerin tutum ve davranışları üzerinde sınırlandırıcı
etkiye sahiptir. Bir grubu diğerlerinden ayırt eden özellikleri bulunmaktadır.
Grup üyeleri bu farklılaşan özellikler çerçevesinde sınırlanan tutum ve
davranışlar sergilemektedir. Tutum ve davranışlarındaki bu sınırlılık onların
kültürel kimliklerinden kaynaklanmaktadır (Aktuğ, 2007: 21). Bir azınlık
grubun kendilerine has bir sosyal adeti (oyunlar, gelenekler, görenekler vb.)
yaşatmak istemeleri, ötekiler arasında asimile olmamak için ve toplumunun
kültürel kimliğini muhafaza etmek içindir. Bunun için kültürel kimliği koruyucu
bir takım kurallar topluluk üyelerine aşılanmaktadır. Kültürel kimlik ülkeden
ülkeye değişiklik göstereceği gibi, ülke içindeki bölgeden bölgeye, aileden
aileye çeşitlilik gösterebilmektedir.
2.2. Kimlik Kuramları
2.2.1. Erik Erikson’un Psikososyal Gelişim Kuramı
Erik Erikson’un düşüncesinde kimlik ve kimlik sorunları önemli bir yer
tutmaktadır. Erikson’un gençlik dönemlerinde önemli kimlik bunalımları
yaşaması, bu kavramlar üzerinde çalışmasının nedeni olarak gösterilmektedir
(İnanç, Yerlikaya, 2008: 158). Erikson Freud’un Psikanalitik kuramını devam
ettirerek, kurama toplumsal ortamı da ekleyerek genişletmiş ve Psikososyal
Gelişim kuramını oluşturmuştur. Erikson’a göre bireyin sağlam bir kimlik
duygusu oluşturabilmesi için, toplumun bireye olan mutlak desteği şarttır.
50
Erikson, egonun gelişiminde toplumun önemli role sahip olduğunu
belirtmektedir (Monte, 1999). Erikson egoyu süperego ile id arasındaki bir
arabulucu rolünden çıkararak çevreye dönük bir işleve büründürmüştür
(Kroger, 1989). Kuramcıya göre ego bireyin davranışlarını düzenleyici bir
yapıdır. Ego, farklı alanlarda düşüncelerimize giren ve bizi harekete geçiren
izlenimlerimizi, duygularımızı, anılarımızı ve dürtülerimizi gözden geçirerek
ve sentezleyerek, tutarlı bir varoluş sürdürmemizi koruyan bir içsel yapıdır ve
topluma dönüktür (Erikson, 1968: 218).
Bu içsel yapının dört farklı yönü bulunmaktadır:
1) Bireysellik (Ego Kimliği): Yaşamın ilk zamanlarında bebeğe bakan
kişiyle bebek arasında alma verme niteliğinde bir ilişki vardır. Bu
ilişki
içerisinde
bebek
kendisiyle
ilgili
çeşitli
algılamalar
oluşturmaktadır. Bu da egosunun ilk tasarımlarını ve ego kimliğinin
ilkel formlarını oluşturmaktadır. Ego kimliği öznel bir deneyim ve
dinamik bir gerçekliktir. Ego kimliği, bilinçli bir bütünlük ve ayrı,
farklı bir yapı olarak var olma duygusudur (aktaran Atak, 2011:
168, Erikson, 1963).
2) Bütünlük ve Sentez (Ego Kimliği Duygusu): Egonun bilinçdışı
sentez
süreçleri
sonucunda
kazanılan
içsel
bütünlük
ve
bölünmezlik duygusudur (İnanç, Yerlikaya, 2008: 161).
3) Kişisel Aynılık ve Tarihsel Süreklilik Duygusu (Kişisel Kimlik
Duygusu): Bireyin geçmişte ne olduğu ile gelecekte ne olacağı
arasındaki devamlılığı ve içsel sübjektif aynılık duygusunu
canlandırmak için gösterdiği bilinçdışı çabasıdır. Başka bir tanıma
göre kişisel kimlik, insanın geçmişi ve geleceği ile ilgili beklentileri
üzerine kurulan bir aynılık ve süreklilik algısıdır (İnanç, Yerlikaya,
2008: 161).
51
4) Sosyal Dayanışma (Sosyal Kimlik): Belirli bir grubun fikir ve
değerleriyle içsel bağlılık; sosyal destek ve değer verilme
duygusudur. Erikson’a göre sosyal kimlik kişinin sosyal alanla
iletişimi sonucunda edinilen, bir anlamda diğerlerinin gözünde
aynılık ve süreklilik duygusunun test edilmesi ve gözlenmesidir
(İnanç, Yerlikaya, 2008: 161).
Erikson, Fromm’a paralel bir biçimde, kimlik duygusunun her insan için
hayati bir gereksinim olduğunu kabul etmektedir. Erikson’a göre her insan
için bir gereksinim olan kimliğin oluşumu psikolojik, toplumsal, gelişimsel ve
tarihsel özellikler arasındaki ilişkilerle gerçekleşmektedir ve bunlardan
etkilenmektedir. Kimlik kargaşası (rol kargaşası) sağlam kimlik duygusunun
karşıtıdır. Örneğin bazı tarihsel dönemlerin kimlik kargaşasına (krizine) zemin
hazırlayıcı özellikte olduğunu da belirtmektedir. Bu dönemlerde aynılık ve
süreklilik ciddi yeni tehditlerle (nükleer savaş, var olan standart ve
ideolojilerin hızlı bir şekilde yok olması gibi) tehlikeye girebilmektedir (İnanç,
Yerlikaya, 2008: 161).
Erikson’un kişilik ve kimlik üzerine yaptığı çalışmalarında üzerinde
önemle durduğu kavram psikososyal bunalımdır. Bireyin psikososyal
gelişimini sekiz evreye ayıran Erikson’a göre birey her bir gelişim evresinde
karşılaştığı çatışmayı çözmek zorundadır. Sekiz gelişim evresinde bireyin
karşılaşacağı biri olumlu ve biri olumsuz iki karşıt uç vardır. Örneğin, bireyin
yaşamının ilk yıllarını kapsayan dönemde karşılaştığı biri olumlu biri olumsuz
iki karşıt uca temel güvene karşı güvensizlik dönemi adı verilmiştir. Bu
dönemde bebeğin en önemli kişilerarası ilişkisi kendisinin bakımını üstlenen
kişi ile gerçekleşir. Bakımını üstlenen kişi ya da kişilerin düzenli olarak
ihtiyaçlarını karşıladığını fark ederse, bebekte temel güven duygusu
gelişecektir. Tersi durumda ise bebek beslenme, sevilme, güvende olma gibi
ihtiyaçları
karşılanmadığı
için
çevresindeki
insanlara
güvenmemeyi
öğrenecektir. Temel güven uyumlu, temel güvensizlik ise uyumsuz
52
tutumlardır ancak bebeğin her iki tutumu da geliştirmesi gereklidir. Çok fazla
güven, kişinin kolay aldanan, saf bir kimse olmasına ve ilerde zarar
görmesine neden olabilir. Bunun yanında çok az güven de engellenme, öfke,
düşmanlık ve üzüntü duygularının gelişmesine yol açabilir (İnanç, Yerlikaya,
2008: 167). Bireyin çözemediği her çatışma gelişim evresinin bir sonraki
aşamasında bireye sorun oluşturabilmektedir.
DÖNEM
Bebeklik (0-1 Yaş)
İlk çocukluk (2-6 Yaş)
Oyun çağı (4-6 Yaş)
Okul çağı (7-11 Yaş)
Ergenlik (12-17 Yaş)
Genç yetişkinlik (17-30 Yaş)
Yetişkinlik (30-50 Yaş)
Yaşlılık (50- + Yaş)
KARMAŞA
(KRİZ/BUNALIM)
Temel güvene karşı
güvensizlik
Özerkliğe karşı utanç ve
kuşku
Girişkenliğe karşı
suçluluk
Çalışkanlığa karşı
aşağılık duygusu
Kimliğe karşı rol
karışıklığı
Yakınlığa karşı
yalıtılmışlık
Üretkenliğe karşı
durgunluk
Bütünlüğe karşı
umutsuzluk
KİMLİK DUYGUSU
“Ben bana verilenim”
“Ben oluşturduğum
şeyim”
“Ben olacağımı hayal
ettiğim şeyim”
“Ben
öğrenebildiklerimin
tümüyüm”
“Ben kimim?”
“Biz sevebildiklerimizin
tümüyüz”
“Ben ürettiğim şeyim”
“Ben geride
bırakabildiklerimim”
Tablo 2: Kişilik Gelişiminin Sekiz Evresi ve Bu Evrelere Karşılık Gelen Kimlik Duyguları
(Atak, 2011: 169).
2.2.2. James Marcia’nın Kimlik Statüleri Yaklaşımı
J. Marcia kimliği ölçülebilir ve gözlenebilir özelliklerini ön plana
çıkararak ele almıştır. Kuramcı, Erikson’un teorisini genişletmiş ve daha
işlevsel hale getirmiştir.
53
Marcia (1989, 1994) kimliğin kazanılmasıyla ilgili iki kavram önermiştir.
Bu iki kavram bunalım (crisis) ve bağlanma (commitment)’dır. Marcia ilk
zamanlar
bunalım
araştırılması
kavramını
(exploration
of
kullanırken,
alternatives)
daha
sonra
kavramını
da
seçeneklerin
kullanmıştır.
Seçeneklerin araştırılması, özellikle kimlik arayışı içinde bulunulan ergenlik
döneminde bireyin kendisi için olası alternatif meslek, inanç ve düşünceleri
sorgulamasını
yani
seçenekler
arasında
seçim
yaparak,
bu
seçim
doğrultusunda davranışlar ortaya koymasını ifade etmektedir. Marcia, bireyin
yaşamla kurduğu anlamlı bağların bazı alanlarda açıkça görülebileceği
iddiasıyla belli başlı bazı yaşam alanları tanımlamıştır (Atak, 2011: 185).
Marcia iki yaşam alanı belirlemiştir. Bunlar meslek ve ideoloji
alanlarıdır. Daha sonra özellikle cinsiyet farklarını göz önüne alarak bu iki
alanı ideoloji ve kişilerarası alan olarak belirlemiştir. İdeoloji alanında dini
inançlar, politik seçimler, meslek seçimi ve felsefi yaşam biçimi yer
almaktadır. Kişilerarası alanda ise arkadaşlık, flört, cinsiyet rolü, serbest
zaman uğraşları gibi yaşamsal alanlar tanımlanmıştır (Morsünbül, 2011: 24).
Kişinin bu yaşam alanlarında kimlik tanımları yaptığı ve kimlik duygusunun
bireyin bu alanlardaki davranışlarıyla gözlenebileceği iddiası Marcia’nın
görüşlerinin temelini oluşturmaktadır.
Marcia dört kimlik statüsü belirlemiştir. Marcia’nın kimlik statüleri
yaklaşımına göre başarılı kimlik ve kimlik arayışı (askıya alınmış kimlik)
statüleri üst; bağımlı (ipotekli) ve dağınık (karmaşık) kimlik statüleri alt kimlik
statüleri olarak belirlenmiştir.
1) Kimlik Karmaşası (Identity Diffusion): Kimlik karmaşası durumunda
olan bireylerin kendi kimliği, mesleği, dini inancı veya politik görüşü
konularında herhangi bir net kararı yoktur. Birey, bir kimliğe karar
verme sürecinde ilgisizlik, belirsizlik ve karmaşa yaşamaktadır.
Düşük düzeyde keşif, karar verme ve bağlanma süreci söz
konusudur. Çeşitli seçenekleri irdelemiş olsalar bile, hayatlarından
54
belirli
bir
yönelimi
henüz
gerçekleştirememişlerdir.
Kimlik
karmaşası durumundaki bireyler, dışarıdan gelecek etkilere açıktır
ve
bu
nedenle
de
ele
geçirdikleri
fırsatları
amaçsızca
değerlendirme yönelimi gösterirler. Mevcut durumlarından hoşnut
olmayan ve kendini bulamıyor olarak görünen bu bireylerde
uyuşturucu
ya
da
alkol
kullanımı
gibi
kaçış
davranışları
görülmektedir (aktaran Atak; 2011:186, Marcia J.E.; 2002). Yapılan
araştırmalarda kimlik karmaşası yaşayan bireylerin öz saygı ve
özerklik düzeyinin düşük olduğu, moratoryum ve başarı kimlikli
bireylere
göre
çok
daha
az
karmaşık
bilişsel
yöntemleri
kullandıkları, ahlaki akıl yürütmede gelenek öncesi ya da
geleneksel düzeyde oldukları görülmüştür. Kişilerarası ilişkilerde
soğuk ve uzaktırlar, başkaları tarafından sürekli etiketlenir ve
dışlanırlar (aktaran Atak; 2011:186, Kroger J.;1993).
2) Bağımlı Kimlik Statüsü (İpotekli Kimlik-Foreclosure): Bağımlı kimlik
statüsündeki bireyler anne, baba, akraba ya da diğer önemli
kişilerin beklentilerine göre kimliğini oluştururlar. Akran gruplarının
belirlediği roller ve değerler de bazen bireyin herhangi bir
sorgulama yapmaksızın bağımlı (ipotekli) kimlik oluşturmasını
sağlayabilir. Bağımlı kimlik statüsündeki bireyler, herhangi bir
kimlik krizi yaşamadan çeşitli meslek ve ideolojilere bağlanmakta;
ancak bu bağlanmalar bireyin kendi seçimleri değil, genellikle
anne-babanın
sunduğu
seçimlere
dayanan
bağlanmalar
olmaktadır. Örneğin küçük yaşlarda dini topluluğa katılma ya da bir
ustanın yanında küçük yaşta işe başlama bu statüdeki bireylerin
yapabileceği davranışlar arasında sayılmaktadır. Bağımlı kimlik
statüsünde olan bireylerin çoğu mutludur, kendilerini güvende
hisseder, çoğu zaman kendilerinden hoşnutturlar ve güçlü aile
bağları vardır. Kanuna ve düzene saygı duyar, güçlü bir liderin
izinde gitmekten hoşlanırlar. Yapılan araştırmalar cinsiyet farkı
olmaksızın
bağımlı
kimlik
statüsündekilerin
otoriter
tutum
55
sergiledikleri, onaylanma ihtiyacı duydukları, başkalarının fikirleri
doğrultusunda davrandıkları, özerklik ölçeklerinden düşük puan
aldıkları görülmüştür. Bu grup kimlik statüleri arasında en az kaygılı
ve yeni deneyimlere en az açık olan gruptur. Karmaşık bilişsel
yöntemleri çok az kullanırlar, ahlaki akıl yürütmede gelenek öncesi
ya da geleneksel düzeydedirler. Kişilerarası ilişkilerinde iyi huylu,
uysal, daha az güvenle bağlanmışlardır ve şüpheci bir tutum
sergilerler (aktaran Atak; 2011: 202, Miller, 1993).
3) Kimlik Arayışı (Askıya Alınmış Kimlik-Moratorium): Kimlik arayışı
durumunda birey, kriz evresini yaşamaktadır. Herhangi bir karar
verememiş, karara ulaşabilmek amacıyla seçenekler araştırmakta,
sürekli yeni roller denemekte ancak kalıcı herhangi bir bağlanma
yapmamaktadırlar. Marcia’ya göre askıya alınmış kimlik başarılı
kimlik
için
bir
ön
koşuldur.
Kişi
askıya
alınmış
kimlik
statüsündeyken dünya bireye sabit, kontrol edilebilir ve hoş bir yer
olarak görünmez. Askıya alınmış kimlik statüsündeki bireyler
genellikle hükümeti, politikayı, eğitimi kısaca her şeyi değiştirmek
isterler. Marcia'nın moratoryum olarak adlandırdığı statüdeki
ergenler, kimlik krizinin tam ortasındadırlar ve kriz devam ederken,
bu ergenler önemli kararlar vermeyi ertelerler. Bu zaman içerisinde
çok sayıda seçeneği keşfederler. Yapılan araştırmalar moratoryum
statüsündeki bireylerin, başarılı ve ipotekli kimlik statüsünde
olanlardan daha kaygılı, kuşkucu, ilişkilerinde uçarı ve yakın ilişki
için gerekli bağlanmadan kaçınma gibi özelliklere sahip olduklarını
ortaya koymuştur (aktaran Atak; 2011:187, Marcia J.,1993).
4) Başarılı Kimlik (Identity Achievement): Başarılı kimlik statüsündeki
bireyler kimlik arayışı döneminden başarılı olarak çıkmış, çeşitli
roller
deneyerek
kendi
rollerini
belirlemiş
ve
kimliklerini
bulmuşlardır. Başarılı kimlik statüsü bireyde ego gücünü artırır.
Kimliğini bulan birey kendi ile uyum içindedir, kendi kapasitesini ve
56
sınırlılıklarını
bilir
ve
düşüncelerini
kabul
eder.
Yapılan
araştırmalarda, başarılı kimlik statüsündeki gençler özerklik
ölçeklerinden tutarlı bir şekilde yüksek puan almışlar ve kararlarını
belirlerken başkalarının fikirlerine daha az bağlılık göstermişlerdir.
Bilişsel kapasiteleri açısından, baskı altındayken, diğer statülere
oranla çok daha başarılı, yaratıcı davranmışlar, mantıklı, akılcı ve
planlı karar verme stratejilerini daha çok kullanmışlardır. Yapılan
bir çok çalışmada statüler arasında, zeka düzeyleri açısından
anlamlı bir farklılık görülmemiştir. Başarılı kimlik statüsündekiler
yakın ilişkiler kurabilmekte ve cinsiyet rolü tutumlarında androjen
özellikler
taşımaktadırlar.
Kadın
ve
erkeklerin
öz-saygı
ölçümlerinde çelişkili sonuçlar alınsa da "başarısızlık korkusu"
açısından anlamlı farklılıklar bulunmuştur. Erkeklerde başarı
korkusu çok düşük, kadınlardaysa oldukça yüksek çıkmıştır.
Başarılı kimlik statüsündekilerin çoğunlukla ahlak gelişim düzeyleri
daha yüksektir, daha güvenli bağlanmalar gerçekleştirebilirler
(aktaran Atak, 2011: 188, Arnett J.J., 2007).
2.2.3. Berzonsky’nin Sosyal-Bilişsel Kimlik Gelişimi
Yaklaşımı
Berzonsky’nin sosyal ve bilişsel kimlik gelişimi yaklaşımı modeli, kimlik
stilleri konusunda ilk model olma özelliğini taşımaktadır. Berzonsky (1992)
kimlik gelişiminde farklı sosyal bilişsel süreçlerin rol oynadığını ifade eder.
Modele göre bireyler problem çözme, karar verme ve kimlik konuları ile ilgili
sorunları çözerken farklı yollar izlemektedirler (Atak, 2011: 201). Berzonsky
bireylerin bu farklılıklarını üç farklı kimlik tipi olarak tanımlamıştır:
1) Norm Yönelimli Kimlik (Norm oriented): Norm yönelimli bireyler
kimlikle ilgili problem durumları ile karşılaştıklarında aileler ve
toplumsal referans gruplarını içeren bireylerin beklenti ve isteklerini
57
göz önünde bulundurmaktadırlar (Morsünbül, Çok, 2013: 235). Bu
tipteki bireyler Marcia’nın kimlik statüleri sınıflamasında ipotekli
kimlik statüsüne karşılık gelmektedir. Sorun çözümü ve karar verme
sürecinde bu bireyler diğer kişilerden aldıkları bilgiye bağımlı
kalırlar. Yeni bilgilere kapalıdırlar ve yeni bilgiler bu bireyler için
değer ve inançları tehdit edici olarak görülür. Norm yönelimli kimlik
sergileyen bireyler, toplumsal kimlik bilinciyle, başkalarına bakarak
kendini değerlendirir ve başkaları odaklı sorun çözme yolları
benimserler (aktaran Atak, 2011: 201, Berzonsky, Ferrari, 1996; 20:
597-606).
2) Bilgi Yönelimli Kimlik (Informational oriented): Bilgi yönelimli
bireyler kimlik duygusunun yapılandırması ile ilgili karar vermede
ve içsel yatırımlarını şekillendirmeden önce, benlikle ilgili bilgileri
etkin
bir
biçimde
araştırmakta
ve
değerlendirmektedirler
(Morsünbül, Çok, 2013: 235). Bu bireyler, kimlik konuları ile ilgili
kararlarında bilgiyi araştırmakta, değerlendirmekte ve kendine
uygun olanı bulduğunda kullanmaktadırlar. Bu tipteki bireyler
Marcia’nın kimlik statüleri sınıflamasında başarılı ya da askıya
alınmış kimlik statüsünde yer almaktadırlar. Bilgi yönelimli kimlik,
yeni düşüncelere açık olma, kişisel kimlik tanımlanmasını
araştırma, soruna çözüm odaklı yaklaşma, değer ve eylemlere
açık olma gibi olumlu özellikleri barındırmaktadır (aktaran Atak,
2011: 202, Berzonsky, Ferrari, 1996; 20: 597-606).
3) Kaçınma Yönelimli Kimlik (Diffuse/ Avoidant oriented): Kaçınma
yönelimli bireyler ise kişisel çatışmalardan ve kimlikle ilgili
problemlerle
karşı
karşıya
kalmaktan
kaçınmaktadırlar
(Morsünbül, Çok, 2013: 235). Bu kişiler, sorunlarını çözmek
yerine kaçınmayı ya da ertelemeyi tercih etmektedirler. Bu
bireyler, Marcia’nın kimlik statüleri sınıflamasında dağınık kimlik
statüsüne karşılık gelmektedir. Kaçınma yönelimli kimlik, bilişsel
58
işlev gereksinimi, düşüncelere açık olma, problemle baş etme,
dışsal kontrol beklentisi ve içe bakış konularında olumsuz
özellikleri barındırır (aktaran Atak, 2011: 202, Berzonsky, 1992:
193-215, Berzonsky, Ferrari, 1996; 20: 597-606).
Berzonsky’nin
sosyal-bilişsel
kimlik
gelişimi
kuramında
bireyler
kararlarını oluşturmadan önce seçenek ve sonuçları sistemli bir şekilde
değerlendirirler. Berzonsky, bireyde karar verme ve kimlik oluşturma
sürecinin dinamik ve devam eden bir süreç olduğunu belirtmiştir. Bireyler
bağlanımlarından ve kararlarından önce sonuçları ve seçenekleri sistematik
olarak değerlendirirler.
Berzonsky, bağlanımların, yeni bilgi ve girdiler
ürettiğini ve bunların var olan kimlik yapısındaki dengeyi bozduğunu, böylece
yeniden değerlendirilerek uyma (accommodation) ile yeni bir yapı oluştuğunu
ileri sürer. Bu yüzden, bu süreçte sonuçların her yönüyle kestirilebildiği ve
sonuçlardan her zaman hoşnut olunduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Kimliğin
oluşumu sürecinde psikososyal etkileşim sonucu ortaya çıkan bilişsel
şemalar bireysel farklılıkları yaratmaktadır (aktaran Atak, 2011).
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
3. BENLİK (SELF) KAVRAMI VE BENLİK KURAMLARI
3.1. Benlik (Self) Kavramı
İngilizcede “self-concept” olarak kullanılan kavram Türkçeye “benlikkavramı” olarak çevrilmiştir. Kavramı “kendilik tasavvuru” (Beyazyüz, Göka;
2011: 35) olarak tanımlayan araştırmacılar da bulunmaktadır. “Kendilik”
kavramı, benlik-öz-nefs olarak da kullanılmakta olup, “tasavvur” sözcüğü ise
hayal etme, zihinde canlandırma olarak tanımlanmaktadır. Kısaca, kendilik
tasavvuru, bireyin kendisini kendi zihninde canlandırması ve hayal etmesi
59
demektir. Çalışmanın bu bölümünde literatürdeki benlik tanımlarına, benliğin
yapısına, benlikle ilgili kavramlara ve benlik kuramlarına yer verilecektir.
3.1.1. Benlik Kavramının Tanımı
İnsan olmak, benliğinin olduğunun bilincinde olmak demektir ve benliğin
doğası insan olma olayının özünü ifade eder.
Lewis,1990
Kişiliğin temel özelliklerini veren “ben” ya da “benlik” (the Ego, le Moi,
das Ich) katmanı ile kişilik arasına gelişme ve yapı bakımından kesin bir sınır
çizmek oldukça zordur. Kişilikle benlik iç içe olmakla birlikte, benlik kişilikten
farklı özelikler taşımaktadır. Birey, kişiliğinin karakter ve mizaç gibi kimi
özelliklerinin bir bölümünden ya da bütününden haberdar olmayabilir. Başka
bir deyişle, bunlara ilişkin bilgisi ya yoktur ya da az ve hatalıdır. Birey,
kişiliğinin dışarıya yansıyan, başkaları tarafından değerlendirilen yanlarını
bilmeyebilir ama benlik, bireyin kendi kişiliğine ilişkin kanılarının toplamı,
insanının kendisini tanıma ve değerlendirme biçimidir (Köknel, 1986: 78).
Kişilik, objektif (nesnel) ve sübjektif (öznel) bir yapıdan oluşmaktadır.
Kişiliğin objektif yanı, bireyin çevresindeki insanların
ona dikkatlice
baktıklarında görebildikleri kişilik özelliklerini oluştururken; kişiliğin sübjektif
yanını ise bireyin kendi kişiliğini nasıl algıladığı oluşturmaktadır ve buna
benlik (kendilik, nefs) denir (Beyazyüz, Göka, 2012: 18).
Benlik kavramı ile birey, kendi dışında kalanlardan ayrılmakta ve
kendine özel bir alan oluşturmaktadır. Oluşturulan bu alanı korumak,
geliştirmek ve sosyal etkileşim içinde konumlandırmak için de çok büyük
çaba
göstermektedir.
Bu
çaba
nitelendirilmektedir (Cüceloğlu, 1997).
"ben
olma
savaşı"
biçiminde
60
Araştırmacılar,
benliğin
üç
yapıdan
meydana
geldiğini
iddia
etmektedirler. İlk olarak benlik, bireyin kendisi hakkında bildiklerinden; ikinci
olarak, başkalarının kişiye ilişkin görüşlerinden kişiye yansıyanlardan; üçüncü
olarak, kişinin gelecekte olmak istediğine ilişkin değerlendirmelerinden
oluşmaktadır. Bu yapıları, literatürdeki tanımlarla birlikte açıklarsak;
Benlik, ilk olarak bireyin kendisi hakkında bildiklerinin tümünden
oluşmaktadır. Baymur’a göre benlik, bireyin kişiliğine ilişkin kanıları ve kendi
kendini görüş tarzıdır. Benlik, bireyin özellikleri, yetenekleri, değer yargıları,
emel ve ideallerine ilişkin kanıların dinamik bir bütünlüğüdür. Bireyin içinde
kendisini gözetleyen, yargılayan, değerlendiren ve davranışlarını düzene
koyup onu yöneten bir güçtür (Baymur, 1994: 267-268).
Benlik bireyin kendisine bakış açısıdır. Bireyin kendi zihninden kendini
değerlendirmesi yanında başkalarının zihninden kendini değerlendirmesi ve
kendine ilişkin tüm bulgular ile benliğini oluşturmaktadır. Birey, tüm bu
bulgular neticesine göre davranışlarını şekillendirmektedir. Benliğini geliştiren
birey, kendine olan saygısını, kendine olan güvenini ve mutluluğunu
artırabilmektedir.
Benlik, insanın özellikleri, amaç ve beklentileri, yetenek ve olanakları,
değer yargıları ve inançlarından oluşan durağan olmayan değişim içinde bir
yapıdır. Benlik, insanın kendi kişiliğine ilişkin kanılarının toplamı, insanın
kendini tanıma ve değerlendirme biçimidir. İnsan kim olduğunu, amacının ne
olduğunu, ne yapabileceğini, nelere değer verip, inanıp bağlanacağı gibi
sorulara cevap arayarak benliğini tanımaktadır. İnsanın çevresindeki olaylara,
varlıklara, kişilere karşı oluşturduğu tutum, davranış ve tavırlarını kendi
benliği biçimlendirmektedir (Köknel, 1995).
İkinci olarak benlik, başkalarının kişiye ilişkin görüşlerinden kişiye
yansıyanlardan oluşmaktadır. Yani benlik, bireyin çevresinden gelen
görüşlerle kendisini nasıl algıladığıdır. Bu algılar, bireyin çevresi ile olan
61
deneyimleriyle oluşmakta ve çevresel pekiştireçler ile çevresindeki diğer
önemli kişilerden etkilenmektedir (Shavelson, 1976: 407-411).
Diğer bir tanıma göre benlik, bireyin kendisi ve içinde yaşadığı
çevresine ilişkin değerlendirmelerini ve anlamlandırmalarını içermektedir.
Bireyin benlik kavramı, çeşitli biçimde olmak üzere sevgi, tercihler, dilek ve
umutların düzeyi, başarı, güdülenme, bedensel varlık, rahatsız edici
durumlar, sosyal sınıf, ana-baba kararları, küçültücü ifadeleri, kabul veya ret
gibi psikolojik kavram ve özelliklerle ilgilidir (Özoğlu, 1975: 93-112).
Üçüncü olarak benlik, kişinin gelecekte olmak istediğine ilişkin
değerlendirmelerinden oluşmaktadır. Buna ideal benlik de denir. Birey
benliğinin gelişmesiyle birlikte, yavaş yavaş sahip olması gereken ideal
özelliklerin neler olduğunu da öğrenmektedir. Bu ideal davranışlar, beceriler
ve özellikler genellikle içinde yaşanan toplum tarafından değerli kabul edilen
ideal standartlardır (Kuzgun, 2002: 99-100). Örneğin, bireyin iyi bir eğitim
alması, saygın bir mesleğe sahip olması, çalışkan olması ve ekonomik
durumunun iyi olması toplum tarafından değerli kabul edilen ideal standartlar
arasında yer almaktadır.
Benlik üzerinde yapılmış tanımlara yer verdikten sonra, benliğin yapısı
ve benliği oluşturan alt kategorilere ilişkin görüşlere geçebiliriz.
3.1.2. Benliğin Yapısı
Benlik, bilişsel bir yapıdır. Bir bilişsel kavram olarak benlik bireyin
deneyimleri üzerine kuruludur. Bilişsel özelliğiyle benlik, bireye yaşamında
rehberlik etmekte ve bireyin sonraki deneyimlerini şekillendirmektedir. Benlik,
hafızaya ihtiyaç duymaktadır ve bu bağlamda benlik, bireyin kendiyle ilgili
hatırlayabildiklerinin tümüdür (Brewer, Hewstone, 2004).
62
Kişinin kendisini algılaması çeşitli alt kategorilerde incelenebilir.
Bunlardan en önemli olan üçü şunlardır (Beyazyüz, Göka; 2011: 35):
1) Kişisel Benlik: Kişinin kendisi hakkında bildiklerinden oluşmaktadır.
Örneğin “ben uzun boyluyum, ben çekiciyim, ben kıskancım” gibi
ifadeler kişinin kendiyle ilgili düşünceleridir.
2) Sosyal Benlik: Başkalarının kişiye ilişkin görüşlerinden kişiye
yansıyanlardan oluşmaktadır. Sosyal benlikte, kişinin ilişki içinde
olduğu insanlar birer referans noktasıdır ve kişinin onlar aracılığıyla
kendisiyle ilgili yaptığı tanımlarla sosyal benliği oluşur. “İnsanlar
benim agresif olduğumu düşünür, insanlara itici geliyorum, şu
kişinin görüşüne göre ben şişmanım” gibi ifadeler de sosyal
benliğin parçalarına örnek olarak gösterilebilir.
3) İdeal
Benlik:
Kişinin
değerlendirmelerinden
gelecekte
oluşmaktadır.
olmak
istediğine
Örneğin,
ilişkin
“başarılı
bir
akademisyen olmak istiyorum”, “daha sakin bir insan olmak
istiyorum”, “daha uzun ve daha zayıf olmak istiyorum” gibi ifadeler
ideal benlik hakkında ipuçları vermektedir.
Benlik birçok yapının bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Kendi
benliğini geliştirmek, benliğinin bilincinde olmak, onu keşfetmek ve yeniden
yaratmak, onu ifade etmek, onun sorumluluğunu almak, onunla mutlu olmak,
benliğinden utanmak, bütün bunlar benliğin yapılarıdır ve bunların işleyiş tarzı
bireyde benlik ve kimlik anlayışını oluşturur. Bireyin benliği, bazen olmasını
beklediği ve bazen olmaktan korktuğu görüntüsü ile mevcut davranışı
canlandırmakta ve anlayışı daha renkli hale getirmektedir. Benlik kavramı ve
kimlik, bireyin kendini düşündüğünde aklına gelen şeylerdir (Naisser, 1995),
buna hem kişisel hem sosyal kimlikler de dahildir (Stryker, 1980; Taijfel,
63
1981). Benlik, bireyin kişiliğiyle ilgili bir teorisidir (Markus, Cross: 1990) ve
bireyin kendi ile ilgili bildiği veya bilemediği her şeydir.
Benliklerin bilinen, bilinmeyen; saklı kalmış veya tümüyle bilinmeyen
yönleri de vardır. Her bireyde bu yönler farklı düzeyde gelişmiştir. Bu
farklılıklar
farklı
kişilikleri
ve
davranışları
oluşturmaktadır.
İnsan
davranışlarının anlaşılmaya çalışıldığı birçok alanda kullanılan Johari
penceresi modeli, çevredeki insanların neden birbirinden farklı kişilik ve
benlik gösterdiklerini anlamaya yardımcı olmaktadır.
Johari penceresi, Joseph Luft ve Harry Ingham’ın isimlerinin
kısaltılması
ile
geliştirilen
dört
bölümden
oluşan
bir
dikdörtgenden
oluşmaktadır. Modelde dört pencerenin her biri bireylerin davranış, duygu,
ihtiyaç ve tercihlerine işaret etmektedir. Kişinin hangi pencerede olduğu
diğerleriyle kuracağı iletişimi etkilemektedir (Uysal, 2003: 138).
1
3
Bilinen Benlik
Kör Benlik
(Known Self)
(Blind Self)
Bireyin hem kendisi hem
başkaları tarafından
bilinen yanları
Bireyin kendisi tarafından
bilinmeyen, başkaları
tarafından bilinen yanları
2
Gizli Benlik
4
Bilinmeyen Benlik
(Hidden Self)
(Unknown Self)
Bireyin kendi hakkında
bildikleri ama başkalarının
bilmedikleri
3.1.3.
Bireyin de başkalarının da
bilmedikleri
Şekil 4: Johari Penceresi
64
Her bireyde farklı açıklıkta bulunan bu pencerenin bölümlerini
açıklayalım (Armağan, 2012: 117):
Pencerenin birinci bölümü, açık/bilinen benlik (known self) olarak
tanımlanmaktadır. Açık benlik, bireyin hem kendisini hem de başkaları
tarafından bilinen yönlerini göstermektedir. Bu tarzdaki ikili ilişkilerde birey
korumacı önlemlere gerek duymayıp açık benlik sergilediği minimum
düzeyde çatışma yaşanmaktadır.
İkinci bölüm, bireyin kendisi tarafından bilinen ancak başkaları
tarafından bilinmeyen gizli benlik (hidden self) yapısıdır. Etkileşim sürecinde
birey diğerinin nasıl davranacağı kestiriminde bulunamayacağı için gizliliğini
sürdürmeye yatkındır. Bu bölge potansiyel çatışma kaynağı olarak
görülmektedir. Bölümün alanı büyüdükçe, birey benliğini gizlemek için
korumacı önlemlere gerek duymaktadır. Davranışları açık olmayan bireyin
başkalarıyla çatışma düzeyi maksimum seviyededir.
Üçüncü bölüm, bireyin kendisi tarafından bilinmeyen buna karşın
başkaları tarafından algılanan ve bilinen kısmıdır. Bu bölüm kör bölge (blind
self) olarak bilinir. Bu etkileşim tarzında birey istemeden başkalarını
incitebileceği
için
bu
bölge
de
potansiyel
çatışma
kaynağı
olarak
görülmektedir. Bölümün alanının büyümesi, bireyin kendi davranışlarını
kontrol edebilme bilincinin az olduğunu göstermektedir ve dolayısıyla çatışma
artacaktır.
Dördüncü bölüm ise, keşfedilmemiş benlik bölgesidir. Bireyin hem
kendisi, hem de başkaları tarafından bilinmeyen (unknown self) bölgedir.
Yanlış anlamaların, ters anlamaların kaynağı olması nedeni ile temel çatışma
kaynağı olarak görülmektedir.
İnsanın iç varlığını oluşturan benlik de, kişilik gibi anlaşılması güç ve
karmaşık bir kavramdır. Bu kavramın anlaşılması ve yapısını oluşturan
65
öğelerin çözümlenmesi için, insanın kendi kendisine sorduğu sorulara
içtenlikle cevap araması gerekir. İnsanın kendi benliğini tanıyıp bilmesi için
tek çıkar budur (Köknel, 1986: 78).
Aşağıda verilen ve insanın kendini tanıması için, kendine sorduğu bu
sorulardan ilk iki sorunun cevabı gerçek benliği, son iki sorunun cevabı ise
sosyal benliği ve ulaşılmak istenen ideal benliği meydana getirmektedir
(Baymur,1994, 264):
1) Ben neyim? Bu sorunun cevabını bazı kimseler, daha çok olumsuz
olarak yani, “ben beceriksizim, aptalım, çirkinim, soğuk insanın biriyim”
diye cevaplandırabilir. Bir başkasının ise kendisi hakkında “ben
akıllıyım, güzelim, becerikliyim, sevimliyim” diye daha olumlu bir kanısı
bulunabilir.
2) Ben ne yapabilirim? Bende ne gibi yeterlilikler var? “ Ben iyi
konuşurum, güzel resim yaparım, müzikten anlarım, matematiğe
kabiliyetim var, gibi kendimizde ne gibi yetenekler olduğuna ilişkin
kanılarımız benliğin bir yanını oluşturur. Benliğin bu yanı da bireyin
kendisi tarafından olumlu, ya da olumsuz olarak değerlendirilmiş
olabilir.
3) Benim için neler değerlidir? Ben ne yapmalıyım ve ne yapmamalıyım?
Örneğin, “başkalarına yardım etmeliyim”, “ para kazanmalıyım”,
“kopya yapmamalıyım”, ya da yakalanmamak şartıyla kopya yapmakta
bir sakınca yoktur”, “ her şeyden önce kendimi düşünmeliyim” gibi
bireyin içinde bulunduğu toplumdan kendine göre edindiği az çok
olumlu ya da olumsuz yargılardan meydana gelen bir değerler sistemi
vardır. Bu da benliğin önemli bir yanıdır.
4) Hayatta ne istiyorum? Doktor, mühendis, öğretmen, sanatkar, iyi bir ev
kadını veya evcimen, bir aile reisi olmak, sosyeteye mensup iyi giyinen
66
bir insan olmak gibi çeşitli emel ve idealler de benliğin bir yanını
oluşturur.
3.1.3. Benliğin Gelişimi
Benlik bireyin bebekliğinden itibaren kendi bedenini diğer nesnelerden
ayırt etmesiyle başlamakta ve üstlendiği sosyal rollerle bağlantılı biçimde
sürekli olarak değişmekte, gelişmektedir (Beyazyüz, Göka, 2012: 18).
Bebeğin içgüdüleri, dünyayı anlama yönünde bir güdü sağlamaktadır
ve bilişsel ve dil gelişiminde uyarıcı rol oynayarak, bilişsel gelişim üzerinde
benlik oluşmasının etkilerini ön plana çıkartmaktadır. Hafıza kapasitesi
hayatın ilk yılında arttığı için, bebekler daha ayrıntılı bir kimlik duygusu
geliştirmektedir, çünkü çevrelerindeki farklı kimselerle daha ilgilidirler ve farklı
etkileşimleri depo etmektedirler. Benlik bilinci iki yaş civarında ortaya
çıkmaya başlamakta ve dördüncü yaş sonunda sağlamlaşmış bir hal
almaktadır. Örneğin iki yaş civarındaki çocuklar, önceden çekilmiş bir
videodaki sahnede kendi boyalı alınlarını izlerken oralarına dokunmaktadırlar
(Povinelli & Simon, 1998). Bireyde gelişen bu benlik kavramı, kendini
algıladığındaki şaşırma, anne gittiğindeki korku ve yaptığı şeydeki başarıda
hissettiği gurur öz-bilinç duyguları ile bağlantılıdır (Hammen, 1991).
Kişilerin bebekken kendilerinin nasıl farkında olduğu üzerinde bir
çalışma olan Jacjues Lacan’ın “Ayna Evresi”, çocuğun dünyadaki altıncı
ayından sonra, bir aynayla karşılaşması ve aynada kendi görüntüsünü fark
etmesiyle birlikte ortaya çıkmaktadır. Aynadaki görüntüsünü gören bebek,
kendisini ayna karşısında tutmakta olan yetişkine dönmekte ve o yetişkinin,
yüz ifadesiyle aynada gördüğünün kendi görüntüsü olduğunu onaylamasını
istemektedir (Weiss 1999: 10-14). “Ayna Evresi” teriminin isim babası Fransız
psikolog ve filozof Henri Wallon’dur. Daha çok sosyal psikoloji alnında
çalışan Henri Wallon, insan yavrusu ile şempanzelerin bir ayna karşısındaki
67
tutumlarını karşılaştırmış, şempanzelerin aynadaki görüntüye karşı kısa
sürede kayıtsız hale geldiğini, fakat insan yavrusunun aynadaki görüntü
karşısında artan bir ilgisinin ortaya çıktığını gözlemlemiştir. Wallon’un bu
gözlemi ve ürettiği terim, Lacan’a ilham kaynağı olmuştur (aktaran Göka,
Beyazyüz, 2011: 26, Laznik, 2005: 1058).
İnsan yavrusu oldukça yetersiz bir bedenle dünyaya gelmektedir.
Kendilerine bakma yetenekleri, hareketlerini tam olarak yönlendirme
becerileri ve hatta kendilerini tam olarak fark edecek donanımları yoktur. Bu
nedenle bebeklerin bütünleşmiş bir beden algıları da mevcut değildir. Buna
karşın etraftaki diğer insanların beden bütünlüğünü fark eden bebek, bir ayna
ile karşılaştığında kendi bedeninin bütünlüğünü de fark etmiş olur. Lacan,
bebek için, aynadaki görüntünün kendisine ait olduğunun “öteki” tarafından
doğrulandığı anın büyük önemi olduğunu söylemektedir (Laznik, 2005: 1059).
Bu an itibariyle bebek, kendi bedenini bir bütün olarak bilincine varmaktadır.
Bu andan sonra, bebek, kendi bedeni üzerinde bir hakimiyet tesis etmeye
başlamaktadır. Ayna evresinin ortaya çıkışı ile birlikte ego, yani “ben”
kavramı da çocuğun zihninde şekillenmektedir. Çocuğun ayna karşısında
gördüğü imaj esasında çocuğun zihnindeki kendi imajıyla aynı değildir, fakat
çocuk bu farklı imajın kendi imajı olduğunu görmektedir. Burada da bir
yanılma söz konusudur. Çocuğun ayna ile karşılaşmadan önceki beden imajı
ile kendisine ait olduğunu kabul etmek zorunda kaldığı aynadaki imaj
arasındaki fark bir yabancılaşma doğurmaktadır. Bu yabancılaşma zihinsel
süreçler için ömür boyu sürecek bir sorun oluşturacaktır, çünkü aynadaki imaj
hiçbir zaman zihnindeki beden imajıyla tam olarak örtüşmeyecektir. Lacan’ın
sonraki eklemelerine göre “ayna evresi”, “öteki”nin bakışı tarafından zihinsel
aygıtın şekillendirilmesine karşılık gelmektedir. Yetişkin bir insanın zihinsel
süreçlerinde de mecazi aynalar benzer sürecin devamına sebep olur. Mecazi
aynalar ise “öteki”lerdir. Öteki insanların zihnindeki algılanışla, kendi kendini
algılayış arasında daima bir farklılık mevcut olacaktır (Göka, Beyazyüz, 2011:
27).
68
Benlik, çocukluk dönemindeki deneyimlerden ve çevresindeki kişilerin
davranışlarından etkilenmekte ve çocuğun kabul edilen bir insan olup
olmadığı konusunda önemli ipuçları vermektedir (Kazancı, 1989: 185-186).
Benliğin oluşumundaki bu etki, ergenlik döneminde daha da önem ve hız
kazanmaktadır. Genç bu dönemde, duygularını, bedenini incelemekte, nasıl
bir kişi olduğunu ve nasıl bir kişi olmak istediği konularında kafa yormaya
başlamaktadır. Bu çağda benlik kavramı sürekli iniş çıkış ve dalgalanma
göstermekte ve genç benliğini yeni baştan düzenlemeye çalışmaktadır
(Yörükoğlu, 1987).
Erken adolesan döneminde benliğe hem geçmiş hem gelecek uyumu
evrilmekte ve genç daha soyut ifadeleri kullanmaya başlamaktadır. Genç,
genelde yaptıkları şeyi anlatmaktan, kıyaslamalı değerlendirmelere, iç
kişilikle ilgili endişelere, sistematik inanış ve planlara geçiş yapmaktadır. Her
bir yeni aşama bir önceki ile uyum sağlayarak onu dönüştürmektedir.
Psikolojik benlik evrilirken genç, benliği üzerinde çeşitli perspektiflere uyum
sağlamak için uğraş vermektedir (kendisini dünyaya nasıl tanıttığı, ne olma
arzusu taşıdığı, önceleri kim olduğu ve şimdi kim olduğu gibi) (Harter, 1990;
Harter, Marold, Whitesell, & Cobbs, 1996; Ruble, Eisenberg, & Higgings,
1994). Yetişkin bir kişi olduğu zamanki duygunun gelişimi adolesan
döneminin başlıca görevi olarak izlenmektedir. Ama kim olduğu ve nereye ait
olduğu sorusu olgunluk boyunca esas şeyi oluşturmaya devam etmektedir
(Erikson, 1968).
3.1.4. Benlik Bilinci (Self-Aware)
Benlik bilinci, kişinin kendisinin, ötekilerden ayrı, bağımsız toplumsal
bir kimliğinin olduğunun farkında oluşudur. İnsanlar benlik bilinçleriyle
doğmazlar, ancak ilk toplumsallaşmanın bir sonucu olarak benlikleri hakkında
bir farkında olma duygusu edinirler (Giddens, 2000: 615). Benlik farkındalığı,
bireyin dikkatini kendi üzerinde yoğunlaştırması ve kendisinin başka
69
insanlardan farklı bir varoluşa sahip olduğunun bilincine varmasıdır (Budak,
2000: 576).
Skinner’e (1974) göre, insanlar sadece bilinçli olmakla kalmaz, aynı
zamanda bilinçli olduklarının da farkında olurlar. İnsanlar sadece çevrelerinin
değil, çevrenin bir parçası olarak kendilerinin de farkındadırlar, sadece dış
uyaranları gözlemekle kalmaz, gözledikleri kendi içlerinden gelen içsel
uyarıcıların da farkındadırlar. Davranış hem çevrenin hem de kendi derisinin
altındaki çevresinin bir parçasıdır. İnsan evrenin bir parçası olarak kendine
özgüdür ve bu nedenle özeldir. Hepimiz öznel olarak kendi düşüncelerimizin,
duygularımızın, anılarımızın ve amaçlarımızın farkındayızdır (aktaran Feist,
1990: 183).
Kişi psikolojik, dürtü ve güdülerini, duygularını, fiziksel yapısını, kendi
kişisel
standartlarını,
yapamayacaklarını
ekonomik
algıladığı
durumunu,
zaman,
benlik
yapabileceklerini
farkındalığına
veya
ulaşmış
olmaktadır. Ulaştığı farkındalık durumundan birey hoşnutluk duyuyorsa, bu
aynı zamanda kendilik algısını güçlendirmektedir. Benlik farkındalığı herkes
için geçerli bir süreçtir. Bununla birlikte bazı insanların benlik farkındalığı
güçlü yani benliğinin ayrımına varma yeteneği güçlü, bazılarının ise daha
zayıf olmaktadır.
Kendi kendinin farkında olan insan, kendinin farkında olmayan
insanlardan daha fazla dürüst, daha az keyfi olarak cezalandırıcı, daha
çalışkan ve gayretli olmaktadır. Bazen kurallar kişinin kendi davranışından
daha fazla öne çıkabilir. Bu durumda kişi şimdiki ve önceki davranışı
arasındaki farkı en aza indirmeye çabalamaktadır. Örneğin kişiden kendisinin
sosyal yaşamdan hoşlanma ya da saldırganlık eğilimlerini tanımlanması
istendiğinde, kişinin ben farkındalığı durumu, kişiyi daha çok gerçeğe uygun
bir kendini tanımlamaya yöneltmektedir (Özen, 2003: 62).
70
3.1.5. Benlik Yeterliliği (Self-Efficiency)
Benlik farkındalığı yüksek bireyler, benlik yeterliliği (self-efficiency)
duygusuna da çabuk ulaşabilmektedirler. Kişiler yaşam mücadelesi verirken
kendilerini yeterli veya zayıf olarak görmektedirler. Bu, onların kendilik
algılarını etkilemektedir. Benlik yeterliliği bireyin tutum ve davranışlarını
birçok yönden etkilemektedir. Benlik yeterliliği duygusu yüksek insanlar
yaşamın zorluklarıyla daha kolay başa çıkabilirken, benlik yeterliliği,
dolayısıyla kendilik algısı düşük insanlar yaşam mücadelesine kolayca yenik
düşmektedirler. Benlik yeterliliği ve kendilik algısı yüksek insanlar, amaçlarını
gerçekleştirme konusunda daha azimli, sabırlı ve sebat sahibidirler (Schultz
& Schultz, 2001: 385).
Benlik farkındalığı ve benlik yeterliliği yüksek olan bireylerin kendilerini
topluma kabul ettirmeye yönelik benlik sunumları da daha güçlüdür. Bu
bireylerin farklı ortamlara ve durumlara uyum sağlama hızları yüksektir.
Toplumsal yaşamda olumlu izlenim, itibar ve imaj oluşturma yetenekleri
gelişmiştir. Bu durum onların güçlü bir kişilik göstermelerini sağlamaktadır.
Benlik farkındalığı, kişinin kendini tanıma ve tanımlamadaki becerisini
artırırken; benlik yeterliliği kişinin zor durumlar karşısında mücadele etme,
problem çözme, kendini var etme ve kendini gerçekleştirme yeteneğini
artırmaktadır (Tutar, Altınöz, Çakıroğlu, 2009: 491).
3.1.6. Benlik Saygısı (Self-Esteem)
Benlik kavramıyla ilgili bir diğer önemli kavram benlik saygısıdır. Benlik
saygısı, kişinin kendisine değer vermesi, kendine güven ve saygı duyması,
kişinin
kendini
değerlendirmesi
sonucunda
ulaştığı
onaylamasından doğan beğeni durumudur (Gün, 2006: 19).
kendi
benliğini
71
Benlik bilinci benliğin zihinsel boyutunu oluştururken, benlik saygısı
benliğin duygusal boyutunu oluşturmaktadır. Kişinin benlik algısında olduğu
gibi kendisini kim olarak gördüğünün yanında, kim olarak görmek istediği ile
de ilgilidir. Benlik saygısı, kişinin kendini zihinsel olmaktan çok duygusal
değerlendirmelerinin sonucunda ulaştığı kendinden duyduğu hoşnutluk
düzeyidir. Ruh sağlığının ve iyi olma durumunun bir göstergesi olan benlik
saygısı, kişiye yeterlilik duygusu ve başarı güdüsü vermektedir. Kişinin
kendisiyle barışık olma derecesini ve yeterli olarak görme düzeyini
yansıtmaktadır (Bruno, 1996: 102). Benlik saygısı, kişinin kendini değerli
görmesi veya görmemesini belirlemektedir (Çuhadaroğlu, 1994).
Rosenberg; benlik saygısının, kişinin kendini değerlendirirken aldığı
tutumun yönüne bağlı olduğunu belirtmektedir. Kişi kendini değerlendirmede
olumlu bir tutum içindeyse benlik saygısı yüksek, olumsuz bir tutum içindeyse
benlik saygısı düşük olmaktadır (Çuhadaroğlu, 1986).
Benlik saygısı dolayısıyla, benlik algısı yüksek insanlar kendileri
hakkındaki kendi değerlendirmelerine önem verirken, kendilik algısı ve benlik
saygısı zayıf insanlar başkalarının onlar hakkındaki değerlendirmelerine
önem atfetmekte ve kendilerini yetersiz görmektedirler. Benlik saygısı yüksek
olan kişide kendine güven, iyimserlik, başarma isteği, zorluklardan yılmama
gibi olumlu ruhsal nitelikler bulunurken, benlik saygısı düşük bir kimsenin
kendine güveni azdır, kolay umutsuzluğa kapılır, kısacası olumsuz ruhsal
belirtiler geliştirmeye daha yatkındır (Yörükoğlu, 1988).
Copersmith (1967), benlik saygısını kişiliğin önemli bir boyutu ve
olumlu bir kişilik özelliği olarak kabul ederken, bireyin kendini yetenekli,
önemli, başarılı ve değerli olarak algılama derecesi şeklinde tanımlamaktadır
(aktaran Gül: 1996).
72
Copersmith’e göre benlik saygısının gelişiminde katkısı olan 4 önemli
etken şunlardır (aktaran Gül: 1996):
1) Kişinin yaşamında önemli bir yere sahip olan insanlardan gördüğü ilgi,
kabul edici ve saygılı davranışların miktarı,
2) Kişinin başarıları ve sahip olduğu statü,
3) Kişinin başkaları tarafından kendisi için konulan veya kendi istediği
amaçlara ulaşmış olması,
4) Kişinin başkaları tarafından yapılan değerlendirmelere verdiği karşılık.
Bunların yanında bireylerin yüksek benlik saygısı geliştirmelerini
zorlaştıran bazı engeller bulunmaktadır. Örneğin, fiziksel bir engel, hastalık,
zihinsel eksiklikler, dikkat problemleri bunlardan bazılarıdır. Ayrıca sınıf
farklılıkları, ekonomik problemler, aile, alkolizm, çevresel baskılar gibi bazı
durumlardan kaynaklanan engeller de bireylerde benlik saygısının az
olmasına sebep olabilmektedir. Ama tüm bu zorluklara rağmen yüksek benlik
saygısı geliştirebilen bireyler de bulunmaktadır (Yavuzer, 2002).
3.1.7. Benlik Tasarımı-İnşası (Self-Construction)
Hem sabit hem de değişken olduğu söylenilebilen benlik, bireyin
yaşam süresince meydana gelen uyumsuzlukları çözen, yeterlik arayan ve
gerçek dünya terimiyle üstünlük arayan aktif bir unsur olarak görülmektedir
(Brown, 1998). Bireyin yaşama ayak uydurabilmesi için benliğini geliştirmesi
ve yapılandırması durumuna benlik tasarımı diyebiliriz.
Benliğin yapısı konusunda “Psikolojik Merkezcilik” görüşünden yana
olan yazarlar benliğin karmaşık ve bütüncül bir görünümde olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Bu yaklaşımdan yola çıkarak benlik yapısının iki temel
belirleyicileri olduğu iddia edilmektedir (Kuhn & Mcpartland, 1954; Gordon,
1968). Bunlar: (1) sevgi, zeka ve iyimserlik gibi kişilik özellikleri, (2) ırk,
73
cinsiyet, din, yaş ve sosyal sınıf gibi sosyal kimliğe ilişkin bazı özelliklerdir. Bu
görüşün savunucuları benlik yapısının ancak bu iki grup temel belirleyiciler
arasındaki ilişkilere dikkat etmekle anlaşılabileceğini ileri sürmektedirler.
Gergen (1971)’in kuramsal yayın sayılan çalışması benlik tasarımının
gelişimine detaylı olarak yer vermektedir. Araştırmada benlik tasarımının
gelişiminde etken olan başlıca dört süreç üzerinde durulmuştur. Bunlar:
(1) Bireyin çocukluk yıllarından bu yana geliştirmiş olduğu yerleşik davranış
kalıpları, (2) bireyin çevresinde bulunan kişilerin bireyi değerlendiriş tarzları,
(3) bireyin diğer kişilerle olan ilişkilerinde bireyin kendini ele alış biçimi ve (4)
bireyin çocukluktan beri geliştirmiş olduğu kendine özgü amaçları olarak
sıralanmıştır.
Benlik Tasarımı ve Aile İlişkisi
Bireyin çevresi ve çevresiyle olan sosyal ilişkileri uygun bir şekilde
düzenlendiğinde,
birey
sağlıklı
ve
gerçekçi
bir
benlik
tasarımı
gerçekleştirebilmektedir. Birey, çevresine uygun davranışlar geliştirmesi
gerektiğini bebeklik çağında kavrayabilmektedir. Mead’a göre birey, öncelikle
kendi çevresindeki bireyleri (anne, baba ve kardeşleri) gözleyerek, onların
davranışlarını oyun içinde taklit etmekte, kendisi için önemli olan bu kişilerin
davranışlarını özümseyerek bir başkasının rolünü oynamakta ve giderek
kendisini başkalarının ona yönelttiği davranışlar gibi görmeye başlamaktadır
(Gergen, 1971).
Gürhan’ın (1986), “Lise öğrencilerinin Benlik Tasarım Düzeylerini
Etkileyen Bazı Etmenler” adlı araştırmasında çeşitli bölümlerden elde edilen
bulgulara
göre,
niteliklerinden
ve
lise
öğrencilerinin
kültürel
nitelikleri
benlik
ve
tasarım
düzeyleri
ana-babalarının
özlük
davranışsal
özelliklerinden değişik derecelerde etkilenmektedir. Okul yaşamında serbest
zaman etkinliklerine katılan ve spor yapan öğrencilerin benlik tasarım
düzeyleri yapmayanlara göre üst seviyelerdedir. Öğrenim seviyesi yüksek
74
anne ve babaların çocukları alt öğrenim seviyesine sahip olanlara göre benlik
tasarımı açısından avantajlıdır (Kulaksızoğlu, 2005).
Oğuzhanoğlu ve Kültür’ün (1988), yaptıkları çalışmada, annenin eğitim
düzeyi yüksekliğinin; anne ve babanın ergene karşı benimsediği gözetme ve
değer verme gibi olumlu tutumların benlik saygılarını yükseltici rol oynadığı
tespit edilmiştir (Gür, 1996).
Çuhadaroğlu (1989) yaptığı çalışmada, ergenlerde benlik saygısını
etkileyen faktörlerden anne eğitim düzeyi arttıkça benlik saygısı oranının
artığını, annenin çalışıyor olmasının benlik saygısını olumlu yönde etkilediğini
belirtmiştir (Çuhadaroğlu, 1989).
Benlik Tasarımı ve Yaş İlişkisi
Benlik tasarımının yaş ile ilişkisini araştıran bazı çalışmalara göre;
(6-50) yaş dönemini kapsayan araştırmalarda genellikle, benlik kavramı
üzerinde yaş faktörünün olumlu ya da olumsuz herhangi bir etkide bulunduğu
saptanamamıştır (Wylie, 1989). Fakat Cicirelli (1977), yaşla benlik kavramı
arasındaki ilişkiyi ifade ederken, “yaş” faktörü arttıkça, bilişsel yeteneklerin de
artacağı ve bireyin kendisini daha sağlıklı değerlendirebileceği husus
üzerinde durmuştur.
Nitekim Mc Carty ve Hoge (1982) da, ergenlerde benlik saygısı
üzerinde yaş etkilerini belirlemek üzere yaklaşık 2000 kişilik bir örneklemde
Rosenberg Benlik Saygısı Ölçeği9 ve Copersmith Benlik Saygısı Ölçeğini10
9
Rosenberg Benlik Saygısı Ölçeği (Rosenberg Self-esteem Scale): Benlik saygısı ölçümü için
kullanılan bu ölçek, 1963 yılında Morris Rosenberg tarafından geliştirilmiştir. ABD’de güvenilirlik
geçerlilik çalışması yapıldıktan sonra birçok araştırmada ölçüm aracı olarak kullanılmıştır. Ülkemizde
ölçeğin geçerlilik ve güvenilirlik çalışmaları Çuhadaroğlu tarafından yapılmış olup, geçerlilik kat sayısı
r=71 olarak bulunmuştur. Test-tekrar test güvenilirlik yöntemi kullanılarak da güvenilirlik kat sayısı r =75
olarak saptanmıştır (Tezcan, 2009: 35).
10
Copersmith Benlik Saygısı Ölçeği: CSEI (Coopersmith Seif Esteem lnventory), bir kişinin Özsaygı
düzeyini belirlemek için geliştirilen bu ölçek toplam 58 maddeden oluşmaktadır. Coopersmith (1959)
75
uygulamışlardır. Bulgular ergenlerin yaşları ilerledikçe benlik saygılarının
arttığını göstermektedir (Gür, 1996).
Benlik Tasarımı ve Cinsiyet İlişkisi
Erkekler üzerinde yapılan bir araştırmalarda erkeklerin benlik kavramı
başarı, liderlik ve maskülizm11 düzeyleri ile ilişkili bulunmuştur. Bu özellikleri
yüksek olan erkeklerin benlik kavramlarının da yüksek olduğu saptanmıştır.
Kızlarda ise, doğuştan sosyal olma ile ilgili benlik kavramları daha yüksek
bulunmuştur.
Böylece
benlik
kavramının
yapısının
ve
genel
benlik
kavramında cinsiyet farklılıklarına ilişkin bazı spesifik bileşenlerin de cinsiyet
stereotipleriyle uyguluk gösteren farklılıklar olduğu saptanmıştır (Marsh,
Barnes, Cairns, Tidman, 1984).
Benlik tasarımı ve cinsiyet ilişkisiyle ilgili bir başka araştırmada;
Hatipoğlu (1996), 619 orta ikinci sınıf üzerinde yaptığı çalışmada, erkek
ergenlerin benlik tasarım düzeylerini kızlara göre daha yüksek bulmuştur
(Hatipoğlu, 1996).
Benlik Tasarımı ve Sosyal Ortam İlişkisi
Aile ortamından daha geniş kitlelerin bulunduğu sosyal ortama geçiş
yapan bireyin kim olduğu önemli ölçüde sosyal ortam içerisinde şekil
almaktadır. Toplumunun değerler sisteminde yer alan sosyal statü, ekonomik
durum, etnik yapı, eğitim düzeyi, meslek ve bireyin fiziksel yapısının
nitelikleri, çevrenin bireye yönelttiği davranış şekilleri, bireyin benlik
aracın testin tekrarı güvenirlik katsayısını, .88 (5 hafta arayla) ve .70 (3 yıl arayla) bulmuştur. Yine
Coopersmith (1967) aracın Kuder Richardson güvenirlik katsayısını kızlar için. 91 ve erkekler için .80
olarak buldu-unu belirtmektedir. Bu bulgular Coopersmith Özsaygı Envanterinin güvenilir ve geçerli bir
araç olduğunu göstermektedir. Ölçek son olarak Pişkin (1996) tarafından ölçek Türkçe’ ye
uyarlanmıştır (http://ilkogretim-online.org.tr/vol8say2/v8s2m5.pdf).
11
Maskülizm, erkeklerin deneyimleri üzerine inşa edilmiş toplumsal teori ve politik bir hareket tarzıdır
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Maskulizm).
76
tasarımını etkilemektedir. Bireyin benlik tasarımında sosyal ortamın ne denli
önemli olduğunu vurgulayan çeşitli araştırmalara yer vermek uygun olacaktır.
Benlik kavramının sosyo-ekonomik düzeyle olan ilişkisini araştıran
çalışmalarda, düşük sosyo-ekonomik düzeyin özellikle çocuklarda düşük
benlik saygısı gelişmesi durumuna yol açtığı saptanmıştır. Araştırmacılar
bunun doğal bir sonuç olduğunu, çünkü kötü çevresel şartların ve buna eşlik
eden okul başarısızlığının düşük benlik saygısı ve olumsuz benlik tasarımı
kavramını ortaya çıkardığını belirtmektedirler. Benlik saygısı yüksek ve benlik
tasarımı olumlu olan çocuklar ise, küçük yaşlarda diğer gruplardaki
çocuklardan ayırt edilebilmektedir. Bu bireyler; aile, öğretmen ve arkadaşları
tarafından kabul edilmekte, bu da onların benlik saygılarının yüksek, benlik
tasarımlarının olumlu olmasını sağlamaktadır. Orta sosyo-ekonomik düzeye
sahip çocukların ise, aileleri tarafından daha iyi, en iyi olma konusunda
sürekli bir baskıya maruz kalmaları, benlik saygısının düşük, benlik
tasarımlarının olumsuz olması sonucunu da beraberinde getirmektedir
(Wylie, 1963).
Rosenberg (1978), 8-18 ve 18-65 yaş gruplarından oluşan iki ayrı
örneklemi kapsayan bir araştırmasında, sosyal sınıfla benlik tasarımı
arasında bireyin yaşına göre değişen bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur.
Araştırmanın bulguları, 8-18 yaş grubunda benlik tasarımı ile sosyal sınıf
arasında herhangi bir ilişki olmadığını, 12-18 yaş arasında orta düzeyde, 18
ve daha yukarı yaşlarda ise yüksek düzeyde ilişki bulunduğunu ortaya
koymuştur (Gürhan, 1986).
Arnas
(2004),
sokakta
çalışan
çocukların
benlik
kavramlarını
incelenmiş, Adana sokaklarında 66 çalışan ve 66 çalışmayan olmak üzere,
9-16 yaş grubundaki 132 çocuk arasında yaptığı araştırma sonucunda,
sokakta çalışan çocukların benlik tasarım puan ortalamalarının sokakta
çalışmayan çocuklardan daha düşük olduğunu tespit etmiştir (Arnas, 2004).
77
Benlik Tasarımı ve Grup Üyeliği İlişkisi
Bazı toplumlarda bazı benlikler üstün kılınıp güçlendirilirken, diğer
taraftan bazı benlikler bastırılarak zayıf hale de sokulmaktadır. Bu durum
benliğin sosyal tasarımında (inşasında) büyük ölçüde etki etmektedir.
Benliğin sosyal olarak inşası sadece belirli ilişkilere veya anlık durumlara
bağlı değil, ayrıca daha geniş sosyo kültürel ve tarihsel faktörlere de bağlıdır.
Etnik grup üyesi olmanın, bireyin benlik tasarımına ne tür bir etkisi
olduğunu Porto-Rikolu beyaz ve zencileri kapsayan bir örneklem üzerinde
araştıran Zirkel & Moses (1971)’in bulguları, etnik grup üyesi olmanın benlik
tasarım düzeyini önemli ölçüde etkilediğini destekler niteliktedir. Fakat bir
okulda herhangi bir etnik gruba ait olanların çoğunlukta olması ile öğrencilerin
benlik tasarım düzeyleri arasında bir ilişki bulunmadığı saptanmıştır (Zirkel,
Moses, 1971: 253-265).
Erken adolesan döneminde etnik kimliğin benlik saygısı, kendini yetkin
görme ve toplumun öngördüğü davranışlar sergileme değişkenleri ile ilişkisini
ortaya koymaya yönelik yapılan bir çalışmada Smith, Walker, Fiels, Brookins
ve Seay (1999), farklı etnik gruplara ait 11-13 yaş gurubu 1 erkek 1 kız
adolesanı örneklemlerine almışlardır. Yapısal eşitleme modelinin kullanıldığı
çalışmada birçok yapının gizli ilişkileri ve bunların karşılaştırmalı ilişkileri de
araştırılmıştır. Benlik saygısı ile etnik kimlik faktörü arasında ilişki olduğu
tespit edilmiştir. Araştırmacı bunun nedeninin, toplumsal davranışlar üzerinde
etnik kimliğin yetkinliğinin olmasından dolaylı etkisinin olduğunu belirtmiştir.
Bulgular, etnik kimlik ve benlik saygısının ayrı şeyler olduğu fakat genç
insanların algılarına, yeteneklerine, akademik başarılarına mesleklerin
anlamını çözmede ve amaçlara ulaşmada toplumsal davranışların değerini
anlamaya yardım edici olması bakımından birbiriyle ilişkili olduğu görülmüştür
(William & Currie, 2000).
78
Benlik Tasarımı ve Bireyin Ruh Sağlığı İlişkisi
Bireyin ruh sağlığında, onun benlik tasarımının oldukça önemli bir yeri
vardır.
Benlik
tasarımına
uygun
davranamayan
kişilerde
psikolojik
bozukluklar ve çevresine uyum güçlüğü görülebilmektedir. Gerçek benlik ile
ideal benlik arasındaki fark arttıkça, bireyin kişiliği çözülebilmektedir. Birey,
benlik tasarımı ve yaşantıları arasındaki uyumsuzluk durumunda, daha çok
savunmaya yönelebilmektedir. Bu durum, bireyde psikolojik dağılmaya ve
kaygıya neden olabilmektedir. Bireyde gerginlik, tedirginlik ve korku duyguları
görülebilmektedir (Beyazyüz, Göka, 2011: 36).
Benlik tasarımının korunması (muhafazası) üzerinde duran Wiener
(1970)’e göre bireyin çeşitli yetenekleri, hünerleri, başka insanlarca bir
değerlendirilmeye tabi tutulup, düşük bulunduğunda birey benliğini koruma
çabalarına başvurmakta, böylece birey hem kendisine hem de çevresindeki
kişilere karşı daha etkin biri olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır (Beyazyüz,
Göka, 2011: 36).
3.1.8. Sosyo-Kültürel Bağlamda Benlik
Toplum
ve
kültürler,
bireye
yükledikleri
anlama
göre,
insan
tecrübelerine göre ve temel insan problemlerine çözümler bakımından
farklılık göstermektedirler (Hofstede, 1980). Farklı kültürel çevrelerde
yaratılan benlikler, bu kültüre özgü bir şekil geliştirmektedir (Weigert, Teige, &
Teige, 1990).
Sosyo-kültürel çevrenin benlik üzerinde nasıl etkilere sahip olduğunu
anlamak isteyen araştırmacılar, Kuzey Amerikalı katılımcılar üzerinde bir
araştırma yapmıştır. Genelde Kuzey Amerika ve Batı Avrupa kültürleri
bireyselci olarak ifade edilmektedirler. Yani bu kültürler üyelerini, bireysel
haklar ve kişisel özgürlüklere, kişisel memnuniyetin ve otonominin merkezi
79
olmasına; kişisel, özel ve tek benliğe inanmak üzere sosyalize etmektedirler.
Bu kültürler üzerinde yapılan kişilik konusundaki araştırmalar (DeNeve &
Cooper, 1998) bireylerde mutluluk (Ryff &Keyes, 1995) ve otonom amaçlı
benliğe işaret etmektedir. Bu bölgede yaşayanların hemen hemen hepsi
demokratik bireyselciliğin özellikleri olan, kişisel mutlulukların elde edilmesi,
hedeflerin oluşturulması, sosyal çevrenin göreceli yabancılarla genişletilmesi
gibi eylemleri kişisel hedef belirlemektedir.
Bu toplumların bireysel hakları, kişisel özerkliği ve öz-başarıyı,
bireyselliği vurgulamak için değerli kıldıkları söylenmektedir. Onlara göre
benlik grup mensubu olmak suretiyle değil, kişisel başarılar ve görevler
sayesinde yaratılmaktadır (Kim, 1994; Triandis, 1995). Bu kültürel çerçeve
içerisinde benlik sınırlandırılmış ve sabit olarak görülmektedir. Kendi
hakkında iyi hisler içinde olmak ve birçok yegane ve ayırt edici kişisel tavır ve
düşüncelere sahip olmak ise değer verilen bir noktadır (Oyserman & Markus,
1993; Markus, 1998; Triandis, 1995). Fakat bireyselliğin evrensel bir
sosyalleşme hedefi olmadığı olasılığı bulunmaktadır ve bu yöndeki düşünce
cinsiyet araştırmaları ve ırksal-etnik çalışma araştırmalarında da ayrıca
doğrulanmaktadır (Frable, 1997). Toplumlar çeşitli şekillerde farklılıklar
göstermesine rağmen, bireyselciliği öne çıkartan toplumlar en çok, kolektifliği
öne çıkartan toplumlarla çelişik görülmektedir (Schwartz, 1990). Kolektifliği
öne çıkaran toplumlarda bireye ve onun öz niteliklerine önem vermekten çok,
bir grup içerisinde bireyin yeri ve grubun öz nitelikleri üzerinde durulmaktadır
(Triandis, 1995). Bu şekilde birey ile grup-içi arasındaki iç bağımlılık öne
çıkartılmaktadır çünkü bireyler grup içinde bir parçadır. Daha da öte, bireyler
bireysel yetenek ve bağımsızlık nedeniyle toplumda değerli olmaya
çalışmaktan daha ziyade, ilişkilerini muhafaza etme ve kişilerarası uyumu
sağlama
yeteneklerinden
dolayı
değerli
kılınma
yolunda
mücadele
vermektedirler (Markus & Kitayama, 1991).
Kolektivizmin öne çıktığı toplumlarda grup içi üyeliğinin anlamlı bir
kimlik parçası olarak görüldüğü (Kim, 1994), kişisel hedeflerin ve grup
80
ihtiyaçlarının da eşleşik olduğu (Oyserman, Sakamoto, & Lauffer, 1998)
nosyonuna deneysel destekler de artmaktadır.
Bireyselliği önemseyen toplumlardan gelen öğrenciler özellikle kişisel
başarıyı
öz-saygının
temeli
olarak
görürken;
bireyselliği
çok
fazla
önemsemeyen kolektif toplumlardan gelen öğrenciler ise aile yaşamını
öz-saygının temeli olarak görmektedirler (Watkins ve arkadaşları,1998).
Kültürlerarası araştırmalar gösteriyor ki kültürler, “soyut” karşıtı
“deneyimsel” benlik kavramına, “öz-saygı muhafazası” karşıtı “benlik
gelişimine” ve “aktif” karşıtı “sakin” benlik ilişkili duygulara farklı farklı
yaklaşımlar sergilemektedir. Bireyselliğe önem veren kültürlerde bireyin
hedefi benliğini yükseltmesi veya öz-saygısını muhafaza etmesi iken,
ortaklaşmayı esas alan kültürlerde grup içinde uyum gösterme, iyi bir grup
elemanı olma, kendini veya diğer grup elemanlarını utandırmaktan kaçınma
gibi benlik hedefleri merkez olarak alınmaktadır (Oyserman, Coon, &
Kemmelmeier, 1999). Örneğin, toplumların, öz-saygı muhafazasına önem
vermeleri ölçüsünde farklılaştıkları iddiasına ilk baştaki destek Japon ve
Amerikan
öğrencileri
kıyaslayan
araştırmalardan
gelmektedir.
Kuzey
Amerikan öğrencileri başarısızlıkla ilgili bir geri dönüş aldıktan sonra, daha
kolay sorunlar üzerinde çalışarak veya başka bir görev seçerek, benlik
duygularını telafi etme çabasına girebilmektedirler. Oysa Japon öğrenciler
başarısız oldukları görev üzerinde daha fazla çalışma yönünde benlik
geliştirme stratejisi geliştirme yoluna gitmektedirler (Kitayama, Markus,
Maksumoto, & Norasakkunkit, 1997).
Bireyci kültürlerde mutlu ve dışa dönük olmak değerli özelliklerdir.
Bireyci bakış, olumlu benlik görüşünün önemini vurgular. Kuzey Amerika ve
Avrupa’da öğrenci odaklı araştırmalar benlik doğasıyla ilgili bu tahminleri
destekler niteliktedir. Bireyler sosyal ilişkilerinde olumlu benlik görüşlerini
koruyan bir tarzda ilişkiler kurmaya eğilim göstermektedirler ve sosyal
ilişkilerinde olumsuz geri bildirimlerle karşılaşma olasılığı onları oldukça
81
rahatsız etmektedir (Leary, Haupt, Strausser & Chokel, 1998). Kuzey
Amerikalılar, kendine ait çıkarın kendilerini motive eden bir etmen olduğuna
inanmaktadırlar (Miller & Ratner, 1998).
Kuzey Amerikan ve Batı Avrupalı araştırma paradigmaları kolektivist
dünya görüsünü canlandırabilecek olan durumları (aile ile ilgili durumlar vb.)
nadiren ele almaktadır. Bu yüzden çalışmalarda kolektif benlik süreçleri ile
ilgili herhangi bir kanıta ulaşılamayabilir. ABD’de bazen her bağlamda
bireyselciliğe rastlanmaz ama Amerikan kolektif yapıları ve yaratılan alanlar
Amerikan toplumunun bireyselliğe odaklanmasına imkanlar sağlayabilir ve
bunları sürdürmeye yardımcı olabilir niteliktedir (Brewer & Hewstone, 2004).
Avrupa literatüründe sosyal kimlikler konusunda, grup üyeliğinin bir
kimsenin kimliğinin önemli bir bileşeni olduğu ve bireyin kendi grubunu pozitif
ve
diğerlerinden
farklı
olarak
görmesi
yönünde
motive
edildiği
varsayılmaktadır. Özellikle beyaz orta kesim Avrupalı Amerikan üniversite
öğrencilerinin çalışmalarından elde edilen benlik konusundaki algılamaların,
esasında kültüre bağlı olduğu ve kültürel çerçeve ile sistematik olarak
değişebildiği şeklinde bir öngörü ortaya çıkmıştır. Genelde kimlik ve sosyal
kimliğin ırksal ve etnik yönleri üzerindeki çalışmalarla birleşen bu algılamalar,
benlik kavramı araştırmalarında yeni yönelimlerin algılanmasını mümkün
kılabilir (Brewer, Hewstone, 2004).
3.1.9. Benliğin Özellikleri
Benlik, hareket halindedir
Benlik, algılanan, hissedilen ve tepki verilen her şeyi etkilediği gibi,
diğerlerinin davranış, algı ve tepkilerini de etkileyen sosyal bir kuvvettir
(Harris, 1995; Kihlstrom & Klein, 1994). Benlik bir bilgi işletimcisi gibi
düşünülebilir: sosyal bağlamda yeniden yapılandırıcı, negatif durumları
82
dağıtıcı ve benlik için pozitif sonuçları açığa çıkarıcıdır. Birey anlık olarak
davranış değişiminde benliğini göze çarpar hale getirirken, benliğinin çalışma
halinde olduğu göz önüne alınır: örneğin kendini bir aynada görünce (Banaji
& Prentice, 1994) veya kişi kendinin bir gruba aitliğini hatırına getirdiğinde
gibi (Steel, 1997). Benlikle bağlantılı düşünme, duygu düzenlenmesi ve
motivasyon, hepsi hareket halindeki benliğin örneklerindendir (Banaji &
Prentice, 1994; Greenwald & Pratkanis, 1984; Kihlstrom & Cantor, 1984;
Markus & Wurf, 1987).
Benlik kişinin davranışlarını dengeler, kişiye rehberlik eder
Kişinin benliği, farklı durum ve koşullarda kendisi hakkında sahip
olduğu görüş, duygu ve inançların, imaj ve temsillerin aynı kategori altında
toplanmasını sağlayan bir kişilik minyatürüdür. Benliğimiz sayesinde yeni
bilgileri, kişisel belleğimizde depolanmış bilgilerle kıyaslayarak içselleştiririz.
Yani neyi alıp neyi almayacağımıza ya da nasıl alacağımıza benliğimiz karar
verir. Bu demek oluyor ki benliğimiz algıda seçiciliğimizi sağlar ve dünyayı
kavramamızda bize bir referans çerçevesi oluşturur (Beyazyüz, Göka: 2012:
20).
Benlik, deneyimi çerçevelemesi ve davranışı motive etmesi nedeniyle,
mevcut öz–bilgiyi temsil eden, örgütleyen ve yeni bir öz–bilginin nasıl
içselleştirileceğine rehberlik eden, kişinin kendisi hakkındaki teorisi olarak
tanımlanmaktadır (Epstein, 1973). Teori olarak benlik kavramı, benlikle ilgili
mevcut bilgi halinden ibaret olup, deneyimin organizesine yardım etme,
motivasyona odaklanma, duyguyu düzenleme ve sosyal etkileşime rehberlik
etme konusunda yeterince doğruluğa, gerçekliğe sahip olduğu varsayılır.
Fakat insanın becerileri, yetenek ve yetkinlikleri ile ilgili bazı mutlak
gerçeklikleri yansıttığı söylenemez (Brewer, Hewstone, 2004).
83
Benlik, kişiye sürekli gelişimi telkin eder
Bazı araştırmacılar benliğin temel yeterlilik dürtülerinin temel taşı
olduğunu ve zamanla doğuştan gelen daha etkin ve güçlü olma ihtiyacını
(Maslow, 1954) ve benliği geliştirme isteğini yansıttığını varsaymaktadırlar.
Bu öncülde yer alan modeller; öğrenme, etki etme ve benlik geliştirme
modelleri olarak destek görmüştür (Maddux, 1991; Trope, 1986). Bu modeller
bireylerin benliğini geliştirebilme amacıyla benlikle ilgili doğru bilgiyi arayıp
çıkarma yönünde motive olduklarını göstermektedirler (Wurf & Markus,
1991). Çeşitli araştırmalara göre, bireylerde benlikleriyle ilgili olumlu bir imajı
muhafaza etme ve yükseltmeye yönelik kuvvetli bir eğilim bulunmaktadır
(Greenwald, 1980).
Benlik, pozitiflik arama bilgi işlemcisidir
Olumlu öz-saygının temel bir insan gereksinimi olduğu iddiası, bir dizi
benlik teorisine temel oluşturmaktadır ve buna sosyal kimlik gibi gruba dayalı
teoriler (Haslam, Oakes, Turner, & McGarty, 1996; Tajfel, 1981; Turner,
Hogg, Oakes, Reicher, & Wetherell, 1987) ve kolektif öz-saygı teorileri de
dahildir (Crocker, Luhtanen, Blaine, & Broadnax, 1994).
Öz-saygı muhafazası varsayımlarına göre, bireyler kendileri hakkında
iyi düşünceye sahip olmayı tercih etmektedirler. Bu varsayıma göre, benlik
pozitiflik arama bilgi işlemcisi gibi çalışmaktadır. Bu mekanizma, pozitif benlik
tanımlamalarının mümkün olmadığı alanları arayıp bulmaktadır (James,
1890/1950) ve benliği diğerleriyle, ona olumluluğu yansıtacak bir tarzda
mukayese etmektedir (örnek Steele, 1988), olumlu benlik tanımlamaların
mümkün olmadığı alanlardan ayrışmaktadır (James, 1890/1950).
Bireyler ümit verici benlik tanımlamalarına eğilim göstermektedir
(Taylor & Brown, 1988). Bu yukarı eğilim, bireyleri bir kötüleşme karşısında
84
pozitif bir kimlik yaratmaya dönük bir odaklanmaya yönlendirebilmektedir
(Murray, Holmes, MacDonald, & Ellsworth, 1998).
Benlik, kişinin davranışlarındaki tutarlılığı muhafaza eder
Benlik, yükseltici işlevlerinin yanı sıra, bilişsel olarak tutarlı bir ölçüt
sağlar, devam ettirir ve kişinin kim olduğunu, benlikten ve diğerlerinden ne
bekleyeceğini anlamlı kılacak tarzı sürdürür. Swann (1997)’ın benlik
doğrulama teorisine (verification theory) göre, bireyler öz tanımlamalarını
muhafaza etmeye isteklidirler ve kendi benlik görüşlerine uyan bir sosyal
gerçeklik yaratılması suretiyle de bu böyle olacaktır (Banaji & Prentice, 1994;
Baumeister,1998; Swann, 1997). Varsayıma göre, bizler, dünya ile ilgili
tatminlerde bulunmak ve bu öz tanımlamalarımıza uyan kimselerle ilişkileri
sürdürmek üzere tutarlı bir benlik duygusunu tercih etmekteyiz (Higgins,
1996).
3.1.10. Benlik Çatışması (Self-Conflict)
Bireyin kendi içinde ve toplum içerisinde dengeli ve uyumlu bir
davranış sergilemesinde benlik önemli bir rol üstlenir. Bireyin benlik gelişimi
sırasında yaşadığı aksaklıklar, bireyin tutarsız bir benlik oluşturmasına ve
sonuç olarak da bireyde benlik çatışmasına sebep olmaktadır.
Lecky, iyi bir ruh sağlığı için benlik tasarımının ve özellikle de ideal
benlik ile gerçek yaşantılar arasında iyi bir ahenk ve tutarlılık olmasının
önemine dikkati çekmiştir. Bir insan ne kadar benlik tasarımına uygun
davranabilirse, kendini o kadar rahat hissetmektedir. Kendi değer yargıları ve
ideallerine uygun davranmak insanın kendine olan saygısını, güvenini ve
mutluluğunu artırmaktadır (Baymur; 1994: 267).
Zihinsel olarak sağlıklı bir insanın benliği ile düşünceleri, davranışları
ve hayattaki varoluş tarzı arasında tama yakın bir tutarlılık vardır. Bu tutarlılık
85
sağlanabildiği ölçüde kişi, kendini gerçekleştirme eğilimi göstermektedir. Bu
tutarlılığın olmadığı durumlarda ise zihin sağlığında bozulmaya doğru bir
eğilim baş gösterebilir. Bir insanın ideal benliği ile kişisel ve sosyal benliği
arasında belirgin bir fark olduğunda bu durum kişide bir hoşnutsuzluk
yaratabilir ve kişi, ideal benliğini kişisel ve sosyal benliğinin yerine
yerleştirmek gibi bir savunma mekanizmasına başvurabilir. Bu süreçte gerçek
düşünce ve duygular bastırılır ve sonuçta kişinin kendine yabancılaşması gibi
bir durum ortaya çıkabilir. Bu yabancılaşma da kişinin varoluşundan bir
tatmin ve hoşnutluk duymasını engellemektedir (aktaran Beyazyüz, 2011;
Rogers ve Stevens, 1967).
Rogers’a göre benliğinin gelişmesi, önemli ölçüde bireyin kendisini
olduğu gibi kabul edebilmesine bağlı olmaktadır. Kendisini olduğu gibi
algılayıp
kabul
edemeyen
birey,
başkalarını
da
algılayıp
kabul
edememektedir. Böyle bir birey kendiyle bağdaşamayan bir durum
sergilemekte ve benlik çatışması yaşamaktadır (Göka, Beyazyüz, 2011: 36).
Kişinin gerçek deneyimleriyle benliği arasındaki boşluğun büyümesi,
müzmin bir bunaltının (anksiyete) kaynağı olabilir ve bu müzmin anksiyete de
kendini ruhsal bir rahatsızlık şeklinde dışarıya vurabilir. Rogers’a göre güçlü
bir benlik gücünü katılığından ve sabitliğinden değil, bilakis esnekliğinden ve
yumuşaklığından alır; böyle bir benlik kişiye, yeni deneyimler, düşünceler ve
duygularla yüzleşebilme yeteneği sağlar (Göka, Beyazyüz, 2011: 36).
86
Uyuşmayan
Kişisel
ve
Sosyal
Benlik
İdeal
Benlik
- Kişisel ve sosyal benlik, ideal
benlikten oldukça
farklılaşmıştır.
- Kişisel ve sosyal benliklerle,
ideal benlik arasındaki ortak
alan çok azdır.
- Kişide kendilik yeterliliği
oldukça zayıftır.
Uyumlu
Kişisel
ve
Sosyal
Benlik
İdeal
Benlik
- Kişisel ve sosyal benlik, ideal
benlikle hemen hemen aynı
gelişmişliktedir.
- Kişisel ve sosyal benliklerle,
ideal benlik arasındaki ortak
alan daha fazladır.
- Kişide kendilik yeterliliği
oluşmuştur.
Şekil 5: Kişide Benlik Çatışması ve Benlik Uyumu
(Kaynak: http://www.simplypsychology.org/self-concept.html)
3.2. Benlik Kuramları
3.2.1. William James’in Benlik Kuramı (1842-1910)
ABD’de yeni bilimsel psikolojinin öncüsü olan William James, pek çok
kişi tarafından Wund’dan sonra Amerika’nın en büyük psikoloğu olarak kabul
edilmektedir (Shultz & Shultz, 2002: 229). Psikolojide benlik konusuna ilişkin
ilk çalışmalar William James’e aittir. James’e göre benlik, en geniş anlamıyla,
kişinin kendisinin ne olduğunu söyleyebileceği her şeyin toplamıdır. James,
benliğin iki boyutta düşünülmesi gerektiğini savunmaktadır (Özen, Gülaçtı,
2010: 22-23):
87
“Düşündüğüm her ne olursa olsun, her zaman az çok kendimin
farkındayımdır. Ayrıca kendi varlığımın da farkındayımdır. Aynı zamanda bu
farkında oluş, benim tarafımdan gerçekleştirilmektedir. Böylece kendi
benliğimi bir bütün olarak ele aldığımda ortaya çiftmiş gibi bir durum
çıkmaktadır. Biraz bilinen, biraz bilen, biraz nesne, biraz özne olabilen. O
halde benliğimin iki yönü bulunmaktadır. Bunlardan birine “Bilen Benlik (I)”,
bir diğerine “Bilinen Benlik (Me)” diyebilirim. Bunlar benliğin farklı yönleridir
ancak ayrı iki şey değildir. Çünkü “Bilen Benliğin” kimliği “Bilinen Benliktir”.”
James “Bilinen Benliğe” (Me or self as known) görgül ego da
demektedir. Bilinen benlik bireyin “benim kendime ait” diyebileceği şeylerin
tümüdür. Bu şeylerin içinde yalnızca kendi bedeni ve fiziksel gücü değil
ayrıca giysileri, eşi, çocukları, ataları, arkadaşları, edindiği ün ve çalışmaları,
mal varlığı da yer almaktadır. James’e göre bireye ait tüm bu değerler
gelişirse, zenginleşirse birey kendini üstün hisseder, eğer azalır, bozulur,
kaybolurlarsa kendini aşağılanmış görür (James, 1890/1950: 291-292).
“Bilinen Benliği” oluşturan üç bölüm bulunmaktadır (Özen, Gülaçtı,
2010):
1) Bilinen Benliğin Maddi Öğesi: Bütün insanlarda beden, maddi “bilinen
benliğin” en temel parçasıdır. Buna ek olarak bedeninde bazı parçaları
insana daha yakındır. Bundan sonra giysileri gelir. İnsanların
bedenlerine özen göstermeye, onu süsleyip geliştirmeye yönelik bir
eğilimi vardır.
2) Bilinen Benliğin Toplumsal Öğesi: İnsanın çevresi, dostları tarafından
tanınan, bilinen yönüdür. Yani birey kendisini tanıyan insanların sayısı
kadar “toplumsal benliğe” sahiptir. Tüm bu insanlar düşüncelerinde, o
bireyin imgesini taşırlar. Ancak bu imgeleri taşıyan kişiler de gruplara
ayrılırlar. Birey, bu birbirlerinden farklı grupların sayısı kadar da farklı
toplumsal benliğe sahiptir. Çünkü birey bu grupların her birine farklı bir
88
yönünü
göstermektedir.
Örneğin,
kişi
çocuklarının
yanında
arkadaşlarının arasında olduğundan farklı davranmaktadır. Yani birey,
bünyesinde birçok benlik barındırmakta olup içinde bulunduğu
toplumun niteliğine ya da bulunduğu duruma göre, sahip olduğu
toplumsal benlikten o duruma uyanın en iyisini sergiler. Bazen
bireyden birkaç toplumsal benliği birden sergilemesi beklenebilir.
Böyle durumlarda rol çatışması ortaya çıkabilmektedir. Bu çatışmaya
bazen de farklı toplumsal benliklerin birbirlerine uyum gösterememesi
de neden olabilmektedir. Bireyin benliğini koruyabilmesi, kendisine
yönelebilecek tehdit ve tehlikeyi en aza indirgeyebilmesi ve çatışan
toplumsal benlikleri arasında belirli bir uyumu sağlayabilmesi için
benliğinin farkında olması ve sorunlarını çözmeye yönelik benlik
geliştirmesi gerekmektedir.
3) Bilinen Benliğin Manevi Öğesi: Bilinen benliğin manevi öğesi
dendiğinde, bilinçten geçmekte olan özel durumlardan biri değil, daha
çok bilincinde bulunan tüm durumların birikimi kastedilmektedir. Tüm
bu birikimin her insanın düşüncesinin nesnesi olabilir ve her en bilinen
benliğin diğer yönlerinin bireyde uyandırdığı gibi coşkular uyandırabilir.
Kendimizi “düşünen” olarak kabul ettiğimizde bilinen benliğin tüm diğer
parçaları göreli olarak bizim için dışsal varlıklar olurlar. Bundan öte,
manevi bilinen benliğin bazı öğeleri insana yakındır. Örneğin bireyin
coşkuları ve arzuları yani duyguları ona yetilerinden daha açık ve
yakındır.
3.2.2. Carl Rogers’in Benlik Kuramı (1902-1987)
Rogers insanın kendi düşünce ve davranışlarını istenmeyenden
istenene doğru bilinçli ve makul bir şekilde değiştirebileceğini düşünmektedir.
Bireylerin daima bilinçaltı güçler ve çocukluk yaşantılarının etkisinde olacağı
düşüncesine inanmamıştır. Rogers’a göre insanlar tek bir pozitif güçle motive
89
edilmektedirler. “Gerçekleştirme eğilimi” adını verdiği bu pozitif güç,
organizmanın kendi kapasitesi yönünde gelişmesi, gelişimini sürdürmesi,
zenginleşmesi ve üretmesi için doğuştan getirdiği aktif bir süreçtir.
Gerçekleştirme eğilimi ile yönlendirilen bebek geliştikçe deneyim alanını
genişletmekte ve kendisini ayrı ve farklı olarak algılamaya başlamaktadır.
Benlik kavramı tamamıyla bilinçlidir ve sürekli akış halinde olan öznel
deneyimin uç kısmındaki bir parçayı temsil etmektedir (aktaran İnanç,
Yerlikaya; 2008: 296-299; Rogers; 1959, Ewen; 2003).
Kişide bilinçli ve bilinçsiz, fizyolojik ve bilişsel olarak gerçekleşen
“gerçekleşme eğilimi” nin yanında, kişinin varlığını ve deneyimlerini bilinçli
şekilde algıladığı “kendini gerçekleştirme eğilimi” de vardır. Rogers’a göre bu
iki eğilimin birbiriyle tutarsız çalışması durumunda kişi çatışma ve gerilim
yaşamaktadır. Rogers benlik kuramında “Organizmik Benlik”, “Benlik” ve
“İdeal Benlik” gibi kavramlardan söz etmiştir. Rogers’a göre benlik, benlik
kavramı ve ideal benlik olmak üzere iki alt sisteminin oluşmaktadır (İnanç,
Yerlikaya, 2008: 300):
1) Benlik Kavramı: Kişinin varlığına ve deneyimlerine ilişkin farkındalık
içinde algılanmış bütün yönlerini kapsamaktadır. Buradaki benlik
kavramı kişinin, organizmik benliği (kişinin farkındalığının ötesinde
olan ve kişinin bunlara sahip olduğunu bilmediği benliği) ile aynı şey
değildir. Kişi organizmik (gerçek) benliğinin kimi yönlerini benlik
kavramı ile
tutarlı
olmadığı için
reddedip
bilinçli bir şekilde
algılamayabilir. Bu yüzden insanlar bir kez benlik kavramlarını
oluşturduklarında benlik kavramlarıyla tutarsız olan deneyimlerini ya
inkar
etmektedirler
ya
da
ancak
çarpıtılmış
biçimde
kabul
etmektedirler.
2) İdeal Benlik: Kişinin kendisini görmeyi arzuladığı şekildeki algısıdır.
İdeal benlik insanların sahip olmayı arzuladıkları çoğunlukla olumlu
olan özellikleri içermektedir. Kişinin ideal benliği ve benlik kavramı
90
arasında çok fazla fark olması uyumsuzluk ve sağlıksız kişiliğin
belirtisidir. Psikolojik açıdan sağlıklı kimseler kendi benlik kavramları
ile ideal olarak olmak istedikleri arasında çok az fark hisseden
kişilerdir.
Rogers, insanın herhangi bir şey yaratmadan önce, kendi benliğini
yaratmak zorunda olduğunu önemle vurgulamaktadır (Bischof: 340).
Rogers’a göre benlik bilinci iyi, kötü ya da ortada olabilir. Benlik bilinci her
zaman gerçeği yansıtmayabilir. Yetenekli olduğu halde bir insan kendini
yeteneksiz görebilir veya
yeteneksiz bir kişi ise, kendini yetenekli
zannedebilir. Benlik bilinci bizim kendimizi nasıl gördüğümüzü ifade
etmektedir. Herkes daha olumlu, daha gelişmiş bir benlik geliştirme çabası
içindedir (Cüceloğlu, 2010: 428).
Olumlu bir benlik bilinci geliştirebilmemiz için koşulsuz sevgi
(unconditional love) içinde yetişmemiz gerekir. Koşulsuz sevgi, birey ne
yaparsa yapsın onun sevgi ve saygıya layık olduğunu kabul eden anlayışın
ürünüdür. Bizim bazı davranışlarımız yanlış olabilir ve bu nedenle
cezalandırılabilir, ancak insan olarak biz yaptığımız hataların ötesinde her
zaman sevilmeye ve sayılmaya değer yaratıklarız. Davranış cezalandırılır,
fakat birey sevilir ve sayılır. Koşulsuz sevgi içinde büyüyen kişilerin benlik
anlayışları güçlü ve olumludur. Yapılan davranışla benlik bilinci arasında bir
farlılık varsa o zaman kaygı ortaya çıkmaktadır. Farklılık ne kadar büyükse,
kaygı da o kadar kuvvetli olmaktadır. Rogers bireyin kendini aldatmaya
başlamasıyla kaygı düzeyinin artacağını ve zamanla bireyin benlik bilincinin
temelinden sarsılacağını söylemektedir (Cüceloğlu, 2010: 428-429).
91
3.2.3. Charles Cooley’in Ayna Benlik Teorisi
(Yansıyan Benlik) (1864-1929)
Herkes birbirine bir ayna
Yansır ötekini geçince karşısına
Charles Cooley
Cooley, William James’in eseri üzerinden geliştirerek, bilen, düşünen
özne ve dış dünya arasında keskin bir ayrım var sayan Kartezyen geleneğe
karşı çıkmaktadır. Toplumsal dünyanın nesnelerinin, öznelerinin zihninin ve
benliğinin kurucu parçaları olduğunu savunmaktadır. Cooley bir kişinin
benliğinin, kişinin ötekilerle alışverişi yoluyla geliştiğini belirtmekte ve “benlik
ve toplum, ikiz kardeşlerdir” diye ifade etmektedir. Cooley’e göre benlik ilk
önce bireysel ve sonra toplumsal değildir. Benlik diyalektik bir şekilde iletişim
yoluyla ortaya çıkmaktadır. Birisinin kendisine yönelik bilinci, öteki zihinlere
atfettiği kendisi hakkındaki fikirlerin bir düşünümüdür. İlişkili olduğu bir “sen”
ya
da
“o”
ya
da
“onlar”
duyumu
olmaksızın
bir
“ben”
duyumu
bulunmamaktadır (Coser, 2008: 272).
Cooley’e göre birey, yalnızca diğerlerinin bakış açısını zihninde
canlandırarak kendisine ait bir kendiliği zihninde biçimlendirebilir ve dışarıya
yansıtabilir. Bu temel süreç içinde üç unsur rol oynamaktadır (aktaran
Beyazyüz, Göka: 2011: 45, Cooley 1902):
1) Bireyin diğer insanlara nasıl göründüğü ile ilgili zihinsel tasavvuru,
2) Bireyin diğer insanların bu görünüşüyle ilgili kanaatine dair tasavvuru,
3) Ve bunlarla ilişkili olarak bireyin hissettiği gurur, aşağılanma gibi
kendilik duyguları.
92
Cooley benliği şöyle ifade eder (Coser, 2008: 272):
“Yüzümüzü, görüntümüzü ve kıyafetimizi aynada görüp ve onlara
bizim oldukları için ilgi duyup ve onların ne gibi olmasını istiyorsak, bu isteğe
bir yanıt alıp almamamıza göre onlardan mutlu ya da mutsuz oluruz. Tıpkı
bunun gibi, başka birinin zihnini de hayal gücümüzde bizim görünümümüzün,
tarzlarımızın, amaçlarımızın, eylemlerimizin, karakterimizin, arkadaşlarımızın
vb. bir takım düşünceleri olarak algılarız ve bunlar onun tarafından çeşitli
şekillerde etkilenirler”.
Cooley’e göre benlik, bir kişinin bilincinde yansıdıkça, iletişimsel
alışverişin toplumsal sürecinde ortaya çıkmaktadır. Bu süreç şu şekilde
işlemektedir; kişinin öncelikle kendi benliğinin farkında olması gerekir, sonra
karşısındaki kişinin onun hakkında bir şeyler düşünmüş olabileceğinin
bilincinde olması gerekir, en son ise karşısındaki kişinin kendi hakkında nasıl
bir düşünceye girdiğini zihninde tasavvur edebilme yetisine sahip olması
gerekmektedir. Bu süreci Cooley bir örnekle açıklar (Coser, 2008: 272):
“Yeni bir şapkası olan Alice ve yeni bir kıyafet almış olan Angela’nın
karşılaşmasını hayal edelim:
1) Yalnızca kendi benliğinin kurucusu olarak bilinen gerçek Alice vardır.
2) Alice’in kendisi hakkındaki düşüncesi vardır; örneğin: “Ben bu
şapkayla güzel görünürüm”.
3) Alice’in Angela’nın onun hakkındaki düşüncesi ile ilgili düşüncesi
vardır; örneğin: “Angela bu şapkayla iyi göründüğümü düşünür”.
4) Alice’in Angela’nın onun kendisi hakkında ne düşündüğü ile ilgili
düşüncesi vardır; örneğin: “Angela, benim bu şapkayla kendi
görünümümden gurur duyduğumu düşünür”.
5) Angela’nın Alice’in kendisi hakkındaki ne düşündüğü ile ilgili düşüncesi
vardır; örneğin: “Alice o şapkayla çok hoş olduğunu düşünüyordur”.
Ve elbette Angela ve onun kıyafetinin de beş paralel aşaması vardır“.
93
3.4.4. George Herbert Mead’in Benlik Kuramı
(1863-1931)
Sembolik etkileşim yaklaşımının ortaya çıkmasında büyük katkısı olan
George H. Mead’in, benlik üzerine önemli çalışmaları vardır. Benliğin kökeni
ve benlik bilincini araştıran Mead, benliğin oluşumunda çevrenin oldukça
etkili olduğu üzerinde durmaktadır.
Mead toplumdan ayrı bir benliğin, benlik bilincinin ve iletişimin
olamayacağını savunmaktadır. Mead’a göre, toplumsallaşma ve etkileşim
yoluyla kişi benliğini geliştirmektedir. Örneğin; çok erken yaşlarda çocuklar
henüz, anlamlı sembolleri kullanma yeteneğine sahip değillerdir, bu nedenle
onların oyun oynadıkları sıradaki davranışları birçok açıdan birbiriyle oynayan
köpek yavrularınınkine benzemektedir. Çocuklar yaşları ilerledikçe, yine de
yavaş yavaş oyun yoluyla başkasının rolünü üstlenmeyi öğrenmektedirler. Bir
çocuk anne olarak, biri öğretmen, biri polis olarak farklı rolleri üstlenmektedir.
Yaşı ilerledikçe bu rolleri mahsustan da olsa varsayan çocuk, böylece kendini
ötekinin yerine koyma yeteneğini kendinde geliştirmiş olur. Olgunlaştıkça, bu
rolleri yalnızca dışa vurarak üstlenecek değildir, ancak onları kendi hayal
gücünde varsayarak onların bilincine varacaktır (Coser, 2008: 296-297).
Böylelikle birey, hem kendi gözüyle kendini, hem başkası gözüyle kendini
zihninde canlandırmayı öğrenecektir.
Mead’a göre benlik “rol” temellidir. Birey, çocuklukta yavaş yavaş
gelişen ötekinin rolünü üstlenme ve kendi performansını başkalarının bakış
açısından
zihninde
canlandırma
yeteneğiyle
gelişmektedir.
Çocuk,
yetişkinlerin davranışlarını gözleyerek onların tutum ve davranışlarını
özümler. Çocuk, önce yakın çevredekilerin, yani anne ve babasının kendine
karşı gösterdikleri tutumları gözlemlemekte, taklit etmekte ve içselleştirip
özümlemektedir. Birey, büyüdükçe ve olgunlaştıkça daha geniş insan grupları
ile etkileşime girmektedir. Birey, başkalarının kendisine karşı gösterdiği
tutumların ışığında kendisi hakkında düşünmeye başlamakta, bu yolla da
94
kendi öz bilincine varmakta ve toplumsal bir benlik edinmektedir (Öner, 1987:
71). George Herbert Mead, benliğin yapısının ikiye ayrıldığını ifade
etmektedir:
1) “Ben–I”: Kişisel benliktir. Benliğin bu kısmı, dışsal sosyal sistemlerin
ve beklentilerin irdelendiği, değerlendirildiği bir parçadır. “Ben”,
toplumsallaşmamıştır, istekler ve arzular barındırmaktadır.
2) “Beni/Bana-Me”: Sosyal benliktir. Benliğin bu kısmı, kişi tarafından
yapılması gereken talepler ve uyulması gereken kalıplar biçiminde dış
çevreden gelen ve onu kuşatan toplumsal bir yapıdır.
Mead’a
göre
bireyler,
“Beni/Bana”yı
“Ben”
den
ayırt
etmeyi
öğrendiğinde kendi kendilerinin farkına varabilirler. Bu iki parçayı birbirinden
ayırmayı öğrenecekleri süreç toplumsallaşma sürecidir. Mead benliğin
toplumsallaşma sürecinde daha da geliştiğini iddia etmektedir. Bu süreçte
bireyler, kendilerini başkalarının onları gördükleri gibi görmeye başlama
yoluyla kendilik bilincini geliştirirler (Giddens, 2000: 34).
Mead’a göre benliğin gelişimi, semboller yoluyla gerçekleşmektedir.
Örneğin, dil yeteneği, jestler, üstlenilen roller benliği geliştirmektedir. Birey,
diğerinin rolünü alabildiği ölçüde, kendine, diğeri açısından cevap vermeye
ve dolayısıyla, kendisi için bir obje olmaya doğru gider. Mead’ın kuramında
benlik, doğumda var olan bir veri değil, kişinin sonradan ulaştığı bir
kavramdır. Başlangıçta var olan şey, gelişebilir bir sinirsel yapıdan başka bir
şey değildir. Bu yapı, sosyal çevre ile gelişmektedir. İnsanın benlik algısı,
diğerlerinin bizi algılayışı tarafından belirlenmekte ve diğerlerinin bizi
algılayışıyla
ilişkin
algılarımız,
şekillenmektedir (Meşe,
kendi
benlik
1999: 13). Birey,
algımıza
sosyal algı
bağlı
ve
olarak
baskıları
içselleştirme yoluyla bir grup/toplum içinde yaşamaya ve davranmaya uygun
hale getirildiği oranda sosyalleşmiş ve toplum içinde yaşamaya uygun hale
gelmiş olur. Ötekilerin yaşam ve davranış sistemlerini içselleştiremeyen birey,
95
hem kendi içinde çatışmalar yaşayacaktır hem de toplum tarafından rolünü iyi
oynamadığından dolayı eleştirilecek ve hatta dışlanacaktır.
3.3. Benliğin Kişilik, Kimlik Kavramlarıyla İlişkisi ve
Benliğin Toplumsal Yansıması
Benliğin Kişilik ve Kimlik Kavramlarıyla İlişkisi
Benlik, kişilik ve kimlik (self-çoncept, personality, identity) kavramlarını
birbirinden ayıran ince anlam farklılıkları (Beyazyüz, Göka, 2012) olduğu gibi
bu kavramları birbirleriyle bütünleştiren ortak yönler de bulunmaktadır. Kişilik
kavramı
temelinde
biyolojik,
psikolojik
ve
sosyolojik
tüm
yapıları
barındırmaktadır. Kişiliğin gelişiminde önemli oranda kalıtım etkiliyken,
çevresel faktörler de kişiliğe etki eder. Kişilik psikolojik bir olguyken, kimlik
daha çok sosyal faktörlerin etkisinde şekillenen bir yapıdır. Benlik ise bireyin
hem psikolojik hem sosyolojik özelliklerini kapsamaktadır. Kihlstrom ve
Cantor’a (1984) göre benlik, herkesin kendi öz kişiliği hakkında sahip olduğu
bilişsel temsildir. Benlik bireyin kendini fark etme anından itibaren başlamakta
ve bireyin biyo-psiko-sosyal (kişilik ve kimlik) özelliklerini bütünleştirerek
kendiyle ve çevresiyle uyumlu bir yaşam sürmesini sağlamaktadır.
İnsan toplumsal bir varlıktır. Dolayısıyla birey, kişiliğiyle, kimliğiyle ve
benliğiyle toplumda yer edinmeye çalışan, kendiyle ve çevresiyle devamlı
uyum çabası içinde olan bir varlıktır. Carl G. Jung, toplumsal bir varlık olan
insanın toplum içinde yaşarken kendinden beklenenlere uygun davranma ve
toplum tarafından kabul edilen davranış türlerini benimseme eğiliminde
olduğunu iddia etmektedir (Coser, 2008: 70). Toplumsal ilişkilere ihtiyaç
duyan birey kendini toplum tarafından kabul edilen davranışı sergilemek
zorunda hissetmektedir. Toplum tarafından kabul gören ya da kabul
görmeyen davranışları birey toplumsal etkileşim yoluyla öğrenmektedir.
96
Etkileşim
bireylerin
birbirlerini
etkileme
çalışmaları
olarak
açıklanmaktadır. Toplumsal etkileşim ise, bir kişinin kendisini diğerleri ile
ilişkilendirme ya da diğerlerinin davranışlarını, zihinsel durumunu veya
duygusal tepkilerini etkileme süreci olarak tanımlanmaktadır (Fiske, 2003:
17). Toplumsal etkileşim sosyolojide önemli bir yere sahiptir. Bunun iki
nedeni vardır: İlk olarak, bireylerin neredeyse sürekli olarak başkalarıyla
etkileşimi gerektiren günlük yaşantıları, toplumsal biçimlerin oluşturulmasına
yol açmaktadır. İkinci olarak, bu tür günlük yaşantılar incelenerek, toplumsal
bir varlık olan birey ve bireylerin oluşturduğu toplumsal yaşam hakkında çok
şey öğrenilebilmektedir (Giddens, 2000: 74).
Benliğin Toplumsal Yansıması
Benliğin
toplumsal
yansımasını
toplumsal
rol
kavramıyla
ilişkilendirebiliriz. Toplumda, her birey belirli bir durumda belirli bir toplumsal
rol içerisinde düşünülmektedir. Bir bireyin statüsü ya da statülerinin toplamı,
onun toplum içindeki yerini belirlemektedir. Aynı zamanda bir hak ve görevler
bütünü olan statü kavramı, rol kavramı ile ayrışmaz bir bütün oluşturmaktadır.
Birey,
statüsünün
tanımı
gereği
olan
beklenen
davranışları
yerine
getirdiğinde, belirli bir toplumsal rol içerisinde bulunmaktadır. Statü ve rol
kavramları, bir bireyin toplum içerisinde yerine getirmesi gereken uyumlu
tutum ve davranışları belirlemektedir. Bireyler tutum ve davranışları ile
statülerine ve rollerine uyum sağladıkları oranda, toplumsal fonksiyonlarını
daha iyi yerine getirmiş olmaktadır (Tolan, 1985: 56).
Belirli bir statüyü işgal eden kişinin, kendi rolünü istenildiği gibi
oynaması için her şeyden önce, kendinden beklenen davranışlar hakkında
bilgi sahibi olması gerekmektedir. Kişinin bir rolü iyi oynaması, kişinin kişisel
özellikleriyle doğrudan ilişkilidir. Kişinin role göre davranış şekillendirmesi ilk
olarak algısal, ikinci olarak davranışsal olarak gerçekleşmektedir. İlkinde
kişiler, gelen duyuları veya uyarımları seçme, bazılarını ihmal etme, bazılarını
kuvvetlendirme ve birçoğuna kendi zihin filtresinden ön düşüncelerine göre
97
almak verme şeklinde fonksiyonlara sahip olan algılama-kişilik etkileşimine
sahiptir. Dolayısıyla kişiler, kendi rollerini öğrenme aşamasında, kişi-rol
algılamasına bağlı olarak, kişisel özellikleri ile algısal ürünler arasında bir
uyumluluk olup olmadığını ayırt ederler. İkinci olarak sosyal rollerin kişisel
özelliklerle ilgili etkileşimi, fiilen rollerin davranış şeklinde yerine getirilmesi
aşamasında ortaya çıkar. Kişi rolünü ifa ederken kişisel farklılık ve
özelliklerinin etkisi altındadır. Bu da gösteriyor ki, insanlar rollerini hem
öğrenirken, hem de öğrendikleri rol beklentilerine uygun davranışlarda
bulunurken, kişisel yönlerinden bağımsız hareket edememektedirler (Eroğlu,
1996: 82-85).
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
4. GOFFMAN VE GÜNLÜK YAŞAMDA BENLİKLERİN SUNUMU
4.1. Benlik Sunumu
4.1.1. İletişim ve Benlik Sunumu
Elektrik mühendisliğinden biyolojiye, antropolojiden siyaset bilimine
kadar pek çok alanda yere ve öneme sahip olan iletişim (Dökmen, 2003: 19),
disiplinlerarası bir kavşak konumunda bulunmaktadır (Lazar, 2009: 12).
İletişimin tarihine baktığımızda, özellikle 60’lı yıllara kadar iletişimin
konusuyla ilgilenen araştırmacıların, iletişim alanında kendi kuramlarının bir
bölümünü test etmek isteyen siyaset bilimci, matematikçi, ruhbilimci ve
toplumbilimci olduğu gerçeğiyle karşılaşılmaktadır. Bu yılları takip eden
yıllarda, iletişimdeki araştırmacılar, bu sınırlı birikimin değişmesi ve
çoğalmasına neden olmuşlardır. Böylece başka alanların eklentileri zaman
içinde aşama aşama silinmiş ve çeşitli alanların buluştuğu iletişim kavşağı;
98
üniversite bölümleri, doktora programları, araştırma geleneği, dergileri ve
bilimsel kurumlarıyla yerleşik bir disiplin halini almıştır (Lazar, 2009: 12).
Birçok alanda kavşak görevi üstlenen iletişim, bu çalışmada psikoloji,
sosyoloji
ve
iletişim
disiplinlerini
birbirine
bağlamaktadır.
Çalışmada
“bireylerin günlük hayattaki benlik sunumları” incelenirken, bireylerin
toplumsal hayatta diğer kişilerle olan ilişkilerinin iki boyutta gerçekleştiği
gözlemlenmektedir. Birincisi, kişilerarası ilişkilerin psiko-sosyal (kişilik, kimlik,
benlik kavramları) boyutudur ki bu konuyu psikoloji ve sosyoloji disiplinleri
açıklamaktadır. İkincisi ise, kişilerarası ilişkilerin biçimsel (kişi-içi iletişim,
kişilerarası iletişim, grup iletişimi, sözlü iletişim, sözsüz iletişim vb.) boyutudur
ki bu konuyu da iletişim disiplini açıklamaktadır. Bireyin kişilerarası
ilişkilerinde etkili olan kişilik, kimlik ve benlik kavramlarını açıkladıktan sonra,
bireyin kişilerarası ilişkilerinde biçimsel olarak etkili olan iletişim kavramını da
açıklamak gerekmektedir.
4.1.1.1. İletişimin Tanımı
İletişim, Latince communis kökünden türetilmiştir. Communication hem
ortaklaşma hem de bir yerden bir yere geçme, geçirme anlamlarını birlikte
ifade etmektedir. En yalın ifadeyle iletişim bir ileti alışverişidir (Anık, 2003:
126).
İki insanın karşılıklı konuşmasının iletişim sayılması gibi, arıların çiçek
bulunan yeri birbirlerine bildirmeleri de iletişim olarak kabul edilmektedir.
İletişimin gerçekleşmesi için iki sistem gerekmektedir. Bu sistemler iki insan,
iki hayvan, iki makine ya da bir insan bir hayvan, bir insan ile bir makine vb.
olabilir. Bu ikili ilişkiler her ne olursa olsun iletişim sayılmaktadır. Sibernetikte
bir bilgi kaynağından tek yönlü bilgi iletimine “enformasyon” denirken,
karşılıklı bilgi alışverişine iletişim (komünikasyon) adı verilmektedir (Dökmen,
99
2003: 18-20). Bu bağlamda, tek yönlü bilginin iletişim olmayacağını ve
iletişimin ancak karşılıklı bilgi alışverişiyle gerçekleştirilebileceği söylenebilir.
İletişimin gerçekleşebilmesinde kişilerarası ortaklaşmanın sağlanmış
olması şartı vardır ve ortaklaşmanın sağlanması için de niyet şarttır. Bu
bağlamda,
iletişim
için
şart olan
niyet, kişilerarası
ilişki
kavramını
doğurmaktadır. Herhangi bir etkileşim karşılıklı niyeti yaratıyor ve bu yolla bir
ilişki gerçekleşiyorsa, bu etkileşim sürecinin adı iletişimdir (Anık, 2009: 50).
Bireylerin, başka bireyleri etkilemesi ve başka bireylerden etkilenme süreci,
etkileşim anlamına gelmektedir. Bu süreç neticesinde bireyler birbiriyle
ortaklaşma ihtiyacı hisseder ve ortaklaşmanın sağlanması koşuluyla iletişim
süreci başlamış olur.
Schramm (1985: 99)’a göre bir bildirimde bulunan birey, karşısındaki
kişi ile bir ortaklaşma yaratmak istemektedir. Ortaklaşma yaratılmasındaki
anlam, iki kişinin de birlikte aynı bilgilere, aynı düşünceye veya aynı tutuma
sahip olmayı ve paylaşmayı istemesi demektir (Anık, 2003: 126). Buna göre
iletişim, bireyler arasında bilgi alıp vermek amacıyla oluşturulan bir ilişkiler
sistemi olarak tanımlanabilir (Tutar, Yılmaz, 2003: 6). Bir ilişkiler sistemi
olarak tanımlanan iletişimin başka bir tanımda semboller kullanılarak
oluşturulduğu da belirtilmiştir. Bu tanıma göre iletişim, bilgi, düşünce, beceri
ve duyguların, sözcük, resim, grafik vb. semboller kullanılarak iletilmesidir.
Diğer bir tanımda iletişimin dairesel özelliği üzerinde durulmuştur. Bu tanıma
göre ise iletişim, kişilerarası ilişkilerde gönderilen mesajların karşılıklı olarak
aynı zamanda hem alınıp verildiği hem de yorumlanıp sonuç çıkarıldığı başı
ve sonu olmayan bir süreçtir (Mısırlı, 2008: 1).
Barnlund (1970)’a göre iletişim dinamiktir, çünkü kendi kendine değil,
aktif bir kişinin kasıtlı hareketlerinden oluşmaktadır. Devamlıdır, çünkü tek bir
hareketten ziyade devam eden bir zincir oluşturmaya yöneliktir. Daireseldir,
çünkü bir kişiden diğerine akan anlam zinciri düz bir çizgi oluşturmaz, aksine
başladığı noktaya dönebilir. Aynen tekrar edilmez, çünkü sürekli yenilenen
100
anlamlar zinciri insanların yaklaşımlarını sürekli değiştirir. Alıcıya ilk ulaşanla
sonraki farklıdır, meydana çıkan iletişim de farklı olacaktır. Geri alınmaz,
çünkü bir kere verilmiş bir mesajın etkilerinin, alıcısının zihninden hiç
gelmemiş gibi silinmesi mümkün olmamaktadır. Karmaşıktır, çünkü çok
değişik seviyelerde değişik kişisel, kurumsal, sosyal ve kültürel anlamlar içerir
(aktaran Soncu, 2010: 438).
İletişimin gerçekleşmesi en basit düzeyde üç öğeye dayanmaktadır.
(1) İletiyi gönderen, (2) iletiyi alıp açımlayan ve bu ikisi arasında iletinin
gönderilmesinde kullanılacak bir iletişim kodlaması ve (3) bir ileti. İletiyi
gönderene kaynak, alana alıcı (hedef-kitle), iletişimde gönderilen bildirime
ileti denilmektedir. (Oskay, 2001: 10).
Kaynak, iletişimi başlatan unsurdur. Bu unsur, birey, grup, kurum veya
kuruluş olabilir. Kaynak, bir düşünceyi ya da bir düşünce ile ilgili davranışı
herhangi bir anlam yükleyerek alıcıya göndermek istediği zaman önce
kelimeler, rakamlar, şekiller, işaretler, hareketler ya da diğer semboller
kullanarak bunları mesaj haline getirmektedir (Mısırlı, 2008: 3).
Mesaj, alıcı için uyaran olarak işlev gören bir sinyal, ya da sinyaller
birleşimidir. Mesaj, göndericinin fikirlerinin ve isteklerinin sembollere
dönüşmüş halidir. Bu sembollerin tek başlarına bir anlamları yoktur.
Sembollere, anlamları gönderici ve alıcı yüklemektedir (Tutar, Altınöz; 2004:
129).
Kaynağın gönderdiği mesaj, alıcıya kanal ya da kanallar aracılığıyla
ulaşmaktadır. Çok çeşitli iletişim araçları kanal görevini üstlenmektedir. Bu
kanallar, göze, kulağa ve diğer duyu organlarına hitap edebilirler. Örneğin,
yazılı ve sözlü rapor, görüşme, basın yayın kanalları, sesli veya sessiz
filmler, internet, afiş vb. Bu kanallardan hangisinin seçilmesi gerektiği
iletişimin etkinliğinde önemli bir rol oynamaktadır. Aynı anda birkaç duyu
organını etkileyen kanalın daha uygun olduğu söylenebilir. Ancak iletişim
101
kanallarında fiziksel ve psikolojik parazitler (gürültüler) olmamasına ya da
varsa bunların giderilmesine dikkat edilmelidir (Sabuncuoğlu, Tüz; 2001: 68).
İletişim sürecinin son aşaması olan alıcı (hedef, muhatap), bir iletişim
sürecinde, kaynaktan gelen mesajları alıp yorumlayan ve bunlara sözlü,
sözsüz tepkide bulunan birey ya da gruplardır. Alıcıların sayısı ister bir kişi,
ister daha fazla olsun mesajların farklı algılanabilme olanağı bulunmaktadır.
Etkili ve başarılı bir iletişim için kaynak tarafından çeşitli biçimlerde
kodlanarak gönderilen mesajın, alıcı tarafından amaca ve niyete uygun bir
şekilde anlaşılması gerekmektedir. Yani alıcının algıladığı bilgilerin, fikirlerin,
duyguların, olayların ya da kanaatlerin kaynağın kodlarken zihninde
tasarladığı anlamla aynı olması gerekmektedir (Mısırlı, 2008: 5).
Alıcının iletiyi alması ile iletişim sürecinin tamamlandığı söylenebilir,
fakat başlatılan iletişimin amacına bağlı olarak sonlandığını söylemek
geribildirime bağlıdır. Alıcının mesajı yorumlayıp, uygun cevabı kaynağa
iletmesi sürecine geribildirim (feedback) denir. Alıcıdan kaynağa iletilen
geribildirim, başlatılan iletişimin amaç ve niyetine uygun ise, iletişim başarıyla
gerçekleştirilmiştir diyebiliriz.
Çevre
Kaynak
Çevre
Kodlama
Mesaj
Ortak referans alanı
Kanal
Geri bildirim
Şekil 6: İletişim Süreci
Kod Çözme
Alıcı
102
4.1.1.2. İletişim Türleri
Karşılıklı iki sistem arasında gerçekleşen iletişim; kullanılan kodlara
(sözlü, sözsüz), kaynak ve ortamına (kişisel, örgütsel, kitle, kamusal iletişim),
ilişkisel (kişi-içi, kişilerarası, grup iletişim) anlama göre sınıflandırılmaktadır.
1) Kullanılan Kodlara Göre İletişim
(1) Sözlü İletişim
Sözlü iletişim, konuşma dili olarak da adlandırılmaktadır. Bireylerin
gerçekleştirdikleri
tüm
yüz
yüze
konuşmalar,
telefon
görüşmeleri,
toplantılardaki görüşmeler, sözlü brifingler, halka hitaplar, sözlü sunumlar,
eğitim kursları, konferanslar, resmi konuşmalar, kurmay toplantıları, komiteler
ve oryantasyon programları gibi iletişim biçimleri sözlü iletişim kapsamında
bulunmaktadır. Gönderici ve alıcı arasındaki her türlü konuşma sözlü
iletişimdir. Bu tür iletişim yüz yüze interaktif olabileceği gibi, radyo, televizyon
ve telefonla da olabilir (Tutar, Yılmaz; 2003: 54).
Sözlü iletişimde dil kavramı oldukça önemlidir. Bu bağlamda sözlü
iletişim “dil ve dil-ötesi” olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Bireylerin
karşılıklı yaptıkları konuşmalar, yazışmalar dil ile iletişim olarak kabul edilir.
Dil ile iletişimde bireyler, ürettikleri bilgileri birbirlerine iletirler. Dil-ötesi iletişim
ise, sesin rengi, tonu, hızı, şiddeti, hangi kelimelerin kullanıldığı ve
vurgulandığı, duraklamalar vb. sesin niteliği ile ilgilidir. Bu durumda, dil ile
iletişimde mesajda “ne söylendiği” önemliyken, dil-ötesi iletişimde ise mesajın
“nasıl söylendiği” önem taşımaktadır (Tutar, Yılmaz; 2003: 54). Örneğin yolda
karşılaştığımız bir kişinin bizimle konuştuğu konun içeriği kadar, konuyu nasıl
anlattığı da bizi ilgilendirir. Karşımızdakinin ses tonundaki canlılık ya da ses
tonundaki kısıklık bize farklı mesajlar vermektedir. Bu davranışlar bireyin
isteyerek yaptığı davranışlar da olabilir, farkında olmadan yaptığı davranışlar
da olabilir.
103
Bireyin farkında olarak yaptığı konuşmalara “niyet edilmiş dil
davranışı” adı verilir. Bazı kelimelerin üzerine basa basa konuşmamız ya da
karşımızdakini
korkutmak
için
bağırmamız,
niyet
edilmiş
dil-ötesi
davranışlardır. Bireyin konuşurken dilinin sürçmesi ise “niyet edilmemiş dil
davranışlarına”
bir örnektir. Konuşurken farkında olmadan ses tonumuz
alçalıp yükseliyorsa ya da sesimiz titriyorsa, bu durumda niyet edilmemiş dilötesi davranışlar söz konusudur (Dökmen, 2003: 27).
Sözlü iletişimde, ortaya konulmuş bir sembolü anlamak için iletişim
eyleminin içeriğini kavramak gerekmektedir. Bu konuda toplumsal ortam
önemli bir rol oynamaktadır. Örneğin, aynı ileti farklı bağlamlarda
söylenmesine göre farklı bir işaret taşıyabilmektedir. Bu doğrultuda, günlük
dilin incelenmesi, bireylerin bilgiyi nasıl ürettiklerini, nasıl değiş tokuş
ettiklerini ve dili nasıl kullandıklarını gözlemleme imkanı sunmaktadır (Lazar,
2009: 54). Bu incelemeler, iletişim için gerekli olan sembollerin toplumlar
arası farklılıklarını ortaya koymakta ve toplumlararası iletişimdeki çatışmaları
en az düzeye indirmektedir.
(2) Sözsüz İletişim
İletişim ve etkileşimlerin çoğu sözler ile gerçekleşmektedir, fakat
mesajın gönderilmesinde ve alınmasında, iletişime katkı sağlayan başka
faktörler de bulunmaktadır. Bunlar beden hareketleri, jestler veya mimiklerle
gerçekleştirilen bilgi alışverişleridir (Lazar, 2009: 55). Sözsüz iletişim adı
verilen, bireylerin eden hareketleri, jestleri ve mimikleri aynı zamanda
bireylerin iletişim kurdukları ortam ve koşullarla da birlikte ele alınabilir.
Sözsüz iletişimi, davranışsal/kişilerarası iletişim ve çevresel olmak
üzere iki boyut üzerinden inceleyen Poon Teng Fatt, kişilerarası iletişimi;
beden duruşu, duruş mesafesi, el, kol, baş hareketleri, mimikler, göz teması,
ses tonu ve bireyin diğerlerine kıyasla duruş yönü olarak tanımlamaktadır.
Çevresel iletişime özellikle dikkati çeken araştırmacıya göre, yapay olan yani
104
parfüm, giyiniş tarzı, takı-mücevher kullanımı ile doğal çevreyi yansıtan
ışıklandırma, mobilya, koku, ısı, müzik gibi unsurlar da en az diğer unsurlar
kadar önemlidir (aktaran Erkuş, Gönlü; 2009: 11).
Yukarıda davranışsal ve çevresel olarak iki boyut üzerinde ele alınan
sözsüz iletişime, üçüncü bir unsur olan “ses” nitelikleri de eklenebilmektedir.
Buna göre bireylerin, genellikle üç biçimde sözsüz iletişim kurdukları ifade
edilmektedir:
Mesafeler (Proxemics)
Sözsüz iletişimin ilk türü günlük yaşamda etkileşim içinde olan
insanların paylaştıkları belirli alan özellikleri ve mesafeler (proxemics) dir.
Örneğin üst düzeyde olan bireylerin kullandıkları mekânlar, statü ve otorite
durumlarını gösterecek biçimde dizayn edilmektedir. Ya da her insanın vücut
etrafında kendi kişisel alanlarını korudukları boşluklar mevcuttur. Bu alanın
mesafesi bireylerin kişisel özellikleri ve toplumsal yapılarına göre farklılık
gösterebilmektedir. Bazı toplumlarda birey kişisel korunma alanını dar
mesafede tutarken, bazı toplumlarda kişisel alan oldukça geniştir (Tutar,
Yılmaz; 2003: 58) .
Mahrem Alan
Arkadaş Alanı
Sosyal Alan
Mahrem Bölge
Genel Alan
Mahrem Bölge
Şekil 7: Kişisel Mesafeler
105
Vücut Hareketleri (Kinesics)
Sözsüz
iletişimin
ikinci
türünü
vücut
hareketleri
(kinesics)
oluşturmaktadır. Bireylerin beden duruşu, el ve kol hareketleri, baş
hareketleri, oturma şekli, görünüş, giyim tarzı gibi unsurlar beden dilini
oluşturmaktadır. Beden dilini anlamak önemlidir, çünkü bir iletinin etkisinin
%50’sinden fazlası beden hareketlerinden oluşmaktadır (McKay, Davis,
Fanning, 2006: 57). Gabbott ve Hogg (2001) beden diline ek olarak göz
temasının
(Occulecsics)
da
sözsüz
iletişimde
önemli
olduğunu
vurgulamışlardır.
Ses Dili (Paralanguage)
Sözsüz iletişimin üçüncü unsuru ise dilin anlamsal ve yapısal
özelliklerinde bulunmayan, ancak sözcüklerin telaffuzuna bir anlam katabilen
ses tonu, ses kalitesi, mimikler, sözcüklerin vurgulu, heyecanlı, renkli ve
coşkulu kullanımı (paralanguage) gibi kişiye özgü olan yan unsurlardır (Tutar,
Yılmaz; 2003: 58).
Sözlü ve sözsüz iletişim üzerine araştırma yapan Albert Mehrabian, bir
iletinin toplam etkisinin aşağıdaki etmenlerden meydana geldiğini belirtmiştir
(McKay, Davis, Fanning, 2006: 57):
%7
sözel iletişim (sözcükler)
% 38
ses (yükseklik, ton, ritim vb.)
% 55
beden hareketleri (çoğunlukla yüz ifadeleri)
Araştırmada görüldüğü gibi bir iletinin etkisinde öncelikle beden
hareketleri ve ses, daha sonra sözel unsurlar önem taşımaktadır. Sözsüz
iletişimin önemini vurgulayan bir diğer araştırmacı Sampson (1994) a göre
bireylerdeki kişisel tarz unsurları da sözsüz iletişimin önemli parçalarıdır.
Bunlar; kişinin görüntüsü (fiziksel görüntü, giyim vb.), kişisel tarz (itibar,
106
deneyim ve vasıflar), iletişim becerileri (konuşma, yazma, dinleme, düşünme
ve sunum yapabilme), beden dili (tavırlar, duruş mesafesi vb.) ve varlıklar
(karizma, güven, kendinden emin olma vb.) (aktaran Erkuş, Günlü; 2009: 11).
Sözlü iletişime kıyasla, sözsüz iletişimde kültürler arası farklar daha
azdır, fakat yine de bu farklılıklar belirli oranda karışıklığa sebep
olabilmektedir. Bir kültüre mensup bireylerin yararlandığı jestler, başkalarının
kullandığı jestlerden kimi kez bütünüyle farklıdır. En azından birbirinin benzeri
olmayabilir. Örneğin, başın eğikliği, bu işareti tanımayan bir kültür
mensuplarından birileri için inkar, başkaları için onayı işaret edebilmektedir.
Bir kültürün tüm özelliklerini yansıtan hiçbir duruş veya jest bulunmamaktadır
(Lazar, 2009: 55).
2) Kaynak ve Ortamına Göre İletişim
(1) Kişisel (Personal) İletişim
İletişimin kaynağı olan kişi, seçici olarak iletişim kurabilen tek varlıktır.
Bu özelliği kişiye, duygu ve düşüncelerini anlatma, olayları ve sesleri
tanımlama ve yorumlama imkanı vermektedir. Kişinin diğer kişilerle iletişimde
kullandığı en etkili yol konuşmadır. Ancak sadece konuşma karşıdaki kişiyle
iletişim kurmada yeterli olmaz. Bu konuşma sürecinin planlı, seçilmiş
kelimelerden oluşan, doğru mesajları içerir bir şekilde olması gerekmektedir
(Bayraktar, 2006: 4). İletişimin başarısı, kaynağın ve alıcının iletişim
becerilerine bağlıdır.
İletişim becerilerinin bireyin kişilik özellikleri, algı düzeyi ve çevre
koşullarıyla ilişkili olduğunu söylenebilir. Kişilik bireyin biyolojik, psikolojik ve
sosyolojik özelliklerini içinde barındıran bir yapıdır. Bu özelliklerin farklılığına
göre
bireylerde
farklı
kişilik
yapılarına
ve
farklı
iletişim
tarzlarına
rastlanmaktadır. Bireyin kişiliği, gerçekleştirdiği iletişim süreçlerine olumlu ya
da olumsuz olarak etki edebilmektedir. Bu bağlamda, kişilik özelliklerine de
107
değinmekte yarar vardır. Bireylerin kişilik özelliklerini yansıtan en geçerli
model olarak bilinen beş faktörlü kişilik modeline göre tipik davranışsal
sıfatlar şöyledir (aktaran Yelboğa, 2006: 199):
-
Dışadönüklük
(Extraversion):
Cana
yakın,
enerjik,
neşeli,
heyecan arayan ve baskın (yüksek puan); mesafeli, sakin,
içedönük, yalnızlığı tercih eden (düşük puan).
-
Açıklık (Openness): Yaratıcı, analitik, başka görüşlere açık,
duyarlı (yüksek puan); geleneksel, tutucu, gerçekleri savunan,
ilgisiz (düşük puan).
-
Duygusallık (Emotional Stability): Rahat, özgüvenli, sabırlı,
eleştiriye açık, strese toleranslı (yüksek puan); endişeli, gergin,
çekingen (düşük puan).
-
Geçimlilik (Agreeableness): Alçak gönüllü, iş birliğine inanan,
samimi anlayışlı (yüksek puan); şüpheci, dik başlı, inatçı,
rekabetçi, ihtiyatlı (düşük puan).
-
Sorumluluk
(Conscientiousness):
Sistemli,
azimli,
başarma
yönelimli, hırslı, titiz (yüksek puan); plansız, erteleyen, dikkati
kolay dağılan, düzensiz (düşük puan).
Bireyin iletişim becerilerine etki eden bir diğer faktör algıdır. Algı, duyu
organlarımızdan beynimize ulaşan verilerin örgütlenmesi, yorumlanması,
anlamlandırılması sürecine verilen addır (Dökmen, 2003: 98). Algılamada
bireyin zihinsel alt yapısı, geçmiş yaşantısı, edindiği ön bilgiler, güdülenmişlik
düzeyi önemli rol oynar. Dolayısıyla algılanan bilgi “objektif gerçek” değil
“algılanan gerçek”tir (aktaran Demirci, 2010: 8).
108
Duyumların anlamlandırılması/algılanması sürecine bir örnek verirsek;
Oturmakta olan üç kişinin arkasında iki cismi birbirine çarparsak, üçünün
kulağına da yaklaşık aynı duyusal veri ulaşır; fakat algılamaları farklı farklı
olabilir. Bu kişilerden birincisi iki kalemin birbirine vurulduğunu, ikincisi iki
madeni paranın birbirine çarptığını, üçüncüsü ise bir anahtarın masaya
çarptığını söyleyebilir. Bu örnekte olduğu gibi, aynı duyusal uyarıcının farklı
kişilerce farklı şekillerde algılanması, kişilerarası iletişimde de sorunlara
sebep olmaktadır. Örneğin, bir söz bir kişi tarafından şaka gibi algılanırken,
başka biri tarafından hakaret olarak algılanabilir. Bireylerin neyi, nasıl
algılayacakları, bireyin kişiliğine, içinde yaşadığı toplumun kültürüne ve
geçmiş yaşantılarına bağlıdır (Dökmen, 2003: 98). Bu bağlamda, bireylerin
sağlıklı bir iletişim kurmak için gerekli olan ortaklaşma, karşılıklı ortak
algıların geliştirilmiş olmasına da bağlıdır.
İletişim becerilerini etkileyen bir diğer unsur çevresel faktörlerdir. Birey,
çevresini algılamaya başladığı andan itibaren toplumsallaşmaya ve içinde
yaşadığı toplumun kültüründen etkilenmeye başlamaktadır. Birey içinde
yaşadığı toplumun değerlerini içselleştirerek zamanla kendi davranışları
haline
getirmektedir.
Bireylerin
öğrenilmiş
davranışları
kişilerarası
iletişimlerine de etki etmektedir. Örneğin iş yerinde formel iletişim yönteminin
uygulanması gerektiğini öğrenen bir birey, iş yeri iletişimlerinde daha başarılı
olacaktır. İşe yeni başlayan bir birey, yöneticisine ve çalışma arkadaşlarına
informel bir iletişim yöntemiyle yaklaştığında ise iş yeri iletişiminde sorunlar
yaşayacaktır.
(2) Örgütsel (Organizational) İletişim
Örgüt, insanların bir takım ortak amaçlar, değerler uğruna ortaya
koydukları bir anlaşmayı ve birlikteliği içermektedir (Sabuncuoğlu, Tüz, 2001:
29). Bir örgütte görev alan kişiler, önceden tanımlanmış birtakım rollere
girerek, hiyerarşik bir düzen içinde bu rollerin gereğini yerine getirmeye
çalışmaktadırlar (Dökmen, 2003: 37).
109
Örgütlerde düzen (sistem), öğeler arası bilinçli ilişkileri belirlemektedir.
İletişim düzeni denildiğinde, işletmede görev alan kişiler, gruplar ve organlar
gibi çeşitli öğeler arası bilinçli ilişkilerin belirli bir amaç doğrultusunda
geliştirilmesi anlaşılmaktadır. Örgütte iletişim düzeni iki şekilde görülmektedir
(Sabuncuoğlu, Tüz, 2001: 63):
1) Biçimsel
(Formel)
İletişim:
Örgütlerin
organizasyon
yapıları
üzerinde gerçekleşen iletişimdir. Biçimsel iletişim, yukarıdan
aşağıya dikey kanallarla emir ve bilgi verme yoluyla gerçekleşir.
Aşağıdan yukarıya dikey kanallarla ise raporlar, öneri ve istekler,
şikayetler
şeklinde
oluşur.
Yatay
iletişim
kanalları,
benzer
pozisyondaki kişileri birbirlerine bağlar. Çapraz iletişim kanallarıyla,
farklı bölümlerdeki ve farklı pozisyonlardaki kişiler iletişim kurar. Bu
yöntem örgütsel düzeni bozucu bir özellik taşıması nedeniyle
ancak zorunlu durumlarda kullanılmaktadır. Örgütün, başka
örgütlerle
iletişimi
ise
dışa
dönük
iletişim
kanallarıyla
gerçekleşmektedir. Biçimsel iletişim örgüt içi hiyerarşik yapıyı
oluşturmaktadır. Hiyerarşik yapıya uyumsuz davranışlar örgüt
içinde yönetici ve çalışanlar tarafından olumsuz tepkiye sebep
olabilmektedir.
2) Doğal
(Informel)
İletişim:
Organizasyon
yapısı
üzerinde
görülmeyen, kendiliğinden oluşan iletişimdir. Küçük ya da büyük
her örgütte var olan, varlığı inkâr edilmeyen bu tür iletişim, etkili
biçimde denetim altına alınmadığı takdirde, örgütsel düzeni
kökünden sarsacak ve biçimsel iletişimin boyutlarını aşacak kadar
ileri gidebilir (Sabuncuoğlu, Tüz, 2001: 107). Örgüt içinde kulaktan
kulağa yayılan aslı olmayan informel bilgiler veya dedikodu zinciri
gibi durumlar doğal iletişim sonucu oluşabilecek olumsuzluklardır.
Her bireyin kendine göre bir çevresi, düşüncesi ve görüş açısı
olduğundan dolayı, bu tür iletişim her türlü yoruma açıktır. Fakat
doğal iletişim her zaman olumsuz durumlara yol açmaz. Doğal
110
iletişim, örgüt içinde biçimsel iletişimi tamamlar ve ona destek olur,
çalışanlarda birlik ruhunun gelişmesini sağlar, takım çalışmasına
ve verimli çalışmaya olanak sağlar.
1
Dikey İletişim
Çapraz İletişim
2
4
3
5
Yatay İletişim
Şekil 8: Biçimsel ve Doğal İlişkiler Şeması (Sabuncuoğlu, Tüz, 2001: 201)
(3) Kitle (Mass) İletişimi
Kitle iletişimi, kentleşme ve sanayileşmenin yarattığı toplumsal koşullar
neticesinde ortaya çıkmıştır. Teknolojik gelişme; sinema, afiş, televizyon,
radyo, gazete, internet gibi kitle iletişim araçlarıyla gerçekleşen büyük bir
sanayi oluşturmuştur. Ortaya çıkan bu sanayinin araçları, gerçekleşmiş
iletişim sürecinin araçlarıdır. Bununla birlikte bu tekniklerden ziyade ortaya
çıkan toplumsal süreç oldukça önem taşımaktadır (Lazar, 2001: 61).
111
Kitlenin tanımını yapacak olursak; kitle, belirli bir yeri ve mekânı
olmayan; bireyleri istikrarsız ve tutarsız, kısmen tesadüfle bir araya toplanan,
sloganlarca kolayca güdüm altına alınabilecek; belirsiz, değişken ve sürekli
yer değiştirebilir olan, bu nedenle de yönü ve niyetini belirlemenin zor olduğu
bir bütündür. Kitle iletişim araçlarının ürünlerini tüketen herkese kitle
denildiğine göre, televizyon, sinema, tiyatro izleyen, radyo dinleyen, gazete,
kitap, dergi okuyanlar, aynı anda aynı kitle iletişim aracı tarafından enforme
edilenlerin tümü kitledir (Anık, 2003:130).
Kitle iletişim araçlarıyla toplum arasında karşılıklı bir etkileşim olduğu
söylenebilir. Kitle iletişim araçları haberleriyle, yorumlarıyla, programlarıyla
insanları yönlendirme gücüne sahiptir. Bunun yanında toplum da kitle iletişim
araçlarını ilgi alanları ve tercihleriyle yönlendirebilmektedir. Kitle iletişim
araçlarının topluma yönelik etkileri ise üç grupta ele alınabilir (Dökmen, 2003:
44):
-
Kitle iletişim araçları, topluma bilgi/haber iletir,
-
Kitle iletişim araçları toplumdaki bir takım çatışmalarda, örneğin
politik çatışmalarda taraf olmaktadır,
-
Toplumdaki çatışmalar karşısında, uzlaştırıcı, yatıştırıcı yönde
tavır alır.
3) İlişkisel Anlamda İletişim
(1) Kişi-içi (Intrapersonal) iletişim
Bir insanın düşünmesi, duygulanması, kişisel ihtiyaçlarının farkına
varması, iç gözlem yapması, rüya görerek kendi içinden mesaj alması ya da
kendine sorular sorarak bunlara cevaplar üretmesi bir iç iletişim sayılabilir.
Karşı karşıya gelen iki insan arasında gerçekleşen iletişimin benzeri, tek bir
insanın içinde de gerçekleşmektedir. İnsanlar, kendi içlerinde birtakım
112
mesajlar üreterek ve bunları yorumlayarak kişi-içi iletişimde bulunurlar
(Dökmen, 2003: 21).
Kişi-içi iletişim, öz-iletişim olarak da adlandırılmaktadır. Öz-iletişim,
bilinçaltı varlığı nedeniyle kişi ve düşünce yapısı arasında mesajların sürekli
akışıdır. Kendi dünyası ve duyu organları arasında dengeli bir iletişim düzeni
kuran kişinin bir yandan etkin düşünme, güven duyma, kendi kendini
değerleme ve karar verme yeteneğine sahip olacağı, diğer yandan, bu kişinin
başkalarıyla daha etkin iletişim kuracağı ve olumlu davranışlarda bulunacağı
söylenebilmektedir (Sabuncuoğlu, Tüz, 2001: 99). Örneğin, bireyin benlik ve
kimlik gelişimi sırasında kendine sorduğu “Ben nasıl biriyim?” “Ben kimim?”
“Başkalarına nasıl görünüyorum?” gibi sorular; bireyin kişilerarası iletişimleri
sırasında “Acaba nasıl konuşmalıyım?”, “Konuşurken güven veriyor muyum?”
gibi sorular, bireyin kendine sorduğu ve kendi içinde cevap aradığı sorulardır
ve kişi-içi iletişim kapsamına girmektedir.
(2) Kişilerarası (Interpersonal) İletişim
Kişilerarası iletişim tüm insan iletişiminin temelidir. Kişilerarası iletişim
fizikman hazır olunduğu zaman partnerlerin her birinin davranışları üzerinde
karşılıklı bir nüfuzun gerçekleştirildiği etkileşimi kapsamaktadır. Kişilerarası
iletişimin etkileşimsel özelliği, kişilerin bireyler arası iletişimle, karşılıklı
davranışları üzerine etki yaptığını anlatmaktadır. Yüz yüze iletişim için bu
zorunlu bir koşuldur. Kişilerarasında en sık kullanılan iletişim aracı konuşma
olmakla birlikte, gülmek, jestler, mimikler, bedensel ifadeler, sessizlik, iletişim
kurmaya yarayan diğer araçladır (Lazar, 2009: 52-53). Günlük yaşamda
ailemizle, arkadaşlarımızla ve toplumla bulunduğumuz tüm yüz yüze ilişkiler
kişilerarası iletişim kapsamına girmektedir.
113
Tubbs ve Moss (1974), bir iletişimin “kişilerarası iletişim” sayılabilmesi
için üç ölçütün gerekli olduğunu belirtmişlerdir (Dökmen, 2003: 24):
-
Kişilerarası iletişime katılanlar, belli bir yakınlık içinde yüz yüze
olmalıdır.
-
Katılımcılar arasında tek yönlü değil, karşılıklı mesaj alışverişi
olmalıdır.
-
Söz konusu mesajlar sözlü
(verbal) ve sözsüz (nonverbal)
nitelikte olmalıdır, bu iki tür mesaj dışındaki mesajların
kullanıldığı iletişimler, örneğin yazışmalar, kişilerarası iletişim
sayılmamaktadır.
(3) Grup İletişimi
Ortak bir amaç için bir araya gelmiş insan topluluğuna grup denir. Bir
grup olgusundan söz edebilmek için bazı temel özelliklerin bulunması
gerekmektedir (Sabuncuoğlu, Tüz, 2001: 191):
-
En az iki kişinin varlığı,
-
Üyeler arası iletişim, bilinçli topluluk,
-
Her üyenin amaçlarının gerçekleştirilmesine katkısı,
-
Amaçlara ulaşım konusunda anlaşma,
-
Eylem biçimi üzerinde birleşme,
-
Üyeler arasında grubu yöneltmek üzere seçilen kişi (lider)
konusunda anlaşma.
Bu özelliklerin hepsinin bir arada bulunduğu grup olgusundan
bahsetmek güçtür fakat ideal bir grubun yapısında bu fonksiyonların
birçoğunun bulunması gerekmektedir. Grup içindeki üyelerin birbirleriyle olan
iletişimleri ve etkileşimleri grup iletişimi kavramını oluşturmaktadır.
114
Grup içi iletişim birbirlerine ileti gönderen ve birbirlerinin iletilerini kabul
eden belirli sayıdaki kişi arasında sürdürülen iletişimdir. Her kişi, en yalnız
birey bile, iletişim ağı ile örülü bir alemde yaşamakta ve çok sayıda bireye
bağlı bulunmaktadır. Bu ilişkiler kişisel ağlarla inşa edilmektedir ve insanlar
arasında
yerleşik,
dolaylı
ve
dolaysız
bağların
bütünü
bu
ilişkileri
oluşturmaktadır. Kişisel ağlar yaşanmış deneyimlerin bir bütünü arasındaki
bağlarla ilişkilidir. Bunlar toplumsal, siyasal, dinsel ve ailevi deneyimler
olabilmektedir (Lazar, 2009: 57).
Gruplar özelliklerine, büyüklüklerine, amaç ve işlevlerine göre farklı
yapılara sahiptirler. Çok çeşitli ayrımlar söz konusu olmakla birlikte, grupları
biçimsel (formel) ve doğal (informel) olarak iki grupta incelemek mümkündür
(Sabuncuoğlu, Tüz, 2001: 199):
Biçimsel grup, belirli bir isim taşıyan, üyeleri ve kuralları belirlenmiş,
sınırları çizilmiş bir grup türüdür. Bu gruplarda üyeler, belirlenmiş bir ortak
amaç doğrultusunda hareket ederler. Her üyenin belli bir görev, yetki ve
sorumluluğu vardır. Grup içinde basamaksal bir yapı oluşturulmuş, alt-üst
ilişkileri, yatay ve dikey iletişim kanallarının oluşturduğu kurallarla belirlenmiş
ve grubu yöneten liderin yetki sınırları çizilmiştir. Bu tür gruplara işletmeler,
siyasi partiler, dernekler örnek olarak gösterilebilir.
Doğal gruplar, kendiliğinden oluşan gruplardır. Bu grubu yaratan,
insanların doğal güdüleri ve eğilimleridir. Doğal grubun kökeninde sosyal
grup yaklaşımı vardır. Bireylerin diğer insanlarla birlikte olma istekleri ve
eğilimleri toplumsal bir güdüdür. Doğal grup içi iletişim, meslektaşlar veya
dostlar, komşular, aile üyeleri arasındaki bağlantılar, dahası klan üyeleri
arasında yerleşik ilişkiler göstermektedir. Biçimsel iletişime göre, doğal
iletişimin sınırlılıkları pek bilinmediği için biraz bulanıktır (Lazar, 2009: 57).
115
4.1.1.3. İletişim ve İzlenim Yönetimi
En az iki kişi arasında gerçekleşen iletişimin; kullanılan kodlara (sözlü,
sözsüz iletişim), kaynak ve ortamına (kişisel, örgütsel, kitle iletişimi), ilişkisel
(kişi-içi, kişilerarası, grup iletişim) anlama göre sınıflandırıldığına bir önceki
konuda değinilmişti. Biçimsel olarak çok çeşitli kategorilere ayrılan iletişim,
aynı zamanda ayrıldığı her kategori içinde farklı davranış modelleri de
barındırmaktadır. Bireyler kişi-içi iletişimde farklı, kişilerarası iletişimde farklı,
formel iletişimde farklı, informel iletişimde daha farklı davranış biçimleri
sergilemektedir. Her iletişim türünde farklı olarak sergilenen davranış
biçimleri bireylerin iletişim kurmaya niyet ettikleri kişilerle ortak bir alan
oluşturup kendilerini doğru ifade edebilme amacını taşırken diğer taraftan
bireylerin
başka
bireyler
üzerinde
etkili
olmak
isteklerinden
de
kaynaklanabilmektedir.
Bireylerin
başkaları
üzerinde
etkili
olmak
için
davranışlarını
karşısındaki kişilere göre düzenlemeleri, izlenim yönetimi ya da ilişki yönetimi
olarak tanımlanmaktadır. İki kişi arasında gerçekleşen her iletişim, ilişki
yönetimi kapsamına girmemektedir. Örneğin iki kişinin birbiriyle sohbet
etmesi, bir markette müşteri ile kasiyer arasında geçen diyalog ya da bir
yöneticinin çalışanlarına talimat vermesi izlenim yönetimi kapsamına
girmeyen iletişim biçimleridir. İzlenim yönetiminde, bireyin başka bireyler
üzerinde etkili olmak isteği vardır. Örneğin birey, kurduğu iletişimle
gerçekleşen etkileşim sorucunda, karşısındaki kişiyi etkilemiş ve kişiye
beklediği davranışları yaptırmış ise başarılı bir ilişki yönetimi gerçekleşmiş
olmaktadır (Anık, 88: 2007).
İzlenim yönetimi için, birey karşısındaki kişi ile iletişim kurarken, mesajı
alırken, verirken hangi konularda ortak paydalar kurulayabileceğini ve tesis
edebileceğini çok iyi ayarlaması gerekmektedir. İletişim kurulan insanla ilgili
olarak onun mimiklerine, gözbebeklerine, vücut diline ve buna benzer iletişim
kaynaklarına ilişkin ne kadar fazla bilgi, mesaj alıp; zihninde o insanla ilgili
116
olarak, o insanı kavrayabileceği bir şablon inşa edebilirse, yani onu ne kadar
eksiksiz zihninde tasavvur edebilirse, onu o kadar iyi kavrayabilir ve o kadar
kolay yönetebilir ve yönlendirebilir (Anık, 87-93: 2007). Örgüt iletişiminde
izlenim yönetimine örnek oluşturacak bir örnek olayla konuyu açıklayalım:
Aralarında bir tartışma geçmiş yönetici ile çalışanı uzun zamandır
birbirleriyle konuşmamaktadır. Bir gün iş yerinde, yöneticisinin başka kişilerle
tartışma yaşadığını ve yöneticinin beden dilinden sinirli olduğunu fark eden
çalışan ılımlı bir tavır takınarak yöneticisine yaklaşmış ve ona destek
olduğunu
hissettirerek
aralarındaki
sorunun
hafiflemesine
zemin
hazırlamıştır. Çalışan bu davranışı sergilemeden önce, zihninde yöneticisiyle
aralarında olan sorunu nasıl giderebileceğinin tasavvurunu yapmış, daha
sonra düşüncesini davranışa dönüştürmüş ve yöneticinin davranışlarını kendi
istediği yönde yönlendirerek başarılı bir izlenim yönetimi gerçekleştirmiştir.
Bireyler arasında bir niyet doğrultusunda kurulan iletişim ve bu süreçte
oluşan etkileşim, bünyesinde izlenim yönetimi gibi çok çeşitli insan
davranışını barındırmaktadır. Etkileşim halindeki insanların eylemlerinin
gözlemlenmesi ve yorumlanması sembolik etkileşimcilik olarak adlandırılan
yaklaşımın başlıca konusunu oluşturmaktadır. Bu bağlamda sembolik
etkileşimcilik yaklaşımına ve yaklaşımla iletişim arasındaki bağlantıya
değinmekte fayda bulunmaktadır.
4.1.1.4. Sembolik Etkileşim ve Benlik Sunumunda
İletişimin Rolü
Tüm canlı varlıkların bir biçimde birbirleriyle haberleştikleri genel
olarak kabul gören bir ifadedir. Bu yüzden de, iki insan etkinliğinden ibaret bir
iletişim tasarımı, diğer canlı varlıklarla insan varlığını birbirinden ayıran kriter
olarak iletişimin gösterilmesi imkanını ortadan kaldırmaktadır. O halde iletişim
etkinlerinin asıl ayırt edici vasfı, toplumsal bütün içinde kendini açığa
117
vurmaktadır. İletişim, toplumsal bütün içindeki işleviyle tasarımlandığı zaman
daha yerli yerince konumlanmaktadır (Anık, 11: 2003). İletişimin sosyal
yaşamdaki rolünü belirgin kılarak (aktaran Anık; Lazar, 2001: 16) etkileşim
halindeki insanların davranışlarının yorumlanması üzerine bir yaklaşım
geliştiren “Chicago Okulu”, bu yaklaşımı “sembolik etkileşimcilik” (symbolic
interactionism) olarak adlandırmıştır.
Sembolik
etkileşimcilik
tanımlaması,
bu
yaklaşımın
temellerini
hazırlamış olan George Herbert Mead ve öğrencisi Herbert Blumer’e aittir
(Baş, 2011: 9). Yaklaşımın önemli isimleri; George Simmel, Robert Park,
Isaac Thomas, Charles Horton Cooley, John Dewey, George Herbert Mead,
Herbert Blumer ve Erving Goffman’dır.
Sembolik etkileşimcilik özellikle 21. Yüzyılın başlarından itibaren
çağdaş sosyoloji içinde yavaş yavaş hakim duruma gelmeye başlayan bir
paradigmadır (Maines 2001). Sembolik etkileşimciliğin temeli büyük ölçüde
Amerikan pragmatizminden beslenmiştir ve Amerikan pragmatizminin bazı
temel postulatları sembolik etkileşimci paradigmanın da temel kabullerini
biçimlendirmektedir. Pragmatizmin ve sembolik etkileşimciliğin en önemli
kabullerinden biri, insan varlığının aktif ve yaratıcı bir etken olarak
görülmesidir. İnsanlık alemi, hem bireylerin eylemlerini şekillendirmekte hem
de bireylerin eylemleri tarafından şekillendirilmektedir. Öznellik, anlam ve
bilinç deneyimden önce var olan şeyler değildir, bilakis bunlar eylem ve
etkileşim içinde ortaya çıkmaktadırlar (aktaran Beyazyüz, Göka, 2011: 43,
Reynolds, 2003).
Sembolik etkileşimci bakış açısına göre, her birey gruplar içine
doğmaktadır ve bireylerin kişisel hikâyeleri esasında daha geniş bir toplumsal
hikâyenin bünyesine aittir. Daha da önemlisi bireyler grup içinde ve karşılıklı
bağımlılık ağları üzerinde yaşamaktadırlar. Bireylerin eylemlerinin bir
çoğunluğu etkileşimdir veya bu bağımlılık ağlarıyla ilişkili biçimde geçmişteki
etkileşimlerinin birikmesinin yarattığı sonuçlardır. Birey, grup içinde yaşarken
118
destek, bilgi, fikir, davranış ve beceri açısından sürekli olarak diğerlerine
gizliden gizliye bel bağlamaktadır ve aynı şekilde diğerleri de bireye
güvenmektedir. Grup içindeki diğer bireyler, birçok farklı yolla bireyin
eylemlerini biçimlendirir veya kısıtlar ve birey de diğer bireylerin eylemlerinin
kısıtlanmasında ve biçimlendirilmesinde rol oynar. Bu karşılıklı bağımlılığın
bir sonucu olarak grup içinde yer alan kişiler, bireyin bedenini nasıl
kullanabileceğiyle ilgili birer bilgi kaynağı olarak da görev yapmaktadırlar.
Eğer birey, grup içindeki diğerlerine saygı duyuyorsa, onlar tarafından kabul
görmeyi, tasdik edilmeyi ve sevilmeyi istiyorsa, arzularını ve görüşlerini ya da
davranışlarını onların arzu ve görüşleri doğrultusunda şekillendirmektedir
(Beyazyüz, Göka, 2011: 45).
Tüm bu insan eylemleri bir iletişimsel süreç ve bu süreç sonrasında
oluşan etkileşimlerden oluşmaktadır. Bireyler arası ilişkiler ve etkileşimler
neticesinde oluşan uyum ve çatışmalar toplumsal bütünü meydana
getirmektedir (Anık, 12: 2003). Sembolik etkileşim yaklaşımına göre,
etkileşim halindeki insanların eylemlerinin yorumlanması önemlidir. Çünkü
etkileşimde
bulunan
bireylerin
eylemleri
sonucunda
toplumsal
yapı
şekillenmektedir. Bu doğrultuda, sembolik etkileşim yaklaşımının önemli
isimlerinden Erving Goffman’ın benlik sunumu teorisinden bahsetmek
gerekmektedir (Boz, 2012: 36).
4.1.2. Ervıng Goffman’ın Benlik Sunumu Kuramı
(1922-1982)
Erving Goffman, sembolik etkileşime ilişkini çalışmalarında özellikle
Cooley ve Dewey’in yaklaşımlarından oldukça etkilenmiş ve toplumsal benlik
kuramı önermiştir (Lazar, 2009: 44). Goffman “Günlük Yaşamda Benliğin
Sunumu” “The Presentation of Self in Everyday Life” (1959) adlı eserinde
bireylerin günlük yaşamda pek çok performans sergilediklerini ve bu
performansların her birinde benimsedikleri rol çerçevesinde taktiklere ve
119
yöntemlere başvurduklarını iddia etmiştir. Goffman bu iddiasında toplumsal
etkileşim ve toplumsal benlik kavramlarını kastetmektedir. Goffman aynı
zamanda, etkileşim kuramını en iyi temsil eden isimlerden biridir.
Doktorasında, bireyler arası iletişimin toplumbilimsel bir kuramını açımlamayı
araştırmıştır. “Mikrososyoloji” olarak adlandırılan yaklaşımı ile etkili olmuştur.
Günlük
yaşamın
“sıradan”
etkileşimleriyle
ilgilenmiştir.
Haklı
olarak,
sıradanlığından dolayı bu etkileşim gözlemciden aktörlere kadar kimsenin
ilgisini çekmemekte, herkesçe önemsiz görülmektedir. Oysaki bu toplumsal
etkileşimler Goffman için toplumsal ortamda bir yapı kurmaktadır. Çünkü
kurallarla oluşmaktadır. Goffman, tüm etkileşimlerin arkasında toplumsal
etkileşimlerin
iletken
düğümleri
gibi
varsaydığı
bireylerin
gündelik
görüşmelerine odaklanmaktadır. Dünyayı, toplumsal rollerin dağıtıldığı bir
tiyatroya benzetmektedir (Lazar, 2009: 44).
Goffman’a göre toplumsal yaşam oyuncular tarafından sahnede
oynanan bir tiyatro oyunu gibi görünmektedir. Bu yaklaşım dramaturjik model
olarak adlandırılmaktadır. Dramaturji, oyun yazma ve sahneleme sanatı
anlamına gelmektedir. Ayrıca, insanlar başkaları tarafından nasıl görüldükleri
konusunda da duyarlıdırlar ve başkalarını kendi istedikleri gibi tepki vermeye
zorlayacak pek çok yöntem kullanırlar. Bireyin, başkalarının kendisi ile ilgili
izlenimlerini yönetme ve kontrol etme şekline ise izlenim yönetimi
denilmektedir. Goffman, eserinde hem dramaturji modelini hem izlenim
yönetimi teorisini uygulamıştır.
4.1.2.1. Erving Goffman’da Benlik Görünümleri
İnsan olmanın özelliği, sürekli olarak başkalarına günlük yaşamın
rutinlerinde ne kadar usta olduğumuzu göstermektir. Bireylerin gündelik
yaşamdaki etkileşimleri ve iletişimleri, yüz ve bedenleriyle ilettikleri; sözlerle
dile getirdikleri arasındaki ince ilişkilere bağlıdır. Her birey günlük yaşamda
gösterdiği performansla değerlendirilmektedir. Performansı sırasında ise
120
sürekli olarak diğerlerini izlemekte ve diğerleri tarafından izlenmektedir
(Soncu, 2010).
Toplumsal etkileşim üzerine çalışan bazı yazarlar gibi Erving Goffman
da toplumsal hayatı bir tiyatro oyununa benzetmektedir. Goffman, bireylerin
günlük
performanslarını
bir
tiyatro
oyunu
sergilermişçesine
gerçekleştirdiklerini, bu süreçte başkaları tarafından izlendiklerini ve bunun
bilinci ile bu izlenime uygun performans oluşturduklarını iddia etmektedir.
Goffman’a
göre
birey
sahnenin
her
değişiminde
farklı
roller
üstlenebilmektedir. Roller, belirli bir toplumsal konumda bulunan bir kişinin
gerçekleştirdiği, toplumsal olarak tanımlanmış, toplumsal beklentilerdir.
Örneğin
bir
yöneticinin
rolü
çalışanları
karşısında
belirli
biçimde
davranmaktır. Yönetici olmak, toplumda belirlenmiş özel bir konuma, statüye
sahip olmak demektir ve bu yönde davranış gerektirmektedir. Aynı yönetici
günlük rutininde birçok rolü birbirine karıştırmadan da sergileyebilmektedir.
Kişi, iş yerinde yönetici, evde eş, çocuklarına baba, anne ve babasına evlat,
spor kulübünde yüzücü, mağazada müşteri,
siyasi partide parti üyesi,
arkadaşları arasında ise arkadaş rollerinde bulunabilmektedir.
Goffman toplumsal yaşamı bir tiyatro sahnesi gibi ele alırken,
toplumsal
yapıyı
bütünüyle
değil,
bireylerin
kişilerarası
iletişim
ve
etkileşimleriyle değerlendirmektedir. Goffman etkileşimi, iki kişinin mevcut
fiziksel varlıkları sırasında birbirlerinin hareketleri üzerindeki karşılıklı etkileri,
(Goffman, 1959: 15) olarak tanımlanmaktadır. Burada, genellikle bir dizi
bireysel davranıştan oluşan bir durum söz konusudur. Bu toplumsal
durumdaki katılımcıların toplam etkinlikleri –ki bunlardan bir bölümü
gözlemci,
diğerleri
katılımcıdır-
performans
olarak
adlandırılır.
Aktörler/oyuncular, bir rutini oynayan kişilerdir. Goffman, rutini, performans
sırasında görülen ve belki diğer durumlarda da sergilenecek ya da
oynanacak, önceden belirlenmiş eylem kalıbı olarak tanımlamaktadır
(Poloma, 1993: 202).
121
Goffman’ın ileri sürdüğü düşünceye göre, toplum yaşamının çoğu
sahne önü ve sahne arkası olarak bölümlere ayrılmaktadır. Sahne önü, aktör
sahnenin önünde başarılı bir rol oynarken seyirci tarafından gözlemlenen her
şeydir. Sahne önü, aktörün izlenim yönetimi metnini ciddiyetle oynamakta
olduğu yerdir. Sahne önünde aktör metine göre uygun olmayan her şeyden
kaçınmaktadır.
Goffman’ın
aktörleri
sahne
önünde
iken
doğaçlama
yapmamaktadır (aktaran Wallance, Wolf, 2004: 270). Sahne arkası ise,
aktörlerin izlenim yönetimine uymaya gerek kalmadığı bir yerdir; artık
‘kendileri’ olabilirler (aktaran Wallance, Wolf, 2004: 271). Sahne arkasında
bireylerin rol yapmalarına gerek kalmaz, birey bu bölgede rahatça hareket
etmekte ve kendi özel yaşantısına geri dönmektedir. Sahne arkası, insanların
daha
biçimsel ortamlardaki etkileşimler için
kullanacakları
malzemeleri
hazırladıkları
kendilerini ve
yerlerdir.
Sahne
sahnede
arkası,
bir
tiyatrodaki sahne kulisine ya da sinemadaki kameranın çekmediği etkinliklere
benzemektedir. İnsanlar, güvenli bir biçimde sahne gerisinde olduklarında
rahatlamakta ve sahne önünde denetim altında tuttukları duygu ve davranış
biçimlerini serbest bırakmaktadırlar (aktaran Giddens, 2000: 85).
Goffman’a göre sahne önü, görünüş ve biçim olarak daha da
bölümlenebilecek bir düzenleme ve kişisel ufku da içermektedir. Örneğin bir
doktorun günlük rutini, uygun olarak donatılmış bürosunun düzeninde
gerçekleşmektedir. Görünüş, aynı zamanda performans gösteren kişinin
statüsünü bize gösterme işlevini yapan uyaranlar, olarak tanımlanmıştır.
Görünüş, beyaz önlük ve boyunda asılı stetoskop bir doktoru bir büro
memurundan ayıran uyaranlar olarak hizmet etmektedir. Biçim ise,
yaklaşmakta olan durumda oyuncunun yerine getireceği rol konusunda bizi
uyarma işlevini gören uyaranları temsil etmektedir (aktaran Poloma, 1993:
203; Goffman, 1959: 24). Biçim, hastanın yaklaştığını gören doktora, kendini
doktorluk
etmektedir.
mesleğinin
gerektirdiği
role
göre
davranmasına
kanalize
122
Goffman, kişinin sahne önündeki rutini sırasında, kendi idealleşmiş
görüntüsünü (ideal benlik) sergilediğini söylemektedir. Oyuncu, kendi ideal
görüntüsü ile bağdaşmayan etkinlikleri, gerçekleri ve dürtüleri saklama eğilim
göstermektedir. Bir kişinin pek çok rutini olmasına karşın, kişi sanki
bunlardan şuan ki çok önemliymiş gibi rol yapma eğilimindedir. Böylece
doktor, sevgili bir eş ve anne, şampiyon tenisçi, amatör şair olabilir fakat
muayenehanesindeyken doktor olarak rutini diğer rollerini bastırmaktadır.
Aynı biçimde, şampiyon tenisçi olarak tenis kortundaki rutini de, doktor
rolünden önce gelmektedir (Poloma, 1993: 203-204).
Bireyin bir de gerçek benliğini sergilediği sahne arkası vardır. Sahne
arkasının tanınması, söz konusu olan izleyiciye bağlıdır. Bir doktorun
muayenehanesi, randevular arasındaki kısa bir mola sırasında doktorun
gömleğini
çıkararak
ayaklarını
masaya
uzatması
ve
hemşiresiyle
şakalaşması sonucu küçük bir cennet olabilir. Hemşirenin, doktoru sahne
arkasında gözlemleyebilmesine karşın, hastalar bunu yapamaz. Birkaç
dakika sonra aynı muayenehane, tekrar konsültasyon odasına ve böylece
sahne önüne dönüşmektedir (Poloma, 1993: 204).
Goffman, bir oyuncunun bir karakteri başarıyla canlandırmak zorunda
olduğunu belirtmektedir. Oyuncunun başarısı da başarısızlığı da hayatta
canlandırdığı karakterin toplum önündeki başarısı ya da başarısızlığıyla
doğrudan ilişkilidir. Bu yüzden oyuncunun performansı sırasında meydana
gelebilecek “kriz” ya da “kesinti” anında oyuncu, gösteriyi kurtarmak için bazı
niteliklere sahip olmak zorundadır. Goffman’a göre, bu tür sıkıntıları
önlemede kullanılan üç nitelik ve uygulama kategorisi vardır (Poloma, 1993:
205-206):
1. Oyuncuların kendi gösterilerini kurtarmak için kullandıkları savunma
ölçütleri: Goffman, ‘bağlılık’, ‘disiplin’ ve ‘dikkatin’ takımın oyununu
güvenli olarak gerçekleştirebilmesi için gerekli üç nitelik olduğunu ifade
etmektedir. Örneğin, takım oyuncularından birinin yaptığı olumsuz bir
123
davranış, takımın diğer oyuncuları tarafından izleyiciye hissettirmeden
düzeltmeye çalışılmaktadır. İzleyiciye hissettirilmeden düzeltilmeye
çalışılan olumsuz durum, oyuncuların birbirleri arasında bir bağlılığın
olduğunu göstermektedir.
2. İzleyicilerin ve dışarıdakilerin oyuncunun gösterisini kurtarmasına
yardımcı olmak için kullandıkları koruyucu ölçütler: Bu konuda en
önemli ölçüt nezakettir. Hem oyuncular, hem de izleyiciler sahne
arkasının kolay ulaşılabilir olmadığını bilirler. Goffman, bireylerin davet
edilmedikleri bölgelerden gönüllü olarak uzak durduklarına işaret
etmektedir. Eğer “izleyici oyuncunun yararına nezaket ve koruyucu
uygulamaları kullanarak gösteriyi anlamlı biçimde desteklerse” oyuncu
da bu nezaketi olası kılacak bir şekilde davranmalıdır. Örneğin, bir
hastanede randevu sırasını bekleyen hasta, doktor odasında yemek
yiyen doktorunu görmekte ve odaya girmemektedir. Hastanın bu
davranışı aslında doktorunun o an doktor rolünde olmadığını anlaması
ve kişinin kısa sürede yemeğini bitirerek doktor rolüne girmesi için
verilen bir süredir.
3. Oyuncuların, karşılarında bulunan izleyici ve dışarıdakilerin koruyucu
ölçütler kullanmalarını olanaklı hale getirmek için almak zorunda
oldukları ölçütler: Oyuncu performansı sırasında karşılaşabileceği
herhangi bir olumsuzluk karşısında, izleyiciden ve dışarıdakinden
hoşgörü bekliyorsa, onun da ötekilere karşı nezaket göstermesi
gerekmektedir. Örneğin; bir ödül töreni esnasında sanatçının ödülünü
almak üzere sahneye çıkarken takılıp düşmesi gibi durumlara
rastlamışızdır. Sanatçı, toplum önünde kendisinden beklenen sanatçı
rolünü
gerçekleştirirken
ve
hayranlarının
önünde
giysileriyle,
davranışlarıyla daha da kendine hayran bırakma çabası esnada
yaşadığı düşme kazası sanatçıyı bir anda insani rolüne geri
döndürebilir. Bu gibi durumlarda canı çok acısa da, önemli bir
bedensel travma geçirse de sanatçının “sanatçı rolü”nü kolay kolay
124
bırakmaması, karşılığında izleyiciden ve dışarıdakilerden destek
almasına olanak tanımaktadır.
Goffman
eserinde
caddelerde,
parklarda,
akıl
hastanelerinde,
lokantalarda, dans salonlarında gerçekleştirilen yüz yüze ilişkileri, benliğin
sunuluşu açısından incelemiştir (Poloma, 1999: 2015). Kendileri için önemli
ötekilerle karşılaşmalarında kadın ve erkeklerin kendi benliklerini sunarken ki
oluşturdukları karmaşık yolları aydınlatmaya ve çözümlemeye çalışmıştır.
Toplumsal eyleyenler sürekli olarak diğerleri ile olan karşılaşmaları
yönetmeye çalışırlar. Bireyler daima bir oyunun içinde oldukları için,
Goffman’ın insan oyuncuları modeli, bir erkek veya bir kadının gerçekte ne
olduklarını
sormanın
anlamsız
olduğunu
varsaymaktadır.
Bireyler,
kendiliğinden gelişen olaylarda veya ötekilere verilen tepkilerin içten
olduğuna inandığı zamanlarda bile sonsuza dek sahne üzerindedirler.
Egonun davranışı, daima çok çeşitli ötekiler ile dramaturjik karşılaşmalar
yoluyla biçimlenir. Goffman’ın iddiasına göre, hiçbir zaman olamayacağımız
şey, kadın ve erkek olmaktır. Bizler ne yapar görünüyorsak o’yuzdur.
Yaşadığımız müddetçe gösteri devam etmektedir. Diğerleriyle ilişkilerimizle
benliğimizi inşa etmekte ve sunmaktayız (aktaran Soncu, 2010; Coser, 2010:
496).
Gündelik hayatta bireyler onlarca benlik sergilemektedir. Bu durumda
herkesin biraz kontrollü bir şizofreni olduğu iddia edilebilir. Örneğin birey
hayal kurar ve onu gerçekleştirir. Bu yeteneği sayesinde farklı benlikler
sergileyebilir, ebeveynlerine karşı sakin uslu çocukken, iş yerinde hırçın ve
saldırgan bir benlik sunabilir (Anık, 2007: 90). Her birey duruma, şartlara,
kişilere göre farklı benlikler sergilemektedir. Bu bir sahte gösteri değildir
aslında, gerçeklerin yansımalarıdır. Benliklerin nasıl sunulduğu ise gündelik
hayatta gerçekleşen tüm toplumsal etkileşim ve iletişim diyaloglarında veya
davranışlarda gözlemlenebilmektedir.
125
4.1.2.2. Erving
Goffman’ın
Kavramlarıyla
Benlik
Sunumu
Erving Goffman, gündelik hayat içinde toplumsal etkileşimde bulunan
bireylerin sundukları performansı ve sergiledikleri rolleri bir takım kavramlar
kullanarak örneklendirmiştir. Goffman’ın örneklerini anlatırken kullandığı ve
bu çalışmada da kullanılan kavramlar şunlardır (aktaran Soncu, 2010,
Goffman, 2009: 28-35):
Sahne Önü: Aktör sahnenin önünde bir rol oynarken seyirci tarafından
gözlemlenen her şeydir.
Sahne Arkası: Aktörlerin izlenim yönetimine uymaya gerek kalmadığı
ve artık ‘kendileri’ olabilecekleri alandır (aktaran Wallance, Wolf, 2004:
271).
Etkileşim: Fiziksel olarak aynı ortamda bulunan bireylerin birbirlerinin
eylemleri üzerindeki etkileri olarak tanımlanabilir.
Performans:
Belli
bir
durumda
belli
bir
katılımcının
diğer
katılımcılardan herhangi birini etkilemeye yönelik tüm etkinlikleri olarak
tanımlanabilir.
Rol-Rutin: Bir performans sırasında gözler önüne serilen önceden
belirlenmiş
ve
başka
durumlarda
da
sergilenebilecek
ya
da
oynanabilecek eylem kalıbıdır.
Oyuncu-Aktör: Bir performansı gerçekleştiren kişidir.
Gözlemci: Performansı seyreden ve bir izlenim elde eden kişidir.
Seyirci: Aktörün yaratmak istediği etkiye hedef olan ve bu sunumdan
etkilenen kişidir.
126
Verilen İzlenim: Sözlü simgelerle aktörün kendisini sunmasıdır.
Yayılan İzlenim: Gözlemcilerin performans gösteren aktör hakkında
bulgulara dayanarak elde ettiği izlenimdir. Beden dili, mimik gibi sözel
olmayan simgeleri içerir.
Kişisel vitrin: Cinsiyet, yaş, ırksal özellikler; boy ve görünüş; duruş
şekli; konuşma kalıpları; jest ve mimiklerdir.
Görünüş:
Performans
sırasında
oyuncunun
toplumsal
statüsü
hakkında bilgi veren uyarıcılardır.
BEŞİNCİ BÖLÜM
5. GÜNLÜK YAŞAMDA BENLİK SUNUMLARI ÜZERİNE BİR
İNCELEME
Bu bölümde, çalışmanın kavramsal çerçevesi çizilerek yapılan
incelemenin amacı ve kapsamı üzerinde durulmaktadır. Yapılan incelemenin
metodolojisi ve örneklemi de bu bölümde sunulmuştur.
Bölümün ikinci
kısmında ise çalışmanın konusuyla ilgili örnek olaylara detaylı olarak yer
verilmiştir.
5.1. İncelemenin Amacı ve Kapsamı
Bu çalışmanın temel amacı, insanların gündelik hayattaki kişilerarası
ilişkilerinde sahneledikleri benlik sunumlarını gözlemlemek ve örnek olaylarla
gözler önüne sermektir. Bu amaçla Goffman’ın dramaturji modeli ve izlenim
yönetimi teorisi kavramsal çerçeve olarak belirlenmiş ve incelenen örnek
olaylar bu bakış açısı ile analiz edilmiştir. Bu çalışmanın temel sorunsalı ise
127
bireylerin
günlük
hayatta
gerçekleştirdikleri
kişilerarası
etkileşim
ve
iletişimlerinde benlik sunumlarını nasıl gerçekleştirdikleridir.
5.1.1. İncelemenin Metodolojisi
Bu
çalışmada
metodolojik
olarak
niteliksel
araştırma
metodu
kullanılmaktadır. Çalışmanın kavramsal çerçevesini Erving Goffman’ın
dramaturji modeli ve izlenim yönetimi teorisi oluşturmaktadır. Yöntem olarak
doğal gözlem tekniği kullanılmıştır. Gözlemler, Goffman’ın kavramları
kullanılarak
yazıya
geçirilmiş
ve
durum
çalışması12
yapılarak
değerlendirilmiştir. Çalışmada durum çalışmasının bütüncül tek durum deseni
türü kullanılmıştır.
12
Durum Çalışması (Case Study): Bir tür nitel araştırma yöntemlerinden biri olan durum çalışması
(örnek olay çalışması) bir sınıf, bir mahalle, bir örgüt gibi doğal bir çevre içinde gerçekleştirilmekte ve
çalışmaya konu olan ortam veya olayların bütüncül bir yorumunu hedeflemektedir. Durum çalışması,
(1) güncel bir olguyu kendi gerçek yaşam çerçevesi (içeriği) içinde çalışan, (2) olgu ve içinde
bulunduğu içerik arasındaki sınırların kesin hatlarıyla belirgin olmadığı ve (3) birden fazla kanıt veya
veri kaynağının mevcut olduğu durumlarda kullanılan, görgül bir araştırma yöntemidir (aktaran,
Yıldırım, Şimşek, 190: 1999; Yin, 23: 1984).
Durum çalışması diğer araştırma türleriyle karşılaştırılarak daha iyi açıklanabilir. Örneğin deneysel bir
çalışma olguyu, amaçlı bir biçimde gerçek yaşam çerçevesinden ayırarak, yani olguyu laboratuvar
koşullarında kendi doğal ortamından izole ederek çalışır. Ancak bu yolla, araştırmacının ilgisi sınırlı
sayıda değişken ve bunlar arasındaki ilişkiye odaklanabilir. Öte yandan tarihsel bir çalışma, olgu ve
içinde oluştuğu içeriği dikkate alır; ancak çalıştığı olaylar güncel değildir. Son olarak, anketler yine olgu
ve içerik konusuyla ilgilenir ancak olgunun içinde oluştuğu içeriği derinlemesine araştırma anketlerle
mümkün olmaz. Diğer araştırma türlerinden ayrılan yönlerinden yola çıkarak, durum çalışmasının
‘nasıl’ ve ‘niçin’ sorularını temel alan, araştırmacının kontrol edemediği bir olgu ya da olayı derinliğine
incelemesine olanak veren araştırma yöntemi olduğunu söylemek mümkündür (Yıldırım, Şimşek, 190191: 1999). Genel olarak dört tür durumsal çalışma yöntemi bulunmaktadır. Bunlar: (1) bütüncül tek
durum deseni, (2) iç içe geçmiş tek durum deseni, (3) bütüncül çoklu durum deseni ve (4) iç içe geçmiş
çoklu durum desenidir (aktaran Yıldırım, Şim şek, 203: 1999, Yin, 1984).
128
5.1.2. İncelemenin Evren ve Örneklemi
Bu çalışmada, insanların günlük hayatta sergiledikleri benlik sunumu
konusu işlendiğinden, incelemenin evrenini günlük hayatta rastgele seçilmiş
bireyler oluşturmaktadır. Örnek olayların büyük bir çoğunluğu yazarın son
beş yıl içindeki farklı çalışma ortamlarındaki ve sosyal çevresindeki
gözlemlerinden derlenmiştir. İncelenen bireylerde yaş, cinsiyet, eğitim vb.
faktörler göz önünde bulundurulmamış, yalnızca bireyin davranışları üzerinde
durulmuştur.
Aktarılan
örnek
olaylarda
yer
alan
kişilerin
isimleri
değiştirilmiştir.
5.2. Örnek Olaylar
Aktör gözlemcilerin kendisi hakkında bir izlenim oluşturmalarını ister.
Kendisi hakkında yaratmak istediği sonuca gözlemcilerin varabilmesini ister.
Diğer
insanların
kendisine
tepkilerini,
özellikle
de
kendisine
nasıl
davranacaklarının denetimini elinde tutmayı ister. Sahte izlenimler de
yaratmak istenebilir (aktaran Soncu, 2010, Goffman, 2009: 20). Kişi,
çevresindekilere kendini nasıl göstermek isterse öyle davranabilmektedir.
Örneğin, çok tedirgin olunan bir ortama girdiğinde kendine güvenli durmaya
çalışmak ve kendine güvenen bir insan izlenimi yaratmak isteyebilir.
Ebru, özel bir hastanede halkla ilişkiler sorumlusu olarak işe
başlamıştır. Sağlık sektöründe deneyimi olmasına rağmen, farklı bir kuruluşa
uyum sağlamak ve orta düzey yöneticiliğin getireceği riskleri biliyor olmak
Ebru’yu tedirgin etmektedir. İşe çabuk uyum sağlayacağından emindir fakat
bunu çevresindekilere hissettirmeden yapması gerekmektedir. İşe başladığı
ilk gün, Ebru kendinden emin ama henüz bir yönetici kadar formel olmayan
davranışlarıyla çalışma arkadaşlarıyla tanışır. Çok fazla konuşmamaya
gayret gösterir, çünkü konuşursa bilmediği bir konuyla karşılaşması
durumunda çalışanlar tarafından yöneticilik görevinin sorgulanmasına neden
129
olabileceğinin bilincindedir. Ebru ilk gününü çalışma arkadaşlarının işi nasıl
yaptıklarını, hastalara ve birbirlerine nasıl hitap ettiklerini, giyim tarzlarını, saç
ve makyajlarını, oturuş, kalkış, yürüyüş şekillerini gözlemleyerek geçirir.
Ebru, işe başladığının ikinci günü çalışma arkadaşlarını daha detaylı
gözlemlemeye başlar ve çalışma arkadaşlarıyla birlikte sergileyecekleri
performansta izleyicilerin kendisini acemi olarak gruptan ayırmasına ortam
hazırlayacak bir durumun oluşmaması için gayret gösterir. Ebru, işe
başladığının üçüncü günü işi tek başına yapabileceği izlenimi verir ve yavaş
yavaş sorumluluk almaya başlar. Üçüncü günün akşamında, hastane
dışından bir doktorun hastanenin cerrahi birimini kullanmak üzere geleceği
haberini alan Ebru, üç gün içinde öğrendiği kurumsal davranışı uygulayarak
doktoru karşılar. Doktorun gerçekleştireceği cerrahi operasyon öncesi tüm
idari işlerin eksiksiz işlemesi üzerine, doktor memnuniyetini ifade eder.
Ebru’nun hastanede üçüncü günü olduğunu öğrenen doktor, Ebru’nun
yıllardır orada çalışıyormuş izlenimi vermesine ve gösterdiği başarılı
performansa oldukça şaşırmıştır.
Bu olayda görüldüğü gibi aktör başkaları üzerinde iyi izlenimler
bırakmak için davranışlarını kontrol edebilmekte ve davranışlarını istediği
şekilde yönetebilmektedir. Goffman’a göre oyuncular, şu anki duruşlarının ve
becerilerinin zaten her zaman sahip oldukları bir şey olduğunu ve hiçbir
zaman bir öğrenme ve acemilik dönemi yaşamadıkları izlenimi vermeye
çalışabilmektedirler (Goffman; 2012: 56).
Goffman, bireyin performansı sırasında ilk çizdiği görüntünün de
önemine işaret eder. Bireyin sergilediği ilk görüntü, onun iddia ettiği şeye
bağlı kalmasını ve diğer bütün rolleri bir kenara bırakmasını gerektirir. Bu ilk
çizilen görüntüde verilen bilgi durumu eklemelere ve değişimlere maruz
kalacaktır. Ama ilk görüntüyle kesin bir çelişki göstermemesi gerekir. Oyuncu
nasıl bir benlik sunacağını baştan seçmelidir. Aksi takdirde performans
çökebilir (aktaran Soncu, 2010, Goffman, 2009: 23). Bu durum genellikle bir
kişiyi ilk tanıdığımız anda elde ettiğimiz ilk izlenim ile kişiyi tanıdıkça elde
130
ettiğimiz sonraki izlenimin farklılaşması durumlarında görülmektedir. İlk
izlenimin olumsuz bir izlenime dönüşmesi gibi durumlarda oyuncunun seyirci
önündeki
performansı
çökerken,
seyircide
hayal
kırıklığı
meydana
gelmektedir.
Burak, iyi bir üniversite eğitiminin ardından çeşitli sektörlerde çalışmış,
başarısını kanıtlamış, fakat çalıştığı çoğu yerde emeğinin karşılığını
alamadığını düşünerek işinden ayrılmıştır. Burak, yakın bir zamanda iş
başvurusunda bulunduğu bir sağlık kuruluşundan olumlu geri dönüş almış ve
iş görüşmesi yapmak üzere kuruluşa davet edilmiştir. Bu kuruluş şehrin
merkezinde büyük ve görkemli bir binaya sahiptir. Burak, ilk olarak kuruluşun
yönetim kurulu başkanıyla görüşecektir. Burak’ı odasına davet eden başkan,
oldukça kontrollü beden dili, nazik ve düzgün konuşma tarzıyla dikkat
çekmektedir. Hemen Burak’a, firmayı nasıl kurduklarını ve kısa sürede nasıl
başarıya ulaştıklarını muhteşem bir başarı öyküsü olarak anlatmaya
başlamıştır. Burak başarılarla dolu bu hikâyeden oldukça etkilenmiş ve bu
başarılı insanların içinde yer alması gerektiğini düşünmeye başlamıştır. Bu
etkileyici görüşmenin ardından işi kabul ederek büyük bir hevesle çalışmaya
başlamıştır. Firmanın kurumsal iletişim sorumlusu olarak görevlendirilen
Burak, işinin ilk günü yönetim kurulu başkanı ile konuştuğu ve anlaştığı
durumlara uymayan sorunlarla karşılaştır. Örneğin kuruluşun merkezinde
çalışacağı söylendiği halde, kuruluşun başka bir şubesinde görevlendirilmiştir
ve görev tanımı dışındaki işlerden de sorumlu tutulmuştur. Ayrıca firmadaki
diğer yöneticilerin de yönetim kurulu başkanı kadar nazik ve anlatıldığı kadar
muhteşem yönetim becerilerine sahip insanlar olmadıklarını fark etmeye
başlamıştır. Yönetim kurulu başkanının sergilediği performansın sahte
olduğunu fark eden Burak, hayal kırıklığına uğramış, durumu görüşmek için
randevu talep ettiği halde yönetim kurulu başkanıyla ilk gündeki kadar kolay
iletişim kuramamıştır.
Goffman, bir grubun veya sınıfın incelendiğinde, üyelerinin esas olarak
belli rutinlere daha az önem verdiklerinin görüldüğünü ifade eder. Örneğin
131
profesyonel bir kimse sokakta, bir mağazada veya evinde çok alçakgönüllü
bir rol oynamaya razı olabilir, ama profesyonel yeterlilik gösterisini sergilediği
sosyal çevrede etkili bir görüntü ortaya koymak onun için daha önemli
olacaktır. Kişi, davranışlarını bu gösteriye göre ayarlarken, sahnelediği tüm
farklı rutinler arasından yalnızca mesleki itibarının kaynağı olan rutini
önemseyecektir (Goffman; 2012: 43).
Dünyaca ünlü bir profesör birlikte çalıştığı yönetici asistanına ofisinde
kimse olmadığı zamanlarda kahve yapmakta ve beraber içmektedirler.
Profesör birlikte çalıştığı asistanının da en az kendi kadar yorulduğunun
bilincindedir ve ona bu şekilde jest yapmakta bir sakınca görmemektedir.
Aynı profesör mesleki bir kongre sırasında mesleki alanının en iyilerinden
olduğunu gösteren çalışmalarını izleyicilere sunarken karizmatik, ciddi yani
kontrollü bir performans sergilemek zorunda olduğunun bilincindedir. Kişi,
doğal iletişimi sırasında gösterdiği alçak gönüllü rolünü, resmi iletişim
sırasında göstermeyecektir ve davranışlarını gösteriye göre ayarlarken
yalnızca mesleki itibarını ilgilendiren rutini önemseyecektir.
Goffman, profesyonel kimselerin sosyal ortamda alçakgönüllü bir rol
oynamaya razı olabileceklerini ifade eder (Goffman; 2012: 43) fakat bazı
kişiler mesleki itibarlarının ve profesyonelliklerinin gerekli olmadığı sosyal
ortamlarda da etkili bir görüntü ortaya koymak için mesleki kimliklerini
kullanabilmektedirler.
İki doktor arkadaş bir restorana yemeğe gitmişlerdir. Restoran oldukça
kalabalıktır ve garsonlar masalara servis yapma konusunda yetersiz
kalmaktadır. Garsonlar, restorana ilk gelenlerden son gelenlere doğru,
sırasıyla masalarla ilgilenmeye çalışmaktadır. İki doktor arkadaş, restorana
son gelenler arasındadır. Kendilerine uygun bir yer seçen doktorlar oturup
kendi aralarında sohbete başlamışlardır fakat bir taraftan da garsonların
kendileriyle
ilgilenmediklerini
düşünerek
sıkılmaktadırlar.
Bu
sırada
doktorlardan birinin telefonu çalmıştır. Doktor sesini olabildiğince yüksek
132
tutarak, bir hasta hakkındaki görüşlerini tıbbi terimlerle ifade etmeye
başlamıştır. Yüksek sesle telefon konuşmasına kulak misafiri olan garsonlar
ve müşteriler aktörün doktor olduğunu anlamışlardır. Doktorların oturduğu
masaya hizmet hızlanmış, öncelik verilmiş ve diğer masalarda oturan
müşteriler bu duruma göz yummuşlardır.
Doktor, avukat gibi her insanın gerektiğinde ihtiyacı olacağı mesleklere
sahip bireyler, bazı ortamlarda da kimliklerini saklama gereği duymaktadır.
Özellikle mesleki itibarını kullanmasının gerekli olmadığı rutinlerde birey
mesleğini diğerlerinden saklayabilmektedir. Örneğin, şehirlerarası otobüs
yolculuğu yapan bir doktor, yanında oturan bir yolcuyla sohbete başlamıştır.
Yolculuğun başından sonuna kadar sağlık sorunları dinlemek istemediğini
ifade eden doktor, kendisine ne iş yaptığını soran yolcuya “Bir kuruluşta
memurum” diye cevap vererek kimliğini yolcudan sakladığını söylemiştir.
Goffman’a göre rutinler, sık sık tek başına gerçekleştirilmezler.
Goffman, takım terimini tek bir rutini sahnelemek için müşterek hareket eden
bir grup insan olarak tasarlar. Böyle bir takım, bir doktor ve hastane
çalışanları, ya da bir başkan ve onun danışmanları olabilir (Poloma; 1993;
204). Özellikle hastaneler takım çalışmalarının sık görüldüğü kuruluşlardır.
Bunu bir örnekle açıklayalım.
Sevil özel bir hastanenin
kardiyoloji
kliniğinde
hasta
koordinatörü olarak çalışmaktadır. Görev tanımından ilki,
ilişkileri
hastaneye
başvuran hastaların randevu ve muayene işlemlerinin sorunsuz yapılmasını
sağlamaktır. İkinci görev tanımı ise dünyaca tanınmış, başarılı bir tıp doktoru
olan bölüm başkanının özel hastalarıyla ilgilenmektir. Doktorun özel hastaları
arasında tanınmış siyasetçiler ve iş adamları da bulunmaktadır. Sevil, ünlü
kişilerin hastaneye gelişlerinin ve yapılacak tıbbi müdahalenin saklı tutulması
gerektiğinin bilincindedir. Bu gizlilik önce basın kuruluşları tarafından, sonra
hastanede bulunan diğer hastalar tarafından bu kişinin şahsi mahremiyeti
düşünülerek uygulanmaktadır. Bu uygulama gerçekleştirilirken tüm hastane
133
çalışanları
adeta
bir
gizlilik
oyunu
oynamaktadırlar.
Sergilenen
bu
performansın izleyicileri olan diğer hastalar, ünlü kişinin kimliğini ve
hastalığını fark etmeden performans başarıyla sona erdirilmektedir. Diğer
hastalar, sahne önünde hastanenin rutin bir gününü yaşamakta olduklarını
düşünürken, sahne arkasında kişinin kimliğinin gizli tutulması için bir takım
çalışması yapılmakta ve takımdaki tüm üyelerin bu oyunu başarıyla
oynamaları beklenmektedir.
Goffman, takımın ortak başarılarının yanında ortak uyuşmazlıklarının
da olabileceğini ifade eder. Ortak uyuşmazlığın yalnızca takım üyelerinin
ortak hareket etmesini engellemekle kalmayıp takımca desteklenen gerçeği
de zora sokacağını iddia eder. Takım elemanları, rutin sırasında güvenilir
olmalı, bu nedenle de dikkatli seçilmelidirler. Bir hastayı diğerine çekiştiren
hemşire, ortağının yetersizliğini onun müşterisine söyleyen dava vekili, ya da
kuruluştaki bir töreni rakipler önünde iyi organize edemeyen bir takım üyesi
gibi örnekler takım rutininin bozulmasına örnek oluşturmaktadırlar (Poloma;
1993: 205).
İş ortamı farklı kişilikten ve farklı mesleklerden bireyleri bir araya
getiren mekânlardır. Bireylerin her birinin farklı bir görevi ve o görevin
gerektirdiği farklı roller vardır. Fakat söz konusu kuruluşun tümünü
ilgilendiren bir törenin gerçekleştirilmesi ise, kişilerin kuruluşu takım çalışması
ile temsil etmeleri gerekebilir. Bu gibi durumlarda bireylerde takım çalışması
bilincinin olması ve olası sorunları düşünüp izleyicilere hissettirmeden sorunu
çözmeleri gerekmektedir. Aktörlerden birinin performans sırasında aksaklığa
sebebiyet vermesi, kuruluşun itibar kaybetmesine neden olur. Bu durumu
örnek bir olayla açıklayalım.
Önemli bir tesisin açılış törenini gerçekleştirecek olan ülkenin büyük
kuruluşlarından bir tanesi, açılış töreni için devlet protokolünden ve basından
kişileri çağırmıştır. Tesisin açılış töreninde herhangi bir aksaklığın çıkmaması
için yetkili kişilerden oluşan bir ekip oluşturulmuştur. Bu kişilerden tören
134
anında performanslarını en iyi şekilde gerçekleştirmeleri beklenmektedir.
Davetliler toplandıktan sonra genel müdür konuşmasını yapar ve açılış için
tesisin önüne geçilir. Fakat kurdele kesimi için gerekli hazırlığın yapılmadığı
son anda fark edilir. Takım üyeleri birbirleriyle iletişimsizlik yaşadıklarından,
sorun önceden fark edilememiş ve tesisin açılışı kurdele kesimi olmadan
gerçekleştirilmiştir. Sıradan bir törenden farkı kalmayan açılışa katılan
davetlilerin birçoğu tesisten erkenden ayrılmış, basında açılış töreni haberi
fotoğrafsız yer almıştır.
Bu olayda da görüldüğü gibi performansı sergileyen aktörlerden birinin
basit gibi görülen bir rolü ihmal etmesi, törenin tümüne başarısızlık olarak
yansımıştır. Performansı sergileyen takım üyelerinin her durumda birlikte
hareket etmesi önerilen bir durumdur. Takım üyelerinin yaydığı izlenimlerin
seyirciler tarafından her an izlenmekte olduğunun da unutulmaması
gerekmektedir.
Örneğin, bir konfeksiyonda üzerine kıyafet deneyen bir bayana,
kıyafetinin çok yakıştığını grup halinde söyleyen konfeksiyon çalışanları, bir
önceki müşteriye de aynı şeyleri söylemişlerdir. Fakat o sırada konfeksiyonda
olan gözlemci, az önceki müşteriye kıyafetin yakışmadığını görmüştür.
Gözlemciye göre konfeksiyon çalışanları içten bir tavır sergilememektedirler.
Yani yakışmadığı halde yakışmış olduğunu söylemektedirler. Performansın
açığını
yakalayan
gözlemci
için,
çalışanların
görüşleri
artık
önem
taşımamaktadır. Bu durum aktörlerin performanslarını sergiledikleri seyirci
için de, performansa şahit olan gözlemciler için de geçerlidir. Goffman’a göre,
aktörlerin performanslarını izleyen seyirciler aktörün ya da aktörlerin yaydığı
ve verdiği izlenimleri incelerler. Arada tutarlı bir bağ olmasını beklerler
(Goffman, 2009: 20). Bu tutarlı bağ kurulamazsa seyirciler için artık
performansın bir önemi kalmaz ve gerçekliğini yitirir.
Goffman, bireylerin sergiledikleri performans kadar performans
sırasında oluşturulan görünüşün ve vitrinin de önemine işaret etmektedir.
135
Doktor örneğinde, doktorun günlük rutininin uygun olarak donatılmış
muayenehanesi ya da hastanenin düzeninde gerçekleştiğini söyler. Görünüş,
aynı zamanda performansı gösteren kişinin statüsünü bize gösterme işlevini
yapan uyaranlar olarak tanımlanır. Beyaz önlük ve boynunda asılı stetoskop
bir doktoru bir memurdan ayıran uyaranlar olarak hizmet eder (aktaran
Poloma,1993: 203). Doktorun beyaz önlük ve stetoskobunun izleyici önünde
sergileyeceği performans üzerinde büyük katkısının olacağı şüphesizdir. Bu
konuyla ilgili örnek olayımız da bu düşünceyi destekler niteliktedir.
Özel bir tıp merkezinde halkla ilişkiler müdürü olarak çalışan Emel, tıp
merkezine gelen hastaların memnuniyetinden ve olası şikâyetlerinden
sorumludur. Kuruluşun hem iç hem dış halkla ilişkilerini yürüten Emel son
zamanlarda bazı doktorların beyaz önlüklerini giymediklerini fark etmekte
fakat uyarı yapamamaktadır. Hastalardan gelen şikâyet dilekçelerini de
gözden geçiren Emel, birçok hastanın aynı konuya değinmiş olduğunu fark
eder. Hastalar, kendilerini muayene eden kişinin doktor olup olmadığı
konusunda tereddüt ettiklerini ifade etmektedirler. Çünkü bireylerin zihninde
bir hastane ve doktor imajı vardır. Bireyin zihnindeki bu imaj modern
cihazlarla dolu bir hastane/muayenehane görüntüsü, güler yüzlü hasta
danışmanları ve çevrede gözlemlenen beyaz önlüklü doktorlardır.
Doktorun beyaz önlüklü ve tam donanımlı bir muayenehanede ya da
hastanede performansını gerçekleştirirken hasta tarafından daha ciddiyetle
dinleneceğini ve inandırıcı olacağını söyleyebiliriz. Buna benzer olarak
hastane çalışanlarının kıyafetleri performansları sırasında çoğunlukla onlara
destek oluştururken, bazen ise sorun yaratabilmektedir. Bunu bir örnekle
açıklayalım. Özel bir hastanede yaklaşık on beş yıldır görev yapan bir hasta
danışmanı, işe yeni başlayan orta düzey bir hastane yöneticisinden daha
deneyim sahibidir. Kurum kültüründen, hastane otomasyonuna; tıbbi
terminolojiden hastaların psikolojisine kadar birçok konuda deneyim sahibidir.
Fakat hasta danışmanı ile orta düzey yöneticiyi birbirinden ayıran görünüş
farklılıkları mevcuttur. Hasta danışmanları tek renk gömlek, tek renk pantolon
136
ve ceket giymekle yükümlü iken orta düzey yönetici oldukça gösterişli bir
giyim tarzına sahip olabilir. Bu farklılıklar hastaların hasta danışmanına ve
yöneticiye farklı davranışlar sergilemelerine sebep olmaktadır. Bir hasta
danışmanının anlattığı bir olay, bu durumu kanıtlar niteliktedir.
“…. isimli kişi bizim devamlı hastamızdır. Kendisiyle ben ilgilenirim ve
kendisine yapılan tüm tetkiklerin kayıtlarını tutarım. Genel olarak sinirli ve
sabırsız bir kişilik özelliğine sahiptir. Hastaneye her gelişinde sorun çıkarır ve
biz de bir şekilde sorununu çözer göndeririz. Hasta, hastaneye son gelişinde
kendisinden fazla para alındığını iddia etti ve benimle tartışmaya başladı.
Ben yapılan tüm tahlil ve tetkiklerin dökümünü alıp kendisine gösterdim. İkna
olmaması üzerinde, bölümün halkla ilişkiler sorumlusu Selda Hanımı
telefonla aradım. Selda
Hanım işe yeni başlamıştı ve hastanenin
uygulamalarına henüz hakim değildi. Aramızda geçen telefon konuşmasında
bana bu durumu söyledi. Fakat kendisine hasta karşısında daha ikna edici bir
görünüm sergileyeceğini ifade ettim. Birkaç dakika sonra Selda Hanım
hastanın yanına geldi. Hızlı, kendinden emin ve ciddi bir tavırla yürüyordu.
Hastanın bunu fark ettiğini gözlemledim. Aralarında birkaç dakikalık konuşma
geçtikten sonra, hasta ikna oldu ve hastaneden ayrıldı”.
Bu olayda görüldüğü gibi bireyler görünüşleriyle izleyiciye etki
edebilmektedir. Goffman görüntünün izleyici zihnindeki önemine değinerek,
örneğin doktorun, hastayla ilişkisi süresince kendinden emin, duygusuz ve
serinkanlı bir görüntü sergilemesi gerektiğini ifade eder (aktaran Poloma;
1993: 203). Bunu bir örnekle açıklayalım:
Birçoğumuz hastane ortamının ne kadar sıkıcı ve kasvetli olduğunu
düşünürüz. Özellikle hasta olduğumuzda ya da yakınlarımızdan biri hasta
olduğunda çoğu zaman içimizi kaplayan hüzünle ve endişeyle hastanede
oturur, randevu sıramızın gelmesini bekleriz. Sıramızı beklerken önümüzden
gelip geçen doktorların, hemşirelerin ve hasta danışmanlarının da yüzlerinde
bir ciddiyetin ve bizim hislerimizi taşıyan bir hüznün olmasını bekleriz.
137
Aslında onlar için hastane ortamı, rutin iş performanslarını sergiledikleri bir
mekandır. Sahne önünde, hastalarla ciddiyetle konuşmaları gerekirken,
sahne arkasında birbirleriyle şakalaştıkları özel alanları da vardır. Fakat
özellikle hastanelerde, sahne arkasının hastalar tarafından görülmemesi
gerekmektedir. Yaşanılan bir olay da, bunu kanıtlar niteliktedir. Özel bir
hastanede çalışan Doktor Ahmet, hastasıyla görüşme yaptıktan sonra
hastasına bekleme salonunda beklemesini ve tetkik raporunu yazdıktan
sonra kendisiyle tekrar görüşeceğini bildirmiştir. Doktor Ali, rapor odasına
giderken kendisini takip eden hastadan habersizdir. Rapor odasına girdikten
sonra kapının aralık kaldığını da fark etmemiştir. Rapor odasında bulunan ve
rapor yazmakta olan diğer doktorlarla aralarında bir konuşma geçen Doktor
Ahmet, diğer doktorlarla birlikte sesli olarak güler. Kapının önünde doktoru
bekleyen hasta tarafından şahit olunan bu sahne neticesinde, hasta büyük bir
üzüntüye ve hayal kırıklığına uğramıştır.
Bu olayda görüldüğü gibi hastanenin sahne arkası hastalardan saklı
tutulmalıdır. Çalışanların sahne arkasındaki konuştuklarına veya bir takım
davranışlarına
şahit
olan
izleyiciler,
davranışlarıyla
sahne
arkasındaki
çalışanların
davranışları
sahne
arasında
bir
önündeki
tutarlılık
göremeyecekleri için hayal kırıklığına uğrayabilmektedirler.
Sahne arkasını, hastaları ya da müşterileri çok daha iyi tanımak için
kullanan çalışanlar da vardır. Özel bir hastanede hasta danışmanı olarak
çalışan
kişiler
günlük
rutinleri
esnasında
sorunlu
hastalarla
da
karşılaşmaktadırlar. Hastaların hastaneye ilk girişte kayıtları yapıldığı için,
birçoğunun isimleri hastane otomasyon sisteminde mevcuttur. Hastanenin
tüm birimlerinde kullanılan bu sistem, hastalara uygulanan tüm tahlil ve
tetkikleri göstermektedir. Ayrıca kişinin isminin altında doktorun hastası
hakkındaki görüşlerini bildirmesi için ayrılmış bir de bilgi notu ekleme alanı
vardır. Doktorlar tarafından çok fazla kullanılmayan bu alan, hasta
danışmanları için oldukça öneme sahiptir. Problem çıkaran hastaların
isimlerinin altına “sorunlu hasta, ilgili davranınız” olarak not yazıldığında,
138
hasta hastaneye her gelişinde, başka bir hasta danışmanı ya da doktor
tarafından karşılaşsa bile bu notu dikkate alan hasta danışmanı veya doktor
hastaya daha yakın ve daha şefkatli davranmaktadır. Sahne arkasında
oluşturulan bu takım çalışması, sahne önünde hastaya olumlu olarak
yansımaktadır. Uygulamada hastanın fişlenmesi gibi olumsuz bir durumun
oluşabileceği düşünülebilir. Fakat özellikle özel hastaneler, hasta kaybetme
riskini göze alamayacaklarından, hastaya daha dikkatli davranılması
neticesinde uygulama genellikle olumlu sonuç vermektedir.
Hastane otomasyon sistemleri doktorların hastalarını hatırlayamama
sıkıntısına karşı, onlara yardımcı olan da bir sistemdir. Bu sistem, doktor ve
hasta arasındaki performans sırasında hastaya özel olduğu izlenimini
vermektedir. Goffman’a göre oyuncular, rutinlerinin mevcut performansının
ve mevcut seyircileriyle ilişkilerinin özel ve kendine özgü bir yönü olduğu
izlenimini yaratırlar (Goffman; 2012: 57). Örneğin; hasta, muayene olacağı
bölüme kayıt yaptırdıktan sonra bilgileri doktorun bilgisayarındaki hastane
otomasyon sistemine de düşer. Hasta içeri girmeden geçmişi hakkında
araştırma yapan doktor, hasta içeri girdikten sonra hastaya ismiyle hitap
ederek onu hatırladığı izlenimini yaratır. Doktorun yüzlerce hastasının içinde
kendisini hatırladığını düşünen hasta özel olduğunu hissetmektedir.
Bu duruma doktorun açısından bakan bir yazar, şunları söylemiştir
(Goffman; 2012: 57): “…. doktor hatırlamadığı bir şeyi hatırlıyormuş gibi
yapmalıdır. Hasta, kendi içinde meydana gelen olayların tek tek öneminin
farkında olduğundan, her şeyi hatırlar ve doktora bundan söz ederken aldığı
keyiften dolayı “eksiksiz hatırlama” sendromundan mustariptir. Hasta,
doktorun da kendisi gibi hatırlayamadığına inanamaz ve doktor geçen sefer
tam olarak ne tür haplar yazdığını, kaç tane ve ne zaman alınması gerektiğini
aklında tutmadığının görülmesine izin verirse gururu derin bir yara alır”.
Bir doktor gibi, bir yöneticinin ya da bir avukatın da mesleğinin
gerektirdiği
role
uygun
davranması beklenmektedir.
Örneğin, sosyal
139
hayatlarında çok samimi olan iki avukat arkadaş, aynı davada karşı tarafların
avukatları olarak karşılaştıklarında rakip olmak ve davalarını kazanmaya
odaklanmak mecburiyetindedirler. Bir avukatın adliyeye girip cübbesini giydiği
anda sergilemiş olduğu hukuk adamı rolü, davayı kazanma başarısı kadar
önem taşımaktadır. Konuyla ilgili örnek olayımız da bunu kanıtlar niteliktedir.
Av. Uğur’un müvekkili olan X şirketine, işten ayrılan işçisi tarafından
kıdem tazminatı davası açılmıştır. X şirketi sahibi davanın diğer işçiler içinde
emsal oluşturacağını düşünmekte ve davayı bu yüzden önemsemektedir.
Şirket sahibi bu konuda Av. Uğur’un oldukça başarılı bir avukat olduğunu
bilmekte ve davayı kazanacağından emin görünmektedir. Davanın görüleceği
gün Av. Uğur, karşı tarafın avukatı olan Av. Tolga ile bahçede karşılaşır. İki
avukat da sosyal hayatlarında iyi arkadaşlardır. Bahçede oldukça samimi bir
sohbetten sonra her ikisi de davanın görüleceği mahkeme salonuna doğru
ilerler. Avukatlar mahkeme salonuna doğru yaklaştıkça aralarındaki mesafeyi
artırır ve yüzlerine oldukça ciddi bir ifade takınırlar. Duruşma salonunun
önünde bekleyen müvekkillerinin yanlarına giden iki avukatın birkaç dakika
önceki samimiyetleri yerini ciddi ve oldukça mesafeli bir davranışa
bırakmıştır.
Duruşma sırasında avukatların birbirleriyle olan konuşmaları
daha da sert bir tavırla sürer. Çünkü avukatların müvekkilleri yanlarındadır ve
duruşmada iyi bir performans sergilemeleri gerekmektedir. Duruşma
salonundaki gerginlik dolu anlardan sonra, hakim tanıkları dinler ve duruşma
sona erer, herkes dışarı çıkar. Müvekkillerinden ayrılan Av. Uğur ve Av.
Tolga, gergin bir duruşmanın sona ermesinin rahatlığı ile az önce içeride
çatışanlar kendileri değilmiş gibi birbirlerine gülümseyerek çay içmek için
kafeteryaya inerler.
Bireyleri mesleki kimliğin gerektirdiği gibi davranmaya iten profesyonel
roller olduğu kadar, bireyleri toplumun genel kabul görmüş değerlerini
benimsetmeye iten toplumsal roller de vardır. Bunlardan biri de cinsiyet
rolleridir. Yeryüzünde birçok toplumda erkeğin kadından fiziksel ve zihinsel
olarak güçlü olması beklenen bir durumdur ve bireyler bu doğrultuda
140
davranış ve tutum geliştirirler. Aynı toplumda yaşayan erkek de kadın da bu
genel kabul görmüş durumu benimserler. Bunu bir örnekle açıklayalım.
Kişisel rutininde çok güzel araba kullanan bir bayan, yeni tanıştığı bir
erkeğin yanında zekâsını, becerisini ve kararlılığını olduğundan daha az
gösterebilmektedir. Erkeğin daha güzel araba kullandığını ya da erkeğin
arabasının onunkinden daha güzel olduğunu söyleyerek erkeğin öne
çıkmasını sağlayabilir. Bayan bu şekilde davranarak erkeğin ilgisini
çekeceğini düşünmektedir. Goffman benzer konuda yapılmış bir araştırmada
Amerikalı kızları işaret ederek, kızların randevulaşmaya müsait erkeklerin
yanındayken zekâlarını, becerilerini ve kararlılıklarını olduğundan daha az
gösterdiklerini belirtiyor. Uçarılık konusunda tüm dünyaya yayılmış ünlerine
rağmen bu kızlar, olağanüstü bir zihinsel disiplin örneği sergilemektedirler. Bu
oyuncular erkek arkadaşlarının zaten bildikleri şeyleri kendilerine sıkıcı bir
şekilde açıklamalarına izin veriyorlar; kendileri kadar yetenekli olmayan
kavalyelerinden matematik becerilerini saklıyorlar; masa tenisi oyunlarını ise
oyun tam bitecekken kaybediyorlar. Aslında bütün bunlarla erkeğin doğal
üstünlüğü sergilenirken, kadının daha zayıf rolü de doğrulanmış oluyor
(Goffman, 2012: 48).
Erkeklerin öne çıkarıldığı bir toplumdan, cinsiyet fark etmeksizin
bireysel olarak öne çıkmak isteyen kişilerin bulunduğu bir topluma geçiş
yapalım. Günümüzde bireysel başarıları ve kazançları destekleyen bir dünya
yapısıyla
karşı
karşıyayız.
Özellikle
günümüz
gençlerindeki
bireysel
davranışlar, bu bireyleri hem özel hayatlarında hem sosyal hayatlarında
kıskaç altına almıştır. Henüz iş hayatındaki örgüt iletişimi hakkında bilgi
sahibi olmayan gençler, bireysel odaklı davranışları ile iş hayatlarında
çatışmalarla karşılaşabilmektedirler. Bunu bir örnekle açıklayalım.
Üniversite üçüncü sınıf öğrencisi idealist bir genç, staj yaptığı
kuruluştaki çalışanlarla rekabet edici bir performans sergilemiş ve gencin ilk
iş
deneyimi
başarısızlıkla
sonuçlanmıştır.
Bulunduğu
iş
ortamındaki
141
insanlardan eğitimine destek olacak bilgiler öğrenmesi ve bunu yaparken
çalışanlarla arasındaki hiyerarşik yapıya uyması beklenen bir stajyerin,
çalışanlarla rekabete girmesi çalışanları rahatsız etmiştir. Kuruluşların hemen
hemen hepsinde hiyerarşik yapıya önem verilmekte ve bu yapı çalışanlarca
benimsenmektedir. Kuruluşun en üst basamağındaki yöneticiden beklenen
rol girişken, ciddi ve gösterişli olması iken, en alt basamağındaki kişilerden
beklenilen rol üst düzey çalışanların karşısında pasif, alçak gönüllü ve güler
yüzlü olması gerektiğidir.
Goffman, görünüş ve tutum arasında karşılıklı olarak birbirini
onaylayan bir tutarlılık olması gerektiğini ifade eder. Etkileşimdeki tarafların
toplumsal statüleri arasındaki farklılıkların o tarafların etkileşimde ne tür roller
oynamayı
beklediklerine
dair
belirtilerde
görülen
birbiriyle
uyumlu
farklılıklarca ifade edilmesi beklenir (Goffman, 2012: 37). Vitrinde bu tür bir
uyumluluğa örnek bulmak için, bir işletmede üst düzey yönetime getirilmiş bir
kişinin görünümüne bakabiliriz:
Bir işletmede üst düzey yönetime getirilmiş bir kişi, işletme için ideal bir
yönetici görüntüsü çizmelidir. Çalışanlara üst düzey yönetime getirilen bu
kişinin onlardan farklı, daha zeki, daha becerikli ve daha karizmatik olduğu
izlenimi verilmek zorundadır. Goffman’a göre, yöneticiler genelde bir yeterlilik
ve duruma hakimiyet havası yayarlar ve hem kendilerini hem de başkalarının
kısmen de olsa o işi yapmalarının, yönetici gibi çalışabilmelerinden değil
yönetici görünümüne sahip olmalarından kaynaklandığı gerçeğinden uzak
tutarlar (Goffman, 2012: 55). Yönetici görünümüne sahip yöneticilerin
seçileceği gibi bazı meslekler için de o mesleğin görünüşünde eleman seçimi
söz konusu olabilir. Mesleğin görünüşüne göre eleman seçiminde, bireyin
eğitiminin yanında, prezantabl olması, saç ve hatta göz renginin bile
değerlendirmeye alındığı durumların yaşandığı bilinmektedir. Örneğin özel bir
kuruluşun erkek yönetim kurulu başkanı ile erkek insan kaynakları müdürü,
kuruluşlarına alacakları halkla ilişkiler sorumlusunun sarı saçlı ya da siyah
saçlı olması konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Yönetim kurulu başkanı,
142
sarı saçlı adayların halkla ilişkiler görevine daha uygun olduğunu iddia
ederken, insan kaynakları müdürü siyah saçlı adayların halkla ilişkiler
görevinde daha başarılı olduğunu iddia etmiştir. Bu diyalog her iki taraf için
de şakalaşma olarak ifade edilmiş olsa bile, iki yönetici arasında geçmiş bir
diyalogdur.
Bazı işe alım mülakatlarında işin gerektirdiği yeterlilikten başka şeyler
de istenmektedir. Banka örneğini verecek olursak: kendilerine göre ideal bir
bankacı tipi yaratan bu kuruluşlar, belirledikleri bankacı tipine uygun
olmayanları
kabul
gerektirmeyecek
etmemektedir.
yerlere
adayın
Müşterilerle
yüzünü
doğrudan
görmeden
alım
iletişimi
yapılırken,
müşterilerle doğrudan iletişim kuracak adaylar arasından bankacılık için ideal
izlenim
verenler
alınmaktadır.
Adayların
kurumun
belirlemiş
olduğu
okullardan mezun olmaları şartı da sıkça rastlanan durumlardandır. Kurumun
üst düzey yöneticilerine bakıldığında, böyle bir şart aranmazken, yeni işe
başlayacak adaylara bu şartlar öne sürülebilmektedir. Goffman’a göre bu
ideal izlenimleri pekiştiren bir çeşit “eğitim retoriği” de söz konusudur. Bu
sayede sendikalar, üniversiteler, ticaret odaları ve diğer lisanslama kurumları
o meslekleri icra edenlerin, kapsamı ve süresi açısından gizemli bir eğitim
almalarını şart koşar. Bu kısmen o alanda tekelliklerini devam ettirmek içindir,
ama kısmen de lisanslı meslek üyesinin o eğitim sayesinde baştan yaratılmış
ve diğer insanlardan apayrı bir kimse haline gelmiş olduğu izlenimini
yaratmak içindir. Bu bağlamda bir öğrenci, eczacılık lisansı almak için
tamamlamak zorunda olduğu dört yıllık üniversite eğitiminin meslek itibarı
açısından iyi olduğunu düşündüklerini ama kimilerinin birkaç aylık bir eğitimin
aslında yeterli olacağı itirafında bulunduklarını iletmektedir (Goffman, 2012:
55).
Topluma önder olmuş kişilerin, siyasetçilerin, sanatçıların çoğu kez
insani vasıflarından arınmış kadar özel kişiler olduğu düşünülür. Bu kişilere
toplum tarafından her türlü erdem ve yetenek yakıştırılır. Bu kişilerin halkın
arasına karışması ve sıradan bir insan gibi davrandığının görülmesi ise
143
toplumda hayal kırıklığı yaratabilmektedir. Goffman, bağlantılara getirilen
kısıtlamaların, toplumsal yaşamda mesafenin korunmasının, seyircide
hayranlık yaratılmasının ve bunun sürdürülmesinin bir yolu olduğunu söyler.
Cooley’in sözlerinin de buna destek verdiğini belirtir (Goffman, 2012: 74):
“Bir insanın kendine dair sahte bir fikirle başkalarını yönlendirme
derecesi çeşitli koşullara bağlıdır. Daha önce değindiğimiz gibi, söz konusu
insanın kendisi, hayal gücünden kaynaklanan ayrı bir varlık olan bu fikirle pek
bağlantısı olmayan rastgele biri olabilir. Önder ile takipçisi arasında doğrudan
bağ olmayan durumlar dışında bu pek mümkün değildir ve kısmen de olsa
otoritenin, özellikle de kişisel bir zayıflığı gizlemekteyse, neden samimi bağlar
kurulmasını önlemek ve böylece hayal gücüne idealize etme fırsatı sunmak
adına kendini biçimlerle ve yapay gizemle sarma eğilimi olduğunu açıklar”.
Özel bir hastanede halkla ilişkiler sorumlusu olarak görev yapan Seda,
hastaneye muayene için gelen eski siyasetçilerle yeni siyasetçiler arasında
oldukça farklı davranış şekillerinin olduğunu belirtmektedir. Eski siyasetçileri
örnek vererek, bu kişilerin kendileriyle daha samimi ve içten, yeni
siyasetçilerin ise kendileriyle daha mesafeli ve resmi olduklarını ifade ediyor.
Eski siyasetçilerin davranışlarını kontrol etmek, otoritelerini ya da karizmatik
görüntülerini hala korumak gibi bir kaygılarının artık olmamasından dolayı
rahat davrandıklarını dile getiren Seda, bu kişilerle çok samimi şekilde
şakalaştıklarını hatta karşılıklı oturup çay sohbeti yaptıklarını da ifade ediyor.
Yeni siyasetçiler ise bu konuda oldukça mesafeli davranmaktadır. Hastanede
halktan
birileriyle
karşı
karşıya
kalmamaları
konusunda,
hastane
çalışanlarına doğrudan bir uyarı vermeseler bile, mesafeli davranışları ve
hastaneye randevuların yoğun olmadığı saatlerde gelmek istemeleri
çalışanlara mesajı dolaylı da olsa vermektedir. Bu kişiler yalnızca muayene
ve tetkikler hakkında çalışanla konuşuyor, bunun dışında sohbet oluşacak bir
ortama izin vermiyorlar. Hatta bazıları yalnızca doktor ve halkla ilişkiler
uzmanıyla göz teması kuruyor. Diğer çalışanların yanından hızlı ve ciddi bir
144
şekilde geçiyorlar. Böylece halkın zihninde ulaşılamayacak kadar üstün
özellikli bir imaj çiziyor ve hayranlık yaratıyorlar.
Kuruluşların üst düzey yöneticilerinin de birçoğu, siyasetçiler gibi
karizmatik görüntülerini koruyabilmek ve zayıflıklarını gizlemek için alt
çalışanlarına
mesafeli
davranışlar
sergileyebilmektedirler.
Bir
devlet
kuruluşunda halkla ilişkiler uzmanı olarak görev yapan Defne, kuruluşun üst
düzeyinde çalışanlardan birinin çalışanlara karşı içtenlik ve mesafe
konusunda sık sık tereddüt yaşadığını ifade ediyor. Defne: “İbrahim Bey’le
koridorda her karşılaşmamızda İbrahim Bey durur ve sohbete başlarız.
Sohbetin başlarında içten ve samimi bir konuşma geçerken, sohbetin sonuna
doğru muhtemelen İbrahim Bey üst düzey yönetici olduğunu aklına getiriyor
ve bir anda sohbeti keserek araya mesafe koymaya çalışıyor”. Bu olayda
görüldüğü gibi yönetici, sohbetin uzaması durumunda ağzından laf
kaçırmasından ya da kişisel bir zayıflığının ortaya çıkmasından endişe
ederek performansını kendi zihninde gözden geçirmekte ve iş arkadaşı
rolünü terk edip, yönetici rolüne tekrar dönmektedir.
Bir kuruluşun üst düzey yöneticisi, alt düzey çalışanlarını tek tek
odasına kabul ettiğinde, aralarında geçen konuşma oldukça arkadaşça, içten
ve samimi olmaktadır. Odaya giren kişi sayısı arttıkça konuşmanın içtenliği
azalmakta, yönetici gittikçe resmi ve seviyeli bir tavır takınmaktadır. Hatta
toplu bir tören sırasında alt çalışanlarla yüz yüze iletişimi tamamen kesip,
mesajlarını orta düzey yöneticilerle göndermektedir.
Yukarıdaki olaylarda aktarıldığı gibi insanlar, başkalarının gözünde
saygınlık ve üstünlük elde edebilmek için bulundukları pozisyonu yüceltme
gereği duymaktadırlar. Goffman’a göre, kişiler o sırada sergilemekte oldukları
rutinin tek rutinleri veya en azından en önemli rutinleri olduğu izlenimini
yaratırlar. Seyirciler de, onlara yansıtılan kişiliğin o yansıtmayı sahneleyen
kişi ile ilgili her şeyi kapsadığını varsayarlar. William James bu konuda
şunları söyler (Goffman, 2012: 57):
145
… pratikte şunu söyleyebiliriz ki, kişinin görüşüne önem verdiği ne
kadar insan grubu varsa, birbirinden farklı o kadar toplumsal benliği vardır.
Genel anlamda bu grupların her birine farklı bir yüzünü gösterir. Çoğu genç,
anne babası ve öğretmenlerinin karşısında uslu davranırken, “sert” yaşıtları
arasında adeta bir korsan gibi küfredip caka satar. Kendimizi çocuklarımıza
ve kulüpteki arkadaşlarımıza, müşterilerimize ve çalıştığımız işçilere, kendi
patronlarımıza ve yakın arkadaşlarımıza farklı gösteririz”.
Örneğin, bir siyasi partinin üst düzey yöneticisi, siyasi görüşünü
eleştirecek kimsenin olmadığı bir ortamda, mesela arabası ile seyahat
ederken,
radyoda
karşı
partiyi
simgeleyen
bir
şarkı
çıktığında
dinleyebilmektedir. Kişi, şarkının hoşuna gittiğini ifade etmektedir ama aynı
şarkıyı parti üyelerinin bulunduğu bir ortamda dinlemeye kalkışması, partideki
itibarını sarsabilir hatta kişiyi görevinden edebilir. Bu yüzden kişiler
benliklerini,
girdikleri
her
toplulukta
sahip
oldukları
statülere
göre
ayarlamaktadırlar.
Kişiler, gerçekleştirdikleri her farklı performansın seyircisini birbirinden
ayırma gereği duymaktadırlar. Bir performansın seyircisi, o performansın
gerekliliklerine uygun olarak seçilmiştir. Dışarıdan gelen kişinin farklı
performansının seyircisi, kişiyi rahatsız etmektedir.
Örneğin bir gencin arkadaşları arasındaki rahat davranışlarına
annesinin veya babasının şahit olduğunu görmesi, genci oldukça rahatsız
edecektir. Mesela bir yöneticinin toplantı sırasındayken eşinin telefonla
araması üzerine telefonu açması ile yöneticilik rolü ve eş rolü çakışacaktır.
Toplantıdaki seyircilerine göre davranışını belirlemek zorunda kalan yönetici,
eşine oldukça resmi yanıtlar verecektir. Telefonun karşısındaki kişi, eşinin
toplumsal durumuna göre davranış içinde olduğunu anlayamazsa, eşinin
kendisine tavrı takındığını, soğuk konuştuğunu veya aramasından rahatsız
olduğunu düşünebilir.
146
5.3. Genel Değerlendirmeler
Bu
bölümde
örnek
olaylar,
bireylerin
benlik
sunumlarını
gerçekleştirmek için yararlandıkları iletişim şekilleri ile birlikte ele alınarak
değerlendirilmiştir. Bu bağlamda Goffman’ın benlik sunumu kuramında yer
alan parametreler (aktör, rol/rutin, sahne önü, sahne arkası, verilen izlenim,
kişisel vitrin, performans) bir önceki başlıkta ele alınan örnek olaylar
kullanılarak bir durum çalışması tablosu oluşturulmuştur. Tabloda yer alan
örnek olayların ele alınış sırası bir önceki bölümde ele alınan örnek olaylar
sırası ile aynı değildir. Sıralamalar örnek olaylardaki rutinlerin çalışma
ortamında
veya
sosyal
ortamda
gerçekleşmiş
olması
göz
önünde
bulundurularak yapılmıştır.
Tablo, örnek olayların gözlemlendiği ortamlara göre “İş Ortamında
Benlik Sunumu” ve “Sosyal Ortamda Benlik Sunumu” olmak üzere iki
bölümde ele alınmıştır. Tablolarda yer alan “sahne arkası”, “verilen izlenim”,
“kişisel vitrin” gibi bölümler bazı sütunlarda boş bırakılmıştır, çünkü bölümler
yazar tarafından gözlemlenememiştir. Her bölümün sonunda, örnek olaylarda
yer alan benlik sunumlarının içinde barındırdığı iletişim şekilleri açıklanmış ve
değerlendirilmiştir.
1) İş Ortamında Benlik Sunumu
Örnek
Olay
1
Aktör/
Oyuncu
Rol/
Rutin
Halkla
İlişkiler
Sorumlusu
Hastaneye
 Deneyimli  Deneyimgelen
siz
 Kendine
hastalarla ve güveniyor.  Endişeli
dışarıdan
tıbbi
operasyon
için gelen
doktorlarla
ilgilenmek.
Sahne
Önü
Sahne
Arkası
Verilen
İzlenim
 Resmi
 Nazik
 İkna edici
Kişisel
Vitrin
 Resmi
giyiniyor.
 Kendinden
emin.
Performans
 İlgili bir şekilde
doktoru
karşılıyor.
 Tüm idari işleri
eksiksiz
uyguluyor.
 Deneyimli
davranıyor.
147
Aktör/
Oyuncu
Rol/
Rutin
Sahne
Önü
Sahne
Arkası
Verilen
İzlenim
Kişisel
Vitrin
Performans
Örnek
Olay
2
Yönetim
Kurulu
Başkanı
Örnek
Olay
3
Tıp
doktoru.
Profesör
Kongrede
uzmanlık
alanıyla ilgili
başarılı bir
konuşma
yapmak.
Kongrede  Doğal
 Resmi
bulunan
iletişim
 Etkileyici
meslektaş- ortamında  İkna edici
ları ile
yakın
arası
çalışanları
oldukça
ile
mesafeli,
arasındaki
Yalnızca
kişisel
mesleki
mesafesi
konularda
az.
sohbet
Örneğin
ediyor.
asistanına
kahve
yapabiliyor
 Resmi
giyiniyor.
 Kendinden
emin
 Kontrollü
beden dili
var.
Örnek
Olay
4
Hastane
personeli
Hastaneye
gelen ünlü
hastanın
kimliğinin
saklı
tutularak
muayenesinin
yapılması.
Hastane-  Ünlü
 Resmi
nin rutin
hastanın
 Sakin
günlerinismi tüm
 İkna edici
den birinin
personel
yaşandığı
tarafından
diğer
saklı
hastalara
tutuluyor.
yansıtılıyor  Tüm
hastane
çalışanları
bu gizliliğe
uyum
sağlıyor.
 Resmi
 Ünlü hasta ile
giyiniyorlar.
ilgilenen
çalışanlar
 Kendilerinharicinde herkes
den emin
hastanede diğer
 Kontrollü
hastalarla
beden dili
ilgileniyor.
 Ünlü hastanın
tahlil, tetkik için
ziyaret ettiği her
bölümdeki
çalışanlar sırası
geldiğinde
gizliliğe uyum
sağlıyor.
Örnek
Olay
5
Halkla
İlişkiler
çalışanları
Büyük bir
kuruluşta
düzenlenen
açılış
töreninin
organizasyonu
Büyük
kuruluşun,
görkemli
tesisinin
açılışında
herhangi
bir sorun
yaşanmadı
ğı izlenimi
var.
 İşe uygun
 Bilgili,
kişiyi
tecrübeli
seçmek.
ve halkla
ilişkiler
 Halkla
sorumlusu
ilişkiler
ile
sorumlusu
yakından
ile yakından
ilgilenen
ilgilenmek,
bir
onu
yönetici.
yönetmek.
-




Etkileyici
Nazik
İçten
İkna edici
 Kendinden  Aday olan halkla
emin
ilişkiler
sorumlusuna,
 Kontrollü
ona çok şey
beden dili
öğreteceğini
var.
söylüyor.
 Oldukça
 Personel işe
gösterişli
girdikten sonra
olan
makamında personelle
ilgilenmiyor.
oturuyor.
Töreni
 Resmi
 Resmi
organize
giyiniyorlar.
 Motivasyoeden
nun
 Paniklemiş
ekipten bir bozulmasına beden dili
kişinin
bağlı
hareketleri
kurdele
konuşma
var.
almayı
bozuklukları
unutması
var.
üzerine,
töreninde
kurdele
kesimi
gerçekleşti
rilemiyor.
 Tıp kongresinin
resmi ortamına
uygun olarak,
ciddi ve ikna
edici bir
konuşma
yapıyor.
Kurdele kesimi
seremonisinin
atlandığı
durumu,
davetlilere
hissettirilmeden
programın bir
sonraki
aşamasına
geçiliyor. Tesis
gezdiriliyor ve
program
bitiriliyor.
148
Aktör/
Oyuncu
Rol/
Rutin
Sahne
Önü
Sahne
Arkası
Verilen
İzlenim
Kişisel
Vitrin
Örnek
Olay
6
Konfeksiyon
çalışanları
Mağazada
elbise
deneyen
müşterilerle
ilgilenmek.
Elbise
deneyen
müşteriye,
üzerindeki
elbisenin
çok
yakıştığını
söylemekte
dirler.
Bir önceki
müşterinin
denediği
elbise
yakışmadı
ğı halde
“çok
yakıştı”
demişlerdir
“Çok yakıştı”
cümlesini
kullanmakta
dırlar.
Samimi
beden dili
kullanmakta
dırlar.
Örnek
Olay
7
Halkla
 Hastaların
İlişkiler
muayene
Sorumlu- işlemlerinin
su
sorunsuz
olarak
gerçekleştiril
mesini
sağlamak.
 Hasta
memnuniyeti
sağlamak.
Örnek
Olay
8
Doktor
Hastayı
muayene
etmek ve
gerekli
tedaviyi
uygulamak.
Hastasıyla
görüşme
yaparken
soğukkanlı
ve ciddidir.
Örnek
Olay
9
Hasta
Danışma
nı
Muayeneye
gelen
hastayı güler
yüzle
karşılamak
ve işlemlerini
yapmak.
Muayeneye gelen
hastayı
güler yüzle
karşılıyor,
hastaya
fazla ilgili
davranıyor.
Deneyimli  Deneyim-  Resmi
ve
sizdir.
 Nazik
alanında
 Hasta
 İkna edici
bilgili bir
danışmanı
halkla
halkla
ilişkiler
ilişkiler
sorumlusu
sorumlusu
olarak
nun
hastaya,
görüntüsü
işlemde
nü
herhangi
kullanarak
bir hatanın
hastayı
olmadığını
ikna etmek
anlatıyor.
istemektedir.
Hastaların  Resmi
giremediği  Nazik
doktor
 Hastanın
odasında
hüznünü
çok
yaşayarak
şakacıdır
konuşuyor.
ve
güldürmeyi
sevmektedir.
Hastanın
daha
 Resmi
önceden
 Yumuşak
hastanede
ses tonu
sorun
kullanıyor.
çıkardığını
hastane
otomasyon
siteminden
görüyor.
Hastayı
sorun
çıkmadan
göndermek
istiyor.
Performans
Müşteriye
üzerindeki
elbisenin ona çok
yakıştığı
söyleyerek
hemen karar
vermesini
sağlamaktadırlar.
 Resmi
giyiniyor.
 Kendinden
emin
 Nazik
beden dili
kullanıyor.
Halkla ilişkiler
uzmanı, hasta
danışmanını
aradan çıkartarak
kişisel
görüntüsünü ve
ikna yeteneğini
kullanarak
hastayı ikna
ediyor.
 Beyaz
önlük
giyiniyor.
 Kendinden
emin
 Yüzünde
hüzün
ifadesi var.
Hastasına,
hastanın
üzüntüsünü
paylaştığını ifade
eden
davranışlarla
yaklaşıyor ve
tedavi ile ilgili
süreci ciddiyetle
anlatıyor.
 Resmi
giyiniyor.
 Kendinden
emin
 Fazla ilgili
beden
hareketleri
var.
 Hastayı güler
yüzle karşılıyor.
 Hastaya oldukça
ilgili davranıyor.
 Dikkatli bir
şekilde hastanın
işlemlerini
yapıyor ve sorun
çıkmaması için
gayret
gösteriyor.
149
Aktör/
Oyuncu
Rol/
Rutin
Sahne
Önü
Sahne
Arkası
Örnek
Olay
10
İki avukat
Müvekkilinin
duruşmasını
en iyi şekilde
gerçekleştirmek ve
müvekkilin
güvenini
kazanmak
Duruşma
sırasında
iki avukat
da
birbirlerine
karşı
oldukça
mesafeli,
sert ve
kavga
edercesine
bir
diyalogları
var.
İki avukat
da iş ve
sosyal
hayatların
da yakın
arkadaş
 Resmi
 Suçlayıcı
 Ağır sözler
Örnek
Olay
11
Stajyer
Meslek
bilgisini
artırmak için
kurumda
çalışmak ve
kurumun
çalışanlarına
işlerde
destek
vermek.
Her işi
çalışanlar
kadar iyi
yapabilece
ğini
söyleyerek
işleri
üstleniyor.
-
 Eleştirici
 Kendinden
emin
 Resmi
kurallara
 Kişisel
uygun
mesafelere
konuşmuyor
dikkat
etmiyor.
Kendini üst
yönetime
göstermeye
çalışırken
çalışanlarla
rekabete giriyor.
Örnek
Olay
12
Eski
siyasetçi
Emekli bir
siyaset
adamıdır.
Hastane
çalışanları
ile çok
kolay
sohbet
kurabiliyor.
-




Muayene
öncesinde ve
sonrasında
çalışanlara
samimi ve içten
davranıyor.
Örnek
Olay
13
Yeni
siyasetçi
Devlette
göreve
başlamış
yeni bir
siyaset
adamıdır.
İletişim
kurulması
zor, otoriter
ve
karizmatik
-
 Resmi
 Az
konuşuyor.
Verilen
İzlenim
Resmi
Konuşkan
Nazik
Esprili
Kişisel
Vitrin
 Resmi
elbise ve
üzerine
cübbe
giyiniyorlar.
 Kendinden
eminler
 Jest ve
mimiklerini
çok
kullanıyorlar
 Kendinden
emin
 Rahat
beden
hareketleri
 Sabırlı
Performans
Her iki avukat da
işi iyi bildiklerini,
deneyimli
olduklarını,
gerekirse sert ve
ağır sözler
söyleyecek kadar
müvekkilini
savunan,
koruyan ve
kollayan
olduklarını ispat
etmeye çalışıyor.
 Resmi
 Doktor ve
giyiniyor.
yönetici ile kişisel
mesafesini daha
 Kendinden
kısa tutuyor.
emin
 Diğer
 Kontrollü
çalışanlarla
beden dili
iletişim kurmuyor.
 Yönetici ve
doktor
dışında göz
teması
kurmuyor.
 Sabırsız
150
Aktör/
Oyuncu
Örnek
Olay
14
Üst
düzey
yönetici
Rol/
Rutin
 Kuruluşu ve
çalışanlarını
yönetmek.
 Otoriteyi
sağlamak
Sahne
Önü
Sahne
Arkası
Otoriter
-
Kişisel
Vitrin
Verilen
İzlenim
 Resmi
 Az
konuşuyor.
 Resmi
giyiniyor.
 Kontrollü
beden dili
 Üst düzey
yöneticilerle
göz teması
kuruyor.
Performans
Bir çalışanıyla
karşılaştığında
önce içten ve
samimi bir
konuşma
başlatıyor,
ardından
konuşmayı
çalışanla arasına
mesafe koyarak
kesiyor.
Tablo 3: İş ortamında benlik sunumu durum tablosu
Değerlendirme
Yukarıdaki tabloda incelediğimiz örnek olayların her biri iş ortamındaki
bireylerin benliklerini diğer bireylere ne tür yöntem ve taktiklerle sunduklarını
özetler niteliktedir. Her bir bireyin davranışını davranış kalıplarına oturtmak
zor olsa da iş ortamında zaman içinde oluşan iletişim şekillerinin bireylerin
davranışları üzerinde etkili olduğu ve bu iletişim şekillerini bilen ve uyum
sağlayan
bireylerin
kişilerarası
iletişimlerinde
daha
başarılı
oldukları
söylenebilmektedir. Bu ifadeyi tablodaki örnek olayları da ele alarak maddeler
halinde açıklayalım:
a) Örgütsel İletişim:
Tablodaki
tüm
olaylar
bir
kuruluş
içinde
gerçekleşmektedir. Dolayısıyla kişiler arasındaki iletişimde örgütsel iletişim
söz konusudur. Örgütte kişiler iş yerindeki rollerinin gereğini biçimsel (formel)
iletişim
ve
doğal
(informel)
iletişim
düzeninde
gerçekleştirmeye
çalışmaktadırlar. Biçimsel iletişimde, çalışanlar amirlerinden dikey yönlü
iletişim ile emir alırken, çalışanlar arası bilgi alışverişi çapraz ve yatay yönlü
iletişimlerle sağlanmaktadır. Kişilerin örgütsel iletişimde hiyerarşik yapıya
uyum sağlamaları ve hiyerarşik yapı yönünde davranışlarını düzenlemeleri
beklenmektedir. Örnek olayların tümünde çalışanlar hiyerarşik yapıya uyum
151
sağlayarak benlik sunumlarını gerçekleştirmişlerdir. Örnek olay 11’de ise
stajyer, benlik sunumunu gerçekleştirirken hiyerarşik yapının gerektirdiği
iletişim şekline dikkat etmediğinden yönetici ve çalışanlarla iletişim çatışması
yaşamıştır.
b) Sözlü İletişim: Konuşma dili olarak adlandırabileceğimiz sözlü
iletişim, örgüt içindeki tüm kişilerarası diyalogları içermektedir. Örgüt içi sözlü
iletişimde dikkat edilmesi gereken önemli bir etken, kişilerin konuşmalarını iş
konuşmaları tarzında yapmaları gerektiğidir. Üst yöneticilere yönelik hitaplar
ve diğer çalışanlarla olan diyaloglar, resmi konuşma kalıplarını içermektedir.
Örnek olayların tümünde yer alan benlik sunumlarında iş yeri konuşma
kurallarına uyum sağlanmıştır.
Sözlü iletişimin “dil ve dil-ötesi iletişim” olarak iki türde ele alındığı
belirtilmişti. Dil ile iletişimde mesajda “ne söylendiği” önemliyken, dil-ötesi
iletişimde, mesajın “nasıl söylendiği” önem taşımaktadır (Tutar, Yılmaz; 2003:
54). Kaynağın sözlü mesajını alıcıya iletilirken kullandığı ses tonu (yükseklik,
kısıklık vb.) ve ses ahengi (nazik, kaba vb.) dil-ötesi iletişim türüne
girmektedir. Ayrıca, dil-ötesi iletişim türü sözsüz iletişim kapsamına da
girmektedir. Örnek olayların 1-2-3-7-8-9-10 numaralarında, bireylerin benlik
sunumlarında dil-ötesi iletişimin (ses tonundaki nezaket vb.) önemli katkısı
olduğunu görülmektedir. Örnek olay 13-14’de ise üst düzey görevlerde
bulunan bireylerin dil ile iletişimlerinde dikkatli davrandıklarına ve çoğu
ortamda konuşmamayı tercih ettiklerine dikkat çekilmektedir.
Sözsüz İletişim: Sözsüz iletişimi, davranışsal/kişilerarası iletişim ve
çevresel olmak üzere iki boyut üzerinden inceleyen Poon Teng Fatt,
kişilerarası iletişimi; beden duruşu, duruş mesafesi (proxemics), el, kol, baş
hareketleri, mimikler, göz teması, göz hareketleri (occulecsics), ses dili
(paralanguage)
ve
bireyin
diğerlerine
kıyasla
duruş
yönü
olarak
tanımlamaktadır. Çevresel iletişime özellikle dikkati çeken araştırmacıya
göre, yapay olan yani parfüm, giyiniş tarzı, takı-mücevher kullanımı ile doğal
152
çevreyi yansıtan ışıklandırma, mobilya, koku, ısı, müzik gibi unsurlar da en az
diğer unsurlar kadar önemlidir (aktaran Erkuş, Gönlü; 2009: 11).
İlk olarak sözsüz iletişimin davranışsal/kişilerarası iletişim boyutunu ele
alalım. Tablodaki örnek olaylar örgüt içinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla
örgütteki biçimsel (formel) iletişim, sözsüz iletişime etki etmekte ve sözsüz
iletişimin iş ortamına göre biçimsel olarak düzenlenmesini sağlamaktadır.
Çalışanlar vücut hareketlerini, kişisel mesafelerini jest ve mimiklerini, ses
dilini biçimsel iletişimin süzgecinden geçirmekte ve bunu benlik sunumlarına
yansıtmaktadırlar. Bu bağlamda, örnek olaylardaki bireylerin birçoğu çalışma
ortamında
bulunduklarından
sözsüz
iletişimlerinde
formel
iletişim
gözlemlenmiştir. Yalnız örnek olay 11’deki stajyer sözlü iletişimde resmiyete
dikkat etmediğinden çalışanları rahatsız etmiş ve zamanla dışlanmıştır.
Örnek olay 12’deki eski siyasetçi ise sözlü iletişiminde formel davranmakta,
sözsüz iletişimde ise informel beden dili hareketleri sergilemektedir. Eski
siyasetçinin bu davranışı, kendisine yardım etmek isteyen hastane çalışanları
ile iletişiminde dengeyi kurmak istemesi ile açıklanabilir. Bunun yanında
örnek olayların tümünde örgüt çalışanlarının kendilerinden emin ve işe uygun
beden hareketleri ile yönettikleri iletişim süreçleri ve benlik sunumları
iletişimin başarıyla sonuçlanmasını sağlamıştır.
İkinci olarak sözsüz iletişimin çevresel boyutunu ele alalım. İletişim
ortamı, iletişim sürecinde oldukça etkilidir. Örneğin, hastasına bilgi veren ve
onu ikna etmeye çalışan bir doktorun bulunduğu hastane/muayenehanenin
ortamı,
havalandırması,
ışıklar,
koku,
duvarlardaki
görsel
unsurlar
(kardiyolojiyle ilgili bölümlerde kalp illüstrasyonları, gözle ilgili bölümlerde göz
maketleri, manzaralar vb.), doktorun önlüğü, stetoskopu, giyim tarzı iletişim
sürecinde sözle aktarılanlar kadar önem taşımaktadır. Örnek olay 1, 4, 5, 7,
8, 9, 10’da kişilerin resmi giyimleri, örnek olay 10’da avukatların cübbeleri
iletişim kurdukları kişi/kişiler üzerinde etkili olmuştur.
153
Aynı şekilde bir yöneticinin makamı da, yöneticinin iletişime geçtiği
kişiler üzerinde etki bırakmaktadır. Örnek olay 2’de üst yönetici, işe alacağı
adayı gösterişli makamında mülakata alarak onu etkilemeyi başarmıştır.
c) Kişilerarası İletişim ve Grup İletişimi: Bireylerin günlük yaşamlarında
diğer bireylerle kurdukları tüm yüz yüze iletişim şekilleri kişilerarası iletişim;
bireylerin ortak bir amaç için bir araya gelerek oluşturdukları insan toplulukları
içindeki iletişim ise grup iletişimi olarak tanımlanmaktadır. Örnek olayların
tümünde kişilerarası iletişim görülmekte olup grup iletişimi yalnızca örnek
olay 4-5 ve 6’da gözlemlenmektedir. Grup iletişimine örnek olan olaylarda
bireyler takım çalışması yapmakta, aldıkları görevin amaçları doğrultusunda
davranmakta ve bir eylem biçimi üzerinde birleşmektedirler. Örnek olay 4 ve
6’da grup içi iletişim sağlıklı olarak kurulduğundan grubun amaçları
doğrultusunda bir sonuç elde edilmektedir. Örnek olay 5’te ise grup içindeki
bazı bireylerin birbirleriyle olan iletişimlerinde kopukluk yaşaması hem grubun
hem grubun ait olduğu kuruluşun amaçlarına ulaşmasında sorunlar
yaratmıştır. Yine örnek olay 5’te grup içindeki diğer bireylerin çabaları ile
kuruluş büyük bir organizasyon krizinden kurtarılmıştır.
d) Kişi-içi
İletişim:
Bireyin
düşünmesi,
duygulanması,
kişisel
ihtiyaçlarının farkına varması, iç gözlem yapması, rüya görerek kendi içinden
mesaj alması ya da kendine sorular sorarak bunlara cevaplar üretmesi iç
iletişim sayılmaktadır (Dökmen, 2003: 21). Örnek olayların tümünde yer alan
bireylerde somut olarak gözlemlememiz mümkün olmasa da bir iç iletişim
mevcuttur. Çalışma konumuz olan bireylerin benlik sunumlarının başlangıç
noktası da kişinin kişi-içi iletişimidir. Bireyin düşünmesi, kendi kendini
gözlemlemesi, kendini ve çevresini algılaması ve anlamlandırması ve bu
anlamlar doğrultusunda bir davranış geliştirmesi sonucu bireyin benlik
sunumu meydana gelmektedir. Birey kendini ve çevresini ne kadar iyi
algılıyor, bu algıya yönelik bir anlam geliştiriyor ve bu anlama göre bir iletişim
şekli belirleyip davranışa geçiyorsa karşısındaki bireylere sergilediği benlik
sunumunda yanlış anlaşılma, yadırganma ve çatışma gibi olumsuzluklarla
154
minimum seviyede karşılaşacaktır diyebiliriz. Örnek olay 5’te stajyerin görev
aldığı kuruluşa adapte olamaması, yöneticisi ve çalışanlarla sorunlar
yaşaması stajyerin kişi-içi, kişilerarası ve örgüt iletişiminde sorunlar
yaşadığının bir göstergesidir. Ayrıca bu sorunlar bireyin yaşı, eğitimi, sosyokültürel çevresi ve deneyimleriyle de doğrudan ilgilidir.
2) Sosyal Ortamda Benlik Sunumu
Aktör/
Oyuncu
Rol/
Rutin
Örnek
Olay
1
Müşteri
Diğer
müşteriler
gibi
restoranda
yemek
sırasını
beklemek.
Örnek
Olay
2
Otobüs
yolcusu
Diğer
yolcular gibi
koltuğuna
oturmak ve
yanındaki
kişi ile
seyahat
etmek.
Yanındaki
yolcu ile
sohbet
sırasında,
meslekleri
hakkında
konu
açılmış, bir
kuruluşta
memur
olarak görev
yaptığını
söylemiştir.
-
Örnek
Olay
3
Araç
sürücüsü
Arabası ile
yolculuk
eden bir kişi
Arabasında
karşı partiyi
simgeleyen
şarkılar
dinlemiştir.
Bir siyasi
 Kısık ses
 Kendinden
partinin
tonu
emin.
önde gelen
kullanmakta  Hissedilmesi
üyesidir ve
dır.
zor da olsa
partinin
tedirgin beden
tüm
hareketleri var.
değerlerine
sadakat
göstermektedir.
Sahne
Önü
Müşteri,
telefon
konuşması
sırasında
tıbbi terimler
kullanarak,
ses tonunu
ortama göre
yüksek
tutmaktadır.
Sahne
Arkası
-
Verilen
İzlenim
Kişisel
Vitrin
 Yüksek ses  Kendinden
kullanmakta- emin.
dır.
 Sabırsız beden
 Konuşması
dili vardır.
tıbbi terimler
içermektedir
Tablo 4: Sosyal ortamda benlik sunumu durum tablosu
-
-
Performans
Doktor
olduğunu belli
eden telefon
konuşması
yaparak
yemek
hizmetinden
öncelikli olarak
yararlanmaktadır.
Asıl mesleği
doktorluk olan
kişi, sağlık
sorunları
dinlemek
istemediğinden mesleğini
saklamış,
yanındaki
yolcu ile
yüzeysel
konularda
sohbet ettiğini
ifade etmiştir.
Aynı siyasi
partiden
kişilerin
yanında
olmamasının
rahatlığı ile
karşı partinin
şarkılarını
dinlemekte bir
sakınca
görmemektedir.
155
Değerlendirme
Yukarıdaki tabloda incelediğimiz örnek olaylar, çalışmada yer alan
bireylerin benliklerini sosyal ortamlarındaki diğer bireylere ne tür yöntem ve
taktiklerle sunduklarını özetler niteliktedir. Bireylerin bulunduğu her sosyal
ortama göre farklı davranış şekilleri geliştirdiğini ifade edersek, yukarıdaki
örnekler bu sosyal çevrenin çok az bir kısmından alınmış bir kesit niteliği
göstermektedir.
Tabloya yönelik şunları söyleyebiliriz ki, kişiler iş ortamında olduğu gibi
sosyal ortamda da karşısındaki kişide istediği davranışı oluşturmaya yönelik
bir eğilim içindedir. Karşısındaki bireyi davranışına inandırmak için çeşitli
iletişim şekilleri kullanmaktadır. Bu ifadeleri tablodaki örnek olayları da ele
alarak maddeler halinde açıklayalım:
a) Kişilerarası İletişim: Bireylerin günlük yaşamlarında diğer bireylerle
kurdukları tüm yüz yüze iletişim şekilleri kişilerarası iletişim kapsamına
girmektedir. Örnek olay 1 ve 2, kişilerarası iletişime örnek oluşturmaktadır
fakat iletişimin öncelikle bir niyet ve daha sonra karşılıklı ortaklaşma
gerektirdiğini belirtmiştik, bu iki örnekte belirli bir niyet ve ortaklaşma amacı
bulunmadığı görülmemektedir. Bu bağlamda, bu iletişim şekline rastlantısal
diyebiliriz.
Rastlantılar alışılagelen, düzenli ve aracısız beliren etkileşimler
olarak kabul edilmektedir. Goffman rastlantıların incelenmesine özellikle
dikkat çekmektedir. Rastlantılarda yüzün sunumu, vücudun duruşu ve
boşluktaki konum dikkate alınmaktadır. Bireyler, toplumsal konumlarına uyum
kaygısıyla,
yoğun
olmayan
etkileşimlerinde,
başkalarıyla
birlikte
güdülenmektedirler. Bu etkileşim bireylerin, doğrudan iletişim kurmaksızın,
başkalarına
karşılıklı
olarak
bilinçsizce
katıldığı
durumlarda
ortaya
çıkmaktadır. Böyle durumlarda insanlar birbirleriyle konuşmasalar bile bir
156
araya
toplanmakta,
sözel
olmayan
bir
iletişim
içinde
birbirlerine
bağlanmaktadırlar. Mimikleriyle, vücut mesafesi veya duruşlarıyla, jestleriyle
diğerlerine iletiler göndermektedirler (Lazar, 55-56: 2009). Örnek olay 1’de
yemek yemek üzere bir araya gelen restoranın müşterileri, doktor olduğunu
anladıkları kişiye öncelikli olarak hizmet verilmesine göz yummuşlardır.
Doktor olan kişinin işinin acil olduğunu düşünerek, sözel olmayan iletişim ile
birbirlerine bağlanmışlar ve bu kararı vermişlerdir.
Örnek olay 2’de yine rastlantısal olarak bir araya gelmiş otobüs
yolcularını görmekteyiz. Kişiler otobüs bileti alırken kendi yerlerini seçmekte
özgürdürler fakat yanlarındaki kişiyi seçme özgürlükleri yoktur. Kişi
kabullenerek aldığı koltuğun yanındaki kişiyi de kabullenmiş olur. Örnek
olayda rastlantısal olarak bir araya gelmiş iki yolcunun yolculuk sırasında
birbirleriyle olan iletişimlerinin bir kısmı görülmektedir. Yolcu aktöre mesleğini
sormaktadır
ve
aktör
yolculuk
boyunca
sağlık
sorunları
dinlemek
istemediğinden mesleğini saklı tutmaktadır. Yanındaki kişiye “memurum”
diyerek iletişimi sonlandırmak istemektedir.
b) Kişisel (Personal) İletişim: Bireylerin kişilik özellikleri, bireylerin
kişisel iletişimlerinde önemli bir etkendir. Bireyde dışadönük/ içedönüklük,
açıklık/ tutuculuk, duygusallık/ endişe, geçimlilik/ dik başlılık, sorumluluk/
düzensizlik gibi kişilik özellikleri (aktaran Yelboğa, 2006: 199) içinde
bulunduğu iletişimin niteliğini de büyük ölçüde etkilemektedir. Bu bağlamda
kişilik özellikleri, kişinin kişisel iletişimine etki ettiği gibi tüm iletişim
türlerindeki tutum ve davranışlarına da etki etmektedir.
Örnek olay 3’te iş hayatında siyasi bir partinin üst düzey yöneticisi
olan bir kişinin, yalnızca kendi ve kendine yakın birkaç kişi tarafından bilinen
kişisel
hayatında
siyasi
görüşünden
kopuk
olarak
davranışlar
sergileyebileceği görülmektedir. Bu davranış, kişinin kişilik özellikleriyle
doğrudan ilgilidir. Kişi içedönüklüğü ve ihtiyatlı kişiliği sayesinde dışarıdan
157
kişilere bu özelliğini göstermemektedir. Aynı zamanda kişi açık (openness)
kişiliği sayesinde başka görüşlere açık olduğunu da göstermektedir.
SONUÇ
İnsanlar ve davranışları oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu
karmaşıklık her bireyin farklı beden yapısı, farklı kişiliği, farklı kültürü ve farklı
sosyal yaşantısı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu farklılıklara rağmen
bireyleri ortaklaştıran ve her bireyde doğduğu andan itibaren var olduğu
düşünülen güdüler bulunmaktadır. Bu güdüler, birey hayata geldiği andan
itibaren onu hayatta tutmaya çalışan, koruyan, bireyin varlığını sürdürmeye
destek olan ruhsal kaynaklardır.
Bu çalışmanın konusu olan benlik kavramı da, bireyin ruhsal yapısının
bir parçasıdır. Benlik bireylerin birincil varoluşsal ihtiyaçlarından yeme, içme,
uyuma, üreme gibi ihtiyaçların giderilmesinden; sevilme, saygı görme ve
kendini gerçekleştirme gibi toplumsal ihtiyaçlarının giderilmesine kadar bireye
yol gösteren, bireyin kendini keşfetmesine ve güçlerini en verimli şekilde
kullanmasına imkân sağlayan bilişsel bir sistemdir. Bu sistem her bireyde
vardır, fakat bireyin algılama, algıladığını anlama, anladığını eyleme
dönüştürme becerisine göre farklılık göstermektedir. Bu sistemin bazı
kişilerde güçlü, bazı kişilerde zayıf çalıştığını söylemek olasıdır.
Bu çalışmada bireylerin günlük yaşantılarında etkileşim halinde
oldukları
kişilerle
olan
iletişimlerinde
benlik
sunumlarını
nasıl
gerçekleştirdikleri doğal gözlem yoluyla incelenmiştir. Birçok çeşidi bulunan
kişilikleri
ve
benlikleri
kategorilere
ayırıp,
isimlendirip,
sınıflandırma
yapamasak da, bireylerin hem kişisel hem toplumsal yaşantılarındaki
davranışlarından tespit edilen genel bir gerçeklik var ki; O da, bireylerin
158
yaşamlarında sergiledikleri her bir rolü en iyi şekilde oynamak ve herkesi
inandırmak istemeleridir.
Bireylerin
benlik
sunumlarının
gözlemlenerek
derlenen
örnek
olaylardan çıkarılan sonuçlar şu şekildedir:
Bireylerde benlik gelişiminin çok iyi gözlem yapabilme ve taklit
edebilme yeteneğiyle ilişkili olduğu söylenebilir. Örneklerdeki bireylerin
çocukluk çağlarına dönük bir bilgimiz olmasa da, küçük yaşlarda akranlarla
oynanan oyunlarda üstlenilen rolü başarıyla gerçekleştiren bireylerin
toplumsal hayatta gözlem ve rol yapma üzerine daha yatkın oldukları
söylenebilir. Toplumsal yaşamda istisnasız her birey rol yapmaktadır fakat
farklı rolleri benimseme ve farklı rollere eğilimli olma her bireyde farklı
düzeyde bulunmaktadır. Bireyin benlik geliştirmesi psikolojik ve sosyolojik
faktörlere bağlı olmakla birlikte, bireyin benliğini sunma yeteneği iletişim
becerilerine bağlıdır.
Çalışma hayatındaki kişilerin benlik sunumları üzerine yapılan
gözlemler sonucu bulunulan tespitlerde, kişilerin statüsü yükseldikçe ve
muhatap olduğu kişi sayısı arttıkça daha profesyonel benlik sunumları
gerçekleştirdikleri görülmektedir. Bu durum yine kişinin taklit etme ve
öğrenme yeteneğiyle doğrudan ilişkili olarak görülmektedir. Birey, iş
hayatında profesyonelce rol yapan kişileri gözlemlemekte, daha iyisi
olabilmek için kendine en uygun ve en geçerli rolü seçmektedir. Örneğin kişi,
siyasi lider olmak istiyorsa bir liderin nasıl bir görünüşe, davranışa, konuşma
tarzına sahip olması gerektiğini gözlemlemeli ve kendine uygulamalıdır.
Mesela örnek olaylarımızda yer alan siyasi bir partinin üyesi, parti içinde
benimsenen ideoloji yönünde benlik sunumu sergilemek zorundadır. Partinin
kabul gören davranışlarının dışında bir benlik sunumu gerçekleştirdiğinde ise
tepki göreceğini bilmektedir. Yine aynı şekilde, yöneticilik makamını isteyen
bir kişi, yöneticilik yapacağı kuruluşun beklentilerine göre bir yöneticilik rolünü
kendine seçmeli ve yöneticilik makamına yakıştığı izlenimini tüm çalışanlara
159
vermelidir. Üst düzey statüye sahip olmak isteyen bir birey, çevresinde
profesyonelce rol sergileyen kişilerin içinde en etkili ve en profesyonel rolü
oynayan kişi olmak zorunda olduğunu bilmelidir.
Günlük yaşantısında etkileşim içinde olduğu kişi sayısı azaldıkça
bireyler
daha
sıradan
ve
inandırıcı
olmayan
benlik
sunumları
gerçekleştirmektedirler. Ev hanımları, rutin masa başı işinde çalışan
memurlar, insan ilişkileriyle doğrudan ilişkisi bulunmayan işlerde çalışan
kişiler dinamik bir sosyal etkileşim ortamında bulunmadıklarından günlük
rutinlerinde oldukça sıradan davranışlar gösterebilmektedirler. Bu durumun
bireyin toplumsal rol sayısının azlığıyla ilişkili olduğu düşünülmektedir. Çünkü
birey, kendini diğerlerine gösterme ve kanıtlama durumunu oluşturacak
çeşitlikte
toplumsal
ortamda
bulunmuyorsa,
bireyin
üstleneceği
rol,
sergileyeceği performans sayısı da az olacaktır. Dolayısıyla bir kişi ne kadar
çok oramda bulunuyorsa, o kadar çok benlik barındırmakta ve bunların her
birine uygun bir benlik sunumu gerçekleştiriyor diyebiliriz.
Çalışmada bireylerin benlik sunumuna yardımcı olan bazı faktörler
tespit edilmiştir. Örneğin, birey doktor ise giyeceği beyaz önlük, boynuna
takacağı
stetoskop,
tıbbi
görsellerle
ve
cihazlarla
desteklenmiş
bir
muayenehane; birey yönetici ise resmi giyim tarzı, statüsünü güçlendirecek
şekilde tanzim edilmiş bir çalışma odası gibi... unsurlar bireyin benlik
sunumuna olumlu olarak katkıda bulunan faktörlerdir. Bireyler benlik
sunumlarını ne kadar başarıyla gerçekleştirirlerse gerçekleştirsinler, bireye
yardımcı olacak bu faktörlerin eksikliği bireyin hem kendini sunma
performansında hem de kişilerarası iletişiminde sorunlara sebep olmaktadır.
Sonuç olarak, günlük yaşamda her insan diğer insanları etkiler,
onlardan etkilenir, çünkü birey sosyal yaşam içerisinde bu şekilde var
olmaktadır. Kişiler, karşılaştıkları her insana karşı bir benlik sunumu
gerçekleştirmektedir çünkü herkesin birbirlerinden farklı beklentileri vardır.
Toplumun insanlara sunduğu gerçeklikler varken insanlar bu gerçeklikleri
160
kendilerince yorumlar ve tekrar topluma sunar. Bu sürekli bir döngüdür.
İnsanlarda diğer insanların kabul edeceği davranışları sergileme eğilimi
vardır. Bu yüzden insanlar diğer insanların beklentilerini, yeri, zamanı göz
önünde bulundurarak davranış sergilerler. Bireyin ne kadar farklı davranışı
varsa o kadar çok benliği var demektir. Bu benliklerin hepsi her ne kadar
günlük yaşamda bir oyunun sahnesi gibi düşünülse de, çalışmamızda
sunduğumuz örnek performansların hepsi oyunun bir kurgusu değil hayatın
gerçeğidir. Aynı zamanda sunulan benliklerin hepsi birey olarak bizi meydana
getirmektedir.
Bu çalışma bireylere kendilerinin içinde bir “ben” olduğunu fark
ettirmeyi sağlayacaktır. Şimdiye kadar kendilerine yönelttikleri kendileriyle
ilgili soruların, başkalarının gözünde nasıl göründüklerine dair soruların ve
nasıl görünmek istediklerine dair düşüncelerin aslında benliklerinden gelen
bir ses olduğunun farkına varacaklardır. Diğer insanları gözlemleyerek,
gözlemlerine yönelik davranış oluşturarak, hangi ortamda nasıl davranılması
gerektiğini tespit ederek ve profesyonel bir rol sergileyicisi olarak hayatlarını
yeniden yaratabileceklerini, iletişim becerilerini geliştirebileceklerini
ve
aslında başarılı bir tiyatro oyuncusu kadar yetenekli olduklarını da
keşfedeceklerdir.
161
KAYNAKÇA
ADASAL, R. (1977); Normal ve Anormal Yönleriyle Yeni Medikal
Psikoloji. 3. Baskı. Minnetoğlu Yayınları, İstanbul.
AKDEMİR, A. M. (2010); Küreselleşme ve Kültürel Kimlik Sorunu. Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi/Journal Of Graduate School Of Social Sciences.
AKKAŞ, İ. (2008); Küreselleşme Sürecinde Kimlikler. Fırat Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Elazığ.
ALTINKÖPRÜ, T. (2003); Şahsiyet Analizi. Hayat Yayınları Psikoloji Dizisi,
İstanbul.
ANIK, C. (2003); Bilgi Fabrikaları ve Müşteriler: İletişim Sosyolojisine
İlişkin Notlar. Altınküre Yayınları, Ankara.
ANIK, C. (2007); İnsan İlişkileri Etkileşimi ve İlişki Yönetimi. Sendikacılık
ve İnsan İlişkileri Semineri, Memur Sendikaları Konfederasyonu, 5-6 Mayıs
2007, Ankara.
ARMAĞAN, A. (2012); Basın İş Görenleri Arasında Yaşanan Çatışma
Olgusuna Analitik Yaklaşım. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Hakemli
Dergisi 16.
ARNAS, Y. A. (2004); Sokakta Çalışan Çocukların Öz Kavram
Düzeylerinin İncelenmesi. Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı Dergisi, 11(1): 210.
ATKINSON, R., ATKINSON, R., HİLGARD, E. (1995); Psikolojiye Giriş.
Çeviren Atakay, M. & Atakay, K., Yavuz, A.;, Sosyal Yayınlar, İstanbul.
ATAK, H. (2011); Kimlik Gelişimi ve Kimlik Biçimlenmesi: Kuramsal Bir
Değerlendirme. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 3(1):163-213.
BANAJI, M., & PRENTICE, D. (1994); The self in social contexts. Annual
Review of Psychology, 45, 297-332.
BAŞ, E. (2011); Türk Sinemasında Kötü Kadın İmgesi: Melodram
Filmleri. Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı,
Uygulamalı Sosyoloji Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi.
162
BAUMAISTER, R. (1998); The self. In D. Gilbert. S. Fiske, & G. Lindzey
(Eds), Handbook of social psychology (Vol. 2. Pp. 680-740). New York:
Oxford University Press.
BAYMUR, F. (1994); Genel Psikoloji. İnkılap Yayınevi, 14. Baskı, İstanbul.
BAYRAKTAR, B., B. (2006); Bilgi ve Belge Yöneticisi İçin Etkili İletişimin
Önemi. Bilgi Yönetimi Akademik Yaklaşımlar İçinde, Beta: İstanbul. 3-19.
BEYAZYÜZ, M., GÖKA, E. (2011); Hasta Bedenin Ruhu. Psikiyatri Dizisi,
Ankara.
BEYAZYÜZ, M., GÖKA, E. (2012); Geçimsizler. Timaş Yayınları, 3. Baskı,
İstanbul.
BİLGİN, N. (1994); Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu. Ege
Yayıncılık, İzmir.
BİLGİN, N. (2007); Kimlik İnşası. Aşina Kitapları, Ankara.
BOZ, N. (2012); Yeni İletişim Ortamlarında Dijital Kimlik ve Benlik
Sunumu. Yayınlanmış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Gazetecilik ABD-Bilişim ABD, İstanbul.
BROWN, J. (1998); The self. Boston, MA: McGraw-Hill.
BREWER, M.B, HEWSTONE, M. (2004); Self and Social Identity, WileyBlackwell.
BURGER, J. M. (2006); Kişilik. Kaknüs Yayınları, 1. Basım, Çeviren İnan
Deniz Erguvan Sarıoğlu, İstanbul.
BRUNO, F. J. (1996); Psikoloji Tarihine Giriş. Çeviren G. Sevdiren, Kibele
Yayınları, İstanbul
BUDAK, S. (2000); Psikoloji Sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat.
CICIRELLI, V. G. (1977); Relationship of socio-economic status and
ethnicity to primary grade children’s self-concept, Psychology In The
Schools.
163
COSER, L. A. (2008); Marsters of sociological thought ideas in historical
and social context - Sosyolojik Düşüncenin Ustaları: Tarihsel ve
Toplumsal Bağlamlarında Fikirler). Çeviren Hülür H, Toker, S., Mazman İ.,
İkinci Baskı, De Ki Basım Yayın Ltd. Şti.
CROCKER, J., LUHTANEN, R., BLAINE, B., & BROADNAX, S. (1994);
Collective self-esteem and psychological well-being among White,
black and Asian college students. Personality and Social Psychology
Bulletin, 20, 503-13.
CÜCELOĞLU, D. (1997): Yeniden İnsan İnsana. Remzi Kitabevi.
CÜCELOĞLU, D. (2010); İnsan ve Davranışı. Remzi Yayınevi, İstanbul.
CÜCELOĞLU, D. (2000); İçimizdeki Çocuk. Remzi Yayınevi, İstanbul.
ÇUHADAROĞLU, F. Ç. (1994); Gençlerde Benlik Saygısı ile İlgili Bir
Araştırma. VIII. Ulusal Psikoloji Kongresi Bilimsel Çalışmaları. TPD
Yayınları. Ankara.
ÇUHADAROĞLU F. (1986); Adolesanlarda Benlik Saygısı. Yayınlanmış
Uzmanlık Tezi, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ankara.
ÇUHADAROĞLU F. (1989); Üniversite Gençliğinde Kimlik Bocalamaları.
Üniversite Gençliğinde Uyum Sorunları. Sempozyumu Bilimsel Çalışmaları,
Ankara: Bilkent Üniversitesi Psikolojik Danışma ve Araştırma Merkezi.
DEMİR, İ. (2007); Gençlerin Kimlik Yapıları: Farklı Yerellikler Ekseninde
Nitel Bir İnceleme. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitimde
Psikolojik Hizmetler Bilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul.
DEMİRCİ, A. (2010); Görsel Algı Eğitiminin Beş-Altı Yaş Çocuklarının
Görsel Algı Gelişimlerine Etkisi. Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü
Güzel Sanatlar Eğitimi Anabilim Dalı Resim-İş Eğitimi Bilim Dalı, Doktora
Tezi, Ankara.
DENEVE, K. M., & COOPER, H. (1998); The happy personality. A metaanalysis of 137 personality traits and subjective well-being.
Psychological Bulletin, 124, 197-229.
164
DÖKMEN, Ü., (2003); İletişim Çatışmaları ve Empati. Sistem Yayıncılık. 23.
Baskı, Ankara.
EPSTEIN, S. (1973); The self-concept revisited or a theory of a theory.
American Psychologist, 28, 405-416.
ERDOĞAN, İ. (1997); İşletmelerde Davranış. İstanbul Üniversitesi İşletme
Fakültesi Yayınları, Yayın No: 272, İstanbul.
ERIKSON, E. H. (1963); Childhood and Society. 2. Baskı, New York:
Norton.
ERIKSON, E. H. (1968); Identity: Youth and Crisis. New York: W.W.
Norton & Company, Inc.
ERIKSON, E. H. (1984); İnsanın Sekiz Çağı. Çeviren Üstün, T. B. Birey ve
Toplum Yayıncılık, Ankara
ERKUŞ, A., GÜNLÜ, E. (2009); İletişim Tarzının ve Sözsüz İletişim
Düzeyinin Çalışanların İş Performansına Etkisi: Beş Yıldızlı Otel
İşletmelerinde Bir Araştırma. Anatolia: Turizm Araştırmaları Dergisi, Cilt
20, Sayı, 1, Bahar: 7-24.
EROĞLU, F. (1996); Davranış Bilimleri. Beta Yayınları, 3.Baskı, İstanbul.
FEIST, J. (1990); Theories of personality. Holt, Rinehart and Winston.Inc,
Chicago.
FISKE, J. (2003); İletişim Çalışmalarına Giriş. Çeviren İrvan S.. Bilim ve
Sanat Yayınları, Ankara.
FRABLE, D. (1997); Gender, racial, ethnic, sexual and class identities.
Annual Review of Psychology, 48, 139-162.
FROMM, E. (2003); Sevme Sanatı. Çeviren Koçak, S., Doruk Yayımcılık,
İstanbul.
GABBOTT M. ve HOGG, G. (2000); An Empirical Investigation of The
Impact of Non-Verbal Communication on Service Evaluation. European
Journal of Marketing, 34(3/4): 384-398.
165
GERGEN, K. J. (1971); The concept of self. Holt, Rinehart and Winston.
GIDDENS, A. (2000); Sosyoloji. Yayına hazırlayanlar: Özel, H., Güzel, C.,
Ayraç Yayınevi, Ankara.
GOFFMAN, E. (1959); The Presentation of Self in Everyday Life.
GOFFMAN, E. (2012); Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu. Çeviren Cezar,
S., Metis Yayıncılık Ltd., İstanbul.
GORDON, C. (1968); Self-conceptions: Configurations of content. In C.
Gordon & K. J. Gergen (Eds.), The self in social interaction, Vol. 1 (pp. 115136). New York: Wiley.
GREENWALD, A., & PRATKANIS, A. (1984); The self. In K. S. Wyer & T.
Srull (Eds.) Handbook of social cognition, Vol. 3 (pp. 129-178). Hillsdale, NJ.
Erlbaum.
GREENWALD, A. (1980); The totalitarian ego: Fabrication and revision
of personal history. American Psychologist, 35, 603-618.
GÜL, G. (2002); İlköğretim Öğretmen Adaylarının ve Öğretmenlerin
Kişilik Özellikleri (Yayınlanmamış Doktora Tezi). İstanbul Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
GÜLEÇ, C. (1992); Türkiye’de Kültürel Kimlik Krizi. V Yayınları, Ankara.
GÜN, E. (2006); Spor Yapanlarda ve Spor Yapmayan Ergenlerde Benlik
Saygısı. Çukurova Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Beden Eğitimi ve
Spor Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi.
GÜR, A. (1996); Ergenlerde Depresyon ve Benlik Saygısı Arasındaki
İlişki. Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Ankara.
GÜRHAN C. (1986); Lise Öğrencilerinin Benlik Tasarımlarını Etkileyen
Bazı Etmenler. Basılmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü.
GÜVENÇ, B. (1993); Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları. Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara.
166
HAKAN, M. (1995); Kimlik Nedir?. Türkiye Günlüğü, Cedit Neşriyat, Ankara.
HAMMEN, C. (1991); Depression runs in families: The social context of
risk and resilience in children of depressed mothers. New York:
Springer-Verlag.
HASLAM, S. A, OAKES, P, TUNER, J. C., & MCGARTY, C.(1996); Social
identity, self-categorization, and the perceived homogeneityof ingroups
and outgroups: The interaction between socian motivation and
cognition. In R. Sorrentino & E. T. Higgins (Eds), Handbook of motivation
and cognition: The interpersonal context (pp. 182-222). New York: Guilford
Press.
HARTER, S. (1990); Adolescent self and identity. In S. S. Feldman & G.
Elliot (Eds.), At the threshold: The developing adolescent (pp. 352-387).
Cambridge, MA: Harvard University Press.
HARTER, S., MAROLD, D., WHITESELL, N. & COBBS, G. (1996); A model
of the effects of paretn and peer support on adolescent false self
behavior. Child Development, 67, 160-174.
HARRIS, J. (1995); Where is the child’s environment? Psychological
Review, 102, 458-489.
HATİPOĞLU, Z. T. (1996); Ergenlik Çağındaki Öğrencilerin Benlik
Tasarım Düzeyleri ile Algılanan Anne Davranışları Arasındaki İlişkinin
İncelenmesi. Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara.
HAZAR, Ç. M. (2006); Kişilik ve İletişim Tipleri. Selçuk Üniversitesi
Akademik İletişim Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 2, s.126.
HIGGINS, E.T. (1996); Shared reality in the self-system: The social
nature of self-regulation. İn Stroebe & M. Hewstone (Eeds.), Europan
review of social psychology, Vol. 7 (pp. 1-30). Chichester, UK: Wiley.
HOFSTEDE, G. (1980); Culture’s consequences. Beverly Hills, CA: Sage.
ISIR, T. (2006); Örgütlerde Personel Seçim Süreci: Bir Kamu
Kuruluşundaki Yönetici Personelin Kişilik Özelliklerinin Tespit Edilerek
Personel Seçim Sürecinin İyileştirilmesi Üzerine Bir Araştırma.
167
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
İNANÇ, YAZGAN B., YERLİKAYA, E. (2008); Kişilik Kuramları. Pegem
Akademi, Ankara.
JAMES, W. (1890/1950); The principles of psychology. New York: Dover.
KAĞITÇIBAŞI, Ç. (2005); Yeni İnsan ve İnsanlar. 10. Basım, Evrim
Yayınevi, İstanbul.
KARAÇOR, S. (1999); Sosyo-Kültürel Bir Olgu Olarak Yaşam Tarzının
Reklam Metinlerine Yansıması. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim Dalı Reklamcılık ve Tanıtım
Bilim Dalı, Doktora Tezi, Konya.
KARASAKAL KALELİ, N., AKSU, B. (2013); Meslek Yüksekokulu Teknik
ve Sosyal Program Öğrencilerinin Sosyal Karşılaştırılması Sonucu
Girişimci Kişilik Eğilimlerini Ortaya Koymaya Yönelik Bir Alan
Araştırması, Bildiri, Kocaeli Üniversitesi.
KAZANCI, O. (1989); Eğitim Psikolojisi:
Uygulamaya, Kazancı Hukuk Yayınları, Ankara.
Kuram
ve
İlkelerden
KHILSTROM, J., & CANTOR, N. (1984); Mental representations of the
self. Advances in Experimental Social Psychology, 17, 1-47.
KHILSTROM, J., & KLEIN, S. (1994); The self as a knowledge structure. In
R. Wyer, Jr., & T. Srull (Eds.) Handbook of social cognition, Vol. 1: Basic
processes (pp. 153-208). Hillsdale, NJ: Lawrence Erlbaum Assoiates.
KIM, U. (1994); Individualism and collectivism: Conceptual clarification
and elaboration. In U. Kim, H. C. Triandis, C. Kağıtcıbaşı, S. Choi, & G.
Yoon (Eds), Individualism and collectivism: Theory, method and applications
(pp. 000-000). Thousand Oaks, CA: Sage.
KITAYAMA, S., MARKUS, H. R., MATSUMOTO, H., & NORASAKKUNKIT,
V. (1997); Individual and collective process in the construction of the
self: Self-enhancement in the United States and self-criticism in Japan,
Journal of Personality and Social Psychology, 72, 1245-1267.
168
KÖKNEL, Ö. (1995); Kaygıdan Mutluluğa Kişilik. Altın Kitaplar Yayınevi,
İstanbul.
KÖKNEL, Ö. (1986); İnsanı Anlamak. Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul.
KOŞTAŞ, M. (1999); Sosyalleşme (Socialisation). Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi.
KROGER, J. (1989); Identity in Adolescence: The Balance between Self
and Other. New York: Routledge.
KULAKSIZOĞLU A. (2005); Ergenlik Psikolojisi. 7. Baskı, İstanbul: Remzi
Kitabevi.
KUZGUN, Y. (2002); İlköğretimde Rehberlik. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
KUHN, M. H. & MCPARTLAND, T. S. (1954); An empirical investigation of
self-attitudes. American Sociological Rewiew, 19, 68-76.
LAZAR, J. (2009); İletişim Bilimi. Çeviren ANIK, C., Vadi Yayınları. Ankara.
LEWIS, M. (1990); Self-knowledge and social development in early life.
In L. A. Pervin (Ed.), Handbook of personality (pp. 277-300). New York:
Guilford.
LEARLY, M., HAUPT, A., STRAUSSER, K., & CHOKEL, J. (1998);
Calibrating the sociometer: The relationship between interpersonal
appraisals and state self-esteem. Journal of Personality and Social
Psychology, 74, 1290-1299.
MADDUX, J. (1991); Self-efficacy. In C. D. Snyder (Ed.), Handook of
social and clinical psychology: The health perspective (pp. 57-78).
Pergamon general psychology series, Vol. 162. New York: Pergamon Press.
MARKUS, H. (1977); Self-schemata and processing information about
the self. Journal of Personatily & Social Psychology, 35, 63-78.
MARKUS, H., & WURF, E. (1987); The dynamic self-concept. Annual
Review of Psychology, 38, 299-337.
169
MARKUS, H. & CROSS, S. (1990); The interpersonal self. In L. Pervin
(Ed), Handbook of personality: Theroy and research (pp. 576-608). New
York: Guilford Press.
MARKUS, H. & KITAYAMA, S. (1991); Culture and the self: Implications
for cognition, emotion, and motivation. Psychological Review, 20, 568579.
MARSH, H. W., BARNES, J., CAIRNS, L., & TIDMAN, M. (1984); SelfDescription Questionnaire: Age and sex effects in the structure and
level of self-concept for preadolescent children. Journal of Educational
psychology, 76(5), 940.
MASLOW, A. (1954); Motivation and personality. New York: Harper.
MCKAY, M., DAVIS, M., FANNING, P. (2006); İletişim Becerileri. HYB
Yayıncılık. Ankara
MEŞE, G. (1999); Sosyal Kimlik ve Yaşam Stilleri. Yayımlanmamış
Doktora Tezi. Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
MILLER, D., & RATNER, R. (1998); The disparity between the actual and
assumed power of self-interest. Journal of Personality and Sociall
Psychology, 74, 53-62.
MISIRLI, İ., (2008); Genel ve Teknik İletişim: Kavramlar, İlkeler,
Uygulamalar. Detay Yayıncılık. 4. Baskı. Ankara.
MONTE, C. (1999); Beneath the Mask: An Introduction to Theories of
Personality. Fort Worth: Harcourt Brace College Publications.
MORGAN, C. T. (1991); Psikolojiye Giriş. Hacettepe Üniversitesi Psikoloji
Yayınları, 9. Baskı, Ankara.
MORSÜNBÜL,
Ü.
(2011);
Ergenlikte
Özerkliğin
ve
Kimlik
Biçimlenmesinin Öznel İyi Oluş Üzerindeki Etkisi. Ankara Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitimde Psikolojik Hizmetler Anabilim Dalı,
Doktora Tezi.
MURRAY, S., HOLMES, J., MACDONALD, G., & ELLSWORTH, P. (1998);
Through the looking glass darkly? When self-doubts turn into
170
relationship insecurities. Journal of Personality and Social Psychology.
75, 1459-1480.
NAISSER, U. (1995); Criteria for an ecological self. In P. Rochat (Ed), The
self infancy; Theory and research (pp.17-34). Amsterdam, Netherlands:
North-Holland/Elsevier Science Publishers.
OSKAY, Ü. (2001); İletişimin ABC’si. İstanbul: Der Yayınları.
OYSERMAN, D, COON, H., KEMMELMEIER, M. (1999); How to American
is individualism? Lessons from cultural and cross-cultural research.
Under revision, Psychological Bulettin. Ann Arbor: University of Michigan.
OYSERMAN, D, SAKAMOTO, I., & LAUFFER, A.(1998); Cultural
accomodation: Hybridity and the framing of social obligation. Journal of
Personality and Social Psychology, 74, 1606-1618.
OYSERMAN D. & MARKUS H. (1993); The sociocultural self. In J. Suls
(Ed). Psychological perspective on the self. Vol. 4 (pp. 187-220). Hillsdale,
NJ: Erlbaum.
ÖNER, U. (1987); Benlik Gelişimine İlişkin Kuramlar. Ed. B. Onur, Ergenlik
Psikolojisi, II. Basım, Hacettepe Taş Kitapçılık, Ankara.
ÖZEN, Y. (2003); Özel Ben-Bilinçliliği. Genel Ben-Bilinçliliği. Bilge Adam
Dergisi, C: 4, s: 60-65.
ÖZEN, Y. (2013); Ulus-Kimlikten Gökkuşağı Toplumuna: Ulus Kimliğin
Yitimi Bireyi Psikonevrotizmaya Götürür mü?, Uluslararası Hakemli
Beşeri ve Akademik Bilimler Dergisi, Cilt: 2.
ÖZEN, Y. GÜLAÇTI, F. (2010); Benlik-Kavramı ve Benliğin Gelişimi Bilen
Benliğe Gereksinim Var mı?,Erzincan Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt-Sayı:122.
ÖZDEMİR, O., ÖZDEMİR GÜZEL, P., KADAK, M.T., NASIROĞLU, S.
(2012); Kişilik Gelişimi (Personality Development). Psikiyatride Güncel
Yaklaşımlar-Current Approaches in Psychiatry; 4(4): 566-589.
ÖZGÜN, M. S. (2007); Okul Psikolojik Danışmanlarının Kişilik Özellikleri
İle Mesleki Yetkinlik Beklentileri Arasındaki İlişkinin İncelenmesi.
171
Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitim
Bilimleri Anabilim Dalı, Adana.
ÖZGÜVEN, İ. E. (1992); Hacettepe Kişilik Envanteri El Kitabı. Odak Ofset,
Ankara.
ÖZOĞLU, Ç. (1975); Psikolojik Danışmada Benlik Kavramı. Eğitim
Fakültesi Dergisi,10.Yıla Armağan, Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Yayınları, No: 2.
POLOMA, M. M. (1993); Çağdaş Sosyoloji Kuramları. Çeviren Erbaş H.,
Gündoğan Yayınları, Ankara.
POVINELLI D.J & SIMON B. B. (1998); Young childen’s understanding of
briefly versus extremely delayed images of the self: Emergence of the
autobiographical stance. Developmental Psychology, 34, 188-194.
RUBLE, D. EISENBERG, R., & HIGGINS, E.T. (1994); Developmental
changes in achievement evaluation Motivational implications of selfother differences. Child Development, 65, 1095-1110.
RYFF, C. & KEYES, C. (1995); The structure of psychological well-being
revisited. Journal of Personality and Social Psychology, 69, 719-727.
SABUNCUOĞLU Z., TÜZ., M. (2001); Örgütsel Psikoloji. Ezgi Kitabevi.
Bursa.
SCHULTZ D. P., SCHULTZ S. E (2002).; Modern Psikoloji Tarihi. Kaknüs
Yayınları, 1. Basım, Türkçesi: Yasemin Aslay, İstanbul.
SCHWARTZ, S. H. (1990); Individualism-collectivism: Critique and
proposed refinements. Journal of Cross-Cultural Psychology, 21, 139-157.
SHAVELSON, R. J. (1976); Self-Concept Validation of Construct Inter
Pretations. Review of Educational Research, Summer. 46, 407-411.
SONCU, A. (2010); Günlerden Bir Gün: Benliğin Seremonisi. Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü II. Genç Bilim Adamları Sempozyumu,
Ankara.
172
STEEL, C. M. (1997); A threat in the air: How stereotypes shape
intellectual identity and performance. American Psychologist, 52, 613629.
STEINBERG, L. (2007); Adolescence. Third Edition, New York: Mcgraw Hill
Inc.
STRYKER, S. (1980); Symbolic interactionism: A social structural
version. Polo Alto, CA: Benjamin/Cummings.
SWANN, W. (1997); The trouble with change: Self-verification and
allegiance to the self. Psychologica Science, 8, 177-180.
TAIJFEL, H. (1981); Human groups and social categories: Studies in
social psychology. Cambridge, UK: Cambridge University Press.
TAYLOR, S., & BROWN, J. (1988); Illusion and well-being: A social
psychological perspective on mental health. Psychological Bulletin, 103,
193-210.
TEZCAN, B. (2009); Obez Bireylerde Benli Saygısı, Beden Algısı ve
Travmatik Geçmiş Yaşantılar. TC. Sağlık Bakanlığı Bakırköy Prof. Dr.
Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, Uzmanlık Tezi.
TOLAN, B. (1985); Toplum Bilimlerine Giriş. Ankara.
TRIANDIS, H. C. (1995); Individualism and collectivism. Boulder, CO:
Westview Press
TROPE, Y. (1986); Self-enhancement and self-assessment in
achievement behavior. In R. Sorrentino (Ed.), Handbook of motivation and
cognition: Foundations of social behavior (pp.350-378). New York: Guilford
Press.
TUTAR, H., ALTINÖZ M., ÇAKIROĞLU D. (2009); İş Görenlerin Kendilik
Algılarının Bireysel Özellikler Bakımından Değerlendirilmesi. Selçuk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 21, 489.
TUTAR, H., ALTINÖZ, M. (2004); Büro Yönetimi ve İletişim Teknikleri.
Seçkin Kitabevi. 3. Baskı. Ankara.
173
TUTAR H., YILMAZ, M.K., (2003); Genel İletişim: Kavramlar ve Modeller.
Nobel Yayın Dağıtım. Ankara.
TÜRKER, A.; Ana Babanın Çocuk Gelişimine Etkisi;
http://www.bilted.com/bilgi-bankasi/detay/13-ana-babanin-cocugun-kisilikgelisimine-etkisi.
TURNER, J. C., HOGG, M. A., OAKES, P.J., REICHER, S. D., &
WETHERELL, S. M. (1987); Rediscovering the social group: A selfcategorization theory. Oxford: Blackwell Publishers.
UYSAL, G. (2003); Rol Farklılaşmasının İletişime Etkisi ve Johari Modeli.
C. Ü. İİBF Dergisi, Cilt 4, Sayı 1.
ÜNLÜ, S. (2001); Psikoloji. Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
Yayınları, Yayın No:710, Eskişehir.
VARAN, A. (2001); Psikolojiye Giriş Ders Notları. Ege Üniversitesi Tıp
Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı.
WATKINS, D., AKANDE, A., FLEMING, J., İSMAİL, M., LEFNER, K., REGMI,
M., WATSON, S., YU, J., ADAIR, J., CHENG, C., GERONG, A.,
MCINERNEY, D., MPOFU, E., SINGH-SENGUPTA, S., & WONDIMU, H.
(1998); Cultural dimensions, gender and the nature of self-concept: A
fourteen-country study. International Journal of Psychology, 33, 17-31.
WEIGERT, A., TAIGE, J. & TAIGE, D (1990).; Society and identity, Toward
a sociological psychology. Cambridge , UK: Cambridge University Press.
WILLIAMS J. M. & CURRIE C. E. (2000); Self Esteem and Physical
Development During Early Adolescence: Pubertal Timing and Body
İmage. Journal of Early Adolescence.
WURF, E. & MARKUS, H. (1991); Possible selves and te psychology of
fersonal growth. In D. Ozer (Ed.), Perspectives in personality, Vol. 3 (pp.3962). London: Jessica Kingsley Publishers.
WYLIE, R. (1989); Measures of self-concept, Lincoln: University of
Nebraska Press.
174
WYLIE, R. (1963); Children’s Estimates Of Their Schoolwork Ability As A
Function Of Sex, Race And Socioeconomic Level. Journal of Personality.
YANBASTI, G. (1996); Kişilik Kuramları. Ege Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları No: 53, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir.
YAVUZER H. (2002); Eğitim ve Gelişim Özellikleriyle Okul Çağı Çocuğu.
8.Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi.
YELBOĞA, A. (2006); Kişilik Özellikleri ve İş Performansı Arasındaki
İlişkinin İncelenmesi. “İş, Güç” Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları
Dergisi, Cilt: 8 Sayı: 2, Haziran 2006
YILDIRIM, A., ŞİMŞEK, H. (1999); Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma
Yöntemleri. Seçkin Yayınevi, Ankara.
YÖRÜKOĞLU, A. (1987); Gençlik Çağı. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları.
YÖRÜKOĞLU, A. (1988); Gençlik Çağı Ruh Sağlığı Eğitimi ve Ruhsal
Sorunları. 5. Baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Sosyal ve
Felsefi Eserler Dizisi.
ZEL, N. (1999); Kişiliğin Yönetim Performansına Etkileri, Örgüt
Ortamında Kullanılması ve Ülkeler/Sektörler Arasında Karşılaştırmalı Bir
Uygulama. Yayınlanmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Ankara.
ZIRKEL, P.A.; MOSES, E. G. (1971); Self-concept and ethnic group
membership among public school students. American educational
research journal, 253-265.
ELEKTRONİK KAYNAKLAR:
Sözlük
http://www.oxforddictionaries.com
DEMİRÖZ, T.; İlk Çocukluk Dönemi Kişilik Envanteri (ESPQ) Nedir?
http://www.tavsiyeediyorum.com/makale_8031.htm
(son erişim: 03 Şubat 2014)
175
DEMİRÖZ, T.; Kişilik Gelişimini Etkileyen Faktörler.
http://www.tavsiyeediyorum.com/makale_8106.htm
(son erişim: 12 Ocak 2014)
KANDEMİR, M., ÖZBAY, Y. (2009); Interactional Effect of Perceived
Emphatic Classroom Atmosphere and Self-Esteem on Bullying.
Elementary Education Online, 8 (2), 322-333.
http://ilkogretim-online.org.tr/vol8say2/v8s2m5.pdf
(son erişim: 06 Şubat 2014)
http://tr.wikipedia.org/wiki/Bilişsel_psikoloji
(son erişim: 3 Şubat 2014)
http://www.dpsikiyartri.com/GordonAllport.asp
(son erişim: 3 Şubat 2014)
http://notoku.com/sosyolojide-kuramsal-yaklasimlar
(son erişim: 3 Şubat 2014)
Download