Hilafet ve Saltanat

advertisement
Abdüsselam Yasin
Abdüsselam Yasin
Çeviri
Muhammed Ateş
ISBN 978-605-4239-33-7
Yayınevi Sertifika Numarası - 14320
HİLAFET VE SALTANAT
ABDÜSSELAM YASİN
Çeviri
Muhammet Ateş
Kapak Tasarımı ve İç Tasarım
Divan
Baskı - Cilt
Berdan Matbaası
Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 239
Topkapı/İstanbul Tel: (212) 613 12 11
© DİVAN KİTAP
Bu kitabın tüm hakları DİVAN KİTAP ve yazarına aittir.
İzinsiz kopyalanması yasaktır, kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
1. Baskı, Divan Kitap, 2012
DİVAN KİTAP
Oğuzlar Mah. Barış Manço Cad.
Nu: 12/3 Balgat – Çankaya - Ankara
Tel - Faks: (312) 431 74 65
www.divankitap.com.tr
[email protected], [email protected]
DİVAN KİTAP, Divan Kitap Matbaacılık Basın Yayın
Dağıtım ve Ajans Hizmetleri Ltd. Şti. yayın markasıdır.
ÖNSÖZ
Bismillahirrahmanirrahim
Salât ve selâm, efendimiz Muhammed’in, Onun Ehl-i
Beyt’inin, sahabesinin, kardeşlerinin ve O'nu rehber edinenlerin üzerine olsun.
Hamd, karanlıkları ve nûru yaratan Allah’a mahsustur;
ne var ki küfürde ayak direyenler kalkıp, putları Rablerine
şirk koşuyorlar.
Sizinle yüzleşme yerimiz Yüce Allah'ın huzurudur ey İslamȋ yönetim, şiarı hidayet üzere kalmak ve hidayete erdirmek olan 'raşid hilafet'ten saptırıp zalim bir saltanata ve ardından da tevarüs edilen dikta bir krallığa çevirenler!
‘Yüzleşme yerimiz Allah'ın huzurudur' sözü, Kümeyl bin
Ziyad’ın, zulmün sembolü Haccac bin Yusuf karşısında sarf
ettiği bir ifadedir; nitekim bu sözüne şunları da eklemiş ve
bunun üzerine Haccac boynunun vurulmasını emretmişti:
“İstediğin gibi hüküm ver; bu gün hüküm varsa elbet yarın
da hesap vardır.'
‘Yüzleşme yerimiz Allah'ın huzurudur', Abdullah bin
Abbas (r.a), Yezid b. Muaviye onu kendisine biat etmesi için
çağırdığında bu ifadeyi kullanmıştı. Yezid'e yazdığı uzun
8 ● ABDÜSSELAM YASİN
bir ret mektubunda söyle demişti: 'Yüzleşme yerimiz Allah'ın huzurudur. Allah zalimlere karşı zafer için Mazlumlara
kâfidir!'
Yüzleşme yerimiz Allah'ın huzurudur! Bu söz bizim de
şiarımızdır ey zalim ve zorba saltanattan sonra nebevȋ yönteme uygun olan ikinci hilafet döneminin geleceği yönündeki Kutlu Nebi'nin vaadini gerçekleştirmek için çalışıp çabalayan kutlu erler!
Ey bu sözlerimi okuyanlar! Allah’ın selâmı, rahmeti ve
bereketi üzerinize olsun! Yüzleşme yerimiz Allah'ın huzurudur; nitekim orada her insana yaptıklarının mükâfatı zerre kadar haksızlığa uğramaksızın verilecek ve Allah yolunda cihat edenler kendilerine vaat edilen faziletlere erişeceklerdir.
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Ey
bu ümmete üzerlerine çöreklenen asırların bezginliğinden
ve zalimlere boyun eğme acizliğinden silkinmeleri için dinlerini öğretenler.
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Ey
Rabbine yönelsin, bu uğurda ciddiyetle paçaları sıvayıp işe
koyulsun ve gelişinde hiç şüphe olmayan kıyamet gününe
hazırlansın diye gaflet uykusuna dalıp ahireti unutanları
uyandıran!
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Ey
gaflet mezarından ve zillete teslimiyetten kurtulup Rablerine dönen mümin ve müminelere, İslam'ın en yüce mertebesinin 'ihsan' olduğunu ve en yüce söz Allah'ın, en alçak sözün de kâfirlerin olması için Allah yolunda cihat etmenin İslam'ın ziyneti olduğunu öğretenler!
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Ey
İslam davası sahil-i selamet ersin, Allah'ın askerleri dini
HİLAFET VE SALTANAT ● 9
emaneti bir bütün olarak –hem dava hem devlet emanetini
beraber olarak, ayırmaksızın- taşımaya ehil olsunlar diye Allah'ın askerleriyle beraber en amansız durumlarda dahi
canhıraş bir sabır gösterenler!
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Ey
düşüklüğe rıza gösterenlerin ve alıştığı adetlerin, ilkesizliklerin esiri olan taklitçi kimselerin mezhebinden nefret eden
nesiller! Allah'ın ve Resulü'nün risaletine çağıran davacıların
davetine icabet eden necip nesiller!
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Ey
ehli ilim, bilen ve öğreten, yüce ruhlu ve ruhlar yücelten nesiller! Efendimizin ak pak ümmetine halis, arı duru ve doğru olan dini öğretin:
- Allah'ın rızasına ermek ve huzurunda samimiyete
bahşedilen yüce makamlara erişmek için kulun Rabbine nasıl yürüyeceğini,
- İslam ümmetinin akıbetini belirleyen yönetim meydanında nasıl misyon üstlenileceğini,
- Kalpleri ve akılları bürüyen şu cehalet perdeleri açılsın
diye ilmin nurunu nasıl tahsil edeceğini, onunla nasıl aydınlanıp aydınlatacağını,
- Allah'la aziz olmanın onurunu nasıl taşıyacağını, öyle
bir onur ki bu ancak onunla zulüm reddedilir ve adaletin
devleti ikame edilir,
- Allah'ın Resulünden rahmet ve hikmet mesajını tüm
aleme tebliğ etme emanetine nasıl liyakat kesp edilip sadık
kalınacağını,
- İnsanın iman, İslam ve ihsan olarak tüm yönleriyle
eğitilme emanetinin nasıl ifa edileceğini,
10 ● ABDÜSSELAM YASİN
- Çocukların saçlarına ak düşürecek denli korkunç musibetler karşısında nasıl sabredeceğini; çünkü zalimin zulüm
ve işkence alanındaki aklı, muhayyilesi ve hevesi sürekli yeni üsluplar üretir,
- Basiret ve bilgi sahibi uyanık akıllar olunmasını, zira
ancak böylesi bir akılla Allah'ın rızasına ve O'na kavuşmaya
kalplerimiz iştiyak duyar, hevesimiz kanatlanır, ikbalimiz
O'nadır, ahdimizden dönmeyiz ve sözlerini tahrife yeltenmeyiz asla.
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Ey
hakla ayakta duran, hakkı ilan eden, salaha vesile olan salih
nesiller! Muhaliflerin tuzakları, düşmanın pusuları, şeytanın
vesveseleri –biizinillah- zarar vermeyecektir size, siz ki
ahiretten bihaber ona bigâne ehl-i dünya gibi basit metaların
ardı sıra koşuşturmuyorsunuz, dünyanın önemsiz yaldızlı
cazibesi sizi hak yoldan alıkoymayacaktır inşallah!
Buluşma yerimiz Allah'ın huzurudur, Allah’ın selâmı,
rahmeti ve bereketi üzerinize olsun ey bu sözlerimi tefekkür
edip bana hayır dua eden okurlar!
6 Şaban 1420
Abdusselam Yasin
BİRİNCİ BÖLÜM
HALİFE MİYİM YOKSA KRAL MI?
Halife miyim Yoksa Kral mı?
Hilafet Hem Din Hem de Dünya İçindir
Benzersiz Bir Olgu
Kur'anȋ Düzen
İki Portre
Bir Halifenin Yüzü
Bir Kralın Yüzü
Halife miyim Yoksa Kral mı?
İbn Sa'd "Tabȃkȃt" adlı eserinde şöyle rivayet eder:
Ömer b. Hattȃb (r.a), Selmȃn (r.a)'a bir defasında "ben halife
miyim yoksa melik miyim?" diye sordu. O da "eğer Müslümanların topraklarından bir dirhem kadar veya bir dirhemden daha az ya
da daha çok vergi alıp onu hakkı olmayan bir yere harcarsan sen
halife değil meliksin." diye cevap verdi. Bu cevap üzerine Ömer b.
Hattȃb dayanamayıp ağladı.
İbn Sa'd'ın aktardığı başka bir rivayet de şöyledir:
Ömer b. Hattȃb (r.a) "Allah'a yemin olsun ki, melik miyim
yoksa halife miyim bilmiyorum, eğer meliksem bu çok vahim bir
durumdur!" deyince orada bulunanlardan biri "aralarında fark
var Ey Ömer!" dedi. Ömer (r.a) "fark nedir?" diye sordu; adam
"Halife sadece hak olanı alır ve onu sadece hak olan yere sarf eder.
Sen de –Allah'a hamd olsun ki- böylesin. Melik ise insanlara zulmeder, bir kısım insanların mallarını alıp diğer bir kısmına verir."
diye cevap verdi.
Bu demek oluyor ki, sahabenin tasavvurunda "ihanet"
ancak malda yapılabilirdi; ihanetin bunu aşıp dinle oynamaya varacağını tasavvur dahi edemiyorlardı. Bu yüzden
bu basit ölçütü belirlemişler; kaldı ki bu ölçü içinde insanoğlunun zayıf noktasının tespitini de taşımaktadır. İnsanın zaafı yani dünya malı.
14 ● ABDÜSSELAM YASİN
Nübüvvetin halifeleri, insanların malları konusunda son
derece adildiler. Başlıca faziletlerinden biri de bu yönleri idi.
Onlar dini, bütün yönleriyle, hem ruh ve beden, hem adalet
ve iktisat, hem de dava ve cihat yönleriyle ihya etmişlerdi.
Kadı Mȃverdȋ şöyle der: "Raşid halifeler, 'hilafet'i yalnızca
dini ihya etmeye, 'idareciliği' de Müslümanların yararlarını
gözetmeye dönük bir faaliyet olarak görüyorlardı. Müminlere karşı son derece şefkat ehli idiler. Halifelik hayatları titiz
bir adaletle geçmişti. Konuştukları zaman hak ile batılı birbirinden tam ayırır, hüküm verdiklerinde adaletle hüküm verir, hakikatten başkasını dillendirmezlerdi. İbadet hırkası ve
yünden elbise giymişlerdi. Kılıçlarını kınlarından çekip kâfirlerle savaşmışlardı. Kırbaçlar edinip onlarla suçluları tedip
etmişlerdi. Öyle ki, büyük fetihler gerçekleştirmiş, devasa
orduları bozguna uğratmış, azılı zalimleri darma duman etmişlerdi. Firavunlar öldürmüşlerdi. Doğuda ve batıda hakkın nurunu izhar etmişlerdi. Zahirleri huşu, batınları Allah'a
karşı tezellül duygusu ile bezeliydi. Yegâne emelleri ahireti
kazanmaktı. Dünyayı ayaklarının altına almışlardı; çünkü
onu gereğince tanımış ve hak ettiği yere koymuşlardı.1
Hilafet Hem Din Hem de Dünya İçindir
Ahiret kaygısı ve Allah korkusu raşid halifelerinin içlerini doldurmuştu. İdareciliğin birçok bozulma tehlikesi barındırdığını müdrik idiler. Bu yüzden kralların yaptığı haksızlıklara ve yanlışlara düşmekten korkuyorlardı. Nübüvvetin halifeleri olmaları hasebiyle tüm çabalarının dinin ıslahına dönük olması gerektiğini iyi biliyorlardı. Müslümanların
mallarına karşı afif olmaları, müminlerin dünyalarını ıslah
1
Mȃverdȋ'nin "Nasihȃtu'l-Mülûk" isimli kitabından nakleden Said b.
Said, Devletu'l-Hilafe, 174.
HİLAFET VE SALTANAT ● 15
etmek suretiyle bu hedefi gerçekleştirmek içindi. Dünyayı
ayakları altına alıp ihtiras ve kibir duygusunu dizginlemişlerdi. Bunlar öyle yıkıcı iki duygudur ki yularları serbest bırakıldığı takdirde toplumu tarumar ederler. İdarenin başında bulunan kişi ya bunları dizginler ve ümmet salaha erer
veya bırakır ve bozulma önce yakınlarından başlamak üzere
toplumun tamamına yayılır. Ümmetimizin yetiştirdiği eşsiz
ve derya deniz olan allamesi İbn Haldun krallık ve hilafeti
tanımlama bağlamında şöyle der:
"Tabiȋ meliklik, halkı nefsȋ amaç ve şehvetlere yöneltir. Siyasȋ
meliklik, halkı dünyevi yararları sağlayıp zararları savmaya yönelik aklȋ düşünceye sevk eder. Hilafet, halkı uhrevi faydaları ve
ahirete dönük dünyevi yararları sağlamaya yönelik şer'ȋ düşüncenin gereklerine sevk eder; çünkü şari'in nazarında dünyanın tüm
halleri ahirete ait yararlar sağlaması bakımından itibara alınır. Hilafet hakikatte dini koruma ve dünyayı onunla idare etme hususunda dinin sahibine naip olmaktır."2
Benzersiz Bir Olgu
İbn Haldun'un terminolojisinde "tabiȋ krallık" asabiyete
dayalı bir kabile reisliğinde meydana gelir. Bu asabiyetin ortasında sağlam bir çekirdek bulunur, o da müntesiplerinin
aralarındaki bağın ve sahip çıkma duygusunun çok güçlü
olduğu bir aşirettir. Bu asabiyet kendisini belli amaç ve ihtiraslar dolaysıyla topluluğa dayatır, yani hâkimiyeti ellerinde
bulunduranların refahları ve nüfuzlarını perçinleme işlevini
görür. Siyasi krallık, asabiyetin kurduğu ve fakat sonra genişleyip medenileşen bir düzene sahiptir. Böylece birçok boyut kazanan bu sistemin gerekleri, aklȋ düşünce ile idare
2
İbn Haldun, Mukaddime, 338.
16 ● ABDÜSSELAM YASİN
edilme zorunluluğu getirmiştir. İbn Haldun İslam tarihinde
"iktidar uğruna girişilen çekişmeleri/çatışmaları" en iyi tahlil eden âlimdir. Bu çekişmeler, iktidarın mahiyetinden uzak
kalmayan hususlardandır. Bu yüzden de daha önce bahsi
geçen iktidarın bariz vasıflarından "malda ihanet" hususuna
eklenmeli. Bunu "şehvet ve kibirlenme" diye kavramlaştırabiliriz; nitekim İbn Haldun da bunu "emeller ve ihtiraslar"
diye ifade etti. Hilafete gelince, Mȃverdȋ'nin de zikrettiği
üzere, hilafet kendisine tevdi edilen kimseler züht hırkalarını giyer dünyayı ayaklarının altına atarlardı. Halifeler aynı
zaman da getirdiği sorumluluklardan korktukları için halifelik vazifesini –ki bu benzeri görülmemiş bir olgudur- birbirlerine atıyor ve ellerinden geldikçe ondan sakınıyorlardı.
Bu, malumumuz olan insanoğlunun hâkimiyete hemen
meyleden doğasıyla ters düşen bir durumdur.
Ebû Nuaym, Fadȃilu's-Sahȃbe'de şu rivayeti aktarmıştır:
kendisine halife olarak biat edilmesi üzerine Ebubekir (r.a)
insanlara şöyle hitap etti:
"Ey insanlar! Eğer benim halifeliği, ona rağbet ettiğim veya size karşı ayrıcalık kazanmak için aldığımı zannediyorsanız irademi
elinde tutan Allah'a yemin ediyorum ki hilafeti ona heves ettiğim
için veya size ya da herhangi bir Müslüman’a karşı ayrıcalık kazanmak için almadım. Ne bir gece ne de bir gündüz bir defa bile
ona heves etmedim. Ne aleni ne de gizli olarak onu Allah'tan talep
etmedim. Bugün bana çok ağır bir vazife tevdi edildi; onu deruhte
etmeye Allah'ın yardımı olmasa ben takat getiremem. Tüm kalbimle isterdim ki onu adilce yerine getirecek olan Resulullah'ın
herhangi bir sahabȋsine verilsin. Şimdi onu size geri veriyorum ve
bana verdiğiniz biatı kaldırıyorum. Onu dilediğinize verin. Beni de
kendinizden her hangi bir adam sayın."
HİLAFET VE SALTANAT ● 17
Aşarȋ'den yapılan bir rivayette de şöyle geçer: Ebubekir
(r.a)'a halife olarak biat edildiğinde o insanlara şöyle seslendi: "Halife olmama içinizde razı olmayan var mı? Varsa ben bırakmak istiyorum". Bu sözler üzerine Ali (r.a) ona şöyle dedi:
"Allah'a yemin olsun ki, hayır, ne seni azleder ne de senden halifelikten çekilmeni isteriz. Seni Resulullah (s.a.v) yüceltti, kim düşürebilir seni?"
İbn Rahyeh ve İbn Heyseme şöyle rivayet ederler:
Ebubekir (r.a) halife seçildiğinde üzülüp evine çekildi;
Ömer (r.a) yanına girdiğinde ona "bu işi sen başıma sardın"
diye ona sitem etti ve insanların içinde bu durumdan şikayet etti, bunun üzerine Ömer (r.a) on a şöyle dedi: "Sen
Resulullah'ın şu sözünü duymadın mı: mümin önder içtihat ettiğinde eğer doğruya isabet ederse kendisine iki ecir, yanlışa giderse
kendisine bir ecir vardır”. Hz. Ömer, bu sözlerle onu teskin
etmiş, durumu kabullenmesini kolaylaştırmıştır.
Kur'anȋ Düzen
Raşid halifeler, Yüce Allah'ın karşısında, getirdiği ağır
mesuliyetten korktukları için hilafeti birbirlerine havale ediyorlardı. Hiç kuşkusuz ki bu iman yüceliğinden nübüvvet
yönetiminin tabii uzantısı olan Kur'anȋ bir devlet doğacaktı.
Üstat Hasan el-Bennȃ "İlk İslam Devleti" serlevhalı yazısında
şöyle der:
"Kur'an'a ait bu ideal sosyal düzenin temelleri üzerinde ilk İslam devleti kuruldu ve bu düzene kalpten inandı, onu dakik bir
özenle tatbik etti. Onu dünyanın dört bir tarafına yaydı. O derece
ki ilk halife şöyle demişti: 'Eğer devemin yularını kaybetsem onu
Allah'ın kitabında bulurum.' Ve o derece ki zekâtı vermeyenleri,
bu düzenin rükünlerinden birini çiğnediler diye mürtet sayıp on-
18 ● ABDÜSSELAM YASİN
larla savaşmış ve şöyle demişti: 'Allah'a yemin olsun ki,
Resulullah'a (s.a.v) verip de bana vermedikleri bir yular dahi olsa
elim kılıç tuttukça onlarla savaşırım.' Birlik ve beraberlik bütün
mana ve görüntüsüyle bu yeni oluşan ümmeti kuşatmıştı. Toplumsal birlik Kura'n'ın umumluğu ve dilinin kapsayıcılığı ile en
geniş yelpazede gerçekleşmişti. Siyasi birlik, müminlerin emirinin
gölgesinde ve başkentteki hilafet sancağı altında herkesi kucaklıyordu. İslamȋ düşüncenin ordu, hazine ve valilerin tasarrufları konularında adem-i merkeziyetçi olması, bu birliğe engel teşkil etmemişti; zira herkes aynı itikat ve aynı genel yönlendirmeyle hareket ediyorlardı.
Bu Kur'anȋ ilkeler, putperest hurafeliğini Arap yarımadasından ve faris diyarından söküp attı. Kurnaz Yahudiliği kovup dar
bir alana hasretti ve dini sultasına son verdi. Hıristiyanlıkla mücadele edip onun Asya ve Afrika’daki gücünü kırarak Avrupa’ya
geriletti. Böylece İslam bu politik ve manevi hâkimiyetle iki büyük
kıtada sağlam bir yer edindi. Üçüncü kıtaya da sürekli akınlar düzenledi, doğuda Kostantiniyye'ye (İstanbul'a) ısrarla hücum edip
büyük bir kuşatmayla çok güç durumda bıraktı. Batıda ise Endülüs'e girip muzaffer ordusuyla Fransa'nın kalbine ve İtalya'nın
kuzeyine kadar ilerledi. Avrupa'nın batısında yüksek mimarisiyle
ve ilim irfan nuruyla güzel bir ülke kurdu. Daha sonra İstanbul'u
fethetti. Hıristiyanlığı Avrupa'nın içinde belli bir bölümüne hapsetti. İslam donanmalarının iki denizde, ak ve kızıl denizin yüzeyinde kulak dolduran sesleriyle suyu yara yara yüzmeye başladı.
Bu iki deniz adeta iki İslam gölü haline geldi. Bununla İslam devletleri denizlere açılan kapıları elinde tuttu. Denizde ve karada
egemenlik sürdüler. Müslüman ümmet, diğer halklarla kurduğu
iletişim neticesinde birçok medeniyet tanıdı; fakat kendi iman gücü
ve sisteminin sağlamlığıyla hepsine galebe çalmayı bildi. Neredeyse tamamını İslamileştirdi. Dinini ve dilini bütün eşsizliği, canlılığı ve estetiğiyle oralara taşıdı. Karşılaştığı bu medeniyetlerin güzel
HİLAFET VE SALTANAT ● 19
taraflarını, kendi toplumsal ve siyasal birliğine zarar getirmeden
almaktan geri durmadı.3
Bu mülahazaları İmam Hasan el-Bennȃ, İslam ümmetinde çözülüş ve çöküşün sebeplerine değinmeden hemen önce
zikretmiştir. Görülen o ki "İlk İslam Devleti" kavramının anlam alanı olarak, raşid halifeler döneminden Osmanlının fetihlerine kadar uzayan dönemleri kapsayacak şekilde belirlemiştir. Kuşkusuz ki, yönetim şeklinin bozulmasından sonra da bu ümmetin gördüğü hayırlar, sağlam Kur'anȋ düzene
dayalı olan nübüvvet ve raşid halifelik dönemlerinin etkileri
sayesinde idi; zira sultanların yaptıkları tahribata rağmen o
dönemlerin etkisi hala hissedilmekte idi. Kaldı ki bu sultanların içinde dini ihya etmek için say-u gayret gösteren fazilet
ehli kimseler vardı. Ama sistem temelinden bozuksa geçici
olan kişiler ne derece başarılı olabilirdi?
İki Portre
Önceki dönemde iki portreyi dikkat-ı nazara alıp üzerinde düşünüyoruz. Biri bir halifenin diğeri ise bir kralın portresi. Üzerinde tefekküre daldığımız portredeki yüz, bizi
perde arkasında duran sessiz kahramanları, onu yönetime
getirenleri ve daha sonra ona itaat eden veya başkaldıran,
iyiliği emredip kötülükten nehyeden veya kırbaç ve kılıç
zulmü altında inleyen toplumu görmekten alıkoyamayacak.
Gerçek o ki, sıradan tarih okurunun sandığı gibi Müslüman
tarihini, ne kadar nüfuz ve güç sahibi olsa da tek başına fertler inşa etmemiş, bilakis ümmeti bir arada tutan amaç ve
faydalar inşa etmiştir. Yönetimi elinde bulunduran kimse,
ya bu amaç ve faydaları koruyup kollamış ve halk tarafın3
Risalet-u Beyne'l-Emsi ve'l-Yevm
20 ● ABDÜSSELAM YASİN
dan seçilip toplumun aynasından yansıyan temsili yüz olmuştur, ya da dünyevi çıkarlar, amaçlar ve şehvetler galip
gelmiş ve kullar zulme maruz kalmış, kılıç hüküm sürmüş,
çıkarcı çingeneler yücelmiş ve ümmetin onuru ayaklar altına
alınmıştır. Takdir Allah'ın takdirdir; insanlar kendi yaptıklarına ererler.
Bir Halifenin Yüzü
Hz. Ali -kerremellahu vecheh-, Hz. Ömer'i –radiyallahu anhşöyle anlatır:
"Allah onu yüceltsin! O düzeni sağladı, sefaleti ortadan kaldırdı. Fitneyi kırdı, sünneti yükseltti. Temiz bir elbise, az bir ayıpla
gitti. Hayra acele etti, şerri es geçti. İtaati onu Yüce Allah'ın rızası
yoluna erdirdi ve hukukuna riayet duygusu onu takva ehli kıldı."4
Evet, elbette ki yönetimin başındaki insan Ömer gibi biriyse bir hidayet abidesi, ümmetin kutlu rehberi olabilir;
onun gidişiyle ümmetin bünyesinde gedikler oluşur ve yollar farklılaşır. Salah ve fesat konularında şahısların ehemmiyeti şüphesiz ki yadsınamaz; lakin ilk mertebede hayrın ve
şerrin kaynağı sistemdir. Kadı Bakıllȃnȋ "et-Temhid" adlı
eserinde şöyle der:
"Ebubekir (r.a), Ömer'i halife olarak tayin etme konusundaki
görüşünde yanılmamış ve tahmini yanlış çıkmamıştı; bilakis Ömer
onun umduğundan ve takdir ettiğinden de fazla liyakat göstermişti; Yüce Allah yolundaki metaneti ve salabeti eşsiz bir seviyede gün
yüzüne çıkmıştı. Şehirler kurmuş, ordular donatmış, kralların kökünü kazımış ve ülkelerini almıştı. İsabetli bakışı ile yerliyi ve gö4
Nehcu'l-Belaga, 2/222.
HİLAFET VE SALTANAT ● 21
çebeyi, yakını ve ırağı sulh-u salaha eriştirmiş, kılıca başvurma gereği duymadan koruyucu önlemlerle düzeni en başarılı şekilde kurup idame ettirmişti. Şöyle demişti: 'Eğer ömrüm uzar da Müslümanlara hizmet edersem Aden diyarındaki çobana dahi bu maldan
hak ettiği ulaşacaktır.' Tüm bu büyük faaliyetler içinde Rabbine
karşı son derece tevazu ve huşu içindeydi. Yapması gereken herhangi bir hususta gevşeklik gösterip yüksünmezdi. Liderlik onu
değiştirmedi. Nimete ermek onu savurgan kılmadı. Elindeki güce
dayanıp bir müminin hakkına girmedi. Konumunun yüksekliğine
bakarak herhangi bir kimseye imtiyaz tanımadı. Zayıfın zayıflığına
bakarak hakkını almaktan geri durmadı. Allah yolunda kınayanların kınamasına aldırmadı. Su testisini kendisi taşır, yamalı elbise
giyer, dulların ve yatalakların nafakalarını bizzat kendisi sağlar,
gece ve gündüz durumlarını bizzat kendisi kontrol ederdi. Onu
anlatan Aişe, Abdurrahman, Amr b. el-As ve diğer sahabeler şöyle
demişler: Dünya bütün ziynet ve süsüyle önüne çıktı, kalbindeki
en güzel şeyleri (altınları) önüne serdi; ama o sığ bir dere üstünde
yürür gibi yürüyüp geçti, oradan ayakları bile ıslanmadan çıktı.5
Muhakkak ki, güçlü liderliğin toplumun seyri üzerinde
büyük tesiri vardır, fakat eğer toplum bozuk ve asabiyete
yenikse bir adam ya da bir grup adam ne fayda sağlayabilir?
Ömer'le beraber ve onun arkasında duran erkekler ve kadınlar vardı; dünyanın yaldızlı şekillerine aldanmaz, tek adam
peşine takılmazlardı. Onlar dünya işlerini iman kriterleriyle
değerlendirirlerdi. Ömer, her şeyden önce, onların gözünde
dünya deresini aşıp ayakları bile ıslanmamış olan adamdı.
Uğraşı demek ahirete yönelik işler demekti onların nezdinde. Onlar Allah'ın cemaatiydiler. Dikkat buyurun, felah bulacak olanlar elbette ki Allah'ın cemaatidir.
5
Yusuf Eybeş, en-Nusus el-İslamiyye, 72.
22 ● ABDÜSSELAM YASİN
Bir Kralın Yüzü
Burada bir kralın portresini çizeceğiz ve fakat onu ölümünden sonra kötü yâd etmek için değil; aksine hilafet ile
melikliğin arasındaki farkı göstermek ve kaçınmamız gereken hususu – ki o baskı ve zulüm rejimidir- göstermek ve de
ihya edip etrafında sımsıkı kenetlenmemiz gereken hususu
–ki o hilafettir- tayin etmek için tarihten canlı örnekler aracılığıyla bu portreyi vasfedeceğiz.
İmam Buhȃrȋ, Said b. Amr b. Said'in dedesinden şöyle rivayet ettiğini aktarır: Medine'de Mescid-i Nebevȋ’de Ebû
Hureyre ile beraber oturuyordum. Yanımızda Mervan da
vardı. Ebû Hureyre dedi ki: Ben sözü ve özü sadık olan Nebi'nin şöyle dediğini duydum: "Ümmetimin yıkılışı Kureyşli
bazı gençlerin eliyle olacaktır." Bu sözler üzerine Mervan "Allah'ın laneti o gençler üzerine olsun! Ne kötüdür o gençler!"
dedi. Ebû Hureyre de "İstesem kim olduklarını aileleri ile
beraber sayabilirim." dedi. Mervanoğulları Şam'da hüküm
sürdüklerinde dedemle beraber orada gezerdik, dedem meliklerin çok genç olduklarını gördüğünde "Kimbilir belki
bunlar hadiste bahsedilenlerdir" der ben de "siz daha iyi bilirsiniz derdim."6
Bu bozuk gençler Yezid'le başladı, ardından rivayette de
gördüğümüz üzere henüz günler kendisinin onlara önder
olduğunu ortaya çıkarmadan gençleri lanetleyen Mervan'la
devam etti. Sonra onun zürriyetinden gelenler ve
Ümeyyeoğulları arasında az bir salih gurup dışında fesat ve
ifsat yayıldı. Bu salihlerden en tanınanı Ömer b. Abdulaziz
idi. Yezid b. Abdulmelik "alçak melikliğin" numunesiydi.
Ahlaksız ve sefihti; içki içiyor, tüm zamanını eğlenceye ve
6
Bu rivayet farklı varyantlarla İmam Ahmed b. Hanbel'i n
Müsned'inde de yer almaktadır.
HİLAFET VE SALTANAT ● 23
aşk şiirlerine sarf ediyor, şarkıcıların şiirlerini söylüyor ve
onlara söz yazıyordu. Fasıklığını ve zındıklığını gizleme gereği duymuyor, her şeyi aleni yapıyordu. Saltanatının payitahtına dört bir yandan şarkıcılar ve çalgıcılar toplayan ilk
melikti. Küfrü o dereceye varmıştı ki, Kâbe’nin üzerine içinde içki içeceği bir kubbe yapmaya azmetmişti. Ve daha dilimizin iffetine yaraştıramayıp zikretmediğimiz birçok çirkeflikler yapmış, birçok hezeyanlar sarf etmişti. Kur'an'a
karşı kalkıştığı şu akıllara ziyan terbiyesizliği konuyu eni
konu tasavvur etmeye kâfi gelir diye inanıyorum. Mushafı
açmış ve içindeki "ve durumlarının hükme bağlanmasını istediler, bütün inatçı zalimler kaybetti, önlerinde cehennem var, irinli
sudan içirilecekler"7 şeklindeki tehdit ayetlerini okuyup şöyle:
"beni inatçı bir zalim olmakla tehdit ediyorsun, işte ben inatçı ve zalimim, eğer haşir günü Rabbinle karşılaşırsan, beni
Velid parçaladı de" demiş ve Mushafı yırtmıştı. Ona ahiret
ve hesap hatırlatıldığında da şöyle demişti: Bana hesap
vermeyi hatırlatıyorsun, ama bilmiyorum gerçekten hak mı
ve gelecek mi bu söylediğin hesap, söyle Rabbine de yemeğimi kessin, söyle Rabbine de içeceğimi kessin"8
Böyle bir sefihin emri altında bulunan devletin ve ümmetinin malının ve namuslarının ne hale geleceğini tasavvur et.
Sivil makamları ve askeri rütbeleri satıyor, kendi kapatmalarına ve sefahat alemindeki arkadaşlarına harcamak için
halktan vergi topluyordu. İnsanları kendisine veliaht tayin
ettiği iki sabiye biat etmeye zorlamakla bozgunculuğunu hat
safhaya çıkardı. Yönetim düzeyi dibe vurmuştu. Bu nasıl
gerçekleşti?
7
8
İbrahim, 15, 18.
Şezȃrȃtu'z-Zeheb, 1/170, 171.
İKİNCİ BÖLÜM
TARİHİ KIRILIŞ
Allah'ın Yeryüzündeki Halifeleri
Müminlerin Şehit İmamı
Cahiliye Hamiyetperverliği Uyanıyor
Allah'ın Yeryüzündeki Halifeleri
Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah sizden iman edip salih
amel işleyenlere, nasıl onlardan öncekileri halife kılmışsa onları da
yeryüzünde halife kılacağını vadetti. Kendisinin onlar için seçtiği
dinlerini yeryüzünde hâkim kılacak ve korkularını esenlik duygusuna dönüştürecektir. Onlar yalnızca bana ibadet eder, bana hiçbir
şeyi şirk koşmazlar. Bundan sonra da kalkıp küfre düşenler
fasıkların ta kendileridir."9
Ebûbekir İbnu'l-Arabȋ bu ayetin tefsirinde şöyle der:
"Âlimlerimiz şöyle demiştir: Bu ayet, hak bir vaat ve doğru
bir kavildir, dört halifenin imametinin sıhhatine de delalet
eder. Çünkü günümüze değin fazilette onları geçen kimse
gelmedi. Onların imamlığı kesindir ve üzerine ümmet ittifak
etmiştir. Allah'ın vaadi onlarda gerçekleşti. Onlar yüce Allah'ın kendileri için razı olduğu din üzere kaldılar. Düzen
onlarda istikrara erdi. Müslümanların yönetimini üstlendiler. Dinin hamiliğini yapıp onu savundular. Ebubekir'e hak
davetle, halkın ittifakıyla, açık hüccetle, dinin burhanıyla,
yakini delillerle biat edildi. Sonra Ömer'i halife tayin etti. Hilafet sabit oldu ve naiplik vuku buldu, işitip itaat etmek vacip oldu. Sonra Ömer halifeliği "şura" kararına bağladı. Sahih düşünce, açık yüceltme ve ahenk içinde alınan kararla
Osman halife seçildi. Osman hem kendisi mazlum olarak,
9
Nur, 55.
28 ● ABDÜSSELAM YASİN
hem de onun zatında tüm halk zulme uğratılarak öldürüldü. Geride hilafete liyakat gösteren sadece Ali kaldı; zira fazilet ve üstünlük sırasına göre belirleme yapılırdı. "10
Resulullah (s.a.v) vefat ettiğinde kendisinden sonra kimin yönetici olacağına dair herhangi bir vasiyet bırakmadı;
sadece namazda kendisinin yerine Hz. Ebubekir'i naip tayin
etmişti. Bu durumdan sahabîler Hz. Ebubekir'in hilafeti hak
ettiği hükmünü çıkardılar. Çünkü şöyle demişlerdi:
"Resulullah (s.a.v) ona bizim dinimiz konusunda razı oldu; biz
dünyamız hususunda ona razı olmayacak mıyız?". Benû Saide
evinde bu durumu konuştuktan sonra, Ebubekir üzerinde
ittifak edip ona biat ettiler. Tartışmanın başında Ensâr ve
Muhacir arasında yöneticilik konusundaki çekişme hayra
acele etme kabilinden idi; nitekim arkasında bir kin bırakmamış ve günler onun eserlerini kardeşlik gölgesinde ivedilikle ortadan kaldırmıştı.
Peygamber Efendimizden bu konuda yalnızca Bezzâz ve
Taberânî'nin İbn Mesud'dan rivayet ettiği şu hadis varid
olmuştur. İbn Mesud şöyle dedi: Ayrılık vakti yaklaştığında
biz Aişe'nin evinde bulunan Resulullah'ın yanına girdik. Bize baktı, gözleri yaşardı ve şöyle buyurdu: "Merhaba, Yüce
Allah size hayat versin, sizi korusun, size yardım etsin! Size Allah'ın takvasını vasiyet ediyorum. Sizi Allah'a emanet ediyorum.
Ben size gönderilmiş açık ve dürüst bir uyarıcıyım. Kullarına ve
ülkelerinde haksızlık yapıp Allah'a karşı gelmeyin. İntikal yakın,
dönüşse Allah'adır, sidretül müntehaya'dır, cennet-i me'vaya'dır
ve en mükemmel kâseyedir. Benden diğer Müslümanlara ve bundan sonra Müslüman olacaklara selam götürün."
10
İbnu'l-Arabi, Ahkamu'l-Kurân, 3/ 1380.
HİLAFET VE SALTANAT ● 29
Peygamber Efendimiz önemle üzerinde durarak yeryüzünde böbürlenip insanlara karşı kibirlenmeyi ümmetine
yasakladı ve onları bundan sakındırdı. Ebubekir'in hilafetinde ümmet, üç yıl boyunca dinden dönen Bedevilerle cihat
etti, ta ki yeryüzünde fitne kalmasın ve din yalnızca Allah'ın
olsun. Sonra Hz. Ömer dönemi geldi ve ümmet gelişip kalkındı. Bu durum, adil halife İslam ümmetine sızmış hain bir
ırgatın eliyle suikasta uğrayana kadar devam etti. Adil halifeyi, gadre uğratan hançerin başında İslam ümmetinin genişlemesiyle yükselen asabiyetin damgası vardı.
Müminlerin Şehit İmamı
İslam toplumunun bünyesi çok hızlı değişti. Farklı milletlerden birçok insan kendi rızasıyla iman edip, başka bazı
kimseler de toprağını ve özgürlüğünü muhafaza etme düşüncesiyle Yüce Allah'ın dinine girdi. Şura meclisinde ehl-i
hall ve'-lakd sahabeler Hz. Osman'ı halife olarak seçtiklerinde işler başta önceki hilafetlerdeki seyri üzere devam etti; ne
var ki Ümeyyeoğulları onun etrafını sarıp kendilerinden
yönetimi kontrol eden bürokratik bir grup kurdular. Böylece
korkunç olaylar gerçekleşti ve şiddet baş gösterdi. Hz. Osman'ın şehit edilmesi, biteviye genişleyen ilk çatlağı oluşturdu, kırılışımız ve zaafımızın başlangıcı olacak sonuçlar
doğurdu.
Hz. Osman'ın öldürülmesinden ve sahabe tarafından Hz.
Ali'nin halife seçilmesinden sonra en büyük fitne patlak
verdi. Şam ahalisi, Hz. Osman'ın kanının yerde kalmamasını
istediler, bu hususta ümmetin halifesini dinlemediler. Ve
böylece onu öldürmek için kendilerine bir yol bulmuş oldular. Kadı İbnu'l-Arabi bu konuda şöyle der: "Osman (r.a) öldürüldü, sahabeler onun kanından beriydiler, o kendisine
30 ● ABDÜSSELAM YASİN
başkaldıranlarla savaşmaya izin vermemişti, 'ben, demişti,
Resulullah'a halife olup da onun ümmetinde ilk kan akıtan
kişi olmak istemiyorum'. Bu yüzden maruz kaldığı belaya
sabretmiş, musibete teslim olmuş ve kendisini ümmetin selameti için feda etmişti. Ondan sonra elbette ki ümmetin yönetimi başıboş bırakılamazdı. Hz. Ömer’in kurduğu şura
meclisi durumu müzakere edip Hz. Ali'nin halife seçilmesi
yönünde karara vardılar. Hz. Ali ihtiyaten ve ehil olmayanların o makama gelmesiyle batıl görüş ve hezeyanlarla kan
akmasından korktuğu için bunu kabul etti. Hatta kabul etmeseydi belki de din değişir, İslam'ın direği kırılırdı. Hz.
Ali'ye biat edildiği zaman Şamlılar, Hz. Osman'ın katillerine
yaptıklarının hesabını sorması ve onlardan diyet almasını
biat için ön şart olarak koştular. Buna mukabil Hz. Ali onlara 'Önce biat edin, sonra dilediğinize ulaşacaksınız' dedi.
Onlar da 'Osman'ın katilleri seninle beraberken ve biz gece
gündüz onlar görürken biatı hak ettiğini düşünmüyoruz.'
dediler. Oysa Hz. Ali'nin görüşü daha doğru ve daha yerindeydi. Çünkü Ali eğer onlardan diyet almaya kalkışsaydı
kabileler tekrar onların etrafında kenetlenir ve üçüncü bir
savaş çıkardı. Bu yüzden düzen kurulup biat tamamen alınıncaya kadar onlara karışmamayı doğru buldu. Daha sonra
karar meclisinde yetkili ve etkili kimselerle durum hükme
bağlanıp adalet yerini bulurdu."11
Fakihimiz ve kadımız İbnu'l-Arabî'nin o dönem sahabe
arasında yaşanan tartışma ve çarpışmaları özellikle zikretmediğini, görmezden geldiğini görmekteyiz. Cemel Harbini
ve Sıffin felaketini atlayıp meseleyi bir öç alma ve diyet talep
etme meselesi gibi gösteriyor. Bu tarihi mesele bir nevazil fıkıh meselesi gibiymiş ve kadının hükmüne kalmış gibi bir
11
İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kurân, 4/1706
HİLAFET VE SALTANAT ● 31
tavır içinde olunmuş, önceki âlimlerimiz bu kanlı trajediler
hakkında konuşmamış ve konuşulmamasını nasihat etmiştir. Geçmişte takılıp kalmak ve olmuş bitmiş bir hadiseden
dolayı sahabeyi eleştirmek için kurcalamak, dini hamasete
sahip bir kimse için lüzumsuz bir husus ise de tarihteki korkunç düşüşümüzün nedenlerini ortaya koymak için bazı
perdeleri de aralamak en temel görevimizdir. Tüm sızılarımızın anası olan bu dönem, her zikredildiğinde kulaklarımızı tıkayıp dilimize ket vurursak hilafeti geri getirmenin
doğru yöntemini kavrayıp tespit etme durumundan uzaklaşırız. Kadı Ebubekir "el-Avâsım ve'l-Kavâsım" isimli kitabını Ümeyyeoğulları’nın savunusuna tahsis etmiş. Yüce Allah
bizleri ve onu affetsin! Şahısları ve onlar üzerinden tartışmayı bir kenara atalım; dinî inhirafı ve toplumsal çözülüşü
itibara alalım. Ta ki kamil olanı örnek edinme gayemizle tutarlı kalalım.
Cahiliye Hamiyetperverliği Uyanıyor
Peygamber Efendimiz, karşısında fertlerinin kabile, aşiret
ve akrabalık bağları ile bağlı olan bir toplum gördü. Bu bağı
korudu, kırmadı. Fakat müminler arasındaki kardeşlik bağını güçlendirip sağlamlaştırmaya hizmet edecek dinamikleri besledi. Müslümanlara kabile ve aşiretlerini, kabile ve
aşiretleri olduğu için tanımazlıktan gelmelerini emretmedi.
Lakin onlara küfürle bütün alakalarını kesmelerini emretti.
Siyer-i Nebi'de Mekke'ye giren İslam ordusunun kabilelere
göre nasıl birliklere ayrıldıklarını okuruz. Kendi aşireti içinde güven duyan insanların İslam kardeşliğine olan duygusunu da pekiştirip berkitiyordu. Büyük aile ve aşiret güvence ve dayanışmalarının Peygamberlerin gönderilmesi konusunda etkisi olmuştur. Peygamber Efendimiz şöyle buyur-
32 ● ABDÜSSELAM YASİN
muştur: "Lut (kavminden bazı kimselerin misafirlerine yönelik ahlaksız talebi üzerine) 'size karşı bir gücüm olsaydı ya da
sığınacağım sağlam bir temelim olsaydı12' dedi, elbette ki sağlam bir temeli vardı burada temelden maksat aşirettir. Yüce
Allah ondan sonra gönderdiği bütün peygamberleri, kendi
kavminin zirvesinde olanlardan gönderdi"13
Bu demek oluyor ki, Allah ve Resulü soy ve aşiret bağının İslam davasına dayanak olmasını irade ediyor. Ama kabile asabiyeti İslam'a karşı bir tavra dönüşürse İslam onunla
savaşır. İbn Kesir, Resulullah (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu
nakleder: "Haksızlık üzere olan kavmine yardım eden kişinin durumu, kuyuya düşen deveyi kuyruğundan tutup kurtarmak istemeye benzer." Ebû Davud Nebi (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Asabiyete davet eden bizden değildir. Asabiyet için
savaşan bizden değildir. Asabiyet uğruna ölen bizden değildir."
Buhârî de Cabir (r.a)'ın şöyle dediğini aktarır: "Bir savaştaydık, muhacirlerden biri ensardan birinin sırtına vurdu,
ensardan olan 'yetişin ey ensar', muhacir de 'yetişin ey
muhacirler' dedi. Bu olay üzerine Resulullah (s.av) 'bırakın
şu asabiyeti; o çürüyüp kokuştu artık' diye buyurdu.
Cahiliye hamiyetperverliği batıl üzerinde yardımlaşmaktır. Arap atasözü şöyle der: "Zalim de olsa mazlum da sen
kardeşine yardım et". Kabile asabiyeti güdenler bu sözü birebir tatbik ederler. Allah'ın Resulü (s.a.v) bu sözün delaletini değiştirip İslamileştirmiştir. İmam Ahmed ve İmam
Buhari, Hasan'dan şöyle rivayet ederler: "Nebi (s.a.v) 'zalim
de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et' deyince sahabeden biri 'ya Resulullah mazlumken yardım ederim, fakat
zalimken nasıl yardım edebilirim?' diye sordu. Resulullah
12
13
Hud Suresi, 80. ayet.
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned.
HİLAFET VE SALTANAT ● 33
(s.a.av) 'onu zulmetmekten engellersin, böylece ona yardım
etmiş olursun.' diye buyurdu."
İbn Haldun, İslam diyarının genişlemesini, kabilelerin
bedeviliğini ve cahiliye asabiyetinin uyanmasını anlatma
bağlamında şöyle diyor: "Bu şehirlere inen Arapların ekseriyeti katı tabiatlıydılar. Peygamber Efendimizin yanında çok
bulunmamış, O'nun hayat tarzını ve adap ve ahlakını almamışlardı. Bununla beraber katı, asabiyetçi, övüngen ve
imanın sekinetinden uzaktılar. Bu yüzden İslam devleti büyük bir gelişme ve genişleme kaydedince bunlar kendilerini
Muhacir ve Ensar kabilelerine mensup ve İslam'a ilk giren
şahısların emri altında buldular ve bunu içlerine sindirmediler; çünkü kendilerini nesepleri ve sayılarının çokluğu bakımından daha üstün ve yöneticilikte daha çok hak sahibi
görüyorlardı. Bu yüzden Kureyş kabilesini kötüleyip tahkir
etmeye ve haksızlığa uğradıkları, taksimde adaleti sağlayamadıkları gibi gerekçelerle onlara olan itaati aşındırıp sarsmaya çalıştılar. "14
Bu demek oluyor ki, Mervan b. el-Hakem liderliğinde ellerindeki iktidar gücünü istismar eden bir grup Kureyşli
genç, mal taksimindeki eşitliği bozdular. Diğer tarafta da
hükmetmeye tamah eden ve soy ve sayısıyla övünen, bunda
Kureyş'le yarışan kabileler vardı. Özellikle de bu dönemde
İslam ümmetinin orduları donatıp Faris ve Rumlarla savaşıyor olması sayı çokluğuna ve gücün büyüklüğüne büyük
bir önem kazandırmıştı. Bazı vali ve idareciler Hz. Osman'ın
saçağının altına sızmışlardı. Bunlar bozguncu bir topluluktu. Bahane arayan kabilelerin eline, şikayetlenip öfkelerini
izhar etmek, ardından isyan çıkarmak, ardından da devrim
yapmak ve o temiz kana girmek için ileri sürecekleri gerek14
İbn Haldun, el-Mukaddime, 380.
34 ● ABDÜSSELAM YASİN
çeler vermişlerdi. İnsanların hoşnutsuzluklarını açıkça ifade
etmeleri üzerine Hz. Osman bazı valilerini azletmişti.
Mervan'ın etrafındaki daire daralınca Hz. Osman'dan kâtibi
Mervan'ı, kendi indinden Mısır valisini öldürme fermanı çıkardığı suçlamasıyla kendisine teslim etmelerini istediler.
Hz. Osman ondan bunu yapmadığına dair yemin etmesini
istedi, o da yapmadığına yemin etti. Bunun üzerine Hz.
Osman "hükümde bundan fazlası yok" dedi. Bununla itham
edilenin aleyhine açık delil getirilemediğinde ondan yemin
etmesini istemek dışında bir şey yapılamaz demek istemişti.
Bundan dolayı Hz. Osman'ı öldürene kadar ablukaya aldılar.
Kargaşa ve fitnenin önüne set çeken o yegâne güç neredeydi? Halifelerine evinin içinde savaş açılmışken, kendisi
kuşatmaya alınmışken diğer sahabeler ne yapmışlardı? Bu
da tarihi kırılışımıza sebep olan başka bir gedikti. İmam
Osman (r.a), fitnenin daha da alevlenmesi korkusuyla onlara kendisine savaş ilan edip kendisini ablukaya alanlara karşı kılıç kullanıp savaşmalarını yasaklamıştı. Sahabeye gelince –ki onlar bu dev dalgalı denizin ortasında azınlıktılar- şahit olduklarına karşı şaşırıp kalmış, hayretten adeta donakalmışlardı.
Bâkıllânî, "et-Temhid"e bu sefil insanların vahşiliğini şöyle anlatır:
"Halife Hz. Osman'a saldırdıkları söylenen kimseler, avaneleri
değilse de kendileri tanınan kimselerdi: Ğafıkî, Kinâne b. Bişr etTecibî, Sevdân b. Hamrân, Abdullah b. Budeyl b. Verkâ', Amr b.
Hımk el-Huzâî ve Muhammed b. Ebubekir. Halife Osman'ın evine
girdiklerinde Muhammed b. Ebubekir önden gidip onu yere attı.
Göğsü üzerine oturdu. Sakalından tutup salladı. Ona ağır sözler
HİLAFET VE SALTANAT ● 35
söyledi. Elindeki keskin usturayla alnına vurdu. Daha da ileri gitmek istediğinde Hz. Osman ona nasihat etti ve şöyle dedi: "Baban
bu durumunu görseydi yüreği parçalanırdı". İbn Ebubekir utanıp
çekildi. Ğafıkî ve Kinâne onun utandığı için çekildiğini anladılar.
Kinâne hemen öne atılıp şiddetli bir darbeyle onu yere serdi, kan
damlaları önünde açık bulunan Kur'an'a sıçradı. Bunu gören Hz.
Osman Mushaf’ı kapatıp uzaklaştırdı. Başkaları da ona vurdu.
(…) Hz. Osman'ın eşi Naile kılıç darbelerinin sesini duyunca hareminden çıkıp kendisini onun üzerine kapattı. İnen kılıç darbesiyle onun üç parmağı koptu. Bu namussuzlardan biri Hz. Osman'ın
eşinin üzerindeki eline kılıç indirdi. Ardından eşi için 'bunu bana
verin, büyük kalçaları var' dedi. Sesler yükseldi sonra, beytülmale
koşun, beytülmale koşun diye. Önce Halife Hz. Osman'ın evini
yağmaladılar, sonra da beytülmali. Ve evini ateşe verdiler. Bunlardan Amr b. el-Himk şöyle demişti: 'Osman'a altı darbe indirdim;
üçü Allah için, diğer üçü de başkaları içindi.'15
Vahşilik, yağma, kundaklama, ahlaksızlık ve kaos… Sahabe bu durum karşısında adeta şaşırmışlık ve hayretten
donakalmışlardı, her şey bir anda olup bitmiş ve bir şey yapamamışlardı. Kendilerine geldiklerinde hemen Hz. Ali'nin
etrafında toplanıp ona biat ettiler. Fitnenin söndüğünü zannettiler. Fakat Şam ehli Osman'ın kanının yerde kalmamasını isteyip de savaş ateşi yeniden alevlenmeye başlayınca bir
grup sahabe uzlete çekildi, tarihimizde bu çekişleri büyük
bir boşluk oluşturdu ve ilk defa tarafsızlık düşüncesi doğdu.
Diğer bir kısım sahabe de hak uğruna cesaretin ve haklının
yanında durmanın -tıpkı Ammar b. Yasir gibi- timsali oldular.
15
Nusus el-Fikr el-İslamî, 93, 94.
36 ● ABDÜSSELAM YASİN
Bakıllânî şöyle der: "Eğer biri 'madem durum anlattığınız
gibi sefil insanların Halife Osman'a karşı hadlerini aşmaları
ve zulmetmeleri vahametinde idiyse sahabe niye hemen
buna karşı çıkıp engellemedi? Halifeyi teslim edip zelil düşürmelerinde ne özürleri olabilir?' diye sorarsa cevabı şöyledir: 'Sahabeleri, halifeyi umarsız bırakıp düşmana teslim
etme acizliği ve gayretsizliğinden tenzih ederiz, onlara bunu
Hz. Osman emretmişti ve bu emrini birkaç defa tekrarlamıştı. Onlardan Allah'ın hakkı için evlerinde kalmalarını istemişti."16
Fitne çıkması korkusundan pasif kalmak, bu barbarlara
Hz. Osman'ı öldürme cüreti vermiş, akabinde gelen Hz.
Ali'nin de elini zayıflatmıştı. Bakıllânî şöyle der: "Biri şöyle
derse 'Ali (r.a)'ın hilafeti bu denli sahih ve sabit idiyse S'ad b.
Ebu Vakkâs'ın, Said b. Zeyd, Abdullah b. Ömer, Muhammed b. Mesleme, Usâme b. Zeyd, Selâme b. Vakş ve daha
başka kimselerin ona yardım etmekten ve emrine girmekten
niye geri döndüler?' Cevabı şöyledir: 'İsimleri geçen kimselerin ona yardımdan ve itaatten geri durmaları onun halifeliğinde bir problem görmelerinde değil Müslümanlarla savaşmayı kabul etmediklerinden, bundan korktuklarından
ve günah saydıkları bir şeyde ona itaat etmeme kararlılığından dolayı idi. Bu yüzden de ona niye yardım etmedikleri
hususunda deliller ve gerekçeler öne sürmüşlerdi. Hatta onlardan biri (Sa'd b. Ebu Vakkas) şöyle demişti: 'Bana dili
olan, mümini kafirden ayıran ve bu mümindir bu da kafirdir diyen bir kılıç getirmediğiniz müddetçe ben savaşmam.
Benim kınından çıkaracağım kılıç ancak böyle bir kılıçtır.'
Ona sen meşruiyeti olmayan ve itaati vacip olmayan bir
halifesin' dememişlerdi. Nitekim Muhammed b. Mesleme
16
Nusus el-Fikr el-İslamî, 95.
HİLAFET VE SALTANAT ● 37
bu konuda Hz. Osman'la tartıştıktan sonra ona şöyle demişti: 'Nebi (s.a.v) benden Müslümanlar arasında fitne vuku bulduğunda kılıcımı kırıp tahtadan bir kılıç almam yönünde benden söz
aldı.'
Bu iç burkucu sahifeyi dürüyoruz; çünkü ibret almamıza
kifayet edecek kadarına değindik. Hem bu serseri fitneden
doğan halihazırdaki acılarımız bize yeter. Kaza ve kader Allah'ındır. Her şey o yüceler yücesinin ellindedir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SEÇİM VE MASUMUN VELAYETİ
Seçim ve Masumun Velayeti
Seçim
Sünnet
İsmet
Taklit
İcmâ'
Seçim ve Masumun Velayeti
İmam Buhârî Abdullah b. Abbas (r.a)'tan şöyle rivayet
eder: "Nebi (s.a.v) vefat ettiği hastalığa yakalanmıştı, Ali (r.a)
onu ziyaret edip dışarı çıktığında insanlar ona 'ey Ebu Hasan! Resulullah (s.a.v)'in durumu nasıl?' diye sordular. O da
'elhamdülillah durumu iyi' dedi. Abbas b. Abdulmüttalip
onun elinden tutup 'üç gün sonra sen üstünde kölelik asasını göreceksin, kanaatim o ki Allah'ın Resulü yakalandığı bu
hastalıkta vefat edecek, ölümü yaklaştığında Abdulmuttalib'in çocuklarının yüzlerinin aldığı hali biliyorum. Bizi Allah'ın Resulü’ne götür, ona kendisinden sonra yönetimin
kime geçeceğini soralım, eğer bize geçekse bunu öğrenmiş
oluruz, yok eğer başkasına geçecekse Nebi (s.a.v)'den bizim
için onlara tavsiyede bulunmasını isteriz' dedi. Bu sözler
üzerine Ali (r.a) şöyle dedi: 'Allah'a yemin olsun ki, eğer biz
Allah'ın Resulünden bunu istesek ve o da vermezse, ondan
sonra insanlar bize hiç vermezler, malumunuz olsun ki ben
Resulullah (s.a.v)'den bu talepte bulunmayacağım."
İmam Müslim Hz. Aişe'den şöyle rivayet eder:
"Resullah'ın kızı Fatıma ve Abbas, Ebubekir'e gelip ondan
kendilerine Nebi (s.a.v)'den kalan mirası istediler. O zaman
istedikleri Fedek'te bir arsa ve Hayber'den düşen paydı.
Ebubekir, onlara ben Resulullah (s.a.v)'in 'biz peygamberler
miras bırakmayız, ardımızda kalan sadakadır' dediğini işittim dedi. " Bir rivayette de bu durum üzerine Hz. Fatıma'nın
42 ● ABDÜSSELAM YASİN
kendisine küstüğü ve ölene kadar bir daha bu konuyu
onunla görüşmediği yer alır. İmam Müslim'in yukarıdaki
rivayetinin devamı şöyledir: 'Bir adam Zührî'ye 'Ali
Ebubekir'e altı ay biat etmedi mi?' diye sordu. O da 'Evet, ne
o ne de Haşimoğullarından başka biri biat etti. Ali insanların
kendisinden uzaklaştığını görünce Ebubekir'e biat etti.'
Hz. Ali'nin evinde Hz. Ebubekir ve Haşimoğulları bir
araya geldiler. Hz. Ali hamd edip salat ve selam getirdikten
sonra şöyle dedi: 'Sana biat etmememiz senin faziletini inkâr
etmekten veya Yüce Allah'ın sana bahşettiği bir hayırda seninle rekabete girmekten dolayı değildi. Sebep bizim bunda
hakkımızın olduğu ve sizin bunu haksızca bizden aldığınız
yönündeki kanaatimizdi.' Sonra Ali Efendimiz (s.a.v)'e olan
akrabalığından ve haklarından uzun uzadıya bahsetti, bunun üzerine halife Ebubekir ağladı. Hz. Ebubekir'in içinde
mirası niye vermediğinin sebepleri de bulunan konuşmasından sonra Hz. Ali ve Benû Haşim biat edeceklerini açıkladılar. Öğlen namazını eda ettikten sonra Hz. Ebubekir,
cemaate Hz. Ali'nin biat etmemesinin gerekçelerini ihtiva
eden ve bunda onu mazur gören bir konuşma yaptı. Ardından Hz. Ali ayağa kalktı ve Hz. Ebubekir'in faziletlerinden
bahsetti, sonra da ona biat etti. Bu davranışını tasvip eden
Müslümanlar, Hz. Ali'yi tebrik ettiler ve eski samimiyetlerine döndüler."
Bu iki rivayet esasında bu konuda fazla söze hacet bırakmıyor. Bunları zikretmemiz bu meselenin eki temel
nass'ın bunlar olması dolaysıyladır. Şii kardeşlerimizin ellerinde de kendi hilafet, imamet ve yönetim konusundaki görüşlerine esas kabul ettikleri benzer metinler var.
HİLAFET VE SALTANAT ● 43
Hz. Ali –kerremallahu vecheh- alicenap, yiğit, mert ve cesarette zirve bir şahsiyetti. İslam, onun kılıcıyla zaferler kazandı. İlmiyle, raşit hilafetler boyunca Müslümanların yolunu aydınlattı. Onun ehl-i beytten olması, Resulullah
(s.a.v)'in akrabası olmasının yanında faziletleri ve Nebi
(s.a.v)'in ona tezkiyesini ifade eden rivayetler varittir.
Tirmizî, Zeyd b. Arkam'dan Peygamber Efendimizin şöyle
buyurduğunu rivayet eder: "Ben kimin efendisi isem Ali de
onun efendisidir" . Bu sahih bir hadistir. Buhârî, Müslim ve
Tirmizî Peygamber efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet
etmişlerdir: "Senin benim neznimdeki yerin, Harun'un Musa'nın neznindeki yeri gibidir; ne var ki benden sonra Nebi gelmeyecektir."
Şia'nın yanında da kendi metodolojilerine göre güvenilir
kabul ettikleri rivayetler var. Onlar bu rivayetlerden Nebi
(s.a.v)'in Kendisinden sonra Hz. Ali'nin halife tayin edilmesini vasiyet ettiğini anlıyorlar. Gadirhum diye andıkları bir
kıssaları var ve bu kıssada Efendimiz (s.a.v) Hz. Ali'nin halife olmasını vasiyet ediyor. Bu kıssa, rivayeti sabit olma kriterlerine uymadığından Ehl-i Sünnet alimleri tarafından inkar edilir. Kaldı ki yukarda zikrettiğimiz rivayetlerde görüldüğü üzere ehli beyt hilafetin kendilerinde olduğu hususunda kat'i bir delalete değil, kendi zanlarına istinat etmişlerdi.
İmam Osman öldürülüp de sahabe Hz. Ali'ye yardım ve
biat etme konusunda görüş ayrılığına düşünce ümmet en
büyük tefrika musibetine uğradı. Fitne ve harp koşulları da
bu ihtilafın büyüyüp kökleşmesine yol açtı. Bu karanlığın
ortasında Hz. Ali hidayetle parıldayan bir güneş gibi doğdu;
kargaşa içinde sarsılmaz bir dağ gibi karar kıldı ve eşsiz bir
komutan oldu. Bu kaos içinde bir çok inhiraf meydana çıktı.
44 ● ABDÜSSELAM YASİN
Kimi Ali'nin muhabbetinde ifrata gidip ona ibadet etti, kimi
de ona düşmanlık yapmada aşırılığa kaçıp (Hariciler) onu
tekfir etti. Ümeyyeoğulları’ndan bir taifeyse minberlerden
ona sövüp saydı. Kinler bilendi, Ehl-i Beyt taraftarlarının
hamaseti yükseldikçe yükseldi. Fakat bu hamaset, özellikle
de Kerbela'nın aslanı, ümmetin övünç kaynağı Hz. Hüseyin'in şehit edilmesinden sonra, sadece var olan bu musibetleri
daha da alevlendirdi. Böylece hilafetin Ehl-i Beyt’in, Hz.
Ali'nin sonra da onun çocuklarının –salat ve selam üzerlerine
olsun- hakkı olduğunu söyleyen Şiî mezhebi kuruldu. Onların itikadı böyledir.
Bu meyanda Gulat-u Şia'dan –aşırılıkçı Şiilerden- Rafızî
ve Batınî mezheplerine değinmeye lüzum görmüyoruz;
çünkü onlar her ne kadar İslam tarihinde bu ümmetin başına bela olmuş ve etkileri hala devam eden ciddi problemlere
neden olmuş iseler de şu an önem verdiğimiz husus, mutedil şii kardeşlerimizle aramızda bir iletişim köprüsü kurabilmek için aramızdaki ihtilaf esaslarını belirleyip Alim ve
Hakim olan Allah'ın izni ve tevfiki ile gelecekte çekişme ve
çatışmanın yerini uyum ve ahengin aldığı bir durum oluşturabilmektir. Keza, Ehl-i Beyt'e kinini dışa vurmak, onları değersizleştirmek için Ehl-i Sünnet itikadını maske olarak kullananlara da değinmeyeceğiz; zira bunun yapıcı ve olumlu
tavrımıza bir katkısı yoktur.
Seçim
Ehl-i Sünnet âlimleri, hilafetin nass veya vasiyet ile değil,
seçimle belirlendiği hususunda ittifak etmiştir. Zira onlara
göre 'halife'nin tayinine yönelik sahih ve sabit bir nass yok.
Bakıllânî "et-Temhid" adlı eserinde bu konuda şöyle der:
"Eğer bir kimse 'İmamın/Halifenin belirlenmesi nass ile değil
HİLAFET VE SALTANAT ● 45
ümmetin seçimi ile olduğu yönündeki görüşünüzün delili ne?' diye bir soru sorarsa ona şöyle cevap verilir: 'Nass fasit ise seçim sahih olur. Çünkü ümmet, halife tayin etmenin sadece bu iki doğru
yolu olduğu konusunda ittifak etmiştir. O halde biri fasit olunca
diğeri sabit ve sahih olur."17
Böylece "Nass fasit ise seçim sahih olur" şeklinde bir cedelî
kaide meydana geldi. İslam siyaset tarihinde Bakıllânî,
Maverdî ve Gazzalî gibi âlimler, nass ile tayini reddedip seçimle tayinin doğru olduğunu savundular.
Fakihlerin bu savaşı, kılıç ve asabiyetle Müslümanların
idaresini elinde bulunduran sultanlara zaruri bir destek niteliğindeydi. Bu sultanların yönetimlerinin meşruiyetini büyük bir gayretle savunmalarının sebebi ümmetin birliğini
sağlama gayretiydi. Buna mukabil Şia bilginleri de Ehl-i
Beyt’in başkaldırmalarını ve hükümetlerini gerekçelendirebilmek için var güçleriyle nass'la tayini savunup, seçimle tayini reddettiler. Bu fıkhî ve kelâmî tartışmalara siyaset
adamlarının manevraları da katıldı. Nitekim Abbasi halifesi
Me'mun'un, ardından da Vasık ve Mu'atasım'ın –resmiyette
Ehl-i Sünnet halifeleri görülmelerine rağmen- önce
'mutezile' itikadına, sonra da Şiilik düşüncesine temayül ettiklerini biliyoruz. Bu durum Ehl-i Sünnet mezhebine dönen
halife Mütevekkil dönemine kadar böyle devam etmişti.
Sonra yönetimdeki sultanlarla Şiî gruplar arasında büyük
bir çatışma meydana gelmişti. Ardından da Abbasiler ile Fatımiler arasında, insanları kendi mezheplerinin doğruluğuna ikna etmek için hem silahların hem de cedellerin kullanıldığı çetin çarpışmalar geldi.
17
Nusus el-Fikr el-İslamî, 33.
46 ● ABDÜSSELAM YASİN
Sünnet-i Nebi
Bütün grup ve hizipler Kur'an-ı Kerim'in sıhhati ve Allah'ın kelamı olduğu üzerine ittifak ediyorlardı. Bu durum
hala da aynıdır. Bu durum –Allah'a hamd olsun ki-büyük
bir nimettir, büyük bir şükür vesilesi fazl-u keremdir. Hz.
Osman'ın Mushaf'ına ilişkin kimi ihtilaflar çıkmışsa da bunların kıymeti harbiyesi olmamıştır. Umut ediyoruz ki bazı
Şiî kardeşlerimizin kaynaklarında yer alan kaybolan bir
Kur'an'ın olduğuna dair akıllara ziyan rivayetler de sönüp
zamanla ölür, nitekim Şia'nın bazı akil adamları da bu rivayetleri reddeder.
Sünnet, bize göre Resulullah (s.a.v)'den sahih senetle
nakledilen bütün haberlerdir. Şia'nın yanında da böyledir;
ne var ki onların ricali değerlendirme ölçüleri bizim ölçülerimizden farklıdır. Şia, Ehl-i Beyt dışındaki sahabelerin rivayetlerini kabul etmez. İmamlarının sözleri Şia nezdinde masumdur, onlarda hata ihtimali yoktur ve onlarla amel etmek
vaciptir.
Bu problemi çözmek bizim açımızdan çok zor değildir;
çünkü Ehl-i Sünnet alimleri bu konuda Tirmizî'nin rivayet
ettiği Resulullah (s.a.v)'in şu tavsiyesini şiar edinmiştir: "Benim sünnetime ve benden sonra raşit halifelerin sünnetine sımsıkı
sarılın". Bunun neticesi olarak da "sünnet" mefhumunun anlam alanı raşit halifelerin sünnetlerini de kapsayacak şekilde
zenginleştirilmiştir. Hiç kuşkusuz ki 'Al-i Beyt'in imam ve
âlimleri de ehl-i ilim ve ehl-i rüşttür, nübüvvet evinin varisleridir. Onlardan sahih olarak gelen tüm rivayetler kabulümüzdür. Bir müminin –imanı oldukça- kalkıp Al-i Beyt’i tan
eyleyeceğine ihtimal vermiyorum.
İhtilaflı konulardan "masumluk/günahsızlık" meselesi
kaldı ki bu çok hassas ve nazik bir konudur.
HİLAFET VE SALTANAT ● 47
İsmet/ Günahsızlık
Hz. Ali ve soyundan gelen büyük âlimler, Şii kardeşlerimizin inancına göre masumdurlar. Nass ve vasiyetle halife
tayin olunmaya ek olarak Şia itikadında Ehl-i Beyt âlimleri,
kendi asırlarındaki herkesten daha üstündürler, İlahî tevfik
ve ilhamla desteklenirler. Bu ilham, peygamberlere inen vahiyden farklıdır. Onların yanında İmam şeriatın tek eminidir; kendi döneminde yalnızca o şer'i konularda içtihat ve
tefsir yapma hakkına sahiptir. İmam'ın şahsı ise ümmetin
yönelmesi gereken yegâne kıble, etrafında toplanılması lazım olan yegâne önderdir. On iki imamdan sonra –
imamiyyeye göre- Ehl-i Beyt’in sırları beklenen kayıp İmam'a geçti. Dolaysıyla fakihlerin tüm içtihatları beklenen kayıp
imama niyabeten yapılmış içtihatlardır. İmam Humeynî,
"veleyet-i fakih" nazariyesiyle Şiilik mezhebine tecdit yaptı;
zira bu nazariyeyle fakihlere niyabeten de olsa içtihat yapma
hakkı doğdu.
Böylece umut ediyoruz ki, hâlihazırda önümüzde duran
ve gelecekte önümüzde bulacağımız vakıanın gerekleri,
ümmetin bu iki kolunu birleştirir ve tarihî ihtilafın sebep olduğu acılar ve karşıtlıklar son bulur.
İcmâ'
Dinî hükümlerin üçüncü kaynağı da icmâ'dır. Ümmetin
âlimleri, hakkında sübutu ve delaleti kati olan bir nass’ın bulunmadığı bir konuda bir hüküm üzerine ittifak ettiği zaman bu hüküm bağlayıcıdır. Şii kardeşlerimize göre ise
icmâ', bir kimsenin imam olduğu konusunda ve bir görüşün
ya da amelin imama ait olduğu hususunda ittifak etmek
demektir. İcmâ' konusunda bizim mezhebimiz daha işlevsel
48 ● ABDÜSSELAM YASİN
ve tarihin akışında vuku bulan olaylara çözüm üretme hususunda daha faaldir.
Âlimlerimiz arasında icmâ'a dair bazı ihtilaflar vardır;
icmâ'nın tarifi, sınırları, dönemi ve bağlayıcılığının müddeti
gibi konularda âlimlerimiz arasında görüş farklılıkları vuku
bulmuştur. Ne ki sonraları icmâ'ın kullanımı bazı siyasi
müdahalelere maruz kaldı. Bu durum "içtihat kapısı"nın kapatılıp "taklit"in hâkim olması sürecine kadar devam etti.
Mezhepleri ilkesel olarak imamların taklidi üzerine kurulmuşsa da günümüzde yerinde ve işlevsel içtihatlar görmekteyiz; İran ve Irak'taki ilmî müesseseler bu içtihatları
yapacak büyük âlimler yetiştirdiler. Bu âlimler şu an yönetimi yürüten kimselerdir. Allah onları muvaffak kılsın!
Taklid
Bu kısa sunumla aşağıdaki şu mühim hususları ifade etmek istiyoruz:
• Miras aldığımız İslam, bize kırık, mezhepsel ve askerî
çekişmeler dolu bir tarihle geldi.
• Bu çekişme ve çatışmaların bütün sorumluluğunu fıkhî
mezheplerin görüşlerinde gören ve dini asrileştirmek için bu
birikmiş yığını atmamız gerekir diye düşünenleri, bu fakihlerin görüşlerinin sadece kendi yüzyılları için bağlayıcı olduğuna, temel kaynaklarımız olan Kur'an ve sünnetin şer'î
maksatları anlamamızın önündeki bütün engelleri kaldırmaya ve hilafeti, nebevî yöntem doğrultusunda tecdit etmeye kâfi olduğuna ikna etmek zordur. Bu yüzden bizim kendi
tarihimizi, okuyup anlamamız onlarınkinden farklı olmalıdır.
• İslam ümmeti, eğer ihtilaf asırlarının geride bıraktığı dağınıklığı toplamazsa bugünün ve geleceğin problemlerine
HİLAFET VE SALTANAT ● 49
karşı koyamaz. Bu da ancak inşaya yönelik etkinliklerde iletişim köprüleri kurmak ve yardımlaşmakla mümkündür; ta
ki bu ortak faaliyet, belli bir zaman sonra görüş birliğine
sevk ve teşvik etsin. Karşılıklı iletişimi geciktirmenin anlamı
olmadığı gibi birlik olmayı, ittifak kurmayı aceleye getirmenin de mantığı yoktur. Arkamızda birikegelmiş büyük korkulara bakıp ümitsiz düşmenin de lüzumu yoktur. Gerçek o
ki, hissî tavırlardan kurtulup birleştirici kardeşlik duygularına sarılırsak Allah'ın izniyle sular eski mecrasına dönecektir.
• Ümmetin birliği, sabit ve sahih asıllara dönmekle ve tarihte yaşanmış acıları ve trajedileri unutup sadece birer ibret
vesikası saymakla gerçekleşebilir. İhtilaflarımızın teferruatına karşı onurluca görmezden gelme tavrı -bu soylu tavırbizi ayrıştıran değil bir araya getiren birlik ve dirlik sahibi
kılan yönlerimizin öne çıkması için zaruridir.
• Birlik ve ittifakın geleceğini tesis etmek, mezhepsel bir
ihtilafı asıl görüp dayanak alarak yapılamaz. Aksi takdirde
şu tarihî tefrika ve ayrışmışlığa kendimizi mahkûm etmiş
oluruz. Kaldı ki yüce Allah'ın ümmetlerin en hayırlısı kıldığı
şu ümmetin tarihi kırılışını daha da fazlalaştırma ihtimalimiz de bunun cabasıdır. Oysa biz bu ümmetin tekrar ihya
olup kendisine verilmiş ‘şahit olma’ payesini ehil olarak deruhte etmesini istiyoruz. Şahit olanın da sebat, güven ve
güçte örnek olması gerekir.
Asırların ihtilaflarını taklit etmeye bir son verip Selef-i Salih'imiz gibi özgün şahitler olarak hakka ram olalım, hakkı
tutup kaldıralım.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
HİLAFETİN SALTANATA DÖNÜŞMESİ
Din ve Siyaset
Saltanat Boyunduruğu
Mutlak İtaat Dindarlığı
Onları Kılıçla Bastırınca
İşgalciyi Emir Tayin Etmek
Belanın Aslı
Belanın Ekseni
Halife Tayin Etmek
Din ve Siyaset
Eğer mazimizdeki bu tarihi kırılış, geçip gitmiş mazinin
derinliklerine gömülmüş olsaydı, biz onu yeniden gündeme
getirmezdik. Fitne ateşi yandı ve alevi asırlarca devam etti.
Biraz sönse de mutlaka daha büyük olarak tekrar geri döndü. Bugün Müslümanlar yeni bir fecirle uyanıyorlar, kültürlerinde, hatıra ve mezheplerinde bu yangının hala etkileri
var. Bugün maruz kaldığımız cahiliyetin kahrı, dün aramızda vuku bulan acıları unutturacak mı? Ümmet yeniden hâlihazırda ve gelecekte cihadın közü etrafında birlik olacak
mı?
Bahse konu fitnenin olumsuz tesirlerinden biri İslam tarihindeki şanlı olayları dillerine pelesenk edip onların arkasındaki ümmetin katlanmış olduğu büyük cihadı, fedakârlıkları ve de zalim sultanların sultası altında tattıkları acıları
unutmalarıdır. İslam tarihindeki bu şanlı hadiseleri gerçekleştirenler âlimler, imanı kavi süvari ve erlerdi; oysa hala birileri kalkıp bu başarıları padişahlara, Zeyd'e, Amr'a nisbet
edip kan akıtan, ırz çiğneyen, diyarları harap eden eli kanlı
zalimlere mal etmektedir. Bunu yapmaktaki maksat, kimi
yardakçıların ve de kimi iyi kalpli ama temiz insanların yardımıyla kurulmuş sahte vitrinin albenisini korumaktır. Bu
efsanevi anlayış taklit kapısından zihinlere giriyor; zira taklit
eden tenkit edemez. Dolaysıyla da kör bir karanlıkta kalır ve
yarını için dününden ibretler devşiremez.
54 ● ABDÜSSELAM YASİN
Büyük üstat Hasan en-Nedevî, "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" isimli eserinde sultanların
"din"i, "siyaset"ten nasıl ayırdıklarını şöyle anlatır:
"Ve vakıada dinle siyaset birbirinden ayrıldı. Sultanlar gerek
dinî ilim bakımından gerekse siyasi bilgi bakımından kendilerine
yeterek âlimlere ihtiyaç duymayacak seviyede değillerdi. Bu yüzden yönetim ve siyaseti zorbaca yalnızca kendi ellerine aldılar, sadece ihtiyaç duyuldukları takdirde fakih ve âlimlere birer danışman
olarak başvurdular. Öyle ki diledikleri zaman âlimleri kendi şahsi
çıkarları için kullanıp dilediklerindeyse onlara baskı yapıp marjinalleştirdiler. Böylece siyaset dinin denetiminden azade oldu; bir
kisralık, bir kayserlik, bir zalim sultanlık oldu; yuları bırakılmış esrik, serseri bir deveye dönüştü. Bu durum karşısında âlimler ve din
adamları ayrıldılar, kimi hilafeti destekledi, kimi karşı çıktı, kimisi
kenara çekilip kendi hayatıyla ilgilenip etrafında cereyan eden olaylara karşı gözlerini kapatarak ıslah umudunu yitirdi; kimisi de bu
durumu olanca şiddetiyle eleştirdi, gördüklerine karşı öfkelendi
ama elinden bir şey gelmedi ve kimisi de şahsî ya da dinî bir çıkar
için sultanlarla yardımlaştı. Herkesin niyeti kendisinedir. İşte o
zaman din ve siyaset birbirinden ayrıldı ve raşit halifeliklerden önceki döneme dönüldü. Din, kanatları kopuk, elleri bağlı kaldı. Siyaset ise elleri serbest, davranışında özgür, kelimesi nüfuzlu, emreden ve nehyeden oldu. Bu yüzden iki ayrı seçkin tabaka çıktı ortaya, biri din adamları, diğeri de siyaset adamları. Aralarındaki ayrılık oldukça büyüktü ve hatta kimi zaman çekişme ve düşmanlığa
varıyordu."18
18
Hasan en-Nedvî, Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti, 133.
HİLAFET VE SALTANAT ● 55
Saltanat Boyunduruğu
Hz. Ebubekir'in halifelik sorumluluğunu yüklendiğinde
nasıl hüzünlendiğini ve hakkını ifa edememekten korktuğunu, sahabenin Hz. Ömer'den "satıhtan yürüyüp ayaklarını bile ıslatmadığı" için nasıl sitayişle söz ettiğini daha önce
zikrettik. Ne ki hilafet bir baskıcı saltanata dönüşünce düzen
ümmetin boynunda ağır bir boyunduruk halini aldı. Ümmet
kılıcın kahrı altında istibdattan ne kendisi kurtulabildi ne de
fazilet sahibi sultanlar onu kurtarabildi. Bu faziletli kimselerin gitmesiyle düzen eski kahrıyla yeniden tüm ağırlığıyla
dönüyordu. Gerçekleşen devrimler sadece yönetimi bir aileden alıp başka bir aileye, bir sülaleden alıp başka bir sülaleye vermek şekliyle gerçekleşiyordu. Tarihçilerin bilgesi İbn
Haldun şöyle der:
"Malumun olsun ki, içine girdikten sonra saltanattan kurtuluş
son derece zordur. Kurtulmak isteyen kimse eğer sultanın kendisi
ise reaya da, asabiyet güdüsüyle etrafında toplananlar da ona bir
an olsun göz bile açtırmaz, hatta bu niyetini belli etmesi kendi
egemenliğini yıkması ve kendisini ölüme teslim etmesi demektir.
Yılların oluşmuş örfü hep bu yönde cereyan eder. Şu da var ki saltanat boyunduruğundan kurtulmak çok zordur; bahusus devlet
iyice büyüdüğünde."19
Ümmet, zalim bir melikliğin tutsağı haline geldi; efendi
tutsak haline düştü. Zaten zorbalığın tabiatı da böyledir.
Baskı ve dikta, ümmetteki bütün cesaret ve özgür iradelerin
ölümüne yol açmıştı. Ümmet, kral ve avenesinin hükmü altında bir grup yetime dönmüştü. Tarihi seyri iyi takip ettiğimizde bu onurlu ve hür başların nasıl olurda kılıçla eğdi19
İbn Haldun, el-Mukkadime, 504.
56 ● ABDÜSSELAM YASİN
rilmiş olduğunun sırlarını keşfederiz. Ahdine ihanet etmeyen Müslüman’ın zimmeti gadre uğramış ve zalim despotların emrine girmişti. Buhârî, Nafi'den şöyle rivayet eder:
"Medine ehli, Yezid'i azledince İbn Ömer çocuklarını ve
yakınlarını toplayıp şöyle dedi: Resulullah (s.a.v)'in şöyle
buyurduğunu işittim: 'Kıyamet gününde ahdine ihanet eden
herkese bir sancak dikilecek.' Biz de bu adama Allah'ın ve Resul'ünün biatı üzerine biat ettik. Gadrin en büyüğü, Allah ve
Resulünün biatı üzerine birine biat edip sonra da kalkıp ona
harp ilan etmektir. Sizden biriniz ona biat ettiği halde kalkıp
onu azledenlere biat ederse bu benimle onun kesin ayrılığı
olur."
Bu sözler, büyük ve vefakâr bir yüce sahabenindir ki
gadrin akıbetinden korkuyor. Fakat nasıl biat etmişti? Kadı
İbnu'l-Arabî, Hayyât'ın şöyle dediğini aktarır: "Abdullah'ın
Yezide biatı ikrah sonucu gerçekleşmişti. Yoksa Yezid ondan nasıl biat alabilirdi ki! Abdullah, dindarlığı ve ilmi ile
Allah'ın emrine teslim olmayı ve Yezid'in azline yetmeyecek
olan o kadar pak kanın akıtılmasını engellemeyi seçti. Eğer
azletmek mümkün olsaydı dönemin nabzını en iyi tutanlardan olan Abdullah'ın bunu fark etmemesi mümkün olabilir
miydi?20"
İbnu'l-Arabî, bu sözleri aktardıktan sonra şöyle der: "Bu
büyük bir asıldır. Onu kavrayın, ilke edinin, Mevla'nın izniyle doğru yolu bulmuş olursunuz." Allah bizi ve İbnu'lArabî'yi affetsin, bize zorbaların biatine sadık kalmamızı salık veriyor.
Böylece gördük ki, dinin siyasetten ayrılması, hakikatte
dinin siyasete boyun eğmesi ve ikrah biatiyle kuşatmak su20
İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 2/ 976.
HİLAFET VE SALTANAT ● 57
retiyle takva ehlinin takvasını istismar etmek demektir.
Mezhepsel fitneler, tarihimizde onulmaz bir yara olduğundan, akıllara bu çekişmeler hengamesi ortasında dinin zayi
olması korkusu hükmettiğinden "ikrah biat"ini kabul etmek
hocaların talebelerine tavsiye ettiği bir asıl haline geldi.
Medine ehli, hicrî altmış üç yılında Yezid'i azletti. Ve tarihe Harre olayı diye geçen o zalim ve kanlı bastırma gerçekleşti. Birçok onurlu, cengâver, civanmert Muhacir ve
Ensar çocukları katledildi. Abdullah b. Ömer’in, bu büyük
sahabenin nasıl biatı üzere kaldığını gördük: içtihat. Abdullah b. Ömer'den sonra bazı âlimler onun bu tavrını bir esas
kabul ettiler: ölü bir taklit.
İmam Malik (r.h.), hadis rivayeti meclislerinde "ikrahla
talak yapanın talakı vaki değildir" hadisini rivayet ediyordu.
İnsanlar bu hadisin rivayeti üzerine "zorla talak vaki değilse", "zorla olan biat'ta bağlayıcı değildir" kıyas yapıp konuşmaya başladılar. Dönemin meliki Abbasi meliki Ebu Cafer el-Mensur idi. Bu hadiste kendisine yapılan biate karşı
bir tehlike görüyordu. Özellikle onun döneminde Muhammed bin Abdullah o meşhur kıyamını gerçekleştirdiği zaman adamları "zorla alınan biatin biat olmadığına" bu hadisi
delil getirmişlerdi. Ebu Cafer, İmam Malik'e bu hadisi rivayet etmesini yasakladı; fakat İmam Malik hadisi rivayet etmeye devam etti. Bunun üzerine yakalanıp her iki omuzu
çıkana kadar işkence edildi. Onun gönlü, kıyam eden Muhammed b. Abdullah'ın tarafında; içtihadı da zorla alınmış
biatin boyunduruğunu çıkarıp atmak yönündeydi.
Mutlak İtaat Dindarlığı
Biat, ihtiyarî bir akit iken; zulmün ve baskının uzun süreciyle kılıca boyun eğen itaat ruhuna dönüştü. Biat, imama
58 ● ABDÜSSELAM YASİN
belli şartlarla itaat hakkı veren bir akit iken, kayıtsız şartsız
itaatin adı haline geldi. Biatin hükümleri ve imametin meseleleri fer'î ve önemsiz bir meseleymiş gibi fıkıh kitaplarına
eklenmeye başlandı. Bu arada ümmetin hayatına "mutlak
itaat dindarlığı" hâkim oldu. Mutlak itaat dindarlığının ilk
kaidesi, ikrahla itaat alan kişinin –adı lazım değil- şu sözüdür: "Kim kafasıyla hayır derse, bizden kılıçla evet yanıtını
alır."
Ümmetin bilgesi şöyle der: "Melikler için riyaset boyası iyice pekişti. İtikatlarda onlara itaat etme ve teslim olma dindarlığı
enikonu kökleşti. İnsanlar kendi itikatları uğruna savaşıyormuş
gibi onların cenahında savaştılar. Halkın onlara itaat etmesi için
baş eğdiren büyük bir güce de gerek kalmadı, hatta sanki onlara
itaat etmek Allah'ın farz kıldığı, aksi düşünülemeyen bir hükümdür. İmamet meselesinin, kelam kitaplarında itikat şartlarının hemen arkasında yer alması çok manidardır!"21
Onları Kılıçla Bastırınca
Kadı Ebu Ye'lâ, İmam Ahmed b. Hanbel'in şöyle dediğini
aktarır: "İmamet bastırma ve galip gelmeyle sabit olur, akde
ihtiyaç duymaz." Abdus b. Malik b. Attâr'ın rivayetindeyse
şöyle der: "Kim onlara kılıçla galebe çalarsa ve bunun neticesinde halife olup kendisine 'müminlerin emiri' denilirse
Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimsenin uyuyup da
gündüz kalktığında onu, ister iyi ister kötü olsun, halife olarak görmemesi doğru değildir." Ebu Haris'in rivayetinde de
İmam Ahmed'e halkın bir bölümünün taraftarlığını kazanıp
imameti almak için yanında halkın diğer bölümü olan mevcut imama karşı çıkan kimsenin durumu sorulunca o "Biz
21
İbn Haldun, el-Mukaddime, 272.
HİLAFET VE SALTANAT ● 59
galip gelenle beraberiz" dedi. Buna Abdullah b. Ömer'in
Harre'de insanlara namaz kıldırıp ardından "biz galip olanla
beraberiz" kavlini hüccet olarak getirmiştir.22
İmam Ahmed b. Hanbel'in sahabe kavline dayanarak
verdiği galibin imametinin sahih olduğu ve cemaatin kılıcın
yanında yer aldığı fetvasını gördük. Hemen kaydetmemiz
gerekir ki, imamlarımız hakkında zanlara düşülmemeli;
çünkü onlar dinleri ve ümmetleri için ihtiyattan yana tavır
almışlardı. Allah onları en güzel şekilde mükâfatlandırsın!
Onlar kendi vakıalarını/reel politiği daha iyi biliyor ve itaatin mi yoksa başkaldırının mı daha olumlu netice vereceğini
daha iyi takdir ediyorlardı. Ne ki belirtmemiz gerekir, İmam
Ahmed b. Hanbel'in rivayet edip de mesnet edinmediği bir
hadisin günümüzde fetvaya daha uygun bir dayanak olduğu kanaatindeyiz. Bu hadis Ebu Huzeyfe (r.a)'ın şu rivayetidir: "Peygamber Efendimizin sahabesi, ona 'hayırları' ben de
ona 'şerler'i soruyordum. Ona Ey Allah'ın Resul'ü 'hayırdan
sonra, hayırdan önce olduğu gibi şer var mıdır?' diye sordum. 'Evet' dedi Nebi (s.a.v); ben de 'ondan nasıl korunabilinir?' dedim. 'Kılıçtır diye zannediyorum' dedi. 'Sonra ne
olacak?' dedim. 'Sonra sapkınlığa çağıranlar çıkacak' dedi ve
ekledi: 'Eğer o gün yeryüzünde Allah'ın bir halifesi varsa
malın ve canın pahasına da olsa ona tutun; eğer yoksa oradan kaç, ağzında bir ağaç parçasıyla öleceksen de kaç'. 'Sonra ne olacak' dedim. 'Deccal çıkacak' dedi. 'O kendisiyle beraber ne getirecek?' dedim. 'Bir nehir ve suyla gelecek; onun
nehrine girenin sevapları silinir azaba müstahak olur, ateşine gireninse günahları silinir mükâfatı hak eder' dedi. 'Sonra
ne olur' dedim. 'Bir atın doğurdu mu daha tayına binmeden
kıyamet kopar' dedi."
22
Nusus el-Fikr el-İslamî, 241.
60 ● ABDÜSSELAM YASİN
Resulullah (s.a.v)'in rivayette geçen 'kılıçtır diye
zannediyorum' şeklindeki sözü, hadisin râvisinin de tekit ettiği mühim bir sözdür. Bu sözü gereğince bahse konu ettiğimizde ondan istibdada karşı direnişin lüzumuna istidlal
yapabiliyoruz. Açık bir küfürle ortaya çıktıkları zaman küfrün önderleriyle harp etmenin gerekliliğini belirten başka
hadisler de vardır. 'kılıçtır diye zannediyorum' sözü bize şu
gevşekliğin, gayretsizliğin ilacını da sunmaktadır. Barışçıl ve
akl-ı selimin vesileleri fayda etmediğinde zulüm boyunduruğunu çıkarıp atmak için kılıcı ancak kılıç iflah eder. Şerden
kurtulmanın yolu, onunla yüzleşmek ve ona karşı direnmektir.
İşgalciyi Emir Tayin Etmek
Galip gelenin emir olduğu görüşü, içinde bölünmüş
ümmeti mümkün mertebe toplamaya yönelik fıkhî bir çözümdür. Bu görüş, kılıcın hükmü hat safhaya çıkınca ve
devlet birkaç devlete bölününce fakihlerin belli bir esneklik
içinde ehven-i şerr'i tercih ettiklerini gösterir. Bununla fakihler, farklı aile ya da sülale ismiyle kurulmuş olan devletleri
tek bir isim altında merkezi bir güce bağlamak istiyorlardı.
Abbasi halifesi, dilediği bölgeye dilediği valiyi tayin edemiyordu. Bu yüzden silahlı gücü olup itaat etmeyeni oraya vali
tayin etmek zorunda kalıyordu. Böylece devletin ismi hutbelerde okunuyor ve paralar halifelerin ismiyle darp ediliyordu. Kadı Ebu Ya'lâ "el-Ahkâm es-Sultaniyyesi"nde şöyle
der: "Akdedilmesi zorunda kalınan işgalci emirliğine gelince
o halifenin emri altında bulunan bir bölgede birinin güçle
hâkimiyetini kurması demektir. Bu durumda oranın yönetimini halife ona verirdi. (…)
HİLAFET VE SALTANAT ● 61
Bu durum her ne kadar mutlak taklit âdetinin dışında ise
de bazı ihmal edilmemesi kaçınılmaz olan şer'i hükümlerin
tatbikini sağlamıştır."23
Büyük fakih, manzarayı ve şekli koruduğumuzda bunun
bozuklukları gidereceğini düşünmektedir. Onların ümmetin
birliği üzerine olan titizlenmeleri, ümmetin dağıldığını gördüklerinde onları en düşük düzeyde bir birliği bile savunmaya sevk etmiştir.
Maverdî, istila'yı enikonu taksim ve tafsil ederek şöyle
demiştir: "Tasarruf noksanlığı iki kısımdır: biri hacr, diğeri kahır'dır. Hacr, bir kimsenin taraftarlarıyla beraber yönetime el
koyması ve açıktan bir günah işlemeyip bir eziyet vermemesidir ki
bu durum onun imametine mani değil ve velayetinin sıhhatine halel getirmez."
Biz deriz ki, vitrin kabul edildi mi artık istibdat günah
diye adlandırılmıyor, imam imam kalıyor, vali de vali! Kılıcın hükmü böyledir, istibdat üzerinde istibdat, dünya galip
gelenindir. Yüce Kadı sonra ekliyor: "Fakat bir yeri emri altına alanın durumuna bakılır, eğer hükümleri dine ve adalete uygunluk arz ediyorsa bu hükümlerin uygulanışını korumak için onun velayetini ikrar caizdir. Eğer etkinlikleri
din dairesinin dışındaysa ve adalete ters düşüyorsa onun
velayetini ikrar caiz değildir ve onun galebesine son verecek
biri etrafında toplanmak gerekir."24
Maverdî'nin kullandığı "hacr" kelimesi, asker komutanlarının Mu'tasım'dan sonra Abbasî halifelerine yaptıklarını
23
24
Maverdî, el-Ahkâm es-Sultaniyye, 260.
el-Ahkâm es-Sultaniyye, 21.
62 ● ABDÜSSELAM YASİN
gizleyen utangaç bir kelimedir. Bu komutanlar kendilerine
itaat edenleri hükümde bırakıp etmeyenleri alaşağı ediyorlar, işkencelere maruz bırakıyor ve kimisinin de gözlerine
mil çekiyorlardı. Ümmet ise tüm bu hadislerin dışındaydı.
Mutlak itaat dindarlığıyla hareket ediyordu. Son cümle yönetim etrafında düzenlenen komploları, askerler arasında
etkinlik alanını genişletme çekişmelerini ortaya koyuyor.
Yönetimde müthiş bir çözülme vardı. Fakihler, tüm çabalarıyla yerli ve yersiz istidlallerle bu yırtığı yamamaya çalışıyorlardı. Ama heyhat ki, bu istidlaller düzeltebilsindi hali,
ümmetin dört bir yanı gizli çıkar ve garez hesaplarıyla kuşatılmıştı. Kapı, her silahlı asabiyet için "biz galip gelenle beraberiz" fetvası nedeniyle ardına kadar açıktı.
Belanın Aslı
Ebû Davud ve Tirmizî peygamberimizin azatlı kölesi Sefîne'den şöyle rivayet eder: "Nebi (s.a.v) 'benim ümmetim
içinde hilafet otuz yıldır. Ondan sonra meliklik gelecektir.'
diye buyurdu. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali'nin hilafetlerini hesapla otuz yıl eder. Sefîne'ye 'Benû Mervan kendi yönetimlerini hilafet sayıyorlar' denilince o şöyle dedi:
'Zerkâ'nın çocukları yalan söylüyorlar; onlar melikler hem
de en adisinden."
Bu Tirmizî'deki ibaredir, Ebû Davud'un rivayetinde ibare
şöyledir:
Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: 'Nübüvetten sonra
halifelik otuz senedir. Sonra Yüce Allah egemenliği dilediğine verir.' Hadisin ravisi Said, Sefîne'nin kendisine şöyle
dediğini aktarır: 'Hesapla, Ebubekir iki, Ömer on, Osman on
iki, Ali altı yıl yapmıştır.' Ben de ona 'bunlar (Emeviler) Ali'-
HİLAFET VE SALTANAT ● 63
nin halife olmadığını söylüyorlar' dedim. O şöyle dedi: 'yalan, alçaklıktan verilmiş düzmece bir hükümdür bu."
Belanın Ekseni
Peygamber Efendimizin haber verdiği ve sahabelerin anlattığı gibi meliklik, bir karanlık bela olarak en şerli biçimde
başladı. Hala sıkıntısını çektiğimiz tevarüs edilen saltanat
gelip ümmetin başına çöreklendi. Belanın ekseni babadan
oğula geçen şu tevarüs olgusudur ki, ümmetin tercih hakkını ortadan kaldırmış ve şûra olması gereken yönetim sistemini elinden alınarak onu iradesiz bırakmıştır. Yani durum
şu birkaç yeni yetmenin gelip ümmeti helake sürüklemesi
meselesidir. Ebu Hureyre (r.a), Efendimiz (s.a.v)'in şöyle
buyurduğunu aktarır: "Sabilerin imaretinden Allah'a
sığınırm". Ona 'ey Allah'ın Resulü! Mahiyeti nedir bu imaretin?' diye sorulduğunda O 'Eğer onlara itaat ederseniz helak
olursunuz, itaat etmezseniz sizi helak ederler' diye cevap
verdi."
Hafız İbn Hacer, bu rivayeti aktardıktan sonra Ebû
Şeybe'nin şunu aktardığını söyler: "Ebu Hureyre çarşıda yürürken 'Allah'ım beni altmışıncı yıla, yeniyetmelerin yönetimine ulaştırma' diye dua ederdi."
İbn Hacer bu rivayetin şerhinde şunlara yer verir: "Bu rivayetten anlaşılmaktadır ki yeniyetmelerin hükmü altmışıncı yılda başlayacaktır; nitekim öyle de olmuştur altmışıncı
yılda Yezid b. Muaviye yönetimi ele almıştır."
Ve böylece tarihimizde bütün belaların anası olan ‘yönetimde tevarüs’ bid'ati başlamıştır. Halen de aleni bir oyun
olarak varlığını devam ettirmektedir. Krallık aileleri, tüm
dikta çirkeflikleriyle maslahatını ve bekasını korumak istiyor, aile içinde veliahtlar tayin ediliyor. Bu zalim ve haksız
64 ● ABDÜSSELAM YASİN
tevarüse de insanları biate zorlayarak şer'i bir kılık uydurmaktan geri durmuyorlar. Oysa yaptıkları dinin emrettiği
bir biat değil, dinin satılmasıdır. Çocuklar veliaht tayin edilip onlara biat alındı, hatta bazen henüz doğmamış olana biat alındı. Böylelikle yönetim mekanizması ifsat edildi, egemenlik karartıldı, genlere tapıldı. Kutlu Nebi'nin haber verdiği gibi bu ümmetin helâkı oldu. İbn Haldun bu meyanda
şöyle der:
"Küçük bir sabi, ailede ezik yetişmiş, babasından sonra sultanlığa tayin ediliyor, ya da ailesi ve akrabaları ve babasının has
adamları tarafından öne çıkartılıyor, yöneticilik etkinliğinde bulunamayacağı için de ona vasi olan tüm işleri eline alıp belli bir alıştırma süreci içinde onu tamamen emri altına alıyor. Çocuğu halktan uzaklaştırıyor, sefahat ve zevk meclis ve müsamerelerine alıştırarak hilafet işlerini unutmasını sağlıyor. Ve artık çocuğa öyle geliyor ki sultan olmak, arşa oturmak, anlaşmalara imza atmak, korkutucu nutuklar atmak ve haremde kadınlarla zaman geçirmektir."25
Yüce Allah, İbn Haldun'a rahmet etsin, o bu olayların
tamamını yaşadı, yakından tanıklık etti, bu yüzden de o bir
tespit değil, bir tanıklık olarak belirtmektedir bunları.
Halife Tayin Etmek
Babadan oğula ya da aile içinde tevarüs edilen sultanlık
sanki Hz. Ebubekir'in, Hz. Ömer'i veliaht tayin etmesinin
tabii bir uzantısıymış gibi sunuldu. Oysa bu tevarüs, ruhundan soyutlanmış salt şekli kalmış bir uygulamaydı; çünkü
25
İbn Haldun, Mukaddime, 329.
HİLAFET VE SALTANAT ● 65
raşid halife içtihat etmiş ve ümmet için en ehil, en liyakatli
kişiyi seçmişti. Halbuki sultanların çocuklarını veliaht tayin
etmekle güttükleri tek gaye, iktidarı kendi sülalelerinde
tutmaktı.
Bu iki durum arasında ne büyük fark var! Birinde halife
içtihat ediyor, yönetime en ehil, müminlerin maslahatlarını
gözetmeye en muktedir, en merhametli kişiyi seçiyor ve
ümmet bu içtihadı tasvip edip, biat ediyor. Diğerindeyse
avına pençelerini saplamış zalim bir iktidar tutkusunun
ümmetin mal ve imkanlarını azınlık bir zümreye peşkeş
çekmesi var. Bu avdan pençesi ayrılır ayrılmaz, aynı sülaleden başka bir zalim pençelerini aynı haksızlıkla saplıyor.
Bunda da dine sığınıp biatlerini müminlerin boynuna doladılar. Oysa müminler iyi biliyorlardı ki, bunda bir aldatmaca var; zira liyakat, ilim, takva… Tüm bunlar biat etmenin
zaruri şartıydılar.
İbn Hacer, İmam Nevevî'den şöyle aktarır: "Alimler, hilafetin bir önceki halifenin kendisinden sonra halife tayin etmekle ve
başka bir halifenin bulunmaması kaydıyla ehl-i hall ve'l-akd'ın bir
kimseyi belirlemesiyle gerçekleşeceği ve halife olan kimsenin de kararları şûra neticesinde vermesi gerektiği hususunda icmâ' etmiştir."26
Maverdî, Hz. Ebubekir'in Hz. Ömer'i kendisinden sonra
halife tayin etmelerine razı olmalarını, halife tayin etmenin
sıhhatine delil getiriyor ve cumhurun halk razı olsa da olmasa da tayin edilen kimsenin hilafetinin lazım olduğu yönündeki görüşü benimsiyor. Ama bu konuda başka bir
26
İbn Hacer, Fethu'l-Bari, c. 13, s. 28.
66 ● ABDÜSSELAM YASİN
mezhep daha zikrediyor ki bize o göre o görüş daha doğrudur; zira yozlaşmanın ümmetin üzerine akın ettiği önüne set
oluyor. Bu görüşü şöyle açıklıyor: "Bazı Basralı alimlere göre,
ihtiyar ehlinin (kanaat önderlerinin) rızası, önceki halife tarafından
tayin olunan halifenin hilafetinin ümmeti bağlayıcı olması için
şarttır. Çünkü yönetim onları ilgilendiren bir haktır, dolayısıyla
kanaat önderlerinin rızası olmadan halifelik bağlayıcı bir hale gelemez."27
Ümmetin eşsiz dâhisi halife Ömer, uygulamaya daha
müsait ve Kur'anî emre daha uygun bir kuram getirmiş ve
hilafet tayinini cemaate bırakmıştır. İbn Hacer, İbn Battal'ın
bu konudaki görüşünü şöyle hülasa etmiştir: "Ömer fitneyi
önleme kaygısıyla bu konuda orta bir yol çizdi. Halife tayin
edilmesinin Müslümanların durumu için daha yerinde olduğunu gördü. Kendisinden sonra halife olarak tayin edilmek için altı kişi belirledi. Böylece hem Resulullah (s.a.v)'in
hem de Ebubekir'in yolunu takip etti. Nebi (s.a.v)'in fiilinden bir taraf aldı ki bu halife tayin etmemesidir, Ebubekir'in
fiilinden de bir taraf aldı ki o da halifeliği altı kişiyle sınırlandırmasıdır."28
Sahabîler, Hz. Ebubekir'in, Hz. Ömer'i halife tayin etmesini yerinde ve bilgece bir karar olarak görmüşlerdi. Nitekim
Buharî ve Müslim'de yer alan bir rivayette, halife Ömer
ölüm döşeğindeyken Abdullah'ın, kız kardeşi Hafsa'ya babasının halife tayin etmediğini ve bunun Müslümanlar için
iyi olmayacağını söylediği, kardeşinin de Hz. Ömer'e gidip
halife tayin etmesinin gerekliliği konusunda konuştuğu yer
almaktadır.
27
28
Maverdî, el-Ahkam es-Sultaniyye, 10.
İbn Hacer, Fethu'l-Bari, 13 / 207.
HİLAFET VE SALTANAT ● 67
İbn Kuteybe "el-İmame ve's-Siyase" isimli eserinde şunları aktarır: "Ebubekir'in ölüm anı gelince insanları çağırdı ve
onları halife tayini konusunda muhayyer kıldı. Dilerlerse
kendileri istişare edip seçerler, dilerlerse de kendisi onlar
için halife tayin eder. Bunun üzerine insanlar ona: "Ey Allah'ın Resulünün halifesi! Sen en üstünümüz ve en bilginimizsin. Sen seç." dediler."
Bundan anlamaktayız ki, halife tayin etmek, ümmetin
doğruda istikrarı için bazen bir yönlendirme olabiliyor.
Ama eğer dayatma ve zorla halife tayin edilirse bu felakete
kaymanın başlangıcı olabilir. Hâkim, Hz. Ali'den Peygamber efendimizin şöyle dediğini rivayet eder: "Eğer kendimden sonra halife tayin etseydin İbn Ummi Abd'ı tayin ederdim."
Hz. Osman, Hz. Ömer'in en yakın müsteşarıydı. Bu yüzden ona redif29 diyorlardı, bu redif fikri, hilafetin geleceği
için bize fayda verebilir. Çünkü İmam bulunmadığında
ümmet bir imam edinene değin redif bir boşluğu doldurabilir.
29
Aynı bineğe binen kişilerin ikincisi demektir.
BEŞİNCİ BÖLÜM
İSLAM SALTANATI YERER
Ayıp ile Zaruret Arasında
Dalkavuklar
Şeref ve Mal
Vergi Toplamak ve Konfor Düşkünlüğü
Gücü Ona Yardım Etti
Bin Bir Gece Dönemi Bitti
Ayıp İle Zaruret Arasında
İbn Teymiyye der ki: "Amaç burada raşid hilafetten sonra ortaya çıkan sultanlığın kabul ve terkinde hayırları ve şerleri toplayan durumu beyan etmektir. Bu hassas bir makamdır; çünkü Peygamber efendimizin nübüvvetten sonra gelen hilafetin biteceğini
beyan eden hadisinde sultanlığa yergi ve ayıplama vardır. Özellikle Ebu Bekre'nin hadisinde geçen Peygamber efendimizin kendisine anlatılan rüyadan hazzetmeyince söylediği şu sözü: "Hilafet
otuz yıldır, sonra Allah mülkü dilediğine verecektir." Diğer taraftan imam ve emirleri tayin etmeyi gerektiren nasslar, üstlendikleri
salih amellerden hasıl olan sevap buna övgü ve teşviktir. Bu yüzden övüleni ile yerilenini birbirinden ayırmak gerekir. Nebi
(s.a.v)'den şöyle rivayet edilir: "Kul ve peygamber olmakla, Nebi
ve kral olmak arasında muhayyer kılındım. Ben kul ve peygamber
olmayı tercih ettim."30
İşte böyle, İbn Teymiyye hükümdarlığın ayıbı ile zarureti
arasında bir denge kurmuş. Bu kelam aynı zamanda fakihlerimizin karşılarında buldukları zorlu durumu ortaya
koymaktadır; zira onlar İslam ümmetinin birliği dağılmasın
diye kaim olan yönetimi savunmak durumundalar. Ne ki
buna rağmen İbn Teymiyye birkaç sayfa sonra gönlünde
olanı söylüyor: "Yönetimi elinde tutmak isteyen kişinin buna
30
İbn Teymiyye, Fetâvâ, C. 35, S. 21.
72 ● ABDÜSSELAM YASİN
zimmetine mal geçirme, insanları hükmetme sevdası, mal taksiminde bazılarına haksız ayrıcalıklar tanımak ve daha başka dünyevi şehvetlere ulaşmak düşüncesiyle yeltenmemelidir. Bu tür durumlar hükümdarların devletinde çoktur. Bu devletlerin emirleri,
valileri, kadıları, âlim ve abitlerin genelinde bu türden emeller vardır. Bu nedenledir ki ümmet arasında fitne ortaya çıkmıştır."31
İbn Teymiyye iyi bilmektedir ki, yönetimin bozulması
ümmeti ifsat etmiştir. Nitekim emirin bozulmasıyla farklı
toplum katmanlarının, kadıların, âlimlerin, abitlerin de bozulduğunu ifade etmektedir. İbn Haldun aynı noktadan hareketle "hükümdarlığı" savunuyor; zira onun olumsuzlukları ile getirileri arasında bir denge kuruyor. Diyor ki: "Malum
ola ki, şeriat "hükümdarlığı" özünden dolayı zemmetmemiş
ve yasaklamamıştır. Ondan doğan kötülükleri, haksızlıkları,
zulümleri, zevk düşkünlüğünü yermiştir. Kuşkusuz ki bu
kötülükler dinen mahzurdur. Ve bunlar hükmetmekten türer. Bunun mukabilinde şeriat; adaleti, insafı, dini ritüelleri
ikame etmeyi, dini savunmayı methetmiştir. Bu haslet ve etkinliklere büyük sevap yazmıştır. Bunlar da hükmetmekten
türer. Demek ki, hükümdarlığın yerilmesi bir vasfına dönüktür, diğerine değil. Yani bu yergiler hükmetmenin özüne
yönelik değildir."32
Eğer kahrın, zulmün, istibdadın ve ahlaki çözülüş hükümdarlıktan doğuyorsa ve ondan ayrılmıyorsa artık fasit
olan bir şeyin salaha sebep olacağına nasıl inanabiliriz? Hükümdarlığın özü, sıfatlarından ayrılmazken onu nasıl beri
ilan edebiliriz? Rejimin temelinde bozuk olması, kimi zaman
31
32
İbn Teymiyye, Fetâvâ, C. 35, S. 30.
İbn Haldun, Mukaddime, 341.
HİLAFET VE SALTANAT ● 73
salih sultanların gelmesiyle düzelmeyeceği aşikâr ki o da kaideden istisna hükmündedir. Peygamber Efendimizin hükümdarlığı zorbalık ve zalimlikle nitelemesi onun zemmi
için kâfidir. Zorbalık ve zalimliğin nesinde hayır olabilir?
Dalkavuklar
İmam
Gazali,
kendi
döneminin
emirlerinden
Muciruddin'e harika bir mektup yazmıştır. Mektubunda
demiştir ki: "Halka yardım etme konusuna gelince, hepsi yardıma
muhtaç durumdadır; çünkü zulüm haddini aşmıştır. Merhametsiz
ve pervasız zalimlerin zulmünü görmeye dayanamayıp Tus'a hicret etmem üzerinden bir yıla yakın bir zaman geçti; fakat zaruri bir
dönüş yapmak durumunda kaldım. Ne ki zulmün olduğu gibi devam ettiğini, halkın sıkıntılarının katlanarak devam ettiğini gördüm."
Mektubunun devamında Emir’in hizmetçi ve yakınlarına
değinerek şöyle demiştir: "Eğer aklederse görecektir ki onlar ona
değil, bilakis kendi arzu ve emellerine hizmet ediyorlar. Onların o
övgüleri, meth-u senaları, sevgi gösterileri içten değildir. Hakikatte
dostlukları sadece aldıkları o alçak dirhemler içindir. Bağlılıkları
rezilanedir ve emellerine ulaşmak içindir. Emir'e hizmet edip sadakat gösterirler; ne var ki Emir’in kendilerini azledip başkasını
alacağı duyumunu aldıklarında da ondan yüz çevirip hizmetlerinin on katı düşmanlık sergilerler."33
Şeref ve Mal
Alçak dirhemler, satılan vicdanlar ve nüfuzun istismar
edilmesi bozuk rejimlerin karakteristiğidir, sıfat-ı lazımesi33
Fezailu'l-Enam, 97.
74 ● ABDÜSSELAM YASİN
dir. Bir yaşanmışlığın tanıklığına başvuralım istersen, İbn
Haldun yani, o der ki: "Şan ve şeref sahibi için işler çoktur.
Bu işler zengin olana kısa zamanda fayda getirir ve servetine servet katar. Bu yüzden riyaset hep servet kazandıran bir
geçim vesilesi olarak görülmüştür."34
Ve der ki: "Kentlinin serveti artınca emirler ve melikler
ona yaranmakta yarışırlar, içten içe de zenginliğini burnundan getirmeye çalışırlar. İnsanoğlunun doğasında düşmanlık olduğu için gözlerini onun elindekine dikerler. Malında
onunla yarışırlar, bunda mümkün olan her vesileye başvururlar. Ta ki onu faka bastırıp, yönetime karşı açıkça suçlu
duruma getirirler ve malını kendi ellerine geçirirler. Hükümdarlıklara ait kanunların ekseri zalimdir; çünkü ‘adaleti mahza’yı gözeten ancak şer''î hilafettir." 35
Vergi Toplamak ve Konfor Düşkünlüğü
Teref, Kur'anî bir tabirdir. Rağib İsfehânî'nin belirttiği
üzere 'gündelik hayatta lükse ve konfora düşkün olmayı'
ifade eder. Teref Kur'an'da zemmedilir; çünkü o kibirlenmenin, küfrün ve Allah'ın yolundan alıkoymanın adreslerindendir. Son derce yetkin tarihçimiz İbn Haldun'un düşüncesinde devletlerin düşüş ve toplumların çözülüş sebepleri arasında sadece siyasi ve iktisadi sebeplerle yetinmeyen
bir tahlil görmekteyiz. Önemli bir sebep daha zikretmededir
ki o da terefin (konforizmin) getirdiği ahlaki bozukluktur.
Bu tahlil Kur'anî hatta yürür. Yönetim rejimi, terefin doğup
geliştiği ortamdır. Terefin gelişmesi, nüfuzun istismarı ile
haksız yere kazançla sağlanır. Yani teref malî yolsuzluk çöplüğünde biten çiçektir. İktisat, siyaset ve toplumun seyrine
34
35
İbn Haldun, Mukaddime, 693.
İbn Haldun, Mukaddime, 655.
HİLAFET VE SALTANAT ● 75
göre oluşan bir psikolojik komplekstir. Modern batı felsefesindeki materyalist akımın filozofların yanında teref kavramına denk düşecek, ona yakın gelecek bir mefhum yoktur.
Bu İslami analizlerin, materyalist analizlerden üstünlüğünün sadece bir yönüdür. İşte teref'in doğuşu, gelişip büyümesi ve bir bütün olarak siyaset, ekonomi ve toplumla akasının bir çözümleme örneği. İbn Haldun der ki: "Sonra istila
başlar ve gittikçe büyür, hükümdarlık devasa bir hale gelir.
Terefe (konformizme) davet eder. Harcamalar arttıkça artar.
Sultan ve yönetim tabakasındaki diğer kimselerin kişisel
harcamaları fazlalaşır; hatta bu ahaliye de bulaşır. Bu da askerin maaşlarını arttırılmasına ve görevlilerin erzaklarının
fazlalaştırılması gerekliliğini doğurur. Böylece teref büyür,
harcamalarda, israf artar. Halkta aynı müsriflikle davranır;
zira halk hükümdarlarının dini üzeredir. Sultan, hem halkın
üzerine sinen refahı gördüğü, hem kendi harcamalarını ve
askerinin nafakasını daha da çoğaltmak için ek vergiler
koymaya başlar. Ne var ki teref, hep mala daha fazla ihtiyaç
olarak döner, böylece vergiler yetmez. Devlet halkı artık iyice sıkboğaz etmeye başlar ve elini doğrudan halkın malına
uzatır."36
Gücü Ona Yardım Etti
Şer'î şerifin hükümdarlığı yermesine, alimlerin babadan
oğula tevarüs edilen sultanlığın bozukluğu konusundaki
farkındalıklarına karşın bir çok alim kaos olur ve işler çığırından çıkar kaygısıyla onu savunmaktan geri durmamıştır.
İmam Gazalî şöyle der: "Sultan gücü kendisine ona imkan
sağladığı kadar zalim, dengesiz ve azli zor olduğundan ve
36
İbn Haldun, Mukaddime, 525.
76 ● ABDÜSSELAM YASİN
ona karşı ayaklanmanın getireceği fitnenin çekilmez olacağından ona karışılmamalı ve itaat edilmelidir."
Bu sözleri sarf eden Gazâlî, aynı zamanda zulmü lanetleyen, halka eziyeti tahammül edilmez bulan ve alçak dirhem
rejimini zemmeden Gazâlî'dir. Babadan oğula tevarüs eden
zalim rejim, ümmetin yakalandığı zalim bir hastalık gibi
adeta; onu tedavi edemeyince onunla yaşamaya alışmayı
yeğlemiştir. Yüce Allah'ın Nebisinin dili üzerine aşikar ettiği
takdiri de elbette gerçekleşecektir, şer'î şerifi de bu münkiri
ortadan kaldırmayı bize farz kılmıştır.
Bin Bir Gece Dönemi Bitti
Beraber İslam'ın geleceğine yönelik umutla parıldayan,
fitne devletine karşı hışımla kaşlarını çatan bir sayfa okuyalım. Son dönem Müslüman yazarlar içinde en beliği ve Müslümanların hali hakkında en bilgini olan Şeyh Hasan enNedvî'nin sesine kulak verelim:
"Hükümdarlık dönemi doğuda uzunca bir süre devam
etti. Arkasında bu ümmetin nefsinde, edebiyatında, şiirinde,
ahlakında ve toplumunda kalıntılar bıraktı. Arap kütüphanesinde eserler bıraktı. Konuşan bu eserlerden biri "Bin Bir
Gece" kitabıdır. Bu kitap o dönemi çok güzel tasvir eder. O
dönemi, Bağdat'ta halifenin, Dımaşk'te ya da Kahire'de melik'in her şey olduğu, yaşam hikayesinin kahramanı, dairenin merkezi olduğu günleri… Bu dönem İslamî bir dönem
değildi. Makul ve tabii bir dönem de değildi. Ne İslam ondan razı olur ne de akıl onu kabul eder. Hatta tam aksine İslam o yapıyı yıkmak için gelmiştir. O Peygamber Efendimizin gönderildikten sonra "cahiliye" adlandırdığı ayaklarını
altına aldığı, Kisra ve Kayser gibi krallarının eylemlerini ve
HİLAFET VE SALTANAT ● 77
lüks düşkünlüklerini en şiddetli şekilde inkar ettiği dönemin
aynısıdır.
O şaz bir durumdu, bırakın devam etmesini, bir gün bile
kalmaması gerekirdi. Eğer tarihin bir uzunca bir dönemini
teşkil ediyorsa bunun nedeni ya ümmetin gaflet içinde olması, ya ona mecbur bırakılması ya da İslam'ın zayıf,
cahiliyenin güçlü olmasından idi. Ama İslam'ın güneşi ışıdıkça, şuur uyandıkça ve ümmet muhasebe-i nefis yaptıkça
pörsüyüp yok olmaya mahkumdur.
Malumunuz ola ki, bin bir gece dönemi bitti. Kimse kendisini kandırıp da kırılıp yok olan bir tekerleğe gönül bağlamasın. Hükümdarlık/krallık –tabiri caizse- yağı tükenmiş,
fitili yanmış bir kandildir. Erken bir sönmeye yüz tutmuştur, sönmesi için bir şiddetli rüzgara gerek yoktur. O öyle
bir gemidir ki ümmetin ve Arapların hayrı, o gemi batıp
kendileri de boğulmadan onu terk etmektir."37
37
Hasan en-Nedevi, Maza Hasire el-Alemu binhitati'l-Müslimin, 279,
291.
Download