Abdüsselam Yasin Abdüsselam Yasin Çeviri Muhammed Ateş ISBN 978-605-4239-34-4 Yayınevi Sertifika Numarası - 14320 DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ABDÜSSELAM YASİN Çeviri Muhammet Ateş Kapak Tasarımı ve İç Tasarım Divan Baskı - Cilt Berdan Matbaası Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 239 Topkapı/İstanbul Tel: (212) 613 12 11 © DİVAN KİTAP Bu kitabın tüm hakları DİVAN KİTAP ve yazarına aittir. İzinsiz kopyalanması yasaktır, kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 1. Baskı, Divan Kitap, 2012 DİVAN KİTAP Oğuzlar Mah. Barış Manço Cad. Nu: 12/3 Balgat – Çankaya - Ankara Tel - Faks: (312) 431 74 65 www.divankitap.com.tr [email protected], [email protected] DİVAN KİTAP, Divan Kitap Matbaacılık Basın Yayın Dağıtım ve Ajans Hizmetleri Ltd. Şti. yayın markasıdır. KİTABA BAŞLARKEN Bismillahirrahmanirrahim Salat ve selam Efendimiz’in, ehl-i beytinin, sahabesinin ve kendisine uyan müminlerin üzerine olsun. İslam ümmeti, uzun bir zamandır sancılar çekiyor. Kelimeler fitne tarihinin ağırlığıyla erlerin kalbindeki akkoru söndüren akımlar taşıyor günümüze. Meydan eri olmanın anlamı nedir? Bu erler kimlerdir? Islah nedir? Islahatçılar kimlerdir? Bu sorular bu kitabın üzerinde durduğu bazı mühim suallerdir. İfade ettikleri yüce anlamların, Allah Teâla’nın huzuruna ak pak bir alınla çıkmayı dileyen mümin erkek ve kadınların yüreklerine doğmasını umuyoruz. Onlar öyle erlerdir ki, dünyada kendi ümmetlerinin halini düzeltecek ve ahirette, o ebedi ikametgâhta kendilerini felaha erdirecek ameller hususunda kalplerinde bir dert taşırlar. Ey salih okurlar, duamız odur ki Yüce Allah sizi ve bizi ahirete azık olarak yanlarına yakini bir imandan, halis bir niyetten ve ali bir himmetten doğan takvayı götürenlerden kılsın! Sela, hicrî 1421 Abdusselam Yasin BİRİNCİ BÖLÜM DİRİLİŞ VE MEŞRUİYETİ Diriliş ve Devrim Sizden Olan Yöneticiler Açık Küfür İsyan Eden Asiler Oturanda Suça ortak En Büyük Kötülük Diriliş ve Devrim Yüce Allah şöyle buyurur: “Allah’ın kulu kalkıp ona ibadet edince nerdeyse tek bir yumruk gibi kafasına ineceklerdi.”1 Ve buyurur ki: “Yetimler için adaleti tam ikame edin.”2 Ve buyurur ki: “Allah için adaletli şahitler olarak işe koyulun”3 Ve buyurur ki: “Allah için şahitler olarak adaleti tam olarak ikame edin” 4 Kıyam kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de sıklıkla kullanılmış ve adaleti ikame etmek ile beraber zikredilmiştir. Kelime, köken olarak bir şeyi yerli yerince ve mümkün olan güzel şekilde yapmak manasına delalet eder. Örneğin “namazı ikame edin” yani dosdoğru, tadili erkâna uyarak kılın diye ifade edilmiştir. Müslümanlar önceki dönemlerde “kâim: kıyam eden” kelimesi ile “sâir: başkaldıran” kelimeleri arasına fark koyuyorlardı. İlk kelimeyi zalim yöneticiye karşı adaleti gerçekleştirmek için kıyam edene kullanıyorlardı. Sair sözcüğünü de her silahlı isyan için istimal ediyorlardı. Nebevî hadisleri tetkik edenlerin malumu olduğu üzere " "ثارsare fiili genelde silah ve şiddetle birlikte anılır. Devrim (sevra), ictimai düzeni silah zoruyla düzeltmektir. Diriliş, insanın dürtülerini, şahsiyetini, düşüncelerini değiştirmektir, nefsini, aklını ve davranış tarzını değiştirmektir. Öyle bir değişimdir ki bu, sosyal ve siyasi değişimden önce gelir ve onunla devam eder. Cin, 19. Nisâ, 127. 3 Maide, 8. 4 Nisâ, 135. 1 2 DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 11 Meramımızı ifade etmekte seçici davranmayı ve “diriliş” kelimesinin İslami anlam alanını netleştirip iade etmek istiyoruz. Çünkü devrim kelimesi bugün artık zalim yönetimlere karşı durmayı isteyen her heveslinin ağzında ve hayalinde saygın bir yer tutuyor ve içinde bize uymayan, bizim topraklarımızda bitmeyen yöntemler taşıyor. Biz “diriliş” demeyi tercih ediyoruz; çünkü bu zihinlerimize Ehl-i Beyt’ten kıyam edenlerin bezeli bulunduğu kutsiliği / yüceliği getiriyor. Onlar zulümle, istibdatla harp etmişlerdi. Önderleri de Nebi (s.a.v)’in mübarek torunu Hz. Hüseyin idi. İfade hususundaki bu titizliğimiz, sadece seçkin bir ifade arayışından kaynaklanmıyor, bilakis kelimenin, tabirin, hitap üslubunun eyleme doğrudan yansıdığını bilmemizden kaynaklanıyor. Eğer bizler, bizim tarihimizden değil başkalarınınkinden doğan, bizim toprağımızda değil başka topraklarda biten, bizim zihniyetimize aykırı zihniyetlerden çıkan ve bizim hedeflerimizle alakası bulunmayan hedefler uğruna işletilen tabirlerden sakınmazsak kullandığımız sapkın ifadelerin bizi asıl maksadımızdan, cihattan saptırma ihtimali çok yüksektir. Sizden Olan Yöneticiler Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin ve Resulüne ve sizden olan ul-i emre(yöneticilere) itaat edin”5. Yöneticilere itaat etmek “bizden olmak”lığıyla kayıtlandırılmıştır. O halde yöneticiler dinden ve müstakim yoldan sapınca ümmetin onlara karşı tavrı nasıl olmalıdır? Yüce Allah’a itaat yolunda ayaklanmaları nasıl olmalı? Müslümanların ayaklanması, dışarıda İslam’a meydan okuyanların ve içerde iktidar uğruna çekişenlerin bulunduğu bir ortamda İslam devletinin yıkılmasına, gücünün zayıflamasına neden 5 Nisâ, 59. 12 ● ABDÜSSELAM YASİN olmaz mı? Kadim zamanlarda âlimlerimizin karşılaştığı bu soruları biz de bugün karşımızda buluyoruz? Zalimlerin bizden olmadığına dair âlimlerimizin zihninde hiç şüphe yoktu; dilerseniz İbn Teymiyye’nin kelamına bakalım. O zalim ve fasık sultanların kadılarından, âlimlerinden, abitlerinden bahsetmektedir. Ve halk kitlelerinin bozulmasını doğrudan yönetimin bozulmasına bağladığını görürsünüz. Alimlerimiz Zalim Sultan hükmünü, sabredilmesi ve tahammül gösterilmesi gereken bir açmaz olarak görmüşlerdir. Kelam ilmindeki amel de imandan mıdır, büyük günah işlemek küfür müdür gibi cedele konu olmuş meseleler, fasık hâkimlere yönelik olarak ortaya atılmıştır. Bu meselelerle güdülen gaye, insanı küfre sürükleyen fücur ile insanı din dairesinden çıkarmayan fasıklık arasında kesin bir sınır koymaktır. Bu meselelerin tartışılması, esasında bir reddin, krallığa dolaylı bir eleştirinin ifadesiydi. Bu kitapta zalim sultanlığa karşı tavır almış alim ve fakihlerin anekdotlarını anlatacağız inşallah. Hemen ifade edelim ki, bu âlimlerin tavırlarını bahse konu etmemiz bugün zalim yöneticilere karşı tuttuğumuz ve tutmaya davet ettiğimiz karşı koyma tavrına delil olacak nass arayışına yönelik değildir. Çünkü biz Allah ve Resulünün sözlerini istidlal edilecek nasslar olarak kabul ederiz; âlimlerin ve şahısların içtihat ve tavırlarını değil. Şunu da ifade etmek lazımdır ki, önceki âlimlerimiz dönemindeki zalim sultanlar fasıklıklarına rağmen şer’i şerife hürmet ettiklerini söylerlerdi; oysa bizim asrımızdaki hükmü elinde bulunduranlar azılı, azgın tağutlardır. Kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda bunlar öncekilerin efsanelerdir, derler. Diğer bir farkta önceki dönemdeki zalim sultanlar müşriklerle savaşmış, dostluk ve ittifak kurmamışlardı; fakat bizim dönemimizdeki zalim hükümdarlar müşriklerin binekleri, çıkarlarının aracıları durumundadırlar. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 13 Açık Küfür İmam Ahmed, Buhârî ve Müslim, Ubâde b. Samit’in ölüm döşeğinde şöyle buyurduğunu rivayet ederler: “Allah’ın Resulü bizi davet etti, biz de ona biat ettik. Üzerine biat ettiğimiz ahitler içinde şunlar da vardı: zindeyken, dardayken, darlığımızda bolluğumuzda ona itaat edecek, onu kendi nefsimize tercih edeceğiz. İdarecilere karşı çıkmayacaktık; ancak eğer Allah’ın indinde itibar gören burhanla (delille) sabit olmuş açık bir küfür varsa bu durum müstesna.” İmam Ahmed’in şöyle bir ziyadesi var: “Hakkı her yerde söyleyecek, kınayanların kınamasından korkmayacaktık.” Hafız İbn Hâcer, bu hadisin şerhini yaparken Hattâbî’nin şöyle dediğini aktarır: “küfr-ü bevah” açık ve aleni olan küfür demektir”. Yukardıaki hadisi şerifin rivayeti İbn Hibbân’ın yanında “ancak eğer Allah’a açık bir masiyet olursa” şeklindedir, İmam Ahmed’in cünade’den yaptığı rivayette “sana bir günahı emretmediği müddetçe” kaydı yer alır, hadisin diğer bir varyantı Hâkim ve Taberânî’nin İsmail b. Ubeyd’den rivayetlerinde şöyledir: “benden sonra başınıza bazı insanlar geçecek bunlar iyiyi kötü, kötüyü iyi gösterecekler, Allah’a isyan edene itaat yoktur.” Ebu Bekir ve İbn Şeybe’nin, Ezher b. Abdullah Tarikiyle gelen rivayetleri de şöyledir: “Bazı emirler başınıza geçecek, bunlar size iyi görmediğini şeyler emredecek ve kendileri münkir gördüğünüz şeyler yapacaktır, onlara itaat etmeyin.” İbn Hacer, yukarıdaki hadiste geçen “Allah’ın indinde itibar gören burhanla (delille) sabit olmuş” şerh sadedinde şunlara yer vermiştir: “Yani bir ayetin açık anlamı veya tevil kabul etmeyen sarih ve sahih bir hadisle küfür sayılan bir günah işlemişse kendisine itaat edilmez. Demek ki fiilleri tevil edilebildiği müddetçe onlara karşı ayaklanmak caiz değildir. İmam Nevevî şöyle der: Küfürden maksat burada “günah”tır. Yani onlardan hiçbir kuşkuya yer olmayacak ke- 14 ● ABDÜSSELAM YASİN sinlikte İslam’ın hükümlerine aykırı bir kötülük görmedikçe onlara itiraz etmeyin, yöneticiliklerini tartışmaya açmayın. Onlardan böyle bir münkeri yaptıklarını gördüğünüzde de bunu hemen inkar edin ve nerde bulunursanız bulunun hakikati söyleyin.” Başka alimler de burada günahtan kasıt “küfür”dür. Dolaysıyla sultana ancak eğer açık bir küfre düşerse itiraz edilebilir. Zahir olan görüş odur ki: Küfür rivayetini vilayet hususundaki tartışmalara hamletmek gerekir. Küfür gerektiren bir durum olmadıkça da otoriteye başkaldırılmamalı. Günah rivayetini de vilayet dışındaki durumlara hamletmek gerekir. Günahlar vilayetine halel getirmediğinden de işlediği günahlar hususunda sultanı yumuşak bir üslupla uyarmak ve adaleti şiddete başvurmaksızın gerçekleştirmeye çalışmak gerekir. Allah daha iyi bilir!”6 Bu şerhten anladığımız hükümlerin hülasasını şöyle ifade edebiliriz: 1- Buhârî ve Müslim’in rivayeti, sultan açık bir küfre düşmedikçe ona itaati vacip kılmaktadır. 2- İmam Ahmed’in rivayetindeki ziyade, hakka muhalefet ettiğinde hakime karşı çıkmayı vacib kılıyor, rivayette bunun günah durumunda mı yoksa küfür durumunda mı olacağına değinilmemiştir. 3- İbn Hibban’ın rivayeti, hakim açık bir günah işlediğinde itaatini geçersiz kılıyor. 4- İmam Ahmed’in Cünade’den yaptığı rivayet de eğer sultan insanlara açık bir günah emrettiğinde itaatini iskat etmektedir. 5- Ebubekir ve İbn Şeybe’nin rivayeti ise sultan dinde bir münkeri emredip bir marufu yasakladığında itaatini düşürmektedir. 6 İbn Hâcer, Fethu’l-Bârî, 13/8. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 15 6- İbn Hacer Buhari ve Müslim hadisindeki açık küfrü günah diye açıklamakta ve böylece o rivayetin bütün varyantlarının manasını uzlaştırmaktadır. 7- İbn Hacer’in görüşü, sultanın açık bir küfür işlediği durumda ona karşı çıkmanın gerektiği, ama küfürden daha düşük bir günah işlediğinde ise yumuşakça uyarılmasının doğru olduğu yönündedir. İbn Hacer, Dâvudî’nin şöyle dediğini aktarır: “Âlimlerin zalim sultan hakkında görüşleri eğer büyük bir fitne çıkmadan devrilecek devrilmesinin vacip olduğu, yoksa sabretmenin vacip olduğu şeklindedir.”7 Bu fitne çıkma korkusu ve devrilen zalimin yerine daha zalim birinin geçme kaygısı, tarihimizde âlimlerin elini kolunu bağlayan ve ümmeti hareketsiz bırakan yegane gerekçedir. Evet, eli kılıçlı bir zalimle er meydanında kozlar paylaşılmadan onu düşürmek nasıl mümkün olsundu? Âlimlerimiz sabretmeyi, ümmetin bünyesini kemiren amansız illeti ortadan kaldırmaya tercih etmişlerdir. Sabrı, neticesi öngörülemeyen direnişe yeğlemişlerdir. Ama bazı silahlı direnişte bulunan alimlerimiz de vardır, bunlar istisna olarak kalmıştır. Esasında tarihteki silahlı direnişi genelde fitne ehli ve sapkın gayeler peşinde koşanlar çıkarmıştır. İsyan Eden Asiler İyiliği emretme ve kötülüğü nehyetme konusunda çok duyarlı ve tavizsiz tavırları ile bilinen bir alimizin de kurulu düzene tutunduğunu görmekteyiz. İbn Teymiyye der ki: “Âlimlerin cumhuru ulemanın görüşü odur ki, kendisine ikrah altında yemin ettirilen kimsenin yemini geçerli değildir. Bu İmam-ı Malik, İmam-ı Şafiî ve Ahmed bin Hanbel’in gö 7 İbn Hâcer, Fethu’l-Bârî, 13/8. 16 ● ABDÜSSELAM YASİN rüşüdür. Eğer veliyu’l-emr (yönetici) kendisine itaate dair bir insandan söz alırsa ona sözünü bozma fetvası verilemez.”8 “Âlim ve fazıl insanlara gelince onlar yöneticilere herhangi bir şekilde karşı çıkmaya ruhsat tanımazlar.”9 Burada görüldüğü üzere ümmet tarafından seçilmiş meşru yönetici ile diğerleri arasında fark gözetilmiyor. Daha önce zikrettiğimiz aksi yönde varit olan nassların hilafına “herhangi bir şekilde” yöneticiye karşı çıkmak doğru görülmüyor. İslam’ın gücünün zayıflamasından korkan alimlerimiz, “açık küfrü” günah ve masiyet olarak varit olan nasslarla açıklamamıştır. Alimler mürtet yöneticinin imametinin sakıt olacağı/geçersiz olacağı hususunda ittifak etmişlerse de “facir/fasık” yöneticiye karşı zulmü ne seviyeye varırsa varsın karşı çıkmayı doğru bulmamışlardır. Kadı Ebu Ye’la “elMutemed fi Usuli’d-Din” adlı eserinde şöyle der: “Yönetici eğer küfre düşmemiş ve fakat zulüm ediyorsa, malı gasp etmesi, işkence etmesi, masum insanları öldürmesi, hakları ihlal etmesi, hadleri uygulamaması ve içki içmesi gibi durumlarda yönetici azledilmesi vacip midir değil midir? Hocamız Ebu Abdullah kitabında bizim mezhep alimlerimizin yöneticinin bu durumda azledilmeyeceğini aksine uyarılması, nasihat edilmesi ve emrettiği günahlarda itaat edilmemesi gerektiği yönünde görüş belirttiklerini zikreder. Mutezile ve Eşariler, bu durumlarda yöneticinin azledilmesi gerektiği görüşündedir.”10 Alimlerin tavrı -özellikle Hanbeli mezhebinden olan Ebu Ye’la çevresi- ümmetin kanatlarını parçalamıştır. Hükmü elinde bulunana itaat vaciptir, onuru çok yücedir, ancak bazen birilerini çıkıp ona nasihat etmesi gerekir, sadece eğer bir İbn Teymiyye, Fetâvâ, cilt 33, s. 11. İbn Teymiyye, Fetâvâ, cilt 33, s. 12. 10 Nusus el-fikr el-İslami, s. 216. 8 9 DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 17 günahı emrederse itaat edilmez, yoksa masum kanlar akıtsa da, insanlarına malına ve namusuna kastetse de azledilmez. Oturanda Suça Ortak Bu büyük meselede büyük bir müçtehidin, İbn Hazm’ın rahimehullah- eşsiz bir tavrını görmekteyiz. Daha adil birisi başkaldırdığında onun yanında durmanın vacip olduğunu söyler. “Eğer mevcut yöneticiye karşı daha adil bir insan ayaklanırsa ona yardım etmek vaciptir; çünkü bu bir münkeri değiştirmektir.”11 Doktor Muhammed Abdullah İbn Hazm’ın şöyle dediğini aktarır: “Ehlisünnetten bir taife, Mutezile, Harice ve Zeydî’lerin tamamı, eğer başka yol yoksa emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker için kılıcın çekilmesinin vacip olduğu görüşündedir. Sonra şöyle devam eder: “Eğer hak üzere olanların bir kitlesi var ve zafer konusunda ümitsiz değillerse bu onların üzerine farzdır. Eğer sayı bakımından zayıf ve başarıya erme konusunda ümitsiz iseler bu durumda güç kullanarak değiştirme yükümlülükleri yoktur. Bu Hz. Ali’nin ve onun yanında yer alan alimlerin görüşüdür. Ve Abbasi ve Emevilere karşı çıkan herkesin de görüşü bu yöndeydi. Ebu Hanife, Şerik ve Malik ve onların talebeleri gibi fakihler de böyle demiştir. Önceki ve sonraki dönemde yaşayan zikrettiğimiz bu alimler ya fetvası ile bunu dillendirmiş ya da bizzat kılıcı çekmiştir.”12 Ardından İbn Hazm, yöneticinin zulmüne karşı sabrı tavsiye eden, zalim ve fasık yöneticiye başkaldırmayı emreden hadisleri serdederek şöyle diyor: “Bu hadislerin arasında zahiren bir tenakuz var gibi. O halde birbirlerini neshettiğini düşünebiliriz. Hangilerinin nasih, hangilerinin mensuh olduğunu tespit etmek gerekir. Sabretmeyi tavsiye eden hadislerin asıl olduğunu, çünkü İslam’ın ilk yıllarına sahabenin zayıflığından dolayı onların 11 12 İbn Hazm, el-Mühellâ, 9/ 362. Nizamu’l-Hukm fi’l-İslam, 103. 18 ● ABDÜSSELAM YASİN uygun düştüğünü görmekteyiz. Bu durumda zalim ve fasık yöneticiye başkaldırmanın gerekliliğini ifade eden hadisler artı bir hüküm getirmiştir. O da kuşkusuz ki savaşmaktır. Demek ki başkaldırmayı ifade eden hadisler diğer hadisleri neshetmiştir. Mensuh hadisle amel etmek ise haramdır.”13 İlk dönem imamları hilafet dönemine daha yakındılar ve hadisleri daha iyi anlıyorlardı. İleriki sayfalarda Ebu Hanife, Malik, ve Şafiî’inin zulme karşı tavırlarını göreceğiz. Müteahhir (sonraki dönem) âlimlerine gelince, zulmün onların döneminde ne denli büyüdüğünü, fesadın yayıldığını ve bu yüzden korktuklarını, ümmetin de neredeyse umudunu kaybettiğini gördük. Bu yüzden onların görüşlerini ifade eden metinler daha çok dönemsel kaygıları yansıtmaktadır. İlk neslin uzantısı olarak İbn Hazm’ı görmekteyiz. Bu yüzden zulme direnişi prensip kabul etmiş ve şer’i nassların bunu ifade ettiğini ve bu ifade de açık ve net olduğunu söylemiştir. İbn Hazm’ın mezhebinde direniş hadisleri sabra davet eden hadisleri ya nesh ediyor ya da belli bir döneme tahsis ediyor. İbn Hacer’in şerhi de bu hadisleri uzlaştıran bir yapı taşıyor. Çünkü velayetin aslının sabit olmasına karşın cüz’i karşı koymaların imkanını söylemektedir. Genel olarak şöyle denilebilir: “Hadis ehli alimlerimiz ne kadar zalim de olsa yönetimi koruma temayülü içindedirler. Bu görüş, Allah’a itaat etmeyen kimselere karşı direnişi vacip kılan naslara açık bir muhalefet var. Fakihler, mezhep sahiplerinin ve mutezilenin tavrı bu konuda aynıydı. İbn Hazm, bu durumda şer’î nasları, hükümlerin maksatlarıyla beraber dikkate alan bakışı temsil etmektedir. Şöyle de diyebiliriz: o keskin bir siyasi bilince sahipti. Zaten onun acı ve sitem dolu şu sözü de bize bunu söylemektedir: “İslam şu üç darbeyle 13 Nizamu’l-Hukm fi’l-İslam, 104. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 19 çöktü: Osman’ın öldürülmesi, Hüseynin öldürülmesi, Harre hadisesi ve İbn Zübeyr’in öldürülmesi.”14 En Büyük Kötülük Sonraki dönem alimlerimiz, büyük fitne haberleri, tarihi kırılış, Bağdat’ın düşüşü, Tatar savaşı ve askeri istibdatla beslendiler. Öyle dönemler de yaşadılar ki İslam’ın ruhu yıkılma tehdidi altındaydı, Müslümanlar çatışan emirliklere ayrılmıştı, boğazlaşan mezheplere bölünmüştü. Tüm bunlar onların düşüncelerine yansıdı, öyle ki artık her şeyin daha da kötüye gideceğinden korktular, daha iyi bir hal tasavvur edemediler. Bu yüzden birliği koruyacak en ufak şeyleri de muhafaza etmek istediler. İmam Gazzâlî’nin zalim sultana yardım etme fetvası da bu durumun bir uzantısıydı. İbn Kayyım -rahimehullah- şöyle der: “Nebi -aleyhi’ssalatu ve’s-selam- kötülükleri inkar etme hükmünü koydu, ta ki Allah ve Resulünün sevdiği iyilikleri ikam etsinler. Eğer münkeri inkar etmek, daha beter münker olanı gerektiriyor ise o zaman onu inkar etmek de vaciptir. Buna örnek olarak sultan ve krallara başkaldırmayı gösterebiliriz, bu her kötülüğün esasıdır, tüm zamanların en büyük fitnesidir.”15 Görülen o ki o dönemler, yönetime heves edenler arasında şiddet ve felaketlerle doluydu; o derece ki fakihlerin aklından diriliş kavramı yok olup gitmişti. 14 15 İbn İmad, Şezarutu’z-Zeheb, 1/68. İ’lam el-Muvakkiin, c.3 /s.4. İKİNCİ BÖLÜM FİTNE İPLERİNİ KOPARMAK Ümmetin Haline Duyarsızlık Cihad Dini Kur’an Devleti İslamî Ayaklanma Ümmetin Haline Duyarsızlık Ümmet için evlatlarının gevşekliğinden, mutlak itaat dindarlığından ve önemli meseleleri bırakıp önemsiz meselelerle iştigal etmesinden daha tehlikeli bir durum yoktur. Hala seni ilgilendirmeyen işlerle uğraşma nasihatini duyuyor olmalısın. Seni ilgilendirmeyen şeyler, yani ümmetin idaresi. Üzerlerine çöreklenmiş amansız zulüm seni ilgilendirmesin. Uğradıkları hezimetler, başlarına çorap ören Yahudi ve haçlı komploları, geleceğiyle oynayan hain yöneticiler seni ilgilendirmesin. Ümmetimizin geneli hala asırların uykusunun verdiği mahmurluk içindeler. Monarşi’nin karşısında tüm hak ve taleplerinden vazgeçmiş durumda. Yöneticiler, en tepemizde tüm küstahlıklarıyla tasarrufta bulunmaktalar, onlara sadece dinle alakalarını koparanların kurdukları partiler rakip olmakta. Hükümetin başındakiler muhtelif birimleriyle İslami hareketi, marjinalleştirmek ve ardıl bir konumda bırakmak için yoğun faaliyet içindedir. Bu nedenle İslami hareketlere karşı kara bir propaganda yürütmekte, imajlarını kötü göstermekte ve kalabalıklarla onların arasına girmek için her çirkin iftiraya, her alçak vesileye tenezzül etmektedir. Bu uğurda İslam aleyhine birleşmiş tüm güçlerden yardım almaktadır. Bu güçler, Yahudilerin her türlü desteği sağladığı mihraklarda büyüyüp yayılmaktadır. Bu İslam’a ve ehline ilan edilmiş bir harptir. Her yüzleşmenin elbette ki bir bedeli vardır. Artık ümmetin tabii yollar- DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 23 la kendi yönetimine önem verme zamanı gelmiştir. Müslümanların batı uşağı yöneticilerin foyasını ortaya çıkarması ve her yöndeki başarısızlıklarını ifşa etmesi ve perde arkasında dönen kirli pazarlıkları ortaya çıkarması elzemdir. Bugün ümmet güç bir durumda, dünya zayıf düşene merhamet etmeyen bir çatışma arenası. Allah’ın askerlerine düşen görev, İslam ümmeti ile kendi aralarındaki engelleri kaldırıp onları şuurlandırmaktır. Yüksek bir İslamî bilinç, çetin bir irade ve dirayet inşa etmektir; ta ki özlenilen değişim vuku bulsun. Özlenilen değişim yani Allah’ın adı için, Kitabının gölgesinde, Resulünün önderliğinde gerçekleşen değişim. Dikkat buyurun, Allah’ın dini mahlûka mutlak itaat dini değildir. Zafiyetin, yılmışlığın dini değildir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Kim ki kalbinde Allah’tan başka dert olarak sabahlarsa o Allah’ın maiyetinde değildir. Kim ki kalbinde Müslümanların derdi taşıyarak sabahlamazsa o Müslümanlardan değildir.” Câmiu’s-Sağir’de bu rivayetin sıhhatine işaret vardır. Bu zalim sultanların dili, İslamî uyanışı kösteklemek için İslam’a mensubiyeti ileri sürüyorsa da birçok rezil tavır ve kararları onların hem kalp hem de kalıp olarak İslam düşmanlarıyla beraber olduklarını en katî şekilde ispatlamıştır. Küfürleri son derece açıktır. Allah’a isyanları enikonu aşikârdır. Bu durum onları İslam dairesinin dışına çıkarır. Önümüzde ümmete yönelik mukaddes bir vazife var. O da ümmete dinin sadece miskin miskin ibadet etmekten ibaret değil, bilakis o topyekûn bir cihattır. Namaz da oruç da hac ve diğer ibadetler de kelime-i şahadetten doğan hükümlerdir. Bu öyle bir şahadettir ki insanoğlunu, insanlara kölelikten kurtarır, zalim sultanların zulmüne karşı durur. 24 ● ABDÜSSELAM YASİN İslam erlerinin uyuyan irade ve himmetleri uyandırmaları gerekir. Tâ ki insanları gayretsizliğin uyuşukluğundan silkelesinler. Böylece zilleti kabul etmeyen bir yiğitlik uyansın içimizde, imanımız yenilensin, ölüm korkusu bize uzak olsun, dünya sevgisi bizi bağlamasın. Taberânî, Ebu Zer’den Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu aktarır: “Kim derdi dünya olarak sabahlarsa Allah’ın maiyetinde değildir, Müslümanların dertleriyle ilgilenmeyen onlardan değildir. Zillete bile bile razı olan bizden değildir.” İzzetin yalnızca Allah’ın olduğunu ümmetin kalbine nakşedilmeli; öyle ki ölüm bize zilletle yaşamaktan daha tatlı gelsin, Allah yolunda cihat etmek en büyük hedefimiz olsun, üzerimize musallat kılınan zillet en nefret ettiğimiz durum haline gelsin. Hz. Ebubekir’in sözüdür: “Bir kavim cihadı bıraktı mı Allah mutlaka onları zillete uğratır.” Yahudilerin Mescid-i Aksa’yı işgal etmelerinden daha büyük zillet olamaz, o zillet ki bize azapların en kötüsünü tattırıyor. Zalim hükümdarlar barış antlaşmaları, zillet üzerine kurulu antlaşmalara imza atarlar; çünkü onları tek derdi var, o da koltuklarını he ne pahasına olursa olsun kaybetmemek. Ümmet, İslam’a karşı kara propagandanın kurbanı, gençler devrim, ilericilik, milliyetçilik söylemleriyle hamasete kurban gidiyorlar. Son dönem tarihimiz bitip tükenmek bilmeyen inkılap ve istikrarsızlıklar dizisi tarihidir. Sel üstünde çer çöp misali oradan oraya savruluyor. Diriliş, ayağa kalkmak demektir. Felç vurmuş beden doğrulamaz. Diriliş, münkeri, kötüyü tutup değiştirmek demektir. Münkeri, etraflıca, sebepleriyle, neş’et ettiği mahalleriyle, neticeleriyle bilmeyen değiştiremez. Diriliş düzenli cihat demektir. Ümmet eğitilmeden cihat olmaz, cihadın çileli yolculuğuna hazır erler bulunamaz. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 25 Cihad Dini Tarihimizde fitne karmaşasının etrafında dönüp dolaştığı, fakihlerin hakkında ihtilafa düştüğü mesele, sultanlık ve adil yöneticilik meselesidir. “Hükmetme” çekişme ve çatışması, günümüzde hâlen en belirgin olgudur. Adil yönetim, toplumumuzda hâlâ aranılan, ulaşılmaya çalışılan bir yitiktir. Şu da var ki, Allah’ın askerlerinin açıkladığı, ulaşmak için plan yaptığı, ona doğru ilerlemek için saf tutukları bu büyük gayeyi, artık ideal formlarda kendimize ve ümmete sunmamız yeterli değil. Kur’an devletini ile ne kastettiğimizi en yalın ve güzel şekilde ifade etmeksizin, sadece Kur’an devletini istemek kâfi değildir. Müslümanların birliğine yönelik tasavvurumuz nedir? Müslümanların iktisadı, yönetim düzenleri nedir? Müslüman toplumun özellikleri nelerdir? Müslümanların hasım ve düşmanları kimlerdir? Müslümanların dostları ve müttefikleri kimlerdir? Bu konularda net bir tasavvura erdikten sonra bunu nasıl pratize edebiliriz? Her şeyden önce İslam bir devrime öncülük yapmaya uygun mu? O bir ıslah dini midir? Kur’an devleti, İslami hilafetlerin seçici bir uzantısı mıdır? Yoksa muasır bir cumhuriyet midir? Yoksa deve uygarlığına bir dönüş mü? Burada devrim kelimesini kullandım; çünkü günümüz algısı ancak aşina olduğu kavramlar üzerinden bir anlama etkinliği içine girebiliyor. Zihinleri İslam’a karşı cehaletin muğlaklığı kaplamış durumda. Âlemini muğlaklık bürümüş bu kimseye hitap ediyoruz. Bu kitap ona yöneliyor. Ki Rabbine yönelsin ve onu Rab kabul etsin. Allah’ın Resulüne yönelsin onu peygamber kabul etsin, onu önder ve örnek edinsin. Bu mübarek ümmetin kalbine dönsün ve onun mücadelesine ve cihadına katılsın. Allah’ı Rab olarak kabul etmek, onun aziz kelamının kalplerin nuru olması, bu nurla aydınlanmak ve Allah’ın sevdiklerini sevmek demektir. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’i 26 ● ABDÜSSELAM YASİN peygamber kabul etmek, onun hayat tarzını hayat tarzı edinmek, adımlarını takip etmek demektir. Nâdan ve kafası kesin cehalet bulutları ile kaplı olan şöyle bir soru yöneltiyor: Kur’an ve sünnet dinamik bir dünyada bugünün ve geleceğin bütün problemlerini kapsıyor mu? Bu nasıl mümkün olabilir? Kur’an sabit bir nasstır, siret ise geçmiş bir tarihtir. İnsanlar ise başka insanlardır. Kur’an muhakkak ki, bir devrim teorisi, siyasi bir mezhep, bir iktisadi mezhep değildir. Hâşa! Hiçbir beşeri mezhep onunla mukayese edilemez. Kur’an ilk muhataplarına verdiği o canlı, güçlü ruhu hiç kaybetmedi. Ne var ki, iman ile yetişmeyen nesillerin ruhunda cihat şevki söndü ve yerini mutlak itaat dindarlığına bıraktı. Kur’an Yüce Allah’ın insanlara ve cinlere gönderdiği son ve evrensel kelamıdır. İnsanların ve cinlerin hem dünya ve hem de ahiretleri için en hayırlı olan hükümleri barındırır. Bir ziyadeye, bir tashihe ihtiyacı kuşkusuz ki zerre kadar yoktur. Başka nazariyeler, sistemler, metotlar için geçerli olan durumlar İslamî diriliş için geçerli değildir. Şu da var ki Kur’an cihat, yapan, zaferler kazanan, çabalayan, zorluklara göğüs geren dinamik bir topluma inmiş canlı bir kitaptır. Onun içinde yeni bir hayatın, yeniden cihadın ve zaferin tohumları vardır. O bu ümmetin terbiyesini yönlendirmiş, onu yönetmiş, birleştirmiş, iri ve diri kılmıştır. Onda –ki o Allah’ın ebedi kelamıdır- terbiyenin, fedakarlığın, davaya adanmanın sırları vardır. Bunlar diriliş için zaruri olan hususlardır. Muhakkak ki Kur’an, dinamik ve çok yönlü bir toplumun kanunudur. Toplumu her yönüyle emniyet, savunma, haklar, sorumluluklar, davalaşmalar, hükümler tüm yönleriyle bir bütün olarak ele alır. Şeriat evrenseldir, içtihat esasları bellidir. Dava Kur’an şer’ini yeniden iade etmek, ümmetin hayatına hakim kılmaktır. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 27 Her düzeyde cahiliye ile olan bağları koparmak gerekir. Ümmetin kalbinden koparılıp atılması lazım olan ilk husus, zalim sultana itaat halidir. Yeni yetişen neslin aklındaki bu zalimlerden ve tekinsiz sultalarından kurtulmanın gayri İslami yöntemlerle bir devrim olduğu düşüncesini ortadan kaldırmaktır. Dünyadaki cahiliye devrim örnekleriyle büyülenmemeli, onlar karşısında hayret ve hayranlığa kapılmamalı; ta ki yeniden nebevî yüce siretle bağımızı kurabilelim. Tecrübeyi ve örnekliği oradan devşirelim. Hikmet ve rahmeti oradan içelim. Cahiliye düşüncesi üzere devam eden kimse sathi, sığ mantığından, kalbe inen perdeden dolayı Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem-‘in tarihe yüceliği ile damgasını vurduğu mükemmellikleri görmeyebilir. Hatta insanoğlu icat ettiği silahların, teknik ve teknolojinin onunla hakikati görme arasına kalın bir duvar örebilir. Fikrin fakir olması, vicdanın dumura uğraması ve İslam’a düşmanlık art niyetli kimselerin Kur’an’ın zenginliğini, nebevî siretin enginliğini itiraf etmekten alıkoyabilir. Tüm insan benliğini kirlerinden arınmaya davet eden, yeryüzünün imarına, adaletin ikamesine, kardeşliğin berkitilmesine çalışan o canlı örnekleri gaflet perdesinden dolayı görmeyebilir. Oysa o kutlu insanlar bu yüce gayeler uğruna savaşmış, öldürülmüşlerdi. Ordular komuta etmiş, topluma yön vermişlerdi. Büyük insanlar yetiştirmiş, gelir dağılımındaki adalete dikkat etmiş, faydalı üretken faaliyete teşvik etmişlerdi. Cahiliye devrimlerine hayranlık, görülen o ki sönmeye başladı; zira İran İslam Devrimi düşmanların bile itiraf ettiği bir üstünlük sağladı. Milyonlarca çocuk, kadın, erkek dünyada beşinci büyük ordunun karşısına geçip silahsız ellerle göğüslerini siper ettiler. Ve zafer kazandılar. Muhakkak ki o bu asırdaki bir İslamî tecrübedir. Sonrasında yapılan hatalar varsa da o İslam hafızasında kalmış bir sermayedir. Afganis- 28 ● ABDÜSSELAM YASİN tan’ın kutlu cihadı, en büyük küfür ordusunu defetmeleri bir destandır, İslam’ın zuhurunun en büyük ayetidir.16 Kur’an Devleti İslamî direniş önderlerinin tüm çabası, başkası yerine geçsin diye zalim hakimi ve avenesini hükümden alaşağı etmekti. Hiçbiri bir program sunmak ya da bir manifesto yayınlamak ihtiyacında değildi. Müfsitleri tenkit etmesi ve onların Kur’an ve sünnetten sapmalarını beyan etmesi kafiydi. Nehy-i anil münker program ve plandı. Müfsitler ne zaman hezimete uğrasalar, yeryüzü onların necasetinden temizlense, Yüce Allah’ın şeriatı ümmetin istediği konuma geliyordu. Günümüzde baskı ve zulümle münker, unutulmuş, ehli tarafından terk edilmiş maruf’a karışmış durumdadır. Sadece mücrimlerin kovulması yetmez. Koltukları işgal edip direnişçi nutuklar atanın, emri bi’l-marufu, nehiy ani’l-münkeri ikame edecek işlevsel bir mekanizma kurmadıkça, maruf haline getirilen münkerleri inkar edecek sosyal bir proje geliştirmedikçe İslam’î samimiyetine güvenilmez. Kaldı ki bu da yetmez, yönetime gelen insanlar, yöneldikleri işin ciddiyetinin bilincinde olduklarını ve onu hakkıyla ifa edecek ehliyeti haiz olduklarını göstermeleri gerekir. Günümüzde her şiddet hareketi, yönetime her karşı çıkış, yönetimdeki yüzlerin, polislerin, aşiretin değişmesi “devrim” diye adlandırılıyor. Bu yeni yüzler hasımlarını tasfiye eder etmez kendi içlerinde bir tasfiye hareketine başlıyorlar. Böylece zaten var olan musibet iyice beter bir hal alıyor. İslamî direniş diye anılan husus, eğer ahlaki çözülmeye neden olan dürtüleri ve etkenleri aşarak mensupları kenetlenme Bu satırlar henüz Afganistan cihadı genç ve dinç dönemindeyken kaleme alındı, ne var ki sonra kabilecilik ve aşiretçilik fitnesi uyandı ve Müslümanlar birbirleriyle savaştılar. La havle vela kuvvete illa billah! 16 DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 29 dikçe ne İslamî olabilir, ne de direniş. Bunu gerçekleştirmenin yegâne yolu da hakkı hak bilmek, batılı da batıl kabul etmek ile mümkündür. Tembellere, şan şöhret düşkünlerine, iktidar heveslilerine İslamî direnişin saflarında yer yoktur. Tembeller ve riyaset düşkünleri, konformizmin dürtüsü karşısında nasıl çözülmeden durabilirler? Kolaycı yolu seçip “zafer” sloganlarıyla yetinmekten nasıl kaçınabilirler? İktisat çarkını döndürebilmek için statükoya sarılmaktan nasıl geri durabilirler? Cahiliye geleneklerine uyma bulaşıcılığına nasıl karşı koyabilir, kapitalizm ya da sosyalizm ikileminden nasıl çıkabilirler? İslamî Ayaklanma Muhakkak ki İslamî direniş ve diriliş güçlü bir otorite ister; bunda zerre kadar şüphe yok. Güçlü otorite derken kesinlikle şiddeti yöntem edinmiş bir otorite veya baskıcı bir otoriteyi kastetmiyoruz. Şunu hemen ifade etmeliyim ki güçlü bir otoritenin ilk ve en önemli, en zaruri gereği Kuran’ı ve nebevi sünneti kendilerine hayat tarzı edinmiş Rabbanî erlerdir. Bunlar ümmetin rahminden doğacak, onun yanında ve onun için mücahede ve mücadele edecek. Ümmete etkin bir konum kazandırana kadar onu eğitecek, onun üzerine titizlenecek. Demek ki, Kur’an devleti ve Kur’anî kıyam, ümmeti sürgit boyunduruğu altına alacak burjuvaya ait bir inkılap hareketi değildir. Kur’anî diriliş ve direniş meşalesini bir grup mümin tutuşturmuş olabilir; ne ki onların ilk hedefi tüm müminlere mutlak itaat boyunduruğundan kurtarmak, kafalarındaki evet efendimci mantığı ortadan kaldırmak, sürü psikolojisini değiştirmek olmadıkça giriştikleri eylem ve etkinlikleri başarısız bir macera olacaktır. 30 ● ABDÜSSELAM YASİN Ebu Hilâl el-Askerî, ‘el-Evâil’ adlı kitapta, Müminlerin emiri Ömer b. Hattab’ın, halkın talebi üzerine Sa’d bin Ebî Vakkas’ı görevinden azlettiği zaman halka şöyle hitap ettiği rivayetine yer verir: “Sa’d’ın vazifesine son verdim. Bana söyleyin eğer İmamınız haklarınızı vermiyor ve size kötü davranıyorsa ne yaparsınız?” Halk şöyle cevap verdi: “Eğer onda hayır görürsek, Allah’a hamd ederiz. Eğer onda bir kötülük görürsek, sabrederiz” dediler. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: “Hayır, Allah’a yemin ederim ki, onlar hak ve hakikat için sizi nasıl sorguluyorsa siz de onları sorgulamazsanız ve hak için sizi nasıl dövüyorlarsa siz de onları dövmezseniz yeryüzünün şahitleri olmazsınız.” “… ve hak için sizi nasıl dövüyorlarsa siz de onları dövmelisiniz…” Yöneten ile yönetilen arasında hakka ve hakikate riayet etmenin ifadesidir bu, hakim de olsa halk da olsa herkes hakka bağlı kalmalı ve saygı göstermelidir. Daha önce sahih bir hadiste, Ubade’nin, Rasûlullah’a -sallahu aleyhi ve sellem’e- Allah için olan amellerde ayıplayanların ayıplamalarına aldırmadan hakkı söyleme şartı üzere nasıl biat ettiğini görmüştük. Haktan ve hakikatten saptığında yöneticiye karşı çıkmak şer’î bir görevdir. Ona vurmak vaciptir. Elbette ki hakk için vurmak derken gelişi güzel bir hareket serbestliği kastedilmiyor; zira İslam kaos ve düzensizliği kabul etmez. Bunun da makul şer’i bir çerçevesi vardır. Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-mükeri bıraktılarından beri, tüm zulümleri işleyen, ırzları kirleten, bedenleri inciten, malları gaspeden, imtiyazlar tanıyan, hadleri aşan yöneticilerine karışmayı, karşı çıkmayı bıraktıklarından beri bir acı melanettir insanları kuşatan. Ebu Ya’lâ da aynı duruma yer vermemiş miydi? Yüce Allah şöyle buyurur: “İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 31 Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini nehyetmezler-di. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!”17 Nesâî dışında sünen sahipleri ve Ahmed b. Hanbel, Abdullah bin Mes’ud’dan şöyle rivayet eder: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “İsrailoğulları günahlara düştüklerinde, âlimleri onları günahlardan nehyettiler, ancak onlar bu günahlardan sakınmadılar. Ne var ki sonra alimleri de neyhettikleri bu insanların ortamlarına katıldılar, alış veriş mahallerine devam ettiler, onlarla sıkı bağlar kurdular ve yiyip içtiler. Bunun üzerine Allah da onların kalplerini birbirine benzetti; Dâvûd’un ve İsa b. Meryem’in diliyle onları lanetledi. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır.” Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- yaslanmış iken doğruldu ve şöyle buyurdu: “Hayatımın tasarrufu altında bulunduğu Allah’a yemin olsun ki! Onları hakka doğru eğmedikçe kurtulmanız mümkün değildir!” Tirmizî bu hadisi rivayet etmiş ve hadisin hasen mertebesinde olduğunu belirtmiştir. Hak ve hakikat için tutup eğik ve sapkın olanı düzeltmek, yani canlı ve aktif ve de etkin bir ümmet olmak… Abd bin Humeyd, Muaz bin Cebel’den, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in- şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Şüphesiz İslam’ın değirmeni dönecektir. O halde Kur’an nereye dönerse, siz de oraya dönün. Sultan ve Kur’an’ın savaşıp birbirlerinden ayrılması yakındır! Şüphesiz ki başınıza bazı hükümdarlar gelecek ve bunlar kendilerine başka size başka bir hukuk uygulayacaklar. Eğer onlara itaat ederseniz, sizi saptırırlar; eğer onlara isyan ederseniz, sizi öldürürler.” Bazı sahabîler “ey Allah’ın Resulü, eğer bu döneme yetişirsek nasıl davranalım?” diye sordular. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “İsa’nın arkadaş 17 5/Mâide, 78-79. 32 ● ABDÜSSELAM YASİN ları gibi olun; onlar hak uğruna testerelerle kesildiler ve çarmıhlara gerildiler. Hakikat o ki, itaat içinde bir ölüm, isyan içinde bir hayattan daha hayırlıdır! İsrailoğullarının kaybettiği ilk husus emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker vecibesini basite almalarıydı; zira onlardan biri daha önce bir kötülükten nehyettiği ve o kötülüğü bırakmayan biri ile karşılaştığında sanki onu daha önce kötülükten hiç nehyetmemiş gibi gidip onunla oturup kalkıyor ve yiyip içiyordu. Bu yüzden Allah, Davud’un diliyle onları lanetledi; çünkü onlar söz dinlemediler ve haddi aştılar. Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder ve kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah size en kötülerinizi musallat eder. Sonra en hayırlılarınız dua eder de, duaları kabul edilmez. Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar, zalim zulmünden alıkoyar ve onu hakka mecbur bırakırsınız ya da Allah sizi birbirinize kırdırır.” Sonunda ölüm de olsa, testerelerle biçilmek de olsa zulme direnmek öncü mücahitlerin vazifesidir. Şu da var ki, Kur’an devletini tesis etmek, ümmeti inşa etmeyi ve risaleti hakkıyla taşımayı başarmak ancak direniş ruhunu bütün Müslüman ümmete sirayet ettirmekle mümkündür. Bu ruh bütün müminlere sirayet etmeli ki, her düzeyde ve tüm meydanlarda maruf/iyilik üstün, münker/kötülük de ayağa düşsün ve atılsın. Ve sonra zalimlere karşı kapsamlı boykot; yani onlara güvenmemek, onlarla birlikte yiyip içmeme ve kalkıp oturmama dirayetini göstermek. İşte diriliş ve direnişin ideal biçimi budur. İran’daki kardeşlerimizin yaptığını başarabilirsek yani bozuk rejimlere karşı silah kullanmaktan kaçınabilir, hareketleri felç olana, otoriteleri düşünceye ve sözleri etkisini yitirinceye kadar boykot etmeye güç yetirirsek bu İslam’ın ruhuna daha uygun bir faaliyet olur; zira bu ruh Müslümanların birbirlerinin kanlarını akıtmasını tasvip etmez, hoş karşı- DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 33 lamaz. Bu da sabır, şehadet arzusu ve direnç gerektirir; çünkü batılın öncüleri ve destekçileri, barbar işkence yöntemlerini ve silahlarını kullanmaktan çekinmeyeceklerdir. İran’da olduğu gibi… Kaldı ki, boykot ve sabırlı direniş omuz omuza olduklarında İslam coğrafyasının her yerinde uygun şartlar bulamayabilir. Nitekim ifade ettiğimiz bu yöntem, örneğin bugün Suriye’de tanık olduğumuz zalim bir sultanın azılı bir azınlıkla kurduğu amansız bir rejimin bulunduğu yerlerde tatbik imkânı bulmayabilir. Durum ve vaziyet her ne olursa olsun ümmetin batılı temellerinden zayıflatma etkinliğine katılıp katkıda bulunması İslamî diriliş ve direnişin en temel gereklerindendir. Diğer bir rüknü ise hakkı inşa etmesidir. İyiliği emretme ve kötülükten nehyetmeye dair gelen farz-ı ayn’ların tafsilatı, Müslümanların durumuna önem göstermeyi ifade eden hadislerin özetlediği hususu vurgular. Bu hadislerde, zalim sultana direniş, bid’at ve büyük günah işleyen kimselerle alakayı kesme, zulüm ve zulmün destekçilerinin yaptıklarına karşı uyanık olma ve Allah ile Resülüne karşı, Allah’ın Kitabına, Müminlerin avamına ve havasına karşı samimi ve dürüst olmayı salık verir. Bizim metodumuz böyle belirlenmiştir, yolumuz böyle çizilmiştir. Kanallar bize böyle anlatılmıştır, bunlar öyle kanallardır ki Müminlerin Allah için olan öfkesini toplayıp bir amansız sel gibi batılın üstüne salacak ve onu önüne katıp götürecektir. Ve sonra mümin enerjiler kendi doğal mecrasına avdet ederek Kur’an filizlerini sulayacak ve mukaddes bir güç tesis edecek. Eğer devrimin esrik öfke rüzgarları sınır tanımayan bir şiddet sarmalına sürüklenirse, İslamî manada akim ve sönük bir devrim olacaktır. O zaman üst düzeyden inkılaba kardeş olacak, ümmetin başına melanet bir vesayet giydirecek ve yöneticinin heva u hevesi için bir baskı aracı olacaktır. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SİLAHLI DİRENİŞTEN SESSİZ PROTESTOYA İslam Davetçileri Ümmet Islahçıların Saffında Lüks ve Konfor Düşkünlüğü İslam Davetçileri Bu kitapta, despot sultanlara karşı koymada silahlı ayaklanma, sessiz boykot ve ıslah çabaları gibi farklı yöntemler kullanan diriliş önderlerinin mücadele ve mücahedelerinden tablolar aktaracağız. Bu mübarek ıslah ordusunun ilkleri olan sahabeyi, sonra ön planda yer almayı hak eden ehl-i beytin direniş ve diriliş hikâyelerini anlatacağız. Ardından kronolojik olarak diğer direniş ve diriliş önderlerinin öykülerini serdedeceğiz. Tüm direniş önderlerini bahse konu etmeyeceğiz, bu mümkün değildir. Çünkü tarihimizdeki direniş ve ıslah önderleri, hesaplanmayacak kadar çoktur. Ümmet, Allah’a hamd olsun ki bu konuda velut ve bereketlidir. Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-’in vefatından otuz yıl sonra hilafetin yerine saltanat geçirilince İslam, amansız fitnelere maruz kaldı. Bu fitneler, İmam Osman’ın öldürülmesiyle başladı. Sonra bunu, Cemel ve Sıffîn savaşlarındaki tarihî kırılma, Haricîlerle savaş ve İmam Ali’nin öldürülmesi izledi. Ardından sefahat düşkünü, zalim Kureyşli genç Yezid b. Muâviye ortaya çıktı. Sonra İslam ve Müslümanlara karşı içerden isyanlar, dışardan hücumlar oldu. Bunlar, ümmetin direniş kuvvetini zayıf düşürdü. Geriye sadece hilafetin ismini kullanan, istismar eden zorba emirlikler kaldı. Diriliş ve direniş önderlerinden bazıları hastalığın menşeini teşhis etti. Bu idarenin bozulmasıydı, bu yüzden ilk iş olarak onu ıslah etmeye çalıştılar. Diriliş önderlerinden diğer bazıları da, başkaldırının İslam’ın gücünün zayıflamasına DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 37 neden olacağı kaygısından dolayı idarecilere hakkı ve hakikati tavsiye etmeyi, nasihati ve boykotu yeğlemekle yetinmiş; ümmeti, direniş ruhunun talimatlarına yönlendirmiş, bu doğrultuda eğitim etkinliğine girişmiştir. Uzun tarihimizde, adaletle hükmeden önderler zinciri hiç sona ermedi. Şeyh Hasan en-Nedvî, bu konuda şöyle der: “Islah ve tecdit tarihinin, İslam’da kesintisiz olduğu, tarihî gerçeklerdendir. Bu tarihi inceleyen, ıslah ve tecdid çabalarında ne bir kesinti ne de bir fetret görür. Her dönem mutlaka sapkın akımlara karşı çıkan, kapsamlı bozulmalarla mücadele eden, hakkın sesini yükselten, zalim güçlere veya bozguncu unsurlara meydan okuyan ve düşünce dünyasında yeni pencereler açmaya çalışanlar vardır.”18 Rasûlullah -sallahu aleyhi ve sellem- mücedditlerin zuhur edeceğini vaadetmişken, bu zincir nasıl son bulur? İmam Ahmed, Taberânî ve Hâkim, sahih bir senetle Ebu Hureyre’den rivayet ettiklerine göre, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinini tecdit edecek bir kimse gönderecektir.” Âlimler, her yüzyılın müceddidini belirlemede ihtilaf etmişlerse de ilk yüzyılın müceddidi olarak Ömer bin Abdülaziz’in adı üzerinde ittifak etmişlerdir. Allah’ın izniyle başka bir kitabımızda bu büyük müceddide başlı başına bir fasıl ayıracağız. Hakikat o ki, yeryüzünde ortaya çıkması vaadedilen ümmet ve hilafet geçmişte olduğu gibi günümüzde de iman ateşini tutuşturacak, eğitim faaliyetinde bulunacak, çözülen inançları, bozulan ahlâkı, gerileyen akılları ve gevşeyen azimleri yenileyecek kimselere ihtiyaç duymaktadır. Nebevî haberin yüzyılla sınırladığı bu zaman diliminde geçmişte bu Ricâlu’l-Fikr ve’d-Da’ve fi’l-İslam, 3. baskı, Daru’l-Kalem el-Kuveytiyye, s. 26. 18 38 ● ABDÜSSELAM YASİN büyük müceddidler geldiler birbirini izleyen müceddidler gelmiş, hafızalardaki cihadı korumuş ya da gelecek olan bir cihad için hazırlık yapmışlardı. İmam Mehdi’ye (as) kadar da durum böyle olacaktır. Hilafet sıfatını kullanan Sultanlar, Hilafet kavramının mazmunundan İslam davet’ini çıkardılar, bunda tüm sahteci ve riyakâr yönlerini kullandılar. Hilafet kelimesini alıp ve fakat manasını ve gereklerini reddeden bu istismar karşısında Rab ile kulları arasındaki biati tecdit etme, o bağı kurma, güçlendirme vazifesi ümmetin alimleri ve salihlerine kaldı. Üstad Hasan en-Nedvî bu konuda şöyle yazmıştır: “Müslümanların güçlü ve çok yönlü davacı şahsiyetlere gereksinimleri vardır. Bunlar, Kur’anı okuyacak, kitap ve hikmeti öğretecek, nefisleri tezkiye edecek şahsiyetler olmalı. Peygamberliğin sona ermesinin ardından Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’de ümmetini bu şekilde bırakmıştı. Ümmetin Allah ile bağını yenileyecek, ümmetin ve Müslümanların hep birlikte kelime-i şehadet ve kelime-i tevhidi telaffuz etmesiyle iman yoluna girdiği misakı yenileyecek, zaman ve mekanın uzaklığına rağmen Rasûlullah’a (sav) biat edilen konularda işitip itaat etmeye söz verecek; nefis, hevâ ve şeytana karşı çıkacak, hükmü Allah’a ve Rasûlü’ne götürecek, tağutları inkar edecek, Allah yolunda cihad edecek kişilere ihtiyaç duyuluyordu. “Halifeler”, bu konuyu ihmal ettiler; vergi ve fetihlerle yetindiler. Kendileri ve evlatları için biat aldılar.”19 “Halifeler” kelimesini, sahteliğini ifade etmek için tırnak içine alıyorum. İslam, kuşkusuz ki Allah’ın evrensel dinidir. O, peygamberlik ve risalet bağı ile arzı semaya bağlar. Nübüvvetin mirasçıları, risaletin taşıyıcıları, ilmiyle amil ümmetin âlimleri yoluyla İslamî nesiller arasında bir bağ kurar. Önümüzde, 19 A.g.e., s. 280. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 39 tarihin kalıntılarının, fıkhî ihtilafların kümelenip bu nebevî nurdan bizi alıkoymaması için, inançta duruluğu, dinde istikameti, hakta kararlılığı ve ümmetle birlikte cihadı sağlamak için nesilden nesile geçen bu nebevî meşalenin izi sıra yürümemiz gerekir. Ne tarih eğitiminin bize verdiği dersleri küçümsüyor, ne ilim ve istidlalleriyle bize zengin bir ilmi miras bırakan fakihlerin ve ne de Kur’an ve sünnete hizmet eden, eserler telif eden âlimlerin üstünlüğünü reddediyoruz. Ne ki yalnızca müceddidler, onları yüceltmemize ve onlara içten muhabbet duymamıza en yetkin şekilde müstahaktırlar. Onlar öyle kimselerdir ki Allah’a davet vazifesi onlarla varlığını devam ettirmiştir. Bu görevi onlar Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’den miras aldılar. Hükümdar “halifelik” ismini istismar duygularıyla tekellerine geçirip tüm yaptıkları vergi toplamak ve dünyevi meşgalelere gömülmek olunca, Hulefa-i Raşidin’in asıl vazifesi olan Allah’a davet faaliyeti ihmal edilmiş, terk edilmiş kaldı, hatta bu zalim ve zorba meliklerin düşmanlığına maruz kaldı. Abd bin Humeyd’in rivayet ettiği hadiste ifade edildiği gibi “sultan ile Kur’an ayrıldı” ve sultan Kur’an’a savaş açtı. Bu durum tarihimizin şafağıyla beraber vuku bulmuş ve günümüzde hâlâ iktidar ile Kur’an, mümessilleri olan hak ehli ile batıl ehli arasındaki çatışmayla en şiddetli şekilde devam etmektedir. Hakkın yardımcıları ve batılın memurları arasında otorite, en şiddetli şekilde hâlâ Kur’an ile savaşmaktadır. Bu yüzden arzu edilen Kur’an devleti, mevcut krallık yönetimlerine bir alternatif değil, nebevî davetin bir uzantısı olmalıdır. Kur’an ehli, direnişçi ve ıslahatçı kimselerden oluşan Allah’ın taraftarlarıdır. Onlar, bizim savaştığımız gibi zulümle savaşan selefimizdir. Onlar, Allah’tan bizi galip kılmasını istediğimiz gibi hakkın tarafını tuttular. İçlerinde, şehitlerin efendisi Hüseyin bin Ali ve Ehl-i Beyt’in pâk imamları gi- 40 ● ABDÜSSELAM YASİN bi Allah’ın kendilerine geniş bir ilim, fıkıh ve cihad ihsan ettiği Muhammedî varisler vardı. İçlerinde, dört fıkıh imamı gibi ilim ve ıslahta zirve kimseler vardı. Yine içlerinde, cihadı, ilminden daha fazla olanlar vardı. Hepsi de, selefimizdir; Allah onlara rahmet etsin ve bizi de Müslümanlar olarak onlara ilhak etsin! Ümmet Islahçıların Saffında Zorba yöneticilerin en korktuğu şey, ümmetin, direniş ve ıslah önderlerinin etrafında toplanmasıydı; bu yüzden onu baskı altına alıyorlar ve insanları onlardan uzaklaştırmak için en ağır ceza ve işkencelere başvuruyorlardı. Taberânî, h. 121 yılındaki olaylarda Hişâm b. Abdilmelik’in, İmam Zeyd b. Ali’nin taraftarları ile nasıl savaştığını anlatır ve Küfe valisine ümmetin içindeki dayanışmayı kırmasını nasıl emrettiğini ifade eden mektubuna yer verir. Hişâm b. Abdulmelik mektubunda valiye şöyle ferman eder: “Mısır halkının eşrafını topla. Onları ağır işkence ve mallarının müsaderesi ile tehdit et. Bu durumda onlardan bağlılık sözü veya mali bir anlaşması olanlar Zeyd’e taraf olmaktan vazgeçecektir. Böylece Zeyd’i sadece sefiller, köleler ve idareye hasım olanlar destekleyecektir. (…) İvedilikle onları en şiddetli tehditlerle tehdit et ve kırbacınla hizaya sok. Onlara karşı kılıcını kınından çek. Sıradan insanlardan önce orta tabakayı ve ileri gelenleri korkut.”20 Zengin eşraf tehdit edilmeye görsünler hemen pusuverirler. Ümmetin sıradan fertlerine gelince, onlar kırbacın ve kılıcın zoru ve zorbalığı altında ezilen kimselerdir. “sıradan insanlardan önce ileri gelenleri korkut” sözü, İmam Zeyd’in davetinin, ümmeti tek bir safta topladığının işareti ve hükümdarların yeryüzünde fitneci ve ayrıştırıcı olduklarının 20 Târihu’t-Taberî, c. 8, s. 226. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 41 delilidir. Zira onlar ümmeti sosyal tabakalara ayırarak kendilerine destek olan azılı ve azınlık bir üst sınıf oluşturmak suretiyle kendi saltanatlarını garantiye alırlar. Melikler konfor düşkünlüğü ve böbürlenmekte o denli hadlerini aşmışlardı ki, artık ümmete kendilerinin “ırgatı/çobanı” gözüyle bakıyorlardı. Bu yüzden de onlara “çoban hayatı”nı yakıştırıyor ve “çoban hakları”nı öngörüyorlardı. Bu konformist tutum onlarda ne dini bir duygu ne de insani vicdan bırakmıştı. O derece ki, ümmete merhamet eden, onların dertlerini paylaşan, onurlarını teslim eden kimse onların gözünde nefrete en layık kimse idi. Lüks ve Konfor Düşkünlüğü Râşit hilafetin sona ermesi ve İslamî idarenin başkentinin Şam diyarına intikal etmesiyle birlikte Bizans krallarının âdetleri, şekilci medeniyetleri ve lüks düşkünlükleri Müslümanların başında bulunan meliklere de sirayet etti. İslam’a davet vazifesi -ki nereden bakılırsa bakılsın ne Yezid, ne Velid, ne de o zümreden olanların ehil olmadığı bu kutsî vazife- unutuldu. Şam diyarı medeniyet ve şatafat kentiydi; bu yüzden sarayın harcamaları arttı, melik ve yakınları kendilerine daha fazla mal tahsis ettiler. Kendi mülkiyetlerine birçok toprak geçirdiler. Vergileri ağırlaştırdılar; kendilerine ayırdıkları toprak ve arazilerde halkı çalıştırdılar. Müslümanlardan alınan vergi yoluyla geniş İslam topraklarının en güzel ürünleri ve malları Ümeyyeoğullarının eli altında toplanıyordu; keza dünya devletleriyle yapılan ticaret sayesinde başkente nadide kumaşlar, kaliteli eşyalar ve içkiler yağıyordu. Köle ticareti, İslam’daki köle sisteminin korkunç bir tahrifi idi. Bu sistem, aziz ve yüce olan Allah’ın, savaş esirlerini bize yaklaştırmak, onlara dini sevdirmek, onları din üzere eğit- 42 ● ABDÜSSELAM YASİN mek, ardından da ülkelerine dönüp İslam’a davette bulunmaları için onları azat etmek üzerine tesis edilmişti. Azat olunduktan sonra Müslümanların topraklarında kalmayı tercih edenler de hısım ve azatlı köle hukukuna sahipti. Azatlı köle hukukuna sahip olmak demek, dün garip ve miskin olan esirin İslam toplumuna itibarını kazanmış onurlu bir fert olarak katılması demektir. Meliklerin ve eşrafın heva hevesleri, sefahat düşkünlükleri bu merhamet ve hikmet üzerine kurulu sistemi, şehvetlerini tatmin etme ve kötülük sarayları kurmaya araç ettiler. Abbasî devletiyle birlikte başkent Bağdat’a taşınınca PersKisra medeniyetinin tesiriyle meliklerin lüks düşkünlükleri daha da dallanıp budaklandı. Vergiler arttı; sermaye, ‘ileri gelenler’in elinde yığıldı. Bunun neticesi olarak toplumda yönetime yandaşlık ve dalkavukluk yapan bir tabaka peyda oldu. Bunlar meliklerin sofralarında tufeyli idiler. Hemen belirtmeliyim ki, burada sofralar ve tufeyliler derken “Bin Bir Gece Hikâyelerindeki” bir ziyafet sofrası bulunca oraya hemen çöreklenen aç ve sefil kimseleri kastetmiyorum. Bunlarla kastettiğim ümmetin mallarını yağmalayan, çalıp çırpan asalaklardır. Tarihimiz boyunca despot ve dikta saltanatlar hep aşırı lüks ve konfor düşkünlüğü ile yaşadı. Halka reva gördükleri ise zulüm, baskı ve sefaletti. Müstazafların nasibi buydu. İstibdat ve baskının insanların ahlâkını bozduğu; mallarını yağmaladığı, saflarını dağıttığı bu tür toplumlarda ıslahatçılar ayaklanıp seslendiklerinde seslerine aks-i seda bulurlar. Mervanoğulları ve Abbasîlerin aşırı şatafatları ve konfor tutkuları dilden dile dolaşmaktaydı. Nitekim eğer umarsızları çepeçevre kuşatan o kara sefalet olmasaydı hak olan diriliş ve direnişlerin yanı sıra şarlatanların gayretkeşliğine girdiği yıkıcı isyanlar revaç bulmazdı. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 43 Ümeyyeoğullarının hâkimiyeti altında insanlar üç sınıfa ayrılıyordu: Emevi ailesinden olan eşraf, Araplar ve Mevâlî. ‘Mevâlî’ (sonradan Müslüman olanlar) kelimesi, Mervanîlerin ayırımcı sözlüğünde tamamen aşağılama ve hakaret ifade ediyordu. Abbasîlerin hâkimiyeti altında ise “eşraf tabakası” İranlı savaşçı askerlerden ve belli bir zaman boyunca da Arap ilim adamlarından meydana gelmekteydi. Sonra asabiyet Arapları dağıttı, ‘halife’ ismi de eski bir şerefin sembolü olarak kaldı. Sonra Acem, Deylem ve Berberî milletlerin elinde ‘İstilâ Emirlikleri’ İslam coğrafyasında hüküm sürdü. İnsanlar Acemleşti; hatta sanat ve zanaatlarda ileri olan kavimlerin kültürleri İslam toplumuna nüfuz etti. Dillere Arapça hakim olsa da gönüllere ve akıllara Acem kültür ve adetleri hakim oldu. Her makama uygun düşen bir kelam vardır. Eğer sözün bağlamı burada tarihin hatalarından ders çıkarma olmasaydı biz bu olumsuzluklar yerine Müslümanların tarihteki başarılarından ve Müslüman olan diğer kavimlerin katkılarını nasıl aynı potada eritip muhteşem bir medeniyete dönüştürdüklerinden bahsederdik. Ne var ki, burada meramımız despotluğun kötülüklerini ve getirdiği ahlaki çözülmelerin, sefaletin tahlilini yapmaktır. ‘Araplaşma’ ile İslam’ı, ‘Acemleşme’ ile de dini duyarlılığın zayıflamasını kastediyoruz. Bilgemiz İbn Haldun şöyle yazmıştır: “Devlete sahip olanlar medenileşme döneminde her zaman kendilerinden önceki devletin gelişim süreçlerini ve hallerini taklit ederler. Onların hayat tarzlarını müşahede eder ve çoğunlukla da gördükleri bu tarzı onlardan alırlar. Bu durumun aynısı Rum ve Fars ülkelerini fethedip oralara hâkim olan ve onların kızlarını ve oğullarını hizmetlerinde kullanan Arapların başına da gelmiştir; nitekim onlar o zamana kadar hayatlarında hiçbir şekilde şehirleşme (medenîleşme) başlamamıştı. Anlatıldığına göre kendilerine yufka ekmek getirildiğinde, bunu 44 ● ABDÜSSELAM YASİN üzerine yazı yazılacak deri parçası sanmışlardır. Yine Kisra’nın hazineleri arasında kâfur bulduklarında onu tuz olarak yemeklere katmışlardı. Bunun gibi örnekler çoktur.” Ben diyorum ki: Allah’ı ve Resûlü’nü bilen fatihler ne yücedir onlar! Cehalet, lüksün manzarası ve araçları ayartamadı onları! Ve İbn Haldun diyor ki: “Araplar kendilerinden önceki devletlerde yetişenleri kendi iş ve hizmetlerinde kullanınca, bunun için onlardan en maharetli ve ehliyetli olanlarını seçtiklerinde ve rahat bir yaşam için gerekli olan imkânların da artmasıyla, lükste had safhaya ulaşmışlardır. Yiyecek, içecek, giyecek, binalar, silahlar, evlerin dayanıp döşenmesi, kullanılan kaplar ve bunlar gibi diğer hususlarda en ince zevklere dalmışlar; aynı şekilde düğün gibi özel törenler ve gecelerde lüksün had safhasını da aşan bir aşırılığa ulaşmışlardır. Mes’udî, Taberî ve diğer tarihçilerin Me’mun’un -Hasan bin Sehl’in kızı- Boran ile evlenmesine ilişkin naklettikleri haberler dikkat çekicidir. Me’mun’un, kızını istemek için Hasan bin Selh’in, Femu’l-Silh’teki sarayına geldiğinde beraberindekilere yaptığı bağışlar, düğün öncesinde ve düğünde yaptığı harcamalar şaşkınlık vericidir. Bunlardan biri de şudur: Hasan bin Selh, Me’mun’un beraberindekiler için bir ziyafet vermiştir. Bu ziyafete Me’mun’un birinci derecedeki adamlarının üzerine, kâğıtlar üzerine yapıştırılmış (toz şeklinde) misk saçmıştır. Ancak misklerin yapıştırılmış olduğu kâğıtlar belli arazilerin ve gayrimenkullerin tapuları mahiyetinde olup, bu kâğıtlar kimin eline düşmüşse o arazilere sahip olmuştur. Yine Me’mun’un ikinci derecedeki adamlarına ise her birinde on bin dinar (altın para) bulunan keseler dağıtılmıştır. Üçüncü derecedekilere de dirhem (gümüş para) bulunan keseler dağıtmıştır. Yine evinde kaldığı süre içinde Me’mun için yaptığı harcamalar da bunların kat kat fazlasıdır. Me’mun ise düğünde mehir olarak Boran’a bin yakut DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 45 vermiş, her biri yüz men (yaklaşık iki buçuk kilo) ağırlığında amberden mumlar yaktırmış ve yere halılar, kilimler sermiştir. Bunlardan biri altından dokunmuş olup inci ve yakutlarla süslüydü. (…) Yine, velime yemeği için aşhaneye tam bir yıl boyunca günde üç sefer yüz kırk katır yükü odun taşındı ve bütün bu odunlar iki gecede bitti. (…) İnsanların üst tabakada olanlarını geçirmesi için gemilerin getirilmesini üstü kapalı şekilde ifade etti.”21 Lüks ve konfor içinde keyif süren azınlık bir üst tabaka ve buna mukabil ise kara bir sefalet… Bu bozuk çevreye karşı, din-i mübini ortadan kaldıranlara Allah için duydukları öfkeden dolayı ve mazlumlara yardım etmek için ıslah ve diriliş önderleri harekete geçmiştir. “(Haşimîlerden Ali taraftarı biri olan) Muhammed bin İbrahim, Kûfe’ye geldi. İnsanların durumunu sordu, onlar hakkında bilgi elde etmeye çalıştı ve işine hazırlandı. (Allah’ın izniyle ileride Muhammed’in babası İbrahim’in kıyamından bahsedilecektir.) O, kendisine güvenen kimseleri, istediği şeye çağırıyordu. Nihayet onun için birçok insan toplandı. Bir gün o, Kûfe’nin yollarından birinde yürürken, birdenbire yaşlı bir kadının, hurma taşıyanları izlediğini gördü. Kadın, hamallardan düşeni alıyor, onları eski püskü bir elbisede topluyordu. Muhammed, kadına ne yaptığını sordu. Kadın: “Bana bakacak bir kocam yok. Benim küçük kızlarım var. Ben yolda bunları izliyor, kendim ve kızlarım için düşenlerle yaşamımı sürdürüyorum” dedi. Muhammed, şiddetli şekilde ağladı ve: “Allah’a yemin olsun ki sen ve sana benzeyenler, kanımın akıtılması için beni yarın isyan ettireceksiniz (yani ayaklandıracaksınız)!”22 21 22 el-Mukaddime, s. 305-306. Min Tecâribi’s-Sâirîn, s. 7. 46 ● ABDÜSSELAM YASİN Burada “lüks ve konfor düşkünlüğü”nün Kur’an’da zemmedildiğini kaydedelim. Bohem hayat içinde bulunanlar, müstekbirlerdir. Onların malı toplaması ve erzakları stoklamaları dikkate alındığında, bolluk içinde oldukları görülür. İnsanlara kendilerini üstün göstermeleri, makam ve otoriteyi tekellerine almalarına bakıldığında da, onların müstekbir olduğu görülür. İbn Haldun’un metninde, sosyal sınıfları ve o saltanat toplumundaki seçkin insanları okuduk. Bu kavramlar, iletişimimize hizmet edecek kullanımda bulunmamız için İslamî anlamlarını ayırmamızı ifade eder. Daha önceki tarihçilerin de ifade ettiği gibi, İbn Haldun, insanlar arasında tabakaların olduğunu söyler. Bu isimlendirmede, siyasî, iktisadî ve toplumsal konuma dikkat edilmez. Kur’an’a gelince, bolluk/lüks içinde yaşayanlar, müstekbirlerdir. Onlar, ekonomiye sahip olmak veya kılıç sahiplerinin yanısıra mal sahipleri ile de anlaşmak için otoriteden faydalanan bir topluluktur. Bu sosyal sınıf, milletlerdeki ve beşerî tahlildeki tüm sınıflar gibidir. Fakat Kur’an’da lüks ve büyüklenme/istikbar, beşerî tahlillerle çelişmeyen başka bir anlama sahiptir ki, o da, bolluk içinde yaşayan müstekbirlerin, Allah’ın yolundan alıkoydukları, Allah’ın dinine karşı savaş açtıkları ve peygamberleri öldürdükleridir. Çünkü Allah’ın yolu, dini ve peygamberleri, insanın, kula kulluktan kurtulması demektir. Kur’anî lafızda mustazaflar (zayıf bırakılmışlar), sadece ekonomik olarak mahrum bırakılmış, siyasî olarak mahvedilmiş, toplumsal olarak aşağılanmış bir sosyal tabaka değildir; tam aksine onlar, ‘Allah’tan başka ilah olmadığını’ ifade eden, iman sancağı altında kutuplaşmadan, zulme direniş göstermekten alıkonan bir sınıftır. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM SAHABENİN FİTNEYE DİRENİŞİ Müminlerin Emiri Osman İmam Ali Müminlerin Emiri Osman Taberî, bir İslam tarihi terimi olan “olay çıkaranlar” ıstılahını –ki bunlar İslam’da bir münkeri ilk başlatan kimselerdir, Hz. Osman’a karşı ayaklanmışlardır- İbn el-Kevvâ’nın bu konudaki kelamını naklederek şöyle açıklar: “Medine halkından olay çıkaranlara gelince, onlar ümmet içinde şerre en hırslı ve fakat onu gerçekleştirmekten en aciz kimselerdir. Kûfe halkından olay çıkaranlara gelince onlar küçük meselelerde son derece titiz ve fakat büyük günahlarda alabildiğine pervasızdılar. Basra halkından olay çıkaranlara gelince, beraberken söz veren ayrıldıklarında sözlerinden dönen kimselerdir. Mısır halkından olay çıkaranlara gelince, onlar şer hususunda çok vefakar, ama pişmanlığı da en erken yaşayan kimselerdir.” Muâviye, Osman -radiyallahu anh-’a bu hususta şöyle yazmıştır: “Bana hem akıldan hem de dinden yoksun bazı kimseler geldi. İslam’ı ağır, adaleti can sıkıcı buluyorlar. Hiçbir işlerine Allah’ı karıştırmak istemiyorlar. İleri sürdükleri hiçbir düşünce için bir delilleri yok. Tüm istedikleri fitne çıkarmak ve zimmet ehlinin mallarını elde etmektir. Allah onları imtihan edip sınayacak ve sahteliklerini ortaya çıkartıp rezil edecektir. Onlar, kendilerine taraftarlar bulmadıkça da ateş olsalar bile cürümleri kadar yer yakarlar ancak.”23 Şehid İmam Osman -radiyallahu anh- işte bu tür insanlarla muhatap idi. Bunlar Hz. Osman aleyhine Medine’de toplanıp gelip ona Mervan b. Hakem’in bir çok yere sızdırdığı Kureyşli gençlerin zulmünü ona şikayet ettiler. Hz. Osman radiyallahu anh- onlara şöyle bir taahhütname verdi: “Sürülenler dönecek, haklarından mahrum bırakılanlar haklarına Her iki metni de Muhibuddin el-Hatîb, ‘el-Avâsım mine’l-Kavâsım’ın (s. 121) dipnotunda nakleder. 23 DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 49 erişecek, ganimetten pay almaları sağlanacak, paylaşımlar adilane yapılacak ve valiliklere güvenilir ve emin insanlar atanacaktır.”24 Bu taahhüt üzerine razı olarak geri döndüler. Ne var ki yolda bir köle onlarda şüphe uyandırmak için onların kervanlarına bir katılıyor, bir ayrılıyordu. Hareketlerinden kuşkulanıp onu sorgulayınca köle kendisinin Hz. Osman’ın Mısır valisine gönderdiği elçisi olduğunu söyledi. Üzerini aradılar ve bir mektup buldular. Mektubun üzerinde Hz. Osman’ın mührü vardı. Mektupta Mısır valisine, onların idam edilmeleri emrediliyordu. Bu Hz. Osman’ın etrafında bulunan ve bu taahhütname’den rahatsız olanların kurduğu bir kumpastı. Bunun üzerine Medine’ye dönüp şehid imamı kuşattılar. Onlardan bir adam gelip Hz Osman’a “Kanını dökmeyi nezrettim!” dedi. Osman: “Cübbemi al!” dedi. Adam, onun cübbesine kılıçla bir darbe vurdu ve Osman’dan kan aktı. Böylece adam sözünü yerine getirdiği için oradan ayrıldı. Sonra Hz. Osman’ın evine Muhacir ve Ensar’dan bazı adamlar ona yardım etmek için geldiler. Hz. Osman onlara “bana itaat etmeyi vacip gören herkesten ısrarlı talebim, ellerine sahip çıkmaları ve kılıçlarını kınlarından çıkarmamalarıdır.” Abdullah b. Ömer ve Rasûlullah’ın torunu İmam Hüseyin -radiyallahu anhuma- Hz. Osman’a yardım etmek için gelenlerdendi. Ensar gelip ona silahla kendisini savunmak istediklerini ifade ettiler ve ona şöyle dediler “Razı olursan ikinci kez Ensar olmaya geldik.” Osman buna cevaben “Benim buna ihtiyacım yok! Bu tür bir şeye kalkışmayın!” dedi. Ensar yani Allah’ın dininin ilk yardımcıları, halifelerini savunmayı kendilerine farz sayıyorlardı. Ne var ki Osman radiyallahu anh- fitneyi tutuşur kaygısıyla onlara dönmelerini emretti. Ebu Hureyre ona “Bugün seninle birlikte savaşmak güzel!” deyince o “senden rica ediyorum, buradan ayrıl!” dedi. Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, İbn Ömer ve İbn Zü 24 A.g.e., s. 125. 50 ● ABDÜSSELAM YASİN beyir de Hz. Osman’ın kuşatma altındaki evine geldiler. Hz. Osman onlardan silahlarını bırakmalarını, oradan ayrılmalarını ve evlerinden çıkmamalarını istedi. Böylelikle Şehid imam hem kendi eline hem de müminlerin ellerine hâkim oldu. Fakat akılları ve dinleri olmayan o grup, kasıtlı ve kararlaştırılmış entrikalarını gerçekleştirmek için sahte mektubu fırsat bilmişlerdi. Ve Şehid imamdan sonra Müslümanların kılıçları birbirlerine karşı kınlarından çekildi ve fitne ateşi, gittikçe alevlendi. İmam Ali Osman’ın -radiyallahu anh- şehid edilmesinden sonra insanlar Ali -radiyallahu anh’a- biat ettiler. Şam halkı, biat için ön şart olarak Osman’ın katillerinden hesap sormayı koştular, şartları kabul görmeyince ona biat etmediler. Onlar, Emevî asabiyetinden dolayı İmam Osman’ın kanının hesabını sorma hakkını kendilerinde görüyorlardı. İmam Ali radiyallahu anh- onlara, “önce biat edin, sonra bu hakkı talep edin, ancak o zaman ona ulaşabilirsiniz.” dedi. Bunun üzerine onlar: “Osman’ın katilleri seninle birlikte oldukça biz onları sabah akşam gördükçe sana biat etmeyiz” dediler. Hz. Ali bu konudaki görüşü, daha doğru ve daha yerindeydi; çünkü eğer biatten önce onlara diyetini ödetmeye kalksaydı kabileler de asabiyet duygusu kabaracak ve üçüncü bir savaş çıkacaktı. Bu yüzden durumun kesinleşmesini, biatin yapılmasını, velilerin dava açmasını bekledi ki hüküm adilce verilsin. Eğer kısasın hemen uygulanması fitnelerin patlak vermesine, ayrımcı rüzgârların esmesine neden olacaksa tehir edilmesinin cevazı konusunda ümmet arasında bir ihtilaf yoktur.”25 Hz. Osman’ın gömleği, bir kışkırtma ve ortamı kızıştırma bayrağına dönüştü. Talha ve Zübeyir, Osman’ın katillerin 25 İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an, c. 4, s. 1706. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 51 den kısas alması şartıyla kendisine biat edeceklerini ifade etmek üzere kendisine uğradıklarında Hz. Ali bu fitne hakkında onlara şöyle dedi: “Ey kardeşlerim, ben sizin bildiklerinizi bilmiyor değilim! Fakat bize diş geçiren, ancak bizim diş geçiremediğimiz bir topluluğa ne yapabilirim? İşte köleleriniz onlarla birlikte ayaklandı, hürleriniz onlara döndü. Onlar sizin aranızda size istedikleri acıyı tattırıyorlar. Talep etmekte bulunduğunuz şeyleri şuan gerçekleştirmeye imkan ve ihtimal görüyor musunuz?” Bu soruya onlar “Hayır!” diye cevap verince Hz. Ali şöyle devam etti: “Allah’a yemin olsun ki, bu fitne hakkında siz ne düşünüyorsanız ben de aynısını düşünüyorum. Bu konu hakkında insanlar -eğer nabızları kontrol edilirse görülür ki- farklı kanaatler taşımaktalar. Bir grup sizin gibi düşünüyor, diğeri size muhalif düşünüyor, bir diğeri de daha başka düşünüyor. Bize düşen sabırla beklemek, insanlar sakinleşsin, kalpler dinsin, sular durulsun ki hak yerini bulsun.” İmam Osman’ın öldürülme felaketinden sonra iki büyük felaket daha vuku buldu: Cemel ve Sıffîn vakaları. Bu iki savaşta on binlerce kişi yaralandı ve öldü. İmam Ali’nin kalbi bir hal çaresi bulunamayan bu trajedilere ağlıyordu. İmam Ali, o konuştuğunda hakkı söyleyen büyük adam, hüküm verdiğinde doğruyu şaşmayan bilge; bu yüzdendir ki Hz. Ömer, “Ali olmasaydı, Ömer helâk olurdu” demiştir. Felaketler gelip kapıya dayandığında, o kendisine savaş ilan etmiş olsalar bile tüm Müslümanlardan mesul olduğu bilinciyle hareket etti. Cemel savaşından önce ordusuna şöyle talimat verdi: “Eğer onları yenerseniz, kaçanları öldürmeyin. Yaralıları öldürmeyin. Gösterilmesi haram olan yerleri açmayın!” Zaferden sonra her iki taraftan da öldürülen Müslümanların cenaze namazını kıldı, onları defnetti ve onlar için dua etti. Hezimete uğrayanların mallarından hiçbir şey almadı; bilakis onları Basra mescidine çağırdı ve mallarını onlara teslim etti. 52 ● ABDÜSSELAM YASİN Tarihçiler Hz. Ali’nin Basra’ya girişi esnasında kadınların ona ağır küfürler ettiğini, bu durum üzerine onun askerlerine şöyle emrettiğini aktarırlar: “Hiçbir namahreme dokunmayın! Hiçbir eve girmeyin! Kadınlar size ağır hakaretler de etse, namuslarınıza da küfretse, emirlerinize ve salihlerinize akılsız ve aptal da deseler onlara karşılık vermeyin; çünkü biz müşrik kadınlara bile karışmamakla, karşılık vermemekle emrolunduk.”26 Şam halkının isyanı ve tahrikleri, Müslümanlar arasındaki savaş felaketlerine sebebiyet vermişti. Hz. Ali -radiyallahu anh- kendisine Medine’de biat edildikten sonra bu isyancılara bir elçi gönderdi, onları kendisine itaat etmeye davet ediyordu. İsyancılar, onun elçisini kovdular. İmam elçisine “arkanda ne bıraktın, durum nedir?” diye sordu. Elçi, “arkamda kısastan başka bir şeye razı olmayan bir kavim bıraktım. Şam’da minbere asılmış Osman’ın gömleği altında ağlayan altmış bin adam bıraktım.” dedi. Bu sözler üzerine Hz. Ali “Kimden kısas istiyorlar?” diye sordu. Elçi: “Senin ipinden (idamından)” dedi.27 Bunun açık anlamı şudur: isyancılar, Hz. Osman’ın gömleğini Müslümanların halifesiyle savaşmak için bir maske olarak kullanıyorlardı. İmam Ali -radiyallahu anh- ümmetin dizginlerinin müfsit emirlerin eline geçmesinden korkuyordu; nitekim bir hutbesinde şöyle demiştir: “Allah’a yemin ederim ki, bu kimseler size yönetici olurlarsa başınıza Kayser ve Herakliyus’un getireceği şeyleri getirirler.”28 Dinden çıkmış bir haricî, Ümmetin imamına bir kılıç darbesi indirdi ve bununla hilafet sayfası dürüldü. Yüce sahabe Abdullah b. Ömer, ömrünün sonunda saltanatın bozukluğunu gördüğünde şöyle demiştir: “Şu dünyada üzüldüğüm tek husus var, o da zamanında zalim fırkayla savaşmamış olmamdır.” A.g.e., s. 82. A.g.e., s. 83. 28 A.g.e., s. 91. 26 27 BEŞİNCİ BÖLÜM EHLİ BEYTİN DİRENİŞÇİLERİ İmam Hasan İmam Hüseyin İmam Ali Zeynilabidin İmam Muhammed bin Ali el-Bâkır İmam Cafer-i Sadık İmam Zeyd bin Ali İmam Muhammed Nefsu’z-Zekiyye İmam Hasan İki yüce torun Hasan ve Hüseyin, Rasûlullah’ın –sallallahu aleyhi ve sellem- reyhanları idi. Taberânî, Câbir’in şöyle dediğini rivayet eder: “Biz, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile beraberdik. Yemek için bir yere davet edildik. Hüseyin -radiyallahu anh’ın- çocuklarla birlikte yolda oynadığını gördük. Resulullah (sav), topluluğun önüne geçip ona doğru hızla yürüdü, onu yakalamaya çalıştı. Hüseyin’se oraya buraya kaçmaya başladı. Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onunla oynuyordu, sonra onu yakaladı, başını okşadı, ona sarıldı ve onu öptü. Ardından da şöyle buyurdu: “Hüseyin bendendir, ben de ondanım. Onu seveni Allah da sevsin! Hasan ve Hüseyin iki güzide torundur.” Buhârî, ‘Fedâilu’s-Sahâbe’ bölümünde, Ebu Bekre’den şöyle rivayet eder: “Rasulullah’ı -sallallahu aleyhi ve sellemminberde gördüm, bir yanında Hasan oturuyordu. O bir insanlara bir de Hasan’a bakıyor ve şöyle diyordu: “Benim bu oğlum necip ve saygındır. Öyle umuyorum ki Allah iki Müslüman grubun arasını onunla düzeltecektir.” Buhârî, ‘Fiten’ bölümünde, Hasan-ı Basrî’den şöyle rivayet eder: “Hasan b. Ali -radiyallahu anhuma- büyük birliklerle Muâviye’nin üzerine yürüdüğünde Amr bin Âs, Muâviye’ye şöyle dedi: ‘Bu birlikler son bölük ölene kadar mücadele edeceklerdir.” Bunun üzerine Muâviye “Müslümanların çocuklarını kim kurtaracak?’ diye sordu. Amr: “ben” dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Âmir ve Abdurrahman bin Semur, ‘biz onunla görüşüp ona barış teklif ederiz’ dediler.” DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 55 Hasan Basrî, Ebu Bekre’den şöyle duyduğunu diye rivayet eder: Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- hutbe verirken yanına Hasan geldi. Nebi -sallallahu aleyhi ve sellemonun hakkında “benim bu oğlum necip ve saygındır. Öyle umuyorum ki Allah iki Müslüman grubun arasını onunla düzeltecektir.” diye buyurdu. O zaman Muâviye barış istemiş İmam Hasan da buna olumlu karşılık vermiş ve Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün sünnetinin hâkim kılınmasını şartıyla barışı kabul etmişti. İmam Hasan’ın o gün irat ettiği hutbe, dedesinin onun hakkındaki necip ve saygınlık hükmünü teyit eder mahiyettedir. Said b. Mansur ve Beyhâkî “ed-Delâil’de Şa’bî’den şöyle rivayet ederler: “Hasan b. Ali, Muâviye ile barış antlaşması yaptığında Muâviye ona: “Kalk ve insanlara hitap et!” dedi. Bunun üzerine Hasan kalktı, Allah’a hamdetti, O’nu övdü. Ve sonra şöyle devam etti: “Sadede dönersem, en akıllı insan takva sahibi olandır. En aciz kimse de fücur sahibi kimsedir. Dikkat buyurun, benim ile Muâviye arasında ihtilaf konusu olan bu durum hiç kuşku yok ki benim hakkımdır ve haklı olan benim; ne var ki, Müslümanların salahını ve kanlarının akmamasını istediğim için vazgeçiyorum bu hakkımdan. Bilmiyorum, belki de sizin tabi tutulacağınız bir imtihandır ve bu yüzden size bir fırsat tanınmaktadır.” Sonra istiğfar edip minberden indi.”29 Hasan, güçlü bir konumda olmasına rağmen hakkından vazgeçti. Nitekim Amr b. As’ın da belirttiği gibi onun askerleri onun hak üzere olduğuna inanıyor ve hareketlerinin başarıyla sonuçlanacağına kanaat getirmişlerdi. Müslümanların salahı için hakkını terk etmesinin ardında yalnızca o güzel kalbi vardı. Fakat ne acıdır ki fitne fesat ehli acele etmiş ve onu zehirlemişlerdi ve Hasan şehit olmuştu. 29 Fethu’l-Bârî, c. 13, s. 63. 56 ● ABDÜSSELAM YASİN İmam Hüseyin O -radiyallahu anh- dedesinin reyhanı ve babasının dayanağı idi. Kardeşi Hasan’la beraber savaşlara katıldı. Hasan, babasından sonra halife tayin edilince, Hüseyin ona biat etti ve onu destekledi. Muaviye’yle yapılan barış antlaşmasında hazır bulundu ve koşulan şarta katıldı. İmam Hasan’ın zehirlenmesinden sonra ehl-i beyte üzerinde baskılar başladı. Hucr bin Adiyy gibi onlara taraftar olan kimi sahabeler öldürüldü. Ali taraftarlarının rızıklarını aramalarına engel olundu. Kardeşinin ölümünden sonra Ali taraftarları, İmam Hüseyin’in çevresinde toplandıkları için kovuldular. Yezid bin Muâviye zor ve baskıyla alınan biat sonucu halife olunca Kureyşli gençlere, daha önce dedelerinin kapatmış olduğu siyaset kapıları açıldı. Yezid, düşüncesiz, eğlence düşkünü ve sefih bir gençti. Bu yüzden temiz ve yüce torunun önünde bu azgın fasıka karşı direniş göstermek kalıyordu. İmam Hüseyin, Yezid’e biat etmeyi reddetti ve Medine’den Mekke’ye hicret etti. Kûfe’deki taraftarları ona mektup yazdı. Kendilerine gelmesi durumunda onu destekleyeceklerine söz verdiler. Bu konudaki tavır ve programını içeren şu mektupla oradaki kendi taraftarlarına ve halka hitap etti: “Malumunuz ola ki, küstah, kibirli, bozguncu ve zalim olarak ayaklanmıyorum. Sadece dedemin (sav) ümmetinde barış istemek için ayaklandım. İyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak, dedemin ve babam Ali b. Ebî Talib’in yaşadığı gibi yaşamak istiyorum. O halde kim beni gerçek anlamda kabul ederse, Allah’a yemin olsun ki, hakka daha yakındır. Kim de bunu reddederse, Allah, benimle o topluluk arasında hakla hükmedinceye kadar sabredeceğim. Kuşkusuz O, hükmedenlerin en üstünüdür.” İmam, önden amcasının oğlu Müslim b. Akil’i, kendisi için ortamı hazırlaması üzere gönderdikten sonra kendisi de Irak’a doğru yola çıktı. Ne var ki, ona taraftar olan aşiretler, DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 57 Yezid’in düzenli ve güçlü ordusunu görünce onu yüz üstü bıraktılar. Bunun neticesinde Kerbelâ faciası vuku buldu. Anam babam feda olsun ol Resulün güzel torununa! Bu felaket tarihimizde açılan en büyük, en tekinsiz gediktir! İmam Hüseyin’in şehadeti, ümmetin kalbinde bir yaradır. Şia, Hüseyin’in kanını, kan döken, zalim ve zorba melikler için bir lanet saydılar. Sinelerde tutuşmaya devam eden bir lanet… Hüseyin (r.a) bugün, şiî kardeşlerimizin sembolüdür; hatta vicdanlarında, bayramlarında ve hutbelerinde yenilenen derin bir vakıadır. Bugün30 onların Irak’taki Baas rejimiyle tutuştukları amansız savaş aslında zulme karşı yaşadıkları dokunaklı asırların bir uzantısı, mukavemet kabul etmez bir enerji patlamasıdır. Ehl-i sünnet ve’l-cemaatten oluşan âlimlerimize göre de zulme okunan bir lanettir, unutulan cihadın yeniden dirilmesi demektir. İmam Taftazânî, Şerhu’l-Akîdeti’n-Nesefîyye’de şöyle der: “Âlimler Hüseyin’i öldürenin veya öldürülmesini emredenin, buna cevaz verenin, buna razı olanın lanetlenmesinin caiz olduğu hususunda ittifak etmiştir. (…) Gerçek o ki, Yezid’in, Hz. Hüseyin’in öldürülmesine razı olduğu, bunu bir sevinç vesilesi saydığı, Resulullah’ın -sallallahu aleyhi ve sellem’in- ehl-i beytini aşağıladığı rivayetleri manen mütevatirdir.” Bu tespiti yaptıktan sonra Allâme Taftazânî şöyle der: “Biz, Yezid’in durumu konusunda tereddüt etmiyoruz; hatta onun küfrü konusunda tevekkuf etmiyoruz. Allah’ın laneti, onun, taraftarlarının ve avenesinin üzerine olsun!” İmam Zehebî, Yezid hakkında şöyle der: “Sert ve katı kalpli bir insandı. Alkol alır, kötülük yapardı. Kendi devletinin açılışını Hz. Hüseyin’i şehit etmekle yapmıştır.” Bir Bu yazılar İslam devrimi ile Irak arasında patlak veren savaş esnasında kaleme alınmıştır. 30 58 ● ABDÜSSELAM YASİN adam, Ömer bin Abdülaziz’in huzurunda “Müminlerin emiri Yezid!” deyince, Ömer ona yirmi kırbaç vurdu. Onun hakkında Mehdî bin Tûmert’in hocası İlkiyâ el-Herrâsî’den bilgi istenince, o, Yezid’in rezaletleri hakkında geniş bir bölüm ayırıp da kâğıtları bitince şöyle dedi: “Eğer daha fazla kağıt verilseydi bana bu adamın rezilliklerini bitiremezdim.”31 İmam Hüseyin’in direnişi, Yezid’in saltanatını reddeden ümmetin vicdanına tercüman oluyordu. Alimlerimizin Yezid’i lanetlemelerinin sebebi yalnızca İmam Hüseyin’in bu yüce Nebevî aileden olması hasebiyle kapıldıkları hislerden dolayı değildir, bilakis bunun yanı sıra Yezid’in kötülükleri, kötü yönetimi, Müslümanların canına okuması onların muhayyilelerinde dikta krallıkları/sultanları kapkara hale getirmişti. Muhâcirler, Ensar ve onların nesli olan Medine âlimleri ona biat etmediler. Bu yüzden Yezid onların başına, Müslim bin Ukbe’yi musallat kıldı. Bu azılı zalim adam onların kanlarını helal saydı ve onlardan üç yüz kişiden fazla adam öldürdü. Medineli kadınlar, Yezid’in askerlerinin ahlâksızlığından dolayı binlerce cenine hamile kaldılar. Yezid’in üçüncü barbarlığı da Abdullah bin Zübeyir kendisine karşı ayaklandığında Kâbe’yi mancınıklarla dövmesidir. İmam Ali Zeynelabidin İlk gençlik yıllarında babası İmam Hüseyin’le beraber Kerbela savaşına katıldı. Zamanın en bilgini, en iyisi, en takvalısı ve ümmete karşı en şefkatlisiydi. Said b. Müseyyeb onun hakkında şöyle der: “O, abidlerin efendisidir.” İbn Hacer de şöyle der: “Zeynelabidin ilim, züht ve ibadette babasının halefidir.” Secde aşığı lakabıyla anılmıştır. 31 İbn İmad, Şezarat, c. 1, s. 68. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 59 İmam Caferi sadık da şöyle der: “Ali b. Hüseynin – aleyhi’s-selam-namazındaki duruşu Azim ve Malik olan Allahın huzurunda namaz kılan zayıf bir kulun namazı gibiydi. Namazda Allah -azze ve celle- korkusundan azaları titriyordu. Her namazı kıldığı son namazmış gibi bir veda namazı edası ile kılıyordu.” Allah onu Kerbela katliamından kurtardı. Şianın etrafına toplandığı bir lider oldu. Şia’nın dağınıklığını düzeltti ve himmetini yüceltti. Kerbela’da tanık olduğu hadiseden anlamıştı ki babasını başarısızlığa uğratanlar, ikinci bir kıyam için dayanak sayılamayacak zayıf kimselerdi. Kendisine yeni bir metot geliştirdi ve bu metotta eğitim ve terbiyeyi esas aldı. Birçok âlim yetiştirdi. Bu yüce imam, Kerbelâ katliamını, sonra Harre katliamını, ardından Ka’be’ye ilan edilen savaşı, Hüseyin’i terk eden ve Ümeyyeoğulları ordularının darma duman ettiği Kûfe halkından Tevvâbîn ayaklanmasını, başarısızlıktan payını alan Muhtar es-Sekafî ayaklanmasını gördü. Muhtar, palavracı ve yalancı bir adamdı. Zeynelâbidîn tüm bu tanıklık ve gözlemlerinden ders aldı, gördü ki arzuları farklı, himmetleri düşük olan bu insanlar Hz. Hüseyin gibi yüce bir zatı bırakıp Muhtar esSekkafi’nin etrafına toplanıyorlardı. Bu insanlar hakkı batıldan ayırma melekesine sahip olmadıkça onlardan batıla karşı hakkın yanında yer almaları beklenemezdi. Bu yüzden büyük adamlar yetiştirmeye koyuldu ve babasının anısını unutmadı, onu daha uygun bir zamanı için sakladı. Bir hutbesinde Küfe halkını şöyle azarladı: “Ey insanlar! Beni tanıyan tanır. Tanımayanların malumu olsun ki ben Hüseyin’in oğlu Ali’yim. Ben onuru çiğnenmiş, nimeti elinden alınmış, malı gasp edilmiş, ailesi esir alınmış bir kimsenin oğluyum. Ben Fırat nehrinin kıyısında suçsuz yere boğazlanan bir babanın oğluyum. Ben ölümü kahramanca göğüsleyenin oğluyum, bu bana iftihar olarak yeter. Ey insanlar! Allah aşkına, siz değil miydiniz, ba- 60 ● ABDÜSSELAM YASİN bama mektup yazıp sonra onu aldatan, ona sözler verip biat edip sonra ona karşı savaşan? Bu mudur ahiret azığınız, yazıklar olsun size! Ne kadar da kötü düşüncelisiniz! Yarın Rasûlullah –sallalahu aleyhi ve sellem- size “siz ailemi katlettiniz, aile onurumu çiğnediniz, ümmetimden değilsiniz!” dediği zaman hangi yüzle ona bakacaksınız?” İmam Muhammed bin Ali el-Bâkır O, İmam Zeynelâbidîn’in oğludur. Daha üç yaşındaki bir çocukken Kerbela faciasına tanık oldu. Bir takva ve ilim abidesi, nübüvvet medresesinin bir talebesi olarak yetişti. Kendi döneminin en güzide, en otorite alimi oldu; ilimdeki büyük derinliği ve enginliğinden dolayı kendisine “Bakır” lakabı verildi; zira bu kelime problemleri yarmak, enginlere çıkmak manasını ifade eder. Abdullah bin Atâ el-Mekkî, onun hakkında şöyle der: “Âlimlerin de başka bir alim yanında ilmen küçük göründüğünü ilk defa Muhammed Bakır ile bir araya gelen alimleri görünce fark etmiştim.” Hafız İbn Kesîr, onun hakkında şöyle der: “Ebu Cafer elBâkır, kadir kıymet ehli yüce bir tâbiîndir. İlim ve amel, saygınlık ve şeref bakımından bu ümmetin eşsiz bir âlimidir. İlimdeki derinlik ve enginliğinden ötürü ‘el-Bâkır’ diye lakaplandırıldı. O ehli zikirdi, huşu ve sabır erbabı idi. Peygamberin pâk neslindendi. Soyu asil, şerefi âli bir insandı. Kalp halinden iyi anlayan, gözyaşları kolayca akan, cedel ve tartışmalardan uzak duran bir âli cenap zattı.” İmam Bakır, halife Ömer b. Abdülaziz’in yanına gitti ve ona şöyle nasihat etti: “Ey Ömer, dünya bir pazardır. Bu pazardan bazıları kârla, bazıları zararla dönerler. (…) Bu yüzden Allah’tan kork! Şu iki hususu hatırdan çıkarma: Bak eğer yaptığın iş yarın Allah’ın huzurunda seni mahcup etmeyecekse onu yap, eğer mahcup edecekse ondan uzak dur ve DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 61 onun yerine güzel ameller işle. Daha önce insanları helak eden hususlara, seni helak etmeyecek zannıyla atılma. Ey Ömer, aziz ve yüce olan Allah’tan kork! Kapıları açık tut, kolay ulaşılan ol, perdeleri kaldır, mazluma yardım et ve hakkını al.” Sonra şöyle devam etti: “Şu üç şey kimde bulunursa, Allah’a tam anlamıyla iman etmiş olur.” Bunun üzerine Ömer, dizleri üstüne çöktü ve şöyle dedi: “onlar nedir? Ey Nebi’nin güzide torunu!” “ey Ömer, dedi o, insan birinden razı olduğunda bu rızası onu imtiyaz tanımaya götürmeyecek, birine kızdığında öfkesi onu haksızlık yapmaya sevk etmeyecek, eline güç geçtiğinde hakkı olandan fazlasını almayacak.” İmam Cafer-i Sadık Babası İmam Muhammed Bakır’ın medresesinden mezun oldu; dinî ilimlerde bir zirve, fıkhî bir mezhep kuran bir müçtehit oldu. Nitekim mezhebi hâlâ şianın merciidir. Ahlak, onur ve cesaretin eşsiz bir timsaliydi, bir şahikaydı. Ebu Seleme el-Hallâl gibi isyancıların kendisine biat etme teklifi onu ayartmadı, bu hareketler onu kışkırtmadı. O, ümmetin biat ve cihad sorumluluğunu bihakkın idrak etmesi için daha üst bir anlama seviyesi kazanması gerektiği ve bunun ancak nitelikli bir eğitim ve terbiye faaliyeti ile mümkün olduğu kanaatinde olduğundan Muhammed Nefsu’z-Zekiyye ve Zeyd bin Ali’nin ayaklanmalarına katılmadı. Silahlı direnişten uzak durdu. Âlimler ve davetçiler yetiştirmeye yöneldi, onlara zulmü boykot etmeyi öğretti. O –radiyallahu anh- şöyle diyordu: “Kim zalimin zulmüne bir mazeret bulursa Allah ona bir zalim musallat eder ve eğer dua ederse, duası kabul edilmez. Allah, zulmü örttüğünden dolayı ona ecir vermez. Zalime yardım eden ve zulme rıza gösteren zalimin zulmüne ortaktır.” 62 ● ABDÜSSELAM YASİN Emevî devleti düşüp da yerine Abbasî devleti kurulduğunda yönetime talip olacakları korkusundan amcazadeleri Hz. Ali’nin çocuklarını ağır bir baskı altına aldılar. İmam Cafer es-Sadık öne çıkmaktan sakındı. Abbasî halifelerinden Ebu Cafer el-Mansûr ona şöyle yazdı: “Herkes gibi sen de niye bize yakın durmuyorsun?” İmam Sadık ona şöyle cevap yazdı: “Bizim uğruna senden korkacağımız bir şeyimiz yok, senin de bizim ahiret için talip olacağımız bir şeyin yok. Bir nimet içinde değilsin ta ki gelip seni kutlayalım ve bir musibete maruz değilsin ta ki gelip seni teselli edelim.” Bu cevap üzerine el-Mansur, İmam Sadık’a “O zaman bize nasihat etmek için bize arkadaşlık yap” diye yazdı. İmam Cafer’in açık ve netti: “Dünyaya talip olan sana nasihat etmez, ahireti isteyen de seninle arkadaşlık yapmaz.” İmam Zeyd bin Ali Babası, İmam Zeynelâbidîn’dir. İmam Zeyd, İmam Sadık’ın amcasıdır. Onun zamanında vergi ve zorbalık hükümdarlığı baskı ve sindirme politikasının en şiddetlisini uyguladı. Ahlâkta en sefil, en rezil hale düştü. Bunu içine sindiremeyen Zeyd –radiyallahu anh- hicrî 121 yılında Hişam bin Abdilmelik’e karşı kıyam etti; çünkü kılıç dışında zalimlerle kurulacak bir münasebet imkan ve ihtimalinin kalmadığını gördü. Basra ve Horasan bölgeleri hariç Küfe’den on beş bin savaşçı onun için toplandı. Talebesi İmam Ebu Hanife de onu destekledi. İmam Zeyd, talebesi Ebu Hanife’ye, kendisiyle beraber savaşması için bir mektup yazdı. Ebu Hanife bu konuda şöyle dedi: “Eğer insanların onu gadre uğratmayacaklarını ve onunla beraber samimi ve sahici bir sadakatle kıyam edeceklerini bilsem ona tabi olur ve muhalifleriyle savaşırım. Zira o, hak imamdır. Ne var ki, babası Hüseyin’i gadre uğrattıkları gibi onu da gadre uğratacaklarından korkuyorum. Fakat ona DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 63 malımla destek olacağım ki, muhaliflerine karşı daha güçlü olsun.”32 Mes’udî şöyle der: “Zeyd b. Ali kardeşi Ebu Cafer bin Ali b. Hüseyin ile istişare etti. Ebu Cafer, Kûfe halkına güvenmemesi gerektiğini söyledi; çünkü onlar, hain ve hilekâr bir halktı. Ebu Cafer ona: “Deden Ali onlardan dolayı öldürüldü. Amcan Hasan onlardan dolayı yaralandı. Baban Hüseyin, onlardan dolayı öldürüldü. Onlardan dolayı biz ehl-i beyte sövüldü” dedi. İmam Ebu Cafer’in (Muhammed el-Bâkır) söylediği gibi çıktı. Aşiretler, İmam Zeyd’e ihanet etti ve İmam Zeyd öldürüldü, arkadaşları onu gizlice defnetti. Hazindir ki, Hişam b. Abdilmelik daha sonra onun mezarını kazıp cesedini çıplak olarak asmıştır. İmam Muhammed Nefsu’z-Zekiyye İmam Muhammed, Hasan bin Ali’nin -radiyallahu anhneslindendir. Davaları zafer kazanmadan Zeydiyye ve Abbasîler ona biat ettiler. Abbasiler saltanata kurulunca insanlar onunla anlaşmalarını bozdular. O ve kardeşi İbrahim saklandı. Sonra İmam Muhammed, Hicaz’ın yolunu tuttu. Etrafına yüz bin kılıçlı savaşçı toplandı. Ardından ülkenin çeşitli bölgelerine doğru ilerledi. Abbasî halifesi Mansur korktu, Bağdat’ı terk edip Kûfe’ye gitti. Mansur şöyle diyordu: “Allah’a yemin olsun ki, ne yapacağımı bilmiyorum!” Ona, Basra, Faris, Ahvaz, Vâsıt, Medâin ve diğer şehirlerin düştüğü haberleri geldi. Mansur, elbisesini değiştirmeden, yatağına uzanmadan iki ay geçirdi. Ehl-i beyt kıyamının zafere ereceğini hesapladığından kaçmak için hazırlıklarını tamamlıyordu. 32 Mevdûdî, ‘el-Hilâfe ve’l-Mülk’ (s. 180) kitabında bunu aktarmıştır. 64 ● ABDÜSSELAM YASİN Nefsu’z-Zekiyye, ruhunun yüceliği, güzel görünüşü, güzel ahlâkı, engin ilmi ve dindeki metaneti bakımından Allah’ın mucizelerinden bir mucize idi. Ebu Hanife, insanları Nefsu’z-Zekiyye’nin kardeşi İbrahim ile beraber kıyam etmeye teşvik etti. Onunla birlikte kıyam etmenin elli veya yetmiş nafile hacdan daha sevap olduğu yönünde fetva verdi. Abbasi ordusunda komutan olan öğrencisi Ebu Kahtaba’yı, Nefsu’z-Zekiyye’ye karşı savaşmaktan nehyetti. İmam Ebu Hanife’nin “kıyam etme” hususundaki görüşü, kıyam eden kimse adil ve halk tarafından kabul gören ve kıyamını başarıyla sonuçlandırma imkanlarına sahip bir kimseyse “kıyamın hükmünün vacip” olduğu şeklindedir. İmam Muhammed b. Abdillah Nefsu’z-Zekiyye kıyam ettiği zaman insanlar İmam Malik’e şöyle dediler: “Mansur’a verdiğimiz bir biat var. Onu nasıl bırakıp başkasına biat edebiliriz?” Bunun üzerine İmam Malik, Abbasîler’e verilen biatın geçersiz olduğu yönünde fetva verdi ve ikrahla alınan biatın caiz olmadığını ilan etti. Bu yüzden Medine valisi Cafer b. Süleyman, İmam Malik’i kırbaçladı. Omzunu yerinden çıkarttı. “İbrahim’in kıyamına birçok âlim katıldı. Bu ayaklananların içinde Huşeym, Ebu Halid el-Ahmer, İsa b. Yunus, Abbâd b. Avvâm, Yezid b. Harun ve Ebu Hanife vardı. İmam Ebu Hanife tarafını açıkça belli ediyor ve insanları onunla birlikte ayaklanmaya teşvik ediyordu. İmam Malik de insanları kardeşi Muhammed ile birlikte ayaklanmaya teşvik ediyordu. Ebu İshâk el-Fizârî, Ebu Hanife’ye: “Kardeşimi, İbrahim ile birlikte ayaklanmaya teşvik edip ölümüne neden olurken Allah’tan korkmadın mı?” diye sordu. Bunun üzerine Ebu Hanife: “o Bedir savaşında ölmüş gibidir!” dedi. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 65 Şu’be dedi ki: “Allah’a yemin olsun ki bu kıyam benim gözümde bir küçük Bedir’dir.”33 Şehristânî der ki: “Ebu Hanife -rahimehullah- ona (Nefsu’z-Zekiyye’ye) taraftar idi ve ona biat etmişti. Mansur bu durumu duyunca İmam Ebu Hanife’yi müebbet hapse mahkum etti; nitekim imam hapiste öldü. Onun, sadece Mansur’un döneminde Muhammed b. Abdillah’a (İmam Nefsu’z-Zekiyye’ye) biat ettiği rivayet edilmiştir. Muhammed Medine’de öldürülünce, İmam Ebu Hanife, ehl-i beyt’e taraftarlığından dolayı biat üzere kaldı. Bu durum Mansur’a iletilince o vahim hükmü verdi.”34 İmam Nefsu’z-Zekiyye -rahimehullah- öldürüldü. Kendisinden sonra kardeşi İbrahim’in ayaklanması da bastırıldı; fakat fakih imamlarımız, haklı olarak kıyam edenlere olan vefadan dolayı daha önce verdikleri biate bağlı kaldılar. Hicrî 189 yılında İmam Şafiî, halife aleyhine propaganda yaptığı suçlamasıyla bir grup Hz Ali taraftarıyla birlikte Hicaz’dan Harun Reşid’in huzuruna götürüldü. Arkadaşlarının boynu vuruldu; İmam Şafiî, arkadaşı olan saray kadısının müdahalesi ile boynunun vurulmasından kurtuldu. Hicrî 193 yılında Yahya b. Abdullah bin Hasan el-Müsennâ ayaklandığında ki o, ehl-i beytten son ayaklanandır- davetçilerini bölgelere gönderdi. Harameyn, Yemen, Mısır ve Irak halkından birçok kimse ona biat etti. Âlimlerden Muhammed bin İdris (İmam Şafiî), Abdurrabbih bin Alkame, Süleyman bin Cerir, Bişr bin Mu’temir, Hasan bin Salih ve diğerleri ona biat ettiler.”35 İbnu’l-İmâd el-Hanbelî, Şezerâtu’z-Zeheb, c. 1, s. 215. el-Milel ve’n-Nihal, c. 1, s. 158. 35 Şezerâtu’z-Zeheb, c. 1, s. 338. 33 34 ALTINCI BÖLÜM SARAY ÂLİMLERİ Saray Alimleri Hasan el-Basrî Fuzayl b. el-Iyaz İmam Ahmed b. Hanbel Saray Alimleri Biz hep kendi geçmişimizde diriliş ve mukavemetin kalp atışlarını arıyoruz. Bununla güzel örnekler bulup geleceğin ümmetini, hak ümmetini mücadelesine teşvik etmektir meramımız. Azgın akımlara, amansız fitnelere karşı sabit kadem durmuş adamaları örnek alıyoruz; bununla İslam’ın bizden talep ettiği şer güçlerine galebe çalma ve dünyaya çöreklenen heva ve hevesimize ram olmaktan kurtulma hususlarını gerçekleştirmeyi diliyoruz. İslam tarihi boyunca meydan eri olan bu alimlerimiz, mescitlerde, medreselerde, cihat alanlarında, toplum ortamlarında bıkıp usanmadan kutsi vazifelerini deruhte etmişlerdir. Zalim sultanın huzurunda hakkı açıklamak gibi cesarete en çok ihtiyaç duyan ve en zorlu meydanlardan da geri durmamışlardır. Tamamını bahse konu etme imkan ve ihtimalimiz yok; zira sayıları çok fazla ve kitabımız muhtasardır. Bu yüzden onlardan önde gelenlerden sadece bazı isimlere değinmek istiyoruz. Hasan el-Basrî Büyük tabiî. Müminlerin annelerinden Ümmü Seleme’nin kucağında büyüdü. Kalbine nebevi nefha değdi. Onu sahabeler yetiştirdi, ona ilimleri okuttular. Eşsiz bir alim, takva ve tevazu da örnek bir insan oldu. Hakkı dillendirme de bir aslan ki kınayanın kınamasına aldırış etmezdi. Onun döneminde daha yeni yeni –bizimde dönemimizde ise gırla var olan- ümmetin esas meselelerini bırakıp fasafisolara olanca ciddiyetle önem veren ulema tipi baş göstermeye başladı. Bu DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 69 yüzden Hasan el-Basrî, zalimlere harp ilan etmeden önce bu evet efendimci, hilaf ve ayrıntı düşkünü bilginlere savaş açtı. Veki’ b. Ebu el-Esved ona “Ey Ebu Said! Elbiseye pire kanı bulaştığında onunla namaz caiz midir? Bu konuda siz ne dersiniz?” diye sorunca o şöyle cevap verdi: “Şu dünya ne acaip! Adam Müslümanların kanını köpek gibi içerken kalkıp pirenin kanından sual ediyor.” 36 Rivayet edilir ki, Yezid b. Abdulmelik’in Irak valisi Ömer bin Hübeyre Hasan Basrî’yi ve onunla beraber Şa’bî’yi de çağırdı. Vali şöyle dedi: “Hakikat o ki, Yezid b. Abdulmelik, Allah’ın kendisine hilafet verdiği, hilafetine seçtiği bir kuldur. O, bizi idare etmektedir. Biz ona söz verdik, anlaştık ve el sıkıştık. Onu dinlememiz ve ona itaat etmemiz şarttır. O, istemediğim halde beni Irak valiliğine atadı. Ancak o mütemadiyen bize bazı insanları öldürmemiz, bazı malları müsadere etmemiz, bazı evleri yıkmamız için bize fermanlar gönderiyor. Biz de halife olduğu için emirlerine itaat ediyoruz. Bu konuda görüşünüz nedir?” diye sordu. İmam Hasan bu sorusuna şöyle cevap verir: “Ey Ömer! Allah’a karşı gelmekten seni men ederim! Şüphesiz ki Allah seni Yezid’den korur; ama Yezid seni Allah’tan koruyamaz. (…) Şüphesiz Müslümanlara halife olmak suretiyle elde edilen güç, Allah’ın dinine yardım etmek içindir. Allah’ın gücünü kullanarak Allah’ın dinine ve Allah’ın kullarına karşı hukuksuzluk yapma. Hiçbir yaratılana yaratıcıya isyan hususunda itaat edilmez.” Hasan-ı Basrî, Kureyşli bu Müslümanların idaresine musallat olmuş yeniyetmelerle alakasını kesti ve iğneleyici bir üslupla onları tenkit etti. Halk içinde onların kötülüklerini ilan etti. Âdil halife Ömer bin Abdülaziz hilafete geçtiğinde ise, ona arkadaşlık etti. Hasan Basrî bu adil halifeye nasihat 36 Cahız, el-Hayavan, c. 1, s. 225. 70 ● ABDÜSSELAM YASİN lerinin birinde şöyle der: “Ey müminlerin emiri, Müslümanlardan kendi emsaline kardeş, senden büyüklere oğul, küçüklere de baba ol! Suç işlediklerinde onları suçları oranında cezalandır. Sırf öfkelendiğin için onlara fazladan tek bir kırbaç dahi vurma, yoksa cehenneme müstahak olursun.”37 Ömer b. Abdulaziz gibi salih zatlara da elbette ki Hasan Basrî gibi alim ve fazıl zatlar nasihatte bulunur. Gazâlî, onun hakkında şöyle der: “Hasan-ı Basrî’nin sözleri peygamberlerin sözlerine; yolu da sahabenin yoluna çok benziyordu. Onun bu durumunu tüm âlimler teslim eder.”38 Fuzayl b. el-Iyaz İbn Cevzî şöyle rivayet eder: Harun Reşid hac ibadetini eda ederken kendisine nasihat etsin diye alim ve salih zatlar aradı. Veziri Fazl b. Rebi’ ile beraber Fudayl b. Iyaz’ın (r.h) kapısını çaldılar. Fudayl’in aynı ayeti tekrarlayarak namaz kıldığını gördüler. Bir müddet sonra Fudayl “kim o” diye seslendi. Vezir İbn Rebi’ ona “Kapıyı aç, müminlerin emiri” diye cevap verdiğimde o “Müminlerin emiriyle ne işim olabilir ki?” dedi. Ben de “Sübhanallah! Ona itaat etmen gerekmiyor mu?” diye sordum. (…) Bunun üzerine Fudayl indi ve kapıyı açtı. Sonra odaya çıktı ve kandili söndürüp evin köşelerinden birine çekildi. Biz de içeri girdik. El yordamıyla onu aramaya başladık. Harun’un eli benden önce ona ulaştı. Bunun üzerine Fudayl: “Ne güzel bir el! Ne kadar yumuşak! Ama yarın Aziz ve Celil Allah’ın azabından kurtulabilecek mi?” dedi ve şöyle devam etti: “Ömer bin Abdülaziz halife seçildiğinde Salim bin Abdullah, Muhammed bin Ka’b el-Kurazî ve Recâ bin Hayve’yi çağırdı. Onlara: “Bu belâ başıma geldi. Bu konuda 37 38 İbn Cevzî, el-Misbâhu’l-Mudî, c. 2, s. 66. el-İhyâ, c. 1, s. 68. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 71 bana yol gösterin” dedi. Ömer, hilafeti belâ addetti; oysa sen ve arkadaşların onu nimet saydınız. Salim bin Abdullah ona şöyle nasihat etmişti: “Eğer yarın Allah’ın azabından kurtulmak istiyorsan, Müslümanların ihtiyarlarını baban, gençlerini kardeşin ve küçüklerini de çocukların gibi bil” dedi. Recâ b. Hayve ise ona “Eğer yarın Yüce Allah’ın azabından kurtulmak istiyorsan, kendin için istediğin şeyi Müslümanlar için de iste. Kendin için kötü gördüğünü, onlar için de kötü gör. Böyle davranabilirsen eğer ölüm geldiğinde gönül huzuru içinde ol!” diye nasihatte bulundu. Benden de şunları dinle: “Ben ayakların kayacağı gün hususunda senin için çok korkuyorum. Senin etrafında bulunan insanlar içinde o gün için seni uyaran var mı?” Bu sözler üzerine Harun Reşid hüngür hüngür ağladı ve bayıldı. Ben de ona: “Müminlerin emirine karşı daha yumuşak ve şefkatli ol!” dedim. Bunun üzerine: “Ey İbn Rebi’! Sen ve arkadaşların onu öldürürken, ona yumuşak davranması gereken kişi ben mi oluyorum?” dedi.39 Âlimlerimiz ve Salihlerimizden bir bölümü Fudayl gibi emir ve hükümdarlara rağbet etmeyenler vardı; nitekim Fudayl, kandilini söndürüp ziyaretçileri kapıda bırakarak onları önemsemediğini onlara hissettirdi. Sultanların bir bölümü de salih amelin yanında kötü amel de işleyenler ve kendilerine nasihat edildiğinde ağlayan ve fakat sonra dünyaya ve onun şatafatlı imkânlarına tekrar dönenler vardır. Rejimin başında bulunmak insanları bozar. Dünya imkân ve makamlarının cazibesine kapılmayıp aldanmayan ancak Ömer b. Abdülaziz gibi yüce ruhlu kimselerdir ve azınlıktırlar. Ümmet, Zeyd ve Ömer’in çekip gitmesinden sonra dünyanın ve dünyevî olanın bu cazibeli boyunduruğuna girdiler ve kurtulamadılar! 39 Sıfatu’s-Safve, c. 2, s. 137. 72 ● ABDÜSSELAM YASİN Ahmed b. Hanbel Ehl-i hadisin imamı Ahmed b. Hanbel (r.h), Nefsu’zZekiyye ve Yahya’nın ayaklanmasına yetişemedi. Ebu Hanife, Mâlik ve Şâfiî gibi tağutlara karşı kıyama katılamadı. Fakat onun kıyam ile direniş ve meşruiyeti konusundaki sözleri direniş ruhunu taşır. Kadı Ebu Ya’la el-Hanbelî’nin onun şöyle dediğini rivayet eder: “Kim halife olup emiru’l-müminin unvanını alana kadar kılıçla onlara galip gelirse, Allah’a ve kıyamet gününe iman eden bir kimsenin, onu -iyi de olsa kötü de- imam olarak kabul etmeden gecelemesi helâl olmaz.”40 Hiç kuşkusuz ki, onun Me’mun ve Mu’tasım’ın kötülüklerine duyduğu büyük öfke onu kim olursa olsun, iyi olsun ya da kötü, birinin bunlara karşı çıkmasının hayırlı olacağı umuduna sevk etmiştir. Şu anlaşılmaktadır ki İmam -rahimehullah- zalimlerin haksızlıklarının şiddetinden dolayı mutlak olarak değişimde hayır görmüştü. İmamın bu sözünü böyle anlamak doğrudur; yoksa bazı fakihlerin bu ve benzeri sözlere dayanarak “istila ile elde edilen velayete” cevaz verme doğrultusundaki yorumları yerinde bir okuma değildir. İmam Ahmed b. Hanbel’in, ümmetin nezdinde çok saygın bir konumu vardı. Yüce Allah kendisine ihsan ettiği o derin ilim ve engin takva ile insanların kalbini ona karşı sevgi ve hürmet duyguları ile bezemişti. Onunla aynı dönemde yaşayan Bağdat naibi İshak b. İbrahim onun hakkında şöyle der: “Birçok hükümdar ve nüfuzlu insan gördüm; ama Ahmed b. Hanbel kadar heybetli birine rastlamadım; öyle ki bir defasında bir meseleyi konuşmak için ona gittim. Onu gördüğümde heybetine öyle kapıldım ki titremeye başladım.”41 40 41 Nusûsu’l-Fikru’s-Siyasiyyi’l-İslâmî, s. 241. Ricalu’l-Fikr ve’d-Da’ve fi’l-İslam, s. 134. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 73 Melikler ve krallar iki grup insandan hazzetmezler: tahtlarına göz dikenleri ve ümmet tarafından sevilip itaat edilen alimleri; özellikle de bu alim İmam Ahmed b. Hanbel gibi hakkı asla eğip bükmeyen, hakikati gevelemeden dillendiren bir alimse. Bu yüzden sultanlar onu rahat bırakmayıp musibetlere maruz bıraktılar. Abbasî halifesi Me’mun, Kur’an’ın mahlûk olduğu yönündeki bidat görüşü benimsedikten sonra âlimlerin ve kadıların toplatılmalarını ve kendi mezhepleri hususunda imtihan edilmelerini emreden bir ferman çıkardı. Me’mun, kendi mezhebine muhalif olanları vazifelerinden azletti, şahitliklerini düşürdü; sonra baskı ve yıldırma seviyesini arttırdı. Bu durum üzerine içlerinde İmam Ahmed’in de bulunduğu dört alim hariç diğer herkes hak olan görüşleri için direnmekten vazgeçti. Muhalif görüşünü ısrarla savunduğu için Ahmed b. Hanbel elleri zincirlerle bağlı bir halde Bağdat’a götürüldü; orada otuz ay boyunca avam hapishanesinde yattı. Me’mun’un vefatından sonra Mu’tasım onu sarayına çağırdı ve onunla münazara etmeleri için idare tarafından ehlileştirilip hizaya getirilen bir grup alim topladı. Bu münazara oturumu hakkında İbn Duâd, sultana “Ey müminlerin emiri! Eğer Ahmed b. Hanbel doğru cevap verirse, bu benim için kazanacağım yüz bin dinardan daha iyidir.” dedi; bunun üzerine Mu’tasım da “Allah’a yemin olsun ki, eğer bana cevap verirse ellerindeki kelepçeleri kendim bizzat çözeceğim, askerlerimle onun ayağına giderek onun arkasından saygıyla yürüyeceğim.” Ayartmalar uzadıkça pazarlık da uzadı. İtikadına paha biçilemeyen insan ile beş kuruş için ilkelerinden ödün veren kimse elbette ki bir olmaz! Bu oturumu İmam Ahmed şöyle anlatıyor: “Mu’tasım geldi ve tahtına kuruldu. Bir müddet sonra “cellatlar gelsin” diye seslendi. Cellatlar getirildi. Ellerim öne doğru uzatıldı. 74 ● ABDÜSSELAM YASİN Arkamda duranlar “ellerinle pranganın iki tarafını sık” dediler. Ben onların ne kastettiklerini anlamadım, bu yüzden bileklerim yerinden çıktı. (Buradan anlıyoruz ki, sultanın sarayında da İmam Ahmed b. Hanbel’e saygı duyan ve işkenceden çektiği acının azalması için ona nasihat etmeye çalışanlar vardı.) Kırbaçlar getirildiğinde, Mu’tasım onları beğenmedi ve “bana başkasını getirin!” dedi. Sonra iki cellâda “hadi göreyim sizi!” dedi. Onlardan biri bana doğru yöneldi, bana iki kırbaç vurdu. Mu’tasım, ona “eli kopasıca daha sert vursana” dedi. Yediğim kırbaç sayısı on dokuzu bulunca Mu’tasım bana yaklaşarak “ey Ahmed! Kendine niye kıyıyorsun! Allah’a yemin olsun ki sana acıyorum!” dedi. O arada cellât Uceyf kılıcının kabzasıyla beni dürtüyordu. Mu’tasım, münazara meclisinde İmam Ahmed’in aleyhine toplanmış saray alimlerini kastederek “bütün bu alimleri yenmek mi istiyorsun?” diye sordu. Oradan yükselen bazı sesler şöyle diyordu: “Karşında halife var be hey adam”, “ey müminlerin emiri, onun kanı benim boynumda! Onu öldür” diyor ve Mu’tasıma hitaben şöyle devam ediyordu: “Ey müminlerin emiri, oruçlusun ve güneşte bekliyorsun, ne diye uğraşıyorsun?” Bu sözle üzerine Mu’tasım “ey Ahmed! Aklını başına topla! Hâlâ aynı görüşte misin?” dedi. Ben de “Bana, Allah’ın Kitabı veya Rasûlullah’ın (sav) sünnetinden bir sarih ve sahih bir delil getirin, ben de ona göre görüş belirteyim.” Bunun üzerine Mu’tasım dönüp yerine oturdu. Sonra cellatlar “vurun” dedi, sonra “durun” dedi, sonra yine “vurun” emrini verdi. Bana “ey Ahmed bizim görüşümüzü kabul et!” dedi. Etrafımdakiler de bana “senin karşındaki senin imamın” diyorlardı.”42 42 Nedvî, Ricalu’l-Fikr ve’d-Da’ve fi’l-İslam (s. 141) adlı kitabında nakleder. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 75 İmam Ahmed, bu işkencelere dayanamayınca bayıldı. Onu yüz üstü yere atıp ayaklarıyla üzerine bastılar. Bu işkence sırasında imam oruçluydu ve orucunu açmamıştı. Bu dokunaklı ve işkenceli tecrübesinden hareketle bir çağdaşı İmam’ın hakkında şöyle demiştir: “İmam körüğe atıldı ve oradan saf altın olarak çıktı.” İmam, Allah yolunda hiçbir zaman zayıf düşmedi, hiç acze kapılmadı. Allah ona rahmet etsin ve ondan razı olsun. Böylece saray halılarının saray âlimlerine, tağutların ve avenelerinin kölelerine nasıl çıkar için çöreklenilen yer, özgür ve ilke sahibi insanların ise üzerinde kırbaçlandığı, kanının akıtıldığı zemin haline geldiğini çıkca görmekteyiz. Tarihimizdeki trajedi o ki, zalimler ve tağutlar, kendilerini ehli ilimden sayan kimseler içinden daima sadık hizmetkârlar bulabilmişlerdir. Bu trajedi çağımızda çok daha vahim boyutlardadır. Allah, Seyyid Kutub’a, İmam Hasan elBenna’ya, İmam Bâkır es-Sadr’a ve diğer ilmiyle amil olan âlimlere rahmet etsin. Allah bizi onlarla aynı zümrede haşretsin. YEDİNCİ BÖLÜM DİRİLİŞ TERBİYESİ VEREN ALİMLER Marifetullah Ehli İbn Teymiyye Tarikatı Savunuyor İmam Gazzalî Şeyh Abdulkadir Geylani Davasına Sadık Kalan Adamlar İmam Hasan el-Bennâ Marifetullah Ehli Bir grup alim, dirilişin gerçekleşmesinden ve hakka taraftar olmaktan ümidini kesip sosyal hayatın kıyısına ilişen halkı görünce haktan yana tavır aldılar ve rabbani bir metotla ıslah faaliyetine giriştiler. Nitekim insanlar İmam Hüseyin, İmam Zeyd, İmam Nefsu’z-Zekiyye ve İmam Yahya’yı gadre uğratınca Ehl-i Beyt de bu yöntemi benimsedi. Kesintisiz devam eden bu ıslah faaliyetini deruhte eden alimler sonradan ihdas edilen bir isimle, “sufi” ismiyle anıldılar. Bunlar himmetleri ali, ibadete düşkünlükleri ile tanındılar. Halka en yakın duran alimlerdi. Bu yüzden halk üzerindeki tesirleri çok fazlaydı. Sünnet ruhunu en çok muhafaza eden kimselerdi. Fakihler yeni çıkan meselelerde fetva veriyor, muhaddis ilme yoğunlaşmış sünneti muhafaza ediyordu. Nitekim bu her iki hususta ümmet için hayati bir meseledir. Ama marifetullah ehli şeyhler, kalpleri nurlandırmaya, insanları yaradana yaklaştırmayla, onları doğru yola iletmeyle, zikre ve murakabeye önem vermelerine sağlamayla uğraştılar. Sadece ilmi yaymayla yetinmediler, önce talebelerinin ruhi terbiyesiyle ilgilendiler ve sonra bu onların talebelerinden halka da ulaştı. Bunun yanı sıra fakir ve muhtaçlara el uzatıyor, hasımları uzlaştırıyor, mazlumlar için idarecilerden taleplerde bulunuyorlardı. Zamanın geçmesiyle “tasavvuf” tüm bu çok yönlü etkinlik işlevini kaybedip süslü cübbelerin içine çekildi ve maddi DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 79 ihtirası olan kimselerin istilasına uğradı. Oysa tekke ve zaviyeleri ıslah önderlerinin eğitimlerini aldıkları ve yetiştikleri en faal merkezlerdi. Sonra ehl-i hadis ile sufiler arasında bir fitne vuku buldu. Bunda kimi tasavvufa intisap iddiasındaki şahısların dillendirdikleri sapkın görüş ve hurafelerin etkisi olduğu gibi, kimi ehli hadisin nassların zahirine gereğinden fazla bağlı kalıp asil ve ihdas edilen, nasslara uyan ve uymayan ayırımı yapmadan toptan bid’at ilan etme tavırlarının da tesiri oldu. Ama ilimde derin olan alimler bilirler ki, tarikat, seyr-i suluk, marifetullah, ihsan makamı, müşahede ve fetih kavramlarının tamamı haktır. Bunlar büyük şeyhlerden ders almışlardır. Ve bu durum onları türedilerin ihdas ettiği bidatlerle savaşmaktan da alıkoymamıştır. Fıkıh, usul ve hadis eğitimi aldıktan sonra marifetullaha heves edip bu yolu arayan ve nihayetinde maksatlarını bu büyük şeyhlerin yanında bulan alimlerin sayısı çok fazladır. Onlar tezkiye ve tevhitte nebevi metodu bu şeyhlerin yanında bulmuşlardır. Bunlar içinden özellikle bazı adlar zikretme istiyoruz ki, onlar başta sufileri toptan reddederken sonraları hakiki sufi olanı ve olmayanı ayırt etmişlerdir. Bunlardan biri İbn Kesirdir. (Burada kastettiğimiz İbn Kesir muhaddistir ve meşhur tefsirin sahibi, İbn Teymiyye’nin talebesi İbn Kesir değildir.) Safedî’nin “Neksu’l-Humyan”dan aktardığına göre İbn Kesir ömrünün sonlarında Necmeddin el-İsfehaneî eş-Şazelî’ye ittiba etmiştir. Müteahhir alimlerden İmam Şevkânî’de bunlardandır. Kendisi “ElBedru’t-Tali’” isimli esirinde zikrettiği üzere Şeyh Nakşibendî’ye ittiba etmiştir. İhsan makamından ve tasavvuftan bahsetmek uzun bir söz makamı gerektirir. Bu kitap da o denli bir tafsilata uygun değildir. Şu kadarını ifade etmeliyim ki, Efendimiz -sallahu 80 ● ABDÜSSELAM YASİN aleyhi ve sellem-’in yaşadığı gibi imanın özü, -nesillerin mürebbisi İmam Hasan el-Bennâ’nın ifade ettiği gibi- bu tasavvufi hakikattır. Bazı insanların hafsalası, nebevî sünnetin Efendimiz’in sözleri, takrirleri ve halleri olduğu hakikatini kavramıyor. En önemli olanı da Nebi (s.a.v)’in ahval-ı şerifesidir; zira ilmin ve amelin semeresi bu hallere sahip olmak, bu güzel ahlakla ahlaklanmaktır. Ruhun yücelmesi, kemale ermesi ancak bu hallerle hallenmekle mümkündür. Bazı insanlar İslam devletinin yalnızca İslam düşüncesinin yayılmasıyla, namaz kılmak ve cihat yapmakla tesis edilebileceğini tasavvur ediyor. Bizim rahmetten, sekinetten, kalbin manalarından ve ruhun kemalinden bahsetmemiz yalnızca bu şerif hallerin aslında öz ve esas olduğunu vurgulamak içindir. İman ağcını diken ve o ağaç ihsan çiçekleri açıp kamil ruh meyveleri verene kadar ruhi terbiye ile gıdalanmazsa İslam cemaati cihada ve medeniyet inşasına ehil olamaz. Müslümanların kavram ve terim etrafında tartışmalara tutulmalarına hacet yok. Ya da mazide Zeyd’in veya Amr’ın başına gelen olayları savunmak için geçmişi kazmasına gerek yok. Bir topluluktu o geldi ve geçti, sevapları onlara, günahları aleyhlerinedir, onların yaptıklarından da mesul değiliz. Ne var ki eğer müminler ihsan terbiyesinin anahtarını kaybederse, kalplerdeki Allah’a iştiyak kurursa o zaman eyvahlar olsun kullara! Dikkat buyrulsun! Yüce Allah’ın kudreti aziz, minneti sonsuzdur. Bu ümmete kamil insanlar bahşetti. Onlar önceden de, şimdi de ve inşallah gelecekte de Nebi sallahu aleyhi ve sellem’in vasiliğini yapmaya bihakkın devam edeceklerdir. Özleri, sözleri ve halleri bir olacaktır. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 81 Kalbin nurani hallerini, mecaz, hayal ve mübalağa kabilinden sanmayasınız sakın. Yüce Allah gözlerimden gaflet perdelerini kaldırsın, bize hakkı görme imkanı tanısın inşallah! Vel’hamd-u lillahi rabbi’l-alemin. İbn Teymiyye Tarikatı Savunuyor Sünnet taraftarları arasında en meşhurlardan biri İbn Teymiyye’dir. Yedinci asrın sonlarında ve sekizinci asrın başlarında yaşadı (d. 661 hicri / v. 728 hicri). Çalkantılı bir dönemde hayat sürdü. Şevkânî onun hakkında şöyle der : “O, kendi döneminde yaşayanlardan çok çekti. Fitneler ve çalkantılar içinde yaşadı ve uzun müddet hapse atıldı.” Zühd ve ali himmete örnek bir şahsiyetti. Talebesi Bazzar onun hakkında şöyle der: “Ondan dünya zevklerine dair bir şey duymadık. Dünyevî konuşmalara katılmaz, dünyevî meselelerden sual etmezdi. Konuşması hep ahiret talebi ve Allah’a kurbiyet üzereydi.” Dalalet ve hurafelerle hep savaştı. Mutlak hulul ve ittihat inancını da şiddetle tenkit ettir, reddetti. -Allah bu tür sapkınlıklardan muhafaza etsin!- Bu savaşlar bizi çok ilgilendirmiyor, kendi dinimizde de Nebi -sallahu aleyhi ve sellemdışında kimseye mutlak ittiba etmiyoruz. Eğer İbn Teymiyye’nin arif billah şeyhleri tezkiye eden sözlerine yer veriyorsak bu, bazı taklitçi, düşünce de tembel insanların bu sözlerden etkilenip hakkı bulabileceği umudumuzdan kaynaklanmaktadır. İbn Teymiyye’nin zamanı kesintisiz bir cihat zamanıydı. O, zalim sultanlara karşı hak sözü her dem söylemiştir. Ama onlara isyan etme cevazı vermemiştir. Tatarlarla savaşmış, ehl-i delalete karşı kılıcını hep kuşanmıştır. Ne ki bu arada bazı marifet ehli kimselerde bu kılıçtan nasbini almıştır. Du- 82 ● ABDÜSSELAM YASİN rumu Allah’a kalmış bir savaştır bu, Yüce Allah dilediğini bağışlar. Talebesi Bezzar ona niye sadece delaletteki fırkalar hakkında kitap kaleme aldığını sorunca o şöyle cevap vermiştir: “Fer’i konular telafisi mümkün olan basit konulardır. Bir mümin fer’i meselelerde açık bir hata görmedikçe herhangi bir müctehidi taklit edebilir. Ama usule gelince, burada felsefeciler, mülhitler, batıniler, vahdeti vücutçular, kaderiyye, dehriye, cehmiyye, hululiyye, mücessime, muattile ve diğer bir çok sapkın fırkanın bu alanda sırayla etkin olmaya başladıklarını gördüm. Bu fırkların bir çoğunun asıl hedefinin Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in şeriatını ortadan kaldırmak olduğunu gördüm.” Peki, ya sufi eğitim metodu Muhammedî şeriata aykırı mı? İbn Teymiyye bir tarikat şeyhine, Şeyh Nasr’a yazdığı bir mektupta şöyle der: “Şeyh arif billah, salik ve nasik olan Ebu Feth en-Nasr’a… Yüce Allah zahiriniz ve batınınızı ilimle müşerref kılsın, velilerinin kalplerine ihsan ettiğini sizin de kalbinize ihsan etsin! Dinî hakikatleri sizin vesilenizle izhar etsin! Sadede dönersem, Yüce Allah size nimetler vermiş ve bu nimetleri dini mübinin hizmeti için değerlendiriyorsunuz. Yüce Allah size, eşsiz fazilete sahibi bir mümin topluluk içinde saygın bir konum, Allah için bir meveddet vermiştir. Kuşkusuz ki, ilim ve irade hidayet ve ibadet yolunun esasıdır. (…) Yüce Allah biliyor ki, eğer şunların (tasavvufa intisap eden sapkın türedilerin) zararlarını Allah’ın yolunda yürüyen muhlis ehli tarikten def etmeyi en büyük vacib görmeseydim –ki ben bunu tatarlara karşı savaşmak kadar elzem addediyorum- bugün müminlerin tarik’in esrarını keşfetme imkanları kalmazdı.”43 43 İbn Teymiyye , Fetavâ, 2/452. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 83 İbn Teymiyye “tarik’in esrarı” ile “kalbi zevkleri”, “şerif halleri”, “yüce Makamları”nı kastetmektedir ki, istidadı olmayanlar bu alanlara yaklaştı mı büyük bir fitne meydana gelir. İstidadı olanlar ise bu manevi hallerle kalplerinde Allah için olanın dışındaki tüm dertleri atar, Allah’ı anmak dışındaki her hatıratı bitirir, cihat ve ibadet dışındaki her hareketi terk ederler. La ilahe illallah, Muhammed’un Resulullah! İbn Teymiyye bu ilham ve kalbi hazlara ilişkin şöyle der: “Allah’ın velisi kalbindeki varidatlara ve ilhamlara ancak şeriata uyduğunda itibar edebilir. Sahih-i Buhari’deki rivayette Nebi (s.a.v) şöyle buyurur: “Önceki ümmetlerde muhaddesler (kendisine ilham gelenler) vardı, Eğer benim ümmetimden de varsa Ömer onlardandır.”44 İbn Teymiyye kalbin harikalıklarını, ilhamı, kerametleri, Allah bazı insanları veli seçmesini inkar etmiyor. Şeyhleri yüceltiyor ve onlara hürmet gösteriyor. Tarikatta kendisiyle tartışan birinden şöyle bahsediyor: “Onlar mülhit felsefeci sufilerindendir. Ehl-i ilim sufilerinden değiller. Bırakın ki, Fuzayl b. Iyaz, İbrahim b. Edhem, Ebu Süleyman ed-Darani, Maruf el-Kerhi, Cüneyd b. Muhammed, Sehl b. Abdullah etTüsteri ve diğerleri gibi ehl-i sünnet şeyhlerinden olsun. Allah hepsinden razı olsun!”45 İbn Teymiyye’nin belirttiği bu alimler bu ümmetin en seçkinleridir. Onları sufi diye andı ve onları savundu. Ehl-i sünnet şeyhleri tabirini onlara yakıştırdı. Onlara olan methiyelerinde ve tebcillerinde hep çok cömert davranmıştır. Özellikle Şeyh Abdulkadir Geylani hakkında çok aşikârdır. Taklitçi bir topluluk bu güzide alimimizin ilmini alıp onu alimlerimizi tekfir etmek için kullanıyorlar. Keşke en azından onu anlasaydılar. Keşke söyleneni fehmetseler. 44 45 İbn Teymiyye, Furkan, 52. İbn Teymiyye, Furkan, 80. 84 ● ABDÜSSELAM YASİN Yalınkat ve sığ kimselerin ehl-i hakka olan sataşmaları hep olacaktır. Şeyh Said Havva’nın “Ruhi terbiyemiz” eserine ve İbn Teymiyye’nin gözde talebesi İbn Kayyım’ın “Medaricu’s-Salikin” kitabına müracaat et. Ve şunu unutma: Eğer Allah yolunu aramak gibi bir uğraş içinde değilsen kendine ağla! Vesselam! İmam Gazzalî İbn Teymiyye, İmam Gazzalî’inin vefatından bir bucuk asır sonra doğdu. Onun kitaplarını okudu ve bazı fer’i meselelerde ona muhalif düştü; ama onu tekfir ve tadlil etmedi. Ey zavallı taklitçi! Tarihin sayfalarında adam arıyorsun, Gazzali misali onun kendi asrında ara ki ellerinden tutup kurtarsın seni. Gazzali o denli nitelikli yetiştirdi ki kendisini, çok genç yaşta döneminin en saygın eğitim kurumu olan Nizamiyye medresesine hoca oldu. Sonra her ilmi özellikle ve özenle araştırdı. Mütmain olmak istiyordu çünkü. O bu hususta şöyle der. “Nihayette kati bir bilgi ile bildim ki, sufiler hal ehlidirler, kâl ehli değilller. Zira ilim yolu ile elde edilecek olanı elde etmiştim, artık ancak tatmak ve yaşamakla öğrenilecek olanlar kalmıştı.”46 Gazzali, sonra halini düşündü, nimetlere gark olmuştu, halktan büyük saygı görüyor, sultanın yanında büyük değeri vardı. Bu hali yadırgadı, Yüce Allah’a iştiyak duydu, bu yüzden de bir mürşit aradı. Muhtemeldir ki, birileri “bir alim ne diye başka bir alimi kendisine Yüce Allah’ı göstermesi için arasın?” diye soracaktır. İnsanlar sanıyorlar ki Yüce Allah’ı göstermek söz, vaaz ve bazı nassları öğretmektir. Evet, bu yüce Allah’ın şer’ini gös 46 Gazzali, el-Munkız Min ed-Dalal, 123. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 85 termektir. Yüce Allah’ı gösterme hususuna gelince, eğer bu kelimeler ve kitaplarla mümkün olsaydı onu önce Gazzali bulurdu. Sen de eğer bu tür bir dert taşıyorsan onlar nasıl aramışsa sen de ara, yok eğer içinde bulunduğun durumdan razıysan zaten sözümüz sana değil başkasınadır. Gazzali şan ve şöhreti elinin tersi ile itip kalın elbiselerle yollara düştü, bir mürşid aradı. Ta ki Farmıdî adında elinden tutacak bir şeyh buldu. Şeyh, Gazzaliyi, yani kendi döneminin alimi Gazzaliyi alıp eğitti. Bu eğitim on iki yıl devam etti, ardından Gazzalî, marifet nuru ile nurlanmış yeni bir kalp ve lisanla insanlara davet etti. Allah’ın zikri için girdiği halvet ve ilahi keremin kapısını çalmasının neticeleri hakkında şöyle diyor: “On yıl bu hal üzere devam ettim. Bu halvet esnasında bana o kadar çok husus ayan oldu ki saymaktan acizim. Faydası olur mülahazası ile şu kadarını söyleyebilirim: Kesin olarak bildim ki, Allah yolunun hakiki ve has yolcuları sufilerdir. En güzel hayat tarzı onların hayatı, en doğru yol onların yolu ve en güzel ahlak onların ahlakıdır. Hatta eğer tüm akıllıların aklı, tüm hikmet sahiplerinin hikmeti, tüm şeriat sırlarını bilen fakihlerin ilmi toplansa ve sufilerin hallerinden bir şeyi ondan daha güzel olanla değiştirmek isteseler daha güzelini bulamazlar. Onların tüm harekat ve sekenatları Nebi sallallahu ve sellem’in nurunun meşalesinden iktibas edilmiştir. Tüm yer yüzünde bu nurdan daha güzel bir nur olur mu?”47 Gazzalî Bağdat’a döndükten sonra kendisi ile aydınlanan bir nur oldu. Adamlar eğitti, ders halkasında büyük alimler talebe olarak katıldı. Bunun nedeni bu bulunmayışı müddetinde tahsil ettiği nakiller miydi? Hayır, vallahi! Aksine o, Yüce Allah’ın kendisine hakiki bir iltica ile sığınanların kalbine bahşettiği bir nurdu. 47 Gazzali, el-Munkız Min ed-Dalal, 131. 86 ● ABDÜSSELAM YASİN “Ahkâm’ul-Kur’an”ın, bu müellifinin hadis, fıkıh ve lugat ilimlerinde otorite olduğunu gösteren kitabın sahibi Kadı Ebubekir İbn el-Arabî, Gazzali’yi ziyaret ettikten sonra şöyle dedi: “Danişmend Gazzâlî memleketimize geldi. Nizamiyye medresesinin yanında yer alan İbn Sa’d tekkesine yerleşti. Dünyadan yüz çevirmiş, Yüce Allah’a yönelmişti. Ona gittik, arzularımızı açtık. Ona dedim ki: ‘Sen arayıp bulamadığımız yitiğimizsin, bize yol gösterecek yegane mürşidimizsin.’ Aramızda bir marifet meclisi oldu ve ondan vasf etmekten aciz olduğumuz şeyler müşahede ettik.” 48 Gazzalî Batınilerle amansız bir savaşa girdi. Abbasi halifesi Müstazhiri destekledi. Bununla bir otorite boşluğundan kaynaklanacak zararları Müslümanlardan uzak tutmaktı. Arkasında eşsiz bir kaynak bıraktı: İhya-u Ulum ed-Din. Bu ansiklopedik kitaba bakan, kalp hastalıkları ve tedavisine ilişkin, şeriatın hükümleri ve esrarına dair, seyr-i sulüke dair bir derya deniz görür. Ama salt bu kitapla, bir mürşit olmaksızın seyr-i sulük yapılamaz. Bir tabipten işaretler olmaksızın yalnızca kitaplarla yola düşen çok yorulur ve az mesafe kat eder. Hakikat o ki, kalplere marifetullahın nurları değmedikçe, kalpler zikirler, iştiyakla, sünnete ittiba ile yoğurulmadıkça yeryüzünde Kur’an devletini tesis etmek mümkün değildir. Bununda yolu kalplerin Kur’anını tıbbı ile tedavi edilmesi, tezkiye edilmesi, parlatılması, ondan şirkin cürufatı atılması, gaflet vebasının uzaklaştırılması, hava ve hevesin etkilerinin kesilmesidir. İnsan kendi kendini tedavi edemez. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in bir varisini aramalıdır. Unutulmamalıdır ki, elbette ki tüm bu hallerin elde edilmesi Nebevi sünnetten sapmamak ile kayıtlıdır. İfade edilmek istenen şudur: Lisanı bilgin olanların kalbi fasık olabilir, 48 El-Avasım vel’-Kavasım, muhyiddin b. Hatip mukaddimesi, 21. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 87 fakih olduğu halde abid veya abid olduğu halde fakih olunma ihtimali vardır. Nebevi mirasın kamil varisi o kimsedir ki, kendisinde hem dirayetin hem de velayetin halleri tecelli eder. İşte emniyette olanlar onlardır ve işte hidayete erenler onlardır! Şeyh Abdulkadir Geylanî Bu kamillerden biri de tüm ümmetin salahı ve veliliği hususunda icma ettiği Abdulkadir Geylanî’dir. Kendi döneminin ilimlerinde zirveydi. Takvada, zühdde, hakkı açığa vurmakta emsalsizdi. Ümmete karşı duyduğu şefkatte, ümmetin terbiyesine verdiği önemde eşsizdi. Sünneti nebevî üzerinde istikamet onun mezhebi, ona teşvik etmekte meşrebiydi. O şöyle buyurmaktadır: “İlk adım olan takva mertebesindeysen şeriatın sana emrettiği her şeye uy. Onu aşma, bu ikinci adımdır. Allah’ın fiiline razı ol, katıl, bedeliyyet, ayniyyet ve sıddıkıyet hallerinde fena ol. Bu sondur. Kirli yoldan uzak dur, o yoldan çekil, nefsini ve hevanı reddet!” İbn Teymiyye bu kelamı naklettikten sonra şöyle der: “Şeyh Abdulkadir Geylanî radiyallahu anh emirlere ve nehiylere riayet etmenin her makamda şart ve lazım olduğunu beyan etmiştir. Ve izah etmiştir ki, hakikat sahibinin (arif billahın) emirlere bağlı kalması gerekir. Bunlarla beraber şunu da beyan etmektedir ki, batıni durumlar ancak şer’en vacib veya haram olmayan hususlarda muteber olabilir.”49 Bu demek oluyor ki, kalbi bazı zevkler vardır ki, bunlar sahih hadiste varit olduğu gibi ilham ve tahdis kabilindendir. Abdulkadir Geylanî’nin kelamını izah eden İbn Teymiyye meselenin otoritesi olarak görüş belirtmektedir. Şeyh’in bu 49 İbn Teymiyye, Fetavâ, c. 10, 523-525. 88 ● ABDÜSSELAM YASİN kelamını, müridin belli bir makamdan sonra mükellefiyetten kurtulduğunu söyleyen bazı sapkınları reddetmek için aktarıyor. Şeyh Abdulkadir gibi muhaddesler (ilham ehilleri), yeryüzünde Yüce Allah’ın sırlarının hazineleridir. Onlar kur’an’ın gerçek hamilleri, hakkın gerçek hamileridir. Elbet teki onların ümmette bıraktığı tesir çok büyüktür, kimse kalkıp retoriği ile anlık heyecanlar meydana getiren vaizlerin veya fetva verip insanları problemleriyle baş başa bırakan fakihlerin tesirlerini bu tesirle mukayese etmesin. Bu batıl bir kıyastır. Büyük dava ehli Hasan el-Nedvi rahimehullah Şeyh Abdulkadir Geylanî den bahsederken şöyle der. “Altıncı asır girmişti, zaman nübüvetten, onun eser ve bereketlerinden uzaklaşmıştı. Dünya genişlemiş, gaflet ve eğlence vesileleri çoğalmıştı. Müminler uzun süre gaflette kalmış, kalpleri katılaşmıştı. İşte bu esnada Bağdat’ta yani barışın evi ve İslam aleminin kalbinde imanı güçlü, şahsiyeti güçlü, ilmi güçlü, tesiri büyük bir adam çıktı. İslam ve iman çağrısın yeniledi, hakiki haline irca etti. Müslümanların ahlakını ıslah etti. İslam toplumunda birike gelmiş olan nifaka, tecdit ve ıslah tarihinin benzerine az rastladığı amansız bir savaş açtı. Biat ve tevbe kapısını ardına kadar açtı. Ve İslam aleminin dört bir yanından bu kapıya Allah’la ahitlerini yenilmek isteyen müminler akın etti. (…) Şeyh Abdulkadir Geylani, titiz ve ısrarlı bir gayretle onları eğitti, terbiye etti. Bu talebeler biattan sonra bir sorumluluk duygusuna kapıldılar, sayesinde tevbe ettikleri bu halis kula, Rabbani alime büyük bir bağlılık hissettiler. Böylece Şeyh Abdulkadir Geylani ile onlar arasında doğan bağ sıradan bir hoca-talebe, komutan-asker, sultanhalk arasındaki bağdan çok daha güçlü ve sağlamdı. Daha sonraki asırlarda Şeyh’in talebeleri ve halifeleri büyük ilim adamları olarak İslam’a ve Müslümanlara çok bü- DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 89 yük hizmetler yapmış, Allah’a davet etmiş, nefisleri tezkiye etmiş ve İslam’ın ruhunu korumuşlardır. İman şulesini onlar tutuşturmuş, cihat ve dava şuurunu uyandırmış, şehvetlere ve güç heveslerine ket vurmuşlardır. Onlar olmasaydı semirip kocamanlaşan maddecilik bu ümmeti yutardı.”50 Davasına Sadık Kalan Adamlar Her İslam asrında davasında sadık kalan erler vardır. Ekoller ve üsluplar farklılık arz etmişse de İrşad, terbiye ve zalim yönetime mukavemet silsilesi hiç inkıtaa uğramamıştır. İmam Hüseyin’den İmam Humeyni’ye şia imanı koruyan zulmü reddeden diri vicdanlar tanımıştır. Hasan Basri’den Hasan el-Benna’ya ehl-i sünnet imanı yeniden canlandıran, zalime başkaldıran alimler ve mücahitler yetiştirmiştir. Onlardan biri “sultan el-ulema” vasfına layık görülen İzzuddin b. Abdüsselam’dır. O sultanların ufkunda korkulu bir rüya idi. Dımaşk emiri Salih b. İsmail, Mısır meliki Necmeddin Eyyüp’e karşı Avrupalılardan yardım isteyince onun ismini hutbeden kaldırmış ve orayı terk etmiştir. Melik’in adamları arkasından gidip ona “Eğer dönüp melikten özür diler ve elini öpersen eski makamına döner, eski salahiyetlerin sana iade edilir” deyince o şöyle cevap vermiştir: “Zavallılar! Melik gelip elimi öpse bile kabul etmem.” İzzuddin b. Abdusselam Mısır’a gitti. Melik Necmeddin onu hüsn-ü kabulle karşıladı. Melik çok sert bir tabiata sahipti. İnsanlar ondan çok çekinirlerdi, kimse kolay kolay ona hitap etmeye cesaret edemezdi. Bir meclisinde İzzuddin b. Abdusselam ona ismiyle hitap etti ve onu bazı münkerlerden nehyetti. Ona buna nasıl cesaret ettiği sorulduğunda “sevgili oğlum, dedi, Allah’ın heybetini aklıma getirdim ve kral bir an önümde bir kedi kadar zayıf göründü.” 50 Hasan en-Nedvi, Rical el-Fikr ved’-Da’va fi’l-İslam, 281-283. 90 ● ABDÜSSELAM YASİN Memlük sultanları hadlerini aştılar ve Müslüman halka zulmetmeye başladılar, Şeyh de onların hiçbir alış verişlerinin, nikâhlarının, evliliklerinin sahih olmadığı, tüm mallarının aslında beytül male ait olduğu yönünde fetva verdi. Melik ona kızınca, o da Mısır’ı terk etme kararı aldı ve yola çıktı. Mısır halkı da onun arkasından çıktı. Melik durumun vahim olduğunu görünce gelip onu kalmak için razı etti.51 Onlardan biri de Abdullah b. Yasin’dir. Hicri beşinci asrın ortalarında Mağripte yaşamış rabbani bir âlimdir. Yaşadığı bölgede riddet olayı yaygınlaşmıştı. Bir grup gençle bir adaya çekildi ve onları yetiştirdi, hazırlıklarını yaptı. Sonra bir İslam kılıcı olarak küfrün tepesine indi, bir devlet kurdu ve bu devlet kendisinden sonra da Yusuf b. Taşfin’in emirliğinde devam etti. Bu devlet tarihte murabitler devleti olarak bilinir. Müslümanların İspanyolları yendiği meşhur Zellake Savaşında Yusuf b. Taşfin Müslüman ordusunun komutanıydı. Bu zaferle o coğrafyada İslam’ın ömrünü dört asır uzattı. Yusuf b. Taşfin ikbal ve idareciliğin albenisine hiç aldanmadı, hep basit hayatını devam ettirdi, devesini sağdı, sütünü içti, işlerini gördü. Oysa Endülüs’ün ve Afrika’nın küçük sayılmayacak bir bölümü onun emareti altındaydı. Rivayet edilir ki, İmam Gazzali Yusuf b. Taşfin’nin adaletini çok duyunca ona gitmek istemiş ve fakat ona varmadan ölüm haberini aldığı için vazgeçmiştir. Onlardan bir başkası da Nurettin Zengi’dir. Salih, halis ve takvalı sultan. O da müessislerden biridir. Nitekim Selahattin Eyyubi’yi o yetiştirdi. Haçlılara karşı galip gelmesini sağlayacak birlik ve dirlik temellerini attı. Kılıç taşıyan iki emir idiler, ama çalkantılar içinde sahip oldukları samimiyet ve cihat aşkı ve kazandıkları tarihi zafer onları Müslümanların ve inşallah Allah’ın da katında büyük mertebelere çıkarmıştır. 51 Vahyu’l-Kalem, er-Rafiî, c.3, S. 61. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 91 Onlardan bir başkası da on birinci asırda Mağrip’te yaşayan Şeyh Hasan el-Yusiyyu’dur. Zulme direndi, ilmi yaydı ve ömrü boyunca sürgün yaşadı. Mağrip kralı İsmail’e gönderdiği emr-i bilmaruf nehy-i anilmünker mektupları onun dava ve cihadı bihakkın ifa ettiğinin delilleridir. Onlardan bir başkası da Hidistan’da yaşayan Şeyh Ahmed b. irfan’dır. Talebeler yetiştirdi ve bir ordu kurdu. Kâfirlere karşı cansiperane bir mücadele verdi. Onlardan bir başkası da ehl-i tarikten Mehdî esSudanî’dir. Mushafın ve kılıcın sahibi. Alemin saldıran sömürgeci gücün devasalığı karşısında büyülenmişken o İngilizlere karşı savaştı. Onların tüfekleri karşısında sahip olduğu tek şey cılız okları ve kuvvetli imanı idi. Cezair’de ondan önce Şeyh Abdulkadir el-Cezairî vardı. Tarikat şeyhi ve emir. Cihatta önder, minberde üstattı. Fransız işgaline karşı tam on altı yıl savaştı. İslam’ın iftihar tablolarından biri oldu. Libyadaki Senusî tarikatının önderleri de onlardandır. Eğitim müesseseleri kurdular ve Afrika’da İslam’ı yaydılar. İtalya’nın vahşet dolu işgaline karşı yürüttükleri şanlı mücadele ve cihattan dolayı hala Ahmed es-Senusi’nin ve Ömer Muhtar’ın isimleri tarihin kulaklarına en şanlı nağmelerini söylemektedir. Onlardan biri de Mağripte yaşamış olan mücahid ve alim Muhammed b. Abdulkerim el-Hattabî’dir. Kabileleri birleştirdi ve Fransız ve İspanyol askerleriyle çarpıştı. Yüce Allah ona kutlu bir zafer nasip etti. Dönemin Çin başkanı onun hayranlarındandı. Solcular ve devrimciler hala onun mücadelesinden övgüyle bahseder ve onu modern gerilla savaş yönteminin kurucusu olarak kabul ederler. Onlardan bir başkası da Filistin’deki mücadelenin öncüsü İzzettin Kassam’dır. O bizden bir âlimdi. Milliyetçilik adına değil İslam adına mücadele etmişti. 92 ● ABDÜSSELAM YASİN Onlardan başka diğer âlimler ise sömürgeden kurtulmak için özgürlük savaşlarına katılmış âlimlerdir. Ne var ki, onların cihadını hizipçilik ve milliyetçilik istismar etmeye başlamıştır. Oysa onların mücadelesi din uğrunaydı, kan ve toprak uğruna değil. İmam Hasan el-Bennâ Sözü oldukça kısa tutuk, maksada halel getirecek denli icaz etmek durumunda kaldık. Oysa Kur’an devletinin sancağı altındaki erlerimizin hakkıdır ki, sahabe ve tabiînlerin yanı sıra ümmetin hafızasında en baş köşede yerlerini alsınlar, dillere destan olsunlar. Kültür emperyalizmi sonucu idraklerimize hakim olmuş cahiliye önder ve adamlarını kutsamayı ufkumuzdan silip atmalı yerlerine Kur’an’ın gölgesinde alimlerimizin, ıslahatçılarımızın ve imamlarımızın anısını taçlandırıp ebedileştirmeliyiz. Zira Nübüvvet pınarının doğal uzantıları onlardır, Efendimizin (s.a.v)’in berrak kaynağının kolları onlardır. Burada asrımızda zuhur etmiş İslam davasının kutluluğunun ve nurunun parlaklığı ile parıldayan bir yüzüne yer veriyoruz. Şeyh Hasan el-Bennâ rahimehullah! Onunla aynı dönemde İslam davasının büyük Rabbanîleri yaşamıştı. Tebliğ ve Dava cemaatinin kurucusu Şeyh Muhammed İlyas Kandehlevî, Türkiye’deki İslamî hareketin en etkin önderi Bediüzzaman Said Nursî bunlardandır. Bu her iki imam da hem davacı hem de mürşit idiler. Şeyh Muhammed İlyas, Hindistan’da İslamın neşr u nema bulmasına büyük hizmetler yapmış, dava uğruna sabır ve cehtleriyle sahabeyi hatırlatan mümin erler yetiştirmiştir. Kelime-i tevhidi kıtanın dört bir yanına ulaştırma gayreti sarf etmiştir. Eğer metotlarında hakiki bir cihat için ilmî hazırlık ve organizasyon bakımlarından bazı eksiklikler varsa bunun DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 93 nedeni davaya başladıkları yerde Müslümanların azınlık konumunda bulunmalarıdır. Bediüzzaman Said Nursî de Atatürk ve partisinin tüm baskısı altında İslam davasını yeniden diriltmiştir. Bıkmaksızın, usanmaksızın dışarıda, sürgünde, hapiste ateşle demir, örsle çekiç arasında sürekli İslam davası için çalışmış ve büyük insanlar yetiştirmiş, nesiller kurtarmıştır. İmam Hasan el-Bennâ ile keskin bir zekaya sahip mütefekkirlerimizden Ebu Ala el-Mevdudî de aynı çağda yaşamıştır. İhvanı Müslimin cemaati onun eserlerinden çok istifade etmiştir. Mevdudi arkasında Pakistan ve Hindistan’da büyük bir oluşum bırakmıştır. Umut edilen o dur ki, onların eliyle hak güç kazanacaktır. Bu saydıklarımızın dışında da aynı dönemde birçok dava önderi yaşamıştır. İmam Hasan el-Bennâ bunların içinde en güzide ve en öne çıkan şahsiyetlerdendir; zira onun huşuuna, maneviyatına bakarsın o Peygamber Efendimizin meşalesinden bir huzme gibidir. İlmine ve ufkunun genişliğine bakarsan o sünnî bir allame, eşsiz bir dâhidir. Göğsündeki cesarete, hakk konusundaki kararlı sarahatine bakarsan o Allah’ın aslanıdır. Tüm bunların yanı sıra onun selis bir üslubu, beliğ bir kelamı vardır. Allah onu engin rahmetiyle kuşatsın. Despot saltanat dönemi başlaması ile mushaf ve kılıç, iktidar ve dava Müslümanların pratik yaşamlarında birbirinden ayrılmıştı. Hasan el-Bennâ, tasavvurlarında Kur’an ve yönetimin bir arada olduğu az sayıda âlimlerdendir. Kendi döneminde kendi ayarında bilgi ve bilgelikle yoğrulmuş insanlar bulamayınca imani terbiye ile fikri dirayeti bir arada bulunduran nesiller yetiştirmeye koyuldu. Hem ibadette huşuyu bilen hem de bedeni güçlerini geliştirip silah tutabilen bir nesil hedefledi. 94 ● ABDÜSSELAM YASİN İmam Humeyni, kendi davasını taşıyacak bir mekanizmayı hazır bulmuştu. İdari olarak bağımsız olan medreselerde yetişmiş on binlerce alimin zatlarında temsilini bulan bir mekanizmaydı bu. Mali olarak humus zekatı ile geçindikleri için bunlardan iktidara meyleden, boyun eğen çok az sayıda kimse vardı. Bizim cenahımızda ise, Ezher’i ve diğer köklü eğitim kurumlarını vuran şiddetli gerilemenin yanı sıra iktidara uyum sağlama düşüncesi bir sarsılmaz kaideyi teşkil ediyordu. Bu yüzden İmam Hasan el-Bennâ yeni bir nesil yetiştirmeden yerinde ve sahih bir faaliyette bulunamayacağını anladı. Her ne kadar hunhar eller ona uzanıp cihadının tamamlamadan onu suikasta uğrattılarsa da onun ilmi eserleri ve yetiştirdiği insanlar ümmete yeni bir diriliş ruhu üfleyebildiler. Yüce Allah onu nurlara gark etsin! Bir yüce ruhlu davacı olan Hasan en-Nedvi, Hasan elBenna hakkında şöyle der: “İmam Hasan el-Bennâ’nın davadaki dahiliği başkasında ender olarak rastlanılan şu iki hususta tecelli etmiştir: İlki davasına olan eşsiz tutkusu, ona olan iman ve kanaati, zatının onda erimesi, tüm yeti, yetenek ve dehasını onun uğruna seferber etmesi. Bu durum, vesilesiyle bu ümmete hayrın ulaşacağı davacının ilk ve en esas şarttır. Diğeri, onun talebe ve arkadaşları üzerine bıraktığı büyük tesiri ve eğitim ve terbiyedeki müthiş başarısıdır. Hakikat o ki, o bir neslin yetiştireni, bir halkın eğitmeni ve müstakil ilmi, fikri ve ahlaki bir ekolun müessisi idi. Onunla bağlantı kuran her düzeyde insanın temayülleri, zevkleri, düşünce yapıları, ifade-i meram tarzları üzerinde büyük ve kalıcı etki bırakmıştır. Ve bu etki kendini tüm ağırlığı ve barizliği ile hala hissettirmektedir.”52 52 Dava ve davacının Güncesi, Hasan en-Nedvî, önsöz. DİRİLİŞ VE ISLAH ÖNDERLERİ ● 95 Kudüs müftüsü Muhammed Emin el-Hüseyni de onun hakkında şöyle yazmıştır: “Mülhitler, ateizm çağrıcıları, milliyetçilik taraftarları Mısır ve diğer muhtelif Arap ülkelerinde İslam’a hücum ederken, kara fücur zehirlerini ve dalaletlerini akıtırken ve özellikle de hedef kitle olarak üniversite gençliğini seçmişken Mısır halkı içinde Hasn el-Bennâ zuhur etti karanlıklar içinde doğan bir güneş misali ve Müminleri Kur’an’a, onun hükümlerini tatbik etmeye, sünneti seniyyeye tutunmaya davet etti.” 53 Şehid Seyyid Kutub da şöyle der: “Hasan el-Benna’nın dehası, her yaştan, çevreden ve mantıktan muhtelif insanları aynı çatı altında aynı hedef uğruna toplayabilmesinde tezahür etmiştir. Ve hepsine belli bir yapı kazandırmış, aynı yöne yöneltmiştir. Bunu da çeyrek asır gibi kısa bir zamanda gerçekleştirmiştir.”54 Muhammed el-Gazali ise şöyle der: “Kur’an onun dili ile taptaze olarak geri döndü. Onun hayat tarzından Nebi salllahu aleyhi ve sellem’in sünneti zuhur etti. Bu eşşiz adam sarsılmaz bir kaya gibi durdu azgın materyalizmin karşısında, maddecilik ona çarpılıp dağıldı. Bunun yanı sıra bir nesil yetiştirdi, kalbi Kur’an’la dolu, İslam muhabbeti ile bezeli olan. (…) O bu yeryüzünde kırk yıl kaldı. Rahat yatağında rahat uyuma sayısı parmak sayısını geçmez. Ailesi onu doya doya göremedi hiç. Ömrü, Müslümanların uykuya dalıp sömürgenin yükseldiği bir zamanda İslam’ın temellerini güçlendirmek için yolculuklarla, çalışıp çabalamayla geçti.”55 Dünyanın kulaklarını İslam’ın nidası ile dolduran, etrafına insanların kümelendiği, düşünceleri değiştiren, Kur’anı yeniden taptaze sunan bu adam nerede yetişti? Büyük bir Şehid Hasan el-Bennâ, s. 19. Şehid Hasan el-Bennâ, s. 157. 55 Şehid Hasan el-Bennâ, s. 60. 53 54 96 ● ABDÜSSELAM YASİN muhaddis olan babasından ve diğer bütün insanlar gibi okullardan eğitim aldı. Ama kalbî terbiyesini, kalpte imanı kökleştiren, ruhu ihsan mertebelerinde yücelten terbiyesini imam Gazzali ve diğer bir çok alim gibi o da tarikat ehlinden aldı. Nitekim el-Bennâ, onların bu fazlına vefa gösterip ehl-i zikri “faziletin kaynağı” diye niteleyecek ve kendi davasını “sufi bir hakikat” diye vasf edecektir. El-Benna anılarında şöyle der: “Hasafiyyin sufilerinin mürşidini sordum. Onun Şeyh Besyuni olduğu haberini aldım. Ondan bana ders verme ricasında bulundum. Kabul etti. Yüce Allah onu en güzel şekilde mükafatlandırsın. Onun sohbetinden çok istifade ettim.” İmam Hasan el-Bennâ, tasavvufa müntesip olduklarını iddia edip birçok hurafeye inanan kimseleri tenkit etmiştir. Ve ümmete Gazalinin nasihat ettiği gibi nasihat etmiştir: “Tasavvufun bu kısmı –ki ben onu terbiye ve davranış ilimleri diye isimlendiriyorum- hiç kuşkusuz ki, İslam’ın özüdür. Sufiler onunla nefsi tedavi etmenin en büyük mertebelerine çıkmışlardır ki, bunda aynı mertebeye çıkan başka eğitmenler yoktur.” Onun felsefeye sarih eleştirisini oku, dinden olmayıp kendisine sonradan katılan hususları açık yüreklilikle tenkit etmiştir. Bunun zındıklar, bozuk itikatlılar ve mülhitler için gedikler açtığını ifade eder. Salat ve selam Efendimizin, müminlerin anneleri eşlerinin, ailesinin üzerine olsun!