1 sistemi daha da merkeziyetçileştirmeyi esas alan bir anlayışıyla 21

advertisement
1
SİSTEMİ DAHA DA MERKEZİYETÇİLEŞTİRMEYİ ESAS ALAN BİR ANLAYIŞIYLA
21.YY’IN BİLGİ ÜRETEN „YENİ TÜRKİYE“SİNİ İNŞA ETMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR!
Münir Aktolga
Ocak 2017
"Başkanlık Sistemi" meselesini tartışırken dikkate alınması gereken en önemli nokta
budur bence; merkeziyetçilikle bilgi üretme süreci arasındaki ters orantılı ilişkidir...
Yoksa, işin özüne girmeden havanda su döver dururuz!..
Örneğin, bir Silikon Vadisi neden Rusya’da veya Çin’de değil de Amerika’dadır!?
Bunda Amerikan sisteminin hiç mi etkisi yok? Bakın, Rusya’da da, Çin’de de, hatta
bütün o Ortaasya Cumhuriyetlerinde falan da „Başkanlık Sistemi“ var, ama bunların
hiçbirisi Amerika’da olduğu gibi çok kültürlülüğe dayanan demokratik adem-i
merkeziyetçi bir sistem değil... Sadece Amerika’daki sistem kuvvetler ayrılığına ve
yerelden yönetime dayanan bir Başkanlık Sistemi (şimdi bana tutupta, „o zaman onlar
da niye Trump gibi birini başkan seçtiler demeyin sakın, bu ayrı bir konu!!). Bizim
ihtiyacımız olan da işte tam böyle bir sistemdir... Ama, atalarımızdan bize miras kalan
Osmanlı-Tanzimat- artığı MERKEZİYETÇİLİK anlayışı yakamızı bırakmıyor! Bu
yüzden, bir türlü „patinaj yapmaktan“ kurtularak 21.yy’a, küreselleşme sürecine özgü
bilgi üreten bir toplum haline gelemiyoruz…
Bu konuda yoğunlaşmanız için size iki önerim var:
Birincisi, linkini verdigim benim daha önceki çalışmayı okuyun! Özellikle 209. sayfadan
itibaren bu konu ele alınıyor (http://www.aktolga.de/t5.pdf , aslında vaktiniz olsa da
hepsini okusanız diyeceğim ama!..)
İkincisi ise, son zamanlarda okuduğum en iyi kitap, mutlaka bulun ve özellikle 183.
sayfadan itibaren onu da okuyun! ("Kısa Avrupa Tarihi", John Hirst, Say Yay. 2012)
Peki neden merkeziyetçi toplum yapısı muhafaza edilerek bilgi üreten modern
bir toplum haline gelinemez?..
Yukarda bahsettiğim çalışmalarda bu konu uzun uzun anlatılıyor; ama işin özü şudur:
Bilgi üretimi, üretici güçlerin-sivil toplumun- gelişmesiyle ilgilidir. Her durumda,
varolan sistemin içinde, yeni bilgiler üreterek gelişmeye çalışan sivil toplum güçleri,
gelişmenin belirli bir aşamasında, eski sistemin üretilen yeni bilgiler sayesinde oluşan
yeni ilişkilere uygun olarak yeniden yapılandırılması talebiyle ortaya çıkarlar. İşte,
devletle sivil toplumun ve bilgi üretimi sürecinin karşı karşıya geldiği etkileşme noktası
tam burasıdır.
Devlet, mevcut dengeyi-düzeni muhafaza etmekle görevli bir örgüt olduğu için, o,
en fazla, temsil ettiği düzeni, ilişkileri bozmayacak şekilde (tam tersine, onları tahkim
edecek şekilde) devletçi bir gelişmeden (devlet için bilgi üretiminden) yana olur…
2
Bizdeki „Milli Eğitim Bakanlığı“ nedir sanıyorsunuz! Hiçbir Avrupa ülkesinde böyle
birşey yoktur! „Eğitim Bakanlığı“ denir o kadar. En başa koyduğunuz o „Milli“ kavramı
bütün bir Eğitim Sistemini etkileyen, merkeziyetçi devletin kontrolü dışında yeni bilgiler
üretilmesinin önünü kesen bir engeldir. Bunun „milli“, ya da „gayrı milli“ olmayla falan
alakası yoktur! Biginin millisi, gayrı millisi olur mu!? Ama, Osmanlı artığı merkeziyetçi
devlet anlayışına bunu kabul ettiremezsiniz!.. Çünkü, bu türden devletçi bir
paradigmada birey ancak, „Tanrının yeryüzündeki gölgesi olan devlet“ varsa varolabilir!
Hadi bakalım, başında böyle bir cendere varken, daha da kötüsü, beynin bu türden bir
ideolojiyle programlanmış vaziyetteyken otur da sen bilgi üret! Halkımız „benim oğlum
bina okur, döner döner gene okur“ diye boşuna söylememiştir. Daha „Milli Eğitim“ den
bahsettiğin an-„İslami“ de desen değişmiyor!!- eğitim olayı insanları devlete ait robotlar
olarak programlama anlamından geliyor!..
Devletin temsil ettiği toplumsal ilişkilerle somutlaşan düzen, mevcut toplumsal
bilginin kayıt altına alındığı bir yapı olduğu için, özgür birey ve sivil toplum
tarafından devletin kontrolü dışında üretilecek bilgiler, daha sonra ortaya
çıkacak yeniden yapılanma taleplerine zemin teşkil edecektir. Bilgi üretimi,
yeni üretim tekniklerinin ve bunlara bağlı yeni insan ilişkilerinin ortaya çıkması
anlamına geleceği için, bunları temsilen eskinin içinde ortaya çıkan sivil
toplum potansiyeli, bir süre sonra eski devlet yapısı karşısında değişim
talebinin öznesi haline gelir…
Daha başlangıçtan itibaren (Cermenler’in Roma’yı altederek Avrupa’yı şekillendirmeye
başlamalarından itibaren) bütün Avrupa’da „Batı uygarlığı“ diye bir oluşumun ortaya
çıkmasının altında yatan gerçek budur; bilgi üretimi ve sivil toplumun ortaya çıkışı
sürecini engelleyecek güçlü merkeziyetçi bir devlet yapılanmasının ortaya
çıkmamasıdır… Bütün antika Doğu devletlerinde, sivil toplumun, bilgi üretimi
sürecinin-dolayısıyla da toplumsal gelişmenin önündeki başlıca engel hep bu güçlü
merkeziyetçi devlet yapısı olagelmiştir...
Bizde, Osmanlı’dan bu yana, devletten bağımsız bir sivil toplumun ortaya çıkmasını
engelleyen başlıca faktör de gene işte bu merkeziyetçi Devlet yapısıdır. Çünkü Devlet
bu türden bir sivil toplumu kendisine rakip olarak görmektedir. Devletin istediği,
kendisine bağlı, kendisine biad eden kullardan oluşan pasif-geleneksel- bir toplumsal
yapı olduğu için, orada hiçbir zaman sivil toplum ve bilim gelişemez. Neyin
üretileceğine karar veren bir merkezi yapı hiçbir zaman özgür iradeye yer bırakmaz…
Şöyle formüle edelim:
Sivil toplum ⇒ Devletten bağımsız özgür insan yapısı ⇒ Bilgi üretimi ⇒ Bilgi
üreten yeni insanlar arasındaki ilişkilere göre mevcut yapının yeniden
düzenlenmesi ⇐ Mevcut merkeziyetçi yapının bu gelişmenin önündeki başlıca
engel oluşu…
Osmanlı’dan bu yana tarihsel-toplumsal gelişme sürecimiz içinde
sivil toplumun yeri…
Önce, yukarıda linkini verdiğim benim çalışmadan Osmanlı sistemine ilişkin bir bölümü
okuyalım:
3
“İlk kuruluş dönemlerinde, yani devletin henüz daha „Aşiret Devleti“ konumunu yitirmediği
dönemlerde, sistemin elementlerini birarada tutan ilişki, halâ kan ilişkisidir! Yaşamı devam
ettirmeyle karışık bir fetihçilik ve ganimet elde etme hırsıyla bozulmuş da olsa, herkesin işine
geldiği için, halâ varmış kabul edilerek ayakta tutulan, gerçek anlamını kaybetmiş, kendine
özgü bir kan ilişkisidir bu! Askeri şef, sistemin merkezini elinde tutan güçtür. Ama bu
dönemde çevreyi merkeze bağlayan bağlar halâ “gönüllülük” esasına dayalı olduğu için,
çıkar birliğiyle “gönüllülük” ilişkisi arasındaki fark pek ayırdedilmez!. „Askeri
Demokrasi“ denilen ilişki biçiminin özü budur. Yani, yönetenle yönetilen aynı hedefe
kilitlendikleri için-her ikisi de fetihçilik yoluyla testilerini doldurmakla meşgul oldukları içinbunların kendi aralarında fazla bir sorun yaşanmaz! Bu yüzden de, eski kan ilişkisi halâ
devam ediyormuş gibi görünür! Bunun böyle olmadığını her iki taraf da bilir aslında, ama
kimse umursamaz bunu! Önemli olan işlerin iyi gitmesi, akan suyun herkesin testisini
dolduruyor olmasıdır!
Ama daha sonraları, fetihçilik iflâs edipte devlet “Devlet” olarak ortaya çıkmaya başlayınca
işler değişir! O „demokrasi“ sözcüğü kaybolur artık ortadan! Merkeze çöreklenmiş, üretim
sürecinden kopuk eski fetihçi güç sistemi zorla birarada tutan asalak bir sınıf-Devlet sınıfıhaline gelmiştir artık!. Sistem, üretim faaliyeti içinde aşağıdan yukarıya doğru kendi kendini
üreterek var olan bir sistem olmadığından, onun ayakta kalabilmesi için, merkezi elinde
tutan bu gücün sürekli enerji sarfetmesi gerekecektir. Peki, üretimden gelmeyince nereden
gelecektir bu enerji? İşte bu noktada sistem, tıpkı kendi kendini sokarak intihara yönelen o
akrep gibi kendi içine döner! Eski kutsal Devletin fetihçi Devlet Sınıfı bir sülük haline
dönüşüp halkın sırtına yapışarak onun kanıyla ayakta kalmaya çalışır. Ama o halâ, “ben
olmazsam siz de olmazsınız” diyerek, onlardan sadakat beklemekte, Devletin kurtulmasıyaşaması için bütün bunların zorunlu olduğunu söylemekte, üstelik de halâ kendisini dinleyen
“Devletine sadık kullar” bulabilmektedir!.. Çünkü bilinç denilen şey üretim faaliyeti içinde
oluşur ve daima geriden gelir. Sistem, üretim esasına dayanmayınca bilinç de kendini
üretemez!..
Böyle bir sistem kendi içinde bir sivil toplumun oluşmasına olanak tanır mı hiç!?... İşte bunun
içindir ki, 1800’lere varıldığında, “sağcı-solcu” bütün “Batıcıların” “ilerici” olarak bildiği
Padişah II.Mahmut, gayrımüslim mahalli liderlere hiç dokunmazken (çünkü gayrı müslimler
Devlet sınıfı için yönetim kademesinde rakip değildi, Müslüman olmadan Devlet sınıfına
dahil olunamazdı) “Sened-i İttifak’a” imza koyan-koymayan-bütün Müslüman mahalli liderleri
keser, yok eder!.. Müslüman sivil toplum potansiyeli daha doğmadan ana karnında yok
edilmektedir!.. Nitekim, bu yüzdendir ki, daha sonra o gayrımüslim mahalli liderlerin herbiri
kendine özgü birer milliyetçi burjuva devrimcisi haline gelirlerken, Devlet, yaşamı devam
ettirebilmenin yolunu sivil toplumda arayacağı yerde, bunu kendine bağlı kullarının
yaratacağı asalak Devletçi bir sistemde arayacaktır...”
İşte, 1950 bu yüzden bir devrimdir bizde... Çünkü, Osmanlı-Türkiye tarihinde ilk kez
aşağıdan yukarıya bir sivil toplum hareketi su yüzüne çıkmaktadır... Onun da sonunun
ne olduğunu biliyoruz!..
Bizim tarihimiz, aslında hep Devletle sivil toplum potansiyelleri arasındaki
mücadelelerin tarihi olmuştur... Evet, bazan, 1950 de, 1965’te, hatta 2002’de olduğu
gibi güya üste de çıkar sivil toplum! Ama bu süreç her seferinde Devletin galip
gelmesiyle sona erer! Çünkü, bizde Devlet aşağıdan yukarıya gelişen bir örgüt
olmadığı için- adeta tepede asılı durduğun için- onu “ele geçiren”-eğer olayın bilincine
varmamışsa- hemen onun tarafından ele geçiriliverir! İbn-i Haldun’un bütün
ayrıntılarıyla anlattığı fethederken fethedilmek olayıdır bu!.. Her seferinde Devlet der
ki, “tamam kardeşim, al beni, ye beni... daha ne istiyorsun, şimdiye kadar başkaları
kullandı biraz da sen kullan”!.. Buna kandığın an işte herşeyin bittiği sivil toplumun
iğdiş edildiği andır!..
4
Şimdi, bu iş-sivil toplumun ortaya çıkışı olayı- Batı’da-Avrupa’da
nasıl olmuş bunu görmek için- birkaç paragraf da John Hirst’ten:
“Çin uygarlığı uzun bir dönem boyunca Avrupa uygarlığından daha ileriydi. Avrupa Çin’den
dolaylı veya dolaysız olarak baskı, kağıt yapımı, pusula, barut gibi şeyleri aldı. Ama yine de,
istikrarlı ekonomik büyüme ve sonra da Sanayi Devrimi ilk olarak Avrupa’da meydana geldi.
Temsili hükümet, bireysel haklar ve çağdaşlığın diğer ayırıcı özellikleri hep Avrupa’da ortaya
çıktı. Avrupa’nın özelliği ne idi”?
“Batı Avrupa’da Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra bir daha bütün toprakların
kontrolünü elinde bulunduran tek bir iktidar olmadı. Çin’de Mançular’ın, Hindistan’da
Babürler’in ve Ortadoğu’da Osmanlılar’ın yaptığı gibi, eğer Roma’yı da tek bir güç fethetseydi
neler olabileceğini düşünün! Roma’yı fethedenler birbirleriyle rekabet eden çeşitli Cermen
kabileleriydi... Bunların oturmuş bir devleti yönetecek tecrübeleri yoktu ve Romalılar’ın vergi
toplama sistemini devam ettiremezlerdi. Vergi toplayamayan devletler...”
“İşte, Avrupa tarihini büyük ölçüde bu belirleyici -adem-i merkeziyetçi-nitelik yazmıştır.
Yönetimlerin halk üzerinde çok az hükmü vardı; halkın bağlılığını talep etmek için çok
mücadele etmeleri ve çalışmaları gerekiyordu. Güçlerini arttırmaları karşılığında iyi yönetim
sunmak zorundaydılar... Asya ve Ortadoğu’daki birçok imparatorluk ve krallığın yaptığı gibi
vergi ve baç toplama sistemini işletemiyorlardı...”
Şimdi tekrar yukarda linkini verdiğim benim çalışmaya dönüyoruz:
“Başlangıç dönemlerinde, Cermenlerle Osmanlılar arasında köken açısından bir fark
olmadığını, her ikisinin de, mülkiyeti Tanrıda-kralda-sultanda kalmak kaydıyla, toprağın
tasarruf yetkisini dağıtarak sistemi örgütlemeye çalıştıklarını söylemiştik. Bu durumda daha
sonra nasıl oluyor da bu “tasarruf yetkisi” Avrupa Kıta’sında önce feodal, sonra da kapitalist
özel mülkiyet haline dönüşürken, Osmanlı’da buna izin verilmiyor, neden?
Osmanlı-İslam etkileşmesiyle, Cermenler-Roma-Hıristiyanlık etkileşmeleri arasında
çok büyük farklılıklar bulunuyor. İlkinden başlayalım:
Herşeyden önce şu gerçeğin altını çizmemiz gerekiyor: Müslümanlık, Hıristiyanlık gibi
sadece bir “din” değildir! O, aynı zamanda, kentten çıkma yukarı barbarlığın kahramanlık
çağının devlet kurma ideolojisidir de. Yani Müslümanlık, bir yanıyla, sınıflı topluma geçişte,
yeni “duruma” ilişkin, yeni bir denge-düzen yaratma bilgisi-çabası olarak, bir “din”ken, diğer
yanıyla da, “devlet” haline gelmenin-devletleşmenin ideolojik silahıdır; cihan ticaret yollarını
“kafirlerden” temizleme “zorunluluğuyla” karşı karşıya oluşun “cihanşumul”-evrensel
ideolojisidir. Devlete ait, “devletçi” bir idoloji olmayla, “din” olma özelliği içiçedir
Müslümanlıkta.
Hıristiyanlık ise, herşeyden önce, Roma işgali altındaki topraklarda doğar. Bir kahramanlık
çağı ideolojisi olmayıp, politik olarak, sadece bir direniş, hatta pasif direniş stratejisidir. Onun
siyasi yönü bu kadar. Bunun dışında bir din o. Bir ilahi denge hali bilgi sistemi.
Bir diğer önemli nokta da, Roma’nın Hıristiyanlığı kabu etmeden çok önceleri kentten çıkma
bir sınıflı toplum (köleci bir toplum) olması. Bu şunun için önemli. Roma, daha sonra, başka
çaresi kalmadığı için kabul ediyor Hıristiyanlığı. Öyle ki, Hıristiyanlık “devlet dini” olduktan
sonra, bir yandan toplumun içinde devletten ayrı bir kurum olarak (kilise) örgütlenirken, diğer
yandan da, devletin eski köleci örgüt yapısı olduğu gibi kalıyor. Yani, Roma-Hıristiyanlık
etkileşmesinin sonunda, sistemin içinde ikili bir yapı ve güç merkezleri oluşuyor. Sonra,
Roma devleti Cermenlerle boğuşurken, Hıristiyanlık, kuzu postuna bürünmüş kurt örneği,
usul usul Cermenler’in boynuna medeniyet yularını geçirmekle uğraştığı için, Roma yenik
5
düşerek Cermenler Roma’yı fethedince Kilise bundan hiç zarar görmüyor. Hatta bu zaferden
kendine pay bile çıkarıyor! Ve Cermenler de bunu kabul ediyorlar. Çünkü birincisi, zaten
Kilise’nin etki alanı içinde bulunmaktadırlar, ikincisi de, Kilise’ye ihtiyaçları vardır. Kentten
çıkma bir medeniyet tecrübeleri olmadığı için, başka türlü yerleşik bir düzen kurarak
hükmedemezlerdi Roma topraklarında. Böylece, daha işin başında, Kilise, muzaffer Cermen
kralının yanı sıra ikinci bir güç odağı olarak çıkar tarihsel devrimden. Cermen devletleşmesi,
gücün, iktidarın daha işin başında bölünmüş olduğu böyle bir ortamda gerçekleşir. Kilise’nin
ayrı bir kurum olarak varlığı, Ortaçağ Avrupasında oluşacak bütün toplum biçimlerinin
toplumsal DNA’sına girer.
Avrupa’da feodalizmin doğuşu...
Bu durum (yani Cermen devletleşme sürecinde toprakların-mülkün “Tanrı adına” bir
değil, iki “sahibi”nin bulunması-biri Kral, diğeri de Kilise- durumu), Cermen-RomaKilise etkileşmesinin sentezi olarak yeni bir toplum biçiminin-feodalizmin- ortaya
çıkmasının en önemli nedenidir. Devlet kurma noktasında bulunan Cermen Kralı, daha
işin başında, bütün mal ve mülküyle Kilise’yi özerk bir kurum olarak tanımak
zorundaydı. “Mülk Allahın mıydı”? O zaman Kilise Kral’dan daha yakındı Allaha! Ve
eğer “öbür dünyayı” Kilise temsil edecekse, Kral’a da “bu dünya” kalıyordu! Bu sonuç,
ortaya çıkan yeni toplum biçiminin toplumsal DNA larında kayıt altına alınıyordu..
İşte, Kral’la Kilise’nin, “bu dünyayla” “öbür dünyanın”, devletle dinin bu içiçe, ama çelişkili
birliği-durumudur ki (sistemin bilgi temelindeki bu ikiliktir ki), bütün bir Ortaçağ’ın üzerinde
yükseldiği temel budur. Yapı, sisteme ait bilginin objektif gerçeklik haline gelmesi
olduğundan, sistem bu temel üzerinde kurulur-gelişir. Aynen bir çocuğun oluşumu gibidir
bu. Çocuğun DNA larındaki bilgidir ki, onun daha sonra oluşacak bütün yapısal özelliklerinin
de temeli bu olacaktır.
Merkezi Krallığın, kendi içinde özerk bir kurum olan Kiliseyle birlikte doğması,
sistemin yapısal bir özelliği olarak, bundan sonraki bütün gelişmelere de damgasını
vurur. Önce, Kralla Kilise arasındaki çekişmelerden yararlanarak feodal beyler de
kendi özerkliklerini kabul ettirirler. Krala karşı Kiliseyle, Kiliseye karşı da Kralla
işbirliği yaparak bir denge politikası oluşturup kendi tüzel kişiliklerini kabul ettirirler
(bu bilgi toplumsal DNA larla kayıt altına alınır). Daha sonra, Kentlerin kurulmasından
sonra, onlar da (Kentler de) aynı yolu izleyecekler ve onlar da kendi tüzel kişiliklerine
bu yolla kavuşacaklardır. Avrupada “sivil toplum” geleneğini yaratan tarihsel-yapısal
özellik budur. (Şerif Mardin’in „ikinci yapılar“ adını verdiği otonom sivil toplum
örgütlenmelerinin üzerinde yükseldiği temel budur...)
Osmanlı’nın İslamiyetle ilişkisi ise bambaşkadır. Bunu gene Şerif Mardin’den
dinleyelim:
“İslam ümmeti, İslam’ın başlangıç devirlerinde Peygamberin etrafında toplanan bir Müminler
Cemaati olarak teşekkül etti. Bu Cemaat, Hıristiyan inançlarının etrafında odaklanan
cemaatlerin aksine, siyaseti “ikincil” bir faaliyet alanı olarak değerlendirip, siyaset alanına sırt
çevirmemiştir. Aksine, cemaatin günlük kaygılarında politika önemli bir yer tutuyordu”.
Neden Hıristiyanlık “siyaseti” ikincil bir sorun olarak görüyordu? Hıristiyanlığın Roma işgali
altındaki topraklarda doğduğunu unutmayalım. Bu koşullar altında, direkt siyaset yapılamazdı.
“Bütün insanların Tanrı önünde kardeş olduklarını” söylemek ve bunun için mücadele etmek
yeterliydi. Yani “siyasetin” görevini din üstlenmişti. Ne demekti “bütün insanların kardeşliği”?
Bu işin ucu Roma işgaline-egemenliğine dokunmuyor muydu! “Siyaset”in ta kendisiydi bu
aslında! Ama Hristiyanlık açıktan bir “siyaset” olarak sahneye çıkmadı, sadece “din” dendi
adına ve din’le siyaset de böylece ayrılmış oldu! İşte, Hıristiyanlık tarihinde, “din”in
“siyasetten” ayrı olarak, devlet karşısında “öbür dünyayı” temsilen yer alışının özü budur!
6
Roma-Kilise etkileşmesinde de aynı oluşum söz konusudur. Kilise hep, var olan bir güç
merkeziyle, devletle birlikte, ama ondan ayrı olarak var olmak durumunda kalmıştır.
İslamiyet’in gelişme çizgisi ise apayrıdır”...
Evet, tarihsel arka planı gördükten sonra şimdi tekrar günümüze,
“başkanlık sistemi” tartışmalarına dönüyoruz...
Bazıları diyorlar ki, hep sizin hatanız!.. “1950’yi bir devrim olarak görüp
Menderes’i desteklediniz, aynı şekilde Demirel’i onun devamı olarak görerek
onu da aynı yere oturttunuz, sonra Özal’ı ve ennihayet de Erdoğan’ı, bunların
temsil ettikleri hareketleri, “yetmez ama evet” diyerek de olsa, burjuva
devrimci bir sivil toplum hareketi olarak görerek desteklediniz; işte varılan
sonuç” diyorlar!.. Bu çok devrimci “solcu” arkadaşlara verilecek cevap şöyle
olabilirdi:
Ne yapmalıydık yani, “1950 bir karşı devrim hareketidir” diyerek, sizler gibi 27
Mayıs Darbesini “asker sivil aydın zümrenin ilerici” bir hareketi olarak mı ele
almalıydık!? Bir 8-9 Mart cuntasının, bir 12 Mart Muhtırası’nın kime karşı
verildiğini görmezlikten gelerek 1973 Mart’ında, “bir yanda gecici faşist
Demirel ve Filipin tipi demokrasiyi temsil eden parlamenter sistem, bunun
karşısında ise 27 Mayıs devrimci geleneğinin temsilcisi General Gürler, biz
devrimciler olarak tabii ki Gürler’i destekliyoruz” diyerek, tercihimizi 12 Mart
Darbecilerinden yana mı koysaydık!.. Bir yanda, 12 Eylül 1980’in darbeci
Evren’i, öte yanda ise, içe kapalı bir ülke olan Türkiye’yi dışa açan büyük
devrimci Özal varken ne yapmalıydık, Özal’a karşı oluşturulan cephede mi yer
almalıydık?.. Ve Erdoğan... “Yetmez ama evet” diyerek onun tarafında değil de,
“Balyoz’uyla”, “Ergenekon’uyla”, “15 Temmuz’uyla”, bitmek tükenmek
bilmeyen “paralel Devlet” provokasyonlarıyla cuntacıların safında mı yer
almalıydık?..
Eğer bir Menderes, Demirel, Özal ve sonra da Erdoğan, bunlar “Devleti ele
geçirmenin” verdiği rehavetle daha sonra yollarından saptılarsa bunun
kabahati kimdedir? Siz tutuyorsunuz suçlu diye sadece onları (ve belirli bir
noktaya kadar onları destekleyen demokratları) göstererek bu arada asıl suçlu
olan o antika Devleti gözlerden saklamaya çalışıyorsunuz... Ne de olsa bu
insanlar son tahlilde burjuva; ve burjuvazi ne kadar devrimci olabilirse o kadar
devrimciler. Daha fazla ne bekliyoruz ki! Peki bu arada işçi sınıfı nerede, o ne
yaptı; işçi sınıfını temsil ettiğini söyleyen “sol” nerede, kimin yanında durdu?..
Biraz da bunları konuşalım isterseniz!..
O Demirel ki, 1965’te Başbakanlık koltuğuna oturduğu an bir de bakıyor
karşısında Menderes’in boğazına ipin geçirildiği tablo durmakta!.. Yetmedi,
bizler de yıllarca “Amerikancı, Morison Süleyman” diye yuhaladık adamı; ama
sonra bir de baktık ki, Demirel’e karşı tezgahlanan bütün o cuntaların içinde
Amerika da var!.. Kısacası, bu ülke tarihinde ne zaman sivil toplum harekete
geçerek aşağıdan yukarıya doğru bir hamle gerçekleştirmişse, karşısında her
dönemde Osmanlı artığı antika Devletin bir provokasyonunu bulmuştur...
Bugün bir Erdoğan’ın da reaksiyoner-rövanşist bir psikoloji içine girmesinde
gene aynı Devletçi anlayışın rolü yok mudur dersiniz!.. Adama yapılmadık şey
kalmadı; kendisine, ailesine karşı küfür dahil her türlü provokasyon denendi,
yalan mı? O da şimdi ideolojinin korunmacı duvarlarının arkasına gizlenerek
7
reaksiyoner bir duruşa geçip size benzedi! Sizin bütün derdiniz onun da
sizinle aynı dilden konuşmaya başlaması, öyle değil mi!?.. Ben ne sizinkini, ne
de onun sizlere karşı geliştirdiği üslubu benimsiyorum, ama gerçek bu...
Bu ülkede “ilericilik”de, “devrimcilik”de hep “Tanrının yeryüzündeki gölgesi”
olan bir Devlet’in gölgesine sığınılarak yapıldı. Darbeciliğin envai çeşidi-“sağı
da solu da”- hep aynı Devletin tezgahı oldu. Bu durumda, butün bu süreçlerin
kurbanları şimdi tutup kendisini “Tanrının yeryüzündeki gölgesi” olarak kabul
ettiren Devlete karşı kendi liderlerine ilahi güç atfederek (onu neredeyse
mesih mertebesine çıkararak) karşı koymaya çalışıyorlarsa burada kabahat
kimdedir, suçlu olan sadece bu insanlar mıdır?..
Ben diyorum ki, eski sistemin içinde kalarak Devletin tarafında yapılan
devrimcilik de, Devletleşen bir sivil toplum hareketinin peşine takılarak yapılan
reaksiyoner devrimcilik de çıkar yol değildir... Biz, darbecilere karşı Demirel’iyle,
Erdoğan’ıyla Anadolunun sivil toplum güçlerini destekler, onların yanında yer
alırken bizi suçlayanlar, şimdi bir bakıyoruz ikiye ayrılmışlar! Bir kısmı gene
aynı eski Devletçi devrim şarkılarını söylerken, diğerleri de o zaman bizim haklı
olarak durduğumuz yerde durarak gene bizi suçlamaya kalkıyorlar! Ne zaman
ki Demirel, Özal ve Erdoğan Devletleştirildi ve mücadele mevcut sistemin içine
sıkıştırılan reaksiyoner bir mücadele halini aldı, bazıları hemen mal bulmuş
Mağribi gibi bunun üzerine atlayarak yeni tipten bir “solculuğun” temsilcileri
haline geliverdiler...
Biliyorum, bu kadar sözden sonra diyeceksiniz ki, “peki o zaman
sen Referandumda evet mi yoksa hayır mı diyeceksin”?..
Hadi “evet” denildi ne olacak? Böylesine merkeziyetçi bir anayasayla
Türkiye’nin 21.yy’ da yol alması mümkün müdür? Hadi yol almakta bir yana,
şu haliyle bile ülkeyi yönetmek mümkün müdür?.. Ne olacak, II.Abdülhamid
dönemine geri dönülemeyeceğine göre, bu gerçek anlaşılınca sonunda fabrika
ayarlarına geri dönülecek!..
Hadi “hayır” denildi diyelim, ne fark edecek? Ülkeyi daha iyi yönetecek bir
muhalefet mi var ortada? Her iki taraf da kendine göre bir restorasyon peşinde!
Yeniden o eski Kemalist paradigmaya mı geri döneceğiz? Bu kafa yapısıyla
21.yy Türkiye’sini yönetmek mümkün müdür?.. Siz hiç “muhalefet”ten
demokratik bir anayasa önerisi geldiğini gördünüz mü? Herkesi zorla Türk
saymanın ötesinde vatandaşlık konusunu çözüme bağlayacak bir öneri işittiniz
mi, anadilde eğitim konusunda en küçük bir sinyal geldiğini gördünüz mü,
yerelden yönetimlerin güçlendirilmesi konusunda bir talep olduğuna şahit
oldunuz mu, eğitim sorunu söz konusu olduğu zaman “Kemalist nesiller
yetiştirmenin” ötesine geçildiğini duydunuz mu?.. E, ne kaldı o zaman geriye!!..
Diyeceksiniz ki, ne yapalım eldeki malzeme bu!..
Şunu unutmayın, insanlar ve toplumlar yaşayarak yollarını buluyorlar.
Genellikle, neyin mümkün olmadığını görmeden mümkün olan keşfetmek zor
oluyor!.. Merak etmeyin, süreçlerin olağanüstü hızlandığı 21.yy dünyasında
“tarihsel bir uzlaşmaya” dayanan çok kültürlü yeni bir Türkiye’yi yaratmak fazla
vakit almayacak. Yüzdük yüzdük şurda kuyruğuna geldik!..
8
Benim düşüncelerim, her iki “tarafın” da gölgesine sığındığı Osmanlı artığı
Devlet yapısından kaynaklanan dalgalı bir denizdeki o deniz fenerine, böyle bir
ortamda yol almaya çalışan teknedeki o pusulaya benziyor!.. Yani ben, ne o
dalgayım, ne de işi gücü bırakarak o dalgalarla boğuşmak suretiyle kendine
kimlik üretmeye çalışan!!.. Eğer birgün ihtiyaç duyarsanız size yol gösterecek
olan gene o deniz feneri olacaktır!..
İsterseniz, o kayalara çarparak parçalanmamak için nasıl bir yol
izlemek gerektiğinin bir kere daha altını çizelim!
1-21.yy küreselleşme gerçeklerine uygun olarak yerelden yönetime ağırlık
veren, kuvvetler ayrılığını temel alan yeni bir anayasa...
2-Eğitim olayının, merkezin koordinasyonu dahilinde yerel yönetimlere
bırakıldığı, bu arada herkesin anadilde eğitim hakkına kavuştuğu bir anayasa...
(Ayrıca, linkini verdiğim şu çalışmanın bütün üniversitelerde, öğretmen
okullarında ders kitabı olarak okutulmasını da öneriyorum!.. Öyle sadece
“müfredat” değiştirmeyle falan olmaz bu iş; öğrenme ve öğretme olayını
kavramış insanlara ihtiyaç var...) http://www.aktolga.de/z4.pdf
3-Herkesi “Türk” olmaya mecbur kılan bir anayasa değil, Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlığını esas alan bir anayasa...
Benim tercihim ve durduğum yer budur. İnanıyorum ki, eğer birgün o deniz
fenerine bakarak ilerleme ihtiyacı duyacak olursanız ben işte tam o varacağınız
yerde sizleri bekler olacağım!..
Gerçekten de sözün bittiği yerdeyiz! Çünkü gerisi kuvvetler dengesiyle ilgili
birşey ve şu an ben orada yokum, sizlere kolay gelsin!..
Download