ÜNİTE

advertisement
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İBADET KAVRAMI ve
MÜKELLEFİYET
•
•
•
•
•
•
•
İbadetin Tanımı
İbadetlerin Teşri Süreci
İbadetin Sebep ve Gayesi
İbadet Çeşitleri
İbadetin Başlıca Özellikleri
İbadet Mükellefiyeti
İbadetle İlgili Bazı Terimler
İSLAM İBADET
ESASLARI
Prof.Dr. Davut YAYLALI
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• İbadet kavramını kavrayabilecek
• İbadetin sebep ve gayelerini anlayabilecek
• İbadet çeşitlerini öğrenebilecek
• İbadet mükellefiyetini kavrayabilecek
• Mükellefin fiillerini ve ibadetle ilgili bazı
terimleri değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
1
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
GİRİŞ
İslam dininin temel hükümleri genel bir gruplamayla inançla ilgili esaslar,
ibadetlerle ilgili esaslar ve ahlakla ilgili esaslar olmak üzere üç kısımda incelenir.
İlahiyat Ön Lisans Programında bu kısımların her biri ayrı bir ders konusu olarak
işlenmektedir. İslam ibadet esasları kapsamında yer alan bazı meseleler güncel
yönleriyle Günümüz Fıkıh Problemleri dersinde de ele alınmaktadır. Bu dersimizin
konusu, isminden de anlaşılacağı gibi İslam’ın ibadetlerle ilgili temel esaslarıdır.
Kitabımızın birinci ünitesini de ibadet ve mükellefiyet kavramlarına ayırmış
bulunuyoruz. İbadetin tanımı, teşri süreci, sebep ve gayesi, çeşitleri, özellikleri,
ibadet mükellefiyeti ve mükellefin fiilleri, ünitemizin ana konularını oluşturacaktır.
Ünitenin sonunda ibadetle ilgili bazı terimlerin de kısa açıklamaları yer alacaktır.
İBADETİN TANIMI
Genel anlamda ibadet
Allah’ın emirlerini
yerine getirmek ve
yasakladığı bütün
fiillerden uzak
kalmaktır.
İbadet kelimesi Arapça bir kelime olup sözlükte “kulluk yapmak, itaat etmek,
boyun eğmek” gibi anlamlara gelir. Terim olarak ibadet yani kulluk etmenin biri
genel, diğeri özel olmak üzere iki anlamı vardır.
Genel anlamda ibadet Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasakladığı
bütün fiillerden uzak kalmaktır. Kişinin Allah’ın rızasını kazanmak için yaptığı veya
terk ettiği her davranış bu anlamda ibadet kapsamında ele alınır. Bu açıdan birey
ve toplumun yararına gerçekleştirilen her olumlu davranışın dini ve manevi bir
yönü vardır ve geniş anlamda ibadet olarak nitelenir.
İbadetin bu genel anlamı yanında bir de namaz, oruç, hac, zekât gibi
mükellefin yaratıcısına karşı boyun eğmesi ve O’na saygısını simgeleyen özel
anlamı vardır. Fıkıh kitaplarında ibadet kavramı daha çok bu dar anlamıyla ele alınır
ve bu bağlamda Allah ve Resulü tarafından yapılması istenen belirli davranış
biçimleri işlenir. Bunların başında hiç şüphesiz İslam’ın temel şartlarını oluşturan
namaz, oruç, hac ve zekât ibadetleri gelir. Ayrıca Kur’an okuma, kurban kesme,
adak ve kefaretler, dualar, çeşitli tür ve isim altında yapılan hayır ve infaklar dar
anlamda ibadet kapsamı içinde değerlendirilir.
İbadetler, dinin özünü
teşkil eden iman
esaslarından sonra
dinde ikinci önemli
halkayı oluşturur.
İbadetler, dinin özünü teşkil eden iman esaslarından sonra dinde ikinci
önemli halkayı oluşturur. Yani dinin iki asli unsurundan biri Allah’a inanma, ikincisi
ise O’na itaat ve ibadet etmektir. Bunun üçüncü boyutu ahlaki esaslardır. Ahlaki
esaslar, inanç ve ibadetlerdeki samimiyeti ifade ettiği gibi bu tutumun kullarla
ilişkilere yansıtılmasını da içerir. Çünkü insanın Allah’la olan ilişkisini, diğer
insanlarla olan ilişkisinden tamamen ayrı tutmak mümkün değildir. Nitekim Cibril
hadisinde dinin bu üç boyutu iman, İslam ve ihsan kelimeleriyle özetlenir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
İBADETLERİN TEŞRİ SÜRECİ
Mekke döneminde öncelikli olarak tevhit inancı yani tek Allah’a, O’nun
Peygamberine ve ahiret gününe iman vurgulanmış, ahlaki değerlere yer verilmiş,
tevhit anlayışını pekiştiren ibadetler de peyderpey teşri kılınmaya başlamıştır.
Namaz ve ona hazırlık niteliğindeki abdest, gusül ve maddi temizlik Mekke
döneminde emredilmiştir. Beş vakit namaz, hicretten bir yıl kadar önce miraçta
farz kılınmış, cuma namazı da hicret öncesinde emredilmiştir. Hicretten sonraki
yıllarda yani Medine döneminde de İslam’ın diğer şartları olan oruç, zekât ve hac
ibadetleri farz kılınmış kamu düzeni, hukukî ve ticarî hayat başta olmak üzere dinin
diğer alanlardaki ameli hükümleri tamamlanmıştır.
İbadetlerin teşriinin ilk dönemlerden itibaren iman esaslarıyla birlikte veya
onlardan hemen sonra yer alması, bunların dindeki merkezi yeri ve inancın
korunmasında sahip bulunduğu önemi göstermektedir.
İbadetlerin şekil ve
ayrıntıları Hz.
Peygamber’in uygulama
ve açıklamalarıyla
netleşmiştir.
Kur’an’da başta namaz olmak üzere oruç, hac ve zekât ibadetleri sıkça
hatırlatılıp emredilir. Ancak daha çok bu ibadetlerin önemi vurgulanarak amaçları
belirtilir. Bu ibadetlerin şekil ve ayrıntıları Hz. Peygamber’in uygulama ve
açıklamalarıyla netleşmiştir. Yaklaşık yirmi üç yıllık tebliğ görevinin Medine
döneminde Hz. Peygamber ibadetlere ve insan ilişkilerine ait açıklamalarda
bulunmuştur. Bu çerçevede “Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öylece kılınız”
(Buharî, “Ezan”, 18), “Hacla ilgili hükümleri benden öğreniniz” (Nesaî, “Menâsik”,
220) diyerek ümmetine örnek olmuş, O’ndan ibadet esaslarını öğrenen sahabe de
sonraki nesillere bu esasları aynen nakletmişlerdir. Bundan dolayı ibadetler
konusunda fiili ve kavli sünnetle sahabe tatbikatı vazgeçilmez bir kaynak değeri
taşır.
İbadetler, dinin ameli hükümlerinin en başında yer aldığı için fıkhın ana
konularından birini teşkil eder. Şahısların kendilerine, Allah’a ve diğer insanlara
karşı hak ve sorumluluklarını bilmesi şeklinde tanımlanan fıkhın bütün konularının
ibadet yönü olmakla birlikte özellikle kişinin Yaratan’ına karşı duyduğu saygı, itaat
ve ta’zimi simgeleyen davranışlar ibadet olarak algılanmaktadır.
Bu sebeple ibadet konuları genel olarak fıkıh kitaplarının ilk bölümlerinde
yer alır. Bu kısmın ilk konuları da ibadetlere vesile olan abdest, teyemmüm, gusül
gibi temizlik bahisleridir. Daha sonra, namaz, oruç, hac, zekât bazen da nikâh veya
cihad şeklinde konular sıralanır.
Önemine binaen ibadet konuları zamanla ilmihal ismiyle müstakil kitaplarda
işlenmeye başlamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
Kur’an’da birçok ayette
hürmet, tazim ve itaatin
en yüksek ifadesi olan,
ibadetin ancak Allah’a
yapılacağı, O’ndan
başkasının buna layık
olmadığı (Fatiha, 1/5;
Nahl, 16/36; İsra,
17/23) ifade edilir.
Kur’an’da birçok ayette hürmet, tazim ve itaatin en yüksek ifadesi olan,
ibadetin ancak Allah’a yapılacağı, O’ndan başkasının buna layık olmadığı (Fatiha,
1/5; Nahl, 16/36; İsra, 17/23) ifade edilir. Çünkü dünya ve ahirette bütün nimetleri
veren ancak O’dur. Allah’ın yüceliği karşısında sadece insanoğlu değil, kâinatta
bulunan her şey lisan-ı hâl ile O’na ibadet eder. Hayvanlar, dağlar, ağaçlar, yıldızlar,
gökte uçan kuşlar ve diğer varlıklar Allah’ın istediği şekilde O’na ibadet eder. (İsra,
17/44; Hac, 22/18; Nûr, 24/41). İnsan ve cinlerin dışındaki varlıkların yaptıkları
ibadete şuursuz oldukları için “el-ibâde bi’t-teshir” denir. İnsan ve cinlerin yaratılış
gayelerinin Allah’a ibadet etmek olduğu Kur’an’da ifade edilmektedir. (Zâriyat,
51/56). İnsanlar ibadeti kendi tercihleriyle yaptığı için onların ibadetlerine de “elibâde bi’l-ihtiyâr” denilir.
İBADETİN SEBEP VE GAYESİ
Yüce Allah insanı diğer varlıklardan ayrı özelliklere sahip olarak yaratmış ve
onu bütün yaratıklardan üstün kılmıştır. Dünyada mutlu olabilmesi için kendisine
maddi ve manevi nice nimetler vermiştir. Bir ayette “O’nun verdiği nimetleri
saymaya kalkışsanız sayamazsınız.” (İbrahim, 34/14) buyurarak bu hususu belirtir.
İnsanın kendisini yoktan var eden, maddi ve manevi pek çok nimeti ona
veren Yüce yaratıcıya karşı, saygı, bağlılık ve teşekkürlerini sunması en tabii bir
görevidir. Bu görev de ancak ibadetlerle yerine getirilir.
İnsanın iyilik ve yardımını gördüğü başka bir insana teşekkür etmesi nasıl bir
görevse kendisine sonsuz ve sayısız nimetleri veren Allah’a karşı daha fazla
şükretmesi de onun en başta gelen görevi olmalıdır. Ancak bu şükür sadece “sana
şükürler olsun Yarabbi”, “Teşekkür ederim Allah’ım” şeklinde sözle değil, O’nun
emrettiği çeşitli ibadetlerle yerine getirilmelidir.
Kur’an’da Allah “Allah’a ibadet edin” (A’râf, 7/59,65,73; Hûd, 11/50,61,84
gibi), “Rabbinize ibadet edin.” (Mâide, 5/72,117), “Bana ibadet edin” (Yâsîn, 36/61)
emirleriyle bu gerekliliği ifade etmektedir.
O hâlde insanın
yaratılışına uygun
davranış Allah’a
inanmak ve ona ibadet
etmektir.
O hâlde insanın yaratılışına uygun davranış Allah’a inanmak ve O’na ibadet
etmektir. İnsan bu yüce varlığın sevgisini kazanmak ve O’na sığınmak,
korkularından kurtulmak, gelecekten umutlanmak için O’na kulluk yani ibadet
eder. O’nun emir ve yasaklarının gereğini yerine getirmeye çalışır.
Kısaca insan, Allah’a kulluk borcunu ödemek ve O’nun rızasını kazanmak,
dünya hayatını kolaylaştırmak ve insanlara faydalı olmak, ahiret hayatına
hazırlanmak ve sevap kazanmak için ibadet yapar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
İbadetlerin insana sağladığı birçok dünyevi, maddi faydası da vardır. Ama
insan ibadeti hiçbir menfaat düşünmeden sırf Allah rızası için ve O’nun nimetlerine
karşı bir şükür edası olarak yerine getirmelidir.
Cenab-ı Hakk’ın ibadetlerimizden dolayı bizi mükâfatlandırması, sevap verip
cennetine koyması, cehennem azabından koruması, O’nun bir lütfu ve ihsanıdır.
Allah’ı seven ve O’na hakkıyla bağlı olan birçok büyük insan, ibadeti sırf Allah
için yapar. O’nun rızasını kazanmayı esas alır. Bazı insanlar da Allah emrettiği için
O’na ibadet ederler. Bir kısım kimseler de cennete girmek ve cehennemden
kurtulmak için ibadet ederler. Bu yüce duygulardan uzak olan bazı insanlar ise
dünyada bir çıkar sağlamak için ibadet ederler. Bunların yaptıkları aslında ibadet
olmaktan öte riyakârlık ve münafıklık olur.
Bir fiilin ibadet olabilmesi için inanılarak samimiyetle ve dünyevi bir menfaat
beklenmeden yapılması gerekir. İbadette Allah’a saygı ve O’na bağlılık esastır.
İbadette Allah’a saygı
ve ona bağlılık esastır.
Temel ilke bu olmakla birlikte ibadetlerin ferdî ve toplumsal birtakım
faydaları da vardır. Ancak bunlar ibadetin amacı değil, neticesidir. Müslümanların
Allah rızası için yaptıkları ibadetler neticesinde ortaya çıkan bazı faydalar onların sır
ve hikmetleridir. Mesela namaz, insanı kötülüklerden alıkoyar, kişiyi Allah’a
yaklaştırır, sabra alıştırır. Özellikle cemaatle kılınan namaz, topluluk bilincini
geliştirir, sosyal dayanışmaya katkı sağlar. Zekât, insanın bencillik ve cimrilik gibi
kötü duygulardan arınmasını sağlar. Oruç, yoksulların hallerini daha iyi anlamayı,
onlara yardım duygularının gelişmesini, insanın daha sağlıklı olmasını sağlar.
İbadetle ilgili konuların her biri işlenirken onların sağladığı bu gibi maddi
faydaları da ayrıntılı bir şekilde ele alınacaktır.
İBADET ÇEŞİTLERİ
İbadetler çeşitli açılardan kısımlara ayrılmıştır.
1- Kuvvet derecesine göre farz, vacip, sünnet, sünnet, nafile, müstehap ve
mendup gibi kısımlara ayrılır. Mesela, Oruç, hac, zekât ve beş vakit namaz, cuma
namazı farz; vitir namazı, kurban kesme vacip; umre ve farzlar dışında kalan vakit
namazları sünnet; teheccüt, kuşluk, tahiyyatü’l-mescit namazları da müstehap
sayılır.
2- İbadetler yükümlülüğün ferdi veya genel oluşuna göre de aynî ve kifâî
olarak iki kısma ayrılır. Mükelleflerin her biri tarafından bizzat yerine getirilmesi
gereken ibadetler aynî ibadetlerdir. Beş vakit namaz, ramazan orucu ve hac ve
zekât böyledir. Tek tek fertlerden değil de bütün mükelleflerden yapılması istenen
ibadetler ise kifaî ibadetlerdir. Bu gibi ibadetleri mükelleflerin bir kısmı yaptığı
takdirde diğerlerinden sorumluluk kalkar. İbadeti yapan sevabını alır. Mesela
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
cenaze namazı kılmak, kifaî farz, ezan okumak kifaî sünnettir. Bu gibi fiilleri
yapabilecek tek kimse bulunması hâlinde bu ibadet onun için aynî ibadete
dönüşür. Toplumda hiç kimse yapmazsa her mükellef sorumlu olur.
Bu gibi fiilleri
yapabilecek tek kimse
bulunması hâlinde bu
ibadet onun için aynî
ibadete dönüşür.
3- İbadetler, ibadetin muayyen veya alternatifli olmasına göre de belirli veya
seçimlik ibadet kısımlarına ayrılır.
Din, mükellefin yapacağı ibadeti belirlemiş ve ona seçim yapma hakkı ve
farklı alternatifler tanımamışsa buna belirli ve muayyen ibadet denir. Beş vakit
namaz, ramazan orucu, cuma namazı gibi.
Dinin tek bir belirleme yapmadan mükellefi birkaç seçenekten birini
yapmakta serbest bıraktığı ibadetlere de seçimli ibadet denir. Mesela yeminini
bozan kişi on fakiri doyurmak veya on fakiri giydirmek ya da bir köle azad etmek
şartlarından birini tercih etme hakkına sahiptir. Bunlardan birine gücü yetmezse üç
gün oruç tutar. Hiçbirini yapmazsa günahkâr olur.
4- Belirli bir vakti olup olmamasına göre de ibadetler iki kısımda mütalaa
edilir. Eda edilmesi için belirli bir vakit tayin edilmeyen ibadetlere mutlak vakitli
ibadetler; vakit tayin edilenlere ise mukayyed vakitli ibadetler denir. Mesela
kefaretler, kazaya kalan ibadetler mutlak vakitli ibadetlerdir. Bunların yerine
getirilmesi için herhangi bir vakit tayin edilmediği için istendiği zaman eda
edilebilirler. Ancak insanın ne zaman öleceği belli olmadığı için imkân
bulunduğunda ifa edilmeleri daha uygundur.
Mukayyed vakitli ibadetlerde ise eda vaktinin başlangıç ve bitiş zamanları
belirlenmiştir. Bunların bir kısmının vakti dar, bir kısmınınki ise geniştir. Bazıları da
bir yönüyle geniş, bir başka yönüyle dardır. Geniş vakitli ibadetlerde belirlenen
vakitte hem o ibadet hem de aynı cinsten başka ibadetler eda edilebilir. Mesela
beş vakit namaz geniş zamanlı ibadetlerdir. Eda vakti içinde aynı cinsten başka bir
ibadetin ifası mümkün değilse buna da dar vakitli ibadet denir. Mesela ramazan
orucu buna örnek teşkil eder. Çünkü ramazan ayında başka bir oruç tutma imkânı
yoktur. Hac ibadeti ise yapılacak fiillerin hac aylarının tamamını kapsaması
itibariyle geniş vakitli, bir yılda ancak bir hac yapılabileceği yönüyle de dar vakitli
bir ibadettir.
Geniş vakitli ibadetin edası için özel niyet şarttır. Dar vakitli ibadetlerde ise
özel niyet olabileceği gibi mutlak niyet de yeterlidir.
5- Sorumluluk veya yapılış şekli kişinin bedeni veya malıyla ilgili oluşuna göre
de ibadetler bedenî ibadetler, mali ibadetler ve hem mali hem de bedenî ibadetler
olmak üzere üç kısma ayrılır. Ayrıca tefekkür gibi kalbî ibadetlerden de söz edilir.
Namaz, oruç, itikâf gibi ibadetler bedenî, zekât, kurban ve sadaka-i fıtır gibi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
ibadetler ise mali ibadetlerdir. Hac ibadeti ise hem bedenî hem de mali yönü olan
bir ibadettir.
Bedenî ibadetlerde başkası adına ifa yani niyabet geçerli değilken mali ve
hem mali hem bedenî ibadetlerde bu mümkündür. Buna göre namaz ve oruç
ibadetlerini mükellefin bizzat kendisi yerine getirmesi gerekirken, zekât gibi mali
ibadetler vekâleten de ifa edilebilir. Aynı şekilde bedenî bir engeli bulunan bir kişi
adına başka birisi bedel hac yapabilir.
6- İbadetler miktarının belli olup olmamasına göre de iki kısma ayrılır.
Bedenî ibadetlerde
başkası adına ifa yani
niyabet geçerli değilken
mali ve hem mali hem
bedenî ibadetlerde bu
mümkündür.
Dinin miktar ve sayısını belirlediği ibadetler miktarı belli ibadetlerdir. Mesela
beş vakit namazın her birinin vakitleri ve rekât sayıları belirlendiği için bu kısma
girer. Aynı şekilde hangi maldan, ne kadar zamanda, hangi oranda zekât verileceği
de belirlenmiş olduğundan yine bu kısma girer. Bu kısım ibadetlere miktarları
belirlenmiş anlamına “muhadded ibadet” ismi verilir.
Dinin miktarını belirlemediği ibadetlere de miktarı belirsiz yani “gayri
muhadded” ibadetler denir. Mesela misafire ikramda bulunma, Allah yolunda mal,
mülk ve para harcama, yoksulların ihtiyacını karşılama gibi ibadetler bu kısımda
mütalaa edilir. Bunların miktarı ihtiyaç sahibinin ihtiyacı ve mükellefin gücüne göre
değişiklik arz eder.
İBADETİN BAŞLICA ÖZELLİKLERİ
Samimiyet (İhlas)
İbadetlerin kabulünde
ihlas esastır.
İbadetlerle ilgili bazı şekli unsurlar olmakla birlikte onların özünü ihlas yani
kişinin riyadan uzak samimi bir niyetle yapması oluşturur. İbadetlerin kabulünde
ihlas esastır. Kur’an’da dini yalnızca Allah’a has kılarak ibadet etmekle ilgili bir çok
ayet vardır (A’râf, 7/29; Zümer, 39/2,11,14; Beyyine, 98/5 gibi). Hz. Peygamber de
ibadetlerin niyetlere göre değer kazanacağını bildirmiş (Buharî, “İmân”,41; Muslim,
“İmâret”, 155), halis niyet bulunmadan yapılan ibadetlerin içi boş davranışlardan
ibaret olduğunu açıklamıştır. Yine Kur’an’da Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan
ibadet etmek (Fatiha, 1/4; Âli İmrân, 3/64; Zuhruf, 43/45), yapılan ibadetlerin
karşılığını yalnızca Allah’tan beklemek (Yunus, 10/72; Şuara, 26/109,127,145)
hedef olarak gösterilmiştir.
Devamlılık
İbadetlerde devamlılık ve süreklilik esastır. Kur’an’da insanın ölünceye kadar
Rabbine ibadet etmesi istenir (Hicr, 15/98-99). Hz. Peygamber de Allah katında
ibadetlerin en hayırlısının az da olsa devamlı yapılanı olduğunu belirtmekle birlikte
(Buharî, “İman”,32) kişinin nefsinin ve aile fertlerinin de kendi üzerinde hakları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
olduğunu belirterek ibadette aşırılığa gidilmesini hoş görmemiş, kendisinin
Allah’tan en çok korkan kişi olmasına rağmen yiyip içtiğini, istirahat ettiğini, cinsi
hayatını sürdürdüğünü, İslam’da ruhban hayatının bulunmadığını bildirmiştir.
İbadetlerde Niyet ve İrade
Niyet, ibadetle âdeti
birbirinden ayırır.
Bir fiilin ibadet sayılabilmesi için Allah’a kulluk bilinciyle yapılması gerekir.
Bilincin göstergesi olan niyet bir fikrin ibadet olup olmadığını gösteren en önemli
ölçüdür. Bu sebeple ibadet niyeti olmaksızın yapılan bazı hareketler namaz
sayılmaz. Aynı şekilde perhiz amaçlı aç kalmalar da oruç sayılmaz. Bu fiillere ibadet
anlamı kazandıran itaat ve kurbet niyetidir. Zaten niyet, ibadetlerin geçerliliğinin
genel ve ortak şartıdır. “Niyet, ibadetle âdeti birbirinden ayırır” sözü de bu gerçeği
ifade eder. İnsanın fiil ve hareketlerini anlamlı kılan şuurlu bir iradenin eseri
oluşudur. Kişi, iradesini kullanarak ibadet etmeyi tercih edebileceği gibi isyan
etmeyi de tercih edebilir. İbadetlerde irade, yapılan fiilin ihlâsla, gönül huzuruyla
yapılmasını sağlar. İnsanın ibadeti bir ihtiyaç olarak hissetmesi ve bilinçli bir şekilde
yapması gerekir. Zorlama ile yapılan ibadetlerde iradilik ve içtenlik olmaz.
İbadetin Güç Yetirilebilir Olması
İbadet yükümlülüğünün temel şartlarından biri de mükellefin ibadetin ifasına
güç yetirebilmesidir. Bir ayette Yüce Rabbimiz “Allah her şahsı ancak gücünün
yettiği ölçüde mükellef kılar” (Bakara, 2/286) buyurarak bunu ifade eder. Bu
sebeple namaz ve oruç gibi bedeni ibadetlerde beden sağlığı, zekât ve kurban gibi
mali ibadetlerde belli bir miktarda mal sahibi olmak, hac ibadetinde hem beden
sağlığı hem de mal varlığı şartları aranmaktadır. İbadetlerde meşakkat ve zorluğun
olması durumunda dini hükümlerde ruhsat denilen kolaylaştırmalar söz konusudur.
Mesela su bulamayan veya su bulunduğu hâlde kullanılamayan durumlarda
teyemmüm, ayakta namaz kılamayanların oturarak kılmaları, meşru mazeretleri
olanların orucu daha sonra kaza etmeleri, yolcuların dört rekâtlı farzları iki rekât
olarak kılmaları gibi örnekler dinin kolaylık sağlayan hükümleri arasındadır. “İtaat
istitaatı (güç yetirmeyi) gerektirir” prensibi de bu hususu vurgulamaktadır.
İbadet Dili
İbadetlerle ilgili hükümler taabbudî, yani zaman, mekân ve şartların
değişmesiyle değişmeyen hükümlerdir. Bu çerçevede ibadetlerin belli şekil şartları
Allah ve Resulü tarafından konulmuştur. Bunlar yorum ve ta’lile açık değildir.
Namazın şartlarından biri de namazda belli bir miktar Kur’an okunmasıdır. Bu şartı
Allah “Ondan (Kur’an’dan) kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil, 73/20) ayeti ile
koymuştur. Hz. Peygamber de hadislerinde Fatihasız, kıratsız namazın geçersiz
veya eksik olacağını bildirmiştir. Kur’an Arapça olduğuna göre namazda da O’nun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
orijinal metninden bir bölüm okunması gerekmektedir. Hiçbir tercüme aslının yerini
tutmaz. Orijinal metnin verdiği anlamı tam olarak veremez. Arapça orijinal metni
bilemeyen kişilerin geçici bir süre için namazlarını nasıl kılacağı hususunda fıkıh
kitaplarında açıklamalar vardır. Bunlar namaz ünitesinde verilecektir.
Namaz yanında İslam’ın
şiarından olan ezan ve
kametin de orijinal şekli
ile yani Arapça
okunması gerekli
görülmüştür.
Namaz yanında İslam’ın şiarından olan ezan ve kametin de orijinal şekli ile
yani Arapça okunması gerekli görülmüştür. Hz. Peygamber’den zamanımıza kadar
bazı bölgesel zorlama uygulamalar hariç bu ibadetler her toplumda böyle uygulana
gelmiştir.
Bununla birlikte bir ibadet çeşidi olan dua, zikir ve niyette Arapça telaffuz
şart görülmez. Aynı şekilde cuma ve bayram namazı hutbelerinde cemaatin
söyleneni anlaması esas olduğundan öğüt ve irşad kısmının Arapça dışında bir dilde
okunması caizdir.
İBADET MÜKELLEFİYETİ
Yeryüzündeki bütün varlıklar yaratıcı olan Yüce Allah’a ibadetle
yükümlüdürler. Ancak Allah’ın bu varlıklar arasında esas muhatabı ve sorumlu
tuttuğu insandır. Çünkü Allah ona diğer varlıklardan farklı olarak akıl nimeti
vermiştir. Evrende bulunan her şey onun istifadesine sunulmuştur. İnsanın sahip
olduğu üstün özellikleriyle yetersizlikleri arasında dengeyi kuracak olan en temel
eylem ibadettir. Kur’an, insan ve cinlerin yaratılış gayesinin Allah’ı tanımak ve O’na
ibadet etmek olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir (Zariyat, 51/56).
İnsanın sahip olduğu
üstün özellikleriyle
yetersizlikleri arasında
dengeyi kuracak olan
en temel eylem
ibadettir.
Allah Teala kullarına bazı şeyleri yapmalarını emretmiş, bazılarını da
yasaklamıştır. Her Müslüman bu emirleri yerine getirmekle mükelleftir. Ancak bu
yükümlülük sadece belli şartları taşıyanlar için söz konusudur. Bu şartları taşıyan
kimselere “mükellef” yani yükümlü denir. Yükümlülüğün temel şartı da doğru ile
yanlışı, iyi ile kötüyü, emirle yasağı ayırt edebilme melekesi olan akıldır. Aklı
olmayan dini emirlerle muhatap ve sorumlu değildir. Mükellef olmak için ayrıca
beden bakımından belli bir olgunluğa erişmek de şarttır. Yani kişinin dini bakımdan
sorumluluk taşımaya elverişli olması, onun akıllı ve ergin olması gerekir. Ancak
çocukların da belli bir yaştan sonra ibadet etmeye alıştırılması dince tavsiye
edilmiştir.
Mükelleflik şartlarını taşıyan kişiler, yaptıkları fiillerden, söz ve davranışlardan
kendileri sorumlu olurlar. Yaptıkları iyi işlerin sevap ve mükâfatı, kötülüklerin
günah ve cezası kendilerine ait olur. Henüz ergenlik çağına gelmemiş çocukların
ibadete alıştırılmasından da anne babaları sorumludur.
İbadetlerle mükellef olmanın genel şartları akıl ve bülûğ olmakla birlikte
mükellefin ibadete güç yetirebilecek durumda olması da bu hususta dikkate
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
alınacak önemli bir husustur. Çünkü Allah hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle
sorumlu tutmaz (Bakara, 2/286). Yani güç yetirmek ibadetlerin farz oluşunda
önemli bir kriterdir. Mesela namaz ve oruç için beden sağlığı, zekât için belli
miktarda mal varlığı, hac için hem beden sağlığı, hem de mal varlığı şarttır.
Zekât ve kurban gibi mali yönü ağırlıklı olan ibadetlerde bazı fakihler akıllı ve
ergen olmayı şart koşmazlar. Bu ibadetlerde kamu yararı ve diğer insanların
haklarının daha baskın olduğunu gerekçe göstererek çocuk ve akıl hastalarının da
bu ibadetlerle mükellef olduğunu söylerler.
Oruç, kurban ve cuma namazı gibi bazı ibadetlerde mazeret hâlinde ruhsatlar
veya alternatif ifa şekilleri devreye girebilir. Ancak önemine binaen beş vakit
namaz, hastalık ve yolculuk gibi mazeret hâllerinde belli kolaylıklar sağlansa da
mükellefin yükümlülüğü düşmez.
Mükellefin Fiilleri
Allah ve Resulü mükellef denilen sorumlu kişiden bir fiilin yapılmasını veya
yapılmamasını ister. Bazen de fiilin yapılmasında onu serbest bırakır. Allah ve
Resulü’nün mükellefi sorumlu tuttuğu bu fiillerin hükümlerine teklifî hükümler
denir. Bu fiilleri yapacak olan kişiye mükellef onun fiillerine de mükellefin fiilleri
(ef’al-i mükellefîn) denir. Mesela namaz kılma fiili mükellefin bir fiilidir. Bunun farz
olduğu da Kur’an’ın “namaz kılınız” emri ve Hz. Peygamber’in kavlî ve fiilî sünneti
ile sabittir.
Teklifî hükümler, dayandıkları delillerin durumuna göre farklı kısımlarda
mütalaa edilirler. Hanefilere göre farz, vacip, sünnet, müstehap, mubah, haram ve
mekruh olmak üzere yedi kısma ayrılır. Diğer mezheplere göre ise vacip, mendup,
haram, mekruh ve mubah olmak üzere beş kısımdır. Biz Hanefilerin tasnifini esas
alarak gerekli yerlerde diğer mezheplerin farklı görüşlerine işaret edeceğiz.
Farz
Sübutu ve ifade ettiği
anlamı kesin olan
delillerle Allah veya
Resulü’nün emrettiği
fiillere farz denir.
Sübutu ve ifade ettiği anlamı kesin olan delillerle Allah veya Resulü’nün
emrettiği fiillere farz denir. Farzlar, başka anlama gelme ihtimali bulunmayan ayet,
mütevatir veya meşhur hadis ya da icma gibi kesin delillere dayanır. Mesela
Kur’an’da birçok yerde “namaz kılınız, zekat veriniz” (Bakara, 2/43,83,110)
buyrulması açık bir şekilde namaz ve zekatın farz olduğunu gösterir.
Farzın yapılması kesin olarak gereklidir. Terk eden ağır cezayı hak etmiş olur.
Farz olduğunu inkâr edenin dinden çıktığına hükmedilir. Farzı yerine getiren sevap
kazanır.
Farzlar, farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olarak iki kısma ayrılır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
Farz-ı ayn: Her mükellef Müslümanın bizzat yerine getirmesi gerekli olan
farzdır. Beş vakit namaz, ramazan orucu, zekât, abdest, gusül buna örnek teşkil
eder. Bunları her Müslüman’ın bizzat kendisi yapması gerekir. Başkalarının yapması
onun yükümlülüğünü kaldırmaz.
Farz-ı Kifaye: Yapılması farz olmakla birlikte, bazı Müslümanların yapmasıyla
diğer Müslümanlardan sorumluluğun kalktığı farzlara farz-ı kifaye denir. Bu gibi
fiilleri toplumda hiç yapan olmazsa bütün toplum sorumlu ve günahkâr olur. Yapan
sevabını alır. Cenaze namazı kılmak, ilim tahsil etmek, şahitlik yapmak, iyiliği
emretmek, cihat yapmak, insanların ihtiyaçları olan sanatları öğrenmek gibi.
Bazı durumlarda kifaî farz aynî farza dönüşebilir. Mesela; bir yerde tek doktor
varsa onun hastaya müdahalesi farz-ı ayn olur. Yine mesela bir olaya tanıklık
edecek tek kişi varsa onun şahitliği farz-ı ayn olur.
Vacip
Allah ve Resulü’nün mükelleften yapılmasını bağlayıcı bir şekilde istediği, fakat
dayanağı farz kadar kesin olmayan fiillerdir. Vacibin dayanağı ya sübutu kesin
olmayan haber-i vahid ya da manaya delaleti zannî olan ayet veya hadis olur.
Mesela Allah Kur’an’da “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” (Kevser, 108/2)
emriyle namaz kılmayı ve kurban kesmeyi kesin bir şekilde emretmiştir. Bu emir
Hz. Peygamber için kesin ve farz hükmündedir. Ancak emrin ümmetini de kapsayıp
kapsamadığında netlik yoktur. Bu sebeple ümmeti için bayram namazı kılmak ve
kurban kesmek vacip hükmündedir. Aynı şekilde fıtır sadakası ve namazda fatihayı
okuma da zan ifade eden haberi vahidle sabit olduğu için farz değil vacip olarak
telakki edilmiştir. Namazda Kur’an okunması “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun”
(Müzzemmil, 73/20) emriyle farzdır. Dolayısıyla Kur’an okumaksızın kılınan namaz
geçersiz olur. Fakat namazda Fatiha suresini okumak vaciptir. Çünkü bu hüküm
haber-i vahid niteliğindeki şu hadisle sabittir:
“Fatiha suresini okumayanın namazı olmaz” (İbn Mace, İkame, 11; Tirmizi,
Mevakitu’s-Salat, 69,115).
Bu hadisin anlamının “Fatihasız kılınan namaz tam ve mükemmel olmaz”
şeklinde olma ihtimali de vardır.
Vacip hükmü
Hanefiler’e göredir.
Burada şunu da belirtelim ki vacip hükmü Hanefilere göredir. İslam
hukukçularının çoğunluğuna göre farzın bir alt kategorisi olan vacip hükmü yoktur.
Onlara göre farzla vacip eş anlamlıdır. Hanefilerin vacip olarak nitelediği
hükümlerin bir kısmı çoğunluğa göre farz, bir kısmı da sünnet-i müekkededir.
Mesela namazda Fatiha suresini okumak onlara göre farz, bayram ve vitir namazı
ile kurban bayramında kurban kesmek sünneti müekkededir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
Vacibin yapılması kesin olarak gereklidir. Terk eden farzdan daha az bir cezayı
hak etmiş olur. Ancak vacip bir hükmü inkâr eden farzı inkâr eden gibi dinden
çıkmış olmaz. Böyle bir kimse sapıklıkta kalmış olur. Mesela namazın vaciplerinden
birini terk etmek tahrimen mekruhtur. Yanlışlıkla terk etmek veya geciktirme
durumunda sehiv secdesi gerekir. Farzın terkinde ise namaz bozulur.
Sünnet
Sözlükte Allah Teala’nın kanunu, yol, iyi ahlak, hâl ve gidiş gibi anlamlara gelen
sünnet kelimesi terim olarak özellikle Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarıyla
başkasının yaptıklarını onaylaması anlamında kullanılır. Fıkıh usulünde dini
hükümlerin Kur’an’dan sonra ikinci kaynağı anlamına gelir. Fıkıhta ve ibadet
alanında ise Hz. Peygamber’in farz ve vacipler dışında ibadet niyetiyle yapmış
bulundukları, Müslümanlardan da yapmalarını istedikleri fiillere sünnet denir. Hz.
Peygamber’in dine dâhil olan davranışları, diğer Müslümanları bağlayıcılık
derecesine göre iki kısma ayrılır.
 Müekked Sünnet: Pekiştirilmiş, güçlü sünnet demektir. Bu çeşit sünnetler, Hz.
Peygamber’in devamlı olarak yaptığı ve sırf farz olmadığını göstermek için pek az,
ara sıra terk ettiği fiillerdir. Bunlar bir yerde farzları koruyucu ve tamamlayıcı
özellik taşıdıkları için farz ve vacipten sonra dini hüküm olarak üçüncü sırada yer
alırlar. Ezan, kamet, abdest alırken ağza su vermek, sabah, öğle ve akşam
namazlarının sünnetleri, yatsının son sünneti, cumanın ilk ve son sünneti, teravih
namazı ve cemaatle namaz kılma gibi fiiller sünnet-i müekkede kapsamında
ibadetlerdir. Bu çeşit sünnetleri yerine getiren sevap kazanır. Allah ve Resulü’nün
sevgisine mazhar olur, ahrette de O’nun şefaatini elde eder. Bile bile terk edenler
ise cezayı hak etmemekle birlikte kınanırlar. Aynı zamanda sevgili
Peygamber’imizin şefaatinden mahrum kalırlar. Dinî şiar niteliğindeki ezan ve
kametle namazın toptan terki ise caiz değildir.
 Gayri Müekked Sünnet: Bunlar, Resûl-i Ekrem’in çok defa eda edip bazen terk
ettikleri sünnetlerdir. İkindi namazının sünneti ve yatsı namazının ilk sünneti gayri
müekked sünnetlerdendir. Bu kısımdaki sünnetlere müstehap veya mendub adı da
verilir. Bu sünnetleri yerine getiren sevap kazanır, ancak terk eden kınamayı hak
etmez.
Sünnetin müekked ve
gayri müekked
kısımlarına “Sünneti
hüda” da denir.
Sünnetin müekked ve gayri müekked kısımlarına “Sünneti hüda” da denir. Hz.
Peygamber’in dini davranışları ve dini vecibeleri tamamlayıcı özellik taşıyan filleri
bu isimle anılırken O’nun insan olarak yaptığı, dini tebliğ maksadı taşımayan yiyip
içmeleri, oturup kalkmaları ise “zevâid sünnet” olarak ifade edilir. Mesela O’nun
beyaz elbiseyi tercih etmesi, saç ve sakalını kına ile boyaması bu niteliktedir. Bu
fiiller, dini yükümlülük kapsamında değildir. Bu çeşit fiilleri Hz. Peygambere olan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
sevgi ve bağlılığı sebebiyle yapan Müslümanlar sevap kazanırlar. Yapmayanlar
günah da kazanmaz, kınanmaz da.
Hanefiler dışındaki çoğunluğu teşkil eden İslam hukukçuları farz ve vacipler
dışındaki bu çeşit sünnetlere (sünneti müekkede, sünneti gayri müekkede ve
sünneti zevaid) “mendub” tabirini kullanmışlardır.
Müstehap
Güzel görülen, tercih edilen, sevimli olan amel anlamına gelen müstehap, Hz.
Peygamber’in arasıra yaptıkları, İslam âlimlerinin de hoş görüp işlediği amellerdir.
Bazı nafile namaz ve oruçlar, sabah namazının ortalık aydınlanıncaya kadar
geciktirilip kılınması, devamlı abdestli olmak, çocuğa akîka kurbanı kesmek vb. gibi
fiiller müstehap fiillerdir. Müstehabın işlenmesinde sevap olmakla birlikte terkinde
günah ve kınama yoktur. Mendup, müstehab, nafile ve tatavvu terimleri bazen
aynı anlamda kullanılır.
Mubah
“Helal” ve “caiz”
kelimeleri de mubahla
eşanlamlı olarak
kullanılır.
Allah veya Resulü’nün mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı fiillere
mubah denir. “Helal” ve “caiz” kelimeleri de mubahla eşanlamlı olarak kullanılır.
Yapılıp yapılmamasında sevap veya günah olmayan tamamen bizim isteğimize
bırakılan fiillerdir. Helal şeyleri yemek, içmek, uyumak, yürümek gibi fiiller mubah
kapsamındadır.
Haram
Allah veya Resulü tarafından yapılması kesin bir şekilde yasaklanan fiillere
haram denir. Hanefilere göre haram bir hükmün delili ayet, mütevatir veya meşhur
sünnet olmalıdır. Zannî delil sayılan ve kesin bilgi ifade etmeyen haber-i vahidle
haram hükmü sabit olmaz. Haberi vahidle kesin ve bağlayıcı tarzda yasaklanan fiile
“Tahrimen mekruh”, kesin ve bağlayıcı olmayan yasaklamaya “Tenzihen mekruh”
denir. Hanefiler dışındaki fakihler çoğunluğuna göre ise haram hükmü haber-i
vahidle de sabit olur.
Alkollü içki içmek, hırsızlık yapmak, haksız yere adam öldürmek, zina etmek,
yalan söylemek, rüşvet alıp vermek, domuz eti yemek, ana-babaya karşı gelmek
gibi fiiller dinen kesin bir şekilde yasaklanan haram fiillerdir. Kesin olarak yapılması
yasaklanan bir fiili işlemek nasıl haram ise kesin olarak yapılması emredilen bir şeyi
terk etmek de öyle haramdır. Hırsızlık haram olduğu gibi farz olan namazları
kılmamak da haramdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
Haram olan bir şeyi yapan kimse büyük günaha girer ve cezaya çarptırılır.
Haramı yapmayan ve terk eden de mükâfat ve sevap kazanır. Haramı inkâr eden
kimse dinden çıkar.
Haramın Çeşitleri
İslam dininin yasakladığı fiillerin her birinde pek çok zarar söz konusudur. Bir
fiil ya kendisi bizzat kötü olduğu için ya da kötülüğü iyiliğinden fazla olduğu için
yasaklanmıştır. Bu kötülük ya fiilin bizzat kendisindedir veya fiilin beraberindeki
diğer hususlardadır. İşte bu açıdan haramlar iki kısma ayrılır.
 Haram Liaynihî (Doğrudan Haram): Allah ve Resulü’nün yapısı ve özündeki
kötülük veya zarardan dolayı haram kıldığı fiillerdir. Bunlara haram liaynihi yani
bizzat haram, doğrudan haram denir. Doğrudan haramlar genel olarak can, mal,
akıl, din ve nesilden ibaret olan beş unsuru korumak amacıyla yasaklanan fiillerdir.
Zina, içki, kumar, nikâhı haram olan biriyle evlenmek gibi fiiller doğrudan haram
olan fiillerdir.
Bazı haramlar zaruret
yani çaresizlik ve
şiddetli ihtiyaç
karşısında mubah olur.
 Haram Ligayrihî (Dolaylı Haram): Aslı itibariyle meşru olduğu hâlde kendisinde
haram kılınmasını gerekli kılan harici bir durum bulunması sebebiyle haram olan
fiillere haram ligayrihî, dolaylı haram denir. Mesela bayram gününde oruç tutmak
dolaylı harama bir örnek teşkil eder. Aslında oruç tutmak meşru bir fiil olduğu
hâlde bayram günlerinde insanlar Allah’ın misafiri sayıldığı ve bayram sevincini
yiyip içerek birlikte yapmaları için o gün oruç tutmak haram kılınmıştır. Aynı şekilde
üzüm yemek aslında helaldir. Ama bir başkasının bağından alınan üzümü yemek
dolaylı haramdır.
Bazı haramlar zaruret yani çaresizlik ve şiddetli ihtiyaç karşısında mubah olur.
Mesela domuz eti yemek kesinlikle haramdır. Ancak açlıktan ölmek üzere olan bir
kimse domuz etinden başka yiyecek bir şey bulamadığı takdirde ihtiyacı kadar
ondan yiyebilir. Fıkıh kitaplarında bazen “masiyet” ve “günah” kavramları haramla
eş anlamlı olarak kullanılır.
Mekruh
Dinin, kesin bağlayıcı olmayan bir üslupla yapılmamasını istediği fiillere
mekruh denir. Haramla mekruh dinin yasakladığı kötü fiil olması bakımından
aynıdır. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi haram hükmünün delili sübut ve
manaya delaleti bakımından kesin deliller olması gerekirken mekruh sübutu zannî
olan haberi vahidle ve manaya delaleti kesin ve bağlayıcı olmayan nasslarla sabit
olan yasak fiillere denir. İşte bu yönüyle mekruh iki kısma ayrılır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
 Tahrimen Mekruh: Harama yakın mekruh demektir. Dinin, yapılmamasını kesin
ve bağlayıcı bir tarzda istediği haber-i vahide dayalı yasak fiillere tahrimen mekruh
denir.
 Tenzihen Mekruh: Kesin ve bağlayıcı olmayan yasaklamaya ise tenzihen mekruh
denir.
İBADETLE İLGİLİ BAZI TERİMLER
Sahih: Sağlam, kusursuz ve doğru anlamına gelen sahih terimi ibadetlerle ilgili
olarak “şartlarını, rükünlerini ve vasıflarını tam olarak içeren ibadet” şeklinde tarif
edilir. Sahih teriminin zıddı fasit veya batıldır.
Batıl: Yanlış, doğru olmayan anlamlarına gelen batıl kelimesi ibadetlerle ilgili
olarak “rükünlerini veya şartlarını tamamen veya kısmen bulundurmayan, yani
hükümsüz olan ibadet” diye tanımlanır. Sahih kavramının tersi olup ibadetlerde
fasit terimi ile eş anlamlıdır. İbadet konularında bütün müçtehitler batıl ile fasidi eş
değer kabul ederler. Hanefiler diğer muamelelerde fasit ve batıl terimlerine farklı
anlam verirler.
İbadet konularında
bütün müçtehitler batıl
ile fasidi eşdeğer kabul
ederler.
Fasit: Rükün veya şartlarından birisi eksik olan ibadet fasit olur. “Gayri sahih”,
“Geçerli değil” gibi ifadeler de bu anlamda kullanılır. Mesela abdestsiz kılınan
namaz fasittir.
Müfsid: Başlanmış bir ibadeti bozan şeylere müfsid denir. Mesela; oruçlu iken
bir şey yiyip içmek, namazda konuşmak, abdestli iken uyumak bu fiilleri bozar.
Rükün: Bir şeyin aslını oluşturan parçalardan her biri, cüz, unsur, direk destek,
bir şeyin köşesi, sağlam yanı gibi anlamlara gelen rükün, fıkhî bir kavram olarak
ibadetlerin asli unsurlarını, yani farzlarını ifade eder. Namazı oluşturan kıyam,
kıraat, rüku ve secde gibi fiiller onun rükünleridir. Hacda Arafat vakfesi ve ziyaret
tavafı, oruçta imsak bu ibadetlerin rükünleridir. İbadetlerde rükünlerden birinin
bulunmaması onun batıl olması neticesini doğurur.
Şart: Yerine getirilmesi gerekli olan şey anlamına gelen şart, fıkıh usulünde
“varlığı kendi varlığına bağlı olan ancak onun yapılmasından bir parça olmayan şey”
şeklinde tarif edilir. Şart bulunmazsa hüküm de bulunmaz, ancak şartın bulunması
hükmün de bulunmasını gerektirmez. Mesela abdest namazın şartlarındandır. Ama
onun bir parçası değildir. Abdestsiz namaz olmaz, ancak her abdesti olanın namaz
kılması gerekmez.
Sebep: Allah Teala’nın hükmün varlığı için bir emare olarak belirttiği yani
varlığı hükmün varlığına; yokluğu da hükmün yokluğuna emare, alamet olan
durumdur. Mesela zekâtın farz olmasının sebebi, nisap miktarı mala sahip olmaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
Nisap miktarı mal varsa zekât farz, yoksa değildir. Aynı şekilde vakit namazın,
ramazan ayı orucun sebebidir.
Mani: Alıkoymak, önlemek, savmak, korumak anlamlarına gelen mani terim
olarak sebebe bir hüküm bağlanmasına veya sebebin gerçekleşmesine engel olan
durum demektir. Mesela zekâtın sebebi nisaptır. Ancak nisap miktarı malı olanın
borcunun olması zekâta manidir. Aynı şekilde kan hısımlığı evlenmeye manidir.
Eda: Ödeme, ifa etme, bir borç veya görevi yerine getirme anlamlarına gelen
eda, fıkıhta dini bir görevin usulüne uygun bir şekilde zamanında yerine
getirilmesidir. Mesela ramazan orucunu ramazan ayı içinde şartlarına uygun olarak
yerine getirmek, namazları vakti içinde kılmak eda örnekleridir.
Kazaya kalan ibadeti ilk
fırsatta kaza etmek
gerekir.
Kaza: Zamanında yerine getirilmeyen ibadetlerin zamanı çıktıktan sonra tam
olarak yerine getilmesine kaza denir. İbadetlerin belirlenen vakit içerisinde eda
edilmesi gerekir. Meşru bir sebep yoksa vaktinden sonraya bırakılması caiz değildir.
Vakti içinde eda edilmeyen ibadetler de zimmette borç olarak kalır. Bu borcun
sonradan ödenmesine kaza denir. Kazaya kalan ibadeti ilk fırsatta kaza etmek
gerekir. Hz. Peygamber Hendek Savaşı’nda, düşmanın taarruzu nedeniyle
namazlarını kılamamış ve daha sonra hemen cemaat hâlinde kaza etmiştir (Buharî,
“Mevakît”, 36,38). Kur’an-ı Kerim’de hastalık ve yolculuk sebebiyle orucu
tutamayanların daha sonra kaza etmeleri emredilmiştir (Bakara, 2/184).
İade: Namaz gibi bir ibadeti eksik bir şekilde yaptıktan sonra onun yeniden
tam olarak yerine getirilmesine iade denir. Mesela rükû yapmadan kılınan bir
namazı vakti içinde yeniden kılmak iadedir.
Azimet: Bir şeye kesin karar vermek, niyet etmek manasına gelen azimet,
fıkıhta “mükelleflerin hepsi için bütün durumlarda yani sonradan meydana gelen
zaruret, meşakkat ve ihtiyaç gibi geçici bir sebebe bağlı olmaksızın bağlayıcı olmak
üzere ilkten konulan hüküm şeklinde tarif edilir. Yani mükellefin normal
durumlarda yapacağı farz, vacip, müstehap niteliğindeki fiilleri yapması, haram,
mekruh gibi fiilleri de yapmaması demektir. Mesela namaz, oruç ve zekat gibi
farzlar, zina, içki ve kumar gibi yasaklanan fiiller birer azimet hükmüdür.
Ruhsat: İzin, kolaylık anlamına gelen ruhsat, terim olarak “meşakkat, zaruret
ve ihtiyaç gibi mazeretler göz önünde bulundurularak konulan geçici hükümlerdir.
Mesela hasta ve yolcunun ramazanda oruç tutmayıp daha sonra kaza etmesi,
ayakta namaz kılamayan mükellefin oturarak namaz kılması birer ruhsat
hükümleridir. Yani asıl ve genel hükme azimet, geçici ve özel hükme ise ruhsat
denir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Özet
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
•Genel anlamda ibadet, Allah’ın emrettiği her şeyi yapmak, yasakladığı
tüm davranışlardan da uzak kalmak demektir. Dar anlamda ise namaz,
oruç ve zekat gibi Allah’a saygı ifade eden belli davranışlara ibadet
denir.
•Allah’ın emri olan ibadet, O'nun kulları üzerindeki bir hakkıdır, dini bir
görevdir. Allah’ın emrettiği ve Peygamber'imizin öğrettiği şekilde
yerine getirilir. İbadetlerde azaltma ve çoğaltma olamayacağı gibi
herhangi bir değişiklik de söz konusu olamaz.
•İnsan, Allah’a kulluk borcunu ödemek ve O'nun rızasını kazanmak,
dünya hayatını kolaylaştırmak ve insanlara faydalı olmak, ahret
hayatına hazırlanmak ve sevap kazanmak için ibadet yapar.
•Allah ibadete layık yegâne varlık olduğu için, O'nun emrini yerine
getirmek ve rızasını kazanmak maksadıyla ibadet etmek gerekir. Allah
katında makbul olan ibadet, herhangi bir çıkar düşüncesi olmadan
samimiyetle ve ihlâsla yapılan ibadettir. Bununla birlikte ibadetlerin
bireysel ve toplumsal birçok faydaları da vardır. Ancak bunlar ibadetin
amacı değil, neticesidir.
•İbadetlerin şekil ve ayrıntıları Hz. Peygamberin uygulama ve
açıklamalarıyla netleşmiştir.
•İbadetler birçok bakımdan kısımlara ayrılır. Kuvvet bakımından farz,
vacip, sünnet, müstehap kısımlarına, sorumluluğun ferdi veya genel
oluşu bakımından aynî ve kifâî kısımlarına, belirli bir vakti olup
olmamasına göre de mutlak vakitli ve mukayyet vakitli kısımlarına
ayrılır. Yapılış şekli açısından ise bedenî, malî, hem bedeni hem de
malî olmak üzere üç kısımda değerlendirilir.
•İbadet yükümlülüğü belli şartları taşıyan kimseler için söz konusudur.
Bu kişilere “mükellef” denir. Yükümlülüğün temel şartı doğru ile
yanlışı, iyi ile kötüyü, emirle yasağı ayırt edebilme melekesi olan
akıldır. Genel anlamda mükellef olmak için ayrıca ergen olmak da
şarttır.
•Mükellefin dinen sorumlu olduğu fiillerin hükümlerine teklîfî
hükümler denir. Bu hükümler dayandıkları delillere ve bağlayıcılık
özelliklerine göre farz, vacip, sünnet, müstehap, mubah, haram ve
mekruh gibi kısımlara ayrılır. Bunların her birinin kendi içinde alt
kısımları da vardır. Fıkıh eserlerinde ibadetlerle ilgili olarak kullanılan
önemli terimler de vardır. Bunların başlıcaları sahih, batıl, fasit,
müfsit, rükün, şart, sebep, mani, eda, kaza, iade, azimet, ruhsat
terimleridir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Ödev
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
• Kaynaklardan yararlanarak ibadet çeşitlerini tablo
hâlinde gösteriniz.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1- Aşağıdakilerden hangisi dar ve özel anlamıyla bir ibadet çeşidi değildir?
a) Namaz kılmak
b) Ku’an okumak
c) Dua etmek
d) Yalan söylememek
e) Kurban kesmek
2-Aşağıdakilerden hangisi İslam İbadet Esasları konularındandır?
a) Adak
b) Zina
c) Adam öldürmek
d) Gıybet etmek
e) Selem akdi
3-Aşağıdakilerden hangisi kuvvet derecesine göre ibadetin kısımlarından biri
değildir?
a) Farz
b) Mutlak vakitli ibadet
c) Nafile
d) Sünnet
e) Vacip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
4- Aşağıdaki metinde boş bırakılan yerlere sırasıyla hangi kelimelerin getirilmesi
hâlinde ifade doğru olur?
…. ve ifade ettiği anlamı kesin olan delillerle Allah veya Resulü’nün emrettiği
fiillere…….denir.
a) Sübutu-farz
b) Sübutu-vacip
c) Delaleti-sünnet-i müekkede
d) Manası-vacip
e) Yapılması-farz
5-Aşağıdaki cümlelerden hangisi yanlıştır?
a) Hz. Peygamber’in ara sıra yaptıkları ve İslam alimlerinin hoş gördükleri
fiillere müstehap denir.
b) Dinin kesin ve bağlayıcı olmayan bir üslupla yasakladığı fiillere mekruh
denir.
c) Başlanılmış bir ibadeti bozan şeylere müfsit denir.
d) Şartlarını, rükünlerini ve vasıflarını tam olarak içeren ibadete sahih denir.
e) Bir ibadeti eksik bir şekilde yerine getirdikten sonra onun yeniden tam
olarak yerine getirilmesine kaza denir.
Cevap Anahtarı:
1.d 2.a 3.b 4.a 5.e
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İbadet Kavramı ve Mükellefiyet
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Komisyon.(1999).İlmihal I:İman ve İbadetler.İstanbul:Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Bilmen, Ö.N.(1996).Büyük İslam İlmihali.İstanbul.
Buharî, M. b. İ. (1987). Sahîhu’l-Buharî. Beyrut.
Döndüren, H.(2005).Delilleriyle İslam İlmihali. İstanbul.
Ebu D. (1973).es-Sünen.Hımıs.
İbnü’l-H .(1317). Şerhu Fethi’l-Kadîr.Bulak.
İbn K. .(1997). el-Muğnî. Kahire.
İbn M .(1954). es-Sünen.Kahire.
İbn R .(1975). Bidayetü’l-müctehid. Kahire.
Kahraman, A.(2002).İslamda İbadetlerin Değişmezliği. Sivas.
Malik b.E.(1970). el-Muvatta. Kahire.
Müslim,Ebu’l-Hüseyn Müslim b. El-Haccac (tsz.). es-Sahih. Beyrut.
Nesaî .(1383). es-Sünen. Kahire.
Şevkanî. (tsz.). Neylü’l-evtâr. Kahire.
Komisyon .(1999). Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.İstanbul.
Yıldız, K. (2006). Fıkhın Aydınlığında İbadet ve Hayat. İstanbul.
Zuhayli, V.(1994).İslam Fıkıh Ansiklopedisi. İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
TEMİZLİK
•
•
•
•
•
•
•
•
Temizlik Kavramı
Pislik Kavramı
Temizleme Yolları
Kadınlara Mahsus Bazı Haller
Hükmi Temizliğin Çeşitleri
Abdest
Gusül: Boy Abdesti
Teyemmüm
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Temizliğin önemini kavrayabilecek
• Temizlik ve pislik kavramlarını açıklayabilecek
• Kadınlara mahsus özel hallerle ilgili hükümleri
ayırt edebilecek
• Abdest, boy abdesti ve teyemmümle ilgili
hükümleri karşılaştırabileceksiniz.
İSLAM İBADET
ESASLARI
ÜNİTE
2
Temizlik
GİRİŞ
İslam dini temizliğe büyük önem vermiştir. Temizlik belli ibadetlerin ön şartı
olarak kabul edilir. Bu sebeple fıkıh kitaplarının ve ilmihal kitaplarının ilk konuları
temizlikle ilgilidir. Hz. Peygamber’e gelen ilk ayetler arasında “ve elbiseni temizle”
(Müddessir, 74/4) ifadesi yer almaktadır. Hz. Peygamber’in özelliklerinden söz
eden bir ayette de “Onları temizleyen… bir peygamber gönderen O’dur” (Cum’a,
62/2) denilerek O’nun görevlerinden birisinin de ümmetini manevi kirlerden,
günahlardan temizlemek (tezkiye) olduğu belirtilmektedir.
Başka bir ayette “Şüphesiz Allah çok tövbe edenleri ve temizlenenleri sever”
(Bakara, 2/222) buyrularak temiz insanların Allah’ın sevgisine layık oldukları
bildirilir. Yine bir başka ayette “Orada temizlenmeyi seven kimseler vardır. Şüphesiz
Allah temizlenenleri sever (Tevbe, 9/108) ifadesiyle Kuba Mescidi’ndeki insanlar
temizlik konusundaki hassasiyetleri ile diğer Müslümanlara örnek gösterilir.
“Doğrusu hem (maddeten ve manen) temizlenen hem de Rabbinin adını anıp
namaz kılan kurtuluşa ermiştir” (A’la, 87/14–15) mealindeki ayette de ibadetle
temizliğin ilişkisi açıkça ifade edilir. Bu ayet kurtuluşa ermenin iki önemli şartından
birinin temizlik, diğerinin de namaz kılmak olduğunu belirtmektedir.
“Temizlik imanın
yarısıdır” (Muslim,
“Taharet”, 1)
Kur’an-ı Kerim’de ayrıca ibadet yerinin temiz olması ve toplum içine
çıkacakların temizliğe riayet etmesi şu ayetlerle istenmiştir:
“İbrahim ve İsmail’e tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde
edenler için evimi temiz tutun diye emretmiştik.” (Bakara, 2/125);
“Ey Âdemoğulları her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin.” (A’raf,
7/31)
Hz. Peygamber, temizliğin önemini vurgulamak üzere “Temizlik imanın
yarısıdır” (Muslim, “Taharet”, 1) buyurarak onun imanla bağlantısına dikkat çekmiş,
“Allah temizdir, temizliği sever” (Tirmizî, “Edeb”, 4) ifadesiyle de Allah’ın seveceği
kul olmak için temizliğin önemli olduğunu belirtmiştir. Hz. Peygamber’in İslam’a
yeni girenlere kelime-i şehâdet getirmelerini ve gusül abdesti almalarını emretmesi
de (Ebu Davûd, “Taharet”, 129) temizlikle iman arasındaki yakın ilişkiyi
göstermektedir.
Hz. Peygamber’in uygulamaları da bu ayet ve hadislere paralel bir şekilde
Müslümanlara rehberlik edecek niteliktedir. O’nun toplum içine çıkarken, camiye
giderken güzel koku sürünmesi, en temiz elbiselerini giymesi, cemaate
katılacaklardan çiğ soğan ve sarımsak yememelerini istemesi, insanların gelip
geçecekleri yol ve gölgeliklere abdest bozmayı yasaklaması, en az haftada bir kez
boy abdesti almayı ve beden temizliği yapmayı tavsiye etmesi, dişlerin temizliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Temizlik
üzerinde önemle durması, O’nun temizlik konusunda güzel örnek ve rehberliğini
göstermektedir (bk.Buharî, “Vüdû”, 26; Muslim, “Taharet”, 1, 20, 21, 68, 87; Ebu
Davûd, “Taharet”, 15; Tirmizî, “Edep”, 41, “Taharet”, 19; Nesaî, “Taharet”, 1).
TEMİZLİK KAVRAMI
Maddi, Hükmi ve Manevi Temizlik
İslam’ın öngördüğü temizlik çok boyutlu ve geniş kapsamlıdır. İslam alimleri
temizliği üç ayrı yönüyle ele almışlardır:
 Bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin maddi pisliklerden temizlenmesi.
Sünnet olmak, etek tıraşı olmak, tırnak kesmek, koltuk altı kıllarını temizlemek,
bıyıkları kısaltmak, misvak kullanmak gibi hususlar da bu kapsamdadır.
Nitekim bir hadislerinde Hz. Peygamber bu gibi temizliklerin fıtratın gereği
olduğunu ifade ederek buna bütün insanların uyması gerektiğini bildirmiştir
(Muslim, “Taharet”, 56; Ebu Davûd, “Taharet”, 29; Tirmizî, “Edeb”, 14; Nesaî,
“Ziynet”,1).
 Hadesten taharet denilen hükmi temizlik. Abdestsizliğin giderilmesi olarak ifade
edilebilecek bu çeşit temizliğin içerisine boy abdesti, namaz abdesti ve bunların
mümkün olmaması durumunda sırf hükmi temizlik olan teyemmüm girmektedir.
Maddi, manevi ve
hükmi temizlik
kısımlarının her birisi
diğeriyle sıkı bir
bağlantı hâlindedir.
 Bedenin uzuvlarının gıybet, yalan, haram yiyecek ve içeceklerden ve benzeri
günahlardan temizlenmesi ile kalbin, haset, kibir, riya, kin, hırs, düşmanlık ve buna
benzer kötü hastalıklardan temizlenmesi.
Maddi, manevi ve hükmi temizlik kısımlarının her birisi diğeriyle sıkı bir
bağlantı hâlindedir. İnsanın manevi anlamda temizliğini hedefleyen bazı temel
ibadetlerin yapılabilmesi için maddi bazı temizlikler şart koşulmuştur. Mesela
namaz kılmak isteyen bir Müslümanın belli organlarını yıkaması ve mesh etmesi
demek olan abdest şarttır. Yani ön şartı maddi temizlik olan namazın asıl hedefi
insanı manen yüceltmesi; onu kötü ve çirkin olan şeylerden uzaklaştırarak kalbini
temizlemesidir. Zekât emri ile ilgili ayette “Onların mallarından zekât al ki onları
temizlersin, arıtıp yüceltirsin” (Tevbe, 9/103) buyrularak bu hususa dikkat
çekilmektedir. “Allah çok tövbe edenleri ve çok temiz olanları sever” (Bakara,
2/222) ayetinde de yapılan kötülüklere pişmanlık duyarak Allah’tan af dilemek,
gönlü manevi kirlerden temizlemek anlamına gelen tövbe ile maddi temizlik
birlikte zikredilerek aralarındaki sıkı ilişki vurgulanmıştır. Aynı şekilde Müddessir
suresindeki “Üstünü başını temizle, kötülükten sakın” (Müddessir, 74/4–5)
ayetinde de maddi temizlik ve manevi temizlik yani günah kirlerinden temizlenmek
birlikte zikredilerek bu sıkı ilişkiye dikkat çekilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Temizlik
Namazın şartlarından biri, “necasetten taharet”, bir başkası da “hadesten
taharet”tir. Namaz kılacak kişinin bedeninin, elbisesinin ve namaz kılacağı yerin
maddi pisliklerden temizlenmesine “necasetten taharet” denir. Abdestsizliği veya
cünüplüğü gideren temizliğe ise “hadesten taharet” adı verilir. Temizliğin bu
çeşidine aynı zamanda “hükmi temizlik” de denilmektedir. Hükmi temizliğin abdest
ve boy abdesti kısmı aynı zamanda maddi temizliği de içermektedir. Çünkü
bunlarda su ile bedenin belli kısımlarının veya tümünün yıkanması söz konusudur.
Su bulunmadığı veya bulunduğu halde kullanılamadığı hallerde temiz toprakla
yapılan sembolik bir temizlik olan teyemmüm ise tam anlamıyla hükmi temizliği
ifade eder.
“Taharet” kelimesi temizlikle alakalı olarak kullanılan en geniş kavramlardan
birisidir. Bu kelime hem necaset ve habes denilen maddi pisliklerden, hem hades
denilen hükmi pisliklerden hem de kin, gurur, kıskançlık gibi manevi pisliklerden
temizlenmek anlamında kullanılır. “Nezafet” ise sadece maddi pisliklerden
temizlenmeyi ifade eder. Manevi kir kabul edilen günahlardan kalbin ve bütün
uzuvların temizlenmesi anlamında ise daha çok “tezkiye” kelimesi kullanılmaktadır.
Manevi kirlerden
kurtulma anlamındaki
temizlik daha çok
tasavvuf ve ahlak
ilminin konusu olarak
işlenir.
Manevi kirlerden kurtulma anlamındaki temizlik daha çok tasavvuf ve ahlak
ilminin konusu olarak işlenir. Bizim asıl konumuzu teşkil eden temizlik ise
ibadetlerin vesilesi ve şartı olan maddi ve hükmi temizlik konularıdır. Bunlar da iki
kısma ayrılmaktadır: Birincisi küçük abdest almak suretiyle abdestsizlik hâlini
gidermektir ki, buna küçük temizlik (taharet-i suğra) denir. İkincisi ise ağız ve burun
dâhil olmak üzere bütün bedeni yıkayarak cünüplük, hayız ve nifas hallerinden
çıkmaktır ki, buna da boy abdesti veya gusül adı verilmektedir.
Temiz Olan Şeyler
İslam’da bir şeyin temiz olması asıldır. Necaset, arızî ve geçici bir vasıftır.
Prensip olarak bütün yeryüzü, madenler, sular, otlar, ağaçlar, çiçekler, meyveler ve
domuz dışında bütün hayvanların dış bedenleri, dışarıdan pis bir şey dokunmadıkça
temizdir. Usulüne uygun kesilmiş hayvanların derileri, ciğer, yürek, dalak ve etleri
içinde kalıp akmayan kanları temizdir. Bit, pire, tahtakurusu gibi haşeratın kanları
da temiz sayılır.
Ağzı temiz olmak kaydıyla insanın, at, sığır, koyun ve deve gibi etleri yenen
evcil ve vahşi hayvanların ve kuşların artık suları temizdir. Eşek ve katırın artıkları
da temizdir, ancak temizleyici olup olmadıkları şüphelidir. Başka su bulunmadığı
takdirde bu sularla abdest alınır ve ihtiyaten de teyemmüm edilir.
Kedinin, sokaklarda gezip dolaşan tavuğun, atmaca, şahin ve doğan gibi
yırtıcı kuşların artıklarını temizlikte kullanmak mekruhtur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Temizlik
Canlıların gözyaşı, teri, tükürüğü, sümüğü pislik ve temizlik yönünden artık
suları gibi değerlendirilir. Artığı temizse bunlar da temizdir. İnsanın salyası da içki
bulaşmadıkça temizdir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bir şeyin temiz olması esas olduğundan biz pis
olan şeyleri ve pis olma ölçülerini sayarak yetineceğiz. Bunların dışında kalanların
temiz olacağı genel kural olduğu için temiz olan şeyleri tek tek saymayacağız.
PİSLİK KAVRAMI
Fıkıhta ibadetlere engel teşkil eden pislik çeşitleri genelde maddi, yani hakiki
pislik denilen “necaset” ve hükmi pislik denilen “hades” kavramlarıyla ifade edilir.
Biz de konuyu bu şekilde iki ayrı başlık altında işleyeceğiz.
Necaset: Maddi Pislik
Kural olarak namaz
kılacak kişinin bedeni,
elbiseleri ve namaz
kılacağı yerin maddi
pisliklerden
temizlenmesi gerekir.
Necaset, hakiki ve maddi pislik anlamına gelir. Bundan temizlenmeye de
“necasetten taharet” denir. Aslen veya geçici olarak pis olan şeylere de “necaset”,
“necis” ve “neces” adları verilir. Kural olarak namaz kılacak kişinin bedeni,
elbiseleri ve namaz kılacağı yerin maddi pisliklerden temizlenmesi gerekir. Necis
olan maddeler, akıcı olup olmaması bakımından katı ve akıcı necaset, gözle görülüp
görülmemesi açısından da görülebilen (necaset-i mer’iyye) ve görülemeyen
(necaset-i geyr-i mer’iyye) necaset kısımlarına ayrılır. Pis olduğu hakkında delil olup
olmamasına veya namaza engel olan miktarına göre de necaset-i hafîfe ve necaseti galîze kısımlarına ayrılır.
Necaset-i galîze: Ağır pislik
Ağır necasetin namaz kılan kişinin bedeninde, elbiselerinde ve namaz kılacağı
yerde katı olanının bir dirhem (yaklaşık 4 gr.)’den fazlası, sıvı olanının avuç içinden
fazla bir alanı kapsayacak kadar olanı namaza manidir. Belirlenen miktarlardan
fazlası namaza mani olan ağır necaset kapsamına şunlar girer:
 İnsandan çıkan veya ondan kopup ayrılan şeylerden sidik, insan tersi, meni,
idrardan sonra cinsel organdan gelebilen kalın ve beyaz renkli vedi, sevişme veya
karşı cinsi düşünme sırasında gelen mezi, vücudun herhangi bir yerinden akan kan,
irin, ağız dolusu kusuntu, bedenden kopup düşen et parçaları ve kadınların adet,
lohusalık veya özürlü zamanlarında gelen akıntıları.
 Eti yenmeyen hayvanların sidik, dışkı ve salyaları, eti yenen hayvanlardan tavuk,
kaz ve ördeklerin tersleri, bütün hayvanların akan kanları.
 Karada yaşayıp usulüne göre boğazlanmadan ölen veya öldürülen ve bu
hükümde olan hayvanların leşleri.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Temizlik
 Şarap ve tercih edilen görüşe göre sarhoşluk veren diğer sıvılar.
Necaset-i hafîfe: Hafif pislik
Beden veya elbisenin dörtte birinden fazlasına bulaşması hâlinde namaza
mani olan pislikler, hafif olan necasettir. Belirtilen miktardan azı ile namaz kılmak
caiz ise de mekruhtur. Hafif olan necasetler şunlardır:
Canlıların hayat kaynağı
olan su, temizlemede
esas maddedir.
 At, katır ve eşeklerin, etleri yenen sığır, koyun, keçi, geyik gibi dört ayaklı
hayvanların sidik ve tersleri.
 Eti yenmeyen hayvanlardan doğan, atmaca, çaylak, kartal gibi havada tersleyen
kuşların tersleri kaçınılması zor olduğu için hafif necaset sayılmıştır.
TEMİZLEME YOLLARI
Maddi ve hakiki pislikler çeşitli usullerle giderilebilir. Mezhepler arasında
farklılıklar olmakla birlikte başlıca temizleme yollarını şöyle sıralayabiliriz:
Su ile Yıkama
Canlıların hayat kaynağı olan su, temizlemede esas maddedir. Su ile hem
maddi, hakiki pislikler giderilir, hem de hades hâli denilen hükmi kirlilik ortadan
kaldırılır.
Suyun bu temizleyici özelliğini Kur’an’da Yüce Yaratan şöyle belirtir:
“Sizi temizlemek için Allah gökten su indiriyor.” (Enfal, 8/11)
“Biz gökten temiz su indirdik.” (Furkan, 25/48).
Suyun temiz olması,
maddi temizlik ve
kullanım aracı olması,
temizleyici olması ise
kendisiyle abdest veya
gusül gibi hükmi
temizlik yapılabilmesi
anlamına gelir.
Hz. Peygamber de suyun bu temizleyici özelliğine şu şekilde dikkat çeker:
“Su temizdir. Onu, rengini, kokusunu, tadını değiştiren şeyler dışında hiçbir
şey kirletmez.” (İbn Mace, “Taharet”, 76)
Temizlik için kullanılabilecek sular, yağmur, kar, nehir, deniz, kuyu, pınar ve
gölet sularıdır.
Fıkıh kitaplarında sular, hakiki ve hükmi temizlikte kullanılıp
kullanılamamasına göre çeşitli tasniflere tabi tutulmuştur. Bir sınıflamaya göre
göre sular doğal olup olmamasına göre “mutlak” ve “mukayyed” olarak iki kısımda
mütalaa edilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Temizlik
Mutlak sular
Mutlak su, tabii durumunu koruyan, içine özelliğini değiştirecek bir şey
karışmamış su demektir. Bunlar kar, yağmur, ırmak, göl, deniz ve kuyu sularıdır. Bu
çeşit su temiz ve temizleyici olmak bakımından çeşitli kısımlara ayrılır.
Suyun temiz olması, maddi temizlik ve kullanım aracı olması, temizleyici
olması ise kendisiyle abdest veya gusül gibi hükmi temizlik yapılabilmesi anlamına
gelir. Bu açıdan sular beş kısımda incelenir.
 Temiz ve temizleyici özelliği taşıyan ve kullanılması mekruh olmayan sular:
Rengi, kokusu ve tadı değişmemiş, bozulmamış, içine pis bir madde karışmamış,
kullanılmamış ve kullanılması mekruh olmayan sular hem temiz, hem de temizleyici
sulardır. Bu sularla hem temizlik yapılır hem de abdest ve boy abdesti alınır.
Tabiatta normal olarak bulunan bütün mutlak sular bu hükümdedir. Tat ve kokusu
değişmiş olsa da klorlanmış sular da temiz ve temizleyici özelliktedir. İnsanın, deve,
koyun, sığır gibi eti yenen hayvanların, atın ve yırtıcı olmayan kuşların artığı olan
sular da bu çeşide girer. Yalnız yukarıda belirttiğimiz gibi insanın ağzının temiz
olması, hayvanların da pislik yiyen hayvanlardan olmaması gerekir.
Mikroplu suları
kullanmamak da
İslam’ın özüne uygun
düşer.
 Hem temiz hem temizleyici olmakla birlikte kullanılması mekruh olan sular:
Kedi, tavuk gibi evcil hayvanlarla atmaca, şahin, doğan gibi yırtıcı kuşların artığı
olan sular bu gruba girer. Bunlarla abdest almak veya gusletmek mekruhtur. Ancak
normal su bulunmadığında bu sular hem maddi temizlikte hem de hükmi temizlik
olan abdest ve boy abdestinde kullanılabilir.
Klasik kaynaklarımızda bu konular işlenirken ele alınmamış mikroplu suları
kullanmamak da İslam’ın özüne uygun düşer. Zira İslam insan sağlığına zarar
verecek şeyleri prensip olarak yasaklar.
 Temiz olduğu hâlde hükmi temizlikte kullanılmayan sular:
Abdest veya boy abdesti alınmış sular kullanılmış su anlamında “ma-i müsta’mel”
olarak adlandırılır. Bunlar temiz sayılır. Maddi temizlik için kullanılabilir. Ancak bu
sularla tekrar hükmi temizlik yapılmaz. Abdest alanın veya başkasının üzerine
dökülmesi durumunda namaza mani olmaz.
 Temiz ve temizleyici olmayan sular:
İçine pislik düştüğü kesin ve galip zanla bilinen az miktardaki sularla rengi, kokusu,
tadı, akıcılığı bozulan büyük su birikintileri, büyük kuyular ve akarsular böyledir.
Köpek, kurt, domuz, maymun gibi yırtıcı hayvanların artığı da pistir. Bunlarla maddi
ve hükmi temizlik yapılamaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Temizlik
 Temiz olup olmadıkları şüpheli sular:
Ehli eşek ve katırın artıkları olan suları bu kısma girer. Başka su varsa bu çeşit suları
kullanmamak gerekir. Başka su yoksa bu çeşit sularla abdest veya boy abdesti
alınır. Fakat ihtiyat olarak teyemmüm de yapılır.
Mukayyed sular
Kısımlarını ve her birinin hükmünü açıkladığımız mutlak sular yanında bir de
içine temiz bir maddenin katılmasıyla incelik ve akıcılığı kaybolan mutlak sular veya
tabii bir oluşumla meydana gelip özel bir isimle anılan sular vardır. Bunlara
“mukayyed” sular denir. Gül suyu, üzüm suyu, elma suyu, portakal suyu, maden
suyu gibi sularla içinde nohut, mercimek benzeri temiz şeylerin pişmesiyle incelik
ve akıcılığını kaybeden sular mukayyed sulardır. Bunlar normal su bulunmadığı
zaman sadece maddi temizlikte kullanılabilirler. Hükmi temizlikte kullanılmazlar.
Durgun Su – Akar Su
Suyun temiz ve temizleyici olma özelliğini etkileyen hususlardan biri de
durgun veya akarsu olmasıdır. Dere, çay, ırmak gibi sular akarsulardır. Göl, havuz
gibi sulara da durgun sular denir. Durgun sular yüzeylerinin genişliğine göre ikiye
ayrılır.
İçine lağım ve benzeri
pisliklerin karıştığı
bilinen su,
özelliklerinde bir
bozulma olmasa bile pis
sayılır ve kullanılamaz.
 Yüzeyi yaklaşık 47m2’den aşağı olan durgun suya az su (küçük havuz) denir. Az
ve akmayan sulara pis bir şey atılsa veya karışsa, suyun tat, koku ve renginde
değişiklik olmasa bile pis sayılır. Bununla pis olan bir şey temizlenmediği gibi
abdest ve boy abdesti de alınamaz. Ancak tarla, bahçe sulanabilir. İçine düşen
yaprak veya dal parçaları gibi temiz şeylerin çürümesiyle suyun akıcılığı
kaybolmuşsa böyle sularla da hükmi temizlik yapılamaz. Ancak suyun bulanık
olması, yosun tutması, suya yaprak veya meyve karışması, içine pislik karışmaksızın
uzun süre bekletildiği için tadında ve kokusunda değişiklik olması, onun temizliğini
bozmaz. Öte yandan içine lağım ve benzeri pisliklerin karıştığı bilinen su,
özelliklerinde bir bozulma olmasa bile pis sayılır ve kullanılamaz.
 Yüzeyi yaklaşık 47m2 den büyük olan ve avuçlandığı zaman dibi açılmayan
durgun sulara çok su (büyük havuz) denir. Çok sular akarsular gibi değerlendirilir.
Akarsu ve çok su ihtiyaçlar için kullanılır, hükmi temizlik yapılır. Ancak bunların
içine pis bir şey karışıp renk, koku ve tadından birini bozarsa pis olur. Böyle sular
temizlik aracı olarak kullanılamaz.
Kuyu ve Depoların Temizlenmesi
İçinde bulunan suyun azlığına veya çokluğuna bakılmaksızın yüzeyi yaklaşık
47m ’den küçük bir kuyu az su hükmündedir. Böyle bir kuyunun içine dinimizin pis
2
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Temizlik
saydığı bir şey düşerse kuyunun suyu pislenmiş olur. Kuyu temizlenmedikçe suyu
kullanılamaz. İçine düşen pisliğe göre kuyular, suyu tamamen boşaltılarak kırk veya
yirmi kova suyu boşaltarak temizlenmiş olur.
Bu konudaki ictihat
farklılıklarından
faydalanıp günün
şartları ve gelişen
teknolojik imkânları
dikkate alarak yeni
çözümler ortaya
koymak mümkündür.
Fıkıh kitaplarında kuyu, akarsu, havuz ve depoların sağlık kurallarına uygun
şekilde korunması, temiz tutulması, pislendiğinde temizleme yolları üzerinde
önemle durulmuştur. Fakihler, bir taraftan suyun temiz olma özelliğini
kaybetmesini esas alırken diğer taraftan israftan da kaçınılmasına dikkat
etmişlerdir. Onların bu husustaki ölçülerini, akıl, tecrübe ve zamanlarının ve
bulundukları çevrenin şartları çerçevesinde ictihadî görüşler olarak görmek
lazımdır. Bu konudaki ictihat farklılıklarından faydalanıp günün şartları ve gelişen
teknolojik imkânları dikkate alarak yeni çözümler ortaya koymak mümkündür.
Çünkü dinin temel hedeflerinden biri de insanın sağlık, güvenlik ve huzur içinde
yaşamasını sağlamaktır. Nitekim insan sağlığını esas alan bazı fakihler, sağlığa
zararlı olacağı düşüncesiyle madenî kaplara konup güneşte ısıtılan suyun
kullanılmasını mekruh görmüşlerdir.
İstibra ve İstinca
Fıkıh kitaplarında temizlik bahislerinde üzerinde durulan konulardan ikisi de
istibra ve istincadır.
İstibra, tuvaletten sonra idrar yolunda kalabilecek damla ve sızıntıların
tamamen kesilmesi için bir süre bekleme ve sonra da uzvun dışına çıkan idrar
yaşlığını temizleme işidir. Özür hâli dışında vücuttan idrar sızıntısı olması hâlinde
abdestin bozulacağı ve dolayısıyla namazın sahih olmayacağı dikkate alınırsa
istibranın önemi ortaya çıkar. İstibranın sağlanması için biraz hareket etmek,
yürümek, öksürmek gibi bazı yöntemler önerilmiştir.
İstinca, tuvaletten sonra dışkı ve idrar yollarında kalan dışkı, idrar, kan ve
meni gibi pislikleri temizleme işlemidir. Bu temizlik, kural olarak su ile yapılır.
Tuvalet kâğıdı da bu maksatla kullanılabilse de yeterli temizliği sağlayamayacağı
için su ile temizlik yapıldıktan sonra etrafta yaşlık kalmaması için tuvalet kâğıdı
veya bir bez parçasıyla kurulanmak daha uygundur.
Diğer Temizleme Yolları
Günümüzde pek çok
temizleme cihazı
geliştirilmiş ve çeşitli
temizlik maddeleri
üretilmiştir.
Su ile yıkamak yanında fıkıh kitaplarında sayılan diğer bazı temizleme yolları
da vardır. Bunları, ayrıntılarını fıkıh kitaplarına havale ederek şöylece sayabiliriz:
 Silme yoluyla temizlenme.
 Ateşe sokma yoluyla temizlenme.
 Kazıma ve ovma yoluyla temizleme.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Temizlik
 Yapı değişikliği (kimyasal değişim) ile temizleme.
 Tabaklama yoluyla temizleme.
Günümüzde pek çok temizleme cihazı geliştirilmiş ve çeşitli temizlik
maddeleri üretilmiştir. Bu sayede kir ve pisliklerin giderilmesi kolay hâle gelmiştir.
İmkânlar ölçüsünde bunlardan yararlanılması gerekir.
KADINLARA MAHSUS BAZI HALLER
Kadınların fizyolojik yapılarından kaynaklanan bazı özel durumlar vardır.
Fıkıh ve ilmihal kitaplarının temizlik bahislerinde ele alınan bu özel hâller, hayız,
nifas ve istihâze başlıklarıyla işlenir.
Bu durum, onların
maddeten de pis
olduğu ve yanlarına
yaklaşılmaması,
pişirdiklerinin
yenmemesi anlamına
gelmez.
Hayız (Adet Görme)
Ergenlik çağına giren sağlıklı bir kadının döl yolundan hastalık veya çocuk
doğurma gibi bir sebep olmaksızın belli günlerde kan gelmesine hayız (aybaşı, adet
görme) denir.
Kadınların bu halleri kendi iradeleriyle meydana gelen bir durum değildir. Bu
hâllerinde kadınlar hükmen pis sayıldıklarından bazı ibadetleri yapamazlar ve cinsel
ilişkiye giremezler. Bu hâldeki kadınlarla ilgili Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Sana kadınların ay hâlini sorarlar. De ki o bir rahatsızlıktır. Bu sebeple ay
hâlinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.
Temizlendikleri vakit, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şunu iyi bilin ki
Allah tövbe edenleri de, temizlenenleri de sever.” (Bakara, 2/222).
Bu durum, onların maddeten de pis olduğu ve yanlarına yaklaşılmaması,
pişirdiklerinin yenmemesi anlamına gelmez. Cahiliye Arapları böyle hâllerinde
kadınlarla beraber yemek yemez, onunla birlikte durmazdı. Yahudiler de aynı
tavırları takınırlardı. Hristiyanlar ise aybaşı hâlini dikkate almaz, bu durumdaki
kadınlarla cinsel ilişkide bile bulunurlardı. İslam ise bu durumdaki kadının
maddeten pis olmadığını bildirerek onunla normal beşeri ilişkilerin devam
edeceğini, pişirdiklerinin yeneceğini belirtir. Konu ile ilgili hadisler için (bkz. Buharî,
“Hayız”, 1,7; Muslim, “Hayız”, 14.15.16)
Hayız
kanının görülmesinden
itibaren kız çocuğu
ergenlik çağına gelmiş
sayılır.
Adet hâlinin başlangıç ve bitiş yaşı bölgeden bölgeye iklimden iklime ve
beslenme şartlarına göre değişiklik gösterir. Ülkemizde genel olarak başlangıç yaşı
11–13 yaş, bitiş yaşı ise 45–55 yaştır. Hanefi fıkıh bilginleri genel durumu dikkate
alarak kendi dönemlerinin tecrübeleriyle adet döneminin başlangıcını 9, sonunu ise
55 olarak belirlemişlerdir. Bu dönem dışında akan kanı hayız kanı saymamışlardır.
Hayız kanının görülmesinden itibaren kız çocuğu ergenlik çağına gelmiş sayılır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Temizlik
Hanefilere göre adet hâlinin en az süresi geceleri ile beraber üç gün (72
saat), en çoğu ise geceleri ile beraber on gün (240 saat) dür. Üç günden az, on
günden çok olanı hayız kanı değil, özür kanıdır. Şafiî ve Hanbelîlere göre en kısa
süre bir gün, bir gece (24 saat), en uzun süre 6 veya 7 gündür. Malikiler en az süre
için bir sınır belirlemezken en uzun süreyi adet görmeye yeni başlayan kız çocuğu
için 15 gün takdir ederler.
Aybaşı kanının sürekli olması şart değildir. Akıntı ara sıra kesilse bile, bu
süreler de adet hâlinden sayılır. Mesela dört gün kan gördükten sonra bir gün
gelmeyip tekrar üç gün gelse bu kadının adet günü sekiz sayılır.
İki adet arasındaki temizlik hâline “tuhr” denir. Kadınlar en az on beş günde
bir adet görürler. Bu süre bazı kadınlarda bir ay, hatta daha fazla da olabilir. Yıllarca
da adet görmeyen kadınlar olabilir. Bunlara “Mümteddetü’t-tuhr” denir.
Genellikle kadınların aybaşı günleri bellidir. Bazılarınınki değişik olabilir. Bir
genç kız ilk adet gördüğü zaman yedi gün kanama olsa, ayın diğer günleri temiz
geçse onun adet günü yedidir.
Aybaşı günleri altı olan bir kadın, üst üste iki ay yedi gün adet görse artık bu
kadının adet günleri yedi olarak belirlenir. Adet gören bir kadının kanaması bir ay,
hatta aylarca sürse onun adeti eski adetine göre belirlenir. Kalan günler özür kanı
sayılır.
Uyandığı zaman adet gördüğünü anlayan bir kadın uyandığı andan itibaren
hayızlı sayılır. Uyandığında temizlendiğini gören bir kadın da uyandığı andan
itibaren temizlenmiş sayılır.
Annelerin, kız
çocuklarına adet görme
zamanı yaklaşınca, adet
hakkında gerekli dinî ve
sıhhî bilgileri vermeleri
önemlidir.
Adet günlerinde gelen kan, siyah, kırmızı, yeşilimtırak veya sarı olabileceği
gibi bulanık, toprağımsı bir renk de olabilir. Akıntı beyaz bir renk alınca aybaşı hâli
sona ermiş olur. Aybaşı hâli biten kadının hemen yıkanması gerekir.
Adet günleri, kadınlar için dikkat etmeleri gereken önemli günlerdendir. Bu
sebeple annelerin, kız çocuklarına adet görme zamanı yaklaşınca, adet hakkında
gerekli dinî ve sıhhî bilgileri vermeleri önemlidir.
Nifas (Loğusalık)
Nifas, doğum yapan kadının, çocuğun doğmasından itibaren rahminden
gelen kan demektir. Vücudun el, ayak veya parmak gibi uzuvları belli olan bir düşük
de doğum sayılır. Kadın bununla loğusa olur. Loğusa kadın hükmen pis sayılır.
Maddeten temizdir.
Loğusalığın en az müddeti için bir sınır olmamakla birlikte en çok kırk gün
sürer. Şafiîler ise üst sınırı altmış gün olarak belirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Temizlik
Adetli ve Loğusa Kadınlara Ait Dini Hükümler
Aybaşı hâlinde bulunan veya loğusa olan kadınlar hükmen kirli sayıldıkları
için abdestsiz ve cünüp kişilerin yapamadığı bazı fiilleri bunlar da yapamaz. Ayrıca
kadınlara mahsus bu hâllerle ilgili diğer bazı dini hükümler de vardır. Bunları
şöylece sıralayabiliriz:
 Adet ve loğusalık kanları kesilince gusül, yani boy abdesti gerekir.
 Bu durumdaki kadınların kocalarıyla cinsel ilişkiye girmesi haramdır.
Hac ibadetini yaparken
adet gören kadın,
haccın rüknü olan
ziyaret tavafı hariç
haccın diğer fiillerini
yapabilir. Tavafı da
temizlenince yapar.
 Bu hâllerinde kadınlar oruç tutamaz, namaz kılamaz. Daha sonra oruçlarını kaza
ederler. Ama namazlarını kaza etmeleri gerekmez. Bu hususta fıkıh alimleri görüş
birliği içindedir.
 Hayızlı veya loğusa kadının Kur’an-ı Kerimi eline alması, Kur’an okuması ve
mescide girip orada kalması, Hanefilerin de dâhil olduğu fakihler çoğunluğuna göre
caiz değildir. Malikiler hayızlı kadının Kur’an okuyabileceğini, ancak hayız bittiği
andan itibaren cünüp hükmünde olacağından bu hâliyle okuyamayacağını
söylerler. İbn Hazm ise mutlak manada okuyabileceğini söyler. Malikiler de Kur’an
öğrenimi ve öğretiminde ihtiyaca binaen bunu caiz görmüşlerdir.
 Hac ibadetini yaparken adet gören kadın, haccın rüknû olan ziyaret tavafı hariç
haccın diğer fiillerini yapabilir. Tavafı da temizlenince yapar. Hanefilere göre
temizlenmeden yapılan tavaf geçerli olmakla birlikte ceza kurbanı kesilmesini
gerektirir. Hayızın iradeye drayalı bir fiil olmaması sebebiyle beklenememesi
durumunda tavaf yapılabileceği bir ceza da gerektirmeyeceği görüşü de vardır.
Hayızlı ve loğusa kadınların bu hâlleriyle bazı ibadetleri yapamaması onlara
tanınan bir muafiyettir. Bu ibadetleri yapamadığı için bir eksiklik, dini bir sıkıntı
duymamaları gerekir. Normal hâllerde ibadetlerin yapılmasını da bu durumlarda
yapamamasını da emreden dindir. Mükellef her iki durumda da dini hükmü yerine
getirdiğini düşünerek rahat olmalıdır. Ancak Kur’an öğretimi ve öğrenimi ile meşgul
olan kadınlar ile mazeret bildirmeleri kendilerini zor durumda bırakacağı bir
ortamda bulunan kadınlar yukarıda işaret ettiğimiz ruhsattan yararlanarak Kur’an’ı
ellerine alıp okuyup dinleyebilirler.
 Kadın aybaşı olmakla ergenlik çağına girmiş ve dini hükümlerle yükümlü hâle
gelmiş olur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Temizlik
Hayızlı ve loğusa kadınlar yukarıda saydığımız bazı yasaklara rağmen dini
hayattan tamamen uzak kalmazlar. Dua edebilirler, Kur’an-ı Kerim’den dua
ayetlerini ezbere okuyabilirler. Sevgili Peygamber’imize salat ve selam getirebilirler.
Dini kitap okuyabilirler. Kur’an’ı dinleyebilirler. Tefekkür içinde olabilirler.
İstihâze (Özür Kanı)
Kadınların adet ve loğusalık kanı dışında görmüş oldukları rahim içi
damarlardan bir hastalık veya yapısal bozukluk sebebiyle gelen kana istihâze kanı
denir. Adet çağında bulunan kadınların üç günden az, on günden çok gördükleri,
loğusa kadınların kırk günden sonra gördükleri, dokuz yaşından küçük kız
çocuklarının, 55 yaşından sonra kadınların gördükleri kanlar istihâze kanıdır. Hanefî
ve Hanbelîler’e göre hamile kadından gelen kan da aynıdır.
İstihâze kanı adet ve loğusalık kanı gibi büyük hades (guslü gerektiren hükmi
kirlilik) kabul edilmemiştir. Vücudun herhangi bir yerinden akan kan gibidir. Sadece
abdesti bozar.
Kendisinden sürekli olarak istihâze kanı gelen bir kadın, sürekli olarak idrarı
akan, burnu kanayan, kulağından veya vücudunun herhangi bir yerinden kan, irin
vs. akan özürlü gibidir. Bunlar her namaz vakti için yeniden abdest alır. Kan veya
idrar akarken namazını kılar. Özrü devam ettikçe bulaşan elbisesini yıkaması da
gerekmez.
ABDEST
Abdestin Tanımı ve Önemi
Farsça ab (su) ve dest (el) kelimelerinin birleşmesinden oluşan ve el suyu
anlamına gelen abdest, bazı ibadetlerin ön şartı niteliğindeki hükmi bir temizlik
çeşididir. Arapça karşılığı olan “vüdû” kelimesi ise güzellik, temizlik ve parlaklık
anlamlarına gelir. Fıkhî bir terim olarak “namaz kılmak, Kâbe’yi tavaf etmek ve
tilavet secdesi yapmak gibi bazı ibadetleri yerine getirebilmek için vücudun belirli
uzuvlarını usulüne uygun olarak yıkamak ve bazılarını da eldeki su ıslaklığı ile mesh
etmek” diye tarif edilir. Bu da dirseklerle birlikte kolları, yüzü ve topuklarla birlikte
ayakları yıkamak ve başın belli bir miktarını mesh etmek demektir.
Abdest, hükmi ve manevi bir temizlik olmakla birlikte bedenin en çok
kirlenebilen ve mikroplara açık bulunan uzuvlarının belli aralıklarla yıkanmasını
hedef alan maddi bir temizliktir. Kur’an-ı Kerim’de konuyla ilgili şöyle buyrulur:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Temizlik
“Kim emrolunduğu gibi
abdest alır ve
emrolunduğu şekilde
namaz kılarsa geçmiş
günahları mağfiret
olunur.” (Buharî,
“Vüdû”, 28)
“Ey iman edenler namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar kollarınızı
yıkayın, başınızı mesh edin ve topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer su
bulamazsanız temiz toprakla teyemmüm edin.” (Maide, 5/6)
Bu ayet Medine döneminde nazil olmuştur. Ancak Mekke döneminde
Miraç’ta farz kılınan beş vakit namaz için Müslümanların mendup olarak abdest
aldıkları bilinmektedir. Daha sonra gelen bu ayet, müstakil olarak abdestin namazın
bir farzı olduğunu bildirmiştir. Hz. Peygamber de hem fiili olarak abdestin nasıl
alınacağını bildirmiş hem de abdestsiz olarak kılınacak hiçbir namazın Allah katında
kabul olunmayacağını belirtmiştir (Buharî, “Vüdû”, 2; İbn Mace, “Taharet”, 47).
Ayrıca abdestin fazileti şu hadis-i şeriflerde de açıkça beyan edilir:
“Kim emrolunduğu gibi abdest alır ve emrolunduğu şekilde namaz kılarsa
geçmiş günahları mağfiret olunur.” (Buharî, “Vüdû”, 28)
“Bir kimse abdest alıp yüzünü yıkayınca yüzündeki azalarının işlediği bütün
günahları su damlalarıyla birlikte akıp gider ve kendisi tertemiz olur” (Muslim,
“Taharet”, 32,33; Tirmizî, “Taharet”, 2)
Abdestin Hükmü
Abdest müstakil olarak amaç olan bir ibadet değil, belli ibadetleri yapmayı
mubah kılan, kişiyi bunları yapmaya ruhen ve manen hazırlayan vesile bir ibadettir.
Her ibadette abdestli olmak farz değildir. Bazılarında vacip bazılarında da
menduptur.
Abdest müstakil olarak
amaç olan bir ibadet
değil, belli ibadetleri
yapmayı mubah kılan,
kişiyi bunları yapmaya
ruhen ve manen
hazırlayan vesile bir
ibadettir.
Namaz kılmak, tilavet secdesi yapmak, Kur’an’a el sürmek için abdest almak
farzdır. Namaz ve aynı hükümde olan tilavet secdesi için abdestin farz oluşu Maide
Suresi’nin 6. ayeti ile sabittir. Kur’an’ı ezberden okumakta ise abdest farz değildir.
Ancak Kur’an okumak sünnet hükmünde bir ibadet olduğuna göre ona gerekli
saygıyı göstermek, onu okurken abdestli olmak ondan beklenen feyiz ve bereketi
elde edebilme açısından önemlidir. Her şeyden önce o, sıradan bir kitap değil, Yüce
Allah’ın kelamıdır.
Kâbe’yi tavaf etmek için abdestli olmak Hanefiler’e göre vacip, fakihlerin
çoğunluğuna göre ise farzdır. Hanefiler’e göre Kâbe abdestsiz tavaf edilirse, vacip
terk edildiğinden kurban cezası gerekir.
Ezan okumak, ezberden Kur’an okumak, devamlı abdestli bulunmak, dini
kitapları okumak, cenazeyi yıkamak ve öfkenin yenilmesi için abdest almak ise
menduptur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Temizlik
Abdestin Farzları
Maide suresinin 6. ayetinde açıklandığı üzere abdestin farzları dörttür:
 Yüzü yıkamak: Bunun sınırı, alındaki saçın bittiği yer ile çene altı ve iki kulak
yumuşağının bitim yeri arasında kalan kısım olarak belirlenmiştir. Sakalın sık olması
hâlinde üstünü yıkamak yeterlidir.
 Kolları dirseklerle birlikte yıkamak: Parmaklarda dar ve altına su geçirmeyecek
yüzük varsa bunun mutlaka oynatılması ve altına suyun geçmesi sağlanmalıdır.
 Başa mesh etmek: İlgili ayette miktar belirtilmeksizin başın mutlak olarak mesh
edilmesi emredildiği için fakihler Hz. Peygamber’in fiili sünnetini yorumlayarak
başın ne kadarının mesh edileceği konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Hanefiler’e göre başın dörtte birini mesh etmek farzdır. Şafiilere göre ise az bir
miktar da yeterlidir. Malikiler ve tercih edilen görüşe göre Hanbeliler başın
tamamının mesh edilmesini farz sayarlar.
 Ayakları yıkamak: Ayakları topuklarla birlikte yıkamak farzdır. Çünkü Hz.
Peygamber, abdest alırken ayaklarının bir kısmını kuru bırakan sahabileri uyarmış
ve “vay ateşten topukların hâline” (Buharî, “Vüdû”, 29; Muslim, “Taharet”, 9)
buyurmuştur. Caferi mezhebi ise çıplak ayakların mesh edilmesini farz görür.
Sünnî mezhepler
ayrıntılarında farklılık
olmakla birlikte bu dört
farzda ittifak etmiştir.
Sünnî mezhepler ayrıntılarında farklılık olmakla birlikte bu dört farzda ittifak
etmiştir. Ancak Hanefiler dışındaki diğer üç mezhep bunlara bazı ilavelerde
bulunmuştur. Mesela; abdest alırken besmele çekmek Hanbeliler’e göre, niyet bu
üç mezhebe göre, dört farzın ayetteki sıraya göre yapılması (tertip) Şafiî ve
Hanbeliler’e göre, bu işlemlerin ara verilmeden yapılması (muvâlât) Malikî ve
Hanbeliler’e göre farzdır.
Abdestin Sünnetleri ve Adabı
Hz. Peygamber’in farz ve vacip olmaksızın çoğunlukla yaptığı ve ümmetine
de tavsiye ettiği fiiller sünnet; bazen yapıp bazen terk ettiği fiiller ise mendup,
müstehap diye ifade edilir. Mendup olan fiiller genelde “adab” olarak nitelenir.
Abdestin sünnetleri
 Niyet etmek: Abdesti namaz kılmak, abdestsizliği gidermek veya Allah’ın emrini
yerine getirmek niyetiyle almaktır. Niyette esas olan kalp olmakla birlikte dil ile de
“Niyet ettim Allah rızası için abdest almaya” demek müstehaptır. Yukarıda
belirttiğimiz gibi Hanefiler dışındaki üç mezhep niyeti farz kabul eder.
 Abdeste besmele ile başlamak.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Temizlik
 Abdeste başlarken temiz olan ellerini bileklere kadar yıkamak. Eller kirli ise önce
bu kirlerin temizlenmesi farzdır.
 Ağza üç kere su alıp her defasında boşaltmak. Buna “mazmaza” denir.
 Buruna üç defa su çekmek. Buna da “istinşak” denir.
 Abdeste başlarken veya daha önce dişlerini misvak veya temiz maddeden
yapılmış fırça ile temizlemek. Fırça veya misvak bulunmadığında dişlerini
parmaklarıyla ovmak da yeterlidir.
 Abdestte sıraya riayet etmek, yani Kur’an’da belirtilen sırayla önce yüzü, sonra
kolları yıkamak, başı mesh etmek ve topuklarla birlikte ayakları yıkamak, Yukarıda
belirttiğimiz gibi bu, Şafiî ve Hanbeliler’e göre farzdır.
 Abdest uzuvlarını yıkamaya sağdan başlamak.
 Abdestte yıkanan organları üçer defa yıkamak. Bunların birincisi farz diğerleri
sünnettir.
 Elleri ve ayakları yıkamaya parmak uçlarından başlamak.
 Elleri ve ayakları yıkarken parmak aralarını hilallemek.
 Sakalı hilallemek.
 Başın tamamını bir su ile mesh etmek. Kaplama mesh denilen bu fiil Malikî ve
Hanbeliler’e göre farzdır.
 Kulakları mesh etmek.
 Abdest uzuvlarını su ile iyice ovmak.
 Boynu mesh etmek.
 Abdest organlarını ara vermeden yıkamak. “Muvalât” denilen bu hareket Şafiî
ve Hanbeliler’e göre farzdır.
Abdestin âdâbı
 Abdest alırken kıbleye karşı durmak.
 Abdest suyunun üzerine sıçramaması için yüksekçe bir yerde durmak.
 Bir özür bulunmadıkça başkasından yardım istememek.
Suyu ölçülü
kullanmak
 Bir ihtiyaç olmadıkça konuşmamak.
 Ağıza burna sağ el ile su almak, sol el ile sümkürmek.
 Özür sahipleri hariç vakit girmeden önce abdest almak.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Temizlik
 Kulakların iç kısmını ıslatılmış serçe parmağı ile mesh etmek.
 Suyu ölçülü kullanmak.
 Abdest sonunda Kelime-i Şehadet getirmek.
 Abdestten sonra Kadir Suresi'ni okumak.
 Abdestten sonra bir miktar su içmek.
Abdesti Bozan Durumlar
Abdestli olan kimsede aşağıdaki hâllerden biri meydana gelirse abdesti
bozulur:
 İdrar ve dışkı yollarından sidik, pislik, kan, meni, mezi ve vedi gibi bir necasetin
gelmesi.
 Yellenmek.
 Vücudun herhangi bir yerinden kan, irin veya cerahat gibi şeylerin çıkması.
Ağızdan gelen kan tükürük kadar veya ondan çoksa abdesti bozar. Diğer
uzuvlardan çıkan kan, çıkma yerinden yanlara yayıldığı takdirde abdesti bozar. İğne
ucu gibi çıkıp da yerinde kalan kan bozmaz. Bunun silinmesi de zarar vermez.
Yaradan çıkan irin ve sarı su da böyledir. Ağız dolusu kusmak da abdesti bozar.
Şafiîlere göre idrar ve dışkı yollarının dışından gelen kan ve benzeri sıvı maddeler
abdesti bozmadığı gibi kusmak da bozmaz.
 Bayılma, delirme, sarhoşluk, sara nöbeti tutması gibi aklın idrak gücünü gideren
durumlar.
 Uyku hâli kalçaların boşlukta kaldığı durumda gevşeme ve yel çıkması ihtimali
olduğundan abdesti bozar. Bunun için yatarak, yaslanarak veya bir şeye dayanarak
uyumak abdesti bozar.
Rükûlu ve secdeli
namazda yakındaki
şahısların duyabileceği
şekilde gülmek hem
abdesti, hem de namazı
bozar.
 Rükûlu ve secdeli namazda yakındaki şahısların duyabileceği şekilde gülmek
hem abdesti, hem de namazı bozar. Cenaze namazı ve tilavet secdesinde sadece
namazı bozar. Namazda kendi duyacağı şekilde gülerse sadece namaz bozulur.
Diğer mezhepler sesli gülmenin sadece namazı bozacağını söylerler.
 Cinsi münasebette bulunmak veya kadınla erkeğin arada bir engel olmaksızın
veya çok ince bir engel ile karınlarının veya cinsel organlarının birbirine dokunması.
Bu durumda herhangi bir yaşlık meydana gelmezse bile hem kadının hem de
erkeğin abdesti bozulur. Şafiîler’e göre kadınlara el veya vücudun herhangi bir
kısmı ile dokunmak hem erkeğin hem de kadının abdestini bozar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Temizlik
 Mestler üzerine meshin müddeti dolduğunda, özürlü için yeni bir vakit
girdiğinde ve teyemmüm ile abdest almış kimsenin suyu bulması hâllerinde de
abdest bozulur.
Mesh Etmek
İbadetlerde mükellefe sağlanan kolaylıklardan biri de ayaklara giyilen
mestler üzerine ve sargı üzerine mesh yaparak abdest almaktır. “Mesh” kelimesinin
sözlük anlamı, bir şey üzerinde el gezdirmek, o şeyi elle silmektir. Fıkıhta “el
ıslaklığı ile bir uzva, sargıya veya meste dokunmak” anlamına gelir. Ayrıca
teyemmümde de temiz toprağa vurulan ellerle kol ve yüzün mesh edilmesi söz
konusudur.
Biz her birinin hükmü farklı olduğu için mesh konusunu, mestler üzerine
mesh ve sargı üzerine mesh olarak iki başlıkta eşleyeceğiz.
Mestler üzerine mesh etmek
Mest, deri ve benzeri şeylerden yapılan, topuklarla birlikte ayakları örten,
içine su girmeyecek, bağlanmadan ayakta durabilecek bir ayakkabı çeşididir.
Abdestli olarak giyilmiş olan mestler üzerine ıslak el parmaklarıyla mesh etmek,
ayakları yıkamak yerine geçer. Bunun caiz ve meşru bir işlem olduğuna dair Hz.
Peygamber’den tevatür derecesine ulaşan hadisler vardır. Dinimizce caiz görülen
mestler üzerine mesh etmek mükellefe sağlanan bir kolaylıktır.
Mestlere meshin farz miktarı, Hanefiler’e göre mestin üzerinde elin uç
parmağı kadar yerin elin ıslaklığıyla bir defa mesh edilmesidir. Malikilere göre
mestin üst kısmının tamamının, Hanbeliler’e göre üst kısmının çoğunun, Şafiiler’e
göre ise üstten bir parmak kadar yerin mesh edilmesidir.
Sünnete uygun bir mesh, açık olan ıslak el parmaklarının ayağın parmak
kısmından başlayıp yukarı doğru bir defa çekilmesidir.
Ayaklarını yıkamak
suretiyle abdest alan
kimse, abdesti bozacak
bir durum olmadıkça
mestlerini çıkarıp
giymesiyle abdesti
bozulmaz.
Mestler üzerine mesh edilebilmesi için mestlerin abdestli olarak giyilmiş
olması, ayağın abdestte yıkanması, farz olan yerlerini tamamen kaplamış, deliksiz
ve sağlam bir maddeden yapılmış olması gerekir. Mestlerin dayanıklı ve sağlam
oluşlarının ölçüsü on iki bin adım (yaklaşık 6 km) kadar yürünebilecek veya
bağlanmadan ayakta durabilecek nitelikte olmasıdır. Ayak parmaklarının
küçüğünün üç mislini aşan yırtık ve sökükler meshin sıhhatine engel olur. Mestlerin
dışarıdan aldığı suyu, hemen içine çekerek ayağa ulaştırmayacak bir yapıda olması
da şarttır. Üzerine deri kaplanmış veya altlarına pençe vurulmuş çoraplar üzerine
de mesh edilebilir. Hanefiler’den Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre altına
pençe vurulma şartı aranmaksızın kalın ve içini göstermeyen dayanıklı keçe ve yün
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Temizlik
çoraplara da mesh edilebilir. Çizme ve potin de temiz olmak kaydıyla Hanefiler’e
göre mest hükmündedir.
Abdestli olarak ayaklarına mest giyen kimse, bu abdestinin bozulmasından
itibaren, mukim ise bir gün (24 saat), yolcu ise 3 gün (72 saat) mestleri üzerine
mesh edebilir.
Ayaklarını yıkamak suretiyle abdest alan kimse, abdesti bozacak bir durum
olmadıkça mestlerini çıkarıp giymesiyle abdesti bozulmaz. Mestler üzerine mesh
ederek alınan abdestte ise abdestli hâlde mestlerin çıkarılması durumunda ayaklar
yıkanarak abdest tamamlanabilir. Abdest bozulduktan sonra mestlerin çıkarılması
hâlinde ise yeniden abdest alınırken ayakların da yıkanması gerekir. Süresi
dolduğunda abdestli ise mestleri çıkarıp ayaklarını yıkaması yeterlidir. Abdestsiz ise
yeniden ayaklarını da yıkayarak abdest alması gerekir.
Abdesti bozan her şey meshi de bozar. Süre dolmuşsa yeniden alınacak
abdestte mestler üzerine mesh edilir. Cünüplük ve buna kıyasla aybaşı ve loğusalık
gibi guslü gerektiren hâller meshi batıl kılar ve ayakların yıkanması gerekir. Bir veya
iki mestin ayaktan çıkması veya çıkarılması da ayakların yeniden yıkanmasını
gerektirir. Bir mestin koncuna kadar ayağın çoğunun çıkması, tamamen çıkması
hükmündedir. Ayrıca mestin içine su girip bir ayağın yarıdan fazlasını ıslatması ve
sürenin dolmasıyla da mesh bozulur.
Sargı ve yara üzerine mesh etmek
Vücudun herhangi bir yerinde kırık, çıkık veya yaradan dolayı sargı
bulunursa, abdest veya boy abdesti alınırken bu sargı çözülüp altı yıkanır ve
yaranın üstü mesh edilir. Sargıyı çözmek zararlı olursa çözülmez, eller ıslatılarak
sargının üzerine bir defa mesh edilir. Yapılan bu mesh, o uzvun yıkanması yerine
geçer. Yara üzerinde sargı yok da ilaç sürülmüşse yaraya zarar vermezse üzerine su
dökülerek yıkanır. Zarar verirse yıkanmaz mesh edilir. Mesh de zarar verirse o da
terk edilir.
Sargının abdestsiz veya
cünüpken sarılmış
olması meshe engel
değildir.
Sargıların üzerine mesh etmenin belli bir süresi yoktur. Yara iyileşinceye
kadar devam eder. Sargının abdestsiz veya cünüpken sarılmış olması meshe engel
değildir. Sargıya mesh ettikten sonra sargı değiştirilirse meshi iade etmek
gerekmez. Yara iyileşmeden sargı düşerse mesh bozulmaz. Yaranın iyileşmesi
hâlinde sargı düşse de düşmese de mesh bozulur. Bu durumda sargı çözülür ve o
bölge bundan sonra yıkanır. Yara üzerindeki sargı yara iyileşmeden namazda iken
düşerse namaza devam edilir. Yara iyileştiğinden dolayı düşerse mesh edilen yer
yıkanır ve namaz yeniden kılınır. Yara iyileştikten sonra sargı açıldığından abdestli
olan kişinin sadece sargı yerini yıkaması yeterli ise de yeniden abdest alması daha
uygundur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Temizlik
GUSÜL: BOY ABDESTİ
Guslün Tanımı ve Önemi
Sözlükte bir şeyi su ile yıkamak ve yıkanmak anlamlarına gelen gusül kelimesi
terim olarak “cünüplük, hayız ve loğusalık gibi hükmi kirliliklerden temizlenmek için
vücudun tamamını temiz su ile yıkamak” şeklinde tarif edilir. Dilimizde gusül yerine
daha çok boy abdesti tabiri kullanılır.
Boy abdesti aslında
hükmi, dini bir temizlik
olmasına rağmen maddi
temizlenmeyi de
sağladığı ve birçok tıbbi
faydalar içerdiği
şüphesizdir.
Hades-i ekber denilen büyük kirliliği ortadan kaldıran guslün farz olduğu
Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamber’in sünneti ile sabittir. Kur’an’da şöyle
buyrulmuştur:
“Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin.” (Maide, 5/56)
“Ay hâlinde bulunan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara
yaklaşmayın.” (Bakara, 2/222)
“Ey iman edenler, siz sarhoş iken –ne söylediğinizi bilinceye kadar- cünüp
iken de –yolcu olan müstesna- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın” (Nisa,
4/43).
Hz. Peygamber’den de konu ile ilgili pek çok rivayet vardır (Buharî, “Gusül”,
28; Muslim, “Hayız”, 87,88; Tirmizî, “Taharet”, 80; İbn Mace, “Taharet”, 111).
Boy abdesti aslında hükmi, dini bir temizlik olmasına rağmen maddi
temizlenmeyi de sağladığı ve birçok tıbbî faydalar içerdiği şüphesizdir. Belli hükmi
kirliliklerden sonra bütün bedenin temiz su ile iyice yıkanması demek olan gusül,
yüce dinimiz İslam’ın bir emridir. Bu sayede Müslümanlar beden temizliğini
yaptıkları gibi cünüplük hâliyle gevşeyen, yorgun düşen vücudun yeniden dinçliğe
kavuşma, kan dolaşımını düzene koyma ve kişiyi hükmi kirlilikten kurtararak onu
ibadet atmosferine hazırlama gibi beden ve ruh sağlığı açısından pek çok faydalar
elde etmiş olurlar.
Guslü Gerektiren Durumlar
Guslün temel üç sebebi, hükmi kirlilik sayılan cünüplük, hayız ve nifas
hâlleridir. Bu durumlarda bulunan kişi hükmen kirli sayılsa da maddeten necis, pis
sayılmaz. Belli ibadetleri yapabilmek için bu hükmi kirlilikten kurtulmaları gerekir.
Guslü gerektiren sebeplerden hayız ve nifas hakkında yukarıda bilgi verdik.
Burada daha çok cünüplük üzerinde duracağız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Temizlik
Cünüplük
Dokunmak, bakmak, düşünmekle ihtilam olmak (rüyada cinsel ilişkide
bulunmak) gibi sebeplerle şehvetle gelen meninin dışarı çıkması ve ergenlik
çağındaki erkek ve kadının cinsel ilişkide bulunması hâlinde cünüplük meydana
gelir. Bu durumdaki kişiye cünüp, cenabet denir. Yıkanması gerekir. Cünüplüğün iki
sebebi vardır. Biri cinsel ilişkidir. Meni gelsin veya gelmesin cinsel ilişkide erkeğin
erkeklik organının sünnet kısmının girmesi durumunda her iki taraf da cünüp olur.
Cünüplüğün ikinci sebebi ise erkek ve kadından şehvetle (cinsel zevkle) meninin
gelmesidir. Meninin uykuda veya uyanıkken gelmesi, iradi veya gayri iradi olması
fark etmez. Şafiîler dışındaki fakihler çoğunluğuna göre ağır yük kaldırma, düşme
ve hastalık gibi sebeplerle gelen meni şehvetsiz geldiği için guslü gerektirmez.
Yeni Müslüman olan bir
kimsenin cünüp ise
gusletmesi gerekir.
Uyandığında ihtilam olduğunu hatırlamamakla birlikte elbisesinde meni
bulaşığı gören kimsenin gusletmesi gerekir. İhtilam olduğunu hatırladığı hâlde
elbisesinde böyle bir iz görmeyen kimsenin gusletmesi gerekmez. Meni şehvetle
gelen ve tenasül organı yoluyla dışarı çıkan beyaz ve koyu bir sıvıdır.
İhtilam olan veya cinsel ilişkide bulunan kimse idrar yapmadan, epeyce
yürümeden ve uyumadan yıkanır da sonra kendisinden meninin kalan kısmı gelirse
tekrar gusül yapması gerekir. Ancak bu fiillerden sonra yıkandığı takdirde daha
sonra şehvetsiz olarak kalan meninin gelmesi guslü gerektirmez.
Kadınla oynaşma veya cinsel ilişkileri düşünme sırasında şehvetsiz olarak
cinsel organdan gelen beyaz ve ince bir sıvı olan “mezi”den dolayı sadece abdest
bozulur. Boy abdesti gerekmez. İdrardan sonra tenasül organından çıkan koyu ve
bulanık sıvı olan “vedi” de sadece abdesti bozar, guslü gerektirmez. Yeni
Müslüman olan bir kimsenin cünüp ise gusletmesi gerekir.
Cünüp olan kişi, ileride açıklayacağımız namaz kılmak, tilavet secdesi
yapmak, Kur’an-ı ele almak, tavaf yapmak ve mescide girmek gibi fiilleri yapamaz.
Hayız Ve Nifas Kanlarının Kesilmesi
Yani kadınların adet hâli ve lohusalık hâli bitince yıkanmaları gerekir. Şehitler
dışındaki Müslüman ölüye boy abdesti aldırılması da İslam toplumuna yüklenmiş
bir kifaî farzdır.
Cuma ve bayram namazları öncesinde, hac veya umre niyetiyle ihrama
girerken ve Arafat’ta vakfe için gusletmek sünnet, cenaze yıkama, kan aldırma,
Mekke ve Medine’ye girme, Berat ve Kadir gecelerini ihya etme, yeni elbise
giyinme, bir günahtan tövbe etme gibi sebeplerle boy abdesti almak ise
müstehaptır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Temizlik
Guslün Farzları
Bütün fakihlerin ittifakıyla gusül, bütün vücudun kuru bir yer kalmayıncaya
kadar yıkanmasından ibarettir. İlgili ayette: “Eğer cünüpseniz iyice temizlenin”
(Maide, 5/6) ifadesi yer aldığı için Hanefî ve Hanbeliler ağız ve burun içini de
bedenin dış kısmından sayarak guslün farzını ağza su vermek (mazmaza), buruna su
vermek (istinşak) ve bütün bedeni yıkamak olarak üç kabul etmişlerdir. Malikî ve
Şafiîler ile Şia’dan Caferiler ise ağız ve burna su vermeyi sünnet sayarlar. Gusülde
niyet Hanefiler’e göre sünnet, diğer mezheplere göre farzdır. Malikiler’e göre
vücudu ovalamak ve gusül işlemlerini peşi peşine yapmak (muvalat) da farzdır.
Gusülde vücuttan hiçbir noktanın kuru kalmaması için suyun bıyık, kaş ve
sakalın iç kısımlarına, baştaki saçların altına, göbek boşluğu ve kulakların iç kısmı,
avret yerlerinin dış kısımları gibi bedenin sıkıntı çekilmeksizin yıkanması mümkün
olan diğer yerlerine ulaştırılması gereklidir.
Diş dolgusu ve kaplama
guslün sıhhatine engel
olmaz.
Kadınların örülü saçlarını çözmeleri ve yıkamaları gerekmez. Suyun saçların
dip kısımlarına, yani başın derisine ulaşması yeterlidir. Bu, saçlı hanımlara
gösterilen bir kolaylıktır. Örülü olmayan saçların yıkanması ve saç diplerine suyun
ulaşması gereklidir.
Küpe deliklerine de suyun ulaşması sağlanmalı, varsa küpe hareket
ettirilmeli, parmaklarda sık olan yüzük de hareket ettirilip altına su geçirilmelidir.
Diş dolgusu ve kaplama guslün sıhhatine engel olmaz. Dikkatsizlik veya
aceleden bir yerin kuru kaldığı sonradan anlaşılırsa yeniden gusletmek gerekmez.
Sadece bu kuru kalan yerler yıkanır.
Guslün Sünnetleri ve Adabı
Cünüplükten temizlenmeye niyet etmek Hanefiler’e göre sünnet, diğer üç
mezhebe göre ise farzdır. Gusle besmele ile başlamak, öncelikle elleri ve avret
yerini yıkamak, vücudun herhangi bir yerinde pislik varsa onu yıkamak sonra
namaz abdesti gibi abdest almak, bulunduğu yerde su toplanıyorsa ayakları
yıkamayı sonraya bırakmak, abdestten sonra sırasıyla önce başa, sonra sağ omuza,
sonra da sol omuza ve bedenin diğer bütün yerlerine üç defa su döküp suyun
bedenin her tarafına ulaşması için iyice ovuşturmak, kimsenin göremeyeceği bir
yerde yıkanmak, tenha bir yerde de olsa avret yerini örtmek, suyu ölçülü
kullanmak, az veya çok kullanmaktan kaçınmak, gusül sırasında konuşmamak,
gusülden sonra hemen havlu gibi bir şeyle kurulanıp giyinmek guslün başlıca
sünnetleridir. Abdestte edep olan şeyler gusülde de edeptir. Ancak gusülde kıbleye
dönülmez.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Temizlik
Cünüp, abdestsiz,
aybaşı ve loğusalık
hâlinde olanlar, farz,
vacip veya nafile namaz
kılamaz, tilavet secdesi
yapamaz.
Herkese açık olan dere, göl, deniz, hamam gibi yerlerde guslediliyorsa kişi
avret yerlerini örtmeli ve başkalarının açık olan avret yerlerinden gözünü
sakındırmalıdır. Bu gibi yerlerde sağlık ve temizlik kurallarına da son derece dikkat
etmelidir. Hz. Peygamber hamama bir örtü ile girilmesini emretmiş ve avret
yerlerini açarak veya çıplak yıkanan kimselere meleklerin lanet edeceğini
bildirmiştir (Ebu Davâd, “Hammâm”, 2–3; Nesaî, “Gusül”, 2).
Cünüp, abdestsiz, aybaşı ve loğusalık hâlinde olanlar, farz, vacip veya nafile
namaz kılamaz, tilavet secdesi yapamaz. Nafile de olsa Kâbe’yi tavaf edemez.
Kur’an’a el süremez. Cünüp olanlarla özel hâllerinde kadınlar Kur’an-ı Kerim’den bir
parça da olsa okuyamaz, bir zaruret olmadıkça mescide ve camiye giremez ve
içinden geçemez. İmam Malik’e göre cünüp olan Kur’an okuyamazsa da hayızlı
veya loğusa olan kadın okuyabilir. Çünkü cünüp hemen yıkanarak veya teyemmüm
ederek temizlenebilirken, hayız ve lohusa kadınlar belli bir süre temizlenemezler.
Gusletmeleri farz olanların gusülsüz olarak zikretmeleri, tespih etmeleri,
salat ve selam getirmeleri, dua maksadıyla Kur’an’dan ayetler okumaları, kelime-i
şahadet getirmeleri, elleri ve ağzı yıkayarak bir şey yiyip içmeleri, uyumaları caizdir.
Namaz vakti geçmedikçe boy abdestini geciktirmeleri de caiz ise de ilk fırsatta
yıkanmak daha doğru olur.
TEYEMMÜM
Teyemmümün Tanımı ve Önemi
Teyemmüm, İslam
ümmetine mahsus,
abdest ve gusül gibi
maddi temizliği de
içeren hükmi temizlikler
yerine geçen, dinin
sağladığı kolaylıklar
cinsinden sembolik,
hükmi bir temizlik
çeşididir.
Sözlükte kastetmek, yönelmek anlamına gelen teyemmüm, dini bir terim
olarak “suyun bulunmadığı veya bulunduğu hâlde kullanılması mümkün olmayan
durumlarda hadesi yani büyük ve küçük kirliliği gidermek üzere temiz toprak, taş,
kireç, kum gibi toprak cinsinden bir şeye elleri vurup yüzü ve iki kolu mesh
etmekten ibaret hükmi bir temizlik” şeklinde tarif edilir. Buna göre teyemmümün
farzları niyet ve yüz ile kolları mesh etmekten ibarettir.
Teyemmüm, İslam ümmetine mahsus, abdest ve gusül gibi maddi temizliği
de içeren hükmi temizlikler yerine geçen, dinin sağladığı kolaylıklar cinsinden
sembolik, hükmi bir temizlik çeşididir. Teyemmümle bir Müslüman, manevi bir
pislik olan abdestsizlik veya cünüplükten kurtulduğuna inanır, kalbî mutmain olur
ve huzurlu olarak ibadetini yapar.
Temiz toprakla yapılan teyemmümde ilk bakışta görülmeyen maddi temizlik
özelliği de vardır. Çünkü toprak da su gibi bir temizlik aracıdır. Toprakta, pek çok
mikrobu öldüren bir özellik vardır. Ayrıca toprak insan vücudunda yorgunluk, stres
gibi sebeplerle meydana gelen elektriklenmeyi de nötr hâle getirir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Temizlik
Teyemmümün hicretin 6. yılında Beni Mustalık Gazvesi’nde Hz. Peygamber
ve bin kadar İslam askeri sabah namazı için su bulamayınca inen şu ayetle meşru
kılınmıştır:
“Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız yahut herhangi biriniz
ayakyolundan gelirse yahut kadınlara temasta bulunur da su bulamazsanız o vakit
temiz bir toprağa teyemmüm edin ve onunla yüzlerinizi ve kollarınızı mesh edin.”
(Nisa, 4/43).
Bu gibi durumlarda
mükellef kendi karar
vermeli, haklı ve geçerli
bir mazeretinin
bulunduğuna kanaat
getirince dinin
teyemmüm
ruhsatından
yararlanmalıdır.
Ayrıca Mâide suresinin altıncı ayetinde de aynı hüküm tekrar bildirilmiştir.
Hz. Peygamber de bu hükmü tatbiki olarak göstermiş ve açıklamıştır.
Teyemmümün cevazı ve mahiyeti hakkında fakihler arasında ittifak vardır.
Teyemmümün Sebepleri
Teyemmüm abdest ve gusül yerine geçen bedel ve istisnaî bir hüküm
olduğundan normal şartlarda yapılmaz. Ancak belli sebeplerin olması hâlinde
teyemmüm yapılır. Bu sebepleri biz iki ana grupta toplayacağız.
 Abdest veya gusle yetecek kadar suyun bulunmaması:
Suyun hiç bulunmaması, ya da yaya veya vasıta ile kolayca gidilip gelinecek
mesafeden daha uzak bir yerde olması, suyolunda bir tehlikenin varlığı, parayla
satın alma imkânının olmaması, ya da rayiç bedelin çok üstünde satılması gibi
durumların hepsi su bulunmamasından dolayı teyemmümü caiz kılan sebebe
dâhildir.
 Suyu kullanmayı engelleyen fiili bir durum veya dinen geçerli bir mazeretin
bulunması:
Su abdest veya boy abdesti için kullanıldığı zaman kişinin içme ve yemek suyu
kalmama tehlikesi olursa, su kaynağı olduğu hâlde ondan su temin etmek için, alet,
ip, kova, elektrik gibi malzemeler bulunmazsa yahut hava ya da su aşırı derecede
soğuk olur da ısıtma imkânı olmazsa su yok sayılarak teyemmüme başvurulur.
Hastalık sebebiyle suyun kullanılamaması da aynıdır.
Bu gibi durumlarda mükellef kendi karar vermeli, haklı ve geçerli bir
mazeretinin bulunduğuna kanaat getirince dinin teyemmüm ruhsatından
yararlanmalıdır.
Teyemmümün Geçerli Olmasının Şartları
Teyemmümün geçerli olabilmesi için öncelikle teyemmümü mubah, caiz
kılacak bir mazeretin olması şarttır. Teyemmümün sebepleri olan bu mazeretler
olmadıkça yapılan teyemmüm geçersiz olur. Böyle bir teyemmüm ile yapılan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Temizlik
ibadetlerin iadesi gerekir. Teyemmümün toprak, taş, kum, alçı gibi yer cinsinden
temiz bir şey ile yapılması, ellerin iki defa toprağa vurulması ve kolların ve yüzün
tamamının mesh edilmesi ve teyemmüme niyet edilmesi de onun geçerli olması
şartlarındandır. Hanefiler dışındaki fakihler abdest ve gusülde de niyeti farz
sayarken Hanefiler sadece teyemmümde şart koşarlar. Bu farkı şöyle izah ederler.
Abdest ve teyemmüm temizlik vasıtası olan su ile yapıldığı için bunda niyete gerek
olmaz. Toprak ise doğrudan temizlik vasıtası olmadığı için onun temizlik vasıtası
olması ancak niyetle tayin edilir.
Teyemmümü Bozan Durumlar
Şu durumlarda teyemmüm abdesti bozulur:
 Abdesti bozan ve guslü gerektiren her durum teyemmümü de bozar. Çünkü
teyemmüm bu ikisinin bedelidir. Cünüplük sebebiyle teyemmüm yapan kişide daha
sonra abdesti bozacak bir durum meydana gelirse sadece abdest alması gerekir.
Cünüplük hâli geri gelmez.
 Teyemmüm etmeyi mubah kılan mazeretin ortadan kalkması. Hastalığın sona
ermesi, elektrik bağlantısı sağlanması gibi.
 Teyemmümle namaz kılan kimse namaz esnasında suyu görürse veya su
bulunursa teyemmüm de namaz da bozulur. Namazı teyemmümle kıldıktan sonra
su bulunursa vakit çıkmamış bile olsa namazı iade etmesi Hanefiler’e göre
gerekmez. Şafiiler bu durumda iadeyi gerekli görür. Vaktin çıkmış olması hâlinde
iadenin gerekli olmayacağında görüş birliği vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Ödev
Özet
Temizlik
•İslam dini temizliğe büyük önem vermiştir. Temizlik, belli ibadetlerin
ön şartıdır. Fıkıh kitaplarının ilk konuları, temizlik bahisleridir.
•Kuar’an-ı Kerimde birçok ayette ve Hz. Peygamber'in birçok hadisinde
temizliğin önemi vurgulanmıştır.
•Dinimizde bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin maddi
pisliklerden temizlenmesi gerekli görüldüğü gibi, insanın tüm
organlarının gıybet, yalan, kibir, riya, kin, hırs ve buna benzer bütün
manevi kirlerden arınması da istenmiştir.
•Temizlemede esas madde sudur. Su ile hem maddi temizlik yapılır,
hem de hükmi temizlik olan abdest ve boy abdesti alınır.
•Temizlik konularının başında abdest vardır. Abdest başlı başına bir
ibadet değil; ibadetleri yapmayı mubah kılan vesile bir ibadettir.
Namaz için şart olduğu Kur’an’da belitilir.
•Aynı şekilde belli durumlarda boy abdesti almak da dini bir
gerekliliktir.
•Kolaylık prensibini esas alan yüce dinimiz İslam, abdest veya boy
abdestine imkân bulunamayan durumlarda hükmi temizlik
niteliğindeki teyemmümü yeterli görmüştür. Bu sayede Müslüman,
manevi kirlilik hâli olan abdestsizlik veya cünüplükten kurtulduğuna
inanır, kalbi mutmain olur ve huzurlu bir şekilde ibadetini yerine
getirir.
•Kadınlara mahsus özel hâller olan adet görme ve loğusalık da fıkhın
temizlik konularında işlenir. Bu durumlarda hanımlar namaz kılamaz
ve oruç tutamazlar. Meşakkatli ve zor olacağı için kılamadıkları
namazları kaza da etmezler. Ancak, ramazan ayında tutamadığı
oruçları daha sonra temiz hâlde iken kaza ederler.
• Abdestsiz,cünüp,adetli ve loğusa’nın yapamayacağı
fiilleri şema hâlinde delilleriyle birlikte gösteriniz.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Temizlik
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1-Aşağıdakilerden hangisi necaset-i galîza değildir?
a) Şarap
b) Kan
c) Koyun tersi
d) İnsan tersi
e) Vedi
2-Aşağıdaki su çeşitlerinden hangisi temiz olduğu hâlde hükmi temizlikte
kullanılmaz?
a) Kedi artığı
b) Şahin artığı
c) Tavuk artığı
d) Ma-i müsta’mel
e) İnsan artığı
3-Aşağıdaki cümlede boş bırakılan yerlere sırasıyla hangi kelimelerin konması
doğrudur?
Hanefilere göre adet süresinin en azı…….gün, en çoğu ise……gündür.
a) bir-beş
b) üç-on
c) iki-sekiz
d) bir-yedi
e) üç-yedi
4-Aşağıdaki hükümlerden hangisi yanlıştır?
a) Kedi, tavuk gibi evcil hayvanların artığı sular temiz olmakla birlikte
kullanılması mekruhtur.
b) Eti yenmeyen hayvanların sidik, dışkı ve salyaları necaset-i galîzadır.
c) Yüzeyi yaklaşık 47 metre kareden büyük olan ve avuçlandığı zaman dibi
açılmayan durgun sulara az su (küçük havuz) denir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Temizlik
d) Tuvaletten sonra dışkı ve idrar yollarında kalan pislikleri temizleme işlemine
istinca denir.
e) Abdestte niyet, Hanefiler dışındaki üç mezhebe göre farzdır.
5- Aşağıdakilerden hangisi abdesti bozmaz?
a) Yellenmek
b) Ağlayıp gözyaşı dökmek
c) Vücudunun her hangi bir yerinden çıkan kanın etrafa yayılması
d) Bayılma
e) Cinsel ilişkide bulunma.
Cevap Anahtarı:
1.c 2.d 3.b 4.c 5.b
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Komisyon.(1999).İlmihal I: İman ve İbadetler. İstanbul:Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Bilmen, Ö.N.(1996). Büyük İslam İlmihâli. İstanbul.
Buharî, M. B. İ. (1987). Sahîhu’l-Buharî.Beyrut.
Döndüren, Hamdi (2005). Delilleriyle İslam İlmihâli. İstanbul.
Ebu Davud. (1973), es-Sünen.Hımıs.
İbnü’l-Hümam. (1317). Şerhu Fethi’l-Kadîr. Bulak.
İbn Kudame .(1997). El-Muğnî. Kahire.
İbn Mace. (1954). Es-Sünen. Kahire.
İbn Rüşd. (1975).Bidayetü’l-müctehid.Kahire.
Kahraman, A. (2002). İslamda İbadetlerin Değişmezliği. Sivas.
Malik,B.E. (1970). el-Muvatta.Kahire.
Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. El-Haccac (tsz.). Es-Sahih. Beyrut.
Nesaî. (1383). Es-Sünen. Kahire.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Temizlik
Şevkanî (tsz.). Neylü’l-evtâr.Kahire.
Komisyon .(1999). Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.İstanbul.
Yıldız, K.(2006). Fıkhın Aydınlığında İbadet ve Hayat. İstanbul.
Zuhayli, V.(1994). İslam Fıkıh Ansiklopedisi. İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
NAMAZ I
• Namazın Tanımı, Tarihçesi,
Önemi, Faydaları, Farz Oluşu
• Namaz Vakitleri
• Namaza Çağrı: Ezan ve Kamet
• Namaz Çeşitleri ve Rekât
Sayıları
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Namaz ibadetinin tarihi, önemi, faydaları ve
farziyetini kavrayabilecek
• Namazların vakitlerini açıklayabilecek
• Ezan ve kametle ilgili hükümleri ayırt
edebilecek
• Namaz çeşitleri ve rekât sayılarını
anlatabileceksiniz.
İSLAM İBADET
ESASLARI
ÜNİTE
3
Namaz I
GİRİŞ
Yüce Allah, insanları ve cinleri kendisini tanısınlar ve yalnız kendisine ibadet
etsinler, diye yarattığını (Zâriyât, 51/56) beyan etmektedir. İbadet, saygı ile boyun
eğmek, emir ve yasaklara uymak anlamına gelir. Bedenle yapılan ibadetlerin başında
namaz kılmak gelir. Namaz insanı Allah’a yaklaştıran, ruhunu temizleyen,
kötülüklerden alıkoyan, sıkıntılara karşı güç veren, insana Allah katında değer katan
bir ibadettir. Bu sebeple her Müslüman, gönlünden gelen bir bağlılık ve istek
duygusuyla öncelikle namaz ibadetinin nasıl yapılacağını öğrenir ve onu uygulama
konusunda hassasiyet gösterir.
NAMAZIN TANIMI VE ÖNEMİ
Namazın Tanımı ve Tarihçesi
İnsanların ve Cinlerin
Yaratılış Amacı: Allah’a
İbadet
Arapçada namaz için kullanılan kelime “salat=‫ ”صالة‬kelimesi olup çoğulu
“salavat=‫ ”صلوات‬şeklindedir. Namaz kılan kişiye “musallî=‫”مصلي‬, namaz kılınan yere
de“musallâ=‫”مصلي‬denir. Türkçemizde kullandığımız namaz kelimesi Farsçadan
dilimize geçmiş ve kullanımı yaygınlık kazanmış bir kelimedir.
Salâtveya namaz sözlükte; dua etmek, övmek, yüceltmek, hayır duada
bulunmak gibi anlamlara gelir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurur:
“(Ey Muhammed!) Onlara salat/dua et. Çünkü senin salatın/duan onlar için
bir huzurdur”(Tevbe, 9/103).
Bir fıkıh terimi olarak namaz; tekbir ile başlayıp selam ile tamamlanan kıyam,
kıraat, rükû ve secde gibi belirli fiil ve sözlerden ibaret bir ibadettir.
Namaz; tekbir ile
başlayıp selam ile
tamamlanan kıyam,
kıraat, rüku ve secde
gibi belirli fiil ve
sözlerden ibaret bir
ibadettir.
Namaz ibadetinin İslam’dan önceki ilahî dinlerde de emredildiği, Kur’an-ı
Kerim’in çeşitli ayetlerinden anlaşılmaktadır. Mesela Hz. İbrahim, eşi Hacer ve oğlu
İsmail’i Mekke’ye götürüp bıraktığı zamanyaptığı duada, onların namaz kılanlar
olmalarını da saymıştır (İbrahim, 14/37).
Yine Hz. İbrahim ve nesline namazın vahyedilmiş olduğunu şu ayet ifade eder:
“Ona (İbrahim’e) İshak’ı ve ayrıca da Yakub’u bağışladık ve her birini salih
kimseler yaptık. Onları bizim emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık ve
kendilerine hayırlar işlemeyi, namazı dosdoğru kılmayı, zekâtı vermeyi vahyettik.
Onlar sadece bize ibadet eden kimselerdi.”(Enbiya, 21/72-73)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Namaz I
Lokman (a.s) oğluna şu tavsiyede bulunmuştur:
“Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına
gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş
işlerdendir” (Lokmana, 31/17).
Allah’ın İsrailoğulları’ndan aldığı sözler arasında onların namaz kılmaları
hususu da yer almaktaydı(Bakara, 2/83).
Ayrıca Hz. Musa’ya “bana kulluk et ve beni anmak için namazı kıl” (Tâhâ,
20/14) buyurulması; Hz. Musa ve kardeşi Harun’a hitaben, “Siz ikiniz Mısır’da
kavminiz için birtakım evler hazırlayın, evlerinizi merkez (kıble) edinin ve namazı
kılın”(Hûd, 11/87) buyurulması; Hz. Şuayb’ın namazından söz edilmesi (Hûd, 11/87);
Hz. İsa’nın bebek yaşta bir mucize olarak konuşup “yaşadığım sürece Allah bana
namazı ve zekâtı emretti” (Meryem, 19/31)demesi; Hz. Meryem’e Allah tarafından
“Ey Meryem! Rabbine divan dur. Secde et ve (O’nun huzurunda) rükû edenlerle
beraber rükû et”(Al-i İmran, 3/43) emrinin verilmesi gibi ayetler, namaz
ibadetininbir şekilde önceki ilahî dinlerde de mevcut olduğunu göstermektedir.
İslam öncesinde Mekkeli müşrikler de Kabe etrafında ıslık çalıp el çırpma
şeklinde kendilerince birtakım namaz fiilleri icra etmekteydiler (Enfâl, 8/35).
Günlük namazların beş
vakit olarak farz
kılınması, hicretten bir
buçuk yıl kadar önce
yani 621 yılında Miraç
hadisesinde olmuştur.
İslam’ın ilk dönemlerinde Mekke’de Hz. Muhammed namaz kılmaktaydı.
Ancak bu namazın yalnız sabah güneşin doğmasından önce ve akşam güneşin
batmasından sonra olmak üzere ikişer rekât olarak kılındığı söylenmektedir. Cebrâil
(a.s), Hz. Muhammed’e gelerek, onu Akabe denilen yere götürmüş, orada fışıkıran
su ile önce Cebrâil sonra Hz. Peygamber abdest almış ve birlikte iki rekât namaz
kılmışlardı. Ardından Hz. Peygamber sevinçli bir hâlde eve gelmiş, eşi Hz. Hatice’yi
de oraya götürmüş, birlikte abdest alarak iki rekât namaz kılmışlardı. İlk
Müslümanlar da Hz. Peygamber gibi bazen birlikte bazen de tek başlarına ve
genellikle gizli olarak namazlarını kılmaktaydılar.
Günlük namazların beş vakit olarak farz kılınması, hicretten bir buçuk yıl kadar
önce yani 621 yılında Miraç hadisesinde olmuştur. Rivayete göre Miraç olayının
ertesi günü Cebrâil (a.s) Hz. Peygamber’e Kâbe’de imamlık yaparak namaz
vakitlerinin başlangıç ve bitiş zamanlarını öğretmiştir.
Namazın Önemi ve Faydaları
Namaz ibadetinin önemi temelde,insanın yüce yaradanına kulluğunu
göstermesi anlayışına dayanmakla birlikte, kişiler için dinî, ferdî, sosyal ve eğitim
bakımından pek çok faydaları da bulunmaktadır:

Namazın dinî bakımdan önemi ve faydaları:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Namaz I
Namaz, kulun Allah ile arasında kurduğu bir iletişim köprüsü,bir bağdır.
Namaz, dinin direk ve temeli, müminin miracı, iman ve teslimiyetin göstergesi,
kalplerin huzur ve sükun vesilesi, sorumluluk duygusuyla günahlardan uzak
kalmanın veya işlenmiş olan günahları affettirmenin, yüce yaratıcıya yaklaşmanın ve
onunsevgi ve rızasını kazanmanın bir yoludur. Yüce Allah şöyle buyurur:
“(Ey Muhammed!) Sana vahyolunan kitabı oku ve namazı dosdoğru kıl.
Şüphesiz ki namaz, insanı hayasızlıktan ve kötü şeylerden alıkoyar. Allah’ı anmak
elbette en büyük bir ibadettir. Allah ne yaptığınızı çok iyi bilir” (Ankebût, 29/45).
“Namazlarında huşu içinde bulunan müminler şüphesiz kurtuluşa
ermişlerdir” (Müminûn, 23/1–2).
Namazın önemi ve faydaları hadislerde şöyle geçer:
“Hz. Peygamber: “Sizden birinizin kapısı önünden bir nehir aksa ve o kişi
her gün beş kere bu nehirde yıkansa, kendisinde kir diye bir şey kalır mı?” diye
sordu. Sahabe: “Hayır kalmaz” dediler. Bunun üzerine, Resulüllah (s.a.s) şöyle
buyurdu: “Beş vakit namaz da böyledir. Suyun kirleri temizlediği gibi günahları
temizler” (Buhârî, “Mevâkît”, 6; Müslim, “Mesâcid”, 283).
“Büyük günah işlenmediği sürece, beş vakit namaz ve cuma namazı,
diğer cumaya kadar, arada işlenen günahları örter” (Müslim, “Tahâret”, 14;
Tirmizî, “Mevâkît”, 46).
“Namaz dinin direğidir” (Tirmizî, “İmân”, 8).
“Namazda secde, kulun Allah’a en yakın olduğu hâldir” (Müslim, “Salât”,
215; Nesâî, “Mevâkît”, 35).
Mevlid yazarı Süleyman Çelebi, namazın müminin miracı oluşunu şöyle dile
getirmiştir:
“Sen ki mi'râceyleyûbetdinniyâz
Ümmetin mîrâcını kıldım namâz"
(Süleyman Çelebi, Mevlid-i Şerif, Miraç Bahri).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Namaz I

Namazın ferdî bakımdan önemi ve faydaları:
Namazla Allah’a yaklaşan kulun maneviyatı ve iradesi güçlenir. Namaz kılmak
kişiyi sabretmeye, şükretmeye, düzenli ve tertipli bir hayat sürmeye, temizlik ve
sağlığına dikkat etmeye alıştırır; onu kötü ve zararlı alışkanlıklardan uzak tutup
yüksek ahlaki meziyetler kazanmasına ve huzurlu yaşamasına yardımcı olur.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz namaz, Allah’a boyun
eğenlerden başkasına ağır gelir” (Bakara, 2/45).
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Dünyanızdan bana kadın ve güzel koku sevdirildi. Namaz ise gözümün
nuru kılındı” (Nesâî, “İşretü’n-Nisâ”, 1).
“Ey Bilâl, kalk, ezan oku da namaz kılalım ve huzura kavuşalım” (Nesâî,
“Mevâkît”, 46).

Namazın sosyal bakımdan önemi ve faydaları:
Namaz genellikle cemaatle kılındığı için Müslümanlar ırk, renk, dil, zenginlik,
makam ve vatandaşlık gibi ayrımları gözetmeksizin Allah’ın huzurunda eşit zeminde
ve bir safta toplanırlar. Böylece toplum şuuru güçlenir, sosyal dayanışma
gerçekleşir, cemaat birliği sağlanır. Günde beş defa toplanan cemaat, birbirinin
hastalık, fakirlik, yardıma muhtaçolma, dert ve borçluluk gibi sıkıntılı durumlarından
zamanında haberdar olur; yan yana durmanın verdiği maddi ve manevi desteği ve
güven duygusunu hisseder; güzel haberlerini paylaşmanın ve güler yüzle
karşılaşmanın sevinç ve mutluluğunu yaşar; birlikte hareket etmenin getirdiği
kolaylık ve faydalardan nasiplenir. Müminler, küfür toplumu karşısında
teşkilatlanmış bir yapıyla tek yürek hâline gelir.
Namazın Farz Oluşunun Delilleri
Namazın farz oluşunun delilleri kitap, sünnet ve icmâdır.
Kitap Delili
Salat sözcüğü, Kur’an-ı Kerim’de dua ve namaz anlamında olmak üzere 78
ayette tekil, 5 ayette “salavat” şeklinde çoğul olarak geçer. 3 ayette “namaz
kılanlar” şeklinde kullanılır. Ayrıca 14 ayette çoğul emir kalıbıyla “namaz kılınız”, 4
ayette tekil olarak “namaz kıl” buyurulurken, 24 kadar ayette geçmiş zaman
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Namaz I
kalıbıyla “namaz kılanlar”dan söz edilir. 10 kadar ayette de “sallâ (dua etti, namaz
kıldı)” fiili ile yine dua ve namaz konusu yer alır.
Namazın farziyetini ifade eden ayetlerden bazıları şunlardır:
“Namazı kılın, zekâtı verin. Rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin”
(Bakara, 2/43).
“Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah’a gönülden boyun
eğerek namaza durun” (Bakara, 2/283).
“Namaz, müminlere belirli vakitlere bağlı olarak farz kılınmıştır”(Nisa,
4/103).
Sünnet Delili
Namaz kılmanın farz oluşunu bildiren çok sayıda hadis bulunmaktadır. Beş
vakit namazın farz oluşunu ifade eden hadislerden bazıları şöyledir:
“Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: “İslam beş şey üzerine bina
edilmiştir: Allah’tan başka bir ilâh bulunmadığına ve Muhammed’in Allah’ın
elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek ve
ramazan orucunu tutmak” (Buhârî, “İmân”, 1, 2; Müslim, “İmân”, 19–22).
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Bir gün bir gecede farz olan namazlar
beştir.” Orada hazır bulunan bir bedevî; “Benim üzerimde bundan başka bir
borç var mıdır?” diye sorunca, Allah’ın Resulü şöyle cevap verdi: “Hayır
kendiliğinden nafile olarak kılarsan bu müstesnâdır. “Bunun üzerine bedevî;
“Seni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki, bundan ne fazla ne de eksik
yaparım” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: “Eğer doğru
söylüyorsa bu adam kurtulmuştur” (Buhârî, “İmân”, 34, “Şehâdât”, 26; Müslim,
“İmân”, 8; Ebû Dâvûd, “Salât”, 1).
Beş vakit namazın hicretten önce mirac gecesinde farz kılındığı sağlam
haberlerle sabittir. Bazı hadis-i şeriflerde şöyle ifade edilir:
“Mirac gecesinde Hz. Peygamber’e namaz elli vakit olarak farz kılınmış,
sonra eksiltilerek beşe indirilmiş veardından şöyle nida olunmuştur: “Ey
Muhammed! Benim katımda söz değişmez. Bu beş vakit namaz sebebiyle, senin
için elli vakit namaz sevabı vardır” (Tirmizî, “Salât”, 45; Nesâî, “Salât”, 1).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Namaz I
“Allah Teala Miraç gecesinde ümmetim üzerine elli vakit namazı farz
kıldı. Ben ise ona müracaat ederek hafifletilmesini istedim. Sonunda namazı bir
gün ve gecede beş vakte indirdi” (Buhârî, “Salât”, 1; Müslim, “İman”, 263).
İcmâ Delili
İslam ümmeti, bir gün ve gecede beş vakit namazın farz olduğu konusunda
icma etmişlerdir. Böylece aslen kitap delili ile sabit olan namazın farz oluş hükmü,
sünnet ve icma delilleri ile de kuvvetlenmiştir.
Beş vakit namazın dışında onlarla beraber veya onlardan ayrı olarak kılınan
sünnet namazlar, vitir ve bayram namazı gibi vacip namazlar, cuma ve cenaze gibi
farz namazlar da vardır. Bu konular ileride ayrı başlıklar altında ele alınacaktır.
Namazın Farz Olmasının Şartları
Bir kişiye beş vakit namazın farz olması için o kişide şu üç şartın bulunması
gerekir:
 Büluğ/ergenlik dönemine girmiş olmak: Büluğ dönemi genellikle kızlarda
9 yaşında erkeklerde ise 12 yaşında başlayabilmektedir. En geç 15 yaşında
her iki cinsin de ergen (baliğ/baliğa) olduğu kabul edilir. Buna göre henüz
büluğa ermemiş olan çocuklara namaz farz değildir. Namazın farziyetinde
cinsiyet ayırımı yoktur; hem erkeklere hem de kadınlara farzdır.
 Akıllı olmak: Burada kastedilen akıl, büluğa ermiş bir kişide bulunan
normal seviyede bir akıldır. Akıllı olmanın zıddı deliliktir. Buna göre delilere
namaz farz değildir.
 Müslüman olmak: İbadetle yükümlü olanlar sadece Müslümanlar
olduğundan namaz ibadeti de sadece Müslümanlara farzdır. Müslüman
olmayanların öncelikle İslam dinini kabul etmesi istenmektedir. İslam dinini
kabul etmemek, Allah’a karşı işlenen en büyük günahtır.
Hz. Peygamber çocuk, deli ve uyuyan hakkında şöyle buyurmuştur:
“Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan,
büluğa erinceye kadar çocuktan ve iyileşinceye kadar deliden” (Ebu Davud,
“Hudud”, 16; Tirmizî, “Hudud”, 1).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Namaz I
Namaz Eğitimi ve Namazı Terk Etmenin Hükmü
Namaz Eğitimi
Namazınfarz olması için ergenlik çağına gelmiş, akıllı ve Müslüman olmak
gerektiğinden bahsetmiştik. Namazın önemini kavramak, vakitlerini ve eda ediliş
şeklini öğrenmek belirli bir süreç gerektirdiğinden çocukların önceden bu yönde
eğitilme ihtiyacı bulunduğu ve böyle bir eğitimin faydalı olacağı muhakkaktır. Hz.
Peygamber küçük çocukların namaz konusunda eğitilmesini ve özellikle temyiz çağı
olan yedi yaşından itibaren uygulamaya başlanmasını teşvik etmiştir.
“Çocuklarınıza yedi yaşında namaz kılmalarını emredin, on yaşına girince
(kılmazlarsa) bundan dolayı onlara (hafifçe) vurun ve o yaşta yataklarını
ayırın”(Ebû Dâvûd, “Salât”, 26; Ahmed b. Hanbel, II, 180, 187).
Sevgi ve saygı üzerine kurulan bir eğitim elbette çok daha öğretici,
bilinçlendirici ve kalıcı olacaktır. Ancak yukarıdaki hadiste, büluğa yaklaştığı hâlde
namaz kılmamakta ısrar edenlerin tedip yoluyla namaza zorlanabileceği ifade
edilmiştir. Normal durum, gerekli eğitimi uygun koşullarda alan çocukların gönülden
gelen bir istekle namaz ibadetini yerine getirmeleridir. Ancak son çare olarak
başvurulmak zorunda kalınırsa, şefkat ve merhamete dayalı bu tedip hakkının da
usulüne uygun ve amaca yönelik olarak kullanılması konusunda hassasiyet
gösterilmesi önem arz etmektedir.
Namazı Terk Etmenin Hükmü
Namaz ve oruç gibi bedeni ibadetler, mükellefin bizzat kendisinin yapması
gereken ibadetlerdir. Bu sebeple namaz ve oruç başkası adına yerine getirilemez.
Her mükellef namazını kendi kılmalı, orucunu da kendi tutmalıdır.
Geçerli bir mazeret
bulunmaksızın namaz
kılmayan kişi dünya ve
ahirette sorumlu ve
azap görmeye
müstehak olur.
Namaz ibadeti kesin delillerle sabit olduğundan, bu şekilde muhkem bir farzı
kabul etmeyip inkâr eden kâfir olur yani İslam dininden çıkar. Namazın farziyetini
kabul ettiği hâlde tembellik ve ihmal gibi sebeplerle namazını kılmayan kişi kâfir
olmaz ancak ibadet görevini yapmadığı için Allah’a karşı gelmiş ve büyük günah
işlemiş olacağından bu tür kişiler âsî ve fâsık olurlar.
Geçerli bir mazeret bulunmaksızın namaz kılmayan kişi dünya ve ahirette
sorumlu ve azap görmeye müstehak olur. (Müddessir, 74/40-43;Meryem, 19/59, 60)
Namazın ciddiyetle, şuurlu ve riyadan uzak kılınması istanmektedir. (Mâûn, 107/46)
Hz. Peygamberin de namazı terk edenler hakkında ağır sözleri bulunmaktadır
(Ahmed b. Hanbel, V, 238, VI, 461).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Namaz I
Hanefîler’e göre, inkâr etmediği hâlde tembellik yüzünden namazını terk
eden kimse, dinden çıkmamakla birlikte günahkâr ve fâsık olduğundan, kendisi bu
konuda uyarılarak tevbeye çağrılır, kötü örnek olmaması için toplumdan tecrit edilir
ve tedib amacıyla vurulabilir. ramazan orucunu terk eden kimse de bunun gibidir.
Namazını unutmak,
uyuyup kalmak veya
tembellik yüzünden
zamanında kılamayan
bunu kaza eder
Hanefîler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, özürsüz namazını terk eden
kimse, dinden çıkanın (irtidat) durumu gibi İslam toplumuna karşı gelmiş sayılır ve
tevbe etmezse ağır şekilde cezalandırılır.
Namazını unutmak, uyuyup kalmak veya tembellik yüzünden zamanında
kılamayan bunu kaza eder (Ebû Dâvûd, “Salât”, 11; İbn Mâce, “Salât”, 10).
Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre; uyumak veya unutmak gibi bir özür
sebebiyle namazını vaktinde kılamayanın kaza etmesi gerekince, özürsüz olarak,
tembellik yüzünden kılmayana öncelikle kaza gerekir. Namazı vaktinde
kılamadığından dolayı da Allah’a ayrıca tevbe ve istiğfar etmesi gereklidir.
Namaz kılmamak büyük bir günah olmakla birlikte asla affedilemeyecek bir
günah değildir. Samimi tövbe yapıldığı ve namaza başlandığı takdirde Cenâb-ı
Hakk’ın önceden kılınmayan namazların günahını affetmesi umulur (Nisa, 4/48).
Hz. Peygamber de bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Kullarına farz kıldığı beş vakit namazı, küçümsemeden hakkını vererek,
eksiksiz olarak kılan kimseyi, Allah 0 cennetine sokmaya söz vermiştir. Fakat bu
namazları yerine getirmeyenler için böyle bir sözü yoktur. Dilerse azap eder,
dilerse bağışlar” (Ebû Dâvûd, “Vitr”, 2; Nesâî, “Salât”, 6; Dârimî, “Salât”, 208).
Hz. Peygamber, kıyamet günü hesap verme sırasında, kılınmayan farz
namazların, nafile namazlarla tamamlanacağını ifade etmiştir (Tirmizî, “Salât”, 188;
Ebû Dâvûd, “Salât”, 145).
NAMAZ VAKİTLERİ
Beş vakit farz namazlar ile bunlara bağlı olarak öncesinde veya sonrasında
kılınan sünnetler, vitir, teravih, cuma ve bayram namazları için vakit şarttır. Bir
ibadetin belirlenmiş vakti içinde yapılmasına eda, kılınan bir namazdaki eksiklikten
dolayı vakti içinde tekrar kılınmasına iade, vakti çıktıktan sonra yapılmasına da kaza
denir. Vakit, namazın kişiye farz oluşunun sebebi, edasının ise şartıdır. Yani vakti
girmeden kılınacak bir namaz eda yerine geçmediği gibi, vakti çıktıktan sonra kılınan
bir namaz da eda yerine geçmez, ancak kaza edilmiş olur. Fakat cuma, bayram ve
sünnet namazlar vakti çıktıktan sonra kaza edilemez.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Namaz I
Namazın vakti içinde eda edilebilmesi, vakitleri bilmeyi gerektirir. Yüce Allah
namazın vakitli bir ibadet olduğunu şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz namaz, müminlere, vakitli olarak farz kılınmıştır” (Nisâ, 4/103).
Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde salat, tesbih, hamd ve secde etmek gibi
ifadelerle günün belirli zamanlarında kılınacak vakitli namazlara işaret edilir. Bu
ayetlerin bazısında yuvarlak ifadelerle sadece bir iki vakte işaret edilirken,
bazılarında beş vakti kapsayan anlam zenginliği vardır. Ancak beş vaktin her birinin
başlangıç ve bitiş zamanlarının doğrudan açık ve net bir şekilde Kur’an ayetlerinden
çıkarılması mümkün olmamaktadır. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:
“Güneşin tepe noktasından batıya yönelmesinden, gecenin kararmasına
kadar namaz kıl ve sabah namazını da (kıl). Çünkü sabah namazı tanıklı bir
namazdır” (İsrâ, 17/78).
“Akşama erdiğinizde de, sabaha erdiğinizde de tesbih Allah’ındır.
Göklerde ve yerde, günün sonunda da, öğleye erdiğinizde de hamd, O’na aittir”
(Rum, 30/17, 18).
Beş vaktin başlangıç ve bitiş zamanları esasen Hz. Peygamber’in uygulamaları
ve hadislerine dayanmaktadır. Aşağıda her bir namazın ayrı ayrı vakti ele alınacaktır.
Beş Vakit Namazın Vakitleri
Sabah Namazının Vakti
Sabah namazının vakti: Fecr-i sadık denilen ikinci fecrin oluşmasından güneşin
doğmasına kadar olan süredir. Fecir, şafak ve tanyeri kelimeleri aynı anlamdadır.
İki tane fecir vardır:
Fecr-i kâzib (yalancı fecir, birinci fecir): Sabaha karşı doğu ufkunun ortasında
yukarıya doğru dikey uzanan, iki tarafı karanlık bir hat şeklinde yayılan bir
beyazlıktır. Bu beyazlık göründükten kısa bir süre sonra kaybolur ve ardından tekrar
karanlık kaplar. Bu sebeple yalancı diye nitelendirilmiştir. Bu fecir gecenin devamı
hükmünde olup hükümlere herhangi bir etkisi bulunmamaktadır.
Fecr-i sâdık (gerçek fecir, ikinci fecir): Sabaha karşı doğu ufkunda yatay olarak
yayılmaya başlayan bir aydınlıktır. Bu aydınlık kaybolmaz, güneşin doğumuna kadar
artmaya devam eder ve nihayet güneş ufukta görünür. İkinci fecir yatsı namazının
vaktinin çıkışını, sabah namazının vaktinin girişini ve oruç tutacaklar için orucun
başlangıcını ifade eder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Namaz I
Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
“Sabah namazının vakti, ikinci fecrin doğmasından güneşin doğuşuna
kadardır” (Buhârî, “Mevâkît”, 27; EbûDâvûd, “Salât”, 2).
Hanefîler’e göre sabah namazının, ortalık aydınlandıktan sonra güneşin
doğuşuna yakın zamanda kılınması (isfâr) müstehaptır. Çünkü insanların uykudan
uyanıp camide toplanması ve cemaatin fazla olması bu zamanda mümkündür.
Ancak sabah namazının bitimiyle güneşin doğması arasında, “namaz bozulduğu
takdirde yeniden kılınabilecek kadar” bir sürenin kalmasına da özen gösterilmelidir.
Yalnız Hanefîler kurban bayramının ilk günü Müzdelife’de bulunan hacıların, o
günün sabah namazını, ikinci fecir doğduktan hemen sonra yani vaktin başında
kılmalarını daha faziletli görmüşlerdir. Günümüzde ramazan ayında insanlar sahur
vakti zaten ayakta olduklarından ve güneşin doğmasına yakın zamana kadar
beklemek zor geldiğinden, cemaatin en çok olduğu zaman vaktin başı olmaktadır.
Hanefîler dışındaki üç mezhep imamına göre, sabah namazını ikinci fecir
doğduktan hemen sonra erken kılmak her zaman için daha faziletlidir.
Güneş doğduktan sonra, öğle vaktine kadar olan süre, kendisinde farz namaz
konulmamış boş/serbest bırakılmış bir vakit olarak kabul edilir. Ancak uyanamama
gibi bir sebeple o günün sabah namazı kılınamadığında, güneşin doğuşundan
yaklaşık 50 dakika sonrasından yani kerahet vakti çıktığı andan itibaren öğle vaktine
yaklaşık 50 dakika kalıncaya kadar olan sürede sünnetiyle beraber kılınır.
Öğle Namazının Vakti
Öğle namazının vakti: Güneşin gökyüzünde çıktığı en yüksek noktadan batıya
doğru meyletmesiyle (zeval) başlar ve güneş bu noktada iken cisimlerin yere düşen
gölge uzunluğu (fey-i zeval) hariç, her şeyin gölgesinin kendi boyuna denk olduğu
zamana kadar devam eder. Öğlen namazının bitişini gösteren bu vakte “asr-ı evvel=
ilk ikindi vakti” denir. Böylece öğle vakti çıkmış, ikindi vakti de girmiş olur. Öğlenin
bitiş vakti hakkındaki bu görüş Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve
AhmedİbnHanbel’in görüşüdür.
Ebû Hanîfe’ye göre ise, öğlenin vakti, fey-i zeval hariç, cisimlerin gölgesi kendi
boyunun iki misli oluncaya kadar devam eder. Ancak bu zamanda öğle vakti çıkmış,
ikindi vakti de girmiş olur. Buna “asr-ı sânî= ikinci ikindi vakti” denir.
Güneşin tam tepe noktasında dikilmesine “istivâ”, tepe noktasını geçip batıya
doğru meyletmesine “zeval”, tam zevalanında bir cismin yere düşen gölgesine de
“fey-i zeval=zevalsırasındaki gölge” denir. Bu gölgenin uzunluğu, kişinin bulunduğu
yarım küre, enlem ve boylam noktasına göre değişir. Mesela zeval sırasında yere
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Namaz I
dikilen 100 cm uzunluğundaki bir cismin gölgesi 30 cm olsa, gölgenin bütünü 130 cm
olunca asr-ı evvel, 230 cm olunca da asr-ı sânî gerçekleşir.
Öğle vaktinin sonu ile ilgili bu görüş ayrılığından kurtulmak için, öğle
namazının asr-ı evvelden sonraya bırakılmaması, ikindi namazının da asr-ı sânî
olmadıkça kılınmaması ihtiyatlı bir yol olarak izlenebilir.
Sıcak iklimlerde öğle namazını havanın serinlediği zamana yani vaktin sonuna
doğru ikindiye yakın bir zamana bırakmak (ibrâd) müstehap sayılmıştır. Delil Hz.
Peygamber’in şu hadisidir:
“Öğle namazını hava serinlediği zaman kılınız. Çünkü öğle vaktindeki
sıcaklığın şiddeti, cehennemin sıcaklığını andırır” (Buhârî, “Mevâkît”, 9, 10; “Ezan”,
18; “Bed’ül-Halk”, 10; Müslim, “Mesâcid”, 180, 181).
İkindi Namazının Vakti
İkindi namazının vakti: Öğle vaktinin çıktığı andan itibaren başlar ve güneşin
batması ile son bulur. Öğle vaktinin çıkışı olan asr-ı evvel veya asr-ı sânî şeklindeki
farklı görüşler, ikindinin başlangıç vaktini de kendi açılarından belirlemektedir.
İkindi vaktinin çıkışını şu hadis belirlemektedir:
“Güneş batmadan önce, ikindi namazından bir rekâta yetişen (onu kılan)
kimse ikindi namazına yetişmiş olur” (EbûDâvûd, “Salât”, 5; İbnMâce, “Salât”, 2;
Mâlik, Muvatta’, “Vukût”, 5).
Alimlerin çoğunluğuna göre, ikindi namazını güneşin sararma (isfirâr) vaktine
kadar geciktirmek mekruhtur. Bu vakit güneşin batmasından önceki yaklaşık 50
dakikalık bir zamandır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
“Güneşin sararma vaktinde kılınan namaz münafıkların namazıdır.
Münafık oturup güneşi bekler. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına girdiği
(batmaya yüz tuttuğu) zaman, çabucak ikindiyi dört rekât kılar, Allah’ı çok az
anar” (Mâlik, Muvatta’, “Kur’ân”, 46).
İslam alimlerinin büyük çoğunluğuna göre Kur’an-ı Kerim’de özellikle kılınması
emredilen “orta namaz”, (Bakara, 2/238) ikindi namazıdır.
Akşam Namazının Vakti
Akşam namazının vakti: Güneşin tam olarak batmasıyla başlar ve batı
ufkundaki kızıllığın (şafak) kaybolması ile sona erer. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Namaz I
Hanefîler dışındaki diğer üç mezhebin görüşü ile Ebû Hanîfe’den bir rivayet bu
yöndedir. Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüş budur.
Ebû Hanîfe’den başka bir rivayete göre şafak, güneş battıktan sonra batı
ufkundaki kızıllıktan sonra meydana gelen beyazlıktır. Bu görüşe göre akşamın vakti
bir miktar daha uzamakta ve buna bağlı olarak yatsı vakti de biraz daha geç
girmektedir.
Akşam vaktinin sonu ile ilgili bu görüş ayrılığından kurtulmak için, akşam
namazının kızıllık kaybolmadan önce eda edilmesi, yatsı namazınında tam karanlık
çökmeden kılınmaması ihtiyatlı bir yol olarak izlenebilir.
Yatsı Namazının Vakti
Yatsı namazının vakti: Batı ufkundaki kızıllığın kaybolduğu andan itibaren
başlar ve ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder.
Yatsı namazını gecenin üçte birine kadar geciktirmek müstehap, gece yarısına
kadar geciktirmek mubah, bir özür bulunmadıkça ikinci fecre kadar geciktirmek ise
mekruhtur.
Vitir, Teravih, Cuma ve Bayram Namazlarının Vakitleri
Vitir ve Teravih Namazlarının Vakti
Vitir namazının vaktinin başlangıcı, yatsı namazından sonra, sonu da ikinci
fecrin doğmasından biraz önceye kadardır. Vitir namazını, uyanacağından emin
olmayan kimsenin, uyumadan önce kılması, uyanacağından emin olan kimsenin ise,
fecre yakın bir zaman kadar geciktirmesi daha faziletlidir.
Teravih namazının vakti, tercih edilen görüşe göre, yatsı namazından sonra
başlar ve sabah namazının vakti olan ikinci fecre kadar devam eder. Teravih, vitir
namazından önce veya sonra kılınabilir. Ancak yatsı namazı kılınmazdan önce,
teravih namazı kılınsa, teravihin iadesi gerekir.
Cuma namazının vakti
tam öğle namazının
vakti gibidir.
Cuma Namazının Vakti
Cuma namazının vakti tam öğle namazının vakti gibidir.
Bayram Namazlarının Vakti
Bayram namazlarının vakti: Güneşin doğmasından yaklaşık 50 dakika
geçtikten yani kerahet vakti çıktıktan sonra başlar, güneşin gökyüzünde en yüksek
noktaya çıktığı zamana (istivâ) kadar devam eder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Namaz I
Ramazan bayramı namazı, bir özür sebebiyle birinci gün istivâ zamanından
önce kılınamazsa, ikinci gün istivâ zamanına kadar kılınır. İkinci gün de kılınamazsa
artık üçüncü gün kılınamaz.
Kurban bayramı namazı ise, bir özür sebebiyle birinci gün kılınamazsa, ikinci
gün istivâ zamanına kadar kılınır. İkinci gün de kılınamazsa, üçüncü gün istivâ
zamanına kadar kılınır.
Bayram namazlarının bir özür bulunmaksızın ikinci veya üçüncü güne
bırakılması hoş karşılanmamıştır. Bayram namazları, hiçbir durumda, istivâ
zamanından sonra kılınamaz. Bayram namazlarının kazası da olmaz.
Vakitlerin Oluşmaması Hâli
Vakitlerin oluştuğu en
yakın yerleşim yeri esas
alınmak suretiyle takdir
yoluna gidilmesi ve
namazların beş vakit
olarak kılınması isabetli
olacaktır.
Vaktin girmesi, namazın farz olması için sebep, edası için de şarttır. Ancak
kutup bölgeleri, uçak ve füze gibi hızlı araçlarla seyahat veya Ay’a çıkılması gibi uzay
yolculuklarında bazı vakitler oluşmamaktadır. Vaktin oluşmadığı bu durumlarda
namaz ve oruç ibadetlerinin nasıl yapılacağı konusunda iki görüş bulunmaktadır:
Birinci görüş: Vakit oluşmadığı takdirde, oluşmayan vaktin namazı kişiye farz
olmaz. Bu hüküm, mesela sağ kolu kesik olan bir kimsenin kesik olan kolunu abdest
alırken yıkama sorumluluğunun düşmesi gibidir.
İkinci görüş: İslam dininde beş vakit namaz vardır ve bu beş vakit dünyanın
normal dengesine uygun olarak günün değişik zamanlarına yayılmıştır. Vaktin
bulunması namazın zahiri sebebi ise de, namaz kılmanın asıl sebebi Yüce Allah’ın
bunu emretmiş olması ve ona kulluk yapma yükümlülüğümüzdür. Buna göre
vakitlerin oluştuğu en yakın yerleşim yeri esas alınmak suretiyle takdir yoluna
gidilmesi ve namazların beş vakit olarak kılınması isabetli olacaktır.
İki Namazı Bir Vakitte Kılmak (Cem’u’s-Salâteyn)
Namazın vakitli bir ibadet olduğundan ve her bir namazın kendi vaktinde
kılınması gerektiğinden bahsetmiştik. Bu ilkenin bir istisnası olarak Hz. Peygamber
hac yaparken Arafat’ta öğle vaktinde, öğle ile ikindiyi birlikte kılmış; Müzdelife’ye
doğru giderken akşam namazını vaktinde kılmamış, yatsı namazı vakti girdiğinde
akşam ile yatsıyı da birlikte kılmıştır.
Hanefîlere göre cem
sadece Arafat ve
Müzdelife’de yapılır.
Başka sebeplerle cem
yapılmaz.
İki namazın birlikte kılınmasına cem’u’s-salâteyn denir. İki türlü cem vardır:

Cem-i takdîm (öne alarak cem): Öğle ve ikindi namazını birlikte öğle
vaktinde kılmaktır.

Cem-i te’hîr (erteleyerek cem): Akşam ve yatsı namazını birlikte yatsı
vaktinde kılmaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Namaz I
Hanefîler’e göre cem sadece Arafat ve Müzdelife’de yapılır. Başka sebeplerle
cem yapılmaz. Mazerete binaen vaktinde kılınamayan namaz olursa, ilk fırsatta
kazası yapılır.
Diğer mezheplerde genellikle yağmur, hastalık, yolculuk gibi mazeretlerle de
cem yapılabileceği kabul edilmiştir.
Ayrıca bir namazı vaktinin sonunda, diğerini de vaktinin başında kılmak
şeklinde sûrî cem (görünürde cem) vardır ki bu gerçek bir cem değildir. Çünkü her
bir namaz kendi vakti içinde kılınmış, vakti dışına çıkarılmamıştır. Sûrî cem yapılması,
hiçbir mezhepte namazın sıhhatine engel olmaz ancak kerahet vakitlerine denk
getirilmemesi uygun olur.
Mekruh Vakitler
Namaz kılmanın mekruh olduğu vakitler ikiye ayrılır: Bazılarında hiçbir namaz
kılınmaz, bazılarındaysa sadece nafile namaz kılınmaz.
Hiçbir Namaz Kılınmayan Vakitler
Aşağıdaki üç vakitte farz, vacip, sünnet veya nafile şeklinde tam namaz veya
tilavet secdesi gibi eksik namazlardan hiç biri kılınmaz.
 Güneşin doğumundan itibaren yaklaşık 50 dakikalık zaman.
 Güneşin tam tepe noktasında olduğu, öğleye yaklaşık 50 dakika kaldığı zaman.
 Güneşin batmasına yaklaşık 50 dakika kalmasından batıma kadar geçen zaman.
Bu üç vakitte her türlü namazın kılınması mekruh olmakla birlikte, şayet nafile
kılınmışsa mekruh olmasına rağmen geçerli olduğu ve iadesinin gerekmeyeceği;
diğer namazlarda ise iade gerekeceği söylenmiştir. Yine cenaze ve cemaatin hazır
olması durumunda cenaze namazının kılınabileceği ifade edilmiştir. Ayrıca güneşin
batmasına yakın zamanda, sadece o günün ikindi namazının farzı kılınabilmektedir.
Şafii mezhebine göre Mekke’de nafile namaz için kerahet vakti yoktur. Her
zaman nafile kılınabilir.
Yalnız Nafile Namaz Kılınmayan Vakitler
 Sabah namazının vakti içinde, sabah namazının sünneti haricinde nafile namaz
kılınmak. Ancak bu vakitte kaza, cenaze namazı veya tilavet secdesi mekruh değildir.
Hanbelîler’e göre bu vakitte nafile namaz da kılınabilir.
 İkindi namazını kıldıktan sonra, güneş batıncaya kadar nafile namaz kılmak.
Ancak bu vakitte kaza, cenaze namazı veya tilavet secdesi mekruh değildir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Namaz I
 Akşam namazının farzından önce nafile namaz kılmak. Ancak Şâfiîler’de meşhur
olan görüşe göre, akşam namazından önce iki rekât nafile namaz kılmak müstehap,
Hanbelîler’e göre ise câizdir.
 Farz namaza durulmak üzere kamet getirilirken, nafile namaz kılmakla meşgul
olmak. Ancak sabah namazının farzı için kamet getirildikten sonra, farzın ikinci
rekâtında imama yetişememe korkusu yoksa sünnetini kılmak câiz görülmüştür.
Farzı kaçırma korkusu varsa sünnet terk edilir.
 Cuma namazında, bayram günleri ve hac sırasında, imam hutbe okurken nafile
namaz kılmakla meşgul olmak. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ise cuma namazının iftitâh
tekbirini kaçırma korkusu olmadıkça, imam hutbede iken yalnız hızlıca iki
rekâttehiyyetü’l-mescit namazı kılınır.
 Bayram namazlarının hemen öncesinde veya sonrasında nafile kılmak.
 Arafat ve Müzdelife’de cem şeklinde kılınan namazlar arasında nafile namaz
kılmak.
Böylece namaz vakitleri konusunun sonuna gelmiş bulunuyoruz. Konuyu Hz.
Peygamber’in (s.a.s) bir hadisiyle bağlayalım:
“Ey Ali! Üç şeyi geciktirme. Vakti geldiği zaman namazı kılmayı, hazır
olduğu zaman cenazeyi defnetmeyi, dengini bulduğun zaman kız çocuğunu
evlendirmeyi” (Tirmizî, “Salât”, 13, “Cenâiz”, 73).
NAMAZA ÇAĞRI: EZAN VE KAMET
Ezan
Ezanın Anlamı, Ortaya Çıkışı ve Fazileti
Ezan Arapça bir kelime olup duyurmak, bildirmek, ilan etmek demektir. İslam
dininde ezan şöyle tanımlanabilir: Farz namazların vakitlerini bildirmek ve insanları
namaza çağırmak amacıyla, özel sözlerden oluşan bir çağrıdır.
Farz namazların
vakitlerini bildirmek ve
insanları namaza
çağırmak amacıyla, özel
sözlerden oluşan bir
çağrıdır.
İslam’ın ilk döneminde Mekke’de namaz vakitlerini bildirmek için bugünkü
gibi ezan okunmazdı. Muhtemelen bu gizli ibadet döneminde cemaatle namaz
kılınmadığı için ezana gerek duyulmamıştı. Medine’ye hicretten sonra namaz vakti
olunca sokaklarda, “es-salâte es-salâte= namaza namaza” veya “es-salâtücâmiatün=
namaz toplayıcıdır” şeklinde çağrı yapılıyordu.
Medîne’de, Mescid-i Nebevî’nin inşası tamamlandıktan sonra burada düzenli
olarak cemaatle namaz kılınmaya başlandı. Bu sırada Hz. Muhammed (s.a.s) namaz
vakitlerinin ilânı konusunda, ashabıyla istişarede bulundu. Bayrak dikme, boru ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Namaz I
çan çalma gibi teklifler yapıldı. Fakat bunlardan boru çalma Yahudilerin, çan çalma
da Hristiyanların ilan biçimi olduğu için ilgi görmedi. Ensar’dan Abdullah b.Zeyd’e
(r.a) rüyasında ezan öğretildi. Abdullah ertesi gün rüyasını Hz. Peygamber’e anlattı,
Hz. Peygamber’in bunu onaylamasıyla bildiğimiz ezan ortaya çıktı (Ebû Dâvûd,
“Salât”, 27, 28).
Alimler ezan okumanın hükmünü müekked sünnet olarak belirlemişlerdir.
Ancak ezan, İslam dininin bir sembolü niteliğini taşıdığından, İslam toprağının bir
yerinde ezana karşı bir tavır olduğunda veya topluca terk edilmesi durumunda,
İslam toplumunun buna müdahale hakkı doğacağı kabul edilmiştir.
Aşağıdaki hadisler ezanın ve müezzinliğin faziletiyle ilgilidir:
“Eğer insanlar ezandaki ve ilk saftaki üstünlüğü bilseler ve bunları kurasız
yapamayacaklarını kavrayabilseler, mutlaka kura çekerlerdi” (Buhârî, “Ezân”, 9,
32; Müslim, “Salât”, 129).
“Kıyamet gününde müezzinler insanların en uzun boylusu olacaktır”
(Müslim, “Salât”, 14; İbnMâce, “Ezân”, 5).
Ezan İslam dinini sembolize ettiğinden sadece cemaate katılanlara değil,
bütün müminlere ve hatta bütün insanlara yönelik bir çağrıdır. Özellikle güzel sesle
ve usulüne uygun okunan ezanın insan gönlüne etkisi inkâr edilemez. Ezan gayri
müslimler için de bir davet ve tebliğ görevi görmektedir. Günün her saatinde,
dünyanın Müslümanların bulunduğu her yerinde, Allah’ın varlığı, birliği, yüceliği, Hz.
Muhammed’in peygamberliği ve namazın kurtuluş sebebi olduğu yüksek sesle ilân
edilmiş olmaktadır.
Ezanın Sözleri ve Okunuş Şekli
Hanefîlere göre ezanın sözleri ve anlamları şöyledir:
Allâhüekber = Allah büyüktür
Allâhüekber = Allah büyüktür
Allâhüekber = Allah büyüktür
Allâhüekber = Allah büyüktür
Eşhedü en lâ ilâhe illallah = Ben şahitlik ederim ki Allahtan başka ilah yoktur
Eşhedü en lâ ilâhe illallah = Ben şahitlik ederim ki Allahtan başka ilah yoktur
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Namaz I
Eşhedü enne Muhammeden Resulüllah = Ben şahitlik ederim ki Muhammed
Allah’ın elçisidir
Eşhedü enne Muhammeden Resulüllah = Ben şahitlik ederim ki Muhammed
Allah’ın elçisidir
Hayyeale’s-salâh = Haydin namaza
Hayyeale’s-salâh =Haydin namaza
Hayyeale’l-felâh =Haydin kurtuluşa
Hayyeale’l-felâh =Haydin kurtuluşa
Allâhüekber = Allah büyüktür
Allâhüekber =Allah büyüktür
Lâ ilâhe illallâh = Allahtan başka ilah yoktur
Sabah namazında “hayye ale’l-felâh” dan sonra “es-salâtü hayrun minennevm
= namaz uykudan daha hayırlıdır” cümlesi ilave edilir ve bu iki kere söylenir.
Ezan okurken yüksek sesle okunur, her cümlenin sonunda durulur(sekte) ve
tekrar cümlelerde ses biraz yükseltilir, buna “irtisâl ve teressül” denir.
Ezan ve Kametle İlgili Şartlar
Ezan okuyacak ve kamet getirecek olanlar şu hususlara dikkat etmelidir:
 Vaktin girmiş olması gerekir. Vaktinden önce okunan ezan iade edilir.
 Ezanın sözleri Arapçadır ve her yerde bu hâliyle okunmalıdır. Bu yönüyle ezan
diller, devletler ve kültürler üstü genel nitelikli sembol bir çağrıdır.
 Ezan ve kamet cemaate duyurulur; yalnız kılan kimse kısık bir sesle okur.
 Ezan ve kametin sözleri sırasıyla ve peş peşe söylenmelidir.
 Ezanın tek bir kimse tarafından okunması esastır. Ancak birden fazla kimsenin,
ayrı ayrı tam olarak ezanı okumaları (çifte ezan) da caiz görülmüştür.
Ezan ve kamet vakit
namazları ve kaza
namazları için sünnettir.
 Müezzinin erkek, akıllı, takva sahibi, sünneti ve namaz vakitlerini bilen bir kimse
olması müstehaptır. Cahil, fâsık, kadın, bunak, abdestsiz veya cünübün ezan
okuması veya kamet getirmesi mekruhtur. Bunların kametleri değilse de, okudukları
ezanlar iade edilmelidir.
 Müezzinin, gür ve güzel sesli birisi olması tercih edilir.
 Ezan, iyi duyurulması için yüksek bir duvar veya minare üzerinde ve ayakta
okunmalıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Namaz I
 Ezan okurken iki cümle arasında durulur ve uzatılarak okunur; kametteyse iki
cümle birleştirilerek süratli okunur (Tirmizî, “Salât”, 29).
 Ezan ve kamette müezzin kıbleye doğru dönerek ezana başlar. “Hayyeale’ssalâh” derken sağ tarafa, “Hayyeale’l-felâh” derken de sol tarafa döner. Sesin uzağa
gitmesi için eller kulağa konur.
 Ezan ve kamet vakit namazları ve kaza namazları için sünnettir.
 Birden fazla kaza namazı kılınacaksa, başlarken ezan ve kamet, diğer kazalar
içinse yalnız kamet yeterli olur.
 Ezan ile kametin arasını biraz ayırmak, duruma göre cemaatin toplanmasını
bekleyerek hemen farza başlamamak uygun olur.
 Kametle namaz arasına yemek, içmek, yıkanmak gibi bir iş girmemelidir. Aksi
takdirde kameti yeniden getirmek gerekir.
 Müezzin ezan okumanın ve kamet getirmenin bir ibadet olduğu bilinciyle, sırf
Allah için bu işi yapmalıdır. İmamlık, Kur’an öğreticiliği ve müezzinlik gibi hizmetler
ilk dönemlerde ücret alınmadan yapılıyordu. Sonraki dönemlerde bu işlerin
aksamaması için yapanlara bir bedel verilebileceğine fetva verilmiştir.
Ezanı Dinleme Adabı
Ezanı duyan kimselerin şu hususlara dikkat etmesi adaptan sayılmıştır:
 Ezan okunurken konuşmamalı ve gürültü yapmamalıdır.
 Ezanı duyanın aynı sözleri tekrarlaması güzel olur. Buna kavlî/sözlü icabet denir
(Buhârî, “Ezân”, 7; Müslim, “Salât”, 10, 11; Tirmizî, “Salât”, 40).
 Ezanı duyduğunda gidip namazı kılan kimse fiilî icabette bulunmuş olur.
 Ezandan sonra vesile duasını okumak müstehaptır. Çünkü Resulüllah (s.a.s),
ezanı işittiği zaman şu duayı okuyana, kıyamet gününde şefaatinin helal olacağını
bildirmiştir:
“Allâhümme
Rabbe
hâzihi’d-da’veti’t-tâmmehve’s-salâti’l-kâimeh,
âtiMuhammeden el-vesîleteve’l-fazîlete ve’d-derecete’r-rafîah. Veb’ashü
makâmen mahmûdeni’llezîva’adteh. İnneke lâtuhlifü’l-mîâd” (Buhârî, “Ezân”, 8;
Müslim, “Salât”, 11).
Vesile duasının anlamı şöyledir: “Ey şu tamamlanan çağrının ve kılınacak olan
namazın rabbi olan Allah’ım! Muhammed’e vesileyi, fazileti ve yüksek dereceyi ver!
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Namaz I
Onu söz vermiş olduğun övülmüş makama yükselt. Şüphesiz sen verdiğin sözden
dönmezsin.”
Ezanın Namaza Çağrı Amacı Dışında Okunması
Namaza çağrı dışında bazı sebeplerle de ezan okumak menduptur. Bu
sebepler şunlardır:

Çocuk doğduğu zaman kulağına ezan okumak menduptur. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s) torunu Hz. Hasan dünyaya gelince onun kulağına ezan
okumuştur (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 107; Tirmizî, “Edâh”, 16).

Savaş ve yangın gibi zor zamanlarda;öfkelenme, sinir krizi geçirme, aşırı
üzülme, korkma gibi çaresizlik anlarında; yolcunun arkasından ezan okumak
menduptur. Yine kötü huylu insan veya hayvanın kulağına ezan okunması
da mendup görülmüştür.
Kamet
Erkeklerin ister yalnız başlarına isterse cemaatle kılacak olsunlar, farz namaz
veya kaza namazı için kamet getirmeleri sünnettir. Kadının ezan okuması veya
kamet getirmesi mekruh görülmüştür.
Cumadan başka bir farz için birden fazla ezan ve hiçbir farz için birden çok
kamet meşru değildir. Buna göre, bir mescitte ezan ve kametle vakit namazı
kılındıktan sonra, tek veya cemaat olarak o mescitte aynı vaktin namazını kılacak
olanların tekrar ezan ve kamet okumaları gerekmez.
Bayram, cenaze, vitir,teravih, sünnetve nafile namazlarda kamet yoktur.
Bayram,
cenaze, vitir, teravih,
sünnet ve nafile
namazlarda kamet
yoktur.
Kametin sözleri ezandakinin aynıdır. Ancak “hayye ale’l-felâh” dan sonra iki
defa, “kad kameti’s-salâh= namaz başladı” cümlesi ilâve edilir.
Hanefîler’e göre kametin sözleri de ezan gibi ikişerli olarak okunur. Fakat Şâfiî
ve Hanbelîler’e göre, kametin sözleri birer kere okunur, sadece “kad kameti’s-salâh”
sözü iki kere tekrarlanır.
Kametin okunuşunda cümleler birbirine bağlanır, geçişlerde son harfin
harekesi teleffuz edilir ve ezana göre daha süratli okunur (hadr).
Ezanda olduğu gibi kametin de abdestli, kıbleye yönelerek, yürüme ve
konuşma gibi davranışlardan uzak durarak getirilmesi sünnetir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Namaz I
NAMAZ ÇEŞİTLERİ VE REKÂT SAYILARI
Hanefîler genellikle namazları; farz, vacip ve nafile çeşitlerine ayırırlar. Bazı
Hanefîler ise sünnetle nafileyi de ayırarak farz, vacip, sünnet ve nafile şeklinde
dörtlü bir ayırımı benimsemişlerdir.
Hanefîler dışındaki mezhepler vacip hükmünü ayrı bir kategori olarak kabul
etmedikleri için namazları; farz ve nafile olmak üzere iki gruba ayırırlar. Hanefîler’in
vacip kategorisine koydukları namazlar, diğer mezheplere göre ya farz ya da nafile
kategorisine girerler.
Farz Namazlar Ve Rekât Sayıları
Farz namazlar: Delili ve delaleti kesin olan, mükellef tarafından mutlaka
yerine getirilmesi istenen, yerine getirmeyen için yaptırımı bulunan, inkârı kişiyi
dinden çıkaran namazlardır.
Farz namazlar, aynî farz (farz-ı ayın) ve kifâî farz (farz-ı kifâye) olmak üzere
ikiye ayrılır.
Farz-ı ayın: Akıllı ve ergen her Müslümana farz olup mükellefin bizzat yerine
getirmekle yükümlü bulunduğu namazdır. Günlük beş vakit namazın farzları ve
cuma namazının farzı böyledir.
Günlük beş vakit farz namazların rekât sayıları şöyledir: Sabah namazının farzı
iki rekât, öğle namazının dört rekât, ikindi namazının dört rekât, akşam namazının
üç rekât, yatsı namazının dört rekât. Bunların toplamı 17 rekât etmektedir.
Cuma namazının farzı da iki rekâttır.
Farz
namazlar, aynî farz
(farz-ı ayın) ve kifâî farz
(farz-ı kifâye) olmak
üzere ikiye ayrılır.
Farz-ı kifâye: Bir kısım Müslümanların yerine getirmesiyle diğerlerinden
yükümlülüğün kalktığı farz namazdır. Cenaze namazı böyledir. Birkaç kişi kılınca,
diğer Müslümanlar sorumluluktan kurtulmuş olur. Fakat hiç kimse kılmazsa, hepsi
sorumlu olur.
Vacip Namazlar Ve Rekât Sayıları
Delili farz kadar kesin olmayan, mükellef tarafından yerine getirilmesi
gereken, yerine getirmeyen için daha hafif yaptırımı bulunan, inkârı kişiyi dinden
çıkarmayan fakat sapkın (dalâlette) yapan namazlardır.
Bayram namazları, vitir namazı, adanmış olan namaz, sehiv secdesi ve
bozulan nafile namazın kazası vacip namazlardır.
Vitir namazı üç rekât, bayram namazları ise ikişer rekâttır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Namaz I
Nafile Namazlar Ve Rekât Sayıları
Farz veya vacip namazların dışındaki namazlara nafile namazlar denir. Farz
namazların öncesinde veya sonrasında kılınan sünnet namazlar ve bunlardan başka
kuşluk, teheccüd, evvâbîn gibi namazlar ile kişinin kendi isteğiyle fazladan kıldığı
(tatavvu’) namazlar nafile kapsamında yer alır.
Beş vakit farz namaza bağlı olarak onlarla birlikte kılınan sünnet namazların
rekât sayıları şöyledir: Sabah namazının iki rekâtlık sünneti, öğle namazının dört
rekât ilk sünneti ve iki rekât son sünneti, ikindi namazının dört rekâtlık sünneti,
akşam namazının iki rekât son sünneti, yatsı namazının dört rekât ilk sünneti ve iki
rekât da son sünneti. Bunların toplam sayısı 20 rekâttır.
Cumanın dört rekât ilk sünneti, dört rekât da son sünneti vardır.
Teravih namazı yirmi rekâttır. Diğer nafile namazlar da en az iki rekât olmak
üzere çift rekâtlar hâlinde kılınabilir.
Farz namazlara bağlı olarak kılınan sünnet namazlara “revâtip namaz =
düzenli/devamlı namaz” denir. Bunlardan sabah, öğle, akşam namazının sünnetleri
ile yatsının son sünneti “müekked”; ikindi ve yatsının ilk sünneti de “gayri müekked”
veya müstehap ve mendup adını alır.
Nafile namazlar da en
az iki rekât olmak üzere
çift rekâtlar hâlinde
kılınabilir.

Müekked sünnet: Hz. Peygamber’in sürekli olarak kıldığı, çok az terk ettiği
nafile namazlardır.

Gayri müekkedise: Hz. Peygamber’in sürekli olarak kıldığına dair kesin delil
bulunmayan nafile namazlardır.
Revâtip sünnetler dışındaki nafile namazlara ise “regâip namazlar= kılınması
iyi görülen namazlar” denir. Bunlar Hz. Peygamber’in bazı uygulamalarına
dayanarak veya kişinin kendi isteğiyle herhangi bir zamanda fazladan kıldığı
namazlardır. Teheccüd namazı, kuşluk (duhâ) namazı, istihâre namazı, husûf, küsûf
namazı, tahiyyetü’l-mescit, tevbe namazı, evvâbîn namazı, tesbih namazı, ihrama
giriş namazı, yolculuğa çıkış ve yolculuktan dönüş namazı, hâcet namazı, abdest ve
gusülden sonra kılınan namaz, regâip türünden nafile namazlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Ödev
Özet
Namaz I
• Namaz ibadeti, bedenle yapılan bir ibadet olup Yüce Allah'a karşı
yapılacak ibadetlerin başında gelir. Namaz tekbirle başlayıp selamla
biten, özel fiil ve hareketlerden oluşan bir ibadettir. Namaz ibadeti, şekli
biraz farklı da olsa, önceki ilahi dinlerde de mevcuttu. Namaz, kulluk
görevini yerine getirmenin yanında, kişiler için dinî, ferdî, sosyal ve
eğitim bakımından pek çok faydalar sağlar.
• Namaz akıllı ve ergen olan her müslümana farzdır. Namazın farziyeti
Kitap, sünnet ve icma delilleriyle sabittir. Hz. Peygamber
uygulamalarıyla namazın hangi zamanlarda ve nasıl kılınacağını
ümmetine öğretmiştir. Namazın farziyetini inkâr eden kâfir olur, ancak
kabul ettiği hâlde namaz kılmayan da günahkâr olur.
• Çocukları temyiz döneminden itibaren namaz konusunda eğitmek
gerekmektedir.
•Beş vakit namazın kendine özel vakitleri vardır ve bu vakitlerde eda
edilmeleri gerekmektedir. Geçerli bir mazarete binaen vaktinde
kılınamayan namazlar daha sonra kaza edilir.
• Vakitli namazların belirli vakitlerinin herhangi bir parçasında bu namazı
kılmak geçerli ise de, tercih edilmesi istenen bazı müstehap vakit
parçaları ve tercih edilmemesi istenen bazı mekruh vaki parçaları
bulunmaktadır.
• Namaza çağrı ezan ve kametle yapılır. Ezan aynı zamanda İslam'ın
sembolüdür. Arapça orijinal hâliyle okunur. Ezan ve kamet okumak ve
dinlemenin adabı vardır.
• Namazlar farz, vacip ve nafile gibi çeşitlere ayrılır.
• Diğer bilim dallarından istifade ederek "namazın
kişi ve toplum açısından faydaları" konusunu
araştırarak iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde bir
yazı yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Namaz I
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Hz. Peygamber’in “Çocuklarınıza (…) yaşında namaz kılmalarını emredin,
(…)yaşına girince (kılmazlarsa) bundan dolayı onlara (hafifçe) vurun” hadisinde
boş bırakılan yerlere sırasıyla hangi kelimeler gelmelidir?
a) Beş - On
b) Beş - On beş
c) Altı - On beş
d) Yedi - On
e) Yedi - On beş
2. Neslinin namaz kılan kimseler olması için dua eden peygamber kimdir?
a) Âdem
b) Nuh
c) İbrahim
d) Musa
e) Muhammed
3. Beş vakit namaz ne zaman farz kılınmıştır?
a) Hira mağarasında ilk vahiy geldiği zaman
b) Ramazan ayında
c) Mekke’nin fethi sırasında
d) Miraç gecesinde
e) Kadir gecesinde
4. “Sabah namazının vakti, ………….. doğmasından ………….doğmasına kadardır.”
hadisinde boş bırakılan yerlere sırasıyla hangi kelimeler konulmalıdır?
a) Birinci fecrin - Güneşin
b) Yalancı fecrin - İkinci fecrin
c) Fecr-i kazibin - Güneşin
d) İkinci fecrin - Güneşin
e) Fecr-i sadık’ın - İkinci Fecrin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Namaz I
5. Aşağıdakilerden hangisi nafile namaz için mekruh vakitlerden değildir?
a) Sabah namazının vakti içinde, sabah namazının sünneti haricinde nafile
kılmak
b) İkindi namazını kıldıktan sonra, güneş batıncaya kadar nafile kılmak
c) Akşam namazının farzından önce nafile kılmak
d) Cuma namazından sonra nafile kılmak
e) Arafat ve Müzdelife’de cem şeklinde kılınan namazlar arasında nafile kılmak
Cevap Anahtarı:
1.d 2.c 3.d 4.d 5.d
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akyüz, V.(2006). Namaz. İstanbul: İz Yayıncılık.
Akyüz,V.(1995).Mukayeseli İbadetler İlmihâli: İslam Fıkhında İbadetler (4 cilt
hâlinde). İstanbul:İz yayıncılık.
Alptekin, Y. (2007). Namazla Yeniden Doğdum. İstanbul: Nesil Yayınlar.ı
Altuntaş, H.(1998). Kur’an’ın Tercümesi Ve Tercüme İle Namaz Meselesi.Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Aydüz,D. (2008). Namazı Anlayarak Kılmak: Namaz Dualarının Açıklaması.
İstanbul:Işık Yayınları.
Balkan, A. (2009). NamazAşıkları.İstanbul:Işık Yayınları.
Bilmen, Ö. N. Büyük İslam İlmihâli (ty.). İstanbul:Bilmen Yayınevi.
Buladı,K. (2006). Namaz “Akılları Durduran Mucize”. İstanbul: Kayıhan Yayınları.
Döndüren, H. (2009). Delilleriyle İslam İlmihâli.İstanbul.
Ekerim, E. S. (2006). Namaz Ve Karakter Gelişimi.İstanbul: İnsan Yayınları.
Elbani, M. N.(2004).Hadislerle Hz. Peygamberin Namaz Kılma Şekli(Tercüme: Osman
Arpaçukuru). İstanbul.
Günenç, H.Büyük Şafii İlmihâli (ty.).Ankara: Hilal Yayınları.
Günenç, H.Şafiiler İçin Namaz Kitabı(ty). İstanbul: Emel Yayıncılık.
Hatip, A. (2011).Mevlânâ’nın Gözüyle Âşıkların Namazı .İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Namaz I
Komisyon, İlmihal I-II.(1998).İstanbul.Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları
Merkezi.
Komisyon.(2006).İslam İlmihâli. İstanbul.Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
:Vakfı Yayınları.
Kırbaşoğlu, M. H. (2010). Ahir Zaman İlmihâli. Ankara.
Kırbaşoğlu,M.(1997).Hayri Namazların
Ankara: Araştırma Yayınları.
Birleştirilmesi-el-Cem'ubeyne's-salateyn.
M. Z. E. (1971). Nimet-i İslam- Mufassal İlmihal.İstanbul:Salah Bilici Kitabevi.
Meşhur, M. (1997). Namazla Dirilmek (Çeviren: Orhan Aktepe). İstanbul: Ravza
Yayınları.
Nurbaki, H. (1986). Namazın Sırları. İstanbul: Damla Yayınevi.
Öztürk, M.(2006).Haydin
Yayınları.
Felaha-Cemaatle
Namazın
Fazileti.İstanbul:Erkam
Rudani, (2009). Hadislerle Müslümanlık 1 Namaz.İstanbul: İz Yayıncılık.
Ş.- L. Y.- S(2010). İslam İlmihâli .Ankara.
Tokpınar, C. (2002)Sabah Namazına Nasıl Kalkılır. İstanbul: Nesil Yayınları.
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.“Namaz” maddesi. Cilt: 32, s. 350357.Ankara.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
NAMAZ II
•
•
•
•
•
•
Namazın Farzları
Namazın Vacipleri
Namazın Sünnetleri
Namazın Adabı
Namazın Mekruhları
Namazı Bozan Şeyler
İSLAM İBADET
ESASLARI
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Namaz ibadetinin farzlarını, vaciplerini
sünnetlerini ve adabını ayırt edebilecek
• Namazın mekruhlarını sıralayabilecek
• Namazı bozan şeyleri açıklayabileceksiniz.
ÜNİTE
4
Namaz II
GİRİŞ
Namaz ibadetinin Yüce Allah’ın emrettiği ve Hz. Peygamber’in uygulayarak
ümmetine örnek olup öğrettiği şekilde eda edilebilmesi için namaz kılarken mutlaka
yapılması gereken olmazsa olmaz farzları, yerine getirilmesi gereken vacipleri,
yapılması teşvik edilen sünnetleri, uyulması güzel görülen adabı, yapılması hoş
görülmeyen mekruhları ve yapıldığı takdirde namazı bozan bazı durumlar vardır. Bu
ünitede söz konusu konularla ilgili başlıca hükümleri açıklamaya çalışacağız.
NAMAZIN FARZLARI
Namazın toplam on iki farzı vardır. Bunlardan bir kısmı namaza başlamadan
önce namaza hazırlık olarak yapılmakta; bir kısmı da kılınması esnasında namazın bir
parçası olarak eda edilmesi gerekmektedir. Bu farzlardan hazırlık niteliğinde olan
altısı şart, namazın bir parçası olan diğer altısı da rükûn olarak ifade edilir. Gerek
şart gerekse rükûnlardan birinin eksik olması hâlinde namaz geçerli olmaz ve
yeniden kılınması gerekir.
Namazın Şartları:
Namaza başlamadan önce hazırlık niteliğindeki şartlar altı tane olup şunlardır:
1- Hadesten temizlenmek, 2- Necasetten temizlenmek, 3- Avret yerini örtmek, 4Kıbleye yönelmek, 5- Vaktin girmesi, 6- Namaza niyet etmek. Şimdi bunları sırasıyla
açıklayalım:
Hadesten Temizlenmek (Hadesten Taharet)
Hades; kabaca dini-manevi bakımdan namaz kılabilmek için temiz sayılmama
hâli olarak tanımlanabilir. Hades hâli: Namaz kılabilecek durumda olmayan
abdestsiz, cünüp, adetli veya loğusa bulunan kimselerin durumuna denir.
Normal abdestsizlik
hâline “küçük hades”;
cünüp, âdetli veya
loğusa bulunan
kimselerin boy abdesti
(gusül) almayı
gerektiren hâllerine de
“büyük hades” denir.
Normal abdestsizlik hâline “küçük hades”; cünüp, adetli veya loğusa bulunan
kimselerin boy abdesti (gusül) almayı gerektiren hâllerine de “büyük hades” denir.
Hadesten temizlenme: Abdestsiz olanın suyla abdest alması; cünüp, adetli
veya loğusa olanların da yine suyla boy abdesti (gusül) almasıyla olur. Su
bulunamaması ya da bulunup da kullanılamaması durumlarında sayılanların
hepsinin teyemmüm yapmaları ile de hadesten temizlenme meydana gelmiş sayılır.
Şu hâlde kişinin durumuna göre hadesten temizlenebilmesinin üç yolu
bulunmaktadır: Abdest veya boy abdesti yahut teyemmüm.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Namaz II
Abdest alma, boy abdesti alma veya şartlara göre teyemmüm yapma şeklinde
yerine getirilen hadesten temizlenme işlemi, bir taraftan maddî kirleri gidererek
beden temizliği ve sağlığı koruma gibi yararlar sağlarken; diğer taraftan kişiyi
ruhi/psikolojik bakımdan ibadet için Yüce Rabb’inin huzuruna çıkmaya hazırlar.
Namaz kılabilmek için hadesten temizlenmenin şart olduğu ayet (Mâide, 5/6)
ve hadislerle (Buhârî, “Vudû”, 2; Müslim, “Taharet”, 2) sabittir.
Farz, vacip, sünnet veya nafile şeklinde tam namazlar ve tilavet yahut şükür
secdesi gibi eksik namazlar için hadesten temizlenmiş olmak şarttır. Abdestsiz
kılınacak bir namaz geçerli/sahih olmaz. Namaz kılarken herhangi bir sebeple abdest
bozulsa, kural olarak namaz da bozulmuş olur.
Cünüplük hâlinde bulunan kimseler vakit buldukları müsait bir zamanda boy
abdesti ile hadesten temizliği sağlayabildikleri hâlde aybaşı veya loğusa hâlinde
bulunan kadınlar, namaz kılabilmek için bu durumlarının bitmesini beklemeli,
özürleri bitince boy abdesti almalıdırlar. Özür hâli devam ederken alınan boy
abdestleri sadece maddi anlamda bir temizlik olup hadesten taharet mahiyetinde
değildir. Zira özel durumlarında kadınlar namaz ve oruç gibi ibadetleri yerine
getiremezler. Kur’an-ı Kerim adet görmenin kadın için bir eza ve rahatsızlık hâli
olduğu bildirilmiş ve erkeklerin bu durumdaki eşiyle cinsel ilişkide bulunmasını
yasaklanmış (Bakara, 2/222); Hz. Peygamber de bu durumdaki kadınların namaz
kılamayacaklarını ve oruç tutamayacaklarını, fakat daha sonra sadece tutamadıkları
oruçları kaza edeceklerini, namazlarını ise kaza etmeyeceklerini bildirmiştir (Buhârî,
Vudû, 63; Müslim, Hayz, 62). Bu hükümler üzerinde icma meydana gelmiş ve aykırı
bir görüş öne sürülmemiştir. Burada kadınların namaz ve oruç gibi ibadetlerden
muaf tutulması, bir haktan mahrumiyet veya sevabın eksik olması hâli değil, onlara
kolaylık sağlamak amacıyla görevden muaf tutulma hâlidir.
Necasetten Temizlenmek (Necasetten Taharet)
Necaset maddi pislik anlamında olup necasetten temizlenmek de namazdan
önce beden, elbise veya namaz kılınacak yerin, kan, idrar, dışkı gibi dinen pis sayılan
şeylerden temizlenmesi demekdir. Müslümanın her zaman temizliğe dikkat etmenin
yanında, özellikle ibadet yapacağı zaman beden, giysi ve ibadet yeri temizliğine
önem vermesi gerekmektedir.
Ağır sayılan pisliklerin
katı olanında ölçü, dört
gram (1 miskal)
miktarıdır.
Kur’an’ın ilk nazil olan ayetlerinden birinde elbise temizliği
emredilmiştir.(Müddessir, 74/4). Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’e verilen görevlerden
birisi de ibadet mekânı olan Kâbe’nin temiz tutulmasıyla ilgilidir (Bakara, 2/125).
Ayrıca Kur’an’da Medine civarındaki Kuba halkı, temizlikleri ile diğer insanlara örnek
gösterilmiştir (Tevbe, 9/108).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Namaz II
Ağır sayılan pisliklerin
sıvı olanında ölçü, avuç
içi/el ayası miktarıdır.
İslam alimleri elbisede veya namaz kılınan yerde, ayak, el ve dizler ile sağlam
görüşe göre alnın konulacağı yerde belirli bir miktardan fazla pislik bulunması
hâlinde kılınan namazın geçerli olamayacağını ifade etmişlerdir. Namaza engel olan
pisliğin miktarı, pisliğin ağır (galiz) veya hafif sayılan pislik olmasına göre
değişmektedir. Ayrıca ağır pislikler de kendi içinde katı ve sıvı olarak ayrılmıştır.
Buna göre :
Ağır sayılan pisliklerin katı olanında ölçü, dört gram (1 miskal) miktarıdır.
Mesela insan dışkısı dört gram miktarına ulaştığı zaman namaza engel olur.
Ağır sayılan pisliklerin sıvı olanında ölçü, avuç içi/el ayası miktarıdır. Mesela
kan, insan sidiği veya şarap gibi sıvı pislikler avuç içi miktarına ulaştığı zaman
namaza engel olur.
Hafif sayılan pisliklerde ölçü, bulaştığı beden veya elbisenin dörtte biri
miktarıdır. Mesela eti yenen hayvanların ve atların sidiği veya dışkısı, bulaştığı
beden veya elbisenin dörtte biri mikrarına ulaştığı zaman namaza engel olur. Hafif
sayılan pisliklerde diğerlerine nispeten müsamahalı olan bu ölçü, pisliğin bizzat
kendisinin ağır sayılmaması yanında, insanların bunlardan sakınmasının güçlüğü,
kolaylık sağlama, ibadetten geri kalmama gibi düşüncelere dayanmaktadır.
Hafif sayılan pisliklerde
ölçü, bulaştığı beden
veya elbisenin dörtte
biri miktarıdır.
Önceki alimlerin bu ölçüleri belirlerken, temel olarak tarım ve hayvancılıkla
geçinen toplumların şartlarını dikkate aldıkları unutulmamalı, günümüzde temizlik
imkânlarının çok daha fazla olması sebebiyle temizlik konusunda daha hassas
olunmalıdır.
Avret Yerini Örtmek
Avret, insan bedeninde başkası tarafından görülmesi ayıp ve günah sayılan
yerlerdir. Avret sayılan yerlerin diğer zamanlarda başkaları tarafından görülmemesi
için örtülmesi gerektiği gibi, namaz kılarken de örtülmüş olması gerekir.
Kur’an-ı Kerim’de avret kelimesi örtülmesi gereken yerler anlamında geçmiş
olmakla birlikte (Nûr, 24/31, 58), avret yerlerinin nereler olduğu belirlenmiş
değildir. Yine Kur’an’da ilk insan Hz. Adem ile eşinden bahsederken cinsel organlar
ve yakın çevresini ifade etmek üzere “sev’e” (A’râf, 7/20, 22, 26, 27; Tâhâ, 20/121;
Mâide, 5/31) kelimesi kullanılmıştır. İlk insanların ayıp yerlerini örtme konusundaki
bu tavırları, örtünmenin akıl ve insan yaratılışın bir gereği olduğunu göstermektedir.
“Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel elbiselerinizi (ziynet) giyin.”
(A’râf, 7/31) ayetinde kastedilen ziynet, İbn Abbâs’a (r.a) göre, namazda giyilen temiz
elbiselerdir. Böylece müminler için, namaz ve Kâbe’yi tavaf gibi ibadetlerde, avret
sayılan yerlerin örtülmesi farizası başlamıştır. Daha sonra hicri 9 (m. 631) yıldan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Namaz II
itibaren Hz. Peygamber Kâbe’nin çıplak tavaf edilemeyeceğini bildirmiştir (Buhârî,
“Salât”, 10).
Cinsel organlar ve yakın çevresi dışında nerelerin avret olduğu konusu, büyük
ölçüde hadislerle düzenlenmiştir (bkz. İbn Mâce, “Taharet”, 132; Ebû Dâvûd,
“Libas”, 31; Tirmizî, “Salât”, 160).
Bir kimse karanlık bir evde bile olsa, temiz giysisi bulunduğu hâlde çıplak
olarak namaz kılsa, bu namaz geçerli olmaz.
Erkeğin avret yeri; göbek altından diz kapaklarına kadar olan kısımdır.
Hanefîler, diz kapaklarını da avret saymışlardır. Kadının yüzü, elleri ve ayakları
dışında, sarkan saçları dahil bütün bedenleri avret sayılır.
Erkeğin avret yeri;
göbek altından diz
kapaklarına kadar olan
kısımdır. Hanefîler, diz
kapaklarını da avret
saymışlardır. Kadının
yüzü, elleri ve ayakları
dışında, sarkan saçları
dahil bütün bedenleri
avret sayılır.
Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre, avret sayılan bir uzvun dörtte biri,
bir rükûn eda edecek kadar açık kalsa, namaz bozulur. Ebû Yûsuf’a göre ise, avret
sayılan bir uzvun yarıdan fazlası, bir rükûn eda edecek kadar açık kalsa, namaz
bozulur. Namazda bir uzvun dörtte birden fazlası, namaz kılanın kendi istek ve fiili
ile açılsa, bir rükûn eda edecek kadar bir süre beklemeğe gerek olmaksızın derhâl
namaz bozulur.
Bir uzvun avret sayılması, tercih edilen görüşe göre, sahibi bakımından değil,
başkaları bakımındandır. Buna göre bir kimse namazda kendi avret yerini görse,
namazı bozulmaz. Fakat başkası görürse bozulur.
Cildin rengini gösterecek derecede ince olan elbise ile avret yeri örtülmüş
sayılmaz. Eğer elbise kalın olmakla birlikte uzvu belli ederse ve hacmi ortaya
koyarsa, bu durum çirkin görülmekle birlikte, namaz sahih olur.
Avret yerlerini örtecek hiç bir şey bulamayan kimse, oturarak ve ayaklarını
kıble tarafına uzatarak ima ile namazını kılar. Avret yerinin bir bölümünü örtecek bir
şey bulunursa, önce galîz avret sayılan ön ve arka taraflar örtülür.
Mâlikîler, namaz avreti konusunda biraz müsamahalı davranarak erkek ve
kadının avret yerlerini “galîz avret ve “hafif avret” olmak üzere ikiye ayırmışlardır.
Erkek için galîz avret cinsel organ ve makattır. Göbekle diz kapağı arasında kalan
diğer kısımları ise hafif avret saymışlardır. Kadının için göğsü, göğüs hizasında
bulunan sırt kısmı, kolları, boynu, başı ve dizden aşağısı hafif avret, bunun dışında
kalan yerleri galîz avrettir. Mâlikîler’e göre hafif avret sayılan yerleri dahi örtmek
dinen gerekli ise de, hafif avret yerlerinin örtülmemesi namaza engel olmaz. Böyle
namaz kılana vakit içinde iade etmesi tavsiye edilir; iade etmezse namaz eksiğiyle
birlikte geçerli olur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Namaz II
Kıbleye Yönelmek
Kâbe’nin kıble
olmasından maksat,
onun binası değil, bu
yerin arsası yani
koordinatlarıdır.
Hz. Peygamber ve sahâbiler, Medine’ye hicretten sonra bir buçuk yıl kadar,
namazlarını Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya doğru kıldılar. Bedir savaşından sonra kıble
şu ayetle Kâbe oldu:
“Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de nerede
bulunursanız, yüzünüzü onun tarafına çevirin” (Bakara, 2/144).
Rivayete göre, bir sahabî Hz. Peygamber’le ikindi namazını yeni kıble Kâbe’ye
doğru kıldıktan sonra Benî Seleme mescidine gitmiş, cemaat namaz kılarken kıble
değişikliğini bildirmiş, onlar da geri kalan rekâtları yeni kıbleye doğru kılmıştı. Bu
yüzden bu mescide “Mescitü’l- kıbleteyn (İki kıbleli mescit)” adı verilmiştir (Buhârî,
“İmân”, 30; Müslim, “Mesâcid”, 13).
Kâbe’nin kıble olmasından maksat, onun binası değil, bu yerin arsası yani
koordinatlarıdır. Nitekim Kâbe’nin yanında veya içinde bulunanlar, onun her hangi
bir tarafına yönelerek namazlarını kılarlar. Kâbe’nin yakınında olup onu görenler,
bizzat ona yönelmelidir. Ancak uzakta bulunanların tam Kâbe’ye yönelerek namaz
kılmaları farz olmayıp o istikamete yönelmeleri yeterlidir.
Farz, vacip veya nafile bütün tam namazlar ile tilavet secdesi gibi eksik
namazların hepsinde Kâbe’ye dönmek şarttır. Kıbleden başka bir tarafa doğru
bilerek kılınacak namaz geçerli olmaz.
Hastalık, tehlike veya
imkânsızlık gibi bir
sebeple kıbleye
dönemeyen kişi,
mümkün ve müsait olan
tarafa doğru namazını
kılar.
Kıblenin hangi tarafta bulunduğunu bilmeyen kimse, yanında kıbleyi bulmaya
yarayan pusula ve benzeri cihazlarlar varsa onları kullanarak, çevrede sorabilecek
birisi varsa ona sorarak, yakında bir cami varsa caminin yönünden istifade ederek
kıbleyi öğrenmelidir. Bunlar yoksa yön bulmaya yardımcı olan kutup yıldızı, güneş
veya ayın konumu, rüzgârın esme yönü gibi bilgiler yardımıyla kıbleyi bulmaya çalışır
ve baskın kanaatine göre kıble zannettiği yöne doğru namazını kılar. Namazdan
sonra yanlış tarafa yöneldiğini anlasa dahi, yeniden kılması gerekmez. Ancak namaz
kılarken uyarılırsa, uyarılan yöne dönmesi gerekir. Kıbleyi bilmeyen ve sorabilecek
kimse bulunduğu hâlde sormadan namazı kılan ve kıbleye isabet etmediği anlaşılan
kişinin namazı geçerli olmaz.
Kıble istikametine döndükten sonra ayrıca “döndüm kıbleye veya Kâbe’ye”
diye söylemeye gerek yoktur.
Hastalık, tehlike veya imkânsızlık gibi bir sebeple kıbleye dönemeyen kişi,
mümkün ve müsait olan tarafa doğru namazını kılar.
Kıblenin istikameti konusunda görüş ayrılığına düşenler, cemaat olmayıp
namazlarını tek başlarına kılarlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Namaz II
Dünyanın neresinde olursa olsun bütün müslümanların tek bir kıble olarak
Kâbe’ye yönelmeleri, aralarında maddi ve manevi birliğin oluşması, gerek dini
gerekse dünyalık işlerde düzen ve tertibin sağlanması, ortak ibadet neşesinin
oluşması, kişilerin bulundukları mekâna ve doğaya uyum sağlaması gibi çeşitli
faydalar sağlamaktadır.
Binek ve araç üzerinde namaz kılmak
Yolculuk yapan kimse, normal durumlarda, binek üzerindeyken sünnet ve
nafile namazları rahatlıkla kılabilir. Sünnetlerden sadece sabah namazının sünneti
bu hükümden istisna edilmiş ve onun mutlaka yerde kılınması gerektiği ifade
edilmiştir. Hz. Peygamber seyahatleri sırasında binek üzerinde nafile namazları
kılmakta, rükû ve secdeyi baş iması ile yapmakta, secde için rükûdan biraz daha
fazla eğilmekte ve hayvan hangi yöne giderse gitsin, oturuşunu değiştirmeksizin o
yöne doğru kılmaya devam etmekteydi (Tirmizi, “Salat”, 260-261).
Farz veya vacip olan
namazlar bir
mecburiyet olmadıkça
binek üzerinde
kılınmaz.
Farz veya vacip olan namazlar bir mecburiyet olmadıkça binek üzerinde
kılınmaz (Buharî, “Salât”, 31). Farz veya vacip namazların binekten inerek kıyam,
rükû ve secde ile kılınması veya bineği durdurup üzerinde, kıbleye doğru kılınması
gerekir. Buna göre, mecburiyet bulununca binek üzerinde her türlü namaz
kılınabilir. Normal durumlarda ise yalnız nafile namaz kılınabilir.
Binek üzerinde kılma mecburiyeti, yerin çamurlu veya karlı oluşu, yol
arkadaşlarını kaybetme korkusu, güvenlik endişesi, yolcu olarak binilen aracın
namaz vaktinde mola vermeyeceğinin belli olması gibi durumlardır. Böyle
durumlarda hayvan, her türlü kara veya hava aracı üzerinde namazını baş iması ile
ve bineğin gittiği yöne doğru kılar.
Günümüzde oldukça konforlu olan tren, otobüs ve uçak gibi bazı araçlarda
seyahat ederken, her ne kadar kıble istikameti denk getirilemese de, normal
şartlarda olduğu gibi ayakta yani kıyam, rükû ve secde ile namaz kılınabilecek mekân
ve imkân bulunabilmektedir. Böyle bir mekân ve imkân varsa, özellikle farz ve vacip
namazları ima ile değil de, kıyam, rükû ve secde ile kılmalıdır. Nafile namazlar ise
koltukta otururken imâ ile kılınabilir.
İmam Muhammed, şehir içinde binek üzerinde, kıbleye doğru değil de,
bineğin gittiği istikamete doğru nafile namaz kılınmasında kerâhet görmüştür. Şehir
dışındaysa bir kerahet görmemiştir. Günümüzde şehirlerin oldukça büyümüş
oldukları ve şehir içi seyahatlerin saatlerce sürdüğü dikkate alındığında, bunda
kerahet bulunmayacağı sonucuna ulaşılabilir.
Deniz araçlarında namaz kılacak kimse, aracın büyüklüğü ve şartlara göre eğer
mekân ve imkân varsa farz ve vacip namazları normal şartlarda olduğu gibi ayakta
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Namaz II
yani kıyam, rükû ve secde ile kılmalıdır. Bazı deniz araçlarında mescid olarak tahsis
edilmiş mekânlar bulunmaktadır. Özellikle belirli noktalar arasında sefer yapan
deniz araçlarında kıble yönünü bulmak da kolaydır. Mümkünse başlangıçta kıbleye
doğru namaza başlanır, namaz devam ederken geminin hareketlerini izleme imkânı
olursa, gemi döndüğünde kişi istikametini kıbleye doğru ayarlar, geminin
hareketlerini izleme imkânı olmazsa, namaza başladığı istikamette kılmaya devam
eder.
Sonuç olarak seyahat etmekte olan kişi, mümkünse seyahatine başlamadan
önce aracın kalkış, varış ve mola saatlerini inceleyerek farz ve vacip namazları
kıbleye doğru ve ayakta kılabileceği bir seyahat planlaması yapmaya gayret
etmelidir. Seyahat devam ederken aracın durumuna ve şartlara göre, mümkünse
kıbleye doğru ve ayakta kılmalıdır. Ancak mecburiyet durumlarında koltukta
otururken de farz ve vacip namazlar kılınabilir. Nafile namazların seyahat sırasında
oturarak kılınması konusundaysa daha fazla müsamaha gösterilmiştir.
Vaktin Girmesi
Günlük beş vakit farz namaz, bunlara bağlı sünnetler, cuma, vitir, teravih ve
bayram namazları için vaktin girmiş olması şarttır. Dolayısıyla bu namazların belirli
olan vakitlerinin bilinmesi ve bu vakit içinde eda edilmeleri gerekir. Vakit, namazın
farz olmasının sebebi, edasının geçerli olabilmesinin de şartıdır. Henüz vakit
girmeden kişinin o vaktin namazını kılması farz olmadığı gibi, vaktinden önce
kılınacak namaz geçerli de olmaz, vaktinden sonraya bırakıldığındaysa kazaya kalmış
olur. Fakat cuma, bayram namazları, cenaze namazı ve sünnet namazlar kaza
edilemez.
Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde günlük ibadet vakitlerine işaret eden
ayetler bulunmakla birlikte, namazların beş vakit olduğu ve bu vakitlerin başlangıç
ve bitiş zamanları açık ve net olarak belirtilmemiştir. Kur’an, namazın vakitli bir
ibadet olduğunu vurgulamıştır:
“Şüphesiz namaz, müminlere, vakitli olarak farz kılınmıştır” (Nisâ, 4/103).
Namaz vakitlerinin beş tane olduğunu ve bu vakitlerin başlangıç ve bitiş
zamanlarını Hz. Peygamber hem uygulamalarıyla göstermiş hem de hadisleriyle
açıklamıştır. Namaz vakitlerinin başlangıç ve bitişlerini daha önce müstakil bir başlık
altında ele aldığımız için burada tekrara gerek yoktur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Namaz II
Namaza Niyet Etmek
Niyet; yönelmek, azmetmek, kesin olarak istemek ve kastetmek demektir.
Namaz konusunda niyet, Allah için namaz kılmayı istemek ve hangi namazın
kılınacağını bilmektir. Bu işlem bir anlık düşünme ve zihinden geçirme ile meydana
gelir.
Niyet esasen kalp ile yapılır, ayrıca dil ile söylemeye gerek yoktur. Buna göre
niyetin kalple yapılması şart, dil ile söylenmesi ise müstehaptır. Kalpten niyet
edilmeden namaz geçerli olmaz, ancak niyetin dil ile söylenmesi daha iyi
görülmüştür. Çünkü dil kalbe yardımcı olur, kişinin namaza başlarken gafletten,
çevrenin etkisinden ve zihnindeki meşguliyetlerden kurtulup kendisini namaza
odaklamasını, huşu ve ihlas modunu yakalamasını sağlar. Kılınacak olan namazın
vaktini söyleyerek ve namazın farz, vacip veya sünnet olduğunu belirterek “niyet
ettim sabah namazının farzını kılmaya” gibi bir cümle kurmak uygun olur.
Niyet esasen kalp ile
yapılır, ayrıca dil ile
söylemeye gerek
yoktur.
Âdet ile ibadeti birbirinden ayıran en önemli husus niyettir. Yani niyet, yapılan
okuma ve hareketlerin salt bir gelenek olarak şuursuzca tekrarlanmadığı, aksine
bilinçli ve ihlaslı bir şekilde yapıldığını gösterir. Niyetsiz ibadet âdet, niyetle âdet de
ibadet olur. Yüce Allah, dini sadece kendisine özgü kılarak ibadet edilmesini
istemekte (Beyyine, 98/5), Hz. Peygamber de amellerin niyetlere göre olduğunu
vurgulamaktadır (Buhârî, “Bedü’l-vahy”, 1; Müslim, “İmâret”, 155).
Namaz niyetinin iftitâh tekbirine yakın olması menduptur. Fakat tekbirden
sonra yapılacak bir niyet ile namaz sahih olmaz. Çünkü niyet namaza başlamadan
önce yapılmalıdır, hâlbuki tekbirle namaza başlanmıştır. Tercih edilen görüş budur.
Başka bir görüşe göre ise, tekbirden sonra Sübhaneke’den veya Fâtiha’dan önce
yapılacak bir niyet ile de namaz caiz olur.
Kalple yapılan niyette günlük beş vakit farz namazda, cuma ve cenaze namazı
gibi farz namazlarda veya vitir, tilavet secdesi, adak namazı ve bayram namazları
gibi vacip namazlarda, bunların kalben belirlenmesi gerekir. Meselâ “Bugünkü sabah
namazının farzına, cuma namazına, bu akşamki vitir namazına, Ramazan bayram
namazına” diye kalple niyet edilir. Genel anlamda “farz namaza” diye kalpten
geçirmek yeterli değildir. Çünkü bununla namaz belirlenmiş olmaz; başka farz olan
namazlarla karışma ihtimali vardır.
Bir namaz vakti içinde “bu vaktin farzını kılmaya” diye kalple niyet edilmesi
yeterli olur. Çünkü o vaktin farz namazı tek ve bilinirdir. Ancak cuma namazı bundan
müstesnadır. Cumayı vaktin farzı niyetiyle kılmak yeterli olmaz. Çünkü asıl vakit,
cumaya değil, öğle namazına aittir. Zira cuma günü öğle vaktinde, şartlarını taşıyana
cuma namazını, diğerlerine de öğle namazını kılmak farzdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Namaz II
Kaza namazı kılarken, şayet hangi günün ve vaktin kazaya kaldığı biliniyorsa,
kalple o namaza niyet edilir. Eğer günü hatırlanamıyorsa “üzerime kazaya kalan ilk
öğlen namazını kaza etmeye” veya “üzerime kazaya kalan son ikindi namazını kaza
etmeye” gibi bir niyetle, bir taraftan namazın hangi vakit olduğu açıkça belirtilmiş,
diğer taraftan da kazaya kalanların ilki veya sonu şeklinde bir tahsise gidilmiş olur.
Nafile namazlarda “niyet ettim şu vaktin ilk sünnetini” veya “son sünnetini
kılmaya” denilir. Bununla birlikte, nafilelerde “namaz kılmaya” diye mutlak niyet de
yeterlidir. O namazın müekked veya gayri müekked sünnet olduğunu yahut
rekâtlarını tayin etmek gerekmez. Yalnız teravih namazı için, “niyet ettim teravih
namazına” diye kalple niyet edilmesi daha uygundur.
Eda niyetiyle kaza veya kaza niyetiyle eda caizdir. Mesela bir kimse daha
akşam namazının vaktinin çıkmadığını sanarak, akşam namazının farzını edaya diye
niyet edip kılsa, fakat daha sonra akşam namazını yatsı vaktinde kıldığını anlasa, o
namaz kaza mahiyetinde olarak caiz olur.
Namaza başlarken yapılan niyetin namazın sonuna kadar hatırda tutulması
gerekmez.
Bir kimse, imamın
tekbirinden önce
veya imam
“Allahü ekber”
sözünü bitirmeden namaza
başlarsa,
imama uymuş olmaz
İmama uyan kimsenin, kılacağı namazı belirlemeksizin, mutlak olarak “imama
uydum” veya “imam ile birlikte namaz kılmaya” diye niyet etmesi, tercih edilen
görüşe göre yeterli değildir. Namazın hangi vakit olduğunu, ayrıca farz veya vacip
namaz gibi çeşidini belirtmek gerekir. “Niyet ettim öğle namazının farzını kılmaya,
uydum imama” diye niyet etmek gibi. Zira farz kılan bir imama uyarak nafile bir
namaz kılmak da mümkündür.
Bir kimse, imamın tekbirinden önce veya imam “Allahü ekber” sözünü
bitirmeden namaza başlarsa, imama uymuş olmaz.
Cemaatin, kendisine uyduğu imamı görmesi veya tanıması şart değildir. Ancak
isim zikrederek “mesela uydum Ahmed imama” diyerek belirlediği imama uyduktan
sonra, imamın başka birisi olduğu anlaşılsa, bu uyma geçerli olmaz. Çünkü bu,
kayıtlanmış ve isabet etmemiş bir niyettir.
Bir imamın erkek cemaate imam olmak için özel olarak niyet etmesinin şart
olmadığı konusunda ittifak vardır. Zaten namaz kıldırmak için öne geçmek, imam
olma niyetini gösterir. Fakat bazı kaynaklarda imam olan kimsenin kadınlara
imamlık etmeye de niyet etmesi gerektiği, aksi takdirde ona uyan kadınların imama
uymalarının geçerli olmayacağı, dolayısıyla kıldıkları namazın nafile sayılacağı
söylenmiştir. Kadın cemaatin imama uymasıyla ilgili bu tür ifadeler, cemaate katılan
kadınları, kendi ellerinde olmayan ve tamamen imama ait bulunan niyetten dolayı,
kıldıkları farzın geçerli olup olmadığı konusunda endişeye sevk etmektedir. Bu tür
sıkıntı ve endişelerden kurtulmak için, imam olan kişinin, kendisine uyan herkese
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Namaz II
imam olmak şeklinde genel bir niyet yapması ve kadınların da cemaate katıldıkları
yerlerde yersiz endişelere kapılmadan imama uymaları gerekir.
Namazın Rükûnları:
Namazın farzlarından olan ve namaza başladıktan sonra namazın bir parçası
mahiyetindeki rükünler de altı tane olup şunlardır: 1- Başlangıç tekbiri, 2- Kıyam, 3Kıraat, 4- Rükû, 5- Secde, 6- Namazın sonunda Tahiyyat okuyacak kadar oturmak.
Bazı alimlere göre namazın üzerinde ittifak edilen bu altı rüknüne ilave başka
rükünleri de vardır. Rükün olup olmadığı tartışmalı olan hususlara bu konunun
sonunda yer verilecektir. Şimdi öncelikle üzerinde ittifak edilen altı rüknü sırasıyla
açıklayalım:
Başlangıç (iftitâh) Tekbiri
Namaza başlamak için kişinin ayakta ve kendisinin işitebileceği kadar bir sesle
“Allahu ekber” demesine “iftitâh tekbiri” veya “tahrîme” denir. Bu tekbirle namaza
başlanmış olur.
Hz. Peygamber’in yanlış namaz kılan bir sahabiye, namazı tarif ederken
“namaza kalktığın zaman tekbir getir” buyurduğu (Buhârî, “Ezân”, 95, 122; Müslim,
“Salât”, 45; Ebû Dâvûd, “Salât”, 164) ve bizzat kendisinin namaza başlarken tekbir
alarak, ellerini kulaklarının hizasına kadar kaldırdığı nakledilmiştir. (Buhârî, “Amel fi’ssalât”, 316; Müslim, “Salât”, 21–25).
Hanefîler sadece iftitâh tekbirinde ve kulak hizasına kadar elleri kaldırmayı
sünnet sayarken; Şâfiî ve Hanbelîler’e göre, iftitâh tekbiri alırken, rükûa eğilirken ve
rükûdan doğrulurken elleri omuz hizasına kadar kaldırmak sünnettir (Müslim, “Salât”,
21, 25, 26; Ebû Dâvûd, “Salât”, 115; Tirmizî, “Salât”, 76).
Ayakta duramayan kişi oturarak tekbir alıp namaza başlayabilir. İmamın
tekbiri açıktan yüksek sesle alması müstehaptır.
Hanefîler’e göre, namaza başlarken “Allahu ekber” sözü ile başlamak vacip,
“ekber” yerine “kebîr” veya azîm” gibi bir kelime kullanmak ise tahrîmen
mekruhtur. Ayrıca “estağfirullah”, “eûzubillah” veya “bismillah” gibi sözlerle namaza
başlanmış olmaz.
Ekber yerine “ekbâr” veya Allah yerine çekerek “Âllah” demek anlamı
bozacağı için bu şekilde namaza başlanmış olmaz. Böyle bir okuyuş namaz içinde
olursa namazı bozar. Ekber’in “kâf” harfini yumuşak okuyarak “egber” denilmesi
zarar vermez. Çünkü bazı kişilerin bundan kaçınması güçtür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Namaz II
Yeni müslüman olan ve henüz tekbiri Arapça hâliyle doğru bir şekilde
söyleyemeyen kişiler için geçici ve çok kısa bir süre kendi dilinde tekbir getirmek de
yeterlidir. Çünkü bu iki kelimeyi öğrenmek insanların fazla vaktini almaz.
İftitah tekbiri niyetten sonra alınmış olmalı ve imama uyan kimsenin tekbiri
imamın tekbirinin önüne geçmemelidir. Bu sebeple imamın tekbir alırken fazla
uzatmadan hızlıca alması uygun olur.
Kıyam
Kıyam; ayakta durmak, doğrulmak, dik durmak demektir. Gücü yetenin farz
veya vacip namazlarda başlangıç tekbiri ve her rekâtta Kur’an’dan okunması gerekli
olan en az miktarı okuyacak kadar bir süre ayakta durması namazın
rükünlerindendir. Bir farz veya vacip namazı, ayakta durmaya gücü yettiği hâlde
oturarak kılmak caiz olmaz (Buhârî, “Salatü’l-kâid”, 1; İbn Mâce, “İkâmet”, 139).
Bir özür bulunmadıkça
günlük farz namazlar,
cuma ve cenaze
namazı, vacip namazlar,
tilavet secdesi ve kaza
namazı binek veya araç
üzerinde oturarak
kılınamaz.
Buna göre hasta ve yaşlı kimseler, ayakta namaz kılmaya güç yetiremezlerse,
oturarak kılabilirler. Bir süre ayakta kılmaya gücü yeten kimse o kadar ayakta durur,
sonra oturarak namazına devam eder. Hatta yalnız iftitâh tekbirini ayakta alabilen
kimse, bu tekbiri ayakta aldıktan sonra oturarak devam eder. Namaz kılarken
rahatsızlanan kimse, namazın geri kalan bölümünü gücünün yettiği şekilde
tamamlar.
Rükû ve secdeyi tam olarak yapmaya gücü yeten bir hastanın, ima ile namaz
kılması yeterli değildir. Rükû ve secde yapamayacak durumda olan kişi, başını öne
doğru eğerek ima ile rükû yapar, secde için biraz daha eğilir. İma yapıldığında başı
yastık veya koltuk gibi bir yere koymak gerekmez, sadece eğilmek yeterlidir. İmâ
başı öne eğerek yapılır; göz, kaş veya kalple ima yapılmaz. Başını dahi hareket
ettiremeyecek durumda olan kişi, iyileşinceye kadar namazlarını erteler.
Bir özür bulunmadıkça günlük farz namazlar, cuma ve cenaze namazı, vacip
namazlar, tilavet secdesi ve kaza namazı binek veya araç üzerinde oturarak
kılınamaz. Duran veya hareket hâlindeki araç müsaitse, yerde kılındığı şekliyle, araç
üzerinde de kıyam, rükû ve secde ile kılınabilir. Araçla seyahat sırasında farz ve vacip
namazları, mümkün olduğu kadar kıyam, rükû ve secde ile kılmaya gayret etmelidir.
Günümüzde bazı tren, uçak ve gemi gibi araçlarda bu imkân bulunmaktadır.
Nafile namazlar, bir özür bulunmasa da binek veya araç üzerinde oturularak
kılınabilir. Çünkü nafile namazlarda kolaylık esastır. Ancak bununla birlikte, nafile
namazları da ayakta kılmak daha faziletlidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Namaz II
Kıraat
Kıraat sözlükte, okumak anlamına gelmekte olup namazda Kur’an’dan bir
miktar okumak farzdır. Tek başına namaz kılanın veya imamın, nafile namazlar ile
vitir namazının bütün rekâtlarında bir miktar Kur’an-ı Kerim okuması farzdır. İki
rekâtlı farz namazların her bir rekâtında kıraat farz olmakla birlikte, dört veya üç
rekâtlı farz namazlarda kıraatin ilk iki rekâtta yapılması vacip hükmündedir.
Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşe göre Kur’an’dan okunacak kıraatın
en az miktarı, kısa üç ayet veya buna denk miktardır. Bu ölçü Kevser suresine denk
gelmektedir.
Hanefî mezhebinde
tercih edilen görüşe
göre Kur’an’dan
okunacak
kıraatın en az miktarı,
kısa üç ayet veya
buna denk miktardır.
Bu ölçü Kevser
suresine denk
gelmektedir.
Hanefî mezhebine göre namazda özellikle Fâtiha’yı okumak vaciptir. Fâtiha
terkedilse, namaz tahrimen mekruh olmakla birlikte sahihtir. Hz. Peygamber’in
“Fâtihasız namaz olmaz” (Tirmizî, “Mevâkît”, 69, 115, 116; İbn Mâce, “İkâmet”, 11)
mealindeki hadisini, Hanefî alimler “fâtihasız namaz mükemmel olmaz veya fazileti
yoktur” şeklinde anlamışlardır.
İmama uyan kimse kıraatte bulunmaz. İmama uyan cemaatin açık veya gizli
okunan bütün namazlarda susması gerekir. Zira imamın kıraati, cemaatin kıraati
yerine geçer. (Buhârî, “Taksir”, 19; İbn Mâce, “İkâmet”, 13).
Kıraat bazı namazlarda açıktan/sesli (cehrî), bazı namazlarda da gizli/sessiz
(hafî) yapılır. Cehrî kıraat; başkalarının duyacağı bir ses tonuyla okumak demektir.
Hafî kıraat ise; harfleri yerinden çıkarmak kaydıyla, kendi duyabileceği bir sesle,
fısıldar gibi okumaktır.
Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre, namazda kıraatin en az miktarı Fâtiha
Suresi’nin okunmasıdır. Onlara göre “Fâtiha’sız namaz olmaz” (Tirmizî, “Mevâkît”, 69,
115, 116; İbn Mâce, “İkâmet”, 11) mealindeki hadis, Fâtiha’sız namazın geçerli
olmayacağı anlamındadır. Farzların ilk iki rekâtında Fâtiha’dan sonra Kur’an’dan bir
sûre veya birkaç ayet daha okumak ise sünnettir. Bu üç mezhebe göre kıraat, imam
ve tek başına namaz kılan için gerekli olduğu gibi, imama uyan için de gereklidir.
Buna göre imama uyan kişi, sessiz namazda Fâtiha’yı ve ardından eklenecek bir
sureyi; sesli namazlardaysa sadece Fâtiha’yı okur; Mâlikî ve Hanbelîler’e göre, sesli
namazda bir şey okumayıp sadece dinler. Ahmed İbn Hanbel’e göre tercihen hem
dinler, hem de imam ara verdiğinde okur (Döndüren, İlmihâl, s. 304-305).
Şâfiîlere göre besmele, Fâtiha Suresi’nin birinci ayeti sayıldığı için, onun da
kıraat kapsamında okunması gereklidir. Açıktan okunan namazlarda Şâfiî imam,
Fâtiha’yı besmeleyle birlikte açıktan okur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Namaz II
Bir ayetten başkasını okumaya gücü yetmeyen kimse, bu ayeti Ebû Hanîfe’ye
göre bir kere okur. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise aynı rekâtta üç kere
tekrar eder.
Kur’an Meâliyle Kıraat Meselesi
İslama yeni girmiş ve henüz yeteri kadar kıraat yapabilecek duruma gelmemiş
kişilerin durumu tartışılmıştır:
Ebû Hanîfe’ye nispet edilen bir görüşe göre böyle kişiler, Kur’an’dan bir
miktar ezberleyene kadar geçici bir süreliğine kendi dillerindeki Kur’an mealini
okuyabilirler. Ancak Ebû Hanîfe’nin bu görüşünden döndüğü rivayet edilmiştir.
Şafiilere göre hiçbir durumda Arapça dışındaki bir dille namazda kıraat yapılamaz.
Böyle bir okuyuş namazı bozar.
Kanaatimize göre bu tür kişiler öncelikle Fâtiha Suresi’ni ezberlemeye ve
erberleyinceye kadar geçecek sürede cemaate devam etmeye gayret etmelidirler.
Çünkü sadece Fâtiha’yı okumak, bütün mezheplere göre kıraat için yeterlidir. İmama
uyan kimsenin de kıraat yapması gerekmemektedir.
Namazda kıraat edilen ayetlerin anlamını bilmek şart değildir. Bununla birlikte
özellikle namazda okunan sure ve ayetlerin anlamlarının kabaca da olsa bilinmesinin
ihlas ve huşuya yardımcı olacağı muhakkaktır.
Rükû
Rükû sözlükte, eğilmek demek olup namazda kıraatten sonra yapılır. Erkekler
öne eğilerek baş ve sırt düz bir hat meydana getirecek şekilde, parmaklar açık
şekilde elleriyle diz kapaklarını kavrayarak; kadınlar ise sadece ellerini diz
kapaklarına değdirecek kadar eğilerek rükû yaparlar. Özürsüz olarak tam rükû
yapmayanın durumuna bakılır; eğer kıyama daha yakın görülürse rükû geçerli
olmaz, fakat rükû durumuna daha yakın görülürse geçerli olur. Sırtı kambur olan
veya rahatsızlığı bulunan kişiler, rukûyu güçlerinin yettiği ölçüde yaparlar.
İmama uyan kimse,
imamdan önce rükûa
veya secdeye gitse ve
yine imamdan önce
rükûdan veya secdeden
başını kaldırsa, bu rükû
veya secde yeterli
olmaz.
Ayetlerde rükû hem müminlere emredilir, hem de önceki ümmetlere de rükû
emri verildiğinden bahsedilir (Hac, 22/77; Âl-i İmrân, 3/43). Hz. Peygamber rükû
yaparken, ellerini dizleri üzerine koyar, sırtını düzgün, başını da ne yukarıda ne de
aşağıda tutardı (Buhârî, “Ezân”, 120, 145; Ebû Dâvûd, “Salât”, 116, 122).
Hanefîler’den Ebû Yûsuf’a ve diğer üç mezhebe göre, rükûu yaparken
sakinleşinceye kadar bir süre beklemek (tuma’nîne) ve yine rükûdan doğrulunca
sakinleşinceye kadar bir süre ayakta durmak (kavme) farzdır. Ebû Hanîfe ve İmam
Muhammed’e göreyse tuma’nîne ve kavme vaciptir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Namaz II
Rukûya üç kere, “sübhâne rabbiye’l-azîm = Yüce olan rabbimi tesbih ve tenzih
ederim” demek sünnettir.
İmama rükûda iken yetişen kimse, ayakta iftitâh tekbirini alır ve hemen
rükûya varır. Rükûya giderken ikinci bir tekbir almak zorunda değildir; zira intikal
tekbirleri sünnettir. İmama rükûda iken yetişirse, o rekâtı imam ile kılmış sayılır.
İmama uyan kimse, imamdan önce rükûa veya secdeye gitse ve yine
imamdan önce rükûdan veya secdeden başını kaldırsa, bu rükû veya secde yeterli
olmaz. Eğer bu rükû ve secdeyi, imamın rükû ve secdesi sırasında yeniden yapmazsa
namazı bozulur.
Secde
Secde sözlükte; itaat, teslimiyet, tevazu ile eğilmek ve yüzü yere sürmek
anlamlarına gelir. Namazın her rekâtında, rükûdan sonra, belirli uzuvları yere
koyarak iki kere yere kapanmak namazın rükünlerindendir. Sünnete en uygun secde
şekli yüz (alın ve burun), iki ayak, iki el ve iki diz yere konularak yapılır.
Hz. Peygamber, namazını çok hızlı bir şekilde kılan birini uyarmış (Buhârî,
“Ezân”, 95) ve secde azalarını şöyle açıklamıştır:
“Ben yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum. Bunlar da; alın,
(eliyle burnuna işaret etti), iki el, iki diz ve iki ayaktır. Ayrıca (secdeye giderken)
elbise ve saçı toplamamakla emrolundum” (Buhârî, “Ezân”, 133, 134,; Müslim,
“Salât”, 226-230; İbn Mâce, “İkâmet”, 19).
Yer darlığı ve
cemaatin çok sıkışık
olması gibi
sebeplerle
yere secde
edemeyen kimse,
zaruret sebebiyle
önündeki bir eşya
üzerine ve önündeki
kişinin sırtına secde
edebilir.
Hanefîler’de tercih edilen görüşe göre, secdede alnı yere koymak farz, burnu
koymak ise vacip kabul edilmiştir. Buna göre alnın yere konulmaması ancak geçerli
bir özür sebebiyle olabilir. Alın konulduğu hâlde, burun konulmadığı takdirde
mekruh olmakla birlikte namaz geçerlidir.
Alın ve burunda secdeye engel bir özür bulunursa, ima ile secde yapılır. Bir
özür bulunsa bile sadece çene, yanak veya kulak üzerine secde yapılamaz.
Hanefîler’de tercih edilen görüşe göre, secdede iki ayağı yere koymak farzdır. Buna
göre iki ayağın da parmakları yere değmedikçe secde caiz olmaz.
Yer darlığı ve cemaatin çok sıkışık olması gibi sebeplerle yere secde
edemeyen kimse, zaruret sebebiyle önündeki bir eşya üzerine ve önündeki kişinin
sırtına secde edebilir.
Secde edilen yerin sertliğinin hissedilmesi gerekir. Yüz içinde kaybolacak ve
sertliğin hissedilmesine engel olacak kadar yumuşak olan pamuk, saman, kar ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Namaz II
sünger gibi şeyler üzerine secde edilemez. Şayet bunlar yoğunluk meydana getirip
serlik oluşturursa üzerlerine secde caiz olur.
Secde sırasında ve iki secde arasında oturunca “sübhânellâhi’l-azîm” diyecek
kadar durmak Hanefîler’den Ebû Yûsuf’a ve diğer üç mezhebe göre farz, Ebû Hanîfe
ve İmam Muhammed’e göre ise vaciptir.
Secdede üç kere “sübhâne rabbiye’l-a’lâ = Yüce Rabbimi tesbih ve tenzih
ederim” demek sünnettir (Ebû Dâvûd, “Salâ”, 147, 154; Tirmizî, “Salât” 194).
Her rekâtta iki secde yapılır. Bunlardan birisi bilerek terk edilse namaz
bozulur, sehven terk edilmişse, sehiv secdesi ile telafi edilir.
Kulun, rabbine en yakın olduğu hâl, secdeye varmış olduğu hâlidir (Müslim,
“Salât”, 42; Ebû Dâvûd, “Salât”, 96).
Namazın Sonunda Tahiyyât Okuyacak Kadar Oturmak (Ka’de-i ahîre)
Ka’de-i ahîre, son oturuş demek olup namazın sonunda teşehhüt miktarı
oturmayı ifade eder. İki rekâtlı namazlarda ikinci, üç rekâtlı namazlarda üçüncü ve
dört rekâtlı namazlarda dördüncü rekâttan sonraki oturuşlar son oturuştur. Üç veya
dört rekâtlı namazların ikinci rekâtlarından sonraki oturuşa da “ka’de-i ûlâ = ilk
oturuş” denir.
Hanefîler’e göre son oturuşun farz olan süresi, teşehhüt miktarı yani Tahiyyât
duasını okuyacak kadardır. Tahiyyât duasını okumak ise vaciptir. Şâfiî ve
Hanbelîler’e göre, teşehhüt miktarına ek olarak salavat getirebilecek yani
“Allahümme salli alâ Muhammed” diyecek kadardır. Mâlikiler’e göre ise, selam
verebilecek kadar kısa bir süre oturmaktır.
Rükün Olup Olmadığı Tartışmalı Olan Hususlar
Namazın rükünlerinden olup olmadığı tartışılan iki husus vardır ki bunlar;
ta’dîl-i erkân ve namazdan kendi fiili ile çıkmaktır. Şimdi bunları açıklayalım:
Ta’dîl-i Erkân
Namazın rükünlerinden
olup olmadığı tartışılan
iki husus vardır ki
bunlar; ta’dîl-i erkân ve
namazdan kendi fiili ile
çıkmaktır.
Ta’dîl-i erkân, namazın rükünlerini, yerli yerinde ve düzgün yapmak anlamına
gelir. Tume’nîne ise, yerine getirilen rükne hakkının verildiğine kanaat getirilerek
gönlün rahat olmasıdır ki ta’dîl-i erkânın sonucudur.
Ta’dîl-i erkân rükûda, rükûdan doğrulunca, secdede ve iki secde arasındaki
oturuşta en az bir kere, “sübhâne’l-lâhi’l-azîm” diyecek kadar durmak demektir.
Hanefîlerden Ebû Yûsuf ile diğer üç mezhebe göre, namazda ta’dîl-i erkânı
uygulamak farz; Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre ise vaciptir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Namaz II
Namazdan Kendi İsteğiyle Çıkmak
Ebû Hanîfe’ye göre, namaz kılan kimsenin, namaza kendi isteğiyle yaptığı bir
fiil ile son vermesi farzdır. Teşehhüt miktarı oturduktan sonra tek tarafa da olsa
selam vererek, konuşarak, abdestini bozarak veya başka bir iş yaparak namazdan
çıkılsa, bu namaz tamamlanmış olur. Kişinin elinde olmayan bir sebeple namaz sona
erse, bu namaz tamamlanmış olmaz.
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, teşehhüt miktarı oturmakla namazın
rükünleri tamamlanmış olur.
Bu görüş ayrılığının bir sonucu olarak, melesa sabah namazının farzında son
oturuşta, teşehhüt miktarı oturduktan sonra, henüz kendi fiili ile namazdan
çıkmadan güneş doğsa, Ebû Hanîfe’ye göre namaz bozulmuş (fâsit) olur; Ebû Yûsuf
ve İmam Muhammed’e göre ise namaz tamamlanmıştır.
Şâfiî ve Mâlikîler’e göre namazdan çıkmak için birinci selamı vermek farzdır.
Hanbelîler’e göre ise, iki tarafa selam verilmesi farzdır.
NAMAZIN VACİPLERİ
Hanefîler’e göre ayet, mütevatir veya meşhur hadis gibi kesin delile
dayanmakla birlikte, delaleti zannî olan hükme “vacip” denir. Vacibi yerine getirmek
gerekir, onu terk eden ahirette hesaba çekilir fakat inkâr eden kâfir olmaz. Namazda
vacibin terk veya tehiri hâlinde namaz bozulmaz, fakat bu eksikliği telafi için sehiv
secdesi yapmak gerekir.
Vacip şeklinde bir kategori sadece Hanefîler’e aittir. Diğer üç mezhep,
Hanefîler’in vacip dediği hususların bir kısmını farz, bir kısmını da sünnet
kapsamında değerlendirmişlerdir.
Hanefîler’e göre namazın vacipleri şunlardır:
 Namaza “Allahü ekber” sözüyle başlamak. Bu diğer mezheplere göre farzdır.
 Namazların her rekâtında Fâtiha Suresi’ni okumak. Diğer mezheplere göre
namazın her rekâtında Fâtiha’yı okumak farzdır.
Namazda vacibin terk
veya te’hiri hâlinde
namaz bozulmaz fakat
bu eksikliği telafi için
sehiv secdesi yapmak
gerekir.
 Namazlarda farz olan kıraati ilk iki rekâtta yerine getirmek.
 İlk iki rekâttan herbirinde Fâtiha’yı sadece bir kere okuyup, tekrar etmemek.
 Fâtiha’yı, okunacak diğer sure veya ayetlerden önce okumak.
 Farz namazların ilk iki rekâtında, vacip veya nafile namazların her rekâtında,
Fâtiha’dan sonra, Kur’an’dan Kevser suresi kadar kısa bir sûre veya buna denk
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Namaz II
düşecek bir miktar okumak (zammı sûre). Diğer üç mezhebe göre zammı sure
sünnettir.
 Tek başına namaz kılanın öğle, ikindi ve gündüzün kılacağı nafile namazlarda
kıraatı gizli yapması. Sabah, akşam ve yatsı namazları ile gece kılınan nafile
namazlarda ise gizli veya açıktan okuyabilir.
 İmamın, sabah, cuma, bayram, teravih ve vitir namazlarının her rekâtında; akşam
ve yatsı namazının ilk iki rekâtında açık olarak; öğle ve ikindi namazının bütün
rekâtlarıyla, akşam namazının üçüncü ve yatsı namazının da son iki rekâtında gizli
olarak kıraatta bulunması.
 Vitir namazında Kunût duası okumak ve Kunût tekbiri almak Ebû Hanife’ye göre
vacip; Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise sünnettir. Kunut dualarından
yalnızca birini okumak yeterlidir.
 Kaza olarak kılınan bir namaz, gündüzün cemaatle kılınacak olsa, eğer sabah
namazı gibi açıktan okunması gereken bir namazsa yine açıktan okunması; öğle
namazı gibi gizli okunacak bir namazsa gizli okunması. Namazı tek başına kaza eden
ise, gizli veya açıktan okuma konusunda serbesttir.
 İki bayram namazının üçer tane ilâve tekbirlerini almak. İkinci rekâtın rükû tekbiri
de, vacip olan ilave tekbirlere bitişik olduğu için vacip sayılır.
 Secdede alın ile birlikte burnu da yere koymak.
 Üç veya dört rekâtlı namazlarda ikinci rekâtın sonunda oturmak (ka’de-i ûlâ).
 Namazların her oturuşunda teşehhütte bulunmak, yani “et-tehiyyâtü” duasını
okumak.
 Namazda farz olan bir rüknü, zamanından ileriye ertelememek. Mesela ilk
oturuşta tahiyyâtı okuduktan sonra oturmaya devam etmemek.
 Namazın rükünlerini yerine getirirken sırayı gözetmek.
 Vaciplerden herbirini yerinde yapıp zamanından ileriye ertelememek.
 Yanılarak terk edilen veya geciktirilen vaciplerden dolayı sehiv secdesi yapmak.
 Namaz içinde okunan secde ayetinden dolayı tilavet secdesi yapmak. Şayet
secde ayetinden sonra üç ayetten daha fazla okumaya devam edilecekse, hemen
secde yapılır ve kalkınca kıraate devam edilir. Daha az okunacaksa, kıraat bittiğinde
rükuya gidilir ve bu rüku secde yerine geçer.
 Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre, namazın rükünlerinde ta’dîl-i erkâna
riayet etmek. Ebu Yusuf ile diğer üç mezhebe göre bu farzdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Namaz II
 Namazın sonunda selam vermek. Namazın sonunda en az “es-selamü” demek
vaciptir. Buna “aleyküm ve rahmetullah” sözünü ilave etmekse sünnettir. Fakihlerin
çoğunluğuna göre, sağ tarafa “es-selamü” demekle namaz sona ermiş olur.
NAMAZIN SÜNNETLERİ
Sünnetlerin terki
hâlinde namaz
bozulmaz, sehiv secdesi
de gerekmez ancak hoş
olmayan yakışıksız bir
şey yapılmış olur.
Namazın sünnetleri; Hz. Peygamberin farz ve vacipler dışında yaptığı, ona
uymak maksadıyla yapana sevap kazandıran, terk edenin cezalandırılmayacağı
ancak kınanmayı hak ettiği birtakım söz ve fiillerdir. Sünnetlerin terki hâlinde namaz
bozulmaz, sehiv secdesi de gerekmez ancak hoş olmayan yakışıksız bir şey yapılmış
olur.
Hanefîler’e göre namazın sünnetleri şunlardır:
 Beş vakit namaz ile cuma namazı için ezan ve kamet okumak.
 İftitah tekbiri için elleri yukarıya kaldırmak. Erkekler ellerini kulak hizasına kadar;
kadınlar ise, omuzları hizasına kaldırırlar. Şâfiî ve Mâlikîler’e göre, erkekler de
ellerini yalnız omuzları hizasına kadar kaldırırlar. Şâfiî ve Hanbelîler’e göre, elleri
rükûya eğilirken ve rükûdan doğrulurken de omuz hizasına kaldırmak sünnettir.
 Cemaatin iftitâh tekbirini, imamın tekbirinden hemen sonra alması.
 İftitah tekbirinin hemen ardından elleri bağlamak. Erkekler göbek altından, sağ
elin iç kısmı, sol elin üst kısmı üzerine konularak baş parmak ile küçük parmak sol
bilek üzerinde halka yapılır. Kadınlarsa halka yapmaksızın ellerini göğsü üzerine
koyarlar. Şâfiîler’e göre, erkeklerin ellerini göbek üstüne koymaları; Mâlikîler’e göre
de elleri vakarlı bir şekilde yanlara salıvermek iyi görülmüştür.
 Sübhâneke’yi okumak. İftitah tekbirinden sonra ve kıraatten önce okunur.
 İlk rekâtta Fâtiha’dan önce gizli olarak eûzü-besmele, diğer rekâtlarda ise yalnız
besmele okumak.
 Fâtiha’dan sonra gizlice “amin” demek.
 İmamın intikal tekbirlerini ve rükûdan kalkarken, “semiallâhü limen hamideh”
cümlesini ve namazın sonunda verilen selamı, yüksek sesle yapması; cemaatin de
rükûdan kalkarken “Rabbenâ leke’l-hamd” duasını, tekbirleri ve selamı gizlice
söylemesi. Tek başına namaz kılan kimse, rükûdan kalkarken gizlice hem
“semiallâhü limen hamideh”, hem de “Rabbenâ leke’l-hamd” der.
 Rükû ve secdeye eğilip kalkarken alınan intikal tekbirlerini söylemek.
 Kıyam hâlindeyken iki ayağın arasını dört parmak kadar açmak. Şâfiîler’e göre iki
ayak arası bir karış kadar açılır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Namaz II
 Rükûda erkeklerin bacakları dik, baş ve sırt düz, pazular vücuda bitişmemiş hâlde
elleriyle, parmak araları serbest bırakılarak dizlerini kavramaları. Kadınlar ise
dizlerini hafif bükerek, sırtları meyilli şekilde ellerini dizleri üzerine koymakla
yetinirler.
 Rükûda üç defa “sübhâne rabbiye’l-azîm”, secdede de yine üç defa “sübhâne
rabb’iye’l-a’lâ” tesbihlerini söylemek. Mâlikîler’e göre rükû ve secdede tesbih
sayısının bir sınırı yoktur.
 Teşehhüt oturuşları ile iki secde arası oturuşlarda (celse), erkeklerin sol ayağını
yere yatırıp sağ ayağı dikmesi ve sağ ayağın parmaklarını kıbleye doğru kıvırması.
Kadınlar ise ayaklarını sağ taraflarına yatık bulundurarak otururlar. Bu oturmaya
“teverrük” denir.
 Secdeye varılırken önce dizleri, sonra elleri, sonra yüzü yere koymak, secdeden
kalkarken tersini yapmak.
 Oturuşlarda ve iki secde arası celsede, elleri uyluklar üzerine koymak. Parmaklar
az açılarak uçları dizlerin üzerine gelecek şekilde konulur ve diz kapakları tutulmaz.
 Oturuşlarda tahiyyâtı okurken “lâ ilâhe” denilince, sağ elin baş parmağı ile orta
parmak halka yapılıp işaret/şehadet parmağının kaldırılması, “illâllah” denirken de
indirilmesi.
 Farz namazların üçüncü ve dördüncü rekâtlarında Fâtiha okumak. Diğer üç
mezhebe göre Fâtiha’nın son iki rekâtta da okunması farzdır.
 Farzların, vitir namazının ve müekked sünnetlerin son oturuşlarında, gayri
müekked sünnetler ile diğer nafile namazların da her oturuşunda tahiyyâttan sonra
“Allahümme Salli” ve “Allahümme Bârik” dualarını okumak.
 Bütün namazların son oturuşlarında tehiyyat ve salli-bârik dualarından sonra,
dua edilmesi. Burada “Rabbenâ” duaları okunabilir.
 “es-Selamü aleyküm ve rahmetullah” diyerek selam verirken yüzün önce sağa,
sonra sola döndürülmesi.
 Başkaları tarafından rahatsız edecek şekilde önünden geçilmesine mani olmak
için, namaz kılan kimsenin hemen önüne bir engel/işaret (sütre) koyması. Geçecek
olan kişiyi “sübhânallah” diyerek veya işaretle uyarmak caizdir. Sütre aynı zamanda
namaz kılanın gözlerinin sütrenin gerisine bakmasını ve çevrenin etkisinden
kurtularak namaza odaklanmasını sağlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Namaz II
NAMAZIN ADABI
Adab, edep kelimesinin çoğulu olup Hz. Peygamber’in bazen yapıp bazen terk
ettiği ve yapılması daha faziletli görülen şeyleri ifade eder. Bunlara mendub veya
müstehap da denilir. Namazın başlıca adabı şunlardır: Namaz kılarken tevazu,
sükûnet ve huzur içinde bulunmak. Kıyafete çeki düzen vermek. Erkeklerin iftitâh
tekbiri alırken ellerini yenlerinin dışına çıkarması. Kâmet sırasında “hayye ale’lfelâh” denirken imam ve cemaatin namaz için ayağa kalkması ve “Kad kâmeti’ssalâh” denilirken imamın namaza başlaması. Namazda bulunan erkek ve kadının
kıyamda secde yerine, rükûda ayaklarının üzerine, secdede burnun iki kanadına,
otururken kucağına ve uyluk üzerlerine, selam verirken de omuz başlarına bakması.
Namaz sırasında mümkün olduğu ölçüde öksürük, esneme ve geğirme gibi işlerden
uzak durmak, buna gücü yetmezse, ağzını sağ elinin arkası ile kısmen kapatması.
NAMAZIN MEKRUHLARI
Kural olarak namazdaki
bir vâcibi terk etmek
tahrîmen mekruh; bir
sünneti terk etmek ise
tenzihen mekruh sayılır.
Namazda yapılması hoş karşılanmayan söz ve davranışlara “namazın
mekruhları” denir. Bunlar tahrîmen ve tenzîhen olmak üzere ikiye ayrılır. Kural
olarak namazdaki bir vacibi terk etmek tahrîmen mekruh; bir sünneti terk etmek ise
tenzihen mekruh sayılır. Yukarıda namazın vaciplerini ve sünnetlerini saymıştık.
Namazda mekruh olan şeylerin başlıcaları şunlardır:
 İkinci rekâtta birinci rekâta göre daha uzun okumak.
 Bir özür olmaksızın duvar, baston gibi bir yere dayanmak.
 Özürsüz olarak peş peşe bir kaç adım yürümek.
 Bir rekâtta bir sûrenin iki kere okunması veya farzların iki rekâtında da aynı
surenin tekrarlanması.
 Kıraatta, Kur’an-ı Kerim’deki sıraya uyulmaması.
 Namazda elbise veya bedeniyle oynamak.
 Erkeklerin secdede kollarını tam olarak yere döşemeleri.
 Namazda gerinmek veya esnemek.
 Verilen bir selamı, namaz içinde el veya baş işaretiyle almak.
 Dişlerin arasında kalan nohut tanesinden küçük bir şeyi yutmak. Nohut
tanesinden büyük olursa namaz bozulur.
 Yemek sofrası hazır olduğu hâlde namaza başlamak.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Namaz II
 Gözleri yummak veya sağa sola bakınmak.
 Parmakları birbirine geçirmek veya parmak çıtlatmak.
 İmamdan önce rükû veya secdeye gitmek yahut ondan önce rükûdan veya
secdeden başını kaldırmak.
 Yanmakta olan bir ateşe doğru namaz kılmak.
 Arada bir perde olmaksızın, bir insanın yüzüne karşı namaz kılmak.
 Abdesti sıkışık hâldeyken kendini sıkarak namaza başlamak.
 Özürsüz olarak tek ayak üzerinde durmak veya bir ayağı yerden kesmek.
 Elbiseyi giymeden, omuzlar üzerine atarak aşağı salıvermek.
 İmkânı olduğu hâlde kirli elbise giymek.
 Erkeklerin özür bulunmadıkça ipekli elbise giyerek namaz kılmaları.
 Rükûya veya secdeye varırken elbiseyi yavaşça yukarıya çekmek.
 Erkeklerin tembellik veya önem vermeme sebebiyle başı açık kılması. Ancak
tevazu ve huşu maksadıyla başın açık olması caizdir.
 Üzerinde görünecek şekilde canlı resmi bulunan elbise ile kılmak veya böyle bir
kumaş üzerine secde etmek.
 Namaz kılınan mekânda görünür şekilde canlı resmi veya heykeli bulunması.
 Çöplük, mezbaha, mezarlık, yolun kenarı, hamam, hayvan barınağı gibi yerlerde
ve Kâbe’nin üstünde namaz kılmak. Bunlardaki kerahet, temizlik hassasiyeti ve saygı
bakımındandır.
NAMAZI BOZAN ŞEYLER
Namazın farzları olan
şart veya rükünlerinden
biri yerine
geririlmediğinde namaz
bozulur ve baştan
başlayarak yeniden
kılınması gerekir. Ayrıca
namaz sırasında ortaya
çıkan bir takım söz, fiil
ve durumlar sebebiyle
de namaz bozulabilir.
Namazın farzları olan şart veya rükünlerinden biri yerine geririlmediğinde
namaz bozulur ve baştan başlayarak yeniden kılınması gerekir. Ayrıca namaz
sırasında ortaya çıkan birtakım söz, fiil ve durumlar sebebiyle de namaz bozulabilir.
Namazı bozan şeylerin başlıcaları şunlardır:
Namazda Konuşmak
Sebebi ne olursa olsun namazda bilerek veya bilmeyerek konuşmak veya
diğer kişilerle konuşma anlamına gelecek ifadeler kullanmak namazı bozar. Buna
göre:
 Aksırana “yerhamükellah” denilmesi namazı bozar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Namaz II
 Herhangi bir sebeple sesli bir şekilde ağlamak veya “ah, uf, of, tüh” gibi sesler
çıkarmak namazı bozar. Ancak kendine hakim olamayacak durumdaki hastanın
inlemesi namazı bozmaz.
 İşitilen ölüm ve benzeri kötü bir habere “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” diye
cevap vermek namazı bozar.
 Namaz kılan kişi, dışarıdaki birine cevap vermek maksadıyla Allah’ın adını
duyunca “celle celâlüh” dese veya Hz. Peygamber’in adı anılınca “salavat” getirse
yahut imam okurken “sadaka’llahü’l-azîm” dese namazı bozulur.
 Sözle selam vermek veya başkasının selamını sözle almak yahut musafaha
suretiyle selamlaşmak namazı bozar.
 Namaz kılana “ileri git” veya “sağa kay” denilip de, bu kimse emre uyarak
harekette bulunsa namazı bozulur.
 İmam kıraatinde takılarak başka ayete geçtikten sonra, önceki takıldığı yeri
düzelten cemaatin namazı bozulur.
 Yanında namaz kılmayan başka birinin okuduğu Kur’an’daki yanlışlığı düzeltse
veya ona hatırlatsa namazı bozulur.
Namazda Bir Şey Yemek Veya İçmek
Namaza başladıktan sonra ağza konulup yenilen veya içilen bir şey, az
miktarda bile olsa namazı bozar. Namazdan önce dişleri arasında kalan ve nohuttan
büyük olan bir şeyi yutmak namazı bozar. Sakız çiğnemek veya namazdan önce ağza
alınan bir şekeri eridikçe yutmak namazı bozar.
Namaz kılana dışardan
bakan birinin, onun
hareketleri hakkında,
bu işi yapan kimsenin
namazda olmadığı
hususunda hiç şüpheye
düşmediği işe çok iş
(amel-i kesîr); namazda
olup olmadığı
hususunda şüpheye
düşeceği işe de az iş
(amel-i kalîl) denir.
Peş peşe Çok İş Görmek (Amel-i Kesîr)
Namaz kılana dışardan bakan birinin, onun hareketleri hakkında, bu işi yapan
kimsenin namazda olmadığı hususunda hiç şüpheye düşmediği işe çok iş (amel-i
kesîr); namazda olup olmadığı hususunda şüpheye düşeceği işe de az iş (amel-i kalîl)
denir. Hanefîler’e göre amel-i kesîr sayılarak namazı bozan başlıca hareketler
şunlardır:

Yerden bir taş alarak bir kuşa veya bir hayvana atmak.

Bir rekâtta peş peşe üç kere kaşınmak. Bir uzvu, elini kaldırmadan bir kaç
defa kaşımak, bir kaşıma sayılır.

Özürsüz yere birbiri ardınca hiç durmadan en az üç adım atmak.

Başkasına el, sopa ve benzeri bir şeyle vurmak.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Namaz II

Bir ayakkabıyı iki elle giymek.

Ellerini kullanarak bir şey yemek, içmek; yağ, krem ve benzeri bir şey
sürmek, saçını taramak veya örmek.

Çocuğu alıp süt emzirmek.
Kıbleye Sırtını Çevirmek
Hanefî ve Şâfiîler’e göre, özürsüz olarak kıbleye sırt çevirmek namazı bozar.
Avret Yerinin Açılması
Namaz kılarken bilerek avret yerini açmak ve avretin bir rükün eda edecek
süreyle açık kalması namazı bozar. Hanefîler’e göre, bir avret yerinin dörtte birinin
istemeyerek de olsa açılması ve bir rükün eda edecek süreyle açık kalması, namazın
bozulması için yeterlidir.
Yüksek Sesle Gülmek (Kahkaha)
Namaz kılanın, kendisinin duyacağı kadar hafif bir sesle gülmesi sadece
namazı bozar, başkalarının duyacağı kadar yüksek sesle gülmesi (kahkaha), hem
namazı hem de abdesti bozar. Hanefîler dışındaki diğer üç mezhebe göre ise yüksek
sesle gülmek yalnız namazı bozar, abdesti bozmaz.
Bayılmak, Delirmek Veya Ölmek
Bu durumlarda, kişi kendisini kaybettiği için namazı bozulmaktadır.
Namaz İçinde Niyet Değiştirmek
Kılmakta olduğu bir namazdan başka bir namaza geçmeye niyet edip tekbir
almakla, önceki kılınan namaz bozulmuş olur.
Özürsüz Olarak Namazın Bir Şart Veya Rüknünü Yerine
Getirmemek
Namazın altı şartı ve altı rüknünden oluşan toplam on iki farzından birininin
mazeretsiz olarak yerine getirilmemesi namazı bozar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Namaz II
Bir Rüknü İmamdan Önce Yapmak
İmama uyan kişi, bir rüknü imamdan önce yapsa ve imamla birlikte bir daha
iade etmese namazı bozulur. Mesela imam daha rükûya gitmeden rükûyu yapıp
doğrulmak böyledir.
Arada Boşluk veya Engel Bulunmaksızın Erkeğin Kadınla Aynı
Hizada Namaz Kılması
Arada bir kişinin sığabileceği kadar boşluk veya perde ve duvar gibi bir engel
bulunmaksızın erkekle kadının yan yana aynı namaz kılmaları ve bu hâlin bir rükûn
eda edecek kadar sürmesi hâlinde erkeğin namazı bozulur.
Teyemmümle Namaz Kılmakta Olan Kişinin Su Bulması
Teyemmümle namaz kılmakta olan birisi, abdest alacak kadar su bulursa
namazı bozulur.
Diğer Sebeplerle Namazın Bozulması
Sabah namazını kılarken güneşin doğması, bayram namazını kılarken zevâl
vaktinin veya cuma namazını kılarken ikindi vaktinin girmesi, mest üzerine
mesheden kişinin mesih süresinin dolması gibi sebeplerle de namaz bozulur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Ödev
Özet
Namaz II
• Namaz ibadetinin üzerinde ittitak edilen toplum on iki farzı
bulunmaktadır. Bunlardan altı tanesi namaza hazırlık mahiyetinde olup
namazın şartları olarak adlandırılır. Diğer altı tanesine de namazın bir
parçası olduklarından rükün denir.
• Namazın şartları şunlardır: 1- Hadesten temizlenmek, 2- Necasetten
temizlenmek, 3- Avret yerini örtmek, 4- Kıbleye yönelmek, 5- Vaktin
girmesi, 6- Namaza niyet etmek.
• Namazın rükûnleri şunlardır: 1- Başlangıç tekbiri, 2- Kıyam, 3- Kıraat, 4Rükû, 5- Secde, 6- Namazın sonunda Tahiyyat okuyacak kadar oturmak.
• Namazın rükünlerinden olup olmadığı tartışılan iki husus vardır ki
bunlar; ta’dîl-i erkân ve namazdan kendi fiili ile çıkmaktır.
• Hanefîler'e göre namazın, farz seviyesinde olmasa da yerine getirilmesi
gereken vacipleri vardır. Diğer mezhepler bunları farz veya sünnet
kategorisi içine dâhil etmektedirler.
• Namazı Hz. Peygamber'in kıldığı gibi kılabilmek için, farz ve vaciplerin
ötesinde sünnet ve adap denilen bazı hususlar da bulunmaktadır.
Bunlara riayet eden kişi, iyi niyetinin ve güzel hareketinin karşılığını alır.
• Namazda yapılması hoş karşılanmayan şeylere, namazın mekruhları
denir. Nazmazın vaciplerini terk etmek tahrîmen mekruh; sünnetlerini
terk etmek ise tenzihen mekruhtur.
• Namazın şart veya rükunlarından birini eksik bırakmak veya namaz
içinde namazla bağdaşmayan işler yapmak namazı bozar.
• Halk arasında "namazı bozup bozmadığı
konusunda tereddüt edilen bir kaç konu" bulup
araştırarak iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde
yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Namaz II
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi namazın şartlarından değildir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Kıbleye yönelmek
b) Vaktin girmesi
c) Niyet
d) Namazdan kendi fiili ile çıkmak
e) Avret yerini örtmek
2. Namaz avreti konusunda en müsamahalı mezhep aşağıdakilerden hangisidir?
a) Hanefî
b) Malikî
c) Şafiî
d) Hanbelî
e) Ebu Hanife
3. “Namazı …….... kıl, eğer buna gücün yetmezse …..…… kıl, yine gücün yetmezse
………….. kıl” hadisinde boş bırakılan yerlere sırasıyla hangi kelimeler gelmelidir?
a) Ayakta – oturarak - uyanınca
b) Eda ile – iade ile – kaza ile
c) Camide – mescitte – tek başına
d) Zamanında – ilk fırsatta – kaza ile
e) Ayakta – oturarak – yan yatara
4. “Ben yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum” hadisinde aşağıdaki
uzuvlardan hangisi yer almamaktadır?
a) Eller
b) Dizler
c) Ayaklar
d) Alın
e) Çene
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Namaz II
5. Aşağıdakilerden hangisi Hanefîlere göre namazın sünnetlerinden değildir?
a) Beş vakit namaz ile cuma namazı için ezan ve kâmet okumak.
b) Sübhâneke duasını okumak.
c) Vitir namazında Kunut duasını okumak.
d) İftitah tekbiri için elleri yukarıya kaldırmak.
e) İftitah tekbirinin hemen ardından elleri bağlamak.
Cevap Anahtarı:
1.d 2.b 3.e 4.e 5.c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Namaz II
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akyüz, V. (2006). Namaz. İstanbul: İz Yayıncılık.
Akyüz, V. Mukayeseli İbadetler İlmihâli: İslam Fıkhında İbadetler (4 cilt hâlinde 1995)
İstanbul: İz Yayıncılık.
Alptekin, Y. (2007). Namazla Yeniden Doğdum. İstanbul:Nesil Yayınları.
Altuntaş, H. (1998). Kur’an’ın Tercümesi Ve Tercüme İle Namaz Meselesi.Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Aydüz,D.(2008).Namazı
İstanbul:Işık Yayınları.
Anlayarak
Kılmak:
Namaz
Dualarının
Açıklaması,
Balkan, A. (2009). Namaz Aşıkları. İstanbul: Işık Yayınları .
Bilmen, Ö. N. Büyük İslam İlmihâli (ty.). İstanbul: Bilmen Yayınevi.
Buladı, K.(2006). Namaz “Akılları Durduran Mucize”. İstanbul:Kayıhan Yayınları.
Döndüren, H. (2009). Delilleriyle İslam İlmihâli.İstanbul.
Ekerim, E. S. (2006). Namaz Ve Karakter Gelişimi. İstanbul:İnsan Yayınları.
Elbani, M.N.(2004).Hadislerle Hz. Peygamberin Namaz Kılma Şekli(Tercüme: Osman
Arpaçukuru). İstanbul.
Günenç, H. Büyük Şafii İlmihâli (ty.). Ankara: Hilal Yayınları.
Günenç, H. Şafiiler İçin Namaz Kitabı (ty). İstanbul: Emel Yayıncılık.
Komisyon, İlmihâl I-II (1998).Ankara.Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları
Merkezi.
Komisyon, İslam İlmihâli
Fakültesi:Vakfı Yayınları.
(2006).İstanbul.Marmara
Üniversitesi
İlahiyat
Kırbaşoğlu, M. H. Ahir Zaman İlmihvli .(2010).Ankara.
Kırbaşoğlu,M.H.(1997)Namazların Birleştirilmesi: el-Cem'u beyne's-salateyn.Ankara:
Araştırma Yayınları.
Mehmed Zihni Efendi, (1971). Nimet-i İslam: Mufassal İlmihâl .İstanbul:Salah Bilici
Kitabevi.
Meşhur, M.(1997).Namazla Dirilmek (Çeviren: Orhan Aktepe).İstanbul:Ravza
Yayınları.
Nurbaki, H. Namazın Sırları .(1986). İstanbul:Damla Yayınevi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Namaz II
Öztürk, M. (2006).Haydin Felaha: Cemaatle Namazın Fazileti.İstanbul:Erkam
Yayınları.
Rudani, (2009). Hadislerle Müslümanlık 1: Namaz .İstanbul:İz Yayıncılık.
Şentürk, Lütfi-Yazıcı, Seyfettin, (2010). İslam İlmihâli .Ankara .
Tokpınar, C. (2002). Sabah Namazına Nasıl Kalkılır.İstanbul:Nesil Yayınları.
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.“Namaz”. maddesi, Cilt: 32, s. 350-357,
.Ankara.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
NAMAZ III
•
•
•
•
Namazda Kıraat Hataları
Cemaatle Namaz
İmamlık
İmama Uyanın Hâlleri
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Kıraat hatalarının namaza etkisini
değerlendirebilecek
• Cemaatle namazın önemi ve kurallarını
açıklayabilecek
• İmamlık yapmanın şartları ve hükümlerini
özetleyebilecek
• İmama uymakla ilgili farklı durumları ayırt
edebileceksiniz.
İSLAM İBADET
ESASLARI
ÜNİTE
5
Namaz III
GİRİŞ
Bir önceki ünitede açıkladığımız üzere namazda Kur’an’dan bir parça okumak
(kıraat), namazın en önemli farzlarından biridir. Bu farzı yerine getirebilmek için
Fâtiha Suresi’ni ve arkasından okunacak birkaç kısa sure veya ayeti iyi ezberlemek
ve yanlışsız olarak okumak gerekmektedir. Her müminin gönülden gelen bir istekle
bu hassasiyeti göstermesi beklenir. İster Arapçayı bilsin ister bilmesin birçok kişi
bilerek veya bilmeyerek okuyuşta hata yapabilmektedir. Kıraat hataları ilgili sure
veya ayetleri iyi ezberleyememek, unutmak veya dil sürçmesi gibi sebeplerden
kaynaklanabilir. Bu hataların bir kısmı namazın bozulmasına yol açarken bir kısmı
namazın geçerliliğine bir zarar vermemektedir. Kitabımızın bu ünitesinde önce özel
bir başlık altında bu konuyla ilgili fıkhî hükümleri özetleyeceğiz. Ardından cemaatle
namaz, imamlık ve imama uyan kişinin farklı hâlleri gibi namazla ilgili çeşitli
meseleleri ele alacağız.
NAMAZDA KIRAAT HATALARI (ZELLETU’L-KÂRÎ)
Kıraat hatasını, Arapça
bilen veya bilmeyen
herkes yapabilir.
Kur’an-ı Kerim’in bir
kelimesi kasten
değiştirilir ve bununla
anlam da bozulursa,
namazın da bozulacağı
konusunda görüş birliği
vardır.
Namazda kıraat sırasında meydana gelen okuyuş hatalarına "zelletü'l-kârî =
okuyanın hata yapması" denmektedir. Kıraat hatasını, Arapça bilen veya bilmeyen
herkes yapabilir. Arapça bilenler genellikle unutma veya kelimeleri başka bir ayet
veya hadiste geçen kelimelerle karıştırma gibi hatalar yaparken; Arapça bilmeyenler
için ayrıca harfleri doğru yerlerinden çıkarma (telaffuz) ve harekeyi doğru belirleme
zorlukları da söz konusu olmaktadır.
Alimler kıraat hatalarının, namazın rükûnlerinden olan kıraatin yerine gelip
gelmediğine, dolayısıyla namazın geçerli olup olmadığına etkisi üzerinde düşünmüş
ve birtakım ölçüler belirlemişlerdir. Fakat getirilen ölçüler daha ziyade anlamın
bozulup bozulmaması, değiştirilen kelimenin Kur'an'da mevcut olup olmaması gibi,
yine Arapça bilmeyen ve Kur’an metnine hâkim olmayan kişilerin kolaylıkla ve tam
olarak farkına varamayacağı hususiyetler içerdiği için, bu eğitimleri almamış kişiler
bakımından, bu konuda verilen bilgi ve ölçülerin anlaşılabilirlik ve uygulanabilirlik
durumu oldukça sınırlı olmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’in bir kelimesi kasten değiştirilir ve bununla anlam da
bozulursa, namazın da bozulacağı konusunda görüş birliği vardır. Bunun dışında ne
tür kıraat hatalarının namazı bozduğunu belirleme konusunda ortaya konulan
ölçüler bakımından yaklaşık miladi on birinci yüzyıldan önceki Hanefîler
(mütekaddimûn) ile bu tarihten sonraki Hanefîler (müteahhirûn) arasında farklılık
bulunduğu da göze çarpmaktadır. Önceki Hanefîler’in belirledikleri ölçüler, az ve öz
olup ibadetlerde ihtiyat bakımından tercihe şayan görülmekle birlikte; sonraki
Hanefîler’in ölçüleri, özellikle Arapça bilmeyen kişilerin hatalarına daha ayrıntılı yer
vermek ve kolaylıklar getirmek amacını taşımaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Namaz III
Önceki Hanefîler’e Göre Namazı Bozan Kıraat Hataları

İnanılması küfrü gerektirecek şekilde manayı değiştiren okuyuş.

Benzeri Kur’an’da bulunmayan okuyuş. “es-serâir” yerine “es-serâil” okumak
gibi.

Anlamı aşırı (fâhiş) şekilde değiştirip bozan okuyuş. “Hâze’l-ğurâb (bu
karga)” yerine “hâze’l-ğubâr (bu toz)” okumak gibi.
Hanefîler’den Ebu Hanife ile İmam Muhammed, okunan lafzın Kur’an’da
bulunup bulunmadığına bakmaksızın, anlamın aşırı şekilde değişip değişmediğini
ölçü alarak, anlam aşırı değişirse namazın bozulacağını söylemişlerdir. Ebu Yûsuf ise
anlam değişikliğine bakmaksızın, okunan lafzın Kur’an’da bulunup bulunmadığını
ölçü alarak, eğer benzeri Kur’an’da varsa, aşırı anlam değişikliği olsa bile, namazın
bozulmayacağı; benzeri Kur’an’da bulunmuyorsa, aşırı anlam değişikliği olmasa bile
namazın bozulacağı sonucuna ulaşmıştır.
Sonraki Hanefîler’e Göre Namazı Bozan ve Bozmayan Kıraat
Hataları
Sonraki Hanefî fakihlerinin, hangi tür kıraat hatalarının namazı bozacağı veya
bozmayacağına dair görüşlerini şöylece özetleyebiliriz:
 Kasıtsız yapılan irap hataları namazı bozmaz. İrap hatası yüzünden ortaya
çıkan anlamın, normal şartlarda söylendiğinde insanı kâfir yapacak bir söz olup
olmaması önemli değildir. Çünkü insanların çoğu, Kur’an-ı Kerim’in irap yönlerini
birbirinden ayıramadıkları için söylediklerinin ne anlama geldiğini de bilmezler.
Mesela “Ve iz ibtelâ İbrâhîme Rabbühû (Rabbi, İbrahim’i denediği zaman)” ayetini
“Ve iz ibtelâ İbrâhîmü Rabbehû (İbrahim, Rabbini denediği zaman)” şeklinde
okumak gibi. “Na’büdü” kelimesini “na’bidü” şeklinde okumak da böyledir.
 Aralarında mahreç (çıkış yeri) yakınlığı olan veya aynı mahreçten olup
birinin diğerine ibdâli (çevrilmesi) caiz olan harflerden biri yanlışlıkla diğeri yerine
kullanılsa, namaz bozulmaz. Buna göre kaf ile kâf harfi arasında mahreç yakınlığı
bulunduğundan, “felâ takher” yerine “felâ tekher” veya “fethun karîb” yerine
“Fethun garîb” okunması; yine sîn ile sâd aynı mahreçten olup birbirine ibdâl
edilebildiğinden, “es-samed” yerine “es-semed” okunması namazı bozmaz.
 Kolaylıkla ayırt edilebilen harflerden birini diğerinin yerine okumak namazı
bozar. “es-Sâlihât” yerine “et-tâlihât” okumak veya “Allahü ehad” yerine “Allahü
ehat” okumak gibi.
 Farklı okunan iki harfi, halk arasında bunları birbirinden ayırma güçlüğü
varsa (umûmü’l-belvâ), keyfi yapmamak şartıyla, birbiri yerine okumak namazı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Namaz III
bozmaz. “dat” yerine “dâl”, peltek “zel” veya kalın ”zı” harfinin; peltek “zel” yerine
keskin “ze” veya kalın “zı” harfinin; “sâd” ile ”sin” veya kalın “tı” ile “te” harflerinin
birbirinin yerine okunması böyledir. Mesela “es-sırâta” kelimesinde “sâd” yerine
“es-sirâta” şeklinde “sin” ile okumak “ve le’d-dâllîn” yerine “vele’z-zâllîn” okumak
namazı bozmaz.
 Şeddeli harfi yanlışlıkla şeddesiz, şeddesiz bir harfi de şeddeli; uzun
okunacak bir harfi kısa, kısa okunacak olanı uzun; idğam edilecek harfi idğamsız,
idğamsız okunacak olanı idğamlı; ince okunacak harfi kalın, kalın okunacak harfi ince
okumak namazı bozmaz. “İyyâke” kelimesini şeddesiz “iyâke” şeklinde veya “lâ
raybe” yerine “lâ reybe” okumak gibi.
 Herhangi bir kelimeye, anlama bir etkisi bulunmayan elif lâm ve benzeri
bir harf ilâvesiyle de namaz bozulmaz. “Sırâtallezîne” yerine “es-sırâtallezîne”
şeklinde okumak gibi.
 Bir kelimenin harflerini sonrakine bitiştirmekle de namaz bozulmaz.
“İyyâke na’büdü” yerine “İyyâ kena’büdü” şeklinde okumak gibi.
 Kelimeye yanlışlıkla bir harf ilâve edildiğinde, eğer anlam değişmiyorsa
namaz bozulmaz. “Yüdhilhü nâran” yerine mîm harfi ilavesiyle, “Yüdhilhüm nâran”
okumak gibi. Fakat anlam değişirse, bir görüşe göre namaz bozulur.
 Kelimenin bir harfi yanlışlıkla eksik okunduğunda, eğer bu harf, kelimenin
aslından olur ve anlam değişirse, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre namaz
bozulur. “razaknâhüm” yerine râ harfini düşürerek “zeknâhüm” okunması gibi. Yine
kelimenin aslından olmamakla birlikte, bir harfi düşürmekten dolayı, küfre yol
açacak bir anlam meydana gelirse namaz bozulur. “Ve mâ halaka’z-zekere ve’lünsâ” yerine vâv harfini düşürerek “Ve mâ halaka’z-zekere el-ünsâ” okunması gibi.
Düşürülen harf, anlamı değiştirmediği takdirde namaz bozulmaz. “el-Vâkıatü”
kelimesini “tâ”sız olarak “el-Vâkıa” şeklinde okumak gibi.
(Tecvîd) kuralları
arasında yer alan ihfâ,
izhâr, idğâm, iklâb,
ğunne, işmâm, revm,
medleri biraz az veya
çok yapmak gibi
hususlar, anlama etki
etmedikleri için namaza
zarar vermezler.
 Bir kelime tekrar edilse, eğer bununla anlam değişmezse namaz bozulmaz,
bazı fakihlere göre anlam değişse de bozulmaz. Diğer bazı fakihlere göre ise bozulur.
“Rabbi’l-âlemîn” yerine “Rabbi rabbi’l-âlemîn” okumak gibi.
 Yanlışlıkla bir kelime ilâve etmek yahut bir kelime veya bir harf eksiltmek
yahut bir kelime veya harfi öne almak yahut sonraya bırakmak yahut başka bir
kelime veya harfe çevirerek okumakla anlam bozulmuyorsa namaz da bozulmaz.
“Teâlâ” yerine “yâ” harfi düşürülerek “teâle” okumak, “infeceret” yerine
“inferecet”, “evvâb” yerine “eyyâb” okumak gibi.
Fakat ilâve edilen kelime, Kur’an’da bulunmakla birlikte, anlamı küfrü
gerektirecek şekilde değiştirirse namaz bozulur. Meselâ “Men âmene billâhi ve’lAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Namaz III
yevmi’l-âhiri ve amile sâlihan felehüm ecruhüm” ayetinde “sâlihan”dan sonra “ve
kefera” kelimesini ilâve etmek gibi.
Kelimelerin yer değiştirmesi anlamı değiştirmezse namaz bozulmaz. “Fîhâ
zefîrun ve şehîkun” yerine “fîhâ şehîkun ve zefîrun” okunması gibi.
 Nesebi değiştiren kıraat da namazı bozar. Meselâ “Meryem ibnete İmrân”
ayetinde İmrân yerine Ğaylân okumak gibi.
 Peltek konuşan kimsenin “râ” harfini “gâ” veya “lâm” yahut “yâ” olarak
telaffuz etmesi namazı bozmaz. Ancak bu kişinin telaffuzunu düzeltmeye gayret
etmesi ve okumakta güçlük çekmeyeceği ayetleri bulup okuması gerekir. Böyle bir
kişi “ümmî” gibi değerlendirilir.
 Bir kimse namazı bozacak derecede aşırı hata ile kıraatte bulunduktan
sonra, geri dönüp yanlışını düzeltirse namazı caiz olur.
 Şâfiî ve Hanbelîler’e göre, namazda Fâtiha’yı okumak farz olduğu için,
Fâtiha’yı anlamı değiştirecek şekilde yanlış okumak, ister bilerek isterse yanlışlıkla
yapılsın namazı bozar. Ancak Fâtiha dışındaki kıraatte meydana gelen hata namazı
bozmaz, fakat bilerek anlamı bozacak şekilde yanlış okursa hem kendisinin, hem de
ona uyan cemaatin namazı bozulur.
 Kur’an-ı Kerim’i güzel okuma (tecvîd) kuralları arasında yer alan ihfâ, izhâr,
idğâm, iklâb, ğunne, işmâm, revm, medleri biraz az veya çok yapmak gibi hususlar,
anlama etki etmedikleri için namaza zarar vermezler.
NAMAZI CEMAATLE KILMAK
Namazı Cemaatle Kılmanın Önemi Ve Fazileti
Cemaat kelimesi topluluk, grup anlamına gelmektedir. Birlikte kılınan bir
namazda imam ile ona uyanların oluşturduğu topluluğa cemaat denir.
İslam dininin, ibadetler vesilesiyle mensuplarını bir araya getirmeyi, onların
sosyal ilişkilerini iyileştirmeyi, topluluk hâlinde yardımlaşma ve birlikte hareket etme
bilincini geliştirmeyi amaçladığı görülmektedir. Nitekim günlük olarak beş vakit
namazın, haftalık olarak cuma namazının, yıllık olarak iki kere ramazan ve kurban
bayram namazlarının, çevredeki Müslümanların toplanması sonucu cemaatle eda
edilmesi, ayrıca yılda bir kere dünyanın her bir tarafından gelebilen Müslümanların
hac vesilesiyle Mekke’de toplanmaları, cemaate verilen önemi göstermektedir.
Cemaatle namaz Kur’an, sünnet ve icma delillerine dayanmaktadır.
Yüce Allah savaş sırasında, en korkulu, en zahmetli ve en sıkıntılı anlarda bile
cemaatle namaz kılınmasını isteyerek Hz. Peygamber’e hitaben şöyle buyurmuştur:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Namaz III
“(Ey Muhammed!) Cephede sen de onların (mü’minlerin) arasında
bulunup da onlara namaz kıldırdığın vakit, içlerinden bir kısmı seninle beraber
namaza dursun. Silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında
(bir rek’at kıldıklarında) arkanıza (düşman karşısına) geçsinler. Sonra o namaz
kılmamış olan diğer kısım gelsin, seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı
bulunsunlar, silahlarını yanlarına alsınlar. İnkâr edenler arzu ederler ki,
silâhlarınızdan ve eşyanızdan bir gafil olsanız da size ani bir baskın yapsalar.
Yağmurdan zahmet çekerseniz, ya da hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda
size bir beis yoktur. Bununla birlikte ihtiyatlı olun (tedbirinizi alın). Şüphesiz
Allah, inkârcılara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır” (Tevbe, 9/103).
Hz. Peygamber (s.a.s) cemaatle namazı teşvik ederek şöyle buyurmuştur:
Cemaate katılma
bakımından en önemli
namaz Cuma namazı,
sonra sabah namazı,
sonra yatsı namazı,
sonra da ikindi
namazıdır.
“Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece
daha faziletlidir.” Başka bir rivayete göre ise “Yirmi beş derece daha faziletlidir”
(Buhârî, “Ezân”, 30; Müslim, “Mesâcid”, 345; Tirmîzî, “Salât”, 47).
“Bir kimse temizliğini tam ve güzel yapar, sonra şu mescitlerden bir
mescide gitmek için yola çıkarsa, Allah attığı her adım için bir sevap yazar, onu
bir derece yükseltir ve kendisinden her adım için bir günah siler” (Müslim,
“Mesâcid”, 257).
Cemaate katılma bakımından en önemli namaz cuma namazı, sonra sabah
namazı, sonra yatsı namazı, sonra da ikindi namazıdır. Hz. Peygamber (s.a.s)
cemaatin önem ve fazileti konusunda şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar ezan ile ilk safın sevabını bilseler, sonra bunları yapmak için kura
çekmekten başka bir çare bulamasalar, mutlaka kura çekerlerdi. Namazı ilk
vaktinde kılmanın sevabını bilselerdi bunun için yarışırlardı. Yatsı namazı ile
sabah namazının faziletini bilselerdi, emekleyerek de olsa bu namazları
cemaatle kılmaya gelirlerdi” (Buhârî, “Ezân”, 9, 32; Müslim, “Salât”, 129, 131).
“Kim yatsı namazını cemaatle kılarsa, gece yarısına kadar namaz kılmış
sevabını alır. Sabah namazını da cemaatle kılarsa bütün geceyi namaz kılarak
geçirmiş gibi sevap alır” (Buhârî, “Ezân”, 34; Müslim, “Mesâcid”, 260).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Namaz III
“Üç kişi bir köyde veya sahrada bulunur ve aralarında cemaatle namaz
kılınmazsa, şeytan onlara hakim olur. Öyleyse cemaatten ayrılma. Çünkü
sürüden ayrılan koyunu kurt kapar” (Ebû Dâvûd, “Salât”, 47).
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ateş yakılması için
odun toplanmasını emretmeyi, sonra da namaz için ezan okunmasını, daha
sonra bir kimseye emredip imam olmasını, sonra da cemaatle namaza
gelmeyenlere gidip evlerini yakmayı içimde geçirdim” (Buhârî, “Ezân”, 29, 34;
Müslim, “Mesâcid”, 251).
Namazı Cemaatle Kılmanın Hükmü
Hanefîler ve Mâlikîler’e
göre, günlük farz
namazları cemaatle
kılmak, gücü yeten akıllı
erkekler için müekked
sünnettir.
Cuma namazının cemaatle kılınmasının farz olduğu konusunda ittifak vardır.
Günlük beş vakit namazın cemaatle kılınmasının hükmü konusunda ise mezhepler
farklı görüşlere sahip olmuşlardır:
 Hanefîler ve Mâlikîler’e göre, günlük farz namazları cemaatle kılmak, gücü
yeten akıllı erkekler için müekked sünnettir.
 Şâfiîler’e göre günlük farz namazları cemaatle kılmak, hür ve bir yerde
ikâmet edenler için farz-ı kifâyedir. Bu görüşe göre farz namazların cemaatle
kılınması, İslam’ın bir sembolü olarak görülmektedir.
 Hanbelîler’e göre cemaatle namaz kılmak farz-ı aynıdır.
Cemaatin en az sayısı, imam ve ona uyan en az bir kişi olmak üzere, toplam iki
kişidir. Erkek bir imam ve ona uyan bir çocuk veya kadınla birlikte cemaat
oluşturulabilir.
Farz namazların camide, nafilelerin ise evde kılınması daha faziletlidir. Çünkü
Resulüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! Evlerinizde namaz kılın. Çünkü kişinin, farzlar dışında en faziletli
namazı evinde kıldığı namazdır” (Tirmîzî, “Salât”, 203).
Kadınların Cemaate Katılmaları
Hz. Peygamber zamanında kadınlar da erkeklerle birlikte beş vaktin farz
namazlarını, Cuma ve bayram namazlarını Mescid-i Nebevî’de cemaatle kılmaktaydı.
Hz. Peygamber kadınların camiye gelmeleri konusunda şöyle buyurmuştur:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Namaz III
Hz. Peygamber
zamanında kadınlar da
erkeklerle birlikte beş
vaktin farz namazlarını,
cuma ve bayram
namazlarını Mescid-i
Nebevî’de cemaatle
kılmaktaydı.
“Kadınların mescitlere gitmesine engel olmayın. Fakat evleri onlar için
daha hayırlıdır” (Müslim, “Salât”, 134).
“Kadınlarınız gece mescide çıkmak için sizlerden izin istediklerinde onlara
izin verin” (Müslim, “Salât”, 139).
“Kadınlar cemaate katılmak istediklerinde, koku sürünmesinler” (Müslim,
“Salât”,141, 142; Ebû Dâvûd, “Salât”, 52).
Hz. Peygamber bayram namazlarına kadınların ve kızların da katılmalarını,
onların da coşkuya ve duaya tanık olmalarını istemiş, ancak adetli kadınların, namaz
kılınan yerden biraz uzakta durmalarını söylemiştir (Buhârî, “Hayz”, 23; Müslim,
“Salâtü’l-îdeyn”, 1; Tirmizî, “Îdeyn”, 7).
Hz. Peygamber’den hemen sonraki dönemde, “fitne korkusu” gerekçesiyle,
kadınların namazlarını camide değil, evlerinde kılması özendirilmiş ve zamanla
kadınlar camilerden uzak kalmışlardır.
Ebû Hanîfe, sadece yaşlı kadınların sabah, akşam ve yatsı namazlarına camiye
gitmesine izin vermişken, sonraki Hanefî âlimler, yaşlı dahi olsa, bütün kadınların
cuma ve bayram namazlarına gitmelerinin mekruh görülmesi noktasına
varmışlardır.
Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ister genç ister yaşlı olsun, güzel ve gösterişli olan
kadınların; Mâlikîler’e göre ise, erkeklerin ilgi duymadığı yaşlı kadınların dahi
erkeklere ait cemaatlere gitmeleri mekruh sayılmıştır.
Günümüzde kadınların, Hz. Peygamber döneminde yaşandığı gibi, günlük farz
namazlara, bayram, cuma, cenaze ve teravih namazlarına iştirak edebilmeleri ve
cemaate katılmanın kadın ve çocuklar için özendirilmesi yönünde çağrılar
yapılmaktadır. Arzu edilen bu ortamın yeniden sağlanabilmesi için, camilerde
hanımlara yer ayrılması, ayrıca camiye gelen kadınların dikkat çekici kıyafetlerden ve
etkileyici kokulardan uzak durması gerektiği bilinmektedir.
Cemaatle Namazda Saf Düzeni
Cemaatle namaz kılındığında imam ve cemaatin nerede ve nasıl duracakları
konusu gündeme gelmektedir. Namaz kılanların meydana getirdikleri düzenli her
sıraya saf denir. Namazdaki saf düzeni, ibadetin belirli bir tertip ve huzur içerisinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Namaz III
yapılabilmesi için önem arz etmektedir. Hz. Peygamber safların sık ve düzgün
olmasına önem vermiştir.
Cemaat tek bir erkek ise, imamın sağında durması gerektiği konusunda ittifak
vardır. İmamın bu kişiden hafif önde olması yeterlidir. İmamın önüne geçen
cemaatin namazı geçerli olmaz. Cemaat iki erkek kişi olursa, bir görüşe göre bu iki
kişi yan yana imamın arkasında durur; Hanefîler’in tercih ettiği diğer bir görüşe göre
ise birisi imamın sağına, diğeri de arkaya durur (Tirmizî, “Salât”, 172). Şayet cemaate
sonradan katılım olacağı biliniyorsa, ikisinin de arkaya durması isabetli olacaktır.
İmama uyan erkekler üç kişi veya daha fazla iseler, hepsi birlikte imamın arkasına
dururlar.
Cemaate sonradan katılanlar, safların düzgün tutulması için imamla namaza
başlayanların bir sağına, bir soluna yerleşerek saf tutarlar. Öndeki saf dolmadan
arkadaki safa durulmaz. İmamın hemen arkasında duracak kişinin, gerektiğinde
imamın kıraatte önünü açabilecek, yanlış yaptığında onu uyarabilecek ve imamın
yerine geçerek namazı devam ettirebilecek birisi olması tercih edilmelidir.
Erkeklerle, erkek
çocuklar arasındaki saf
düzenine uymak
sünnet; kadınlar safının
erkeklere bitişik veya
onlardan ileride
olmaması ise farz
hükmünde
görülmüştür.
Cemaat olarak yalnız bir erkek ve bir kadın varsa, erkek imamın sağına, kadın
da arkasına durur. Cemaat tek bir kadın ise imamın arkasına durur. İki veya daha
fazla kadın cemaat olduğunda da kadınlar imamın arkasında saf tutarlar.
Erkek ve kadın cemaat birlikte namaz kılacaklarsa saf düzeni şöyle kurulur:
Önce erkekler safı, sonra çocuklar safı ve onun arkasında da kadınlar safı. Erkeklerle,
erkek çocuklar arasındaki saf düzenine uymak sünnet; kadınlar safının erkeklere
bitişik veya onlardan ileride olmaması ise farz hükmünde görülmüştür. Cami içinde
erkeklerin alt katta kadınların da üst katta olması veya aynı zeminde olmakla birlikte
aralarında perde, duvar ve benzeri bir paravan veya bir kişi sığacak kadar boşluk
bulunması hâlinde, kadınların daha önde veya aynı hizada bulunmalarının bir
sakıncası bulunmaz. Ayrıca namaz kılmayan bir kadının, namaz kılmakta olan bir
erkeğin önünde bulunmasında da bir sakınca yoktur.
Kadın cemaate imam olan bir kadın, böyle bir imamlık mekruh sayılmakla
birlikte, diğer kadınların önüne geçmeyip onların aralarında ve aynı hizada durur,
ileride durması mekruhtur.
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
“Erkeklerin saflarının en hayırlısı ilk saf, en şerlisi ise son saftır. Kadınların
saflarının en hayırlısı son saf, en şerli olanı ise ilk saftır” (Müslim, “Salât”, 28; Ebû
Dâvûd, “Salât”, 97; Tirmizî, “Salât”, 166).
Bu hadiste geçen hayır ve şer kelimeleri mecazi anlamda yorumlanıp hayrın
anlamı, sevabının çok olması; şerrin anlamı da sevabının daha az olması şeklinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Namaz III
anlaşılmıştır. Zira hiçbir saf için “şerli” ifadesinin gerçek anlamda kullanılması uygun
değildir. Ayrıca karşı cinse yakın olan erkek veya kadının namazda huşû ve ihlâsı
yakalayabilmesi daha zor olabilir.
Erkeğin Kadınla Yan Yana veya Kadının Gerisinde Namaz Kılması
(Muhâzât)
Hanefîler’e göre arada bir kişinin sığabileceği kadar bir boşluk, duvar ve perde
gibi bir engel olmaksızın bir erkeğin bir kadınla yan yana veya kadının gerisinde
namaz kılması, sadece erkeğin namazını bozan hâllerdendir. Bu kadının mahrem
veya namahrem olması önemli değildir. Böyle bir durumda kadının namazı ise
bozulmamaktadır.
Hanefîler’e göre kadınla yan yana veya kadının gerisinde kılan erkeğin
namazının bozulmuş sayılması için şu şartların hepsinin birlikte gerçekleşmiş olması
gerekir:
 Kadının akıllı ve ergen olması veya ergenliğinin yaklaşmış bulunması
 Kadının, erkeğin önünde veya hemen bitişiğinde namaz kılması
 Erkek ile kadının iftitâh tekbiri bakımından aynı namazda bulunması. Bu durum,
kadının o erkeğe cemaat olması veya ikisinin birlikte başka bir imama cemaat olması
hâlinde gerçekleşir. Zira böyle bir durumda erkek ve kadın, aynı namaz hareketlerini
eş zamanlı olarak yapıyor olurlar. Kıldıkları namaz farklı olursa, erkeğin namazı
bozulmaz.
 Kadın ile erkeğin namaz kıldıkları yerin perde veya benzeri bir şeyle ayrılmamış
ve arada bir boşluk bulunmayan aynı mekân olması. Birisi alt diğeri de üst katta ise,
aralarında paravan veya bir kişilik boşluk varsa, erkeğin namazı bozulmaz.
Kadınların camilerde
erkeklerin önünde veya
hemen yanında namaza
durmaktan sakınmaları
ve kadınlara tahsis
edilen mekânlarda
namazlarını kılmaları
gerekir.
 Namazı bozacak derecede aynı hizada bulunmanın süresi, Ebû Yusuf’a göre rükû
ve secde gibi bir rüknün fiilen eda edilebileceği kadar; İmam Muhammed’e göre ise
bir rüknü yerine getirecek kadardır (yani üç tesbih miktarı). Daha kısa sürede bu
duruma son verilirse, erkeğin namazı bozulmaz.
Yine Hanefîler’e göre, imama uyan kadınlar, erkeklerin safı önünde bir saf
teşkil edecek olsalar, arkalarında aynı hizada olan bütün erkeklerin namazı bozulur.
Erkeklerin arasında üç kadın bulunsa, bunların hem sağ, hem de sol yanlarındaki
birer erkeğin, hem de arka hizalarındaki her saftan üç erkeğin namazları fasit olur.
Aradaki kadınlar iki olursa, yanlarındaki birer erkek ile hemen arkalarındaki safta
bulunan aynı hizadaki yalnız iki erkeğin namazı bozulur, daha arka saflardakilerin
namazları bundan etkilenmez. Erkeklerin arasındaki kadın bir tane olursa, sağ ve sol
tarafındaki birer erkekle, hemen arkasındaki bir erkeğin namazı bozulur. Bu son iki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Namaz III
durumda namazları bozulan erkekler, kadınlar ile diğer erkekler arasında bir perde
oluşturacağı için, artık bu bozulma başkalarına geçmez.
Hanefîler’in bu değerlendirmeleri sebebiyle, özellikle Hanefî erkeklerin
bulunduğu çevrelerde, kadınların camilerde erkeklerin önünde veya hemen yanında
namaza durmaktan sakınmaları ve kadınlara tahsis edilen mekânlarda namazlarını
kılmaları gerekir.
Şâfiîler’e göre kadının erkekle yan yana veya onun önünde namaz kılmasıyla
erkeğin namazı bozulmaz. Böyle bir durumda sadece saf düzeni ile ilgili sünnete
uyulmamış olur.
Cemaate Katılmamak İçin Mazeretler Sayılan Durumlar
Geçerli bir mazeret bulunmadıkça namazı cemaatle kılmaya ve camiye
gitmeye özen göstermek müminden beklenen bir davranıştır. Mazeretsiz olarak
camiden ve cemaatten uzak kalmak hoş görülmemiştir. Aşağıdaki durumlar, Hanefî
âlimler tarafından, cemaate katılmamak için geçerli mazeretler olarak kabul
edilmiştir:
Geçerli bir mazeret
bulunmadıkça namazı
cemaatle kılmaya ve
camiye gitmeye özen
göstermek müminden
beklenen bir
davranıştır.
 Hastalık. Teyemmümü mubah kılacak derecede hasta veya yürüyemeyecek
derecede yatalak/felçli olmak. Hafif rahatsızlıklar ve yürüyüşe engel olmayan felç ve
benzeri durumlar mazeret sayılmaz. Hz. Peygamber de hastalanıp mescide çıkamaz
duruma gelince namazı Hz. Ebû Bekr’in kıldırmasını istemiştir (Buhârî, “Enbiyâ”, 19;
“Ezân”, 46). Grip gibi bulaşıcı hastalığı olanların camiye gitmemesi uygun olmakla
birlikte; etkisi ağır olan bulaşıcı mikropları taşıyanların cemaate katılmaması gerekir.
 Bedeni arızalar. Gözlerin görmemesi, kötürümlük, aşırı yaşlılık, ayaklarda
yürümeye engel sakatlık.
 Korku. Camiye gittiği takdirde malına, canına veya ırzına bir zarar gelmesinden
korkmak.
 Olumsuz hava şartları. Camiye gidişi engelleyecek derecede şiddetli yağmur,
çamur, kar, dolu, soğuk, sıcak, rüzgâr, karanlık gibi hava şartları.
 Abdestin sıkışık durumda olması. Çünkü bu durum, namazın huşû ve huzur içinde
yerine getirilmesine engel olur. Nitekim kişinin kalbini meşgul edecek derecede açlık
ve susuzluk durumunda, yemek hazır olduğu hâlde tek başına veya cemaatle namaz
kılmak da mekruh olur. Oruçlu hakkında açlık ve susuzluk, cemaate katılmamak için
özür sayılmaz, çünkü yeme içme oruçlunun kalbini meşgul etmez.
 Çiğ soğan ve sarımsak gibi kokusuyla insanları rahatsız eden bir şey yemek içmek
veya böyle bir kokuyu üzerinde bulundurmak. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Namaz III
“Soğan veya sarımsak yiyen kimse mescidimize yaklaşmasın” (Buhârî,
“Ezân”, 160; Müslim, “Mesâcid”, 73).
 Hapsedilmiş olmak.
 Farz olan ilimleri araştırmak ve bunların eğitim- öğretimiyle meşgul olmak.
 Yolculuğa çıkmak üzere olmak.
 Hastaya bakmak.
Cemaate katılmak istediği hâlde, yukarıda sayılanlardan veya bunlara benzer
geçerli mazereti sebebiyle gidemeyen kimse, niyetine göre sevap kazanır. Ayrıca
sayılan bu mazeretlerin önemli bir kısmı geçici durumlar olduğundan, bunları
bahane ederek cemaati büsbütün terk etmek doğru olmaz.
Bir Yerde Cemaatle Namazın Tekrarlanması
Cemaat olmak ve namazı cemaatle kılmak düşüncesi, kişilerin bir
araya toplanmasını gerektirmektedir. Buna göre bir cami veya mescitte her
vakit namaz için tek bir cemaat teşkil edilmesi esastır. Özellikle düzenli
cemaatle namaz kılınan cami ve mescitlerde, ezan ve kamet okunarak
cemaatle namaz kılındıktan sonra, bir mazeret bulunmaksızın yeni bir
cemaat oluşturarak namaz kılınması mekruh görülmüştür. Zira başka bir
cemaat oluşturulması, cemaatin bütünlüğünü bozar, huzursuzluğa ve
cemaate katılmada gevşekliğe sebep olabilir.
Görevli imamı bulunan bir
mescitte,
geçerli bir
mazeret
bulunmaksızın, imamdan önce cemaatle namaz kılmak da mekruhtur. Hatta
Hanbelîler bunun haram olduğunu söylemiştir. Diğer taraftan mescitte
cemaatle namaz kılındıktan sonra gelenler, ezan okumaksızın sadece kamet
getirerek cemaatle namaz kılarlar.
Aşağıdaki durumlarda ikinci bir cemaat yapılması caiz görülmüştür:
 Bir mescitte, o bölgenin halkından olmayan seferi bir topluluk erken
davranıp cemaatle namaz kıldıktan sonra, bölge halkının cemaatle namaz
kılması.
 Bölge sakinlerinin ezanı sessizce okuyarak namaz kılması durumunda,
onlardan sonra ezanı sesli okuyarak cemaatle namaz kılmak.
 Bölge sakinlerinin, ezan ve kamet okumaksızın cemaati tekrarlaması.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Namaz III
 Yol üzerinde bulunan dolayısıyla farklı zamanlarda grupların geldiği bir
mescit olması. Benzinlik ve konaklama yerlerindeki mescitler de aynı
durumdadır.
 Devamlı bir imam ve müezzinin bulunmaması sebebiyle, insanların ayrı
ayrı namaz kıldığı bir mescit olması.
İMAMLIK
İslam’da devlet
başkanlığına imâmet-i
kübrâ (büyük imamlık),
namaz imamlığına da
imâmet-i suğrâ (büyük
imamlık) denilmektedir.
İmam kelimesi önder, lider ve öncü gibi anlamlara gelmektedir. İyi veya kötü
bir işte kendisine uyulan ve arkasından gidilen kimseye imam denir. Namaz
imamlığı, cemaatle kılınan namazda öne geçerek arkadakilere önderlik etmektir.
İmamlık çok şerefli ve meziyetli bir iştir. Hz. Peygamber, hastalık gibi bir mazereti
olmadığı sürece daima cemaate imam olarak namazları kıldırmıştır. Ondan sonra
gelen râşit halifeler de aynı uygulamayı devam ettirmişlerdir. İmam olan kişi bir
taraftan Hz. Peygamber’in makamında bulunmakta, diğer taraftan da cemaati
temsil etmektedir. İslam’da devlet başkanlığına imâmet-i kübrâ (büyük imamlık),
namaz imamlığına da imâmet-i suğrâ (büyük imamlık) denilmektedir. İlk dönemde
bu iki imamet türü birbiriyle bağlantılı görülürken, sonraki zamanlarda devlet
işlerinin çoğalması ve devlet başkanlarının namaz imamlığına gerekli önemi
göstermemesi gibi sebeplerle camilere namaz kıldırmak için görevliler atanmıştır.
İmam olacak kimsenin, namaz kılmak için gerekli asgari şartları taşıması
yanında, makamın gerektirdiği bazı ek özelliklere sahip olması veya eksiklikleri
taşımaması da istenmektedir. İmam olacak kişinin, makamın hakkını verecek üstün
özelliklere sahip birisi olması tercih edilmekte ve imamlık makamına yakışmayan
sıfatlar taşıyanların imamlığı hoş karşılanmamaktadır.
İmamda Bulunması Gereken Şartlar
Namaz imamında mutlaka bulunması gereken, aksi takdirde
imamlığın ve ona uyan cemaatin namazının sahih/geçerli olmayacağı şartlar
şunladır:
 Müslüman olmak: Müslümanlara namaz kıldıran imam da Müslüman
olmalıdır. Kâfir veya İslam’dan çıkmış (mürted) birinin imamlığı geçerli
değildir.
 Akıllı olmak: İmamın, normal baliğ/ergen bir insanda bulunan akıl
seviyesinde akıllı olması gerekir. Akıl hastası, bunak ve sarhoşun imamlığı
geçerli değildir. Hastalığı nöbetler hâlinde gelen kimsenin sağlam hâlinde
veya akıl seviyesi nispeten düşük olan saf kimselerin imamlık yapması
mekruh sayılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Namaz III
İmam olacak kişinin,
makamın hakkını
verecek üstün
özelliklere sahip birisi
olması tercih edilmekte
ve imamlık makamına
yakışmayan sıfatlar
taşıyanların imamlığı
hoş
karşılanmamaktadır.
 Baliğ/ergen olmak: Hanefîler’in büyük çoğunluğuna göre farz veya nafile
hiçbir namazda ergen olmayan çocuğun imamlık yapması geçerli değildir.
Mâlikî ve Hanbelîlere göre mümeyyiz çocuk, sadece farz namazlarda imam
olamaz; nafile namazlarda imam olabilir. Şâfiîler’e göre ise mümeyyiz
çocuğun bütün namazlarda imamlık yapması caizdir.
 Erkek olmak: Aralarında erkek bulunan bir cemaate imam olacak kişinin
mutlaka erkek olması gerekir. Kadın erkeğe imam olamaz. Kadının kadına
imamlığı da mekruh sayılmıştır. Şayet kadınlardan oluşan cemaate bir kadın
imam olmak isterse, böyle bir imamlık mekruh olmakla birlikte, imam
olacak kadın öne geçmeden diğerleriyle aynı hizada ortalarında durur.
 Abdestli ve temiz olmak: İmamın abdestli olmaması veya üzerinde
namaza mani necaset bulunması durumunda ne kendi namazı ne de ona
uyan cemaatin namazı geçerli olur. İmamın namazı abdestsiz veya cünüp
olarak kıldırdığı sonradan anlaşılsa, kendisinin ve bu durumu öğrenen
cemaatin namazı yeniden kılmaları gerekir. İmamın abdestsiz olduğunu
duymayan cemaatin namazı geçerli sayılır.
 Başkasına uymuş olmamak: İmam bir başkasına uymuş olmamalıdır.
Buna göre cemaate sonradan katılarak rekât kaybı bulunan kimse
(mesbûk), imam selam verdikten sonra yetişemediği kısmı tamamlamak için
ayağa kalkınca, ona başkasının uyması caiz değildir.
Cemaatin kıraatte
bulunması farz
olmadığından, kıraatte
bulunamayacak
durumda olanlar imama
uyarak namaz kılarlar.
 Abdest özrü bulunmamak: Hanefî ve Hanbelîler’e göre imamda, normal
kişinin abdestini bozan idrar kaçırma ve benzeri herhangi bir özür
bulunmaması gerekir. Böyle bir özrü olan kişi, ancak kendisiyle aynı tür özre
sahip kimselere imamlık yapabilir. İmamla cemaatin özürleri farklı olursa bu
imamlık geçerli olmaz. Mesela idrarını tutamayan imama, yellenme özrü
bulunan kimse uyamaz.
 Namaz sahih olacak kadar Kur’an’dan ezbere kıraatte bulunabilmek. İmam
cemaati temsil ettiğinden imamın kıraati, cemaatin kıraati yerine geçmektedir. Bu
sebeple imamın, kıraat farzını yerine getirebilecek ölçüde Kur’an’dan bir kısmı
ezbere ve düzgün okuyabilmesi gerekir. Cemaatin kıraatte bulunması farz
olmadığından, kıraatte bulunamayacak durumda olanlar imama uyarak namaz
kılarlar.
İmamlıkta Öncelik Sıralaması
İmamlığa öncelik sıralamasından maksat, imamlığın geçerli olabilmesi için
yukarıda belirtilen gerekli asgari şartları taşıyan birden fazla kişi bulunması
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Namaz III
durumunda bunlardan hangisinin imamlığa öncelik hakkının bulunduğu ve tercihin
hangi ölçülere göre tercih yapılacağıdır.
İmamlık için tercih
yapılırken kişide aranan
en temel özellik,
namazın hükümlerini
yani farzları, vacipleri,
namazı bozan ve
bozmayan durumları en
iyi bilen olmasıdır.
İslam’ın ilk dönemlerinde Hz. Peygamber ve râşit halifeler devlet başkanlığı ile
namaz imamlığını bağlantılı olarak görüp camide namazları bizzat kıldırdıklarından,
İslam âlimleri namaz imamlığını îfâ etme işini öncelikle devlet başkanı veya onu
temsil eden yöneticilerin hakkı olarak değerlendirmişlerdir. Zamanla devlet başkanı
ve idareciler, gerek devlet işlerinin fazlalaşması sonucu devlet görevlerinin alt
görevlilere paylaştırılması, gerekse namaz imamlığına önem vermeme gibi
sebeplerle, camilerde meslek olarak bu işi yapan imam ve müezzinler
görevlendirme yoluna giderek, kendileri bu alandan çekilmişlerdir. İslam’ın ilk
dönemindeki uygulama ve anlayışa göre günümüz yönetim yapılanmasında namaz
imamlığına en layık olan kişiler, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere bulundukları
yerde devleti temsil eden vali, kaymakam, emniyet müdürü, garnizon komutanı,
belediye başkanı ve muhtar gibi görevlilerdir.
Görevlisi bulunan bir camide namaz kıldırma hakkı öncelikle ilgili görevliye
aittir. Namaz kıldırmakla görevli olan kişinin, imamet için gerekli şartları taşıyor
olması esastır. Ancak cami dışında kılınacak, görevlisi bulunmayan bir camide veya
vakit namazı kılındıktan sonra oluşturulacak sonraki cemaatle namazlarda, imamlığa
en ehil olan kişiyi belirleyip tercih etme ihtiyacı olacaktır.
İmamlık için tercih yapılırken kişide aranan en temel özellik, namazın
hükümlerini yani farzları, vacipleri, namazı bozan ve bozmayan durumları en iyi
bilen olmasıdır. İmamlığa en ehil kimse, namazın hükümlerini en iyi bilendir. Ancak
eşitlik hâllerinde tercih sebebi olabilecek hususlar âlimlerin çoğunluğu tarafından
sırasıyla şu şekilde belirlenmiştir:

Cemaat içinde devlet başkanı veya devleti temsil eden vali ve benzeri bir
görevli varsa imamlık öncelikle onun hakkıdır.

Caminin görevlisi varsa imamlık öncelikle onun hakkıdır.

Cemaatle namaz bir evde kılınacaksa imamlık, öncelikle o evde oturanın
veya onun izin verdiği kimsenin hakkıdır.

Kur’an’ı Kerim’i en iyi okuyanın imam olması tercih edilir.

En takvalı olanı tercih edilir. Takva; farz ve vacipleri yerine getirmekle
yetinmeyip sünnet ve müstehapları da yapmaya gayret ederek;
haramlardan kaçınmakla yetinmeyip mekruh veya şüpheli olan şeylerden de
kaçınmakla olur.

Yaşça büyük ve olgun olan tercih edilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Namaz III

Ahlâkça daha üstün olan, insanlarla ilişkileri iyi olan tercih edilir.

Yüzü daha güzel olan tercih edilir.

Nesep, ses veya elbise temizliğinde daha güzel olan tercih edilir.
İmamlık Yapması Mekruh Olanlar
İmamlık yüce bir makam olduğundan, imamın gerek imanında gerekse
amellerinde nispeten küçük de olsa yanlışlık veya eksiklik bulunması hoş
karşılanmamıştır. İmamlık yapması mekruh sayılan kimseler şunlardır:
 Fâsık kişi: Alenen farzı terk eden veya haram işleyen kimseye fâsık denir. Fısk,
takvanın zıddıdır. Fâsığın imameti tahrimen mekruh sayılmıştır. Fâsık ancak kendisi
gibi olan bir topluluğa imamlık yapabilir.
 Bidat sahibi kişi: İnancı ehl-i sünnet inancına aykırı olan fakat kişiyi küfre
götürecek derecede bozuk olmayana bidat sahibi denir. Bidat sahibinin imameti de
tahrimen mekruh sayılmıştır.
 Gözleri görmeyen kişi: Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre gözleri görmeyenin
imameti tenzihen mekruhtur. Ancak Hanefîler, cemaatin en âlimi olması hâlinde
kerahet görmemişlerdir. Şâfiîler’e göre ise gözleri görmeyenin imameti mekruh
değildir.
 Cemaatin istemediği kişi: Dini ve ahlaki bakımdan haklı olarak cemaat tarafından
istenmeyen kişinin imameti tahrimen mekruh sayılmıştır. Geçerli bir sebebe
dayanmayan itirazlar dikkate alınmaz.
Dini ve ahlaki bakımdan
haklı olarak cemaat
tarafından istenmeyen
kişinin imameti
tahrimen mekruh
sayılmıştır.
 Namazı çok uzatan kişi: İmam cemaatin durumunu dikkate alarak kıraat, tesbih,
zikir ve duaları, ne çok hızlı ne de sünnet miktarından fazla uzun yapmalıdır.
“Sizden biriniz imamlık yaptığı zaman namazı hafif tutsun. Çünkü cemaat
içinde zayıf, hasta ve yaşlı insanlar vardır. Kişi tek başına namaz kıldığı zaman
istediği kadar uzatsın” (Buhârî, “İlim”, 28, “Ezân”, 62; Müslim, “Salât”, 183).
 Hatalı okuyan (lahn yapan) kişi: Anlamı bozmayacak derecede yanlış okuyanın,
daha iyi okuyacak kimse varken imamlık yapması mekruhtur.
 Gayr-i meşrû ilişkiden doğmuş kişi veya köle: Bunlar genellikle cahil kalmış ve
güzel ahlak kazanamamış kişiler olur. Ancak bilgili ve ahlaklı oldukları takdirde
bunların imamlık yapmaları mekruh değildir.
 Kadının kadına imamlığı: Kadının hemcinslerine imameti mekruhtur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Namaz III
İmama Uyanın Dikkat Etmesi Gereken Hususlar
Cemaatle namaz kılınırken imama uymaya “iktidâ”, imama uyan kişiye de
“muktedî” denir. İmama uyan kişinin namazının geçerli olabilmesi için aşağıdaki
hususlara uygun hareket etmesi gerekmektedir:
 İmama uyan kişi, hem namaz kılmaya hem de imama uymaya niyet etmelidir.
 İmama uyan kişi, imamdan geride durup, onun hizasında veya önünde
olmamalıdır. Hanefî ve Hanbelîlere göre, Kâbe çevresinde namaz kılarken, cemaatin
imamdan öne geçmesi caiz görülmüştür.
İmama uyan kişi,
imamdan geride durup,
onun hizasında veya
önünde olmamalıdır.
 Kılınan namazın çeşidine göre, imamla cemaatin namazı ya aynı olmalı veya
imamın namazı cemaatin namazından daha üstün durumda bulunmalıdır. Bu
sebeple, Hanefî ve Mâlikîler’e göre nafile kılan biri, farz kılmakta olan imama
uyabildiği hâlde; farz kılan biri, nafile kılmakta olan imama uyamaz. Şâfiî ve
Hanbelîler’e göre ise uyabilir. Diğer taraftan abdest alanın teyemmüm edene,
ayaklarını yıkayanın mestleri veya yara sargısı üzerine mesh edene imam olması
geçerlidir.
 İmam ile ona uyan cemaat arasındaki mesafe, makul uzaklıktan fazla
olmamalıdır. Aksi durumda bağlantı kopar ve bu uyma geçerli olmaz. İmamla
kendisine uyan arasında bir ırmak, umumî bir yol veya boş bir arazi bulunuyorsa, bu
uyma geçerli olmaz. Büyük bir mescitte imam ile ona uyan arasında iki veya daha
fazla saf sığacak kadar boşluk bulunsa, bu uyma da geçerli olmaz. Ancak safların
uzaması sonucu yol, nehir üzerindeki köprü veya boş arsa cemaatle dolmuşsa;
cemaat avluya veya diğer katlara taşarsa imamla cemaat arasındaki bağlantı
kopmuş olmaz.
 İmama uyan kişi imamın hareketlerini izlemeli, gecikme olmadan aynı hareketi
peşinden yapmalıdır.
 Kadın cemaat, arada boşluk veya perde olmaksızın erkeklerle yan yana
olmamalıdır.
 Mezhep farklılığı imama uymaya engel olarak görülmemelidir. Cemaat namazı
Müslümanların birlik ve beraberliğini gösterdiğinden, içtihada dayanan mezhep
farklılıklarının ayrışma sebebi yapılması doğru olmaz. Hanefî ve Şâfiîler’e göre,
imamın namazının cemaatin mezhebine göre de sahih olması gerekirken; Mâlikî ve
Hanbelîler’e göre, namazın sıhhati için sadece imamın bağlı bulunduğu mezhebe
itibar edilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Namaz III
İMAMA UYANIN HÂLLERİ
İmama uyan kişi, ya namazı başından sonuna kadar imamla birlikte kılmak
veya imam en az bir rekât kıldıktan sonra yetişmek yahut imamla birlikte başladığı
hâlde çeşitli sebeplerle namazın bir bölümünü imamla birlikte kılamamak şeklinde
üç durumda bulunabilir.
Müdrik
İmama en geç ilk
rekâtın rükûsunda
yetişen ve ara
vermeden imamla
birlikte bitirmiş kişiye
müdrik denir.
Müdrik kelimesi sözlükte yetişen, kavuşan demektir. İmama en geç ilk rekâtın
rükûsunda yetişen ve ara vermeden imamla birlikte bitirmiş kişiye müdrik denir.
Namazı cemaatle kılmanın sevabı, tek başına kılmaktan yirmi yedi derece
daha fazla olduğundan, tek başına kılmakta olduğu namazın farz veya nafile oluşunu
göre aşağıdaki durumlarda tek başına kılınan namaz bırakılarak imama uyulur:
Farz namaz kılmakta olanın durumu
Bir farz namazı tek başına kılmaya başladıktan sonra, bulunduğu yerde o farz
cemaatle kılınmaya başlansa, tek başına kılan eğer henüz secdeye varmamış ise
namazını hemen keserek imama uyar.
Tek başına kıldığı namazın birinci rekâtının secdesine varmış ise bakılır: Eğer
kıldığı namaz sabah ve akşam namazının farzı ise yine keser ve imama uyar. Fakat
bunların ikinci rekâtı için secdeye varmış ise, artık kesmeyip namazı kendisi
tamamlar. Eğer ilk rekâtın secdesini yaptığı namaz öğle, ikindi veya yatsı namazı gibi
dört rekâtlı bir farz ise, bir rekât daha kılarak ikiye tamamlayıp selam verir. Kıldığı bu
iki rekât nafile sayılır. Sonra farzı kılmak üzere imama uyar.
Tek başına kıldığı dört rekâtlı namazın henüz üçüncü rekâtının secdesini
yapmamış ise hemen ayakta veya oturarak selam verip namazdan çıkar. Kıldığı bu iki
rekât nafile sayılır. Sonra farzı kılmak üzere imama uyar. Fakat tek başına kıldığı
namazın üçüncü rekâtının secdesini de yapmışsa, artık bunu tamamlar, farzı tek
başına kılmış olur.
Nafile namaz kılmakta olanın durumu
Bir nafile namazı -mesela öğle, ikindi ve yatsının ilk sünnetlerini- tek başına
kılmaya başladıktan sonra, yanında cemaatle namaza başlansa, tek başına kılan bu
nafileyi iki rekâta tamamlar ve sonra selam verip cemaate katılır. Üçüncü rekâta
kalkmış ise, onu da dörde tamamlar.
Bir nafile namazı tek başına kılan kişi, kılınmaya başlanan cenaze namazını
kaçırmaktan korkarsa, nafileyi hemen keser, cenaze namazı için imama uyar ve daha
sonra nafileyi kaza eder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Namaz III
Nafileye henüz başlamamış olanın durumu
Cemaatle sabah namazının kılınmakta olduğunu gören kişi, sünneti hızlıca
kıldığında cemaate yetişebileceği kanaatinde ise, hemen sabah namazının sünnetini
sadece farz ve vaciplerini yerine getirerek kılar ve ardından imama uyar. Ancak
cemaate yetişemeyeceği kanaatinde ise, sünnete başlamayıp hemen imama uyar ve
artık bu sünneti kaza da etmez. Eğer sünnete başlamış ise bunu tamamlar.
Öğle, ikindi ve yatsı namazlarının cemaatle kılınmaya başlandığını gören
kimse, bunların sünnetine başlamadan imama uyar, sonra öğlenin dört rekât ilk
sünnetini kaza eder, ikindinin sünnetini ise vaktin keraheti dolayısı ile kaza etmez.
Yatsı namazının gayr-i müekked olan dört rekât ilk sünnetini, dilerse kaza eder,
dilerse etmez.
Lâhik
İmamla birlikte namaza başlamasına rağmen, dalgınlık, uyku, rahatsızlık,
abdestinin bozulması gibi bir özür sebebiyle, namazın bütün rekâtlarını veya bir
bölümünü imamla birlikte kılamayana lâhik denir. Lahik, imamla birlikte kılamadığı
rekâtları, imamın selamından sonra kaza eder.
Lâhik, hüküm bakımından müdrik gibi olup, kılamadığı rekâtları kaza ederken
imamın arkasında kılıyormuş gibi davranarak kıraat yapmaz, şayet yanılırsa sehiv
secdesi de yapmaz.
Namaz sırasında abdesti bozulan kişi hemen namazı bırakıp dünya kelamı
konuşmadan abdestini alıp gelir ve yetiştiği yerden imama uyar. İmam selam
verince, arada kaçırdığı rekâtları kaza eder. Geldiğinde imam selam vermiş olursa,
bıraktığı yerden kendisi tamamlar.
Lâhik konusunda fıkıh kitaplarında çok ayrıntılı ve uygulanması nispeten zor
hükümler bulunması, bu kişinin cemaat sevabından mahrum kalmaması içindir. Bu
hükümleri iyi bilmeyenlerin, namazı bozup tekrar baştan başlamaları daha ihtiyatlı
bir yoldur.
Mesbûk
İmama birinci rekâtın rükûundan sonra uyan kimseye mesbûk denir. Bir başka
deyişle mesbûk, namazın başından en az bir rekât kaçırmış kişidir. Son rekâtın
rükûundan sonra imama uyan ise, bütün rekâtları kaçırmış olur.
Mesbûk, hüküm bakımından tek başına namaz kılan kimse gibi olup, kaçırdığı
rek’atları kazaya başladıktan sonra, ilkten kendi başına kılıyormuş gibi davranarak
Sübhâneke’yi okur, kıraat yapar ve şayet yanılırsa sehiv secdesini de yapar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Namaz III
Mesbûk imama uymak için geldiğinde, şayet bu namaz öğle ve ikindi gibi gizli
okunan bir namaz ise, iftitâh tekbirini alır ve Sübhâneke’yi okur. Eğer sabah, akşam
veya yatsı gibi açıktan okunan bir namaz ise, iftitâh tekbirini alır, Sübhâneke’yi
okumadan imamı dinler, kendi kaza edeceği rekât ya da rekâtlar için ayağa kalkınca
Sübhâneke’yi okur ve kıraatten önce eûzü-besmele çeker.
Akşam namazının son rekâtında imama yetişen mesbûk, imam selam verince
kalkar, Sübhâneke’yi okur, eûzü-besmele çeker, Fâtiha’yı okur, kıraat yapar,
secdelerden sonra oturur, yalnız Tahiyyât’ı okur ve ayağa kalkar, besmele çekip
Fâtiha ve kıraatten sonra rükû, secdeler ve son oturuşu yaparak selâm ile namazdan
çıkar. Böylece üç defa oturmuş olur. Doğru olan uygulama bu şekildedir. Fakat kendi
kıldığı ilk rekâtın sonunda yanılarak oturmamış olsa, sehiv secdesi gerekmez. Çünkü
bu rekât, namazın bütünü bakımından ikinci rekât ise de, kendi kıldığı kısım
bakımından birinci rekât yerindedir.
Dört rekâtlı bir namazın son rekâtında imama yetişen kimse, imamın
selamından sonra bir rekât kılarak oturur, yalnız Tahiyyât’ı okuyup kalkar ve iki rekât
daha kılar.
İmamla birlikte teşehhüt miktarı oturduktan sonra, daha imam selam
vermeden önce, mesbûkun ayağa kalkıp kaçırdığı rekâtları kılmaya başlaması
mekruhtur. Ancak abdestinin sıkışık olması, güneşin doğacak olması veya namaz
vaktinin çıkacak olması gibi durumlarda, imamın selâmını beklemeden kalkıp
namazını tamamlayabilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Namaz III
Özet
• Namazın farzlarından biri olan kıraatın ezberden ve düzgün şekilde
yapılması esastır. Her mümin yüce Allah'ın kelamından en azından
namazda yanlışsız okuyacak kadar öğrenmelidir. Müminlerin Kur'an
ayetlerini kasıtlı olarak yanlış okumaları düşünülemez. Kıraat hatalarının
namazı bozup bozmayacağı konusunda önceki Hanefîlerin belirledikleri
ölçüler, ihtiyat bakımından daha uygun; sonraki Hanefîlerin ölçüleriyse
daha kolaylaştırıcıdır.
• İslam dini günlük olarak beş vakit namazın, haftalık olarak cuma
namazının ve yıllık olarak iki kere ramazan ve kurban bayram
namazlarının cemaatle yerine getirilmesini istemektedir. Günlük
namazların cemaatle kılınması yirmi yedi derece daha faziletli
sayılmıştır. Özellikle kadınların Hz. Peygamber dönemindeki gibi
cemaate katılmaları teşvik edilmelidir.
• Cemaatle namazda önce erkekler safı, sonra çocuklar safı ve onun
arkasında da kadınlar safı olacak şekilde sıra yapılır. Erkeklerle, erkek
çocuklar arasındaki düzene uymak sünnet; kadınlar safının erkeklere
bitişik veya onlardan ileride olmaması ise farz hükmünde görülmüştür.
• Cemaate katılmamak için mazeret olabilecek hâller hastalık, bedeni
arızalar, korku, olumsuz hava şartları gibi durumlardır.
• İmamlık bir fazilet makamı olup imamın dini açıdan üstün özelliklere
sahip birisi olması ve bazı olumsuzluklar taşımamasına dikkat
edilmiştir.
• Namazı başından sonuna kadar imamla birlikte kılana müdrik, imam
en az bir rek’at kıldıktan sonra yetişene mesbûk, imamla birlikte
başladığı halde çeşitli sebeplerle namazın bir bölümünü imamla
birlikte kılamayana da lâhik denir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Ödev
Namaz III
• Diğer bilim dallarından istifade ederek "imamlığın
önemi" konusunu iki yüz kelimeyi aşmayacak
şekilde bir yazı yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Kıraat hatasıyla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Arapça bilen veya bilmeyen herkes kıraat hatası yapabilir
b) Kıraat hatasına teknik olarak "zelletü'l-kârî” denir
c) Bazı kıraat hataları namazı bozmaz
d) Kıraat hataları konusunu iyi kavrayabilmek için Arapça bilmek gerekir
e) İhfâ yapılacak yerde izhâr yapmak, bütün âlimlere göre namazı bozar
2. Kadının imamlığı konusunda aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Kadının kadına imamlığı menduptur
b) Kadının erkeğe imamlığı mekruhtur
c) Kadının erkeğe imamlığı geçerlidir
d) Kadının kadına imamlığı sünnettir
e) Kadının kadına imamlığı mekruhtur
3. Hz. Peygamberin “Kadınlar cemaate katılmak istediklerinde ...” hadisinin
devamı nasıldır?
a) Genç olanlara izin vermeyiniz
b) Üst katta kılmalıdırlar
c) Kıyamet yaklaşmış demektir
d) Çocuklarını götürmesinler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Namaz III
e) Koku sürünmesinler
4. Aşağıdakilerden hangisi cemaate katılmamak için bir mazeret sayılamaz?
a) Hastaya bakmak
b) Yolculuk için hazırlanmak
c) Bulaşıcı hastalık taşımak
d) Üzerinde kerih bir koku bulunmak
e) Kulağında arıza bulunmak
5. Aşağıdakilerden hangisinin imamlık yapması mekruh sayılmamıştır?
a) Gözleri görmeyen kişi
b) Alim köle
c) Bidat sahibi kişi
d) Cemaatin istemediği kişi
e) Namazı çok uzatan kişi
Cevap Anahtarı:
1.e 2.e 3.e 4.e 5.b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Namaz III
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akyüz, V. (2006). Namaz. İstanbul:İz Yayıncılık.
Akyüz, V.(4 cilt hâlinde 1995).Mukayeseli İbadetler İlmihâli-İslam Fıkhında
İbadetler.İstanbul:İz Yayıncılık.
Alptekin, Y. (2007).Namazla Yeniden Doğdum.İstanbul: Nesil Yayınları.
Altuntaş, H. (1998).Kur’an’ın Tercümesi Ve Tercüme İle Namaz Meselesi.Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Aydüz,D.(2008).Namazı
İstanbul:Işık Yayınları.
Anlayarak
Kılmak:
Namaz
Dualarının
Açıklaması.
Balkan, A. (2009). Namaz Aşıkları. İstanbul:Işık Yayınları .
Bilmen, Ö. N. Büyük İslam İlmihâli (ty.).İstanbul:Bilmen Yayınevi.
Buladı, K. (2006).Namaz “Akılları Durduran Mucize”. İstanbul: Kayıhan Yayınları.
Döndüren, H. (2009).Delilleriyle İslam İlmihâli.İstanbul.
Ekerim, E. S. (2006). Namaz Ve Karakter Gelişimi . İstanbul: İnsan Yayınları.
Elbani,M.N. (2004).Hadislerle Hz. Peygamberin Namaz Kılma Şekli(Tercüme: Osman
Arpaçukuru).İstanbul.
Günenç, H. Büyük Şafii İlmihâli (ty.):Ankara: Hilal Yayınları.
Günenç, H.Şafiiler İçin Namaz Kitabı (ty):İstanbul: Emel Yayıncılık.
Hatip, A. (2011).Mevlânâ’nın Gözüyle Âşıkların Namazı. İstanbul.
Komisyon, İlmihâl I-II (1998). Ankara:Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Komisyon, İslam İlmihâli. (2006).İstanbul:Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları.
Kırbaşoğlu, M. H. (2010). Ahir Zaman İlmihali .Ankara.
Kırbaşoğlu, M.H. (1997).Namazların Birleştirilmesi: el-Cem'u beyne's-salateyn,
.Ankara: Araştırma Yayınları.
Mehmed Zihni Efendi, (1971). Nimet-i İslam: Mufassal İlmihal.İstanbul,:Salah Bilici
Kitabevi.
Meşhur, M.(1997). Namazla Dirilmek(Çeviren: Orhan Aktepe).İstanbul:Ravza
Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Namaz III
Nurbaki, H. Namazın Sırları (1986), İstanbul:Damla Yayınevi.
Öztürk, M.(2006). Haydin Felaha: Cemaatle Namazın Fazileti.İstanbul: Erkam
Yayınları.
Rudani, (2009).Hadislerle Müslümanlık 1: Namaz. İstanbul:İz Yayıncılık.
Şentürk, L. Yazıcı, S. (2010). İslam İlmihali. Ankara.
Tokpınar, C. (2002). Sabah Namazına Nasıl Kalkılır .İstanbul: Nesil Yayınları.
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.“Namaz” maddesi, Cilt: 32, s. 350357,.Ankara.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
NAMAZ IV
•
•
•
•
•
•
Cuma Namazı
Bayram Namazı
Vitir Namazı
Nafile Namazlar
Teravih Namazı
Mübarek Gün ve Geceler
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Cuma ve bayram namazlarının bireysel ve
toplumsal hayat açısından önemini
kavrayabilecek
• Nafile namaz çeşitleri hakkında bilgi sahibi
olacak
• Teravih namazının mahiyetini öğrenmiş olacak
• Mübarek gün ve geceleri anlatabileceksiniz.
İSLAM İBADET
ESASLARI
ÜNİTE
6
Namaz IV
GİRİŞ
Cuma Bayram
Vitir Teheccüd Kuşluk
İstihâre İstiskâ
Küsûf Husûf
Tahiyyetü'l-mescit
Tövbe Tesbih Abdest
Gusül İhrama Giriş
Yolculuk Evvâbîn
Hâcet Terâvih
Namaz ibadetinin, özellikle de bazı namaz çeşitlerinin, Müslümanların
bireysel ve toplumsal hayatlarında büyük önemi vardır. Cemaatle kılınan beş vakit
namaz, bu bağlamda ilk olarak zikredilmesi gereken ibadetlerdendir. Günlük
hayatın yoğun temposu içinde beş vakit namazı cemaatle kılmak toplumun önemli
bir kesimi için ne yazık ki mümkün olamamaktadır. Ama en azından cuma namazı
vesilesiyle haftada bir kez de olsa Müslümanlar bir araya gelebilmekte, bayram
namazlarında ise toplumun daha geniş kesimleri aynı mekânda toplanabilmektedir.
Böylece dinî bilinç ve heyecanın toplumun tüm katmanlarında canlı bir katılımla
teneffüs edilmesi sağlanmaktadır.
Ramazan ayının manevi atmosferine farklı bir anlam katan teravih namazları
da toplumsal boyutu ağır basan ibadetlerdendir. Yılın farklı zaman dilimlerine
yayılmış olan mübarek gün ve geceler ise günlük hayatın bitmez tükenmez
koşuşturmaları içinde yorgun ve bitap düşen insanımıza biraz durup nefeslenme
fırsatı sunan ara duraklar gibidir. İşte bu ünitede toplumsal boyutu ağır basan
cuma ve bayram namazları ile nafile namaz çeşitlerini ele alacağız. En sonunda da
dinimizce mübarek sayılan gün ve gecelerle ilgili özet bilgiler vereceğiz.
CUMA NAMAZI
Cuma namazı “toplayıcı” özelliğiyle, Müslümanların haftalık olarak bir araya
gelip dinî bilinç ve duyarlılıklarını tazelemelerini sağlayan çok önemli bir ibadettir.
Nitekim bu namazın “Cuma namazı” olarak isimlendirilmesinin sebebi
Müslümanların bu namazı kılmak üzere toplanmalarıdır.
Bu namaz için cuma gününün seçilmesi de anlamlıdır. Zira Peygamber
Efendimiz (s.a.v.), üzerine güneş doğan en hayırlı günün cuma olduğunu; Hz.
Âdem’in o günde yaratıldığını, o günde cennete girdiğini, o günde cennetten
çıkarıldığını, Kıyamet’in de bir cuma günü kopacağını ve cuma gününde, duaların
kabul olunacağı bir “icâbet saati”nin bulunduğu bildirmiştir (Buhârî, “Cuma”, 4;
Müslim, “Cuma”, 17, 18).
Cuma namazının farz oluşu kitap, sünnet ve icma delillerine dayanır.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığı (ezan okunduğu)
vakit, Allah’ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın! Bilirseniz, bu sizin için daha
hayırlıdır” (Cuma, 62/9).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Namaz IV
Cuma namazının farz kılındığını bildiren bu ayet, Medine’de indirilmiş ve
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ilk cuma namazını hicret esnasında, Medine
yakınlarındaki Rânûnâ Vadisi’nde kıldırmıştır.
Allah Resulü’nün (s.a.v.) hadislerinde, cuma namazlarına devam eden
kimsenin iki Cuma arasındaki günahlarının affedileceği, cumayı hafife alarak üç
cuma namazını terk edenin ise kalbinin mühürleneceği ifade edilmiştir. (Buharî,
“Cuma”, 6, 19; Müslim, “Cuma”, 26; Ebû Dâvûd, “Salât”, 202, 203, 204)
Tarih boyunca İslam bilginleri de cuma namazının farz oluşunda görüş birliği
içerisinde olmuşlardır.
Cuma Namazının Farz Olmasının Şartları
Kur’an-ı Kerim’de cuma namazının sadece kılınması emredilmiş, nasıl
kılınacağı ile ilgili ayrıntı verilmemiştir. Peygamber Efendimiz namaz konusunda
şöyle buyurmuştur:
“Namazı benim kıldığım gibi kılınız!” (Buharî, “Ezan”, 18, “Edeb”, 27).
Bir başka hadiste cumanın farz olmasının şartları şöyle belirlenmiştir:
“Allah’a ve ahiret gününe inananlara cuma namazı farzdır. Ancak yolcu,
köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır” (Ebû Dâvûd, “Salât”, 208,
209).
Hadiste zikredilen istisnaların dışında kalan akıl-baliğ her Müslüman erkek,
bu namazla yükümlüdür. Buna göre, vakit namazlarındaki şartlara ilave olarak, bir
kişiye cuma namazının farz olmasının şartları şunlardır:
 Erkek olmak: Cuma namazı kadınlara farz değildir. Ancak cuma namazını
kılarlarsa bu yeterli olup öğle namazını kılmaları gerekmez.
Cuma
“toplama” anlamındaki
“c-m-a” kökünden
türemiştir ve
haftada bir,
müminleri toplar,
bir araya getirir.
 Hür olmak: Hürriyetten yoksun bulunan esir ve kölelerin, hapisteki
hükümlülerin, cuma günü öğle namazını kılmaları yeterlidir. Çalıştıkları iş
yerlerinden izin alamayan ve başka bir iş bulamayan kişilerin de dolaylı olarak bu
kategoriye girdikleri söylenebilir.
 Mukim olmak: Yolcu (seferî) olana cuma namazı farz değildir.
 Bazı özel durumlar: Namaza gidince hastalığının artmasından veya uzamasından
korkan hastalara cuma farz olmaz. Aynı şekilde aciz ihtiyar, görme engelli, ayakları
kesik ya da kötürüm olma; koruma görevlisi veya hasta bakıcı olarak çalışma gibi
geçerli bir mazereti bulunanlar da vakit bulunca öğle namazını kılmakla yetinirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Namaz IV
Cuma Namazının Sahih Olabilmesi İçin Gerekli Şartlar
 Cuma kılınacak yerin şehir veya şehir hükmünde olması,
 Devlet başkanının izninin bulunması,
 Namazın kılınacağı mekânın herkese açık olması,
 Cemaatin belli bir sayıda olması: Ebû Hanife’ye göre, imam dışında en az üç;
Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise en az iki erkeğin bulunması şarttır.
Şâfiî’ye ve Ahmed b. Hanbel’in meşhur görüşüne göre, akıllı, hür, ergin ve mukîm
(yolcu olmayan) kırk erkeğin bulunması gerekir. İmam Mâlik ise belli bir sayı
vermemiştir.
 Vakit: Cumanın vakti öğle namazının vaktidir. Cuma namazı, eğer vaktinde
kılınamazsa, o günkü öğle namazı kaza edilir.
 Hutbe: Cemaate konuşma yapmak, Allah'a hamd, Resulüne salat ve selam
getirmek ve müminlere duadan ibaret olan bir zikirdir.
Cuma ayetindeki “Allah’ın zikrine koşunuz!” ifadesindeki “Allah’ın zikri”nden
maksat, cuma namazı ve hutbedir. Buna göre hutbe de cuma namazı gibi farzdır ve
hutbenin okunmadığı cuma namazı eda edilmiş sayılmaz. Zira İslam Ümmeti bu
konuda icma etmiş ve Hz. Peygamber’den günümüze kadar, cuma namazları
hutbeli olarak kılına gelmiştir.
Hutbe'nin cuma günü ve namazı için son derece ayrıcalıklı ve önemli bir yeri
vardır. Hatta Hazreti Âişe'den cuma namazının sırf hutbeden dolayı iki rekât olduğu
rivayet edilmiştir. İlgili rivayetlere göre Hz. Peygamber hutbeye çıktığında çok defa
heyecanlanır, gözleri kızarır, sesi yükselir ve bir orduyu uyarırmışçasına sert bir eda
ile kıyametin yakınlığından ve mutlaka kopacağından söz ederdi. Hutbesine Allah'a
hamd ü sena ve şehadetle başlar, Allah'ı çok anar ve sözcükleri az, anlamı derin
ifadeler seçmeye özen gösterirdi. "Kişinin hutbesinin kısa, namazının uzun olması,
dinî anlayışının bir işaretidir" buyururdu.
Hutbenin rüknü, Cenâb-ı Hakk'ı zikirden ibarettir.
Hutbe iki bölümden oluşur: Birinci hutbe Müslümanlara vaaz ve nasihat;
ikinci hutbe Müslümanlara duadır. Her birinde Allah'a hamd ü sena, Allah'ın
birliğine, Hz. Muhammed'in peygamberliğine şehadet ve Hz. Peygamber’e salavat
vardır.
Hutbenin Şartları
 Vakit içinde okunması,
 Namazdan önce okunması,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Namaz IV
 Hutbe niyetiyle cemaat huzurunda okunması,
 Hutbe ile namaz arasının başka bir şeyle kesilmemesi.
Hutbenin sünnetleri
 Hutbeye başlamadan önce hatibin minberin önünde bulunması,
 Minbere çıktığında hatibin cemaate dönüp oturması ve okunacak ezanı
dinlemesi,
 Hatibin huzurunda (iç) ezanın okunması,
 Ezandan sonra, hatibin cemaat karşısında her iki hutbeyi ayakta okuması,
 Birinci hutbeye Allah'a hamd ü sena (El-Hamdü li'llâh…) ile başlamak,
 Şehadeteyni (Eşhedü en lâ ilahe... ve eşhedü enne Muhammeden...) okumak ve
Hz. Peygamber’e salavat getirmek,
 Müslümanların dünya ve ahiretlerine yarayacak, onları her iki dünyada saadete
kavuşturacak vaaz ve nasihatlerde bulunmak; kâfirlerin zulmünden kurtarması için
dua etmek,
 Eûzü-Besmele ile bir ayet okumak,
 Hutbeyi ikiye ayırmak ve iki hutbe arasında az bir miktar oturmak,
 İkinci hutbeye de, birinci hutbe gibi, hamdele ve salvele ile başlamak,
 Her iki hutbeyi de kısa okumak,
 Hutbeyi, cemaatin işitebileceği bir sesle okumak.
Cuma Namazına Hazırlık ve Cuma Namazının Kılınışı
Müslümanlar için haftanın günleri içerisinde en ayrıcalıklı gün olan cuma
gününde camiye gusül abdesti alarak gitmek, cami cemaatini rahatsız edecek
soğan, sarımsak, sigara, çorap vs. kaynaklı kötü kokulardan arınmak, misvak
kullanmak/dişleri fırçalamak, güzel elbiseler giyinmek ve ağır olmayan güzel
kokular sürünmek müstehaptır.
Minarede ezan okununca, cuma namazı ile yükümlü bulunanların, başka bir
şeyle uğraşmayı bırakarak hemen camiye gitmeleri vaciptir. Çocukların cumaya
götürülmesi de, onların camiye-cemaate alışmaları ve dinî heyecanı hissetmeleri
açısından son derece önemlidir. Aynı şekilde, müsait olan kadınlar da, camide
kendilerine tahsis edilecek bölümde namazlarını kılarak o manevi havayı teneffüs
edebilir, vaaz ve hutbede verilen bilgilerden istifade edebilirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Namaz IV
İmam minbere çıkınca cemaatin susması, kendi aralarında konuşmaması,
selâm alıp-vermemesi ve nafile namaz kılmaması gerekir. Cumanın ilk sünnetine
başlanmışsa, uzatılmaksızın farz ve vaciplerine riayet edilerek bir an evvel
tamamlanır.
Cuma namazının farzı iki rekâttır. Sabah namazının farzı gibi kılınır; imam
sesli olarak Kur’an okur. Cuma namazının farzı bitmeden yetişen ve imama uyan
kimse, bu namazı tamamlar. İmama teşehhütte otururken veya sehiv secdesinde
yetişen bile, namaza yetişmiş olur.
Cumanın farzının tamamlanmasından sonra, daha fazla sevap almak
isteyenler, münferit olarak (tek başlarına) namaz kılabilirler. Nitekim bir hadiste
şöyle buyurmuştur:
“Sizden biriniz, cuma namazını kıldığı zaman, bundan sonra dört rekât
daha kılsın!” (Buharî, “Cuma”, 39; Müslim, “Cuma”, 72).
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) cumanın farzından sonra bazen 2, bazen 4 ve
bazen de 4+2= 6 rekât namaz kıldığına dair rivayetler mevcuttur.
Ülkemizdeki uygulamada, farzın tamamlanmasından sonra, vakti olanlar
(4+4+2 şeklinde) toplam 10 rekât namaz kılmaktadırlar. Bu namazların ilki, dört
rekâtlık “cumanın son sünneti” olup, öğle namazının ilk sünneti gibi kılınır. “Vaktin
son sünneti” adı verilen üçüncü namaz ise iki rekâttır ve öğle namazının son
sünneti gibi kılınır. Bunların kılınmaması durumunda, cuma namazının noksan
kalacağı düşüncesi doğru değildir. Zira kılınan bu namazlar farz olmayıp sünnettir
ve fazla sevap almak isteyenler için birer fırsattan ibarettir.
Zuhr-i Âhir Namazı
Ülkemizde cumanın farzından sonra kılınan iki sünnet namazın arasında, bir
de “zuhr-i âhir” namazı kılınmaktadır. Dört rekât olan ve öğle namazının farzı gibi
kılınan bu namaz, Peygamber Efendimiz tarafından kılınmamış olmakla birlikte,
sonraki bazı alimlerin uygun görmesi neticesinde kılınmaktadır. Bu namaz, bir
yerleşim yerinde birden fazla mekânda kılınan cuma namazlarının kabul edilmeme
ihtimaline binaen kılınan “öğle namazının farzı”dır. Nitekim “zuhr-i âhir”in kelime
anlamı “son öğle namazı”dır.
Günümüze kadar uzun bir süre tatbik edilmiş olan bu uygulamayı savunanlar
olduğu gibi, “bidat” olduğu ve ihtimale binaen ibadet yapılamayacağı gibi
gerekçelerle ciddi şekilde eleştirenler de mevcuttur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Namaz IV
BAYRAM NAMAZLARI
Toplum olmanın göstergelerinden biri de, sevinç ve üzüntülerin bütün
toplum tarafından paylaşılabilmesidir. İşte bu noktada bayramlar çok önemli bir
fonksiyon icra ederler. Zira bayramlar, sevinç duygusunun dalga dalga bütün
toplumu kuşattığı, dargınlıkların unutulduğu, insanî ilişkilerin canlandırıldığı;
büyüklerin ziyaretlerle, küçüklerin de hediyelerle sevindirildiği çok özel
zamanlardır.
İslam Dini’nde de, iki tane bayram vardır: Ramazan Bayramı (îdu’l-fıtr) ve
Kurban Bayramı (îdu’l-edhâ). Bu bayramlardan birincisinde, İslam’ın ramazan
orucunun tutulup tamamlanması; ikincisinde de, hac ibadetinin ifa edilmesi
neticesinde, Müslümanlar bayram etmeye hak kazanmış olmaktadırlar.
Bayram namazı ilk olarak Hicret’in birinci yılında emredilmiştir. Hz. Enes’in
(r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Resulüllah (s.a.v.) Medine’ye gelince,
Medineliler’in eğlendikleri iki günleri vardı. Hz. Peygamber, bu iki günde niçin
eğlendiklerini sorunca, kendisine şöyle cevap verdiler: “Cahiliye döneminde bizler
bu iki günde eğlenirdik.” Bunun üzerine Allah’ın Elçisi şöyle buyurdu:
“Allah (c.c.) o iki gün yerine, size onlardan daha hayırlılarını vermiştir:
Kurban Bayramı ve Ramazan Bayramı” (Ebû Dâvûd, “Salât”, 239; İbn Hanbel,
Müsned, III, 103, 235, 250).
Kurban bayramı namazının meşruluğu, kitap, sünnet ve icma delillerine
dayanır. Kur’an-ı Kerim’deki “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes!”(Kevser 108/2)
ayetinde emredilenler, çoğu alimin yorumuna göre Kurban Bayramı namazı ve
kurban ibadetleridir.
Ramazan bayramı namazının dayanağı da “sünnet” ve “icma”dır. Nitekim
Resulüllah’ın (s.a.v.) iki bayram namazını da kıldırdığı, kesin bir şekilde
bilinmektedir. Hz. Peygamber’in ilk kıldırdığı bayram namazı, hicretin ikinci
yılındaki ramazan bayramı namazıdır.
Hanefîler’e göre, kendilerine cuma namazı farz olan kimselere, bayram
namazı kılmak vaciptir. Hanbelî Mezhebi’nde kuvvetli olan görüşe göre, bayram
namazı “farz-ı kifâye”, Şâfiî ve Mâlikîler’e göre ise “müekked sünnet”tir. Bayram
namazlarında hutbeler namazlardan sonra okunur ve bunların okunması sünnettir.
Bayram Namazlarının Kılınışı
Ramazan ve Kurban bayramı namazları ikişer rekâttır ve her ikisi de aynı
şekilde kılınır. Cemaatle kılınan bu namazlarda ezan ve kamet okunmaz. İmam bu
namazı sabah namazı gibi kıldırır. Farklı olarak her iki rekâtta üçer ilave tekbir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Namaz IV
mevcuttur. Hanefîler’e göre, bu tekbirlerin üçü birinci rekâtta ve imamın açıktan
okumaya başlamasından önce; diğer üçü ise ikinci rekâtta ve imamın kıraati
tamamlamasından sonra ilave edilir.
Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre, bu tekbirler her rekâtta kıraatten önce
alınır. İmam Şâfiî’ye göre birinci rekâtta yedi, ikinci rekâtta ise beş tekbir alınır.
İmam, Bayram namazının kılınmasını müteakip minbere çıkar, oturmaksızın
hutbeye başlar, cumadaki gibi iki hutbe okur. Bayram hutbelerine tekbir ile
başlanır, cemaat de bu tekbirlere katılır.
Bayram namazları bir şehirde umumî bir “musallâ (namazgâh)”da
kılınabileceği gibi, birden çok camide de kılınabilir. Ebû Saîd el-Hudrî’den (r.a.)
şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Resulüllah (s.a.v.) Ramazan ve Kurban bayramı günlerinde musallaya
çıkar, ilk yaptığı iş namazı kıldırmak olurdu. Namazı bitirdikten sonra, insanlar
saflar halinde iken, onlara karşı durup vaaz ve nasihatte bulunur, emirler verir,
tasaddukta bulunun (sadaka verin), derdi. En çok da kadınlar tasaddukta
bulunurdu” (Müslim, “Salâtü’l-Îdeyn”, 9).
Ramazan bayramında, bayram namazından önce hurma gibi tatlı bir şey
yenilmesi; Kurban bayramında ise bayram namazı kılınmadan önce bir şey
yenilmemesi müstehaptır. Bunun hikmeti, eğer kurban kesiyorsa, kişinin kurbanın
etinden yemeyi beklemesidir. Ancak kurban kesip kesmemek hükmü değiştirmez.
Bununla birlikte, namazdan önce bir şey yenilmesinde de bir kerahet yoktur.
Bayram sabahı camiye sükûn ve vakar ile gidilir. Namaza giderken ramazan
bayramında sessizce, kurban bayramında ise açıktan tekbir alınması, namazdan
sonra da mümkünse farklı bir yoldan ikametgâha dönülmesi menduptur.
Yahya Kemal Beyatlı’nın
“Süleymaniye’de Bir
Bayram Sabahı” adlı
şaheser şiirini okudunuz
mu?
Teşrik Tekbirleri
Arefe günü sabah namazından başlayarak, bayramın dördüncü gününün
ikindi namazına kadar, toplam yirmi üç farz vakit namazını müteakip, birer defa
“Allâhu ekber Allâhu ekber, Lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber, Allâhu ekber ve lillâhi’lhamd” diye tekbir getirilir. Bu tekbirlere “teşrik tekbirleri” ismi verilir ve bu
tekbirler birçok fakihe göre vaciptir.
Bir yılın teşrik günlerinde kazaya kalan bir namaz, bayramın devam ettiği
teşrik günlerinden birinde kaza edilse, sonunda teşrik tekbiri alınır. Fakat aynı yılın
başka günlerinde veya başka bir yılın teşrik günlerinde kaza edilse, teşrik tekbirleri
getirilmez.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Namaz IV
VİTİR NAMAZI
Yatsı namazı vaktinde kılınan diğer bir namaz da, vitir namazıdır. Halk
arasında “Vitir Vacip” olarak da bilinen bu namaz, yatsı namazıyla neredeyse
bitişmiş ve onun devamı gibi algılanan bir namazdır.
Vitir, alimlerin kılınmasının gerekliliği üzerinde ittifak ettikleri bir namazdır.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
Allah “vitr”dir, “vitr”i
sever.
“Ey Kur’an ehli! Vitir namazını kılın. Çünkü Allah tektir (vitr), teki (vitri)
sever” (Buharî, “Deavât”, 69; Müslim, “Zikir”, 5,6).
“Vitir” kelimesi “çift”in zıddı olarak “tek” anlamına gelmekte olup bu
hadiste, edebi bir şekilde bu anlamına da işaret edilmektedir. Nitekim vitir
namazının bu şekilde isimlendirilmesi de, onun aslında gece kılınan teheccüd
namazının bir parçası olması ve bu namazın çift-çift kılınmasına rağmen, vitir
namazının rekât sayısının tek olması sebebiyledir.
Vitir namazı Ebû Hanîfe’ye ve onun görüşünün esas alındığı Hanefî
Mezhebi’ne göre, vaciptir; vaktinde kılınamadığı takdirde bu namazın kaza edilmesi
gerekir. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve diğer üç mezhep imamına göre ise
müekked sünnettir.
Şâfiiler’e göre vitrin en azı bir rekât, en çoğu on bir rekâttır. Bir rekâttan fazla
kılınacaksa, önce iki rekâta niyet edilir ve selâm verilir. Sonra vitirden bir rekâta
niyet edilip selâm verilir.
Hanefîler’e göre vitir namazı üç rekâttır. İlk iki rekât, tamamen akşam
namazının farzı gibi kılınır. Farklı olarak, üçüncü rekâtta rükûa gitmeden önce
“Allâhümme innâ nestaînüke…” ve “Allâhümme iyyâke na’büdü…” şeklinde
başlayan “Kunut Duaları” okunur.
Vitir namazı, sadece ramazanda cemaatle kılınır ve imam bu namazı açıktan
kıldırır. Fakat tercih edilen görüşe göre, imam da cemaat de Kunut Duası’nı gizli
okurlar.
NAFİLE NAMAZLAR
"Nafile" sözlükte, başka manalarının yanında, “ziyade (fazlalık)” manasına da
gelen "nefl" kökünden bir kelimedir. Dinî bir terim olarak ise “nâfile” farz ve vacip
çerçevesindeki yükümlülüklerinin dışında olmak üzere, mükellefin kendi isteği ile
yerine getirdiği ibadet cinsinden amellerin genel adıdır. Dolayısıyla sünnet,
mendup veya müstehap olarak nitelendirilen tüm ibadetler "nafile" çatısı altına
girer. Bunlar, dinen zorunluluğun bulunmadığını belirtmek üzere, "gönüllü olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Namaz IV
Örnek
yapma" anlamına gelen "tatavvu" terimi ile de anılır. "Nafile Namazlar" başlığı ise
farz ve vacip dışında kalan namazların genel ismidir.
•İnançlı bir insan, farz-vacip-nafile tasnifine bakarak
“hangi namazları kılmayabileceği”ni değil, hepsini kılmaya
çalışmakla birlikte, “hangilerine öncelik vereceği”ni
düşünmelidir. Zira “zorunlu” ibadetlerin yapılmaması
mutlak anlamda “zarar” ise, “zorunlu olmayan”
ibadetlerin yapılmaması da “kârdan zarar”dır.Bir Mümin,
akıllı bir tüccar gibi düşünüp, ölçüp-tartmalı ve öncelikle
zarar etmemeye, ondan sonra da olabildiğince fazla kâr
etmeye bakmalıdır.
Meşhur hadis kitaplarında, Peygamber Efendimizin, çeşitli zamanlarda ve
değişik vesilelerle nafile namazlar kıldığı anlaşılmaktadır. Nafile namazlarla ilgili
olarak Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Bir kulun kıyamet gününde ilk hesap sorulacağı ameli namazdır. Eğer
namazı düzgün ve tam çıkarsa kurtulmuş ve kazanmıştır. Eğer namazı düzgün
çıkmazsa kaybetmiş ve hüsrana uğramıştır. Kulun farz namazları eksik
çıktığında Aziz ve Celil olan Allah meleklere: "Bakınız, kulumun farzlardaki
eksikliğini tamamlayacak nafile namazı var mıdır?" diye sorar. Diğer amelleri
de bu şekilde muhasebe edilir”(Ebû Dâvûd, “Salât”, 140-144; İbn Mâce,
“İkâme”, 202).
Hanefî Mezhebi fakihleri ile diğer bazı mezheplerin fakihlerine göre, nafile
bir namaza başlamak, onu tamamlamayı vacip kılar. Dolayısıyla nafile namaza
başlayan kimse, herhangi bir sebeple o namazı bozacak olsa veya namaz bozulsa,
onu kaza etmesi üzerine vacip olur. Mâlikîler’e göre, bozulmuş bir nafile namazın
kazası farzdır. Şâfiîler’e göre ise nafile bir ibadeti bozan kimseye, o ibadeti kaza
etmesi gerekmez.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Tartışma
Namaz IV
•Nafile olarak başlanan bir namazın, herhangi bir sebeple bozulması
durumunda kazasının gerekip gerekmeyeceğine dair ileri sürülen
görüşleri tartışınız.
•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan
“tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
Nafile namazların bütün rekâtlarında kıraat farzdır. Nafile namazlarda “niyet
ettim nafile namazı kılmaya” şeklinde mutlak niyet kâfidir. Hâlbuki farz ve vacip
namazlarda mutlak niyet yeterli değildir; kılınacak namazın hangi namaz olduğu
açıkça ifade edilmelidir.
Farz ve vacip namazlardan farklı olarak, nafile namazlar ayakta kılınabileceği
gibi oturarak da kılınabilir. Fakat ayakta kılmak daha faziletlidir.
Nafile,
“gönülden gelerek”
yapılan ibadettir.
Nafile namazlar, yine farz namazlardan farklı olarak binek/vasıta üzerinde de
kılınabilir. Nafile namazların evde kılınması daha faziletlidir. Ancak, farz namazın
camide kılınması hâlinde, farz namazlara bağlı sünnet namazların da camide eda
edilmesinin daha iyi olacağı belirtilmiştir. Sünnet namazların camide eda edilmesi
hâlinde, bu namazların, farzın kılındığı yerde kılınmayıp yer değiştirilerek kılınması
daha faziletlidir.
Hanefîler’e göre, farzlara tabi nafile namazlar, farza ait vakit geçtikten sonra
kaza olunmazlar. Ancak, sabah namazının sünneti, farzı ile birlikte kuşluk vaktinde
kaza olunabilir. Diğer mezheplerde sünnetlerin de kaza edilebileceği yönünde
görüşler vardır.
Nafile Namazların Çeşitleri
Fıkıh bilginleri, nafile namazları çeşitli açılardan sınıflandırmışlardır.
Hanefîler’e göre, nafile namazlar, farz namazlara tabi olup olmaması yönünden iki
kısma ayrılır. Farzlara tabi nafile namazlara "revâtib", farzlara tabi olmayıp
bağımsız olan nafile namazlara da "Regâib" adı verilir. Daha önce “revâtib”
hakkında bilgi verildiği için, burada sadece “Regâib” kapsamına giren nafileler
hakkında bilgi vereceğiz.
Teheccüd Namazı
Farz, vacip ve teravih namazlarının haricinde, yatsı namazıyla sabah namazı
vakitleri arasında kılınan nafile namazlara teheccüd (gece) namazı denir.
Genel olarak gecelerin ibadetle ihyası konusunda, hadis kitaplarında çok
sayıda sahih kavlî ve fiilî sünnet rivayet edilmektedir. Bu rivayetlerden bir kısmı,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Namaz IV
genel olarak gece namazlarının faziletine (Müslim, “Siyam”, 38; Tirmizî, “Salât”,
207) ve Peygamberimizin gece namazlarını hiç aksatmadan kıldığına dairdir (Ebû
Dâvûd, “Salât”, 146-147; İbn Mâce, “İkâme”, 23). Bir kısmı ise gecenin ortasının
namazla, son kısmının da dua, namaz ve istiğfarla ihya edilmesi hakkındadır.
Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayet-i kerimede Peygamberimize hitaben açık bir
şekilde gecenin belli vakitlerinde kalkıp namaz kılmasının emredilmiş olmasını
(Müzzemmil 73/1-6; İsrâ 17/79; Zâriyât 51/17-18) dikkate alan bazı alimlere göre,
gece namazları Peygamberimize farz idi. Diğer bir kısım alimlere göre ise gece
namazları hem Peygamberimize ve hem de bütün Müslümanlara farz iken; daha
sonra diğer Müslümanlardan farziyet kaldırılıp (neshedilip), sadece
Peygamberimize has kaldı. Selef alimleri tarafından ümmet için hâlâ vacip olduğu
görüşü de ileri sürülmüştür. Bir başka görüşe göre ise ne Peygamberimize ve ne de
diğer Müslümanlara farz olmayıp (özellikle) Peygamberimize sevabı diğer
nafilelerden daha fazla olan; ümmetine ise günahlara kefaret ve mağfiret vesilesi
olan nafile bir namazdır.
Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Farz namazlardan sonra en faziletli namaz, gece namazıdır" (Müslim,
“Sıyâm”, 38; Tirmizî, “Salât”, 207).
Rivayetlerden bazılarında, Peygamberimizin gece uyandığı ifade
edildiğinden, müçtehitlerden bazılarına göre, teheccüd namazı kılmak için yatsı
namazından sonra bir süre uyumuş olmak gerekir. Bazılarına göre, böyle bir şart
söz konusu olmayıp yatsı namazından sonra sabah namazının vakti girinceye kadar
teheccüd namazı kılınabilir.
Uyanamama korkusu olmayanlar için, yatsı namazından sonra uyuyup
gecenin uygun bir vaktinde kalkmak ve teheccüd namazını, sonra vitir namazını,
sonra da sabah namazının sünnetini kılmak daha faziletlidir.
Hz. Ayşe'den gelen rivayetlerden, Peygamberimizin kıldığı gece namazlarının
rekâtları ve kılış şekillerinin (ayakta veya oturarak kılması) onun sıhhat durumuna
göre değiştiği anlaşılmaktadır.
Teheccüd namazının dört rekâtla sekiz rekât arasında kılınabileceği
konusunda İslam alimleri arasında görüş birliği vardır; fakat iki rekât olarak
kılınabileceği kanaatine ulaşan bilginler de bulunmaktadır.
Kuşluk Namazı
Kuşluk vaktinde kılınması sebebiyle "salâtu'd-duhâ” olarak isimlendirilen bu
namaz, müstehap/mendup olan nafile namazlar arasında yer alır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Namaz IV
Peygamberimizin kuşluk vaktinde nafile namaz kıldığına ve büyük sevabı
olduğu için sahâbîlere de kılmalarını tavsiye ettiğine dair sahih hadis kitaplarında
çok sayıda hadis nakledilmektedir.
Peygamberimizin bu namazı iki, dört, altı, sekiz ve on iki rekât kıldığına veya
kılınmasını tavsiye ettiğine dair de rivayetler bulunmaktadır.
Kuşluk namazının vakti kuşluk vaktinden, zeval vaktine kadardır. Yani,
güneşin doğumuyla başlayan kerahet vaktinin sona ermesinden itibaren, öğle
namazı öncesindeki kerahet vaktinin başlama zamanına kadardır.
İstihare Namazı
İstihare eden aldanmaz;
istişare eden pişman
olmaz.
İstihâre, sözlükte, hayır dilemek, hayır talep etmek manasına gelmektedir.
Terim olarak istihare “bir iş ya da davranışta, Allah katında hayırlı olanı, kılınan
nafile bir namaz ve dua ile talep etme” anlamına gelir. İstihare namazı (salâtü'listihâre) ile bir Müslüman, yapılması mübah bir işe girişmeden önce, o işin kendisi
hakkında hayırlı olup olmadığı hakkında bir işaret almak ve kalbinin kendisi için
hayırlı olacak tarafa meyletmesi için teşebbüse geçer.
Peygamberimizin istihareye önem vermesi, istihare duasını Kur’an’dan bir
ayet öğretir gibi ashabına öğretmesi, küçük-büyük her konuda istihare yapmayı
tavsiye etmesi (Buharî, “Teheccüd”, 25, “Deavât”, 49) istiharenin önemini gösterir.
İstihare namazı, mendup bir namazdır ve mekruh vakitlerin dışında her
zaman kılınabilir. İstihare namazının iki rekât kılınması sünnettir ve bu namazdan
sonra hadislerde zikredilen istihare duası yapılır.
İstiskâ (Yağmur) Duası ve Namazı
Sözlükte "su vermek, sulamak, yağmur yağdırmak" anlamındaki “saky”
kökünden türeyen ve "su istemek" manasına gelen “istiskâ”; terim olarak “yağmur
yağdırması için Allah'a özel bir şekilde dua etme”yi ifade eder.
Dua,
insanın aczini idrak
etmesini ve neyi
gerçekten istediğini
kendisinin de fark
etmesini sağlar.
Bir yerde yağmur yağmaması ve dolayısıyla kuraklık meydana gelmesi
durumunda, o beldenin insanlarının topluca, belde dışına çıkıp, tövbe ve
istiğfardan sonra Cenabı-ı Allah'tan kendilerine bolluk ve berekete vesile olması
için yağmur göndermesini istemeleri, bunun için dua etmeleri sünnettir. Bu duaya,
yağmur isteme duası manasında “duâu'l-istiskâ”, bu esnada kılınan iki rekâtlık
namaza da, yağmur isteme namazı manasında “salâtü'l-istiskâ” denilmektedir.
Peygamberimizin yağmur duasına çıktığına dair, sahih hadis kitaplarında çok
sayıda rivayet mevcuttur. Bunların bir kısmında, Peygamberimizin halkı şehir dışına
çıkardığı ve orada yağmur duası yaptığı (Tirmizî, “Cuma”, 43); bir kısmında ise cuma
hutbesi esnasında birisinin kalkarak Peygamberimizden yağmur için dua talebinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Namaz IV
bulunduğu ve Peygamberimizin de yağmur duası yaptığı bildirilmektedir (Müslim,
“İstiskâ”, 2). Yine bazı rivayetlerde, yağmur duasına çıkıldığında, Peygamberimizin
iki rekât namaz kıldırdığı, namazda sesli okuduğu, namazdan sonra elbisesini
çıkarıp ters çevirerek giydiği ve kıbleye dönüp ellerini omuzları hizasına kadar
kaldırdığı ve yağmur duasında bulunduğu belirtilirken (Müslim, “İstiskâ”, 1); bazı
rivayetlerde, Peygamberimizin yağmur namazını tıpkı bayram namazı gibi kıldırdığı
ifade edilmekte (Ebû Dâvûd,” İstiskâ”, 1); bazılarında ise sadece dua ettiği belirtilip
namazdan bahsedilmemektedir. (Müslim, “İstiskâ”, 2).
Yağmur duasına çıkıldığında, bazen namaz kılıp bazen kılmamış olması,
namazın kılınabileceğini ama mutlaka kılınmasının şart olmadığını göstermektedir.
Müçtehitlerin hemen hemen tümü, yağmur duasına çıkma zamanının
bayram namazı vaktinin aynısı olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. İbn Hazm ise
yağmur duasına çıkma zamanının zeval vakti olduğunu söylemiştir.
Hadis kitaplarında Peygamberimizden bir kısmı uzunca, bir kısmı çok kısa
olan bazı yağmur duaları nakledilmektedir. Bu duaların tümünde, Peygamberimiz
Cenabı-ı Hak’tan, bütün yönleriyle hayır ve bereket vesilesi olan yağmur
yağdırmasını istemektedir.
Küsûf Namazı
Küsûf namazı, güneş tutulduğu zaman kılınan namazdır. Bu namazın
meşruiyeti Hz. Peygamber'in sünneti ile sabittir. Güneş tutulduğu zaman
Peygamberimizin küsûf namazı kıldırdığına dair, başta Buharî ve Müslim olmak
üzere, sahih hadis kitaplarında çok sayıda rivayet mevcuttur.
Bu hadislerde bildirildiğine göre, Peygamberimizin oğlu İbrahim'in vefat
ettiği gün güneş tutulmuştu. Bazı insanlar, güneşin Peygamberimizin sevgili oğlu
Hz. İbrahim'in vefatından dolayı tutulduğu, yorumunu yapmışlardı. Bunun üzerine
Peygamberimiz hemen namaza durdu ve güneş tutulması sona erinceye kadar
uzunca kıyam, rükû ve secdeler yaparak iki rekât namaz kıldırdı. Namazdan sonra,
Müslümanlara şöyle hitapta bulundu:
"Güneş ile ay Allah'ın ayetlerindendir. Bunlar, hiç bir kimsenin
vefatından dolayı tutulmazlar. Siz bunları tutulmuş görürseniz, hemen tekbir
alın, Allah'a dua edin, namaz kılın ve sadaka verin..." (Müslim, “Küsûf”, 1–4).
Küsûf namazı hem cemaatle, hem de münferit olarak kılınabilir. Ancak,
müçtehitlerin ekseriyetine göre, cemaatle kılınması daha faziletlidir. Şâfiî ve
Hanbelîler dâhil bazı müçtehitlere göre, cemaatle kılmak sünnet-i müekkede iken,
Hanefîler’e göre müstehaptır. Ancak Hanefîler’e göre, küsûf namazının cemaatle
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Namaz IV
kılınması hâlinde, bu namazı, cuma namazını kıldırmakla yetkili olan kimse camide
veya sahrada kıldırır. Böyle bir imam bulunmazsa, herkes bu namazı evinde tek
başına kılar.
İmam Şâfiî'nin de içinde bulunduğu bazı müçtehitlere göre, bu namazdan
sonra hutbe okumak namazın şartıdır. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik'in içinde
bulunduğu müçtehitlerin bir kısmına göre ise bu namazdan sonra hutbe yoktur.
Hanefîler’e göre, küsûf namazının en azı iki rekât olup, dört veya daha fazla
rekât olarak da kılınabilir ve her iki veya dört rekâtta bir selâm verilir. Hanefîler’e
göre bu namaz, diğer namazlar gibi kılınır. İmam Mâlik, İmam Şâfiî, İmam Ahmed b.
Hanbel ve Hicaz alimlerinin çoğunluğuna göre, küsûf namazı iki rekât olmakla
birlikte, her rekâtında ikişer kere rükû yapılır.
Başta, İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve İmam Leys olmak üzere
müçtehitlerin çoğunluğuna göre bu namazda kıraat sessiz yapılır. Hanefîler’den
İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed ile İmam Ahmed b. Hanbel gibi bazı
müçtehitlere göre ise sesli okunur. İmam Mâlik'ten de sesli okunacağına dair bir
rivayet vardır.
Küsûf namazı güneş tutulduğu zaman kılınır. Hanefî ve Mâlikî mezhepleri ve
Hanbelî mezhebi bu kanaattedir. Güneş tutulması mekruh vakitlere rastlarsa bu
vakitlerde küsuf namazı kılınamaz. Sadece zikir ve tesbihle meşgul olunur. İmam
Şâfiî'ye göre mekruh vakitlerde bile olsa namaz kılınır. Bu görüş İmam Mâlik'ten de
nakledilmiştir.
Güneş tutulması bittikten sonra küsûf namazı kılınmaz. Fakat güneşin bir
kısmı açılmışsa, bu esnada namaza başlanabilir.
Husûf Namazı
Husûf namazı, ay tutulduğu zaman kılınan namazdır.
Güneş tutulduğu zaman kılınan küsûf namazının sünnet olduğu ve cemaatle
kılınmasının daha faziletli olduğu konusunda müçtehitler arasında görüş birliği
bulunmakla birlikte, ay tutulduğu zaman husûf namazının sünnet olup olmadığı ve
bu namazın cemaatle kılınıp kılınmayacağı konusunda ittifak yoktur.
Aralarında İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, Dâvûd ez-Zâhirî ve bazı başka
alimlerin bulunduğu bir grup müçtehit, husûf namazının bütün yönleriyle küsûf
namazı gibi olduğunu savunur. Bu fakihler, küsûf namazıyla ilgili hadisteki "Siz
bunları tutulmuş görürseniz, hemen tekbir alın. Allah'a dua edin, namaz kılın ve
sadaka verin..." ibaresini delil göstermektedirler.
İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik'in içinde bulunduğu bazı müçtehitlere göre
ise ay tutulması güneş tutulmasından daha fazla vaki olduğu hâlde, ay tutulması
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Namaz IV
esnasında Peygamberimizin Husûf namazı kıldığı rivayet edilmemiştir. Yukarıda
zikredilen hadiste emredilen namaz ise herhangi bir iki rekâtlık nafile namazdır ki,
bu imamlara göre de, bu durumda nafile namaz kılmak -cemaatle kılmamak
kaydıyla- müstehaptır. Hatta bazı kaynaklarda bu namazın sünnet olduğu da ifade
edilmektedir.
Bazı alimler, şiddetli rüzgâr, deprem ve benzeri tabii afetlerin meydana
geldiği durumlarda da, Sahâbeden İbn Abbas'ın bir depremde yaptığı gibi, iki rekât
namaz kılmayı müstehap görmüşlerdir. Ancak, “afet namazı” olarak
isimlendirebileceğimiz bu namazın da cemaatle mi, yoksa münferiden mi kılınacağı
konusunda müçtehitler arasında farklı görüşler mevcuttur. Çoğunluk münferit
olarak (tek başına) iki rekât namaz kılmayı tavsiye etmiştir. Ayrıca, tabii afetlere
sebep olabilecek şiddetli yağmur, şiddetli fırtına ve benzeri durumlarda, dua etmek
gerekir. Nitekim birçok hadiste, Peygamberimizin bu ve benzeri durumlarda,
bunların şerrinden Allah'a sığındığı ve hayırlara vesile kılması için dua ettiği
nakledilmiştir. (Müslim, “İstiskâ”, 15; Tirmizî, “Deavât”, 48, 88)
Tahiyyetü'l-Mescit Namazı
Mescide giren bir kimsenin oturmadan önce, iki rekât tahiyye (selamlama)
namazı kılması sünnettir. Bu namaza, tahiyyetü'l-mescit (mescidi selamlama)
namazı denilir. Bazı bilginler, bunun hükmünün mendup veya müstehap olduğunu
belirtmişlerdir. Zahirîlere göre ise bu namaz farzdır.
Tahiyyetü'l-mescit namazının meşruiyeti sünnet ve icma ile sabittir.
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz mescide girdiğinde, oturmadan iki rekât namaz kılsın”
(Müslim, “Salâtü'l-Müsâfirîn”, 11).
Tövbe Namazı
Kur’an-ı Kerim’de ve sahih hadislerde, Müslüman bir kimsenin herhangi bir
şekilde günah işledikten sonra hemen tövbe etmesi gerektiği, günahta ısrar
etmeyip tövbe ve istiğfar etmesi halinde Cenabı-ı Hakk'ın o kimseyi affedeceği
sarih bir şekilde ifade edilmektedir.
Rivayete göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Mümin bir kul bir günah işler, sonra kalkar güzelce temizlenir (abdest
alır), sonra kalkar ve namaz kılar, sonra da Allah'tan mağfiret dilerse, Allah onu
mutlaka affeder" (Ebû Dâvûd, “Vitr”, 26).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Namaz IV
Bundan sonra Peygamberimiz şu ayeti okumuştur:
"Onlar ki bir kötülük işledikleri ve nefislerine zulmettikleri zaman
Allah'ı zikrederler ve akabinde günahlarının bağışlanması için istiğfar ederler -ki
Allah'tan başka günahları kim affedebilir- ve işledikleri günah üzerine bilerek
ısrar etmezler" (Âl-i İmrân 3/135).
Bu hadisin başka bir rivayeti de şöyledir:
"... abdest alır ve iki rekât namaz kılıp günahının affı için Allah'tan mağfiret dilerse,
mutlaka Allah o kula mağfiret eder." buyurdu ve ardından şu ayeti okudu:
"Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah'a istiğfar
ederse, Allah'ı gafur ve rahîm (çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici) bulur"
(Nisâ 4/109).
Hadisin bir rivayetinde, günahından dolayı tövbe etmek isteyen kimsenin
rekât belirtilmeksizin namaz kılması tavsiye edilirken, diğer rivayette ise iki rekât
namaz kılması tavsiye edildiğinden, bazı fıkıh kitaplarında tövbe namazının iki rekât
olduğu belirtilmektedir.
Tesbih Namazı
Mendup olan nafile namazlardan birisi de dört rekâtlık tesbih namazıdır.
Peygamberimiz, amcası Hz. Abbas'a, bu namaz vesilesiyle Cenabı-ı Hakk'ın,
kulun bütün günahlarını affedeceğini ifade etmiş ve bu namazın nasıl kılınacağını
anlattıktan sonra, bu namazın mümkünse her gün, mümkün değilse her cuma, o da
mümkün değilse ayda bir yahut yılda bir kere, hiç değilse ömürde bir kere
kılınmasını tavsiye etmiştir. (Ebû Dâvûd, “Tatavvu”, 14; İbn Mâce, “İkâme”, 190)
Bu namazın özel bir vakti yoktur. Namaz kılmanın yasak olmadığı her vakitte
kılınabilir. Ancak özellikle mübarek gecelerde kılınması tavsiye edilmiştir.
Tesbih namazı şu şekilde kılınır: Kişi abdest aldıktan sonra, önce Allah rızası
için namaz kılmaya niyet eder ve “Allâhu Ekber” diyerek namaza başlar.
Sübhâneke’yi okuduktan sonra, on beş kere "Sübhânellahi ve'l-hamdü lillâhi ve lâ
ilâhe illellâhu vallâhu ekber" der. Sonra Fatiha ve “zamm-ı sure”den sonra tekrar
on kere bu tesbihlerden okur ve tekbir alarak rükûa gider. Rükûda söylenmesi
sünnet olan mutat tesbihlerden sonra on kere de bu tesbihler okur. Tekbir alarak
secdeye varınca da secdenin mutat sünnet tesbihlerini takiben on kere yine bu
tesbihleri okur. Secdeden tekbirle doğrulunca da aynı tesbihleri on kere söyler ve
ikinci secdede de on kere bu tesbihleri okur. Böylece bir rekât tamamlandığında,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Namaz IV
toplam olarak 75 kere bu tesbihler okunmuş olur. Her rekâtta birinci rekâttaki
kadar tesbih getirilir. Birinci rekâtın dışındaki rekâtlarda Sübhâneke okunmayacağı
için, mezkûr tesbihler ayağa kalkılınca hemen okunur. Dördüncü rekâtın ikinci
secdesinden sonra oturulur, Tahiyyât, Salavat ve dua okunduktan sonra selam
verilerek tesbih namazı tamamlanmış olur. Böylece toplam 300 defa zikri geçen
tesbih ifadesi söylenmiş olur.
Tesbih namazının sehiv secdesi, diğer namazlarınkinden farksızdır.
Abdest ve Gusülden Sonra Namaz
Namaz abdesti veya gusül abdesti alındıktan sonra iki rekât nafile namaz
kılınması, Hanefîler’e göre mendup/müstehap; Şâfiî Mezhebi alimlerine göre ise
sünnettir.
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Her kim benim şu abdestim gibi abdest alır da kalkar ve aklından başka
bir şey geçirmeyerek iki rekât namaz kılarsa, geçmiş günahları affolunur"
(Buharî, “Vudû'”, 14; Müslim, “Tahâret”, 5, 6,17; Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 65).
İhrama Giriş Namazı
İhrama girmek için iki rekât namaz kılmak müstehaptır.
Yolculuk Namazı
Allah’ın (c.c.)
bağışlamayacağı günah
yoktur;
yeter ki kul
gerekli şekilde tövbe
etsin ve
bir daha o günaha
dönmesin.
Peygamberimizin bir yolculuğa çıkarken ve yolculuktan döndükten sonra
ikişer rekât namaz kıldığı nakledilmektedir. Bu namaz menduptur. Bu namazı
yolculuğa çıkarken evde, dönüşte ise mescitte kılmak daha faziletlidir. Nitekim
Peygamberimizin özellikle sefer dönüşü mescitte iki rekât namaz kıldığına ve biraz
orada beklediğine dair sahih hadis kitaplarında çok sayıda hadis mevcuttur.
(Müslim, “Müsâkât”, 21)
Evvâbîn Namazı
Evvâbîn "evvâb" kelimesinin çoğuludur. Evvâb, işlediği bir günahtan hemen
ve çokça tövbe-istiğfar eden demektir. Tövbe ve istiğfar edenlerin namazı demek
olan "evvâbîn namazı" altı rekâtlık nafile bir namaz olup akşam namazından sonra
kılınır.
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Namaz IV
"Kim akşam namazından sonra aralarında kötü bir şey konuşmaksızın altı
rekât namaz kılarsa (kıldığı bu altı rekâtlık namaz) onun için on iki senelik
ibadete denk kılınır" (Tirmizî, “Salât”, 202).
Hanefî Mezhebi alimleri, bu namazın kaç selamla kılınmasının daha faziletli
olacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları altı rekâtın tümünün bir selamla
kılınmasını daha faziletli görürken, bazısı iki selamla, bazısı da üç selamla
kılınmasının daha faziletli olacağını söylemişlerdir.
Hâcet Namazı
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
"Sabırla ve namazla Allah'tan yardım dileyin"(Bakara 2/45).
Ayrıca Allâhu Teala müminlerin, yalnız kendisine kulluk etmelerini ve sadece
kendisinden yardım dilemelerini ister (Fâtiha 1/4). Bunun bir sonucu olarak,
dünyevî veya uhrevî, ferdî ya da toplumsal bir dileği bulunan kimse, abdest alıp
peşine dört veya on iki rekât namaz kılar, dualar okur, dileğinin yerine gelmesi için
Allah'a yalvarır. Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Her kimin Allah'tan veya insanların birinden bir dileği varsa, abdest alsın
ve abdestini güzel yapsın, sonra iki rekât namaz kılsın, sonra Allah'a sena etsin
ve Resulüne salât ü selam getirsin…”(Tirmizî, “Salât”, 348).
Bu hadisin devamında Peygamber Efendimiz bazı dualar tavsiye etmiştir ki,
bilen bu duaları, bilmeyen de ihtiyacı doğrultusunda kendi cümlelerinden
oluşturduğu duayı okur.
Hacet namazı iki rekât olarak kılındığında, birinci rekâtta Fâtiha'dan sonra üç
defa Ayete'l-Kürsi, ikinci rekâtta Fâtiha'dan sonra İhlâs Suresi okunur. Dört rekât
kılındığında ise üçüncü ve dördüncü rekâtlarda Fâtiha'dan sonra Felâk ve Nâs
sureleri okunur.
Terâvih Namazı
Ramazan ayına mahsus bir ibadet olan terâvih namazı, orucu tamamlayıcı bir
ibadet olarak, bu ayın manevi havasının topluca hissedilebilmesine katkıda
bulunmaktadır. Ramazan ayında oruçlu oldukları için gündüzleri bir şey yiyemeyen
Müslümanlar, her zaman alışageldikleri yemek düzenlerinin bozulmasının da
katkısıyla, iftar sofralarında ölçüyü kaçırarak, midelerini tıka basa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Namaz IV
doldurabilmektedirler. İşte camilerde topluca kılınan terâvih namazı, bir taraftan
ramazan ayına neşe ve coşku katarken, diğer taraftan da, yenilen yemeklerin
inanan insanların sağlığının bozulmasını engellemektedir. Her ne kadar ibadetler,
faydaları için değil, emredildikleri için yapılırlarsa da bu durum, ibadetlerin birtakım
faydalarının olmasına ve bu faydaların ifade edilmesine mani değildir.
Terâvih namazı erkekler ve kadınlar için müekked bir sünnettir. Çünkü bu
namaza hem Hz. Peygamber, hem de ondan sonra Hulefâ-i Râşidîn ve Ashab-ı
Kirâm devam etmişlerdir.
Terâvih namazını cemaatle kılmak da sünnettir. Çünkü Resulüllah (s.a.v.)
Ramazanın üçüncü, beşinci, yedinci ve yirminci gecelerinde bu namazı mescitte
cemaatle kılmış; diğer gecelerde ise müminlere farz olur endişesiyle mescide çıkıp
kıldırmamıştır. Sahâbeden gelen rivayetlere göre, Peygamber Efendimiz terâvih
namazını sekiz rekât olarak kıldırıyor, gerisini Ashab-ı Kirâm münferit olarak
tamamlıyordu. (Buhârî, “Salâtü’t-Terâvîh”, 1; Müslim, “Müsâfirîn”, 178; Ebû Dâvûd,
“Şehr-u Ramazân”, 1)
Terâvih namazı bugüne kadar çoğunlukla 20 rekât olarak kılına gelmiştir. Bu
uygulamada, Hz. Ömer’in terâvih namazını cemaatle ve 20 rekât olarak
kıldırmasının önemli bir katkısı olmuştur. (Muvattâ, “es-Salât fî-Ramazân”, 2)
Terâvih namazı, yatsı namazından sonra ve vitirden önce kılınır. Tek başına
kılınması hâlinde, bu namazın gece yarısından veya gecenin üçte birinden sonraya
tehir edilmesi müstehaptır. Kılınamayan bir terâvih namazı kaza edilmez. En
sağlam görüşe göre, terâvihte cemaat olmak “sünnet-i kifâye”dir. Yani bir mescitte
hiç kimse terâvih namazını cemaatle kılmazsa hepsi günahkâr olurlar. Terâvih
namazı tek başına kılınabilir. Fakat cemaatle kılınması daha faziletlidir.
Namaz kılınırken “terâvih namazı”na niyet edilir. Terâvih namazını, her iki
rekâtta bir selam vererek kılmak daha faziletlidir. Dört rekâtta bir de selam
verilebilir. Sekizde, onda, hatta yirmide bir selâm vermek de caizdir.
Terâvih namazı iki rekâtta bir selam verilirse, tam olarak akşam namazının iki
rekâtlık sünneti gibi, dört rekâtta bir selâm verildiği takdirde ise yatsı namazının ilk
sünneti gibi kılınır.
Cemaatle kılınınca, ramazan haricinde kılındığı şekliyle, önce yatsı namazı
kılınır. Fakat yatsının son sünneti ile vitir namazı arasında, yine cemaatle ve imamın
açıktan kıraatiyle, terâvih namazı kılınır.
Diğer namazlarda olduğu gibi, terâvih namazını da acele acele kılmak ve
kıldırmak doğru değildir. Zira bu namaz, isminden de anlaşılacağı üzere “rahat
rahat, istirahat ede ede” kılınan bir namazdır. Nitekim her iki ya da her dört rekâtın
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Namaz IV
sonunda, bir miktar oturulup istirahat edildiği için bu rekât gruplarına “terviha
(rahatlatma)” denilmiştir; çoğulu ise “terâvîh”tir.
MÜBAREK GÜN VE GECELER
Mübarek gün ve geceler, dinî yönden özel önemi olan gün ve geceler
demektir. Bu özel zaman dilimlerini, namaz konusuyla alakalı yönlerini göz önünde
bulundurarak ele alacağız. Manevi feyiz ve bereketin yoğunlaştığı bu zamanlar
içerisinde cuma ve bayramlar “gün” kategorisinde, diğerleri ise “gece”
kategorisinde yer alır.
Kutlu gün ve geceler anlamındaki “Mübarek Geceler”, dinî eserlerde "elleyâlî el-mübâreke" şeklinde ifade edilmiştir. Bu tabir, tekil şekliyle "fî leyletin
mübâreketin" şeklinde Kur’an-ı Kerim’de de geçer (Duhân 44/3). Mübarek geceler
ülkemizde, bu zamanlarda minarelerin kandillerle aydınlatılmasının da etkisiyle,
"kandil” olarak isimlendirilmiştir ve “kandiller” denilince Regâib, Miraç, Berat ve
Mevlid kandilleri ile Kadir gecesi kastedilir. Bunlar "leyl" (gece) kelimesi ile isim
tamlaması yapılarak Leyle-i Mi'râc (Leyletü'l-Mi'râc), Leyle-i Kadir (Leyletü'l-Kadr)...
şeklinde de anılırlar. Ayrıca, Bayramdan önceki gün olan Arefe ve gecesi,
Muharrem ayının ilk gecesi, Âşûrâ günü ve gecesi ile her haftanın perşembeyi
cumaya bağlayan gecesi de mübarek gün ve geceler kapsamında kabul edilir.
Bunların bir kısmının özel önemi haiz olduğuna dair ayet ve hadisler
bulunmakla birlikte, bazılarına bu niteliğin verilmesi dolaylı bir yorumla olmuş,
bazıları hakkında ise birçok asılsız rivayet söz konusu edilmiştir. Bunları kısaca
açıklayalım:
Kadir Gecesi
Kur’an-ı Kerim’de ismen geçmekte ve hakkında müstakil bir sure (Kadr
suresi) bulunmaktadır. Duhân suresinin üçüncü ayetinde sözü edilen "Mübarek bir
Gece"den maksat da tefsircilerin çoğunluğuna göre Kadir Gecesi’dir. Kadir
suresinde bu geceden tazimle söz edilir ve onun "bin aydan daha hayırlı olduğu, o
gece meleklerin ve Ruhu'l-Kudüs'ün indiği, onun ta fecre dek esenlik dolu bir gece"
olduğu anlatılır; özellikle Kur’an'ın o gecede indirildiği vurgulanır.
Kadir suresinde (97/1) Kur’an'ın bu gecede indirildiği, Bakara suresinde de
(2/185) ramazan ayında indirildiği belirtilir. Buna göre, Kadir gecesinin ramazan ayı
içerisinde olduğu açıktır. Hadis-i şeriflerdeki bilgilerden hareketle Kadir gecesinin
ramazanın hangi gecesine denk geldiği kesin olarak söylenememekle beraber,
bunun yirmi yedinci gece olduğunda ittifaka yakın ortak bir kanaat mevcuttur.
Zamanının kesin olarak bildirilmemesi, insanların ona güvenip diğer zamanlarda
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Namaz IV
kulluk görevlerini ihmal etmemelerinin hedeflenmesi gibi bazı hikmetlerle
açıklanmıştır.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
"Kim inanarak ve sadece Allah rızası için Kadir gecesinde kalkarsa (o
geceyi ihya eder, değerlendirirse) geçmiş günahları bağışlanır" (Buharî, “İman”,
28, “Savm”, 6).
Berat Kandili
Berat, Arapçadaki “berâet” kelimesinin Türkçedeki kullanışı olup berî olma,
aklanma, temiz ve suçsuz çıkma demektir. Kameri aylardan olan şabanın on beşinci
gecesini değerlendirenler de tövbe ve istiğfarlarla günahlardan temizlenip
arındıkları için o geceye Berât Gecesi anlamında "Leyle-i Berât" denmiştir. Sahih bir
hadise dayandırılmamakla beraber bu gecenin mübarek bir gece olduğu ve
değerlendirilmesinde büyük faziletlerin bulunduğu alimler tarafından genellikle
kabul edilegelmiştir. Çünkü Duhân suresinde sözü edilen (44/3) "mübarek bir
gece"den maksat her ne kadar ekseriyete göre Kadir Gecesi ise de, bunun Şaban
ayının on beşinci gecesi olduğu görüşünde olanlar da vardır ve bu görüş Selef’ten
de nakledilmektedir.
Miraç Kandili
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah'ın emri ile Mescid-i Haram'dan alınıp
Mescid-i Aksâ'ya götürülmesi “İsrâ”, oradan semaları geçerek rabbine yükseltilmesi
de “Miraç” olarak isimlendirilir. İsrâ kelimesi “geceleyin yürütmek” Mi’râc da
“çıkılan yer ya da çıkma aleti ve merdiven” demektir.
İsrâ ve Mi’râc hicretten bir süre önce gerçekleşmiş olup, İsrâ Kur’an'da ve
Mi’râc sünnette yer almıştır. İslam bilginlerinin büyük çoğunluğuna göre recep
ayının 27. gecesinde vuku bulan bu olay sadece ruhen değil, hem ruh hem beden
ile (rûh maa’l-cesed) gerçekleşmiştir. Peygamber Efendimizin fevkalâde taltiflere
ve manevi hediyelere mazhar olduğu bu zaman dilimine Müslümanlar çok değer
vermişler ve bu gece "Miraç Gecesi" ya da “Miraç Kandili” adıyla kutlana gelmiştir.
Regâib Kandili
"Regâib" rağbet olunan, bol ihsan ve değerli hediyeler demektir. Recep
ayının ilk cuma gecesinde bu tür ihsan ve ikramlar beklenildiği için o geceye
"Regâib Gecesi" denilmiştir. Bazı eserlerde Resulüllah'ın o gece ana rahmine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Namaz IV
düştüğü kaydedilirse de bu rivayet güvenilir naklî delillerle sabit olmadığı gibi,
recebin başı ile rebîulevvel'in on ikisi arasındaki süre tabii doğum süresinden az
olduğu cihetle mantıki açıdan da eleştirilmiştir. Bu durumu izah için bazıları "Bu
gece annesinin ona hamileliğini anladığı gündür" demişlerse de bunu doğrulayan
bir rivayet yoktur. Buradan hareketle, Regâib gecesi hakkında doğrudan bir delilin
bulunmadığı söylenebilir. Fakat mübarek üç ayların ilki mahiyetindeki recep ayının
ilk cuma gecesi olması sebebiyle bu gecenin ibadet, taat ve hayırlı işlerle
değerlendirilmesi tavsiye edilmiştir.
Mevlid Kandili
Mevlid kelimesi “doğum, doğum zamanı” anlamında olup “Mevlid Kandili”
de Peygamber Efendimizin doğumunun kutlandığı gecedir. Bilindiği gibi
Peygamberimiz 20 Nisan 571 pazartesi günü (12 Rebiü'levvel) doğmuştur. Bu
tarihin kutsallığına dair herhangi bir ayet ya da hadis bulunmamakla birlikte, çok
eski zamanlardan beri Müslüman toplumlar, bu geceye değer vermişler ve bu
gecede çeşitli kutlamalar yapmışlardır. “Mevlid-i Nebi” olarak isimlendirilen bu
geceyi kutlama sadedinde bir takım eserler de kaleme alınmıştır. Bunlar içerisinde
Süleyman Çelebi'nin kısaca “Mevlid” olarak bilinen "Vesiletü'n-necât" adlı
manzumesi, anlatımının sadeliği, üslûbunun akıcılığı ve ifadelerinin samimiyeti
sebebiyle tarih boyunca halk tarafından çok beğenilmiş; bu şiirin özellikle mevlid
kandillerinde okunması ve dinlenmesi günümüze kadar canlılığını koruyan bir
gelenek olmuştur. Günümüzde bu kutlamalar “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri
çerçevesinde gerçekleştirilmektedir.
Yukarıda zikredilen gecelerin nasıl ihya edileceği ayetlerde açıklanmadığı
gibi; konuyla ilgili olarak zikredilen ve bu gecelere has namazlardan bahseden
hadisler de uzmanları tarafından güvenilir bulunmamaktadır. Ayrıca özellikle yatsı
ve sabah namazlarını cemaatle kılmaya gayret etmek ve din kardeşleri ile birlikte
yapılan dualara iştirak etmek de bu gecelerin ihyası kapsamında düşünülebilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Özet
Namaz IV
•Cuma namazı akıl-baliğ, hür ve mukim olan, namaza gitmesine mani bir
özrü bulunmayan her müslüman erkek için farz-ı ayn hükmündedir. Bu
namaz vesilesiyle müminler biraraya gelip kaynaşırlar; yapılan vaaz u
nasihat ve okunan hutbe vesilesiyle, dinî ve dünyevî konularda haftalık
olarak bilgi ve şuur sahibi olurlar.
•Bayramlar inanan insanların sevinç günleridir. Müslümanların, bütün
dünyada birlik ve beraberliklerini sembolize edecek şekilde iki tane
bayramları vardır: Ramazan bayramı ve Kurban bayramı. Bu
bayramlardan birincisinde, Ramazan orucunun tamamlanması;
ikincisinde de, hac ibadetinin ifa edilmesi neticesinde, müslümanlar
bayram yaparlar. Birincisinde fıtır sadakası (fitre), ikincisinde ise kesilen
kurbanlar vasıtasıyla sevincin toplumun farklı katmanları nezdinde
paylaşılması sağlanır. Bayram namazlarını kılmak vaciptir ve mümkün
olan en geniş katılımla kılınmaları esastır.
•Vitir, Yatsı namazının ardından kılınan vacip bir namazdır. Gece uykudan
kalkıp kılmak esas olmakla birlikte, uyuya kalıp kalkamama ihtimalinin
bulunduğu durumlarda yatsı namazının hemen ardından kılınması caizdir.
•Nafile namazlar, çok sevap kazandırmalarına ve hararetle tavsiye edilmiş
olmalarına rağmen, kimsenin kılmak zorunda olmadığı, kılınması
tamamen kişilerin özgür iradelerine bırakılmış olan namazlardır. Pek çok
türü olan bu namazların gündüz kılınanlarını dörder, gece kılınanlarını ise
ikişer rekâtlar hâlinde kılmak esastır. Ayrıca, bütün gönüllü ibadet
türlerinde olduğu gibi nafile namazlarda da efdal olan, ibadetin az da olsa
devamlı olmasıdır.
•Mübarak gün ve geceler, daha çok kamerî takvim esas alınarak belirlenen
ve bu sayede dönüşümlü olarak yılın bütün mevsimlerine tesadüf eden
kutsal zamanlardır. Bunlardan geceler kategorisine girenler daha çok
"kandil" olarak isimlendirilirler ve toplumsal bir coşku ile kutlanırlar. Bu
kutlu zaman dilimleri, bazı iyi davranışlara başlamak ve bazı zararlı
davranışları terk etmek isteyen müminler için birer milat olma fırsatı
barındırır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Ödev
Namaz IV
• Diğer bilim dallarından istifade ederek "imamlığın
önemi" konusunu iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde
bir yazı yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Namaz IV
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi “cuma namazının farz olmasının şartları” arasında yer
almaz?
a) Erkek olmak
b) Hür olmak
c) Mukim olmak
d) Namaza gidince hastalığının artmasından veya uzamasından korkmak
e) Akıl-baliğ olmak
2. Bayramlarla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) İmam, cuma namazında olduğu gibi, önce hutbe okur daha sonra da
bayram namazını kıldırır.
b) Kurban bayramı namazının meşruluğu, kitap, sünnet ve icma delillerine
dayanır.
c) Hanefîler’e göre, Kendilerine cuma namazı farz olan kimselere, bayram
namazı kılmak vaciptir.
d) Ramazan ve Kurban bayramı namazları ikişer rekâttır ve her ikisi de aynı
şekilde kılınır.
e) Arefe günü sabah namazından başlayarak bayramın dördüncü gününün
ikindi namazına kadar, toplam yirmi üç farz vakit namazını müteakip, birer
defa “teşrik tekbiri” getirilir.
3. Vitir ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Vitir namazı Ebû Hanife’ye göre, vacip bir namazdır.
b) Vaktinde kılınamadığı takdirde kaza edilmesi gerekir.
c) Vitir namazı, sadece ramazanda cemaatle kılınır ve imam bu namaz
esnasında Kunut dualarını açıktan okur.
d) Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve diğer üç mezhep imamına göre
müekked sünnettir.
e) Şâfiiler’e göre vitrin en azı bir rekât, en çoğu on bir rekâttır.
4. Nafile namazlarla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Hanefî Mezhebi fakihleri ile diğer bazı mezheplerin fakihlerine göre,
nafile namaza başlamak, tamamlamayı vacip kılar.
b) Şâfiîler’e göre nafile bir ibadeti bozan kimseye, o ibadeti kaza etmesi
gerekmez.
c) Nafile namazlar ayakta kılınabileceği gibi oturarak da kılınabilir.
d) Nafile namazların bütün rekâtlarında kıraat farzdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Namaz IV
e) Nafile namazlarda mutlak niyet yeterli değildir.
5. Nafile namazlarla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Terâvih namazı, yatsı namazından ve vitirden sonra kılınır.
b) Sahih rivayetler göz önünde bulundurulduğunda, kandil olarak bilinen
mübarek gecelere has müstakil bir namaz mevcut değildir.
c) Husûf namazı, güneş tutulduğu zaman kılınan namazdır.
d) Teheccüd namazı “revâtib” kapsamında yer alır.
e) Farzlara tabi nafile namazlara "reğâib" adı verilir.
Cevap Anahtarı:
1. d 2.a 3.c 4. e 5. b
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akyüz, V. (2006). Namaz. İstanbul: İz Yayıncılık.
Akyüz, V. (1995). Mukayeseli İbadetler İlmihali-İslam Fıkhında İbadetler (I-IV)
İstanbul: İz yayıncılık.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Namaz IV
Alptekin, Y. (2007). Namazla Yeniden Doğdum.İstanbul: Nesil Yayınları.
Altuntaş, H.(1998). Kur’an’ın Tercümesi Ve Tercüme İle Namaz Meselesi.Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Apaydın, Y. (1999).“Namaz”, İlmihal, I, s. 217–379, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM).
Atar, F. (2006). “İbadet Kavramı- Tahâret ve Namaz”, İslam İlmihali, s. 249–457,
İstanbul: Marmara İlahiyat Vakfı Yayınları.
Bakkaloğlu, A. (2007). Namaz Kitabı. İstanbul: Ensar Neşriyat.
Balkan, A. (2009). Namaz Aşıkları. İstanbul: Işık Yayınları.
Bilmen, Ö. N. (tsz.), Büyük İslam İlmihali. İstanbul: Bilmen Yayınevi.
Buladı, K. (2006). Namaz “Akılları Durduran Mucize”, İstanbul: Kayıhan Yayınları.
Büyükçınar, A. M. (2001).Hayatın İçindeki İslam-II (İslam’ın Temel İlkeleri).İstanbul :
Bilge Yayınları.
Daryal, A.M. (1994). “Cami ve Namaz”-Dini Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, s. 91–
116, İstanbul: Marmara İlahiyat Vakfı Yayınları.
Demirci, S. (2007). Kıl Beni Ey Namaz.İstanbul: Timaş Yayınları.
Demirtaş, S. (2006). Namazı Yaşayanlar. İstanbul: Nesil Yayınları.
Döndüren, H. (2006). Delilleriyle İslam İlmihali. İstanbul: Erkam Yayınları.
Dönmez,İ.K.(1997).“Namaz” İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış AnsiklopedisiIII-s. 426–447.İstanbul: Marmara İlahiyat Vakfı Yayınları.
Ekerim, E. S. (2006). Namaz Ve Karakter Gelişimi. İstanbul: İnsan Yayınları.
Elbani, M.N. (2004). Hadislerle Hz. Peygamberin Namaz Kılma Şekli(Tercüme:
Osman Arpaçukuru). İstanbul.
Ersan, O. (2003). Gözümün Nûru Namaz. İstanbul: Erkam Yayınları.
Gözübenli, B. (1997). “Nâfile Namazlar”-İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış
Ansiklopedisi- III- s. 405–422. İstanbul: Marmara İlahiyat Vakfı Yayınları.
Günenç, H. (tsz.)-Büyük Şâfii İlmihali. Ankara: Hilal Yayınları.
Günenç, H. (tsz.-, Şâfiiler İçin Namaz Kitabı- İstanbul: Emel Yayıncılık.
Hatip, A. (2011). Mevlânâ’nın Gözüyle Âşıkların Namazı. İstanbul.
Karadâvî Y. (1985). el-‘İbâde fi’l-İslam- Kahire: Mektebetü Vehbe.
Karakaş, V. (2005). Nasıl Namaz:Timaş Yayınları. İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Namaz IV
Karakaş, V. (2002). Niçin Namaz: Timaş Yayınları. İstanbul.
Kırbaşoğlu, M. H. (2010). Ahir Zaman İlmihali.Ankara.
Kırbaşoğlu, M. H. (1997). Namazların Birleştirilmesi: el-Cem'u beyne's-salâteyn.
Ankara: Araştırma Yayınları.
Mehmed Zihni Efendi. (1971). Nimet-i İslam: Mufassal İlmihal- İstanbul: Salah Bilici
Kitabevi.
Meşhur, M. (1997). Namazla Dirilmek(Çeviren: Orhan Aktepe).İstanbul: Ravza
Yayınları.
Nurbaki, H. (1986).Namazın Sırları. İstanbul: Damla Yayınevi.
Öztürk, M. (2006). Haydin Felaha: Cemaatle Namazın Fazileti.İstanbul: Erkam
Yayınları.
Rudânî, M.(2009). Hadislerle Müslümanlık 1: Namaz- İstanbul: İz Yayıncılık.
Şentürk, L.-Yazıcı, S. (2010). İslam İlmihali.Ankara.
Tabbâre, A. A. (1988). Rûhu’d-dîni’l-İslamî-Beyrut: Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn.
Tokpınar, C. (2002). Sabah Namazına Nasıl Kalkılır- İstanbul: Nesil Yayınları.
Yaşaroğlu, M. K. (2006). “Namaz”- Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi- Cilt:
32, s. 350-357. Ankara.
Yavaş, H. (2000). Namaz Kitabı. İstanbul: Hakikat Yayınları.
Yıldız, A. (2001). Namaz Bir Tevhid Eylemi-İstanbul: Pınar Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
NAMAZ V
•
•
•
•
•
•
•
Secdeler
Korku ve Namaz
Hasta ve Yolcuların Namazı
Namazların Kazası
Cenaze Namazı
Iskat ve Devir
Şehitlik ve Şehit
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Secdelerle ilgili hükümleri kavrayacak
• Namazların nazıl kaza edileceğini
anlatabilecek
• Cenaze ile ilgili başlıca dini görevleri
açıklayabilecek
• Şehitliğin ne olduğunu ve şehitlerle ilgili
temel hükümleri öğrenebileceksiniz.
İSLAM İBADET
ESASLARI
ÜNİTE
7
Namaz V
GİRİŞ
Kitabımızın bu ünitesinde namazla ilgili konulara devam edeceğiz. Bu
çerçevede secde ve türleri; korku, hastalık ve yolculuk hâllerinde kılınacak
namazlarla ilgili özel hükümler; vaktinde kılınamayan namazların kazası; cenaze
namazı ve cenaze hükümleri, devir ve ıskat; şehit olarak vefat edenlerle ilgili ahkâm
hakkında bilgi vereceğiz.
SECDELER
Secde,
Allahu Teala'ya
gösterilen saygı, itaat
ve teslimiyetin zirveye
çıktığı andır
"Secde" itaat, teslimiyet ve tevazu göstergesi olarak yere kapanmak
demektir. Daha çok namazla birlikte gündeme gelse de namaz haricinde yapılan
secdeler de vardır. Namazın bir rüknü olan genel anlamdaki secdeden daha önce
bahsedildiği için, burada, özel bir isimle anılan sehiv, şükür ve tilavet secdelerini ele
alacağız.
Sehiv Secdesi
"Sehiv" yanılma, unutma, dalgınlık ve gaflet anlamlarına gelir. Bir fıkıh terimi
olarak “sehiv secdesi (secde-i sehiv)” ise, yanılarak namazın rükûnlerinden birini
tehir veya namazın vaciplerinden birini terk yahut tehir hâlinde namazın sonunda
yapılan secdelere denir.
Sehiv secdesinin dinî bir hüküm oluşu sünnetle sabit olup, ilk dönemden
itibaren Müslümanlar Hz. Peygamber’in hadisleri doğrultusunda, namazlarında
yanılarak yapmış oldukları geciktirme, noksanlık ve fazlalıklardan dolayı sehiv
secdesi yapmışlardır.
İbn Mesud'un (r.a.) rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
"Sizden biri namazında şüpheye düşerse, doğrusunu araştırsın ve
namazını (ağır basan) kanaatine göre tamamlasın, sonra selam versin ve sehiv
secdesi yapsın, yani yanıldığı için iki secde daha yapsın" (Buharî, “Salât”, 31).
Sehiv Secdesinin Hükmü
Sehiv secdesini gerektiren durum bulunduğunda bu secdenin yapılması
Hanefîler’e göre vaciptir. Namazda sehiv secdesi gerektiği hâlde bunu yapmayan
günahkâr olur, fakat namazı batıl olmaz. Sehiv secdesi vacibin yapılmamasından
yahut geciktirilmesinden doğan eksikliği giderir; fakat namazın bir rüknûnu
yapmama şeklindeki eksikliği ise gidermez. Rükûn terk edilmiş ise namaz iade
edilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Namaz V
Hanefîler’e göre sehiv secdesi imama ve tek başına namaz kılana vaciptir;
imama uyana (muktedî) ise, sehiv secdesini gerektiren bir durum bulunsa dahi,
sehiv secdesi vacip değildir.
Sehiv secdesi namazın
giderilebilir kusurlarını
ortadan kaldırır
Sehiv secdesinin, karışıklığa meydan verilmemesi için, cuma ve bayram
namazlarında terk edilmesi uygun görülmüştür.
Sehiv secdesi Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre sünnettir.
Sehiv Secdesi'nin Yapılış Şekli
Sehiv secdesi, namazın rükûnleri içerisinde yer alan ve her rekâttan sonra
ikişer kez yapılan secde gibidir. Sehiv secdesinde de secde esnasında tespih olarak
en az üç defa "Sübhâne Rabbiye'l-Â'lâ" denir. Ancak sehiv secdesinde "Sübhâne
men lâ yenâmu velâ yeshû (Uyumayan ve yanılmayan Allah, bütün kusurlardan
münezzehtir)” demek de menduptur.
Hanefîler’e göre namazın sonundaki oturuşta "Tahıyyât" duası okunduktan
sonra iki tarafa selam verilir, sonra arka arkaya namazlardaki bilinen şekliyle iki
secde yapılır ve bu secdelerden sonra "Tahıyyât" okunur, sonra her iki tarafa
namazı bitirme selamı verilip namazdan çıkılır.
Son oturuşta yalnız sağ tarafa selam verildikten sonra sehiv secdesinin
yapılması, özellikle cemaatle kılınan namazlarda cemaatin dağılmasını önlemek
açısından, daha faziletli ve daha ihtiyatlıdır.
Mâlikî mezhebine göre sehiv secdesi bir eksiklik sebebiyle gerekiyorsa
selamdan önce, bir fazlalık sebebiyle gerekiyorsa selamdan sonra yapılır. Şâfiî
mezhebine göre sehiv secdesi teşehhütten sonra, selamdan önce yapılır. Şâfiîler’e
göre sehiv secdesinden sonra teşehhütte bulunulmayıp hemen selam verilerek
namaz bitirilir. Ahmed b. Hanbel'e göre sehiv secdesi selamdan önce ve sonra
yapılabilir, ancak selam vermeden önce yapılması daha faziletlidir.
Sehiv Secdesini Gerektiren Durumlar
Sehiv secdesiyle ilgili hadisler incelendiğinde, Peygamber Efendimizin
aşağıda belirtilen beş ayrı durum için sehiv secdesi yaptığı anlaşılmaktadır:
 İki rekât kıldıktan sonra teşehhüde oturmadan üçüncü rekâta kalkınca,
 Dört rekâtlı bir namazın iki rekâtını kıldıktan sonra selam verince,
 Dört rekâtlı bir namazı beş rekât kılınca,
 Dört rekâtlı bir namazın üç rekâtını kıldıktan sonra selam verince,
 Namazı kaç rekât kıldığı konusunda tereddüde düşünce.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Namaz V
Namazın
bir rüknünün takdim,
tehir veya tekrar
edilmesi sehiv secdesini
gerektirir.
Müçtehit imamlar, hadis kitaplarındaki konuyla ilgili rivayetlerden ve sahabe
tatbikatından, hadislerdeki sehivler ile aynı seviyede gördükleri başka sehivlerden
dolayı da sehiv secdesi yapılacağı görüşüne varmışlardır.
Hanefîler’e göre sehiv secdesini gerektiren durumlar şöyle özetlenebilir:
 Namazdaki rükûnlardan birinin tekrar edilmesi (Bir rekâtta rükûnun birden
fazla, secdenin ikiden fazla yapılması gibi),
 Namazın rükûnlarından birinin takdim veya tehir edilmesi (Meselâ, namazın bir
rekâtında farz olan kıraat sehven terk edilip rükûa gidilse ve kıraatin yapılmadığı
hatırlansa, kıyama dönülüp kıraat yapılır ve tekrar rükûya gidilerek rekâttaki
eksiklik giderilmiş olur. Ancak bu durumda bir rekâtta iki kere rükû yapılmış olduğu
için sehiv secdesi gerekir),
 Herhangi bir rekâtın secdeleri arasında tertibe riayet edilmeyip, ikisi arasında
başka rükûn veya rükûnlar eda edilmesi,
 Kaç rekât kılındığı hususunda şüpheye düşülmesi,
 Namazı bitirdikten sonra, rekâtlar konusunda şüpheye düşen kimseye gelince,
şayet eksik kıldığını kesin olarak hatırlamıyorsa bu şüphe önemli değildir; fakat
namazı eksik kıldığı kanaatine varırsa o takdirde namazı yeniden kılar.
 Son oturuşta selam vermeden yanılarak ayağa kalkıp fazladan rekât kılınınca da
sehiv secdesi yapılır.
 İmam son oturuştan sonra selam vermeyip, yanılarak bir fazla rekâta kalkarsa,
cemaat kalkmayıp bekler ve eğer imam bu rekât için secde etmeden geri oturursa,
cemaat imamla birlikte selam verir. Eğer imam fazla kıldığı rekât için secde
etmişse, cemaat imamı beklemez, hemen selam verip namazlarını bitirirler. Bu
durumda imam bu rekâta bir rekât daha ilave eder.
Sabah namazında
selamdan sonra güneş
doğarsa veya
ikindi namazında
selamdan sonra kerahet
vakti girerse sehiv
secdesi yapılmaz.
 Namazın vaciplerinden birinin sehven terk edilmesi de sehiv secdesini
gerektirir. Namazın bir vacibinin terki, bu vacibin hiç yerine getirilmemesi şeklinde
olabileceği gibi, bir rüknün veya bir vacibin takdim veya tehir suretiyle yerinin
yahut vasfının değiştirilmesi ya da bir vacibin eksik veya fazla yapılması şeklinde de
olabilir.
 Namaz içerisinde, bir rükûn eda edilebilecek kadar süreyle durup düşünmek.
 Bayram namazlarında ziyade olarak alınan zevâid tekbirlerini veya bir kısmını
terk etmek, bunların yerlerini değiştirmek ve bayram namazında ikinci rekâtın rükû
tekbirini terk etmekle de sehiv secdesi gerekir.
 Bir namazda, sehiv secdesini gerektiren sebepler, birden fazla tekrar edilse bile
mükellefin her bir sebep için ayrı ayrı sehiv secdesi yapması gerekmez. Bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Namaz V
durumda bir sehiv secdesi yapmak, tümü için yeterli olur. Ayrıca, sehiv secdesini
yaparken sehiv yapan kimse de bu sehiv için tekrar sehiv secdesi yapmaz.
 Mesbûk olan kimse imamla beraber sehiv secdelerini yapar. Sehiv secdesini
gerektiren durumun, imama uymasından önce veya sonra olması fark etmez.
İmamın selam vermesinden sonra yetişemediği kısımları kaza ederken sehiv
secdesini gerektiren bir durum işleyen mesbûkun ayrıca namazının sonunda bu
sehvi için sehiv secdesi yapması gerekir.
 İmama sehiv secdesi esnasında ve sehiv secdesinden sonra namazdan çıkış
selamından önce uyulabilir. Namaz cemaatle eda edilirken imamın yanılması
hâlinde, imam da cemaat de sehiv secdesi yapar. Cemaatten birinin yanılması
hâlinde ise, kimseye sehiv secdesi yapmak gerekmez. İmamın sehiv secdesini terk
etmesi hâlinde cemaat de terk eder.
Sabah namazında selamdan sonra güneş doğarsa veya ikindi namazında
selamdan sonra güneşin rengi sararırsa (kerahet vakti girerse) sehiv secdesi
yapılmaz. Ayrıca, selamdan sonra abdestin bozulması, kıbleden yüzün çevrilmesi,
yeme, içme, gülme ve konuşma gibi namaza mani davranışların meydana
gelmesiyle de sehiv secdesi düşer. Sehiv secdesi için verilen selamın sehiv secdesi
niyetiyle verilmiş olması şart değildir. Nitekim sehiv secdesi gerektiği hâlde
yapmadan selam verdikten sonra namaza mani durumlar ve sehiv secdesini
düşüren durumlar bulunmadan hatırlansa hemen sehiv secdesi yapılabilir.
Tilavet Secdesi
“Tilavet” genel olarak “okuma” anlamına gelir ve özelde Kur’an okuma için
kullanılır. Tilavet secdesi, Kur’an-ı Kerim’deki secde ayetlerinden birinin okunması
veya dinlenmesi sebebiyle yapılması gereken secdedir.
Bu secde Hanefîler’e göre vacip; Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ise
sünnettir.
Peygamberimiz’in Kur’an okurken içinde secde ayeti bulunan bir sure
okuduğunda secde ettiği, onunla birlikte sahabenin de secde ettiği, hatta
bazılarının secde için alnını koyacak bir yer bile bulamadıkları rivayet edilir.
(Müslim, “Mesâcid”, 20; Ebû Dâvûd, “Secde”, 3-6)
Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Namaz V
"Âdemoğlu secde ayetini okuyup secde edince, şeytan ağlayarak
uzaklaşıp şöyle der: Vay halime! Âdemoğluna secde etmesi emredildi ve o
hemen secde etti. Binaenaleyh cennet onundur. Bana da secde emredildi ama
ben secdeden imtina ettim; bundan dolayı cehennem de benimdir" (Müslim,
“İman”, 35).
Hanefî bilginler bu hadisleri değerlendirmenin yanı sıra "Böyleyken onlar
acaba neden iman etmezler. Onlar kendilerine Kur’an okununca secde de
etmezler" (İnşikâk 84/20–21) mealindeki ayetlerde tilavet secdesinden söz edildiği
ve bunu terk etmenin kötülendiği yorumunu yaptıklarından tilavet secdesinin vacip
olduğuna hükmetmişlerdir.
Hanefîler’e göre, secde ayetini işiten namazla yükümlü kimseye, Kur’an
dinlemeyi kastetse de kastetmese de, duymuş olduğu bu secde ayetinden dolayı
tilâvet secdesi vacip olur. Adet gören veya lohusa olan kadına, gerek okuması
gerekse işitmesi sebebiyle tilavet secdesi vacip olmaz. Tilavet secdesini duyan
kimseye, tilavet secdesinin vacip olması için, okuyanın mutlaka namazla mükellef
veya manevi kirlilikten arınmış olması şart değildir. Ancak, akıl hastası, baygın ve
uyuyan kimseden duyulan secde ayeti için, mezhepteki sahih olan görüşe göre,
tilâvet secdesi vacip olmaz.
Tilâvet etmeksizin secde ayetini yazana sırf yazmakla, dilsiz ve sağıra da
sadece secde edeni görmekle secde vacip olmaz. Bir secde ayetinin secdeyi
gösteren kelimesiyle, bu kelimenin bir önceki kelimesi veya bir sonraki kelimesinin
okunması veya duyulmasıyla, mezhepteki sahih olan görüşe göre secde vacip olur.
Diğer bir görüşe göre ise, secde ayetinin ekserisi okunmadıkça secde vacip olmaz.
Radyo, televizyon, bilgisayar, telefon ve hoparlör gibi aletler, bir sesi bütün
özellikleriyle nakletmekte kullandıkları için, bunlardan duyulan secde ayetleri
sebebiyle de tilavet secdesi vacip olur. Secde ayetini, telaffuz etmeksizin, sadece
gözle takip etmekle tilavet secdesi gerekmez.
Tilavet secdesi, secde ayetini okumak veya dinlemekle vacip olduğu gibi,
imama iktida ile de vacip olur: İmama iktida eden bir kimse, imam secde ayetini
okumuşsa, kendisi onu duymamış olsa bile, imamla birlikte tilavet secdesi yapar.
Hanefî ve Şafiîler’e göre secde ayetini duyanın, Kur’an dinleme kastı bulunsa
da bulunmasa da, secde yapması gerekir. Mâlikî ve Hanbelîler’e göre ise sadece
Kur’an dinleme kastı ile secde ayetini duyan kimsenin secde yapması gerekir.
Tilavet secdesi yapacak olan kimsenin, namazda olduğu gibi, hadesten ve
necasetten temiz olması, avret yerleri örtülü ve kıbleye yönelmiş olması şarttır.
Ayrıca, tilavet secdesi için niyet de şarttır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Namaz V
Hanefîler’e göre tilavet secdesi, elleri kaldırmaksızın "Allâhu Ekber" diye
secdeye varıp, üç kere "Sübhâne Rabbiye'l-A'lâ" dedikten sonra, tekrar "Allâhu
Ekber" diyerek kalkmak suretiyle yapılmış olur. Secdeye varırken ve kalkarken
böyle tekbir getirilip tespih okunması sünnettir. Secdede iken mezkûr tespihin
dışında başka dualar da okunabileceği gibi, secdeye varırken ve kalkarken "Semi'nâ
ve eta'nâ ğufrâneke Rabbenâ ve ileyke'l-masîr (İşittik ve itaat ettik, Ey Rabbimiz bizi
bağışla; dönüş sanadır)" denilmesi müstehaptır.
Tilavet secdesinde, teşehhüt ve selam yoktur ve bu tek bir secdeden
ibarettir. Oturmakta iken üzerine tilavet secdesi vacip olan bir kimse, ayağa
kalkmadan bu secdeye varabilir. Ancak, böyle bir kimsenin sırf secdeye varmak için
ayağa kalkması menduptur. Secdeden sonraki kalkış ise müstehaptır.
Şafiîler’e göre, tilavet secdesi, niyet edildikten sonra elleri kaldırarak tekbir
alıp, bir defa secdeye varmak ve sonra oturup selam vermek suretiyle yapılmış
olur. Niyet, tekbir ve selam tilâvet secdesinin rükûnlarıdır. Şafiîler’e göre de namaz
içinde yapılan tilavet secdesinde eller kaldırılmaz.
Namazda iken okunan secde ayeti için namazda secde etmek lazımdır.
Namazda okuduğu secde ayetinden hemen sonra veya en çok üç ayet daha
okunarak kıraat bitirilecekse o rekât için yapılan secde tilavet secdesi yerine de
geçer. Bu durumda ayrıca tilavet secdesi yapmak gerekmez. Şayet, secde
ayetinden sonra üç ayetten daha fazla okunacaksa, elleri kaldırmadan tekbir alınıp,
rükuya varmadan bir secde yapılır ve tekrar tekbir alıp kalkılarak, kıraate kalınan
yerden devam edilir. Cemaatle kılınan namazda, imamla birlikte, cemaat de tilavet
secdesi yapar.
Namazda okunan secde
ayetinin tilâvet secdesi,
namaz içerisinde
ya da
hemen akabinde
yapılmalıdır.
Namazda okunan secde ayeti için, tilavet secdesi hemen yapılması gereken
(fevrî) bir vaciptir. Namazın bir parçası olmuş olduğundan dolayıdır ki, namaz
dışında kaza olunamaz. Bundan dolayı onu namaz içinde yapmayarak tehir etmek,
tahrîmen mekruhtur. Ama sehven tehir edilmişse, selamdan sonra, namaza mani
bir fiil işlenmedikçe kaza edilebilir.
Namazın dışında okunan bir secde ayeti sebebiyle vacip olan tilavet secdesi,
geniş vakitli (müvassa’) bir vaciptir. Hemen yapılabileceği gibi, daha sonraki bir
zamanda da yapılabilir. Ancak, namaz kılmanın mekruh olduğu vakitlerde okunması
hâli müstesna, daha sonra yapmak üzere tehir etmek, unutulabileceği için tenzîhen
mekruhtur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Namaz V
Şükür Secdesi
Bir nimete erişme veya bir sıkıntı yahut musibetten kurtulma neticesinde
kıbleye yönelmek ve tekbir almak suretiyle yapılan secde "secdetü'ş-şükr" (şükür
secdesi) olarak isimlendirilir.
Hz. Peygamber’in sevindirici bir haber aldığında şükür secdesi yaptığına dair
hadis (İbn Mâce, “İkâme”, 192) ile Hz. Ebubekir ve Hz. Ali gibi bazı sahâbilerin aynı
yöndeki uygulamalarına değinen haberleri esas alan fakihlerin çoğunluğu, şükür
secdesinin meşruiyetine hükmetmişlerdir.
Hanefî mezhebinde fetvada esas alınan görüş İmâmeyn'in görüşüdür ve
buna göre şükür secdesi müstehaptır. Bu secde Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde
sünnet, Mâlikî mezhebine göre ise mubahtır.
Şükür secdesi tilavet secdesi gibi yapılır; namazın içinde şükür secdesi
yapılamayacağı gibi, namazın hemen arkasından yapılması da -namazın bir parçası
olduğunun sanılabileceği düşüncesiyle- mekruh sayılmıştır. Şükür secdesinin
mekruh vakitlerde yapılması mekruhtur.
KORKU ve NAMAZ
Fıkıh eserlerinde "salâtü'l-havf (korku namazı)" olarak isimlendirilen namaz,
müstakil bir namaz çeşidi olmayıp korku ve dehşet zamanlarında farz namazların
farklı bir şekilde kılınmasından ibarettir. Namazların bu şekilde kılınması kitap,
sünnet ve icma ile sabittir. Müçtehitlerin çoğunluğuna göre, bu namaz kılma
şeklinin hükmü kıyamete kadar geçerlidir. Bazı âlimler ise bunu Hz. Peygamber’e
has bir uygulama olarak kabul etmişlerdir.
Kaynaklarda "Eğer (güvenlik içinde olmadığınızdan) endişe ederseniz
(namazlarınızı) yürüyerek yahut binek üzerinde (kılın). Güvene kavuştuğunuz
zaman, size bilmediklerinizi öğrettiği şekliyle Allah'ı anın (namazınızı kılın)" (Bakara
2/239) mealindeki ayetin korku namazı ile ilgili olduğu belirtilir. Bundan ayrı olarak,
Nisâ suresinin ilgili 4/101–103. ayetleri korku namazının meşruiyeti ve kılınış şekli
bakımından açık ifadeler taşımaktadır.
Hz. Peygamber, birçok kere kılmak suretiyle, korku namazının ayrıntılı
hükümlerini göstermiştir. Bazı kaynaklarda Peygamberimizin 24 defa korku namazı
kıldığı belirtilmektedir.
Korku
sebebiyle namazın
rekât sayısı eksilmez.
Bu konudaki pek çok sahih rivayet içerisinde en meşhur olanlardan birisinde
İbn Ömer (r.a.) şöyle demektedir:
"Resulüllah (s.a.v.) ile birlikte Necid tarafına gazaya gitmiştim. Düşmanın
hizasına geldik. Onlara karşı saf olarak dizildik. (Namaz vakti girdiğinde) Allah'ın
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Namaz V
Resulü (s.a.v.) bize namaz kıldırmak üzere namaza durdu ve onunla beraber bir
kısım ashap da namaza durdular. Ashabın diğer kısmı ise yönlerini düşmana
çevirdiler. Allah'ın Resulü (s.a.v.) kendisiyle namaza duranlarla birlikte rükûya vardı
ve iki secde yaptı. Sonra, (Peygamberimizle bir rekât kılanlar) namaz kılmayan (ve
düşmana karşı nöbet bekleyen) grubun yerine gitti, onlar da gelerek
Peygamberimizle birlikte namaza durdular. Peygamberimiz onlarla birlikte rükûa
gitti ve secde yaptı. Sonra selam verdi. Sonra o iki grubun her biri (nöbetleşe)
namaza durup, kendi başlarına bir rükû ve iki secde yaptılar. (Yani, buna göre birer
rekât daha kılıp namazlarını ikişer rekât olarak ve cemaat sevabını da alarak
tamamladılar)" (Buharî, “Salâtü'l-Havf”, 1; Müslim, “Salâtü'l-Müsâfirîn ve Kasruha”,
57).
Buharî ve Müslim'in başka bir rivayetine göre, İbn Ömer düşmanın
(korkunun) daha çok olması hâlinde, namazın binek üzerinde veya yaya olarak ima
ile kılınmasını söylemiştir. (Buharî, “Salâtü'l-Havf”, 2; Müslim, “Salâtü'l-Müsâfirîn
ve Kasruha”, 57)
Bu namazın kılınış şekli ve rekâtlarının sayısı konusunda, yukarıda zikredilen
hadislerin dışında, farklı bilgiler ihtiva eden hadisler de bulunmaktadır. Fakat
fakihlerin büyük çoğunluğuna göre, korku sebebiyle namazın rekât sayısı eksilmez.
Sadece seferî olmaları ve kasretmek istemeleri hâlinde imam, dört rekâtlı namazı
iki rekât olarak kıldırabilir; seferî olmalarına rağmen dörde tamamlamak isterlerse
veya mukim iseler, dört rekât olarak kıldırır.
Korku namazının kılınmasının da tehlikeli olduğu durumlarda namazın
yürüyerek veya binek üzerinde ima ile kılınması gerekir. İma ile de kılmanın tehlike
arz ettiği ve savaşın fiilen devam ettiği durumlarda ise, Hanefîler ve Süfyan esSevrî’ye göre namaz kılma zorunluluğu olmayıp sonraya bırakılır ve emniyete
kavuşulduğunda namaz kaza edilir. Nitekim Peygamberimiz Hendek savaşı
sırasında birkaç vakit namazını kazaya bırakmıştır. Diğer üç mezhep imamına göre
ise, ayet-i kerîme, savaş hâlinde de namazın edasının vacip olduğuna delalet
etmektedir.
Ayrıca, düşmanın baskın yapması tehlikesi karşısında korku namazı kılındığı
gibi, sel korkusu, vahşi hayvan korkusu gibi can veya mala yönelik tehlikeler
sebebiyle de farz namazların korku namazı şeklinde cemaatle kılınabileceğine
hükmedilmiştir.
HASTALIK VE NAMAZ
Sıhhatini kaybeden bir Müslümanın namazın tüm şartlarını yerine getirme
imkânı olmadığı durumlarda yüce Allah bazı kolaylıklar göstermiş ve namazı
"imkânı elverdiği" şekilde kılmasına izin vermiştir. Hasta Müslümanın tüm
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Namaz V
rükûnlarını yerine getirmeyerek kıldığı bu namaza “salâtü’l-merîz (hasta namazı)”
adı verilir.
Buna göre kişi, hastalığı eğer ayakta duramayacak kadar şiddetliyse ve
ayakta durması hastalığı arttıracaksa oturarak; oturarak kılamayacaksa yattığı
yerde; hareket edemeyecek durumdaysa başı ile ima ederek namazını kılar; ama
hiçbir zaman terk etmez. Temel ölçü, mümkün mertebe yapabileceğinin en
fazlasını yapmak; namazın daha fazla rüknünü yerine getirebilecek şekilde
davranmaktır.
Namaz öncesinde farz olan "hadesten ve necasetten taharet (manevî ve
maddî pisliklerden temizlenmek)" hasta için de farzdır. Gusül abdesti ve namaz
abdesti alması hastaya zarar verecekse teyemmüm alarak namazını kılar. Yatalak
bir hastanın istenmeyen durumlar sonucunda yatağında maddî pislikler varsa ve
yatağının değiştirilme imkânı yoksa görünen yüzeysel pislikler temizlenir ve hasta
namazını kılar. Elbise için de durum aynıdır.
Hastalık durumunda şartları tam olarak yerine getirilmeden kılınan namazlar
hastalıktan kurtulduktan sonra kaza edilmez. Hasta, daha önceden kazaya kalan
namazlarını da kılabildiği şekilde kılar. Abdesti bozan durumlardan herhangi biri
sürekli olsa bu kişi özürlü (mazûr) sayılır ve mesela sürekli kanama durumu devam
etse bile namazını kılar. Ancak bir sonraki namaz için yeniden abdest alır. Özürlü
hâlde kılınan bir namazın vakti çıkmadan özür hâli sona erse kılınan namaz tekrar
edilir. Bir kişinin ilk defa özürlü sayılması için özür hâlinin bir namaz vakti boyunca
devam etmesi gerekir. Daha sonra özür hâlinin her vakitte bir kez görülmesi özürlü
sayılmak için yeterlidir. Özür nedeniyle elbiseye bulaşan pislikler de bu hâl devam
ettiği sürece namaza engel değildir. Ancak imkânı varsa Allah'ın huzuruna en güzel
ve en temiz "ziynetlerini (elbiselerini)” giyip durmak daha güzeldir.
YOLCULUK VE NAMAZ
Fıkıh kitaplarında “sefer” yolculuk, yolculuğa çıkmak; sefer mesafesine
yolculuk yapmak için kullanılır; zıddı “hazar”dır. Bu şekilde yolculuğa çıkan kişi için
kullanılan tabir “müsafir (yolcu)” veya “seferî” olup, zıttı “mukîm”dir.
Seferilikte
gidiş-dönüş
değil sadece
gidilecek mesafe esas
alınır.
Bir fıkıh terimi olarak sefer, belirli bir mesafeye gitmektir. Bu mesafe ise
“orta yürüyüş”le üç günlük, yani on sekiz saatlik bir uzaklıktan ibarettir. Buna üç
merhâlelik mesafe de denir.
Orta yürüyüş, yaya yürüyüşü ve kafile içindeki deve yürüyüşüdür. Denizlerde
ise yelkenli gemilerin mutedil havadaki üç günlük yolculuğudur.
İşte karalarda böyle bir yürüyüş ile denizlerde ise mutedil bir havada yelkenli
bir gemi ile on sekiz saat sürecek bir mesafe "sefer mesafesi" sayılır. Bu yolun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Namaz V
yalnız gidilecek mesafesi esas alınır; yoksa gidiş-dönüş mesafesine bakılmaz.
Yolculuk yapan kimse süratli bir araçla yolculuk yaparak bu mesafeyi, günümüzde
yeni çıkan ulaşım vasıtalarında olduğu gibi, daha kısa bir sürede kat etse bile yine
yolcu sayılır ve namazlarını kısa kılar. Yolculukta üç günün esas alınmasında üç
günlük mesh süresine kıyas yapılmıştır.
Yolculukta gece gündüz aralıksız yolculuğa devam edilemez istirahata da
ihtiyaç vardır. Bu yüzden günlük yolculuk süresi altı saat olarak belirlenmiştir.
Saatte 5 km. yol kat edilmesi esas alınınca, seferilik mesafesi 90 km olmuş bulunur.
Bazı yolculukların rahat, meşakkatsiz ve çok kısa sürede yapılabilmesi, seferilik
hükümlerinde değişikliğe yol açmaz. Nitekim Hanefîler’e göre, yolculukta sağlanan
kolaylıkların “illet”i seferiliktir; güçlük ve meşakkat bunun sadece “hikmeti”dir ve
hükümler hikmetlerine göre değil, illetlerine göre belirlenir.
Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre, namazların kısaltılmasını mubah kılan
yolculuk, zaman bakımından ortalama iki günlük yolculuk veya ağır yükle ve yaya
olarak iki konaklık mesafedir.
Gidilecek yerin hem denizden hem de karadan yolu bulunsa, yolcunun
gideceği yola itibar edilir. Bu yüzden, bir beldeye mesela deniz yoluyla on iki saatte;
kara yoluyla da on sekiz saatte gidilecek olsa, karadan gidenler yolcu sayılır;
denizden gidenler sayılmaz. Bir yerin karadan iki yolu bulunduğu takdirde de
hüküm böyledir, yalnız sefer mesafesinde bulunan yoldan gidenler misafir olmuş
bulunurlar.
Yolculuk, vatan edinilen beldenin veya köyün yola çıkıldığı tarafındaki
evlerinden ayrıldıktan ve en az üç günlük bir yere gidilmeye niyet edildikten sonra
başlar. Bu yüzden, başlangıç noktasını teşkil eden yerleşim birimine tabi olarak
değerlendirilen harmanlık, mezarlık ve ağıl gibi eklentiler geçilmedikçe yolculuk
başlamış olmaz.
Şehir veya köyün yerleşim alanı dışında kalan fabrikalar, organize sanayi
kuruluşları, toptancı hâlleri, bağlar, bahçeler, hayvan ve tavuk çiftliği gibi alanlar
şehirden sayılmaz. Günümüzde otoban olarak isimlendirilen yollara girmekle de
seferilik başlamış olur.
Seferilik Hükümleri
Yolcular için birtakım kolaylıklar, ruhsatlar getirilmiştir. Seferî (yolcu) olan
kişinin mesh süresi üç gün üç gece yani toplam 72 saattir. Yolcu dört rekâtlı farz
namazlarını ikişer rekât olarak kılar. Buna "kasr-ı salât" denir.
Kasr-ı salât Kur'an, sünnet ve icma ile sabittir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Namaz V
"Eğer kâfirlerin size fitne vermesinden korkarsanız, yeryüzünde sefere
çıktığınız zaman namazları kısaltarak kılmanızda bir sakınca yoktur." (Nisâ,
4/101)
Bu ayette kısaltmanın “korku” şartına bağlanması o günkü olayı tespit etmek
içindir. Çünkü Resulüllah’ın (s.a.s) çoğu yolculukları korkudan uzak değildi. Ashâb-ı
Kirâm'dan Ya'la b. Ümeyye (r.a) Hz. Ömer'e şöyle demiştir: Biz neden namazları
kısaltarak kılıyoruz? Hâlbuki güven içindeyiz. Hz. Ömer de buna cevap olmak üzere
şöyle buyurdu: Ben de aynı durumu Hz. Peygamber’e sormuştum; şöyle
buyurmuştu:
"Bu, Allah'ın size verdiği bir bağıştır, Allahın sadakasını kabul edin"
(Müslim, “Müsâfir”, 4; Tirmizî, “Tahâret”, 4, 20).
Hz. Peygamber'in umre, hac veya savaş için yaptığı yolculuklarında namazları
kısaltarak kıldığı ile ilgili haberler tevatür derecesindedir. Abdullah b. Ömer (r.a)
şöyle demiştir:
"Hz. Peygamber (s.a.s)'e yolda arkadaşlık ettim. O, yolculuklarında iki
rekâttan fazla kılmazdı. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman da böyle
yaparlardı" (İbn Mâce, “İkâme”, 75).
Yolcunun dört rekâtlı farz namazları kısaltması zorunlu mudur; yoksa
kısaltmakla tam kılmak arasında serbest midir?
Hanefîler’e göre, yolcunun namazları kısaltarak kılması vacip ve aynı
zamanda azimettir. Yolcunun bilerek iki rekâttan fazla kılması mekruhtur.
İbn Abbas’ın (r.a) şöyle dediği nakledilmiştir:
"Allah Teala namazı, Peygamberimizin dili ile hazarda dört rekât, seferde
iki rekât olarak farz kılmıştır" (Müslim, “Müsâfirîn”, 5, 6; Ebû Dâvûd, “Sefer”,
18; Nesâî, “Havf”, 4; İbn Mâce, “İkame”, 75).
Azîmet asıl hüküm,
ruhsat ise belli
durumlarda sağlanan
kolaylıktır.
Mâlikîler’e göre, seferde namazı kısaltarak kılmak müekked sünnettir. Şâfiî
ve Hanbelîler’e göre ise kişi namazlarını kısaltarak da tam olarak da kılabilir. Ancak
kısaltmak mutlak olarak tam kılmaktan daha faziletlidir. Çünkü Hz. Peygamber ile
dört hâlife bu şekilde yapmaya devam etmişlerdir.
Hanefîlere göre, yolculuk ister ibadet için, ister mubah veya günah
kapsamındaki bir amacı gerçekleştirmek üzere düzenlenmiş olsun, her türlü
yolculuk esnasında namazları kısaltmak caizdir. Hanefîler dışındaki çoğunluk
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Namaz V
müçtehitlere göre ise; yol kesmek, şarap ve haram şeylerin ticaretini yapmak gibi
Allah'a isyanın söz konusu olduğu yolculuklarda, sefere mahsus olan ruhsatların
kullanılması caiz olmaz.
Seferî kimse bir beldede on beş gün ve daha fazla kalmaya niyet edince
mukîm olur ve artık namazlarını tam kılar. Eğer on beş günden az kalmaya niyet
ederse seferîliği devam eder.
Seferî bir kimse, bir beldede belirli bir ihtiyacını görmek için beklerse,
bekleme işi 15 günden fazla sürse bile namazlarını kısaltarak kılar; on beş günden
fazla kalmaya niyet etmediği için seferilik hâli devam eder.
Şâfiî ve Mâlikîler’e göre, yolcu bir yerde dört gün kalmaya niyet ederse
namazlarını tam kılar. Hanbelîler’e göre yolcu, dört günden fazla veya yirmi
vakitten fazla kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar. Bundan az olursa
kısaltarak kılar.
İki ve üç rekâtlı
namazlarda kasır
yapılmaz.
Mukim, seferîye; seferî de mukîme uyabilir. Seferî iki rekâtın sonunda selâm
verince, mukîm kalkar ve kıraatte bulunmaksızın namazını tamamlar. Seferî
mukîme uyunca, dört rekâtlı bir farz namazı mukîm gibi tam olarak kılar.
Hanefî ve Mâlikî Mezhepleri’ne göre kaza, edaya göredir. Buna göre, sefer
hâlinde kılınamayan dört rekâtlı namazların kazası, ikâmet hâlinde bile olunsa
ikişer rekât olarak kılınır. Normal zamanlarda kazaya kalan namazlar da, sefer
hâlinde kaza edilse bile, yine dört rekât olarak kaza edilir. Şâfiîlere ve Hanbelîlere
göre ise dört rekâtlık namazı kazaya kalan yolcu, bunu yine yolculuk hâlinde kaza
ederse iki rekât olarak, mukîm iken kaza ederse dört rekât olarak kılar.
İki ve üç rekâtlı namazlar, seferde de, sefer haricinde de değişmez.
Seferîliğin Sona Ermesi
Aslî vatana dönüp gelmekle yolculuk hâli sona erer. Burada oturmaya niyet
edilip edilmemesi sonucu değiştirmez. İkâmet vatanına dönüşte ise, oturmaya
niyet gereklidir.
Seferilik söz konusu olduğunda üç türlü “vatan” gündeme gelir:
 Vatan-ı Aslî: Bir kimsenin doğup büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği
veya içinde barınmayı kastettiği yere " vatan-ı aslî " denir.
 Vatan-ı İkâmet: Bir kimsenin on beş gün veya daha fazla bir süre kalmak üzere
yerleştiği yere de "vatan-ı ikâmet" denir.
 Vatan-ı Süknâ: Bir yolcunun, içinde on beş günden az oturmak istediği yer de
kendisi için “vatan-ı süknâ” olur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Namaz V
Aslî veya ikâmet vatanlarına olan yolculukta yalnız yolculuk sırasında seferî
hükümleri uygulanır. Bu vatanlara ulaşan kimse, orada "mukim" sayılır. Vatan-ı
süknâ söz konusu olunca bir yolcu, hem yolculuk esnasında, hem de on beş günden
az kaldığı bu süre içinde "seferî" sayılır;
Bir kimse yerleştiği yerden, yine sürekli olarak yerleşmek amacıyla başka bir
yere giderse, gittiği yer vatan-ı aslîsi olur; birinci vatanı vatan-ı aslî olmaktan çıkar.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) Mekke'ye gittiklerinde kendisini misafir saymış ve "Biz
seferîyiz" buyurmuştur.
Bir kimse bir şehirde otururken ailesini nakletmeden başka bir şehirde de
evlense, her iki şehir kendisi için asıl vatan olur. Hangisine gitse mukîm sayılır.
Vatan-ı ikâmetten ayrılan kimse ise, yeniden buraya döndüğünde on beş günden az
kalacaksa seferî sayılır.
KAZA NAMAZI
Farz namazları vaktinde kılmaya "eda", vaktinden sonra kılmaya da "kaza"
denilir. Vaktinde kılınmayan beş vakit namazın farzlarının kazası farz, vitir
namazının kazası ise vaciptir. Sünnetler kaza edilmezler. Ancak kazaya bırakılan
sabah namazı, aynı gün kerahet vaktinden sonra ve öğleden önce kaza edilirse,
sünneti de farz ile birlikte kılınır.
Vaktinde kılınamayan namazın daha sonra kaza edileceği Hz. Peygamber
tarafından bildirilmiş olup, bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
Hz. Peygamber vaktinde
kılamadığı her namazı
ilk fırsatta kılmıştır.
"Kim namazını kılmayı unutursa, onu hatırladığında kılsın. Çünkü onun
başka kefareti yoktur" (Buharî, “Mevâkît”, 37; Müslim, “Mesâcid”, 314, 55).
Resulüllah (s.a.v.) bu sözün arkasından "Beni anmak için namaz kıl!" (Tâhâ
20/14) mealindeki ayeti okumuştur.
Aynı şekilde Hz. Peygamber, ashâbıyla beraber çıktığı bir sefer esnasında
uyuya kalıp da kılamadıkları sabah namazını cemaatle kıldırmıştır (Buharî,
“Mevâkît”, 35; Müslim, “Mesâcid”, 55; Ebû Dâvûd, “Salât”, 11).
İlgili hadislerden anlaşıldığı üzere, namaz ancak uyuyakalma, unutma,
hastalık, baygınlık veya savaş gibi meşru bir özür sebebiyle kazaya bırakılabilir.
Meşru bir mazeret bulunmaksızın namazı vaktinde kılmayıp da kazaya bırakmak,
büyük bir günahtır. Namaz kaza edilmekle insan borçtan kurtulmuş olur. Ancak bu
günahın affı için tövbe ve istiğfar edilmesi gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Namaz V
Kaza namazları için, belli bir vakit olmamakla birlikte, fazla geciktirilmeden
kılınması tavsiye edilmiştir. Kerahet vakitleri olan güneşin doğuşu, zevâli ve batışı
esnasında kaza namazı kılınmaz.
Üst üste kazaya kalmış namazlarının sayısı altı vakitten az olan kişi “sâhib-i
tertip” olarak isimlendirilir ve bu kişinin kazaya kalan namazını, mutlaka vakit
namazından önce kılması gerekir.
Vakti geçmeden
namaz için, ölüm
gelmeden de tövbe için
acele ediniz.
Altı vakit namazdan fazla kazası olan kişinin ne kaza namazları arasında, ne
de kaza ile vakit namazları arasında sıraya uyması gerekmez. Fakat Hanefî
mezhebine göre, vakit namazının vakti daralmamışsa, tertibe uymak lâzımdır. Eğer
vakit daralmışsa, önce vakit namazı sonra kaza namazı kılınır.
Fakihlerin çoğunluğuna göre, farz namaz kaza edilmeden önce, ezan ve
kamet okunur. Aynı namaz olmak şartıyla kaza namazı cemaatle kılınabilir.
Hanefî mezhebine göre, üzerinde namaz borcu olan bir kimsenin kaza
namazı kılmak için sünnetleri terk etmesi doğru olmayıp kişi kaza namazlarını
kıldığı gibi, sünnet namazlarını da eda etmelidir. Şâfiî mezhebine göre ise, kaza
borcu olan bir kimsenin bunları yerine getirmeden sünnet ve nafile namaz kılması
caiz değildir. Mâlikîler’e göre nafile ile meşgul olarak kazayı geciktirmek günahtır;
fakat üzerinde kaza borcu olanlar sabah namazının sünneti, vitir, bayram ve
tahıyyetü'l-mescit gibi sünnetleri kılabilirler. Hanbelî mezhebine göre de kaza
borcu olanların nafile ile meşgul olmaları caiz değildir; fakat farzlarla beraber
kılınan sünnetleri ve bu hükümde olan sünnet namazları kılabilirler. Bununla
birlikte bunların yerine kaza namazı kılınması daha faziletli olup, sabah namazının
sünneti bundan müstesnadır; kaza namazı olan kişinin de sabahın sünnetini kılması
efdaldir.
CENAZE NAMAZI
Cenaze namazı, ölen Müslüman için yapılan bir dua mahiyetinde olup “farz-ı
kifâye”dir. Yani bir beldede bir kısım Müslümanların bu namazı kılmalarıyla,
diğerlerinin üzerinden yükümlülük kalkar. Fakat cenaze namazı hiç kılınmazsa, o
beldedeki bütün Müslümanlar bu durumdan sorumlu ve günahkâr olurlar.
Cenaze namazı, önlerindeki yıkanmış, temizlenmiş ve musallâ taşına
konulmuş Müslüman kardeşleri için saf tutan Müslümanların, kıble tarafına
yönelerek cemaat hâlinde kıldıkları bir namazdır. Genellikle vakit namazlarının
akabinde kılınır. Namaz kılacak olanların abdestli olması gerekir. Bazı âlimler bunu
zorunlu görmemişlerdir.
Cenaze namazının geçerli olabilmesi için; ölünün Müslüman olması,
kendisinin ve konulduğu yerin temiz olması, cemaatin önünde bulunması, vücut
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Namaz V
azalarının çoğunun veya başıyla beraber yarısının mevcut olması, namaz kılacak
kimsenin özürsüz olarak bir şeye binmiş veya oturmuş olmaması şarttır. Cenaze
namazında cemaat şart değildir. Yalnız bir Müslüman erkek yahut bir Müslüman
kadının kılması ile de farz yerine getirilmiş olur.
Cenaze namazının şartı “niyet”tir. İmam olan kimse “Allah rızası için, hazır
olan cenazenin namazını kılmaya ve cenaze için dua etmeye” niyet ederek namaza
başlar. Cemaatten her biri de Allah rızası için, o cenazenin namazını kılmaya ve
onun için duaya niyet ederek imama uyar. Bu niyette, ölünün erkek veya kadın,
erkek çocuk veya kız çocuk olduğu belirtilir. Mesela ölü erkek ise “er kişi niyetine”,
kadın ise “hâtun kişi niyetine” şeklinde niyet edilir.
Cenaze namazının rüknü tekbirler ve “kıyam”dır. Cenaze namazı, başından
sonuna kadar ayakta kılınır. Bu namazda kıraat, rükû, secde ve teşehhüt yoktur.
Sadece vakit namazına başlarken yapıldığı gibi, imamın tekbiriyle beraber eller
kaldırılarak tekbir alınır ve eller bağlanarak namaza başlanır; daha sonraki
tekbirlerde eller kaldırılmaz. Dördüncü tekbirden sonra sağa ve sola selâm verilir
ve eller çözülerek namaz tamamlanmış olur.
Cenaze Namazının Kılınışı
 İmam cenazenin göğsü hizasına durur, cemaat imamın arkasında saf tutar.
 İmamın sesli, cemaatin ise sessiz olarak getirdiği tekbirlerin birincisinden sonra
“sübhâneke” duası “ve celle senâük” kısmı ile birlikte okunur. Dua niyetiyle Fatiha
da okunabilir. İmam Şâfiî’ye göre Fâtiha okumak farzdır.
 İkinci tekbirden sonra “Allâhümme salli” ve “Allâhümme bârik” duaları okunur.
 Cenaze namazını kılanlar, üçüncü tekbirden sonra ölüye, kendilerine ve bütün
Müslümanlara dua ederler. Duanın ahirete ait olmasından başka bir şart yoktur.
Fakat Hz. Peygamber’den nakledilen cenaze dualarından yapmak daha güzeldir:
Cenaze duasını bilmeyenler, sadece “Rabbenâ âtinâ” ve “Rabbena’ğfir lî” dualarını
okuyabilirler.
 Bunun akabinde imam sesli, cemaat ise sessiz olarak dördüncü tekbiri alır, önce
sağ tarafa, sonra da sol tarafa selam vererek namaza son verirler.
Birkaç cenaze varsa hepsine ayrı ayrı namaz kılmak daha iyidir. Hepsine tek
bir namaz kılmak da yeterli olur.
Namaz kılmanın mekruh olduğu üç vakitte; yani güneş doğarken, tam
tepedeyken ve batarken cenaze namazı kılınmaz. Ancak, bu vakitlerde kılınmışsa
kazası da gerekmez. Kabristanda ve cami içinde cenaze namazı kılınmaz. Fakat
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Namaz V
namaz kılınırken imam ve cemaatin bir kısmının caminin dışında, bir kısmının da
caminin içinde olmasında bir mahzur yoktur.
Namazı bozan şeyler cenaze namazını da bozar.
Cenazede cemaat şartı olmamakla birlikte, cemaat sayısı ne kadar çok
olursa, sevap da çoğalır. İbn Abbas (r.a), Resulüllah’ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
“Bir Müslüman öldüğü zaman, cenazesini, Allah'a hiç bir şeyi ortak
koşmayan kırk kişi tutup kaldırırsa, Allah kendilerine o kimse hakkında şefaat
etme izin verir” (Müslim, “Cenâiz”, 59).
Hadis-i şeriflerde cenaze namazını kılanlarla defin merasimine katılanlara,
farklı derecelerde mükâfatlar zikredilmiştir (Müslim, “Cenâiz”, 52).
Cenaze namazı
farz-ı kifâyedir.
Ölüm haberini hısım-akrabaya, eşe-dosta bildirmek güzel bir uygulamadır.
Günümüzde bu duyuru, müezzinlerin “salâ”ları yanında, basın ve yayın yoluyla
gerçekleştirilmektedir.
İntihar eden bir kişinin namazının kılınmayacağını söyleyen alimler olmuşsa
da hiç kimsenin normal şartlarda canına kıymayacağından hareketle, kişinin intihar
ederken aklî dengesinin yerinde olmayacağını, dolayısıyla bilerek böyle bir işe
tevessül etmiş sayılmayacağını ve bu kişinin namazının kılınacağını ifade edenler de
olmuştur. Biz bu konuda, birinci görüşü savunan bilginlerin hassasiyetini takdir
etmekle birlikte, ikinci görüşün tatbik edilmesini daha isabetli görüyoruz. Birinci
görüş, intihara teşebbüse mani olma açısından katkı sağlarken; ikinci görüş, intihar
olayıyla sarsılanların acısının katmerleşmesine mani olmaktadır.
Cenaze merasimlerinde alkış, müzik, çiçek/çelenk, ölen kişinin fotoğraflarının
yakalara takılması gibi uygulamalara yer vermek dinî açıdan uygun değildir.
ISKÂT ve DEVİR
"Iskât" sözlükte, düşürmek anlamına gelir. Iskat kavramı "ıskât-ı salât" ve
"ıskât-ı savm" tamlamalarının kısaltılmış şekli olarak kullanıldığında “bir kimsenin
sağlığında çeşitli sebeplerle ifa edemediği ibadet sorumluluğunun düşürülmesi
temennisi ile vefatından sonra fidye ödenmesi” demektir.
Tutulamayan oruçlar için fidye verilmesi gerektiği hususu Kur’an-ı Kerim’de
yer almıştır (Bakara 2/184). Ayette açıkça belirtildiği gibi, oruç tutamayacak kadar
yaşlı olan İhtiyarlar ve tekrar sıhhate kavuşma ümidi olmayan hastalar,
tutamadıkları oruçlar için hayatta iken fidye verirler. Hayatta iken vermezlerse,
verilmesi için vasiyet etmeleri gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Namaz V
Namaza gelince, yükümlü olan her Müslümanın bu ibadeti bizzat yerine
getirmesi gerekir. Hayatta ve normal kurallarına göre bu görevi yerine
getiremeyecek kişiler için bazı kolaylıklar getirilmiş, fakat rahatsızlığı olanların
oruçta olduğu gibi mali bir ödeme yolu ile bu vecibeyi telafi etmeleri
öngörülmemiştir. Namazın edası farz olduğu gibi, vaktinde kılınamaması hâlinde
kaza edilmesi de farzdır.
Tartışma
Kılınamayan bir namazın kazasından başka kefaretinin olmadığına dair hadis
(Buharî, “Mevâkît”, 37; Müslim, “Mesâcid”, Ebû Dâvûd, “Salât”, 117) daha önce
zikredilmişti. Âlimler bu hadisi delil göstererek, orucun aksine, kazaya kalan
namazların fidye ile telafisi yönüne gidilemeyeceği sonucuna ulaşmışlardır.
• Iskât ve devir ile ilgili olarak ileri sürülen görüşleri
tartışınız.
• Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer
alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
"Üzerine kaza namazı borcu olan bir kimsenin, bunları kılmadan vefat etmesi
hâlinde, fidye ödenmesi ve böylece borçtan kurtarılması mümkün müdür?"
sorusuna da olumlu cevaplamaya imkân veren bir delil bulunmamaktadır. Zira ayet
ve hadislerde bu yönde bir açıklama yer almadığı gibi, bu meselenin oruca kıyas
edilmesi de isabetli görülmemektedir. Zira ibadetler gibi “taabbüdî” bir alanda
kıyas yapmak doğru değildir. Ancak, İmam Âzam’ın talebesi İmam Muhammed,
ihtiyat kuralını uygulayarak bu durumdaki kişiler için de fidye ödenebileceğini
belirtmiş ve "İnşallah yeterli olur" demiştir.
İşte İmam Muhammed'in bu açıklamasına dayanan ıskat-ı salât uygulaması,
esasen, Allah rızası için tasaddukta bulunmanın faziletinden yola çıkarak ilahî
rahmet ve mağfiret arayışında bulunmak, ölünün bağışlanması yönünde ümit
beslemek anlamı taşımaktadır. Bu yaklaşımın ve vasiyet kurallarının bir sonucu
olarak üzerinde namaz borcu olan kimsenin bu borçları için fidye verilmesini
vasiyet etmesi hâlinde, terekesinin üçte biri ile sınırlı olarak bu vasiyetin yerine
getirilmesi gerekeceğine hükmedilmiştir. Buna göre, ölenin ne kadar namaz borcu
varsa o kadar fidye ödenir. Fidye, bir fitre miktarıdır. Ölenin namaz borçlarının ne
kadar olduğu bilinmiyorsa, kadınlarda dokuz, erkeklerde on iki yaşına kadarki
dönem dışarıda bırakılarak öldüğü sıradaki yaşı güneş yılının gün sayısı ile çarpılır;
ortaya çıkan rakam -vitir namazı da müstakil kabul edilip- altı ile çarpılır. Böylece
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Namaz V
kaç fidye verileceği hesaplanmış olur. Iskat-ı salât için verilecek fidye tutarı hakkında özel delil olmadığı için- birden fazla fakire dağıtılabileceği gibi tek fakire
de verilebilir. Ancak büyük bir meblağa ulaşması hâlinde nisap sınırının
aşılmamasına dikkat edilmelidir.
Vasiyet çerçevesinde kalınarak bu kadar fidyeyi ödeme imkânının
bulunmaması hâlinde "devir" denen bir usule başvurula gelmiştir. Devir, namaz
borçlarının bir kısmına tekabül eden fidye tutarının bir fakire hibe edilmesi
(vehebtü), alanın da bunu kabul ettikten sonra karşı tarafa bağışlaması (kabiltü
vehebtü), aynı işlemin tekrar edilerek ödenmesi gereken fidye yekûnuna ulaşılması
şeklinde uygulanmaktadır. Bu usulün bir taraftan ıskat işlemini kolaylaştırarak ölen
kişinin yakınlarının içini rahatlatmak, bir taraftan da ilim tahsil eden yoksul
öğrencilere destek sağlamak gibi olumlu düşüncelerden yola çıkılarak geliştirildiği
söylenebilirse de Hz. Peygamber, Sahâbe ve müçtehit imamlar dönemlerinde
mevcut olmadığı hâlde zaman içinde dinî bir yükümlülük hüviyeti kazanması,
maddi çıkarlar için istismar edilmesi ve namaz vecibesinin aslî özelliğine gölge
düşürmesi gibi sebeplerle “devir” uygulamalarına ağır eleştiriler yöneltilmiştir.
Bu durumda, namaz borcu olduğu hâlde ölen yakınının bağışlanmasını
isteyen bir Müslümanın bu yönde can-ı gönülden dua etmesi ve imkânı varsa hayır
hasenat işleyip onun için mağfiret dilemesi; ölenin konuya ilişkin vasiyeti
bulunması hâlinde de işi şekle boğmadan ve dolambaçlı yollara başvurmadan
tahsis edilen imkân ölçüsünde fakirlere yardım edilmesi, İslâmî ilkelere en uygun
yol olarak görünmektedir.
ŞEHİTLİK VE ŞEHİT
"Şehâdet" kelimesinden türeyen "şehîd", terim olarak Allah yolunda
savaşırken düşman tarafından öldürülen kimseyi ifade eder.
Kur’an'da şöyle ifade buyrulmuştur:
"Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın! Aksine onlar diridirler.
Rableri katından rızıklandırılmaktadırlar" (Âl-i İmrân 3/169).
Şehitlik Hz. Muhammed'in ümmetine tahsis edilmiş çok yüksek bir payedir.
Allah yolunda öldürülmek dinimizce sevimli ve gönülden istenecek bir konuma
getirilmiştir. Hz. Peygamber "şehit cennettedir" buyurmuştur (Ebû Dâvûd, “Cihâd”,
25; Müsned,V, 58).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Namaz V
Hadis-i şeriflerde "borçları dışında, şehidin bütün günahlarının
bağışlanacağı" ifade edilmiştir (Müslim, “İmara”, 119; İbn Mâce, “Cihâd”, 10).
Şehitler doğrudan doğruya cennete gitmektedirler; onlar için hesap-kitap da
yoktur.
Başka bir hadis-i şerif şu şekildedir:
"Allah katında hayırlı bir mertebede bulunduğu halde ölmüş bulunan
kullardan, dünya ve dünyada bulunan her şey kendisine verilecek olsa da
şehitten başkası dünyaya geri dönmek istemeyecektir. Çünkü şehit, şehit
olmanın üstünlüğünü görmüştür. Şehitler dünyaya geri gönderilip bir kere daha
öldürülmek isteyecektir" (Buharî, “Cihâd”, 6).
Fıkıh bilginleri Hz. Peygamber'in şehitlerle ilgili söz, tavır ve uygulamalarını
değerlendirerek şehitleri üç kısma ayırmışlardır:
Hem Dünya Hem Ahiret Hükümleri Bakımından Şehit Sayılanlar
Bunlar, Allah yolunda savaşırken öldürülen kişilerdir. Hanefîler’e göre savaş
dışında haksız bir saldırı neticesinde öldürülen ve bu sebeple varislerine diyet
ödenmesi gerekmeyen mümin de bu gruba dâhildir. Hanbelîler de haksız yere
öldürülen kişiyi bu kısım şehitler arasında kabul ederler.
Bu kısma giren şehitler kâmil (tam) anlamıyla şehittirler. Bunlara "şehîd-i
hakikî" denir. Ahiret hükümleri bakımından şehit sayıldıkları gibi, dünya hükümleri
bakımından da haklarında özel bir uygulama yapılır. Şöyle ki:
Hanefî mezhebine göre bu tür şehit yıkanmaksızın kanlı elbisesiyle
defnedilir, elbisesi onun kefeni sayılır. Üzerinde silah vb. malzeme varsa bunlar
çıkarılır; palto, ayakkabı, başörtüsü vb. kefene elverişli olmayan şeyler de
çıkarıldıktan sonra kalan elbisesi kefen olarak sünnet ölçülerinden fazla ise
eksiltilir, eksik ise uygun ilave yapılır. Kanlı elbisesi onun için imtiyaz nişanesi ve
ibadet eseri sayıldığından üzerindeki kan yıkanmaz; fakat başka temiz olmayan
maddeler varsa bunlar temizlenir. Daha sonra namazı kılınıp defnedilir.
İmam Ebû Hanîfe'ye göre, cünüp, hayız veya nifas hâlinde ise yahut yükümlü
değilse (küçük veya akıl hastası ise) yıkanır ve namazı ondan sonra kılınır.
İmameyn’e göre bu durumlarda da yıkanmaksızın namazı kılınır.
Hanefîler’in dışındaki üç mezhebe göre -yükümlülük çağında olsun olmasınşehitler yıkanmaz, kefenlenmez ve üzerlerine cenaze namazı da kılınmaz. Şu var ki
şehidin üzerinde kan dışında temiz olmayan madde varsa giderilir, silah vb.
malzeme alınarak uygun elbisesiyle defnedilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Namaz V
Sadece Dünya Hükümleri Bakımından Şehit Sayılanlar
Kalbinde nifak bulunmakla beraber dış görünüşü itibariyle Müslüman
olduğuna hükmedilen ve Müslümanların saflarında bulunduğu sırada düşman
tarafından öldürülen kişiler böyledir. Şâfiî mezhebine göre ganimet için veya
gösteriş için savaşan kişiler de bu grupta kabul edilir.
Bunlar “şehîd-i dünya”dır; şehit sevabını elde edemezler. Fakat bunların
gerçekten böyle olup olmadıklarını bilmek insanlar için mümkün olmadığından,
bunlar hakkında “şehid-i hakiki” hakkındaki işlem yapılır.
Sadece Ahiret Hükümleri Bakımından Şehit Sayılanlar
Allah yolunda savaşırken yaralanmakla beraber, bir tarafa çekilip bir namaz
vakti veya daha fazla bir süre -akli melekesi yerinde olduğu hâlde- yiyip içen veya
tedavi gören ve daha sonra vefat eden kişi bu gruba girer.
Yine hadislerde zikredilen birtakım kişiler de bu gruptaki şehitlerden
sayılmışlardır: Hata ile veya haksız yere öldürülen, yangında can veren, suda
boğulan, enkaz altında kalan, veba, kolera, sıtma vb. hastalıklar sebebiyle ölen,
lohusa iken, gurbette veya ilim yolunda, cuma gecesinde, canını ve malını
korumaya çalışırken, helal rızık kazanma çabası içindeyken vefat eden.
Bunlar ahiretteki sevap açısından şehit sayılırlar ve bu itibarla "şehîd-i
hükmî" diye anılırlar. Fakat dünyadaki uygulama bakımından bunlar hakkında
şehîd-i hakikî hükümleri cari olmaz; diğer Müslüman ölüleri gibi yıkanıp
kefenlenirler ve cenaze namazları kılınarak defnolunurlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Özet
Namaz V
• Yanılarak namazın rükünlerinden birini tehir veya namazın vaciplerinden
birini terk yahut tehir hâlinde namazın sonunda yapılan iki secdeye sehiv
secdesi denir. Sehiv secdesi Hanefîler'e göre vacip; diğer üç mezhebe göre
sünnettir.
•Tilâvet secdesi, Kur'ân-ı Kerim’deki secde ayetlerinden birinin okunması
veya dinlenilmesi sebebiyle yapılması gereken secdedir. Bu secde Mâlikî,
Şâfiî ve Hanbelîler'e göre sünnet; Hanefîler'e göre ise vaciptir.
•Bir nimete erişme veya bir sıkıntı yahut musibetten kurtulma neticesinde
kıbleye yönelmek ve tekbir almak suretiyle yapılan secde şükür secdesi
olarak isimlendirilir. Bu secde Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde sünnet,
Mâlikî mezhebinde mubah ve Hanefî mezhebine göre de müstehaptır.
•Salâtü'l-havf olarak isimlendirilen namaz, korku ve dehşet zamanlarında
farz namazların farklı bir şekilde kılınmasından ibarettir.
•Bir hasta, namazın şart ve rükünlerinden bazılarını yerine getiremezse
"imkânı elverdiği" şekilde namazını kılar. Bu namaza salâtü’l-merîz adı
verilir.
•Hanefîler'e göre, seferî olan kişinin dört rekâtlı namazları kısaltarak kılması
vacip ve aynı zamanda azimettir. Bu uygulama Mâlikîler'e göre müekked
sünnettir. Şâfiî ve Hanbelîler'e göre de kısaltmak daha faziletlidir.
•Farz namazları vaktinde kılmaya eda, vaktinden sonra kılmaya da kaza
denilir. Vaktinde kılınamayan beş vakit namazın farzlarının kazası farz, vitir
namazının kazası ise vaciptir. Sünnetler kaza edilmezler.
•Cenaze namazı, ölen müslüman için yapılan bir dua mahiyetinde olup,
“farz-ı kifâye”dir.
•Iskât-ı salât, bir kimsenin namaz sorumluluğunun düşürülmesi temennisi ile
vefatından sonra fidye ödenmesidir. Kalan mal varlığının borcunu ödemede
yeterli olmaması durumunda yapılan özel bir işleme de devir denir.
•Şehîd-i hakikî, Allah yolunda savaşırken öldürülen kişidir; hem dünya hem
ahiret hükümleri bakımından şehit sayılır.
•Dış görünüşü itibariyle müslüman olduğuna hükmedilen ve müslümanların
saflarında bulunduğu sırada düşman tarafından öldürülen münafıklar
"şehîd-i dünya"dırlar; sadece dünya hükümleri bakımından şehit sayılırlar.
•Allah yolunda savaşırken yaralanmakla beraber daha sonra vefat edenler
ve hadislerde zikredilen birtakım kişiler şehîd-i hükmî olarak
isimlendirilirler ve sadece ahiret hükümleri bakımından şehit sayılırlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Ödev
Namaz V
• Seferîlikte esas alınması gereken ölçülerle ilgili
görüşleri, iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde
özetleyininiz.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Sehiv secdesi ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Bir namazda, sehiv secdesini gerektiren sebepler, birden fazla tekrar
ederse, herbiri için ayrı sehiv secdesi yapılır.
b) Sehiv secdesi Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre sünnettir.
c) Sehiv secdesi Hanefîler’e göre vaciptir.
d) Rükûn terk edilmiş ise sehiv secdesi yeterli olmaz ve namaz iade edilir.
e) Mesbûk olan kimse imamla beraber sehiv secdelerini yapar.
2. Tilavet secdesi ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Tilavet secdesi yapacak olan kişinin, hadesten ve necasetten temiz olması
gerekir.
b) Tilavet secdesi yapacak olan kişinin avret yerleri örtülü olması şarttır.
c) Tilavet secdesi yapacak olan kişinin kıbleye yönelmiş olması şarttır.
d) Niyet şarttır.
e) Tilavet secdesi, iki secdeden ibarettir.
3. Seferilik ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Karalarda orta bir bir yürüyüş ile denizlerde ise mutedil bir havada yelkenli
bir gemi ile on sekiz saat sürecek bir mesafe "sefer mesafesi" sayılır.
b) Yolcunun mesh süresi üç gün üç gece yani toplam 72 saattir.
c) Hanefîler’e göre, yolcunun namazları kısaltarak kılmayıp tam kılması vacip
ve aynı zamanda azimettir.
d) Mâlikîler’e göre, seferde namazı kısaltarak kılmak müekked sünnettir.
e) Şâfiî ve Hanbelîler’e göre kısaltmak daha faziletlidir.
4. Kaza namazı ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Farz namazları vaktinde kılmaya "eda", vaktinden sonra kılmaya da "kaza"
denilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Namaz V
b) Sünnetler namazların hiçbirisi vakit çıktıktan sonra kaza edilmez.
c) Vaktinde kılınmayan beş vakit namazın farzlarının kazası farz, vitir
namazının kazası ise vaciptir.
d) Kazaya bırakılan sabah namazı, aynı gün kerahet vaktinden sonra ve
öğleden önce kaza edilirse, sünneti de farz ile birlikte kılınır.
e) Kerahet vakitleri olan güneşin doğuşu, zevâli ve batışı esnasında kaza
namazı kılınmaz.
5. Cenaze namazı ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Cenaze namazı “farz-ı kifâye”dir.
b) Cenaze namazının şartı “niyet”tir.
c) Cenaze namazının rüknü tekbirler ve “kıyam”dır.
d) Namaz esnasında alınan her tekbirle birlikte eller kaldırılır.
e) Cenaze namazı, başından sonuna kadar ayakta kılınır. Bu namazda kıraat,
rükû, secde ve teşehhüt yoktur.
Cevap Anahtarı:
1.a 2.e 3.c 4.b 5.d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Namaz V
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akyüz, V. (2006). Namaz. İstanbul: İz Yayıncılık.
Akyüz, V. (1995). Mukayeseli İbadetler İlmihâli-İslam Fıkhında İbadetler (I-IV)
İstanbul: İz Yayıncılık.
Alptekin, Y. (2007). Namazla Yeniden Doğdum.İstanbul: Nesil Yayınları.
Altuntaş, H. (1998).Kur’an’ın Tercümesi Ve Tercüme İle Namaz Meselesi. Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Apaydın, Y. (1999). “Namaz”, İlmihâl-I-s. 217–379. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM).
Atar, F. (2006). “İbadet Kavramı- taharet ve Namaz”, İslâm İlmihâli- s. 249–457.
İstanbul: Marmara İlahiyat Vakfı Yayınları.
Bakkaloğlu, A. (2007).Namaz Kitabı. İstanbul: Ensar Neşriyat.
Balkan, A. (2009). Namaz Aşıkları. İstanbul: Işık Yayınları.
Bilmen, Ö. N. (tsz.),Büyük İslam İlmihâli.İstanbul: Bilmen Yayınevi.
Buladı, K. (2006). Namaz “Akılları Durduran Mucize”,İstanbul: Kayıhan Yayınları.
Büyükçınar, A. M. (2001). Hayatın İçindeki İslâm-II (İslâm’ın Temel İlkeleri). İstanbul
: Bilge Yayınları.
Daryal, A. M. (1994).“Cami ve Namaz”-Dini Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, s. 91–
116. İstanbul: Marmara İlahiyat Vakfı Yayınları.
Demirci, S. (2007). Kıl Beni Ey Namaz.İstanbul: Timaş Yayınları.
Demirtaş, S. (2006). Namazı Yaşayanlar. İstanbul: Nesil Yayınları.
Döndüren, H. (2006). Delilleriyle İslam İlmihâli, İstanbul: Erkam Yayınları.
Dönmez, İ. K. (1997). “Namaz”, İslâm’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış
Ansiklopedisi, III, s. 426–447. İstanbul: Marmara İlahiyat Vakfı Yayınları.
Ekerim, E. S. (2006).Namaz Ve Karakter Gelişimi, İstanbul: İnsan Yayınları.
Elbani, M. N. (2004). Hadislerle Hz. Peygamberin Namaz Kılma Şekli, (Tercüme:
Osman Arpaçukuru). İstanbul.
Ersan, O. (2003).Gözümün Nûru Namaz.İstanbul: Erkam Yayınları.
Günenç, H. (tsz.), Büyük Şâfii İlmihâli. Ankara: Hilal Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Namaz V
Günenç, Hâlil. (tsz.), Şâfiiler İçin Namaz Kitabı, İstanbul: Emel Yayıncılık.
Hatip, Abdülaziz. (2011), Mevlânâ’nın Gözüyle Âşıkların Namazı.İstanbul.
Karadâvî Yusuf. (1985), el-‘İbâde fi’l-İslâm, Kahire: Mektebetü Vehbe.
Karakaş, Vehbi. (2005), Nasıl Namaz: Timaş Yayınları. İstanbul.
Karakaş, Vehbi. (2002), Niçin Namaz: Timaş Yayınları. İstanbul.
Kırbaşoğlu, M. Hayri. (2010), Ahir Zaman İlmihâli.Ankara.
Kırbaşoğlu, M. Hayri. (1997), Namazların Birleştirilmesi: el-Cem'u beyne's-salâteyn.
Ankara: Araştırma Yayınları.
Mehmed Zihni Efendi. (1971). Nimet-i İslam: Mufassal İlmihâl. İstanbul: Salah Bilici
Kitabevi.
Meşhur, M. (1997).Namazla Dirilmek, (Çeviren: Orhan Aktepe). İstanbul: Ravza
Yayınları.
Nurbaki, H. (1986). Namazın Sırları. İstanbul: Damla Yayınevi.
Öztürk, M. (2006). Haydin Felaha: Cemaatle Namazın Fazileti. İstanbul: Erkam
Yayınları.
Rudânî, M. (2009). Hadislerle Müslümanlık 1: Namaz.İstanbul: İz Yayıncılık.
Şentürk, L.-Yazıcı, S. (2010). İslam İlmihâli.Ankara.
Tabbâre, Afîf Abdülfettâh. (1988) . Rûhu’d-dîni’l-İslâmî, Beyrut: Dâru’l-İlm li’lMelâyîn.
Tokpınar, C. (2002). Sabah Namazına Nasıl Kalkılır.İstanbul: Nesil Yayınları.
Yaşaroğlu, M. K. (2006). “Namaz”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt:
32, s. 350-357, Ankara.
Yavaş, H. (2000).Namaz Kitabı, İstanbul: Hakikat Yayınları.
Yıldız, A. (2001). Namaz Bir Tevhid Eylemi. İstanbul: Pınar Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
ORUÇ
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Orucun Tanımı
Orucun Hikmet ve Faydaları
Orucun Çeşitleri
Orucun Farz veya Vacip Olmasının
Sebepleri
Orucun Şartları
Oruçluya Müstehap Olan Şeyler
Oruçluya Mekruh Olan Şeyler
Orucu Bozan Şeyler
Tedavi Usullerinin Oruca Etkisi
Fıtır Sadakası
Oruç Fidyesi
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Orucun anlamını, hikmet ve faydalarını
kavrayabilecek
• Orucun farz veya vacip olmasının sebebini
açıklayabilecek
• Orucun şartlarını ve orucu bozan durumları
sıralayabilecek
• Tedavi usullerinin oruca etkisini
değerlendirebileceksiniz.
İSLAM İBADET
ESASLARI
ÜNİTE
8
Oruç
GİRİŞ
İslam’ın beş şartından birini oluşturan orucun Müslümanların hayatında çok
önemli bir yeri vardır. Hemen bütün dinlerde niteliği, zamanı ve biçimi farklı da
olsa oruç veya oruca benzer bir ibadet var olmuştur. Bu, bazı dinlerde belirli bir
süre yeme içmeden, cinsel ilişkiden uzak durma şeklinde eda edilirken, bazılarında
da perhiz yapma ya da yalandan ve kötü sözden korunma gibi çeşitli tarzlarda
yerine getirilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de açıkça orucun önceki ümmetlere olduğu gibi
Müslümanlara da farz kılındığı bildirilmektedir (Bakara 2/183–184). Hz. Peygamber
de orucun İslam’ın beş temel esasından biri olduğunu açıkça beyan etmiştir
(Buharî, “İman”, 34, “İlim”, 25; Müslim, “İman”, 8).
Oruç ayı olarak bilinen ramazan, Kur’an-ı Kerim’de adı geçen yegâne ay ismi
olup kendisinden övgü ile söz edilmektedir. Orucun farz kılındığını bildiren
ayetlerin hemen ardından, ramazanın insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu
eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği ay olduğu belirtilir ve bu
aya ulaşanların oruç tutması emredilir (el-Bakara 2/185).
Hz. Peygamber, ramazan ayını mübarek bir ay olarak nitelendirmiş ve bu ay
girdiğinde “cennet kapılarının açılıp cehennem kapılarının kapandığını ve
şeytanların bağlandığını” söylemiştir (Buharî, “Savm”, 5; “Bed’u’l-halk ”, 11;
Müslim, “Sıyâm”, 1). Ayrıca “inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek ramazan
orucunu tutan kişinin geçmiş günahlarının bağışlanacağını” haber vermiştir (Buhârî,
“Îmân”, 28; “Savm”, 6; Müslim, “Müsâfirîn”, 175). Rivayetlere göre Ramazan
geldiğinde Hz. Peyamber’in manevi yaşantısında olağanüstü bir değişiklik meydana
geliyor, bu ayda Cebrail ile buluşup karşılıklı Kur’an okuyorlardı. Bu yüzden özellikle
bu günlerde onun cömertliği doruk noktasına ulaşıyordu (Buharî, “Bed’ü’l-vahy”, 5;
“Savm”, 7; Müslim, “Fezâil”, 50). Farz olan oruç ibadetinin yerine getirildiği
ramazan ayı başlangıçtan beri Müslümanlarca sabır, ibadet, rahmet, mağfiret ve
bereket ayı olarak kabul edilmiş ve her yıl büyük bir coşku ve manevi heyecan
içinde karşılanarak aynı önem ve hassasiyetle ihya edilmeye çalışılmıştır.
İslam dininde farz olan ramazan orucunun dışında kefaret, adak veya nafile
niteliğinde tutulan başka oruç çeşitleri de vardır. Kitabımızın bu ünitesinde başta
ramazan orucu olmak üzere belli başlı oruç çeşitleriyle ilgili temel bilgi ve
hükümleri açıklayacağız. Ünitenin sonunda da kısaca ramazan ayına mahsus bir
ibadet olan fıtır sadakasından söz edeceğiz. Konuya orucun tanımıyla başlayalım.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Oruç
ORUCUN TANIMI
Oruç kelimesi, sözlükte “bir şeyden uzak durmak, bir şey karşısında kendini
tutmak” anlamlarına gelen Arapça “savm” ve “sıyâm” kelimelerinin Türkçe
karşılığıdır. Orucun terim anlamı ise “ehil olan kimsenin ibadet niyetiyle imsak
vaktinden akşama yani güneşin batmasına kadar yeme içme ve cinsel ilişkiden uzak
durması”dır.
İslam’da farklı oruç çeşitleri olmakla birlikte belli şartları taşıyan her
Müslümana farz olan ramazan orucu, hicretin ikinci yılı şaban ayında inen şu
ayetlerle emredilmiştir:
“Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi sakınasınız diye size de
sayılı günlerde oruç farz kılındı…” (Bakara, 2/183-185).
Ayrıca Hz. Peygamber’in şu hadislerinde açıklandığı gibi oruç, İslâm’ın beş
şartından biridir:
“İslam beş şey üzerine kurulmuştur. Allah’tan başka ilah olmadığına ve
Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık etmek, namaz kılmak, zekât
vermek, ramazan orucunu tutmak ve gücü yetenler için Beytullah’ı ziyaret
etmektir.” (Buhari, “İman”, 34; Muslim, “İman”, 8).
Bir hadislerinde de Hz. Peygamber, cenneti hak etmek için gerekli temel
görevlerdin birinin de oruç tutmak olduğunu bildirmiştir (Tirmizi, “Cuma”, 8).
ORUCUN HİKMET VE FAYDALARI
Oruç, bizi dünyada kötülüklerden sakındıran, ahrette cehennem ateşinden
koruyan ve günahlarımızın bağışlanmasına vesile olan önemli bir ibadettir.
Yukarıda mealini verdiğimiz ayetin devamında (Bakara, 2/183) orucun hikmeti
“…umulur ki sakınırsınız” şeklindeki özlü bir ifade ile açıklanmıştır. Hz. Peygamber
de bir hadislerinde “Kim inanarak ve mükâfatını Allah’tan bekleyerek Ramazan
orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır” (Buharî, Savm, 7) buyurarak oruç
tutmanın bir başka hikmetine dikkat çekmektedir.
Oruç riyanın en az
karışacağı bir ibadet
olduğu için sevabı en
fazla ibadetlerden
sayılmıştır.
Müslümanlar orucu, herhangi bir menfaat düşüncesiyle değil, yalnız Allah’ın
emrini yerine getirmek ve O’nun rızasını kazanmak için tutarlar. Oruç ancak bu
niyetle tutulduğu takdirde makbul olur. Ancak, Allah’ın her emrinde olduğu gibi,
oruç ibadetinde de birçok hikmet ve bizim için maddi ve manevi pek çok fayda
vardır. Bu hikmet ve faydaları kısaca şöyle ifade edebiliriz:
Oruç, riyanın en az karışacağı bir ibadet olduğu için sevabı en fazla
ibadetlerden sayılmıştır. Nitekim Allah Teala bir kudsi hadiste oruca ayrı bir değer
verdiğini “İnsanoğlunun her ameli kendisi içindir. Oruç benim içindir. Onun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Oruç
karşılığını ben vereceğim” (Buharî, “Savm”, 2; Muslim, “Sıyam”, 30) şeklinde
belirtir.
Cennete girecek müminler, dünyadaki önemli amellerine göre değişik
kapılardan davet edileceklerdir. Bu kapılardan biri de Hz. Paygamber’in bildirdiğine
göre yalnız oruçluların girişine izin verilen “Reyyan” kapısıdır (Buharî, “Savm”, 4).
Orucun faziletini ifade eden diğer bazı hadis mealleri de şöyledir:
“Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah
katında misk kokusundan daha hoştur. Allah der ki, ağzı kokan şu kul, şehvetini,
yemesini, içmesini benim için terk ediyor. Mademki sırf benim için oruç tutmuş, o
orucun ecrini ben veririm.” (Buharî, “Savm”, 9; Muslim, “Sıyam”, 164).
“”Oruçlu için birisi iftar ettiği vakit, öteki rabbi ile karşılaştığı vakit olmak
üzere iki sevinç vardır.” (Buharî, “Savm”, 9).
“Her kim yalan
söylemeyi ve yalanla iş
görmeyi bırakmazsa,
Allah onun yemesini,
içmesini bırakmasına
değer vermez” (Buharî,
“Savm”, 8).
Oruç insanın ahlakını güzelleştirir. Yanlış istekleri kırar, insanı, sahip olduğu
ruhi ve bedenî potansiyeli kendisine ve başkalarına yararlı işlerde değerlendirmeye
yönlendirir. Oruç hâlinde insan kendine helal olan fiilleri bile işlemekten
vazgeçtiğine göre, zina, hırsızlık, yalan söyleme ve gıybet etme gibi haram, kötü,
başkalarına zarar veren eylemlerden öncelikle geri durması gerekir. Bu iki unsuru
birlikte barındırmayan orucun kişiye bir şey kazandırmayacağını Hz. Peygamber şu
hadisleriyle belirtir:
“Her kim yalan söylemeyi ve yalanla iş görmeyi bırakmazsa, Allah onun
yemesini, içmesini bırakmasına değer vermez” (Buharî, “Savm”, 8).
Oruç, insanın merhamet duygularını geliştirir. Hayatında açlık nedir bilmeyen
varlıklı bir insan, oruç tutmakla, yoksulların çektiği açlık ve sıkıntıyı içinde duyarak
şefkat ve merhamet duyguları gelişir. Bunun sonucu olarak da fakirlere yardım elini
uzatarak onların sıkıntılarını gidermeye çalışır ve böylece toplumun mutluluğuna
katkı sağlar.
Oruç, insana nimetlerin kıymetini öğretir. Oruç tutmakla bir süre
nimetlerden uzak kalan insanın gözünde bu nimetlerin değeri daha iyi anlaşılır. Bu
anlayış, insanın nimetleri daha iyi korumasını ve onları veren Allah’a şükretmesini
öğretir.
Oruç tutmakla belirli bir zaman kendini yememeye, içmemeye alıştıran
insan, hayatta karşısına çıkabilecek güçlüklere kolaylıkla sabreder, acılara ve
sıkıntılara dayanmasını, zorlukları yenmesini bilir. “Oruç sabrın yarısıdır” (Tirmizî,
“Da’vât”, 86) sözleriyle Hz. Peygamber orucun bu yönüne dikkat çekmiştir.
Bütün bunlara ilave olarak orucun sağlık açısından da pek çok yarar olduğu
uzman hekimler tarafından ifade edilmektedir. Ramazan orucu, on bir ay boyunca
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Oruç
Şu halde oruç sadece
yemeyi ve içmeyi
bırakmak değil, aynı
zamanda kötülüklerden
de uzaklaşmaktır.
çalışan vücut makinesinin bir aylık dinlenme ve bakıma alınması gibidir. Ancak
burada iftar ve sahur yemeklerinde mideye fazla yüklenmemek önemlidir. Aksi
takdirde bakımın bir anlamı kalmaz.
Şu hâlde oruç sadece yemeyi ve içmeyi bırakmak değil, aynı zamanda
kötülüklerden de uzaklaşmaktır. Midemiz yiyecek ve içeceklerden belli bir müddet
uzak kaldığı gibi, dilimiz yalandan, ellerimiz haram işlerden, gözlerimiz harama
bakmaktan, kulaklarımız yalan ve dedikodu dinlemekten, ayaklarımız kötü işlere
koşmaktan uzaklaşarak oruçtan nasibini almalıdır. Oruçtan beklenen, insana bu
özellikleri kazandırmasıdır. Orucun, sahibini kötülüklerden ve günahlardan koruyan
bir kalkan olduğunu bildiren sevgili Peygamberimiz, onun özellikle insanın hayvanî
yönünü kontrol altına alacağını belirtir (Buharî, “Savm”, 2).
ORUCUN ÇEŞİTLERİ
Allah’ın kullarına farz kıldığı oruç, ramazan ayında tutulan oruçtur. İslâm’ın
beş temelinden biri olarak hadiste belirtilen oruç da işte budur. Ramazan orucu
dışında da emir veya tavsiye edilmiş oruçlar olduğu gibi yasaklanmış veya hoş
karşılanmayan, yani mekruh görülen oruçlar da vardır. Bu yönüyle oruçları şu
şekilde tasnif edebiliriz:
Allah’ın kullarına farz
kıldığı oruç, ramazan
ayında tutulan oruçtur.
Farz Olan Oruçlar
Ramazan orucunun gerek edası, gerekse kazası farzdır. Bunun yanında
yanlışlıkla veya kaza ile adam öldürme, yeminini bozma, ihramlıyken avlanma veya
vaktinden önce tıraş olma ve belli bir ifade ile karısının kendisine haram olduğunu
yeminle belirttikten sonra pişman olma durumlarındaki ceza seçeneklerinden olan
kefaret oruçları da bu kısımda mütalaa edilir. Bunlardan Ramazan orucu, vakti belli
olduğu için muayyen, ramazan orucunun kazası ve kefaret oruçları ise gayri
muayyen farz oruçlardır. Bunları mükellef ömrünün herhangi bir diliminde yerine
getirebilirse de ölümün kime ne zaman geleceği belli olmadığı için ilk fırsatta
tutulmaları tavsiye edilmiştir.
Vacip Olan Oruçlar
Hanefîler, cumhurdan farklı olarak dini emirleri farz ve vacip olarak iki ayrı
kategoride değerlendirdikleri için oruçları da farz ve vacip olan oruçlar olarak iki
kategoride ele alırlar. Bu tasnife göre, vacip olan oruç, adak oruçlarıdır. Bunlar da
günü belirlenmişse muayyen, belirlenmemişse gayri muayyen vacip oruç olarak
nitelendirilir. Başlanıp bozulan nafile orucun kazası da vaciptir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Oruç
Nafile oruçlar
Bu oruçlar da sünnet, mendup, müstehap veya tatavvu adını alırlar. Bunlar,
farz ve vacip olan oruçlar dışında tavsiye edilen oruçlardır. Hz. Peygamber
tarafından tavsiye edilen ve sevabı olan bu oruçları şöylece açıklayabiliriz:
1. Şevval orucu: Hicri yılda Ramazan ayından sonra gelen ay, şevval ayıdır. Bu ayda
altı gün oruç tutmak müstehaptır. Bu orucu, ramazan bayramının birinci gününden
sonra hemen peş peşe tutmak daha faziletli ise de bu ay içerisinde aralıklı olarak da
tutabilir. Bu oruç, Hz. Peygamber’in Ramazanı oruçlu geçirip buna Şevvalden altı
gün ilave eden kişinin bütün yılı oruçlu geçirmiş olacağı, sözüne dayanır (Muslim,
“Sıyam”, 204).
2. Her ay üç gün oruç: Her kameri ayın on üç, on dört ve on beşinci günleri oruç
tutmak da müstehaptır. Hz. Peygamber bunu tavsiye etmiş (Buharî, “Savm”, 56,58;
Muslim, “Sıyam”, 181). Hz. Aişe de Peygamberimizin bu günlerde oruç tuttuğunu
bildirmiştir.
“İnsanların amelleri
Allah Teala’ya Pazartesi
ve Perşembe günleri arz
olunur. Ben, amelimin
arzı sırasında oruçlu
olmayı tercih ederim
(Ebu Davûd, “Savm”,
60; İbn Mace, “Sıyam”,
42)
3. Pazartesi-Perşembe orucu: Her hafta pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak
da Hz. Peygamber tarafından tavsiye ve teşvik edilmiştir. Konu ile ilgili hadis
şöyledir:
“İnsanların amelleri Allah Teala’ya pazartesi ve perşembe günleri arz olunur.
Ben, amelimin arzı sırasında oruçlu olmayı tercih ederim (Ebu Davûd, “Savm”, 60;
İbn Mace, “Sıyam”, 42).
4. Aşure orucu: Muharrem ayının onuncu gününe “aşure” denir. Hz. Peygamber’in
bu günde devamlı olarak oruç tuttuğu rivayet edilmiştir. Ramazan orucundan önce
Allah Resulü bunu bir yükümlülük olarak emretmişse de daha sonra sünnet olarak
devam edilmiştir. Peygamberimiz Medine’ye geldiğinde Yahudilerin aşure gününde
oruç tuttuğunu öğrenince sebebini sormuş onlar da “Bugünde Allah Musa’yı ve
İsrailoğullarını düşmanlarından kurtarmıştır”, “Ben Musa’ya sizden daha yakınım”
diyerek bugünde oruç tutulmasını emretmiştir (Buharî, “Savm”, 69; İbn Mace,
“Sıyam”, 41). Fakat sadece onuncu günü oruç tutmak mekruh görülmüş; bir gün
öncesi veya bir gün sonrasıyla tutulması tavsiye edilmiştir.
5. Zilhicce ayının ilk dokuz gününde oruç tutmak: Peygamberimizin Zilhicce ayının
ilk dokuz gününü oruçlu geçirdiği rivayetine dayalı olarak bugünlerde oruç tutmak
müstehap görülmüştür (Nesaî, “Sıyam”, 83).
6. Şaban orucu: Şaban ayında oruç tutmak müstehap sayılmıştır. Hz. Aişe
validemizin bildirdiğine göre Peygamberimiz en çok orucu şaban ayında tutmuştur.
Şaban ayının tamamını oruçlu geçirdiği de olmuştur (Ebu Davûd, “Savm”, 58;
Tirmizî, “Savm”, 36).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Oruç
7. Davud orucu: Gün aşırı oruç tutmak, Peygamberimiz tarafından “savm-ı Davud”
olarak nitelenmiş ve bu şekilde oruç tutulması tavsiye edilmiştir (Muslim, “Sıyam”,
192).
Bu saydığımız günlerde oruç tutulması, özellikle Hz. Peygamber’in
tavsiyelerine dayanmaktadır. Ancak bunlardan ayrıca haram ve mekruh günler
dışında herhangi bir gün nafile oruç tutulması da sevap olan bir ibadet olur.
ORUÇ TUTMANIN YASAK OLDUĞU GÜNLER
Yukarıda saydığımız farz, vacip ve nafile oruçlar yanında bir de oruç tutmanın
mekruh veya haram olduğu günler vardır. Bu günlerin bir kısmında oruç tutmak
haram, bir kısmında tahrimen mekruh, bir kısmında ise tenzihen mekruhtur.
Kadınların hayız ve nifas
halinde oruç tutmaları
da haramdır.
Maaş veya ücret
karşılığı çalışan kimse
eğer iş verimini
düşürecekse nafile oruç
tutmamalıdır.
İşverenlerin de
işçilerinin ramazan
ayında oruç ibadetini
kolay ve rahat biçimde
yerine getirebilmeleri
için bazı tedbirler
almaları ve
düzenlemeler
yapmaları gerekir.
 Oruç tutmanın yasak olduğu günlerin başında bayram günleri gelir. Ramazan
bayramının birinci günü ile Kurban bayramının dört günü oruç tutmak İslam
alimlerinin çoğunluğuna göre haramdır. Hanefilerin hâkim görüşüne göre ise
tahrimen mekruhtur. Bu günlerde oruç tutmanın yasak oluşu, bayram günlerinin
yeme içme ve sevinç günleri olmasıdır. Bu günler adeta Müslümanların ziyafet
günleridir.
 Kadınların hayız ve nifas hâlinde oruç tutmaları da haramdır. Oruç tutmaları
halinde oruçları geçerli olmayacağı gibi günah da işlemiş olurlar. Onlar bu günlere
denk gelen ramazan oruçlarını daha sonra kaza ederler.
 Bazı günlerde oruç tutmak ise çeşitli sebeplerle mekruh sayılmıştır. Mesela
sadece aşure gününde oruç tutmak, Yahudilere benzemek ve onları taklit etmek
anlamına geleceği için mekruh sayılmıştır. Bazı alimlere göre yalnız cuma gününde
veya sadece cumartesi gününde oruç tutmak, nevruz (ilkbahar) ve mihrican
(sonbahar) günlerinde oruç tutmak tenzihen mekruhtur. Ancak kişinin âdet hâline
getirdiği oruç bu günlere denk gelirse, o takdirde bunun bir mahzuru olmaz.
 Visal orucu denen hiç iftar etmeden iki üç gün peş peşe oruç tutmak da
mekruhtur. Hz. Aişe’nin naklettiğine göre Peygamberimiz Müslümanlara acıdığı için
bu orucu onlara yasaklamıştır (Buharî, “Savm”, 49). Kendisine sen peş peşe sürekli
oruç tutuyorsun denince de “Ben sizler gibi değilim. Beni rabbim yedirir ve içirir”
cevabını vermiştir (Muslim, “Sıyam”, 55–58).
 Hacılar için zayıf düşüreceği ve hac ibadetini yerine getirmede zorluk
doğurabileceği durumunda zilhiccenin sekizi olan tevriye ve dokuzu olan arefe
günleri oruç tutmak mekruhtur.
 Maaş veya ücret karşılığı çalışan kimse eğer iş verimini düşürecekse nafile oruç
tutmamalıdır. İşverenlerin de işçilerinin ramazan ayında oruç ibadetini kolay ve
rahat biçimde yerine getirebilmeleri için bazı tedbirler almaları ve düzenlemeler
yapmaları gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Oruç
 Kameri ayların yirmi dokuz veya otuz gün olma ihtimali bulunduğu için şaban
ayının otuzu veya ramazan ayının biri olma şüphesi bulunan güne şek günü denir.
Bu şüphe havanın bulutlu olması durumunda ortaya çıkar. İşte bu günde ramazan
veya başka bir vacibe niyet ederek oruç tutmak mekruhtur. Ramazana ilave
yapılması endişesi, ramazandan bir veya iki gün önce oruç tutulmasını mekruh hale
getirmiştir. Başka bir endişe olmaksızın nafile niyeti ile şek gününde oruç tutulması
mekruh sayılmamıştır.
Hz. Peygamber bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Ramazanı bir veya iki gün önce karşılamayın. Ancak bir kimse eğer âdeti
olduğu için bu günleri oruçla geçiriyorsa tutsun (Buharî, “Savm”, 14; Muslim,
“Sıyam”, 21).
Mekruh olmakla birlikte şek gününde ramazan orucuna niyet edilerek oruç
tutulması halinde sonradan bugünün ramazan olduğu anlaşılırsa bu oruç ramazan
orucu sayılır.
Oruca niyette kesinlik gerektiği için şek gününde “ramazansa oruç tutmaya,
değilse iftar etmeye” gibi tereddütlü bir niyetle oruç tutulmuş olmaz.
Şaban ayını oruçlu geçiren kimsenin şek günü orucu bırakmaması daha
faziletlidir. Hatta bugünün âdeti üzere oruç tuttuğu bir güne denk gelmesi hâlinde
de tutulan orucun bir mahzuru yoktur.
ORUCUN FARZ VEYA VACİP OLMASININ SEBEBİ
Ramazan orucunun sebebi, ramazan ayına yetişmektir. Çünkü Allah Teala:
“Sizden kim ramazan ayına yetişirse oruç tutsun” (Bakara, 2/185) buyurmuştur.
Buna göre ramazan ayının tamamına veya bir gününün oruç tutabilecek bir vaktine
yetişen ya da bugünde oruç tutmaya ehliyet kazanan her Müslüman için oruç
tutmak farz olur. Ramazan orucunun kazasının sebebi de aynı şekilde ramazan
ayına yetişmiş olmaktır.
Bu vakitlerin oluşmadığı
bölgelerde ise vakitlerin
oluştuğu en yakın
bölgenin esas alınması
gerekir.
Kefaret oruçlarının sebebi, kefareti gerektiren fiillerdir. Vacip olan oruçların
sebebi de nezirde bulunmaktır. Nafile oruçların tutulmasını gerektiren herhangi bir
sebep yoktur. Bunlar, sevap kazanmak için tutulan oruçlardır. Ancak nafile bir
oruca başlandıktan sonra bozulursa kaza edilmesi vacip olur. Bu kazanın sebebi ise
Allah rızası için başlanılmış olan bir fiilin tamamlanması gereğidir.
ORUCUN VAKTİ
Orucun vakti, ikinci fecirden (fecr-i sadık) güneşin batmasına kadar olan
vakittir. Yani İmsak vaktinden akşam namazının vaktinin girmesine kadar olan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Oruç
vakittir. Bu vakitlerin oluşmadığı bölgelerde ise vakitlerin oluştuğu en yakın
bölgenin esas alınması gerekir.
Ramazan orucunun vakti, ramazan ayıdır. Ramazan ayı kameri yılın bir ayıdır.
Kameri ayların başlangıcı ve sonu, ayın hareketlerine göre belirlenir. Ramazan
orucuna başlamak için öncelikle Ramazan ayının başladığını tespit etmek gerekir.
Hz. Peygamber, bu hususu belirtmek üzere “Hilali görünce oruca başlayınız ve hilali
görünce bayram ediniz” (Buharî, “Savm”, 5; Muslim, “Sıyam”, 3,4,7,10)
buyurmuştur. Başka bir hadiste de “Hilali görmedikçe oruca başlamayınız, hilali
görmedikçe bayram etmeyiniz. Hava bulutlu olur da hilali göremeyecek olursanız
ayı otuza tamamlayınız” (Buharî, “Savm”, 11) buyrulmuştur. Bunun için şaban
ayının 29. gününde hilali görme araştırması yapmak gerekir. Aynı şekilde, ramazan
ayının çıkıp şevval ayının girdiğinin tespiti için de ramazanın 29. günü hilal
gözetlenir. Şaban ayının yirmi dokuzunda hava bulutlu olur da ay görülmezse
kameri aylar bazen 29, bazen otuz çektiğinden Hz. Peygamber’in emri
doğrultusunda Şaban ayının otuz çektiği farz edilerek hareket edilir.
Bir başka hadislerinde de Hz. Peygamber “Biz ümmi bir toplumuz. Hesap ve
okuma yazma bilmeyiz. Şunu biliriz ki ay, ya 29 ya 30’dur” (Buharî, “Savm”, 11,13;
Muslim, “Sıyam”, 15; Ebu Davîd, “Savm”, 4) buyurarak ileriye dönük işaretler
vermiştir.
Şu hâlde ramazan orucunun başlangıç ve bitiş vakti tamamen hilalin
tespitine bağlıdır. Hilalin tespiti hususunda da fakihler arasında farklı görüşler
vardır. Şimdi bu husustaki görüşleri açıklayarak konuyu bir sonuca bağlamaya
çalışalım.
Hilalin Görülmesi (Rü’yet-i Hilal)
Günümüzde astronomi
ilmi oldukça gelişmiş,
ayın ve güneşin
hareketlerinin hassas
bir şekilde tespiti
mümkün hale gelmiştir.
Hilalin görülmesi meselesi, eskiden beri üzerinde durulan ve çeşitli
tartışmalara yol açan bir konudur. Tartışmaların temelinde hilali tespit usulündeki
farklı yaklaşımlar vardır. Yukarıda mealini verdiğimiz “hilali görün oruç tutun. Hilali
görün bayram edin” hadisinde geçen “rüyet” kelimesinin çıplak gözle yani baş
gözüyle görmek anlamına alan İslam alimleri, bu hususta astronomi alimlerinin
hesaplarına bakılmayacağını söylerler. Hâlbuki hadiste geçen “rüyet” kelimesi
Arapça da anlamak, bilmek anlamına da gelir. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in “Biz
ümmi bir toplumuz, hesap, okuma-yazma bilmeyiz” sözü, o toplumun bilgi ve
tecrübe bilincinin ince hesaplar yapmaya yetmeyeceğini, fakat bu işin özünde
hesap meselesi olduğuna da işaret vardır. Hadisi, “biz hep böyle kalırız, teknik
gelişmelere itibar etmeyiz” diye yorumlamak, çok yanlış olur. Hz. Peygamber’in bu
sözünü, hilalin tespitinde tek yöntemin çıplak gözle görmek olduğu şeklinde
yorumlamak yerine, öteden beri kullanılagelen mutat yol, her türlü şartta
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Oruç
uygulanabilecek bir yöntem olduğunu düşünmek daha isabetli olur. Bu görüş
sahiplerinin ileri sürdükleri argümanlar oldukça zayıf görünmektedir.
Günümüzde astronomi ilmi oldukça gelişmiş, ayın ve güneşin hareketlerinin
hassas bir şekilde tespiti mümkün hâle gelmiştir. Birkaç yıllık namaz vakitlerini
gösteren takvimler hazırlanabilmektedir. Ayın çıplak gözle görülebilmesi esas
olarak kamerî ayların başlangıç ve bitişinde bu ince astronomik hesaplar sayesinde
net bir şekilde tespit edilebilmektedir. Artık bu hesaplara göre hazırlanan
takvimlere uyarak bütün dünya Müslümanları olarak birlikte oruç tutup birlikte
bayram etmemiz mümkün hale gelmiştir. Bu konuda bütün Müslümanlar arasında
bu birliği sağlamak, devletler düzeyinde yapılacak görüşmelerle temin edilmelidir.
Görüş ayrılıklarının sebeplerinden biri de “ihtilaf-ı metali” denilen ayın
dünyanın her yerinde aynı anda doğmamasıdır. Bugünkü astronomik verilere göre
bu fark en fazla dokuz saat olmaktadır. Bu hususta Şafiîler “ihtilafi mefali”e itibar
edileceğini söylerler. Onlara göre bir yerde görülen hilal, oraya uzak bölgeler için
geçerli değildir. Çoğunluğu oluşturan fakihler ise “ihtilafı metali”e itibar
edilemeyeceğini kabul ederler ve bunu şöyle açıklarlar: Dünya bir tane, ay da bir
tane olduğuna göre ay, nerede görülürse görülsün, bütün dünya için geçerlidir.
Bugün, dünyanın
herhangi bir yerinde
hilalin doğuşunu aynı
anda bütün dünyaya
duyurmak mümkün
hale gelmiştir.
Ulaşım ve iletişim imkânlarının çok kısıtlı olduğu dönemlerde ihtilafı metali’i
dikkate almanın izahı mümkündür. Ama günümüzde ulaşım ve iletişim imkânlarının
son derece süratli olduğu bir gerçektir. Bugün, dünyanın herhangi bir yerinde
hilalin doğuşunu aynı anda bütün dünyaya duyurmak mümkün hâle gelmiştir. Bu
sebeple çoğunluğun görüşü esas alınarak bütün dünya Müslümanlarının aynı anda
oruç tutmaları ve bayram etmeleri sağlanabilir. Böylece Müslümanlar bu husustaki
ihtilaftan kurtulmuş olur.
ORUCUN ŞARTLARI
Orucun farz olması, edası ve geçerliliği için ayrı ayrı bazı şartların yerine
gelmesi gerekir. Bunları kısaca görelim;
Orucun Farz olmasının Şartları
Mükellef olmanın temel şartları olan Müslümanlık, aklî olgunluk (akıl) ve
ergenlik (buluğ) oruç ibadetinin farz olmasında da şarttır.
Oruç Müslümana farzdır. Gayrimüslimler, İslami emirlerle mükellef
değillerdir. Ramazanda İslam’a giren kimse o günden sonraki günleri oruç tutmakla
sorumludur. Önceki günleri tutmakla sorumlu olmaz. Bunların geçmiş günahlarının
örtüleceği şu ayetle bildirilmiştir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Oruç
“Kâfir olan kimselere şöyle de: “Eğer küfürlerine son verirlerse geçmiş
günahları örtülür.” (Enfal, 8/38).
Çocuğa ve akıl hastasına oruç farz değildir. Çünkü bunlar mükellef değildir.
Ancak alıştırmak ve ısındırmak maksadıyla çocuklara yedi yaşından itibaren oruç
tutmaları teklif edilir. Burada dikkatli davranılarak onların oruçtan nefret etmeleri
değil; orucu sevmeleri, ona karşı istekli olmaları sağlanmalıdır. Hz. Peygamber, yedi
yaşından itibaren çocuklara namaz eğitimi verilmesini emretmiştir. Oruç namaza
göre bedeni daha çok etkileyeceği için çocuğun fiziki yapısını da dikkate almak
gerekir.
Akıl hastalığı devamlı ise böyle durumda olanlar oruçla mükellef değildir.
Ramazan ayı boyunca devam eden akıl hastalığı, o yılın oruç borcunu düşürür. Kısa
aralıklarla olan akıl hastalığı, baygınlık ve sarhoşluk orucun farz oluşuna ve kazasına
engel teşkil etmez.
Orucun Edasının Şartları
Oruçla mükellef olan
insana orucun edasının
farz olması için oruç
tutmaya gücü yetmesi
ve yolcu olmaması
gerekir.
Oruçla mükellef olan insana orucun edasının farz olması için oruç tutmaya
gücü yetmesi ve yolcu olmaması gerekir.
Bu iki durumda olan insana orucu o anda eda etmek gerekmez. Yolcular
tutarsa edaları geçerli olur. Tutmadıkları takdirde daha sonra kaza ederler. Orucun
farz olduğunu bildiren ayetin son kısmında bu hüküm şöyle belirtilir:
“Sayılı günlerde oruç tutunuz. Sizden her kim hasta olur veya seferde
bulunursa diğer günlerde tutamadığı günler sayısınca oruç tutsun.” (Bakara,
2/184).
Yolcular ve hastalar ramazanda tutamadıkları oruçları daha sonra kaza
ederler. Aynı şekilde oruç tutamayacak kadar hasta olanlar veya tuttukları takdirde
hastalıkları ilerleyecek durumda olanlar da daha sonra kaza etmek üzere
Ramazanda oruç tutmayabilirler.
Yaşlılık sebebiyle oruç tutmaya artık güç yetiremeyenler veya iyileşme ümidi
olmayan hastalar, tutamadıkları her gün için bir fidye verirler.
Orucun edasının farz olmasına engel olan yani ramazanda oruç tutmamayı
mubah kılan mazeretleri biraz daha ayrıntılı bir şekilde şöyle açıklayabiliriz:
 Yolculuk (Sefer): Namaz ünitesinde de belirtildiği gibi yolculuk hali genellikle
sıkıntılı ve meşakkatli olduğu için ibadetler konusunda yolculara bazı kolaylıklar
tanınmıştır. Namazların kısaltılması, namazların birleştirilmesi ve ramazanda
tutulamayan orucun daha sonra kaza edilmesi, bu kolaylıklar arasındadır. Fakat
yolcu eğer sıkıntı çekmeden oruç tutabilirse bu daha faziletlidir (Bakara, 2/184).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Oruç
Oruca başladıktan sonra yolculuğa çıkan kimse sıkıntı çekmeden orucunu
tamamlayabilirse bu daha faziletlidir. Ama tamamlayamayıp bozduğu takdirde
sadece kaza gerekir.
Yaşlılık sebebiyle oruç
tutmaya artık güç
yetiremeyenler veya
iyileşme ümidi olmayan
hastalar, tutamadıkları
her gün için bir fidye
verirler.
 Hastalık: Yukarıda belirttiğimiz gibi hastalık, birtakım ruhsatların sebebi olarak
değerlendirilir. Oruçla ilgili hükümleri açıklayan ayette Allah Teala hiçbir kayıt
getirmeden hastaların ramazanda tutamadığı oruçları daha sonraki günlerde kaza
edebileceklerini bildirmiştir. Buna göre oruç tuttuğu takdirde hastalığı artacak veya
iyileşmesi uzayacak ya da Müslüman uzman bir doktorun oruç tuttuğu takdirde
hastalanabileceği kanaatini bildirdiği bir kişi ramazanda oruç tutmayabilir. Hatta
başladığı orucu bozabilir. İyileşince tutamadığı günleri kaza eder. İyileşmediği
takdirde fidye vererek borcunu yerine getirmiş olur. Orucun hastanın sağlığı için bir
tehlike oluşturup oluşturmayacağında doktor veya hastanın tecrübesine dayalı
bilgisi esas alınmalıdır.
 Gebelik ve çocuk emzirmek: Gebe ve emzikli olan kadınlar, kendilerine veya
çocuklarına bir zarar gelmesinden korkarlarsa ramazanda oruç tutmayıp sonra kaza
edebilirler. Bu hükmü veren fakihler, bunları hasta hükmünde kabul etmişlerdir.
 Yaşlılık: Oruç tutmaya gücü yetmeyen çok yaşlı kadın ve erkeklerin ramazan
ayında oruç tutmamaları mubahtır. Bu kişiler tutamadıkları oruçları daha sonra
kaza da etmezler. Bunların tutamadıkları her gün için bir yoksulu doyuracak kadar
fidye vermeleri gerekir. Allah Teala Kur’an’da bu durumda olanlarla ilgili hükmünü
şöyle açıklar:
“Oruç tutmaya gücü yetmeyenlerin bir yoksulu doyuracak kadar fidye
vermeleri gerekir.” (Bakara, 2/184)
 Yaşlı ve düşkün olmadıkları hâlde iyileşme ümidi bulunmayan
hastalar da bu hükümdedir.
Bunların tutamadıkları
her gün için bir yoksulu
doyuracak kadar fidye
vermeleri gerekir.
Oruç fidyesi ramazanın başında veya sonunda verilebilir. Otuz günün fidyesi
birçok fakire verilebileceği gibi tek bir yoksula da bir defada verilebilir. Yiyecek
olarak verilmesi de sabahlı akşamlı bir fakirin doyurulması da mümkündür.
Ramazanda oruç tutma gücüne sahip olmayanlar daha sonra bu gücü elde
ederlerse tutamadıkları günleri kaza ederler. Hatta fidye verdikten sonra iyileşecek
olsalar artık fidyeleri geçersiz sayılır ve kaza etmeleri gerekir.
 İleri derecede açlık ve susuzluk: Oruçlu olan bir kimse açlık veya susuzluktan
dolayı helak olacağından, beden ve ruh sağlığının ciddi boyutta bozulacağından
endişe ediyorsa veya böyle bir şeyin olması tecrübeye ya da doktor raporuna
dayanıyorsa orucunu bozması caiz olur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Oruç
Ramazanda oruç tutma
gücüne sahip
olmayanlar daha sonra
bu gücü elde ederlerse
tutamadıkları günleri
kaza ederler. Hatta
fidye verdikten sonra
iyileşecek olsalar artık
fidyeleri geçersiz sayılır
ve kaza etmeleri
gerekir.
 Savaş hâli: Ramazan ayında düşmanla bilfiil savaş hâlinde bulunan veya savaşa
başlanacağını bilen bir Müslüman zayıf düşeceğinden endişe ederse o günlerde
oruç tutmaz, daha sonra kaza eder.
 Tehdit hâli: Canına veya bir uzvuna yönelik bir tehdide maruz kalan kimse de
orucunu bozar, sonra kaza eder. Bu durumda kalan kişinin hastalık veya yolculuk
gibi mazeretleri varsa orucu bozmayıp zulmen öldürülürse günahkâr olur. Bu gibi
mazereti olmadığı hâlde direnip öldürülmesi hâlinde günahkâr olmayacağı, hatta
dinine bağlılık gösterdiği için sevap kazanacağını söyleyen İslam alimleri de vardır.
Saydığımız bu mazeretlerden biri kendisinde bulunan kişi, kendi durumunu
başkalarından daha iyi bileceği için kararını kendisi vermelidir. Çünkü oruç, kulun
Allah’a karşı bir görevidir. Kul, mazereti olduğuna inanırsa orucunu bozar sonra
kaza eder. Hesabını da Allah’a verecektir.
Orucun Sıhhat (Geçerlilik) Şartları
Tutulan orucun sahih (geçerli) olması için oruca niyet etmiş ve orucu
bozacak şeylerden kaçınmış olmak şarttır. Orucu bozacak şeylerden kaçınmış
olmak, aynı zamanda orucun rüknüdür. Çünkü onsuz oruç olmaz. Orucun sahih
olmasının şartlarından biri de kadınların adet ve loğusalık hâllerinde olmamasıdır.
Bu durumdaki kadınların oruç tutması hem haram, hem de geçersizdir. Cünüplük
ise oruca mani değildir.
Oruçta Niyet
Niyet bütün ibadetlerde
olduğu gibi oruçta da
şarttır.
Niyet bütün ibadetlerde olduğu gibi oruçta da şarttır. Niyet edilmediği
takdirde imsak vaktinden akşama kadar aç durmak oruç yerine geçmez. Bunun için
ister farz, ister vacip, ister nafile olsun bütün oruçlarda niyet şarttır. Niyette esas
olan kalptir. Kalbinden hangi orucu tutacağını geçiren kimsenin bunu ayrıca dili ile
ifade etmesi, pekiştirme anlamına geleceğinden mendup sayılmıştır. Oruç için
sahura kalkmak da bir çeşit niyettir.
Niyetin Vakti
Mümkün olursa bütün oruçlarda imsak vaktinden önce veya akşamdan niyet
etmek en faziletli olanıdır. Çünkü bu durumda mezheplerin bu konudaki
ihtilaflarının dışında kalınmış olur.
Niyetin vakti bakımından oruçları iki kısımda ele almak mümkündür.
Niyet erken yapılsa da
oruca imsak vaktinde
başlanır.
1- Geceden niyet edilmesi gereken oruçlar: Bunlar, zimmette borç olarak
sübut bulmuş oruçlardır. Ramazan orucunun kazası, başlandığı halde bir sebeple
tamamlanamayan nafile oruçların kazası, kefaret oruçları ve muayyen olmayan
adak oruçları bu çeşit oruçlardandır. Bunlara akşam namazından sonra en geç
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Oruç
imsak vaktine kadar niyet edip belirlemek gerekir. Bunlar ne zaman tutulacağı
belirlenmemiş oruçlar olduğu için imsak vaktinden önce niyetle belirlenmesi
gerekir. Akşamdan niyet etmek imsak vaktine kadar oruca mani hâllerden (yeme,
içme ve cinsel ilişki) uzak durmayı gerektirmez. Çünkü niyet erken yapılsa da oruca
imsak vaktinde başlanır.
2- Geceden niyet etmek şart olmayan oruçlar: Bunlar ramazan orucu, zamanı
belirlenmiş adak orucu ve bütün çeşitleriyle nafile oruçlardır. Hanefiler’e göre bu
gibi oruçlara akşam güneşin batışından ertesi gün gündüzün yarısından öncesine
kadar niyet edilebilir. Ancak imsak vaktinden sonra orucu bozacak bir davranışta
bulunulmaması gerekir. Öğlenin vakti girdikten sonra hiçbir oruca niyet edilmez.
Malikiler’e göre ise niyetin geçerli olması için güneşin batmasından itibaren
gecenin son kısmına kadar veya fecrin doğmasıyla birlikte yapılması gerekir. Çünkü
oruca başlama vaktinde niyet edilmeyince artık o günün oruçlu geçirilemeyeceği
belirli hâle gelmiş olur.
Şafiiler’e göre ise ramazan orucu, kaza orucu ve adak orucuna geceden
niyetlenmek şarttır. Sadece nafile oruçlara zeval vaktine kadar niyet edilebilir.
Niyetin şekli: Ramazan orucu, belirli adak orucu ve nafile oruçlara “yarın oruç
tutmaya niyet ettim” şeklindeki mutlak niyet yeterlidir. Bununla birlikte bu
oruçlara geceleyin niyet edilmesi ve ne orucu olduğunun belirtilmesi daha
faziletlidir.
Fakihlerin çoğunluğuna göre ramazanın her günü ayrı bir ibadet olduğundan
niyetleri de her güne ait ayrı ayrı yapılmalıdır. Malikiler’e göre ise peş peşe
tutulması gereken oruçlarda en başta yapılacak tek niyet yeterlidir. Zıhar ve katl
kefareti ile ramazan orucunun kefaretinde de ramazan orucunda olduğu gibi tek
niyet yeterlidir. Ancak bu oruçlara, hastalık, yolculuk, hayız ve nifas gibi zorunlu
sebeplerle ara verilecek olursa, sonra yeniden niyet etmek gerekir. Malikiler ayette
geçen “ramazan ayı” ifadesinden hareketle bir ayı bir bütün olarak değerlendirirler.
ORUÇLU İÇİN MÜSTEHAP OLAN ŞEYLER
Orucun geçerliliği ile doğrudan ilgili olmamakla birlikte bazı davranışlar
oruçlu için güzel görülmüştür. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
“Sahura kalkın. Çünkü
sahur yemeğinde
bereket vardır”
 Sahur yapmak: Sahur gecenin imsaktan biraz önceki seher vaktidir. Sahura
kalkmanın amacı, hem bir şeyler yiyip içmekle güç kazanarak daha rahat oruç
tutmayı sağlamak hem de Hz. Peygamber’in sünnetine uyarak gecenin feyiz ve
bereketinden istifade etmektir. Peygamber’in sahura kalkmayı teşvik ve tavsiye
eden birçok hadisi vardır. Hz. Peygamber (s.a.) “Sahura kalkın. Çünkü sahur
yemeğinde bereket vardır” buyurmuştur (Buharî, “Savm”, 20; Muslim, “Sıyam”,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Oruç
“Oruçlu bir kimseye
iftar ettiren, onun
sevabından hiç bir şey
eksilmeksizin bir o
kadar sevap kazanır”
(Tirmizî, “Savm”, 42
45). Sahuru sabah vakti girinceye yani imsak vaktine kadar geciktirmek de
müstehaptır.
 İftarı geciktirmemek: Akşam vakti girince hemen bir yudum su veya bir hurma
gibi az bir şeyle de olsa iftarı yapmak da müstehaptır. Hz. Peygamber “Ümmetim
iftarı acele yapıp sahuru geciktirdikleri sürece hayır üzerinedir” diye buyurarak
bunu teşvik etmiştir.
 Oruç açılırken dua edilmesi: Oruç açılırken dua edilmesi sünnettir. Herkes kendi
içinden geldiği gibi dua edebilir. Öteden beri yapılagelen ve hadis kaynaklarında
geçen şu dua örnek bir iftar duası olarak gösterilebilir:
“Allahım senin rızanı kazanmak için oruç tuttum. Senin verdiğin rızıkla
orucumu açtım. Sanan inanıp güvendim. Ey lutuf ve ihsanı geniş olan rabbim, beni
bağışla.” (Farklı ifadelerle Ebu Davûd, “Savm”, 22)
 İftar vermek: Hâli vakti yerinde olan kimselerin özellikle oruçlu ve ihtiyaçlı
olanlara, dost ve yakınlarına iftar yemeği vermesi de müstehap, yani güzel ve
sevap olan bir davranıştır. Bu vesile ile insanların birbirleriyle kaynaşması sağlanmış
olur. Hz. Peygamber bir hadislerinde “Oruçlu bir kimseye iftar ettiren, onun
sevabından hiç bir şey eksilmeksizin bir o kadar sevap kazanır” (Tirmizî, “Savm”, 42;
İbn Mace, “Sıyam”, 45) buyurmuştur.
Ramazanda iftar yemeği yanında, yoksulların da iftarlarını rahatlıkla
yapabileceği ortamı hazırlamak, onlara maddi destek sağlamak, gıda yardımı
yapmak da önemlidir. Halkımız, farz olan zekât mükellefiyetini de genellikle bu
ayda yerine getirmek suretiyle toplumun huzuruna, hep birlikte sevinmesine imkân
sunmaktadır.
 Oruç tutan kimsenin bütün organlarını haram işlerden uzak tutması, özellikle
dilini boş ve gereksiz sözlerden, yalan ve dedikodudan uzak tutması da
müstehaptır. Hz. Peygamber’in şu sözleri bu hususlara dikkat çekmektedir:
“Yalan konuşmayı,
yalan sözlerle amel
etmeyi terk etmeyen
kimsenin yemesini,
içmesini terk etmesine
Allah’ın ihtiyacı yoktur.”
(Buhari, “Savm”, 8)
“Yalan konuşmayı, yalan sözlerle amel etmeyi terk etmeyen kimsenin
yemesini, içmesini terk etmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur.” (Buhari, “Savm”, 8)
“Biriniz oruç olduğu zaman kötü söz söylemesin, bağırıp çağırmasın. Bir
kimse kendisine sövecek olursa ona “ben oruçluyum” desin.” (Buharî, “Savm”, 2;
Muslim, “Sıyam”, 130)
 Sabah namazının vaktini geçirmemek kaydıyla cünüp kişinin bu hâliyle oruçlu
olması caiz ise de ibadete temiz olarak başlaması için imsaktan önce boy abdesti
alması, hayız ve nifastan kesilen kadınların da aynı şekilde davranması
müstehaptır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Oruç
 Oruçlu kimsenin mümkün oldukça vaktini Kur’an okumak, salavat-ı şerife
getirmek şeklinde zikir ve tespihle geçirmesi de aynı şekilde müstehaptır.
 İmkânlar ölçüsünde oruçlunun özellikle ramazanın son on gününü itikâfta
geçirmesi de güzel davranışlardandır. Böylece kişi kendisini günahlardan daha çok
korumuş, tefekkürle olgunlaşmaya yol bulmuş olur.
İtikâf, bir mescitte ibadet niyetiyle belli kurallara uyarak inzivaya çekilmek
anlamına gelir. Hz. Peygamber’in özellikle ramazanın son on gününü itikâfa girerek
geçirdiği hadis kaynaklarında nakledilir (Buharî, “İtikâf”, 3; Tirmizî, “Savm”, 80).
Hz. Peygamber’in her ramazanda itikâfta bulunmasından hareketle Hanefiler
itikâfı kifaî müekked sünnet olarak değerlendirirler.
ORUÇLUYA MEKRUH OLAN ŞEYLER
Orucun anlam ve gayesine yakışmayan ve daha ileri gidilmesi halinde orucun
bozulmasına sebep olan bazı davranışlar, oruçlu için mekruh sayılmıştır. Bu
davranışları şöyle sayabiliriz:
Serinlemek için
yıkanmak da
mekruhtur.
 Bir şeyi tatmak veya çiğnemek. Çünkü bunu yapmak orucun bozulmasına sebep
olabilir. Ağıza alınan bir şeyin yutulması tehlikesi olabilir.
 Bir kimsenin eşiyle öpüşmesi, ona sarılması. Kendine güvenmeyen kimsenin bu
davranışı onu orucu bozacak davranışa götürebileceği için bunu önlemek üzere
mekruh görülmüştür. Kendisinden emin olan kimse için mekruh olmaz.
 Oruçlunun direncini azaltacağı için oruçlu halde kan aldırmak da mekruh
sayılmıştır.
 Serinlemek için yıkanmak da mekruhtur. Burada da vücuda su kaçma tehlikesi
bu fiili mekruh hale getirir. Yoksa oruçlunun normal temizlik için dikkatli olarak
yıkanması, cünübün boy abdesti alması mekruh sayılmaz.
 Ağzı, ıslatılmış misvak veya fırçayla oruçlu iken temizlemek. Bu da ağza bir şey
kaçma ihtimalinden dolayı mekruh görülmüştür. Hele günümüzdeki macunlarda
tatlandırıcı özellik bulunduğu için durum daha sıkıntılı olur. En iyisi ağız temizliğini
sahurdan sonra yapmaktır.
 Hanefiler dışındaki üç mezhebe göre güzel koku sürünmek veya güzel kokan bir
şeyi özel olarak koklamak da mekruhtur. Hanefilere göre ise gül, misk ve esans gibi
şeyleri kullanmak mekruh değildir.
ORUCU BOZAN ŞEYLER
Orucun temeli, rüknü yiyip içmemek ve cinsel ilişkide bulunmamak olduğu
için bu hareketler orucu bozar. Ancak bunların niteliği bazen sadece kaza etmeyi
gerektirirken, bazen hem kaza hem de kefaret söz konusu olur. Şimdi bunları
açıklayalım:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Oruç
Kaza Ve Kefaret Gerektiren Durumlar
Oruçla yükümlü kimsenin dinen geçerli bir mazereti olmaksızın ramazan
günü oruç tutmaması haramdır. Bu günahı işleyen kişinin tövbe etmesi ve ilk
fırsatta tutmadığı orucu kaza etmesi gerekir. Ancak daha sonra kaza ederim
diyerek ramazanda oruç tutmamanın tövbe ve kaza ile telafi edilemeyeceğini de
bilmek gerekir. Zira Hz. Peygamber, böyle bir durumda olan kişinin bundan sonraki
ömrünün tamamını oruçlu bile geçirse ramazanı oruçsuz geçirme günahını telafi
edemeyeceğini net bir şekilde ortaya koymuştur (Ebu Davûd, “Savm”, 39; Tirmizî,
“Savm”, 27).
Başlanmış farz veya
vacip olan bir orucu,
dinen geçerli bir
mazeret olmaksızın
bozmak a günahtır.
Başlanmış farz veya vacip olan bir orucu, dinen geçerli bir mazeret
olmaksızın bozmak günahtır. Mazeretsiz bozulan oruç, ramazan orucu ise duruma
göre kaza veya hem kaza hem kefaret gerektirirken ramazanın kazası veya diğer
farz ya da vacip olan oruçların bozulması sadece kazayı gerektirir. Yani, kefaret,
sadece ramazanda mazeretsiz olarak başlanan orucu bozmaktan dolayı gerekir.
Hem kaza hem de kefaret gerektiren durumları iki grupta toplamak
mümkündür.
1. Cinsel İlişki: Ramazan günü oruçlu iken dinen meşru sayılan bir mazeret
olmaksızın cinsel ilişkide bulunmak hem kaza, hem de kefareti gerektirir. Zaten Hz.
Peygamber oruç kefaretini meydana gelen böyle bir olay üzerine vermiştir.
Muteber hadis kaynaklarında nakledildiğine göre bir adam “mahvoldum” diyerek
Peygamberimiz’e gelmiş ve ramazanın gündüzünde eşiyle cinsel ilişkide
bulunduğunu söylemiş, bunun üzerine Peygamberimiz ona kefaret gerekeceğini
bildirmiştir. Bu kefaret de ya bir köle azat etmek yahut bunu bulamaz veya buna
gücü yetmezse iki ay peş peşe oruç tutmaktır. Eğer iki ay oruç tutmaktan da aciz
olursa altmış yoksulu doyurmaktır (Buharî, “Savm”, 30; Muslim, “Sıyam”, 81).
Bütün fıkıh mezhepleri bu hadise dayanarak, ramazan günü oruçlu iken
bilerek ve isteyerek cinsel ilişkide bulunulmasının hem kaza hem de kefaret
gerektirdiğini söylemişlerdir. Şafiî, Hanbelî ve Zahiriler hadiste geçen cinsel ilişkiyi
kefaretin tek sebebi olarak görmüşlerdir.
2. Dini bir mazeret olmaksızın gıda veya gıda özelliği taşıyan her türlü
maddeyi bilerek almak: Hanefî ve Malikîler’e göre ramazan günü oruca
başlamışken, dini bir mazeret olmaksızın, bilerek bir şeyi yemek ve içmek de hem
kaza hem de kefaret gerektirir. Buna göre yenilip içilmesi mutat bir gıda maddesini,
gıda hükmünde bir ilacı, keyif verici bir madde olan afyon, haşhaş ve benzeri
uyuşturucu maddeleri ağızdan almak, sigara içmek, ramazanda başlanmış orucu
bozar ve kaza ile kefareti birlikte gerektirir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Oruç
Aslında unutularak yiyilip içilmesi de orucu bozduğu hâlde bir hadise (Buharî,
“Savm”, 26; Ebu Davûd, “Savm”, 23) dayanarak Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler bu
durumda orucun bozulmayacağını söylerler. Malikîler ise hadisteki istisnanın nafile
oruçlar için geçerli olacağını belirterek Ramazan orucunda genel kuralın geçerli
olduğunu söylerler.
Sadece Kazayı Gerektiren Durumlar
Orucu bozduğu halde sadece kazayı gerektiren durumları ana hatlarıyla
şöyle açıklayabiliriz:

Dişler arasında kalan
nohut tanesi kadar veya
daha fazla şey yutulursa
oruç bozulur.






Hasta olan kişilerin oruç
tutmayıp sonra kaza
etmeleri Kur’an hükmü
ile belirtilmiş bir
husustur (Bakara,
2/184).

Beslenme amacı ve anlamı taşımayan ve yenilip içilmesi adet
olmayan, insan tabiatının meyletmediği şeylerin yenilip içilmesi
durumunda da oruç bozulur ama sadece kazası gerekir. Çünkü
bunlarda tam olarak yiyilip içilme söz konusu değildir. Mesela çiğ
pirinç, çiğ hamur, un, olgunlaşmamış ham meyve yemek, demir,
kurşun, kabuklu fındık, badem ve ceviz yutmak orucu bozar ama
sadece kazayı gerektirir. Çünkü bunlarda sehven yeme fiili
bulunsa da yenmeleri mutat olmadığı için manen iftar hükmü
yoktur.
Yanlışlıkla yiyip içmek de orucu bozar. Mesela; abdest alırken
midesine su kaçsa veya ağzına kar veya yağmur taneleri düşüp
içeri kaçsa oruç bozulur ve kaza gerekir.
Kasıtlı olarak yapılan kusma ağız dolusu olursa orucu bozar.
Kasıtsız kusmalar ise bozmaz.
İmsak vaktinin girip girmediğinden şüphe eden kimse yiyip
içmeye devam eder de sonradan imsak vaktinin girdiğini anlarsa
orucu bozulur ve kaza etmesi gerekir. Ama tam aksine akşam
vaktinin girdiğinde şüphelenip iftar eden kişiye kefaret de
gerekir.
Dişler arasında kalan nohut tanesi kadar veya daha fazla şey
yutulursa oruç bozulur. Bundan azı orucu bozmaz.
Unutarak yiyip içmenin orucu bozacağını zannederek daha sonra
bilerek yiyip içmek de kazayı gerektirir.
Oruçlu kimsenin dini bir mazerete dayalı olarak orucunu bozması
da sadece kazayı gerektirir.
Oruçlu kimsenin şehvetini normal cinsel birleşme dışında tatmin
etmesi de sadece kazayı gerektirir. Mesela, öpüşme, sevişme gibi
hallerde boşalma olursa kaza gerektirir. El ile tatmin
(mastürbasyon, istimna) ile de oruç bozulur ve kaza gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Oruç
Dokunma olmaksızın bakmak suretiyle boşalma orucu bozmaz.
Aynı şekilde uykudaki boşalma da orucu bozmaz.
TEDAVİ USULLERİNİN ORUCA ETKİSİ
Daha önce de belirttiğimiz gibi hasta olan kişilerin oruç tutmayıp sonra kaza
etmeleri Kur’an hükmü ile belirtilmiş bir husustur (Bakara, 2/184). Ancak bazı
hastalıkların tedavisi oruca mani olmayacak şekilde düzenlenebilir. Bazı tedavi
usulleri de orucu bozmayacak niteliktedir. Geçmişten günümüze tedavi
metotlarının oruca etkisi üzerinde hep durulmuştur. Zamanla değişen bu
metotların oruca etkisini ülkemizde yetkili kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı Din
İşleri Yüksek Kurulu ele alarak 22.09.2005 tarihli kararıyla açıklamıştır.
Ayrıca İslam Konferansı Teşkilatına bağlı İslam Fıkıh Akademisinin onuncu
dönem toplantısında (Cidde, 28 Haziran 03 Temmuz 1997) alınan kararları da
benzer niteliktedir.
Her iki kararı da dikkate alarak bu husustaki hükümleri şu şekilde tespit
edebiliriz.


Ağıza konan ilaç,
boğazdan gitmediği
takdirde orucu bozmaz.

İslam alimleri, orucun farz olduğunu bildiren ayette ve başka
birçok ayette Allah’ın kulları için zorluk değil kolaylık murat
ettiğini, birçok ayet ve hadiste kişinin kendisini tehlikeye
atmaması, sağlığını koruması ve tedavi olmasının istendiğini
dikkate alarak hasta olan kimselerin oruçlarını erteleyebileceği ve
gerekiyorsa başladığı orucu bozabileceği hususunda görüş birliği
içindedirler.
Günümüz İslam alimleri ve ilgili kurullar bu konuları incelerken
fıkıhta genel kabul görmüş yaklaşıma paralel olarak orucu bozan
durumları, yeme içme ve cinsel ilişki kavramlarını geniş açıdan
değerlendirerek ortaya çıkan durumun orucun mahiyeti ve
amacıyla bağdaşıp bağdaşmadığını, özellikle vücuda giren
maddenin besleyici, bünyeyi güçlendirici veya keyif verici bir
nitelik taşıyıp taşımadığını dikkate almışlardır.
Ağızdan alınan ve boğazdan geçen katı ve sıvı ilaçlar orucu bozar.
Gıda ve keyif verici özelliği olan iğneler, hastaya serum veya kan
verilmesi, lavman yapılırken verilen su bağırsaklar tarafından
emilecek kadar kalırsa ya da gıda özelliği taşıyan bir sıvı verilirse
bu tarz lavman, aynı durum olduğunda bağırsak görüntüleme
işlemi kolonoskopi ve endoskopi, bölgesel ve genel anastezi,
damara serum verilerek yapılan hemodiyaliz orucu bozar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Oruç


Ağıza konan ilaç, boğazdan gitmediği takdirde orucu bozmaz.
Ağızdaki yaralara konan ilaç, dişe konan ilaç, diş dolgusu veya
dişin kaplanması orucu bozmaz. Astım hastalarının kullandığı
sprey ve keyif verici olmayan enjeksiyon, göz, kulak ve burun
damlası, makattan ve kadının üreme organından fitil kullanılması,
ultrason çekimleri, anjiyo, biyopsi yaptırma ve kan verme de
orucu bozmaz. Bütün bunlarda içeriye sıvı maddenin gitmemesi
esas alınarak bu hükümler verilmiştir. Aynı şekilde ciltteki bir
yaraya ilaç konması, ilaçlı bant yapıştırılması da oruca zarar
vermez.
İbadetler, kulun Allah’a karşı görevleridir. Hepsinde niyet
önemlidir. Özellikle riyanın en az karıştığı oruçta niyet daha da
önem kazanır. Bunun için kişi tereddüt ettiği hususlarda daha
ihtiyatlı davranmalı, sağlığına zarar vermemesi durumunda
tedavi ve muayene işlemlerini iftardan sonraki zamana bırakmalı,
orucuna bir zarar vermeyeceğine inandığı durumlarda da tedavi
ile birlikte orucunu da devam ettirerek herkesle birlikte Ramazan
sevincini yaşamalı, aksi takdirde orucunu ertelemelidir. Yani son
kararı kendisi vererek vicdanen rahat etmelidir.
FITIR SADAKASI (FİTRE)
Fıtır sadakası, borcundan ve asli ihtiyaçlarından başka nisap miktarı malı
olan her Müslümanın kendisi ve bakmakla mükellef olduğu küçük çocukları için
vermesi gereken bir mali yükümlülüktür. Buna dilimizde fitre denir. Fitrenin vacip
olması için zekâtta olduğu gibi malın üzerinden bir yıl geçmesi ve artıcı olması şart
değildir.
Fitre, ramazan ayında fakirlere verilen bir sadakadır. Bayramın birinci günü
sabah vaktinin girmesiyle vacip olursa da bayramdan önce verilmesi halinde
yoksullar da bayram eksikliklerini gidermiş olurlar. Bayramdan sonra da verilebilir.
Orucun kabulüne, ölüm sonrasındaki sıkıntılardan ve kabir azabından kurtuluşa
vesile olur.
İbn Abbas, Hz. Peygamber’den şunu nakleder:
Zengin olan bir
mükellef, kendisinin ve
ergin olmayan
çocuklarının fitresini
vermekle yükümlüdür.
“Resulüllah oruçluyu çirkin ve gereksiz sözlerden arındırmak ve yoksullara
yiyecek sağlamak için fitreyi farz kılmıştır. Fitreyi kim namazdan önce öderse, bu
makbul bir zekât, kim de namazdan sonra öderse, herhangi bir sadaka olur.”
(Buharî, “Zekât”, 70; Muslim, “Zekât”, 12).
Zengin olan bir mükellef, kendisinin ve ergin olmayan çocuklarının fitresini
vermekle yükümlüdür. Karısının ve büyük çocuklarının fitresini vermekle mükellef
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Oruç
değildir. Aynı şekilde anasının ve babasının fitresini vermekle de yükümlü değildir.
Birlikte yaşadığı ana-baba, büyük çocukları ve karısının fitresini, onların izinleri
olmadan verebilir.
Fitre miktarı, hurma, arpa ve kuru üzümden bir sa’ (yaklaşık üç kg.),
buğdaydan yarım sa’ (yaklaşık 1,5 kg.)’dır. Abdullah b. Ömer’in anlattığına göre Hz.
Peygamber kadın erkek her Müslümana fıtır sadakası olarak bir sa’ hurma veya
arpa vermeyi farz kılmıştır (Buharî, “Sadaka-i fıtr”, 1,2).
Hanefiler dışındaki üç mezhep imamına göre buğdaydan da bir sa’dır.
Hanefiler’e göre bu maddelerin aynî olarak verilmesi mümkün olduğu gibi
kıymetleri de verilebilir. Ancak yoksullar, bu maddelerin kendilerine muhtaç
olduklarında fitreyi kendi cinslerinden vermek daha faziletlidir. Hanefiler dışındaki
fakihler çoğunluğuna göre ise bu maddelerin aynî olarak verilmesi gerekir.
Bu maddeler o gün Medineliler’in temel gıda maddesidir. Her bölgede kendi
temel gıda maddesi esas alınabilir. Aslında Kur’an’da yemin kefaretinden
bahsedilirken “Ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden on fakiri doyurmak” (Maide,
5/89) ifadesi yer almaktadır.
Mazeretine binaen oruç
tutamayan varlıklı
Müslümanlar da fitre
vermekle mükelleftir.
Ramazanda verilecek fitre miktarı ile yemin kefareti için verilecek miktarın
aynı olması, fitre verirken de kişinin sabah ve akşam yediği ortalama miktarın
parasal değerini vermesinin makul bir ölçü olacağını gösterir.
Bir kimse fitresini fakir bile olsalar eşine, ana baba gibi usulüne, çocuk, torun
gibi furuuna veremez.
Mazeretine binaen oruç tutamayan varlıklı Müslümanlar da fitre vermekle
mükelleftir.
ORUÇ FİDYESİ
Oruç tutmaya hiçbir şekilde gücü yetmeyenlere fidye vermek vaciptir. Bunlar
yaşlı erkek ve kadınlardır. İyileşme ümidi olmayan hastalar da aynı durumdadır. Bu
gibi kimseler tutamadıkları her günün yerine bir yoksulu doyururlar. Yahut
buğdaydan yarım sa’, arpa, hurma veya kuru üzümden bir sa’ miktarı ya da
kıymetini fakire verirler. Otuz günün fidyesi olarak otuz gün sabahlı akşamlı bir
fakiri doyurmak ya da altmış fakiri sadece sabah veya akşam yedirmek de
yeterlidir. Fidyelerin tamamı bir fakire veya birçok fakire verilebilir.
Oruç fidyesi ile ilgili olarak Kur’an’da “Oruca gücü yetmeyenlerin bir fakiri
doyuracak kadar fidye vermeleri gerekir” (Bakara, 2/184) buyrulur.
Fidye verdikten sonra oruca gücü yetecek hale gelenlerin orucu kaza
etmeleri gerekir. Fidyeye de gücü yetmeyenler Allah’tan bağışlanmalarını dilerler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Ödev
Özet
Oruç
•Oruç, Kur’an’da farz olduğu bildirilen, İslam’ın beş temel
esaslarından biridir.
•Dünyaya ait ve uhrevî bir çok faydası vardır. Ramazan ayında oruç
tutmak mükellef olan her müslümana farzdır. Belli mazereti olanlar
daha sonra kaza etmek üzere ramazanda oruç tutmayabilirler.
•Ramazan dışında farz, vacip veya müstehap olarak tutulan oruçlar
da vardır. Bazı zamanlarda oruç tutmak da haram veya mekruhtur.
•Ramazan ayının tespitinde hilalin görülmesi esastır. Ama bugün
astronomi bilginleri birkaç yıl öncesinden hilalin ne zaman
doğacağını çok net bir şekilde hesap edebilmektedir. Bu tespitler
esas alınarak bütün müslümanların aynı anda oruç tutmaları ve
bayram etmeleri sağlanabilir.
•Orucun farz olmasının şartları, akıllı, ergen ve müslüman olmaktır.
Orucun edasının farz olması için de kişinin gücünün yetmesi ve yolcu
olmaması gerekir. Belli günlerinde kadınların oruç tutması haramdır.
Tutulan orucun sahih ve geçerli olması için oruca niyet edilmesi ve
orucu bozacak hâllerden uzak durulması gerekir.
•Başlanan orucun bozulması hâlinde bazı durumlarda sadece kaza,
bazı durumlarda ise hem kaza hem kefaret gerekir.
•Bazı tetkik ve tedavi usullerinde oruç bozulursa sadece kaza gerekir.
Bazılarında ise oruç bozulmaz. Ramazan ayındaki sorumluluklardan
biri de fitredir.
• Çeşitli tedavi usullerinin oruca etkisini belirten bir liste
oluşturunuz.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında
yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Oruç
DEĞERLENDİRME SORULARI
1-Aşağıdakilerden hangisi farz olan oruçlardandır?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a- Aşure orucu
b- Adak orucu
c- Şaban orucu
d- Kefaret orucu
e- Bozulan nafile orucun kazası
2-Aşağıdaki hükümlerden hangisi yanlıştır?
a- Ramazan bayramının üç gününde oruç tutmak haramdır
b- Kurban bayramının dört gününde oruç tutmak haramdır.
c- Günaşırı oruç tutmak, nafile bir ibadettir.
d- Her ayın üç gününde oruç tutmak nafile bir ibadettir.
e-Adet gören bayanın bu hâlde oruç tutması haramdır.
3- Aşağıdaki cümlelerde boş bırakılan yerlere sırasıyla hangi kelimelerin konması
doğrudur?
Başlanılmış farz veya vacip olan bir orucu bozmak……tır. Bu şekilde bozulan
ramazan orucu ise……., başka bir oruçsa kaza gerekir.
a-Günah-kefaret
b-Haram-kaza
c-Mekruh-kefaret
d-Yasak-kaza
e-Günah-iade
4-Aşağıdakilerden hangisi orucu bozmaz?
a-Kasıtlı yapılan ağız dolusu kusmak
b-Unutarak yiyip içmek
c-Dişleri arasında kalan en az nohut tanesi kadar bir şeyi yutmak
d-Kabuklu fındık yutmak
e-Hastaya kan verilmesi
5-Fitre miktarının tayininde aşağıdaki ölçülerden hangisi yanlıştır?
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Oruç
a-Bir sa’ arpa
b-Yarım sa’ buğday
c-Yarım sa’ hurma
d-Bir sa’ kuru üzüm
e-Kişinin bir günlük ortalama yiyecek tutarı
Cevap Anahtarı:
1.d 2.a 3.a 4.b 5.c
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Komisyon .(1999).
Yayınları.İstanbul.
İlmihal
I:
İman
ve
İbadetler:Türkiye
Diyanet
Vakfı
Bilmen, Ö. N. (1996). Büyük İslam İlmihali. İstanbul.
Buharî, M. b. İ. (1987). Sahîhu’l-Buharî, Beyrut.
Döndüren, H. (2005). Delilleriyle İslam İlmihali. İstanbul.
Ebu Davud .(1973), es-Sünen, Hımıs.
İbnü’l-Hümam. (1317). Şerhu Fethi’l-Kadîr, Bulak.
İbn Kudame .(1997). el-Muğnî, Kahire.
İbn Mace .(1954), es-Sünen, Kahire.
İbn Rüşd. (1975). Bidayetü’l-müctehid, Kahire.
Kahraman, A. (2002). İslamda İbadetlerin Değişmezliği. Sivas.
Malik b.Enes. (1970). el-Muvatta, Kahire.
Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. El-Haccac (tsz.), es-Sahih, Beyrut.
Nesaî .(1383). es-Sünen, Kahire.
Şevkanî (tsz.), Neylü’l-evtâr, Kahire.
Komisyon .(1999). Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. İstanbul.
Yıldız, K. (2006). Fıkhın Aydınlığında İbadet ve Hayat.İstanbul.
Zuhayli, V. (1994). İslam Fıkıh Ansiklopedisi.İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
ZEKÂT I
• Zekâtın Tanımı
• Zekâtın Hükmü
• İslam’ın Ana Kaynaklarında
Zekât
• Zekâtın Önemi
• Zekâtın Yararları
• Zekâtın Şartları
• Zekâtı Gerekli Olan Mallar
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Zekâtın anlamı, dindeki yeri ve yararlarını
açıklayabilecek,
• Zekâtın yükümlülük ve geçerlilik şartlarını
kavrayabilecek,
• Zekâta konu olan klasik mal türlerine ilişkin
temel hükümleri ayırt edebilecek,
• Yeni ortaya çıkan zekât mallarıyla ilgili farklı
görüş ve önerileri değerlendirebileceksiniz.
İSLAM İBADET
ESASLARI
ÜNİTE
9
Zekât I
GİRİŞ
Dinimize göre mal ve servet insana verilen nimetlerin başında gelir. Kur’an-ı
Kerim’de maldan “hayır” olarak söz edilir (Bakara, 2/180) ve onun Allah’ın kulları
için yarattığı süs ve temiz rızık olduğu belirtilir (A’raf, 7/32). Ayrıca müminlere,
Allah’ın kendilerine helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri haram kılmamaları, ama sınırı
da aşmamaları öğütlenir (el-Mâide, 5/88). Dolayısıyla mal ve servet sahibi olmak
Allah Teala’nın kullarına bir lütfu olup onu elde etmek için çalışıp çabalamak
dinimizce ilke olarak meşru ve güzel görülen bir davranıştır.
Bununla birlikte İslam mülkiyet anlayışına göre mülk mutlak anlamda Allah’a
aittir. Mülkün gerçek sahibi olan Allah onu dilediğine verir, dilediğinden de geri alır
(Âl-i İmrân, 3/26). Rahmeti ve rızkı veren ve onu insanlar arasında istediği gibi
paylaştıran O’dur (Zuhruf, 43/32). İnsana sadece yerine göre ve usulünce malı
kullanma, ürünlerinden yararlanma ve tüketme hakkı verilmiştir. Bu yüzden İslam
hukukunda özel mülkiyet ve onun dokunulmazlığı temel bir ilke olarak kabul
edilmiş, ancak ona mutlak bir hak olarak da bakılmamıştır. Tam tersi İslam’a göre
mülkiyet sınırlı ve sosyal fonksiyonu olan bir haktır. Zira kişinin mal mülk sahibi
olması sadece kendi gayret ve emeğinin bir sonucu olmayıp onun edinilmesinde
sahibinin içinde bulunduğu doğal ve sosyal çevrenin de ciddi bir katkısı söz
konusudur.
Mal ve servet üzerinde
başkalarının da hakkı
vardır.
Bu anlayışın zorunlu bir sonucu şudur: Mal ve servet sahibi bunları kendine
ve başkalarına zarar verecek şekilde kullanamadığı gibi bu mal ve servet üzerinde
toplumun ve ihtiyaç sahibi başkalarının da birtakım hakları vardır. Bu hak İslam’ın
ana kaynaklarında en geniş anlamda “infak” kavramıyla ifade edilir. İnfak, malın
dinimizin hayır olarak bildirdiği herhangi bir yolda harcanması demektir. Bu kavram
kişinin sadaka, zekât, fitre, nafaka, kurban, hediye, ariyet, vakıf gibi gerek muhtaç
kişilere gerekse kamu yararına yaptığı her türlü harcamayı içine alır. Kuşkusuz
bunlar içinde en önemlisi zekâttır. Çünkü zekât İslam dininin üzerine kurulduğu beş
temel esastan birini oluşturmakta ve şehadet ve namazdan sonra üçüncü sırada
yer almaktadır.
Zekât dinimizde belirli kimselere ödenmesi gereken mali bir borç olmanın
ötesinde, insanı manen arındırıp yücelten dini bir vecibedir. İnsanın yaratıcısına
olan sevgi ve bağlılığının bir sonucu ve O’nun kudret ve yüceliği karşısında boyun
bükmenin bir göstergesidir. Nitekim zekât Kur’an ve sünnette hep dinin direği
sayılan namaz ibadetiyle birlikte zikredilmiş ve onun ibadet boyutu ısrarla
vurgulanmıştır. Bu yüzden Müslüman zekâtını her şeyden önce Allah’ın emrine
uymak ve O’na kulluk görevini ifa etmek için vermelidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Zekât I
Zekâtın bu ibadet anlamı yanında insani, sosyal ve ekonomik boyutları da
vardır. Zekât sayesinde toplumun farklı kesimleri arasında karşılıklı güven, sevgi ve
saygı köprüleri kurulur. İnsanlığın en eski ve en çözümü en zor problemi olan
yoksulluğun tahammül edilir bir seviyeye inmesinde, nimetlerin paylaşılıp zengin
ile fakir arasındaki uçurumun ortadan kalkmasında, sosyal adalet ve dayanışmanın
gerçekleşmesinde, kısaca dinin en temel gayesi olan güvenli, istikrarlı ve huzurlu
bir toplumun oluşturulmasında zekât kurumunun çok önemli bir rolü vardır.
Elinizdeki kitabın bu ve bundan sonraki ünitesinde İslam dininin bu önemli
kurumunu daha çok ilmihal boyutuyla ele almaya çalışacağız. Zekâta ayırdığımız bu
ilk ünitede zekâtın tanımı, dindeki yeri, önemi, şartları ve zekâtı gerekli olan mallar
üzerinde duracak, bir sonraki ünitede ise zekâtla ilgili diğer konulara devam
edeceğiz.
ZEKÂTIN TANIMI ve DİNDEKİ YERİ
Zekâtın Tanımı
Zekât sözlükte “temizlik, arıtma, artma, çoğalma, bereket, övgü” gibi
anlamlara gelir. Dini bir terim olarak da; “Allah Teâlâ’dan farz olmak üzere, dince
zengin sayılan kişilerden alınıp belirli hak sahiplerine ödenmesi gereken belirlenmiş
bir mal” şeklinde tanımlanabilir. Bu malın, usulüne uygun bir şekilde çıkarılarak hak
sahiplerine verilmesi ve bu şekilde malın temizlenmesi işlemine de zekât adı verilir.
Zekât mali bir ibadettir. Bu ibadete “zekât” denilmesi, hem zekât veren kişiyi
iç arınmaya götürmesi hem de zekâtı verilen malın artmasına vesile olmasından
ötürüdür. Zekât kelimesi ile “arındırma” anlamına gelen “tezkiye” kelimesi aynı
kökten gelir. Aşağıdaki ayette bu anlamda bir kullanım görülür:
“Kendini (kötülüklerden) arındıran (tezkiye eden) kurtulmuştur (A’lâ, 87/14;
Şems, 91/9)
Ayrıca Kur’an, malın bir bölümünü zekât olarak bir başkasına verme işlemini
kişinin temizlenip arınması olarak değerlendirir:
“Onların mallarından sadaka al; bununla onları temizlersin, onları
arındırırsın.” (Tevbe, 9/103).
Zekât, Kur’an-ı Kerim’de kimi zaman “sıdk” kökünden türeyen “sadaka”
kelimesi ile ifade edilmiştir (Tevbe, 9/58, 60, 103). Aynı kullanıma hadis-i şeriflerde
de rastlanır. “Sadaka” sözlükte “doğruluk, içten bağlılık, sözünü tutmak” anlamına
gelir. Bu kavram esas itibariyle söylenen sözün ve yapılan işin inançla uyum içinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Zekât I
olmasını anlatır. Aynı kökten gelen tasdik de zaten imanın kalp ve gönüldeki
ifadesidir.
Zekât imanda sadakatin
göstergesidir.
Demek oluyor ki, sadaka anlamıyla ilişkisi bakımından zekât imanda sadakat
ve samimiyetin delili ve göstergesidir. Nitekim Hz. Peygamber “Sadaka delildir”
buyurarak bunu açıkça ifade etmiştir (Müslim, “Tahâret” 1). Ancak “sadaka”
kelimesi daha sonraki devirlerde genellikle zekât dışındaki gönüllü mali ödemeler
için kullanılmaya başlanmış, günümüzde de hemen hemen bu anlamıyla
yerleşmiştir. Dolayısıyla zekât, İslam’ın ana ilkelerinden biri olan fakir ve ihtiyaç
sahiplerinin gözetilip kollanması ilkesinin genel adı olan sadaka kavramı içinde yer
alır ve özel bir sadaka anlamına gelir.
Zekâtın Hükmü
Zekât İslam’ın beş temel rüknünden biridir. İbn Ömer’in rivayet ettiği meşhur
bir hadiste Peygamberimiz zekâtın İslam’ın vazgeçilmez beş esasından biri
olduğunu açık seçik ilan etmiştir:
“İslam beş esas üzerine kurulmuştur. Allah’tan başka ilâh olmadığına ve
Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât
vermek, hacca gitmek ve ramazan orucunu tutmak” (Buharî, “İman”, 1, 2; Müslim,
“İman”, 19-22).
Zekât gerekli nitelikleri taşıyan her Müslüman üzerine farzdır (farz-ı ayın).
Zekâtın Medine döneminde farz kılındığı kesin olmakla birlikte tam olarak hangi
yılda temel bir dini emir olarak meşru kılındığı konusu tartışmalıdır. Genel kabule
göre hicretin ikinci yılında ramazan orucundan sonra farz kılınmıştır. Farz oluşu
Kur’an ve sünnetin kesin ve manası açık nasları ile sabittir. İslam alimleri, her asırda
zekâtın farz ve dinin temel esaslarından biri olduğu konusunda görüş birliği
etmişlerdir. İslam tarihi boyunca zekâtın temel bir dini vecibe (farz) olduğu
konusunda herhangi bir tereddüt olmamış, aksine bir görüş ileri süren çıkmamıştır.
Hatta zekâtın farziyetini kabul etmeyenlerin İslam dairesi içinde kalamayacağı
açıkça belirtilmiştir. Ayrıca farz olduğuna inandığı halde zekât vermeyen kimse
büyük günah işlemiş sayılır. Bir zorunluluk yokken zekâtı geciktirmek de tahrimen
mekruh (harama yakın hoş olmayan bir davranış) kabul edilmiştir.
İslam’ın Ana Kaynaklarında Zekât
Kur’an’da Mekke döneminde inen ayetlerde zekât kavramı geçer. Fakat
gerek zekât gerek diğer mali ödemeler bu dönemde sadece gönüllü olarak yapılan
bir ibadet niteliğindedir. Zekâtın nisabı, oranı ve sarf yerleri kesin sınırlarıyla ancak
Medine döneminde belirlenmiştir. Adeta Mekke döneminde Müslümanların
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Zekât I
zihinleri zekât fikrine alıştırılmış, Medine’de ise zekât toplumsal bir proje olarak
kurumsal hale getirilmiştir.
Zekât kelimesi Kur’an-ı Kerim’de 32 yerde geçer. Özellikle Mekkî ayetlerde
zekât ve başka kavramlar aracılığıyla yoksulların, kimsesizlerin ve genel olarak
ihtiyaç sahibi ve yardıma muhtaç kimselerin kollanıp gözetilmesi bir tema olarak
sürekli işlenir.
Bu ayetlerde insanın kendisi kadar çevresinden de sorumlu olduğu
vurgulanır. Yetimin hor görülmemesi, isteyenin/dilencinin azarlanmaması gerektiği
(Duhâ, 93/9-10), insanların mallarında ihtiyaç sahibi başkalarının da hakkı olduğu
(Zâriyât, 51/19) ve akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa bu hakkın verilmesi gerektiği
haber verilir (İsra 17/26; Rum, 30/38). Yetimi ve yoksulu itip kakmak, onları
doyurmamak ve doyurmaya da teşvik etmemek dini yalanlayan kişinin vasfı olarak
anlatılır (Mâûn, 107/1-3).
Diğer taraftan ilk inen surelerden itibaren zekât ibadetinin sadece
Muhammed ümmetine has olmayıp önceki dinlerde de mevcut olduğu, daha
önceki peygamberlerin ve ümmetlerin de zekât vermekle emrolundukları değişik
vesilelerle ifade edilir (A’râf, 7/156; Meryem, 19/31, 55; Enbiyâ, 21/73).
Kur’an-ı Kerim’de zekât yükümlülüğü kimi zaman “Namazı kılın, zekâtı
verin!” gibi doğrudan inananlara yönelik bir emir şeklinde (Bakara, 2/43, 83, 110);
kimi zaman da “Onların mallarından sadaka al; bununla onları temizlersin, onları
arındırırsın.” gibi Hz. Peygamber’e yönelik bir hitap şeklinde (Tevbe 9/103) ifade
edilir. Ayrıca zekât verilecek yerler de ayrıntılı bir şekilde açıklanır (Tevbe, 9/60).
Kur’an-ı Kerim, mali ödemeler için sadaka, zekât, birr ve ihsan gibi kelimeler
yanında infak kelimesini de kullanır. “İnfak” meşru yollardan kazanılmış malın Allah
yolunda yerli yerinde ve cömertçe harcanmasıdır. Bu kavram kişinin, gerek muhtaç
kişilere gerekse kamu yararına yaptığı her türlü harcamayı içine alır. Bu bakımdan
infak, Kur’an ve sünnette tıpkı sadaka gibi farz olan zekâtı ve gönüllü olarak yapılan
her çeşit hayrı kapsayan şemsiye bir kavram olarak karşımıza çıkar. Kur’an’a göre
“hidayet ve müjde namaz kılan, zekât veren müminler içindir” (Lokmân, 31/3-4).
Asıl iyilik de diğer iyi amellerle birlikte zekât vermekten geçmektedir (Bakara,
2/177). Kitap ehli ve müşriklerin durumlarını anlatan bir surede bütün dinlerde yer
alan vazgeçilmez nitelikteki üç esas belirlenmektedir ki, bunlar tevhit, namaz,
zekâttır (Beyyine, 98/5). Buna göre Allah’ın birliğine inanmak ve O’nun emrettiği
şekilde dini yaşayarak namaz farzını yerine getirmek ne kadar önem taşıyorsa,
zekât vermek de aynı ölçüde değer ve önem taşımaktadır.
Öte yandan Yüce Allah bir taraftan zekâtın, inanmış bir toplumun temel
unsurlarından birisi olduğunu ((Tevbe, 9/71)) ve zekât vermenin veya zengin olup
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Zekât I
zekât vermek için çalışmanın kurtuluşa erecek müminlerin bir özelliği olduğunu
haber verirken (Mü’minûn, 23/1–4), öbür taraftan müşriklerin vasıflarından birinin
zekât vermemek olduğunu zikreder:
“Yazıklar olsun o müşriklere ki, onlar zekât vermezler ve ahireti inkâr ederler”
(Fussilet, 41/6-7).
Kur’an’a göre zekât vermeyen bir zengin, Allah’ın geniş rahmetine ve Allah
ve Resulü’nün dostluğuna hak kazanamaz (el-A’râf, 7/156; Mâide, 5/55). Allah’ın
mescitlerini de ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan,
zekâtı veren kimseler imar edebilir (Tevbe, 9/18). Ayrıca altın ve gümüşü biriktirip
bunun zekâtını vermeyenler acıklı bir azapla tehdit edilir ve cehennem ateşi ile
nasıl yanacakları çarpıcı ve ürpertici bir üslupla tasvir edilir:
“Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte
onlara acıklı bir azabı müjdele. O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılır ve onların
alınları, böğürleri, sırtları dağlanır; ‘işte kendiniz için biriktirdikleriniz servet, artık
biriktirmekte olduğunuz şeyleri tadın’ denir” (Tevbe, 9/34-35).
Yoksul, ihtiyaç sahibi ve korunmaya muhtaç kişilere yardım elini uzatma ve
genel olarak sadaka ve Allah yolunda harcama yapma konusu hadis-i şeriflerde de
geniş şekilde ele alınır. Özel olarak zekâtın farz oluşu, anlam ve önemi, şartları,
hangi mallardan ne kadar verileceği, nasıl toplanıp nerelere sarf edileceği gibi
konularla ilgili de Hz. Peygamber’in (s.a.) birçok söz ve uygulaması vardır.
Cibrîl hadisi olarak bilinen meşhur hadiste Allah Resulü (s.a.) Cebrâil’in
“İslam nedir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir:
“İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve
elçisi olduğuna şahitlik etmen, namazı kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu
tutman, gücün yeterse haccetmendir”(Buharî, “İman”, 1, 37; “Zekât”, 1).
Allah Resulü (s.a.) Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken ona şu
talimatı vermiştir:
“Sen Kitap Ehli bir topluluğa gidiyorsun. Onlara önce Allah’tan başka Tanrı
olmadığına ve benim Allah’ın elçisi olduğuma şehadet etmeye davet et. Eğer bunu
kabul edip sana itaat ederlerse, Allah’ın, onlara günde beş vakit namazı farz
kıldığını açıkla. Buna da itaat ederlerse, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek
olan zekâtı Allah’ın farz kıldığını onlara bildir” (Buharî, “Zekât” 1, “Tevhîd” 1;
Müslim, “İmân” 29).
Bu hadis-i şerîfte İslam tebliğinde takip edilmesi gerekli sırayı ve o sırada
zekâtın yerini bulmaktayız:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Zekât I
İslam tebliğinde takip
edilmesi gereken sıra
Kelime-i şehadet –
namaz – zekât
Yukarıda meallerini verdiğimiz ayet ve hadisler zekât farizasının önemini,
onun ihmale gelmez bir görev olduğunu gözler önüne sermekte, verilmeyen
zekâtın hesabının ahirette mutlaka sorulacağını göstermektedir. Kur’an-ı Kerim’de
ve Hz. Peygamber’in sünnetinde zekât daima namazla birlikte zikredilmiştir. Bu
husus namazla zekât arasında ne kadar kuvvetli bir bağ olduğuna ve kişinin
Müslümanlığının ancak bu iki ibadeti yerine getirmekle kemâle ereceğine bir
delildir. Namaz bedenî, zekât ise malî bir ibadettir. İkisine hâkim olan ruh ise
Allah’a yaklaşmak ve onun rızasını kazanmaktır.
Zekâtın Önemi
Malî ibadetlerin en başında yer alan zekât, İslam binasının üzerine
kurulduğu beş büyük sütundan biridir. İslam’ı karakterize eden kurumlardan ve
dinin dışa yansıyan göstergelerindendir. Bu öneminden dolayıdır ki, zekât
ibadetinin yaşatılması ve korunması İslam’ın en temel amaçlarından biri olan “dinin
korunması” çerçevesinde değerlendirilmiş ve zekâtı inkâr eden veya vermekten
kaçınanlara yönelik oldukça sert tedbirler öngörülmüştür. Nitekim Hz. Ebu Bekir
Hz. Peygamber’in vefatından sonra zekât vermekten kaçınan bazı Arap kabilelerine
karşı savaş açmış ve bu uygulamaya itiraz eden sahabîlere tarihe mal olmuş şu
veciz sözlerle cevap vermiştir:
Zekât, İslam binasının
üzerine kurulduğu beş
büyük sütundan biridir.
“Allah’a yemin ederim ki, namazla zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka
savaşırım. Çünkü zekât, malın hakkıdır. Allah’a yemin ederim ki, Resulüllah’a (s.a.)
verdikleri bir deve yularını bile bana vermekten kaçınırlarsa, sırf bu sebepten dolayı
onlarla savaşırım (Buhârî, “İ‘tisâm” 2, “Zekât” 1, 40; Müslim, “Îmân” 32).
Zekâtın Yararları
Zekât vermek her şeyden önce bir ibadettir. Müslüman bu ibadeti Allah’ın
bir emri olduğu için yerine getirir. Kim bunu Allah’a yakın olmak ve O’na şükretmek
amacıyla gönül hoşluğu ve halis bir niyetle eda ederse Allah’ın rızasını ve ahiret
hayatının nimetlerini kazanır. Bununla birlikte zekâtın gerek bireyler, gerekse
toplum için sayısız faydaları vardır. Şimdi bunlardan bazılarına kısaca işaret edelim:
 Zekât Allah’ın verdiği nimetlere bir şükürdür: Nimetin şükrü, onu verenin razı
olacağı yollarda harcamakla gerçekleşir. Namaz, oruç gibi bedeni ibadetler, Allah’ın
ihsan ettiği vücut sıhhat ve selametinin şükrü, zekât ve diğer gönüllü mali
ödemeler de mal nimetinin şükrüdür.
 Zekât insanın nefsini ve malını manevi kirlerden temizler: Zekât her şeyden önce
insanın nefsini ve ruhunu temizler. İnsanı, cimrilik, bencillik, aç gözlülük, kalp
katılığı, dünyaya ve dünya malına aşırı düşkünlük gibi birçok kötü huy ve
alışkanlıktan arındırır, ihtiras zincirlerini kırar, aşırı maddecilikten, paranın esiri
olmaktan kurtarır; cömertlik, acıma, başkalarını düşünme, fedakârlık, hayır ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Zekât I
Zekât Allah’ın verdiği
nimetlere bir şükürdür
yardımseverlik duygularını geliştirir, gönül zenginliği ve ruh yüceliği kazandırır. Öte
yandan zekât insanın malını da temizleyip arıtır. İslam’a göre zekâtı verilmemiş mal
manen kirlidir. Zenginin malında yoksul ve ihtiyaç sahiplerinin hakkı bulunduğu için
bu hak ayrılıp verilmedikçe mal temiz sayılmaz. Nitekim zekâtın sözlük
anlamlarından biri temizlemek ve arındırmaktır. Bu aynı zamanda zekâtın amacını
oluşturur. Kur’an’ı Kerim bu amacı şu şekilde ortaya koyar:
“Onları (Müminleri) arındırıp tertemiz kılmak üzere mallarından sadaka al.”
(Tevbe, 9/103).
 Zekât malı artırır: Bir kişinin, servetinin bir kısmını zekât olarak başkalarına
vermesi, bir bahçe sahibinin, bahçedeki meyvelerin daha verimli olmasını sağlamak
için ağaçların dallarını seyreltmesine benzetilir. Zekâtı verilen mallar da bu ağaçlar
gibi daha gür, çabuk ve sağlıklı büyürler. Zekâtı verilmeyen mallar ise ayıklanmayan
ve bakımı yapılmayan ağaçlar gibi cılız kalır, sağlıklı ürün vermez. Zekâtın sözlük
anlamlarından birinin “artma ve üreme” olmasının sırrı da buradadır. Kur’an-ı
Kerim’de faizin aksine zekâtın malı nasıl artırıp çoğalttığı şöyle anlatılır:
“Allah faizi yok eder, sadakaları artırır” (Bakara, 2/276).
Zekât insanın nefsini ve
malını manevi kirlerden
temizler
 Zekât servetin âtıl kalmasını önler: İster işletilsin ister işletilmesin zekâta tabi
malların her yıl zekâtını vermek zorunludur. Biriktirilip elde tutulan ve yatırıma
yönlendirilmeyen sermaye yıldan yıla zekât ödemeleri sebebiyle erimeye yüz tutar.
Bu yüzden zekât dolaylı da olsa sermayeyi yatırıma zorlar. Bu da üretim ve
büyümenin artması, durgunluk ve işsizliğin azalması sonucunu doğurur. Yastık altı
paraların ekonomiye katılmasını teşvik eder.
 Zekât, sosyal dayanışma ve sosyal güvenliğe katkıda bulunur: Zekât, toplumda
sosyal güvenlik ve dayanışma sisteminin kurulmasında önemli bir rol oynar. Zekâtın
zorunlu bir ibadet olarak fakir, kimsesiz, muhtaç, yetim, yolda kalmış ve borçlu gibi
yardıma ve korunmaya muhtaç bütün sınıfları kapsaması, İslam dininin toplumsal
bütünleşme, kaynaşma ve dayanışmaya ne kadar önem verdiğini gösterir.
Zekât malı artırır
 Zekât bireyleri ve toplumu zenginlik ve yoksulluktan kaynaklanan fitnelerden
korur: Zekât kurumunun temelinde yatan en önemli ilkelerden biri toplumda
üretilen mal ve servetin toplamında, Kur’an’ın ifadesiyle, yoksullar ve fakirler için
bir hakkın olmasıdır (Zâriyât, 51/19). Bu da toplam servetin yeniden dağıtılmasını,
yani belirli bir çizginin üstünde varlık ve gelire sahip olanlardan, bu çizginin altında
varlığı ve geliri olanlara doğru bir aktarım yapılmasını gerekli kılar. Hz. Peygamber
zekâtın bu hikmet ve fonksiyonuna işaretle şöyle buyurmuştur:
“(Zekât) onların zenginlerinden alınır, fakirlerine devredilir” (Tirmizî, “Zekât”,
21).
Servetin zekât yoluyla geniş kitlelere yayılması toplumdaki gelir farklılığını
tümüyle ortadan kaldırmasa da en azından iki kesim arasında ekonomik açıdan
uçurum, dolayısıyla kutuplaşma ve gerilim meydana gelmesini önler. Böylece zekât
insanları birbirine yaklaştırır, zengin ve yoksul kimseler arasında sevgi, saygı ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Zekât I
güven tesis eder. Zekâtla zenginin malı kirden, ruhu cimrilikten temizlendiği gibi,
fakirin de gönlü kinden, haset ve kıskançlıktan temizlenmiş olur.
ZEKÂTIN ŞARTLARI
Zekâtla ilgili şartları iki gruba ayırmak mümkündür. Birincisi zekâtın
yükümlülük şartları ikincisi de zekâtın geçerlilik şartlarıdır. Zekâtın yükümlülük
şartları denince, bir kimsenin zekât ibadetiyle yükümlü sayılması için aranan
şartlar, bir başka ifadeyle zekâtın kimlere hangi durumlarda farz olduğu kastedilir.
Fıkıh dilinde bunlara “zekâtın farz oluş şartları” da denilmektedir. Zekât bir kişiye
farz olduktan sonra bunun dinen geçerli bir şekilde eda edilmesi için de birtakım
şartların gerçekleşmesi gerekir ki, bunlara da zekâtın geçerlilik şartları veya
geleneksel ifadesiyle zekâtın sıhhatinin şartları denir.
Zekâtın Farz Oluş Şartları
Dinimize göre zekâtla yükümlü olan kişilerde Müslüman olmak, ergen olmak,
akli dengesi yerinde olmak, zengin olmak şeklinde dört şart aranır. Zenginlik
şartının yerine gelmesi için sahip olunan malların da belirli özellikler taşıması
gerekir. Şimdi bu şartların neler olduğuna kısaca bakalım.
Müslüman olmak
Zekât İslam’a özgü bir ibadet olduğu için Müslüman olmayan kişiler bununla
yükümlü değildir. Müslüman olmayanlar öncelikle iman etmekle mükelleftir.
Ergen ve akli dengesi yerinde olmak
Zekâtın ibadet olma özelliğini ön planda tutan Ebu Hanîfe’ye göre çocuk ve
akıl hastaları namaz, oruç gibi diğer ibadetlerle yükümlü olmadıkları gibi zekâtla da
yükümlü değillerdir. Çünkü akıl olmadan sorumluluk olmaz; ayrıca ibadetler niyetle
eda edilir, çocuk ve akıl hastalarının niyeti ise geçerli değildir. Fakat çocuk ve akıl
hastaları mali yükümlülük olma özelliği baskın olan “öşür”den (toprak ürünlerinin
zekâtından) sorumludurlar. Hanefîlerden İmam Muhammed ve Ebu Yusuf’un da
dâhil olduğu fakihlerin çoğunluğuna göre ise, zekât mali bir ibadet olduğu ve bir
bakıma malın kirini temizleyip ihtiyaç sahiplerinin maldaki haklarını ödediği için,
çocuk ve akıl hastalarının malları da zekâta tâbidir; bu borcu onlar adına veli ve
vasileri öderler. Ancak Hanefi mezhebinde fetva, zekâtın ibadet yönünü ön planda
tutan Ebu Hanife’nin görüşüne göre verilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Zekât I
Zengin olmak
Zekâtın vücup sebebi zenginliktir. Bir kimsenin zekât yükümlüsü sayılması
için zengin olması gerekir. Dinimize göre zengin, borcundan ve temel
ihtiyaçlarından fazla nisap miktarı mala sahip olan kimsedir. İslami ölçülere göre,
bir kişiyi zekât verme yükümlülüğüne sahip bir zengin sayabilmemiz için sahip
olduğu servetin “nisaba ulaşmış olması”, “temel ihtiyaçlardan fazla olması”, “borç
karşılığı olmaması”, “tam mülk olması”, “artıcı özelliğe sahip olması” ve “üzerinden
bir yıl geçmiş olması” gerekir. Şimdi bu şartlara biraz daha ayrıntılı bir şekilde
bakalım:
1. Nisap miktarına ulaşma: Nisap, zekât vermek için gerekli olan zenginliğin alt
sınırıdır. Toprak ürünleri hariç zekâta tâbi bütün mallarda nisap şarttır. Nisabın
altında gelir ve serveti olanlardan zekât alınmaz. Zekâta tabi her mal grubu için
farklı nisap miktarları olup bunların büyük çoğunluğu Hz. Peygamber tarafından
belirlenmiştir.
Hadislerde temel mal grupları için nisap miktarları şu şekilde gösterilmiştir:
Gümüşte 200 dirhem (595 gram); Altında 20 miskal (85 gram); devede 5, sığırda
30, koyunda 40 tane. Bu sayılara ulaştığında ilgili mal zekâta tabi demektir. Ticaret
eşyası, gelirler ve nakit paraların nisabı da altın veya gümüşün nisabı gibidir.
Günümüzde gümüş, para değerini kaybettiğinden para ve ticaret mallarının
nisabını belirlemede altın nisabı esas alınmalıdır. Ebu Hanîfe’ye göre toprak
ürünlerinde nisap aranmaz, bunların azı da çoğu da zekâta tabidir. Ebu Yusuf ve
İmam Muhammed’e göre ise toprak ürünlerinin nisabı 5 “vesk”tir. “Vesk” eskiden
kullanılan bir hacim ölçüsü olup beş vesk günümüz ağırlık ölçüleriyle -buğday için653 kg gelmektedir. Hanefî kaynaklarında Ebu Hanife’nin görüşü tercih
edilmektedir. Ancak Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşünün esas alınması
günümüz şartlarına daha uygun görünmektedir.
2. Temel/zorunlu ihtiyaçlardan fazla olma: Zekât verecek kimsenin, kendisinin ve
bakmakla yükümlü olduğu kimselerin temel ve zorunlu ihtiyaçlarından ve
borcundan fazla en az nisap miktarı mala sahip olması gerekir. Çünkü temel ihtiyaç
miktarı mal ile zenginlik ve refah meydana gelmez. Bu mal kişinin yaşaması için
zaruri olan miktardır. Hangi malların ihtiyaç maddesi sayılacağı ve bunun
ölçüsünün ne olduğu hususu kişiye, zamana, şartlara ve çevreye göre değişir.
Bununla birlikte İslam bilginleri temel ihtiyaç maddeleriyle ilgili birtakım genel, açık
ve objektif ölçüler getirmişlerdir. Temel ihtiyaçların bu ölçüler ışığında toplumun
ortak değerlerine ve toplumdaki asgari geçim ve hayat standartlarına göre
belirlenmesi gerekir. Hanefî mezhebini esas alarak temel ihtiyaçları şöyle
özetleyebiliriz:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Zekât I
 İhtiyaca cevap verebilecek bir ev ve gerekli her çeşit ev eşyası.
 Kışlık ve yazlık giyecekler.
 Kişi ve aile fertleri için gerekli bir yıllık gıda maddeleri.
 Elinde borcuna karşılık tuttuğu mal.
 İhtiyaca göre bir veya birden fazla binek hayvanı veya araçlar.
 Sanat ve meslek aletleri.
 İlim için edinilen kitaplar.
 Hizmetçi: İslam bilginleri içinde yaşadıkları toplumu ve şartları dikkati alarak
hizmetçiyi de asli ihtiyaçlar arasında saymışlardır. Günümüz şartlarında bu temel
bir ihtiyaç olmaktan çıkmıştır. Bununla birlikte kişiye, topluma ve şartlara bağlı
olarak böyle bir ihtiyaç ortaya çıkarsa bu yine temel ihtiyaçlardan sayılacaktır.
 Klasik eserlerimizde pek fazla üzerinde durulmamakla birlikte günümüzde
önemli bir yekûn tutan sağlık, tedavi ve eğitim giderleri ile lüks ve aşırıya
kaçmamak şartıyla seyahat ve dinlenme giderlerinin de temel ihtiyaçlar arasında
sayılması gerektiğinde şüphe yoktur.
Temel ihtiyaçların giderilmiş sayılması için bu mallara malik olmak şart
değildir. Kirada oturup kirasını verebilecek güçte olanlar veya ulaşım ihtiyacını
toplu taşıma araçlarından yararlanarak giderebilme imkânına sahip olanlar ya da
gıda maddelerini yıl boyunca alacağı maaş ve ücretten temin edebilecek olanlar
için bu şart gerçekleşmiş sayılır.
3. Borca karşılık olmama: Kural olarak borçlu olan kişi, borcuna karşılık olan bir
malından dolayı zekâtla yükümlü olmaz. Fakat her borç zekâta mani değildir. Bu
açıdan borçlar üç kısma ayrılır:
 Ödünç alınmış paralar, telef edilmiş şeylerin bedeli, kadınlara olan mehir borcu
gibi şahıslara olan borçlar. Bunlar zekât mallarını nisaptan aşağı düşürürse zekât
gerçekleşmez.
 Geçmiş yılların zekât borcu gibi Allah hakkı olmakla birlikte kural olarak devlet
tarafından istenmesi mümkün olan borçlar. Bunlar da zekâtın gerçekleşmesine
engel olurlar.
 Adak, kefaret ve fitre gibi Allah için yerine getirilmesi gereken, fakat belli bir hak
sahibi ve talibi olmayan borçlar. Bunlar ise zekâtın gerçekleşmesine engel değildir.
4. Tam mülk olma: Bir malın zekâta tabi olabilmesi için o mal kişinin tam manasıyla
mülkiyetinde olmalıdır. Malda mülkiyet hakkı olmakla birlikte sahibinin fiilen
yararlanamadığı, yani üzerinde tasarruf yetkisi ve kudretinin bulunmadığı
durumlarda kural olarak zekât gerekmez. Buna göre:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Zekât I
 Sahipsiz mallar, kamu malları, hayır amaçlı vakıf malları gibi belirli bir maliki
olmayan mallar zekâta tabi değildir.
 Hırsızlık, gasp, rüşvet, faiz gibi haram yollarla kazanılan mallar zekâta tabi
değildir. Çünkü İslam bilginleri haram malı elinde bulunduranın, bu mal üzerindeki
mülkiyetini kabul etmemişler, onda tasarrufu yasaklamışlardır. Ayrıca zekât bir
ibadettir. Haram malla ibadet söz konusu olamaz. Allah Teâlâ’nın yüce katına ancak
temiz olan sözler ve işler ulaşabilir. Peygamberimiz (s.a.) bu gerçeği şu sözüyle dile
getirmiştir:
“Allah helalden başkasını kabul etmez” (Buharî, “Zekât”, 8).
Haram malla ibadet söz
konusu olamaz.
 Elde bulunmayıp ele geçeceği umulmayan malda zekât yoktur. İnkâr edilen,
gasp edilen, düşman tarafından alınan, kaybolan, denize düşen, açık araziye
gömülüp yeri unutulan, devletçe el konulan, mahkemece iflas hükmü konulan
mallar bu gruba girer. Ancak evin herhangi bir yerine gömülüp yeri unutulan
malların –bulunduğu takdirde geriye dönük olarak- zekâtını vermek gerekir.
 Satın alındığı halde henüz teslim alınmamış malın zekâtı verilir.
 Bir kimsenin başkasındaki alacağı üzerinde tam mülkiyeti olmamasına rağmen
bazı alacaklardan zekât gerekir. Bu bakımdan alacaklar üç gruba ayrılır:
Kuvvetli alacak: Çek, senet veya kuvvetli şahitlikle ispatı mümkün olan borç paralar
ile ticaret mallarının bedelleri olan alacaklardır. Bu nitelikteki alacaklar tahsil
edilmemiş bile olsa nisaba dâhil edilir ve zekâtlarını vermek gerekir. Fakat yükümlü
kişi, alacağından zekât nisabının beşte biri kadar bir miktar tahsil etmedikçe zekât
borcunu derhal ödemek zorunda değildir. Alacak tamamen tahsil edildiğinde, eğer
ödenmemişse geçmiş yıllara ait zekâtların da ödenmesi gerekir.
Orta kuvvette alacak: Bu, ticaret için olmayan bir malın bedelinden, örneğin bir
evin kirasından veya ihtiyaç için kullanılan bir eşyanın satışından kaynaklanan
alacaktır. Ebu Hanife’den gelen ve Hanefi mezhebinde tercih edilen rivayete göre
bu gruba giren alacakların geçmiş senelere ait zekâtlarını ödemek gerekli değildir.
Alacak tahsil edilir ve diğer şartlar gerçekleşirse zekâtlarının verilmesi gerekir.
Zayıf alacak: Bunlar bir malın bedeli olmaksızın başkasında bulunan alacaklardır.
Kadının kocasından alacağı mehir borcu, henüz sahibine verilmemiş diyet parası
gibi. Bu tür alacakların zekâtını ittifakla önceden vermek gerekmez. Bunlar da tahsil
edildikten sonra diğer şartlara bağlı olarak zekâta tabi olurlar.
5. Artma/çoğalma özelliğine sahip olma: Zekât verilecek malın artma ve çoğalma
özelliğine sahip olması gerekir. Malın bu özelliğine fıkıhta “nema” adı veriler. Bu,
malın sahibine, gelir, kâr, fayda temin etmesi veya kendiliğinden çoğalma ve artma
özelliğine sahip bulunmasıdır. Bu bakımdan mallarda nema iki şekilde gerçekleşir:
Hakiki (gerçek) nema: Bir malın ticaretle, doğumla veya tarımla artmasıdır.
Ticaret malları, hayvanlar ve toprak ürünleri böyledir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Zekât I
Takdirî (hükmî) nema: Bir malın kendisinde nema imkânının bizzat
(potansiyel olarak) mevcut olmasıdır. Altın, gümüş ve parada olduğu gibi.
Nema şartını taşımayan mallar zekâta tâbi değildir. Örneğin binek
hayvanları, çalıştırılan hayvanlar, oturulan evler ve ev eşyaları, meslek kitapları,
meslek aletleri ve benzeri mallardan zekât gerekmez; ama bunlardan elde edilen
gelirden zekât gerekir. Bununla birlikte eğer bu malların değeri temel ihtiyaçlardan
fazla olup nisap miktarına ulaşıyorsa sahipleri zengin sayılır. Dolayısıyla zekât
vermekle yükümlü olmasalar da fitre ve kurbanla yükümlü olurlar.
6. Üzerinden bir yıl geçme: Zekâtın gerekli olması için bazı malların üzerinden bir
kameri yılın (ay yılının) geçmesi gerekir. Bunlar, altın, gümüş ve nakit para, ticaret
malları ve hayvanlardır. Toprak ürünlerinin zekâtı hasat mevsiminde, maden ve
definelerin zekâtı da elde edildikleri zaman ödenmesi gerektiğinden, bunlarda
yıllanma şartı yoktur.
Hanefîlere göre; bir malda zekâtın farz olabilmesi için, o malın hem sene
başında hem de sene sonunda nisaba ulaşmış olması şarttır. Bir kimse sene
başında nisap miktarına ulaşan bir mala sahip olsa, bu mal sene içinde nisabın
altına düşse veya tamamen tüketilse, fakat sene sonunda yine nisap miktarına
ulaşsa, sene sonu hesabıyla zekâta tabi olur.
Zekât konusunda her Müslümanın sene başı değişiktir. Bir kimse hangi ayda
nisaba malik olmuşsa o aydan itibaren bir yıl geçtikten sonra zekâtını vermelidir.
Öte yandan senenin başında zekâta tabi nisap miktarı bir mala sahip olan bir
kimsenin mülkiyetine yıl içinde başka mallar geçse, örneğin bu kişi yıl içinde maaş,
ücret, ikramiye, bağışlar, miras vb. yoluyla başka mallar edinse bu tür gelirlerin asıl
mala eklenip eklenmeyeceği ile ilgili şu hükümler vardır:
 Bu mal, ticaret mallarının kârı, hayvanların yavruları gibi önceden sahip olunan
malın nemalandırılması sonucu elde edilmişse, eski mala eklenir. Eski malın
üzerinden bir yıl geçtiğinden bu malın üzerinden de geçmiş sayılır.
 Bu mal, ticari kârlar ve hayvan ürünlerinin dışında olmakla birlikte elde bulunan
nisap miktarı malın cinsinden ise bu da eski mala eklenerek hepsinin üzerinden bir
yıl geçince zekâta tabi olur. Mesela zekât nisabına ulaşan bir miktar demiri bulunan
bir tüccarın eline, sene içinde satış veya bağış yoluyla bir miktar daha demir geçse,
yılsonunda bunların toplamının zekâtını vermesi gerekir.
 Bu mal, eldeki malın cinsinden değil ise nisabı tamamlamak veya yıl şartının
gerçekleşmesi için eski mala eklenmez, her biri ayrı hükme tâbi olur. Mesela nisap
miktarı sığıra sahip olan bir kimse, yıl içinde koyun satın alsa, koyun için de ayrıca
bir yıl beklemesi gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Zekât I
Zekâtın Geçerlilik Şartları
İbadetlerde niyet
şarttır.
Zekât bir kişiye farz olduktan sonra onu dinen geçerli bir şekilde ödemek için
de birtakım şartların gerçekleşmesi gerekir. Zekâtın niyet ve temlik olmak üzere iki
önemli geçerlilik şartı vardır. Bunlarla ilgili temel hükümler aşağıdaki gibidir.
Niyet
Zekât bir ibadettir ve ibadetlerde niyet şarttır. Zekât niyeti olmaksızın zaman
zaman dağıtılan sadakalar, yapılan bağışlar zekât yerine geçmez.
Niyet, zekât hissesi ayrılırken veya ödenirken yapılabilir. Dağıtımdan sonra
yapılan niyet geçerli olmaz. Ancak mal sahibi niyet etmeden zekât borcunu
verdikten sonra henüz mal fakirin elinde iken niyet ederse bu yeterlidir.
Bir kimse fakirde olan alacağını, zekâtına mahsuben bağışlarsa, bu zekât
yerine geçmez. Yine bir alacak diğer bir fakire zekât olarak verilemez.
Zekât vekil aracılığıyla ödenebilir. Bu durumda mal sahibinin zekât olarak
vereceği malı vekile teslim ederken zekâta niyet etmiş olması gerekir.
Niyetin dil ile söylenmesi şart olmayıp kalpten niyet edilmesi yeterlidir. Mal
fakire verilirken onun zekât olduğunu söylemek de şart değildir. Hatta bir malı
fakire zekât niyetiyle verirken bunun bir bağış veya hediye olarak verildiğini
söylemek de zekâtın geçerli olmasına engel değildir.
Bayram gibi sevinçli günlerde muhtaç olan hizmetçilere veya çocuklara ya da
müjdeli bir haber getiren fakir kimselere verilecek bahşişlerin zekât niyetiyle
verilmesi caizdir.
Temlik
Zekâtın geçerli olabilmesi için zekât verilecek malın veya paranın hak
sahibinin eline verilmesi veya doğrudan mülkiyetine geçirilmesi şart olup buna
“temlik” adı verilir. Verilen bir zekât fakir tarafından veya fakir çocuğun velisi ya da
vasîsi tarafından teslim alınmadıkça tamam olmuş olmaz.
Bir kimse zekât niyetiyle bir fakir veya yetimin karnını doyursa bu zekât
yerine geçmez. Ama zekâta niyet ederek onlara gıda maddeleri verse bu zekât
yerine geçer. Çünkü zekât niyetiyle fakire, yetime mal verildiğinde (temlik
edildiğinde) o mal fakirin mülkiyetine girer. Böylece onlar kendi malından yemiş
olurlar.
Hanefi mezhebine göre cami, okul, yol, köprü, çeşme yapımı ve diğer hayır
kuruluşlarına zekât verilmez; zekâtla ölü kefeni alınmaz ve ölülerin borçları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Zekât I
ödenmez. Zekâta mahsuben bir fakiri bir dairede oturtmakla da zekât borcu
ödenmiş olmaz. Çünkü bu durumlarda temlik şartı gerçekleşmemektedir.
Hanefi mezhebine göre
hayır kuruluşlarına
zekât verilmez.
Fakir bir kimsede alacağı olan zengin ona, “Alacağımı sana zekât olarak
veriyorum” dese zekât borcu ödenmiş olmaz. Çünkü zekât borcu fakirin eline
teslim edilmedikçe temlik gerçekleşmez. Ama borçlu, borcunu alacaklıya ödeyip
sonra tekrar zekât olarak ondan alırsa bu, zekât yerine geçer.
Zekâtın geçerli olması için temlikin zekâtı hak edenlere yapılması şarttır.
Zekât almaya ehil olmayan kimselere verilen, mesela, zor durumda olmayan
zenginlere veya onların küçük çocuklarına verilen mallar zekât yerine geçmez.
ZEKÂTI GEREKLİ OLAN MALLAR
Klasik eserlerimizde zekât düşen mallar beş ana grupta ele alınır:
 Hayvanlar
 Altın ve gümüş
 Ticaret eşyası
 Maden ve defineler
 Toprak ürünleri
Günümüzde bunlara ek olarak zekâta konu yeni mal türleri ortaya çıkmış olup
başlıcaları şunlardır:
 Paralar (Yerel paralar veya dövizler)
 Sanayi malları
 Gayrimenkuller (ev, dükkân, plaza, vs.)
 Nakil vasıtaları
 Hisse senedi ve tahviller
Aşağıda bunların zekât nisap ve oranları hakkında kısa bilgiler verilecektir.
Hayvanlar
Hayvanların zekâtıyla ilgili başlıca ilke ve şartlar şunlardır:
 Zekâta tâbi olan hayvanlar deve, koyun ve sığır olmak üzere üç cinstir. Keçiler
koyun cinsinden, mandalar da sığır cinsinden sayılır. Karışık oldukları takdirde nisap
hususunda birbirlerine ilave edilirler. Atlardan zekât gerekip gerekmediği
konusunda ise alimler arasında görüş ayrılığı vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Zekât I
 Hayvanın “sâime” olması, yani senenin çoğunu ahırlarda geçiren besi hayvanı
olmayıp genelde meralarda otlayan dört ayaklı evcil hayvanlardan olması gerekir.
 Ziraat, nakliyat vb. işlerde kullanılan hayvanlardan olmamaları gerekir.
 Süt ve diğer ürünlerinden yararlanılmak veya üremeleri sağlanmak amacıyla
elde tutulmaları gerekir.
 Nisap miktarına ulaştıktan sonra üzerinden bir yıl geçmesi gerekir.
 Sâime olmayan hayvanlardan ticaret malı olmadıkça zekât gerekmez. Ticaret
amacıyla beslenen hayvanlar zekât açısından ticaret mallarının hükmüne tabidir.
Ticaret niyeti ile alınan, fakat daha sonra satımından vazgeçilip otlağa salınan
hayvanlardan, ticaret niyetinden vazgeçildiği andan itibaren bir yıl geçtikten sonra
zekât alınır.
 Sayıları nisap miktarından fazla bile olsa sâime olup henüz bir yaşını
doldurmamış kuzu ve oğlaklardan, sığır, manda ve deve yavrularından dolayı zekât
gerekmez. Fakat aralarında kendi cinslerinden büyük hayvanlar bulunursa zekâtları
gerekir.
Sâime hayvanların zekât nisap ve oranlarını şöylece sıralayabiliriz:
Develerin zekâtı
Deve zekâtının nisabı beştir. Beş taneden az olan develer için zekât
gerekmez. Sayı arttıkça gereken zekât miktarı da artar; buna göre mesela beşten
dokuza kadar bir koyun, ondan on dörde kadar iki koyun gerekir. Yirmi beş otuz
beş deve arasına iki yaşında bir deve zekât olarak gerekir. Ülkemizi çok fazla
ilgilendirmediği için develerle ilgili daha fazla ayrıntıya girmiyoruz.
Koyun ve keçilerin zekâtı
Koyun ve keçilerin nisabı kırktır. Bunlar birden otuz dokuza kadar zekâttan
muaftır.
40’tan
120’ye kadar
1
Koyun/Keçi
121’den
200’e kadar
2
"
201’den
399’a kadar
3
"
400’den
500’e kadar
4
"
Bundan sonra her yüz koyun ve keçi için bir koyun veya keçi verilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Zekât I
Sığırların zekâtı
Sığırların zekât nisabı otuz adettir. Bu miktarda sığır bulunan kimse bunların
zekâtını vermekle yükümlüdür.
30’dan
39’a kadar
1
İki yaşında erkek veya
dişi buzağı
40’dan
59’a kadar
1
Üç yaşında erkek veya
dişi dana
60’dan
69’a kadar
2
Bir yaşında erkek veya
dişi buzağı
Bundan sonra her otuz sığırda bir buzağı ve her kırk sığırda bir dana verilmek
üzere hesap edilir. Mesela yetmiş sığır (30+40) için bir buzağı ile bir dana; seksen
sığır (40+40) için iki dana verilir.
Atların zekâtı
 Binek hayvanı olan, nakliyatta kullanılan, savaş için yetiştirilen ve senenin
çoğunu besihanelerde geçiren atlar ittifakla zekâta tabi değildir.
 Ticarete konu olan bütün atlardan değerleri üzerinden zekât alınır. Bu konuda
da görüş birliği vardır.
 Ebu Hanife ve İmam Züfer’e göre nesil elde edilip ileride satılmak üzere erkeği
dişisi karışık bir halde yaşayan ve senenin çoğunu otlaklarda otlayarak geçiren
(sâime) atlar zekâta tabidir. İmam Muhammed ve Ebu Yusuf’a göre ise bu
nitelikteki atlar zekâta tabi değildir. Hanefî mezhebinde fetva bu görüş
doğrultusunda verilmiştir.
Altın, Gümüş, Para
Birçok hadis-i şerifte altın ve gümüşün zekât mallarından olduğu açıkça
belirtilmiştir. Bir hadiste Hz. Peygamber 5 ukiyeden (=200 dirhem) az olan gümüşte
zekât yükümlülüğünün olmadığını (Buharî, “Zekât”, 32), başka bir rivayette de
gerek para, gerekse külçe hâlindeki gümüşün kırkta bir oranında zekâta tabi
olduğunu bildirmiştir (Buharî, “Zekât”, 38).
İslam bilginleri bu bilgi ve rivayetler ışığında altın, gümüş ve paraların
zekâtıyla ilgili önemli hükümler ortaya koymuşlardır. Bunların bir kısmını şu şekilde
sıralayabiliriz:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Zekât I
 Zekât verilecek altın, gümüş ve paralar nisap miktarına ulaşınca zekâta tâbi olur.
Altının zekât nisabı 20 miskal = 85 gram, gümüşünki ise 200 dirhem = 595 gramdır.
Altın ve gümüşten verilecek zekât oranı da 1/40’tır (% 2,5).
 Günümüzde kullanılan madenî ve kâğıt paraların nisabı altın ve gümüşe göre
belirlenir. İhtiyacının ve borcunun dışında 85 gram altın veya 595 gram gümüş
karşılığı parası olanların, bu paranın 1/40’ını (% 2,5) zekât olarak vermeleri gerekir.
Günümüzde gümüş, para değerini büyük ölçüde kaybettiğinden para ve ticaret
mallarının nisabını belirlemede değerini hâlâ koruyan altın nisabının esas alınması
daha uygundur.
 Altın, gümüş, paralar ve ticaret malları tek başlarına nisaba ulaşmıyorlarsa,
nisabı tamamlamak için biri diğerine ilave edilir.
 Altın, gümüş ve paralar nisaba ulaştıktan sonra üzerlerinden bir yıl geçmelidir.
 Hanefî mezhebine göre altın ve gümüşün nakit veya külçe olması ile süs
takımları veya mutfak eşyası olması arasında fark yoktur. Altın veya gümüşten
yapılmış bilezik, kolye, gerdanlık gibi kadın süs eşyaları ile ibrik, tepsi, çatal, bıçak
gibi kaplar ağırlık olarak nisaba ulaşır ve üzerinden bir sene geçerse 1/40 oranında
zekâta tabi olur. Fakat bu zekât, kendi cinslerinden olmayan bir mal ile ödenecekse
tartılarına değil, değerlerine itibar edilir. Şafiî mezhebinde ise mubah olan ve israf
ölçülerine varmayan kadın süs eşyası zekâta tabi değildir.
 Altın ve gümüş karışımı maddelerin zekâtı, karışım oranı hangisinin fazla ise ona
göre verilir.
Ticaret Malları
Ticaret mallarının zekâtıyla ilgili hükümler kısaca şu şekildedir:
 Kural olarak ticarete konu olan her mal zekât tabidir. Ticaret niyetiyle elde
bulundurulan ve fiilen satışa arz edilen giyim eşyası, gıda maddeleri, inşaat
malzemeleri, ev, işyeri, arsa, hayvan gibi her çeşit maldan zekât vermek gerekir.
 Ticaret mallarının nisabı altın ve gümüşün nisabına (günümüzde altın nisabına)
göre hesaplanır. Bu değerlerden noksan olan ticaret malından zekât gerekmez.
Ticaret mallarının zekât oranı ise altın, gümüş ve paralarda olduğu gibi 1/40’tır (%
2,5).
 Nisaba ulaşan ticaret malının üzerinden bir yıl geçmeli, sene başında ve
sonunda nisabın altına düşmemelidir. Malın sene içinde nisabın altına düşmesi
zekâta engel değildir. Ticaret malları sene içinde kendi cinsleri ile veya başka bir
malla değiştirilirse ya da yeni mallar edinilirse, bu malların üzerinden bir yıl
geçmesi gerekmez, tüccar sene sonunda sahip olduğu bütün mallarının değerini
hesaplar, buna mevcut parasını ve alacaklarını ilave eder. Bulduğu toplam değerin
1/40’ını (% 2,5) zekât olarak verir.
 Ticaret mallarının sene sonunda kıymetleri toptan piyasa fiyatlarına göre tespit
edilir. Bu malların zekâtı hesap edilirken borçlar çıkarılır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Zekât I
 Ticaret mallarının zekâtı mal olarak verilebileceği gibi bu malın tutarı para
olarak da ödenebilir. Fakat gerek mal olarak ödeme yaparken, gerekse malın para
cinsinden değerini belirlerken ortalama kalitenin altına düşmemeye özen
gösterilmelidir.
 Satış ve kâr etme niyeti olmaksızın sadece kiralarından faydalanmak için satın
alınan ev, otel, iş hanı, araba vb. her türlü mal ticaret malı olarak kabul edilmez. Bu
tür malların zekâtı değerlerinden değil, gelirlerinden ödenir.
 Başlangıçta ticaret niyetiyle satın alınmamış olan bir mal, daha sonra ileride
satılmak üzere evde veya depoda saklanırsa, bu mal ticaret malı olarak kabul
edilmez. Dolayısıyla üzerinden bir yıl geçmekle zekâta tabi olmaz.
 Ticaret için olan hayvanların sayısına, beslenme durumlarına bakılmayıp
kıymetlerine, yani para olarak değerine itibar edilir.
Toprak Ürünleri
Toprak ürünlerinden alınan zekâta “öşür” adı verilmektedir. “Öşür”ün
sözlük anlamı “onda bir” demektir. Hz. Peygamber’in şu hadisi sebebiyle toprak
ürünlerinden alınan zekât çoğunlukla onda bir oranında olduğu için bu isim
verilmiştir:
“Yağmur ve nehir sularıyla sulanan toprak mahsullerinde öşür onda bir
(1/10), kova ile sulananlarda yarım öşür (1/20) vardır.” (Buharî, “Zekât”, 55)
Öşür de bir tür zekât olmakla birlikte öşrün kendine özgü bazı fıkhî
hükümleri vardır. Şimdi bunları kısaca ele alalım:
 Toprak ürünlerinden alınacak zekât veya vergi toprağın statüsüne göre
belirlenir. Kural olarak haracî nitelikteki topraklardan haraç vergisi, öşrî nitelikteki
topraklardan da öşür (zekât) alınır.
Hanefî fıkıh kitaplarında Türkiye, Suriye, Mısır, Irak topraklarının haracî olduğu,
dolayısıyla öşre tâbi olmadığı zikredilir. Eski dönemler için bu hüküm doğrudur.
Çünkü Osmanlı Devleti döneminde bu topraklar “mirî arazi (hazine arazisi)
statüsünde idi. Bunların kuru mülkiyeti devlete ait olup tasarruf şekli de devletçe
düzenlenmekte idi. Mirî arazi bir bakıma kiralama usulüyle (dirlik usulü) işletilir,
toprağın yararlanma hakkı devletçe yetkili kılınan kişiler tarafından belirli bir bedel
karşılığında süresiz olarak özel kişilere verilirdi. Toprağın işletme hakkını alan
kişilerin bu topraklar üzerinde mülkiyet hakları olmayıp sadece yararlanma hakları
vardı. Bu yüzden onların toprağı satma, vakfetme, bağışlama, vasiyet etme, rehin
verme gibi hukuki işlemlerde bulunma yetkileri yoktu. Ayrıca her yıl toprağın
ürününden oranı devletçe belirlenen bir miktar vergi (haraç) alınırdı. Hanefî
mezhebine göre bir arazide haraç ile öşür birleşemeyeceğinden bu toprakları
işletenler ayrıca öşür ödemekle yükümlü değildi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Zekât I
Osmanlılar döneminde mülkiyeti devlette kalmak üzere yararlanma hakkı özel
kişilere verilmiş olan mirî arazi, Cumhuriyet döneminde tasarruf sahiplerine mülk
olarak bırakılmıştır. Ayrıca bir kısım devlet arazisi de çeşitli yollarla topraksız
çiftçiye mülk olarak verilmiştir. Günümüzde artık tarihteki anlam ve uygulama
şekliyle mirî ve haracî arazi kalmamış, bu topraklar tapu sahiplerinin tam mülkü
haline gelmiştir. Arazinin tapusuna sahip olan kişi onu satar, bağışlar, vakfeder,
kiraya verebilir, ipotek edebilir, isterse boş bırakabilir, ölünce diğer malları gibi
mirasçıları arasında paylaşılır. Bu yüzden tam anlamıyla öşrî araziye dönüşen bu
topraklardan elde edilen zirai ürünlerin bugün usulüne uygun bir şekilde öşrünün
verilmesi gerekmektedir.
 Bütün toprak ürünleri zekâta tabidir. Bu konuda sebze, meyve, hububat ve
diğer ürünler arasında bir fark yoktur. Sadece odun, kamış, ot gibi kendiliğinden
yetişen bitki ve ağaç ürünlerinden zekât gerekmez.
 Ebu Hanîfe’ye göre toprak ürünlerinde nisap şartı aranmaz. Toprak ürünlerden
az olsun çok olsun zekât gerekir. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre toprak
ürünlerinde de nisap şarttır ve bu beş beş vesk’tir (= buğday için 653 kg). Bu nisaba
ulaşmayan ürünler zekâta tabi değildir. Onlar bu görüşlerinde Hz. Peygamber’in
“Beş veskten az (üründe) zekât yoktur” anlamındaki hadisine dayanırlar (Ebu
Ubeyd, el-Emvâl, nr. 1422–1424). Hanefi eserlerinde Ebu Hanife’nin görüşünün
daha kuvvetli olduğu belirtilmekte ise de günümüz şartlarında Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed’in görüşüne göre amel etmek daha uygundur. Şafiî mezhebinin ve
değer mezheplerin çoğunun görüşü de bu yöndedir.
Ebu Hanîfe’ye göre
toprak ürünlerinde
nisap şartı aranmaz.
 Toprak ürünlerinin zekâtı için üzerlerinden bir yıl geçmiş olma şartı yoktur. Bir
sene içinde kaç defa ürün alınırsa her defasında zekât verilmesi gerekir. Uygun
olan, hububatın zekâtının harman vaktinde, meyvelerin zekâtının da toplandıktan
hemen sonra geciktirilmeden verilmesidir. Bununla birlikte hasat zamanında
ödenmeyen toprak ürünlerinin zekâtı daha sonra da ödenebilir.
 Toprak ürünlerinin zekât oranı toprağın sulama tekniğine göre belirlenir. Toprak
emek harcanmadan yağmur, nehir, dere, ırmak ve bunların kanalları ile sulanıyorsa
zekât olarak ürünün 1/10’u; kova, dolap, motor veya ücretle alınan su ile
sulanıyorsa 1/20’si verilecektir. Eğer arazi hem yağmur veya nehir sularıyla hem de
emekle elde edilen su ile sulanıyorsa, hangisi ile daha çok sulanmış ise ona itibar
edilir.
 Hanefî mezhebinin yerleşik görüşüne göre arazi için sulama dışında yapılan,
tohum, gübre, ilaçlama, mazot ve işçilik gibi masraflar çıkarılmadan ürünün
tamamından zekât verilir. Fakat bazı Hanefî eserlerinde bu tür masrafların
çıkarılacağı yönünde görüşler de mevcuttur. Günümüzde bu masrafların önemli bir
yekûn tuttuğunu göz önünde bulunduran bazı çağdaş İslam bilginleri de zekât
ödenirken bu masrafların da dikkate alınması gerektiği sonucuna varmışlardır. Bu
konuda mükellef için iki seçenek önerilmektedir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Zekât I
 Bu tür masraflar yapılarak elde edilen toprak ürünleri emek ve masrafla
sulanan arazinin ürünlerine kıyaslanır, dolayısıyla zekât 1/20 olarak ödenir.
 Sulama dışında kalan masraflar düşülür. Geriye kalan ürünün zekâtı sulama
durumuna göre 1/10 veya 1/20 olarak verilir.
 Toprak ürünlerinden zekât gerekmesi için mükellefin akıllı ve ergen olması şart
değildir. Mükellef akıl hastası veya çocuk ise velî veya vasîlerinin onlar adına
zekâtlarını vermesi gerekir.
 Toprak ürünlerinden zekât düşmesi için arazinin mükellefin mülkü olması şart
değildir. Mal sahibi karşılıksız olarak arazisini ekilmek üzere birisine verse, çıkan
ürünün zekâtını bu şahıs öder. Arazi belli bir ücretle kiralanmış ise zekâtı kiracıdan
alınır. Arazi yarıcılık usulü ile kiralanmış ise mal sahibi ve kiracı hisselerine düşen
ürünün zekâtlarını ayrı ayrı öderler. Zekâta tabi ürünler yetiştikten sonra satılırsa,
öşür satıcıdan, yetişmeden satılırsa satın alandan alınır.
 Zirai ürünlerin zekât borcu, mükelleflerinin vefat etmeleri ile düşmez,
vârislerinden alınır. Aynı şekilde bu arazi vakfedilse yine öşrü alınır.
 Toprak ürünlerinin zekâtı malın cinsinden verilebileceği gibi değeri üzerinden
para olarak da verilebilir.
 Hanefî mezhebine göre bal toprak ürünü olan çiçek özlerinden elde
edildiğinden, öşür topraklarında üretilen baldan 1/10 oranında zekât alınır. Ebu
Hanîfe’ye göre toprak ürünlerinde olduğu gibi balın zekâtında da nisap ve yıllanma
şartı aranmaz.
Madenler ve Defineler
Madenler, yer altında doğal olarak oluşan kıymetli cevher kaynaklarıdır.
Defineler ise eski devirlerde insanlar tarafından yer altına gömülüp gizlenen antika,
hazine ve benzeri kıymetli maden ve eşyalardır. Hanefî eserlerinde ister maden,
ister define niteliğinde olsun yer altında bulunan her türlü kıymetli eşya için “rikâz”
terimi kullanılır.
Madenlerin zekâtı
Hanefîler’e göre vergi (zekât) yükümlülüğü açısından madenler üç gruba
ayrılır:
 Altın, gümüş, demir, bakır gibi katı olup eritilebilin ve dökümü yapılabilen
madenler. Bunlar zekâta (vergiye) tâbidir.
 Mermer, kireç, kömür, elmas, yakut, alçı gibi eritilmeye elverişli olmayan katı
madenler. Bunlardan zekât (vergi) vermek gerekmez.
 Petrol, zift, cıva gibi katılaşmayan sıvı madenler. Bu tür madenler de zekâta tabi
değildir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Zekât I
Ayrıca denizden elde edilen, inci, mercan gibi kıymetli süs eşyaları ile amber
gibi kokulardan ve balıklardan da zekât alınmaz.
Hanefîlere göre sadece
katı olup eritilebilen ve
dökümü yapılabilen
madenlerden zekât
gerekir.
Demek ki, Hanefîlere göre sadece katı olup eritilebilen ve dökümü
yapılabilen madenlerden zekât gerekir, diğerlerinden gerekmez. Ancak zekât
gerekmeyen madenler sanayi ve ticarete konu edilirse, bu takdirde ticaret
mallarında geçerli olan esas ve usullere göre zekâta tabi olması gerekir.
Hanefî mezhebine göre madenlerin zekâta tabi olabilmesi için belli bir nisaba
ulaşması ve üzerinden bir yıl geçmesi şart değildir.
Madenlerin zekât oranı 1/5’tir. Özel mülkiyet altında veya sahipsiz olan bir
arazide maden bulunursa devlete 1/5 oranında vergisi verilir; kalan arazi sahibine
veya madeni bulana aittir. Devlet ve kamu arazisinden ruhsatlı olarak çıkarılın
madenler için de aynı hüküm geçerlidir. Devletin özel arazisinden veya vakıf
araziden izinsiz olarak çıkarılan madenlerin tamamı devletin ve vakfındır.
Hanefîler’e göre madenlerden alınan 1/5 oranındaki vergi, zekâtın verildiği
sekiz sınıf dışında kamu yararına olan tüm devlet giderleri için kullanılabilir.
Definelerin zekâtı
Zekât (vergi) yönünden defineler de birkaç kısma ayrılır:
 İslami döneme ait defineler: Üzerinde İslam dinine ait ifade, şekil veya nişanlar
bulunan değerli eşyadır. Üzerine Allah’ın ismi veya Müslüman hükümdarların
turaları işlenmiş paralar gibi. Bunlar hakkında kayıp eşya (lukata) hükümleri
uygulanır; bir yıl süreyle usulüne uygun ilân edilir, sahibi çıkmazsa fakirlere veya
hazineye verilir. Bulanın ihtiyacı varsa kendisi de kullanıp tüketebilir.
 İslam öncesi döneme ait defineler: Üzerinde put, haç ve benzeri işaret ve
şekiller bulunan değerli para veya eşyadır. Sahipsiz veya sahibi bilinmeyen
topraklarda bulunmuş ise 1/5’i vergi olarak alınır, kalan bulana verilir. Mülk arazide
bulunmuş ise 1/5’lik vergiden sonra kalan mülk sahibi veya vârislerine verilir.
 Hangi döneme ait olduğu anlaşılmayan defineler: Üzerinde hangi döneme ait
olduğunu gösteren bir işaret bulunmayan para veya eşyadır. Bunlar hakkında bir
görüşe göre İslami döneme ait definelerin, bir görüşe göre de İslam öncesi döneme
ait definelerin hükmü uygulanır.
Bir kimse kendi evinde maden veya define bulursa bu vergiye tabi değildir,
tümü ev sahibinin olur.
Madenler ve defineler
tüm kamu hizmetlerine
harcanabilir.
Maden veya defineyi bulanın erkek veya kadın, çocuk veya yetişkin,
Müslüman veya gayri müslim olması fark etmez.
Definelerin vergilendirilmesinde de nisap ve yıllanma şartı yoktur. Alınan
vergi (zekât) madenlerde olduğu gibi tüm kamu hizmetlerine harcanabilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Zekât I
Fabrika ve Sanayi Tesisleri
Günümüzde, sanayi sektöründe eski dönemlerde benzeri olmayan modern
atölye, fabrika ve işletmeler ortaya çıkmıştır. Bunlarda değeri büyük meblâğlara
ulaşan modern üretim makineleri kullanılmaktadır. Bu tesislerde büyük çaplı
üretimler yapılmakta ve büyük gelirler elde edilmektedir. Dolayısıyla bunların
zekâtın farz olması için aranan “artıcı olma” özelliğine sahip olduklarında kuşku
yoktur.
Bu itibarla çağımız İslam alimleri sanayi sektöründeki bu yeni malların zekâta
tabi olduğunda görüş birliği varmışlardır. Ancak bunlardan nasıl ve ne oranda zekât
alınacağı konusunda farklı öneriler ileri sürmüşlerdir. Bu konuda iki yaklaşımın öne
çıktığı görülmektedir:
 Üretim aracı makine ve fabrikalar ziraî araziye, bunların gelirleri de arazi
ürünlerine kıyas edilir. Zekât bu mallardan değil, gelirlerinden alınır; zekât oranının
da ziraî ürünlerde olduğu gibi safi gelirden 1/10 (% 10) veya gayri safi gelirden 1/20
(% 5) şeklinde belirlenmesi gerekir.
 Sanayi fabrikalarında dönen sermaye ve elde edilen gelirler, mal sahibinin
elindeki para ve ticaret mallarına kıyas edilir. Makine ve fabrikaların kendisi ve
duran sermaye demirbaş sayıldığı için kural olarak zekâta tâbi değildir. Buna göre
fabrikanın duran varlıkları tespit edilip zekâttan muaf tutulduktan sonra dönen
sermaye ve kâr hesaplanır. Bunların toplamından borçlar, malzeme, işçilik, üretim,
pazarlama, yönetim, finansman gibi giderler düşülür. Geri kalan miktar nisaba
ulaşır ve üzerinden bir yıl geçerse bunun 1/40’ı (% 2.5) zekât olarak verilir.
Bu yaklaşımlar üzerine yapılan değerlendirmelerde, ikinci görüş klasik zekât
hükümlerine daha uygun bulunmakta ve uygulamada bu görüşün tercih edilmesi
tavsiye edilmektedir.
Gayrimenkul ve Nakil Vasıtaları
Bugün, yatırım amacı ile büyük binalar yapılmakta ve nakliye filoları
kurulmaktadır. Kiraya verilen büyük binalar, daireler, dükkânlar, düğün salonları ile
kara, hava, deniz taşımacılığında kullanılan nakil araçlarından büyük gelirler elde
edilmektedir. Çağdaş İslam hukukçuları “artıcılık” özelliği mevcut olan bu gelir
kaynaklarının zekâta tabi olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Fakat bu malların
zekâtının hangi statü ve usule göre alınacağı konusunda farklı öneriler
getirmişlerdir. Bu konuda ileri sürülen görüşler fabrika ve sanayi tesislerinin
zekâtıyla ilgili görüşlerle paralellik taşımaktadır. Bunlar içinde klasik zekât
hükümleriyle uyum içinde olan görüşe göre, gelir getiren bina, araç vb. malların
mülk değeri üzerinden zekât vermek gerekmez. Bunların sadece gelirleri zekâta
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Zekât I
tâbidir. Elde edilen gelir nisaba ulaşır ve diğer şartlar da gerçekleşirse yıl sonunda
1/40 (% 2,5) oranında zekât verilir.
Hisse Senedi ve Tahviller
Hisse senedi, bir şirketin sermaye paylarının belirli bir parçasını temsil eden
bir ortaklık ve mülkiyet belgesidir. Kural olarak bir şirketin hisse senedini alan
kimse, o işletmenin kârıyla zararıyla maddi manevi bütün varlığına hissesi oranında
ortak olur. Şirket varlığını devam ettirdiği ve kâr ettiği sürece hisse senedi sahibi de
kâr elde eder. Hisse senedinin sahibine sağladığı bu gelire temettü (kâr payı) adı
verilir.
Günümüzde ekonomik ve mali ilişkiler yoğunlaşmış, sermaye piyasası
giderek önem kazanmış ve hisse senetleri bu piyasanın en önemli aracı hâline
gelmiştir. Bugün hisse senetlerinin büyük bir kısmı bir şirketin belirli bir payını
temsil eden bir ortaklık belgesi olmaktan çıkarak kendisi bir mal hâline gelmiş ve
bağımsız bir mal olarak borsada alınıp satılmaya başlanmıştır. Hatta hisse senedi
deyince akla ilk olarak menkul kıymetler borsasında alınıp satılan, para gibi elden
ele dolaşan ve istendiği anda nakde çevrilebilen kıymetli kâğıtlar gelmektedir.
Buna göre günümüzde hisse senetleri başlıca iki amaçla satın alınmaktadır.
 Hisse senetlerini menkul kıymetler borsasında alıp satarak ticaretini yapmak ve
bu yolla kazanç elde etmek.
 Hisse senedini uzun vadeli bir yatırım amacıyla elde tutup yıllık kârından
(temettü) yararlanmak.
Türü ve amacı ne olursa olsun bütün hisse senetleri sonuç itibariyle ticaret
malıdır. Çünkü bunlar kâr elde etmek için elde bulundurulur. Dolayısıyla diğer
ticaret malları gibi zekât hükümlerine tabi olmalıdır. Bu konuda çağdaş alimler
arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Fakat hisse senetlerinin zekâtının nasıl
ve hangi ölçüye göre verileceği, onların türüne ve hangi amaçla elde tutulduğuna
göre değişmektedir. Şöyle ki:
 Hisse senetleri ticareti yapılmak, yani borsada alınıp satılmak amacıyla alınmış
ise ticaret mallarının tabi olduğu hükümler çerçevesinde piyasa değerleri
üzerinden tamamının 1/40 (% 2.5) oranında zekâtı verilir.
 Hisse senetleri ticaret amacıyla değil de yıllık gelirinden yararlanmak (temettu)
için alınmış ise bunların kendileri değil gelirleri zekâta tabidir. Yani bunların satın
alma ve sermaye değerleri üzerinden değil, yıllık kârları üzerinden zekât verilir. Bu
nitelikteki hisse senetleri ait olduğu şirketin her türlü varlığının belli bir parçasını
temsil etmekte ve bir mülkiyet senedi özelliği taşımaktadır. Şirketin arsa, bina,
makine, çeşitli demirbaşlar gibi zekâta tabi olmayan malları da bulunmaktadır.
Ayrıca bu konuda şirketin mevcut parası, borç ve alacakları da dikkate alınmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Zekât I
zorundadır. Bunun için hisse senedini çıkaran şirketin yıllık bilançolarından şirketin
zekâta tabi olmayan malları ve yıllık kârı öğrenilir. Bunlardan hisse sahibinin payına
düşen miktar tespit edilir. Hisse senedinin satın alma değeri ile yıllık kârının
toplamından zekâttan muaf olan kısım çıkarılır. Geriye kalan miktar diğer mallarıyla
birlikte zekât miktarına ulaşır ve diğer şartlar da gerçekleşirse bunun 1/40’ı (% 2.5)
zekât olarak verilir.
Kural olarak şirket hisselerinin zekâtını vermek hisse sahiplerinin görevidir.
Ancak hisse sahipleri, hisselerinin zekâtını hesaplayıp çıkarma yetkisini şirket
yönetimine bırakmışsa, şirket yönetimi hisse sahiplerini temsilen bu zekâtı
ödeyebilir.
Günümüzde tahvil, dövize endeksli tahvil, hazine bonosu, borç senedi gibi
faizli yatırım araçları da yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bunların alım satımı
esas itibariyle caiz değildir. Çünkü bunlar, ister devlet isterse özel şahıs ve şirketler
tarafından çıkarılsın faizli borç alıp verme niteliğindedir ve sahibine önceden
belirlenen miktarda sabit bir faiz geliri sağlar. Bunlardan elde edilen faiz
gelirlerinden zekât verilmez çünkü kural olarak haram para zekâta tabi değildir. Bu
paranın tamamının fakirlere verilerek elden çıkarılması gerekir. Fakat faizli alacak
senetlerinin ana sermayesi zekâta tabidir. Nisap miktarına ulaşır ve üzerinden bir
yıl geçerse günlük piyasa bedelleri üzerinden kırkta bir oranında zekât verilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Zekât I
Tartışma
Ödev
Özet
•Zekât, belirli nitelikteki kimselerin belirli hak sahiplerine ödemesi
gereken belirli bir maldan ibarettir. İslam’ın beş temel rüknünden
birini oluşturan zekât akıllı, ergen, hür ve zengin her müslüman
üzerine farz-ı ayndır. Farz oluşu kitap, sünnet ve icma ile sabittir.
Zekâtın ibadet niteliği dışında gerek bireyler, gerekse toplum için
birçok faydaları vardır. Zekâtın vücup sebebi zenginliktir. Bir kişinin
zekât yükümlüsü olması için sahip olduğu mal ve servetin nisaba
ulaşmış olması, temel ihtiyaçlardan fazla olması, borç karşılığı
olmaması, tam mülk olması, artıcı özelliğe sahip olması ve
üzerinden bir yıl geçmiş olması gerekir. Zekâtın dinen geçerli bir
şekilde ödenmesi için de zekâta niyet edilmesi ve zekât verilecek
malın doğrudan hak sahibine temlik edilmesi şarttır. Klasik
eserlerde zekât düşen mallar, hayvanlar, altın ve gümüş, ticaret
eşyası, maden ve defineler, toprak ürünleri şeklinde beş ana grupta
ele alınır. Günümüzde bunlara ek olarak paralar, sanayi malları,
gayri menkuller, nakil vasıtaları hisse senedi ve tahviller gibi zekâta
tabi yeni mal türleri ortaya çıkmıştır. Bu mal gruplarıyla ilgili ortak
hükümlerin yanında her bir mal grubuna ait özel hüküm ve görüşler
de söz konusudur.
• Evi olmayıp kirada oturan kişinin ev almak için biriktirdiği
paradan zekât verip vermeyeceği konusunu araştırarak iki yüz
kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan
“ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
• Günümüzde bazı malların zekât nisap ve oranlarında değişiklik
yapmak söz konusu olabilir mi? Konuyu gerekçeleri ile
forumda tartışabilirsiniz.
• Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan
“tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Zekât I
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdaki fıkıh bilginlerinden hangisi çocuklara zekât gerekmediği
görüşündedir?
a) Ebu Yusuf
b) Ebu Hanife
c) İmam Şafiî
d) İmam Malik
e) Ahmed b. Hanbel
2. Zekât mallarının nisap miktarları ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi
yanlıştır?
a) Parada 20 miskal
b) Devede 5
c) Koyunda 40
d) Sığırda 30
e) Altında 200 dirhem
3. Aşağıdaki malların hangisinden zekât gerekir?
a) Binek hayvanları
b) Ev eşyaları
c) Yazlık ev
d) Meslek aletleri
e) Çek senet alacağı
4. Koyunların zekâtıyla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) 400’den 500’e kadar 4 koyun zekât gerekir.
b) Koyunlar 1’den 39’a kadar zekâttan muaftır.
c) Zekâtla koyunların “sâime” özelliğinde olması gerekir.
d) 40’tan 80’a kadar 2 koyun gerekir.
e) Bir yaşını doldurmamış kuzulardan zekât gerekmez.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Zekât I
5. Hangi malların zekâtı için üzerinden bir yıl geçmiş olma şartı aranmaz?
a) Toprak ürünleri
b) Paralar
c) Ticaret malları
d) Hayvanlar
e) Hisse senetleri
Cevap Anahtarı:
1. b 2.e 3.e 4.d 5.a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Zekât I
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Komisyon (1992). “Zekât”, el-Mevsû‘atü’l-fıkhiyye, XXIII, 383, Küveyt, Vezâretü'lEvkâf ve'ş-Şuûn.
Ahmed, İ. Y. (tsz.) ez-Zekât: İbâdetün mâliyye ve edâtün iktisâdiyye, Kahire, Dâru’lMa‘rife.
Ammarî, A. M. (1982) ez-Zekât: Felsefetuhâ ve ahkâmuhâ, Mekke, Rabıtatü'lÂlemi'l-İslâmî.
Bilmen, Ö. N. (1992). Büyük İslam İlmihali. İstanbul: Timaş Yayınları.
Çağırıcı, M. (2000). “İnfâk”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), XXII, 289-290,
.İstanbul.
Erkal, M. (2004). Zekât : Bilgi ve Uygulama, İstanbul: Erkam Yayınları.
Eşkar, M. S. v.dğr. (1998).Ebhâsun fıkhiyye fî kazâya’z-zekâti’l-mu‘âsıra, Amman,
Darü’n-Nefais.
Günay, M.(2008). Zekât Kitabı.İstanbul. Ensar Neşriyat.
Komisyon (1999).Günümüz Meselelerine Fetvalar. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Komisyon(2004). İlmihal I: İman ve İbadetler, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
İbn Âbidîn, M. E. (1987). Reddü’l-muhtâr ‘ale’d-Dürri’l-muhtâr, Beyrut.
İbnü’l-Hümâm, K. M. b. A. (tsz.), Fethu’l-kadîr, Beyrut, Dâru İhyâi’t-türâsi’l-arabî
Kardavî, Yusuf (1973) Fıkhü'z-zekât, Beyrut.
Kardavî, Y.(1994). Likey tencah müessesetü'z-zekât fi't-tatbîki'l-mu‘âsır , Beyrut,
Müessesetü'r-Risâle.
Kâsânî, E. B. b. M. (1986). Bedâi‘u’s-sanâi‘, Beyrut.
Mehmed Zihni Efendi (2001). Oruç ve Zekât İlmihali, Haz. İbrahim HatiboğluNecdet Yıldız. İstanbul.
Özek, A.v.dğr. (1984). İbadet ve Müessese Olarak Zekât. İstanbul: İslami İlimler
Araştırma Vakfı Yayınları.
Özek, A. v.dğr. (tsz.) Türkiye'de Zekât Potansiyeli, Haz. Sabri Orman-İsmail
Kurt.İstanbul:İslami İlimler Araştırma Vakfı Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Zekât I
Yavuz, Y. V. (1992). Bir Sosyal Güvenlik Kuruluşu Olarak Zekât. İstanbul: Tuğra
Neşriyat.
Yavuz, Y. V. (193). İslamda Zekât Müessesesi. İstanbul. 5. Baskı:Çağrı Yayınları.
Zebîdî, Zeynüddîn Ahmed b. Ahmed (1987).Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh
Tercümesi ve Şerhi, Tercüme ve şerh: Ahmed Naim-Kamil Miras. Ankara.
Zeydan, A. (2000) .el-Mufassal fî ahkâmi’l-mer’e ve beyti’l-müslim fi’s-şerî‘ati’lislâmiyye, Beyrut.
Zuhaylî, Vehbe (1985). el-Fıkhü’l-islâmî ve edilletühû, Dımaşk.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
ZEKÂT II
• Zekâtın Farz Olma ve Ödenme
Zamanı
• Zekâtın Düşmesi
• Zekâtın Ödeme Şekli
• Zekât Verilecek Yerler
• Zekât Verilmeyecek Yerler
• Zekât Vermede Yanılma
• Zekât – Vergi İlişkisi
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Farklı mallara göre zekâtın farz olma ve ödeme
zamanını açıklayabilecek
• Zekâtın ödeme yeri ve biçimini anlatabilecek
• Zekât verilecek ve verilmeyecek yerleri ayırt
edebilecek
• Zekâtın vergi ile ilişkisini
değerlendirebileceksiniz.
İSLAM İBADET
ESASLARI
ÜNİTE
10
Zekât II
GİRİŞ
Bir önceki ünitede zekâtla ilgili konuları iki ayrı ünitede ele alacağımızı
belirtmiştik. Birinci ünitede zekâtın tanımı, dindeki yeri ve önemi, çeşitli açılardan
yararları, zekâtın yükümlülük ve geçerlilik şartları, zekâta tabi mallar gibi çok
önemli konuları işledik. Bu ünitede ise zekâtla ilgili temel konu ve meseleleri ele
almayı sürdüreceğiz. Zekâtın farz olma ve ödeme zamanı, düşmesi, ödeme şekli,
zekât verilecek ve verilmeyecek yerler, zekâtın hak sahiplerine nasıl dağıtılacağı,
zekât vermede yanılma ve zekât-vergi ilişkisi bu ünitenin ana konularını
oluşturacaktır.
ZEKÂTIN FARZ OLMA VE ÖDENME ZAMANI
Zekâtın farz olma ve ödeme zamanı zekâta konu olan mallara göre bazı
farklılıklar arz etmektedir. Buna göre altın, gümüş ve para ile ticaret malları ve
hayvanların zekâtı, nisaba ulaşma anından itibaren bir kamerî yılın (ay yılının)
tamamlanması ile farz olur.
Toprak ürünlerinin zekâtı da ürün ortaya çıkıp yok olma endişesi ortadan
kalktığı vakit farz olur. Hanefi mezhebinde tercih edilen görüşe göre ekinler
bitmeden ve meyveler belirgin hâle gelmeden toprak ürünlerinin zekâtını vermek
caiz değildir. Çünkü bu durumda farziyet sebebinin mevcut olmadığı kabul edilir.
Fakat ekinler bittikten, meyveler belirginleştikten sonra henüz olgunlaşmadan
zekâtları yaklaşık olarak hesaplanarak verilebilir. Madenlerin ve balın zekâtı da
bunlar elde edildiğinde farz hâle gelir ve ödenir.
Bunlar dışındaki malların, yani altın, gümüş, para, ticaret malları ve
hayvanların zekâtı ise nisap bulunduğu takdirde vaktinden önce (sene dolmadan)
ödenebilir. Hatta nisap miktarı malın birkaç yıllık zekâtı birden verilebilir.
Yılsonlarında bu miktar mevcut bulundukça zekâtları verilmiş sayılır. Bu miktardan
azalmış olursa verilmiş zekât sadaka yerine geçer.
Şartları gerçekleşen malda zekâtın kural olarak derhâl ödenmesi gerekir.
Zekât borcunun haklı ve geçerli bir sebep bulunmaksızın geciktirilmesi doğru
değildir. Çünkü bu borç doğrudan ihtiyaç sahiplerinin haklarını ilgilendirmektedir.
Fakat İslam’daki “kolaylaştırma ilkesi” gereği zekât borcunun makul bir süre
geciktirilmesi caiz görülmüştür. Mesela zekât vermek için daha muhtaç fakirleri
aramak, uzakta olan fakir akrabaya zekât göndermek veya mükellefin o anda zekât
malına ihtiyacının olması gibi sebeplerle zekât borcu bir süre geciktirilebilir. Bu
sürenin ne kadar olacağı duruma göre değişir. Bu konuda esas olan zekâtın yıl
içinde ödenmesi, zorunlu hâller dışında ertesi yıla bırakılmamasıdır. Zorunlu
hâllerde ise zekât borcunun bir sonraki yıla ertelenebileceği belirtilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Zekât II
Zekâtı ödemenin belirli
bir zamanı yoktur.
Zekâtı ödemenin belirli bir zamanı yoktur. Bunun için belirli bir ayı veya
ramazanı beklemeye gerek yoktur. Zekât ödeme zamanı mükelleften mükellefe de
değişir. Farz oluş şartları gerçekleştiğinde zekâtın verilmesi gerekir. Bununla birlikte
şart olmadığı hâlde Müslümanlar zekât borçlarını rahmet ayı olan ramazan ayında
ödemeyi âdet hâline getirmişlerdir. Bunda da dinen bir sakınca yoktur.
ZEKÂTIN DÜŞMESİ
Bir malın zekâtı gerekli olduktan sonra zekât henüz ödenmeden o mal
sahibinin kusuru olmaksızın elden çıkar veya yok olursa, mesela çalınır, kaybolur
veya gasp edilirse zekât borcu düşer. Mükellefin ödeme imkânını sahip olup
olmaması fark etmez. Ama bu mal bağış veya satış gibi yollarla tüketilir veya elden
çıkarılırsa zekât borcu düşmez, bunun ödenmesi gerekir.
Buna karşılık zekât malının aslı değil de zekât olarak ayrılan mal zayi olursa
zekât borcu düşmez, bunun mislini veya bedelini vermesi gerekir; çünkü elindeki
maldan zekâtı çıkarıp vermesi mümkündür.
Ödenmeyen zekât
borcu ne kadar zaman
geçerse geçsin düşmez.
Ödenmeyen zekât borcunun üzerinden seneler geçse bile bu borç düşmez.
Çünkü zekât fakir ve yoksulların hakkı olup zamanın geçmesi sabit hakları
düşürmez.
Zekât borcu doğduktan sonra mükellef vasiyet etmeden ölürse zekât düşer,
mal mirasçılarına geçer. Mirasçılardan ehliyet sahibi olanlar isterlerse bunu kendi
hisselerinden bağış olarak verebilirler. Ancak ölen vasiyet etmişse mirasının üçte
bir miktarından zekât borcu ödenir.
ZEKÂTIN ÖDEME ŞEKLİ
Zekât mali olduğu kadar
sosyal yönü de ağırlıklı
bir ibadettir.
Zekât mali bir ibadettir. Bunun yerine getirilmesinden doğrudan mükellef
birey sorumludur. Fakat zekât mali olduğu kadar sosyal yönü de ağırlıklı bir
ibadettir. Bu yüzden onun gerek toplanması gerek hak sahibine ulaştırılması
düzenli bir organizasyona ihtiyaç duyar. Zekâta zenginlerden alınıp fakirlere
verilmesi gereken bir “hak” olarak bakılması ve gerekirse zorla alınacağının kabul
edilmesi, zekât organizasyonunda devletin etkin bir şekilde yer almasını zorunlu
kılmaktadır. Ayrıca ihtiyaç sahibinin zekât hakkını doğrudan mükelleflerden değil
de devletten almasının, onun onurunu ve izzeti nefsini daha fazla koruyacağında
şüphe yoktur. Bu ve benzeri gerekçelerden ötürüdür ki, İslam toplumlarında
zekâtın toplanıp hak sahiplerine dağıtılması öteden beri devletin bir görevi olarak
görülmüş ve bu iş genellikle devlet memurları tarafından yürütülmüştür. Hz.
Peyamber’in (s.a.) Muaz b. Cebel’i Yemen’e zekât toplamak üzere gönderdiğinde
ona söylediği şu söz de açık bir şekilde zekâtın toplanıp dağıtılmasında devletin
rolüne işaret etmektedir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Zekât II
“Onlara söyle, Allah mallarında zekâtı farz kıldı. Bu zekât zenginlerden alınır,
fakirlere verilir” (Buharî, “Zekât”, 1).
Fakat bu konuda zamanla, şartlar öyle gerektirdiği için zekâta tabi mallar,
“açık mallar (hayvanlar, toprak ürünleri, madenler)” ve “gizli mallar (altın, gümüş,
paralar, ticaret malları)” şeklinde bir ayırıma tabi tutulmuş ve iki grup mal için farklı
hükümler öngörülmüştür. Hanefî mezhebinde, açık malların zekâtının devlet
tarafından toplanıp dağıtılacağı, gizli malların zekâtının ise bizzat mükellef bireyler
tarafından ödeneceği şeklinde bir yaklaşım ve uygulama benimsenmiştir. Şafiîlere
göre de gizli mallar bizzat mükellef tarafından ödenir. Açık mallar konusunda ise
mezhep içinde iki görüş bulunmakta, biri bunların devlet eliyle toplanacağını, diğer
ise gizli mallarda olduğu gibi mükellef birey tarafından yerine getirileceğini
öngörmektedir.
Zekât olarak ödenecek
malın “iyi” vasıfta
olması gerekir.
Çağdaş İslam alimleri de malların zekâtının hükümetler tarafından
oluşturulacak özel bir zekât kurumu vasıtasıyla toplanıp hak sahiplerine
ulaştırılmasını önerirler. Ancak laik devletlerde bunun bir devlet organizasyonu
olarak yapılması düşünülemeyeceğinden belki bu, devletin gözetim ve denetimi
altında sivil organizasyonlar tarafından yapılabilir.
Bununla birlikte zekâtın devlet tarafından toplanıp denetlenmediği yerlerde
mükellefin açık ve gizli bütün mallarının zekâtını bizzat kendisinin vermesi gerekir.
Sonuçta bu inanan bireyler üzerine bir farz-ı ayndır.
Zekât ister devlet eliyle, ister mükellef tarafından ödensin ödeme şekliyle
ilgili şu hususlara dikkat edilmesi gerekir:
 Zekât olarak ödenecek malın “iyi” vasıfta olması gerekir. Kişi kendisine
verilmesini istemediği malları başkalarına zekât olarak vermemelidir. Yüce Allah
“kazandıklarımızın iyilerinden infak etmemizi” emretmekte (Bakara, 2/267) ve
“Sevdiğiniz şeylerden (hayır yolunda) harcamadıkça ‘iyi’ye eremezsiniz”
buyurmaktadır (Âl-i İmrân, 3/92). Fakat zekâtın, malın en iyisinden olması şart
değildir. En iyi ile en kötü arasında orta bir kalitede olması yeterlidir. Çünkü
insanların en iyi mallarının alınması veya bunu ödemekle yükümlü tutulmaları
insan tabiatına uygun değildir. Bu yüzden Peygamberimiz, Muâz b. Cebel’e “Hâlkın
en iyi mallarını zekât olarak almaktan sakın” talimatını vermiştir (Buharî, “Zekât”,
1).
Zekât borcu değer
olarak da ödenebilir.
 Hanefi mezhebine göre zekât borçları, zekâta tabi malların kendilerinden
verilebileceği gibi, (para olarak) değerleri de verilebilir. Günümüzde zekâtın para
olarak verilmesi fakir için daha yararlıdır.
 Zekât bir defada ödenebileceği gibi taksitli olarak da ödenebilir. Fakat bunun
gelecek seneye kalmadan ödenmesi gerekir. Bir zorunluluk yokken daha fazla
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Zekât II
geciktirme tahrîmen mekruh kabul edilmiştir. Bununla birlikte ne zaman ödenirse
ödensin bu kaza değil, eda yerine geçer.
 Zekât hak sahibine bizzat elden verilebileceği gibi, vekâlet veya PTT veya banka
havalesi yoluyla da verilebilir. Mükellefin gönderirken bunun zekât olduğuna niyet
etmesi yeterlidir. Burada önemli olan zekâtın ilgili şahsa ulaşmasıdır. Bu yüzden
yerine ulaşıp ulaşılmadığının kontrol edilmesi gerekir.
 Kural olarak zekâtın malın bulunduğu veya toplandığı yerde dağıtılması gerekir.
Dağıtıma hak sahibi en yakın akrabadan başlamak ve yakından uzağa doğru bir sıra
takip etmek tavsiye edilir. Zekât malanın bulunduğu yerden başka bir yere
nakledilmesi hoş karşılanmaz. Fakat uzakta olan fakir akrabayı gözetmek, daha
muhtaç kişilere vermek, alim bir kişiye veya öğrenciye ulaştırmak gibi amaçlarla
zekâtın başka bölgelere nakledilmesi caiz görülmüştür. Günümüzde servet ve
zenginlik dünyanın belirli bölgelerinde yoğunlaşmıştır. Buna karşılık dünyanın
birçok yeri aç ve yardıma muhtaç insanlarla doludur. Bu yüzden zekâtın
dağıtımında ülke ve dünya genelini göz önünde bulundurmak ve mümkün olduğu
ölçüde zekâtı, onu en fazla hak edenlere ulaştırmak zekâtın anlam ve amacına daha
uygundur.
ZEKÂT VERİLECEK YERLER
Kur’an-ı Kerim’de zekâtın verileceği kişiler ayrı ayrı sayılmıştır. Tevbe Suresi
60. ayette Yüce Allah şöyle buyurur:
“Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, zekât
işinde çalışanlara, kalpleri İslam’a ısındırılacaklar, kölelere, borçlulara, Allah
yolunda olanlara ve yolda kalmışlara aittir. Allah bilendir, hâkimdir.” (Tevbe 9/60).
Görüldüğü gibi bu ayette zekâtın sekiz ayrı sınıfa verileceği belirtilmektedir.
Ancak Kur’an’da bu sekiz sınıfın kimleri kapsadığı ve hangi şartlar altında zekât
alabileceklerine dair ayrıntılı bilgi yoktur. Ayrıca ayette bu sınıflar sayılırken
bunların zamana ve şartlara göre yorumlanmasına imkân tanıyan oldukça genel
ifadelerin kullanıldığı da dikkat çekicidir. İslam bilginleri, Hz. Peygamber’in ve
sahabenin uygulama ve açıklamaları ışığında bu sınıflarla ilgili ayrıntılı hükümler
ortaya koymuşlardır. Bu hükümlerden bir kısmını ağırlıklı olarak Hanefîler’in
görüşlerini esas alarak kısaca şu şekilde açıklayabiliriz:
Fakirler ve miskinler
Ayet-i kerimedeki sıraya göre zekât verilecek sınıfların ilk ikisi Müslüman
fakirler ve miskinlerdir. Hanefiler’e göre fakir temel ihtiyaçlarını karşılamakla
birlikte nisap miktarı veya daha az malı bulunan kimsedir. Miskin ise hiçbir geliri ve
malı olmayan kimseye denir. Şafiî ve Hanbelîler’e göre ise fakir ve miskine verilen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Zekât II
anlamlar tam tersi olup, fakir miskine göre daha fazla ihtiyaç içinde olan kimsedir.
Fakir ve miskin terimlerinin farklı manalarda olduğu kabul edilse de bu konudaki
görüş ayrılığının pratik bir sonucu pek yoktur. Çünkü bu iki terim yoksulluk sınırları
içinde yaşayan, kıt kanaat geçinen ve mal varlığı asgari zenginlik ölçüsü
niteliğindeki zekât miktarına varmayan kimselerin tümünü kapsamaktadır. İster bir
miktar malı olsun ister hiçbir şeyi olmasın bu nitelikteki herkese zekât verilebilir,
hatta zekâtın öncelikle bunlara verilmesi gerekir.
Miskin hiçbir geliri ve
malı olmayan kimseye
denir.
Fakir ve miskine, sağlıklı ve kazanç sahibi de olsalar zekât verilebilir. Çünkü
şeran zengin sayılmanın sınırı ve ölçüsü nisaptır. Nisabın altında mala sahip olanlar
yoksul, üstünde mal varlığı olanlar zengin sayılır. İslam’da zekât verilecek yerler
kişilerin sınıf ve meslek gruplarına göre belirlenmemiştir. Belli bir geliri olsa bile
mal varlığı asgari zenginlik ölçüsüne ulaşmayan herkes zekât alabilir. Bu itibarla
aldığı ücret kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin asgari temel
ihtiyaçlarına yetmeyen ve başka bir mal varlığı da olmayan memur ve ücretlilere de
zekât verilebilir.
Hanefîlere göre fakir ve miskinlere bir defada en fazla nisap miktarı kadar
zekât verilebilir. Zekât verilecek yoksul kişi, borçlu veya aile reisi değilse bu
miktarda zekât verilmesi de caiz olmakla birlikte mekruhtur. Nisap miktarından
fazla verilmesi ise caiz değildir. Çünkü temel ihtiyaçlarından başka artıcı olsun veya
olmasın nisap miktarı mala sahip olan kimse şeran zengin sayılır, zengine ise zekât
verilmez. Şafiîlere göre ise fakirin fakirliğini ortadan kaldıracak, ona bir ömür boyu
sürekli yetecek ve bir daha zekât almaya ihtiyaç duymayacak ölçüde zekât
verilmesi caizdir.
Kişinin, temel ihtiyaçlarından fazla nisap miktarı malı olmakla birlikte bunlar
“artıcı” özellikte değilse, bu kişiye zekât verilmez. Ama onun zekât vermesi de
gerekmez; bu kişi sadece fitre vermek ve kurban kesmekle yükümlüdür.
Zekât işinde çalışanlar
Zekâtın verileceği gruplardan üçüncüsü “zekât işinde çalışanlar”, yani zekât
gelirlerini toplamak ve dağıtmakla görevlendirilen memurlardır. Ayette geçen
“âmilîn” kelimesi “âmil”in çoğuludur. Hadîs-i şerîflerde “âmil” genel olarak zekât
dâhil her türlü devlet gelirlerini toplayıp dağıtan kişi anlamında kullanılır. Hz.
Peygamber’in birçok kişiyi zekât âmili olarak tayin ettiği bilinmektedir. Bu durum,
aynı zamanda İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren zekât işinin devletin yönetim ve
kontrolü altında yapıldığını gösterir.
Zekât gelirlerini mükelleflerden alıp bir yere toplayan, koruyan, hak
sahiplerine dağıtan, hesap işlerini yürüten, tartan, ölçen, sayan ve zekât idaresinin
her kademesinde çalışan memurların tamamı âmiller sınıfına girmektedir. Buna
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Zekât II
karşılık her ne kadar “âmil” ismiyle anılsa da devletin zekâtla meşgul olmayan diğer
memurları bu sınıfa dâhil değildir. Onların maaşları başka gelirlerden verilir.
Zekât işinde çalışanlar yaptıkları işin karşılığını zekât malından alırlar. Onlara
zekâttan kendilerine ve yardımcılarına yetecek miktarda bir pay verilir. Zekât
memurlarının mal sahiplerinden kendileri için ayrıca hediye kabul etmeleri ise caiz
değildir.
Zekât memurları zengin de olsalar zekâttan yine paylarını alırlar. Çünkü onlar
bu bedeli, fakir oldukları için değil, zekât işinde çalıştıkları için almaktadırlar. Bu
hükümden, bugün zekât ve fitrelerin toplanıp ihtiyaç sahiplerine dağıtılması işini de
yürüten sivil yardım organizasyonlarında çalışan kimselerin toplanan zekât ve diğer
bağışlardan maaş almalarının caiz olacağı anlaşılmaktadır.
İslam’a ısındırılmak istenenler
Zekât verilecek dördüncü grup Kur’an’ın ifadesiyle “müellefe-i kulûb”tur. Bu
deyim kalpleri kazanılmak, İslam’a ısındırılmak veya kötülüklerinden emin olunmak
istenen ya da herhangi bir şekilde İslam toplumuna faydalı olacakları umulan
kişileri anlatır. Bu sınıfın içine Müslüman olanlar da olmayanlar da girer. Hz.
Peygamber ve sahabenin uygulamaları ışığında bu sınıfı dört ana grupta
toplayabiliriz:
Zekât memurları zengin
de olsalar zekâttan
paylarını alırlar.

Yeni Müslüman olup imanı henüz kalbine tam yerleşmemiş olan
kimseler.

Kalpleri kazanılarak kendisinin, ailesinin ve etkisi altındaki diğer
kişilerin İslam’a girmesi ümit edilen gayrimüslimler.

Müslüman olmasa bile kalpleri kazanıldığı takdirde Müslümanlara
yardım ve destek olmaları ümit edilen gayrimüslimler

Müslüman olsun gayrimüslim olsun İslam toplumuna kötülük yapıp
zarar vermesinden endişe edilen kimseler.
Bu nitelikteki kişilere zekâttan pay verilmek suretiyle İslam’a ısındırılmaları
sağlanır.
Hz. Peygamber, kalpleri kazanılmak ve İslam’a ısındırılmak istenen bazı
kişilere zekât ve diğer gelirlerden paylar vermişti. Hz. Peygamber’in vefatından
sonra bu fondan yardım alanlar Hz. Ebu Bekir’e gelip bu paylarını istediler. Fakat
Hz. Ömer’in de devreye girmesiyle onlara artık bu fondan bir pay verilmeyeceği
bildirildi. Ondan sonra da müellefe-i kulûb fonundan hiç kimseye pay ayrılmadı. Bu
konuda sahabenin icma ettiğinden söz edilir. Bu yüzden Hz. Peygamber’in
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Zekât II
vefatından sonra müellefe-i kulubun zekât payının düştüğü yönünde genel bir
kabul vardır. Hanefî mezhebinde ağırlıklı olan görüş de bu doğrultudadır.
Bununla birlikte çağımızda zekâtın müellefe-i kulûb fonuna işlerlik
kazandırma yönünde bazı yeni görüş ve yorumlara rastlanmaktadır. Bunların ana
fikri özetle şöyledir: Kur’an hükmünün Hz. Peygamber’in vefatından sonra icma ile
neshi ve ebediyen yürürlükten kalkması söz konusu değildir. Hz. Ebu Bekir ve Hz.
Ömer esasen bu hükmü iptal etmemişler, sadece ihtiyaç kalmadığı için bu fondan
zekât vermeyi kesmişlerdir. Bu durum, illet (gerekçe) olmadığı için hükmün ortadan
kalkması niteliğindedir. Buna göre Müslümanlar böyle bir fon ayırmaya yeniden
ihtiyaç duyarlarsa, bunu yeniden ihya etmenin önünde herhangi bir engel yoktur.
Mesela bugün müellefe-i kulûb kavramının hikmet ve esprisinden yararlanarak
uluslararası arenada lobi faaliyetleri yapılabilir; bazı devletlerin ve uluslararası etkin
kuruluşların Müslümanların safında yer almaları sağlanabilir. İslam’ı duyurmak ve
yaymak amacıyla yapılacak her türlü tanıtım ve tebliğ faaliyetleri bu fondan
desteklenebilir. Yeni Müslüman olanlara, karşılaşabilecekleri maddi ve manevi
sorun ve sıkıntıları hafifletmek amacıyla bu fondan yardım eli uzatılabilir.
Köleler
Ayette sayılan zekâtın sarf edileceği yerlerden beşincisi kölelerdir (rikâb).
İslam’ın doğuş yıllarında kölelik bütün dünyada yaygın hâlde idi. İslam hür
insanların bu ve benzeri yollarla köle yapılmasını yasaklamıştır. Düşman esirlerinin
köleleştirilmesi yolunu da son derece daraltmıştır. Ayrıca köleleri hürriyetlerine
kavuşturmak için birçok düzenleme ve önlem getirmiştir. Kölelere zekâttan bir pay
ayrılması da bu amaca yönelik düzenlemelerden biridir. Bunun gerçekleştirilmesi
iki şekilde olur:

Mükâteb (efendisiyle hürriyet anlaşması yapan) köleye yardım
yapılarak onun daha kısa zamanda ve daha kolay bir şekilde
hürriyetini kazanması sağlanır.

Kişiler kendi zekâtlarıyla veya devlet başkanı zekât gelirleriyle köleler
satın alıp onları hürriyetlerine kavuşturabilirler.
Günümüzde kölelik sistem ve uygulaması yeryüzünden kalkmıştır. Dolayısıyla
geleneksel anlam ve hükümleriyle kölelere zekâttan bir pay ayrılması söz konusu
değildir. Fakat kölelik kavramı geniş bir şekilde yorumlanarak ayetin bu hükmünün
bugün bile uygulanabileceğini ileri süren görüşler vardır. Bu yorumlara göre bu fon
günümüzde savaş esirlerine veya ağır borç yükü altında ezilen kimselere tahsis
edilebilir. Köle hâline getirilmiş milletlerin hür olmaları, bağımsızlıklarını
kazanmaları için harcanabilir. Dünya ölçeğinde genel olarak insan haklarının
iyileştirilmesi yönünde kullanılabilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Zekât II
Borçlular
Borçlular ilgili ayette “gârimîn” kelimesiyle ifade edilir. Hanefîler’e göre
“gârimîn”, borcu olan ve bunu karşılayacak nisap miktarı mala sahip olmayan
kimselerdir. Başkasından alacağı olmakla birlikte tahsiline güç yetiremeyen
kimseler de bu gruba dâhildir. Bu şekilde borcu yüzünden darlığa düşen kimseye
zekât vermek, borçlu olmayan fakire vermekten daha faziletli kabul edilir.
Borçluya borcunu ödeyecek miktarda zekât verilir. Borcunu ödedikten sonra
nisap miktarı malı kalacak kadar mal varlığı olan kişilere zekât verilmez. Çünkü bu
durumda kişi şeran zengin sayılır. Elinde borcunun bir kısmını ödeyecek kadar nisap
fazlası malı olan kimseye borcunun diğer kısmını ödeyecek kadar zekât verilebilir.
İçki, kumar, zina, eğlence gibi dince yasaklanan bir haramı işlemek veya
harcamalarında israfa kaçmak suretiyle borçlu duruma düşenlere zekât verilmez.
Zekât ve kefaret gibi Allah hakkından doğan borçlar ile ölen kişilerin borçları
zekât fonundan ödenmez.
Allah yolunda çalışanlar
Ayette, zekât verilecek yedinci sınıf için “fî sebîlillâh” deyimi zikredilir. Bu
deyim sözlükte “Allah yolunda olanlar” anlamına gelir.
“Allah yolunda olanlar” ifadesi esasen geniş bir anlama sahiptir ve Allah
Teâlâ’nın rızasına uygun ve O’na yaklaşmak amacıyla yapılan her türlü hayırlı işte
çalışan kişileri kapsar. Nitekim önde gelen Hanefî alimlerinden Kâsâni bunu açıkça
dile getirir.
“Allah yolunda olanlar” deyimiyle öncelikle din ve vatan uğrunda fiilen
savaşan veya savaşmak isteyen “gaziler”in kastedildiği konusunda bütün
mezhepler görüş birliği içindedir. Buna göre gönüllü olarak Allah yolunda savaşmak
istediği hâlde fakirlik sebebiyle ordudan geri kalan, savaş için gerekli nafaka, silah
ve techizattan mahrum olan gazilere eksiklerini tedarik etmeleri için zekâttan pay
verilir. Nitekim Hanefîlerden Ebu Yusuf zekât fonundan yararlanacak bu kişileri
yalnızca bu nitelikteki gazilerle sınırlandırır.
İmam Muhammed’e göre ise bu sınıf hac için yola çıkıp nafakasının
tükenmesi veya bineğinin elinden çıkması sebebiyle yolda kalan hacı adaylarından
oluşur. Bazı Hanefî kaynaklarında bu sınıfa gaziler ve hacılardan başka “ilim tahsil
edenler”in de dâhil edildiği görülür.
Fakat Hanefi mezhebine göre Allah yolunda kabul edilen gaziler, hacılar veya
ilim taliplerinin bulundukları yer itibariyle fakir ve ihtiyaç içinde olmaları şarttır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Zekât II
Kendi memleketlerinde mal varlıklarının bulunması zekâta engel değildir. Onların
diğer fakirlerden farkı, zekât verilirken öncelik hakkına sahip olmalarıdır.
Öte yandan Hanefi mezhebine göre zekâtta “temlîk” şart olduğu için cami,
okul, hastane gibi hayır kuruluşlarına bu fondan harcama yapılamaz.
Çağımızın önde gelen alimlerinden bir kısmı Kasanî gibi “Allah yolunda”
tabirini geniş anlamıyla yorumlama ve Müslümanların yararına olacak her türlü
faaliyet ve hizmetleri bu kapsamda görme eğilimindedirler. Ayetin genel bir ifade
içeriyor olması da bu yorumlara imkân tanımaktadır. Zaten İslam’ın evrensel
söyleminin bir sonucu da zaman ve şartlara uygun ve dinin genel ilkeleriyle
çelişmeyecek farklı yorumların yapılmasına müsaade etmesidir.
Yolcular
Zekâtın verileceği yerlerden sonuncusu yolculardır. Ayette bu “ibnüssebîl
(yol oğlu)” şeklinde geçer. Arapçada bu deyim yolcu, yola çıkmış ve bir süredir
yolda olan kimse için kullanılır. Fıkıh dilinde yolcu zekâtla ilgili olarak,
memleketinde malı olsa da bulunduğu yerde malı, parası olmayan, yani
parasızlıktan yolda kalmış kimse demektir.
Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde sadece zekâttan değil, diğer
kaynaklardan da yolculara ve yolda kalmışlara yardım edilmesi emredilmektedir
(Enfâl 8/41; İsrâ 17/26; Rûm 30/38). Gurbette, herhangi bir sebeple muhtaç
duruma düşen kişi memleketinde malı olsa da o maldan yararlanamadığı sürece
fakir gibidir ve ona yolculuğuna devam etmesine veya malının bulunduğu yere
dönmesine yetecek kadar zekâttan pay verilir. Bu durumdaki kişinin mümkünse
başkalarından borç alması daha uygundur, fakat bu gerekli değildir. Memleketine
dönüp malına kavuştuğu zaman verilen zekâttan artan miktar varsa, Hanefîlere
göre bunu geri vermeye de zorlanmaz.
Ülkelerinde mal ve mülkleri olduğu hâlde çeşitli baskılarla yerlerini yurtlarını
terk etmek zorunda kalan mültecilere de bu fondan zekât verilebilir. Kalacak yeri,
oturacak evi olmadığı için dışarılarda ve yollarda yatanları da bu sınıfa dâhil eden
çağdaş görüşler de vardır.
Zekâtın Hak Sahiplerine Nasıl Dağıtılacağı
Zekât kurumlara değil
kişilere verilir.
Hanefiler’e, Malikîler’e ve Ahmed b. Hanbel’den nakledilen bir görüşe göre
zekât, bu sekiz sınıftan her birine verilebileceği gibi, sadece bir veya birkaç sınıfa da
ödenebilir. Zekâtın her bir sınıfa veya her bir kişiye eşit olarak verilmesi de
gerekmez. Bu, hak sahiplerinin sayısına ve durumuna göre ayarlanabilir. Fakat
yeterli miktarda zekât malı varsa bundan mümkün olduğunca bütün sınıflara pay
ayırmak yerindedir. Zekât malı çok az ise zekâtı bir sınıfa veya bir kişiye vermek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Zekât II
daha uygundur. Şafiîlere göre ise zekât, eğer sahibi veya vekili tarafından
dağıtılıyorsa, zekât eşinde çalışanlar dışında yedi sınıftan bulunabilenlere eşit
olarak dağıtılmalı ve her sınıftan en az üç kişiye verilmelidir.
Klasik fıkıh anlayışına göre zekât, bu sınıfların dışındaki kişi veya kurumlara
verilmez. Diğer ihtiyaç sahiplerine ve hizmet alanlarına başka kalemlerden
harcama yapmak gerekir. Bununla birlikte özellikle ayette belirtilen “müellefe-i
kulûb” ve “fî sebîlillâh” kavramlarını geniş şekilde yorumlayanlar, dinin ve ülkenin
yararına olacak benzer başka alanların da zekâtın sarf yerleri kapsamına
alınabileceğini savunurlar.
ZEKÂT VERİLMEYECEK YERLER
Zekât, sadece hak sahiplerine verilir. Aksi hâlde hem zekât ibadeti yerine
gelmemiş hem de zekâttan beklenen gaye gerçekleşmemiş olur. Bu yüzden fıkıh
kitaplarında zekâtın verileceği yerlerin yanı sıra verilmeyeceği yerler de açıklanır.
Böylece mükellefin şüphe ve tereddüde düşmeden bu ibadeti yerine getirmesi
sağlanır.
Zekât verilmesi caiz olmayan kimseler şunlardır:
Zenginler
Temel ihtiyaçlarından fazla “artıcı” olsun olmasın nisap miktarı mala sahip
olan kimseler dinen zengin sayıldığı için onlara zekât verilmez. Çünkü zekât
zenginden alınıp fakirlere verilir. Bir kimse hem zekât alan hem de veren
konumunda olamaz. Sadece yolda kalmış olanlar, “müellefe-i kulûb” ve “zekât
işinde çalışanlar” zengin de olsalar zekât alabilirler.
Zengin olan bir erkeğin küçük çocuğu da babasına nispetle zengin sayılır ve
ona da zekât verilmez. Fakat onun fakir olan babası, yetişkin erkek ve kız çocukları
ve Hanefîler’deki baskın görüşe göre fakir olan karısı onun serveti sebebiyle zengin
kabul edilmezler ve zekât alabilirler. Çünkü onlar müstakil velayete sahiptirler.
Kişi bakmakla yükümlü
olduğu kişilere zekât
veremez.
Yine zengin bir kadının fakir ve yetim çocuklarına, şayet bunların babası
Müslüman ise zekât verilebilir. Çünkü bu çocukların nesebi babaya aittir,
dolayısıyla annenin servetiyle zengin sayılmazlar.
Günümüzde velayet konusunda önemli değişiklikler olmuştur. Bazı hâllerde
çocuğun velayeti anneye veya bir başkasına verilebilmektedir. Bu durumda çocuk
kimin velayetindeyse onun zekâtını alamayacağını söylemek mümkündür. Çünkü
bu konuda kural, kişinin bakmakla yükümlü olduğu kimselere zekât
veremeyeceğidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Zekât II
Ana-baba ve çocuklar
Bir kimse, ister birlikte otursun, ister ayrı otursun annesine, babasına, ne
kadar yukarı giderse gitsin dede ve ninelerine zekât veremez. Yine çocuklarına ve
ne kadar aşağı giderse gitsin torunlarına da zekât veremez. Çünkü kişinin zaten
bunlara bakma yükümlülüğü vardır. Ayrıca bu kişilere zekât verildiğinde “temlîk”
şartı tam anlamıyla gerçekleşmez. Çünkü aralarında nafaka ve miras ilişkisi olduğu
için bu kişilere verilen zekât bir bakıma kişinin kendisine verilmiş gibidir. Burada
nafaka ve zekât şeklinde iki ayrı yükümlülük üstlenilmesi de söz konusu değildir;
çünkü kişi bu kimselerin nafakasını ödediğinde nisaba ulaşan malı nisap miktarının
altına düşerse zaten zekât üzerine gerekli olmayacaktır.
Buna karşılık üvey anneye, ergenlik çağına erişip evden ayrılan üvey çocuklara
ve üvey babaya, fakir olmaları hâlinde zekât verilebilir. Çünkü zekât veren kişi
bunları bakmakla yükümlü değildir. Aynı şekilde kayınvalide ve kayınpeder de
kişinin bakmakla yükümlü olduğu kimselerden olmadığı için fakir iseler kendilerine
zekât verilebilir.
Eşler
Kişinin hanımı da bakmakla yükümlü olduğu kimselerdendir. Bu yüzden bir
kimse zekâtını hanımına veremez. Ebu Hanîfe’ye göre kadın da zekâtını fakir olan
kocasına veremez. Çünkü ona verdiği zekâtın kendisine de faydası dokunur. Ebu
Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise verebilir. Çünkü kadın kocasının geçiminden
sorumlu değildir.
Gelin
Fakir olan damada zekât verilebilir. Geline zekât vermek ise uygun değildir.
Çünkü koca eşine bakmakla yükümlü olduğundan, kişinin gelinine zekât vermesi
dolaylı olarak kendi oğluna zekât vermesi gibidir.
Müslüman olmayanlar
Zekât Müslümanlara
özgü bir ibadettir.
Zekât Müslümanlara özgü bir ibadettir. Onların zenginlerinden alınıp
fakirlerine verilir. Gayrimüslimler zekât ödemekle yükümlü olmadıkları gibi zekât
almayı da hak etmezler. Bu yüzden, Allah’a, Peygamber’ine, ahiret gününe
inanmayan kişilere ve İslam dininden dönenlere zekât verilmez. Bunların İslam
toplumunda yaşayıp yaşamadıkları, Müslümanlarla savaş hâlinde olup olmamaları
fark etmez. Bunun tek istisnası kalpleri İslam’a ısındırılmak istenen
gayrimüslimlerdir. Bir de Hanefî imamlarından Züfer İslam toplumunda yaşayan
yoksul gayrimüslimlere zekâttan bir pay verilebileceği görüşündedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Zekât II
Hz. Peygamber’in yakınları
Hz. Peygamber kendisine ve yakınlarına zekât almayı yasaklamış, torunu
Hasan zekât hurmalarından birini alıp yemek istediğinde ona şöyle seslenmiştir:
“Bırak, bırak” Zekât malını bizim yiyemeyeceğimizi bilmiyor musun?” (Buhârî,
“Zekât”, 57; Müslüm, “Zekât”, 161).
Hanefîler zekât alma yasağını Hz. Peygamber’in sadece Hâşimî soyundan
gelen yakınlarıyla sınırlandırırlar. Onlar da Allah Resulü’nün amcaları Hz. Abbas ve
Hâris soyundan gelenler, sonra da Hz. Ali ve kardeşleri Cafer ve Akîl’in soyundan
gelenlerdir. Bunlar tarafından hürriyetine kavuşturulan kişiler de
Haşimoğullarından sayılır.
Bu kişilere devlet hazinesinin zekât dışı gelirlerinden özel bir pay ayrılması
gerekir. Bu payı alamadıkları takdirde kendilerine zekât verilebileceği yönünde
görüşler mevcuttur.
İslam medeniyet tarihinde Resûl-i Ekrem’in kızı Fatıma’dan torunlarından Hz.
Hasan’ın soyundan gelenleri belirtmek üzere “şerif”, Hz. Hüseyin’in soyundan
gelenleri belirtmek üzere de “seyyid” deyimleri kullanılmıştır. Müslümanlar, seyyid
ve şeriflere özel bir sevgi ve saygı beslemişler, bu kişilerin maddi ve manevi işleriyle
ilgilenmeyi bir görev olarak kabul edip kurumsal hâle getirmişlerdir. Hz.
Peygamber’in torunlarının soyundan gelenlerle ilgilenen ve onları devlet nezdinde
temsil etmek üzere seçilip görevlendirilen kişilere “Nakîbü’l-Eşrâf” adı verilmiştir.
Bu görevde bulunanlar başta seyyid ve şerifler olmak üzere Hz. Peygamber’in
yakınlarının her türlü işiyle ilgilenmiş, neseplerini, doğumlarını, ölümlerini deftere
kaydetmiş, onların fena hâllere düşmesine engel olmuş, devletin gelirlerinden
onların hisselerine düşeni dağıtmıştır. Üstlendiği ve yerine getirdiği görevin
şerefinden dolayı Nakîbü’l-Eşraflık, gerek halk gerekse siyasi otorite nezdinde en
yüksek makamlardan biri sayılmıştır.
ZEKÂT VERMEDE YANILMA
Zekâtın, onu hak edenlere verilmesi gerekir. Mükellef, gerekli araştırmayı
yapmadan zekâtını rasgele verir, sonra da onu ehil olmayan birine verdiği
anlaşılırsa, zekât borcu düşmez, onu yeniden vermesi gerekir; çünkü bu konuda
kusurlu davranmıştır.
Ama bir kimse yeterli araştırmayı yapmasına ve elinden gelen titizliği
göstermesine rağmen zekât vermede yanıldığını anlarsa; mesela fakir zannederek
zekât verdiği kişinin zengin veya gayrimüslim olduğu ya da Hz. Peygamber’in
soyundan geldiği ortaya çıkarsa, Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre bu
durumda verilen zekât geçerlidir, onun yeniden zekât vermesi gerekmez. Ebu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Zekât II
Yusuf’a ve Şafiîler’e göre ise ehline ödenmediği takdirde her hâlükârda zekâtın
yeniden ödenmesi gerekir.
ZEKÂT – VERGİ İLİŞKİSİ
Zekât başka vergi
başkadır.
Devletin, üzerine düşen hizmet, yatırım ve görevleri yapabilmesi için gelire
ihtiyacı vardır. Günümüzde devletler için en önemli gelir kaynağı vergilerdir. Vergi,
kamu giderlerini karşılamak üzere devletin, kişi ve kurumların mal ve gelirlerinden
tek taraflı olarak aldığı paydır. Vergi koyma ve alma yetkisi sadece devlete veya
onun yetki verdiği kamu kurumlarına aittir.
Zekât mali bir ibadet olduğu için onun birtakım sosyal amaçları ve kamusal
yönlerinin bulunduğunda şüphe yoktur. Bu yüzden İslam’ın ilk dönemlerinden
itibaren belli malların zekâtı devlet tarafından toplanmış ve belli sosyal ve kamusal
alanlara harcanmıştır. Dolayısıyla zekâtla verginin birçok ortak yönleri vardır. Fakat
bunlar birbirinin aynısı da değildir. Çünkü aralarında çok önemli farklılıklar
bulunmaktadır. Bu farklar özellikle zekât hükmünün kaynağı ve felsefi temeli,
zekâta tabi mallarda nisap ve oranlar ile zekâtın sarf yerlerinde belirgin bir şekilde
ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden zekâtın vergiden ayrı düşünülmesi ve zenginlerin
devlete ödedikleri verginin dışında zekât borçlarını da hesaplayıp hak sahiplerine
ulaştırması onlar üzerine dini bir yükümlülüktür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Özet
Zekât II
•Zekâtın farz olma ve ödeme zamanı zekâta konu olan mallara göre
değişir. Altın, gümüş, para, ticaret malları ve hayvanların zekâtı
nisaba ulaşma anından itibaren bir ay yılının tamamlanması ile,
toprak ürünlerinin zekâtı da ürün ortaya çıkıp yok olma endişesi
ortadan kalktığında farz olur. Madenlerin ve balın zekâtı ise bunlar
elde edildiğinde zorunlu hâle gelir. Zekât borcunun haklı ve geçerli
bir sebep bulunmaksızın geciktirilmesi doğru değildir. Zekâtı
ödenmeyen bir mal sahibinin kusuru olmaksızın elden çıkarsa zekât
düşer. Zekât mümkünse devlet tarafından, değilse bizzat mükellef
tarafından ödenmelidir. Klasik dönemde açık malların zekâtının
devlet, gizli malların zekâtının ise mükellef tarafından ödenmesi
şeklinde bir uygulama yerleşmiştir.
•Zekât olarak ödenecek malın iyi vasıfta olması uygundur. Zekât
borcu malın kendisinden veya değer olarak başka mallardan
verilebilir. Kur’an-ı Kerim’e göre zekât şu sekiz sınıfa verilebilir:
Fakirler, miskinler, zekât işinde çalışanlar, İslam’a ısındırılmak
istenenler, köleler, borçlular, Allah yolunda çalışanlar, yolcular.
Hanefiler'e, Malikiler'e göre zekât bu sekiz sınıftan her birine
verilebilir. Şafiîlere göre ise zekât bu sınıftan mevcut olanlara eşit
olarak dağıtılmalı ve her sınıftan en az üç kişiye verilmelidir. Zekât
işinde çalışanlar, yolda kalmış olanlar ve İslam’a ısındırılmak istenen
kimseler dışında zenginlere, gayri müslimlere, ana, baba, çocuk ve
eşlere, Hz. Peygamber’in yakınlarına zekât verilmez. Zekâtın hak
sahiplerine verilmesi gerekir. Gerekli araştırmayı yapmadan zekâtını
veren ve sonradan ehil olmayan kişilere verdiği anlaşılan kimseden
zekât borcu düşmez. Zekâtla verginin birçok ortak yönleri
bulunmakla birlikte aralarında çeşitli açılardan önemli farklılıklar da
vardır. Bu yüzden gerekli şartları taşıyan kişilerin devlete ödedikleri
verginin dışında zekât borçlarını da hak sahiplerine ulaştırmaları
gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Ödev
Tartışma
Zekât II
• Zekâtın vergiye benzeyen ve benzemeyen yönleri
nelerdir?
Konuyu
gerekçeleri
ile
forumda
tartışabilirsiniz.
• Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer
alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
• Zekâtın mahiyeti, şartları ve fonksiyonunu göz önünde
bulundurarak günümüzde çeşitli hayır kurumlarına
zekât verilip verilemeyeceğini iki yüz kelimeyi
aşmayacak şekilde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında
yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Zekât II
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangi mezhebe göre zekât borçları malın kendisinden
ödenebildiği gibi değer olarak da ödenebilir?
a) Şafiîler
b) Hanefîler
c) Zahirîler
d) Malikîler
e) Hanbelîler
2. Hanefîler’e göre temel ihtiyaçlarını karşılamakla birlikte nisap miktarı veya
daha az malı bulunan kimseye ne ad verilir?
a) Fakir
b) Miskin
c) Amil
d) İbnü’s-sebîl
e) Rikab
3. Aşağıdaki gruplardan hangisine zengin de olsa zekât verilebilir?
a) Memurlar
b) Miskinler
c) Yolcular
d) Köleler
e) Gaziler
4. “Kalpleri kazanılmak istenen” kimselere zekâttan pay ödenmesi hangi halife
zamanında sona ermiştir?
a) Hz. Ömer
b) Hz. Ali
c) Hz. Osman
d) Hz. Ebu Bekir
e) Hz. Hasan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Zekât II
5. Aşağıdaki kimselerden hangisine zekât verilebilir?
a) Kişi kendi fakir babasına
b) Kişi kendi fakir torununa
c) Kişi kendi fakir karısına
d) Kişi kendi fakir damadına
e) Kişi kendi fakir kölesine
Cevap Anahtarı:
1.b 2.a 3. c 4.d 5.d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Zekât II
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Komisyon (1992). “Zekât”, el-Mevsû‘atü’l-fıkhiyye, XXIII, 383, Küveyt, Vezâretü'lEvkâf ve'ş-Şuûn.
Ahmed, İ.Y. (tsz.) ez-Zekât: İbâdetün mâliyye ve edâtün iktisâdiyye, Kahire, Dâru’lMa‘rife.
Ammarî, A. M. (1982) ez-Zekât: Felsefetuhâ ve ahkâmuhâ, Mekke, Rabıtatü'lÂlemi'l-İslâmî.
Bilmen, Ö. N. (1992). Büyük İslam İlmihâli. İstanbul: Timaş Yayınları.
Çağırıcı, M. (2000). “İnfâk”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), XXII, 289-290,
.İstanbul.
Erkal, M. (2004). Zekât : Bilgi ve Uygulama.İstanbul:Erkam Yayınları.
Eşkar, M. S. v.dğr. (1998). Ebhâsun fıkhiyye fî kazâya’z-zekâti’l-mu‘âsıra, Amman,
Darü’n-Nefâis.
Günay, M. (2008). Zekât Kitabı. İstanbul: Ensar Neşriyat.
Komisyon (1999). Günümüz Meselelerine Fetvalar.Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Komisyon(2004). İlmihâl I: İman ve İbadetler. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
İbn Âbidîn, M. E. (1987). Reddü’l-muhtâr ‘ale’d-Dürri’l-muhtâr, Beyrut
İbnü’l-Hümâm, K. M. b. A. (1973) . (tsz.), Fethu’l-kadîr, Beyrut, Dâru İhyâi’t-türâsi’larabî.
Kardavî, Y. Fıkhü'z-zekât, Beyrut.
Kardavî, Y.(1994). Likey tencah müessesetü'z-zekât fi't-tatbîki'l-mu‘âsır , Beyrut,
Müessesetü'r-Risâle.
Kâsânî, Ebû Bekir b. Mes’ûd. (1986). Bedâi‘u’s-sanâi‘, Beyrut.
Mehmed Zihni Efendi. (2001). Oruç ve Zekât İlmihâli, Haz. İbrahim HatiboğluNecdet Yıldız. İstanbul.
Özek, A. v.dğr. (1984) .İbadet ve Müessese Olarak Zekât.İstanbul:İslami İlimler
Araştırma Vakfı Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Zekât II
Özek, A. v.dğr. (tsz.) Türkiye'de Zekât Potansiyeli, Haz. Sabri Orman-İsmail Kurt.
İstanbul: İslami İlimler Araştırma Vakfı Yayınları.
Yavuz, Y. V. (1992). Bir Sosyal Güvenlik Kuruluşu Olarak Zekât. İstanbul :Tuğra
Neşriyat.
Yavuz, Y. V. (193). İslamda Zekât Müessesesi.İstanbul. 5. Baskı: Çağrı Yayınları.
Zebîdî, Z.A. b. A. (1987), Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercümesi ve Şerhi,
Tercüme ve şerh: Ahmed Naim-Kamil Miras.Ankara.
Zeydan, A.(2000). el-Mufassal fî ahkâmi’l-mer’e ve beyti’l-müslim fi’s-şerî‘ati’lislâmiyye, Beyrut.
Zuhaylî, V. (1985) .el-Fıkhü’l-islâmî ve edilletühû, Dımaşk.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
HAC VE UMRE - I
• Tarih Sürecinde Kâbe ve İnsan
• Kâbe ve Harem
• Hac ve Umrenin Tanımı,
Hükmü ve Şartları
• Hac ve Umrenin Çeşitleri ve
Fazileti
• Hac ve Umrenin Farzları,
Vacipleri, Sünnetleri ve Âdabı
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Tarihi süreç içerisinde Kâbe'nin insan için ne denli
öneme sahip olduğunu kavrayabilecek
• Kâbe'nin bölümlerini ve Harem'de bulunan kutsal
mekânları tanıyabilecek
• Hac ve umrenin hükmünü ve şartlarını
öğrenebilecek
• Hac ve umrenin çeşitlerini birbirinden ayırt
edebilecek ve uygulamalarını gerçekleştirebilecek
• Hac ve umrenin farzları, vacipleri, sünnetleri ve
âdabını topluca değerlendirebileceksiniz.
İSLAM İBADET
ESASLARI
ÜNİTE
11
Hac ve Umre-I
GİRİŞ
Yaratılmış olan bütün varlıklar sınırlıdır; hepsine belirli bir mekân ve yön
tayin edilmiştir. Mekânı ve yönü olmayan tek varlık Allah Teala’dır.
Kutsal mekânları ziyaret
arzusu, insanın fıtratına
yerleştirilmiştir.
DİA “Hac” maddesinin
ilgili bölümü
incelenmeli.
Bilinçli ve iradeli bir varlık olan insanın düşünce, duygu ve anlayışında mekân
ve yönün çok önemli bir yeri vardır. İnsan, iman ettiği yaratıcıyı görmek, O’na
yönelmek hatta mümkün olsa dokunmak ister. Hâlbuki Yüce Mevlâ, zamandan da
mekândan da münezzehtir. Bunun için Yüce Allah, kendisini temsil etmek üzere
bizim yaratılışımıza uygun olarak görebildiğimiz, dokunabildiğimiz, yönelebildiğimiz
bir mekânı yani Mekke şehrindeki Kâbe’yi önümüze koymuştur. Ona “evim” demiş
ve onu bereketlendirmiştir. Ona yönelmeyi ve onu ziyaret etmeyi kendine yönelme
ve kendini ziyaret etme olarak kabul buyurmuş, onu ziyarete gelenleri de kendi
misafirleri olarak isimlendirmiştir.
Yeryüzündeki ilk mabet olan Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret geleneği ilk insan
olan Hz. Âdem (a.s.) ile başlamış, bu gelenek günümüze kadar gelmiş, kıyamete
kadar da devam edecektir. Her ne kadar ilk insandan beri geçen uzun süre
içerisinde kutsal mekân ziyareti konusunda peygamberlerin öğretmiş olduğu temel
ölçülerden uzaklaşmalar olmuşsa da Yüce Mevlâ göndermiş olduğu her bir
peygamber ile doğru olan inanış ve yaşayışı insanlığa öğretmiştir. Ne var ki söz
konusu uzaklaşmalar esnasında diğer konularda olduğu gibi kutsal mekân ziyareti
konusunda da peygamberlerin uygulamalarına aykırı birçok inanış ve yaşayış ortaya
çıkmıştır.
İşte böyle bir ortamda son peygamber olarak gönderilmiş olan Hz.
Muhammed (s.a.v.), Allah Teala’nın bildirmiş olduğu ölçüler çerçevesinde hac ve
umre ibadetini yaşayarak insanlığa son kez ve mükemmel bir şekilde öğretmiştir.
Hac, ihrama girdikten sonra her birisi özel bir ibadet olan Kâbe’yi tavaf, Safâ
ile Merve tepeleri arasında sa’y, Arafat vakfesi, Müzdelife vakfesi, Mina’da şeytan
taşlama, kurban kesme ve ihramdan çıkma şeklinde özetlenebilecek ziyaret
yoğunluklu ibadetin genel adıdır.
Umre ise ihrama girdikten sonra Kâbe’yi tavaf, Safâ ile Merve tepeleri
arasında sa’y ve ihramdan çıkma şeklinde özetlenebilecek özel bir ibadet çeşididir.
Hac ve umre ayrı birer
ibadettir.
Hac ve umre ayrı birer ibadettirler. Umre, senenin her zamanında yapılabilir.
Hac ise sadece hac mevsiminde yapılabilir. Hac mevsiminde sadece hac yapmak
mümkün olduğu gibi önce umre yapıp peşinden hac yapmak da mümkündür.
Haccın, umre ile birlikte yapılıp yapılmamasına göre çeşitli türleri vardır. Bunlar
ünitemizin ilerleyen bölümlerinde ele alınacaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hac ve Umre-I
TARİH SÜRECİNDE KÂBE VE İNSAN
Hac ve umre ibadetini iyi bir şekilde anlayabilmek ve yeri getirebilmek için
öncelikle Kâbe-i Muazzama’yı iyi tanımamız gerekir.
Sema ehlinin etrafında
tavaf ettiği mabedin adı
el-Beytü’l-mamûr.
Yedi kat semada bulunan meleklerin ve haklarında bilgi sahibi olmadığımız
diğer sema ehlinin yöneldiği ve etrafında tavaf ettiği bir mabedin bulunduğunu
Resul-i Ekrem (s.a.v.) haber vermiştir (Taberî, Tefsir, XV, 13-14). Tûr suresinde Yüce
Allah’ın üzerine yemin ettiği bu mabedin "Beytü'l-mamûr" olduğu rivayet
edilmiştir.
Hiç şüphe yok ki Kâbe, yeryüzünün ilk mabedidir. Allah Teala, bunu bize şöyle
bildirir:
"Yeryüzünde insanlar için konulmuş olan ilk ev, Mekke'de olandır; âlemlere
bereket ve hidayettir.” (Âl-i İmran, 3/96)
Yüce Allah Mekke şehrine de “şehirlerin anası” anlamında “Ümmü'l-kurâ”
ismini vermiştir (En’am, 6/92).
Kâbe Yeryüzünde İlk Kıble
Kaynakların bildirdiğine göre Âdem (a.s.) ve ona tabi olanlar, namazlarını
kılarken ve ibadetlerini yaparken Allah'ın evi olarak Kâbe’ye yönelmişler ve Allah
Teala’ya itaatlerini ifade etmek için onun etrafında dönerek tavaf etmişlerdir.
Ayetlerde de bildirildiği gibi Kâbe-i muazzama sadece yeryüzü için değil,
bütün âlemler için berekettir. Hem maddi anlamda, hem de manevî anlamda
berekettir. Aynı zamanda o, bütün âlemler için hidayet vesilesidir.
Hz. İbrahim (a.s.) ve Kâbe
Nuh Tufanı’nda yeryüzünü sular kapladı, bu esnada bütün şehirler gibi
Mekke de su altında kaldı. Bu sırada Kâbe-i Muazzama da yıkıldı ve yeri belirsiz
hâle geldi. Yıllar sonra Yüce Allah, Hz. İbrahim’i (a.s.) peygamber olarak gönderdi.
Kâbe'nin temellerini bulup ortaya çıkarmak ve onu inşa etmek için Hz. İbrahim’i,
O’nun vefakâr eşi Hacer’i ve sadakatli oğlu İsmail’i (a.s.) seçti. O sıralarda İbrahim
(a.s.) Ürdün taraflarında yaşıyordu. Oğlu İsmail henüz yeni doğmuştu. Hz. İbrahim
Allah Teala’nın emri gereği hanımı Hacer’i ve kundaktaki oğlu İsmail’i yanına alıp
yola koyuldu ve Mekke-i Mükerreme’ye ulaştı.
Kâbe neden Hacer
validemizin çok acıklı
hayat hikâyesiyle ortaya
çıkartıldı?
Değerlendirin!
Safa ile Merve Tepelerindeki Hatıra ve Zemzem
Safa ile Merve tepeleri arasında yapılan sa’yin Hacer (r.a.) validemize
dayanan bir hatırası olduğunu da unutmamak gerekir. Azığı ve suyunun bitmesi
sonucu bebeğine süt verememesi sebebiyle bu iki tepenin arasındaki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hac ve Umre-I
koşturmasının bir hatırasıdır. Rivayetlere göre zemzem bu esnada Allah tarafından
Cebrâil’in (a.s.) gönderilmesi sonucu ikram edilmiştir.
Resul-i Ekrem (s.a.s), Zemzem ile ilk karşılaşması esnasında Hacer (r.a.)
anamızın sevinçle karışık telaşı hakkında şöyle buyurmuştu: "Allah İsmail'in
annesine rahmet eylesin, eğer onu avuçlamasaydı kaynayan bir pınar olacaktı."
Hacer validemiz sudan içti ve çocuğunu emzirdi. Cebrâil (a.s.) ise ona şu
müjdeyi veriyordu:
"Zayi olmaktan sakın korkma! Burada Allah'ın evi vardır. Bu bebek ve onun
babası, onu yeniden inşa edeceklerdir. Allah, onun ehlini zayi etmez." (Buharî,
“Enbiya”, 12; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VII, 98)
Kâbe’nin İnşası ve Hz. İbrahim (a.s.)’ın Hac İlânı
Nihayet Allah’ın takdir ettiği bir günde İbrahim (a.s.), Mekke’ye geldi ve oğlu
İsmail (a.s.) ile Kâbe’nin temellerini ortaya çıkarıp inşasını yaptı.
Bir gün İbrahim (a.s.) bütün insanlığı hacca davet etmekle görevlendirildi.
Tabii ki Allah Teala tarafından… Bu olay, Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade buyruldu:
"Bir zamanlar İbrahim'e Beytüllah'ın yerini hazırlamış ve (şöyle demiştik):
Herkesin Kâbe’ye
gelmesi, Allah
tarafından
istenmektedir.
Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve
secdeye varanlar için evimi temiz tut.
İnsanlar arasında haccı ilân et! Gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan
yorgun argın develer üzerinde gelsinler!.." (Hac, 26, 27)
Hz. İbrahim’in yapmış olduğu bu daveti Yüce Allah yer ile gök arasında
bulunan herkese hatta taşlara, ağaçlara, topraklara varıncaya kadar her şeye
işittirdi. Bu davete bütün varlıklar:
-"Lebbeyk Allahumme Lebbeyk" diyerek itaat ettiler (Hâkim en-Nisaburî, elMüstedrek ala's-sahîhayn, II, 421, 601)
Resul-i Ekrem (s.a.s) ve Kâbe
Her zaman olduğu gibi Hz. İbrahim’den sonra da toplumda çeşitli
yozlaşmalar oldu. Gelen nesillerin bir kısmı Hz. İbrahim’in yolunu terk etti, putlara
tapmaya başladı ve Kâbe-i Muazzama’nın etrafını putlarla doldurdu.
Allah Teala, Hz. İbrahim’in torunları arasından Muhammed Mustafa’yı (s.a.s)
son peygamber olarak görevlendirdi. Yirmi üç sene içerisinde şirk alameti olarak ne
varsa hepsini temizledi. Mekke, Medine ve bütün Arap yarımadası Kâbe'nin
sahibine iman eyledi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hac ve Umre-I
Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Haram’a
Resul-i Ekrem (s.a.s), on üç sene Mekke-i Mükerreme’de Allah’ın dinini tebliğ
etti. Orada yaşadığı sürece namaz kılarken kıble olarak Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya
yöneldi. Yüce Allah o zamanlar öyle murad etmişti. Medine-i Münevvere’ye hicret
ettikten sonra da yaklaşık bir buçuk yıl aynı kıble muhafaza edildi.
Daha sonra Yüce Allah, Cebrâil’i (a.s.) gönderdi. Resul-i Ekrem (s.a.s) o an
Medine-i Münevvere’nin bir mahallesi olan Beni Seleme mescidinde öğle namazını
kılıyordu. Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya yönelmişti. İlk iki rekâtı o şekilde kıldı. Tam
bu esnada Allah Teala şöyle buyurdu:
“… Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar!) siz de
nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin…” (Bakara, 2/244)
Resulullah (s.a.s), kılmakta olduğu namazın son iki rekâtını Kâbe-i
Muazzama’ya dönerek kıldı. Artık o günden sonra Kâbe-i Muazzama, kıyamete dek
Müslümanların kıblesi oldu.
Hicretten Altı Yıl Sonra İlk Umre Seferi
Resul-i Ekrem (s.a.s) ve Sahabe-i Kiram (r.anhüm), artık kıble olarak da Kâbei Muazzama’ya yöneliyorlardı; ama Mekke müşriklerin elindeydi. Mekke’de
yaşayan müşriklerle hicretten bir buçuk yıl sonra Bedir’de savaşmışlardı.
Arkasından Uhud’da ve daha sonra Hendek’te üç büyük savaş yapmışlardı.
Altıncı yılın şevval ayının sonlarına doğru Resulüllah’ın (s.a.s)’ görmüş olduğu
bir rüya sonucunda bir rivayete göre bin dört yüz – bin beş yüz, bir rivayete göre
bin yedi yüz civarında bir kafileyle Resul-i Ekrem (s.a.s) Hicretten sonra ilk olarak
umre seferine çıktı.
Kafile Mekke’ye epeyce yakın olan Hudeybiye’ye ulaşmasına rağmen Mekke
müşriklerinin müsaade etmemesi sonucu Hudeybiye anlaşması yapılarak geri
dönüldü. Bu anlaşmaya göre Hz. Peygamber ve ashabı bu sene umre
yapamayacaklardı. Ancak ertesi yıl gelebilecek ve üç gün Mekke’de
kalabileceklerdi.
İkinci Umre Seyahati
Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashabı, Kâbe-i Muazzama’yı ancak hicretin yedinci
yılında ziyaret edebilmiş, Hudeybiye anlaşması gereği Mekke'de toplam üç gün
kalabilmişlerdi.
Mekke-i Mükerreme’nin Fethi ve Ci’râne Umresi
Hicretin sekizinci yılında Mekke'li müşrikler Hudeybiye anlaşmasını bozunca
Hz. Peygamber (s.a.s) büyük bir orduyla Mekke-i Mükerreme’yi fethetti. Hemen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hac ve Umre-I
peşinden çevre kabilelere doğru fethi genişletti. Bu esnada Mekke'ye otuz
kilometre kadar bir mesafede bulunan Ci'rane'den bir umre daha yaptı.
Resul-i Ekrem’i n(s.a.s) Kâbe ile Son Buluşması
Hicretin dokuzuncu yılında Resul-i Ekrem (s.a.s) Medine-i Münevvere’de
kaldı. Hac için Hz. Ebu Bekir’i (r.a.) görevlendirdi.
Hicretten sonra onuncu yılın zilkade ayında Resul-i Ekrem (s.a.s) hacca
gideceğini ilan buyurdu. Daha sonra veda haccı diye isimlendirilen bu hac, O’nun
Kâbe'yi son ziyareti olacaktı.
Hz. Peygamber (s.a.s), hicretten sonra Hudeybiye seferini saymazsak iki umre
yapmıştı. Şimdi hac için yola çıkıyordu. Yüce Allah ayetlerini inzal buyuruyordu:
Hz. Peygamber (s.a.s),
Hicretten sonra
Hudeybiye seferini
saymazsak iki umre
yapmıştı.
"Yeryüzünde insanlar için konulmuş olan ilk ev, Mekke'de olandır. Mübarek
kılınmış ve bütün âlemler için hidayet olmuştur. Orada apaçık deliller ve İbrahim'in
makamı vardır. Beytüllah'ı haccetmek, yoluna gücü yetmek şartıyla bütün insanlar
üzerinde Allah'ın hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden
müstağnidir." (Âl-i İmran, 3/96, 97)
-“Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın!...” (Bakara, 2/196)
Resul-i Ekrem (s.a.s), ihrama nasıl girileceğinden veda tavafını yapmaya
kadar hac ve umre ibadetiyle ilgili yapılması gerekenleri bizzat yaşayarak ümmetine
öğretti. Hac ve umrenin nasıl yapılacağını kendisinden öğrenmemiz gerektiğine de
şöyle dikkat çekti:
-“Menâsikinizi (hac ve umre ile ilgili ibadetlerinizi) benden alın; bilemiyorum,
belki de bu hacdan sonra hac yapamam.” (Müslim, “Hac “, 310)
KÂBE VE HAREM
Kâbe’nin Bölümleri
Kâbe
Görüntüleri internet
sayfasına konmalı,
animasyonlarla
tanıtılmalıdır.
Dört köşeli olan varlıklar için Araplar kâbe kelimesini kullanırlar. Kâbe-i
Muazzama da gerçekten dört köşelidir. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de onu şu
isimlerle anmıştır: Kâbe, Beyt, Beytü’l-atîk, Beytü’l-muharrem, Beytü’l-haram ve
Mescidü’l-haram.
Kâbe-i Muazzama’nın yüksekliği 15 metredir. Duvardan duvara ise 10.70
metreye 12 metredir. Hacerülesved’in bulunduğu köşe ile Rüknülırakî arasındaki
duvar üzerinde yerden yaklaşık iki metre yükseklikte Kâbe kapısı bulunmaktadır.
Duvarların birleştiği dört köşenin isimleri şöyledir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hac ve Umre-I
1-Rüknülhacerilesved: Kâbe-i Muazzama’nın doğu tarafında, Hacerülesvedin
üzerinde bulunduğu köşedir.
2-Rüknülırakî: Kâbe-i Muazzama’nın kuzey tarafında, tavaf ederken Kâbe
kapısından sonra gelen köşenin adıdır.
3-Rüknüşşamî: Kâbe-i Muazzama’nın batı tarafında, Hacerülesved’in tam
karşısında yer alan köşenin adıdır.
4-Rüknülyemânî: Kâbe-i Muazzama’nın güney tarafında, tavaf ederken her
bir şavtta, Hacerülesved’e varmadan önce dönülen son köşenin adıdır.
Resul-i Ekrem (s.a.s) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Ey Ömer! Gözyaşları
işte burada dökülür.”
-“Sema kapılarının aralandığı ve duaların kabul edildiği dört zaman vardır.
Bunlar, müminlerin Allah yolunda düşmanla karşılaştıkları an, yağmur yağdığı an,
namaz kılındığı an ve Kâbe görüldüğü andır.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, VIII,
169, 171)
-“Allah, bu ev için her gün yüz yirmi rahmet indirir. Bunun altmışı tavaf
edenler, kırkı namaz kılanlar, yirmisi de ona bakanlar içindir.” (Heysemî,
Mecma’u’z-zevâid, III,.292)
Hacerülesved ve Fazileti
Siyah taş anlamına gelen Hacerülesved, Kâbe-i Muazzama’nın güneydoğu
köşesindedir. Yaklaşık otuz santimetre çapında ve yumurta biçiminde olan
Hacerülesved, yerden bir buçuk metre yüksekliktedir.
Abdullah b. Ömer’in (r.a.) rivayet ettiğine göre Resul-i Ekrem (s.a.s) bir
defasında Hacerülesved’in üzerine mübarek dudaklarını koymuş ve uzun süre
ağlamıştı. Sonra dönüp Hz. Ömer’in (r.a.) de ağladığını görünce şöyle buyurmuştur:
“Ey Ömer! Gözyaşları işte burada dökülür.” (İbn Mâce, “Menâsik”, 27)
İbn Abbas (r.a.) şöyle söylemiştir: Hacerülesved, yeryüzünde Allah’ın sağ eli
(hükmünde) dir. Resulullah’ın (s.a.s) beyatına yetişemeyip Hacerülesved’i istilâm
eden kişi, şüphesiz Allah’a ve Resulü’ne beyat etmiş olur. (Fakihî, Ahbaru Mekke, I,
12)
Abdullah b. Amr (r.a.), Hacerülesved’i Cebrâil’in (a.s.) cennetten getirdiğini
söylemiştir (Fakihî, Ahbaru Mekke, I,.12)
Mültezem ve Dua
Kelime anlamı ‘sıkı sıkıya yapışılan yer’ olan Mültezem, Hacerülesved ile
Kâbe kapısı arasına verilen isimdir. Yaklaşık iki metre kadardır.
Resul-i Ekrem’in (s.a.s) Mültezem’e göğsünü ve sağ yanağını yapıştırarak
orada Yüce Allah’a sığınıp dua yaptığı rivayet edilmiştir (Fakihî, Ahbaru Mekke,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hac ve Umre-I
I,.225). Ancak günümüzde izdiham olmadan girilmesi oldukça zordur. Kimseye
eziyet vermeden Mültezem’de dua yapılması sünnete uygundur. İzdiham varsa
kesinlikle uzak durmak lazımdır. İzdiham durumunda Mültezem’in karşısında
müsait bir yerde Yüce Allah’a dua etmek daha uygundur.
Mültezem’de dua, veda tavafından sonra yapılır. Tavaf namazını kılıp
zemzem içtikten sonra Mültezem’e gelip dua etmek müstehaptır.
Makam-ı İbrahim
Kâbe-i Muazzama’nın inşası sırasında Hz. İbrahim’in üzerine çıkıp duvar
ördüğü ve insanları hacca davet ettiğinde üstünde durduğu kabul edilen taşa veya
bu taşın bulunduğu yere Makam-ı İbrahim denir. İçinde hafif sarı ve kırmızı karışımı
bir rengin bulunduğu, ama beyaz rengin ağırlıkta olduğu bu taşın kalınlığı 20
santimdir.
Günümüzde alt kısmı mermer, üst kısmı camlı çerçevelerle muhafaza altına
alınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah, Makam-ı İbrahim’den şöyle
bahsetmektedir:
-“Yeryüzünde insanlar için konulmuş ilk ev, Mekke’de olandır; âlemlere
bereket ve hidayettir. Orada apaçık deliller ve Makam-ı İbrahim vardır…” (Al-i
İmran, 3/96-97)
-“O vakit biz, Beyt’i (Kâbe’yi) insanlar için bir sevap (kazanma) yeri ve
emniyetli bir mekân kıldık. Siz de Makam-ı İbrahim’den bir namaz kılma yeri
edinin…” (Bakara, 2/125)
Veda haccı sırasında Resul-i Ekrem (s.a.s), tavaf namazını Makam-ı
İbrahim’in arkasında kılmıştır. Bundan dolayı tavaf edenlere engel olmamak
şartıyla tavaf namazını Makam-ı İbrahim’in arka taraflarında kılmak sünnet
görülmüştür.
Hicr ve Hatîm
Rüknüırakî ile Rüknüşşamî arasındaki duvarın önünde yarım daire şeklindeki
kısma, ‘ayrı kalmış kısım’ anlamında Hicr-i Kâbe veya sadece Hicr denir. Onun
etrafında bir metre otuz bir santim yüksekliğindeki duvara da Hatîm ismi
verilmiştir.
Hicr, Kâbe-i
Muazzama’dan sayıldığı
için tavafın Hatîm’in
dışından yapılması
gerekir.
Hicr ve Hatîm, Hz. İbrahim zamanında Kâbe-i Muazzama’ya dâhil idi.
Resulullah’a (s.a.s) peygamberlik gelmeden önce Milâdî 605 yılında Kureyşliler
Kâbe-i Muazzama’yı yeniden inşa ettiklerinde maddi imkânları yetmediği için bu
kısmı dışarıda bırakmışlardı. Dışarıda kalan Hicr bölümünün Kâbe-i Muazzama’dan
olduğu anlaşılsın diye etrafını duvarla çevirmişlerdi. Buraya Hicr-i İsmail de
denmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hac ve Umre-I
Hz. Aişe (r.a.), Kâbe-i Muazzama’nın içinde namaz kılmak istediğinde Resul-i
Ekrem (s.a.s), Hicr’in Kâbe’ye dâhil olduğunu belirterek orada namaz kılmasını
söylemiştir.
Hicr, Kâbe-i Muazzama’dan sayıldığı için tavafın Hatîm’in dışından yapılması
gerekir. Hatîm ile Kâbe arasından geçilerek yapılan şavt geçersiz olur.
Altınoluk
Kâbe-i Muazzama’nın çatısındaki suyu akıtmak üzere Hicr’e doğru uzatılmış
olan yağmur suyu oluğuna Altınoluk denir. Rüknüırakî ile Rüknüşşamî arasındaki
duvarın üstünde yer alır. Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik zamanında ilk defa
altınla kaplatıldığı için bu isimle anılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman zamanında
gümüşle kaplatılmış olmakla birlikte daha sonra IV. Murad zamanında yine altınla
kaplatılmıştır.
Bir rivayette Resul-i Ekrem (s.a.s) “Mizab (oluk) altında dua eden hiç kimse
yoktur ki duası kabul edilmesin” (Muhibbuddin et-Taberî, el-Kırâ, s.310)
buyurmuştur. Tavaf yaparken onun altına geldiğinde de “Ey Allah! Senden ölüm
esnasında rahat, hesap anında da af dilerim” (Ezrakî, Ahbaru Mekke, I,.319) diyerek
dua etmiştir.
Zemzem
Bol, bereketli ve doyurucu su anlamına gelen zemzem, Kâbe kapısının
yaklaşık on sekiz metre ön tarafında bulunan bir kuyudan çıkan ve Yüce Allah’ın
Hacer validemize ikram ettiği özel bir sudur. Günümüzde zemzem kuyusunun üstü
kapanarak tavaf alanı haline getirilmiştir. Alt taraftan özel cihazlarla zemzem
çıkartılmaktadır.
Zemzem hakkında çok hadis-i şerif vardır. Biz burada bazılarını hatırlatmakla
yetineceğiz. Resul-i Ekrem (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
“Yeryüzünde bulunan suların en hayırlısı zemzemdir. İçilmesi açlığı giderir,
hastalığa şifa olur.” (Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, III, 286)
“Zemzem hangi niyetle içilirse ona çare olur.” (İbn Mâce, “Menâsik”, 78)
“Bizimle münafıklar arasındaki fark, onların Zemzem’i kana kana
içmemeleridir.” (İbn Mâce, “Menâsik”, 78)
Mescid-i Haram
Kâbe-i Muazzama’yı çevreleyen mescide Mescid-i Haram denilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hac ve Umre-I
Arafat
Hac ibadetinde zilhicce ayının dokuzuncu günü yani arefe günü Arafat
ovasında vakfe yapılır. Resul-i Ekrem (s.a.s), “Hac, Arafat’tır” buyurmuştur. Tövbe
edip Yüce Allah’a yakararak yapılan vakfe, hac ibadetinin rüknüdür.
“Hac, Arafat’tır”
Arafat, Mekke-i Mükerreme’nin 22 km doğusunda, Taif dağ yolu üzerinde
ova görünüşünde düz bir alandır. Doğu, kuzey ve güneyindeki dağlar bu ovayı bir
yay gibi kuşatmıştır. En uç noktaları arasında doğudan batıya 6.5 km, kuzeyden
güneye 11-12 km mesafe bulunan Arafat’ın alanı 13.68 kilometre karedir. Kuzey
kesiminde granit taşlarından oluşmuş Cebel-i Rahme ismiyle bilinen tepe, batısında
da Nemire mescidi bulunur. Arafat ovasının tamamı Hill bölgesinde yani Harem
bölgesinin dışındadır.
Müzdelife
Cemerât, Şeytan
taşlamanın yapıldığı üç
mekâna verilen isimdir.
Hac ibadeti esnasında Arafat vakfesi yapıldıktan sonra güneş batımından
itibaren hacıların Harem-i Şerif istikametine doğru döndükleri, Arafat-Mina
arasında bir mekândır. Yüce Allah, Arafat’tan inilince Meş’ar-i Haram’da kendisinin
zikredilmesini emretmiştir (Bakara, 2/198). Müzdelife’de hacılar, akşam namazı ile
yatsı namazını cem-i tehir ile kılarlar ve sabah namazında Müzdelife vakfesi
yaparlar.
Doğu-Batı istikametindeki uzunluğu 4370 m, toplam alanı 963 hektar olan
Müzdelife Harem-i Şerife 13 km. uzaklıktadır. Mina ile arasında, Fil suresinde işaret
edilen Ebrehe ordusunun helak edildiği Muhassir vadisi vardır.
Mina
Harem-i Şerif ile Müzdelife arasında, yaklaşık yedi kilometre mesafede,
Harem sınırları içerisinde 812 hektarlık bir alanı kapsayan mekânın adıdır. Mina,
Hac ibadetlerinden şeytan taşlama ile kurban kesiminin yapıldığı yerdir. Mina’nın
sınırı, Harem-i Şerif tarafında Akabe cemresi, doğu yönünde ise Ebrehe ordusunun
helâk edildiği Muhassir vadisidir.
Bu bölgeye “harem”
ismi verilmesi, bu
bölgenin hayvanlarının
ve bitkilerinin
dokunulmazlığının
bulunduğu anlamına
gelir.
Cemerât, Şeytan taşlamanın yapıldığı üç mekâna verilen isimdir. Harem-i
Şerif istikametinden Mina yönüne giderken ilk cemre Akabe cemresidir (Üçüncü
cemre). Ondan sonrakisi Orta Cemre (İkinci cemre) ve nihayet küçük cemre (Birinci
cemre) yer almaktadır.
Harem’in Sınırları ve Hill Bölgesi
Allah Teala “evim” buyurduğu Kâbe’nin etrafını dokunulmaz kılmıştır. Bu
dokunulmazlığın çevrelediği alana “Harem” ismi verilir. Bu bölgeye “harem” ismi
verilmesi, bu bölgenin hayvanlarının ve bitkilerinin dokunulmazlığının bulunduğu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hac ve Umre-I
anlamına gelir. Zararlı olanları dışında bu bölgenin hayvanlarının öldürülmesi ve
bitkilerinin kopartılması haramdır.
Harem bölgesinin sınırlarını ilk olarak Cebrâil’in (a.s.) bildirmesiyle Hz.
İbrahim (a.s.) belirlemiştir. Resul-i Ekrem (s.a.s) ise bu sınırları gösteren işaretleri
yenilemiştir. Mekke-i Mükerreme’nin etrafında altı yönde bulunan altı mekân
Harem sınırlarını gösterir.
Kâbe-i Muazzama’ya en yakın olanından başlamak üzere Harem sınırlarını
şöyle tanıtabiliriz:
1-Ten‘im (Aişe Mescidi): Medine-Mekke yolu üzerinde Kâbe-i Muazzama’ya
en yakın olan Harem sınırıdır.
2-Adâtü Leben: Yemen yolu üzerindedir.
3-Seniyyetülcebel: Irak yolu üzerindedir.
Buraya harita girmesi
gerekir. Google
earth’den hem harem
sınırları hem de mikat
yerleri rahatlıkla
gösterilebilir.
4-Hudeybiye: Eski Cidde yolu üzerindedir.
5-Batn-ı Nemire: Arafat sınırında bulunur.
6-Ci’rane: Taif yönünde Harem sınırlarının en uzak olanıdır.
Yukarıda isimleri verilen harem sınırlarının dışında kalan bölge, mikat
sınırlarına kadar “Hill” diye isimlendirilir.
Mikat Yerleri
Mikat sınırları altı noktada tespit edilmiştir:
1- Zülhuleyfe: Medine-i Münevverede Mescid-i Nebevî’nin yaklaşık 11 km
uzağında bulunan Zülhuleyfe, Mescid-i Haram’a 433 km mesafededir.
2- Rabiğ: Kızıldeniz kenarında bulunan ve Mekke-i Mükerreme’ye 204 km
mesafede bulunan bir liman şehridir.
3- Cuhfe: Kızıldeniz sahiline 15 km Mekke-i Mükerreme’ye 187 km mesafede
bulunan bir yerleşim birimidir.
Hac,
belirlenmiş zaman
diliminde Kâbe, Arafat,
Müzdelife ve Mina’da
belirlenmiş olan
ibadetleri şart ve
usullerine uygun olarak
yerine getirmek
4- Yelemlem: Yemen tarafından Mekke-i Mükerreme’ye 100 km uzaklıkta
bulunan mikat yeridir.
5- Karnülmenâzil: Necid bölgesi yönünde Mekke-i Mükerreme’ye 94 km
mesafede bulunan mikat yeridir.
6- Zâtüırk: Irak yönünden Mekke-i Mükerreme’ye 90 km mesafede bulunan
bir mekândır.
Mikat sınırlarının dışında kalan dünyanın bütün bölgelerine “Âfak” denir.
Hacca veya umreye Âfak bölgelerinden gelenlere de Âfakî ismi verilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hac ve Umre-I
HAC VE UMRE’NİN TANIMI, HÜKMÜ ve ŞARTLARI
Hac ve Umrenin Tanımı
Haccın Tanımı
Umre, ihrama girdikten
sonra Kâbe’yi tavaf,
Safâ ile Merve tepeleri
arasında sa’y ve
ihramdan çıkma
şeklinde
özetlenebilecek ziyaret
yoğunluklu ibadetin
adıdır.
Hac, Arapça bir kelimedir ve sözlük anlamı, “önem verilen ve saygı duyulan
bir yeri ya da kişiyi ziyaret etmek”tir. İslamî ilimlerde hac, belirlenmiş zaman
diliminde Kâbe, Arafat, Müzdelife ve Mina’da belirlenmiş olan ibadetleri şart ve
usullerine uygun olarak yerine getirmek anlamındadır.
Umrenin Tanımı
Umre, Arapça bir kelimedir ve sözlük bakımından uzun ömürlü olmak,
ziyaret etmek, bir yerde ikâmet etmek ve Allah’a kulluk etmek gibi anlamlarda
kullanılmıştır. İslamî ilimlerde umre, ihrama girdikten sonra Kâbe’yi tavaf, Safâ ile
Merve tepeleri arasında sa’y ve ihramdan çıkma şeklinde özetlenebilecek ziyaret
yoğunluklu ibadetin adıdır.
Hac ve Umrenin Hükmü
Haccın Hükmü
Hac ibadeti, şartlarını taşıyan Müslümanlara farz-ı ayn olan bir ibadettir.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
Hac, şartlarını taşıyan
her bir müslümana
farzdır.
-“…. Beytüllah'ı haccetmek, yoluna gücü yetmek şartıyla bütün insanlar
üzerinde Allah'ın hakkıdır." (Âl-i İmran, 3/96, 97)
-“Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın!” (Bakara, 2/196)
-"Bir zamanlar İbrahim'e Beytüllah'ın yerini hazırlamış ve (şöyle demiştik): …
İnsanlar arasında haccı ilân et! Gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan yorgun
argın develer üzerinde gelsinler!" (Hac, 26, 27)
Resul-i Ekrem (s.a.s) de birçok hadisinde haccın farz bir ibadet olduğunu
açıkça ifade buyurmuştur. Bunlardan ikisi şu şekildedir:
Bütün İslam alimleri
haccın farz-ı ayn
olduğunda icma
etmişlerdir.
-“İslam beş temel esas üzere kurulmuştur. Allah’tan başka ilah olmadığına ve
Muhammad’in Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik etmek, namazı ikame etmek, zekâtı
vermek, hac yapmak ve ramazanı oruçla geçirmek”. (Buhârî, “İman”, 1; Müslim,
“İman”, 19-22)
-“Ey insanlar! Allah, haccı size farz kılmıştır, haccediniz”. (Müslim, “Hac” 412)
Bütün İslam alimleri haccın farz-ı ayn olduğunda icma etmişlerdir. Haccın
ömürde bir sefer farz olduğunu, Peygamber (s.a.s) ifade buyurmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hac ve Umre-I
Hac yapma imkânını elde ettiği yıl, Müslümana haccın farz olduğunda
alimlerimiz arasında görüş birliği vardır. Ancak o yıl hac yapmadığı takdirde günaha
girip girmeyeceğinde ise ihtilaf söz konusudur. Bu ihtilaftan çıkartılması gereken
kestirme sonuç ise bu durumdaki bir Müslümanın bir an önce hac yapma
imkânlarını araştırmasıdır.
Umrenin Hükmü
Ömürde en az bir kere umre yapmak Hanefî ve Malikî mezheplerine göre
müekked sünnet, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre farzdır. Hanefî mezhebinden
bazı alimler, umrenin vacip olduğu kanaatindedirler.
Bir sefer umre yaptıktan sonra tekrar tekrar umre yapmak, imkân ve fırsatını
bulanlara tavsiye edilmiş sevabı çok olan ve sünnette günahlara kefaret olduğu
bildirilen faziletli bir ibadettir.
Hac ve Umrenin Şartları
Haccın Şartları
Haccın bir Müslümana farz olmasının yani hac yükümlülüğünün oluşmasının
şartları vardır. Bu şartlar bulunduğu takdirde o Müslüman hac ibadetiyle yükümlü
olur. Bir de yapılan haccın sahih yani geçerli olmasının şartları vardır.
Ömürde en az bir kere
umre yapmak Hanefî ve
Malikî mezheplerine
göre müekked sünnet,
Şafiî ve Hanbelî
mezheplerine göre
farzdır.
Haccın Farz Olmasının (Yükümlülüğün Oluşmasının) Şartları
Bir insana haccın farz olması için gerekli olan şartlar şunlardır:
1. Müslüman olmak.
2. Akıllı olmak.
3-Baliğ (ergin) olmak.
Çocukluğunda hac yapan bir Müslüman, büluğa erdikten sonra yeterli imkânı
elde ettiğinde yeniden hac yapmakla yükümlü olur. Çocukken yapmış olduğu
haccın sevabı anne babasına yazılır.
4. Özgür olmak.
Özgür olmayanlara hac farz değildir. Tutuklu veya mahpus olanlara ya da
hacca gitmelerine herhangi bir sebeple yetkililerce izin verilmeyenlere hac farz
olmaz. Çünkü onlar bu hâlleriyle hac yapma gücünden yoksun bulunurlar.
Özgürlüklerinin engeli ortadan katlığında hac ibadetini yapmaları icap eder.
Bununla birlikte tutukluluk veya hapis halinin sona ermeyeceği kesinleşen kimseler,
diğer şartları taşıdıkları takdirde yerlerine vekil göndermeleri veya vasiyet etmeleri
gerekir.
5. Yeterli maddi imkâna sahip olmak.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hac ve Umre-I
Haccın farz kılındığını bildiren ayette “yoluna gücü yetenler” şeklinde bir
ifade yer almıştır. Özellikle uzaktan gelenler için “yoluna gücü yetenler” ifadesi,
yeterli maddi imkâna sahip olmayı da içine almaktadır. Yeterli maddi imkâna sahip
olmak da şöyle anlaşılmıştır: Bir Müslüman, borcunu ve hacca gidip gelinceye kadar
bakmakla yükümlü olduğu aile fertlerinin geçimlerini çıktıktan sonra hacca gidip
gelmek için yeterli bir mal varlığına sahip olduğunda hac ona farz olur. Zekât
verecek konuma gelmek şart değildir.
6. Sağlıklı olmak.
Haccın farz kılındığını bildiren ayette “yoluna gücü yetenler” şeklindeki
ifadenin aynı zamanda hacca gidebilecek kadar sağlıklı olmayı içine alıp almadığı
konusunda farklı görüşler vardır.
Bir görüş, hacca gidemeyecek durumda olan hastalara, yaşlılara, ayakları
bulunmayanlara, felçlilere haccın farz olmadığını savunur. Bu görüşe göre bu
durumdaki hastaların bizzat hacca gitmeleri farz olmadığı gibi yerlerine başkalarını
vekil olarak göndermeleri ve ölümleri halinde kendi adlarına hac yapılmasını
vasiyet etmeleri de gerekmemektedir.
Diğer görüş ise öteki şartlar bulunduğu takdirde bahsi geçen hastalara haccın
farz olduğu yönündedir. Bu görüşe göre iyileşme ümidi olmayan bu tür hastalar,
hayatta iken vekil göndermek suretiyle hac ibadetlerini yerine getirebilirler. Ayrıca
onlar vasiyette bulunarak ölümleri hâlinde hac ibadetlerini yine vekil göndermek
suretiyle yaptırırlar.
7. Yol güvenliğine sahip olmak.
Haccın farz kılındığını bildiren ayette yer alan “yoluna gücü yetenler”
şeklindeki ifade aynı zamanda yol güvenliğini de içine almaktadır. Ancak bu şart,
hac yükümlülüğünün yani farz olmasının mı yoksa haccın edasının mı şartı
olduğunda farklı iki görüş ortaya çıkmıştır. Birinci görüş tercih edilmiştir. Ancak
ikinci görüşe göre yani yol güvenliğini haccın edasının şartı kabul eden görüşe göre
diğer bütün şartları bulunduran ama yol güvenliği sebebiyle hacca gidemeyen
kimse kendi adına hacca gidilmesini vasiyet etmesi gerekir.
8. Haccın farz olduğunu bilmek.
Müslüman olmayan bir toplumda yaşayan ve haccın farz olduğunu henüz
öğrenememiş bir Müslüman, diğer şartları taşısa bile öğreninceye kadar kendisine
hac farz olmaz. Diğer şartları taşıması şartıyla haccın farz olduğunu öğrendiği yıl
hacca gitmesi farz olur. Müslümanların yaşadığı bir toplumda yaşayan kimsenin
haccın farz olduğunu bilmemesi mazeret sayılmaz.
9. Haccın eda edildiği vakte yetişmek.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hac ve Umre-I
Hac, Zilhicce ayının dokuzundan itibaren Arafat, Müzdelife, Mina ve Kâbe-i
Muazzama’da gerçekleştirilen bir ibadettir. Dolayısıyla diğer bütün şartları taşıyan
kimsenin belirlenmiş olan bu zaman diliminde oraya yetişebilecek kadar yeterli
zamana sahip olması gerekir. Bundan dolayı bir kimse gerekli şartları elde etmiş
olduğu ilk yıl haccın eda edileceği zamana yetişemeden fakir düşse veya vefat
etmiş olsa hac ibadetinden sorumlu olmaz. Çünkü vaktine yetişemediği için hac
kendisine farz olmamıştır.
10. Sefer mesafesindeki yolculuklarda kadının yanında eşinin veya bir
mahreminin bulunması.
Bu konu, sefer mesafesindeki yolculuklara kadının eşi veya mahremi
olmadan gitmesinin hükmü ile ilgilidir. Bunun için konunun ayrıntıları seferle ilgili
bölümden takip edilmelidir.
11. Eşi vefat etmiş veya boşanmış kadınların iddetlerini doldurmuş olması.
Eşinin vefatı veya boşanma sonucunda evliliği sona eren bir kadının yeni bir
evlilik yapmak için beklemesi gereken süreye iddet denir. Bu sürede kadının dikkat
etmesi gereken hükümler vardır. Bunlardan birisi bulundukları evleri terk
etmemeleri olduğu için diğer şartları taşısalar bile hacca gitmeleri caiz
görülmemiştir.
Haccın Sahih (Geçerli) Olmasının Şartları
Haccın farz olmasının şartlarını taşıyan Müslümanların yapacakları haccın
sahih yani geçerli olabilmesi için şu şartların da bulunması gerekir:
1. İhrama girmek.
Hacca niyet edip telbiye getirerek ihrama girdikten sonra ihramdan çıkmak
için belirlenen zamana kadar aynı hal üzere devam etmek şarttır. İhramla ilgili
gerekli açıklamalar daha sonra yapılacaktır.
2. Haccı belirlenen zaman içinde yapmak.
Haccın vakti, şevvâl ve zilkâde ayları ile zilhicce ayının ilk on günüdür. Hac
için ihrama girildikten sonra Arefe günü Arafat’ta zeval vaktinden itibaren vakfe
yapılır. Akşam güneş battıktan sonra Müzdelife’ye geçilir. Müzdelife’de vakfe,
Mina’da şeytan taşlama, kurban kesme ve nihayet bayram sabahından itibaren
haccın rüknü olan ziyaret tavafını yapmak gerekir. Bunlar ve diğer ibadetlerin belirli
vakitleri olduğu için daha sonra ayrıntısıyla açıklanacağı üzere bu ibadetleri
belirlenmiş olan zamanlarda yerine getirirken özellikle haccın rükünleri olan Arafat
vakfesi ile ziyaret tavafını belirlenmiş olan zamanlarda yapmak, haccın geçerli
olmasının şartlarındandır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hac ve Umre-I
3. Hac menasikini belirlenen mekânlarda yapmak.
Hac menasikinin (ibadetlerinin) yapıldığı mekânlar, Kâbe-i Muazzama, SafaMerve, Arafat, Müzdelife ve Mina’dır.
Umrenin Şartları
Bir insana umre yapmanın, Hanefî ve Malikîler’e göre müekked bir sünnet –
Şafiî ve Hanbelîler’e göre de farz olabilmesi için biri hariç haccın farz olması ile ilgili
şartları taşıması gerekir. O da haccın farz olması için “Haccın eda edildiği vakte
yetişmek” şartıdır. Umre için böyle bir şart söz konusu değildir. Senenin her
zamanında umre yapmak caizdir. Hanefi mezhebine göre arefe günü ile Kurban
bayramının dört gününde umre yapılması tahrimen mekruh görülmüştür.
Umrenin sahih olmasının şartları da ikinci şart hariç haccın sahih olmasının
şartlarının aynısıdır.
HACCIN ÇEŞİTLERİ VE UMRENİN ÇEŞİTLERİ VE FAZİLETİ
Haccın Çeşitleri
Hac ibadeti hükmü ve edası bakımından şu kısımlara ayrılabilir:
Hükmü Bakımından Haccın Çeşitleri
Hükmü bakımından farz, vacip ve nafile olmak üzere üç çeşit hac vardır:
1. Farz hac.
Gerekli şartları taşıyan her bir Müslümanın ömründe bir defa yapmakla
mükellef olduğu hac, farz olan hacdır.
2. Vacip hac.
Farz veya vacip olarak hac ibadetiyle yükümlü olmayan bir Müslüman, hac
yapmayı adadığı takdirde hac yapması vacip olur. Bir de nafile olarak hac yapan bir
Müslümanın bu haccını bozması hâlinde onu kaza etmesi yine vacip olur.
3. Nafile hac.
Üzerinde farz veya vacip hac mükellefiyeti bulunmayan bir Müslümanın
Allah rızası için yaptığı hac, nafile hactır.
Haccın yapılışıyla ilgili
videoyu izle!
Edası Bakımından Haccın Çeşitleri
Edası bakımından haccın çeşitleri, umreyle birlikte yapılmasına güre üçe
ayrılır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hac ve Umre-I
 İfrad haccı
Hac aylarında sadece hac yapmak için ihrama girilen ve umreye hiçbir
şekilde niyet etmeden tamamlanan hacca ifrad haccı denilir. Bu hac çeşidinde
sadece hacca niyet edildiği için “tek olarak yapılan” anlamında ifrad haccı diye isim
verilmiştir.
İfrad haccı şöyle yapılır: Hacı adayı, mikat denilen yerlerin birisinden veya
oraya varmadan sadece hacca niyet ederek ihrama girer. Mekke-i Mükerreme’ye
vardığında imkânı varsa gusül abdesti alır, imkân bulamazsa abdest alarak Kâbe-i
Muazzama’yı tavaf edip iki rekât tavaf namazı kılar. Bu tavafa Kudûm tavafı
denilmiştir. Sonra Safa ile Merve tepeleri arasında sa’y eder. Bundan sonra Zilhicce
ayının sekizinci günü olan Terviye gününe kadar Mekke-i Mükerreme’de ihramlı
olarak normal hayatına devam eder. İmkân nispetinde Harem’de bulunmaya
gayret gösterip nafile tavaf, Kur’an okuma, zikir, tesbih, salâvat ve diğer hayırlı
amellerle meşgul olur.
Hac aylarında sadece
hac yapmak için ihrama
girilen ve umreye hiçbir
şekilde niyet etmeden
tamamlanan hacca
ifrad haccı denilir.
Zilhicce ayının sekizinci günü yani Terviye günü diğer hacılarla birlikte
Mina’ya doğru hareket eder. Sekizinci günü Mina’da geceleyip dokuzuncu yani
arefe günü kuşluk vaktinde Arafat’a çıkmak sünnete uygun olan davranıştır.
Günümüzde yoğunluk sebebiyle doğrudan Arafat’a gidilmektedir. Arefe günü zeval
vaktinden sonra öğle ile ikindi namazını öğle vaktinde cem ederek cemaatle
kıldıktan sonra akşam güneş batıncaya kadar vakfe yapar. Güneş battıktan sonra
Müzdelife’ye hareket eder ve geceyi orada geçirir.
Akşam ile yatsı namazını yatsı vaktinde cem ederek kılar. Sabah namazından
sonra Müzdelife vakfesini yapar ve Mina’ya hareket eder. Akabe cemresine yedi
tane taş atıp tıraş olarak veya saçlarını kısaltarak ihramdan çıkar. Cinsel ilişki
dışında ihram yasakları kalkar. Mekke-i Mükerreme’ye gidip Kâbe’yi tavaf eder ve
peşinden iki rekât namaz kılar. Bu tavafa ziyaret tavafı denir. Bundan sonra cinsel
ilişki de dâhil olmak üzere bütün ihram yasakları sona ermiş olur.
Bayramın ikinci ve üçüncü günleri Mina’da üç cemreye yedişer tane taş atar.
Üçüncü gün Mina’dan ayrılırsa dördüncü günü cemrelere taş atmaz. Ancak eğer
dördüncü gün de Mina’da bulunursa aynı şekilde üç cemreye yedişer taş atıp
Mekke-i Mükerreme’ye döner. Bundan sonra dönüş zamanına kadar Mekke-i
Mükerreme’de kalır. Ayrılacağı zaman tekrar Kâbe’yi tavaf edip iki rekât namaz
kılar. Buna da veda tavafı denir.
Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre ifrad haccı yapanlar, bayramın dördüncü
gününden sonra Harem sınırlarından birisine mesela Ten’im’e gidip umre için
ihrama girdikten sonra umre tavafını ve sa’yini yaparak ihramdan çıkarlar. Böylece
Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre farz olan umreyi de yerine getirmiş olurlar. Hanefî
mezhebi mensupları da nafile olarak umre yapabilirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hac ve Umre-I
 Temettu haccı
Hac ayları içerisinde
önce umreye niyet
ederek ihrama girip
umreyi tamamladıktan
ve umre ihramından
çıktıktan bir müddet
sonra hac için tekrar
ihrama girip hac
ibadetinin yapılmasına
temettu haccı
denilmiştir.
Hac ayları içerisinde önce umreye niyet ederek ihrama girip umreyi
tamamladıktan ve umre ihramından çıktıktan bir müddet sonra hac için tekrar
ihrama girip hac ibadetinin yapılmasına temettu haccı denilmiştir. Temettu,
faydalanmak anlamındadır. Temettu haccı yapan kimse, umre yaptıktan sonra
ihramdan çıktığı ve hac için ikinci sefer ihrama gireceği zamana kadar ihram
yasaklarından faydalandığı için haccın bu şekilde yapılmasına temettu haccı ismi
verilmiştir.
Temettu haccı şöyle yapılır: Hacı adayı, mikat denilen yerlerin birisinden veya
oraya varmadan sadece umreye niyet ederek ihrama girer. Mekke-i Mükerreme’ye
vardığında imkânı varsa gusül abdesti alır, imkân bulamazsa abdest alarak Kâbe-i
Muazzama’ya gider. Umre tavafına niyet ederek tavafını yapar ve iki rekât tavaf
namazı kılar. Sonra Safa tepesine çıkar. Umre için sa’y yapmaya niyet ederek sa’yi
tamamlar ve saçlarını tıraş edip veya kısaltıp ihramdan çıkar. Bundan sonra Zilhicce
ayının sekizinci günü olan Terviye gününe kadar Mekke-i Mükerreme’de ihramsız
olarak normal hayatına devam eder. İmkân nispetinde Harem’de bulunmaya
gayret gösterip nafile tavaf, Kur’an okuma, zikir, tesbih, salâvat ve diğer hayırlı
amellerle meşgul olur.
Zilhicce ayının sekizinci günü yani Terviye günü bulunduğu yerden hacca
niyet ederek ihrama girer. Buradan itibaren ifrad haccında olduğu gibi ibadetlerini
yerine getirir. İfrad haccından farkı, Akabe cemresine yedi tane taş attıktan sonra
kurban kesmesi ve bundan sonra ihramdan çıkmasıdır. Bir de temettu haccı yapan
kimse ziyaret tavafını bitirince, daha önceden hac için sa’y yapmamışsa haccın
sa’yine niyet ederek sa’yini tamamlar. Bundan sonra cinsel ilişki de dâhil olmak
üzere bütün ihram yasakları sona ermiş olur.
Hac ayları içerisinde
umre ile hacca birlikte
niyet ederek ihrama
girdikten sonra umre
yapmak, ihramdan
çıkmadan haccı da
tamamlamak ve
bundan sonra ihramdan
çıkmak şeklinde yapılan
hacca Kıran haccı
denilmiştir.
Burada şunu belirtmekte fayda vardır: Bayram günlerinde çok izdiham
olduğu için temettu haccı yapanlardan isteyenler, terviye günü hac için ihrama
girdikten sonra nafile bir tavafın peşinden haccın sa’yini yapabilirler. Bu sa’yi yapan
hacılar, ziyaret tavafından sonra ayrıca hac sa’yi yapmazlar.
Temettu haccı yapanların Mina’da cemrelere taş atmaları ifrad haccında
olduğu gibidir.
 Kıran haccı
Hac ayları içerisinde umre ile hacca birlikte niyet ederek ihrama girdikten
sonra umre yapmak, ihramdan çıkmadan haccı da tamamlamak ve bundan sonra
ihramdan çıkmak şeklinde yapılan hacca Kıran haccı denilmiştir. Kıran kelimesi
yakınlaştırmak anlamına gelir. Bu çeşit hac yapan kimse bir sefer ihrama girerek
umre ile haccı yakınlaştırdığı için buna Kıran haccı ismi verilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hac ve Umre-I
Mikat ve Harem
sınırlarının içinde
oturan kimselerin
temettu ve kıran haccı
yapmaları caiz değildir.
Kıran haccı şöyle yapılır: Hacı adayı, mikat denilen yerlerin birisinden veya
oraya varmadan umre ile hacca birlikte niyet ederek ihrama girer. Mekke-i
Mükerreme’ye vardığında imkânı varsa gusül abdesti alır, imkân bulamazsa abdest
alarak Kâbe-i Muazzama’ya gider. Umre tavafına niyet ederek tavafını yapar ve iki
rekât tavaf namazı kılar. Sonra Safa tepesine çıkar. Umre için sa’y yapmaya niyet
ederek sa’yi tamamlar ama ihramdan çıkmaz. Aynı ihramla ifrad haccında olduğu
gibi hac ibadetlerine başlar. Bu çerçevede önce tavaf (kudûm tavafı) ve arkasından
haccın sa’yini yapar.
Bundan sonra ifrad haccında olduğu gibi ibadetlerine devam eder. İfrad
haccından farkı, Akabe cemresine yedi tane taş attıktan sonra kurban kesmesi ve
bundan sonra ihramdan çıkmasıdır. Bir de kıran haccı yapan kimse ziyaret tavafını
bitirince, daha önceden hac için sa’y yapmamışsa haccın sa’yine niyet ederek
sa’yini tamamlar. Bundan sonra cinsel ilişki de dâhil olmak üzere bütün ihram
yasakları sona ermiş olur.
Kıran haccı yapanların Mina’da cemrelere taş atmaları ifrad haccında olduğu
gibidir.
Temettu veya Kıran haccı yapmak isteyen kimsenin âfâkî (mikat sınırlarının
dışında yaşayan bir kimse) olması şarttır. Mikat ve Harem sınırlarının içinde oturan
kimselerin temettu ve kıran haccı yapmaları caiz değildir. Bunun yanında temettu
veya kıran haccı yapmak isteyen kimsenin umreyi yaptıktan sonra memleketine
dönmemesi şarttır.
Umrenin Çeşitleri
Umre tek şekilde eda edilir. Bunun için edası bakımından umrenin çeşitleri
yoktur. Ancak hüküm bakımından şöyle bir taksim yapılabilir:
1. Farz umre
Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre ömürde bir defa umre yapmak farzdır.
2. Vacip umre
Adamak suretiyle yapılan umre vacip bir umredir. Bir de nafile olarak
başlanan bir umrenin bozulması halinde yeniden yapılması vacip olur.
3. Nafile umre
Hanefî ve Malikî mezheplerine göre umre yapmak müekked bir sünnettir.
Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre ömürde bir sefer umre yaptıktan sonra yapılan
umreler nafile umrelerdir.
Umre şöyle yapılır: Umre yapmak isteyen kimse, mikat denilen yerlerin
birisinden veya oraya varmadan sadece umreye niyet ederek ihrama girer. Mekke-i
Mükerreme’ye vardığında imkânı varsa gusül abdesti alır, imkân bulamazsa abdest
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hac ve Umre-I
alarak Kâbe-i Muazzama’ya gider. Umre tavafına niyet ederek tavafını yapar ve iki
rekât tavaf namazı kılar. Sonra Safa tepesine çıkar. Umre için sa’y yapmaya niyet
ederek sa’yi tamamlar ve saçlarını tıraş edip veya kısaltıp ihramdan çıkar.
Hac ve Umrenin Fazileti
Hac, İslam dininin beş esasından birisidir. Umre de Resul-i Ekrem’in (s,a,v.)
tavsiye ve teşvik ettiği en faziletli ibadetlerdendir. Faziletleri konusunda Resul-i
Ekrem’den rivayet edilen birçok hadis-i şerif vardır.
Yüce Allah, “Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın!” (Bakara, 2/196)
buyurmuş, Resul-i Ekrem (s.a.s) de onların fazileti hakkında şu açıklamaları
yapmıştır:
“Usulünce yapılan haccın karşılığı cennetten başkası değildir” (Müslim,
“Hac”, 437).
“Hac ile umreyi peş peşe yapın. Çünkü onlar, fakirliği ve günahları giderirler;
tıpkı körüğün demir, altın ve gümüşten pası giderdiği gibi… Mebrur bir haccın
sevabı kesinlikle cennettir.” (Tirmizî, “Hac”, 2)
“Bir umre, diğer umreye kadar kefarettir yani günahların silinmesine
sebeptir…” (Buhârî, “Umre”, 4)
“Ramazanda yapılan bir umrenin sevabı bir haccın sevabına eşittir.” (İbn
Mâce, “Menâsik”, 45)
“Yaşlının, çocuğun, zayıfın ve kadının cihadı, hac ve umredir.” (Nesâî, “Hacc”,
4; İbnu Mâce, “Menâsik”, 8)
“Kim bu beyte (Kâbe’ye) gelir, kötü söz söylemez ve fısk işlemezse annesinin
doğurduğu gün gibi geri döner.” (Müslim, “Hac”, 438)
“Telbiyede bulunan hiçbir Müslüman yoktur ki, onun sağında ve solunda
bulunan taş, ağaç ve toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın; bu durum (sağ ve
solunu göstererek) şu ve şu istikamette yeryüzünün son hududuna kadar devam
eder.” (Tirmizî, “Hacc”, 14)
“Beyt'i (Kâbe-i Muazzama'yı) kim elli defa tavaf ederse, annesinden doğduğu
gün gibi günahlarından kurtulur.” (Tirmizî, “Hacc”, 41)
“Hac ve umre yapanlar Allah’ın misafirleridir; O’na dua ederlerse, onlara
karşılık verir ve af dilerlerse onları affeder.” (İbn Mâce, “Menâsik”, 5)
“Bu mescidimde bir namaz, Mescid-i Haram hariç diğer mescitlerdeki bin
namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Haram’daki namaz ise benim mescidimdeki
yüz namazdan daha faziletlidir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 5)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hac ve Umre-I
Resulüllah (s.a.s), Ensâr'dan Ümmü Sinân adındaki bir kadına: “Bizimle
haccetmekten seni ne alıkoydu?” diye sordu. Kadın: "Ebü fülânın (kocasını
kasteder) sulama yapan iki devesi var. Biriyle o ve oğlu hacca gitti. Öbürü (ile de
ben kaldım) arazimizi suluyor(um)" dedi. Bunun üzerine Resulüllah (s.a.s) şöyle
buyurdu:
“Öyleyse ramazandaki umre, (kaçırdığın) bir haccın veya benimle (yapmış
olacağın) bir haccın kazasıdır. Ramazan gelince umre yap. Zîra ramazandaki bir
umre hacca denktir.” (Buhârî, “Umre”, 4)
HAC VE UMRENİN FARZLARI, VACİPLERİ, SÜNNETLERİ
VE ÂDABI
Hac ve umreyle ilgili farzları, vacipleri, sünnetleri ve âdıbı iki ayrı başlık
altında ele alacağız.
Haccın Farzları, Vacipleri, Sünnetleri ve Âdabı
Haccın Farzları
Hanefî mezhebine göre biri şart, ikisi rükün olmak üzere haccın üç farzı
vardır. Bunların her birisi ilgili başlık altında ayrıntısıyla ele alınacaktır.
1. İhrama girmek haccın şartıdır.
2. Arafat’ta vakfe yapmak haccın rüknüdür.
3. Ziyaret veya ifada tavafı yapmak da haccın rüknüdür.
Malikî ve Hanbelî mezhebine göre sa’y yapmak da haccın farzlarındandır.
Şafiî mezhebi ise saçları tıraş ederek veya kısaltarak ihramdan çıkmayı ve farzların
en az dört tanesinin tertip sırasına uygun yapılmasını da yukarıdaki farzlara
katmıştır.
Haccın Vacipleri
Hac menâsikinden her birisinin ayrı vacipleri olduğu gibi hac için müstakil
diğer bir ifade ile aslî vacipler de vardır. Menâsikin her birine ait olan vâcipler ilgili
başlık altında ele alınacağı için burada sadece aslî vaciplere yer verilecektir:
Hanefî mezhebine göre haccın müstakil vacipleri şunlardır:
1. Sa’y yapmak
2. Müzdelife vakfesi
3. Şeytan taşlamak
4. Saçları tıraş ederek veya kısaltarak ihramdan çıkmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hac ve Umre-I
5. Veda tavafı
Malikî mezhebine göre haccın vacipleri, telbiye, Müzdelife’de gecelemek,
saçları tıraş ederek veya kısaltarak ihramdan çıkmak, teşrik günlerinde Mina’da
gecelemekten ibarettir.
Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde ise haccın vacipleri, ihrama mikattan girmek,
şeytan taşlamak, Müzdelife vakfesi, bayramın birinci-ikinci-üçüncü günlerinde
Mina’da gecelemek ve veda tavafı yapmaktan ibarettir.
Haccın Sünnetleri
Hac menâsikinden her birisinin ayrı sünnetleri olduğu gibi hac için müstakil
diğer bir ifade ile aslî sünnetler de vardır. Menâsikin her birine ait olan sünnetler
ilgili başlık altında ele alınacağı için burada sadece aslî sünnetlere yer verilecektir:
1. Kudûm tavafı
2. Mekke, Arafat ve Mina’da hutbe okunması
3. Arefe gecesi Mina’da gecelemek
4. Bayram gecesi Müzdelife’de gecelemek (Malikî mezhebinde vaciptir)
5. Bayram günlerinde Mina’da gecelemek (Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre
vaciptir)
Haccın Âdabı
En önemlisi takvâ
sahibi, ahlaklı ve
ibadete gönül vermiş
yol arkadaşı seçmeye
özen göstermelidir.
Hacca gitmek isteyen kimse, her şeyden önce samimi bir şekilde
günahlarından tevbe ederek sırf Allah rızası için hac yapmaya niyet etmelidir.
Bunun gereği olarak üzerinde bulunan kul haklarını ödemeli veya hak sahiplerinden
helallik ve izin alarak yola çıkmalıdır. Yapacağı masrafları helal kazancından
karşılamalıdır. Hac yolculuğu için gerekli olan tedbirleri almalı, bu çerçevede hac
menâsiki ile ilgili bilgi edinmelidir. En önemlisi takvâ sahibi, ahlaklı ve ibadete gönül
vermiş yol arkadaşı seçmeye özen göstermelidir. Gidiş ve dönüşünde insanlara
eziyet etmekten, kötü söz söylemekten şiddetle uzak durmalı elinden geldiğince
herkese hizmet edip yardımcı olmaya çalışmalıdır. Evinden ayrılırken ve hacdan
geri dönüşünde iki rekât namaz kılıp dua etmelidir.
Umrenin Farzları, Vacipleri, Sünnetleri ve Âdabı
Umrenin Farzları
Hanefî mezhebine göre biri şart ve biri rükün olmak üzere iki farzı vardır.
İhrama girmek şart, Kâbe-i Muazzama’yı tavaf etmek rükündür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Hac ve Umre-I
Malikî mezhebi sa’y yapmayı da farzlardan kabul etmiştir. Şafiî ve Hanbelî
mezhepleri ise tıraş olarak veya saçları kısaltarak ihramdan çıkmayı da umrenin
farzlarından saymışlardır.
Umrenin Vacipleri
Hanefî mezhebine göre sa’y yapmak ve saçları tıraş ederek veya kısaltarak
ihramdan çıkmak haccın vacipleridir. Malikî mezhebinde ise saçları tıraş ederek
veya kısaltarak ihramdan çıkmak vaciptir.
Umrenin Sünnetleri ve Âdabı
İhram, tavaf ve sa’y ile ilgili sünnetler umrenin de sünnetleridir. Haccın âdabı
olarak zikredilmiş edeplere riayet etmek umrede de aynen geçerlidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Ödev
Özet
Hac ve Umre-I
•Kutsal mekânları ziyaret etme arzusu insanoğlunun yaratılışında vardır.
Kâbe-i Muazzama ile insanın yeryüzündeki varlığı paralellik arz eder.
Allah'ın evi olarak Kâbe-i Muazzama, müslümanın günlük hayatında
önemli bir yere sahiptir. Bunun için Hz. Adem'den beri insanlık tarihinde
ve özellikle Hz. Peygamber'in ( s.a.s.) hayatında Kâbe-i Muazzama'nın
yerini iyi bilmek gerekir.
•Kâbe’nin bölümlerini ve Harem’deki kutsal yerleri tanımak, müslümanın
ibadet bilincini artırır. Özellikle namazı günlük hayatın merkezine
yerleştirmek için Kâbe'nin tekrar ortaya çıkartılmasındaki hatıraları o
mekânlarda hissetmek lazım. Hac ve umrede özellikle ihramla ilgili
hükümler konusunda Haremin sınırları ve mikat yerleri iyi bilinmelidir.
•Hac ve umrenin tanımı, hükümleri ve şartlarıyla ilgili bölümde hac ve
umrenin birbirinden ayrı birer ibadet olduklarını, hüküm farklılıklarını
öğrenme imkânı vardır. Haccın farz olması ve sahih olması için gerekli
olan şartlar bu başlık altında incelenir.
•Hac ve umrenin çeşitlerini uygulamalarıyla öğrenmek çok önemlidir.
Edası bakımından haccın çeşitlerinde umrenin hac ibadetiyle birlikte
yapılmasının etkili olduğu görülmektedir. Tek başına yapılan haccın ifrad
haccı olduğu, umre ile birlikte yapıldıklarında her ikisi için ayrı ayrı
ihrama girilmesi gerektiği ve bunun temettu haccı olduğu, bir ihramla
her ikisinin yapılması halinde ise kıran haccının gerçekleştiği ayrıntılı bir
şekilde incelenmiştir. Hac ve umrenin faziletiyle ilgili rivayetlere de yer
verilmiştir.
•Hac ve umrenin farzları, vacipleri, sünnetleri ve âdabını birarada
değerlendirebilmek için müstakil bir başlık altında toplanmışlardır.
• Mekke-i Mükerreme'deki önemli ziyaret yerlerini
araştırarak iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde
yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Hac ve Umre-I
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Kâbe-i Muazzama ilk olarak ne zaman inşa edildi?
a) Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında
b) Hz. İbrahim (a.s.) zamanında
c) Hz. Âdem (a.s.) zamanında
d) Hz. Nuh (a.s.) zamanında
e) Hz. Adem (a.s.) yaratılmadan önce
2. Hz. Peygamber (s.a.s), ilk umre için Medine-i Münevvere’den hangi yıl yola
çıkmış ve nereden geri dönmüştür?
a) Yedinci yıl, Hudeybiye’den
b) Sekizinci yıl, Cirane’den
c) Altıncı yıl, Cirane’den
d) Aytıncı yıl, Hudeybiye’den
e) Sekizinci yıl; Hudeybiye’den
3. Umre ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Ömürde bir sefer umre yapmak Hanefî mezhebine göre farzdır.
b) Ömürde bir sefer umre yapmak Şafiî mezhebine göre farzdır.
c) Ömürde bir sefer umre yapmak Hanefî mezhebine göre sünnettir.
d) Ömürde bir sefer umre yapmak Hanbelî mezhebine göre farzdır.
e) Ömürde bir sefer umre yapmak Malikî mezhebine göre sünnettir.
4. Aşağıdaki şartlardan hangisi hacda arandığı hâlde umrede aranmaz?
a) Müslüman olmak
b) İhrama girmek
c) Menâsiki belirlenen zamanda yapmak
d) Yol güvenliğine sahip olmak
e) Özgür olmak
5. Aşağıdakilerden hangisi temettu haccında bulunduğu hâlde kıran haccında
bulunmaz?
a) Akabe cemresini taşladıktan sonra kurban kesmek
b) Kurban kestikten sonra ihramdan çıkmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Hac ve Umre-I
c) Haccın sa’yini Arafat vakfesinden önce yapabilmek
d) Arafat vakfesinden önce umre ihramından çıkmak
e) Bayramın ikinci ve üçüncü günleri cemerâta taş atmak
Cevap Anahtarı:
1.c 2.d 3.a 4.c 5.d
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Komisyon .(2009). İslam İlmihali.İstanbul:Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları.
Bilmen, Ö. N. (2010). Büyük İslam İlmihali. İstanbul.
Harman, Ö. F.(1996). “Hac”, DİA, XIV, 382-386. İstanbul.
Karagöz, İ.-Keskin, M.- Altuntaş, H. (2007).Hac İlmihali. Ankara.
Öğüt, S. (1996) .“Hac”, DİA, XIV, 389-397. İstanbul.
Özel, A.(2007). Kutsal Topraklara Yolculuk. İstanbul.
Yaran, R. (2010). “Hac ve Umre”, İslam İbadet Esasları. Eskişehir.
Yıldız, K.(2010). Umre Rehberi. İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
HAC VE UMRE - II
• Hac ve Umre için İhrama
Girmek ve İhramdan Çıkmak
• İhramın Yasak ve Yaptırımları
• Hac ve Umrede Yapılan Özel
İbadetler
• Haccı veya Umreyi
Tamamlayamamak
• Vekâlet Yoluyla Hac Yapmak
• Medine'yi ve Hz.Peygamber'i
Ziyaret
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• İhrama giriş ve çıkışla ilgili hükümleri
öğrenebilecek
• İhram yasaklarını ve cezalarını kavrayabilecek
• Hac ve umrede yapılan özel ibadetleri
uygulamalı olarak anlatabilecek
• Hac veya umreyi tamamlayamama durumunda
ihramdan nasıl çıkılabileceğini öğrenebilecek
• Vekâlet yoluyla hac yapma ve Medine ziyareti
ile ilgili temel bilgileri edinebileceksiniz.
İSLAM İBADET
ESASLARI
ÜNİTE
12
Hac ve Umre-II
GİRİŞ
Hac ve umre ile ilgili hükümleri bir üniteye sığmayacak kadar geniş olduğu
için ikinci bir üniteye ihtiyaç duyduk. Bu ünitede ihrama nerede ve nasıl girileceği,
ihramdan nasıl çıkılacağı, ihram yasakları ve bunların ihlali durumunda nasıl telafi
edileceği, hac menâsikinin uygulamalı olarak izahı, hac veya umrenin
tamamlanamaması durumunda ne yapılması gerektiği, vekâlet yoluyla hac gibi
önemli konuları ele alacağız. Ünitenin sonunda ise Hz. Peygamber’i (s.a.v.) ve
Medine-i Münevvere ziyaretle ilgili temle bilgilere yer vereceğiz.
HAC VE UMRE İÇİN İHRAMA GİRMEK VE İHRAMDAN
ÇIKMAK
İhrama girmek aslında helal olan bazı fiilleri ve bazı maddeleri, ibadet
maksadıyla kişinin kendisine haram kılması demektir. İhram, haccın ve umrenin
geçerli olmasının şartıdır; Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre rüknüdür.
İhramın Tanımı
Hac veya umre ibadeti yapmaya niyet eden kişinin Kâbe-i Muazzama’ya
belirli uzaklıklarda bulunan ve ‘mikat’ diye isimlendirilen yerlerden itibaren normal
zamanlarda helal olan bazı fiilleri ve maddeleri kendisine haram kılmasına, “ihrama
girmek” ifadesi kullanılır.
İhrama girmek aslında
helâl olan bazı fiilleri ve
bazı maddeleri, ibadet
maksadıyla kişinin
kendisine haram kılması
demektir.
İhrama giren erkeklerin sarınmış oldukları dikişsiz beyaz örtülere,
Türkçemizde “ihramlık” veya “ihram” denilmiştir. İhrama girmek demek, sadece
dikişsiz beyaz örtülere sarınmak demek değildir. İhrama giren erkeklerin böyle bir
örtüyü sarınmaları, ihrama giren erkeklere diğer yasakların yanında dikişli elbise
giymenin de yasak olmasından kaynaklanmaktadır. Kadınlar ise böyle bir örtüye
sarınmadan ihrama girerler.
İhrama giren kişi, giyinmeden tıraş olmaya, koku sürünmeden yüzü örtmeye,
yeşillik koparmaktan avlanmaya varıncaya kadar belirlenmiş olan yasaklara dikkat
edecektir.
İhrama giren Müslüman, “İhram Yasakları” başlığı altında ele alacağımız
bütün yasaklara dikkat ederek Harem topraklarında Allah’ın misafiri olduğunu
hissedecek, ölüm gelmeden önce ölümü ve ahireti yaşayacaktır. Elden geldiğince
ibadet, tefekkür vetezekkürle meşgul olmaya çalışacaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hac ve Umre-II
İhramın Rükünleri
İhrama girerken niyet etmek, bütün mezheplere göre rükûndur yani farzdır.
Hanefî mezhebinde telbiye getirmek de farzdır. Malikî mezhebinde vacip olan
telbiye, Şafiî ve Hanbelî mezhebinde sünnettir.
İhramın Vacipleri
İhramın vacipleri iki tanedir:

Mikat sınırlarını geçmeden ihrama girmek

İhram yasaklarından sakınmak
İhramın Sünnetleri ve Dikkat Edilecek Hususlar
İhrama girerken
1. Her şeyden önce gerekiyorsa tıraş olmak, koltuk altı ve kasık kıllarını
temizlemek ve tırnakları kesmek sünnettir.
2. Gusul abdesti almak sünnettir. Eğer su bulunmazsa veya suyu kullanma
imkânı yoksa abdest almak sünnettir.
3. Erkeklerin ihrama girmeden önce iç çamaşırları dâhil giysilerini, çorap ve
ayakkabılarını çıkartmaları vaciptir. Bunun yerine dikişsiz iki parça örtü sarınırlar.
Bu örtünün belden aşağısını örten kısmına “izâr”, baş hariç vücudun belden
yukarısını örten kısmına “ridâ” ismi verilir. İhram elbisesinin iki parçadan oluşması,
beyaz rengin tercih edilmesi ve yıkanmış, yeni ve güzel görünümlü olması sünnete
uygun bulunmuştur.
Kadınlar, ihram için özel bir elbise giymezler. Kadınlar, her zaman giymiş
oldukları elbiselerini, baş örtülerini ve ayakkabılarını giyinmiş oldukları hâlde
ihrama girerler. Ancak yüzlerini açık tutmaları gerekir. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.v)
“İhramlı kadın, yüzünü örtmez” (Ebû Dâvud, “Menâsik”, 33) buyurmuştur.
4. İhrama girmek için niyet yapmadan ve telbiye getirmeden önce vücuda
güzel koku sürünmek müstehaptır. Elbiseye koku sürmek ise Hanefi mezhebine
göre caiz değil, Şafii ve Hanbelî mezhebine göre ise caizdir. Sürülen güzel kokunun
ihrama girdikten sonra bedende kalmasının herhangi bir zararı yoktur.
5. Kerahat vakti değilse iki rekât ihram namazı kılmak sünnettir. Bu namazın
birinci rekâtında Fâtiha’dan sonra “Kâfirûn” suresini, ikinci rekâtında ise yine
Fâtiha’dan sonra “İhlâs” suresini okumak faziletli bulunmuştur.
Şafii mezhebine göre kerahet vakitleri konusunda şu üç husus istisna
edilmiştir. 1. Cuma günü, 2. Mekke haremi, 3. Sebebi bulunan namaz. Bu vakitlerde
namaz kılmayı gerektiren bir sebep bulunduğunda namaz kılmak caiz olur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hac ve Umre-II
Dolayısıyla kerahet vaktinde abdest veya gusül yapan bir kimse, sünnet olan abdest
namazı kılabilir. İhrama giren kimse de Şafiî mezhebine göre kerahet vakti bile olsa
ihram namazı kılabilir.
Niyet ve İhrama Giriş
İhrama niyet ederek ve telbiye getirerek girilir.
İhrama niyet ederek ve
telbiye getirerek girilir.
İki rekât ihram namazından sonra ihrama giren kimse yapacağı ibadete göre
şöyle niyet eder:
Eğer sadece hac yapmak istiyorsa “Allah’ım! Haccetmek istiyorum. Onu bana
kolaylaştır ve kabul buyur” diyerek niyet eder.
Eğer sadece umre yapmak istiyorsa niyetinde sadece umreye, kıran haccında
olduğu gibi her ikisini de yapmak istiyorsa her ikisine niyet eder.
İhrama giren kişi niyetten sonra telbiye getirir ve ihrama girmiş olur. Telbiye
şöyle getirilir:
İhrama girme yerleri
konusunda hacı
adayının âfâk, hill ve
Harem bölgelerinden
hangisinde bulunduğu
önemlidir.
“Lebbeyk Allahumme Lebbeyk Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’lhamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk lâ şerîke lek”
“Buyur Allah’ım buyur, emrine geldim. Buyur Allah’ım buyur, Senin hiçbir
ortağın yoktur. Hamd, sanadır. Nimet ve hükümranlık da senindir. Senin hiçbir
ortağın yoktur.”
Telbiye yerine bir kimse tekbir veya tesbih getirse, hamd etse ya da Allahu
Teâlâ’nın yüceliğini ifade eden bir dua okusa da ihrama girmiş sayılır.
İhrama Girme Yerleri
Mikat yerleri kişinin
oturduğu yere göre
değişiktir.
İhrama mikat yerinde girilir. Mikat yerinden önce ihrama girmek, Hanefi
mezhebine göre caiz, Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre mekruhtur. Gemi ve
hava yoluyla Kâbe’ye gelenler, gemi ve uçaklara binmeden önce ihrama
girebilecekleri gibi bindikten sonra da mikat sınırlarını geçmedikleri sürece ihrama
girebilirler. Mikat yerlerinden önce bile olsa ihrama girildikten sonra ihram
yasaklarına uymak gereklidir.
Mikat yerleri kişinin oturduğu yere göre değişiktir. Bunun için sırasıyla
açıklamakta fayda vardır.
Âfâk bölgesinde bulunanların ihrama girecekleri yerler
Yukarıda “Hill” ismiyle tanıttığımız ve mikat yerleri ile sınırlanmış bulunan
bölgenin dışında dünyanın herhangi bir yerinde oturan Müslümanlar, hac veya
umreye niyet ettiklerinde Kâbe-i Muazzama’ya doğru geldikleri yol üzerinde
bulunan mikat yerlerinden ihrama gireceklerdir. Bu mikat yerleri Yelemlem,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hac ve Umre-II
Karnülmenâzil, Zâtüırk, Rabiğ, Cuhfe ve Zülhuleyfe isimleriyle bilinen mekânlardır.
Kâbe-i Muazzama’nın altı farklı yönünde bulunan bu mekânları bir çizgi ile birbirine
bağlamış olsak o çizginin denk geleceği bütün yerler, oradan geçecek olan kişilerin
mikatı olur.
Hill bölgesinde bulunanların ihrama girecekleri yerler
Hill bölgesinde oturanların mikatı yani hac ve umre için ihrama girecekleri
yer, bulundukları yerdir.
Hill bölgesinde
oturanların mikatı yani
hac ve umre için ihrama
girecekleri yer,
bulundukları yerdir.
Hill bölgesi Yelemlem, Karn-ı Menâzil, Zât-ı Irk, Rabiğ, Cuhfe ve Zülhuleyfe
isimleriyle bilinen Âfâkîlerin mikat sınırları ile Harem sınırları olarak yukarıda
belirttiğimiz ve Kâbe-i Muazzama’ya oldukça yakın olan Ten‘im, Adâtü Leben,
Seniyyetülcebel, Hudeybiye, Batn-ı Nemire ve Cirane arasındaki bölgedir.
Harem Bölgesinde Bulunanların İhrama Girecekleri Yerler
İster Mekke-i Mükerreme’nin yerlisi olsun ister yabancı olup Mekke’de
misafir bulunsun Harem bölgesinde bulunanlar, hac için bulundukları yerden
ihrama girerler; umre yapmak istediklerinde ise Harem sınırları olarak bilinen
Ten‘im, Adâtü Leben, Seniyyetülcebel, Hudeybiye, Batn-ı Nemire ve Cirane
ismindeki mekânlardan birine gitmeleri ve o sınırın dışından ihrama girmeleri
gerekir. Şunu da belirtmekte fayda vardır: Kâbe-i Muazzama’nın altı yönünde
bulunan bu altı mekânı birbirine bir çizgi ile birleştirecek olsak bu çizginin denk
geleceği her yerden de Harem bölgesinde oturanların ihrama girmeleri
mümkündür.
Hacca giden kimseler
için ihrama girme
zamanı hac aylarıdır.
Mekke-i Mükerremede Bulunanlar için En Faziletli Mikat
Mekke-i Mükerremede bulunanlar için umre yapmak istediklerinde
mikatların en faziletlileri Ten’im ve Ci’rane’dir.
İhrama Girme zamanı
Umre için zaman
sınırlaması yoktur.
Hacca giden kimseler için ihrama girme zamanı hac aylarıdır. Hac aylarından
önce hac yapmak için ihrama giren kimsenin ihramı, mekruh olmakla birlikte
Hanefî, Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre geçerli olur. Şafiî mezhebinde ise bu
ihram hac için geçerli olmamakla birlikte umre için geçerli olur.
Umre için zaman sınırlaması yoktur. Senenin her zamanında umre yapmak
üzere ihrama girilebilir. Sadece hac mevsiminde arefe günü ile Kurban bayramının
dört gününde umre için ihrama girilmesi tahrimen mekruh görülmüştür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hac ve Umre-II
Mikatı İhramsız Geçmek
Mikat sınırlarını ihrama girmeden geçen bir kimse, tavafa başlamadan önce
en yakın mikat yerine dönüp oradan ihrama girmesi gerekir; bu durumda yaptırım
olarak bir ceza söz konusu olmaz. Çünkü alimlerimiz, ibadet maksadıyla mikat
sınırına gelmiş olan bir Müslümanın ihrama girmesinin vacip olduğunda ve
girmediği takdirde haram işlediği için günahkâr olacağında ittifak etmişlerdir.
Mikata dönmeden ihrama girmesi hâlinde küçükbaş bir kurban kesmesi
gerekir.
Hareme İhramsız Girmek
Harem bölgesine girmek isteyen bir Müslüman, Hanefî mezhebine göre
maksadı ticaret bile olsa ya umre veya hac için ihrama girmeli ve gereken ibadetleri
yaptıktan sonra ihramdan çıkmalıdır. İhramsız olarak Harem bölgesine girmek
haramdır.
Malikî ve Hanbelî mezhepleri bu konuda, mikat sınırından sürekli girip çıkma
durumunda bulunanları istisna etmiş, geri kalan herkesin ihrama girmesi
gerektiğine hükmetmişlerdir. Hatta onlara göre ticaret veya başka bir sebeple
Harem dışına çıkmış olan Mekkeli bir Müslüman, Mekke-i Mükerreme’ye
döndüğünde ihrama girmesi icap eder; mikat dışına çıkmışsa mikat yerinden, Hill
bölgesindeyse bulunduğu yerden ihrama girer.
Şafiî mezhebine göre ibadet kastı olmayan kimselerin Harem bölgesine
girmek için ihrama girmeleri şart değildir; ancak ihrama girerlerse bu müstehap
olur.
İhramdan Çıkış (Tahâllül)
Erkeklerin saçlarını tıraş ederek veya kısaltarak, kadınların ise saçlarını
kısaltarak ihramdan çıkmaları Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre vacip,
Şafiî mezhebine göre farzdır.
İhrama giriş ve çıkışla
ilgili animasyonu izle!
Umrede ihramdan çıktıktan sonra ihram yasakları tamamen sona ermiş olur.
Hac yapanlar için ihramdan çıkış (tahâllül) iki aşamada gerçekleşir:
1. İlk tahâllül: Cinsel ilişki dışındaki ihram yasaklarının sona erdiği ilk tahâllül,
bayramın birinci günü Hanefi mezhebine göre saçları tıraş etmek veya kısaltmakla,
Malikî ve Hanbelî mezhebine göre ise akabe cemresini taşlamakla gerçekleşir.
2. İkinci tahâllül: Ziyaret tavafını yaptıktan sonra cinsel ilişki yasağı da
ortadan kalkmış olur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hac ve Umre-II
İhramdan Çıkma Zamanı
Temettu veya kıran haccı yapanlar, bayramın birinci günü Mina’da Akabe
cemresini taşlayıp kurban kestikten sonra ihramdan çıkarlar. Cinsel ilişki yasağı ise
ziyaret tavafından sonra kalkar.
İfrad haccı yapanlar ise kurban kesmekle yükümlü olmadıkları için bayramın
birinci günü Akabe cemresini taşladıktan sonra ihramdan çıkarlar. Cinsel ilişki
yasağı ise ziyaret tavafından sonra kalkar.
Umrede ise umre tavafı ve umrenin sa’yi tamamlandıktan sonra ihramdan
çıkılır.
Tıraş ve Kısaltmanın Hükmü
Saçları tıraş ederek veya kısaltarak ihramdan çıkmak, Hanefî, Mâlikî ve
Hanbelî mezheplerine göre vacip, Şafiî mezhebine göre farzdır. Bundan dolayı Şafiî
mezhebine göre saçları tıraş ederek veya kısaltarak ihramdan çıkmanın başka bir
şey ile telâfisi mümkün değildir. Yerine getirilmediği takdirde umre ibadeti
tamamlanmamış olduğu için ihram yasakları devam eder.
Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre eğer bir kimse umre tavafını ve
sa’yini yaptığı hâlde saçlarını tıraş etmez veya kısaltmazsa ihramdan çıkmış olmaz.
Bu durumda ihram yasaklarına uyma zorunluluğu devam eder. Bu esnada ihram
yasaklarına aykırı bir fiil yaparsa cezası ne ise onu yerine getirmekle mükellef olur.
Umre ibadeti, rükünleri yerine geldiği için geçerli olmakla birlikte ihramdan çıkmak
vacip olduğundan, ne olursa olsun saçlarını tıraş ederek veya kısaltarak ihramdan
çıkması gerekir.
Tıraş ve Kısaltmanın Miktarı
İhramdan çıkışta Hanefî mezhebine göre başın en az dörtte birini tıraş etmek
veya kısaltmak gerekir. Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre başın tamamını tıraş
etmek veya kısaltmak icap eder. Şafiî mezhebinde ise en az üç kıl kesmek yeterlidir.
Kadınların saçlarını parmak ucu kadar kısaltmaları yeterlidir.
Mezheplerin belirtmiş olduğu en az kesilmesi gereken miktarlarda tıraş veya
kısaltma yapılmazsa ihramdan çıkılmış sayılmaz. O miktarlarda kesim yapılıncaya
kadar ihram yasakları devam eder.
Saçları tıraş etmenin
veya kısaltmanın yeri
Harem bölgesidir.
Tıraş ve Kısaltmanın Yeri
Saçları tıraş etmenin veya kısaltmanın yeri Harem bölgesidir. Ebu Hanife ve
İmam Muhammed’e göre Harem bölgesi dışında gerçekleşen tıraş veya kısaltma
geçerli olmakla birlikte küçükbaş bir kurban icap ettirir. Şafiî ve Hanbelî mezhepleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hac ve Umre-II
ile Hanefîler’den Ebû Yusuf’a göre tıraş veya kısaltmanın Harem topraklarında
yapılması sünnet olduğu için Harem dışında gerçekleştiği takdirde herhangi bir
cezaya da gerek yoktur.
Erkeklerin saçlarını tıraş etmesi, kısaltmasından daha faziletlidir.
İHRAMIN YASAK VE CEZALARI
İhrama giren kimse aşağıdaki yasaklara uymak zorundadır. Uymadığı
takdirde her bir yasağın ihlali için tayin edilmiş olan bir yaptırım vardır, onun
gereğini yerine getirmek icap eder. Bu yaptırımlara Arapça ‘ceza’ ismi verilir. Bu
cezadan maksat, Türkçede kullandığımız ve cezalandırma anlamındaki ceza
değildir. Buradaki cezadan maksat, ihram yasaklarına aykırı davranmış olmakla
meydana gelen eksikliği gidermektir. Böylece ihrama girerek başlamış olduğu hac
veya umre ibadetini zedeleyebilecek eksiklikleri gidermiş, ibadetini tamamlamış
olur.
İhram yasaklarını ve onlarla ilgili yaptırımları yani cezaları birkaç başlık
altında ele alacağız:
Haccın veya Umrenin Bozulması
İhram yasakları
konusundaki
animasyonu izle!
Cinsel ilişki yasağının hacda Arafat vakfesinden önce, umrede ise Hanefî
mezhebine göre umre tavafının dört şavtını tamamlamadan, Malikî mezhebine
göre sa’yi tamamlamadan, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre ihramdan çıkmadan
önce ihlâl edilmesi hac veya umrenin bozulmasına sebep olur. Bu durumda kişi
haccını veya umresini yarıda bırakmaz. Hac veya umre ile ilgili ibadetlere –sanki
bozulmamış gibi- devam edilmesi onları tamamlayarak ihramdan çıkması gerekir.
Geçersiz olan haccı veya umreyi daha sonra kaza etmesi ve işlediği cinayet
sebebiyle de Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre küçükbaş bir hayvan, Mâlikî ve
Şafiî mezheplerine göre ise büyükbaş bir hayvan kurban etmesi icap eder.
Bedene
Deve ve sığır gibi büyük baş hayvan anlamında kullanılan bedene, hac
esnasında ihlâl edilen bazı ihram yasakları sonucunda kurban edilmesi gereken
hayvana verilen bir isimdir.
Arafat vakfesinden sonra ve ihramdan çıkmadan önce cinsel ilişki yasağının
ihlali haccı bozmaz ama bir bedene kurban edilmesini gerektirir. Aynı şekilde
ziyaret tavafının cünüp olarak veya -kadınlar için- adet hâlinde yapılmış olması,
eğer bu tavaf yeniden yapılmazsa bir bedene kurban edilmesini gerektirir. Tavaf
abdestli olarak yeniden yapılırsa bedene kurbanı düşmüş olur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hac ve Umre-II
Küçükbaş Hayvan Kesmeyi Dem) Gerektiren İhram Yasakları
Belirli hac yasaklarının ihlali durumunda gerekli olan küçükbaş hayvan yani
koyun ve keçi kurbanına “dem” adı verilir. Küçükbaş hayvan kesmeyi gerektiren
ihram yasaklarını saymadan önce şu kısa açıklamayı yapmak uygun olacaktır:
İhram yasaklarına
uymamak ister kasıtlı
ister insanın iradesi
dışında gerçekleşsin
fark etmez.
İhram yasaklarına uymamak ister kasıtlı ister insanın iradesi dışında
gerçekleşsin fark etmez. Mesela uyurken başkası tarafından saçlar kesilse veya
koku sürünülse gerekli ceza mutlaka yerine getirilmelidir. Ancak hastalık ve benzeri
kendi elinde olmayan bir mazeret dolayısıyla ihram yasaklarına uymayan kimse
şöyle bir tercihte bulunabilir: Harem bölgesinde kurban keser veya istediği bir
yerde üç gün oruç tutar (peşpeşe veya ayrı olarak) yahut altı fakiri sabah akşam bir
gün ya da bir fakiri altı gün doyurur (veya her gün için bir fıtır sadakası verir).
İhram yasakları konusunda şöyle bir kural zikredilmiştir: İhram yasakları tam
olarak ihlal edildiyse ceza da tam olur, yani küçükbaş kurban kesilmesi gerekir.
İhram yasakları eksik bir şekilde ihlal edilmişse ceza da eksik olur, yani sadaka
gerekir. Mesela giyim konusunda ihram yasağının bir gündüz veya bir gece ihlal
edilmesi, tam bir ihlaldir; bundan az olması eksik ihlaldir. Koku sürünme, bir uzvun
bütününü veya bütünü hükmündeki kısmını kapsıyorsa tam bir ihlal söz konusudur;
bundan az olan kısmıyla ilgiliyse eksik ihlal olarak değerlendirilmiştir.
Şimdi küçükbaş hayvan kesmeyi gerektiren başlıca ihram yasaklarına
geçebiliriz:
1. Elbise ve Örtü

Bir gündüz veya bir gece boyunca elbise, ayakkabı veya çorap
giymek gerekir.

Bir gündüz veya bir gece boyunca yüzü örtmek gerekir.

Bir gündüz veya bir gece boyunca erkeklerin başlarını örtmeleri
kurban kesmeyi gerektirir. Dörtte birini kaplayacak şekilde başa sargı
sarmaları veya bandaj geçirmeleri de kurban kesmeyi gerektirir.

Bir günden fazla süreyle devamlı elbise giyilmesi hâlinde tek kurban
kesilir. Mesela peş peşe dört gün elbise giyilse bir kurban gerekir.
Hatta böyle bir kimsenin geceleri elbisesini çıkarması eğer ihram
yasağına uyma niyetiyle değilse aralıksız elbise giymiş olduğuna
hükmedilir ve bir kurban gerekli olur. Ancak iki gün elbise giydikten
sonra ihram yasaklarına riayet edeceğine niyet etse ve daha sonra
tekrar bir gündüz veya bir geceden fazla elbise giyecek olsa iki
kurban kesmesi icap eder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hac ve Umre-II

Yara bulunması gibi bir zaruret sebebiyle giysi giymek veya başa
sargı sarmak durumunda kalan bir Müslüman, ya bir kurban keser
veya üç gün oruç tutar ya da altı fakire birer fıtır sadakası verir.

Başın dışında vücudun herhangi bir yerine yara, kırık-çıkık gibi bir
sebeple sargı sarılsa buna ceza gerekmez.
2. Tıraş veya Kısaltma

Başın veya sakalın tamamını yahut en az dörtte birini tıraş etmek ya
da kısaltmak, kurban kesmeyi gerektirir. Ensenin tamamını tıraş
etmek de kurban kesmeyi icap ettirir. Bıyık sakala tabidir. Bundan
dolayı sadece bıyık kesilmiş olsa sakalın dörtte birinden az olduğu
için kurban gerekmez, ama sadaka gerekir.

Bir yerde saçını, sakalını ve başka bir organını tıraş eden kimsenin
tek kurban kesmesi gerekir. Ancak bunları ayrı ayrı yerlerde tıraş
eden kimse ise her biri için ayrı kurban kesmesi icap eder.

İhramlı kimse başka bir ihramlının yahut ihramsızın saçını tıraş
ederse ceza olarak sadaka vermesi gerekir. Saçı kesilen ihramlının
ise kurban kesmesi icap eder. İhramdaki bir kimsenin saçını ihramsız
birisi tıraş etse ihramlının yine kurban kesmesi gerekir. Bu durumda
tıraş yapmış olan ihramsız kişinin sadaka vermesi icap eder.
Hanefiler’in dışındaki diğer üç mezhebe göre ihramsız bir kimseyi
tıraş etmesi hâlinde ihramlı olan kimseye hiçbir şey gerekmez.

Koku yasağı, bizzat kendisi koku olan yağları, parfümleri, tütsüleri
içine aldığı gibi güzel koku içeren sabun, deterjan, şampuan, ıslak
mendil gibi insanın organlarına sürülebilen maddeleri de
kapsamaktadır.

Bütün vücuda veya bir organın tamamına aynı yerde ve bir defada
güzel koku sürmek kurban kesmeyi gerektirir. Her organa ayrı yer ve
zamanda koku sürülmesi durumunda her organ için ayrı ayrı kurban
kesilmesini gerektirir. Saç ve sakalın dörtte birine, diğer organların
ise bütününe sürülmesi hâlinde kurban icap eder. Bu miktarların
daha azı için sadaka verilir. Sadece bıyığa koku sürülmesi hâlinde ise
sadaka verilmesi gerekir. Çünkü bıyık sakala tabidir ve sakalın dörtte
birinden azdır.

Ayrı ayrı organlara koku sürülmesi hâlinde eğer toplamı bir organın
büyüklüğüne denk geliyorsa kurban gerekir, aksi takdirde sadaka
yeterlidir.
3. Koku
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hac ve Umre-II

Kokuyu vücuda sürmeden sadece koklamak, mekruh olmakla birlikte
bir ceza gerektirmez.

Bizzat koku sayılmayan zeytin veya susam yağı gibi nesnelerin
süslenme amacıyla kullanılması da güzel koku hükmündedir. Bu
özelliğe sahip olan krem, boya, kına gibi maddelerin sürülmesi de
aynı hükme tabidir. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre zeytin
veya susam yağı gibi koku niteliği taşımayan yağlarda kurban değil,
sadaka gerekir.

Göze üç defa kokulu sürme çekmek kurban gerektirir.

Güzel kokuların etkisi ihramlı erkeklerin ihram örtülerinde veya
kadınların elbiselerinde bir gündüz veya bir gece sürerse kurban
kesmeleri gerekir.

İhramlı erkeklerin ihram örtülerinin, kadınların da elbiselerinin en ve
boy olarak birer karıştan fazla bir kısmına koku sürülmesi kurban
gerektirir.

İhramlı iken saçları boyamak veya kına yakmak da kurban gerektirir.

Şafiî mezhebine göre kına, koku cinsinden sayılmadığı için herhangi
bir ceza gerektirmez. Aynı şekilde Şafii mezhebine göre kokulu da
olsa sabun kullanılması caizdir.

İhramlı kimsenin tedavi amacıyla merhem veya kokusuz krem
kullanması veya başkalarına koku sürmesi ceza gerektirmez.
4. Tırnak Kesme

El ve ayakların bütün tırnaklarının aynı zaman ve mekânda bir
defada kesilmesi kurban kesmeyi gerektirir.

Bir elin veya bir ayağın bütün tırnaklarının bir yerde kesilmesi
hâlinde yine bir kurban gerekir. Bir mekânda bir elin, diğer mekânda
diğer elin, başka bir yerde bir ayağın tüm tırnaklarının kesilmesi
hâlinde her birisi için birer tane, toplam üç kurban kesilmesi gerekir.

Kırılan tırnakların koparılması veya kesilip atılması herhangi bir ceza
gerektirmez.
5. Cinsel Yakınlaşma

Hacda tıraş olup veya saçları kısaltıp ihramdan çıktıktan sonra ziyaret
tavafını yapmadan önce cinsel ilişkide bulunan kimse küçükbaş bir
kurban kesmesi gerekir.

Bir kimsenin eşini şehvetle öpmesi, okşaması, onunla oynaşması gibi
cinsel yakınlaşmalar küçükbaş bir kurban kesmeyi gerektirir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hac ve Umre-II

Umrede tavafın dört şavtını yaptıktan sonra ve ihramdan çıkmadan
önce cinsel ilişkide bulunmak umreyi bozmaz ama bir kurban
kesmeyi gerektirir.

Kendi fiiliyle kendisini tahrik ederek cinsel yönden heyecanlandıran
ve bunun sonucunda boşalan kimseye yaptırım olarak bir kurban
kesmek gerekli olur.

Şafii mezhebine göre umrenin herhangi bir aşamasında cinsel ilişkide
bulunan kimsenin umresi bozulur. Umre için gerekli olan bütün
amelleri yerine getirerek ihramdan çıkar ve büyükbaş bir kurban
keser. Geçersiz olan bu umreyi de kaza etmesi gerekir.

Şafii mezhebine göre ihramlı bir kimsenin eşiyle sevişmesi veya
istimna yaparak boşalması hâlinde kurban, üç gün oruç tutma veya
fakirlere altı fitre miktarı sadaka verme şıklarından birini tercih etme
seçeneği vardır.
Fıtır Sadakası Vermeyi Gerektiren İhram Yasakları
Cezası kurban kesmek
olan ihram yasakları,
tam olarak
gerçekleşmezse fıtır
sadakasına hükmedilir.
Cezası kurban kesmek olan ihram yasakları, tam olarak gerçekleşmezse fıtır
sadakasına hükmedilir. Fıtır sadakası vermekle işlenmiş olan hata veya eksiklik
giderilmiş olur. Fıtır sadakası vermeyi gerektiren ihram yasaklarının başlıcaları şu
şekilde sıralanabilir:
1. Giyim Kuşam: Bir gündüz veya bir geceden daha az süreyle elbise veya
ayakkabı ya da çorap giymek, yüzü örtmek, erkekler için başı örtmek fıtır sadakası
vermeyi gerektirir.
2. Saç-Sakal-Tüy: Saç veya sakalın dörtte birinden daha az bir kısmını tıraş
etmek veya kısaltmak fıtır sadakası vermeyi gerektirir. Bunların dışında kalan
vücudun herhangi bir organını tamamına ulaşmayacak şekilde tıraş etmek de aynı
hükme tabidir. Kaşınırken saçtan veya sakaldan üç tel düşmesi hâlinde fıtır
sadakasının yarısının verilmesi icap eder. Bir de ihramlı bir kimsenin ihramsız bir
kimseyi tıraş etmesi söz konusu olursa Hanefiler’e gire hüküm, fıtır sadakası
vermesidir. Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre ise bu durumda herhangi bir ceza
yoktur.
3. Koku-Yağ-Kına: Bir organın sadece bir kısmına güzel koku, yağ, kına vb. bir
madde sürmek fıtır sadakası vermeyi gerektirir. Farklı organlara koku sürülmesi
hâlinde eğer sürülen yerler toplandığında bir organ kadar olmuyorlarsa yine fıtır
sadakasına hükmedilir. Göze bir veya iki defa kokulu sürme çekmek de aynı hükme
tabidir. Güzel kokuların etkisi ihramlı erkeklerin ihram örtülerinde veya kadınların
elbiselerinde bir gündüz veya bir geceden daha az sürdüğü takdirde fıtır sadakası
vermeleri icap eder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hac ve Umre-II
4. Tırnak: Bir el veya ayaktaki tırnakların tamamı kesilmediği takdirde her bir
tırnak için bir fıtır sadakası vermek gerekir.
Bedel Ödemeyi Gerektiren İhram Yasakları
İhrama girmiş olan kimse karada yaşayan hayvanları avlamayı, Harem
bölgesindeki ağaç ve bitkilere zarar vermeyi kendisine haram kılmıştır. Suda
yaşayan av hayvanları bu yasağın dışındadır.
1. Avlanmak: İster bilerek veya bilmeyerek, ister kasıtla veya hata ya da
unutarak olsun karada yaşayan hayvanları avlamak, yaralamak, avlayan kimselere
yardım etmek, tüylerini yolmak, yumurtalarını almak gibi yollarla onlara zarar
vermek haramdır. Bundan dolayı ihramlı bir kimse, karada yaşayan bir av hayvanını
avlarsa yapılacak işlemler şunlardır:

Avlanmış olan hayvanın bedeli, dinen güvenilir iki kişi tarafından
belirlenir.

Belirlenen bedel, kurbanlık bir hayvanın değerinden aşağı olmadığı
takdirde onu avlayan kimse dilerse bir kurban alıp Harem sınırları
içinde kestirir.

Bu kimse dilerse belirlenen bedeli, her birine fıtır sadakası miktarı
olmak üzere dilediği yerde fakirlere dağıtır. Avladığı hayvanın bedeli
kurbanlık bir hayvanın değerinden aşağı olduğu takdirde onu fıtır
sadakası miktarlarına bölerek fakirlere dağıtır. Bir fakire fitre
miktarından daha azı verilemeyeceği gibi birkaç fitre miktarı da
verilemez.
 Bu kimse dilerse her fıtır sadakası miktarı karşılığında oruç tutar.
Eti yenen av hayvanları için takdir edilecek bedel, koyun ve keçi bedelinden
fazla olabilirse de eti yenmeyen hayvanlar aslan ve fil gibi çok büyük de olsalar bu
bedeli geçemez.
Bu yasağın kapsamını sadece eti yenen av hayvanlarıyla sınırlı tutan Şafiî
alimlerine göre bu hayvanlar, ‘benzeri olanlar’ ve ‘benzeri olmayanlar’ şeklinde
ikiye ayrılır. Yaban eşeği sığıra, ceylan keçiye, tavşan oğlağa denk görülerek benzeri
olanların benzeri ya Harem topraklarında kurban edilir veya bedeli takdir edilerek
birer fıtır sadakası şeklinde fakirlere ulaştırılır yahut takdir edilen bedel fitre
miktarlarına bölünüp her bir fitre mukabilinde oruç tutulur. Benzeri olmayan
hayvanlara ise kendi kıymetleri ölçüsünde bedel tayin edilir.
Hayvana verilen zarar, iyileştikten sonra herhangi bir iz bırakmazsa bunun
için bir yaptırım gerekli olmaz; verilen zarar hayvanı kendisini savunamaz hâle
sokmuşsa, hayvan öldürülmüş gibi bedel takdirinde bulunulur. Yaralanması,
tüylerinin yolunması gibi zararlar söz konusu olursa, sağlam hâli ile zarar
verildikten sonraki durumu arasındaki değer farkı takdir edilerek fakirlere yine
birer fitre miktarınca dağıtılır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hac ve Umre-II
Harem bölgesinin av hayvanlarını avlamak konusunda ihramlı olup olmamak
fark etmez.
Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezhepleri, Harem bölgesinde yırtıcı-zararlı
sınıfındaki bütün hayvanların avlanabileceğini belirtirken Hanefîler, şahin ve doğan
gibi salyasız yırtıcı hayvanları bu hükmün dışında tutarak bunları avlamanın da
haram olduğunu söylemişlerdir. Buna göre ihramlı olsun olmasın bir kimsenin,
yılan, akrep, kuduz köpek ve fare gibi zararlı hayvanları öldürmesi ittifakla haram
görülmemiştir.
2. Harem Bölgesiyle İlgili Yasaklar: Harem bölgesinde kendiliğinden yetişen
ağaç ve bitkileri kesmek veya koparmak haramdır. Bu tür bitkileri kesen veya
kopartan kişi onların bedelini sadaka olarak dağıtması gerekir. Bizzat insanlar
tarafından ekildiği veya dikildiği bilinen bitki ve ağaçlarla bir kimsenin kendi
arazisinde bulunan bitki ve ağaçları kesmesi herhangi bir ceza gerektirmez.
Kurumuş otların koparılması veya kesilmesi ise caizdir.
İhram Yasaklarıyla İlgili Önemli Bazı Meseleler
İhramla İlgili Cezaların Ödeneceği Yer ve Zaman
İhram yasaklarına riayet
etmediği için kurban
kesmesi gereken
kimseler, bu
kurbanlarını Harem
sınırları içerisinde
kesmek zorundadır.
İhram yasaklarına riayet etmeyerek kurban kesmek, sadaka vermek veya
oruç tutmak durumunda olan kimseler, birer yaptırım olan bu ibadetleri
ömürlerinin sonuna kadar yapabilirler. Bununla birlikte üzerlerinde bulunan bu
borçları bir an önce yerine getirmeleri efdaldir. Vefatına kadar bu yaptırımları
yerine getirmeyen kimse günahkâr olur. Bu tür yaptırımlar üzerinde bulunan kimse
onları yerine getirmeden vefat etmiş olsa, vasiyet etmemiş olsa bile varisleri gerekli
yaptırımları yerine getirmiş olsalar yine de geçerli sayılır.
İhram yasaklarına riayet etmediği için kurban kesmesi gereken kimseler, bu
kurbanlarını Harem sınırları içerisinde kesmek zorundadır. Ancak kurban etlerinin
sadece Harem sınırları içindeki fakirlere verilmesi şart değildir.
İhram yasaklarına riayet etmediği için oruç tutması veya sadaka vermesi ya
da bedel ödemesi gereken kimseler için belirli bir mekân şartı yoktur. Diledikleri
her yerde oruç tutabilirler; sadakalarını ve tahakkuk etmiş olan bedelleri diledikleri
yerde diledikleri fakirlere verebilirler.
İhramlıyken Evlenmek ve Evlendirmek
İhramlı kimsenin evlenmek için sözleşme yapması veya başka birisini
evlendirmesinde Hanefî mezhebine göre hiçbir sakınca yoktur. Şafiî, Malikî ve
Hanbelî mezheplerine göre ise ihramlı kimsenin evlenmesi de evlendirmesi de
yasaktır. Bundan dolayı nikâh sözleşmesi yapılan eşlerin her ikisinin veya birisinin
ya da nikâhlarında hazır bulunan velilerinin ihramlı olması hâlinde yapmış oldukları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hac ve Umre-II
evlilik sözleşmesi geçersiz olur. Bu mezheplere göre ihramlı iken nişanlanmak ise
mekruh görülmüştür.
İhramlıyken Mikattan Önce İhram Yasağı İşlemek
Mikat sınırına varmadan önce mesela havaalanında veya uçakta ihrama
giren kimseler, ihram yasaklarına uymak zorundadır. Aykırı davranışlar yaptıkları
takdirde gerekli olan cezalarla mükellef olurlar.
İhram Yasağı İşleyenin Cezada Tercih Hakkı
İhram yasaklarına riayet etmeyen bir Müslüman, kurban kesmek, sadaka
vermek veya oruç tutmak şeklindeki yaptırımlardan birisini tercih ederek yapmış
olduğu eksikliği giderebilir mi? Bu konuda fakihlerin görüşleri şöyledir:
Hanefi alimleri, üç gün oruç tutma, altı fakire birer sadaka verme ve kurban
kesme şeklindeki yaptırımlardan birini seçme hakkını, hastalık veya eziyetin
bulunması şartına bağlamışlardır. Bundan dolayı Hanefîler’e göre mazeretsiz bir
şekilde kurban kesmekle ilgili bir ihram yasağını işlemiş olan kimse mutlaka kurban
kesmelidir; sadaka ve oruç tutma yollarını tercih hakkı yoktur.
Şafiî ve Malikî mezheplerinde ise mazereti olsun olmasın, bilerek veya
bilmeyerek elbise giyen, koku sürünen, eşine cinsel münasebetin dışında öpmek okşamak gibi fiillerle şehvetle yaklaşan, kendi fiilleriyle cinsel olarak tahrik olup
boşalan, tıraş olan veya tırnaklarını kesen ihramlı kimseler yukarıdaki üç
yaptırımdan birisini tercih edebilirler.
Bilmeden, Zorlanarak veya Unutarak İhram Yasağı İşlemek
Hanefi mezhebine göre ihram yasaklarını bilerek veya bilmeyerek, kasten
veya hata yoluyla, zorlanarak veya isteyerek, uykuda veya uyanık iken yahut da
unutarak yapmış olmanın cezalar açısından hiçbir önemi yoktur. Gerekli olan
cezaları yerine getirmek icap eder. Ancak bunların kasten yapılması günahtır.
Bundan dolayı da ayrıca tövbe yapmak ve Allah’tan af dilemek gerekir.
Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde bir Müslüman, yasak olduklarını bilmeyerek
veya yanılarak ya da unutarak bir şeyi ortadan kaldırma şeklinde olan tıraş olmak,
tırnak kesmek veya kara hayvanlarını avlamak gibi bir ihram yasağını işlemiş olsa
onun cezalarından muaf olamaz. Bununla birlikte faydalanma türünden olan koku
sürünme, elbise giyme gibi ihram yasaklarını yanılarak veya unutarak işleyen
kimseye hiçbir şey gerekmez.
Şafiî mezhebine göre kendisiyle zorla cinsel ilişkiye girilen ve saçı zorla
kesilen kimseye her hangi bir ceza gerekmez.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hac ve Umre-II
HAC VE UMRE’DE YAPILAN ÖZEL İBADETLER (MENÂSİK)
Tavaf
Tavaf, usulüne uygun olarak Kâbe-i Muazzama’nın etrafında ibadet kastıyla
yedi defa dönmektir.
Tavafla ilgili video veya
animasyonu izleyiniz
Tavaf, usulüne uygun
olarak Kâbe-i
Muazzama’nın
etrafında ibadet
kastıyla yedi defa
dönmektir.
Tavafa Hacerülesved hizasından başlanır, sol omuz Kâbe‘ye dönük ve ondan
ayrılmayacak şekilde kapısı ve Makam-ı İbrahim istikametine devam edilir. Tekrar
Hacerülesved hizasına gelinince bir şavt yani bir dönüş tamamlanmış olur. Bir
tavafta yedi şavt vardır yani yedi dönüş yapılır.
Tavaf yapacak kişi abdestli ve avret mahâlli örtülü bir şekilde
Hacerülesved’in hizasına gelerek bütün vücudu ile ona döner, tavafa niyet eder,
namaz tekbirinde olduğu gibi avuçlarının içleri Hacerülesved’e yönelik olacak
şekilde ellerini kaldırır (istikbâl) ve “Bismillâhi Allahu Ekber” diyerek elinin içini
öper. Kâbe-i Muazzama’yı sol omzuna alarak etrafında dönmeye başlar. Kimseyi
rahatsız etmeden yanına gidebilirse Hacerülesved’i istikbâl eder, ellerini secdede
olduğu gibi üzerine koyup onu öper. Buna istilâm denir. Peşinden tavafa devam
eder. Tavaf esnasında yarım daire şeklinde olan Hicr bölgesi ve onun dış kısmında
yer alan yaklaşık bir metre yüksekliğindeki Hatîm duvarının dışından tavafını yapar.
Çünkü Hatîm ve içindeki Hicr kısmı Kâbe’nin içindendir. Hacerülesved’in bulunduğu
köşeye dönüp gelince tavafın bir şavtı tamamlanmış olur. İkinci şavta başlarken ilk
şavtta yaptığı gibi Hacerülesved’e döner, ellerini kaldırıp tekbir getirir, elinin içini
öper ve tavafa devam eder. Tavaf esnasında bol bol dua, tekbir, tehlil ve Kur’an
kıraati ile meşgul olur. Yedinci şavtın sonunda da Hacerülesved’i istilam edip
peşinden vacip olan iki rekât tavaf namazını kılar ve gönlünden geldiğince dua
eder. Şafiî ve Hanbelî mezhebine göre tavaf namazı sünnettir.
Tavaf namazından sonra dua bitince Zemzem içebilecek bir yere gidilir.
Kâbe-i Muazzama’ya bakarak besmeleyle zemzem içilir. Zemzemi üç defada kana
kana içmek ve ondan eline, yüzüne, başına dökmek sünnettir. Resul-i Ekrem (s.a.s),
“Zemzem hangi maksatla içilirse, o maksat için olur” (İbn Mâce, “Menâsik “, 78)
buyurmuştur. Bundan dolayı şu dua ile içilmesi tavsiye edilmiştir:
“Ey Allah’ım! Senden faydalı ilim, bol rızık, her türlü dert ve hastalıktan şifa
diliyorum!”
Iztıba şeklinin
görüntüsü
Tavaf ibadeti yukarıda anlatılan şekilde yapılır. Başka bir şekli yoktur.
Bununla birlikte yapılış gayelerine göre tava farklı isimlerle anılır:
1. Kudûm tavafı: Mikat sınırları dışından gelip ifrad haccı yapanların Mekke-i
Mükerreme’ye vardıklarında yaptıkları ilk tavafın adıdır ve sünnettir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hac ve Umre-II
2. Ziyaret veya İfada tavafı: Haccın rüknü olan ve bayramın birinci günü
fecrin doğuşundan itibaren yapılması gereken tavafın adıdır.
Arkasında sa’y yapılacak
tavaflarda ıztıba ve
remel yapmak erkekler
için sünnettir.
3. Vedâ veya Sader tavafı: Mikat sınırları dışından gelen âfâkîlerin Mekke-i
Mükerreme’den ayrılmadan yapmaları vacip olan tavafın adıdır. İmam Mâlik’e göre
sünnettir.
4. Umre tavafı: Umre için ihrama girildikten sonra yapılan tavafın adıdır.
Bütün mezheplere göre umrenin farzlarındandır.
5. Adak (Nezir) Tavafı: Kâbe’yi tavaf etmeyi adayan kimsenin yapması vacip
olan tavafın adıdır.
6. Nafile tavaf: Farz ve vacip tavaflar dışında Allah rızası için yapılan
tavafların adıdır.
7. Tahiyyetülmescid Tavafı: Kudûm, ziyaret, umre, veda ve nezir tavafı
yapma durumunda olmayan Müslümanların Mescid-i Haram’a her girdiklerinde
yapmalarının müstehap olduğu tavafın adıdır.
Arkasında sa’y yapılacak tavaflarda ıztıba ve remel yapmak erkekler için
sünnettir. Iztıba, ihram elbisesini sağ omuzu açıkta bırakacak şekilde kuşanmaktır.
Remel ise omuzlar dik olarak kısa ve sert adımlarla hızlıca yürümektir. Bu tür tavaf
tamamlanıncaya kadar ıztıba devam eder. Remel ise ilk üç şavt ile sona erdirilir.
Sa’y ile ilgili video veya
animasyonu izleyiniz
Sa’y
Safa, Mescid-i Haram’ın kuzey doğusunda Ebu Kubeys dağının eteğinde
bulunan bir tepeciktir. Merve de Mescid-i Haram’ın kuzey batısında Kuaykıân
dağının eteğinde yer alan bir tepeciktir. Günümüzde bu tepeciklerin üzeri
kapatılarak üç katta tavaf yapılabilecek şekilde düzenlenmiştir.
Sa’y etmek, yürümek ve koşmak anlamına gelir. Haccın ve umrenin
vaciplerindendir. Safa ile Merve tepeleri arasında sa’y etmek, Hacer validemizin bir
hatırasıdır.
Safa ile Merve arasında
sa’y etmek sadece
yürümek veya
koşmaktan ibaret
değildir. Onlar, Allah’a
davetin, O’na kulluğun
ve bu uğurda çekilen
çilelerin şahitleridirler.
Safa ile Merve arasında sa’y etmek sadece yürümek veya koşmaktan ibaret
değildir. Onlar, Allah’a davetin, O’na kulluğun ve bu uğurda çekilen çilelerin
şahitleridirler. Bunun için Yüce Mevlâ şöyle buyurmuştur:
“Şüphe yok ki Safa ile Merve, Allah’ın şiarlarındandır. Her kim Beytüllah’ı
ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir beis yoktur. Her kim
gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla
bilir.” (Bakara, 2/158)
Safa’dan Merve’ye gidiş bir şavt, Merve’den Safa’ya dönüş de bir şavtdır.
Toplam yedi şavt olan sa’y ibadeti, sonuç itibariyle Safa’dan Merve’ye dört gidiş,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hac ve Umre-II
Merve’den Safa’ya üç dönüşten ibarettir. Bunun için başlangıcı Safa’dan olur, bitişi
ise yedinci şavt ile Merve’de son bulur.
Tavaf namazından sonra Hacerülesved’i istilâm edip Safa tepesine doğru
yürünür. Hac ile umreden hangisini yapıyorsa, onun sa’yine niyet edilir ve şöyle
uygulanır:
Safa tepesinde sa’yin başlangıç noktasına gelince besmeleyle birlikte Bakara
suresinin 156. ayeti okunur.
Sa’yin başlama noktasında Kâbe-i Muazzama’ya yönelip tekbir getirilir.
Sonra gönülden geldiği şekilde tekbir, salâvât, tehlil ve dua ederek Merve
tepesine doğru yürünür. Dua kitaplarında tavsiye edilen dualar da okunabilir.
Safa tepesinden Merve tepesine doğru giderken yeşil iki sütun vardır.
Erkekler ilk sütundan itibaren hızlanarak gösterişli bir şekilde yürürler veya orta
seviyede koşarlar. Buna ‘hervele’ denir ve Merve’den dönüşte de yapılması
sünnettir. Resul-i Ekrem (s.a.s) , o iki yeşil sütun arasında hervele yapmıştır.
Kadınlar ise normal yürüyüşlerine devam ederler.
Arefe günü zevâl
vaktinden sonra
bayram sabahı imsak
vaktine kadar geçen
süre içerisinde bir an
orada bulunmak
yeterlidir.
Merve tepesine yaklaşınca Besmeleyle birlikte Bakara suresinin 156. ayeti
tekrar okunur.
Merve tepesine varınca sa’yin bitiş noktası olarak gösterilen yere kadar
gidilmelidir. Kâbe yönüne dönülür, tekbir ve tehlil getirerek eller açılıp gönülden
geldiğince Yüce Mevlâ’ya yalvarılır.
Merve tepesinden dönüldüğünde Safa tepesine doğru yürümeye başlanır.
Gidişte olduğu gibi dönüşte de tekbir, salâvât ve tehlil getirerek dualar yapılır. Dua
kitaplarında tavsiye edilen dualar da okunabilir. Safa tepesine yaklaşınca
Besmeleyle birlikte Bakara suresinin 156. ayeti tekrar okunur.
Safa tepesine varınca sa’yin başlangıç noktası olarak gösterilen yere kadar
gidilir. Kâbe yönüne dönülür, tekbir ve tehlil getirerek eller açılıp gönülden
geldiğince Yüce Mevlâ’ya yalvarılır. Sa’yin son şavtı tamamlandığında Kâbe-i
Muazzama’ya yönelip dua edilir.
Sa’y bir defa hacda bir defa da umrede yapılır. Sa’yin geçerli olması için daha
önce hac veya umre için ihrama girilmesi ve geçerli bir tavaf yapılması şarttır.
Mazereti olmayanlar yürüyerek, engelli, hasta ve yaşlılar hasta arabası veya
başkalarının yardımıyla sa’y edebilirler.
Vakfe ile ilgili video
veya animasyonu
izleyiniz
Arafat Vakfesi
Vakfe, “ayakta durmak” veya sadece “durmak” anlamında Arapça bir
kelimedir. Arafat vakfesi haccın rüknüdür. Bu rüknün yerine gelmesi için en
azından arefe günü zevâl vaktinden sonra bayram sabahı imsak vaktine kadar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hac ve Umre-II
geçen süre içerisinde bir an orada bulunmak yeterlidir. Bununla birlikte güneş
batmadan önce Arafat’ın terk edilmemesi gerekir.
Arefe günü, zeval vakti olunca yani öğle vakti girince öğle ve ikindi namazları
birleştirilerek cemaatle kılınır. Uygulama şöyledir: Ezan okunduktan sonra cuma
namazında olduğu gibi imam hutbe okur. Hutbeden sonra kamet getirilerek önce
öğle namazı, sonra tekrar kamet getirilerek ikindi namazı kılınır. Aralarında başka
bir namaz kılınmaz.
Namazdan sonra kıbleye yönelerek vakfeye başlanır. Vakfe esnasında tevbe,
tesbih, zikir, salavat ve dualar yapılır. Burada yapılan dua ve ibadetlerin Allah
katında değeri çoktur. Bunun için tekbir, tehlil, telbiye getirerek, Kur’an okuyarak
ve başta hacının kendisi olmak üzere herkese dua ederek akşam güneş batıncaya
kadar vakfeye devam edilir.
Müzdelife Vakfesi
Güneş battıktan sonra akşam namazını kılmadan Arafat’tan Müzdelife’ye
inilir. Yatsı namazının vaktinde akşam ile yatsı birleştirilerek kılınır. Önce ezan
okunur, peşinden kamet getirilip akşam namazı kılınır. Arada başka bir namaz
kılmadan ve tekrar kamet getirmeden hemen yatsı namazına durulur.
Sabah namazı
kılındıktan sonra
Müzdelife vakfesi
yapılır. Müzdelife’de
vakfe yapmak haccın
vaciplerindendir.
Sabah vaktine kadar Müzdelife’de beklenir. Sabah namazı kılındıktan sonra
Müzdelife vakfesi yapılır. Müzdelife’de vakfe yapmak haccın vaciplerindendir.
Kıbleye yönelerek Arafat vakfesinde yapıldığı gibi tevbeler ve dualar yapılır. Zikirle,
Kur’an kıraatiyle, tekbir, tehlil ve telbiye ile yüce Mevlâ’ya niyazda bulunulur.
Güneş doğmadan Mina’daki cemrelere doğru yola çıkılır.
Müzdelife vakfesinin vakti konusunda mezhepler arasında farklı görüşler
bulunduğu için izdiham sebebiyle son yıllarda bu görüşlerden birisinin tercih
edilerek gece yarısından sonra Müzdelife vakfesinin yapıldığı, ardından da Mina’ya
intikal edildiği müşahede edilmektedir.
Cemrelere Taş Atma (Şeytan Taşlama)
Şeytan taşlama ile ilgili
video veya animasyonu
izleyiniz
Özellikle ülkemizde şeytan taşlama olarak bilinen ve üç mekânda
gerçekleştirilen şeytanın temsilî olarak taşlanması Mina’daki cemrelerde yapılır ve
haccın aslî vaciplerindendir. Burada Müzdelife istikametinden başlanırsa önce
küçük cemre (birinci cemre), sonra orta cemre ve nihayet Akabe cemresi (büyük
cemre) yer alır. Resul-i Ekrem (s.a.s) ve ashabının hac esnasında taşlamış olduğu bu
üç mekâna, nohut veya en çok fasulye büyüklüğündeki taşlar kimseye zarar
vermeyecek şekilde atılır.
Bayramın birinci günü sadece Akabe cemresine yedi taş atılır. İkinci ve
üçüncü gün birinciden başlayarak sıra ile her üç cemreye yedişer taş atılır. Her taş
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hac ve Umre-II
atılırken “Bismillâh Allahu Ekber rağmen li’şeytani ve hizbihi” denilir. Birinci ve
ikinci cemreyi taşladıktan sonra mümkün olursa uygun bir yerde kıbleye yönelerek
dua edilir.
Şeytanın temsilî olarak
taşlanması Mina’daki
cemrelerde yapılır ve
haccın aslî
vaciplerindendir.
Bayram günündeki taş atma vakti imsâk vakti ile başlar, ikinci günün imsâk
vaktine kadar devam eder. İkinci ve üçüncü günün taş atma vakti ise zevalden
başlayıp ertesi günün imsâkine kadar devam eder. Taşların gündüz atılması
sünnettir. İzdiham olduğunda gece de tercih edilebilir. Dördüncü gün imsâk
vaktinden önce Mina’dan ayrılanların o gün taş atma görevi düşer. Ayrılmayanlar
ise o gün zeval vaktinden güneş batana kadar her üç cemreye yedişer taş atması
gerekir.
Şeytan taşlama günlerinde Mina’da gecelemek Hanefî mezhebine göre
sünnet, Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre gecenin çoğunu orada geçirmek
vaciptir.
Mina’ya gidip taş atamayacak kadar hasta olanların yerine vekil tayin
ettikleri kimseler taş atabilir.
Kurban
Kurban ile ilgili video
veya animasyonu
izleyiniz
Hac ve umre esnasında kesilen kurbanlara hedy denilir. Hedy, Harem için
hediye edilen kurban anlamına gelir. Hedy, aşağıdaki sebeplerden biriyle kesilebilir:
1. Temettu ve kıran hedyi. Temettu ve kıran haccı yapanların hedy kurbanı
kesmeleri vaciptir.
2. Ceza ve kefaret hedyi. Hac ve umre ile ilgili düzenlemelere ve ihram
yasaklarına riayet etmemek sebebiyle ceza veya kefaret olmak üzere kesilen
kurbanlardır.
Hedy için kesilen
hayvanlar, kurban
bayramında kesilen
hayvanların taşıması
gereken şartlara haiz
olmaları gerekir ve
mutlaka Harem sınırları
içinde kesilir; etlerinin
Harem dışına
çıkartılması ve
dağıtılması ise caizdir.
3. İhsâr hedyi. Hac veya umre için ihrama giren ama herhangi bir sebeple
ibadetine devam etmesi mümkün olmayan (muhsar) kişinin ihramdan çıkabilmesi
için bir miktar para göndererek kendi adına Harem’de kestirdiği kurbandır. Bu kişi
de kurban kesildikten sonra ihramdan çıkar.
4. Adak hedyi. Üzerine vacip olmadığı hâlde bir kimsenin orada kesilmek
üzere adadığı kurbandır.
5. Nafile hedy. Hac veya umre yapan kişinin üzerine vacip olmadığı hâlde
Allah rızası için orada kestiği kurbandır.
Hedy için kesilen hayvanlar, kurban bayramında kesilen hayvanların taşıması
gereken şartları haiz olmaları gerekir ve mutlaka Harem sınırları içinde kesilir;
etlerinin Harem dışına çıkartılması ve dağıtılması ise caizdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hac ve Umre-II
Temettu ve kıran hedyi bayramın ilk üç gününde kesilir. Nafile hedyinin de
bayram günlerinde kesilmesi daha faziletlidir. Diğer hedy kurbanları ise istenilen
zamanda kesilebilir.
Ceza, ihsâr ve adak hedylerinin etlerinden sadece fakirler yiyebilir. Hatta
bunları kesmekle mükellef olan kişi ile onun usûl ve fürûu, fakir olsalar bile
bunların etlerinden yiyemezler.
Temettu ve kırân haccı sebebiyle hedy mükellefi olanlar kurbanlık
bulamazlarsa veya herhangi bir sebeple kurban kesemeyecek durumda olurlarsa
bunun yerine üçü hacda ve yedisi dönünce olmak üzere toplam on gün oruç
tutarlar.
HACCI VEYA UMREYİ TAMAMLAYAMAMAK
İhrama girmiş olan bir Müslüman bazı hâllerde haccını veya umresini olması
gerektiği şekilde tamamlayamayabilir. Bu durum genelde üç şekilde gerçekleşir:
Haccın veya Umrenin Bozulması
Cinsel ilişki yasağının hacda Arafat vakfesinden önce umrede ise Hanefî
mezhebine göre umre tavafının dört şavtını tamamlamadan, Malikî mezhebine
göre sa’yi tamamlamadan, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre ihramdan çıkmadan
önce ihlâl edilmesi hac veya umrenin bozulmasına sebep olur. Bu durumda kişi
haccını veya umresini yarıda bırakmaz. Hac veya umre ile ilgili ibadetlere –sanki
bozulmamış gibi- devam edilmesi onları tamamlayarak ihramdan çıkması gerekir.
Geçersiz olan haccı takip eden yıllarda, umreyi de bozulmuş umrenin ihramından
çıktıktan sonraki bir zamanda kaza etmesi gerekir. İşlediği cinayet sebebiyle de
Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre küçükbaş bir hayvan, Mâlikî ve Şafiî
mezheplerine göre ise büyükbaş bir hayvan kurban etmesi icap eder.
İhsâr
İhsâr sebebiyle
ihramdan çıkan kimse
farz olsun, vacip olsun
veya nafile olsun
tamamlayamadığı hac
veya umresini daha
sonra kaza eder.
İhsâr, engellenme anlamında Arapça bir kelimedir. İhrama girdikten sonra
herhangi bir sebeple yoluna devam edemeyen veya yoluna devamı fiilen ya da
dinen (mesela iddet, yolda mahreminin ölmesi gibi) engellenen kimselere muhsâr
denilir. Böyle bir engellemenin kendisine de ihsâr ismi verilir.
Böyle bir engelle karşılaşan ihramlı kişi, Harem sınırları içinde kesilmek üzere
ya kurbanlık bir hayvan veya parasını gönderir. Gönderdiği kişi ile kurbanın ne
zaman kesileceği konusunda anlaşır. Kararlaştırmış oldukları o vakitten sonra
ihramdan çıkar. Kuvvetli olan görüş budur. Bir görüşe göre de ihsâr kurbanının
Harem sınırları içerisinde kesilmesi şart değildir, ihsârın gerçekleştiği yerde de
kesilebilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hac ve Umre-II
Hac için ihrama girmiş
olan bir kişi Arafat
vakfesine yetişemezse
o senenin haccını
kaçırmış olur.
Kıran haccı için ihrama girmiş olan kişi, ihsâr durumunda iki kurban
göndermesi icap eder.
İhsâr sebebiyle ihramdan çıkan kimse farz olsun, vacip olsun veya nafile
olsun tamamlayamadığı hac veya umresini daha sonra kaza eder. Şu kadar var ki
muhsâr olan kişi eğer ifrad haccına niyet etmiş idiyse bir umre ve bir hac kaza eder.
Kıran haccına niyet etmiş idiyse iki umre ve bir hac kaza eder. Yalnızca umreye
niyet etmiş idiyse bir umre kaza eder.
Fevât
Fevât, bir şeyin vaktinin geçmesi demektir. Hac için ihrama girmiş olan bir
kişi Arafat vakfesine yetişemezse o senenin haccını kaçırmış olur. Haccın vaktini
geçirmiş ihramlı bu kişi, umre için gerekli olan tavaf ve sa’yi yaparak ihramdan
çıkar. Bu yıldan sonra haccını kaza etmesi gerekir. Herhangi bir ceza da gerekmez.
VEKÂLET YOLUYLA HAC YAPMAK
Hac, bir mazeret
sebebiyle asıl yükümlü
tarafından yapılamadığı
takdirde vekâlet yoluyla
başkası tarafından
yapılabilir.
Hem bedenî hem de malî bir ibadet olan hac, bir mazeret sebebiyle asıl
yükümlü tarafından yapılamadığı takdirde vekâlet yoluyla başkası tarafından
yapılabilir. Buna bedel haccı da denir. Farz bir haccın vekâlet yoluyla yapılabilmesi
için bazı şartların bulunması gerekir. Bunların önemli olanlarını şu şekilde sıralamak
mümkündür:

Adına hac yapılacak kişi ölmüş veya ömür boyu bizzat hac
yapamayacak durumda olmalıdır.

Vekil tarafından yapılan hac, adına hac yapılacak kişinin isteği ile
yapılmalıdır.

Vekil olan kişi, Müslüman ve akıl sahibi olmalıdır.

Adına hac yapılan kişi hac masraflarını karşılamalı ve vekil olan kişi
de hac masraflarının dışında bir ücret istememelidir.

Müvekkil tarafından hangi tür hac yapılması istendiyse vekil de buna
aynen riayet etmelidir.
MEDİNE VE Hz. PEYGAMBER’İN (s.a.s) ZİYARETİ
Googel earth’dan
Medine şehri ve
Mescid-i Nebevî’nin
internet üzerinden
gösterimi.
Mekke-i Mükerreme’ye 450 km, Kızıldeniz’e 150 km uzaklıkta bulunan
Medine-i Münevvere, kuzeyde Uhud ve güneyde Âir dağları arasında kalan bir
düzlükte kurulmuştur. Deniz seviyesinden yüksekliği 625 m dir. Hicretten önce
Yesrib adıyla bilinen bu şehrin ismini Resul-i Ekrem (s.a.s), “hoş ve güzel” anlamına
gelen Tâbe ve Taybe ismiyle anılmasını istemiştir. Daha sonraları “Resulüllah’ın
(s.a.s) Şehri” anlamında Medinetü’r-Resûl veya Medinetü’n-Nebî olarak anılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Hac ve Umre-II
Aydınlık veya nurlanmış şehir anlamında Medine-i Münevvere ismi yaygınlık
kazanmıştır.
Mescid-i Nebevî, bizzat
Resul-i Ekrem (s.a.s)
tarafından yaptırılan
ikinci mescittir.
Medine-i Münevvere hakkında Resul-i Ekrem (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
“Ey Allah! Mekke’ye lutfettiğin bereketin iki mislini Medine’ye ver.” (Buhârî,
“Fezâilü’l-Medîne”, 10)
“Ey Allah! Mekke’yi sevdiğimiz gibi, hatta ondan da şiddetli şekilde
Medine’yi bize sevdir.” (Buhârî, “Fezâilü’l-Medine”, 12)
Mescid-i Nebevî, bizzat Resul-i Ekrem (s.a.s) tarafından yaptırılan ikinci
mescittir. Efendimizin (s.a.s) yaptırdığı ilk mescit ise Kubâ mescididir.
Resul-i Ekrem (s.a.s), Medine-i Münevvere’ye geldiğinde devesi Kasvâ’nın
salıverilmesini ve çöktüğü yere en yakın evde konaklayacağını söyledi. Kasvâ, Ebu
Eyyûb el-Ensârî’nin (r.a.) evine yakın olan bu yerde çöktüğünden ona misafir oldu.
Bu arsa ise Sehl ve Süheyl isminde iki yetime ait idi. Resul-i Ekrem (s.a.s), bu arsayı
satın aldı ve Mescid-i Nebevî’yi inşa etti.
Hücre-i Saadet, Resul-i Ekrem’in (s.a.s) defnedildiği Hz. Aişe’nin (r.a.)
odasıdır. Hücre-i Mutahhara ve Hücre-i Mukaddese diye de anılır. Hz. Ebu Bekir
(r.a.) ile Hz. Ömer’in (r.a.) kabirleri de Hz. Peygamber’in (s.a.s) hemen yanındadır.
Ravza-i Mutahhara (Tertemiz bahçe), Hücre-i saadet ile minber arasındaki
yaklaşık 22x15 metre karelik mekânın ismidir. Resul-i Ekrem (s.a.s), “Benim evim ile
minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir; minberim havuzumun
üzerindedir” (Buhârî, “Teheccüt”, 5) buyurmuştur.
Mescid-i Nebevî’de edebine uyarak Resul-i Ekrem’i (s.a.s) ziyaret etmek
gerekir. Sahabe-i Kiram’ın (r.anhüm) miras bıraktığı ve Allah’ın sevgili kullarının
hassasiyetle riayet ettiği edepleri göz önünde bulundurarak Nebî (s.a.s)
Efendimizin huzuruna varmak, onu ve sadık iki arkadaşını selamlamak lazımdır.
İslâm alimleri bu ziyareti müstehap amellerin en faziletlilerinden saymışlardır.
Hatta bazı alimlerimiz onu müekked bir sünnet, bazıları da vacip olarak
değerlendirmişlerdir.
Ravza-i Mutahhara
(Tertemiz bahçe),
Hücre-i saadet ile
minber arasındaki
yaklaşık 22x15 metre
karelik mekânın ismidir.
Medine-i Münevvere’ye gelen bir Müslüman mümkünse gusül, mümkün
değilse, abdest alarak Hz. Peygamber’i (s.a.s) sağlığında ziyaret ediyormuş gibi
hazırlanır. Güzel elbiselerini giyerek saygı ve edep içerisinde Mescid-i Nebevî’ye
gider. Zaman müsait ise iki rekât tahiyyetülmescid namazı kılar. Sonra büyük bir
saygı ve sükûnet içerisinde babusselamdan içeri girer. Kimseyi rahatsız etmeden
Ravza-i Mutahhare’nin karşısına gelir. Hz. Peygamber’e (s.a.s) ve iki arkadaşına
selam verir. Dua kitaplarında yer alan metinleri samimiyet içerisinde okuyabilir.
Selamının Allah tarafından Hz. Peygamber (s.a.s) Efendimize ve arkadaşlarına
ulaştırıldığından şüphe etmez. Edeple girdiği gibi edeple oradan ayrılır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Hac ve Umre-II
Ödev
Özet
Medine-i Münevvere’de Kubâ, Cuma, Kıbleteyn mescitlerini, Cennetü’lbaki’yi, Uhud’u, Hendek’i ziyaret etmek ve oralardaki hatıraları yâd etmek
müminlerin gönüllerine ayrı bir huzur ve kuvvet verir.
•Hac için âfâk bölgesinden gelenler mikat yerlerinde veya daha önce
ihrama girmek zorundadır. Hill ve Harem bölgesinde bulunanlar,
bulundukları yerlerden ihrama girerler. Umrede de durum aynı
olmakla birlikte bunun bir istisnası, Harem bölgesinde bulunanların
umre yapmak istediklerinde Harem sınırları dışına çıkıp ihrama
girmeleri gerektiğidir.
•İhram yasakları elbise, saç ve tüyler, koku kullanımı, tırnak kesme,
cinsel ilişki, kara avı yapma, Harem bölgesindeki yeşilliklerden
koparma ile ilgilidir. Bu yasaklar ihlâl edildiğinde bu ihlâlin giderimi
için bedene kurbanı, küçük baş kurban, sadaka, bedel ödeme ve bazı
durumlarda oruç tutma şeklinde ceza denilen yollar vardır. Söz konusu
yasaklara dikkat etmek ve herhangi bir şekilde ihlâl edildiklerinde
gerekli cezayı yerine getirmek kulluk şuurunun bir gereğidir.
•Hac ve umrede yapılan özel ibadetler, ihrama girdikten sonra tavaf,
sa'y, Arafat ve Müzdelife vakfesi, şeytan taşlama ve kurbandan
ibarettir.
•Hac ve umreyi tamamlayamama, hac veya umrenin bozulması, ihsâr
ve fevât hallerinde gerçekleşir. Bu durumlarda hemen ihramdan
çıkmak mümkün değildir. Konu içinde anlatıldığı şekilde gerekli
hükümlere riayet edilerek ihramdan çıkılması zorunludur.
•Bir mazeret sebebiyle asıl yükümlü tarafından yapılamadığı takdirde
vekâlet yoluyla başkası tarafından yapılabilir. Bedel hac da denilen bu
haccın geçerli olabilmesi için ilgili başlık altında sıralanmış olan
şartların bulunması gerekir.
•Hz. Peygamber'i ziyaret etmek ve Medine-i Münevvere'deki manevi
değeri büyük mekânları görmek, hacca ve umreye giden müslümanlar
için önemlidir. Bu ziyaretler, tavsiye edilen edepler çerçevesinde
gerçekleştirilmelidir.
• Medine-i Münevvere’deki önemli ziyaret yerlerini
araştırarak iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde
yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Hac ve Umre-II
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. İhrama girerken niyet etme hakkında aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Vaciptir
b) Sünnettir
c) Müstehaptır
d) Rükündür
e) Fazilettir
2. Cinsel ilişki dışında ihram yasaklarının sona erdiği ilk tahâllül ne zaman
gerçekleşir?
a) Temettu haccında kurbandan önce
b) İfrad haccında Akabe cemresinden sonra
c) Kıran haccında Müzdelife vakfesinden sonra
d) İfrad haccında ziyaret tavafından sonra
e) Temettu haccında Arafat vakfesinden sonra
3. Aşağıdakilerden hangisi küçükbaş bir kurban kesmeyi gerektirir?
a) Ayakkabı giymek
b) Bir tırnağını kesmek
c) Bir elinin üst kısmına koku sürmek
d) Kuş yumurtasını kırmak
e) Bir gün ve bir gece boyunca elbise giymek
4. Aşağıdaki tavaflardan hangisi farzdır?
a) Kudûm
b) Vedâ
c) Umre
d) Tahiyyetü’l-mescid
e) Sader
5. Aşağıdakilerden hangisi vekâlet yoluyla hac yapmanın geçerli olmasıyla ilgili
şartlardan değildir?
a) Adına hac yapılacak kişi ölmüş olmalı
b) Vekâlet yoluyla hac, adına hac yapılacak kişinin isteğiyle olmalı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Hac ve Umre-II
c) Vekil olan kişi hac masrafları dışında ücret almamalı
d) Vekil kendi adına hacca niyet etmeli
e) Vekil Müslüman ve akıl sahibi olmalı
Cevap Anahtarı:
1.d 2.b 3.e 4.c 5.d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Hac ve Umre-II
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Komisyon .(2009). İslâm İlmihâli. İstanbul:Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları.
Bilmen, Ö. N. (2010). Büyük İslam İlmihâli. İstanbul.
Harman, Ö. F. (1996). “Hac”, DİA, XIV, 382-386.İstanbul.
Karagöz, İ.-Keskin, M.- Altuntaş, H. (2007). Hac İlmihâli. Ankara.
Öğüt, S. (1996). “Hac”, DİA, XIV, 389-397. İstanbul.
Özel, A. (2007). Kutsal Topraklara Yolculuk.İstanbul.
Yaran, R.(2010).“Hac ve Umre”, İslâm İbadet Esasları.Eskişehir.
Yıldız, K.(2010). Umre Rehberi. İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
KURBAN ve ADAK
• Kurbanın Tanımı
• Kurbanın Meşruiyeti ve Dinî
Hükmü
• Kurbanın Yükümlülük Şartları
• Kurbanın Geçerlilik Şartları
• Kurbanın Kesimi
• Kurbanın Eti ve Diğer Parçaları
• Akîka Kurbanı
• Adak
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Kurbanın dindeki yerini ve hükmünü
belirleyebilecek
• Kurbanın yükümlülük ve geçerlilik şartlarını
açıklayabilecek
• Kurban kesimiyle ilgili maddi ve dini şartları
kavrayabilecek
• Kurbanla adak arasındaki ilişkiyi
değerlendirebileceksiniz.
İSLAM İBADET
ESASLARI
ÜNİTE
13
Kurban ve Adak
GİRİŞ
Kurban, babamız
İbrahim’in sünnetidir.
İslam dini, insan açısından en yalın biçimiyle Allah’a inanma ve O’na
içtenlikle boyun eğip ibadet etmekten ibarettir. Dinin genel bir sınıflamayla inanç
ve davranış olarak iki temel boyutu vardır. Davranış boyutu da kendi içinde ibadet,
ahlak ve muamelat (helal-haramlar ve hukuki ilişkiler) kısımlarına ayrılır. Dar ve
özel anlamıyla ibadet namaz, zekât, oruç, hac gibi türü, ilkeleri ve biçimi büyük
ölçüde dinin sahibi tarafından ortaya konulan ve düzenli bir şekilde yerine
getirilmesi gereken belirli davranış kalıplarını ifade eder. Kurban ibadeti de kendine
özgü niteliği ile dar anlamda ibadetin özel bir türünü oluşturur. Kurban ayrıca diğer
ibadetlerden farklı olarak insanın yaşayan bir canlıyı Yaratıcısına sunması
düşüncesine dayanmaktadır.
Dar anlamda ibadetlerle ilgili temel hükümler, insanın Allah'la ilişkisini
düzenleyen ve konuluş gerekçesi ve biçimleri akılla tamamen anlaşılamayan
hükümlerdendir. Dini literatürde bunlara “taabbudî hükümler” adı verilir. Bu
ibadetlerin ne zaman, hangi şartlarla, ne miktarda ve nasıl eda edileceği esas
itibariyle dinin iki temel kaynağı Kur’an ve sünnet tarafından belirlenmiştir. Dinin
aslından kabul edilen bu hükümlerin, Allah ve Resulü nasıl emretmişse o şekilde
yerine getirilmesi gerekir. Dolayısıyla bunlar özü itibariyle dinin değişime açık
olmayan alanını oluştururlar. İbadetler alanında yapılacak her yenilik de bidat ve
sapkınlık olarak değerlendirilir ve dince reddedilir. Elbette her ibadetin akıl ve
duyularla kavranabilen birtakım hikmetleri, bireysel ve toplumsal faydaları vardır.
Zekât ve kurban gibi bazı ibadetlerde fert ve toplum yararı daha bariz bir şekilde
gözükür. Ancak bunlar amaç değil sonuç niteliğinde olup bütün ibadetlerde esas
olan içten bir kulluk bilinci ve teslimiyetle Allah’ın emrine boyun eğmedir.
İbadetler temel özellikleri bakımından bedenî, mali ve hem bedenî hem de
mali olmak üzere üç kısımda değerlendirilir. Namaz ve oruç bedenî, hac bedenî ve
mali, zekât ve sadaka ise mali ibadetlerin başlıca örneklerini oluşturur. Kurban da
bireysel ve toplumsal açıdan önemli fonksiyonları olan mali ibadetlerden biridir.
İnsan öncelikle Rabbine yaklaşmak, O’na olan kulluğunu gösterip rızasını kazanmak
ve verdiği nimetlere şükretmek amacıyla belirli vakitlerde kurban keser. Bu şekilde
Allah’a bağlılığını ve O’na boyun eğdiğini sembolik bir davranışla ortaya koymuş,
dinî ve ahlaki gelişimini sürdürmüş olur. Buna işaret eden bir ayet-i kerimede şöyle
buyrulur:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Kurban ve Adak
“Kurbanlık büyük baş hayvanları sizin için Allah’ın nişanelerinden kıldık.
Onlarda sizin için hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken (kurban
edeceğinizde) üzerlerine Allah’ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları
çıkınca onlardan siz de yiyin; istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire
de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik. Bu
hayvanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Allah’a ulaşacak olan yalnız
sizin takvanızdır” (Hâc 22/36-37).
Kurban bir başka yönü de toplumda kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma
ruhunu canlı tutması, sosyal adaletin gerçekleşmesine önemli ölçüde katkıda
bulunmasıdır. Özellikle et satın alma imkânı bulunmayan veya sınırlı olan
yoksulların bulunduğu ortamlarda onun bu rolü belirgin bir şekilde ortaya çıkar.
Zengin kişi kurban etini Allah rızası için başkalarıyla paylaşarak mal hırsından ve
cimrilik hastalığından kurtulur. Kurban sayesinde zenginle yoksul birbirine yaklaşır,
aralarında sevgi, merhamet ve hürmet köprüleri kurulur. Diğer taraftan kurban
ekonomik ve ticari hayatı canlandırır ve hayvancılığın gelişmesine önemli katkılar
sağlar.
İnsanlık tarihi boyunca hemen bütün din ve kültürlerde farklı şekil ve
amaçlarla da olsa kurban uygulamasına rastlanır. Kur’an’da ayrıntısı verilmeksizin
Hz. Âdem’in iki oğlu Habil ve Kabil’in Allah’a kurban takdim ettiklerinden söz edilir:
“Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer
kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul
edilmemişti” (Mâide 5/27).
İslam’da kurban ibadeti asıl tarihi hatırasını Hz. İbrahim ve oğlunda bulur.
Kur’an’da anlatıldığına göre Hz. İbrahim oğlunu rüyasında kurban ettiğini görünce
konuyu oğluna açar. Oğlu da büyük bir teslimiyetle emredileni yapmasını, kendisini
sabredenlerden bulacağını söyler. Hz. İbrahim onu kesmek üzere alnı üzere
yatırdığı sırada ilahi bir ses “Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri
mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok acı bir imtihandır” diye seslenir ve ona oğluna
bedel büyük bir kurbanlık hayvan indirilir (Sâffât 37/100-107). Hz. Peygamber de
kurban ibadetinin İbrahimî geleneğin bir devamı olduğunu şu veciz sözleriyle dile
getirir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Kurban ve Adak
Kurban kesin! Kuşkusuz bu, babanız İbrahim’in sünnetidir” (İbn Mâce,
“Edâhî”, 3)
KURBANIN TANIMI
Kurban kelimesi dilimize Arapçadan geçmiştir. Sözlükte “yaklaşmak, yakın
olmak, Allah’a yakınlık sağlamaya vesile olan şey” anlamına gelir. Dini
terminolojide Allah’a yakınlaşmak için yapılan her türlü ibadet için geniş anlamda
“kurban” teriminin kullanıldığına rastlanır. Ancak Türkçede kurban teriminin daha
dar ve özel bir anlamı vardır. O da ibadet (kurbet) amacıyla belli vakitte belirli
cinsten hayvanları usulüne uygun olarak kesmektir. Dilimizde bu amaçla kesilen
hayvana da yine kurban adı verilmektedir.
Yukarıdaki tanım kurban bayramında kesilen kurbanlar içindir. Arapçada bu
nitelikteki kurbanlar için “udhiyye” veya “dahiyye” terimleri kullanılır. Kurban
kesme günleri olan kurban bayramına da “îdü’l-adhâ” denilmektedir. Kurban
kesmenin vakti kurban bayramının ilk üç günü olup bu günlere “eyyam-ı nahr
(kesim günleri)” adı verilir. Dinimizde kurban bayramında kesilen kurbandan ayrı
olarak yine ibadet niyetiyle kesilen ve literatürde özel isimlerle anılan başka kurban
çeşitleri de vardır. Adak kurbanı, akîka veya nesîke kurbanı, hac yapanların
kestikleri hedy kurbanı, hac yasaklarının çiğnenmesi hâlinde gereken ceza ve
kefaret kurbanı bunların başlıca örneklerini oluşturur. Aşağıda öncelikle ve ağırlıklı
olarak kurban bayramında kesilen kurbanın dini hükmünü ele alacak, diğer kurban
çeşitlerine de yeri geldikçe değineceğiz. Ünitenin sonunda ise adakla ilgili
hükümleri özetleyeceğiz.
KURBANIN MEŞRUİYETİ VE DİNÎ HÜKMÜ
Fıkıh literatüründe kurban kesmenin meşruiyeti ve dini hükmü denilince,
özel kayıtlar bulunmadığı sürece kurban bayramında kesilen kurban ve bunun
hükmü anlaşılır. İslam bilginleri bu günlerde bir ibadet olarak kurban kesmenin
meşru olduğu konusunda görüş birliği ederler. Bu husus kitap, sünnet ve icma ile
sabittir. Kur’an-ı Kerim’de değişik vesilelerle kurban ibadetinden söz edilmektedir.
Bunlardan bir kısmına yukarıda işaret etmiştik. Aşağıdaki ayet de kurbanın mutlak
anlamda meşru olduğunu gösteren en önemli delillerden biridir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Kurban ve Adak
“Biz her ümmet için Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık
hayvanların üzerine O’nun adını anarak kurban kesmeyi meşru kıldık.” (Hac
22/34).
Kevser Suresi’nde geçen “venhar” emri İslam bilginlerini çoğuna göre kurban
kesmen anlamındadır. Aşağıda göreceğimiz gibi bazı alimler bunu doğrudan kurban
bayramında kesilen kurbanla ilişkilendirmişlerdir.
Kurbanın meşruiyeti ile ilgili pek çok hadis-i şerif bulunmaktadır. Bunlardan
birinde Enes b. Malik Hz. Peygamber’in uygulamasını şöyle anlatmaktadır:
“Allah Resulü (s.a.) yedi deveyi ayakta oldukları hâlde kendi eliyle
boğazladı. Medine’de ise boynuzlu ve alacalı iki koyun kurban etti. Allah’ın elçisi
keserken tekbir getiriyor, besmele çekiyor ve ayağını hayvanların boyunlarının
üzerine koyuyordu” (Buharî, “Edahî”, 9, 14; Müslim, “Edahi”, 1).
Hz. Aişe’den (r.anh) nakledilen bir başka hadiste de Allah Resulü şöyle
buyurur:
“Ademoğlunun kurban günü yaptığı hiçbir iş Allah katında (kurban
keserek) kanını akıtmaktan daha sevimli değildir. Zira kesilen hayvan, kıyamet
günü boynuzlarıyla, kıllarıyla, toynaklarıyla (tırnaklarıyla) gelecektir. Hayvanın
kanı yere düşmezden önce Allah katında yüce bir konuma ulaşır. Öyle ise bu işi
gönül hoşluğu ile yapın.” (Tirmizi, “Edahi”, 1).
Kurban ibadeti hicretin ikinci yılında eda edilmeye başlanmış ve Hz.
Peygamber hicretten itibaren on yıla yakın bir süre hiç aksatmadan kurban
(udhiyye) kesmiştir. (bk. Tirmizî, “Edahi”, 11). Dini bayramlarımızdan olan kurban
bayramı Asr-ı saadetten günümüze kadar hep kurban kesilerek kutlanmıştır.
“Eyyam-ı nahr”, yani “kurbanlık hayvanların kesilmesi günleri” deyimi de baştan
beri bu anlamda kullanılmıştır.
Kurbanın meşruiyeti, yani dini bir ibadet olduğu konusunda Müslümanların
görüş birliği bulunmakla birlikte dinî hükmü konusunda fakihler arasında görüş
ayrılıkları vardır. Bunun nedeni kurbanla ilgili delillerin farklı yorum ve yaklaşımlara
açık olmasıdır. Konuyla ilgili temel görüşleri ve delillerini kısaca şu şekilde sıralamak
mümkündür:
• Gerekli şartları taşıyan kimselerin kurban bayramında kurban kesmesi
Hanefi imamlarından Ebu Hanife ve Züfer’e göre vaciptir. Hanefi mezhebinde bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Kurban ve Adak
görüş tercih edilmiştir. Leys b. Sa’d, Süfyan es-Sevrî, Evzaî gibi bazı müctehitler ve
bir rivayete göre İmam Malik de bu görüştedirler.
Bu görüş taraftarlarına göre Kur’an’da Hz. Peygamber’e hitaben “Rabbin için
namaz kıl, kurban kes” (Kevser 108/2) buyrulması ümmeti de kapsamakta ve
gereklilik bildirmektedir. Yine Allah Resulü birçok hadislerinde hali vakti yerinde
olanların kurban kesmesini emir veya tavsiye ederek şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar, her sene her ev halkına kurban kesmek vaciptir.” (Tirmizî,
“Edâhi”, 18; İbn Mâce, “Edahi”, 2).
“Kim imkânı olduğu hâlde kurban kesmezse bizim mescidimize
yaklaşmasın.” (İbn Mâce, “Edahi”, 2)
Ayrıca Hz. Peygamber kurbanını namazdan önce kesenlerin yeniden
kesmelerini emretmiştir (Buhari, “Edahi, 8, 11, 12; Müslim, “Edahi”, 1-12). Hz.
Peygamber’in yolculukta bile olsa kurban kesmeyi hiç terk etmemiş olması da bu
görüş sahiplerine göre onun vacipliğini göstermektedir.
•
Fakihlerin çoğunluğuna göre ise kurban kesmek müekked sünnettir. Maliki
mezhebinde tercih edilen görüş de bu yöndedir. Maliki mezhebine göre bu sünnet
kural olarak aynî, yani tek tek bireylere yönelik bir ibadet niteliğindedir. Ancak bu
mezhebe göre kişi bakmakla yükümlü olduğu aile fertlerini kurban sevabına ortak
edebilir. Şafiî ve Hanbelîler’e göre ise kurban ibadeti aile bireyleri bakımından kifaî
nitelikli bir sünnet olup ev halkından yükümlü bir kimsenin kurban kesmesi
diğerlerinden yükümlülüğü düşürür. Hanefi müctehitlerden Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed’in bu konudaki görüşleri ise farklı şekilde rivayet edilmektedir. Bazı
rivayetlerde onların Ebu Hanife ile aynı kanaatte oldukları, bazı rivayetlerde ise
kurbanın sünnet olduğu görüşünü benimsedikleri bildirilir.
Kurban kesmenin müekked sünnet olduğu kanaatinde olanların bu
konudaki başlıca delilleri de şunlardır:

Kur’an-ı Kerim’de bu konuda açık emir yer almamaktadır. Kevser
Suresi’ndeki ayetin kurban bayramındaki kurbana delaleti zannîdir. Bu
kurbana delalet etse bile bu ayette kurban kesme emredilmeyip, namaz
gibi kurbanın da sırf Allah adına kesilmesi istenmektedir.

Hz. Peygamber, “Zilhicce ayı girer ve içinizden birisi kurban kesmek isterse,
saçından ve bedeninden herhangi bir şey koparmasın” buyurmuştur
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Kurban ve Adak
(Müslim, “Edâhî”, 39-41). Bu hadiste kurban kesmek kişinin iradesine
bırakılmıştır. İradeye bırakılan şey ise vacip olamaz.

Resul-i Ekrem bazı rivayetlerde kurban ibadetinin kendisi için farz, ümmeti
için ise tatavvu (nafile) olduğunu beyan etmiştir (Ahmed b. Hanbel,
Müsned, I, 231).

Sahabe arasında kurban kesmenin vacip olduğu görüşünde olanların
bulunduğuna ilişkin sahih bir rivayet yoktur. Hatta Hz. Ebu Bekir, Ömer ve
başka bazı sahabîlerin halk arasında kurban kesmenin vacip olduğu
şeklinde bir kanaat oluşmaması için zaman zaman kurban kesmeyi terk
ettikleri yönünde rivayetler vardır.
Fıkhî hükmü ister vacip ister sünnet olsun kurban İslam dininin sembol
niteliği taşıyan önemli ibadetlerinden biridir. Bir fiilin sünnet olması onun ibadet
niteliğini etkilemez ve önemini azaltmaz. Kurbanın sünnet olduğu görüşünde olan
fakihler de bunu herhangi bir sünnet olarak algılamayıp müekked sünnet olarak
kabul ederler, dolayısıyla terk etmeyi hoş karşılamazlar. Hatta bu alimlerden bir
kısmı kurbanın diğer müekked sünnetlerden farklı olduğunu ortaya koymak için
“vacip/bağlayıcı sünnet” şeklinde özel bir terim kullanmayı tercih ederler. İmam
Şafiî de “kurban sünnettir” cümlesinin hemen arkasından “onun terk edilmesini
istemem (sevmem)” ifadesini kullanır (el-Üm, II, 187).
KURBANIN YÜKÜMLÜLÜK ŞARTLARI
Hanefi mezhebinde kurban ibadetinin vacip olması için kurban kesecek
kimsede şu şartların bulunması gerekir:
 Müslüman olmak: Her ibadette olduğu gibi Müslüman olmayan kişiye
kurban vacip değildir.
 Hür olmak: Hürriyetten yoksun olan esir, mahkûm ve benzeri kimselere
kurban kesmek vacip değildir.
 Mukim olmak (yolcu olmamak): Dinen yolcu hükmünde olan kimsenin
zengin bile olsa kurban kesmesi vacip değildir. Bu durumdaki kimsenin tek başına
veya mukimlerle birlikte kurban kesmesine bir engel de yoktur. Yolcu durumdaki
hacılar için de kurban vacip değildir. Ancak temettu ve kıran haccı yapanların yolcu
hükmünde de olsalar hedy kurbanı kesmeleri vaciptir. Diğer mezheplerde kurban
kesmek sünnet olduğu için bu konuda yolcu ile mukim arasında bir fark
gözetilmemiştir.
 Zengin olmak: Kurban kesme zamanında borcundan ve temel
ihtiyaçlarından fazla olarak nisap miktarı mal varlığına sahip olan kimse zengin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Kurban ve Adak
sayılır. Hanefi mezhebine göre kurban kesmeyi vacip kılan zenginliğin ölçüsü (nisap)
zekâtta aranan zenginlik ölçüsüyle aynıdır. O da en az 20 miskal (85gr) altın veya
bunun değerinde bir para veya maldır. Ancak kurban nisabında zekâttan farklı
olarak malın artıcı nitelikte olması ve üzerinden bir yıl geçmesi şartları aranmaz.
Fıkıh literatüründe bu özellikteki nisaba “nisâb-ı istiğnâ” (ihtiyaçsızlık ölçüsü) adı
verilir. Kurban kesme günleri olan bayramın ilk üç gününde nisap miktarı mala sahip
olanlar kurban yükümlüsü sayılırlar. Diğer mezhepler kurban kesmeyi sünnet
saydıklarından kurban yükümlülüğü için ayrıca bir zenginlik ölçüsü tespit
etmemişlerdir.
 Vasiyetinin veya adağının bulunması durumunda ölen bir kimse adına
kurban kesilmesi gerekir. Bu şekilde kesilen kurbanın eti ve diğer parçaları tamamen
fakirlere dağıtılır. Vasiyet veya adağın bulunmaması durumunda Şafiî mezhebinde
ağırlıklı görüş, ölen kimse adına kurban kesilmesinin caiz olmadığı, Maliki
mezhebinde ise mekruh olduğu yönündedir. Onlara göre ibadetlerde aslolan dini
bildirim olup bu konuda Hz. Peygamber’den herhangi bir açıklama gelmemiştir.
Fakihlerin çoğunluğu ise Hz. Peygamber’in ümmeti için de kurban kestiğine ilişkin
bazı rivayetleri ve geride kalanların yaptığı salih amellerin sevabından ölenin de
yararlanacağına ilişkin temennileri dikkate alarak ölen kimse adına kurban
kesilebileceğini kabul ederler. Bu arada günümüzde yaygınlık kazanan çok kişiden
para toplayarak Hz. Peygamber ve ehl-i beyt adına kurban kesilmesi uygulamasının
dini hiçbir dayanağının olmadığını belirtmek gerekir.
KURBANIN GEÇERLİLİK ŞARTLARI
Kurban kesmekle yükümlü olan kimsenin bu ibadeti geçerli olarak yerine
getirmiş sayılması için hem kurbanlık hayvan hem de hayvanın kesimiyle ilgili bazı
şartlar aranmaktadır. Bunlara kurbanın geçerlilik (sıhhat) şartları adı verilir. Aşağıda
alt başlıklar altında bu şartlar ele alınacaktır.
Kurbanlık Hayvanlar
Kurban başlıca üç çeşit hayvandan kesilebilir:
Davar: Koyun ve keçi cinsinden hayvanın kurban olarak kesilebilmesi için en az bir
yaşını tamamlayıp ikinci yaşına girmiş olması şarttır. Fakihlerin çoğunluğuna göre
altı ayını tamamlayan ve semizlik ve gösteriş olarak bir yaşındakilere denk olan
koyunlar da kurban olarak kesilebilir. Bir yaşından küçük keçilerin kurban olarak
kesilmesi ise caiz değildir.
Sığır ve Manda: Sığır ve manda cinsinden hayvanların kurban olarak kesilebilmesi
için en az iki yaşını tamamlaması gerekir. Ancak maliki mezhebine göre sığır ve
mandanın üç yaşını tamamlayıp dörde girmesi şarttır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Kurban ve Adak
Deve: Kurban olarak kesilecek devenin de en az beş yaşını tamamlayıp altı yaşına
girmiş olması gerekir. Daha küçüklerden iri ve semiz de olsa kurban olmaz.
Bu üç sınıfın dışındaki hayvanların mesela tavuk, kaz, ördek, deve kuşu,
tavşan, ceylan gibi hayvanların kurban olarak kesilmesi geçerli değildir.
Kurbanın geçerliliği bakımından kurban olarak kesilecek hayvanların erkek
veya dişi olması fark etmez. Ancak et ve kıymet bakımından eşit olmaları hâlinde
koyunun erkeğinin, keçi, sığır, manda ve devenin ise dişisinin kurban olarak
kesilmesi daha faziletli görülmüştür.
Koyun ve keçi sadece bir kişi için, deve, sığır ve manda ise yedi kişiyi aşmamak
üzere ortaklaşa kurban olarak kesilebilir. Maliki mezhebinde hayvanın türü ne
olursa olsun ortak kurban kesimi caiz görülmemektedir. Ortak kurban kesiminde
ortakların her birinin Müslüman olması, bunların ibadet (kurbet) niyetiyle ortaklığa
girmesi ve her bir ortağın hissesinin yedide birin altına düşmemesi şarttır.
Kurbanın sahih olabilmesi için kesenin mülkiyeti altında olması veya kesenin
böyle bir tasarrufa yetkisinin bulunması gerekir. Kurbanlık hayvanın alım satımı
diğer meşru malların alım satımı gibidir. Pazarlık yapılabilir. Hayvanın vadeli olarak
satın alınması veya hibe yoluyla edinilmesi önemli değildir. Faiz içermemek şartıyla
ödemenin kredi kartıyla yapılması, daha sonra anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde
birim fiyatın belirlenmesi kaydıyla canlı kilo veya karkas et kilo olarak satın alınması
da caizdir.
Kurban Olmaya Engel Kusurlar
Kurban olarak kesilecek hayvanın sağlıklı olması ve kurban olmaya engel bir
kusurunun bulunmaması şarttır. Buna göre aşağıdaki özelliklere sahip
hayvanlardan kurban olmaz:
• Bir veya iki gözü kör,
• Kulağının veya kuyruğunun tamamı ya da yarıdan çoğu kopmuş,
• Kulakları ve kuyruğu doğuştan bulunmayan,
• Dili kesilmiş,
• Dişlerinin tamamı veya çoğu dökülmüş,
• Boynuzlarının birisi veya ikisi kökünden kırılmış,
• Meme uçları kopmuş veya bir hastalıktan dolayı sütü kurumuş,
• Kesim yerine gidemeyecek ölçüde topal,
• Kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Kurban ve Adak
Ancak hayvanın şaşı, uyuz, deli veya aksak olması, kulaklarının delinmiş, enine
yarılmış veya uçlarından kesilmiş olması, doğuştan boynuzsuz veya boynuzunun
biraz kırık olması, cinsel organının bulunmaması veya iğdiş edilmesi kurban
edilmesine engel teşkil etmez.
Kurban olmaya engel olan kusurlar hayvan satın alındıktan sonra meydana
gelir veya önceden mevcut olan kusur sonradan fark edilirse, sahibi zengin ise
yeniden bir kurban alıp onu keser. Fakir ise yeni bir kurbanlık almasına gerek
olmayıp kusurlu hayvanı kurban edebilir. Çünkü kurban fakir kimseler için nafile
hükmünde olup nafilelerde genişlik ve kolaylık vardır. Şafiî ve Hanbelîler sahibi
zengin de olsa sonradan kusurla hâle gelen hayvanın bu hâliyle kurban
edilebileceği görüşündedirler. Kesim sırasında meydana gelen kusurlar ise hem
zengin hem de fakirler bakımından hayvanın kurban edilmesine engel değildir.
Kurbanın Rüknü
Kurbanın rüknü, kurban olması caiz olan hayvanın kanının akıtılmasıdır. Buna
fıkıh dilinde “irâka-i dem” adı verilir. Kan akıtılmadan, mesela boğularak öldürülen
hayvan kurban sayılmaz. Kesimin vaktinde ve usulüne uygun biçimde kurban
niyetiyle yapılması şarttır. Hayvanın kendisinin veya bedelinin sadaka olarak
bağışlanması ise kurban yerine geçmez.
Kurban Kesme Vakti
Kurban kesme zamanı, kurban bayramın “eyyâm-ı nahr” denilen ilk üç
günüdür. Bu da zilhicce ayının on, on bir ve on ikinci günlerine denk gelir. Kurban
bu günlerde bayram namazının kılınmasından üçüncü günün akşamına kadarki süre
zarfında kesilebilir. Şafiî mezhebine ve bazı fakihlere göre bu süre bayramın
dördüncü günü akşamına kadardır. Bayram namazı kılınmayan yerlerde kurban
sabah namazı vaktinden itibaren kesilebilir. Kurbanın bayramın birinci günü
kesilmesi daha faziletli olup kesimin gündüz yapılması tavsiye edilmiştir. Geçerli bir
mazeret yokken kesimin gece yapılması tenzihen mekruh görülmüştür.
Vaktinden önce kesilen hayvanlar kurban sayılmaz. Hz. Peygamber (s.a.) bir
bayram günü şöyle buyurmuştur:
“Bu günümüzde yapacağımız ilk şey namaz (bayram namazı) kılmaktır.
Sonra döneceğiz ve kurban keseceğiz. Kim daha önce keserse o sadece ailesine et
götürmüş olur; bunun ibadetle bir ilgisi olmaz” (Buharî, “Edâhî”, 1; Müslim,
“Edâhî”, 7))
Zengin kimse kurban almadan bayramı geçirse, bedelini fakirlere tasadduk
etmesi gerekir. Kurban satın aldıktan sonra kesmeden bayram çıkacak olsa o
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Kurban ve Adak
hâliyle tasadduk edilir. Kurban kesmekle yükümlü olmadığı hâlde kurbanlık alan
fakirin, süresi içinde kesmediği hayvan da adak kurbanı hükmünde kabul edilir.
Kurbanlık niyetiyle alınan hayvan kesilmeden ölürse zengin kimsenin tekrar
kurbanlık alması gerekir, fakir kimsenin gerekmez. Kesimden önce kurbanlık
kaybolur, sahibi ikinci bir kurbanlık alır, sonra birinci hayvan bulunursa zengin olan
bunlardan sadece birini keser. Ancak değeri daha düşük olanı keserse aradaki farkı
tasadduk etmesi gerekir. Böyle bir durumda fakir kimsenin de bir görüşe göre her
ikisini, diğer bir görüşe göre sadece birini kesmesi gerekir. Fakirin ikisini de kesmesi
gerektiği görüşü fakirin kesmesinin adak hükmünde olduğu düşüncesine
dayanmaktadır.
Kurbanla yükümlü olan kimseler yanlışlıkla birbirlerinin hayvanlarını kesseler
her kesilen kurban sahibinin kurbanı olmak üzere sahih olur. Etler dağıtılmamışsa
değişim yaparlar, dağıtılmışsa helalleşir ve bir fark talep etmezler.
Kurbana Niyet
Kurban Allah’a yakınlaşmak amacı taşıyan bir ibadettir. Her ibadet gibi
kurbanın da ibadet niyetiyle kesilmesi şarttır. Kurbanı diğer hayvan kesimlerinden
ayıran özellik de budur. Niyette aslolan kalbin niyeti olup, dil ile açıkça söylenmesi
şart değildir. Kurbanda niyet çok önemli olduğu için Hanefiler ortaklaşa kesilen
kurbana bütün ortakların ibadet niyetiyle katılmalarını şart görürler. Bununla
birlikte ortakların niyet ettikleri ibadetin birbirinden farklı olması mümkündür.
Mesela ortaklardan bir kısmı vacip olan hayvan kurbanına, birisi adak kurbanına,
bir diğeri akîkaya niyet etmiş olabilir. Buna karşılık ortaklardan birinin kurbana sırf
et yemek kastıyla katılmış olması Hanefiler’e göre tümünün kurbanını geçersiz
kılar. Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise böyle bir ortaklık kurbana zarar
vermez. Bir kimse tek başına kesmek üzere aldığı büyük baş hayvana sonradan altı
kişiye kadar bu şekilde ortak kabul edebilir. Ancak bu mekruh görülmüştür. Bir
görüşe göre de tek başına kesmek üzere bu tür bir hayvan alan kimse fakir ise
kurbanı satın almakla onu kendisine adak olarak vacip kıldığı için başkaları ona
ortak olamaz.
KURBANIN KESİMİ
Kurban keserken normal olarak eti yenen hayvanların kesiminde (tezkiye)
aranan kurallara uymak gerekir. Buna göre hayvan, kesim yerine incitilmeden
götürülmeli, keserken eziyet edilmemeli, bunun için keskin bıçak kullanılmalı ve
bıçak hayvana gösterilmemelidir. Ayrıca kesim sırasında sağlık ve temizlik şartlarına
riayet edilmelidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Kurban ve Adak
Her mükellefin mümkün mertebe kurbanını kendisinin kesmesi menduptur.
Fakat kişinin bir başkasına vekâlet verip kestirmesi de mümkündür. Kurban
sahibinin orada hazır bulunması da müstehaptır. Kurban kesecek kimsenin
Müslüman olması tercihe şayandır; ancak ehl-i kitabın kestiği helal olduğundan
Yahudi ve Hristiyanlara da kesim yaptırılabilir. Ancak bu mekruh görülmüştür.
Diğer taraftan kesen kişinin erkek kadın, yetişkin çocuk olması fark etmez.
Hayvan kesileceği zaman başı ve ayakları kıbleye gelecek şekilde sol tarafı
üzerine yatırılır. Hayvan yere yatırılırken aşağıda mealleri verilen ayetlerin
okunması, ardından da tekbir ve tehlil getirilmesi güzel bulunmuştur:
“Yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah’a, O’nun birliğine inanarak çevirdim.
Ben müşriklerden değilim” (En’âm 6/79).
“Benim namazım, ibadetim (kurbanım) hayatım ve ölümüm hep alemlerin
rabbi olan Allah içindir. O’nun ortağı yoktur” (el-En’âm 6/162).
Kurbanı kesen kişi sağ eliyle tuttuğu bıçakla hayvanı keserken “bismillâhi
Allâhüekber” der. Kurbanı vekilin kesmesi hâlinde kurban sahibi de mümkünse
besmeleye iştirak eder. Besmelenin kasten terk edilmesi halinde Hanefî mezhebine
göre hayvanın eti yenmez.
Kurban kesmenin rüknü yukarıda belirttiğimiz gibi kurbanlık hayvanın kanını
akıtmaktır. Sığır, manda, koyun ve keçi cinsinden hayvanlar yatırılıp çenelerinin
hemen altından boğazlanmak suretiyle kesilir. Buna “zebh (boğazlama)” adı verilir.
Deve ise ayakta sol ön ayağı bağlanarak göğsünün hemen üzerinden kesilir ki, buna
da “narh” denilmektedir. Dini kurallara uygun boğazlama nefes borusu ile yemek
borusu ve bunların yanlarında bulunan iki damarı kesmek suretiyle yapılır. Bu
dördünden en az üçünün kesilmesi de yeterli bulunmuştur. Boğazlamadan sonra
hayvanın kanının iyice akması için bir süre beklenir. Sonra yüzme ve parçalama
işlemleri yapılır. Hayvana acı vermemek için önce şoka sokmak (bayıltmak), sonra
kesmek de caizdir.
KURBANIN ETİ ve DİĞER PARÇALARI
Kurbanlık alınan hayvandan, kesilinceye kadar herhangi bir şekilde
yararlanmak mekruh görülmüştür. Buna göre kurbanlık hayvanın sütü sağılmaz,
yünü kırkılmaz, ona binilmez ve üzerinde yük taşınmaz. Bunların yapılması hâlinde
karşılığının sadaka olarak verilmesi gerekir. Ancak kurbanlık hayvanın yünü,
kesimden sonra kırkılıp evde ihtiyaç için kullanılabilir, fakat paraya çevrilemez. Aksi
hâlde bedelini sadaka olarak verilmesi gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Kurban ve Adak
Bayram kurbanının sahibi kurbanın etinden kendisi yiyebildiği gibi bakmakla
yükümlü olduğu kimselere de yedirebilir. Ancak etin bir kısmını da dağıtması
gerekir. Kurban etinin ne kadarının yenilip ne kadarının da dağıtılacağı konusunda
farklı görüşler vardır. Fakihlerin çoğunluğuna ve yerleşik dini geleneğe göre kurban
eti üç eşit parçaya bölünür; bir parçası kurban sahibi ve bakmakla yükümlü olduğu
kimseler tarafından tüketilir; ikinci parça zengin bile olsalar eş, dost ve akrabaya
hediye edilir, üçüncü parça ise kurban kesemeyen fakir kimselere dağıtılır. Kişinin
bakmakla yükümlü bulunduğu kimseler kalabalık olur veya ihtiyaçları bulunursa
kurban etinin kimseye dağıtılmadan evde tüketilmesinde de bir sakınca yoktur.
Ayrıca kurban etinden bir kısmının ileride tüketilmek üzere saklanmasında da bir
sakınca yoktur. Kurban etinin kesimin yapıldığı bölgede dağıtılması teşvik edilmiş
olmakla birlikte daha fazla ihtiyaç sahiplerinin bulunması durumunda başka
yerleşim birimlerine gönderilmesi de mümkündür. Bir kimse kendi malından
sevabını ölen kişiye bağışlamak niyetiyle bayram günü kestiği kurbanın etinden de
yiyebilir; ancak dağıtmak daha faziletlidir.
Kurbanın eti ve eti dışındaki derisi, yünü, bağırsakları, kemikleri, baş, bacak
ve iç yağı gibi diğer parçalarının para karşılığı satılması caiz değildir satılması
durumunda bedelinin sadaka olarak verilmesi gerekir. Bunların seccade, sofra,
yolluk ve benzeri şekillerde evde kullanılması veya kullanılmak üzere birini hediye
edilmesi mümkündür. Eğer kurban ücretle kestirilmişse kesim ücreti kurbanın eti
veya derisiyle ya da bunların parasıyla ödenmez.
Kesim işlemi yapıldıktan sonra çevre temizliğinin iyice yapılması, hayvanın
artan parçalarının toprağa derince gömülmesi, mümkün mertebe dışarıda hiçbir
parçanın bırakılmaması gerekir. Bir de kesilen kurbanın üzerinden atlamak veya
kanından alına ve yüze sürmek gibi uygulamalar bidat olup bu tür davranışlardan
uzak durmak gerekir.
AKÎKA KURBANI
Arapçada “akîka” yeni doğan çocuğun başındaki saçın adıdır. Fıkıh dilinde ise
yeni doğan çocuğun ilk günlerinde Allah’a şükür nişanesi olarak kesilen kurbana
“akîka kurbanı” denilir. Akîka kurbanı kesildiği gün çocuğun başı da tıraş edildiği
için kurbana bu ad verilmiştir.
Akîka kurbanı Hanefîler’e göre mubah veya mendup, diğer üç fıkıh
mezhebine göre sünnet, Zahirî mezhebine göre ise vaciptir. Hz. Peygamber,
torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için birer koçu akîka kurbanı olarak kesmiş ve
ümmetine erkek olsun, kız olsun doğan her çocuk için akîka kesmelerini tavsiye
etmiştir (Muvatta, “Akîka”, 2; Ebû Davûd, “Edâhî”, 20).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Kurban ve Adak
Akîka kurbanı çocuğun doğduğu günden bulûğ çağına kadar kesilebilir. Ancak
doğumun yedinci günü kesilmesi müstehaptır. Aynı günde çocuğa isim konulması
ve saçının kesilerek ağırlığınca altın veya gümüşün sadaka verilmesi de müstehap
sayılmıştır.
Kurban olmaya elverişli her hayvan akîka olarak kesilebilir. Etinden
yararlanma ve diğer hükümleri bakımından tamamen kurban bayramında kesilen
kurban gibidir.
ADAK
Adağın Tanımı ve Dindeki Yeri
“Adak” kelimesi fıkıh kitaplarında “nezir (nezr)” kelimesi ile ifade edilir. Bir
fıkıh terimi olarak nezir, bir kimsenin dinen yükümlü olmadığı halde farz veya vacip
türünden bir ibadeti yerine getirme konusunda Allah’a söz vermesidir.
Nezir kelimesi gerek sözlük gerekse terim anlamında Kur’an-ı Kerim ve
hadislerde geçmekle birlikte Kur’an’da adağı teşvik eden veya yasaklayan herhangi
bir hüküm yoktur. Bazı ayetlerde verilen sözde durulması ve yapılan adakların
yerine getirilmesi istenir. Ayrıca kişinin yaptığı adağa uygun davranası iyi kulların
nitelikleri arasında sayılır. Bu ayetlerden birinde şöyle buyrulur:
“Bu kullar, sözlerinde durup adaklarını yerine getirirler ve şiddeti her bir
yanı kaplayan günden korkarlar” (İnsân 76/7).
Hadislerde de Hz. Peygamber Allah’a itaat niteliği taşıyan adakların yerine
getirilmesini emretmiş, Allah’a isyan veya kötülük içeren adakların yapılmamasını,
şayet yapılmışsa buna uyulmamasını istemiştir (Buharî, “Eymân”, 26, 27; Müslim,
“Nezr”, 8). Bazı hadislerden de Hz. Peygamber’in adakta bulunmayı hoş
karşılamadığı anlaşılır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“Adak hiçbir şeyi değiştirmez. Sadece cimrinin malını eksiltmiş olur”
(Buharî, “Eymân”, 26; Müslim, “Nezr”, 2).
Bu hadis adağın aslında insana bir fayda sağlamayacağı veya bir zararı
gidermeyeceği, zira adakla ilahi takdirin değişmeyeceğini anlatmaktadır. Konuyla
ilgili ayet ve hadisleri göz önünde bulunduran İslam bilginleri adak adamanın dini
hükmü konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Hanefiler’e göre Allah’a
itaat ve yakınlaşma amacı taşıyan ibadetlerin adanması mubah olup bunları
adamak veya adamamak konusunda dini bir yükümlülük yoktur. Şafiî ve
Hanbelîler’e göre de adak adamak tenzihen mekruhtur. Malikiler ise mutlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Kurban ve Adak
anlamda adakta bulunmayı mendup, şarta bağlı adağı ise mubah sayarlar. Sonuçta
bir ibadetin işlenmesine vesile olduğu için bunu müstehap gören alimler de vardır.
Öyle anlaşılıyor ki, adak İslam dininde genellikle sevaba vesile olan bir davranış
sayılmamış, ancak adanınca Allah’a isyan ve masiyet içermediği sürece yerine
getirilmesi dinen gerekli görülmüştür.
Hanefîler’e göre adanan şey ismen ve açıkça belirtilmişse hangi türden
olursa olsun yerine getirilmesi vaciptir. Adanan şey açıkça belirtilmeyip belirsiz
bırakılmışsa niyet edilen şeyin ifası vaciptir. Bir niyet söz konusu değilse yemin
kefareti ödemek gerekir.
Adağın Şartları
Yapılan bir adağın dinen geçerli olabilmesi için birtakım şartların yerine
getirilmesi gerekir. Bunlardan bir kısmı adakta bulunan kimseyle, bir kısmı ise
adağın konusuyla ilgilidir.
Adakta bulunan kimsenin diğer ibadetlerde olduğu gibi Müslüman, akıllı ve
bulûğa ermiş olması gerekir. Bir kimsenin Müslüman olmadan önce yaptığı adakla
çocuğun ve delinin adakta bulunmasının bir hükmü yoktur. Hanefiler’e göre öfke
ve şaka ile yapılan adak da ciddi yapılmış gibi bağlayıcı kabul edilir.
Adağın konusuyla ilgili başlıca şartlar da şunlardır:
• Adanan şeyin cinsinden farz veya vacip bir ibadetin bulunması gerekir.
Mesela namaz kılmayı, hacca gitmeyi, sadaka vermeyi, itikâf yapmayı, kurban
kesmeyi konu alan adaklar geçerlidir. Hasta ziyareti veya mevlit okutmak gibi
cinsinden farz veya vacip ibadetler bulunmayan fiiller adak konusu olmaz.
Türbelerde mum yakma, bez bağlama, horoz kesme, şeker ve helva dağıtma gibi
halk arasında görülen adak adetlerinin de dinde yeri yoktur.
• Adanan şey, kişinin o anda veya daha sonra zaten yapmakla yükümlü
olduğu farz veya vacip bir ibadet olmamalıdır. Kılmakla yükümlü olduğu namaz,
kesmekle yükümlü olduğu kurban adanamaz.
• Adanan şeyin dinen ve maddeten imkân dâhilinde olması, adak konusu
malın da kişinin mülkiyetinde bulunması gerekir. Mesela “Gece oruç tutmak
adağım olsun” veya “yüzerek hacca gideyim”, “belediye otobüsünü vakfedeyim”
şeklinde adak geçerli olmaz.
• Adanan şey bizzat hedeflenen bağımsız bir ibadet cinsinden olmalı, başka
bir farz veya vacibe vesile bir ibadet olmamalıdır. Mesela abdest almayı, ezan
okumayı, mescide gitmeyi kona alan adak geçerli değildir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Kurban ve Adak
• Adanan fiil, Allah’a isyan, kötülük, günah ve bidat içermemelidir. Böyle bir
adağın yapılması hâlinde bunun yerine getirilmesi ittifakla caiz değildir. Ancak bu
durumda Hanefî ve Hanbelîlere göre yemin kefareti ödemek gerekir. Benzer
şekilde meydana gelmesi istenmeyen bir şarta bağlanan adaklar da adak veya
yemin hükümlerine tabidir. Mesela “bir daha içki içmeyeceğim, içersem bir ay oruç
tutayım” şeklinde adakta bulunan kimsenin Allah’a karşı bu sözü tutması gerekir.
Fakat istenmeyen bu şart gerçekleşirse dilerse adadığı şeyi yerine getirir, dilerse
yemin kefareti öder. Hanefiler bu durumda yemin kefareti ödemesini daha uygun
görürler.
Adağın Çeşitleri ve Hükümleri
Adaklar, bir şarta bağlanıp bağlanmadıklarına göre ikiye ayrılır:
Mutlak Adak: “Allah için şu kadar gün oruç tutacağım”, “kurban keseceğim”,
“namaz kılacağım” gibi herhangi bir şarta bağlanmadan yapılan adaklar bu
türdendir. Bu şekilde yapılan adağın günü belirtilmişse muayyen adak,
belirtilmemişse gayri muayyen adak denir. Mutlak adaklar adama anından itibaren
gerekli hâle gelir ve ilk fırsatta yerine getirilmesi gerekir.
Muallak (Mukayyed) Adak: Herhangi bir olayın meydana gelmesi şart koşularak
yapılan adaktır. “Hastam iyileşirse”, “üniversiteyi kazanırsam”, “falan kimse
gelirse”, “çocuğum olursa” gibi. Bir şarta bağlanan adaklar o şart gerçekleştiğinde
yerine getirilmesi gerekir. Şart gerçekleşmeden adak yerine getirilirse geçersizdir.
Yerine getirilmesi ileride gelecek belirli bir zamana bağlanan adaklar, mesela
“şaban ayında oruç tutmak adağım olsun” şeklinde yapılan adaklar ise Hanefiler’e
göre önceden de yerine getirilebilir. Diğer mezheplere ve Hanefiler’den İmam
Muhammed’e göre namaz, oruç gibi bedeni adaklar zamanından önce yerine
getirilemez. Ancak sadaka gibi mali ibadetlerin adak konusu yapılması hâlinde
fakirlerin bir an önce yararlanmasını sağlamak için ittifakla vaktinden önce yerine
getirilebileceği kabul edilmiştir.
Sadaka vermeyi içeren adaklarda belirli bir zaman, mekân veya kişi
belirlense bile buna uymak zorunlu değildir. Adanan sadakalar, başka zaman veya
mekânlarda, başka kişilere de verilebilir.
Üzerinde mali bir adak borcu bulunduğu hâlde bunu ödemeden vefat eden
kimsenin bu borcu, vasiyeti bulunması hâlinde terekesinden yerine getirilir. Böyle
bir vasiyeti olmadığı hâlde mirasçılar adağı yerine getirmişlerse ölen kimse yine
adak borcundan kurtulmuş olur.
Adak olarak kesilen kurbanın etinden adakta bulunan kimse ve onun
bakmakla yükümlü olduğu kimseler (anne ve babası, dede ve ninesi, çocukları ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Kurban ve Adak
Tartışma
torunları, hanımı) yiyemez. Eğer yiyecek olurlarsa yediklerinin bedelini fakirlere
sadaka olarak vermeleri gerekir.
•Kurban ibadetinin niteliği, şartları ve fonksiyonu dikkate
alındığında günümüzde kurban kesme yerine bedelinin fakirlere
sadaka olarak verilmesi mümkün müdür? Konuyu gerekçeleri ile
forumda tartışabilirsiniz.
•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan
“tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Özet
Kurban ve Adak
•İbadet amaçlı olarak belli vakitte belirli cinsten hayvanları usulüne uygun olarak
kesmeye ve bu şekilde kesilen hayvana kurban adı verilir. Kurban bayramında
kesilen kurbandan ayrı olarak ibadet niyetiyle kesilen akîka, hedy, kefaret, adak
gibi adlarla anılan başka kurban çeşitleri de vardır. İslam’da kurban ibadetinin
meşru oluşu Kur’an, sünnet ve icma ile sabittir. Gerekli şartları taşıyan
kimselerin kurban kesmesi fakihlerin çoğunluğuna göre müekked sünnet,
Hanefiler'e göre ise vaciptir. Bir kimsenin kurbanla yükümlü olması için
Müslüman, hür, mukim ve belirli ölçüde zengin olması gerekir.
•Kurbanla yükümlü olan kimsenin bu ibadeti geçerli bir şekilde yerine getirmiş
sayılması için kurbanlık hayvan ve hayvanın kesimi ile ilgili bazı şartlar aranır.
Kurban sadece, davar, sağır/manda ve deve cinsinden hayvanlardan olur.
Kurban kesilecek hayvanın sağlıklı olması ve kurban olmaya engel bir
kusurunun bulunmaması şarttır. Kurbanın rüknü usulüne uygun bir şekilde
hayvanın kanını akıtmak olup hayvanın kendisinin veya bedelinin sadaka olarak
bağışlanması kurban yerine geçmez. Kurbanın ibadet niyetiyle kesilmesi ve
keserken normal olarak eti yenen hayvanların kesiminde aranan kurallara
uyulması gerekir. Bayram kurbanının sahibi kestiği kurbanın etinden kendisi
yiyebilir, aile bireylerine yedirebilir, bir kısmını da fakirlere dağıtır. Kurbanın
etinin ve diğer parçalarının para karşılığı satılması caiz değildir.
•Yeni doğan çocuğun ilk günlerinde kesilen “akîka kurbanı Hanefiler'e göre
mubah veya mendup, diğer üç fıkıh mezhebine göre sünnettir. Fıkıhta adak
(nezir) terimi de bir kimsenin dinen yükümlü olmadığı hâlde farz veya vacip
türünden bir ibadeti yerine getirme konusunda Allah’a söz vermesi anlamına
gelir. İslam dininde adak sevaba vesile olan ve tavsiye edilen bir davranış olarak
görülmemiş, ancak adanınca Allah’a isyan ve kötülük içermediği sürece yerine
getirilmesi dinen gerekli görülmüştür. Mutlak ve muallak kısımlarına ayrılan
adağın dinen geçerli olabilmesi için adakta bulunan kimse ve adağın konusuyla
ilgili birtakım şartlar aranmaktadır. Adak olarak kesilen kurbanın etinden kural
olarak adakta bulunan kimse ve onun bakmakla yükümlü olduğu kimseler
yiyemez.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Ödev
Kurban ve Adak
• Ölmüş birisi adına vacip veya nafile niteliğinde kurban
kesilip kesilemeyeceğini delilleriyle birlikte araştırarak
iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında
yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi kurbanın yükümlülük şartlarından biri değildir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Zengin olmak
b) Hür olmak
c) Müslüman olmak
d) Mukim olmak
e) Ergen olmak
2. Hangi fıkıh mezhebi hayvanın türü ne olursa olsun ortak kurban
kesimini caiz görmemektedir?
a) Malikiler
b) Şafiiler
c) Hanbeliler
d) Eşariler
e) Hanefiler
3. Aşağıdakilerden hangisi kurban olmaya engel kusurlardan biri değildir?
a) Dili kesilmiş
b) Bir gözü kör
c) Kulakları delinmiş
d) Boynuzlarından biri kökünden kırılmış
e) Meme uçları kopmuş
4. Fakir kimsenin kurbanlık niyetiyle aldığı hayvan kesilmeden ölürse sahibinin
ne yapması gerekir?
a) Yerine bir kurban alıp keser.
b) Yerine kurbanlık alması gerekmez.
c) Yerine iki kurban alıp keser.
d) Değerini tasadduk eder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Kurban ve Adak
e) Yerine üç gün oruç tutar.
5. Aşağıdakilerden hangisinin adak olarak adanması geçerlidir?
a) Yüz rekât namaz kılmak
b) İki koç kurban etmek
c) 5 defa hatim indirmek
d) 100 lira sadaka vermek
e) 10 gün oruç tutmak
Cevap Anahtarı
1.e 2.a 3.c 4.b 5.c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Kurban ve Adak
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Komisyon.(2006).İslam İlmihali: Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları.
İstanbul.
Komisyon, İlmihal II.(2004): İslam ve Toplum:Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Ankara.
Bedir, M.( 2007). Kurban Kitabı:Ensar Neşriyat. İstanbul.
Varlı, M.(1991). İslam İlmihali: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.Ankara.
Bilmen, Ö. N.(1992).Büyük İslam İlmihali: Timaş Yayınları. İstanbul.
Komisyon,(2010). İslam İbadet Esasları. Anadolu Üniversitesi İlahiyat Önlisans
Programı.Eskişehir.
Çalış, Halit, “Kurbanın Dinî Hükmü ve Fert ya da Aile Adına Kesilmesi Tartışmaları”,
İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı:3, 2004, s. 211-230.
Özel, A.(1998). “Adak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, I, 337-340.
İstanbul.
Bardakoğlu, A.(2002). “Kurban”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXVI,
436-440. İstanbul.
Gözübenli, B.(1997). “Kurban”, İslam’da İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış
Ansiklopedisi: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. III, 94-105.
İstanbul.
Kahraman, A.(2002).İslam’da İbadetlerin Değişmezliği:Akademi Yayıncılık. Sivas.
Güç, A.(2003).Çeşitli Dinlerde ve İslam’da Kurban: Düşünce Kitabevi.Bursa.
Yeniçeri, C.(2009).Bütün Boyut Çeşit ve Mezhepleriyle Kutsal Kesim Kurbana
Yeniden Bakış ve Hz. Peygamber’in Kurbanları:Çamlıca Yayınları. İstanbul.
Ayengin, T.(2005).Kurban İbadeti, Diyanet İlmi Dergi, cilt: XLI, sayı: 4, s. 7-28.
Keleş, E.(1990).Kurbanın Hükmü Konusunda Mukayeseli Bir İnceleme. Diyanet İlmi
Dergi,cilt: XXVI, sayı: 3, s. 69-78.
http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/Kurulkararlari.aspx?KonuId=2 (Erişim Tarihi:
04.07.2011)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
YEMİNLER VE KEFARETLER
•
•
•
•
•
Yeminin Anlamı ve Mahiyeti
Yemin İfade ve Kalıpları
Yeminin Türleri
Kefaretin Tanımı
Kefaretler
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Yeminin anlam ve önemini kavrayabilecek
• Yeminin mahiyeti ve amacını açıklayabilecek
• Yemin türlerini ve hükümlerini ayırt edebilecek
• Kefaret kavramını açıklayabilecek ve sebeplerini,
türlerini ve hükümlerini anlatabileceksiniz.
İSLAM İBADET
ESASLARI
ÜNİTE
14
Yeminler ve Kefaretler
GİRİŞ
İnsanlık tarihi boyunca, söylenen bir sözü ve yapılan bir vaadi
kuvvetlendirmek ve söz ve davranışlarda samimi ve gerçekçi olunduğunu ortaya
koymak için sıkça başvurulan yollardan birisi de yemindir. Allah kelamından
peygamberlerin uyarılarına, samimiyetini göstermek isteyen sevenlerden bağlılığını
anlatmak isteyen dost ve arkadaşlara kadar bir çok konuda yemin inandırıcı bir yol
olarak tercih edilmiştir.
Toplum olmada önemli
iki gerçek: Güven ve
Samimiyet.
Bu tür davranışlar her şeyden önce sosyal ilişkilerde bireyler arasında
karşılıklı samimiyet ve güvenin kurulması için başvurulan önemli yol ve
araçlardandır. İnsanlar söyledikleri ya da ileri sürdükleri hususlardaki
samimiyetlerini ifade etmek için kutsal değerleri samimiyetlerine şahit tutar ve söz
verirler. Bunun yanında, bir işi yapmayı isteyen kişinin, kendi azim ve kararlılığını
artırmak için de yemine başvurduğu görülebilir.
İslam’da yemin, Allah’ın adı ile yapıldığı ve O’nun adı güvence gösterildiği
için bağlayıcılık özelliğine sahiptir ve yerine getirilmesi zorunludur. Yeminin gereği
herhangi bir nedenden dolayı yerine getirilememişse, Allah adına verilen andın
tutulmamasından kaynaklanan hata kefaret yoluyla telafi edilmeye çalışılır.
Görüldüğü gibi yemin konusunda öne çıkan husus, insanların Allahu Teala’ya
karşı taşıdıkları sorumluluk duygusu, saygı ve inançtaki samimiyettir. Bunun, aynı
zamanda bireysel ve toplumsal ahlâkın oluşmasında önemli bir rol oynayacağının
da altını çizmek gerekir.
Yemin, yemin eden kişinin azim ve iradesini kuvvetlendirdiği gibi, insanların
verdikleri söze bağlı kalmalarını da destekler ve sözün doğruluğunu kuvvetlendirir.
Yeminin, kişilerde sorumluluk bilincine de katkıda bulunan bir işlevi vardır. Kişiye
kararlılık ve söze inandırıcılık kazandırmada yeminin olumlu katkısı göz ardı
edilemez.
Bu ünitede, birbiriyle yakın ilişki içinde bulunan ve dini literatürde üzerinde
önemle durulan yemin ve kefaret konularını ele alacak ve bu iki kavramla ilgili
başlıca terim, hüküm ve görüşlere özetlenmeye çalışacağız.
İslam dini, prensip olarak, insanın zaman zaman hata yababileceğini kabul
eder. Dolayısıyla hatalarını telafi yollarını da öğretir. Bunun çeşitli yolları vardır.
Bunlardan biri de kefarettir. Kefaret, yapılan hatadan dolayı Allah'tan af ve mağfiret dileme mânasına geldiğinden geniş anlamıyla tövbenin bir türü olarak kabul
edilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Yeminler ve Kefaretler
Kefaret, genel olara bir kuralın ihlal edilmesi durumunda yerine getirilmesi
istenen mali veya bedenî ibadetler olarak karşımıza çıkar. Hangi kural ihlallerinden
dolayı kefaret gerektiğini ünite içerisinde bulacaksınız.
YEMİNLER
YEMİNİN ANLAMI ve MAHİYETİ
“Yemin” kelimesi Arapça kökenlidir. Arapçada bu kelime güç, kuvvet,
belgeleme, sağ yön ve sağ el gibi anlamlara gelmektedir (Serahsi, 2008, VIII, 205).
Yeminler konusunda
http://www.diyanet.gov.
tr adresine müracaat
edebilirsiniz.
Arapçada ve fıkıh literatüründe yemin için yaygın olarak kullanılan kelime
“kasem”dir.
Terim olarak da yemin şöyle tanımlanabilir:
“Yemin, bir kimsenin gelecekte bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru
olup olmaması konusunda söylediği sözünü Allah’ın adı veya sıfatını zikrederek
kuvvetlendirmesidir (Bardakoğlu, 1999, II, 25).
Örneğin “Vallahi şu işi yapmam” veya “Vallahi borcumu ödedim” şeklindeki
sözler böyledir. Bu tür yeminlere “kasem” suretiyle yemin denir.
Biri diğerine şart olmak üzere iki şeyi birbirine bağlayan bazı ifadeler de
yemin olarak kabul edilir. Örneğin, “şuraya gidersem karım boş olsun” demek gibi.
YEMİNİN RÜKNÜ
Yeminin rüknü, yeminde kullanılan sözlerdir. Fakihler, yeminin rüknünün
Allah’ın ismi ya da sıfatıyla yemin etmek olduğunu belirtirler. Örfen bu manaya
gelen kelimelerle yapılan yeminler de geçerli görülmektedir.
YEMİNİN ŞARTLARI
Bir yeminin sahih ve muteber olabilmesi için yemin edenle ilgili olarak şu
şartların bulunması gerekir:
 Yemin edenin akıllı olması
 Yemin edenin ergenlik çağına ulaşmış olması
 Yemin edenin Müslüman olması
 Yeminin “inşallah” lafzı kullanılarak ilahî iradeye bağlanmış veya kişinin
kendisine iki şık arasında tercih hakkı tanımış olmaması. Örneğin “vallahi
filanca hastayı ziyarete gideceğim ancak onunla görüşmek için başka bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Yeminler ve Kefaretler
yol da düşünebilirim” derse yemin etmiş olmaz. Yine bir kimse, yemin
olan sözüne bitişik olarak “maşallah”, “Allah bana yardım ederse”, “Allah
kolaylaştırırsa”, “Allah’ın yardımıyla”, “Allanın kolaylaştırmasıyla” veya
benzeri bir lafız ilave ederse yemin etmiş olmaz.
Yukarıda sayılan şartlar gereği, çocuğun yemini herhangi bir sonuç
doğurmaz. Deli olanın ve Müslüman olmayanın yemini de geçerli değildir.
YEMİNİN HÜKMÜ VE BAĞLAYICILIĞI
Yeminin gereği bazen iyi, bazen de kötü olabilir. Yani kişi, iyi bir şeyi yapmak
için yemin edebileceği gibi, kötü bir şeyi yapmak üzere de yemin etmiş olabilir. Bu
durumda yeminin gereğinin yapılmaması/yerine getirilmemesi daha doğru olur. Bu
nedenle yeminin hükmü, konusuna göre değişmektedir. (bkz.: Serahsî, 2008, VIII,
206)
Kötü olan bir şey yemin
ile kuvvetlendirilmiş
olsa da yapılmamalıdır.
 Gereğinin yapılması vacip olan yemin: İbadet mahiyetinde olan bir şeyi
yapmak üzere yemin eden kişinin yeminine bağlı kalması vaciptir.
 Gereğinin yapılması haram olan yemin: Haram olan bir şeyi yapmaya ya
da farz olan ibadetleri terk etmeye yönelik yeminlere bağlı kalmak haramdır.
Bu tür yeminlerin bozulması ve kefarette bulunulması gerekir. Örneğin farz
olan bir namazı kılmamaya, içki içmeye, anne babaya veya herhangi bir
insana kötülük etmeye, borcunu vermemeye dair yapılan yeminler böyledir.
Bu yeminlerin gereği haram ve yasak olan şeyler olduğu için, yerine
getirilmemesi ve bozulması gerekir. Tahrim Suresi 2. ayeti kerimesi bu
hükmü düzenlemektedir:
“Gerektiğinde yeminlerinizi bozmanızı Allah meşru kılmıştır. O bilendir
hikmet sahibidir.”
Nur Suresi 22. ayeti de konumuzla ilgilidir:
“İçinizden fazilet sahibi kimseler akrabalara, yoksullara ve Allah yolunda
hicret edenlere yardım etmeyeceklerine dair yemin etmesinler. Onlar affetsinler
ve vazgeçsinler…”
Hz. Peygamber de konumuzla ilgili olarak şunları söylemektedir:
“Kim Allah’a itaat etmek üzere yemin ederse ona itaat etsin. Kim de ona
isyan etmek üzere yemin ederse isyan etmesin” (Buhârî, Eymân ve’n-Nuzûr, 27 ).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Yeminler ve Kefaretler
Görüldüğü gibi, kötü ve günah olan bir şeyin yapılması için yemin edilmişse
yemin bozulur ve kefareti yerine getirilir.
 Bozulması/gereğinin yapılmaması mendup olan yemin: Yemini bozmak
yeminin gereğini yerine getirmekten daha üstün ise bu tür yeminlerin
bozulması menduptur.
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
“Kim bir şey için yemin eder de bozmayı daha hayırlı görürse yeminini
bozsun ve kefaret versin”(Buhârî, Eymân 1; Müslim, Eymân, 15,16).
Yukarıdaki türlerden hangisi olursa olsun, yemin edildikten sonra yemine
bağlı kalınmazsa, yani bozulursa kefaretinin yerine getirilmesi gerekir. Yeminin
kefareti, bir köle azat etmek veya on kişiyi bir gün doyurmak ya da on kişiyi
giydirmektir. Bunları yapamayan kişinin üç gün oruç tutması gerekir (Kefaretler
konusuna bakınız.)
YEMİN İFADE VE KALIPLARI
Bu konu hangi sözlerle yemin yapılabileceğine ilişkindir. Bu nedenle, konuyu
“ifade bakımından yeminin türleri” şeklinde isimlendirmek ya da başlıklandırmak
da mümkündür.
Yukarıdaki bilgilerden de anlaşıldığı gibi yemin Allahu Teala’nın ismi ve
sıfatları ya da örfen yemin anlamına kullanılan sözlerle olur. Bunun yanında şartlı
ifadeleri de yemin kapsamında gören alimler vardır. Bu nedenle yemin ifade ve
kalıplarını iki gurupta ortaya koyabiliriz:

Yemin Allahu Teala’nın
ismi ve sıfatları ya da
örfen yemin anlamına
kullanılan sözlerle olur
Allah’ın adı veya sıfatları anılarak veya yemin anlamında kullanılan
birtakım kelimelerle yapılan yemin. “Vallahi”, “billahi”, “Allaha andolsun
ki”, “Allah şahit olsun ki”, “Allah hakkı için”, “yemin olsun ki”, “kasem
ederim”, “yemin ederim” gibi sözler bu türün belli başlı örneklerini
oluşturur. Helal olan bir şeyi kişinin kendisine haram kıldığı ifade eden
sözlerle de yemin gerçekleşir. Örneğin “Sigara içersem şu meyveyi
yemek bana haram olsun” demek gibi. Allah’ın isim ve sıfatları
zikredilmeden söylenen bir sözün yemin sayılıp sayılmamasında
toplumun örfü dikkate alınır (Serahsî, Mebsut, VII, 37). “Kâbe hakkı
için”, “Kur’an çarpsın” gibi kutsal kabul edilen şeyler, örfen yemin
olarak görüldüğü sürece, geçerli yemin hükümlerine tabi olur.
Peygamberlere, Kâbe’ye ve diğer varlıklara yemin edilmez. Şayet
edilirse geçerli bir yemin olmaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Yeminler ve Kefaretler

Boşamaya, insanın dinen çıkmasına ya da ibadet türünden bir şeyi
kendine vacip kılmaya bağlanan şartlı ifadelerle yapılan yemin. Mesela
“filanca yere gidersem karım boş olsun” veya” Filanca ile konuşursam
şart olsun” gibi ifadeler sözü kuvvetlendirme amacı ile söylendiğinde
yemin sayılır. Bunlarla boşama gerçekleşmez. Ancak dediği şeyi yaparsa
yeminin bozmuş olacağından yemin kefaretini yerine getirmesi gerekir.
YEMİNİN TÜRLERİ
Hangi amaç ve niyetle yapıldığı açısından yeminler üç kısma ayrılır:

Yanlışlıkla ve dil alışkanlığı ile yapılan yemin (Lağv yemini)

Yalan yemin (Ğamus yemini)

Yemin/vaad yemin (Münakid yemin)
Ancak yeminin anılan türleriyle ilgili açıklamalara geçmeden önce, konuya
ışık tutan ayeti kerimeleri okumak meseleyi daha kolay anlamamızı sağlayacaktır:
“Allah adına yaptığınız yeminleri, erdemliliğe, Allah’a karşı sorumluluk
bilincine ve insanlar arasında barışın geliştirilmesine engel kılmayın. Zira Allah
işitendir, bilendir. Allah, düşünmeden yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi
sorumlu tutmaz, ancak kasıtlı olarak yaptığınız yeminlerinizden dolayı sorumlu
tutar. Allah bağışlayıcıdır merhametlidir”(el-Bakara 2/224–225).
“Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi
sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu
tutar. Bunun kefareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire
yedirmek yahut onları giydirmek veya bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan
üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğinizde yeminlerinizin kefareti budur.
Yeminlerinize riayet edin. Allah size ayetlerini açıklıyor ki, şükredesiniz” (elMâide 5/89).
“Sözleştiğiniz zaman/ahitleştiğinizde Allah’a olan ahdinizi yerine getirin.
Allahı şahit tutarak pekiştirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Allah
yapacağınız şeyleri bilir…. Yeminlerinizi aranızda aldatma/fesat aracı
yapmayın… ” (en-Nahl 16/91, 92, 94)
Ayeti kerimeler, sözgelişi insanın ağzından çıkan yemin ifadelerinin bağlayıcı
olmadığını, ancak niyetlenerek yapılan yeminlerin sorumluluk yüklediğini ve yerine
getirilmesi gerektiğini, bu gerçekleşmiyorsa kefaretinin yerine getirilmesini
istemektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Yeminler ve Kefaretler

Yanlışlıkla yapılan yemin/Lağv yemini: Yanlışlıkla veya söylediği sözün
ve iddia ettiği şeyin doğru olduğu zannıyla yapılan yeminler yemin
sayılmaz. Bunlara “lağv yemini” denir. Mesela, borcunu ödememiş
olduğu hâlde ödediğini zannederek, “vallahi borcumu ödedim “demek
yemin sayılmaz. Gökte uçan bir kuş için “vallahi bu bir serçedir” şeklinde
yemin edilip uçan kuşun başka bir tür çıkması da bu tür yeminlere
örnektir. İfade alışkanlığı gereği söz arasında söylenen “vallahi, billahi”
gibi sözler de böyledir. Bunlar da yemin sayılmaz. Bu tür hatalı ya da dil
alışkanlığına bağlı ifadelerden/yeminlerden dolayı kefaret gerekmez.
Nitekim yukarıda mealini verdiğimiz Mâide Suresi 89. ayeti kerimesi bu
tür yeminlerden dolayı kefaret gerekmediğini ifade etmektedir.

Yalan yere yemin/Ğâmûs Yemini: Geçmişte veya şimdiki zamandaki bir
durum hakkında bile bile, kasten ve yalan yere yapılan yemindir.
Borcunu ödemediğini bildiği hâlde “vallahi borcumu ödedim” şeklinde
yemin etmek böyle bir yemindir. Bilerek yalan yere yemin etmek büyük
günahtır. Zira bunu yapan kişi, Allah Tealayı yalanına şahit tutmuş
olmaktadır. Hemen tövbe etmek gerekir. Bu şekilde yemin ederek
haksızlık yapmış ve kul hakkı almış ise ödenmesi gerekir.
Hanefîler, Mâlikîler ve bazı Hanbelîler’in de dâhil olduğu çoğunluğa göre bu
tür yemin büyük günah olmakla beraber kefareti yoktur. İmam Şâfiî’ ise bu tür
yeminler için de kefaretin gerekli olduğunu söylemiştir.
Kur’an-ı Kerim’de yalan yere yemin edenlerin bilhassa münafıklar olduğuna
dikkat çekilerek, bu tür kimselerin, yeminlerini kalkan yaparak insanları aldatmaya
çalıştıkları bildirilmektedir:
“(Ey Muhammed!) Münafıklar sana geldiklerinde, “Senin, elbette
Allah’ın peygamberi olduğuna şahitlik ederiz” derler. Allah senin, elbette
kendisinin peygamberi olduğunu biliyor. (Fakat) Allah, o münafıkların hiç
şüphesiz yalancılar olduklarına elbette şahitlik eder. Yeminlerini kalkan yaptılar
da insanları Allah’ın yolundan çevirdiler. Gerçekten onların yaptıkları şey ne
kötüdür” (Münafikun Sûresi, 63/1-2 ).
Başka bir ayet-i kerimede yeminine bağlı kalmayanlar ve yalan yere yemin
edenlerlerle kıyamet günü Allah’ın konuşmayacağı, yüzlerine bakmayacağı ve
onları yüceltmeyeceği ve onlar için acı bir azap olduğu vurgulanmaktadır.
“Şüphesiz, Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir karşılığa değişenler
var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur. Allah, kıyamet günü onlarla
konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için
elem dolu bir azap vardır” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/77).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Yeminler ve Kefaretler
Ayrıca Hz. Muhammed’e gelip kendisiyle savaşa gideceklerine dair yemin
eden münafıkların da yemin etmeyip, sadece itaat etmeleri istenmektedir.
“Münafıklar, sen kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka savaşa
çıkacaklarına dair en ağır bir şekilde Allah’a yemin ettiler. De ki: “Yemin
etmeyin. Sizden istenen güzelce itaat etmektir. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan
hakkıyla haberdardır” (en-Nûr 24/53).
Hz. Peygamber’e büyük günahlar sorulduğunda bir defasında şöyle cevap
vermiş ve insanların haklarının kaybedilmesi/gasp edilmesi için yalan yere yemin
etmeyi en büyük günahlar arasında saymıştır:
“Allah’a şirk koşmak, ana babaya isyan etmek, haksız yere adam
öldürmek ve birinin hakkını haksızlıkla ele geçirmek için bilerek yalan yere
yemin etmek” (Buhârî, “Eymân”, 16).
Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır:
“Yaptığı yemin ile misvak ağacının bir dalı kadar bile olsa Müslümanın
hakkını alan kimseye Allah cehennemi gerekli kılar ve cenneti ona haram eder”
(Müslim, “İman”, 218.).

Allah adı ile bir şeyi
yapmaya yemin
edilmişse ve yemine
bağlı kalınmamışsa
kefaret gerekli olur.
Yemin/Münakid Yemin: Gelecekte, gerçekleşmesi mümkün olan bir
şeyi yapmaya veya yapmamaya yönelik kasıtlı ve bilerek yapılan
yeminlere münakid yemin denir. Riayet edilmediğinde, yani
bozulduğunda kefaret gerektiren yeminler bu tür yeminlerdir.
Bu tür yemin bir zaman dilimi belirtilerek yapılabileceği gibi zaman
sınırlaması zikredilmeden de yapılabilir. Ayrıca anlık durum için geçerli olacak
şekilde da olabilir.
Dolayısıyla bu tür yemin zaman açısından üç kısma ayrılır:


Süre belirtilmeden yapılan (mutlak) yemin: “Vallahi bu evi senden
başkasına satmayacağım”, “billahi seninle evleneceğim” gibi, herhangi
bir süre sınırı belirtilmeden yapılan yeminlerdir. Bu tür yemin,
söylenilen şeyi yapma imkânı olduğu sürece, yani ilgili taraflar hayatta
olduğu sürece bozulmaz. Yemin konusunu gerçekleştirme imkânı
kalmadığında yemin de bozulmuş olur.
Vakitli yemin: Belirli bir süre belirtilerek yapılan yemindir. Örneğin
“vallahi arabamı sana bu gün satacağım”, “and olsun evini bir hafta
içerisinde boşaltacağım” gibi ifadeler böyledir. Belirtilen vakit geçtiği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Yeminler ve Kefaretler

hâlde yeminin gereği yerine getirilmemişse yemin bozulmuş olur. Bu
durumda kefaretini yerine getirmek gerekir.
Anlık durum yemini: Bir söz ya da durum ile ilgili konuşulan an için
geçerli olmak üzere söylenen yemindir. Örneğin, yemeğe davet edilen
bir kişinin “vallahi yemem” demesi böyledir. Yememeye olan yemini
sadece o andaki durum için geçerlidir ve sonraki durumları kapsamaz.
YEMİN AHLAKI
Kur’an ve sünnet, sık sık yemine başvurulmasını hoş karşılamaz. Zira sıkça
yemin eden kişi çoğunlukla dil alışkanlığı nedeniyle yemin sözlerini kullanır ve bu
yüzden Allahu Tealaya karşı olan saygı zedelenir. O’nun isim ve sıfatlarına karşı da
esas olan saygıdır. Bunun yanında, sözüne Allah’ı şahit ve delil tutmak ağır bir
yükümlülüktür. Aslında Müslüman, yemine ihtiyaç duyulmayacak şekilde sözüne
güvenilen bir kimse olmaya çalışmalıdır.
Allah’ın adı, saygısızca
anılmamalıdır.
Kur’an-ı Kerimde, peygamberimiz, çok sık yemin eden insanlara uymaması
konusunda uyarılmıştır (el-Kalem 68/10). Hz. Peygamber de doğru bile olsa,
yemine sık sık başvurulmasını tasvip etmemiş, özellikle tüccarların bu konuda titiz
davranmalarını istemiş, yeminin sürümü artırsa bile kazancı ve bereketi yok
edeceğini bildirmiştir (Müslim, “Müsâkât”, 133; Nesâî, “Buyû”, 5).
Yemine uymamak veya yalan yere yemin etmek daha büyük bir hatadır ve
bazı sorumlulukları doğurur. Bu nedenle Kur’an’da,
“Yeminlerinizi koruyunuz” (el-Mâide 5/89),
“Allah adına yaptığınız ahidleri yerine getirin. Allah’ı kefil tutarak
kuvvetlendirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı
bilir” (en-Nahl 16/91) buyurulur.
Bu itibarla bir Müslümanın yemin etmemesi, yemin etmişse bu, verdiği söze
Allah’ı şahit tutmak demek olduğundan mutlaka yeminine bağlı kalması gerekir.
KEFARETLER
İnsanın zaman zaman hata yapabilecek bir şekilde yaratıldığını İslam dini
prensip olarak kabul eder. Dolayısıyla hatalarını telafi yollarını da öğretir. Bunun
çeşitli yolları vardır. Tövbe etmek ve iyi işler yapmak, yapılan hatanın Allah hakkına
yönelik kısmının affına vesile olur. Kefaretler de böyledir. Bir kuralın ihlali
durumunda, bunu telafi amaçlı olarak insandan sadaka vermek, oruç tutmak ve
kurban kesmek gibi bazı şeyleri yapması istenir. İşte bunlar kefaretlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Yeminler ve Kefaretler
Kefaret kavramının Kur’an ve sünnetteki kullanımlarına bakıldığında yapılan
hatayı örten olumlu davranış anlam ve kapsamında olduğu görülür. Hadislerde
kefaret kelimesinin işlenen günah ve kötülükleri örten, kişinin Allah katında
affedilmesine vesile olan her türlü olumlu davranışı kuşatan geniş bir anlamı da
vardır. Ayrıca insanın affına vesile olarak meşru kılındığı için kefaretin, Müslümanın
ümitsizliğe düşmesini önleyici bir yönü de vardır. Zira bu yolla kişi hatasını telafi
imkânına kavuşmaktadır. Bunun yanında kefaretin toplumsal yönü de vardır.
Nitekim kefaret olarak yapılan işlemlere bakıldığında fakirlerin yedirilmesi,
giydirilmesi ve köle azat etmek gibi sosyal dayanışma yönünün öne çıktığını
görürüz.
KEFARETİN TANIMI
Kefaretler konusunda
http://www.Hayreddin
Karaman.net adresine
müracaat edebilirsiniz.
Sözlükte "mahvetme, yok etme ve giderme" gibi anlamlara gelen “küfr”
kökünden türeyen kefaret, terim olarak şu şekilde tanımlanabilir: “Kefaret, dinin
belirli yasaklarını ihlâl eden kimsenin hem ceza hem de Allah'tan mağfiret dilemek
maksadıyla yükümlü tutulduğu köle azat etme, oruç tutma, fakiri doyurma ve
giydirme gibi mali veya bedenî nitelikli ibadetlerin genel adıdır.” (Yaran, 2002, XXV,
179–182; Akyüz, 1995, IV, 403 vd.)
Kefaret, yapılan hatanın affedilmesine yönelik bir imkân ve yükümlülük
olduğundan mahiyeti itibariyle ibadetler alanına giren hükümler arasında yer alır.
Hanefîler kefarette, hem ceza hem de ibadet anlamı bulunduğunu söylerler. Çünkü
kefaretler, yasaklanan bazı şeylerin işlenmesi durumuna karşılık ceza olarak
konulmuşlardır. Ancak yapılış ve eda ediliş şekilleri ile de birtakım ibadetleri
içermektedirler.
KEFFARET SEBEPLERİ
Kefareti gerektiren birtakım sebepler mevcut olup, kefaretler de bu sebepler
ile adlandırılır. Kur’an'da bilerek yapılan yeminin bozulması, “zıhâr”, hatâen adam
öldürme, ihramlının avlanması veya tıraş olması şeklinde beş kefaret sebebi
zikredilir. Ramazan orucunun bilerek ve mazeretsiz bozulmasının kefaret sebebi
olması, Sünnet tarafından belirlenmiştir. Bunlardan ayrı olarak, fıkıh literatüründe,
hac ibadetinde bazı kuralların ihlali durumunda öngörülen bedenî ve mali
yükümlükler de zaman zaman kefaret olarak isimlendirilmiştir. Bu sebepler, aynı
zamanda kefaret çeşitlerini, yani hangi durumlarda kefaretin gerekli olduğunu da
göstermektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Yeminler ve Kefaretler
KEFFARETİN ÇEŞİTLERİ
YEMİN KEFARETİ
Yapılan yeminin bozulması, Allah şahit tutularak verilen sözde durulmaması
anlamına geldiği için bozan kimse kefaretle sorumlu olmaktadır. Yukarıda belirtilen
yemin türleri arasında gelecekte bir işi yapmaya veya yapmamaya yemin eden
kişinin (münakid yemin) yeminini bozduğu takdirde kefaret ödeyeceğinde görüş
birliği vardır. Ancak geçmişe ait bir olay için yalan yere yemin eden kişi için,
âlimlerin çoğunluğu kefareti geçerli görmez. Nitekim hatayla adam öldürmenin
diğer cezaları yanında kefareti de varken kasıtlı adam öldürmenin cezaları arasında
kefaret yoktur. Bu nedenle fakihlerin çoğunluğu böyle bir kişinin kefareti hak
etmediğini söyleyerek günahından dolayı tövbe etmesini ve af dilemesini tavsiye
eder. İmam Şafiî ise bilerek yapılan yalan yere yemin için de kefareti gerekli görür.
Yemin kefareti borçlusu öncelikle şu üç şeyden birini yapmakla yükümlüdür:
 Aile fertlerinin ortalama harcamalarını ölçü alarak on fakiri doyurmak
 On fakiri giydirmek
 Bir köle azat etmek.
Yeminini bozan kişi bunlardan birini yapamıyorsa,
On fakiri giydirme ya da
doyurma imkânı olan
kişi, oruç tutarak yemin
kefaretini yerine
getirmiş olmaz.
 Üç gün oruç tutarak kefareti yerine getirir.
On fakiri yedirme ya da giydirme imkânı olan kişi, oruç tutarak yemin
kefaretini yerine getirmiş olmaz.
On fakiri yedirmenin ölçüsü, ailesine yedirdiğinin ortalamasından sabah
akşam olmak üzere bir günde iki öğünlük yiyecektir. Bu konuda, fitre miktarının
dikkate alınması da mümkündür. Hanefilere göre, bir günlük yiyecek miktarının
bedeli de verilebilir. Bir gün fakiri doyurma, sabah ve akşam olmak üzere iki öğün
yedirme demektir (Serahsî, 2008, VIII, 245).
Eğer on fakirin giydirilmesi yoluyla kefaret yerine getirilecekse, elbisenin
vücudun tamamını veya en azından çoğunu örtecek şekilde olması gerekir. Ayrıca
giydirme için sadece kumaş verilmesi yeterli değildir. Kumaşın elbise hâlinde
olması da gerekir.
Doyurulacak veya giydirilecek fakirler, kefaret yükümlüsünün yakınları
olmamalıdır.
Bir fakire bir günde on günün fitre bedelini vermek bir fitre yerine geçer. Aynı
şekilde bir fakire bir defada on elbisenin verilmesi bir kişilik elbise yerine geçer.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Yeminler ve Kefaretler
Yemin kefareti olarak tutulacak orucun, Hanefî mezhebine göre, artarda
tutulması gerekir. Bu oruca geceden niyetlenmek şarttır. Ayrıca yemin kefareti için
tutulacak orucun ramazan bayramının birinci ve kurban bayramının dört gününde
tutulması caiz değildir. Çünkü bu günlerde oruç tutmak yasaklanmıştır. Yasak
günde tutulan oruç, eksik olarak eda edilmiş olur. Dolayısıyla tam bir oruç gibi
değildir.
Tartışma
Hanefîler'e göre kefaret yemin bozulduktan sonra yerine getirilir. Diğer üç
mezhebe göre ise yemin bozulmadan önce de kefaret yerine getirilebilir. Ancak
Şafi mezhebine göre, kefaretin oruçla ifa edilmesi durumunda, bunun yeminin
bozulmasından sonra olması gerekir.
• İnsanın , sorumlu ve bilinçli bir varlık olması ile yemin
keffâreti arasındaki ilişkiyi tartışınız.
• Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer
alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
ORUÇ BOZMA KEFARETİ
Oruç kefareti mazereti bulunmaksızın ramazan orucunu kasten bozmaktan
dolayı gereken kefarettir.
İslam'ın beş temel şartından biri olan oruç ibadeti, oruç tutmaya gücü yeten
ve oruç tutmamayı mübah kılan bir mazereti olmayan kimselere farzdır. Oruç
tutamayan ya da oruçlarını açmalarını gerektiren özürleri bulunan kimseler,
oruçlarını ya daha sonra kaza eder ya da çok yaşlı veya iyileşemeyecek hasta ise
fidye verir. Başladığı ramazan orucunu geçerli bir sebebi yokken bilerek ve isteyerek bozan kimse ağır bir kusur ve suç işlemiş, ramazan aynın kutsallığını ihlal etmiş
ve niyetlenerek Allah’a verdiği sözü bozmuştur. Böyle bir kimsenin, bu hatalı
davranışına ceza olmak üzere ve Allah'tan af dileyebilmesi için kefaretini yerine
getirmesi gerekir.
Bozulan bir ramazan orucunun kefareti gerektirdiği, daha önce de
belirttiğimiz gibi, sünnet ile sabittir. Eşiyle ramazanda cinsel ilişkide bulunan bir
kimseye Hz. Peygamber, kefaret olarak, önce bir köle azat etmesini, buna imkânı
yoksa iki ay ara vermeden oruç tutmasını ve buna da gücü yetmezse altmış fakiri
sabahlı akşamlı doyurmasını emretmiştir (Buhârî, “Savm”, 31; Müslim, “Sıyâm”,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Yeminler ve Kefaretler
14). Hz. Peygamber bu kefarette, Mücâdile Suresi 2–4. ayeti kerimelerinde,
düzenlenen “zıhar kefaretini esas almıştır (bkz. Zıhar Kefareti)
Oruç kefaretini gerektiren sebep, niyet ederek başlanmış olan bir ramazan
orucunu kasten ve isteyerek bozmaktır. Oruca niyet edilmediğinden ya da orucu
açmayı mübah kılan bir sebepten dolayı orucun bozulduğu gün için kefaret
gerekmez.
Hanefîler ve Mâlikîler dâhil fakihlerin bir grubuna göre ramazan orucunun,
kasıtlı ve bilerek yeme içme ya da cinsel ilişki yoluyla bozulması kefareti
gerektirirken, Şafiîler başta olmak üzere diğer bir grup fakihe göre ramazan
orucunun sadece cinsî münasebetle bozulması kefareti gerektirir. Bunlara göre
kasten de olsa yeme içme yoluyla orucun bozulması sadece kazayı gerektirir.
Orucun rüknü imsaktir.
İmsak, orucun
başlangıcından iftar
vaktine kadar olan
sürede, orucu bozacak
şeylerden uzak
durmaktır.
Bu görüş ayrılığını anlayabilmemiz için yukarıdaki hadis-i şerifle birlikte,
“orucun ruknü” konusunu da dikkate almalıyız. Yeme içmenin kefaret gerektirdiği
görüşünde olanlara göre orucun rüknü imsaktır. İmsak, orucun başlangıcından iftar
vaktine kadar olan sürede, orucu bozacak şeylerden uzak durmaktır. Kasıtlı cinsel
ilişki orucun rüknü olan imsakı ortadan kaldırdığı için kefareti gerektirmiştir. Kasıtlı
yeme içme de aynı şekilde imsakı ortadan kaldırmaktadır. Buna göre cinsel ilişki de
yeme içme de orucun kasten bozulması mahiyetindedir. Yeme içmenin kefareti
gerektirmediğini söyleyenler ise, oruç kefaretini ifade eden hadis-i şerifin, cinsel
ilişkide bulunan bir kişi ile ilgili olması ve bu olayda yeme içmenin geçmemesini
delil gösterirler. Onlar imsakın ortadan kaldırılması hususunda cinsel ilişki ile yeme
ve içmeyi eşit görmezler.
Oruç bozmanın kefareti, şu üç şeyden biri yapılarak yerine getirilir:
 Eğer mümkün ise bir köle azat etmek.
 Ara vermeksizin iki ay süreyle oruç tutmak.
 Altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmak.
Hanefîler de dâhil fakihlerin çoğunluğuna göre kefaret ödeyecek kimsenin
yukarıda sayılan sıraya riayet etmesi, bir öncekini yapma imkânı bulunmadığında
bir sonrakine geçmesi gerekir. Mâlikîler'e göre İse mükellef bu üç şıktan birini
seçebilir. Onlara göre, bunlar arasında altmış fakiri doyurma en faziletli olanıdır.
Çoğunluk ise hem oruç kefaretiyle ilgili hadiste bu sıranın zikredilmesini ve hadisin
dayandığı ayet-i kerimenin ifade ve üslûbunu dikkate almışlarıdır.
İki ay oruçta dikkat edilmesi gereken hususlar şunlardır:

Kefaret olarak tutulacak oruç, iki kamerî ay ardı ardına olmak üzere
tutulur. Kamerî aylar, bilindiği gibi, 29 ya da 30 gün olur. İki ay hesabıyla
bu orucu tutmak için kamerî ayın 1. günü oruca başlamak gerekir. Bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Yeminler ve Kefaretler




durumda ikinci kamerî ay bittiği gün kefaret de bitmiş olur. Bozulan bir
gün orucun kazası ayrıca tutulur. Eğer kefaret orucuna kamerî ayın 1.
günü başlanmamışsa, ardı ardına 60 gün kefaret orucu tutulur. Buna da
bir gün, bozulan günün kazası eklenir.
Tutulacak bu iki kamerî ay ya da altmış gün kefaret orucunun peş peşe
olması şarttır. Bu peş peşe olma şartını sadece kadınların aybaşı hâlleri
bozmaz. Yani bu hâl araya girince oruca ara verilir, ancak bu hâl bitince
hiç boşluk vermeden oruca devam edilir. Eğer hemen başlamaz ve ara
verirse kefareti bozulmuş olur, yeniden başlanması gerekir. Hastalık,
ramazan ya da bayram gibi nedenlerle kefaret orucuna ara verenler,
tekrar baştan başlamalıdırlar. (Bilmen, 1947, s. 399) Şâfiîler loğusalık,
Hanbelîler hastalık dolayısıyla oruca ara vermenin peş peşeliği
bozmadığı görüşündedir.
Kefaret orucuna imsak başlamadan önce niyet etmek gerekir.
Bu kefarete, fakirleri doyurmak şeklinde yerine getirilecekse, altmış
fakiri doyurmak gerekir. Eğer fitre olarak verilecekse ya altmış fakire
ayrı ayrı verilmeli ya da bir fakire altmış gün süreyle bir fitre verilmelidir.
Bir fakire bir defada birden çok fitre verilmesi sadece bir fitre yerine
geçer.
Kefareti gerektiren sebebin gerçekleştiği gün, oruç açmayı mübah kılan
hasta olma veya kadınların ay hâli gibi kişinin kendi iradesiyle
oluşturmadığı bir mazeret veya durum meydana gelirse kefarete düşer,
gerekli olmaz (Serahsî, 2008, III, 116).
Hanefî mezhebine göre, aynı veya farklı ramazanlarda meydana gelen ve
henüz ödenmemiş bir veya birkaç oruç kefareti için bir tek kefarete yerine getirilir.
Kefaret ödendikten sonra kefaret sebebi tekrar ederse yeniden kefarette
bulunulur. Şafiî ve Maliki mezheplerine göre, geçmişte kefareti gerektiren her
durum için ayrı kefarette bulunulur.
HATA İLE İNSAN ÖLDÜRME KEFARETİ
İslam’ın temel amaç ve değerlerinden biri de insan hayatının korunmasıdır.
Bu nedenle, bilerek adam öldürmek büyük bir günah olarak kabul edilmiştir. (EnNisâ, 4/92) İnsan hayatına karşı işlenen suçlara ağır yaptırımlar getirilmiştir. Bilerek
adam öldürmenin cezası, eğer öldürülenin yakınları talep ederse, kısastır. Yani
katilin öldürülmesidir. Onlar kısastan vazgeçip diyet isteme hakkına da sahiptir (elBakara, 2/178–179).
Yanlışlıkla bir müminin öldürülmesi hâlinde öldürülenin yakınlarına
ödenecek diyetin yanında, öldüren kişinin ayrıca kefarette bulunması da gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Yeminler ve Kefaretler
Bu kefaret:

Bir mümin köleyi azat etme,

Bu mümkün olmadığı takdirde ara vermeden iki ay oruç tutma yoluyla
yerine getirilir.
Bu hükmü düzenleyen ayet-i kerime şöyledir:
“Yanlışlıkla olması dışında bir müminin herhangi bir mümini öldürmesi
söz konusu olamaz. Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse mümin bir köle azat
etmesi ve öldürülenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir. Ancak
onlar bu diyeti bağışlarsa başka … Köle azadını yapamayan kişi, Allah tarafından
tövbesinin kabulü için ardı ardına olmak üzere iki ay oruç tutar. Allah her şeyi
bilendir, hikmet sahibidir” (en-Nisâ,4/92).
Görüldüğü gibi, ayet sadece hata ile adam öldürmede kefaretin
gerekliliğinden söz etmektedir. Bu nedenle, kasten veya sebep olma yoluyla adam
öldürenlere kefaret gerekip gerekmediği konusu tartışmalıdır. Hanefîler dışındaki
alimler, ölüme sebebiyet vermeyi de hata ile öldürme gibi değerlendirerek kefareti
gerekli görürler. Ayrıca, İmam Şafiî ve bir rivayette Ahmed b. Hanbel, kasten
öldürmelerde de kefareti gerekli görürler.
Ava atılan bir silahın
insana isabet ederek
öldürmesi veya bir
insanın av hayvanı
zannedilerek
öldürülmesi hata ile
öldürmelere örnektir.
Alimlerin çoğunluğu ise, kasten adam öldürmenin çok ağır bir suç olduğunu,
dolayısıyla kasten adam öldürenin bu haktan ve imkândan yararlanamayacağını
söylemişlerdir.
Alimlerin çoğunluğuna göre zimmîyi (Müslüman ülkenin gayri müslim
vatandaşını) öldürene de kefaret gerekir.
Anne karnındaki çocuğun düşürülmesi hâlinde gurre denilen tazminatın
ödenmesi yanında Şafiî ve Hanbelîler'e göre kefaret vacip, diğer mezheplere göre
menduptur. Eğer çocuk bu hata sonucu erken doğar ve doğduktan sonra ölürse
tam diyet ve kefaret gerekli olur (el-Mevsılî, 1978, s. 331).
Bir çocuğun veya delinin hata ile adam öldürmesi hâlinde malından kefaret
ödenip ödenmeyeceği tartışmalıdır. Kefaretin ibadet olma özelliğinin baskın
olduğunu kabul edenler gerekmeyeceği, onu daha çok mali bir yükümlülük olarak
değerlendirenler ise çocuk veya deliye de gerekeceği kanaatindedir.
Kefaret kısmen ceza, daha çok da işlenen günah sebebiyle Allah'tan af talebi
mahiyetinde olduğundan fakihlerin çoğunluğu öldürme fiiline iştirak edenlerin her
birine ayrı ayrı kefareti gerekli görür (Yaran, 2002, XXV, 179–182).
Ava atılan bir silahın insana isabet ederek öldürmesi veya bir insanın av
hayvanı zannedilerek öldürülmesi hata ile öldürmelere örnektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Yeminler ve Kefaretler
HAC VE UMRE KURALLARINI İHLAL KEFARETİ
Hac veya umrenin bazı kurallarının ihlâl edilmesi durumunda kurban,
sadaka, oruç ve tazmin gibi yükümlülükler konulmuştur. Bunlara “ceza” denildiği
gibi “kefaret” de denir. Bunlar daha çok ihram yasaklarını ihlali ile ilgili durumlardır.
Hac ve umre kurallarının ihlâllerine karşılık getirilen yükümlülükler yapılan
hatayı affettirmeye ve oluşan eksikliği gidermeye yönelik olduğu için kefaret
niteliğinde görülmüştür.
Kur'an'da, ihramlı iken tıraş olan ve avlanan kimseye kefaret yükümlülüğü
getirilmiştir:
İhramlı iken tıraş olma ile ilgili ayet-i kerime şöyledir:
“Haccı da, umreyi de Allah için tamamlayın. Eğer (düşman, hastalık ve
benzer sebeplerle) engellenmiş olursanız artık size kolay gelen kurbanı
gönderin. Bu kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden
her kim hastalanır veya başından rahatsız olur ve tıraş olmak zorunda kalırsa
fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi, ya da kurban kesmesi gerekir.
Güvende olduğunuz zaman hacca kadar umreyle faydalanmak isteyen kimse,
kolayına gelen kurbanı keser. Kurban bulamayan kimse üçü hacda, yedisi de
döndüğünüz zaman (olmak üzere) tam on gün oruç tutar. Bu (durum), ailesi
Mescid-i Haram civarında olmayanlar içindir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve
Allah’ın cezasının çetin olduğunu bilin” (el-Bakara, 2/196).
Hz. Peygamber, bu kefaretin üç gün oruç, altı fakiri doyurma veya bir koyun
kurban edilmesi suretiyle ödeneceğini açıklamıştır (Buhârî, "Muhsar ve Cezâu’sSayd", 5-8).
Dolayısıyla hacda vaktinden önce tıraş olan kimsenin kefaret olarak şu üç
şeyden birini yapması istenmiştir:



Oruç: Kefaret olarak tutulan bu oruç, Hz. Peygamber’in açıklamasına
göre, üç gündür. Bu orucun peş peşe tutulması şart değildir.
Sadaka: Altı fakiri birer gün doyurma şeklindedir.
Kurban
İhramda iken avlanma yasağının ihlâli durumunda da kefaret öngörülmüştür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Yeminler ve Kefaretler
“Ey iman edenler, ihramlı iken (karada) av hayvanı öldürmeyin. Kim
(ihramlı iken) onu kasten öldürürse (kendisine) bir ceza vardır. (Bu ceza),
Kâbe’ye ulaştırılmak üzere, öldürdüğünün dengi olup içinizden iki adil kimsenin
takdir edeceği bir kurbanlık hayvan veya yoksulları yedirmek suretiyle kefaret
yahut bunun dengi oruç tutmaktır. Bu, onun yaptığı işin vebalini yüklenmesi
içindir. Allah, geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah
ondan intikam alır. Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir” (el-Mâide
5/95).
Ayet-i kerimede geçen hususlar hadislerle açıklanmış ve kefaretin nasıl
uygulanacağı gösterilmiştir. Buna göre ihramlı iken avlanmanın kefareti:

Avlanılan hayvanın denginin kurban edilmesi,

Bedelinin tasadduk edilmesi veya bedeliyle kurban kesilmesi,

Ya da bedelin her fıtır sadakası miktarı için bir gün oruç tutulması
şeklinde yerine getirilir.
Öldürülen hayvanın bedeli bir fitre miktarından az ise bir gün oruç tutulur.
İhramlı bir kimsenin, bir hayvanın ayağını kırması veya kuşun kanadını kırıp
kaçamayacak hâle getirmesi veya onun sağlam yumurtasını kırması o hayvanı
öldürmesi hükmündedir.
Eğer öldürülen hayvan bir kimsenin malı ise, ayrıca sahibine değerini
ödemesi gerekir (Bilmen, 1947, s. 515–516).
ZIHÂR KEFARETİ
Zıhâr, kökü İslam öncesi Hicaz-Arap toplumuna dayanan bir uygulamadır.
Buna göre, bir kimse hanımını boşamak için, “sen bana annemin sırtı gibisin” der
ve bu kinaye ile onunla cinsel ilişkiye son verir ve boşamayı kastederdi. Burada
erkeğin hanımının bedeninin tamamını veya tamamını ifade eden bir organını,
kendisinin evlenmesi caiz olmayan bir mahreminin bedenine veya organına
benzetmesi söz konusudur.
İslam, bu davranışıyla kocanın, bazı haklarından eşini mahrum bıraktığı için
böyle bir söz ile boşamasını geçersiz kılmıştır. Kocanın böyle bir tutumu haksızlıktır.
Haksızlığın ise giderilmesi gerekir. Ancak koca böyle bir duruma sebebiyet verdiği
için hatalı davranmıştır. İslam, böyle bir sözünden dolayı onu sorumlu tutmuş ve bu
sözden sonra eşiyle ilişkide bulunabilmesi için kefarette bulunmasını şart
koşmuştur (Bilmen, Kamus, II, 322).
Ancak burada kefaretin sebebi bazı fakihlere göre böyle bir ifadenin
kullanılmış olması, çoğunluğa göre ise böyle bir ifadeden sonra kocanın evliliğe
devam kararı vermesidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Yeminler ve Kefaretler
Konuyla ilgili ayet-i kerimeler şöyledir:
“İçinizden kadınlarına zıhar yapanlar bilsinler ki, o kadınlar onların
anaları değildir. Onların anaları ancak, kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz
onlar (zıhar yaparlarken) hoş karşılanmayan ve yalan bir söz söylüyorlar.
Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır” (el-Mücâdile, 58/2).
“Kadınlarından zıhar yaparak ayrılıp sonra da söylediklerinden dönecek
olanlar, eşleriyle birbirlerine dokunmadan önce, bir köle azat etmelidirler. İşte
bu hüküm ile size öğüt veriliyor. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır (elMücâdile 58/3).
“Kim (köle azat etme imkânı) bulamazsa, eşine dokunmadan önce ard
arda iki ay oruç tutmalıdır. Kimin de buna gücü yetmezse altmış fakiri
doyurmalıdır. Bunlar, Allah’a ve Resulüne hakkıyla iman edesiniz, diyedir. İşte
bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kâfirler için elem dolu bir azap vardır (el-Mücâdile
58/4).
Buna göre zıhâr ifade eden sözleri söyleyenin kefaret olarak şunları yapması
gerekir:

Bir köle azat etmek.

Buna imkân bulunamazsa iki ay peş peşe olmak üzere oruç tutmak

Buna da imkân yoksa altmış fakiri doyurmak.
Zıhâr kefareti için oruç tutan kişinin, kefaret orucu bitinceye kadar hakkında
zıhâr yaptığı karısı ile cinsî ilişkide bulunmaması, aksi takdirde oruca yeniden
başlaması gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Özet
Yeminler ve Kefaretler
•Yemin, bir kimsenin gelecekte bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın
doğru olup olmaması konusunda söylediği sözünü Allah’ın adı veya
sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir. Örneğin “Vallahi şu işi yapmam”
veya “Vallahi borcumu ödedim” şeklindeki sözler böyledir. Bu tür
yeminlere “kasem” suretiyle yemin denir.
•Biri diğerine şart olmak üzere iki şeyi birbirine bağlayan bazı ifadeler de
yemin olarak kabul edilir. Örneğin, “şuraya gidersem karım boş olsun”
demek gibi.
•İslâm’da yemin, Allah adı ile yapıldığı ve onun adı güvence gösterildiği
için yerine getirilmesi hususunda bağlayıcı olmaktadır. Ancak herhangi
bir nedenden dolayı yeminin gereği yapılamamışsa, kefaretin yerine
getirilmesi gerekir.
•Yeminler, hangi amaç ve niyetle yapıldığı açısından taksim edilir. Bu
ayırım, aynı zamanda, hangi tür yeminlerden dolayı keffâret gerekli
olduğunu ortaya koyması bakımında da önemlidir. Bu açıdan yeminler üç
kısma ayrılır.
•Yanlışlıkla ve dil alışkanlığı ile yapılan yemin (Lağv yemini)
•Yalan yemin (Ğamus yemini)
•Yemin/vaad yemin (Münakid yemin)
•Günah veya haram olan bir şeyin yapılması ya da farz ve vacip olan bir
şeyin terk edilmesi yönünde yemin edilmişse, yeminin bozulması ve
yasak olan fiilin işlenmemesi gerekir. Bu durumda, yemin bozulmuş
olacağından, kefareti yerine getirilir.
•Yemin ya Allah adı ve sıfatları söylenilerek ya da örfen bu anlama geldiği
kabul edilen ve yemin olarak görülen sözlerle olur. Boşama vb. şeylere
bağlanan şartlı ifadeler de, bazı fakihlere göre, yemin olarak kabul
edilmiştir.
•Sözlükte "mahvetme, yok etme ve giderme" gibi anlamlara gelen “küfr”
kökünden türeyen kefaret, terim olarak, dinin belirli yasaklarını ihlâl
eden kimsenin hem ceza hem de Allah'tan mağfiret dilemek maksadıyla
yükümlü tutulduğu köle azat etme, oruç tutma, fakiri doyurma ve
giydirme gibi malî veya bedenî nitelikli ibadetlerin genel adıdır.
•Kefareti gerektiren sebepler vardır. Kefaretler de bu sebepler ile
adlandırılır. Kur'an'da bilerek yapılan yeminin bozulması, “zıhâr”, hata ile
adam öldürme, ihramlının avlanması veya tıraş olması şeklinde beş
kefaret sebebi zikredilir. Ramazan orucunun bilerek ve mazeretsiz
bozulmasının kefaret sebebi olması, Sünnet tarafından belirlenmiştir.
Bunlardan ayrı olarak, fıkıh literatüründe, hac ibadetinde bazı kuralların
ihlali durumunda öngörülen bedenî ve mali yükümlükler de, zaman
zaman kefaret olarak isimlendirilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Yeminler ve Kefaretler
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Yeminin tanımı dikkate alındığında aşağıdaki ifadelerden hangisi yemin olarak
görülemez?
a) Yemin ederim ki bir daha sigara içmeyeceğim.
b) Cehenneme gireyim ki onu gıybet etmedim.
c) Zina edersem karım boş olsun.
d) Allah şahidim olsun ki borcumu ödedim.
e) Tokum, vallahi yemeyeceğim.
2. Aşağıdakilerden hangisinde Hanefilere göre kefareti gerektirmeyen yemin
türleri doğru bir şekilde verilmiştir?
a) Lağv yemin – Mün’akid yemin
b) Ğamus Yemini – Mün’akid Yemin
c) Mukayyed Yemin– Lağv Yemini
d) Fevr Yemini – Ğamus Yemini
e) Lağv yemini – Ğamus yemini
3. Aşağıdakilerden hangisi Kur’an’da zikredilen kefaret sebepleri arasında
yoktur?
a) Yeminini bozmak.
b) Zıharda bulunmak.
c) Ramazan orucunu özürsüz ve bilerek bozmak.
d) Hacda vaktinden önce tıraş olmak.
e) Hatayla adam öldürmek.
4. Oruç kefareti kamerî ayın birinci günü başlamamışsa kaç gün oruç tutarak
yerine getirilir?
a) 59 gün
b) 61 gün
c) İki ay
d) İki ay ve bir gün
e) 60 gün
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Yeminler ve Kefaretler
5. Aşağıdakilerden hangisi zıhar kefareti için doğru bir açıklama sayılamaz?
a) Koca, böyle bir ifadeyle eşini bazı haklardan mahrum edememiştir.
b) Kocanın böyle bir tutumu haksızlıktır.
c) Koca böyle bir duruma sebebiyet verdiği için sorumlu olmalıdır.
d) Koca, böyle bir söz söylediği için hatalı davranmıştır.
e) Zıhar ifadesinden sonra eşiyle ilişkide bulunabilmesi için kocanın
kefarette bulunması şarttır.
Cevap Anahtarı:
1. b 2.e 3.c 4.c 5.a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Yeminler ve Kefaretler
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Bardakoğlu, A. (1999). İlmihâl I-II.İstanbul
Karaman H.,Bardakoğlu A. & Apaydın Y. (red.). “Adak ve Yeminler”. İstanbul.
Erdoğan M. (1998). Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü. İstanbul.
El-Mevsılî,Abdullah b., Mahmud b. & Mevdud.(1978). el-İhtiyar Metn-i Muhtar
Tercümesi, (Çev. Celal Yeniçeri). İstanbul.
Yazır, M. H. (1997). Alfabetik İslam Hukuku ve Fıkıh ıstılahları Kâmusu, (yayına
hazırlayan, Sıtkı Gülle).İstanbul.
Bilmen, Ö. N. (1947). Büyük İslam İlmihâli. İstanbul.
Bilmen, Ö. N. (Kamus).Hukuku İslamiyye ve Istılâhâtı Fıkhiyye Kâmusu. İstanbul.
Yaran, R. (2002), “Kefâret”, Diyanet İslam Ansiklopedisi. Ankara.
Serahsi, Ş. (2008). Mebsût, (çeviri ve yayın editörü M. Cevat Akşit). İstanbul.
Akyüz, V. (1995). Mukayeseli İbadetler İlmihâli. İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Download